IV - FIKHİ VE İTİKADİ MEZHEPLER
B - Fıkıh Mezheplerinin İmamları:
Fıkıh, sözlükte; bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak, demektir. Terim olarak; bir kimsenin leh ve aleyhindeki amelî hükümleri bilmesidir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, muâmelelere ve cezalara ait şer’î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmesidir.102
Kur’an-ı Kerim’de fıkıh kökünden çeşitli sîgalar; bilmek, anlamak, idrak etmek anlamında kullanılmıştır.103 Hz. Peygamber (s.a.s); “Allah (c.c.) kimin için hayır dilerse, onu dinde fakîh (dinî hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar.” (Buhârî, İlim, 10) buyurmuştur.
Dört halife ve tabiiler devrinde fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. el-Fıkhu’l-Ekber tabiri; akaid ve tevhid ilmini, el-fıkhu’l-vicdânî kavramı; nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, yalnız başına kullanılan fıkıh kelimesi ise; amelî konuları kapsıyordu. Ebû Hanife’nin (ö.150/767) fıkıh “kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir” şeklindeki tarifi, genel bir tariftir; O devirde kelâm, imân, ahlâk ve tasavvuf gibi ilimler henüz bağımsız hale gelmediği için İmam-ı Azâm'ın “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı eseri, itikâdî konuları kapsamaktaydı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muameleler ve cezaları içine alacak şekilde “amel bakımından” ilâvesiyle tarif edilmeye başlandı.104
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan “İslâm Hukuku” deyimi, ibadetler dışında muameler, ceza ve miras hükümlerini kapsamaktadır.
Fıkhın konusu İslâmî emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller; namaz kılmak gibi “yapma”; gasp gibi “terketme ile” ve yeme-içme gibi “muhayyer bırakma” tarzlarında olabilir. Akıllı ve ergin kimselerin şer’î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir. İbadet, muameleler ve ceza ile ilgili dini hükümlere “Şeriat” denir. Bu kelime din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikadi ve ameli hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat genellikle ameli hükümler için kullanılır. Buna göre, ilahi nizamın amel ve dış yönünü temsil eder.
Fıkıh ilmini bilen kimseye “fakîh” denir. Çoğulu “fukahâ”dır. Bu kelime fıkıh usulü ilminde “müctehid” anlamına gelir. Müctehid; şer’î hükümleri delillerinden çıkarma yetkisi ve ilmine sahip olan kimsedir. Müfti; fetva veren kimse demektir. Müctehid olmayan fakihe, başka müctehidlerin söz ve fetvalarını nakil ve hikaye etmesi sebebiyle mecazen müfti, sorulan İslami bir meseleye fakih bir kimsenin verdiği cevaba ise fetva denir. Fetva ictihada göre daha özel anlam taşır.
Kur’an ve sünnette açık ve kesin hükme bağlanan konularla, İslâm hukukçularının ittifakı (icmâ’) ile çözümlenen meselelerde ictihada ihtiyaç olmaz. Bunun dışında kalan fer’î, amelî problemler; istihsan, maslahat, örf-âdet, önceki şeriatler gibi tali delillere dayandırılarak çözümlenir ki, işte ictihad ve fetva daha çok bu alanda cereyan eder.
Gerek sahabe ve gerekse tabiiler devrinde yetişen bazı fakihler, çeşitli konulardaki fetva ve ictihadlarıyla birer fıkıh ekolü (mezhep) çığırı açacak güçte idiler. Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd ve benzerleri böyle idiler. Tabiilerden Medineli yedi fakih ve Nafi (ö.117/735), Kûfe’den Alkame b. Kays (ö.62/682), İbrahim en-Nehaî (ö.96/714), Hammad b. Ebi Süleyman (ö.120/738), Basra’dan el-Hasanü’l-Basrî (ö.110/728) bunlar arasında sayılabilir.
Abbasilerin (750-1258 M.), ilk iki yüz yıllık devresi, fıkhın tedvin edildiği, geliştiği, büyük imam ve müctehidlerin yetiştiği devredir. Bunlar şu fakihlerdir: Mekke’de, Süfyan b. Uyeyne; Medine’de, Malik b. Enes; Basra’da, el-Hasanü’l-Basri; Kûfe’de, Ebu Hanife ve Süfyan es-Sevri; Şam’da, el-Evzai; Mısır’da, eş-Şafii ve el-Leys b. Sa’d; Nişabur’da İshak b. Rahuye; Bağdat’ta, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahiri ve İbn Cerir et-Taberî (radıyallahu anhüm). Bunlardan herbirinin farklı ictihad sistem ve metotları ve bunlarla varılmış reyleri vardır. Bunların çoğu uyanları kalmadığı, İslâm fıkhını bir bütünlük içinde, bir hukuk sistemi olarak ortaya koyamadıkları veya Zahirilerde olduğu gibi kıyası kabul etmedikleri ve diğer mezheplere karşı şiddetli davrandıkları için varlığını sürdüremediler.
Ancak İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e nisbet edilen mezhepler varlığını sürdürdü ve büyük halk kitlelerinin kabulüne mazhar oldu. Diğer yandan bazı Şîa kollarıyla, mutedil harici mezhepleri de varlığını korudu. Adı geçen bu mezheplerin temsilcileri ve mezheplerinin başlıca özelliklerini kısaca belirteceğiz.
Adı, Numan b. Sabit b. Zûtâ’dır. Hanefi mezhebinin ilk büyük temsilcisi olduğu için, mezhep ona nisbet edilmiştir. H. 80 yılında Kûfe’de doğdu ve H. 150’de Bağdat’ta vefat etti. Devrinin seçkin alimlerinin çoğundan hadis ve fıkıh ilmi aldı. Hocası Hammad b. Ebi Süleyman’dan (ö.120/738) on sekiz yıl özel anlamda ders okuyarak fıkıh ilminde uzmanlaştı. Onun ilmi hocası Hammâd vasıtasıyla İbrahim en-Nehaî (ö.95/714) Alkame (ö.62/681) ve Esved (ö.95/714) yoluyla; Abdullah b. Mes’ud (ö.32/652), Hz. Ali (ö.40/660) ve Hz. Ömer (ö.23/643) gibi sahabe müctehidlerine dayanır.
Ebu Hanife, Kûfe’de hem aile mesleği olan elbise ticaretiyle uğraşır ve hem de ilim çalışmalarını aralıksız sürdürürdü. Onun isabetli tesbitler yapmasında muameleleri kavrayışı ve toplum yapısını iyi tanımasının, teorik bilgilerin yanında bunları günlük hayatta uygulayan esnaf ve tüccarın arasında bulunmasının büyük payı vardır. Dürüst muamelesi, yalan, hile ve rekabetten nefret etmesi, güler yüzü, tatlı sohbeti ve yardım severliği ile ün yapmıştı. Az konuşur, fakat fıkıhtan sorulunca sel gibi coşardı.
Hocası Hammad’ın vefatında Ebu Hanife 40 yaşlarında idi. Onun kürsüsüne çıkıp ders vermeye başladı. Dersleri münazara şeklinde yapardı. Meseleyi ortaya atar, müzakere edilir, herkes o konuda düşüncesini söyler, en sonunda Ebu Hanife kendi görüşünü açıklar ve mesele karara bağlanırdı. İmam Muhammed bu akademik toplantılarda müzakere edilen konuları kaleme alırdı. Hanefi mezhebinin Zahiru’r-Rivaye adı verilen ve tevatür yoluyla nakledilen bu ilk temel eserlerde Ebu Hanife, İmam Muhammed ve İmam Ebu Yûsuf’un görüşleri yer almıştır. Bunlar altı tane olup şunlardır:
el-Asl (veya el-Mebsut), el-Camiu’s-Sağir, el-Camiu’l-Kebir, es-Siyeru’s-Sağîr, es-Siyeru’l-Kebir ve ez-Ziyadat.
Zahiru’r-Rivaye kitapları Ebu Fazl Muhammed el-Mervezi (ö.334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser “el-Kâfi” adını almıştır. Bu eser daha sonra Şemsu’l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafından şerhedilmiş, “el-Mebsut” isimli bu eser 30 cilt halinde basılmıştır.
Ebu Hanife birçok öğrenci yetiştirmiştir. İçlerinde ictihad yapacak güçte olanlar vardır. Dört tanesi meşhurdur: Ebu Yusuf Yakub b. İbrahim el-Kûfî (ö.182/798), Harun er-Reşîd devrinde baş kadı olmuştur. Hanefi mezhebi esaslarının tedvininde,toplum hayatına uygulanmasında ve dünyaya yayılmasında onun payı büyüktür. Mal ve vergi nizamı ile ilgili “Kitabu’l-Harâc” isimli eseri türkçeye çevrilmiştir. İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, (ö.189/805) ilk ilmini Ebu Hanife’den aldı. Ebu Yusuf’tan eksiklerini tamamladı. Hanefilerin en güvenilir ilk kaynak eserleri olan Zâhiru'r-Rivâve kitaplarını kaleme aldı. İmam Züfer b. el-Hüzeyl b. Kays (ö.158/775) İsfahan’da doğdu, Basra’da vefat etti. Aynı zamanda hadis bilginiydi, sonra rey ictihadında üstün oldu. Kıyası başarıyla uyguluyordu. Mutlak müctehittir. Hasan bin Ziyâd el-Lü’lüî (ö.184/800) önce Ebu Hanife’nin daha sonra Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in öğrencisi oldu. Hadis ilmiyle ve Ebu Hanife’nin görüşlerini rivayetle tanındı. Ancak İmam Züfer’le İmam Hasan bin Ziyad’ın görüşleri ilk Zahiru’r-Rivaye kitaplarına girmemiştir.
Ebu Hanife’yi öğrencileri ve toplum kendilerine lider (imam) tanımış ve “en büyük imam” anlamında “İmam-ı Azam” adını vermişlerdir. İmam Azam’ın geliştirdiği hukuk yoluna “Hanefi Mezhebi”, bu mezhebe uyanlara da “Hanefî” denir. Hanefi mezhebi önce Irak yöresinde doğmuş, oradan doğuya ve batıya yayılmıştır. Abbasiler devrinde özellikle Ebu Yusuf’un başkadılığından itibaren geniş ölçüde Hanefi mezhebi uygulanmıştır. Anadolu ve Balkanlardaki Türkler arasında Hanefi mezhebi hakim durumdadır.
Hicri 93’te Medine’de doğdu ve 179 H. yılında orada vefat etti. Mâlikî mezhebi onun adına nisbet edilmiştir. Medine’de yetiştiği için kendisine “hicret yurdunun imamı” denmiştir.
İmam Malik, Hz. Peygamber’e saygısından dolayı, O’nun naşının gömülü olduğu Medine’de ata binmemiş, “ahirette peygamber soyundan gelen bir insanla davalaşmak istemem” diyerek, kendisine haksızlık eden ve Peygamber soyundan olan Medine valisi Cafer b. Süleyman’a hakkını helal etmiştir.
Medine alimlerinden ilim aldı. Abdurrahman bin Hürmüz’ün derslerine uzun süre devam etti. Onun fıkıhta üstadı Rebîa b. Abdurrahman’dır. Hadis ve fıkıhta önder idi. el-Muvatta’ isimli eseri hem hadis hem de fıkıh kitabıdır. İctihad metodunda sünneti, Medinelilerin uygulamasını, istihsanı, mesalih-i mürseleyi, senedi sağlam olunca sahabeye ait sözleri delil olarak kullanması en dikkati çeken özelliklerdir.
Meşhur öğrencileri şunlardır: Abdurrahman b. el-Kasım (ö.132/749) Malik’ten yirmi yıl süreyle fıkıh okudu; el-Leys b. Sa’d’dan (ö.175/791) ilim aldı, Maliki mezhebinin meşhur el-Müdevvene isimli eserini nakletti. Bu eseri Sahnun (ö.240 H.), ondan alarak, fıkıh tertibi üzere düzenledi. Yahya b . Yahya (ö.234/849), Maliki mezhebini Endülüs’te yayan bir hukukçudur. Eşheb. b. Abdilaziz (ö.204/819), Malik ve el-Leys’in yanında fıkıh ilminde uzmanlaştı.
Maliki mezhebi, önce Hicaz halkı arasında benimsendi ve daha sonra hacca gelenler vasıtasıyla Kuzey Afrika’ya ve o devirde Endülüs denilen İspanya’ya yayıldı.
Ebu Abdillah Muhammed b. İdris el-Kureyşî el-Haşimî, Hz. Peygamber’in dördüncü dedesi Abdi Menaf’ın dokuzuncu göbekten torunudur. Filistin’de Gazze’de H. 150 yılında doğdu, 204’te Mısır’da vefat etti.
Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Mekke’de badiyede oturan ve çok fasih arapça konuşan Hüzeyl kabilesi içinde şiir ve edebiyat sanatlarını öğrendi. Mekke, Medine ve Irak’ın önde gelen bilginlerinden ilim aldı. İmam Malik’ten Muvatta’ı dinledi. Süfyan b. Uyeyne’den (ö.198/813) hadis rivayet etti. Şafii mezhebinin temsilcisidir. er-Risale, el-Hucce ve el-Ümm adlı eserleri vardır.
Bazı öğrencileri şunlardır: Yusuf b. Yahya el-Büveyti, (ö.231/845), el-Hasen b. Muhammed ez-Zaferani (ö.260/874), İbrahim b. Yahya el-Müzeni (ö.264/877).
195/810 yılında Bağdat’a giden İmam Şafii iki yıl kaldıktan sonra Mekke’ye döndü. 198/813 yılında yeniden Bağdat’a geldi ise de, ancak iki ay kalabildi. Oradan Mısır’a gitti, Bağdat'ta, Ebu Hanife’nin talebesi olan İmam Muhammed ve Hanbeli mezhebinin temsilcisi Ahmed b. Hanbel ve başka bilginlerle görüştü.
Şafii mezhebi önce Mısır’da yayılmış, sonra kısmen Suriye, Yemen, Irak ve Horasan taraflarına geçmiştir. Günümüzde Irak, Suriye ve Anadolu’nun güney taraflarında Şafii mezhebi mensupları vardır.
Ahmed b. Hanbel eş-Şeybani 164/780 tarihinde Bağdat’ta doğdu, 241/855’te yine orada vefat etti. Hanbeli mezhebi onun adına nisbet edilmiştir. Özellikle hadis ilmi için Kufe, Basra, Mekke, Medine, Şam, Yemen ve el-Cezire’yi dolaşmış, uzun süre İmam Şafii’nin talebesi olmuştur.
Buhârî, Müslim ve hadiste onların tabakasında olan kimseler ondan hadis rivayet ettiler. Öğrenci ve arkadaşları onun mezhebini sözlerinden fiil ve sorulara verdiği cevaplardan aldılar. el-Müsned adlı kitabı kırk bin hadisi içine alır.
Salih b. Ahmed (ö.266H.), İbn Hanbel’in en büyük oğludur. Fıkıh ve hadis ilmini babasından ve zamanın diğer bilginlerinden aldı. Babasının fıkıhla ilgili görüşlerini nakletmiştir.
Bazı öğrencileri şunlardır: Ebu Bekir el-Ersem (ö.273H.), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö.274H.) ile İbrahim b. İshak el-Harbi (ö.285H.)105
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi tasdik ve kabul edip ona bağlı kalmaya “akide” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Rasulullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik eylemektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid ibadet ve ameli değil, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İslâm’ın inanç sistemi “amentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Rasulullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Rasulullah (sa.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Rasulullah’ın getirdiği bir inanç prensibini tartışmasız kabul ederlerdi. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in, Hz. Peygamber (sa.s)’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allahü Teâlâ’dan getirdiği herşeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Rasulu kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi106 meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili ayet ve hadislere yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Meselâ; “Rahman, Arşın üstüne oturdu” ayetini107, Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların elleri üstündedir” ayetini108 ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anladılar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi ayetlerde, mecazi anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, kainata hakim olmak, mutlak kudret sahibi bulunmak anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren ayetlere dayandılar.109 Aşağıda, akideyle ilgili ayet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve ehl-i sünnet inancının ana noktalarını belirleyen iki mezhepten kısaca sözedeceğiz.
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik'in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya terceme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Maturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve Sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Maveraunnehir’de Hanefilerin itikad imamı olmuştur.
Maturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle“el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadi konuların çözülmüş şeklini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risale, el-Fıkhu’l-Ebsat, Kitabü’l-Alim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.110
İmam Maturidi’den sonra Hanefîlere, aynı zamanda Maturidî de denmiştir. Bütün Hanefiler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturidilik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Maturidi’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
1) Kitabu’t-Tevhid: İmam Maturidi'nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.111 Maturidi özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.112 Diğer yandan Karmati ve Rafizilere karşı da mücadele etmiştir.
2) Te’vilâtu’l-Kur’an: İmam Maturidi’nin akli ve nakli delillere dayanarak ehl-i sünnet itikadını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir uslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.113
Ehl-i Sünnetin ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 tarihinde Basra’da doğmuş, 324/935 veya 330/941 tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’ari, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Bu yaşlarda rüyasında Hz. Muhammed’i gördü ve yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada hocası Ebu Ali ec-Cubbâî’ye yönelttiği sorularla, onu susturdu ve Mu’tezile’den ayrıldı.
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp kuvvetlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Maturidi ile aynı devirde yaşayan Eş‘ari, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Maturidi, kalbdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’ari; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Maliki ve Şafiiler itikadda Eş’ari mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelilere göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed b. Hanbel’in mezhebinden ayrı bir itikad mezhebine bağlanmamışlardır.
İmam Eş’ari’nin başlıca eserleri şunlardır:
1) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
2) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
3) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde; kendisine bid’atçı diyenlere karşı ayet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
4) el-Luma; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.114
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.