İSLAM
HUKUKUNDA DELİLLER VE YORUM METODOLOJİSİ
Fıkıh
Usulünün Tarihçesi Ve Mustasfa Hakkinda Birkaç Söz
Yeni Bir
Yorum Metodolojisi Mümkün Mü?
B. Fıkıh
Usulünün Mertebesi ve Diğer İlimlere Nisbeti:
C. Fıkıh
Usûlü İlminin Dört AnabÖlüme (Kutup) Ayrılması:.
D. Fıkıh Usûlünün
Tüm Konularının Dört Anabölüm Altında Toplanması:
E. Mukaddime
ve Bu Mukaddimenin Fıkıh Usûlü ile İlgisi:
{Kanunların
Ayrıntılı Tanımlarla İrdelenmesi}
1.
Sözcüklerin Anlamlara Delâleti
2. Tekil
Anlamların İncelenmesi:
3. Müellef
Anlamların Hükümleri
İkinci Şekil
(Nemat): Telâzüm metodu
C. Levahık
[İkinci Dereceden Ölçüler]
İslâm'ın ana
kaynaklarından, Allah Tealâ'nın kullarına öğretmeyi murad ettiği hüküm ve
bilgileri bize taşıyan delillerden hareketle, bunların irşad ve ışığında akıl
yorarak dînî hüküm ve bilgilere ulaşmanın metodolojisi (usul ve yöntem bilimi)
demek olan Fıkıh Usûlü, klasik İslâm İlimlerinin önemlileri içinde yer almaktadır.
Elde bulunan, bize kadar ulaşan ilk Usûl kitabı "Şafiî'nin
Risalesi"nden günümüze kadar bu dalda sayısız denecek çoklukta kitap
yazılmıştır. Bunlar kullandıkları metod açısından "Fıkıhçılar Usûlü,
Kelâmcılar Usûlü ve Karma Usûl" şeklinde üç gruba ayrılmıştır. Gazzâlî'nin
Müstasfâsı genellikle tümdengelim usûlünü kullanarak yazılmış bulunan
kitapların seçkin örneklerinden biridir. Gazzâlî, Eş'arî ve Şafiî mezheplerinde
yetişmiş bir âlim olmakla beraber sırf mu-kallid olmayıp zaman zaman ittibâ ve
ietihad derecelerine ulaşmış bir muhakkiktir. Onun yalnızca Fıkıh ve Kelâm ile
yetinmeyip Tasavvuf ve Felsefe dalları ile de -eser verecek ve mütehassıslarını
tenkid edecek ölçüde- meşgul olması eserlerine açıklık ve zenginlik
getirmiştir. Ancak bu açıklık (vuzuh) ifadesinin basitliğinden değil,
mevzulara hakimiyetinden kaynaklanmaktadır. Genç, zekî ve gayretli akademisyen
Doç. Dr. H. Yunus Apaydın, Gazzâlî'ye öğrencilik etmişçesine kitabı doğru
anlamış ve içimizde, çağımızda yaşayan bir yazar olarak da - anlaşılır bir dil
ile - onu Türkçe'ye çevirmiştir.
Dr. Mehmet Erdoğan'ın
Şâtıbrden yaptığı el-Muvafakât tercümesi, Şah Ve-liyyullah'tan Hüccetullah
çevirisi, Ibn.Aşur'dan (V. Akyüz'le) çevirdiği İslam Hukuk Felsefesi ve
Apaydın'ın Müstasfa tercümesi, Türkçe okuyanlar için, İslam Hukuk Metodolojisi
ve Felsefesi alanında mevcut boşluğu Önemli ölçüde doldurmuştur. Şafiî'nin
Risâle'si, İbnu'l-Kayyim'in İ'iâm'ı Şevkânî'nin İrşâd'ı ve Küçük
Sadruşşerîa'nın Tavdîh'i de tercüme edilirse klasikleşmiş Usul kitaplarının en
güzel örnekleri Türkçeye aktarılmış olacaktır. Bunlara çağdaş, özgün, ilk
müetehid-lerin kendi çağlarında yapıp başardıklarını günümüzde yapan ve
karşılayan çalışmalar eklenince İslam Hukukunun Felsefesi, Metodolojisi ve
dinamikleri daha İyİ anlaşılacak, ondan istifadenin yolları açılmış olacaktır.
Apaydın nice gün ve gecelerini bir ilim cihadı olan bu çalışmaya vererek ümmete
hizmet etmiştir. Hizmet ve başarılarının devamını diliyor, "Sa'yi meşkûr
olsun!" diyorum.
10.12.1993 İstanbul
Prof. Dr. Hayrettin
KARAMAN[1]
Temel klasiklerin
tercümesinin, Türkiye'de yeterince ciddiye alındığı söylenemez. Üstelik, bu
tür çeviri faaliyetlerinin gerekli olup olmadığı konusunda bir görüş birliği
dahi yoktur. Tercüme işine karşı çıkanlar, çevirisi yapılacak kitapların
ihtiva ettiği bilgilerin anlaşılamayacağı, her önüne gelenin ahkam keseceği ve
yanlışlara düşüleceği endişesini taşırjar. Dolayısıyla bunlara göre, temel
eserlerdeki bilgiler, anlayanların yani erbabının süzgecinden geçirilerek halka
ulaştırılmalıdır. Bu endişeye belli oranda bir haklılık payı. tanınabilir.
Fakat öte yandan temel eserlerin, vaktinde, tercüme edilmeyişinin sıkıntıları
şu anda fiilen yaşanmakta ve gözlemlenmektedir. Bir kere süzgeçten geçirme işi
başarılamamış ve yapılan birçok çalışma eskinin yetersiz bir tekrarı olmaktan
öte gidememiştir. Esasen Türkiye'de, kısaca İslam Bilimleri olarak adlandırılan
alandaki çalışmaların sistemli, düzenli ve amaçlı olduğu da tartışma götürür.
Temel klasiklerin
tercümesinin birbirine bağlı açık iki yararı olacağını düşünüyoruz. Birincisi;
İslambilimsel kültürün belli bir düzeyde toplum nezdinde yaygınlık
kazanmasıdır. Bugün doğru ve yeterli bilgilenme eksikliğinin doğurduğu
sıkıntılar ayan beyan ortadadır. Bu sıkıntıların başında bilim adamı ve toplum
arasındaki bilgilendirme-bilgilenme bağının kopması gelmektedir. Bilim adamları,
sadece kendileri için ve kendileriyle sınırlı bilim yapmakla meşgul
oladursun,-bu boşluk temelsiz ve asılsız bilgilendirme kaynaklarınca
doldurulmaktadır.
İkincisi ise, temel
klasiklerin yaygınlaşması sonucunda, bilim adamları bir ölçüde, ister istemez,
tekrardan kurtulacak; mevcudu aşma, geliştirme hiç değilse doğru uyarlama
yönünde adımlar atma gereğini hissedeceklerdir. Bütün bunların sonrasında,
ilgili bilim adamlarınca yapılacak yeni çalışmaları ve üretilen düşünceleri,
kabul eden de reddeden de gelişigüzel değil, ne yaptığının farkında olarak (ala
basiretin min emrihi) tercih yapacaktır.
Kelimenin tam
anlamıyla bir fıkıh usulü klasiği olan Mustasfâ'yı Türkçe-ye çevirme
girişimimiz, İslam Bilimleri alanındaki her branşın temel kaynaklarının,
eğrisiyle doğrusuyla, Türkçeye aktarılmasının bir gereklilik olduğu yönündeki
kanaatimizin bir gereği olmakla birlikte, özellikle ve öncelikle Mustasfa nm
tercih edilmesi Rey Yayınlarının sahibi dostumuz Yusuf Yerli'nİn ve Aydın
Bey'in ısrarlı ricalarının sonucunda olmuştur.
Bu tercümenin,
Türkiye'de, mevcut tercümelere rağmen bu alanda hissedilen boşluğu önemli
ölçüde dolduracağını ümit etmekle birlikte, yeterli olduğu kanaatinde değiliz.
Buna ve mevcutlara ilaveten, özellikle Hanefî ve Hanbelî ekollerine, hatta
Mutezile ve Zahirî ekollerine ait birkaç temel fıkıh usulü eserinin bu kervana
katılmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.
Tercümenin hatasız
olmasına özen gösterdiğimizi söyleyebiliriz. Tercümenin hatasız olup olmadığı
ise, ancak erbabının tenkitleriyle anlaşılabilecektir. Bu itibarla,
rastladıkları hatayı tarafımıza iletme işini, erbab okuyucuların boyunlarına
-'biîimsel aynî vacip' olarak- borç saydığımızı da belirtmek isteriz.
Bu arada, Mantık
Mukaddimesinin müsveddelerini okumak zahmetine katlanan Prof. Dr. Hasan
Şahin'e, Yrd. Doç. Dr. Turan Koç'a ve Öğr. Görevlisi Sey-fullah Sevim'e; yine
hadislerin tahrici konusunda yardımcı olan İslam Hukuku Anabilim Dalı Araştırma
Görevlisi Menderes Gürkan'a, Doktora öğrencisi Selma Uzatma'ya ve Yüksek Lisans
öğrencileri Davut îltaş ile Ömer Akmanşen'e teşekkür borçlu olduğumu
belirtmeliyim.
Kayseri 6 Kasım 1993[2]
Tercümede Mustasfâ'nm,
Bulak 1322-1324 tarihlerinde el-matbaatu'l-cmîriyyede. Fevâtihu'r-Rahamût ile
birlikte iki ayrı cilt olarak basılan nüshası esas alınmıştır.
Tercümede, imkan
Ölçüsünde akıcı ve anlaşılır bir üslup yakalamaya çalışmakla birlikte,
yetersiz bir karşılıkla kısırlaştırmak endişesiyle Şer', Sem', Sâri vb. bazı
terim ve deyimleri korumak gereğini hissettik; kolay anlaşılır eksik tercüme
yerine nisbeten zor anlaşılır doğru tercümeyi hedeflediğimizi söyleyebiliriz.
Esas itibariyle, teknik özellikteki kitapların belli ölçüde ağır bir üsiup
taşımasını yadırgamamak gerekir.
İlke olarak, terim ve
tabirlerin türkçeleştirilmesinin gerekliliğine inanmakla birlikle, henüz bilim
çevresinde bu yönde bir anlayış ve çaba birliği sağlanamamış olduğundan, İslam
bilimleri terminolojisine vakıf olanların okuma zevkini ve kavrama kolaylığını
zedelememek ve anlam kaymalarına ve yanlış anlamalara yol açmamak için,
genelde, bir çok terim ve tabir ya -parantez içinde yakın görülen bir türkçe
karşılık verilerek- orijinal biçimiyle korunmuş ya da yakın türkçe karşılıkla
ifade edilerek orijinalleri parantez içinde verilmeye çalışılmıştır. Bunun
yanında teabbüd, şüphe ve meslek gibi bazı arapça kelimelere net türkçe
karşılık bulmakta zorlandığımı belirtmeliyim. Gazâlî, hocası İmamu'l-Harameyn
el-Cüveynî'nin kullanım üslubu doğrultusunda, şüphe kelimesini, yeterli ve
tutarlı olmayan delil, gerekçe anlamında kullanmıştır. Biz bunu bazen
'muhaliflerin delilleri -veya gerekçeleri- şeklinde, bazen de 'muhaliflerin
şüpheleri' şeklinde tercüme ettik. Meslek kelimesinin kullanımı da buna
yakındır. Teabbüd kelimesi de sözlükte, ibadet etmek, taat ve ibadete davet
etmek gibi anlamlara gelmektedir. Fakat biz bu kelimeyi bazen -yerine göre-
mükellef tutmak, amel etmeyi istemek, emretmek gibi karşılıklarla çevirdik
bazen de olduğu gibi kullandık.
Mustasfâ'nın
görebildiğimiz iki baskısında da, eserin iki cilde ayrıldığı yer, üçüncü kutbun
emir bahsinin ortalarıdır. Bu bölme işinin Gazâlî tarafından yapılmış
olamayacağı kanaatini taşıdığımız için, tercümede birinci ve ikinci kutuplar birinci
ciltte, üçüncü ve dördüncü kutuplar ise ikinci ciltte verilmiştir. Tercümenin
kenarında eserin arapça baskısının cilt ve sahile numaraları verildiği için,
arş il aştırma kolaylığı her zaman mevcuttur.
Tercümeden istifadeyi
daha da kolaylaştırmak amacıyla;
İçindekiler bölümü
kapsamlı tutulmuş, orijinal metinde, ele alınacak konunun ne olduğu
belirtilmeksizin 'mesele' başlığı konulan yerlerde, ele alınacak meselenin ne
olduğu parantez içinde bir cümleyle belirtilmiştir.
Metinde geçen
ayetlerin hangi surenin kaçıncı ayeti olduğu belirtilmiş; fakat ayetlerin
orijinal metinleri verilememiştir. Metni görme gereği hissedenler verilen
numaralar sayesinde istedikleri ayeti Kur'an-ı Kerim'den kolayca bulabilirler.
Metinde geçen
hadislerin hemen tamamının hadis kitaplarındaki yerleri teshil edilerek
gösterilmiş: ayrıca bunların orijinal metinleri de verilmeye çalışılmıştır.
Bira/, /.aman darlığı bira/, da tembellik nedeniyle sahabe söz ve uygulamaları
ilgili kaynaklardan tesbit edilememiştir. Eğer mümkün olursa bu eksiklik,
ikinei cildin sonunda sahabe asarı için verilecek indeksle giderilmeye
çalışılacaktır.
Usul terimleri zaten
kitab içerisinde açıklandığı için ikinci bir açıklamaya gerek kalmaksızın
olduğu gibi kulİanılmıştır. Gerekli görülen yerlerde, bazı fıkhı terimler
açıklanmıştır. İkinci cildin sonunda terimler için bir indeks hazırlanacaktır.
Ayrıca anlaşılması güç sözcükler için bir lügatçe hazırlanması da düşünülmektedir.
Metinde görüşlerine
yer verilen şahıslar ve fırkalar hakkında tanıtıcı kısa bilgi verilmiştir.
Sahabe ve tabiun ile mezhep imamları, bizim vereceğimiz tanıtıcı asgari bilgi
ölçüsünde hemen herkes tarafından zaten tanındığı için tanıtımdan hariç
tutulmuştur. Eserde adı geçen tüm şahıslar ve fırkalar için indeks hazırlanacaktır.
Ayrıca ayetler -ve
eğer uygun bir yolu bulunursa hadisler- için indeks hazırlanarak ikinci cildin
sonunda verilecektir.
Gazali'nin, sahabe,
mezhep imamları ve önceki alimler için bazen kullanıp bazen (erkettiği
'Radıyallahu anh1 ve ıRahimehullahı gibi dua cümleleri çoğunlukla terkedilmiş;
Resulullah veya Nebi Sallallahu aleyhi vesellem ifadesi, kısaca Hz. Peygamber
olarak çevirilmiştir. [3]
Gazalî'nin hayatı ve
eserleri hakkında bilgi vermekten, 'malumu ilam' olacağı endişesiyle, sarf-ı
nazar ederek, fıkıh usulünün tarihçesi ve Mustasfâ hakkında[4] bilgi
vermeyi uygun gördük. Bunun ardından geleneksel fıkıh usulünde tıkanma sebebi
saydığımız bazı hususlara işaret ederek 'yeni bir fıkıh usulü'ne ihtiyaç var
mı?' tartışmasını gündeme getirmeyi deneyeceğiz. [5]
Fıkıh usulünün
tarihçesine geçmeden önce, Kur'an'ı anlama ve yorumlama yönünde oluşan
disiplinlere, tarihsel olarak, bir göz atmakta yarar vardır.
Kur'an'ı anlama ve
yorumlama işi, başlangıçta 'fıkıh' olarak ortaya çıkmıştır. Fıkıh sözcüğünün,
gerek Kur'an'dakİ, gerekse Sünnetteki bazı kullanımları, bu tesbiti doğrular
mahiyettedir. Tevbe suresi 122. ayette "Müminlerin hepsinin birden savaşa
koşuşması gerekli değildir; içlerinden birkısmı geride kalıp, dinde fıkıh
sahibi olmaya çalışsınlar ve savaşa gidip döndüklerinde, diğerlerini inzar
etsinler”[6]
denilmektedir. Hz. Peygamber de, "Allah kime hayır murad ederse dinde
fıkıh sahibi yapar"'[7] ve
Ibn Abbas için yaptığı bir duada "Allahım bunu dinde fikıh sahibi
yap"[8] demiştir.
Buna göre, sözlük anlamı itibariyle, anlamak ve kavramak olan fıkıh sözcüğü',[9]
yukarıdaki ayet ve hadislerdeki kullanımlarının bir sonucu olarak, bütün
olarak dini, daha doğru bir deyimle Kur'an'ı anlamak anlamında olup, daha
sonra fıkıh adıyla ortaya çıkacak özel disiplinin adı değildir. Yine bu tesbiti
desteklemek üzere, Ebu Hanife'nin, fıkhı; -inanç, ahlak, ibadet, hukuk
konularını da içine alacak bir içerikle- 'Kişinin lehine ve aleyhine olanı
bilmesidir' diye tanımladığını ve daha ziyade inanç konularına dair yazdığı
eserine *el-Fıkh'l-Ekber' adını verdiği hatırlanabilir. Başlangıçtaki durum bu
olmakla birlikte, sonraları gitgide, Kuran "m içerdiği farklı konular
etrafında çeşitli ilmî disiplinler oluşmaya başlamıştır.
Benzetmek yerindeyse,
tıpkı felsefenin başta küllî bir ilim iken, gitgide felsefe içerisinden,
ilimlerin bağımsızlık kazandığı gibi, dini anlamak ve kavramak anlamındaki
'fıkıh' deyimi de, ilk zamanlarda, daha sonra ayrılacak akaid, tefsir, ahlak
(tasavvuf) vb. gibi ilmi branşları içine alacak şekilde küllî bir içerik taşımakladır.
Bu noktadan hareketle, tüm İslam bilimlerinin, bu küllî anlamdaki fı-kıh'tan
ayrılıp, belli oranda bağımsız birer disiplin haline geldikleri söylenebilir. Başlangıçta,
akaid ve ahlak (tasavvuf) da fıkıh kapsamında düşünüldüğü halde, bunlar zamanla
bağımsız birer disiplin haline gelmişlerdir. Genel çerçeve içerisindeki birlik
ve bütünlük bozulmadığı sürece bu ayrılmalar, Kur'an'ın içeriğinin netleşmesi
ve daha derinlemesine kavranması bakımından yararlı sayılabilir. Özetle
söylemek gerekirse, fıkıh, başlangıçta, *dinin kavranması' içeriğini taşımakta
olup, dinin temel kaynağı da Allah'ın Kitabı olunca, fıkıh, Kur'an'ın anlaşılması
ve yorumlanması çabası olarak değerlendirilebilir. Zaman bakımından, daha sonra
oluşan kelam, tefsir ve hadis gibi disiplinler, görünüşte müstakil gibi
görünseler de, gerçekte, küllî anlamdaki fıkhın, yardımcı alt dallarıdır. Akaid
ilmine, küllî ilim vasfı yüklenip, diğer yan dallar bağımsız birer disiplin
olarak gelişmeye başlayınca 'fıkıh ilmi' de, özel bir. disiplin halini
almıştır.
Bu sürecin yaklaşık
olarak müetehid imamlar döneminden itibaren tamamlanmaya başladığı
söylenebilir. Bu dönemde müetehidler, kendilerine mahsus yorum yöntemleri
oluşturmaya başladılar. Bu dönemden Öncesinde^ugün bizim anladığımız manada bir
fıkıh usulünden bahsedilmez. Fakat bu, öncekilerin (sahabe ve tabiun
fakihleri) bir delil anlayışlarının ve yorum yöntemlerinin olmadığı anlamına
gelmez. Nitekim Muaz b. Cebel'in 'Öncelikle Kitâb (Kur'an) ile, burada yoksa
Sünnet ile hüküm veririm. Bu ikisinde de bulamazsam ictİhad ederim (meseleyi
çözümsüz bırakmam)' şeklindeki Hz. Peygamberin tasvibini kazanan sözleri, daha
Hz. Peygamber zamanında bir deliller hiyerarşisinin ve -her ne kadar esasları
ve terminolojisi açıklanmış değilse de- yorum yöntemi anlayışının varlığını
göstermektedir. Biz, Muaz'ın 'ietihad ederim' sözünü, sonraki dönemlerde
oluşturulan tüm yorum yöntemlerini içine alabilecek bir genişlikte anlıyoruz.
Bu itibarla müetehid imamların istihsân, ıstıslâh, sedd-İ zerîa, Medine
halkının amelî vb. gibi adlarla kullandıkları yorum yöntemlerinin, hatta
Sünnetin sübut ve kabul şartlarına ilişkin anlayışlarının çekirdek olarak
sahabe ve tabiun uygulamalarında -daha da geriye götürülebilir- bulunduğunu
söylüyoruz. Müetehid imamların, belli tabiun ve sahabe guruplarına nisbet
edilmesi de bu yüzden olsa gerektir.
Müetehid imamlar
dönemine gelindiğinde, istinbat ve istidlalin objektif esaslarının tesbiti bir
ihtiyaç olarak kendini göstermeye başlamıştır. Bunun
sosyo-psikolojik
sebepleri üzerinde durmayacağız. Şu kadarını belirtelim ki, objektif
metodoloji (deliller anlayışı ve yorum sistemi), yapılan çıkarımların ve ortaya
konulan kanaatlerin kabulünün bir önşartı olduğu gibi aynı zamanda sapmaların
ve spekülasyonların, bir ölçüde, freni olmuş ve bu sayede keyfi hüküm vermenin
önüne geçilmiş, ya da hiç değilse, keyfi hükümlerin değerlendirileceği bir
ölçü, kriter görevini üstlenmiştir.[10]
Fıkıh usulünün,
birbirinden farklı birkaç tanımı bulunmaktadır. Fıkıh usulünün, lafzî tanımı,
'fıkhın delilleri" şeklindedir. Tabiatıyla bu tanım, -en azından
metodolojiye değinmediği için- fıkıh usulünün muhtevasına uygun düşmemektedir
Bâcî'nin 'şer'î hükümleri bilmenin, kendisi üzerine bina edildiği temeller'[11]
şeklindeki fıkıh usulü tanımı da bu tanımla hemen hemen aynıdır.
Yaygın tanıma göre
fıkıh usulü; şer'î fer'î hükümleri, tafsîlî (ayrıntılı) delillerinden istinbata
yarayan kuralları bilmektir.[12] Bu
tanım da yeterli değildir. Çünkü bu tanım, -fıkh'ın; şer'î ferî hükümleri,
'istidlal yoluyla' tafsili delilerinden hareketle bilmek şeklinde tarif
edildiği hatırlanacak olursa- usulcü ve fakihin faaliyet alanını ayırmaktan
uzak görünmekledir. Çünkü netice itibariyle fakîh de is-tinbat yapabilmek için
söz konusu kuralları bilmek durumundadır. Sonuç itibariyle fakih ve usulcünün
faaliyet alanı birbirine karışmaktadır. Öyle sanıyorum ki bu tanımda delillerin
(icmalî deliller) zikredilmemesinin nedeni, delillerin zaten bilindiği ve kabul
edildiği varsayımı ya da belki de delilleri belirleme ve isbat işinin kelam
ilmine ait olduğu düşüncesidir.
Diğer bir tanıma göre
fıkıh usulü; hükümlerin delillerini (=Kitâh, Sünnet ve icmâ') -bunların sabit
olma yollarını, sıhhat şartlarını- ve hükümlere delalet yönlerini bilmekten
ibarettir. Bizce bu tanım yukarıda verilen iki tanımdaki eksiklikleri nisbeten
gidermektedir. Ancak tanımda geçen 'bilmek' sözcüğü usulcünün misyonu ve fıkıh
usulünün fonksiyonu açısından kanaatimizce biraz hafif kalmaktadır. Bu itibarla
tanımdaki 'bilmek' sözcüğü yerine 'belirlemek' sözcüğünün getirilmesi ve
tanıma delillerin de dahil edilmesi uygun gözükmektedir.
Buna göre, usulcünün
görevi, öncelikle, amelin (davranış, uygulama) temellerini (delillerini)
belirlemek, daha sonra bu delillerden hüküm çıkarmaya yarayacak bir metodoloji
(yorum sistemi) oluşturmaktır. Bu itibarla usulcü belirlediği bu delillere ve
oluşturduğu yorum sistemine ilişkin tutarlı bir alt yapı ve kabul zemini
hazırlamak durumundadır. Mesela; geleneksel usul kitaplarında genel olarak
Sünnet'e uyma yani Sünnetin bir delil olarak kabulü anlayışı, aslu'l-usûl olan
Kur'an'da Hz. Peygamber'e uymayı emreden ayetlere dayandırılmıştır. Sünnetin
hüküm çıkarımında bir delil olarak kabul edilmesi ve kullanılması, kullanılacak
hadisin Hz. Peygamber'e aidiyetinde kuşku bulunmaması şartına bağlıdır. Bu
bakımdan, habcr-i vahidlerin Hz. Peygambere aidiyetinde bir ölçüde kuşku
bulunduğu bulunduğu için, haber-i vahidin delil olarak kullanılması (habcr-i
vahidle amel işi). Hz. Peygambere uymayı emreden ayetler kapsamına dahil edilememiş,
bunun yerine haber-i vahidle amel işi, sahabenin bu yöndeki icma'ına
dayandırılmıştır. Meşruiyet temeli açısından kıyas da haber-i vahid gibi değerlendirilmiştir.
İcma'ın bir delil olarak belirlenmesi de, aynı şekilde, Kur'an'dan ve
Sünnet'len temellendirilmiştir. Demek oluyor ki usulcünün öncelikli görevi, hüküm
istinbatında kullanılacak delilleri belirlemek ve meşruiyet temellerini göstermektir.
Amele ilişkin lek tek ayetlerden ve tek tek hadislerden hüküm çıkarma işi ise
usulcünün değil fakihin faaliyet alanına girmektedir. Usulcü, ikinci olarak, bu
delillerin hüküm çıkarımında kullanılması için bir metodoloji (yorum sistemi)
oluşturur. Tabiatiyle bu metodolojinin, her şeyden önce belirlenen delillerden
hareketle yapılması, hiç değilse onlara aykırı olmaması gerekir. Usulcünün,
delil belirlemesi yaparken, inanç temelleri (usûlu'l-i'tikad) ile bağlantılı ve
ilişkili olması gerektiği gibi, metodoloji oluştururken de şer'î hükümlerden
ve fıkıhtan (daha doğrusu özellikle Hz. Peygamberden müetehid imamlara kadar
olan dönemdeki fıkhî çözümlerden) ve arap dili, kelam gibi ilgili bilim
dallarından istifade edecektir.
Fıkıh usulü alanında
yazılan ve bize ulaşan ilk fıkıh usulü kitabı Şafiî'nin er-Risâle'sidir. Burada
fıkıh usulü konusunda ilk kitap yazanın kimliğine ilişkin tartışmaları
zikretmeyi gereksiz görüyoruz. Yukarıdaki ifadelerimizden de anlaşılacağı
üzere, fıkıh usulünün oluşumu uzun bir sürecin sonucunda gerçekleştiği için, bu
alanda ilk kitap yazanı mucit saymak taassuptan öte gitmez.
Sonraları fıkıh usulü
alanında pek çok kitap yazılmıştır. Bunların pekçoğu günümüze ulaşmadığı ve
ulaşanlar da neşredilemediği için, fıkıh usulünün oluşum ve gelişim süreci henüz
yeterince açık ve belli değildir.[13] Öyle
sanıyoruz ki hicri IV. aşıra gelinceye değin fıkıh usulünün birçok konusu
hararetle tartışılmış ve bu dönemde orijinal görüşler ortaya çıkmıştır. Bu
meyanda olmak üzere haber-i vahid, icma. Medine halkının ameli gibi konular
tartışılmış, kaynaklarda belirtildiğine göre lehle ve aleyhte birçok risale ve
kitap yazılmıştır. Dağınık bir görünüm arzeden fıkıh usulünün bütün konuları,
yaklaşık bir tahminle hicrî IV. asırda bir kitap içerisinde toplanmaya
başlamıştır. Bu alanda ilk kapsamlı kitap olarak, Kadı Ebu Bekr Bakıllanî'nin
et-Takrîb ve'1-lrşâd'ını görmekteyiz. Bu kitap günümüze ulaşmamakla birlikte,
n+uhtevası sonraki usul kitaplarında büyük oranda korunmuştur. Gazâlî bu
kitaptan, ya doğrudan ya da hocası Cüveynfnİn bu kitaba yaptığı telhis
kanalıyla, çok istifade etmiştir. Hanefilerde, İbn Semâa (ö. 233/847) ve
Matüridî'ye (ö. 333/944) fıkıh usulü alanında kitap nisbet edilmekte ise de.
bize ulaşan ilk eser Kerhî'inin 'el-UsûT adlı risalesidir. Bu eser teknik
anlamda bir usul kitabı olmaktan ziyade, Hanefi ekolünde fıkıh usulü anlayışının
oluşumuna ışık tutacak biçimde, genel kuralları içermektedir. Tabiaüyla bu
genel kurallar, ö/cllikle îmanı Muhammed'in kitapları olmak üzere, önceki kitaplarda
çözümlenmiş ve dağınık bir görünüm arzeden meselelerden hareketle ve bir
yönüyle onların ilkeler ve kurallar etrafında toplanması amacıyla ortaya konulmuştur.
Bu eser, Hanefilerin meselelerden kurala ulaşma üslubunun bir göstergesi
sayılabilir. Hanefilerde usul konularını toplayan ilk kitap bildiğimiz
kadarıyla Ebu Bekr Razi el-Cessas'ın 'el-Fusûl fi'1-UsûT adlı eseridir. Bu
eserin ilk üç cildi tahkikli olarak neşredilmiştir.
Yazılım amacına göre
değerlendirilecek olursa, Şafiî'den Gazâlîye kadar yazılan usul kitaplarının,
genelde, mensup oldukları mezhep imamlarının yorum sistemlerini ortaya koymak,
desteklemek ve geliştirmek amacını taşıdığı söylene-bilirse de, bunun yanında,
aynı yorum prensiplerinin yeni istinbatlarda kulanıl-masının da hedeflenmiş
olduğu açıktır. Gazali"den sonra, başka bir deyişle, ieti-had kapısının
kapandığı kanaatinin yaygınlaştığı, yaklaşık hicrî V. asırdan itibaren yazılan
usul kitaplarında, birkaç istisna dışında, bu hedefin bir kenara itilerek,
işin kendi mezhebini üstün çıkarma, diğerlerini eksik ve yanlış gösterme ve bir
anlamda tarihi bilgi verme amacının ön plana çıktığı söylenebilir.
Fıkıh usulü
kitaplarının yazılımında 'Fukahâ metodu' ve 'Mütekellimûn' metodu olmak Üzere
belli başlı iki metod takıp edildiği söylenmektedir. Fukaha metodu özellikle
Hanefilerin takip ettiği bir metod olup, temel özelliği fıkhî Örneklerden
kurallara gidilmesidir. Mütekellimûn metodu ise, genelde Hanefıler dışındakilerin
yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tesbit edilip,
meselelere uygulanmasıdır. Bu yüzden fukaha metoduyla yazılan eserlerde fıkhi
örnekler çok sayıda bulunur. Buna mukabil mütekellimûn metodunda fıkhî meseleler,
-sadece örnekleme kabilinden olmak üzere- az sayıdadır. Burada hangi metodun
diğerine nazaran tistün olduğu tartışmasına girmek istemiyorum. Bu husus bakış
açılarına göre değişebilir. Önemli olan hangi metodun daha işlek ve daha
gerçekçi olduğudur.[14]
Bu iki metoda göre
yazılan ve daha sonrakilere kaynaklık eden temel fıkıh usulü kitapları
şunlardır:
Mütekelfimun metodu:
* Kadı Abdulcebbar (ö.
415), el-Umed fi Usuli'1-Fıkh ve en-Nihaye fi Usu-li'I-Fıkh,
* Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî
el-Mu'tezilî (ö. 436/1044), el-Mu'temed fîUsûli'1-Fıkh
* İmamu'l-Haramcyn Abdulmelik b. Abdülah
el-Cüveynî eş-Şafiî (ö. 478/1085), cl-Burhân lî Usûli'1-Fıkh,
* Ehû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Ga/âlî
eş-Şâfiî (Ö. 505/1111), cl-Mustcsfâ min İlmi'1-Usûl
Fukahâ metodu:
* Ebu Bekr b. Ahmed b.
Ali er-Râzi el-Cessâs (ö. 370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl,
*Ebu Zeyd Ubeydullah
b. Ömer ed-Debûsî (ö. 432/1040), Takvîmu'1-Edil-le,
* Fahru'l-İslam Ali b.
Muhammed el-Pezdevî (ö. 483/1090), Kenzu'l-Vusul ile'1-Usul,
* Ebu Bekr Muhammed b.
Ahmed es-Serahsî (ö. 490/1097), el-Usul
Bu metodlara göre daha
bir çok kitaplar yazılmış ise de bir noktadan itibaren, -birkaç istisna
dışında- orijinallik kaybolmuş ve tekrara girilmiştir. Yazılan eserlere belli
bir orijinallik kazandırmak üzere çeşitli telif metodlaPı denenmiştir.
Bunlardan biri de bu iki metodu birleştiren metoddur. [15]
Fıkıh usulü yazım
metodlanndan 'kelamdılar meludu'na göre yazılmış, dört ıcmel eser arasında yer
alan Mustasfâ'nın tartışılmaz bir önemi vardır. Gazâlî, bu eserde fıkıh usûlü
konularını en ince ayrıntılarına kadar tartışmış, tenkil ve tekliflerini ortaya
koymuştur. Bu yönüyle Mustasfâ, bir bakıma kendine kadarki anlayışların
tartışıldığı ve irdelendiği bir eser hüviyeti taşımaktadır.
Mustasfâ, tesbit
edebildiğimiz kadarıyla, Gazâlînin yazdığı son büyük kitaptır, (telif tarihi
503'tür) Bu yönüyle Mustasfâ, Gazâlî'nin hangi seviyeye ulaştığının bir nevi
göstergesi sayılabilir.
Mustasfâ'nın diğer
fıkıh usulü kitaplarından ilk bakışta göze çarpan farklılığı, baş tarafında
Mantık ilminin özetlendiği bir Mukaddime ile başlamış olmasıdır. Gazâlî, 'bunu
bilmeyenin ilmine güvenilmez' dediği Mantık ilmini Fıkıh usulü alanında
yazdığı Mustasfâ'nın başına koymuş olmakla birlikte, bunun yalnızca Fıkıh usulü
için değil, diğer tüm ilimler için de geçerli olduğunu ve isteyenlerin bu
Mantık Mukaddimesini atlayarak doğrudan Fıkıh usulü konularından başlayabileceğini
belirtmiştir. Mantık'ı fıkıh usulüne katan ilk kişi Gazâlfdir. Gazâlî'nin bu
uygulamasının, sonrakiler tarafından pek rağbet gördüğü söylenemez. Bilindiği
kadarıyla sadece Hanbelî bilgin îbn Kudame ile Mâlikî bilgin İbnu'l-Hâcib,
Gazâlî'nin bu uygulamasını devam ettirmiş ve yazdıkları Fıkıh usulü eserlerine
Mantık ilminin konularını özetleyerek başlamışlardır. Zaten İbn Kudâme'nin
Ravdatu'n-Nâzır isimli eseri, genel hatlarıyla, Mustasfâ'nın özeti gibidir. Mantık
ilminin erbabı olmadığı halde kitabının başına, Mustasfâ'nın başındaki mantık
mukaddimesine benzer bir mukaddime koyması bu ihtimali desteklemektedir. İbn
Kudame, Mantık mukaddimesi yüzünden tenkitlere maruz kalmış; hatta bazı Ravda
nüshalardan bu mukaddime çıkarılmıştır.[16]
Mustasfâ, konuların
işleniş şekli ve düzeni bakımından oldukça sistematiktir. Kitap, fıkıh
usulü'nün tanımlandığı ve diğer şer'î ilimlere nisbetinin belirlendiği bir
girişle başlamaktadır. Kanaatimizce anılan ilimler arasındaki bağlantının
tesbitİ Gazâlî'nin getirdiği bir yenilik sayılmasa bile. üzerinde durulmaya ve
geliştirilmeye değerdir.
Fıkıh usulü konularını
dört eksen (kutup) etrafında toplanmış olması konuları kavramak ve
bağlantılarını görmek açısından son derece yerindedir. Bu dört ekseni, dört
anabölüm olarak düşünürsek konuların yazılım sırası şöyledir: Hüküm, Hükmün
delilleri (Kitab, Sünnet, İcma, Akıl), Hüküm çıkarım metodu ve Hükmü çıkaran
kişi.
Mustasfâ dikkatle
okunduğunda, -satır aralarında- Gazalinin kendisini mutlak müctehid olarak
tanımladığı anlaşılacaktır. Burada Mustasfâyı diğer bir çok usul kitabından
ayıran bir Özelliği ortaya çıkmaktadır ki o da eserin yazıtım amacıdır. Gazalî
Mustasfâ'yı, hclli bir mezhebi desteklemek, üstün göstermek amacıyla veya bir
genel kültür kitabı ya da bir ders kitabı olarak değil. Öncelikle kendi
metodolojisini ortaya koymak ve ietihad basamaklarını tırmanmak isteyenler için
kılavuz olarak hazırlamıştır.
Mustasfâ üzerine
yapılan çalışmalar:
Tesbit edebildiğimiz
kadarıyla Mustasfâ üzerine şu çalışmalar yapılmıştır:
Ebu'l-Velid Muhammed
b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd (ö. 595), ihtisar,
Ebu'l-Abbas Ahmed b.
Muhammed İşbili (ö. 647 veya 651); ihtisar,
Ebu'l-Hasen b.
Abdilaziz el-Fihrî (ö. 776), şerh,
Süleyman b. Davud
el-Gırnati (ö. 832); ta'lik,
Ebu Abdillah Muhammed
b. İbrahim el-Fihri el-îşbilî (Usûlî lakabıyla meşhur); takyîd [17]
İslam adına üretilen
her ço/üm veya geliştirilen her sistem, Şâri'in (Allah Tcala) maksadına uygun
fonksiyon icra ettiği sürece ve en azından daha iyisi bulununcaya değin,
mes.ru olup, benipsenip uygulanmaya layıktır. Ancak, Şâri'in amacını
gerçekleştirmekleri uzaklaşır ve hedeflenen sonuca sötüremez hale «elir-sc
arlık yeni anlayış ve çözümlere meşru zemin kendiliğinden hazırlanmış olur. Bu
tavır, eskinin meşruiyetinin tartışılması sayılamayacağı gibi, hiç bir şekilde
eskinin yanlışlığı ve tutarsızlığı olarak da değerlendirilemez. Esasen böyle
bir değerlendirme, esas itibariyle, Kur'an'da sergilenen teşrî metodunun
ruhuna ve mantığına aykırıdır.
Asrımıza gelinceye
kadar, geleneksel metodolojiler kullanılarak belli seviyelerde içtihatlar
yapılmıştır. Asrımızda ise İslam hukuku ile ilgili çalışma yapanlar,
görebildiğimiz kadarıyla, yeni bir metodoloji geliştirmekten hatta mevcut
metodolojiyi hakkıyla kullanmaktan ziyade, eski metodolojilere göre sonuçlanmış
görüşlere başvurarak, karşılaştıkları problemi çözümlemeye çalışmışlardır.
Dolayısıyla bir konuda bir mezhebin görüşlerinden hareketle bir çözüm sunarken,
başka bir konuda diğer bir mezhebin görüşünü alıp kullanmışlardır. Bu tutumun
esas itibariyle çelişik ve tutarsız olması bir yana, sonuçlan bakımından birtakım
çelişkiler getirmesi kaçınılmazdır. Zannımea artık bu yaklaşım da tıkanma
noktasına gelmiş; değişik bakış ve yaklaşımlara ihtiyaç, kendini hissettirmeye
başlamıştır.
Yeni bîr metodolojiye
ihtiyaç var mıdır? sorusundan önce 'yeni metodoloji mümkün müdür?' sorusunun
cevaplandırılması gerekir.
* Yeni bir metodoloji
geliştirme düşüncesi ve çabası, önceki metodolojilerin yanlış olduğu anlamına
gelir mi?
* Sürekli metodoloji
değiştirme anlayışı, özellikle Kur'an'ın sürekli olarak farklı anlaşılması ve
dolayısıyla değişmesi anlamına gelir mi?
* Yeni oluşturulacak
metodolojinin kabulü için yeterli sebepler ve şartlar oluşmuş mudur; ya da yeni
oluşturulacak metodoloji ne kadar islâmî sayılacaktır?
Bu soru listesi daha
da uzatılabilir. Biz bu sorular çerçevesinde bir iki hususa işaret etmekle
yetineceğiz.
Yeni bir usul
anlayışının ortaya konulması geleneksel usul anlayışlarının yanlış olduğu
anlamına gelir mi?
Kendi içerisinde
tutarlı bir mantığı olan yorum sistemi yanlış olarak de-
ğerlendirilemez. Olsa
olsa, ihtiyaçlara yeterince cevap veremez hale geldiği söylenebilir. Aslında
bu problem, her gelişme ve değişmenin doğasında vardır. Gelişme ve değişme
eskinin inkarı değil, aksine daha işler ve işlek hale getirilmesidir. Üstelik,
özellikle hukuki konulara ilişkin yorumlarda matematiksel kesinlik aranmadığı
için, öncekileri kendi şartlan içerisinde doğru ve haklı kabul etmek
durumundayız. Diğer taraftan, yeni bir metodoloji oluştururken önceki yaklaşımlardan
da mutlaka istifade edilecektir. Amaç, onların yanlışlığını ortaya koymak
değil, mevcut tıkanma ve aksamaları kaldırmaya çalışmaktır.
Kur'an'ın, değişen
zaman ve mekan şartlarına göre yeniden yorumlanması, zaten, Kur'an'ın evrensel
ve zamanlar üstü oluşunun tabii bir sonucu olmak gerekir. Bu itibarla
Kur'an'ı, Şari'in temel amacından sapmadan anlamaya çalışma girişimi sıcak
karşılanmalıdır. Önemli olan Kur'an'ın teşrî felsefesini anlamak ve uygulamak
olunca, bu felsefeye uygun her metodoloji, muhtemel karşı çıkmaların
üstesinden gelebildiği ölçüde, kendine yer bulabilir. Kur'an'ın öngördüğü ile
İslam toplumlarının üretimlerini birbirinden dikkatle ayırmak ve İslam toplumlarında
ortaya çıkan her şeyi 'islâmî' olarak niteleyip, korumaya çalışmaktan kaçınmak
gerekir.
Burada üzerinde
hassasiyetle durulması gereken konu, yorumların, mutlak surette kendi
içerisinde tutarlı bir sistemden hareketle yapılması ve ölçüsüzlüğün ölçü
haline getirilmesinden kaçınılmasıdır. Bu noktada mevcut yaygın yanlış bir
anlayışa işaret etmekte yarar vardır. Son zamanlarda mezhepler konusu, daha
doğrusu mezheplere uyma konusu, sistematik bir alt yapıya dayanılmaksızın tartışma
konusu edilmektedir. Bu konuda birbirine taban tabana zıt ikrkarşıt görüş
ortaya çıkmıştır.
Birinci anlayış:
Herkes mezheplere bağlanmak ve Önceki alimlerin görüşlerine başvurmak
durumundadır ve hiç kimse kendi başına Kur'an'dan ve Sünnetten hüküm çıkaramaz.
İkinci anlayış:
Birincinin tam aksi istikamette olup, şöyledir; 'Allahın sözünü, peygamberin
sözünü ben mezheplerin aracılığı olmaksızın anlayamayacak mıyım! Sonra mezhep
imamları mı büyük, Allah ve Resulü mü?!'
Kanaatimizce her iki
anlayış da bir yönden doğru bir yönden yanlıştır. Şöyle ki; Kur'an'ın iç
bağlantılarını sağlamadan ve bunların bütününden hareketle Şari'in amacını
tesbit etmeden, rastgele bir ayetle hüküm vermeye kalkışmak bile doğru
görülemez. Kur'an için söz konusu olan bu durum, Sünnet için ve şahabı sözleri
ve uygulamaları için haydi haydi geçerlidir. Nitekim usulcüler, -teeddü-ben
Sünneti söz konusu etmeyerek- sıradan kişilerin (avam), her hangi bir sahabînin
görüşüne ve mezhebine göre amel edip edemeyeceğini tartışmışlar ve bunun caiz
olmadığını söylemişlerdir. Bu itibarla Kur'an ve Sünnet'e doğrudan
başvurmaya yeltenen
kişi, eğer kendisi kendi içerisinde tutarlı -Kur'an'ın iç bağlantılarını
sağlayarak ve bunların bütününden Şarii'in amacını tesbit edip bunu merkeze
oturtarak- bir yorum sistemi/metodoloji geliştirmişse, artık mezhepleri
atlayarak doğrudan Kitab ve Sünnet'ten hüküm çıkarabilir. Yok eğer, bir yorum
sistemi geliştirmediği gibi, eski yorum sistemlerinden birine de dayanmaksızın,
kafasına estiği gibi ölçüsüzce ve sistemsizce Kur'an ve Sünnet'e başvurmak istiyorsa,
kusura bakmasın, Öyle bir hakkı ona ne Kur'an ne Sünnet ne de îslam toplumu
verir. Esasında böyle bir sistemin gerekliliğine inanmıyorsa, bu takdirde onun
Kitab ve Sünnet'e de zaten ihtiyacı yoktur; zahmet edip Kitab ve Sünnet'e
başvurmasın!
Bu noktada içtihada
yeni bir bakış açısı getirmeyi denemek isterim. Ictihad iki ana başlık altında
değerlendirilebilir;
a) Mevcut
metodolojilerden birine dayanarak yapılan ietihad; çözüm, çıkarım içtihadı,
bir anlamda bağımlı ietihad.
b) Yeni bir
yorum sistemi/metodoloji geliştirme çabası; sistem içtihadı veya Metod
içtihadı, bir anlamda bağlantısız, mutlak ietihad.
Yukarıda ifade
edilenlerden anlaşılacağı üzere günümüzde her iki ietihad çeşidi de erbabı için
mümkündür. Ancak içtihada yeltenen kişinin öncelikle bir konum belirlemesi
yapması gereklidir.
Gazâlînin öngördüğü
şartlar, her ne kadar kendisi bunlar mutlak içtihadın şartlandır diyorsa da,
çözüm içtihadı İçin yeterlidir. Ancak sistem içtihadının şartları, diğer şartlara
ek ve öncelikli olarak -genel çizgilerle-şunlardır:
Sistem içtihadı
yapacak, yani delil ve yorum metodolojisi geliştirecek kişinin, öncelikle,
Kur'an ayetlerinin birbiriyle olan içbağlantılannı ve ilişkilerini tesbit
ederek Kur'an'ın bütününden hareketle Şari'in amacını ve teşrî felsefesini
kavraması; akabinde bu amaç doğrultusunda, genel çerve içerisinde hukukun yerini
ve konumunu belirlemesi gereklidir.
Bu amaç çerçevesinde
ve ilgili ayetler karşısında kendi konumunu belirlemek. Bu belirlemeyi yaparken,
Hz. Peygamber'in konumu ve fonksiyonu hakkında bir anlayış geliştirmiş olması
şarttır.
Kur'an'daki hükümlerin
sosyal çevreyle bağlantılı olup olmadığı yönünde
bir tercihte
bulunmalıdır. Çünkü Kur'an'ın indiği sosyal çevreyi bilmeden hüküm
çıkarmaya çalışmak,
Kur'an hükümlerinin sosyal çevreyle bağlantılı olmadığını
avunmak şartıyla
mantıklıdır. Eğer, bu bağlantıyı kabul ediyorsa, sadece ır'ana bakması yeterli
değildir.
Bunlara eklenebilecek
birkaç husus daha vardır. Ancak genel hatlarıyla belirttiğimiz bu hususlar
sistem içtihadının ciddiyetini ve nasıl bir cehd gerektirdiğini göstermeye
yeterlidir.
Biz şu anda yeni bir
yorum sistemi Önerisinde bulunacak durumda değiliz. Ancak eski yorum
sistemlerinde bizce, aksayan ve tıkanma sebebi olan birkaç hususa işaretle
yetinmek istiyoruz.
Aslında, ietihad
kapısının kapandığı yönünde ortak bir anlayışın gerek ulema gerek halk
nezdinde oluşması (hatta bu yönde fetva verilmesi), bu tıkanmanın yaşanmış
göstergesi olmakla birlikte, birkaç noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.
Usuîcülerin ve
fakihlerin, -doğrudan veya dolayh olarak belirttikleri- ortak anlayışına göre
kuvvet sıralaması bakımından icma', Kitab ve Sünnet'ten önce gelir. Çünkü icma
ihtimale açık olmadığı gibi neshe de konu olmaz. Halbuki Kitab ve Sünnet,
teorik olarak bu ikisine de açıktır. Bu anlayışa belli oranda bir haklılık payı
tanınabilir. Ancak, -bir yönüyle Şia'nın masum (yanılmaz) imam anlayışının
antitezi ve bazı iddialarının panzehiri olma görevini üstlenmişse de-esas
itibariyle bir hukuk mantığının gereği olarak ortaya konan ve daha sonra Kitab
ve Sünnet'ten gerekçeleri hazırlanan icma teorisinin, böyle bir mevkiye yükseltilmesi,
sağladığı yararlar yanında, birçok mahzuru da beraberinde getirmektedir. Bir
kere bu anlamdaki icma, Kitab'ın öngördüğü esneklik mantığına aykırıdır.
Kitab, zamanlar üstüdür fakat icma, -namaz ve hac gibi ibadetlerin yapılış biçimine
ilişkin olanlar hariç- belli toplumsal şart ve sebeplerden bağımsız değildir.
Andığım konular dışında genel geçer bir icma anlayışı, hiç değilse, zaman ve
mekanla kayıtlandırılarak yurnuşatılabilmelidir. Böyle bir kayıtlama ve yumuşatmanın
icma'ın esprisine aykırı olduğu düşünülebilir. Yani, belli bir zaman ve belli
bir dönemde yapılan icma'ın aksine daha sonraki dönemlerde icma yapılması,
ümmetin o dönemde yanhş üzerinde icma etmiş olduğunu afcla getirebilir. îcma
için hazırlanan gerekçeler değerlendirildiğinde, ümmetin mutlak ve tüm zamanlar
için geçerli bir doğru üzerinde icma etmelerinin şart olmadığı anlaşılır.
Gazalî'nin de ilgili bölümde belirttiği gibi, bir kere icma' için Kur'an'dan
hazırlanan gerekçeler hiç bir surette icma'ı isbata yeterli değildir. Bu
hususta en kuvvetli gerekçe Hz. Peygamberin "Ümmetim hata üzerinde
birleşmez" sözüdür. Ne var ki hadis bu ifadeyle hiç bir muteber hadis
kitabında mevcut değildir. Yaygın olarak nakledilen ve bilinen rivayet
"Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez" şeklindedir. Hata ile dalalet
arasındaki farkı uzun uzadıya i/ah etmeye gerek yok. Hal böyle olunca ümmetin
hata üzerinde birleşmesi, teorik açıdan mümkündür. Kaldı ki, bir dönemde
yapılan icma'ın, daha sonraki dönemlerde askıya alınarak yeni bir icma'ın
yapılması, önceki icma'ın yanlış olduğu anlamına da gelmez. Özellikle hukuki
konular, toplumsal şartlarla yakından ilgili bulunduğu için, olay, şartların
ve zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi kabilindendir.[18]
Deliller hiyerarşisine
ilişkin olarak söylenebilecek bir diğer husus, Sün-net'in işlevinin ve Kur'an
karşısındaki konumunun belirlenmesidir. Allah hepsinden razı olsun önceki
imamlar, ittifakla Sünnet'in uyulması gerekli bir delil olduğunda ittifak
etmişler, fakat iş Sünnetten hüküm çıkarmaya gelince, -tabirimi mazur görün-
işi yokuşa sürmüşlerdir. Kanaatimizce bunun altında yatan sebeplerden birisi
de, Sünnetin tek başına genci geçer, evrensel illce getiremeyeceği düşüncesidir.
Bu itibarla Sünnet'in, Kur'an'ın teşrî felsefesi ışığında, o dönemin sosyal
şartlarıyla bağlantılarının incelenmesi ve sosyal şartlarla bağlantılı
olanların, olmayanlardan (taabbüdîlerden) ayrılması ve Sünnetin teşrîî değerine
belli bir ölçüde netlik kazandırılması gereklidir.
Bunun bir devamı
olarak Sünnet ile Kitab arasındaki nesih ilişkisinin, daha doğrusu mutlak
olarak geleneksel nesih anlayışının yeniden gözden geçirilmesi de bir gereklilik
olarak ortada durmaktadır.
Delillerin bizzat
kendileri ye birbirleriyle ilişkileri tesbit edildikten sonra, kıyas, istihsan,
ıstıslah vs gibi yorum yöntemleri, tercihe göre, fazla bir değişikliğe gerek
kalmadan, bu yeni anlayışa göre kolayca yeniden düzenlenebilir. [19]
Hanıd. Kâdir güçlü.
yardımcı dost; kahredici-latif, affeden canlandıran, bâtın-zâhir, evvel-âhir
olan Allah'adır. Ki O, aklı, sahip olunan şeylerin en üslü-nü; ilmi, en kârlı
kazanç, en büyük övünç kaynağı, övgüyle ve saygıyla yadcdil-me sebebi ve
uğrakların en hayırlısı kılmıştır. Kalemler ve mürekkepler ilmi is-bat
sayesinde şereflenmiş, mihraplar ve minberler onu duymakla süslenmiş, kağıtlar
ve defterler onun rakamlarıyla bezenmiş, bunun şerefi sayesinde küçükler
büyüklerin önüne geçmiş, gönüller ve vicdanlar onun ışığıyla aydınlanmış, kalpler
ve basiretler onun nurlarıyla nurlanmış, onun ışığı yanında güneşin dönüp duran
felek üzerindeki parlak ışığı sönük kalmış, onun gizli ışığı yanında gözbebeklerinin
ve gözlerin ışığı cılız kalmış; hatta gözler çaresiz kalsa ve üzerine örtüler
ve perdeler çekilse bile, kalbe ve nefse gelen düşünceler (havâtır) ilmin ışığı
sayesinde gizliliklerin derinliklerine dalmıştır.
[I, 3] Salât O'nun
resulünedir. Ki Resul, tertemiz madde (soy), açık asalet, tasdik-lenmiş şeref
ve sürekli kerem sahibi; müminlere beşîr, kafirlere nezîr olarak
gönderilmiştir; getirdiği Şer' (şeriat) ile önceki şeriat ve dinlerin hepsini
neshet-miştir; dinleyenin ve okuyanın usanmadığı, zenginliğinin künhünü hiç bir
şair ve yazarın kavrayamayacağı, hiç bir nitelendirme ve açıklamanın, akla
durgunluk veren güzelliklerini kuşatamayacağı ve en edip kişilerin bile
sırlarını anlama zevkini tam anlamıyla tatmaktan eksik kalacağı Kur'ân-ı Mecîd
ile teyit edilmiştir. Sayısız ve sınırsız salat O'nun âl ve ashabına da olsun.
İmdi; azledilmeyen ve
değiştirilemeyen hakim konumunda olan akıl (kâdı'l-akl) ile tezkiye edilmiş ve
adil kılınmış şahit konumunda olan Şer' (Şâhİdu'ş-Şer')' söyleşerek, dünyanın günü
gün etme yeri değil, aldatıcı olduğuna; tembellik değil, çalışma bineği
olduğuna; bir gezinti yeri değil, konaklama yeri olduğuna; imar yeri değil
ticaret yeri olduğuna ve ticaret eşyası 'tâat', kazancı da kıyamet gününde
"kurtuluş' olan bir ticarethane olduğuna karar verdiler.
, Tâat'in, biri
'amel', diğeri 'ilim' olmak üzere ı'ki çeşidi vardır. Bu iki tâat çe-şidt
içerisinde en kârlısı ve en kazançlısı ilimdir. Zaten ilim de aynı zamanda bir
çeşit 'amel'dir. Hem de, uzuvların en değerlisi olan 'kalbin ameli' ve dînin
bineği ve emânetin taşıyıcısı olması sebebiyle eşyanın en şereflisi olan 'aklın
çabası'dır. Zira 'emanet' yere, göğe, dağlara arzedilmiş, onlar bunun
sorumluluğundan çekinerek bu emaneti taşımaktan şiddetle kaçınmışlardır.
tümler ise üç
çeşittir;
1) Şer'in
doğrudan teşvik etmediği ve yönlendirmediği, matematik, hendese (geometri) ve
astronomi gibi 'sırf aklî' olan ilimler. Bu tür ilimler, istikrarsız aldatıcı
zanlar ile yararsız doğru bilgiler arasında yer alır. Yarar sağlamayan ilimden
Allah'a sığınırız. Menfaat, yok olup gidecek olan şu andaki arzularda ve gösterişli
nimetlerde değildir, gerçek menfaat ahiret yurdunun sevabıdır.
2) Hadis ve Tefsir gibi 'sırf nakli' ilimler. Bu
tür ilimleri edinmek kolaydır. Çünkü bu ilimlerde c/.bcr kuvveti yeterli olduğu
için ve akla pek yer olmadığı için büyük küçük herkes bu ilimleri elde etme
açısından eşit durumdadır.
3) İlimlerin en şereflisi ise, kendisinde 'akıl'
ve 'Sem"in eşleştiği 'rey' ve
'Şer"in birlikte bulunduğu ilimdir. İşte fıkıh ve fıkıh usulü bu tür
ilimlerdendir. Çünkü fıkıh ve fıkıh usulü doğru yolu, Şer'in ve aklın Özünden
alır. Bunun anlamı şudur; bu ilim Şer'in tasvip etmediği şekilde sırf akıl ile
tasarruf olmadığı gibi aklın desteklemediği ve düzeltmediği sırf taklid üzerine
de kurulu değildir. Fıkıh ilminin bu üstünlüğünden dolayı Allah insanların bu
ilmi talep etmesi için bir çok sebepler hazırlamıştır; alimler bu ilim
sayesinde diğer alimlere nazaran en yüksek makama yükselmişler, sayıca en fazla
tâbi ve yardımcıya sahip olmuşlardır.
Bu ilmin hem din ve hem de
dünyaya ilişkin olması, gençliğimin ilk yıllarında beni ömrümün bir devresini
ona ayırmaya sevketmiş, bunun sonucunda fıkıh n 41 ve fıkıh usulü alanında
birkaç kitap yazmıştım. Daha sonra 'âhiret yolunun il-mİ'ne ve 'dinin batınî
sırlarını bilme İlmi'ne yöneldim ve bu konuda da fhyâu (Jlûmiddîn gibi geniş,
Cevâhiru'l-Kur'ân gibi kısa ve Kimyâ-i Saadet gibi orta büyüklükte kitaplar
yazdım. Sonraları takdir-i ilâhî beni eğitim ve öğretimle meşgul olmaya
sürükledi. Bu esnada, fıkıh ilmi ile uğraşan birileri benden tertip ve tahkik
arasını birleştirmeye, bir yandan bıkkınlık verecek ölçüde uzun olmamasına,
diğer yandan manayı bozacak şekilde kısa olmamasına özen göstererek
Teh-Zibu't-Usûi'dcn kısa, el-Menhûl'dcn geniş, kolay anlaşılabilir bir fıkıh
usulü kitabı yazmamı ısrarla istediler. Allah'tan yardım dileyerek onların bu
isteklerine olumlu cevap verdim ve kolay anlaşılabilmesi için hem tertibe hem
de tahkike riayet ederek bu kitabı yazdım. Bu kitapta değişik ve güzel bir
sistem getirdim. Bu sistem sayesinde okuyucu daha ilk anda usûl ilminin
maksatlarını kavrayabilecek ve göz attığı yerleri kolayca anlayabilecektir.
Hangi ilim olursa olsun, öğrenci ilk bakışta o ilmin konu ve temel ilkelerine
hakim olamıyorsa, o İlmin sırlarını elde etmeye hiç bir arzusu ve iştiyaki
kalmaz. Bu kitaba el-Mustasfâ min fltni'l-Usût adını verdim. Başarıya
ulaştıracak ve düzgün yola götürecek olan Allah'tır. İsteyenlerin isteğini
yerine getirmek de O'na yakışır. [20]
Fıkıh usulü denilen bu
ilmi, bu kitapta derleyip düzenledik ve onu bir Mukaddime ile dört kutup
(anabölüm) üzerine bina ettik. Mukaddime bir bakıma bu dört anabölüm için bir
Ön hazırlık ve önbilgi (temhid) olarak düşünülmüştür. Fıkıh usulünün özünü,
söz konusu dört kutup içermektedir.
Bölümlere geçmeden
önce, sırasıyla fıkıh usûlünün, anlamını, tanımını ve hakikatini; mertebesini
ve diğer ilimlere nisbetini; Mukaddime ve dört anabölü-me nasıl bölümlendiğini;
bu dört anabölüm altında nasıl toplandığını ve Mukaddime ile olan ilişkisini
açıklayacağız. [21]
Fıkıh usûlünün
manasını anlayabilmek için önce fıkh'ın manasını bilmek gerekir. Fıkıh
sözcüğü, dildeki ilk konulusu ve kullanılış itibariyle bilmek ve anlamaktan
ibarettir. Mesela; Fulanun yefkahu'l-hayr ve'ş-şerr denilir ve bununla, o
kişinin hayır ve şerri bilip anladığı kastedilir. Fakat âlimlerin yaygın
kullanımı II, 5] sebebiyle fıkıh lafzının anlamı, 'mükelleflerin
yapıp-etmelcrine (fiiller) ilişkin olarak sabit olan şer'î hükümleri bilmek'ten
ibaret hale gelmiş ve bu teamülün sonucu olarak fakîh İsmi, mütekellim,
filozof, nahivci, muhaddis ve müfessir hakkında kullanılmayıp, insan fiilleri
için sabit olan 'vücûb', 'hazr (tahrîm)', 'ibâha', 'nedb', 'kerâhe'; akdin
'sahih ve fasid veya batıl olması'; ibadetin 'kaza' ve 'edâ' olması gibi şer'î
hükümleri bilenler hakkında özelleşmiştir.
Fiillerin birtakım
'aklî' yani akılla idrak edilebilen hükümleri de vardır. Mesela fiilin araz
olması, yer kaplaması, hareket ve sükun gibi oluşlar olması gibi hükümler
böyledir. Bu gibi hükümleri bilenlere fakîh değil mütekellim denir. Fiillerin
vâcib, haram, mübâh, mekruh ve mendûb olması gibi hükümlere gelince; işte
fakîhin açıklamasını üstlendiği hükümler bunlardır. Bunlar anlaşılınca, fıkıh
usulünün, bu hükümlerin delillerinden ve bu delillerin hükümlere tafsili olarak
değil de icmâlî olarak delalet yönlerinden ibaret olduğu da anlaşılmış olur.
Hilaf ilmi de aynı
şekilde fıkıh ilminden olup, hükümlerin delillerine ve bu delillerin delalet
yönlerine şamildir. Şu farkla ki. hilaf ilminin delillerle ve delalet
yönleriyle ilgilenmesi tafsil itibariyledir. Mesela, velisiz yapılan nikah akdi
meselesinde Özel bir hadisin özelliğe (husus) delalet etmesi; besmelesiz
kesilen hayvan meselesinde özel bir ayetin yine özelliğe delalet etmesi
böyledir.
Usûl ilmi ise, bu gibi
meselelere örnekleme yoluyla dahi değinmez. Aksine
bu meseleler hakkında
Kitâb, Sünnet ve icmâ'a; bunların sıhhat ve sübût şartlarına ve icmâlî olarak
delalet yönlerine, yani bu delaletin sıyga itibariyle mi, lafzın mefhumu
itibariyle mi, siyak itibariyle mi, yoksa lafzın makulü itibariyle mi -kî bu
sonuncu kıyastır- olduğuna temas eder ve bunu yaparken özel bir meseleye
değinmez. İşte fıkıh usulü, fıkhın füru'undan bu suretle ayrılır.
Buraya kadar
hükümlerin delillerinin Kitâb, Sünnet ve icmâ'dan ibaret olduğunu Öğrenmiş
oldun. İşte fıkıh usulü denen ilim bu üç aslın sabit olma yollarını, sıhhal
şartlarını ve hükümlere delalet yönlerini bilmekten ibarettir. [22]
İlimler tıp,
matematik, hendese gibi 'aklî'; kelam, fıkıh, fıkıh usuiü, hadîs, tefsir ve
bâtın ilmi yani kalp ve kalbi kötü huylardan arındırma ilmi gibi 'dînî' olmak
üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler bizim maksadımız değildir.
Gerek aklî gerekse
dinî ilimler kendi içerisinde 'küllî' ve 'cüz'î' kısımlarına ayrılır. Kelam
ilmi, dinî ilimler içerisinde 'küllî ilim', diğerleri 'cüz'î ilimler'dir. Çünkü
müfessir yalnızca Kitâb'ın anlamı, muhaddis yalnızca hadisin sübut yolu, fakih
yalnızca mükelleflerin fiillerinin hükümleri, usulcü yalnızca hükümlerin
delilleri, mütekellim (kelama) ise en genel şey yani "varolan"
(mevcûd) üzerinde (1,6) düşünür ve onu inceler.
Kelama varolanı önce
'kadîm (öncesiz)' ve 'hadis (önceli, sonradan olan)' olmak üzere ikiye ayırır.
Sonra, sonradan olanı (muhdes) 'cevher' ve 'araz' olarak bölümler. Daha sonra
arazı, kendisinde hayat, ilim, irâde, kudret, işitme ve görmenin şart olduğu
araz ve renk, koku ve tad gibi, bu şartlara İhtiyacı olmayan araz şeklinde ikiye
ayınr. Cevher'i de hayvan, bitki ve cansız olmak üzere üç kısma ayırır ve
bunların türlere veya arazlara göre değişimini açıklar.
Kelama daha sonra
kadîm'i inceler ve kadîm'in çoğalmadığını, sonradan varolanlar gibi kısımlara
ayrılmayıp, tam tersine, onun tek olması ve kendisi için zorunlu (vâcib)
vasıflarla, imkansız işlerle ve mümkün (caiz) hükümlerle, sonradan olan
şeylerden ayrılması gerektiğini açıklar. Bu arakla kadîm açısından 'caiz',
'vâcib' ve 'imkansız* arasındaki farkı belirtir.
Kelamcı daha sonra,
fiilin kadîm için asıl itibariyle mümkün olduğunu, âlemin de kadîm'in mümkün
bir fiili olduğunu, mümkün olması itibariyle âlemin bir meydana getiriciye
(muhdis) ihtiyaç duyduğunu; aynı şekilde elçiler göndermenin kadîmin mümkün
fiilleri arasında olduğunu, kadîmin buna ve elçilerin doğruluğunu mucizelerle
göstermeye muktedir olduğunu ve bu mümkünün vaki olduğunu açıklar.
İşte bu noktadan
itibaren kelamcının sözü biter ve aklın işlevi sona erer. Aslında akıl,
peygamberin doğruluğuna delalet eder, fakat sonra kendini azlederek,
peygamberin Allah, ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği fakat aynı
zamanda imkansızlığına da hükmedemeyeceği benzeri1 konular hakkında söylediği
şeyleri kabul ettiğini itiraf eder.
Nitekim Şer', aklın
tek başına idrak hususunda yetersiz kalacağı bazı şeyleri getirmiştir. Zira
akıl, tâat'ın ahirette mutluluk sebebi, ma'siyet'in mutsuzluk sebebi olacağını
tek başına idrak edemez. Bununla birlikte bunların imkansızlığına da
hükmedenıc/.. Aktl, mucizenin doğruladığı şeylerin doğrulanması gerektiğine
hükmeder ve ondan gelen haberi bu yolla tasdik eder. İşte kelam ilminin
içeriğini oluşturan konular bunlardır.
Bütün bunlardan
anlaşılmaktadır ki; mütekellimin inceleme ve araştırması, öncelikle en genel
şey'den yani mevcûd'dan başlayıp detaya doğru iner. Bu detay içerisinde, diğer
dini ilimlerin Kitâb, Sünnet ve Peygamberin doğruluğu gibi ilkelerini ortaya
koyar.
Bu noktadan sonra
müfessir, mütekellimin inceleme alanına giren şeyler arasından özel birini
yani Kitâb'ı alır ve onun tcfsiriyle uğraşır. Muhaddis, mütekei-limİn inceleme
alanına giren şeyler arasından özel birini yani Sünnet'i alır ve bunun sübûl
yollarını araştırır. Fakîh bunlar arasından özel birini, yani mükellefin
fiilini alır ve bu fiilin 'vücûb', 'hazr' ve 'ibâha' yönlerinden Şer'in
hitabına olan nisbetini inceler. Usulcü, özel birini yani mütekeilim tarafından
doğru söylediği isbatlanan peygamberin sözünü alır ve bunun hükme delalet
yönünü inceler, ki bu delalet ya sözün lafzı ile, ya mefhumu ile veya manasından
aklen anlaşılma ve istİnbat edilme şeklinde olmaktadır. Usulcünün inceleme ve
araştırması, Hz. Pey-gamber'in söz ve fiillerinin dışına çıkmaz. Kitâb da zaten
Hz. Peygamber'den işitilmiş ve İcmâ O'nun sözüyle sabit olmuştur. Buna göre
deliller Kitâb, Sünnet ve temâ'dan ibarettir.
Hz. Peygamber'in
sözünün doğruluğu ve hüccet oluşu kelâm ilminde sabit olur. Öyleyse kelam ilmi
bütün dini ilimlerin ilkelerini (mebâdî) isbat görevini rj 71 yüklenmiş olmaktadır. Bütün dini ilimler
kelam ilmine nîsbelle 'cüzT dir. Kelam ilmi ise rütbece en yüksek ilimdir. Zira
bu cüz'î ilimlere kelam ilminden inilmektedir.
Bu noktadan hareketle
usulcü, fakîh, müfessir ve muhaddisin kelam ilmini tahsil etmiş olmalarının
şart olduğu, çünkü bu âlimlerin en yüksek olan küllî ilmi halletmeden, cüz'î
ilimlere inmelerinin mümkün olmadığı söylenebilir.
Buna cevab olarak
deriz ki; her ne kadar keİam ilmini de tahsil etmiş olmak, dini ilimlerle
donanmış mutlak bir alim olmak için şart olsa da, usulcü, fakih, müfessir veya
muhaddis olabilmek için kelam ilmini tahsil etmiş olmak şart değildir. Şöyle
ki, her bir cüz'i ilmin bünyesinde, taklid yoluyla Önceden kabul edilen ve
sübutunun kanıtı başka bir ilimde aranan birtakım ilkeler vardır.
Fakih, mükellefin
fiilinin Şer'in hitabına nisbetini inceler; mükelleflerin ihtiyarî fiillerinin
bulunduğunu isbat hususunda kanıt getirmek onun görevi de-
fildir. Cebrİyye
fırkası, insan fiilini inkar etmiş, kimileri de, fiil de bir araz olduğu halde
arazların varlığını inkar etmiştir.
Aynı şekilde Şer'in
hitabının sübutuna ve Allah'ın, kendi zatıyla kaim emir ve nehiy şeklinde bir
kelamı olduğuna kesin delil getirmek de fakihin görevi değildir. Fakat fakih,
hitabın Allah'tan, fiilin mükelleften sabit olduğunu taklid yoluyla önkabul
seklinde alır ve fiilin hitaba nîsbetini inceler. Bu suretle fıkıh ilminin
nihai fonksiyonunu yerine getirmiş olur.
Usulcü de, aynı
şekilde Peygamber sözünün hüccet olduğunu ve bunun, doğruluğu zorunlu bir
delil olduğunu mütekellimden taklid yoluyla alır; sonra bunun delalet yönlerini
ve sıhhat şartlarını inceler.
Görülüyor ki, cüz'i
ilimlerden biriyle uğraşan her alim, uğraştığı ilmin prensipleri konusunda
doğal olarak taklitçidir. Ancak alim, en yüksek ilme yükselecek olursa artık
taklitçi olmaz, fakat bu defa da uğraştığt ilmin sınırlarını aşıp, başka bir
ilmin alanına girmiş olur. [23]
Usülcünün
incelemesinin, sem'î delillerin şer'î hükümlere delalet yönlerini araştırmakla
sınırlı olduğunu anladıysan, hedeflenen amacın, hükümlerin delillerden nasıl
iktibas edileceğini bilmek olduğunu, bunun için de sırasıyla; hükümlerin,
deliller ve delillerin kısımlarının, hükümlerin delillerden nasıl
çıkarılacağının ve hüküm çıkarma yetkisi bulunanların vasıflarının incelenmesi
gerektiğini de anlamışsındır. Çünkü hükümler birer üründür (semere). Her ürünün
bir vasfı ve bizatihi bir.hakikati olduğu gibi, bir ürünveren'i (müsmir), bir
ürün elde eden'i (müstesmir) ve bunlar yanında bir de üretim (istismar) metodu
vardır.
Semere, vücûb, hazr,
nedb, kerâhe, ibâha, huşun (güzellik), kubuh (çirkinlik), kaza, edâ, sıhhat,
fesâd gibi hükümler; müsmir ise deliller olup, bunlar Kitâb, Sünnet ve İcmâ'
olmak üzere üç tanedir, İstismar metodu, delillerin delalet şekilleridir. Dört
türlü delalet şekli vardır. Çünkü söz bir şeye, ya sıyga ve rnan-tuku ile; ya
fahva ve mefhumu ile; ya iktiza ve zarureti ile; ya da makulü ve istin-bat
edilen manası ile delalet eder. Müstesmir ise müetehid'dir. Bu itibarla müete-
[I, 8] hİdin vasıflarını, şartlarını ve hükümlerini bilmek de gereklidir.
Bu duruma göre
usülcünün faaliyeti genel olarak şu dört anabölüm altında incelenebilir:
Birinci afiabölüm
hükümler hakkındadır. Elde edilmek istenen semere, hüküm olduğu için kitaba
hüküm konusuyla başlamak en uygunudur.
İkinci anabölüm,
deliller hakkındadır. Deliller, Kitâb, Sünnet ve îcmâ'dır. Hüküm bahsinin
arkasından bunlara yer verilmesi daha uygundur. Çünkü semere bilindikten sonra,
en önemli husus bu semereyi verenin (müsmir) bilinmesidir.
Üçüncü anabölüm,
istismar metodu hakkındadır, istismar metodu, delillerin delalet yönleri olup,
bu delalet yönleri de; manzum ile delalet, mefhum ile delalet, zaruret ve
iktiza ile delalet ve makul mana ile delalet olarak ifade edilebilir.
Dördüncü anabölüm,
müstesmir hakkındady. Müstesmir, zannı ile hüküm veren müetehiddir. Müctchidin
karşılı ise müetehide uymak durumunda olan mu-kalliddir. Bu itibarla bu
anabölüm içerisinde hem mukallidin hem de müctchidin şartlarını ve vasıllarını
zikretmek gereklidir. [24]
Diyebilirsin ki; fıkıh
ilmi bir çok ana ve alt bölümlere şamildir. Nasıl olur da bütün bunların tamamı
söz konusu bu dört anabölüm altında toplanabilir?
Derim ki; birinci
anabölüm hüküm konusundadır. Hükmün bizatihi bir hakikati ve bölümlenmesi
olduğu gibi, bunun yanında 'hâkim', yanı Sâri' ile, 'mahkûmun aleyh', yani
mükellef ile, 'mahkûmun fîh', yani mükellefin fiili ile ve 'kendisini ortaya
çıkaran şey', yani sebeb ve illet ile de ilişkisi vardır. Bu itibarla, hükmün
hakikati araştırılırken, onun fiilirf bir vasfı olmayıp Şâri'in hitabından
ibaret olduğu, huşun ve kubuh'ta aklın rolü olmadığı ve Şer'in gelmesinden önce
hüküm bulunmadığı gibi hususlar açıklığa kavuşacaktır.
Hükmün kısımlarından
bahsedilirken, vâcib, mahzur, mendûb, mübâh, mekruh, kaza, edâ, sıhhat, fesâd,
azîmet ve ruhsat gibi hususların tanımları açıklığa kavuşacaktır.
Hâkim'den bahsederken,
hüküm koymanın yalnızca Allah'a ait olup, Pey-gamber'in dahi bu yetkisi
olmadığı, efendinin köle üzerinde, kulun kul üzerinde hüküm koyamayacağı,
kısaca bütün bunların Allah'ın hükmü ve vaz'ı olduğu, O'ndan başkasının hükmü
bulunmadığı gibi konular açıklanacaktır.
Mahkûmun aleyh'ten
bahsedilirken, unutan, mükreh ve çocuğun muhatab oluşu, kâfirin Şer'in fürûu
ile muhatab oluşu, sarhoşun muhatap oluşu ve mükellef tutulması caiz olanlarla
olmayanlar açıklanacaktır.
Mahkûmun fîh'ten
bahsedilirken, hitabın eşyaya (a'yân) değil Fiillere ilişkin olduğu ve hitabın
bizzat fiillerin bir vasfı olmadığı açığa çıkacaktır.
Hükmü ortaya çıkaran
şey'den bahsedilirken sebeb, illet, mahal ve alâmetin hakikati ortaya
çıkacaktır.
Kısacası birinci
anabölüm usûl konularının farklı bahislerini içine alacaktır. Usûlcüler bu
konuları birbirlerinden irtibatsız olarak ve münasip düşmeyen değişik yerlerde
ele almışlar, bu yüzden de öğrenci bunların maksatlarını, bunlara niçin gerek
duyulduğunu ve bunların fıkıh usûlü ile ilişkilerini kavrayamamıştır.
[I, 9] İkinci anabölüm müsmir hakkındadır.
Müsmir de Kitap, Sünnet ve îcmâ'dır.
Kitâb'dan
bahsedilirken, Kitâb'ın tarifi, Kitab'lan olan ve olmayan şeyler, Kitâb'ı ishat
yolu, ki bu yol yalnızca 'tevatür'dür, Kitâb'ın kapsamında bulunması mümkün
olan haki kat-mecaz, arapç a- yabancı dil gibi hususlar yani Kitab'da mecazî
ifadelerin ve arapça olmayan lafzın bulunup bulunmadığı hususu açıklanacaktır.
Sünnet'ten
bahsedilirken Hz. Peygamber'in söz ve fiillerinin hükmü, bunların tevatür veya
âhâd şeklindeki sübût yollan, müsned veya mürsel şeklindeki rivayet yolları,
ravilerin vasılları açıklığa kavuşacaktır.
Kitab ve Sünnet
bahsinin devamında nesih konusuna yer verilecektir, Çünkü nesih, sadece Kitab
ve Sünnet hakkında söz konusu olup, İcmâ'ın neshi söz konusu değildir.
İcmâ'dan
bahsedilirken, İcmâ'ın hakikati, delili, kısımları, sahabe icmâı gibi hususlar
açıklığa kavuşacaktır.
Üçüncü anabölüm
istismar metodu hakkında olup, dört türlü istismar yolu vardır:
a) Lafzın,
sıyga itibariyle delaleti. Emir, nehiy, umûm, husus, zahir, müevvel ve nass
konulan lafzın sıygası ile ilgilidir. Emir, nehiy, umum ve husus konularının
incelenmesi, lüğavî sıygaların muktezasımn incelenmesi demektir.
b) Fahvâ ve
mefhûm itibariyle delalet ise mefhûm ve delîlu'l-hitâb başlığı altında yer
almaktadır.
c) Lafzın
zarureti ve iktizası itibariyle delalet ise, genel olarak lafızların işaretlerini
içerir. Mesela, bir kimse diğerine, 'Köleni benim namıma âzâd evdeşe, diğeri de
'âzâd ettim' dese, her ne kadar ikisi de telaffuz etmemiş olsalar da bu sözler,
âzâd talebinde bulunan şahıs için mülkiyetin husule geldiğini gösterir. Ancak,
mülkiyetin husûlu, söylenen sözün sıygasından değil, zaruret ve mukte-zastndan
anlaşılmıştır.
d) Lafzın
ma'kulu itibariyle delalet ise Hz. Peygamber'in şu sözünde olduğu gibidir: Hz.
Peygamber, "Kadı, kızgın iken hüküm vermesin" demiştir. [25] Bu söz makulü itibariyle aç ve hastayı da
kapsar. Kıyas da bu delalet türünden doğmuştur. Bu itibarla kıyasın hüküm ve
kısımlarının açıklanması da bu başlık altında yapılacaktır.
Dördüncü anabölüm
müstesmir hakkındadır. Müstesmir, müetehid demek o-lup, karşıtı mukallit'tir.
Müctehidin ve mukallidin vasıfları, içtihadın yapılabileceği ve yapılamayacağı
yerler, her müctehidin doğruyu tutturup tutturamadığı ve içtihadın
bütün.hükümleri burada açıklanacaktır. [26]
Fıkıh usûlünün tanımı,
öz itibariyle, 'hükümlerin delillerini bilmek' olduğuna göre, bu tanımın
kapsamında 'bilmek (ma'rifet)', 'delil' ve 'hüküm' lafızları bulunmaktadır. Bu
noktada gencide usûlcüler, "Hükmün bilinmesi gerekli ise hatta hükmün
bilinmesi söz konusu dört anabölümden biri ise, o halde delil'in ve ma'rifelin
yani ilmin de bilinmesi gerekir. Diğer yandan, istenilen ilme, ancak
in-ecleme-araştırma (nazar) yoluyla ulaşabildiğine göre ayrıca nazar'ın da
bilinmesi gerekir" diyerek ilim, delil ve nazar'ın tanımını açıklamaya
girişmişler, dahası bunların suretlerini tanımlamakla yetinmeyerek, ilmi kabul
etmeyen sofistlere [I 101 (s°fcstâiyye) karşı ilmi isbat etme, nazarı inkar
edenlere karşı nazarı isbat etme çabası içine girmişler, hatta işi ilimlerin ve
delillerin kısımlarını zikretmeye kadar götürmüşlerdir.
Şimdiye kadarki
usûlcülerin yapageldikleri bu uygulama, usûl ilminin sınırlarını aşmak ve ona
kelam ilmini bulaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu cümleden olmak üzere
mütekeliim usûlcüler, tabiatlarına kelam ilmi galip olduğu için kelamı usûle
çok fazla karıştırmışlardır. Uğraştıkları ve maharet sahibi oldukları ilme
düşkünlükleri, onları kelam ilmini usûl ilmine karıştırmaya sevketmiştir. Diğer
alanlardaki alimler de aynı şeyi yapmışlardır. Mesela lügat ve nahive olan
sevgileri bazı usûlcüleri bir takım nahiv meselelerini usûl ile mezcetmeye
götürmüş, usûlde harflerin anlamları, i'rabın manaları gibi özellikle nahiv
ilmine mah-sus olan konuları zikretmişlerdir. Yine fıkıh sevgisi, Ebû Zeyd
Debûsî[27] ve
takipçileri gibi bir kısım Maverâünnehr bölgesi fakihlerini, fıkhın fürûuna
ait bir çok meseleyi usûle katmaya itmiştir. Her ne kadar bunları misal olarak
ve aslın fürûa uygulanış keyfiyetini göstermek amacıyla zikretmişlerse de,
bunda Ölçüyü kaçırmışlardır. Bununla birlikte, kelamcıların ilim, nazar ve
delil'in tanımlarını fıkıh usûlünde zikretme hususundaki mazeretleri, bu üç
şeyi inkar edenlere karşı burhan getirme hususundaki mazeretlerinden daha
açıktır. Yani birinci uygulama haklı gösterilebilirse de, ikincisinin sebebini
izah güçtür. Çünkü bu üç şeyin (ilim, nazar, delil) zihinde tasavvur
edilebilmesi için tanım yeterlidir. Bu üç şeyin tasavvuru, kelamın bunlarla
ilgili olması durumundaki tasavvurundan daha az değildir. Aynı şekilde, fıkıhla
uğraşan açısından icmâ ve kıyasın tasavvuru da böyledir. Yani fıkıhta icmâ ve
kıyasın, derinliğine incelenmesi gerekmeyip, zihinde tasavvuru yeterlidir.
Ancak icmâ ve kıyasın hüccet olduğunun bilinmesi fıkıh usûlüne mahsustur.
İnkarcılarına karşı ilim ve nazarın hüccet oluşunu zikretmek ise, tam
anlamıyla kelam ilmini usûl ilmine taşımak olur. Aynı şekilde icmâ, kıyas ve
haber-i vâhid'in hüccet oluşunu fıkıhta ele almak da usûlü fürûa taşımak olur.
Bİz önceki usulcülerin,
kanştırma hususundaki bu aşırılıklarını belirttikten sonra, bu kitabı bütün
bunlardan arındırmayı uygun görmüyoruz. Çünkü alışılmıştan birden bire kopmak
nefise ağır gelir. Nefisler alışılmamış olandan kaçarlar. Yine de biz, bunlar
arasından, genel olarak bir çok ilimde faydası görülen birkaç hususu
zikretmekle yetineceğiz. Yani aklî İdrâkin ilkelerinin (medâriku'l-ukûl)
tanımını: bu ilkelerin zarurîlerden nazarîlere doğru tedricen nasıl indiğini;
ilim, nazar ve delilin hakikati, kısımları ve hüccetleri ortaya çıkacak bir
tarzda ve kelam kitaplarında bulunmayan beliğ bir açıklama ile zikredeceğiz. [28]
Bu mukaddimede
akılların algılama yollarından (medâriku'1-ukû!) ve bunların 'tanım' (had) ve
burhân'a münhasır olduğundan bahsedeceğiz. Ayrıca hakiki ianımın şartı ile
hakiki burhanın şartını ve bunların kısımlarını, Mihakku'n-Na-zar ve
Mi'yâru'l-Itm adlı kitaplarımızda olduğundan daha özlü ve kısa olarak
anlatacağız.
Bu mukaddime, usûl
ilmi cümlesinden olmadığı gibi, onun özel bir mukaddimesi de değildir. Aslında
bu mukaddime, bütün ilimlerin bir mukaddimesidir ve bu mukaddimeyi tam olarak
kavrayamamış kimselerin ilimlerine kesinlikle güven olmaz. Bu mukaddimeyi
yazmamayı dileyen kişi, 'Birinci Kutub'un Kitab bahsinden başlasın. Usûl
ilminin başlangıcı orasıdır. Bülün nazarî ilimlerin bu mukaddimeye ihtiyacı ne
kadar ise, fıkıh usûlünün ihtiyacı da o kadardır. [29]
Nazarî bilgilerin
kaynaklan (algılama yollan) tanım ve burhandan ibarettir.
Şeylerin algılanması
(idrak) iki çeşittir: Birincisi; tekil özlerin (müfred zatlar) algılanması
olup, 'cisim', 'hareket', 'âlem', 'hadis' ve 'kadîm' gibi tekil isimlerle
gösterilen şeylerin anlamını bilmek böyledir.
İkincisi; bu
tekillerin birbirlerine nefy (olumsuzlama, yokluk) veya isbat (olumlama,
varlık) yoluyla nisbetlerinin İdrak edilmesidir. Birer tekil terim olan 'âlem'
ile 'hadis' ve 'kadîm' terimlerinin anlamlarını önceden bilip, bunlardan birini
diğerine olumsuzlama veya olumlama yoluyla nisbet etmek böyledir. Mesela
'kadîm' sözcüğünü, 'âlem' sözcüğüne olumsuzlama yoluyla nisbet ettiğinde,
"Alem kadîm değildir" dersin. Yine 'hâdİs' sözcüğünü, 'âlem'
sözcüğüne olumlama yoluyla nisbet ettiğinde "Alem hadistir" dersin.
Bu ikinci çeşit idrak için 'doğrulama (tasdik)' ve 'yanlışlama (tekzîb)' söz
konusudur. Ancak birinci çeşit idrakin doğrulama ve yanhşlaması yapılamaz.
Çünkü doğrulama ancak 'hüküm bildiren önerme'de (haber) sö/. konusu olur. İki
tckjl sözcükten meydana getirilebilecek en alt bileşik ise 'nitelik' ve
'nitelenen'den (vasıf ve mevsûftan) ibarettir. Nitelik, olumsuzlama veya
olumlama yoluyla nisbet edildiğinde ya doğrulanır ya da yanlışlanır. Fakat, bir
kimsenin, 'hadis', 'cisim' veya 'kadîm' şeklindeki sözünde, bu sözcükler tekil
olduğu için doğruluk ve yanlışlık olmaz.
Bu iki çeşit idraki,
daha başka tabirlerle ifade etmek de mümkündür. Zaten gereken, değişik
durumlara delalet eden sözcüklerin de değişik olmasıdır. Zira sözcükler
anlamlar gibidir. Dolayısıyla sözcüklerin bu anlamlarla paralellik ar-zetmesi
en uygunudur. Mantıkçılar tekil şeyleri bilmeyi 'tasavvur', iki tekil şey
arasındaki haberi nisbeti bilmeyi de 'tasdîk' olarak adlandırmışlar ve
"bilgi (ilim), ya tasdîk ya da tasavvurdur" demişlerdir. Bazı
alimlerimiz ise, birinci tür idraki 'ma'rifet (tanıma)', ikinci tür idraki de
'ilim (bilgi)' olarak isimlendirmişlerdir. Bu sonuncular bu isimlendirmeyi
yaparken nahivcilerin şu sözlerine göre hareket etmişlerdir. Nahivcilcr derler
ki; "Ma'rifet sözcüğü bir nesne (mefu!) alır. Bu yüzden sen 'Zeyd'i
tanıyorum' dersin. Zann sözcüğü ise, iki nesne alır. Buna göre 'Zeyd'i aîim
zannettim' dersin. Fakat, 'Zeyd'i zannettim' veya 'Alim zannettim* diyemezsin.
İlim sözcüğü de, dildeki yapısı itibariyle, zann grubu sözcüklerinden olduğu
için 'Zeyd'in âdil olduğunu biliyorum' dersin.
İdrak çeşitlerine
ilişkin olarak birbirinden farklı bir terminoloji oluşmuştur. Eğer iki idrak
çeşidi arasındaki farkı anladıysan isimler üzerinde durup bunları tartışmaya
gerek yoktur.
Bütün bunlardan sonra
diyoruz ki: İdrakler, 'ma'rifet' ve 'ilim'den, diğer bir ifadeyle 'tasavvur' ve
'tasdik'ten ibarettir. Her bilginin doğrulaması yapılabilir. Ancak bu
doğrulamanın yapılabilmesi için, önceden iki ma'rifet'in yani İki tasav-vur'un
biliniyor olması gerekir. Tekili (müfred) bilemeyen kimse, bileşiği (mü-rekkeb)
hiç bilemez. Alem'in anlamını, hâdİs'in anlamını bilmeyen kimse, 'alemin hadis
oluşu'nu nasıl bilecektir!
Tekillerin bilinmesi
de iki kısımdır;
a) Evveli
bilgi: Araştırma yoluyla talep edilmeyen bilgi
Bu çeşit bilgi, hiçbir
araştırma ve talep olmaksızın anlamı nefiste resmedilmiş bulunan bilgidir.
Mesela 'varlık (vücûd)' ve 'şey' terimleri ile 'duyulurlar'ın (mahsûsât) bir
çoğu böyledir.
b) Matlub
bilgi:
İsmi, kendisinin
ayrıntısız ve açıklamasız biçimde bütün (icmâlî) bir durumunu gösteren (ismi,
tanımını tamamen içermeyen) bilgi olup, bu tür bilginin tefsiri tanım yoluyla
talep edilir.
Aynı şekilde bilgi de
'evvelî bilgi' (zaruriyât) ve 'matlup bilgi' (nazariyat) olmak üzere iki kısma
ayrılır.
Ma'rilctin matlub çeşidi,
ancak 'tanım' yoluyla elde edilebildiği halde, doğ- rj rulama ve yanlışlaması yapılabilen
bilginin matlûb çeşidi, ancak 'burhan' yoluyla elde edilebilir. Buna göre,
burhan ve tanım, diğer matlub bilgilerin edinilmesine yarayan aletten ibaret
olmaktadır. Bu itibarla, akılların algılama yollarını (medâriku'1-ukût)
açıklamak amacıyla kaleme alman bu mukaddime, biri 'tanım*, diğeri 'burhan'
konusunda olmak üzere iki bölüme şamil olmalıdır. [30]
Tekilleri bilme,
bileşikleri bilmeden önce geldiği için "tanım' konusunu 'burhan'
konusundan Öne aldık. Bu bölüm, biri 'kanunlar' diğeri bu kanunların 'denemeleri/irdelemeleri
(imtihânât)' olmak üzere iki alt bölümü içermektedir.[31]
Kanunlar altı tanedir.
Birinci kanun: Tanım
ancak, karşılıklı konuşmada bir soruya cevap olarak zikredilir. Bu itibarla
tanım, her soruya değil bir kısım sorulara cevap olur. Soru bir taleptir ve her
sorunun kuşkusuz, bir istenileni (matlub) ve bir kalıbı (sıyga, kip) vardır.
Her ne kadar kalıplar ve matluplar sayıca çok olsa da, istek kalıplarıyla
istenilen şeyler genel olarak dört grupta toplanabilir.
1) 'Hel? (mi?, midir?)' kalıbı ile talep olunan
şeyler: Bu kalıp ile iki şey talep olunur;
a) Bir şeyin
varolup olmadığı;
Mesela "Allah var
mıdır?" sözü böyledir.
b) Varolan
bir şeyin durumu ve niteliği;
Mesela "Allah
beşerin yaratıcısı mıdır?", "Allah konuşan, emreden ve yasaklayan
mıdır?" sözü böyledir.
2) 'mâ (ne?, nedir?)' kalıbı ile talep edilen
hususlar: Bu kalıp İle üç şey taleb edilebilir;
a) Bir
sözcüğün şerhedilmesi;
Mesela arap dilinde şarap
(hamr) anlamına gelen 'ukâr' sözcüğünü bilmeyen kimsenin "Ukâr
nedir?" demesi böyledir. Eğer bu şahıs 'hamr' sözcüğünü.biliyorsa ona
"Ukâr, hamrdir" diye cevap verilir.
b) Sorulan
şeyi diğer şeylerden ayıran uygun 'cami', 'mâni' bir sözcüğün istenmesi. Söz
nasıl olursa olsun, isler sorulan şeyin zatının "ilineksel nitelikler'inden
(avarız) veya zatının hakikatinden uzak 'ayrılmaz nitelİkler'inden (levâzim),
isterse zatının hakikatından ibaret olsun farketmez. Zatî vasıf ile arazî vasıf
arasındaki fark aşağıda ele alınacak.
Mesela, "Hamr
nedir?" diye sorana, "Hamr, köpükle atılan, sonra mayalanmış hale
dönüşen ve küpte saklanan sıvıdır" denilmesi böyledir. Amaç, şarabın hakikatine
değinmeksizin şarabın genel hatlarıyla kendisine denk düşecek olan ilineksel ve
ayrılmaz niteliklerini, şarabı dışarda bırakmayacak ve şarap olmayanı dahil
etmeyecek şekilde toplamaktır.
c) Bir şeyin
mahiyetinin ve zatının hakikatinin talep edilmesi;
Mesela "Hamr
nedir?" diye sorana, "Hamr, üzümden sıkılarak elde edilen sarhoş
edici içkidir" denmesi böyledir. Bu söz, şarabın hakikatini ortaya koyar.
Kuşkusuz bu sözü, temyiz işlemi takip eder.
İşte, tanım ismi, yaygın
olarak, bu üç hususta müştereken kullanılmaktadır. Biz bunlardan her biri için
ayrı birer isim oluşturalım ve birinciye 'lafzî (sözel) tanım' diyelim. Çünkü
soran kişi, sadece sözcüğün açıklanmasını istemektedir. İkinciye 'resmî
(biçimsel) tanım' diyelim. Çünkü bu, şeyin hakikatini kavramaya arzu
duymaksızın şeyin biçimsel bilgisini istemektir. Üçüncüsünü de 'hakikî tanım'
olarak isimlendirelim. Çünkü talip, bununla, şeyin hakikatini kavramayı istemektedir.
Bu üçüncü tür tanımın şartı, yapılan tanımın şeyin tüm zatî nitelikle- [1-13]
rine şamil olmasıdır. Mesela, canlının tanımı sorulduğunda, "Canlı,
d\ıyarlı cisimdir" denirse zatî bir niteliği söylenmiş olur. Fakat bu
nitelik, cem1 ve men1 hususunda yeterli olmakla birlikte yine de eksiktir.
Aksine bu cevaba 'iradeyle ha- -reket eden' kaydının da eklenmesi gerekir.
Çünkü akıl, canlının hakikatinin özünü, ancak bu iki temel özelliğin
toplamıyla idrak edebilir. Bir şeyi diğer şeylerden ayırabilecek bir biçim
oluşturmak isteyen kişi ise (mürtesim), canlının tanımında, ayrıca 'cisim'
demese de 'duyarlı' demekle yetinir.
3) 'lime?
(niçin?)' sözcüğüyle istenenler:
ilerde geleceği üzere,
bu tür soru, illetin sorulması ve bu soruya burhan ile cevap verilmesidir.
4) 'eyyü?
(hangi, hangisi?)' sözcüğüyle1 istenenler:
Bu kalıp ile, genel
hatlarıyla bilinen bir şeyin, kendisine karışan diğer şeylerden temyizi
(ayırım) istenir.
Mesela, "Ağaç
nedir?" sorusuna, "Ağaç bir cisimdir" diye cevap verilmesi
durumunda, "Hangi türden cisim?" diye yeni bir soru sorulması uygun
düşer. Hangi cisim sorusupa da "büyüyen, gelişen" diye karşılık
verilir.
Keyfe? (nasıl?), eyne?
(nerede?), meta? (ne zaman?) gibi soiu/kalıpları 'hel?' kalıbına dahildir.
Çünkü bütün bu kalıplarla istenen husus, 'varlığın sıfa-ti'dır.
İkinci Kanun: Tanım
yapan kişinin, zatî, arazî ve lâzimî sıfatlar arasındaki farkı iyi biliyor
olması gerekir. Bu, gizli ve derin olduğu için açıklanması lüzumludur. Bunun
için diyoruz ki; mana kendine vasıf olabilecek başka bir manaya nİsbet
edildiğinde, vasıflanana izafetle ya 'zatî' olarak bulunur ve buna 'sıfatu nefs
(Öz nitelik)' denir, ya 'ayrılmaz (lâzım)' olarak bulunur ve 'tâbi' adını alır,
ya da varlıkta ondan ayrılması düşünülebilen 'arız (ilinek)' olarak bulunur. Bu
nisbetin çok iyi kavranması gereklidir. Çünkü bu nisbet hem tanım hem de burhan
hususunda yararlıdır.
Zatî vasıf:
'Zatî (özsel)' sözü
ile bir şeyin mahiyetine (neliğine) ve hakikatine dahil olan ve mananın
anlaşılması kendisine bağlı olan şeyi kasdediyoruz. Mesela siyahlık için
'renklilik', at ve ağaç için 'cisimlik' böyledir. Ağacı anlayan kişi, Özel bir
cismi anlamış olur. Bu itibarla cisimlik, varlıkta kıvamını sağlayacak bir biçimde
ağaçlığın zatına dahildir. Akıl, bu cisimliğin olmayabil iri iğ İni varsayarsa,
ağaçlığın varlığı batıl olur. At için de aynı şey söz konusudur. Cisimliğin
zihinden çıktığı takdir edilirse, zihindeki ağaç ve at kavramları yok olur. Bu
durumda olan niteliklerin, şeyin tanımına dahil edilmesi gereklidir. Mesela
bitkiyi tanımlayan kişi, kuşkusuz 'bitki, büyüyüp gelişen bir cisim' demek
durumundadır.
Lâzım vasıf:
Lâzım (ayrılmaz)
nitelik zâttan ayrılamaz. Ama, şeyin hakikat ve mahiyetinin anlaşılması buna
bağlı değildir. Güneşin doğuşu anında atın, bitkinin ve ağacın gölgesinin
düşmesi böyledir. Bu, sürekli olan bir durum olup âdetlerin cereyan tarzlarını
'lüzum (sebep-sonuç ilişkisi)' olarak açıklayan ve buna inanan kimselere göre,
gölgenin düşmesinin, şeyin varlığından ayrılması düşünülemez. Bununla birlikte,
bu husus şeyin zatî özelliği değil, onun tâbi ve ayrılmaz bir niteliğidir.
Yani, şeyin hakikatim anlamak, bunun anlaşılmasına bağlı değildir. Zira,
gölgenin yere düşmesi olgusunu gözden kaçırmış olan kişi, bunu aklına getirmese
bile, atı ve bitkiyi, hatta bundan daha genel olan cismi anlayabilir.
Aynı şekilde
yaratılmış olma, yerin ayrılması düşünülemeyen bir niteliğidir. Fakat yerin
anlaşılması, onun mahluk olduğunun bilinmesine bağlı değildir. Yaratılmış
olduklarını henüz kavrayamamış olan kimse, yerin ve göğün hakikatini rj
141 kavrayabilir. Çünkü biz evvela
cismin hakikatini öğreniyor, daha sonra, onun yaratılmış olduğunu burhan
yoluyla araştırıp ortaya koyuyoruz. Cismi bilmeden yeri ve göğü bilmemiz
mümkün değildir. Arız vasıf:
Arız vasıf-ile de şey
ile sürekli birlikte bulunması zaruri olmayıp, ayrılması düşünülebilen niteliği
kasdediyoruz (ilinek, ilineksel nitelik). Bu ayrılma, utangaçlık kızarması
gibi, çabuk olabileceği gibi, altının sarılığı, gözün maviliği, zencinin
siyahlığı gibi yavaş da olabilir. Yerine göre, mesela gözün maviliğinde olduğu
gibi bu ilineksel nitelik dış dünyada şeyden ayrı görülemez ise de, fakat
vehimde bunun olmaması düşünebilir. Yerin yaratılmış olması ve kesif cismin
güneş ışığını engelleyici gölgeli bir şey olması ise, ayrılmaz birer nitelik
olup,
lynlmasi tasavvur
olunamaz.
Bu meseledeki bir çok
yanlış anlamaların bir kaynağı da, şeyden ayrılmalarının imkansızlığı
hususunda müşterek olmaları yüzünden 'öze tabi ayrılmazın (tâbi-lâztm)' 'zatî'
ile karıştınlmasıdır. Bu konunun derinlemesine incelemesinin, usûl ilmine bir
ilave yayılan bu mukaddime de yapılması mümkün değildir. Biz bunu
Mi'yar'ul-flın adlı kitabımızda uzun uzadıya ele aldık.
Zatî ile ayrılmaz
arasındaki farkı anladıysan, hakîkî tanımda sadece zatîleri belirtmelisin.
Bütün zatîleri belirtmelisin ki, şeyin hakikatinin ve mahiyetinin özü bunlar
sayesinde tasavvur edilebilsin.
Mahiyetten kastımız,
"Bu nedir?" sorusunun cevabında söylenmesi uygun düşen sözdür. Çünkü
"Bu nedir" diye soran kişi, şeyin hakikatim talep etmektedir.
Öyleyse, bunun cevabına zatî özelliklerden başkası girmez.
Zatî vasıf, biri
'genel' diğeri 'özel' olmak üzere İki kısma ayrılır. Genele 'cins', özele ise
'nevi (tür)' denir. Eğer 'genel zatî', kendisinden daha geneli bulunmayan bir
zatî ise buna 'cinslerin cinsi (cinsu'l-eenâs)' denir. Yine 'özel zatî'den daha
özel bir şey yoksa buna da 'türlerin türü (nev'u'1-envâ1)' denir. Bu,
mantıkçıların ıstılahıdır. Biz onların bu ıstılahını kabul ediyoruz. Çünkü
bunda bir zarar söz konusu değildir ve zaten bizim ilimlerimizde kullanılanlar
gibidir.
Örnek: Biz, cevher,
'cisim olan' ve 'cisim utmayan' kısımlarına; Cisim, 'büyüyen' ve 'büyümeyen'
kısımlarına; Büyüyen, 'canlı' ve 'cansız' kısımlarına; Canlı, 'akıllı' -ki bu
insandır- ve 'akılsız' kısımlarına ayrılır dediğimiz zaman, bu sözümüzdeki
'cevher', 'cinslerin cinsi' olur, çünkü ondan daha genel bir cins yoktur;
'İnsan' terimi ise 'türlerin türü' olur, çünkü ondan daha özel bir tür yoktur;
'büyüyen' ise, cisme izafetle 'tür'dür, çünkü o, cisimden daha özeldir. Fakat
canlıya izafetle 'cins'tir. Çünkü o, canlıdan daha geneldir. Aynı Şekilde
'canlı' da, daha genel büyüyen ile, daha özel insan arasında yer alır.
Denirse ki:
Cevherden daha genel
bir şey nasıl olmaz. Halbuki cevherin var olması cevherden daha geneldir.
Yine, insandan daha özel bir şey nasıl olmaz. Mesela; yaşlı, çocuk, uzun,
kısa, yazar, terzi gibi sözlerimiz insandan daha özeldir.
Deriz ki:
Biz bu ıstılahta, cins
sözü ile 'en genel olan'ı kastetmedik. Aksine, şey için zatî olan en geneli,
diğer bir ifadeyle, subutunun doğrulanması zihinde batıl olduğu takdirde, tanımlanan
ve tanımlananın hakikati batıl olacak ve akıl için anlaşılır olmaktan çıkacak
bir şekilde "bu nedir" sorusunun cevabına dahil olan en genel şeyi
kastettik. Bu ıstılaha göre, mevcut, mahiyete dahil değildir. Zira bunun batıl
olması, mahiyetin zihinden zail olmasını gerektirmez. Şöyle ki; Birisi
"üçgenin tanımı nedir" dese, ona, "üçgen, üç kenarın çevrelediği
şekildir" deriz. Yine "yedigen nedir" dese "yedigen, yedi
kenarın çevrelediği şekildir" deriz. Soruyu soran şahıs yedigenin alemde
aslen mevcut olduğunu bilmese bile, yedigenin tanımını anlar. Yedigenin alemde
mevcut olduğu bilgisinin olmaması, yedigenin hakikatini kavramayı zihninden
iptal etmez. Şayet soranın zihninden*bu şekil gidecek olursa, yedigen batıl
olur ve anlaşılır bir şey olmaktan çıkar.
Diğer yandan, insandan
daha özel olan, uzun, kısa, yaşlı, genç, yazar, beyaz, meslek sahibi vs. gibi
hususların hiçbiri mahiyete dahil değildir. Zira "bu nedir" sorusunun
cevabı, bunların değişmesiyle değişmez. Nitejtim -bir insan gösterilerek-
"bu nedir?" diye sorulursa "Bu, insandır" diye cevap
veririz. Bu insan, o sırada çocuk olsa ve daha sonra büyüse, veya kısa olup
daha sonra uzasa ve tekrar "bu nedir" diye sorulsa (bu kimdir diye
değil), yine aynı cevabı veririz.
Aynı şekilde, cinsî
münasebet esnasında erkeklik uzvundan çıkan şeye işaretle "bu
nedir?" diye sorulsa, "bu döldür" deriz. Bu döl, cenine dönüşüp,
bir çocuk olarak dünyaya geldiğinde "bu nedir" diye sorulsa, bu
takdirde cevap değişir. Artık ona döl denmeyip insan denir.
Yine, su ısıtıldığında
bu nedir diye sorulsa, tıpkı soğuk iken olduğu g*bi "bu sudur" deriz.
Bu su, ateşte iyice kaynatılmak suretiyle buhar ve hava haline dönüştüğünde
"bu nedir?" diye sorulsa cevab değişir.
Sıfatlar,
'değişmesiyle, mahiyet (nelik) sorusuna verilen cevabın değiştiği sıfatlar' ve
'değişmesiyle mahiyet sorusuna verilen cevabın değişmediği sıfatlar' olmak
üzere ikiye ayrılmaktadır. Şimdi biz, hakikî tanımda, mâhiyete dahil olan
şeyleri zikredelim; Lafzî tanım ve resmî tanım yapmak kolaydır. Zira bu tür
tanımı isteyen kişi, 'ukâr' sözcüğünü 'hamr' sözcüğü ile, 'ilim' sözcüğünü
'ma'rifet' sözcüğü ile veya arazî olan cami' mâni her hangi bir vasıfla
değiştirmekle yetinir. Asıl zor ve derin olan, hakikî tanımdır. Şeyin
mahiyetini ortaya koyan da zaten başkası değil budur.
Üçüncü Kanun:
Bir şeyin mahiyeti hakkında soru sorulursa ve sen onu hakîkî tanımla tanımlamak
istersen, üzerine düşen bazı görevler vardır. Bunlar yerine getirilmezse, tanım
hakîkî tanım olmaz. Eğer bu görevleri terketmişsen, biz bu tanımı 'resmî tanım'
veya 'lafzî tanım' olarak adlandırırız ve bu tanım şeyin hakikatini belirtici
olmaktan ve şeyin nefisteki anlamının özünü zihinde tasvir ediyor olmaktan
çıkar. Bu görevler şunlardır;
1) Tanımın, cins ve ayırımlar (fasıllar) gibi
parçalarını bir araya toplaman gerekir. Mesela, yerden biten bir şeye işaretle
"bu nedir?" diye sorulursa, "o, bir cisimdir" demen
gerekir. Ancak sadece cisim demekle yetinirsen, taş,'in da bir cisim olduğu
söylenerek bu cevabın boşa çıkarılır. Öyleyse "o cisimdir" sözüne bir
ilave yaparak "o büyüyen bir cisimdir" demen ve büyümeyen şeylerden
kaçınman gerekir. İşte bu kaçınmaya 'ayırım (fasl)' denir. Yani bu ayırımı
yapmakla tanımlananı diğer şeylerden ayırmış oluyorsun.
2) Şeyin
bütün zatî özelliklerini zikretmen gerekir. Bu zatî özellikler isterse
bin tane olsun, sözü
uzatıyorum diye endişelenmeden hepsini zikretmelisin. Fakat bunları söylerken,
daha genel olanı daha özel olandan önceye alman gerekir. Mesela bitkiyi
tanımlarkan "o büyüyendir cisimdir" değil, aksine "o, cisimdir
büyüyendir" demelisin. Eğer bu görevi terkedersen nazım bozulur ve
hakikat, karışık sözle zikredilmiş olmaktan kurtulamaz. Bununla birlikte bu
görevi terketti-ğinde kapılacağın inkar, birinci görevi terkettiğinde
karşılaşacağın inkardan daha
azdır
[1,16]
3) Yakın
cinsi bulduğun zaman, artık bunun yanında uzak cinsi zikretme. Aksi takdirde
tekrara düşmüş olursun. Mesela; 'sıvı içecek' dediğinde veya sadece uzak cinsi
belirttiğinde tanımı zihinden uzaklaştırın iş olursun. Şöyle ki, şarabın
tanımında "o, cisimdir, sarhoş edicidir ve üzümden elde edilmiştir (üzümden
elde edilmiş sarhoş edici cisimdir)" dersin ve aslında zatî, muttarid ve
mün'akis olanı zikretmiş olursun. Fakat bu tanım bozuktur ve şarabın
hakikatinin künhünü tasvire yetmez. Böyle demek yerine 'sarhoş edici sıvı*
deseydin, burada zikrettiğin cins (yani sıvı), cisimden daha yakın olurdu.
Bununla birlikte bu tanım da zayıftır. En doğrusu şöyle demendir: "o
sarhoş edici içecektir". Çünkü, 'içecek' sözü en yakın 'en özel'dir.
İçecek sözünden daha özel başka bir cins bulamazsın.
Cinsi zikrettikten
sonra 'ayınm'i (fasl) araştır. Çünkü içecek sözü, diğer içecekleri de içine
alır. Bu içeceğin zatî özelliklerini sıralamak suretiyle diğerlerinden
ayırmaya çalış. Eğer bu sana zor gelirse, ki bu, tanımların pek çoğunda aynı
şekilde zordur, bu takdirde, cinsi zikrettikten sonra ayrılmaz vasıflara geç ve
zikrettiğin ayrılmaz niteliklerin açık ve bilinen vasıflardan olmasına gayret
et. Çünkü, gizli vasıf bilinmez. Mesela "aslan nedir?" denilse, sen
de köpekten ayırde-dilmesi için 'ağzı kötü kokan (ebhar) yırtıcı hayvan' desen,
her nf kadar ağızın kötü kokulu olması aslanın özelliklerinden olsa da, bu
herkesçe bilinmeyen gizli bir özelliktir. Bunun yerine "Aslan, boynu kalın
yiğit hayvandır" dersen, bu ayrılmazlar ve ilinekler maksada daha
yakındır. Çünkü bunlar daha açık ve belirgindir. Kitaplarda gördüğün
tanımların pek çoğu resmî tanımdır. Çünkü hakikî tanım gerçekten zordur. Zatî
özelliklerden bir kısmını idrak gerçekten kolay, bir kısmını idrak ise zordur.
Hiç biri dışarıda kalmayacak şekilde bütün zatî özellikleri idrak zordur. Zatî
olan ile ayrılmaz olanı birbirinden ayırmak zordur. Daha genel olan vasıftan
önce, daha özel olandan başlamayacak biçimde tertibe riayet etmek zordur. En
yakın cinsî talep zordur. Bu yüzden belki de sen aslanı tarif ederken 'canavar'
sözcüğünü dahi hatırına getirmeden "o, yiğit bir hayvandır" dersin ve
böylece zorluğun bir çok nevini bir araya toplamış olursun. Resmî tanımların
en güzeli, en yakın cinsi ortaya konulan ve herkesçe bilinen meşhur
özelliklerle tamamlanan tanımdır.
4) Az
kullanılan, yabancı, uzak mecazlı ve kararsız müşterek sözcüklerden kaçınman
gerekir.
Gücün yettiğince, tanımın
kısa-özlü olmasına ve mümkün olduğunca, doğrudan delalet eden temel terimi
(el-lafzu'n-nass) bulmaya çalış. Eğer temel terimi bulmakta zorlanırsan ve
istiareye başvurmak zorunda kalırsan, maksada en uygun olan istiareyi araştır
ve maksadını da soruyu sorana belirt. Her makul şeyin, kendisinden haber vermek
üzere konulmuş sarih bir ibaresi vardır (yoktur!). Bir kimse, tanımı uzatsa,
istiare yapsa veya müşterek bir sözcük getirse ve maksadını net açıklama yoluyla
veya ipucu (karîne) ile belirtse, eğer bütün zatî özellikleri zikretmek
suretiyle şeyin hakikatini ortaya koymuşsa, artık onun bu yaptığını çok
görmemek ve onu kınamada aşın gitmemek gerekir. Çünkü amaç, şeyin hakikatinin
ortaya konmasıdır. Gerisi, tıpkı daha lezzeti hale gelmesi için yemeğe katılan
baharatlar gibi, süslemelerden ve güzelleştirmeden ibarettir. Ancak bilgiç geçinenler,
asıl amaca ulaşmaya yetersiz yapılarının as!î amaçtan araçlara, şekillere [I,
17] (resim) ve ikinci dereceden hususlara (tevabi) eğiliminden dolayı, bu gibi
tanımlara şiddetle karşı çıkarlar. Hatta bunlar, ilmin 'bilineni anlamak
(es-sikatü bi'l-ma'lum)? veya 'bilineni idrak etmek' şeklindeki tanımını da,
tanımda geçen 'sika' kelimesinin hem 'güvenme (emanet)' hem de 'anlama (fehm)'
manasına gelmesinden hareketle inkar etmişlerdir. Bu düpedüz budalalıktır.
Çünkü 'sika' kelimesi 'ma'lum' kelimesi ile birlikte zikredildiğinde onun
'anlamak' manasına geldiği belirginleşir.
Bir kimse rengi tarif
ederken "görme duyusuyla (ayn), şu ve şu şekilde algılanan şeydir"
dese, tanımda geçen 'ayn' teriminin 'terazi', 'güneş' ve 'görme duyusu'
arasında müşterek olduğu ileri sürülerek söz konusu tanıma karşı çıkılamaz.
Çünkü tanımdaki 'duyu' karinesi, diğer ihtimalleri bertaraf etmekte ve
kas-dedilenin göz olduğunu ortaya koymaktadır. Böylece sorunun amacı olan
anlaşılır kılma (tefhim) sağlanmış olur.
Kısaca, hakîkî tanımda
terim bizzat amaç değildir. Terim yalnızca, ibarelerin etrafında dönüp duran ve
bundan doyayı da ibarelere düşkün olan ve sürekli olarak ibarelere itiraz eden
şekilci (mürtesİm) açısından bizzat amaçtır.
Dördüncü Kanun:
Tanımı elde etme metodu
Bilesin ki; tanım
burhanla hasıl olmaz. Bu bakımdan biz şarabı tanımlarken "şarap, sarhoş
edici içecektir" dediğimizde, bize 'niçin' denilse, buna burhan getirmek
imkansızdır. Eğer karşımızda bir hasım yoksa ve biz şarabın ne olduğunu
öğrenmek istiyorsak, onu burhan ile nasıl talep ederiz. Bizim, 'Şarap, sarhoş
edici içecektir' sözümüz, hüküm verileni (mahkum) 'şarap', hükmü 'sarhoş edici
içecek' olan bir önermeden ibaret olan bir davadır. Bu önerme eğer, vasıtasız
olarak biliniyorsa burhana gerek yoktur. Eğer bu önerme doğrudan bilinmiyor ve
bir orta terime (vasat), ki burhanın anlamı budur, yani vasıta talebine gerek duyuyorsa,
bu takdirde bu vasıtanın, hakkında hüküm verilen (mahkumun aleyh)
açı-sındansıhhati ve hükmün vasıta açısından sıhhati birer önerme olur. Bu
önermenin sıhhati nasıl bilinecektir? Bu da bir vasıtaya gerek duyacaksa sonu
gelmeyen aracıları çağrıştıracaktır. Eğer vasıta olmaksızın bir yerde
durulacaksa, bu yerde onun sıhhati ne ile bilinecektir? Bu bir kere işin
başında bir yöntem olarak alınsın.
Örnek:
İlmi tarif ederken,
'O, ma'rifcttir' dediğimizde, 'niçin' denilse, deriz ki; "Çünkü her ilim,
mesela, bir itikattır. Her itikat da bir ma'rifcttir. O halde her ilim
ma'rifcttir". Çünkü bu, ilerde geleceği üzere, burhan metodudur.
Eğer, "Siz niçin
'Her ilim bir itikattır' ve 'Her itikat bir ma'rifettir' diyorsunuz. Bu
durumda sual ikiye çıkmış olur ve böylece sonsuza kadar birbirini çağrıştırarak
sürüp gider" denilecek olursa, deriz ki; tam aksine, tartışmanın bir hasımla
birlikte olması durumunda takip edilecek yol, şöyle denilmesidir: Biz onun
sıhhatini onun hem muttarid hem de mün'akis olmasıyla gösterdik. Bu zaten hasmın
zorunlu olarak kabul ettiği bir şeydir. Bu şekildeki tanımın, şeyin hakikatinin
tamamını açıkladığı hususu ise, belki benimsenmeyip tartışılabilir.
Eğer hasım, kendi
aslına göre, bunun ittirad ve in'ikasma karşı çıkarsa, bu durumda biz ondan
kendi tanımını zikretmesini isteriz ve iki tanımdan birini diğeriyle mukabele
ederiz (karşılaştırırız). İkisi arasındaki eksiklik veya fazlalık yönünden
farklılığı belirtiriz. İki tanımın farklılık arzettiği niteliği, tesbit
ettikten sonra incelemeyi bu vasfa kaydırarak usûlüne göre onu ya ibtal veya
isbat ederiz.
Örnek:
Gasbedilmiş şey,
tazmin edilir,
Gasbedilmiş şeyin
doğurduğu da gasbedilmiş olur,
O halde, gasbedilmiş
şeyin doğurduğu da tazmin edilir, dediöjmizde, onlar, biz, "gasbedilmiş şeyin
doğurduğunun da gasbedilmiş olacağım" kabul etmiyoruz diyebilirler. Biz
onlara gasbın tanımının, 'mütecaviz bir elin, başkasının malı üzerinde isbatf
olduğunu ve bu durumun fiilen mevcut olduğunu söyleriz. Belki, elin mütecaviz
oluşuna ve isbat sayılısına da karşı çıkilabilîr. Buna karşılık biz, bunun
sabit olduğunu, flkat bunun bizim amacımızın dışında kaldığını söyleriz. „
Belki hasım, "Biz
bu durumun, gaspedilenin doğurduğu şey hakkında da mevcut olduğunu kabul
edebiliriz. Fakat bunun, gasbın tanımı olduğunu kabul etmiyoruz"
diyebilir. İşte buna burhan getirmek mümkün değildir. Sadece, bunun muttarid
ve mün'akis olduğunu söyleyebiliriz ve 'senin tanımın ne?' diye sorarız.
Aradaki farklılık noktasını görebilmemiz için hasmın, kendi tanımını zikretmesi
gerekir.
Bunun üzerine hasım,
gasbı 'Hak sahibi olan eli ibtal ve izale edici elin isba-tı' şeklinde
tanımlar. Biz de, "sen bir vasıf daha, ki bu izale vasfıdır, ilave
ettin" deriz ve hemen hasmın, bu vasıf olmaksızın gasbın subutunu kabul
etmesini takdir etmemizin mümkün olup olmadığına bakarız. Eğer bunu takdir
edebil i yorsak, söz konusu ziyadenin kaldırılabilir olduğu ortaya çıkar. Şöyle
ki; Gasbedilmiş malı, gasıbtan gasbeden kişi, doğrudan malike karşı tazmin
yükümlülüğü altına girmiş olmaktadır. Böylece ilk gasp sebebiyle zaten zail
olmuş bulunan haklı eli izale etmeksizin iblal edici el (ikinci gasp) isbat
edilmiş olur.
İşte münazaracı ile
yapılan tartışmanın kesilme metodu budur. Ancak kendi kendine inceleme yapan
için. şeyin hakikati belirgin hale gelmişse ve kendi mezhebine göre belirgin
hale gelen hususa delalet eden (erim netleşmişçe, bü kişi tanımı bulmuş
demektir. Artık kendi nefsine karşı direnmesin.
Beşinci Kanun:
Tanımlara eksikliğin (halel) giriş yerleri: Tanımlara üç yönden eksiklik
girebilir;
1) Cins
yönünden
2) Fasıl
(ayırım) yönünden
3) İkisi
arasındaki ortak bir durum yönünden.
1) Cins
yönünden giren eksiklik:
Cins yönünden giren
eksiklik, tanımda cins yerine faslın alınmasıdır. Mesela 'aşk'ın tanımında
'sevginin aşırısı (ifrâtu'l-mahhabbe)' denmesi böyledir. Halbuki sevginin
aşırısı yerine, 'aşırı sevgi (el-mahabbetu'1-mufrita)1 denmesi gerekmektedir.
Burada aşırılık niteliği, sevgiyi diğer sevgi türlerinden ayırmaktadır.
Mahallin cins yerine
alınması da bu kabildendir. Mesela sandalyeyi tanımlarken 'üzerine oturulan
ağaç' denmesi, kılıcı tanımlarken 'kesmeye yarayan demir' denmesi böyledir.
Doğrusu kılıcın tanımında 'demirden yapılmış, eni şöyle olan, şu şekilde
kesmeye yarayan, uzun sınaî alet' denilmesidir. Buna göre, 'alet' sözü cins,
demir sözü ise cins değil, şeklin (suretin) mahallidir.
Bundan daha da uzağı,
cins yerine şu anda mevcut olmadığı halde, önceden mevcut olan şeyin
alınmasıdır. Mesela kül için, 'yanmış ağaç', çocuk için 'dönüşmeler geçirmiş
döl' demek böyledir. Aslında demir şu anda kılıçta vardır fakat döl ve ağaç
şu. anda çocuk ve külde mevcut değildir.
Cüzün cins yerine
alınması da bu kabildendir. Nitekim, on sayısının tarifinde "O, beş artı
beştir" denilmesi de böyledir.
Güç'ün güç yetirilmiş
olan (makdur) yerine konulması da bu kabildendir. Mesela İffetlinin tanımında
'İffelli, şehevî lezzetlerden kaçınma hususunda güçlü olan' denilir. Bu bozuk
bir tanımdır. Doğrusu, 'İffetli, şehevî lezzetleri terkeden' denilmesidir. Aksi
takdirde fasık da, bunları terketmediği halde terketmeye karşı güçlü olduğu
için iffetli tanımına girmiş olur.
Zatî olmayan ayrılmaz
niteliklerin cins yerine konulması da böyledir. Mesela yerin veya güneşin
tanımında, *bir' ve *var' denilmesi böyledir
Nev'in cins yerine
konması da bu kabildendir. Mesela "Şer, insanlara zulmetmektir"
denilmesi böyledir. Halbuki zulüm, şerrin bir çeşididir.
2) Fasıl
yönünden giren eksiklik:
Fasıl (ayırım)
yönünden giren eksiklik, ihtiraz hususunda ayrılmaz ve ârîzi vasılların, zatî
vasıflar yerine alınması ve bütün fasılların zikredilmemesidir.
3) Her ikisi
arasındaki ortak bir durum yönünden giren eksiklik: a) Bir şeyi, kendisinden
daha kapalı hir şeyle tanımlamak.
Mesela 'sonradan
olan'ı (hadis)', 'gücün iliştiği şey' [asıl nüshada silik, bu ifade tahminen
yazıldı] olarak tanımlamak böyledir. [I,
19]
b) Bİr şeyi,
kapalılık açısından kendisine eşit bir şeyle tanımlamak.
Mesela bilgiyi,
'bilinen şey' veya 'sayesinde kişinin alim olduğu şey* diye tanımlamak böyledir.
e) Zıddı,
zıt ile tanımlamak
Mesela bilgiyi 'zan
olmayan ve cehalet olmayan şey' şeklinde tarif etmek böyledir. Bütün zıtlar
açısından durum böyledir. Çiftin tanımı yapılırken, 'tek olmayan' denilince,
tek'i tanımlarken de 'çift olmayan' denilebilir. Böylece kısır döngüye girilmiş
olur ve hiç bir açıklama gerçekleşmez.
d) Bağlantı
bakımından birbirine denk oldukları halde, aralarında bağlantı (izafet) bulunan
iki şeyi birbirine dayandırarak tanımlamak
Mesela babayı 'çocuğu
olan' diye tanımlayan, çocuğu de 'babası olan' diye tanımlayabilir. Ancak
doğrusu, babayı 'nutfesinden kendi türünden başka bir canlı doğan canlı' diye
tanımlamaktır. Bu böyle olduğu için babadır. Yoksa tanım yaparken babayı oğula
havale etmek doğru değildir. Çünkü Wlinmezlik ve bilinirlikte ikisi birbirinin
mülazimidir.
e) Her ne
kadar, ma'lûl tanımlanırken tanımda illete yer vermek gerekli ise de, illetin
tanımında ma'lûle yer vermek uygun değildir. Mesela güneşi tanımlarken
'gündüzün doğan yıldızdır' denirse, 'gündüzün tanımı nedir?' diye sorulur. Ve
bu defa da sahih tanım istiyorsa 'Gündüz, güneşin doğuşundan batışına kadar
olan süredir' demesi gerekir. Bunun pek çok benzer örneği vardır. Ancak hepsini
buraya toplamak mümkün değildir.
Altıncı Kanun:
Kendisinde bileşİklik bulunmayan anlamın (ma'nâ) tanımı, ancak sözcüğü
şerhetme' veya resmetme yoluyla yapılabilir. Böyle bîr anlamın hakiki tanımı
yapılamaz.
örnek olarak tekil bir
anlam olan 'var (mevcut)' sözcüğünü ele alalım; Sana "Var'ın tanımı
nedir?" denilse, sen en fazla "O, şeydir" ya da "O, sabit
olandır" diyebilirsin. Ve böylece de, bir ismi, kendisine muradif olan bir
ismin yerine koymuş olursun. Oysa ki bazen, anlatma açısından bu ikisi
birbirine denk olabileceği gibi, bunlardan biri dildeki konumu bakımından
diğerinden daha kapalı bir isim olabilir.
Mesela "Ukâr
nedir?" diye sorana "O, hamrdir" demek veya "Gazanfer nedir?"
diye sorana '"O aslandır" demek böyledir. Bu şekildeki anlatım ancak
cevapta zikredilen ismin, soruda zikredilen isimden daha meşhur olması ve
sözcüğü şerhediyor olması şartıyla güzel olur. Aksi takdirde, aslanın zatını
genel hatlarıyla öğrenmek isteyenin aklında bu mefhumun netleşebilmesi için
ayrıca "Aslan, şu şu sıfatları olan yırtıcı hayvandır" demek
gerekir. Müteradif sözcüklerin tekrarı edilmesi bunun yerini tutmaz.
Mevcudun tanımında
"O, bilinendir" ya da "O, zikredilendir" diyerek onu,
*yok'u dışarıda bırakacağın bir kayıtla kayıtlasan, onun ikinci dereceden
(tevabî) ve ayrılmaz niteliklerinden birini zikretmiş olursun. Yaptığın bu
tanım da, hakîkî bir tanım olmayıp, zatı ortaya çıkarmayan resmî bir tanım
olur. Öyleyse 'var'ın bir tanımı yoktur. Çünkü var, her açıklamanın mebdeidir,
böyle olan bir şey kendi nefsinde nasıl açıklanacaktır! Ancak, biz teki!
anlamın hakikî tanımının olmadığını söylemiştik. Çünkü, "Bir şeyin tanımı
nedir" diye soranın sözünün anlamı, "Bu evin tanımı nedir"
diyenin sözünün anlamına yakındır. Halbuki evin, tanımın dayanıp duracağı
birçok sayıda yönü vardır. Evin tanımlanması, onu kuşatan ve çevreleyen
değişik birçok yönü zikretmek suretiyle otur.
Birisi,
"Siyahlığın tanımı nedir?" dese, sanki, bununla anlamlan ve bİraraya
[I, 20] gelmek suretiyle sİyahjn hakikatim tamamlayan hakikatleri İstiyormuş
gibi olur. Çünkü siyahlık; siyahlık, renk, mevcud, araz, görülen, bilinen,
zikredilen, tek, çok, parlak, berrak, bulanık vs. gibi vasıflardır. Bu
vasıflardan bazıları ilineksel olup yok olabilir. Bir kısmı ise, zatî vasıf
olmamakla birlikte, 'bilinen', 'tek*, 'çok' olması gibi ayrılmaz vasıflar olup
kaybolmazlar. Diğer bir kısım vasıfları ise 'zâtî'dir. Bu vasıflar anlaşılmadan
siyahlığın anlaşılması tasavvur olunamaz. Mesela renk olması böyledir. Renk
anlaşılmadan siyahlık anlaşılamaz.
Tanımı talep eden,
sanki şöyle söylemiş gibi olur: "İlineklere değinİlmeksi-zin bu müteaddid
manaların toparlanabilmesi, daha genel ile başlayıp, daha özelle bitirmenin
nctleşebilmesi için siyahlığın hakikatinin sınırları kaç anlama ulaşır?".
Hatta belki de, ilineksel vasıflar yanında, ayrılmaz vasıflara da
değinilme-yerek, yalnızca zatî özellikleri talep edilebilir. Zaten eğer anlam,
'var' gibi müteaddid zatî özelliklerden oluşmuş değilse, onun tanımlanması
nasıl tasavvur olunacaktır! Bu şey hakkındaki soru, âlemi 'küre' takdir ederek
"kürenin tanımı ne-dİr" demek gibidir. Alemin tanımı, evin sınırları
örneğine göre nasıl zikredilecektir. Çünkü âlemin sınırları yoktur. Bunun
tanımı, kesitini söylemekten ibarettir ve onun kesiti, dış yüzeyidir. Bu da
değişik yüzeyler değil benzer (müteşabih) tek yüzeydir. Sınırlarından biri
şuraya, bir diğeri şuraya kadar uzanır denecek tarzda değişik yüzeyleri yoktur.
Duyularla
algılanabilen bu örnek, her ne kadar amaçtan uzak ise de, söylenen sözün
amacını anlatabilir. Benim, "Siyahlık, 'renkli oluş' ve 'siyah oluş' manasından
terkip edilmiş olup, renkli oluş 'cins', siyah oluş 'nevi'dir" sözümden,
siyah içerisinde birbirine zıt ve birbirinden üstün müteaddid zatlar olduğu
anlaşılmaz. Bu itibarla, "siyahlık, bir rcnklu" ve bir
siyahlıktır" denıiyesin. Aksine "Bizatihi bu rengin rengi
siyahlıktır" diyebilirsin,. Bu takdirde siyahlığın anlamı terkip edilmiş
ve akıl için teaddüt etmiş olur. Bunun sonucunda mesela siyahlık hiç hatırına
gelmese dahi akıl. 'renkli oluş'u mutlak olarak kavrar, daha sonra, 'siyahlıktı
anlar. Akıl, zihinde ayrıntılarını inkar edemediği bununla birlikte, varolma
hususunda ayrıntılarına inanamadığı artı (zait) bir hususu nasıl anlayabilir!
'Durum'u (hâl) inkar
eden birinin 'şey'i tarif edebileceği asla zannedilmesin. Mülekellimler renkli
oluşu 'hâl' olarak isimlendirirler. Çünkü 'hal'i İnkar eden kişi, cinsi
zikredip bununla yetinse, yaptığı tanım batıl olur. İhtiraz amacıyla zait bir
şey zikretse, ona "Bu ziyade ya öncekinin aynısıdır, ya da ondan başka bir
şeydir. Eğer aynı ise. bu bir tekrardır. Bu ziyadeye gerek yoktur, at gitsin.
Eğer aynısı değil, başka bir şey ise, bu takdirde iki hususu kabul etmiş
olursun" denilir. Mesela cevheri tanımlarken "Cevher, mevcud
olandır" dese, bu tanım, 'araz'ın da varolduğu söylenerek boşa çıkarılır.
Eğer tanıma 'boşlukta yer kaplayan' niteliğini eklese, ona "Senin
'boşlukta yer kaplayan' sözünün mefhumu, 'mevcud' sözünden ya başkadır ya da
onun aynısıdır. Eğer onun aynısı ise, yaptığın tanım "Mevcut
mevcuddur" şeklinde olmuş olur. Sözcüğün müteradifini söylemek, aynı
sözcüğü tekrarlamak gibidir. O halde tanım, yine, araz sebebiyle batıl olur.
Eğer, 'boşlukta yer kaplayan' sözünün anlamı, 'mevcut'tan başka ise, yani
'mevcud' sözünle giderilememiş olan çelişki, 'boşlukta yer kaplayan' sözünle
giderilmiş olabiliyorsa, bu, söz ile değil mana ile olan bir başkalıktır. Bu
itibarla, mananın akılda başkalaştığını (teğayür) itiraf etmek gerekir'» Amaç,
tekilin hakikî tanımının yapılamayacağını, ancak lafzî veya resmî tanımının
yapılabileceğini göstermektir. Mesela mevcud'un lafzî tanımı 'şey', resmî
tanımı ise, 'yaratıcı ve yaratılan, güç yetiren ve güç yetirilen, tek ve çok,
kadîm ve hadis, baki ve fani, gibi mevcudun ayrılmaz ve tali niteliklerine
(tevabi) ayrılabilen' denile-rek yapılır. Bütün bunlar mevcudun zatından haber
vermeyip, onunla sürekli birlikte bulunan ayrılmaz ve tâbi niteliklerinden
haber verir.
Bilesin ki; bileşiği,
tek tek zatîlerini zikrederek tanımladığında, bu teklerin tanımının ne olduğu
sorusu yöneltilir.
Sana "Ağacın
tanımı nedir" denilse, sen de, "Ağaç, gövdesi üzerinde duran bir
bitkidir" desen, bu defa sana "Bitkinin tanımı nedir" denir.
Sen, "Bitki, büyüyen bir cisimdir" dersin. Bu defa sana,
"Cismin tanımı nedir" denilir. Sen, "Uygun olarak bir araya
gelmiş cevherdir" ya da "enli, uzun, derin (üç boyutlu) bir cevherdir"dersin.
Bu defa, "Cevherin tanımı nedir" diye sorulur ve sorular uzayıp
gider.
İçinde müfredler
bulunan her bireşiğin (müellef, bir araya getirilmiş) bir hakikati vardır ve
onun hakikati de, fertlerden oluşur. Bunun sonsuza kadar uzayıp gideceği
zannedilmesin. Bu, aklın tanıdığı fertlerde durur, daha ileriye uzamaz.
Duyu (His), evvelî bir
ma'rifet olup, tanım kalıbıyla aranmaya ihtiyacı yoktur. Bu yönüyle his,
tasdikî bilgilerden ayrılır. Çünkü tasdîkî bilgiler, kendileri için ikame
edilecek burhan ile talep edilirler.
Her burhan, iki
öncülden düzenlenmiş olup, ayrıca her öncül için, yine iki Öncülden oluşan bir
burhan gereklidir. Bu durum, evvelî bilgiye (evveliyyât) varıncaya kadar devam
eder. Tıpkı bilgilerde (ulûm) evveliyyât olduğu gibi, marifetlerde (maârif) de
evveliyyât vardır. Evvelî bilgilerin tanımlarını isteyen, terimin hakikatini
değil, terimin şerhedilmesinİ talep eder. Zira hakikat, tıpkı varolmanın
(vücud) hakikatinin akılda sabit olması gibi, ilk fıtrat ile akılda sabit olarak
bulunur. Buna rağmen hakikati isteyen, tıpkı ikinin birden çok olduğuna dair
burhan isteyen gibi, inatçıdır (muanid).
Bizim kanunlarla
ilgili olarak söylemek istediklerimiz bunlardır.[32]
Biz Mi'yânı'l'lfm ve
Mihakkıt'n-Nazar adlı kitaplarımızda hu hususa ilişkin pek çok Örnek verdik.
Burada sadece,
tanım'ın tanımını, ilmin tanımını ve vacib'İn tanımını vermekle yetineceğiz.
Bu kelam yöntemi, usûl ilmine sokuşturulmuş olduğu için, bunun burada
derinlemesine İncelenmesi uygun değildir.
Bilginler, tanımın
tanımında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, "şeyin tanımı, onun hakikati ve
zatıdır" derken kimileri, "şeyin tanımı onun manasını 'câmî ve mâni
bir şekilde' açıklayan terimdir" demiş, kimileri de "bu mesele
tartışmalıdır (hilâfî)" diyerek, iki tanımdan birinin diğerinden üstün
olduğunu isbatlamaya çalışmışlardır. Bak! Bu üçüncü düşüncenin sahibinin aklı
nasıl şaşmıştır! Bu adam daha, ihtilafın, daha önce bir nokta etrafında toplanılmasından
(tevârüd) sonra tasavvur edilebileceğini bilmiyor. Halbuki ilk iki tanımın
sahipleri, hiç bir zaman bir nokta etrafında toplanmış olmayıp, aksine
birbirine uzak ve aykırı noktalardan hareket etmişlerdir. Bu yanılgının
kaynağı, ilerde zikredileceği üzere, 'müşterek ismi' tanımamaktır. Şöyleki
"ayn" kelimesinin "görme yoluyla renkleri algılayan organ"
şeklindeki tanımı, hiç bir şekilde onun "en değerli para olan madeni
cevher" şeklindeki tanımına, hatta birincinin hakikatine tamamen zıt başka
bir tanıma aykırı değildir. Bu iki husus, sadece "ayn" isminde
müşterektirler. Bu hususu çok iyi anlamalısın. Zira bu çok yararlı bir
kanundur.
"Peki tanımın
tanımı hususunda, sence doğru olan tanım hangisidir?" diyecek olursan,
derim ki; manaları terimlerden çıkarmaya uğraşan ki§i boşuna uğraşmış olur.
Böyleleri tıpkı, batıyı ararken batıya sırtını dönen kişi gibidir. Önce anlamlan
aklında tesbit edip, sonra bu anlamlan terimlere yükleyen kimse doğru yoldadır.
Öyleyse biz önce anlamlan teshil etmek, durumundayız. Bunun için diyoruz ki:
Şeyin varlık açısından dört mertebesi vardır:
1) Şeyin
kendi nefsindeki hakikati
[I, 22]
2) Şeyin
hakikatinin örneğinin (misal) zihinde sabit olması ki buna 'bilgi (ilim,
bilme)' denmektedir.
3) Şeye
delalet eden harfler ile bir sesin oluşturulması. Bu, zihinde olan misale
delalet eden ibaredir.
4) Görme
duyusuyla algılanan ve söze (lafız) delalet eden işaretlerin (rukûm)
oluşturulması ki bu da yazıdır.
Yazı, söze delalet
etmesi sebebiyle, söze tâbîdir; Söz, bilgiye delalet ettiği için, bilgiye
tabidir. Bilgi de, bilinenden sonra gelir. Çünkü bilgi, bilinene uygun ve
onunla örtüşük (mutabık) olur.
Bu dört husus,
birbiriyle örtüşük ve muvazidir. Ancak ilk ikisi, asırlara ve milletlere göre
değişmeyen hakiki varlıktır. Son ikisi yani söz ve yazı ise, zamanlara ve
milletlere göre değişir. Çünkü bu ikisi seçip benimseme yoluyla konulmaktadır.
Şu kadar ki, oluşturulan bu konuluşiar (evdâT) biçimleri yönüyle birbirinden
farklı olsalar da, kendileriyle 'hakikate mutabık olma'nın kasdedilmesi yönüyle
müttefiktirler.
Tanım anlamında
kullanılan 'hadd' kelimesinin, başlangıçta engelleme, mani olma anlamında
kullanıldığı bilinen hususdur. Daha sonraları ise, aynı kelime, "engelleme"
anlamında müştereklikleri sebebiyle, bu anlamlarda İstiare yoluyla
kullanılmıştır.
Şimdi de had
kelimesindeki engelleme anlamının yukarıda 'şeyin varlık dereceleri' olarak
sayılan dört maddede bulunup bulunmadığına bakalım.
Birinci maddede geçen
'hakikat' kavramına baktığında hakikatin, şeye özel ve sadece ona münhasır
olduğundan kuşku duymazsın. Çünkü her bir şeyin hakikati, kendi dışında olan
bir şeye değil, kendisine ait bir özelliktir. Bu yönüyle hakikat, 'câmî ve
mâni"dir. Yani, 'kendine ait özellikleri toplayan, kendine ait olmayan
özellikleri ise dişarda bırakarak kendisinden sayılmasına engel olan'dır.
Hakikatin zihinde oluşan misaline, ki bu bilgidir, baktığın zaman onun da böyle
olduğunu görürsün. Çünkü bu misal, 'engelleyici (mâni') hakikat'e mutabıktır.
Mutabakat ise, engelleme hususunda da ortaklaşalığı gerektirir.
Bilgiyi dışarıya
yansıtan 'ibare'ye baktığın zaman, aynı şekilde onun da 'hasredici' olduğunu
görürsün. Çünkü ibare, hakikate mutabık olan bilgiye mutabıktır. Mutabıka
mutabık olan da mutabıktır.
Yazıya baktığın zaman,
onun "hakikate mutabık olan ilime mutabık olan söze mutabık' olduğunu
görürsün. Bu suretle, yazı hakikate mutabık olmaktadır.
Böylece, bu dört şeyin
hepsinde engelleme {men') anlamının bulunduğunu görmüş oldun. Ancak, âdet,
tanımın 'yazı' ve 'ilim' için kullanılması yönünde. cereyan etmemiş,
"hakikat' ve 'söz/sözcük' arasında müşterek kalmıştır. İki hakikat
arasında müşterek olan her sözcük için, birbirinden farklı iki tanımın bulunması
gerekir. Nitekim, "ayn" sözcüğü böyledir. Yani böylesi sözcükler, bir
kaç anlam hususunda müşterek olduğu için ayrı ayn tanımlanması gerekir. Buna göre,
şeyin kendisine ıtlak edildiğinde tanımın tanımı, 'şeyin hakikati ve zatı'
olur. İkinci kullanışa göre ise, tanımın tanımı 'câmî ve mâm söz' olur. Bununla
birlikte, 'lafzı', 'resmî' ve 'hakîkî' tanımlardan bahsederken belirttiğimiz
gibi, bunu söze ıtlak edenlerin ıstılahları da birbirinden farklıdır.
Mevcuda 'şey', ilme
'ma'rifet' ve harekete de 'yer değiştirme' denmesinde olduğu gibi, sözcüğün
tekrarlanabileceği kanaatinde olanlara göre, tanımın tanımı şöyledir;
"Bir sözcüğü, cami ve mani olmak kaydıyla, soran açısından daha açık ve
anlaşılır başka bir sözcükle değiştirmektir".
Resmî tanımları
benimseyenlere göre ise tanımın tanımı; "Bir şeyi başka şeylerden muttarid
ve münakis olarak ayırabilecek bir şekilde, zatî veya ayrılmaz niteliklerini
sayarak açıklayan söz'1 şeklindedir.
Tanımı sadece hakiki
tanımı ifade için kullananlara göre ise, tanımın tanımı; "şeyin
mahiyetinin tamamına delalet eden ve bu hususta tard ve aksin zikredilmesine
ihtiyaç duymayan söz"dür. Çünkü bunlar zaruri olarak mahiyete tabi oldukları
için ayrıca ayrılmaz ve ilineksel niteliklerin belirtilmesine gerek yoktur.
Çünkü bunlar, mahiyete delalet etmezler. Mahiyete delalet eden ise sadece zatî
özelliklerdir.
Buraya kadar verilen
bilgilerden 'had' isminin, tıpkı ayn isminin değişik anlamlarda müşterekliği
gibi, ıstılahlarda, "hakîkat", "terimin şerhedilmesi",
"ilineksel niteliklerin toplanması" ve "mâhiyete delalet"
arasında müşterek bir isim Tl 23] ocuğunu anlamış oldun. 'Ayn' sözcüğünün
farklı şeylere delalet etmesi gibi, bütün bunlar da birbirinden farklı dört
ayrı şeydir.
Şimdi sıra tanımlama
tekniğini Öğrenmeye geldi. Sana bir isim söylenerek, bunun tanımı istense,
bakacaksın, eğer bu isim müşterek bir isim ise, müşterek-likligin bulunduğu bir
kaç anlamı arayacaksın. Diyelim ki bu ismin müşterek olduğu anlamlar üç tane
ise, bunlar için üç ayrı tanım yapacaksın. Çünkü, hakikatler eğer değişiyorsa,
bunların tanımlarının da değişmesi gereklidir.
Mesela sana
"İnsan nedir?" diye sorulsa, hemen bir tek tanım yapıp bırakma
arzusunda olma. Çünkü, insan kelimesi bir kaç şey arasında müşterektir. Şöyle
ki, insan ismi, bir 'casus (ayn)' için kullanılabilir ve bunun bir tanımı
vardır; Tanınmış insan için kullanılabilir, bunun da ayrı bir tanımı vardır;
Ölmüş insan için kullanılabilir, bunun daha ayrı bir tanımı vardır. Mesela
'kesilmiş el'e de el denir, fakat bu isimlendirme, elin kesik olmaması
durumundaki isimlendirme gibi değildir. Çünkü el, kesilmemiş durumda iken,
kavrama, tutma aleti olması sebebiyle el olarak adlandırılmıştır. Halbuki,
kesildikten sonra ona yine el denmesi, şekil itibarıyla tutma aletinin şekline
benzedeği içindir. Böyle olduğu içindir ki, bir kaç defa kesilmek suretiyle
şeklini yitirdiği zaman artık ona el denemez. Yine, kesilen elin yerine
tahtadan veya taştan el yapılsa, şekil olarak benzediği için buna da el
denilir.
Yine sana "aklın
tanımı nedir" diye sorulsa, bir tek tanımla kestirip atma. Böyle yapmak
hafif akıllılık sayılır. Çünkü, 'akıl' ismi, bir kaç anlama gelen müşterek bir
isimdir. Nitekim akıl şu anlamlar için kullanılmaktadır;
a) Bazı
zaruri bilgiler anlamında.
b) İnsani
nazarî bilgileri kavramaya hazırlayan zihnî canlılık (garîze) anlamında.
c)
Tecrübeyle elde edilen bilgiler anlamında. Öyle ki tecrübelerin, bu yönüyle
eğitip olgunlaştırmadığı kişiye akıllı denmez.
d) Oturup kalkmasında, konuşmasında bir heybet,
vakar ve sekîne bulunan kişi anlamında. Bu anlamda olmak üzere, "fulan işi
akıllıdır" denir ve bununla onda bulunan sükûnet kasdedilir,
e) Ameli
ilimle birleştiren kişi anlamında. Bu yüzden bozguncu, son derece zeki olsa
bile ona akıllı denilemez. Mesela Haccâc'a akıllı denmez, aksine 'dâhi'
denebilir. Aynı şekilde kâfire, bütün tabu ve hendesî ilimleri ihata etmiş olsa
bile akıllı denmeyip 'fâdıl', 'dahî' veya 'zeki' denebilir.
Istılahlar değiştiği
zaman zaruri olarak tanımların da değişmesi gerekir. Mesela zikredilen bir kaç
anlamından birisi açısından aklın tanımı yapılırken, Kadı Ebubekir
el-Bâkıllânî'nin de dediği gibi, "akıl, mümkün şeylerin imkanını, imkansız
şeylerin imkansızlığını bilmek gibi, bazı zaruri bilgilerdir (ilim)"
denilebilir. Yine ikinci kullanımı itibariyle akıl, "ma'kûlatı
incelemeye/anlamaya yarayan garîze" olarak tanımlanabilir. Diğer
anlamların da kendine göre ayrı ayrı tanımları vardır.
Eğer dersen ki,
"Biz insanların tanımlar hususunda farklı görüşlere ayrıldıklarını
görüyoruz. Bu söz, neredeyse tanım konusunda görüş ayrılığının meydana
gelmesini imkansız kılmaktadır. Sen tanım hakkında görüş ayrılığına düşenlerin
akıllı olmadıkları görüşünde misin?"
Bilesin ki, tanım
hususunda ki ihtilaf iki yerde tasavvur olunabilir;
a)
Söz/sözcük, Allah Teâlâ'nın kitabı veya Peygamberinin Sünneti ya da imamlardan
birinin sözü gibi, ne kastedildiğinin anlaşılması amaçlanan bir yerde olursa,
bu sözcük müşterek olursa ve bunla'rdan sonra bu sözcükle kasdcdilenin ne
olduğu hususunda tartışma meydana gelmişse, bu durum sözü söyleyenin maksadını
tesbİt noktasında bir toplanma (tevarüd) meydana geldiğini ve bu toplanmadan
sonra farklı istikametlere aynlındığıni gösterir. Zaten farklı görüşlere
ayrılma, bîr noktadaki toplanmadan sonraki ayrılmadır. Yoksa ki, "Gökyüzü
ön-cesizdir" diyen ile "İnsan, davranışları hususunda baskı (cebr)
altındadır" diyen [I, 24] kişi arasında bir tartışma olmaz. Çünkü,
buradaki iki ayrı görüş tek noktadan hareketle ortaya çıkmış değildir.
Eğer, 'had (tanım)*
sözcüğü Allah Teâlâ'nın kitabında veya bir imamın kitabında bulunsa, bu sözcükle
kastedilenin ne olduğu hususu tartışılabilir ve bunun izahı, aklî inceleme
(nazar) tekniğinden değil, tefsir tekniğinden hareketle yapılır.
b) İhtilafın
muhakkak bir tarzda başka bir meselede olması ve tanımlanması istenen şeyin
İkinci bir İş olup, bunun tanımının her iki mezhebe göre aynı olmaması.
Böylesi bir durumda
tanım değişiklik arzeder. Nitekim, Mu'tezilî mezhebini benimseyen kişi, ilmi
'şeye, olduğu şekilde ilikat' olarak tanımlar. Biz şey sözcüğünün tanımda
zikredilmesine karşı çıkıyoruz. Çünkü bize göre 'yok', bilinen bir şey olduğu
halde 'şey' değildir. Başka bir meselede ki görüş ayrılığı da bu hadde kadar
gider.
Aynı şekilde bu kişi
"aklın tanımı, şu şu şekildeki bazı zaruri bilgilerdir" derken, aklı,
'insanı kurtlardan ve diğer hayvanlardan ayıran garizedir' diye tanımlayan
kişiye muhalefet etmiş olur. Çünkü ilk tanıma, bir garize sebebiyle gözün
ökçeden, insanın da, insanı akliyat hususunda inceleme araştırmaya hazırlayan
garize sebebiyle kurtlardan ayrıldığını inkar etmekte, fakat Allah Teâlâ'nın,
adeti, ilmi ökçede değil, kalpte, kurtlarda değil insanda, görmeyi Ökçede değil
gözde yaratma şeklinde İcra ettğini kabul etmektedir. Yoksa ki, sayesinde onu
kabule müsait hale gelinen garize ile temyizi için değil. Buna göre, tanını hususundaki
ihtilafın menşei, bu garizenin isbat venefyi hususundaki ihtilaf olmaktadır.
Bütün bunları, her ne
kadar imtihan biçiminde dile getirdiysek de, bunlar içerisine muhakkak surette
kanunlar mecrasına cari olacak şeyleri de dercettik.
İlmin tanımında
ihtilaf edilmiştir. Kimileri ilmi, 'marifet' olarak tanımlanmıştır. Bu tanım
lafzî bir tanım olup, eşanlamlısı zikredilmek suretiyle sözcük tekrar edilmiş
olduğu için, tanım türlerinin en zayıfıdır. Aslanın (esed) tanımında 'leys', ukâr'ın
tanımında 'hamr', jnevcudun tanımında 'şey*, hareketin tanımında 'yer
değiştirme* denilmesi böyledir. Mesela ilmin tanımında 'malumu, na-sıisa öyle
bilmek (ma'rifet)' demek, bu tanımı lafzî tanım olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu
tanım, uzatma ve tekrarlama hükmündedir. Çünkü marifet ancak bu durumda olan
bir şeye ıtlak edilir. Bu tıpkı, mevcudun tanımında 'Mevcut, sübu-tu ve varlığı
olan şey' demek gibidir. Bu da aynı şekilde uzatma olup, yapılan tanımı lafzî
olmaktan çıkarmaz. Ben bunun tanım olarak isimlendirilmesine mani oluyor
değilim. Çünkü tanım (had) sözcüğü, lügatte onu 'engelleme' türünden arzu
ettiği bir anlam için istiare etmek isteyen için serbesttir. Bu işlem, 'had'
sözcüğünün kendine göre, engelleyici bir sözcükten ibaret olması durumundadır.
Ancak eğer had sözcüğü, kendine göre, şeyin mahiyetini açıklayan ve şeyin hakikatinin
özünü soranın zihninde tasvir eden (şekillendiren) bir sözden ibaret ise, bu
kişi, 'ilim marifettir' şeklindeki ifadenin bir tanım olduğunu söylemekle kendine
haksızlık etmiş olur.
Kimileri de ilmi,
'bilmeye vasıta olan' ve 'zatın kendisiyle âlim olduğu şey' şeklinde
tanımlamışlardır. Fakat bu tanım, birinciden daha uzaktır. Çünkü bu tanım,
açıklamadan ve mahiyete delaletten yoksun olmak bakımından birinci tanıma eşittir.
Fakat birinci tanımda hiç değilse sözcüğün, iki sözcükten birinin soran
açısından diğerine göre daha meşhur olması nedeniyle şerh olduğu ve daha kapalı
olan sözcüğün, daha meşhur olan ile şerhedildiği tevehhüm edilebilecektir.
'Alim' ve 'Ya'lemu (bilir)'
sözcükleri, ilim sözcüğünden türemiştir. Masdarı anlamakta zorlanan kişi,
türemiş sözcük, kendisinden türetme yapılmış sözcükten daha kapalıyken, bu
masdardan türemiş olan sözcüğü nasıl anlayacaktır! Bu tıp- [^ 25] ki gümüşü 'kendisinden gümüş kaplar
yapılan şey' diye tanımlamak gibidir.
Kimileri de ilmi,
'kendisiyle muttasıf olan kişiye, fiili sağlam yapma (itkan ve ihkam) imkanı
veren vasıf şeklinde de tanımlamıştır. Bu husus, ilmin tanımında zikredilmesi
gerekli bir hususdur. Bu tanım resmi tanım olmaktadır. Bu tanım bir önceki
tanımdan, ilimden daha özel olması yönüyle daha uzaktır. Bu bölüm, sadece
"bazı bilgileri" içine almakta Allah'ı ve sıfatlarını bilmeyi dışarda
bırakmaktadır. Çünkü bununla fiilen itkan ve ihkam, mümkün hale gelmez. Fakat
bu tanım bir yönden bir öncekinden daha yakındır. Çünkü bu tanım, 'ilim, kendisiyle
bilinen' ve 'kişiyi âlim yapan şey' şeklindeki tanımların hilafına, bir şerh ve
beyan ifade edilmesi sebebiyle, zata yakın ve gerekli bir zikretmedir.
Eğer "Sana göre
ilmin tanımı nedir" dersen, bilesin ki, ilim;
a) 'Görme (ibsâr)' ve 'hissetmeye (ihsas)' itlak
edilebilen müşterek bir isim olup, buna göre bir tanımı vardır,
b) İlim,
'samimi nasihat (nahîl)'i ifade için kullanılır ve bu doğrultuda bir tanımı
vardır,
c) İlim, başka bir biçimde daha şerefli ve
yüksek bir yönden Allah'ın ilmi için kullanılır. Bununla sadece, mücerred umûm
sebebiyle olan bir şerefi kasdet-miyorum, aksine bizatihi ve hakikî şerefi
kasdediyorum. Çünkü Allahın ilmi, bütün tafsilatları kuşatan bir tek mana
olup, zatında tafsilat ve çeşitlilik (teaddüd) yoktur.
d) Bunlar yanında ilim, 'aklın idraki' için
kullanılır ki, burada açıklanması istenen budur. Belki, ilmi gerçek bir
biçimde, cins ve zâtrfaslı toplayan düzgün bir ibare ile tanımlamak zor
olabilir. Biz daha birçok sfiyin bu biçimde tansnîan-masının zor olduğunu
belirtmiştik. Hatta, duyularla algılanan pek çok hususunun
(elmüdrekâtu'1-hissiyye) tanımlanması da aynı şekilde zordur. Mesela 'misk'in
kokusunu veya balın tadını tanımlamak istesek, buna muktedir olamayız. Biz
eğer, idrak edilen şeylerin tanımından aciz kalıyorsak, idraklerin tanımından
daha da aciziz demektir. Fakat yine de biz, taksim ve misal yoluyla, ilmin
manasını şerhetmeye muktedir olabiliriz.
Taksim, bir şeyi
kendisiyle karışabilecek şeylerden temyiz etmektir. Mesela ilmin, irade, kudret
ve diğer nefis sıfatlarından ayrılma yönü kapalı değildir. İlim ancak
'itikâdât' ile karışabilir. Diğer yandan ilmin, şek ve zandan ayrılır yönü
kapalı değildir. Çünkü her ikisinde de kesinlik (cezm) yoktur. İlim ise,
kendisinde tereddüt ve tecviz olmayan kesin bir durumdan ibarettir.
Belki ilim, mukallidin
bir şeye olduğu gibi, basiret ile değil başkasından kapma yoluyla, tereddüt
etmeksizin kesin olarak itikad etmesi ile karıştırılabilir. Bu yüzdendir ki
Mutezile'ye kapalı kalmış ve hatta ilmin tanımında, "ilim, şeye nasılsa
Öyle (olduğu gibi) itikad etmektir" demişlerdir.
Mutezilenin bu tanımı
iki yönden hatalıdır.
a) İlim bize
göre, şey olmayan yok'a taalluk ettiği halde, şeyi tahsis etmiş olmaları,
b) Bu
itikad, kesinlikle âlim olmadığı halde mukallid için de söz konusudur. Nitekim
mukallidin, şeye, basiret yoluyla olmaksızın, olduğunun hilafına kesin olarak
itikad etmesi de tasavvur olunabilir. Mesela yahudi ve müşrikin itikadı böyledir.
Bu şekildeki itikat, şeye, kesin olarak ve aklına bundan başkasının da caiz
olabileceğini getirmeksizin sırf telkin ve kapma yoluyla itikadı tasavvur olunabilen
ve kendisinde tereddüt bulunmayan kesin bir karardır.
İlmin, itikaddan
ayrılma yönü ise, şudur:
İtikadın anlamı,
tereddütlü kişinin (şâkk) iki itikadından birisinin öne çıkma-[I, 26] sı °'UP'
kişi bu itikada, bunun zıddını hiç hatırına getirmeksizin ve bu zıddın nefise
girmesine imkan vermeksizin vakıf olmuştur. Tereddütlü kişi, "Alem hadis midir
yoksa değil midir" der, halbuki kanaati muayyenleşmiş kişi (mutekid) ise
"Alem hadistir" der ve kıdemin cevazına gönlünde yer vermeksizin bu
inanç üzerine devam eder. Diğer yandan cahil ise, "Alem kadimdir" der
ve bu kanaat üzerinde devam eder. İtikat, itikadın konusuna (mutekad) uygun
düşse bile, yine de özü itibariyle bir cahillik türü olup belki izafetle
cahillikten farklıdır. Msl. Zeyd'in evde olduğu inancında olan kişinin, Zeyd
evden çıkıncaya kadar bü inancını devam ettirdiği takdir edilecek olursa, bu
kişinin itikadı, özünde değişmeksi-zin önceden olduğu gibi kalır. Değişen,
sadece bu itikadın izafetidir. Çünkü bu kişi, itikat konusuna bir durumda
mutabık kalmış, bir durumda aykın düşmüştür.
Halbuki, malumun
değişmesine rağmen ilmin baki kalmasının takdiri imkansızdır. Çünkü ilim, keşf
ve inşirah, itikad ise kalp üzerindeki bir düğümdür (ukde). İlim de düğümlerin
çözülmesi olduğuna göre, ilim itikaddan farklıdır.
Bunun içindir ki, mutekid,
kendisini şüpheye sevkedebilecek birine (müşek-kik) kulak verecek olursa, kendi
inancının zıddına nefsinde bir yer bulacaktır. Alim ise, kendini tereddüde
düşürebilecek şüphelere kulak verse bile asla böyle bir duruma düşmez. Fakat,
bir şüphe işittiğinde, ya o anda ibarenin yardımı olmasa da şüpheyi çözüme kavuşturur
ya da ibare bu şüphenin çözümüne yardımcı olur. Yani alim, her halükârda,
mukallidin aksine, o şüphenin batıl olduğu hususunda hiç tereddüt etmez.
Bu taksim ve temyizden
sonra ilmin manası ve hakikati, tanımlama külfeti olmaksızın neredeyse nefiste
şekillenmiş olmaktadır.
Misal (tipleme) ise,
batınî basiretin açık gözle mukayese yoluyla bu misalin kavramını idrak
etmesidir. Zahir gözün, görünen şeyin şeklinin, tıpkı şekillerin aynaya
nakledildiğinin tevehhüm edilmesi gibi, gören insanın (insanu'1-ayn) 'görücü
kuvvet'inde (cl-kuvvctü'1-bâsıra) şekillenmesinden (intiba1) başka bir anlamı
yoktur. Aynı şekilde, göz. görülen şeylerin şekillerini alır yani, o şeylerin
kendilerini değil, onlara mutabık olan örneğini oraya nakşeder. Mesela, göze
nakşedilen, ateşin bizzat kendisi olmayıp, aksine, kendine uygun düşen
misalidir. Aynı şekilde aynada ateşin kendisi değil, misali görülür.
Aynı şekilde toprak
misalinde olduğu gibi, ma'kulatın şekilleri, oldukları şekilde akla
nakşedilir. Makulatın şekilleri derken bununla, onların hakikatlerini ve
mahiyetlerini kasdediyorum. İlim ise, aklın, makulatın biçimlerini (suret) ve
durumlarını kendi nefsine almasından ve bunların akıla nakşedilmesinden
ibarettir. Tıpkı, vehim itibariyle, suretlerin aynaya nakşedilmişinin
zannedilmesi gibi. Aynada üç şey vardır; demir, demirin cilası ve ayna
yansıyan (intiba) şekil. Aynı şekilde insanoğlunun cevheri aynanın demiri
gibi, aklı ise, insanın cevherinde ve nefsinde bulunan bir hey'et ve ğarizc
olup, insan bu ğarize sayesinde makulatı intiba için hazır hale gelir. Nasıl
ki ayna, cila ve ovallığı sayesinde şekilleri yansıtmaya hazır hale geliyorsa
insan da aklı ile makulatı yansıtmaya (intiba) hazır hale gelmektedir. Buna
göre, eşyanın misali olan biçimlerin, akıl aynasında husule gelmesi ilim olup,
bu biçimleri kabule hazırlayan garize ise 'akıl'dir. İnsanoğlunun, makulatın
hakikatlerini kabule hazırlayan bu garizeye mahsus hakikati demek olan nefis
de ayna gibidir.
Birinci taksim, ilmi,
iştibah yerlerinden koparır. Bu misal sana ilmin hakikatini anlatır.
Ma'kulatın hakikatlerinin 'akledici nefis'e nakşedilmesi durumu 'ilim' olarak
adlandırılır. Nasıl ki, gök, yer, ağaçlar ve nehirler, sanki aynada mevcut imiş
ve sanki aynalar bütün bunları içine almış gibi görünmeleri tasavvur [I, 27]
edildiği gibi, aynı şekilde 'el-hazretü'1-ilâhiyye'nin, bicümletiha
insanoğlunun nefsinde nakşedilmiş (intiba) olması aynen bu şekilde tasavvur
olunabilir, el-Hazretü'l-ilâhiyye, varlıkların cümlesinden ibarettir. Bu
varlıkların hepsi el-Haz-retii'l İlâhiyyc'dendir. Zira, vücudda Allah'tan ve
onun fiillerinden başka bir şey yoktur. Eğer onlar ademoğlunun nefsine
nakşedilirse, nefis, tıpkı bütün alem gibi olur. Çünkü nefis böylece, tasavvur
ve intiba olarak bütün alemi ihata etmiş olmaktadır. Bu durumda, aklı
yetmeyenler bunu 'hulul' zannedebilir ve tıpkı, şekli aynadaki bir durum olarak
zanneden kişi gibi olur. Halbuki bu yanılgıdır. Çünkü suret aynada değil, sanki
aynadaymış gibidir.
Fıkıh usulü ilmine bir
ilave olan bu mukaddimede, ilmin hakikatini şerh hususunda bu kadar bilgiyle
yetinmeyi uygun görüyoruz.
Alimler vacibin
tanımında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, vacibi, 'icâbın taalluk etliği şey*
olarak tanımlamıştır ki bu tanım, tıpkı ilmin, 'bilinen şey' olarak tanımlanması
gibi bozuk bir tanımdır.
Kim-İleri vacibi,
'yapılmasına sevap, yapılmamasına ceza verilen şey' olarak, kimileri,
'yapılmaması sebebiyle cc/.a gereken şey' olarak, kimileri, 'yapmamaya
azmetmenin caiz olmadığı şey' olarak, kimileri 'yapmaması sebebiyle mükellefin
asi olduğu şey' olarak, kimileri de "yapmayanın şer'an kınandığı şey'
olarak tanımlamışlardır.
Bu tanımların hemen
hepsi levazım ve tevâbî'e değinmektedir. Eğer sen vacibin hakikatına vakıf
olmak istiyorsan takip edeceğin yol, vacibe 'taksim' yoluyla ulaşmaktır. Biz
ilmin tanımında bu hususta açıklama yapmıştık.
Bilesin ki fıkıh
usûlünde vâcib, mahzur, mendûb, mekruh ve mubah olmak üzere beş tür sözcük
vardır. Sen sözcükleri bir kenara bırakır ve bakışını özellikle manaya
çevirirsen, vacibin müşterek bir isim olduğunu görürsün. Zira, nıütekel-lim
vacibi, mümteni' karşılığında kullanır ve "Allah'ın varlığı vacibdir"
der. Allah Teala, "Yanları yere düşünce" [Hacc. 22/36] demiştir.
Yine arapçada "Güneş kayboldu" anlamında olmak üzere "Veccbeti'ş-şems"
denilir. İşte vâcib teriminin bu anlamlardan her birine göre ayrı bir ibaresi
vardır. Burada istenen ise, fakihle-rin 'vacib' sözüyle neyi kastettikleridir.
Kuşkusuz bu sözcükler,
cevhere ulak edilmeyip araza ıtlak edilir, hatta bütün arazlara değil bunlar
arasından yalnızca fiilere, fiiller içerisinden de, hayvanların fillerine
değil, yalnızca mükelleflerin fiillerine ıtlak edilir. O halde sen fiilinin kısımlarına
bakacaksın. Fakat, fiilin güç yetirilebilir, hadis, bilinen, iktisab edilen ve
sonradan ortaya çıkarılmış olmak gibi yönlerine bakmayacaksın. Fiilin bütün bu
nisbetlere göre kısımları vardır. Zira fillerin ilinekleri ve ayrılmazları
çoktur. Şu anda bizim incelememiz gereken bunlar değil, vacib isminin, Şer'in
hitabına nisbelleri yönüyle fiiler hakkında kullanılmasıdır. Şimdi Şer'in
hitabına nisbelle fiilleri kısımlara ayıralım. Biliyoruz ki fiiller, delinin
fiili gibi, 'Şcr'in hitabının taalluk etmediği fiiler' ve 'Şer'in hitabının
taaluk ettiği fiiller' olmak üzere ikiye ayrılır. Serin hitabının taalluk
ettiği fiiller de kendi içerisinde şu kısımlara ayrılmaktadır.
a) Şer'in
hitabının, yönelme ve kaçınma arasında serbest bırakma ve eşitleme şeklinde
taalluk ettiği fiiller. Bu tür fiilere 'mubah' denir.
b) Yapılması
yapılmamasına ağır basan fiiller,
aa)
Terkcdilmesi halinde cezalandırma (ikab) olmadığı hissettirilen fiiller.
Bunlara 'mendûb' denir.
bb) Terki
halinde cezalandırma olacağı hissettirilen fiiller. Bunlara 'vâcib' denir.
Bazıları vâcib ismini,
terkedilmesi halinde cezalandırma olacağı 'zanni' ola- [^ 28] rak hissettirilen
fiillere tahsis etmişler, cezalandırma olacağı 'katT olarak hissettirilen
fiillere de 'farz' ismini vermişlerdir. Manalar bilindikten sonra, sözcükler
hususunda tartışma olmaz.
c)
Terkedilmesi yapılmasına ağır basan fiiller
aa) Yapılması
durumunda cezalandırma olmayacağı hissettirilen fiiller. Bunlara 'mekruh'
denir. Bu tür fiillerin bazılarının yapılmasına dünyada ikap verileceği
hissettirilmiş olabilir. Mesela Hz. Peygamberin, "ikindiden sonra uyuyup
da hiç farkında olmadan aklı soyulup alınan kimse, artık, sadece kendisini
kınasın" sözü böyledir.[33]
bb) Yapılmasına
ahirette ceza verileceği hissettirilen fiiller. Bunlara 'mahzur', 'haram' ve
'masiyet' denir.
Yukarıdaki
açıklamalarda geçen bazı sözlerin anlamına da burada işaret edelim;
'Hissettirilen'
sözünün anlamı, sarih hitabdan bir delalet ile veya karine ile veya istinbat
edilmiş bir anlam ile veya fiil ile veya işaret ile bilinen demektir.
Hissettirme (iş'âr), bütün idrak kaynaklarını (medarik) içine alır.
'Kendisine ceza
verilen' sözünün anlamı, söz konusu fiilin ahirette ikap sebebi olduğunun
bildirilmesidir. Fiilin cezaya sebeb olması ile kasdedilen de, 'yeme doymanın
sebebidir', 'Boyunun kesilmesi Ölüm sebebidir', 'Vurma, elem sebebidir' ve
'ilaç şifa sebebidir' dediğimizde bu sözlerden ne anlaşılıyorsa odur.
Dersen ki, eğer fiil
ikab sebebi olsaydı, ikâbın olmaması tasavvur olunamazdı. Halbuki, vacibi
terkettiği halde affedilen ve cezalandırılmayan niceleri vardır.
Derim ki, Hayır böyle
değil. Zira 'vurma elem sebebidir', 'ilaç şifa sebebidir' sözümüzden, bunun
her şahıs veya işaret olunan muayyen her şey hakkında mutlaka geçerli olduğu
anlaşılmaz. Tam tersine, mahalde sebebi gideren bir durum söz konusu olabilir
ve bu durum, 'sebebiyet'in batıl olduğunu göstermez. Nitekim, nice ilaçlar
vardır ki, fayda sağlamaz, nice vuruşlar vardır ki, tıpkı savaşta yaralanan
kişinin, o anda bunu hissetmemesi gibi, kalbi o anda başka bir şeyle meşgul
bulunduğundan vurulan kişi vurmanın acısını hissetmez. Yine, hastalık bazen
öyle yerleşmiş olur ki, ilacın etkisini- boşa çıkarır. İşte bunun gibi, adamın
içinde ve kalbinde suçunun affedilmesini gerektirecek Allah katında güzel
sayılan iyi hasletler ve huylar olabilir. Ancak bu durum, suçun ikab sebebi olmaktan
çıkmasını gerektirmez.
Bu defa da, "Bir
şey için iki ayrı tanım tasavvur olunabilir mi?" diye itiraz edilebilir.
Buna karşı deriz ki; lafzî tanım bin tane de olabilir. Çünkü bu tanım, bir şey
için konulmuş olan isİmlerin^okluğuna bağlıdır. Resmî tanımın da birden
fazla olması mümkündür.
Çünkü bir tek şeyin avanz ve levazımı çok olabilir. Ancak hakîkî tanımın birden
çok olması tasavvur olunamaz. Çünkü zatî özellikler belli ve özeldir. Bunlar
zikredilmezse, tanım hakiki tanım olmaz. Zatî özellikler yanında başka şeyler
de zikredilse, bu başka şeyler kuru kalabalık olur. Bu itibarla, müteradif
ibarelerin değişik olması mümkün olsa da, hakîkî tanım birden fazla olmaz.
Müteradif ibarelerin değişik olması mümkündür dedik. Mesela 'hâdis'in tanımında
'yokluktan sonra var olan', 'yok iken olan', 'öncesi yokluk olan mevcut' veya
'yokluktan var edilen' gibi şeyler söylenebilir. Tüm bu ibareler, müteradif
hükmünde olup, hepsinin bir tek anlamı varır.
İmtihanlar hususunda
bu kadarla yetiniyoruz. Bununla tenbih hasıl olmuştur, inşallah![34]
II. Burhan
[I, 29]
(Araştırma ve İnceleme
yoluyla elde edilmek istenen tasdiki bilgilere ulaştırmaya yarayan burhan)
Bu başlık altında,
önce bir önbilgi (temhid) yer-afacak, ardından 'sevâbık, "maksatlar' ve
'Icvâhık' olmak üzere üç alt bölüm bulunacaktır.[35]
Bilesin ki; burhan,
özel bir şartla özel bir biçimde telif edilmiş Özel sözlerden ibaret olup,
araştırıcının araştırma yoluyla elde etmek istediği kanaati (rey) sonuçlar. Bu
sözler, elde edilmek istenen (matlub) şeyin kendilerinden iktibası amacıyla
burhan kalıbına konulduğunda, 'mukaddimât (önermeler)' adını alır.
Burhandaki kusur,
bazen bizzat mukaddimeler yönünden olur. Zira mukaddimeler, gerekli şartları
bazen taşımayabilirler. Burhandaki kusur, bazen de, her ne kadar mukaddimeler
sarih ve yakînî olsalar bile, nazım ve tertip keyfiyetinden olur. Bunun yanında
burhanın her iki yönden de aynı anda kusurlu olması mümkündür.
Bunun duyularla
algılanabilen şeylerdeki örneği, 'bina edilmiş ev'dir. Bu ev, terkip edilmiş
bir şey olup, duvarların eğri, tavanın çökük olması gibi yapılış tarzındaki
bir sebcbtcn dolayı kusurlanrruş olabilir. Bu şekildeki ev, her ne kadar
taşları, direkleri ve diğer malzemeleri sahih olsa bile şekil yönünden bozuk
olur. Bazen de ev. dört köşeli yapısı, duvarları ve tavanı itibariyle, sahih
şekilli olur, fakat bu defa da, direklerin gevşekliği, kerpiçlerin yarılmış
olması yönünden kusurlu olabilir. İşle burhan, tanım ve terkip edilen bütün
şeylerin hükmü budur. Yani kusur ya bunların terkip tarzında, ya terkibin
dayandırıldığı asılda olur. Mesela gömlek için kumaş, sandalye için ağaç, duvar
için kerpiç, tavan için direk birer asıl mesabesindedir..
Nasıl ki, kusursuz bir
ev yapmak isteyen kişi önce, direk, toprak ve kerpiç gibi tek tek malzemeleri
hazırlamaya, sonra kerpici istediğinde, kerpicin saman, toprak, su ve kalıp
gibi malzemelerini hazırlamaya gerek duyuyor ve önce tekil parçalardan
başlayarak onları terkip edip, en sonunda terkibi amaçlanan nesneyi meydana
getiriyorsa, aynı şekilde, burhan elde etmek isteyen kişi de, burhanın nazın ve
şekline ve kendisinde nazm ve tertibin bulunduğu mukaddimelere bakmak
durumundadır. Düzgün bir burhan oluşabilmesi için bulunması gereken asgari
malzeme "iki mukaddime'dir. İki mukaddime derken, doğrulama ve
yanlış-laması yapılabilen iki 'bilgi'yi (ilim) kastediyorum. Bir mukaddimenin
oluşabilmesi için de en az iki 'marifet'e gerek olup, bu marifetlerden biri
'kendisinden haber verilen' olarak, diğeri 'haber ve vasıf olarak konulur.
Böylece burhan iki
mukaddimeye, her bir mukaddime ise biri diğerine nisbet edilen iki marifete
böiümlenmiş olmaktadır. Her müfret, birer anlam olup, kuşkusuz her biri birer
sözcük ile gösterilir. Öyleyse zaruri olarak, önce tekil anlamlara ve
kısımlarına bakmamız, sonra tekil terimlere ve bunların delalet yönlerine [I,
30] bakmamız gerekir. Sözcüğü ve anlamı tekil olarak anladığımız zaman, iki
manayı birleştirip ikisini bir mukaddime haline getiririz. Bu mukaddimenin
hükmüne ve şartlarına baktıktan sonra iki mukaddimeyi bir araya toplayıp,
ikisinden bir burhan yaparız ve sahih burhan yapma tekniğinin keyfiyetine
bakaru. Burhan'ı bundan başka bir yolla Öğrenmeyi isteyen kişi, imkansızı arzulamış
olur. Bu kişinin durumu, tıpkı, kelime yazamayı beceremediği halde veya
kelimeleri yazıp harfleri güzel yazmadığı halde, düzgün yazılar yazan bir
hattat olmayı arzulayan kimse gibi olur.
Buraya kadar
söylenenler sözler parçalardan terkip edilen tüm şeyler için ge-Çerlidir. Çünkü
mürekkebin parçaları zaruri olarak mürekkebden öncedir. Halta Kâdir-i Ekber
(olan Allah) bile, ilmi, tek tek şeylere başvurmaksızın terkib edilmiş biçimde
yaratmaya muktedir olmakla vasıflanmaz. Zira O. kelimeleri öğretmeye değil de
düzenlenmiş yazıları öğretmeyi kadir olmakla vasıflanamaz.
İşte bu zaruret
sebebiyle, burhan başlığı altında 'scvabık', 'mekasıd' ve *le-vahık' konuları
da ayrı ayrı ele alınacaktır.[36]
Bu başlık altında üç
konuya yer verilecektir.
Bundan maksadın ne
olduğu bir kaç taksim ile açıklığa kavuşabilir.
Sözcüğün anlama
delaleti üç yöne münhasır olup, bunlar 'mutabakat', 'ta-zammun' ve 'ikizam'dır.
'Ev' sözcüğü, evin anlamına mutabakat yoluyla, tavana ise tazammun yoluyla
delalet eder. Çünkü ev, tavan ve duvarlardan ibaret olduğu için, tavanı da
tazammun etmektedir. Yine at sözcüğünün cisme delalet etmesi de böyledir. Çünkü
her at aynı zamanda bîr cisimdir.
İltizam yoluyla delalet
ise, tavan sözcüğünün duvara delaleti gibidir. Şu var ki. tavan sözcüğünün
duvara delalet etmesi, duvar sözcüğünün duvarı ifade etmesi gibi olmadığından,
tavan sözcüğü duvara mutabık değildir. Yine msl. tavan ve duvarların evin birer
parçası olması gibi, duvar, tavandan bir cüz olmadığı için, tavan sözcüğü
duvarı tazammun da etmez. Fakat duvar, tavanın zatının dışında olan ve tavanın
kendisinden ayrılması düşünülmeyen mülazım bir arkadaş gibidir.
Yapman gereken şey,
iltizam yoluyla delalet eden sözcükleri aklî incelemede (nazaru'1-akl)
kullanmayıp, mutabakat ve tazammun yoluyla delalet eden sözcüklerle
yetinmektir. Çünkü, iltizam yoİuyla delalet, bir tanıma münhasır değildir.
Nitekim tavan, duvarı; duvar, temeli; temel de yeri gerektirir ki bunun sonu
yoktur.
Sözcükler, anlamın
özel oluşuna (husus) ve kapsamına (şümul) izafetle şu kısımlara ayrılır;
a) Bir tek
şeye (ayn) delalet eden sözcük ki biz buna 'muayyen' adını veriyoruz. Mesela
'Zeyd', 'bu ağaç', 'bu at', 'bu siyahlık' gibi sözler böyledir.
b) Bir anlam
altında birleşen birçok şeye delalet eden sözcük ki buna 'mut- [i 311 lak'
adını vermekteyiz.
Muayyen sözcüğün
tanımı şöyledir;
Muayyen sözcük,
mefhumu sadece bizzat bu bir tek şey olan sözcüktür. Şayet başka şeylerin de
buna müşterek olmasını kastedecek olursan bizzat sözcüğün meflıumu buna engel
olur.
Mutlak ise, mefhumu,
manasında iştirak vuku bulmasına mani olmayan sözcüktür. Siyah, hareket, at ve
insan sözcükleri böyledir.
Özetle ifade etmek
gerekirse, arap dilinde, başına elif-lam (harfi ta'rif) getirilen tekil isim
umûm (genellik) içindir. Başlarında elif-lam bulunmasına rağmen, 'el-îlâh',
'eş-şems' ve 'el-ard' gibi sözcüklerin tek bir şeye delalet ettiği öne sürülerek
az önceki ifademizin pek yerinde olmadığı söylenebilir. Bilesin ki; bu tenkit
bir yanılgıdır. Çünkü bu sözcüklerde ortaklığın mümkün olmayışı, sözcüğün
mefhumunun kendisi sebebiyle değildir. Aksine, lügati koyan şayet ilahın bir
kaç tane olabileceğini mümkün görüyor idiyse, el-îlah sözcüğünün da bütün bu
ilahlar hakkında genci olduğu kanaatinde olurdu. Eğer şümul imkansız ise bu
im-kansızJık, sözcüğün konulusu yüzünden değil, ikinci bir ilahın varlığının
imkansızlığı sebebiyledir. Demek ki, el-ilah sözcüğünde ortaklığın
İmkansızlığı sözcüğün mefhumu sebebiyle değildir. Güneş sözcüğünde, iştirake
mani olan husus ise, yalnızca bir tek güneşin bulunmasıdır. Şayet, bir kaç
alemin ve bu alemlerin herbirinde birer güneş ve birer yer olduğunu varsaysak,
'eş-şems' sözümüz, bu güneşlerin hepsine şamil olur. Bunu iyi düşün! Çünkü bu
husus bir çok nazari konularda kaygan bir zemindir. 'Siyah' sözcüğü ile, 'bu
siyah' 'eş-şems (güneş)' sözcüğü ile 'hazihi'ş-şcms (bu güneş)' sözü arasındaki
farkı bilmeyen kişi, nazari konularda, hiç ummadığı ve bilmediği noktalardan büyük
yanılgılara düşer.
Değişik birkaç
adlanmış'a (müsemma) izafetle değişen sözcükler, dört guruptur. Biz bunların
her birisi için birer terim uyduralım. Bu terimler şunlardır: 'Müteradif
(eşanlamlı) sözcükler1, 'mütebâyin (uyuşumsuz) sözcükler', 'mütevâti (uyuşumlu,
içerimli) sözcükler' ve 'müşterek (eşharfli, eşsesli) sözcükler'.
Eşanlamlı sözcükler
ile, bir müsemmayı ifade eden sözcük ve sıygaları kastediyoruz. Msl. 'hamr' ve
'ukar' sözcükleri 'şarap' anlamında, 'leys' ve 'esed' sözcükleri 'aslan'
anlamında, 'sehm' ve 'nüşşâb' sözcükleri 'ok' anlamındadır. Kısaca söylemek
gerekirse, bir adlanmış'in iki ismi varsa ve bu isimlerden her biri bu
adlanmışı, -arada hiç bir fark olmaksızın- diğerinin ifade ettiği şekilde ifade
ediyorsa, bu iki sözcük birbirinin eşanlamlısı olur.
Uyuşumsuz terimlerden
maksadımız, değişik anlamları ifade eden değişik isimlerdir. Msl. siyah,
kudret, aslan, anahtar, gök, yer vb. isimler böyledir. Sayıca en çok olan
terimler bu tür terimlerdir.
Uyuşumlu terimler ise,
sayıca farklı olmakla beraber, ismin konulduğu manaca birbirlerine uygun düşen
birkaç şeyi ifade eden terimlerdir. Mesela 'adam' ismi böyledir. Adam ismi, hem
Zeyd, hem Amr, hem de Halid için kullanılır. Cisim ismi de hem gök, hem yer,
hem de insan için kullanılır. Çünkü bu şeyler, cisim sözcüğünün karşılığında
konulmuş olan 'cismiyet' anlamında müşterektir. [I, 32] Muayyen olmayan her
mutlak isim, uyuşum yoluyla birçok adlanmişmdan her biri için kullanılabilir.
Mesela siyahlık, beyazlık ve kırmızılık açısından 'renk' sözcüğü böyledir.
Çünkü bunlar, rengin renk olarak adlandırılmasına sebeb olan anlam hususunda
birbirlerine uygun düşmektedirler. Bu tür kullanım elbette ortaklık (iştirak)
yoluyla değildir.
Müşterek sözcükler,
tanım ve hakikat hususunda ortaklığı bulunmayan değişik adlanmışlara ıtlak
edilen isimlerdir. Mesela 'ayn' sözcüğü, hem görme organı, hem tcra/.i, hem
göze, hem altın ve hem de güneş anlamına gelir. Yine 'müşteri1 sözcüğü, hem
satım akdini kabul eden anlamında hem de bu adla bilinen yıldız anlamında
kullanılır. Müşterek sözcüklerin uyuşumlu sözcüklerle karıştırılması sonucunda
akliyat hususunda pek çok yanılgı baş göstermiştir. Hatla zayıf akıllı bir
topluluk, "Siyah, renklilik hususunda beyaz ile müşterek olmayıp, sadece
isim bakımından müşterektir. Bu, altının gören göz bebeğine, 'ayn1 isminde
ortaklığı, satım akdini kabul edenin, yıldıza 'müşteri' sözcüğünde ortaklığı
gibidir" diyebilmiştir.
Müşterek sözcüğün
uyuşumlu sözcükten ayırdedilmesine özen gösterilmesi önemli olduğu için bir
açıklama daha ilave etmemiz uygun olur.
Müşterek isim,
yukarıda belirttiğimiz gibi iki farklı şeye delalet ettiği gibi, iki zıt şeye
de delalet edebilir. Mesela 'celel' sözcüğü, hem 'hakir' hem de 'Önemli1
anlamında, 'nâhil' sözcüğü, hem 'susuz' hem de 'suya kanmış' anlamında, 'cevn'
sözcüğü, hem 'beyaz' hem de 'siyah' anlamına, 'kur" sözcüğü, hem 'hayız'
hem 'temizlik' anlamına gelmektedir.
Bilesin ki; müşterek
sözcük bazen uyuşumlu sözcüğe yakın benzerliği olan bir müşkil olabilir ve son
derece açık da olsa ikisini birbirinden ayırdetmek zihne zor gelebilir. Buna da
'müteşâbih' diyelim. Mesela güneşten ve ateşten yayılan ışığa 'vaki nur', gizli
ve derin şeyler hususunda doğruya ulaştıran akıl'a 'vaki" adı verilmesi
böyledir. Aklın zatı ile ışık arasında ortaklaşalık yoktur. Ancak, cisim oluşu
bakımından göğün, insana ortaklaşalığı gibi bir ortakLaşalığı vardır. Çünkü her
ikisindeki cismiyet, her ikisi için zatî olmakla beraber, değişik değildir.
Canlı (hayy) sözcüğünün bitki ve hayvan için kullanılması, nur sözcüğünün
kullanımına yakındır. Bu, sırf iştirak sebebiyledir. Zira, bitkiye canlı
denildiğinde bununla, onun gelişme sebebi olan anlam kasdedilir. Hayvana canlı
dendiğinde, hissetmesini ve irade ile hareketini sağlayan anlam kasdedilir.
Canlı isminin Allah Teâla için kullanılması ise, eğer düşünürsen bunun bu iki
durumdan farklı üçüncü bir anlam için olduğunu anlarsın.
Bu ve benzeri gibi
örneklerden, yanılgılar peşipeşine gelmiştir.
Bir diğer yanılgı,
eşanlamlı sözcüklerin, uyuşumsuz sözcülerle karıştırılabil-mesidir. Şöyle ki;
bir şeye, değişik itibarlarla değişik isimler ıtlak ettiğinde, bunların
eşanlamlı olduğu zannedîlebilir. Mesela 'seyf, 'mühenned' ve 'sârim' sözcükleri
böyledir. Mühenned sözcüğü Hind'e nisbet edilme fazlalığıyla birlikte kılıca
delalet etmektedir. Öyleyse mühenned sözcüğünün mefhumu, kılıç sözcüğünün
mefhumuna aykırıdır. Sârim sözcüğü de, keskinlik vasfıyla birlikte kılıca
delalet eder. Ancak bu delalet, 'esed* ve *leys' sözcükleri gibi değildir. Bu,
bizim nazari ıstılahlarımızda bir tek şey için konulmuş isimleri, bu şeyin
itibarlarının [I, 33] değişmesi durumunda değiştirmeye gerek duymamız gibidir.
Mesela biz iki tekil arasındaki nisbet demek olan 'tasdîkî bilgi'ye değişik
durumlarda değişik adlar veririz. Şöyle ki;
a) Birisi,
bir hasım karşısında iken, hakkında bir burhanı olmaksızın tasdiki bilgiyi Öne
sürerek meydan okuduğunda bi/. bu durumda tasdiki bilgiyi 'dava' olarak
adlandırırız.
b) Eğer bu
kişi, bir hasım karşısında değilse, adeta bu tasdiki bilgide, bir şey üzerine
bir şeyle hükmetmiş gibi, biz tasdiki bilgiyi 'kaziyye' olarak^adlandırırız.
c) Eğer bu
kişi bu tasdiki bilgi üzerine delil kıyası dü?,enlemekle uğraşırsa, bu durumda
tasdiki bilgiyi 'matlub' olarak adlandırırız.
d) Eğer
kıyas ile bunun sıhhatini gösteriyorsa buna 'netice' adını veririz.
e) Eğer hu
tasdiki bilgiyi, başka bir şeyi talep hususunda kullanıyor ve kıyasın
cüzlerinde tertip ediyorsa onu 'mukaddime1 olarak adlandırırız.
Tıpkı bu örnekte
görüldüğü gibi, itibarlar değişince bir şey İçin konulmuş isimlerin de
değişeceğine dair pek çok örnek vardır.
Müşterek sözcük
hususundaki yanılgının örneği şudur; Şafiî (rh) öldürmeye zorlanan (mükreh)
kişi, bu zorlama sonucunda Öldürme fiilini işlerse, bu kişi muhtar olduğu için
buna kısas lazım geleceğini söylemiştir. Buna karşılık Hanefi mezhebi mensubu
da bu kişinin muhtar değil mükreh olduğu noktasından hareketle bu kişiye kısas
gerekmeyeceğini söyler. Neredeyse zihin, her ikisini de tasdik edebilecek!
Halbuki sen iki zıddı doğrulamanın muhal olduğunu biliyorsun. Fakihlerin bu
hususta tökezlediklerini ve çözüme ulaşamadıklarını görüyorsun. Bunun sebebi,
'muhtar' sözcüğünün müşterek bir sözcük olmasıdır. Zira, muhtar sözcüğü, bazen,
-mevcut harekete güç yetiremeyen kişi mesela 'mahmul' mukabilinde
kullandığında- 'güç yetiren (kadir)' sözcüğüne eşanlamlı ve eşit olarak
kullanılabilir. Yani "Şu kişi, aciz mahmul, şu ise kadir muhtardır"
denilir. Burada muhtar sözcüğüyle yapmaya ve yapmamaya muktedir olan kişi
kastedilir. (Mükreh, ikrah edildiği şeyi yapmayabileceğine göre) Bu durum
mükreh'e uygun düşer (yani mükreh, muhtardır). Muhtar sözcüğü ile bazen de,
gücünü ve zatının itici sebeblcrini (devai), -dışardan devaisini harekete
geçiren bir hareket olmaksızın kullanamayan kişi kastedilir. Bu anlamıyla
muhtar 'mükreh'e uygun düşmeyip bunun çelişiğine -yani onun muhtar olmayışına-
uygun düşer. Görüldüğü gibi, muhtar oluş ve muhtar olmayış durumu, -olumsuz
muhtarın mefhumu, olumlu muhtarın mefhumundan başka olmak şartıyla- mükreh'e
uygun düşmüş olmaktadır. Nazariyyat hususunda bunun benzerleri sayılmayacak
kadar çoktur. Zayıfların akılları bunlarda şaşırıp kalmıştır.Düşülen
yanılgılar konusunda yaptığımız bu az sayıda Örnekleme ile daha çoğuna istidlal
edilsin.[37]
Bundan amaç, üç taksim
ile ortaya çıkar.
1) Anlam,
anlam ile vasıflandığında ve ona nisbet edildiğinde ya 'zâtî\ ya 'arazî' ya da
'ayrılmaz' olarak bulunur. Biz bunları detaylı olarak vermiştik.
2) Anlam,
anlama nisbet edilirse, ya -mesela- 'cismiyet'e nisbetle 'varlık' gibi daha
genel, ya 'varlik'a nisbetle 'cismiyet' gibi daha Özel, ya da mesela, kimi
alimlere göre, 'cevhcr'e nisbetle ve kimilerine göre de 'cisim'e nisbetle
'boşlukta yer tutan (mütehayyiz)' gibi eşil olarak bulunur.
3) Anlamlar
kendilerini algılatan sebebleri itibariyle de üç kısımdır;
a) Duyulur
(Mahsûse),
b) Tahayyül
edilen (Mütehayyele),
c) Aklî
incelemeyle elde edilen (Ma'kûle).
İdrak sebebini 'kuvve
(kuvvet)' olarak isimlendirmeyi ıstılah yapalım ve diyelim ki; gözbebeğinde,
gözbebeğini alından ayıran bir anlam vardır ki sen bu sayede onunla görür hale
gelmektesin. Eğer bu anlam batıl olursa, görme de batıl olur. Görme sırasında
algıladığın durumun şartı, görülen şeyin var olmasıdır. Görülen şey yok
olursa, görme de yok olur ve onun sureti, senin beyninde (dimağ) hala ona
bakıyormuşsun gibi baki kalır. Bu suret, mütehayyelin varlığına muhtaç [^ 34]
değildir. Aksine, mütehayyelin olmaması veya kaybolması, tahayyül olarak adlandırılan
haleti nefyetmeyip, görme (ibsar) olarak olarak adlandırılan haleti nef-yeder.
Mademki sen,
mütehayyeli dizinde ve karnında değil de beyninde hissediyorsun, bilmelisin
ki, beyninde tahayyüle hazırlayan bir sıfat ve bir garize vardır. Tıpkı, görme
hususunda gözün, alın ve topuktan, kendisine mahsus bir anlam sebebiyle farklı
olması gibi, bu garize sebebiyle de beyin, diz ve karına aykırı olmuştur.
Çocuk, gelişmesinin
başındayken onda, tahayyül kuvveti değil, görme kuvveti güçlü olur. Bu
yüzdendir ki, çocuğa bir şey gösterip daha sonra o şeyi ortadan kaldırarak,
çocuğu başka şeyle meşgul etmeye çalıştığında, çocuk bununla meşgul olur ve
diğerini unutur.
Beyinde, tahayyülü
koruyan kuvveti bozan, fakat görmeyi bozmayan bir hastalık ortaya çıkabilir.
Böyle bîr hastalığa yakalanan kişi, eşyayı görür fakat, gözünün önünden
kalktığında unutur, işte bu kuvve hususunda hayvan insanla ortaktır. Bu
yüzdendir ki, at, arpayı gördüğü zaman arpanın dimağında olan şeklini hatırlar
ve bunun onunla uyuştuğunu ve kendisine lezzetli gelen bir şey olduğunu
hatırlayarak hemen ona yönelir. Eğer arpanın şekli hayalinde sabit olmamış olsaydı,
atın arpayı ikinci kez görmesi, ilk kez görmesi gibi olurdu ve ikinci bir defa
tatmak suretiyle tecrübe etmedikçe ona yönelmezdi.
Sende, üçüncü bir kuvve
daha var ki, bu şerefli kuvve sebebiyle insan hayvandan ayrılır. Bu kuvve
'akıl' olarak adlandırılır. Akim yeri de ya beyin ya da kalptir. Nefsi, zatıyla
kaim ve yer tutmayan bir cevher olarak görenlere göre, bu kuvve'nin yeri
nefistir. Akıl kuvvetinin, tahayyül kuvvetine aykırılığı, tahayyülün görmeye
olan aykırılığından daha fazladır. Zira, görme kuvveti ile tahayyül kuvveti
arasında fark yoktur. Şu kadar ki, görülen şeyin varlığı, tahayyülün bekası
için şart olmadığı halde, görmenin bekası için şarttır. Aksi takdirde, atın
sureti, özel bir miktar, özel bir renk ve senden özel bir buud ile birlikte
görmeye dahil olur ve bu buud, bu miktar, bu renk, bu vaziyet ve şekil adeta
sen ona bakıyor-muşcasına tahayyülde kalır.
Üstüne basarak
söylüyorum ki, sen de, 'müfekkire' adında dördüncü bir kuvve daha vardır ki bu
kuvvenin işi, senin hayaldeki suretleri tafsil etmeye, onlan parçalara ayırmaya
ve terkip etmeye muktedir olabilmendir. Başka bir şeyi idrak etmek bu kuvvete
ait değildir. Fakat, bir insan sureti hayale gelirse, onu iki parçaya ayırmaya
ve insanın yarısını tasvir etmeye muktedir olunur. Belki yarısı insan yarısı
at olan bir şahıs bile terkip edilebilir. Hatta uçan bir insan bile tasavvur
edebilirsin. Zira, tıpkı insanı iki yarıma ayırabildiği gibi, sadece insanın
sureti ve sadece kuşun sureti hayalde sabit olmakta ve bu kuvve ikisini bir
araya toplamaktadır.
Hayalde misali olmayan
bir sureti yaratmak elbette bu kuvvetin kapasitesi dahilinde değildir. Aksine,
bu kuvvetin bütün tasavvurları, hayalde bulunan suretlerde parçalara ayırma ve
birleştirme işlemi yoluyladır.
Amaç, aklın idrakinin
tahayyülün idrakine aykırılığının, tahayyülün görmeye aykırılığından daha
şiddetli olmasıdır. Zira, daha önce geçtiği gibi, zatına dahil olmayan yani
zatî olmayan garip karineleri bulunmayan soyut anlamlan algıla-[I, 35] ma^
tahayyüle ait değildir. Nitekim sen siyam, ancak kendisiyle birlikte özel bir
şekil ve senin yakınlık veya uzaklık türünden özel bir konumun bulunan özel bir
miktar cisimde tahayyül edebilirsin. Şurası bilinmektedir ki, şekil, renkten
başka, miktar da şekilden başkadır. Üçgenin, ister küçük isterse büyük olsun,
bir şekli vardır. İşte bu soyut tekillerin algılanması, 'akıl' olarak
adlandırdığımız diğer bir kuvvet (kuvve) iledir. Akıl, siyahı algılar ve
birtakım kaziyyeler ile hükmeder, renkliliği soyut olarak algılar, canlılık ve
cismiyeti algılar. Canlılığı algılarken, her ne kadar canlı, bu iki kısmın
dışında olamasa bile, akıllıya veya akılsıza bakmaya gerek duymayabilir.
İncelemesinde, renkler hakkında bir kaziyye ile hükmetmeye devam ediyorken,
belki de, siyahlığın, beyazlığın ve diğer renklerin anlamı hazır bulunmaz.
İşte bunlar, bu kuvvetin hayret verici özelliklerinden ve güzel
fiillerindendir. Bir atı gördüğünde, büyük, küçük, kır, doru, kendine yakın,
uzak bütün atların ortak olduğu mutlak atı algılar. Hatta soyut mutlak
at-lık'ı, kendisi için zati olmayan bütün karinelerden arınmış olarak idrak
eder. Özel miktar, özel renk at için zâti değil varlık hususunda ilineksel veya
aynlmaz'dır.
Zira değişik renk ve
miktardaki atlar, 'at oluş'un hakikatinde ortaktırlar.
İşte kelamcıların
'ahvâl', 'vücûh' ve 'ahkâm' olarak tabir ettikleri şeyler, muhtelif şeylere
şamil olan bu soyut mutlaklardır. Mantıkçılar ise bunların a'yan-da değil
zihinlerde mevcut olduğunu zannederek bunları 'miicerred küllî kaziy-yeler'
olarak tabir ederler. Bazen de, bunların hariçten değil dahilden mevcud olduğunu
söylerler ve bununla zihnin haricini ve dahilini kastederler. Ahval erbabı da,
kimi zaman, bunların 'sabit şeyler' olduğunu, kimi zaman 'bilinen mevcud'
olduğunu, kimi zaman da 'ne mevcut, ne malum ne de meçhul' olduğunu söylerler.
Bu konuda onların
başları dönmüş, akıllan şaşkınlığa düşmüştür. Daha hayret verici olan ise, bu
noktanın makûlün duyulurdan (mahsûs) ayrıldığı ilk menzil olmasıdır. Zira,
insanî akıl tasarrufa buradan başlamaktadır. Daha önemlisi, bu nokta, hayvani
tahayyülün insani tahayyüle ortak olduğu yerdir. Aklın daha ilk menzilinde
şaşırıp kalan kimselerin tasarruflarında felah nasıl umulabilecektir?[38]
Buraya kadar, önce
mücerred sözcüğü, sonra da mücerred anlamı inceledik. Şimdi de doğrulaması ve
yanlışlaması yapılabilecek bir tarzda, mananın telifini inceleyelim.
Müellef anlamların
hükümleri:
Örnek olarak
"Alem hadistir", "Bari teâla kadimdir" şeklindeki sözümüzü
alalım. Bu söz, müfekkir kuvvetin, iki tekil zata ait olan iki marifeti, birini
diğerine nisbet etmek suretiyle telif etmesine racidir. Bu nisbet, mesela
"alem hadistir" sözünde olduğu gibi olumlama yoluyla olabileceği
gibi, mesela "alem kadim değildir" sözündeki gibi olumsuzlama
yoluyla da olabilir. Bu söz iki parçadan oluşmaktadır. Nahivciler bunun birine
'mübteda' diğerine 'haber' derler; Kelanıcılar birini 'vasıf diğerini 'mevsuf
olarak adlandırırlar; Mantıkçılar birini 'mevzu" r^ 36] diğerini 'mahmul'
olarak adlandırırlar; Fakihler ise birini 'hüküm' diğerini 'mahkumun aleyh'
olarak adlandırırlar. İkisinin toplamına da kaziyye denir.
Kaziyyelcrin hükümleri
çoktur. Biz burada, kaziyyenin yalnızca en çok ihtiyaç duyulan ve bilinmemesi
zarar veren hükümlerinden bahsedeceğiz. Kaziyyenin bu lürden olan hükmü iki
tanedir.
a) Kaziyye
(önerme), 'hakkında hüküm verilen'e (makzi aleyh, yüklenilen) i/alelle
"tayin (belli etme)', 'ihmal (belirsiz bırakma)', 'umum' ve 'husus' kısımlarına
ayrılır.
Birincisi; belirli bir
şey hakkındaki Önermedir. Mesela "Zeyd yazardır", "Bu siyah
arazdır" sözü gibi.
İkincisi mutlak özel
önerme: Mesela "Bazı insanlar alimdir", "Bazı cisimler
durağandır" gibi.
Üçüncüsü mutlak genel
önerme: Mesela "Her cisim boşlukta yer tutar", "Her siyah
renktir" gibi.
Dördüncüsü mühmel
önerme: Mesela "İnsan ziyandadır" sözü gibi.
Bu şekildeki
bölümlemenin hareket noktası şudur: Hakkında hüküm verilen (Mahkumun aleyh), ya
kendisine işaret edilen belirli bir şeydir (ayn), ya da değildir. Eğer
mahkumun aleyh, ayn değilse ya miktarını bütünüyle açıklayan 'sevr'e (sûr)
hasredilebilir, bu takdirde 'mutlak genel' olur, ya da miktarını cüziydi ile
açıklayan sevr'e hasredilir, bu takdirde 'özel* olur, ya da hiç hasredilmez, bu
takdirde 'mühmel' olur.
Sevr, "Her,
hepsi" ve "bazı" sözleri ile bunlar yerine geçebilen sözlerdir.[39]
Nazar hususunda
mugalatacıların metodlanndan biri, genel önermeler yerine mühmel önermeleri
kullanmaktır. Çünkü mühmel önermeler ile husus ve umûm kastedilcbilir ve
nakizin iki tarafı doğrulanabilir. Mesela, kafiri kastederek "İnsan
hüsrandadır" diyebileceğin gibi, peygamberi kastederek "insan
hüsranda değildir" de diyebilirsin. Nazariyat hususunda buna müsamaha
gösterilmesi uygun değildir.
Mesela Şafiî mezhebine
mensub olan kişi şöyle der: Malumdur ki, yiyecek maddesinde riba söz konusu
olur (maı'ûnı ribevîdir). Ayva da bir yiyecek maddesidir. O halde ayvada riba
söz konusudur.
Ona, yiyecek
maddesinde riba söz konusu olduğunu neye dayanarak söylediği sorulunca,
buğday, arpa ve hurmanın aynı anlamda olmasını yani hepsinin yiyecek maddesi
olmasını delil gösterir. Bu durumda ona şöyle demek gerekir; '"Yiyecek
maddesi ribevîdir' sözünle, bütün yiyecek maddelerini mi, yoksa bir kısmını mı
kastediyorsun. Eğer bir kısmını kastediyorsan netice gerekli olmaz. Zira
ayvanın, ribevi olmayan yiyecek maddelerinden olması mümkündür. İlerde geleceği
üzere, bu kıyasın nazmı kusurlu olur. Eğer yiyecek maddelerinin hepsini
kastettiysen bunu nereden çıkardın? Çünkü saydığın buğday ve arpa. yiyecek
maddelerinin tamamı değildir".
Nakîz'in şartları:
Nakîzin şartlarının
incelenmesine gerek vardır. Çünkü nice matlub vardır ki, hakkında delil yoktur.
Takat nakizinin butlanı hakkında delil vardır ve bunun iptali sonucunda
zıddının sahih olduğu ortaya çıkar. Mülcnakız (çelişik) iki önerme, mesela
"Alem hadistir", "Alem hadis değildir" sözlerinde olduğu
gibi, biri doğrulandığında diğeri zaruri olarak yanlışlanan iki Önerme
demektir. Bu iki önermeden birinin yanlışlanması durumunda, diğerinin
doğrulanmasının gereke-bilmcsi için altı şart vardır.
1) Her iki
önermede mahkumun aleyh, mücerred sözcükle değil bizzat bir (aynı) olmalıdır.
Anlam bir olmadığı halde sözcük bir olursa, iki önerme tenakuz etmez. Mesela
"Nur göz İle idrak edilir" ve "Nur göz ile idrak edilmez"
sözlerinde, birinci sözdeki nur ile ışığı, ikinci sözdeki nur ile aklı
kastedersen tenakuz olmaz.
Bu yüzdendir ki,
fakihlerin "muztar muhtardır" ve "muztar muhtar değildir"
[1,37] sözleri ve yine "muhtar günahkardır", "muztar günahkar
değildir" sözleri çelişik değildir. Çünkü muztar sözcüğü, hem 'elinde
olmayan sebeblerle başkası üzerine itilen kişi1 anlamında, hem de, 'kılıç
zoruyla bir şeyi yapması İstenen kişi' anlamında kullanılır. Bu tür kullanımda
isim bir fakat anlam farklıdır.
2) İsim
farklı olsa da hükmün bir olması.
Mesela "Alem
kadimdir" "Alem kadim değildir" deyip, birinci cümlede geçen
kadim sözcüğüyle, Allah'ın "ke'1-urcûni'l-kadîm" [36.Yasin,39]
ayetinde kastettiği anlamı kastetmen böyledir. Bunun içindir ki, fakihlerin
"mükreh muhtardır", "mükreh muhtar değildir" sözleri
tenakuz etmez. Çünkü muhtar, iki farklı anlamdan ibarettir.
3) İzafi
şeylerde izafetin bir olması
Mesela "Zeyd
babadır", "Zeyd baba değildir" dersen, bü sözün tenakuz etmez.
Zira, Zeyd Halid'in babası olmadığı halde Bekr'in babası olabilir.
Aynı şekilde
"Zeyd babadır", "Zeyd oğuldur" dediğinde iki şahsa izafetle
(Zeyd) teaddüd etmez. Yine yirmiye ve otuza izafetle "on, yarımdır",
"on yarım değildir" demen de böyledir.
Yine "kadının
velisi olur", "kadının velisi olmaz" sözü nikah ve satım akdine
nisbetle doğru olur. Fakat bunlardan sadece birine izafetle doğru olmaz. Yine
bu söz, asabe ve ecnebiye nisbetle doğrudur, fakat sadece birine izafetle doğru
değildir.
4) Kuvve ve
fiil bakımından eşit olmalıdırlar.
"Su bardakta iken
kandırıcıdır" yani "kuvve" olarak. "Su bardakta iken kandırıcı
değildir" yani fiilen kandırıcı değildir.
"Kınındaki kılıç
kesicidir", "kesici değildir" sözü de böyledir.
Barînin ezelde Hâiık
olup olmadığı hususundaki ihtilaf da bundan çıkmıştır.
5) Cüz ve
kül hususunda eşitlik.
"Zenci
siyahtır", "Zenci siyah değildir" denir. İkinci söz ile
dişlerinin siyah olmadığını kastedersin.
Bu nokta yanılgıya
sebebiyet vermiştir. Şöyle ki, "Alimlik Zeyd için bütün itibarıyla bir haldir.
Çünkü Zeyd kendi bütünlüğünden ibarettir" denilmiş, şu nokta
bilinmemiştir; Biz Zeyd Bağdattadır dediğimizde bununla Zeyd'in Bağdat'ın
tamamında olduğunu kastetmiyoruz, aksine onun Bağdat'ın bir parçasında,
ki bu parça Zeyd'in
alanına eşit bir yerdir, olduğunu kastediyoruz. 6) Mekan ve zaman bakımından
eşitlik
"Alem
hadistir", "Alem hadis değildir" dersin ve onun ilk varlığı
zamanında hadis olduğunu, bundan önce İse hadis olmadığını kastedersin. Yani,
mevcud olmadan önce "yok", mevcud olduktan sonra "baki"
olduğunu kastedersin.
"Çocuğun dişleri
çıkar", "Çocuğun dişleri çıkmaz" dersin ve biriyle ilk seneyi,
diğeriyle daha sonraki seneyi kastedersin.
Genel hatlarıyla ifade
etmek gerekirse, mütenakız önerme, birincinin aynıyla isbat ettiğini,
kendisinin aynıyla isbat ettiğinden selbeden önermedir. Bu selbe-diş, bu vakit,
mekan ve halde, aynen bu izafet ile ve eğer kuvve ile ise kuvve ile, eğer
bilfiil ise bilfiil olmalıdır. Kül ve cüz hakkında da aynı şey geçerlidir. Bunun
elde edilişi, nefyedici önermenin, isbat edici önermeye sadece nefyin isbat ile
değiştirilmesi hususunda aykırı olması iledir.[40]
Bu başlık altında
burhanın biçimi (sûretu'l-burhân) ve burhanın unsurları (mâddetu'l-burhân)
incelenecektir.
Burhan, özel bir
şartla özel bir şekilde telif edilmiş iki malum mukaddimeden ibaret olup, bu
iki mukaddime arasından 'netice' doğar. Burhanın nematı [I, 38] (şekli) bir tek
olmayıp, farklı mehazli üç nev'e racidir. Bu üç nev'in dışındakiler de bu üç
nev'e racidir.
Birinci Şekil (Nemat):
Birinci şeklin üç çeşidi vardır.
"Her cisim
müelleftir" ve "Her müellef hadistir" dediğimizde, bu sözümüzden
her cismin hadis olması gerektiği sonucu çıkar.
Birinci nazım için fıkıhtan
örnek örnek olarak "Her nebîz sarhoş edicidir" ve "Her sarhoş
edici haramdır" sözünü alalım. Bu sözümüzden her nebizin haram olduğu
sonucu çıkar. Bu iki mukaddime bu vcch üzere kabul görürse, zaruri olarak
nebizin haramliğı sonucu çıkar.
Eğer mukaddimeler
kesin olursa, bunları 'burhan* olarak, eğer müsellem olursa 'cedeli kıyas'
olarak, eğer zanni olursa 'fıkhı kıyas' olarak adlandırıyoruz. Yakîn ve zan
arasındaki fark ilerde gelecek.
Kıyas aslını
zikrettiğimizde, her mukaddime bir asıldır. İki asıl eşleştiğinde de netice
hasıl olur.
Bu nazmın
örneklemesinde fakihlerin uygulaması şu şekildeki sözleridir: "Nebiz,
sarhoş edicidir", "O halde nebiz şaraba kıyasla haramdır". Bizim
yukarıda zikrettiğimiz nazıma irca etmedikçe fakihlerin bu uygulayış
biçimlerinden sorgulama (mutalebe) kesilmez. Müsellem olmadığı halde bu nazıma
başvurulacak olursa, netice ancak, eğer hakkında tartışma varsa, nebizin
sarhoş edici olduğu his ve tecrübe ile ve sarhoş edici içeceklerin haramlıği
da haber ile sabit olacak biçimde delil ikame etmek yoluyla çıkabilir. Sarhoş
edici içeceklerin haram-lığına dair haber de Hz. Peygamberin "Sarhoşluk
verici her şey haramdır" sözüdür. Biz, Esâsui-Kıyas adlı kitapla, bu
işleme kıyas denmesinin mecaz kabilinden olduğunu belirttik. Kısaca bu işlem,
hususun umum altında izdivacına râcidir.
Bu nazımın şeklini
anladıysan bilesin ki: Bu burhanda biri "Her nebiz sarhoş edicidir",
diğeri "Her sarhoş edici haramdır" sözleri olmak üzere iki mukaddime
vardır. Her mukaddime, biri mübteda diğeri haber olan iki cüze şamildir.
Mübte-da, 'mahkumun aleyh', haber 'hüküm'dür. Buna göre burhanın cüzlerinin
toplamı dört şey olur. Ancak bunlardan biri, iki mukaddime de tekrarlanır.
Böylece, zaruri olarak burhanın cüzleri üçe inmiş olur. Çünkü bu cüzler dört
olarak kalacak olursa, iki mukaddime bir şey hususunda iştirak edemez ve iki
mukaddime arasındaki eşleşme batıl olur, dolayısıyla da netice doğmaz. Şöyle
ki; "Her nebiz sarhoş edicidir" desen ve ikinci mukaddime de gerek
nebiz gerek sarhoş ediciye değinmeksizin 'gasbedilen şey tazmin edilir' veya
'alem hadistir' desen, iki mukaddime arasında hiç bir irtibat kurulamaz. Bu
yüzden zaruri olarak, dört cüzden birinin tekrarlanması gerekir. Biz tekrar
edilecek şeyi 'illet' olarak adlandırmayı ıstılah edinelim.
Tekrar edilen bu şeyin,
'niçin' sorusuna cevap verirken kullanacağın 'çünkü' sözüne bitişik olması da
mümkündür. Mesela sana 'Niçin nebiz haramdı diyorsun' denilirse, sen
"Çünkü o sarhoş edicidir" diye cevap verirsin. Yoksa "Çünkü
nebizdir" veya "Çünkü o haramdır" diyemezsin. 'Çünkü' sözünün
bitiştiği şey illettir.
Biz, neticede,
"öyleyse nebiz haramdır" diyeceğimize göre, 'nebiz" durumunda
olan şeyleri 'mahkumun aleyh', 'haram' mesabesinde sayılan şeyleri 'hüküm'
olarak adlandırmalı ve her iki mukaddime için bu ikisinden iki ayrı isim
tü-rctnıeliyiz. İllet, her iki mukaddime de tekrarlandığı için İlletten türetme
yapmıyoruz. Mahkumun aleyh'i içeren mukaddimeye, -ki bu mukaddime "Her
nebiz sarhoş edicidir" sözümüzdür-, 'birinci mukaddime (birinci önerme)';
hükmü içeren mukaddimeye de, -ki bu mukaddime "Her sarhoş edici
haramdır" sözümüzdür-, 'ikinci mukaddime' adını veriyoruz. 'Birinci' ve
'ikinci' şeklindeki isimlendirmeyi sonuçtan hareketle yaptık. Çünkü biz,
sonuçta önce nebiz'i, sonra ha- [i5 39] ram'ı zikrederek "Öyleyse her
nebiz haramdır" diyoruz. Bu isimlendirmenin amacı, tafsil ve tahkik
sırasında tarifi kolaylaştırmaktır.Mukaddimeler her ne zaman malum olursa,
burhan kesin olur. Eğer mukaddimeler zannî ise, burhan fıkhî olur. Eğer
mukaddimeler memnu' ise, (yani müsellem değilse) bunların isbat isbat edilmesi
gereklidir. Mukaddimelerin teslim edilmesinden sonra artık neticede asla kuşku
duyulmaz. Daha doğrusu iki mukaddimeyi doğrulayan her akıllı, bu iki
mukaddimeyi zihninde hazır tuttuğu ve bu ikisinin toplamını hatırında
bulundurduğu sürece, neticeyi doğrulamaya mecburdur.
Bu nazımda delalet
tarzı kısaca, sı fal hakkındaki hükmün, mevsuf hakkında hüküm olmasıdır. Çünkü
biz "Nebiz sarhoş, edicidir" dediğimizde, 'sarhoş, ediciyi' bir
vasıf yapmış oluyoruz. Her sarhoş edici hakkında da "Bu haramdır"
diye hükmettiğimizde ise, vasıf hakkında hüküm vermiş oluyoruz. Bu yüzden,
mavsuf zaruri olarak buna dahil oluyor. Çünkü, sarhoş edici olmasına rağmen,
"Nebiz haramdır" sözümüz batıl olursa, haram olmayan bir sarhoş edici
karşımıza çıktığında, "Her sarhoş edici haramdır" sözümüz de batıl
olur.
Bu çeşid nazımın,
netice doğurabilmesi için İki şart vardır:
1) Birinci şart ilk mukaddime ile ilgili
olup,-bu mukaddimenin olumlayıcı (isbat edici) olmasıdır. Eğer birinci mukaddime
olumsuzlayıcı (nefyedici) ise netice doğurmaz. Çünkü sen, bir şeyi bir şeyden
nefyettiğinde, menfi hakkındaki hüküm, menfi anh hakkındaki hüküm olmaz. Mesela
"Sarhoş edici hiç bir sirke yoktur" ve "Her sarhoş edici
haramdır" dediğin zaman, sirke hakkında her hangi bir sonuç çıkmaz. Çünkü
sen böyle demekle 'sarhoş edici' ve 'sirke' arasında bir aykırılık meydana
getirmiş olduğundan, sarhoş edici hakkında nefıy ve isbat yoluyla verdiğin
hüküm, sirkeye sirayet etmez.
2) İkinci şart, ikinci mukaddimede olup, ikinci
mukaddimenin 'genel küllî' olmasıdır. Taki, mahkumun aleyh, ikinci mukaddimenin
genelliği sebebiyle bu mukaddimeye dahil olabilsin.
Mesela "Her ayva
yenilir", "Bazı yenilenler ribevidir" dediğinde, bundan ayvanın
ribevî olduğu sonucu çıkmaz. Zira, bazı yenilenler hakkında verdiğin hükmün,
ayvayı da içine alması zaruri değildir. Ancak, "Her yenilen
ribevidir" dersen, bu hüküm ayva hakkında da geçerli olur ve bu sonuç,
haberin genelliği sayesinde sabit olur.
Eğer "Bu na/.ım
çeşidi daha sonra gelecek olan iki nazım çeşidinden nasıl ayrılır?"
diyeceksen, bilesin ki; İllet, iki mukaddimeye ya 'mahkumun aleyh' ya da
'mahkumun bih' olarak konulur. Yada, birinde 'hüküm' diğerinde 'mahkum' olarak
konulur. İşte bu sonuncu birinci düzendir. İkinci ve üçüncü nazım çeşitleri
ise, ancak bu nazım çeşidine irca yoluyla son derece açık hale gelebilir. İşte
bu yüzden bu nazım çeşidini daha önce anlattık.
İkinci nazım, illetin
her iki mukaddimede de 'hüküm' olmasıdır.
Örnek:
Allah Teâla cisim
değildir; çünkü Allah müellef değildir.
Her cisim müelleftir.
Öyleyse Allah Teâla
cisim değildir.
Burada üç kavram
vardır: 'Allah', 'müellef ve 'cisim'. Tekrarlanan kavram, 'müellef kavramıdır
ve 'illet' budur. Birinci nazımdaki 'sarhoş edici'nin aksine 'müellef, iki
mukaddimede haber ve hüküm olarak bulunmaktadır. Zira 'sarhoş edici', bir
mukaddimede haber, diğerinde mübteda olarak bulunuyordu.
Bu nazımdan neticenin
çıkış yönü ise şudur: Birisi için diğerinde olmayan bir şeyin sabit olduğu her
iki şey birbirine aykırıdır. Müelief oluş (Telif), cisim [\y 40] için sabit, Allah hakkında ise
müntefidir. Öyleyse cisim kavramı ile Allah kavramı arasında bîr buluşma
yoktur. Yani, Allah cisim olmadığı gibi, cisim de Allah olamaz.
Bu nazımdan neticenin
elde edilmesi, aks yoluyla ilk nazıma irca ile açıklanabilir. Biz bunu
Mi'yâru'1-İlm ve Mihakku'n-Nazar adlı kitaplarımızda açıkladığımız için burada
sözü uzatmak istemiyoruz. Fakihler, "Cisim müelleftir", "Allah
müellef değildir" dedikleri İçin, bu nazımı 'fark' olarak adlandırmışı
ardır. Bu nazımın özelliği, sadece 'soyutlayıcı olumsuz (nâfi sâlib)* bir
önerme sonuç vermesidir. Halbuki birinci nazım, hem olumsuz hem de olumlu
sonuç doğurabilmektedir.
'
Bu nazımın
şartlarından birisi, iki mukaddimenin nefy ve isbat hususunda birdiğerinden
farklı olmasıdır. Eğer ikisi de müsbet olursa netice doğuratnazlar. Çünkü bu
nazmın faydası, bir tek şey ile iki şey hakkında hüküm vermeye raci-dir.
Halbuki, haklarında bir tek şey ile hüküm verilen her iki şeyden birisiyle diğerinden
haber verilmesi zaruri değildir. Nitekim biz, siyahlık ve beyazlık üzerine bir
tek şey ile yani 'renklilik' ile hükmediyoruz. Buradan hareketle, siyahı anlatırken
onun beyaz olduğu söylenemeyeceği gibi beyaz anlatırken de onun siyah olduğu
haber verilemez. Bu husus nazıma döküldüğünde şöyle denir;
"Her siyah, bir
renktir", "Her beyaz bir renktir". Bundan, her siyahın beyaz,
her beyazın siyah olduğu sonucu çıkarılamaz. Demek ki, biri hakkında, diğeri
hakkında verilen haberin olumsuz biçimiyle haber verilebilen iki şey arasında
bir aykırılık (infisal) bulunması gerekir ki, bu farklılık nefy'dir.
Üçüncü Nazım, illetin, iki
mukaddimede 'mübteda' olmasıdır. Fakihler bunu 'nakz' olarak adlandırmışlardır.
Bu nazım, şartları tamam olarak bulunduğunda, genel değil, özel bir sonuç
doğurur.
Örnek: "Her
siyahlık arazdır", "Her siyah bir renktir". Bundan bazı
arazların renk olması lazım gelir.
Aynı şekilde,
"Her buğday yiyecek maddesidir" "Her buğday ribevîdir".
Bundan da, bazı yiyecek maddelerinin ribevî olması lazım gelir.
Bu nazımın delalet
yönü:
'Ribevî' ve 'yiyecek
maddesi', kendileriyle bir şey hakkında hüküm verdiğimiz iki şeydir. Öyleyse
bu ikisi, o şey yani buğday üzerinde buluşurlar. Bu buluşmanın en ayt derecesi,
Özel bir hüküm gereklirmesidir. Eğer bu genel değilse, "Bazı yiyecek
maddesi ribevîdir" ve "Bazı ribevî, yiyecek maddesidir" demek
mümkündür.[41]
İkinci nemat, iki
mukaddimeye şamildir. Birinci mukaddime iki kaziyye'ye, ikinci mukaddime ise,
iki kaziyyeden birinin, isbat veya nefy yoluyla 'tesJim' olarak zikredilmesine
-ki bu suretle iki kaziyyeden biri veya nakizi istintaç edebi-lebilsin-
şamildir. Bu matodu 'telâzüm' olarak adlandırıyoruz.
Örnek; "Eğer alem
hadis ise, onun bir muhdisi vardır." (Birinci mukaddime) "Alemin
hadis olduğu bilinmektedir." (İkinci mukaddime) Öyleyse alemin bir muhdisi
vardır, (netice)
Birinci mukaddime iki
kaziyyeye şamildir. Şart harfi düşürülürse, bu iki ka-ziyye birbirinden
ayrılır. Bu iki kaziyyeden biri, "Eğer alem hadis ise", ikincisi
"onun bir muhdisi vardır" sözüdür. Birinci kaziyyeyi
"mukaddem", ikincisini de "lâzım" ve "tabî"
olarak adlandırıyoruz.
İkinci mukaddime (kaziyye) ise, 'mukaddem'
adını verdiğimiz kaziyyenin aynının teslimini içermektedir ki bu "Alemin
hadis olduğu bilinmektedir" sözü-müzdür. Bu iki mukaddimeden netice lazım
gelmiştir. Bu netice "Öyleyse alemin bir muhdisi vardır" sözümüzdür
ki bu 'lâzım'in kendisidir.
Fıkıhtan Örnek:
"Eğer vitir
namazı, her halükarda binek üzerinde eda edilebiliyorsa, bu namaz
nafiledir",
"Vitir namazının
binek üzerinde eda edildiği bilinmektedir", "O halde vitir namazı
nafile bir namazdır".
Bu nematta, dört
teslim bulunur. Bunlardan ikisi sonuç doğurur, ikisi doğurmaz.
Sonuç doğuran teslimler:
a)
"Mukaddemin aynının tesliminin, lazımın aynını sonuçlaması"
Örnek:
"Eğer bu namaz
sahih ise namaz kılan abdestli demektir."
"Bu namazın sahih
olduğu bilinmektedir."
"Öyleyse namaz kılan
abdestlidir."
Hissi şeylerden örnek:
"Eğer bu siyah
ise bir renk demektir",
"Bunun siyah
olduğu bilinmektedir",
"Öyleyse bu
renktir".
b) Lâ/ımın
çelişiğinin (nakîz) teslimi, mukaddimin çelişiğinin sonuçlar.
Örnek:
"Bu namaz eğer
sahih ise namaz kılan abdestlidir",
"Namaz kılanın
abdestsiz olduğu bilinmektedir",
"O halde namaz
sahih değildir".
"Eğer göz Önünde
olmayan şeyin (ğâib) satımı sahih ise, böyle bir satım, sarih ilzam ile
bağlayıcı olur",
"Bu şekildeki
satımın sarih ilzam ile bağlayıcı olmadığı bilinmektedir",
"O halde, bu
satım sahih değildir".
Bu nematın cümleye
delalet yönü şöyle gösterilebilir;
"Muhale götüren
şey muhaldir", "Bu muhale götürüyor", "O halde, bu da
muhaldir".
"Bârî Sübhanehu
arş üzerinde yerleşmiş olsaydı, ya arşa eşit. ya ondan büyük, ya da küçük
olurdu",
"Bunların hepsi
muhaldir", "Muhale götüren şey de muhaldir", "Bu muhale
götürmektedir", "O halde bu da muhaldir".
Sonuç doğurmayan
teslimler: Sonuç vermeyen teslim, lazım'ın aynının teslimidir. "Namaz
sahih ise namaz kılan abdestlidir", "Namaz kılanın abdestlİ olduğu
bilinmektedir",
Bundan namazın sıhhati
veya fesadı lazım gelmez. Zira namaz, başka bir illet yüzünden de fasid
olabilir.
Aynı şekilde,
mukaddemin çelişiğini teslim de, lazımın aynını ve çelişiğini inlac etmez.
Şayet biz "Namazın sahih olmadığı bilinmektedir" diyecek olursak
bundan namaz kılanın abdestli veya abdestsiz olduğu sonucu çıkarılamaz.
Bu nemattan netice
gerekmesinin mahiyeti şudur;
Bir şey bir şeye lazım
kılındığında, melzumun lazımdan daha genel olmayıp, ona eşit veya daha özel
olması gerekir. Daha özel olduğunda, daha özelin sabit olması, zaruri olarak
daha genelin sabit olmasını gerektirir. Zira, siyahın sübu-(undan, rengin
sübutu lazım gelir. Bizim 'lazımın aynının teslimi' sözüyle kastettiğimiz
budur.
Daha genelin sabit
olmaması (intifa), zaruri olarak daha özelin de sabit olmamasını gerektirir.
Zira, rengin sabit olmamasından, siyahın sabit olmaması lazım gelir. Bizim
"lazım'ın nakizinin teslimi' sözüyle kestiltiğimiz de budur. Ancak, daha
genelin sübutu, daha özelin sübutunu gerektirmez. Rengin sübutu, siyahın
sübutunu gerektirmez. Bunun içindir ki biz, lazım'ın aynının tesliminin sonuç
doğurmayacağını söyledik.
[I, 42] Daha özelin
sabit olmaması, daha genelin ne sabit olmamasını ne de sabit olmasını
gerektirir. Şöyle ki, siyahın nefyedilmiş olması, rengin nefyedilmiş olmasını
ve sübutunu gerektirmez. Bizim "Mukaddemin çelişiğinin teslimi asla sonuç
doğurmaz" sözüyle kastettiğimiz de budur.
Daha özelin, daha
genele lazım kılınması ise hatadır. Mesela "Eğer bu bir renk ise, bu
siyahlıktır" demek böyledir.
Eğer lazım mukaddeme
eşit ise, bundan dört teslim doğar.
Örnek:
Eğer muhsanfn zinası
var ise recm vaciptir,
Fakat muhsanın zinası
vardır,
Öyleyse recm vacibtir.
Fakat recm vacibtir.
Öyleyse muhsanın
zinası vardır.
Fakat recm vacib
değildir.
O halde muhsanın
zinası mevcud değildir.
Fakat muhsanın zinası
mevcut değildir.
Öyleyse, recm vacib
değildir.
Aynı şekilde bir tek
illeti bulunan her malûl böyledir.
Örnek:
Eğer güneş doğmuş ise
gündüz mevcuttur.
Fakat güneş doğmuştur.
Öyleyse gündüz vardır.
Fakat gündüz vardır.
Öyleyse güneş doğmuştur.
Fakat güneş doğmuş
değildir. Öyleyse gündüz var değildir.
Fakat gündüz mevcut
değildir. O halde güneş doğmuş değildir.[42]
Bu, bir Öncekinin
zıddıdır. Kelamcılar bunu 'sebr ve taksim' olarak adlandırırlar. Mantıkçılar
ise buna 'ayrık şartlı (eş-şartiyyu'I-munfasıl)' bir öncekine de "bitişik
şartlı (eş-şartıyyu'I-muttasil)' adını verirler.
Bu teânüd metodu da,
iki öncül ve bir sonuca racidir.
Örnek:
Alem ya kadim, ya
hadistir. Bu iki önermeden oluşmuş bir öncüldür.
İkinci öncül ise, bu
iki önermeden birini veya zıddını teslim etmektir. Bundan kuşkusuz bir netice
lazım gelir. Bunda dört teslim sonuçlanabilir. Şöyle ki;
Fakat alem hadistir.
Öyleyse kadim değildir.
Fakat o kadimdir.
Öyleyse hadis değildir.
Fakat o hadis
değildir. Öyleyse kadimdir.
Fakat o kadim
değildir. Öyleyse hadistir.
Genel olarak ifade
etmek gerekirse* birbirine zıt ve mütekabil iki kısımda, yukarıda geçtiği gibi,
tenakuz şartlan bulunursa, bunlardan birinin isbatı, diğerinin nefyini,
birinin nefyi diğerinin isbatını gerektirir. Önermenin iki kısma münhasır
olması şart değildir. Aksine şart olan, kısımlarının tastamam bulunmasıdır.
Eğer üç kısmı var ise, deriz ki, sayı ya eşit, ya az, ya da çok olur. İşte üç
kısım dediğimiz budur. Fakat bunlar hasredicidir. Bunlardan birinin isbatı,
diğer ikisinin nefyini sonuçlar. Birinin isbatı, doğrunun diğer ikinin muayyen
olmayan birine münhasır olduğunu sonuçlar. Bunda, birinin nefyini sonuçlamayan
ise, onun mahsur olmamasıdır. Mesela, "Zeyd ya Irak'tadır ya da
Hicaz'dadır" sözünü alırsak, bu iki İhtimalden birinin isbatı, diğerinin
nefyini gerektiren türdendir. Fakat birinin ibtali, diğerinin isbatını
sonuçlamaz. Çünkü Zcyd'in başka bir bölgede olması mümkündür.
Allah'ın görülmesini
varlık illeti ile isbat eden kişinin sözü, biz o söz için zoraki bir açıklama
getirmezsek. neredeyse bu ikisine de münhasır değildir. Şöyle ki, Allanın
görülebileceğini sahih gören kişinin sözü, şu ihtimallerden uzak değildir;
a) Ya onun
cevher olması, ki bu araz ile batıl olur.
b) Ya onun
araz olması, ki bu cevher ile batıl olur.
c) Ya onun
siyah veya renk olması, ki bu hareket ile batıl olur.
Bu farklı şeylerin
varlıktan başka ortaklıkları kalmaz. Bu ise hasredici değil-[I. 43] dir. Zira,
varlıktan başka, araştırıcının muttali olamadığı daha başka ortak bir durum
olabilir. Mesela görenin herhangi bir tarafında olması gibi. Bu iptal edilirse,
umulur ki bu iptal, başka bir anlamdan Ötürüdür. Ancak manaların hasrı tekellüf
edilip, vücud dışındaki şeylerin hepsi nefyedilirse, bu takdirde sonuç
doğrulabi-lir.
tşte bunlar
burhanların şekilleridir. Bu beş şekilden birine İrca edilemeyen her delil,
elbette sonuçsuz kalır. Bu hususuların, daha uzun açıklamasını Mihak-ku'n-Nazar
ve Mi'yaru'1-İlm adlı kitaplarımızda yaptık.[43]
Burhanın maddesi,
gömlek için kumaş, koltuk için ağaç ne ise burhan için o olan öncüllerdir. Yani
gömlek için kumaş ne ise, burhan için Öncüller odur.-Bizim zikrettiğimiz
şeyler ise, gömlek için dikiş, koltuk için koltuğun şekli mesabesindedir.
Nasıl ki, her cisimden kılıç ve koltuk edinilemezse (zira ağaçtan gömlek,
kumaştan kılıç, kılıçtan koltuk edinilemiyorsa), aynı şekilde, her öncülden,
sonuç verici bir burhan elde edilemez. Aksine sonuç verici burhan, eğer matlûb
yakînî ise ancak yakînî Öncüllerden, eğer matlûb fıkhı ise, zannî öncüllerden
meydana gelir.
Yakîn'in özünü
anlayabilmen için, önce onun kendi nefsindeki anlamını, sonra da yakîn'i elde
etmeye yarayan aleti anlayabilmen için de yakînin müdreki-ni zikredelim.
Yakîn'in şerhi:
Nefis, herhangi bir
önermeyi doğrulamaya eğilim gösterir ve tatmin olursa, bunun üç hali vardır.
Birinci halet:
Yakinen bilmek ve
kesin kanaat hasıl etmek. Buna ikinci bir kesinlik daha eklenir ki, bu da bunun
şahinliğine kesin kanaat getirmesinin kesin olması ve o konudaki yakînî
bilgisinin bir unutma, yanılgı ve karıştırma olmadığını yakînen bilmesi,
dolayısıyla da birinci ve ikinci yakîninin sıhhatinde yanılgıyı mümkün
görmemesi ve ikinci yakîninin sıhhati birinci yakîninin sıhhati gibi olmasıdır.
Daha doğrusu haladan emin ve mutmain olmasıdır. Hatta kendisine bir peygamberin
mucize göstererek buna zıt bir şeyi iddia ettiği anlatılsa, hiç gecikmeksizin
bunu nakleden kişiyi tekzib etmeli, hatta onun yalancı olduğuna kesin gözüyle
bakmalı, veya bunu söyleyen şahsın peygamber olmadığına ve bu kişinin mucize
sandığı şeyin 'harikulade bir şey (muhrıka)' olduğuna kesin gözüyle bakmalıdır.
Kısaca bunlar kendisini kuşkuya düşürmemeli, hatta, onu söyleyene ve nakledene
gülüp geçmelidir. Eğer aklına, kendi itikadının zıddını ortaya çıkaracak bir
sırrı Allah'ın bir peygambere bildirmesinin imkan dahilinde olduğu
gelebiliyorsa, nefsin itikadı yakîn bir itikad değildir. Mesela "Üç
altıdan azdır", "Bir şahıs, aynı zamanda iki yerde olamaz",
"Bir şey, bir durumda hem kadîm hem hâdİs, hem var hem yok, hem sakin hem
hareketli olamaz" sözlerimiz böyledir.
İkinci halet:
Nefsin, o önermeyi
hiçbir duymayacak ve çelişiğini hissetmeyecek bir kesinlikle tasdik etmesi.
Şayet çelişiğini hissedecek olsa bile, ona kulak vermeyi kabullenmesi imkansız
olmalıdır.
Fakat o önerme sabit
olsa ve kulak verse ve inancının çelişiği, kendisine, kendince insanların en
âlimi olan peygamber ve sıddîk gibi bir kişiden nakledilse bu nakil o kişide
(nefiste) bir duraksama (tavakkuf) meydana getirebilir. Biz böylesi inancı
'kesin inanç (itikad cezmen)' olarak adlandıralım. Müslüman, Ya- [i; 441 hudi
ve Hiristİyanlann halk tabakasının dinleri ve inanışları (mütekâdât) hususundaki
inançlarının çoğu böyledir. Hatta, kelamcıların çoğunun, kendi mezheb-lerinin
deliller yoluyla üstün ve muzaffer olduğu yönündeki inançları da böyledir.
Onlar, hem mezhebi hem de delili çocukluktaki hüsnüzan ile kabul ettiler ve bu
mezhebe göre yetişip onda karar kıldılar. Araştırma ve incelemesinde küfre ve
İslama olan eğilimi eşit olan bağımsız düşünceli kişi yok denecek kadar azdır.
Üçüncü halet:
Çelişiğini gerek
hissetsin gerekse hissetmesin, nefsin bir şeyde sükun bulup onu tasdik etmesi.
Fakat, çelişiğini hissetmesi halinde, tab'ı onu kabulden kaçmaz. İşte bu tür
inanç, 'zann' olarak adlandırılır. Zannın, eksiklik veya fazlalığa kayma
yönünden sayılamayacak kadar çok dereceleri vardır.
Güvenilir (âdil)
birinden bir şey duydan kimsenin kalbi (nefs) bu duyduğuna yatar (sükun). Aynı
şeyi ikinci birinden duyarsa sükûnu (kalp yatması) artar. Buna üçüncü biri
daha eklenirse sükun ve kuvvet artar. Buna, özellikle bu kişilerin doğruluğu
hususunda bir tecrübe eklenirse, kuvvet artar. Buna bir karine (ipucu)
eklenirse, mesela korkutucu bir şeyden haber veriliyor, yüzleri sararıyor ve
davranışlarında düzensizlik ortaya çıkıyorsa zann iyice artar. Böylece zann,
azar azar yükselir ve tevatür sınırına ulaştığında bilgiye (ilim) dönüşür.
Hadisçiler bu hallerin çoğunu bilgi ve yakîn olarak adlandırırlar ve hatta
sahih hadis kitaplarında (sıhâh) bulunan haberlerin ilim ve ameli
gerektirdiğini söylerler. Birkaç muhakkik alim dışında hemen herkes ikinci
haleti de 'yakîn1 olarak adlandırmışlar ve birinci halet ile ikinci halel
arasında ayırım gözetmemişlerdir. Doğru olan. birinci halelin 'yakîn', ikinci
haletin ise "yanılgı yeri (mazınnctü'I-ğalat)' olmasıdır.
Sen yukarıda geçen
şartlar muvacehesinde oluşturma şekline riayet ederek, birinci yaklaşıma (zevk)
göre yakîni öncüllerden bir burhan oluşturduğunda, netice zaruri ve yakînî
olur ve bu neticeye güvenmek caiz olur. İşte bu, yakin'in açıklamasıdır.
Yakîn'in kaynaklarına
(Medâriku'l-Yakîn) gelince; yakîn ve kesin inancın kaynağı (müdrek) olduğu
tevehhüm edilen şeylerin tamamı yedi kısma münhasırdır.
1)
Evveliyyât: (İlk/Zaruri bilgiler)
Evvcliyyat terimiyle
sırf aklî olan, yani bizzal aklın, his ve tahayyülden yardım almaksızın
vardığı ve bunları tasdik üzere yaratıldığı şeyleri kasdediyorum. Mesela
insanın kendi varlığını bilmesi, bir şeyin hem hadis hem kadîm olamayacağını,
iki zıddan biri tasdik edildiğinde diğerinin yalanlanmış olacağını, ikinin
birden çok olduğunu bilmesi böyledir.
Genel olarak söylemek
gerekirse, bu Önermeler (kaziyyeler), varlığından itibaren akılda çizilmiş
(mürtesim) olarak bulunmaktadır. Hatta akıllı kişi, ne zaman yenilendiklerini
bilmeksizin^ bunları halen bilmekte olduğunu zanneder. Bu bilginin meydana
gelmesi, aklın varlığı dışında başka herhangi bir şeye bağlı değildir. Zira
'var', akılda bir tekil olarak, 'kadîm' bir tekil olarak ve 'hadis', bir tekil
olarak çizili bulunmaktadır. Müfekkir kuvvet bu tekilleri bir araya toplar ve
bir kısmını diğer kısmına nisbet eder. Mesela Müfekkir kuvvet, "Kadim
hadistir" der ve akıl bunu yalanlar; "Kadim hadis değildir" der,
akıl bunu tasdik eder. Öyleyse evveli bilgi, sadece, tekillerin şekillendiği
bir zihne ve bunları bir6İrine [1,45] nisbet eden bir müfekkir kuvvete
muhtaçtır. Akıl, zaruri bir biçimde bu nisbeti tasdik veya tekzibe yönelir.
2) Batınî
Müşahadeler:
İnsanın kendi açlık,
susuzluk, korku ve sevinmesini, kısaca beş duyusu olmayanların da idrak
edebileceği bütün iç halleri bilmesi böyledir. Bunlar beş duyudan olmadığı
gibi, aklî de değildir. Aksine, akıl olmaksızın hayvan da bu şeyleri kendi
nefsinde idrak eder. Çocuk da böyledir. Halbuki evveli bilgiler, hayvanlar ve
çocuklar İçin değildir.
3) Dış
duyulurlar (el-Mahsûsât ez-Zâhire, Hislerle algılanan görünür şeyler):
•Mesela "Kar
beyazdır", "Ay yuvarlaktır", "Güneş ışık vericidir"
sözleri böyledir. Bu tür bilgi açıktır fakat aşırı uzaklık, aşırı yakınlık
veya gözün zayıflığı gibi gelip geçici sebepler yüzünden, görme için yanılgı
söz konusu olabilir. Sağlam göz için yanılgı sebebleri sekizdir. Aynada olduğu
gibi yansıma yoluyla ve billur ve camın arkasındakinin görülmesinde olduğu gibi
kırılma (in'itâf) yoluyla olan görmelerde ise, yanılgı sebebler ikiye katlanır.
Bu ilavede bunların derinlemesine incelenmesi mümkün değildir. Bundan bir
numune anlamak istersen gölgenin ucuna bak! Sen onu hareketsiz olarak
görürsün. Halbuki akıl, onun hareketli olduğuna hükmeder; Yıldıza bak! Sen onu
hareketsiz olarak görürsün. Halbuki o hareketlidir; Gelişmesinin başındaki
çocuğa ve bitkiye bak! O her an tedrici olarak bir büyüme ve gelişme içinde
olduğu halde sen onu duruyor olarak: görürsün. Bunun örnekleri pek çoktur.
4) Tecrübî
Şeyler:
Buna 'ıttırâdu'1-âdât'
da denilir.
Ateşin yakıcı
olduğuna, ekmeğin doyurucu olduğuna, taşın aşağıya düştüğüne, ateşin
yükseldiğine, şarabın sarhoş edici olduğuna, sakmonya'mn müshil olduğuna
hükmetmen böyledir.
Tecrübî bilgiler, onu
tecrübe eden açısından yakînîdir. İnsanlar, tecrübe hususundaki farklılıkları
yüzünden bu tür bilgilerde ihtilaf etmişlerdir. Doktorun, sakamonyanın müshil
olduğunu bilmesi, senin suyun kandırıcı olduğunu bilmen gibidir. Bilen
açısından, mıknatısın demiri çektiğine hükmetmek de böyledir. Mıknatısın çekici
olması, hisleVle algılanabilen şeylerden değildir. Çünkü hissin müdreki, bu
taşın yere doğru düşmesidir. Her taşın düştüğüne hükmetmek ise, bir muayyen
hakkında kazıyye değil, genel kaziyyedir. Birinin bir sıvı görüp, onu içerek
sarhoş olması ve bu sıvı cinsinin sarhoş olduğuna hükmetmesi de böyledir. His
ancak, muayyen bir içme ve sarhoş olmayı idrak edebilir. Hepsi hakkında hüküm
vermek ise akıla aittir. Fakat his aracılığıyla ya da hissetmenin birbiri
ardına tekerrür etmesi yoluyla. Çünkü ilk defa ile ilim hasıl olmaz.
Bir yeri ağrıyan
kimse, ağrıyan yerine bir sıvı dökse ve ağrısı gitse, ağrıyı giderenin bu sıvı
olduğu bilgisi bu kişi için hasıl olmaz. Zira, bu ağrının tesadüfen gitmiş
olması muhtemeldir. Daha doğrusu bu kişi, ağrıyan yerine ıhlas suresini okuyan
ve akabinde ağrısı zail olan kimse gibidir. Belki bu kişinin aklına ağrının
tesadüfen gittiği gelebilir. Bu is, farklı durumlarda bir kaç defa tekrarlansa.
nefiste bir yakın yerleşir ve müessirin o olduğu bilinir. Ateşle ısıtılanın
soğuğu izale [[ 45] edici olmasının, ekmeğin açlık elemini izale edici
olmasının hasıl olması gibi. Bunu düşündüğün zaman, aklın buna his üzerinde
tekrarından sonra, kendinde şekillenen, farkına dahi varmadığı, hafî bir kıyas
vasıtasıyla nail olduğunu anlarsın. Çünkü o, ona dönüp bakmamış ve onu bir
sözcükle meşgul etmemiştir. Akıl âdeta şöyle der: "Şayet bu sebeb onu
gerektiriyor olmasaydı, pek çok şeyde bu ıt-tırad etmezdi (düzenli olarak
cereyan etmezdi). Ve şayet bu tesadüf olsaydı, bir çok ihtilaf olurdu. Bu şu
anda; sebeblerin ve ıttıradu'l-âdât tabir edilen müsebbİb-lerin telazümünün
anlamı hususunda büyük bir kutubu harekete geçirmektedir. Biz bunun derinliğine
Tehâfütü'l-Felâsife adlı kitabımızda işaret ettik.
Amaç, tecrübi
bilgileri hissî bilgilerden ayırmaktır. İşlerin tecrübesi hususunda kafa
yormayan kişiyi, bir çok yakini şeyleri kaybeder ve bu yakini şeylerden lazım
gelecek olan neticeler onun için zorlaşır. Artık bunları onları bilen ma'rifet
ehlinden istifade eder. Bu, tıpkı, kör ve sağırın, hissi mukaddimelerden
sonuçlanan bir çok bilgiyi kaybetmesi (elde edememesi) gibidir. Ta ki kör,
burhan ile güneşin yerden büyük olduğunu bilebilsin. Bu iş, hissi mukaddimelere
dayanan hendesî delillerle bilinmektidir. İşitme ve görme, bir çok bilgileri
elde etme ağı olduğu için, Allah, kitabında bir kaç yerde bu ikisini gönül
(fuâd) ile birlikte zikretmiştir.
5) Mütevatir
Bilgiler:
Mekke'nin varlığını,
Şafii'nin varlığını, beş vakit namazın sayısını bilmemiz, hatta, Şafiî
mezhebine göre, müslümanın zimmî karşılığında öldürülmeyeceğini bilmemiz
böyledir. Bu, his ile algılananın ötesinde bir durumdur. Çünkü hisse ait olan
yalnızca, Mekke'nin varlığını haber veren kişinin sesini duymaktır. Onun
doğruluğuna hükmetmek ise akıla aittir. Aklın aleti, duyma'dır. Hatta mücerred
duyma değil duymanın tekerrür etmesidir. Bilgiyi gerektirecek sayı, belli bir
sayıya münhasır değildir. Bunu belli bir sayıya hasretme külfetine giren
aşırılıktadır. Aksine o, tecrübenin tekrarlanması gibidir. Tecrübenin her bir
tekerrürü, ne vakit olduğunun farkına varılmaksızın, zannın bilgiye dönüşmesine
kadar devam eden ayrı birer şehadettir. Tevatür de aynen bunun gibidir.
Buraya kadar olan bilgi
kaynakları, burhanlara öncül olmaya uygun hakikî yakînî bilgi kaynaklarıdır.
Aşağıda zikredilecek olanlar ise böyle değildir.
6)
Vehmiyyât:
Bu, mesela vehmin,
"Her mevcudun, yönüne işaret edilebilen olması gerekir. Çünkü aleme ne
bitişik ne de ayrı, ne dahil, ne hariç olmayan bir mevcud muhaldir ve bir
şeyin, altı yönyn bundan hali olduğuna kesin gözüyle bakılarak isbat edilmesi
muhaldir. Bu hüküm, beynin orta boşluğundaki bir kuvvetin işidir. Bu kuvvet,
'vehmî kuvvet' olarak adlandırılır. Bu kuvvetin işi, hislerle algılanan şeylere
mülâzemet, mütabaat ve onlarda tasarruf etmektir. Aşina olduğu duyulurlar
uyarınca (doğrultusunda) olmayan her şeye karşı, tabiatında (yapısında) bir
kaçma ve inkar vardır. Tab'ın, "Alemin ötesinde, dolu-boş hiç bir yer
yoktur" diyen kişinin sözünü yadırgaması da bu kabildendir. Bu iki
Önerme, vehmî yalancı [I 471 ''c' önermedir. Hiç bir yönde bulunmayan bir
mevcudu isbatı etmeyi gerekli kılan akli delillerle fazla haşir neşir olman
sebebiyle belki birinci önermeyi yalanlama yönünde ünsiyetin husule gelmiş
olabilir. Delilleri ile az ilgilenmiş olman sebebiyle ikinci önermeyi
yalanlamaya ünsiyetin olmayabilir. İyice düşündüğün zaman vehmin inkar ettiği
'boşluk ve doluluğun nefyedilmesi' hususunun mümkün olmadığını anlarsın. Çünkü
boşluk, kesin burhanlar ile batıldır. Çünkü bunun bir anlamı yoktur. Doluluk
ise kesin deliller ile sonludur. Zira sonsuz cisimlerin bulunması imkansızdır.
Bu iki asıl sabit olursa, alemin ölesinde doluluk ve boşluk olmadığı bilinir.
Bu önermeler her ne
kadar vehmî olsalar da. nefiste bunlar "Bir şahıs iki mekanda
olamaz" sözünde olduğu gibi kesin ilk bilgilerden
(el-evveliyatu'l-kal'iyyc) ayrışmazlar. Aslında, tıpkı aklî evveliyata şehadet
ettiği gibi buna da ilk fıtrat (evvelu'I-fıtrat) şehadet etmektedir. Fıtratın
kesinlikle şehadet ettiği her şey doğru değildir. Aksine doğru olan, sadece,
akıl kuvvetinin şehadet ettiği şeylerdir. Aklın kaynağı da yukarıda zikredilen
beş kaynaktır.
Nefis için bu
vehmiyatın yalanlığı ancak akıl delili (delîlu'1-akl) ile ortaya çıkar.
Delilin bilinmesinden sonra da vehmin tartışması kesilmez. Aksine o tartışmasını
(niza) devam ettirir.
Eğer dersen ki;
"Peki ben bununla sâdıka arasına ne ile temyiz edeceğim. Fıtrat, bunun
ikisini de kesinlemektedir. Bundan kurtuluş (eman) ne zaman sağlanır?".
Bilesin ki, bu nokta,
bir çok insanın helak olup, safsata yaptıkları ve araştırma/incelemenin
(nazar) yakîn bilgi ifade ettiğini inkar ettikleri bir çıkmazdır (varta).
Bunlardan bazıları, yakîn'i talep etmenin imkansız olduğunu söylemişler ve
delillerin denkliğine (tekâfu'u'I-edille) kail olup, delillerin denkliği ile
yakîn'i iddia etmişlerdir. Bir kısmı ise, yine delillerin, duraksama mahallinde
olan şeylerle denkliği sebebiyle 'yakînen biliş (teyakkün)' olmayacağını
söylemişlerdir.
Bu çıkmazın örtüsünün
kaldırılması uzun izahlar gerektirmektedir. Biz bununla meşgul olmayacağız ve
şimdi sana vehmi yalanlamada yarlanabileceğin iki yol göstereceğiz;
Birinci yol, 'cürnelf
olup, vehmin varlığı, kudret, ilim ve irade hususunda kuşku duymamandır. Bu
sıfatlar nazariyattan değildir. Şayet vehmin kendisini vehme arzedecek olursan,
vehim onu da inkar eder. Çünkü vehim, kendisine ar-zedilen vehim için bir boy,
bir miktar ve bir renk talep eder ve bunları bulamayınca da onu kabulden
kaçınır. Şayet vehmi, kudret, ilim ve iradenin zatını düşünmekle mükellef
tutacak olursan, vehim bunlardan her biri için bir miktar ve müfred bir mekan
tasvir eder. Şayet onun için bu sıfatların bir cüzde veya bir ci-sİmdc
toplandığını varsaysan, sanki o, yüzü üzerine çekilmiş ince bir örtüymüş gibi,
bunlardan bir kısmının, diğer bir kısmına intibak ettiğini takdir eder ve bunlardan
bir kısmının diğer kısımla tamamen bütünleşebileceğini (ittihad) takdir edemez.
O, belki cisimleri müşahade eder ve konum itibariyle mütemeyyiz olduklannı
görür ve her iki şey hakkında bunlardan birinin, konum itibariyle diğerinden
mütemeyyiz olduğuna hükmeder.
İkinci yol; tek tek
meseleler hakkında bir kıstas olup, vehmin bütün Önermelerinin yalancı
olmadığını bilenendir. Bu önermeler bir şahsın iki mekanda bulunmasının
imkansızlığınnda akıla muvafakat eder. Hatta hendesî, matematiksel ve his ile
idrak edilen bilgilerin hiçbirinde tartışmaya girmez. Sadece, duyulurlar
(mahsûsât) ötesi bilgiler hususunda tartışır. Çünkü hu önermeler gayri
mahsusatı mahsusat ile temsil eder. Zira nıahsusattan olmayan şeyleri, ancak
mahsusat gibi olması durumunda kabul eder.
Vehim her ne zaman
duyulur olmayan üzerinde inceleme yaparsa, vehmin [1, 48] yalancılığını anlama
hususunda aklın başvuracağı çare, yakînî öncülleri alarak, vehmin bunlar
hususunda kendisine muvafık olması için bunları, yukarıda zikrettiğimiz burhan
düzenine uygun olarak düzenlemektir. Vehim, misallerde geçtiği ve hendesî
şeylerde olduğu gibi, yakînî öncüller bu şekilde dizildiğinde bundan neticenin
lazım geleceğine muvafakat eder. Bunun, bununla onun arasında bîr hakim ve bir
mizan olduğunu görürsün. Eğer vehim, öncüllerine muvafakat ettiği ve düzeninin
sıhhatini kabul ettiği bir delilin sonucunu kabulden saparsa, bunun sebebinin,
vehmin tabiatındaki bu gibi mahsusat harici şeyi idrakten bir eksiklik olduğu
anlaşılır. Bu kadarla yetin. Açıklamanın tamam olabilmesi için sözün uzatılması
gerekir.
7) Meşhûrât:
Bunlar, ya herkesin ya
çoğunluğun ya da faziletli grupların şahitliği sebebiyle doğrulanması gerekli
övülmüş görüşlerdir. Mesela, "Yalan çirkindir", "Suçsuza acı
çektirmek çirkindir", "Küfranı nimet çirkindir", "Nimet
verene şükretmek ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olanları kurtarmak
güzeldir" gibi sözler böyledir. Meşhurat bazen doğru, bazen yanlış olur.
Burhan öncüllerinde bunlara dayanmak caiz değildir. Bu önermeler ne evvelidir
ne de vehmidir. İlk fıtrat da bunlara hükmetmez. Aksine bunların kabulü, daha
çocukluğun evvelinden itibaren arız olan bir çok sebeble nefiste kök salar.
Bunlar çocuk üzerinde tekrarlanır, çocuk bunlara itikat etmekle mükellef
tutulur ve bunlar ona güzel gösterilir. Bazen, barış içinde olma ve iyi
geçinme düşüncesi bunları kabule sevkeder. Bazen de bunlar şefkat ve yaratılış
inceliğinden kaynaklanır. Nitekim sen, hayvan boğazlamanın çirkinliğini tasdik
eden, etlerini yemekten kaçınan insanları görürsün. Şefkat ve rikkat üzere
yaratılmış nefisler, bunları kabul etmeye daha yatkındır. Bazen de çok istikra
bunları tasdik etmeye sevkeder. Bazen ise, önerme doğrudur, fakat doğruluğu
dakik bir şart iledir. Zihin bu şartı iyi kavramaksızın önermenin doğruluğunu
tekrarlamaya devam eder ve neticede bu önerme nefsinde yerleşir. Mesela,
"Tevatür ilim gerektirmez. Çünkü tek tek ahad haberler ilmi gerektirmemektedir.
Dolayısıyla bunların toplamı da ilim gerektirmez. Çünkü bu toplam, ahad üzerine
bir ziyade yapmaz" diyen kişinin durumu böyledir. Bu yanIıştır. Çünkü, tek
kişinin sözü, tekbaşına kalma şartıyla ilim gerektirmez. Tevatür durumunda ise
bu şart yok olur. İnce oluşu sebebiyle bu şart gözden kaçırılır ve bu mutlak
olarak tasdik edilir. Aynı şekilde, "Allah her şeye güç yetirir" sözü
de böyle tasdik edilir. Halbuki Allah, yine bir 'şey' olan kendi zatını ve
sıfatlarını yaratmaya kadir değildir. Fakat Allah her şeye, bu şeylerin kendi
nefsinde mümkün olmaları şartıyla kadirdir. Bu şart gözden kaçırılır ve bu söz
dilde sık sık tekrarlandığı için ve bu sözün ince şartı gözden kaçırıldığı
için, mutlak olarak tasdik edilir.
Meşhuratı tasdik
etmenin birçok sebebi olup, bu sebepler büyük hataların çıktığı yerlerdendir.
Kelamcıların ve
fakihlerin kıyasların pek çoğu mücerred şöhret sebebiyle teslim ettikleri
'meşhur öncüller'e dayanmaktadır. Bunun içindir ki, onların ki- rj 491 yaslarının, çelişik sonuçlar
doğurduğunu ve şaşırıp kaldıklarını görürsün.
"Peki, meşhur ile
sadık arasındaki fark ne ile idrak edilir?" dersen, diyeceğim şudur: Sen,
hiç bir kimseyle muaşerette bulunmadığını, hiç bir din ehline karışmadığını,
işitilip uyulan hiç bir şeye ünsiyet peyda etmediğini, bir ıstıslah ile
edeplenmediğini ve bir üstadın ve mürşidin eğitiminden geçmediğini farzederek
"Adalet güzeldir", "Yalan çirkindir" diye kişinin sözünü
evveliyyatı gerektiren fıtrî ilk akıla arzet ve kendi nefsini de bu sözden
kuşkulanmakla mükellef tut! Sen buna güç yetirebilirsin ve bunun yapılabilir
olduğunu da göreceksin. Sana asıl zor gelecek olaiuşu anda onların zıddı bir
durum üzerinde bulunduğun bu takdirlerdir. Tok iken açlığı takdir etmek güçtür.
Aynı şekilde halen kendisinden, ayrı olduğun, her durumun takdiri böyledir.
Fakat bunda maharet kesbedİnce kuşkuya düşmen mümkün olur. Şayet sen, nefsine
ikinin birden çok olduğundan kuşkulanmayı yüklesen bu kuşkulanma yapılabilir
değildir. Hatta, alemin dolu ve boş bir yere kadar ulaştığı hususundaki kuşku
da gerçekleştirilemez. Bu vehmî bir yalandır. Fakat vehmin fıtratı bunu iktiza
eder, diğerini ise aklın fıtratı iktiza eder.
Yalanın çirkin
olmasına gelince, bunu ne vehmin ne de aklın fıtratı gerektirir. Bunu gerektiren,
insanın alışageldiği adetler, ahlak ve ıstıslahlardır. Bunlar kaçınılması
gereken karanlık bir çatışmadır (muaraza).
Burhan düzenlenmesinde
kullanılacak olan öncüller hususunda bu kadar izah yeterlidir. Yanılgı
yerlerinden kaçınıldıktan sonra beş kaynaktan (medarik-i hamse) elde edilen
bilgiler, burhan yapımı için uygun olur: Vehmin yanılgısından elde edilenler
elbette buna uygun düşmez. Meşhûrat ise zannî fıkhiyyat ve cedelî kıyaslar için
uygun olup, elbette ki yakîn ifade etmeye uygun değildir.[44]
1. Fasıl:
Bilgilerin bütün kısımlarından delil ve talil sunma sırasında dillerin
konuştuğu şeylerin bizim yukarıda zikrettiğimiz çeşitlere raci olduğunu ve bu
çeşitlere raci olmadığında delil olmayacağını beyan hakkındadır.
Delil, eğer bu nazıma
uygun olmayarak zikredilmişse, bunun sebebi ya araştırıcının bilgisinin
eksikliğidir ya araştırıcının iki Öncülden birini açıklığı yüzünden ihmal
etmesidir ya karıştırmanın araştırıcının dikkatinden kaçacak biçimde bu delilin
içerisinde olmasıdır ya da bazı çeşitleri bir tek sözün siyakında icma-len
toplayıp terkip etmesidir.
Açıklığı yüzünden iki
mukaddimeden birinin terkine örnek:
Bu uygulama daha
ziyade, söz uzatmaktan kaçınmak amacıyla fıkhı konularda ve karşılıklı konuşmalarda
olmaktadır. Mesela, "Buna recm gerekir. Çünkü bu, muhsan olduğu halde zina
etmiştir" sözü böyledir. Halbuki kıyasın tamam olabilmesi için şöyle
söylenmelidir; "Muhsan iken zina eden herkese recm gerekir",
"Bu kişi, muhsan iken zina etmiştir". ("Öyleyse ona da recm
gerekir") Fakat yaygın olarak biliniyor olduğu için ilk öncül terk
edilmiştir.
"Alem sonradan
var edilmiştir" sözü karşısında, 'niçin' denildiği zaman "Çünkü alem,
caizdir (mümkün)" denilip bununla yetinilmesi de. böyledir. Halbuki bunun
tamamı şöyledir: "Her caizin bir faili vardır", "Alem
caizdir", "Öy-[I, 50] leyse onun da bir faili vardır".
Yine sığar nikahı ile
ilgili olarak "Sığar nikahı fasîddir", "Çünkü o, yasaklanmıştır"
der. Halbuki bunun tamamı şöyledir: "Yasaklanan her şey fasiddir'\
"Sığar nikahı yasaklanmıştır", "O halde o da fasiddir". Bu
örnekte birinci öncülü, tartışmalı olduğu için terketmiştir. Şayet birinci
öncülü açıkça belirtseydi, hasım tartışmalı olduğu gerekçesiyle bu öncüle
itiraz edebilecekti.
Bazen de, birinci
Öncülü, bir keresinde açıklığı sebebiyle terkettiği gibi, bu defa da kafa
karıştırma (telbis) amacıyla terk eder. Kur'an delillerinin çoğu bu şe-kİIde
olur. Mesela "Şayet yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı bu
ikisi de bozulurdu" (Enbiya, 22) ayeti böyledir. Halbuki buna
"Malumdur ki, yer ve gök fesada uğramamıştır" sözünün de eklenmesi
uygun olurdu.
Yine "[Eğer
onların dedikleri gibi, başka tanrılar olsaydı] onlar arşın sahibine gitmenin
yolunu ararlardı" (İsra, 42) ayeti de böyledir. Bunun tamamı şöyledir:
"Malumdur ki, onlar arşın sahibine yol aramıyorlar".
Öncülün telbis
yüzünden terkedilmesine örnek:
"Fulan senin
hakkında hainlik yapıyor" denilir. Sen 'Niçin' dediğinde ise
"Çünkü o senin
düşmanınla fisiIdaşıyordu" der. Bunun tamamı şöyledir: "Düşmanla
fısıldaşan kişi, düşmandır", "Bu kişi, düşmanla fısıldaşıyor",
"O halde, o da düşmandır". Şayet bunu açıkça belirtmiş olsaydı,
zihin, düşmanla fısıldaşan kişinin belki ona nasihat ediyor olabileceğine ve
belki onu kandırmaya çalışıyor olabileceğine, dolayısıyla düşmanla konuşan
kişinin düşman olmayacağına dikkat çekebilirdi.
Bazen de ikinci öncül
terkedilir ki bu 'hakkında hüküm verilen'in (mahkumun aleyh) öncülüdür.
Örnek:
"Fulan kişi ile
içli dışlı olma" denilir. Sen, 'Niçin' dediğinde sana şöyle der:
"Çünkü hasetçilerle içli dışlı olunmaz". Bunun tamam olabilmesi için
şu ilavenin yapılması gerekir: "Bu hasetçidir", "Hasetci ile
içli dışlı olunmaz", "Öyleyse bu adamla içli dışlı olunmaz".
Kafa karıştırmayı
amaçlayan kişinin yapacağı şey, hasmı gaflete ve cehalete düşürmek için kafa
karıştırmanın yer aldığı öncülü terketmektir. Bu birinci nazım açısından
yanlıştır. Ancak, ikinci ve üçüncü nazımda söz konusu olabilir.
Örnek:
"Her kahraman
zalimdir" denildiğinde 'niçin' diye sorulur ve buna cevaben "Çünkü
Haccac, kahramandır ve zalimdir" denilir. Bunun tamamı şöyledir:
"Haccac kahramandır", "Haccac zaiimdir", "Her kahraman
zalimdir". Bu nazım, sonuç doğurmaz. Çünkü, üçüncü nazımdan genel bir
netice elde edilmek istenmektedir. Biz üçüncü nazmın, sadece, özel netice
doğurabileceğini açıklamıştık. Bu, üçüncü nazımdandır. Çünkü, 'mahkumun aleyh'
olması sebebiyle her iki öncülde de tekrarlandığı için Haccac 'illet'tir.
Bundan çıkacak olan sonuç şudur: "Bazı kahramanlar zalimdir".
tşte, bütün mutasavvıfların
veya bütün fakİhlerin fesadına hükmedenlerin yanılgısı buradandır. Zira
bazılarında fesadı görmüş ve kıyasını şöyle düzenlemiştir: "Fulan
fakihtir (mütefakkıhtir)", "Fulan fasıktır", "Öyleyse bütün
fakihler fa-sıktır". Böyle bir sonuç gerekmeyip "Bazı fakihler
fasıktır" şeklinde bir sonuç gerekir.
Bu gibi yanılgılar
fıkıhta sıklıkla olur. Fakih muayyen bir konu hakkında bir hüküm gürür ve bu
hüküm ile genel üzerine hükmeder. Mesela şöyle der: "Buğday yiyecek
maddesidir", "Buğday ribevidir", "O halde yiyecek maddesi
ribevi-dir".
Genel hatlarıyla
söylemek gerekirse, illet hükümden ve netice hususunda mahkumun aleyhten daha
özel olduğu sürece, bundan ancak 'cüz'i sonuç' lazım gelir. Üçüncü nazımın
anlamı budur.
İllet, mahkumun
aleyhten genel ve hükümden özel veya ona eşit ise, bu birinci nazımdan olur.
Bundan dört önermenin yani 'olumlu genel (el-mûcibe el-âmme)*, 'olumlu özel,
'olumsuz genel (en-nâfıye el-âmme)' ve 'olumsuz özel' önermelerin sonuçlanması
mümkündür.
İllet hem hükümden hem
mahkumun aleyhten genel olduğu sürece, bu ikinci n 51 ] nazımdan olur ve bundan
ancak olumsuz netice elde edilir, müsbet (icab) netice ise elde edilmez.
Her bir nemattan
oluşturulmuş karışık düzenler (muhtelitât).
"Bari Teâla eğer
arş üzerinde ise, ya ona eşit, ya ondan büyük, ya da ondan küçüktür",
"Her eşit, küçük ve büyüğün bir miktarı vardır (mukadder)", "Her
miktarı olan, ya cisimdir ya cisim değildir", "Miktarı olan şeyin
cisim olmaması batıl olduğundan, onun cisim olduğu sabit olur",
"Bundan Bari teâlanın cisim olması lazım gelir", "Bâri'nin
cisim olması muhaldir", "Öyleyse, Bâri'nin arş üzerinde olması
muhaldir".
Bu siyak, karışık
olarak, hem birinci, hem ikinci, hem de üçüncü nazımlara şamildir. Bunu tahlil
ve tafsile muktedir olamayan kişi, belki de bunun tafsilleri ve katlan arasında
bulunan telbisin yerini anlayamaz. Müfredleri bilen kişinin, karışık örnekleri
o müfredlere irca etmesi mümkündür. Bu bakımdan bir istidlali sözle ifade
etmenin tasavvur olunabilmesi ancak yukarıda zikrettiklerimize başvurularak
mümkündür.
ikinci Fasıl:
İstikra ve temsilin zikrettiğimiz hususlara raci olduğunun beyanı
İstikra (tümevarım),
hükmünü, bu parçalara şamil olan bir şeye verebilmek için, cüz'i şeyleri tek
tek incelemekten ibarettir. (Parçalara dayanarak parçaları içine alan genel bir
hükme ulaşmaktan ibarettir).
Örnek:
"Vitir namazı
farz değildir, çünkü binek üzerinde kılınabilmektedir", "Farz namaz,
binek üzerinde eda edilemez".
Burada "Farz
namazın binek üzerinde eda edilemeyeceğini nereden biliyorsunuz" denilirse,
deriz ki "Biz bunu tümevarım yoluyla biliyoruz. Zira, biz, kaza, eda,
nezredilmiş vb. gibi farz namazların binek üzerinde eda edilmediklerini gördük.
Ve buradan hareketle, hiçbir farz namazın binek üzerinde eda edilemeyeceğini
söyledik".
Bunun delalet yönü
ancak birinci nazım ile tamam olur. Birinci nazıma şöyle dökülür; "Her
farz namaz, ya kaza, ya eda, ya da nezirdir", "Hiçbir kaza, eda ve
nezir namazı, binek üzerinde eda edilmez", "Öyleyse hiçbir farz namaz
binek üzerinde eda edilemez".
Ancak bu yol kusurlu
olup, zannî konular için uygun olsa da katî konular için uygun değildir. Kusur,
'ya edadır' sözündedir. Çünkü bunun hükmü *hiç bir çdânın, binek üzerinde
yapılamayacağadır. Hasım buna mani olabilir. Zira, ona göre vitir namazı, vacib
bir edadır ve binek üzerinde eda edilebilir. Hasım ancak, eda içerisinden, beş
vakit namazı teslim edebilir. Vitir namazı ise, hasıma göre altıncı bir
namazdır. Bu yüzden hasım şöyle diyebilir: "Sen incelemende vitir namazının
hükmünü istikra ettin mi? ve onu nasıl buldun?". Eğer sen "Ben vitir
namazının binek üzerinde eda edilmediğini gördüm" dersen, hasım bunu
teslim etmez. Yok eğer, vitir namazını araştırmadıysan, senin için yalnızca
bazı eda çeşitleri açıklık kazanmış olur. Böylece, ikinci öncül genel olmaktan
çıkıp Özel'e dönüşmüş olur. Bu da sonuç vermez. Çünkü biz, birinci nazımdaki
ikinci öncülün, genel olması gerektiğini açıklamıştık.
Bunun içindir ki,
"Alemin sanatkarı cisimdir, çünkü her fail cisimdir", "Alemin
sanatkarı faildir", "Öyleyse lemin sanatkarı cisimdir" diyen
yanlışa düşmüştür. Bu kişiye niçin "Her fail cisimdir" dedin
denilirse, der ki; "Ben, terzi, yapı ustası, ayakkabıcı, haccâm, demirci
ve diğer failleri araştırdım, hepsinin cisim olduğunu gördüm". Ona,
"Peki alemin sanatkarını da araştırdın mı, yoksa araştır- [I, 52] madın
mı? Eğer araş ti rmadıy san, faillerin hepsini değil bir kısmını araştırmış ve
bazı faillerin cisim olduğunu görmüşsün demektir. Böylece de ikinci öncül, özel
olmuş olur ve sonuç doğurmaz. Eğer Bâriyi araştirdıysan onu nasıl buldun? Eğer
'onu da bir cisim olarak buldum' dersen, tartışma konusu zaten budur. Sen bunu
öncüle nasıl koyuyorsun!" denilir. Bununla sabit oluyor ki; Eğer istikra
tam İse, birinci nazma racidir ve kat'hi şeyler için uygun olur. Eğer istikra
tam değilse, sadece fıkhi konular için uygun olur. Çünkü, çoğunluk her ne
zaman bir nemat üzerinde bulunur ise, diğerinin de böyle olduğu zanna galip
gelir.
Üçüncü Fasıl:
Neticenin Öncüllerden lazım geliş yönü:
Bu 'vechu'd-delîl'
olarak adlandırılır. Bu durum, zayıflara karışık gelir ve delilin vechînin,
medlulün aynı mı yoksa gayrı mı olduğunu kestiremezler.
Diyoruz ki: Müfekkir
kuvvetin bir araya getirip, birini diğerini nefy veya is-bat ile nisbet ederek
akıla arzettiği her iki tekil karşısında aklın tavn iki şıktan biri olur; Akıl
bunu ya tasdik eder ya da tasdikten kaçınır. Eğer akıl bunu tasdik ederse, bu,
vasıtasız bililen 'evvelî bilgi' olur ve bunun inceleme/araştırma, delil, hile
ve düşünme olmaksızın bilindiği söylenir. Bunların hepsi aynı anlamdadır. Eğer
akıl bunu tasdik etmezse, tasdikin ancak bir vasıta ile olabileceği umulur. Bu
vasıta İse, hükme nisbet edilip, hüküm kendisinden haber olan ve mahkumun
aleyhe nisbet edilip, mahkumu aleyh kendisinden haber olan ve bunun sonucunda
tasdik edilen şeydir. Bundan, zaruri olarak, hükmün mahkumun aleyhe nisbe-tinin
tasdiki lazım gelir.
Açıklaması:
Biz akıla,
"Nebizİn haramlığına hükmet" dediğimizde akıl, bunu tasdik etmeksizin
'bilmiyorum' der. Biz anlarız ki, zihinde bu önermenin iki tarafı, yani 'haram'
ve 'nebiz', buluşmuş değildir. Öyleyse, bir vasıtaya İhtiyaç vardır. Öyle
vasıta ki akıl hem bunun nebizde varlığını tasdik belki tasdik edebilir ve hem
de bu vasıta için haramlık vasfının varlığını tasdik edebilir, dolayısıyla da
matlubu tasdik etme durumunda kalır. Bunun için de şu yola başvurulur:
"Nebiz, sarhoş edici midir?" denilir, Eğer akıl bunu tecrübe yoluyla
öğrenmişse, 'evet' der. Arkasından "Sarhoş edici şey haram mıdır?"
denilir. Eğer bunu işitme yoluyla elde etmişse ki bu 'müdrek bis-sem"dir,
'evet' der. son olarak da "Eğer bu iki öncülü tasdik ettiysen, kuşkusuz
üçüncüyü yani nebizin zaruri olarak haram oluşunu da tasdik etmen lazım
gelir" deriz. Artık aklın bunu tasdik etmesi ve tasdiki kabullenmesi
gerekir.
Eğer sen, sonuncu
önermenin önceki iki önermeden hariç olmadığını ve o ikisine bir ilave
getirmediğini söylersen, bilesin ki; bu tevehhümün bir yönden doğru, bir yönden
yanlıştır. Yanlışlık şudur; Bu, üçüncü bir bir önermedir. Çünkü "Nebiz
haramdır" sözün, hem "Nebiz sarhoş edicidir" sözünden hem de
"Sarhoş edici, haramdır" sözünden başkadır. Tam tersine bunlar,
değişik üç öncüldür ve bunlarda kesinlikle tekrar yoktur. Aksine, çıkan (lazım)
netice, bu sonucu gerektiren öncüllerden başkadır.
[I, 53] Doğruluk yönü
İse şudur; "Sarhoş edici, haramdır" sözün, genel bir ifade olup
sarhoşed içil erden biri olan nebiz'i de içine almaktadır. Dolayısıyla
"Nebiz haramdır" sözün bu sözün içerisine zaten vardır, fakat fiilen
değil kuvve olarak. Bazen, zihinde genel hazır bulunduğu halde, Özel hazır
bulunmayabilir. Şöyle ki, "Cisim boşlukta yer kaplayandır" diyen
kişinin aklına o sırada, belki de, tilkinin boşlukta yer kapladığı, hatta
boşlukta yer kaplaması bir tarafa, belki de tilki hiç gelmemiş olabilir.
Öyleyse netice iki öncülden birinde, 'yakın kuvve' olarak bulunmaktadır.
'Yakın kuvve olarak var olan' bir şeyin 'fiilen var olan' bir şey olduğu
zannedilmesin. Bilesin ki, bu netice, sırf iki öncülü bilmekle zihinde, kuvveden
fiile geçmez. Bunun kuvveden fiile geçebilmesi için, iki öncülün zihinde hazır
bulunması ve neticenin bu iki öncülde kuvve olarak var olma yönünü hatırında
tutman gerekir. Bunu düşündüğün zaman netice fiile dönüşür. Zira, karnı şişmiş
katıra bakan kişinin, onun hamile olduğunu tevehhüm etmesi uzak ihtimal
değildir. Ona "Sen katırın soysuz olup, hamile kalamayacağını bilmiyor
musun?" denir. O, 'Evet biliyorum' der. Ona bu defa "Peki sen bunun
katır olduğunu biliyor musun?" denilir. O "Evet biliyorum" der.
Bunun üzerine "Peki nasıl oluyor da, sen bunun hamile olduğunu tevehhüm
edebiliyorsun!" denilince, bu adam, her iki öncülü bilmesine rağmen, bunu
nasıl tevehhüm ettiğine şaşırır kalır. Zira, iki öncülün düzeni şöyledir:
"Her katır soysuzdur", "Bu bir katırdır", "O halde bu
da soysuzdur".
Karındaki şişliğin
ise, birkaç sebebi vardır. Demekk ki, katırın karnının şişkin olması başka bir
sebeb yüzündendir.
Neticenin zihinde
husule gelmesinin özel sebebi, bu neticenin kuvve olarak öncülde bulunduğunu
kavramak (tafattun) olduğundan, zayıflara müşkil gelir ve delilin vechinin, medlulün
aynı mı yoksa gayrı mı olduğunu bilemezler. Doğrusu şudur ki, matlub, istintaç
edilen medluldür ve bu medlulün iki öncülde kuvve olarak varlığını kavramış
olmaktan başka bir şeydir. Fakat bu kavrayışın hangi yolla, sonuçlanan medlulün
sebebi olduğunda değişik bakış açılan vardır; mutezileye göre bu, tevellüd
yoluyladır; filozoflara göre, neticenin makul suretleri bağışlayan faal akıl
katından feyezan etmesi için iki öncülü kavrayışla birlikte hazır bulundurmaya
kalbin kabiliyetli olması yoluyladır; Mutezilenin tevellüd görüşüne karşı
çıkan ashabımızın çoğuna göre, öncüllerin neticeyi olması kaçınılmaz lüzum
tarikiyle tazammun etmesi yoluyladır; Bazı arkadaşlarımıza göre ise, iki
öncülün zihinde hazır bulunmasının akabinde, sonuçlanan medlulün Allahın kudretiyle
hasıl olması yoluyla olup, iki öncülün sonucu içerdiğinin kavranması da
Allahın, âdeti -incelemenin tamamlanması akabinde yaratmayabilmesi sebebiyle
yırtılması tasavvur olunacak bir biçimde- icra etmesi yoluyladır. Kimilerine
göre ise, bu, onu hadis bir kudrete nisbet etmeksizin, daha doğrusu ona kulun
kudreti taalluk etmeyecek bir biçimde olur. Kulun kudreti dahilinde olan ise,
sadece, iki öncülü hazırlamak ve bu iki öncülün neticeyi içeriş yönünü,
neticenin yalnızca kuvve olarak bu ikisinde bulunuş anlamı üzere mütalaa
etmektir. Neticenin fiile dönüşmesine gelince, kulun kudreti buna taaluk etmez.
Bazılarına göre de, bu, güç dahilinde olan bir kesbdir.
Bu konudaki doğru
görüş, başlamış bulunduğumuz şeye uygun düşmez. Maksad, inceleme/araştmma
üzerindeki Örtüyü kaldırmak ve delilin yönünün ne olduğu, medlulün ne olduğu,
sahih nazarın ne olduğu ve fasid nazarın ne olduğu gibi hususları
açıklamaktadır. Kitapların bu konuda sadra şifa olmayan uzun açıklamalarla doiu
olduğunu görürsün. Bunların açıklanması ancak bizim takip [1-54] ettiğimiz yol
ile olur. Senin, alışılagelmiş meşhur söze ilgi duymayıp alışılagelene aykırı
bile olsa, açık ve faydalı söze ilgi duyman gerekir.
Nazarı inkar edenlerin
bir mugalatası:
Nazarı inkar edenler
şöyle derler: "Nazar ile talep ettiğin şey, senin için malum mudur değil
midir? Eğer malumun ise, bulduğun halde nasıl taleb ediyorsun? Eğer talep
ettiğin şeyi bilmiyorsan, bulduğun zaman, onun senin aradığın şey olduğunu
nasıl anlayacaksın? Sen kaçmış köleyi onu tanımayan birinden nasıl sorarsın.
Çünkü o, köleyi bulsa bile, bunun soran kişinin aradığı olduğunu anlayamaz".
Diyoruz ki; sen
delilini (şüphe) düzenleyişte hata ettin. Bir kere, senin bu taksimin hasredici
(hasır) değildir. Zira "biliyor musun, bilmiyor musun" dedin. Halbuki
burada üçüncü bir kısım daha vardır. O da "ben onu bir yönden tanıyorum,
bir yönden biliyorum, bir yönden bilmiyorum" şeklindedir. Burada 'tanıma
(tna'rifet)' ile 'bilme'den (ilim) başka bir şeyi kastediyorum. Ben, matlubun
cüzlerinin müfredatını marifet ve tasavvur yoluyla biliyorum. Matlub neticeyi,
Fiilen değil kuvve olarak biliyorum yani, neticeyi fiilen tasdik etmek benim
kuvvetim dahiyindedir. Neticeyi bir yönden bilmiyorum. Yani onu fiilen
bilmiyorum. Şayet bilfiil bilseydim onu talep etmezdim. Ve onu bilkuvve
bilmeseydim, onu bilmeyi arzulamazdım. Zira, bilgisi kuvvemde olmayan şeyin
husule gelmesi -tıpkı iki /iddin biraraya gelmesi gibi- imkanst/.dır. Şayel,
marifet ve tasavvur yoluyla onun münferid parçalarını anlamış olmasaydım,
bulduğum şeyin matlubum olduğunu bilemezdim. Bu kaçmış köle gibidir. Ben
kaçmış kölenin zatını tasavvur yoluyla biliyorum. Onun yerini ve evde olup
olmadığını arıyorum. Ve evde olu-Şunu marifet ve tasavvur yoluyla anlıyorum,
yani, 'ev'i tekil olarak, *oluş'u tekil olarak anlıyorum ve 'evde oluş'
bilkuvve biliyorum. Yani, kuvvemde onun evde oluşunu tasdik bulunmaktadır. Ben
bunun, görme duyusu yönünden bilfiil meydana gelmesini talep ediyorum. Onun
evde olduğunu gördüğüm zaman, evde olduğunu tasdik ederim. İşte bulduğumda,
alemin hadis oluşunu talebim de böyledir.
Dördüncü Fasıl: Burhanın, 'burhan-ı illet' ve 'burhan-ı delalet' diye ikiye ayrılması.
Delalet burhanı, iki
öncülde tekrarlanan şeyin malum ve müsebbeb olmasıdır.
İllet ve malul
mütelazımdır (aralarında sebeb-sonuç ilişkisi vardır). Sebeb ve müsebbeb, mûcib
ve mûceb de böyledir, illet ile malule istidlal ettiğin zaman, bu burhan
burhan-ı illettir. Malul ile illet'e istidlal ettiğin zaman ise, burhan,
burhan-ı delalettir. İki malulden biri ile diğerine istidlal etmen de böyledir.
Kıyas-ı illetin
duyulurlardan örneği, yağmura, bulut ile, Zeydin tokluğuna yemek yemesi ile
istidlal etmen dir.
Şöyle dersin:
"Çok yemek yiyen
şu anda toktur", "Zeyd çok yemek yemiştir", "Öyleyse o
toktur".
Eğer şöyle dersen;
"Her tok, çok yemiştir", "Zeyd toktur", "O halde Zeyd
çok yemiştir" bu 'delalet burhanı' olur.
[I, 551
Kelamdan örnek:
"Muhkem bir
fiilin faili alimdir", "Alem, muhkem bir fiildir",
"Öyleyse, alemin faili âlimdir".
İki neticeden biriyle,
diğerine istidlal etmenin fıkıhtan örneği:
"Zina, hısımlık
hürmeti (hürmetu'l-musahare) gerektirmez. Çünkü mahremiyeti gerektirmeyen her
cinsel ilişki hürmeti de gerektirmez", "Zina mahremiyeti
gerektirmemektedir", "Öyleyse hürmeti de gerektirmez".
Hürmet ve mahremiyet,
biri diğerinin illeti olmayıp, ikisi de bir illetin sonucudur, îki neticeden
birinin husule gelmesi, aynı illet vasıtasıyla diğer neticenin de husule
geldiğini gösterir. Çünkü, birinci netice illete mülazım olduğu gibi, ikinci
netice de illete mülazimdir. Mülazime mülazım olan şey de kuşkusuz mü-lazimdir.
Kurnazlık (Firaset) istidlallerinin hepsi, iki neticeden biriyle diğer neticeye
İstidlal kabilindendir. Hatta koyunun kürek kemiğindcki kırmızı çizgiler ile, o
sene kan akıtılacağına (yani kurban kesileceğine) istidlal edilmesi, 'eskime'
ile 'eskitme'ye istidlal edilmesi böyledir. Bu ancak bir scbebten sadır olan
neticelerin telazümü yoluyla mümkün olur.
Aklî idrakin ilkeleri
(medariku'1-ukûl) konusunda bu kadar açıklama ile yetiniyoruz. Çünkü bu
açıklama fıkıh usûlü ilmine bir ilave mesabesindedir. Daha fazla açıklama
isteyenler Mihakku'n-Nazar ve Mi'yaru'l-flm adlı kitaplarımıza başvursun.
Şimdi biz, fıkıh usûlü
ilminin medarı olan dört kutup ile meşgul olalım.
Hamd, yalnızca
Allah'a, salat ve selam O'nun en hayırlı kulu Muhammed'e, âline ve bütün
arkadaşlarına.[45]
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 1/I-II
[3] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 1/III-IV
[4] Güzâlî'nin hayalı ve görüşlerine ilişkin mevcut
kitaplar yanında, ö/ellikle Gazâlfnin kendi otobiyografisi mahiyetinde olan
el-Munkiz mine'd-Dalâl (Dalaletten Hidayete) adlı eserine ve "Bir İslam
Hukukçusu Olarak Gazâlî" adlı tebliğimizin de yer aldığı, Gevher Nesibe
Tıp Tarihi Enstitüsünce el-Gazâlî adıyla yayınlanan (Kayseri 1990) kilaba
bakılabilir.
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/V.
[6] "Ve mâ kûne'i-mü'minune li yenfiru kâffeten. te
levlâ nefere min külli firkatin minhum ta-ifetun li yeiefakkahû fi'd-dîn"
(Tefsiri için bk. Keşşaf, 11,221).
[7] Buhârî, İlim, 10.
[8] Buhârî, Vudû. 10.
[9] Fîruzâbâdî, BesâiruZevi't-Temyîz, IV, 210.
[10] Sonraları fıkıh usulünün gereğine ve önemine ilişkin
olarak şöyle bîr mantık yürülmüştür: Allah Teakının hükümlerini bilmek -icmaen-
vaciptir;
Bilme işi ya istidlal
yoluyla ya da istidlal edenden sorma yoluyla olur;
İstidlal eden kişinin
takip ettiği bir yol <tarîk) olmalıdır;
Bu yol, fıkıh usulüdür;
Vacibin (bilme),
kendisine bağlı olduğu şey (yani yol) de vaciptir;
Öyleyse fıkıh usulü (oluşturmak) vaciptir (farz-ı kifaye)". Bkz.
Siracuddin Mahmud b. Ebi Bekrel-Urmevî(ö. 682), et-Tahsîl, mine'l-Mahsûl,
Beyrut 1988,1, 190.
[11] Ebu'l-Velîd el-Baci, Ihkâm, s. 171.
[12] İbnu'l-Hâcib, Muhtasar, I, 14{Beyanu'l-Muhtasar ile).
[13] M. Hamidullah, Fıkıh Usul'nün tedvini konusunda
Pakistanda Kadı Muhammed Abdurrah-man'ın Urduca bir tez çalışmasının
bulunduğunu bel inmektedir. Bkz. İsi. Hukuk. Etiidleri, s.
[14] Bu konuda bkz. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi,
(çev. Abdulkadir Şener), s. 24-26.
[15] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 1/IV-X
[16] Bk. Tufi, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, II, 60-65
[17] Bkz. Unvanu'd-Diraye, s. 73, 210; Keşf, I, 344
İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey
Yayıncılık: 1/11-12
[18] Bu bakımdan, eski İcma anlayışının yeniden gözden
geçirilerek, oluşumunu hazırlayan sebeplerin, muhtevasının ve icra eHiği
fonksiyonun belirlenmesi; sonrasında, elde edilecek veriler ışığında icma'ın
(veya benzeri bîr kurumun) şu andan itibaren nasıl bir muhteva ve fonksiyona
sahip olacağının araştınlması yerinde olur.
[19] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/13-17
[20] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 1-2
[22] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 3-4
[23] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 5-6
[24] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 6-7
[25] İbn Mâce, Ahkâm, 4/ II, 776; Benzer lafızla bkz.
Buhari, Ahkâm, I; Müslim, Akdıye , 16; Tirmizî, Ahkâm, 7)
îşte usûl ilminde ele alınan konuların tamamı bunlardır. Böylece, bu
konuların söz konusu dört anabölümden nasıl şubelere ayrıldığı anlaşılmış
olmaktadır.
[26] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/7-8-9
[27] Ebu zeyd Abdullah b. Ömer b. Isa ed-Debûsî (Ö.
430/1039). Büyük Hanefi hukukçulardan biridir. Fıkıh Usulü ve Hilafiyat
alanında kıymetli eserleri vardır.
[28] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/9-1
[29] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/11
[30] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/11-12-13
[33] Aclûnî, Keşfu'1-Hafa, H, 284.
[39] Sevr: Kaziyyede mevzuun fertlerinin kenımiyetine
delalet eden lafızdır. Bk. Tarifat, s. 123