Mükellef, “yükümlülük sahibi kişi” demektir. Dini emir ve yasaklara muhatap olan âkil ve bâliğ müslümanı ifade eder. Kendi iradesiyle serbest hareket edebilecek yaşa gelen kimsenin konuşmaları, iş, amel ve davranışları İslâm nazarında belirli hükümlere bağlanmıştır. Fıkıh kaynaklarında “ef’âl-i mükellefîn” denilen bu fiillerden maksat, yükümlünün fiillerinin şer’î hükümleridir.
Yükümlünün fiilleri sekiz tanedir: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekrûh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçulara göredir. Diğer mezheb müctehidlerine göre ise bu sayı; vacip, mendup, haram, mekrûh ve mübah olmak üzere beştir.
Sübûtu ve ifade ettiği anlam (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasulünün emrettiği fiillere “farz” denir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bulunmayan ayet, mütevatir veya meşhûr hadis, ya da icmâ gibi kesin delillerle sabit olur. Beş vakit namaz, zekât, hacc ve namazda Kur’an-ı Kerim’den bir parça okumak gibi. Bunlarla ilgili hem ayetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s)’in mütevatir veya meşhur hadis kuvvetinde söz veya uygulamaları bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetlerinde “Namaz kılınız, zekât veriniz”115, namazda kıraati emreden ayette; “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”116 buyurulması farza örnek verilebilir.
Farzın hükmü: Yapılması kesin olarak gereklidir. Terkeden ağır cezayı haketmiş olur; farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir.
Farzlar; farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olmak üzere ikiye ayrılır:
1) Farz-ı ayn: Her mükellef müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısım insanların işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Beş vakit namaz, ramazan orucu, zekât ve hacc gibi.
2) Farz-ı kifaye: Mükellef müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek, şahitlik yapmak, iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak, insanların ihtiyacı olan sanatları öğrenmek ve cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifayenin sevabı yalnız onu işleyenlere aittir. Toplumda, bu farzı kimse yerine getirmezse, bütün toplum günahkâr olur.
Ancak bazı durumlarda kifaî vacip, aynîye dönüşebilir. Meselâ; bir yerde tek doktor varsa hastaya müdahale görevi ona aynî farz olur. Yine bir olayı tek kişi görmüşse şahitlik yapması gerekir.117
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre farzla vacip eşanlamlıdır. İkisi de ayni hükümlere tabidir. Hanefilere göre, farz ve vacip birbirinden farklı anlam taşır. Vacip; Allah ve Rasulünün yükümlü müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit olduğu fiildir. Fıtır sadakası, kurban kesme, vitir ve bayram namazları, namazda Fatiha suresini okumak gibi. Bütün bunlar Hanefilere göre vaciptir; çünkü haber-i vahid ile, yani zannî delille sabit olmuşlardır.
Vâcibin Hükmü: Yapılması kesin olarak gereklidir, terkeden farzı terkedenden daha az bir cezayı haketmiş olur; vacip olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilmez. Böyle kimse sapıklıkta (dalâlette) kalmış sayılır. Namazın vaciplerinden birisini kasten terketmek tahrimen mekruhtur. Yanlışlıkla terketme veya geciktirme halinde ise, sehiv secdesi gerekir. Farzın terkinde ise namaz bozulur. Namazda rukuu terketmek gibi.
Vâcip; sübûtu kesin, delâleti zannî olan delille sabit olur. Bu delil, te’vile uğramış ayet veya hadis şeklinde olabilir. Meselâ; Kur’an-ı Kerim’de: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”118 buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhatabı Hz. Peygamber’dir. Yani bunlar Rasulullah (s.a.s) için farz hükmündedir. Ancak, emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Bununla birlikte, bu emirlerin diğer müslümanları da kapsadığı daha kuvvetli olan görüştür. Böylece Sünnetten daha kuvvetli, fakat ayetteki delâletin kesin olmaması sebebiyle, farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki, buna vâcip denir.119
Meselâ; namazda hiç Kur’an-ı Kerim okunmaması namazı geçersiz kılar. Çünkü; “Kur’an-ı Kerim’den kolayınıza geleni okuyun”120 buyurulması farziyet bildirir. Fakat Fatiha suresinin namazda okunmamış olması tek başına geçersizlik sebebi değildir. Bu sûrenin okunmamasında kerâhat olmakla birlikte namaz geçerlidir. Çünkü namazda Fatiha suresinin okunması hükmü zannî delil ile sabit olmuştur. Bu delil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in; “‘Fatiha suresini okumayanın namazı geçerli olmaz” 121 hadisidir. Bu hadis, haber-i vahid niteliğinde zannîdir. Çünkü “Fatihasız kılınacak namaz geçerli olmaz” anlamına gelebileceği gibi; “Fatiha okunmaksızın namaz tam ve mükemmel olmaz” anlamını da ifade edebilir.
Sünnet sözlükte; iyi ahlâk, iyi huy, yol, Allah Tealâ’nın kanunu, hal ve gidiş, alışılmış yol demektir. İyi veya kötü yolda gidiş anlamını şu hadiste görmek mümkündür: “Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir adeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamate kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir.” 122
Sünnet, fıkıh usulü terimi olarak, Hz. Peygamber (s.a.s)’den nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir.
Sünnet; müekked, gayri müekked ve zevaid sünnet olmak üzere üç kısma ayrılır:
1) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s)’in devamlı olarak işleyip nadiren terk ettiği, farz ve vacip olmayan amellerdir. Bu çeşit sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte kınama ve azarlamaya müstehak olur.
Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken ağıza su vermek müekked sünnetlerdendir. Bu çeşit sünnete “Sünnetü’l-Hüdâ” da denir.
2) Gayr-ı müekked sünnet: Hz. Peygamber’in çok defa edâ edip, bazen terkettiği sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayri müekked sünnetlere, müstehab veya mendup isimleri de verilir.
Bu gruba giren sünneti yapan sevap kazanır, terkeden kınama ve azarlamaya müstehak olmaz.
3) Zevâid sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s)’in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahü Teâlâ’dan bir tebliğ veya Allah’ın dinini açıklama niteliği taşımayan beşeri fiillerdir. Allah elçisinin yeme, içme ve giyimde izlediği yol, beyaz elbiseyi tercih etmesi, saç ve sakalını kına ile boyaması bu niteliktedir.
Zevâid sünnetin hükmü: Mü’min, Hz. Peygamber’e sevgi, saygı ve bağlılığından dolayı, onun gibi yer, içer ve giyinirse ecir kazanır. Bu fiilleri terkeden ise kötü bir davranışta bulunmuş sayılmaz.
Hanefiler dışındaki çoğu İslâm hukukçuları yukarıdaki üç çeşit sünneti ve Kur’an-ı Kerim’deki farz ve vacip niteliğinde olmayıp; işlenmesi kesin olarak emredilmeyen hükümleri de kapsamak üzere “Mendûb” terimini kullanmışlardır. Vadeli borçlanmanın yazı ile tespitini öngören, ancak bunu kesin bir emir olarak düzenlemeyen Kur’an-ı Kerim hükmünü123 sünnetin kapsamını genişleten mendûba örnek verebiliriz
Sevimli olan, tercih edilen, güzel görülen amel demektir. Hz. Peygamber’in bazan işleyip, bazan terk ettiği, selef-i salihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlere müstehab denir. Bazı nafile namaz ve oruçlar bu niteliktedir. İbadetlerin yapılışında; farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan ve müstehap çeşidine giren işler vardır.
Sabah namazının, ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilerek kılınması, akşam namazında ise acele edilmesi, yine namaz kılarken üst elbiseyi açık bulundurmayıp düğmelemek gibi ameller müstehaba örnek verilebilir.
Müstehabın hükmü: İşlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. İbn Abidin; mendup, müstehap, nafile ve tatavvu’ terimlerinin eş anlamlı olduğunu, bunları terketmenin, “evlâ olanı terk” anlamına geleceğini, bazı hallerde de, bunları terkedenin mekrûh bir iş yapmış sayılabileceğini belirtir.124
Allahü Teâlâ’nın veya Rasulu’nün, müslümanı yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiile “mübah” denir. “Helâl”, “caiz” ve “mutlak” sözcükleri mübahla eşanlamlı olarak kullanılır.
Eşyada asıl olan mübah olmaktır. Hakkında bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “O Allah ki, yerde olanların hepsini sizin için yarattı”125 “Allah’ın göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdiğini ve size açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?”126. Bu ayetlerden yerde ve gökte olanların, insanların yararlanması için yaratıldığı açıkca anlaşılmaktadır. Yenilmesi içilmesi veya kullanılması ayet veya hadislerle yasaklanmamış olan şeyler helâl ve caizdir. Bunlar, insan için yararlı olan şeylerdir. Haramlar ise zararlı olanlardır.
Bir şeyin mübah ve helâl oluşu şu yollardan birisiyle sabit olur:
1) Helâl olduğuna dair nass (ayet-hadis) bulunması. Temiz şeyleri yiyip içmek gibi. Ayet-i Kerime’de şöyle buyurulur: “Bugün, size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.” 127
Bir şeyin mübah oluşu, vakit ve çeşidini tayinle ilgilidir. Mesela; yemek zamanını ve çeşidini seçmek mübahtır. İnsan dilediği zaman, kendisine helâl olan bir kadınla evlenebilir. Kişi nezih bir şekilde eğlenebilir. Ancak bütün vaktini eğlence ile geçirmesi caiz değildir.
2) Günah olmadığının bildirilmesi. Nass’larda günah, sıkıntı veya sakıncanın bulunmadığının bildirilmesi, o fiilin helâl olduğunu gösterir. Ayet-i kerimelerde şöyle buyurulur: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı, fakat kim darda kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve zaruret sınırını aşmadan bunlardan yemesinde günah yoktur.”128 “Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya bu isteği içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur.”129 “Köre vebal yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok (bunlar yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar), size de kendi evlerinizden... yemenizde güçlük (sakınca) yoktur.”130
3) Emir sîgasının vücub değil, mübahlık bildirmesi. Şu ayet buna örnek verilebilir: “Allah’ın rızkından yiyin, için.”131
4) Bir fiille ilgili hiçbir hükmün bulunmaması. İstishâb deliline göre, “eşyada kural mübahlıktır”
Mübahın hükmü: Yapılmasında da yapılmamasında da sevap veya günah yoktur. Yapılıp yapılmaması eşittir.132
İslâm dininde kesin olarak yapılmaması istenilen fiile “haram” denir. Haramın ayet, mütevatir veya meşhur hadisle sabit olması, kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen bir fiil niteliğinde olması gerekir. Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, haram zannî delil sayılan haber-i vahidle de sabit olabilir. Hanefiler, haber-İ vahidle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanan fiile ”tahrimen mekruh”, kesin ve bağlıyıcı olmayan yasaklamaya ise “tenzihen mekruh” derler.
Allah ve Rasulünün birşeyi yasaklaması şu tarzlarda olabilir:
1) Haramlık lafzı ile. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz... (ile evlenmeniz) haram kılındı.” 133 “Dövülerek öldürülmüş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar tarafından parçalanarak murdar olmuş olan hayvanlar.... size haram kılındı.” 134 Bu ve benzeri ayetlerde bir şeyin yasaklanması, açıkça “haram” sözcüğü ile ifade edilmiştir.
2) Helallığın kaldırılması ile. “Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir.”135 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimsenin malını onun gönül rızası olmaksızın almak helâl olmaz.” 136
3) Nehiy sîgası kullanılmakla. “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur.”137
4) Fiilden sakınmayı ifade eden bir lafızla. “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” 138 Bu ayetteki “kaçının” sözü, yaklaşmayı yasaklayarak, bir şeyin haram olduğunu beliğ bir uslupla belirlemiştir.
Haramın çeşitleri:
Bir şeyin haram kılınması esası, o şeyin zararlı olmasıdır. Bir haramdaki zarar ya bizzat yasaklanan fiilin kendisinden kaynaklanır veya dolaylı yoldan bir sebebe dayanır. Buna göre haram doğrudan veya dolaylı yoldan olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Bizzat haram (haram lizatihî): Allah ve Rasulü’nün geçici ve sebebe dayalı olmaksızın baştan itibaren ve temelden haram kıldığı fiildir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, mutlak evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi. Bunlardaki zarar, kendi bünyelerindeki kötülüğe dayanır. Doğrudan haramlar genel olarak; can, mal, akıl, din ve nesilden ibaret olan beş unsuru korumak amacıyla yasaklanan fiillerdir.
Bizzat haramın hükmü; fiilin temelden gayri meşru sayılmasıdır. Mükellef müslüman bu fiili işlerse herhangi bir hukuki sonuç doğmaz. Meselâ; zina fiili, nesep ve mirasçılığın sabit olması için sebep teşkil etmez. Hırsızlık fiili de, hırsıza çalınan mal üzerinde mülkiyet hakkı vermez. Bu çeşit haram zaruret bulunmadıkça mübah olmaz.
b) Dolaylı haram (haram ligayrihî): Temelde meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici bir durumla bağlantılı olan fiildir. Meselâ; bir kadının avret yerine bakmak haramdır, çünkü zinaya yol açması muhtemeldir. Zina ise bizzat haramdır. Yine, cuma namazı sırasında, cuma namazı ile yükümlü erkeklerin alış-veriş etmesi yasağı, dolaylı bir haramdır.139 Buradaki yasaklama, insanı namazdan alıkoyduğu için sınırlı bir süre dış sebepten ötürü olan bir yasaklamadır.
Dolaylı haramın hükmü: Bu çeşit haram ihtiyaç karşısında mübah olur. Sözgelimi, bir kadının avret yerine bakmak haramdır, ancak tedavi için ihtiyaç varsa ve uzman kadın doktor bulma imkanı da yoksa, erkek doktorun bakması mübah olur.
Harama eş anlamlı olarak; ma’siyet ve günah terimleri de kullanılır. Haramı inkâr eden dinin sınırları dışına çıkar.140
Allahü Teâlâ ve Rasulü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla istediği fiile mekrûh denir. Haramla mekrûh arasında bazı ortak noktalar vardır. Her ikisi de yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefilerde, diğer mezheplere göre bazı farklılıklar gösterir.
Şöyle ki, haram; ayet, mütevatir veya meşhur sünnetle kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen fiili ifade ederken mekrûh; yine bu delillerle fakat kesin ve bağlayıcı bir şekilde yasak ifade etmeyen bir uslupla veya haber-i vahid gibi zannî bir delille sabit olan yasak fiilleri kapsamına alır.
Mekruh tahrimen ve tenzihen olmak üzere ikiye ayrılır:
1. Tahrimen mekruh:
Allah ve Rasulünün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil olmakla birlikte, bu istek haber-i vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa buna “tahrimen (harama yakın) mekruh” adı verilir. Şu hadisi buna örnek verebiliriz: “Kişi, kardeşi izin vermedikçe, onun alış-verişi üzerine alış-verişe girişmesin ve dünür üstüne dünürlük yapmasın.” 141 Bu hadiste “satış üstüne satış” ve “dünürlük üstüne dünürlük” kesin bir uslupla yasaklanmaktadır. Bunun hükmünün haram olması gerekirken, bu hadisin haber-i vahid olması yüzünden, hüküm “tahrimen mekruh” sayılmıştır.
Tahrimen mekruhu işlemek cezayı gerektirir, fakat bunu inkâr eden dinden çıkmaz.
2. Tenzîhen (helala yakın) mekruh:
Allahü Teâlâ’nın ve Rasulü’nün koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil “tenzihen mekruh” adını alır. Namaz için mescide gidecek kimsenin soğan vaya sarmısak yemesi gibi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Soğan ve sarmısak yiyen kimse, mescidimize gelmesin, evinde otursun.”142 Hadis-i şerifte, çevrenin rahatsız edilmemesi için bir tedbire dikkat çekilmiştir. Kokusu topluluğu rahatsız ve huzursuz eden, aşırı ter, çorap vb. kerih kokuların da hadis kapasamında düşünülmesi mümkündür.
Tenzihen mekruhu işlemek cezayı ve kınanmayı gerektirmez. Fakat üstün ve faziletli olan şekle aykırıdır. Ancak her iki mekruhu terkeden kimse övülür. Hanefiler dışındaki mezhep imamları Hanefilerin tahrimen mekruh saydıkları fiilleri de haram kapsamına alırlar. Onlar, haram anlamında yasak edilmediğine dair işaret bulunan fiiller için yalnız “mekruh” terimini kullanırlar.
Hanefilerde, tahrimen mekruh vacibin,tenzihen mekruh ise mendubun karşıtıdır.143
Bir ibadeti bozan veya bir muameleyi sakatlatan fiil veya eksikliğe “müfsid” denir. Fesad kökünden ism-i faildir. Sıhhat, fesad ve butlan birbiriyle ilgisi olan terimlerdir. Sahîh, fasid ve bâtıl ayırımı, bir kimsenin yaptığı fiiller için, şer’an gerekli olan rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre yapılan bir nitelendirmedir. Kendisine birtakım hükümler bağlanan meşru fiiller ya ibadet, ya da muamelat kabilinden olur. Şâri’, bu fiiller için birtakım rükünler ve şartlar koymuştur.
İşte, ister ibadetlerden, ister muamelattan olsun, şer’an belirlenmiş olan rukün ve şartlarına uygun olarak yapılan ibadet veya muameleye “sahih” denir. “Muteber”, “caiz”, veya “geçerli” terimleri de aynı anlamı ifade eder.
İbadetlerde fasid ve batıl aynı anlamda kullanılır. Rükün veya şartlarından birisi eksik olan ibadet “batıl” veya “fasit” olur. Bunun için “gayri sahih” veya “muteber değildir”, “geçerli değildir” gibi ifadeler de kullanılabilir. Meselâ; secdesiz bir namazda rükün; abdestsiz kılınan bir namazda şart eksik olduğu için namaz fasid olur. Bu konuda mezheplerin görüş birliği vardır.
Çoğu İslâm hukukçularına göre; ibadetlerde olduğu gibi, muamelelerde de fasid ve batıl eşanlamlıdır. Eksiklik akdin ister rükünlerinde olsun, isterse şartlarında bulunsun sonuç değişmez. Meselâ; akıl hastasının yapacağı satış akdi veya bedeli ödeme tarihi belirlenmeksizin yapılacak veresiye satış hukuki bir sonuç doğurmaz. Bu akde, “batıl” denebileceği gibi “fasit” de denir.
Hanefilere göre, muamelat konularında fasitle batıl farklı anlamda kullanılır. Akdin icap, kabul ve konu gibi ana unsurlarındaki bir eksiklik, akdi batıl kılarken, eksiklik, akdin rüknüne ilişkin olmaksızın, diğer şartlardan birisinde olsa, akit fasit olur. Rükünleri ve esas unsurları mevcut olduğu için, böyle bir akde bazı sonuçlar bağlanır. Meselâ; taraflarca bilinmeyen bir bedel karşılığında yapılan satış akdi, fasit bir şart taşıyan satış sözleşmesi ve şahitsiz nikah akdi birer fasit hukuki muameledir. Hanefiler bunlara “batıl” demezler ve birtakım hukukî sonuçlar bağlarlar. Meselâ; fasit bir satış akdinde, alıcı satıcının açık veya kapalı muvafakatı ile satış konusu malı teslim almış ise, bu mal üzerinde müşteri lehine mülkiyet hakkı sabit olur, fakat müşterinin bu maldan yararlanması -akitteki eksiklik giderilip akit sahih hale dönüşmedikçe- helâl olmaz. Fasit bir nikah akdinde, eğer zifaf meydana gelmişse, kadın mehre hak kazanır, ayrıldığı zaman iddet beklemesi gerekir ve doğacak çocuğun nesebi sabit olur. Ancak nikah akdi sahih hale dönüşmedikçe, tarafların bu nikahla karı koca hayatı yaşamaları helâl olmaz, nafaka gerekmez ve taraflar arasında mirascılık cereyan etmez.144