İSLAM DEVLETLER HUKUKU ŞERHU' S-SİYERİ'L-KEBÎR' 3

Kitap Hakkında. 3

I. İslam Devletler Hukukunun Hukuk Tarihindeki Yeri 4

II İlk Kaynaklar 4

Tahkik Edenin Onsozu. 9

A - Muhammed B. El-Hasan Eş-Şeybanı 9

Biyografisinin Kaynakları: 9

A- Eski Kaynaklar : 9

B- Yeni Kaynaklar: 9

C - Batı Dillerindeki Kaynaklar : 10

Eserleri : 11

Es - Siyeru'l-Kebîr'in Te'lif Sebebi: 11

Kitabın Konusu: 11

B- Muhammedb.Ahmedes-Serahsî Biyografisinin Kaynakları 12

Eski Kaynaklar : 12

Batı Dillerindeki Kaynaklar : 12

C - Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi 12

Es-Siyerul-Kebîr Şerhinin Elyazmaları 13

Başvurduğumuz Nüshalar Ve Bu Nüshaların Tavsifi 13

Şarihin Ön Sözü. 14

Kitabın Yazılış Sebebi: 14

Serahsının Es-Sıyeru'l-Kebır'i Naklederken Dayandığı Sened Zinciri 15

Rıbatın Fazileti 15

Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler 26

Emırlık -Ordu Komutanlığı 33

Seriyyeler Gönderme. 34

Bayrak, Sancaklar Ve Parola. 36

Savaşta Dua Ve İslam'a Davet Etmek. 37

Atlardaki Bereket Ve Atların İyileri 39

Hayvanlara Çıngırak Takmanın Zararları 41

Savaşta Bağırmak. 41

Savaşta Sarık Giymek. 42

Haram Aylarda Savaş. 42

Bedevi Arapların Hicreti 43

Müşriklere İyilik Yapmak. 43

Savaştan Önce Düello (Mübareze) 44

Savaşta Kendisini Vuran Kimse. 45

Savaşta Akrabayı Öldürmek. 46

Öldürülenler İçin Ağlamak. 47

Kesilmiş Başları Valilere Taşımak. 47

Silah Ve Binicilik. 48

Savaşa Hazırlık. 49

Savaş Hiledir 50

Savaştan Kaçmak. 51

Daru'l-Harbde İslâm'ı Kabul Edip Dâru'l-İslâm'a Hicret Etmemiş Olanların Durumu. 52

Yarayı Tedavi Etmek. 52

Altın Burun Protezi Takmak. 54

Antlaşmalı Düşmanın Malları 54

Müşriklerin Camiye Girmeleri 54

Kadınların Hamama Gitmeleri Ve Hayvana Binmeleri 55

Para İle Cıhad Etmek. 55

Müşriklerin Kablarını Kullanmak, Yemeklerini Ve Kestikleri Hayvanların Etlerini Yemek. 58

Kişiler Ne Zaman Müslüman Sayılır?. 59

Emirlerle Birlikte Cihad Etmek. 61

Zekât Ve Humus Kimlere Verilir 63

İdarecilere İtaatin Sınırı 64

Kadınların Erkeklerle Birlikte Savaşa Katılmaları 69

Cihad Ve Yapılması Caiz Ve Yasak Olanlar 70


İSLAM DEVLETLER HUKUKU ŞERHU' S-SİYERİ'L-KEBÎR'

 

Kitap Hakkında

 

Toplumumuzda İslâm kültürünün öğrenilip yaygınlaşmasında, yapılan çe­virilerin etkisi büyük olmuştur. Çağdaş yazarların eserlerinin yanında, büyük çabalarla İslam kültürünün klasik kaynak eserleri de çevrilip yayınlanmaktadır. Ebû Hanîfe'nin İmameyn adıyla meşhur iki öğrencisinden biri olan İmam Muhammed'in "Siyer-i Kebir" isimli eseri de şüphesiz bu temel klasik kay­naklardandır Değişik zamanlarda değişik kişiler tarafından şerhedilmiş olması, kitabın değer ve önemini göstermektedir. Bu şerhler arasında en önemlisi, çevirisini sunduğumuz Serahsî'nin şerhidir. Serahsî'nin bu şerhi, Sultan II. Mahmut zamanında Osmanlıca'ya da çevrilmiştir. Fakat Osmanlıca çeviriden, sayılı kimi uzmanlar dışında, halkın okuyup anlama imkanı bugün için kalma­mıştır. İşlediği konular itibariyla bu sahadaki boşluğu doldurması açısından kitabın günümüz türkçesine çevrilip yayınlanması gereklilik arzetmiştir.

Kitap, İmam Muhammed zamanına kadar İslâm idaresinin başka devletlerle savaş, barış ve diğer ilişkilerine hakim olan hukukî anlayışı ele almaktadır. Siyer ismi de bunu ifade etmektedir.

Kitaba "İslâm Devletler Hukuku" adının verilmesi, işlediği konuların bu­gün Devletler Hukuku disiplini içerisinde incelenmesinden dolayıdır.

Belirtildiği gibi kitap, yüzyıllar önceki devletin hukuk sistemini, devlet­lerarası hukukî ilişkileri, özellikle savaş, banş, ekonomi ve bunlara bağlı başka konuları ele almaktadır. Şüphesiz asırlar önce yazılmış bir kitabın kimi konu­larının çağdaş devletler hukuku disiplini sistematiğinde olmayacağı açıktır.

Kitapta belirtilen hukukî hükümlerin büyük çoğunluğu Hanefî mezhebinin görüşleri olan içtihadı hükümlerdir. Bu hükümlerin bir kısmının bugün belki de uygulama alanı kalmamıştır. Ancak genel olarak kitabın içeriği bugün için de geçerliliğini korumakta ve çağdaş bir uluslararası hukuk sistemine temel bir kaynak teşkil edecek niteliktedir. Bu şekilde bir eser ancak çağdaş toplumların ve tercümeler de yapılmıştır ki, îbnü'n- Nedîm (v. 358/995) bunlardan bahseder.[1]

Görüldüğü gibi, İsam hukukunda tedvinin başladığı II/VIII. asırlardan itiba­ren hukukun diğer şubeleri yanında devletler hukuku da sistematik olarak[2] in­celenmiştir. Hatta ilk müstakil eserlerin hukukun bu dalında verilmiş olması, konuya ilk İslam müctehidlerinin verdiği önemi göstermesi açısmdan da dikkat çekicidir.

Bütün bunlar bize, İslam devletler hukukunun, kaynağını insan ve mede­niyet ayırımından, Helen-Roma-Hristiyanlık kültüründen alan batılı devletler hukukundan tam sekiz asır önce teşekkül ettiğini, üstelik ilk andan itibaren uluslararası bir özelllik taşıdığını ve İslamın doğup yayılmaya başlamasından itibaren müslümanların diğer milletlerle ilişkilerini şahsî, keyfî ve takdire dayah işlemler yerine hukuka dayandırma gayretini açıkça göstermektedir.

Günümüz Türkiyesi devletler hukuku müellifleri Seha Meray ile Muham­med R. Seviğ'in de belirttiği gibi Avrupa kavimleri birbirleriyle büyük ölçüde hukuk tanımaz bir düşmanlık ilişkisi içindeyken VII. asrın ilk yansında doğan İslam, ortak İdealleri olmayan yakm doğu milletlerine bu ideali vermiş; mil­letlerarası münasebetleri bütün ayrıntılarıyla birlikte düzenlemiş ve savaş-barış ilkeleri koyarak tüm dünyaya Grotius'lardan çok önceleri devletler hukukunu öğretmiştir: "Milletlerarası münasebetler tarafından İslam düşüncesi daha geniş ve daha insanî olduğu için kavimler arasında tatbike elverişli, ilmî ve insanî gö­rüşlere uygun hukuk kaidelerine mâlik idi. Milletlerarası ticarete elverişli mua­mele ve kaideler, (Durkheİm'lerden, Duguit'lerden asırlarca önce) insanlar ara­sında dayanışmanın değerini belirten hükümler, ahkam-ı fıkhiyyede yer tutmuş ve insanların kardeşlik ve beşeriyetin bir vücut teşkil ettiği hakkındaki fikirler, yalnız serdedilmekle kalmayarak zihinlerde de yerleşmiş bulunuyordu."[3]

devletlerin ilişkilerini yakından bilen İslam alimleri tarafından hazırlanabilir.

İslam Devletler Hukuku adı altında beş cilt olan Devletler Hukuku kitabı, kendine özgü bir biçimde klasik tarzda yazılmış ve şerhedilmiştir. Kitap, yazar ve sarihinin büyük dehasını gösterdiği gibi, büyük ölçüde kuramcı Hanefî fıkhı­nın da tipik bir örneği sayılır.

Tahkik edenlerin de belirttikleri gibi kitapta kullanılan dil, anlaşılması oldukça zor ve akıcı olmayan bir dildir. Cümle yapısı, ifade tarzı ve imla kural­ları yönünden Arap dilinin beyan ve fesahatmdan uzak bir dil olduğu söylenebilir. Bu nedenle bazı pasajların çevirisinde sıkıntıların yaşandığını ve arzu edilen netliğin belkide yakalanamadığını belirtmeliyiz. Çeviride görülebi le cek bu türden yerler olursa, daha çok kullanılan dilin yapısından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Türkçe'de ilk kez yayınlanan böyle bir eserin büyük ilgiyle karşılanacağını umarız

Çaba bizden, başarı Allah'tandır.

Çevirenler[4]

 

I. İslam Devletler Hukukunun Hukuk Tarihindeki Yeri

 

Süjeleri, devlet ve devletlerin kurduğu milletlerarası kurumlar olan ve bu birimlerin kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen devletler hukuku, gerek barış zamanlarında ve gerekse tarafsızlık ve savaş durumunda, söz konusu bağımsız devletlerin veya uluslararası kuruluşların hak ve yükümlülüklerini konu edi­nen[5] bir hukuk dalıdır.

Bir tesbite göre M.Ö 3000 - 4000 yılları arasında Mezopotamya ve Nil Vadisinde yaşayan insanlar arasında görülen[6] "uluslararası ilişkiler" diye nite-lendirebilecek ilk temaslardan itibaren insanoğlu, barış dönemi ve savaş zaman­larında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözümlemeye yönelik kurallar belirlemeye çalışmıştır.

Fakat bu, belki de zamanların bir gereği olarak hukukî olmaktan ziyade si­yasî bir mahiyet arzetmiştir. Dolayisıyle devleti temsil eden şahısların keyif ve takdirine dayalı bir uygulamaya sahip olan ve yaptırım gücünden yoksun bulunan bu kurallara bütün halinde tevletler hukuku demek mümkün değildir. Nitekim bu alandaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Antonıo Serra Turuyol da, söz konusu kuralların hukuk değil, birer tarihî form olduğunu söyler.[7]

Bunun içindirki, İslamm VII. Yüzyılda doğup kendi hukuk sistemini ve özlükle bu hukukun uluslararası ilişkileri düzenleyen siyer bölümünün varlığı ve aynı zamanda milletlerarası özellik taşıyan bir devletler hukuku anlayışından bahsetmek mümkün değildir.[8]

Hakikaten yalnızca devletlerarası ilişkilerin zorunlu kıldığı bazı kurumlar­dan ibaret basit bir düzen olarak değil de, bütün kurumları ile oluşmuş, bağ­layıcı hükümlere sahip ve bazı müeyyidelere de kavuşmuş bir hukuk düzeni olarak ele alınırsa, devletler hukukunun tarihini İslam hukukunun teşekkül ve tedviniyle başlatmak gerekmektedir. Zira devletler hukuku ile ilgili ilk gerçek eserler, İslam hukuku ve medeniyet alanı dışarıda tutulursa, XVI yüzyıl gibi çok geç bir tarihte verilebilmiştir.[9] İspanyol Francisco Vitoria (1483-1546), Fran­cisco Suarez (1548-1617), İtalyan Alberıco Gentili (1552-1680), Hollandalı Hugo Grotius (1583-1645), Batı hukuk tarihinde devletler hukuku ile ilgili ilk eserleri veren müelliflerdir.[10]

Devletler hukuku tarihinde İslamın yeri ve önemi konusunda dikkatimizi çeken bir diğer husus, Batılı bu ilk müelliflerin, İslam düşüncesinin Endülüs ve Sicilya üzerinden Batıya uzun yıllar ışık tuttuğu bölgeler olan İspanya ve İtalya' dan çıkmış olmasıdır. Üstelik Batılı devletler hukukunun en büyük kurucu üstadı olan Hugo Grotius'un bu alandaki birikim ve yetişmesini, İstanbul'da sürgün hayatı yaşarken incelediği İslam hukuku kaynaklarına borçlu olduğu bilinmektedir.[11]

Hukukçuların kendisine sık sık atıfta bulundukları XIX yüzyılın ünlü yazarı Ernest Nys, devletler hukukunun köklerini ele aldığı eserinde, müslümanların erken tarihlerden itibaren savaş hukukunu ve onun insanî boyutunu inceledik­lerini, İspanyolların da kendi savaş hukuklarını tesbitte onlardan esinlendikle­rini söyler.[12]

 

II İlk Kaynaklar

 

İslamm VII. yüzyılda doğuşu ile birlikte, tarih boyunca müslüman coğraf­yada iç hukuka paralel olarak uluslararası hukuk da ortaya çıkmış ve konuyla ilgili özel eserler milâdî VIII. yüzyıldan itibaren telif edilmeye başlanmıştır.

İlk fakihler, İslamın devletlerarası ilişkilerdeki tavrını belirlemeye yönelik içtihatlarını çokça "siyer", bazen de "cihad" başlıklarıyla ortaya koymuşlardır.

Siyer kelimesi; tavır, hareket, davranış, idare ve yol gibi anlamları bulunan "sîret" kelimesinin çoğuludur.[13] İslam hukukçuları, İslam devletinin diğer devletlerle ilişkilerinde takip edeceği tutum ve siyaseti, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun Raşit halifelerinin (r.ah.) aynı konuda ortaya koydukları tavır, hareket, davranış ve tuttukları yoldan istinbat ettikleri için, tesbit ettikleri ahkama bu terimi başlık olarak uygun bulmuşlardır.[14] Konuya bu açıdan bakıldığında siyer terimi; uluslararası ilişkiler, harekete geçip yürümeyi (seyr) ve mesafe almayı gerektirdiğinden[15] aslî anlamını muhafaza etmekle birlikte, bu amaç için hare­kete geçen kimsenin hak ve sorumluluklarının bulunduğu, savaş ve barış du­rumlarının belli bir hukuk anlayışına göre düzenlenmesi gerektiği, gerçekte ise bunun Hz. Peygamber'in sîretinden çıkarılabileceği düşünülerek menkul an­lamda[16] kullanılmıştır. Tabiatıyla, harekete geçen kimse olan mücahidin insan­lar nazarında güzel bir adı-sanı, hoş bir sîreti olması gerektiğinden buna bir de ahlakî boyut eklenmiştir.[17]

Böyle bir seçim aynı zamanda İslam devletler hukuku sahasındaki düzen­lemelerin Peygamber gibi ideal bir ömeğe, bir başka ifadeyle vahyin onayladığı bir kaynağa dayandığını, dolayısıyla takdir ve keyfiliğin değil hukukîliğin hakim olduğunu da göstermektedir. Siyer terimi bir başka açıdan, dînî endi­şeleri olan devlet idarecilerine, uluslararası ilişkilerin tanziminde izleyecekleri yolu İlham etmektedir.

İslam tarihinin klasik siyer yazarlarından İbn Hişâm'ın (V/218-833) bildir­diğine göre bu terim, bu anlamda bizzat Allah Rasulü tarafından Abdurrahman b. Avf'a (v. 32/652) hitabederken kullanılmıştır: ".... Sonra Peygamber, san­cağı kendisine vermesini Bilal'den istedi; O da verdi. Arkasından Peygamber Allah'a hamd, ve kendisine duadan sonra şöyle buyurdu: 'Ey Avfoğlu, sancağı tut! Topluca Allah yolunda gaza edin ve Allah'ı inkar edenlerle savaşın! Fakat hıyanet etmeyin, ahdi bozmayın, organları keserek işkence yapmayın ve çocuklarla kadınları Öldürmeyin! İşte bu, Allah'ın emridir ve Peygamberinin sizin aranızdaki sîretidirl tavır ve davranışıdır.[18]

İslam hukuk literatüründe bu ilim dalına neredeyse özel bir isim olarak konmuş olan siyer teriminin kapsamını, hanefî hukuk âlimi Merğînânî (v. 593 /1197) el-Hidâye isimli meşhur kitabında şöyle belirler: Savaşın keyfiyeti ve savaş hukuku, barış anlaşması ve hükümleri, eman sistemi ve diplomatik ilişki­ler, ganimet ve esir hukuku, gayri müslimlerin galibiyeti durumunda uygula­nacak hükümler, kanunlar ihtilafı, öşür ve haraç vergileri, cizye ve yabancılar hukuku, dinden dönenlere ait hükümler ve isyancılara yönelik hükümler.[19]

Cihad terimine gelince; sözlükte gayret etmek, istediğinde ısrarlı olmak, bütün gücünü sarfetmek, eziyet ve meşakkat çekmek vb. anlamlara gelen keli­me[20] fıkıh ıstılahı olarak ise, Allah'ın kullarının yararını gözetmek, adalet ve maslahat esasına dayandırdığı ilahî mesajını insanlara ulaştırmak ve bu uğurda can, mal, dil, kalem ve diğer bütün araçlarla çaba sarfetmek[21] anlamında kulla­nılmaktadır.

Evrensel bir mesaj olan İslamin[22] uluslararası ilişkilerde belirleyici olan temel ilkelerinden birisi tebliğdir. İslam idaresi, en başta tebliğ amacıyla diğer devletlerle ilişki kurar. Devletin tebliğ için giriştiği bu çaba cihad olduğu gibi, din tebliğine engel olanlara karşı bütün insanların yararına din ve vicdan hürri-yetini sağlamak amacıyla yaptığı fiilî mücadele de cihaddır. İslam gerçekçi bir din olduğu için, davet ve tebliğ esasına dayalı devletlerarası ilişkilerin barış içinde sürebileceği gibi bazan da düşmanca boyutu kazanabileceğini öngürmüş ve buna ilişkin hükümlerini de vazetmiştir.

Fazlurrahman'in (v. 1989) deyimiyle İslam toplumunun hedef ve gayesi, yeryüzünü ıslah etme ve oradan fesadı söküp kurutmaktır. Toplum bu evrensel görevin başarılabilmesi için "cihad" denilen gerekli bir görevle donatılmıştır. Cihad, Allah yolunda topyekün ve kesiksiz bir mücadele manasına gelir.[23] Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) ve Tirmizî'nin (v. 279/892) Mu'az b. Cebel'den (v. 18/639) rivayet ettiği şu hadis bu mücadelenin konumunu çok güzel ortaya koymaktadır: "İşin başı İslam, direği namaz, doruğu da cihaddır."[24]

İşte bazı hukukçular bu savaş-banş ahkamını cihad başlığı altında incele­miştir. Yoksa bu terim, özellikle İslamî ilimlerle uğraşan Batılı yazarların öte­den beri yaptığı gibi, adaleti temin etmek ve haksızlığa engel olmak şeklindeki aktif anlamından soyutlamp[25] dâru'l-îslamm dâru'1-harb aleyhine sürekli geniş­lemesini sağlayan, tüm dünya müslüman oluncaya, ya da İslam hakimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini sağlayan bir kutsal savaş (holy war, heilige krieg) anlamında[26] düşünülmemelidir. Cihad görevini yerine geti­ren "mücahid" de, Goldziher'in (Ö.1921), Hz. Peygamber'in şahsında "Birtakım siyasî başarılardan sonra artık, o, yolda yürürken üzerine dayanacağı bir baston ile yetinemezdi. Sözlü diyalog da yeterli değildi. Artık o, içinde savaşın prog­ramlandığı kanlı bir kılıçtı" şeklinde nitelediği[27] gibi, gözünü kan bürümüş bir cani değil, insanları böyle canilerin elinden kurtaracak bir rahmet vesilesidir.

Yine bu noktada İslamın cihad anlayışına yüklenen yanlış anlam ile hıris-tiyanlann Haçlı Seferlerinin mukayesesi de yapılmış ve yanlış neticelere varıl­mıştır. Avrupalılar, Selçukluları Asya'nın barbar ırkı olarak nitelemiş ve onların şahsında İslama karşı "kutsal savaş" ilan etmişti.[28] Haçlıların kutsal savaşı ile ilgili eserin yazarı Karen Armstong'un da dediği gibi aslında haçlı seferlerinin ve yahudi girişimciliğinin niteliği olan holy war = kutsal savaş tiplemesi[29] îsla-mın "cihad"ına da aynı İsim verilerek kamufle edilmek istenmiştir.

Oldukça insaflı ve ilmi düşünceye sahip bir müsteşrik olarak bilinen Mont-gomery Watt bile bu yanlışa düşenlerden biridir: "Cİhad, ahlakî ve manevî faaliyetler için kullanılırken bilhassa kafirlere karşı yapılan savaşlara alem oldu ve o zaman 'mukaddes harb' diye tercüme edildi... İslamın cihad emri ile hristi-yanların 'Haçlı1 mefhumu arasında farklar vardır. Cihad, madem ki bedevilerin yağmacılığı yüzünden ortaya çıkmıştır, o zaman iştirakçilerin çoğunun dînî bir maksattan ziyade maddî gayelerle hareket etmiş olmaları ihtimali vardır... Putperest kabileler, yağmacı müslüman hücumlarını durdurmanın yolunun konfederasyona katılmak olduğunu anladılar... Bir zamanlar yağmacılıkla ener­jisini tatmin eden bedevi kabilelere şimdi yağma edecek taze ganimetler göster­mek lazımdı. Bu yüzden cihad, Müslümanların galip olduğu zamanlarda hem İslamî Konfederasyon'un devamlı büyümesine, hem de sınırların mütemadiyen genişlemesine yardım etti..."[30]

Oysa savaşa henüz izin verilmediği Mekke döneminde, sözkonusu terim bizzat Kur'an tarafından[31] geniş anlamıyla kullanılmıştır: "O halde, inkarcılara boyun eğme ve bu Kur'an ile onlara karşı olanca gücünle cihad et!"[32] "Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüp­he yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir."[33] ayetleri gibi.

Ebu Hanîfe'nin (v. 150/767) Müsned'inde yer verdiği şu hadis rivayeti de cihad kavramının kapsamını göstermesi açısından dikkat çekicidir:"En değerli cihad, zalim bir sultana karşı hakkı söylemektir."[34]

Burada tartışmayı fazla uzatmadan[35] bir üçüncü terime daha değinmek istiyoruz. Konuyla ilgili olan bu terim "nıegâzî" dir. Fıkıh edebiyatı ürünlerin­de değil de daha çok diğer İslamî edebiyat ürünlerinde göze çarpan meğâzî terimi, inkarcılarla mücadele ve gerektiğinde savaş etmek anlamındaki mağzât masdannın çoğuludur.[36] Söz konusu kelimenin muhtevasına delil, ahkam ve adab girmediğinden İslam hukukçuları, yukarıda bahsettiğimiz iki ıstılahı tercih etmişlerdir. Çünkü fakihi ilgilendiren şey olay değil, onun delaletiyle çıkarı­lacak olan hüküm ve edeplerdir.[37]

Siyer, cihad veya meğazî, adı ne olusra olsun, nasıl tarif edilirse edilsin, konumuzla ilgisi bakımından bizim için asıl mühim olan nokta, başka devlet­lerle ilişkilerin İslam fıkhında yerini alması, hukukî esas ve umdelerinin belir­tilip hükme bağlanmış olmasıdır. "Hukuka bağlı devlet" ideali ve uygulama­sının, Batıda ancak XIX ve XX. yüzyıllarda ortaya çıktığı düşünülecek olursa, İslam hukukçularının, salt "hukuk ilmi"nin gelişmesinde sahip oldukları önem kendiliğinden ortaya çıkar.

İşte bu siyer ve cihad başlıklarıyla İslam hukuçuları, Batılı hukçulardan tam sekiz asır önce devletler hukuku alanındaki eserleri vermeye başlamışlardır.

Bilindiği kadarıyla bu alanda sistematik olarak ilk adımı atan fıkıh âlimi, Ebu Hanîfe Nu'man b. Sabit (v. 150/767) olmuştur. Zaten genel olarak fıkıh edebiyatının ilk teşekkül devrinde de Ebu Hanîfe'nin ismi öne çıkmaktadır. O'nun biyografisini işlediği eserinde Süyûtî (v. 911/1505) şunları yazar: Ebu Hanîfe'yi öne çıkaran özelliklerden birisi de, hukuk ilmini ilk olarak tedvin ve bölümlere göre tertip etmesidir. Bu konuda onu, Muvatta'm tertibiyle Mâlik İzlemiştir. Ebu Hanîfe'yi bu alanda geçen yoktur.[38]

O, Kufe'deki ilmî çalışma muhitinde, talebe dostları Ebu Yûsuf (v. 182/ 798), Züfer b. Hüzeyl (v. 158/755), Esed b. Amr (v. 188/804), Hasen b. Ziyad (v. 204/819), Afiye b. Yezid (v. II. yüzyıl h. ), Muhammed el-Vehbî (v. 190/ 806'dan önce) ve Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805) ile oğlu Ham-mâd'a "Siyer" isimli bir kitap imla ettirmiş ve burada Hz. Peygamber'in dev­letlerarası ilişkilerde izlediği yolla ilgili olark Abdullah b. Ömer'in (v. 73/692) (r.a) yaptığı nakilleri biraraya getirmiştir.[39] Ebu Hanîfe bu bilgileri Şa'bî (v. 103/171) kanalıyla Abdullah b. Ömer'den almıştı.[40]

Ebu Hanîfe'nin siyer kültürünün sağlamlığını göstermesi bakımından Ta-berânî'nin (v. 360/971) tahric ettiği bir anekdot vardır: "Şa'bî, meğâzî haberle­rini rivayet eder dururdu. Bir gün yine böyle rivayetler naklederken İbn Ömer ona uğramış ve oturup dinlemişti. Şa'bî sözlerini tamamladıktan sonra îbn Ömer 'Ben, Rasulullah ile beraber bunları yaşadığım halde Şa'bî benden daha iyi hıfzetmiş' diyerek takdirlerini bildirmişti.[41]

Bu konuda mevcut bir başka bilgiye göre, zâhiru'r-rivâye kitapları içinde İmam Muhammed'e nisbet edilen es-Siyeru's-sağir,[42] aslında Ebu Hanîfe'nin devletler hukuku konusunda İmam Muhammed'e yazdırdığı kitabının adıdır.[43] Bu es-Siyeru's-sağir, hanefî alimlerinden Serahsî (v. 483/1090) tarafından el-Mebsât'un X. cildini ağırlıklı olarak teşkil eden "Kitabu's-siyer1' kısmında şerh edilmiştir ki, biz bunu Serahsî'nin bölümün sonunda yer alan "Böylece es-Siye-ru's-sağîr şerhi de sona erdi" anlamındaki ifadesinden[44] hareketle söyleye-biliyoruz.

Ebu Hanîfe'nin görüşlerini yansıtan bu es-Siyeru's-sağîr'i, Süfyan es-Sevrî (v. 161/778) ve Mâlik b. Enes'e de (179/795) hocalık yapmış olan Şam bölge­sinin müctehidi Ebu Amr Abdurrahman b. Muhammed el-Evzâ'î (v. 157/774) tenkit etmiş ve reddiye olarak Kitabu's-Siyeri'l-Evzâ'f'yi yazmıştır.[45] Ebu Yûsuf Muhammed b. îshak da (v. 182/798) bu tenkide "er-Redd ala siyer7-Evzâ 7" adıyla kaleme aldığı bir kitapla cevap vermiştir. İki müctehit arasındaki tartışmalara sonradan İmam Şafiî'de (v.204/819) katılmış ve her iki tarafın görüşlerini ele alıp kendi yorum ve tercihleriyle Siyeru'l-Evzâ'f yi derlemiştir. Yine İmam Şafiî'nin el-Ümm isimli genel fıkıh kitabının bir bölümünü teşkil eden (c. VII/333-368) bu derlemede işte biz, hem Evzâ'î'nin hem de Ebu Yûsuf'un görüşlerini birarada bulabiliyoruz. Ayrıca İbn Cerîr et-Taberî'nin (v. 310/922) J. Schacht tarafından neşredilen İhtilâfu'l-Fukahâ'sı da Evzâ'î'nin görüşlerini takip açısından bize yardımcı olmaktadır. Bu noktada şunu da belir­telim ki, İslam devletler hukuku ile ilgili araştırmaları bulunan Majid Khadduri'nin, en eski siyer eserinin İmam EvzâTye ait olduğunu ve onun tam olarak günümüze ulaştığı şeklindeki mütalaası[46]  izaha muhtaç görünmektedir.

Hicrî II. yüzyılın ilk yarısında siyer ile ilgili hukukî görüşlerine rastladı­ğımız bir diğer kişi de îmam Zeyd b. Ali'dir (v. 120/737). Her ne kadar ona aidiyeti konusundaki tartışmalar hala sürmekte ise de[47] Mecmu'u'l-fıkhi'l-kebîr'de "Kitabu's-siyer" başlığıyla devletler hukuku alanı incelenmiştir ki, biz bunu, onun yeni neşirleri yanında, Şerafeddin Hüseyn b. Ahmed'in yaptığı er-Ravdu'n-nadîr isimli şerhten hareketle söyleyebiliyoruz.

Aynı şekilde ilk dönemle ilgili   olarak Muhammed b. Abdillah Nefsu'z-Zekiyye (v. 145/762), İmam Mâlik ve el-Vâkıdî'nin (v. 207/823) dahi "Kita­bu's-siyer" adıyla eserler telif ettiklerini bilmekteyiz. Bunlardan el-Vâkıdî'ye ait olanın İmam Şafiî tarafından yapılan tenkidi el-Ümm içinde "Siyeru'l-Vâkıdî" başlığı altında (c. IV/260-291) bulunmaktadır. Taberî İhtilafu'l-fukaha' da, İmam Şafiî'nin eman ile ilgili görüşlerine değinirken bir yerde "Siyeru'l-Vâkıdî diye isimlendirdiği kitabında şöyle kaydeder" diyerek[48] Siyeru'1-Vâkı-dfyi, Şafiî'nin eseri olarak niteler. Zeydî olan Nefsu'z Zekiyye ile İmam Mâlik'in eseri ise elimize kadar ulaşmam ıştır .[49]  Fakat O'nun  İslam hukuk tarihinde müellifine nisbeti kesin olan en eski fıkıh hadis mecmuası olan el-Muvatta* isimli eserinde "Kitabu' 1-cihad" başlığıyla devletlerarası ilişkilere ait hükümlere de yer verdiği görülmektedir.

Bu arada erken dönemlerle ilgili başka müstakil eserler de vardır. Bunlar­dan biri Abdullah b. el-Mübarek'e (v. 165/781)ait olan "Kitabu'l-cihad'dır.[50] Bir diğeri ise 786/786 da vefat eden Ebu îshak Fezârî'ye ait olan Kitabu's-siyer'dir.[51] İbn ebi Asım Ebu Bekr Ahmed b. Amr eş-Şeybânî'nin (v. 287/900) Kitabu'l-cihad'ı[52] da bu kapsamda hatırlanmalıdır.

Sevrî'nin de siyer ile ilgili bir kitap yazdığı bilinmekteyse de kaybolan bu kitabın izlerine ancak San'ânî'nin (v. 211/827) el-Mıtsannefi ile İhtilâfa'7-/«fca/zö'sında rastlanabilmektedir.[53] Taberî'nin az önce değindiğimiz İhtilâfu'l-Fukahâ isimli mukayeseli fıkıh eserinin "Kitabu'l-cihad, Kitabu'l-cizye ve ahkami'l-muharibin" başlıklı bölümleri, İslam devletler hukuk alanında adını andığımız alimlerin yanında Şa'bî, Ebu Sevr (v. 240 veya 246/854 veya 860), Hasen Basrî (v. 110/728) ve İbrahim en-Neha'î (v. 96/ 714) başta olmak üzere o zamana kadar söz söylemiş hukukçuların görüşlerinin birarada bulunduğu önemli bir kaynaktır.[54]

Devletler hukuku tarihinde en başta gelen müellif, hiç kuşkusuz İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'dir. Ebu Hanîfe'nin Kûfe'deki fıkıh muhitin­de yetişen bu büyük hukukçunun kaleminden çıkan "es-Siyeru'l-kebir", gerek muhteva ve gerekse konulan ele alış biçimi açısından temel kaynağımız duru­mundadır. O'nun uluslararası ilişkiler alanındaki önderliğini ve uzmanlığını tak­dir eden Batılı hukukçular, Almanya'nın Göttingen kentinde "Şeybânî Devletler Hukuku Enstitüsü'nü kurarak O'nun konuyla ilgili görüş ve çalşmalarını tanıtmayı amaçlamışlardır.[55]

Şeybânî'nin es-Siyeru'1-Kebîr'i, Karahanlı devrinin büyük hukukçusu Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (v.490/1097) tarafından şerh edilmiştir. Bizim de temel kaynaklarımızdan olan bu şerh, Osmanlı âlimlerinden Mehmed Münîb Aymtâbî (v. 1238/1823) tarafından yer yer genişletilerek Arapça aslından 110 sene önce "Şerhu Siyer-i Kebîr Tercümesi" ismiyle 1241/1825 yılında iki cilt halinde İstanbul'da Osmanlıca olarak yayınlanmıştır.[56]

Serahsî'nin[57] söz konusu şerhi, devletler hukuku alanındaki ilk kitapların detaylı açıklaması olması dolayısıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Fransizcaya tercüme ettirilmiş ve Örgüt tarafından yayınlanması planlanmıştır.[58] Fakat Muhammed Hamidullah tarafın­dan yapılan bu tercüme, ne UNESCO ne de onun havale ettiği Beyrut'taki bir kurumca[59] değil, "Le Grand Livre de la Conduiîe de VEtat" ismiyle Türkiye Diyanet Vakfı tarafından dört cilt halinde yayımlanmış bulunmaktadır.[60]

Bu noktada Şeybânî'nin yazdığı en son kitap olan es-Siyeru' l-kebîr'in telifi sebebiyle ilgili olarak Serahsı'nin naklettiği şu anekdota da değinmek istiyoruz: Şeybânî'nin es-Siyeru's-sağîr isimli eserini inceleyen el-Evzâ'î, Kitabı kimin yazdığını sorar. "Iraklı Muhammed" cevabını almca "Iraklılar nerede, siyer konusunda kitap yazmak nerede! Peygamber (s.a.v.) ile ashabının gazveleri, Şam ve Hicaz tarafından gerçekleşmiştir, Irak tarafından değil. Nitekim Irak daha sonra fethedilmiştir..." şeklinde küçümseyici ifadeler kullanır. Bunu duyan İmam Muhammed de kendisini es-Siyeru'l-kebîfi yazmaya vakfeder. Yazılıp bitirilen bu ikinci kitabı gören Evzâ'î bu defa "Eğer kitapta Hadis-i şerifler bulunmamış, onlara dayanılmamış olsaydı, Muhammed bunu kendi kafasından yazmış derdim. Allah ona görüşlerinde doğruyu bahşetmiş. 'Her bilenin üstünde daha iyi bilen biri vardır.'[61] buyuran Allah ne doğru söylemiş" diyerek takdirle­rini bildirmiştir.[62]

Es-Siyereru'1-kebîr'in îmam Muhammed'in en son kitabı olması gerçeği, Ebu Zehra'nın da (v. 1974) dediği gibi, onu Evzâ'î'nin küçümsemelerine ve tenkidine karşı yazdığı iddiasıyla çelişmektedir. Gerçekten de bu kitap imam Muhammed'in son kitabıdır. Zira bunu, kitaplarının devamlı ravisi Ebu Hafs el-Kebir Ahmed Hafs (v. 216/831) değil, Ebu Süleyman el-Cüzcânî (v. 200/815) ile İsmail b. Süvâbe (v. III. asır) nakletmiştir. Çünkü Ebu Hafs kitap yazıldı­ğında Irak'ta değildi. Üstelik es-Siyeru'1-kebîr'in, Ebu Yûsuf'un son dönemlerinde İmam Muhammed ile aralarının açıldığı bir zamanda yazıldığı, kaynak­larda, bu arada bizzat Serahsî tarafından da bildirilmektedir ki, Ebu Yûsuf'un vefatı 182/798'dir. Diğer taraftan Evzâ'î 151111A yılında vefat ettiğinde İmam Muhammed yirmibeş yaşında idi. Şeybânî'nin daha telif hayatının başında iken son kitabını yazmış olması ve ömrünün geriye kalan otuziki senesinde hiçbir şey yazmamış olması gerçeklerle bağdaşmamaktadır.[63]

İslam devletler hukuku ile ilgili bu ilk özel eserlerin yanında, devlet yöneti­mi, kamu maliyesi ve kısmen ceza hukuku ile ilgili özel eserler olan "Haraç" "EmvaV\ "es-Siyasetü'ş-şer'iyye" ve "el-Ahkâmu's-sultâniyye" türü eserlerde de konu bazı boyutlarıyla incelenmiştir. İslam hukukunun taharetten ferâize bütün konuları kapsayan genel fıkıh kitaplarında da ilk örneklerden itibaren aynı konuya yer verilmiştir. Hz. Ali'nin (r.a.) torunu Zeyd 'b. Ali'ye (v. 122/740) nisbeti konusunda şüpheler bulunmakla birlikte bilinen en eski fıkıh mecmuası olan[64] el-Mecmû' fi'l-fıkh isimli eserde Kitabu's-siyer bölümünün varlığını bilmekteyiz Aynı şekilde ilk dönem fıkıh mecmualarından biri olan ve İmam Mâlik'in görüşlerini içeren el-Müdevvene ile İmam Şafiî'nin el-Ümm adlı eserlerinde devletler hukuku bahisleri yer almaktadır.

İslam devletler hukuku, kendi teorisini Hz. Peygamber'in (s.a.v.) meğâzî pratiğine dayandırdığından meğâzi kitapları da kaynaklar arasında sayılmalıdır. Meğâzi alanında ilk müstakil mecmuayı derleyen Üçüncü Raşit Halife Hz. Os­man'ın oğlu Ebân b. Osman'dan [65] (v. 100/718), bize tam olarak ilk defa ulaşan meğâzî kitabı olan Vâkıdî'nin eserine kadar geçen süredeki müellefatı bu cüm­leden olarak zikretmeliyiz.

Buraya kadar ele aldığımız ilk hukukî ve tarihî eserler yanında, siyasî ve askerî nitelikli kitaplar da erken dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Bu cümleden olarak Abbasilerin I. dönem halifelerinden Mansur zamanında (136-158) Abdülcebbar b. Adî, "Kitab fi âdâbi'l-hurüb ve sûratu'l-asker" isimli eserini yazmış, bunu el-Herşâmî'nin "Siyâsetü'l-hurûb"u ile Çanakya el-Hin-dî'nin "Kitab fi emri tedbîri'l-harb"ı izlemiştir. Hatta bu alanda Özellikle savaş stratej ileriyi e ilgili olarak diğer dillerden arapçaya.[66]

 

Tahkik Edenin Önsözü

 

A - Muhammed B. El-Hasan Eş-Şeybanı

 

(132-189/749-805)

 

Biyografisinin Kaynakları:

 

A- Eski Kaynaklar :

 

İbn Sa'd (öl. 230); et-Tabakâtu'1-Kübrâ, VII/78

el-Hatîb el-Bağdâdî (öl. 463); Târîhu Bağdad, 11/172-182.

İbn Abdi'1-Berr (öl. 463); el-İntikâ, s. 24.

eş-Şîrâzî (öl. 476); Tabakâtu'l-Fukahâ, s. 114

İbn Asâkir (Öl. 571); Târîhu Medineti Dımaşk.

İbnu Hallikân (öl. 681); Vefeyâtu'l-A'yan, 1/574

ez-Zehebî (öl. 748); Tarihu'l-İslâm (yazma-Ayasofya)

ez-Zehebi; "Menâkibu Ebî Hânife" ile birlikte basılmış bir bölüm.

el-Kuraşi (öl .775); kasım 11/42.

İbn Kutlûbuğâ (öl. 879); Tâcu't-Terâcim, s. 40

Hacı Halife (öl. 1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1014.

et-Temîmî el-öazzî (öl. 1010); et-Tabakâtu's-Seniyye, et-Teymuriyye

kütüphanesi yazması, IÎI/288.

el-Laknavî (öl. 1304); el-Fevâidü'1-Behiyye, s. 72.

es-Safedi (Öİ.764): el-Vafi bi'1-Vefeyat. 11/332[67]

 

B- Yeni Kaynaklar:

 

el-Kevserî, Muhammed Zâhid (öl. H. 1371); Bulûğu'l-Emânî fî Sîreti'l -İmâm Muhammed ibni'l-Hasan eş-Şeybânî. (Şeybânî ile ilgili olarak söylenen­lerin büyük bir kısmını ihtiva eden iyi bir hal tercemesidir.)

Schacht; İslâm fıkhı tarihiyle ilgili üç konferans. "EI-Muntekâ Min Dırâsâ-ti'1-Musteşnkîn" isimli kitabımızda[68] yayınlanmıştır, s. 105-106. [69]

 

C - Batı Dillerindeki Kaynaklar :

 

Brockelmann; GAL.

Schacht; esquisse d'une histaire du Droit Musulman. Paris - 1952. Schacht; The Origins of Mohammedan Jurisprudence. Oxford - 1950. Schacht; Aus den Bibliotheken von Konstantionopel und Kairo 3 vol, Berlin-1928- 1931.

Hamidullah; Müslim Conduct of State. Lahore - 1954.

İmam Muhammed'in babası Hasan b. Farkad aslen Şam bölgesinin kuze­yinde Rabîa diyarındandır. Emeviler devrinde, Şam bölgesinde orduya mensup bir asker idi. Dımaşk vadisinde Harasta köyünde ikamet ediyordu. Hasan b. Farkad zengindi. Daha sonra Irak beldelerinden Vasıt'a taşındı.

H. 132 yılında oğlu Muhammed dünyaya geldi. O sırada Emevi hakimiyeti sona ermiş ve Abbasiler başa geçmişti.

Muhammed, Kûfe'ye taşınıp orada yetişmişti. O zaman Küfe fıkıh, lisan ve nahiv ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Bu arada Basra da edebiyat, lisan ve nahiv ilimlerinin merkezlerindendi. Burası Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Sevrî, Kisaî, Ferrâ, Seleme, Sa'leb... gibi büyük fakih, dilci ve nahivcilerin bir araya geldikleri yer idi. Muhammed b. Hasan'm kültürünün oluşmasında bu çevre etkili olmuş, dil, şiir ve fıkıhla hadis'e yönelmesine sebeb olmuştur. Vefat eden babasının kendisine otuzbin altın bırakması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaş­tırmış ve parayı bu yolda harcamıştır. Muhammed, birçok hocaya talebelik yaparak onlardan ilim tahsil etmiştir. Dört sene Ebû Hanîfe'nin yanında okumuş ve H. 150 senesinde Ebû Hanîfe'nin vefatı üzerine Ebû Yusuf dan fıkıh tahsilini tamamlamıştır. Sonra büyük alimlerin yanma gitmek üzere çeşitli yerlere seyahatleri olmuştur. Şam halkı alimlerinden Evzâî'nin, Mekke'de Süfyân b. Uyeyn'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek' in yanına giderek onlardan ilim tahsil etmiştir. Basra'da birçok ilim ehlinden ders almıştır. Bu seyahatlerinin en önemlisi, Medineye olan seyahatidir ki, burada üç sene İmam Mâlik'in yanında kalmış ve defalarca Muvatta'ı kendisinden dinlemiştir. Böylece re'y ehli olan istinbat ehlinin metodu ile İmam Mâlik ve Evzâî'nin metodunu birleştirmiş oluyordu. Geri döndüğünde şöhreti yayılmış ve her yerden kendisine talebe akını başlamıştır. Uzak memleketlerden birçok talebe geliyordu. Gelen talebeler arasında iki kişi çok önemli şahsiyetlerdi. Bunlardan ilki Sicilya fatihi Esed b. Furât olup daha önce İmam Mâlik'i görmüş ve Muvatta'ım dinlemişti. Sonra imam Muhammed'e gelip Muvattaı ondan da dinlemiştir. Esed, Afrika'ya dön­düğünde Muhammed b. Hasan'dan etkilenerek Afrika ve Mağrib'de Ebû Hanîfe' nin mezhebini yaymıştır. Yine İmam Muhammed'in kitaplarının ışığı altında "Sahnûn'un el-Mûdevvene'sinin aslı olan "Esediye" isimli kitabını meydana getirmiştir.

Önemli talebelerinin ikincisi ise, imam Şafiî idi. İmam Şafiî, İmam Mu­hammed'in yanına gelerek ilim tahsil etmiş ve eserlerini istinsah etmişti. Mu­hammed b. Hasan ilim ve malını Şâfiîden esirgememiş, her ikisinden ona bol bol vermiştir. İmam Şafiî, daha sonra Mısır'a gidip orada mezhebini yaymıştır.

Bu iki talebeye özel ilim meclisi kurulur ve bu mecliste İmam Muham-med'den ilim tahsil ederlerdi.

Gelenler arasında Buhârî'nin, re'y ehlinin fıkhını kendisinden Öğrendiği Ebû Hafs el-Kebîr, Kütüb-i Sittenin kendisi vasıtasıyla yayıldığı Ebû Süleyman el-Cüzcanî, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi başka değerli talebeler de vardı.

İmam Muhammed b. Hasan, halife Harun Reşid'e ulaşma imkanını bulmuş, Harun Reşid de onu Rakka kadılığına tayin etmiştir. Ancak Ebu Talip soyundan gelenlere eman verme hususundaki fetvasından dolayı bu görevden alınmıştır. Böylece Harun Reşid'in hışmına uğramış ve acaba Ebu Talip oğullarını isyana teşvik eden bir belge bulunabilir diye kitaplığında arama yapılmıştır. Daha sonra Zübeyde araya girerek onları barıştırmış ve tekrar eski görevine getiril­miştir. Hayatının sonuna doğru İmam Ebû Yusufun vefatından sonra Kâdi'l-kudât (Baş hakim) makamına getirilmişti.

Çağında yaygınlaşan problemler hakkında kendisi de düşüncelerini belirt­miştir; Kur'an'ın yaratılışı, teesim ve dört halifenin daha faziletli oluşlarıyla ilgili görüşlerini açıklamıştır.

H. 189 yılında Harun Reşid, Rey şehrine gitmiştir. Beraberinde Muhammed b. Hasan ve Kisai de bulunmuştur. Muhammed b. Hasan'la Kisâî'nin her ikisi, burada vefat etmişlerdir. O zaman Muhammed altmış yaşlanndaydı. Bu iki alimin vefatı üzerine Harun Reşid'in "Fıkıh ve Arapça bir günde gömüldü." dediği rivayet edilir.

Şeybânî'nin kültürü tüm açıklığıyla eserlerinde ortaya çıkmıştır. Arap dilin­deki bilgisi, bu dilin inceliklerini kavraması ve fıkıhtaki derinliği tamamıyla eserlerinde yansımıştır.

Muhammed b. Hasan'ın fıkıhta değeri iki yönde ortaya çıkmaktadır:

Birincisi: Eserlerinin çokluğu. Ebû Hanîfe'nin mezhebinin yayılmasında talebelerinin en büyüğü odur. İkinci Asır fakihleri arasında en çok eser veren odur. Görüşlerinde öyle bir asalet varki, onu özel bir mezhep sahibi haline getir­mektedir. Kitapları halk arasında okunan ve güvenilen kitaplar olarak gelmiştir.

İkincisi; el-Müdevvene, el-Esediyye, el-Ümm ve el-Hücce gibi fıkıh kitaplarının yazarları ondan etkilenmiş ve eserlerini onun kitaplarının ışığında yazmışlardır. [70]

 

Eserleri :

 

el-Asıl: Kitaplarının en geniş olup el-Mebut olarak bilinir. Hukuki mese­leleri Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf un mezhebine göre burada serdetmiş ve her meselede kendi görüşünü de açıklamıştır.

el-Câmiu'1-Kebîr : Fıkhı meselelerin en önemlilerini ihtiva eden bir kitabı olup onun için: İslâm'da benzeri yazılmamıştır," denilmiştir.

ez-Ziyâdât ve Ziyâdâtu'z-Ziyâdât : Bu kitaplarını el-Câmiu'1-Kebîr kita­bından sonra te'lif etmiş ve bu kitaba almadığı meşeleri bu kitaplarda işlemiştir.

el-Câmiu's-Sagîr: Ebû Yusuf'tan duyduğu Ebû Hanîfe'ye ait riva­yetlerdir.

es-Siyeru's-Sağîr: Siyer/devletler hukuku ile ilgili olarak Ebû Hanîfe1 den naklettiği rivayetlerden oluşmaktadır.

el-Hucec: Medine ehline karşı delillerle ilgili görüşlerini burada serdeder. Bu kitap, Ebû Hanîfe'nin senedleriyle birlikte Şeybânî'nin çağında ve ondan Önce Irak'taki sünnî mezhebin temelini bize anlatır. Mezhepler arasındaki ih­tilaflar konusunda te'lif edilen ilk kitap budur. Çünkü Küfe ehli ile Medine ehli arasındaki ihtilaflarla ilgilidir.

Kitabu'1-Asar : Bu kitapta Ebû Hanîfe'den merfû, mevkuf ve mürsel hadisleri rivayet eder ki bunların çoğu İbrahim en-Naha'î kanalıyladır.

el-Mahâric ve'1-Hiyel : Kevserî bu kitabın Şeybânîye ait olmadığı halde kendisine nisbet edildiğini söyler.

er-Rakkıyyât : Rakka'da kadı iken fer'î meselelerle ilgili olarak verdiği hükümleri ihtiva eder.

Bunlar dışında başka kitapları da vardır.

İmam Muhammed, Ebû Hanîfe'nin fıkhı görüşlerini el-Mebsût, el-Câmiu's-Sağîr ve es-Siyeru's-Sağîr isimli kitaplarında rivayet eder. Kendi mezhep ve görüşlerini de diğer eserlerinde ortaya koyar.

Eserlerinin çoğunun birçok şerhleri vardır.

Şeybânî'nin te'lif ettiği kitapların sonuncusu, es-Siyeru'1-Kebîr kitabıdır. "Siyer" kelimesi ile, meğaziyi (savaş ve savaş hukukunu) kastederler.[71]

 

Es - Siyeru'l-Kebîr'in Te'lif Sebebi:

 

Irak âlimleriyle Şam âlimleri arasında yaşanan bir tartışma üzerine te'lif edilmiştir. Serahsî, -şayet dediği doğru ise- es-Siyeru's-Sağîr kitabının, Şam ehlinin fakihi ve âlimi Evzâî'nin eline geçtiğini ve bu kitabın müellifinin kim olduğunu sorduğunda: "Iraklı Muhammed'dir." denildiğini, bunun üzerine Evzâî'nin: "Irak ehli nerede, bu konuda eser vermek nerede? Onların Siyer hakkında bilgileri yoktur" dediğini zikreder. Serahsî, Evzâî'nin sözünü açıklayarak, Rasulullah'ın gazvelerinin Irak'ta değil Hicaz ve Şam taraflarında olduğunu, Hicaz ve Şam ehlinin bu gazveleri daha iyi bildiklerini söyler. Evzâî'nin sözü, Muhammed b. Hasan'a ulaşınca buna öfkelenir ve es-Siyeru'l-Kebîr kitabını te'lif eder. Onu altmış deftere yazarak Harun Reşid'e gönderir. [72]

 

Kitabın Konusu:

 

Savaşla ilgili tüm hususları; müşriklerle olan ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümleri ihtiva eder. Doğrusu bu kitap savaşla ilgili meseleleri konu edinen müslümaların DEVLETLER HUKUKU'dur. İmam Muhammed b. Hasan müslümanlarla müşriklerden bahsetmiş ve erkek olsun, kadın olsun veya çocuk olsun, her iki tarafın esirlerinin hükümlerini açıklamış, müşriklerin İslâm'a girmelerini, çeşitli şekil ve lafızlarıyla eman dilemeyi, eman verilenlerle dâru'l harbten dâru'I-İslâm'a gelen elçileri, elde ettikleri dokunulmazlıkları, ganimet­leri, antlaşma, fidye, silah, köle ve araç-gereçlerin hükümlerini, ehl-i harbin istila ettiği toprakları, dâru'l-harbdeki ehl-i îslâmı, antlaşmaları bozmayı, savaş suçlarını, hern savaş ve hem de barışta ehl-i harb ile ve müslümanlarla ilgili konularda daha yüzlerce meseleyi anlatır.

Şeybânî, bütün bu hususlarda Kur'ân'a, meydana gelen belli olaylar aka­binde Rasulullah'ın gazveleriyle ilgili olarak yapılan rivayetlere ve müslü-manlann savaş ve fetihleri esnasında verilmiş hükümelere dayanır. Birçok meselede kıyası kullanarak güzel hükümlere varır.

Böylece devletler hukuku alanında kitabın önemi ortaya çıkmaktadır. Harun Reşid, kitabı gördüğünde gayet beğenmiş ve kendi hakimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saymıştır. Ayrıca kitabı ders olarak okumaları için iki oğlunu müellife göndermiştir. Osmanlı döneminde kitaba verilen değer daha da artmış ve Sultan Mahmud Han zamanında Osmanlıcaya tercüme edilerek Os­manlı mücahidlerinin Avrupa devletleriyle yaptıkları savaşlarda temel olarak alınmıştır.

Yine birçok kimse kitaba değer vererek şerhetmiştir. Bu şerhler içerisinde en Önemlileri, Serahsî ve Cemal el-Hasîrî'nin (H. 636) şerhleridir. Şeybânî, devletler hukukuyla ilgili eserleriye Onyedinci asırda yaşayan ve devletler hukukunu ilgilendiren bazı meselelerdeki araştırmalarından dolayı devletler hukukunun babası olarak bilinen Hollandalı Grotius'dan (M. 1583/1640) ve ondan önce gelen yahut çağdaşı olan Vitoria, Suarez ve Vasques gibi hıristiyan hukukçuardan Önce gelir.

Devletler hukukuyla ilgilenenler, son senelerde Şeybânî'nin bu alandaki değerinin farkına varmışlardır.

Almanya'nın Gottingen şehrinde Devletler Hukuku Enstitüsü kuruldu. Çeşitli ülkelerden devletler hukuku âHmleriyie bu alanda uğraşanlardan birçok kimse bu enstitüye üye oldu. Mısırlı büyük hukukçu Prof. Abdulhamid Bedevi cemiyete başkan seçildi. Bizler de başkan yardımcısı seçildik. Cemiyetin amacı Şeybânî'yi tanıtmak ve bu alandaki görüşlerini ortaya çıkararak konuyla ilgili eserlerini yayınlamaktı.

Salahuddin el-Müneccid[73]

 

B- Muhammedb.Ahmedes-Serahsî Biyografisinin Kaynakları

 

Eski Kaynaklar :

 

el-Kuraşi (öl. 875); el-Cevâhiru'l Mudıyye, 11/29.

Ibn Kutlûbuğâ (öl. 879); Tâcu't-Terâcim, s. 38.

Hacı Halife (öl. 1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1012

et-Temîmî el-Ğazzî (Öİ.1010); et-Tabakâtu's-Seniyye fî Terâcimi'1-Hane-

fîyye,III/175. [74]

 

Batı Dillerindeki Kaynaklar :

 

Heffening, dans Encycl. de I'Islam, Serahsi maddesi Brockelmann, GAL Schacht'ın eserleri.

Şemsü'l-Eİmme Muhammed b. Ahmed b. Sehl Ebû Bekr es-Serahsî'nin hayatı hakkında pek bilgimiz yoktur. Belki de bu, Mâverâunnehr gibi çok uzak bir yerde yaşaması ve hayatının bir bölümünü hapiste geçirmesi sebebiyledir. Bildiğimiz, O'nun, Meşhed ve Merv arasında eski bir şehir olan Serahs'tan olmasıdır. H. 448 yılında vefat eden Abdülaziz el-Hulvânî'den ders almış ve kitaplarını onun yanında bitirmiştir. Serahsî fıkıh, kelam, usûl ve münazara ilimlerinde üstün bir seviyedeydi. Yanında okuyan ve kitaplarını bitiren talebeler de vardır. Ebû Bekr el-Husayrî (Muhammed b. İbrahim, öl. H. 500) bunlardan biridir.

Daha sonra Mâverâunnehr'in bir beldesi olup Fergana yakınlarında bulunan Özkent'e gidip Hakan'ın sarayında kaldı. Ama kısa bir müddet sonra, Hakan'ın, azad ettiği cariyesiyle İddeti dolmadan evlenmesinin haram olduğunu söylemesi üzerine H. 466 yılında zindana atıldı. Yaklaşık olarak onbeş yıl Özkent zindanlarında kaldı. İlim talihleri, zindanın kapısının önüne gelir ve ondan fıkıh dersi alırlardı.

Onbeş ciltlik el-Mebsût isimli kitabım zindanda yazdı. Mebsût'u yazarken, hiçbir kitaba müracaat etmedi. Her bir babı yazdığında, hapiste iken onu yazdığına işaret etti. H. 477 yılında kitap tamamlandı. Sonra Şeybânî'nin es-Siyeru'l Kebîr'inin şerhini yazmaya başladı. Kitabu'ş-Şurût'a geldiğinde, ki kitap bitmek üzereyken serbest bırakıldı. H. 480 yılının ilk baharında Merginan'a gitti. Bu şerhini aynı senenin Cemâda'1-ûlâ ayında bitirdi.

Serahsî'nin ölüm tarihi ihtilaflıdır. Kimi H. 483 senesinde vefat ettiğini söylerken, kimi H. 486 senesinde, kimi de H. 490 yılma yakın vefat ettiğini söylemektedir. [75]

 

C - Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi

 

es-Siyeru'1-Kebîr'in şerhine gelince, bunu da üç yıla yakın bir müddet içe­risinde bitirmiştir. Hepsini ezberinden yazmış ve bu arada İmam Muhammed'in kitabına bile müracaat etmemiştir. Ancak ne yazık ki İmam Muhammed'in kitabının aslı kaybolduğundan, Serahsînin ezberinin sıhhatini tesbit etme imkanımız olmamıştır. Yedinci asırda Dımaşk'te yaşayan Cemal el-Hasîrî'nin şerhi de kayıptır. Böylece hapiste tamamen hafızasına dayanarak onu rivayet eden Serahsî'nin nakli dışında İmam Muhammed'in metninden elimizde hiçbir şey yoktur. Ancak Serahsî'nin İmam Muhammed'den naklettiği metin hakkında şu noktalara dikkatleri çekmek isteriz:

1- Serahsi, İmam Muhammed b. Hasan'm görüşlerini rivayet ederken kullandığı senedi korumamış; onları hazfetmiş ve "Muhammed falandan zikretti ki.." yahut "Muhammed falandan rivayet etti ki.."demekle yetinmiştir.

2-  İmam Muhammed'in kendi görüşleri olduğuna inandığı yerlerde "Muhammed dedi ki" ifadesini kullanmıştır.

3- Serahsi, İmam Muhammed'in söylediklerini te'yid eden âyet ve hadisler getirir veya mağâziyle ilgili olaylar nakleder. Bazen görüşlerine muhalefet eder. İmam Muhammed, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve başkalarına muhalefet ettiği yerlerde onların görüşlerini açıklar.

4- Serahsî, metinde İmam Muhammed'in kitabının hepsini rivayet etmez. Hatta bazı bablan bile hazfeder. Mesela: Düşman esirlerin nesebini isbat babı" ile "dâru'l-harbte had cezası babı" arasında bir bab hazfettiğini zikreder ama hazfedilen babın ne olduğunu açıklamaz. Onun İçin nelerin atıldığını kesin olarak bilemiyoruz.[76]

5- İbarede anlatım zayıflığı ve uzunluk göze çarpmakta, bazen kapalılık ve nahiv kaidelerine aykırılık gibi durumlara Taslamaktayız. Bunun sebebi, Se­rahsî'nin ilk fakihler kadar arapçaya gereken önemi1 vermeyen müteahhir fakihlerden oluşu, Mâveraunnehir'de yaşaması ve yazdıklarını gözden geçirme imkanını bulamamasıdır.

6- Şerhinin mukaddimesinde, İmam Muhammed İle Kadı Ebû Yusuf ara­sındaki çekişmeyi gerçekten olmuş gibi rivayet eder. Halbuki böyle bir olay meydana gelmiş değildir. [77]

 

Es-Siyerul-Kebîr Şerhinin Elyazmaları

 

Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana es-Siyeru'1-Kebîr şerhi çok yaygınlaştı. Çünkü Osmanlı devletinin mezhebi hanefî idi ve bu kitap devletin, diğer gayri muslini devletlerle savaşlarında başvurulan bir kaynak olmuştur.

Bu nedenle hicrî dokuzuncu asırdan itibaren Osmanlı döneminde bu şerhin elyazmaları pek çoktur. Ancak ne yazık ki, eski temel yazmalar azdır.

Brockelmann [78] 'GAL isimli eserinde Türkiye, Viyana ve Dımaşk (Şam) kütüphanelerinde onyediye yakın nüsha sayar. Biz de Brockelmann'ın zikret­mediği şu onbİr nüshayı tesbit ettik:

1- Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesindeki yazma: Bu yazmanın üzerinde, H. 631 yılı sema' kaydı var. Bulunduğu numara : MS. 349. 297.

2- Dâru'l-Kütübi'I-Mısriyye Nüshası: Birinci cüzden bir bölüm olup son tarafı eksiktir. Nüsha "Bâbu'l-mûslim yahrucu min dâri'1-harb" babı ile son bulur. Büyük İhtimalle yedinci asırdan önce yazılmıştır.

3- Leiden Üniversitesi Kütüphanesi Nüshası: H. 800 yılında yazılmış olup OR 373 numarada kayıtlıdır.

4- Paris Milli Kütüphane Nüshası: Hicri 864 yılında yazılmış olup 837-838 mumaralarda kayıtlıdır.

5- İstanbul'da Üçüncü Ahmed Nüshası : Büyük ihtimalle on yahut onbirinci asırda intinsah edilmiştir. No: 149.

6- Mustafa Fazıl (Dârul-Kütübî'l-Mısriyye) Nüshası: H.  1117 yılında yazılmıştır. Hanefî Fıkhı : 65 numaradadır.

7- Şam'da ez-Zâhiriyye Nüshası: İstinsah tarihi H. 1130. Genel No: 5854

8- Dâru'İ-Kütübi'l-Mısriyye Kütüphanesinde, Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi Hicri 1131. Hanefî Fıkhı; 887 numarada kayıtlıdır.

9- Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi H. 1141. Hanefî Fıkhı; T. 1089 da kayıtlıdır.

10- Mustafa Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası : İstinsah tarihi H. 1158. Hanefî Fıkhı-M, 64 numarada kayıtlıdır.

11- Mustafa Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye Nüshası:  Onikinci asrın başlarında istinsah edilmiştir. Hanefî Fıkhı-M: 66 numarada kayıtlıdır. [79]

 

Başvurduğumuz Nüshalar Ve Bu Nüshaların Tavsifi

 

Brockelmann'ın zikretmediği Üçüncü Ahmed Nüshası hariç, İstanbul1 daki nüshaları görme imkanımız olmadı. Kitabı hazırlarken tanıttığımız nüshalara müracaat ettik ve aşağıdaki nüshalara da işaret ettik.

1- Paris Nüshası, No : 837

2- Mustafa Fazıl Nüshası, Hanefî Fıkhı-M. No: 66

3- Üçüncü Ahmed Nüshası, No: 1149

4- Tal'at Nüshası (Hanefî Fıkhı, No : 887

5- Haydarabad, Hindistan baskısı Birinci cildi basıldıktan sonra;

6- Beyruttaki Amerikan Üniversitesi Nüshasını elde ettik ve metni bu nüshayla karşılaştırdık. Ancak dipnotlarda buna işaret etmedik.

Not:

1- Yukarıdaki nüshaların tavsiflerini, Türk okuyucuları için pek lüzumlu görmediğimiz için ve kitabın hacmini kabartacağı düşüncesiyle buraya almadık.

2- Yine, kitabın Arapça tahkik metodu ile ilgili açıklamaları ve Arabça yazmalardan örnek fotokopileri de aynı düşünceyle buraya almadık.(Mütercimler) [80]

 

Şarihin Önsözü

 

Değerli imam, zahid, imamlar imamı Ebû Bekr b. Ebî Sehl es-Serahsî Şemsü'l-Eimme (İmamlar Güneşi) dedi ki;

Bilmiş ol ki, es-Siyerü'1-Kebîr, İmam Muhammed'in fıkıhta yazdığı kitap­ların sonuncusudur. Bu sebeple talebelerinden olan Ebû Hafs bu kitabını Mu-hammed'den rivayet etmemiştir. Çünkü Ebû Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra İmam Muhammed bu kitabı yazmıştır. Ebû Yusufun İsmini de hiç anmamıştır. Çünkü kitap yazıldığı sırada araları açılmıştı. Ebû Yusuf tan bir hadis rivayet etme ihtiyacını duyduğunda onun ismini anmadan: "Güvenilir kişi bana haber verdi" ifadesini kullanır ki bundan maksat Ebû Yusuf tur.

Aralarının açılmasının temel sebebi: el-Mualla'nin anlattığına göre, kıskanç­lıktır. Mualla şöyle der: İmam Ebû Yusufun meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildi ve Ebû Yusuf onu övdü. Ebû Yusufa: "Bazen aleyhinde konuşu­yorsun bazen de övüyorsun" dedim. 'O, kıskanılan biri'dir." karşılığını verdi.

İbn Semâ'a, İmam Muhammed'den naklen der ki: Ebû Yusuf kadılığa ilk getirildiği sıralarda hergün bineğine biner, Halifenin meclisine uğrardı. Bu arada öğrencilerle karşılaştı ve onlardan nereye gittiklerini sordu. Onlar da: "İmam Muhammed'in ilim meclisine gidiyoruz" dediler. Bunun üzerine Ebû Yusuf şöyle dedi: "Muhammed, ilim talebelerinin gidip gelecekleri seviyeye ulaştı mı? Allah'a yemin ederim ki, ona rağmen Bağdad'm hacamatçısını, bakkalını, onun gibi birer fakih olarak yetiştireceğim." Bunun için ders ve imla meclisini kurdu. İmam Muhammed ise derslerine devam etti. Ebû Yusuf, son zamanlarında, sabahın erken saatlerinde meşhur fakih ve âlimlerle karşılaşıp onların nereye gittiklerini sordu. "Muhammed'in meclisine gidiyoruz," dedikle­rinde "Gidin gidin, bizce o, kıskanılan biridir." dedi.

Aralarının açılmasına sebeb olan olay: Rivayet edildiğine göre, Halifenin meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildiğinde Halife onu Övdü. Ebû Yu­suf, İmam Muhammed'i bir kenara çekerek ona: "Mısır Kadısı olmak ister misin?" dedi.

İmam Muhammed: "Ben böyle bir şeye talip değilim, bundan kastınız nedir?" diye sordu.

Ebû Yusuf: -Irak'ta ilmimiz hâkim oldu. Dilerim ki, Mısırda da yayılıp hakim olsun.

Muhammed : -Bakalım, ayrıca ehil olanlarra danışalım, da müşavere ede­lim, dedi. Danışma sonunda İmam Muhammed'e şöyle dediler.

- Onun gayesi, senin kadı olman değildir. Seni Halifenin kapısından uzak­laştırmak istiyor.

Sonra Halife, Ebû Yusuf a, Muhammed'i meclisine getirmesini emretti. Ebû Yusuf: "Onun bir hastalığı var. Hastalığı Emirü'l-Mü'minin meclisinde bulun­masına engeldir," diyerek onu fikrinden caydırmak istedi. Halife: Hastalığının ne olduğunu sordu. Ebû Yusuf: "Hafif abdestini tutamadığı için uzun müddet oturamaz." dediyse de Halife: "O zaman kalkmasına izin veririz," karşılığını vererek ısrar etti.

Sonra Ebû Yusuf, Muhammedi tenha bir yere çekerek: "Emirü'l-Mü'minin seni çağırıyor. Ancak tahammülsüz bir adamdır.. Yanında fazla oturma. Sana işaret ettiğim zaman hemen kalkarsın" şeklinde uyarıda bulunduktan sonra onu alıp Halifeye götürdü. Halife İmam Muhammed'i iyi karşıladı. Çünkü İmam Muhammed, boyubosu yerinde ve konuşmasını bilen bir kişiydi. Halifeyle gü­zel güzel konuşmaya başladı. Halife de onu ilgiyle dinliyordu. Tam bu sırada Ebû Yusuf kalkması için işaret verdi. İmam Muhammed sözünü kesip dışarı çıktı.

Halife: "Bu hastalığı olmasaydı meclisimde ondan istifade ederdik." dedi. İmam Muhammed'e: "Niye o esnada çıktın?" denildiğinde: "O esnada çıkmanın doğru olmadığım biliyordum. Lâkin Yakup (Ebû Yusuf) bir zamanlar benim üstadım idi, ona muhalefet etmekten çekindim." karşılığını verdi. Daha sonra Ebû Yusufun yaptıklarının farkına varınca şöyle beddua etti: "Allah'ım, ölümüne sebep, bana nisbet ettiği hastalık olsun." İmam Muhammed'in duası kabul edildi. Bunun meşhur bir öyküsü vardır.

Ebû Yusuf vefat ettiği zaman Muhammed cenaze namazına gitmedi. Halk­tan utandığı için çıkmadığı söylenir. Çünkü İmam Ebû Yusufun cariyeleri Ebû Yusuf için ağlayıp İmam Muhammed'in kapısı önünden geçerken ona dil uzatıyorlardı. Onların şöyle dedikleri rivayet edilir:

Daha Önce bize hased edenler bu gün bize acıyorlar.

Daha önce bize tabi olanlara bugün biz tabi oluyoruz.

Bugün bizler herkese boyun eğiyoruz

Bugün keder ve endişemizi izhar ediyoruz. [81]

 

Kitabın Yazılış Sebebi:

 

İmam Muhammed'in es-Siyeru's-Sağîr isimli kitabı, Şam bölgesi âlimlerin­den İbn Amr el-Evzâî'nin eline geçtiğinde Evzâî kitabın kime ait olduğunu sordu. "Irak'lı Muhammed'indir." dediler. Bunun üzerine Evzâî dedi ki: "Irak ehli nerede, bu konuda kitap yazmak nerede? Onların siyer hakkında bilgileri yoktur. Resulullah (s.a.v.)'le sahabilerinin savaşları Irak değil, Şam ve Hicaz taraflarında olmuştur. Irak o zaman henüz yeni fethedilmişti." Evzâî'nin bu sözleri İmam Muhammed'e ulaşınca, Evzâî'ye kızdı ve bu kitabı hazırlamaya koyuldu. Evzâî bu kitabı gördüğünde: "Şayet içerdiği hadisler olmasaydı kendi yanından uyduruyor derdim. Allah Teâlâ, ona cevabın doğrusuna isabet etmeyi, ona nasip etmiştir. Allah ne doğru buyurmuştur:

"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır."[82] diyerek takdirini izhar etti.

İmam Muhammed, kitabın altmış deftere yazılmasını ve hemen bir arabaya yükletilerek götürülüp Halifeye takdim edilmesini istedi. Halifeye İmam Muhammed'in bir kitap yazarak onu kendisine takdim etmek üzere getirdiğini haber verdiler. Halife buna çok sevindi. Kitabı çok beğendi ve onu hâkimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saydı. Kitabı okudukça takdiri daha da arttı. Onu okumaları için çocuklarını Muhammed'in meclisine gönderdi. İsmail b. Tevbe el-Kâzvînî, Halifenin çocuklarının eğiticisi idi. Onları gözet­lemek için kendisi de derslerde hazır bulunuyordu. Böylece o da, kitabı dinle­miş oldu. Sonra ravilerden sadece İsmail b. Tevbe ve Ebu Süleyman el-Cüzcani kaldı. İşte, kitabı onlardan rivayet eden, bu iki zattır. [83]

 

Serahsının Es-Sıyeru'l-Kebır'i Naklederken Dayandığı Sened Zinciri

 

Serahsî, -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki:

Şemsü'I-eimme Ebû Muhammed Abdulaziz b. Ahmed el-Hulvânî onun yanında mezkur kitabı kendim okumakla bize haber verdi ki: Kadı el-İmam Ebû Ali el-Huseyn b. el-Hızir b. Muhammed en-Nesefî bize haber verdi ki: İmam Ebû Bekr Muhammed Abdurrahim b. Davud es-Simnani, o da; Muhammed b. Hasen'den rivayet etti.

Serahsî dedi ki:

Hocamız el-Hulvânî, Kadı Ebû Ali'nin şöyle dediğini bize anlattı: Bu kitabı, İmam Ebû Bekr Muhammed b. Fazl'ın yanında okuyorduk. "Eman babları"na ulaştığımız zaman Ebû Bekr vefat etti -Allah rahmet etsin- Bunun üzerine Ali el-Hatip el-Mühellebî'den okumaya başladık. Bu nedenle "Emân Bâbları"na kadarki bölümün rivayetini her İkisinden naklettik. Gerisini de yanlız Ali el-Hatib'den rivayet ettik.

Serahsî dedi ki:

Mezkur kitabı Kadi İmam Ebû'l-Hasen Ali b. Huseyn es-Suğdî'den, kıraetle bize haber verdi. O da dedi ki: Bize Nusayr b. Yahya haber verdi. O da dedi ki: Ebû Süleyman el-Cüzcânî İmam Muhammed'den rivayet etti.

Serahsî dedi ki:

Bize onu, Salih ve güvenilir olan Ebû Hafs Ömer b. Mansur el-Bezzâr kıraetle bize haber verdi: O da dedi ki: Hafız Ebû Abdillah Muhammed b. Eşkâb bize haber verdi. O da dedi ki : Ebû Muhammed Abdullah b. Abdul-vahid el-Kazvînî bize anlattı. O da dedi ki: İsmail b. Tevbe el-Kazvînî bize anlattı O da" dedi ki: Bize Muhammed b. Hasen haber verdi, dedi ki: Sevr b. Yezid Halid b. Ma'dân'dan, Halid de, Şurahbil b. es-Sımt'tan haber verdi. [84]

 

Rıbatın Fazileti

 

1- Selman-ı Fârisî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Kim bir gün Allah yolunda düşmana karşı sınırda nöbet tutarsa bir ay oruç tutmuş ve gece ibadetine kalkmış gibi sevap kazanır. Kim Allah yolunda düşman sınırında nöbet tutarken ölürse kabir fitnesinden kurtulur ve kıyamet gününe kadar amelinin sevabı devam eder.

Bu hadis her ne kadar Selman'mn sözü gibi rivayet ediliyorsa da, Rasulullah (s.a.v.)'e merfu gibidir. Çünkü amellerin mükafatlarının miktarı, re'y ile bilinmez, onları bilmenin yolu, rivayettir.

2- İmam Muhammed şu hadisi de zikretti: Mekhul'den rivayet edildiğine göre Selman-ı Fârisî, İran topraklarında bir kalede nöbet tutan Şurahbil b. Sınıfa uğradı ve "Bu makamda ikametine yardımcı olması için Resulullah (s.a.v.)' den işitti­ğim bir hadisi sana haber vereyim mi?" dedi. Şurahbil: "Buyur, haber ver" dedi. O zaman Selman dedi ki: Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum:

"Bir gün düşmana karşı nöbet tutmak, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır. Kim nöbet tutarken ölürse kabir azabından kurtulur ve o ameli, en iyi şekilde yapıl­mış amel gibi çağaltılıp kıyamet gününe kadar iyilikler defterine yazılır." Buradan anlaşılıyor ki sahabeden birinin hafızasında bir hadis olduğu

zaman bazen hadisi rivayet ediyor, bazen de rivayet etmeden fetva veriyordu ki,

her iki durum da caizdir.

Hadis-i şerifte belirtilen murabıtlık sözünün manası, dini yüceltmek ve

müslümanlan müşriklerin zararından korumak için düşman karşısında bir geçidi

muhafaza etmektir. Kelimenin aslı, atlan bağlamaktan gelir. Yüce Allah :

"Onlara karşı kuvvet ve savaş atları (ribâtu'1-hayl)..." hazırlayın[85] buyurur. Mücahid Müslümanlar, atlarını, düşmanı korkutmak için beklediği sınırda bağlayıp orada yemlendirirler. Düşman da aynı şeyi yapar. Onun için çoğu zaman iki kişi arasında ortaklık manası taşıyan kip bu işe isim olarak verilmiştir. Ayrıca bu sebeple, sahralarda yaşayan halkın hırsızların şerrinden emin olmaları için yaptıkları binalara da, "RIBAT" ismi verilmiştir. Yukarıda geçen hadiste bir günlük murabıtlık, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmek gibi sayılmıştır.

3- İmanı Muhammed bundan sonra da sevabın daha çok olduğunu bildiren hadisi zikrederek şöyle dedi: Mekhul'den rivayete göre bir adam Resulullah (s.a.v.)'e gelerek şöyle dedi: Dağda bir mağara buldum. Ecelim gelinceye kadar orada iba­detle meşgul olmak, namaz kılmak istiyorum. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Sizden bir kimse düşmana karşı Allah yolunda bir miktar nöbet tutması, kendi evinde altmış sene namaz kılmasından daha iyidir."

İlk hadiste bir ay ve bu hadiste de altmış sene zikredilmesi, ya düşman­dan emniyet ve korku içinde olmanın farklılığıyla ilgilidir, Çünkü; korku ne kadar çok olursa, sevabı da o kadar çok olur.

Yahut bu nöbet sayesinde müslümanlara sağlanan menfaatin farklılığın­dan dolayıdır. Bu sevabın aslı, işlediğinin değerli olması ve yaptığının müslü­manlara faydalı olmasıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "İnsanların hayır­lısı, insanlara faydalı olandır"

Yahut da bu farklılık, fazilette vakitlerin farklı farklı oluşları sebebiyledir. Bunun izahım Ubey b. Ka'b'ın rivayet ettiği şu hadiste bulmak mümkündür:

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sabrederek ve hayrını umarak Ramazan ayı dışındaki bir günde düşman sınırında nöbet tutmak Allah'ın yanında gün­düzü oruçlu, gecesi ibadetli yüz yıl ibadet etmekten daha faziletlidir. Ramazan ayında sabrederek ve sevabını umarak bir gün muhafızlık yapmak, Allah yolunda gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bin yıl ibadetten daha faziletlidir. Kim mücahid olarak öldürülür yahut murabıt olarak ölürse yeryüzü onun et ve kanını yemez ve anasının kendisini doğurduğu gün gibi günahlarından arınmadikça, cennetteki yerini görmedikçe, hurilerden eşini görmedikçe ve akrabasından yet­miş kişiye şefaat etmedikçe dünyadan ayrılmaz. Ayrıca kıyamete kadar murabıtlık sevabı devam eder."

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Kabir fitnesinden korunur." sözünde, kabir aza­bının gerçek olduğu konusunda ehl-İ Sünnet ve'1-Cemaatin lehine delil vardır. "Fitne" burada azap manasınadır. Yüce Allah:

"Tadın azabınızı ."[86] "Şüphesiz erkek ve kadın müminlere imanlarından dolayı işkence yapanlar, sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Onlar için bir de yanma azabı vardır"[87] sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Fitnenin kelime manası imtihan etmek ve denemektir. Kişi altının ayarını anlamak İçin altını ateşe atınca: "Fetentü'z-Zehebe" "Altını kontrol ettim." der

Yüce Allah'ın: "Kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?"[88] ayeti ile "... Seni türlü türlü ibtilalarla imtihan etmiştik..."[89] Ve :

"Zaten o da senin imtihanından başka birşey değildir..."[90] ayetlerinde de "fitne" bu manada kullanılmıştır. Münker ve nekir için: "Kabrin iki sorgulayı­cısı" denilir. Çünkü onlar kabir sahibini imanından sorgulayarak imtihan ederler.

Ayrıca, kabrin sıkıştırmasından korunmak manasına olduğunu söyle­yenler de vardır. Allah Teala'nın korudukları hariç herkes kabir fitnesine müb-tela olacaktır. Nitekim rivayet edilir ki: Sa'd b. Muaz (r.a.)'ın kabri üzerine toprak atılıp tesviye edildiği zaman Rasulullah (s.a.v.)'in yüzünün rengi değişti.

Allahu ekber, Allahu ekber! dedi ve tekbir sesinden Baki' mezarlığı yan­kılandı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda: "Kabir onu sıkıştırdı. Öyle sıkış­tırdı ki, kaburga kemikleri birbirine girdi. Sonra Allah bu durumu giderip onu rahatlattı. Şayet kabir sıkıştırmasından kurtulan olsaydı, bu salih kul ondan kur­tulurdu." buyurdu. Ancak Hz. Âişe'den rivayet edilen hadiste, kendisinin Rasu­lullah (s.a.v.)'den kabir sıkıştırmasını sorduğu zaman Rasulullah şöyle cevap vermiştir:

"Mümin ölüyü kabrin sıkıştırması, baş ağrısından annesine şikayet eden sevgili oğlunun başının üstüne annenin elini koyup bastırması gibidir. Münafığı sıkıştırması ise, bir kayanın altında kalan yumurtanın ezilmesi gibidir"

Murabıt olarak ölen hakkındaki bu müjde -AUahu a'lem- hayatta yapti-ğiyla müslümanların emniyetini sağlaması sebebiyledir. Böylece o da kabrinde, korkulan kabir sıkıştırmasından emniyet içerisinde olmakla mükafatlan diril a-caktır.

Yahut hayatta iken dini yüceltmek için korku ve yalnızlık yerini seçtiği için, kabirde, korku ve yalnızlık kendisinden giderilecektir. Tıpkı oruçlular için olduğu gibi. Oruçlular kıyamet günü kabirlerinden çıkarıldıklarında insanlar aç ve susuz iken kendilerine sofralar ikram edilecek ve yiyip içeceklerdir. Çünkü onlar dünya hayatında açlık ve susuzluğu seçmişlerdi. Allah da, ahirette onlara türlü türlü sofralar ikram etmekle mükafatlandıracaktır.

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Kıyamet gününe kadar amellerin sevabı devam eder." sözüne gelince, bu, Yüce Allanın kitabında da vardır. Yüce Allah kitabında şöyle buyurur :

"... Kim evinden, Allah'a ve O'nun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki mükafatı Allah'a aittir..."[91] Rasulullah (s.a.v.)' da şöyle buyuruyor:

"Kim hac yolunda ölürse, Allah ona her sene için makbul bir hac sevabı yazar."

Murabıt olarak ölen her kişi hakkında murad edilen budur. Çünkü dünya hayatının sonu gelinceye kadar, murabıtlık yapıyormuş gibi sevabı devamlı olacaktır.

Yani dünyanın sonuna kadar murabıt olarak kalmaya niyetlenmişse sevabı da niyetine göre olacaktır. Rasulullah (s.a.v.) -."Ameller niyetlere göre karşılık görecektir." buyurur.

4- İmam Muhammed, sahih senedle İbn Ömer'in şöyle de­diğini rivayet eder: "Kadir gecesinden daha faziletli bir geceyi size haber vereyim mi? O gece, korku topraklarında Allah yolunda nöbet tutan bir kimsenin geçirdiği gecedir. Belki de o nöbet tutan kişi, eşyasına yahut ailesine dönemiyecektir." Hadis, savaş yerinde askerlerin nöbet tutmasını teşvik etmektedir. Aske­rin nöbet tuttuğu gecenin bin aydan hayırlı olan kadir gecesinden üstün olduğunu bildirmektedir. Çünkü kadir gecesinde kişi kendini kurtarmaya çalışırken, nöbet tutan kişi müslümanların güvenliğini sağlamağa çalışmaktadır. Bu durum, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadiste belirtilmektedir. "Rasulullah buyurdu: Allah yolunda bir saat nöbet tutmak, Haceri Esved'in yanında kadir gecesini ihya etmekten daha üstündür". Yine şöyle buyurdu: Üç göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah yolunda çıkarılan, Allah korkusundan ağlayan ve Allah yolunda nöbet tutan göz".

"Ailesine dönmeyecektir" sözü, Allah yolunda şehit düşüp ailesine dön­meyecektir, anlamındadır. Burada, savaş bölgesinde nöbetçinin kendini şehit olmaya adadığını ve Allaha satmış olduğu şahsını O'na teslim ettiğine işaret vardır. Nitekim Allah Telâlâ şöyle buyurur:

"Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın al­mıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler"[92]

5- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'ın şöyle dediğini haber verdi: "Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa Cehennem, ondan, yorul­mak ve dinlenmek bilmeyen süvarinin alacağı mesafe ile elli yıllık mesafe uzaklaşır."

Hadis, oruçla cihadı biraraya getirmektedir. İbadetlerin hepsi Allah yo­lundadır. Çünkü onlarla Allah'ın rızası amaçlanmaktadır. Ancak kayıt kon­madan "Allah yolunda" denildiğinde, ondan cihad anlaşılır. Her ikisi yani cihat­la orucu bir arada yürütmek, nefis için daha ağırdır ve dolayısıyla daha fazi­letlidir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) den amellerin en faziletlisi sorulduğunda: "En meşakkatli olanıdır" buyurdu.

Yani bedene en zor olanıdır, buyurdu. Bu, kötülüğe sürükleyen (nefs-i emmareyi) yenmede daha etkilidir. Ebû Hanîfe'nin Mekke yolunda giderken oruç tutmayı hoş görmemesi, hacda çekişmeye girmemek içindir. Ebû Hanîfe buna işaretle şöyle demiştir:

"Şayet her ikisini bir arada yaparsa, kendisinde bir huysuzluk olur ve yol arkadaşlarıyla çekişir. Hacda çekişmek ise yasaklanmıştır. Ama bundan emin olursa, o zaman oruç tutmak daha faziletlidir.'

Bu hadiste, cehennemin o kimseden elli yıllık mesafe uzaklaştırılacağı belirtilmektedir.

6- Bundan sonra Amr b. Anbese es-Sülemî'den Peygamber (s.a.v.)' in şöyle buyurduğunu zikretti:

"Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, cehennemden yüz yıllık mesafe uzaklaştırılır."

Bu lafızla ilgili olarak alimlerin iki görüşü vardır : Bunlardan biri; Sözün zahirine bakarak cehennem maddi olarak ondan uzaklaştırılır, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu sözü bunu te'yid etmektedir:

"Şüphesiz yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır. Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar ve canlarının istediği şeyler içinde temelli kalirlar"[93]

İkinci görüşe göre ise, uzaklaştırmaktan maksat ondan emin olmaktır. Çünkü kim cehennemden daha uzak olursa, ona karşı daha çok emniyet içeri­sinde olur.

İki hadis arasındaki mesafe farklılığı, mücahidin niyetindeki farklılığa göredir.

Yahut maksat, hakiki mesafe değil, cehennemin ondan ne kadar uzak ola­cağı konusunda bir mübalağadır. Arap dilinde elli, yetmiş ve yüz sayılan mü­balağa için kullanılır. Yüce Allah'ın:

"Onlar için yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah yine kendilerini hiç bağışlamayacaktır"[94] sözü bunu teyid etmektedir.

7- Hazreti Ömer (r.a.) dan rivayet edildiğine göre kendisi Mekke halkına seslenip şöyle diyordu: "Ey Mekke Halkı! Ey beldenin Halkı! Uyanın! Askerleri donatarak ve gönderilen ordularda yer alarak kat kat verilen sevabı isteyin. Başkalarına on kat verilirken, size kat kat sevap vardır.

Bu, halkı cihada teşvik eden seferberlik konuşmasıdır Rasulüllah (s.a.v.) de bazı yerlerde böyle konuşmalar yapmıştır. Nitekim, Yüce Allah şöyle buyu­rur: "Ey Peygamber! Müminleri savaşmaya teşvik et. Eğer içinizden sabır ve se­bat eden yirmi kişi olursa, ikiyüz kafiri yenerler. Sizden yüz kişi olursa, kafir­lerin binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur."[95] Hazreti Ömer, Mekke halkı cihaddan geri kalınca Peygambere uyarak bu konuşmayı yapmıştır.

Hadiste Mekke civarında bulunmanın meşru olduğuna ve sevaba sebep olacağına delil vardır. Ancak Hazreti Ömer; "Sizin için on kat sevap vardır, ama Allah yolunda cihad etmenin sevabı daha büyüktür" sözüyle buna işaret etmek­tedir. Allah, Evinin komşusu ve Hareminin sakinleri olduklarına güvenerek ci­haddan geri kalmamaları için derecelerin en yücelerini elde etmeye onları davet etmiştir. Sevaplarının kat kat arttırılacağını söylerken de Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmaktadır:

"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohumun durumu gibidir. Allah kime dilerse kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir."[96]

Malını Allah yolunda harcayana bu şekilde vaadde bulunduğuna göre canını Allah yolunda harcayana bu mükafatın verilmesi daha evladır.

Ebû Hanîfe'den rivayet edilen, hacdan sonra Mekke'den ayrılmayıp orada kalmayı kerih gördüğü meselesine gelince, bu, iki şekilde izah edilir;

Kim Mekke'de kalmayı uzatırsa Beytullahi çok görmekten dolayı bir alış­kanlık kazanır ve onun gözünde Beytullah'ın basitleşmesine sebep olur.

Yahut bu mukaddes yerde bir günah işlemeğe mübtela olmaması içindir. Çünkü Yüce Allah orada günah işlemekle ilgili olarak şöyle buyuruyor :

"... Kim orada zulüm yaparak haktan sapmaya yellenirse, biz ona pek acıklı bir azab tatdınnz."[97]

8- İmam Muhammed bundan sonra Ömer (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etti: Bu ümmetin fertleri, İslâmın güzel ve doğru bir yolu -diğer rivayette bir şeriatı- üzere kalacaklardır. Onlar, bunun üzerinde oldukları müddetçe düşmanlarına galib ve üstün geleceklerdir. Ama saçlarını boyayıp kırmızı elbiseler giyer yahut (ziraatle meşgul olup kafirlerden alınan haraç onların toprakları için de alınarak) zillet ve aşağılıkta kâfirlere benzerlerse, işte o zaman düşmanlarının onlardan intikam almasını hak ederler."

Hadiste cihadla meşgul olduğu müddetçe galibiyetin bu ümmete ait ola­cağı ifade edilmektedir. Yüce Allah :

"Ey iman edenler, siz Ailah'a yardım ederseniz O da (düşmanlarınıza karşı) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar."[98] buyurur. Ayrıca dünyaya daldıkları ve cihaddan yüz çevirerek lezzet ve şehvetlere uydukları takdirde düşmanlarının kendilerine galib geleceği anlamı vardır. "İşte o zaman düşman­larının onlardan intikam almasını hak edenler" sözü, buna layık ve müstahak olurlar anlamındadır.

Saçı boyamak, şehvetlere tabi olmaktan kinayedir. Bundan maksat, ka­dınların ilgisini çekmek ve onlara hoş görünmek için saçı, sakalı boyamaktır. Yoksa boyamanın kendisi kötülenmiş değildir. Aksine saçı boyamak, müslü-manların alametlerindendir. Rasulullah (s.a.v.)

"Beyaz olan sakallarınızı değiştirin, olduğu gibi bırakmakla Yahudilere benzemeyin" buyuruyor.

Ravi diyor ki: Ebû Bekir (r.a.)'ı Rasulullah (s.a.v.)'in minberi üzerinde gördüm, sakalı, çabuk yanan ve dumanı çok olan diken ağacı gibiydi. Yani sa­kalı boyanmıştı. Mücahidi erden her kim düşmana heybetli görünmek için saka­lını boyarsa, bu iyidir.

Ama bunu, kadınların İlgisini çekmek için yaparsa alimlerin hepsine göre mekruhtur. Bazıları da caiz görmüşlerdir. Rivayete göre Ebû Yusuf şöyle de­miştir. "Nasıl onun, (kadının) benim için süslenmesi hoşuma gidiyorsa, benim de ona karşı süslenmem hoşuna gider."

"Kırmızı elbise giyerler" Sözüne gelince, kırmızı renkte elbise giymenin mekruh olduğuna delildir. İbn Ömer'den nakledilen hadis Rasulullah (s.a.v.)'in kırmızı elbise giymeyi ve rükuda Kur'an okumayı yasakladığını belirtmektedir. Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurmuştur.

"Kırmızı elbise giymekten sakının, çünkü o, şeytanın kıyafetidir."

Sa'd, rivayet ettiği bir hadiste şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.v.), beni, üze-nmde kırmızı bir şal olduğu halde gördü ve benden yüz çevirdi. Ben de gittim o şalı yaktım. Sonra beni gördü ve: "O şala ne yaptın?" dedi. "Benden yüz çevirdiğinizi gördüm, gidip onu yaktım" dedim. "Neden hanımlarından birine vermedin?" deyip beni azarladı.

Bera b. Azib (r.a.)'m rivayet ettiği: "Kırmızı elbiseler içinde Rasulul-lahtan daha güzel bir saç sahibi görmedim" hadisine gelince, bu, îslamın başlangıcında olmuştur. Daha sonra erkekler için kırmızı elbise giymek mekruh görülmüştür. Şa'bî'nin kırmızı elbise giydiği rivayeti ise, o, hakim yapılmaması için bunu yapıyordu. Defalarca ona hakimlik teklif ettiler, o da bundan kurtul­mak için kırmızı elbise giydi, satranç oynadı, çocuklarla birlikte filleri seyret­meye gitti. Sonunda bu durumlarım görüp yakasını bıraktılar ve hakim yapmak­tan vazgeçtiler.

Hadiste geçen: Aşağılıkta kafirlere ortak olurlar, sözü, "toprağa bağlanıp ziraatle uğraşarak cihaddan yüz çevirirler" manasınadır. Ziraatle uğraşmayı mekruh görenler, bu sözün zahirine bakarlar. Başka bir rivayette de Rasulullah (s.a.v.), birinin evinde tarım aletleri gördüğünde şöyle buyurdu :

"Bunlar bir kavmin evlerine girdi mi, o kavim mutlaka zelil olur ve nihayet düşmanları onlara saldırır."

Ancak bunlar, cihaddan yüz çevirdikleri takdirde durum böyledir, ama cihaddan yüz çevirmezlerse, ziraatle meşgul olmanın bir sakıncası yoktur, anlamındadır. Kaldı ki Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye yakın "Curf" denilen yerde başkalarına ziraatle meşgul olmalarını emretmiştir. Haraç ödemek ve haraç toprakları işletmenin de, cihaddan yüz çevirilmedikçe, sakıncası yoktur. îbn Mes'ud, Hasan b. Ali ve Ebu Hureyre'fiin Irak bölgesinde haraç ödedikleri topraklan vardı ve bu mübarek zevat haraç ödüyorlardı.

9- İmam Muhammed, bundan sonra Hz. Osman (r.a.)'ın Medine halkı arasında kalkıp şöyle dediğini rivayet eder: "Ey Medineliler! Allah yolunda cihaddan payınızı alın. Şam, Mısır ve Irak halkı kardeşlerinizi görmüyor musunuz? Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Allah yolunda çalışarak geçirdiği bir gün, usanmadan gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli evinde geçir­diği bin günden daha hayırlıdır."

"Medine halkı arasında kalktı" sözü, konuşmak için kalktı anlamındadır. Bu da Ömer (r.a.)'ın Mekke halkına yaptığı gibi Medine halkı için savaşa teşvik eden bir konuşmadır.

Burada ihtiyacı olmadığı halde doğru söylüyorsa,  kişinin yemin etme­sinde bir sakınca olmadığına dair delil vardır. Osman (r.a.) ihtiyacı olmadığı halde Allah yolunda cihad edene verilecek mükafatı zikrederken yemin etmiştir. Hz. Osman, daha sonra Şam, Mısır ve Irak halkının cihaddan geri kal­madıklarını belirterek onları cihada teşvik etmiştir.

Belirttiğimiz gibi "bir gün, bin günden daha faziletlidir" sözü cihad'ın, dini yüceltmek, müşrikleri yenmek ve onların müslümanlara kötülük yapmala­rım engellemek için yapılması sebebiyledir. Medine'de ailesi ile beraber oturanların amellerinde bu şeyler meydana gelmemektedir.

10- İmam Muhammed bundan sonra Tavus'tan şöyle dedi­ğini nakletti: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Yüce Allah kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında yahut mızra­ğımın gölgesinde -ravinin şüphesidir- kıldı. Bana muhalefet edene de zillet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlardandır."

"Beni kılıçla gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad et­mek üzere gönderdi, demektir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

İnsanlarla "lailahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu derlerse, şeriatın öngördüğü ceza dışında, mal ve canlarını benden koru­muş olurlar, hesaplarını da Allah soracaktır"[99] Çünkü diğer peygamberler savaşmakla emrolunmamışlardır. Savaş sadece Rasulullah'a hastır. Onun Tev­rat'taki vasfı şöyledir: "Düşmana karşı savaşla memur bir Peygamberdir. Cesa­retin şiddetinden gözleri kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir: "Kitapları kalblerinde saklı ve kılıçları omuzlarındadir." Rasulullah da "Kılıçlar, gazilerin elbiseleridir." sözüyle buna işaret edir...

Süfyan b. Ubeyne, naklettiği hadiste şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) dört kılıçla gönderildi: "Biri, müşriklerle savaş içindir ki, Rasulullah'ın kendisi bizzat bu kılıçla savaşmıştır. Biri, dinden dönenlerle savaşmak içindir." Yüce Allah :"Siz kendileriyle savaşırsınız veya onlar müslüman olurlar''[100] buyur­maktadır. Ebû Bekr (r.a.) Hz.Peygamberin vefatından sonra zekatı vemekten kaçınanlarla bu kılıçla savaştı.

Biri, Ehl-i Kitap ve Mecusilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar muharebe edin."[101] Hz. Ömer (r.a.) bu kılıçla savaşmıştır.

Biri de, Haricilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah: ".Eğer on­lardan biri diğerine karşı hala saldırıyorsa siz, o saldıranla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..."[102] Bununla da Hazreti Ali savaşmıştır.

Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Dinden çıkanlara, biati bozanlara ve zulmü adet haline getirmiş olanlara karşı savaşmakla emrolundum."

"Saatin önünde" Sözü kıyamete yakın manasınadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Saat yaklaştı"[103]

"Sen onu nereden hatırlayacaksın"[104] ayetinin tefsirinde "Neden kıyamet­ten soruluyor ki, senin gelişin bile onun alametlerinden biridir." denilmiştir.

"Rızkımı mızrağımın altında yahut gölgesinde kıldı." sözüne gelince; bunun islamın başlangıcında olduğu söylenmiştir. Şöyle ki; bir gazi akşam vakti bir ailenin evinin önünde mızrağını dikince, onu misafir etmek o aile üzerine vacip olurdu. Onu misafir etmedikleri takdirde, sabahladığında yiyeceklerini zorla onlardan alabilirdi.

Sonra bu durum Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözleriyle neshedildi:

"Kendisinin gönül hoşnutluğu olmadıkça müslüman bir kişinin malı helal olmaz." Bundan maksat, ganimetlerin bu ümmet için helal olmasıdır, denil­miştir. Rasulullah (s.a.v.)'in gönderilişinden önce hiç bir kimse için ganimet helal değildi. Bunun izahı Yüce Allah'ın :"Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yeyin..."[105] sözündedir. Rasulullah (s.a.v.)'de: "Beş şey bana özeldir." buyurarak bunlar arasında ganimetlerin helal kılınmasını saymıştır. "Gölge" ile, gölgenin kendisini değil, emniyet kasdedilmiştir.

"Sultan, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir." sözünden maksat da, emni­yettir.[106] Bana muhalefet edene: "Zillet ve küçüklük verdi." sözündeki zilletten maksat ise, şirk zilletidir.[107] Nitekim Yüce Allah:

"Oysa, izzet Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır." [108] sözüyle, zille­tin müşriklere ait olduğunu beyan ediyor. Yüce Allah'ın:

"Zelil ve hakir kendi eller'iyle cizye verecekleri zamana kadar, muharebe edin."[109] Sözüne dayanılarak da "küçüklükten" maksat, cizye verme küçüklüğü olduğu nakledilir.

"Kim kendisini bir kavme benzetirse,onlardandır." sözüne gelince; bu da mücahidlerle beraber çıkıp bazı ihtiyaçlarında onlara yardımcı olan ve güçlerine güç katarak onlara benzeyen kimse, dünyada ganimet almak ve ahirette sevab kazanmak hususunda onlardan olur manasınadır. Rasulullah (s.a.v.)' in alimler hakkında söylediği:

"Onlar Öyle bir topluluktur ki onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz." sözü de buna benzer.

11- İmam Muhammed, sonra Mekhûl'den şöyle dediğini zikretti: İbn Ravaha öldürüldüğü zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Düşmanla savaşta başı çeker, dönerken de en sonda olurdu"

Hadiste, kendisinde bulunan bir vasıftan dolayı ölüyü o vasıfla övmekte bir sakıncanın bulunmadığına dair delil vardır. Ancak sınır aşılıp onda bulun­mayan şeyle övülmesi mekruhtur."Savaşta başı çeker" sözü, savaş için saftan ileri atılma manasınadır.

Dönerken de en sondadır", sözü de, savaştan en son dönen anlamındadır. Rasulullah (s.a.v.) İbn Ravaha'mn cihada olan büyük arzusunu ifade etmiştir ki, bu durum İbn Ravaha'da mevcut idi. Yüce Allah:"Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın?". [110] ve:

"Rabbinizin bağışlamasına ve takva sahipleri için hazırlanmış olan, eni gökler ve yer kadar bulunan bir cennete koşuşun" buyuruyor.[111]

Rasulullah (s.a.v.) en son geri dönenin İbn Ravaha olduğunu söyleyerek savaşta gösterdiği büyük sabrı belirtmiştir. Bu da övgü nitelemesidir. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Ey iman edenler, Sabredin, sabırda yarışın, birbirinizle kenetlenin, ve başanrılı olmanız için Allaha karşı gelmekten sakının "[112]

Rasulullah (s.a.v.) daha sonra Abdullah'ın namazını vaktinde kıldığını belirtti. Yani savaşa olan düşkünlüğüyle birlikte namazı vaktinde kılardı. Bu İse, mücahid için en zor durumdur. Bu da bir övgü sıfatıdır. Yüce Allah: Na­mazlara devam edin..."[113], buyurur. Allah Tealamn: "Allahtan söz almış olanlar dışmda"[114] Sözünün açıklamasında bunun namazları vaktinde kılmak olduğu söylenmiştir.

Hadis, yolculukta iki namazı bir vakitte kılmayı (cemetmeyi) caiz gören Şafii'nin aleyhine bir delildir. Cihad ise daima yolculuk demektir. Bununla beraber Rasulullah (s.a.v.) Abdullah b. Ravaha'yı cihadda iken bile "Namaz­larını vaktinde kılardı" diyerek övmektedir.. Şayet iki namazı bir vakitte kılmak caiz olsaydı, bu övme doğru olmazdı.

12- İmam Muhammed bundan sonra Ma'bed'in şöyle dedi­ğini rivayet eder: "Bu ümmet çiftçilikle uğraşıp kaldığı zaman Allah'ın yardımı kesilir ve kalblerine korku salıverilir. Daha sonra Muhammed b. Ka'b'dan şöyle rivayet edildi: "Ey iman edenler! kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, sizi topuklarınız üzerinde geri döndü­rür, kâfir yaparlar"[115] ayetinden maksadın cemaatten ayrılıp bedevileşmek midir? diye Hz. Ali'ye soruldu. Cevabında: Ha­yır, taarrub (bedevileşmek) değildir. Ziraatle meşgul olmaktır, dedi.

İki hadisin de yorumu birdir. Birincisinin yorumu: Yani bu ümmet ziraate yönelir ve onunla uğraşıp tamamen cihadı terkederse Allah'ın yardımı ve zaferi onlardan alınır. Ama bir kısmı ziraatle meşgul olur, bir kısmı da cihad görevini yerine getirirse, o zaman ziraatla uğraşmanın sakıncası olmaz. Böyle olmalı ki, savaşçı, çiftçinin kazandığıyla güçlensin ve çiftçi de, savaşçının savunmasıyla güvenlik içinde olsun.

Rasulullah (s.a.v.): "Mü'minler bina gibidir; bir kısmı diğer bir kısmını destekler" buyurmuştur. Çünkü hepsi cihadla uğraşıp gelir sağlamaya çalışanlar bulunmazsa, o zaman yiyeceğe ve hayvanlarının yemine muhtaç olurlar. Bunları bulamayınca da cihad yapamazlar. Ziraat hususundaki eksiklik, cihadı da etkiler.

Bazıları da "topuklar üzerinde geri dönmek" ten maksat, sahraya ikamete dönüp cihad niyyetiyle geldikleri Medine'yi terketmek anlamında bedevileşme şeklinde anlamışlardır. Her halde yerinde olmayan bu görüşü ileri sürenler: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir."[116] âyetinin zahirine bakarak bu kanaate varmışlardır. Çünkü kafirlerin bizden istediği, ziraatin kendisi değil, cihaddan vazgeçmemizdir.

13- Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre bir adam okunun kuburunu yere bırakıp namaza durdu. Biri de gelip kuburu aldı ve gitti. Namaz kılan şahıs namazını bitirdikten sonra kuburunu bulamayınca korktu. Durum Peygamberimiz (s.a.v.)'e intikal edince Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Müslüman kişinin, müslüman kardeşini korkutması caiz olmaz."

Rasulullah (s.a.v.), o kişinin çalma kasdıyla değil de şaka yollu alıp gö­türdüğünü biliyordu. Ama bununla beraber yukarıdaki hadisi buyurdu. Çünkü namaz kılan şahıs kuburunu bulamayınca korkmuştu ve onu korkutan da kuburu alıp gidendi. Onun için Rasulullah (s.a.v.) "Müslüman kişinin müslüman karde­şini korkutması caiz olmaz" buyurmuştur.

Burada Mü'minin Allah'ın yanındaki değeri ile Allah yolunda cihad eden­lere hürmetin büyüklüğü ifade edilmektedir. Bu konuda meşhur pek çok hadis vardır.

Hasan-ı Basri'den rivayete göre; biri, bir adamı korkutmak için kılıç çekmişti. Durum el-Eş'ari'ye ulaştığında: "Kılıcını kınına koyuncaya kadar me­lekler devamlı olarak ona lanet ederler." dedi.

Eş'ârî'den maksat Ebû Mâlik el-Eş'arînin olduğu muhtemeldir. Fakat daha doğru olan, bununla Ebû Musa el-Eş'arî'nin kastedildiğidir. Bu söz, Rasu­lullah (s.a.v.)'e merfu gibidir. Çünkü bu, re'y ile bilinen şeylerden değildir. Aynca, vurma kasdı olmazsa bile müslümana silah çekerek onu korkutmanın ne kadar buyuk bir günah olduğuna delildir.

Hadiste: "Kim bir müslümana silah çekerse kendi kanını mubah kılmış olur." denilmektedir. "Melekler ona devamlı lanet eder," sözü buna işaretir. Melekler mü'minin bağışlanması için dua ederler ama sıfatı değişince, artık ona lanet ederler. Hiç şüphesiz meleklerin lanetlemesi, müslümanın öldürülmesini caiz görüp kafir olan yahut imanından dolayı onu öldürmeye çalışan anlamında olmalıdır.

14- İmam Muhammed, Süleyman b. Büreyde'nin şöyle dediğini nakletti:

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cilıad'a gidenlerin hanım­larının cihada gitmeyenlere haramhğı, annelerinin haramlığı gibidir. Kim mücahidlerden birinin hanımının yanma (birlikte olmak amacıyla) gider-gelirse, kıyamet günü o kimse durduru­lup mücahid olana : "Bu, hanımın konusunda sana ihanet etti. Hayır amellerinden dilediğin miktarı al" denilir. Zannediyor musunuz ki hayır amellerinden geriye bir şey kalır?!" Bu hadisi şerif mücahidlerin kıymetlerinin ne kadar büyük olduğunu gösterir. Çünkü kadınlarının daha fazla hürmete değer olmaları, kocalarının daha fazla hürmete layık olmalarındandır. Yüce Allah'ın : "O (Peygamber) in eşleri onların anneleridir."[117] ayeti ile: "Sizlerden Allah'a ve Peygamberine boyun eğip yararlı iş işleyene ecrini iki kat veririz."[118]   ayetinde buna işaret edilmiştir.

Bu cezayı hak etmesinin sebebi: mücahid kişinin cihada giderken eşini, cihada gitmeyen bu adamın ve Allah'ın yanında emanet bırakmış olmasıdır. Adamın eşine göz dikmekle Allah'ın emanetine hıyanet etmiş olur. Çünkü mücahid kişi, başkasının, hanımiyla kendisine hİyanet ettiğini bilirse cihada çıkmayacağı gibi, zaruret olmadıkça çıkması da helal olmaz. Çünkü hanımını koruması farz-i ayndır. Ama cihada çıkması, kendisi için farz-i ayn olmayabilir. Böylece kişiler cihada çıkmayınca cihad kesilmiş olur ve hıyanet eden kişi cihadın son bulmasına ve müşriklerin müslümanlara karşı güçlenmesine sebeb olmuş olur. Bu nedenle : "Kıyamet günü hıyanete uğrayan kişinin hıyanet eden kişinin amellerinden dilediğini almasına karar verilir" denilmiştir.

Sonra, "Siz ne zannediyorsunuz?" buyurdu, Yani o zaman ameline ihti­yacı olduğu halde amelinden birşey kalacağını mı sanıyorsunuz?

Bunu Hz. Ali (r.a.)'ın naklettiği Rasulullahm şu hadisi açıklamaktadır:" Mücahidlere eziyet etmeyin. Muhakkak ki Allah Teâlâ Peygamberler için gazaba geldiği gibi onlar için de gazaba gelir. Peygamberlerin dualarına icabet ettiği gibi onların dualarına da icabet eder. Kim bir mücahidin hanımı hususun­da ona ihanet ederse, onun yeri cehennemdir ve ancak, o mücahidin şefaati onu cehennemden çıkarabilir. Tabî mücahid bu yaptıklarından sonra ona şefaat ederse!"

15- Muaviye b. Kurra'dan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu

"Her ümmette ruhbanlık vardır, ümmetimin ruhbanlığı da cihaddır."

Ruhbanlığın manası, dünya işlerini bırakıp sadece ibadetle uğraşmaktır. Geçmiş milletlerde ruhbanlık, insanlardan ve makamdan uzaklaşıp ibadete çekilmek şeklindeydi. Onların yanında uzlet, insanlarla oturup kalkmaktan daha faziletliydi. Rasulullah (s.a.v.): "İslâmiyette Ruhbanlık yoktur," sözüyle bunun islamda bulunmadığını söyledi ve bu ümmetin ruhbanlığının cihadda olduğunu belirtti. Çünkü cihad, bîr yandan insanlarla ülfet, bir yandan da diğer dünya işlerini bırakıp dinin en yüce bir işiyle uğraşmakdır. Peygamber (s.a.v.) cihadı, dinin "zirvesi" olarak isimlendirmiştir. Ayrıca bu ümmetin vasfı olan iyiliği emir ve kötülükten vazgeçirme ile derecelerin en üstünü olan şehadet merte­besine ulaşmak gibi iyi hasletler cihadda mevcuttur.

16- İmam Muhammed bundan sonra, Ebû Katâde'den ri­vayet ederek  Rasulullah (s.a.v.)iıı kalkıp halka hitap ettiğini. Allah'a hamdettiğini ve daha sonra farzlar hariç cihaddan daha faziletli bir şeyin bulunmadığını belirtti.

Farzlardan maksat, farzı ayn olanlardır. Bunlar beş temeldir Cihad da farzdır, ama farz-ı kifayedir. Sevab, farzın güçlülüğü oranındadır. Onun için Rasulullah (s.a.v.) cihadı, hepsinden üstün tuttuğu hususlar arasında farzları istisna etmiştir. Dedi ki: Biri kalkıp: "Ya Rasulullah, ne dersin, Allah yolunda Öldürülenin bu öldürülüşü günahlarını bağışlatır mı? diye sordu. Rasulullah bir müddet sustu. Nihayet kendisine vahiy geldiğini anladık. Sonra şöyle buyurdu :

"Şayet sabrederek, sevabını Allahtan umarak ve düşmandan kaçmayıp onlar Üzerine yürüyerek Öldürülürse, evet, ancak Cebrail'in söylediğine göre borç bundan hariçtir. Çünkü borçlarından dolayı sorguya çekilecektir." Cebrail'in belirttiğine göre bu hadis şehidlerin derecelerinin yüksekliğini ve şehadet rütbesinin günahları silmeye sebeb olduğunu ilan etmektedir.

Burada şehidlerin ve şehid düşmenin derecelerinin yüksekliği açıklan­maktadır. Çünkü Allah şehadeti günahlardan temizlemek için bir sebeb kıl­mıştır.

Hadis-i Şerifte Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"Kim ki Allah yolunda şehid düşerse, kanından akacak olan ilk kan dam­lası karşılığında günahlarının tamamı bağışlanır. İkinci damlada kendisine "Ke­ramet" elbisesi giydirilir. Üçüncü damlada da güzel huri ile evlendirilir" Bu hadis, kılıçla şehid olmak, borç hariç bütün günahları siler." Hadisiyle aynı manadadır.

Rasulullah (s.a.v.) Uhud savaşında şehidlerin derecelerinin yüksekliğiyle ilgili olarak yine şöyle buyurdu:

"(Ey Ashabım) Allah, kardeşlerinizden şehid düşenlerin ruhlarını, cen­netin nehirlerinden su içen ve meyvelerinden yiyen yeşil kuşların kursaklarına koydu (nehirlerden su içen ve meyvelerden yiyen bu) kuşlar sonra Arş'in göl­gesinde kandillere giderler. Yediklerinin ve içtiklerinin hoş lezzetini aldıktan sonra derler ki: Keşke kardeşlerimiz bizim ne gibi lezzet ve nimette olduğu­muzu bilseler de cihada çok önem verseler. O zaman Yüce Allah: "Tarafınızdan ben onlara ulaştırırım." buyurur."

Bu, Yüce Allah'ın "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma..."[119] sözü­nün tefsiridir. Şehidin bu dereceye ulaşması ancak şehadeti arzu etmesiyle olur. Bu işe hayrını umması, cihad üzere sabretmiş olması ve cihadda düşmandan kaçmayarak, üzerlerine gitmesiyle gerçekleşir. Hadiste ayrıca, kullara zulmet­menin ne kadar büyük günah olduğu ifade edilmektedir. Çünkü şehidin, bu de­receye ulaşmasına rağmen borçtan dolayı sorguya çekileceği beyan ediliyor. Rasulullah sözüyle de, bu söylediğinin vahiyden olduğunu belirtmiştir. Ta ki herkes, mutlaka kendisine borçlu olduğu kimsenin gönlünü alması gerektiğini bilsin.

Denildi ki : Bu başlangıçta idi. O zaman Rasulullah (s.a.v.) aldıkları borcu Ödeyemeyecek kadar fakir oldukları için onları borçlanmaktan sakındır-mıştı. Bu sebeple arkasında, borcunu karşılayacak mal bırakmayan borçlu kim­senin cenaze namazım kılmazdı. Daha sonra bu durum Rasulullah (s.a.v.)in:

"Kim ardında bir mal bırakırsa malı mirasçılarınadır ve kim de borç ve çoluk-çocuk bırakırsa (borcunu ödemek ve çoluk-çocuğuna bakmak) bana aittir." sözüyle neshedilmiştir.

Bunun benzeri, hacla ilgili olarak varid olmuştur. Peygamber (s.a.v.) Ara­fat dağında ümmeti için dua etti. Aralarındaki haksızlıklar hariç, Allah duasını kabul etti. Sonra Müzdelife'de sabaha karşı Meş'ar-i haramda dua etti. Duası, aralarındaki haksızllıklar hususunda da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek Allah'ın, bazılarının bazıları üzerindeki haklarım da sonuca bağladığını haber verdi. Buna göre, borçlu şehidin de affedileceği ihtimali uzak değildir.

17- Bundan sonra İmam Muhammed, Ebû Hureyre'den şunu nakletti. Biri Rasulullah (s.a.v.)'e sordu : "Bir adam, Allah yolunda cihad etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malını da arzu ediyor." Rasûlüllah (s.a.v.): "Sevabı yoktur." dedi.

Orada bulunanlar durumu garipsediler ve adama: "Git bir daha sor. Herhalde meramını anlatamadın." dediler. Adam tekrar sordu: "Bir adam, Allah yolunda cihad etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malım da arzu ediyor?" Rasûlüllah (s.a.v.)" Sevabı yoktur" dedi. Adam üçüncü defa sorusunu tek­rar etti ve Peygamber (s.a.v.) yine "Sevabı yoktur" buyurdu. Bu hadiste, soru soranın, sorusunu tekrar etmesinde bir sakınca olma­dığına ve cevab verenin bundan sıkılmaması gerektiğine delil vardır. Rasulullah (s.a.v.), o kişinin sorusunu tekrar etmesine kızmamıştır. Sahabe de, Peygam-ber'e son derece değer vermesine rağmen o adamdan sorusunu tekrar etmesini istemişlerdir. Buradan anlıyoruz ki, soruyu tekrar etmek saygıya aykırı değildir. Çünkü sahabe, herhangi bir kimsenin Peygamber'e saygıda kusur işlemesine fırsat vermiyorlardı.

Bu hadis'iki şekilde yorumlanabilir: Biri, kişinin görünüşte cihad etmek istediğini göstermesi, gerçekte ise amacının mal elde etmek olmasıdır. Bu, o zamanki münafıkların durumuydu. Bu durumda olanın sevabı yoktur.

İkincisi, kişi cihad amacıyla çıkar ama maksadının büyük kısmı, ahiret için sevap kazanmak değil,dünya malı elde etmek olmasıdır. Bu durumdaki insan için Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Kimin hicreti, bir dünyalık elde etmek yahud bir kadınla evlenmek için ise, hicreti o şey içindir" İki dinar karşılığında cihada katılan birine de :

"Dünyada da, ahirette de senin için iki dinar vardır." buyurdu. Ama ki­şinin maksadından büyük payı cihad ise ve bu arada ganimete de gönlü varsa, o, Allah Teâlâ'mn:

"(Hac mevsiminde ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir sakınca yoktur..."104 sözünün kapsamı içerisindedir. Yani hac yolunda ticaret yapan kimse nasıl haccm sevabından mahrum olmuyorsa, bu adam da cihadın seva­bından mahrum olmaz.

18- İmam Muhammed. Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Derda'ya gittim ve: "Bir adam bana vasiyet bıraktı. Bir de, onu nerede harcayacağıma dair sana danışmamı istedi" dedim. Dedi ki: "Ben yerinde olsaydım onu Allah yolunda ci­had edenlere harcardım. Oraya vermek, fakir ve miskinlere vermekten daha faziletlidir, kanaatindeyim. Ölüm anında in-fak eden ise, doyduğu zaman artığını dost ve ahbabına hediye eden gibidir."

Burada, bu şekilde vasiyyette bulunmanın caiz olduğuna delil vardır. Vasiyyet eden kişi, vasi olarak tayin ettiği kimseye : "Malımın üçtebirini dile­diğin yere yahut falan kimsenin dilediği yere harca" diyebilir.

Yine, mücahid fakirlere harcamanın, başkalarına harcamaktan daha fazi­letli olduğuna dair delil vardır. Çünkü bunda sadaka ve malla cihad mefhum-larıyla birlikte müşriklerin eziyetlerine engel olmaya yardımcı olmak ve müslü-manlann hepsine menfaatin ulaştırılması söz konusudur.

İmam Muhammed daha sonra vasiyet eden kimsenin, şayet hayattayken kendisi bizzat böyle bir sadaka yapsaydı daha çok sevaba nail olacağını açık­ladı. Çünkü hayattayken malını infak etmiş olsaydı, ona ihtiyacı olduğu halde infak etmiş olurdu. Halbuki ölümüyle ihtiyacı ortadan kalkmış oldu. Bu duru­muyla, doyduğu zaman artığını hediye edene benzemektedir. Bunun benzeri, Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözüdür.

"Sadakanın en faziletlisi, sağ salim olup zengin olma ümidi ve fakir düş­me korkusu taşıyarak malını koruduğun zamanda sadaka vermendir. Yoksa can boğaza dayanıp da; şu kadar falana, şu kadar da filana dersen, zaten o zaman demesen bile artık o mal onlarındır.(Senin o malla ilişkin kalmaz ki.)" 104-Bakara: 2/198

19- Mekhûl'dan rivayete göre kendisine şu haber ulaş­mıştır: Cihad etmeyen yahut bir mücahide yardım etmeyen veyahut da bir mücahid cephede iken onun çoluk-çocuğuna iyi davranıp onlara yardım etmeyen kimseye kıyamet gününden önce bir bela isabet eder.

Belâ: Kişinin tahammül edemeyeceği ve kendisine engel olamayacağı musibet demektir. Yüce Allah :

"Yaptıkları yüzünden kafirlerin başına bir bela gelmeğe devam edecektir"[120] buyurur.

Burada cihâdın ve mücahide yardım etmenin ne kadar faziletli olduğu, ailesi hususunda kendisine ihanet etmenin ne kadar büyük bir günah olduğu açıklanıyor. Sanki bu üç haslet; yani cihadı terk, mücahidlere yardım etmemek ve hanımı huşunda mücahide ihanet etmek ancak münafık olan şahısta bir arada bulunur. Zikredilen ceza, münafıka layık bir cezadır.

20- Hasan (r.a.)'ın şöyle rivayet ettiği zikredilir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Rabbiniz şöyle buyurdu : Kim rızamı arzu ederek benim yolumda cihada çıkarsa ben ona garanti veririm ki -ravinin şüphesi olarak- yahut o benim üzerime garanti olsun ki, onun ruhunu aldığım takdirde onu cennete sokarım. Şayet canlı olarak geri çevirirsem, ecir veya ganimetle geri çeviririm. Bu hadiste Allah'ın, yolunda cihad edenleri dünyada ganimetle ve ahirette cennetle mükafatlandıracağına dair verdiği söz belirtilmetedir.

Hadiste "garanti verme sözü" ifadede genişlik olsun diye mecaz olarak verileceği belirtilen mükafatı açıklamak içindir. Yoksa hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Hadisteki bu kullanış, ifadede genişlik gayesiyle bu gibi kullanışların caiz olduğuna delildir. "Allah rızkı kullarına garanti etti (azıklarına kefil oldu)" "Kulların rızkı Allah'ın üzerinedir" gibi sözler Allah, onlara bunu va'detmiştir, manasınadır. Allah ise verdiği va'de muhalefet etmez.

21- Hasan Basrî'nin şöyle dediği belirtildi: Müslüman­lardan bir kişi Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek "Cihad edeme­yecek kadar bünyem zayıfladı. Buna karşılık bir miktar malım var. Bana öyle bir iş göster ki onu yaptığım zaman murabıt (mücahid) mertebesine erişeyim. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: İyiliği emret, kötülükten sakındır, zayıfa yardım et ve müş­riki irşad et. Bunları yaparsan murabıt mertebesinde olursun."

Hadiste, murabıtın derecesinin yüksekliği ifade edilmektedir. Adam bun­dan aciz kalınca, Rasulullah (s.a.v.)'den sevabda, murabıtlık makamının yerine geçecek bir hususu kendisine haber vermesini istemişti. Rasulullah (s.a.v.)de yukarıdaki hadisiyle kendisine yol göstermiştir. Çünkü cihad da, iyiliği emir de, şirk olan münkerden sakındırma da, müşriklerin eziyetlerini önleyerek müslü-man zayıflara yardım ve müşrike doğru yolu göstermektir. Kim gücünün yettiği kadar malı veya canıyla bu işleri yaparsa murabıt mertebesindedir.

22- İyne alışverişiyle alışveriş yapar, sığırların peşine takılır ve cihaddan hoşlanmazsanız, düşmanınız size göz dikecek kadar zelil olursunuz.

İyne,açık olan faizden güya sakınmak için faizci cimrilerin uydurdukları alışveriş şekilleridir. Bunun nasıl yapıldığını, "el-Câmiu's-Sağîr"de belirttik. İbn Ömer, cimrilik kokan ve Şeriatın istediği karşılıksız borç vermeye engel olan bu alışverişi çirkin görmüştür.

"Sığırların peşine takılırsanız" sözüyle, cihadı büsbütün terkedip çift­çilikle uğraşma kastedilmiştir. Böyle bir durumun düşmanların müslümanlara göz dikmelerine ve onlara saldırıp zelil düşmelerine sebep olacağını beyan etmiştir.

23- İmam Muhammed bundan sonra Danıra b. Hubeyb'den Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini zikretti : "Halktan en büyük ecri alan, onlara hizmet edendir.

Hadis-i Şerifte, mücahidlere hizmet ve hayvanlarına bakmaya teşvik var­dır. Kİm bunu yaparsa, mücahİdlerin ecri gibi ecre nail olur. Ayrıca dünyada da efendilik vasfını hakkeder. Rasulullah (s.a.v.):

"Kavmin efendisi, onlara hizmet edenleridir." buyurur.

Çünkü mücahid kimsenin kendisini cihada verebilmesi için kendisine ye­mek pişirecek ve hayvanına bakacak kimselere ihtiyacı vardır. Bunlar olmadığı takdirde bu gibi işleri kendisi yapmak mecburiyetinde kalacak ve cihad etmek­ten geri duracaktır. Böylece hizmetçi de cihadın yapılmasına sebep olmuş olmaktadır.

24- Mücahid dedi ki : "Cihada gitmek için yola koyuldum. İbn Ömer, ata binmem için üzengiyi tuttu. Tutmasına engel olmak isteyince, bana dedi ki: Sevab kazanmamı istemiyor musun? Bize ulaştı ki, mücahidlerin hizmetçisinin yeryüzün-dekiler arasındaki mertebesi, Cebrail'in göktekiler arasındaki mertebesi gibidir.

25- Bundan sonra İmam Muhammed, Mücahid'den, o da Tübey'den -bu zat, Ka'b'ın üvey oğludur- O da, Kab'dan ri­vayet etti ki: "Kişi, ayağını gemiye attığı zaman, anasının ken­disini doğurduğu günkü gibi günahlarından soyulur. Dalgalar­dan dolayı geminin çalkalanmasıyla dengesini kaybedip salla­nan, Allah yolunda kanıyla bulanan gibidir. Suda boğulana, iki şehid ecri vardır. Sabreden ise, başında taç olan hükümdar gibidir."

İmam Muhammed -Rahîmahullah- dedi ki: Biz de, yukarı­da anlatılanı kabul eder ve deriz ki: Deniz savaşında bir sakın­ca yoktur. Hatta sevabı karada yapılan savaştan daha fazladır. Buradan anlıyoruz ki Ka'b'ın maksadı, cihad kasdıyla gemiye binen kim­sedir. Ka'b, bu söylediğini ya indirilmiş kitaplardan söylemiştir ki, şeriatımızda onu nesheden birşey görünmüyor yahut da Rasûlüliah (s.a.v.)'den kendisine aktarılan bir rivayete dayanarak söylemiştir.

Ayrıca cihad kasdıyla gemiye binmek daha faziletlidir. Çünkü deniz sa­vaşı diğer savaşlara nazaran daha çetin ve daha korku vericidir. Kişi, kendisini tamamen Allah'ın dileğine teslim etmiş oluyor. Bununla günahlarından temiz­lenme hususunda şehid derecesine ulaşır.

Deniz savaşında denize düşüp boğulan ise, iki şehid sevabı elde eder. Çünkü iki defa canını feda etmiştir: Gemiye bindiği zaman ve denizde boğul­duğu zaman. Bütün bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yapmıştır.

Deniz savaşında sabreden, başında taç taşıyan hükümdar gibidir. Yani, batma tehlikesini gözleriyle gördüğü halde yaptığına pişman olmayan kimse ca­nını, Allah yoluna teslim ettiği gerçekleşmiştir. O, cennette hükümdar gibi ola­caktır. Sabreden kişiyi hükümdara benzetmesinin sebebi; Hükümdarın arzularma kavuşmasmdandır. Şehid ise, cennette tüm arzularına kavuşacaktır. Yüce

Allah şöyle buyurur:

"... Canlarının isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır. Ve siz içinde ebedi kalıcılarsınız.’’[121]

Cihad için gemiye binmenin caiz olduğu sabit olunca, hacca gitmek için binmenin caiz olması daha evladır. Çünkü haccın farziyeti daha kuvvetlidir. Emniyet ihtimali daha çok olunca ticaret için de gemiye binmek caizdir ve deniz ticaretiyle elde edilen mallardan fitre ve zekat gibi Allanın haklarının verilmesi gerektiğine de engel değildir.[122]

26- Sehl b. Muaz der ki: Abdülmelik b. Mervan, yaz ordularının komutanı iken savaşa katıldım. Sinan kalesini muhasara ettik. Askerler evlerin çok yakınına konaklayıp ev halkının giriş-çıkışlarma engel oldular. Bir adam bu durumu görünce şöyle dedi: Bir defasında Rasûlüliah (s.a.v.)'le birlikte savaşa katıldım. Askerler bu şekilde evlerin çok yakınına konaklayıp ev sahiplerinin giriş ve çıkışlarına engel oldular. Rasûlüliah (s.a.v.) derhal bir münadi gönderip şunu söyleme­sini emretti: Her kim evlerin yakınına konaklar ve ev halkının

rahatlıkla girip çıkmalarına engel olursa, onun için cihad yoktur." Evlerin yakınına konaklamaktan maksat, din kardeşinin hayvanım bağlamasına, yemini yedirmesine, yemeğini pişirme­sine ve helaya gitmesine engel olacak kadar evlerin yakınında konaklamaktır. Bu, şer'an haramdır. Çünkü evin dokunulmaz­lığı olduğu gibi eve tabi olan bölümlerin de dokunulmazlığı vardır.

Giriş ve çıkışlara engel olmak ise, gidiş-geliş yollarının üzerinde konak­lamak ya da gelip geçene eziyet verecek şekilde yolun yakınında konaklamaktır. Rasûlüliah (s.a.v.), bu gibi hareketlerde bulunmaktan sakındırarak onları yapanlar için cihadın olmadığım söylemiştir. Yani bunlardan sakınanlar kadar mücahidlik sevabına nail olmaz. Çünkü cihaddan maksat, müslümanlardan eziyeti defetmektir. Halbuki bu hareketlerde bulunmak müslümanlara eziyet vermektir.

27-  Muaz b. Cebel'in ashabından Kulâîler kabilesinden bir adamın rivayetine göre; Muaz dedi ki: Şu seriyyelere katıl­maktan sakınınız. Çünkü onlar düşmandan korkar ve ganimet­ler konusunda birbirlerine ihanet ederler. Mü'minlerin ordula­rına ve büyük cemaatlerine katılın.

Seriyye : düşman topraklarına giren az sayıdaki askerlere denir. Kendi­lerine seriyye isminin verilmesi, gece yürüyüp gündüzleri saklanmaları sebebiy­ledir. Muaz b. Cebel onlarla cihada çıkmayı mekruh görüp bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü onlar, korku verici bir durumla karşılaştıkları zaman sayıla­rının azlığından dolayı korkup kaçarlar. Ellerine birşey geçirdiklerinde de, aralarında itaat etikleri bir komutan bulunmadığı için birbirlerine karşı ölçüsüz davranırlar. Peygamber (s.a.v.) den de bu manada bir rivayet vardır. Peygam­ber (s.a.v.) buyurdu ki:

"Az sayıdaki süvarilerle baskın yapmayınız. Şayet ellerine ganimet geçirirlerse ihanet ederler. Savaşa tutuşurlarsa kaçarlar." Hadiste kastedilen, devlet başkanının emri olmadan dâru'l-İslâm'dan gizlice düşman topraklarına girenlerdir.

Cİhad edecek kimsenin, seriyyelerle değil, büyük ordularla beraber olması gerekiyor. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) :

"Allah'ın yardım ve inayeti cemaatle beraberdir. Onun için cemaatten ayrılan kimse, cehenneme ayrılmıştır." buyurur.

28- İmam Muhammed bundan sonra Rasulullah (s.a.v.)' den cihada teşvik ve iki saf arasında düelloya çıkan kimsenin mertebesini beyan sadedinde iki hadis rivayet etmektedir.

Bu konuda yeterince nakiller yaptığımız İçin onları buraya almıyoruz.

29- Ebû Hureyre (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyur­duğunu rivayet eder :

"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolun­da savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürül­meyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürülmeyi dilerim."

Ebû Hureyre (r.a.) diyordu ki : Allah'a şehadet ederim ki bu sözü üç defa tekrar etti.

Bu hadiste şehid düşmenin derecesinin büyüklüğü açıklanmaktadır.

Peygamber (s.a.v.) kendi derecesinin yüceliğiyle birlikte şehid olmayı temenni etmiştir. Ayrıca bu temennisini tekrar etmiştir ki bununla şehidin Allah yanındaki derecelerini açıklasın.

Yukarıda anlatılan mana Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin hadisinde belirtilmek­tedir. Ebû Ümâme der ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Allah'ın yanında hayır ve sevabı olduğu halde ölüp de, dünya ve için­dekiler kendisine verilse bile dünyaya geri dönmek isteyen hiçbir kimse yoktur. Ancak şehid hariç." Zira O, dönmeyi temenni eder. Eriştiği derecenin büyük­lüğünden dolayı, dönüp tekrar şehid olmak ister.

Câbir (r.a.) da, rivayet ettiği hadiste dedi ki; Rasulullah (s.a.v.) beni üzüntülü gördü ve : "Neyin var?" dedi. Dedim ki: "Ya Rasulullah, babam şehid düşüp arkasında borç ve çoluk-çocuk bıraktı." Buyurdu ki: "Seni müjdeleyim mi ya Câbir: Allah Teâlâ direkt babanla konuşup: "Ey Abdullah, benden ne di­lersen dile" buyurdu. Baban da "Allah yolunda bir daha savaşıp öldürülmek için diriltilmek isterim." dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ölen kimselerin bir daha dünyaya dönmemeleri hususunda daha önce hükmümü verdim. Ama temenni ettiğin şeyi ne derece için temenni ettiysen, seni o dereceye ulaştıracağım."

30- Hasan Basrî'den rivayet olunmuştur ki: Rasulullah (s.a.v.) savaş için bir ordu hazırladı. İçlerinde Abdullah b. Ravâha (r.a.) da bulunuyordu. Ordu sabaha doğru yola ko­yuldu. Abdullah b. Ravâha namaz için geri kaldı. Peygamber (s.a.v.) namazını bitirdikten sonra Abdullahı gördü ve ona: "Ey Ravâha'nın oğlu, sen orduda değil miydin?" dedi. O da; "Evet, lakin seninle birlikte namaz kılmak istedim. Ordunun nerede konakladığım biliyorum, gidip onlara varacağım." dedi. Bunun üzerine Rasulullah buyurdu ki: "Muhammed'in cam elinde olan Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bulunan malın hepsini infak etsen, yine de onların sabaha karşı hareket­lerinden dolayı elde ettikleri sevaba ulaşamazsın." Hadis-i şerifte cihada erken çıkmak için teşvik ve cihada çıkmaya azmet­miş olan bir kimsenin namazını cemaatle eda etmek için ordudan geri kalması­nın doğru olmadığı açıklanmaktadır. Görmüyor musunuz? Rasulullah (s.a.v.) İbn Ravâha için ne diyor? kaldı ki Rasulullah'm arkasında cemaatle namaz kılmak, diğer cemaatle namaz kılmalardan daha faziletlidir.

Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyu­ruyor: "Allah yolunda bir sabah yahut bir akşam yolculuk yapmak, dünya ve içindekinden daha hayırlıdır." Bu hadis de, söylediğimizi desteklemektedir..

31- Hasan Basrî'den rivayete göre, Hz. Ömer b. Hattâb (r.a.) halka hitap ederken bir adam gelip: "Ey insanların hayırlısı" dedi. Hz. Ömer (r.a.) ne dediğini anlayamadı ve : "Ne diyorsun?" diye sordu. Dinleyiciler Hz. Ömer'e: "Sana insanların hayırlısı diyor" dediler. Hz. Ömer ona: "Yaklaş" dedi. Sonra devam etti: İnsanların hayırlısı değilim. "Sana, insanların hayırlısını haber vereyim mi?" Adam: "Kimdir ey müminlerin emiri?" dedi. Ömer (r.a.) dedi ki : "O, bedevi bir adamdır. Bir sürü deve yahut koyunu vardır. Deve yahut koyunlarını şehirlerden birine götürüp sattı ve parasını Allah yolunda infak etti. Böylece düşmana karşı müslümanlara silah sağladı. İşte insanların hayırlısı odur."

Konuşmada geçen mesleha, düşmanın saldırısı ihtimaline karşı sınırda silahların yerleştirildiği mevzi yahut silah taşıyan kimseye denir. Onun için hükümdarın önünde yürüyen muhafızlara "Mesleha" ismi verilir.

Hz. Ömer'in "Ben insanların hayırlısı değilim." sözü alçak gönül sahibi olduğunu göstermek içindir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın vefatından sonra hilafeti döneminde insanların en hayırlısı oydu. Nitekim Hz. Ebû Bekir de, halife iken şöyle diyordu: "Beni hilafet makamından ayırın. Çünkü ben en hayırlınız de­ğilim." Halbuki, Rasulullah (s.a.v.)'in belirttiği gibi, Peygamber ve Rasûllerden sonra insanların en hayırlısı, Ebû Bekir'di.

Hz. Ömer (r.a.), böyle bir sürü sahibinin, insanların en hayırlısı olduğunu söylemiştir. Çünkü müslümanların menfaati için hem canından hem de ma­lından fedakarlıkta bulunmuştur. İnsanların hayırlısı, insanlara yaran dokunan­dır. Rasulullah (s.a.v.) : "İnsanların hayırlısı o kimsedir ki, Allah yolunda atının dizginini tutup daima hazırlıklı olur ve düşmandan korkutucu bir ses duyduğu zaman hemen ö tarafa koşar."

Daha sonra o adam dedi ki: Ey müminlerin emiri, ben badiyeden bir kişiyim ve dini ilimlerde bir çok konuyu bilmiyorum. Rasulullah (s.a.v.)' in sana Öğrettiği ilimlerden bana öğret." Hz. Ömer dedi ki: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmiyor musun?" Adam: "Ediyorum" dedi. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: "Namazı kılıp, zekatı verip, Ramazan orucunu tutup haccı eda ediyor musun?" Adam: "Evet" dedi. O zaman Hz. Ömer ona şöyle dedi: "Aleniliğe yapış ve gizlilikten sakın. Başkaları farkına vardıklarında seni mahcup etmeyen bir ameli yap ve başkaları farkına vardıkları zaman seni mahcup eden ve kötü duruma düşüren her amelden de sakın."

Adam, dinle ilgili birçok konuyu bilmediğini söylemiştir. Onun için köy ve sahralarda oturanlara "ehlu'1-cehl" ismi verilmiştir. Çünkü cehalet yönleri galiptir. Adam şahadet kelimesini kabul ettiğini ifade ederken Hz. Ömer ken­disinin alim olduğunu ve cahil olmadığını belirtmiştir. Bunu söylerken, herhal­de Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmıştır:

"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri ondan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka tanrı yoktur. O, güçlüdür, hakim­dir.[123] Burada ilim sahiplerinden maksat, mü'minlerdir.

"Aleniliğe sarıl" sözünün manası ise, iman ve amel konularında, müslü-man cemaatin üzerinde bulunduğu doğru yola sarıl ve batıl mezheblerden sakın demektir. Rasulullah (s.a.v.)'in: "Yaşlı kadınların dinine (inancına) sanlın." hadisinin manası budur.[124] "Gizlilikken maksat, Müslüman cemaatin bilmediği davranıştır. "Gizlilikten sakın" sözünden maksat, ise müslüman cemaatte bulun­mayan davranış ve İtikatlardır.

Bazı alimler yukarıdaki iki sözün şu manada olduğunu söylediler: "İn­sanlarla olan muamelende, onlann aleni davranışlarıyla iktifa et. Onların gizli taraflarını araştırma."

"Başkaları farkına vardığı zaman seni utandırmayacak davranışlarda bulun." sözü ise, gizli tarafların aleni davranışlarına muhalif olmasın, halk ara­sında açıkça yapmaktan haya ettiğin şeyleri, onlann bulunmadığı yerde Allah1 tan haya ederek yapma. Kim böyle davranmazsa, Allah onun sırrım açığa vurarak onu rezil eder, manasınadır.

32- İmam Muhammed (r.a.) bu konuya Ebû Hureyre'nin Rasulullah (s.a.v.)'den rivayet ettiği şu hadisle son vermek­tedir: "Kim sınırda muhafızlık yaparken ölürse, şehid olarak ölmüştür."

Yani, şehidlik sevabını kazanır. Çünkü Allah'ın rızasını elde etmek için, ölünceye kadar, murabıtîık üzerine sabrederek canını vermiştir. Yardım eden ancak Allah'tır. [125]

 

Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler

 

33- İmam-ı Azam Ebû Hanîfe yoluyla Hubeyb b. Büreyde, o da babası Büreyde'den rivayet etti ki: "Peygamber (s.a.v.) bir yere büyük bir ordu yahut bir seriyye gönderdiği zaman on­lara: "Allah'ın adıyla savaşa gidin" tavsiyelerinde bulunurdu.

İmam Muhammed "es-Siyerü's-Sağîr" isimli kitabına bu hadisle başla­maktadır. Hadisten alınacak dersleri orada açıkladık.

Hadisin sonunda Peygamber (s.a.v.)'in şu sözünün anlamım belirttik:

"Eğer onlar sizden Allah'ın zimmetini isterselerse, bunu onlara ver­meyin!.’’[126]

Ona göre hadisteki yasaklama harama değil, İhtiyaç anında Allah'ın ahdini bozmaktan çekinmeyi belirtir ve mekruh şeklinde kabul edilir. Evzâî ise, hadisin zahirine dayanarak, Allah'ın zimmetini vermenin caiz olmayacağım söyler. Ona göre yasaklama mutlaktır ve haramlık ifade eder.

Bu lafız Hz. Ali'nin Ehl-i Beyt tarikiyle rivayet ettiği hadiste de vardır. Buna göre Peygamber (s.a.v.) buyurur ki:

"Onlara ne Allah'ın zimmetini verin ve ne de benim zimmetimi. Çünkü benim zimmetim de Allah'ın zimmetidir."

Bize göre bunun mekruh olması, yasaklanan şeyden başkası sebebiyledir. Mekruh görülmesinin sebebi, müslümanların ileride görecekleri bir maslahattan dolayı antlaşmayı bozma ihtiyacını duyabilmeleridir. O zaman kendi verdikleri sözü bozmaları, Allah'ın ve Rasûlünün sözünü bozmalarından daha ehvendir. Hadis-i Şerifin sonunda buna şöyle işaret etmektedir.

"Çünkü kendi ahdinizi ve atalarınızın ahdini bozmanız, Allah Teâlânm

ahdini bozmanızdan daha iyidir."

Hadis-i Şerifte geçen "Zimmet" sözü ahd (söz) manasınadır. Yüce Allah

şöyle buyurur:

"Onlar bir mü'min hakkında ne bir ahid, ne de bir anlaşma gözetip tanır­lar. Onlar taşkınların ta kendileridir."[127] İnsan için bunun zimmet olarak isimlendirilmesinin sebebi, verdiği söze kendisinin bağımlı oluşundan dolayıdır.

Onların zimmetleri ile atalarının zimmetlerinden maksat, cahüiyyette

aralarında yaptıkları anlaşmalardır

Gerektiğinde antlaşmayı bozmakta bir sakınca yoktur. Çünkü   Yüce Allah:

"Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara

karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Şüphesiz Allah hainleri sev­mez."[128] buyurmaktadır. Bu, müşriklerden anlaşma yaptığınız kişilere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur."[129] ayeti de buna delalet etmektedir. Rasullulla-

hın şu sözü de bunu desteklemektedir:

"Ben üç kişinin düşmanıyım, kimin düşmanı olursam, işini bitiririm. Bunlar benim adıma söz verip de sözünü çiğneyen, hür bir kimseyi köle diye satıp parasını yiyen ve birini ücretle çalıştırıp ücretim vermeyenlerdir".

Bu da peygamber adına sözvermenin bir sakıncasının bulunmadığı, ancak söz verdikten sonra hiyanet etmenin haram olduğunu gösterir. Ordu komutanları Allah adına eman verirlerdi. Hz. Ebu Bekir bu yaptıklarına karşı çıkmamıştır. Bu da böyle bir şeyde sakıncanın olmadığını gösterir.

34- İmam Muhammed daha sonra İbnu Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Yezid b. Ebi Süfyan'i bir ordunun başında gönderdi. Kendisi de yürüyerek çıkıp ona tavsiyelerde bulunuyordu. Yezid, ona "Ey Rasûlül-lah'm halifesi! Ben atın üzerinde giderken, sen yürüyorsun!" dedi. Ebû Bekir (rjı.) dedi ki: "Ne ben binerim ve ne de sen inersin. Ben bu adımlarımı Allah yolunda sayıyorum." Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi, her ne olursa olsun ordu savaşa giderken onu yolcu etmek için bîr miktar yürümenin iyi olduğunu bu rivayet göstermek­tedir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum :

"Kimin Allah yolunda ayaklan tozlanırsa, onun için cennet vacib olur." Enes (r.a.)'m rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulur :

"Allah yolundaki toz ile cehennem dumanı bir müslümanm üzerinde bir araya gelmez."

35- Imam Muhammed, Ebû Bekir'in hadisini başka bir se­netle de rivayet etti. Buna göre: Hz. Ebû Bekir (r.a.) binmesi için devesini getirdiklerinde dedi ki: "Binmeyeceğim, aksine yürüyeceğim."Sonra yürümeye devam etti. Devesini de yula­rından tutup arkasından yürüttüler. Ayrıca ayaklarının Allah yolunda tozlanması için ayakkabılarım çıkarıp elinde taşıdı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) peygambere uyarak bunu yapmıştır. Nitekim Pey­gamber (s.a.v.) Muaz'ı Yemen'e yolcu ederken onunla beraber bir yahut iki ya da üç mil yürümüştür.

Bunun benzen, Hasan b. Ali (r.a.)'ın develeri yanında yularlarından çekilip boş götürülürken hac yolunda yaya yürüdüğüyle İlgili rivayettir. Hz. Hasan'a: "Ey Rasûlüllah'ın torunu, neden binmiyorsun? denildiğinde, Rasûlüllah (s.a.v.)'in "Allah yolunda ayakları tozlanan kimsenin ayaklarına cehennem ateşi dokunmaz." Buyurduğunu duydum. Bunun için yürüyorum cevabını verdi.

Hacılar yahut savaşa giden mücahidleri yolcu eden kimse için müstahab olan, Ebû Bekir (r.a.)'m yaptığı gibi yapmaktır.

Sonra, Hz. Ebû Bekir, Yezid'e şöyle dedi : "Sana on vasiyette bulu­nacağım, bunları iyi ezberle :

a- Manastırlarda kendilerini Allah'a ibadete verdiklerini düşünen kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleriyle başbaşa bırak.

Ebû Yusufla Muhammed (r.a.) buna dayanarak manastırlara kapanmış olan kimselerin öldürülmeyeceklerini söylerler. Ebû Hanîfe'den de böyle bir rivayet vardır.

Fakat Ebû Yusuf'tan rivayete göre manastırlara kapanmış kimselerin öldürülmeleri konusunu Ebû Hanîfe'ye sormuş ve Ebû Hanîfe öldürülmelerini normal görmüştür.

Netice olarak, manastıra kapanmış olan kimseler zaman zaman halkın arasına karışıp, halk da onların yanma gidiyor ve halkı savaşa teşik ediyorlarsa, Öldürülürler. Hz. Ebû Bekir'in bu tavsiyesi de, onların, savaşı tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldürülmelerini mubah kılan husus, savaşa ortak olarak müslümanlara zarar vermeleridir. Şayet kapıları üzerlerine kapatırlarsa, onlardan gelebilecek kötülük ortadan kalkmış olur. Ama savaşa taraftar iseler ve bu görüşlerini açığa vuruyorlarsa, dolayısıyla, savaşmış olurlar ve bu sebeble de Öldürülürler.

b- Başlarimn ortasını tıraş etmiş kimselerle karşılaşacaksın. Bunların başlarını kılıçla vurun.

Bunlardan maksat, Şemmas'lardır ki, hıristiyanlar arasında bunların du­rumu, müslümanlar arasında sapık şia fırkalarının durumu gibidir. Bazı âlimlere göre bunlar Harun (a.s.) 'm soyundandırlar. Hz. Ebû Bekir, başka bir senedle rivayet edilen bir rivayette buna işaret eder: "Başlarının çevresinde çember gibi saç bırakırlar. Savaş işlerinde halk onların puanlarına göre hareket eder. Halkı da savaşa teşvik ederler. Onun için onlar, kafirlerin liderleridir. Onlan öldürmek başkalarını öldürmekten daha evladır."

Bu hadisin başka bir senedinde Hz. Ebû Bekir buna işaretle şöyle diyor: Traş edilmiş başların tam ortasını; şeytanların yuva yaptıkları yeri, kılıçlarla vurun. Allah'a yemin ederim ki onlardan birini öldürmek başkalarından yetmiş kişiyi öldürmekten bana daha sevimli geliyor. Yüce Allah şöyle buyurur: "Küf­rün Önderlerini öldürün. Çünkü onlar andlan olmayan adamlardır;[130]

Şeytanların yuva yaptıkları yerden maksat, saçlarıdır ki, o da başların-dadır. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) hadlerin yerine getirilmesiyle ilgili olarak: "Başı vurun, çünkü şeytan baştadır." der.

c- Küçük çocukları öldürme.

Doğmuş olan küçükten maksat, çocuktur. Ona "Mevlûd" denilmesinin sebebi doğumunun yakında olmuş olmasındandır. Şüphesiz şayet savaşa katıl­mıyorsa, öldürülmeyecektir. Başka bir rivayette bunu açıklamış ve: "Aciz, güç­süz olan hiçbir çocuğu öldürmemesini söyle!" demiştir.

d- Kadınları öldürme.

Kastedilen, savaşmayan kadındır. Nitekim rivayete göre Peygamber (s.a.v.) öldürülmüş bir kadınla karşılaştığında :

"Vay! Bu kadın savaşmıyordu. Var Halid'e yetiş ve ona: Çocuk ve ücretli (işçiyi) öldürmemesini söyle," buyurdu.

e- Yaşlıları da öldürme

Bir rivayette ise "Pir-i Fani"yi öldürmeyin denilmiştir. Yani savaşa katıl­mayan ve savaş konusunda herhangi bir teşvik ve katkısı bulunmayan yaşlıyı da öldürmeyin. Ama bilfiil savaşa katılmış yahud savaşta rey ve tedbiri var ise elbette öldürülür. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) tavsiyeleriyle yardımcı olduğu için Düreyd b. Sımme'nin öldürülmesini emretmiştir. Düreyd,[131] müşriklere çocuk ve kadınları kendilerine ait toprakların dağlarına çıkarmalarını ve erkeklerinin de, atlarının sırtında düşmanları olan müslümanlara saldırmalarını öğütlemişdİ de, görüşünü benimsememişler ve Arapların adeti üzere çoluk çocuklarını bera­ber savaşa getirmişlerdi. Bu ise yenilmelerine sebep olmuştu. Düreyd, bununla ilgili olarak şu şiiri söylemişti.

"Kum vadisinde onlara doğru olanı emretmiştim. Fakat onlar benim doğ­ru emrimi ancak ertesi günün kuşluğunda (yenildikten sonra) anladılar."

"Ben onlardan biri olarak kendi lehlerine düşüncemi söylediğimde dinle­mediler ve doğruyu bulamadığımı zannettiler."

Savaş hakkında bir takım tavsiye ve görüşleri olduğu için Peygamber (s.a.v.) Düreyd'i öldürtmüştü.

f- Meyveli ağacı, üzüm ve hurma ağaçlarım kesme.

İmam Evzâî bu hadisin zahirine bakarak müslümanların dâru'l-harbde tahribata yönelik hareketlerde bulunmalarının caiz olmadığını söyler. Çünkü tahrib etmek fesaddır ve Allah Teâlâ fesada razı olmaz. Görüşüne şu âyeti de delil getirir:

"O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesad çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya başlar. Allah fesadı sevmez." [132] Nitekim Hz. Ali'den ri­vayet edilen hadiste de Peygamber (s.a.v.) bunu, seriyye komutanlarına tavsiye ediyordu.

Ebu'l- Hasan el-Kerhî, hadisin tamamım naklederek şu yorumu yapar: Size zarar veren, yani düşmanla savaşmanıza engel olanlar dışında, ağaçlan kesmeyiniz.

îrnam Evzâî şu hadiste rivayet edilenleri de delil olarak ileri sürer. Hadiste buyuruluyor ki: "Allah Teâlâ Peygamberlerinden birine vahyetti ki: Her kim yeryüzünün ululuk ve saltanatına itibar ederse, Davud hanedanı ile Fars ehlinin mülküne (ululuklarına) baksın. O Peygamber dedi ki: Ya Rab: Davud hanedanına gelince, onlar, kendisiyle yücelttiğin şeye layıktırlar. Ama (Mecusi olan) Fars ehlinin nesi var ki?" Cenab-ı Allah cevabında şöyle buyurdu: Onlar, beldelerimi imar ettiler. Kullarım da o imar edilen yerlerde yaşadılar."

Yeryüzünü mamur etmenin övgüye sebeb olduğu ortaya çıkınca tahribat yapmanın da kötü birşey olduğu anlaşılmış oldum.

Fakat biz deriz ki : İnsanlar, bu eşyadan daha çok hürmete layık iken, müşriklerin gücünü kırmak için insanın öldürülmesi caiz olduğuna göre onlar­dan daha değersiz olan binaları yıkmak ve ağaçları kesmek evleviyetle caizdir. Yüce Allah'ın: "...Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlı­ğın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları karşılığında ken­dilerine salih bir amel yazılması içindir..."[133] âyetinde, söylediğimize delil var­dır. Daha sonra İmam Muhammed, Ebû Bekir hadisini şu şekilde te'vil etmiştir.

Hz. Ebû Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesiyle Şam'ın feth olunacağım ve müslümanların eline geçeceğini biliyordu. Onun için tahri­bat yapmaktan ve ağaçlan kesmekten askeri sakındırmiştır.

Nitekim bundan sonra bunu açıklamıştır. Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen hadisin te'vili de bu şekildedir. Görmüyor musun? Peygamber (s.a.v.)'in kendisi Sakif kalesine mancınık kurmuştur ki mancınığın yapacağı tahribat ortadadır.

g- Yemek amacı dışında, düşmanın sığır, koyun ve diğer hayvanlarını kesme.

Çünkü Rasulullah (s.a.v.)'in yemek kasdı hariç, hayvanın kesilmesini yasakladığı rivayet edilir. Hadis-i Şerifte savaşçıların dâru'l-harbde düşmana ait şeylerden yemek yemelerinin ve hayvanlanna yem vermelerinin, yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olduğuna dair delil vardır. Yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olması da bu cümledendir.

İmam Muhammed daha sonra bu hadisi başka bir senedle rivayet ederek sonuna şunları ekledi:  "ihanet etme."

İhanet etmenin yasak olduğu beyan edilmektedir. İhanet etmek, savaş­çının, yemek ve hayvanın yemi dışında kendi kendisine ganimetten birşeyler saklamasıdır, Bu ise, haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şey boynuna asılı olarak gelir..." [134] peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur: "Ğulûl (hiyanet) cehennemin ateşindendir."

h- Korkma

Çünkü Yüce Allah: "(Ey mü'minler), gevşemeyin." [135] buyurmuştur. Yani savaşta gevşeklik göstermeyin. Gazilerin korktuklarını izhar etme­leri onları savaştan soğutur.

ı - Fesad çıkarma ve isyan etme

Bazı alimler bu söz "sana emrettiğim konuda bana isyan etme demektir" derler. Çünkü tavsiyenin faydası, itaatta kendisini gösterir. Bazıları da: Şayet Allah'tan yardım diliyorsan, O'na isyan etme manasınadır, derler.

36- İmam Muhammed, aynı hadisi üçüncü bir senedle: Ab-durrahman b. Cübeyr b. Nufeyr el-Hadrami rivayetiyle tekrar şöyle nakleder:

Rasûlüllah (s.a.v.)' den sonra Hz. Ebû Bekir askerleri yola çıkmak üzere hazırlayınca- ki bu askerlerin bir bölüğünün başına Şurahbil b. Hasene, bir bölüğüne Yezid b. Ebi Süfyan ve diğer birine de Amr b. As'ı komutan tayin etmişti- Onlara "Diyarı benî Şurahbil" denilen yerde[136] toplanmak üzere Me­dine'den ayrılmalarını söyledi. Burası, Medine'ye altı mil uzak­lıktadır.

Halifenin, bir orduyu savaşa göndermek istediği zaman askerlere, şehrin dışında bir karargah kurmalarım emretmesi gerekir. Çünkü karargahta toplan­dıktan sonra bir arada hareket etmeleri, topluca evlerini terketmelerinden daha kolaydır.

Daha sonra Hz. Ebû Bekir karargâha gelerek anlara öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senada bulundu ve şöyle dedi:

"Sizler Şam'a gidiyorsunuz. Orası, Sebi'a bir yerdir. "Sebi'a" kelimesini, orada eziyet verici yırtıcı hayvanların çokluğuyla tefsir ettiler. Lakin yukarıdaki rivayet yanlış olup kelimenin doğrusu şebia'dır.

Yani orada o kadar çok nimet var ki, kişi onları seyrederek doyar. Sanki onları Şam'a gitmeye teşvik ederek "siz Medine'de çekilen açlık ve sıkıntıdan sonra öyle bir yere gidiyorsunuz ki, orası çok verimli bir yerdir", demektedir.

Sonra dedi ki: "Allah size yardım ediyor ve kudret veriyor ki, orada mescidler yaparsınız. Oraya sakın arzu ve heveslerinizi tatmin etmek için gitmeyin

Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu sözü, Peygamber (s.a.v.) den duyarak söyle­miştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen meşhur bir hadiste şöyle buyuru 1 maktadır:

"Sizler yakında Kisra ve Kayser'in hazinelerine hakim olacaksınız," Bura­dan da anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekir'in onları tahribat yapmaktan ve ağaçları kesmekten alıkoymasının sebebi, buraların müslümanlarm eline geçeceğini bilrnesindendir. Ayrıca heva ve hevesten onları sakındırdı. Çünkü onlar cihad için çıkmışlardır ve cihad, dindendir. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence yapan, kendilerini dünya hayatı aldatmış bulunan kimseleri (Öylece haline) bırak..."[137]

Hz. Ebû Bekir, sözüne şöyle devam etti: "Eşr'den sakının! Ama Ka'be'nin Rabbına yemin olsun ki, ona mübtelâ olacaksınız."

Eşr: Zenginleşen kimsede görülen bir nevi azgınlıktır. Yüce Allah şöyle buyurur.

"Çünkü insan kendini müstağni görünce azar"[138] Bu nedenle Hz. Ebû Bekir, Onları bu azgınlıktan sakındırmakla birlikte, buna mübtela olacaklarını da yemin ederek söylemiştir.

Hz. Ebû Bekir'in konuşmasının tamamı İmam Muhammed'in kitabında mevcuttur. Nihayet konuşmasını şöyle bitirdi:

"Ben buradan ayrıldığımda atlarınıza bininiz ve tek sıra olunuz ki teker teker hepinizle görüşeyim."

Halife meydanda orduyu teftiş ederken Hz. Ebû Bekir'in davrandığı gibi davranmalıdır.

Ravi diyor ki: Hz. Ebû Bekir, saffın başından sonuna kadar hepsine baka baka uğradı ve selam vererek şöyle dedi: "Allah'ım! İsrail oğullarının ruhlarını aldığın şeyle bunların da ruhlarını mızrak darbeleriyle ve taun (veba) hastalığıyla al. Haydi gidiniz. Allah'ın divanında; hepimizin topla­nacağı o yerde buluşmak üzere...

Bu sözlerin açıklanmasına gelince, Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir daha dönme­mek niyetiyle savaşa gitmeye teşvik etmiştir. Nefsi, Allah'ın rızasına teslim etmek, ancak bu şekilde gerçekleşir. "Allahım! İsrail oğullarının canlarını aldığın şeyle onların da canını al." sözü, şehadete nail olmaları için bir duadır. Bazıları da dedi ki: Kasdı, Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu sözüdür: "Ümmetimin helaki, mızrak vuruşları ve veba hastalığıyladır." Bu da, Şam'da yaygındı. Ebû Bekir (r.a.) şayet veba hastalığına yakalanacak olurlarsa, şehadet derecesine nail olmaları için dua etmiştir.

Burada kişinin, başka birine şehid düşmesi için dua etmesinde bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü her ne kadar şeklen, ölüm için bir dua ise de, hakikatte hayat için bir duadır.

Hz. Ebû Bekir, bu karşılaşmasının onlarla son karşılaşması olduğunu söylemiştir. Bundan maksat, ya ecelin yaklaştığını haber vermek ya da onların geri dönmeyecekleri ve ancak kıyamet gününde karşılaşacaklarıdır.

Ravî diyor ki: Ordu yola koyulup Şam'a ulaştı. Bizanslılar onlara karşı çıktılar. Şam bölgesinden büyük bir ordu hazırlanmıştı. Durum Hz. Ebû Bekir'e bildirildiğinde Irakta olan Halid b. Velid'e haber vererek üç-bin atlı ile yardımlarına koşmasını emretti ve şöyle dedi:! Acele edin, acele" Allah'a yemin ederim ki, Şam köylerinden küçük bir köy, Irak'ın büyük bir kentinden bana daha sevimlidir.

Düşmanın İslâm ordusuna karşı büyük bir ordu hazırladığı haberini alınca, devlet başkanının, Hz. Ebû Bekir gibi hareket ederek takviye kuvvet göndermesi ve takviye kuvvetlerinin acele gitmelerini istemesi gerekir ki, İslâm ordusu yenilmeden savaş alanına varsınlar ve gidişlerinin bir anlamı olsun. Şayet İslâm ordusu yenilmişse artık takviye kuvvetleriyle toparlanması zordur.

Hz. Ebû Bekir'in Şam'ı, Irak'a tercih etmesi burasının Peygamberlerin gönderildiği mübarek bir bölge oluşu sebebiyledir.

Ravi diyor ki: Hz. Halid, yanındaki yardımcı kuvvetle birlikte Hz. Ebû Bekir'in emrine uyarak sur'atle Şam'a hareket etti. Bizans askerlerini yararak Dumayr ve Zenebe denilen yere vardı. Müslüman askerlerin Cabiye denilen yerde bulunduklarını gördü.

Bizans ülkesine tabi olan Arablar, Halid'in geldiğini duyunca korku­ya kapıldılar.

Çünkü Halid cesaretiyle meşhurdu. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ona: Seyfullah (Allah'ın kılıcı) ismini vermişti. Arablardan bir şair bununla ilgili olarak şöyle der:

"Ey içki sunan cariye! Ebû Bekir'in süvarileri gelmeden önce sabah içki­lerimizi getir. Belki ölümümüz yakındır da bilemiyoruz."

Bu şiirin öyküsü meğâzî kitaplarında anlatılır Bu beyti söyleyen kişi, îslâm dininden dönenlerin büyüklerindendir. Cariyesi ona bir kadeh şarap getir­mişti. O da sırtını duvara dayayıp bu beyti söyledi ve kadehi alıp şarabı içmeye başladı. Tam o sırada Halid'in askerlerinden biri duvara tırmanmıştı. Beyti duy­duğu gibi adamın boynunu vurdu. Adamın kellesi, elindeki kadehin üstüne düştü.

Râvi diyor ki; Hz. Halid geldiğinde daha Önce isimleri geçen komu­tanlara- Şurahbil b. Hasene, Yezid b. Ebi Süfyan ve Amr b. As'a başko­mutan oldu. Bizans ordusu Antakya, Haleb, Kınnesrin, Hims ve Hama'yı terkederek kaçmaya başladı. O zaman Bizans Kralı, Heraklius idi. Ordu­sunun uğradığı yenilgiye sinirlenerek Rum topraklarına doğru yola koyul­du. Ordu komutanı Bahan, Herminiyye denilen yerde bulunuyordu. O da, beraberindeki askerlerle beraber hareket etti.

Buradan anlaşılıyor ki, Bizans ordusunun tamamı bir araya gelmişti.

İslâm ordusunun komutanları bir çadırda toplanıp savaş stratejisini görüşmeye başladılar. Yanlarında Kuzaa isminde biri vardı. Düşmanın du­rumunu tesbit etmek üzere onu casus olarak gönderdiler. Dönüşünde, gizli bir yerde onunla buluşarak getirdiği bilgileri değerlendirdiler.

Savaşlarda ordu konulanlarının casuslar göndererek düşman ordusu hak­kında bilgi toplamaları gerekir. Casuslar döndükleri zaman da, gizli bir yerde onlarla buluşmalıdırlar ki, onların casus oldukları bilinmesin. Ayrıca ordunun hepsi, düşmanın ne yapacağından haberdar olmamalıdır. Çünkü düşmanın durumunu bilmeleri savaştan korkmalarına sebep olabilir.

Râvi diyor ki: Tam o sırada Ebû Süfyan bastonuna dayanarak ko­mutanlara doğru geldi ve selam verdi. Komutanlar: "ve aleykesselâm. Ama, bize yaklaşma" dediler.

Ona "yaklaşma" demelerinin sebebi, onun henüz iyi bir müslüman ol­madığı doğrultusundaki kanaatleri idi.

Ebû Süfyan dedi ki: Hayret! Burada olduğum halde Kureyş'den bir grup aralarında savaş durumunu görüşüyor, ama beni aralarına almı­yorlar. Böyle bir şeyle karşılaşmaktansa ölmeyi tercih ederdim!... Çünkü Ebû Sûfyan, savaş işlerini bilmekle meşhur bir kimse idi. Komutanlardan biri: "Yaşlınız -Ebû Süfyanın- görüşünü dinlemek ister misiniz? Biliyorsunuz savaştan anlayan biridir," dedi. Diğerleri: "Dinleyelim" deyip onu aralarına aldılar ve: "Ne yapacağımızı söyle" de­diler. Ebû Süfyan: "Sizler komutansınız, siz bilirsiniz" dedi: "Görüşlerine ihtiyacımız var" demeleri üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: "Şu yaylada büyük bir tepe görüyorum." "Evet biz de görüyoruz." dediler. "Benim görüşüm o ki; gidip şu tepeyi arkanıza alın. İkrime b. Ebi Cehil'i bir mik­tar askere komutan tayin edin. Orduda ne kadar iyi okçu varsa onları komutasına verin. Onun bu işten iyi anladığını biliyorum .Bilal, sabah eza­nını okuduğu sırada İkrime komutasındakilerle birlikte çıksın. Okçular atlarını saf halinde dizsinler ve önlerinde çöküp nöbet tutsunlar. Şayet gece düşmandan bir baskın olursa Allah'ın izniyle onu püskürtmeye hazır olsunlar.

Şüphesiz bu, iyi bir görüş idi ve Uhud günü de Peygamber fs.a.v.) aynı şeyi yapmıştı. Şayet ganimet elde etmek arzusuyla okçular emre isyan edip yer­lerini terketmemiş olsaydılar müşriklerin yenilmesine sebep olacaklardı. Yüce Allah bu durumu şöyle dile getirir:

"... Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığı galibiyeti size göster­dikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı, kiminiz ahireti istiyordu."[139]

Râvi diyor ki: Komutanlar Ebû Sûfyan'm bu görüşünü kabul ettiler. Samimi olarak kendilerine öğüt verdiğine inanmışlardı. Tam gece karanlı­ğında Bizans süvarileri baskına geldi. Bu arada deve seslerini işitip müslü-maıılarin kaçtıklarına kesin kanaat getirdiler. Onun için de tam savaş dü­zeniyle baskın yapmaya ihtiyaç duymadan dağınık bir şekilde saldırdılar. Kimi önden, kimi arkadan geliyordu. Ama birden Ikrime'nin okçularıyla karşılaştılar. Bunu beklemiyorlardı. Okçular onları ok yağmuruna tuttu. Sabah güneş çıkmak üzereyken bozguna uğrayıp Vakusa denilen yerin yanındaki konaklama yerlerine kaçtılar. İkrime de yanındaki arkadaşlarıyla birlikte İslâm ordusunun bulunduğu yere geldi. Bu, Şam fethinin başlangıcı olmuştu.

Daha sonra da, İslâm ordusuyla düşman ordusu arasında savaş çıktı. Bizans başkomutanı Bahan, Halid b. Velid'e haber göndererek kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi. Halid görüşme yapmak üzere çıktı. Arala­rında tercüman vardı. Bahan, Halid'e: "Yaklaş, size bir teklifimiz var. Burayı terk edip gideceksiniz. Buna karşılık biz de ordunuzda yaya olanla­rın her birine binek ve hepinize bol bol yiyecek verelim. Ayrıca verimsiz topraklarda yaşadığınızı biliyoruz. Adam başına beşer altın verelim. Zaten buraya bunun için gelmediniz mi?" dedi. Tam bu sırada Hz. Halid söze ka­rışarak: "Hayır, ülkemizde geçim sıkıntısı çektiğimiz için buraya gelmiş değiliz. Lakin çevremizdeki milletlerle savaşıp kanlarını içtik. Sonra duy­duk ki: Bizanslılar kadar kanı tatlı millet yoktur. Onun için kanlarınızı iç­meye geldik." O zaman Bizanslılar birbirlerine bakarak şöyle dediler: "Al­lah'a yemin ederiz ki, onlar hakkında duyduklarımız doğruymuş. Bu müs-lümanlar böyle şartlarla çekip gitmezlermiş; ya dinlerini kabul edeceğiz, ya da onlara tam itaat edip cizye vereceğiz. İstesek de, istemesek de..."

37- İmam Muhammed, bu anlattıklarından sonra dâru'l-harbde hurma ağaçlarının kesilmesi ve evlerin tahrip edilme­sinin caiz olduğuna dair: "Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa, hepsi Allah'ın izniy-ledir. Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki, Allah' in azabı çetindir."[140] ayetini delil olarak getirdi. İmam Zührîye göre "acve" denilen hurmanın en iyi cinsi hariç, diğer hur­ma ağaçlarının hepsi kesilebilir. .

Dahhâk ise, ayette geçen "linetun" iyi meyve veren ağaca denir", demiştir.

Ayetin inişi Nadîroğulları olayında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), Medi­ne'ye geldiğinde ne kendisinin lehinde, ne de aleyhinde bulunmayacaklarına dair onlarla antlaşma yapmıştı. Amr b. Ümeyye, yanlışlıkla KUâb kabilesinden iki kişiyi Öldürmüştü. Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Ali (r.a.) olmak üzere Nadiroğullan kabilesine gitti. (Arablarda adet olduğu için) antlaşmalı olan Nadîroğullarından, Kilab kabilesinden öldürülen iki kişinin di­yetini ödemek üzere yardım taleb etti. Peygamber (s.a.v.)'e : Ya Ebe'l-Kasım, otur seni ağırlayalım, yemek yedirelim ve ondan sonra istediğin meblağı vere­lim." dediler. Sonra Huyay b. Ahtab, onları bir tarafa çekerek: "Bugünkü fırsat bir daha ele geçmez. Bugün Muhammed'i öldüremezseniz kolay kolay onu Öldüremezsiniz" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeğe kalkıştılar. Cebrail (a.s.) gelip durumu Rasûlüllah'a haber verdi. O da, kalkıp Medine'ye döndü. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:

"...Hani bir güruh size saldırmaya kalkmıştı da Allah onlara mani ol­muştu"[141] Rasulullah (s.a.v.) asker toplayıp onları muhasara etti ve dedi ki: "Buradan çekip gidin. Her yıl bir defa gelip meyvelerinizi toplarsınız" Ama onlar bunu reddettiler. Rasulullah (s.a.v.) onbeş gün onları muhasara altında tuttu. Sokakların girişlerini kapatıp duvarların arkasından müslümanlarla savaşıyorlardı. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur :

"Onlar surla çevrilmiş kasabalar içinde yahut duvarlar arasında bulun­madan sizinle toplu bir halde vuruşamazlar..."[142]

Müslümanlar, onlarla savaşabilmek için onların evlerini yıkmaya koyul­dular. Dış taraftan her bir duvar yıkılıp bir gedik açtıklarında onlar da iç taraftan bir duvar yıkıp daha içerdeki evlere sığmıyorlardı. Yüce Allah olayla ilgili olarak şöyle buyurur:

"...Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı..."[143] Nihayet sıkıştıkça sıkıştılar. Münafıklar, yardımlarına koşa­caklarına dair onlara söz vermişlerdi, ama onlar da yardıma gelmediler. Yüce Allah onlarla ilgili olarak da şöyle buyurur:

"Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak biz, size yardım ede­riz." diyen o münafıkları görmedin mi?..."[144] Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaç­larının kesilmesini emretmişti. Emrine uyularak ağaçlar kesildi. Halbuki yahu-diler o ağaçların bir dalını, bir köle yahut cariyeye değişmezlerdi. Onlar birbir­lerine: "Hurma ağaçları gittikten sonra artık burada kalmamız anlamsızdır." dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'e seslenerek şöyle dediler: "Ya Ebe'l-Kâsım! Hani sen bozgunculuktan sakındırıyordun, o hurma ağaçlarının ne suçu var ki, onları kesip yakıyorsunuz? Canımız, çoluk-çocuğumuz ve silahlarımız hariç develerimizi, taşıyabilecekleri kadar yükleyip burayı terketmemiz husu­sunda bize güvence verir misin?"dediler. Peygamber (s.a.v.): "Evet" dedi. O zaman kalelerinin kapılarını açtılar. Yapılan antlaşma üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) onları buradan çıkardı.

Bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) Ebû Leylâ el-Mazinî ve Abdullah b. Sellâm'ı ağaçlan kesmek üzere görevlendirdi. Ebû Leylâ, "acve" denilen hurmanın en iyi cinsinin ağaçlarını, Abdullah da "levn" denilen âdi hurma ağaç­larını kesiyordu. Ebû Leylâ'ya neden "acve" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Çünkü onları kesmek yahudileri daha çok kızdırıyordu" dedi. İbn Sellâm'a da neden "levn" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Biliyordum ki, Allah Peygam­berini galip getirecek ve mallarını ona ganimet bırakacaktır. Bu sebeple malla­rının en güzeli olan acvenin kalmasını istedim." cevabım verdi. Bunun üzerine:

Kafir kitap ehlinin yurtlarında "hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allahm izniyledir"[145] âyeti indirildi.

Başka bir rivayete göre de: Yahudiler, duvarların üstünden şöyle dediler: "Sizler "bizler müslümanız, fesat çıkarmayız" diyordunuz. Halbuki görüyoruz ki hurma ağaçlarını kesiyorsunuz. Allah bunu emretmemiştir. Ağaçlara dokun­mayın hangi taraf galip gelirse ağaçlar o tarafındır." Müslümanlardan bazısı, "doğru söylüyorlar" dediler. Bazısı da: "Onları tahkir ve kızdırmak için kese­lim" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah her iki tarafın da sözlerinin kendi rıza­sına muvafık düştüğünü belirtme sadedinde yukardaki âyeti indirmiştir.

38- İmam Muhammed, söylediğini ispatlamak için Üsâme bin Zeyd'den rivayet edilen şu hadisi de delil olarak getirdi: "Peygamber (s.a.v.) sabahleyin "Übnâ"[146] denilen yere baskın yapıp orayı yakmamızı emretti.

Bir rivayete göre ismi geçen yer "Übnâ" değil, "Ebyaf'tır. Üsâme'nin babası Zeyd b. Harise burada Öldürülmüştü. Rasûlüllah (s.a.v.), olaya son derece üzülmüş ve Üsâme'yi üçbin kişinin basma geçirip oraya gitmesini ve baskın düzenleyip orayı yakmasını emretti. Ordu savaşa gitmeden önce Rasû-lüllah (s.a.v.) vefat edince Hz. Ebû Bekir (r.a.) Rasûlüllah'ın emrini yerine geti­rerek orduyu aynı yere göndermiştir.

39- Zûhrî'nin rivayetine göne Peygamber (s.a.v.) Tâif yolun­da Evtâs'tan geçerken Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin köşküyle karşılaştı ve yakılmasını emretti Bu olayla ilgili olarak Hassan (r.a.) şöyle der:

"Büveyre denilen yerde Luey oğulları üzerine büyük bir yangın ne de rahat yayıldı.

İmam Muhammed der ki: RasûlüIIah (s.a.v.) Tâif kalele­rinin muhasarasında ordu komutanı idi. Ancak henüz muha­sara olmaksızın Mâlik b. Avf'ın köşkünün yakılmasını emret­miştir. Yakılmasını emretmesi, Mâlik b. Avf ı tahkîr etmek ve üzmek içindir. Buradan da anlıyoruz ki, küfür yurdunda ağaç­ları kesmekte ve evleri yıkmakta bir sakınca yoktur.

40- Râvi diyor ki: RasûlüIIah (s.a.v.) daha sonra Taife varıp bağlarının kesilmesini emretti.

Bu konuda meğâzî kitaplarında bir olay anlatılır. Tâifliler buna şaşarak şöyle dediler: "Hurma ağacı ancak on yılda meyve veriyor. Onlar kesildikten sonra ne yapacağız? Sonra bazıları kahramanlık gösterisinde bulunarak kale duvarlarının üzerinden şöyle bağırdılar: "Ağaçlarımızı kestiyseniz su, toprak ve güneş onlar yerine bize başkalarını verecektir." Bazıları böyle diyenlere: "Şayet gizlendiğiniz delikten çıkabilirseniz, tabi" diye cevap verdiler.

RasûlüIIah (s.a.v.) ayrıca Hayber hurmalıklarının da kesilmesini emret­miştir. Hatta Hz. Ömer (r.a.) ağaçlan kesenlerle karşılaşıp, onlara engel olmağa kalkışınca "RasûlüIIah (s.a.v.)'in emridir." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, RasûlüIIah (s.a.v.)'e gelerek: "Hurma ağaçlarının kesilmesini siz mi buyur­dunuz." dedi. RasûlüIIah (s.a.v.): "Evet" cevabını verince, Hz. Ömer: "Allah Hayber'i sana vadetmedi mi?" dedi. RasûlüIIah (s.a.v.) : "Evet vadetti." dedi. Hz. Ömer : "O halde kendinin ve ashabının hurmalıklarını kesiyorsun, de­mektir." dedi. Bunun üzerine RasûlüIIah bir münadiye ağaçları kesmeye son vermeleri için emir verdi.

Râvi diyor kî: Bazı kimseler haber verdi ki, onlar Natâh kalesinin hurma­lıklarında kılıç izleri görmüşler ve kendilerine bunlar RasûlüIIah (s.a.v.)1 in kesilmesini emrettiği ağaçlardır denilmiştir.

Natâh, Hayber kalelerinden birisinin ismidir. Rivayete göre Hayber Ya­hudilerinin altı kaleleri vardı: Şık, Natâh, Kamus, Ketîbe, Sülâlim, Vatîha

41- Ömer b. Hattab (R.A), Şam'daki valisine bir mektup yazarak dedi ki:"Sen yanındakilere emret, bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak dolaşsınlar.

Bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak yürüsünler ki, her iki duruma da alışsınlar.

Hadis-İ Şerifte rivayet edildi ki: "RasûlüIIah (s.a.v.) her işe sağdan baş­lamayı severdi. Hatta ayakkabısını giymesinde ve saçını taramasında bile"

Hadis-i Şerifte geçen "teraccele" kelimesi, saçını tarama anlamına geldiği gibi binekten yere inme anlamına da gelir. Hz. Ömer'in yalın ayak yürümelerini istemesi, onlara şefkatinden dolayıdır. Şayet küfür yurdunda yalınayak yürümek mecburiyetiyle karşı karşıya gelirlerse zorluk çekmesinler diye.

Hicret sırasındaki mağara olayından sözederek Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.v.)'İn ayaklarının tabanına baktım, kan damlıyordu. Çünkü yalınayak yürümeye ahşmamıştı". Onun için fakihler yalın ayak ve uzun me­safeli yarışlar yapmayı müstehab saymışlardır.

Hz. Ömer (r.a.) mektubunda izar ve rida[147] giyinmelerini söyledi.

Yani namaza giderken ve halk arasına çıkarken izar ve rida giymeden çıkmasınlar. Her ne kadar tenha bir yerde tek kat elbiseyle namaz kılmabilirse de müstahab olan izar ve rida, giyerek kılmaktır. Hz. Ömer'in Rida giyilmesini emretmesi, bu giysinin Arab giysisi olmasından dolayıdır.

Atları eğitsinler

Maksat atların İhtiyaç anında yumuşak başlı olmaları için yahut ürkme-mek üzere eğitilmeleridir. Nitekim Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur :

"Atlar ürktüğü için dövülür ama sürçtüğü için dövülmez." Çünkü sürçme binicinin dizginleri iyi tutmamasından olabilir. Ama ürkme hayva­nın huysuzluğundandır. Onun için ürkme hususunda at eğitilir. Haç teşhir edilerek halka gösterilmesin.

Yani, zimmiler müslüman memleketlerde haçlarını teşhir ederek sokak­lardan geçmesinler. Çünkü bu, müslümanları hafife almak anlamına gelir. Hal­buki müslümanları hafife alsınlar diye onlara teminat vermedik.

Domuzlar onların yakınında olmasın.

Yani Müslüman şehirlerde zımmilerin açıktan açığa içki kullanıp satma­ları ve domuz besleyip satmalarına engel olsunlar. Çünkü bu bir günahtır ve onu açıktan işlemelerine imkan verilmez; Ama bunu kendi evlerinde ve üzerinde antlaşma yapılan kiliselerinde yapabilirler. Çünkü bu, şirk koşmalarından ve Allah'tan başkasına ibadet etmelerinden daha kötü bir şey değildir. Kendi evle­rinde Allah'tan başkasına ibadet etmelerine engel olunmazken buna da tabiatıyla engel olunmaz.

İçki içilen sofraya oturmasınlar.

Müslümana yakışan bu gibi sofralara oturmamaktır. Hatta mümkün ise münkerden sakındırma yoluyla içki içenlere engel olmaya çalışır. Değilse ora­dan uzak olmalıdır. Çünkü lanet sofrada bulunanların hepsinin üzerine iner. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) kıyametin şartlarından bahsederken şöyle buyu­rur: "Sofralarının üzerinde içki kaseleri dolaştırılır ve Allah'ın laneti üzerlerine iner."

Peştemal giymeden hamama girmesinler.

Çünkü avret yerlerini örtmek farzdır. Hadis-i Şerifte şöyle buyunılur: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa izarsız (peştemalsız) hamama gir­mesin ve hanımını hamama sokmasın."

Acemlerin ahlakından sakınınız.

Lüks hayat ve böbürlenme gibi müslümanların ahlakına ters düşen acem­lerin ahlakından sakınınız. Acemlerden maksat, mecusilerdir. Böylece anlamış oluyoruz ki, müslümanların ahlakından olan hususları yapmakta bir sakınca yoktur. İmam Muhammed daha sonra açıkladığımız şekilde hadisi açıklayıp sonunda şöyle dedi:

Bunları açıkça işlemek istedikleri zaman müslüman şehirlerden uzak bir yerde yapsınlar.

Mesela köylerde yapabilirler. Çünkü şehirler dini sembollerin mer­kezleridir. Buralarda bu gibi çirkin şeylerin yapılması müslümanları hatife almaktır. Bu ise, köyler için söz konusu değildir. Rasullullah (s.a.v.) köylüler için şöyle buyurur: " Onlar dünyadan habersizdirler" Rasululah (s.a.v.) bu hadisiyle bedevilerin cehaletlerine ve dini emirlere bağlılıklarının gevşekliğine işaret buyurmuştur.

İmam Şemsü'l-Eimme -Allah rahmet etsin- şöyle der: "Bana göre doğru olan, İmam Muhammedin bu sözlerle Küfe köylerini kast ettiğidir. Bu köylerde oturanların hepsi zımmi yahut Rafızîlerdir. Ama bizim bulunduğumuz bu diyarda, hem şehirlerde, hem köylerde bu işleri yapmaları yasaklanır. Çünkü buralardaki köyler cemaatle namaz kılman mescidlerden ve onlarda va'zeden vaizlerden yoksun değildir. Bunlar ise, dinin sembolleridir.

42- Ebû Üseyd es-Sâidî'den, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Size yaklaştıkları zaman onlara ok atın ve yüzyüze gelmeden kılıçları çekmeyin."

"Üzerinize çullanırsa" Sözü, size yaklaşıp hücum etmeleri anlamın Bu ise, stratejik bir davranıştır. İhtiyaç anında ok atarak düşmanı kendilerinden savmalarım emretmiştir. Bu, onların Savaşmasına izin verilmediği zaman için­dir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Bedir'de Allaha yalvarmak için Hz. Ebû Bekir' le beraber gölgeliğe çekilip ashabını savaşmaktan sakındırdığı bir sırada bu sözünü söylemiştir.

"Kılıçları çekmeyin" sözü ise, kılıcı düşmana ulaşmasından emin olun­caya kadar gazinin onu kınından çıkarmasının münasib olmayacağını açıkla­maktadır. Ancak kılıç çekmede şer'î bir kerahet yoktur. Bu da düşman için bir oyundur. Kılıçların parlaması, düşmanı korkutur.

Bazı alimler de dedi ki: Düşman yaklaşmadan kılıç çekmek korkaklık alemetidir. Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Birbirinizle çekişmeyin. Sonra bozguna uğrarsınız ve heybetiniz gider. Bir de sabr ve sebat edin Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[148]

 

Emırlık -Ordu Komutanlığı

 

43- Sayıları az veya çok olsun, devlet başkanı bir yere bir seriyye gönderdiği zaman başlarına birini emir tayin etmeden onları yola çıkarmamalıdır.

Rasulullah (s.a.v.)'e uyarak birini komutan tayin etmek vacibtir. Çünkü kendisi seriyyeler göndermiş ve mutlaka her defasında birini başlarına komutan tayin etmiştir. Şayet başlarına bir komutan tayin etmemek caiz olsaydı, bunun caiz olduğunu belirtmek için ber defa olsun komutansız bir seriyye gönderirdi. Çünkü seriyyede bulunanların bir karar etrafında toplanmaları şarttır. Bu ise, ancak başlarında bir komutanın bulunmasını gerektirir ki, onlara bir şey emretti­ğinde yerine getirsinler. Savaşta konutanm emrine itaat etmek bazı savaş usûlle­rini bilmekten daha yararlıdır. İtaat yoksa komutanlığın anlamı kalmaz. Rasu­lullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Bana itaat eden, tayin ettiğim emire itaat etsin. Emirime isyan eden ise, bana isyan etmiştir."

44- İmam Muhammed, daha sonra söylediklerimize delil olarak bir hadis-i şerif getirip Peygamber (s.a.v.)in şöyle bu­yurduğunu belirtir:

"Bir yolculukta üç kişi bir araya geldi mi, en küçükleri bile olsa Kur'anı en iyi bilenlerini başkan seçsinler.11 Kur'an'ı en iyi bilenin tercih edilmesi, onun diğerlerinden daha faziletli olu­şundan dolayıdır. Daha sonra şöyle dedi: Onlara İmam olan o kişi artık onların emiridir ve Rasulullah (s.a.v.)'üı tayin ettiği emir gibidir.

Bu ve buna benzer hadislerle sahabe, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hilafetine delil getirip dediler ki: Rasulullah'm, din işinizi yürütmek için seçtiği kişiye dünya işiniz için ona nasıl rıza görtermezsiniz?

Yolcu iki kişi bile olsa efdal olan, birinin diğerine başkan olmasıdır. Çün­kü bu, anlaşıp ihtilaf etmemeleri için daha geçerlidir.

45- İmam Muhammed kitabında Selman[149] b. Amir'in ri­vayet ettiği şu hadisi nakletmektedir. Peygamber (s.a.v.) sefer­lerinin birinde gece yola koyuldu. Uyku sersemliğiyle berabe­rindekiler düzensiz bir şekilde dağıldılar. Kimi çok ileri gider­ken kimi de geride kaldı. Ebû Bekir ile Ebû Ubeyde (r.a.)'ın develeri yolun bir tarafındaki ağaca yanaşıp ondan otlamağa başladılar. Daha sonra Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde (r.a.) uyuya-kaldılar. Uyandıklarında gördüler ki Rasulullah ve Sahabe onları bırakıp gitmişler. Konaklanan yere yaklaşıp sesin ulaşa­cağı mesafeye geldiklerinde Rasulullah (s.a.v.) onlara seslendi: "Biriniz diğerine emir oldu mu?" "Evet, ya Rasulullah" dedi­ler. Rasululah (s.a.v.) "Doğru hareket etmişsiniz." buyurdu.

Yolcular da, hırsızların baskınından korktukları zaman emirlerine itaat etmek ve çarpışmaya ihtiyaç duyulduğu zaman onun emirlerine göre hareket etmek için birini başlarına baş­kan seçsinler. Ama böyle bir korku sözkonusu olmadığı du­rumlarda başkan seçmemelerinde bir sakınca yoktur.

İmam Muhammed der ki: Devlet başkanının savaştan anla­yan birini ordunun başına geçirmesi vacibtir. Başa geçirilen kişi de tedbirli olmalı, orduyu ne körü körüne tehlikeler üze­rine sürmeli ve ne de ele geçen fırsatları kaçırmalıdir. Devlet başkanı ordunun da hamişidir ve bu görevini tam bir şekilde yerine getirebilmesi için bu konularda denediği kimseyi başla­rına komutan tayin etmelidir. Şayet onları ele geçen fırsatlar­dan alıkoyarsa kaçan fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şayet kendi cesaretine güvenerek tehlikelere kendisini atarsa onlar da mecburen ona tabi olacaklardır. Kendisi cesaret ve kuvve­tiyle canını kurtarabilir ama olabilir ki kendileri bunu bece­remezler ve helak olurlar.

46- İmam Muhammed söylediklerini teyid etmek için Hz. Ömer'in valilerine yazdığı şu sözü nakleder. Bera b. Mâlik'i müslüman ordulardan hiç birine komutan tayin etmeyin. Çünkü kendisi onları tehlikenin üzerine üzerine götürür.

Berâ, Enes b. Mâlik'in kardeşi olup zühd hususunda Rasulullah (s.a.v.)1 in seçkin ashabından biridir. Mertebesinin yüksekliği konusunda Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Nice pejmürde ve eski elbiseli kimse vardır ki halk onu hakir görüp itibar etmez. Ama Allah'a yemin edip şu şöyle olacaktır derse, Allah sözünü doğru çıkarır. İşte bunlardan biri Bera b. Mâlik'tir."

Rivayet edilir ki, bazı gazvelerde müslümanlar zor duruma düştüler. Bu­nun üzerine Bera' b. Mâlik'e: "Dua etmeyecek misin? Hani Rasulullah (s.a.v.) senin için, o malum sözü söylemiştir", dediler. "Bera ellerini havaya kaldırıp: Allah'ım düşmanların omuzlarını bize ihsan eyle de kılıçlarımızı onlarla dene­yelim." şeklinde dua etti. Onun bu duasından hemen sonra düşman yenilip kaçtı.

Bununla beraber Hz.Ömer (r.a.), tedbirsiz cesaretinden dolayı onun orduya komutan tayin edilmesinden sakındırdı. Çünkü o kadar gözü kara idi ki her tehlikeye hiç aldırmadan yürürdü.

Ebû Müslim'in Merv şehrinden çıkardığı Bermekilerin ileri geleni Nasr b. Seyyar'in şöyle dediği anlatılır: Acem büyükleri ittifak etmişlerdir ki, ordu ko­mutanlığına geçirilecek kimsede hayvan hasletlerinden on tanesi bulunmalıdır: Horozun cesareti, tavuğun şefkati, domuzun saldırganlığı, köpeğin -yara üze­rindeki- sabrı, turnanın hırsı, tilkinin kurnazlığı, karganın uyanıklığı ve çökmek nedir bilmeyen Horasan hayvanlarının gürbüzlüğü.

47- İmam Muhammed der ki: Şayet emir bu konuda bilgi sahibi değilse, ona yol gösterecek bir vezir seçsin. Yüce Allah şöyle buyurur:[150] "Bana kendi ailemden bir de kardeşim Ha­run'u vezir ver." Şayet böyle bir vezir seçmemişse, ordudan bu işten anlayan birkaç kişiyi seçer ve onlara danışıp görüşlerin­den istifade eder. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), evinin nafakasına varıncaya kadar her hususta sahabeyle meşveret ederdi. Aynı zamanda bunu yapmakla da emrolunmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "... yönetim işinde onlarla müşavere et..."[151]Peygam­ber (s.a.v.) de: "Meşveretten dolayı hiç bir topluluk helak ol­mamıştır" buyurmaktadır.

İmam Muhammet! der ki: Emir meşverete başvurduktan sonra vardığı sonucu halka emreder. Onlar da ona itaat edip aykırı hareket etmemelidirler. Rasulullah (s.a.v.): "(Emire) isyan eden kimseye cennet helal olmaz," buyurur.

Rivayet olunur ki, Peygamber (s.a.v.) savaşa son verilme­sini istediğinde bir münadiye, savaşa son verdiğini ilan etmesini emretti. Daha sonra Peygamber (s.a.v,)'e falan şehid edildi" denildi. O da : "Ben savaştan menettikten sonra mı?" diye sor­du. "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "(Emi­re) isyan eden kimseye cennet helal olmaz." buyurdu.

Şehadet derecesiyle birlikte Peygamber (s.a.v.)'in onun hak­kında böyle buyurması, bile bile emire isyan etmenin hiçbir su­rette helal olmayacağını göstermek içindir. [152]

               

Seriyyeler Gönderme

 

48- İmam Muhammed, Sahr el-Gâmidî'den naklen Pey­gamber (s.a.v.)rin şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allahım! Ümmetimin erkencilerine bereket ihsan eyle." Peygamber (s.a.v.) bir yere seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde gönderirdi.

Burada ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek hususunda erken davran­masının gerektiğine delil vardır. Çünkü böyle davrandığı takdirde Rasulullah (s.a.v.)'in duasının bereketiyle ihtiyacını gidermesi daha kolay olur,

Rasulullah (s.a.v.): "Sabah erken davranmak kazançtır yahut[153] amacı elde etmektir." buyurdu.

Bu sebeple ilim tahsili için sabah erkenden çıkmanın müstehap olduğu söylenmiştir. Denildi ki; İlim ancak, karganın sabah çok erkenden uçması gibi erken tahsiline çıkmakla elde edilir.

Burada Devlet Başkam bir seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde göndermesi gerektiğine dair delil vardır.

Denildi ki: Ayrıca Perşembe ve Cumartesi günleri gönderilmelidir. Çün­kü Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir "Allahım Cumartesi ve Perşembe günlerinin erkencilerine bereket ihsan eyle."

49- Rivayet edilir ki, Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)> devesini bağlamış bekleyen birini gördü. Ona: "Seni burada alıkoyan nedir?" diye sordu. O adam: "Cuma'dır; cuma namazım kıl­mak için bekliyorum." dedi. O zaman Hz. Ömer: "Cuma, yolcuyu alıkoymaz. Kalk yoluna git." dedi.

Bu, her ne kadar, cumadan kaçma şüphesi taşıdığı için bu günde yola çıkmanın mekruh olduğunu söyleyen dar görüşlüler varsa da, cuma günü savaş, hac yahut başka herhangi bir maksatla yola çıkmakta şer'i bir sakınca olma­dığına delildir. Onların bu anlayışına karşılık biz deriz ki:

Diğer günlerde yolculuk mekruh olmadığına ve bu günlerde çıkan bir kimseye, sen namazların yarısından kaçıyorsun, denilmiyeceğine göre, cuma günü yolculuğa çıkmak da mekruh olmaz. Ramazanda da yola çıkmak caizdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Ramazandan iki gün geçtikten sonra Medine'den Mekke'ye hareket etmiştir. Burada da orucu eda etmekten kaçma şüphesi yok­tur. Ayrıca zevalden sonra yola çıkacak kimseye zevalden önce cuma vacib de­ğildir ki, yola çıkması vacibten kaçış olsun? Bize göre zevalden önce yola çık­masında bir sakınca olmadığı gibi zevalden sonra çıkmasında da sakınca yoktur. İmam Şafii -Allah rahmet etsin- ise, vakte bağlı ibadetlerin eda edilmesinin vacib oluşunda, vaktin evveline itibar eder. Ona göre vaktin başlangıcında mu­kim olan bir kimse, yolcu olmakla cumanın vücubiyeti üzerinden sakıt olmaz. Diğer günlerde yola çıkacak kimse de, Öğle namazını mukim olarak kılar.

Bize göre ise, ibadetin vucubiyetinde vaktin sonuna itibar edilir. Onun için diğer günlerde vaktin sonunda yola çıkacak olan kimseye o vakit için yolcu namazı kılması gerekir. Cuma günü öğle vakti çıkmadan önce şehrin imar sınırını geçecek olan bir kimseye cuma namazı vacib olmaz. İster zevalden önce şehri terketsin, ister zevalden sonra terketsin, farketmez. Ama Öğle vakti son buluncaya kadar şehrin İmar sınırından dışarı çıkmayacağını biliyorsa o zaman cumayı kılması gerekiyor. Cumayı eda etmeden çıkamaz.

el-Kitâb' da İmam Muhammed der ki: "Çünkü cumayı eda etmek onun üzerine bir farzdır." Bu açıklama, İmam Muhammed'in temel yaklaşımına da­yanmaktadır. Zira Ona göre mukim için aslolan, cuma namazının farz oluşu­dur. Namaz bölümünde bu konudaki ihtilafı belirtmiştik.

İmam Zafer ise, vaktin sonuna İtibar etmez. Ona göre ancak cumayı kıla­bileceği miktar kadar vaktin daralmasına itibar olunur. Bu hükümde o da, kendi kuralına dayanır. Çünkü ona göre vucubiyetin sebebi, artık daha fazla gecikti­rildiği zaman o farzı yerine getirecek vaktin kalmayacağı sınırında ortaya çıkar. Onun için der ki: O sınırdan sonra aybaşı kanı gören bir kadın o vaktin namaz sorumluluğundan kurtulmuş olmaz.

Vakit darlığı ortaya çıkıncaya kadar şehri terketmeyecek kimsenin de cumada hazır bulunması gerekir.

Serahsî dedi ki: Hocamız İmam Şemsu'l-Eimme el-Hulvânî der ki: Bu mesele bana şüpheli geliyor. Çünkü vaktin sonuna itibar edilmesi ferdi olarak kıhnabilen namazlarda sözkonusudur. Oysa cuma namazını kişi, yanlız başına kılamaz. Onu, ancak imam ve cemaatle birlikte kılabilir. Bundan dolayı yolcu, şayet halk namazını eda edinceye kadar şehri terk etmeyecekse, cumayı onlarla birlikte kılması gerekiyor.

Bu şüphe, İmam Züfer'in kuralına göre çözüme bağlanır. Çünkü ona göre, kılma imkanına itibar edilir. Daha fazla geciktirildiği takdirde namazı kılma imkanı bulunmayan son vakit vucubiyetin sebebidir. Bize göre ise vucubiyete sebeb, vaktin son bölümüdür.

50- İbn Abbas (r.a.) Rasulullah (s.a.v,)'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet eder:

"Ashabın hayırlısı dörttür. Seriyyelerin hayırlısı dörtyüz-dür. Ordunun hayırlısı ise, dörtbindir. On ikibinlik bir ordu­nun sözü bir olursa, sayı azlığından dolayı asla yenilmez." Denildi ki: "Ashabın hayırlısı dörttür." sözünden maksat, sahabüerimin hayırlısı dörttür demektir ve bununla Raşid Halifeler kastedilmiştir.

Ayrıca denildi ki: Bununla, sözün zahiri kastedilmiştir. Bu söz, Ebû Ha-nîfe ile İmam Muhammed'in, cuma namazının imam hariç üç kişilik cemaatle kılınabileceğine delildir. Çünkü ashabın (arkadaşların) hayırlıları, yardımlaş-malarıyia farz eda edilenlerdir.

Hadiste serİyyenin, ordudan daha az olduğuna delil vardır. Seriyyeye bu ismin verilmesi, gece yola devam edip sayısının azlığından dolayı gündüz pusuya giren küçük birlik oluşundandır. Büyük birliğe ordu denilmesinin sebebi ise, sayısının çokluğundan dolayı askerlerin dalga dalga bir görüntü arzetmesİn-den ve bir coşku havasını estirmesinden dolayıdır. Bundan kasıt, dötyüzden az sayıdaki birliğin seriyye olamayacağı değil, sayıları dörtyüze ulaşınca, mura­dına ermeden dâru'l-harbten dönmeyeceğidir.

"Onikibin kişilik bir ordu, sayısının azlığından dolayı yenilmez." sözü ise, bu sayıya ulaşan İslâm ordusunun, sayısı daha çok olsa bile, düşman ordu­suna yenilmesinin beklenmediği anlamındadır. Çünkü yenilmeyen galibtir. Lakin galib gelebilmesi için askerlerin sözlerinin bir olması gerekiyor. Huneyn günü, müslümanların sayısı onikibin olduğu halde yenilmişlerdir. Nitekim Yüce Allah:

"...Yeryüzü, o genişliğine rağmen, size dar gelmişdi. Nihayet bozularak gerisin geri dönüp gitmiştiniz."[154] buyurur.

Ama aralarında münafıklar ve henüz îslamını güzelleştirmemiş; daha yeni müslüman olmuş Mekke halkından kimseler bulunduğu için sözleri bir olmamıştır.

Böyle bir orduda birlik varsa kaçmaları caiz değildir. Çünkü o zaman üç kolordu durumundadırlar. En iyileri olan dörtbini sağ kanatta, dörtbini sol kanatta ve dörtbini de merkezde. Üzerinde ittifak olunan çoğulun asgari sınırı, şer'i hüküm itibariyle sayıca daha çok olan çoğul gibidir.

51- Rasûhıllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edi­lir: "Seriyye komutanlarının hayırlısı Zeyd b. Harise'dir. Gani­metleri eşit paylaştırır ve halk arasında adil davranır."

Zeyd, Hz. Haticenin kölesi idi. Onu, Rasulullah (s.a.v.)'e hediye etmişti. Evlat sayma neshedilinceye kadar bu durum böyle devam etti. Yüce Allah onun hakkında şöyle bururur :

"Hatırla o zamanı ki, Allah'ın kendisine mi'met verdiği ve senin de yine kendisine lutufta bulunduğun zata sen: "zevceni uhdende tut. Allah'tan kork... demiştin."[155]

Rasûlüllah (s.a.v.), onu sekiz ayrı seriyyeye komutan tayin etmişti. Ni­hayet Mu'te'de öldürüldü. Rasulullah (s.a.v.), komutanların en hayırlısı oldu­ğunu söyliyerek onu övdü. Hayırlılık vasfını haiz oluşunu da bu iki haslete bağ­ladı. Çünkü seriyye komutanı bu iki haslete muhtaçtır. Bunlar, yukarıda geçtiği gibi, ganimetleri eşit bir şekilde taksim etmek ve askerler arasında çıkacak an­laşmazlıkların çözüme bağlanmasında adil davranmaktır.

Bazıları, İmam Muhammed'in rivayeti bu şekilde nakletmesini ayıplamış­lar ve rivayet: "Aksemühüm bi'sseviyyeti ve a'deluhum bi'rra'ıyyeti" şeklinde olmalıydı demişlerdi Buna karşılık deriz ki: îmam Muhammed hadisi bu lafızla rivayet ettiğine göre, naklettiği şekilde kullanılması da sahihtir.

52- İmam Muhammed der ki: Devlet başkanının, başarabi­leceği takdirde bir yahut iki veya üç kişiyi seriyye olarak gön­dermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in Hendek savaşı günlerinde Huzeyfe b. el-Yeman'ı yalnız başına gönderdiği rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah b. Üneys ile Dıhye el-Kelbi'yi ayn ayrı yalnız başlarına, İbn Mes'ud ve Habbâb'ı da beraber gönderdiği rivayet edilmektedir.

Peygamber (s.a.v.)'in, üç kişiden az seriyye göndermeyi yasaklayan hadisinin izahı vardır:

Ya üçten az göndermek dinde mekruh olmadığı halde Rasu­lullah (s.a.v.) müslümanlara olan şefkatinden böyle buyur­muştur.

Ya da efdal olanı belirttmek için böyle buyurmuştur. Yani efdal olan, üçten az olmamasıdır. Ta ki düzeni bozmadan biri Önde ikisi arkada saf bağlayıp cemaatle namaz kılabilsinler. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen: "Yola tek başına çıkan süvari, şeytandır. İkisi, iki şeytandır. Üç ise cemaattir." hadisinin manası budur.

Deriz ki: Seriyye göndermekten maksat, sadece savaş değildir. Bazen düşmanın durumunu teftiş edip gizli durumları hakkında haber almak için gön­derilir. Bu gibi işlerde bir kişinin düşman tarafına sızması üç kişinin sızma­sından daha kolaydır. Olabilir ki, iki kişi sızarlar da, bunlardan biri haber getirir, diğeri ise bu arada yeni haberler toplar. Bu durumda iki kişi olmaları daha yararlıdır. Bazen de hedef, savaşmak yahut düşmanın ileri gelenlerini gizlice öldürmektir. Bu durumda da üç ve daha fazla kişinin bu işi gerçekleştirmeleri daha uygundur. Bunlara karar vermek, emire aittir.[156]

 

Bayrak, Sancaklar Ve Parola

 

53- Sancakların beyaz ve bayrakların siyah olması daha uygundur. Çünkü hadisler bu şekildedir.

Raşid b. Sa'd (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Rasu­lullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah ve sancağı beyazdı."

Urve b. Zübeyr (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah olup Hz. Aişe'nin hırkasından yapılmıştı ve ismi Ukâb idi.

"Ukab", Peygamber (s.a.v.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka eşya­larının da ismi vardı: Sarığının ismi es-Sehab, atının ismi es-Sekb ve katırının ismi de Düldül'dür. Sancak, sultana ait olan ve onun önünde çekilen bez parça­sına denir. Bayrak ise, her komutan ve askerin altında toplandığı bez parçasıdır.

54- Peygamber (s.a.v.)'in ilk olarak ne zaman bayrak kullan­dığı hususunda ihtilaf vardır. İmam Zührî der ki: Hayber sa­vaşına kadar bayrak yoktu, sancaklar vardı.

Başkaları, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağının ren­gi siyahtı, derler.

Buradan anlaşılıyor ki,Hayber'den önce bayrak vardı. Bayrakların siyah olmasının hoş karşılanması, savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her topluluk kendi bayrağının etrafında savaşır. Savaşta dağılırlarsa, tekrar kendi bayrakları çevresinde toplanırlar. Siyah renk ise, gü­nün aydınlığında iyi görünür. Hele tozlu ve dumanlı zamanlarda başka renkler­den daha iyi seçilir. Onun için siyah renk seçilmiştir.

Şer'î yönden ise, bayrakların beyaz, san yahut kırmızı olmalarında bir sa­kınca yoktur. Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasulullah (s.a.v.)'in: "Allah'ın yanında elbisenin en sevimlisi, beyaz olanıdır, Canlılarınız beyaz giysin. Ölülerinizi de onunla kefenleyin." şeklinde hadisi vardır.

Her orduda ancak bir sancak bulunur. Askerler ihtiyaç duydukları zaman durumlarını arzetmek üzere sancağa gelirler. Çünkü baş komutan burada bulu­nur. Sancak için beyaz rengin seçilmesi, komutanlara ait olan siyah bayraklar

arasında rahatlıkla seçilebilmesi içindir.

55- Seleme b. el-Ekva1 (r.a.) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, Hayber günü bir baktım kendimi Hz. Ali (r.a.)'m peşinde koşar buldum. Ancak ona varmadan kendisi Hayber kalesine girdi. Hemen sonra tarlalarda çalışacak olan yahudi işçiler çık­tı. Bir rivayette ise, savaşçı yahudiler çıktı, denilmektedir. Müslümanlardan taraf olan kale kapısını açtılar. Bu Natât de­nilen kale idi ve yahudiler korkularından içten üç duvar daha örmüşlerdi. Düşman atlarının içeri girmesi mümkün değildi. Yahudiler, müslümanlarla açık alanda savaşmak sevdasıyla o duvarların ve kalelerin dışına; açık alana çıktılar. Bahadırları Mirhab ismindeki zat, şu beyitleri okuyarak dışarı fırladı: Hayber halkı bilir ki, ben Mirhab'im Pür silah denenmiş bir bahadırım. Bazen vurur, bazen vurulurum.

Ben hazır olursam, hazır bulunmayanlara ihtiyaç bırakmam. Mirhab ismindeki bu şairi Hz. Ali öldürmüştür. Olay Meğâzî kitaplarında etraflıca anlatılır. İmam Muhammed'in bu hadisi zikretmesinden maksat, sonun­da geçen Peygamber (s.a.v.)'in, askeri birliklere bayraklar dağıttığını belirt­mektir.

Daha önce sancaklar vardı. O gün bayraklar da kullanılmaya başlandı.

56- İmam Muhammed dedi ki: Savaşa çıkan her gurup pa­rola kullanmalı ki kaybolan kişi, gurubunu bulmak için o pa­rolayı kullansın. Her sancağa mensub olanların da bir parolası olmalıdır. Ta ki mensub bulunduğu birliği kaybeden kişi, sora­rak onu bulabilsin. Aslında bu, dince vacib olan bir şey değil­dir. Dolayısıyla bir parola tesbit etmeseler günahkar olmazlar.

Ancak savaşta bu daha iyi ve daha geçerlidir. Üstelik rivayet­lere uygun olan da budur. Nitekim Sinan b. Vebra el-Cühenî Şu haberi vermektedir: "Biz Müreysî yani Benî Mustalık gaz­vesinde Rasulullah (s.a.v.)'Ie beraberdik. Parolamız: "Ey galip öldür" idi

Yani düşmana galip geldin, onlardan dilediğini öldür. Peygamber (s.a.v.)' in Bedir günü parolası da buydu. Uhud gününde ise: "Öldür! Öldür!" idi.

57- Hz. Aişe (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.v.) Muhacirlerin parolasını: "Ey Abdurrahman oğulları!" Hazrec kabilesinin-kini de: "Ey Abdullah oğulları!" Evs'inkini de: "Ey Ubeydul-lah oğulları" şeklinde tesbit etmişti, Ahzab savaşının bir gece­sinde de şöyle dedi: Şayet bu gece düşman saldırısına uğrarsa­nız, "Ha Mim, Galip gelmezler" parolanızdır. Bu, düşmanın zafere erişemeyeceğine dair kesin bir yemindir.

58- Huneyn günü Müslümanların parolaları: "Ey Bakara suresinin sahipleri." idi. Müslümanlar yenilip dağılınca Rasu­lullah onları bu parola ile çağırıp: "Ey Bakara suresinin sahip­leri. Yanıma gelin, şüphesiz ben, Allah'ın kulu ve Rasulü-yüm." dedi ve düşmana doğru saldırdı. Sesini duyan müslü-manlar hemen etrafında toplanmaya başladılar.

Müslümanlar, Peygamber (s.a.v.)'in etrafında toplanınca müşrikler kaçmaya başladılar. O zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: " Yasin'e yemin ederim ki yenildiler." Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözü, düşmanın yenilgi haberini vurgulayan bir yemindir.

Netice olarak parola, bir alamettir. Müslümanların devlet başkam, dile­diği parolayı seçer. Ancak müslümanın galip geleceğine delalet eden kelimeleri seçmesi, uğurluluk getirir, umuduyla daha evladır. Rasulullah (s.a.v.)1 de iyiye yormaktan hoşlanırdı.[157]

 

Savaşta Dua Ve İslam'a Davet Etmek

 

59- Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.)'ın rivayetine göre Rasu-lullah (s.a.v.) düşmanla karşılaştığı zaman Savaştan önce şöyle dua ederdi

"Allah'ım! Bizler de senin kullarınız, düşmanlar da senin

kullarındır. Başlarımız da, onların başlan da senin Kudretinin

elindedir. Allah'ım onları mağlub et, bizi de onlara galib kıl. Bu hadis-i şerifte, savaşa giden her müslümanın Peygamber

(s.a.v.)re uyarak savaştan önce dua etmesinin gerekli olduğuna

dair delil vardır.

Çünkü dua ile mü'mine rızık ve yardım gelir, çeşitli bela ve düşmanın şerri bertaraf olur. Yüce Allah bize dua etmemizi emrediyor:

"... Artık onlar da davetimi kabul edip bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar."[158] "Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarırı. Doğrusu O aşırı gidenleri sevmez."[159] Önceki Peygamberlerin de düşmana beddua ettikleri haber verilmektedir. Nuh (A.S.) şöyle demiştir :

"Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kafir bırakma!"[160] Hz. Musa (A.S.), Hz. Harun (A.S.)'m da düşmana bedduada bulundukları nakledilmektedir.

60- Müslümanlar savaş için müşrik bir kavimle karşı kar­şıya geldikleri zaman şayet o kavim İslam'ı duymamış ise sa­vaştan önce onları İslam'a davet etmelidirler.

Çünkü Yüce Allah:".,. Biz Peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz."[161] buyurmuş; Peygamber (s.a.v.) de ordu komutanlarına bunu emret­miş ve: "Onları, Allahtan başka ilah bulunmadığına şehadet etmeye çağırın" bu­yurmuştur. Değilse, kendileriyle yapılan savaşın, mallarını elde etmek ve çoluk çocuklarını esir almak amacıyla yapıldığını sanabilirler.. Halbuki din için kendileriyle savaştığımızı bilseler, savaşa ihtiyaç kalmadan çağrımızı kabul ede­bilirler.

Önce, İslâm'] kabullenmeye çağırılmaları, hikmet ve iyi öğütle Allah'ın yoluna bir çağrıdır ki, onunla başlamak vacibdir.

İslâmı duymuşlarsa, onlardan cizyeyi kabul edip etmeyeceğimizi bil­meyebilirler. Onun için savaşa başlamadan onları cizye vermeye davet ede­riz. Rasulullah (s.a.v.) ordu komutanlarına bunu da emretmiştir. Şayet ondan sonra savaşılacaksa, savaşın sona erdirilmesi de cizye vermeyi kabul etmeleriyle gerçekleşir. Yüce Allah: "... Boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar onlarla savaşın."[162] buyurmaktadır.

Cizye vermeyi kabul ettikleri takdirde müslümanlarm bazı hükümlerine bağlanmış ve muamelatta onlara iaat etmiş olurlar. Bu nedenle şayet cizye ver­me diye bir şey bilmiyorlarsa, bunun onlara teklif edilmesi gerekiyor.

Ancak mürted yahut Arap putperestleri gibi kendilerinden cizyenin kabul edilmeyeceği bir topululuk iseler, o zaman ya İslamı ya da savaşı kabul ederler.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bedevilerden geri kalmış olanlara deki: Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız, eğer itaat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha Önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız, sizi can yakan bîr azaba uğratır."[163]

Şayet İslâmı kabul etmezlerse, cizye vermeleri teklif edilmeden on­larla savaşa başlanır. Eğer İslâmı kabullenmeleri için çağrı yapılmadan onlarla savaşılır ve öldürülürlerse, müslümanlar üzerine ne diyet, ne de keffaret gerekir.

Çünkü diyet veya keffaretin gerekmesi için onları koruyacak bir durumun (dokunulmazlık) olması gerekir Dokunulmazlığın da alimler arasındaki farklı görüşlere göre ya dâru'I-İslâmda olmaları yahut İslâmı kabullenmeleridir. On­ların dokunulmazlığını sağlayacak bir durum bulunmadan mücerred olarak öl­dürülmelerinin yasaklanması diyet yahut keffareti gerektirmez. Nitekim harb ehlinin kadın ve çocuklarının öldürülmeleri yasaklandığı halde öldürüldükleri takdirde diyet ve keffaret gerekmiyor. Çünkü burada yasaklama sadece öldür­meyi Önlemek içindir.

61- Şayet İslâm daveti daha Önce kendilerine ulaşmışsa, müslümanlar dilerlerse gelecekte mazeretlerini ortadan kaldır­mak ve uyarmak için davet ederler. Dilerlerse, onlara çağrı yapılmadan savaşırlar. Çünkü onlar, ne için onlarla savaşıldı-ğını biliyorlar. Bazen düşmana böyle bir çağrıda bulunmak müslümanlara zarar verebilir. O zaman çağrı yapılmadan sa-vaşılmasmda bir sakınca yoktur.

İbn Abbas (r.a.) den gelen bir rivayette: "Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bulunmadan hiçbir kimseyle savaşmamıştır." sözü ile Hz. Talha'dan rivayet edilen "Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bu­lunmadan müşriklerle savaşmazdı" sözüne gelince; Bunun te'vili, İmam Muhammed'in de kitabında belirttiği gibi, şöyledir

62- O zaman onlara İslâmı ilk tebliğ eden kişi Peygamber (s.a.v.) idi: Onlardan çoğu Peygamber (s.a.v.)'in onları neye davet ettiğini bilmiyordu. Onun için Peygamber (s.a.v.) onları İslama davet etmeden savaşa başlamazdı. İmam İbrahim Ne-haî'den de aynı görüş nakledilmiştir. Hatta kendisine Deylem halkına çağrı yapılıp yapılmaması hususunda sorulduğunda dedi ki: "Onlar, neye çağırıldıklarını biliyorlar." Yani savaştan Önce İslama çağın İmaların a gerek yoktur.

Demek istiyor ki bu meselede Peygamber (s.a.v.)'in durumu ile duru­mumuz bir değildir. Yahut Rasulullah (s.a.v.), belki tevbe ederler diye onları yumuşatmak için böyle yapıyordu. Yoksa bunun vacip oluşundan dolayı değil. Rasulullah (s.a.v.), vakti geldiğinde savaşı bırakıp ashabiyla birlikte namaz kılar ve namazdan sonra savaş alanındaki yerine döndüğünde tekrar onları İslamı kabul etmeye davet ederdi.

63- Ata' b. Yesâr'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali'yi bir yere gönderdi ve ona şöyle söyledi: Haydi arkana bakmadan git. -Yani sana ne emrettiysem hepsini yap.- Hz. Ali "Ya Rasulallah onlara nasıl davranayım?" dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onların bulunduğu alana vardığında onlar seninle savaşmadan onlarla savaşma. Şayet seninle savaş­maya başlarlarsa, senin taraftan birini öldürünceye kadar sen savaşa başlama. Bir de senin taraftan Öldürdükleri kimseyi onlara göstermedikçe de onlarla savaşa girme. Onlara o öldü­rüleni gösterdikten sonra şöyle de: "Hala, La ilahe illallah demiyecek misiniz?" Şayet söylemeyi kabul ederlerse onlara de ki: "Namaz kılacak mısınız?" Şayet "Evet" derlerse, onlara de ki: "Mallarınızdan zekat verecek misiniz?" Bunu da kabul ederlerse, artık onlardan başka birşey isteme. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla birini hidayete kavuştur­ması, senin için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır."

Hiç şüphesiz bu zikredilenlerin hepsi, böyle davranmak vacip olduğu için değil, onlarla uzlaşma yollarını araştırma kabilindendir.

64- Abdurrahman b. Âiz'in rivayetine göre: Rasulullah (s.a.v.) bir yere bir ordu gönderdiği zaman onlara şöyle derdi:

"İnsanların gönlünü kazanmaya çalışın ve onlara ihtimam gösterin. Onları İslama davet etmeden üzerlerine saldırmayın. Yeryüzünde bulunan inanların her çeşitini; yerleşik olanını, göçebe olanını İslama kazandırmanız, erkeklerini öldürüp çocuk ve kadınlarını getirmenizden bana daha sevimlidir."

Ebû Osman en-Nehdî diyor ki: Davet ettiğimiz de olurdu, etmediğimiz de.

Yani bazen davetimizi yapardık, bazen de yapmadan hü­cum ederdik. Bu da gösteriyor ki, her iki durum da caizdir. Şa­yet inanmaları ümit ediliyorsa, davet defalarca tekrar edilir. Ama böyle bir ümit yoksa, davet yapmadan saldırmakta bir sakınca yoktur.

Bunun delili, Rasulullah (s.a.v.)'in Ebû Katade b. Rib'ıyy'ı ondört kişiyle birlikte Gatafan kabilesinin üzerine gönderişini anlatan rivayettir. Bu rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) onlara şöyle demiştir:

"Onlara baskın yapın, ama kadın ve çocukları öldürmeyin."

Ravi, daha sonra Ebû Katâde'nin yerinde olan tedbirini zikrederek der ki: Onlardan büyük bir semte geceleyin saldırdığımızda Ebû Katâde bize şunu tav­siye etti: "Tekbir getirdiğim zaman siz de tekbir getirin. Saldırdığım zaman siz de saldırın. Ama ganimet elde etmek için içerilere kadar sokulmayın". Ayrıca bizi ikişer kişilik guruplara ayırarak dedi ki: Sizden hiç biriniz, öldürülünceye yahut haberini bana getirme ihtiyacını duyuncaya kadar arkadaşından ayrılma­sın. Döndüğü zaman, kendisine arkadaşından haber sorduğunda, "Ondan habe­rim yok" diyecek olan sakın bana gelmesin."

Ravi diyor ki: O semti kuşattığımız zaman birisinin: "Ey yeşil!" [164] diye seslendiğini duydum. Kendi kendime bunu hayra yorumladım ve hayırla karşı­laşacağım dedim. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) de buna benzer yorumlar yapardı. Mesela Hz. Ebû Bekir'le birlikte mağaradan çıkıp Medine'ye hicret etmek üzere yola koyulduğunda yolda Büreyde el-Eslemi ile karşılaştı. Ebû Bekir'den onun ismini sormasını istedi. "Büreyde" karşılığını verdiğinde, Peygamber (s.a.v.) "İşimiz serinledi, işimiz kolay oldu" buyurdu. Büreyde, Eşlem kabilesinden olduğunu söyleyince de, Peygamber (s.a.v.) : "Kurtulduk; selamete erdik" buyurdu.

Buradan anlıyoruz ki, buna benzer hayra yormada bir sakınca yoktur.

İslam ordusu Ceyhun nehrini geçince bir adamın oğlunu: "Zafer" diye çağırdığını duydular ve bunun üzerine: "Zafere erdik" dediler. Başka biri de oğlunu : "Alvân" diye çağırıyordu. Bunun için de : "Yükseldik" dediler.

Zeyd b. Harise (r.a.) den de, kendisinin komutan olduğu bir müfrezenin buna benzer şekilde davrandığı rivayet edilir. Ayrıca der ki: Sabahın alaca ka­ranlığında kabilenin bulunduğu yere vardık. Rasulullah (s.a.v.), Müstalik Oğul­larına aniden saldırdı. Onların bundan haberleri yoktu. Hayvanları da su başın­daydı. Karşı koyanları öldürüp geri kalanları esir etti. Esirler arasında Hâris'in kızı Cüveyriye de vardı. Üsâme (r.a.) a, Übnâ kabilesine[165] saldırmasını ve evlerini ateşe vermesini emretti. Davet yapılmadan baskın yapılmıştı.

65- Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rumlar (Bizanslılar) için davet yoktur. Çünkü onlar çok öncelerden davet edilmişlerdi.

Yani zamanımızdan önce onlara davet ulaşmıştır. Yahut bu sözünden

maksadı, Hz. İsa'nın onlara, Muhammed (s.a.v.)'le müjdelemiş olduğu ve gön­derildiği zaman ona inanmalarını emrettiğidir. Yüce Allah Hz. İsa'nın bu müj­desini söz konusu ederek şöyle buyurur :

"...Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjde­leyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim, demişti..."[166]

Başarı Allah'tandır.[167]

 

Atlardaki Bereket Ve Atların İyileri

 

66- İbn Ömer (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Atlar öyle hayvanlardır ki, kıyamete kadar alınlarında hayır vardır."

Yani atlar cihad ve düşmanı korkutma işinde kullanıldıkları için sahip­lerine sevap kazandırırlar. Yüce Allah:

"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atlan hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz herşey size haksızlık yapılmadan ödenecektir."[168] buyuruyor.

Hadiste geçen "hayır" dan maksat, atlar sebebiyle ganimetten bir pay haketmektir. Yüce Allah: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi -Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak- size farz kılındı."[169] ayetinde malı hayır ile isim­lendirmiştir. Ganimet de bir hayırdır. Çünkü mal, elde etme yolîannm en yüce-siyle elde edilmiştir ve ona "hayır" ismi verilir.

67- Salih b. Keysân'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Atların hayırlısı, yelesi ve kuyruğu kızıl olandır."

Bu vasıf, atların yeleleriyle kuyruklarına bakılarak anlaşılır.

68- Abdullah b. Ebî Nüceyh es-Sekafi der ki: Peygamber (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu duydum :

"Bereket alnı sakar, yağız, üst dudağında beyazlık bulunan

üç ayağı sekili ve sağ ayağı başka renk olan* atlardadır. Bu

atlar yoksa siyah at bu vasfı taşır."

"Alnında bir dirhem yahut daha küçük miktarda beyazlık olan ata Akrah denir. Şayet beyazlık daha çok ise ona Ağar denir. Siyah ata Edhem denir. Üst dudağında ve burun deliklerinin üzerinde beyazlık bulunana Ersem denir.

Sağ ayağı dışında üç ayağı beyaz olan ata Muhaccel denir.

Erce! de beyazlık sadece sağ ayağında bulunan attır ki, uğursuzluğa yorumlanır. Sağ ayağı dışında üç ayağında aklık bulunan ise iyiye yorumlanır. Cahiliyette Arapların atlarla ilgili yargıları buydu. Peygamber (s.a.v.) de bunu değiştirmemiştir.

69- Ömer b. Hattab (r.a.) Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'a bir mektup yazarak şöyle dedi! Hiçbir atı iğdiş etme ve hiçbirini üst üste iki milden fazla koşturma.

Kimi yukarıdaki sözün zahirini alarak atın iğdiş edilmesini mekruh saymıştır. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali, Rasulullah (s.a.v.) den atların iğdiş edilmesini sormuş, o da: "Kim bunu yaparsa, ahirette nasibi yoktur" buyur­muştur. Yüce Allah'ın: hikaye ettiği şeytanın "... Allah'ın yarattığını değiştir­melerini emredeceğim..."[170] sözünü de buna uygun olarak te'vil etmişler ve bu değiştirmeden maksat hayvanların iğdiş edilmesidir, demişlerdir.

Bizim görüşümüze göre ise, atın iğdiş edilmesinde bir sakınca yoktur. Rasulullah (s.a.v,)'in zamanından bugüne kadar bu iş yapıldığı halde karşı çıkan olmamıştır. İğdiş edilmiş atı satın almak ve ona binmekte bir sakıncanın olma­dığı hususunda ittifak vardır. Rasulullah (s.a.v.) in de iğdiş edilmiş bir atı vardı. Şayet iğdiş etmek mekruh olsaydı, satın alınması ve binilmesi de mekruh olurdu ki, halkın bu işi yapmalarım engelemek için bir tedbir alınırdı.

Ömer (r.a.) dan nakledilen yasaklama sözünü, İmam Muhammed kita­bında şöyle te'vil eder:

70- Atın kişnemesi düşmanı korkutur. Oysa iğdiş etme, atın kişnemesini giderir.

İğdişin hoş karşılanmaması dince haram oluşundan değil, bu sebebten dolayıdır. Atın, üst üste iki milden fazla koşturulmasının yasaklanması ise, taşı­yamayacağı bir işin ona yükletilmemesidir. Ama onları eğitmek için atlarla yarış yapılırsa bunda bir sakınca yoktur.

71- Amir eş-Şa'bî'nin rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) hem at koşturmuş ve hem de yarışlara katılmıştır.

Dayanamayacakları derecede olmaması şartıyla atları yarıştırmakta bir sakınca yoktur. Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) le Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) yarışmışlardır. Rasulİullah (s.a.v.) birinci gelmiş, Hz. Ebû Bekir bir at boyuyla ikinci, Hz. Ömer de üçüncü olmuştur.

72- Mücahid'den yapılan rivayete göre Resûlullah (SA.V) şöyle buyurmuştur. " Ok atma ve at yarışlarından başka bir eğlencede melekler hazır bulunmaz."

73- Ebû Hureyre'den rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. " At, deve ve ok atmanın dışında yarış yoktur."

74- Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) in Adbâ isminde bir devesi vardı ki, her yarışta birinci gelirdi. Bedevi bir Arap gencecik devesiyle Adbâ'yı geçti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): " Allah'ın bu dünyada yükselttiği hiç bir şey yoktur ki, bir gün onu düşürmesin." buyurdu.

Atletizm yarışlarında da bir sakınca yoktur. Zührîderki: Rasûlullah'm Ashabı arasında yarışlar, atlarla, develerle ve ayaklarla yapılırdı. Çünkü gaziler, hayvanlara binme ve onları  koşturma eğitimine muhtaç

oldukları gibi yeri geldikçe bineksiz koşmaya da muhtaçtırlar ve bu konuda da

kendilerini eğitmelidirler.

75- Yarışma için mükafat konursa bakılır, şayet mükafat taraftarlardan biri tarafından konmuş ve "beni geçersen sana şu mükafatı veririm, ama ben geçersem senden birşey almam" şeklinde ise bu istihsan yoluyla caizdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): şöyle buyurmuştur:

" Mü'minler koştukları şarta bağlı kalırlar Oysa kıyasa göre, malı heba etmek anlamına geleceğinden caiz olmaması gerekirdi. Ama her iki taraf mükafat koyarsa caiz olmaz. Çün­kü bu, kumarın ta kendisidir. Kumar ise haramdır. Ancak ara­larında bunu helal kılacak biri bulunursa, o başka. Helal kılın­masına sebeb olacak şahıs, üçüncü şahıstır. Bu da, üçüncü şah­sın ortaya bir mükafat koymaması ve şayet kendisi onları ge­çerse, mükafatları her ikisinden alması ve kendileri onu geçtik­leri takdirde ondan birşey almamaları şartıyla caizdir. Böylece üçüncü şahıs araya girmiş olur ve diğer ikisinden her kim bi­rinci gelirse diğerinden mükafatı alır. Bu, caizdir.

Bu üçüncü kişi meselesi, Said b. Müseyyib'den mervidir. Ancak üçüncü şahsın, birinci gelme ihtimali bulunan bir hayvana binmiş olması gerekir. Şayet böyle bir ihtimal yoksa, aralarına katılması anlamsızdır. Onun için de mesele, kumar olmaktan kurtulmaz.

Serahsî der ki: Üstadımız Şemsü'l-Eimme buna kıyasla talebeler arasında böyle mükafath yarışmaların caiz olduğuna dair fetva verirdi. Bir meselede iki talebe arasında ihtilaf olur ve onlardan biri, hocaya soralım, şayet senin dediğin çıkarsa senden birşey almam derse, bu, caizdir.

Ama her iki taraf ortaya mükafat koyarsa o zaman kumar olur.

At yarışlarında bu mükafatın caiz olması, cihada yardımcı olmasından dolayıdır. Burada da ilim tahsiline yardımcı olacağı için caizdir.

76- Safvan b. Amr es-Seksekî'nin rivayetine göre, Ömer b. Abdülaziz Seksek halkına bir mektup yazarak onların atları koşturmalarını yasaklamıştır.

Bundan maksat, hayvan satıcılarıdır. İhtiyaç olmadığı halde atı koşturup yormaktan onları yasaklamıştır. Yahut hayvanı zorlayan koşudan sakındirmıştır. Çünkü bu, müşteriyi aldatmaktır ve aldatmak da haramdır.

Ayrıca gayesiz; sırf eğlenceden ibaret olan koşu kastedilmiş olabilir. Çünkü atlara iyi davranmamız emredilmektedir. Onlar, düşmanı korkutma ve savaş işlerinde kullanılan değerli hayvanlardır. Sırf eğlence için onları koşturup yormak caiz değildir.

77- Safvân, devam ederek dedi ki: Ömer b. Abdülaziz, kıpçasmın ucuna demir takıp onunla atı dürten kimsenin ata binmesini de yasakladı.

Bazı kimselerin yaptığı gibi hayvanı koşturmak için başka hiçbir sebeb yokken yaralayıcı bir demirle onu dürtmek caiz değildir. Nitekim Araplar, ayakkabılarının altına bir demir çakarak atlarını koşturduklarında bu demirlerle onları dürterlerdi. Daha önce belirttiğimiz gibi bu, caiz değildir. Ömer bin Abdülaziz, cihad yahut başka bir maksat olmaksızın sırf eğlenmek için atın koşturulmasını yasaklamıştır[171].

 

Hayvanlara Çıngırak Takmanın Zararları

 

78- Ka'b dedi ki: Savaşa giden hiç bir İslâm ordusu yoktur ki Allah hayvanları hakkında şöyle bağıran bir melek gönder­mesin: "Allahım çıngıraklı olanları hariç, bineklerini sağlam ve ayaklarını demirden kıl"

79- Halid b. Mâdan rivayetine göre Peygamber çıngıraklı bir binek gördü ve "Bu, şeytanın bineğidir dedi.

80- Ümmü Habibe'nin rivayetine göre Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Çıngırak bulunan kervana melekler yanaşmaz"

Bazı alimler, bu rivayetlerin zahirine bakarak, savaşta olsun, başka hu­suslarda olsun bineğe çıngırak takmayı mekruh görmüşlerdir.

Hz. Aişe'den yapılan bir rivayete dayanarak küçük çocuğun ayağına çın­gırak takmayı da mekruh görmüşlerdir. Bu rivayete göre Hz. Âişe bir kadının yanında ayağına çıngırak takılmış bir çocuk görmüş ve o kadına: "meleklerin nefret ettiği şu şeyi ondan uzaklaştır" demiştir.

Bizce bu rivayetlerin izahı, dâru'l-harb'te gaziler için çıngırak takmanın mekruh olduğudur. Şayet düşmana gece bir baskın yapmak isteseler, düşman hemen onların farkına varır. Şayet düşman topraklarına sızan bir seriyye olsalar, düşman hemen onları bulup öldürür. Bu durumlarda müşriklere yardımcı olduk­ları için çıngırak kullanmak mekruhtur. Ama dâru'l-îslâm'da hayvanın sahibine faydası dokünacaksa, çıngırak kullanmakta bir sakınca yoktur.

Mesela çıngırağın sesi yolcuların uykusunu kaçırtıp yola devam etmele­rine yardımcı olur. Kervanın arkasında kalıp gece yolunu şaşıran kimseler, çıngırak sesleri yardımıyla kervanlarım bulurlar. Kimi hayvan, bu sesten zevk duyarak daha süratli yürür. Şayet hırsız ve eşkiya tehlikesi yoksa ve çıngırak takmak faydalı olacaksa, o takdirde kullanılmasında sakınca yoktur. O da de­velerin sur'atli ve düzenli yürümelerini sağlamak için söylenen şarkılara benzer. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)in gece yolculuğunda kendisinin hazır bulunduğu bir sırada bu şarkılar söylenmiş, kendisi de buna izin vermiştir. Çocukların ayaklarına takılan çıngıraklara gelince; bunlar gayet sırf eğlence için takılıyor ve başka bir faydası yoksa hoş karşılanmaz. Ama faydası varsa sakınca yoktur.[172]

 

Savaşta Bağırmak

 

81- İmam Muhammed dedi ki: Dînî yönden mekruh ol­mamakla beraber korkaklık ve yenilginin alameti olduğu için savaşta bağırmak hoş değildir. Ama müslümanları savaşa teşvik ediyor ve bir yarar sağlıyorsa, hiçbir sakıncası yoktur.

Yani savaşta meydana atılanlar yüksek sesten güç ve hareketlilik kaza­nabilirler yahut onunla düşman korkutulabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Ebû

Dücâne için:

11 Savaş zamanında Ebû Dücâne'nin sesi, bir takım asker mesabesindedir"

buyurur.

Ama bir faydası yoksa, korku ve gevşekliğin alameti sayılır. Bazen or­dunun yerini düşmana haber vermeye sebep olabilir. Bundan dolayı hoş karşı­lanmaz.

82- Hasan-ı Basrî'den rivayete göre Rasûlulah üç yerde yüksek sesle konuşmayı hoş karşılamamıştır: Kur'an-ı Kerim okunduğu yerde, cenazelerin yakınında ve savaşta.

83- Kays b. Ubâde'nin rivayetine göre Rasulullah (s-a.v.)' in ashabı üç yerde yüksek sesten hoşlanmazlardı: Cenazelerin yanında, savaşta ve zikir anında.

Zikirden maksat, vaazdır. Her iki hadiste de Kur'an okunduğu ve vaaz verildiği yerde sesi yükseltmenin mekruh olduğu bildirilmektedir. Buradan an­laşılıyor ki, vecd ve aşka geldiklerini söyleyip bağırıp çağıranların bu yaptık­larının dinde yeri yoktur. Yine bundan anlaşılıyor ki, tasavvufçulann sema' anında bağırarak konuşma ve elbiseleri yırtma gibi adetlerine engel olunmalıdır. Kur'an'm okunduğu ve vaaz verildiği yerde yüksek sesle konuşmak dince mek­ruh ise, sema' nağmeleri arasında bunun hükmünün ne olacağını sanıyorsunuz? Cenazelerin yanında sesli konuşmaktan maksat, ölü için bağırıp çağırmak, elbiseleri yırtmak ve yüzü başı yolmaktır. Bu ise haramdır. Cahiliye döneminde olduğu gibi cenazenin yanında ölüyü aşırı şekilde methetmek de buna girer. Cahiliye döneminde cenaze sahibini öyle överlerdi ki, yapılması imkansız şeyleri ona yakiştırırlardı. Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Cahiliyye ağıtı gibi ağıt yakan (veya taziye yapan) kişilere hiç kina­ye yapmadan babasının zekerini ısırmasını söyleyin."

Yani cahiliye taziyesi gibi cenaze sahiplerini taziye edip teselli ettirmeye çalışanı bundan sakındırın ve ölüyü kötülükle de anmayın.[173]

 

Savaşta Sarık Giymek

 

84- İmam Muhammed dedi ki: Savaşta ve diğer zaman­larda sarık giymek müslümanlarm hasletlerinden iyi bir haslet­tir. Çünkü sarıklar Arabların taçlarıdır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. "Başınıza sarık giyin ki yumuşak huyunuz

artsın"

Mekke fethedildiği gün Rasûlullah siyah bir sarık giydiği halde Mekke'ye girdi. Buradan anlıyoruz ki siyah sarık giymek iyi bir davranıştır.

85- İbn Ömer (RA) dedi ki: Rasûlullah, Abdurrahman b. Avf ı çağırarak: "Hazırlan, seni bir seriyyeyle göndereceğim" dedi. - İbnu Ömer, hadisin tamamım rivayet ettikten sonra-dedi ki: Abdurrahman'm başında bir sarık vardı. Peygamber (s.a.v.), onu çağırıp önünde oturttu. Mübarek elleriyle sarığını başından çıkarttı ve başına siyah bir sarık sararak ucundan bir miktarını iki omuzunun arasına sarkıttı. Sonra şöyle buyurdu: "Avfın oğlu! Sarığı böyle giy." Peygamber (s.a.v.) 'in, bizzat sarığını bağlaması ona değer vermesindendir. Bu hadiste, Rasûlullah (s.a.v.)'in yaptığı gibi, sangın bir ucunun iki omuz

arasında sarkıtılmasının müstehab olduğuna delil vardır. Alimlerden bir kısmı,

sarkıtılan miktann bir karış olması gerektiğini söylerken, kimi, belin ortasına

kadar, kimi de oturma yerine kadar olacağını söylemektedir.

Yine burada, sarığın sargılarını yenileyecek kimsenin, sangını birden

bozması değil de, bağladığı şekilde çözmesinin sünnet olduğuna delil vardır.

Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), İbn Avfın sangını çözerken böyle davranmıştı.[174]

 

Haram Aylarda Savaş

 

86- İmam Muhammed dedi ki: rivayet edilir ki Süleyman b. Yesâr'a, müslümaniann haram aylarda kafirlerle savaşmala­rının caiz olup olmadığı soruldu. O da "Caizdir" dedi. Biz de aynı görüşteyiz.

87- Atâ' ise şöyle dedi: Haram aylarda savaş caiz değildir. Çünkü Yüce Allah: "Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğu­nuz yerde Öldürün..."[175] buyuruyor.

Ancak buna cevaben deriz ki: Bu, "... Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..."[176] sözüyle neshedilmiştir. Çünkü burada her zaman ve her yerde onlarla savaşmanın mubah olduğu ifade edilmektedir.

Yüce Allah'ın: "Haram aylar çıkınca..."[177] sözünden maksat, bazı müşriklerle yapılmış olan antlaşmaların bittiğine işaret etmektir. Yoksa, haram aylarda savaşın yasaklanması değildir. Ayrıca sahih rivayetlerde Muharrem ayından altı gün geçtikten sonra Rasulullah'ın Taife savaş açtığı ve mancınıklar kurduğu, Safer ayında da burayı fethettiği rivayet edilmektedir.[178]

 

Bedevi Arapların Hicreti

 

88- Hasan-ı Basrî (r.a.) demiştir ki: A'rabın (bedevi Arab-ların) hicreti, ancak mücahidler defterine isimlerini yazdır­makla olur.

Başlangıçta hicret farz idi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : 11... İnanıp hicrat etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur..."[179]

89- Rasulullah (s.a.v.) bir gurup bedevi Araba sahabilerini göndererek buyurdu ki:

"Sonra onları hicret edenlerin yurduna hicret etmeye davet edin. Şayet hicretten imtina ederlerse onlara haber verin ki, onların durumu, diğer müslüman bedevi Arapların durumu gibidir. Sair müslümanlar için cari olan hüküm onlar için de caridir ve ne fey'de,[180] ne de ganimette paylan vardır." Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre, bu hüküm nesh edilmiştir ve Arab bede­vilerden İslam'a giren kişi, muhacir sayılabilmek için ismini gaziler defterine kaydetmelidir. Zira o günlerde hicretten maksat savaş idi. Alimlerin çoğuna göre Mekke fethinden sonra hicretin farziyeti nesholunmuştur. Çünkü Rasu­lullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :

"Mekke fethinden sonra hicret yoktur, artık o, ancak cihad ve niyettir." Yine şöyle buyurur:

"Ümmetimden muhacir, kötülükten uzaklaşandır, veya başka bir rivayete göre Allah'ın yasakladığından uzaklaşandır."

90- İmam Muhammed buna işaret ederek şöyle demekte­dir: Bedevi Arablardan biri, müslüman şehirlerden birine gelip yerleşirse, ismini gaziler defterine kaydettirsin veya ettirmesin bedevilikten çıkıp şehir halkından sayılır.

Bir şehre yerleşme şartı, dini ilmihal bilgileri öğrenmesi içindir. Şayet kabilesi arasında bu bilgileri öğrenme imkanını bulursa, bir şehre gelmesine lü­zum yoktur. Muhtaç olduğu ilimleri öğrendiği an, bedevi arap olmaktan kur­tulur ve Allah'ın onları tavsif etiği şu vasfın kapsamı dışında kalır. Yüce Allah (A'rab) hakkında şöyle buyurur :

"... Allah'ın Peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemek, onlara daha çok yakışır..."[181]

 

Müşriklere İyilik Yapmak

 

91- Ebû Mervan el-Huzâîden rivayete göre İmam Müca-hid'e şöyle soruldu: "Aramızda akrabalık bulunan müşrik birinden alacağım var. Alacağımı ona hibe edebilir miyim?". O da: "Evet, ayrıca ona iyi davran." dedi.

Biz de deriz ki: Akraba olsun veya olmasın, düşman olsun yahut zimmî olsun müslümanın müşriğe ikramda bulunmasında bir sakınca yoktur. Seleme b. el-Ekvâ' der ki: Sabah namazını Rasulullah (s.a.v.) 'la birlikte kıldım. Namaz­dan sonra omuzuma dokundu. Dönüp baktım ki Rasulullah (s.a.v.) dir. "Ümmu Kirfe'nin kızını bana hibe eder misin?" buyurdu. "Evet" dedim ve onu ken­disine hibe ettim. O da, müşrik olan bu kızı yine müşrik olan dayısı Hazn b. Ebi

Vehb'e gönderdi.

Mekke'de kıtlık çıkınca Rasulullah (s.a.v.) Mekke fakirlerine dağıtılmak üzere buraya beşyüz dinar göndermiş, Ebû Süfyan ile Ebû Safvan bunu kabul etmiş ama: "Muhammed mutlaka bununla gençlerimizi kandırmak istiyor"

demişlerdi.

Akrabaya iyilikte bulunmak, her akl-ı selime göre ve her dinde makbul bir şeydir. Başkasına hediye vermek ise, ahlakın iyisindendir. Rasulullah (s.a.v.)de •

"Güzel Ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurur. Anlıyoruz ki bu, hem müslüman hakkında, hem de müşrik hakkında iyi bir şeydir.

92- Ka'b b. Mâlik'in rivayetine göre, Ebûl-Bera1 Amir b. Mâlik, Medine"ye gelip Peygamber (s.a.v.)'e iki at ve iki takım elbise hediye etti. Peygamber (s.a.v.) ise: "Bir müşrikin hedi­yesini kabul etmem" buyurdu.

Bununla beraber Peygamber (s.a.v.)'m, müşriklerin hediyelerini kabul ettiği de nakledilmiştir. Rivayet olunur ki Peygamber (s.a.v.) Amr b. Ümeyye ile birlikte Ebû Süfyan'a "Acve" denilen hurmadan hediye göndermiş, Ebû Süfyan da hediyeyi kabul ederek karşılığında Peygamber (s.a.v.)'e bir sahtiyan hediye etmiştir. Hıristiyan biri de, Rasulullah (s.a.v.) e, parlak bir ipek hediye etmiş ve o da hediyesini kabul etmiştir. Başka bir rivayette ise, Iyaz b. Hımar el-Mücâşi'î, Rasulullah (s.a.v.)'e bir hediye vermiş Rasulullah (s.a.v.) 'de kendisine îslamı kabul edip etmediğini sormuştur. İyaz'ın olumsuz cevabını alınca da şöyle buyurmuştur:

"Allah Teala, müşriklerin hediyelerini kabul etmekten beni sakındırdı."

Zührî'ye göre de Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin hediyelerini kabul etmeyi yasaklamıştır.

Müşriklerin hediyelerini kabul etmemekle ilgili rivayetlerin birkaç yönden te'vili vardır.

a- Rasulullah (s.a.v.), hediyesini reddettiği takdirde imana geleceğini umduğu müşriklerin hediyelerini red ederdi. Bu da hediyelerini Rasulullahın kabul etmesi için o kişilerin imana gelmelerini teşvik ederdi.

b- Hediye veren müşriklerden bazıları, hediyelerine karşılık bekliyor ve benzeri bir karşılığa da rıza göstermiyorlardı. Rasulullah (s.a.v.)1 in şu sözü bunu açıklamaktadır:"Bedevilerin hediyelerni kabul etmek istemiyorum". Bir başka rivayette "Ve Kureyşli ile Sakîfli'den başka birinden hediye kabul etme­yeceğim." buyurulmaktadır. Aşağıdaki rivayet de bunu destekler mahiyettedir. Bu rivayete göre Amir b. Mâlik Rasulullah'a iki at hediye etmişti. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'in olup bir savaşta kafirlerin eline düşmüştü. Peygam­ber (s.a.v.), Amir b. Mâlik'e hediyesinden daha fazla karşılık verdiği halde o, hala daha fazlasını istiyordu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) bir konuşma yaparak şöyle buyurdu.

"O kavme ne oluyor ki, bizim olduğunu bildiğimiz malımızı bize hediye ederler de benzeri mükafata kanaat göstermezler."

c- Peygamber (s.a.v.), Âmir'in hediyesini kabul etmemişti. Çünkü bu adamın babası, Rasulullah (s.a.v.) in bir gurup sahabesinin güvenliğini üstlen­diği halde kabilesi bunları öldürmüştü. Bu öldürülenler, Bi'r-i Maûnede öldü­rülmüşlerdi. Olayla ilgili geniş bilgiler siyer kitablarmda nakledilir. Rasulullah (s.a.v.) , bu zatın hediyesini bunun için reddetmişti.

93- Daha sonra İmam Muhammed dedi ki: Ordu komuta­nının, müşriklerin hediyelerim kabul etmesi mekruhtur. Şayet kabul edecek olursa, bu hediyeleri müslümanlara fey' olarak alsın.

Buradaki hüküm hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi, bura­daki mekruhluktan maksat, tahrîmî kerahet (harama yakın mekruhluk değil, ten-zîhî (helala yakın) kerahettir demiştir. Çünkü hediyelerini kabul ederse, onlara yakınlık hisseder. Nitekim hadiste "Hediye, kalbdeki kin ve düşmanlığı giderir."

buyurulur.

Oysa ki, müşriklere karşı katı olmakla emrolunmuşuz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:"... Sizi kendilerine karşı sert bulsunlar..."[182]

Bazıları da der ki : Bundan maksat, hediyeleri kendi şahsına kabul etme­mesidir. Müslümanların ganimetlerine bir ek olarak alması caizdir. Çünkü onu güçlü buldukları için kendisine hediye veriyorlar. Halbuki bu gücü kendi şahsından gelmiyor, onda tüm müslümanlann payı vardır.

Rasulullah (s.a.v.)'e gelince, hediye kendisinindir. Çünkü onun üstünlük ve güçlülüğü, müs lü m anlardan dolayı değildir. Yüce Allah onun hakkında :"...Allah seni insanlardan korur..."[183] buyuruyor.

Ayrıca hediye aldığı takdirde kalbinde onlara karşı br meyil olması söz-konusu değildir. Bundan dolayı bazı zamanlar hediyelerini kabul etmiştir.

Sahabe ve onlardan sonra gelenler, zalimlerin hediyesinin caiz olup olma­dığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. îbn Abbas ve îbn Ömer (r.a.) halk tarafından kabul gören idarecinin hediyesini kabul ederlerdi. İbrahim en-Naha'î1 den de aynı şey nakledilmiştir. Ancak Ebûzer ile Ebû'd-Derda' (r.a.) bunu caiz gör­mezlerdi. Hatta rivayete göre emirlerden biri, Ebûzer're yüz dinar hediye etmişti de, Ebûzer: "Her müslümana bunun kadar hediye edildi mi? şeklindeki sorusuna "Hayır" cevabını alınca, yüz dinarı reddetmiş ve: Hayır! o cehennem alevlenen bir ateştir. Derileri kavurup soyar."[184] ayetini okumuştu.

Rivayete göre Ali b. Ebi Talib şöyle demiştir: "Sultan, helaldan ve ha­ramdan mal biriktirir. Sana malından birşey verdiği zaman onu al. Çünkü onun verdiği, sana helaldir."

Netice olarak mezhebimizin görüşü şudur ki; Malının çoğu rüşvet ve haram yolla elde edilmişse, verdiği hediyenin helal kazancından olduğu bilin­medikçe onu almak caiz olmaz. Ama ticaret yahut ekin sahibi ise ve malının çoğu bu gelirinden ise ve verdiği hediyeyi haram yollardan kazandığı bilin­miyorsa onu almakta bir sakınca yoktur.

Rasulullah (s.a.v.)'in bazı müşriklerden hediyeyi kabul etmesi buna delildir.

Basan Allah'tandır.[185]

 

Savaştan Önce Düello (Mübareze)

 

94- Enes b. Mâlik (r.a.), bir defasında hasta yatağında ya­tan kardeşi Bera' b. Mâlik'in yanına girdiğinde onun kendi kendisine şarkı söylediğini gördü ve ona: "Şarkı mı söylüyor­sun?" dedi. O da: "Müslümanlarla ortaklaşa öldürdüğümüz dışında, kendi elimle yetmişyedi müşrik öldürdüm. Şimdi de, şehadet mertebesine ermeden yatağımda ölmekten korkuyo­rum. (Bu düşünce ve yalnızlığımı unutmak için söylüyorum)"dedi.

Burada, yalnızlığı unutmak için insanın yalnız kaldığı zaman kendi ken­disine şarkı söylemesinde bir sakınca olmadığına delil vardır. Bera1, sahabenin zahidlerindendi. Rasulullah (s.a.v.) onun için: "Şayet birşeyin olacağını yeminle söylese Allah onu doğru çıkartır" buyurmuştur.

Bununla beraber hastalığı sırasında yalnız kaldığı zaman şarkı söylüyor­du. Enes'in bunu garipsemesi üzerine, eğlenmek için değil, kalbinden endişeleri silmek için şarkı söylediğini belirtmişti. Çünkü kendisinin isteği, şehid olmaktı. Yatağında ölmekten korkuyordu. Bu düşünceden dolayı yalnızlık ve sıkıntı duymuş ve bunu gidermek için de şarkı söylemiştir. Mekruh olan, lehviyat için (yani eğlenmek için söylemektir). Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Sizi iki ahmak ve facir sesten sakındırırım : Biri, şarkı söyleyen sestir ki o, şeytanm zurnasıdır. Diğeri ise, yüzleri tırmalamak ve elbiseleri parçalamaktır ki bu, şeytanın çığlığıdır." Bu sonuncusundan maksat, musibet anında koparılan ahü figanlardır.

Daha sanra Bera (r.a.), hastalığından şifa bulmuş ve çok arzuladığı gibi

şehit olarak can vermiştir.[186]

 

Savaşta Kendisini Vuran Kimse

 

95- İmam Mekhûl'den rivayet edilir ki, Rasûiullah'ın asha­bından birisi, düşmana vurayım derken yanlışlıkla kendi aya­ğını yaraladı ve ölünceye kadar kanı durmadı. Rasûlullah (s.a.v.)> bu kişinin cenaze namazını kıldırdı. Sahabe (r.a.): "Şehid midir?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.), "Evet şe­hiddir. Ben de buna şahidim" buyurdu.

Hadisin manası, ahirette sevaba nail olma yönüyle şehiddir, demektir. Dünyada ise, yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Çünkü cenazesi yıkanılma­yan şehid, düşmanın vurmasıyla öldürülen kişidir. Bu adam ise, kendi vurma-sıyla ölmüştür. Haliyle kendisi mazurdur. Çünkü kasdı düşmana vurmaktı. Bundan dolayı ahiret açısından şehiddir ama dünyada kendisine diğer ölülere davranıldığı gibi davramlır.

Bu, Rasûlullah (s.a.v.)'in §u sözüne benzer:

"İshaldan ölen şehiddir, doğum yaparken ölen kadın şehiddir. Hamile olarak ölen kadın yahut henüz bakire olup hayız kanı görmeden ölen kız şehid­dir." Bu durumda ölen kimseler şehiddirler. Ancak ahiret hükümleri açısından şehiddirler. Dünyada ise, diğer ölüler gibi muamele görürler.

Alimlerimiz, silahla bile büe kendisini öldüren (intihar eden)in namazının kılınıp kılınmaması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi, namazının kılınmaya­cağım söyler. Yanlışlıkla kendisini öldüren hakkında nakledilen hadis buna delildir. Özellikle Ebû Hüreyre'den nakledilen şu hadis bunu te'yid ediyor; Peygamber (s.a.v.) buyurmaktadır:

"Kim kendisini bir demir parçasıyla öldürürse, cehennem ateşinde o demir parçasıyla sonsuza kadar kendisini döğüp yaralar ve cezalandırır. Kim yüksek bir yerden atlayarak intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen bu­nunla cezalandırılır. Kim de, zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen zehir içmekle cezalandırılır."

tmam Serahsî der ki: Şeyhimiz İmam Hulvânî şöyle derdi: Bana göre doğrusu, namazının kılınacağı ve o zaman tevbe etmişse, tevbesinin kabul

edileceğidir. Çünkü Yüce Allah :

"...Bundan başkasını dilediğine bağışlar..."[187] buyuruyor.

Yukardaki hadis, kendi kendini öldürmesinin helal olduğuna inanan kişi ile ilgilidir, şeklinde te'vil edilir. Nitekim :"Müslümana sövmek fasıklık, onunla döğüşmek küfürdür" Hadisi de bunları helal sayan, bu durumdadır şeklinde te'vil edilmektedir.

Şemsü'l-Eimme şöyle devam etmektedir: Kadı İmam Ali es-Suğdî'nin şöyle dediğini duydum: Bana göre doğrusu, namazının kılınmayacağıdır. Bu hüküm, Tevbesi kabul edilmeyeceğinden değil, belki kendini Öldürmesinden dolayıdır. Zira baği kimse üzerine namaz kılınmaz.

 96- Seleme b. el-Ekvâ'dan şöyle dediği rivayet edilir: Amir

b. Sinan (r.a.) bir yahudiyi vurarak kılıcıyla ayağını kesti.

Ancak kılıç yahudinin ayağını kestikten sonra Âmir'in ayağını

da yaraladı ve Âmir bu yaradan öldü. Dedim ki: Ya Rasûlullah

Useyd b. Hudayr, Amir b. Sinan b. el-Ekva için : Ameli boşa

gitti, diyor. Ne dersiniz? Buyurdu ki:

"Ameli boşa gitti diyen, yalan söylemiştir. Aksine, onun için

iki kat sevap vardır. Çünkü hem sabretmiştir ve hem de müca-

hiddir, O, kurbağa yavrusunun suda yüzmesi gibi cennette

yüzecektir."

Biz de aynı görüşteyiz ve başına gelenden dolayı sevap alacağı kanaatın-dayız. Çünkü kafirlerle cihadda o kadar hızlıydı ki, kafirin ayağını kesen kılıç sıyrılarak kendi ayağını da yaralamıştır. Ölünceye kadar da sabırla buna taham­mül etmiştir. Böylece O, hem mücahid hem de sabırlı bir kişidir.

"...Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir."[188] Rasulullah'ın (s.a.v.): "Onun için kat kat ecir vardır." sözünün manası işte budur.

97- Müslümanlardan iki müfreze gece karşılaşır ve her biri, diğerinin müşrik olduğunu sanarak döğüşür ve birbirlerinden adam öldürürlerse, her iki taraf üzerine ne diyet ne de keffaret gerekir.Çünkü müfrezelerden her biri, mubah olan bir savunmaya (meşru müda-faya) girişmiştir. Diğerinden adam öldürmüşse, kendisini savunmak için öldür­müştür. Şer'an bununla görevli olduğundan ona ne diyet ne de keffaret ödemek

gerekir.

98- Bu konuda delil, Câbir b. Abdullah'tan yapılan şu riva­yettir: Câbir der ki: Rasûlullah (s.a.v.)'in iki öncü birliği gece hendeğin dışına çıktılar. Karanlıkta bir birleriyle karşılaştıkla­rında taraflardan her biri, diğerinin düşman olduğunu sanarak döğüşe tutuştular. Aralarından ölen ve yaralananlar oldu. Bu arada biri parolayı söyleyince her iki tarafın müslüman olduğu anlaşıldı. O zaman her iki taraf da döğüşe son verdi. Durumu Rasûlullah (s-a.v.)'e duyurduklarında şöyle buyurdu:

"Yaralarınız Allah yolundadır, onlardan dolayı sevap kaza­nacaksınız. Öldürülenleriniz ise, şehiddir." .

99- Ama müslümanlardan bir gurup müşriklerle savaşırken bir müslümanm, müşrik olduğu zannıyla yahut müşriğe attığı bir okun isabet etmesiyle bir müslümanı öldürmesinden dolayı ona hem diyet ve hem de keffaret gerekir.

Çünkü bu, yanlışlıkla öldürmenin şekillerinden biridir ve yanlışlıkla öl­dürmekten dolayı diyet ve keffaretin gerekliliği ayetlerle sabittir.

100- Bunun delili, Huzeyfe'nin babası Yemân'ın, müşrikler­den olduğu zannıyla Uhud Savaşında müslümanların kılıç darbeleriyle öldürülüşünü söz konusu eden rivayettir. Bu riva­yete göre, Rasûlullah (s.a.v.) onu Öldürenlere diyet yüklemişti. Ebû Huzeyfe de bu diyeti onlara hibe etmişti.

Bu mesele ile önceki mesele arasındaki fark, burada öldürülen kişinin, kendisini öldüreni öldürme kasdı taşımamış olmasıdır. Bundan dolayı can doku­nulmazlığı hakkı devam etmektedir. Bu sebeble akıtılmış kanı için diyet vacip­tir. Birinci durumda ise, öldürülmüş olan kişi, meşru müdafa amacıyla kendisini öldüreni öldürmeye kendisi de niyet etmiştir. Bu sebeble de, can dokunulmaz­lığı hakkı ortadan kalkmış olmaktadır.[189]

 

Savaşta Akrabayı Öldürmek

 

101- İmam Muhammed dedi ki: Mü si liman m düşmandan olan akrabasını öldürmesinde ve müşrik akrabası kendisine saldırmadan önce saldırıyı başlatmasında bir sakınca yoktur. Ancak müşrik olan babası bunun dışındadır. Babası ona saldırmadan kendisinin ona saldırması mekruhtur. Baba yahut ana tarafından yakın veya uzak dedeleri de bu durumdadır. Ama kendileri ona saldırır da onları öldürme mecburiyetinde kalırsa, o başka.

Çünkü Yüce Allah: "... Dünyada anne babanla güzel geçin..."[190] buyur­maktadır. Burada kasıt, müşrik olan ebeveyndir. Delil ise Yüce Allah'ın: "... Ana, baba, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme..."[191] sözüdür. Saldırıyı başlatmak, onlara iyi davranmakla bağdaşmaz. Ama kendisini mecbur bırakırlarsa, onları öldürmesi kendini savunma olur ki, önce kendi nefsine iyilikte bulunmak ve ölüm tehlikesini kendisinden savmakla mükelleftir. Ayrıca çocuğun dünyaya gelmesine baba sebep olmuştur. Çocu­ğun, babasını öldürme kasdıyla ölümüne sebeb olması caiz olmaz. Ama baba onu buna zorlamışsa, o başka. O zaman sebep, babanın kendisidir. Kendi ca­nına karşı cinayet İşlemiştir. Mecbur bırakılan kişi, onu mecbur edene nisbetle öldürmede kullanılan alet gibidir.

Daha sonra İmam Muhammed, aşağıdaki rivayeti buna delil olarak getirdi:

102- Hanzala b. Ebi Âmir ve Abdullah b. Abdullah b. Ü-beyy b. Selûl (r.a.), Rasulullah (s.a.v.) den babalarını Öldür­mek için izin istemişlerdi, ama Rasûlallah (s.a.v.) onları bundan sakındırdı.

Umeyr b. Malik'ten yapılan bir rivayete göre, şöyle demiş­tir: Bir adam: Ya Rasulullah, düşman arasında babamla karşı­laştım. Sana kötü sözler söyleyince onu öldürdüm, dedi.

Buna karşı Rasulullah (s.a.v.) hiçbir şey söylemeden sustu. Burada, kişinin babasını öldürdüğü takdirde ona birşey gerekmediğine delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), o kişiye hiçbir şey emretmeden susmuştur. Bir şeyi açıkiama ihtiyacı ortaya çıktıktan sonra Peygamberin onu açıklamaması caiz değildir.

En iyisi, kişinin müşrik olan babasını öldürmemesi ve kaçmasına fırsat vermeden başkasının gelip onu öldürmesini beklemesidir. Yazar Kitâb'ta bu­nunla ilgili bir hadis de rivayet etmekte ve şöyle demektedir :

Bu şekilde davranmak, bizce daha iyidir. Baba ve çocuklar dışında kalan müşrik akrabanın öldürülmesinin caiz oluğuna gelince, bunu el-Câmiu's-Sağîr isimli kitapta açıkladık.

Başarı Allah'tandır.[192]

 

Öldürülenler İçin Ağlamak

 

103- Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Abdul'l-Eşhel oğul­larına (evlerine) uğradı. Uhud günü öldürülen şehidlerine ağlı­yorlardı. Peygamber (s.a.v.) üzüldü ve: "Ama Hamza'mn ağla­yanları yok!" buyurdu.

Hadisi rivayet eden hanım dedi ki: Hemen oradan çıktık ve Rasulullah (s.a.v.) in hanelerine varıp orada Hz. Hamza (r.a.) için ağladık. Rasulullah (s.a.v.) evde idi ve evin içinden hıçkı­rıklarını duyduk. Daha sonra: "İsabet ettiniz, iyi ettiniz, yeti­şir," diye haber gönderdi.

Rasulullah (s.a.v,)'in, Hz. Hamza için bu şekilde buyur­masının sebebi şudur: O gün Hz. Hamza şehidlerin büyüğü idi. Fakat Medine'de garipti. Onun için ağlayacak kimsesi yoktu. Rasulullah (s.a.v.) bu sözüyle onu andı.

Meğâzî kitaplarındaki rivayete göre Sa'd b. Muâz (r.a.), Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözünü duyunca akrabası bulunan hanımları topladı. Sa'd b. Ubâde ve Muâz b. Cebel de aynı şekilde davrandılar. Her gurup, Rasulullah (s.a.v.) in evinin önüne gelerek Hz. Hamza'nm iyiliklerini söylemeğe ve üzerine ağlamağa başladı. Rasulullah (s.a.v.), ağlamalanyla teselli bulup sonra uyudu..

Bu olaydan sonra Medine'de ne zaman biri ölür de onun için ağlarlarsa, önce Hz. Hamza için ağlamakla başlarlardı. Erkekler de Rasulullah (s.a.v.)'ın ölümünden sonra, birbirlerine ta'ziye ederken: "Rasulullah (s.a.v.) de vefat etti" deyip birbirlerini teselli eder ve teselli için başka birşey söylemezlerdi.

104- İmam Muhammed, yukarıdaki hadisin İbn Ömer (ra.) yolu ile olan rivayetini de naklederek sonuna şunu da ekledi: Rasulullah (gfr.Y.) uyandığında onlar hala ağlıyorlardı. Rasu­lullah (sa.v.) buyurdu ki:

"Eyvah o kadınlara! Geri dönsünler ve bugünden sonra ölen bir kimse için ağlamasınlar."

Alimlerden bazısı, hadisin zahirini alarak şöyle dedi: O zaman ölü için ağlamağa şer'î ruhsat verilmişti, ama hadisin sonunda geçen ifadelerle bu ruhsat kaldırıldı. Ancak alimlerin çoğu, neshedilen ve ruhsat verilmeyen ağlamanın yüksek sesle ağlama ve bağırıp çağırma olduğunu söylerler. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)' in şöyle buyurduğu rivayet edilir :

"Ölü için ağlayarak bağırıp çağıran kadın ve onu dinleyenler üzerine Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti olsun!..."

Ama yüksek sesle ağlamamak kaydıyla ağlamakta bir sakınca yoktur. Çünkü rivayete göre oğlu İbrahim öldüğü zaman Peygamber (s.a.v,)'in gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf (r.a.), Ona: "Bizi ağlamaktan sakındırmamış miydin?" diye sormuş .Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyürmuştu:r:

"Ben size ahmak ve facir iki sesi yasakladım. Ama bu gördüğün, Allah'ın rahmet sahibi kimselerin kalbine koyduğu merhametten başka birşey değildir. Göz yaşarır. Kalb mahzun olur. Fakat Rabbin razı olmadığı sözü söylemeyiz."

Ayrıca, Hz. Ömer (r.a.) den rivayet edildiğine göre bir kadın, Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda, ölen oğluna ağladığını görürken kendisi ona engel olmak istedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Karışma ya Ömer! Çünkü kalb, mahzundur. Nefs, musibete uğramıştır. Çocuğunun ölümü üzerinden de henüz uzun müddet geçmemiştir."

Ama bununla beraber, sabretmek daha efdaldir. Yüce Allah şöyle buyu­ruyor :

"Onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döne­ceğiz1 derler "[193]

 

Kesilmiş Başları Valilere Taşımak   

 

105- Ukbe b. Âmir el-Cühenî (r.a.) den rivayete göre kendisi Patrik Yenak'ın kafasını Hz. Ebû Bekir'e getirmişti de Ebû Bekir (r.a.) bu işi yadırgamıştı. Orada hazır bulunanlar: "Ey Rasulullah'ın halifesi! Ama onlar bunu bize yapıyorlar?" de­diklerinde, şöyle cevap verdi: "Fars ve Rumun yaptıklarına mı uyacaksınız? Bana hiç kimsenin başını getirmeyin. Bana bir mektup yazmanız ve haber göndermeniz yeter."

Başka bir rivayete göre, onlara: "Haddinizi aştınız" diyerek

bu davranışlarım kınamıştı.

Diğer bir rivayete göre de Şam'daki valilerine haber gön­deren Hz. Ebu Bekr" bana kimsenin başım göndermeyin. Mek­tup ve haber gönderin yeter," demiştir.

Bazı alimler, hadisin zahirine dayanarak, kesik başları valilere taşımak caiz değildir, çünkü o başlar, birer cife (kokuşmuş ölü)den ibaret olup, insanları rahatsız eden birşeydir, bu yüzden onun gümülüp yok edilmesinden başka bir yol yoktur, derler. Ayrıca şunu da eklerler: Başı vücuttan ayırmak, (Kulak ve burnun kesilmesi, gözün çıkarılması gibi) organ kesmektir. Rasulullah (s.a.v.), kuduz köpeğe bile bunun yapılmasını yasaklamıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu­nun, cahiliye halkının adetlerinden olduğunu belirterek onlara benzemekten bizi

sakındırmıştır.

Ancak alimlerimizin çoğu, şayet başlarını kesip getirmekte müşrikleri moral bozukluğuna uğratıp tahkir etmek yahut müslümanlann gönlünü hoş et­mek söz konusu ise, mesela müşriklerin komutan yahut büyük kahramanlarının başını getirmek gibi, bunda bir sakınca yoktur, görüşündedirler.

Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a.), Bedir günü Ebû Cehl'in başını Ra­sulullah (s.a.v.)'e getirip orta yere atmış ve: "îşte bu, düşmanın olan Ebû Cehl'in başıdır," demişti. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştu :

AUahu Ekber! Bu, benim ve ümmetimin Firavunudur. Bunun bana ve ümmetime kötülük ve zararı, Firavunun Musa ve ümmetine kötülük ve zara­rından daha çoktu."

Böyle davranmak caiz olmasaydı, Rasulullah (s.a.v.) bunu yasaklardı.

106- İmam Zührî'nin naklettiği şu sözün manası da yu-kardaki gibidir: Peygamber (s.a.v.) e sadece Bedir günü kesik baş getirildi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) a getirildiğinde ise bunu hoş görmeyip reddetti. İlk olarak kendisine kesik başlar getirilen kimse İbnü'z-Zübeyr (r.a.) dır.

Rasulullah (s.a.v.), Abdullah b. Üneys'i Süfyan b. Abdullah'ın üzerine göndermişti. Abdullah der ki: "Onun boynunu vurdum ve başını alıp kaçtım. Bir dağa tırmanıp orada saklandım. Nihayet beni aramaya gelenler geri dönünce gizlendiğim yerden çıkıp başını Rasulullah (s.a.v.) e getirdim."

Rasulullah (s.a.v.), Muhmmed b. Mesleme (r.a.) ı Ka'b b. Eşrefi öldür­mek üzere gönderdiğinde, Ka'b'm başını getirmişti ve Rasulullah (s.a.v.) bunu kmamamiştı.

Bu rivayetler, bunda bir sakınca olmadığım gösteriyor. Başarı Allah'tandır. [194]

 

Silah Ve Binicilik

 

107- Utbe b. Ebî Hakîm (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)1 in huzurunda yaydan bahsedildi. Buyur­dular ki: "Hayır hususunda ondan ileri bir silah yoktur." Yani, savaş aletlerinin en güçlüsü odur.

Burada gazileri, ok atmayı Öğrenmeye teşvik vardır. Bu konuda başka hadisler de mevcuttur. Bunlardan biri, Ukbe b. Amir (r.a.)'in hadisidir ki, buna göre Rasulullah (s.a.v.), Yüce Allah'ın "Ey İnananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Al­lah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atlan hazır­layın..."[195] sözünü tefsir ederken: "Şüphesiz kuvvet, ok atmaktır." buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrar etti. Ukbe'nin hadisinde şu sözler de vardır :

"Allah Teala bir okun bereketiyle üç kişiyi cennete sokar: Biri, sevabını umarak Allah yolunda kullanılsın diye onu imal edendir. Biri onu yaya yer­leştirendir. Diğeri de, onu kafirlere atandır."

Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :

"Adem oğlunun üç oyun ve eğlencesi dışında her oyun ve eğlencesi batıldır: Atını tımar etmesi, hammıyla oynaşması ve ok atması."

Rasulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ebî Vakkas dışında hiç kimse için ana-baba-nın her ikisini bir arada zikrederek sana feda olsunlar, demedi. Uhud günü Sa'd için: "Ok at! Anam ve babam sana feda olsun." buyurdu.

108- Rivayet edildiğine göre   Ömer b. Hattab (r.a.), bazı yerlere: "Düşman topraklarında tırnakları uzatın. Çünkü on­lar silahtır" şeklinde mektuplar yazmıştır. Her ne kadar tırnak kesmek fıtrattan ise de mücahidlerin dârui-harp'te tırnakla­rını kesmemeleri menduptur.

Çünkü, şayet silah elinden düşer de düşman ona yaklaşırsa, olabilir ki, tırnaklarıyla onu defedebilir. Bu, bıyıklan kesmeye benzer. Diğer zamanlarda bıyık kesmek sünnet olduğu halde dârü'l-harb'te savaşçının, düşman gözünde daha heybetli görünmek için bıyığını uzatması menduptur.

109- Hz. Ömer (r.a.)' in şöyle dediği rivayet edildi : "Ço­cuklarınıza yüzmeyi, ata binmeyi öğretiniz ve yarışmak için ko­nan işaretler arasında yalınayak koşmalarım emrediniz."

Bu şeyler Rasulullah (s-a.v.)m hadisinde şöyle ifade edil-mistir :

"Çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı, kızlara da örgü Ör­meyi öğretiniz."

Yine şöyle buyurur: "Ata bininiz, Ama ok atmanız, ata bin­menizden bana daha sevimlidir."

Netice olarak, savaşçının savaşta lazım olacak her şeyi öğrenmesi men-dubtur. Çünkü bu, dini yüceltmeye ve müşrikleri yenmeye yardımcıdır.

110- Ubeyd b. Umeyr (r.a.)'m rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Mekke fethi günü şöyle buyurmuştur :

"Oruçlarınızı bozunuz. Çünkü bugün savaş günüdür."

Bu hadiste Mekke'nin, savaşla ve kuvvet yolu ile fethedildiğine delil var­dır. Gazinin, Ramazan ayında savaşırken orucunu bozması daha iyidir. Olabilir ki oruç, onun savaş gücünü zayıflatır. Onun için gelebilecek zararı başka zaman telafi etmek de mümkün değildir. Halbuki orucunu başka bir zaman kaza etmesi mümkündür. Bundan dolayı hasta ve yolcunun oruç tutması ağırına gidiyorsa, tutmaması efdaldir. Oruç bozmak yolcu için efdal olduğuna göre, savaşçı için haliyle daha efdal olur.

111- Avn b. Ebî Cuhayfe'den, O da, babası (r.a.) dan riva­yet ederek dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'i sahtiyandan bir cübbe-nin içinde gördüm. -Yani Mekke'nin fethi günü- BHal'inde abdest alması için ona su götürürken gördüm.  Sonra o suyu dökmek üzere dışarı çıktı. Orada bulunanlar etrafına üşüştü­ler. Eline sudan birşey geçiren, (teberrüken) onunla sürünü­yordu. Su bulamayan ise, ellerini o suyla ıslatmış olanın ıslak ellerine sürtüyor ve ıslanan elleriyle sürünüyordu.

İmam Muhammed, kullanılmış suyun temizliğine bunu delil olarak geti­rir. Çünkü kullanılmış olan bu suyu teberrüken kendilerine sürüyorlardı. Oysa ki necis olan bir şey teberrüken kullanılmaz. Şayet o su necis olsaydı, Rasulul­lah (s.a.v.) onları bundan sakındınrdı. Ebû Hanife ise, böyle yaptıklarının Peygambere ulaştırilmadığım, ulaştırıldığı taktirde bunu tasvip etseydi, onu delil olarak getirmek doğru olurdu, demektedir.

Yine Ebû Cuhayfe (r.a.) dedi ki : Sonra Bilal ri gördüm ki bir aneze (kısa mızrak) çıkarıp dikti. Rasulullah (s.a.v.) de, kolları sıvamış olarak ve kırmızı bir elbise giydiğini gördüm. Rasulullah (s.a.v.), önünde o mızrak dikili olduğu halde orada bulunanlarla cemaat halinde iki rekat namaz kıldırdı. Önlerinden bir çok kimse ve birçok hayvan gelip geçiyordu.

Aneze, kargıya benzer bir demirdir. Namaz kıldıklarında Rasulullah (s.a.v.)'in önüne dikmek için seferlerde onu beraberlerinde taşırlardı. Komutanların önlerinde silah taşınması adeti buradan gelir. Bu hadiste, kırmızı elbise giymekte bir sakınca bulunmadığına, açık bir meydanda namaz kılan kimsenin, önüne sütre koyması gerektiğine ve sadece imamın önüne konulduğunda bunun yeterli olduğuna delil vardır. Cemaatın hepsinin önünde ayrı ayrı sütre koymaya gerek yoktur. Çünkü imamın kendisi, ön safta bulunanlar için, birinci safta bulunanlar da ikinci saftakiler için bir sütredir ve sütrenin önünden geçecek bir kimseye engel olunmaz. Çünkü o, na­maz kılan ile oradan geçen arasında duvar mesabesinde bir engeldir.

Sütreden maksat, uzaktan gelen bir kimsenin, o kişinin namaz kıldığını bilmesi ve sütre ile namaz kılan arasından geçmesini önlemek içindir. Sütrenin ilerisinden geçene engel olunmaz. Uzaktan gelen bir kimsenin, o dikilenin sütre olduğunu bilmesi için, sütre olarak dikilen şeyin uzun ve kalın olması gerekir. Denildi ki: Uzunluğunun bir arşın ve kalınlığının da parmak kalınlığında olması gerekir. Çünkü bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) : "Ok, sütre yerine geçer buyurmuştur."

Yardım Allah'tandır.[196]

 

Savaşa Hazırlık

 

112- Muhammed b. İbrahim b. Hâris'in şöyle dediği rivayet edilir: Geceden bir miktar geçtikten sonra Malik b. Avf, asker­lerinin yanına gelerek onları Huneyn vadisine yerleştirdi. Bu vadi çukur olup kollara ve darboğazlara ayrılır. Askerlerini taksim edip bu kol ve boğazlara yerleştirmiş ve Muhammed ile ashabı geldiklerinde birden üzerlerine saldırın diye talimat vermişti.

Adı geçen Mâlik, Huneyn günü ordu komutanı idi. Asker­lere, dinleri için savaşını yacaklarsa, onlar için savaşmalarını sağlamak amacıyla mal ve çoluk-çocuklarını beraber getirme­lerini emretmişti. Düreyd b. Sımme, bu görüşünü hatalı bul­muş ve şöyle demişti: "Koyun çobanı savaştan ne anlar? Yenil­miş bir askeri birşey geri çevirebilir mi? Beraberinize aldığınız mal ve çoluk-çocuklarınızm hepsini Muhammed ve askerine ganimet olarak götürüyorsunuz." Kendisine: "Peki, neyi tavsi­ye edersin?" denildiğinde, şöyle dedi:" Mallarınızla çoluk-ço-cuklarımzi kendi topraklannızdaki dağların başına götürün. Erkekler de, kılıçlarını kuşanıp atlarının sırtında düşman­larını karşılasınlar." Malik: "Verdiğim kararı değiştirmem" deyince, orada bulunanlar Düreyd'e başka bir teklifinin olup almadığını sordular. O zaman şöyle dedi: "Orduyu sağ kanat ve sol kanat olmak üzere ikiye bölün ve şu vadinin kollarıyla boğazlarına yerleştirin. Düşman ordusu vadiye girince her iki gurup sağdan ve soldan bir anda üzerlerine saldırsın," Bu tek­lifi, Malik kabul etti. Ravi diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) de, seher vaktinde ordusunu düzene soktu. Sancak sahiplerine sancakla­rını teslim etti.

Ravi, hadisi tüm uzunluğuyla naklettikten sonra sonunda şöyle diyor: Rasulullah (s.a.v.), Düldül ismindeki beyaz katırına binmiş olduğu halde eğilimli olan vadiden aşağıyı indi. İslâm ordusunun saflarının önün­den geçerek samimi ve sabırlı oldukları takdirde muzaffer olacaklarını müjdeliyerek moral verdi.

Korkulu yerlerde ve gecelerde düşmana yakın bulunan durumlarda komu­tanın böyle davranarak askere moral vermesi gerekir.

Ravi diyor ki: Sabahın erken saatlerinde, henüz karanlık kalkmadan müslümanlar vadiden aşağıya doğru ilerlemeye başladılar. Ancak o vadi­nin sağındaki ve solundaki kollarıyla boğazlardan düşman ordusu beklen­medik bir anda saldırıya geçti. İslâm ordusunun ilk safında Benu Süleym süvarileri vardı ki, hemen bozguna uğrayıp döndüler. İkinci safta bulunan Mekkeliler de bozguna uğrayıp kaçtı. Onları, diğerleri takip etti, ardına bakmadan kaçan kaçana...

Meğâzî kitaplarında anlatıldığına göre, lanetlenmiş İblis: "Şüphesiz Mu-hammed öldürüldü. Herkes eski dinine dönsün." şeklinde nida etmiş ve bunun için müslümanlar bozguna uğramışlardı. Yüce Allah, müslümanlarm bozgunu­nu:"... Bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde Allah yardım etmişti."[197] ayetiyle ifade eder. Bazı müslümanlar, o kadar çok uzaklara kaçmıştı ki Mekke'ye kadar varmışlardı.

Bu hengamede Safvan b, Uyeyne münafıklardan birinin: "Muhammed öldürüldü ve halk da ondan kurtuldu," sözünü duymuştu. O zaman Safvan henüz müşrikti ve münafığın bu sözüne karşılık şöyle demişti: "Ağzı kırılasıca! Edendim olacaksa, Hevâzin kabilesinden olacağına Kureyş'ten olması benim için daha sevimlidir." Ravi diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) hayvanını ileriye doğru sürüp müslümanlarm kaçıştıklarını görünce kılıcını sıyırıp kınını yere fırlattı ve düşmana doğru ilerliyerek şöyle bağırdı : "Ey Hudeybiye'de ağacın altında biat edenler! Allah'tan korkun! Gelin! Peygamberinizin çevresinde toplanın!"

Meğâzî kitaplarında anlatıldığına göre Rasulullah (s.a.v.) in sağında amcası Abbas (r.a.) ve solunda da, amcazadesi Süfyan b. el-Hâris b. Abdülmut-talib'ten başka kimse kalmamıştı. Süfyan, her ne kadar Mekke fethinde İslâmı kabul etmiş idiyse de o zamandan bu yana Rasululiah (s.a.v.) onunla tek bir ke­lime konuşmamıştı. Sebeb ise, daha Önce hicviyeleriyle Peygamber (s.a.v.) e eziyet etmeseydi. Ancak Rasulullah (s.a.v.), onun bu samimiyet ve bağlılığını görünce onunla konuşup kucaklaştı. Allah Teala, Rasulullah (s.a.v.) in yukarıda söz konusu ettiğimiz çağrısını Muhacirlere ve Ensar'a duyurdu. Hepsi birden tekbir getirerek geri döndüler. Birlikte düşmana saldırıp bozguna uğrattılar. Henüz mızrak darbesi ve kılıç yarası almadan düşman kaçmaya başladı. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

".. .Görmediğiniz askerler indirdi, inkar edenleri azaba uğrattı..."[198]

 

Savaş Hiledir

 

113- Said b. Zı Huddân'dan rivayete göre, birisi kendisine Hz. Ali'den aşağıdaki hadisi rivayet etmiştir. Bu hadise göre Rasulullah (s,a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Savaş hiledir."

Burada mücahidin savaş anında kendisiyle savaştığı kimseyi aldatabile-ceğine ve bunun hıyanet olmadığına delil vardır.

Bazı alimler, bu sözün zahirini alarak savaş durumunda yalana izin veril­diğini söylemişler ve Rasulullah (s.a.v.)in, Ebû Hüreyre'den nakledilen :

"Yalan ancak üç yerde caiz olur: İki kişinin arasını bulmakta, savaşta ve bir kimsenin kendi hanımının gönlünü almasında" hadisini de buna delil olarak

göstermişlerdir.

Ancak bize göre hadis-i şerifte kastedilen, düpedüz yalan değil, tevriye yapmak ve üstü kapalı söz söylemektir. Bunun benzeri, İbrahim (A.S.) in üç ya­lan söylediğim belirten hadistir. Bundan maksat, onun üç yerde üstü kapalı söz söylediğidir. Çünkü Peygamberler, düpedüz yalan söylemekten ma'sunulurlar. Hz. Ömer (r.a.): Üstü kapalı söz söylemede (tevriye yapmada), yalandan

kurtuluş vardır, demiştir.

İmam Muhammed (Rahimehullah), el-Kitâb'da bu sözü şöyle açıklar: Kişinin, kendisiyle savaştığı kimseye, gerçekte Öyle olmadığı halde zahirin tersine birşey söylemesidir ki, Tıpkı Hendek Savaşında Hz. Ali'nin düello yaptığı Amr b. Abdivüd'de söylediği gibi. Hz. Ali (r.a.) ona: "Hani, kimsenin sana yardım etmeyeceğine dair bana garanti vermiştin? Peki, sa­na şu yardıma gelenler kimlerdir?" demişti. Amr, kendisine bu söylenen­leri garipser gibi arkasına bakınca, Hz. Ali, birden iki ayağına vurup

ikisini de kesmişti.

Savaşan askerin, arkadaşlarıyla konuştuğunda kendilerinin zafere ulaştığını yahut daha güçlü olduklarım vehmettirmesi de bir hiledir.. Hakikat kendisinin söylediği şekilde olmadığı halde, sözün zahirine göre yalancı duruma düşmeyecek şekilde konuşur. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali (r.a.), katıldığı savaşlarda başım önüne eğerek bir yere ve sonra yukarı kaldırıp bir göğe bakıyor ve şöyle diyordu: "Ne sen yalan söyledin ve ne de ben." Bu davranışıyla, çevresinde bulunanlara, sanki Rasulullah (s.a.v.) kendisine bu durumu haber vermiş ve ashabına da bunu emretmiş intibaı­nı veriyordu. Halbuki onun meydana gelmesi mümkün olduğu gibi olma­ması da mümkündür. Bu ve buna benzer söz ve davranışlarda bir sakınca yoktur.

Rasulullah (s.a.v.)in: "Cennete yaşlılar girmez" buyurduğu, bunu duyan yaşlı bir kadının ağlamağa başladığı ve nihayet Rasulullah (s.a.v.) in o yaşlı kadına, cennete girecek kimselerin vasıflarını (yani gençleşerek gire­ceklerini) açıkladığı rivayet edilmiştir. Bunun başka bir çeşidi de, kişinin sözünü kesin söylemeyip" ümit edilir" ve "umulur" sözcükleriyle sınır­landır maşıdır. Böylece söz, kesinlik ifade etme çerçevesinden çıkmış olur.

İmam Muhammed der ki: Bize ulaştı ki, Hendek günü biri[199] Rasu­lullah (s.a.v.)'e gelerek: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza (yahudileri) size ihanet etti. Antlaşmayı bozarak Ebû Süfyan tarafına katıldı" dedi. Rasu­lullah (s.a.v.): "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir" buyurdu. Adam, Ebû Süfyana gidip: "Beni Kurayza'nın sana tabi olmalarını Muhammed istemiş" dedi. Ebû Süfyan: "Bunu kendi kulaklarınla mı duydun?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince, Ebû Süfyan: "Allaha yemin ederim ki, Mu­hammed yalan söylememiştir" dedi.

Söz konusu olay Meğazi kitaplarında iki şekilde anlatılır :

Birincisi : Beni Kurayza Yahudileri, müşriklerden oluşan düşman ordusu gelinceye kadar Rasulullah (s.a.v.)'le antlaşma halindeydiler. Beni Nadir kabile­sinin reisi Huyay b. Ahtab da düşman ordusuyla beraberdi. Bu zatın çabalarıyla Beni Kurayza reisi Ka'b b. Eşref ve kabilesi, Rasulullah (s.a.v.) le yaptıkları antlaşmayı bozup Ebû Süfyan'la birlik oldular. Bu antlaşmaya göre düşman or­dusu Rasulullah (s.a.v.) le savaşırken onlar da arkadan Medine'ye saldıracaklar­dı. Müslümanlar zor duruma düşmüşlerdi. Yüce Allah bunu şöyle dile getirmek­tedir :"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi..."[200]

Nuaym b. Mesud, o zaman henüz müşrik olduğu halde gelip Beni Kuray­za ile müşrik düşman ordusu arasında yapılan antlaşmayı RasuluUaha haber verdi. Rasulullah (s.a.v.), Nuaym'a: "Belki de onlara böyle davranmalarını biz emretmişiz" dedi. Rasulullah (s.a.v.), bu sözüyle, sanki bu aramızda olan ant­laşmanın gereğidir. Böylece düşman ordusunu her taraftan kuşatacağız, demek

istiyordu.

Nuaym çıkıp gittiğinde Hz. Ömer: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza'nın işini halletmek, senin hakkında yayacakları bir şeyden (yalan söylüyor deyip tuttur­malarından) daha kolaydır," dedi. O zaman Rasulullah (s.a.v.):"Savaş, hiledir ya

Ömer!" buyurdu.

Rasulullah (s.a.v.) in Nuaym'a bu sözü söylemesi, aralarında birliğin

bozulmasına ve tefrikaya düşüp yenilmelerine sebep olmuştu.

İkincisi:   Ebû Süfyan'la anlaştıktan sonra Huyay b. Ahtab'a dediler ki: "Korkuyoruz ki, iş uzar ve ahzab (müşrik ordusu) galip gelmeden çekip gider de Muhammed'le başbaşa kalırız. O zaman Muhammed seni memleketinden çıkar­dığı gibi bizi de buradan çıkarır." O zaman Huyay b. Ahtab onlara şöyle teminat vermişti. "Şimdi ahzaba gidip büyüklerinden yetmiş kişiyi size rehin verme­lerini söyleyeceğim." dedi. Böylece ahzab çekip gitmeyecek ve onları yalnız bırakmayacaktı. Bu konuşma yapılırken Nuaym b. Mes'ud oradaydı, kendisi de onları bunu kabul etmeğe teşvik etti. Onlar da aynı kanaata vardılar. Nuaym bu olaya tanık olduktan sonra Rasulullah (s.a.v.) e durumu haber verdi. Rasulullah (s.a.v.): "Olabilir ki, bunu biz onlara söylemişizdir" buyurdu. Nuaym, oradan çıkıp Ebû Süfyan'ın yanına gitti. Huyay b. Ahtab, Ebû Süfyan' dan rehineleri istiyordu. Nuaym, Ebû Süfyan'a dedi ki: "Sen Muhammed'in hiç yalan söyleme­diğine kani değil misin?" Ebû Süfyan : "Evet" dedi. Nuaym : "O halde ben az önce onun yanındaydım ve o bana şöyle şöyle dedi. Bu, Beni Kurayza ile yap­tığı antlaşmanın bir gereği imiş. Sizden yetmiş kişi alacaklar ve onları Muham-med'e teslim edecekler. Muhammed de bunları öldürecek ve buna karşılık, onların diğer bir kolu olan Beni Nadir kabilesinin kendi yurtlarına dönmelerine-müsaade edecek" deyince müşrikler: "Lat ve Uzza'ya yemin ederiz ki, doğru söylüyorsun" dediler. Olay, cuma günü cereyan etmişti. Ebû Süfyan, Beni Ku-rayza'ya haber göndererek işin uzadığını, aralarındaki antlaşma gereğince çıkıp Medine'ye saldırmalarını istedi. Beni Kurayza şu cevabı verdi: Yarın cumartesidir. Cumartesi gününün kudsiyetini bozup çıkmayız. Zaten rehineleri verme­dikçe de çıkacak değiliz." O zaman Ebû Süfyan: "Nuaym'ın dediği doğruymuş" dedi.

Allah kalblerine korku saldı. Yenilgiye uğrayarak çekip gittiler. Müslü­manları da , savaşa girmeye muhtaç bırakmadı.

İmam Muhammed dedi ki : Bu ve buna benzer savaş hilelerinde bir sakınca yoktur.[201]

 

Savaştan Kaçmak

 

114- İmam Muhammed dedi ki: Gücü yerinde bir müslü-manin iki müşrikten kaçmasını caiz görmem. Çünkü Yüce Al­lah şöyle buyuruyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekil­mek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş­tür."[202] O gün düşmana sırtını çevirip kaçan, muhakkak ki, Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü dönüştür. Ancak tekrar savaşmak yahut başka bir alanda savaşmak gayesiyle başka bir müslüman müfrezeye katılmak için kaçanlar bundan hariçtir.

Müfessirler, bu ayeün tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Katâde ve Dahhâk, savaştan kaçmak, sadece Bedir savaşına hastır. Çünkü müslümanların, kendisi­ne sığınacakları kimse olarak sadece Rasulullah vardı. Ve bu savaşta o da onlar­la beraberdi, derler. Müfessirlerin çoğu ise, bu hükmün Bedir'le sınırlı olmayıp bütün savaşlar için geçerli olduğunu söylerler.

Savaştan kaçmak, büyük günahlardandır Rasulullah (s.a.v.) : "Beş şey kebairdendir" buyurmuş ve bunlar arasında savaştan kaçmayı da saymıştır. Rasulullah (s.a.v.): yine şöyle buyuruyor :

"Allah'a ortak koşmak, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak ve iffetli kadınlara zina isnad etmek, günahların en büyüklerindendir."

Ayrıca müslümanların sayısı, müşriklerin sayısının yarısı kadar olunca, müslümanlar için kaçmak caiz değildir. Başlangıçta müslümanların sayısı düş­manın onda biri kadar iken kaçmak caiz değildi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : "...Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener."[203] Allah'ın, yenileceğini haber verdiği sayıdan kaçmak caiz değildir. Daha sonra Yüce Allah müslümanlarabunu hafifleterek şöyle buyurdu : "Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zayıflık bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener..."[204]

Ancak kaçmamak, silahlı olan kimse için sözkonusudur. Silahlan bulun­mayanların silahlı kimselerden kaçmalarında bir sakınca yoktur.

Görmüyor musun, düşmanların çıkış yolu olan kale kapısından kaçmak ve mancınığın hedef alanı olan yerden uzaklaşmak caizdir. Çünkü bu gibi yerlerde durmak mümkün değildir. Buna göre, bir kişinin üç kişiden kaçması caizdir. Ama İslam ordusunun sayısı onikibine ulaşır ve aralarında ittifak var ise, düşman ordusunun sayısı ne kadar çok olursa olsun kaçmalan caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Onikibin kişilik bir ordu, azlı­ğından dolayı yenilmez." Galip gelebilecek olanın kaçması, caiz değildir.

115- İbn Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edildi: Rasu­lullah (s.a.v.), Necd tarafına bir seriyye gönderdi. Ben de se-riyyede idim. Müslümanlar, düşman karşısında yenilgiye uğ­radı. Medineye vardığımızda: "Bizler savaştan kaçanlarız" dedik. Rasulullah (s.a.v.)   şöyle buyurdu: "Aksine, siz, tekrar Ailah yolunda savaşa gitmek için geri dönenlersiniz. Tekrar Allah yolunda savaşmaya gitmek için bana döndünüz. Ben size güç ve kuvvet vereceğim."

Hadiste geçen Akkâr Kelimesi, Allah yolunda savaşmak için geri dönen kimse manasınadır. Yani, sizin bu davranışınız, bana gelmek içindir. Çünkü ben sizin için kuvvet kaynağıyım. Sizi güçlendirdikten sonra tekrar savaşa döne­ceksiniz.

116- İmam Muhammed dedi ki: Ebû'I-Muhtar'ın babası olan Ebû Ubeyd es-Sekafî, Kussu'n-Nâtıf isimli yerde öldü­rüldü. Kendisi, kaçmayı reddetmiş ve ölünceye kadar düş­manla savaşarak sebat etmişti. Öldürülüşü üzerine Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Allah Ebû Ubeyd'e rahmet etsin. Şayet bana geri dönseydi ona kuvvet olurdum."

Buradan anlıyoruz ki, düşman güç getirilemeyecek kadar güçlü ise müs-lümanların ondan geri çekilmesinde bir sakınca olmadığı gibi, "Sebat etmek ve döğüşe devam etmek kendini tehlikeye atmaktır" diyenlerin hilafına, sebat edip savaşa devam etmekte de bir sakınca yoktur. Aksine, bunda kendini Allah için feda etme vardır. Sahabeden bunu yapanlar olmuştur. Anların koruduğu Asım b. Sabit bunlardandı ve Rasulullah (s.a.v.) onlan övmüştür. Buradan da anlıyo­ruz ki, bundu bir sakınca yoktur.

Başarı Allah'tandır.[205]

 

Daru'l-Harbde İslâm'ı Kabul Edip Dâru'l-İslâm'a Hicret Etmemiş Olanların Durumu

 

117- İmam Muhammed dedi ki: Bir kimse dârü'l-harbte müslüman olur da henüz dârü'l-İslama geçmeden bir müslü-man onu yanlışlıkla öldürürse, bu müslüman üzerinde diyet değil, Keffaret vardır.

118- Fakat imla yoluyla Ebû Hanife'den yapılan rivayete göre, ona keffaret de yoktur.

Halbuki keffaretin vucubiyetine delil, Yüce Allah'ın şu sözüdür : "...Eğer o mü'min, size düşman bir topluluktan ise, mü'min bir köleyi

azad etmek gerekir...[206]

Atâ' ve Mücâhid'den yapılan rivayete göre bu ayette kasdedüen, İslama girmiş ama henüz müslümanlara gelip katılmamış olan kimsenin öldürül­mesidir.

Ayrıca denildi ki: Bu ayet, Mirdâs isminde bir adam hakkında indirilmiş­tir. Bu zat, İslamı kabul etmiş ve henüz dârü'l-İslama hicret etmemişti. Üsâme b. Zeyd, İslamı kabul ettiğini bilmeden onu öldürmüştü. Allah bu ayeti indire­rek diyetin gerekmediğini ve fakat keffaretin gerektiğini bildirmektedir.

Buna diğer bir delil de, diyetin, Allah'ın hakkı olarak vacib olmasıdır. Di­ni kabul edip onun himayesine girmekle Allah'ın hakkı sabit olur. Ama dârü'l-îslama geçip onun himayesine girmekle ancak kulların hakkı olan tazminat sabit olur. Bunu, "es-Siyerü's-Sağir" de anlattık. Başarı ve yardım Allah'tandır.[207]

 

Yarayı Tedavi Etmek

 

119- Ebû Ümâme b. Sehl b. Huneyf'ten yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Uhud günü yüzünü çürümüş bir ke­mikle tedavi etmiştir.

120- Uhud savaşında Peygamber (s.a.v.)'in yüzünün yara­landığı ve kanının aktığı sahih rivayetlerle sabittir. O zaman Peygamber (s.a.v.):

"Peygamberlerin yüzünü kanıyla boyayan bir kavim nasıl felah bulur?." buyurmuş ve bunun üzerine şu ayet inmişti:

"O konuda senin yapacağın bir şey yoktur . Allah, ya tevbe-lerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olduklarından do­layı onlara azabeder."[208]

Rivayete göre Peygamber (s.a.v.), bir hasır parçasını ya­karak onunla yüzünü tedavi etmiştir.

Başka bir rivayette ise, çürümüş bir kemikle tedavi etmiş ve bir sargıyla bağlamıştı. Günlerce de bu sargının üzerine mes-hetmişti.

Burada, yaraları tedavi etmekle meşgul olmanın caiz olduğuna delil vardır.

121- Yasaklayıcı bazı rivayetlerden dolayı insanlardan bir kısmı tedaviyi kerih görmüşlerdir. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'den yapılan şu rivayettir :

"Ümmetimden yetmişbin kişi hesap görmeden cennete gire­ceklerdir." "Onlar kimlerdir Ya Rasulallah?" denildi. Buyur­du ki: "Bunlar, dağlanmaz, efsunla uğraşmaz ve kuşların uçuş­larını şöyle veya böyleye yorumlamaz; Rablarma tevekkül

ederler."

122- Biz Tedavinin caiz olduğunu söylerken Rasulullah (s.a.v.) den rivayet edilen şu hadise dayanıyoruz:

"Tedavi olunuz ey Allah'ın kulları! Muhakkak ki Allah, yaşlılık ve ölüm dışında, yarattığı her hastalık için mutlaka bir ilaç da yaratmıştır.

Tedavinin yasak olduğunu söyliyenlerin rivayet ettikleri ha­ber, mensuhtur. Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hendek günü ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Sa'd b. Muaz'ı dağla­yarak tedavi etmiştir. Es'ad b. Zürâre (r.a.)'ı da dağlayarak tedavi ettiği rivayet edilmiştir.

İmam Muhammed, daha sonra (mensuh olduğunu söylediği hadisin men-suh olmadığını farzedip) her iki rivayetin arasını uzlaştirarak şöyle dedi:

Şayet hastaya şifa verenin, ilacın kendisi olduğuna inanılırsa, o za­man tedavi ile uğraşmak caiz değildir.

Burada, çürümüş kemikle tedavi olmanın caiz olduğuna delil vardır. Ke­mikte hayat olmadığı için kuralımıza göre ölümle necis olmaz. Ama insan yahut domuz kemiği ise onunla tedavi olmak mekruhtur. Çünkü domuz bizatihi necis-tir. Eti gibi kemiği de necis olup hangi şekilde olursa olsun ondan yararlanmak caiz değildir. İnsan vücudu, hayatta olduğu gibi ölümünden sonra da hürmete layıktır. Bu nedenle, onunla tedavi olmak da caiz değildir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Ölünün kemiğini kırmak, canlının kemiğini kırmak gibidir."

123- İmam Zührinin şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah, kafirin, müslümanı köle edinemeyeceğine hükmetmiştir.

İmam Muhammed der ki: Biz de bu görüşteyiz. Hatta Kafir

bir kimsenin kölesi îslamı kabul ederse, köleliğinin devamına

müsaade edilmez ve bu köleyi satmaya zorlanır.

Hadis, kölede mülkiyetin devamını ve köleyi çalıştırmayı ifade eder. Çünkü kölelik devam etmektedir ve devamlılık, devam eden hususta yeni başlamış gibidir.

Ayrıca denildi ki: Burada kastedilen hür olan bir müslümanın köle edinil­mesidir. Kafir bir kimse bir müslümanı esir edip onu köle edinse, o müslümanın köleliği, kafir kimseye sabit olmaz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) : "îslam daima üstündür ve ondan üstünü olamaz." buyurmuştur. Bu ha­disten kasıt, İslamın güzelliğini haber vermek değil, İslamın hükmünü belirt­mektir. Bu, mutlaka gerçekleşecektir. Rasulullah'm haber verdiğine muhalefet etmek caiz değildir.

Ayrıca kafirin, müslümanı zelil kılması, şer'an caiz değildir. Halbuki kafir kişi malik, müslüman da onun mülkü olursa, bunda müslümanı zelil kılma var­dır. İslama sonradan giren bir kölenin, kafir yanında köle olarak devam etme­sinde de zillet vardır. O halde kafir, müslüman kölesini satmak mecburiyetin­dedir. Ancak azad etmesi için zorlanamaz. Çünkü zimmî olmayı kabul etmekle artık malı elinden alınamaz. Ayrıca kölenin İslamı kabul etmesi ve efendinin kafir olması, efendinin kölesine iyilik yapması için etkili bir durum değildir. Bu sebeple azad etmesi diye birşey yoktur. Ancak bir kimse kendi akrabasına köle olarak malik ise, o zaman köle karşılıksız olarak hürriyetine kavuşur. Çünkü akrabalık, iyilik ve ihsanda bulunmak için etkilidir.

124- İmam Muhammed dedi ki: İslama giren müşrik kim­senin cünüblükten yıkanması gerekir. Çünkü müşrikler, cü-nüplükten dolayı yıkanmazlar ve bunun için nasıl yıkanılaca­ğım da bilmezler.

Buradan anlaşılıyor ki, cünüplüğe sebep olan bir durum olduğunda kafir için de bu sıfat geçerlidir. Lakin alimlerimiz, ne zaman yıkanması gerektiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Kimilerine göre kafirler, şeriatlarla muhatabtır ve kafir iken yıkanmak üzerlerine vaciptir. Bu sebeble kafir iken yıkanmış olması geçerli olur.

Kimilerine göre ise müşrikler şeriatlarla muhatap değildirler. İslama gir­dikten sonra yıkanmaları gerekir. Çünkü cünüblük vasfı kalıcıdır. Devamlı ol­ması sanki, sebebi yeni meydana gelmiş gibi bir sonuç doğurur. İslama gir­mezden önce yıkanmasının sahih olması ise yıkanma sebebinin mevcut olma­sındandır.

Bunun içindir ki, hayızh bir kadın kanı kesildikten sonra İslama girerse, ondan dolayı yıkanması gerekmez. Çünkü ona yıkanmanın vacip olması, kanın kesilmesidir. Kanın kesilmesi ise, devamlılık ifade etmez. İslama girdikten sonra hakikaten ve hükmen sebeb meydana gelmediyse, yıkanması gerekmez.İmam Muhammed, onlar yıkanmanın nasıl yapıldığını bilmezler, sözüyle, cünüplükten yıkanırken ağzı ve burnu yıkamadıklarını kastetmektedir. Halbuki ğusulde bunların ikisi de farzdır. Onun için bir kafir İslamı kabul ettiği zaman cünüplükten yıkanması ona emredilir.

125- Ebû Hüreyre'nin naklettiği hadisi de buna delil olarak getirmiştir. Bu rivayete göre Sümame b. Esâl el-Hanefi İslam'a girdiği zaman Rasulullah (s.a.v.) yıkanmasını emretmiştir.

İbn Ömer (r.a.) der ki: Yıkandıktan sonra iki rekat namaz kıldı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) :

"Arkadışınizın İslamı güzel oldu." buyurdu.

Küleyb'ten yapılan rivayete göre de, Rasulullah (s.a.v.) e gelip ona biat edince Rasulullah (s.a.v.) ona: "Başından küfür saçını tıraş et" demiş ve o da gidip tıraş olmuştur.

126- İmam Muhammed dedi ki: Saç kesmenin vacip olduğu kanaatında değiliz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bunu sahabenin çoğuna emretmemiştir. Belki de, Küleyb saçlarıyla övündüğü için, saçını kesmesini emretmiştir. Yahut, kafir olduğu zaman bitmiş olan saçlarını keserek ziyadesiyle temizlenmesini hoş karşılamıştır. Ama yıkanmak bundan farklıdır.[209]

 

Altın Burun Protezi Takmak

 

127- Arfece b. Es'ad'dan rivayete göre, cahiliye döneminde meydana gelen Kilâb savaşında burnu kesilmiş ve bu sebeble gümüşten bir burun protezi taktır mıştı. Ancak sonradan tak­tığı bu burun kokmaya başlayınca Rasulullah (s.a.v.) altından burun protezi taktırmasını emretti.

İmam Muhammed bu olaya bakarak şöyle diyor :

128- Altın taktırmada bir sakınca yoktur. Aynen bunun gi­bi, bir kimsenin dişi düşse, onun yerine altın bir diş taktırma­sında yahut dişini altınla kaplatmasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, İbrahim en-Nehai'den rivayet edilmiştir.

Ebû Hanife ise, altından diş taktırma yahut kaplatmayı

mekruh sayardı. Çünkü yararlanma maksadı ile erkekler için

altın kullanmak caiz değildir. Gümüş kullanmak ise caizdir.

Gümüş yüzük kullanmanın caiz oluşu buna delildir.

İmam-ı A'zama göre, yukanda rivayet edilen hadis, Arfece'ye mahsustur.

Ayrıca İmam Ebû Hanife'nin metoduna göre, üzerinde ittifak edilen genel durum (âmm), Özel duruma (hâss) olana tercih olunur. Ebu Hanife'nin öne sür­düğü meşhur bir hadise göre Rasulullah (s.a.v.), altını sağına, ipeği de soluna alarak şöyle buyurmuştur:

"Şu ikisi (altın ve ipek), ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir."

En doğrusunu Allah bilir.[210]

 

Antlaşmalı Düşmanın Malları

 

129- Müslümanlar, müşriklerden bir toplulukla antlaşma yapsalar, onlar kendi istekleriyle vermedikçe, onların mallarını almak müslümanlara caiz olmaz. Çünkü bu antlaşma sebebiyle artık onların mal ve canları, müslumanların mal ve canları me­sabesindedir. Nasıl, gönül rızasıyla vermeleri dışında müslü-manların mallarını almak caiz değilse, antlaşmalı müşriklerin mallarını almak da caiz değildir. Çünkü gönül nzalan dışında mallanm almak, ihanet ve ahde vefasızlıktır.

Oysa ki Rasulullah (s.a.v.) :

"Ahidlere vefalı olmak gerekir, Antlaşmayı çiğnemek caiz değildir."

buyurur.

130- Ayrıca Ebû Sa'lebe hadisi ile delil getirildi ki, Hayber savaşında, antlaşma yapıldıktan sonra yahudilerden bir cemaat gelip dediler ki: "Bizim bahçelerimiz var. Senin arkadaşla­rından bu bahçelere girip bakla yahut sarımsak alanlar oldu. Rasulullah (s.a.v.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'a müslümanlar arasında "Haksız yere antlaşmalılarin mallarını size helal görmem." şeklinde seslenmesini emretti.[211]

 

Müşriklerin Camiye Girmeleri

 

131- İmam Zührî'den rivayete göre, Ebû Süfyan b. Harb, antlaşma döneminde, kafir olduğu halde mescide girerdi. An­cak kafir bir kimsenin Mescid-i Haram'a girmesi caiz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Ey inananlar! şüphesiz puta tapanlar pistirler, bu sebeble, bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz bilendir, hakimdir."[212] Antlaşmadan maksat, Rasulullah (s.a.v.) le Mekke müşrikleri arasında Hüdeybiye'de yapılan antlaşmadır.

Müşrikler, antlaşmayı bozmuş ve Rasulullah (s.a.v.) in kendilerine savaş açacağından korkuyorlardı. Ebû Süfyan, antlaşmayı yenilemek için Medine1 ye gelmiş ve mescide girmişti.

İmam Zührî'den yapılan bu rivayet, İmam Malik'e karşı bizim lehimize delildir. İmam Malik: "Müşrikin herhangi bir mescide girmesine müsaade edi­lemez." der.

Bizim lehimize başka bir delil de şudur: Sakîf kabilesinin elçileri geldik­lerinde, Rasulullah kendileri için Mescid-i Nebevide bir çadır kurmalarını emir buyurmuştur. "Onlar necis kimselerdir." denildiğinde de, şöyle buyurmuştur: "Yere, necasetlerden birşey düşmez."

İmam Şafiî, Zührî'den rivayet edilen hadisi alarak ayette geçen Mescid-i Haram dışında diğer mescidlere girebileceklerini söyler.

Bize göre ise, diğer mescidlere girdikleri gibi Mescid-i Haram'a girmek­ten alıkonmaziar. Bu hususta düşman ile zimmî arasında da fark yoktur.

Ayetin anlamına gelince: Cahiliye döneminde müşrikler, adetleri üzere çıplak olarak Ka'be'yi tavaf ediyorlardı. Ayet, bu şekilde girmelerini yasaklamaktadır. Ayette geçen yaklaşmaktan maksat ise, Mescid-i Haram'ın işlerini tanzim etmek ve onun onarımı ile İlgilenmektir ki, biz de çıplak olarak Mescid-i Haram'a giremeyeceklerine, ne onun tanzimi ve ne de onarımıyla uğraşamaya-caklarma inanıyoruz. Bu durumlardan hiçbiri için onlara müsaade edilemez.[213]

 

Kadınların Hamama Gitmeleri Ve Hayvana Binmeleri

 

132- Rivayete göre, Ömer b. Abdülaziz, valilerine genelge göndererek nifaslı ve hasta kadın dışında kadınların hamama girmemelerini istemiştir.

Kadınların hamama gitmelerinin mekruh olduğunu söyleyenler buna da­yanırlar. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.) in şu hadisini de buna delil sayarlar :

"Hangi kadın, kocasının evinden başka bir yerde cilbabını (elbise - başör­tüsü) çıkarırsa Allah'ın, cümle meleklerin ve insanların lanetleri onun üzerine

olsun."

Humus kadınları Hz. Aişe (r.a.) nın yanına girdikleri zaman onlara: "Siz hamamlara gidenlerden değil misiniz?" diye sormuştu. Onlar: "Evet" deyince de, evden çıkmalarını ve oturdukları yerin yıkanmasını emretmiştir.

Mezhebimize göre ise, iffetli bir şekilde gider ve peştemal kullanırlarsa kadınların hamama gitmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü hamama gitmek, zi-net (süslenme) anlamındadır ve bu, erkeklerden çok kadınlara yakışır. Yahut da, yıkanma ihtiyacı için hamama gidilir ki, bu durumda kadının temizlenmesini gerektirecek sabebler daha çok olduğu için, kadının ihtiyacı daha çoktur. Er­kek, havuz ve nehirlerde yıkanabilir. Halbuki kadının buna imkanı yoktur.

Hadisin teViline gelince, kadının, kocasının izni olmadan dışarı çıkması mekruh görülmüştür. Çünkü asıl olan kadınların evlerinde oturmalarıdır. Onlar, bununla emrolunmuşiardır. Ayette peygamberin eşleri için, "Evlerinizde oturun;"[214] buyurulmaktadır.

Ömer b. Abdülaziz, söz konusu genelgesinde şunu da yazmıştı: "Hiç­bir müslüman kadın eğere binmesin." Çünkü Rasulullah (s.a.v.) "Eğer­lere binen kadınlara Allah lanet etsin". buyuruyor.

Bununla, eğlenmek yahut süslenip püslenip kendisini erkeklere göster­mek isteyen kadın kastedilmiştir. Ama cihad için yahut kocasıyla birlikte hacca gitmek gibi bir ihtiyaçtan dolayı biner, gereği şekilde örtünürse, binmesinde bir sakınca yoktur.

Ömer b. Abdülaziz, aynı genelgesinde yine şöyle yazdı: Ehli Kitabın eğerlere binmelerine müsaade olunmasın. Onlar, palana (semere) binsinler Ayrıca, tanınmaları için kuşak bağlasınlar.

Yani, elbiselerinin üzerine zünnar bağlasınlar ve semere benzeyen eğere binsinler. Bu önü yüksekçe olan bir eğerdir. Onlara bunun emredilmesinin se­bebi; izzet sahibi olma konusunda müslümanlarla yarışmalarının önlenme­sidir .Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır.

"Kitap Ehlini hakir ve zelil görünüz, ama onlara zulmetmeyiniz."

Hz. Ömer b. Hattab (r.a.), zimmîlerle, zünnar bağlamaları şartı üzere an­laşmıştı. Valilerine gönderdiği bir genelgede de: "Zimmîlere, boyunlarına kur­şundan kolye takmalarını, kemer bağlamalarını ve müslümanlara benzeme­melerini emretmelerini yazmıştır."

Bu meselenin açıklaması ileride gelecektir.[215]

 

Para İle Cıhad Etmek

 

133- Ebû Hanife (r.a.) der ki: Müslümanlar güçlü oldukları müddetçe cihad için ücret almaları ve vermeleri mekruhtur. Ama güçlü değillerse, birbirlerini mal ile takviye etmeleri caiz­dir. Yüce Allah :"AHah yolunda hakkıyla cihad edin...’’[216] bu­yurmaktadır.

Hakkıyla cihad etmek, mal ve canla cihad etmektir. Cihada çıkan kişi zengin ise, hem mal ve hem de canıyla cihad etmeli ve cihadından dolayı kimseden ücret almamalıdır. Ama fakir ise başkalarından gönül rızalarıyla, cihada güç getirecek şekil­de mal almasında bir sakınca yoktur. Böylece biri canıyla, diğeri de malıyla cihad etmiş olur.

134- Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bekar kimseyi, evli kimsenin parasıyla silahlandırıp onu savaşa gönderirdi. Savaşa gitmeye­nin de, atını alır ve savaşa gidene verirdi.

135- Rivayete göre, İbn Abbas'a ücret alma konusu sorul­duğunda şu cevabı vermiştir: Kişinin aldığı malı cihadda kulla­nacağı hayvan ve silaha vermesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü mal sahibi, cihad güçlü yapılsın diye mücahide malım vermekte, kendisi de malı ile cihad etmiş olmaktadır. Bu nedenle mücahid kişinin o malı cihad yolunda değil de, kendi şahsı için harcaması mekruhtur.

136- Nitekim rivayete göre, Abdullah b. Yezid el-Ensârî (r.a.) dan cihad için kendisine mal verilen bir kimsenin du­rumu soruldu. Bu adam kendisine verilenden daha azını cihad yolunda harcıyordu. Abdullah dedi ki: Şayet artırdığı miktarı kendi şahsına harcamayacaksa, bunda bir sakınca yoktur.

Yani maksadı, ayırdığı miktarı daha sonra kendi ihtiyaçlarına harcamak değilse, bunda bir sakınca yoktur. Savaştan döndüğü vakit bu artırdığını götürüp kendisine veren kişiye iade eder. Bu tıpkı başkası yerine hacca giden kimse gi­bidir. Başkası yerine hacca giden kimse, döndüğü vakit arta kalan paraları sahi­bine iade eder. Çünkü arta kalanı iade etmediği takdirde, amelinden dolayı ücret almış gibi olur. Cihad için ücret almak ise batıldır.

137- Buna göre, devlet başkanı bir ordu hazırlamak istediği zaman şayet beytülmal (devlet hazinesi) müsait ise, orduyu buradan donatması ve kimseden birşey almaması gerekir. Ama devlet hazinesinin durumu yeterli değilse, halktan kendilerine düşeni zorla alma imkanına sahiptir.

Çünkü devlet başkanı, halkı gözetme konumundadır. Bu ise halkı tam manasıyla gözetmenin gereklerindendir. Rivayet olunur ki, Muaviye (r.a.) Küfe halkına bir miktar askeri teçhiz etmelerini emretti. Bu arada Cerîr b. Abdillah ve oğluna acıyarak onlardan birşey alınmamasını istedi. Ama onlar buna itiraz ederek biz de gazilerin teçhizi işine malımızla katılmak istiyoruz, dediler.

138- Cübeyr b. Nüfeyr'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.

"Ümmetimden düşmanla savaşan ve güçlenmek amacıyla bunun için ücret alanlar Hz. Musa'nın annesine benzerler. Hz. Musa'nın annesi çocuğunu emziriyor ve bundan dolayı ücret alıyordu." Yani gazilerin savaşa katılmaları, kendi şahısları içindir. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendinizedir..."[217]

Düşmana karşı güçlenmek için gazilerin mü'min kardeşle­rinden para almaları helaldir. Nitekim Hz. Musa'nın annesi kendi çocuğuna süt emzirirken kendi kendisine iş yapmış olu­yordu ve süt emzirmeye güç yetirmek için Firavun'un verdiği ücreti alıyordu. Bu ona helaldi.

139- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman, İslamı ka­bul etmesi kaydıyla bir müşrike bir miktar para verse ve o da bu mal karşısında İslamı kabul etse, o kişi müslüman olur. Çünkü İslamın gerçekleşmesi için gerekli olan tasdik ve ikrar tahakkuk etmiş olur.

Ona para verilmesi şartı, ikrar ve tasdiki bozmaz. Bu nedenle müslüman-lığma hükmolunur. İster o para ona verilmiş olsun, isterse verilmesin farketmez. Çünkü kendisine bu para verilmediği takdirde nihayet buna rızası olmayacaktır ki bu da müslüman sayılmasına engel değildir. Nitekim İslanu kabullenmek için zorlanan kimsenin zorlanmış olması, İslama girmesine engel değildir. Para ver­meyi şart koşan kişi ise, bu parayı vereceği gibi, vermeye de bilir. Ancak ver­mesi daha iyidir. Çünkü bunu vermeyi va'detmişti. Ahde vefa mü'minlerin ahla­kından, vefasızlık ise, münafıkların ahlakındandır.

Ancak İslama giren şahıs açısından düşündüğümüzde, bu durum kendi­sine yarar sağlamıştır. Bundan dolayı başkasından bir ücret alma hakkı yoktur. O parayı haketmesİ için, o kimseye bir İş yapmış olması gerekir. Para İslamın karşılığı olamaz. O kimseye bir iş yapmamıştır ki bunun karşılığında bir ücret hak etsin. Ona vadedilen para ya rüşvettir ya da İslama.rağbetini arttırsın diye bir vasıtadır. Bunların her ikisi de para teslim edilmeden önce, kişiyi o paraya sahip kılamaz. Bu sebeple kendisine o para verilmediği takdirde İslamdan vazgeçerse mürted olur. Tekrar İslama dönmediği takdirde boynu vurulur. Rasulullah (s.a.v.) :

"Dinini değiştireni (İslamdan döneni) öldürün!" buyurmaktadır.[218] Ama İslamı kabul etmesi için zorlanan kimse daha sonra îslamdan döne­cek olursa, öldürülmez. Çünkü tehdit karşısında İslamı kabul ettim demesi, o-nun bu sözü İnanmadan söylediğni gösterir. En azından bu bir şüphedir ve ölü-mü üzerinden defetmeye yeterlidir. Ama şart koşulan belli bir para karşılığında İslamı kabullenen için şart koşulan bu para, onun inanmadan İslamı kabul etti­ğine bir delil değildir. îslamı kabulü tamamlanmıştır ve bunda bir şüphe yoktur. Bu sebeple de, İslamdan döndüğü takdirde öldürülür.

140- Ğalib b. HutâFtan yapılan rivayette şöyle demektedir: Hz. Hasan R-A.'m evinin Önünde oturuyorduk. Yaşlı bir adam gelip bize selam verdi, sonra da şöyle dedi: Babam dedemden naklederek Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu bana haber verdi:

"Bir topluluğa selam veren kişi, onun selamını alsalar bile, mutlaka onlardan on iyilik fazla kazanır.

Bu hadiste, selama başlamanın daha faziletli olduğuna delil vardır. Se­lama başlayanın sevabı daha çoktur. Çünkü cevaba sebeb olan, selamı başlatan kimsedir. Dolayısıyla iyiliği başlatan ve ona sebeb olan, kendisidir. Tabii ki, cevap veren de sevap kazanır.

Yaşlı adam, daha sonra şöyle dedi; Babam dedemden bahsederek, bana şunu haber verdi: Babam, kabilesine şart koşmuştu. İslamı kabul ettikleri takdirde onlara yüz deve verecekti. Onlar da İslamı kabul ettiler. Bunun üzerine babam, Rasulullah (s.a.v.)e bu durumu haber vermek ve onu kabilesinin reisi olarak kabul buyurmasını istemek üzere beni Rasu­lullah (s.a.v.)e gönderdi. Ben de Rasulullah (s.a.v.) e giderek: Babamın sana selamları var, dedim." "Selam, ona ve sana." buyurdu.

Biri, orada hazır bulunmayan bir kimsenin selamını getirip tebliğ ettiği zaman, hem selamı getirene ve hem de selamı gönderene selam vermek gerekir. Çünkü orada hazır bulunmayan ve selam gönderen kişi selamı göndermekle, elçi de onu iletmekle ona iyilikte bulunmuştur. O halde kendisinin de, selam­larına cevap vermekle her ikisini de mükafatlandırması gerekir.

Babamın yaptığını Rasulullah (s.a.v.)'e şöyle anlattım: Babam, aşi­retine şart koştu. İslama girdikleri takdirde kendilerine yüz deve verece­ğini söyledi. Onlar da İslamı kabul ettiler. Şu anda İslama bağlılıkları da samimi. Onlara söz verdiği yüz deveyi vermekten vazgeçebilir mi? Rasu­lullah (s.a.v.): "Dilerse vazgeçebilir. Şayet İslam üzere sebat gösterirlerse ne güzel. Ama vazgeçerlerse üzerlerine asker göndeririz," buyurdu.

Bu da gösteriyor ki, şart koşulan para, işin başında verilen bir bağıştır. Bağışlayan kimse ise, karşılığını vermeden bağıştan vazgeçebilir. Bu yolla kişi­nin başkasını İslama teşvik etmesinde bir sakınca yoktur. Görmüyor musun, müellefe-i kulûb'un zekâttan alacakları pay ayetle sabittir. Bazı müfessirler, İslam üzere sebat göstermeleri için kendilerine bu pay verilir demektedir. Ama bazıları da İslama gireceklerine söz verdikten sonra, İslama girmeleri için bir teşvik olarak bu payın onlara verildiğini söylemektedir.

Ayrıca yukarıdaki hadiste, bir şart üzerine İslama girenlerin İslamdan vazgeçtikleri takdirde öldürüleceklerine dair de delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)' in "Üzerlerine asker göndeririz," buyurmasından maksat budur.

Babam, ayrıca senden, kavminin başkanı olarak kendisinin atan­masını rica ediyor, dedim. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dilerse olsun.

Lakin reisler ateştedir."

Yani isteğine mani olmam. Lakin ona haber ver ki, istediği şeyde hayır

yoktur.

İrafet: başkanlık manasındadır, Arîfü'1-kavm dendiği zaman o topluluğun idarecisi ve işlerini düzenliyen kişi manasınadır. Rasulullah (s.a.v.):

"İnsanlar için bir idareci gereklidir, (lakin) İdareci ateştedir." demiştir.

Yani çoğu zaman halkın başına geçen kişi onlara zulmeder. Onlara karşı tekebbüre kapılır. Zalim ve mütekebbirlerin varacağı yer ise cehennemdir, de­mek istemektedir.

Bu hadiste, idarecilik istemekten kaçınmanın daha iyi ve emniyetli

olduğuna delil vardır.

141- İmam Muhammed derki: Şayet müslüman bir şahıs düşman bir kafiri öldürmek şartıyla başka bir müslümana bir ücret va'detse ve o müslüman kişi gidip o düşman kafiri öldür­se, her ikisi için bunda şer'i bir sakınca yoktur. Bana göre ken­disine va'dettiği ücreti vermesi daha iyi olmakla birlikte, öde­mesi için zorlanamaz.

Çünkü düşman kafiri öldürmek cihaddır. Kİrn bu işi yaparsa, ya kendi nefsi için yahut dini yüceltmekle Allah rızası için yahut da düşman olan kimse­nin fitnesini bertaraf etmekle İslam toplumu için bir harekette bulunmuştur.Bundan dolayı kendisine va'dedilen ücreti hak etmez. Çünkü bu hareket, ken­disine vaadde bulunan kimsenin özel bir işi değildir. Lakin kendisine verdiği sözü yerine getirmesi efdaldir.[219]

Ama vadeden kişi o ücreti vermek istemediği takdirde zorlanamaz,

142- Rivayete göre Yâmîn bin Vehb İslamı kabul ettikten sonra Rasulullah (s.a.v.) kendisine şöyle dedi:

"Ey yâmîn! Amcaoğlunun beni öldürmeğe kalkıştığını görmedin mi?" O zaman Yâmîn: "Ben onun hakkından geli­rim ya Rasulullah" dedi. Sonra Araplardan birine, amcasının oğlunu öldürmek üzere on dinar vererek onu bu işle görevlen­dirdi.

Bir rivayette ise: Onu öldürmesi için beş vaşak vermiştir.

Kiralanan o şahıs da gidip yâmîn'in amca oğlunu öldürmüş­tür. Öldürülen kişi Amr b. Cahhâş idi.

Burada, böyle bir harekette bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü mutlaka Rasulullah (s.a.v.) bu olaydan haberdar olmuştu.

143- Ancak devlet başkanı, böyle bir iş için birine, beytü'l-malden bir ücret vermeye söz verirse, sözünü yerine getirmek mecburiyetindedir. Çünkü beytü'1-mal müslümanların ihtiyaç­ları içindir. Gidip kafir düşmanı öldüren kişi ise, bir bakıma bütün müslümanların işçisi durumundadır. Bu nedenle devlet başkanı kendisine va'dettiğini vermek mecburiyetindedir.[220]

 

Müşriklerin Kablarını Kullanmak, Yemeklerini Ve Kestikleri Hayvanların Etlerini Yemek

 

144- Yeme ve içmede müşriklerin kab kaçağını kullanmada her ne kadar bir sakınca yoksa da, kullanılmadan önce yıkan­maları daha iyidir.

Çünkü küfrün kirliliği kaplara bulaşmaz. Onlara ancak maddî bir kirlilik dokunabilir ki, bu da yıkamakla giderilir. Bu hususta müslümanların kaplanyla müşriklerin kaplan arasında bir fark yoktur. Ancak müşrikler kaplarının temiz­liğine gereken önemi vermedikleri ve onlara güven olmadığı için kaplarının tekrar yıkanılması gerekir.

Ama kişi, dış görünüşlerine bakıp yıkamazsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kaplarda aslolan, temiz olmalarıdır. Ancak yıkanırlarsa daha ihtiyatlı davramlmış olur. Nitekim Ebû Sa'Iebe ei-Huşanî'nin rivayetine göre, kendisi Rasulullah (s.a.v.) e: "Ya Rasulallah! Müşriklerin topraklarına gidiyoruz. Kap­larında yemek yiyelim mi?" diye sormuş, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Başka bir çare bulamadığınız takdirde onları yıkayın, sonra onlarla yeyin."

Hadisin tamamını Av bölümünde belirttik. Hasan-ı Basrî'den, mecûsîle-rin kase ve çömleklerinin durumu soruldu: Onlarda yemek pişirilip yenebilir mi? Soran kişiye şöyle cevap verdi: "Önce onu yıkayıp temizle. Sonra da yemeğini pişir ve ye."

İbn Şîrînden rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) in ashabı müşriklere galib geldiklerinde kaplarından yemek yeyip içiyorlardı.

Huzeyfe (r.a.)' den rivayete göre kendisine, içinde içki içilen bir sürahiyi getirdiler. Huzeyfe, onun yıkanmasını emretti ve sonra onunla su içti. Yapılan bu rivayetler, söylediğimizin doğruluğuna delildir.

145- Yahudi ve hristianların, gerek kestikleri hayvanların etleri olsun, gerek diğer yemekleri olsun, yenmesinde bir sa­kınca yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Kitap verilenle­rin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir..."[221]

Mecûsîlere gelince; kestikleri hayvanın eti hariç, diğer yiye­ceklerinin hepsinde bir sakınca yoktur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: Ehli kitaba davrandığınız gibi mecûsî­lere de davranınız. Ancak kadınlarını nikahlamayın ve kestik­leri hayvanların etini yemeyin."

Çünkü onlar iki ilaha inanırlar. Kestiklerinde Allah'ın adını samimi bir şekilde anmak onlar için söz konusu değildir. Halbuki kesilen hayvanlar üze­rinde Allah'ın adını anmak şarttır. Kitab ehli, her ne kadar tevhidlerinde şirk gizli ise de açıkta Allah'ı tevhid ederler.

146- Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'m şöyle dediği rivayet edildi: "Kestikleri hayvanın eti hariç, mecûsîlerin yiyeceğinde bir sakınca yoktur."

Selmân-ı Fârisî'nin kölesi Süveyd'in de şöyle dediği rivayet edilir: Allahu Teala Parsları mağlub ettiği gün, bir sepet bul­duk ki içinde ekmek, peynir ve bıçak vardı. O sepeti alıp Sel-man (r.a.)'a götürdüm. Sehnan, arkadaşlarına ekmeği ve pey­niri verdi ve oturup yemeye başladılar. O zaman Farslar me-cûsî idiler. Buradan da anlıyoruz ki, kestikleri hayvanın eti hariç diğer yemeklerinin yenmesinde bir sakınca yoktur. Burada ganimet sahiplerinin, henüz ganimetlerin taksimi yapılmadan on­dan yemelerinin caiz olduğuna delil vardır.

147- Sâid b. Cübeyr'e mecûsîlerin süzme yoğurt ve tarha­naları soruldu. O da: "Bir sakıncası yoktur" cevabını verdi.

Çünkü bu yiyeceklerde kestikleri hayvanın eti yoktur. Mecûsîler de, kes­tikleri hayvan dışındaki diğer yiyeceklerinde müslümanlar gibi temiz yemek

yaparlar.

148- İmam Şa'bî'den, mırıldanarak [222] yemek yiyen bir me-cûsî ile beraber yemek yenilip yenilemeyeceği soruldu. O da: "mecûsîlerin yemeğinden ye" karşılığını verdi.

İmam Şa'bî burada kendisinden sorulan mırıldanma meselesine değinmemistir.Böyle davranması, Hz. Ömer (r.a.) in, valilerine mektup yazarak mecû­sîlerin yemek esnasında mırıldanmalarına engel olmalarını istediği şeklindeki rivayet sebebiyledir. Oysa ki bu rivayet şazdır.

Çünkü zimmîliği kabul etmelerinden dolayı, bundan daha büyük olan içki içmelerine ve domuz eti yemelerine müsaade ediyoruz. Onun için İmam Şa'bî bu yöne dokunmamış ve kestikleri hayvanın eti dışında kalan yemeklerinden yenebileceğine fetva vermiştir.

149- İbrahimden rivayete göre ordularımız Irak toprak­larını fethettikleri zaman müşriklerin ekmeklerinden yediler.

Vakıdî, Meğâzî'de zikreder ki: Müslüman askerler Kisranın mutfağını ele geçirdiklerinde kazanlarda yemek vardı. Müslüman askerler bu rengarenk ye­mekleri boya zannedip denemek için sakallarına sürdüler. Sonra bunların yemek oldukları söylenince yemekler kendilerine dokununcaya kadar yediler.

Gerçekte Kisra'nm yemekleri etsiz olmazdı. Bu nedenle bu şekilde davra­nan akerler, orduda bulunan bedevi Araplar olmalı ki, bunlar şer'î hükümleri pek bilmezlerdi. Onların davranışları muteber değildir.

150- Kitabın müellifi İmam Muhammed, daha sonra Ali b. Ebi Talib (r.a.)'a düşman hıristiyanların kestikleri hayvan­ların etlerinin yenilip yenilmeyeceği sorulduğu ve kendisinin bunda bir beis görmediğini, ancak kadınlarıyla evlenmenin mekruh olduğunu söylediğini nakleder.

Bunu çirkin görmesi, müslüman kişinin dârü'l-harbde kal­masından korkulduğu içindir. Yoksa, onlarla evlenmenin ha­ram olduğunu söylemek istememiştir.

151- Hz. Ali (r.a.)nı rivayet etiği hadis buna delil olarak getirilir. Buna göre: Rasulullah(s.a.v.),Hecer [223] mecûsîlerine mektup yazarak onları İslama davet etti. Onlardan kim Islamı seçerse, bu seçiminin kabul edileceğini, kabul etmeyenlerin de cizye vereceklerini, kestikleri hayvanların etlerinin yenmeyece­ğini ve kadınlarının nikahlanamayacağını da mektubunda belirtti.

Öyle zannediyorum ki müleilif, Rasulullah (s.a.v.) in, mecûsîleri özel­likle zikretmesinin ehl-i kitabın kadınlarının caiz olduğu anlamına geldiği için bu hadisi burada delil olarak getirmiştir. Yeri geldiğinde bu meseleyi etraflıca anlatacağız.

152- İmam Muhammet!, müslümanın hür veya cariye ola­rak mecusi bir kadınla cinsel ilişki kurmasının caiz olmadığını, bunun ancak nikahla mümkün olabileceğini belirtmektedir. Müslümanın hür veya cariye mecusi kadınla evlenmesi ise, caiz değildir.

Sabitlere gelince; Ebû Hanife'ye göre, kestikleri hayvanların eti yendiği gibi, kadınları da nikahlanır ve bu mekruh da değildir. Ama İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, ne kestikleri hayvanın etinin yenmesi ve ne de kadınlarının nİkahlanması caizdir.

Ancak aralarındaki bu ihtilaf, sabitlerin kim oldukları hakkındaki ihtilaf­tan kaynaklanmaktadır. Ebû Yusufla Muhammed'e göre Sabitler, yıldızlara tapanlar ve yıldızların tanrılar olduklarına inananlardır. Gizledikleri temel inançları budur. Ancak bunu açığa vurmaları, onlar için caiz değildir. Ebû Ha-nife ise, dış görünüşlerine bakarak hükmünü vermiştir. İki İmam, hükümlerini belirtirken, gizledikleri inançlarını göz önünde bulundurarak vermişlerdir ki, sabitler bu halleriyle mecûsîler gibidirler. Hatta onlardan da daha kötüdürler. Başarı Allah'tandır.[224]

 

Kişiler Ne Zaman Müslüman Sayılır?

 

153- Hasan-ı Basrî (r.a.) dan Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Müşrikler, "Lâ İlahe illallah" de­yinceye değin onlarla savaşmakla emrolundum. Bu sözü söyle­dikleri zaman şeriata göre hak ettikleri cezalar dışında can ve mallarım benden korumuş olurlar. Hesaplarını da Allaha vere­ceklerdir.

Kitabın müellifi İmam Muhammed der ki: Rasulullah (s.a.v.) Allah'ı birlemeyen putperestlerle savaşıyordu. Onlar­dan kim "Lâ İlahe İllallah" dediyse, bu sözünü İslam ı kabul ettiğine delil sayardı.

Netice olarak bir kimse malum olan şirk inancının zıddı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslama girdiği kabul edilir. Çünkü gerçek inancını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz. Şayet daha önce belirttiği inancından farklı bir söz söylerse bunu, inancını değiştirdiğine delil sayarız. Aslında putperestler Allah'ın varlığını kabul ediyor­lardı. Allahu Teala şöyle buyurur :

"And olsun ki,onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: Allah derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?"[225]

Fakat Allah'ın birliğini kabul etmiyorlardı. Yüce Allah onların bu durumu ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor : "Onlara: "Allahtan başka tanrı yoktur" denildiği zaman, şüphesiz büyüklenirler."[226]

Yine onların bu konuyla ilgili sözlerini şöyle haber veriyor : "İnkarcılar; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, demişlerdi."[227]

Onlardan her kim, "Lâ İlahe İllallah (Allah'tan başka ilah yoktur)." derse, daha Önce üzerinde bulunduğu inancın tersini ikrar etmiş olur. Onun için de bu, imanına delil sayılmış ve Rasulullah (s.a.v.):

"Lâ İlahe İllallah" deyinceye değin müşriklerle savaşmakla emrolun-düm." buyurmuştur.

154- Mani dinine mensup olanlarla iki ilah olduğunu iddia edenler (Seneviyye) de bu durumdadır. Bunlardan biri "Lâ İlahe İllallah" derse, bu, onun İslamı kabul ettiğine delildir.

Ama yahudilerle hıristiyanların durumu böyle değildir. On­ların "Lâ İlahe İllallah" demeleri, İslama girmiş olmalarına delil sayılamaz. Onlar RasuIuUah (s.a.v.) döneminde onun pey­gamberliğine inanmıyorlardı. Bundan dolayı " Muhammedün Rasulullah" demeleri de gerekiyor. Nitekim, rivayete göre Ra-sulullah (s.a.v.) hasta olan yahudi komşusunu ziyarete gitti ve o yahudiye telkin sadedinde: "Şehadet ederim ki, Allah'tan baş­ka ilah yoktur ve ben Allah'ın rasulüyüm." buyurdu.

Hasta yahudi, babasına baktı. (Şehadeti getirmek için mü­saade istiyordu.) Babası da ona: "Ebû'I-Kasim'a cevap ver" dedi. Hasta, şehadeti getirdi ve sonra da ruhunu teslim etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sayemde bir kişiyi cehennem ateşinden kurtaran Allah'a şükürler olsun." Daha sonra ashabına dönerek: "Din kardeşinizin cenaze işlem­lerini yapın diye" emretti.

155- İmam Muhammed dedi ki: Bugün ise Irak toprakla­rında yaşayan ehl-i kitabtan bazıları var ki, "Lâ İlahe İllallah, Muhammed rasulullah" derler ama onun, Arapların peygam­beri olduğunu, İsrail oğullarına gönderilmediğini ileri sürerler. Bu konuda Yüce Allah'ın "Ümmiler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitabı ve hikmeti öğre­ten bir Peygamber gönderen de O'dur..."[228] sözünün zahirini de kendilerine delil gösterirler. Onlardan her kim, bu inançla Muhammed'in Peygamberliğini kabul ederse yine İslamı kabul etmemiş sayılır. İslama girebilmesi için kendi dininden tama­men uzaklaşması gerekiyor. Hatta yahudi yahut hıristiyan olan bir kimse : "Ben müslümanım yahut müslüman oldum" derse yine İslamı kabul ettiğine hükmolunmaz. Çünkü batıl dinlerine İslam ismini verirler. Müslüman, Hakka teslim olan kimsedir.

Biz de Hakka teslim olmuş kimseleriz, derler. Bu nedenle sa­dece bu sözü söylemeleri, onları müslüman kabul etmemizi ge­rektirmez. Mutlaka, tabi oldukları dini de terketmeleri gere­kiyor.

Yine onlardan biri : "Ben yahudilikten beriyim" der, ama bununla birlikte "İslama girdim" demezse, İslamına hükmo­lunmaz. Olabilir ki yahudilikten çıkıp hır isti yanlığa girmiştir. Ama "Yahudilikten çıktım" dedikten sonra "İslama girdim" derse, o zaman hır is tiy anlığa girmiş olması ihtimali ortadan

kalkar.

Alimlerimizden bazısı der ki: Şayet "İslama girdim" derse, daha önce inanmakta bulunduğu dinden beri olduğunu söylemese de, İslamı kabul ettiğine hükmolunur. Çünkü söylediği sözde, İslama yeni girdiği anlaşılmaktadır ki bu, daha önce inanmakta olduğu dinin dışındadır ve bu söz eski dininden teberriyi

de içine alır.

Şayet mecûsî "Müslüman oldum yahut ben müslümanım" derse, İslamına hükmolunur. Çünkü onlar kendileri için İslam vasfını kabul etmezler, hatta İs­lam lafzını sövmek İçin kullanırlar. Onlardan birinin çocuğu huysuzluk yaptı­ğında ona "Müslüman" kelimesini söyliyerek azarlarlar. Bu nedenle yukarıdaki sözleri söyleyen mecûsînin İslamına hükmolunur.

156- Rivayet olunur ki biri, Hasan-i Basrî'ye gelerek: "Ya Eba Said, Hind'den bir gemi geldi. Gemiden, esir edilmiş kafir bir kız satın aldım. Onu alıp eve  getirdim. Ancak evde öldü. Şimdi ona ne yapayım? Tutup atayım mı? Yoksa yıkatıp üze­rine namaz mı kılayım?" diye sordu. Hasan-ı Basrî: "Sübha-nallah! Hayır. Aksine, onu yıkayıp kefenle, sonra da üzerine namaz kıl. Çünkü o, İslama girmiştir" karşılığını verdi. Hasan-ı Basrî'nin bu sözünün izahı şöyledir: Bu, küçük kız hakkındadır. Şayet esir edilir ve anne-babasmdan hiçbiri yanında bulumazsa, dârü'l-İslama getirildikten sonra müslümanlığına hükmolunur. Büyümüş için böyle bir durum sözkonusu değildir. İslamı kabul ettiğini belirtmeden önce ölürse, üzerine na­maz kılınmaz. Çünkü Ölü üzerine namaz kılmak, imanından dolayı müslümanın müslüman üzerindeki hakkıdır. Ama namaz dışında kalan yıkama, kefenleme ve gömme işlemleri yerine getirilir. Çünkü bu işlemler ademoğlundan her Ölen için uygulanan adetlerdir.

157- Rivayete göre biri, İbn Abbas'a gelerek: "Hıristiyan olan annem öldü, cenazesi ile ilgileneyim mi?" diye sordu. İbni Abbas " Cenazeişlerini yerine getir. Onu göm. Sadece üzerine namaz kılma" cevabını verdi.

Biz de aynı kanaattayız. Şayet cenazesinin defni ile ilgile­necek kafir bir oğlu yoksa, müslüman oğlunun bu görevi yerine getirmesi ve onu yırtıcı hayvanlara terketmemesi gerekir. Çün­kü müslüman kimse, müşrik bile olsalar, anne ve babasına iyi davranmakla emrolunmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur: "... Dünya işlerinde onlarla (anne babanla) güzel geçin..."[229]

Onları yırtıcı hayvanlara yem olarak terketmesi, onlara iyi davranmak değildir.

Ama bu görevi yerine getirecek müşrik akrabaları varsa, iyisi, müslümanın bu işi onlara bırakmasıdır. Ama dilerse, cenazesinin peşinden gidebilir.

Rivayete göre, Haris b. Ebî Rabîa'nın hıristiyan olan annesi öldüğünde sahabeden birkaç kişiyle cenazesinin peşinden git­miştir. Ancak cenazeyle birlikte, cenazenin dinine mensup o-lanlar da bulunuyorsa, müslümanın onlara karışarak değil, ayrı bir şekilde yürümesi yahut cenazenin önünde gitmesi gere­kir ki, müşriklerin topluluğunu çoğaltmamış olsun.

158- Rivayete göre İbrahim en-Nehaî'ye, İslamı kabul etti­ğini belirtip henüz hiç namaz kılmamış olan esirin cenaze na­mazının kılınıp kılınmayacağı soruldu. O da, üzerine namaz kılınacağını söyledi.

Biz de aynı kanaattayız. Çünkü namaz kılmadan önce Is-lamı tamamlanmıştır. Namaz, sadece İslamî emirlerdendir. İslamm kendisi değildir.

Seleme'den rivayete göre, kendisi Şa'bî'den esirlerin durumunu sormuş, o da: "Namaz kılmışsa, üzerine namaz kılın" demiştir.

Seleme'den yapılan bu rivayetin izahı şöyledir: Şayet İslamı kabul etti­ğine dair esir müşrikten birşey duyulmaz, ama cemaat olup müslümanlarla bir­likte namaz kılarsa, müslümanhğma hükmolunur. Çünkü müşrikler, müslüman-lann cemaatle namaz kıldıkları şekilde cemaatle namaz kılmazlar. Müslüman­lara has olan bir fiili yapmak, onlara has olan bir sözü söylemek makamındadır. Onun için müslümanlara has olan bir fiili yapan kişi, müslüman olur ve o kişi erkek olup da İslamdan dönerse boynu vurulur.

Şayet yalnız başına namaz kılarsa, müslümanhğma hükmolunmaz. Ancak Davud b. Reşid'in İmam Muhammed'den bir rivayetine göre, müslümanların kıblesine yönelip kılarsa müslümanliğına hükmolunur. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :"Kim, namazında kıblemize yönelir ve kestiğimiz hayvanın etini yerse, bizim lehimize olan, onun da lehinedir ve aleyhimize olan, onunda aleyhinedir."

Rivayetin zahirine göre oruç tutar, zekatını verir yahut hacca giderse, bu hareketleri müslüman sayılması için yeterli değildir. Ancak Davud b. Reşid'in, İmam Muhammed'den rivayetine göre, şayet müslümanların haccettikleri şekil­de Beyti haccederse, müslümanlığına hükmolunur. Çünkü müslümanlara has olan bir hareketi yapmıştır ve bu, onun müslümanhğma delildir.

Şüphesiz Allah en iyi bilendir.[230]

 

Emirlerle Birlikte Cihad Etmek

 

159- Rivayete göre Mekhûl, ölümle neticelenen hastalığı sırasında arkadaşlarını etrafına toplayıp şöyle dedi: sizden gizlediğim bir hadis vardır. Allah'ın emri (ölüm) gelmeseydi size yine söylemiyecektim.

Yani şayet ilmi gizlemenin cezasından korkmasaydım, bu hadisi söyle­meyecektim. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :

"Kim faydalı bir ilim gizlerse, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir."

Yüce Allah da şöyle buyurur: "Allah, Kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye söz almıştı. Onlar ise, onu arka­larına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür."[231]

Mekhul, sözüne devam ederek Rasulullahın şöyle dediğini belitti: "Büyük günah işleseler bile müslümanlan tekfir etmeyiniz, her imamın arkasında namaz kılınız, her ölünün cenaze namazını kılınız, her emir ile beraber cihad ediniz"[232]

Burada, kebâiri işleyenin tekfir edilmeyeceğine, dinden çıkmadığına dair ehl-i sünnetin lehine delil vardır.

"...Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."[233]

Hiç şüphesiz kebairi işleyen kişi de, bu ayet-i kerimede tevbe etmeğe ça­ğırılanlar cümlesindendir ve bu ayette tevbeye çağrılanlar "mü'minler" olarak nitelendirilmiştir. Yine bu hadiste, fasık imam peşinde namaz kılmanın caiz olduğuna dair İmam Malik'in aleyhine ve bizim lehimize delil vardır. Çünkü hadiste geçen "her imam" sözü, ister fasık olsun, ister adil olsun anlamındadır. Nitekim başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:

"Her salİh ve facir imamın arkasında namaz kılınız."

Yine, fasık olsun, adaletli olsun, mü'min olup meşru nizama karşı isyancı olmadığı müddetçe ölünün üzerine namaz kılınacağı hadiste belirtilmektedir.

Ayrıca hadiste geçen, "Her emirle birlikte cihada gidin" sözü, emir adil olsun yahut zalim olsun gazinin onunla cihada gitmesi gerektiğine de delildir. Emir zalim diye gazinin cihaddan geri kalması doğru olmaz. Bir de, emirin zalim olması, gazilerin galip gelme şevklerini kırmamalıdtr. İbn Mes'ud'dan bir kere mevkuf ve bir kere merfu olarak yapılan rivayette şöyle buyurulmaktadır:

"Allah, facir kişiyle de bu dini güçlendirir."

Mekhûl sözüne devam ederek: Rasulullah (s.a.v.) den duymadığım ve kendi re'yim olan iki hasleti de size tavsiye ederim: Ali b. Ebi Talib ve Osman b. Affân'ı ancak iyilikle anın.

"Onlar geçmiş birer ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz."[234]

Sahabe hakkında hayırlı sözden başkasının söylenmemesini isteyen meş­hur bir hadis vardır. Rasulullah (s.a.v.) bu hadisinde şöyle buyurur :

"Ashabım hakkında Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Onlan hedef edinmeyin. Kim onlan severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse bana da eziyet etmiştir."

Mekhûl, Rasulullah (s.a.v.) in iki damadını Özellikle zikretmiştir. Çünkü Şam halkının bazılarından onlar hakkında nahoş sözler söyleyenleri görmüş ve onun için ikisini tavsiye etmişti.

Ayrıca Hz. Ali'nin ismini önce anmıştır. Nuh b. Ebi Meryem'in Ebû Ha-nife'den rivayeti de bu şekildedir. Nuh der ki: Ebû Hanife'den, ehl-i sünnet mezhebinin ayırıcı niteliklerini sordum. Dedi ki: "Ebû Bekir ile Ömer'i üstün tutman ve Ali ile Osmanı sevmen, mest üzerine meshetmeğe inanman[235], ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmemen, kadere İnanman ve Allah'ın zatı hakkında ileri-geri konuşmam and ir."

Kimi de.der ki : Hilafetten önce Hz. AH (r.a.), Hz. Osman (r.a.) dan önce gelirdi. Ama hilafetten sonra Hz. Osman (r.a.) ondan mukaddem oldu.

Mezhebimize göre ise, hilafetten önce de, sonra da, Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) dan öndedir. Nitekim Cabir (r.a.) dan yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ebû Bekir, benden sonra ümmetim üzerine halifemdir. Ömer, dostum­dur. Osman, bendendir. Ali ise, kardeşim ve sancaktarımdır."[236]

Bİz de, aralarında fazilet derecelendirmesini, Rasulullah (s.a.v.) in onlan sıralama sırasına göre yaparız.

Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- Hz. Ali'yi Hz. Osmandan önce zikret­mekle, Hz. Ali'nin daha üstün olduğunu kasdetmiyor, onun söylemek istediği; her ikisini sevmenin, ehl-i Sünnet mezhebinin bir gereği olduğunu ifade etmek­tir. Çünkü onun dil anlayışında "vav" harfi sıra ifade etmez. Mekhûl'ün Hz. Ali (r.a.)' ı Önce zikretmesi ise, Şam ehlinin daha çok Hz. Ali'ye dil uzatmalarından ve kendisinin de Şam'ın imamı olması hasebiyle onları bundan şiddetle sakın­dırmak istemesindendir.

160- İmam Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilir : İbn Ö-mer (r.a.) a sordum: Cihad hakkında ne dersin. Ümeyye oğul­lan emirlerinin ne yaptıklarını görüyor musun? Bana göre, onlarla gazaya katılmalısın çünkü sen, onların yaptıklarından sorumlu değilsin, dedi.

Yani, yaptıklarından hoşuna gitmeyen hususlardan sorumlu değilsin. Ri­vayet olunmuştur ki, Zeyd b. Muaviye başa geçtiği zaman İbn Ömer şöyle de­miştir : Şayet iyi olursa, şükrederiz. Ama bir bela olursa, sabrederiz. Sonra da şu ayeti okudu:

"...Eğer yüz çevirirseniz, bilinki o peygamber kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz..."[237]

Sahabeden bir topluluktan yapılan rivayete göre, onlar şöyle demişlerdir: "Sultan adil davrandığı zaman halka düşen şükretmektir. Sultan da, ecrini alır. Ama zulmederse, halkın yapacağı şey, sabretmektir. Ancak sultana yaptığının karşılığında günah yazılır."

Bütün bunları, emirler zalim diye, gazinin cihadı terketmemesi gerekti­ğini belirtmek için naklettik.[238]

İbn Ömer dedi ki: Gazaya gitmek istediğin zaman, bana uğra. Ben de[239] gazaya gitmek istediğimde Medine'ye uğrayarak yanma gittim. Bana : "Bu cihadında sana yardımcı olmak için malımdan bir miktarını vermek istiyorum." dedi. Ben de : "Bana uğra, demen bunun için ise, benim malım çok, Allah bana bol bol vermiştir. Senin malını almam" dedim. Dedi ki : "Senin malın, senindir. Ben diliyorum ki, malımın bir kısmı bu yolda har­cansın." Sonra gidip borç para aramağa koyuldu. Kendisine borç veren çıkmayınca çevresindekilere: "Size ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz." dedi. Daha sonra, Samdaki işlerine bakan bir vekiline mektup yazarak, cihad işinde kullanılmak üzere bana bir miktar para vermesini istedi.

Burada, gazi kendisine para verenin, verdiği paranın helal yoldan kaza­nıldığını ve mal ile cihad isteğiyle verildiğini bildiği takdirde, zengin bile olsa o parayı alması gerektiğine delil vardır. Çünkü onu almayı kabul etmemek bir nevi ibadet olan bir şeye engel olmak olur. Bu da caiz değildir.

Mücahid diyor ki : Gittim, bir adada birkaç yıl murabitlık yaptım. Sonra mü'minlerin emirlerinden biri o adayı başaltmağa ve orada bulu­nanları çıkarmağa karar verdi. Allah'a yemin ederim ki, orayı terkedip çoluk çocuğuma dönmem, esir olarak getiriliyormuşum gibi geldi bana.

Bu durum İmam Mücahid'e ağır geliyordu. Çünkü geri döndüğü için murabıtlık sevabından uzaklaşmış bulunuyordu.

Mü'min sevab kazanmaktan uzaklaştığı zaman işte böyle mahzun olma­lıdır.

161- Ayrıca, emirlerin zulmünden dolayı cihadın terkedil-meyeceğine delil olarak Peygamber (s.a.v.) in şu hadisi de zik­redilmiştir.

"Allah beni peygamber olarak gönderdiği günden, ümme­timden son bir cemaat Deccalle savaşmcaya kadar cihad sürek* lidir. Ne zalimin zulmü ve ne de adilin adli ona engel olama­yacaktır."

Süleyman b. Kays'ın naklettiği şu hadis de buna delildir. Süleyman diyor ki : Cabir'e sordum: "Başımda zalim bir dev­let başkanı bulunduğu zaman sapıklık ve şirk ehliyle savaşayım

mı, ne dersiniz?" Cabir (r.a.) şöyle cevap verdi:

"Evet. O, kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükleti­lenden sorumlusunuz. Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz..."[240]

Buna diğer bir delil ise, Enes b. Malik'in rivayet ettiği ha­distir. Enes (r.a.), Peygamber (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğunu nakleder: "İslam'ın temeli üçtür:

a) Lâ İlahe İllallah, diyen kimseyi herhangi bir günahından dolayı tekfir etmekten sakınmak ve şu kötü amelinden dolayı İslam'dan çıktı dememek.

b) Allah beni peygamber olarak gönderdiği günden ümme­timden son bir cemaat Deccalla savaşıncaya kadar cihadın sürekli olduğuna inanmak ve bunun bilincinde olmak.

c) Tüm kaza ve kaderlere inanmak."

Yani meşhur hadis-i şerifte Cebrail (A.S.) 'in Rasulullah (s.a.v.) 'den, "İman nedir?" diye sorup cevapta "Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak" cümlesine kadar geçen hususların hepsine inanmaktır.

Amr b. Şuayb'ın babasından ve babasının da kendi babasından naklettiği hadiste şöyle deniyor: "Rasulullah (s.a.v.) 'in yanında oturuyorduk. Bir baktık, Ebû Bekir ile Ömer (r.a.) çıkageldiler. Her biriyle birlikte birkaç kişi vardı. Rasulullah (s.a.v.) 'e selam verdiler. Rasulullah (s.a.v.) de, selamlarına cevap verdi. Gelenlerden biri: "Ya Rasulallah, Ebû Bekir'le Ömer kader hususunda tartıştılar. Ebû Bekir (r.a.): "İyilikler Allah'tandır, kötülükler de bizdendir" dedi. Orada bulunanların bir kısmı Ebû Bekir'in, bir kısmı da Ömer'in tarafını tuttu." dedi. Rasulullah (s.a.v,) buyurdu ki:

"İsrafil'in, Cebrail ile Mikaii arasında hüküm verdiği gibi aranızda hüküm vereceğim: Ya Ömer! Cebrail, senin söylediğin gibi söylemişti. Ya Eba Bekr! Mikaii de senin söylediğini söylemiştir. Sonra: "Biz ihtilaf edersek, gök ehli ihtilaf eder. Gök ehli ihtilaf edince, yeryüzündekiler de ihtilaf ederler. Varalım, İsrafil'i aramızda hakem tayin edelim" dediler. İsrafil: "Hayır da, şer de Allah' tandır" deyip aralarında hüküm verdi. Ya Eba Bekr! Aranızda benim vereceğim hüküm de budur. Şayet Allah, kendisine isyan edecek kimselerin bulunmama­sını isteseydi, iblis'i yaratmazdı."

Ehl-i Sünnetin kaza ve kadere iman hususunda dayandığı temel, bu hadis-i şeriftir. Kötülüklerin de Allah tarafından yaratıldığını söyleyen Mikail (A.S.) ile Hz. Ebû Bekir (r.a.) hakkında bu düşüncelerinden dolayı suizan beslen-memelidir. Çünkü onlar doğruyu aramışlar ve kesin bir hükme varmadan önce gerektiği şekilde gayret sarfederek daha iyi bilene müracaat etmeyi ihmaî etme­mişlerdir.[241]

 

Zekât Ve Humus[242] Kimlere Verilir

 

162- Ata'dan Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu riva­yet edilir: Zenginlerden ancak şu beş sınıfın zekat alması helaldir.

1- Allah yolunda savaşan gaziler

2- Zekatı toplamakla görevli olanlar.

3- Borçlular.

4- Fakire verilen zekatı ondan satın alanlar.

5- Zekatı alan miskinin hediye ettiği zengin komşular. Medine alimleri, hadisin zahirine bakarak, zengin

olsalar bile cihad edenlere ve dargınların arasını bulmak için

borçlanmış olan borçlulara zekatın verilebileceğini söylerler.

Ama bize göre hadisin izahı şöyledir: Cihad eden kimsenin alabilmesi için kendi memleketinde zengin iken cihad ettiği yerde birşeyinin bulunmaması gerekir. İşte bu durumdaki mücahide zekat verilebilir.

Borçlunun durumu da bu şekildedir. Şayet borçlu olan zenginin malı yanında yoksa yahut alacaklı olup borçlularından parasını almaktan aciz ise, kendisine zekat vermek caizdir.

Gerek mücahid ve gerekse borçlu kimse bu halleriyle yolcu durumun­dadırlar. Ama malı eli altında olan ve borcunu ödedikten sonra nisab miktarı artan mala sahip bulunan kimsenin zekat alması caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): "Zekât, zengine helal değildir." buyurmaktadır.

Zekât toplama işinde çalışan kişi ise, o çalışmasının karşılığını almak­tadır. Zenginliği, emeğinin karşılığını almasına engel değildir. Zekatı fakirden satın alan kimse de, malının karşılığını almaktadır.

Miskinin kendisine hediye ettiği zekatı alan zengine gelince; o da bunu zakat olarak değil, hediye olarak almaktadır. Nitekim Rasulullah {s.a.v.) Berîre hadisinde: "O, kendisi için zekat, bizim için hediyedir." buyurmaktadır.

163- Berâ b. Âzib'den rivayet edildiğine göre biri gelip ken­disini tehlikeye atan kimsenin kim olduğunu, İki ordu karşıla­şıp, öldürülünceye kadar çarpışmaya devam eden kimseye ken­disini tehlikeye atıyor denir mi? diye sordu. Bera : Hayır, gü­nah işleyip sonra tevbe etmeyen kimse kendisini tehlikeye atıyor, karşılığını verdi.

Yüce Allah'ın:"...Kendinizi, kendi elinizle tehlikeye at­mayın. "[243] sözünden maksat budur.

Soru soran kişi, yalnız başına birkaç düşmana saldıran kimsenin kendisini tehlikeye atan kişi olduğunu sanarak bu soruyu sormuştur. Bera' b. Azib ise, kendi kendisini tehlikeye atan kimsenin, günah işleyip sonra da tevbe etmeyen kimse olduğunu belirtmiştir. Ama düşmana saldıran kişi, dini yüceltmek için gayret etmekte ve ebedi hayatı kazanmak için şehadet mertebesine ulaşmayı hedef edinmektedir. Böyle bir insan için nasıl kendisini tehlikeye atıyor deni-

lebilir?

164- İmam Muhammed daha sonra mezhebin görüşünü şu şekilde açıkladı: Kişi şayet kafirlere birşeyler yapacağına, öl­düreceğine veya yaralayacağına yahut onları yeneceğine inanı­yorsa, öldürülebileceğini düşünse bile düşmana saldırmasında bir sakınca yoktur.

Uhud savaşında sahabeden birkaç kişi Rasulullah (s.a.v.) 'in gözü önün­de bunu yapmış ve onun övgüsüne nail olmuşlardı.

Ebû Hüreyre'ye "Görmedin mi, Sa'd b. Hişam iki ordu karşılaştığı zaman hemen saldırıya geçti. Öldürülünceye kad^r çarpıştı ve kendisini kendi eliyle tehlikeye attı! denilince, Ebû Hüreyre: Asla, O, Yüce Allah'ın:

"İnsanlar arasında, Allah'ın rızasını kazanmak için canını verenler var­dır..."[244] ayetini düşünerek onun kapsamına girmek istedi." karşılığını verdi.

Ama kafirlere zarar veremeyeceğini biliyorsa, o zaman saldırması caiz olmaz.

Çünkü bu saldırısıyla dinin yücelmesi için bir hizmet yapamamaktadır. Saldırısıyla sadece öldürülmesi közkonusudur. Oysa ki Allah Teala : "... Canı­nızı öldürmeyin..."[245] buyurmaktadır.

Ancak kötü şeyleri yasaklamak böyle değildir. Bir kimse, müslüman fa-sıkları kötülükten alıkoymak için, kendisini öldüreceklerini ve kendisini öldüre­cekleri halde o kötülükten vazgeçmeyeceklerini bilse bile, üzerlerine yürümesi caizdir. Her ne kadar bu durumda susması caiz ise de, üzerlerine yürümesi azi­mettir. Çünkü o müslümanlar, kendilerine emrettiği iyiliğe inanıyorlar. Olabilir ki bu davranışı onları etkiler ve kötülükten vazgeçerler. Ama kafirler, kendi­sinin onları davet ettiği şeye inanmıyorlar. Onun için onlara saldırmasının caiz olması, onlara bir zarar vermesiyle olur. Şayet onlara zarar vermeyecekse, sal­dırmasının bir faydası olmaz. Onun için de saldırması caiz değildir.

Başarı Allah'tandır.[246]

 

İdarecilere İtaatin Sınırı

 

165- İmam Muhammed dedi ki: Allah'ın izni ile asker dâ-rü'1-harb topraklarına girip komutanları onlara savaşla ilgili bir emirde bulunsa, bakılır; şayet kendilerine emrettiği hususta menfaatleri varsa, itaat etmeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi

olanlara itaat edin..."[247]

Bazı müfessirlere göre "ulu'1-emir" den maksat idarecilerdir. Kimine göre de, idareciler değil, alimlerdir. Alimlere itaat vaciptir. Çünkü onlar, halka, dinleri için faydalı olanı emrederler.

Kendi faydalarına olup olmadığını bilmedikleri bir şeyi kendilerine em-retseler, yine itaat etmeleri gerekir. Çünkü itaatin vacipliği, kesin nass ile sabit­tir. Kendilerine emredilenin faydalı mı, zararlı mı olduğu hakkındaki tereddüt­leri, kesin nassm hükmünü kaldıracak derecede değildir.

166- Bazen olur ki, savaştan vazgeçme hususunda komu­tanın emrine itaat etmek, savaşı devam ettirmekten daha ya­rarlıdır. Bazen de olur ki, askerlerden bir kısmı bir işin zahi­rine bakıp bir neticeye varırlar. Komutanın görüşü ise bunun zıddmadır. Ve bu görüşünü herkese ilan etmeyi doğru bulma­yabilir. Bu nedenle, helak olma korkusunu ihtiva eden emir hariç, diğer emirlerine uymak mecburiyetindedirler. Ancak o işte helak olma korkusunun varlığı, çoğunluğun görüşüyle tes-bit edilir. Durum böyle ise, ona itaat etmeleri gerekmez.

Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur : "Allah'a isyan konusunda bir insana itaat edilmez." Hz. Ali (r.a.)'in rivayet ettiği hadiste ise, Rasulullah (s.a.v.) bir seriyye gönderip başlarına birini komutan tayin etti. Başlarına tayin edilen bu komutan, onlara kızıp bir ateş yaktırdı ve daha sonra: "Bana itaat etmekle emrolundunuz. Şimdi size emrediyorum, kendinizi bu ateşe atınız," dedi. Askerlerden kimi ken­dimizi ateşe atalım, derken diğerleri kendimizi atmayız, zaten ateşten kaçtığımız için İslamı kabul ettik, dediler. Geri dönüp durumu Peygamber (s.a.v.)'e bildir­diklerinde, Rasulullah şöyle buyurdu :

"Şayet kendilerini ateşe atsaydılar, ebediyyen ondan çıkmayacaklardı. İtaat, ma'rufa uygun emirleredir. Münkerde itaat yoktur."

"Ondan çıkmayacaklardı" sözünden maksat, şayet kendilerini atacak ol­saydılar, cehenneme gireceklerdi demektir.

Hakikatına vakıf olmanın kesin olmadığı durumlarda çoğunluğun görü­şüne uyulur.

167- Şayet komutanlarına itaat ettiklerinde helak olacak­larını bilseler, kendilerine verilen bu emir, onları helak etmek yahut hafife almaktır ki, Yüce Allah bu tür itaati kınamıştır:

"Fir'avun, milletini horladı, ama onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir."[248]

168- Verilen emir hakkında asker arasında ihtilaf varsa; bir kısmı o emirde helak olmanın bulunduğunu söyleyecek ol­sa, o zaman komutanın emrine itaat edilir.

Çünkü ictihad, nassa karşı dayanak olamaz. Ayrıca itaat etmemek, kına-yıcıların kendilerine dil uzatmaları için kapıyı açmaktır. Halbuki itaat etseler, kmayıcılarm ağızlarını kapatmış olurlar. Bundan dolayı komutanlanna itaat etmeleri gereklidir.

169- Ancak helak olmakla sonuçlanacağı hiç kimseye kapalı olmayacak derecede apaçık ise, yahut onlara bir günahı em­redecek olsa, o zaman itaat etmezler. Ancak sabredip komu­tanlarına karşı ayaklanmamaları gerekir.

Nitekim İbn Abbas'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: "Kim, komutanından hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşırsa, buna sab­retsin. Çünkü müslümanlara bir karış boyu bile muhalefet eden ve sonra da ölen, cahiliye ölümüyle ölmüş olur."

170- Bu durumda itaat etmemenin gerekli olduğuna delil olarak şu hadis de zikredilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethettiği zaman Cezîmeoğullarıyla savaşmak üzere Halid'i gönderdi. Halid, okudukları ezanı duyduğu ve silahı bıraktık­ları halde üzerlerine saldırdı. Askerlere, onları esir etmelerini emretti. Sonra, herkesin elindeki esiri öldürmesini emretti. Süleym'e mensub askerler, ellerindeki esirleri Öldürdüler. Mu­hacirler ve Ensar ise, öldürmediler. Bu durum Peygamber (s.a.v,)'e ulaştırıldığında, üç defa :

"Allah'ım! Halid'in yaptığından sana sığınırım." buyu­rarak, Halid'in yaptığının kötü bir davranış olduğunu belirtti. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'ı göndererek Halid' in küçük-büyük onlara ne zarar vermişse, diyet ve tazminatlarını onlara ulaş­tırmıştır.

Ayrıca Rasulullah (s.a.v.), muhacirlerle Ensari, esirlerini öldürmedikleri için övmüştür.

Buradan anlıyoruz ki, günah içeren ve hatalı olduğu apaçık olan emirlere itaat edilmez. Ama bunun dışındaki emirlerde askerlerin komutanlanna uyma­ları gerekir ki dağılıp birbirleriyle çekişmeye girmesinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Çekişmeyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..."[249]

171- imam Muhammed dedi ki : Devlet başkanı, akıllı, faziletli, savaştan anlayan ve müslümanlara şefkat besleyen kimseyi komutan tayin etmelidir.

Daha önce bunu açıklamıştık. Ancak burada şunu söylüyoruz: Bu vasıf­ları taşıyan kişi, ister Arab olsun, ister başka bir milletten olsun komutan olma­ya layıktır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Münkeri emretmedikçe başınıza tayin edilen komutanı dinlemeniz ve ona itaat etmeniz gerekir. Ama münkeri emrederse, sözüne ne kulak verilir ve ne de itaat edilir."

172- İmam Muhammed dedi ki: Komutan, falan komutan ve askerleri sağda, filan ve askerleri Önde, falan ve askerleri de solda yerlerini alsın, emrini verince, hiç kimse kendisine tayin edilen yeri terketmemelidir.

Çünkü bu, savaş için iyi bir tedbirdir ve ona itaat edildiğinde yararı görülür.

173- Şayet biri komutana isyan ederse, komutanın onu tehdit ve kınamakla yetinmesi gerekir.

Yani, ilk hatada onu cezalandırmamahdır. Çünkü bu onun bir hata ve kusuru kabul edilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) :

"Kötülükle ve bir şekilden başka bir şekle bürünmekle meşhur olmayan şahsiyetli kimselerin kusurlarını affedin" buyuruyor.

Ama biri hata işledi mi, komutan, erbaş ve erlerin hepsine, bir daha emir­lerine muhalefet edildiği takdirde, emrine muhalefet edeni cezalandıracağını söyleyerek tehdit eder. Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :

"Peşin olarak uyaran, mazeret beyanına yolu kapamıştır."

Bunun izahı, Kur'an-ı Kerim'de de vardır. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Benim katımda çekişmeyin, size bunu önceden bildirmiştim..."[250] Bununla beraber yine biri ona isyan ederse o zaman cezayı haketmiş olur. Hem ona engel olmak ve hem de başkasına ibret olsun diye cezalandırılır. İnsanlar, haramdan uzaklaşma hususunda Allah'tan daha çok dünyevî cezalardan korkarlar. (Hz. Osman'a ait olan) bir sahabî sözü şöyle der:

"Allah, Kur'an ile caydırdığı gibi ondan daha çok sultan ile caydırır/ meneder."

174- Şayet bir mazeret ileri sürer ve yemin ederse, komutan onu cezalandıramaz. Çünkü doğruluk ihtimali olan bir ma­zeret ileri sürmüş ve bunu yeminle pekiştirmiştir. Bu durumda komutanın onu cezalandırmaması gerekir. Çünkü burada o-nunla çekişen bir hasmı yoktur. Çekişmeli hususlarda yemin etmek, iddia sahibine ait değildir. Çünkü

karşı taraf bu hususta onu reddetmektedir. Şeriat, inkar edenin yemin etmesi

gerektiğini söyler, iddia edenin değil.

175- Şayet emir, bir münadî vasıtasıyla mesela, "yarın Küfe halkı askerî sevkiyata hazırlansınlar" diye ilan etse, resmen asker olsun yahut ismi resmî evraklarda kayıtlı bulunmayan halktan herhangi bir kimse olsun, herkes savaşa hazırlanmak mecburiyetindedir. Çünkü hepsi onun sancağı altında savaşa katıldıkları zaman onun halkı arasındadırlar ve ona itaat etme­leri gerekir. Ama böyle durumlarda sadece resmî kayıtlarda ismi geçen, resmen asker olan kimselerin hazırlanması bir örf haline gelmiş ise, "örfle sabit olan nasla sabit olan gibidir" kai-desince o zaman sadece resmen asker olanlar hazırlanırlar.

Ama biri kûfeli olduğu halde Basra halkının resmî evrak­ları arasında kayıtlı ise, o, Basralılara tabidir.

Çünkü burada söz konusu olan cihaddır ve cihadda önemli olan şehir değil, bağlı olunan askerî birliktir. Verilen emirden maksat da yardımlaşmadır ki, öncelikle aynı birliğe mensup olanlar birbirlerinin yardımına koşarlar.

176- Şayet münadî, "yarın at sahipleri sevkedilecek" diye nida etse, durum yukarıda söylediğimiz gibidir. Beygir sahip­leri de safkan at sahipleri gibi hazır olmalıdırlar.

Çünkü hepsi de, at cinsine girer. Yüce Allah:

"Sizin için atlan, katırları ve merkepleri binek olarak yaratmıştır..."[251] buyuruyor. Yine şöyle buyuruyor: "...Kuvvet ve savaş atları hazırlayın..."[252]

Said b. Müseyyib'den beygirlerde zekat olup olmadığı sorulduğunda: "Haylde sadaka var mı ki?" diyerek beygirleri de hayl (at) sınıfına sokmuştur.

Ama örfe göre bu şekilde nida edildiğinde sadece at sahipleri kast ediliyorsa, o başka. Çünkü örf ile sabit olan, nasla sabit olan gibidir.

177-  Şayet münadî: Yarın Mıssîsa halkı sağ kolda   bulu­nacak, diye nida etse, aslen Kûfeli olup Missîsa'da yerleşmiş olan kimse, burayı vatan edinmişse, kendisi de Mıssîsa halkı gibi sağ kanatta yer alacaktır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): "Kim bir yere yerleşirse artık oranın halkindandır." buyurmak­tadır.

Bir yere yerleşmiş olan, artık oranın halkından sayılır. Gör­müyor musun? Küfe fakihlerini saydığımız zaman Nehaî, Şa'bî ve Ebû Hanife'yi de aralarında zikrediyoruz. Halbuki bu alim­ler aslen buralı olmayıp sonradan buraya gelip yerleşmiş­lerdir.

Şayet burayı mesken edinmemişse, o zaman çağrının kapsa­mına girmez. Ama askerî sicillerde buraya kayıtlı ise, o başka. Çünkü kendisi buranın siciline kayıtlıdır.

178- Şayet düşman ortada bulunan birliğe saldırıp onları zor durumda biraksa, sağ ve sol kolda bulunanların onlara yardımcı olmaları gerekir.

Çünkü müşriklerle savaşmak için bir araya toplandıkları zaman yardım­laşmak üzere anlaşmışlardır. Başkasına yardım etmeyen, ihtiyaç anında kendisi de yardım görmez. Ayrıca yardımlaşmamak, düşmanın galip gelmesine yar­dımcı olmaktır.

Şayet düşman ortada bulunan birliğe galip gelirse, sıra, sağ ve sol kolda bulunanlara gelmiş olur. Onun için arkadaşlarına yardım etmekle aynı zamanda kendi kendilerine yardımcı olmuş olurlar.

179- İmam Muhammed dedi ki: Şayet yerlerini terkettikleri takdirde, o taraf zayıflayıp zarar görecekse, yerlerini terketme-melidirler.

Çünkü harekat komutanı, onları o yeri korumakla görevlendirmiştir. Ön­celikle orasını korumaları gerekir. Orasını terkedip başkalarının muhafazasına verilmiş olan yerlerle meşgul olmaları haramdır.

180- Şayet başkan, yerlerini terketmemelerini ve birbirleri­nin yardımına koşmamalarını emrederse, kendi taraflarından emin olup başka bir birlik zor duruma girse bile, yerlerini terkedip emre isyan etmemelidirler.

Çünkü devlet başkanına itaatin farz oluşu kesin delil ile sabittir. Halbuki diğer birlikler için taşıdıkları korku bir vehimdir. Gerçekleşebilir de, gerçekleş­meyebilir de. "Her korkulan başa gelmez" diye bir söz vardır.

181- Bu konuda delil, Peygamber (s.a.v.) 'in Uhud günü okçulara yerlerini terketmemelerini emretmesidir. Okçular, müşriklerin yenildiklerini görüp ganimet toplamak için yerle­rini terketmişlerdi ve o yüzden müslümanların yenilmesine sebep olmuşlardı.

Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurur : "Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz..."[253]

182- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müşriklerden biri düello için öne atılsa, herhangi bir müslüman asker, komu­tandan izin almadan düello için çıkabilir.

Çünkü düello için çıkma izni verilmş gibidir. Zaten iki ordunun savaş dü­zenine girmesi, savaşmak içindir ve bu, düello için izin anlamındadır. Ama komutan böyle birşeyi yasaklamış ise, o zaman uyulur.

Çünkü açık olan hüküm karşısında delalete dayanan hüküm geçersiz olur. Bu, sofrayı serip, yemek yemeyi yasaklamak gibidir.

Rasulullah (s.a.v.)'in Hayber savaşının bazı günlerinde savaşı yasakla­makla ilgili hadisini daha önce rivayet etmiştik. İşte bu günlerin birinde, biri döğüşmüş ve öldürülmüştü. Rasulullah (s.a.v.) de:

"Cennet, emre isyan eden kişiye helal olmaz." buyurmuştur.

183- Komutan, birine bu işi yasaklamışsa, o kimsenin dü­elloya çıkmaması gerekir. Başkaları ise, çıkabilirler. Çünkü genel izin onlar için saklıdır.

Bu konuda delil şu haberdir: Müşriklerden Utbe b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa ve Velid b. Utbe düello meydanına çıkıp karşı­larına müslümanlardan adam istediler. Müslümanlar safından Ensar'dan üç genç karşılarına çıktı. Düellocu müşrikler Sizleri tanımıyoruz. Kimlerdensiniz? Nesebinizi söyleyin? dediklerin­de müslüman gençler, neseblerini söylediler. Bunun üzerine müşrik düellocular şöyle dediler: Her ne kadar sizler değerli bir kavimden iseniz de, bize denk Kureyşlilerden karşımıza adam isteriz. Gidin Muhammed'e söyleyin, bize denk adam çıkarsın karşımıza...

Olay, tarih kitaplarında bu şekilde anlatılır.

Burada, devlet başkanı düelloya çıkmayı yasaklamadan önce, ondan izin almadan çıkmanın caiz olduğuna dair delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v ) 0 gençlere neden çıktınız? dememiştir.

İmam Muhammed, olayı başka bir şekilde rivayet ederek şöyle dedi:

184- Rasulullah (s.a.v.) ileriye atılan üç genci geri çekip savaşın Ehl-i Beytinden kişilerle olmasını istedi. Bunun için de Hamza b. Âbdülmuttalib, Ali b. Ebi Talib ve Übeyde b. el-Ha-ris'in düelloya çıkmalarını emretti. Onlar da düelloya çıktılar. Bunun üzerine şu ayet-i kerime inmiştir : "İşte Rablan hakkın­da tartışmaya giren iki taraf..."[254]

185- Müslüman ile müşrik düelloya çıktıklarında, imkan buldukları takdirde müslümanların arkadaşlarına yardım et­melerinde bir sakınca yoktur.

Çünkü o müşrik imkan bulduğu takdirde hem kendilerini ve hem de arka­daşlarını öldürmeyi kastetmektedir. Onun zararını önleme hakkına sahiptirler. Yahut onları öldürmeyi kastetmese bile, savaşçı düşman müşriklerden olduğu için onu öldürebilirler.

Bedir günü düalloya çıkanların öyküsü anlatılırken Hz. Ali'nin Veli-di, Hz. Hamza'nın Utbe'yi öldürdüğü rivayet edilir. Bu arada Hz. Ubeyde ile Şeybe henüz döğüşüyorlardi. Hz. Hamza Hz. Ubeyde'nin yardımına koşup yardımlaşarak Şeybe'yi öldürdüler.

Buradan anlıyoruz ki, düelloya çıkmış olana yardım etmekte sakınca yoktur.

186- Hayvanlarının yemi bulunmayanlar, komutandan izin alma ihtiyacını duymadan hayvanlarını otlağa götürür yahut otlaktan hayvanlarına yem getirebilirler.

Çünkü iznin varlığına işaret eden durumlar vardır. Devlet başkam onların yeme ihtiyaç duyacaklarını, dârü'l-İslamdan buraya yem getirmelerinin zor olacağını ve dârü'l-harpte yem satın alma imkanını bulamayacaklarını bildiği halde oraya gitmelerini emretmiştir. Ayrıca düşmanı kızdırmağa ve onlara zarar vermeye izin vermiştir ve düşmanın yemini getirip hayvanlarına yedirmeleri, düşmanı kızdırmak ve zarar vermektir.

Ancak güçleri olmadığı takdirde bunu yapamıyacakları için, güçlü olup kendilerini düşmandan koruyabildikleri takdirde otlağa girmelerinde bir sakınca yoktur. Ayrıca, birbirlerine yardım edebilmeleri için otlakta birbirlerinden uzaklaşmamaları ve toplu halde bulunmaları gerekir.

Çünkü yardım ihtiyacı duyulduğu anda birbirlerinin yardımına koşama­yacak kadar dağıhrlarsa, mal için canlarını tehlikeye atmış olurlar. Olabilir ki yalnız başına otlakta dolaşan birine birkaç düşman rastlar ve onu öldürebilirler.

187- Bir yahut iki kişi yalnız başlarına gidemezler. Çünkü düşmanla karşılaşabilirler. Ama otlak karargaha yakın ve ihti­yaç anında karargahtan yardım istemek mümkün ise, o başka.

Gurup halinde gidilse bile otlakta birbirlerinin yardımına koşamayacak kadar dağılmamaları gerekir.

188- Ama komutan yem için kimsenin karargahı terketme-mesini emrederse, o zaman hiç kimsenin ayrılması caiz olmaz.

Çünkü apaçık yasaklama ile izin durumu ortadan kalkar.

Ancak komutanın bu iş için bir gurup görevlendirmesi gerekir.

189- Gönderilen bu gurubun başına da birini tayin etmeli ki, aralarında ihtilaf çıkmasın ve düşmanla karşılaştıkları za­man söz birliği içinde olabilsinler.

190- komutandan izin almadan dağınık bir şekilde karar­gahı terkedenler bile düşman saldırısıyla karşılaştıkları zaman hemen bir arada toplanıp karargaha gelinceye kadar araların­da birini komutan tayin etmeli ve savaşa başlamalıdırlar.

Çünkü asker mutlaka komutana muhtaçtır. Nitekim daha önce naklettiği­miz bir hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Peygamber (s.a.v.) : Birini başınıza emir tayin ettiniz mi? diye sordu. Evet, dediler. İsabet etmişsiniz, buyurdu."

Daha önce yolcuların da birini başkan tayin etmeleri gerektiğini belirt­miştik. Artık savaşçıların başlarına bir komutan tayin etmeleri daha çok mecbu­ridir.

191- Şayet komutan otlağa gitmeyi yasakladıktan sonra otlağa gitme zarureti hasıl olur ve askerler kendi canlan yahut hayvanları tehlikeye girer ve yem satın alma imkanları bulun­mazsa, o zaman yem temini için çıkmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü zaruret hasıl olduğunda emre uyma ortadan kalkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur :"... Darda kalmanız dışında ..."[255]

192- Şayet komutan: Falanın sancağının altından başka hiç kimse yem için çıkmasın, diye emrederse, askerin bu şarta riayet etmesi gerekir. Tayin edilen komutanın sancağı altında çıkar ama yaylalara geldiklerinde, ihtiyaç anında ve düşman saldırısı olduğunda sancak sahibinin bulunduğu yerde topla­nabilecek şekilde dağılmalarında bir sakınca yoktur. Şayet san­cak komutanı yoksa hemen bir komutan tayin edip düşmana karşı kendilerini savunurlar.

Netice itibariyle, mümkün mertebe canlarını tehlikeye atmaktan çekinsin-ler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atma­yın..."[256]

193- Çıktıktan sonra da, sancaktan uzaklaşmaları doğru olmaz. Ancak yardım ihtiyacı anında hemen toplanabilecek şekilde uzaklaşabilirler.

Çünkü biliyoruz ki, komutan "Ancak falanın sancağı altında çıkabilir­siniz" demesinden maksat, sırf karargahı terketmek değildir. Onun söylemek istediği, "onun sancağının himayesinde gidip gelin" demektir. Bu hususta em­rine itaat edilen kişinin emrinin uygulanış şekline de riayet edilir.

194- Şayet komutan: Yem almaya gitmek isteyen, falanın sancağının gölgesinde gitsin derse ve başka herhangi bir emir yahut yasaklama belirtmezse, bu başka bir sekile çıkmanın yasak olduğuna delalet eder.

Daha önce es-Siyerü'î-Kebir kitabında mefhumu muhalifinin[257] ddü olarak alındığını belirtmiştik. Halbuki mezhebimizde mefhumu muhalif delil değildir. Bu meselede sıfat mefhumu ile şart mefhumu da farketmez. Fakat İmam Mu-hammed meğâzî hususunda halkın çoğunluğunun anladığına itibar ederek mef­humu muhalifi delil saymıştır. Çünkü gazilerin çoğunluğu halk tabakasındandır ve ilimlerin hakikatına vâkıf değildirler. Ayrıca komutanları bu sözü söylerken, başka bir sancağın altında çıkmamalarım kasdetmektedir. Sözün delaletdinden anlaşılan yasağı sanki söylenmiş gibi kabul etmiştir. Bu meselenin uzun açıkla­ması, usul-u fıkıh kitaplarında mevcuttur, (dileyen oraya müracaat etsin.)

195- İmam Muhammed dedi ki: Köylere vardıklarında köye dağınık bir şekilde girmelerini uygun görmüyorum. Olabilir ki köyde gizlenmiş düşman askerleri bulunur ve onlara pusu kurup öldürebilir. Onun için onlardan bir kısmı döğüşe hazır bir şekilde köye girerler. Şayet köyde pusu kurmuş düşman varsa arkadaşlarına haber verirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey inananlar! tedbirinizi alın, bölük bölük veya hep bir­den savaşa gidin."[258]

196- Şayet müslümanların komutam onlara ağaçları kesme­melerini ve binaları yakmamalarını emrederse, ona isyan etmeleri caiz değildir.

Çünkü bu yasaklamada müslümanların menfaati düşünülmüş olabilir. Ayrıca bu yasaklama, savaşla ilgili bir husustur. Onları savaştan menetse bile, bir zaruret yahut Allaha bir itaatsizlik sözkonusu olmadıkça ona isyan ede­mezler. Onun için bu gibi meselelerde de ona isyan etmeleri caiz değildir.

197- Şayet komutan, birinin sancağını açıp: "Bununla an­cak üçyüz kişi gitsin" derse, ona itaat etmeliler ve sadece üçyüz kişi gitmelidir.

Çünkü istisna edatından sonra belirtilen sayı ne ise, ondan fazlası sayı yasaklanmış anlamındadır.

198- Şayet mutlak yasaklamayı açık yaparsa, ona isyan etmeleri caiz olmaz.

Burada da, durum aynıdır.

199- Şayet komutan üçyüz dediği halde dörtyüz kişi giderse, yine de ganimetten mahrum edilmezler.

Her ne kadar hata işlemişlerse de ganimetten mahrum edilmezler. Çünkü onlar mücahiddirler ve Allah'ın sözünün Üstün olması ve dinin aziz olması ga­yesiyle gitmişlerdir. Komutanın emrine muhalefet etmeleri, Allah'ın emrine muhalefet etmekten daha büyük birşey değildir. Nasıl ki helal olmayan bir iş yapan kişi, mü'min olmaktan çıkmıyorsa, komutanın emrine muhalefet etmiş olmaları, onları gazi olmaktan çıkarmaz. Kaldı ki bu yasaklama, yapılan işin kendisinden ileri gelmemektedir, dolaylı mahzurlar nedeniyle yapılmıştır. Çün­kü komutan onlara bunu yasaklarken bu yasaklamayı sırf savaşa gitmemeleri yahut savaşmamaları veya ganimet elde etmemeleri için değil, onları esirge­diğinden dolayı yapmıştır.

200- Şayet devlet başkanı beştebir (humus) payı çıkardıktan sonra onlara dörtte birini ganimet tahsisi olarak vermişse ba­kılır; gitmelerini emrettiği üçyüz kişi isimleriyle belirlenmiş iseler, ganimetin dörtte üçü ayrılır ve kendilerine tahsisleri bundan verilir.

Bazı nüshalarda dağıtım bu şekilde yapılmıştır. Oya bu yanlıştır. Doğru­su, bazı nüshalarda şu şekilde belirtilmektedir:Ğanimetin dörtte üçü ayrılır ve kalan dörttebir'den tahsislerini verir. Çünkü beşte bir payı ayrıldıktan sonra

alacakları ganimetten onlara bu şekilde vereceğini şart koşmuştur .Aldıkları da dörtte üç miktardır.

201- İmam Muhammed bundan sonra şu meseleyi belirte­rek şöyle demektedir:

Getirdikleri ganimetler, atlarla kişiler hesaba katılarak paylaştırılır. Daha sonra üçyüz kişinin getirdikleri ganimetlere bakılır, onlardan humus beştebir (humus) çıkarıldıktan sonra geri kalan kendilerine verilir.

Bu mesele ile yukarıdaki mesele şekilde uzlaştırılır: Yukarı­daki meselede askerlerin bir kısmı atlı ve bir kısmı piyade ola­rak düşünülmüştür. Burada ise hepsi süvari yahut hepsi piya­de olarak düşünülmektedir. Onun için onlara üç tane dörtte bir ayrılır, demiştir.

İmam Muhammed başka bir yerde şöyle der: Elde edilen ganimetlerin hepsinden beştebir alındıktan sonra ganimetin dörtte üçünden belirtilen tahsis payları verilir.

Netice olarak İmam Muhammed bu meseleyi bu kitabın dört yerinde zikretmiş ve her birinde başka türlü cevap vermiştir. Yeri geldikçe hangi ceva­bın doğru ve hangisinin yanlış olduğunu Allah'ın izniyle belirteceğiz.

İmam Muhammed devam ederek der ki: Sonra geri kalan dörtebire bakar ve humusunu ayırdıktan sonra ondan geri kalan ile dörtte üçten kalan bir araya getirilir.

Bu miktarı tüm askerin ganimetlerine ekleyip ganimetin taksim edildiği şekilde bu yekunu aralarında taksim eder. Başka nüshalarda ise şöyle belirtilir: Bu dörttebirin humusu çıkarılmaz.

Zannediyorum bu hükmünü verirken, dârü'l-harbe girmiş olan yüz kişiyi hırsız mesabesinde saymış ve bundan dolayı da, bu dörttebirin humusu çıkarıl­maz demiştir ki, bu yanlıştır. Çünkü kuvvet sahibi olmadıkları zaman hırsızların elde ettiklerinin humusu çıkarılmaz. Ama bunlar üçyüze eklenmekle kuvvet sahibi olmuşlardır. Bu sebeple elde ettiklerinden beştebir alınır.

202- Şayet üçyüz kişi isim olarak belirtilmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde cereyan etmişse, devlet başkanı ganimetin dörtte üçünden humusu çıkarır ve sonra da geri kalan dörtte biri ganimet olarak dörtyüz kişi arasında eşit bir şekilde taksim eder.

Çünkü ganimeti hakketme üçyiizü için sabit olur. Onların bir kısmı da diğerinden daha mukaddem değildir. Çünkü onu hakketmeğe sebeb olma bakı­mından aralarında bir fark yoktur. Daha sonra geri kalan dörttebirden humus çıkarılıp geri kalanı, daha önce dörtte üçten geri kalana eklenir, aralarında tüm askerlerle atlan gözönünde bulundurularak taksim edilir.

203- Şayet emre itaatsizlik ederek savaşa girmiş olan o yüz kişi ismen biliniyor ise ve komutan bu hareketlerinden dolayı onları elde ettikleri ganimetten mahrum etmeğe ve geri kalanı o üçyüz ile asker arasında paylaştırmaya karar verir de yerine başka bir komutan gelirse, birincisinin haksızlık yaptığına kani olsa da, onun hükmünü uygular.

Çünkü ilk komutan fakihler arasında ihtilaflı olan bu mese­lede ictihad etmiştir. Bazı fakihler bu âsilere paylarının veril-memesi gerektiğini söylerler. Onlara payları verilmemeli ki, bîr daha böyle birşey yapmasınlar. Bunu söyleyen fakihler, bu me­seleyi, mirasçısı olduğu kimseyi öldürdüğü için onun mirasın­dan mahrum bırakılan katile benzetirler. Mesele, ilerde yeri geldiğinde ele alınacaktır. İctihad konusu olan hususlarda ha­kimin hükmü uygulanır ve o hüküm bozulmaz. Onun için İ-mam Muhammed, birincisinin uygulamasını ikincisi bozamaz demiştir.

204- İmam Muhammed dedi ki: Kişinin anne ve babası var­sa, onlardan izin almadan cihada gidemez.

Çünkü onlara iyi davranması vacibtir ve isyan etmemesi ise farz-ı ayındır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "(Ebeveynin) haklarına riayet eden dilediğini yapsın, cehenneme girmeyecek ve onların haklarına riayet etmeyen dilediğini yapsın, cennete girmeyecektir."

Yine şöyle buyurur:

"Her kim anne ve babası kendisinden razı oldukları halde sabahlarsa, kendisi için cennete iki açık kapı vardır."

Cihada çıkacak olan kişi, onların iznini almadan çıkmakla bu kapıları kendisine kapamamahdır. Kaldı ki, bu çıkışından faydalanıp faydalanmayacağı kendisince meçhuldür.

205- İbn Abbas b. Mirdas "Ya Rasulallah cihada çıkmak istiyorum" demişti. Rasulullah (s.a.v.) : "Annen var mı?" diye sormuş ve o da: "Evet" deyince Rasulullah: "Annenden ayrıl­ma, cennet onun durduğu yerdedir." buyurmuştur.

Bu meseleyle ilgili teferruat bundan sonraki konuda işlenecektir.

206- İbnu'z-Zübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: Cabir'den, efendisinin izni olmadan kölenin savaşıp savaşmayacağını sor­dum. Savaşamaz, dedi.

Biz de, aynı görüşteyiz.

Çünkü kölenin çalışması, efendisinin mülküdür. Onun için savaşla uğra­şarak buna engel olması caiz değildir. Ancak müslümanlar onun savaşmasına zaruret duyarlarsa, o başka. Mesela, genel bir seferberlik ilan edilmişse, o za­man savaşa gitmesinde bir sakınca yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi za­ruret, şer'î itaatin dışındadır. Efendi bu gibi durumlarda ona engel olamaz. Ak­sine, kendisinin bu durumda can ve malıyla savaşa katılması farzdır. Onun için efendi, köleye savaşa gitme dese bile, kölenin ona itaat etmesi gerekmez.

Bu gibi durumlarda ebeveynin oğullarım savaştan alıkoymaları da aynı şekilde geçersizdir.[259]

Başarı Allah'tandır.[260]

 

Kadınların Erkeklerle Birlikte Savaşa Katılmaları

 

207- İmam Muhammed dedi ki : Kadınların erkeklerle beraber savaşa katılmalarını uygun görmem.

Çünkü kadının yapısı savaşmaya müsait değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle buyurur : "Bu kadın savaşacak değildi." Kadınların savaşa katılmalarıyla müslümanlarm namuslarının teşhiri söz konusu olup müş­riklerin buna sevinmelerine sebeb olabilir. Ayrıca müşrikler: Müslümanlar, sa­vaşabilmek için kadınlarına muhtaç kaldılar, deyip bunu müslümanlarm güç­süzlüğüne yorumlayabilirler. Bu sebeple kadınları savaşa götürmekten kaçın­mak gerekir. Onların direkt olarak savaşa katılmaları bunun için hoş karşılan­mamıştır.

Ama müslümanlar buna mecbur kalırlarsa, o başka...

Zaruret anında müşriklerin saldırısını önlemek, her müslüman için gücü oranında vacibdir.

Huneyn olayı buna delil olarak getirilebilir. Bunu daha önce açıklamıştık. Bu olayın Öyküsünün sonu şöyledir :

Milhan kızı Ümmü Süleym, karnı üzerine bir elbise bağlamış olarak savaşıyordu. Ümmü Süleym, Rasulullah (s.a.v.)'e: Ya Rasulallah! Şu sa­vaştan kaçıp seni düşman arasında yardımsız bırakanları gördün mü? Şayet Allah sana imkan verirse, onları affetme! "dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi:

"Ya Ümmü Süleym! Allah'ın koruması daha geniştir. "Ümmü Sü­leym üç defa tekrar etti. Üçünde de Rasulullah (s.a.v.) :

"Allah'ın koruması daha geniştir." buyurdu.

Meğâzî kitaplarında Ümmü Süleym'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasulullah! Müşriklerle döğüştüğümüz gibi şu kaçanlarla da savaşıp onları öldürmeyecek miyiz?" Rasulullah (s.a.v.): "Allah'ın koruması daha geniştir." buyurmuştur.

Müslüman askerlerin Rasulullah (s.a.v.) 'i düşman arasında bırakıp kaçtıkları bu savaştan daha açık kadınların savaşa katılmalarına ihtiyaç duyulur mu?

Burada zaruret anında kadınların savaşa katılmalarının caiz olduğuna delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v,) o durumda Ümmü Süleym'in savaşa ka­tılmasına engel olmamıştır. Bu durumun dışında kadınların savaşa katılmalarına izin verdiği de rivayet edilmemiştir.

208- İmam Muhammed dedi ki: Yaşlı kadınların savaşta hazır bulunup yaralıları tedavi etmeleri, askerlere su dağıt­maları ve ihtiyaç anında yemek pişirmeleri caizdir. Abdullah b. Kurt el-Ezdt der ki: Halid b. Velid ve arkadaşları Bizansla savaşırken hanımları devamlı olarak mücahidlere su taşıyıp şiir söylüyorlardı.

Burada söz konusu edilen kadınlar, yaşlı kadınlardır. Fitne korkusundan dolayı genç kadınlar bundan menedilirler. Ayrıca yaşlı kadınların bu görevi yapmalarıyla ihtiyaç da ortadan kalkmaktadır.

209- Hayber savaşında Peygamber (s.a.v.)'Ie birlikte hazır bulunan Ümmü Muta'ın şöyle dediği rivayet edilir : "Ashab Rasulullah'a çektikleri zorlukları anlattıkları bir sırada Eşlem (r.a.)'ı gördüm. Peygamber onları cihada teşvik etti. Hemen yerlerinden fırlayıp savaşa koyuldular. Kaleye ilk ulaşan kişi, Eşlem (r.a.) idi. O gün güneş batmadan Allah bize fethi mü­yesser kıldı. Sa*b b. Muaz kalesi fethedildi.

Buradan anlıyoruz kî, Ümmü Muta' Rasulullah (s.a.v.) 'Ie birlikte savaşa katılmış ve Rasulullah (s.a.v.) ona engel olmamıştır. Yine anlıyoruz ki, kendi­sine uygun işleri görmek üzere yaşlı kadının savaşa katılması caizdir. Başarı Allah'tandır.[261]

 

 



[1] İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 436-437; Şeşen Ramazan, "İslam Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umumi bir Bakış", İTED, VII/3-4 (1979)

[2] "Hanefî fıkıh eserlerinde gayri müslimlere ilişkin kurallar sistematik olarak incelenme-miştir." diyen Alman müsteşrik Hans Kruse, bu hatalı yorumunu kitabının ikinci yayımında da sürdürmüştür, bkz.: Islamische Völkerrechtslehre, s. 16

[3] Seviğ, age, s. 12

[4] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/12 

[5] Berki Şakir, Devletler Umumî Hukuku, s.l; Hamiduilah Muhammed, Devletler Hukukunun Yüzüncü Yıldönümü Nedeniyle" s. 147.

[6] Meray S. L. , Devletler Hukukuna Giriş, 1/5-6

[7] İsam K. Salem, İslam und Völkerrecht, s. 93

[8] Hallâf Abdiilvehhab, es-Siyâsetüş-Şer'iyye, s. 71; Marcel Boısard, "The Conduct ofHostilities and The Protection of The Vicüms of Armed Conflicts in islam", s. 3,4

[9] Crozat Charles, Devletler Umumî Hukuku, 1/204; Mansur Ali, eş-Şerîatü'l-İslamiyye ve'l- kân&nu'd - deyliyyii'l-âmm, s. 29; Meray, Devletler Hukukuna Giriş, 1/24 vd.

[10] Akipek Ömer, Devletler Hukuku Başlangıcı, s. 92; Pazarcı Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, 1/45

[11] Wilson G. Grafton, "Grotius: Law ofWar and Peace", s. 205; Aliye Semir, îlmu'I-kanûn, s. 220

[12] Nys. E. , Les Origines du Droit International, s. 201 - 210'dan naklen Guneymî Taî'at,

Kânunu's-Selâm fi'l-îslam, s. 57

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/3-4

[13] İbn M3.nzûr,LisânWI-Arab, "s-y-r", IV/389-390; Nesefî Necmeddin, Tübetü't-Talebe, s. 79

[14] Feyyûmî, el-Misbâhu'I-Münîr, s. 114; Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 122; Konevî k. Enîsü'l-fukahâ,

s. 181 - 182; Tehânevî, Keşşaf Istılâhâti'l-fünûn, 1/663; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/435; Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-ezhâr, IV/518; Sayâğî Hüseyin b. Ahmed, er-Ravdu'n-nadîr, Iv/294; Hamidullah, age, s. 45; Khadduri, The isletme Law ofNations Shaybani's Siyar, s. 39; Kruse, İslamische Völkerrechtslehre, s. 30 vd.

[15] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/435

[16] Kelimelerin menkul anlamlan için bkz. Cürcânî, Ta'rîfât, s. 233 - 234

[17] Şahhâte M. Ş.,Risaletü'l-cihad,s. 12-13

[18] ibn Hişâm, es-Sfratü'n-Nebeviyye, III - IV/632; Hamidullah, îslamda Devlet İdaresi

[19] Merğînânî, el-Hidâye, 11/135 - 170. Son iki konuyu teşkil eden mürted ve bağîlere uygulanacak hükümler de görüldüğü gibi "siyer" kavramının kapsamı içine alınmıştır. Bu bakımdan siyeri, Hans Kruse gibi, (bkz. İslamsche Völkerrechtslehre, s. 9) sadece ve sadece gayri müslimlerle ilişkilerin incelendiği bir hukuk dalı olarak düşünmek hatalıdır.

[20] tbn Manzûr, Lisânü 'l-Arab, "c-h-d", III 1\ 33 - 135; Feyyûmî, el-Mısbâhu 'l-Munîr, "c-h-d", s.

43 - 44; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-muhît, "el-cehd", s. 351; Nesefî, Tılbeîü't Talebe, s. 79; Mv. F, ■■el-Cihad".

[21] Nesefî, age.,s. 79; Konevî, Enîsü'[-fukahâ,sl81; Tehânevî, age., 1/197; Kâsânî, Bedâ'i-u's-sartâ'i, VII/97; İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtâr, IV/119; Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, 11/863,865; Özel, age., 58

[22] A'râf 76158; Sebe'34/28

[23] Fazlurrahman, "islam ve Siyasî'Hareket", Islami Araştırmalar, VII/2 (1994), s. 194

[24] Müsncd, V/231 , 238; Tirmizî, "İman" 8

[25] Boisard, "The Conduct ofHostilities and The Victım of Armed Conflict m Islam"s. 6

[26] Schacht J., An întroduetian to Islamic Law, s. 130; Von Vloten G., Emevi Devrinde Arap Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araşıtırmalar, s. 13 -14; Bosquet-Schacht, Seilected Works of C. Snouck Hurgronje, s. 72 - 73; Khadduri, The War and Peace on The Law of islam, s. 45, 52, 53, 144, 202; Kruse, "agm." , 57, 65, 79; a. mlf., Isiamische Völkcrrechtsİehre, s. 96

[27] Goldziher I., el-Akîde ve'ş-Şerî'a, s. 27 - 28

[28] Kruse, Isiamische Völkerrechtslehre, s. 62-69

[29] Armstorng K. Holy War: The Crusades and Their Impact on Today's World, s. 1, 147 vd.,

275 vd. Hristiyanlıktaki kutsal savaş fikri hakkında şu kitaba da işaret etmeliyiz: Noth, Heiliger Krieg und Heiliger Kampf in islam und Christentum, Bonnl966. Kadduri'nin mukayese .sadedindeki şu yorumu nisbeten daha insaflıdır: "Batı hukuk geleneğinde 'hak savaşı" yahut 'hakedilmiş savaş' yani bellum justum, tek geçerli savaş türüdür. Cihad da İsiamın hakedilmiş savaşı idi." İslamda Adalet Kavramı, s. 224

[30] Watt, islamın Avrupa'ya Tesiri, s. 15

[31] Kur'an-ı Kerim'deki cihad ayetlerinin birarada topluca bir değerlendirmesi için bkz.  Daks Kamil Seiâme,Âyâtü'l-Cihadfı'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kuveyt 1392/1972

[32] Furkân 25/52

[33] Ankebût 29/69

[34] Aliyyü'l-Kârî,£W7î Müsned Ebî Hanîfe, s. 370

[35] Cihad kavramıyla iligili bazı yaklaşımların değerlendirilmesi ve çağdaş bir cihad yorumu için şu çalışmaya işaret edilebilir: Bûtî Saîd Ramazan, el- Cihad fi'1-Islam keyfe nefhemuh ve keyfe Numârisuh, Dımeşk 1993

[36] İbn Manzîr, Lisânü'l Arab, "ğ-z-v", XV /123 125; Feyyûmî, el-Mısbâhu't-munîr, "ğ-z-v",s.

170; Cevheri, es-Sıhâh, "ğ-z-v", VI/2446; Fîrûzâbâdî, ei-Kâmûsü'l-muhît, "ğ-z-v", s. 1698; Nescfi, Tılbetü't -Talebe, s. 79;

[37] Şehhâte, Risaletü'l-cihad, s. 11-12; krs., Guneymî, Kânunu's-selâm, s. 58. İmam Şafiî ise

konuyla ilgili görüşlerini, her üç terimin de dışında "Kitabu'l-Cizye" başlığı altında vermiştir

[38] Süyûtî, Tebytdu''s-sahîfe fîmenâkıbi Ebî Hanîfe, s. 36

[39] Hamidullah, "Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 17 (İbn Hacer, Ta- vâli'ut-te'sîs, s. 78); Kruse, "agm.", s. 63; Efgânî Ebu'1-Vefa, er-Red ala siyeri'I-Evzâi mukaddimesi, s. 2-3; Şafak Ali, İslam Hukukunun Tedvini, s 86; Nu'mani Muhmmed A., "Kitabu'l-âsâr mukaddimesi", SAÜİFD.,sy: 1 (1996), s., 247

[40] Kesveri Zahid, Husnü'î-tekâdîfi sîrati'l- İmam Ebî Yusuf el-kâdî, s. 42

[41] Efganî, er-Red ala siyeri 'l-Evzâ 'î mukaddimesi, s. 3

[42] İbn Abidîn, "ukûd resmi'l-müftî", s. 16; Ebu Zehra, Ebu Hanîfe,s. 240-241; Muhammed î. Ahmed, el-Mezheb inde'l-Hanefiyye, s. 147;

[43] Kevserî, Hüsnü 'l-tekâdffî sîrati'l-İmam EM Yusuf, s. 43; Öğüt, Safim, "Ebu Yûsuf, DİA. X/264; Krş, Ebu Zehra, age, s. 241; Khadduri, The Islamic Law of Nations, s. 41

[44] Serahsî, Mebsût, X/144

[45] İbn Âbidin, "ukûd resmi'l-müftf, s. 19; Kevserî, age., s. 43; Brockelmann C, GAL, Suppl 1/308; Schacht, "aI-Awza'i", El. (ing), 1/773; Öğüt, "Ebu Yûsuf, DİA., X/264;bkz: Öğüt, "£i'zâf',DİA.,XI/546-548

[46] Khadduri, The Islamic Law of Nations, s. 24

[47] Bu konuda bkz: Ebu Zehra, Târîhu'l-Mezâhibi'l-fıkhiyye, s. 510 vd. ; Musa M. Yusuf,

Târîhu'l-fıkhi'l-İslamî, s. 194 vd.; Şafak AH, Mam Hukukunun Tedvini,$. 58; Şener Abdülkadir, "ei-Müsned", AÜİFD. XVII (1969), s. 339; Yaman Ahmet, "İslam Hukuk Edebiyatı'nın Ortaya Çıkışı, Gelişmesi ve İslam Kamu Hukuku edebiyatına İlişkin Arapça bir Bibliyografya Denemesi".Diyanet İlmi Dergi,XXXl/3 (1995), s. 111-112

[48] İhtilâfıı'l-fukahâ,$.31

[49] Hamidullah. "Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 18; Özel age., s. 21

[50] Abdullah b. Mübarek, Kitabu'1-cihad, thk: Nezih Hammad, Beyrut 1971; Tunis 1972

[51] Favik Hamâde'nin tahkikiyle 1987'de Beyrut'la neşredilen eserden ancak tanıtım yazısı kadarıyla haberdar olabildik. Bu tanıtım yazısı için bkz. Seyyid Rıdvan, "Kitabu's-siyer li'l-Fezân', el-Ebhâs sene: 35 (1987) Beyrut s. 67-72; Eserlerle ilgili daha önce yazılmış bir başka tanıtım ve değerlendirme yazısı için bkz: Muranyi Miklos, Das Kitab al-Siyar von Abu Jshaq Fazari, JSAİ-Vi (1985). s. 63-97; ayrıca bkz.: Khadduri, age. , s. 26

[52] İbn Ebi Asım, Kitabu'l-cihad, c. I-II, thk: Ebu Abdirrahman Müsaid b. Süleyman, Medine 1989

[53] Seyyid Rıdvan, ag. tanıtım, s. 68; Khadduri, age., s. 40

[54] Taberî'nin İslam hukukunun geneliyle ilgili görüşlerinin topluca bir özeti için bkz: Kal'acî M. Ravvâs (haz.), Mevsû'a fıkıh Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Beyrut 1994

[55] Şafak Ali, age. , s. 93;Hans Kruse'nin eserinin mukaddimesinde adını vermeden andığı

"Enstitü" de muhtemelen bu enstitü olmalıdır, bkz: Islamische Völkerrechtsiehre, s. XIV

[56] Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, 11/34-35. (Bursalı M. Tahİr, eserin baskı tarihini yaniışhkla 1244/1828 olarak verir); İsmail Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn, 11/359-360; Ebu Zehra "Temhîd" s. 35.. Ayıntâbî'nin ayrrca Şerhu'' s-siyeri'l-kebîr''deki sadece muğlak ve çetrefil ibareleri açıklamaya matuf "Teysiru'l-mesir fi şerhi's-siyeri'l-kebir" isimli Arapça bir eseri daha vardır: İÜ., Yıldız Sarayı Kütüphanesi Arapça Yazmaları Bölümü No: 5867.

Söz konusu tercüme ve mütercimi Aymtâbî için bkz.: Okiç M. Tayyib, "Şemsü'l-eimme es-Serahsî'nin 'Şarhu's-siyafi'l-kabîr'inin Türkçe Tercümesi ve Mütercim Mehmed Münîb Ayıntâbî'nin Diğer Eserleri", s.27 vd. Okiç, bu makalede Bursalı M. Tahir, Bağdatlı İsmail Paşa ve diğer zevatın bu tercümeyi Serahsı'nin Şerh'inin değil de asıl metin olan Şeybânî'nin es-Siyeru'1-kebîr'inin tercümesi olduğu şeklinde yanlış tanıttıklarını söyler,, s. 31. cs-Siyeru'1-kebîr metin olarak da ayrıca neşredil mistir. M. Hadduri, önce İngilizce olarak "The Jslamic Law ofNations Shaybani's Siyar" ismiyle sonra da Arapça olarak "es-Siyeru'l-kebır Ve'l-alâkâtü' d-devliyye et-İstamiyye, (Beyrut 1975) ismiyle yayınlamıştır. Fransızca tercümesi de 1851-1853 yılları arasında Asya (?) gazetesinde tefrika edilmiştir. Bkz: Ermenâzî, eş-Şcr'u'd- devlî, s. 46

[57] Serahsı'nin devletler hukuku aİanındaki hukukî anlayışı ile ilgili olarak, bilebildiğimiz kadarıyla en son şu çalışma yapılmıştır: Taştan Osman, The Jurisprudence ofSarakhsi with Particular Reference to war and Peace (yayımlanmamış doktora tezi), The Universitiy Of Exeter 1993.

[58] Şafak, age., s. 93; Hamidullah, "Ölümünün 1200. Yıldönümünde Şarlman'ın Muasırı İmam

Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî" İsi. Med. s.: 20 (1969), s. 9

[59] Hamidullah, Le Grand Livre de la Conduiîe de I'Etat 'a yazdığı önsöz, I/LV

[60] Ankara 1989-1991. Şeybânî'nin eserinin ve Serahsî'nin Şerhlerinin Batı dillerindeki tercümeleri için bkz: Bu son tercüme, 1/LIV-LV

[61] Yûsuf ] 2/76

[62] Serahsî, Şerhu''s-siyeri'l-kebîr; 1/3

[63] Ebu Zehra, Ebu Hanîfe, s. 241-242; a. mif., "Temhid" s. 34. imam Muhammed'in özel olarak

devletler hukuku, genel olarak İslam hukukundaki yeri için son dönem çalışmaları arasında şu teze bakılabilir: Muhammed Makbul Hüseyin, Muhammed b. Hasen.eş-Şeybânî ve eseruh fi'l-fıkhi'l-İslami, (yayımlanmamış dr. tezi), Cami'atü'i Ezher Külliyyetü'ş-Şeria ve'1-kanun, Kahire 1972;aynca bkz: Desûkî Muhammed, el- İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybani, Devha 1407/1987

[64] Schacht, "Fıkh ", E.I., (İng.), 11/887; Musa M. Yusuf, Tarihu'l-fıkhVl-İslamî, s. 194

[65] Horovitz J., el-Meğazî'l-ûlâ ve müellifûhâ, s. 6'dan Hizmetli Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, 114; Poiat Selahaddin, "Ebân b. Osman b. Affan", DİA, X/66-67

[66] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/5-15

[67] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17

[68] S. el- Müneccid.

[69] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17

[70] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17-20

[71] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/20-21

[72] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21

[73] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21-22

[74] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23 

[75] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23-24 

[76] Serahsî, bu kısmı Şarhûz-Ziyâdât isimli kitapta ayrıntılı olarak ele aldığı için atladığını belirtir, (bkz. Şerhu's- Siyeri'1-Kebîr, V/1850). Böyle bir ifadeye eserin başka yeşinde yer verilmemiş olması, Seriahsî'nin mümkün olduğu kadar eksiksiz bir şerh yaptığını göstermektedir. (Editör)

[77] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/25-26

[78] GalSuppl. 1/291

[79] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/27

[80] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/28 

[81] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/29-30

[82] Yusuf: 12/76.

[83] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/31

[84] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/32

[85] Enfâl : 8 / 60. Ribat, karakol; murabıt da nöbetçi anlamındadır. Çeviren

[86] Zariyat,51/14

[87] Burûc:85/10

[88] Ankebût: 29/2

[89] Tâhâ:20/4Û

[90] A'râf:7/155

[91] Nisa : 4/100

[92] Tevbe : 9/111

[93] Enbiya: 21/101-102.

[94] Tevbe:9/80.

[95] Enfal : 8/65.

[96] Bakara: 2/261

[97] Hacc: 22/25

[98] Muhammed:47/7

[99] Buharı, "imân" 17; "Salât" 28; Müslim, "İmân" 32; Ebu Dâvûd, "Cihad" 95' Bu hadisdeki "insanlar" sözüyle Arap müşriklerinin kastedildiği ve bu yönde icma olduğu yorumu yapılmıştır. Bkz. M.Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, Ankara, Kânûnü'd devliyyül-âmm, Kahire 1390/1971, s. 266; Vehbe Zühaylî, Âsâru'1-harb fi'î-fıkhi'I-İslâmî, Dimaşk 1412/1992, s. 120-121. Değilse onu "Dinde zorlama yoytur "ve benzeri ayetlerle teiif etmek zordur. (Editör)

[100] Feth 48/16

[101] Tevbe:9/29

[102] Hucurât 49/9

[103] Nazihat süresindeki sen nerde onu bilmek nerde!" Nazihat, 79/43 (Çevirenin)

[104] Naziat,79/43

[105] Enfâ!:8/69

[106] "Sultan yer yüzünde Allanın gölgesidir. Zayıf ona sığınır, mazlum onunla hakkını alır. Dünyada Allanın sultanına ikram edenlere Alîah kıyamet günü ikram eder" şeklinde ve başka ifadelerle meşhur olan bu sözü, İbnu'n-Neccar, Beybaki, Hakim kitaplarına almışlardır. Hemen belirtelim ki adaletli veya zalim hiçbir ultan hiçbir şekilde Allah'ın gölgesi değildir. Aksine sultan.çoğu zaman zulüm ve haksızlığın kendisidir. Yüce Allah da bundan beridir. (Çeviren)

[107] Doğrusu, sözü edilen zillet, yenilgi ve boyun eğme aşağılığıdır. (Çeviren)

[108] Münâfikûn: 63/8

[109] Tevbe: 9/29

[110] Bakara: 2/148

[111] Al-iîrnran; 3/133

[112] Al-i İmran: 3/200

[113] Bakara: 2/238

[114] Meryem: 19/87: Ayetin tamamı şöyledir: "Rahmanın katında söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır."

[115] AI-i îmran:3/100

[116] Al-ilmran: 3/100

[117] Ahzâb: 33/6

[118] Ahzâb: 33/31

[119] Al-i İmran: 3/169

[120] Rad: 13/31

[121] Zuhruf,43/17

[122] Yaz orduları: Yazın toplanıp hava mutedil olunca savaşa giden büyük ordudur.

[123] Âl-ilmrân:3/18

[124] Bu hadis değil, uydurma bir sözdür. Bakınız Keşfu'l-Haya, 2/70-71 (Çeviren)

[125] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/33-59

[126] Başta Buhrârî (Cihad 102, Meğâzî 38), Müslim (Siyer ve Cihad 2,12), Ebu Dâvûd (Cihad 82) oimak üzere bir çok sahih hadis mecmuasında rivayet edilen uzunca bir hadisin bir bölümünü teşkil eden bu sözleri tam olarak anlayabilmek için Hz. Peygamber'in şu ifadelerine de dikkat etmek gerekmektedir.: ".....Bir kale halkım kuşatır da senden Allah'ın ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine vermeni isterlerse onlara ne Allah'ın ahdini, ne de Peygamberinin ahdini ver. Onlara verdiğin kendi ahdini ve arkadaşlarının ahitlerini bozmanız, Allah'ın ve Rasûlünün ahdini bozmaktan daha iyidir. Bir kale halkım kuşatır da, senden kendilerine Allah'ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme. Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et. Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü tam olarak bilemeyebilir ve isabet etmeyebilirsin " (Editör)

[127] Tevbe: 9/10

[128] Enfâl:8/58

[129] Tevbe,9/l

[130] Tevbe:9/12

[131] Bu kitabı Osmanhcaya tercüme eden Muhammed Münîb Ayıntâbî, Dureyd'in öldürüldüğü zaman yüzyirmi yaşında olduğunu söylüyor. Şerhu Siyerî'l Kebîr Tercemesi (çeviren) 1/31

[132] Bakara: 2/205

[133] Tevbc 9/120

[134] Al-ilmrân3/161

[135] Âi-Ümrân 3/139

[136] Burası bir yerin ismi olup Şurahbil oğullarının kuyuları manasınadır.

[137] En'am6/70

[138] Al ak 96/6-7

[139] Al-iİmrân 3/152

[140] Haşr 59/5

[141] Maide 5/11

[142] Haşr59/14

[143] Haşr 59/2

[144] Haşr 59/11

[145] Haşr 59/5

[146] Übnâ: Şam bölgesi'nde bir yerin ismidir. (Mu'cemu'l-Butdîin)

[147] Izâr :Baştan ayağa kadar bedeni örten entari. Rîdâ: Aba, cübbe ve pafdüsü gibi elbise ü-zerinde giyilen giysilerdir. Çeviren

[148] Enfâ! 8/46

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/60-77

[149] Başka nüshalarda Süleym ve Süleyman şeklinde geçmektedir.

[150] Tâhâ 20/29

[151] Âl-Ümrân 3/159

[152] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/79-82

[153] Râvî, burada şüphe içerisindedir. Acaba Rasûlüllah (s.a.v.) "erken kazanç" mı demişti yoksa "amacı elde etmektir" mi demişti. Bunu iyi hatırlamadığı için her iki durumu da rivayet etmiştir.

[154] Tevbe 9/25

[155] Ahzâb 33/37

[156] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/83-87 

[157] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/89-91 

[158] Bakara: 2/186

[159] A'raf: 7/55

[160] Nuh: 71/26

[161] İsrâ: 17/15

[162] Tevbe:9/29

[163] Feth: 48/16

[164] Hadra' : isim olarak kullanılıp kelime itibariyle "Yeşil" manas in dadı r.

[165] iran'dan Yemen'e gelip burada Araplarla evlenenlerin soyundan gelme bir kabilenin ismidir.

[166] Saff: 61/6

[167] Serahsî'nin burada yer verdiği hadislere benzer diğer hadisler (bkz. Dârimî, Siyer, 8; Mus-ned 1/231,236; Yahya b. âdem, Kitâbu'l Harâc, s. 47-8) savaşta önce düşmanı Islamı kabul etmeye veya İslamın egemenliğini tanımaya davet etmenin gerekliliğine işaret etmektir. Bunun için İslam hukukçuları, kendilerine îslam tebliği ulaşmayan kimselere savaştan Önce mutlaka islamın anlatılıp kabul etmeye çağrının yapılması gerektiği konusunda hem fikirdir, (bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'I-Muktesıd, 1/312; Ebu Yâlâ el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 41; Ramlî, Nihâyetü'l-muhtâc, VIII/64)

Bununla beraber savaştan önce davet etmeyi gerekli gören hadislerle, baskın hadisleri, hukukçular arasında bu konuda nesih ihtimali bulunabileceği   intibaını uyandırmış ve neticede ortaya üç gürüş çıkmıştır. 3) Davet mutlaka gereklidir.

2) Davete gerek yoktur. Bunu şart koşan hadisler İslamın ilk günlerine aittir, dolayısıyla nesh söz konusudur.

3) Nesih yoktur; hadisler bağdaştırılır. Buna göre kendilerine davet uluşanlara baskın yapılabilir, uluşmayanlara ise davet şarttır, (bkz. Şevkânî, Neyjü'l-Evtâr, Vııı/53) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/92-97

[168] Enfal : 8/60

[169] Bakara: 2/180

[170] Nisa: 4/119

[171] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/99-102

[172] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/103-104

[173] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/105-106

[174] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/107

[175] Teybe : 9/5

[176] Tevbe : 9/5

[177] Tevbe: 9/5

[178] İslamdan önceki Arap toplumunda mevcut bir anlayış olan ve savaş yapmanın caiz olmadığı dört ay (Receb, Şaban, Ramazan, Zü'1-kâde) olan ayarlarda savaşmak tartışma konusu olmuştur. "Sana haram ayı ve o aydaki savaşı sorarlar. De ki, o ayda savaşmak büyük suçtur. Ancak Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'in ziyaretine engel olamk ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük suçtur. Fitne de adam Öldürmekten daha büyük bir günahtır... "(Bakara 2/217) ayetinin muhkem olduğunu ve hükmün yürürlükten kaldırılmadığını söyleyen, bir grub alim, bu aylarda savaşmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. (Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/86/87; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmu'l,Kuran,I/43).gibi.

Buna karşı cumhur ise Hz. Peygamberin Tâif kuşatmasının, Hevâzin ve Sakîf seferlerinin haram aylarda yapıldığını ve dolayısıyla yukardaki ayetin neshedildiğini kabul etmişlerdir. Öyleyse senenin herhangi bir ayında savaş yapılabilir. (Serahsî, Mebsût, X/26; Ramlî, Nihâyetü'l-Muhtâc VIII/45; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye kamusu 111/390).gibi.

Şüphesiz bu ayların dokunulmazlığı sadece bunu tanıyanlar için bir anlam ifade eder Gayrı müslimlerle Müslümanlar arasında olabilecek düşmanca ilişkilerde ise böyle bir durum, tabiatıyla söz konusu olmaz. (Editör)

Bu konuda alimler değişik görüşler belirtiyosa da, Kuranı Kerimde neshedilmiş âyet olmadığı gözönünde bulundurulduğunda haram aylarda müslümanfann düşmanla savaşa başlamamaları asıldır, Çünkü bu aylarda savaşın haramlığmı belirten ayet yürürlüktedir. Ama düşman taraf bu aylarda savaşı başlatmış ise, elbette müslümanlar onlara karşılık verecek ve ilgili ayette belirtildiği gibi düşmanın vereceği zararlar önlenecektir. (Çeviren.)

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/109

[179] Enfâl: 8/72

[180] Fey\ sıcak çatışmaya girmeden ele geçzirilen mal ve değerleri şeylerdir. Ganimet ise fiilen savaş yapıldıktan sonra kazanılan esirler mal ve değerlerdir.

[181] Tevbe: 9/97

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/111-112

[182] Tevbe: 9/123

[183] Maîde : 5/67

[184] Meâric: 70/15.16

[185] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/113-116

[186] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/117

[187] Nisa: 4/116

[188] Zümer: 39/10

[189] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/119-121

[190] Lukmân: 31/15

[191] Lukmân: 31/15

[192] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/123-124

[193] Bakara: 2/156

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/125-126

[194] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/127-128

[195] Enfal: 8/60

[196] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/129-131

[197] Tevbe: 9/25

[198] Tevbe : 9/26

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/133-134

[199] Meğâzi kitaplarında bu adamın, Nuaym b. Mesud es-Sekafî olduğu söylenir.

[200] Ahzâb: 33/10

[201] Savaş hileleri, savaşta askerî amaçlarla düşmanı aldatmak için başvurulan yollar ve ça­relerdir. Kısaca, savaş taktikleridir. Bu husus La Haye Yönetmeliğinin 24.maddesinde de kabul edilmiştir, (bkz. Seha L. Meray, Devletler aradaki anlaşmayı bozmamak ve verilen emanı ihlal etmemek şartıyla İslam alimlerinin, savaşta mümkün olan her hilenin ve aldat­macanın kullanılmasının caiz olduğunu bildirmektedir, (bkz. Şerhu Müslim, XII/45) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/135-138

[202] Enfâl: 8/16

[203] Enfâl: 8/65

[204] Enfâl: 8/65

[205] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/139-140

[206] Nisa : 4/92

[207] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/141

[208] Al-ilmran: 3/128

[209] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/143-146

[210] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/147

[211] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/149

[212] Tevbe: 9/28

[213] Mâlikiler dışında diğer mezhebler, İslamın mukaddes saydığı mekanlara gayri müslimlerin girip giremeyeceği sorusuna bazı kayıtlarla olumlu cevap vermektedirler. Mesela Hanefî ve şâfiîler, yatmak, uyumak, içeride yiyip-içmek veya başka yollarla hafife almak kasdı olmadıkça buna cevaz verirken, bazı Hanbefîler giriş izni için bir müslümanın denetimini ve maslahatın teminini şart koşmuşlardır, (bkz. Cassâs, Ahkâmül-Kur'ân, IV/279-280; Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, VlI/499; îbn Teymiyye, Mecmûu'l- Fetâvâ, XXII/94; İbnü'-Lahhâm, el-Kavâid ve'1-fevâidü'l-usûliyye, s. 51; karşılaştırınız: Taberî, ihtilâfu'l-fukahâ, s. 239) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/151-152

[214] Ahzâb : 33/33. Bu emir gene! değil, peygamberin eşlerine özeldir.Kadınların evlerinden dışarı çıkmaları için kocalarının izni şart değildir.Müslüman kadınlar için dinde böyle bir

yasak da sözkonusu değildir .Çeviren

[215] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/153-154

[216] Hacc: 22/78

[217] Isrâ: 17/7

[218] Kültürümüzde isiamdan dönen kişinin öldürülmesi gerektiği inancı egemendir. Halbuki b_u inanç doğru değildir. Çünkü bu konuda rivayet edilen olayların hepsinde öldürülen kişilerin dinden döndükleri için değil, ya düşman safına geçip müslümanlara karşı savaştığı için, ya da meşru islam devletine siyasi olarak başkaldırıp fesada ve ölümlere sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Sadece din değiştirdiği için kişilerin öldürülmesini meşru göstermek için yapılan bütün yorumların tutarlı ve haklı olmadığı görülmektedir. Dinde zorlama olmadığı gibi, hak da Allah tarafından ortaya konulmuştur, dileyen inanır, dileyen inkâr eder. İnanma veya inkâr etmenin hesabım insanlar Allaha vereceklerdir.İslamı artık istemeyen kişilerin zorla müslüman olarak gösterilmesi, toplumun münafık ve hainlerle dolmasına yol açar ki bu, kişilerin toplumda kafir olarak bulunmalarından daha tehlikelidir. Çeviren

[219] Bu hilkün, fiilen savaşın cereyan ettiği ve dolayısıyla karşı taraftaki düşmanın "savaşçı = harbî" sayıldığı bir durumla ilgili olduğu unutulmamalıdır. (Editör.)

[220] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/155-160

[221] Maide: 5/5

[222] Yemek yerken mırıldanmak, mecûsîlerin âdeti idi.

[223] Hecer : Bahreyn 'de bir belde (Mu'cemu'l-Büldân )

[224] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/161-164

[225] Zuhrûf: 43/87

[226] Sâffât: 37/35

[227] Sâd: 38/5

[228] Cuma: 62/2

[229] Lokman: 31/15

[230] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/165-169

[231] Aİ-ilmran:3/187

[232] Rasulullaha nisbet edilen bu sözlerin sıhhati şüphelidir. Çünkü hak ile batıl birbirine karışmistir. (Çeviren)

[233] Nûr: 24/31

[234] Bakara: 2/134

[235] Herhalde bugün ehli sünnet geçinen îsiam aleminin büyük çoğunluğu bu tanıma uygun oldu­ğundan iki yakası bir araya gelmemektedir. (Çeviren)

[236] İlk dört halifeyi yüceltmek için rivayet edilen bu ve benzer haberler sahih olmayıp büyük kısmı uydurmadır. Rasululla kendisinden sonra kimseyi halife bırakmamıştır. Değilse, ashap, Hz.Ebu Bekri halife seçmek için ne diye o kadar uzun müzakere ve mücadelede bulunmuştur! Bu rivayetlerle ilgili olarak Bakınız İbn Hacer, Lisânü'l-mîzân, IV/60-61 No: 1517; Müttakî el-Hindî, Kenzü'1-ummâ!, XI/628-637 No: 33061 -33104. (Editör)

[237] Nûr: 24/54

[238] Herhalde bir de müsiümanları uyuşturup zalim sultanlara boyun eğmeye devam etmelerini sağlamak için nakledilmiştir. (Çeviren)

[239] Mücahid söylüyor.

[240] Nür : 24/54

[241] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/171-176

[242] Humus, ele geçirilen ganimetlerin beşte biri demektir. Şu ayet-i kerime humus'un kimlerin hakkı olduğunu belirtmektedir: "Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılattığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığın herhangi bir şeyin beşte biri Alah'a, Rasulüne, O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir." Enfâl 8/41 .(Editdör.)

[243] Bakara: 2/195

[244] Bakara : 2/207

[245] Nisa : 4/2

[246] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/177-179

[247] Nisa : 4/59

[248] Zuhruf: 43/54

[249] Enfâl : 8/46

[250] Kaf: 50/29

[251] Nahl : 16/8

[252] Enfal   8/60

[253] Al-İİmran: 3/152

[254] Hacc: 22/19

[255] En'anıO6/119

[256] Bakara: 2/195

[257] Mefhumu muhâlf, susulan veya söylenmeyen şeyin söylenen ve zikrolunun şeye hükümde muhaiif olmasıdır. Yani bir kayıtla mukayyed olan bir lafız veya bir sıfatla vasıflanmış veya bir şarta bağlanmış ya da bir gaye (sonuç) ile ğayeienmiş bir lafız o kayıt, sıfat, şart ve gayenin zikredilmediği yerde hükümde tersini bildirirse, buna mefhumu muhalif yolu ile istidlal denir. Kısaca, sözün akla gelebilecek zıt anlamıdır. Daha fazla bilgi için bkz. Fahrettin Atar. Fıkıh usûlü, s. 229-236. Editör.

[258] Nisa: 4/71

[259] Savaşın nafile veya farzı kifaye olması halinde kişinin savaşa katılabilmesi için anne-babasının izinini alması gerekli görülmüştür. (İbn Nüccym , el-Bahrur-Râik v/78; İbn Cüzey, el-Kavânînü'1-fikhiyye, s. 97; ibn Hazm, el-muhallâ, VIII/292; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VIII/37-40). Hz. Peygamber (s.a.v.), anne-babası veya bunlardan birisi hayatta olup da orduya kalıtmak isteyenleri "Sen onların uğrunda cihad et!" diyerek kabul etmemiştir. (Buharı, Cihad i 38;b Müslim, Birr, 5; Ebu Davud, Cihad, 31; Nesâî, Cihad. 5)

Anne-babalar gayri müslim olsalar bile Süfyan es-sevri İle Mâliki ve Hanefilere göre durum aynıdır. Fakat Şâfiîler ve Hanbeliler bu takdirde mutlaka izinlerinin alınmasını şart koşmamışlardır. (İbn Cüzey, a.ge., 11/229; İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtâr IV/124) Çünkü kendi dinlerini koruma maksadıyla izin vermeme töhmeti söz konusu olabilir.

Bunun yanında, düşmanın îslam ülkesine saldırmasıyla meydana gelen genel seferberlik durumunda savaşa katılmanın bir ferdî görev yani farz-ı ayn olduğu konusunda ittifak vardır. (Şîrâzî, a.g.e.l 1/228; îbn Cüzey, a.g.e. s. 97; İbn Hazm, a.g.e. VII/291 İbn Kudâme, a.s.e. X/315; e]-fetâvâ e!-Hindiyye, İ1/İS8) Editör.

[260] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/181-195

[261] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/197-198