Dördüncü
Kutub: MÜCTEHİD (Müstesmlr)
A. Hükümlerin
Dayandığı Kaynaklar:
B. İstismar
Metodlarının Bilinmesine Yarayan Dört İlim:
Çoğunluğun
Gözden Kaçırdığı Bir İncelik:
3. Hakkında
İctihad Edilecek Konu (Müctehedun Fth)
Hz.
Peygamberin İçtihadının Vukuunu Kabul Etmeyenlerin Gerekçeleri:
1.
İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu?
Bu konu üç anabaşlık
altında incelenecektir: tctihad, taklİd, ve tearuz durumunda müctehidin bir
delili başka bir delile tercih etmesi
Burada içtihadın
rükünleri ve hükümleri iki başlık altında incelenecektir.
içtihadın rükünleri;
müctehid, hakkında İctihad edilen konu (müctehedun fîh) ve içtihadın kendisi
olmak üzere üç tanedir.
1. İctihad
tctihad, her hangi bir
iş hususunda çaba sarfetmek ve olanca gücünü harcamaktan ibaret olup, sadece,
külfet ve sıkıntı gerektiren İster hakkında kullanılır, msl. Arapçada 'Değirmen
taşını taşımaya çalıştı/çabaladı' denilir, fakat 'Bir hardal tanesini taşımaya
çalıştı' denilmez. Yani Araplar, ictehede fiilini, değirmen taşını taşıma
hususunda kullanırlarsa da bir hardal tanesini taşımada kullanmazlar. Sözlük
anlamı bu olmakla birlikte ictihad lafzı, alimlerin Örfünde, müctehidin, sert
hükümleri (ahkâmu'ş-şerîa) elde etme konusunda çaba harcamasını ifade eden
özel bir anlam kazanmıştır. Tam ictihad, talep hususunda, artık daha fazlasını
yapamayacağını hissedecek Ölçüde güç saıfetmektir.
2. Müctehid
Müctehid için iki şart
vardır:
Birinci şart: Şer'in
temel kaynaklarını (Medâriku'ş-Şer1) ihata etmek ve ince-leme-düşünme yoluyla
bu kaynaklar hakkında bir kanaat oluşturarak, öne alınması gerekli olanları
öne almak, arkaya bırakılması gerekenleri arkaya bırakmak.
İkinci şart: Adil olmak ve
adaleti zedeleyici günahlardan kaçınıyor olmak. Bu şart, müctehidin fetvasına
itimat edilmesi içindir; adil olmayan kimsenin fetvası kabul edilmez. Kişinin
kendisi açısından ise bu problem söz konusu değildir. Bu durumda adalet, bir
bakıma, içtihadın sıhhat şartı değil, fetvanın kabulünün şartı
olmaktadır.Kişinin ne zaman Şer'in temel kaynaklarını ihata etmiş sayılacağı ve
ictihad makamına ulaşmak için gerekli olan bilgilerin neler olduğu sorulacak
olursa, deriz ki: Kişi, hükümlerin dayandığı temel kaynaklan ve
üretim/istismar keyfiyetini öğrendikten sonra fetva verebilir. Daha önce de
açıkladığımız gibi, hükümlerin dayandığı kaynaklar Kitâb, Sünnet, icmâ' ve akıl
olmak üzere dört tanedir. İstismar metodu İse, ikisi mukaddime, ikisi
tamamlayıcı mahiyette olan dört ilimle, aracı mahiyetteki (vasat) dört ilmi;
kısaca, toplam sekiz ilmi bilmek suretiyle tamam olur. Şimdi bunları
-usulcülerin ihmal ettikleri inceliklere de dikkat çekerek- açıklayalım. [1]
1) Allahın
kitabı:
Allanın kitabı asıldır
ve bilinmesi gerekir. Kitabla ilgili iki kolaylık getirelim:
Birinci kolaylık:
Müctehİdin, Kitabın tamamını bilmesi şart olmayıp, ahkam ayetlerini (hüküm
taalluk eden ayetleri) bilmesi yeterlidir. Kitabın hüküm taalluk eden ayetleri
500 kadardır.
tkinci kolaylık: Ahkam
ayetlerinin ezberlenmesi şart olmayıp, ihtiyaç anında [n, 351] gereken ayeti
bulabilecek biçimde, bu ayetlerin yerlerini biliyor olması yeterlidir.
2) Sünnet:
Kendisine hüküm
taalluk eden hadisleri bilmek gerekir. Bu hadisler binlerce olsa bile, yine de
sınırlıdır. Kitâb için zikredilen iki kolaylık bunun için de geçerlidir. Zira,
müctehidin, vaaz, nasihat, ahiret ahkamı ve diğer konulara ilişkin hadisleri
bilmesi gerekmez. Yine ahkam hadislerini ezbere bilmesi şart olmayıp, elinin
altında Ebû Davud'un Sunerii ve Beyhakî'nin Ma'rifetu's-Sunerii gibi ahkama
ilişkin bütün hadisleri toplayan temel bir kitabın veya ahkama ilişkin bütün
hadislerin özenle toplandığı başka bir temel kitabın bulunması yeterlidir.
Ayrıca ahkam hadislerini ezberlemesi şart olmayıp, fetvaya gerek duyduğunda,
başvurmak üzere konuların (babların) yerlerini biliyor olması yeterlidir.
Eğer, ahkam hadislerini (veya hadislerin toplandığı kitabı) ezberlemeye
muktedir ise, ezberlemesi elbetteki daha güzel olur.
3) îcmâ1:
Tıpkı, aykın fetva
vermemesi İçin naslan bilmesi gerekli olduğu gibi, yine aykırı fetva vermemesi
için, ictihad edecek kişinin icmâ' konularını da bilmesi gerekir.Bu asıl ile
ilgili kolaylık da şudur: Icmâ' ve ihtilaf edilen konuların tamamını bilmek
şart olmayıp, fetva vereceği meselelerle ilgili olanlarını bilmek yeterlidir.
Ayrıca, verdiği fetvanın icmâ'a aykırı olmadığını da bilmesi gerekir. Bunu da
şöyle bilebilir: Ya verdiği fetvanın, önceki alimlerden birinin mezhebine uygun
olduğunu bilmek suretiyle, ya da meselenin kendi zamanında ortaya çıktığını,
dolayısıyla icmâ' ehlinin bu konuyla ilgilenmediklerini bilmek suretiyle olur.
Icmâ' ile ilgili olarak bu kadarı yeterlidir.
4) Akıl:
Burada akıl İle, ahkam
açısından aslî nefyin dayanağını (müstened) kastediyoruz. Akıl, sözlerde ve
fiillerde güçlük ve sıkıntının olmadığına ve bunlarla ilgili sonsuz biçimlere
ait hükümler bulunamayacağına delalet etmektedir. Kitab, Sünnet gibi sem'î
delillerin aslî nefiyden istisna ettiği hükümler ise, sayıca çok olsalar bile
yine de sınırlıdır. Öyleyse her olayda aslî nefy'e başvurmak ve aslî nefyin de
ancak nass ile veya hükmü nass ile belirlenmiş olana (mansûs) kıyas ile
değiştirilebileceğini bilmek gereklidir. Bunun için de müctehid nasslan
araştırıp incelemek durumundadır. Icmâ1 ve daha önce açıkladığımız üzere, fiilin
delaletine nisbetle Hz. Peygamberin fiilleri de nass sayılır.[2]
istismar (hüküm
çıkarma) metodlarının bilinmesine yarayan dört ilimden ikisi mukaddime
kabiÜndendir.
Bunlardan birincisi,
delil getirmeyi ve delillerin ve burhanların sonuç verici olmasını sağlayan
şartları bilmektir. Bu bilgi dört temel kaynaktan her birisi için gereklidir.
ikincisi, arabın
hitabını kolay anlayabilecek Ölçüde lügat ve nahiv bilmektir. Bu bilgi
özellikle Kitab ve Sünnet için gereklidir. Bu iki bilginin her birinin ayn ayrı
tafsili ve her birinde bir kolaylık bir de ağırlık yönü vardır.
Birinci mukaddime:
Birinci bilginin (ilim) tafsili, delillerin kısımlarını, şekillerini ve
şartlarını bilmekten ibarettir. Deliller üç kısımdır:
Aklî deliller: Bunlar,
zatları itibariyle delalet ederler.
Şer'î deliller:
Bunlar, Şer'in vaz'ı ile (Şer' sayesinde) delil olmuştur.
Vaz'î deliller: Bunlar
da lüğavi ibarelerdir.
Bu hususta tam bilgi
usul mukaddimesinde (bkz. I, 11-72) zikrettiğimiz
[II, 352]
medâriku'l-ukûl ile olur, daha azıyla değil. Çünkü delillerin şartlarını
bilmeyen
kişi, hükmün
hakikatini ve Şer'in hakikatini bilemediği gibi Şâri'in mukaddimesini ve
Şâri'in gönderdiği kişiyi de bilemez.
Usul alimleri müctehid
olabilmek için, âlemin sonradan olduğunu ve alemin, kendisini vareden, kendine
has birtakım vacib sıfatlarla muttasıf ve imkansız sıfatlardan münezzeh bir
varediciye muhtaç bulunduğunu bilmek gerektiğini, ayn-ca bu varedicİnin
peygamberler göndermek ve bu peygamberleri mucizelerle desteklemek suretiyle
kullarının kendisine ibadet etmesini istediğini bilmek gerektiğini de
söylemişlerdir. Ta ki müctehid mucizeler üzerinde düşünmek suretiyle
peygamberlerin doğruluğunu bilebilsin. Bana göre bu husustaki kolaylık şudur:
Bu konuda gereken miktar kesin inanç'tır (i'tikad-ı câzim). Zira bu suretle
kişi müslüman olur. Müslüman olmak da kuşkusuz müfti olmanın şartıdır. Kelam
metodlarım ve kelamcıların adetleri üzere tahrir edilen delilleri bilmesi ise
şart değildir. Nitekim sahabe ve tabiun arasında kelam sanatını iyi bilen
yoktu. İnanç konularında taklid sınırını aşıp, delili bilmeye kadar varma ise,
bizatihi şart olmayıp, belki ictihad mertebesinin zarureti sebebiyle vaki
olur. Şöyle ki, ilimde icti-had mertebesine ancak, kulağına alemin yaratılmış
olduğunun delilleri, yaratıcının sıfatlan, peygamberlerin gönderilmesi ve
Kur'ân'ın mucize oluşu gibi hususlar girmiş olanlar ulaşabilir. Bütün bu
hususları Allanın Kitabı içermektedir. Ki-tab'daki bilgiler gerçek tanımayı oluşturur
ve kelam sanatıyla hiç meşgul olmamış olsa bile, bu bilgileri edinmiş olan
kişiyi taklid çizgisinin dışına çıkarır.
tşte bütün bunlar
ictihad mertebesinin gereklerindendir. Hatta Resulün tasdiki ve inanmanın
temelleri (usûlü'1-iman) hususunda sırf mukallid olan birinin fürû' konularında
ictihad etmesi caizdir.
İkinci mukaddime:
Lügat ve nahvi bilmek
Bununla, Arabın
hitabını ve kullanım adetini anlayabilecek ölçüde ve sözün sarihini, zahirini,
mücmelini, hakikatini, mecazını, âmmını, hâssını, muhkemini, müteşâbihini,
mutlakmı, mukayyedini, nassını, fahvâsını, lahnmı ve mefhumunu biribirinden
ayırabilecek derecede bilmeyi kastediyorum. Bu husustaki kolaylık, Halil ve
Müberred'in derecesine ulaşmanın, lügatin hepsini bilmenin ve nahivde iyice
derinleşmenin şart olmayışıdır. Gerekli ve yeterli olan miktar, Kitab ve
Sünnete ilişkin olan ve hitabın vaki olduğu yerlere hakim olabilme ve bu
hitabın maksatlarını idrak edebilme imkanı sağlayacak olan miktardır.[3]
Tamamlayıcı
mahiyyetteki iki İlimden birincisi, Kitab ve Sünnetin nâsih ve mensûhunu
bilmektir. Bu da zaten özel ve sınırlı birtakım ayet ve hadisler için söz
konusudur. Bu husustaki kolaylık ise, bütün bunları ezbere bilmenin şart olmayıp,
sadece hakkında fetva vereceği olaya ilişkin ayet veya hadisle ilgili olanını
bilmenin yeterli olmasıdır. Bu hadisin veya şu ayetin mensuh cümlesinden ol-
madiğim bilmesi
gerekir. Bu husus hem Kitab hem de Sünnet için geçerlidir.
ikincisi ise, sadece
Sünnete mahsus olup, rivayeti bilmek, bu rivayetlerin sahihini fasidinden,
makbulünü merdudundan ayırabilmektir. Adlin adilden rivayet etmediği hadisler
hiç bir zaman hüccet olamaz. Bu husustaki kolaylık ise şudur: Ümmetin genel
kabulüne mazhar olan hadislerin isnadını incelemesi gerekmez. Eğer bazı alimler
bu hadise muhalif kalmışlarsa, bu takdirde, bu hadisin ravile-rini ve bu
ravilerin adaletini bilmesi gerekir. Eğer bu raviler kendi nazarında [II, 353]
meşhur İseler, msl. Şafiî'nin Mâlik, Nâfı ve Ibn Ömer kanalından rivayet ettiği
hadisler gibi, bu hadise itimad edebilir. Çünkü bunların adaleti ve halleri
halk nazarında mütevatir olmuştur. Adalet İse denemek ve müşahade etmek veya
haberin mütevatir olması yoluyla bilinir. Bu mertebeden aşağısı takliddir.
Sahihlerin-deki haberler hususunda Buhari ve Müslim'i taklid etmek böyledir. Bu
ikisi sadece adaletini bildikleri kişilerden rivayette bulunmuşlardır. Bu sırf
takliddir. Taklid, ravilerin ahvalini ve siretlerini dinleyip öğrenmek, sonra
da bu siretlerin adaleti iktiza edip etmediğini İncelemekle zail olur. Ne var
ki bu uzun iştir ve zamanımızda, aradaki vasıtaların çokluğu da eklenince,
oldukça zordur. Bu husustaki kolaylık, tadil konusundaki mezhebinin sahih
olduğunu bildiğimiz adil bir imamın tadili ile yetinmektir. Çünkü tadil ve
cerh konusunda değişik mezhepler vardır. Bizden uzun zaman önce ölmüş biri
hakkında deneme ve müşahade imkansızdır. Ravinİn siretinin mütevatir olması
şart koşulacak olursa, meşhur imamlar dışında böylesine rastlanılamaz. Öyleyse,
müctehid, ravinin siretini bilme konusunda, verdiği haberlerde adil olanları
taklid etmelidir. Biz, mezhebinin sıhhatini öğrendikten sonra bu adil kişiyi
taklid ederiz. Şayet müfti için, ümmetin, ravileri-ni beğendiği sahih kitaplara
itimad etmeyi caiz görürsek, müftinin yolu kısalır. Aradaki vasıtaların çokluğu
da dikkate alınırsa zamanımızda bu İş uzun ve külfetlidir. Üstelik asırların
geçmesiyle de işin zorluğu gitgide artmaktadır.
tşte ictihad
mertebesine ulaşmak için gerekli olan sekiz ilim bunlardır. Bunların büyük
çoğunluğunu hadis, lügat ve fıkıh usulü ilimleri ihtiva etmektedir. Ic-tihad
mertebesine ulaşabilmek için kelama ve fıkhın füruuna gerek yoktur. Fıkhın
füruuna nasıl ihtiyaç olabilir! Zaten bu füruu müctehidler üretmekte ve bunlar
hakkında, ictihad mertebesini elde ettikten sonra onlar hüküm vermektedirler,
ictihad, bu fürudan önce bulunması gereken bir şart olduğu halde, bu füruu bilmek
ictihad mertebesine ulaşmak için nasıl şart olabilir! Ne var ki zamanımızda
ictihad mertebesi füru ile çok meşgul olmakla hasıl olmaktadır. Zamanımızda
alışkanlık kazanmanın yolu budur. Sahabe zamanındaki metod ise bu değildi.
Bugün de sahabe zamanındaki metodu uygulamak mümkündür. [4]
Bu sekiz ilimin
tamamını bilmek, yalnızca, Şer'in tamamında fetva verebilen mutlak müctehid
hakkında şarttır. Bence ictihad, bölünemeyen bir makam değildir. Yani, birinin
bazı konularda ictihad mertebesine ulaşması mümkündür. Buna göre, kıyâsı
inceleme (en-nazaru'1-kıyasî) yolunu bilen kişinin, hadis ilminde mahir olmasa
bile, kıyâsî bir meselede fetva vermesi mümkündür. Müşterek meselesini
inceleyen kişinin, fakîhu'n-nefs olması, feraizin usulünü ve manalarını bilmesi
yeterlidir. Ayrıca sarhoş edici şeylerin haramlığı konusunda veya velisiz nikah
konusunda varid olan haberleri bilmesine gerek yoktur. Çünkü müşterek problemi
hususunda bu haberlerden istifadeye gerek olmadığı gibi, bu hadislerin söz
konusu meseleyle ilişkisi de yoktur. Nasıl oluyor da, bu haberlerden habersiz
olmak veya bu haberleri hiç bilememek bir eksiklik sayılıyor! Zimmî mukabilin-
[II, 354] de müslümamn öldürüleceğine dair hadisleri ve bundaki tasarruf
metodunu bilen kimsenin, nahiv ilmini, V'emsehû bi ruûsikum ve erculekum
ile'l-ka'beyn [Mâide, 5/6] ayetini anlayacak ölçüde bilmemesi ona zarar vermez.
Gerisini var sen buna kıyas et!
Müftî olabilmek için
her soruya cevap vermek de şart değildir. Nitekim Mâlik, kendisine sorulan 40
sorunun 36'sına 'bilmiyorum' cevabını vermiştir. Aynı şekilde Şafiî, hatta
sahabiler nice meseleler hususunda kararsız kalmış cevap verememişlerdir.
Öyleyse müfti için şart olan, fetva verdiği konuda basiret üzere olması;
bildiği konuda fetva vermesi; bildiğini bilmesi; bildiği ile bilmediğinin
arasına ayırabilmesi; bilemediği konularda duraksayıp bildiği konularda fetva
vermesidir. [5]
Hakkında ictihad
edilecek konu, hakkında kat'î delil bulunmayan bütün şer'î hükümlerdir. Burada
'şerT sözcüğünü, aklî konulan ve kelam meselelerini dışarıda bırakmak amacıyla
kullandık. Çünkü bu meselelerde gerçek birdir; isabet eden birdir ve hata eden
günahkardır. Biz ise 'müctehedun fin1 sözüyle, hata eden kişinin günahkar
olmayacağı hususları kastediyoruz. Namaz ve zekatın vücubu ile ümmetin üzerinde
ittifak ettiği, hakkında kati deliller bulunan ve muhalefet edenin günahkar
olacağı herkesçe bilinen konular (celiyyâtu'ş-şer') ise İctihad konusu
değildir.
İçtihadın rükünleri
bunlardan ibarettir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup yerine tesadüf ederse,
içtihadın ulaştığı bu sonuç hak ve doğru olur.
Müctehid olmanın
şartlarından birinin de 'peygamber olmama' olduğunu zannedenler de vardır.
Bunlar peygamber için içtihadı caiz/mümkün görmemişler ve içtihadın şartı
olarak da peygamberlik zamanında vuku bulmamış olmayı öne sürmüşlerdir. Bu
hususları iki mesele halinde açıklayalım.
Mesele: (Hz. Peygamber
zamanında kıyas ve ictihad)
Alimler, Hz. Peygamber
zamanında kıyas ve ictihad ile tcabbüdün caiz olup olmadığında ihtilaf
etmişler; bir kısmı bunu caiz görmüş, birkısmı caiz görmemiştir. Bir kısmı da,
Hz. Peygamberin huzurunda değil de, yokluğunda, kadılar ve valiler için bunun
caiz olduğunu söylemiştir.
Caiz görenlerden
birkısmı bunu Hz. Peygamberin izin vermiş olmasına bağlarken bir kısmı, Hz.
Peygamberin lehte ve aleyhte bir şey söylemeksizin susmasını yeterli
görmüşlerdir. Caiz görenler, bunun vuku bulup bulmadığında ihtilaf
etmişlerdir. Tercihe şayan olan görüş, buna gerek doğrudan izin verme ve gerekse
susma yoluyla istidlal edilsin, içtihadın hem Hz. Peygamberin bulunduğu sırada
hem de bulunmadığı sırada caiz olmasıdır. Çünkü ictihad ile teabbüd etmekte
bizatihi bir imkansızlık olmadığı gibi, bu ictihad, ne imkansız bir sonuca
götürür, ne de mefsedete yol açar. Eğer salâhın vacip olduğu görüşünde olsak bile,
her konuda kesin delili belirttiği takdirde kulların azıp isyan edeceklerini
bildiği için Allahın, kulların salâhını ictihadla teabbüdle
irtibatlandırıİmasını gerektiren bir inceliği (lütuf) bilmesi caizdir.
Nass varken ictihad
etmek muhaldir ve hükmü sarih vahyin nasst ile bilmek mümkünken insanlar zann
vartasına nasıl İtilebilir denirse, deriz ki: Eğer (Hz. Peygamber) 'bana
vahyedüdi ki Allahın sizin üzerinizdeki hükmü içtihadınızın ulaştığı sonuçtur
ve sizin teabbüdünüz ictihad iledir' dese bu söz nass olur. Onların "nass
varken ictihad etmek muhaldir' sözlerini biz de kabul ederiz. Fakat olay
hakkında henüz nass inmemiştir. Nassın inmesinin imkan dahilinde olması
icti-[II, 355] had yapılmasına tezat teşkil etmez, içtihada zıt olan ise,
nass'ın inmesinin mümkün oluşu değil, bizzat nassın kendisidir. Üstelik Hz.
Peygamber, şahitlerin sözüyle hüküm vermekle teabbüd etmiş ve hatta 'Siz bana
husumetinizi getiriyorsunuz. Betki biriniz diğerinden hücceti ifade konusunda
daha başarılı olabilir...' demiştir. Halbuki o sırada her konuda sarih gerçeği
gösteren vahyin inmesi mümkündü ve zannda bulunmaya ve hata endişesine gerek
yoktu.
Hz. Peygamber
zamanında içtihadın vuku bulup bulmadığı meselesine gelince, Hz. Peygamberin
bulunmadığı yerlerde bunun vuku bulduğuna Muâz olayı delildir. Hz. Peygamberin
huzurunda bunun vuku bulduğuna İse delil yoktur.
Denirse ki:
Hz. Peygamber Amr b.
As'a 'Bazı davalarda sen hüküm ver' demiş, Amr da 'Sen varken ben ictihad mı
edeyim' demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber "Evet, eğer isabet edersen iki
ecir, hata edersen bir ecir alırsın' demiştir. Yine Hz. Peygamber Ukbe b. Amir
ile sahabeden birine ikiniz ictihad edin! Sizin için, isabet ederseniz on
hasene, hata ederseniz bir hasene vardır' demiştir.
Deriz ki:
Muaz hadisi, ümmetin
kabul ettiği meşhur bir haberdir. Diğerleri ise sabit olmamış vahid
haberlerdir. Eğer bunlar sabit olsalar bile, bu işin sadece ikisine mahsus
olması veya bu iznin muayyen bir vakıaya mahsus olması muhtemeldir.Biz ise, Hz.
Peygamber zamanında mutlak olarak İçtihadın caiz olup olmadığından
bahsediyoruz.
Mesele: (Hz.
Peygamberin içtihadı)
Alimler, nass olmayan
konularda Hz. Peygamberin ictihad ile hüküm vermesinin caiz olup olmadığında
ihtilaf etmişler, bunun cevazı ve vukuunu tartışmışlardır
a. Cevazı:
Tercihe layık olan görüş,
Hz. Peygamberin ictihadla teabbüdünün caiz olmasıdır. Çünkü bu iş bizatihi
imkansız olmadığı gibi, imkansıza ve mefsedete de yol açmaz.
Denirse ki:
Hz. Peygamberin
ictihad etmesine engel teşkil eden husus, Hz. Peygamberin, hükmün aslını sarih
vahiy kanalıyla öğrenebilmeye muktedir olmasıdır. Böyleyken ne diye zannına
dayanarak konuşsun!
Deriz ki:
Hz. Peygamber açıklama
istese (istikşaf) ve kendisine "Biz senin ictihad etmene ve o ictihad ile
teabbüd etmene hükmettik' denilse, bu durumda Hz. Peygamberin Allah ile
tartışmaya girme yetkisi var mıdır, yoksa kendi salahının teabbüd ettiği şeyde
olduğuna inanması mı gerekir!
Denirse ki:
Hz. Peygamberin sözü
zanna taban tabana zıt kat'î bir nasstır ve zanda hata ihtimali vardır. Öyleyse
İkisi (zann ve nass) bir birine zıttır.
Deriz ki:
Ona 'Senin zannın
hükmün alametidir' denirse O, zannı ve hükmü yakinen bilmiş olur ve hata
ihtimali kalmaz. Bizce Hz. Peygamber dışındakilerin içtihadı da böyledir ve
bunların içtihadı şahitlerin doğruluğuna olan zanlari gibidir. Şahit iç durumu
itibariyle yalancı bile olsa, o şahidin doğruluğunu zanneden kişi bu zann ında
isabetlidir.
Denirse ki:
Eğer diğer
müctehidler, her halükârda ictihadda musîb olmak bakımından Hz. Peygambere eşit
iseler, bunların, kendi ictihadlanyla Hz. Peygamberin kıyasına muhalefet
etmesinin caiz olduğunu söylemeniz gerekmez mi?
Deriz ki:
Şayet bununla mükellef
tutulmuş olsaydı (teabbüd) muhalefet etmesi caiz olurdu. Ne var ki, tıpkı
ümmetin hepsine birden muhalefetin harami iğin a olduğu gibi, O'nun içtihadına
muhalefet edilemeyeceğine de icmâ1 delili delalet etmektedir. İcma' aynı
şekilde devlet başkanının (el-imâmu'1-a'zam) ve hâkimin içtihadına muhalefetin
haramiıgına da delalet etmektedir. Çünkü halkın iyiliği (salâh), devlet
başkanının, hakimin ve ümmetin tamamının görüşüne uyulmasındadır. Peygamber de
aynen böyledir.
Musîbin tek olduğu
görüşünde olanlar Hz. Peygamberin içtihadını tercih ederler. Çünkü Hz.
Peygamber haladan masum, diğerleri ise masum değildir.
Bazıları da Hz.
Peygamberin hata edebileceğini fakat hata üzerinde bırakılmayacağını ileri
sürmüşlerdir.
Denirse ki:
O'nun içtihadına
muhalefetle teabbüdün vürudu nasıl caiz olabilir!? Çünkü böyle bir şey ittibâ'a
ay kın ve inkıyaddan uzaktır.
Deriz ki:
Şayet Hz. Peygamber
kendi diliyle onlara 'sizin hükmünüz kendi zannınıza [II, 356] tabi olmaktır;
bu zannınız Peygamberin zannına aykırı bile olsa' dese, bu durumda Hz.
Peygambere ittiba, Peygamberin kendileri için resmettiği metoda imtisal etmekle
gerçekleşir; tıpkı, şahitlerin şahitliği ile hüküm vermede olduğu gibi. Şöyle
ki; Peygamber, fasık olduğunu bilmediği iki kişinin şahitliğine dayanarak hüküm
verse, bu iki kişi başka bir hakimin huzurunda şahitlik ettiklerinde eğer hakim
bunların fışkını biliyorsa şahitliklerini kabul etmez.
Bu muhalefetin
ınkıyad'dan uzaklaşma (tenfir) anlamı taşıdığı iddiası da yersizdir. Tam
tersine bu hususta Hz. Peygambere muhalefet etmek, aynen şefaat (arabuluculuk),
hurmaların aşılanması ve dünya mesalihi gibi konularda muhalefet etmek
gibidir.
Denirse kİ:
Peygamber, bir fer'i
bir asıl üzerine kıyas etse, o fer' üzerine kıyas yapılabilir mi? a) Eğer
yapılamaz derseniz, bu muhaldir. Çünkü, artık o fer' Peygamber tarafından
mansus aleyh olmuştur, b) Eğer, o fer' üzerine kıyas yapılabilir derseniz, fer'
üzerine kıyas nasıl caiz olabilir!
Deriz ki:
Hem bu fer' üzerine ve
hem de her hangi bir asıla ilhak edileceğine ümmetin icmâ' ettiği her fer1
üzerine kıyas yapılabilir. Çünkü bu fer', icmâ1 ve nass sebebiyle artık fer'
olmaktan çıkarak asıl konumuna geçmiştir. Onların (icmâ' eden ümmetin)
mehazinin araştırılması da gerekmez.
Her hangi bir asıla
ilhak edileceğinde icmâ' edilmeyip bazı alimlerin bir asıla ilhak ettiği fer'
üzerine kıyas yapılıp yapılamayacağı hususunda bazı alimler, aslın İlleti
bulunmasa bile, bu fer' üzerine kıyas yapılabileceğini söylemişlerdir.
b. Vukuu:
Hz. Peygamberin
ictihad ile amel etmesinin caiz olduğu görüşünde olanlar bunun vukuunda ihtilaf
etmişlerdir. Bir kısmı, bunun vaki olduğunu, bir kısmı vaki olmadığını ileri
sürerken, bir kısmı da bu hususta kararsız kalmıştır ki sahih olan da budur.
Çünkü bu hususta kesin bir delil sabit olmamıştır.
Bunun vukuu görüşünde
olanlar, şu örnekleri gerekçe göstermişlerdir;
a) Hz.
Peygamber, Bedir esirleri konusunda Allah tarafından 'Yeryüzünde durumunu iyice
güçlendirmedikçe hiç bir peygambere esir almak yaraşmaz'
{Enfâl, 8/67)
denilerek sitem edilmiştir. Hz. Peygamber bu ayetin inmesinden sonra 'Şayet bir
azap gelecek olsaydı, bu azaptan Ömer'den başkası kurtulamazdı' demiştir.
Çünkü Ömer, müşavere esnasında bu esirlerin öldürülmesini önermişti. Şayet Hz.
Peygamber bu hükmü nass ile vermiş olsaydı kendisine böyle sitem edilmezdi.
Cevap:
Belki de Hz. Peygamber
nass ile, esirlerin hepsini serbest bırakmak veya hepsini öldürmek veya hepsini
fidye mukabili serbest bırakmak seçenekleri arasında muhayyer bırakılmış ve
sahabeden bir kısmı, diğer seçeneklerin olamıyaca-ğını belirterek sadece
serbest bırakma seçeneğini Önermişlerdi. Sitem ise Hz. Peygamber için değil,
yalnızca tek seçeneği önerenler için nazil olmuştur. Fakat sitem çoğul
sığasıyla varid olmuştur; bununla kastedilen ise salıverme taraftan olanlardır.
b) Hz. Peygamber 'Lâ yuhtelû halâhâ vela yu'dadu
şeceruha' dediğinde Abbas 'Izhir otu hariç (değil mi?)' demiş, Hz. Peygamber de
'Izhir otu hariç' dîye cevap vermiştir.
Cevap:
Belki de vahiy izhir
otunun da istisna edilmemesi yönünde iken Abbasın sözüyle birlikte bunun
istisna edilebileceği yönünde nazil olmuştur. Ya da Cibril o esnada orada hazır
bulunup Hz. Peygambere Abbas'ın sözünü onaylamasını işaret etmiş de olabilir.
c) Hz.
Peygamber, hac ile ilgili olarak, ifa edilen bir haccın bütün ömür için yeterli
olacağım (li'1-ebed) söylemiş, arkasından da 'Şayet, bu yaptığınız hac sadece
bu yılımız için geçerli deseydim hacc her sene için vacip olurdu' demiştir.
Cevap:
Hz. Peygamberin bu
sözünün anlamı şudur; 'Şayet bu hac sadece bu yılımız için deseydim, elbette
bunu da vahiy ile söylerdim ve kuşkusuz bu vacip olurdu".
d) Savaş
için bir yere konakladıklarında bîr sahabi "Eğer, buraya konaklamamız
vahiy ile bildirildiyse, elbetteki uyup itaat ederiz. Ancak ietihad ve rey ile
ise, burası konaklamak için pek uygun bir yer değil" demiş, Hz. Peygamber
de 'Hayır vahiy ile değil ietihad ve rey iledir' deyince oradan ayrılmışlardır.
Cevap:
Bu tamamen dünya
mesalihine ilişkin bir ictihaddır. Bu konularda ictihad etmesinin caiz
olduğunda zaten ihtilaf yoktur, ihtilaf Hz. Peygamberin din işlerinde
içtihadının vaki olup olmadığı konusundadır. [6]
a) Eğer Hz.
Peygamberin ictihadla hüküm vermesi emredilmiş olsaydı, Hz. Peygamber vahiy
beklemeksizin her soruya cevap verirdi.
b) Eğer Hz.
Peygamber ictihad ediyor olsaydı, bu yaygın olarak nakledilirdi.
c) Eğer
ictihad ediyor olsaydı zaman zaman içtihadının değişmesi gerekirdi ve bu görüş
değişikliği yüzünden itham edilirdi.
Bu gerekçelere cevap:
a) Hz. Peygamberin vahiy beklemesi, belki kendi
içtihadıyla henüz sonuca varamadığı yerlerdedir. Belki de ictihad konusu
olmayan bir hüküm için vahyi beklemiştir. Ya da o konuda ictihad etmemesi
istenmiştir.
b) Hz.
Peygamberin içtihadının yaygın olarak nakledil memesi ise, her ne kadar Hz.
Peygamber bununla amel (teabbüd) etse de insanların Hz. Peygamberin
[II, 357] içtihadına
muttali olamamaları yüzünden olabilir. Belki de halen nass inmekte olsa bile,
Hz. Peygamber, nass inmediği zaman ictihad İle amel ediyordu. Böylece tıpkı,
nısab ve yol azığına (zâd) malik olduğunda zekat ve hacc ile mükellef olacak
olan fakat henüz bunlara malik olmayan kişi gibi olur. Yani (nısab ve yo!
azığına malik olmayan kişinin zekat ve hac emrine muhatap olmaması anlamına
gelemeyeceği gibi) nassın halen inmekte olması, Hz. Peygamberin ictihadla amel
etmediğini (müteabbed olmadığını) göstermez.
c) Hz.
Peygamberin kanaat değişikliği yüzünden töhmet altında kalacağı iddiasına
gelince; böyle bir gerekçeye dayamlamaz. Çünkü Hz. Peygamber, nesh sebebiyle de
töhmet altında bırakılmaya çalışılmıştır. Nitekim Allah Teala 'Onlar senin bir
uydurmacı (müfteri) olduğunu söylüyorlar' {Nahl, 16/101} demiştir. Bu durum
(yani onların böyle söylüyor olmaları) neshin imkansızlığını göstermez.
Diğer taraftan biz de
aynı mantıkla bunun tam tersini söyleyebiliriz. Şöyle ki: Eğer Hz. Peygamber
ictihad ile müteabbid olmasaydı, müctehidlerin kazandığı sevabı kaçırmış
olurdu ve müctehidlerin sevabı Hz. Peygamberden daha çok olurdu. Böyle bir söz
de aynı şekilde tutarsızdır. Çünkü, risaleti yüklenme ve Allah'tan aldığını
eda etme sevabı her sevabın üstündedir.
Denirse ki:
Peki, İbadetlerin ve
zekat nisaplarının ve miktarlarının ictihad yoluyla konulmasıyla teabbüd
edilebilir mi?
Cevap:
Bunu imkansız yapan
bir şey olmadığı gibi, bu imkansıza ve mefsedete de yol açmaz. Şayet iş (emir)
maslahata mebni ise, Allah Tealanın, kullarının salahını peygamberinin
içtihadının ulaştığı sonuçlarda görmesi hiç de uzak (yadırganacak) bir şey
değildir.
Kaderiler, Hz.
Peygamberin zannı bazı hususlarda maslahata (salah) uygun düşse bile her konuda
maslahata uygun düşmesi mümkün değildir diyerek buna karşı çıkmışlardır. Bu
görüş sakattır. Çünkü Allah'ın, kullarının maslahatına olan şeyi Hz.
Peygamberin içtihadına ilka etmesi uzak bir şey değildir, işte bu aklî cevazdır.
Bunun vukuu ise, İmkansız olmamakla birlikte biraz uzaktır. Anlaşılan odur ki,
bütün bunlar (ibadetlerin ve zekatların nisab ve miktarlarının tayini), detayı
belirleyen sarih vahiy kanalıyla olmuştur. [7]
Burada, müctehidin
durumu, günah girmiş olmaya nisbet (te'sîm), hataya düşmeye nisbet (tahtie),
isabet, başkasını taklid etmesinin haram lığı ve ictihad kaynaklı görüşünün
nakzedümesinin haramiığı gibi konular açısından, ele alınacaktır.
İçtihadını yerinde
yapıp tamamlamışsa, müctehidlerin vasıflarını taşıyan kişi için günah söz
konusu değildir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup mahalline tesadüf etmişse,
bu içtihadın semeresi gerçektir, doğrudur ve bu içtihadı yapan müctehid için
günah söz konusu değildir. Bizim kanaatimize göre günah ve hata birbirinin
mütelazimidir, yani bir varsa diğeri de vardır, biri yoksa diğeri de yoktur.
Buna göre her hata yapan günahkar olur; her günahkar da hata etmiştir. Eğer
kendisi için günah söz konusu değilse hata da söz konusu değildir. Şimdi burada
önce günahın hükmünden bahsedelim. [8]
Nazarî konular
(nazariyyât), önce zannî ve kat'î kısımlarına ayrılır. Zannî olan kısımda zaten
hata olamayacağı için günah da söz konusu değildir. Kat'î olan kısımda hata
eden ise günahkardır.
Kat'î konular, kendi
içerisinde kelâmı, usûlî ve fıkhı olmak üzere üç kısımdır. [9]
Kelâmı konular derken,
bununla sırf aklî olan konuları kastediyoruz. Bu konularda gerçek bir/tek
olup, bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Alemin hu-duşu, muhdis'in ve
-vacip, caiz ve imkansız- sıfatlarının isbatı, peygamber gönderme ve
peygamberleri mucizeler ile destekleme, niyetin cevazı, fiillerin yaratılması
ve olan şeyleri dileme (iradetu'l-kâinat) ile Mutezile, Hariciler, Rafıziler ve
bid'at ehli ile tartışmalı olan konuların hepsi buraya dahildir.
Sırf kelami olan konular,
araştırıcının (nazır) Şer'in vürudundan önce akıl nazanyla gerçekliğini idrak
edebileceği şeylerdir. Bu konularda gerçek tek olup, [II, 358] bu gerçeği
tutturamayan günahkar olur. Gerçeği tutturamama, eğer Allah ve Resulüne iman
gibi konularda olursa, bu kişi kafir olur. Rü'yet, kulların fi ilerinin
yaratılması ve iradetu'l-kâinal gibi, kişinin Allahı ve resulünü bilmesine
engel teşkil etmeyen konularda hata eden kişi, gerçeği tutturamadığı ve saptığı
için günahkar, yakinen bilinen gerçeği tutturamaması yönüyle hatatı ve selef
arasındayaygın olan görüşe muhalefet ettiği için de bid'atçı olur. Böyle bir
kişi kafir olmaz.[10]
Usûlî konular derken,
bununla, icmâ'ın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet
oluşu gibi konulan kastediyoruz. Gerçekleşmiş olan icmâ'a, asrın geçmesinden
(icmâ'a katılanların ölmesinden) Önce muhalefet edilebileceğini; yine ietihad
kaynaklı icmâ'a muhalefet edilebileceğini caiz görenlerin ve ümmetin,
içlerinden birisi üzerinde ittifak etmesinden sonra sahabe veya tabi-unun
mevcut iki görüşünden diğerini almanın caiz olmadığını ileri sürenlerin görüş
ayrılığı da bu konuya dahildir. Zannî konularda musîbin tek olduğu inancı da bu
konular cümlesindendir.
Bu meselelerin delilleri
kat'î olup, bunlarda muhalif kalanlar günahkar ve hatalıdır. Biz, usul
cümlesinden bahsederken kattlerin ve zannîlerin neler olduğuna işaret
etmiştik. [11]
Fıkhiyyât derken bununla
beş vakit namazın, zekatın, haccın ve orucun va-cipliği, zinanın, öldürmenin,
hırsızlığın ve içkinin haramlığı gibi, Allahm dininde kesin olarak bilinen
şeylerin hepsini kastediyoruz. Bu tür konularda gerçek birdir ve bilinmektedir.
Bu konularda aykırı düşünenler günahkar olur.
Genel bir
değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz: Eğer bir kimse, Şâri'in
maksadından olduğu kesin olarak bilinen şeyleri inkar ederse kafir olur. Şarap
içmenin ve hırsızlığın haramlığmı, namaz ve orucun vacipliğini inkar böyledir.
Çünkü böyle bir inkar ancak Şer'i yalanlayan birinden sadır olabilir.
tcmaın hüccet oluşu,
kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi, kesin olarak
bilinmekle birlikte bu kesin bilgi zarurî olarak değil nazar ve inceleme yolu
ile oluşmuşsa, bunlar da kat'îdir. Fakat bunları inkar eden kafir olmaz; fakat
günahkar ve hatalıdır, tema İle bilinen fıkhı konular da bu kısma dahildir.
Denirse ki:
Siz namaz ve orucun
vacipliğinin zarurî olduğuna nasıl hükmedebiliyorsunuz. Bunların vacipliği,
ancak Resulün tasdik edilmesiyle bilinmektedir. Resulün tasdiki ise zarurî
değil nazarîdir.
Cevap:
Biz bununla şunu
kastediyoruz; Şâri'in bunu vacip kılması ya tevatüren ya da zarureten
bilinmektedir. Şâri'in vacip kıldığı ise vaciptir. Bu nazarîdir ve
tas-dikleyici mucize üzerinde düşünmekle (nazar) bilinir. Peygamberin doğruluğu
kendince sabit olan kişinin, peygamberin doğruluğunu itiraf etmesi gerekir.
Eğer bu durumda inkar ediyorsa, bu inkarın altında Şâri'i yalanlama
düşüncesinin bulunduğu anlaşılır. Şâri'i tekzib eden İse kafir olur. İşte biz
bu noktadan hareketle, namaz ve orucun vacipliğini İnkar edenleri tekfir
ediyoruz.
Bunların (namaz, oruç
vs. vacipliği) dışında kalan ve hakkında kesin delil bulunmayan fıkhı konulara
(zannî-fıkhiyyat) gelince, bunlar içti had konusudur ve bize göre bu tür konularda
önceden belirlenmiş (muayyen) bir gerçek yoktur. Bu bakımdan, ictihad
şartlarını taşıyarak usulüne uygun ictihad eden kişi için bir günah söz konusu
değildir.
Bundan çıkan sonuç
şudur: Nazari yy ât, kat'î ve zannî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat'iyyat
hususunda hata eden günahkardır. Zanniyyat hususunda ise, gerek 'zanniyyat
hususunda gerçek tektir1 diyenlere göre gerekse 'her müctehid musîbdir1
diyenlere göre, kesinlikle günah söz konusu değildir. Bu çoğunluğun [II, 359]
(cemahir) görüşüdür.
Bişr el-Merîsî, füru
konusunda da gerçeğin muayyen ve bir tek olduğunu söyleyerek fürûun usûle ilhak
edileceğini ve hata edenin günahkar olacağını savunmuştur.
Câhız ve Anberî ise,
usulün fürua ilhak edileceği görüşündedir. Anberî şöyle demiştir: Usul konularında
ictihad eden herkes musîbdir ve bu konularda muayyen bir doğru yoktur. Câhız
ise şöyle der: Usul konularında muayyen bir gerçek vardır. Fakat bu konularda
hata eden müctehid tıpkı füruda olduğu gibi, mazurdur; günahkar değildir.
Şimdi biz bu üç görüşü üç mesele halinde reddedelim.
Mesele: (Câhız'ın
ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)
Cahız der ki:
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Dehriler gibi, islam dinine muhalif olanlar, kendi
inançlarının dışındakilere karşı inatçı bir tutum içerisinde iseler günahkardırlar.
Eğer inceleme-araştırma yapmış, fakat gerçeği yine de bulamamış ise, bu
takdirde günahkar olmayıp mazurdur. Eğer, araştırma-incelemenin gerektiğini
bilmediği için inceleme-araştırma yapmamış ise yine mazurdur. Azab görecek olan
günahkar ise yalnızca inatçı davranandır. Çünkü Allah Teala hiç kimseye gücünün
üzerinde yük yüklemez. Bunlar (yahudi, hrıstiyan ve dehriler!), gerçeği
idrakten aciz kalmışlar ve Allah korkusuyla inançlarına bağlı kalmışlardır.
Zira bilip Öğrenme yolu bunların üzerlerine kapanmıştır.
Şayet Şer1 bu yönde
varid olmuş olsaydı, ki bu da caizdir, Câhız'ın bu görüşü aklen imkansız
değildir. Şayet bu şekilde teabbüd caiz olsaydı vaki olurdu. Ne var ki, vakıa
(gerçek) bunun aksidir. Bu yüzden Câhız'ın bu görüşü, zarurî semi delillerle
batıldır. Biz Hz. Peygamberin namaz ve orucu emrettiğini nasıl zarurî olarak
biliyor isek, aynı şekilde Yahudi ve Hristiyanlara da kendisine iman edip tabi
olmayı emrettiğini ve kendi inançları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle onları
kınadığını zarurî olarak biliyoruz. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onların hepsine
karşı savaş açmış ve içlerinden buluğa erenlerin erkeklerin eteğini (izar)
kaldırtıp baktırmış ve buluğa erdiğini anlayınca öldürtmüştür. Onların
içerisinde bî-le bile inatçı davrananların sayıca az olduğu kesin olarak
bilinmektedir. Onların çoğunluğu, Hz. Peygamberin mucizelerinden ve doğru
sözlülüğünden habersiz olarak sırf taklidçilik yaparak atalarının dinlerini
tak]id eden kişilerdir. Kur'an'da buna delalet eden pekçok ayet vardır.
a) "Bu, kafirlerin zannıdir. Vah o
kafirlere ki, ateşten nasiplerini ala*
caklar"{Sâd,
38/27}.
b) "İşte sizi zelil eden, Rabbinize karşı
beslediğiniz bu zarındır." {Fussi-let, 41/23)
c)
"Onlar sadece zannediyorlar." (Onların bu düşünceleri kuruntudan ibarettir)
{Bakara, 2/78; Casiye, 45/24}
d) "Kendilerinin (sağlam) bir şey üzerinde
olduklarını zannediyorlar"(Mücadele, 58/18}
e)
"Onların kalplerinde hastalık var" {Bakara, 2/10; Müddessir, 74/31}
Kısaca söylemek
gerekirse, Allah ve Resulünün tekzipçi kafirler hakkındaki kınamaları Kitab ve
Sünnette epeyce vardır.
Câhız'ın 'Allah onlara
güç yetiremeyecekleri şeyi nasıl yükler!' sözüne gelince; biz Allahın onları
mükellef tuttuğunu zarurî olarak biliyoruz. Şimdi onların buna güç yetirip
yetiremeyecekleri ne bakalım. Allah, ihsan ettiği akıl, ortaya koyduğu deliller
ve gönderdiği akılları uyaran ve inceleme-araştırma güdülerini (devai) harekete
geçiren peygamberler sayesinde buna güç yetirebileceklerine dikkat çekmektedir.
Ta ki peygamberlerden sonra hiç kimsenin Allaha karşı Öne süreceği bir hüccet
kalmasın.
Mesele: (Anbeifnin
ictihadda hata-İsabet konusundaki görüşü)
Abdullah b. el-Hasen
el-Anberî, tıpkı füru'da olduğu gibi akliyyât hususunda da her müctehidin musîb
olduğunu ileri sürmüştür. [II, 360]
Anberî'ye deriz ki:
Eğer sen, onların sadece üzerinde bulundukları şey ile emrolunduklarım ve talep
hususunda ancak buna güç yetirebileceklerini kastediyorsan, bu aklen imkansız
olmamakla birlikte, icmâen ve şer'an batıldır. Buna ilişkin reddiye Câhız'ın
görüşlerini değerlendirirken geçmişti.
Eğer sen bu sözünle,
onun itikad ettiği şeyin, itikad ettiği şekilde olduğunu kastediyorsan, deriz
ki; nasıl olur da alemin kadîm ve hadis olduğu, yaratıcının varlığı ve yokluğu,
Peygamberi tasdik ve tekzıb doğru olur! Bu vasıflar (özellikler), sert
hükümler gibi vaz'î olmadığı halde. Nitekim şer'î hükümlerde, eğer bu şekilde
vaz'edilmîşse, bir şey Zeyd'e haram, Amr'a helal olabilir. Zati konular
(zâtiyyât) ise, itikada tabi olmaz; tam tersine itikad bunlara tabi olur. Bu
görüş, Câhız'ın mezhebinden de kötüdür. Câhız, hiç değilse, musîbin tek
olduğunu itiraf etmiş, hata edenin mazur olduğunu söylemiştir. Hatta Anberî'nin
bu görüşü, Sofistlerin mezhebinden de beterdir. Çünkü sofistler eşyanın
hakikatlerini inkar etmektedirler. Bu ise, eşyanın hakikatlerini kabul ediyor
ve o hakikatleri itikada tabi kılıyor.
Anberî'nin bu görüşü,
Cahızınkinin hilafına, Şer' bu yönde varid olsaydı bile imkansız olurdu. Zaten,
Anberinin mutezilt kardeşleri bile bu görüşü çirkin bulup inkar etmişler ve 'O,
bu sözüyle rü'yet, fillerin yaratılması, halku'l-Kur'an ve ira-detu'l-kainat
gibi küfrü gerektirmeyen kelami meselelerde müslümanlar arasındaki ihtilafı
kastetmiştir' diyerek tevil etmeye çalışmışlardır. Bu meselelerde küfür lazım
gelmez. Çünkü bu konulardaki ayetler ve hadisler müteşabih; şer'in delilleri
müteanzdır. Her fırka, kendince Allahın kelamına, Resulünün kelamına daha uygun
gördüğü, Allahın azametine ve dininin sebatına daha layık gördüğü görüşü
benimsemiştir. Bu itibarla onlar musîb ve mazurdurlar.
Biz deriz ki:
Onların musîb
olduklarını İddia etmek aklen imkansızdır. Çünkü bunlar zatî işler olup,
teklifin aksine, izafetle (kişiden kişiye) değişmez. Kur'an'ın hem kadim, hem
yaratılmış olması mümkün değildir. Bunlardan sadece birisi mümkündür. Yine
rü'yetin hem mümkün hem imkansız olması da mümkün değildir. Yine masiyetlerin
hem Allahın iradesiyle hem de O'nun iradesi dışında cereyan etmesi de mümkün
değildir. Yine, helal ve haramın aksine, Kur'an'ın Zeyd hakkında mahluk, Amr
hakkında kadim olması mümkün değildir. (Yani bir şey bir kişi hakkında haram
diğeri hakkında helal olabilir). Çünkü, bu (helallik ve haramlık) zatların
vasıflarına raci değildir.
Eğer (Anberi!),
musîbin tek olduğunu fakat hata edenin günahkar olmayıp mazur olduğunu
kastediyorsa, bu aklen muhal olmamakla birlikte Şer'İn delili ve selefin,
feraiz ve fıkhın füruunda ihtilaf edenlere şiddet göstermedikleri halde,
bid'atçileri kınama, onlarla ilişkiyi kesip terketme ve onlara şiddetli karşı
çıkma hususundaki ittifakı İle batıldır. Bu Şer' itibariyle kat'î bir delildir.
Bunun (bu delilin) gerçekliği şudur: Bir şeyi, olduğunun aksine düşünmek
(itikad), bilmemektir (cehl). Allahı bilmemek ise haramdır; kınanmıştır.
Allahı görmenin caiz oluşunu, Allahın sıfatlarından biri olan kelam sıfatını,
Allahın masiyetler de dahil herşeyi irade ettiğini ve Allahın kudretinin bütün
hadiselere taalluk ettiğini bil-[II, 361] memek ise Allahı bilmemek ve O'nun
dinini bilmemek anlamına gelir, ve haram olması gerekir. Gerçeğin bizatihi tek
ve muayyen olduğu her durumda, iki kişiden biri bir şeyi olduğunun aksine
bilmiş (itikat) olur ve dolayısıyla cahil olur.
Denirse ki:
Bu durumun, fıkhî
meseleleri ve komutan evde olmadığı halde onu evde zannetmek ve Mekke ve Medine
arasındaki mesafeyi olduğundan az veya çok zannetmek gibi dünyevi meseleleri
bilememe durumunda söz konusu olmayacağı öne sürülünce bu iddia geçersiz olur.
Cevap:
Fıkhı konularda
cehalet tasavvur olunamaz. Çünkü ftkhî konularda muayyen bir gerçek yoktur.
Dünyevi meselelere gelince, zaten bunların bilinmesinde sevap, bilinmemesinde
ise ıkab yoktur. Allanın bilinmesi meselesinde ise, bilmekte sevap, bilmemekte
ıkab vardır. Bu husustaki dayanak ise akıl delili değil icmâ'dır. Aksi
takdirde, akıl delili, Allahm sıfatlarını ve fiilerini bilmeyenler bir yana,
Allahı bilmeyenlerden bile günahın düşmesini imkansız kılmaz.
Denirse ki:
Kişi, bilmeye muktedir
olduğu ve hakkında delilin ortaya çıktığı hususlardaki bilmezliği (cehl)
sebebiyle günahkar olur. Bu meselelerde deliller oldukça kapalı ve şüpheler
müteanzdır.
Cevap:
Alemin hudusu,
peygamberliklerin isbatı ve mucizenin sihirden ayırd edilmesi gibi meselelerde
durum böyledir. Bu hususlardaki deliller de kapalıdır. Ne var ki bu kapalılık,
şüpheyi delilden ayıramayacak ölçüye ulaşmamıştır. Bize göre yukarıdaki mesele
hakkında da aynı şekilde gerçeğe delalet eden kesin deliller vardır. Şayet
hakkında hiç bir delil bulunmayan bir mesele tasavvur olunabilsey-di, biz de o
meselede insanların mükellef olmadıklarını kabul ederdik.
Mesele: (Bişr
el-Merîsî'nin ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)
Bişr el-Merîsî, füru
konularında ictihad eden kişilerden de günahın düşürülmüş olmadığı, bu
konularda da kendisine delalet eden bir delilin bulunduğu muayyen bir gerçeğin
var olduğu görüşünü benimsemiştir. Buna göre, tıpkı aklî meselelerde olduğu
gibi fıkhî meselelerde hata eden de günahkar olur. Şu kadar ki, bu hususta
hataya düşenler, ilahiyat ve nübüvvet meselelerinde hataya düşenler gibi tekfir
olunmaz; belki, rüyet, halku'l-Kur'an gibi meselelerde hata edenler gibi fasık
sayılabilirler. Bu hususlarda hata edenlerin, tıpkı fıkhiyyat da olduğu gibi
yalnızca günahkar oldukları da söylenebilir. Bişr'in bu görüşüne, kıyası
benimseyenlerden tbn Uleyye ve Ebu Bekr Esamm ile, kıyas inkarcılarının
tamamı, ki tmamiyye de bunlara dahildir, katılmışlardır. Bunlar, hükümler
hususunda zanna yer olmadığını fakat aklın, kesin sem'î delilin istisna ettiği
hususlar hariç, aslî nefy ile hükmedeceğini söylemişlerdir. Kesin sem'î delilin
isbat ettiği hüküm, kesin delille sabit olmuş, sem'î delilin isbat etmediği
ise kesinlikle aslî nefy üzere kalmış olup zanna yer yoktur. Bu yaklaşım tarzı,
kıyas ve haber-i vahidi inkar etmeleri sebebiyle onlar açısından tutarlı
sayılabilir. Belki de onlar, umum ve muhtemel zahir ile ameli de bu görüşün
kendileri açısından tutarlı olabilmesi için inkar etmişlerdir.
Onların bu sözleri
musîbin tek olduğunu benimseyenleri bağlar ve onların, karşıt görüşlü kişilere
fetva sormayı da yasaklamaları gerekir. Bağdad mutezilesinden birisi, bu kıyası
tamamlamak için kendi aklınca ammînin de araştırma yapması ve delil araması
gerektiğini söylemiştir. Bazıları ise, mukallid ister isabet etsin isterse
hata etsin alimi taklit eder demişlerdir. Bu görüşün tutarsızlığını şu iki
delil göstermektedir.
Birinci delil:
[II, 362]
Müctehidlerin tasvibi konusunda zikredeceğimiz gibi, bu meseleler hakkında
kesin delil yoktur ve bu meselelerde muayyen bir gerçek de yoktur. Zannî deliller,
bizatihi delalet etmez ve izafetle değişir. Hakkında kesin bir delil bulunmayan
bir meselede miictehidi isabet etmekle mükellef tutmak teküfi malayutak'tır.
Icab batıl olursa, günaha nisbet etme de batıl olur. (Yani doğruyu tutturma
vacip olmazsa, tutturamaması halinde günaha nisbet durumu da batı! olur). Kesin
delilin olmayışı teklifin olmayışını sonuçlar. Teklifin olmayışı da günahın
olmayışını sonuçlar. Bu yüzden bazen, -tasvib meselesinde istidlal edildiği
gibi- günahın olmayışından hareketle teklifin olmadığına istidlal edilebilir.
Bu meselede ise teklifin olmayışından hareketle günahın olmadığına istidlal
edilmektedir. Tıpkı, netice veren şey neticeye delalet ettiği gibi, netice de,
netice verene delalet eder.
ikinci delil: Sahabe
icmâ'ı
Dede ve kardeşin mirasçılığı,
avl meselesi, haram meselesi ve gerek miras gerekse bunun dışında ihtilaf
konusu olan diğer meşelerde farklı görüş sahiplerine tepki gösterilmeyeceği
hususunda sahabenin icmâ'ı vardır. Sahabe, birbirleriyle müşavere ediyor,
ihtilaf ederek dağılıyorlar, birbirlerine itiraz etmiyorlar, birbirlerini,
halka fetva vermekten men etmedikleri gibi, halkı da onları taküd etmekten men
etmiyorlardı. Yine, birbirlerinin, kendi içtihadına göre hüküm vermesine
karışmıyorlardı. Bu husus, kuşku götürmez biçimde tevatürle sabittir. Halbuki
sahabe, diğer yandan, haricileri, zekat vermekten kaçınanları, Kureyş dışından
devlet başkanı (imam) nasbedenîeri ya da iki devlet başkanını aynı anda
nasbedenleri sert bir biçimde eleştiriyorlardı (tahtie). Hatta, şayet birisi,
namazın, orucun vacipliğini; zina ve hırsızlığın haramhğını inkar edecek
olsaydı, bu noktada da, aşın duyarlık gösterip, şiddetle karşı çıkar ve bunun
günah olduğunu söylerlerdi; çünkü bu konularda kesin deliller vardır, tşte,
içtihadı konular da şayet böyle olmuş olsaydı, sahabe bu konularda da duyarlık
göstererek buna karşı çıkar ve günahlığım belirtirdi.
Denirse ki:
Belki de sahabe,
İctihâdî konularda, birbirlerini suçlamış, fakat bu suçlamalar bize
nakledilmemiştir veya ictihâdî konularda karşıdakinin günaha düştüğü kanaatinde
olmakla birlikte, fitne ve kargaşa çıkmasın diye bunu açığa vurmamışlardır.
Deriz ki:
O kadar çok olay olmuş
ve o kadar çok ihtilaf etmişlerdir ki, sahabenin tüm bu konularda birbirlerini
günaha düşmekle suçlayıp da bu suçlamaların silinip gitmesi adeten imkansızdır;
tam tersine, şayet böyle bir suçlama vuku bulmuş olsaydı, bunun nakledilmesi
için yeterince sebep vardı. Nitekim zekat vermekten kaçınanlara ve mesken
masuniyetini ihlal edenlere gösterilen sert tepki, yine Ali ve Osman'ın tekfir
edilmesi konusunda Haricîlere gösterilen sert tepki ve Osma-nın katillerine
gösterilen sert tepki nakledilmiştir. Şayet bu gibi şeylerin silinip gitmesi
mümkün görülürse, bu takdirde, sahabenin birbirlerinin hükümlerini nakzettiklerini,
onların ictihâdî konularda birbirleriyle savaştıklarını, halkı muhalif görüşte
olanları ya da alimleri taklid etmekten men ettiklerini veya halka araştırma/incelemeyi
ya da masum bir imama ittiba etmeyi vacip kıldıklarını iddia etmek de mümkün
olur. Halbuki, bir çok konuda ihtilaf etmelerine rağmen, sahabenin
birbirlerini tazim ettikleri tevatüren nakledilmiştir. Zira onların, birbirlerine
saygı göstermeleri, müctehidin kendi içtihadıyla amel etmesini kabullenmeleri
ve ona ilişmemeleri, zamanımızda alimlerimizin birbirlerine gösterdikleri
saygı, kabullenme ve mücameleden daha büyüktür. Şayet sahabe, görüş ayrılığı
yüzünden birdiğerinin masiyet ve günah işlemiş olduğu kanaatinde olsaydı,
birbirlerini terkedip, ilişkileri keserlerdi ve mücamele ortadan kalkar ve
saygı ve tazim imkansızlaşırdı.
Sahabenin, fitne çıkar
endişesiyle birbirlerini suçlamaktan kaçınmış olabilecekleri varsayımı da
imkansızdır. Çünkü onlar, şayet buna kanaat getirmiş olsalardı, bu hususta
onları hiçbir kınama korkutmazdı ve fitne ve savaş endişesi onları
engellemezdi. Kaldı ki, zekat vermekten kaçınanlarla savaş meselesinde, Ali,
Osman ve Hâriciler vakasında olan olmuştur. Dolayısıyla bu varsayım, tamamen
gerçek dışı ve imkansızdır.
Denirse ki:
Aslında sahabenin
birbirlerini günaha düşmekle suçlamaları ve birbirlerine karşı çıkmaları hiç
nakledilmemiş de değildir. Msl. İbn Abbâs, 'Zeyd b. Sabit Allah'tan kormaz mı!
oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın babasını [II, 363] baba
hükmünde tutmuyor' demiş, yine 'Dileyenle tartışırım (lanetleşirim) ki Allah
malda yarım ve üçteiki kılmamıştır' demiştir. Aişe, 'Zeyd b Erkam'a haber verin
ki; eğer tevbe etmezse, Resulü İlah ile birlikte yaptığı cihadı boşa çıkarmış
olur' demiştir.
Deriz ki:
Bir kere, sahabenin
birbirlerini tazim edip, saygı gösterdikleri ve her müctehidin kendi
içtihadıyla hüküm ve fetva vermesini ve sıradan her bir insanın da dilediği
birini taklid edebileceğini kabullenmeleri yönündeki haberler, kuşku götürmeyecek
biçimde tevatürle sabittir; bu haberlerin karşısına, güvenilirliği olmayan ahad
haberlerle çıkılamaz. Diğer yandan, muhalif görüşte olanın, kesin bir delile
muhalefet ettiğini zanneden kişi de, elbette buna karşı çıkacak ve günaha düşmekle
suçlayacaktır. Önünüze sürülen bu birkaç mesele, bu görüş sahiplerince
delilleri kesin zannedilen meselelerdir; tbn Abbas, hesabın kesin olduğunu dolayısıyla
malda yarım ve üçteiki olamayacağını zannetmiş; yine Aişe zerianın Önünü
almanın (haram veya yasak bir şeye götürebilecek yolun kapatılmasının) kesin
olduğunu zannetmiş ve lyne meselesine karşı çıkmıştır. Bunlar bu zanlannda
hataya düşmüşlerdir; bu meşeler de zannîdir ve sahabenin bu gibi meşelerde yanlış
yapmaktan korunmuş olmaları (ismet) vacip değildir. Ancak, tüm sahabenin,
muhalifleri tazim etme ve onlara karşı çıkmama sebebiyle isyana düşmekten masum
olmaları ise vaciptir.[12]
Bu konularda alimler
görüş ayrılığına düştükleri gibi, Şâfî ve Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşüne
ilişkin değişik rivayetler vardır. Genel hatlarıyla özetlemek gerekirse; kimi
alimler, zannî konularda her müctehidin musîb olduğunu, kimileri de musîbin
tek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki gruptaki alimler de, hakkında nass
bulunmayan olayda, Allah'a ait olup, müctehidin amacı olan muayyen bir hüküm
bulunup bulunmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tasvipçi grubun (Musavvibe)
muhakkik alimleri, hakkında nass bulunmayan olayda, zann yoluyla elde edilecek
(matlup) bir hükmün olmadığını; tersine hükmün zanna tabi olacağını ve her
müctehid açısından Allah'ın hükmünün, müctehidin zannına galip gelen şey
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tercihe şayan olan görüş budur ve Kadı da bu
görüştedir. Musavvibe grubundan kimi alimler de, hakkında nass bulunmayan olaya
ilişkin muayyen bir hüküm bulunduğunu ve talebin buna yönelik olduğunu; zira,
talebin, bir matlubu olması gerektiğini; şu kadar ki, müctehidin bu hükmü
tutturmakla mükellef bulunmadığını söylemişlerdir. Bunun içindir ki, müctehid,
tutturmakla mükellef olmadığı bu muayyen hükümde hata etse bile, musîb
olmaktadır; bu müctehid musîbdir, yani mükellef tutulduğu şeyi yerine getirmiş
ve üzerine düşeni yapmıştır.
Musîb tektir diyenler
ise, hakkında nass bulunmayan meselede Allah Teala-nın muayyen bir hükmü
olduğunda ittifak etmişler; fakat, bu hükme delalet eden bir delil bulunup
bulunmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri, bu yönde bîr delil
bulunmadığını ileri sürmüş ve bu muayyen hükmün, tıpkı arayanın tesadüfen
bulacağı bir gömü (define) gibi olduğunu ileri sürmüşlerdir, tşte bu hükmü
tesadüfen bulan kişi iki ecir alır; bulamayan İse, gayreti ve talebi sebebiyle
tek ecir alır. Bu hükme delalet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler de,
bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda ayrılmışlardır. Kimileri, bu
delilin kesin olduğunu; fakat, bunun kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, hata
eden kişiden günahın kaldırıldığını söylemişlerdir. Bişr el-Merîsî, kesin
delil bulunduğu noktasından itibaren kıyası devam ettirmiş ve eğer delil kesin
ise, hata eden (muayyen hükmü tutturamayan) kişinin, tıpkı diğer katiyyat
hususunda olduğu gibi, günahkar olacağım söylemiştir. Aslında bu yaklaşım,
musîbin tek olduğunu İddia eden- [n, 364] lerin mezhebinin kıyasına tam vefa
göstermektir.
Bu yöndeki delilin
zannî olduğunu İleri sürenler de, bu defa, müctehidin kesin olarak bunu
tutturmakla emrolunup emrolunmadtğında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, delilin
kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, müctehidin bunu tutturmakla mükellef
olmadığını; bu sebeple de mazur ve me'cur olduğunu İleri sürmüş; kimileri de,
müctehidin bunu aramakla emrolunduğunu; hata etmesi durumunda ise me'cur
olmayıp, kendisinden günahın kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir.
tctihadda hata ve
isabet konusundaki görüşler genel hatlarıyla bunlardır. Bizce tercihe şayan
olan görüş ise-ki biz bunu kesin görüyoruz ve aksi görüşteki-lerin hatalı
olduklarını söylüyoruz- şudur; zannî konularda her müctehid musîbdir ve bu
konularda Allanın muayyen bir hükmü yoktur. Şimdi bu görüşümüzü, sözün iki
tarafından alarak, açık ve anlaşılır hale getirelim.
Birinci taraf:
Bir mesele düşünelim
ki, bu mesele hakkında Şâri'in bir nassı bulunsun ve müctehid bunda hata etsin.
Bu durumda biz deriz
ki: Önce bakarız; eğer bu nass, usulüne uygun olarak aradığı takdirde,
müctehidin ulaşabileceği bir nass ise ve müctehid kusurlu davranmış ve
aramamışsa, bu takdirde müctehid hatalıdır ve kusuru sebebiyle günahkar
olmuştur. Çünkü müctehid güç yetirebileceği bir arama ile mükellef tutulmuş ve
bu talebi yapmamış, dolayısıyla da, isyan etmiş, günahkar olmuş ve Alla-hın,
kendisi hakkındaki hükmünde hata etmiştir. Ancak, kendisinden kaynaklanan bir
kusur sebebiyle değil de, mesafenin uzaklığı ve nassı ulaştıracak olan kişinin
gecikmesi gibi engeller yüzünden nass kendisine ulaşmamışsa, ki zaten kendisine
ulaşmazdan evvel nass kendi hakkında bir hüküm değildir, bu kişinin hatalı
olarak adlandırılması mecaz kabil indendir; yani bu kişi, şayet kendisine
ulaşmış olsaydı, kendisi hakkında hüküm olacak olan şeyin (nass) ulaşmasında
hatalıdır; fakat, bu nass, kendisine ulaşmadan önce, kendisi hakkında hüküm değildir,
dolayısıyla bu kişi gerçekten hatalı değildir. Örneklemek gerekirse; şayet Hz.
Peygamber, Allahtn Cibril'e, vahyi Muhammed'e (s) götürmesini ve kıblenin
değiştiğini haber vermesini emrettikten sonra, Beyt-i Makdis'e yönelerek namaz
kılıyor olsa, Hz. Peygamber bu durumda hatalı olmaz; çünkü, Ka'be'ye yönelme
emri henüz kendisine ulaşmış değildir, dolayısıyla Hz. Peygamber bu namaz hususunda
hatalı değildir. Şayet Cibril bu vahyi, Küba mesc id indeki ler Beyt-i Makdis'e
yönelerek namaz kıldıkları sırada, Hz. Peygambere getirip, kıblenin değiştiğini
haber verse ve Hz. Peygamber bunu doğrudan kendisi veya bir haberci vasıtasıyla
onlara duyurmasa, Küba mescidindekiler hatalı olmazlar; zira bu, kendilerine
ulaşmadan önce kendileri hakkında hüküm değildir. Şayet Hz. Peygamber bunu Ebu
Bekr ve Ömer'e duyursa ve bu esnada Mekkeliler Beyt-i Makdis'e doğru namaz
kılıyor olsalar, Mekkeliler hatalı olmazlar; çünkü onlar kusurlu değildirler.
Aynı şekilde, Ibn
Ömer'den nakledilen 'Rafı' b. Hadîc bize Hz. Peygamberin muhâbere'yi
yasakladığını rivayet edinceye kadar kırk sene muhabere yaptık1 sözü de
böyledir. Kendilerine ulaşmazdan Önce bu, onlar için bir hata değildir; çünkü
ya bu süre zarfında ravi orada değilmiştir ya da rivayette kusurlu davranmıştır.
Hakkında nass bulunan meselenin hükmünün böyle olduğu sabit olursa, artık,
hakkında nass bulunmayan meselede hata nasıl tasavvur olunabilir!
Denirse ki:
Siz meseleyi, mansus
hükme delalet eden bir delilin bulunmadığını varsayarak ele alıyorsunuz. Biz
ise, bu yönde bir delil varsa ve bu delili aramak ona vacip olmuş ve bu delili
bulamamış İse, bu durumda onu hatalı görüyoruz.
Deriz ki:
Bu yönde kesin ya da
zannî bir delil vardır. Eğer bu delil kesin ise ve gücü dahilinde olmasına
rağmen bu delili bulamamışsa, bu kişi günahkar ve âsîdir ve bu kişiyi günaha
nisbet etmek gerekir; günaha nisbet etmenin vacip olduğu yerlerde hataya
nisbet etmek de vaciptir; mesele ister fıkhî ister usulî isterse kelamı [II,
365] olsun. Biz ise, burada, hakkında kesin delil bulunmayan meselelerden
bahsediyoruz. Şayet böyle bir delil var olsaydı, bunu bulan sahabiler
diğerlerini uyarırlardı ve onlara sert tepki gösterirlerdi. Nitekim bu gibi
meseleler hakkındaki kesin delil, sarih nass veya kesin bir biçimde mansus
anlamında olup, bunda şekk söz konusu olmaz ve buna dikkat çekmek kolaydır.
Yoksa onlar, bütün olarak sahabenin bu delili gözden kaçırdıklarını ve icmâ
ehlinin hata ettiğini mi ya da birkısmi bunu bilip de gizlediğini mi ya da bunu
açıkladığı halde diğerlerinin anlamadığını mı ya da diğerleri bunu anlayıp da
gerçek karşısında direttiklerini ve nassa ve nass hükmünde olan şeye muhalefet
ettiklerini mi söylüyorlar! Bu ihtimallerin hepsi de kesinlikle batıldır.
Hakkında nass bulunmayan fıkhî meseleler üzerinde düşünen kişi, bu meselelerde
kesin delil bulunmadığını zorunlu olarak bilir. Delil bulunmadığına göre, kesin
delil olmadığı halde isabet etmekle mükellef tutmak imkansızla mükellef tutmak
olur. Teklif yoksa, hata da yoktur.
Denirse ki:
Bu konuda ittifakla
zannî delil vardır; bu zannî delili yakalayamayan kişi hata etmiştir.
Deriz ki:
Zannî emareler
bizatihi delil olmayıp, kişiden kişiye değişir. Öyle deliller vardır ki, Zeyd
için zann ifade eder de, bu delili iyice kavramış olmasına rağmen Amr için zann
ifade etmeyebilir. Yine aynı delil, bir kişi için, bir olayda zann ifade eder,
başka bir olayda zann ifade etmeyebilir. Hatta bir şahıs için bir durumda bir
meselede, şayet tek tek ele alınacak olsalardı her biri zann ifade iki müteanz
delil kaim olabilir; kesin meselelerde ise tearuz tasavvur olunamaz. Bu
yaklaşımı biraz açacak olursak şunlar söylenebilir: Ebu Bekr maaş (ata)
dağıtımı konusunda eşitliği (tesviye) savunuyordu; zira Ebu Bekr, 'Dünya bir
yetinmedir; kaldı ki insanlar, Allah için çalışmışlardır ve ecirlerini vermek
Allah'a düşer' demekteydi. Ömer ise, iyi (fadıl) ile daha iyinin (efdal) eşit
tutulamayacağı görüşündeydi ve bu yüzden maaş dağılımını buna göre yapmıştı.
Ömer'e göre bu dağıtım şekli, insanları faziletleri aramaya teşvik edecektir.
Öte yandan müslümanhk (İslam) her ne kadar asıl itibariyle Allah için ise de,
yine de hak sahipliğini (istihkak) gerektirir. İşte bu meselede, Ebu Bekr'in
görüş ve yaklaşımını Ömer anlamış, fakat bu yaklaşım Ömer için zann-ı galip
ifade etmemiştir; aynı şekilde Ömer'in görüşünü de Ebu Bekr anlamış; bu görüş
de onun için zann-ı galip ifade etmemiş ve bu görüş kalbine yatmamıştır. İşte
bu yaklaşım farklılığı Ebu Bekr ve Ömer'in durumlarının farklılığından
kaynaklanmıştır. Kuşkusuz, Allah rızasını ön plana çıkarma ve özellikle öte
dünyaya yönelik düşünme noktasında karakter yapısı Ebu Bekr gibi olanlar, Ebu
Bekr gibi; siyaseti, maslahatlara riayeti ve iyi şeylere (hayır) teşviki ön
plana çıkarma noktasında karakter yapısı Ömer gibi olanlar da Ömer gibi
düşüneceklerdir, birbirlerinin hareket noktalarını ve yaklaşımlarım kavramalarına
rağmen. Durumların, huyların ve ilgi alanlarının farklı olması, zannlann da
farklı olmasını gerektirir; kelam ilmiyle haşir neşir olanların karakteri,
zannını harekete geçiren öyle çeşit çeşit delillere yatkınlık gösterir ki fıkıh
ile haşir neşir olanların karakterine bu deliler hiç uygun düşmez. Bunun
İçindir ki vaaz ve nasihat ile çok meşgul olanlar, bu türden söz etmeye
meylederler. Huyların farklılığı da zanmn farklılığında etkendir; sinirli
(gazap) yapıda olanların nefisleri [II, 366], özellikle, intikam ve ataklık
taşıyan şeylere meyleder; yumuşak huylu ve ince kalpli olanlar ise, bundan
kaçar ve yumuşaklık ve kolaylık bulunan şeylere yönelirler. Emareler, tıpkı mıknatıs
taşı gibidir; nasıl ki mıknatıs taşı, bakın değil de demiri hareket ettiriyorsa
emareler de, kendilerine uygun tabiatları harekete geçirirler. Akıl delili ise
böyle değildir; çünkü akıl delili, bizzat gerektiricidir. Medâriku'f-ukûl
kısmında zikrettiğimiz birinci şekle göre, iki öncülü kabul etmek, zorunlu
olarak neticeyi tasdik etmeyi gerektirir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
zannî konularda alettahkik delil yoktur; delil olarak adlandırılan şeyler ise
mecaz kabilinden ve nefsin yönelimine izafetledir. Öyleyse, bu meselede yanlışlığın
esası, fakihlerin zannî dellilere, bunları sübjektif değil, bizzat (objektif)
delil zannedecek derecede bir ağırlık vermeleridir; bu tamamen yanlıştır ve
bunun ba-tıllığını kesin burhanlar göstermektedir.
Denirse ki:
Siz 'Bu konuda kesin
deliller vardır; hata edenlerin günahkar olmaması İse, bu delilin gizliliği
yüzündendir' diyenlere niçin karşı çıkıyorsunuz?
Deriz ki:
Şey, güç yetirilmesi
imkansız, kolaylıkla güç yetirilebilen ve zorlukla güç yetirilebilen olmak üzere
öç kısma ayrılır;
a) Muayyen
gerçeği bilmek, güç yetirilmesi imkansız bir şey olup, bununla mükellef tutmak
da imkansızdır.
b)
Kolaylıkla güç yetirilebilen şeyi terkeden kişinin ise, kesinlikle günah işlemiş
olması gerekir; çünkü bu kişi, emrolunduğu halde, güç yetirebileceği şeyi
terketmiştir.
c) Zorlukla
güç yetirilebilen şeye gelince; bu zorluk, -msl. seferde namazın tamamlanması
gibi-, ya ruhsat için ve teklifin kaldırılması için bir sebep olur ya da
zorluğa rağmen teklif aynen devam eder. Eğer teklif, zorluğa rağmen aynen devam
ediyorsa, ve kişi güç yetirebildiği halde bunu terketmişse, günahkar olur. Msl.
sayıca çokluklarına rağmen kafirlerle savaşta sebat etmek böyledir. Bu gerçekten
çetin bir iştir; fakat, kişi bunu terkettiği zaman günahkar olur; çünkü, teklif
bu zorlukla birlikte devam etmektedir. Her ne kadar nefse ağır gelse de, kadının,
kumaya sabretmesi ve iyi geçinmesi de böyledir; kadın zaaf ve aczine rağmen
bunu terkederse günahkar olur. Yine âlemin sonradan yaratılmışlığı meselesinde,
mucizenin delaleti meselesinde delil ile şüpheyi birbirinden ayırmak da
böyledir. Mucizenin sihirden ayırdedilmesi son derece bulanıktır. Bu noktada hata
eden kişi, günahkar hatta kafir olur ve cehennemde ebedi kalmayı hak eder.
Zorluğa rağmen, fıkhî meselelerdeki gerçek de, eğer emredil misse, bunun gibidir;
Bu gerçekte hata eden kişi, günahkar olur. Eğer kişi bu gerçeği tutturmakla
emrolunmayıp, zannı galibine göre davranmakla emrolunmuşsa, bu durumda kişi,
bir yandan, mükellef olduğu şeyi yerine getirmiş ve Allanın kendi üzerindeki
hükmünü tutturmuş, diğer yandan, kendisi hakkında hüküm olmayan, tersine, şayet
bununla muhatap olsaydı ya da bunun bilinmesi yönünde kesin delil dikilmiş
olsaydı, kendisi hakkında hüküm olabilecek olan hükümde hata etmiştir. Özetle
söylemek gerekirse, isabet etmek ya imkansızdır ya da mümkündür; muhal teklif
edilemez; mümkünle mükellef tutulup, bunu yerine getirmeyen kişi isyan etmiş ve
günahkar olmuştur. Bu noktada, kişinin isabetle emrolunduğu; fakat, muhalefet
etmesi durumunda asi ve günahkar olmayıp, mazur olduğu söylenemez; çünkü bu
yaklaşım, emrin ve vacip kılmanın tanımına aykırıdır. Zira îcâbın tanımı;
yerine getirmeyen kişinin ceza ve kınamaya maruz kalacağı şey'dir. Bizim yaptığımız
bu bölümleme, insaf sahibi hiç kimseyle tartışmaya yer bırakmayan ve anlaşmazlığı
lafıza irca eden kesin bir bölümlemedir. Anlaşmazlığın lafıza dönük olması da
şudur; 'Müctehid, kendisi hakkında hüküm olmayan bir şeyde hata etmiştir' sözü,
kabul edilir; fakat bu hata, tıpkı kendisine haber ulaşmazdan önce Beyt-i
Makdise doğru namaz kılanın hata ettiğinin söylenmesi gibi, bir çeşit metil,
367] cazdır. Üstelik bu mecaz, gökten İnen ve Hz. Peygamber tarafından dile
getirilen, kıblenin değiştirilmesi ve muhabere meselesi gibi, bir hüküm
hakkında söz konusu olmaktadır. Sükut geçilen konuların (meskut), kıyas ve
ictihad yoluyla, dile getirilenlere (mantuk) ilhak edildiği diğer ictihadi
meselelerde ise, kesinlikle muayyen bir gerçek yoktur. Zira hüküm duyulan veya
kesin bir delille gösterilen hitaptır; ictihadi konularda ise hitap ve dile
getirme olmadığından, bu konularda, müctehidin zannma galip gelenden başka hiç
bir hüküm yoktur. Bu konuyu mesele başlığı altında tek başına ele alıp, bu
meselede Allah katında olana daha benzer (eşbeh) diye bir şey olmadığını
açıklayacağız. Şimdi karşıt görüşte olanların gerekçelerini (şüphe) zikredelim.
(Karşıt görüşte
olanların gerekçeleri) [13]
Dört tanedir. 1. gerekçe/şüphe:
Bu görüş (ictihadda
hata olmadığı görüşü), -msl. az nebizin hem haram hem helal olması, velisiz
nikahın hem sahih hem batıl olması ve bir kafiri öldüren müslUmana hem kısas
uygulanması ve hem de uygulanmaması gibi-, iki zıttı birleştirmeye varması
sebebiyle, bizatihi imkansızdır. Zira mesele hakkında muayyen bir hüküm yoktur
ve her bir müctehid de musîbdir; öyleyse, bir şeyin hem kendisi hem de zıttı
gerçek ve doğrudur. B azılan, bu delille alay ederek bu görü-Şün evveli
safsata, sonu zındıklıktır; çünkü, bu görüş, başlangıçta bir şeyin kendisini
ve zıttını gerçek yapıyor, sonuçta da kısıtlamayı (hacr) kaldırarak, iki
delilin tearuz etmesi anında, müctehidİ, şey ile bu şeyin zıttı arasında
muhayyer bırakıyor; fetva soranı (müsteftî) da, görüşler İçerisinden kendince
en güzelini seçip alarak, dilediği kişiyi taklid hususunda muhayyer bırakıyor.
1. Cevap:
Bu söz, temiz kalpli, fakat
usulü, çelişmenin (iki çelişiğin) tanımım ve hükmün hakikatini bilmeyen ve
helallik ve hanımlığın, eşyanın (a'yân) vasfı olduğunu zanneden fakih birinin
sözü olup, bu kişi, tıpkı bir şeyin hem hadis hem kadîm olmasının imkansız
olması gibi, nebizin de hem helal hem haram olmasının imkansız olduğunu
söylüyor; daha, hükmün, a'yâna değil, mükelleflerin fiillerine ilişkin bir
hitap olduğunu ve Zeyd'e helal olan bir şeyin Amr'a haram olmasının çelişme
olmadığını bilmiyor; msl. nikahlı kan, kocaya helaldir, başkasına haramdır;
meyte zarurette kalan (muztarr) için mubahtır, muztar olmayan için haramdır;
namaz, temiz kadına vaciptir, hayızlı kadına haramdır. Çelişki, ancak, helallik
ve haramlığın, bir durumda, bir şahıs için, bir fiilde ve bir yönden bir araya
gelmesi durumunda olur. Sayı birden fazla (teaddüd) ise ve bu cümleden
olanlardan birine ayrışım varsa, tenakuz olmaz. Nitekim, gasbedilmiş evde
kılınan namazın, bir şahıs için ve bir durumda hem haram hem tâat (kurbe) olduğunu
söyleyebiliriz; fakat, haramlık ve tâat farklı yönlerdendir. Demek oluyor ki
durumların farklılığı, tenakuzu ortadan kaldırmaktadır. Durumların, hayız ve
temizlik, yolculuk ve ikamet, ilim ve cehalet veya zannı galib'e göre
değişiklik göstermesi arasında hiç bir fark yoktur. Abdestsiz kişi, eğer
abdestsiz olduğunu biliyorsa bu halde namaz kılması haramdır; eğer abdestsiz
olduğunu bilmiyorsa vaciptir. Şayet Sâri1, 'Deniz yolculuğuna çıkmak, salimen varacağına
zann-ı galip getiren kişi için helal; helak olacağına zannı galip getiren
kişiye ise haramdır' dese, ve korkağın zannına helak, cesurun zannına ise
selamet galip gelse, ikisinin durumu birbirinden farklı olduğu için, bu
yolculuğa çıkmak korkağa haram, cesur İçin helal olur. Aynı şekilde şayet
Sâri', açıkça, 'Kim, nebizin şaraba daha çok benzediğine zannı galip getirirse,
ben nebizi ona haram kılmışımdır; kim de nebizin mubahlara daha çok
benzediğine kanaat getirirse, ona da nebizi helal kılmı-şımdır' dese, bu söz
çelişik olmaz. Bİzİm görüşümüze göre, [II, 368] şayet bunu Sâri1 söylemiş olsa,
bu söz çelişik ve imkansız olmaz. Hasmın görüşüne göre ise, bunu Sâri söylemiş
bile olsa, imkansızdır. Bu söz, tıpkı, ben sani hakkında delil olmayan bir şeyi
bulmakla mükellef tuttum veya Ben seni, hakkında deül bulunan bir şeyle
mükellef tuttum; fakat, sen bunu gücün yettiği halde terkedecek olursan,
günahkar olmazsın demek gibi olur. Birinci söz, muhal'in teklifi olması
yönünden; ikinci söz ise, emrin tanımıyla çelişmesi yönünden imkansızdır; zira
emrin tanımı, terkedenin asi olduğu şey şeklindedir.
2. Cevap:
Diyebiliriz ki; biz,
helallik ve haramlığın, a'yanın vasfı olduğunu teslim etsek bile, bu durumda
yine çelişki olmaz; zira bu vasıflar, izafi vasıflardan olur. Buna göre, msl.
bir insanın, iki ayrı şahıs açısından, aynı anda hem baba hem oğul olmasında;
yine bir şeyin, İki ayn kişi açısından, hem bilinen hem bilinmeyen olmasında;
yine bir kadının, iki ayrı kişi açısından hem helal hem haram olmasında, msl.
nikahlı eş, kocaya helaldir, başkasına haramdır; yine meyte'nin muztarr için
mubah, muztar olmayan için haram olmasında bir çelişki yoktur.
3. cevap:
Asıl, çelişki, hasmın
terki bindedir. Şöyle ki; Merîsi gibi saçmalamayan bütün muhassıl alimler, müctehidin,
içtihadının ulaştığı sonuca göre amel etmesinin vacip olduğunda ve terketmekle
asi olacağında hemfikirdir. Buna göre, kıble hususunda içti had eden iki
müctehidden her birinin, sonuçta, diğerinin yönelmesi haram olan bir yöne
yönelmesi vacip olmaktadır; çünkü, burada, kimin hata, kimin isabet ettiği
belli değildir; dolayısıyla, bu iki müctehidden her biri, diğerinin amel
ettiğinin zıttıyla amel etmek durumundadır.
2. gerekçe:
Derler ki: Eğer, sizin, 'bu
görüş, şayet Sâri' bunu açıkça bıldirmişse, bizatihi imkansız değildir'
şeklindeki sözünüzü teslim etsek bile, bu anlayış, bazı biçimlerinde imkansıza
götürmektedir ve imkansıza götüren şey de imkansızdır. Bu gorüşün, İmkansıza
götürmesi ise, kendi nezdinde iki delilin birbirine karşı direttiği müctehid
hakkında söz konusu olmaktadır. Size göre bu müctehid, bir durumda, bir şey ile
onun çelişiği (nakîz) arasında muhayyer kalır. Olayın sahibi açısından ise,
msl. müctehid bir erkek, müctehid bir kadını nikahlasa, sonra bu kadına sen
bâin'sin dese, müctehid koca, şâfıî mezhebine mensup olup, bu durumda rec'ati
caiz gördüğünden, kadına dönse; müctehid kadın ise hanefî olup, kinayeli
lafızların da, ismet ve rec'ati kaldıracağı görüşünde olsa, böylesi bir
durumda, koca cinsel ilişki yoluyla rec'at yapma hakkına sahiptir, kadının
ise, kocanın bu yetkisine rağmen, cinsel ilişkiye girmekten kaçınması vaciptir.
Aynı şekilde, bir kadını birisi veli ile, bir diğeri velisiz olarak nikahlasa,
bu iki görüş de gerçek olacağına göre, kadın her iki kocaya da helal olur ki bu
imkansızdır. Bu yaklaşımın, birinci şüpheyi desteklemek için kullanılması da
mümkündür. -İtiraz, olayın iki ayn şahıs açısından düşünülmesi ve bir çelişme
bulunmadığına dair sözlerimizedir. Onlar bunu bir tek şahıs hakkında takrir
edebilmek hususunda zorlama gerekçelere (tekellüf) başvurmuşlardır-.
Bu gerekçeye bir kaç
yönden cevap verilebilir ki öz itibariyle şudur:
Bu meselelerde bir
problem ve imkansızlık yoktur; mevcut işkal ise kendilerinin aleyhine dönmekte
ve bu işkal yalnızca bu görüşe has kalmamaktadır. Müctehid nezdinde iki
delilin tearuz etmesi durumuyla ilgili olarak bizim iki görüşümüz vardır;
a) Bu
meseledeki, bizim de benimsediğimiz, birinci görüş şudur: Bu durumda müctehid,
çekimser kalır (tevakkuf) ve başka bir yerden delil araştırır; çünkü müctehid,
zann-ı galib'e ittiba etmekle emrolunmuştur; halbuki burada henüz zannı galip
yoktur. Bu noktada bizim de diyeceğimiz sizinki gibidir. Çünkü, her ne kadar bu
delillerden birisi sizi göre hak ise de, ona ulaşmak oldukça zordur ve bu durum
işkal unsurunu ortadan kaldırır.
b) ikinci
görüş ise, müctehidin bu durumda, iki delilden dilediği biriyle amel hususunda
muhayyer kalmasıdır. Biz bu meseleyi, müstakil olarak ele alıp, bo- [n, 369]
yutlannı belirtmeye çalışacağız.
ikincisine gelince, bizim
bu konudaki görüşümüz de sizinki gibidir. İsabet eden, sizin görüşünüze göre,
her ne kadar tek ise de, hangisinin hata ettiği hangisinin isabet ettiği belli
değildir ve hata eden müctehid de, kendisinin hata etmiş olduğunu bilmediği
için, kendi içtihadının gereğine göre davranmak durumundadır; zira bu
müctehid, diğerinden temeyyüz edememektedir. Böylece bunlar, müctehid karının,
cinsel ilişkiye imkan vermemesinin vacip olduğunu; kocanın da, taleb etmesinin
mubah olduğunu söylemişlerdir ki, eğer bu imkansızsa kendileri de imkansız bir
görüş ileri sürmüş olurlar. Onlar bunun imkansız olduğunu söyleyeceklerdir ki,
bu da bizim ikinci cevabımız olup izahı şöyledir; kanya, cinsel ilişkiye imkan
vermemesinin vacip kılınması, cinsel ilişki talebinin koca için mubah
kılınmasıyla, hatta vacip kılınmasıyla çelişmez. Aksine, efendinin, iki
köleşinden birine, 'sana öbür kölenin atı üzerindeki müştemilatı (seleb) vacip
kıldım1 deyip, öbür köleye de 'sana da, buna imkan vermemeyi vacip kıldım'
demesi, ardından da, ilk köleye 'eğer bu selebi almazsan seni
cezalandıracağım'; diğerine de 'eğer selebe sahip çıkamazsan seni
cezalandıracağım' demesi mümkündür. Aynı şekilde, velisi olduğu çocuğun malım
başka bir çocuğun telef ettiğini iki adil kişinin haber vermesi durumunda,
velinin bu malın tazmin (ğarâme) talebinde bulunması vaciptir. Diğer taraftan,
malı telef ettiği söylenen çocuğun velisinin de, eğer telef işini yapanın
başka bir çocuk olduğunu gözleriyle görmüşse veya velisi bulunduğu çocuğun
telef ettiğini haber veren iki şahidin yalan söylediğini biliyorsa, bu
tazminatı ödememesi ve tazmin talebini def etmesi vaciptir. Böylece, kendi
kanaatinin gereği olarak, iki veliden birisinin talepte bulunması, diğerinin bu
talebi savuşturması vacip olmaktadır. Aslında bu sorunun, içtihadı inkar eden,
Ta'lîmiyye ve diğer gruplardan gelmesi uygun düşerdi; zira bunlar, bir çeşit
çelişkiye götürmesi sebebiyle içtihadın temelden batı! olduğunu söylemektedirler.
Bunun cevabı, yukarıda verdiğimiz bilgilerin içerisinde mevcuttur. Ayrıca, bu
görüşe, içinden çıkamayacağı bir şekilde mukabele ederek şunları
söyleyebiliriz: Zannî olan şeyler inkar edilse bile kat'î olanlar inkar
edilemez, insanın, kendi kendinin helakine veya başka birinin helakine
çalışması, kesin delillerle haramdır. îki şahıs, sadece birini ölümden
kurtarmaya yetebilecek bir miktardaki meyte'ye ihtiyaç duysalar; yani bunu
paylaşsalar ikisi birden ölecek; hiç biri almasa yine ikisi birden Ölecek;
birisi alsa, diğeri ölecek; birisi diğerinin almasına izin verse, kendi
helakine yol açmış olacak; bu durumda yapılması gereken nedir? Bu soruya hangi
cevabı verirse versin, çelişik olacaktır ve çıkış yolu bulamayacaktır. Eğer,
iki kişiden her birinin alması vaciptir dese, bu durumda, birine almayı,
diğerine def etmeyi (savunmayı) vacip kılmış olacaktır; almamaları vaciptir
dese, bu defa, ikisinin birden ölümüne yol açmış olacaktır; alma işini
İkisinden birine tahsis etse, bu keyfi bir hüküm olur; ikisinin de almak veya
ter-ketmek arasında muhayyer olduğunu söylese, yine, birine almaya, diğerini
vermemeye musallat etmiş olur; çünkü birinin almayı, diğerinin vermemeyi
tercih etmesi mümkündür. Bu da, kendi iddialarına göre, çelişiktir; artık ne
diyebileceklerdir! Bizce, bu durumlarda, tercihe şayan olan görüş, her birini
muhayyer bırakmaktır; çünkü, almak, ancak, başka birinin helakine yol açmadığı
zaman vacip olabilir; terk ve başkasını kendine tercih etmek de yine, kendi
helakine yol açmadığı zaman vacip olabilir; bu iki durum tearuz ettiğine göre,
her ikisi de muhayyer olur. Ayrıca, tearuz etmiş iki beyyine gibi, aralarında
kur'a çekilmesi de muhtemeldir.
İkinci meseleye gelince; koca ile kan arasında bir anlaşmazlık
çıktığında, ihtimal dahilinde olan iki husus vardır; birincisi, anlaşmazlığı
beldenin hakimine götürmektir; eğer hakim rec'atin sübutuna hüküm verirse
hakimin içtihadını, ko-[II, 370] canın ve karının kendi ictihadlarına takdim
etmek lazım gelir ve kan ve kocanın, bu durumda kendi ictihadlarına muhalefet
etmeleri helal olur; zira, anlaşmazlık-lann kal din İması zarureti sebebiyle,
hakimin içtihadı, ikisinin içtihadından daha evladır. Eğer hakime götürme
imkanından mahrum iseler, bu durumda bir âlimin hakemliğine başvurmaları
gerekir ve alim aralarında hüküm verir. Bu alimin verdiği hükmü kabul etmezlerse,
ikisi de günah işlemiş ve isyan etmiş olurlar. Bunların hepsi de, fıkhî
ihtimallerdir, ikincisi de, çekişmelerine (temamı') önem verilmeksizin,
bunların münazaa üzerinde bırakılmalarıdır; bu da, iki zıt (nakîz) şeyi, iki
ayrı şahıs hakkında teklif etmek olup, çelişki söz konusu olmaz.
Üçüncü meseleye -ki bu, velisiz olarak nikahlanmış olan bir kadının,
başka birine veli ile nİkahlanmasıdır- ilişkin olarak şunları söyleyebiliriz:
Eğer velisiz olarak yapılan nikah, velisiz yapılan nikahın sıhhatine kanaat
getiren bir hanefi-den sadır olmuşsa, bu nikah kendisi hakkında sahihtir ve
bundan sonra yapılan İkinci nikah kesin olarak batıldır; çünkü kadın, birinci
adamın karısı olmuştur. Eğer hanefi, bu nikahı, kendi İçtihadıyla akdetmiş ve
buna bir de hanefi yargısı eklenmişse, bu daha da kuvvetlidir. Eğer hanefi,
mukallid İse, nikah yine kendisi hakkında sahihtir. Eğer bu nikah, bu konudaki
kanaatine aykırı olarak bir şâfiiden sadır olmuşsa, iki durum söz konusudur;
birincisi, bu nikahın kesinlikle batıl olmasıdır; çünkü biz, böyle bir nikahı,
ancak, gerek taklid gerekse ictihad yoluyla, bu nikahın sahihliğine kanaat
getiren birisi için doğru kabul edebiliriz; çünkü bu kişi, kanaatine göre
davranmış olacağından kendisi için günah ve isyan söz konusu değildir. Halbuki,
bu nikahı akdeden şafii, kendi kanaatine aykırı davranmış olduğundan, isyan ve
günah işlemiştir, ikincisi ise, 'boşamadıkça veya bir hakim bu nikahın
butlanına hüküm vermedikçe, bu kadın başkası için helal olmaz; çünkü, bir
hanefi hakimin bu nikahın sahihliğini hükme bağlaması mümkündür ve bu suretle
de, bu hükmü nakz etmenin yolu da kapanmış olur. Bu hükmün nakzedil meşinden
önce ise, artık, başka bir nikah ktyılamaz' denilmesidir.
Alimler şu noktada ihtilaf etmişlerdir; bir hanefi, bir şafıi lehine
komşuluk şuf asına veya velisiz nikahın sahihliğine hüküm verse, bu hüküm, söz
konusu işlerin bâtın'da da helal kılınmasına etki eder mi?
Ebû Hanîfe, aşın giderek, hakimin hakkında fesih ve akid yetkisi
bulunan hususlarda, yalancı şahitlerin şahitliği ile verilen hükmün, hükmü
bâtınen de değiştireceğini söylemiştir. Kimileri de başka bir aşırılık
sergileyerek, yargının (kaza) hiç bir şeyi helal kılamayacağmı; tam tersine,
verilen yargı kararı, ictihadi konularda bile olsa, hakkında hüküm verilen
konunun yargıdan önceki hükmü ne ise o şekilde kalacağım söylemişlerdir.
Kimileri de, yargı kararının, ictihadi konularda etki edeceğini ve hükmü
bâtınen değiştireceğini, Ebû Hanîfe'nin değiştirir dediği yukarıdaki konuda
ise, değiştiremeyeceğini söylemişlerdir. Bunlar fıkhî ihtimaller olup, hiç
birisi de imkansız değildir. Dolayısıyla bizim bunlardan dilediğimiz birisini
tercih etmemiz çelişkili olmaz. Zaten usûl'de, bu fıkhî ihtimallerden birisini
tashih etmemiz de gerekmez; bunlar, muhtemel zanlar olup, bu görüşleri ileri
süren müctehidler, bu görüşlerinde isabet etmişlerdir. Üçüncü gerekçe:
Üçüncü gerekçeleri, 'Şayet sizin söyledikleriniz caiz olsa, kıble ve
iki kap konusunda ictihad edip, farklı sonuçlara ulaşan iki müctehidin,
birbirlerinin icti-hadlarına iktida etmeleri de caiz olurdu; çünkü, bunlardan
her birinin kıldığı namaz sahihtir; hal böyleyken, namazı sahih olan birine
niçin iktida edilemiyor. Aynı şekilde, şafiinin, bir hanefiye, namazda fatiha
okumayı terketmesi durumunda, iktida etmesinin de sahih olması gerekir; çünkü
hanefi, namazı ictihad üzere bina ettiğinden namazı sahihtir. Ümmel'in, bu
iktidanın fasit olduğunda ittifak etmiş olması, gerçeğin tek olduğunu
göstermektedir' diyerek delalet yoluna tutunmaktır.
Cevap:
Bir kere böyle bir ittifakın bulunduğu kabul edilemez. Nitekim kimi
alimler, mezheplerin farklılığına rağmen iktidayı caiz görmüşlerdir ve bu
anlaşılabilir bir durumdur; çünkü, her namaz kılan kendisi için kılmaktadır ve
ancak namazda olan birine iktida etmesi gerekmektedir; imamın namazının batıl
olduğu ise kesin [II, 371] değildir; öyleyse iktida nasıl imkansız görülebilir!
Hatta imamın cünüp olduğu ortaya çıksa bile, belki de namazın kaza edilmesi
bile gerekmeyecektir.
Sizin söylediklerinizi kabul etsek bile, şöyle deriz: Ancak, namazı
muktedi hakkında sahih olan birine iktida edilebilir; muktedi ise, 'imamın
namazı kendisi hakkında sahihtir; çünkü bu namaz kendi kanaati uyarıncadır;
benim hakkımda ise, fasittir; çünkü benim kanaatime aykırıdır' diyebilir ve
böylece de, bu namazın sahih olmasının, müctehide has olan tüm konularda
etkisi ortaya çıkmış olur. Kendi kanaatine muhalefet etmesine ilişkin olan
şeyler ise, batıl menzilesine indirgenir, tktida, iktida edene ilişkindir. Bu
kişinin kıldığı namaz, her ne kadar başkaları bu namazın başkaları hakkında
sahih olabileceğine kanaat getiriyorsa da, kendisi hakkında da fasit olduğuna
kanaat getiren birinin iktida etmesi için uygun değildir. Şöyle ki; imam,
fatiha okumamış bile olsa, kıldığı namazın, ittifakla, sahih olma ihtimali
vardır. Zaten Şafiî, bunun kesinlikle hata olduğunu söylememiştir. Öyleyse,
kıldığı namazın sahih olması ve batıl olması mümkün olan birine iktida etmek
niçin fasid olsun! Kaldı ki, her imamın namazının, muk-tedinin bilmediği bir
hades veya necaset sebebiyle fasid olması muhtemeldir ve muktedinin namazı
böyle bir ihtimal yüzünden batıl olmaz. Bunun (butlanın), bir tek sebebi vardır
ki o da, bu namazın kendi kanaatine göre ve içtihadı gereğince batıl olmasıdır.
Yine deriz ki: Bu namaz, kendi kanaatinin gereğince, uyduğu imam hakkında
değil, kendisi hakkında batıldır ve bu namazın kendisi hakkında batıl olması, o
imama iktida etmesinin butlanı için yeterlidir.
Dördüncü gerekçe:
Derler ki: Eğer müctehidlerin tasvîb'i (isabet ettikleri) sahih ise, bu
takdirde, furu konulanndaki münazara defterini dürmek gerekir; çünkü,
münazaranın amacı, hasmı kendi görüşünden intikal etmeye çağırmaktır. Her
müctehid musîb olduğuna göre, münazaracı, hasmını görüşünden vazgeçmeye
çağırmayacak; aksine, ona 'senin bu kanaatin gerçektir, ondan ayrılma. Zaten
benim görüşümün se-nİnkinden bir üstünlüğü yok' demesi uygun olacaktır. Halbuki
münazara, bazan vacib, bazan mendub bazan da -böyle (vacip veya mendup)
olmamakla birlikte-yararlı olur. Her müctehidin isabet ettiği söylenince artık,
bunların hiçbirisine gerek kalmaz.
Cevap:
Biz, bazı zayıf fakihlerin, isabet eden müctehidin tek olduğunu
zannetmeleri, hatta, bunun da kendileri olduğuna ve hasmın belirgin bir biçimde
hatalı olduğuna kanaat getirmeleri yüzünden, hasmı görüşünden İntikale
çağırmak amacıyla münazara yaptıklarını inkar etmiyoruz. Muhassıl fakihler ise,
füru konularında bu amaçla münazara yapmazlar; aksine onlar, münazaranın, iki
amaç sebebiyle vacib ve altı amaç sebebiyle de müstehap olduğu kanaatindedirler,
Münazaranın vacip olduğu iki yer:
1) Mesele hakkında, nass veya nass anlamında bir şey türünden, kesin bir
delil ya da tartışılan konuda hükmün menatım tahkik hususunda, kesin bir aklî
delil bulunabilir. Bu delile rastlanınca, artık zann ve ictihad imkansız olur.
İşte bu delili bulan kişinin, mübahase ve münazara yapması gerekir; ta ki,
gözden kaçırmak sebebiyle günahkar ve asi olunan kesin delilin mevcut olup
olmadığı açığa çıkabilsin.
2) Müctehid katında iki delil tearuz edebilir ve tercih yapmakta zorlanabilir.
Bu durumda, tercih yapmasına yardımcı olması için mübahase yapar. Biz, her ne
kadar bir görüşe göre, müctehidin bu durumda muhayyer olacağını söylemişsek de,
muhayyerlik, ancak, tercih talebinden ümit kesildiği zaman olur. Ümit kesme
ise, ancak, bir çok mübahaseden sonra gerçekleşebilir.
Münazaranın mendub olduğu yerler:
1) Hasmın, savunduğu görüşte inatçı olduğuna; aslında bu görüşe kanaat getirmediğine,
sırf inat ve hased olsun diye muhalefet ettiğine kanaat getirildiği durumda,
bunlardan su-i zann masiyetini gidermek ve kendisinin söylediği şeyin ictihad
ve kanaat (itikat) kaynaklı olduğunu açıklamak için münazara yapılır. [ü, 372]
2) Hataya ve kesin bir delile aykırı davranmaya nisbet edilen kişi,
kendisini hataya nisbet eden kişilerin bilmeden konuştuklarını (cehl) bilir ve
bu durumda, tıpkı birincide töhmet masiyetini gidermek için münazara yaptığı
gibi, burada da, onların bu bilgisizliğini gidermek İçin onlarla münazara
yapar.
3) Kendi ictihad metoduna hasmın dikkatini çekmek için münazara yapar ki,
hasmın benimsediği metodunun bozukluğu anlaşılırsa, duraksamasın ve muhayyer
kalmasın ve metodunun fasidliğini anlayınca ve kanaati değişince, daha tutarlı
olan kendi metoduna dönsün.
4) Münazaracı, kendi mezhebinin daha ağır ve daha meşakkatli olduğuna,
buna bağlı olarak da, kendi mezhebinin daha üstün ve daha sevaptı olduğuna kanaat
getirip, hasmı, İyi olandan alıp, daha iyi olana; hak olandan alıp, daha hak
olana çekmeye çalışır.
5) Münazara, dinleyicilerin ictihad yollan hakkında bilgi sahibi
olmalarını sağlar; içtihada adım atmalarını kolaylaştırır; onlan ictihad
mertebesine ulaşmaya teşvik eder ve yönlendirir. Dolayısıyla münazara, bir
bakıma, taatler hususumda yardımlaşma ve iyi amellere (kurbet) teşvik gibi
olur.
6) Mendup münazaranın en önemli sebebi olan altıncı sebep de, münazara
yapan taraflara, delil hususunda inceleme/araştırma yollarının daha kolay kullanılabilir
hale gelmesi biçiminde bir fayda sağlar. Böylece taraflar, zannî konulardan
daha yukarılara, yani doğrunun bir/tek olduğu usul konularına yükselirler. Bu
suretlede, münazara sayesinde, bir nevi zihin jimnastiği yapılmış, zihin
kes-kinleştirilmiş ve hakikatleri talep hususunda minnet/gayret takviye edilmiş
olur; tüm bunlar sayesinde de, eğer beldede bu farz-ı ayn'ı yerine getirecek
kimse yoksa ya da usul konularında şüphe vaki olmuşsa, farz-ı ayn olan
inceleme/araştırma yapılmış olur. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse, en
azından farz-ı kifâye yerine getirilmiş olur. Zira, her beldede, usuluddin
konularındaki problemleri açıklama kapasitesine sahip bir alimin bulunması
gereklidir. Vacib olan şeye, ancak kendisiyle ulaşılabilen şey de, eğer başka
bir yol yoksa, muayyen bir vaciptir. Eğer bu vacibi gerçekleştirmek için başka
bir yol daha varsa, yapılan iş, o vacibin seçeneklerinden (yollarından) birisi
olmuş olur. Bu münazara, bazı durumlarda, vacip olan münazara hükmünde olur.
tşte bunlar, hasmı, mezhebinden ayrılıp kendi mezhebine intikal etmeye
çağıran, hasımlarının da, kendi kanaatine göre amel etmelerinin vacipliğine ve
şayet kendi kanaatine aykırı davranacak olursa isyankar ve günahkar olacağına
fetva veren zayıf ve kendisini aldatan kişilerin değil, muhassıl alimlerin
münazaralarının faydalarıdır. Acaba Allanın aleminde bu zayıf kişilerin düşüncelerinden
daha açık bir tenakuz var mıdır!
Onların aklî gerekçeleri / şüpheleri bunlardır. Şimdi, naklî
gerekçelerini görelim.[14]
Onların naklî gerekçeleri de beş tanedir.
1. gerekçe:
"Davud ve Süleyman, bir kavmin koyunlarının çiğnediği ekin
hakkında hüküm veriryorlardı ve biz de onların bu hükümlerine şahit idik. Her
ikisine de hüküm ve ilim vermiş olmakla birlikte, biz o hükmü Süleyman'a anlattık"
{Enbiyâ, 21/78-79}.
Onlar bu ayeti gerekçe göstererek, doğrunun kaynağını (müdreku'I-hakk)
özellikle ve sadece Süleyman'ın bildiğine ve gerçeğin de tek olduğuna delalet
ettiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu iddiaya üç yönden cevap verilebilir:
a) Davud ve Süleyman'ın ictihad ile hüküm verdikleri nereden bilinmektedir!
Kimi alimler, peygamberlerin ictihad etmesinin aklen, kimileri de sem'an imkansız
olduğunu söylemişlerdir. Peygamberlerin ictihad etmesini caiz görenler ise,
onların hata etmesinin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durumda,
Davud'a, hata nisbet edilemez; Davud'un verdiği hükmün ictihad kaynaklı olduğu
da bilinmemektedir.
b) Ayet, onların görüşlerinin aksine daha fazla delalet etmektedir. Zira
ayette 'Biz ikisine de hüküm ve ilim verdik' denilmektedir. Batıl ve hata ise,
hüküm ve ilim değil, zulüm ve cehalettir. Allahın hükmüne aykırı hüküm, Allahın
hükmü olarak vasıflanamayacağı gibi, Allahın verdiği hüküm ve ilim olarak da
vasıfla-namaz; hele hele bu söz övgü makamında söylenmişken. [II, 373]
Bu noktada bize, ayetteki 'Biz onu Süleyman'a anlattık' sözünün anlamı
nedir? diye sorulacak olursa deriz ki; Davud'a hata nisbet etmenin doğru
olmadığını ortaya koyduktan sonra buna cevap vermemize gerek yoktur.
c) Üçüncü cevap tevile başvurmaktır. Şöyle ki; Davud ve Süleyman'a, kendi
ictihadlarıyla hüküm verme izni verilmiş; onlar da kendi ictihadlanyla hüküm
vermişlerdir ve her ikisinin de hükmü doğrudur. Daha sonravahiy, Süleyman'ın
içtihadı uyarınca inmiştir. Bu durumda Süleyman'ın verdiği hüküm, Süleyman'a
aksi istikamette bir vahiy inmesi sebebiyle taayyün etmiş gerçek hüküm haline
gelmiştir. Şu kadar ki, vahiy Süleyman'a İndiği için, hüküm ona izafe
edilmiştir. Halbuki hüküm aslında vahye istinad etmektedir. Nitekim
müfessirler, Süleyman'ın, koyunların, tam bir yıl, sütünden, neslinden ve yününden
istifade etmek üzere ekin sahibine teslim edilmesi şeklinde hüküm verdiğini
nakletmektedirler. Bu hüküm ancak, koyunlardan bir sene zarfında elde edilecek
ürünün, ekin sahibinin zarar ve ziyanını karşılayacağı bilindiği takdirde,
doğru ve adil olabilir. Bunu ise sadece allâmu'l-ğuyûb olan Allah bilebilir,
yoksa ki bu husus ictihad yoluyla bilinemez.
2. gerekçe/şüphe:
'içlerinden İstinbata ehil olanlar bunu bilirlerdi' (Nisa, 4/83}
ayetiyle 'Bunun tevilini sadece Allah ve ilimde rüsuh sahibi olanlar bilirler'
{Al-i Imrân, 3/7} ayetidir. Bu iki ayet, inceleme/araştırma alanında gerçeğin
tek olduğuna ve istinbata ehil olanların bu gerçeği kavrayabileceklerine
delalet etmektedir.
Bu
gerekçe de iki yönden fasittir:
a) Belki de Allah bu ayetlerle, gerçeğin tek olduğu konulardaki, yani
akliy-yat ve kesin sem'iyyat konulanndaki gerçeği kastetmiştir. Çünkü bu
konulardan bazıları, müstenbat nazari kesin bir yolla bilinmektedir.
b) Bu ayetlerde alimlerden bir kısmının tahsis edilmesi sözkonusu
değildir. Her alimin araştırma/incelemesinin ulaştığı sonuç, kendisinin
istinbatt ve tevili olup, istinbat edilmiş bir gerçek ve Allahın avama değil
alimlere izin verdiği bir tevildir. Alimlerin inceleme/araştırma ve tevil
yoluyİa ulaştıkları gerçek de avam hakkındaki gerçek sayılmıştır. Burada
alimlerin bir kısmının hata etmiş olması durumu söz konusu değildir.
3. gerekçe/şüphe:
Hz. Peygamber'in 'Hakim ictihad ettiğinde isabet ederse iki ecir, hata
ederse bir ecir alır' sözü, ictihadda isabet ve hatanın bulunduğunu göstermektedir.
Halbuki siz, ictihadda hatanın imkansız olduğunu iddia ediyorsunuz.
Bu gerekçeye iki yönden cevap verilebilir:
a) Bu hadis, her müctehîdin İsabet ettiği konusunda kesin delildir. Zira
ictihad eden herkes ecir almaktadır. Eğer her müctehid isabet etmiş olmasaydı,
Allah Teâlâ'nın hükmüne aykırı hüküm veren hatalı, ecire nasıl hak
kazanacaktı.
b) Biz, hatanın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izafetle değil de,
amacına (matlubuna) İzafetle kullanılabileceğini inkar etmiyoruz. Hakim, malı,
hak sahibine iade etmeyi talep etmektedir; bunda hata etmesi mümkündür. Bu durumda
hakim talep ettiği husus açısından hata etmiş, Allahın kendisi hakkındaki hükmü
açısından, yani şahitlerin doğru sözlülüğü yönündeki kanaatine İttiba açısından,
isabet etmiştir. Aynı şekilde, kıble hususunda ictihad eden kişinin de hata
ettiği söylenebilir ki, bu, kıble konusunda ictihad eden kişinin talep ettiği
şeyde yani kıbleyi tutturma hususunda hata ettiği anlamına gelir. Bu kişinin,
amaçladığı şeye ulaşması vacip değildir; tam tersine ona vacip olan, talep
etliği şeyin bulunduğunu zannettiği bir tarafa yönelmektir.
Denirse ki:
Mademki, hata ve isabet arasında fark yoktur, daha doğrusu hata yoktur;
ne diye isabet edene iki ecir verilmektedir. Halbuki her ikisi de gerek teklif
gerekse mükellef oldukları şeyi yerine getirme hususunda eşittirler.
Deriz ki:
Bu Allahın kazası, kaderi ve iradesi yüzündendir. Şayet Allah hata eden
için
iki ecir takdir etmiş olsaydı, hata eden iki ecir alırdı. Allah, İki
işin daha hafif
olanına daha fazla ecir verebilir; çünkü bu Allah'ın bir lütfudur. Öte
yandan, bun-
[II, 374] daki diğer bir sebep de şudur; isabet eden müctehid, üzerine
düşeni yapmış ve,
nass
kendisine ulaştığı için nass ile hüküm vermiştir. Diğeri ise yine üzerine
düşeni yapmış, fakat nass kendisine ulaşmadığı için nass ile hüküm vermekten
mahrum olmuştur. Bu nassa ulaşmaktan aciz olması sebebiyle nassa isabet etmekle
mükellef olmamış, buna bağlı olarak da bu mükellefiyetin ve nassa imtisal
etmenin faziletini kaçırmıştır. Bu durum, hakkında nass bulunan her meselede ve
cinayet diyetleri (urûşu'l-cinâyât), yakınlara verilecek yeterli miktardaki
nafakanın takdiri gibi, hükmün men atını tahkike ilişkin tüm ictihadlarda söz
konusu olabilir. Tüm bu konularda, her ne kadar müetehid isabet etmekle
mükellef değilse de, Allah katında muayyen bir hakikat vardır. Aynı şekilde bu
durum, her mesele hakkında muayyen bir hüküm ve Allah katındakine daha benzer
(eşbeh) hüküm bulunduğunu söyleyenlere göre, -ki bu anlayışın fesadına aşağıda
işaret edilecektir-, hakkında nass bulunmayan meselelerde de geçerlidir.
4. gerekçe/şüphe:
"Ayrılığa düşmeyin; Allanın size olan nimetini hatırlayın"
{Al-i îmran, 3/103}; "Çekişmeyin zayıf düşersiniz" fEnfâl, 8/46};
"Ayrılığa düşen ve ihtilaf edenler gibi olmayın" {Al-i îmran,
3/105}; "Rabbinin merhamet ettikleri dışındakiler, sürekli olarak ihtilaf
ederler" {Hûd, 11/118} ayetleri yanında, ülfet ve uyumluluğun teşvik
edilmesi hususunda ve ayrılığın yasaklanması hususunda icmâ vardır. Tüm
bunlar, gerçeğin tek olduğuna delalet etmektedir. Sizin mezhebiniz ise, Allanın
dininin değişik (muhtelif) olduğu yönündedir. Şayet, Allah'tan başka birinin
katından gelmiş olsaydı, bunda bir çok ihtilaf bulurlardı.
Buna bir kaç yönden cevap verilebir:
a) Hükmün, bilgi, cehalet ve zann hususundaki hallerin değişmesiyle değişmesi,
tıpkı, hükmün, yolculuk (sefer) ve ikamet, hayız ve temizlik, hürriyet ve
kölelik, ıztırar ve ihtiyar sebebiyle değişmesi gibidir.
b) Ümmet, ietihad hususunda farklı sonuçlara ulaşan kişilerden her
birinin, kendi içtihadına göre hüküm vermesinin gerekli olduğu konusunda icmâ
etmiştir. Halbuki bunlardan her birinin içtihadı bir diğerininkine aykırıdır.
Farklı sonuçlara ulaşan kişilerin, kendi görüşlerine ittiba etmekle
emrolunması, ihtilafı emretmek anlamına gelir. Burada söz konusu olan problem,
kendi aleyhinize dönmektedir. Zaten bu sorunun, içtihadı kökten inkar edenler
tarafından yöneltilmesi anlamlıdır.
c) Bu cevap aynı zamanda, içtihadı kökten inkar edenlere karşı da bir
cevaptır. Şöyle ki: Şayet durum, onların zikrettikleri gibi olsaydı (yani
ihtilaf caiz gö-rülmeseydi), kıble Allah katında bir olmakla birlikte, kıble
konusunda ietihad eden kişilerin, farklı yönlere yönelmeleri de caiz olmazdı;
yine, değişik keffaret-ler hususunda, kiminin köle azat etmesi, kiminin oruç
tutması da caiz olmazdı; yine, ancak bir kişinin ölümden kurtulmasına yetecek
miktarda meyte etini yeme zaruretinde kalan kişilerin kur'a çekmeleri de caiz
olmazdı; yine, cinayetlerin diyetleri (erş), nafakaların miktarları, harp
maslahatları hususunda ve hükmün menatını tahkik olarak adlandırdığımız tüm
hususlarda ictihad etmek de caiz olmazdı. Halbuki bunların hepsi de dinde
zaruri olan şeylerdir. Bizim kasdımız, yasaklanan ihtilaf değildir. Yasaklanan
ihtilaf, usuluddin konusundaki ihtilaf ile valilere ve imamlara karşı yapılan
ihtilaftır.
5. gerekçe/şüphe:
Derler ki: Siz ictihadda hata yolunu kapatıyorsunuz. Halbuki sahabe,
hatadan sakınma konusunda icmâ etmiştir. Hatta Ebu Bekr, 'Ben kelâle konusunda
kendi reyimi söylüyorum; eğer doğru ise Allah'tan, yanlış ise şeytandandır' demiş;
Ali de, Ömer'e 'Eğer İctihad etmezlerse, hakkı gizlemiş (veya yanıltmış)
olurlar; eğer İctihad ederlerse hataya düşmüş olurlar. Günah meselesine
gelince, ümit ederim ki senin için bunda bir günah söz konusu değildir. Ancak,
diyet ödemen gerekir' demiştir. Yine Ebu Musa el-Eş'arî, Ömer adına mektup
yazarken, 'Bu, Allanın Ömere gösterdiğidir' diye başlayınca Ömer, 'Bu ifadeyi
sil, onun yerine Bu Ömerİn görüşüdür diye yaz; eğer bu görüş yanlış olursa,
Ömerin yanlışı [II, 375] olsun' demiştir. Yine Ömer mehrin aşırı ölçüde
artırmayı yasaklarken, (Nisa, 4/20) ayette söz konusu edilen kınları
hatırlatarak kendisine karşı çıkan kadın İçin 'Bir kadın İsabet etti, Ömer ise
hata etti' demiştir. İbn Mes'ûd, üzerinde bir ay kafa yorup ictihad ettikten
sonra mufavvida konusunda, 'Eğer yanlış ise benden ve şeytandandır' demiştir.
Cevap:
Biz, dört durumda hatanın söz konusu olabileceğini kabul ediyoruz;
içtihadın ehil olmayan birinden sadır olması; müetehidin
inceleme/araştırmasını tamamlamamış olması; yeri dışında ictihad etmesi, daha
doğrusu, hakkında kesin bir delil bulunan bir konuda ictihad etmesi;
içtihadında kesin bir delile muhalefet etmiş olması. Biz buna "Kıyasın
fasitliğini göstermek üzere öne sürülen şüpheler"} zikrederken işaret
etmiş ve orada kıyası zannî olarak değil kesin olarak iptal eden on durumdan
bahsetmiştik. Bunların hepsinde hata söz konusu olabilir. Ancak, eğer ictihad,
ehlinden sadır olmuşsa, kendi içinde tamamlanmış ise, yerinde yapılmışsa ve
kesin bir delile de aykırı değilse, artık bu durumda hata söz konusu olamaz.
Bununla birlikte, tıpkı, kıble konusunda ve hükmün menatını tahkik hususunda
olduğu gibi, gereken şeye izafetle değil de, talep edilen şeye İzafetle hata
sözcüğü kullanılabilir. Sahabenin hata sözcüğünü kullanmasına gelince, bu
kullanım şu sebeplere bağlanabilir:
a) Sahabe, İctihadda hatanın mümkün olduğu kanaatinde olup, ictihadda isabet
edenin tek olduğu görüşünü benimsemiş olabilir.
b) Kendi nefsi açısından, gözden
kaçırdığı kesin bir delile muhalefet ettiği endişesine kapılmış olabilir.
c) Henüz araştırma/incemesini tamamlamamış ve konunun hükmü hakkında tüm
gücünü harcamamış olabilir.
d) Kendisinin bu mesele hakkında içtihada ehil olmadığını düşünmüş olabilir.
e) Tüm bu hususlar hakkında kendisinden emin olduğu halde, bu sözleri,
sırf tevazu için ve Allah korkusu sebebiyle söylemiş olabilir. Nitekim
sahabiler, kendi imanlarından kuşku duymadıkları halde, sırf bu düşünceden
ötürü, İnşallah ben müminim' demişlerdir.
Öte yandan zikredilen bu sahabe sözlerinin hepsi de hüccet olamayacak
ve kendilerinde zikrettiğimiz ihtimallerin söz konusu olabileceği ahad
haberlerdir. Böylesi haberlerle, bizim zikrettiğimiz kesin burhanlar
savuşturulamaz.
Mesele: îctihadî konularda muayyen bir hükmün bulunmadığına dair görüş
tctihad edenlerden sadece birisinin İsabet ettiği görüşünde olanlar,
her meselede, araştırıcının kıblesi ve araştırmasının amacı olan muayyen bir
hükmün bulunduğunu ve müctehidin bunda isabet veya hata edebileceğini
söylemişlerdir. Ictihad eden herkesin doğruyu tutturduğunu savunanlar
(musavvibe) ise, bu noktada farklı görüşlere sahip olup, bazıları, her talibin
bir matlubu olacağı noktasından hareketle, her meselede muayyen bir hükmün
bulunduğunu kabul etmişlerdir. Şâfiînin sözlerinde buna işaret vardır. Bunlar
bu görüşlerini bazen 'müctehidin matlubu Allah katında eşbeh (daha benzer)
olandır; eşbeh ise Allah katında muayyendir' şeklinde ifade ederler. Bu müphem
sözün kapalılığını açacak olan burhan şudur: Meseleler, hakkında nass bulunan
meseleler ve hakkında nass bulunmayan meseleler olmak üzere ikiye ayrılır.
Hakkında nass bulunan meseleleri ele alacak olursak, nass, Şer' yönünden bir
bakıma kesin gibidir; şu kadar ki bu nass, müclehide ulaşmamışsa veya müctehid
buna rastlamamışsa ya da, ortada, şayet müctehid araştırmada kusur etmediği
takdirde bu nassın kolayca bulunmasına yarayacak kesin bir delil bulunmuyorsa,
-ki eğer bu özellikte bir nass varsa, bu nass müctehidin matlubu olup, onu
araştırması gerekir, eğer bulamamışsa kusurlu ve günahkar sayılır-, bu nass
müctehid hakkında bir hüküm olamaz. Ancak, tıpkı, muhabere meselesinde ve haber
ulaşmazdan evvel kıblenin değiştirilmesi hususunda olduğu gibi, eğer bu nassa
kolayca ulaşmayı sağlayacak kesin bir yol yoksa, bu hüküm, sadece nassın
ulaştığı kişiler hakkında hüküm olabilir, ulaşmayan kimseler hakkında değil.
Şu kadar ki, bu hüküm, henüz ulaşmadığı kişiler açısından hüküm olmaya da
adaydır. Yani bu hüküm bilfiil hüküm değil, bilkuv-ve hükümdür. Ne zaman ki bu
hüküm, onlara ulaştı veya artık bulamayanların [II, 375] günahkar olabileceği
bir biçimde ulaşılması kolay hale geldi, ancak o zaman hüküm olur.
Bu meseleler hakkında Allahın muayyen bir hükmü bulunduğunu söyleyip,
bununla, ulaşması durumunda mükellef hakkında hüküm olmak üzere konulmuş
olacağını, ulaşmadığı veya ulaşılması kolay hale gelmediği sürece bilfiil
değil, bîtkuvve hüküm olacağını kastedenler doğru söylemişlerdir. Bunun dışında
başka bir şey kastediyorlarsa bu sözleri batıldır.
Hakkında nass bulunmayan meselelere gelince; bu meselelerde bir hüküm
bulunmadığı bilinmektedir. Çünkü Allahın hükmü, Allanın hitabıdır; Allanın hitabı
da, ya peygamberden duymakla ya da peygamberin fiil veya sükutu gibi kesin bir
delilin delalet etmesiyle bilinir. Fiil veya sükut, bazı durumlarda, herhangi
bir sıyga işitilmesi olmaksızın Allahın hitabını bize gösterebilir. Ortada
duyulan veya deminki yollardan biriyle delalet edilen bir hitab yoksa, bu
konuda bir hüküm nasıl olabilir! Msl. Az miktarda alınan nebiz konusunda, eğer
bunun Allah katında haram olduğuna kanaat getirilmişse, bu haramlığın anlamı az
miktar nebiz konusunda 'Bunu içmeyin' denilmiş olmasıdır ki bu bir hitabdır.
Hİtab da, bir muhatabın bulunmasını gerektirir. Hitap yapılan kişiler de, ya
melekler, ya cinler ya da insanlardır. Elbetteki hitap yapılan kişilerin
mükellef olan insanlar olması gerekir. Bu konuda inmiş bir nass olmadığına
göre, bu insanlara bu hitap ne zaman gelmiştir! Demek ki bu konu mantukun bih
değil, meskutun anh'tir ve nutk-tan başka buna delalet edecek kesin bir delil
de yoktur. Öyleyse, tıpkı, bilineni olmayan bir bilgi, öldürüleni olmayan bir
öldürme olamayacağı gibi, muhatabı olmayan bir hitap da düşünülemez ve hitabı
duymayan ve bu hitabı kesin bir delille tanımayan kişinin muhatap olması
imkansızdır. Bu yönde zannî delillerin bulunduğu söylenecek olursa deriz ki;
biz emarelerin delil olarak olarak adlandırılmasının mecaz olduğunu
söylemiştik. Çünkü emareler, bizatihi zannı gerektirmezler; aksine, izafete
göre değişirler. Zeyd için zann ifade etmeyen şey, Amr için zann ifade
edebilir; Amr için bir hüküm ifade eden bir şey, Zeyd için bu hükmün zıddmı
ifade edebilir. Bunun Zeyd hakkındaki tesiri iki ayrı durumda değişiklik
gösterebilir. Böylece de bilgiye (marifet) giden bir yol olmaz. Şayet, bu bir
yol olsaydı, isabet etmeyince isyan edilmiş oturdu. Bu yanılgının sebebi, delil
isminin, mecazen, emareler için de kullanılması ve bunun hakiki delil
oldu-ğununun zannedilmesidir. Halbuki zann, nefsin bir şeye yönelmesi ve
resimleri güzel bulmak vs. gibi, maslahatları güzel bulmaktan ibarettir.
Tabiatı bir resmin güzelliğine uygun düşen kişi, o resme meyleder ve o resmin
güzel olduğunu söyler. Öte yandan bu resim başka birinin tabiatına uygun
düşmeyebilir ve bu resmin Çirkin olduğunu söyleyebilir. Kimi insanlara göre
esmer güzel, kimilerine göre ise çirkindir. Bunlar izafi şeyler olup, kendi
zatında bir hakikati yoktur. Birisi çıkıp da esmer Allah katında güzeldir ya
da esmer Allah katında çirkindir diyecek olursa, deriz ki; esmerin güzellik ve
çirkinliğinin Allah katında bir hakikati yoktur; tam tersine söz konusu olan
şey, esmerin kimi tabiatlara' uygun kimilerine aykırı düşmesidir. Esmerin Allah
katındaki durumu insanlar katındaki durumu gibidir. Öyleyse esmer, Zeyd'e göre
Allah katında güzel, Amr'a göre ise çirkindir. Çünkü esmerin güzelliğinin,
Zeydin tabiatine uygun oluştan ve çirkinliğinin de Amr'in tabiatine aykırı
oluştan başka bir anlamı yoktur, işte faziletli şeylere teşvik, atâ hususundaki
farklılık da, aynı şekilde Ömer'e göre güzel ve onun görüşüne uygundur. Aynı
şey Ebu Bekr'e uygun gelmemiştir; aksine Ebu Bekr'e göre güzel olan, dünyayı
bir yetinme (belâğ) kabul edip, itibar etmemektir. Zannlar- [II, 377] daki bu
hakikatin anlaşılması gerekir ki kapalılık ortadan kalksın. Tıpkı kimi
alimlerin güzellik ve çirkinliği zatların bir vasfı olduğunu zannetmeleri gibi,
fa-kihler de, helal ve haramın, eşyanın (a'yân) vasfı olduğunu zannettikleri
için yanılgıya düşmüşlerdir.
Denirse ki:
Biz, hakkında nutk veya kesin bir delil varid olmamış şeyler hususunda,
inmiş ve konulmuş bir hüküm bulunmadığını inkar etmiyoruz. Fakat biz, talibin
kıblesi olan hususlarda eşbeh sözümüzle, şayet Allah İndirecek olsaydı
indirecek olduğu ve Şâri'e bu meselede soru sorulmuş olsaydı, verecek olduğu
hükmü kastediyoruz.
Deriz ki:
Bu, bilkuvve hükümdür. Şayet indirecek olsaydı indireceği şey, şayet
indiril-mişse bir hüküm olur; indirilmezden önce bu bir hüküm değildir. Demek
ki ortada bir hüküm yoktur ve hata eden de, hükümde hata etmemiş; aksine,
şayet Alla-hın takdirinde böyle cereyan etmiş olsaydı, hüküm olması ihtimali
bulunan bir Şeyde hata etmiştir. Böyle bir takdir cereyan etmediğine göre,
hatanın da bir anlamı yoktur. Bu yaklaşımdan, müc ten idlerin hepsinin bu
hükmü takdir hususunda hata etmelerinin ve isabet etmelerinin mümkünlüğü sonucu
çıkar. Çünkü şayet bir hüküm inecek olsaydı, belki de inecek hüküm her iki
görüş arasında muhayyerlik şeklinde olacaktı. Bu ihtimallerin (tecvizat) sonu
yoktur. Belki de Allah, kulların maslahatını, olaylar hakkında bir hüküm
koymayıp, bunlann hükmünü müctehidlerin zannına tabi kılmakta görmüş ve onları,
zannlarıyla mükellef tutmuştur. Bu olaylar hakkında muayyen bir hükmün
bulunduğu görüşünde olanların görüşü böylece batıl olmaktadır. Bunda, nefy ve
isbat yönünden muayyen bir hükmü tecviz eden bütün müctehidlerin hataya nisbet
edilmesi de vardır.
Onlar şöyle diyerek ihticac ederler: Bizi bu anlayışa zorunlu olarak
iten şey, talep zaruretidir. Çünkü talebin, mutlaka bir matlubu olmalıdır. Cansız
şeylerin alim ve cahil olmayacaklarını bilen kimsenin, cansız şeylerin bilmesi
veya bilmemesi hususunda bir zannın peşine düşmesi tasavvur olunamaz. Yine
âlemin, kıdem ve hudus vasfından arınmış olduğuna kanaat getiren kimsenin,
yokluğuna kanaat getirdiği bir şeyin peşine düşmesi tasavvur olunabilir mi?
Talip, az miktarda alınan nebizin Allah katında helal veya haram olmadığına
kanaat getirdiğinde, bu iki hükümden birini talep hususunda nasıl ictihad
edecektir?
Deriz ki:
Siz, hata ediyorsunuz. Zira siz, müctehidin, Allanın hükmünün Allahın
hitabı demek olduğunu bile bile, yine de Allahın hükmünü araştırdığını
zannediyor-
sunuz. Halbuki, vakıa hakkında bir nass veya bir hitab yoktur. Tam
tersine müc-tehid, zannı galib oluşturma peşindedir. Bu durumda müctehid, sahil
kenarında bulunan ve kendisine 'Eğer, bu deniz yolculuğunun esenlikle
tamamlanacağı yönünde bir zannın varsa, sana bu deniz yolculuğunu mubah
kılıyorum; yok eğer senin zannın helak yönünde ise, o zaman sana bu yolculuğa
çıkmanı haram kılıyorum. Zannın oluşmasından önce, senin hakında bir hüküm
yoktur. Bu yolculuğun hükmü, senin zannına göre olacaktır ve zannın oluştuktan
sonra bu zanna tabi olunacaktır' denilen kişi gibidir. Böylesi bir durumda
kişi, işin mübahlığıni ya da haramlığını değil, zannı talep eder.
Denirse ki:
Bu yaklaşım, deniz yolculuğu hakkında mantıklıdır; kişi, helak ve
selamet belirtileri (emare) üzerinde düşünür ve zaten matlubu da budur. Tahrim
ve ibaha ise, bunun ötesinde bir şeydir. Ancak bizim tartıştığımız meselede,
hükümden başka bir matlub yoktur.
Deriz ki:
Zaten sîz bu noktada yanılgıya düşmektesiniz. Çünkü her iki durum
arasında hiç bir fark yoktur. Şimdi iki durum arasında fark olmadığını
örneklerle açıklayalım.
Biz, Şâri'e (Hz. Peygamber'e) 'Verilmesi gerekli olan ata hususunda
Allahın hükmü nedir, eşitlik mi yoksa kimilerine az kimilerine fazla vermek
mi?' diye sorsak, o da bize 'Maslahatın, eşitlikdc olduğuna zanneden her devlet
başkanı üzerinde Allahın hükmü eşitliktir; maslahatın tafdilde olduğunu zanneden
devlet başkanları üzerindeki hükmü ise tafdildir. Zannın oluşmasından Önce
Allahın [II, 378] devlet başkanları üzerine bir hükmü yoktur' dese, Allahın
hükmü zanna göre ve zanndan sonra yeni baştan oluşur; tıpkı deniz yolculuğuna
çıkacak kişi üzerindeki hükmün zanndan sonra yenilendiği gibi; yine, bir olay
hususunda huzurlarında şahitlik edilen iki hakime göre hükmün değişmesi gibi,
-yani hakimlerden biri şahitlerin doğru söylediği yönünde bir zanna sahip ise,
bu şahitlerin şahitliğini kabul etmek, yalan söylediklerine kanaat getirirse
şahitliklerini reddetmek durumundadır-. Yine biz Şâri'e 'Az miktardaki nebiz
hususunda Allanın hükmü nedir? diye sorup, O'nun da bize, 'Benim, az şarabı
haram kıldığım kanaatinde olanlar üzerinde Allahın hükmü az nebizin
haramlığıdır; çünkü bunun azı çoğuna davetiye çıkarır. Benim, az şarabı bir
illet sebebiyle değil de, bizzat şarap olması sebebiyle haram kıldığıma kanaat
getirenler üzerinde Allahın hükmü ise, az nebizin helalliğidir ve böyle bir
zann oluşturmazdan önce Allahın bu konuda bir hükmü yoktur' demesi de bunun
gibidir. Yine bizim O'na kölenin kıymeti konusunda Allahın hükmü nedir; bu
kıymeti âkile mi ödeyecektir yoksa bizzat cinayeti işleyen kişi mi? diye
sorup, O'nun da bize, 'Kölenin daha çok hür insana benzediği kanaatinde olanlar
üzerinde Allahın hükmü, kölenin kıymetinin akı leye ödettin 1-mesidir; kölenin
hayvana benzediği yönünde bir zann oluşturanlar üzerinde Allahin hükmü ise,
kıymetin cinayet işleyen kişiye ödettirilmesidir' demesi de bunun gibidir. Yine
'Kireç ve karpuzun biri diğerinden fazla olarak alınıp satılması hususunda
Allahın hükmü nedir?' diye sorup, O'nun da bize 'Kim benim buğdayda
ribe'l-Fazl'ı haram kılışımın, buğdayın yiyecek maddesi olması yüzünden olduğuna
kanaat getirmişse, Allahın bu kişi üzerindeki hükmü, kirecin değil, karpuzun
biri diğerinden fazla olarak satılmasının haramhğıdır. Benim bunu, keyl (ölçülebilir
olma) gerekçesiyle haram kıldığımı zannedenler üzerinde ise Allahın hükmü,
karpuzun değil kirecin biri diğerinden fazla olarak satılmasının haramlı-ğtdır'
demesi de bunun gibidir.
Denirse ki:
Peki, buğday libasının haram kılınmasının Allah katındaki İlleti nedir;
yiyecek maddesi oluşu mu yoksa, ölçülebilir bir madde oluşu mu yoksa
saklanabilir bir madde oluşu mu?
Deriz ki:
Yiyecek maddesi olması ve ölçülebilir bir madde olması, bizatihi illet
olmaya uygun değildir; aksine bunun illet olmasının anlamı, sadece, bir alâmet
olmasıdır. Kim, Ölçülebilirliğin bir alâmet olduğunu zannediyorsa,
ölçülebilirlik onun hakkında bir alamet olur; alametin yiyecek maddesi olduğunu
zanneden hakkında değil, illet, msl. kıdem ve hudusun alem için vasıf oluşu
gibi, zati bir vasıf değildir ki, Allahın ilminde bunun iki vasıftan biri
üzerinde bulunması vacip olsun; tam tersine bu vasıf takdirî (vazT) bir
husustur ve takdiri hususlar da izafi olup, kişiden kişiye değişir. Ben bunu bu
şekilde takdir ediyorum (vaz' ediyorum). Tüm bunları Sâri açıkça söylemiş
olsaydı, bunlar makul ve tutarlı olurdu. Hasmın iddia ettiği şeyi ise Sâri
açıkça söylemiş olsaydı bile imkansız olurdu. Hasmın iddiası ise Allahın,
hitab olmayan ve bir muhataba ve mükellefe ilişkin bulunmayan bir hükmünün
olabileceği şeklinde idi. Bu iddia, hükmün tanımına ve hakikatine aykırıdır. Ya
da hasım, hükmün muhataba ilişkin bulunduğunu, fakat bunu bilmenin mümkün
olmadığını söyleyecektir ki bu yaklaşım da, teklif-i ma-layutak olduğu için
imkansızdır. Ya da hasım, bu hükmü bilmenin mümkün olduğunu, fakat
bilinemiyence isyan edilmiş olmayacağını söyleyecektir kî, bu yaklaşım da, hem
vacibin tanımına hem de müctehidin, kendi içtihadına göre davranmasının
vacipliği hususundaki icmâa aykırıdır. Bu durumda müctehidin kendi içtihadına
göre amel etmesi nasıl vacip olacaktır?! Yine kıblenin başka bir tarafta
olduğunu zanneden kişi, nasıl olur da kıbleye yönelmekle emrolunmuş olabilir?!
Tam tersine icmâ ile sabittir ki; bir kişi kendi içtihadına aykın davranarak,
başka bir tarafa yönelse ve kıble de, gerçekten bu tarafta bulunmuş olsa bile,
bu kişi İsyan etmiş olur ve namazı kaza etmesi gerekir. Bütün bu
anlatılanlardan, şer'î içtihadın imkansıza değil, mümküne göre olduğu ortaya
çıkmaktadır. Te'sim ve tasvibin hükmü budur, tctihadın geri kalan hükümlerini
meseleler halinde zikredeceğiz.
Mesele: (Müctehid nezdinde iki delilin tearuz etmesi) Müctehid nezdinde
ilci delil tearuz etse, müctehid bunlardan birini tercihten aciz kalsa ve başka
bir delil de bulamayıp, şaşırıp kalsa, ne yapacaktır?
Musîbin tek olduğunu savunanlar, bunun müctehidin acizliği sebebiyle
olduğunu; yoksa ki Şer'in delilleri arasında, tercih yapılamayacak bir tearuz
bulunma-[II, 379] dığını ileri sürerek bu durumda müctehidin kararsız kalmasını
veya ihtiyatı almasını ya da bir tercih yolu bulmuş başka bir müctehidi taklid
etmesini söylerler.
Her müctehidin musîb olduğunu savunanlar ise bu konuda farklı görüşlere
sahiptirler. Kimileri, müctehidin galip zann ile amel etmekle mükellef olduğu
ve bu durumda ise galip zannın bulunmadığı gerekçesiyle, müctehidin kararsiz
kalması gerektiğini söylemişlerdir ki, en emniyetli ve kolay olan budur.
Kadı'ya göre ise, bu durumda müctehid muhayyerdir; çünkü, nezdinde iki delil
tearuz etmiştir ve biri diğerinden daha evla değildir. Öyleyse müctehid iki
delilden hangisini dilerse onunla amel eder. 'Müctehid, bir durumda, bir şey ve
bu şeyin zıddı arasında nasıl muhayyer olabilir' denilerek, Kadı'nın bu
yaklaşımına karşı çıkılabilir ve tutarsız olduğu söylenebilir. Ancak bu
yaklaşım İmkansız değildir. Çünkü, iki hüküm arasında muhayyer bırakmanın
örnekleri Şer'de mevcuttur. Msl. keffare-tin seçenekleri arasındaki muhayyerlik
böyledir. Şayet böylesi bir durumda, Şer', muhayyerliği açıkça söylemiş
olsaydı, müctehid bu hakka sahip olurdu. Biz, böylesi bir durumda müctehidin
muhayyer olacağını söylemeye mecbur kaldık; çünkü, hüküm bazan nassdan, bazan
maslahattan bazan benzerlikten (şebeh), bazan da ıstıshâbdan alınır. Tarih
belli olmayarak iki nassın bizim açımızdan çatışkıh olması ya da bir tercih
olmaksızın iki umumun çatışması; iki aslın karşılaştığı meselelerde olduğu gibi
iki ıstıshâbın çatışması; meselenin iki asıl etrafında dönmesi ve her ikisine
benzerliğinin eşit olması sebebiyle iki benzerliğin (şebeh) çatışması; ve iki
maslahatın tercih yapılamayacak biçimde çatışması mümkündür. Biz bu durumlarda
müctehidin bir hüküm vermeyerek karasız kalıp beklemesi gerektiğini söylersek,
bu bekleme ne zamana kadar olacaktır; belki de hükmün beklemeye tahammülü
yoktur ve biz hükmü alabileceğimiz başka bir kaynak ve çatışmayı uzlaştıran bir
müftü bulamamı sızdır veya bu çatışmayı gerçekliği olmayan hayali bir yolla
uzlaştıran bir müftü bulunmaktadır; fakat uzlaştırma metodu diğer müctehid
açısından fasittir. Müctehid tercih yöntemi olarak benimsemediği bir şeyle
nasıl uzlaştırma yapacaktır! O halde, tüm bu durumlarda, muhayyer kalmaktan başka
çare yoktur. Nitekim sıradan bir insan, bilgi ve vera bakımından birbirine
denk iki müftü ile karşı karşıya kalsa ve bîr üçüncüsünü bula-masa, bu ikisi
arasında seçim yapmaktan başka çaresi yoktur.
iki beyyinenin çatışması durumunda fakihlerin birbirinden farklı
görüşleri vardır. Kimileri bu durumda, malın her ikisi arasında eşit olarak
bölüneceğini söyler ki, bunun anlamı her iki beyyineyi de doğrulamak ve her
biri için tam mülkiyet sebebinin bulunduğunu takdir etmektir. Şu kadar ki,
mahal, her ikisine hakkını tastamam vermeye müsait olmadığından ve bir tercih
unsuru da bulunmadığından, taraflar bu mala şuf a sebebiyle hak kazanmış gibi
olmuşlardır; çünkü her bir şuf a hakkı sahibinin, satılmakta olan arazi
parçasının tamamında hak sahibi olma hususunda tam bir sebebi vardır. Fakat,
mahal, şuf a sahibi iki kişiye haklarını tastamam vermeye yeterli olmadığından
İkisi arasında bölüştürülmüştür.
Özetle söylemek gerekirse, iki delilin çatışması durumunda dört ihtimal
vardır:
a) Her iki delille birden amel etmek,
b) Her ikisiyle de amel etmemek,
c) Keyfi olarak iki delilden biriyle amel etmek,
d) tkisi arasında muhayyer kalmak,
Delillerin her ikisiyle birden amel etmek veya her ikisini de bırakmak
mümkün değildir; çünkü bu çelişkili bir tavırdır. Zaman sınırı olmaksızın
kararsız kalıp, beklemek de mümkün değildir; çünkü bu, delilleri atıl bırakmak
demektir. İkisinden birini keyfi olarak belirleyip amel etmek de mümkün
değildir. Geriye bir tek ihtimal kalıyor ki, o da, tıpkı iki müftüden başkasını
bulamayan sıradan insan Örneğinde olduğu gibi, muhayyer kalmaktır.
Tıpkı
ilk üç ihtimalin imkansız olması gibi, bu dördüncü ihtimalin de, iki zıddı bir
araya getirmek olmak bakımından imkansız olduğu söylenecek olursa, deriz ki:
Muhal, Şer' tarafından dile getirilmiş olsaydı bile, ma'kul olmayan şeydir.
Sâri, şayet, 'Kabeye giren kişi, hangi duvan isterse, o tarafa dönebilir' demiş
olsaydı, Kabeye giren kişinin, bir duvara yönelmek veya o duvara arkasını dönmek
hususunda muhayyer olması ma'kul bir durum olurdu. Çünkü bu kişi, ne tarafa
dönerse dönsün, neticede Kabe'nin bir parçasına yönelmiş olacaktır. Yine Sâri,
'Sizi ıstıshâba tabi olmakla mükellef tuttum' dese ve daha sonra iki ıstıshâb
Çatışsa, kişi hangi ıstıshâb ile amel ederse etsin, mükellef olduğu ıstıshâb
ile amel etmiş olur. Msl. keffaret olarak, kendisinden haber alınamayan gaip
bir köleyi [II, 380] azat etse, bu durumda iki asıl birbiriyle çatışır;
kendisinden haber alınmayan kölenin yaşıyor sayılması bir asıldır, bir diğer
asıl da, borçlunun zimmetinin borçtan henüz kurtulmamış olmasıdır. Aynı
şekilde, müetehid, atâ konusunda eşitlikte maslahat bulunduğunu, -ki bu
maslahat, ancak bir nevi İctihad ile ile takdir edilebilen farklılık miktarıyla
gönüllerin yadırgamasından kaçınmaktır-, ve tefa-vütte de, faziletli işlere
teşvik maslahatı bulunduğunu bildiğinde, -belki de, her ikisi de Allah katında
birbirine eşit maslahattır-, hangi maslahata göre hüküm verirse versin, bir
maslahata temayül etmiş olur. Aynı şekilde, bir mesele, iki asla birden aynı derecede
benzerlik gösterebilir, biz de benzerliğe tabi olmakla emro-lunduğumuza göre,
müetehid hangi benzerliğe göre hüküm verirse versin, emre imtisal etmiş olur.
Bunun örneği Hz. Peygamberin, devenin zekatına ilişkin olarak söylediği 'fi
külli erbeîne bintu lebûn ve fî külli hamsine hıkka' sözüdür. Buna göre, kimin
İki yüz devesi varsa ve zekatını htkka üzerinden vermiş ise, Hz. Peygamberin fî
külli hamsine hıkka sözüyle amel etmiş olur; zekatını bintu lebun üzerinden
vermiş ise, Hz. Peygamberin fî külli erbeîne bintu lebûn sözüyle amel etmiş
olur. Bu iki lafızdan biri diğerinden daha evla değildir, öyleyse müc-tehid
ikisi arasında muhayyerdir. Istıshab, maslahat ve şebeh arasında tearuz olması
durumu da böyledir.
Denirse ki:
Haram ve haramın zıddı arasında muhayyerlik haramı, vacib İle vacibin
terki arasında muhayyerlik ise vacibliği kaldırır, tki köle ktzkardeşi cem'
etmek ya haramdır ya haram değildir; Her ikisinin de olabileceğini söylemek
çelişkidir.
Deriz ki:
Bir şeyin vacipliğini gerektiren delille, bu vacipliğin olmadığını
gösteren iki delilin tearuz etmesi durumunda, başka bir ihtimal daha söz konusu
olabilir ki, bu ihtimal her iki delilin de düştüğünü (tesâkut) söyleyip, başka
yerden bir delil araştırmaktır. Tahyir uygulaması, şayet Şer1 tahyir hükmü
getirecek olsaydı, çelişki arzetmeyecek olan şeylere hastır. Msl. Bintu lebun
ve hıkka meselesi ve kendisine deve (bedene) ve koyun (şât) olarak vacip olan
iki tahlil arasını cem' eden İhramlı hakkındaki ihtilaf gibi durumlar böyledir.
Zira bu İkisi arasındaki muhayyerlik makuldür.
iki delilin tearuz etmesi durumunda üç ihtimal söz konusudur; a) iki
delilin de düşmesi (tesâkut), b) muhayyerlik, c) tafsil, yani muhayyerliğin mümkün olduğu vacipler ile mucib İle
mübihin veya muhrim ile mübihîn çatıştığı deliller arasında ayırım yapmaktır.
Nitekim, birinci durumda tahyir mümkün, ikinci durumda ise, tahyir mümkün
olmayıp, tesakuta gidilir. Tahyirİn mutlak olarak va-cipliğinde ısrar etsek
bile, bunun da mantıklı bir açıklaması vardır. Şöyle ki: Vu-cub, mutlak olarak
terketmenin caizliği ile çelişir; fakat, bir şarta bağlı olarak terke tmenin
caİzliğİ ile çelişmez. Bunun delili de şudur: Msl. Hacc, terâhî üzere vaciptir.
Buna göre bir kimse, haccı erteleyip, daha sonra haccı eda edemeden ölse, bize
göre bu kişi, eğer ilerde yerine getirmeye azmetmiş olarak ertelemişse,
Alla-ha, isyan etmiş olarak kavuşmaz. Azmetmiş olmak şartıyla haccı şu an için
terketmenin caiz olması haccın vacipliğine aykın değildir. Hatta yolcu olan
kişi, namazı dört rekat kılmak ile ikisini terketmek arasında muhayyerdir. Bu
iki rekat vaciptir ve terkedilmesi caizdir, fakat, bu terkle ruhsattan istifade
etmeyi ve Allanın kullarına verdiği bir sadakayı kabul etmeyi kastetmek
şartıyla. Buna göre yolcu, tıpkı, birinden dört dirhem alacağı olan ve 'eğer
kabul edersen bunun iki dirhemini sana sadaka olarak veriyorum; yok eğer kabul
etmeyip, dört dirhem verirsen onu da kabul ederim ve borcun Ödenmiş olur' diyen
kişi gibi olur ve borçlu isterse sadakayı kabul eder ve İki dirhem öder, isterse,
dört olarak öder. Bu durumda bir çelişki yoktur. Bizim meselemiz de aynı bunun
gibi olup, zimmetin halen borç taşıyor
oluşu ıstıshâbı, eğer gaip bir köle azat ettikten sonra [ü, 382] başka bir
kölenin daha azad edilmesinin vacipliğini gerektiriyorsa, bu durumda, başka bir
köle azadını terketmek, ancak, hayat ıstıshâbını kastetmek ve bunun gereğine
göre amel etmek şartıyla caiz olabilir. Muarız delili hatırına getirmeyen yahut
muarız delili hatırlayıp, bununla ameli kastetmeyerek vacibi terkeden kişinin
bu uygulaması caiz değildir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ'nın "ve en tecmeû
beyne'l-uhteyn" (Nisa, 4/23) sözünü işiten kimsenin, iki köle kız kardeş
arasını cem etmesi haramdır. Ancak bu kişi, başka bir delilin -ki bu delil
"ev mâ mele-ket eymânukum" (Nisa, 4/3) ayetidir- mucebi ile amel
etmeyi kastederse, bu takdirde iki köle kızkardeş arasını cem etmesi caiz
olur. Nitekim Osman, 'tki kız kardeşi cem etmeyi bir ayet helal kıldı, başka
bir ayet haram kıldı' demiştir. Yine tbn Ömer'e, her haftanın bir günü oruç
tutmayı nezreden ve nezrin gereği oruç tutması gereken günün bayram gününe
rastladığı kişinin durumu sorulunca tbn Ömer, yalnızca, 'Allah nezre vefa
göstermeyi emretmiştir, Hz. Peygamber de bayram günü oruç tutmayı
yasaklamıştır' demekle yetinmiş, başka bir şey dememiştir. Bu sözün anlamı
şudur; eğer bir tercih unsuru yoksa, nehy sebebiyle, bayram günü oruç tutmak
haramdır ve ikinci delilin gereği (nezre vefa gösterme emri) ile amel etmeyi
kastetmek şartıyla, bayram günü oruç tutmak caizdir. Görüldüğü gibi bu, şartlı
cevaz olup, vücubla çelişmez.
Vacib kılan bir delille haram kılan bir delilin tearuz etmesi durumunda
ise, bu tearuzdan mutlak muhayyerlik doğar. Msl. veli'nin, iki süt çocuğundan
sadece birine yetecek ve ikisi arasında bölüştürülmesi durumunda ya da her
ikisine de verilmemesi durumunda ikisi de ölecek ve birisine vermesi halinde de
diğeri ölecek miktarda bir süt bulması durumunda, eğer biz, bu iki çocuktan
muayyen birine vermesini söylecek olursak, velinin bu sütü bu çocuğa içirmesi
hem vaciptir; Çünkü çocuk bu sütü içtiğinde yaşayacaktır, hem de haramdır;
çünkü buna İçİrdi-ği takdirde diğer çocuk ölecektir. Öyleyse denilecek olan
şey, velinin muhayyer olmasıdır. Yani veli içlerinden birine içirme konusunda
muhayyerdir. Bu durumda muhayyer bırakmaktan başka bir çare de yoktur. Demek
oluyor ki, iki tahlil arasını cem hususunda koyun ve bedene (deve) arasında
muhayyer kalma meselesinde olduğu gibi, iki vacip hususunda iki delilin tearuz
ettiği her durumda, muhayyerlik vardır. Vücub delili ile ibaha delilinin tearuz
ettiği durumlarda ise, tıpkı, yolcunun, namazı dört rekat kılmak ile, ruhsattan
istifadeyi kastetmek şartıyla iki rekat kılmak arasında muhayyer olması gibi,
mubah kılan delilin muce-biyle amel etmeyi kastetmek şartıyla yine muhayyerlik
vardır. Vacip kılan bir delille haram kılan bir delilin tearuz ettiği
durumlarda ise mutlak muhayyerlik vardır. Bu, Kadı'nın muhayyer bırakma
hususundaki tercihinin desteklediği bir yoldur.
Denirse ki:
Bir tercih unsuru bulunmaksızın iki delilin tearuz etmesi imkansızdır.
Aslında tercih unsuru vardır, fakat bu müctehidin gözünden kaçmıştır. Deriz ki:
Siz bunun imkansızlığını ne ile bilmektesiniz? Bintu lebun'un mucebi
ile hıkka'nın mucebinin tearuz etmesi gibi, iki ıstıshâbın, iki benzerliğin ve
iki maslahatın, Allah indinde bir tercih sebebi bulunmaksızın tearuz etmesi
imkansız değildir.
Denirse ki:
Öyleyse Şafiî'nin, 'mesele iki görüş üzeredir1 sözünün anlamı nedir?
Deriz ki:
Bunun anlamı, bazı konularda muhayyer bırakma, bazılarında ise tereddüt
etmedir. Msl. Şafiî, besmelenin, her surenin başında bir ayet olup olmadığında
tereddüt etmiştir. Çünkü bu konu tahyir'e müsait değildir; çünkü bu konu, kendi
nefsinde hakiki bir durum olup, izafi değildir; dolayısıyla bu meselede gerçek
birdir.
Denirse ki:
Tahyir görüşü, imkansız bir duruma yol açmaktadır. Yani, tahyir görüşü,
hakimin, hasımları, komşuluk şurası hususunda veya dedenin tüm mirası tek
başına alması (istiğrak) ya da bölüşüm hususunda muhayyer bırakması demektir ki
bu imkansızdır. Çünkü Allahın hükmü muhayyerliktir. Yine bu muhayyerlik görüşü,
tıpkı, müftünün, sıradan birini muhayyer bırakması; komşuluk şurası hususunda
Zeyd lehine hüküm verip, aynı konuda Amr için bu hükmün zıddını vermek; cumartesi
günü, dedenin tüm mirası tek başına almasına hüküm verip, ertesi gün bölüşüme
hüküm vermek; hatta bu, şufa hakkının pazar günü sabit olup, ertesi gün başka
bir görüş sebebiyle, bu hakkın geri alınması gibidir.
Deriz kİ:
İki hasmı, iki zıt hüküm arasında muhayyer bırakmak diye bir şey yoktur.
[II, 382] Çünkü hakim, anlaşmazlık olması durumunda, anlaşmazlıkları çözmek
için görevlendirilmiştir. Dolayısıyla hakim, tercih ettiği bir görüşle,
anlaşmazlığı çözümlemek durumundadır. Msl. Zekat toplayıcısı (Sâî) ile mal
sahibi arasında, bintu lebun ve hıkka konusunda ve cübrân açısından koyun ve
dirhem konusunda anlaşmazlığa düşerlerse, hakim dilediği bir görüşle hüküm
verir. Artık, hükmün maslahatı sebebiyle, verilen bu hükümden geriye dönüş caiz
değildir. Nitekim, şayet hakimin içtihadı değişecek olsa, size göre, fetvası da
değişir ve maslahat gerekçesiyle önceki hüküm nakz edilmez.
Hakimin, pazartesi günü, pazar günü verdiği hükmün aksine bir hüküm vermesi
ve Zeyd hakkında Amr için verdiği hükümden farklı bir hüküm vermesi meselesine
gelince, sahi siz bu konuda ne diyorsunuz; hakimin içtihadı değiştiğinde, bu
şekilde farklı bir hüküm vermesi caiz değil midir? Bize göre, tıpkı hıkka ve
bintu lebun meselesinde olduğu gibi, hakim nezdinde o konuda iki delilin
bulunması durumunda da hakimin, değişik İşaretlerde bulunması ve Zeyd'e bintu
lebun vermeyi, Amr'a da hıkka vermeyi emretmesi caizdir.
Özetle söylemek gerekirse, tıpkı içtihadın değişmesi durumunda olduğu
gibi, hükmün maslahatı sebebiyle, hüküm işinin, fetva işinden başka olması da
caizdir. Çünkü önceki hüküm nakzedilemez, fakat gelecekte, ikinci bir ictihadla
hüküm verilebilir. Aynı şekilde kıble hususunda ictihad eden kişi de bunun gibi
olup, iki yön hususunda, nezdinde iki delil tearuz ederse, namaz erteleme kabul
etmediğine göre ve orada taklid edilebilecek bir müctehid de bulunmadığına
göre, bu durumda kalan kişinin, iki yönden birini tercih konusunda muhayyer
olup, o tarafa yönelerek namaz kılmaktan başka çaresi yoktur. Fakat bu kişinin,
ictihadla kıble olmadığına kanaat getirdiği diğer iki yönden birine yönelerek
namaz kılması caiz değildir. Bunlar öyle konulardır ki, şayet Sâri bunları
açıkça belirtmiş olsaydı, makbul ve makul olurdu. Zaten AH ve Osman'ın, iki
köle kızkardeşi cem konusunda söyledikleri 'bunu bir ayet helal kılmış, başka bir
ayet haram kılmıştır' sözlerinde de buna işaret vardır.
Mesele: içtihadın nakzedilmesi
içtihadı, hul'un fesh olduğu yönünde iken bir kadını nikahlayıp, onunla
üç defa hul' yapmış olan ve daha sonra, hul'un fesh olduğu yönündeki içtihadı
değişen müctehid, bu kadınla irtibatını kesmek (tesrîh) durumundadır ve artık
o kadını, kendi içtihadına aykırı olarak tutması caiz değildir. Şayet hakim,
koca üç defa muhâlaa yaptıktan sonra nikahın sahih olduğuna hükmedip, daha
sonra içtihadı değişse, bu durumda eşlerin arası ayrılamaz ve daha önce nikahın
sahihliği yönünde verilen hüküm, hükmün maslahatı sebebiyle, nakzedilemez.
Çünkü; şayet, önceki ictihad nakzedilecek olursa, daha sonra bu nakzın da
nakzedilmesi durumu ortaya çıkabilir ve teselsül başlar; sonuçta hükümler
istikrarsız olur ve güvenilirliğini kaybeder. Ancak, eğer bir mukallid, bir
müftünün fetvası ile nikah yapmış, talakın devrinden sonra karısını tutmuş ve
devrden sonra talak naçiz olmuşsa, daha sonra müftünün içtihadı değişmişse, bu
durumda mukallid karısından ayrılacak mıdır (teşrih)? Bu konu tereddütlüdür.
Doğrusu, tıpkı, kıble konusunda taklid ettiği kişinin içtihadının, namaz
esnasında değişmesi durumunda olduğu, bu adamın da karısından ayrılmasının
vacip olmasıdır. Çünkü, namaz esnasında içtihadı değişen kişi, başka bir tarafa
yönelmektedir, mukallidin de ona uyarak yön değiştirmesi gerekir. Müctehidin
içtihadının, kendi nefsinde değişmesi de bunun gibidir. Nakzedilmeyecek olan
ise, sadece, hakimin hükmüdür, o da, ancak, bir nassa veya kesin bir delile
aykırı olmaması şartıyla. Eğer hakim nassa aykırı davranmışsa, biz onun hükmünü
bozarız. Aynı şekilde, hükmün menatını tahkik veya tenkih hususunda biz makul
bir durumun farkına varmış isek, -Öyle-ki, şayet hakim de, bunun farkına varmış
olsaydı, kesinlikle kendi hükmünün batıl olduğunu bilecek idi-, bu durumda da
hakimin hükmü bozulur.
Denirse ki:
Siz daha önce, nassa aykın hüküm veren kişinin de, eğer kusurlu
davranma-mtşsa, durumu uyarınca Allanın onun hakkındaki hükmünün bu olduğu
gerekçesiyle, musîb olduğunu; dolayısıyla da hükmünün bozulamayacağını
söylemiştiniz.
Deriz ki:
Evet bu hakim, bilmezliğinin devam etmesi şartıyla musîbdir. Nitekim,
kendisini abdestli zanneden kişi hakkında Allahın hükmü, bu kişinin namaz
kılması-[II, 383] nın vacipiiği; abdestsiz olduğunu bitmesi durumnda ise,
Allahın hükmü, bu kişinin abdestsiz iken namaz kılmasının haremliğidir. Fakat,
abdestsiz olduğunu bilmemesi durumunda namaz kılması, üzerine gerçekleşmiş bir
vaciptir. Halbuki, bu kişinin bu durumda namaz kılması bilkuvve haramdır; yani,
şayet abdestsiz olduğunu bilecek olsaydı, bu durumda namaz kılması haram
olacaktı. Bu kişi, abdestsiz olduğunu hatırlaması durumunda, geçmiş olan namazı
telafi (tedarik) etmek durumundadır. Dol asıyla abdestli olduğunu zannederek
kıldığı bu namaz, bilmezliğin devamı şartına bağlıdır. Aynı bunun gibi, nass
müctehide ulaştığında, müctehid verdiği hükmü nakzetmek durumundadır. Yine,
nassı bilmekte olan başka bir hakim de, bu hakimin verdiği hükmü nakzeder.
Söz buraya gelmişken bir inceliğe de işaret edelim. Biz, zann ve bilgi
konusunda mükellefin durumunun değişiklik göstermesinin, tıpkı, yolculukta ve
ikamette, temizlikte ve hayızdaki durum değişikliği gibi olduğunu, buna bağlı
olarak da, bunun hükmün değişik olması için bir sebep teşkil edeceğini
söylemiştik. Fakat bu iki durum arasında bir fark vardır ki şudur; yolculuk
veya acizlik sebebiyle üzerinden bir vacip kalkan kişinin, vücub gerçekleşsin
diye yolculuk veya acizlik durumunu izale etmesi gerekmez. Halbuki, bilgisizlik
sebebiyle kendisinden bir vacibin kalktığı kişinin ise, bu bilgisizliği izale
etmesi vaciptir. Çünkü bildirme, Şer'in hükmünü tebliğ etme ve bunun
sebeplerini açıklama vaciptir. Aynı şekilde biz diyoruz ki; elbisesi üzerinde
bulunan necasetten habersiz olarak namaz kılan kişinin namazı, bir görüşe göre,
sahih olur ve kaza etmesi gerekmez. Ancak bu pisliği gören kişinin, onu bundan
haberdar etmesi lazım gelir. Diğer taraftan, birisi teyemmüm edip namaz kılsa,
başka birisi ona su getirmek suretiyle onun suya ulaşma acizliğini gidermeye
muktedir olsa, bu suyu getirmesi gerekmez. Bu incelikte, bilme ve bilmemenin
hükmü ile diğer vasıfların hükmü değişmektedir.
Denirse ki:
Hakim, şayet celî kıyasa aykırı davransa, hakimin bu hükmü bozulur mu?
Deriz ki:
Fakihler bu hükmün bozulacağını söylemişlerdir. Eğer fakihler,
bununla (celî kıyas sözü ile), asıl
anlamında olup, kesin gözüyle bakılabilecek bir kıyası kastetmişlerse, bu
sözleri doğrudur. Eğer bununla, celî olmakla birlikte, zannî bir kıyası
kastetmişlerse, yukardaki sözleri tutarlı değildir. Zira, bir zannla diğer bir
zann arasında fark yoktur. Kesin olan delil yoksa, zann izafete göre değişir ve
izafete göre değişen şeyi araştırmak mümkün değildir.
Denirse ki:
Sizin, haberi vahidin sıhhatine, emir sıygasının vucuba ve nehİy
sıygasının da salt nehiy olmak sebebiyle fesada delalet etmeyeceğine kesin
gözüyle baktığınız da göz önüne alınırsa, haberi vahide aykırı bir hüküm veren
veya salt emir stygasıyla veya salt nehiy sıygasına dayanarak fesada hüküm veren
hakimin hükmü nakzedilir mi?
Deriz ki:
Mesele zannî olduğu sürece, bu durumlarda hakimin hükmü nakzedilmez;
çünkü biz bu hakimin, haberi vahidi redd için hüküm verdiğini ya da onun salt
emir sıygası sebebiyle hüküm verdiğini bilmiyoruz. Belki de o, kendisi için
zahir olan başka bir delile dayanarak hüküm vermiştir. Eğer biz onun, başka bir
delile dayanarak değil de, bununla hüküm verdiğini biliyor isek ve mesele de
bununla birlikte, zannî ictihâdî bir mesele ise, bu takdirde hakimin hükmünü
bozmak yerinde ve gerekli değildir. Çünkü zannî mesele hakkında Allah Teâlâ'nm
muayyen bir hükmü yoktur. Hakim de, bazı müctehidlere göre Allanın hükmü olan
bir şeyle hüküm vermiştir. Hakim, bu hükmü verirken, metodda hata etmiş olsa
bile, bizzat hükümde hata etmiş değildir; tam tersine o, ictihad konusu olan
bir hususta hüküm vermiştir.
Özetle söylemek gerekirse; hakkında bir haberi vahid bulunan meselede,
habere aykın hüküm vermek, mutlak olarak haberin reddi ile hüküm vermek değildir.
Kesin olan şey, haberin, prensip olarak hüccet olmasıdır. Ancak tek tek meseleler
söz konusu olduğunda, bu meseleler hakkında her hangi bir hükme kesin gözüyle
bakılamaz.
Denirse ki:
Hakim, kendi içtihadına aykın bir hüküm verse, fakat verdiği bu hüküm
başka bir müctehidin içtihadına uygun olsa ve onu taklid etse, hakimin bu
hükmü nakzedilir mi? Yine şayet mukallid bir hakim, imamının mezhebine aykırı
bir hüküm verse, bu hüküm nakzedilir mi?
Deriz ki:
Bu, müctehid hakim hakkında yakinen bilinemez; aksine müctehid hakimin
içtihadının değişmiş olması da muhtemeldir. Mukallid hakime gelince, Şafiî'ye
göre, mukallid hakimin hüküm vermesi sahih olmaz. Biz, her ne kadar, kendi za-
[H, 384] mammızda, vaktin zarureti sebebiyle, mukallid hakimlerin verdiği
hükmün tenfi-zine hüküm veriyorsak da, eğer, mukallid hakimin, dilediği bir
müftüye ittiba etmeşinin caiz olmadığına; aksine, onun, kendi zatınınca doğru
olmaya daha layık olan kendi imamına uyması gerektiğine hükmedersek, bu
takdirde mukallid hakimin bu hükmünün nakzedümesi, yerinde ve gerekli olur.
Yok eğer, bunu caiz görüyorsak, bu takdirde, hakimin hükmü eğer bir başka
müctehidin mezhebine uygun düşmüşse, hüküm ictihad mahallinde vaki olmuş olur
ve nakzedilemez. Bunlar, yani, söz konusu biçimlerde hükmün nakzedilmesi,
fıkhî meşeler olup, hiç bir surette usul meselesi değildir. Vallahu a'lenı.
Mesele: Müctehidin ictihad etmesinin vacipliği ve başkasını taklid
etmesinin harami ığı:
Bir müctehid içtihadını tamamlayıp, zannına bir hüküm baskın
geldiğinde, artık, kendi içtihadını (nazarını) terkedip, başka birin
içtihadıyla amel etmek suretiyle, karşıt görüşte olan birini taklid etmesinin
caiz olmadığında alimler ittifak etmişlerdir. Ancak, henüz o konuda ictihad
etmemiş ve inceleme yapmamış olması durumuna gelince; eğer kendisi, sıradan
biri (âmmî) gibi ictihaddan aciz ise, başka birini taklid edebilir. Bu kişi,
müctehid değildir, fakat, belki, bazı konularda ictihad edebilecek duruma
gelir ve bazılarında da aciz kalır. Bu da ancak, -msl. nahivle ilgili bir
meselede, nahiv ilmini, isnadının sahih olup olmadığı üzerinde İnceleme
yapılan haberi bir meselede, ravilerin sıfatlan ve hallerini bilme gibi bir
ilmi başlangıç kabilinden tahsil etmekle olur. Bu durumda olan kişi, bazı
ilimleri tahsil etmiş olması bakımından âmmiye benzememektedir. Bu ilmi tahsil
etmemiş olması bakımından da âmmi gibidir. Şimdi bu kişi, âmmi hükmünde mi
tutulacaktır, yoksa alim hükmünde mi? Bu konu tartışmaya açıktır. Meşhur ve
eşbeh olan, bu kişinin, animi hükmünde tutulmasıdır. Müctehid İse, kendisinde
bilgilerin 'kuvve karîbe' (kolayca fiile dönüşebilir) olarak bulunduğu kişidir.
Öte yandan, eğer kişi, öğrenme hususunda hala, büyük bir emek vermek durumunda
İse, bu alanda (bu fende) aciz demektir. Gerçi bu kişinin, bu ilmi tahsil
etmesi mümkün ise de, aynı şekilde âmminin tahsil etmesi de mümkündür. Öyleyse
bu durumda olan kişi, bunu tahsil etmek durumunda olmayıp, içtihadı terketmesi
caizdir.
Özetle söylemek gerekirse: time yeni başlayan kişi ile, olgunluk
noktasına ulaşmış kişi arasında, her iki nokta arasında yer alan birçok ara
kademe vardır. Tüm bu ara kademeler tartışma götürür. Biz ise, burada, şayet,
bir meseleyi araştırmış, deliller üzerinde kafa yormuş olsaydı, artık, bu
meselede bağımsız olacak olan ve başkasından bir ilim öğrenmeye gerek duymayacak
olan müetehidden bahsediyoruz, tşte bu kişi müetehiddir. İmdi bu durumda olan
kişinin ictihad etmesi vacip midir yoksa başka birini taklid etmesi caiz
midir? Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, sahabe dtşındakileri
taklid etmenin caiz olmadığında İcmâ1 bulunduğunu söylemiş, kimileri de, buna
tabiunu da katmıştır. Hal böyleyken bu icmâ' iddiası nasıl sahih olabilir! Bir
alimin başka bir alimi taklid edebileceğinî söyleyenler arasında Ahmed b.
Hanbel, îshak b. Râhaveyh ve Süfyan es-Sevrî de vardır. Muhammed b. Hasen ise,
bir alimin, kendisinden daha alim olan birini taklid edebileceğini; fakat
kendine denk veya kendinden daha aşağı birini taklid edemeyeceğini söylemiştir.
Iraklıların çoğunluğu, gerek fetva verdiği konularda gerekse kendine has olan
konularda, bir alimin başka bir alimi taklid edebileceğini söylemişlerdir.
Kimi alimler de, fetva verdiği konularda değil de, kendine has konularda başka
bir alimi taklid etmesini caiz görmüşlerdir. Kimileri ise, kendine has konular
içerisinden, şayet ictihadla meşgul olacak olursa, kaçacak olan şeyleri tahsis
etmişlerdir. Kadı ise, alimin, sahabeyi ve sahabeden sonra gelenleri taklid
edemeyeceği şeklindeki görüşü tercih etmiştir. Bize göre en zahir olan görüş de
budur. Mesele zannî bir meseledir. İsmeti sabit olmamış ve isabet ettiği
gerçekte bilinmeyen, aksine hata etmesi mümkün olan birini taklid etmek, şer'î
bir hüküm olup, şer'î hükmün, ya nass İle ya mansusa kıyas ile sabit olur.
Burada ise, nass ve mansus olmayıp, sadece âmmî ve müctehid vardır. Zira, [u(
385] müctehid, tahakkuk etmemiş bile olsa, kendi içtihadını alabilir. Ammİ de
mücte-hidin bu görüşünü alabilir. Müctehid, bilgiden aciz olması sebebiyle
kendi zannı-na göre hüküm verebilir dedik, çünkü, hakkında kesin bir delil
bulunmayan tüm meselelerdeki zaruret bunu gerektirmektedir. Ammi hakkında ise,
kendi başına bilgi ve zann oluşturmaktan aciz olması sebebiyle başka birini
taklid etmesini caiz gördük. Müctehid aciz değildir. Dolayısıyla aciz gibi
değerlendirilemez. Öyleyse müctehid, kendi başına gerçeği (hak) araştırmak
durumundadır. (Taklid edeceği) Alimin, içtihadı mahalli dışına koymak, içtihadı
tamamlamadan hemen görüş açıklamak ve kesin delili gözden kaçırmak suretiyle
hata etmesi imkan dahilindedir. Halbuki kendisi, bazılarında yakîne
bazılarında zanna ulaşmak için, tüm bunları bilmeye muktedirdir; kendisi görür
(basîr) iken, nasıl olur da, sanki kör gibi, işi körlük üzerine bina edebilir!
Denirse ki:
O da, sadece, bir zan elde etmeye güç yetirebilmektedir. Kendisinin
zannı da -özellikle size göre; çünkü siz her müctehİdİn isabet ettiğini
savunuyorsunuz- tıpkı başkasının zannı gibidir.
Deriz ki:
Buna ilaveten şu da söylenmelidir; kendi bir zann elde ettiğinde, artık
başkasının zannına ittiba etmesi caiz değildir. Kendi zannı asıl, başkasının
zannı ise, -ancak mübdel (asıl) bulunmadığı zaman kendisine gidilebilen- bir
bedel olmaktadır ki, tıpkı diğer bütün bedel ve mübdellerde olduğu gibi,
mübdel var iken bedele gitmek caiz değildir. Ancak bunun şöyle bir istisnası
vardır: Bu yönde bir nass varid olup, iki şey arasında muhayyer bırakmış,
dolayısıyla da bedeltik durumu (bedeliyyet) kalkmış ise veya nass, -tıpkı, 25
devede bir bintu mahâd ve(ya) bir bintu lebun zekat verileceğinin
bildirilmesinde olduğu gibi- bunun yokluk durumunda değil de varlık durumunda
bedel olduğu yönünde varid olmuşsa. Çünkü, bintu mahad'ın vacip olması, ibnu
lebunun kabul edilmesine engeldir; bintu ma-had'ı satın almaya güç yetiriyor
olmak, diğerinin verilmesine engel değildir.
Denirse ki:
Siz Önce, gerçeği bilme yolunu ilhâk'a hasrettiniz, sonra da ilhak
yolunu kestiniz. Biz, gerçeği bilme yolunun ilhak olduğunu kabul etmiyoruz;
aksine bunu bilmenin yolu, 'Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun!' {Nahl,
16/43} ayeti gibi, hem âmmiyi hem alimi içine alan umum ifadelerdir. Bu ayette
Allah, eğer bilmiyorsanız derken, hiç bir şey bilmemeyi kastetmemiştir; çünkü
hiç bir şey bilmeyen, ya delidir ya da çocuktur; aksine, bu meseleyi bilmeyen
kişileri kastetmiştir. Yine Allah Teâlâ'nın 'Allaha itaat edin; Resule ve
içinizden çıkmış emir sahiplerine de itaat edin' {Nisa, 4/59} sözü de bunun
gibidir. Burada emir sahipleri, alimler anlamındadır.
Deriz ki:
Bir kere, 'Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun' ayetinde hiç bir
hüccet yoktur. Şöyle ki;
a) Bu ayetle kastedilen, avamma, alimlerden sormayı emretmektir. Zira, soranın
sorulandan ayırd edilmesi gerekmektedir. Buna göre ilim ehlinden olanlar, soran
değil, kendilerine sorulan kişilerdir. Söz konusu mesele, o anda zihninde
bulunmaması sebebiyle kişi, ilim ehlinden olma vasfını kaybetmez. Çünkü bu kişi,
başkasından öğrenmekstzin, bu meseleyi kendi kendine bilebilecek güçtedir.
b) Bunun anlamı 'öğrenmek için sorun' şeklindedir. Yani, tıpkı, 'doymak
için ye!', 'kanmak için iç!' sözlerinde olduğu gibi, bilgiyi elde etmek için
delilini sorun anlamındadır.
Emir sahipleri meselesine gelince; Allah bu sözle idarecileri
(valileri) kastetmiştir. Zira bunlara itaat, tıpkı, Allah'a ve Resulüne itaat
gibidir. Müctehidin başka bir müctehide uyması ise vacip değildir. Eğer emir
sahipleri sözüyle kastedilenler idareciler ise, itaat etmek durumunda olanlar,
halktır. Eğer bu sözle kaste-[II, 386] dilen alimler ise, bu takdirde, itaat
etmek durumunda olanlar avamındır. Biz bunun dışında başka bîr şey
anlamıyoruz.
öte yandan diyoruz ki; bu umum ifadelere, bunlardan daha güçlü olan ve
bu meseleye başlangıçta hareket noktası olabilecek başka umum ifadeler karşı
gelmektedir (tearuz). Msl. 'Ey basiret sahipleri ibret alın!1 {Haşr,
59/2},'... içlerinden istinbat yapabilenler bunu bilirlerdi' {Nisa, 4/83},
Kur'an'ı hiç düşünmezler mi? yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır!1
{Muhammed, 47/24}, 'Hakkında tartıştığınız her bir şeyin hükmü Allah'a aittir*
{ŞÛrâ, 42/10}, 'Her hangi bir konuda çekişmeye düşerseniz onu Allah'a ve Resule
götürün' {Nisa, 4/59} ayetleri böyledir. Bu ayetlerin hepsi de, tedebbürü,
istin-batı ve itibarı emretmekte olup, hiç birisi avamma hitap değildir. Geriye
tek bir muhatap kalıyor ki, bunlar alimlerdir. Mukallİd ise, tedebbürü,
istinbatı ve itibarı terketmiştir. Aynı şekilde, 'Size Rabbİnizden indirilene
uyun, Onun dışında başka dostlara uymayın1 {A'raf, 7/3J ayeti de böyledir. Bu
ayet, zahiriyle, yalnızca Kitab'a başvurulmasını vacib kılmaktadır; fakat
Kitab, Sünnet'e ittibaı; Sünnet de icmâ'a ittibaı; icmâ' da kıyasa ittibaı
vacip kılmaktadır. Netice de bunların hepsi indirilmiş hükmünde olmaktadır.
Dolayısıyla ittiba edilecek otan, kulların sözleri değil, budur. Bu ayetler
zahir ifadelerdir (zevahir). Mesele de zannî bir mesele olup, bu meselede bu
gibi zahir ifadelere tutunulabilir. Üstelik bu yaklaşım sahabe uygulaması ile
desteklenmektedir. Nitekim sahabe, dedenin mirası, avl, mufavvida ve daha bir
çok meselede müşavere etmişler, sonuçta, hiç biri diğerini taklid etmeksizin,
her biri, kendi zannı ile hüküm vermiştir.
Denirse ki:
Kendileri şura ehlinden olmalarına rağmen ve bu konularda tartışma
meydana geldiği halde, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf ten (bu)
hükümler konusunda bir görüş nakledilmemiştir. Bu durumda onların ictihad
etmeyip, başka birini taklid ettikleri belirgin bir ihtimal olarak ortaya
çıkmaktadır.
Deriz ki:
Onlar, başkalarının fetva işini yapmalarını yeterli görmeleri sebebiyle
fetva vermemişlerdir. Fakat, bunlann, bizzat kendileri hakkındaki amelleri ise,
ancak Hz. Peygamber'den duydukları bir şeyle ve Kitab ile olmuştur ve bunu da
bildirmişlerdir. Onlar, hakkında bir delil bilmedikleri bir olay
gerçekleşince, başkalarıyla müşavere ederlerdi; fakat bu müşavere taklid etmek
için değil, delili öğrenmek içindir.
Denirse ki:
Peki siz, alim birinin kendisinden daha alim olan birini taklid etmesi
konusunda ne dersiniz?
Deriz ki:
Vacib olan, Önce inceleme (nazar) yapmaktır; eğer bunun sonucunda, daha
alim olan kişinin görüşüne uygun bir zann elde etmişlerse, bir problem yoktur.
Eğer, daha alim olan kişinin görüşüne aykırı bir zann elde etmiş ise, diğerinin
daha alim olmasının bir önemi yoktur ve zaten bu durumda daha alim olan
kişinin görüşü bu alim nezdinde müzeyyef hale gelmiş olmaktadır. Daha alim otan
kişinin de hata etmesi mümkündür. Bu kişinin elde ettiği zann, kendisi
hakkında, bir başkasının zannından daha güçlüdür. Bu durumda bu kişi, bizzat
kendi zannına göre davranabilir ve diğerini, daha alim olması sebebiyle taklid
etmesi gerekmez. Dolayısıyla, bir alimin, daha alim olan başka birini taklid
etmesinin caiz olmaması gerekir. Sahabenin, tbn Abbas, tbn Ömer,
İbnu'z-Zübeyr, Zeyd b. Sabit ve Ebu Seleme b. Abdirrahman gibi yeni yetme
sahabilerin, Ebu Bekr ve Ömer gibi büyük sahabilere (Allah hepsinden razı
olsun) muhalefet etmesinin caizliği hususundaki icmâ'ı da buna delalet
etmektedir.
368
Denirse ki:
'Kendine hass olan şey' ile 'fetva verdiği şey' arasında hiç fark yok
mudur?
Deriz ki:
Müctehidin, kendisinden fetva soran birine Şafiî'nin ve Ebû Hanîfe'nin
görüşlerini nakletmesi caizdir; fakat, kendine fetva soran kişiye, başkasını
taklid etmesi yönünde bir fetva veremez. Zira şayet bu caiz olacak olursa,
avammın fetva [II, 387] vermesi de caiz olur. Kendine hass olan konulara
gelince, eğer vakit daralmışsa ve kendisi araştırma yaptığı takdirde kaçırma
(tefvit) durumu söz konusu ise, bu durumda kalan alim, taklid hususunda aciz
hükmünde tutulabilir mi? Bu konu, ftkhî bir inceleme/tartışma konusu olup, biz
bunu vaktin daralması ve kuyunun başında da çok sayıda insanın sıra bekliyor
olması durumunda teyemmüme yeltenme meselesinde zikretmiştik. Bu mesele
ihtimal I i bir meseledir. Valtahu a'lem.[15]
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/315-316
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/316-317
[3] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/317-318
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/318-319
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/319-320
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/320-325
[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/325-326
[8] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327
[9] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327
[10] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327-328
[11] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/328
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/328-335
[13] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/335-340
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/340-347
[15] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/347-370