1.
Tevatürün Bilgi İfade Etmesi
Mesele: (Bilgi Oluşturan Sayının Alt Sınırı Belli
Midir?)
Mesele: (Bilgi Oluşumunun İki Şartı: Tam Sayı Ve
Haberin Müşahede Kaynaktı Olması)
Tevatür
Sayısı İçin Öngörülen Fasit Şartlar:
3.
Tasdik Ve Tekzip Açısından Haberin Kısımları
Sahabenin haberleri
naklederken kullandığı lafızlar: sahabe, haberleri rivayet ederken beş türlü
lafız kullanmıştır.
Birincisi, sahabinin,
'hz. Peygamberin şöyle söylediğini işittim' veya 'bana şunu haber verdi' veya
'bana şöyle dedi' veya 'bana şöyle hitap etti' diyerek nakilde bulunmasıdır.
Rivayet lafızlarından en kuvvetlisi budur. Bu rivayet biçiminde ihtimal söz
konusu olmaz. Zaten rivayet ve tebliğde asıl olan budur. Hz.
Peygamber 'allah,
benim sözümü işitip anlayan ve işittiği gibi nakleden kişi-
19 nin yüzünü ak
etsin' [1]
demiştir.
İkincisi; sahabinin
'hz. Peygamber şöyle dedi' veya 'şunu haber verdi1 veya 'şunu söyledi' diyerek
nakildo bulunmasıdır. Eğer bir sahabiden sadır olmuşsa, bu gibi lafızların
zahiri, nakil olup sarih nass değildir. Zira, içimizden biri, her ne kadar
bizzat hz. Peygamberden duymuş olmasa bile, kendisine nakledilen bir ha-[1,130]
bere dayanarak hz. Peygamber şöyle dedi diyebilir. Sahabi de, kendisine
tevatü-ren veya güvendiği birinin ağzından ulaşan bir habere dayanarak böyle
söyleyebilir. Bu şekilde yapılan rivayetlerde ihtimal bulunabileceğinin delili
şudur: ebu hureyre hz. Peygamberden cünüp olarak sabahlayanın orucu
yoktur' [2] dediğini rivayet etmiş, kendisinden açıklama
istenince de, 'bunu bana fazl b. Abbas haber verdi' demiştir. Görüldüğü gibi
ebu hureyre başlangıçta, başkasından duyduğunu belirtmeksizin, hadisi kendisi
duymuş gibi nakletmiştir. Yine îbn abbas, hz. Peygamberin riba ancak
nesîededir'[3] sözünü nakletmiş, daha
sonra kendisine bu hadis konusunda müracaat edildiğinde bu hadisi üsame b.
Zeyd'den duyduğunu söylemiştir. Her ne kadar bu lafızla rivayette, belirtilen
ihtimal söz konusu olabiliyorsa da bu ihtimal uzak bir ihtimaldir. Aksine
zahir olan, sahabi 'hz. Peygamber dedi ki...'şeklinde rivayettc'hulunduğunda.
Bunu hz. Peygamberden duymuş olmasıdır. Hz. Peygamberle çağdaş olmayan
kişilerin 'resulullah dedi ki' diyerek rivayette bulunmaları durumu ise
farklıdır. Çünkü bu kişilerin karine-i halleri, rivayet ettikleri hadisi hz.
Peygamberden duymadıklarını göstermekte olup, bu şekildeki rivayetleri, hadisi
bizzat hz. Peygamberden duymuş olduklarını akla getirmez. Halbuki sahabinin bu
şekildeki rivayeti, bunu hz. Peygamberden doğrudan işitmiş olduğunu akla
getirir. Dolayısıyla, sahabinin bu şekildeki rivayeti, duyma kaynaklı
olmalıdır. Zahir olan budur. Haberlerin hemen hepsi bize bu şekilde
nakledilmiştir. Nitekim, rivayetler 'ebu bekr dedi ki; hz. Peygamber şöyle
şöyle demiş' ve 'ömer dedi ki; hz. Peygamber şöyle şöyle demiş' şeklinde
olmakta ve biz onların bunu hz. Peygamberden duymuş olduklarını anlamaktayız.
Üçüncüsü; sahabinin
'hz. Peygamber şunu emretti, şunu yasakladı' gibi sözleridir. Bu lafızla
yapılan rivayetler için iki ihtimal söz konusudur. Birinci ihtimal bunu hz.
Peygamberce1 en duyup duymadığında; ikincisi ise, 'emretti' ifade-sindedir.
Çünkü sahabi, gerçekte emir olmayan bir şeyin emir olduğu görüşünde olabilir.
Alimler, 'yap' sözünün emir olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bunun içindir
ki, birkısım zahir ehli, hz. Peygamberin kendi ifadesi nakledilmedikçe, bu
şekildeki rivayette hiç bir hüccet bulunmadığını söylemiştir. Doğrusu şudur; hz.
Peygamberin bunu emrettiğini muhakkak surette bilmedikçe veya hz. Peygamberin
'şunu emrediyorum' dediğini yahutta emir olduğunu gösteren karinelerin bulunup
zarurî olarak emri kastettiği anlaşılacak biçimde 'şunu yapın' dediğini
duymadıkça, sahabinin 'hz. Peygamber şunu emretti" şeklinde rivayette
bulunacağı düşünülemez. Sahabinin emir olmayan bir şeyi, bir yanılgı sonucu
emir olarak algılaması durumuna gelince, ortada bunu gerektirecek bir zaruret
olmadıkça, biz sahabe hakkında bu ihtimali söz konusu edemeyiz. Tam tersine,
mümkün mertebe biz, sahabenin söz ve fiilinin zahirini selamete hamlederiz.
Bunun içindir ki, sahabe 'hz. Peygamber şöyle dedi' dese, fakat, bir şart
getirse ve bir vakit öngörse, biz buna ittiba etmek durumundayız. Bu durumda
bizim, 'belki de sahabi, şartı ve zamanlamayı anlama hususunda yanılgıya
düşmüş, şart olmayan bir şeyi şart sanmıştır' dememiz caiz olmaz. Aynı şekilde
sahabinin 'şu hüküm nes-hedilmiştir1 sözünü de kabul etmemiz gerekir; çünkü
sahabinin 'şu neshedilmiştir' sözü ile 'şu emredilmiştir' sözü arasında hiç bir
fark yoktur. Bunun içindir ki ali, bîr kayıt getirmeksizin 'ben, antlaşmayı
bozanlarla, bir bid'at ve dalalet sebebiyle dinden çıkanlarla ve gerçekten
sapıp zulmedenlerle savaşmakla emrolun-dum' demiştir. Ali gibi birinin, emri
gerektirecek bir dayanak olmaksızın, umum ve husus açısından üçüncü bir ihtimal
girecek şekilde 'emrolundum1 demesi düşünülemez. Nitekim kimileri ali'nin bu
mutlak ifadesinden hareketle, tüm ümmetin bununla emrolunmuş olduğunu söylemişlerdir.
Sahih olan şudur; umum sıygasını [ı, 131] benimseyenlerin bu ifade hakkında da
kararsız kalmaları gerekir. Zira ali'nin duyduğu şeyin, ümmet için veya bir
grup için veya muayyen biri için bir emir olması ihtimal dahilindedir. Bütün
bunlar ona 'emretti' deme imkanı verir ve akabinde delile vakıf olabilir.
Fakat, hz. Peygamberin bir kişiye olan emrinin, cemaat için bir emir oluşu
buna delalet etmektedir; ancak bir kişiye yönelik emrin, yolculuk veya ikamet
gibi, kendisine özel bir vasıf sebebiyle olması durumunda, cemaate yönelik
olmaması muhtemeldir. Şayet böyle idiyse sahabi, msl. 'Yolcu-luk esnasında
mestlerimizi üç gün üç gece çıkarmamakla emrolunduk[4] ifadesinde
olduğu gibi, bunu açıkça söylerdi. Şayet sahabi 'bize şunu emretti' derse ve
sahabinin bu ifadeyi, sadece tüm ümmetin emrolunmuş olması durumunda kullandığı
biliniyorsa, bu durumda söz konusu emir tüm ümmet için anlaşılır. Sahabinin
böyle bir kullanım adeti yoksa veya bilinmiyorsa, bu takdirde söz konusu emrin,
ümmet için veya sadece kendisi için veya belirli bir grup için olması ihtimal
dahilindedir.
Dördüncüsü; sahabinin,
'sununla emrolunduk, şundan nehyolunduk' gibi sözleridir. Bu gibi sözler için
yukarıdaki üç ihtimale ek olarak bir de, emreden kişinin kimliği ihtimali söz
konusudur. Bu ifadeden, emreden kişinin hz. Peygamber mi yoksa halifelerden
veya alimlerden biri mi olduğu anlaşılmamaktadır. Kimi alimler, taşıdığı
ihtimal nedeniyle, bu lafızla yapılan rivayette hiç bir hüccet bulunmadığını
ileri sürmüşse de, çoğunluk alimler bu ifadenin yalnızca allanın veya hz.
Peygamberin emrine hamledileceğim söylemişlerdir. Çünkü nakilde bulunan sahabi,
bu ifadesiyle bir şer'î hükmü isbatı ve hüccet ikame etmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla bu ifade, sözünde hüccet bulunmayan kişilerin sözü olarak
yorumlanamaz.
Sahabinin 'şu,
sünnettendir', 'sünnet şu şekilde cereyan etmiştir' gibi sözleri de bu
kabildendir. Zahir olan şudur ki; sahabi bununla, özellikle hz. Peygamberin
sünnetini kastetmektedir. Îttiba edilmesi gereken, hz. Peygamberin sünnetidir,
itaat edilmesi vacip olmayan diğer kişilerin sünneti değil. Sahabinin bunu hz.
Peygamberin hayatında söylemesi ile ölümünden sonra söylemesi arasında hiç bir
fark yoktur.
Bir tabiînin
'emrolunduk' sözüne gelince; bunun hz. Peygamberin emri olması muhtemel olduğu
gibi, bütünüyle ümmetin emri olması da muhtemeldir ve her iki durumda da bu
sözle hüccet gerçekleşir. Bu ifadenin ayrıca sahabenin emri olması da
muhtemeldir. Fakat bir alimin, itaati vacip birini kastetmesi durumu hariç, bu
ifadeyi kayıtsız biçimde kullanması kendisine yakışmaz. Her halükarda tabiinin
bu sözündeki ihtimal, sahabinin aynı sözündeki ihtimalden daha da açıktır.
Beşincisi; sahabinin
'şöyle yaparlardı' şeklindeki sözüdür. Eğer sahabi bunu hz. Peygamber zamanına
izafe ediyorsa, bu nakil söz konusu fiilin caizliğini gösterir. Çünkü sahabinin
bunu hüccet olarak zikretmiş olması, hz. Peygamberin haberdar olmadığı bir
fiili değil, haberdar olup ses çıkarmadığı bir fiili kastettiğini gösterir ve
bu da söz konusu fiilin caizliğini gösterir. Msl. İbn ömerin "biz hz.
Peygamber zamanında fazilet sıralaması yapardık ve hz. Peygamberden sonra
insanların en hayırlısının ebu bekr, sonra ömer ve sonra osman olduğunu
söylerdik. Bu sözlerimiz hz. Peygambere ulaştığı halde o buna karşı bir şey
söylemedi"[5] demesi, yine ibn ömer'in
"biz hz. Peygamber zamanında ve ondan sonra kırk yıl tarım ortakçılığı
(muhabere) yaptık. Ne zaman ki râfi' b. Hadîc bize hz. Peygamberin bunu
yasakladığı haberini rivayet edince bundan vazgeçtik'[6]
şeklindeki rivayeti böyledir. Ebu said'in "biz hz. Peygamber zamanında
fıtır sadakası olarak buğdaydan bir sa' verirdik' [7]sözü;
aişe'nin "onlar değeri düşük şeylerde el kesmezlerdi"[8] sözü
de böyledir.
Bir tabiî'nin 'onlar
şöyle yaparlardı' sözü ise, ümmetin tamamının değil, bir-kısmının böyle
yaptığını gösterir ve tabiî bunu icma ehlinden naklettiğini açıkça
belirtmedikçe bu sözde hiç bir hüccet yoktur. Tabiî bunu icma ehlinden
nakledin- [ı, 132 ce bu nakil bir icma'ın nakli olur. İlerde geleceği üzere
icma'ın tek kişinin haberiyle sabit olup olmayacağı tartışmalıdır. Buraya
kadar verilen bilgilerle neyin hz. Peygamber'den nakil (haber) olduğu ve neyin
de haber olmadığı gösterilmiştir. Şimdi haberin bize ulaşma yollarını
açıklayalım. Haber bize ya tevatür kanalıyla ya da ahad kanalla ulaşır.[9]
Tevatür konusuna
geçmeden önce haberi tanımlayalım. Haber; doğrulanması ve yanlışjanması mümkün
olan sözdür. Diğer bir ifadeyle haber, kendisine doğruluk veya yalan girebilen
sözdür. Bu ikinci tanımlama, haberin 'kendisine doğruluk ve yalan girebilen
sözdür1 şeklindeki tanımından daha uygundur. Çünkü bir habere, hem doğruluk ve
hem yalan giremez. Nitekim, allanın kelamı için yalan kesinlikle sözkonusu
olmadığı gibi, imkansızlardan verilen haber için de doğrulama kesinlikle
sözkonusu değildir.
Haber, nefisle kaim
olan kelamın kısımlarından biridir. İbare ise, sıygası 'zeyd ayaktadır ve
dövmektedir1 sözü gibi, kesik seslerdir. Bu söz, bizatihi haber olmayıp, ancak
kişinin bununla nefisle olanı haber vermeyi kastctmesiylc haber olur. Bunun
içindir ki bu söz uyuyan veya akli dengesi yerinde olmayan birinin ağzından
çıkmış olsa haber olmaz. Kelamu'n-ncfs ise bizatihi ve cinsiyle haberdir;
mevcut oluduğunda, artık kişinin kasdıyla değişmez.
Tevatürün bilgi
ifade etliğinin isbatına
gelince; bu husus açıktır.
Sümeniyye"[10]
mezhebi ise aksi görüşte olup, tevatürün bilgi ifade ettiğini inkar etmiş ve
bilgileri duyulara hasretmiştir. Onların bu hasredişleri batıldır. Biz binin
birden çok olduğunu; bir şeyin hem kadim hem hadis olmasının imkansızlığını ve
yakîn'in duyular dışındaki kaynaklarında zikrettiğimiz daha başka şeyleri zorunlu
olarak bilmekteyiz. Diğer taraftan biz deriz ki; onların bilgileri duyulara
hasretmesi, kendileri için malumdur ve bu bilgi beş duyu kanalıyla idrak
edilmiş değildir. Yine hiç bir akıllı, her ne kadar kendisi oraya gitmemişse
de, dünyada bağdad isminde bir şehir bulunduğundan kuşku duymaz. Yine hiç bir
akıllı peygamberlerin varlığından, hatta şâfû ve ebû hanîie'nin varlığından,
devletlerden ve meydana gelmiş harikulade olaylardan kuşku duymaz.
Denirse ki:
Eğer tevatürün bilgi
ifade ettiği zorunlu olarak biliniyor olsaydı biz size muhalefet etmezdik.
Deriz ki:
Zaten bu hususta
muhalefet eden kişi, ancak diliyle veya aklından zoru olduğu için ya da
inadından dolayı muhalefet etmektedir. Bildikleri şeyleri inkar etmeleri ve
inat etmeleri adeten imkansız olan büyük bir sayıdan bunun inkarı sadır
olmamıştır. Şayet biz bildiklerimizi sizin sözünüz sebebiyle terkedecek olsay-dik,
sizin de sofistlerin"[11]
karşı çıkması sebebiyle, duyularla algılanan bilgileri terketmeniz gerekirdi.
Tevatür bilgisinin
nazarî bilgi olduğunu iddia eden ka'bî'inin görüşünün ba-tıllığına gelince,
deriz ki: nazarî; kendisine kuşku arız olması mümkün olan ve hakkında
durumların değişebileceği, dolayısıyla da kimi insanların bilip, kimüe-rininin
bilemeyeceği, kadınların, çocukların ve nazar ehlinden olmayanların bile- [ı,
133] meyeceği bir şeydir. Kasden nazan terkedenler de bunu bilemez. Her nazarî
bilgi karşısında bunu bilen kişi önce bu konuda kendi nefsinde bir kuşku duyar
ve sonra araştırır. Biz ise mekke'nin ve safirinin varlığı hususunda içimizde
bir kuşku duymuyoruz ve araştırmıyoruz. Siz eğer tevatür bilgisinin nazarî
olduğunu söylerken bunu kastediyorsanız, biz bunu kabul etmiyoruz. Yok eğer
bununla, salt haber veren kişinin sözünün, nefiste aşağıda zikredeceğimiz iki
mukaddime düzenlenmedikçe -ki tevatür ehlinin doğruluğunun bilgisi bu iki
mukaddime üzerine oturacaktır- bilgi ifade etmeyeceğini kastediyorsanız bunu
kabul ederiz. Bu mukaddimelerden birincisi şudur: bunlar, durumlarının
farklılığına ve amaçlarının aykırılığına ve sayılarının çokluğuna rağmen, bir
birleştiricinin kendilerini yalan üzerinde birleştiremeyeceği bir
konumdadırlar; bunlar ancak doğru üzerinde ittifak edebilirler. İkincisi de
şudur: bunlar vakıayı haber verme noktasında ittifak etmişlerdir. Tevatür
bilgisinin nazarî bilgi olduğunu söylerken bunu kastet-tiyseniz, bu bizce kabul
edilebilir. Zaten kendisi için bilgi ve tasdikin hasıl olabilmesi için,
düzenli bir lafızla teşekkül etmese bile, nefsin bu iki mukaddimeyi hissetmesi
gerekir. Nefis bunu hissedince, o mukaddimeleri hissettiğinin farkında olmasa
bile, tasdik meydana gelir.
Bu konunun mahiyeti
şudur: zarurî bilgi, eğer, 'kadim olan bir şey hadis olamaz ve varolan bir şey
yok olmaz' sözümüz gibi, bir vasıta olmaksızın oluşan bilgiden ibaret ise,
bunlar zarurî bilgi değildir. Çünkü bu bilgi, zikredilen iki mukaddime
vasıtasıyla oluşmuştur. Zarurî bilgi eğer, zihinde bîr vasıtanın teşekkülü
olmaksızın oluşan bilgi ise, bu bilgi zarurîdir. Zihinde nice vasıtalar vardır,
ki insan bunların aracılığını ve bunlar aracılığıyla bilgi oluşumunu hiç bir
şekilde hissetmez. Bunlar* evvelî bilgi olmadıkları halde evvelî bilgi olarak
adlandırılırlar. Msl. 'İki, dördün yarısıdır' sözümüz böyledir. Çünkü bu bilgi,
bir vasıta olmaksızın bilinemez. Bu vasıta da şudur: yarım, bir bütünün, biri
diğerine eşit olan iki parçasından biridir. İki de, dördün bütününden diğer
ikiye eşit olan iki parçanın birisidir. Öyleyse bu yarımdır.-bu bilgi bir
vasıta ile oluşmuştur; fakat bu vasıta zihinde mevcut ve açıktır. Bunun içindir
ki, şayet otuz altı, yetmiş ikinin yarısı mıdır? Diye sorulduğunda, bu bütünün
birbirine eşit biri otuz altı olan iki parçası olduğunun bilinebilmesi için
düşünme ve incelemeye gerek vardır. İşte, tevatür haberinin doğruluğu bilgisi
de bu mukaddimelerin aracılığı ile oluşur. Bu şekilde oluşan bilgi evvelî bilgi
değildir. Bu tür bilgi zarurî olarak adlandırılabilir mi? Bu hususta ıstılah
değişikliği olabilir. Çoğunluğa göre zarurî bilgi, nefislerimizi kendisine
zorunlu bulduğumuz şeylerden değil, evveli bilgiden ibarettir. Buna göre,
matematiksel bilgiler, nazarî olduğu halde zorunludur. Bu bilgilerin nazarî
olmalarının anlamı, evvelî olmayışlarıdır. Tevatür haberinin doğruluğu bilgisi
de bunun gibidir. Ittıradu'f-âdât olarak tabir edilen tecrübeden elde edilen
bilgiler de buna yakındır. Mukaddime kısmında dikkat çektiğimiz gibi, 'su
kandırıcıdır ve şarap sarhoş edicidir' sözümüz böyledir. Denirse ki:
Birisi çıkıp, şayet
zarurî olsaydı biz bunun zarurî olduğunu zarurî olarak bilirdik ve bu konuda
tartışma olmazdı diyerek bu bilginin zarurî olmadığına istid-11 134]
lal edecek olursa bu istidlal sahih midir, değii midir?
Deriz ki:
Eğer zarurî,
nefislerimizi kendisine zorunlu bulduğumuz şeyden ibaret ise, biz kendi
nefislerimizi buna zorunlu bulmaktayız. Eğer zarurî, vasıtasız oluşan bilgiden
ibaret ise bunun bilinmesi hususunda düşünmeye ihtiyaç duyulması caizdir ve
tıpkı bir şeye kesin olarak kanaat getirip, bu kanaatimizin tahkik edilmiş bir
bilgi olup olmadığında tereddüt edişimiz gibi, bu bilgi hakkında kuşku vaki
olabilir.[12]
Tevatürün dört şartı
vardır:
1) bilgiyi
nakledenlerin, zann kaynaklı olarak değil, bilgi kaynaklı olarak haber
vermeleri. Msl. Bağdad halkı, şayet bize güvercin zannettikleri bir kuştan veya
zeyd sandıkları bir kişiden haber verseler, bizim için o kuşun güvercin olduğu
ve o şahsın zeyd olduğu bilgisi oluşmaz. Bu nakil muallel değildir. Aksine
haber verenin bilgisi, haber verilenin bilgisinden fazla değildir. Çünkü
onların haberiyle, bu haber zan kaynaklı bile olsa, bizim için bir bilgi
yaratmak allanın kudretindedir. Ne var ki adet bu yönde süreğen (muttarid)
değildir.
2) onların
bilgisi, duyularla algılanmış bilgiye dayalı zarurî bir bilgi olabilir. Zira,
şayet bağdad halkı bize alemin hudusundan ve bazı peygamberlerin doğruluğundan
haber verecek olsalar bizim için bilgi oluşmaz. Bu da aynı şekilde adet ile
bilinen bir şeydir. Yoksa ki bunu bizim hakkımızda bilgi için bir sebep yapmak
allahın kudretindedir.
3) bu
vasıflar ve sayının tamlığı açısından haberin iki tarafının ve vasıtasının,
bir birine eşit olması. Birbirini izleyen asırlar boyunca halef seleften
nakilde bulunsa ve her bir asırda şartlar mevcut olmasa, bizim için onların
doğruluğu bilgisi oluşmaz. Çünkü her bir asır halkının haberi, kendi başına
müstakil bir haber olup her birinde şartların mevcut olması gerekir. Bunun
içindir ki sayıca çok olmalarına rağmen, musa'dan yaptıkları kendi şeriatini
nesheden her şeyin yalanlanmasına dair haber konusunda, yahudilerin doğruluğu
bilgisi bizim için oluşmamıştır. Yine şia, abbasiye ve bekriyye'nin, ali'nin,
abbas'ın ve ebu bekr'in imametine dair nass bulunduğu yönündeki nakillerinde,
birbirine yakın asırlarda nakilcilerin sayıca çokluğuna rağmen, bizim için
onların doğruluğu bilgisi oluşmamıştır. Çünkü bunların birkısmını önce tek tek
kişiler uydurmuşlar, sonra bunu yaymışlar, daha sonra da kendi asırlarından
itibaren bu haberi nakledenlerin sayısı artmıştır. Şart bazı asırlarda
oluşmakla birlikte, şartın oluşumu açısından tüm asırlar birbirine eşit
değildir. Bunun içindir ki isa'nın varlığının ve onun nübüvvet ile meydan
okuyuşunun aksini; yine ebu bekr ve ali'nin varlıklarının ve imamet için
adaylıklarının aksini tasdik gerçekleşmemiştir. Bunların her birinde tarallar
ve vasıta eşit olduğundan bizim için nefislerimizi kuşkulandırmaya güç
yetiremeyeceğimiz zarurî bir bilgi oluşmaktadır. Halbuki musa ve isa'dan yapılan
nakiller ve imametin nassı konusunda nefislerimizi kuşkuya sevkctmcye
muktediriz.
4) dördüncü
şart sayıya ilişkin olup, bununla amaçlanan hususu bir kaç mesele resmederek
ortaya koyalım.
Mesele: (tevatürde
sayı)
,, ..-,,
Haber verenlerin
sayısı, eksik, tam ve fazla olmak üzere üçe ayrılır. Eksik sayıdaki kişilerin
haberi bilgi ifade etmez. Tam sayıdaki kişilerin haberi bilgi ifade eder.
Fazla sayıdaki kişilerin birkısmının haberiyle bilgi oluşur, fazlalık da
fazlalık olarak kalır. Tam sayı, bilgi doğuran en az sayı olup, bizim için
malum değildir. Fakat zarurî bilginin oluşmasıyla biz sayının tamlığını
anlarız. Yoksa ki biz, sayının tamhğindan hareketle bilginin oluşumuna istidlal
ediyor değiliz. Bu nokta anlaşıldıktan sonra şöyle bir soru akla gelebilir: bir
olay hakkında bilgi ifade eden-tam sayının başka bazı olaylar hakkında bilgi
ifade etmeyeceği tasavvur olunabilir mi? Kadı, bunun imkansız olduğunu söylemiş
ve bir vakıa hakkında bilgi ifade eden her sayının başka tüm olaylar hakkında
da bilgi ifade edeceğini söylemiştir. Bir şahıs için oluşan bilgi, aynı şeyi
duymakta müşterek olan tüm diğer kişiler için de oluşur ve bilgi oluşumu
noktasında bunların değişiklik göstermeleri düşünülemez. Birtakım karinelerden
soyutlanmış haber açısından kadı'nın bu görüşü doğrudur. Çünkü bilgi salt
sayıya dayalı değildir ve sayı çokluğunun, diğer olaylara ve diğer şahıslara
nisbeti aynıdır. Ancak eğer haber etrafında tasdike delalet eden birtakım
karineler var ise, böylesi bir haberi tasdik noktasında olaylar ve kişiler
arasında farklılık olması mümkündür. Kadı, karinelere itibar etmeyerek ve
karineler için bir etki düşünmeyerek bunu da inkar etmiştir. Kadı'nın bu görüşü
kabul edilebilecek gibi değildir. Çünkü hiç bir karine olmasa bile, haber
verenlerin sayıca çokluğu ile birlikte salt haber verme bilgi doğurabileceği
gibi, haber verme olmaksızın salt karinelerde bazen bilgi doğurabilir.
Dolayısıyla karinelerin haber vermeye eklenmesi ve bazı karinelerin haber
verenlerin belli bir sayısının yerini tutması mümkündür. Bu noktanın daha iyi
anlaşılabilmesi için karinenin anlamını ve delalet keyfiyetini bilmeye gerek
vardır. Kuşkusuz biz, duyulur olmayan birtakım şeyleri bilmekteyiz. Nitekim biz
birinin başka birine olan muhabbetini ve buğzunu, korkusunu, kızgınlığım ve
utangaçlığını bilebiliyoruz. Bu haller sevenin ve kızanın nefsindeki haller
olup, duyu bu hallere ilişmez; bu hallere, birtakım delaletler delalet eder. Bu
delaletler, tek tek düşünüldüğünde kesin olmadığı, aksine kendilerinde ihtimal
söz konusu olduğu halde, bu delaletler sebebiyle nefis zayıf bir kanaate
meyleder, sonra ikincisi, sonra üçüncüsü bunu pekiştirir. Şayet bu delaletler
tek kalacak olsalar, kendilerine ihtimal girer; fakat bu delaletlerin biraraya
gelmesiyle kesinlik oluşur. Nitekim, tek düşünüldüğünde, tevatür sayısından her
birisi için de ihtimal söz konusu olmakta ve kesinlik bu sayının bir araya
toplanmasıyla oluşmaktadır. Msl. Biz aşıkın aşkını, kendi sözüyle değil,
sevdiğinin hizmetine koşmak, uğrunda matını mülkünü sarfetmek, onu görebilmek
için onun bulunduğu meclislere gitmek gibi aşıkların fiilleri olan fiillerle
bilmekteyiz. Bu fiiller tek tek ele alınınca, her birinin delaleti için ihtimal
söz konusu olur ve kişi bu fiili sevgisinden dolayı değil de, içinde gizlediği
başka bir amaçla yapmış olabilir. Fakat bu delaletlerin çokluğu, bizim için
onun aşkına dair kesin bir bilgi oluşacak bir sınıra ulaşır. Kişinin nefretine
dair bilgi de bu şekilde oluşur. Aynı şekilde biz kişinin kızgınlığını,
utanmasını biliriz, fakat salt yüzündaki kızarma sebebiyle değil. Ancak bu
kızarıklık delaletlerden sadece birisidir. Yine biz bir çocuğun peşpeşe
emdiğini görürüz ve her ne kadar memedeki sütü göremesek de, sütün çocuğun
karnına gittiğine dair bizde [ı, 136] kesin bir bilgi oluşur. Her ne kadar
memedeki sütü ve sütün çıktığını görmemiş isek de çocuğun emme ve yutma
hareketleri buna delalet etmektedir. Bununla birlikte süt ulaşmaksızın böyle
bir bilgi oluşabilir. Fakat genç kadının memesinin sütsüz olmayacağı, memesinin
ucunun deliksiz olmayacağı ve çocuğun sütü çıkarmak için emmeye iten bir
tabiattan hali bulunmayacağı hususu buna eklenir. Bütün bunların aksi de pek
nadir olarak ihtimal dahilindedir. Fakat tüm bunlara, başka bir şey yemediği
halde çocuğun ağlamayı kesmesi eklenince bu bir karineye dönüşür. Çocuğun bi/
ağrıdan dolayı ağlamış olması ve bu ağrının gitmesi sebebiyle susmuş olması da
ihtimal dahilindedir. Yine her ne kadar çoğunluk zamanlarda yanında olmamıza
rağmen çocuğun bizim görmediğimiz bir şey yemiş olması da muhtemeldir. Bununla
birlikte bu delaletlerin bitişmiş olması, haberlerin birbirine bitişmesi ve
mütevatir olması gibidir. Tıpkı her habercinin tek başına haber vermesi
durumunda olduğu gibi, mevcut her bir delalet için ihtimal söz konusu
olabilirse de, bunların bir araya gelmesiyle bilgi oluşur, tşte bu adeta,
mukadddimetu'l-kitab'da [13]zikrettiğimiz
evveliyyât, mahsusât, batinî müşahedeler, tecrübeler ve mütevatir haberler
dışında altıncı bir bilgi kaynağı gibidir ve onlara katılabilir. Bu durum inkar
edilemediğine göre, karinelerden soyutlanması halinde bilgi ifade etmeyecek
olan eksik sayıdaki kişilerin sözünün, karinelerin bitişmesi sebebiyle tasdik
edilmesi yadırganamaz. Beş altı kişi, bir kimsenin öldüğünü haber verdiğinde
bunların doğruluğu bilgisi oluşmaz. Fakat ölümü haber verilen kişinin babasının
baş açık, ayaklar yalın biçimde üstünü başını parçalayarak, yüzünü başını
döverek dağınık bir biçimde dışarı çıkması bu habere eklenince, yaşlı başlı,
makam mevki sahibi olan, daha önce böyle bir hareketi görülmeyen ve ancak
zaruretten dolayı böyle davranacak olan babanın bu durumu bir karine olabilir
ve etki bakımından sayının geri kalan kısmının yerini tutabilir. Böyle bir
durumun imkan dahilinde olduğu kesindir ve tecrübe de bunu göstermektedir. Aynı
şekilde çok sayıda kişiler, hükümdarın eyaletini ve galibiyet siyasetini iktiza
eden bir durumu haber verebilirler. Bu haberciler eğer hükümdarın ileri gelen
adamlarından iseler, sayıca çok olmalarına rağmen bunların, eyalet birliği
altında yalan üzerine ittifak etmeleri tasavvur olunabilir. Eğer bu çok
sayıdaki kişiler, hükümdarın zabtı altında olmayıp değişik yerlerden iseler,
bunlar için yalan üzerinde ittifak töhmeti söz konusu olamaz. Bu durum,
nefiste inkar edilemeyecek bir etki yapar. Kadı'nm bunu niye inkar ettiğini ve
bunun imkansızlığına dair burhanının ne olduğunu bilemiyorum.
Bütün bunlardan sonra
sayının, olaylara ve kişilere göre değişiklik gösterebileceği ortaya
çıkmaktadır. Öyle şahıslar vardır ki, nefislerinde kendilerini bazı şeyleri
hemen tasdik etmeye yönelten huylar kök salmıştır. Bu, karineler yerini tutar
ve bu karineler de bazı habercilerin haberi yerine geçer. Bu da gösteriyor ki
bunun imkansızlığına dair bir burhan yoktur.
Denirse ki:
Bir kişinin sözüyle
bilgi oluşmaz mı?
Deriz ki: ka'brden
bunun caizliğine dair bir görüş nakledilmektedir. Karine olmamasına rağmen, tek
kişinin haberiyle bilgi oluşacağını bir bunak bile caiz görmez. Fakat ortada
birtakım karineler varsa bu karineler, kendileri ile, bilginin oluşumu arasında
yalnızca bir tek karinenin bulunduğu bir meblağa ulaşabilir ve rjt 137 tek
kişinin haberi bu karinenin yerini tutabilir. Böyle bir durumun imkansızlığı
bilinmediği gibi, vukuu da kesinlenemez. Bunun vukuu ancak tecrübe yoluyla bilinebilir
ve bizim böyle bir tecrübemiz yoktur. Fakat biz, kesin olarak kanaat getirdiğimiz
bir çok şeyi, kendi durumunun karinelerinin de yardımıyla, bir kişinin
haberiyle tecrübe etmişizdir ve daha sonra bunun bir yanıltma olduğu ortaya çıkmıştır.
İşte bu noktadan hareketle kadı, bunu imkansız görmüştür. Bu anlatılanlar,
adetin alışılageldiği biçimde devam ettiği varsayımıyla, olaylar hakkındadır.
Ancak, bu adetin yırtıldığı olağanüstü durumlar/arzedilecek olursa, allah teala,
karinelerin eklenmesi bir yana, hiç bir karine olmaksızın tek kişinin haberiyle
bizim için bilgi oluşturmaya kadirdir.
Mesele: (dört
sayısının bilgi ifade etmek açısından değeri)
Kadı, dört kişinin sözünün,
tam sayıdan kesinlikle eksik olduğunu söylemiş ve bu görüşünü şöyle gerekçelend
irmiş tir: dört kişinin sözü şer'î bir beyyine olup, hakimin bunu, zannı galip
oluşabilmesi için tezkiyecilere havale etmesi ic-ma ile caizdir; halbuki zarurî
olarak bilinen bir hususta zann oluşturma peşine düşülemez. Kadı'nin bu
yaklaşımı, her hangi bir karinenin bulunmadığı durumlar açısından doğrudur.
Çünkü biz, dört kişinin verdiği habere kendimizi zorunlu hissetmiyoruz. Ancak
eğer bu dört kişinin haberi yanında bir de karinenin bulunduğu farzedilirse,
tasdikin oluşması imkansız değildir. Şu kadar ki bu doğrulama salt dört kişinin
haberiyle değil, bu habere karinelerin eklenmesiyle oluşmuş olur. Kadı,
karinenin eklenmesi durumunda dahi dört kişinin haberiyle tasdikin imkansız
olduğunu söylemektedir.
Mesele: (beş sayısının
bilgi ifade etmek açısından değeri)
Kadı, dört sayısının
eksik bir sayı olduğunu icma ile-bildiğini, fakat hakkında icma bulunmadığı
için beş sayısı hakkında kararsız olduğunu söylemektedir. Kadının bu görüşü
zayıftır. Çünkü biz bunu tecrübe ile bilmekteyiz. Beş veya altı kişiden
duyduğumuz öyle haberler vardır ki bunlarla bilgi oluşmaz. Bu bakımdan beş
sayısının da eksik bir sayı olduğunda kuşkumuz yoktur.
Karinelerin yokluğunu
varsaydığımızda, kendisiyle zorunlu bilginin oluştuğu an az sayı allah için
malumdur; bizim için ise malum değildir ve bu sayıyı bilme imkanımız da yoktur.
Biz, haberleri bize peşipeşine geldiğinde, mekke'nin, şafiî'nin ve
peygamberlerin varlığına dair bilgimizin oluşum anını ve bunun yüzüncü veya
ikiyüzüncü haberden sonra mı olduğunu bilemeyiz. Uğraşsak bile bunu tecrübe
etmemiz mümkün değildir. Şöyle bir misalle nefislerimizi bir kontrol edelim:
çarşıda bîr adam öldürülse ve bu olaya'şahit olan bir topluluk olay mahallinden
ayrılıp bizim yanımıza gelerek ölüm haberini verseler; birinci kişinin haberi
bizim zannımızı harekete geçirir, ikinci ve üçüncü kişilerin haberi bu
zan-nımızı pekiştirir; haber verenlerin sayısı arttıkça bizim zannımız da iyice
pekişir ve neticede artık kuşku duyamayacağımız zorunlu bir bilgi haline gelir.
Şayet bilgimizin zorunlu olarak oluştuğu anı bilebilirsek ve habercilerin
sayısını he«ap-liyabilirsek bilgimizin oluşum anını bilebiliriz. Fakat bu anı
yakalayabilmek son derece zordur. Çünkü ıcanaatimizin kuvvetlenmesi, tıpkı
mümeyyiz çocuğun aklının artarak teklif sınırına ulaşması ve sabah ışığının
yavaş yavaş kemal noktasına varması gibi, gizli bir tedriçle olmuştur. Bunun
içindir ki kendisiyle zorunlu bilginin oluştuğu asgari sayı, bir tür işkal
perdesi altında kalmış ve bunun idraki beşer kuvveti için neredeyse imkansız
olmuştur.
[ı, 138] kimi alimler, cuma namazı için
öngörülen sayıdan hareketle zorunlu bilgi-
Nin asgari sayısı
olarak kırk sayısını; kimileri 'musa, buluşma vaktimiz için kavminden yetmiş
adam seçti' {a'râf, 7/155} ayetinden hareketle yetmiş sayısını ve kimileri de
bedr ehlinin sayısını tahsis etmişlerdir. Bunların hepsi de bozuk ve soğuk
keyfi hükümler olup, hiçbirisi amaca uygun düşmez ve delalet etmez. Bu
görüşlerin birbirleriyle çelişik olmaları, bunların sakatlıklarını göstermeye
yeter. Öyleyse bu sayıyı net olarak bilmemiz mümkün değildir. Şu kadar ki biz,
allah teala katında tam olan sayıdaki kişilerin haber verme noktasında biraraya
geldiğine zorunlu bilgi ile istidlal ederiz.
Denirse ki: asgari
sayısını bilmediğiniz halde, tevatür ile zorunlu bilginin oluştuğunu nasıl
biliyorsunuz?
Deriz ki: tıpkı, en az
miktarlarını bilmediğimiz halde, ekmeğin doyurucu, suyun kandırıcı ve şarabın
sarhoş edici olduğunu bildiğimiz gibi ve yine tıpkı cinslerini hasretmeye ve en
alt derecesini tesbit etmeye muktedir olamadığımı/, halde karinelerin, bilgi
ifade ettiğini bildiğimiz gibi.
Tam sayıdaki kişiler
haber vermiş ve onların doğruluğu bilgisi oluşmamış-sa, bunların yalancı
olduğuna kesin gözüyle bakmak gerekir. Çünkü bilginin oluşumunda iki şart
vardır. Bu şartlardan biri tam sayı, diğeri verilen haberin yakîn ve müşahede
kaynaklı olmasıdır. Sayı tam olduğuna göre bu durumda bilginin oluşmamasının
sebebi ikinci şartın eksikliğidir. Biz anlarız ki ya bunların hepsi yalan
söylemiştir ya da içlerinden bir kısmının 'ben buna şahit oidum1 sözleri yalan
olup, verdikleri haberi ya vehim ve zanna dayanarak vermişler veya bilerek
yalan söylemişlerdir. Çünkü, şayet bunlar tasdik edilecek olsaydı, sayı tam
olduğuna göre, bilgi zorunlu olarak oluşacaktı. Dört sayısının tevatür sayısı
olmadığının bir delili de budur. Zira hakim için bunların doğruluğu bilgisi
oluşmamış ve hakimin zannı galiple hüküm vermesi icmaen caiz olmuştur. Şayet
sayılan tam olsaydı, bunların doğruluğu bilgisinin oluşmaması hepsinin veya
içlerinden birinin yalancı olduğuna kesin bir delil olurdu ve biz içlerinden
birinin yalancı veya vehim sahibi olduğunu kesin olarak bilirdik, içlerinden
birinin yalancı veya vehim sahibi olduğu bilinen dört kişinin şahitliği de
makbul değildir.
Denirse ki: anlaşmalı
olarak yalan üzerinde ittifak etmeleri ve bir ölçü altına girmeleri ve hiçbiri
tek başına haber vermemek ve gizli tutmak üzere, yalan üzerinde yardımlaşmaları
adeten imkansız olan bir çoklukta oldukları halde bunların sözleriyle bilgi
oluşmuyorsa, onların bu yalanlan neye bağlanacak ve böyle bir şey nasıl
tasavvur olunacaktır?
Deriz ki: böyle bir
şey, onların doğru sözlüler ve yalancılar olarak ikiye ayırılmasıyla mümkün
olur. Doğruların sayısı bilgi oluşturmaya yetecek sayıdan eksiktir. Yalancılara
gelince; sayıları yalan üzerine anlaşmayacak meblağın altında olduğu için bunların
yalan üzerinde anlaşmaları ihtimal dahilindedir. Sayılan yalan üzerinde
anlaşmaları imkansız olmayan bir meblağın ise, o anda gizleyip bunu daha sonra
haber vermeleri imkansız değildir. Şia'nın imamet hususunda
Nass bulunduğuna dair
nakli, sayıca çokluklarına rağmen bilgi ifade etmemiştir. Çünkü onların bu
haberi görme ve duyma kaynaklı değildir. Şayet onlar bunu seleften duymuş
olsalardı doğru söylemiş olurlardı. Fakat bu yalanı uyduran selefin [ı, 139]
sayısı da, yalan üzerinde anlaşmaları imkansız olan meblağdan eksiktir. Belki
de sonrakiler (halef), haberi ilk verenlerin sayısının, yalan üzerinde
anlaşmaları imkansız olan bir meblağ olduğunu zannetmişler; bu zanlarında hata
ettikleri için hükme kesin gözüyle bakmışlardır. Onların yanılgılarının kaynağı
da budur.[14]
Bazı alimlerce,
tevatür sayısı için öne sürülen beş şartın fasit olduğunu açıklayarak bu bahsi
bitirmek istiyoruz.
1) Kimi
alimler tevatür sayısının belli bir sayı altına girmeyen ve bir beldenin
kendilerini içine alamayacağı bir sayı olmasını şart koşmuşlardır.
Bu şart fasittir.
Hacılar hepsi birden, hac yapmalarını engelleyen ve arafata çıkmalarına mani
olan bir olayı haber verse, sayıları belli bir sayı ile sınırlı olmakla
birlikte, onların bu sözü ile bilgi oluşur. Camide bulunanlar, cuma namazını
kılmalarına engel olan bir olayı haber verse, her ne kadar belde bir tarafa
cami bunların hepsini içine alıyorsa da, bunların doğru söylediği anlaşılır.
Yine medine halkı hz. Peygamberden bir şey naklettiğinde, her ne kadar
kendileri bir beldeye sığıyor olsalar da, bilgi oluşur.
2) Kimileri,
haber veren kişilerin bir babadan değil, farklı neseplerden olmasını, bir
yerden değil ayrı bölgelerden olmasını ve aynı mezhepten değil farklı dinlerden
olmasını şart koşmuştur.
Bu şart da fasittir.
Çünkü haber verenlerin aynı mahalleden ve aynı nesepten olması, yalnızca,
anlaşmanın mümkün olması durumunda etkilidir. Sayı tam-ıtğına varan çokluk da
bu imkanı giderir. Eğer böyle bir çokluk yoksa, kardeşler arasında anlaşma
olabileceği gibi amca çocukları arasında da anlaşma olabilir ve yine bir
mahalle halkı arasında anlaşma olabileceği gibi bir belde halkı arasında da
anlaşma olabilir. Din farklılığına nasıl itibar edilebilir! Biz biliyoruz ki
müslü-manlar bir ölümü, bir fitneyi veya bir olayı haber verdiğinde doğru
söylediklerini bilmekteyiz. Hatta kayser'in öldüğünü haber veren istanbul
halkının da doğru söylediğini biliriz.
Denirse ki:
Madem bunu
biliyorsunuz, öyleyse isa'dan teslisi ve çarmıha gerildiğini nakletmeleri
hususunda hınstiyanların doğru söylediğini de bilelim.
Deriz ki:
Hrıstiyanlar teslisi,
isa'dan ihtimal götürmeyen sarih bir nas ile işitip anlayarak nakletmediler.
Tam tersine amacını anlayamadıkları vehme düşürücü lafızlar sebebiyle bunu
vehm ettiler. Nitekim müşebbihe fırkası da, amacını kavraya madıklan bazı ayet
ve hadislerden teşbih anlamışlardır. Tevatürün, duyularla algılanan bir şeyden
sadır olması gerekir, lsanın katli haberine gelince; onlar isa'ya benzeyen bir
şahsın öldürüldüğüne şahit olduklarını söylerken doğru söylemişlerdir; fakat
onlara öyle gösterilmiştir.
Denirse ki:
Duyularla algılanan
şeylerde teşbih tasavvur olunabilir mi? Eğer bu tasavvur olunabiliyorsa. Her
birimiz eşini ve çocuğunu gördüğünde, acaba bu benim eşim mi yoksa bcn/.etiyor
muyum diye tereddüte düşsün.
Deriz ki:
Eğer içinde yaşanılan
zaman adetin yırtıldığı (harikuladeliklerin meydana geldiği) bir zaman ise,
duyularla algılanan şeylerde teşbih olabilir. Bu zaman da, hz. Peygamberin
doğruluğunun isbatı için, peygamberlik zamanıdır. Bu durum, başka zamanlarda
kuşkuyu gerektirmez. Zira, peygamberin tasdikini sağlamak için, allah tealanın
bastonu yılan yapmaya ve adeti yırtmaya olan kudretinde hiç bir değişiklik
yoktur. Bununla birlikte biz şimdi elimize bir baston aldığımızda, bizim
zamanımızdaki adete güvenimiz sebebiyle, bu bastonun yılana dönüşebileceği
endişesine kapılmayız.
Denirse ki:
f.
Bizim zamanımızda harikulade
işler veliler için bir keramet olarak caizdir. Belki de bir veli allahtan böyle
bir şey istemiş ve allah da onun bu isteğini yerine getirmiştir. Öyleyse bunun
mümkün oluşu sebebiyle, elimize aldığımız bastonun yılana dönüşeceğinden
endişe edelim.
Deriz ki:
Eğer allah teala bunu
yaparsa, bizim kalbimizden de adetlerle oluşan zarurî bilgiyi çekip alır. Eğer
biz nefislerimizde bastonun yılana, dağın altına, dağlardaki taşların cevher ve
yakuta dönüşmeyeceğine dair zorunlu bir bilgi buluyorsak, allahın, her ne
kadar buna kadir ise de, harikulade işler yaratmadığını biliriz.
3) Kimileri,
tevatüre katılanların iyi müslüman (veli) olmasını şart koşmuştur. Bu da
fasittir; çünkü fasıkların, mürcie'nin ve kaderiyye'nin sözü ile bilgi oluşur.
Hatta kırallannın ölümünü haber verdiklerinde rumların sözüyle bile bilgi
oluşur.
4) Kimileri,
tevatüre katılanların kılıç zoruyla haber vermeye itilmiş olmamalarını şart
koşmuştur. Bu şart da fasittir; çünkü bunlar kılıç zoruyla yalan söylemeye
zorlansalar, zorunlu bilgi kaynaklı olarak haber verme şartının eksikliği
nedeniyle zaten bilgi oluşmaz. Bunlar eğer tasdik edilirlerse bilgi oluşur.
Msl. Şayet halife bağdad halkını, şahit oldukları maddi bir olayı haber
vermeye veya gizledikleri bir şehadeti nakletmeye kılıç zoruyla zorlasa, bu
durumda onlarınverdikleri haber ile bilgi oluşur. Denirse ki:
Öyle bir sayı tasavvur
olunabilir rni ki, ihtiyari olarak haber verdiklerinde sözleriyle bilgi
oluşsun; ikrah sonucu haber verdiklerinde oluşmasın?
Deriz ki:
Karineler için bir
etki tanımaması sebebiyle kadı bunu imkansız görmüştür. Bize göre ise bu
imkansız değildir. Biz açıkladık ki nefis, bu denli çokluktaki kişileri, bir
birleştiricinin yalan üzerinde birleşlircmeycceğini hisseder ve sonra onları
tasdik eder. Bunları kılıç korkusunun birleştirdiğinin ortaya çıkması durumunda
ise bilgi oluşmaz.
5) Râfizîler,
masum imamın da haber verenler arasında bulunmasını şart koşmuştur. Bu anlayış,
hz. Peygamberin haberlerini de cibril kaynaklı olarak bilmeyi gerektirir; çünkü
o masumdur; başkasının haber vermesine ne gerek vardır! Yine bu anlayışa göre
onların ali'nin imametine dair nassı mütevatir olarak nakletmeleriyie bilginin
oluşmaması gerekir; çünkü kendileri masum değildir. Yine imamın hüccetinin
yalnızca kendini gören ve işiten beldenin halkı için bağlayıcı olması gerekir.
Ayrıca imamın valilerinin, davetçilerinin, elçilerinin ve kadılarının sözüyle
de hüccetin kaim olmatnası gerekir; çünkü bunlar masum değildir. Yine bir
valinin ölümünün, öldürülmesinin, şehir dışında bir fitne ve savaş vukuunun da
bilinmemesi gerekir. Tüm bunlar, onların saçma anlayışlarının bir sonucudur. .[15]
Haber, tasdiki
gerekli, tekzibi gerekli ve kararsız kalınması gerekli olmak üzere üçe ayrılır:
1) tasdiki
gerekli haber
Tasdiki gerekli haber
yedi çeşittir:
A) Tevatür
sayısının verdiği haber: buna delalet eden başka bir delil olmasa bile bu
haberin zorunlu olarak tasdiki gerekir. Doğruluğu salt haber vermeyle bilinen
tek haber mütevatir haberdir. Mülevatir haberin dışındaki haberlerin doğru[ı
1411uğu ise haber dışında buna delalet eden başka bir delil ile bilinir.
B) allah
tealanın verdiği haber: bu haber, allahın yalan söylemesinin imkansızlığı
delili ile, doğrudur. Allahın yalan söylemeyeceğinin iki delili vardır.
Birincisi ve daha kuvvetli olanı; allahın yalan söylemesinin imkansızlığını
dair hz. Peygamberin haber vermesidir. İkincisi de şudur: allah tealanın kelamı
kendi nefsiyle kaimdir. Cehli allah için imkansız görenlere göre kelamu'n-nefs'te
yalan imkansızdır. Zira haber nefiste bilgi doğrultusunda ortaya çıkar; allah
için cehl ise imkansızdır.
C) hz.
Peygamberin haberi: hz. Peygamberin haberinin doğruluğunun delili, hz.
Peygamberin doğruluğuna delalet eden mucizedir; mucizenin yalancıların eliyle
gösterilmesi imkansızdır. Çünkü şayet bu mümkün olsaydı, allah elçilerini
doğrulatmaktan aciz kalırdı; allah hakkında acizlik ise imkansızdır.
D)ümmetin
verdiği haber: ümmetin masumluğu, yalandan korunmuş (masum) peygamberin
sözüyle sabit olmuştur. Yine allanın veya peygamberin, doğru sözlü olduğunu
haber verdiği kişiler de ümmet gibidir.
E) allanın
veya hz. Peygamberin veya ümmetin veya bunların doğruladığı kişilerin haberine
veya akıl ve sem'in delalet ettiği habere uygun düşen haber: bu haber doğrudur;
çünkü şayet bu haber yalan olsaydı ona uygun düşen haber de yalan olurdu.
F) hz.
Peygamberin huzurunda ve o'nun duyabileceği şekilde zikredilip, hz. Peygamberin
gaflet etmeksizin bir sükut ettiği sahih biçimde nakledilen her haber: çünkü
şayet bu haber yalan olsaydı hz. Peygamber ses çıkarmazlık etmezdi ve
yalanlamaktan geri durmazdı. Bu durum, din ile ilgili haberler için geçerlidir.
G)cemaatin
huzurunda zikredilip, yerleşik adete göre, şayet yalan olmuş olsaydı cemaat
tarafından yalanlanması ve sükut edilmemesi gereken türden bir haber olmasına
rağmen, cemaatin yalanlamadığı haber: bu durum, cemaatin, yalan üzerinde
anlaşmaları adeten imkansız olan bir sayıda olup, haberin onların nefislerinde
etki yaratıcı özellikte olmasıyla gerçekleşir. Hz. Peygamberin alametlerinin
çoğu bu gibi bir yolla sabit olmuştur. Zira bu alametler, bir cemaatin
huzurunda zikrediliyor, yalanlamaktan geri durmaları imkansız olduğu halde yalanlamıyorlardı.
Şart tamam olduğuna ve haber inkarla karşılaşmadığına göre, bu cemaatin sükut
etmesi, haberi nakleden kişiye 'doğru söylüyorsun' demek gibi olur.
Denirse ki: •
Birisi bir cemaatin
huzurunda bir olayı zikredip, cemaatin de bunu bildiğini iddia eder ve cemaat
bunu yalanlamazsa bu haberin doğruluğu sabit olur mu?
Deriz ki:
Eğer olay inceleme ve
içtihada açık bir olay ise, bu haberin doğruluğu sabit olmaz; çünkü bu kişinin
iddia ettiği şeye cemaatin inceleme kaynaklı olarak kanaat getirmiş olması
ihtimal dahilindedir. Eğer bu kişi olayı bir müşahedeye dayandı rıyorsa ve
cemaat de ortak bir yönlendirici güdümüne girmeleri imkansız olan bir sayıda
iseler, bu takdirde cemaatin yalanlamadan geri durması tasdik anlamına gelir.
Denirse ki:
Bir haberin, yalan
üzerinde bilerek anlaşmaları ve tesadüfen haber hususunda uyuşmaları imkansız
olan bir topluluktan tevatüren gelmesi bu haberin doğru tuğuna delalet eder mi?
Deriz ki:
Kadı bunu imkansız
görmüş ve eğer sayılan allah'ın ilmindeki tevatür sayısına ulaşmışsa, onların
sözünün zorunlu olarak bilgi meydana getireceğini söyle-[ı, 142] mistir. Eğer
bu haber zorunlu bilgi meydana getirmiyorsa, bu durum onların sayısının
eksikliğini gösterir ve durumları üzerinde düşünerek onların doğruluğuna
istidlal etmek caiz değildir. Aksine biz onların yalan söylediklerini veya
içlerinde bir yalancı ya da bir vehim sahibi bulunduğunu kesin olarak biliriz.
Eğer karineleri göz önüne almıyorsa kadı'nın anlayışına göre bu sonuca
ulaşılır. Karineleri dikkate alanlara göre ise, onların doğruluklarının bir tür
inceleme ile bilinmesi uzak değildir.
Denirse ki:
Ümmetin amel
edegeldiği haber-i vahidin tasdiki vacip midir?
Deriz ki:
Eğer ümmet bu haber
doğrultusunda amel etmişse, belki de onlar başka bir delilden hareketle böyle
amel etmişlerdir. Eğer yine onunla amel etmişlerse, doğruluğunu bilmeseler
bile haber-i vahidle amel etmekle emrolunmuşlardır. Dolayısıyla bu haberin
doğruluğuna hükmetmek gerekir.
Denirse ki:
Şayet ravinin yalancı
olduğu takdir edilecek olursa ümmetin ameli batıl olmuş olur. Bu da bir hata
olup, ümmet hakkında caiz değildir.
Deriz ki:
Ümmet, doğru
söyledikleri zanna galip gelen kişilerin haberiyle amel etmekle emrolunmuştur
ve bununla amel etmek de zanlanna galip gelmiştir. Nitekim iki adil şahidin
şahitliğine göre hüküm veren hakim de, şahit yalancı bile olsa, hatalı değil,
doğru davranmıştır; çünkü hakimin emrolunduğu şey iki adil şahidin şehadetiyle
hüküm vermektir.
2)yalan
olduğu bilinen haber
Yalan olduğu bilinen
haber de dört çeşittir:
A) aksi,
aklın zarureti veya nazarı ile ya da duyu veya müşahede ile yahut mütevatir
haber ile bilinen haber. Kısaca, zikredilen altı bilgi kaynağı ile bilinen şeye
aykırı olan haber: birisi iki zıddın bir araya getirilmesinden veya ölüleri hemen
dirilttiğinden ve kendisinin bir kartalın kanadı üzerinde veya denizin dalgası
üzerinde olduğundan bahseden kişinin haberi böyledir.
B)kilab,
mütevatir sünnet veya icma gibi kesin bir nassa aykırı olan haber: böylesi
haberler yalandır; çünkü ahahı, peygamberi ve ümmeti yalancı çıkarmaktadır.
C)yalan
olduğunu, yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayan çok sayıdaki bir
topluluğun 'biz de o sırada onunla beraberdik ve onun anlattığı olayı kesinlikle
görmedik' diyerek açıkça belirttiği haber.
D)olay kendi
huzurlarında cereyan ettiği halde ve nakli hususunda itici sebepler hazır
bulunduğu için zikretmekten kaçınmaları adeten imkansız olduğu halde büyük bîr
çoğunluğun nakletmediği haber: msl. Birisi, şehrin valisinin çarşıda
insanların gözü önünde öldürüldüğünü haber verse ve çarşjdakiler bundan hiç
bahsetmeseler, bu haberin yalan olduğuna kesin gözüyle bakılır. Zira bu haber
şayet doğru olsaydı nakli hususunda itici sebepler hazır olurdu ve olayı sadece
bu kişinin nakletmesi adeten imkansız olurdu. Kur'an'a muaraza edildiğini, hz.
Peygamberin kendisinden sonra bir peygamber geleceğini belirttiğini, arkasında
birkaç erkek çocuk bıraktığını, devlet başkanının kim olacağını bir grup insanın
önünde belirttiğini, şevval orucunu ve duha namazını farz kıldığını ve gizlenmesi
adeten imkansız olan bu gibi şeyleri iddia eden kişinin haberinin yalan olduğunu
buna benzer bir yolla bilmekteyiz.
Denirse ki:
Biz biliyoruz ki,
nakli hususunda hazırlayıcı sebeplerin bulunduğu pek çok olay tek tek kişiler
tarafından nakledilmiş ve ihtilaf konusu olmuştur. Msl. Hz. Peygamberin ifrad
haccı veya kıran haccı yapması; kabe'ye girip orada namaz kılması; meymune'yi,
ihramlı iken nikahlaması; mekke'ye savaşarak (anveien) girmesi; hilalin
görülmesi hususunda bedevinin tek basma şahitliğini kabul etmesi; hilali
sadece bir bedevinin görmesi; mümin ve kafir, köylü ve şehirli herkesin [ı, 143
görmesi gereken ayın yarılması olayını sadece îbn mes'ud ve onunla birlikte az
bir kişinin nakletmesi; hırıstiyanların hz. İsa'nın mucizelerini nakledip, en
büyük mucizelerden biri olan beşikte iken konuşmasını nakletmemesi; ümmetin kur'an'ı
nakledip, hz. Peygamberin diğer mucizelerini, kur'an'ı naklettikleri
yaygınlıkta nakletmemesi; insanların, peygamberlerin alametlerini naklettiği
halde şuayb'in alametlerini nakletmemesi; ümmetin, kur'an surelerini nakledip
felak ve nâs surelerini (muavvizeteyn) diğer sureler gibi nakletmemesi -hatla
ibn mes'ud bunların kur'an'dan oluşuna muhalefet etmiştir-; erkeklik uzvuna
dokunma (lems ve mess) ve benzeri gibi belvanın umumi olduğu konular böyledir.
Bütün bunlar söz konusu kaideyi geçersiz hale getirmektedir.
Cevap:
Hz. Peygamberin ifrad
ve kıran haccı yapması açığa çıkması ve herkese duyurulması gereken bir konu
değildir. Aksine hz. Peygamber bunu kime bildir-misse ona bildirmiştir. Kaldı
ki, hz. Peygamberin insanlara gerek ifrad ve gerekse kıran haecinı talim edişi
yaygın olarak ortaya çıkmıştır.
Kabeye girip orada
namaz kılması ise, yaygın olarak değil, az sayıdaki kişi lerle, bir veya iki
kişiyle vaki olmuştur. Şayet yaygın olarak vuku bulmuş olsaydı, nakline
sevkeden sebepler varken bunun nakledil memesi düşünülemezdi. Bu iş, yaygın
olarak vuku bulmamıştır; çünkü bu, dinin temellerinden, farzlarından ve önemli
gereklerinden biri değildir.
Mckkeyc anveten
girmesine gelince; hz. Peygamberin mekkcye bayraklar ve sancaklarla birlikte
silahlı olarak ve lam bir istila ve güç ile girdiği; ebu süf-yarı'ın evine
girenlere, silahlarını bırakanlara ve kabeye tutunanlara eman bahşettiği
yaygın bir biçimde nakledilmiş olup sahihtir ve bu hususlarda ihtilaf edilmemiştir.
Fakat kimi fakihler, hz. Peygamberin, halid b. Velid'in öldürdüğü bazı kişiler
için diyet ödemesine dair rivayetlerden hareketle mekke'nin fethinin barış
yoluyla (sulhen) olduğuna istidlal etmişlerdir. Tek tek kişiler için bu tür bir
şüphenin meydana gelmesi mümkün olup bu şüphe inceleme yoluyla giderilebilir.
Ayrıca bu diyet ödeme işinin bazı kişilere ilişkin özel bir yasak sebebiyle ve
özel bir sebeple olması da mümkündür.
Bir bedevinin hilali
tek başına görmesi ise mümkündür. Bu durum, hilalin gizli ve ince olması
nedeniyle, bugün bizim için de söz konusu olabilir ve hilali sadece gözleri
keskin olan, rağbeti talebine denk düşen ve gözü hilalin bulunduğu yere
bilerek veya tesadüfen ilişen kişi görebilir.
Ayın yarılması olayı
ise, geceleyin insanların uykuda ve habersiz oldukları bîr sırada gerçekleşmiş
bir mucizedir. Bu olay bir anda olup bitmiş ve bakması için uyarması üzerine
bunu sadece hz. Peygamberin münazara etmekte olduğu kureyşli kişi
görebilmiştir. Zaten ay bir anda ikiye ayrılıp tekrar eski haline dönmüştür.
Öyle yıldız kaymaları, depremler ve fırtına ve yıldırım gibi dehşet verici
olaylar vardır ki geceleyin olup biter ve sadece tek tek kişiler bunun farkına
varabilir. Diğer taraftan bu gibi bir olayı ancak, meydan okunan ve sözün
akabinde 'şuna bak1 denilen kişi bilebilir. Bunu bilmeyen ve bu olaya gözü
ilişen kişi ise belki de bunun ansızın beliriveren bir hayal olduğunu veya ayın
altında bulunan ve ayın kendisinden sıyrıldığı bir yıldız olduğunu veya ayı
örten bir bulut parçası olduğunu tevehhüm eder. İşte bu sebeple ayın yarılma
olayı mütevatir olarak [ı, 144] nakiedilmemiştir.
Ümmetin kur'an'ı
nakledip diğer mucizeîeri nakletmeyişlerinin iki sebebi vardır. Birincisi;
nübüvvetin kur'an ile sabit olmasından sonra, nübüvvetin en büyük" mucize
olan kur'an'la sabit olması yeterli görülerek, daha sonraki mucizelerin
sürekli olarak takip edilip nakledilmesi hususunda itici sebeplerin
oluşma-masıdır. Öte yandan kur'an dışındaki mucizeler her bir kişinin ömründe
sadece bir kere ve belki de a/ sayıdaki bir topluluğun gözü önünde ortaya
çıkarken, hz. Peygamber kur'anı ömrü boyunca peşipeşine tekrarlamış, kasıtlı
olarak herkese yöneltmiş ve onlara kur'an'ı hıfz etmelerini, okumalarını ve
gereğince amel etmelerini emretmiştir.
Felak ve nâs
surelerine gelince; bunfar da kur'an'ın diğer sureleri gibi yaygın olarak
nakledilmiştir. İbn mes'ud bunların kur'an'dan olduğuna değil, mus-hafa
yazılmasına karşı çıkmıştır, tbn mes'ud, fatiha'nm yazılmasına da karşı çıkmıştır.
Çünkü tbn mes'ud'a göre, mushafa sadece, hz. Peygamberin yazılmasını emrettiği
şeyler yazılabilir. Ibn mes'ud hz- peygamberin bunu yazdığını görmeyince ve
yazılmasını emrettiğini duymayınca, yazılmasına karşı çıkmıştır. İbn mes'ud'un
tavrı, bunların kur'an'dan olduğunu inkar etme olmayıp, bir tevilden ibarettir.
Şayet ibn mes'ud bunu inkar etmiş olsaydı, bu inkar, değil ibn mes'ud gibi
birine, hiç bir sahabiye izafe edilemeyecek olan büyük bir fısk olurdu.
Hıristiyanların,
isa'nın beşikte iken konuşmasını nakletmeyişjerine gelince; belki de ısa,
meryem'i, isnad ettikleri şeyden temize çıkarmak için az sayıdaki kişilerin
bulunduğu bir sırada ve bir kereye mahsus olmak üzere konuşmuş, dolayısıyla da
bu konuşma yaygınlık kazanmamıştır; bunu işiten kişilerin sözü iie bilgi
oluşmamış neticede bu olay unutulup gitmiştir.
Şuayb ve benzeri
peygamberlere gelince; bunların kendilerine mahsus bir şeriatleri olmayıp,
bunlar kendilerinden önceki peygamberin şeriatine davet ediyorlardı. Bu
itibarla, bunların mucizelerini nakil hususunda itici sebepler hazırlanmış
değildi. Zaten bunların açık mucizeleri de yoktu. Bunların doğrulukları,
mucize sahibi bir peygamberin bildirmesiyle sabit olmuştur.
Erkeklik organına
dokunma ve benzeri gibi belvanın umumi olduğu konulardaki habere gelince;
erkeklik organına dokunmakla abdestin bozulacağını hz. Peygamberin az sayıdaki
kişilere haber vermiş olması ve bunların da bu haberi yaygınlık kazanmaksızın,
tek tek nakletmiş olmaları mümkündür. Bu husus büyütülecek bir önemde olmadığı
gibi, her zaman nakline dair itici sebeplerin bulunacağı bir şey de değildir.
3) doğruluğu
ve yalanlığı bilinmeyip, kararsız kalınması gerekli olan haber:
Şer'in ahkamı ve
ibadetjer hususunda, yukarıdaki iki kısmın dışında, varid olan haberler olup
doğruluğu ve yalanlığı bilinmeyen her haber bu kısma girer.
Denirse ki:
Haberin doğruluğuna
dair delil bulunmaması, o haberin yalanliğına delalet eder. Çünkü eğer haber
doğru olsaydı, allah teala o haberin doğruluğuna dair bir delilden bizi mahrum
bırakmazdı.
Deriz ki:
Allah'ın, bu haberin
doğruluğuna dair kesin bir delil ikame etmemesi niçin imkansız oluyor! Şayet
sizin sözünüz ters çevrilerek 'haberin yaianlığına dair delil yoksa, haberin
doğru olduğu anlaşılır; çünkü haber şayet yalan olsaydı, allah teala bu haberin
yalanlığına delalet eden bir delilden bizi mahrum bırakmazdı şeklinde
söylenince sizin sözünüze tam mukabil olur. Öte yandan sizin mantığınızı devam
ettirirsek, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen her şahidin yalancı olması; her
hakim ve müftünün kafir ve facir olması gerekecektir. Çünkü bunların [ı, h5]
müslümanlıkları ve veraları kesin bir delille bilinmemektedir. Aynı şekilde
şer'de sahihliği kesin olarak bilinmeyen her kıyasın ve her delilin batıl
olduğuna da kesin gözüyle bakmak gerekecektir. Hal bu iken sizin sözünüz nasıl
caiz olabilir! Ancak mucize göstermeksizin nübüvvet iddiasında durum
farklıdır. Biz böylesi bir durumda bu iddiada bulunan kişinin yalan söylediğini
kesin olarak biliriz. Çünkü hz. Peygamber, bizim tasdik etmekle mükellef
olduğumuz kişidir; delil olmaksızın onu tasdik etmemiz imkansızdır; imkansızı
teklif de imkansızdır. Bu suretle biz, peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi
tasdikle mükellef olmadığımızı; dolayısıyla da onun bize gönderilmiş bir elçi
olmadığını kesin olarak bilmekteyiz.
Bir kişinin haberi ve
iki kişinin şahitliği meselesine gelince; biz bu hususlarda tasdikle değil,
doğruluk zannının oluşması durumunda amel etmekle mükellefiz. Zan hasıl
olmuştur; amel mümkündür ve bir kişinin haberi ve iki kişinin şahitliği yalan
bile olsa, biz doğru davranmışızdır. Şayet bir kişinin şahitliğine dayanarak
amelde bulunmuş isek, bu tek kişi doğru söylemiş bile olsa biz hatalı davranmış
oluruz.
Denirse ki:
Mucize, bizim
peygamberin doğruluğunu bilmemiz ve teşri kıldığı hususlarda ona tabi olmamız
için gerekli görülmektedir. Öyleyse tebliğ ettiği hususlardaki kuşkuyu,
yüzyüze konuşma ve tevatür derecesine gelecek şekilde yayma yoluyla gidermesi
de peygambere vacip olsun ki o'nunla yüzyüze görüşemeyenler açısından bilgi
oluşabilsin.
Deriz ki:
Şâri'in, şer'ini 'bilgi ve
amel ile mükellef olunan' -ki sizin söyledikleriniz bu kısım için gereklidir-
ve 'sadece amel ile mükellef olunan' şeklinde ikiye ayırmasında bir
imkansızlık yoktur. Bu suretle hz. Peygamberden doğrudan işiten için farz, hem
bilgi hem de ameldir. Bu şansa sahip olmayanlara düşen ise bilgi değil,
ameldir. Amel ise, haberi nakleden kişi allah katında yalancı olsa bile, haber
hakkındaki doğruluk zannına bağlanmıştır. Kıyastan, bir şahidin sözü ve davalının
yemininden veya davalının yeminden kaçınması durumunda davacının yemininden hasıl
olan zan da böyledir. Biz bunların hiç birisini imkansız görmüyoruz. .[16]
[1] Tinnizi, İlim, 7/V, 34, r. 2657; Ahmed, 1,438
[2] Ahmed, VI, 184 -Ebu Hureyrenin sözü olarak-
[3] Müslim, Müsakat, 102/11, 1218; Aynı muhteva ile bkz.
Buhari, Buyu, 79/111, 31
[4] Yakın ifadelerle bkz. Tirmizi, Taharet, 7l/i, 159;
Nesai, Taharet, 98/1, 83
[5] Haberin birinci kısmı için bkz. Buharî,
Fedailus-Sahabc, 5/(V, 195
[6] İbnMace, Ruhun. 7/11, 819
[7] Benzer ifadeyle bkz. Tİrnıizi. Zekat, 35/111. 59; İbn
Mace. Zckai, 21
[8] Dârekuinî. [|, 145-147
[9] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/197-200
[10] Sümeniyye; Tenasühe, alemin kıdemine ve nazar ve
istidlalin iptaline inanan bir guruptur. Bunlar varlığı hayal içinde hayal
olarak addetmişler ve bilgi ve marifetin yollarını beş duyuya hasretmişledir.
[11] Sofestaiye; Eski bir Yunan fırkası olup, kendi içinde
farklı guruplara ayrılmışlardır. Kimileri, bilginin varlığını inkar etmiş;
kimileri, hakikatlerin kanaatlere iabi olduğunu iddia etmiş; kimileri de
bilgileri inkar etmemekle birlikte bun lan edinmenin beşer kuvveti dahilinde
olmadığını söylemiştir.
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/200-203
[13] Eserin Başındaki Mantık Mukaddimesini Kastetmekledir.
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/203-209
[15] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/209-211
[16] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/211-217