I. Manzum Ve
Sıyga İle İstidlal
2. Dil Kıyas
Yoluyla Sabit Olabilir Mi?
5. Anlam
İfade Eden Söz (El-Kelâmu'ı-Müfîd)
[1,333]
6. Hitabla
Kastedilenin Ne Olduğunu Genel Hatlarıyla Anlamanın Yolu
Mesele: (Hakikat Mecaz Çatışması)
Mesele: Beyanın Ertelenmesi/Sonraya Bırakılması
Beyanın Tehirine Sünnetten Örnekler:
Mesele: (Sulama Yapılan Ve Yapılmayan Ürünlerin
Zekatı)
Mesele: (Hz. Peygamberin Akrabasının Ganimetteki
Payı)
Mesele: (Oruca Geceden Niyet Etme Konusundaki Hadisin
Tahsisi)
Emrin Nedb
İçin Olduğunu Söyleyen Muhaliflerin Şüpheleri/Gerekçeleri:
Emrin Vücub
İçin Olduğunu Savunanların Şüpheleri/Gerekçeleri:
c. Fevr ve
Terahi'ye; Tekrar ve Diğer Hususlara İzafetle Emrin Mucebi ve Muktezası
Mesele: (Kazanın Vacipliği Yeni Bir Emirle Midir?)
Mesele: (Emir, İmtisal Durumunda İczânın
Gerçekleştiğini İktiza Eder Mi?)
Mesele: (Nehyin Fesada Delaleti)
Mesele: (Nehyin Sıhhate Delaleti)
Ânım Ve Hâssın Tanımı Ve Anlamı:
1. Umûmun Bir
Sıygası Var Mıdır?
Umûm
Erbabının Delilleri Ve Bunların Çürütülmesi (Nakz):
Husus
Erbabının Şüpheleri/Gerekçeleri:
Kararsızların
(Erbâbu'1-Vakf) Şüpheleri/Gerekçeleri:
Umûmun İsbatı
Konusunda Bizim Tercih Ettiğimiz Yol:
C. Umûm
Tahsis Edilince, Geri Kalanlar Hakkında Mecaz Olur Mu Ve Hüccet Olmaya Devam
Eder Mi?
2. Umûm
İddiası Mümkün Olan Ve Olmayan Şeylerin Ayırdedilmesi
Mesele: (Bir Soruya Cevaben Söylenen Sözlerde Umûm
İddiası)
Mesele: (Özel Bir Sebep Üzerine Söylenen Âmm Lafız)
Mesele: (Hz. Peygamberin Fiilinin Umûmu)
Mesele: (Sahabinin 'Hz. Peygamber Şunu Yasakladı'
Biçimindeki Sözü)
Mesele: ("Hz. Peygamber Şöyle Hüküm Verdi' Gibi
Rivayetlerin Umûmu)
Mesele: (Mefhûmun Umûmu Var Mıdır?)
Mesele: (Amm Lafıza Bitişmek Veya Ona Atfedilmek
Umuûmun Şartı Mıdır?)
Mesele: (Köle, İnsanlar Ve Müminler Hitabının Altına
Girer Mi?)
Mesele: (Kafir, İnsanlar Hitabının Ve Genel
Lafızların Altına Girer Mi?)
Mesele: (Müminler, Müslimler Gibi Hitapların Altına
Kadınlar Da Giriyor Mu?)
Mesele: (Peygamber, Ümmete Yönelik Olan Hitabın
Kapsamına Dahil Midir?)
Mesele: (Karşılıkla Konuşmada Topluluğa Hitap)
Mesele: (Umûm Olduğu Zannedilen Sıygalar)
Mesele: (Genel Hitabın Altına, O Hitabı Yapan Kişi De
Girer)
Mesele: (Tekil İsmin Umum İfade Ettiği Yerler)
Umûmun Tercih
Edileceğini Savunanların Öne Sürdüğü Gerekçeleri:
Haberin
Takdim Edileceğini İleri Sürenlerin Gerekçeleri:
Kararsızlık
Görüsüne Sahip Olanların Gerekçesi:
Umûmu Kıyasa
Takdim Edenlerin Gerekçeleri:
Kıyası Takdim
Edenlerin Gerekçeleri:
Celî Kıyas
İle Hafi Kıyas Arasında Ayının Yapanların Gerekçesi:
4. İki Umumun
Çatışması (Tearuz) Ve Umum İle Hüküm Vermenin Caiz Olduğu Durum
B. Husûs'tan
Habersiz Olanlara, Umumu Duyurmanın Cevazı
C. Müctehidin
umumla hüküm vermesinin caiz olduğu durum
Kararsızların
(Vâkıfiyye) Gerekçesi:
(Müsmir asıllardan
Hükümlerin istismar keyfîyeti)Bu kutub, bir başlangıç, bir mukaddime ve üç
altbaşhk içerecektir.
Bilesin ki bu kutub, usûl
ilminin temelidir. Çünkü, müctehidlerin faaliyet alanı, hükümlerin
asıllardan/köklerden (usûl) alınmasında (iktibas) ve dallarından
toplanmasındadır. Zira hükümlerin kendileri, müctehidlerin seçmesine bağlı
olmadığı gibi, hükümlerin konulup kaldırılması da onların isteklerine bağlı
değil-[1,316] dir. Kitâb, Sünnet, icmâ1 ve akıl'dan ibaret olan asılların, esas
ve asıl olarak kabul edilişinde kulların seçmelerinin hiç bir rolü yoktur.
Müctehidin uğraşı ve iktisap alanı ise, hükümleri kaynaklarından (medârik)
iktibas ve istinbat hususunda kafa yormak, fikir yürütmektir. Kaynaklar, semt
deliller demek olup, bunların varış yeri Hz. Peygamber'dir. Zira Kitâb bile
O'nun ağzından işitilmekte; icmâ' (hüc-ciyyeti) onun sayesinde bilinmektedir.
Hükümlerin kaynaklan olmak bakımından Hz. Peygamberden sadır olan şeyler üç
guruptur. Bunlar da ya lafız, ya fiil ya da sükut ve takrirdir. Biz, fiil ve
sükutu, hakkında verilecek bilgilerin daha kısa ve özlü olması sebebiyle daha
sonra ele almayı uygun görüyoruz.
Lafız, hükme, ya sıyga ve
nazmı (manzum) ile ya fahvâ ve mefhumu ile ya da mana ve ma'kulu ile delalet
eder ki, bu sonuncusu, kıyas olarak adlandırılan iktibastır. Buna göre, burada
ele alınacak olan konular, 'manzum', *mefhum' ve 'ma'kul' olmak üzere üç başlık
altında incelenecektir.[1,317][1]
Bu başlık altında, bir
mukaddime ile dört kısım bulunmaktadır.
A. Mücmel ve
Mübeyyen
B. Zahir ve
Müevvel
C. Emir ve
Nehiy
D. Âmm ve
Hâss
Bunlar bu kutubun
başlangıcıdır. [2]
Mukaddime yedi konuya
şamildir.
1. konu:
Dillerin menşei; diller, ıstılah mı yoksa tevkîf (üstbildirim) midir?
2. konu:
Dil, kıyas yoluyla sabit olabilir mi?
3. konu:
Örfî isimler
4. konu:
Serî isimler
5. konu:
Anlam ifade eden ve etmeyen lafız
6. konu:
Hitabla kastedilenin ne olduğunu genel hatlarıyla anlamanın yolu
7. konu:
Mecaz ve hakikat[3]
Kimi alimler, dillerin
ıstılah! olduğunu (yani insanların anlaşmaları yoluyla) doğup geliştiğini ileri
sürmüşlerdir. Zaten, dillerin tevkîfî olması, yani insanüstü bir güç tarafından
konulmuş olması mümkün değildir. Çünkü tevkîf sahibinin lafzı, daha önce mevcut
bir ıstılah ile, muhatap tarafından anlaşılmadıktan sonra, tevkiften
bahsedilemez.
Kimi alimler, dillerin
tevkîf kökenli olduğunu ileri sürmektedirler. Nitekim, ıstılahın
tamamlanabilmesi için, bir hitaba, bir nidaya ve dilin konulmasına (vaz1)
ihtiyaç hissettiren bir çağrıya gerek vardır. Tüm bunlar da, ancak, ıstılah
için top-lanılmazdan evvel bilinen bir lafızla olabilir.
Kimileri de, ıstılah
oluşturmanın gereğine işaretin ve yönlendirmenin oluşacağı miktarın, tevkîf
yoluyla; geri kalanların ise ıstılah yoluyla olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Tercihe şayan olan
görüş şöylece özetlenebilir: Bu konuda incelenecek olan husus, ya bunun imkanı
(cevaz) veya vukuu olmaktadır. Burada zikredilen görüşlerin üçü de aklî cevaz
kapsamına girmektedir; yani her üç görüş de aklen müm- [1,319] kündür.
Tevkifin imkan
dahilinde oluşu şöyledir: Allah önce sesleri ve harfleri, bir kişinin veya
herkesin işitebileceği bir biçimde yaratmış, sonra da bunlar için, bu ses ve
harflerle birtakım müsemmalara (isimlendirilmişlere) delaletin kastedildiği
bilgisini yaratmış olabilir. Ezelî kudret, bunu yapmaktan aciz değildir.
Istılahın imkan
dahilinde oluşu da şöyledir: Allah, akıllı bir topluluğun iç-çağnlannı (devâî),
-kendilerini ilgilendiren ve kendileri için gerekli olan, insanın kendiliğinden
ulaşması mümkün olmayan gaip işlerin tarifiyle meşgul olma noktasında- bir
araya toplamış ve içlerinden biri bir başlangıç yapmış, sonra diğerleri ona
uymuş ve neticede ıstılah tamamlanmış olabilir. Hatta akıllı bir tek kişi, bu
alandaki ihtiyacı ve harfleri bir araya getirmek suretiyle belirlemenin (tarif)
mümkün olduğunu kendisi keşfedebilir ve vaz' işini üstlenebilir. Sonra tıpkı
ana-babanın küçük çocuğa yaptıkları gibi, yine dilsizin, içinden geçenleri,
işaretle anlatışı gibi, bu kişi, beraberinde lafız bulunan birtakım işaret ve
tekrarlarla bunu [I, 320] başkalarına öğretebilir. Bu iki kısımdan her biri
İmkan dahilinde olduğuna göre, bu ikisinden yapılan terkip de imkan dahilindedir.
Bu kısımlardan
hangisinin vaki olduğu konusuna gelince, bunun yakinen bilinmesi, ancak aklî
bir burhan veya mütevatir bir haber veya kesin bir sem' yoluyla olur. Bu
konuda aklî burhanın yeri olmadığı gibi, ne mütevatir bir haber ne de kesin bir
sem' nakledilmiştir. Öyleyse, bu konuda söylenecek olanlar, pratiğe yönelik
kulluk ile irtibatı olmayan ve öyle veya böyle inanılmasına bir gereklilik
bulunmayan bir konuda karanlığa taş atmaktır. Bu konuya dalmak, asılsız bir
lükstür.
Denirse ki:
Allah Teâlâ'nın.
"Allah Adem'e bütün isimleri Öğretti" {Bakara, 2/31) sözü, her ne
kadar aksinin imkansız olduğunu göstermese bile, dillerin vahiy ve tevkîf
yoluyla olduğunu ve bunun böyle vukua geldiğini gösterir.
Deriz ki:
Bu ayet, bunun vukuuna
da kesin bir delil teşkil etmez. Çünkü burada dört İhtimal söz konusudur:
a) Belki
Allah Adem'e, vaz'a İhtiyaç bulunduğunu ilham etmiş; Adem de [I, 32Î ] kendi
zihnî çabasıyla dili ortaya koymuş ve yol gösteren, ilham eden ve iççağrıyı
(dâiye) harekete
geçiren Allah olduğu için -tıpkı bütün fillerimizin Allah'a nisbei edilmesi
gibi- bu da Allah'ın öğretmesine nisbet edilmiş olabilir.
b) Belki de
isimler, Allah'ın Adem'den önce yarattığı cin ve melekler gibi yaratıkların
ıstılahı ile zaten vaz' edilmiş idi. Allah Adem'e, onların vaz' edip üzerinde
anlaştıktan şeyi Öğretmiş olabilir.
c) Ayette
geçen 'İsimler' sözü, umum sıygası olup belki de Allah bununla, göğün, yerin,
cennette ve cehennemde olan şeylerin isimlerini kastetmiştir; yoksa ki,
müsemmalan Adem'den sonra meydana gelen mesleklerin, sanatların ve aletlerin
isimlerini değil. Ayette geçen 'bütün isimleri' sözünü tahsis etmek, tıpkı,
"Kendisine her şey verilmiş olan" {Nemi, 27/23}, "Rabbinin
emriyle her şeyi yerle bir eder" {Ahkâf, 46/25} ve "O, her şeye güç
yetirir" ayetlerinin tahsis edilmesi gibidir. Çünkü, msl. bu sonuncu
ayetin ifadesinden Allah'ın zatı ve sı-
fatlan hariç
kalmaktadır.
d) Belki de Allah
Adem'e öğretmiş; fakat Adem bunları unutmuş ya da baş- [I, 322] kalanna
öğretmemiş olabilir. Adem'den sonra da çocukları, bugün bilinegelen diller
üzerinde anlaşmışlardır. Ağır basan ihtimal, bu dillerin pekçoğunun Adem'den
sonra meydana gelmiş olmasıdır. [4]
Usulcüler lüğavî
isimlerin kıyas yoluyla sabit olup olamayacağında görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Kimileri, Araplar, üzümden elde edilen şaraba, akla mahmurluk
verdiği için 'hamr' adını vermişlerdir. Buna göre, aynı anlam kendisinde
bulunduğu için şaraba kıyasla 'nebîz' de şarap olarak adlandırılabilir ve
nebîz, Hz. Peygamberin "Hamr, liaynihi haram kılınmıştır"[5]
sözünün kapsamına girer. Yine, zina eden kişiye 'zân? denmesi, bu kişinin
cinsel organını, kendisine haram olan bir cinsel organa girdirmesi
sebebiyledir. Livata yapan kişi de zânî isminin kendisine verilmesi bakımından
buna kıyas edilebilir; dolayısıyla livata yapanlar "Zina eden kadın ve
erkeğe, yüzer celd vurun" {Nûr, 24/2} ayetinin kapsamına girer. Hırsızlık
yapan kişi, başkasının malım gizlice alması sebebiyle 'sarık (hırsız)' olarak
adlandırılmıştır. Aynı illet, kefen soyucuda (nebbâş) da bulunmaktadır.
Dolayısıyla kıyas yoluyla kefen soyucuya da hırsız İsmi verilebilir ve
"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38} aye-
[i? 323] tinin kapsamına girer. Bu yaklaşım, bizce kabule şayan değildir.
Çünkü, eğer Araplar doğrudan doğruya belirtmek (tevkif) suretiyle bize,
kendilerinin hamr İsmini, özellikle üzümden sıkılan sarhoş edici içki için
vaz' ettiklerini söyleselerdi, aynı vaz'ı başka şeyler için kullanmak Araplar
aleyhine uydurmada bulunmak ve demediklerini dedirtmek olurdu. Bu ise, Arap
dili olmaktan çıkar ve kendi tarafımızdan vaz1 edilmiş bir dil olurdu. Eğer
Araplar., hamr ismini, aklı karıştıran ve ona mahmurluk veren her şey için vaz'
ettiklerini söylemiş olsalardı, bu takdirde, hamr ismi nebîz için de sabit
olurdu; fakat bizim yaptığımız kıyas sonucunda değil, onların doğrudan
belirtmeleri (tevkîf) sebebiyle. Nitekim onlar, her masdann bir faili olduğunu
bildirmişlerdir. Biz, darb (vurma) işini yapana 'dârib' dediğimizde, bu
deyişimiz, kıyas kaynaklı değil, onların bildirmeleri (tevkîf) sebebiyledir.
Araplar, bu iki durum hakkında da bir şey söylememiş olsalardı, hamr ismi,
özellikle üzümden sıkılarak elde edilmiş şeyin adı olurdu ve başka şeylerin de
bu ad altına girmeleri ihtimal dahilinde olurdu. Biz onlar adına keyfi hükümde
bulunmuyoruz ve onların dillerinin bu olduğunu söylüyoruz. Görüyoruz ki
Araplar, İsmi, birkaç anlam için vaz1 ediyor ve bu anlamları mahal ile
sınırlandırıyorlar. [I, 324] Mesela, ata, siyahlığı sebebiyle 'edhem',
kızıllığı sebebiyle de 'kumeyt* adını veriyorlar. Fakat aynı renkte olan
elbise ve siyah renge bürünmüş adam İçin aynı ismi kullanmıyorlar. Çünkü
Araplar, edhem ve kumeyt ismini, siyah ve kızıl olan şeyler İçin değil, siyah
ve kızıl olan atlar için vaz' etmişlerdir. Yine Araplar, içine sıvı maddeler
konan cam kaba, 'kârûra' adını vermişler; fakat, her ne kadar içerisinde su
bulunsa da, küp ve havuz gibi şeyler için bu adı kullanmamışlardır. Bütün
bunlardan sonra şöyle diyebiliriz: Araplardan tevkîf yoluyla bilinen sarf kurallarına
(kıyasu't-tasrif) uygun olmayan hiç bir şeyi, kıyas yoluyla İsbat etmek ve vaz'
etmek mümkün değildir. Biz bu konuyu, Esâsu'l-Kıyâs adlı kitabımızda uzun uzun
anlattık. Böylece dü'in, bütünüyle, vaz' ve tevkîf olduğu ve dilde kesinlikle
kıyas yapılamayacağı sabit olmuştur.[1,325] [6]
Lüğavî isimler, vaz'î
ve Örfî olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir ismin örfî isim olarak
adlandırılması iki şekilde olur:
a) İsim
genel bir anlam için vaz1 edilir, sonra dilcilerin kullanım Örfü, bu ismi,
bazı müsemmalanna tahsis eder. Mst. 'dâbbe' ismi, asıl itibariyle, adım atan,
hareket eden her şey için konulmuş ise de, sonraları, dört ayaklı hayvanlara
tahsis edilmiştir. Aynı şekilde konuşan, söz söyleyen herkes mütekellim
(konuşan) ise de, 'mütekellim' ismi, sonraları Kelam ilmini bilenlere tahsis
edilmiştir. Yine 'fakîh' ismi birkısım alimler için, 'müteallim' ismi, bir şey
öğrenen herkes için değil, sadece Öğrenciler için kullanılmaktadır. Halbuki bu iki
kelime, konuluş itibariyle bu kullanımlardan daha geneldir. Msl. "Adem'e
tüm isimleri öğretmiştir (aileme)" {Bakara, 2/31}, "İnsanı yarattı
ve ona beyânı öğretti (aileme)" {Rahman, 55/41, "Bunlara ne oluyor!
Neredeyse sözü bile anlayamayacaklar (Lâ yefkahûn)" {Nisa, 4/78}
ayetlerinde bu kelimeler daha genel anlamda kullanılmıştır.
b) İsim
başlangıçta, konulduğu asıl anlamın dışında ve hatta mecaz anlamın-[I 326] *^a
yavgın olarak kullanılır. Msl. aslında, hafifçe çukurlanmış yer anlamında olan
'ğâıt' ismi ve
gizlenmeye yarayan ve arkasında ihtiyaç giderilen bina anlamında olan 'azire'
ismi böyledir. Asıl konuluş (vaz') unutulmuş; kullanım örfü sebebiyle, mecaz
kullanım, ismin ilk duyulusunda hemen akla geliverecek derecede bilinir
olmuştur. Bu da aslında ilk konuluş sebebiyledir. Demek ki lüğavî isimlet, ya
vaz'î ya da örfîdir. Sanat ve meslek erbabının, kendi aletleri İçin koydukları
İsimler, 'örfî' olarak adlandınlamaz. Çünkü dillerin başlangıçları ve aslî
vaz'ın tamamı bu şekilde olmuştur. Meslek erbabının kendi aletleri için
koydukları isimleri, örfî isimler gurubuna sokarsak, tüm lüğavî isimler örfî
isim olur. [7]
Mu'tezile, Haricîler ve bir
kısım fakihler, isimlerin, 'lüğavî', 'dînî' ve 'sert' olmak üzere üç kısım
olduğunu söylemişlerdir. Lüğavî isimler bellidir. Dînî [I, 327] isimler ise,
Şerîatin, dinin aslına naklettiği İsimlerdir. Msl. İman, küfür, fısk kelimeleri
böyledir. Şer1! isimler ise, salât (namaz), savm (oruç), hac ve zekat gibi
isimlerdir.
Kadı, bu görüşte
olanların yaklaşımlarının bozukluğunu göstermek için iki yönteme başvurmuştur.
a) Bu
lafızlar, Kur'an'da bulunmaktadır ve Kur'an, Arap diliyle inmiştir. Allah,
"Biz bunu, Arapça bir Kur'an yaptık" (Zuhruf, 43/3}, "Açık
Arapça bir dille..." {Şuarâ, 26/195}, "Biz gönderdiğimiz her
peygamberi, kendi kavminin dili ile göndermişizdir" {İbrahim, 14/4}
demektedir. Şayet Allah, fakirleri kastederek 'Alimleri doyurun' deseydi, her
ne kadar nakledilen bu lafız Arapça olsa da, bu söz Arapların dili olmazdı.
Aynı şekilde lafzın, konulmuş bulunduğu anlamdan alınıp başka bir anlama
çekilmesi veya konulmuş olduğu anlamın bir kısmından ibaret hale getirilmesi
veya konulduğu anlam yanında kendisi için konulmamış anlamları da içine alacak
bir hale getirilmesi gibi işlemlerin hiç birisi Arap dilinden değildir.
b) Sâri'
şayet bunu yapmış olsaydı, bu isimlerin nakledilmesini tevkîf yoluy- [^ 328] la
ümmete öğretmek durumunda olurdu. Sâri' onlara kendi dilleriyle hitap ettiğinde,
onlar sadece, kendi dillerine göre konulmuş olanları anlamışlardır. Şayet bu
hususta bir tevkîf olsaydı, tevâtüren gelirdi. Zaten hüccet, ahad haberler ile
ayakta duramaz.
Onlar, "Allah
sizin îmânınızı zayi edecek değildir" {Bakara, 2/143} aye-tiyle ihticac
etmişler ve bu ayette geçen 'îmân' kelimesiyle Allah'ın, Beyt-i Mak-dis'e
yönelinerek kılınmış olan namazı kastettiğini söylemişlerdir. Yine Hz.
Pey-gamber'in, "Namaz kılanları Öldürmekten nehyolundum" sözüyle
ihticac etmişler ve Hz. Peygamberin 'namaz kılanlar' sözüyle müminleri
kastettiğini söylemişler ve bu kullanımın dile aykın olduğuna dikkat
çekmişlerdir.
Deriz ki:
Allah, 'îmân' kelimesiyle,
namaz ve kıbleyi tasdik etmeyi kastetmiştir. Hz. Peygamber de 'namaz kılanlar'
sözüyle, namazı tasdik edenleri kastetmiştir. Namazı tasdik etmenin, namaz
olarak adlandırılması mecaz yoluyladır. Bir şeyi, kendisiyle bir çeşit ilişkisi
bulunan şey ile isimlendirmek Arapların adetidir ve mecaza yer vermek de dilin
özündendir.Onlar Hz. Peygamberin, "İman, yetmiş küsur kapıdır; bunların en
üstü
[I, 329] Allahtan başka
Tanrı olmadığına şehadet etmek; en aşağısı da insanlara eziyet veren şeyleri
yoldan kaldırmaktır'[8]
sözüyle ihticac etmişler ve eziyet veren şeyleri kaldırmanın îmân olarak
adlandırılmasının, sözcüğün konulusuna (vaz') aykın olduğunu söylemişlerdir.
Deriz ki:
Bu hadis, ahad
haberlerdendir ve haber-i vahidle, bu gibi kurallar isbat edilemez. Bu hadis,
sabit olsa bile, yoldan ezayı kaldırmak, îmâ'nın delaletidir ve mecazen bunun
îmân olarak adlandırılması mümkündür.
Onlar şöyle bir
gerekçe daha ileri sürerler: Şer', önceden bilinmeyen birtakım ibadetler vaz'
etmiş ve bunlar için değişik isimlere ihtiyaç duymuştur. Bu isimlerin, dilden,
yani Arap dilinden istiare yoluyla alınması veya bu ibadetler için yeni isimler
yaratılması, bu isimlerin başka bir dilden alınmasından daha uygundur.
Deriz ki:
Şeriatin, dilde ismi
bulunmayan bir ibadeti ortaya çıkarabileceğini kabul etmiyoruz. Bu görüşümüze
itiraz sadedinde, salât sözcüğünün dilde, rüku' ve secdeden ibaret olmadığı;
haccın, yine dilde, tavaf ve sa'y'den ibaret olmadığı İleri sürülecek olursa,
buna iki şekilde cevap veririz:
a) Zaten
Şer'de de namaz, rükû' ve secdeden ibaret olmayıp, aksine, dildeki anlamına
uygun olarak, 'dua' anlamındadır. Yine,
hacc, 'kasıt'tan; oruç
[1,330] 'imsâk'tan; zekat
da 'büyüme ve artma'dan (nümüvv)' ibarettir. Şu kadar ki Şer', bu işlerin
yerine getirilmesi hususunda, bunlara eklenen başka birtakım işleri şart
koşmuştur. Msl. vacib dua'nın geçerli olabilmesi için, ona rükû' ve secdenin eklenmesini;
Kabe'nin (Beyt) kasdında, bu kasıta, vakfe ve tavafın eklenmesini şart
koşmuştur. Esasında bu isimler, bu şartları içine almamaktadır; fakat, secde
vb. gibi İşler, bu isimlerin ifade ettiği işlerin geçerliliğinin şartıdır. Bu
durumda Şer'in yaptığı şey, sözcüklerin dildeki konumunu değiştirmek değil,
şartlar koymaktır.
b) Tüm bu
fıilerin (rükû1, secde vs) salât olarak adlandırılma sebebinin, bu işlerde
imama uyuluyor olması olduğu da söylenebilir. Nitekim, at sürüsü içerisinde en
öndeki atın hemen arkasında olan at, bir öncekine uyduğu için, 'musallî' olarak
adlandırılmaktadır. Buraya kadar söylenenler, Kâdı'nın sözleridir.
Bizim tercih ettiğimiz
görüş ise şudur: Bu isimlerde, Şer'in tasarrufta bulunduğunu inkar etmek
mümkün olmadığı gibi, bazılarının zannettiği gibi, tüm bu isimlerin, bütünüyle
düden aktarılmış olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Fakat dilin kullanımı
(örfîi'1-lüğa), iki yönden bu isimlerde tasarrufta bulunmuş- [i, 33i]
tur:
a) Dâbbe
örneğinde olduğu gibi, ismin, bazı müsemmalanna tahsis edilmesi ki, Şer'in,
hacc, savm ve îmân lafızlanndaki tasarrufu bu kabildendir. Çünkü Arapların bir
kullanım örfü olduğu gibi, Şer'in de bir kullanım örfü vardır.
b) Arapların, bir ismi, bir şeye ilişkin ve
bitişik olan şeyler İçin kullanma adetleri vardır. Msl. 'Şarap haramdır'
derler, aslında haram olan şarabın içilmesi-dir; 'Anne haramdır' derler,
aslında haram olan anne ile cinsel ilişkide bulunmaktır. Şer'in salât
lafzındaki tasarrufu da bu şekildedir. Çünkü rükû' ve secdeyi Şer",
namazın tamamlanması için şart koşmuştur. Böylece salât ismi, Şer'in kullanım
örfüyle, rüku ve secdeye de şamil olmuştur. Zira rüku ve secdenin namazın rüknü
olduğunu ve namazın özünden olduğunu inkar etmek uzaktır. Şer'in, kullanım
örfüyle bu kadarcık bir tasarrufta bulunduğunu kabul etmek, secde ve rüku'u
namazın özünden hariç tutmaktan daha kolaydır. Bu, kendisine ihtiyaç duyulan
bir durum gibidir.
Zira Şer'in biçimlendirdiği ibadetlerin, önceden bilinen isimle- [1,332] ri
olması daha uygundur. Bu isimler de dilde ancak bir nevi tasarruf ile var olabilmektedir.
Onların, Kur'an'ın Arapça oluşuyla istidlal etmelerine gelince, bizim bu
yaklaşımımız, bu isimleri Arapça olmaktan çıkarmayacağı gibi, Arapça oluş
özelliğini Kur'an'dan da çekip almaz. Çünkü Kur'an bu gibi kelimelere,
Arapça-nın dışında bir dilden kelimeler koymuş olsa bile, Birinci Kutub'un
'Kitâb' bölümünde belirttiğimiz gibi, bu durum Kur'an'ı Arapça olmaktan
çıkarmaz, itirazcının, 'şayet böyle olsaydı, Şer'in bu tasarrufunu üst
bildirme (tevkîf) yoluyla bildirmesi gerekirdi' sözüne gelince; şayet, onca
tekrarlanmasına ve onca karineye rağmen Şer'in bu lafızlarla neyi kastettiği
anlaşılamamış olsaydı, ancak bu durumda bir üst bildirmeye ihtiyaç
duyulabilirdi. Bu lafızlarla neyin kastedildiği anlaşıldığına göre maksat hasıl
olmuştur. Bize göre, bizim bu yaklaşımımız Ka-dı'mn yaklaşımından daha uygundur.[9]
Bilesin ki: Şeyler,
'kendinden başkasına delalet eden* ve 'kendinden başkasına delalet etmeyen'
olmak üzere iki kısma aynltr.
Kendinden başkasına
delalet edenler de iki kısma ayrılır:
a) Zatı ile
delalet edenler; bunlar aklî deliller olup biz bunların kısımlarını, bu kitabın
başında Mukaddimetu'l-Kitâb'ın Medâriku'1-Ukûl kısmında zikretmiştik.
b) Vaz'
itibariyle delalet edenler ise 'ses' olan ve -işaret ve sembol gibi- 'se
olmayan* kısımlarına ayrılır.
Ses de delaleti bakımından,
anlamlı olan ve anlamlı olmayan kısımlarına ayrılır.
Anlamlı (müfid) söz,
'Zeyd ayaktadır', 'Zeyd, süvari olarak çıktı' gibi sos lerdir. Anlam İfade
etmeyen söz ise 'Zeyd değil', 'Amr ...dedir' gibi sözlerdi Her ne kadar,
buradaki kelimelerin her biri bir şeye delalet etmek için konulmuş sa da bu
sözlerden bir şey anlaşılmaz. Hatta bu tür sözlerin, söz (kelam) olara
adlandırılıp adlandırıl mayacağı da tartışma konusudur. Kimi alimler, tıpkı
'Zeyı isminin, harflerin yerleri değiştirilerek 'deyz' şekline çevrilerek
söylenmesine! olduğu gibi, bunların da kelam olarak adlandınlamayacağını
söylemiş; kimile de, tek tek kelimelerinin, anlam ifade etmek üzere konulmuş
olduğu gerekçesi} le, bunu söz olarak adlandırmışlardır.
[1,334] Bilesin ki: Nahiv ilminde olduğu
gibi, anlamlı söz, isim, fiil ve harf olma
üzere üç kısımdır.
Bunun anlamlı olabilmesi için, msl. 'Zeyd senin kardeşindir 'Allah senin
rabbindir' sözlerinde olduğu gibi, biri diğerine isnad edilmiş iki i; me veya
'Zeyd dövdü', 'Amr kalktı' sözlerinde olduğu gibi, bir fiile isnad edi miş bir
isme şamil olması gerekir. 'Zeyd ...dendir' ve 'Amr ...dedir' gibi, ism bağı
olmaksızın yanyana getirilmiş bir isim ve bir harf İse anlam ifade etme
Bunların anlam ifade edebilmesi için şu eklemelerin yapılması gerekir; *Zey
Mudar kabilesindendir' ve 'Amr evdedir'. Aynı şekilde, 'Vurdu kalktı' gibi ya:
yana gelmiş iki fiil de, arada bir isim olmaksızın bir anlam ifade etmez. Yii
yanyana getirilmiş, 'nün', 'fî1, 'kad', 'alâ' gibi harfler de bir anlam ifade
etmez.
Bilesin ki: isim, fiil
ve harften anlam ifade edecek bir terkiple oluşturalım olan sözler, 'her yönden
kendi başına anlam ifade edebilen', 'bir karîne olmadı ça kendi başına anlam
ifade edemeyen' ve 'bir yönden kendi başına anlam ifaı eden, bir yönden kendi
başına anlam ifade edemeyen' olmak üzere üç kısma a nlır.
a) Her yönden kendi
başına anlam ifade edebilen sözler:
Bu tür sözlerin
örneği, "Zinaya yaklaşmayın" (îsrâ, 17/32}, "Kendini
[1,335]
öldürmeyin" {Nisa, 4/29} gibi ayetlerdir. Bu tür ifadeler, anlamlarının
açıklı
sebebiyle 'nass'
olarak adlandırılır. Yürüyüşte nass, yürüyüşte kendini gösterm
(zuhur) demektir. Yine
gelinin üzerine çıkarıldığı kürsüye de, 'mınassatu'1-ari
denilir.
Nass'ın iki çeşidi
vardır:
a) Lafzı ve
manzumu ile nass:
Yukarıda az önce zikredilen
ayetler böyledir.
b) Fahvâ ve
mefhûmu ile hass.
Fahvâ ve mefhûmu ile
nass'ın örneği, "Ana-babaya öf deme" {İsrâ, 17/23), "İplik kadar
haksızlık görmezsiniz" {Nisa, 4/77}, "Kim, zerre miktarı hayır
işlerse onu görür" {Zilzâl, 99/7}, "Onlar arasında öyleleri vardır
ki, bir dinar emanet etsen geri sana ödemez" {Ali tmrân, 3/75} gibi
ayetlerdir.
Dilciler, öf demenin
üzerindeki (ondan daha çirkin), dövme, sövme gibi şeylerin; iplik ve zerrenin
ötesindeki daha büyük miktarların, ayetlerde zikredilen 'zerre', 'iplik' ve 'öf
deme'nin bizzat kendilerinden daha önce insanın zihnine geldiğinde, yani
insanın, öf deme, zerre ve iplikten daha önce, bunlardan büyük olan şeyleri
anlayacağında ittifak etmişlerdir. Bunun kıyas yoluyla bilindiğini söyleyenler,
eğer bu sözleriyle, söylenmeyenin (meskûtun anh) söylenilen (mantûk) sayesinde
bilindiğini kastediyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, kendisinde düşünmeye ihtiyaç
duyulan kıyası veya kendisi için ihtimal söz konusu olabilen kıyası
kastediyorlarsa, yanlıştır.
[1,336]
b) Ancak bir
karine sayesinde müstakil anlam ifade edebilen sözler:
Bu tür sözlerin örneği,
"Ya da nikah düğümünü elinde tutanın affetmesi..." {Bakara, 2/237},
"Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kuru beklerler" {Bakara,
2/228} gibi ayetlerle müşterek ve müphem olan tüm lafızlardır. Msl. "Bir
aslan, bir eşek ve bir öküz gördüm" sözü böyledir. Eğer bu sözü söyleyen
kişi, bir 'yiğit', bir de 'aptal* gördüğünü söylemek istiyorsa, karine olmadıkça,
bu söz bu kişinin maksadına delalet etmez.
c) Bir
yönden müstakil anlam ifade eden bir yönden edemeyen sözler:
Bu kısma giren
sözlerin örneği, "Hasat gününde, onun hakkını verin" {En'âm, 6/141},
"Küçülmüşler olarak, cizyeyi elden verinceye kadar..."
{Tevbe, 9/29} gibi
ayetlerdir. Bu ayetlerde geçen, 'vermek' ve 'hasat günü' sözleri bilinmektedir;
fakat verilecek olan miktar bilinmemektedir. Yine, savaş ve Kitab ehli
bilinmektedir; fakat, cizyenin miktarı bilinmemektedir.
Bütün bunlardan ortaya
çıkan sonuç şudur: Anlamlı söz, delalet ettiği anlama nisbetle, ya kendisi
için hiç bir ihtimal söz konusu olmaz ve 'nass' olarak adlandırılır; Ya tercih
imkanı bulunmayan birkaç ihtimalin çatışması söz konusu olur ve bu 'mücmel' ve
'mübhem' olarak adlandırılır; Ya da bu ihtimallerden bi- [it 337] risi
diğerlerine ağır basar ve ağır basan ihtimale nisbetle buna 'zahir', uzak düşen
ihtimale nisbetle de 'müevveF adı verilir. Demek ki, anlamlı lafız, ya 'nass',
ya 'zahir' ya da 'mücmel'dir[10].
Bilesin ki: Sözü, ya bir
peygamber ya da bir melek, Allah Teâlâ'dan işitmiş-tir; ya da bir peygamber
veya bir veli, bir melekten işitmiştir; ya da ümmet onu peygamberden
işitmiştir. Eğer bu sözü, bir melek veya bir peygamber, Allah Teâlâ'dan
İşİtmişse, bu söz, bir harf, bir ses ve vaz1 edilmiş bir dil olmadığından,
melek ya da peygamberin bu sözün anlamını anlamaları, önceden üzerinde anlaşılan
bir bilgi sayesinde değildir. Fakat (peygamber veya melek) bu sözün maksadım,
Allah Teâlâ'nın, işiten kişide üç şey hakkında zaruri bir bilgi yaratması
[I, 338] yoluyla
bilir. Bu üç şey şunlardır; 'konuşan', 'duyduğu şeyin bu konuşanın kelamı
olduğu' ve 'bu konuşanın sözüyle kastettiği anlam'. Bu üç şeyin biliniyor olması
gereklidir. Ezelî Kudret, melek ve peygamberin, bunu zorunlu olarak bilmesini
sağlamaktan aciz değildir. Allah Teâlâ dışındaki her konuşan, içinde olanı
(aklından, gönlünden geçeni) göstermek (tarif) için alamet dikmeye muhtaçtır;
Allah ise buna ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah, alamet dikmeksizin bunun zaruri
bilgisini yaratmaya muktedirdir. Diğer taraftan Allah'ın kelamı, beşer kelamı
türünden değildir. Yine O'nun, kulu için yaratmış olduğu duyuş, sesleri duyuş
türünden değildir. Bu yüzden, doğuştan kör birinin, gören kişilerin renkleri
ve şekilleri idrak ediş keyfiyetini anlamakta zorlanması gibi, biz de,
Musa'nın, Allah Teâlâ'nın harf ve ses olmayan sözünü duyuş keyfiyetini
anlamakta zorlanıyoruz. Peygamberin melekten duymasının ise, Allah'ın kelamına
delalet eden bir harf ve
[1,339] ses ile olması
muhtemeldir. Bu durumda duyulan şey, sözün kendisi değil, meleğin fiili olan
hadis seslerdir. Her ne kadar, bu duyuşa, Allanın kelamını duyma adı verilse
de, bu duyma Allah'ın kelamını aracısız olarak duymak anlamına gelmez. Nitekim
her ne kadar, başka birinden duymuş olsa da, Mütenebbînin şiirini dinleyen kişi
için, 'fulan, Mütennebînin şiirini ve sözünü işitti' denilir. Aynı şekilde
Allah Teâlâ'nın "Müşriklerden biri sana sığınırsa, Allah'ın kelamını
du-yuncaya kadar sen ona sığınma hakkı ver" {Tevbe, 9/6 J sözü de
böyledir, işte Ümmetin Hz. Peygamberden duyması da, tıpkı, peygamberin melekten
duyması gibidir. Bu durumda, sözün maksadının anlaşılmasının yolu, konuşmanın
cereyan ettiği dilin vaz'ının önceden biliniyor olmasıdır. Bu söz, ihtimal
taşımayan nass ise, dilin biliniyor olması yeterlidir. Eğer söz ihtimal taşıyor
ise, bu takdirde, lafi-za eklenen bir karîne olmadıkça, bu sözden gerçekte ne
kastedildiği anlaşılamaz. Karine de ya "Hasad günü onun hakkını
verin"{En'âm, 6/141} ayetinde oldu-
[1,340] ğu gibi
açıklanmış bir lafız olur, ki ayette geçen 'hak', Öşürdür; ya da, "Gökler,
durulmuş biçimde O'nun elindedir" {Zümer, 39/67} ayetinde ve "Müminin
kalbi, Rahman'in iki parmağı arasındadır"[11]
hadisinde olduğu gibi, akıl deliline gönderme (ihale) olur. İşaret, rumuz,
hareket, sevâbık ve levâhık gibi bir be-lirleme (hasr) ve tahmin altına
girmeyen karîne-i hallere gelince, bunları ancak, bunları gözlemleyen ve
müşahede eden kişiler idrak edebilir. Bunları müşahede eden sahabiler, açık
lafızlarla veya bu türden veya başka türden karinelerle bunları tâbiûna
aktarmışlar ve bu aktarılanlar, maksadın anlaşılmasını zaruri olarak
gerektirmiş veya bu yönde bir zan oluşturmuştur. Dilde, kendisi için konulmuş
bir ibaresi olmayan her şey hakkında birtakım karineler taayyün eder. Umum sıygasını
ve emir sıygasını inkar edenlere göre de, emir ve kapsamanın (istiğrak) tarifi
karineler yoluyla yapılır. Allah Teftlftnın "Kafirleri öldürün..."
sözü, her ne [1,341] kadar 'hepsini (kullehum)' ve 'tamamını (cemîahum)'
sözüyle tekit edilmiş olsa bile, yine de, onlara göre, tıpkı "Her şeyi,
Rabbinin izniyle, yerle bir eder" {Ahkâf,46725} ve "Kendisine her şey
verilmiş olan" {Nemi, 27/23} ayetlerinde olduğu gibi, bununla Özel bazı
kişilerin (husus) kastedilmiş olması mümkündür. Bu konunun detayı, inşallah,
ilerde gelecek[12].
Hakikat ismi, müşterek
bîr isim olup, bununla bazen bir şeyin zatı ve tanımı kastedilir; bazen de
sözün hakikati kastedilir. Fakat bu isim, lafızlar hakkında kullanılınca,
bununla, konulduğu anlamda kullanılan lafız kastedilir.
Mecaz ise, Arapların,
bir İsmi konulduğu anlamın dışında kullanmaları olup üç çeşittir:
a) Yaygın
olarak bilinen (meşhur) bir özellik yönünden benzeşik olmaları sebebiyle, bir
şey için istiare edilen isim.
Msl. Arapların, yiğit
kişiye 'aslan', aptal kişiye *eşek' demeleri böyledir. Ağzı kötü kokulu
kişinin, mecazen 'aslan' olarak isimlendirilmesi caiz değildir. Çünkü aslanın
bu özelliği herkes tarafından bilinmemektedir. [1,342]
b) Anlatıma
bir şey katmayan fazlalık (Ziyade):
Msl. "Hiç bir şey
O'nun gibi değildir" {ŞÛrâ, 42/11} ayeti böyledir. Çünkü, 'gibi' anlamına
gelen *keP harfi, (bir anlam) ifade etmek için konulmuştur. Bu harfin, bir şey
ifade etmeyecek şekilde kullanılması vaz'a aykırıdır.
c) Anlatımı
bozmayan eksiklik:
Msl. "Köye sor"
{Yûsuf, 12/82} ayeti böyledir. Ayetin anlamı 'köy ahalisine sor' şeklindedir.
Bu tür noksanlıktan, Araplar alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu da,
serbestlik (tevessü1) ve mecaza kaçmaktır.
Mecaz, dört alametten
birisiyle bilinir:
1) Hakikat,
benzerleri hakkında umum üzere caridir.
Örnek olarak 'âlim'
sözünü ele alalım. Bununla, eğer, ilim sahibi olan kişi kastediliyorsa, her
ilim sahibi için âlim demek doğru olur. Yine Allah'ın "Köye sor"
sözü, köydekileri kasdetmek amacıyla, bazı cansızlar hakkında sahih olur. Msl.
Her ne kadar, kullanılan mecaza yakınlığı sebebiyle, 'Eve sor' ve 'Viraneye
sor' denilebilirse de, 'Yaygıya sor' ve 'Testiye sor' denilemez.[1,343]
2) Kendisinden türetme yapmanın imkansız oluşu:
Zira 'emir' sözcüğü, hakikati
üzere kullanıldığında, kendisinden 'âmir (emreden)' ismi türetilebilir. Eğer
emir sözcüğü, mecaz olarak 'iş' anlamında kullanılırsa, bundan 'âmir' ismi
türetilemez. Msl. Allah Teâlâ'nm "Firavn'ın emri düzgün değildi"
{Hûd, 11/97} sözünde emir kelimesi 'iş' anlamında kullanılmıştır. Yine 'Sizim
emrimiz geldiğinde..." {Hûd, 11/40} ayetîndeki emir kelimesiyle de bu
anlam kastedilmiştir.
3) İsmİn,
çoğul yapılış biçiminin değişmesi:
Eğer ismin çoğul
yapılış biçimi, değişiklik gösterirse, bu anlamlardan birinde mecaz olduğu
anlaşılır. Nitekim, hakiki anlamında kullanılan emir kelimesi, 'evâmir*
şeklinde çoğul yapılır. Eğer emir kelimesi ile iş kastedilirse, çoğulu 'umur'
şeklinde yapılır.
4) Hakiki
isim, başka bir şeyle alakalı ise ve alakalı olmadığı bir şey hakkında
kullanılıyorsa, bu takdirde bu ismin hiç bir müteallakı olamaz.
Msl. 'kudret'
kelimesini alalım. Kudret kelimesi ile, stfat anlamı, yani güç yetirme işi
kastediliyorsa, bu kudretin bir makdûru (güç sonucundan ortaya çıkan bir
sonucu) olur. Yok eğer, kudret sözüyle, güç yetirilen (gücün sonucunda ortaya
çıkan) şey kastediliyorsa, bu ismin hiç bîr müteallakı olamaz. Msl. son derece
güzel bir bitki görüldüğünde, 'Allah'ın kudretine bak!' denilir ki, bu sözün
anlamı, 'Allah'ın gücüyle ortaya çıkan şu hayranlık verici şeye bak' şeklinde
olur. Zira bitkinin, güç kullanarak ortaya çıkardığı bir şey yoktur.[I5 344]
Her mecazın bir hakikati vardır. Fakat her hakikatin bir mecazının
olmasızorunlu değildir. Hatta iki çeşit isim için mecaz hiç söz konusu olmaz.
a) Zeyd ve
Amr gibi özel isimlerde (esmâu'l-a'lâm) mecaz olmaz. Çünkü özel isimler,
sıfatlar arasında ayırım yapmak için değil, zatlar arasında ayırım yapmak için
vaz edilmiştir. Sıfat olarak konulmuş bazı İsimlerin alem (özel isim) olarak
kullanılması mecazdır. Msl. Esved b. Hars denildiğinde, her ne kadar 'es-ved
(siyah)' sözcüğü aslında sıfat olarak konulmuş ise de, bununla bir vasfa delalet
kasdolunmaz. öyleyse bu kullanım mecazdır. Ancak, bir kimsenin, yazmış oldukları
kitapları kastederek 'Ben Müzem ve Sibeveyh'i okudum' sözü, Allah
Teâlâ'nın "Köye
sor" sözü gibidir. Yani *kitab' sözcüğününün düşürülmesi yoluyladır. Buna
göre, sözün anlamı, 'Ben Müzenfnin kitabını okudum' olur ve bu sözde üçüncü
anlamdaki mecaz söz konusu olmuş olur.
b)
Kendilerinden daha geneli ve kapsamlısı bulunmayan isimler: 'Malum', 'meçhul',
'medlul' ve 'mezkur' gibi isimler böyledir. Zira bu isimler, hemen her [if 345]
şeyde hakikattirler. Bu bakımdan bu gibi isimler mecaz olarak kullanılamaz.
Mukaddime burada tamamlanmış
olmaktadır. Simde maksatlara geçebiliriz. Maksatlar, hükümlerin sıygalardan ve
mantûktan (söylenmiş lafızlardan) iktibas keyfiyeti olup, dört kısımdır[13].
Lafzın anlamı, ya
başka ihtimal taşımayacak biçimde belirginleşmiştir, -ki bu durumda 'mübeyyen'
ve 'nass' olarak adlandırılır- ya da iki veya daha fazla anlam arasında, biri
diğerine tercih edilemeksizin, döner -ki bu da 'mücmel' adını alır-. Eğer
lafız, bu anlamlardan birisinde zahir olup, diğerinde zahir olmazsa, bu takdirde
'zahir' adını alır[14].
Mücmel, iki anlamdan
biri İçin uygun olan ve anlamı, ne dilin vaz'ı sebebiyle ne de kullanım örfü
sebebiyle belirginleşmeyen lafızdır. Bu konuya bir kaç mesele ile açıklık
getirelim.
Mesele: [Örfî kullanım
yoluyla anlaşılabilen sözün mücmel olup olmadığıl
Allah Teâlâ'nın
"Size analarınız haram kılınmıştır" {Nisa, 4/23} ve "Size
[1,346] meyte haram kılınmıştır" {Mâİde, 5/3} sözleri mücmel değildir.
Bazı Kaderîler, bu ayetlerin mücmel olduğunu söylemişlerdir. Çünkü eşya
(a'yân), ha-ramtık vasfını alamaz. Haram olan, eşyaya ilişkin fiildir. Burada
ise, haram kılınan fiilin ne olduğu bilinememektedir. Meytenin nesi haramdır;
dokunulması mı, yenilmesi mi, bakılması mı, satılması mı, yoksa her hangi bir
surette ondan yararlanılması mı? Bunların hangisinin haram olduğu
bilinmediğine göre, bu söz mücmeldir. Yine ananın nesi haramdır; ona bakmak mı,
birlikte uzanıp yatmak mı yoksa cinsel ilişkide bulunmak mı? Bunların
hangisinin haram olduğu bilinmediği için burada bir fiil takdir etmek
gerekmektedir. Fiiller ise pek çoktur ve biri diğerinden daha öncelikli
değildir.
Kaderîlerin bu
yaklışımı sakattır. Zira kullanım örfü, vaz' gibidir. Bu yüzden biz, isimleri
'örfî' ve 'vazT kısımlarına ayırdık ve bunları açıkladık. Dilcilerin kullanım
örfüne aşinalığı ve vukufu olanlar, dilcilerin 'Sana yiyecek ve İçecekleri
haram kıldım' diyen kişinin, bu sözle, bakmayı ve dokunmayı değil, ye-[1,347]
me ve içmeyi kastettiğinden; 'Sana şu elbiseyi haram kıldım' sözüyle de, giymeyi
kastettiğinden ve 'Sana kadınları haram kıldım' sözüyle de cinsel ilişkiyi kastettiğinden
hiç şüphe duymadıklarını bilir. Bu husus, dilciler nezdinde açık ve kesindir.
Hal böyleyken buna nasıl olur da mücmel denebilir!? Sarih, bazen, kullamm örfü
sebebiyle, bazen de vaz' sebebiyle olur. Mücmelliği kaldırma bakımından her
ikisi de aynıdır.
Kimileri de, bunun,
tıpkı "Köye sor" ayetinde olduğu gibi, mahzûf kabilinden olduğunu
söylemişlerdir, Allah Teâlâ'nın "Size behîmetu'l-en'âm helal kılınmıştır"
{Mâide, 5/1} sözü de böyledir. Yani bunların yenilmesi helal kılınmıştır. Yine
'Size deniz avı helal kılınmıştır" {Mâide, 5/96} ayeti de böyledir. Eğer
bu görüş sahipleri, bu sözleriyle bunları mücmel gurubuna dahil etmeyi
kastediyorlarsa, bu yanlıştır. Eğer, mahzuf olmasına rağmen anlama işinin gerçekleştiğini
kastediyorlarsa doğrudur. Yok, eğer bunu, mecaz gurubuna dahil etmeyi
kastediyorlarsa, bu takdirde bu kişilerin örfî isimleri mecaz olarak adlandırmaları
gerekir.
Mesele: [Vaz'î
kullanım İle örfî kullanımın çatışması]
Hz. Peygamberin,
"Ümmetimden hata ve unutma kaldırılmıştır[15]
sözü, vaz1 İtibariyle bizzat hata ve unutmanın kaldırılmış olmasını
gerektirmektedir. rjt 34$] Halbuki gerçek böyle değildir. Hz. Peygamberin sözü,
vakıaya aykırı olmaktan (hulf) uzaktır. Öyleyse bu sözle kasdolunan, hata ve
unutmanın mutlak olarak kaldırılmış olması değil, bunların hükümlerinin
kaldırılmış olmasıdır. Daha açıkçası. Şer' varid olmazdan evvel, aynı lafızla
kasdolunduğu kullanım örfüyle bilinen hüküm kaldırılmıştır. Nitekim Şer' varid
olmazdan önce birinin diğerine söylediği 'senden hatayı ve unutmayı kaldırdım'
sözünden de bu anlaşılmaktadır. Zira bu sözden, hata ve unutmanın mutlak
olarak değil, sadece hükmünün kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Kaldırılmış olan
bu hüküm ise, kınama ve cezalandırma suretiyle muaheze etmektir. Hz.
Peygamberin sözü de bu konuda sarih bir nass'tır. Yoksa ki, hata ve unutmanın,
tazmin yükümlülüğü, kaza etmenin gerekliliği gibi tüm hükümleri hakkında genel
değildir. Ayrıca bu söz, hemen kınama biçiminde veya daha sonra cezalandırma
biçiminde bir muaheze ile tazmîn (ğurm) ve kaza sorumluluğu arasında mücmel bir
ifade değildir. Çünkü bu sözün umumu için bir sıyga yoktur ki, her hüküm
hakkında genel kılınabilsin. Nitekim aynı gerekçeyle Allah Teâlâmn "Size
analarınız haram kılınmıştır" {Nisa, 4/23} sözü de, her [1,349] ne kadar
burada bir fiilin gizlenmiş olması gerekli ise de, her fiil hakkında genel
değildir. Aynı şekilde Hz. Peygamberin sözünde de, kaldırmanın kendisine İzafe
edileceği hükmün gizli tutulduğunun (izmâr, idmâr) kabul edilmesi gerekir. Sonra
bu gizleme, kullanım örfünün gerektirdiği biçime indirgenir ki, buna göre, Hz.
Peygamberin sözünde açıkça söylenmeyip gizlenen şey 'kınama ve cezalandırma1;
ayette ise 'cinsel ilişki'dir.
Burada, tazmîn
sorumluluğunun da bir ceza olduğu, dolayısıyla bunun da kalkmış sayılması
gerektiği söylenecek olursa, deriz ki: Tazmîn sorumluluğu, bazı durumlarda,
intikam için değil, belki bu kişinin sevap kazanması açısından bir 'imtihan'
olarak gerekli görülmüştür. Bunun içindir ki, çocuk ve mecnun tazmîn
sorumluluğunu yüklendiği gibi, âkile de başkası sebebiyle bu sorumluluğu yüklenmektedir.
Itlâf bulunan her yerde, tazmîn de gereklidir. Nitekim açlıktan ölecek duruma
gelip, başkasının malını izinsiz yemek durumunda kalan kişi, yediği şeyin
tazmîn sorumluluğunu yüklenir.
Bazı durumlarda ise,
tazmîn sorumluluğu bir 'cezalandırma (ıkâb)' olarak gerekli görülebilir. Msl.
Yaptığı işin vebalim tatması için, av hayvanını kasden Öldüren kişiye (kurban
kesmenin) vacip olması böyledir. Diğer taraftan bu Öldürme işini yanlışlıkla
yapan kişinin tazmîn sorumluluğunu yüklenmesi, bir imtihan olarak vacip
olmaktadır. Denilebilecek olan en son şey şudur: Cezalandırma yoluyla olan her
türlü tazmîn sorumluluğu, hata ve unutma sebebiyle kalkar. Çünkü bu sorumluluk
bir muaheze ve intikamdır. İmtihan ve cübrân yoluyla olan tazmîn sorumluluğu
ise böyle değildir.
[I, 350] Bizim burada amacımız, bu lafzın hâss
bir lafız veya hatanın tüm hükümle-
rine şamil âmm bir
lafız veya iki anlama da gelebilen mücmel bir lafız olduğunu zannedenlerin bu
anlayışlarında yanıldıklarını ortaya koymaktır.
Denirse ki:
Şayet bu lafız,
kendisinin anlamının Özel oluşunu idrake yarayan bir örfün bulunmadığı bir
konuda varid olsaydı, umum makamına geçecek biçimde tüm sonuçlarını nefyetmiş
sayılabilir miydi veya mücmel olarak değerlendirilebilir miydi?
Deriz ki:
Bu lafız, sonucun
mutlak olarak kaldırılması ihtimalini ve tek tek bazı sonuçların kaldırılması
ihtimalini taşıyan mücmel bir lafızdır. Bu lafızla hepsinin kasdolunmuş olması
uygun düşer ve bu ihtimallerden her hangi birisi ağır basmaz. Bu yaklaşım,
umum sıygasını kabul etmeyenler açısından açıktır. Umum sıygasını kabul
edenlere gelince, bunlar bu konuda sıygaya tabi olurlar. Gizlenmişlerin
(mudmerât) de bir sıygası yoktur. Burada da sonuç (etki) gizlenmiş bulunmaktadır.
Genelleme hususunda neye dayanılacaktır!
Denirse ki:
Bu bir nefiydir; bu
nefyin vaz'ı da, hem eserin hem de müessirin birlikte nefyedilmesini
gerektirir. Duyu karinesi ile müessirin nefyi imkansız olursa, imkansızlık
sadece ona mahsus olur ve eser yine nefyedilmiş olarak kalır.
Deriz ki:
'Oruç yok', 'amel
yok', 'hata yok', 'unutma yok' veya 'hata ve unutma kal- rj^ 35i] dinldı* gibi
sözler, müessirin ve eserin nefyedîlmesi hususunda genel değildir ki, müessirin
nefyedilmesi imkansız olduğunda, eser baki kalabilsin. Aksine bu söz, sadece
müessirin nefyedilmesi İçindir. Eser ise, lafzın buna da şamil ve kapsamlı
oluşunun hükmüyle değil, müessirin nefyedilmeşinin zorunlu sonucu olarak nefyedilmiş
olmaktadır. Bunun (nefyin) müessire hamledİlmesi imkansız olursa, bu söz ya tüm
sonuçlan ya da bazı sonuçlan açısından mecaza dönüşür ve tüm sonuçlar bazı
sonuçlara ağır basamadığı gibi, bu bazı sonuçlardan (eb'âz) bir kısmı da diğer
kısmına ağır basamaz.
Mesele: (Nefyin sıhhat
veya kemale hamledİlmesi)
Bu mesele, Hz.
Peygamberin "Namaz, ancak tuhur (abdest) iledir",[16]
"Namaz ancak Fatiha iledir' , "Orucu geceletmeyenin orucu
yoktur", "Nikah ancak veli iledir" [17],
"Nikah ancak şahitler iledir" [18],
"Allanın adını anarak o
başlamayan kişinin
abdesti yoktur'[19] ve "Mescîd komşusunun namazı ancak
mesciddedir"[20] gibi
sözleri hakkındadır.
Bu sözlerdeki nefıy,
tıpkı hata ve unutma durumundaki gibi, biçim itibariyle nefyedilmiş olmayan
şeylerin nefyidir. Nitekim nikahın, orucun ve namazın biçimi tüm bu durumlarda mevcuttur.
[I, 352]
Mutezile, biçimin
nefyî ile hükmün nefyi arasında tereddütlü olduğu gerekçesiyle bu sözlerin
mücmel olduğunu öne sürmüştür. Mutezilenin bu anlayışı da sakattır. Hatta
buradaki sakatlık, hata ve unutma konusundaki görüşlerinin sakatlığından daha
da açıktır. Çünkü hata ve unutma, şer'î birer isim olmadığı halde, namaz, oruç,
abdest ve nikah lafızlan, -Şer'in tasarrufta bulunduğu lafızlardan ol-dukarı
için- şer'î isimlerdir. Şer'in, sert isimleri, kendi amaçlarına indirgemesi
şeklindeki örfü, -bu lafızlar hakkındaki Şer'in tasarruf ediş seklini daha önce
zikrettiğimiz üzere-, dilin örfü gibidir. Şer'in, bu sözlerle biçimin nefyinİ
kastetmediğinde kuşku yoktur. Eğer böyle olsaydı Şer'in sözü doğru çıkmamış
olurdu. Aksine Şer1, bu sözüyle, abdestin, orucun ve şer*î (Şer'e uygun)
nikahın nefyini kastetmiştir. Şer'in örfü, bu ihtimali kaldırmakta ve adeta,
bizzat sert namazın ve şer'î nikahın nefyini tasrih etmektedir.
Denirse ki: [I,
353]
Yukarıda geçen
hadislerdeki ifadelerle, sıhhatin veya kemalin nefyedilmiş
olması da muhtemeldir:
'Kamil namaz yoktur', 'Faziletli oruç yoktur' ve 'Sağlam ve sabit nikah
yoktur' gibi. Lafız bu iki anlam arasında muhtemel değil midir?
Deriz ki:
Kadı, bu lafzın,
nefy-i kemal ve nefy-i sıhhat arasında muhtemel olduğunu söylemiştir. Zira
sıhhat veya kemalin zikredil mey erek gizli tutulmuş olması (izmâr) lazımdır ve
bunlardan biri diğerinden daha evla değildir. Bizce, tercihe şayan olan ise,
tevil yoluyla, bunun nefy-i sıhhat hususunda zahir olması ve nefy-i kemale de
muhtemel olmasıdır. Çünkü abdest ve oruç, şer'î abdest ve oruçtan İbaret hale
gelmiştir. 'Oruç yok' sözü, orucun nefyinde sarihtir. Faziletli ve kamil olmasa
bile, şer'î oruç husule gelecek olursa, bu durum nefyin muktezasına aykırı
olur.
Denirse ki:
Hz. Peygamberin,
"Amel ancak niyet iledir"[21]
sözü, "...Namaz yoktur'' veya "Ümmetimden hata ve unutma
kaldırıldı" sözü kabil indendir.
Deriz ki:[I, 354]
Hata ve unutma şer'î
isimlerden değildir. Oruç ve namaz ise, sert isimlerdendir. 'Amel' sözcüğüne
gelince, Şer'in bu sözcükte bir tassarrufu olmamıştır. Her ne kadar, Hz.
Peygamberin "Amel ancak niyet iledir" ve "Ameller, ancak
niyetlere göredir [22]
sözünde, kullanım örfü, -tıpkı, Şer' örfünün namaz ve oruçta sıhhatin nefyini
gerektirdiği gibi-, amelin yarar ve faydasının nefyini gerektirirse de, yine
de bu söz mücmel olarak değerlendirilemez. Tam tersine, kullanım örfünde
alışılagelmiş olan şey, Arapların 'İlim ancak fayda verendir', 'Söz ancak
anlamlı olandır', 'Hüküm ancak Allaha aittir ve itaat ancak O'nadır', 'Amel ancak,
fayda veren ve yarar sağlayandır' gibi sözleridir. Bütün bu sözler, müntefı
olmayan şeylerin nefyidir. Bu doğrudur. Çünkü bu sözlerle kasdolunan, söz konusu
fiillerin amaçlarının nefyedilmesidir.
Bir incelik
Kadı, sert isimleri
nefyettiği noktasından hareketle lafzı, sıhhat ve kemale nisbetle mücmel saymak
durumunda kaldı ve Şer'in bunlarda, vaz'a aykırı bir Örfünün olabileceğini
inkar etti. Arkasından Hz. Peygamberin "Oruç yok" sözünde [1,355]
zikredilmemiş bir şey bulunduğunu söylemek durumunda kaldı. Buna göre sözün
anlamı, 'Sahih ve kaza borcunu düşürücü oruç yoktur' veya 'faziletli ve kamil
oruç yoktur' şeklinde olmaktadır. Zira bu iki ihtimalden biri diğerinden daha
evla değildir. Biz ise, bu lafızlarda Şer'in bir Örfü bulunduğunu kabul
edersek, tıpkı 'Beldede hiç bir adam yok' sözündeki gibi, bu nefyetme işi,
doğrudan orucun kendisine yönelik hale gelmiş olur. Çünkü 'Beldede adam yok*
sözü, doğrudan adamın nefyedilmesine yöneliktir. Bunu ihtimal karinesi olmadan,
kemale yönelik kılmak (yani olgun adam yok şeklindeki anlamak) mümkün
değildir.
Mesele: [îki anlama
hamledilebilen lafızların miicmelliği]
Şâri'in lafzının, İki
anlam ifade eden bir şeye hamledilmesi ve iki anlama gelebilen lafzının da bu
iki anlamdan birine hamledilmesi mümkün oluyorsa, bu lafız mücmeldir.
Bazı usulcüler böyle
bir lafzın, -tıpkı lafzın, anlam ifade eden ve bir anlam ifade etmeyen iki şey
arasında dönüp durması durumunda, anlam İfade edene hamledilmesinde olduğu
gibi-, iki anlam ifade eden şeye hamledilmesimn daha ağır basacağını
söylemişlerdir. Çünkü lafız diğer yöne (tek anlam ifade eden şeye)
hamledildiğinde, ikinci anlam lafzın ifade alanından çıkmış olmaktadır. Öy-
[1,356] leyse lafzın bu anlamı da ifade edecek bir biçimde yorumlanması daha
evladır. Bu anlayış bozuktur. Çünkü lafzı, hiç bir anlam ifade etmeyecek
biçimde yorumlamak, o lafzı abes ve boş kılmak demektir ki, Hz. Peygamberin
konumu bundan yücedir. Lafzın tek anlam ifade eden şeye hamledilmesi ise abes
değildir. Belki de Hz. Peygamberin tek anlam ifade eden sözcükleri iki anlam
ifade edenlerden daha fazladır. Dolayısıyla böyle bir tercihin hiç bir anlamı
yoktur.
Mesele: (Lafzın, yeni
anlamlı bir hükme mi yoksa aslî veya lüğavî veya aklî bir hükme mi hamledilmesi
daha doğrudur?)
Bir lafzın, yeni
(müteceddid) bir hükme hamledilmesi, o konuda aslî hüküm, aklî hüküm ve lüğav!
isim üzere bırakılmaya (takrir) hamledilmesinden daha evla değildir. Çünkü bu
anlamlardan her biri muhtemeldir ve sözü bu ihtimallerden birine hamletmek
abes olmaz.
Kimileri sözün, -Şer'e
mahsus bir fayda demek olan- sert hükme hamledümeşinin daha evla olduğunu
söylemişlerdir ki, bu zayıf bir görüştür. Zira Hz. [I, 357] Peygamberin, aklî
hükmü, lüğavt ismi ve aslî hükmü dile getirmediği sabit değildir. Bu keyfi bir
tercihtir. Bunun örneği Hz. Peygamberin 'İki ve yukarısı cemaattir
(çokluk)"[23] sözüdür. Hz. Peygamberin
bu sözle, cemaati tanımlamayı (tesmiye) kastetmiş olması muhtemel olduğu gibi,
cemaatin gerçekleşmesini veya cemaat faziletinin husule gelmesini kastetmiş
olması da muhtemeldir. Yine Hz. Peygamberin "Beyt'i tavaf etmek namazdır1*
sözü de bu konuya örnek teşkil eder. Zira Hz. Peygamberin bu sözle şu
anlamlardan birini kastetmiş olması muhtemeldir:
a) Tavafta
da abdeste gerek vardır; yani tavaf hüküm bakımından namaz gibidir.
b) Namazda
dua edildiği gibi, tavafta da dua vardır.
c) Her ne
kadar dilde namaz olarak adlandırılmasa bile tavaf şer'an namaz olarak
adlandırılmıştır.
Buna göre bu söz,
tercih olmaksızın, bu üç ihtimal arasında mücmel kalmaktadır.
Mesele: (Lafzın hem
şer'î anlama hem de lüğavi anlama gelebilecek biçimde kullanılması)
îsîm, -msl. salât ve
savm isimleri gibi-, şer'î anlamı İle dildeki anlamı arasında dönüp durursa;
Kadı, bu durumda ismin mücmel olacağını söyler. Çünkü [I, 358] Hz. Peygamber,
Araplara, kendi Şer'inİn örfü ile hitap ettiği gibi, onlara kendi dillerinin
örfüyle de hitap etmektedir. Öyle sanıyorum ki Kadı'mn bu sözü, şer'î isimleri
Ön plana çıkaranların (isbat) görüşüne demogojik bir karşı çıkıştır (teftî).
Gerçekte Kadı, şer'î isimleri (sert isimlerin önceliğini) inkar etmektedir. Bu
görüş, incelemeye ve tartışmaya açıktır. Çünkü Sâri', her ne kadar zaman zaman
lüğavî vaz'a göre konuşmaktaysa da, isimleri çoğunlukla, sert hükümleri açıklamak
için, Şer'in örfüne göre kullanmaktadır. Msl. Hz. Peygamberin "Hayız günlerinde
namazı terket"[24] ,
"Kim hür bir insanı satarsa veya şarap satarsa, o satım akdinin hükmü
şudur" sözleri böyledir. Her ne kadar hayız durumunda namaz kılınması,
şarabın ve hür insanın satımı, bu kelimelerin sözlük anlamlan (vaz1) açısından
tasavvur edilebilmekte İse de, bunların şer! olarak tasavvuru mümkün
değildir.Bu meselenin benzeri, Hz. Peygamberin, kendisine yiyecek bir şeyler
hazırlanmadığı bir anda söylediği, "Öyleyse ben de oruç tutarım"
sözüdür. Eğer bu söz, serî oruç olarak yorumlanırsa, oruca gündüzden niyetm
caiz olduğuna delalet eder. Eğer bu söz, 'imsak' olarak (yani, ne yapalım ben
de bir şey yemeden [it 359] dururum şeklinde) yorumlanırsa, bu takdirde
gündüzden niyetin caiz olduğuna delalet etmez.
Yine Hz. Peygamberin
"Kurban bayramı gününde oruç tutmayın"[25] sözü,
'şer1! imsak' olarak yorumlanırsa, Kurban bayramı günü orucun gerçekleşebileceğine
delalet eder. Zira o gün oruç tutmak şayet mümkün olmasaydı, tıpkı, gözleri
görmeyene 'görme' demlemeyeceği gibi» ona da 'yapma' denilemezdi. Hz.
Peygamberin bu sözü, 'maddî oruç (yiyip içmemek)' olarak yorumlanırsa, bu
takdirde bu sözden, kurban bayramı günü oruç tutmanın gerçekleşeceğine dair bir
delil çıkmaz. Nitekim Şafiî bu noktadan hareketle 'Bir kimse, şarap satmayacağım
diye yemin etse, şarap satmakla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü şarap hakkında
şer'î satım zaten tasavvur olunamaz* demiştir. Müzenî ise, bu durumda kişinin
yeminini bozmuş olacağını; zira Hz. Peygamberin lüğavî satımı kastettiğine
dair karîne bulunduğunu söylemiştir. Bize göre tercihe şayan olan görüş şudur;
isbat ve emir hususunda varid olan ifadeler, serî anlam içindir; yasaklama
hususunda varid olan şeyler ise, -msl. Namazı terket gibi-, mücmeldir.
Lafız, hakikat ve
mecaz arasında dönüp durursa, bununla mecazın kasdedil-diğine dair bîr delil
ortaya çıkıncaya değin, hakikat anlamı üzere alınır; artık mücmel olarak
değerlendirilemez. Msl. 'Bugün bir eşek gördüm' ve 'Yolda bir [^ 36O] aslanla
karşılaştım' sözleri böyledir. Bu sözler, artı bir karîne olmadıkça, 'aptal' ve
'yiğit' kişi olarak anlaşılamaz. Böyle bir karîne yoksa, söz doğrudan doğruya
bilinen hayvanlar için kullanılmış demektir. Mecaza çekilebilen her lafız
mücmel sayılacak olursa, neredeyse lafızların çoğundan istifade imkanı kalmaz.
Ancak mevcut bir engelden dolayı mecaza gidilebilir. Bu söylenenler, lafzın
asıl vaz'ı terkedilmiş olacak biçimde, örfen yaygınlık kazanmamış mecaz
hakkındadır. Eğer mecazî kullanım, örfen, vaz'dan daha yaygın olarak anlaşılır
hale gelmişse durum değişir. Msl. 'ğâit' ve 'azire' lafızları böyledir. Bir
kimse ben bugün bir azire veya ğâit gördüm dese, bu sözden, 'çukur yer' ve
'evin avlusu' anlaşılmaz. Çünkü lafızların asıl anlamlan bu olmakla birlikte,
kullanım örfü sebebiyle bu asıl anlamlar adeta tamamen terkedilmiştir. Lafzın
ikisi arasında dönüp durması bakımından örfî anlam, vazî anlam gibidir. Halbuki
mecazî kullanım, hakîkî gibi değildir. Fakat mecazî kullanım eğer örfleşmişse,
hüküm artık örfe ait olur. [26]
[1,361]
Mücmellik (icmal),
bazen tekil bir lafızda, bazen mürekkep bir lafızda, bazen de sözün diziminde,
çekiminde, atıf harflerinde, durak ve başlangıç yerlerinde olur.
a) Müfred
lafızdaki mücmellik:
Lafız birkaç değişik anlam
İçin uygun olabilir. Msl. 'ayn' kelimesi, güneş, altın, göz ve terazi gibi
anlamlara gelmektedir. Yine lafız, iki zıt anlam için kullanılabilir. Msl.
'kur" lafzı, hem hayız, hem de temizlik anlamında; 'nâhil' lafzı, hem
susamış ve hem de suya kanmış anlamındadır. Lafız bazen de, bir yönden benzeşen
iki şey için uygun olabilir. Msl. 'nur' lafzı, hem akıl için, hem de güneş
ışığı için kullanılmaktadır. Bazen de lafız, birbirine mütemasil iki şey için
kullanılabilir. Msl. gök ve yer için 'cisim' lafzı; Zeyd ve Amr için 'adam'
lafzı böyledir. Lafız bazen de, birinin önceliği olmaksızın iki anlam için
konulmuş olabileceği gibi, İki şeyden biri için istiare yoluyla kullanılmış
olabilir. Msl. 'Toprak beşerin anasıdır' sözü böyledir. 'Ana' sözcüğü önce,
'doğuran (valide)' için konulmuş, sonra istiare yoluyla toprak için
kullanılmıştır. Münafık, kafir, fasık, oruç ve namaz isimleri de böyledir.
Bunlar Şer'de başka anlamlara aktarılmış, fakat [I, 362] sözlük (vaz'î)
anlamlan terkedilmemiştir.
b) Mürekkep
lafızda müştereklik sebebiyle mücmetlik:
Allah Teâlânın
"Nikah düğümünü elinde tutan affedebilir..." {Bakara,
2/237} sözü böyledir.
Bu lafız, hem koca hem de veli anlamına gelen bir lafızdır.
c) Çekim
(tasrîf) yönünden mücmellik:
Hem fail (seçen) hem mef ul
(seçilen) için 'muhtar' sözcüğünün kullanılması böyledir.
d) Sözün
dizimi ve uyumu (nesk) yönünden olan mücmellik:
"Hakimin bildiği
her şey, aynen bildiği gibidir' sözü böyledir. Buradaki 'fe hüve kema alimehu
(aynen bildiği gibidir)' sözü, *her şey' sözüne raci olabileceği gibi,
'hakîm'e de raci olabilir ve 'Hakîm taşı bilmektedir. Öyleyse hakîm taş
gibidir' anlamı da çıkabilir.
e) Durak ve
başlangıç yeri bakımından mücmellik:
"O, sizin
gizlinizi ve açığınızı bilen, göklerdeki ve yerdeki Allah'tır"
{En'âm, 6/3) ayetinde,
'gökler' sözcüğünde durulduğundaki anlam, 'yer' sözcügünde dunılduğundaki
anlamdan başka olur. [Gökler kelimesinde durulsaydı anlam şöyle olurdu: O, göklerdeki
Allahtır. Yerde sizin gizlinizi ve açığınızı bilir]. Başlangıç yerinden
kaynaklanan mücmellik ise 'ya'lemu sirrekum ve cehrekutn' sözü sebebiyledir.
Yine Allah Teâlânın "Bunun tevilini Allahtan başkası bilmez, ilimde
derinleşmiş olanlar ise..." ayeti de buna örnektir. Bu ayetin anlamı,
'illal- [i5 353] lah1 lafzında durulup durul mamasına göre değişir. [Ayetin
'illallah' kısmında du-rulmazsa anlam şöyle olur: Bunun tevilinin Allahtan ve
ilimde derinleşmiş olanlardan başkası bilemez). Bu mücmelliğin sebebi, 'vav'
harfinin hem atıf için hem de cümle başını göstermek için kullanılabilmesidir.
Bunun içindir ki 'Beş, bir çift ve (artı) bir tektir' sözü bazen doğrudur; yani
'Beş, iki artı üçtür' anlamında. Yine 'tnsan canlı ve cisimdir' sözü de
doğrudur. Çünkü insan hem canlı hem de cisimdir. Fakat 'insan canlı ve
cisimdir' sözü İle 'Beş, bir çift ve bir tektir' sözü bazen de doğru
olmayabilir. Çünkü İnsan hem canlı hem cisim olmadığı gibi beş de hem tek hem
çift değildir. Bunun sebebi, vav harfinin hem parçaları toplama anlamında, hem
de sıfatlan toplama anlamında kullanılabilmesidir. Aynı şekilde 'Zeyd,
basiretii(dir) doktordur' sözü, Zeyd, tıptan anlamayan cahil biri bile olsa,
doğru olabilir. Çünkü Zeyd, iyi bir doktor değildir fakat terzilik işinde basiretlidir.
Burada geçen 'basiretli' sözüyle, tıp hususunda basiret kasdolunabileceği gibi,
onda bulunan artı bir vasıf da kastedilmiş olabilir.
Bunlar mücmellik
noktalan için verilen örneklerdir. Böylece, mücmel bahsi tamamlanmış oldu.
Şimdi, bunun karşıtı olan mübeyyen konusuna geçebiliriz. [I, 364] [27]
Usulcüler, beyan
konusunu ele«alırken 'Kitab fı'1-Beyân' dîye başlık koymayı adet haline
getirmişlerdir. Aslında beyan konusunda yapılacak inceleme, bunun 'kitab' olarak
adlandırılmasını gerektirecek türden değildir. Dolayısıyla beyan konusunun işi
az ve kolaydır. Mücmelin de beyan'a ihtiyacı olduğu göz önüne alınınca beyan
konusunun incelenmesi için en uygun yerin, mücmel bahsinin devamı olduğu
görüşündeyim. Burada ele alınacak konular, beyanın tanımı, ertelenmesinin
caizliği, tedrici olarak açıklanmasının mümkünlüğii ve sabit olmasının yolu
olmak üzere dört tanedir. Şimdi bunlardan herbirini ayrı başlıklar altında
inceleyelim.
Mesele: Beyanın tanımı
Beyân, tarif etme ve
bildirmeye İlişkin bir durumdan ibarettir. Bildirme ancak bir delil ile
gerçekleşir ve delil de bilmeyi (ilim) doğurur. Buna göre burada 'bildirme',
'bildirmede kullanılacak delil' ve 'delil sayesinde oluşan bilgi' olmalı üzere
uç durum vardır.[I, 365] Kimileri
beyânı, tariften ibaret saymışlar ve tanımında şöyle demişlerdir 'Şeyi
kapalılık (işkal) konumundan, açıklık konumuna çıkarmaktır'.
Kimileri de beyanı,
tanımaya ihtiyaç duyulan konularda, yani zaruri olma yan konularda, 'kendisiyle
tanımanın meydana geldiği şey'den -ki bu delildir ibaret saymışlar ve tanımında
şöyle demişlerdir: 'Hakkında yapılan doğru düşün me (sahîhu'n-nazar) sayesinde,
delilin delalet ettiği şeyi bilmeye ulaştıran delil dır'. Bu, Kadı'nın tercih
ettiği tanımdır.
Kimileri İse, beyanın
'salt bilme'den ibaret olduğunu söylemişlerdir. Sal bilme de 'bir şeyin açıklık
kazanması'dır. Bu görüş sahiplerine göre beyan ili tebyin adeta aynı şey
olmaktadır.
Beyan isminin bu üç
kısımdan her biri için kullanılmasında her hangi bir ki sulama yoktur. Şu kadar
ki, dile ve ilim ehli arasındaki mevcut kullanıma en ya kın ve uygun olan
kullanım, Kadı'nın zikrettiği tanımdır. Nitekim birine bir ko nuda yol gösteren
kişi için 'o şeyi ona beyan etti' ve 'Bu senden bir beyandır1 de nilir. Fakat
bu beyan tam açıklık kazanmış değildir. Allah Teâlâ, "Bu, insanla için bir
beyandıi" {Al-i Imrân, 3/138} demiş ve bununla Kur'ân'ı kastetmişti]
[1,366] Buna göre bir şeyin açıklaması, bazen ıstılah (kullanım birliği,
anlaşmalı kulla mm) yoluyla konulmuş ibarelerle olur. Bu ibareler, anlaşmalı
kullanımı öncede bilenler açısından bir beyan sayılır. Şeyin açıklaması bazen
de, fiil, işaret ve serr bol yoluyla olur. Zira bunlardan her biri, birer yol
gösterici (delil) ve beyan edicidır. Ne var ki, kelatncılann kullanım örfünde
beyan, 'sözlü delalet'e mahsus hale getirilmiştir. Msl. 'Güzel bir beyan*
denilir ki anlamı, amaca delaleti uygun olan güzel söz demektir.
Şeyin, beyan
sayesinde, herkes için açık ve anlaşılır hale gelmesi beyanın şartı değildir.
Aksine beyanın şartı, beyanın, anlaşmalı kullanım bilinerek, duyulup üzerinde
düşünüldüğünde bilmenin sahih olacağı biçimde olmasıdır. Şeyin açıklığa kavuşup
kavuşmaması, bilinip bilinmemesi kişiden kişiye değişebilir. Yine bir müşkilin
beyanı olmak da beyanın şartlarından değildir. Çünkü başlangıçta değişik
işleri açıklayan nasslar da, her ne kadar bu konular hakkında önceden bîr
işkal bulunmasa da, birer beyandır. Bu yaklaşımla, beyanı, 'şeyi kapalılık
(işkal) konumundan açıklık konumuna çıkarma' şeklinde tanımlayan lan n tanımı
boşa çıkmış olmaktadır. Gerçi bu da bir çeşit beyandır; fakat yalnızca mücmelin
[I, 367] beyanıdır.
Şâri'İn anlam ifade
eden sözleri, fiili, susması ve sevinmesi; yine sözün içeriği (fahve'1-kelam)
ile hükmün illetine dikkat çekmesi birer delil olmak bakımından beyandır.
Çünkü bunların hepsi de delildir. Her ne kadar bazıları zann-ı galip ifade
etmekte ise de, amelin vücubunu kesin olarak ifade etmek bakımından delil ve
beyandır. Bu, nass gibidir. Şu kadar ki ilim ve zahir zann ifade etmeyen şeyler
mücmel olup beyan sayılmaz ve hatta kendileri beyana muhtaçtır. Umûm, umûmu
kabul edenlerce, 'istiğrak zannı'nı ifade eder; fakat, zannın bilgiye dönüşmesi
ve istiğrakın gerçekleşmesi için, ya da aksinin açıklık kazanıp, husûs'un
gerçekleşebilmesi için umûmun beyana ihtiyacı vardır. Aynı şekilde fiilin de,
önceden bu fiil ile Şer'in beyanı kasdolunduğuna dair bir açıklamaya ihtiyacı
vardır. Çünkü fiilin sıygası yoktur.
[I, 368]
Beyanın, ihtiyaç
vaktinden sonraya ertelenmesinin caiz olmadığında görüş ayrılığı yoktur.
Sadece, 'imkansızla mükellef tutma'yı (teklifu'1-muhâl)' caiz görenlere göre
beyanın tehir edilmesi caizdir.
Beyanın İhtiyaç
vaktine kadar ertelenmesi ise ehl-i hakka göre caizdir. Mu'-tezile, Ebû Hanîfe
ashabının birçoğu ve ehl-i Zahir ise aksi kanaattedir. Yine Ebû tshâk
el-Mervezî ve Ebû Bekr Sayrafî bu görüşü benimsemiştir. Kimi alimler de âmm ve
mücmel arasında fark gözeterek, mücmelin beyanının tehir edilmesini caiz
görmüşlerdir. Çünkü mücmelden bir bilgisizlik (yanlış bilgi) hasıl olmaz. Amm'a
gelince; bu umûm izlenimi verir. Bu bakımdan eğer âmm ile husus kaste-dilmişse,
bunun beyanının tehir edilmesi uygun düşmez. Msl. Allah Teâlânın
"Müşrikleri öldürün" {Tevbe, 9/5} sözü böyledir. Eğer bu söze bir
beyan getirilmezse, ehli harp dışındakilerin de öldürülebileceğİ izlenimi
uyanabilir ve bu durum, öldürülmesi caiz olmayan kişilerin Öldürülmesine yol
açabilir. Mücmel ise Allah Teâlânın "Hasat günü onun hakkını verin"
{En'âm, 6/141} sözüdür. [I, 369] Bunun beyanının tehir edilmesi caizdir. Çünkü
ayette geçen 'hakk' lafzı mücmeldir ve bundan hemencecik bir şey
anlaşılamamaktadır. Bu, tıpkı, 'Tafsilatını ilerde açıklayacağım gibi, bu sene
hacc yap' sözü gibi veya 'Daha sonra kılıç mı yoksa bıçak mı olduğunu
belirleyeceğim bir aletle fulan kişiyi yarın öldür' sözü gibidir.
Kimi alimler de, emir
ve nehiy ile vaad ve vaîd arasında fark gözetmişler ve vaad ve vaîd konusundaki
beyanın tehir edilmesini caiz görmemişlerdir.
Beyanın tehir
edilmesinin caizliğine delalet eden yaklaşımlar:
1) Eğer
beyanın tehir edilmesi imkansız olsaydı, bu imkansızlık ya imkansızlığın
doğrudan beyanın bizzat kendisinde olması yüzünden ya da imkansız bir sonuca
götürmesi yüzünden olurdu ve tüm bunlar da ya zaruri olarak ya da
dü-Şünme/inceleme yoluyla bilinirdi. Her iki şık da söz konusu olmadığına göre,
beyanın tehir edilmesinin caizliği sabit olur. Bu delili, Kadı bir çok
meselede kullanmıştır. Ne var ki bu delil, incelemeye ve tartışmaya açıktır.
Çünkü bu delil, imkansız görmenin butlanı bilgisini meydana getirmediği gibi,
caizliğin sabit olduğu bilgisini de meydana getirmemektedir. Zira zikrettiği
ve tafsil ettiği şeylerin arkasında, kendi hatırına gelmeyen ve imkansızlığa
delalet eden bir delil bulunması mümkündür. Dolayısıyla bunun, imkansızlık ve
caizlik hususunda bir delil I, 370] olması mümkün değildir. Cevaz delilini
bilemeyiş, muhal (imkansız) oluşu İsbat etmeyeceği gibi, muhal oluş delüini
bilmemek de cevazı isbat etmez. Muhal oluş delilini bilmemek, imkansızlığın
olmadığı bilgisini vermez. Belki de bu konuda bizim bilemediğimiz bir delil
vardır. Hatta imkansızlık delilinin olmadığını bilmiş olsak bile cevaz yine de
sabit olmaz. Çünkü bu belki de muhaldir ve bunun muhalliğine dair insanoğlunun
bilebileceği bir delil yoktur. Her muhal ve her caizi bilmenin insanoğlunun
gücü dahilinde olması nereden vacip olmaktadır!
2) Beyana
ihtiyaç duyulmasının sebebi, imtisal etmektir; yapabilme gücüne (kudret) ve
alete ihtiyaç duyulmasının sebebi de budur. Nasıl ki kudretin ve aleti
yaratmanın ertelenmesi caizse, aynı şekilde, beyanın ertelenmesi de caizdir. Bu
delili de Kadı zikretmiştir. Ne var ki, bu delil de inceleme ve tartışmaya
açıktır. Çünkü bu delil, ancak, hasmın, imtisalin imkansızlığı yüzünden bunu
İmkansız saydığını itiraf etmesi durumunda fayda verir. Halbuki hasım bunu
belki de ihtiva ettiği bir bilinemezlik yüzünden veya anlamsız ve yararsız
olması yüzünden [I, 371] va da daha başka bir sebep yüzünden muhal görmüş
olabilir. Kaldı ki hasmın,kudret ve aletin, imtisalın yerine getirilmesiyle
gerekçelendirilişini (talîl) kabul etmesi, başka şeyleri de bununla talil
etmesini gerektirmez.
3) Kur'ân'da
ve Sünnette vaki oluşundan hareketle beyanı tehir etmenin caiz-liğine istidlal
etmek;
Allah Teâlântn, "Biz
onu okuduğumuzda sen onun okunuşuna ittiba et; sonra onun beyanı bize
düşer" (Kıyâme, 75/18} sözündeki 'sonra* kelimesi tehir içindir. Yine
Allah, "Ayetleri muhkemleştirilmiş, sonra Hakîm ve Habîr biri nezdinden
tafsil edilmiş olan Kitab" {Hûd, U/l} demiştir. Yine Allah, "Allah
size, bir inek kesmenizi emrediyor" {Bakara, 2/67} demiştir. Sözü söylediğinde
belirlenmiş bir ineği kastettiği halde, soru sorulmasından sonra bunu
açıklamıştır. "Bilin ki; ganimet olarak aldığınız her şeyin, beşte biri
Allah için, resulü için, zilkurba... içindir" {Enfâl, 41} demiş ve
ayetteki 'zilkurba' sözüyle, Ümeyye oğullarını değil, Haşim oğullarını ve
Muttalib oğullarını kastetmiştir. Ümeyye ve Nevfel oğullan bu paydan mahrum bırakılınca,
bunun sebebi sorulmuş, Hz. Peygamber 'Ben ve Muttalib oğulları, ne cahiliyede
ne de İs-lamda birbirimizden ayrıldık" dedikten sora parmaklarım birbirine
kenetleyerek "Halen de bu hal üzere devam ediyoruz"[28] diye
sözünü tamamlamıştır. Al- [I, 372] lah Nuh kıssasında "O, senin ehlinden
değildir; o, uygun olmayan bir ameldir" {Hûd, 11/46} demiş ve onun
ehlinden sayılması tevehhUmünün uzaklığını açıklamıştır.
Hz. Peygamberin,
"Namazı ikame edin" {Bakara, 2/43} ayetiyle kastedilen namazı,
Cibril'in iki günde iki vakit arasında gösterdiği namaz olarak açıklaması
böyledir.
Hz. Peygamberin
"Sebzelerde zekat (sadaka) yoktur"[29] deyip arkasından "Beş veskın altındaki
şeylerde zekat yoktur" [30] demesi böyledir.
Yine "Kırk
koyunda bir koyun zekat vardır" ve "Hac törenlerini (menâsik) benden
alınız" demiştir. Hz. Peygamberin bu sözlerinin hepsi, "Zekatı
verin" {Bakara, 2/43}, "Beyt'i haccetmek, yol olarak ona güç
yetirenler üzerinde Allanın bir hakkıdır" {Al-i Imrân, 3/97} gibi
ayetlerden sonra varid olmuştur.Kuran'da "Mallarınızla ve canlarınızla
cihad edin" [Tevbe, 9/41) denilmiştir. Bu ayet geneldir. Bu ayetleri
sonra "Gözleri görmeyen üzerine bir zorluk yoktur" {Nûr, 24/61}
şeklinde açıklama gelmiştir. Diğer tüm mazeretler de bunun gibidir. Aynı
şekilde, nikah, alım-satım ve miras konulan da böyledir. Önce bunların aslı
varid olmuş, sonra Hz. Peygamber, kimlerin mirasçı olacağını, kimlerin
olamayacağını; kimlerle evlenmenin helal, kimlerle haram olduğunu; [I, 373] satımı
sahih olan ve olmayan şeyleri tedrici olarak açıklamıştır. Şer'de varid olan
tüm genel hükümler bunun gibi olup, husus delili daha sonra inmiştir. Bu gerekçenin
inkarı mümkün değildir. Her ne kadar tek başına düşünüldüğünde bu
istİş-hadların her biri için, beyanın hemencecik yapıldığı varsayımıyla ihtimal
söz konusu olabilirse de, bütünü için böyle bir ihtimal söz konusu olamaz.
4) Neshin
tehir edilmesinin caiz olduğunda ittifak vardır. Hatta özellikle Mutezile'ye
göre, neshin tehiri vaciptir. Çünkü Mutezile'ye göre nesih, ibadet vaktinin
beyan edilmesidir. FİÜerin sürekli olarak tekrar tekrar yapılacağına delalet
eden bir lafzın varid olması; daha sonra bunun neshedilmesi ve fiili sürekli
olarak yapmanın nesih varid olmamak şartıyla- gerekli olduğu kanaati iyice yerleştikten
sonra hükmün kaldırılması mümkün hatta vakidir.
Bu deliller vakidir ve
bunlar, beyana muhtaç olan, âmm, mücmel, mecaz, farklı birkaç biçimde
yorumlanması mümkün (mütereddid) fiil ve kendisine kayıt getirilmemiş mutlak
bir şart gibi, tüm şeylerin beyanının tehir edilmesinin caiz [1,374] olduğuna
delalet etmektedir. Bu aynı zamanda, beyanın tehirini vaîd hususunda değil de,
emir hususunda caiz görenler ve aksi görüşte olanlar aleyhine de delildir.
Karşı görüş
sahiplerinin, yani beyanın tehirini caiz görmeyenlerin, bu konuda dört
şüphe/gerekçesi vardır.
1) Eğer bir
Arab'a, acem diliyle, bir Fars'a zenci diliyle hitab edilmesini caiz
görüyorsanız, tutarsız ve düşüncesiz hareket etmiş olursunuz. Eğer bunu caiz
görmüyorsanız, bununla bir Araba, sadece lafzını işitmekle kalıp, manasını anlayamadığı
mücmel bir lafızla hitap etmek arasında ne fark vardır! Bundan çıkacak sonuç,
bir kimseye, açıklama gelinceye kadar, sadece onun koymuş bulunduğu bir dil ile
hitap etmenin caiz olduğudur.
Bu şüphe/gerekçeye iki
yönden cevap verilebilir:
a) Onlar
niçin, "Hasad günü onun hakkını verin" ayetinin, tıpkı, anlaşılmayan
bir dille söylenmiş bir söz olduğunu söylemiyorlar. Her ne kadar, bu sözden,
vermenin gerekli olduğunu anlıyor ve vermeye karar veriyorsa da, hasad günü
bunun beyanını bekliyor. Bu
iki türü bir birine eşit kabul etmek düşüncesizlik ve haksızlıktır. Bu cevap
aşağıdakinden daha uygundur.
b) Biz, Hz.
Peygamber için, Zenci ve Türk gibi, tüm yeryüzü insanına [1,375] Kur'ân ile
hitap etmesini ve onlara, Kur'ân'ın birtakım emirleri ihtiva ettiğini ve
bunları mütercimin onlara göstereceğini bildirmesini caiz görüyoruz. Biz,
varlık şartına bağlı olarak, yok'un da emrolunmuş olabileceğini caiz
görüyorken, bu nasıl mümkün görülmez. Arap olmayanların durumu ise, beyan
şartına bağlı olarak bundan daha da yakındır. Şu kadar ki bu, ilk başta hitap
olarak gerçekleşmeyip, aksine, muhatap bunu anladığında ancak hitap olarak
isimlendirilir. Bizim meselemi zdeki muhatap ise, zekatın emredildiğini anlamış,
fakat hasad zamanı verilmesi gerekli miktarın ne olduğunu bilememiştir. Aynı
şekilde Allah Teâlâ'nın "Nikah düğümünü elinde tutan..." [ Bakara,
237] sözü de anlaşılmakta ve bu sözün veli ve koca arasında dönüp durduğu
bilinmekte, fakat hangisinin kastedildiğine dair belirlemenin yapılması
beklenmektedir.
Denirse ki:
Öyleyse, çocuk ve
deliye hitap edilmesi de caiz olsun!
Deriz ki:
Anlamayan kimse,
'muhatap' olarak adi andırıl mayı p, 'emrolunmuş' olarak adlandırılır; tıpkı
varlığının takdir edilmesi şartına bağlı olarak yok'un emredil-mesi gibi. Aynı
şekilde çocuk da, buluğ şartına bağlı olarak emrolunmuştur. Yani [1,376]
çocuğun buluğa ereceği Allanın ilmindendir.
Anlayan ve Allanın,
buluğa erdiğini bildiği kimseye gelince, biz böyle birine 'sen buluğa
erdiğinde, namaz kılmak ve zekat vermekle memursun' denilmesini imkansız
görmüyoruz. Çocukluk bu türden bir hitaba aykırı değildir. Çocukluk ancak,
çocuğu çocukluğu sırasında cezaya maruz bırakacak bir hitaba aykırıdır.
2) Hitaptan
bir yarar kasdolunur; kendisinde fayda bulunmayan şeyin varlığı, yokluğu
gibidir. Msl. Namaz kılmanın ve oruç tutmanın vacipliğini kastederek 'ebced,
hevvez' denilip, sonra bunun beyanı yapılamaz. Çünkü bu söz, boş ve anlamsız
bir sözdür. Bir anlam ifade etmeyen mücmel lafız da aynen böyledir.
Deriz ki:
Herhangi bir yaran
bulunan mücmel bir lafızla hitapta bulunmak caizdir. Çünkü Allah Teâlânın
"Hasad günü hakkını verin" sözünden vermenin vacip olduğu, verme
vakti ve bunun maldaki bir hak olduğu anlaşılmaktadır. îmtisale karar verip,
buna hazırlanmak mümkündür. Şayet kişi, bunu terketmeye azmedecek olursa isyan
etmiş olur. Aynı şekilde mutlak emir, vücub İçin mi yoksa nedb için [1,377] mi
olduğu veya fevr üzere mi yoksa terâhî üzere mi olduğu veya tekrar için mi
yoksa sadece bir kereye mahsus olmak üzere mi olduğu açıklık kazanmaksızın
varid olduğunda, asıla itikat etme bilgisini ve bu ihtimaller arasında dönüp
durduğu bilgisini ifade eder. Yine, "Nikah düğümünü elinde tutan..."
sözünden, mehrin düşme imkanının koca ile veli arasında olduğu anlaşılır. Yani
bu ifade, faydanın aslından yoksun değil, sadece mükemmelliğinden yoksundur. Bu
durum ise, hoş karşılanmayacak bir durum olmayıp, 'ebced, hevvez' sözlerinin
aksine Şeriatte ve adette vaki olan bir durumdur. Çünkü 'ebced hevvez' sözünün
kesinlikle bir faydası yoktur.
3) Şayet beş
atı kastederek, 'Beş devede bir koyun zekat vardır* dese, daha sonra beyan
şartı ile bile olsa, bunun caiz olmadığında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu
söz, ilk anda yanıltma ve kasda aykırı izlenim oluşturmaktır. Aynı şekilde,
"Müşrikleri öldürün" sözü, her müşrikin öldürülebileceği izlenimini
ver-[I, 378] mektedir. Halbuki bu izlenim, asıl maksada aykırıdır; dolayısıyla
ilk anda bir yanıltmadır. Şayet on ile yedi'yi kastetse bu da bir yanıltmadır.
Şu kadar ki bu söz, 'On, ancak üçü hariç' demek suretiyle kendisine bir istisna
bitişince caiz olmaktadır. Aynı şekilde umûm, vaz' itibariyle istiğrak için
olup, ancak açıklayıcı bitişik bir karine şartıyla bununla husus
kasdedilebilir. Karîne olmaksızın hususu kastetmek ise, dilin yapısını
değiştirmektir. Bu, âmm ile mücmel arasında fark gözetenlerin hüccetidir.
Cevap:
Umûm, şayet istiğrak
hususunda nass olsaydı, sizin dediğiniz gibi olurdu. Halbuki böyle değildir.
Aksine umûm, kelamcilann çoğunluğuna göre, istiğrak ve husus arasında dönüp
duran bir ifadedir. Umûm, fakihlerin çoğunluğuna göre ise, istiğrak hususunda
daha belirgindir (zahir) ve bununla husus kastetmek de Arabın kelamındandır.
Nitekim kişi, zihninde şekillenen ve aklına gelen tüm şey-[I, 379] leri bazen
umûm lafzıyla dışa vurmakta ve msl. 'Katile mirastan hiç bir şey yoktur'
demekte ve kendisine celladın ve birini kısas gereği Öldüren kişinin miras alıp
alamayacağı sorulunca da 'Ben bunu kastetmedim; zaten bu aklıma da gelmemişti'
demektedir. Yine 'Kız için mirastan yarım hisse vardır' demekte ve kendisine
köle ve kafir olan kızın mirasçı olup olamayacağı sorulunca 'Bu benim aklıma
gelmemişti. Ben köle olmayan ve kafir olmayan kızı kastetmiştim' demektedir.
Yine 'Baba, tek başına ise malın hepsini miras olarak alır' demekte ve
kendisine köle olan ve kafir olanın baba'nın durumu sorulunca, 'Benim aklıma
gelen sadece, köle ve kafir olmayan baba idi'demektedir. Tüm bu ifadeler Arabın
sözlerindendîr. On deyip yediyi kastetmek ise Arabın kelamından değildir. Kesin
olarak umûma itikad ederse, bu kendi cahilliğindendir. Halbuki umûm lafzın,
umûmda daha belirgin olup, hususa da muhtemel bulunduğunu düşünmesi daha
uygundur. Ona gereken, eğer mutlak olarak söylemişse, umûm ile ve zahir ile hüküm
vermek ve hususa dikkat çekmek İçin beklemektir.
4) Eğer
beyanı, uzun olsun kısa olsun, belirli bir süreye kadar tehir etmek [I, 380]
caiz olur diyorsanız, bu tahakkümdür. Beyan, belirsiz (nihayetsiz) bir süreye
kadar tehir edilebilir denirse, bu defa da Hz. Peygamber, belki de beyan
yapamadan ölür ve umûm ile amel edecek olanlar, kendisiyle husus kastedilen
umûma tutunarak, cehalet tehlikesinde kalmış olurlar.
Deriz ki:
Hz. Peygamber, beyanı,
ancak, kendisine bu hususta izin verilmişse veya beyan için bir vakit
belirlenerek kendisine beyanı tehir etmek vacip kılınmışsa, bu vakite kadar
hayatta kalacağım bilerek, tehir edebilir. Eğer Hz. Peygamber, herhangi bir
sebeple, beyandan önce ölürse, kul, -tıpkı, Hz. peygamberin, neshiyle
emrolunduğu bir hükmü neshedemeden ölmesi durumunda, mevcut hükümle mükellef
olarak kalacağı gibi-, umûmu zahir görenlere göre, umûm ile mükellef olarak
kalır ve Hz. Peygamberin tebliğini yapamadığı hüküm onu bağlamaz. Eğer Hz.
Peygamberin, kendisine neshedileceğine dair bir şey İnen hususlarda, bu neshi
açıklamadan ölmesini caiz görmüyorlarsa, aynı şekilde, kendisiyle husus kas-
[I, 381] tedilen şeylerde bu hususu beyan etmeden ölmesi de imkansız olur. 8u
iki durum arasında hiç bir fark yoktur.
Mesele: (Beyanda
tedriç)
Umûm ifadelerde
beyanın tehir edilebileceğini mümkün görenlerden bazıları, beyanda tedrici
mümkün görmeyerek, 'Eğer bir şeyin umûmdan hariç bulunduğu zikredilirse, umûm
dışında kalan herşeyin aynı anda zikredilmesi gerekir. Aksi takdirde bu durum,
umûmun geri kalan noktalarda baki kaldığı izlenimini verir.
Bu yaklaşım yanlıştır
ve bu izlenimi edinen kişi hatalıdır. Çünkü bu kişinin, hususu caiz gördüğü
gibi, bir kısmı hariç tutulduktan sonra, geri kalan kısım için de hususun caiz
olduğu görüşünü devam ettirmesi gerekir. Çünkü bir şeyin umûm kapsamından
çıkarılması, artık başka bir şeyin çıkarılamayacağı anlamına gelmez. Üstelik,
"Hacc etmek* yola güç yetirenlerin Allah'a karşı görevidir" {Al-i
Imrân, 3/97} ayeti indiğinde Hz. Peygambere, 'istitâat'in (güç yetirme) ne
olduğu sorulmuş, Hz. Peygamber de, yolun emniyet durumuna, selamete ve korunma
talebine hiç değinmeksizin, 'azık ve binek' diye açıklamada bulunmuştur. Tüm bu
noktaların Hz. Peygamberden sonra başka bir delilden hareketle beyan [i, 382]
edilmesi caizdir. Allah Teâlâ "Hırsızlık yapan erkek ve kadın..."
{Maide, 5/8} demiş, Hz. Peygamber önce nısâb'i zikretmiş, sonra da hırz'ı
(koruma altına alma) zikretmiştir. Aynı şekilde olayların meydana geliş
seyrine göre Hz. Peygamber, bazı şeyleri yavaş yavaş umûm dışında tutmuştur.
Aynı şekilde "Müşrikleri öldürün" ayetinden, bir keresinde zimmet
ehlini, bir keresinde 'asîfi (işçi), bir keresinde de kadın'ı hariç tutmuştur.
Beyanın, bu şekilde tedrici olarak yapılması mümkündür ve bunlardan hiçbirisi
imkansız değildir.
Denirse ki:
Madem ki böyle
olabiliyor, öyleyse hâlâ umûmdan sonra bir delil beklemekte olan müctehidin,
umûmla hüküm vermesi ne zaman vacip olacaktır? Bu soruya ilişkin cevabımız,
inşallah, 'umûm ve husus' bölümünde gelecek.
Mesele: (Mücmeli beyan
etmenin yolu; tevatüren sabit olan mücmel, haber-i vahidle beyan olunabilir
mi?)
Mücmeli beyan etmenin
ve umûmu tahsis etmenin yolunun, mücmel ve umûmun yolu gibi olması şart
değildir. Yani Kur'ân'ın mücmeli ve umûmunun ve tevatürle sabit olan umûm ve
mücmelin, haberi vahidle beyan edilemeyeceği söylenemez. Iraklı alimler bunun
aksini savunurlar ve Kur'ân'daki umûmun ve mütevatir umûmun, haber-i vahidle
tahsîs edilmesini caiz görmezler. Namaz vakitleri, namazın keyfiyeti, rekat
sayısı, vacip olan zekatın miktarı ve zekatın cinsi gibi, sık sık tekrarlanan
ve herkesi ilgilendiren konulardaki (umûmu'l-belvâ) mücmel ile ilgili olarak
da, bu tür mücmellerin de ancak kesin bir yolla beyan edilebileceğini
söylemişlerdir. Hırsızın elinin kesilmesi, imamlara gereken hadler, mükâteb ve
müdebber'in hükümleri gibi, umûmu'l -belvâ olmayan konulardaki mücmellere
gelince, bu tür mücmellerin haber-i vahid ile beyan edilmesi caizdir. Bu
konunun bir yönü, tahsîs metodu konusuyla, -bu konu dördüncü kısımda gelecek-,
bir yönü de umûmu'l-belva ile ilişkilidir. Umûmu'l-belvâ'yı, 'Haberler'
kitabında zikretmiştik[31].
B. Zahir Ve Müevvel
[I, 384]
Mücmel olmayıp bir
delaleti bulunan lafzın, ya nass ya da zahir olduğunu belirtmiştik.
Nass, tevil ihtimali
taşımayan lafız; zahir ise tevil İhtimali taşıyan lafızdır. Bu kadarını sen
genel olarak öğrenmiştin. Şimdi sıra nass teriminin kullanımındaki
farklılıkları, nassın ve zahirin tanımını ve makbul tevilin şartını öğrenmeye
geldi.
Nass, alimlerin
örfünde üç şekilde kullanılan müşterek bir lafızdır.
Birincisi, Şafiî'nin
kullanımıdır. Şafiî, zâhir'i nass olarak adlandırmıştır. Bu kullanım, hem
terimin sözlük anlamına uygundur ve hem de böyle kullanılmasına Şer'de bir
engel yoktur. Nass, sözlükte, ortaya çıkma (zuhur) anlamındadır. Nitekim
Araplar, ceylanın başını kaldırıp göstermesini ifade için nassati'z-za-biyye
demişlerdir. Yine gelinin herkes tarafından görülebilmek için üzerine çıktığı
kürsü mınassa olarak adlandırılmıştır. Hadiste de şöyle geçer: Kâne Resu- [I,
385] lutlah iza vecede furceten nassa.
Bu açıdan bakıldığında
nassın tanımı da zahirin tanımı gibi olmaktadır. Buna göre nass, 'kendisinden,
kesin olmaksızın zannı galiple bir mana anlaşılan Ia-fız'dır. Bu lafız, işte bu
galip manaya nisbetle zahir ve nass'tır.
îkinci kullanıma göre
nass, -ki en meşhur ve yaygın kullanımı budur- kendisine uzaktan yakından
kesinlikle ihtimal giremeyen lafızdır. Msl. 'beş' lafzı böyledir. Beş lafzı
kendi anlamında nass olup, ne altıya, ne dörde ne de başka sayılara ihtimali
vardır. Aynı şekilde 'at* lafzının, eşek, katır ve diğer hayvanlara ihtimali
yoktur, tşte manasına delaleti bu derecede olan her lafız, manasına izafetle
hem isbat ve hem de nefy tarafında nass olarak adlandırılır. Burada isbat ile,
mü-semmanm isbatı, nefy ile de ismin kullanım alanına girmeyen şeylerin
nefyedil-mesi kastedilmektedir. Bu kullanıma göre nassın tanımı şöyle olur:
Nass, kendisinden kesin olarak bir anlam anlaşılan lafızdır. Bu lafız, kesin
olan anlamına [I, 386] nisbetle 'nass'tır. Bir tek lafzın, bir anlama nisbetle
değil de üç ayn anlama nisbetle, aynı anda hem nass, hem zahir hem de mücmel
olması mümkündür.
Üçüncüsü; nass
lafzının, her hangi bir delilin desteklediği makbul bir ihtimalin söz konusu
olmadığı lafzı İfade için de kullanılmasıdır. Delilin desteklemediği ihtimal
ise lafzı, nass olmaktan çıkarmaz.
Demek oluyor ki, ikinci
kullanıma göre (vaz1) nass'ın şartı, asla bir ihtimalin söz konusu olmamasıdır.
Üçüncü kullanıma göre ise, özel bir ihtimalin yani deliün desteklediği bir
ihtimalin söz konusu olmamasıdır. Nass lafzının bu üç anlam için
kullanılmasında bir kısıtlama yoktur. Ne var ki, ikinci kullanım daha yerinde
(evceh), daha yaygın ve zahir ile karışmaktan daha uzaktır.
Nass ve zâhir ile ilgili
söz bu kadardır. Şimdi de tevilden bahsedelim. Bunun için bir temhid (ön bilgi)
ve bir kaç örneğe gerek vardır[32].
[I, 387] Tevil, bir delilin desteklediği
ihtimalden ibaret olup, bu delil sayesinde te-
vil, zahirin delalet
ettiği anlamdan daha ağır basar ve zanna daha galip gelir. Her tevil, bir
anlamda, lafzı hakikatten mecaza çevirmektir. Aynı şekilde umûmun tahsîsi de
lafzı hakikatten mecaza çevirir. Umûmun vaz'ının ve hakikatinin 'İstiğrak' için
olduğu sabit ise, umûm, kapsadığı şeylerin bir kısmına münhasır kılınması
hususunda mecazdır. Bu da adeta lafzı mecaza döndürmektir. Ne var ki, ihtimal
bazen yakın bazen uzak olur. ihtimal eğer yakınsa, bunun isbatında, yeterince
kuvvetli olamasa da, yakın bir delil yeterlidir. Eğer ihtimal uzak ise, bu
uzaklığını telafi edecek bir delile ihtiyaç duyar; ta ki bu uzak ihtimali
almak, bu delile muhalefet etmekten daha ağır basabilsin (zann-t galip). Bu
delil bazen karine, bazen kıyas, bazen de kendisinden daha kuvvetli başka bir
zâhir olabilir.
[I, 388] Öyle teviller
vardır ki, böyle bir karîne nakledilmese bile, ancak bir karîne takdiriyle
doğru bir anlam kazanır. Mesela Hz. Peygamberin "Riba ancak nesiede-dii''
sözü böyledir. Bu söz, cinslerin farklı olması durumuna hamledilir. Böyle bir
tahsîs ancak, bir vakıanın ve muhtelif cinsler arasında ribanın durumuna ilişkin
bir sorunun takdiriyle doğru anlaşılabilir. Fakat böylesi bir karîne, bir nass
ile desteklenmesi durumunda takdir edilebilir. Hz. Peygamberin "Buğdayı
buğday-la ancak eşit olarak satın"[33]
sözü, fazlalık ribasını isbat hususunda nasstır. "Riba ancak
nesiededir" sözü ise, ribayı sadece nesieye hasretmekte ve fazlalık
ri-basım nefyetmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz uzak teville bu İki hadisin arasını
cem' etmek, nassa muhalefetten daha evladır. Uzak ihtimal, bu anlamdan hareketle,
akliyyat hususundaki yakın ihtimal gibi olmaktadır. Akıl deliline hiç bir şekilde
muhalefet mümkün değildir. Uzak ihtimalin, lafız ile her hangi bir şekilde
kastedilmiş olması mümkündür. Akliyyat hususunda ancak ikinci kullanımındaki
nassa, yani 'kendisinde yakın ve uzak ihtimalin bulunmadığı lafız' şeklinde
ta-[1,389] nımlanan nass'a tutunulabilir. Hem ihtimalin hem de delilin yakın
olduğu durumlarda müctehidin tercih yapması ve zannına galip geleni alması
gerekir. Her tevil, her delit vesilesiyle makbul olur diye bir şey yoktur.
Aksine tevil, değişik olabilir ve bir kurala da bağlanamaz. Bununla birlikte
biz kabul edilen ve kabul edilmeyen teviller için bir kaç örnek verelim. Beşi
zahirin teviline, beşi de umûmun tahsisine ilişkin olmak üzere on örnek
zikredelim ve her bir örneği mesele başlığı altında ayrı ayrı ele alalım.
Mesele: (Fasitliği
karîneler toplamıyla anlaşılan tevil)
Tevil, muhtemel bile
olsa, bu tevilin fesadına delalet eden karîneler bir araya gelebilir. Her ne
kadar, bu karinelerin tek tek her bîri bu tevili geçersiz kılamasa (def) bile,
yapılan tevil, bu karinelerin toplamıyla, zannı galip ve tutarlı olmaktan
çıkar.
Örnek: [It
390]
Hz. Peygamber'in,
müslüman olduğu sırada on karısı bulunan Gaylân'a söyledığî "Bunlardan
dördünü tut, geri kalanlarından ayrıl"[34] sözü
ve yine evlendiği sırada iki kız kardeşi nikahı altında bulunduran Ftrûz
ed-Deylemî'ye söy-lediği "Bu ikisinden birini tut, diğerinden ayrıl[35] sözü
bu tür tevile örnek gösterilebilir.
Bu sözlerin zahiri,
nikahın devam ettiğine delalet etmektedir. Ebû Hanîfe ise, Hz. Peygamberin, bu
sözüyle, yeniden nikah yapmayı kastettiğini ileri sürer ve bu sözü şöyle anlar
"Hanımlarından dördünü tut ve bunları nikahla; diğerlerinden de ayrıl,
yani artık onları nikahlama".
Kuşkusuz Hz.
Peygamberin sözünde geçen 'tut' sözünün zahiri, önceki durumun varlığına (ıstıshâb)
ve devam ettiğine delalet etmektedir. Gerçi Ebû Hanîfe'nin zikrettiği tevil de
muhtemel olup, kıyas bu ihtimali destekliyor ise de, birçok karîne, zahiri
desteklemekte ve bu zahiri, zihinde, tevilden daha kuvvetli hale getirmektedir.
Bu karîneler şunlardır:
1) Biz
biliyoruz ki, o sırada orada bulunan sahabiler, hemencecik, bu sözden nikahın
devam ettiğini anlamışlardır; ki bizim de ilk olarak anladığımız budur. [^ 39i]
Bugün aynı şeyi biz de duysak biz de ilk olarak nikahın devam ediyor olduğunu anlarız.
2) Hadiste
'tutmak (imsak)' sözünün karşılığında 'ayrılmak (mufarakat)' sözü kullanılmış
ve bu husus kişinin tercihine bırakılmıştır. Öyleyse tutma ve ayrılma işi,
kişinin tercihinde olmalıdır. Onlara (Hanefilere) göre ise (kişinin müslüman
olmasıyla) ayrılma gerçekleşmiştir ve nikah artık kadının rızasıyla olabilir.
3) Eğer Hz.
Peygamber nikahın yeniden yapılmasını kastetmiş olsaydı, bu nikahın şartlarını
da açıklardı. Çünkü Hz. Peygamber beyanı, ihtiyaç anından sonraya ertelemez;
yeni müslüman olmuş kişinin, nikahın şartlarını bilmeye ne kadar muhtaç olduğu
da açıktır.
4) Normal
şartlarda (ıttırâdu'1-âde) kadınların, kişinin muradına göre, rıza
boyunduruğuna (ribka) girmeleri beklenemez. Hatta belki de kadınların hepsi yeniden
evlenmekten kaçınabilir. Kadınların yeniden evlenmeye yanaşmamaları mümkün
iken, böyle bir serbestlik nasıl tanınabilir! (Ya da bu imkana rağmen Hz.
Peygamber, nasıl olur da, bir kayıt getirmeksizin işi mutlak olarak açıklayabilir!)
5) Hz. Peygamberin 'tut' sözü emirdir; emrin
zahiri de vücubu gerektirir. Hz. Peygamber vacip olmayan şeyi o kişiye nasıl
vacip kılabilir! Belki de Hz. [1,392] Peygamber, o kişinin kesinlikle nikah
yapmamasını kastetmiştir.
6) Belki de
Hz. Peygamber, o kişinin o kadınlardan alacağını aldıktan sonra (gönlü
geçtikten sonra), artık onları nikahlamamasını murad etmiştir. Nasıl olur da
nikah işini o kadınlara hasreder. Bilakis Hz. Peygamberin belki de, o adama
'bunlar dışında dilediğin dört yabancı kadını nikahla' demiş olması gerekir. Zaten
size göre bu kadınlar (adamın mevcut karıları), size göre, dünyadaki diğer kadınlar
gibidir.
Tevilin benimsenmesi
(takrir) ve reddi hususunda bu ve benzeri diğer karinelerin nazarı itibara
alınması uygun olur. Bu karinelerin tek tek her biri ihtimalin geçersizliğini
(iptal) gerektirmezse de, onların toplamı, zahire aykırı kıyasın sıhhatinde
bir tereddüt doğurur. Bu bakımdan bu karîneler sebebiyle zahire göre
davranılması, nefiste kıyasa tabi olmaktan daha güçlü etki yapar. İnsaflı konuşmak
gerekirse bu husus müctehidlerin durumuna göre değişiklik gösterebilir. Yoksa
ki biz, bu karinelere rağmen Ebû Hantfe'nin tevilinin kesin olarak batıl olduğunu
söylemiyoruz. Buradaki amacımız, müctehidler için yolu kolay kullanılabilir
hale getirmektir.
Mesele:
[1,393] Onların
(Hanelilerin) bu meseledeki tevillerinden birisi de, söz konusu olayın, kadın
sayısında bir sınırlamanın getirilmediği îslamın ilk devirlerinde cereyan
etmiş olduğudur. Bu takdirde iş Şer'e uygun olmaktadır. Kafirlerin batıl sayılan
nikahlan ise, Şer'e aykırı olanlardır. Mesela kadın sayısında bir sınırlama getirilmesinden
sonra bir akitle on kadını birden nikahlamak böyledir. Biz deriz ki; eğer bu
tevil kabul edilecek olursa, buna kıyas yapmak mümkün olur. Çünkü onlann
kıyası, -tıpkı iki yabancı kadını nikahlayıp, sonradan bu iki kadın arasında
süt kardeşliği bulunduğunun anlaşılması durumunda, kişinin muhayyer
bırakıl-mayarak nikahın merdud olması gibi- bu nikahların hepsinin merdud
olmasını (indifa1) gerektirmektedir. Bununla birlikte biz diyoruz ki, bu,
hakkında nakil bulunmayan bir ihtimale binaen getirilmiş bir tevil olup, bize
göre tslamın başlangıcında kısıtlamanın kaldırıldığı sabit değildir. Evlenen
hiç bir şahabının dörtten fazla evlendiğine dair bir naklin bulunmaması bunu
göstermektedir. Eğer bu (dörtten fazla evlenme) mümkün olsaydı, kadın sayısının
sınırlandırılmasından sonra bunlar ayrılırlardı ve kuşkusuz bu husus
nakledilirdi. Allah Teâlâ "...Ön- [1,394] çekiler hariç iki kız kardeşi
aynı zamanda nikah altında bulundurmanız..." {Nisa, 4/23} ayetiyle
cahiliye dönemini kastetmiştir. Tefsirde varid olan da budur.
Denirse ki:
Başlangıçta
kısıtlamanın kaldırıldığı şayet doğru ise, bu ihtimal makbul olur.
Deriz ki:
Bazı usulcü
arkadaşlarımız, hadîsin müstakil bir hüccet olduğunu; dolayısıyla, öaylan'ın
nikahının kısıtlama hükmünün gelmesinden önce vaki olduğuna dair nakil
bulunmadığı sürece bu hadisin, salt ihtimal ile def olunamayacağım öne sürerek,
bu ihtimalin makbul olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş zayıftır. Çünkü
öaylan'ın nikahının kısıtlama hükmünün gelmesinden sonra olduğu nakledilme-diği
sürece, hadis müstakil hüccet olamaz. Çünkü eğer hadis, kısıtlama hükmünün
nazil olmasından önce ise, hüccet değildir; yok eğer kısıtlama hükmünden sonra
ise, hüccettir. Bu iki ihtimalden birisi diğerinden daha evla değildir. Bîr ihtimalin
mukabilinde, muarız başka bir ihtimal varsa, bu ihtimal hüccet olamaz.
Mesele: (Nassı ya da
nassın birkısmını iptal eden tevil)
Bazı usulcüler, nassı
ya da nassın bir kısmını ortadan kaldıran her tevilin batıl olduğunu
söylemişlerdir.
Örnek:
tbdâl meselesinde Ebû
Hanîfe'nin tevili böyledir. Şöyleki; Hz. Peygamber [i, 395] "Her kırk
koyunda bir koyun zekat vardır" demiş; Ebû Hanîfe, koyunun bizzat
verilmesinin vacip olmadığını, vacip olanın ise, hangi maldan olursa olsun bu
koyunun kıymeti miktarının verilmesi olduğunu söylemiştir.
Şâfİî, şu gerekçeden
hareketle Ebû Hanîfe'nin bu tevilinin batıl olduğunu
*. İbdâl: zekat vermek
durumunda olduğu malın asb yerine o malın değerinde başka bir mal vermek
söylemiştir:
"Lafız, koyun vermenin vacipliği konusunda nasstır. Ebû Hanîfe'nin tevili
ise koyun vermenin vacipliğini, dolayısıyla da nassı kaldırmaktadır. Halbuki
'Zekatı verin' ayeti zekatı vacip kılmakta, Hz. Peygamberin 'Her kırk koyunda
bir koyun zekat vardır1 sözü de bu vacibi açıklamaktadır. Bu durumda koyun vermenin
vacip olmadığını söylemek nassı kaldırmaktır".
Bizce bu yaklaşım
makbul değildir. Çünkü koyun vermenin vacipliği sadece mutlak olarak vermeyi
terketmenin caiz görülmesi durumunda düşer. Koyun vermenin terkedilmesi, ancak
kendi yerini tutan bir bedel mukabilinde (yerine bir alternatif konularak)
caiz oluyorsa, bu durumda koyun verme vacip olmaktan çıkmış olmaz. Nitekim
seçme serbestisi bulunan keffaret seçeneklerinden birisini yerine getiren kişi,
her ne kadar vacibin başka bir seçenekle yerine getirilmesi mümkün olsa bile,
vacib olan keffareti yerine getirmiş olur. Bu, vücubun ifasına [I, 396]
genişlik sağlanmasıdır. Lafız, vücubu belirleme (tayin) ve sınıflama hakkında
değil, 'vücubun aslf konusunda nasstır. Belki de lafız, tayin hususunda zahir
(belirgin); genişletme (tevsi1) ve muhayyer bırakma (tahyîr) hususunda
muhtemeldir. Bu, Hz. Peygamberin "...Üç taş ile ıştınca etsin" sözü
gibidir. Keseğin taş yerine geçirilmesi, istincanın vacipliğini iptal etmez.
Fakat taşın taayyün etmiş olması mümkün olduğu gibi taş ile taş yerini tutan
şeyler arasında muhayyerlik bulunması da mümkündür. Gerçi Şâfff bu tevili
inkar etmektedir; fafeat 6u i'nfcar, hadisin ihtimal taşımayan bir nass olması
yönüyle değil, belki şu iki vecihten biri sebebiyledir:
a) Hasmın
delili, 'Amaç bir gediğin kapatılması, bir ihtiyacın giderilmesidir'
şeklindedir. Gediğin kapatılmasının bir amaç olduğunu biz de kabul ediyoruz; fakat
biz amacın sadece bundan ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Belki de Hz.
Peygamher, bu amaç yanında, zenginin malının cinsine fakiri de ortak etmek suretiyle
kullukta bulunmayı (teabbüd) da kastetmiş olabilir, ibadet konularında zahir
ile teabbüd ve gediğin kapatılması amacının birlikte düşünülmesi zanna ağır
basar. Çünkü ibadetler, mücerred ihtiyacın giderilmesi yönüne bakılmaksızın
ihtiyat temeli üzerine bina edilir.[I, 397]
b) 'Gediğin
kapatılması' ile yapılan tali], Hz. Peygamberin "Kırk koyunda bir koyun
zekat vardır" sözünden istinbat edilmiştir. Bu istinbat, nassın aslının
iptal edilmesine veya zahirin kaldırılmasına varabilecek bir istinbattır. Bu
sözün zahiri, belirlenmiş bir koyunun vacip olduğudur. Akla ilk gelen hükme
uygun düşmeyen bir anlam ortaya koymak ise manasızdır. Çünkü illet, hükme uygun
düşen şeydir. Hükmün ise, lafzın zahirinin delalet ettiğinden başka bir anlamı
yoktur. Lafzın zahiri, bir koyunun belirlenmiş olduğunu gerektirmektedir. Halbuki
bu talil bu zahiri dışlamaktadır.Bize göre bu konu ictihad konusudur. Zekatın
fakirler lehine vacip kılınmasından ilk anlaşılan anlam, ihtiyacın
giderilmesidir. Koyunun belirlenmiş olması, -Şafiî'nin belirttiği gibi-
teabbüdî olabileceği gibi şu İki sebepten kaynaklanmış da olabilir:
a) ibadet
açısından koyun, mülk sahipleri için daha rahat ve daha kolaydır. Istinca
hususunda taşın zikredilmiş olması da böyledir. Çünkü taş, bu bölgelerde
[1,398] daha bol ve kullanımı kolaydır. Nitekim müftinin, kendisine yemin
keffareti gereken kişiye, 'On müdd buğday sadaka ver' demesi böyledir. Çünkü
müfti, bunun adam açısından, köle azat etmekten daha kolay olduğunu düşünmekte
ve zaten onu köle azat etmekle fakiri doyurmak arasında muhayyer bıraksa da,
bu kişinin, kolaylığı sebebiyle, doyurmayı tercih edeceğini bilmektedir. îşte
bu husus,
Hz. Peygamberin
özellikle koyunu belirlemesinin iç-itken'i (bâis, içsevkedici) olabilir.
b) Koyun,
verilmesi gereken miktarın ölçüsü (mi'yâr) olduğu için zikredilmesi
gereklidir. Çünkü kıymet, koyuna göre ayarlanacaktır. Zaten koyunun kıymeti de
doğrudan bilinmektedir ve koyun, gerçek anlamda bir asıldır. Şayet Hz.
Peygamber, sözünü bu şekilde tefsir etmiş olsaydı, bir çelişki olmazdı ve bu
tefsir, zekatta bedelin cari olduğuna dair bir hüküm olurdu. Tüm bu durumlar
içtihada açıktır. Bu yaklaşımı, sadece, Arabın söz söylerken geniş
davrandığına ve mecaza kaçtığına aşinalığı olmayanlar yadırgarlar ve lafzın,
lafızdan ilk anlaşılan anlam hususunda nass olduğunu zannederler. Şâfıî,
tevili, ihtimalin bulunmama- [I, 399] sı sebebiyle değil fakat, bunu
destekleyen delilin eksikliği ve ihtiyacın giderilmesi yanında teabbüd'ün de
amaç olmasının mümkün oluşu sebebiyle iptal etmektedir. Aynca Hz. Peygamber,
devenin zekatında, kolaylık olsun diye, aynı cinsten olmayan koyunu
zikretmiştir. Diğer taraftan Hz. Peygamber cübrân hususunda,
bir koyun ve on dirhem
arasında muhayyer bırakmış; koyunun kıymetini ölçü almamıştır. Yine devenin
zekatı konusunda böyle bir muhayyerlik tanımamıştır. Tüm bunlar, teabbüde
delalet eden karinelerdir. Konu da zaten teabbüd konusudur ve teabbüdî
konularda ihtiyatlı davranmak evladır.
Mesele: (Zekatın sarf
yerlerine ilişkin tevil)
Zekat sınıflan
meselesindeki ayetin tevili bu zikrettiklerimize yakındır. Kimi alimler, Allah
Teâlânın 'Sadakalar; fakirler, miskinler... içindir" {Tevbe, 9/60} ayetinin,
ortak kılma (teşrik) hususunda nass olduğunu ve zekatı, bu sınıflardan birine
sarf etmenin bu nassı iptal demek olacağını ileri sürmüşlerdir. Halbuki bize
göre böyle değildir. Tam tersine bu ayet, "Onlardan bazıları sana sadakalar
hususunda İğneleyici sözler söylerler; o sadakalardan kendilerine [1,400]
verilince razı olurlar, verilmeyince de sinirlenirler ..." {Tevbe, 58}
ayetine atıftır. Böyle olunca, Allah onların zekata hak kazanma şartlarını
taşımadık!an halde zekata tamah etmelerinin asılsız olduğuna işaret etmiş;
sonra da zekatın sarf yerini ve kendilerine zekat verilmesi caiz olan kişileri
açıklamak amacıyla zekata hak kazanma şartlarını saymıştır. Bu yaklaşım
muhtemeldir. Eğer bu kabul edilmiyorsa, bunun sebebi, bu ihtimalin bulunmaması
değil, tevil delilindeki yetersizliktir. Bu ve bunun gibi olan lafızların
birinci veya üçüncü kullanım (vaz1) itibariyle 'nass' olarak adlandırılması
uygun olup, ikinci vaz' itibariyle bu isimlendirme doğru değildir.
Mesele: (Altmış
miskini doyurmak ifadesine ilişkin tevil)
Kimi alimler, Allah
Teâlânın "Altmış miskini doyurmak" sözünün, bu sayıya riayet
hususunda nass olduğunu ve bir miskini altmış gün doyurmanın caiz olmadığını
söylemişler ve böylesi bir tevilin batıl olduğuna kesin gözüyle bakmışlardır.
Bize göre bu konu da aynen bir önceki konu gibidir. Bu tevilin, ihtimal yetersizliği
ve ayetin ikinci vaz' itibariyle nass olması sebebiyle batıl olduğu
anlayı-[1,401] şı bizce makbul bir anlayış değildir. Zira miskinlerin
zikredilmiş olması, gereken miktarı açıklamak için olabilir ve anlamı 'altmış
miskini doyuracak oranda yemek yedirmek' şeklinde olur. Arab dilinin kullanım
genişliğinde bu anlam pek zor değildir. Kaldı ki bunun delili, özellikle
ihtiyacın giderilmesini dikkate almaktır. Şâfıî der ki: Şer'in bunu,
dualarıyla teberrük etmek ve onlara 'azap' erişmesinden korunmak bakımından,
altmış beyini diriltmek için kastetmiş olması uzak değildir. Müslüman bir
topluluk, duasından istifade edilen bir veliden yoksun olmaz. Bu amacın batıl
olduğuna dair bir delil olmadığına göre ayet, ikinci vaz1 itibariyle değil,
birinci veya üçüncü vaz' itibariyle nass olur. Tevil örnekleri bunlardır. Şimdi
bir kaç tahsîs örneği zikredelim[36].
Eğer umûmu, istiğrak
hususunda belirgin (zahir) kabul ediyorsak, tahsîs ancak bu belirginliği
kaldırmak anlamına gelir. İşte bu sebepten ötürü, bu kadarcık [1,402] bilgiyi
vermekte acele ettik. Yoksaki bunun açıklaması, 'umûmun beyanı' başlığını
verdiğimiz dördüncü kışıma uygun düşmektedir.
Mesele: (Tahsîs açısından
umûmun kısımları)
Umûm, umûma
tutunulacağı görüşünde olanlara göre, üç kısma ayrılır:
a) Güçlü
umûm: Bu umûm, ancak, kesin ya da kesin gibi olan bir delille tahsîs
edilebilir. Kesin gibi olan delil ise, bu umûmla, husus kastedildiği düşüncesinin
doğabilmesi için bir karine takdirine sevkeden şeydir.
b) Zayıf
umûm: Zahirliğinden kuşku duyulabiten ve zayıf bir delille tahsîs edilebilen
umûm.
c) Orta
umûm: Güçlü umûmun örneği, Hz. Peygamberin "Hangi kadın ki, velisinin izni
olmaksızın evleniyor; onun nikahı batıldır''[37]
sözüdür. Hasım buradaki kadım 'câriye' olarak yorumlamıştır. Halbuki hadisin
devamı bu yorum ihtimalini kesmektedir. Çünkü bu sözün devamında Hz. Peygamber
'Tercinin helal kılınmış olmasına karşılık olarak bu kadına mehri misil
verilir"[38] demiştir. Cariyenin
mehri ise efendisine aittir. Bu defa da onlar, hadisteki kadını 'mükateb kadın'
olarak yorumlamaya yönelmişlerdir. Bu yorum açık bir zorlamadır. Çünkü umûm
güçlüdür. Mükateb kadın ise, kadınlara nisbetle nadirdir. Umûm kastedildiği belirgin
olan bir lafızla, nadir ve şazz (aynk) şeyleri kastet- [i( 403] mek Arap
lisanında yoktur. Şu kadar ki, lafıza bitişik bir karine varsa, bu takdirde
böylesi bir genel lafızla nadir şeyler kasdolunabilir. Nikahın mala kıyas edilmesi,
kadınların erkeklere kıyas edilmesi, lafıza bitişik bir karine değildir ki, bu
lafzı nadir bir biçime indirgemeye yarasın. Hadisteki lafızla umûm kasdının belirginleştiğinin
delili şu hususlardır:
1) Hz.
Peygamber söze, 'eyyü (hangi)' kelimesiyle başlamıştır. Bu kelime, şart
kelimelerinden olup umûm sıygaları hakkında kararsız kalan bir gurup alim bile,
şart edatlarının umûm ifade ettiği hususunda tereddüt göstermemiştir.
2) Hz.
Peygamber, 'eyyü' kelimesini 'mâ' ile tekit etmiş ve 'eyyümâ* demiştir.
'Eyyüma' edatı, müstakil olarak umûm ifade eden edatlardandır.
3) Hz.
Peygamber, 'Bu kadının nikahı batıldır' diyerek hükmü, karşılık (ceza)
konumundaki şart üzerine tertip etmiştir. Bu da umûm kasdinı tekit etmektedir.
Biz biliyoruz ki,
fasîh bir Arap, kendisine umûm kasdına delalet eden ve aynı zamanda fasih olan
bir sıyga getirmek teklif edildiğinde, Arabın dil melekesi [1,404] (kariha) bu
sıygadan daha kuvvetlisini getirmeye müsamaha etmez; yani umûm kasdına delalet
eden en kuvvetli sıyga budur. Yine biz kesin olarak biliyoruz ki sahabe, bu
sıygadan 'mükateb kadın'1 anlamamışlardır. İçimizden biri diğerine 'Kim (hangi
kadın) olursa olsun, bugün göreceğim her kadına bir dirhem vereceğim' dese,
biz bundan mükateb kadını anlamayız. Bu kişi, 'Ben bu sözümle mü-kateb kadını
kastetmiştim' derse, bu kişi, alaycılığa ve dalgacılığa nisbet edilir.Yine bir
adam 'Hangi deh olursa olsun, tabaklanınca temiz olur* deyip, sonra da 'Ben
bununla özellikle köpek ve tilkiyi kastetmiştim1 dese, bu kişi dili bilmemeye
nİsbet edilir. Bu kişi, 'Bunlar benim aklıma gelmemişti' diyerek, daha sonra
köpek ve tilkiyi bu hükümden hariç tutsa, bu yadırganmaz. Lafzı, hatıra gelmeyen
ve konuşanın zihninden ve düşüncesinden geçmeyen şeylere has kılmak nasıl caiz
olabilir! Hatta biz diyoruz ki; umûm sıygalarını mücmel sayarak İnkar [1,405]
edenler bite, tahsise dair karîneler bulunduğunda, tahsise engel olmayı inkar
etmezler. Hasta adam, uşağına 'insanları içeriye sokma* dese, uşak da,
'insanlar' sözünün umûmundan çıkardığını ve bu sözün istiğrak hususunda nass
olmadığını zannederek rahatsız edici (sükelâ) bir gurup insanı içeriye alsa,
cezalandırılmayı hak eder. Bu mesele, nadir şeylerle tahsîsin olamayacağı
hususunda örnek alınsın.
Mesele: (Mahrem
akrabaya malik olmak konusundaki hadisin tevili)
Hz. Peygamberin
"Kim mahrem bir akrabasına malik olursa, malik olu-nan bu kişi azat
olmuştur'[39] sözü de buna yakındır.
Zira bazı Şafiîler bunu kabul etmişler ve bunu sadece babaya tahsis
etmişlerdir. Bu yorum uzak bir yorumdur. Çünkü baba, öyle bir özelliğe
sahiptir ki bu Özellik, saygı göstermeyi gerektiren durumlarda, babanın
doğrudan doğruya isim verilerek belirtilmesini gerektirir. Bu durumda 'baba'
lafzı yerine, daha genel bir lafzın zikredilmesi, bir nevi bilmece ve
karıştırmaca olur. Böyle bir tutum, Hz. Peygamberin konumuna uy-[1,406] gun
düşmez; ancak eğer bu genel lafıza bitişik tanıtıcı bir karîne varsa o başka.
Zaruret olmadıkça böyle bir karinenin vaz' edilmesi mümkün değildir. Şafiî'nin,
nafakayı ba'ziyet'e tahsîs (nafaka mükellefiyetinin sadece usul ve füru
arasında sözkonusu olacağı) hususundaki kıyası ise, kuvvet bakımından, bu kıyas
sebebiyle birtakım karîneler varsayımını yaratmayı gerektirecek bir boyuta
ulaşmış değildir. Şayet bu lafız sahih olmuş olsaydı, Şâfİî bu lafzın gereğine
göre amel ederdi. Nitekim babasına iyilik etmeyi adet haline getirmiş olan
kişinin, 'İnsanlara iyilik etmek benim adetimdir' şeklindeki sözü, yerinde bir
söz değildir (hulf fi'1-kelam). Fakat Şafiî, hadisin, Hasan b. Ammâre'ye mevkuf
olduğunu söylemiştir.
Şimdiye kadar
zikretmiş olduğumuz örnekler güçlü umûm için idi. Şimdi de zayıf umûm için
birkaç ömek zikredelim.
Hz. Peygamberin,
"Göğün suladığında ondabir, serpme biçiminde (nadh) ve sulama çarkıyla
(dolap) sulanan şeylerde ise ondabirin yarısı vardır" sözü buna örnektir.
Umûm sıygasını benimseyenlerden bir kısmı, bu sözün, gerek göğün
suladıklarında gerekse dolapla sulananlarda ondabirin ve ondabirin yansının
vacip olduğu hususunda hüccet olamayacağını söyler. Çünkü sözün amacı, onda-
[1,407] birin hangi şeylerde vacip olduğunu beyan değil, ondabir ile ondabirin
yansı arasındaki farkı göstermektir. Dolayısıyla bu sözün umûmuna tutunulamaz.
Bize göre bu yorum,
inceleme ve tartışmaya açıktır. Çünkü bunların her ikisinin de amaç olması
uzak ihtimal değildir. Yani hadis, hem göğün suladığı her şeyde ondabirin vacip
olduğunu ve nadh ile sulananlarda ise ondabirin yansının vacip olduğunu
göstermektedir. Lafız, sıygası İtibariyle âmmdır; salt vehim sebebiyle, lafzın
umûm hususundaki belirginliği kaldırılamaz. Şu kadar ki bu umûm ifadenin
tahsisi için en aşağı bir delil bile yeterlidir. Şayet hadis sadece bu lafızla
varid olmuşsa ve tahsîs edici bir delil de yoksa, bu takdirde, umûm sıygasını
hüccet kabul edenlere göre, hadisi her iki tarafa da genellemek gerekir.
Allah Teâlâ
"Ganimet olarak aldığınız nerşeyin, beşte biri Allah'a, Resule,
zi'1-kurbâ'ya... aittir" {Enfâl, 8/41} sözü
Ebû Hanîfe, 'akrabalık'
ile birlikte 'ihtiyaç içinde olma' durumunun da dikkate alınacağını ileri
sürmüş; sonra zi'1-kurbâ'nın bu paydan mahrum edilebilece- [1,408] ğini
söylemiştir. Şafiî'nin arkadaşları ise, Ebû Hanîfe'nin yaptığı bu tahsisin
batıl olduğunu ve lafzın buna ihtimali bulunmadığım söylemişlerdir. Çünkü
Allah, temlik ifade eden Mâm1 harfi ile ile, malı onlara (zi'l - kurbâ) izafe
etmiş, her ciheti bir vasıfla tanıtmış ve bu ciheti de istihkak hususunda
'akrabalık* vasfı ile tanıtmıştır. Ebû Hanîfe, zikredilen bu akrabalığı ilga
etmiş ve hiç zikredilmemiş olan 'ihtiyaç' vasfını dikkate almıştır. Bu, tevil
değil, doğrudan doğruya lafızla çelişmektir.
Bize göre bu husus da
içtihada açıktır. Ebû Hanîfe'nin burada yaptığı yalnızca, 'zi'1-kurbâ'
lafzının umûmunu, onlar içerisinden ihtiyaç sahipleriyle tahsîs etmektir.
Nitekim aynı şeyi Şafiî de, iki görüşünden birinde, bu ayetin devamında,
'yetimlik' vasfı yanında 'ihtiyaç' vasfını da dikkate almak suretiyle
yapmıştır. Burada Şafiî'nin bu uygulamasını savunmak için, 'yetimlik lafzı,
zaten ihtiyaca delalet etmektedir' denilecek olursa, buna karşılık biz, 'O
halde Şâfıî Hz. peygamberin "Kendisine danışılmadıkça yetim kız
evlendirilemez[40] sözündeki yetimliği niye
buna hamletmemiş' deriz. Bu defa da, 'mal verme' karinesinin, yetimlikle
birlikte ihtiyaç durumunun dikkate alınacağına delalet ettiği söylene-[1,409]
bilir. Buna karşılık biz de deriz ki; buna göre onun, zi'1-kurba'nın yetimler
ve miskinler ile birlikte zikredilmesinin de aynı şekilde bir karîne olduğunu söylemesi
gerekirdi. Akrabalığın zikredilmesine iten sebep, bunların zekattan mahrum
oluşlarıdır. Açıkça zikredilmeleri, akrabanın ganimet malından da mahrum olmadıklarının
bilinmesi içindir. Bu bir tahsistir; şayet bu yönde bir delil bulunursa bu
tahsisin kabul edilmesi gerekir. Bu tahsîs, velisiz nikah konusundaki hadiste
geçen 'kadın'm, 'mükateb kadın'a tahsîs edilmesi kadar uzak bir tahsîs
değildir.
Hz. Peygamber'in
"Oruca geceden niyet etmeyenin orucu yoktur" sözü.
Ebû Hanîfe, bu sözü,
kaza ve nezr (adak) orucuna hamletmiştir. Bizim arkadaşlarımız ise şöyle
demişlerdir; 'Oruç yoktur' sözü, genel bir nefıy olup, bundan ilk anlaşılan
aslî ve şer'î oruçtur; ki bu, farz ve nafile oruçtur. Burada nafile oruç
kastedilmemektedir. Geriye sadece, dinin rüknü olan oruç, yani Ramazan orucu
kalmaktadır. Kaza ve nezr orucuna gelince, bu oruçlar ârizî sebeplerle vacip olmaktadır.
Mutlak olarak oruç dendiğinde bu oruçlar akla ve hatıra gelmez. Daha doğrusu bu
oruçlar, yukarıda geçen nikah meselesindeki mükateb kadın gibi, na-dir şeyler
hükmündedir.
Bu yorum inceleme ve
tartışmaya açıktır. Zira kaza ve nezr oruçlarının nadir [1,410] olması mükateb
kadının nadir olması gibi değildir. Her ne kadar ilk akla gelen farz olan oruç
ise de böylesi bir tahsîsin kuvvetli bir delile ihtiyacı vardır. Buna göre Ebû
Hanîfe'nin yaptığı yorumun batıl oluşu, mükateb kadınla tahsîsin batıl oluşu
gibi açık değildir. Burada bilinen şey şudur: Nadir olan şeyleri sözden hariç tutmak
mümkündür (yakın) ve sözü nadir olana hasretmek ise imkansızdır. Bu ikisi
arasında yakınlık ve uzaklık bakımından birbirinden farklı oldukça çok
dereceler vardır. Her meselenin kendine göre bir zevki vardır ve her meselenin
özel bir nass ile tek başına ele alınması gerekir; bunun yeri de fürû'dur.
Burada bu kadarcık zikredişimizin sebebi ise bundaki tasarruf türüne aşinalık
oluşsun di-yedir.
Mücmel, mübeyyen,
müevvel ve zâhir'e ilişkin olarak söyleceklerimiz böylece tamamlanmış oldu.
Buraya kadar söylenenler bütünüyle lafızlara ilişkin incelemedir. Geri kalan
iki kısım ise bundan daha özeldir; bu iki kısım, özellikle emir ve nehiy, yine
özellikle umûm ve husus hakkındadır. Bunun içindir ki biz daha genel olanı
İncelemeyi, daha özelin Önüne aldık. [41]
Bu bölüme emir konusuyla
başlıyoruz. İlk olarak emrin tanım ve hakikatini, ikinci olarak emrin sıygasını
ve üçüncü olarak da, emrin fevr ve terâhî; vücub ve nedb; tekrar ve teklik
açısından muktezasını ve isbatım ele alacağız.
Emir, sözün
kısımlarından biridir. Biz sözün, emir, nehiy, haber ve İstihbar kısımlarına
ayrıldığını açıklamıştık. Emir işte bu kısımlardan biridir.
Emir, emre muhatap
olan kişinin, emredileni yapmak suretiyle itaat etmesini gerektiren söz; nehiy
ise, fiilin yapılmamasını gerektiren sözdür.
Emrin tanımıyla İlgili
olarak şunlar da söylenmiştir:
Emir, dilenme
(mes'ele) biçiminde olmaksızın, fiilin talep ve iktizası olup, derece
bakımından emredenden altta olanlara yönelik olur. Bu tanımda, 'derece
bakımından emredenden altta bulunmak' kaydının getiriliş sebebi, "Allahım
beni mağfiret et' sözü ile kölenin efendiden ve çocuğun babadan istemesini
tanım dışında bırakmaktır. Aslında bu kayıda gerek yoktur. Tam tersine köle ve
çocuğun, efendi ve babaya, itaati gerekmeyecek biçimde, emretmesi tasavvur
olunabilir, ttaat etmenin gerekli oluşu, her emrin zorunlu bir özelliği
değildir. Aksine itaat yalnızca Allah'adır. Araplar bazen 'Fulan kişi babasına
emretti*, 'Köle efendisine [1,412] emretti* derler. Sonra itaat talebinin
bunlar açısından yakışık almadığını kim biliyor! Araplar, her ne kadar güzel
bul masalar da bunu emir olarak değerlendirmişlerdir. 'Beni mağfiret et!' sözü
de böyledir. Tâat iktizasının, bizatihi Allah'tan veya başka birinden kaim
olması imkansız değildir. Bu durumda kişi hem emretmiş, hem de bu emri
sebebiyle âsî olmuş olur.
Denirse ki:
Siz *Emir, emredilenin
itaat etmesini gerektiren sözdür' derken, bununla dil ile söylenen sözü mü
yoksa 'kelâmu'n-nefs'i mi kastettiniz?
Deriz ki:
Bu konuda insanlar iki
guruba ayrılmıştır. Birinci guruptakiler, kelâmu'n-nefs'i isbat ederler. Bunlar
söz lafzıyla, nefis ile (nefste) kaim olan 'tâat iktizasını' kastederler.
(Söz), konuşmanın (nutk) kendisinden ibaret olduğu ve konuşmanın delalet ettiği
şey olup, nefis ile kaimdir ve tıpkı kudret gibi, zat ve cins itibariyle
emirdir ve emredilmiş olan şeye ilişkindir. Nitekim kudret, bizzat kudrettir ve
kudretin ilişkin olduğu şeye ilişir. Bu, görünürde (şahid) ve görünmezde
(ga-ib), türü ve tanımı hususunda değişiklik göstermez ve tıpkı kudret gibi
'kadîm' ve 'muhdes' kısımlarına ayrılır; bazen işaret, fiil ve remz île; bazen
de lafızlar ile gösterilir. 'Tanıtıcı işaret'in emir olarak adlandırılması
mecazdır. Çünkü bu, emrin bizzat kendisi değil, emre delalet eden bir
delildir. Lafızlara gelince, msl. 'Sana emrediyorum' sözü itaat etmeyi
gerektirir. Bu gerektirme de, 'îcâb' ve 'nedb' olmak üzere iki kısma ayrılır.
Nedb'in anlamı, 'seni teşvik ediyorum; yönlendiriyorum; şöyle yap! Bu senin
için daha hayırlıdır' sözüyle gösterilir. Vücub'un an-[1,413] lamı ise 'bunu
sana vacip kıldım veya farz kıldım veya kesinledim; şöyle yap! Eğer yapmayıp
terkedersen cezalandın lirsin' gibi sözlerle gösterilir, işte emir anlamına
delalet eden bu lafızlar 'emir' olarak adlandın!ir. Adeta emir ismi, 'kendi
nefsiyle kaim olan anlam' ile 'delalet eden lafız' arasında müşterek bir
isimdir. Dolayısıyla emir ismi her iki anlamda da hakikat olur veya nefis ile
kaim anlam hususunda hakikat olur ve tıpkı, tanıtıcı işaretin mecazen emir
olarak adlandırılması gibi, 'yap' sözü de mecazen emir olarak adlandırılmış
olur. Aynı tartışma, 'kelâm' ismi hakkında da söz konusudur; Kelâm, 'nefiste
olan' ile 'lafız' arasında müşterektir; ya da kelam, lafız hakkında mecazdır.
İkinci gurup İse,
kelamu'n-nefs'i inkar edenlerdir. Bu guruptakiler de üç sınıfa aynimi şiar ve
farklı mertebelerde üç hizibe bölünmüşlerdir.
1. hizip:
Bunlar derler ki:
Emrin, harf ve ses dışında hiç bir anlamı yoktur ve bu, tıpkı 'yap' sözü veya
bunun yerini tutan sözler gibidir. Mutezile'den Belhî bu görüşü benimsemiş ve
'yap' sözünün zat ve cins itibariyle emir olduğunu ve bunun emir olmamasının
tasavvur olunamayacağını zannetmiştir. Ona, yap sıygasının, "Dilediğinizi
yapın" {Fussılet, 41/40} ayetinde olduğu gibi, bazen 'tehdid* olarak;
'İhramdan çıktığınızda avlanın" {Mâide, 5/2} sözünde olduğu gibi, ' i
baha' olarak kullanılabileceği söylenince, bu cinsin ayn bir cins olduğunu ve
bir önceki cinsten olmadığını söylemiştir. Belhfnin bu tavrı, hissi bilmezlikten
gelmektir. Zaten kendisi de, bu inkarın ve direnmenin zayıflığını hissedince
bunu itiraf etmiştir.
2. hizip:
Bu gurupta bazı
fakihler yer almaktadır. Bunlar derler ki; 'yap' sözü, sırf
[1,414] sıygası ve
zatı sebebiyle emir olmayıp aksine, sıygası itibariyle ve kendisini emir
yönünden tehdid ve
ibâha yönüne çeviren karinelerin bulunmayışı sebebiyle
emirdir. Bunlar, bu
sıyganın, uyuyan birinden ve deliden sadır olduğunda, karine sebebiyle, emir
olamayacağını iddia ederler. Bunların sözüne, bu sıyganın emir için olmadığı,
ancak eğer bunu emir anlamına çeviren bir karine var ise bu takdirde emir için
olabileceğini söyleyenlerin sözü karşı gelmektedir (muarızdır). Çünkü Arapların
bu sıygayı birbirinden farklı birkaç yön için kullandıkları kabul edildiğine
göre, bunlardan bir kısmını sıygaya bir kısmını karineye havale etmek sırf
tahakküm olup, bu husus, ne aklın zarureti ile ne inceleme yoluyla ne de dil
ehlinden yapılmış mütevatir bir nakil ile bilinmektedir, öyleyse bu konuda
kararsız kalıp beklemek gerekir.
3. Hizip:
Bu hizipte, muhakkik
mutezilîler yer almaktadır. Bunlar derler ki: 'Yap!' sözü, sıygası ve zatı
sebebiyle emir olmadığı gibi, sıyga ile birlikte bulunan çevirici karinelerden
ârî olması sebebeyle de emir değildir. Aksine bu sıyganın emir olabilmesi için
'üç irade'ye gerek vardır; a) emredilen şeyi irade etmek; b) sıygayı ihdas
etmeyi irade etmek; c) sıyga ile, tehdid veya ibâha'ya değil, emire delalet
etmeyi irade etmek. Bunlar içerisinde, bir tek iradenin yeterli olduğunu ve
bunun da 'emredilen şeyi irade etmek' olduğunu söyleyenler de vardır.
Bu görüş bir kaç
yönden fasittir:
1) Bu görüşe
göre, Allah Teâlânın "Oraya selam ile emniyet içerisinde girin"
{Hicr, 15/46} sözü ile "Geçmiş günlerde yapıp gönderdikleriniz mukabilinde
afiyetle yiyin için" {Hakka, 69/24} sözünün, cennet ehline yönelik bir
emir olması gerekir. Halbuki emrin gerçekleştirilmesi bir vaad veya vaîd ile
olur. Bu durumda Ahiret yurdu, teklif ve imtihan (mihne) yeri olmuş olur ki, bu
icmâ'a aykırıdır. Ibnu'l-Cübbâî de bu yola girmiş ve şöyle demiştir; 'Allah,
onların cen- [1,415] nete girmelerini irade etmekte ve girmekten kaçınmalarını
kerih görmektedir. Çünkü eğer girmezlerse, onlara sevap ulaştırmak imkansız
hale gelecektir. Bu ise
bir haksızlıktır
(zulüm) ve Allah haksızlığı kerih görür.
Denirse ki:
Görüldüğü gibi bu
durumda, 'sıyganın iradesi' ve 'emredilen şeyin iradesi (memurun bin)' vardır;
fakat bununla emre delalet iradesi bulunmamaktadır.
Deriz ki:
Emrin sıyga'dan öte
bir anlamı var mıdır kî, ona delalet kastedilsin veya kastedilmesin! Eğer
emrin bunun dışında bir anlamı varsa, o nedir? Ve emrin, nefis ile kaim olan
'taati iktiza'dan başka bir hakikati var mıdır? Sıyga dışında bir şey yoksa, bu
üçüncü iradenin itibara alınmasının hiç bir anlamı yoktur.
2) Bunların
görüşüne göre, kendisinin yapmasını da irade ederek, kendi kendisine 'yap'
diyen kişi, kendi kendisine emretmiş olur ki, böyle bir şey, ittifakla,
imkansızdır. Gerektiriri (iktiza edici) olan şey, emirdir; bu kişinin kendi
kendisine emretmesi ise yapmayı gerektirici olamaz. Aksine gerektirici olan,
bu kişinin iççağiılan ve amaçlandır. Bunun içindir ki; bu kişi kendi kendisine
'yap!' deyip susacak olursa, burada, 'irâdetu's-sıyga' ve 'irâdetu'l-me'mûri
bin' bulunur ve bu emir değildir. Bu da gösteriyor ki, emrin hakikati itaati
gerektirmektir; bu da, nefis ile kaim ve başkasına ilişkin olması zorunlu olan
bir anlamdır. Bu başka kişinin, rütbe itibariyle daha üstte bulunmasının şart
olup olmadığı konusu yukarıda geçmişti.
Denirse kİ:
Emredilen fiilin
iradesi dışında, nefisle bir anlamın kaim olduğunun delili nedir? Nitekim
efendi, kölesine 'Bana su ver!' veya 'Atımı eğerle' dediği zaman kendi
nefsinde, 'su içme' ve 'eğerleme' İradesinden başka, yani bunları istemekten
ve amacı bunlarla bağlantılı olduğu için bunlara meyletmekten başka bir şey
[1,416] bulmamaktadır. Eğer emrin bu İradeye dönük olduğu sabit ise, Allah
hakkında emir ve iradenin birlikte bulunması lazım gelir ve meydana gelen
masiyetler emredilmiş ve irade edilmiş olur. Zira olan şeylerin (kâinat) hepsi
irade edilmiştir. Yahutta bu masiyetlerin meydana gelişinin Allanın iradesiyle
olduğunu İnkar ederek bu masiyetlerin Allanın iradesi hilafına cereyan ettiğini
söylemek lazım gelir ki, bu çirkin bir şeydir. Çünkü bu söz, mülkünde Allanın iradesine
aykın olarak cereyan eden şeylerin, iradesine uygun olarak cereyan eden
şeylerden, yani tâatlerden daha çok olduğu sonucuna götürür ki, bu kabul
edilebilecek bir şey değildir. Öyleyse bu tehlikeli çıkmazdan (varta) kurtuluş
yolu nedir?
Deriz ki:
Bu zaruret sebebiyle
arkadaşlar, emri iradeden ayırmak ve efendinin, irade etmediği şeyi kölesine
emredebileceğini söylemek durumunda kalmışlardır. Msl. köle, efendisinin
emirlerine niçin muhalefet ettiğine dair özürünü sultan nezdinde açıkladığında,
kölesini dövmesine karşılık olarak kendisine sultan tarafından sitem edilen
kişinin durumu böyledir. Şöyle ki; efendi, sultanın huzurunda kölesine atı
eğerlemesini emrediyor. Fakat atın eğerlenmesinde kendisinin ölümüne yol
açabilecek tehlikeli bir durum söz konusu olduğu için, gerçekte, kölenin atı
eğer-lememesini irade ediyor. Köle, efendinin, her ne kadar emretmiş olsa da,
atın eğerlenmemesini irade ettiğini anlıyor. Bu durumda, emrin bulunmadığı
söylenemez; zira, şayet ortada bir emir olmasaydı, köle muhalefet etmiş
olmayacaktı ve sultan nezdinde özürünü sayıp dökmeyecekti. Efendinin emretmemiş
sayılması da mümkün değildir; çünkü köle, sultan ve orada bulunan herkes,
efendinin bir emir verdiğini anlamışlardır. Bu da gösteriyor ki, efendi irade
etmediği şeyi emretmiştir. Arkadaşların diyebileceği son söz budur. Bu sözün
altında öyle bir çukur (ğavr) var ki, şayet biz onu gösterecek olursak,
temeller (usul), bunun doğuracağı sonuçlar hakkında yapılacak incelemeyi
taşıyamaz; kurallar sarsılır ve ke-lamcılann çoğunun vehimlerine geliveren
anlayışa aykırı bir biçimde bunları yeniden anlaşılır kılmakla ancak geri
düzeltilebilir. Bu konuda söylenecek söz uzun ve usûl'ün özel amacının
dışındadır. [42]
B. Emrin Sıygası
[1,4171
Bazı usu İçtiler,
emrin bir sıygası olup olmadığı konusunda tartışma bulunduğunu
nakletmişlerdir. Aslında böyle bir başlığın seçilmesi yanlıştır. Çünkü Şâri'in,
'Size şunu emrettim' veya 'siz sununla emrolundunuz' sözü, yine sahabi-nin
'sununla emrolundum' sözü, emre delalet eden birer sıygadır. Sâri1, 'size şunu
vacip kıldım', 'Size farz kıldım', 'size şunu emrettim, terkettiğiniz takdirde
cezalandı olacaksınız' gibi sözleri vücuba delalet eder. Yine Şâri'in 'şu işi
yapmanıza karşılık sevap alacaksınız; terkettiğiniz takdirde ceza
görmeyeceksiniz' sözü nedb'e delalet eden bir sıygadır. Bunlarda hiç bir görüş
ayrılığı yoktur. Görüş ayrılığı ve tartışma, 'yap' sözünün, karinelerden
arınmış olarak bulunduğunda, mücerred sıygası ile emre delalet edip etmeyeceği
ndedir. Bu sıyga bir kaç şekilde kullanılmaktadır;
a) vücub;
"Namazı kıl"
b) nedb;
"Onlarla mükatebe akdi yapın"
c) irşad;
"Şahit tutun"
d) ibâha;
"Avlanın"
e) te'dib;
Hz. Peygamberin îbn Abbas'a söylediği "Önünden ye!" sözü,
f) imtinân
(minnet altında bırakma); Allahın size nzık olarak verdiklerinden yiyin.
g) ikram;
"Selam ile emniyet içerisinde girin"
[1,418] h) tehdid; "Dilediğinizi yapın"
ı) teshir;
"Aşağılık maymunlar olun"
j) değersiz
görme (ihâne); 'Tat bakalım, hani sen güçlü ve kerim idin"
k) eşitleme;
"Sabredin veya sabretmeyin"
1) inzâr;
"Yiyin ve yararlanın"
m) dua;
"Allahım beni mağfiret et!"
n) temenni;
"Ey uzun gece açıl!"
o) kemal-i
kudret; "Ol ve olur!"
Nehiy, yani 'yapma!'
sıygası ise şu anlamlar için kullanılmaktadır:
a) tahrîm;
b) kerahet;
c) tahkîr;
"Gözlerini dikme"
d) akıbeti
beyan; "Sen Allanın, zalimlerin yaptıklarından gafil olduğunu sanma"
e) dua;
"Bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile nefislerimize bırakma"
f) yeis;
"Bugün mazeret göstermeyin"
g) irşad;
"Açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın"
Görüldüğü gibi emir
sıygasının kullanımında onbeş vecih, nehiy sıygasının [1.419] kullanımında yedi
vecih bulunmaktadır. Bunlar içerisinden hangisinin aslî kullanım (vaz1)
olduğunu ve hangilerinin mecazî kullanım olduğunu araştırmak gereklidir.
Usulcüler bu vecihleri, çoğaltmak amacıyla sayıp dökmüşlerdir; bazılarında
tedahül meydana gelmiştir. Msl. "önünden ye!" sözü, 'te'dip' için gösterilmiştir.
Halbuki bu nedb içerisine dahildir ve zaten adab, kendisine teşvik edilen
şeydir (mendub İleyh). Yine "Yararlanın" sözü 'inzar' için
sayılmıştır; halbuki bu, teh-did için olan "Dilediğinizi yapın"
sözüne yakındır. Şimdi bunların tafsil ve tahsili ile sözü uzatmayalım. Vücub,
nedb, irşad ve ibâha tahsil edilmiş dört vecihtir. Nedb ile irşad arasındaki
tek fark, nedb'in ahiret sevabı için olması; irşadın ise, dünyadaki
maslahatlara dikkat çekmek için olmasıdır. Msl. Borçlanmalarda şahit bulundurmayı
terk etmekle sevap azalmayacağı gibi artmaz da.
Kimi alimler emir
sıygasının, tıpkı 'ayn' ve 'kur" lafzı gibi, bu onbeş vecih arasında
müşterek bir isim olduğunu; kimileri, bu derecelerin en altı olan 'ibâha'ya
delalet edeceğini; kimileri bunun 'nedb' için olduğunu ve bir karine sebebiyle
'vücub'a hamledilebileceğini; kimileri de bunun 'vücub' için olduğunu [1,420]
ve bir karine olmadıkça başka vecihiere hamledilemeyeceğinİ söylemişlerdir.
Bu görüşlerden
hangisinin uygun olduğunu tesbit için iki noktayı (makam) ele almak gerekir.
Birinci nokta, bu sıyganın iktiza ve talebe delalet edip etmediğini beyan
etmektir, ikincisi de şu duruma açıklık getirmektir: Eğer bu sıyga ikti-za'ya
şamil ise, -nedb'in emrin altında yer aldığını tercih etmemiz halinde-, iktiza,
hem nedb'de hem de vücub'da bulunmuş olacaktır. Bu durumda emir ikisinden biri
için belirlenmiş olacak mıdır, yoksa her İkisi arasında müşterek midir?
Birinci nokta: Emrin
itaati iktizaya delaleti
'Yap' sözünün,
'ibâha', engelleme anlamındaki 'tehdid* ve 'iktiza' arasında müşterek olduğunu
söyleyenler pek uzak (tutarsız) bir şey söylemişlerdir. Çünkü biz, tüm dillerin
vaz'inda, 'yap', 'yapma', 'dilersen yap, dilersen yapma' sözleri arasında bir
ayırım bulunduğunu anlayabiliyoruz; hatta bu sözlerin, oturmak, kalkmak, namaz
ve oruç gibi muayyen fiiller hakkında değil, mücmel olarak fiil hakkında,
hikaye yoluyla bir ölüden veya gaip birinden nakledilmiş olduğunu varsayarak,
ortada hiç bir karinenin bulunmadığını farzetsek bile, bu sıygaların anlamları
arasında fark bulunduğunu hemencecik anlarız ve kesin olarak biliriz ki, bu
sıygalar, bir anlam hususunda eş anlamlı isimler değildir. Aynı şekilde [1,421]
'Zeyd kalktı', 'Zeyd kalkar/kalkıyor' ve 'Zeyd ayaktadır' sözleri arasında da
fark bulunduğunu, birincinin geçmiş zaman, ikincinin gelecek zaman ve üçüncünün
şimdiki zaman için birer haber olduğunu anlarız. İşte, her ne kadar bazen
karineler yüzünden, geçmiş zaman sıygası gelecek zamanı ifade için, gelecek zaman
sıygası geçmiş zamanı İfade için kullanılabiliyorsa da, dilin yapısı (vaz') budur.
İşte, geçmiş zamant gelecek zamandan ayırdıkları gibi, emri de nehiyden
ayırmışlar ve emir konusunda 'yap', nehiy konusunda da 'yapma' demişlerdir. Bu
iki ifade biçimi, 'dilersen yap, dilersen yapma' biçiminden uzak değildir. îşte
bu, Arapçadan, Türkçeden, Acemceden ve diğer dillerden zorunlu olarak bildiğimiz
emir olup, bazı ender durumlarda, ibâha karinesi ile ve tehdid karinesi ile
birlikte kullanılıyor olması, bizi bu konuda şüpheye düşürmez.
Denirse ki:
Siz niçin, emri
ibâha'ya hamledenlere karşı çıkıyorsunuz; ibâha, emrin kullanıldığı vecİhlerin
en alt derecesi olup, bu husus kesinlikle bilinmektedir.
Deriz ki:
Bu görüş iki yönden
batıldır;
a) Emir,
tehdid ve engelleme anlamına da muhtemeldir. Emrin, tehdid için
vaz' edilmediğini gösteren
yol, aynı zamanda onun tahyîr için vaz' edilmediğini [1,422] de gösterir.
b) Bu
yaklaşım, dilin yapısını araştırmak kabilinden değil, ıstıshâb kabilin-dendir.
Biz, 'yap' sözünün muktezasının yapma ve terketme arasında 'muhayyer bırakmak'
için olduğunu biliyor musun? diye sorduğumuzda, eğer, evet derse, uydurmuş ve
saçmalamış olur. Hayır diye cevap verirse, ona deriz ki; 'Sen, daha, bunun
anlamında tereddüde düşüyorsun; kararsız kalıp beklemen gerekir'. Bundan çıkan
sonuç şudur: 'Yap' sözü, yapma yönünün terketme yönüne ağır bastığını
gösterir. Çünkü fiilin bulunması gerekmektedir. 'Yapma' sözü, terk etme yönünün
yapma yönüne ağır bastığını gösterir. Çünkü fiilin bulunmaması gerekmektedir.
'Sana şunu mubah kıldım; dilersen yap, dilersen yapma' sözü ise, tercihi
kaldırır.îkinci nokta: Bulunması gereken bazı şeylerin tercihi
Vacib ve mendub'dan
her birinin bulunması gerekir ve yapılması terkedilme-sine ağır basar. Aynı
şekilde, yönlendirme yapılan (irşad edilen) şeyler de böyledir. Şu farkla ki
irşad, kulun dünyadaki bir maslahatı yüzünden, bulunması gereğine ve
yapılmasının terkedilmesine ağır bastığına delalet eder. Nedb, kulun
ahi-[1,423] retteki maslahatı için; vücub ise kulun ahirette kurtuluşu içindir.
Tabii kî bu yorumlar, emrin Şâri'den olduğu varsayımına binaendir. Kölesine
'yap' diyen efendi açısından da bir İlaveyle aynı şeyler tasavvur olunabilir.
Bu ilave de, emrin sadece efendinin faydası için olabilmesidir. Msl. Efendi
susadığında kölesine 'bana su getir* diyebilir; fakat bu Allah Teâlâ hakkında
fayda tasavvur olunamaz. Çünkü Allah, 'âlemlerden ganidir; cihad eden kendisi
için cihad etmiştir'.
Kimi alimler, emrin
dildeki konuluşunun vücub için olduğunu; kimileri, nedb için olduğunu ileri
sürmüş; kimileri de hangisi için olduğuna karar verememişlerdir. Bu
kararsızlardan bir kısmı, emir'in, tıpkı, 'ayn* sözcüğü gibi müşterek bir
sözcük olduğunu söylemişler; diğer bir kısmı da, bunun müşterek mi yoksa bu iki
anlamdan biri için vaz' edilip diğerinde mecaz olarak mı kullanılmakta olduğunu
bilemediklerini söylemişlerdir.
Bize göre, tercihe
şayan olan görüş, bu noktada net bir karar verilemeyeceğidir (tevakkuf)- Bu
görüşün kesin delili şudur: Emir'in, bu kısımlardan biri için konulmuş olması,
ya akıl ya da nakil yoluyla bilinecektir. Aklın incelemesi de, ya zarurî ya da
nazarîdir. Dil konusunda aklın yeri yoktur. Nakil ise, ya mütevatir veya âhâd
olur. Ahad haberlerde hüccet yoktur. Tevatüren nakil ise, şu dört kısmın
dışına çıkmaz:[1,424]
a) Dili vaz'
ettikleri sırada dil ehlinden, açıkça 'Biz bu kelimeyi şu anlam için vaz'
ettik' dediklerini ya da vaz'dan sonra bu anlamı kabul ettiklerini nakletmek,
b) Şâri'in,
dil ehlinin böyle dediklerini haber vermesinin veya bunu iddia edeni tasdik
ettiğinin nakledilmesi,
c) İcmâ'
ehlinden nakledilmesi,
d) Batıl
karşısında susması İmkansız olan bir topluluk huzurunda bunun zikredilmesi.
İşte bu dört vecih,
naklin tashih vecihleridir. 'Yap' sözünün veya 'Sana şunu emrettim' veya
sahabinin 'Biz sununla emrolunduk' gibi sözleri hakkında bu ve-cihlerin
hiçbirisi iddia edilemez. Öyleyse bu hususta duraksamak ve beklemek gerekir.
Aynı şekilde emrin, fevr veya terâhî'ye hasredilmesi; tekrar veya tekliğe
hasredilmesi gibi konular da bu gibi yollarla bilinir. Umûm sıygası hususunda kararsız
kalanların, kararsız kalış dayanaktan da budur.
Şimdi delilin tamam
olabilmesi için buna yöneltilen üç soruyu da cevaplayalım; sonra karşı
görüştekilerin şüphe/gerekçelerini zikredelim.
1. Soru:
Sizin bu anlayışınız,
akıl ve nakit buna delalet etmediği halde, İbâha ve teh-did'in, lafzın
muktezasından çıkarılması hususunda aleyhinize döner. Nitekim [1,425]
Araplardan, sarih olarak, 'Biz bu sıygayı ibâha ve tehdid İçin vaz' etmedik;
fakat, onu bu iki anlamda mecaz kabilinden olmak üzere kullandık' şeklinde bir
şey nakl edilmemiştir.
Cevap:
Lügatin istikrası ve
kullanım yönlerinin taranması yoluyla elde edilen bilgi, sarih nakil yoluyla
bilinenden daha kuvvetlidir. Biz aslan isminin bir yırtıcı hayvan için, eşek
isminin bir ehli hayvan için konulduğunu bilmekteyiz. Bu isimler, yiğit kişi ve
aptal kişi hakkında da kullanılmakta ise de, mütevatir kullanım yoluyla
hakikat mecazdan ayrılmıştır, işte, emir, nehiy ve tahyîr sıygaları arasındaki
fark, geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman sıygaları arasındaki fark
gibidir. Bizim bunda hiç bir kuşkumuz yoktur. Ancak, nedb'in vücub'dan temyiz
edilmesi böyle değildir.
2. soru:
Bu, duraksama durumunda da
aleyhinize döner. Nitekim sıyga hususunda duraksama Araplardan nakledilmiş
değildir; siz ne diye keyfi olarak durakstyor-sunuz?
Cevap:
Biz demiyoruz ki,
duraksama bir mezheptir. Fakat Araplar bu sıygayı bazen nedb için bazen vücub
için kullanmışlar ve bu sıyganın, bu iki anlamdan hangisi için konulduğuna dair
bir üstbildihm (tevkif) yapmamışlardır. Öyleyse yapmamız gereken şey, açıkça
söylemedikleri şeyi onlara nisbet etmemek ve onlara adına bir söz uydurmaktan
geri durmaktır. Bu durum, ittifakla, 'Biz, Arapların, fırka, cemaat ve nefer
kelimelerini, bazen üç, bazen dört, bazen de beş kişi hakkında kullandıklarını
görmekteyiz' sözümüz gibidir. Bu lafızlar bu sayılardan her birine müsaittir.
Bunları bu sayılardan birine kesin hüküm biçiminde tahsîs edip [1,426] geri
kalanlar hususunda mecaz saymak mümkün değildir.
3. soru:
Bu yaklaşım, 'Bu
sıyga, tıpkı câriye lafzının kadın ve gemi arasında; 'kur' lafzının temizlik ve
hayız arasında müşterek oluşu gibi müşterektir' sözünüzde aleyhinize döner.
Çünkü bunun müşterek olduğu da nakledilmemiştir. Cevap:
Biz zaten bunun
müşterek olduğunu değil, bu konuda kararsız kalıp duraksa-dığımızı söylüyoruz.
Biz, bu sıyganın, bunlardan biri için konulup da, diğeri için mecaz olarak mı
kullanıldığını, yoksa aynı anda her kişi İçin mi konulduğunu bilmiyoruz. Bu
lafzın, şu anlamda müşterek olduğu da söylenebilir: Biz Arapların lafzı İki
anlam hususunda kullandıklarını gördüğümüzde, eğer bize, bu lafzı asıl
itibariyle bu anlamlardan birisi için koyduklarını, diğeri hakkında mecazen kullandıklarını
bildirmem işlerse, biz lafzın iki anlamda kullanılışını, lafzın bu iki anlam
için vaz' edilmiş olduğu biçiminde yorumlarız. Ne dersek diyelim, bu konu
anlaşılırdır (yakın) [43].
Kelamcılardan bir çoğu, ki
bunlar genelde Muteziledir, ve bir gurup fakih bu görüşü benimsemiştir.
Bunlardan bazıları, bu görüşü Şafiî'den de nakletmiştİr. Nitekim Şâfıî,
Ahkâmu'l-Kur'ân'du, emrin nedb ve vücub arasında gidip geldiğini; nehyin ise
tahrîm için olduğunu söylemiştir. Kocasız kadını (eyyim) evlendirmeyi ise,
"Onlara baskı yapmayın" (Bakara, 2/232} ayeti sebebiyle vacip gördüğünü;
köleyi evlendirmenin vacipliği ise kendisi için açık olmadığını, çünkü bunlara
baskı yapma konusunda bir nehiy bulunmadığını; aksine Öbür konuda "Eyâmâyı
evlendirin" (Nur, 24/32} ayetinin varid olduğunu söylemiştir. Bu bir
emirdir; emir de, nedb ve vücuba muhtemeldir.[1,427]
1. şüphe:
Emrin vücub için
olduğu görüşünde olanların ilk şüphesi şöyledir; 'Yap' ve 'Size emrettim'
sözlerinin, kendisinde vücub ve nedb'in müşterek bulunduğu asgari noktaya İndirgenmesi
gerekir ki bu nokta; fiilin taleb ve iktizası ile yapmanın terketmekten daha
hayırlı olduğudur. Bu husus bilinmektedir. Terketmenin cezaya müncer olacağı
hususu ise biliniyor değildir. O halde bu noktada duraksamak ve beklemek
gerekir.
Bu anlayış üç yönden
bozuktur:
a) Bu bir
istidlaldir ve istidlalin diller hususunda bir rolü yoktur. Ayrıca bu, dil
ehlinden 'yap* sözünün nedb için olduğuna dair bir nakil de değildir.
b) Şayet
lafızları, yakinen bilinen asgari noktaya indirgemek gerekli olsaydı, bu lafzı
da 'ibâha' ve 'izin'e indirgemek gerekirdi. Zira 'Bunu yapmana izin veriyorum,
yap!' denilebilmektedir. Müştereklik bulunan asgari nokta burasıdır. Sevabın
husule gelmesi meselesine gelince, hele hele Mu'tezile mezhebine göre, tıpkı
terkine ceza verilmesinin bilinmediği gibi, bu da biliniyor değildir. Mutezile
mezhebine göre, miibah güzeldir ve failin mubahı güzelliği sebebiyle yapması
caizdir. Diğer taraftan, bu görüşe göre, çoğul sıygasını da çoğulun en alt
düzeyine indirgemek gerekecektir ki onlar bunu kabul etmezler.
c) Onların
zikrettikleri, ancak, vacibin nedb artı bir ziyade (vacib= nedb+ziyade) olması
ve şüpheli olan fazlalığın düşerek aslın kalması durumunda doğru olabilir. Ne
var ki bu da Öyle değildir. Tam tersine nedb kapsamına, terket-menin caizliği
de girmektedir. Siz, hakkında 'yap' denilmiş olan şeyi terketme-nin caiz olup
olmadığını biliyor musunuz? Eğer bilmiyorsanız, daha, bunun nedb olup
olmadığında kuşkuya düşmüş olursunuz. Eğer bunu biliyorsanız, bu bilginin [j,
428] kaynağı nedir? Lafız, terk sebebiyle günaha girmiş olmayı gerektirmez.
Dolayısıyla, terk sebebiyle günahın düşeceğine de delalet etmez.
Denirse ki:
Terketmenin caiz
olmasının, yapma hususunda da bir güçlük bulunmadığından başka bir anlamı
yoktur. Bu, sem'in varid olmasından önce bilinen bir durumdur ve bu konuda
sem'in tanımlamasına ihtiyaç yoktur. Halbuki sonuçta günâhın söz konusu olması
böyle değildir.
Deriz ki:
Emir sıygası varid
olduktan sonra aklın nefye hükmetmesinin bir hükmü kalmaz. Emir, bir gurup alime
göre, vücub için taayyün etmiştir. Dolayısıyla bir ihtimalden daha az
değildir. Eğer bunun nedb olduğu hususunda kuşku (şek) meydana gelirse,
duraksamaktan başka çıkar yol yoktur. Belki bununla, 'Bu yasaklanmış ve
haramdır; çünkü hem vücubun hem de nedb'in zıddıdır' diyenlerin sözünün batıl
olduğuna İstidlal edilebilir.
2.
şüphe/gerekçe:
İkinci gerekçeleri,
Hz. Peygamberin "Size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiğince onu
yapın; bir şeyi yasakladığımda da ondan kaçının[44] sözüne
tutunmaktır. Görüldüğü gîbî Hz. Peygamber, emri bizim güç kapasitemize ve
dilememize havale etmiş, nehy hususunda ise kesin bir ifade kullanmıştır.
Cevap:
Bu gerekçe, emrin dil
ve vaz1 itibariyle nedb için olmadığını itiraf etmek ve Şer' ile istidlal
etmektir. Halbuki delaleti sahih bile olsa, bu tür konular haber-i vahid ile
sabit olmaz. Kaldı ki haberin bu konuya ilişkin bir delaleti de yoktur. Zira
Hz. Peygamber 'Dilediğinizi yapın dememiş, aksine 'gücünüz dahilinde olanı
yapın' demiştir. "Gücünüz ölçüsünde Allahtan korkun" {Teğâbun, 64/16}
ayeti de böyledir. Her îcâb, güç dahilinde olma (istitâat) şartına bağlıdır.
Sonra hadisteki 'kaçının' sözü, nasıl oluyor da kaçınmanın vacipliğine delalet
edebiliyor; 'kaçının' sözü de emir sıygasıdır ve nedb için olma İhtimali vardır.[1,429] [45]
Emrin nedb için
olduğunu savunanlara karşı verdiğimiz cevaplar, bunlar için de geçerlidir ve ek
olarak söylenecek bir husus daha vardır; o da, daha önce belirttiğimiz gibi,
nedbin hakikaten emir altında/kapsamına dahil bulunmasıdır. Emir şayet vücuba
hamledilecek olursa, nedb hususunda mecaz olur. Nedbin gerçekliği varken,
nasıl olur da emir nedb hususunda mecaz olabilir! Zira emrin hakikati, emre
imtisal ve itaat etmektir. Nedb'i yapmak suretiyle imtisal eden kişi de itaat
etmiş olur. Bunun içindir ki, 'biz sununla emrolunduk' denildiğinde, 'vücub
bildiren emir mi yoksa istihbâb ve nedb bildiren emir mi?' diye sorulması uygun
düşer. Halbuki 'Bir aslan gördüm' denildiğinde, 'Sen bununla yırtıcı hayvanı
mı yoksa yiğit kişiyi mi kastediyorsun?' diye sorulması uygun düşmez. Çünkü
aslan lafzı, yırtıcı hayvan için konulmuştur ve ancak bir karîne ile yiğit kişi
anlamına çevrilebilir.
Bunlann, (üçü aklî ve
lüğavî, dördü de şer'î olmak üzere) toplam yedi gerekçesi vardır:(*Aklî ve
liiğavî gerekçeler:)
1. gerekçe:
Emire muhatap olan kişi
(memur), hem dil ve hem de Şer' bakımından, emredilen şeyi yapması gerektiğini
anlar ve muhalefet durumunda, kınama ve cezalandırılmayı ve isyan etmekle
vasıflanmayı uzak görmez. Zaten isyan da kınama bildiren bir isimdir. Bunun
İçindir ki ümmet, namazın ve ibadetlerin vacip olduğunu; "Secde
edin" {Bakara, 2/34} ayeti sebebiyle Adem'e secde etmenin vacip olduğunu
anlamıştır. Yine köle ve çocuk, bununla, efendi ve babanın emrinin vü-cubunu
anlamaktadır.
Cevap:
Tüm bunlar, önceki
iddianın aynısıdır ve o mezhebin tekrar anlatılmasıdır. Bunların hiç birisi
kabul edilecek gibi değildir. Bunlann her biri karineler sayesinde
bilinmektedir. Bazen emreden ile emre muhatap olan kişi arasında bir âdet ve
ahd olabilir ve emre öyle durumlar ve sebepler bitişebilir ki, buna şahit
olanlar bu emirden vücubu anlarlar. Yine 'isyan' isminin, kınama biçiminde
kullanılması [1,430] ise, ancak vücub karinesinden sonra kabul edilebilir.
Fakat isyan ismi, kınama (zemm) biçiminde olmaksızın kullanılabilir. Mst. 'Ben
sana işaret ettim, sen bana isyan ve muhalefet ettin' denilebilir.
2. gerekçe:
Vacib kılma (îcâb),
karşılıklı konuşmalarda gerekli ve önemli olan şeylerdendir. Eğer onların
'yap' sözü, îcâb'dan ibaret değilse, îcâb İçin bir isim konulmamış olur ki,
Arapların bunu ihmal etmiş olmaları imkansızdır.
Cevap:
Bu gerekçeye, 'Nedb de
önemli bir şeydir; öyleyse 'yap' sözü nedb'den ibaret olsun' sözüyle karşılık
verilebilir. Eğer onlar, nedb'in delaletinin, Arapların, 'mendup kıldım',
'irşad ettim' ve 'teşvik ettim' gibi sözleri olduğunu iddia ederlerse, vücubun
delaleti de 'vacip kıldım', 'farz kıldım', 'kesinledim' ve 'ilzam ettim' gibi
sözleri olur. Bu defa da bunların ihbar sıygası veya irşad sıygası olduğunu
İddia ederlerse, inşa sıygası nerede kalmıştır diye sorarız ve bu iddilannın
benzeriyle nedb hususunda onların karşısına çıkarız. Diğer taraftan bu
iddiaları, alım-saüm, icare ve nikah akitlerinin gündeme getirilmesiyle de
batıl olur. Nitekim bu akitlerin, ihbar sıygasından başka bir sıygası yoktur.
Bu akitler yapılırken, 'aldım', 'sattım', 'evlendim' gibi geçmiş zaman
sıygaları kullanılır. Bu akitlerin inşası için özel bir sıyga olmadığı için,
Şer' ihbar sıygasını inşa sıygası yapmıştır.
3. gerekçe:
'Yap' sözü ya
engelleme (men1) ya serbest bırakma (tahyîr) ya da dua ifade eder. Tahyîr ve
engelleme ifade etmesi batıl olduğuna göre, geriye dua ve îcâb ifade edişi
belirlenmiş olarak kalmaktadır.
Cevap:
Dördüncü bir kısım
daha vardır ki, o da, tıpkı müşterek lafızlarda olduğu gibi, bu üç kısımdan
her hangi birini ancak bir karîne sebebiyle ifade etmesidir. Burada, 'yapma'
sözünün tahrîmİ ifade ettiği gibi, 'yap' sözünün de îcâb ifade etmesi gerekir
denilebilir. Buna karşılık biz de şöyle deriz: Bu görüş Şafiî'den
nakledilmiştir. Fakat tercihe şayan olan görüş, tıpkı 'yap' sözünün 'nedb' ve
'îcâb* arasında mütereddid olması gibi, 'yapma* sözünün de 'tenzîh' ve 'tahrîm'
[1,431] arasında mütereddid olmasıdır. Üstelik bu, nehİy hususunda sahih olsa
bile emrin buna kıyas edilmesi caiz olmaz. Çünkü dil, kıyas yoluyla değil,
nakil yoluyla sabit olur.
Onların lüğavî ve aklî
gerekçeleri bunlardır.*Şer’i gerekçeleri:
Bu gerekçeler, aklî ve
lüğavî gerekçelerden daha geçerlidir. Çünkü, şayet Şer' delili, emrin vücub
için olduğuna delalet edecek olsa, biz emri vücuba ham-lederiz. Ne var ki
Şer'in bu konuda delili yoktur.
1. gerekçe:
Biz, dil ve aklın,
emrin vücuba tahsîs edilmesine delalet etmediğini kabul ediyoruz. Fakat buna
Kitâb cihetinden Allah Teâlâ'nın "Allah'a itaat edin ve Resule itaat edin.
Şayet dönerseniz, yüklenmiş olduğu şey onun üzerine, si-zin yüklendiğiniz şey
de sizin üzerinizedir" {Nûr, 24/54} ayeti delalet etmektedir.
Cevap
Bu ayette konuya ilişkin
hiç bir hüccet yoktur. Çünkü bizim tartışmamız ayetteki 'itaat edin' sözü için
de geçerlidir. Yani 'itaat edin' sözünün, nedb mi yoksa vücup mu ifade ettiği
hususu zaten aramızdaki anlaşmazlık noktasıdır. 'Yüklendiği şey ona, sizin
yüklendiğiniz şey de sizedir' sözüne gelince bunun anlamı, her iki tarafın
yüklendiği şey kendinedir; yani Peygamber tebliği yüklenmiştir, siz de bunu
kabul etmeyi. Eğer bunun anlamı, tehdid ve Peygamberden yüz çevirmeye nisbet
ise, bu anlam, Allanın iman temeli hususunda İtaati kastettiğine delildir ve
bu ittifakla vücup üzeredir. Bu lafız, neticede, umûm bir lafızdır ve biz bunu
vücub üzere olan emirlerle tahsîs etmiş oluyoruz. Muhaliflerin tutundukları
ayetlerin hepsi bu türdendir. Bunlar da, hakkında, nedb mi yoksa vücub mu ifade
ettiği tartışması yapılan emir sıygasıdır. Emir sıygasına, bir vaîd bitişecek
olursa, bu karine özellikle bu emrin vücuba delalet ettiğini gösteren bir
[1,432] karîne olur. Eğer bu genel bir emir ise, dinin aslı hususundaki ve
delil ile vücub üzere olduğu bilinen hususlardaki emre hamledilir. Böylece
"Peygamber size neyi verirse alın, neyi yasaklarsa kaçının" {Haşr,
59/7} ayetine, "Onlara rüku edin denildiğinde rüku etmezler"
{Mürselât, 77/48} ayetine, "Rabbine an-dolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda
seni hakem tayin etmedikçe...iman etmiş olmazlar" {Nisa, 4/65} ayetine
verilecek cevap da bilinmiş olmaktadır. Bu ayetler, Hz. Peygamberi doğrulamayı
emretmekte, onun sözünde şüphe etmeyi yasaklamakta ve vacip kıldığı şeyleri
yerine getirme hususunda boyun eğmeyi (inkiyad) emretmektedir.
2. gerekçe:
Onlar, "O'nun emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin veya elemli bir azabın isabet
etmesinden sakınsınlar" {Nûr, 24/63} ayetine tutunurlar.
Cevap:
Onlar bu ayetin bütün
emirler hususunda nass ve âmm olduğunu iddia ederler. Halbuki burada nass
iddiası mümkün değildir. Eğer ayetin âmm olduğunu iddia ederseniz, biz umûmu
benimsemiyoruz ve tıpkı emir sıygasında kararsız olduğumuz gibi, umûm
sıygasında da kararsızız. Yahutta biz bu ayeti, O'nun dinine girmeyi emretmeye
tahsîs ediyoruz. Bunun delili ise, Allanın mendup şeyleri de emir sıygasıyla
bildirmesidir. Nitekim, "Eğer onlar hakkında hayırlı olacağım
biliyorsanız, onlarla yazışma akdi yapın" {Nûr, 24/33} ve 'İki şahit getirin"
{Bakara, 2/282} gibi ayetlerde Allanın emrine muhalefet edenler, bir cezaya maruz
kalmazlar.
Öte yandan, biz
diyoruz ki bu ayet, muhalefeti yasaklamakta, muvafakati emretmektedir.
Muvafakat ise, bir şeyi bulunduğu vecih üzere, yani bu şey vacip ise, vacip olarak;
mendup ise mendup olarak yapmaktır. Bizim tartışmamız İse, muvafakat ve
muhalefet hakkında değil, îcâb sıygası hakkındadır.
Diğer bir nokta da
şudur: Ayet, Hz. Peygamberin emrinin vücup üzere olduğuna bile delalet
etmemektedir, nerde kaldı ki, Allah'ın emrinin vücub üzere olduğuna delil
olabilsin!
3. gerekçe:
Bunlar, ayetler
yanında bir de Sünnet yönünden, birtakım ahad haberlere tutunmuşlardır ki,
şayet bu haberler sahih ve sarih olsa bile, bu gibi temel meseleler bu
haberlerle sabit olamaz. Zaten tutundukları haberlerden hiç biri sarih değil-
[1,433] dir. Bu haberlerden bazıları şunlardır:
a) Bu
haberlerden birisi Hz. Peygamber ile, bir kölenin nikahı altında iken azat
edilmiş olan ve o köleyle evli kalmayı hoş karşılamayan Berîre arasında ge-Çen
şu konuşmadır: Hz. Peygamber bu durumda Berîre'ye "Keşke ona geri
dön-sen!" demiş, Berîre, "Elbette Ya Resulallah! Sen emrettikten
sonra" deyince, Hz. Peygamber "Hayır! Ben sadece arabulucuyum"
demiş, bunun üzerine Berîre "Ben de bunu, vücub emri sanmıştım. Madem öyle
değilmiş, benim o adama hiç ihtiyacım yok!" demiştir.
Cevap:
Bu, Berîre hakkında
bir düzmece ve kuruntudur. Berîre'nin sözlerinde, sadece şöyle bir açıklama
isteği (istifham) bulunmaktadır; Berîre, bunun Allah Teâlâ tarafından yapılmış
şer'î bir emir mi, -ki eğer böyle bir emir ise, sevap umuduyla ona itaat
etsin-, yoksa koca lehinde bir arabuluculuk mu, -ki eğer böyleyse, kendi
yararını kocanınkine tercih etsin-, olduğunu anlayamamıştır.
Hz. Peygamberin
arabuluculuğuna olumlu cevap vermenin de mendup olduğu ve bunda sevap bulunduğu
söylenecek olursa deriz ki: Madem öyle, müslü-manın sevaba ihtiyacı olduğu
halde Berîre nasıl olmuş da 'Benim o adama İhtiyacım yok!' diyebilmiştir.
Demek ki durum pek sizin dediğiniz gibi değil, fakat şöyledir; Berîre, sevabın,
dünyevi amaçlara ilişkin hususlarda değil, Allah Teâlâdan sadır olan emirler
hususunda ve Allah'a ait olan hususlarda Hz. Peygambere itaat etmede olduğu
kanaatindedir. Yahutta Berîre, bunun derece bakımından, teşvik edildiği şeyden
daha aşağı olduğunu anlamış ve bu yönde açıklama istemiştir; yahutta
kendisinin vücub hususunda şüphesi bulunduğunu karîne ile anlatmış ve emri
vücub olarak dile getirmiş ve kendisine durum anlatılmıştır.
b) Hz.
Peygamberin "Şayet ümmetime ağır geleceğini bîlmeseydim, her namaz
esnasında onlara diş fırçalamayı (sivâk) emrederdim'[46] sözüdür. Bu söz, emrin (nedb için değil)
vücup için olduğunu göstermektedir; nitekim emretmediği halde diş fırçalamak
menduptur.
Cevap:
Hz. Peygamber, bu
sözden daha önceleri de onları diş fırçalamaya mendup olarak teşvik ettiğinden,
emirle daha ağır olan şeyi kastettiğini anlatmış olmaktadır. Yahutta
kendisine, "Şayet sen onlara 'dişlerinizi fırçalayın' sözünle bunu
emredecek olursan, biz bunu onlara vacip kılarız" şeklinde bir vahiy
gelmiştir ki, biz, Hz. Peygamberin emir sıygasını mutlak olarak kullandığında,
bunun Allah Teâlânın vacip kılmasıyla vacip olacağını anlarız.
c) Hz.
Peygamber, Ebû Saîd el-Hudrî'yİ çağırmış, Ebû Saîd el-Hudrî namazda olduğu
için bu çağrıya icabet etmemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona "Sen
Allah Teâlânın 'Sizi, size hayat verecek olan şeye çağırdığında, Allah'a ve
Resule icabet ediniz' {Enfâl, 8/24} sözünü duymadın mı?" demiştir. Bu kınama,
Hz. Peygamberin emrine muhalefet sebebiyledir.
Cevap:
Hz. Peygamberden bir
emir sadır olmamıştır. Sadır olan sadece seslenmektir (nida). Hz. Peygamber,
kendisine tazim göstermenin vacip olduğunu; çağrısına cevap vermemenin de,
emrini hafife almak ve küçümsemek olduğunu karineler yoluyla onlara zaruri bir
biçimde öğretmiş olmaktadır. Bu anlayışın delili şudur: Bir kere Ebû Saîd
namazdadır ve namazı tamamlamak vaciptir. Mücerred seslenme bir vacibin
terkedileceğinİ göstermez. Tam tersine vacip, ancak kendisinden daha önemli bir
vacip sebebiyle terkedilebilir. Msl. Suda boğulmak üzere olanları kurtarmak
için namazı terketmenin vacip oluşu böyledir. Sırf seslenme buna delalet etmez.
d) Akra' b.
Habis 'Bu yaptığımız hac, sadece bu yılımız için midir, yoksa bütün hayatımız
boyunca bizim için yeterli midir?' sorusu üzerine Hz. Peygamber, "Bütün
ömrünüz içindir (lil-ebed). Şayet bu yılınız için deseydim, her yıl hacc
yapmanız vacip olurdu" demiştir. Bu da gösteriyor kî Hz. Peygamberin bütün
emirleri vacip kılmak içindir.
Cevap: [1.434]
Haccın vacip oluşu
"Yoluna güç yetirenler üzerine, hacc etmek Allah'ın hakkıdır" {Al-i
tmrân, 3/97} ayetiyle ve başka sarih bir takım hususlar ile bilinmiştir. Akra'
ise, hacc yapma emrinin, tekrar için mi yoksa bir kere için mi olduğundan
şüphe etmiştir. Zaten, emir her ikisine de ihtimallidir. Hz. Peygamber bu
ihtimallerden birini belirleyecek olursa, bu ihtimal, Hz. Peygamberin beyanı
ile bizim hakkımızda belirlenmiş hale gelir. Hz. Peygamberin 'Şayet evet
deseydim vacip olurdu' sözünün anlamı, 'şayet belirleyecek olsaydım belirlenmiş
olurdu' şeklindedir.
4. gerekçe:
Dördüncü gerekçeleri
icmâ1 cihetindendir. iddia ediyorlar ki; ümmet, bütün asırlarda, ibadetlerin
vacip kılınması ve yasakların fahrîmi hususunda "namazı kılın ve zekatı
verin" {Bakara, 2/43J ve "Müşriklerle topyekun savaşın" {Tevbe,
9/36J gibi ve "Zinaya yaklaşmayın" {Isrâ, 17/32}, "Ribayi
yemeyin" {Al-i tmrân, 3/130}, "Onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin" {Nisa, 4/2}, "Nefislerinizi öldürmeyin" {Nisa,
4/29} ve "Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın" {Nisa,
4/22} gibi ayetlerdeki gibi, emirlere ve nehiylere müracaat etmiştir.
Cevap:
Bu, ümmet adına bir
uydurma, düzmece ve onları, tenzih edilmeleri gereken bir yanlışa nisbet
etmedir. Evet, enirin zahirinin vücub olduğunu zanneden bir gurubun bu
yaklaşımı ileri sürmeleri mümkündür. İşin erbabı -ki bunlar azınlıktadır- ise,
bunun (enirin vücup ifade etmesinin) karineler ve deliller yardımıyla olduğunu anlamışlardır.
Bunun delili şudur: Onlar, namazın vacipliğine ve zinanın haramhğına kesin
gözüyle bakmışlardır. Halbuki emir, doğrudan nedb için konulmuş olmasa bile,
hiç değilse nedb ihtimali vardır; yine nehyin tenzîh'e ihtimali vardır. Böyle
bir ihtimale rağmen onlar, şayet kesin deliller olmasaydı, bunlara kesin
gözüyle bakabilirler miydi! Onların sözü, tıpkı, emrin nedb için olmasının
icmâ' ile sabit olduğunu söyleyenlerinki gibidir. Nitekim ümmet, kitabet
(yazışma) akdi ve şahit getirme gibi işlerin mendupluğuna, emir sıygası sebebiyle
hüküm vermişlerdir. Ümmetin nedb'e hamlettiği emirler daha fazladır. Nitekim
nafileler, sünnetler ve adab, farzlardan daha çoktur. Zira hiç bir farz yoktur
ki, ona, onun itmamına ve adabına ilişkin pek çok sünnet bulunmasın!
Yahutta biz, ümmetin,
"Avlanın" {Mâide, 5/2} ve "namaz bittiğinde yeryüzüne
dağıtın" {Cumua, 62/10} ayetlerinde ibâhaya hükmetmiş olduklarından
hareketle, emirlerin ibâha ifade ettiğini de söyleyebiliriz. ibâha hükmü eğer
karine yardımıyla ise, vücub da öyledir. Bu karinelerin neler olduğu sorulursa
deriz ki: Msl. "namazı kılınız" ayetini vücuba hamletmenin karinesi;
'Namaz, müminlere zaman dilimlerine ayrılmış bir farzdır" {Nisa, 4/103}
ayeti yanında, namazın terki hususunda varid olan tehditler ve korku-şiddet
durumlarında bile namaz mükellefiyetinin devam ettiği yönünde varid olan
şeylerdir. Zekat hususundaki karine ise, "Zekatı verin" ayetine,
"Altın ve gümüşü Allah yolunda bunlardan yararlanmaksızın biriktirenler...
onların yüzleri, böğürleri ve sırtları bu altın ve gümüşlerle
dağlanacaktır" {Tevbe, 9/34} ayetinin bitişmiş olmasıdır.
[1,435] Orucun
vacipliği ise, "Size oruç yazıldı" {Bakara, 2/183} ayeti ve
"Başka günlerde bunun sayısınca" {Bakara, 2/184} ayetleri yanmda
hayızlı kadının, tutamadığı oruçları sonradan tedârik (kaza) etmesinin vacip
kılınmasından anlaşılmıştır. Zina ve öldürme de böyledir. Bunlar hakkında,
peygamberlik süresince birbiri ardına gelen tehditler ve delaletler varid
olmuştur, tşte ümmet bu sebeplerden dolayı bu hususlara kesin gözüyle
bakmışlardır; yoksa ki, olsa olsa 'zahir' olabilen ve ihtimale açık bulunan
mücerred emir sebebiyle değil.
Mesele: (Tahrîmden
sonraki emir sıygası)
Birisi çıkıp tahrîmden
sonra gelen 'yap' sözünün mucebinin ne olduğunu ve daha önceki tahrîmin bir
etkisinin bulunup bulunmadığını sorabilir.
Deriz ki:
Kimileri, önceki
tahrîmin kesinlikle bir etkisi olmayacağını; kimileri de, önceki tahrîmin
'yap' sözünü 'ibâha'ya çeviren bir karine olduğunu söylemişlerdir. Bizce
tercihe şayan olan görüş şudur: Öncelikle konu araştırma ve incelemeye tabi
tutulur; eğer Önceki tahrîm, msl. "İhramdan çıktığınızda avlanın"
ayetinde olduğu gibi, bir illet sebebiyle getirilmiş geçici (arız) bir hüküm
ise ve 'yap' sıygası da bunun zevaline ilişkin kılmmışsa, her ne kadar, bu
tahrîmin nedb ve ibâha yoluyla kaldırılmış olabileceği de ihtimal dahilinde ise
de, kullanım örfü, bu 'yap' sıygasının yalnızca kınamayı kaldırmak için
olduğuna ve söz konusu işin önceki hükmüne döndüğüne delalet eder. Fakat yaygın
olan, "Yeryüzüne dağı-lm" ayeti, Hz. Peygamberin "Kurban
etlerini saklamayı size yasaklamıştım; artık saklayabilirsiniz" sözünde de
olduğu gibi, bizim zikrettiğimiz husustur.
Ancak, eğer önceki
haramlık, bir İllet sebebiyle getirilen geçici bir hüküm değilse ve 'yap'
sıygası bunun kaldırılmasına talik edilmiş değilse, bu takdirde, bu sıyganın
mucebi, nedb ve ibâha arasında tereddütlü olarak kalır. Biz burada ibâha
ihtimalini ağır bastırıyoruz; bu da, her ne kadar bu ihtimali, belirlenmiş hale
getiremese de, hiç değilse, ağır bastıran bir karîne olur. Zira bu sıyga
hususunda kullanım örfü bulunduğunu iddia etmek ve örfü, lügatteki konuma
(vaz1) üstün getirmek mümkün değildir.
Öncesinde yasak
bulunan bir konuda, 'yap' sıygası kullanılmayıp, mesela, 'ihramdan çıktığınızda,
siz avlanmakla emrolundunuz' gibi bir ifade kullanılsa, bu ifadenin, nedb ve
vücub ihtimali vardır; ibâha ihtimali yoktur. Çünkü bu, bu biçimde örf haline
gelmiştir. Bu ve benzeri durumların haricindeki" bütün yerlerde, 'size
şunu emrettim' sözü, 'yap' sözüne benzemektedir[47].
Bu inceleme (nazar), Özel
bir sıygaya ilişkin olmayıp gerek nedb, gerekse vücub için olsun, 'yap' sözü
ile 'sizeemrettim...', 'sizler ...emrolunmuşlarsınız' sözü ve ister işaret
yoluyla isterse lafız veya başka bir karîne yoluyla bir şeyin emredilmesine
delalet eden her türlü delil hakkındadır. Şu kadar ki biz, kendisine kıyas
yapılabilmesi için sadece 'yap' sözünün muktezası üzerinde duracağız.
Mesele: (Emir, tek
kerelik için mi yoksa tekrar için midir?)
'Oruç tut (sum)' sözü,
kendi özünde vücub ve nedb arasında muhtemel (mü-tereddid) olduğu gibi, zamana
izafetle, fevr ve terahi arasında; mikdara izafetle de 'bir kereye mahsus olma
(merre)' ve 'tüm ömrü kapsama' arasında da muhtemeldir.
Kimi alimler, emrin,
'merre' için olduğunu ve tekrara muhtemel bulunduğunu, kimileri de 'tekrar'
için olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tercihe şayan olan görüş şudur; bir kerelik
yapma bilinmektedir; bir kere yapmakla zimmetin bert olup olmayacağı ise
tartışmalıdır. Dildeki konumu itibariyle lafızda, ne ziyadenin yokluğuna ne de
varlığına bir delil vardır. Kararsızların (vâkıfiyye) görüşünün kıyası, bu
lafızın, tıpkı nedb ve vücub arasında tereddütlü olduğu gibi, merre ve ziyade
arasında da tereddütlü olması sebebiyle, bu hususta da karasız kalmaktır. Fakat
ben diyorum ki, bu tereddüd, müşterek lafızın tereddütlü olması gibi, lafzın
bizzat kendisinde olan bir tereddüt değildir, tersine lafız, emredilen şeyin
kemmiyetine İHşmemekte, fakat, kemmiyetin beyanı yoluyla tamamlanması muhtemel
bulunmaktadır; Msl. lafzın kendisinde, sayıyı belli edecek hiç bir şey
bulunmadığı halde ve lafız müşterek lafzın konulusu gibi tek tek sayılar için
konulmuş olmadığı halde, bizim bunu yedi kere veya beş kere ile tamamlamamız
muhtemeldir. Yine Zeyd'i veya Amr'ı belirtmeksizin *öldür' demek de böyledir.
Bu söz, [II, 3] bîr ekleme olmastzm, eksik bir sözdür. Bu söz, ancak, bu
ziyadeye, beyan anlamında olmaksızın, delalet eden bir lafızla tamamlanabilir.
Denirse ki:
Bizim meselemizle
öldürme meselesi arasında bir fark vardır; 'öldür' sözü eksik bir söz olup bu
söze imtisal etmek mümkün değildir. 'Oruç tut' sözü ise, tam ve anlaşılır bir
söz olup, imtisal edilmesi mümkündür.
Deriz ki:
Tıpkı, hiç bir fark
olmaksızın 'bir gün oruç tut' dediğinde, her hangi bir gün oruç tutmakla emre
imtisal etmiş sayılacağı gibi, burada da, mücerret 'öldür' sözüne dayanılarak
her hangi bir şahsın öldürülmesiyle kişi İmtisal etmiş sayılır ve 'öldür' sözü,
adeta, 'bir şahsı öldür' sözü gibi olur. Çünkü zikredilmemiş bile olsa,
öldürülen şahıs, öldürme işinin zorunlu sonucudur. Aynı şekil de, 'gün' de,
açıkça belirtilmemiş bile olsa, oruç tutmanın zorunlu gereğidir. Bütün
bunlardan çıkacak sonuç, bir defa yapmak suretiyle kişinin zimmetinin berî
olacağıdır; çünkü, bîr defa yapmanın vacipliği bilinmektedir ve ziyadenin
vacipliği konusunda ise bir delil yoktur. Zira lafız, bu ziyadeye değinmemekte,
dolayısıyla da ziyade açısından, aynen, 'oruç tut' sözünden önceki durum gibi
olmaktadır. Biz, vacip-liğin nefyinde kuşku duymuyoruz, hatta vacipliğin
bulunmadığını kesin olarak söylüyoruz. 'Oruç tut' sözü, bir gün hususunda
kesinliğe delalet etmektedir, dolayısıyla, bir günden fazlası da, önceki hali
üzere kalmaktadır. İşte kemmiyetten mücerred lafzın mutlak kullanımından ortaya
çıkan durum budur. Bu anlayış, yemin konusuyla desteklenebilir. Msl. Bir
kimse, 'Vallahi, oruç tutacağım' diye yemin etse, bir gün oruç tutmakla
yeminini yerine getirmiş olur. Yine 'Allah için oruç tutmak boynumun borcu
olsun' derse, aynı şekilde, bir gün oruç tutmakla nezr uhdesinden çıkmış olur.
Çünkü her iki durumda da kişi, ziyadeye değinme-miştir.
Denirse ki:
Şayet tekrar, ömür
boyu oruç tutmak (savmu'1-ömr) olarak tefsir edilse, tıpkı, kişinin, 'Öldür'
sözüyle ben Zeyd'i öldürmeni kastettim ve 'oruç tut* sözüyle, özellikle
cumartesi günü oruç tutmanı kastettim demesinde olduğu gibi, bu tefsir, ya
muhtemel olmayan bir şeyle tefsir olur ya da bir ziyade katmak olur. Bu
ise,lafzı, muhtemel bulunmadığı şeyle tefsir etmek olur; hatta bu, tefsir bile
olmayıp, önce zikretmediği ziyadeyi sonradan zikretmek olur. Halbuki
zikredilen lafız, ne iştirak, ne mecaz ve ne de belirleme (tansîs) yoluyla, bu
ziyade için konulmuştur.
Deriz ki:
Bu konu inceleme ve
tartışmaya açıktır. Bizce daha zahir olan görüş şudur: [n, 4] Eğer o lafzı,
dokuz veya on gibi özel bir sayıyla tefsir ederse, bu yapılan iş, tefsir değil,
ziyade ile tamamlama olur. Zira lafız, tekerrür ve sayıya delalet için uygun
değildir. Eğer bununla, tüm Ömrü kapsamasını (istiğrak) kastediyorsa, bu takdirde,
orucun kendi hakkında külliyetini kastetmiş olur ve adeta, orucun külliyeli bir
tek ferd olur. Zira bunun bir tek tanımı ve bir tek hakikati vardır ve bu, nevi
itibariyle de bir tektir. Nitekim 'bir gün', sayı itibariyle bir olup, lafzın
buna ihtimali vardır ve bu, bir ziyade getirmek değil, kastedileni beyan olur.
Bunun içindir ki bir ktmse, aklına her hangi bir sayı getirmeksizin, karısına
'sen boşsun' dese, bu lafzın zaruri sonucu bir tek talak olur ve bir talaka
mahsus olur. Eğer bunu söylerken üç talaka niyet etmişse, lafzın ihtimal
alanından uzaklaşmış olur. Çünkü bu, talakın külliyeli olup, cins veya nevi
itibariyle tektir. Bunu söylerken, İki talaka niyet etmişse, bu durumda, en
derinlikli görüş Ebû Hanîfe'nin lafzın buna ihtimali bulunmadığı şeklindeki
görüşüdür. Şafiî'nin görüşünün izah yönünü biz, el-Mebâdî ve'l-Ğâyât adlı
kitabımızda tekellüf etmiştik.
Denirse ki:
Tamamlayıcı kabilinden
olan ziyadenin lafızda kastedilmesi pek uzak düşmez. Dört karısı olan bir
kimse 'karımı boşadım' dese ve arkasından 'ben niyetimle Zeyneb'i
kastetmiştim' dese, lafzın söylendiği andan itibaren talak gerçekleşmiş olur.
Şayet lafzın buna ihtimali olmasaydı, talak, lafzın ilk söylendiği andan
değil, tayin vaktinden itibaren geçerli olurdu.
Deriz ki:
Aradaki fark, epeyce
derin ve incedir. Çünkü 'kanmı' sözü dört karı arasında müşterek olup, her
birisi için kullanılmaya elverişlidir. Dolayısıyla 'karımı boşadım' sözü,
müşterek yoluyla bu adı almış olanlardan birinin kastedilmesi gibidir. Talak
sözü ise, bir anlam için konulmuş olup bir sayıyla ilişiği yoktur; oruç sözü de
yine bir anlam İçin konulmuş olup yedi ve dokuz ile ilişiği yoktur. Sayılar
mevcut değildir ki oruç ismi,-bu ikisi arasında, 'kan' isminin dört kan
arasında müşterek oluşu gibi, müşterek olsun!
Muhaliflerin
gerekçeleri (şüpheleri):
1. Gerekçe:
"Müşrikleri öldürün" sözü, her müşrikin öldürülmesine şamildir. [II,
5] 'Oruç tut' ve 'namaz kıl* sözünün de aynı şekilde tüm zamana şamil olması gerekir.
Çünkü müşterek lafzın bütün şahıslara izafesi gibi, bu sözün de tüm zamanlara
izafesi birdir.
Deriz ki:
Biz umûm sıygasını
kabul etsek bile, bu verdiğiniz örnek onun benzeri (nazîr) değildir. Tersine
umûm sıygasının benzeri, 'Bazı günler oruç tut (Sum el-eyyâm)' ve 'Bazı
vakitlerde namaz kıl (Salli fi'1-evkât)' denilmesidir. Salt 'oruç tut' sözünün
ise ne umûm ne de husus sebebiyle zamana ilişiği vardır. Şu kadar ki zaman,
tıpkı mekan gibi, bu İşin zaruretindendir. Her ne kadar fiilin tüm mekanlara
nisbeti aynı derecede ise de, fiili tüm mekanlara genellemek gerekli değildir.
Zaman da tıpkı bunun gibidir.
2. Gerekçe:
'Oruç tut' sözü, tıpkı 'oruç tutma' sözü gibidir. Nehyin gereği (muceb), orucun
ebediyyen terkedilmesidir. Öyleyse emrin mucebi de orucun ebediyyen tutulması
olsun. Bu yaklaşımın Özü şudur: Bir şeyi emretmek o şeyin zıddını yasaklamak
demektir. 'Kalk' sözü ve 'oturma' sözü birdir; 'hareket et' sözü ve 'durma*
sözü birdir. Birisi, 'durma' dese sürekli olarak hareket etmek gerekir;
'hareket et' sözü, 'durma' sözünü içermektedir.
Deriz ki:
'Bir şeyi emretmek
onun zıddını yasaklamaktır' sözünüzün batıl olduğunu Birinci Kutupta
göstermiştik. Bunu kabul etsek bile zımnında emir anlamı taşıyan nehyin umûmu,
bunu içeren emre göredir. Çünkü bu durumda nehiy ona tabidir. Şayet, 'bir defa
hareket et' dese, yasaklanmış olan duruş da, sadece bir defaya mahsus olur.
Yukarıda açıklandığı üzere, 'hareket et' sözü, 'bir defa hareket et' sözü
gibidir.
Onların burada emri
nehye kıyas etmeleri ise, beş yönden batıldır:
1) Dil
hususunda kıyas batıldır. Çünkü dil, kıyas yoluyla değil, tevkîf yoluyla sabit
olur.
2) Biz,
mücerret lafızlı nehyin, mutlak olarak vazgeçmeyi gerektireceğini kabul
etmiyoruz. Tersine, msl. oruç tutan birine 'oruç tutma' denilse, bu kişinin
'acaba, yalnızca bugün oruç tutmamı mı yasaklıyor yoksa ebediyyen mi?'
dİye-[II, 6] rek açıklama istemesi caizdir. Bu noktada tasrih, 'hiç bir zaman
oruç tutma' ve 'bir gün oruç tutma' demektir. Oruç tutmayı yasaklayan kişi,
böyle bir tasrihte bulunmayıp sadece 'oruç tutma' demekle yetİnse ve yasağa
muhatap olan kişi de yalnızca bîr gün oruç tutmasa, bu durumda, yasağa muhatap
olan kişinin nehyin hakkını yerine getirdiği söylenebilir. Onların bu cevap
karşısında, şer'î ve örfî yasaklardan medet umup, bu yasaklan sürekliliğe
(devam) hamletmeleri onları
kurtarmaz. Çünkü adam,
bu yasakların sürekli oluşunu, salt nehiy sıygası ile değil, Şer'in, zina,
hırsızlık ve diğer tüm kötülükleri mutlak olarak ve her halükarda yok etmek
istediği hususunda zaruri bilgi gerektiren delillerle bildiğini söylemektedir.
Msl. Biz, imanın sürekli olması gerektiğini söylüyoruz, fakat bunu satt 'iman
edin' sözü sebebiyle değil, imanın devamlılığının amaçlandığını gösteren
deliller sebebiyle.
3) Biz emir
ve nehiy arasında fark gözetiyoruz -Öyle sanıyorum ki en doğrusu da budur- ve
diyoruz ki; emir, emredilen şeyin mutlak biçimde var olması gereğine; nehiy
ise yasaklanan şeyin mutlak surette var olmaması gereğine delalet etmektedir.
Mutlak yokluk (en-nefyu'1-mutlak) geneldir; mutlak varlık ise genel değildir.
Bir defaya mahsus olarak var olan şey mutlak olarak var olmuş olur; bir defaya
mahsus olarak yok olan şey İse mutlak olarak yok olmuş değildir. Bunun İçindir
ki, 'yapacağım' diye yemin eden kişi, bir defa yapmakla yeminini yerine
getirmiş olur; 'yapmayacağım' diye yemin eden kişi ise bir defa yapmakla yeminini
bozmuş olur. Oruç tutacağım diyen kişi, bir defa oruç tutmakla vadini doğrulamış
olur; oruç tutmayacağım diyen kişi ise her bir oruç tutmasında yalancı olur.
4) Şayet
emir, tekrara hamledilecek olursa tüm meşguliyetler durur. Halbuki nehyin
tekrara hamledilmesi bu sonucu doğurmaz. Çünkü nehyin zıddı olmayan bir işle
meşgul olurken, bir anda, birçok şeyden kaçınmak mümkündür. Bu yaklaşım
fasittir. Çünkü bu, dili, meşakkat ve zorluğa dönük bir şeyle tefsir etmektir.
Şayet, 'sürekli olarak yap' dese, lafzın mucebi, emredilen şeyin zorluğu sebebiyle
değişmez. Eğer engel, özellikle zorluk ise öyleyse kolaylıkla yapılanlarla
değil, güçlük ve tneşakketle yapılanlarla yetinilsin.
5) Nehiy, yasaklanan şeyin çirkinliğini İktiza
eder ve çirkinden tamamıyla [H, 7] uzak
durmak gerekir. Emir İse, emredilen şeyi güzelliğini iktiza eder; tüm güzel
şeyleri yapmak da vacip değildir. Aslında bu yaklaşım da fasittir. Çünkü emir
ve nehiy, güzellik ve çirkinliğe delalet etmez. Nitekim Araplar, çirkin şeyin
emre-dilmesini de emir olarak adlandırmışlar ve 'çirkin bir şeyi emretti; bunu
emretmesi gerekmezdi' demişlerdir. Sert emrin, güzelliğe; şer! yasaklamanın
çirkinliğe delalet etmediği de sabit olmuştur. Çünkü şeylerin zatlarına
nisbetle güzellik ve çirkinliğin hiç bir anlamı yoktur, tersine, güzel,
'emrolunan'; çirkin ise 'ya-saklanan'dır. Öyleyse güzellik ve çirkinlik illet
yada metbû' olmayıp, emire ve nehye tabidir.
3. Gerekçe:
Şer'in, oruç, namaz ve zekat hakkındaki emirleri, tekrara hamle-dilmektedir; bu
da gösteriyor ki, emir tekrar için vaz edilmiştir.
Deriz ki:
Şer'in hac hususundaki
emri de, bir kereliğe hamledil mistir; Öyleyse bu da emrin bir kerelik için vaz
edilmiş olduğunu göstersin. Eğer sizin söylediğiniz bir delile dayanıyorsa, bu
da delil ve karinelere hatta, salt emrin dışındaki sarih ifadelere
dayanmaktadır. Kimileri bizim bu sözümüze, bu konudaki karinenin sebeplere ve
şartlara muzaf olduğunu; tekrarlanan bir şarta izafe edilen her şeyin vücubunun
da tekerrür edeceğini söyleyerek cevap vermeye çalışmışlardır. Biz bunu
aşağıdaki meselede açıklayacağız.
Mesele: (Şarta
bağlanmış emir tekrar için midir?)
Şarta bağlı kılınmış
(muzaf) emrin, tekrar için olmadığı görüşünü benimseyenler ayrılığa düşmüşler;
kimileri, bağlı kılmanın (izafet) hiç bir etkisi bulunmadığını; kimileri de
şartın tekerrür etmesiyle emrin de tekerrür edeceğini söylemişlerdir. Tercihe
şayan olan görüş, şartın hiç bir etkisinin olmamasıdır. Çünkü 'ona vur' sözü,
tekrarı gerektirmeyen bir emirdir. Yine, 'eğer ayakta ise yahut ayağa kalktığı
zaman ona vur' sözü de tekrarı gerektirmez. Tersine bu sözü söyleyen kişi, bir
tek, mutlak olarak söylediği 'vur' sözünün iktiza ettiği vurma işitil, 8] nin
'ayakta bulunma' durumuna has olduğunu kastetmektedir. Bu söz tıpkı bir
kimsenin, vekiline 'eğer eve girerse, karımı boşa' demesi gibi olup bu İkinci
söz, karının eve tekrar tekrar girmesiyle emrin de tekrarını iktiza etmez;
hatta, adamın, karısına 'eğer eve girersen boşsun' demesi dahi, girmenin
tekrarlanmasıyla boşama işinin de tekerrür edeceği anlamına gelmez. Ancak,
adamın, 'eve her ne zaman ki giriyorsun, boşsun' sözü bundan farklıdır. Yine
Allah Teâlâ'nın, "Kim aya (Ramazan) şahit olursa, o ayı oruç tutarak
geçirsin" {Bakara, 2/185} sözü de böyledir. 'Güneş tam tepeden batıya
doğru kaymaya başladığında namaz kıl' sözü, bir adamın kanlarına 'içinizden aya
şahit olacak olanlar, boştur' sözü ve 'kimin üzerinde güneş zeval bulursa o
boştur' sözü gibidir.
Onların iki gerekçesi
vardır:
1. Gerekçe:
Hüküm, illetin tekerrür etmesiyle tekerrür etmektedir; şart da illet gibidir,
zaten, Şer'in illetleri de alametlerdir.
Deriz ki:
illet eğer aklî ise,
aklî illet bizzat gerektiricidir; malûl olmaksızın, aklî illetin varlığı
düşünülemez. Eğer illet serî bir illet ise, hükme başka bir karîne bitişmediği
sürece biz, hükmün, sırf hükmün illete izafe edilmesi sebebiyle tekerrür edeceğini
kabul etmiyoruz. Bu da kıyas ile teaabüd'dür. Kıyas ile teabbüdün anlamı da,
illete tabi olmayı emretmektir. Adetâ Şer', 'hüküm bu illetle sabit
olmaktadır;siz buna tabi olun' demiş olmaktadır.
2. Gerekçe:
Şer'in emirleri, sadece, sebeplerin tekerrür etmesiyle tekerrür eder. Msl.
"Eğer cünüp iseniz, temizlenin" {Mâide, 5/6}, "Namaz kılmaya
yeltendiğinizde ...yıkayınız" {Mâide, 5/6} ayetleri böyledir.
Deriz ki:
Sebeplerin tekrarı
sebebiyle emirlerin de tekerrür edeceği hususu, dilin ve salt izafenin gereği
olan bir husus olmayıp, tam tersine, her bir şart hususunda şer'î bir delil ile
bilinir. Nitekim Allah Teâlâ, "Yol olarak güç yetirenlerin haccetmeleri
insanlar üzerinde Allahın hakkıdır" dediği halde, güç yetirmenin tekerrürü
sebebiyle vücup tekerrür etmemiştir. Eğer onlar bu durumu delile havale edecek
olurlarsa, biz de tekerrür eden şeyleri delile havale ederiz. Kaldı ki, henüz
abdesti bozulmamış olan birinin namaza yeltenmesi durumunda, yeniden ab-dest
alması gerekmez. Yine, cünüp olan kişinin de, namaz kılmayı kastetmediğinde,
temizlenmesi vacip değildir. Görüldüğü gibi vücub mutlak olarak tekerrür
etmemekte, fakat bu hususta delilin gereğine göre davranılmaktadır.
fil 91
Kimi alimlere göre
mutlak emir, emrin derhal yerine getirilmesini (fevr) iktiza eder, kimilerine
göre de bunu gerektirmez. Kararsızlar gurubundan (vâkıfiyye) birkısmı, bu
konuda da kararsız kalmıştır. Kararsızlardan birkısmı, kararsızlığın, emrin
gereğini geciktiren kişinin, imtisal etmiş sayılıp sayılamayacağı noktasında
olduğunu; emri hemen yerine getirmeye davranan kişinin imtisal etmiş olacağında
kuşku bulunmadığını söylerken, diğer bir kısım kararsızlar aşırılığa düşerek,
emri hemen yerine getirmeye davranan kişi hakkında da kararsız kalınacağını
söylemişlerdir.
Tercihe şayan olan
görüş, emrin yalnızca imtisal etmeyi iktiza ettiği ve derhal yapma İle
gecikmeli olarak yapmanın imtisal açısından eşit olduğudur.
Burada önce,
kararsızlık (vakf) görüşünün batıl olduğunu göstermeye çalışalım. Kararsızlık
görüşünü benimseyen kişiye soruyoruz; emri derhal yerine getiren kişi imtisal
etmiş midir etmemiş midir? Eğer burada kararsız kalırsan senden önce
gerçekleşmiş bulunan icmâ-ı ümmete aykın davranmış olursun. Çünkü ümmet, hemen
imtisale davranan kişinin tâat hususunda aşın titizlik göstermiş olacağında ve
övgüyü hak edeceğinde ittifak etmiştir. Kendisine 'kalk* denilen kişi,
kalktığında, kendi nefsinde emre imtisal etmiş olduğunu bilir ve bu kişi,
Şer'in varid olmasından önce dil ehlinin ittifakıyla, kalkması sebebiyle hatalı
sayılamaz. Allah, emre uymakta çabuk davrananları övmüş ve "Rabbinizden
bir mağfirete koşun" {Al-i îmrân, 5/1 33}, "Onlar hayrat hususunda
yarışırlar ve o hayırlar İçin öne çıkarlar'' {Mu'minun, 23/61} demiştir. Bu
noktada kararsızlığın batıl olduğu ortaya çıktığına göre, şimdi de onlara
şöyle diyelim; geciktiren hakkında kararsız kalmanın da hiç bir anlamı yoktur.
Çünkü 'şu elbiseyi yıka' sözii, yalnızca, yıkama talebini İktiza etmektedir.
Zaman ise, tıpkı mekan gibi, yıkama işinin zorunlu gereğidir (zaruretindendir);
tıpkı dövme ve öldürme işinin olabilmesi için, dövülecek veya öldüdürülecek bir
kişinin ve dövme ve öldürme İşinin yapılacağı kırbaç ve kılıç gibi aletlerin
gerekmesi gibi. Fakat dövmeyi emretmek, dövülecek özel bir kişiyi, kırbacı ve
emrin ifa edileceği bir mekanı iktiza etmez. Zaman da aynı bunun gibidir. Çünkü
sözü söyleyen kişi, zamana ve mekana hiç değinmemektedir; dolayısıyla zaman ve
mekan bu açıdan eşit konumda bulunmaktadır. Bu yaklaşım, kıyas yoluyla değil de
darb-ı mesel yoluyla, vaadin [II, 10] doğruluğu ile de kuvvetlendinlebilir;
kendisine 'yıka' ve 'öldür' denilen kişi, tamam 'yıkarım', 'öldürürüm'
dediğinde, bu işleri İster hemen yapsın isterse geciktirsin doğru söylemiş
olur. Kişi, 'eve gireceğim' diye yemin etse, eve hemen girmesi gerekmez.
Kısaca söylemek
gerekirse işin özü şöyledir: Emrin derhal yapmayı (fevr) gerektirdiğini iddia
edenler, delilsiz ve keyfî davranmışlardır. Bunlar 'yap' sözünün, derhal
yapmayı gerektirdiğine dair dil ehlinden nakilde bulunmak durumundadırlar; ama
bu yönde, ne tevatüren ne de ahad olarak bir nakilde bulunabilirler.
Onların iki şüphesi
/gerekçesi vardır:
1. gerekçe:
Emir vücub içindir.
Geciktirmenin (erteleme) caiz görülmesinde ise, -ya geniş davranma (tevessü')
sebebiyle ya da zaman içerisinde yapılacak fiiller içerisinden biri hakkında
muhayyer bırakmak (tahyîr) sebebiyle-, vücuba aykırılık vardır. Çünkü gerek
tevessü' gerekse tahyîr vücuba zıttır.
Deriz ki:
Biz Birinci Kutupta,
muhayyer vacibin ve müvessa' vacibin caiz olduğunu açıklamıştık. Msl. birisi
'Şu elbiseyi ne zaman istersen yıka. Bunu sana vacip kılıyorum' dese bu söz
çelişik olmaz. Diğer taraftan biz enirin vücub için olduğunu da kabul
etmiyoruz. Şayet emir vücub için olsa bile, ya bizzat ya da karine sebebiyle
vücubu gerektirecektir ki, yukarıda geçtiği gibi, tevessü1 buna aykın değildir.
2. gerekçe:
Emir, fiilin vücubunu,
vücuba inanmayı ve imtisale azmetmeyi iktiza eder.İnanmanın ve karar vermenin
vacipliği İse emrin hemen sonrasındadır (fevr üzere). Fiil de aynı bunun gibi
olmalıdır.
Deriz ki:
Dil hususunda kıyas
batıldır. Üstelik bu söz, 'ne zaman istersen yap' sözüyle nakzedilir. 8u konuda
inanma ve azmetme derhaldir, fakat fiil böyle değildir. Kaldı ki, inanma ve
azmetmenin vacipliği de karine ile ve Şâri'i tasdik etmeye ve O'na boyun eğmeye
azmetmeye delalet eden deliller ile bilinmekte olup salt sıyga ile meydana
gelmez.
Kimi fakihlerin
görüşü, kazanın vacipliğinin yeni bir emre ihtiyacı olmadığı [II, 11]
yönündedir. Muhassıl olanlar ise, bir vakitte bir ibadetin emredilmesinin
kazayı iktiza etmeyeceği görüşündedirler. Çünkü ibadetin güneşin zevali veya
Ramazan ayı ile tahsis edilmesi tıpkı haccın Arafat; zekatın miskinler; dövme
ve öldürmenin bir şahıs ve namazın kıble ile tahsis edilmesi gibi olup, zaman,
mekan ve şahıs arasında hiç bir fark yoktur. Bunların hepsi, emredilen şeyi
bir vasıfta kayıtlama (takyid) olup, bu vasfı taşımayan şeyler lafzın
kapsamına girmez; aksine bu Şeyler, emirden önceki durumları üzere kalırlar.
Denirse ki:
Tıpkı, süre (ecel)
borç için olduğu gibi, vakit de ibadet içindir; ve nasıl ki, sürenin
geçmesiyle borç düşmüyorsa, aynı şekilde, zimmette vacip olan namaz da müddetin
geçmesiyle düşmez.
Deriz ki:
Sürenin emsali,
zekattaki 'bir yılı doldurma (havl)'dır. Elbette ki bir yıllık sürenin
geçmesiyle zekat borcu düşmez. Çünkü süre (ecel), alacağın peşine düşmenin
(mutâlebe) ertelenmesi için belirlenmiş mühlet olup bu mühlet sonunda mu-talebe
hakkı devreye girer. Vakit ise tıpkı mekan ve şahıs gibi, artık vacibin bir
vasfı olmuştur. Bir şeyi, bir vasıfla yapması kendisine vacip olan kişi, bu
şeyi bu vasıf olmaksızın yaparsa, imtisal etmiş sayılmaz. Evet Şer'de kaza, ya,
"Kimi uyuyakalarak veya unutarak bir namazı kaçırırsa, hatırlayınca onu
kılsın"[48] sözü gibi bir nass
sebebiyle vacip olur ya da kıyas yoluyla vacip olur. Biz, unutulması durumunda
orucu, namaza kıyas ediyoruz ve ikisini aynı anlamda görüyoruz. Fakat cuma ve
kurban bayramı namazlarını buna kıyas etmiyoruz. Çünkü bu ikisi, vakitleri
dışında kaza edilemez. Şeytan taşlamanın (remyu'l-cimâr) konusunun ise bu iki
asıldan hangisine daha çok benzer olduğu noktasında tereddüt vardır. Nass, iki
durum arasında fark gözettiği için, hayızlı kadının namazını da kaza konusunda
oruca kıyas etmiyoruz. Yine, her ne kadar bize göre emrin ve vücubun aslı
noktasında eşit olsalar da kafirin namaz ve zekatını dinden dönmüş kişinin
(mürtedd) namaz ve zekatına kıyas etmiyoruz.[II, 10]
Kimi fakihler, imtisal
edilmesi durumunda emrin, emredilen şeyin yerine ge-tirilmişliğini (iczâ)
iktiza edeceği görüşünü benimsemişlerdir. Kimi kelamcılar ise, emrin iczâ'ya
delalet etmeyeceğini; yani emrin, emredilen şeyin tâat, kurbet, sevap sebebi ve
imtisale delalet ettiğini, bununla birlikte kaza etmenin vacipiiğî biçimindeki
İmtisale mani olmadığını ve iczâ'mn, eda ile gerçekleşmesinin şart olmadığını
ileri sürmüşler ve bu anlayışlarını şöyle gerekçelendirmişlerdir: Hac-cını
ifsad eden kişi yine de haccı tamamlamakla emrolunmuştur; fakat bu biçimdeki
eda, kişiyi kaza borcundan kurtarmaya yeterli değildir, tersine, bu kişinin
haccı kaza etmesi gerekir. Yine abdestli olduğunu zanneden kişi, namaz kılmakla
emrolunmuştur ve namazı kıldığında emre imtisal ve itaat etmiş sayılır;
(Ab-destsiz olduğunu anlayınca da) bu namazı kaza etmesi gerekir. Bu durumda
kişinin namaz kılmakla emrolunmuş olduğunu ve namaz kıldığında imtisal etmiş
sayılacağını, dolayısıyla da kendisinden cezanın (ıkab) düşeceğini inkar etmek
mümkün olmadığı gibi, (abdestsiz olduğunu hatırlayınca da) kaza etmekle emrolunmuş
olduğunu inkar etmek de mümkün değildir. Bunlar kesin olan hususlardır.
Bize göre doğrusu
konuyu detaylarına göre değerlendirmektir. Şöyle ki; kazanın, yeni bir emirle
vacip olduğu ve kaza etmenin vacipliğinin ilk vacip gibi olduğu sabit olursa,
bir şeyi emretmek, imtisalden sonra bu şeyin denginin (misi) vacip kılınmasına
engel olmaz. Bu noktada hiç bir tereddüt yoktur. Fakat imtisalden sonra vacip
kılman bu denk (misi), ancak, ibadetin aslı veya vasfı gibi kaçmış olan bir
şeyi tedarik anlamı taşıyorsa, kaza olarak adlandırılabilir. Eğer kaçan bir
şey yoksa ve bir kusur da yoksa, bu takdirde bu dengin kaza olarak adlandırılması
mümkün değildir. Diğer bir husus da şudur: Emir, her hangi bir kusur
olmaksızın vasıf ve şartlarına uygun olarak eda edildiğinde emrolunan şeyin
yerine getirilmişliğine (iczâ) delalet eder. Şayet fasid hacda ve abdestsiz
kılındığı anlaşılan namazda olduğu gibi, emrolunan şeye bir kusur girmişse bu
takdirde emir, emrolunan şeyin yerine getirilmişliğine (iczâ), yani artık kaza
etmenin vacip olmadığına delalet etmez.
Denirse ki:
Abdestli olduğunu
zanneden kişi, bu durumda namaz kılmakla mı emrolun-muştur yoksa abdest almakla
mı emrolunmuştur? Eğer bu kişi, o durumda nama- [II, 13] zi hemen kılmakla
muhatap olmasına (teneccüz) rağmen, abdest almakla emro-lunmuş ise, asi olması
gerekir; yok eğer, bulunduğu durumda namaz kılmakla emrolunmuş ise, hiç bir
kusur olmaksızın emre imtisal etmiş olur; kazanın vacip-liğini nereden
çıkarıyorsunuz! Aynı şekilde, fasid haccı tamamlamakla emrolu-nan kişi de
emrolunduğu gibi, tamamlamıştır.
Deriz ki:
Bu kişi, unutma
zarureti sebebiyle, mevcut eksikliğe (halel) rağmen, namaz kılmakla emrolunmuş
ve içinde bulunduğu zaruri durum yüzünden kusurlu ve şartı eksik olan bir namaz
kılmıştır. İşte emir, bu kusuru telafi etme amacıyla makul görülmüştür. Kasıt
ve unutma kaynaklı olmayan bir kusur yoksa, bu takdirde telafi etmeye de gerek
yoktur ve dolayısıyla, kazayı vacip kılmak makul değildir, tşte iczâ ile
kasdolunan şey budur. Haccı ifsad etmiş olan kişi de, aynı şekilde, fesad
taşımayan bir hacc yapmakla emrolunmuştur; fesad bulaştırmak sebebiyle haccını
kendisi kaçırmıştır, dolayısıyla, kaçmasına sebebiyet verdiği bu haccı kaza
eder.
Bir şeyi emretmeyi
emretmek, eğer bu yönde bir delil yoksa, bu şeyi emretmek anlamına gelmez.
Allah Teâlânın "Onların mallarından zekat al" {Tevbe, 9/103} sözü
böyledir. Bu ayet yalnız başına, zekat vermenin ümmete vacip olduğunu
göstermez. Kimileri böylesi bir emrin vücuba delalet edeceğini zannetmişlerdir.
Halbuki böylesi bir emir vücuba delalet etmez. Fakat Şer', Hz. Peygamberin
emrinin itaat edilmesi vacip bir emir olduğuna ve onlar (ümmet), şayet karşı
gelmeye (men') izinli olmuş olsalardı, bunun Hz. Peygamberi tahkir anlamına
geleceğine ve ümmeti de Hz. Peygamberden uzaklaştıracağına delalet etmektedir;
bu durum Hz. Peygamberin değerini düşürür ve Şer'in amacını karıştırır. Yoksa
ki, karısına talak niyetiyle 'sen bâînsin' diyen şâfıî kocaya, 'karına dön ve
cinsel ilişki yoluyla onu talep et' deyip, kendisinin bâin olduğu görüşünde
olan hanefî karıya da, 'kocanın seninle cinsel ilişki kurmasına İzin vermemen
gerekir' [II, 14] demek; kendi küçük çocuğunun, başka birinin çocuğu üzerinde
bir alacağı bulunduğu görüşünde olan veliye 'bunu talep et' deyip, kendi
çocuğunun böyle bir borcu bulunmadığını bilen davalıya (müddea aleyh) da 'sakın
verme, buna engel ol' demek; efendinin, İki kölesinden birine *sana diğer
köleye emretmeyi vacip kıldım* deyip, diğerine de 'sana da karşı gelmeyi vacip
kıldım' demesi imkansız değildir. Böylece, Hz. Peygamberin "yedi yaşına
geldiklerinde çocuklarınıza namaz kılmayı emredin" sözünün, Şer'in çocuğa
yönelttiği bir hitap olmadığı ve her ne kadar velinin bu emri yerine getirmesi
vacip ise de namazın çocuğa vacip kılıntnadığı anlaşılmaktadır.
Denirse ki:
Şayet Allah Hz.
Peygambere 'Ümmete vacip kılmam sana vacip kıldım' dese ve ümmete de 'size,
bunun aksini vacip kıldım' dese, bunu nasıl açıklarsınız?
Deriz ki:
Bu durum, Hz.
Peygambere vacip olan şeyin, gerçek anlamda vacip kılma değil, sadece, 'vacip
kıldım' demekten ibaret olduğunu gösterir. Eğer gerçek anlamda vacip kılmayı
kastederse çelişik bir durum ortaya çıkar. Halbuki "Onların mallarından
zekat al" sözünde böyle bir çelişki bulunmamaktadır; nitekim Hz.
Peygamberin onlara zekat vermemeyi (men1) emretmesi ayetle çelişmez.
Denirse ki:
Vacibin, ancak
kendisiyle tamamlanabildiği şey de vaciptir; teslim etme olacak ki, teslim
alma (tesellüm) işi de tamamlanabilsin.
Deriz ki:
Teslim almak vacip
değildir; aksine vacip olan yalnızca talepte bulunmaktır. Üstelik teslim almak
vacip olsaydı, bu, haram kılınmış bîr teslim etme ile tamamlanabilecekti.
Tesellüm ise, teslimin illetinin ve hükmünün olmayışıyla değil, bizzat
teslimin olmayışıyla çelişir. Özetle söylemek gerekirse; nasıl ki, Zeyd'e Amr'ı
dövmesini emreden kişi, Amr'dan bir şey talep etmiyorsa, aynı şekilde Zeyd'e,
Amr'a emretmesini emreden kişi de, Amr'dan bir şey istememektedir.
Bir topluluğa emir
biçiminde yöneltilen hitabın zahiri, o topluluğun her bir ferdine bunun vacip
olmasını gerektirir. Ancak, bir kişinin yapmasıyla farzın ditil, 15] gederinden
düşeceğine delalet eden bir delil varsa veya hitap, 'İçinizden, hayra çağıran,
iyiliği emreden ve münkeri yasaklayan bir ümmet bulunsun" {Al-i İmrân,
3/104} ayetinde ve "Müminlerin hepsi birden savaşa katılacak değil; her
fırkadan bir gurup dinde fıkıh sahibi olmak için geri kalmalı..." {Tevbe,
9/122} ayetinde olduğu gibi, herkesi içine almayan bir lafızla varid olmuşsa,
bu durumda hitap, emredilen şeyin, tek tek herkes hakkında vacip olduğuna
delalet etmez.
Denirse ki:
Farz-ı kifâye'nin
mahiyeti nedir; a) farz-ı kifâye, önce herkes üzerine farz olup, birkısmının
yapmasıyla düşmekte midir? b) keffaret seçeneklerinde olduğu gibi, muayyen
olmayan bir kişi üzerine yani her hangi bir kişi üzerine mi farzdır? c) yoksa,
hazır bulunan ve belirlenmiş hale gelen -msl. cenazede hazır bulunan veya bir
münkeri gören- kişi üzerine vacip olup bu durumda olmayanlar hakkında mendup
mudur?
Deriz ki:
Bu kısımlar içerisinde
sahih olan, birincisidir, yani farziyelin herkese şamil olmasıdır. Farzın, eda
bulunmaksızın, nesh sebebiyle veya başka bir sebeple düşmesi mümkündür. Şayet
insanların hepsi de bu farz-ı kifâyeyi yerine getirecek olsalardı hepsi de farz
sevabına nail olacaklardı; hiçbirisi bunu yapmamış olsa günah yine hepsine
şamil olacaktı. Şayet farz-ı kifâye, içlerinden birkısmı için sözkonusu
olmayacak olsaydı, bunlar için günah sözkonusu olmazdı. Bu da birinci şıkkın
doğruluğunun bir delilidir.
Farz-ı kifâyenîn
muayyen olmayan biri üzerine vacip olması ise imkansızdır. Çünkü mükellefin,
mükellef olduğunu bilmesi gerekir. Geniş zamanlı vacip konusunda açıkladığımız
üzere, vücubun belirsiz (müphem) olması durumunda, imtisal neredeyse
imkansızdır.
Mutezilîler, emrolunan
kişinin, imtisale imkan bulmazdan (temekkün) Önce, kendisinin böyle bir emre
muhatap olduğunu bilmediğini ileri sürmüşlerdir. Kadı [II, 16] ve hak ehlinin
büyük çoğunluğu ise, emrolunan kişinin bunu biliyor olduğunu söylemişlerdir. Bu
meselenin mahiyetini anlatmada biraz kapalılık vardır ve bu kapalılığı şu
açıklamalarla gidermek mümkündür: Emrolunan kişi, emre muhatap olmaya devam
ettiği sürece, kendisinin böyle bir emre muhatap olduğunu bilir. Çünkü bilme
(ilim), bilinene (malum) tabidir. Kişi, ancak, emir kendisine yöneldiğinde
emrolunmuş olur. Efendinin, kölesine 'yarın oruç tut' demesinin tasavvur
edilebilir olduğunda hiç bir tartışma yoktur. Her ne kadar bu emir, kölenin
yarına kadar yaşaması şartına bağlı İse de bu, söylendiği anda kesin ve yerini
bulmuş bir emirdir. Fakat Mutezilîler, bir şarta bağlanmış emrin, anında meydana
gelmiş olacağı üzerinde ittifak etmişlerdir; şu farkla ki, bu durumda şartın
ilerde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin, emreden ve emrolunan tarafından bilinmiyor
olması şarttır. Eğer bu şartın gerçekleşmeyeceği biliniyor İse bu, emir olmaz.
Nitekim eğer efendi, 'göğe çıkarsan veya bin yıl yaşarsan oruç tut' dese, bu
hitap emir olamaz, yani, bu sıyga, nefisle kaim olan ve emir olarak adlandırılan
anlamın hakikatinden ibaret olmaz. Eğer 'Alem yaratılmış ise veya Allah var ise
oruç tut' dese bu, emir olur; fakat bir şarta bağlanmış emir olmaz. Çünkü bu,
hiç bir hususta şart olarak değerlendirilemez. Şart, var olması ve var olmaması
mümkün olandır. Şartın varlığının veya yokluğunun biliniyor olması, şarta bağlanmış
emrin vücud bulmasına aykırıdır. Mutezilîler zannediyorlar ki, Allah emrin
akıbetlerini bilmektedir, dolayısıyla O'nun emrinde şart imkansızdır. Biz,
em-[II, 17] rolunan kişinin (akıbeti) bilmemesinin şart olduğunu kabul
ediyoruz; ancak, emredenin bilmiyor olması şart değildir. Bu itibarla
kölesinin Ramazandan önce Öleceğini bîr sadık peygamberin sözüyle biliyor olsa
bile, köle bunu bilmediği sürece efendinin köleye Ramazan orucunu emretmesi
tasavvur edilebilir. Belki bunda kulu tâatlere yönelten ve masiyetlerden
vazgeçiren bir lütuf vardır; belki, emrolunan kişinin dışında biri için teşvik
veya vazgeçirme anlamında bir lütuf vardır; belki de köle hakkında, hazırlık
yapmakla meşgul olsun diye bir imtihan olup, İmtisale karar verirse sevap
kazanacak, yerine getirmemeye karar verirse cezalandırılacaktır. Mutezüîler
bunu imkansız görmüş ve şöyle demişlerdir; kö-ie, Ramazan hilalini görünce,
"İçinizden kim Ramazan ayma şahit olursa onu oruç tutarak geçirsin" ayeti
gereğince zaten ona emir yönelecektir. Fakat bu, kişinin Ramazan sonuna kadar
yaşayacağı (beka) ve oruç tutma gücünün (kudret) Ramazan sonuna kadar devam
edeceği zannına mebnidir. Hayat ve kudret teklifte şarttır. Kişi, Ramazan
ayının ortasında Ölürse bu kişinin Ramazan'ın ilk yarısında oruç tutmakla
emroİunduğu ve ikinci yanyla emrolunmadiğı açığa çıkar.
Mutezilenin görüşünün
batıl olduğunu şu yollar sana gösterir:
1. yol:
Mutezilenin ortaya çıkmasından önce ümmet, çocuğun tıpkı baliğ olmuş gibi İslamın
emirleri (şerâi1) ile emrolunduğunu; zina, hırsızlık ve öldürme gibi şeylerden
nehyolunduğunu, o anda (filhal) bilmesi ve buna itikat etmesinin gerektiği
üzerinde icmâ1 etmiştir. Halbuki çocuk henüz namaz kılacak, zekat verecek çağa
gelmediği gibi, karşısında öldürülmesi ve zina edilmesi mümkün olan biri ve
çalabileceği bir malda da yoktur; fakat çocuk, yapabilecek duruma gelmesi
(temekkün) şartıyla emrolunduğunu ve nehyolunduğunu kendi nefsinde bilecektir.
Çünkü çocuk, işinin sonunun nereye varacağını bilmemektedir ve Allanın işlerin
akibetlerini biliyor olması, bu itikadın vacipliğini ondan gidermemektedir.[II,
18]
2. yol:
Ümmet, nehyolunmadığı bir şeyi terketmeye azmeden kişinin Allah'a tekarrüb
etmiş sayılmayacağında; yasaklanan şeyleri (menhiyyat) terketmeye ve
emredilen şeyleri yerine
getirmeye azmeden kişinin ise -her ne kadar Allah'ın, karar verdiği şeyi
yapmaya fırsat ve imkan bulamayacağını bilmesi sebebiyle, bu kişinin emrolunmuş
veya nehyolunmuş olmaması muhtemel ise de- Allah'a te-karrüb etmiş olacağında
İcmâ' etmiştir. Bu bakımdan, bu kişinin miitekarrib oluşundan kuşku duymamız
ve her hangi bir karar vermeyerek 'eğer bu karardan sonra ve yapma imkanı
bulmazdan önce ölecek olursan senin için bir sevap yoktur; çünkü sen henüz tekarriibde
bulunmuş değilsin; eğer yaşarsan ve azmettiğini gerçekleştirirsen biz senin
mütekarrib olduğunu anlarız' dememiz gerekir ki, bu İcmâ'a aykırıdır.
3. yol:
Ümmet, farz namazın ancak farziyet niyetiyle sahih olacağında icmâ' etmiştir.
Farziyet niyetinin tesbiti ise ancak farziyetİ bildikten sonra olur. Halbuki
kul, vaktin evvelinde öğle namazının farzına niyet edip namaz vakti esnasında
ölebilir. Mutezileye göre, bu durumda, öğle namazının farz olmadığı anlaşılır.
Eğer böyle olsaydı, bu kişinin farziyet hususunda kuşkulu olması gerekirdi ki,
kuşku durumunda niyet imkansızdır; çünkü niyet, ancak bilinen bir şeye yönelik
kasıttır.
Denirse ki:
Adam, dört rekat farz
namaza niyet ettiğinde, şayet iki rekat kıldıktan sonra ölecek olursa, dört
rekatın kendisine artık farz olmadığını bilmekte ve ölümü mümkün görmektedir;
dolayısıyla bu adam kuşkulu olduğu bir şeyin farzına nasıl niyet
edebilecektir?
Deriz ki:
Adamın bu hususta bir
kuşkusu yoktur; tersine, dört rekat namazın, kalım (beka) şartıyla farz olduğunu
kesin olarak bilmektedir. Şartlı emir ise anında (fil-hal) emir olup muallak
bir emir değildir. Şarta bağlanmış farz farzdır, yani kişi, vaciplik gerektiren
bir emirle emrolunmuş tur; böylesi bir farza azmeden kişi, bir vacibe azmeden
kişinin alacağı sevabı alır. Efendi kölesine 'yann oruç tut' dese, bu emir yann
tutulacak orucun şu anda emredilmesidir, yann emredilmesi değil. Yine kölesine
'kalman ve güç yetirmen şartıyla sana vacip kılıyorum' dese, efen- [n, 19] di,
şu anda vacip kılmış olur; fakat şarta bağlı olarak. Bu meselenin hakikatinin
de bu şekilde anlaşılması gerekir. Aynı şekilde vekiline 'yann evimi sat' diyen
kişi, şu anda emretmiş ve vekalet vermiş olur; vekil de şu anda emrolunmuş ve
vekil olmuş olur ve vekilin yarından Önce azledilmesi makuldür. Vekil, bu durumda,
'fulanca beni vekil tayin etti, sonra azletti, Önce izin verdi sonra vazgeçti'
dediğinde doğru söylemiş olur; vekil yarının gelmesinden önce ölecek olursa,
vekilin yalan söylemiş olduğu söylenemez. Biz bu konulan, imtisale İmkan bulmazdan
(temekkün) önce emrin neshedilmesı meselesinde ve kesme emrinin îbrahim'den
neshedilmesi konusunda açıklamıştık. Bunun içindir ki fakihler, 'Ay başı
geldiğinde sen benim vekilimsin' demek ile 'seni evimi satman hususunda vekil
tayin ettim, fakat aybaşında satacaksın' demek arasında fark gözetmişlerdir.
Birinci söz, ta'lîk etmedir. Vekaletin talik edilmesini caiz görmeyenler ise,
belki, tenfızin aybaşına kadar ertelenmesi ile birlikte, vekaletin derhal
gerçekleşmesini (tenciz) caiz görmüşlerdir.
4. yol:
Ümmet, Ramazan orucuna başlamanın, yani günün evvelinden başlamanın gerektiği
üzerinde icmâ' etmişlerdir. Halbuki şayet gündüzün ortasında ölüm meydana
gelecek olursa, emrin olmadığı ortaya çıkacaktır; ölüm mümkündür, Ölüm mümkün
olunca da bu emir kuşkulu bir emir olacak ve bu kuşku ile birlikte oruca
başlamak gerekmeyecekti.
Denirse ki:
Çünkü; şayet kişi
hayatta kalacak olursa oruç kendisine vacip olacaktır. Zahir olan, bu kişinin
hayatta kalmasıdır. Şu anda hasıl olan şey ıstıshâb edilir (devam ediyor
sayılır); ıstıshâb da, çeşitli konuların bina edildiği bir asıldır. Msl. Kendisine
doğru bir yırtıcı hayvan gelen kişi, bu hayvandan kaçar; her ne kadar bu
hayvanın kendisine ulaşmadan önce ölmesi muhtemel ise de, asıl olan bu hayvanın
ölmeyip kendisine ulaşması olduğu için bu kişi bunu ıstıshâb eder. Diğer tatil,
20] raftan şayet bu kapı açılacak olursa, mesela oruç gibi dar zamanlı emirlere
imtisal etmek tasavvur edilemez. Çünkü temekkünün tamamlanması ancak günün
geçmesiyle bilinecek, fakat bu arada gün geçip gitmiş olacaktır.
Deriz ki:
Bu yaklaşım, oruç
hususunda sizi bağlar; bu imkansız sonuca götüren sizin mezhebin izdir;
imkansıza götüren de imkansızdır. Yırtıcı hayvandan kaçma meselesi şöyledir:
Bu kişi, en güvenilir olanı almış ve en kötü ihtimale göre davranmıştır; bu
hususta uzak ihtimal yeterlidir. Yolda yırtıcı bir hayvanın veya bir hırsızın
varlığından kuşku duyan kişinin, tedbirli davranıp en emin olanı alması ve
korunmaya çalışması uygun olur; vücub ise şek ve ihtimal ile sabit olmaz. Oruç
tutmaya yanaşmayan ve güneşin batmasından önce Ölen kişinin asi olmaması gerekir;
çünkü bu kişi, diğer ihtimali, yani ölüm ihtimalini almıştır, dolayısıyla bu
sebeple mazur olmalıdır. Eğer ıstıshâb yoluyla sağ kalma zannının, vaciplik
zan-nını doğurduğunu ve vaciplik zannının da serî vacîpliğin kesin olarak
gerçekleşmesini iktiza ettiğini iddia ediyorlarsa bu, zorlama ve çelişkidir.
5. yol:
Vaktin evvelinde birini hapsederek elini kolunu bağlayan ve namaz kılmasına
engel olan kişinin, başkasının namaz kılmasına engel olması sebebiyle
aşırılıkta bulunmuş ve asi olmuş olacağında icmâ' vardır. Eğer teklif bu
yüzden (hapis ve bağlama sebebiyle)
kalkacak olsaydı bu mükellefiyete engel olduğu için, bu kişi ona iyilikte
bulunmuş olacaktı. Bu durumda niçin asi olsun!
Bu konu inceleme ve
tartışmaya açıktır. Çünkü başka biri hakkında, bağlama ve engel olma
biçimindeki tasarruf haramdır ve ona engel olmak da mubah değildir. Diğer
taraftan, bîr kişinin namaz kılmasına mani olunması, bu kişinin zimmetinde
kazanın vacipliği için bir sebep olur ve bu kişi, bunu kaçırma riskiyle karşı
karşıyadır ya da bundan mahrum olur, çünkü hapsetme ve bağlama sebebiyle bu
kişiyi mükelleflikten çıkarmıştır; teklifte bir maslahat vardır ve hapsetmek
sebebiyle bu maslahatın kişi aleyhine kaçmasına sebep olmuştur. Nitekim, [n,
21] şayet bu kişiyi namaz vaktinden önce veya buluğa ermeden buluğ vaktine
kadar bağlasaydı ve namaz vakti girseydi, çocuk hakkında gerek şartlı gerekse
şartsız olarak o anda gerçekleşmiş (nâçiz) bir emir olmadığı halde, bu kişi asi
olurdu.
Mutezilenin
gerekçeleri:
1) Şartlı
enirin olabileceğini söylemek (İsbat), bir şeyin varlığını, bu şeyden daha
sonra var olacak bir şarta bağlamaya götürür; halbuki şartın, ya aynı zamanda
veya daha önce gerçekleşmesi gerekir. Şartın daha sonraya kalması imkansızdır.
Deriz ki:
Bu, emrin zatının
varlığı İçin ve emrin, emredenin zatıyla kaim olması için şart değildir; aksine
emir, şart gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, mevcuttur ve emredenin zatıyla
kaimdir. Bu şart ise, emrin, yerine getirilmesi gerekli bağlayıcı bir emir
olması İçindir; kesinlikle emrin var olmasının şartı değildir. Bunun için
diyoruz kî; emir, var olması takdiriyle, şu anda bulunmayan (madum) bir şeyi
emretmektir; henüz baliğ olmamışsa bile, emir buluğ şartına bağlanmıştır. Buluğ
ise, emrin kendisinin, emredenin zatı ile kaim bulunmasının şartı değil, emrin
yerine getirilmesinin gereği için şarttır.
Birisi çıkıp da,
'Ramazanın gündüzünde cinsel ilişkide bulunup, güneşin batmasından önce ölen
veya cinnet getiren kişinin keffaretle yükümlü olup olup olmayacağı konusunda
Şafiî'nin değişik görüşler ileri sürmesi bu asıl ile ilişkili midir' diyecek
olursa, deriz ki; 'hayatın sona ermesi durumunda biz, emrin temelden yok
olacağını anlarız' diyenlere göre, bu kişinin keffaretle yükümlü tutulması
mümkün değildir. 'Biz emrin yok olduğunu anlayamayız' diyenlere göre ise, bu
noktada tereddüt etmek muhtemeldir. Zira 'bu kişi, üzerine vacip olan orucu,
cinsel ilişki ile ifsad etmiştir; vaktin hükmüyle vacip olan orucu kesmek ve
ifsad etmek ise keffareti gerektirir' demek muhtemel olduğu gibi, 'keffaret,
güneşin batmasından önce kesilmeye ve fasit olmaya manız bulunmayan bir orucu
İfsad [II, 22] etmek sebebiyle vacip olmuştur, bu (oruç) ise buna maruz
kalmıştır; dolayısıyla, bu durum, ifsadı için cinsel ilişkinin taayyün ettiği
oruçla aynı hükme tabi tutmaya (ilhak) engel teşkil eder' demek de
muhtemeldir.
Birisi derse ki:
'Kadın, adeten, gündüzün ortasında hayız göreceğini veya bir peygamberin
sözüyle, hayız göreceğini veya cinnet getireceğini veya öleceğini bilirse, bu
kadının, oruç tutması gerekir mi? Kadın neticede günün bir kısmında oruç tutmuş
olacaktır.
Deriz ki:
Mutezile mezhebine
göre, bu kadının oruç tutması gerekmez; çünkü yarım gün oruç tutmak emrolunmuş
bir şey değildir; böylesi bir durumda kadın da tam gün oruç tutmakla emredilmiş
olamaz. Bize göre ise, zahir olan, bu durumda oruç tutmanın vacip olmasıdır.
Çünkü oruç tutmamasına ruhsat veren husus henüz mevcut değildir ve emir o anda
mevcuttur; kolay olan şey, zor sebebiyle düşmez.
Denirse ki:
Birisi 'eğer namaz
kılarsam ya da namaza veya oruca başlarsam karım boş olsun' deyip arkasından
namaza dursa ve bu namazı ifsad etse ya da namazın tamamlanmasından önce ölse
veya cinnet getirse, bu durumda talakın gerçekleşmiş olup olmayacağında
alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu meselede de aynı asıldan hareket edilebilir mi?
Deriz ki:
Mutezile mezhebinin
kıyası, bu kişinin yeminini bozmamış sayılmasıdır; çünkü orucun birkısmı oruç
değildir ve fasid olan da oruç değildir. Bu nokta, sonuç itibariyle (oruca
başlarken değil, orucun tamamlanmamış olmasıyla) anlaşılmaktadır. Bizim
mezhebimize göre ise, bu kişi yeminini bozmuş olur; çünkü kişinin başladığı
namaz, şu anda namazdır; bu namazın tamamlanması ise, şarta bağlıdır. Nitekim
bir kimse, 'vallahi, oruçlu olarak İtikaf edeceğim' diye yemin etse ya da 'eğer
oruçlu olarak itikaf yaparsam karım üç talakla boş olsun' dese, daha sonra bir
an oruçlu olarak itikafa başlayıp cinnet getirse veya ölse, bu adamın terekesinde
keffaret gerekmez; kadın adama mirasçı olamaz. Bu meselelerin, bu temelden
hareketle ele alınması ihtimal dahilindedir. Şayet, 'eğer köleme bir şeyi
emredersem karım boş olsun' deyip kölesine 'yann oruç tut' dese, karısı [II,
23] boşanmış olur. Eğer yarından önce ölecek olursa, talakın gerçekleşmediği
anlaşılamaz. Yine 'eğer birine vekalet verirsem karım boş olsun; vekili
azledersem kölem hür olsun' dese, sonra da, evini yarın satmak üzere birine
vekalet verse ve yarından Önce vekili
azletse, bu durumda hem karısı boşanmış olur hem de kölesi azat edilmiş olur.
2) Daha
kuvvetli olan ikinci gerekçe şudur: Emir bîr taleptir, dolayısıyla, emredilenin
var olmasının imkansızlığım bilen kişinin zatıyla kaim olamaz. Buna göre,
kölenin göğe çıkamayacağını bildiği halde, efendinin, göğe çıkması halinde
köleden elbiseyi dikmesi talebi, nasıl olur da efendinin zatıyla kaim olur!
Evet, efendinin 'eğer göğe çıkarsan, elbiseyi dik' demesi mümkündür, fakat bu
söz, emir sıygasıdır ve talep, (efendinin) zatıyla kaim değildir. Nitekim
kölesine 'göğe çık' dese, kölenin bundan aciz olması ve efendinin bunun
imkansızlığını bilmesi sebebiyle bu söz emir olmaz; ancak, imkansızla mükellef
tutmayı mümkün görenlere göre böyle bir emir caiz olabilir. Halbuki siz,
imkansızı teklif etmenin mümkün olmadığı görüşüne meyletmiştiniz. Bu yolla
bilmeyen emredici de ayı-rılmış olur. Mesela kölesinin kalkmaktan aciz olduğunu
bilmeyen kişinin kölesine 'kalk' demesi tasavvur edilebilir ve talep bu
kişinin zatıyla kaim olur. Ancak eğer kölesinin bundan aciz olduğunu biliyor
ise, bu takdirde, imkansızı talep bunun zatıyla kaim olmaz, tşin özü şudur ki;
bilmeme, eğer bu emrin bizatihi kaim olmasının şartı ise, bunun zatının
sıfatına etki eden, emredilenin bilmemesi değil, emredenin bilmemesidir.
Emreden, şartın yokluğunu bildiğinde, nasıl talepte bulunmuş olabilir; eğer
talepte bulunan olamıyorsa, nasıl emredici olabiliyor; emir de talebin
kendisidir ve bu vakidir.
Cevap:
Bir kere. Mutezilenin
bu yaklaşıma tutunması doğru değildir; çünkü onlar, kelâmu'n-nefs'i inkar
ederler. Bize göre ise, emrin anlamı olan talep ile kasdımız İrade ve arzulama
değildir. Çünkü bize göre masiyetler, emredilmiş olmadıkları halde, irade
edilmiştir. Tâatler de emredilmiş olmakla birlikte, bazen irade edil- [II, 24]
meyebiIİr; Allanın irade ettiği şey gerçekleşir (vakidir); arzulama ise Allah
açısından İmkansızdır. Talebin anlamı ise yalnızca, bir şeyi yapmayı, kulun
maslahatı için iktiza etmektir. Fakat bu talep, hazırlanma ve fesattan
uzaklaşma hususunda bir lütuf olarak, nefsi, imtisale veya imtisale aykırı
olan şeyi terke azmetmeye hazırlama kabilinden olabilir; böylesi bir lütuf
Allah'tan tasavvur edilebilir. Aynı şekilde efendinin de, imtisalden önce bu
emri kaldırmaya karar vermesine rağmen, kölenin maslahatını gözeterek köleyi
imtihan etmek amacıyla, bir takım emirlerde bu İn ması da tasavvur edilebilir.
Her emir, kaldırılmaması şartıyla kayıtlıdır ve her vekalet vekilin
azledilmemesi şartıyla kayıtlıdır. Kişinin, köleyi yarından Önce azat edeceğini
bildiği halde, köleyi yarın satması hususunda birine vekalet vermesi şu anda
vekalet olarak gerçekleşmiştir ve bu vekaletle, vekilin kalbinin kazanılması ve
bu emir karşısında göstereceği tavır (hoş karşılamak veya kötü karşılamak vb.
gibi) hususunda imtihan edilmesi kastedilmiş olabilir. İşte bu yarar
sebebiyle, tüm bunlar makuldür. Emir ise, sadece bu cinsten olan iktizadan
ibarettir. Vallahu a'lem[49].
Buraya kadar, emre ilişkin
olarak zikrettiğimiz meseleler sayesinde nehyin hükümleri de açıklık
kazanmıştır. Zira emre ilişkin olarak zikredilen her bir meselenin nehiy
tarafında bir simetrisi (vizân) vardır. Bu bakımdan bunları bir kez daha
tekrarlamaya gerek yoktur. Şu kadar ki burada, münferit olarak zikredilmesi
gereken meselelere temas edeceğiz.
Usulcüler, alım-satım,
nikah ve hüküm ifade eden tasarruflar hakkındaki ya- [n, 25] saklamanın (nehy),
bu işlemlerin fesadını gerektirip gerektirmeyeceğinde İhtilaf etmişlerdir.
Büyük çoğunluğu teşkil eden usulcüler, fesadı gerektireceğini, kimileri de,
eğer nehiy liaynihi ise fesada delalet edeceğini; liğayrihi ise fesada delalet
etmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Tercihe şayan olan görüş ise, nehyin fesadı
gerektirmeyeceğidir. Şöyle ki; biz, fesad terimi ile, hükümlerin söz konusu işlemlerden
geri katmasını ve bu işlemlerin, hüküm ifade eden sebepler olmaktan çıkmasını
kastediyoruz. Sâri' açıkça belirterek 'Oğulun cariyesinden çocuk edinmeni
(istîlâd) haram kılıyorum ve bunu sana Üaynİhİ olarak yasaklıyorum; fakat eğer
bunu yapacak olursan cariye senin mülküne geçmiş olur', yine 'kadını hayız
durumunda boşamanı liaynihi olarak yasaklıyorum; fakat eğer bunu yapacak
olursan, karın senden ayrılmış (bâin talakla boşanmış) olur', yine 'elbisedeki
pisliği gasbedilmiş su ile gidermeni yasaklıyorum; fakat eğer bunu yapacak
olursan elbise temizlenmiş olur', yine 'başkasına ait koyunu, başkasına ait bir
bıçakla izinsiz olarak boğazlamanı yasaklıyorum; fakat eğer bunu yapacak
olursan, kesilen hayvanın yenilmesi helal olur' dese, bu sözlerin hiçbirisinde
imkansızlık ve Çelişki yoktur. Çelişki ve imkansızlık 'Boşamayı sana haram
kıldım ve boşamayı sana emrediyorum veya mubah kılıyorum' ve 'oğulun
cariyesinden çocuk edinmeni haram kılıyorum ve bunu emrediyorum* gibi
sözlerdedir. Bu sözler çelişiktir ve makul değildir. Çünkü haram kılmak
(tahrim), vacip kılmaya (îcâb) zıttır; haram kılınmış olan şeyin, mülkiyetin,
helalliğin ve diğer hükümlerin meydana gelmesine alamet yapılması İse vacip
kılmaya zıt değildir. Zira 'zinayı haram kıldım ve mubah kıldım' sözü
çelişiktir; fakat 'zinayı haram kıldım ve bizzat haram olan fiili, her iki
ivazda mülkiyetin meydana gelmesi için sebep yaptım' sözü çelişik değildir.
Haram kılmanın şartı, haram kılınan şeye dünyevi sonuçların ve hükümlerin
yüklenmeyeceğine değil, sadece, Öte dünyadaki cezaya değin-[II, 26] mektir. Bu
nokta sabit olursa, 'satma', 'boşama' ve 'evlenme' sözleriyle ifade edilen
yasak, şayet hükümlerin geri kalacağına, yani fesada delalet edecek ise, bu
delalet ya dil yönünden ya da Şer1 yönünden olacaktır; dil yönünden böyle bir
delalet imkansızdır; çünkü Arap, yerine göre tâatleri ve meşru sebepleri
yasaklamakta (nehy) ve bu yasaklamanın, yasaklanan şeyin var kılınmaması
gerektiğine delalet eden gerçek bir yasaklama (nehy) olduğuna inanmaktadır.
Hükümler ise sert olup dildeki konumlan bakımından lafızlar bu hükümlere
münasip değildir. Zira bir Arabın, 'mülkiyet ve hüküm ifade eden şu akdi sakın
yapma ve ona yeltenme' demesi makuldür. Bunu Sâri' de şayet açıkça belirtmiş
olsaydı, düzgün ve anlaşılır olurdu.
Bu delaletin Şer'
yönünden bulunup bulunmadığına gelince; şayet, nehyin fe-sad için olduğuna dair
bir delil bulunsaydı ve bu delil Hz. Peygamberden sarih bir şekilde nakledilmiş
olsaydı bu, Şer' tarafından dil üzerinde yapılan bir değiştirme işlemi olurdu
ya da nehiy sıygası Şer' tarafından fesadın alameti yapılmış olurdu ve bunu
kabul etmek gerekirdi. Fakat iş, zaten, böyle bir delilin isbat ve naklindedir.
Onların şer’i
delilleri dört tanedir:
1)
Yasaklanan şey, çirkin ve masiyettir; böyle olan bir şey nasıl meşru olabilir!
Deriz ki:
Eğer siz 'meşru'
sözüyle, işin emredilmiş veya mubah veya mendup olduğunu kastediyorsanız, bu
elbette ki imkansızdır ve biz zaten bunu kastetmiyoruz. Yok eğer meşru sözüyle,
işin, mülkiyet veya helallik veya her hangi bir hüküm için alamet kılınmasını
kastediyorsan z, zaten tartışma bu noktada sözkonusu olmaktadır. Siz niçin,
bunun imkansız olduğunu iddia ediyorsunuz? Halbuki istîlâd'ın yasaklanması ve
bunun cariyenin mülkiyeti için sebep kılınması; boşa-[II, 27] manın (talak)
haram kılınması ve ayrılık için sebep kılınması İmkansız değildir. Hatta,
gasbedilmiş evde namaz kılmanın yasaklanıp, bu namazın zimmetin bera-eti ve
farzın düşmesi için sebep kılınması da imkansız değildir.
2) Sari'den, ahm-satım ve nikah konusunda gelen
yasaklamalar, sadece, bu işlemlerin mülkiyeti sağlayıcı olmaktan veya meşru
olmaktan çıkarılması içindir.
Deriz ki:
Biz zaten bunu
tartışıp duruyoruz; bu konudaki deliliniz nedir? Nice yasaklanmış alim-satımlar
ve nikahlar vardır ki, hüküm ifade etmenin sebepleri olarak kalmıştır! Ne diye
keyfi konuşuyorsunuz.
3) Hz.
Peygamber, "Bizim gidişatımız üzere olmayan her İş, merduttur"
demiştir. Buna göre,
dinimize dinimizden olmayan bir şeyi kim dahil ederse etsin, dahil edilen bu
şey reddedilir.
Cevap:
Hz. Peygamberin
sözünde geçen 'merduttur (redd)' sözcüğünün anlamı, 'tâat ve kurbet olarak
kabul edilmez'dir. Haram kılınmış olan bir şeyin, tâat olarak
gerçekleşmeyeceğinde kuşku yoktur; ancak, bunun, hüküm için bir sebep oluşu ise
böyle değildir. Çünkü çocuk edinme, talak ve başkasının bıçağıyla kesim yapma
gibi hususların hiçbirisi, bizim gidişatımıza göre olmadığı halde, bu anlamda
merdut değildir.
4) Selef,
yasaklanmış şeylerden harekette fesada istidlal etmişlerdir; ribanın
fasitliğini "Ribadan artakalanı bırakın" {Bakara, 2/278} ayetinden
anlamışlardır, tbn Ömer, müşrik kadınlarla yapılan evlenme akdinin fesadını
'İman edinceye kadar, müşrik kadınlarla evlenmeyin" {Bakara, 2/221}
ayetiyle ve yine mahremlerle evlenmenin fesadına, ilgili yasakla ihticac
etmiştir.
Cevap:
Evet ümmetin birkısmı
böyle yapmıştır; fakat hepsinin böyle yaptığı sabit değildir, dolayısıyla
ümmetin bİrkısmınm sözünde hüccet yoktur. Gerçi, haram kılma ve engel olma
noktasında nehye tutunulabilir, fakat yapılan işlemin fesadı konusunda hayır.
Tasarruflar hakkındaki
nehyin fesada delalet etmeyeceği noktasında görüş birliği edenler, bu defa,
nehyin bu tasarrufların sıhhatine delalet edip etmeyeceğinde görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Ebû Zeyd, Muhammed b. Hasen'den ve Ebû [E, 28] Hanîfe'den, nehyin
sıhhate delalet edeceği görüşünü ve kurban bayramı günü oruç tutma yasağıyla, o
günde tutulan orucun gerçekleşeceğine (İn'ikâd) istidlal edilebileceğini nakletmİştİr;
şöyle ki, şayet o günde oruç tutmanın gerçekleşmesi imkansız olsaydı,
yasaklanmazdı, çünkü imkansız olan bir şey, emredilemeyece-ği gibi, yasaklanmaz
da. Mesela gözü kör olan birine 'gör' demlemeyeceği gibi, 'görme' de denilemez.
Onlar, zinanın yasaklanmasının da zinanın gerçekleşebileceğine delalet
ettiğini zannetmişlerdir. Bu anlayış bozuktur. Çünkü biz mücerret emrin, iczâ
ve sıhhate delalet etmeyeceğini açıklamıştık; emir bile buna delalet etmediği
halde, nehiy buna nasıl delalet edebilir! Tersine emir ve nehiy, yalnızca,
yapmayı iktizaya ye terketmeyi iktizaya delalet eder ya da sadece vücuba ve
tahrime delalet eder; iczâ ve faydanın meydana gelmesi veya gelmemesi ise,
başka bir delile muhtaçtır; lafız, dildeki yapısı itibariyle bu şer'î kaziyyeler
için konulmuş değildir. Şer' yönünden ise; şayet Sâri1 'sizi bir şeyden
nehyettiğimde, bununla ben o işin sahih olduğunu (sıhhat) kastediyorum' demiş
oîsaydı, biz bunu kabul ederdik. Ne var ki böyle bir şey, gerek tevatür ve
gerekse ahad yollarla açık biçimde sabit olmadığı gibi, emredilen şeyin sahih
ve müczi olması, emredilen şeyin zaruretinden de değildir; sıhhat, emredilen
şeyin bile zaruretinden olmadığı halde, nehyedilen şeyin zaruretinden nasıl
olabilir! Mademki bu anlayış, dil, Şer' ve zaruret yönünden sabit olmamıştır,
öyleyse bu anlayışı ileri sürmek tahakkümdür; kaldı ki, nehiyden hareketle
nehyedilen şeyin fesadına istidlal etmek, hiç değilse, sıhhatine istidlal
etmekten daha uygundur.
Denirse ki:
İmkansız olan bir şey
yasaklanamaz; nasıl ki emir, imtisal edilmesi mümkün olan bir emredilmişi
İktiza ederse, aynı şekilde nehiy de irtikap edilmesi mümkün olan yasaklanmışı
iktiza eder. Buna göre, kurban bayramı günü oruç tutmak yasaklandığına göre, bu
günde orucun irtikap edilmesinin sahih olması ve bu irtikap edilen şeyin de
oruç olması gerekir. Çünkü oruç (savm) ismi, sözlük anlam-[II, 29] da 'yemeyi
içmeyi terketmeyi (imsak)' değil, şer'î orucu ifade etmektedir; imsak, sözlük
anlamı itibariyle oruçtur, fakat şer'an oruç değildir. Şer'î İsimler ise,
Şer'deki konumuna göre yorumlanır ki asıl olan budur. Bu noktada Hz. Peygamberin
"hayız günlerinde namazı (salât) terket" sözü ile "Babalarınızın
nikahladığı kadınları nikahlamayın" {Nisa, 4/22} ayeti Öne sürülerek bu
anlayışa karşı çıkılamaz. Çünkü hadisteki 'salât' sözü ve ayetteki 'nikah'
sözü, vaz'î anlama aykırı olarak lüğavi anlama hamledil mistir, fakat bu
hamlediş, bu yöndeki bir delile dayanılarak yapılmıştır. Diğer taraftan,
"Namaz ancak abdest iledir (Ab-destsiz namaz olmaz)" ve "Nikah
ancak şahitler iledir (Şahitsiz nikah olmaz)" sözleri de bu anlayışa karşı
olarak ileri sürülemez; çünkü bu ifadeler, nehiy değil 'nefy'dir.
Cevap:
Aslolan, ismin sözlük
anlamı uyarınca kullanılmasıdır; ancak, Şer'deki kullanım örfü, ismi başka
tarafa çekerse o başka. Biz Şer'in emirler hususundaki örfünde görüyoruz ki
Şer', savm, nikah, alım-satım gibi İsimleri şer'î anlamlan için kullanmaktadır.
Fakat nehiyler hususunda aynı örf, yani ismin asıl konulduğu anlamı değiştirici
mahiyette bir örf sabit olmamıştır. Nitekim, "hayız günlerinde salat'ı
terket", "Babalarınızın nikahladığı kadınlan nikahlamayın" gibi
yasaklar bunu göstermektedir, ki bunlar kesinlikle in'ikad etmez. Bu konuda
Şer'in kullanım Örfü sabit olmadığına göre, sözlük anlamına başvurulması
gerekir. Biz diyoruz ki, nehiy konusunda Şer'in örfü ile sözlük anlam (vaz1)
çatıştığında (tearuz), kurban bayramı günü oruç tutan kimse, her ne kadar
tuttuğu oruç oruç olarak gerçekleşmemişse de yasağı işlemiş olur. Bu yaklaşım,
daha uygundur. Çünkü onların mezhebi, nehyi, nehyedilen şeyin zatından çıkarıp
zatı haricinde bir hususa çevirmeye varmaktadır. Nitekim yasaklanan şey
bizatihi imkansız olsaydı, bunun gerçekleşmiş bir ibadet olması imkansız
olurdu. Bir şey hakkındaki mutlak nehiy, başka bir delil bulunmadıkça, o şeyin
bizzat kendisinin yasaklandığına delalet eder. Zaruret yokken zahiri terketmek
anlamsızdır.
Denirse ki:
Öylese siz, muamelat
hususunda nehyin sıhhate ve fesada delalet etmediğini tercih ediyorsunuz; peki
ibadetler hakkındaki nehiy konusundaki görüşünüz ne- [II, 30] dir?
Deriz ki:
Biz, nehyin,
nehyedilen şeyin tâat ve kurbet olmasına zıt olduğunu açıklamıştık; çünkü
tâat, emre uygun olan şeylerden ibarettir; emir ve nehiy ise birbirine zıttır.
Buna göre, kurban bayramı günü tutulan oruç in'ikad etmez, eğer in'ikadı ile,
orucun tâat, kurbet ve imtisal olması kastediliyorsa. Çünkü nehiy bunların
hepsine zıttır. Eğer bu günde tutulan oruç, kurbet olmuyorsa, o halde nezretme
sebebiyle bu orucun tutulması gerekmez. Zira kurbet olmayan bir şey, nezir sebebiyle
gerekli hale getirilemez. Gerçi mevcut yasağın, orucun bizzat kendisinden
uzaklaştırılıp Allah Teâlânın davetinden yüzçevirmeye yöneltilmesi şayet mümkün
olsaydı, bu yorum, o gün tutulan orucun in'ikadına mani olmazdı; fakat, birinci
kutupta geçtiği üzere, bu yorum da sakattır.
Denirse ki:
Şer'de mevcut bazı
yasaklar fesada hamledilmiş, bazıları hamledilmemiştir, bu ayırımın ölçüsü
nedir?
Deriz ki:
Nehiy, fesada delalet
etmez; akdin ve ibadetin fasid oluşu, şartının ve rüknünün eksikliği ile
bilinir; şartın eksikliği ise ya namazda abdestin, avret yerlerini Örtmenin ve
kıbleye yönelmenin şart oluşu gibi, *icmâ" İle; ya 'nass' ile ya 'nefy
sıygası' ile yani Lâ salâte illâ bi tuhûr ve Lâ nifcahe illâ bi şuhûd
sözlerindeki sıyga ile -ki bu sıyga şartın yokluğu durumunda nefıy hususunda
açıktır-, ya da 'mansusa yapılan kıyas' yoluyla bilinir. Buna göre, irtikap
edilmesi bir şartın ihlal edilmesini içeren her nehiy, nehiy olmak sebebiyle
değil, şartın ihlal edilmesi sebebiyle fesada delalet eder. Satıma konu edilen
şeyin (mebî1), mal olması, mü-tekavvim olması ve teslim edilebilir olması
şarttır; satım anında görülmesinin ise şart olup olmadığı tartışmalıdır;
satılan şeyin bedelinin (semen) şartı ise, miktan-[II, 31] nın ve cinsinin biliniyor
olmasıdır. Mehir (sadak) ise, evlenme akdinin şartlarından değildir. Bu
sebeple, mehir olarak şarap, domuz veya gasbedilmiş bir mal üzerinde anlaşılmış
olması sebebiyle, her ne kadar bunların verilmesi yasaklanmış ise de, evlenme
akdi fasid olmaz. Yine her ne kadar haramlığı üzerinde tartışma varsa da,
işlerlik kazanma şartı açısından, sünnî talak İle bid'î talak arasında hiç bir
fark yoktur.
Denirse ki:
Birisi, 'şeyin bizzat
kendisine yönelik olan nehiy fesada delalet eder; böyle olmayan nehiy ise
fesada delalet etmez' dese bu doğru olur mu?
Deriz ki:
Bu doğru değildir;
çünkü hayızlı kadını boşamak İle gasbedilmiş evde namaz kılmak arasında fark
yoktur; çünkü eğer burada talakın ve namazın bizatihi ya-saktanmayıp, tersine,
hayız durumunda yapılması ve gasbedilmiş evde kılınması sebebiyle
yasaklandığını söylemek mümkün olsaydı, benzer bir yaklaşımın hayız durumunda
kılınan namaz için takdir edilmesi de mümkün olurdu; dolayısıyla bu hususta
hareket noktası, şartın eksikliği olmalıdır; şart da, mücerret nehiyle değil,
bu şarta ve sıhhatin bu şartla irtibatlı bulunduğuna delalet eden bir delil ile
bilinir; çünkü nehiy, bir Önceki meselede geçtiği gibi, vaz'an ve şer'an buna
delalet edemez.
Emir ve nehiy sıygası
İle ilgili olarak bu kadar bilgi yeterlidir. Bunun, vücub ve tahrimin
hakikatine ilişkin olan ve bu İkisine zıt ve uygun olan kısmım, sıyganın
muktczasma ilişkin olan kısmından ayırd etmiş ve bunu birinci kutupta, hükmün
hakikatinden bahsederken açıklamıştık. Orada açıkladığımız husus 'aklî bir
inceleme'; bu ise lafızların delaleti yönünden 'lüğavî bir inceleme'dir. Bu
sebeple usulcülerin teamülüne aykırı olarak biz bunları ayrı ayrı ele aldık.
[II, 32] [50]
Bu kısımda, bir
mukaddime ve beş konu vardır.
Bilesin ki: Umûm
(genellik, genel içerimlilik) ve husus (özellik, özel İçerim-lilik), anlamların
ve fiillerin değil, lafızların ârizî özel İlklerindendir. Amm, iki ve daha
fazla şeye bir/aynı yönden delalet eden lafızdır. İlerde tafsilatı geleceği
üzere, 'er-ricâl (adamlar)', 'el-müşrikûn (müşrikler)' ve 'Eve her girene bir
dirhem ver' lafızları ve benzerleri böyledir. Tanımda kullandığımız 'bir/aynı
yönden' sözüyle Arapların 'Zeyd Amr'a vurdu' ve 'Zeyde Amr vurdu' gibi sözlerini
tanım dışında bırakmayı düşündük. Çünkü bu sözler, iki şeye delalet etmektedir;
fakat bu iki şeye delalet, hem bir lafızla değil iki lafızla olmakta, hem de
bir yönden değil iki ayn yönden olmaktadır.
Bilesin ki: Lafız, ya
Zeyd ve bu adam sözünde olduğu gibi, bizatihi mutlak olarak hâsstır, ya
'mezkur' ve 'malum' sözlerinde olduğu gibi, mutlak olarak âmmdır; zira 'mevcut
(var)' ve 'madum (yok)' sözü, bu sözün dışında değildir; ya da 'el-müminûn
(müminler)* sözü gibi, İzafetle ammdır; 'el-müminûn' lafzı, tek tek müminlere
nisbetle âmmdır; müminlerin hepsine nİsbetle ise hâsstır. Çünkü bu lafız,
müşrikleri değil, müminleri içine almaktadır. Dolayısıyla bu lafız, içine
aldığı şeyleri kapsaması açısından âmm; sadece içine aldığı şeyleri kapsayıp
içine almadığı şeyleri kapsamaması açısından hâss olarak adlandırılmaktadır. Bu
noktadan hareketle her yönden âmm (mutlak âmm) olan lafız bulunmadığı [II, 33]
söylenebilir; çünkü 'malum' lafzı, 'meçhuFü; 'mezkur (zikredilen)' lafzı da
'meskutun anh'i (zikredilmeyeni)' içine almamaktadır.
Denirse ki:
Siz umûm'un,
anlamların ve fillerin değil, lafızların ârizî özelliklerinden olduğunu
söylediniz. Halbuki 'veriş (atâ)' bir fiil olup, hem Zeyd hem de Amr için söz
konusu olabilir ve sen bu durumda 'Bu kişi, verme işini hem Zeyd'e hem de Amr'a
genelleştirdİ' diyebilirsin. Aynı şekilde 'varlık' da hem cevherleri hem de
arazları içine alan bir anlamdır.
Deriz ki:
Zeyd'e veriş, bir fiil
olması bakımından Amr'a verişten ayrılmaktadır.
Dolayısıyla varlık
noktasında, tek/aynı fiil yoktur ve bu fiilin Zeyd ve Amr'a nisbeti tektir.
Aynı şekilde siyahlığın varlığı beyazlığın varlığından farklıdır; halbuki
varlık, her ne kadar hakikati akılda tek ise de, ikisi arasında müştereken
oluşmuş bir tek anlam değildir, insanların bilgileri ve kudretleri, ilim ve
kudret olmak bakımından müşterek ise de, bu bilgiler ve kudretler, 'genellik'
(umûm) ile vasıflandınlamaz. *Adam' (er-racul) dediğimizde, bunun dış dünyada
(a'yan), zihinlerde ve dilde bir varlığı vardır; fakat bunun dış dünyadaki varlığının
umûmu yoktur. Zira varlık sahasında mutlak bir adam yoktur; aksine varlık sahasında
adam, ya Zeyd'dir ya Amr"dır ve dış dünyada bu ikisini bîr tek şey, yani
adamlık, içine alıyor değildir.
Adam lafzının dildeki
varlığına gelince; adam lafzı bîr şeye delalet için konulmuştur. Bu lafzın
delalet bakımından Zeyd ve Amr'a nisbeti tek olup, delaletin bir çok medlule
nisbeti bakımından bu lafız âmm olarak adlandırılır.
Zihinlerdeki adam
kavramına gelince; bu kavram, aklın Zeydi müşahede etmek suretiyle insanın ve
adamın hakikatini algılaması yönüyle 'küllî' olarak adlandırılır. Zira daha
sonra, Amr'ı gördüğünde, bundan ayrıca başka bir suret (görüntü, biçim,
tasavvur) almaz. Daha önce almış olduğu adam tasavvurunun, şimdi görmüş olduğu
Amr'a nisbeti, daha önce tanıdığı Zeyd'e nisbeti gibidir. İşte adam kavramın
küllî oluşunun anlamı budur; eğer bu yönüyle âmm olarak adlandın lırsa bunda
bir sakınca yoktur.
[n, 34]
Denirse ki:
'Bu, 'Özellenmiş
âmm'dtr (âmm-ı mahsûs); bu da * özelleştirilmiş âmmdır (âmm-ı muhassas)'
denilmesi caiz midir?
Deriz ki:
Hayır, caiz değildir;
çünkü bu konuda, hususçulann (erbabu'l-husûs) görüşü, u mumcuların
(erbabu'1-umûm) görüşü ve kararsızların (vâkıfıyye) görüşü olmak üzere üç görüş
vardır.
Hususçular, msl.
el-müşrikun (müşrikler) lafzının, çoğulun alt sınırı (en azı) için konulmuş
olduğunu ve husus için olduğunu söylediklerinden artık bunun tahsis edilmiş âmm
olduğunu nasıl söyleyebilirler!
Umûmcular da, bu lafzın
'tam kapsama (istiğrak)' için olduğunu söylemişlerdir. Bu bakımdan bu lafızla,
hepsi değil bîrkısmı (ba'z) kastedilecek olursa, lafzın hakikatinden ve
vaz'mdan dışarı çıkılmış ve mecaza gidilmiş olur. Vaz'da tasarruf edilip
değiştirme yapılmadı ki, 'âmm tahsis edildi' ya da 'bu özel kılınmış (mahsus)
âmmdır' denilebilsin.
Karasızlar ise derler
ki; bu lafız müşterek bir lafız olup tıpkı 'ayn' lafzı gibi, bir karîne veya
muayyen bir irade sebebiyle hem husus hem de umûm yerine geçebilir; eğer
bununla husus murad edilmişse, bu artık 'tahsis edilmiş amm' değil, doğrudan
'husus' için konulmuş bir lafız olur. Eğer bununla umûm kastedümişse, bu artık,
'genelleştirilmiş hâss' olmayıp, umûm için konulmuş bir lafız olur.
Öyleyse bu lafız, her
bir mezhebe göre de tevil edilmiş olmaktadır. Kararsızların mezhebine göre
bunun anlamı, 'umûm kastedilmesi uygun iken, kendisiyle husus kastedilmiş
lafız' olmuş olur, istiğrak mezhebine göre ise, bu lafzın konulusu (vaz1) umûm
için olup, mecazen, konulduğu anlamın dışında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu
lafız vaz' itibariyle âmm; kasıt (irade) ve mecaz itibariyle hâsstir. Yoksa ki
vaz' itibariyle hâss veya âmm olan lafız, konuşanın iradesine bağlı olarak
vaz'ından başka bir şeye dönüşmez.
Denirse ki:
Eğer âmm tahsisi kabul
etmiyorsa, 'Fulan kişi, ayetin ve hadisin umûmunu tahsis etti' sözünün anlamı
nedir?
Deriz ki:
[II, 35] Daha önce
geçtiği üzere, âmmın tahsisi imkansızdır. Bu lafzın tevili ise, vaz' itibariyle
âmm olan veya umûm İradesine uygun düşen lafızla husus kastedildiğini
göstermektir. Bu bakımdan, böyle davranan biri için, mecaz (tevessü) yoluyla,
'bu kişi, umûmu tahsis etmiştir1 denilebilir ki, bu da, 'bu lafızla hususun
kastedilmiş olduğunu göstermiştir1 anlamındadır. Diğer taraftan bunu belirtmeyen
(tarif), fakat bu yönde bir kanaat (itikat) veya zannı bulunan ya da bunu
diliyle haber veren veya buna delil ikame eden kişiye 'tahsis eden (muhassıs,
kapsamı daraltan)' denilebilir. Bu kişi, bizzat 'tahsis eden (muhassıs)' değil,
yalnızca, 'gösteren (muarrif)\ 'konuşanın neyi kastettiğini haber veren
(muhbir)' ve karineler yoluyla buna 'istidlal eden'dir.
Mukaddime burada
tamamlanmış olmaktadır. Ele alınacak beş konu ise şunlardır:
1. Umûmun
bir sıygasının olup olmadığı ve bu hususta mezheplerin ihtilafı
2. Umûm
iddiası mümkün olan ve olmayan sıygaların birbirinden temyizi
3. Tahsis
edici delillerin açıklanması
4. îki
umûmun çatışması (tearuz)
5. istisna
ve şart[51]
Önce, umûmu benimseyenlere
göre, umûm sıygalarını; sonra sırasıyla bu konudaki görüş ayrılıklarını;
hususçulann delillerini; umumcuların delillerini; kararsızların delillerini;
kendi tercihimizi ve umûmu benimseyenler açısından, tahsise uğramış âmm'ın
hükmünü açıklayalım. Böylece umûm sıygalarına ilişkin olarak bu yedi noktadan
bahsedilmiş olacaktır. [52]
Kabul edenlere göre,
umûmun beş sıygası vardır:
a) Çoğul
isimler (elfâzu'1-cumû1):
Bu isimler, er-ricâl
(adamlar), el-müşrikûn (müşrikler) gibi marife [II, 36] olabileceği gibi,
rical, müşrikim gibi nekre de olabilir. Nitekim "Neyimiz var ki
...adamları (rical) göremiyoruz" {Sâd, 38/62} ayetinde de 'rical' lafzı
nekre olarak kullanılmıştır. Marife isimler de, eğer kendileriyle, mesela,
'Adam ve adamlar geldiler (Akbele'r-raculu ve'r-ricâl)' sözündeki gibi, önceden
bilinen (ma'hud) şeyler/kişiler kastedilmiyorsa umûm içindir; bu sözde ise,
önceden tanınan ve beklenen kişiler kastedilmiştir.
b) Şart ve
ceza için kullanıldığında, Men (Kim) ve Mâ (Ne) lafızları:
Hz. Peygamberin
"Kim ölü bir araziyi diriltirse, bu arazi onun olur ,[53]
"El, ödeyinceye kadar, aldığı şeyden (neyi almışsa ondan) sorumludur"[54]
sözleri böyledir.
Mekan ve zaman için kullanılan 'meta (ne zaman)' ve 'eyne (nerede)* lafızları
da böyledir. Msl. 'Ne zaman ki bana gelirsin (Bana geldiğin zaman), sana
ikramda bulunurum', 'Nerede olursan ol, sana gelirim'
c)
Olumsuzluk (Nefy) bildiren lafızlar:
'Bana kimse gelmedi',
'Evde kimse yok' gibi olumsuz ifadeler böyledir.
d) ismi
belirli hale getirme (tarif) amacına yönelik olmayan harf-i tarif ('el' öntakısı)
almış tekil isim:
örnek:
"insan
hüsrandadır (fnne'l-insâne lefi husr)" ve "Hırsızlık yapan erkek ve
kadın... (es-Sâriku ve's-Sârikatu...)".
'el' öntakısı almamış
(nekre) olan 'müşrik', 'sârik' gibi isimler ise, yalnızca bir kişiyi içine
alır.
e) Kütl, cemV,
ecmeûn ve ekteûn gibi sözlerle tekit edilmiş lafızlar: [55]
Alimler, bu beş sıyga
konusunda üç görüşe ayrılmışlardır. Hususçular, bunun (çoğul isimlerin),
çoğulun en alt sınırı için konulmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu alt sınır
da -ilerde tartışması yapılacağı üzere- iki veya üçtür. Umûmcular, bunun
konuluş itibariyle istiğrak için olduğunu, fakat mecazen, ko-nuluş dışında
kullanılmış olabileceğini söylemişlerdir. Karasızlar ise bunun, ne husus ne de
umûm için konulmuş olduğunu; tersine, lafzın konuluş hükmü itibariyle zaruri
olarak hepsini karşılaması yüzünden, çoğulun en alt sınırının da buna dahil
bulunduğunu söylemişlerdir. Çoğul lafız, bu isim altına giren fertlerin
hep-[II, 37] sini kaplayabilmesi (istiğrak) veya sadece en alt sınırı ifade
edecek biçimde kullanılabilmesi ya da en alt sınır ile istiğrak arasındaki bir
sayı ya da sınıfı içerebil-mesi itibariyle, tüm bu kısımları ifade etmeye uygun
düşen müşterek bir lafızdır; tıpkı fırka ve nefer lafızlarının, üç, beş ve altı
sayılarından her birine uygun düşen müşterek birer lafız olması gibi, çoğul
lafızlar da konuluş itibariyle -çoğulun alt sınırının buna kesinlikle dahil
olduğunu biliyor olsak bile- her hangi bir sayıya özel değildir.
Umûmcular da şu
ayrıntılarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir:
1) 'El' öntakısı almış (muarref) ve almamış
(münekker) isim arasındaki fark;
Cumhur, 'Adamları
(er-ricâl) dövün' sözü ile 'Adamlar (rical) dövün' sözü arasında;
Uktulû'l-müşrikîn (Müşrikleri öldürün) sözü ile Uktulû müşrikin sözü arasında
fark olmadığını söylemiştir. Cübbâî de bu kanaattedir.
Kimi alimler de, el
öntakısı almamış çoğul isimlerin, istiğraka (kaplam) delalet etmeyip,
belirlenmiş (muayyen ve mukadder) olmayan bir çokluğa delalet ettiğini
söylemişlerdir ki, bu görüş daha doğru gibidir.
2) El
öntakısı almış, es-sârtkûn, el-müşrikûn, el-fukarâ, el-mesâkîn ve el-âmilûn
gibi çoğulların delaletinde ihtilaf edilmiştir. Kimileri, bunun istiğrak için
olduğunu; kimileri de, çoğulun en alt sının için olduğunu ve bir delil
olmadıkça, istiğraka hamledilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Birinci görüş, hem
daha kuvvetli hem de umûmculann mezhebine daha uygundur.
3) Ed-dtnâru
hayrun mine'd-dirhem sözündeki gibi, el öntakısı almış tekil ismin delaletinde
ihtilaf edilmiş; kimileri, bu sözde geçen ed-dinar isminin, sadece bir taneyi
tanıtmak (tarif) için olduğunu, ed-dirhem sözünün ise bilinegelen dirhemi
anlattığım; kimileri, bunun da istiğrak için olduğunu; kimileri de, bunun hem
bir tek, hem cins hem de bu cinsin bir kısmına delalet edebileceğini,
dolayısıyla müşterek bir isim olduğunu
söylemişlerdir. Kararsızların görüşüne göre ise, bu lafızların hepsi de
müşterek olup, küll, külle-ma, eyyu, eltezi, men ve mâ da dahil olmak üzere
hiçbirisi istiğrak için değildir.
[11,38] Kararsızlar
bir tek konuda ihtilaf etmişlerdir. Kararsızlardan birkısmı, kararsızlığın,
sadece, haberler, vaad ve vaid hususunda varid olan umûmlarda olacağım; emir ve
nehiy konusunda ise, 'Biz, bun!an anlamakla mükellefiz (müteabbed); şayet
bunlar da müşterek olursa, mücmel olur ve anlaşılamaz' diyerek emir ve nehiy
hususunda kararsız kalınamayacağını ileri sürmüştür. Bu anlayış, kararsızların
görüşüne uygun düşmeyen sakat bir anlayıştır. Çünkü bir kere, kararsızların
delilleri, bir cins ile diğer cins arasında ayırım gözetmez. Zira Arap, çoğul
sıygası ile, cinsin tamamını kastettiği gibi, her bir cins içerisinde bir veya
birkaç şeyi (ba'z) de kastetmektedir. Bu noktada featû sözü ile ifalû sözü ve
kutile'l-müşrikûn sözü İle uktulû'l-müşrikîn sözü birbirine eşittir. Diğer yandan,
ve hüve bi külü şey'in alîm ve ve mâ min dâbbetin fi'l-ard illâ alellâhi
rtzkuhâ gibi, anlamak durumunda olduğumuz haberler de vardır.
Kararsızların
(vâkıfiyye), 'kararsızlık, umûm lafızlarda caiz; çıkış noktası umûmun çıkış
noktası gibi olan lafızlarda ise vaciptir' demeleri de yakışık almaz, -Şeyh
Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ve bir grup alim bunu ayrıntı vermeden söylemişlerdir-;
çünkü kararsız, bunun, husus lafzı olduğunu kabul etmediği gibi, umûm lafzı
oluşunu da kabul etmemektedir. Ancak eğer böyle söylerken, bu lafzın, umûmu
benimseyenlere göre umûm lafzı olduğunu kastediyorsa o başka. Kararsızların
mezhebine yakışan, 'çoğul sıygalarında ve şart edatlarında kararsız kalmak
vaciptir' demektir[56].
1. Delil:
Arap dilini
konuşanlar, hatta diğer tüm dillerin konuşanları, sayıları, nevileri, şahıslan,
cinsleri düşünüp, ihtiyaçları sebebiyle, her biri için birer İsim koydukları
gibi, aynı şekilde, ihtiyaç duyarak, umûmun ve cinsi istiğrak etmenin anlamını
da düşünmüşlerdir; nasıl olurda, bu anlam için bir sıyga ve lafız [n, 39]
koymazlar!
Bu delile dört yönden
itiraz edilecektir:
a) Bu,
diller hususunda kıyas ve istidlal yapmaktır. Halbuki dil, kıyas ve istidlal
yoluyla değil, tevkif ve nakil yoluyla sabit olur. Hatta diller, bu anlamda,
Hz. Peygamberin sünnetleri gibidir. Birisi çıkıp da 'Sâri' (Hz. Peygamber),
insanların buna ihtiyaçları varken, altı stnıf malı (eşyayı sitte) ve bunlarda
ribantn cereyan ettiğini açıklayıp belirttiği gibi, riba cereyan eden (ribevî)
diğer şeyleri de belirtmiş olmalıdır' diyemez. Bu, sakat bir mantıktır.
b) Hikmet
noktasında bunun vacip olduğu kabul edilse bile, dili meydana getirenlerin
(vâzı1), vaz' işini yaparken hikmete aykırı davranmayacak derecede masum olduklarını
kim kabul eder. Halbuki onlar hikmetin, terkedilmesini gerektirmediği şeyi
terkeden kişi hükmündedirler.
c) Bu
gerekçe, kendi içerisinde tutarsızdır. Nitekim Arap, geçmiş zamanı, gelecek
zamanı ve şimdiki zamanı düşünmüş; fakat şimdiki zaman için Özel bir lafız
koymamış, bu yüzden de, şimdiki zamanı göstermek için, gelecek zaman kalıbının
veya ism-i failin kullanılması gerekmiş ve msl. dövme işinin şu anda yapılıyor
olduğunu anlatmak için, Raeytuhu yadribu veya Raeytuhu dâriben denilmiştir.
Aynı şekilde Arap, renkleri düşündüğü gibi, kokulan da düşünmüş; fakat kokular
için isimler koymamış ve kokular, misk kokusu, ud kokusu denilerek, izafetle
gösterilmek durumunda kalınmıştır. Halbuki kan rengi veya zaferan rengi
denilmemekte, bunun yerine kırmızı veya san denilmektedir.
d) Biz, dil
ehlinin, gören göz için bir lafız vaz' etmediklerini kabul etmediğimiz gibi,
umûmu anlatacak bir lafız koymadıklarım kabul etmiyoruz. Ayn (göz) lafzı, her
ne kadar, bir kaç şey arasında müşterek bir isim ise de, bu durum onu göz için
konulmuş olmaktan çıkarmaz. Ayn lafzı, yalnızca göz anlamını vermek üzere
konulmuş olmayıp, aksine hem gözü hem de diğer şeyleri anlatmaya uygundur, tşte
çoğul sıygaları da tıpkı bunun gibi, umûm ve husus arasında müşterektir.
2. Delil:
Uktulû'l-müşrikm illâ
Zeyden (Zeyd hariç müşrikleri öldürün) denilmesi; [11,40] 'Fasık olan hariç,
eve her girene ikramda bulun' ve 'Bana isyan edeni cezalandırırım, mazereti
bulunanlar hariç* denilmesi uygun düşer. tstisna'nın anlamı, şayet istisna
olmayacak olsaydı, lafzın kapsamına dahil olacak olan şeyin hariç tutulmasıdır;
nitekim, 'insanlara ikram et, öküz hariç' denilmesi caiz değildir.
İtiraz:
İstisnanın iki amacı
(yaran) vardır; birincisi, sizin zikrettiğiniz, msl. aleyye aşretu derahim illa
selase sözünde olduğu gibi, 'lafzın kapsamına giren bir şeyin hariç
tutulması'dır. İkincisi ise, lafzın kapsamına girmeye uygun olmayıp (metinde
olup), lafızla kastedilmiş olabileceği tevehhüm edilen şeydir; aleyye aşretu
derahim Uta selase örneğinde, selâse (üç) lafzın kapsamı altına girmeye
uygundur. 'İnsanlara ikram et, Öküz hariç' sözündeki istisna ise, ilk lafızla,
öküze ikram etmenin de emredildiği ve bunun sonradan hariç tutulduğu değil,
öküz'ün bu lafzın kapsamına girmeye uygun olmadığını anlatma amacına yöneliktir.
3. Delil:
Vurgulama/anlamı
güçlendirme (te'kîd), tekid edilen şeyin anlamına uygun ve mutabık olmalıdır.
Hususun tekidi, umûmun tekidi ile aynı değildir. Zira idrib Zeyden nefsehu ve
idrib er-ricâle ectneîn ekîetn denilir; fakat- idrib Zeyden kullehum denilmez.
İtiraz:
Hasım, çoğul lafzının
bir topluluğu (kavm), ki bu topluluk çoğulun en azı ve daha fazlasıdır-, içine
aldığını kabul etmekte ve idrib el-kavme kullehum denilmesini caiz görmektedir.
Çünkü kavim lafzının bir külliyeli ve bir de cüziyeü vardır. Zeyd ve cüziyeti
(ba'z) olmayan muayyen bir'de ise kiilliyet olamaz. Çoğulun alt sınırı
geçildikten sonra, umûm lafzıyla kastedilen meblağ nasıl belirli değilse, aynı
şekilde el-müşrikun ve el-mu'minun lafızlan da bunun gibidir. Zaten söz, umûmun
istiğraku'1-cins için mi yoksa çoğulun en azı için mi yoksa iki mertebe
arasındaki bir sayı için mi olduğu hususundadır. Bunlardan hangisi olursa
olsun, kiilliyet lafzı ona yakışır.
Denirse ki:
Ekrimi'n-nâse ektatn
ecmetn kullehum ve kâjfetehum denildiğinde bu [11,41] sözün, istiğraka delalet
etmesi gerekir. Ayrıca delalet edenin de tekid değil, tekid edilen (müekked)
olması gerekir. Çünkü tekid, tekid edilenin uydusudur. Elbette ki, nâs
(insanlar) sözüyle kastettiği topluluğu istiğraka delalet eden şey, ancak
istiğrak ile tekid edilebilir.
Deriz ki:
Bu söz, istiğrakı akla
getirmez. Nitekim; şayet Ekrimi'l-fırkate ve't-tâifete kullehum ve kâjfetehum
ve cümletehum demiş olsaydı, bununla, fırka lafzının mefhumu değişmezdi ve
fırka sözü, daha çok (ekser) sayı için belirlenmiş olmazdı (taayyün etmezdi).
Tam tersine biz diyoruz ki; şayet 'nâs (insanlar)' lafzı, İstiğraka delalet
ediyor olsaydı, ayrıca 'kâffetehum ve cümletehum' demek güzel düşmezdi. Bu
fazlalıklar, ancak, artı bir yarar için zikredilir ki bu da onların amaçlarının
zıttını düşündürmektedir.
4. Delil:
Umûm sıygalarının, -ilerde
geleceği üzere- özellikle çoğulun en azı İçin olması batıl olduğu gibi müşterek
olması da batıldır. Zira bu ikinci durumda umûm sıygaları meçhul olarak
kalmakta ve ancak bir karine yardımıyla an t aşı la-bilmektedir. Bu karîne de
ya lafız ya da anlamdır (mânâ). Eğer bu karîne lafız ise, tartışma bu lafız
hakkında da geçerlidir. Zaten tartışma, Arabın, istiğraka delalet eden bir
sıyga vaz' edip etmediği noktasındadır. Bu karîne eğer anlam ise, anlam da
lafzın uydusudur (tâbi). Dolayısıyla bu anlam, lafzın delaletini nasıl artırabilecektir!
İtiraz:
İstiğrak kasdı,
karîne-i hallerden, rumuzlardan, işaretlerden ve konuşanın jest ve
mimiklerinden, normal adeti olarak bilinen şeylerden, maksatlarından ve bîr
cinse hasredilmesi ve bir vasıfta gösterilmesi (zabt) mümkün olmayan değişik
karinelerden -bu karineler, utananın utangıçlığının, çekingenin çekingenliğinin
ve korkağın korktuğunun bilindiği karineler gibidir- hasıl olan zaruri bilgi
ile bilinir. Aynı şekilde es-selamu aleykum diyen kişinin neyi kastettiği,
selam vermeyi mi yoksa alay etmeyi mi istediği bilinebilir. Yine genel olarak
karineler [\ıt 42] kapsamında olan şeylerden biri de konuşan kişinin
davranışıdır. Msl. Kişi yemek masasında iken 'masaya su getir' dediğinde, bu
kişinin, sıcak ve tuzlu su değil, tatlı ve soğuk su İstediği anlaşılır. Bazan
akıl delili de, Ve hüve bi külli şey'in alîm ve Mâ min dâbbetin fi'l-ard illa
alellahi rızkuhâ ayetlerinin umûmu gibi ve Hâliku külli şey ve ve hüve ala
külli şey'in vekil ayetlerinin hususu gibi olur. Zira Allanın zatı ve sıfatlan
bu sözün kapsamına dahil değildir. Tekid edilmiş lafızların tekrar edilmesi de
karîne kapsamına girer. Msl. 'Canileri dövün, müminlere ikram edin, hepsine, küçüğüne
büyüğüne, gencine yaşlısına, erkeğine kadınına, nasıl ve hangi biçim ve surette
olurlarsa olsunlar; hangi sebeple olursa olsun, onlardan hiç kimse bir
haksızlığa maruz bırakılmasın* sözü böyledir. Bu sözü söyleyen kişi, ne
kastettiği zorunlu olarak anlaşılmcala kadar tekid etmeye devam eder. Onların
'Lafız olmayan şey, lafıza tabidir' sözü de fasittir; konuşan kişinin
hareketinin, huylarının, adetinin, davranışlarının, yüzünün rengindeki
değişmenin, surat asmasının ve kaş çatmasının, başının hareketinin ve gözlerini
aşağı yukarı döndürmesinin, söylediği söze tabi olduğunu kim kabul etmiştir.
Aksine bunlar, müstakil deliller olup, bazılarının sözle birlikte bulunması
zorunlu bilgi ifade eder.
Denirse ki:
Ümmet, eğer umûmu
lafızdan anlamadılarsa, Kitab ve Sünnet lafızlarının umûm oluşunu nasıl
bilmişlerdir. Yine Hz. Peygamber Cibril'in, Cibril de Allah'ın ifadelerini ne
ile tanıyorlardı ki, hükümleri genelleşttrmişlerdir?
Deriz ki:
Sahabe, lafızların
umûm oluşunu, Hz. Peygamberin hallerinin karineleri, tekrarlan ve
tekrarlanagelen adeti sayesinde biliyorlardı. Tabiun da, sahabenin [II, 43]
hallerinin karineleri İle ve onların işaret, rumuz ve değişik tekrarlanyla
biliyorlardı. Cibril ise, eğer Allah'tan vasıtasız olarak duymuşsa, Allah,
insanların kelamına benzemeyen kelamıyla yaptığı hitap ile kastettiği şeyin
zorunlu bilgisini Cibril için yaratıyordu. Eğer Cibril bunu, Levh-i Mahfuz'da
görmüş ise, bunu melek diliyle ve ihtimal taşımayan kesin bir delaletle
yazılmış olarak görmekle biliyordu.
5. Delil:
Onların temel
dayanakları mesabesindeki bu delil, sahabe icmâ'ıdır. Sahabe ve dil ehlinin
tamamı, Kitab ve Sünnet lafızlarını -tahsisi yönünde delil bulunanlar hariç-
umûm üzere icra etmişlerdir. Onlar, umûm delilini değil, husus delilini
ararlardı. Bu yüzden, msl. "Allah size çocuklarınız hakkında şunu tavsiye
eder ..." (Nisa, 4/11} ayetiyle amel etmişler ve Ebu Bekr, Hz.
Peygamberden "Biz peygamberler miras bırakmayız"[57]
sözünü nakledinceye değin, bu ayetten hareketle Fatıma'nın mirasçı olacağına
istidlal etmişlerdir. Yine sahabiler, "Zina eden kadın ve erkekten her
birine yüz celd vurun" {Nûr, 24/2}, "Hırsızlık yapan erkek ve
kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38}, "Haksız yere öldürülen
kişinin velisi için bir yetki tammışızdır" {tsrâ, 17/33}, "Riba kalıntılarını
da bırakınız" {Bakara, 2/278}, "Nefislerinizi öldürmeyin" {Nisa,
4/29},
"İhramlı
olduğunuz esnada av hayvanı öldürmeyin" {Mâide, 5/95} ayetleriydi le ve
"Varise vasiyyet yoktur"[58]
"Kadın halası ve teyzesi üzerine nıkahlanamaz"[59]
."Silahını bırakan kişi artık emniyettedir" [60],
"Katil mirasçı olamaz"[61] ,
"Baba, oğlu mukabilinde Öldürülmez'[62] gibi
hadislerle amel etmişlerdir. Yine bu noktaya delalet eden bir olay da şudur:
"Allah yolunda cihad edenlerle, bu cihada iştirak etmeyip oturan müminler
eşit değildir*1
(Nİsâ, 4/95} ayeti
indiğinde, gözü görmez olan İbn Ümm-İ Mektûm, kendisinin durumunun ne olacağını
sormuş ve arkasından "rahatsızlık olmaksızın (ğayre u-li'd-darar)"
ilavesi inmiştir. Başlangıçta müminler lafzının umûmu, gören görmeyen herkesi
içine alıyordu. Yine "Siz ve Allah dışında taptıklarınız, cehenneme
atılacaktır; siz de onların yanına gidersiniz" {Enbiyâ, 21/98} ayeti
indiğinde bir yahudi bunu fırsat bilerek Hz. Peygamberle tartışmaya gelmiş [n,
44] ve 'Sen bunu nasıl söylersin, kimileri meleklere, kimileri Mesih'e
tapınıştır; senin sözüne göre, meleklerin ve Mesih'in de cehenneme atılması
gerekir' demiş ve bunun üzerine tahsise dikkat çekmek üzere, "Daha Önce
bizden kendilerine bir üstünlük bahşedilenler hariç; onlar bundan uzak tutulmuştur"
{Enbiyâ, 21/1011 ayeti inmiştir. Hz. Peygamber ve sahabe, bu yahudinin, ayetin
umûmuna tutunmasını yadırgamamışlar ve yahudiye 'senin istidlal ettiğin lafız
müşterek ve mücmel bir lafızdır' dememişlerdir.
'İnanan ve imanlarına
bir zulüm bulaştırmayan kişiler ..."{En'âm, 6782} ayeti indiğinde,
sahabiler 'hangimiz bir zulüm yapmamıştır ki" deyince, buradaki zulümle
nifak ve küfrün kastedildiği açıklanmıştır.
Ömer, Ebu Bekr'e karşı
Hz. Peygamberin "Ben, Lâ ilahe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla
emrolundum[63] sözüyle İhticac etmiş;
Ebu Bekr de, umûma tutunmasını tenkit etmeksizin, Ömer'in bu ihticacıni,
hadisin devamındaki illâ bi hakkıhâ sözüyle savuşturmuştur. Bu ve benzeri
şeyler, anlatılamayacak kadar çoktur.
itiraz:
Bu delile iki yönden İtiraz
ediyoruz:
a) Bu
anlayış, ümmetin bir kısmı açısından sahih olsa bile, hepsinin böyle davrandığı
söylenemez. Dolayısıyla sahabenin bir kısmının umûm kanaatinde olması
yadırganacak bir durum değildir; kaldı ki birçokları açısından ilk akla gelen
de budur. Ama bütün sahabilerin bu kanaatte oldukları kabul edilemez.
b)
Zikrettikleri tutumlar, sahabenin tamamından nakledilmiş olsa bile, onlardan
'Biz bu meselelerde, hiç bir karineyi dikkate almadan sadece lafız yüzünden,
sırf umûmla hüküm verdik' şeklinde bir söz tevatüren nakledilmemiştir. Belki de
içlerinden bazıları, kesinlik mahalli ile tereddüt (şekk) mahalli arasındaki
farkın etki açısından bir rolü bulunmadığı bilgisinden hareketle, lafızla
kastedilen şeyle bunun dışında kalan müsemmaların arasını eşitleyen bir karîne
ile birlikte lafızla [II, 45] hüküm vermişlerdir. Bu durumda tartışma, 'umûma
tutunulabilmesinin şartı, tahsis edici bir karîne bulunmaması mıdır yoksa
müsemmalar arasını eşitleyen bir karinenin bulunması mıdır?' noktasına
dönmektedir. Sahabe bu meselenin mahiyetini ve bu meseledeki tartışmanın
alanını belirtmediği gibi, umûma, eşitleyici karînenin varlığı şartıyla değil
de, tahsis edicinin bulunmaması şartıyla tutunula-bileceğini de belirtmiş
değildir. [64]
Kimi alimler,
et-fukara, el-mesâkîn ve el-müşrikûn (fakirler, miskinler ve müşrikler)
lafızlarının, çoğulun en alt sınırına indirgenerek anlaşılması gerektiğini
ileri sürmüşler ve şöyle istidlal etmişlerdir: Çoğulun alt sının, lafzın
kapsamına girdiği yakİnen bilinen miktardır; bu sayının dışında kalaniann
lafzın kapsamına girip girmediğinde ise kuşku vardır; kuşkulu olandan
hareketle bir hükmün isbat edilmesi mümkün değildir.
Bu İstidlal sakat bir
istidlaldir. Çünkü bu miktarın, yakinen biliniyor oluşu, lafzın ziyade
hususunda mecaz olduğunu göstermez. Tartışma, 'Şayet bununla, çoğulun alt
sınırından daha fazlası kastedilecek olsaydı, bu lafız hakikat mi olurdu yoksa
mecaz mı olurdu?' noktasındadır. 'On'un içerisinde 'üç* bulunduğu yakinen bilinmektedir
ve bu, on sözünün, üç dışında kalan kısım hususunda mecaz olmasını gerektirmez.
Yine 'güçlüğün kaldırılmış olduğunun', emir* sıygasından anlaşılıyor olması,
emir sıygasının vücub ve nedb hususunda mecaz olmasını gerektirmez. 'Bir
kişi'nİn, 'insanlar' lafzına dahil olduğunun yakinen biliniyor olması,
insanlar sözünün, bir kişi dışındakiler hakkında mecaz olmasını gerektirmez.
'Nedb'in, emirden olduğunun yakinen bilinmesi, emir'in vücub hususunda mecaz
olmasını gerektirmez. Bir kerelik yapma'nın emirde yakinen bilinmesi, emrin
tekrar hususunda mecaz olmasını gerektirmez. 'Derhal yapmanın' emirde [II, 46]
biliniyor olması, emrin terâhî hususunda mecaz olmasını gerektirmez. Diğer taraftan
onların bu istidlalleri çelişkilidir. Çünkü onların 'anlaşılan sadece üçtür'
sözleri, 'geri kalanlar hakkında kuşku vardır' sözleriyle çelişmektedir. Çünkü;
eğer anlaşılan yalnızca üç olmuş olsaydı, geri kalanlar kesinlikle lafzın
kapsamına dahil olmazlardı. Eğer kendileri, geri kalanlarda kuşku ediyorlarsa,
meselenin kendisinde de kuşku ediyorlar demektir. Tartışma ise, geri kalanlar
hakkındadır ve onlar, bu lafızların mefhumu sadece üçtür demekle hata
etmişlerdir.
Kadı, Eş'arî ve bîr
grup kelamcı, kararsızlığı (vakf) yeğlemiştir. Bunlar, şu delillere (şüphe)
tutunmuşlardır:
1. gerekçe:
Bu sıygaların umûm
için konulmuş olduğu, ya akıl ile ya da nakil İle bilinir; nakil ise, ya dil
ehlinden ya da Şâri'dendir. Her iki tür nakil de, ya ahad'dır ya da mütevatirdir.
Ahad haberde hiçbir hüccet yoktur; tevatür iddiasında bulunmak ise mümkün
değildir. Şayet mütevatir nakil bulunsaydı, zorunlu bilgi ifade ederdi. Aklın
ise, dillerde hiç bir rolü yoktur. Bu delilin tamamını, yukarıda emrin icab ve
nedb arasında tereddütlü oluşunu açıklarken zikretmiştik.
itiraz:
Bu, delil değil, delili
aramaktır (mutâlebetu'd-delil). Her hangi bir delilin delalet etmediği
müsellem olduğuna göre, delilden bahsetmek mümkün değildir. Biz, ilerde,
delilin bu konuya delalet biçimini zikredeceğiz.
2. gerekçe:
Biz, Arabin, 'ayn'
sözcüğünü, bu sözcüğün müsemmalan hakkında kullandıklarını; renk sözcüğünü,
siyah, beyaz ve kırmızı hakkında benzer ve tek kullanımla kullandıklarını
gördüğümüzde, bu sözcüklerin müşterek olduğuna hükmederiz. Bu sözcüğün, bir
şey hakkında hakikat, geri kalanlar hakkında mecaz oldu- [n, 47] ğunu İddia
eden kişi, tahakkümde bulunmuş olur. Yine görüyoruz ki Araplar bu sıygaları,
hem umûm hem de husus için, hatta, daha ziyade husus için kullanmaktadırlar.
Kitab'da ve Sünnette ve tahsisin söz konusu olamayacağı karşılıklı
konuşmalardaki mutlak kelimelerde bu son derece azdır. Bu sıyganın husus hakkında
mecaz, umûm hakkında ise hakikat olduğunu ileri süren kimse, tıpkı, bunun
husus hakkında hakikat umûm hakkında mecaz olduğunu iddia eden kimse gibidir.
Her iki iddia birbirine denk olduğuna göre birbirlerini savuşturması ve bu
sıyganın müşterekliğini itiraf edilmesi gerekir.
İtiraz:
Bu da, aynı şekilde,
delil değil, delil aramaktır. Çünkü Arap, tıpkı müşterek lafzı kullandığı gibi,
bunun hakikat ve mecaz kabilinden olmadığına dair bir delil ikame etmeksizin,
hakikat ve mecazı da kullanmaktadır. Sizin burada yaptığınız ise, bunun
müşterek olmadığına dair delil aramaktır.
3. gerekçe:
'Yap' sözünün, vlicub
için mi yoksa nedb için mi olduğu yönündeki istifham anlamlı olduğu gibi, çoğul
sıygaları hakkında, bu sıygalarla hepsinin mi bir kısmının mı kastedildiği
yönündeki istifham da anlamlıdır. Efendi kölesine 'Benim malımdan alan kişiyi
öldür' dese, kölenin 'Baban ya da oğlun olsa bile mi?' demesi ve efendinin de
'evet' ya da 'hayır' diye cevap vermesi anlamlı olur. 'Bana itaat edene ikram
et' dese, köle de, 'Kafir veya fasık olsa da mı?' dese, efendi olumlu veya
olumsuz cevap verebilir ve tüm bunlar anlamlıdır. Diğer taraftan "Her
müşriki öldür' dese, karşıdakinin 'Mümini de öldürecek miyim? şeklinde
istifhamı, açıkça hususu mecaza kaydırması yüzünden, anlamlı değildir.
ttiraz:
Mecazın sıkça
kullanılması durumunda, soru soran kişi mecazı talepte ihti-[II, 48] yatlı
davranabilir veya eğer bu sözleri söyleyen kişinin, itaat etseler bile fasık ve
kafire değer vermediği; yine malın harcanması konusunda babaya müsamaha
gösterdiği, süregelen adetiyle biliniyor ise istifham normaldir. Karîne,
hususa, lafzı ise umûma şahitlik ediyor. Bu durumda kuşku doğuran bir tearuz
sözkonusu olacağı için istifham anlamlıdır[65].
Bilesin ki: Bu
inceleme, yalnızca Arap diline özel olmayıp, tüm diller için geçerlidir. Çünkü
bütün dillerde umûm sıygasına ihtiyaç duyulur. Bu İtibarla tüm halk
kesimlerinin bu sıygalardan gaflet edip, ihtiyaçları bulunduğu halde, bu sıygaları
koymamış olmaları uzak ihtimaldir. Tüm dillerde bu sıygaların konulmuş
olacağına şu dört husus delalet eder:
a) Genel
emre karşı gelene itiraz edilip, İtaat eden kişiye itiraz edilememesi, b ve c)
genel haberden nakz ve hulf un lazım gelmesi,
b) helal
görmenin (istihlâl), genel biçimde helal kılınmış şeyler Üzerine bina
edilmesinin caiz oluşu.
Bu dört hususun,
söylediğimiz şeye delaleti şöyledir:
Efendi kölesine 'Bu
gün evime kim girerse, ona bir dirhem veya bir ekmek ver' dese, köle eve giren
herkese dirhem ya da ekmek verirse, artık efendinin, köleye itiraz hakkı
kalmaz. Eğer efendi, 'eve girenler arasından falanca kişiye niçin verdin; bu
kişi kısa boyludur, ben ise, uzun boyluları kastetmiştim; ya da bu kişi
siyahtır, ben ise beyazlan kastetmiştim' diye sitemde bulunursa, köle, 'Sen
bana uzun boylulara ya da beyazlara vermeyi değil, eve girene vermemi emrettin;
bu kişi de eve girmiştir' deme hakkına sahiptir. Hangi dilde olursa olsun, bu
sözü duyan akıllı kişiler, efendinin bu itirazının yersiz, kölenin mazeretinin
ise [II, 49] geçerli olduğunu bilirler ve efendiye 'Sen ona eve girene vermeyi
emrettin, bu falanca kişi de eve girmiştir' derler. Şayet köle, eve giren
herkese verip, bir kişiye vermese, efendi, 'Sen buna niye vermedin' diyerek
köleyi azarlasa; köle de 'çünkü bu uzun boyludur veya beyazdır; gerçi senin
sözün genel idi; fakat ben senin sadece kısa boyluları veya siyahlan kastetmiş
olabileceğini düşündüm' derse, bu sözü sebebiyle tedib edilmeyi hak etmiş olur
ve ona denir ki 'boy ve rengi dikkate almak senin neyine gerek, sana eve giren
herkese dirhem ya da ekmek vermen emredilmiştir' denilir. İşte itaat edene
itiraz edilememesinin ve itirazın, karşı gelene yöneltilmesinin anlamı budur, b
ve c) Haberin nakzedil mesi:
Bir grup insanı
gördüğü halde, 'Bugün bir kimseyi görmedim' diyen kişinin sözü, nakzedilecek
hulf olur. Yine bu kişi, gördüğü grubun dışında bîrini kastet-mişse, bu söz de
kötü karşılanır. Bu sözler de, çoğul sıygaları gibidir; çünkü umûmu
benimseyenlere göre, nefydeki nekre umûm ifade eder. Bunun içindir ki Allah
Teala İz kâlû mâ enzele'Uahu atâ beşerin min şey'in... (Onlar, Allah hiç bir
beşere hiç bir şey indirmemiştir...) diyenlere karşı, "De ki; Musa'nın
insanlara bir hidayet ve nur olarak getirdiği kitabı kim indirmiştir"
{En'âm, 6/91} demiş ve bu sözü, onların sözlerini nakzetmek için getirmiştir.
Eğer onların söyledikleri söz (mâ enzele'Ilahu alâ beşerin min şey) genel
olmasaydı, Allah onların sözünü ne diye nakzedecekti! Eğer onlar Musa dışında
kalanları kastetmişlerse, Musa'nın beşer ismi altına girmesi niye lazım
gelmiştir!
d) Umûm'a
dayanarak helal sayma (istihlâl):
Kişi, 'Kölelerimi ve
cariyelerimi azat ettim' dedikten sonra ölse, bu sözü duyan kişiler,
varislerin rızasına bağlı olmaksızın, bu kölelerden istediklerini
evlen-direbilirler ve diledi ki eriyle cariyeyle evlenebilirler. Yine birinin
'Elimdeki köleler, falan adamın mülküdür* şeklindeki sözü, tüm köleler
hakkında hüküm verilebilecek bir ikrar olur.
Hükümlerin, diğer
dillerde buna benzer umûm ifadeler üzerine bina edilmesi belli bir sayı İle
sınırlanamayacak kadar çoktur. Birisi 'Kölem Ganim'e ya da ka- [i\t 50] rım Zeyneb'e
infak et' dese veya isimleri Ganim olan iki kölesi ve isimleri Zey-neb olan iki
karısı bulunan kişi 'Ganim hür, Zeyneb de boş' dese, bu durumda, bu kişiye
müracaat edilerek ne demek istediğinin sorulması gerekeceğinde tartışma
yoktur. Çünkü bu kişi, net anlaşılmayan müşterek bir isim kullanmıştır. Eğer
umûm lafzı, çoğulun alt sının dışında kalan kısım hakkında müşterek olsaydı,
eve giren üç kişiye vermesi durumunda, köleye karşı nötr kalmak gerekir ve bu
sayı dışında kalan kısım hakkında da müracaatta bulunmak uygun olurdu. Halbuki
hiç bir akıllı nezdinde ve hiç bir dilde bu böyle değildir.
Denirse ki:
Bu söyledikleriniz
teslim edilse bile, bu teslim mücerret lafız sebebiyle değil, karineler
sayesinde olur; eğer ortada bu yönde her hangi bir karîne yoksa teslim
edilemez.
Deriz ki:
Sizin varlığım takdir
edeceğiniz her bir karinenin, biz de yokluğunu takdir edebiliriz ve başta öne
sürdüğümüz itiraz ve çelişki hükmü aynen devam eder. Onların diyebileceği nihai
söz şudur: "Birisi, 'Benîm yokluğumda kölelerime ve cariyelerime infak et'
dediğinde, bu emre muhatap olan kişi, nafakaya ihtiyaç karînesiyle, bunların
hepsine infak ettiğinde emre itaat etmiş olur ya da 'evime her girene dirhem
ver' emrine muhatap olan kişi de, eve her girene verdiğinde, ziyaretçiye ikram
karinesi sebebiyle, emre itaat etmiş olur." Bu ve benzeri türden karineler
takdir etmeleri durumunda bizim yapacağımız şey de bunların zıtlannı takdir
etmektir. Msl. birisi, 'kölelerime ve kanlanma infak etme' dediğinde, bu emre
muhatap olan kişi, tnfakta bulunursa asi olur, infak etmeyip, onların sefil
olmalarına sebebiyet verirse emre itaat etmiş olur. Yine 'Onları döv'
dediğinde, emre muhatap olan kişinin bunlar içerisinden sadece üç kişiyi dövüp
diğerlerinden el çekemez; tersine, onların hepsini dövdüğünde emre itaat etmiş
sayılır. Yine 'Evime girenlerden bir şey al* dese, umûmun varlığı devam eder.
Diğer taraftan, nefyinde ve isbatında bir amaç bulunmayan şeyleri bile takdir
edebiliriz. [II, 51] Msl. Birisi 'Kölelerimden kim 'ce (cim)' derse, ona 'se
(sad)' de; cariyelerimden kim 'e (elif)' derse onu azat et' dese, emre muhatap
olan kişi ister imtisal etsin isterse isyan etsin, zikrettiğimiz, itirazın
düşmesi ve yönelmesi sözkonusu olur. Hatta kesinlikle biliriz ki, doğru
sözlülüğü mucize ile bilinen doğrusözlü birisi (bir peygamber) sadece gündüzün
bir anında yaşasaydı ve bu anda, biz onun her hangi bir örfünü bilemeden,
tavırlarından her hangi bir karîne elde edemeden ve bu sözler dışında bu
kişiden her hangi bir işaret veya remz sadır olmadan; yüzünde her hangi bir
İfade belirmeden 'Kim hırsızlık ederse elini kesin; kim zina ederse dövün;
namaz buluğ yaşına gelmiş her akıllıya vaciptir, zekat da böyledir; bir
müslumanı öldüren kısas uygulanmalıdır; çocuğu bulunanlar, bu çocuğun nafakasından
sorumludur' dedikten hemen sonra ölseydi, biz bu lafızlarla hüküm verirdik ve
bu lafızlara ittiba ederdik. Bu noktada, bu kişinin müşterek mücmel lafızlar
kullandığı ve bu lafızları açıklayamadan Öldüğü, dolayısıyla da bu lafızlarla
amel edilemeyeceği söylenemez. Onlar bu sadık kişinin konuşmasında, konuşma
esnasındaki tavrının biçiminde bir karîne takdir edecek olurlarsa, biz de, bu
kişinin konuşmayıp, bu sözleri bir kağıda yazıp bize teslim ettiğini ve bunun
içindekilerle amel edin dedikten sonra öldüğünü takdir ederiz. Eğer onlar, bu
suçlar ve cezalar arasında uygun bir karîne takdir ederlerse, biz de, tek
başına söylenmiş harfler gibi, hiç bir uygunluk bulunmayan şeyleri takdir
ederiz. Msl. 'birisi size elif deyince, siz de ona cim deyin' ve benzeri gibi
sözler söylediğinde, tüm bunlar anlaşılır ve amel edilebilir sözlerdir. Onların
var sayabilecekleri her karineyi biz de yok sayabiliriz ve bizim
zikrettiklerimiz, mücerret lafz sebebiyle var olmaya devam eder. Bütün bunlar
gösteriyor ki; sahabiler, mücerret lafız sebebiyle ve tahsis edici karinelerin
bulunmaması sebebiyle umûm ifadelere tutunmuşlardır; genelleştirici bir karîne
aramamış ve çoğulun alt sının ile üzeri arasım eşitleme ihtiyacı
duymamışlardır.
Denirse ki: [II,
52] Birisi, 'Evime girene,
(dirhem) ver' dese, bu sözü söyleyene 'Kafir ve fasık
olsa da mı' diye
sorulması yakışık alır. Bu kişi de belki evet belki de hayır der. Eğer lafız
umûm ifade ediyor olsaydı, bu şekilde som sorma nasıl yakışık alabilirdi !
Deriz kî:
Bu sözü söyleyen
kişiye, 'uzun veya beyaz veya meslek sahibi olsa da mı' diye sorulması yakışık
almaz. Fasıka verilip verilmeyeceğinin sorulmasının sebebi ise şudur: Verme
deyince bundan İkram etme anlışılır; bu kişinin İse fasıklara ikram etmediği
bilinmektedir; ya da emre muhatap olan kişi, insanların genelde fasıka İkram
etmediklerini bilmektedir ve bu durumda insanların bu adetine ikti-da etmeyi
tevehhüm etmektedir; işte bu tahsis edici karineyi tevehhüm sebebiyle, mezkur
soruyu sorması uygun düşer. Bu sebepledir ki, diğer vasıfların (uzunluk,
beyazlık vs) sorulması uygun düşmemektedir. Bunun içindir ki şayet soru
sorma-yıp fasıka da vermiş olsaydı, ve bu yüzden efendi kendisini azarlasaydı,
köle 'Sen bana eve her girene vermemi emretmiştin; bu da eve girmiştir' diyebilir,
efendi de, 'aklını kullanarak, bunun bir İkram olduğunu ve fasıka da ikram edilmeyeceğini
anlaman gerekirdi' diyebilir. Efendi kabul edilebilir tahsis edici bir karineye
tutunmaktadır. Şayet bunu söylemeyip de, 'Benim kullandığım lafız, anlaşılmayan
müşterek bir lafızdır; sen niçin sormadan önce, bu işe teşebbüs ettin' demiş
olsaydı, bu azarlama kesinlikle yerinde olmazdı.
Denirse ki:
Siz, sözü/tartışmayı
şart edatı konusunda gündeme getiriyorsunuz; halbuki diğer umûmları inkar
edenler bile, şart edatının umûmtuğunu kabul etmektedirler; sizin şart edatı
dışındaki diğer biçimler hakkındaki deliliniz nedir?
Deriz ki:
Bu, 'men (kim, her
kim)', 'mâ (ne, her ne)', meta (ne zaman), 'eyyu vak (Hangi zaman)', hangi
şahıs ve benzeri lafızlar hakkında da geçerlidir. Aynı şekilde Mâ reaytu
ahaden (Bir kimseyi görmedim) sözünde olduğu gibi, olumsuz ifadeden (nefy)
sonra gelen nekre lafızda ve belki de daha da açık olmak üzere kuü, cemV,
ecmeûn sözlerinde de geçerlidir. Bu da üçüncü nevi olmaktadır. [rjt 53]
Dördüncü nevide, ki bu el-fukarâ, et-mesâkîn gibi çoğul lafızlarıdır, durum böyledir
ve aynı şey bunda da söz konusudur. Msl. birisi kölesine A'ti'l-fukarâ (fakirlere
ver), Uktuli't-müşrikîn (Müşrikleri öldür) demekle yetinip, ortada her hangi
bir karîne de bulunmasa, yukanda geçtiği gibi, bu durumda da, itaat ve isyan
hükmü ile itirazın yöneltilmesi ve düşmesi söz konusu olur. Bu söylenenler,
azlık bildirme (taklîl) kalıbı dışındaki bütün çoğullar hakkında geçerlidir.
Azlık bildirme çoğulu, efâl, efile, eful vtfi'le vezinlerine göre yapılır. Msl.
esvâb, erğtfe, eklüb ve sıbye çoğulları böyledir. Sîbeveyh, bunların hepsinin
azlık için, geri kalanların ise çokluk için olduğunu ifade etmiştir. Normal
çoğulun (cem'u's-selâme) da azlık için olduğunu söyleyenler olmuştur. Ancak bu
görüş tutarsızdır, hele hele, çokluk (teksir) için bina edilmiş bir çoğul
yoksa. Kaldı ki azlık çoğulu ile kastedilen miktar da kestirilemez ve bu miktar
karinelere ve durumlara göre değişebilir; ancak belli olan şey, azlık çoğulunun
istiğrak İçin konulmuş olmadığıdır.
Beşinci nevi ise, baş
tarafına el öntakısı gelmiş tekil İsimdir. Ancak bu nevi, inceleme ve
tartışmaya açık olup, hakkında ihtilaf edilmiştir. Doğrusu, bu ne-viyi
detaylara göre değerlendirmektir: Başına el takısı gelmiş tekil isim İkiye ayrılır:
a) Birkısım
tekil isimler, sonlarına bitişen hâ (yuvarlak te)' harfi sebebiyle cinsten
ayrılırlar. Msl. et-temr sözcüğü, hurma cinsini ifade eder, sonuna hâ getirilince
(et-temre) bir hurma demek olur. Yine el-bürr sözcüğü buğday cinsini İfade
eder, sonuna hâ getirilince bir buğday demek olur. Bu tür sözcüklerin sonunda
hâ harfi bulunmaz ise, sözcük istiğrak ifade eder. Buna göre, "Buğdayı
buğdayla, hurmayı hurmayla satmayın" sözü, her buğday ve her hurmayı içine
alır.
b) Birkısım
tekil isimler ise, hâ harfi ile böyle bir ayrımlaşma göstermezler. Bu kısımdaki
tekil isimler de ikiye ayni ir. Bazıları, bir sayı ve miktarda somu ti a-şır
(teşahhus ve teaddüt). Dinar ve racul sözcükleri böyle olup, d'tnarun vahidim
ve raculun vahidun denilir. Bazıları ise somutlaşmaz. ez-zeheb (altın)' sözcüğü
[II, 54] böyledir. Bu
sözcük, altın cinsini içine alır. Dinar ve racul sözcükleri İse, teklik için
olmaya daha yakın olup, başlarındaki el takısı, yalnızca belirtili (marife)
yapmak içindir. ed-Dinaru efdalu mine'd-dirhem sözü ise, değer belirleme
(tes'îr) karinesi ile bilinir. Bunun istiğraka delil olduğunun söylenmesi muhtemeldir.
Nitekim Lâ yuktelu müslimun bi kafir ve tâ yuktelu'r-racul bi'l-mer'e denildiğinde,
bu sözden bu isim altına giren herkes anlaşılır. Çünkü; şayet, hiç bir
münasebet olmaksızın takdir edilecek olursa, cinse delalet etmesi de mümkün
olur. [66]
Burada iki konu
incelenecektir.
Birinci konu: Umûmun
mecaza dönüşmesi meselesi
Alimler bu konuda
ihtilaf etmişler ve ortaya dört görüş çıkmıştır:
a) Umûm,
tahsisten sonra da hakikat olarak kalır. Çünkü umûm, geri kalan şeyleri de
hakikat olarak içermektedir. Bir kısmının hariç kalmasının etkisi yoktur.
b) Umûm
tahsisten sonra, geri kalanlar hakında artık mecaz olur. Çünkü bu lafız umûm
için konulmuş olup, karine sebebiyle, konulmuş olduğu şeyin dışında bir şey
kastedilirse, mecaza dönüşür. Eğer buna da mecaz denmezse, mecazın hiç bîr anlamı
kalmaz. Bunu başkasıyla birlikte içeriyor olması yeterli değildir. Çünkü umûm
lafız, çoğulun en az miktarının altında bir sayıyı ifadeye yönelik olarak varid
olmuşsa, bunun dışındakilerin mecaz olacağında tartışma yoktur. Birisi 'insanlarla
konuşma' deyip, arkasından 'ben sadece Zeyd'i kastetmiştim' dese, her ne kadar
Zeyd de insanların şümulüne girmekte ise, bu kullanım mecaz olur.
c) Tahsisten
sonraki umûm, o isim altına giren tüm fertleri kapsaması bakımından hakikat,
sadece belirli bir bölümüne hasredilmesi bakımından mecazdır. Bu görüş
zayıftır. Şöyle ki; umûm lafız bir kişiyi ifade amacıyla varid olduğunda,
mutlak olarak mecaz olur. Çünkü bu lafız, delalet hususunda, asıl konumun- [uf
55] dan saptırılmıştır. Sarık lafzı, özellikle nısâb miktarı malı çalan hırsız
anlamında olduğu sürece, sözcüğün aslî konumu (vaz') değişmiş ve Arabın
vaz'ettiği biçimin dışında kullanılmış olur. Kadı, umûmcuiarın görüşü
doğrultusunda detay verirken, bunun mecaz olacağını tercih etmiş; fakat şöyle
bir kayıt getirmiştir: Eğer umûm lafızın içerdiği şeylerden bir kısmı, aklî
veya naklî ayn (munfasıl) bir delil ile dışarı çıkarılmışsa, bu takdirde mecaz
olur. Eğer istisna gibi bitişik bir lafızla dışan çıkarılmışsa, bu takdirde
mecaz olmaz; aksine söz, kendisine bitişik bir ziyade sebebiyle, farklı bir
şey için konulmuş başka bir söz olur. Biz 'muslin? sözüne vav ve nun
harflerini ekliyerek 'müslimûn' diyoruz. Yaptığımız bu ziyade artı bir durumu
gösteriyor, yoksa ki bu lafzı mecaz haline getirmiş olmuyoruz. Yine racul
sözcüğüne elif ve lam (el) ekleyip er-racul diyoruz. El takısı artı bir yarar
sağlıyor ki, bu da ismi marife yapmaktır. Çünkü lafız, yapılan bu ziyade ile
başka bir sıyga haline gelmiştir; dolayısıyla başka bir anlama delalet etmesi
caizdir; bir harf eklemekle bir kelime eklemek arasında da fark yoktur.
Yuktau's-sârık İlla men seraka dune'n-nısâb denildiğinde, bu sözün toplam
anlamı, neye delalet ediyorsa ona delalet için konulmuştur. Allah Tealamn
"fe lebisefihim el-fe senetin İlla hamsine âmen" {Ankebût, 29/14}
sözü de, 950'ye delalet eder ve delalet mecazi bir delalet değildir; aksine,
vaz' bu şekilde konulmuştur. Adeta Arap, 950 sayısını ifade etmek için iki
ibare koymuştur; bunlardan biri elfu sene illa hamsin, diğeri de, tisamie ve
hamsin'dir. Şöyle demek de mümkündür: elj sene Uta hamsin sözü, vaz itibariyle,
bu miktardan ibaret hale gelmemiştir; aksine, elf, elf için, hamsun hamsun
için ve illa ise, isbattan sonra kaldırmak içindir, [jj, 56] Biz, matematik
bilgisiyle bunun 950 olduğunu anlarız. Bin sayısını koyup, bundan elli
sayısını kaldırdığımızda, geri kalan sayının 950 olduğunu, matematik sayesinde
biliriz. Artık, cümlenin toplamının bu sayıdan ibaret olmak üzere konulmuş
olduğunu söyleyemeyiz. Bu yaklaşım, daha dakik ve daha doğrudur. Bu, müslim
lafzına, elif ve lam, ya ve nun eklemek gibi değildir; çünkü önceki lafız
olmadan bu eklerin hiç bir anlamı yoktur.
Denirse ki:
Allah Teala 'Müşrikleri
öldürün" dese ve Peygamber de, bu söze bitişik olarak 'Zeyd hariç (illâ
Zeyd)' dese, bu ziyade, müşrikun lafzını, geri kalanlar için mecaz yapan bir
bitişik gibi olur mu?
Deriz ki:
Bu hususta İhtilaf
edilmiştir. Zahir olan şudur ki; konuşan kişiden başkası tarafından yapılan bu
ziyade, aklın veya naklin kıyası gereği olan munfasıl bir delil menzilesinde
olur. Bunun içindir ki, birisi Zeyd deyip, bir diğeri 'kalktı' dese, bu bir
haber olmaz. Bu sözün haber olabilmesi için, kalktı lafzını da, Zeyd diyen kişinin
söylemesi gerekir. Çünkü sözün düzeni, bir konuşanla olur ve sözü haber yapan
da budur.
Denirse ki:
istisna yoluyla
müşrikun lafzının kapsamından, Zeyd dışında herkesi çıkarsa, müşrikun lafzı
mecaz olur mu?
Deriz ki:
Evet, olur. Çünkü, bu
lafız ittifakla hepsi içindir. Tartışma ise, bunun istiğrak edip etmediği
noktasındadır. Umûmculara göre bu, istiğrak eden çoğulun istisnasında değil,
istiğrak etmeyen çoğulun istisnasındadır.
İkinci konu: Tahsis
edilmiş umûmun, geri kalanlar hakkında mecaz olup olmayacağı konusu
Umûma kail olan kimi
alimler, böyle olan umûmun artık hüccet olarak devam etmeyeceğini; aksine,
mücmel hale geleceğini söylemişlerdir. Kaderiyye bu görüştedir. Çünkü; eğer
vaz' üzere bırakılmazsa, anlamak için, karîne dışında hiç [II, 57] bir dayanak
kaimaz; bu karîne ise muayyen olmadığı için ona ulaşılamaz. Yine bunlar
arasından kimileri ise, -tahsisten sonra- çoğulun en azının kalacağını söylerler;
çünkü çoğulun en azı yakinen bilinmektedir.
Mücmel hale geleceğini
savunanlar şu gerekçeye tutunmuşlardır: es-sârık (hırsız) lafzından, nisabın
altında mal çalanlar, koruma altında olmayanı çalanlar, nafakaya hak kazanmış
olanlar ve benzerleri çıkarılınca, hırsız lafzıyla kastedilenin ne olduğu,
münhasıran nasıl anlaşılacaktır! Vaz', elimizden çıkmıştır ve ayrıntı ve hasr
ifade eden bir karîne de yoktur. Öyleyse bu lafız artık mücmel hale gelmiştir.
Doğrusu, bunun hüccet
olarak devam etmesidir. Ancak, umumdan, bilinmeyen (meçhul) bir şey istisna
edilirse, msl. uktutu'l-müşrikin Ula raculen denilirse, bu takdirde mücmel
olur. Bilinen bir şey istisna edilidiğinde, umûm lafız geri kalanlar hakkında
delil olmaya devam eder. Bunun içindir ki, kendisinde tahsis söz konusu olmayan
hemen hiç umûm bulunmadığı halde sahabe umûm ifadelere tutunmuşlardır. Çünkü,
es-sânk lafzı, şayet özel bir delil bulunmasaydı, vaz' itibariyle her hırsızı
içine alacaktı. Bu özel delil, lafzın delaletini, çıkarılan bu şeyden başka
yöne çevirir, fakat, geri kalanlar hakkındaki delaletini düşürmez. Evet, lafız,
çıkan şeyin çıkarılmasına delalet etmez ve çıkarıcı bir delile ihtiyaç duyar.
Lafzın bu eksikliği, onun geri kalanları içine almaktan da eksik olacağı
anlamına gelmez. Birisi 'Bir köle azat et' deyip, arkasından 'ayıplı ve kafir
bir köle azat etme* dese, bu söz sebebiyle ilk söylediği söz anlaşılır
olmaktan çıkmaz. Burada dilin geleneğine, dilcilere ve sahabenin adetlerine
başvurulur. Zira onlar, Kitab ve Sünnetin bütün umûmlarına, tahsis girdi diye
atmamamışlardır. Genel olarak söylemek gerekirse; tahsis edilmiş umûm
konusunda, karasızların görüşü, kuşkusuz, daha açık ve üstündür.
Denirse ki:
Siz de bunun mecaz
olacağını teslim ediyorsunuz. Mecaz ile amel için bir delile ihtiyaç vardır.
Çünkü mecaz ile ancak bir delil yardımıyla amel edilebilir.
Deriz ki:
Bu lafız, vaz'
itibariyle hakikattir; bunu mecaz kılan ise tahsis edici delildir. Mecazın
delaletinin düşmesine gelince, bunun tutar tarafı yoktur, hele hele yaygın
olarak bilinen mecazlar konusunda. Biz, ilave bir delil olmaksızın bu tür mecazlara
tutunuyoruz. Msl. Ev câe ahadun minkum mine'l-ğâıt (Nisa, 4/43} ayeti böyledir.
Her ne kadar bu, mecaz olsa da, bilinmektedir. İşte, tahsis edilmiş umûmları
anlaşılır kılmak da dilde bilinen bir husustur ve atılması mümkün değildir[67].
Umûm iddiası, Şâri'in
doğrudan kendisi söze başlayarak zikrettiği şeylerde mümkündür. Bir soruya
cevap olarak zikrettiği şeylerde ise, bakılır; eğer cevap verirken, soru
sorulmaksızın doğrudan kendisi söze başlayarak söylemiş olsaydı, müstakil
olacak olan bir lafız kullanmışsa bu söz âmm olur. Msl. Bidâa kuyusu hakkında
sorulan bir soruya karşılık olarak, "Allah suyu temiz olarak yaratmıştır;
tadını veya rengini veya kokusunu değiştirmeyen hiç bir şey suyu pisletmez"
diye ve yine, deniz suyuyla ilgili bir soruya "Denizin suyu temiz, ölüsü
helaldir" diye cevap vermesi böyledir. Soruya verilen cevap bu biçimde
bağımsız değilse, yine bakılır; Soru soran kişinin lafzı genel değilse,
verilen cevap için bir genellik sabit olmaz. Msl. Birisi 'Ben deniz suyuyla
abdest aldım' dediğinde, 'Bu sana yeter' dese veya 'Ben Ramazanın gündüzünde
cinsel ilişkide bulundum' diyene 'Bir köle azat et' dese, bu sözler İçin bir
genellik yoktur. Çünkü bu sözler bir kişiyle yapılmış konuşmadır. Aynı hüküm,
başkaları hakkında ancak yeni ve bağımsız bir delille sabit olabilir. Bu yeni
delil, -eğer kıyas ile teabbüd varid ise- bir kıyas olabilir ya da Hz.
Peygamberin "Bir kişi hakkında verdiğim hüküm, aynı zaman da toplum
hakkında da geçerlidir" sözüne tutunulabilir. Bunun da şartı, başkalarının
durumlarının, hükümde etkisi bulunan bütün vasıflar bakımından soru soran bu
kişinin durumu gibi olmasıdır ve bu ikisinin yalnızca Şahıs ve ayırımda rolü
bulunmayan uzunluk, renk gibi vasıflar bakımından ayrılmasıdır. Azat (Itk)
gibi bazı hükümler açısından erkeklik ve dişilik de tıpkı uzunluk ve renk
gibidir. Bunun için diyoruz ki, köle hakkında verilen hüküm, sirayet yoluyla,
aynı zamanda cariye hakkında verilmiş bir hükümdür. Nikahta velayet [II, 59]
konusunda ise, durum böyle değildir. Zira Şer'in genel tutumundan bilinen şey,
kölelik ve azatlık konusunda erkeklik ve kadınlığı dikkate almadığıdır. Nikah
hakkında ise böyle bîr şey bilinmemektedir. Bunun için biz diyoruz ki; Sahîh'te
rivayet edildiğine göre, Ebu Bekr Hz. Peygamberin hastalığında İnsanlara imam
olmuş, Ebu Bekr namaz kıldırmakta iken Hz. Peygamber odasından çıkmış, Ebu Bekr
kendisi arkaya geçmeye niyetlenmiş, Hz. Peygamber, yerinde kalmasını işaret
etmiş ve gelip yanma durmuş; Ebu Bekr Hz. Peygambere iktida etmiş (uymuş),
insanlar da Ebu Bekr'e iktidalan üzere kalmışlar; insanlar Ebu Bekr'in, Ebu
Bekr de Hz. Peygamberin namazıyla namazlarını kılmışlardır. Bu rivayette, imamın
başka birine iktida etmesi, insanların da başkasına iktida eden birine iktida
etmeleri durumu söz konusudur. Bizim için, başka birinin Hz. Peygamber konumunda
(anlamında) olabileceğine dair bir şey ortaya çıkmamıştır. Peygamberliğin
İmamette etkisi ola ola, imamete ilişkin hususlarda, Hz. Peygamber varken O'nun
önüne geçilmesi uzak bir iştir, tşte bu özel bir fiildir ve umûmu yoktur.
Aradaki farka rağmen ve tutunulabilecek bir umûm da yokken, ilhak iddiası tahakkümdür.
Hatta Hz. Peygamberin Abdurrahman b. Avfa "İpek giy" demesi; Ebu
Burde b. Neyyâr'a kurbanlık hususunda "Sana bir oğlak yeter" demesi;
Ureynelilere develerin sidiklerini içmeleri hususunda izin vermesi; Ömer'e
"Söyle oğluna, karısına dönsün!" demesi gibi sözlerin hiç birinin
umûmu yoktur. Bunların genelleştirilmesi kıyas veya başka bir yeni delile
ihtiyaç duyar. İnsanların, Hz. Peygambere iktida etmiş bulunan Ebu Bekr'e
iktida ettikleri şeklindeki nakile gelince, burada, herkesin iktidasının Hz.
Peygamber'e olması, Ebu Bekr'in de tekbirleri yüksek sesle söyleyen bir aracı
konumunda olması muhtemeldir.
Soru soran kişinin
lafzı âmm ise, bu lafzın umumiliği, Şâri'in lafzının umûm olması
mesabesindedir. Msl. birisi Hz. Peygamber'e, Ramazan gündüzünde iftar eden
birinin durumunu sorsa, Hz. Peygamber de 'Bir köle azad eder' dese, bu [II, 60]
söz tıpkı, 'Ramazanın gündüzünde oruç bozan kişi, bir köle azad eder' demesi
gibidir. Çünkü Hz. Peygamber bir soruya cevap vermektedir; verilen cevap ise
ancak ya soruya mutabık olur ya da ondan daha genel olur, sorulan sorudan daha
Özel olamaz. Som soran kişi, 'Zeyd Ramazanın gündüzünde iftar etti' dese, Hz.
Peygamber de 'Bir köle azat etmesi gerekir' dese ya da 'Ibn Ömer karısını boşadı'
dese, Hz. Peygamber de 'Söyleyin ona karısına dönsün' dese, bu sözlerin umûmu
yoktur. Belki Hz. Peygamber bu şahısların durumlarından, birincinin azat
etmeyi, ikincinin de özellikle karısına dönmesini gerektiren bir şey biliyor
olabilir. Biz ise bu halin ne olduğunu ve bu hal hususunda kimlerin o kişiye
eşit olduğunu bilemiyoruz. Yine bu kişinin orucu, unutarak mı yoksa bilerek mî,
yiyip İçerek mi yoksa cinsel ilişki yoluyla mı bozduğu da bilinmemektedir.
Denirse ki:
Durumların tearuzuna
rağmen Şâri'in ayrıntıları sormaması, hükmün genel olduğunu gösterir ve üstelik
bu Şafiî'nin sözlerindendir.
Deriz ki:
Bunun hakikat olduğuna
nereden karar veriyorsun! Belki de Hz. Peygamber bu kişilerin özel durumlarını
biliyordur ve bu bilgisine dayanarak ayrıntıları sormadan cevap vermiştir. Bu
yaklaşım sırf vehim yoluyla bir umûm ortaya çıkarmaktır.
Amm lafzın özel bir
sebep üzerine varid olması, umûm iddiasını düşürmez. Msl. Hz. Peygamber
Meymûne'ye ait bir koyunun yanından geçerken "Tabaklanmış her deri
temizdir[68] demesi böyledir. Kimileri
böylesi bir âmmın umûmunun düşeceğini söylemişlerdir ki bu yanlıştır. Evet bu
durumda tahsis ihtimali akla daha yakındır ve bu hususta hafif ve zayıf bir
delille yetinilir. Bazen de bunun olaya özel olduğu karîne İle anlaşılabilir.
Msl. birine 'Git falan kişiyle şu olay hakkında sen konuş' denildiğinde, bu
kişi 'vallahi ben onunla asla konuşmam' dese, karîne ile bu kişinin mutlak
olarak değil, söz konusu olayla ilgili olarak konuşmamayı kastettiği
anlaşılır.
Özel bîr sebep üzerine
varid olan âmmın umûmunun devam ettiğine dair delil şudur: Hüccet, soru
soranın sorusunda ve sebepte değil, Şâri'in lafzındadır. Bunun içindir ki
verilen cevap, sorunun geliş biçiminden farklı olabilir. Şöyle ki; birisi, 'Su
içmek, bir şey yemek ve avlanmak helal midir' diye sorsa, Sâri' de "Yemek
vaciptir, içmek menduptur, avlanmak ise haramdır' diye cevap verse, soru her ne
kadar yalnızca bunların mubah olup olmadığına dair ise de ve verilen cevapta
yasaldık ve vaciptik varsa da, bu hükümlere uymak (ittibâ1) vaciptir. Şer'in
temel ilkelerinin (usul) pek çoğu birtakım sebeplere göre çıkmışken, bu durum
nasıl inkar olunabilir! Msl. "Hırsızlık yapan erkek ve kadın..."
ayeti, bir kalkanın çalınması ya da Safvân'ın elbisesinin çalınması Üzerine
inmiştir; zıhâr ayeti Seleme b. Sahr hakkında, Hân ayeti Hilal b. Ümeyye
hakkında inmiştir ve hepsi de umûm üzeredir. [69]
Muhaliflerin üç
gerekçesi vardır:
1. gerekçe:
Şayet sebebin bir
etkisi olmasaydı ve yalnızca lafız dikkate alınsaydı, -sanki bir sebepüzerine
varid olmamış gibi- sebebi, tahsis hükmüyle müsemmalann [II, 61] umûmundan
çıkarmanın caiz olması gerekirdi.
Cevap:
Şârİ'in sözünün olayın
beyanı için olduğunda hiç bir tartışma yoktur. Fakat tartışma, bu açıklamanın
sırf o olaya özel mi, yoksa onunla birlikte başkaları için de geçerli mi olduğu
hususundadır. Lafız hem o olayı hem de başkalarını kapsamaktadır. Lafzın o
olayı içine aldığı kesindir, başkalarını içine aldığı ise belirgindir (zahir).
Kendisine bir şey sorulan kişinin, başka bir şeyden cevap vermesi caiz
değildir. Şu kadar ki, hem kendisine sorulana hem de daha başka şeylere cevap
vermesi, yine, soru mahalline dikkat çekerek başka şeye cevap vermesi de caizdir.
Msl. Kendisine oruçlu iken hanımın öpmenin hükmünü soran Ömer'e Hz. Peygamberin
"Şayet mazmaza yapmış olsaydın sence durum ne olurdu?" demesi;
Has'amlı kadına "Babanın bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin, sence bu
borç ödenmiş olur muydu?" demesi böyledir.
2. gerekçe:
Şayet sebebin hiç bir rolü
olmayacak olsaydı, ravi bu sebebi nakletmezdi; çünkü bu durumda sebebi
nakletmenin bir faydası yoktur.
Cevap:
Sebebi zikretmenin
faydası, nüzul sebeplerini, siyeri, kıssaları ve Şeriat ilminin genişliğini;
aynca, ictihadla tahsis hükmüyle sebebi dışlamanın imkansızlığını bilmeyi
sağlamasıdır. Bunun içindir ki Ebû Hanîfe (rh), istifraş edilen cariyeyi
"Çocuk yatağa aittir"[70]
hadisinden hariç tutmada yanılmıştır. Halbuki haber Zem'a'nın çocuk edindiği
cariyesi (velîde) hakkında varid olmuştur. Zira Abd b. Zem'a, 'O benim
kardeşimdir; babamın velîdesinin oğludur, babamın yatağı üzerinde doğmuştur'
demiş, Hz. Peygamber de "Çocuk yatağa aittir, zina edene (âhir) düşen ise
taştır" diyerek cariye için de yatağı isbat etmiştir. Ebû Hanîfe ise,
sebep kendisine ulaşmadığı için cariyeyi bu haberin umûmundan hariç tutmuştur.
3. gerekçe:
Şayet amaç, sebebi
açıklamak olmasaydı, açıklama, olayın vuku vaktine kadar ertelenmezdi. Amaç,
genel bir kuralın yerleştirilmesi idiyse, bu kuralı niçin olayın vuku vaktine
kadar ertelemiştİr:
Cevap:
Siz hangi gerekçeyle,
beyanın ertelenmesinde bir fayda bulunmadığını söylüyorsunuz; bunun faydasını
Allah daha iyi bilir. Siz niçin Allanın fiilleri için bir fayda atıyorsunuz;
Allah, teklifini hangi vakitte isterse o vakitte inşa eder; O yaptıklarından
dolayı sorgulanamaz (sorulumlu değildir). Diğer taraftan belki de O, beyanı
olayın vukuuna kadar ertelemenin kutlar için bir lütuf ve maslahat olacağını
ve onları boyun eğmeye sevkedeceğini bilmiş olabilir; bunlar takdim ve tehirle
gerçekleşecek şeyler değildir. Yine, bu İllete göre, recmin yalnızca Mâiz'e;
zıhâr, Hân ve kesmenin de, ayetlerin kendi haklarında indiği şahıslara özel
olması lazım gelir ki, bu icmâ'a aykırıdır.
Mesele:
Muktezanın genelliği
(uumu) yoktur. Genellik, manalar İçin değil, lafızlar içindir. Manaları
içermesi ise lafızların zaruretinden kaynaklanır.
"Lâ sıyame limen
lem yübeyyiti's-sıyam" sözünün zahiri, orucun maddi olarak tasavvurunu
nefyetmektedir; fakat bu nefyin hükme yöneltilmesi gerekir ki, bu hüküm ya
asgari yeterlikle yerine getirmişlîğin (iczâ) ya da mükemmelliğin (kemal)
nefyedilmesidir. Bu sözün her iki durum arasında ihtimali i olduğu; dolayısıyla
mücmel olduğu da söylenmiştir. Yine bunun (hadîsteki bu ifadenin) iczâ [II, 62]
ve kemali nefy hususunda âmm olduğu da söylenmiştir ki bu yanlıştır. Evet, şayet
Hz. Peygamber, 'Geceden niyet olmaksızın hiç bir orucun hükmü yoktur' demiş
olsaydı, hüküm iczâ ve kemal hususunda genel bir lafız olurdu. Fakat "Lâ
sıyame..." deyince, hüküm artık açıkça söylenmiş (mantuk bih) olmayıp, bu
ancak zaruret yoluyla ortaya konulmuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamberin
"Ümmetimden hata ve unutma kaldırılmıştır''[71] sözünün
anlamı, 'hata ve unutmanın hükmü kaldırılmıştır' şeklinde olup, bunun umûmu
yoktur. Şayet Hz. Peygamber, 'Hatanın hükmü yoktur' demiş olsaydı, bu söz, iczâ
ve kemal hususunda umûma değil, günah, maddi sorumluluk (ğurm) gibi şeylerin
nefyine hamledilebilirdi. Çünkü iczâ ve sıhhat olmayınca, kemalin de olmaması
zorunlu sonuçtur. Umûm ise, ancak, ikisinden birinin yok olması mümkün olabilen
iki anlamı kapsayan Şeydir.
Mesele: (iki mef ule
geçiş yapan fiil'in, mefullerine izafetle umûm ifade edip etmediği)
İki mef ule geçiş
yapan fiilin, mefullerine izafetle umûm mesabesinde olup olmayacağında ihtilaf
edilmiştir.
Ebû Hanîfe'nİn
arkadaşları bunun umûmunun olmadığını söylemişlerdir. Tam tersine, şayet
birkimse, muayyen bir yiyeceğe niyet ederek 'vallahi yemiyeceğİnT dese veya
yine muayyen bir yiyeceğe niyet ederek 'eğer yersem sen boşsun' dese makbul
değildir. Vurma ile, muayyen bir aleti kastetmesi de bunun gibidir. Ebû
Hanîfenin arkadaşları bu görüşe şu noktadan hareketle ulaşmışlardır: Bu
ifadeler mukteza kabilinden olup, bunların umûmu yoktur. Çünkü yemek, zaruri
olarak yenilecek bir şeyin varlığım gerektirir ve lafız buna değinmemektedir;
söylenmemiş şeyin ise umûmu yoktur. Çıkmak için mekan, yemek için yenilecek bir
şey ve vurmak için alet ne ise, fiil için vakit ve fail için de hal odur.
Birisi karısına 'sen boşsun' dedikten sonra, ben 'eğer eve girersen' veya
'cuma günü'nü kastetmiştim' derse kabul edilmez. Yine onlar derler ki bu kişi
şayet 'sen boşsun' sözüyle bir sayıya niyet etmişse, bunun yeterli olmayacağını
söylemişlerdir.
Şafiî'nin arkadaşları
ise bunu caiz görmüşlerdir.
İnsaflı davranmak
gerekirse bu, ne mukteza kabilinden ne de vakit ve hal ka-bilindendir. iki mef
ule geçiş yapan fiil, mef ul'e sıygası ve vaz'ı ile delalet eder. Hal ve vakit
ise, eşyanın varlığının zaruretidir; fakat eşyanın lafızlarla bir ilişkisi
yoktur. Mukteza ise, "Lâ sıyame..." sözünde olduğu gibi, ya sözün
doğruluğunun zarureti ya da, 'Benim adıma bir köle azat et' sözünde olduğu
gibi, zikredilen şeyin varlığının zaruretidir. Bu İkinci söz, azat işinden
önce mülkiyetin husule geldiğine delalet eder; fakat bu delalet lafız yönünden
değil, azat etme işinin tasavvur olunabilmesi için mülkiyetin şer'an şart
olması yönündendir. Yeme konusuna gelince, yeme işi, yenilecek bir şeye, vurma
işi, alete ve çıkma İşi ise mekana delalet eder. Bunun hepsine nisbeti ise
benzeşmektedir, dolayısıyla bunlar umûma daha çok benzer.
Denirse ki:
[II, 63] Şayet yemek, vurmak ve çıkmak
emirlerine muhatap olan kişinin her hangi
bir yiyeceği yemekle
ve her hangi bir mekana çıkmakla emre imtisal etmiş olacağında tartışma yoktur
ve şayet bu işlerden her hangi birine azat etme işi bağlanmış (talik) olsaydı,
bunların hepsiyle de azat işi husule gelirdi. Bu da umûma delalet etmektedir.
Deriz ki: Bu, umûm
sebebiyle değil; fakat, kendisine talik yapılan şeyin meydana gelmesi
sebebiyledir. Alet, mekan ve yenilen şey ise hiç söz konusu edilmemiştir.
Hatta, şayet bu fiiller (yeme, çıkma ve vurma), yiyecek, mekan ve alet
olmaksızın tasavvur edilebilseydi, imtisal gerçekleşmiş olurdu. Bu tıpkı vakit
ve hal gibidir. Nitekim bu kişi, evin içinde veya dışına veya binit üzerinde
veya yaya iken bir şey yiyecek olsa yeminini bozmuş ve imtisal etmiş olur;
fakat lafzın genelliği sebebiyle değil, lafızla ifade edilen şeyin tüm bu
durumlarda gerçekleşmesi yüzünden. Umûmun faydası, bu işlerden birinin irade
edilmesi noktasında ortaya çıkar. Bize göre en zahir olan, bunlar içerisinden
birine niyet etmenin caiz olmasıdır ve daha önce de söylediğimiz gibi, bunun
umûm menzilesinde olup, muktezadan farklı olmasıdır.
Fiilde umûm iddiası
mümkün değildir. Çünkü fiil, ancak muayyen bir vecih üzere vaki olur ve tek tek
vaki olması mümkün olan diğer vecihlere hamledilme-si caiz olmaz. Çünkü diğer
vecihler, fiilin muhtemellerine nisbetle birbirine eşit- [II, 64] tirler; umûm
ise, lafzın kendisine delaletine nisbetle eşit olan şeydir. Hatta fiil, lafzın
uygunluğu açısından birbirine eşit anlamlara ihtimali bulunan mücmel lafız
gibidir.
Örnek:
Rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber, şafağın kaybolmasından sonra namaz kılmıştır. Birisinin,
şafak, biri kızıl diğeri beyaz olmak üzere ikidir; ben bunu, Hz. Peygamberin
namazının her iki şafaktan da sonra olduğuna hamlediyorum demesi böyledir.
Hz. Peygamberin
Ka'be'nin içinde namaz kıldığına dair rivayet de böyledir. Bu durumda, namazın
hem nafile hem de farzı kapsadığı söylenerek, bu fiilden hareketle Ka'be
İçerisinde farz namazın da kılınabileceğine istidlal edilemez. Çünkü bu
rivayette genel olan namaz fiili değil, namaz lafzıdır. Fiil ise, ya farzdır
nafile değildir, ya da nafiledir farz değildir.
Hz. Peygamberin
fiilinin, fiilin durumlarına nisbetle, umûmu olmadığı gibi, başkalarına
nisbetle de umûmu yoktur. Aksine Hz. Peygamberin fiili, 'ben bu fiille, sizin
hakkınızdaki şefi hükmü açıklamayı amaçlıyorum' demedikçe, kendisine
mahsustur. Msl. Hz. Peygamberin "Beni nasıl namaz kıhyorken görüyorsanız,
siz de Öyle namaz kılın" sözü böyledir. Daha da ileri giderek "Ey Peygamber
Allahtan kork" {Ahzâb, 33/1} ve "Eğer şirk koşacak olursan amelin
boşa gider" {Zümer, 39/65} ayetlerinin de, lafız hükmüyle sadece Hz.
Peygambere has olduğunu söylüyoruz. Bu ayetlerdeki hitaba Hz. Peygamberle
birlikte [II, 65] başkalarının ortak olmaları ise bu lafzın mucebi ile değil,
msl. "Ey Resul! Rab-binden sana indirileni tebliğ et" {Mâide, 5/67}
ve "Emrolunduğun şeyi haykır" {Hicr, 15/94} ayetleri gibi başka bir
delilledir.
Kimi alimler,
kendisine has olduğuna dair delil bulunmadıkça, Hz. Peygamber hakkında sabit
olan şeyin, başkaları hakkında da sabit olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu
fasittir. Çünkü hükümler, madem ki hâss ve âmm diye kısımlara ayrılıyor,
öyleyse aslolan, hitabın gereğidir (muceb). Ey iman edenler, ey insanlar, ey
kullarım ve ey müminler gibi hitaplarla sabit olan hükümler ise, bir delille
istisna edilen hariç, Hz. Peygamberi de içine alır. Ey peygamber gibi
hitaplarla sabit olan hükümler ise -başkalarının ilhakına dair bir delil yoksa-
Hz. Peygambere özeldir. "Ey Peygamber, kadınlarınızı
boşadığınızda..." {Talâk, 65/1} şeklindeki hitap ise geneldir; çünkü
burada Hz. Peygamberin sözün evvelinde zikredilmesi teşrif amacıyladır, yoksa
ki daha sonraki 'boyadığınızda (tallaktum)' sözü sıyga açısından geneldir.
Hz. Peygamberin Ebu
Hureyre'ye "yap", Ibn Ömer'e "dön" şelindeki sözleri hâss
olup, hüküm, ancak "Bir kişi hakkında verdiğim hüküm, toplum hakkında
verilmiş gibidir" sözü vb. gibi başka bir delil sebebiyle başkalarını da
kapsamıştır.
Sahâbînin 'Hz.
Peygamber şunu yasakladı', msl. ğarar satımını, şığâr nikahını yasakladı gibi
sözlerinin umûmu yoktur. Çünkü hüccet, anlatanın sözünde ve lafzında değil,
anlatılan şeydedir. Sahabinin yasaklamanın anlatımı türünden rivayetinin, Hz.
Peygamber tarafından yasaklanan -umûmu olmayan- bir fiil olması muhtemel
olduğu gibi, bunun hâss bir lafız olması veya âmm bir lafız olması da
muhtemeldir. Bu ihtimaller tearuz edince, tevehhüm yoluyla umûm isbat edilemez.
Sahabî, "Hz.
Peygamber, yaş hurmanın kuru hurma mukabilinde satı-
mim yasakladı'[72] dediğinde, şu ihtimaller söz konusu
edilebilir:
a) Hz.
Peygamber, yaş hurmayı kuru hurma mukabilinde satan bir adamı görerek onun
böyle bir satım yapmasını yasaklamış ve ravi de bu olayı genel bir anlatımla
nakletmiş olabilir.
b) Ravİ, Hz.
Peygamberi "Yaş hurmayı kuru hurma karşılığında satmanızı
yasaklıyorum" derken işitmiş olabilir.
c) Hz.
Peygambere muayyen bir olay sorulmuş ve Hz. Peygamber bunu yasaklamış
olabilir.
Hal böyle olunca, bu
tür rivayetlerin umumiliğine tutunmak, genelliği kesin olarak bilinen bir
lafıza tutunmak değil, umûm tevehhümüne tutunmak olur. Bu [II, 67] yaklaşım,
umumu nehyin aslı hususunda hüccet kabul edenlere göredir. Kimi alimler de,
sahabinin, Hz. Peygamberin sözünü ve lafzını nakletmesi gerektiğini ileri
sürmüşlerdir. Aksi takdirde belki de, sahabi, ortada nehiy olmadığı halde,
kendi içtihadıyla nehiy olduğuna kanaat getirdiği bir şeyi duymuş olabilir.
Nitekim, 'yapma!' sözünün, nehiy için olup olmadığında tartışma vardır ve
diğer lafızlar da böyledir.
Aynı şekilde sahabi,
'... neshedildi' dese, 'Ben Hz. Peygamberden, şu ayet neshedildi dediğini
duydum' demedikçe, bu sözle ihticac edilemez. Çünkü belki de sahabi, nesh
olmayan bir şeyin nesih olduğu kanaatini taşıyordur. Biz bunu Ahbar konusunda,
yani ikinci kutuptaki Sünnet bölümünde zikretmiştik.
Sahabinin, "Hz.
Peygamber, komşu için şuf aya hükmetti"[73]
"Hz. Peygamber, şahîd ve yeminle hüküm verdi[74]
biçimindeki sözlerinin de, tıpkı 'Hz. Peygamber .. .yasakladı' sözü gibi,
umûmu yoktur. Çünkü bu bir anlatımdır (hikaye); hüccet ise anlatılan şeydedir.
Belki Hz. Peygamber bir eşya (ayn) hususunda veya bir şahısa Özel bir hitapla
hüküm vermiştir. Böyle bir sözün umûmuna tutunu-larak zina (fere) veya cinayet
(kan) konusunda da şahit ve yeminle hüküm verilebileceği söylenemez. Çünkü
ravi mutlak ifade kullanmıştır. Ravinin Hz. Peygamberi bir mal hususunda veya
bir zina hususunda hükmederken görüp mutlak ifa- [n, 68] deyle bunu nakletmiş
olması mümkündür. Hatta sahabi "Ben Hz. Peygamberin 'Ben komşu için şuf
aya hükmettim (Kadaytu bi'ş-şufati li'l-câr)' dediğini duydum" demiş olsa
bile, bu sözün, el-câr sözündeki 'el' takısının tarif için olup, bilinen bir
komşu lehine verilen bir hükmün hikayesi olması muhtemeldir. Yine 'hükmettim'
sözü de geçmiş bir fiilin hikayesidir. Eğer sahabinin Hz. Peygamberden
naklettiği söz "Kadaytu bi enne'ş-şufate li'l-câr" şeklinde olsaydı,
bu söz, hikaye değil, hükmün tarifine delalet açısından daha belirgin (zahir)
olurdu.
Sahabinin
"Kada'n-nebiyyu bi enne'ş-şufate li'l-câr" biçimindeki rivayetinde
ihtilaf edilmiştir. Kimileri bunu âmm kabul etmiş, kimileri de Hz. Peygamberin
bir olay hakkında böyle hüküm vermiş olabileceğini söylemişlerdir. Bunda da
umûm iddiası tevehhüm ile hüküm vermektir.
Mesele: (Hz
Peygamberin belli bir şahıs hakkında verdiği hükmün umûmu)
Muayyen bir şahısla
ilgili olup, Hz. Peygamberin hükmün illetini de zikrederek hakkında bir hüküm
verdiği bir olayda da umûm İddiası mümkün değildir. Msl. Hz. Peygamberin,
ihramda iken devenin tepip öldürdüğü bir bedevi hakkında "Başını
örtmeyin, koku da sürmeyin; bu adam kıyamet günü telbîye getirir bir vaziyette
haşrolunacaktir"[75] sözü
böyledir. Burada, bu hükümle ilgili olarak şöyle denilmesi muhtemeldir:
a) Salt
ihrâmh oluşu sebebiyle değil, ihrâmlı iken devesi tarafından tepildiği için,
b) Hz.
Peygamber bu bedevinin, ibadetinde samimi olduğunu ve tslam üzere [H, 69]
öldüğünü bildiği için. Başkalarının ise samimi oluşları bir yana tslam üzere öldükleri
dahi bilinemez.Yine Hz. Peygamberin Uhud ölüleri hakkında "Bunları
elbiseleri ve kanlarıyla örtün; bunlar, yaralarından kan akıyor bir halde
heşrolunacaktır[76]
demesi de böyledir. Bu
sözün özellikle yüksek mertebeleri nedeniyle Uhud şehitleri hakkında olması
muhtemel olduğu gibi, Hz. Peygamberin, bunların Allaha olan ihlaslannı ve
gerçek şehit olduklarını bilmesi sebebiyle olması da muhtemeldir. Şayet Hz.
Peygamber o anda bu uygulamanın sadece bunlara has olduğunu söylemiş olsaydı,
bu kabul edilirdi. Lafız hâsstır, genelleştirme ise vehimdir. Şafiî (rh),
illeti dikkate alarak bu hükmü genelleştirmiştir. Hz. Peygamberin bu hükmü,
cihad ve ihram sebebiyledir; illet ise bunların bu sıfatlar üzere hasrolunmalarıdır.
Hasrolunmalarının illeti ise cihad veya ihramdır. İllette ortaklık vaki
olmuştur. Akla ilk gelen ihtimal budur. Fakat bunun aksi de, ki bu Kadı'nın
tercihidir, mümkündür. Böylece İki İhtimal arasında tearuz olmaktadır, tki
ihtimalden biriyle, akla ilk gelen olması gerekçesiyle, hüküm vermek ise
inceleme ve tartış-[II, 70] maya açıktır. Çünkü umûm ile hüküm vermek ancak
adetten ve dili vaz' edenlerden alınmıştır. Burada ise, bu gibi durumlar
hakkında bir vaz' ve adet sabit değildir; dolayısıyla bu, umûm anlamında
olamaz.
Mefhûma kail olanlar,
mefhûmun umûmu olduğunu zannederler ve buna tutunurlar. Halbuki bu, inceleme
ve tartışmaya açıktır. Çünkü umûm, delaleti mü-semmalara nisbetle benzeşik
(müteşabih) olan bir lafızdır; mefhûm ve fahvâ'ya tutunanlar ise, lafıza değil,
aksine, sükut1 a tutunmuşlardır. Msl. Hz. Peygamber "Saime koyunda zekat
vardır" dediğinde, ma'lûfe (evde beslenen) koyundan zekat vermenin
nefyedilmesi bir lafızla değildir ki bu lafız genel ya da özel olabilsin. Yine
Allah Tealanın 'İkisine de öf deme" {Isrâ, 17/23} sözü, vurmanın da haram
olduğuna bir lafızla delalet etmemiştir ki, bu lafzın umûmuna tutu-nulabilsin.
Biz daha önce, umûmun anlamlar ve fiiller için değil, lafızlar için olduğunu
belirtmiştik.
Kimi alimler, âmm bir
lafıza bitişmeyi (iktiran) ve âmm üzerine atfı, umûmun gereklerinden
sanmışlardır ki bu yanlıştır. Çünkü Arap bazen iki farklı şeyi de bir araya
getirebilir, dolayısıyla vacibin mendub üzerine ve âmmın hass üzerine
atfedilmesi caizdir. Msl. Allah Tealanın "el-Mutatlakâtu yetembbesne
[11,71] bi enfusihinne..." {Bakara, 2/228} sözü âmmdır ve daha sonraki
"ve buûletuhunne ehakku bi reddihinne fî zalike" sözü ise hâsstır.
Yine Allah tealanın "Kula min semerihV {En'âm, 6/141} sözü ibahadır ve
arkasından gelen "veâtû hakkahu yevme hasâdihV sözü vacip kılmadır. Yine
"fe kâtibûhum" {Nûr, 24/33} sözü istihbab ve arkasından gelen
"ve âtuhum min mâlillahi'Uezi âtâkum" sözü icabdır.
İki müsemma arasında
müşterek olan isimde, bize göre, -Kadı ve Şafiî'nin aksine- umûm iddiası mümkün
değildir. Çünkü-müşterek isim umûm için konulmamıştır.
Örnek:
Kur' lafzı, hem
temizlik hem hayız içindir; câriye lafzı, hem gemi, hem cariye içindir;
müşteri lafzı hem yıldız hem satın alan içindir. Arap, bu lafızları,
mü-semmalarında, cem' yoluyla değil, bedel yoluyla kullanılmak üzere vaz1
etmiştir. Gerçi müşterek ismin, müsemmalanna nisbeti benzeşiktir ve umûmun tek
tek müsemmalara nisbeti de benzeşiktir; fakat umûmun fertlerinden her birinin
nis-betinin benzeşikliği cem' üzere; müşterekin fertlerinin her birinin
benzeşikliği ise bedel üzeredir. Mefhumun nisbetinin benzeşikliği delalet
hususunda değil, [II, 72] cem'in sükut geçilmesi noktasındadır. Fiilin
benzeşikliğinin nisbeti İse, bu fiilin ayrı ayrı her bir vecih üzere vaki
olmasının mümkün oluşu açısındandır. Zira muayyen bir namaz, Hz. Peygamberin
fiilinden alındığında, bu namazın farz veya nafile, eda veya kaza, öğle veya
ikindi olması mümkündür. Bu imkan bizim bilgimize izafetle böyle şümullüdür.
Vaki olan şey ise bizatihi ve Allanın ilminde teayyün etmiş birdir ve başka
şeye ihtimali yoktur. Bunlar benzeşme (teşabüh) nevileridir. Vehim ise, bu
benzeşikler arasını eşitlemeye yönelir; halbuki bu benzeşmenin nevileri bir
yönden benzeşiktir. Bazı kişilerde, lafzın müsemmalara nisbetinin benzeşmesi
yüzünden umûmun delil olacağı vehmi uyanabilir ve 'burada benzeşme vardır
öyleyse umûm hükmü sabit olur' diyebilirler ki bu, bu benzeşmenin
ayrıntılarından gafil olmaktır. Umûmun, müsemmalarına nisbetinin benzeşikliği,
bu türlerde olduğunun aksine, cem'e delaleti hususundadır. Kadı şöyle bir
gerekçeye tutunmaktadır: Şayet lafzı iki kere zikredip, her bir keresinde başka
bir anlamı kastetseydi; bu, caiz olacaktı; öyleyse, her iki anlam için uygun
olan lafzı bir kere zikredip bununla her iki anlamı kastetmesinde yadırganacak
ne vardır! Fakat, müminler lafzıyla, hem müminlere ve hem de müşriklere
delaleti kastetmesi durumu bundan farklıdır. Çünkü müminler lafzt, müşterek
lafzın aksine, müşrikler için uygun değildir. Biz de diyoruz ki; lafızı bir
kere zikrederek, bununla her iki anlama birden delaleti kastetse, bu mümkündür;
fakat tıpkı müminler lafzında olduğu gibi, vaz'a aykırı davranmış olur. Arap,
ayn lafzını, cem' yoluyla değil, bedel yoluyla hem altın hem de göz için vaz
etmiştir.
Denirse ki:
Bir şey hakkında
hakikat, başka bir şey hakkında da mecaz olan lafız, her iki [n, 74]anlamı
birden kastedilerek kullanılabilir mi? Msİ. nikah lafzı, hem cinsel ilişki hem
de evlenme akdi için; lems (temas) lafzı hem dokunmak hem cinsel ilişki için
kullanılabilir mi? Neticede msl. "Babalarınızın nikahladıkları kadınları
nikahlamayın" {Nisa, 4/23) ayeti, hem babanın evlenme akdi yaptığı hem de
cinsel ilişki de bulunduğu kadınlar anlamına hamledilebilir mi? Yine
"Kadınlara temas ettiğinizde..." {Nisa, 4/431 ayeti, hem cinsel
ilişki hem de dokunma anlamına hamledilebilir mi?
Deriz ki:
Her ne kadar, bunda
genelleştirme biraz daha yakın/uygun ise de, bize göre bu, müşterek lafız
gibidir. Şafiî'den 'Ben, temas (lems) ayetini, hem dokunmaya (mess) hem de
cinsel ilişkiye hamlediyorum' dediği nakledilmiştir. Biz bunun bitil, 75] raz
daha uygun olduğunu söylüyoruz. Çünkü dokunma (mess) cinsel ilişkinin girizgahıdır.
Aynı şekilde nikah lafzıyla cinsel ilişki kastedilebilir; çünkü nikah (akdi)
cinsel ilişkinin mukaddimesidir. Zaten, aslında cinsel ilişkiyi anlatmak için
vaz1 edilmiş olan nikah lafzının akit için istiare edilmesinin sebebi de budur.
Yine temas (lems) lafzı da cinsel ilişki için istiare edilmiştir. Bunların
birbirine iliş-kinliği sebebiyle, bir defa zikredilen bir lafızla her ikisinin
de kastedilmesi yadırganmaz. Fakat bize göre daha belirgin (zahir) olan husus,
böyle bir kullanımın Arabın dil geleneğine aykırı olduğudur.
Denirse ki:
Allah Teala
"Allah ve melekleri, peygambere salat ederler" {Ahzâb, [II, 76]
33/56( demiştir. Allah'ın salatı, mağfirettir; meleklerin salatı ise mağfiret
dilemedir. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Halbuki isim müşterektir ve
bir defa zikredilmiştir ve bu isimle iki anlam birden kastedilmiştir. Yine
Allah Tealanın "Görmez misin ki, göktekiler, yerdekiler, güneş, ay ve
yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar Allah'a secde etmektedirler"
{Hacc, 22/18} sözü de böyledir. İnsanların secdesi, ağaçların ve hayvanların
secdesi gibi değildir; aksine secde, ağaçlar hususunda mecazdır.
Deriz ki:
Bunlar, Şafiî'nin
dediğini desteklemekte ve bu kapıyı biri diğerine ilişkin [II, 77] olan iki
anlam hususunda açmaktadır. Nitekim, mağfiret talebi, mağfiret ile ilişkilidir.
Fakat bize göre daha zahir olan şudur ki; bu lafız, İki anlam arasında müşterek
olan bir tek anlam karşılığında her iki anlam için kullanılmıştır. Bu tek anlam
ise, şeref ve saygınlığı sebebiyle bir şeye titizlik (inayet) göstermektir.
İşte inayet Allahtan olunca mağfiret; meleklerden olunca istiğfar ve dua;
müminlerden olunca da dua ve salavattır. Secde ile ilgili söyleyeceklerimiz de
böyledir.
İnsanlara ve müminlere
izafetle varid olan hitabın altına köle (abd) de girer.Msl. "Yoluna güç
yetirenlerin haccetmesi, Allanın insanlar üzerindeki hakkıdır"
ayeti ve benzerleri
böyledir.
Kimi alimler, kölenin
bu hitabın altına girmeyeceğini, çünkü kölenin, Allanın temliki ile bir
insanın mülkü haline geldiğini, dolayısıyla köleye ancak özel bir hitabın
yöneltilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu saçmalıktır. Çünkü köle mükellefiyetlerin
pek çoğunun dışında değildir; bazı mükellefiyetlerden çıkmış olması ise,
hastanın, hayızlının ve yolcunun çıkması gibidir. Bu durum, umûmun
kaldırılmasını gerektirmez ve kölenin hariç tutulması ancak bîr özel delille
olabilir.
Kafir, insanlar
hitabının ve bütün genel lafızların altına girer. Çünkü biz, kafirin de,
ibadetlerin füruu ile muhatap olmasının mümkün olduğunu ve bazı İba- rn, 79]
deUerin dışında tutulmasının ise, özel bir delil sebebiyle olduğunu
açıklamıştık. Kimileri buna karşı çıkmışlardır. Biz bu karşı çıkışın
geçersizlğini tekliflerin hükümleri konusunda gerekçeleriyle açıklamıştık.
Kadınlar, İnsanlar
lafzına izafe edilen hükmün altına girerler. Ancak, kadınların, 'el-müminun',
'el-müslimun' ve erkek çoğul sıygalarının altına girip girmedikleri tartışmalıdır.
Kimi alimler kadınların, bu sıygalar altına da gireceklerini; çünkü, erkekler
ve kadınlar birlikte bulunduğunda Arabın erkekliği ağır bastırdığını ileri
sürmüşlerdir. Kadı ise, kadınların bu tür sıygalar altına girmeyeceğini tercih
etmiştir ki, en zahir olan budur. Çünkü Allah Teala, el-müstimun, el- [II, 80]
müslimau el-müminun ve el-müminat demiştir ki bu ifadelerde erkek çoğul
sıygaları farklıdır. Evet, erkekler ve kadınlar, hükümde biraraya gelmişlerse
ve ihbarı kastediyorsa Arap, erkek için kullanılan ifadeyle (tezkir lafzıyla)
yetinmeyi caiz görmüştür. Fakat, başlangıç itibariyle inşa edilen ve
el-muminun lafzıyla özelleştirilen şeylerde İse, mümin kadınların (el-müminat)
ilhak edilmesi, ancak, kıyas veya mansus anlamında oluş ya da bu anlamda başka
bir delil sebebiyle olur.
Ümmet, nasıl ki,
"Ey peygamber" hitabının altına girmiyorsa, Peygamberde ümmete özel
hitabın altına girmez. Ancak, Peygamber, "Ey iman edenler" ve
"ey [II, 81] insanlar" gibi hitapların altına girer. Çünkü bu
lafızlar umûm içindir. Kimileri, bazı hükümlerde Hz. Peygambere Özel hitap
geldiği noktasından hareketle, Peygamberin bu tür hitaplar altına da
girmediğini, dolayısıyla Hz. Peygamberi, sadece kendine özel hitapların
bağlayacağını söylemişlerdir. Bu fasittir. Çünkü yolcu, köle, hayızlı ve hasta
için de bazı özel hükümler gelmiştir. Bu durum onların, hitabın umûmî olduğu
yerlerde, umûm altına girmelerine engel teşkil etmemiştir. Burada da aynı durum
söz konusudur.
[II, 82] Karşılıklı
konuşmada orada bulunanların hepsine nisbetle umûm iddiası mümkün değildir.
Birisi, hazır bulunan bütün karılarına 'Sizi boşadım'; bütün kölelerine 'sizi
azat ettim' dese, bu kişi onlar arasından, sadece, yüzüyle kendine yönelik olan
ve hitap etmeyi kastettiği kişiye hitap etmiş olur. Bu husus, kişinin şekil ve
şemaili ile ve bakmasıyla bilinir. Msl. yanında buluğa ermiş gençler ve
çocuklar varken, ata binmeye ehil olanları kastederek 'Atlarınıza binip benimle
[II, 83] birlikte
gelin' dese, bu hitap yalnızca, kastettiği kişilere yapılmış olur. Bu kişinin
kasdı da, ancak lafzı ve görünen şemaili ile bilinir; dolayısıyla bu tür
ifadelerde umûm iddiası mümkün değildir. Buradan hareketle diyoruz ki;
ayetlerde 'Ya ey-yühellezine âmenû', 'yâ eyyühe'l-mü'minûri ve 'yâ
eyyuhe'n-nâs' gibi, muhataba sıygasıyla belirtilen her hüküm, Hz. Peygamberin
zamanında mevcut olanlara yapılmış bir hitaptır. Bu hitabın daha sonra
gelecekler için de isbat edilmesi, Hz. Peygamber zamanında sabit olan her
hükmün, kıyamete kadar her mükellef hakkında devam edeceğine delalet eden
ilave bir delil ile olur. Şayet böyle bir delil
[II, 84] olmasaydı,
salt lafız bunu gerektirmezdi. Bu sabit olunca da, bu gibi lafızlar sonuç
itibaarİyle umûm ifade etmiş olurlar; ancak, bu ifade ediş, başka bir delilin
iktiran etmesi yüzündendir, yoksa ki, mücerred hitap sebebiyle değil.
Denirse ki:
Hitap, şifahi olarak
bir şahısa veya bir gruba özel olduğunda umûma delalet eder mi? Msl. "Biz
seni, tüm insanlar için gönderdik" [Sebe, 34/28} ayeti İle Hz.
Peygamberin, "Ben tüm insanlara gönderildim", 'Ben, kızıla ve siyaha
gönderildim" ve "Bir kişi hakkında verdiğim hüküm, aynı zamanda
topluluk hakkında verilmiş bir hükümdür" sözleri ve yine Allah Tealanın
'yâ uli'l-elbâb','Yâuli'l-ebsâr' ve 'yâ eyyühe'n-nâs' sözleri gibi.
Deriz ki:
Hayır, bu gibi sözler
umûma delalet etmez. Aksine sahabe, kendi zamanla-[II, 85] rında sabit olan
hükmün sonraki tüm zamanlar için de sabit olduğunu, bir çok karine sebebiyle
anlamışlardır; ve biz bunu sahabeden zaruri olarak bilmekteyiz. Tek başına bu
lafızlar kat'î değildir. Hz. Peygamber, her ne kadar tüm İnsanlara gönderilmiş
ise de, tüm insanların hükümler hususundaki eşitliği gerekli değildir; O, hür
ve köleye, hayızlı ve temize, hasta ve sağlama, gönderilmiştir, bunlara
kendilerine ait değişik hükümleri öğretmek için. Allah Tealanın "...Sizi
ve ulaşanları bununla inzar etmem için" {En'âm, 6/19} sözü de bunun
gibidir; yani her kavmi, hatta her şahsı bunun hükmüyle inzar etmek için; Hz.
Peygamberin getirdiği Şer' bu suretle genel olmaktadır. Hz. Peygamberin
"Bir kişi hakkında verdiğim hüküm aynı zamanda topluluk hakkında verilmiş
bir hükümdür"
sözü de, sadece Hz.
Peygamberin kendi asrını içine almaktadır. Çünkü topluluk (cemaat) sözü, o
andaki mevcutlardan ibarettir ve daha sonra gelenleri içine almaz.
Denirse ki:
Hz. Peygamberin,
"Senin için yeterlidir; senden sonra hiç kimse için yeterli
değildir" demesinde ve ipek giymeyi sadece Abdurrahman b. Avf İçin mubah
kılmasında olduğu gibi, tahsisi murad ettiğinde tahsis yapıyor olması, hük-
[II, 86] mün umûmi olduğunu göstermez mi?
Deriz ki:
Hayır, bu durum da
hükmün genel olduğunu göstermez. Çünkü Hz. Peygamber bunu, Önceden umûm olarak
zikrettiği konular hakkında veya kıyasla teabbü-de dayanarak başkalarının da
aynı hükme tabi tutulacağının vehmedilebileceği yerlerde zikretmektedir. Allah
Tealamn "Müminlerden ayrı olarak özellikle senin için" {Ahzâb,
33/50} sözü de, zikrettiğimiz gerekçelerden ötürü, Hz. Peygambere yapılan
hitabın, müminlere yapılmış bir hitap olduğunu göstermez.
Bazı sıygalar vardır
ki, bunların umûm olduğu zannedilir; halbuki bunlar mücmel olmaya daha
yakındırlar. Msl. vitir namazının vacipliği konusunda, emrin zahirinin vücub
ifade ettiği; hayr lafzının genel bir isim olduğu ve vaciplîği-nin nefyine dair
delil bulunan kısmın hariç tutulmasının tutunmaya engel olmadığı öne
sürülerek, "Hayn işleyin" {Hacc, 22/77 J ayetine t ulunu İması
böyledir. Aynı şekilde, "Allah kafirler için müslümanlar aleyhine bir yol
açmaz" [II, 87] {Nisa, 4/141} ayetinden hareketle, müslümamn zimmi
karşılığında öldürülmeyeceğine istidlal edenlerin durumu da böyledir. Bu ayet,
hakkında delil bulunan diyet, daman, şirket, semen talebi gibi hususlar
dışında, yetkinin bulunmadığını ifade etmektedir. Aynı hususa "Cehennem
ehli ile cennet ehli birbirine eşit değildir" {Haşr, 59/20} ayetinden
hareketle istidlal edilmesi de bunun gibidir. Zimmî karşılığında müslumana
kısasın vacip görülmesi bir eşitlemedir. Bunların hepsi mücmeldir; hayr, yol ve
istiva (eşitlik) lafızları da mücmele daha yakındır. Bu umûmlardan yapılan
istisnanın, hasr altına girmediği ve bunun bir objektif ölçü veya sınırlı
ölçüler ile mazbut olup olmadığı da buna eklenebilir. Eğer müstesna, münhasır
değilse, istisna edilen şey de meçhul olur. Hz. Peygamberin "Gö- rn g8]
ğün suladığında onda bir vardır" sözü bu kabilden değildir. Kimi alimler,
bu sözün'amacının, ondabir ile ondabirin yansını birbirinden ayırmak olduğunu
söyleyerek, bunun umûmuna tutunulabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu fasittir;
çünkü, 'mâ* sıygası, şart sıygasidır ve hayr, yol ve İstiva lafızlarının
aksine, umûm için konulmuştur. Gerçi Şafiî "Allah alım satımı helal,
ribayı haram kılmıştır"
{Bakara, 2/275}
ayetinin âmm mı yoksa mücmel mi olduğunda tereddüt göstermiştir. Mücmel lik,
elif lam'ın (el) tarif için olmasının muhtemel bulunması yönünden olup, bu
takdirde ayetin anlamı 'Allah, Şer'in, şartını tarif ettiği alım-satı-mı helal
kılmıştır' şeklinde olur.
Hitabı yapan kişi, âmm
hitabın altına girer. Kimi alimler, Allah'ın, "Allah herşeye
kadirdir" ayetinin altına ve hizmetçisine 'eve girene bir dirhem ver' diyen
kişinin, bu hitap altına girmediğinden hareketle -çünkü efendiye de bir dirhem
vermek güzel bir hareket değildir- hitabı yapan kişinin, kendi hitabı altına
[II, 89] girmediğini ileri sürmüşlerdir. Bu fasittir. Çünkü hitap âmm'dır ve
zikrettikleri iki örnekte hitapta bulunan kişiyi hitap dışında bırakan şey
karînedir. Ayrıca, "Allah her şeyi bilir" ayeti bu iddialarına
muarızdır; çünkü Allah, kendi zatını da bilmektedir ve lafız bunu da içine
almaktadır. Salt hitapta bulunmuş olmak, hitapta bulunan kişinin her hitapta,
umûm dışında kalmasını gerektiren bir karine değildir; aksine bu noktada bir
çok karine birbiriyle çatışmaktadır. Asloian, lafızdaki umûma ittiba etmektir.
Tekil isim
(ismu'1-ferd), her ne kadar çoğul kalıbında olmasa da, üç yerde umûm yaran
sağlar:
a) Başına
elif lam gelmesi durumunda; [II, 90]
Örnek: "Lâ tebîu'l-bürre bi'1-bürr"
b) Olumsuz
bir cümlede nekre (el takısız) tekil isim; çünkü nefydeki nekre umûm ifade
eder.
Örnek: 'Mâ reeytu
raculeri". Çünkü nefyin hususu olmaz, aksine nefıy mutlaktır. Nekreli
(münekker) bir isme izafe edildiğinde tahsis edilmiş olmaz. 'Reeytu raculen'
(Bir adam gördüm) sözü ise böyle değildir; çünkü bu olumlu bir cümledir ve
olumlu cümle varlık bakımından tahsis edilebilir. Bu durum haber olarak
nakledilince, bunun umûm ifade ettiği tasavvur edilmez; müfrede izafe
edildiğinde ise bu müfrede has olur.
c) Fiil
henüz vukua gelmemiş, fakat vukuu bekleniyorken, kendisine bîr emir veya masdar
izafe edilmesi durumunda;
Örnek: ıA 'tık
mkabeten' sözü. Yine Allah Teâla'nın "fe tahrîru rakabetin"
{Mücadele, 58/3} sözü de böyledir. Çünkü bu emre muhatap olan kişi, hangi köleyi
azat ederse etsin emre imtisal etmiş olur. İsim bunların hepsini İçine aldığına
göre, umûm görevi ifa etmiş olur. Ancak 'A'taktu rakabeten* sözü böyle değildir.
Çünkü bu söz varlığı tamamlanmış geçmişten haber vermektedir; var olan da [nj
sadece özel bir fiildir.
Mesele: (Çoğulun alt
sının)
Umûmun tamamen
kaplamak'tan (istiğrak) başka bir şeye çevilmesi caizdir ve bu alışılagelmiş
bir durumdur. Fakat umûmun, çoğulun alt sınırının altında bir sayıya çevrilmesi
caiz değildir. Burada çoğulun alt sınırının açıklanması gerekmektedir. Alimler
çoğulun alt sınırın tesbitte ihtilaf etmişlerdir. Ömer ve Zeyd b. Sabit çoğulun
alt sınırının iki olduğunu İleri sürmüş ve Mâlik ile bir grup alim bunu
benimsemiştir. İbn Abbas, Şâfıî ve Ebû Hanîfe ise bunun üç olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Hatta Osman anneyi iki erkek kardeş sebebiyle üçtebirden (sülüs)
altıda bire (südüs) reddedince tbn Abbas ona 'Senin kabilenin (kavm) dilinde
iki kardeş kardeşler demek değildir' demiş, Osman da 'Delikanlı! Anneyi senin
kabilen (kavm) hacbetti' demiştir, tbn Mes'ud 'İmama üç kişi İktida ediyorsa,
imamın arkasında saf tutarlar; eğer iki kişi iktida ederse, her biri imamın
bir tarafına durur' demiştir. Bu söz, İbn Mes'ud'un çoğulun alt sınırının üç
olduğu görüşünde [II, 92] olduğunu hissettirmektedir, ikiyi, ikiye şamil olan
bir lafızla cem etmenin men'i, bu tartışmanın özünden değildir. Çünkü bu
caizdir ve mutaddır. Fakat tartışma, en-nâs, er-rical ve el-fukara gibi
lafızların 'üç' ve üzerindeki sayılan hakikat olarak ifade etmek için
kullanılması ve bu lafızların 'iki' için hakikat veya başka bir şekilde
kullanılıp kullanılamayacağı noktasındadır. Kadı'nın tercihi, çoğulun en azının
iki olduğu yönündedir. Kadı, bu görüşe, dil ehlinin fealtüm (yaptınız), fealnâ
(yaptık) ve tef âlân (yapıyorsunuz) sözlerinin, iki kişi hakkında da kullanılmasının
caizliği konusunda icmâ' etmesiyle istidlal etmiştir; hem bunlar Kur'an'da da
varid olmuştur. Msl. Allah Musa ve Harun kıssasında "Biz de sizinle
beraber işitiyoruz" {Şuarâ, 26/15}; "Umarım ki Allah, onların hepsim
(Yusuf ile kardeşini) bana getirecektir" {Yusuf, 12/82); iki kişinin İki kalbi
ol- [11,93] duğu halde Allah "... ikinizin kalpleri meyletmiş olur"
{Tahrîm, 66/4}; 'Da* vud ve Süleyman ekin hususunda hükmettiklerinde ... biz
onların hükümlerine şahit idik" {Enbiyâ, 21/78}; "Müminlerden iki
taife savaşa tutuşurlarsa ikisini barıştırın" {Hucurât, 49/9}; bunlar iki
melek olduğu halde, "Sana hasmın haberi geldi mi? hani odanın duvarına
tırmanmışlardı" |Sâd, 38/21} demiştir.
Denirse ki:
Bunlardan her birinin
bir cevabı vardır. Şöyle ki; "Biz de sizinle beraber işitiyoruz"
sözünde Allah, Harun, Musa, Fİr'avn ve Firavnın kavmini kastetmektedir ki,
bunlar topluluk (çokluk) demektir; yine, "ikinizin kalpleri ..." sözü
de, iki tesniye (ikil) arasında çoğulun ağır düşmesi zaruretindendir, üstelik
kulûb (kalpler), bazı lafızlarda bir veznindedir; yine, "onların
hepsini" sözüyle, Yusuf, kar- [II, 94] deşi ve kardeşlerinden arkada kalan
büyük kardeşi kastetmiştir; yine "onların verdikleri hükme biz şahit
idik" sözü, haklarında hüküm verilenlerle birlikte bu ikisinin hükmüne
şahit idik anlamındadır; "iki taife" sözüne gelince, zaten her bir
taife çokluktur.
Deriz ki:
Bunlar zorlama ve
tekellüf olup, ancak, çoğul isminin iki hakkında kullanılmasının imkansızlığı
yönünde dil ehlinden bir nakil varid olması durumunda zaruri olarak bu tür
zorlamalara ihtiyaç duyulabilir. Bu yönde açık bir nakil bulunmadığına göre,
onların muhalefeti -varid olduğu gibi- hakikate hamledilir.
Denirse ki:
Burada dört delil
bulunmaktadır:
1) İki,
şayet çoğul olsaydı, ıfealâ (ikisi yaptı) sözümüz, çoğul olurdu, dolayısıyla,
tıpkı fealû (yaptılar) sözü gibi, üç ve üstü için kullanılması caiz olurdu;
[II, 95] çünkü 'fealu1
sözü çoğul ismi olduğundan üç ve üstü için kullanılması caizdir. Deriz ki:
'Fealû' sözü, çoğulun
diğer sayılan arasında müşterek olan bir çokluk ismidir; 'fealâ' ise, özel
çoğuldur. Çünkü çoğulun gerektirdiği şey ekleme yapabilmektir ve bu durum iki
hakkında da geçerlidir. Bu anlamda iki, on gibidir, fki, çoğuldur, fakat özel
çoğuldur ve başka çoğul için uygun değildir, iki kişi, 'Biz yaptık (Nahnu
fealna)' diyebilirken, İkinin çoğul olduğu nasıl inkar edilebilir! Burada
"Biz onu kadir gecesinde indirdik (fnnâ enzelnâhu fi leyleti'l-kadr)"
ayeti örnek gösterilerek aynı sıygayı tek kişinin bile kullanabildiği
söylenecek olursa, biz de bu kullanımın mecaz olduğunu, diğer kullanımın ise
mecaz olmadığını söylerek cevap veririz.
2) Dil ehli,
isimlerin tekil, ikil ve çoğul olmak üzere üç çeşit olduğu husu-[11,96] sunda
İcmâ' etmiştir; buna göre 'racul (bir adam)', 'raculeyn (iki adam)' ve
'rical (birkaç adam/adamlar)*
denilmektedir. Üç çeşit isim bulunduğuna göre, bu isimlerin birbirinden farklı
olması gerekmez mi!
Deriz ki:
Dil ehli,
"Raculân, çoğul ismi değildir' dememişler, fakat, msl. on (aşere) gibi,
bazı çoğul sayılar için Özel bir isim koymuşlar ve rical ismini müşterek yapmışlardır.
3) Dilde rical ve raculân arasında fark
gözetilmiştir. Sizin zikrettikleriniz ise bu farkı kaldırmaktadır.
Deriz ki:
Gözetilen fark şudur;
raculân, özel bir çoğul içindir ve bu özel çoğul ikidir; rical ise, İki, üç ve üstü
için müşterek olan bir çoğul ismidir.
4) Şayet bu
caiz ise, bu takdirde, 'Raeytu selasete rical7 denilebildiği gibi, 'Raeytu
isneyn ricaV denilmesi de caiz olur.
Deriz ki:
Bu imkansızdır. Çünkü
Arap, onu bu şekilde kullanmamıştır ve onların bu [II, 97] Örfünün dışına
çıkmak mümkün değildir.
özetle söylemek
gerekirse, çoğul lafzını ikiye irca edenler, onu üçe irca edenlerden daha açık
bir delil göstermek durumundadırlar. Çoğul lafzı, bir'e irca eden, nass lafzı
bir karfye sebebiyle değiştirmiş olur.
Denirse ki:
Arap, karısına, belki
de bir tek kişiyi kastederek, 'sen dışarı çıkıp erkeklerle konuşuyor musun?'
diyebiliyor.
Deriz ki:
Bu, çoğul lafzını,
'bir/tek* lafzından bedel olarak kullanmak olup, kocanın amacı erkekler cinsine
taalluk etmektedir, yoksa ki koca 'erkekler' lafzıyla bir tek kişiyi kastetmiş
değildir. Eğer iki veya Üç kişiyi kastetmişse, bu takdirde lafız hakikati üzere
kalmış olur. [77]
3. Umûmu Tahsis Eden Deliller
[n, 98]
Bildiğimiz kadarıyla,
umûmu kabul edenler arasında, umûmun delil yoluyla, -bu delil ister akıl
delili, ister sem' delili, isterse bunlar dışında bîr delil olsun-tahsis
edilebilmesinin caizliği konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. Allah Teâlâ'nın
"Sizin rabbiniz ...herşeyin yaratıcısıdır" {En'âm, 6/102} ve
"herşe-yin ürünlerinin toplanıp getirildiği"' {Kasas, 28/57},
"her şeyi yerle bir eder*' {Ahkaf, 46725}, "kendisine her şeyden
verilmiş olan" {Nemi, 27/23}, "müşrikleri öldürün" {Tevbe,
9/5}, "Hırsızlık yapan erkek ve kadın ... (es-Sârık ve's-sârıka)"
{Mâide, 5/38}, "Zina eden kadın ve erkek ..." {Nûr, 24/2} ve
"Allah size çocuklarınız hakkında ... tavsiye eder" {Nisa, 4/11}
sözlerinin ve Hz. Peygamberin "Göğün suladığında ondabir vardır"
sözünün tahsis edileceği noktasında ittifak varken, âmm'ın tahsisi artık nasıl
inkar olunabilir! Nitekim [j^ 99] Şer'in bütün umûmları, asıldaki, mahaldeki ve
sebepteki birtakım şartlar ile tahsis edilmiştir ve tahsis edilmemiş ânım son
derece azdır. Msl. "O her şeyi bilir (ve hüve bi külli şey'in alîm)"
sözü ittifakla, umûm Üzere kalmıştır.
Kendileriyle, umûmun
tahsis edildiği deliller on çeşittir: 1) His delili:
"Ve utitu min
külli şey" ayeti his/duyu delili ile tahsis edilmiştir. Nitekim,
Süleyman'ın elinde bulunan şeyler, bu sözü söyleyen melikenin elinde değildi.
Yine "Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir ediyordu" ayeti de his
delili ile tahsis edilmiştir; msl. yerin, göğün ve daha pek çok şeyin bu yerle
bir etme işinin dışın-da kaldığı his ile bilinmektedir.
2) Akıl delili:
"... her şeyin
yaratıcısı" ayeti akıl delili ile tahsis edilmiştir. Zira, zaten kadim
olan bir şeye kudretin taalluk etmesi imkansız olduğundan, Allanın zatı ve [II,
100] sıfatlan, bu yaratmanın dışındadır. Yine "Haccetmek Allahın insanlar
üzerindeki hakkıdır" ayeti de böyle olup, çocuk ve deli bu ayetin genel
ifadesi dışında kalmıştır. Çünkü akıl, anlamayan kişinin mükellef tutulmasını
imkansız görür.
Denirse ki:
Akıl, varlık
itibariyle sem'in delillerinden önce olduğu halde nasıl tahsis edici olabilir;
tahsis edicinin, daha sonra olması gerekmez mi? Ayrıca tahsis, lafzın altına
girmesi mümkün olan şeyleri dışarda bırakmak demektir; akla aykırı olan şeyi
ise, lafzın içine alması zaten mümkün değildir.
Deriz ki:
Kimi alimler, bu durum
yüzünden, akıl delilinin tahsis edici olarak adlandın-lamayacağını
söylemişlerdir. Şu kadar ki, bu anlaşmazlık ibarededir; çünkü delillerin
'tahsis edici (muhassıs)' olarak adlandırılması mecazdır. Biz de zaten, âmm'ın
tahsis edilmesinin imkansız olduğunu; fakat delil'in, konuşan kişinin iradesini
ve onun umûm için konulmuş lafızla özel bir anlamı kastettiğini gösterdi-[II,
101] ğini açıklamıştık. Akıl delilinin bize, Allah Teâlâ'nın "Haliku külli
şef sözüyle kendisini ve zatını kastetmediğini beyan etmesi caizdir ve bu, her
ne kadar akıl delilinden önce ise de, lafzın nazil oluşu sırasında da
mevcuttur. Akıl delilinin tahsis edici olarak adlandırılması ise, ayetin
inmesinden önce değil, ayetin inmesinden sonradır.
Onların İafzın, akla
aykırı olan şeyi içine alması mümkün değildir' sözlerine gelince, durum hiç de
böyle değildir. Aksine dil bakımından bu (akla aykırı şey) lafzın kapsamına
girer, fakat bunu söyleyen yalan söylemiş olur. Allah Teâlâ'nın sözünün
doğruluğu vacip olduğundan, her ne kadar vaz' itibariyle lafzın şümulü var ise
de, bu tür şeylerin irade altına girmesi imkansızdır.[E, 102]
3) îcma
delili:
Amm, İcmâ' ile tahsis
edilebilir. Çünkü icmâ' katidir ve icmâ'da hata bulunması mümkün değildir.
Amm'da ise ihtimal söz konusudur. Ümmet, umûmun bazı müsemmalarmda, umûmun
gereğinin aksine hüküm vermez; şu kadar ki, eğer ümmete kendisiyle umûmun
kastedilen lafzın neshi konusunda veya umûmun zikredilmesi anında bunun irade
edilmediği hususunda kesin bir şey (kâtı1) ulaşması durumu müstesnadır, icmâ1,
özel nasstan daha kuvvetlidir; çünkü Özel nass'ın neshedilmiş olması
muhtemeldir, icmâ' ise, vahyin kesilmesinden sonra gerçekleştiği İçin,
neshedilemez.
4) Özel
nass, âmm lafzı tahsis edebilir. Msl. "Göğün suladığında ondabir
vardır" sözü, nisabın altındaki şeyleri de içine almaktadır. Bu sözü Hz.
Peygam- [II, 103] berin 'Beş veskın altında olan şeylerde zekat yoktur[78] sözü
tahsis etmiştir. Allah Teâlâ'nm "Hırsızlık yapan erkek ve kadın"
sözü, her malı içine almaktadır. Nısab altındaki mallar, "Kesme, ancak,
çeyrek dinar ve üzerindeki meblağın çalınması durumundadır"[79]
sözüyle bu hükmün dışında kalmıştır. Yine, "(Karılarına zıhâr yapıp,
dediklerinden dönenler) bir köleyi azad etmek (durumundadırlar)"
{Mücadele, 58/3} sözü, kafir köleyi de içine almaktadır. Başka bir keresinde,
'...mümin bîr köleyi azad etmek (rakabetün müminey {Nisa, 4/92} denilmesi
sebebiyle, zıhâr konusunda genel mutlak rakabe sözüyle özellikle mümin kölenin
kastedildiği anlaşılmaktadır.
Kimi alimler, hâss ve
âmm'ın tearuz ettiğini ve birbirini def ettiğini; buna bağlı olarak, hâssın
önce, âmm'ın ise, umûm iradesi için hâsstan sonra varid olmasının ve hâssı
neshettnesinin mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aynı şekilde âmm'ın Önce
olması ve kendisiyle umûmun kastedilmesi; sonra, daha sonra [U, 104] gelen hâss
lafızla neshedilmesi de mümkündür. Buna göre, rakabe lafzının umûmu, bu lafızla
umûm kastedildiği sürece, kafir köle azadının da yeterli olduğunu; mümin
şeklinde getirilen kayıt ise, kafir köle azadının yeterli olmayacağını
gerektirmekte ve bu iki durum tearuz etmektedir. Eğer bu durumda hem nesh hem
de beyan mümkün ise, bunun neshe değil de beyana hamledileceğine hük-medilemez
ve hâss ile âmm üzerine kesin hüküm verilemez. Belki de âmm daha sonradır ve
kendisiyle umûm kastedilmiştir ve hâss neshedilmistir, işte Kadı'nın tercih
ettiği görüş budur. Bize göre en doğrusu, her ne kadar Kadı'nın zikrettiği
anlayış mümkün ise de, hâssın takdim edilmesidir. Fakat, neshi takdir etmek, kafir
kölenin de lafız kapsamına girdiğine, akabinde bu kapsamdan çıktığına hükmetmeye
muhtaçtır. Bu ise, tevehhüm yoluyla koyma ve kaldırma yapmaktır [II, 105] (vaz'
ve ref isbat etmek). Amm lafızla, hâss iradesi yaygın olarak ve sıklıkla yapılan
bir şeydir, hatta ağırlıklı kullanım böyledir. Nesh ise nadirdir ve tevehhüme
dayanarak neshi varsaymak mümkün değildir. Hatta denilebilir ki, sahabe ve
ta-biun'un uygulaması bizim bu zikrettiğimiz anlayışı desteklemektedir. Onlar,
tarih ve hangisinin önce ya da sonra olduğunu araştırmaksızın, hemen, hâss İle
âmm üzerine hükme yeltenmişlerdir.
5) Fahva
yoluyla anlaşılan anlam (el-mefhum bi'1-fahvâ):
Msl. Babanın
dövülmesinin haramlığı, babaya öf deme yasağından anlaşılmıştır. Bu anlam, her
ne kadar bir lafıza istinad etmiyorsa da tıpkı nass gibi kesindir. Zaten biz
lafzı, sırf lafız oluşu itibariyle değil, delaleti sebebiyle kastediyoruz.
Sem'î olan her kesin delil, tıpkı nass gibidir; benimseyenlerine göre de
mefhûm, aynen, mantuk gibidir. Hatta, koyunda zekat bulunduğuna dair âmm
bir lafız varid olsa, ardından Sâri' 'Yaylaktaki
(sâime) koyunda zekat vardır1 dese, -sâİme lafzının mefhûmundan hareketle-
'evde yemlenen koyun (ma'lûfe)', ('ko-106] yunda zekat vardır' sözündeki) koyun
isminin umûmundan hariç tutulur.
6) Hz.
Peygamberin fiili:
Fiillerin delaleti
konusunda geleceği üzere, Hz. Peygamberin fiili belli şartlarla delildir. Hz.
Peygamberin fiili, ancak, sözünden O'nun bu fiille hükümleri açıklamayı
kastettiği anlaş ılıyorsa, delil olur. Msl. "Beni nasıl namaz kılıyor
görmüşseniz namazı öyle kılın" ve "Hac törenlerinizi benden
alınız" sözü böyledir.
Hz. Peygamberin bu
fiille, açıklama yapmayı kastettiği açıkça ortaya çıkma-mışsa, bakılır; Hz.
Peygamberin fiili, eğer, verdiği bir hükme çelişik ise, hükme aykırı bu fiili
sebebiyle, Hz. Peygamberin verdiği hükmün aslı kaldırılamaz; fakat bu fiil,
tahsise delalet edebilir. Şimdi bu durum için üç Örnek zikredelim:
a) Hz.
Peygamber, visal orucunu yasaklamış, sonra kendisi visal yapmıştır. Kendisine,
bu durum sorulduğunda "Ben sizden biri gibi değilim; ben Rabbi-nin yanında
gölgelenirim, O bana yedirir ve içirir" demiştir. Böylece Hz. Peygamber,
bu fiiliyle, hükmü açıklama amacı gütmediğini ortaya koymuştur. Kaldı
[II, 107] ki visalin
haram kılınması, eğer "Visal yapmayınız" veya "Visal yapmanızı
yasakladım" gibi sözlerle olmuşsa, Hz. Peygamber, hitap eden durumunda
olduğu için, zalen bu sözün kapsamına girmemiştir. Hitapta bulunan kişi, hükmü,
"Visal yapmak her kula veya her mükellefe veya her insana veya her mümine
haram kılınmıştır" vb. gibi âmm bir lafızla isbat etmişse ancak o zaman,
kendi hitabının kapsamına girer. Hitap âmm bir lafızla olmuşsa, Hz. Peygamberin
fiili onu tahsis etmiş olur.
b) Hz.
Peygamber, kazayı hacet anında kıbleye dönük bulunmayı yasaklamış; akabinde
Ibn Ömer Hz. Peygamberi, bir satıh üzerinde kıbleye dönük olarak kazayı hacet
yaparken görmüştür. Bu fiilin bir tahsis olması muhtemeldir. Çünkü Hz.
Peygamber bir sütre ardında idi. Nehiy ise mutlak olarak varid olmuş ve bu
nehiyle, bir sütrenin bulunmadığı durumlar kastedilmiştir. Yine Hz. Peygamberin
bu hükümden istisna edilmiş ve ayrı tutulmuş olması da muhtemeldir. Her ne kadar,
kıbleye dönük bulunmayı yasaklayan lafız, Hz. Peygamberi de içine almakta ise
de, bu fiil, O'nun umûmdan hariç kaldığına delalet eder. Bu ihtimal pek uy-
[II, 108] gun değildir.
Çünkü bu fiil sebebiyle, kıbleye dönük bulunmanın haramlığı nes-hedilebilir;
çünkü kazayı hacet yapmak gizlilik ve tenhalıkta yapılacak bir İş olduğundan,
bu fiille açıklama yapmanın kastedilmiş olması uygun değildir. Nitekim,
kendisiyle açıklama kastedilen fiilin, eğer bununla insanların bilgiye dayanarak
teabbüdde bulunmaları isteniyorsa, tevatür ehli nezdinde belirtilmesi gerekir,
insanlar bilgi ile değil de zann ve amel ile mükellef iseler, bu takdirde, bu
fiilin bir ve iki adil kişiye belirtilmesi gerekir.
c) Hz.
Peygamber, avret yerinin açılmasını yasaklamış, daha sonra kendisi, Ebu Bekr ve
Ömerin yanında baldırını açmış, içeriye Osman girince de geri örtmüştür. Bu
durumu şaşkınlıkla karşıladıklarını görünce de "Kendirinden, gökteki
meleklerin bile haya ettiği birinden ben nasıl haya etmem" demiştir. Bu
durum, şu ihtimaller yüzünden, önceki yasağın hükmünü kaldırmaz:
a) Hz.
Peygamber, yasak kapsamına dahil değildir;
b) Hz.
Peygamber, bir sebep ve Özür yüzünden baldırını açmıştır; ve buradaki ise,
(nedenlerine değinil meksizin) bir halin hikaye edilmesidir, [11,109]
c) Baldır
ile, baldırın kendisi değil, baldıra yakın olan ve avret sınırına dahil olmayan
yer kastedilmiştir;
d) Baldın
açmanın mübahhğı sadece Hz. Peygamber içindir
e) Avret
yerini açmanın haramliğı neshedil mistir.
Ortada bu gibi
ihtimaller çatışırken, vehme dayanarak, Hz. Peygamberden başkaları hakkında
baldır açmanın haramiığı hükmü kaldırılamaz.
7) Hz.
Peygamberin takriri:
Hz. Peygamberin ümmetten
birinin, umûmun mucebine aykırı bir davranışını onaylaması (takrir) ve buna
ses çıkarmaması (sükut), hükmün aslının neshedil-diği veya hükmün özellikle ve
sadece bu kişi hakkında neshedildiği veya bu şahsın içinde bulunduğu bir
vasıf, bir hal ve bir vaktin tahsis edilip, aynı anlamdaki tüm şahısların da
aynı özet hükme katılacağı ihtimallerini beraberinde getirir. Eğer bu hüküm,
her vakit ve her durumda sabit olmuşsa, Hz. Peygamberin [II, 110] takriri, bu
hükmün ya genel olarak ya da özelde bu şahıs açısından neshini ortaya koyar.
Burada yakinen bilinen şey, hükmün sadece bu kişi hakkında neshedümiş
olduğudur. Fakat; şayet nesih bu şahsın özel bir hususiyeti yüzünden idiyse,
bir kişi hakkında verdiği hükmün aynı zamanda topluluk hakkında verilmiş bir hüküm
olduğunu ümmete öğreten Hz. Peygamberin bu şahsın özel bir durumu bulunduğunu
açıklaması gerekirdi. Bu noktadan hareketle mutlak neshe istidlal edilebilir.
Hz. Peygamber, ellerinde çok sayıda bulunmasına rağmen atların zekatını
vermeyen ashabını onaylaması (takrir) atlarda zekat olmadığını göstermiştir.
Zira farzın terkedilmesi münker bir iştir ve karşı çıkılması gerekir.
Denirse ki:
Belki de sahabe,
atların zekatını veriyorlardı da bu durum bize nakledilme-mistir ya da onların
atları içerisinde sâime olan yoktu, hepsi de özel olarak besleniyordu.
Deriz ki:
Özel olarak beslemeyip
dışarıya salıverme mümkün iken, sahabenin ömürle- [II, 111 ri boyunca, atların
zekatını veriyor olmalarının bize nakledilmeden silinip gitmesi âdeten
imkansızdır. Vukua gelebilecek olan şeylerin şerhedilmesi gerekir; şayet
atlarda zekat vacip olsaydı (Hz. Peygamber) bunu zikrederdi.
İşte tahsis edici yedi
delil bunlardır. Bunlar dışında, gerçekte tahsis edici olmadıkları halde,
tahsis edici olduğu zannedilen üç delil daha vardır. Biz bu üç delili de
yukarıdaki sıralamayı devam ettirerek belirtelim.
8)
Muhatapların adeti:
(Peygamber) ümmetinden
bir topluluğa 'Yemeyi ve içmeyi size haram kıldım* dese, bu topluluğun adeti
de, belli cins yemekler İse, yasaklama, bunların yemeyi adet edindikleri
yiyeceğe has kalmaz; tam tersine, bu topluluğun yörelerinde yenilmesi adet
olmayan balık, kuş ve diğer yiyecekler de bu yasağın kapsamına girer. Çünkü
hüccet, Şâri'in lafzındadır ve bu lafız âmiridir. Şâri'in lafızları, [II, 112]
insanlann yaşayış ve davranış adetleri üzerine kurulu değildir. Hatta bu
yasağın kapsamına adeten yeme-içme konusu olmayan bevl içmek, toprak yemek,
çakıl ve çekirdek yutmak gibi şeyler de girer. Ancak 'dâbbe' lafzı böyle
değildir; çünkü bu lafız, dil ehlinin lafzı tahsis etme hususundaki örfü
yüzünden, özellikle dört ayaklı hayvanlara hamledilir. Toprak ve çekirdek yemek
İse, her ne kadar bunların yenilmesi mutad değilse de, adette, yeme olarak
adlandırılır. Buna göre, yapılması mutad olmayan şey ile ismin bir şey hakkında
kullanımının mutad oluşu arasında fark gözetilmiş olmaktadır.
Özetle söylemek
gerekirse, insanlann adetinin, lafızlarından neyin kastedildiğinin
anlaşılmasında etkisi vardır; msl. sofraya oturmuş olan kişi su istediğinde,
bu kişinin soğuk ve tatlı su istediği anlaşılır; fakat bu durumun, ŞârTin
onlara yaptığı hitabı değiştirmede bir etkisi yoktur.
[II, 113] 9) Sahabi
sözü (mezhebu's-sahabî), eğer umûma aykırı ise, sahabi sözünü taklid edilmesi
gereken bir hüccet sayanlara göre, sahabinin umûma aylan bu sözü muhassıs
(tahsis edici) kabul edilir. Biz sahabi sözünün hüccet olduğu iddiasının
asılsızlığını açıklamıştık.
Aynı şekilde, rivayet
ettiği habere muhalif olması durumunda ravinin görüşünün, rivayetine takdim
edileceği görüşünde olanlara göre, râvinin tahsisi de bunun gibidir. Bu da
asılsızlığını gösterdiğimiz hususlardan biridir; hüccet ravinin sözünde değil,
hadistedir. Ravinin bu hadise muhalefetinin, bu hadisi tevil ve tahsis
etmesinin, belki de bizim benimseyemeyeceğimiz bir İctihad ve araştırmaya
dayanıyor olması mümkündür. Biz hüccet olmayan bir şey sebebiyle hücceti
terketmeyiz. Jiatta şayet lafız muhtemel olup sahabi bu lafzın muhtemellerinden
birini almış olsa ve bu alışın tevkif (üstbildirim) kaynaklı olma ihtimali
bulunsa bile, ravi 'Ben bunu tevkif kaynaklı olarak biliyorum' demedikçe, bu
noktada sa-habiye uymak gerekli değildir. Bu anlayışımızın hareket noktası
şudur: Şayet bu hadisi iki ayn ravi rivayet etmiş olsaydı ve ravilerden her
biri iki farklı ihtimali [II, 114] almış olsaydı, bizim ikisine de ittiba
etmemiz kesinlikle mümkün olmazdı.
10) Amm'ın
özel bir sebep üzerine varid olması, kimilerine göre, bu âmm'ın tahsisine delil
kılınır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, biz bunu kabul etmiyoruz.
Bu bölüm, Kur'an'ın
umûmunun haber-i vahidle ve kıyasla tahsisi konusunda iki meseleyle
tamamlanacaktır.
Mesele: (Kur'ân'm
umûmu haber-i vâhidle tahsis edilebilir mi?)
Haber-i vahidin,
Kur'ân'ın umûmunu tahsis edici olarak varid olması durumunda, birini diğerine
takdim için, bununla teabbüdün caizliği konusunda alimler ittifak etmişler;
fakat, böyle bir durumun vukuu noktasında ihtilaf etmişler ve ortaya dört görüş
çıkmıştır:
Kimileri umûmun takdim
edileceğini; kimileri haberin takdim edileceğini; kimileri bunların birbirini
dengeleyeceği ve başka bir delil çıkıncaya kadar kararsız kalınacağını;
kimileri de eğer umûm, kendisinde kesin bir delille tahsis söz [n, 115] konusu
olmuş ve bu yüzden zayıflamış ve mecaza dönüşmüş bir umûm ise, bu durumda
haberin evla olduğunu, aksi durumda ise, umûmun evla olacağını söylemişlerdir.
Bu sonuncu görüş, Isa b. Ebân'a aittir[80].
Birinci gerekçe:
Kitabın umûmu
kesindir; haber-i vahid ise zannidir. Bu durumda haber-i va-hid, Kİtab'a nasıl
takdim edilebilir!
Buna bir kaç yönden
itiraz edilebilir:
1) Husus
mahallinin aslının umûma dahil bulunması ve umûmla kastedilmiş olması, -umûmun
sıygasına dayanan- zayıf bîr zandır. Zaten kararsızlar (vâkıfiyye) mücmel
olduğunu iddia ederek bunu inkar etmişlerdir. Kitab'ın aslının kat'î
olmasının, lafızla kastedildiği kesin olmayan bir hususta ne faydası vardır!
2) Şayet bu
kesin olmuş olsaydı, ravinin kesinlikle yalanlanması gerekirdi; [n, 116]
halbuki, ravinin doğru sözlü olmasının mümkün olduğunda kuşku yoktur.
Denirse ki:
Ravinin, neshi
nakletmiş olması durumunda da, doğru sözlü olması mümkün olduğu halde, bu nakli
kabul edilmez.
Deriz ki:
Ravinin bu reddi,
ayetin kesin oluşuyla talil edilemez; çünkü ayetin hükmünün devamı, ancak, bir
neshedicinin varid olmaması şartıyla kesindir ve neshedi-ci varid olduktan
sonra ayetin kesinliği kalmaz. Şu kadar ki, haber-i vahidle Kur'ân'ın
neshedilemeyeceği konusunda icmâ' gerçekleşmiştir; haber-i vahidle tahsis
yapılmasına ise engel yoktur.
3) Sem'in
varid olmasından önce berâet-i zimmet kesin olup, haber-i vahid sebebiyle
kalkar. Çünkü berâet-i zimmet, sem'in varid olmaması şartıyla kesindir. Bir
testi içerisine konulmuş deniz suyunun temizliği kesindir; fakat, adil biri
[II, 117] sinin bu testiye pislik düştüğünü haber vermesi seklinde bir duyuntu
(sem1) varid olmamak şartıyla, tşte bunun gibi, umûm da-Özel bir delil varid
olmamak şartıyla- tüm fertlerini içine alma (istiğrak) noktasında zahirdir.
4) Haber-i
vahidle amel etmenin vacipliği, icmâ' sebebiyle, kesindir; ihtimal ise ancak
ravinin doğru söyleyip söylemediği hususunda olup, ravinin doğru söylediğine
inanmakla mükellef değiliz. Nitekim doğru söylediklerini kesin olarak bilmiyor
olmamıza rağmen, iki adil kişinin şahitliğiyle kan dökmek ve kadından istifadeyi
helal saymak kesinlikle gerekir. Haberle amel etmek kesindir; umûmun, bütünüyle
kaplamayı (istiğrak) ifade edişi ise kesin değildir.
Denirse ki:
Vacip olan, Kur'ân'ın
umûmuna karşı gelmeyen haberle amel etmektir.
Deriz ki:
'Vacip olan, adil
ravinin naklettiği nass bir hadisin tahsis etmediği umûm ile [II, 118] amel etmektir' sözü sizin sözünüze mukabil
olun. Bu iki söz arasında ayrım yapmak mümkün değildir.
İkinci gerekçe:
Hadis, ya bir nesh ya
da bir beyan olur. Haber-i vahidle neshin sabit olmayacağında ittifak vardır.
Bu hadisin, bir beyan olması da imkansızdır. Çünkü beyan, beyan edilene bitişik
olan ve Şâri'in, hüccetin kaim olabilmesi için, tevatür ehline tarif ettiği
şeydir.
Deriz ki:
Bu hadis, bir beyandır
ve bize göre, beyanın bitişik olması gerekmeyip, tehir edilmesi caizdir. Sonra
bu hadisin, zaman bakımından sonralığını (terahî) nereden biliyorlar; hadis
bitişik olup, ravinin bu durumu nakletmemiş olması mümkündür. Üstelik,
hırsızlık ayetinin varid olmasından sonra "Kesme ancak, değeri en az
çeyrek dinar olan miktarın çalınması durumundadır" demek nasıl caiz olmuştur!
Onların 'Şâri'in bunu
tevatür sayısındaki kişilere tarif etmesi gerekir' şeklindeki sözleri ise
delilsiz hüküm vermedir. Tam tersine Sâri', onları ilim ile değil [II, 119]
amel ile mükellef tutmuşsa, onların adil bir kişinin sözüyle mükellef tutulması
caizdir. Sonra Şâri'in bunu tevatür ehline açıklamadığını nereden biliyorlar;
belki de Sâri1 bunu tevatür ehline açıklamış, sonra bunlar ölmüş veya unutmuş
olabilirler ya da onlar hayattadırlar, fakat biz onlardan sadece birine
rastlamışızdır[81].
Haberin takdim
edileceğini ileri sürenlerin hücceti, sahabenin bu yöndeki uygulamasıdır. Msl
Ebu Hureyre, "Kadın, teyzesi ve halası üzerine nikatılana-maz"
hadisini rivayet etmiş; sahabiler bu haberle "... bunlar dışındaki
kadınlar size helal kılınmıştır" {Nisa, 4/24} ayetini tahsis etmişlerdir.
Yine miras ayetinin umûmunu, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği "Katil, köle
ve iki ayrı din mensubu mirasçı olamaz"[82]
hadisi ile tahsis etmişlerdir. Yine vasiyet ayetinin umûmunu "Vârise
vasiyyet yoktur" hadisiyle; "başka bir kocaya varmadıkça"
{Bakara, 2/230} ayetinin umûmunu, balcağızından tatmadıkça" hadi- [II,
120] siyle kaldırmışlardır. Bunun sayılamayacak kadar çok örnekleri vardır.
İtiraz:
Tüm bunlar, sahabenin,
salt ravinin sözüyle umûmu kaldırdıklarını göstermez; aksine, belki de onlar
nezdinde, çeşitli durumlar ve karineler sebebiyle ravinin doğru söylediğine
dair hüccet kaim olmuştur. Nitekim Küba ehlinin, bir kişinin sözüyle kıbleyi
çevirdikleri nakledilmektedir ki, bu bir nesihtir. Fakat belki de Küba ehli, bu
bir kişinin doğru söylediğini, Hz. Peygamberin ve arkadaşlarının yakınında
sesini yükseltmiş olmasından ve bu hususta yalan söylemenin mümkün olmamasından
anlamıştır[83].
Kadı'nın da tercih
ettiği bu görüşün gerekçesi şöyledir:
Umûm tek başına 'aslı
kesin, şümulü zannî olan bir delil'dir. Tek başına haber ise, asıl itibariyle
zannî, lafız ve anlam hususunda kesindir. Bu ikisi birbirini [II, 121]
dengelemekte (tekabül) olup, tercihe yarayan bir delil yoktur; bu durumda umûm
ve haber tearuz eder ve başka bir delile başvurmak gerekir.
Tercihe şayan olan
görüş, adil kişinin haberinin evla olmasıdır. Çünkü nass (açık ve net) olan bir
şeyi rivayet hususunda bir adil kişiye duyulan iç rahatlığı (sükûnu'n-nefs),
tıpkı şehadet hususunda iki adil kişiye duyulan içrahatlığı gibidir. Miras
ayetinin, katil ve kafir hakkında hüküm iktiza ediyor olması ise zayıftır.
Umûmun mücmelliğini
iddia edenlerin görüşü kuvvetli ve vakidir. Haberi vahidi inkar edip, hüccet
saymayanların görüşü ise son derece zayıftır. Bunun içindir ki Ebu Bekr'in
rivayet ettiği "Biz peygamberler, miras bırakmayız" hadisi yüzünden
Fatıma'ya miras verilmemiştir. Biz biliyoruz ki; Ebu Bekr'in ve [nt 122] bütün
adil kişilerin yalan söylediği varsayımı, nefiste, miras ayetinin, Hz. Peygamberin,
katilin, kölenin ve kafirin hükmünü açıklamaya yönelik olarak değil, miras miktarlarım
göstermek için sevkedildiği varsayımından daha uzaktır ve daha fazla
yadırganır. Bunlar nadirâttır.
Mesele: (Umûmun
kıyasla tahsisi)
Tek başına
düşünüldüğünde umûmu hüccet sayanlar ve yine tek başına düşünüldüğünde kıyası
hüccet sayanlar, özel bir nassın kıyasının, başka bîr nassın umûmuna karşı
gelmesi (mukabele) durumunda takınılacak tavır hususunda ihtilafa düşmüşler ve
beş görüşe ayrılmışlardır.
Mâlik, Şafiî, Ebû
Hanîfe ve Ebu'l-Hasen Eş'arî, bu durumda kıyasın umûma takdim edileceğini; Cübbâî,
Ibnu'l-Cübbâî ve kelamcılardan ve fakihlerden kimi-[II, 123] leri umûmun takdim
edileceğini ileri sürmüşlerdir. Kadı ve kimi alimler de tearuz nedeniyle
çekimser kalınacağını söylemişlerdir. Kimi alimler, hafî kıyasın değil, celî
kıyasın umûma takdim edileceğini; İsa b. Ebân, kıyasın, tahsise uğramış umûma
takdim edileceğini, tahsise uğramamış umûma ise takdim edilemeyeceğini ileri
sürmüştür[84].
1. gerekçe:
Kıyas fer'dir, umûm
ise asıl'dır; nasıl olur da fer' asıla takdim edilir!
Bu gerekçeye bir kaç yönden
itiraz edilebilir:
a) Kıyas, o
fer'e Özel nassın değil, başka bir nassın fer'İdir. Nass, bazen başka bir nass
ile, bazen de başka bir nassın makulü ile tahsis edilebilir. Zaten kıyasın
yegane anlamı *nassın makulü'dür. Nasstan neyin kastedildiğini anlayan kentli,
124] dişidir. Hükmün, nassın anlamına izafe edilmesini koyan ise Allah'tır.
Nasıl ki
kıyas, bir nassdan
elde edilmiş zan (zannî anlam) ise, aynı şekilde umûm ve umûmun özel müsemmayı
içine alışı da başka bir nasdan alınmış bir zandır. Ortada İki farklı nass
hususunda iki zann vardır. Eğer pirinci buğdaya kıyas etmek suretiyle
"Allah alım-satımı helal ribayı haram kılmıştır" {Bakara, 2/275}
ayetinin umûmunu tahsis edersek, aslı, kendi fer'iyle tahsis etmiş olmayız.
Çünkü pirinç, alım satımın helalliğini bildiren ayetin değil, buğday hadîsinin
fer'İdir.
b) Bu
gerekçeye göre Kur'ân'ın haber-i vahidle tahsis edilmemesi lazım gelir; çünkü
haber-i vahid Kitab veya Sünnetten bir asıl ile sabit olduğuna göre, bir
fer'dir. Kıyas ile tahsisi kabul etmeyenler, haber-i vahid ile tahsisi kabul
etmişlerdir. Bu durum onlar için de sözkonusudur.
Denirse ki:
Haber-i vahid, zahir
ve nass ile değil, icmâ' İle sabit olmaktadır, [n, 125] Deriz ki:
Kıyasın hüccet olması
da icmâ' ile sabit olmuştur. Diğer taraftan, icmâ'ın nassdan başka bir dayanağı
da zaten yoktur. Bu hale göre kıyas icmâ'ın, icmâ' da nassın fer'
olmaktadır. »
2. gerekçe:
Kıyas yoluyla ancak,
doğrudan lafızla ifade edilmeyen (mantuk olmayan) şeyin hükmü talep
edilmektedir; doğrudan lafızla ifade edilen şey, kıyas ile nasıl sabit olur!
ttiraz:
Umûm ifade, bir tek
şeyi söylemek derecesinde mantuk değildir; çünkü, "Müşrikleri
öldürün" sözündeki Zeyd, "Zeydi Öldürün" sözündeki gibi değildir.
Yine "Allah alım-satımı helal, ribayı haram kılmıştır" sözündeki
pirinç, 'Pirinci pirinç mukabilinde fazlalıklı ve denk olarak satmak helaldir'
sözündeki gibi değildir. Pirincin, alım satımın helalliğini bildiren ayetle
kastedildiği kuşkulu ise, bu takdirde mantuk olduğu da kuşkuludur. Çünkü,
kendisiyle hâss kastedilen [II, 126 âmm, bu miktar hususunda doğrudan söyleme
(nutk) sayılır; kastedilmeyen şeyler için nutk sayılmaz. Bunun delili, akıl
delilinin Şâri'in sarih ifadesine karşı gelmesi caiz olmadığı halde, -çünkü
deliller tearuz etmez-, âmm'ın, kesin aklî delille tahsisisin caiz olmasıdır.
Denirse ki:
Aklın hariç tuttuğu
şeyin, âmm'ın kapsamına girmediği bilinir.
Deriz ki:
Aktın hariç tuttuğu
şey, neyin kapsamına girmez; umûm lafzının mı umûm iradesinin mi? Eğer umûm
lafzının kapsamına girmediği bilinir diyorsanız, Allah Teala kendisi de bir şey
olduğu halde, "O, herşeyin yaratıcısıdır" lafzının kapsamına
girmemektedir. Yok eğer umûm iradesinin altına girmez diyorsanız, bunu bize
zaten kıyas delili de göstermektedir ve arada hiç bir fark yoktur. [n, 127]
3. gerekçe:
Hz. Peygamber Muaz'a
"Ne ile hükmedeceksin?" dediğinde Muâz, 'Allanın kitabı ile' diye
cevap vermiş; "Orada bulamazsan ne ile?" deyince, 'Allah resulünün
sünneti ile' diye cevap vermiş; "orada da bulamazsan ne ile?"
deyince, 'reyimi zorlarım (ictihad ederim)' diye cevap vermiştir. Muaz
içtihadı en sona bırakmıştır; hal böyleyken ictihad Kitab'a nasıl takdim
edilebilir!
Deriz ki:
Bunun Kitabda
zikredilmiş olması, umûm ile murad edilmiş olmasına meb-nidir ve bu kuşkuludur,
öyleyse bunun Kitabda oluşu da kuşkuludur. Bunun içindir ki Muaz'ın, mütevatir
haber mukabilinde ve haber-i vahid mukabilinde umûmu lerketmesİ caiz olmuştur.
Halbuki Sünnetin, Kitabın anlamını beyan etmesi durumu dışında, Kitab nassı
Sünnet ile terkedilemez. Kitab Kitabı ve Sünnet Sünneti, bazen lafız ile bazen
de lafzın makulü ile beyan eder. [H, 128]
Öte yandan, aklın
berâet-i zimmet hususundaki aslî hükmü, haber-i vahid ve kıyas sebebiyle
terkedilebilir; çünkü haber varid olduktan sonra akıl buna hüküm veremez;
dolayısıyla da haber varRen aklın aslî hükmü kuşkulu olur. tşte umûm da bunun
gibidir[85].
1. gerekçe:
Umûm, hem mecaza hem hususa
ve hem de konulduğu anlamın dışında kullanılmaya ihtimallidir. Kıyas ise
bunlann hiç birine ihtimalli değildir. Aynca, mecaz ve müevvel olması muhtemel
bulunmasına rağmen umûm, özel nass ile tahsis edilebilir. Öyleyse, kıyas daha
evladır.
İtiraz:
Kıyastaki yanlış
(galat) ihtimali, umûm hakkında zikredilen İhtimallerden -husus ve mecaz olma
İhtimallerinden- daha az değildir. Hatta, hata ihtimali, kıyasın aslında da
vardır ve buna bir de o asıl için sözkonusu olabilecek husus ve mecaz
ihtimalinin getirdiği zayıflık da eklenir. Şöyle ki:[II, 129]
a) Kıyas,
bir haber-i vahidden çıkarılmış ve suretle aslına ihtimal girmiş olabilir.
b) Bu
kıyası, içtihada ehil olmadığı halde kendini ehil zanneden birinin istin-bat
etmiş olması imkan dahilindedir, içtihada ehil olmayan birinin içtihadı ise
hükümsüzdür. Umûm ise içtihada dayalı değildir.
c) illet isbat edilirken, gerçekte delil
olmadığı halde, delil zannedilen bir şeyle İstidlal edilmiş olabilir.
d) Aslın tüm
vasıfları eksiksiz tamamlanamayıp itibarda etkisi olan bir vasıf gözden
kaçırılmış olabilir.
e) Gözden
kaçırılan ince bir fark yüzünden, fer'in asla ilhakında hataya düşülmüş
olabilir.
Görüldüğü gibi,
kıyastaki ihtimal ve yanılgı kaynağı daha çoktur.
2. gerekçe:
Umûmun, kıyasla tahsis
edilmesi, kıyas ile Kitab'ı cem'etmek (ikisiyle de [II, 130] amel etmek)
demektir. Öyleyse bu, ikisinden birini veya her ikisini amelden düşürmekten
daha evladır.
Bu gerekçe fasittir.
Çünkü, tekabülün gerçekleştiği miktar açısından umûmun kıyasla tahsisi cem olamaz;
aksine bu işlem, umûm kaldırılarak özellikle kıyasla amel edilmesi demektir[86].
Bunlar derler ki;
yukarda geçtiği gibi, kıyası ya da umûmu tercih edenlerin görüşleri geçersiz
olduğuna göre ve hem kıyas hem de umûm, tek başlarına kaldıklannda delil otup,
bir tercih sebebi olmaksızın tearuz ettiklerine göre, kararsız kalmaktan
(tevakkuf) başka bir seçenek yoktur. Çünkü tercih, ya akıl ile ya da nakil ile
idrak olunabilir; akıl da ya nazarîdir ya da zarurîdir; nakil de ya tevatürdür
ya da âhâddır. Bunların hiç birisi gerçekleşmediğne göre, başka bir delilin
araştırılması gerekir.
Denirse ki:
8u görüş, icmâ'a
aykırıdır; çünkü ümmet, hangisi olduğunun belirlenmesinde ihtilaf etseler de,
bunlardan birinin (kıyas veya umûmun) takdim edileceği hususunda icmâ'
etmiştir ve Kadı'dan önce hiç kimse kararsızlık görüşünü Öne sür- [II, 131]
memiştir.
Kadı bu itiraza şöyle
cevap vermiştir: Ümmet, kararsızlığın kesin olarak batıl olduğunu söylememiş
ve bunun batıllığı üzerinde icmâ' etmemiş; fakat her biri, bir tercih öne
sürmüştür. Bu gibi şeylerle icmâ' sabit olmaz. Kıyası tercih hususunda
muhalifinin görüşüne kesin batıl gözüyle bakmayan kişi, tercih yapmayıp
tevakkuf ettiğinde onun yanlışlığına nasıl kesin gözüyle bakar! [87]
Celî kıyas güçlüdür ve
umûmdan da güçlüdür. Hafi kıyas İse zayıftır. Bu görüş sahiplerinin celî
kıyası, 'kıyâsu'1-ille' olarak; hafi kıyası da 'kıyâsu'ş-şebeh' olarak tefsir
ettikleri nakledilmiştir. Bazılarına göre de celî kıyas Hz. Peygamberin
"Hâkim, kızgın bir halde iken, büküm vermesin" sözü gibidir. Bu
sözün, [II, 132] 'aklı mükemmel düşünmekten saptıran şeyler' olarak talil
edilmesi ve hükmün aç ve kinli kişilere de geçerli kılınması hafî kıyastır.
Tercihe şayan görüş,
bu yaklaşımın pek uzak olmamasıdır. Çünkü umûm, zann ifade eder; kıyas da zann
ifade eder. Bunlardan birinin müctehidin nefsinde daha güçlü olması mümkündür
ve müctehid daha güçlü gördüğüne ittiba etmek durumundadır. Umûm bazen, umûm kasdımn
zahir olmaması sebebiyle zayıf olur ve bu zayıflık, umûmdan hariç tutulan
şeylerin çok sayıda olmasıyla ve kendisine birçok tahsis girmesiyle ortaya
çıkar. Msl. "Allah alım-satımı helal kıldı" ayeti böyledir. Çünkü Hz.
Peygamberin, 'Buğdayı buğday mukabilinde satmayın" sözünün, pirinç ve
hurmanın haramhğına olan delaleti, ayetin umûmunun bunların helalliğine olan
delaletinden daha belirgindir (ezhar). Kitab, şarabın haramhğına delalet etmiş
ve "De ki; bana vahyedilen içerisinde tadacak olana [n, 133] haram
kılınmış bir şey bulamıyorum" {En'âm, 67145} ayeti bununla tahsis
edilmiştir. Bundan, sarhoş edicilik (iskar) ile talil ortaya çıktığında, şayet,
her müskirin haram kılındığına dair haber varid olmamış olsaydı, nebizin, iskar
kıya-sıyla şaraba (hamr) ilhak edilmesi, zanna "lâ ecidu" ayetinin
umûmunun altında kalmasından daha galip gelirdi. Bu durum, bu ayette ve
alım-satımın helal kılındığı ayette zahirdir; çünkü, hem bu iki ayetten hariç
tutulan şeyler çoktur ve hemde bu iki ayetteki umûm kasdı zayıftır. Bunun
içindir ki İsa b. Ebân, (kıyas ile tahsisi), umûmu üzere kalan ayetlerde değil
de bu gibi ayetlerde caiz görmüştür. Fakat, bize göre bu (kıyas ile tahsis),
umûmu üzere kalan ayetler hususunda da pek uzak değildir. Çünkü biz, umûm
ifadelerin, bazı müsemmalara izafetle, kuv-[II, 134] vet açısından değişiklik
göstereceğinde kuşku duymuyoruz; çünkü, umûm ifadeler, kendileriyle, bu
müsemmanın kasdı iradesinin zuhuru açısından birbirinden farklıdırlar. Bu ikisi
birbirine karşı geldiğinde (tekabül) iki umûmdan daha kuvvetli olanını takdim
etmek gerekir. Aynı şekilde, iki kıyastan kuvvetli olanın durumu da böyledir;
iki kıyas birbirine karşı geldiğinde, içlerinden daha celî ve daha güçlü olanı
takdim ederiz. İşte umûm ve kıyas birbirine karşı geldiğinde, güçlü kıyasın,
zayıf umûmdan veya güçlü umûmun zayıf kıyastan zanna daha galip gelmesi ve
güçlü olanın takdim edilmesi uzak değildir. Eğer umûm ve kıyas birbirine denk
ise (teadül) bu takdirde, Kadı'nm dediği gibi, duraksamak, kararsız kalmak gerekir.
Zira birinin umûm ötekinin kıyas olması, bizatihi tercihi gerektiren şeylerden
olmayıp, delaletlerinin kuvveti açısından tercih sebebi olabilirler. Kadı'mn
görüşü, bu şart ile sahihtir. Denirse ki:
[II, 135] Kitabdan
istinbat edilmiş bir kıyas ile Kitabın umûmumun tahsis edilmesi konusundaki
tartışma, haberlerden istinbat edilmiş kıyas hakkında da geçerli midir?
Deriz ki:
Kitabın kıyasının,
Kitabın umûmuna nisbeti, tıpkı, mütevatir haberin kıyasının, mütevatir haberin
umûmuna nisbeti ve haber-i vahidin kıyasının haber-i vahidin umûmuna nisbeti
gibidir. Tartışma hepsi hakkında da geçerlidir. Kitabın umûmuna nisbetle
mütevatir haberin kıyası ve mütevatir haberin umûmuna nis-betle Kitabın
nassının kıyası da bunun gibidir. Haber-i vahidin kıyasının, Kur'an'ın umûmuyla
çatışmasına gelince; haber-i vahidi Kitaba tercih etmeyenlere göre, Kitabın
tercih edilmesi kapalı değildir. Haberi takdim edenlere göre ise, tu, 136]
haberin kıyasında d u raks an ması caizdir; çünkü bu hem daha zayıftır hem de
daha uzaktır. Aslın anlamında (ma'ne'1-asl) olan ve celî nazar ile bilinen ise
asıla daha yakındır. Dolayısıyla, bazı durumlarda, nefiste, umûm zannından daha
güçlü olması uzak değildir. Bu hususta inceleme/araştırma (nazar) müctehide
aittir.
Denirse ki:
Bu meseledeki
tartışma, kat'iyyat hususunda tartışma türünden mi yoksa ictihâdî konulardaki
(müctehedât) tartışma türünden midir?
Deriz ki:
Kadı'nın sözünün genel
akışı, haber-i vahidin Kitabın umûmuna takdim edilmesi hususundaki görüş ile
kıyasın umûma takdim edilmesi hususundaki görüşün, muhaliflerin hataya
düştüklerine kesin gözüyle bakılması gereken konulardan olduğunu
göstermektedir. Çünkü bunlar usul meselelerindendir. Bana göre ise, bu
tartışmaların, müctehedata ilhak edilmesi daha uygundur; çünkü, sair yönlerden
gelen bu konudaki deliller birbirine yakın olup, hiçbiri kesinlik derecesine
ulaşmamaktadır. [II, 137] [88]
İlk önemli şey,teâruz
mahallini (sözkonusu olabileceği yeri) bilmektir. Bunun için söze şöyle
başlayalım: Akim, iki yönünden birine delalet ettiği hiç bir şeyde tearuzun
yeri yoktur. Zira aklî delillerin neshi ve birbirini yalanlaması imkansızdır.
Eğer akla aykırı semt bir delil varid olmuşsa, ya mütevatir değildir ve böylece
sahih olmadığı bilinir ya da mütevatirdir ve tevil edilir. Her iki durumda da
tearuz söz konusu olmaz. Akıl deliline aykın olarak, hata ve tevile ihtimali
[II, 138] bulunmayan mütevatir bir nassın bulunması mümkün değildir; çünkü akıl
delili nesh ve butlanı kabul etmez.
Aklî konulardaki
müevvelin örneği "Herşeyin yaratıcısı (Hâliku külli şey)" (En'âm,
6/102} ayetidir. Zira akıl delili ile, Kadîm'in zatı ve sıfatları bu kapsamın
dışındadır.
"O her şeyi
bilendir (ve hüve bi külli şey'in alîm)" {Bakara, 2/29} ayetini ele alacak
olursak; akıl, bu ayetin umûm olduğuna delalet etmektedir ve bu ayete "De
ki; Siz Allah'a, bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!?" {Yûnus,
10/18} ayeti muaraza etmez. Zira bunun anlamı 'kendisi için bir asıl bilmediği
şeyi mi; yani asılsız olduğunu bildiği şeyi mi...1 şeklindedir. Yine "Sizi
denemeliyiz (sınatnalıyız) ki, içinizden kimlerin mücahid ve sabreden olduğunu
bilelim" {Muhammed, 47/311 ayeti de bu ayete muanz değildir; zira bu
ayetin anlamı 'Allah, mücahedeyi (cihadı) olmuş ve gerçekleşmiş olarak
bilmektedir' şeklinde olup, ezelde O'nun bilgisi, daha gerçekleşmeden önce,
mücahedenin gerçekleşmesine taalluk etmekle vasıflanamaz.
Aynı şekilde
"(Allah'a değil putlara tapıyorsunuz) ve yalan yaratıyorsu-
[II, 139] nuz"
{AnkebÛt, 29/17} ayeti, "O herşeyin yaratıcısıdır" ayetine muarız
değildir. Çünkü yukanki ayetle kastedilen husus 'varlık verme' değil,
'yalan'dır. Yine "... Sen Benim iznimle, çamurdan kuşa benzer (kuş biçimi
gibi) bir şey yaratıyordun...' {Mâide, 5/110} ayeti de buna muarız değildir.
Zira bu ayetteki yaratmanın anlamı 'takdir etme'dir; yaratma (halk) da zaten
bir takdirdir. Yine 'Yaratıcıların en güzeli (en güzel yaratıcı) olan Allah ne
yücedir' {Muminun, 23/14} ayeti de buna muanz olamaz. Buradaki 'yaratıcılar
(hâlıkîn)', 'takdir ediciler' anlamındadır, tşte, akıl deliline aykırı olan ya
da aklın, umûm olduğuna delalet ettiği sert bir delile aykırı olan her şeyin
tevili her zaman böyledir.
Sert konularda tearuz:
Şer'î konularda iki
delil tearuz ederse, bu iki delili uzlaştırmak (cem) ya imkansızdır ya da
mümkündür. Eğer msl. "Dinini değiştireni öldürün", "Dinîni
değiştireni öldürmeyin" veya "Velisiz nikah sahih olmaz",
"Velisiz nikah sahih olur" sözlerinde olduğu biçimiyle çelişik
olmaları yüzünden bu iki delili uzlaştırmak imkansız ise, bu türden olan
delillerden birinin nâsih diğerinin mensûh ol- [II, 140] ması gerekir. Eğer
tarih tesbîti mümkün olamıyorsa, bu takdirde bu iki nassın birbirini def ettiği
(tedâfü1) varsayılarak hüküm başka bir delilden araştırılır; eğer başka bir
delil bulamazsak, bu takdirde ikisi arasından dilediğimiz biriyle amel etmekte
muhayyer oluruz. Çünkü bu durumda imkan dahilinde olan dört durum vardır:
a) ikisiyle
birlikte amel etmek. Bu çelişiktir.
b) İkisini
birden atıp hiçbiriyle amel etmemek. Bu da olayı hükümsüz bırakmak olur; bu da
çelişiktir.
c) Hiç bir
tercih unsuru olmadığı halde ikisinden birini kullanmak; bu da delilsiz keyfi
hüküm vermedir.
Geriye bir tek şey
kalıyor, o da, daha başlangıçta kendisiyle teabbüdün varid olması mümkün olan
'daha uygun gördüğü birini alma serbestliği (tahayyür)'dir. Allah, bizi
bunlardan muayyen biriyle mükellef tutmuş olsaydı, bu yönde bir delil dikerdi
ve bu delile ulaşmamızı sağlardı.; zira, muhal olan bir şey ile mükellef tutmak
caiz değildir. Birbiriyle çatışan iki delil arasında muhayyer bırakma konusunun
ise, -tctihad bölümünde, müctehîdin seçme serbestliği ve şaşırıp kalması [II,
141] konusunda zikredeceğimiz üzere- ayrıntılı biçimde ele alınması gerekir.Bir
biçimde uzlaştırma imkanı bulunan tearuzun birtakım mertebeleri vardır, bunlar
şöyle sıralanabilir:
1) Amm ve
hâss:
Hz. Peygamberin
"Göğün suladığında ondabir vardır" sözü ile "Beş ves-kin
altındaki şeylerde zekat yoktur" sözü arasında söz konusu olan durum gibi.
Amm ile umûm irade
edildiği varsayımıyla, bu iki sözden birinin neshedici olmasının imkan
dahilinde olması yüzünden Kadı'nın görüşünün, burada tearuzun gerçekleştiği
yönünde olduğunu zikretmiştik. Tercihe şayan olan görüş ise, bunun beyan
yapılması ve ancak bir zaruret sebebiyle neshin takdir edilmesidir; nitekim
bunda, nısab miktarının altında olan şeylerin de ondabir (uşr) kapsamına
girmesinin vacip olduğu ve daha sonra bu kapsamdan çıktığı var sayılmaktadır.
Böyle bir şeyin ise, hiç bir zaruret yokken vehim yoluyla isbat edilmesi mümkün
değildir.
2)
Birincisine yakın olan bu mertebe; müevvel lafzın belirginlik (zuhur) hu- [n,
142] susunda güçlü olması ve bir karine olmadıkça tevili için bir kıvılcım
çakmayacak biçimde tevilden uzak olmasıdır. Kadı'nın bu husustaki görüşü daha
tutarlıdır (evceh). Bu mertebenin örneği Hz. Peygamberin, İbn Abbas'ın rivayet
ettiği biçimiyle, "Ribâ ancak nesiededir (tnneme'r-ribâ fi'n-nesîe)"
sözüdür. Bu söz, ribe'l-fadl'ı nefy hususunda, sarih gibidir. Ubâde b. Sâmit'in
rivayet ettiği "buğday buğday ile misli misline/dengi dengine (el-hintatu
bi'l-hintati misten bi mislin)" hadisi ise, ribe'I-fadl'i isbat hususunda
sarihtir. Bunlardan birinin diğerini neshetmiş olması mümkün olduğu gibi,
"fnneme'r-ribâ fi'n-nesie" sözünün, iki farklı cinsin hükmüne ilişkin
özel bir soruya cevap olarak ya da özel bir ihtiyaca binaen söylenmiş
olabileceği ihtimali göz önüne alınarak, 'iki farklı cins' hakkında
anlaşılması da mümkündür. Bu takdire göre, iki hadisin arasını uzlaştırmak
[II, 143] mümkündür.
Bize göre bu şekilde ki bir yorum, uzak bile olsa, yine de neshten daha iyidir.
Kadı, buna karşı, "sizin 'Hz. Peygamber bununla iki ayrı cinsi kastetmiştir'
sözünüz, bir tahakküm olup, bu yönde elde hiç bir delil yoktur; kaldı ki, bu
anlayış, zann ifade eden lafzın zahirine de aykırıdır. Hiç bir kesin ya da
zannî delilin desteklemediği bir varsayımla keyfi hüküm vermenin izahı
olamaz" diyebilir. Bİz de 'Bizi buna, neshten kaçınma zarureti itmiştir1
deriz. Bu defa Kadı, 'neshin varsay i İmasına / takdirine ne engel var; neshin
var kabul edilmesinde/ is-batında, imkansız bir şeyi işlemek olmadığı gibi,
kesin ya da zannî bir delile muhalefet de yoktur. Sizin zikrettiğiniz görüşte
ise hem umûm sıygasına hem de lafzın delaletine -ki bu bir zannî delildir-
muhalefet vardır. Nedir bu nesih endişesi ve çekincesi! Neshin imkanı da tıpkı
beyanın imkanı gibidir ve biri diğerinden [II, 144] daha evla değildir* der.
Biz eğer, 'Hz. Peygamberin adetinde beyan nesihten daha ağır basar ve daha çok
vaki olmuştur' diyecek olursak, bu defa Kadı, 'yaygın ihtimali almanın caizliği
konusundaki delil nedir? Bir süt kızkardeş, on yabancı kadınla karışmış bulunsa
ve bir temiz kap, on pis kapla karışmış bulunsa, birinci durumda helal olan
kadınların sayısı, İkincisinde temiz olan kapların sayısı daha çok olmasına
rağmen, bu çokluk tercih unsuru olamaz. Tam tersine, İçtihada ye delile gerek
vardır. Bu durumlarda, nasıl olsa helal olanlar sayıca daha çok diyerek
kadınlardan birini almak veya nasıl olsa temiz olanlar daha çok diyerek kaplardan
birini almak caiz değildir' der. Bİz, zarının, iki ihtimalden daha ağır basan
olduğunu; fakat yine de bir delil bulunmadıkça buna ittiba etmenin caiz olmayacağını
söyleriz. Nitekim, haber-i vahid de yalnızca, adil ravinin doğru söylemesinin
yalan söylemesinden daha çok olduğu yönünde bir zannı galip doğurmaktadır;
yine umûm sıygasına, zahirin delalet ettiği şeyin irade edilmiş olması, diğer-
[II, 145] lerinden
daha çok ve yaygın olması sebebiyle ittiba edilmektedir. Zannî kıyaslar
hususunda, fer' ile asıl arasında fark bulunması mümkündür ve bunun butlanına
kesin gözüyle bakılamaz. Fakat uzlaştırma, zanna daha galip gelmektedir. Bu tür
temel konularda (usûl) zanna ittiba edilmesi, bunun bir zann oluşu sebebiyle değil,
aksine, sahabenin bu zannla amel etmiş ve bu yönde ittifak etmiş olması sebebiyledir.
Biz biliyoruz ki sahabe, Kur'an dışındaki şeylerin baştan sona mensuh olduğu ve
"Ve o her şeyi bilendir" {Bakara, 29} ve benzeri gibi birkaç ayet dışında
Kur'an'da tahsis edilmemiş âmm kalmadığı kanaatinde değillerdi; aksine onlar,
tüm bunları beyan saymışlardı. Haber konusunda âmm ve hâss varid olmuştur ve
haberde nesh söz konusu değildir. Msl. 'Birbirlerini suçlamaya/kınamaya
başladılar" {Kalem, 68/30} ayetinin "Bu, konuşamayacakları gün- [H,
146] dür" {Mürselât, 77/35} ayetini tahsis etmesi; yine "kendisine
her şeyden verilmiş olan" {NemI, 23}, "Rabbinin izniyle her şeyi
yerle bir eder" (Ahkâf, 25} ve Her şeyin ürünü toplanıp kendisine
getirilir' {Kasas, 57} ayetlerinin tahsisi de böyledir. Sahabe, ancak bir nass
ve bir zaruret sebebiyle neshe başvuruyordu; tevehhüm ile asla. Bunun sebebi şu
husus da olabilir: İkisinin birbirine zıt sayılması -tarihin tesbit
edilemediği durumlarda- her ikisinin de düşürülmesi anlamına gelir; halbuki
birinin beyan sayılması durumunda, her ikisi de kullanılmış olmaktadır.
Kullanmakla kullanmamak arasında muhayyer kaldığımızda, aslolan kullanmaktır;
zaruret olmadıkça kullanmamak caiz değildir.
Tenbîh:
Bilesin ki; Kadı,
beyan iradesine dair bir delalet ortaya çıkmaması şartıyla neshi var
saymaktadır.
Örnek:
'Meytenin derisinden
(ihâb) ve sinirinden yararlanmayın[89] hadisi
[n, 147] âmm'dır ve Tabaklanmış her deri (ihâb) temizdir' hadisinin
hususu buna muarızdır. Fakat Kadı bunu İki şartla nesih saymaktadır:
Birincisi; dilde, ihâb
isminin, tabaklanmamış deriden başkasına Özel olduğunun sabit olmamasıdır.
Nitekim tabaklanmamış derinin ihâb olarak adlandırılacağı; tabaklanınca edim,
sırm gibi adlan alacağı söylenmiştir. Bu sahih ise, iki lafız arasında tearuz
olmaz.
ikincisi ise; Ibn
Abbas'tan rivayet edilen şu hadistir: Hz. Peygamber, Meymûne'ye ait ölmüş bir
koyunun yanından geçerken 'Keşke derisini alaymış-lar!' dedi; bunun üzerine
derisini tabaklayıp, kullandılar. Onlar, murdar olduğu için koyunu derisini
almadan atmışlardı. Daha sonra 'Meytenin derisinden (ihâb) ve sinirinden
yararlanmayın' şeklinde yazıldı. Kadı, hadisi, tüm işlerin [Uf 148] birbirine
bitişik olarak gerçekleştiği izlenimini verecek biçimde zikretmiştir; bu
suretle sonraki uygulama nesh değil beyan olmaktadır; çünkü neshin şartı zaman
bakımından sonralıktır.
3) iki
umumun çatışması ve birinin diğerinden bir yönden fazla bir yönden eksik
olması:
Bu mertebenin örneği, Hz.
Peygamberin "Dinini değiştireni Öldürün" sözü -ki bu söz, kadınları
da içine almaktadır- ile "Kadınları öldürmekten nenyolun-
dum" sözüdür, ki
bu söz mürted kadınları da içine almaktadır.
Hz. Peygamberin
İkindiden sonra namaz kılmaktan nehyolundum' sözü ile "Uyuyakalarak veya
unutarak bir namazı kaçıran kişi, hatırladığında kılsın" sözü de böyledir.
Birinci hadis, kaçırılmış namazı da içine atmaktadır. İkinci hadis İse
ikindiden sonra uykudan kalkanı da içine almaktadır.
Yine "... ve iki
kız kardeşi cem etmeniz (ikisini birlikte nikah altına alili, 149] manız)
haram kılındı" {Nisa, 4/23} ayeti ile "...ya da elinizin
altındakilerle (mİIk-i yemininizdekilerle) yetinin" {Nisa, 4/3} ayeti de
böyledir. Birinci ayet, milk-i yemîn yoluyla cem'i de içine almakta, ikinci
ayet ise, umumuyla iki kız kardeşi cem' etmeyi helal kılmaktadır, "ve iki
kız kardeşi cem etmeniz" ayetini, "ya da elinizin
altındakilerle" ayetinin umumu sebebiyle, 'iki kız kardeşi, milkİ yeminde
değilde nikahta cem etmek1 şeklinde tahsis etmek mümkündür. Kadi'nın mezhebine
göre ise bu, nesih varsayımıyla, tearuz ve itişmedir (tedâfu1). Kendilerine
iki kız kardeşi milki yeminde cem konusu sorulduğunda, Ali ve Osman'ın
söyledikleri 'bunu bir ayet haram kıldı, bir ayet helal kıldı' şeklindeki söz
de bunu desteklemektedir. Bizim görüşümüze göre ise -mümkün mertebe beyana hamletme
konusunda bir tercih unsuru ortaya çıkmadıkça- biri diğerinden daha evla [II,
150] değildir. Bu tercih unsuru da ortaya çıkmıştır. Şöyle ki; "ve iki kız
kardeşi..." ayetinin umumunun korunması daha evladır. Çünkü;
a) Bu ayet, üzerinde ittifak edilen bir tahsis
görmemiştir; dolayısıyla bu umûm, ittifakla tahsis görmüş umumdan daha
kuvvetlidir. Nitekim, müşterek kadın, istibra etmekte olan kadın, mecusi
kadın, süt ve neseb kızkardeşi ve evlenil-mesi haram olan diğer kadınlar
(muharremât) "...ya da elinizin altındakilerle..." ayetinin umumundan
istisna edilmiştir. İki kız kardeşi cem etmek ise umûm gereğince haramdır.
b) "ve
İki kız kardeşi..." ayeti, evlenilmesi haram olan kadınların zikredilmesinden
ve uzun uzadtya sayılmasından sonra ilhaken sevkedilmiştir. Muharre-mat ise,
hem hür kadınları hem de cariyeleri içine alır. "...ya da elinizin altındakiler..."
ayeti İse, kasden, evlenilmesi helal olan kadınları açıklamak için şevketli,
151] dilmemiş; aksine eşler ve cariyeler
dışındakilerle ilişki kurmaktan kaçınan takva
sahiplerini Övme
kabilinden sevkedilmiştir; dolayısıyla bundan açıklama kasdı ortaya
çıkmamaktadır.
Denirse ki:
Hiç bir tercih unsuru
olmaksızın, iki umumun tearuz etmesi mümkün müdür?
Deriz ki:
Kimi alimler, iki söz
arasındaki çelişkinin töhmete ve şüphe doğmasına götüreceği ve tâat, ittiba ve
tasdikten uzaklaştıracağı gerekçesiyle bunun caiz olmadığını söylemişlerdir.
Bu fasittir. Aksine, iki umumun bu biçimde tearuz etmesi mümkündür. İlk asır
ehli için açık (mübeyyen) olan bu durum, aradan uzun zamanın geçmesi,
karînelerin ve delillerin silinip gitmesi sebebiyle bize kapalı kalmıştır. Bu
bizim için, tercih için başka bir yönden delil aramamız ya da muhayyer
kalmamız yönünde bir imtihan ve mükellefiyet olabilir. [II, 152] Bizim
hakkımızda mükellefiyet ancak bize ulaşan şeylerledir ve bunda imkansız olan
bir şey yoktur. Onların iddia ettikleri, uzaklaştırma ve töhmet ise asılsızdır.
Nitekim bu, kafirlerden bir grubu neshin varid olması konusunda uzaklaştırmış
ve neticede Allah 'bir ayetin yerine alternatif başka bir ayet getirdiğimiz
zaman, • ki Allah neyi indireceğini daha iyi bilir- dediler ki sen düpedüz bir
iftiracısın" {Nahl, 16/101} demişti. Diğer taraftan bu, neshin
imkansızlığım da göstermez. [90]
Bunun caiz olup
olmadığında ihtilaf edilmiştir. Kimileri, karıştırıp yanlış anlamaya ve
yanıltmaya yol açma bulunduğu gerekçesiyle bunun caiz olmadığını
söylemişlerdir. Biz de şöyle diyoruz; beyanın tehiri konusunda belirttiğimiz
gibi, Şâri'in, husus delilini, ya hemen (zaman bakımından bitişik olarak) ya da
gecikmeli olarak zikretmesi gerekir. Kendisine umûm ulaşmış her müctehide,
husus delili de ulaşacak diye bir zorunluluk yoktur; aksine, bu husus
delilinden haber- [n, 153] siz kalması ve Allanın bu müctehid hakkındaki
hükmünün sadece kendisine ulaşan umûm ile amelden İbaret bulunması mümkündür;
kendisine ulaşan budur ve müctehid kendisine ulaşmamış şeyle mükellef değildir.
Bu konunun caiz olduğunun delili, bunun icmâ' ile, vukua gelmiş olmasıdır.
Nitekim, tahsis edici delillerden bazıları, kapah-aklî olup, İlimde rüsuh
sahibi olanlar dışında çoğunluk bundan aciz kalmış ve bunda yanılgıya
düşmüşlerdir. Kur'ân'da, teşbih vehmini doğuran müteşabih lafızlar herkese
ulaşmıştır, fakat kapalı aklî delilleri farkedeme-mişlerdir. Şer', sarih bir
biçimde teşbihin olmadığım söylememiş ve vehmi ortadan kaldırmamıştır. Bu da
cehl için bîr sebeptir. Bunun delili de, müşebbihe için cehlin vaki olmasıdır.
Denirse ki:
Tahsise delalet eden
akıl, her akıllı için tetiktedir / hazırdır ve buna yapılan [U, 154] gönderme
cahil bırakma / techîl olarak değerlendirilemez.
Deriz ki:
Akıla rağmen hala pek
çok insanın bilmezliği devam ettiğine göre, aklın hazır bulunmasının ne
faydası vardır; halbuki bu bilmezlik,tasrih yoluyla ve kesinlikle teşbih vehmi
doğurmayan nass ile giderilebilmektedir.
Onların iki gerekçesi
/ şüphesi vardır:
1. şüphe:
Şayet bu caiz olsaydı,
nasihi duyurmayıp, mensuhu duyurmak; istisnayı değil, istisna edileni duyurmak
da caiz olurdu.
Cevap:
Bu durum nesh
konusunda caizdir ve kendisine mensuh ulaşmış kişi, nasih kendisine ulaşıncaya
kadar mensuh ile amet etmek durumundadır; kendisine gereken ise, neshin
olabileceğine ihtimal vermek ve neshin delilini araştırmaktır. Neshedici delil
kendisine ulaşmamışsa, bu kişi kendisine ulaşmayan şey ile mükellef olmaz.
Nitekim, araştırma yaptıktan sonra tahsisi bilmekten aciz kalan kişi de, umûm
ile amel eder.
[II, 155] istisna
konusuna gelince; istisnanın bitişik (muttasıl) olması şarttır; dolayısıyla
nasıl olur da ulaşmaz! Gerçi, ilk kişinin müstesnayı duyması, fakat her hangi
bir sebeple rahatsızlık duyarak daha istisnayı duymadan yerinden ayrılması ve
dolayısıyla istisnayı duyamamış olması ve buna bağlı olarak da kendisine ulaşmayan
bir şeyle mükellef tutulmaması mümkündür.
2. şüphe:
Husus delilini tebliğ
etmeden âmm'ı tebliğ etmek yanıltmadır (techîl); çünkü bu kişi âmm'a kanaat
getirecektir ki bu cehldir.
Cevap:
Eğer bunun umumuna
kesin kanaat getirmişse, cehl, kendisinden kaynaklanmıştır; aksine, böyle
kesin kanaat yerine, husus ihtimali bulunmakla birlikte bunun zahirinin umûm
olduğuna ve kendisine ulaşıncaya ya da olmadığı ortaya çıkıncaya değin, husus
delilini araştırmakla mükellef bulunduğuna kanaat getirmesi gerekirdi. Çünkü
bunun kesinlikle ânım veya kesinlikle hâss olduğuna yahut ne âmm ne de hâss
olduğuna yahut hem âmm hem de hâss olduğuna kanaat geti-[II, 156] nrse,
bunların tümü de cehl olur. Hepsi batıl olduğuna göre geriye sadece bunun, umûm
hususunda, husus ihtimali bulunan bir zahir olduğuna kanaat getirmesi
kalmaktadır. Böylece Ebû Hanîfe'nin "fe tahriru rakabetin"(Mücâde\e,
53) ayetine ilişkin olarak söylediği 'bu nassın, kafir kölenin hariç tutulması
nesh sayılacak biçimde, kesin olarak umûm ifade ettiğine kanaat getirmek
vaciptir* sözünün ve "felyettevvafu bi'l-beyti'l-atîk" {Hacc, 22/29}
ayetine ilişkin olarak 'başka bir delille taharet (abdest) şartını öngörmenin
nesh sayılacağı biçimde, yapılan tavafın yeterli olacağına kanaat getirmek
vaciptir' sözünün batıl olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır. Ebû Hanîfe'nin bu
yaklaşımı yanlıştır; aksine, bunun muhtemel zahir olduğuna kanaat getirmek veya
isbat veya nefy hususunda kesin görüş belirtmekten kaçınmak gerekir; çünkü bu
kesin değildir.[II, 157] [91]
Birisi çıkıp da husus
delili ortaya çıkmadıkça, umûm ile hüküm vermek caiz olmuyorsa, müctehid için
bu durum ne zaman açıklık kazanır? Aynca, müctehidin, bir tahsis edicinin
bulunmadığını kesin olarak bilmesi şart mıdır yoksa bu yönde bir zann yeterli
midir? diyebilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: Tahsis ediçilere ilişkin olarak
serdettiğimiz on delili araştırmadan önce, hemen umûm ile hüküm vermeye koşmanın
caiz olmadığında tartışma yoktur; çünkü umûm, tahsis edicinin olmaması şartıyla
delildir, şart ise henüz ortaya çıkmamıştır. Kendisine başka bir delilin
muaraza etmesi mümkün olan tüm deliller de bunun gibi olup, bu deliller,
muarazadan selamet şartıyla delildirler. Dolayısıyla şartın bilinmesi gerekir.
Yine muhayyel bir illet ile fer' ve aslın arasını birleştirmek, bir farkın or-
[n, 158] taya çıkmaması şartıyla, delildir. Bu bakımdan müctehid, önce farkları
araştırıp bulmaya çaba sarfetmek veya bu farkların bulunmadığını göstermek,
ardından kıyas ile hüküm vermek durumundadır. Bu şart da ancak, araştırma ile
gerçekleşir. Fakat problem, bu araştırmanın ne zamana kadar yapılacığıdır.
Çünkü mücte-hİd, son derece derin araştırma yapsa da, delile rastlayamayıp
gözden kaçırması mümkündür. Şimdi, delili gözden kaçırmak mümkün İken, müctehid
nasıl hüküm verebilecek ya da bu imkanın yolunu nasıl kesebilecektir. Bu
noktada alimler üç görüşe ayrılmışlardır:
a) Kimileri,
tıpkı, içerisinde bir çok eşya bulunan bir evde, bir şeyi arayıp bulamayan,
neticede, bu şeyin yokluğu zannına galip gelen kişi gibi, araştırmayı yeterli
boyutta yaptığında, müctehidde, böyle bir delilin bulunmadığı yönünde galip
zann oluşmasının yeterli olduğunu söylemişlerdir.
b) Kimileri
de şöyle demiştir: Delil bulunmadığına dair kesin bir kanaat ve [n, 159] iç
rahatlığı gerekir demişlerdir. Eğer müctehid, bir delili gözden kaçırmış olmasının
mümkün olduğunu hissediyor ve bu durum kalbini rahatsız ediyorsa, bu durumda,
kendisiyle hüküm vermenin haram olabileceği bir delille nasıl hüküm
verebilecektir! Şu kadar ki, tıpkı, kıbleyi araştırıp, bir tarafa yönelmek
hususunda
İÇİ rahat olduğunda
kişinin o tarafa yönelerek namaz kılmasının caiz olduğu gibi, müctehid de,
kesin kanaat sahibi olmuşsa ve delile de gönlü yatmışsa, bu durumda, Allah
katinde ister musib, ister hatalı olsun, hüküm vermesi caizdir.
c) Kimileri
ise -Kadı da bu görüşü benimsemiştir- tahsis edici delil bulunmadığına kesin
kanaat getirmesi gerekir demişlerdir; çünkü kesin bir delil olmaksızın kesin
kanaat, saflık ve cehalettir. Aksine kamil alimin, kesin delil bulunmayan
yerlerde, ihtimal bulunduğunu nefsinde hissetmesi ve içinin rahat etmemesi
gerekir. Buna göre problem, nefy (husus delilinin bulunmadığı) konusunda ke- p^
160 sinliğin elde edilme yolu olmaktadır. Kadı bu hususta iki yaklaşım (meslek)
önermektedir:
Birinci meslek:
Alimler, zimmî
mukabilinde müslümamn Öldürülmesi meselesinde, Hz. Peygamberin 'Mümin, kafir
mukabilinde öldürülmez" sözünün tahsis edicilerini araştırdıklarına göre,
bununla ilgili olarak şöyle söylenebilir: Alimler bu mesele üzerinde uzun
uzadıya ve uzunca bir süreyle durmuşlardır ve çok araştırma yapmışlardır.
Artık normal şartlarda bu meselenin müdrekinin onların gözünden kaçması
imkansızdır; onlardan nakledilen müdreklerin ise batıl olduğunu biliyorum,
öyleyse bu mesele hakkında bir tahsis edici bulunmadığını kesin olarak söyleyebilirim.
Bu yaklaşım iki yönden
tutarsızdır:
a) Bu
yaklaşım, hemen her vakıada, sahabenin fazla derine dalmadan ve uzun araştırma
yapmadan umuma tutunmalarına bir kısıtlama getirmektedir. Halbuki, tahsisin
imkan dahilinde olmasına rağmen, onların umûm ile amel ettikleri, 161] rinde hiç bir kuşku yoktur. Hatta onlar,
kendilerine ulaşmamış bir neshin mevcudiyetini mümkün görmelerine rağmen yine
de umûm ile amel etmişlerdir. Nitekim, kendilerine Râfi' b. Hadîc
yasaklandığını haber verinceye değin muhâbere'nin sıhhatine, alım-satımı mubah
kılan ayetin umumundan hareketle hüküm vermişlerdir.
b) Üzerinde
uzun uzadıya durmak ve araştırmakla yakîn husule gelmeyebilir; aksine tahsis
edici delilin bütün alimlerin gözünden kaçmış olduğu teslim edilse bile, bütün
alimlerle görüşmesi mümkün değildir ve bütün alimlerin sözlerinin kendisine
ulaştığını nereden bilecektir! Belki de bir alim, tahsis delilini yakalamıştır
ve bunu tasnifinde belirtmemiştir ve kendisinden nakilde bulunulamamıştır;
belki de kitabında buna yer vermiş ve bu kendisine ulaşmamıştır.
Özetle söylemek
gerekirse biz, kendilerine ulaşmamakla birlikle bu yönde bir nehiy olduğu
halde, sahabenin, muhabere uygulamasını, nehyin bulunmadığı yönünde yakîn
getirerek yaptıklarını zannedenleyiz. Aksine nehyin bulunmadığı hususu onlar
için bir zann veya iç rahatlığı (sükun-ı nefs) olarak hasıl olmuştu.
tkincî meslek:
Kadı der ki; müctehid
her ne kadar tüm müdrekleri ihata edememiş bile olsa yakîn iddiasında
bulunabilir. Zira müctehid 'şayet hüküm hâss olsaydı, Allah Te-ala mükellefler
için bu yönde bir delil dikerdi, bunu onlara ulaştırırdı ve bu delil
mükelleflere gizli kalmazdı.
Bu yaklaşım da tıpkı
birincisi gibidir. Şöyle ki; ümmet, bir şey hususunda icmâ' edecek olsa, bu
icmâ'a aykırı bir delilin bulunmadığı kesin olarak soylene-[II, 162] bilir.
Zira ümmetin hata üzerinde icmâ' etmesi imkansızdır. Tartışmalı bir meselede
aynı şey nasıl tasavvur olunabilir! Bizce tercihe şayan olan görüş, tahsis
edici bir delilin bulunmayışına ilişkin oluşan yakînin bu ölçüde olmasının şart
olmamasıdır; hiç bir araştırma yapmadan, hemen umûm ile amele koşmak caiz değildir,
aksine müctehidin yaptığı araştırma sonucunda bir bilgi ve bir zann elde etmesi
gerekir. Elde edilecek zann, delilin bizzat bulunmadığına dairdir. Bilgi
(Kesinlik) ise delilin -kendisi açısından- bulunmadığı konusundadır; çünkü kendisi
tüm gücünü ve çabasını sarfettİği halde bu delile ulaşamadığını görmüştür.
Müctehid ortalama bir araştırma yapar; bu araştırmanın ölçüsü, müctehidin, bundan
öte göstereceği çabanın boş olduğunu bilmesi ve buna ulaşmaktan aciz kaldığını
yakinen hissetmesidir, işte müctehidin, delili bulmaktan aciz kalması kendisi
hakkında yakîn; bu delilin bizzat yokluğu ise zannîdir. Muhabere vb. şeylerde
sahabe hakkındaki zann budur. Aynı şekilde, kıyas, ıstıshab ve başka bir
delilin yokluğu şartına bağlı olan tüm şeyler hakkında vacip olan da budur[92].
5. İstisna, Şart Ve Takyîd (Mutlak Lafzın
Kayıtlanması) [H, k>3]
aa. İstisnanın
hakikati ve tanımı bb. İstisnanın şartı
cc. Birbirini takip
eden müteradif cümlelerin ardından istisnanın gelmesi (taakkubu't-cümel
bi'l-istİsna)
istisnanın sıygası
bilinmekte olup, bunlar illâ, adâ, hâşâ, sivâ ve benzeri şeylerdir. Burada ana
konu illâ*dır.
İstisnanın tanımı
şudur: İstisna, kendine mahsus sınırlı sayıda sıygaları bulunan ve kendisinde
zikredilen şeyin ilk sözle kastedilmediğîne delalet eden bir sözdür. Bu
tanımda, tahsis delilleri dışarıda bırakılmaya çalışılmıştır; zira tahsis
delilleri bazen söz olmayıp, fiil, karîne veya akıl delili olabilir. Eğer söz
olursa, bunun sıygaları bir sayı altına girmez. Tanımdaki 'kendine mahsus
sıygaları bulunan' sözümüzle, 'raeytu'l-mü'mintn ve tem era zeyderC sözünü
dışarda bırak- m 164] mak istedik. Çünkü her ne kadar bu söz de
'raeytu'l-mü'minin illâ zeyden* sözünün ifade ettiği anlamı ifade ediyorsa da,
Arap bunu istisna olarak adlandırma-mıştır.
İstisna, tahsisten şu
yönlerden ayrılmaktadır:
İstisnanın bitişik
(muttasıl) olması şarttır; istisna hem zahir ve hem de nass'da söz konusu
olabilir. Nitekim 'uktulu't-müşrikine illâ zeyden* denilmesi mümkün olduğu
gibi, ıaşretun illâ selâse' denilmesi de mümkündür. Tahsis ise, nass'da
kesinlikle söz konusu olamaz. Burada ayrıca nesh de tanım dışı bırakılmış
olmaktadır; zira nesh, kaldırma ve kesmedir.
Nesh, istisna ve
tahsis arasındaki farklar şöyle sıralanabilir: Nesh, lafzın kapsamı altına
giren şeylerin kaldırılmasıdır; istisna, söze girer ve şayet İstisna olmasaydı,
lafzın kapsamına girecek olan şeyi kapsam dışı bırakır; tahsis ise lafzın,
lafzın kapsamına giren şeylerin hepsine değil, bir kısmına hasredildiğini beyan
eder. Nesh, hem 'kaldırma', hem 'kesme'dir; istisna 'kes-me'dir; tahsis ise
beyandır. Bunların mahiyetleri hakkında fazla bilgi, inşallah, şart bölümünde
verilecektir[93].
[II, 165] Bu şartlar üç tanedir.
1)
Bitişiklik (ittisal)
Bir kimse, 'müşrikleri
dövün' deyip, bir müddet sonra 'Zeyd hariç' dese, bu söz kelam sayılmaz. Fakat
'müşrikleri dövün' dedikten bir müddet sonra 'Ben, müşriklerden falan kavmi
değil, filan kavmi kastetmiştim' demesi kelam sayılır. Ibn Abbas'ın, istisnanın
geciktirilmesini caiz gördüğü nakledilmiştir. Ancak, bu naklin sahih olmaması
mümkündür; çünkü bu görüş İbn Abbas'ın mertebesine yakışmaz. Bu nakil sahih
olsa bile, belki de îbn Abbas, kişinin istisnaya önceden niyet edip, bu
niyetini daha sonra açığa vurması durumunu ve bu kişinin niyet ettiği hususta
kendisi İle Allah arasında olana göre davranacağını kastetmiştir. İbn Abbas'ın,
kulun, tâat cinsinden yaptığı şeylerin, zahiren makbul olduğu görüşünde olduğu
göz önüne alınırsa, bu açıklama İbn Abbas'tan yapılan görüş için bir izah
olabilir. Bu tevil kabul edilmeyip, geciktirmenin caizliği şeklindeki görüşün
Ibn Abbas'a ait olduğu mümkün görülse bile, dil ehlinin aksi istikametteki
ittifakı tbn Abbasın bu görüşünü reddeder; çünkü istisna, sözün bir parçası
olup, sözün tamlığı ancak bu parça ile gerçekleşebilmektedir. Bu parça,
ayrılınca, tıpkı şart ve mübtedanm haberinin ayrılmasında olduğu gibi, söz
tamam olmaz. Msl. *Aya-[II, 166] ğa kalkacak olursa Zeyd'e vur' sözünde bir
şart vardır. Şayet sözü söyleyen kişi bu şartı, bir ay sonra söyleyecek olsa
(yani önce 'Zeyd'e vur' deyip, bir ay sonra 'Ayağa kalkacak olursa' derse), bu
sözün şart olması bir tarafa bu sözden bir şey anlaşılmaz. Aynı şekilde bir ay
sonra söylenecek 'illâ zeyden (Zeyd hariç)' sözü de böyledir. Yine bir kimse
'Zeyd' deyip, bir ay sonra 'kalktı' dese, bu 'kalktı' sözü kesinlikle haber
olmaz. Bu noktadan hareketle kimi alimler, 'illâ zeyden (Zeyd hariç)' dediği
esnada, sözün anlaşılabilmesi İçin sözü söyleyen kişinin 'ben bununla istisnayı
kastediyorum' demesi şartıyla istisnanın geciktirilmesini caiz görmüşlerdir.
Ancak bu şart da fazla bir şey ifade etmez ve yine bu durum istisna olarak
adlandırılmaz.
Bunlar, neshin ve
tahsis delillerinin tehir edilmesinin ve beyanın tehir edilmesinin caizliğini
gerekçe göstermişlerdir. Buna karşılık biz deriz ki; eğer dilde kıyas caiz
olsaydı, şart ve haberin de buna kıyas edilmesi gerekirdi. Halbuki bunu
söyleyen hiç kimse yoktur. Çünkü dilde kıyas olmaz. Diğer taraftan, 'İllâ zeyden'
sözü, önceki kelamı tamamlamak bir yana, anlaşılır bile değilken, istisna,
nasıl olur da, tahsis delillerine benzetilebilir!
[II, 167]
2) Müstesna
(istisna edilen şey),
a) ya
müstesna minh'İn (kendisinden istisna yapılan şeyin) cinsinden olur: msl.
'Reaytu'n-nâse illâ zeyden (Zeydin haricindeki insanları gördüm)' sözü gibi
olmalıdır. 'Reaytu'n-nâse İllâ himâren (Eşek hariç insanları gördüm)' denilemez;
b) ya da
lafzın kapsamına giren şeylerden biri istisna edilebilir: msl. 'Reay-tu'd-dâre
illâ bâbehâ (Kapısı hariç, evi gördüm)1 ve 'Reaytu zeyden illâ veçhe, (yüzü
hariç Zeyd'i gördüm)' sözü gibi. 'Reaytu miete sevbin illâ sevben* sözünden
farklı olarak, bu ikinci tür istisnada, istisna edilen şey, kendisinden istisna
yapılan şeyin cinsinden farklıdır; çünkü ev adı, kapı için ve Zeyd adı da
Zeydin yüzü için kullanılmaz. Kimi alimler, bu noktadan hareketle, istisna
edilen şeyin, kendisinden istisna yapılan şeyle aynı cinsten olmasının şart
olmadığını ileri sürmüşlerdir. Şafiî şöyle demiştir; bir kimse 'aleyye mietu
dirhemin illâ sevben' (bir elbise hariç yüz dirhem borcum var) diyecek olsa, bu
istisna sahihtir ve söz, Vlâ kıymetehu (bir elbisenin kıymeti miktarı hariç)'
anlamına gelir. Şu kadar ki Şafiî, bu şekildeki istisnayı caiz görüp, elbiseyi
'elbisenin değeri' olarak değerlendirince, yine istisna edilen şeyle
kendisinden istisna yapılan şeyi aynı cinsten gösterme külfeti altına
girmiştir. Halbuki başka cinsten istisna örnekleri vardır. Msl. îblis,
meleklerden olmadığı halde, ayette "fe secede'l-melâiketu kulluhum ecma'ûn
illâ İblis" {Hıcr, 15/30} denilmiştir. 'İllâ İblU sözünden sonra [11,168]
"Kâne mine'l-cinn fe fesaka an emri rabbih" {Kehf, 18/50} denmiştir.
Yine Allah Teâlâ "mâ kâne li mü'minin en yaktule mü'minen illâ
hataen" {Nisa, 4/92} demiş, hata'yı, kasıttan istisna etmiştir. Yine 'fe
innehum aduvvun lî illâ rab-bu'l'âlemîn" {Şuarâ, 26/77}, "velâ
te'kulû emvâlekum beynekum bi't-bâtıli illâ en tekûne ttcâreten" {Nisa,
4/29}, "Mâ li ehadin İndehu min ni'metin tüczâ il-le'btiğâe vechi
rabbihi'l-a'lâ" {Leyi, 92/19} demiştir. Bu tür istisnada tahsis ve çıkarma
anlamı yoktur. Zira müstesna, zaten, kesinlikle lafzın kapsamına girmiş
değildi. 'Mâ fı'd-dâri raculun illâ imre'etun', "Mâ lehu ibnun illâ
ibnetun\ 'Mâ reaytu ehaden İllâ sevreri" gibi sözler Arapların mutat
sözlerindendir. Nitekim bir arap şairi, 've beldetin leyse bihâ eriîsu /
ille'l-yeâfîru ve ille'l-îsu' demiş; bir diğeri, 'velâ aybe fîhim ğayre enne
süyûfehum / bihinne fulûlun min [II, 169] hrâ'İ'l-ketâibr demiştir.
Bazıları, tüm bunlara
birer cevap bulmayı tekellüf etmişler ve bunların ger-Çek istisna değil, mecaz
olduğunu söylemişlerdir ki bu dile aykırıdır. Çünkü, 'illâ' dilde, istisna için
kullanılmaktadır ve Arap bunu istisna olarak adlandırmakta; fakat bunun başka
cinsten istisna olduğunu söylemektedir.
Ebû Hanîfe (rh) ise,
ölçülebilen (mekîl) şeyin, tartılabilenden (mevzun), tar-tılabilen şeyin de
ölçülebilenden istisna edilmesini caiz görmüş, ikrarlar hususunda bu İkisi
dışındaki şeylerin, bunlardan istisna edilmesini ise caiz görmemiştir. Şafiî
ise bunu caiz görmektedir. Evla olan da bunu ikrarlar hususunda caiz görmektir.
Çünkü böyle bir kullanım Arabın kullanımında mutat olduğuna göre, intizamı
sebebiyle bunun kabul edilmesi gerekir. Şu kadar ki buna istisna demenin
hakikat mi yoksa mecaz mı olduğu tartışma ve incelemeye açık bir husustur. Nitekim
Kadı bu kullanımın hakikat olduğunu ileri sürmüştür. Bence en zahir olan, [n,
170] bu kullanımın mecaz olmasıdır; çünkü istisna kelimesi, 'sen/ kökünden
türemistir. 'Seneytu zeyden an re'yih (Zeyd'i görüşünden vazgeçirdim)' ve
'seney-tu'l-ınân (Dizgini elime aldım)' denilmektedir. Bu kökten türeyen
istisna, sözün, siyakının gerektirdiği doğrultudan çevrilmesi anlamım hisset
irmektedir. Buna göre bir kimse, şayet istisna yapılmamış olsaydı bile ilk
sözün kapsamına hiç girmeyecek olan bir hususu zikretmişse, bu durumda sözü
normal gidişinden çevirmiş olmayacaktır. Dolayısıyla bu tür kullanımın istisna
olarak adlandırılması mecaz olur ve böylesi yerlerde 'İllâ', 'lakin (fakat)'
anlamına gelir.
3) İstisna,
tam kaplamlı (müstağrik) olmamalıdır:
Msl. bir kimse 'aleyye
aşeretün illâ aşere (borcum on eksi ondur)' derse, bu kişi on lira vermek
durumunda kalır. Çünkü sözün başında 'aleyye aşeretün' demek suretiyle on lira
borcu olduğunu ikrar etmiş, daha sonra bu borçtan *ülâ aşere' diyerek on lirayı
geri çıkarmıştır (istisna). Bu istisna ikrarın kaldırılması anlamına gelir ki,
ikrarın kaldırılması caiz değildir. Kaldırılması caiz olmayan tüm sözlü
ifadeler (mantuk bih) de böyledir. Şu kadar ki bu tür sözler, sözün parçası
hükmünde olan şeylerle tamamlanabilir. Nitekim şart, sözün bir parçası olduğu
gibi, istisna da sözün parçasıdır. İstisnanın (kaldırma) caiz olabilmesi için,
[II, 1711 geride kalan sözün bir anlamının bulunması
şarttır.
Başta söylenen şeyin
ekseriyetinin istisna edilmesinin caiz olup olmadığı ise tartışmalıdır.
Alimlerin çoğunluğu bu şekildeki istisnanın caiz olacağı görüşündedir. Kadı,
bazı noktalarda bunun caizliği yönünde bize destek olacak biçimde şunları
söylemiştir: En uygunu bu tür istisnanın caiz olmamasıdır; çünkü Arap, şeyin
çoğunluğunun kendisinden istisna edilmesini çirkin bulmakta ve 'reaytu elfen
illâ tis'amie ve tis'atin ve tisin (99'u hariç 100 kişi giördüm)' diyen kişinin
sözünü aptalca söylenmiş bir söz olarak kabul etmektedir. Hatta dil ehlinin büyük
çoğunluğu 'indî m'tetun illâ aşere' veya 'indî aşeretün illâ dirhem' denilerek
akd-i sahîh'in[94] istisna edilmesini güzel
bulmamışlar; tersine, 'indî mietun illâ hamse' ve 'indî aşeretün illâ danik'
denilmesinin daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allah Teâlâ 'fe
lebise fıhim elfe senetin illâ hamsîne âmen' {Ankebût, 29/14} demiştir; eğer
sene sayısı yüze ulaşmış olsaydı Allah '/e lebise fihim tis'amie' derdi. Fakat
sayı, tam değil kınk / kusurlu olunca istisna yapmıştır. Kadı devamla şunları
söyler: 'Biz Arabın bu tür istisnayı çirkin görmesinin ne anlama geldiğini
bilmiyoruz; çirkin görme, bu sözü kendi dillerinden atmak anlamına mı gelir
yoksa yalnızca pek hoş karşılamama (kerahet) ve ağır bulma anlamına mı gelir'
şeklindeki itiraz anlamsızdır; çünkü, eğer Arabın bunu [II, 172] kerih gördüğü
ve bu kullanımı inkar ettiği sabit olursa, bu durumda bu kullanımın kendi
dillerinden olmadığı da sabit olur ve şayet bu akıl yürütme burada caiz olursa,
Arabın karşı çıktığı ve inkar ettiği tüm konularda da caiz olur. Bu şekilde
akıl yürütenler, 'azın istisna edilmesi caiz olduğuna göre çoğun istisna
edilmeside caizdir' biçiminde bir gerekçe Öne sürmüşlerdir ki bu kıyas, tıpkı,
'birkısmınm istisnası caiz olduğuna göre, hepsinin istisnası da caizdir' diyen
kişinin kıyası gibi bozuktur ve zaten dilde kıyas olmaz. Sonra, Arabın kerih
gördüğü ve inkar ettiği bir şey, güzel bulduğu bir şey üzerine nasıl kıyas
edilebilir! Bir diğer gerekçeleri de "kumi't-leyle illâ kaliten msfehu ev
i'nkus minhu kaliten ev zid aleyhi1 {Müzzemmil, 73/2-4} ayeti olup, 'bir şeyin
yansı istisna edilebildiğine göre, çoğunluğu da istisna edilebilir; çünkü
İstisna edilen yanm, geri kalan kısımdan daha az değildir; üstelik bir Arap şairi
'eddu'llett nekasat tisine min mie / süm-me'b-asû hakemen bi'l-hakki kavvâlâ'
demiştir.
Cevap:
[II, 173]
Allah Teâlâ'nın
"kumi'l-leyl illâ kalilen msfehu" sözü, 'gecenin yansı' anlamında
olup istisna değildir. Şâirin sözü de istisna değildir; zira 'eskattu tisine
min cümleti'l-mie* denilmesi caizdir.
Bunlar Kadı'nın
sözleridir. Bize göre evla olan ise; her ne kadar hoş karşı-lanmasa da, bu tür
istisnanın sahih olmasıdır. Birisi 'aleyye aşeretun illâ tis'atun1 derse,
fakihlerin İttifakı ile bu kişinin sadece bir dirhem ödemesi gerekir. Bu
kişinin sadece bir dirhem Ödemek durumunda olmasının ise, her ne kadar hoş bir
ifade biçimi değilse de, sözündeki istisnanın sahih olmasından başka bir sebebi
yoktur. Nitekim, birinin 'aleyye tusu'u südüsi rubu'i dirhem (bir dirhemin
dörtte birinin altıda birinin dokuzda biri borcum var)' demesi de çirkin olsa
bile yine de sahihtir. Güzel olan, kırık sayının istisna edilmesidir, 'aleyye
aşeretun illâ erbaa' demek güzel olmayıp, belki garip karşılanabilir; fakat
çoğunluğun istisna edilmesinin garip karşılanması daha fazladır, istisna
edilen şey, azaldıkça güzelliği artar. [95]
Birisi 'Men kazefe
zeyden fe'dribhu ve'rdud şehadetehu ve'hkum bifıskıhi illâ en yetûbe' veya
'ille'tlezine tâbû'; 've men dehate'd-dâre ve efhaşe'l-kelâme ve ekele't-taâme
âkıbhu illâ men tâbe' dediğinde, kimi alimler, bu istisnanın önceki cümlelerin
hepsine dönük olacağını; kimileri sadece sonuncu cümleye gideceğini; kimileri
de her ikisinin de muhtemel olduğunu, dolayısıyla bir delil ortaya çıkıncaya
değin beklenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
istisnanın, Önceki
cümlelerin hepsine döneceği görüşünde olanların gerekçeleri:
1)
'idribi'l-cemâate elleti minhum kateletün ve sürrâkun ve zünâtün illâ men tâbe'
sözü ile ıâkıb men katele ve zenâ ve sereka İllâ men tâbe1 sözü arasında,
istisnanın hepsine dönmesi açısından hiç bir fark yoktur.
İtiraz:
Bu bir kıyastır ve
dilde kıyasın yeri yoktur; siz birbirinden farklı birkaç lafzın, bir tek lafız
gibi olduğunu nasıl söylersiniz!II, 175]
2) Dilciler,
'm dehale'd-dâre fe'dribhu illâ en yetûbe ve in ekele fe'dribhu illâ en yetûbe
ve in tekelleme fe'dribhu illâ en yetûbe'' sözünde olduğu gibi, her bir
cümlenin ardından istisnanın ayn ayrı tekrar edilmesinin bir nevi tutukluk ve
ifade ağırlığı olduğu hususunda mutabıktırlar. Bu, hasmın da çirkinliğini inkar
etmeyeceği bir şeydir. Hatta, istisnanın şümulünün bilinmesi için, hasım bunun
vacip olduğunu bile söyleyebilir.
3) Birisi
'vallahi, lâ ekeltu'î-taâme velâ dehalîu'd-dâre velâ ketlemtu zeyden inşâattaH1
diyecek olsa, bu isîisna önceki cümlelerin hepsine döner. Aynı şekilde,
'a'ti'l-aleviyye ve'l-ulemâ in kânû fukara" sözünde olduğu gibi, birkaç
cümlenin ardından gelen şart da bu cümlelerin hepsine döner. Bunu kararsızlık
görüşünde olanlar kabul etmezler. Tam tersine onlar, bu cümlenin şümul ve
iktisar arasında ihtimalli olduğunu; böyle bir ihtimalin (şekk) ise, yeminde
beraet-i zimmet biçimindeki ıstıshabu'l-hâl hususunda yeterli olduğunu ve
yakinen bilinen [II, 176] izin olmadıkça
verme işinin olmayacağını söylerler.İstisnanın son cümleye gideceği görüşünde
olanların, bunu kabul etmeleri kendileri açısından müşkil olup, bu müşkiEi
gidermek için, İstisnada değil de Özellikle şart hususunda bu tahsisi
gerektiren bir fıkhı delil göstermeleri gerekir.
İstisnanın sadece son
cümleye gideceğini söyleyenlerin İki gerekçesi vardır:
1) İstisnayı genelleştirenler, peşpeşe gelen
cümlelerin müstakil cümleleler olmayıp, atıf vav'ı ile tek cümleye dönüştüğünü
söyleyerek genelleme yapmışlardır. Biz, istisnayı son cümleye tahsis edince,
bu son cümleyi müstakil cümle yapmış olmaktayız.Bu yaklaşım, hasım adına illet
ortaya koyup, sonra onlara itiraz etmektir. Belki de tahsisçüer bu gerekçeyi
öne sürmemişlerdir. Diğer taraftan, cümlelerin bağımsız olmadığı illeti, şayet
tek başına bununla yetinilecek olursa bir yarar sağlamaz ve istisnanın son
cümleye tahsis edilmesiyle savuşturulmuş olmaz.
2) tik sözün
bir kayıt olmaksızın söylendiği bilinmektedir ve bu ilk sözün istisna altına
gireceği ise kuşkuludur; dolayısıyla, ilk cümle kapsamına giren şeyler, ancak
yakîn ile çıkarılabilir.
Bu yaklaşım da bir kaç
yönden fasittir:
a) Bir kere biz, sözün tamamlanmasından önce,
ilk sözün kayıtsız olarak [II, 177] söylendiğini kabul etmiyoruz. Söz,
genellemecilere göre kendisine dönecek olan,
kararsızlara göre ise
dönmesi muhtemel olan istisna getirilinceye kadar tamamlanmış değildir.
b)
İstisnanın son cümleye raci olduğu belirlenmiş olmayıp, aksine sadece ilk
cümleye dönmesi de mümkündür. Bu durumda yakîn bulunduğunu nasıl kabul
edebiliriz!
c) Onların
zikrettikleri şeyler şart ve sıfat hususunda kabul edilemez. Onların çoğunluğu
bunun genelliğini kabul ederler. Bu durumda onların, çoğul lafzını iki veya üçe
hasretmeleri lazım gelir, çünkü yakînen bilinen budur. [96]
Genelleme ve tahsis,
her ikisi de tahakküm olmaları sebebiyle batıl olduğuna göre ve Arabin
bunlardan her birini kullandığını görüp, birinin hakikat diğerinin mecaz
olduğuna hüküm vermemiz mümkün olmadığına göre geriye tek bir durum kalıyor
ki, o da kararsız kalmanın gerekli oluşudur. Ancak dil ehlinden, istisna
konusunda genelleme ve tahsisten birinin hakikat diğerinin mecaz olduğu yönünde
mütevatir bir nakil sabit olursa o başka. İşte en doğru anlayış budur. Eğer,
kararsızlığı kaldırmak gerekli ise, genellemecilerin görüşü daha evladır; çünkü
[II, 178] vav harfi, atıf hususunda belirgindir ve atfedilen ile kendisine atıf
yapılanın bir nevi birliğini gerektirir. Şu kadar ki vav harfinin başlangıç
bildirmek için olması da muhtemeldir. Nitekim, "... Li nübeyyİne tekum ve
nukirru fı'l-erhâmi mâ neşâu ilâ ecelin müsemmâ" {Hacc, 22/5), "...fe
in yeşe'illahu yahtimu alâ kal-bike ve yemhu'l-lahu'l-bâttt..." {Şûra,
42/24} ayetlerinde durum böyledir. Kararsızlığın daha evla olduğuna delalet
eden şeylerden birisi de şudur: Kur'an'da bu kısımlardan üçü de varid olmuştur;
yani istisna kimi ayetlerde önceki cümlelerin hepsine şamil olmuş, kiminde
sonuncuya münhasır kalmış ve kiminde de Önceki cümlelerin bir kısmına raci
olmuştur. Msl. "feclidûhum" {Nûr, 24/4} ayetinden sonra gelen
"itlellezîne tâbû" {Nûr, 24/5} ayetindeki istisna celd vurma işine
dönmez; fısk'a döner. Şahitliğe dönüp dönmeyeceği ise tartışmalıdır. [II, 179]
Yine "...fe tahriru rakabetin mü'minetin ve diyetun müsellemetun ilâ
ehlihi illâ en yessaddakû..." {Nisa, 4/92} ayetindeki istisna, cümlenin
sonuna yani diyet'e döner; çünkü tasaddukun, azat etmeye etkisi yoktur. Yine
"fe keffâretuhu tt'âmu aşereti mesâkîne miti evsati mâ tut'ımûne ehlîkum
ev kisvetuhum ev tahrîru rakabetin fe men tem yecidfe sıyâmu selâseti
eyyam" ayetindeki ıfemen lem ye-cid" sözü, önce zikredilen üç
seçeneğe de döner. Yine "ve izâ câehum emrun mine't-emni evi'l-hayfi ezâû
bihi ve lev reddûhu He'r-Resûli ve ilâ uli't-emri min-hum le alimehu'llezîne
yestanbitûnehu minhum ve lev lâfadlullahi aleykum ve rahmetuhu
le'tteba'tumu'ş-şeyîâne illâ kalîlfî* {Nisa, 4/83} ayetinde istisnanın, hemen
bir önceki cümleye hamledilmesi uzaktır; çünkü ona hamledilmesi, Allanın fazl
ve rahmetinin kuşatmadığı kişilerden bazılarının şeytana tabi olmamaları
şeklinde bir anlama yol açar. Kimileri bunun, "le alİmehu'tleztne
yestanbitûnehu minhum" kısmına hamledileceğim, bunlardan pek azının kusur,
ihmal ve yanılgı sebebiyle istinbat yapamayacakları anlamına geleceğini
söylemiştir. Kimileri de bu istisnanın "ezâû bihf sözüne raci olduğunu
söylemişlerdir. En son kısma raci olması pek uzak değildir. Bu takdirde anlam
şöyle olur: 'Şayet, peygamber göndermek suretiyle Allanın size fazl ve rahmeti
olmasaydı, pek azınız hariç şeytana uyardınız'. Nitekim, bi'setten önce,
küfürden korumak suretiyle kendilerine lütuf ve fazl gösterdiği kişiler vardı;
Üveys el-Karanî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Kus b. Sâide gibi Allanın, tevhid ve
daha Önceki peygamberine uymayı lütfettiği kişiler bunlardandır. [97]
Bilesin ki; şart,
yokluğunda, bu şarta bağlanmış olan şeyin (meşrut) de bulunmadığı şeydir;
fakat meşrutun, şart bulunduğu anda bulunması da gerekmez. [II, 181] Şart, bu
yönüyle illetten ayrılır. Zira illetin varlığı anında, ma'lûl'ün (bu illetin sonucunun)
de var olması gerekir. Şartta ise, şartın yokluğunda, meşrutun yokluğu lazım
gelir, fakat şartın varlığında, meşrutun varlığı gerekmez.
Şart, aklî, şerT ve
lüğavî olabilir. Aklî şart, hayatın ilim için, ilimin irade için, mahallin
hayat İçin şart olması gibi şartlardır. Zira hayat, mahal'in yok olmasıyla yok
olur; çünkü hayat için bir mahal'e gerek vardır; fakat mahal var olunca,
hayatın da var olması gerekmez.
Şer'î şart, abdestin
namaz için; muhsanhğın (ıhsân) recm için şart olması gibi şartlardır.
Lüğavî şart ise, 'm
dehalti'd-dâre fe enti tâtık' (Eve girersen boşsun) ve 'm ci'tenî ekremtuke'
(Bana gelirsen sana ikram ederim) gibi olanlardır. Dil ehlinin ittifakıyla, bu
sözün gereği, ikramın özellikle 'gelme' işine has kılınmasıdır. Eğer
[II, 182] kişi, gelme
olmaksızın ikramda bulunacak olursa söylediği bu söz şart koşmak için olmamış
olur ve şart, bir bakıma, umumun tahsisi menzilesine ve istisna menzilesine
inmiş olur. Zira 'uktulu'l-müşrikîne illâ en yekûnu ehle ahd7 (Ant-laşmalı
olmaları durumu hariç müşrikleri öldürün) sözüyle, 'uktulu'l-müşriktne in kânû
harbiyytri1 (Eğer harb ehli iseler müşrikleri öldürün) sözü arasında hiç bir
fark yoktur. Gerek şart gerekse istisna söze dahil olup, sözü, şayet şart ve istisna
olmasaydı gerektirecek olduğu şeyden değiştirir ve konuşan kişi, istisna veya
şarttan geri kalan kısmı söylemiş olur; yoksa ki konuşan kişi, söylediği söze
dahil olan bir şeyi çıkarmış olmaz; çünkü söylediği söze dahil olmuş olsaydı
çıkmazdı. Gerçi sözün devamlılığının nesh yoluyla kesilmesi kabul edilir,
fakat söze önceden dahil olan bir şeyin kaldırılması imkansızdır. Kişi 'enti
tâlıkun in de-halti'd-dâr' (Boşsun, eğer eve girersen) dediğinde, bu söz 'sen
eve girdiğin anda
[II, 183] boşsun'
anlamına gelir ve kişi sanki 'talak'ı, müstakil olarak değil, girme anına
izafetle söylemiş gibi olur. Bu durum da, 'adam eve girme olsun olmasın talakı
önce, âmm ve mutlak olarak söylemiş sonra da eve girişten önceki durumu hariç
tutmuştur' denilmesi doğru olmaz.
Denirse ki:
'uktulu'l-müşrikin
illâ ehle'z-zîmme' veya 'uktulu'l-müşrikin in lem yekûnu zimmiyyîri sözünde,
'müşrikin* lafzı tüm müşrikleri ve zimmet ehlini İçine almaktadır; fakat
zimmet ehli, konuşan kişinin şart veya istisna yoluyla bunları hariç tutması
sebebiyle dışarda kalmıştır.
Deriz ki:
Sözü söyleyen kişi,
şayet, yalnızca bunu (müşrikin lafzını) zikretmiş olsaydı, durum böyle olurdu.
Bunun içindir ki, ayrı (munfasıl) olarak istisna ve şart ile rjj 1341 hariç
tutma imkansızdır. Şayet hariç tutmaya muktedir olacak olursa, munfasıl ve
muttasıl arasında ayırım gözetmemiş olur. Fakat madem ki sadece bunu
zikret-meyip, buna kendi parçası olan ve kendisini tamamlayan bir şeyi İlhak
etmiştir, öyleyse bu kişi kendisini, geri kalan kısmı söyler duruma sokmuştur
ve bazı şeylerin dahil olmasını def etmiştir. Defin anlamı şudur; şayet şart
ve istisna olmasaydı söze dahil olacaktı. Şart ve istisna, duruştan önce def
olarak söze katıldıklarına göre, Allah Tealamn "fe veylun
li't-musallin" (Mâûn, 107/4} sözünün, tamamlanmazdan önce hiç bir hükmü
yoktur. Söz tamamlanınca, ıveyl\ kendisinde unutma ve riya şartı bulunan
kişilere hasredilmiş olur; yoksa ki, başta tüm namaz kılanlar bu veyl'in
kapsamına girip de daha sonra bir kısmı hariç tutulmuş değildir, işte istisna
ve şartın hakikatinin bu şekilde anlaşılması gerekir; Bunu böyle bilirseniz,
düzgün bir yol takip etmiş olursunuz. [98]
C. Takyîd (Mutlak Ve Mukayyed)
m 1851
Bilesin ki: Takyid
(kayıtlama, kayıt getirme), şart koşma olup, eğer mucib ve muceb tek ise,
mutlak mukayyede hamledilir. Msl. "Lâ nikâhe illâ bi veliyyin ve şuhud'
deyip, daha sonra "Lâ nikâhe illâ bi veliyyin ve şâhidey adF dese, burada
mutlak mukayyede hamledilir.
Yine kati keffaretinde
'/e tahriru rakabetin" deyip, başka bir kere de "fe tahrtru rakabetin
mü'minetin" dese burada kayıt şart koşma olup, mutlak ifade buna göre
değerlendirilir. Bu anlayış doğrudur; fakat Kadı'dan naklettiğimiz gibi, ânım
ile hâss arasında, nâsih ve mensûh arasındaki gibi tekabül görmeyenlere göre.
Kadı, tearuz bulunduğu görüşünde olmasına rağmen, hükmün birliği (itti-had)
durumunda, mutlakın mukayyede hamledileceğine dair alimlerden ittifak
nakletmiştir.
Ancak eğer hüküm, msl.
zıhar ve kati gibi, farklı olursa, kimi alimler, başka bir delile gerek
olmaksızın, tıpkı olayın tek olması durumunda olduğu gibi, mut-lakm mukayyede
hamledileceğim ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış, sırf tahakküm olup, dilin
yapısına aykırıdır; zira kati, hiç bir surette zıhar ile ilişkili değildir.
Çoğu hallerde, farklı sebeplerin, vaciplerinin şartlan da değişirken, kati konusundaki
ıtlak nasıl kaldırılabilir! Üstelik bu anlayış bir çelişki de
doğurmaktadır.Msl. Oruç, zıharda, 'peşpeşelik (tetâbu1)' ile hac'da ise
"selâsetu eyyamın fi'l-hacci ve seb'atun iza reca'tum" {Bakara,
2/196} denilerek 'ayrılık (teftik)' ile kayıtlanmış; yeminde ise 'mutlak1
bırakılmıştır. Merak ediyorum, yemindeki mutlak oruç, bu iki mukayyedden
hangisine hamledilecektir!
Kimi alimler, kıyas
delili kaim olsa bile, mu t lakın kesinlikle mukayyede hamledilmeyeceğim ileri
sürmüşlerdir; çünkü böyle bir hami neshtir ve Kitab'm kıyas yoluyla neshi
mümkün değildir. Ebû Hanîfe'nin benimsediği görüş budur. [II, 186] Zira Ebu
Hanîfe, nass üzerine ziyadeyi nesh saymaktadır. Biz bu anlayışın fasit olduğunu
Nesh bölümünde açıklamıştık. Allah Teâlâ'nın >ıfe tahrîru rakabetin"
sözü, kafir köle azadının yeterli olacağı hususunda nass değildir; aksine bu
söz âmm olup, bunun hususuna dair delil kaim olması caiz görülünce, zahirliğine
kanaat getirilebilir. Bu sözün, kesin olarak umûm olduğuna kanaat getirmek
ise, dil bakımından yanlıştır.
Şafiî (rh) ise bir
delilin olması durumunda, ona (mutlakın mukayyede) hamledileceğim ve bunun
yalnızca, umumun tahsisi demek olacağını söylemiştir ki doğrusu budur.
Denirse ki:
Kıyas ile ancak, zıhar
keffaretinde doğrudan söylenmeyen (mantuk bih olmayan) şeyin hükmü talep
edilmektedir ve keffaretin muktezası da, kafir kölenin azat edilmesinin yeterli
olacağıdır.
Deriz ki:
Biz kafir kölenin
doğrudan söylenmiş oluşunun kuşkulu (meşkuk) olduğunu açıklamıştık; zira rakabe
lafzının umumunun kafir köleyi içine alması, kafir kölenin doğrudan
belirtilmesi (tansîs) gibi değildir. Biz, Kur'an'ın umumumun kıyas yoluyla
tahsisi konusunu açıkça ortaya koymuştuk.
Umum ve husus ile
bunlara katılan istisna, şart ve takyid gibi konular hakkında söylenecekler bu
kadardır. Böylece lafzın, sıyga ve vaz' yönünden anlama delaletinin ele
alındığı birinci fen tamam olmuş olmaktadır[99].
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/1
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/1
[3] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/2
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/2-4
[5] Nesei, Eşribe, 48/8,32} - bi ayniba lafzıyla-
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 2/4-5
[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/5
[8] Müslim, İman, 58/1, 63
[9] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/6-8
[10] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/8-10
[11] Yakın muhteva ile bkz. Ahmed, II, 173
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/11-12
[13] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/12-13
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/15
[15] Ibn Mace, Talak, 16/1,659
[16] Benzer anlamda bkz. Ebu Davud, Salât, 135/1,511-514;
Tirmizi, Salât, 232/11, 117; İbn Mace, İkame, 11/1,273
[17] Ebu Davud, Nikah, 20/11, 568; Tirmizi, Nikah,
14/111,407
[18] Tirmizi, Nikah, 15/111,412
[19] Ebu Davud, Tahare, 48/1, 75; Timıizi, Taharc, 20/1,38;
İbn Mace, Taharet, 41/1, 140
[20] Ğumari, Tahric, s. 95 -Darekutni, 1,420 ve Hakim,
1,246'dan-
[21] Benzer lafızla bkz. Buhari, İman, 41/1, 20; Müslim,
İmaret, 155/11, 1515
[22] Buhari, İman, 41/1, 20; Müslim, İmaret, 155/11, 1515
[23] Buhari, Ezan, 35/1, 160 -bab başlığı olarak-
[24] Benzer anlamda bkz. Buhari, Hayz, 24/1, $4
[25] Benzer anlamda bkz. Buharı, Savm, 67/11,249; Müslim,
Siyam, 141/1, 800
[26] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/15-23
[27] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/23-24
[28] Ebû Davud, İmaret, 20/IH, 384
[29] Tirkizî, Zekat, 3/30,31
[30] Ebu Davud, Zekat 2/2, 208
[31] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/25-33
[32] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/34-35
[33] Müslim, Musakal, 81-82/2. 121
[34] Tirmizî, Nikah, 33/3,435
[35] Ebu Davud, Talak, 25/2,677
[36] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/35-41
[37] Tirmizî, Nikah, 14/3,408
[38] Muvatta, Nikah, 27/ 536
[39] Ebu Davud, Itk, 7/4,260
[40] Ebu Davud, INikah, 24/2, 231
[41] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 2/41-45
[42] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/46-50
[43] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/50-55
[44] Müslim, Hacc, 412/1,975
[45] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/55-57
[46] Müslim, Taharet, 42/1, 220
[47] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/57-64
[48] İbn Mace, Salat, 10
[49] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 2/64-84
[50] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/85-90
[51] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/91-93
[52] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/93
[53] Buhari, Hare, 15/3,70
[54] Ebu Davud, Buyu, 88/3,822
[55] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/94
[56] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/94-96
[57] Tirmizî, Siyer, 44/4, 158
[58] Buhari, Vesaya, 6/3,188
[59] Buhari, Nikah, 27/6, 128
[60] Müslim, Cihad, 86/2, 1408
[61] İbni Mace,Fterâiz,8/2.913
[62] Tirmizi,Diyat,9/4, 19
[63] Buhari, Zekat, 1/2, 110
[64] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/96-101
[65] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/101-103
[66] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/103-107
[67] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 2/107-110
[68] Ebu Davud, Libas, 38/4, 365-369
[69] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/110-112
[70] Buhari, Buyu, 3/3, 39
[71] İbni Mace, Talak, 16/1,659
[72] Ebu Davud, Buyu; 18/3, 657
[73] Tirmizi, Ahkam; 32/3,651
[74] EbuAkdiye, 21/4,33
[75] Tirmizi, Hacc; 105/3, 286
[76] Nesai, Cenâiz, 82/4, 78
[77] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/113-123
[78] Müslim, Zekat; 1/1,673.
[79] Ebu Davud, Hudud; 12/4,546
[80] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/128-134
[81] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/134-135
[82] Tirmizi, Ferâiz; 17/4,425
[83] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/135-136
[84] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/136-137
[85] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/137-139
[86] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/139
[87] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/139-140
[88] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/140-142
[89] Ebu Davud, Libas, 42/4,371
[90] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/143-148
[91] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/148-149
[92] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/149-152
[93] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/152
[94] (akd-ı sahîh: 1, 2...10; 10, 20,...100 ve 100, 200
...1000 şeklindeki sıralama; onluk, yüzlük, binlik...)
[95] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/153-156
[96] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/156-158
[97] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/158-159
[98] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/159-160
[99] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/160-161