İSLAM ORDUSUNDAN EMAN İSTEYEN SAVAŞÇI DÜŞMANIN DURUMU
Eman Verilen Kimsenin Düşmanın Elinde Bulunması
Para Yahut Başka Birşey Karşılığında Eman İçin Antlaşma Yapmak
İlk Seriyyenin Kale Halkına Eman Vermesi Ve Ardından İkinci Seriyyenin Gelmesi
Kişinin Sözlerinden Eman Sayılan Ve Sayılmayanlar
Esirler Ve Darulharbe Girenlerin Sözlerinden Eman Sayılan Ve Sayılmayanlar
Kaledeki Düşmana Müslüman Kişinin Karşılıklı Veya Karşılıksız Eman Vermesi
Müslümanlar Eman Vermeden Eman Altında Sayılan Kişiler
Devlet Başkanının İzni Dışında Ve Yasaklamasından Sonra Verilen Eman
Müslümanlardan Birinin Vereceği Hükme Razı Olarak Teslim Olan Düşman Hakkında Verilecek Hüküm
Ganimet Tahsisi Ve Rasulullah'ın Özel Payı
Savaş Alanında Ganimet Tahsisi
Ordu Komutanının Yapacağı Tahsis
Tahsisin Geçerli Ve Geçersiz Olduğu Yerler
Komutanın Emri İle Geçersiz Olan Ve Olmayan Tahsisler
Komutanın Tahsis Yapması Ve Kendisinin De Tahsise Hak Kazanması
Askerden Bazılarına Tahsis Yapıldığında Hak Kazandıkları Ve Geçerli Olan Tahsisler
Öldürme İle Hak Kazanılan Ve Kazanılmayan Ganimetler
Zimmî, Köle, Kadın Ve Başkalarına Ganimet Tahsisi
Ganımet Tahsisinde Ortaklık Ve Hesapla Alınan Pay
Sınır Ve Miktarı Belirtilmeyen Ganimet Tahsisleri
Ödürme İle Hak Edilen, Ama İhtilaf Durumunda Hak Edilmeyen Ganimet Tahsisleri
664- Düşman savaşçılardan kale veya sığınakta olmayan bir kişi müslümanlardan eman diler ve: "Bana eman verin, dışarı çıkayım, sonra da memleketime gidip size ticaret malları getireyim" der ve gidip ticaret malları, silah ya da başka birşey getirecek olursa ve "bu, benim mailindir" derse, söylediği geçerlidir ve getirdikleri emniyet altındadır.
Çünkü yenik olmadığı bir durumda olduğu halde kendisine eman verilmiştir. Onun durumu, İslam diyarına girmek için kendisine eman verilmiş kimsenin durumu gibidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, belirtmemiş olsa da malı ona tabî olarak emniyet içerisinde olur. Mahsur durumda olmadığı halde İslam ordusundan eman isteyip kendisine eman verilen kişinin durumu da öyledir. Ama belirtip malı için eman istemişse o zaman haliyle açıkça malına eman verilmiş olur.
665- Yine beraberinde bir kadın getirir ve "Bu benim esimdir yahut lazımdır ya da kızkardeşimdir" der ve beraberinde çocuklar getirip bunlar benim çocuklarımdır, derse, dediği kabul edilir ve getirdikleri de kendisiyle birlikte eman içerisinde olur.
Malı ona tabî olduğu gibi çoluk-çocuğunun da ona tabî olacaklarını daha önce belirtmiştik.
Ama getirdikleri kimselerden onun yalan söylediğini iddia eden çıkarsa, bu iddiada bulunan kimse fey1 olur.
Çünkü eman hususunda ona tabî olduğunu yalanlayınca köleliğini bizzat ikrar etmiş olur.
Beraberinde getirdiği ve eman istediği kimseler onu doğruladıktan sonra kendisi cayar ve: Benimle onlar arasında bir akrabalık yoktur, der, onlar ise onun yalancı olduğunu söyleyecek olurlarsa, hepsi emniyet içerisinde olurlar.
Çünkü başlangıçta birbirlerini doğrulamakla emandan istifade etmişlerdir. Eman verilmiş kimsenin sözüyle bu eman geçersiz olmaz. Onun, onların köle edilmelerine karar vermesi geçersizdir. Şayet İslam ordusunun komutanı onlardan birinden şüphelenirse, ona yemin ettirir. Yemin etmekten kaçınırsa, ya da akrabası olmadığını söylerse, köle edinilir, ama öldürülmez.
666- Şayet beraberinde erkek kişiler getirir ve: Bunlar benim oğullarım ve kardeşler imdir, derse hepsi fey' olurlar.
Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi savaşabilen durumda olanlar eman hususunda ona tabî olmazlar. İslam diyarına girmek için eman istemekte de ordudan eman dilemesinde de durum budur. Eman dilerken onları da şahsen zikretmesi ya da kendileri eman talebinde bulunmuş olmaları gerekir.
667- Şayet ticaret malı ya da köle getirir ve bu, benim ma-Iımdır yahut bir kadın getirir ve bu, benim esimdir der ve onları, İslam ordusuna yakın bir köyden veya sığınaktan getirdiği bilinirse -ordugahtatakilar bilmese bile- onlara dokunulmaz. O kadın veya köle yahut malın nerede bulunduğunu İslam ordusu daha önce bilmiş olsaydı onları yenip alma imkanına sahip bulunmuş olsa da durum değişmez.
Çünkü onları elde etme, onları bilmeden gerçekleşemez. Durumu bilinmeyen yakın, uzak gibidir. Görmüyor musun, yakınında su bulunduğu halde suyun yakın olduğunu bilmeyen kişi teyemmüm ederse, su uzakmış gibi teyemmümü sahih olur.
668- Şayet İslam ordusu onların yakın bulunduklarım bilir, ama onlara saldırılmamış ve müslümanların hakimiyet alanında değillerse, yine onlara dokunulamaz.
Çünkü daru'l-küfür hakimiyeti altında bulunanlar, onlara savaş açılıp ele geçirilmedikçe sırf varlıklarının bilinmesiyle yenilmiş sayılmazlar. O yer yakın bile olsa, müslümanların hakimiyeti altına girmemiş bir yerden onu getirdiği için, getirdiği onun olur.
669- islam ordusunun yakınında bir köyden ve kafirlerin kendilerim korumaktan aciz oldukları bir yerden onları getirmiş olsa, İslam ordusu onların varlığından haberdar ise ya da
oraya girdiklerinde onların varlığından haberdar olacaklarsa, getirdikleri üzerinde bir hak iddia edemez.
Çünkü İslam ordusu düşman yurduna girdikleri zaman gayeleri onları yenmektir. Şayet kendilerini ordudan koruyamayacak durumda bulunan bir sahaya girecek ve durumlarını bilecek olsalar, onları mağlup edeceklerdir. Görmüyor musun, Rasulullah (s.a.v.) Hayber'e yaklaştığında: "AHahu Ekber! Hay-ber harap olmuştur. Biz bir kavmin sahasma indik mi uyarılmış olanlarm sabahı ne kötü olur".[1] Buyurmuştur. Bu yoldan galibiyet gerçekleştiğine göre o kişinin beraberinde getirdikleri, müslümanların hakimiyet sahasına dahil kimselerdir, demektir.
670- Şayet getirdiği şeyler bir köyün yer altındaki sığmağından ise ve müslümanlar o köyü bildikleri halde sığınaktan habersiz iseler, getirdiklerinin hiçbirine dokunulmaz.
Çünkü müslümanlar sığınağı bilmiyorlarsa, orada bulunanları elde etmiş olmazlar. O köye girmiş veya girmemiş olsunlar farketmez. Bir defa müslümanlar o sığınağı bulma yolundan yoksundur.
671- Şayet getirdikleri şeyler, müsîümanların savaş açtığı ve fethetmek için kuşattıkları bir kaleden iseler, getirdiklerinin tamamı fey'dir.
Çünkü müslümanların galibiyeti kaledekilerin hepsini içine alır. En iyi allah bilir. [2]
672- Harp ehlinden biri müşriklerin zayıf taraflarım haber vermek üzere İslam ordusundan eman dilemiş ve müslümanlar düşmanla karşılaştıkları zaman onu kaybedip düşman ordusu yenildiğinde onu aralarında görürse ve kendisi: Ben müslü-manlarm safında iken beni esir aldılar, der ve yalan söyleyip söylemediği kestirilemezse durumuna bakılır; şayet eli kelepçeli ise ya da bir yere bağlanmış ise, önce olduğu gibi eman içerisinde olur.
Çünkü işin gerçeğine vakıf olunamayınca zahire ve görünen alametlere göre hüküm verilir.
Zahire göre esir edildiği anlaşılıyorsa, deriz ki: Onların kendisini esir etmeleri halinde, nasıl ki zimmî olan bir kimse düşman tarafından esir edildiğinde onunla yaptığımız antlaşma son bulmuyorsa, ona verdiğimiz eman da son bulmaz. Ancak iddiası konusunda yemin ettirilir.
Çünkü müşahede ettiğimiz zahirî durumu onun lehine şehadet etmektedir. Ancak bu, sözünde yalancı olduğu ithamını yok etmez. Onun için sözü
yeminiyle birlikte geçerli olur.
673- Şayet esirlik alametlerinden birşey taşımıyorsa, fey1 olur ve devlet başkanı onu öldürme yetkisine sahiptir.
Çünkü zahire göre kendi isteğiyle ordumuzu terketmiş ve düşmanın hakimiyetine geçmiştir. Böylece ona verdiğimiz eman da son bulmuştur. Onun durumu, tıpkı diğer savaşçı düşmanların durumu gibidir.
674- Şayet durumu kapalı ise, mesela, bazı alametler esir edildiğine, bazıları da edilmediğine delalet ediyorsa, o zaman fey' olur, ama devlet başkanının onu öldürmemesi gerekir.
Çünkü alametler çeliştiğinde bulunduğu yere göre hüküm verilir. Mezkur kişi düşmanın hakimiyeti altında ve köle edilmenin mubah olduğu bir yerde bulunmuştur. Ancak alametlerin çelişmesi, bir şüphenin varlığını gösterir. Onun için de bu kişi öldürülemez. Çünkü öldürme, şüphelerle önlenen cezalardandır, Şayet, alametler çeliştiğinde neden asıl ve bizce malum olan durum geçerli olmasın? denilirse,
Deriz ki: Malum olan aslı almak, ancak onu izale eden delilin yokluğunda sözkonusudur. Burada ise aslı izale edecek delil ortaya çıkmıştır ve o da düşmanın hakimiyetinde bulunmasıdır. Bu kıyasa göre her halükarda fey' olması gerekirdi. Ancak onlara esir olarak geçtiği delilleriyle ispatlanırsa bu kıyastan vazgeçeriz. Ama esirliğini ispatlayamaz ya da bununla çelişen durumlar ortaya çıkarsa, mevcut durumu değerlendirmekten başka bir yol kalmamaktadır.
675- İmam Muhammed dedi ki: Müslümanların atları bir defa kaçtıktan sonra tekrar geri dönüp düşmanı yenilgiye uğ-ratsalar ve em an verilen kişiyi ellerinde bulsalar, onları mağlup etmeden önce ellerinde olduğu bilinirse, bu kişinin durumu ile yukarıda anlatılan kişinin durumu aynı olur.
Şayet müslümanlar düşmanı yenilgiye uğrattıklarında onu bulsalar ve düşmanlar tarafında bulunduğunu bilemeyip sadece onu kaybettiklerinin farkına varmişlarsa ve onu bulduklarında karargahınızı terketmedim, derse duruma bakılır; Şayet karargahta bulunan asker sayısı az olup orada bulunmuşsa ve mutlaka durumundan haberdar olacakları kanaati hakim ise, esir edilir.
Çünkü o zaman yalan söylediğini kesinlikle biliriz. Onun için de eman hükmü son bulmuştur.
Ama karargahtaki asker fazla kalabalık olur ve bu kalabalık içerisinde ona benzer bir kimsenin göze çarpmayabileceği sözkonusu ise, o zaman eman durumu devam eder.
Çünkü malum olan aslı izale edecek bir delil,ani düşmana katıldığı ortaya çıkmamıştır. Sadece biz onun düşmana iltihak ettiğini iddia edioruz, o da aksini iddia etmektedir. İddiasını yemin ile desteklerse, sözüne uyulur ve emam devam eder.
676. Karargahtaki askerin sayısı az ise,düşmanı yendiklerinde onun düşmanla birlikte mi yoksa kendileriyle birlikte mi oldugunu bilmeyip ondan sorduklarında: Hayvanıma yem bulmak için gittim yahut yolu kaybettim, düşmana katılmış değilim derse, kıyasa göre esir alınır.
Çünkü harp diyarında ordumuzdan ayrıldığını biliyoruz.Harp diyarı ise, düşmanın yeridir ve onların hakimiyeti altında bulunan bir yerdir.
Fakat İmam Muhammed istihsan kuralına göre dediki: yemin ettiği taktirde doğru söylediği kabul edilir.
Çünkü muhtemel bir şeyi söylemektedir.İhtiyacını gidermek yada hayvanına yem bulmak için karargahı terketmesi mümkündür.Korku ve izdihamın bulunduğu bir yerde ileri sürdüğü gibi yolu kaybetmesi de mümkündür.Bu sebeple kendisi için emanın devamını kabul ediyoruz.Temel durumunda onan emanı yok edecek bir delil ortaya çıkmadıkça, temeli almak gerekir.
En iyi bilen Allahtır.[3]
677- İmam Muhammed dedi ki: İslam ordusu bir kaleye gelip onu fethetmeğe kalkıştıklarında kale halkı onlara: Bizden on kişi çıkıp sizinle eman pazarlığı yapacaklar, onlar ne karar alırlarsa biz ona razıyız, derlerse, on kişi de çıkıp esir alınmamaları şartıyla kalede ne varsa hepsini askerlerin alabileceklerini söyleseler, fakat müslümanlar bu isteklerini rededer ve söz konusu on kişi bu sefer sadece kendileri ve çocukları için eman isteyip bu hususta müslümanlar la anlaşsalar, sonra da içeri girip kapıyı açınca müslümanlar girip kaledekileri esir almaya başladıklarında kaledekiler: Size gönderdiğimiz on kişi bizi esir etmeyeceğinizi söylediler, iddiasını ileri sürseler, bu iddialarına aldırış edilmez. SÖzkonusu on kişi onları doğrulasın veya doğrulamasın, farketmez. Belirlenen on kişi ve çocukları hariç, geri kalanların hepsi esir alınır.
Çünkü müslümanlar tarafından, bu on kişi dışında hiç kimseye açıkça eman verilmemiştir. Kalede bulunanlar tabi olma yoluyla bu on kişinin emanma dahil olmazlar. Kuşatma altında olana verilen eman ona hakikaten tabî olanı kapsamazken, ona tabî olmayanı nasıl kapsasın!
Ayrıca iddia ettikleri gibi bu on kişi esir edilmeyeceklerini kendilerine söylemişlerse, bu konuda on kişi yalan söylemiş demektir. Müşrikler, hain kişileri kendilerine elçi seçmişlerse, yaptıklan kendilerinedir. Müslümanlar tarafın-dan onlar aldatılmış değil, kendi kendilerine aldanmalardır.
678- Kalede bulunan bir grup müslürnan, pazarlık yapan on kişinin iddia attikleri gibi haber verdiklerine tanıklık etse, bu tanıklıkları fayda vermez. Çünkü delille sabit olan, bizzat gözö-nünde cerayan edenden daha kuvvetli değildir.
679- Sözkonusu on kişi kaieye girdikleri zaman kendilerine bunu haber verdiklerini müşahade etsek bile, onları köle edinmemize bu engel değildir.
Çünkü biz onlara böyle bir eman vermiş değiliz.
680- Kaledekiler bu on kişi antlaşma yapsın veya yapmasın kendilerine dönünceye kadar eman isteseler, bu ve daha önceki durum aynıdır.
Çünkü kendilerine verilen bu eman, sözkonusu on kişi geri dönünceye kadar geçerlidir. Ondan sonrası için onlara eman verilmemiştir.
681- Şayet bu on kişi geri dönünceye kadar eman almış iseler ve geri dönüp onlara durumu haber verdik, dedikleri halde kaledekiler, bize böyle haber getirmediler, diyecek olsalar, onla-ra verdiğimiz eman geçerlidir.
Çünkü bu on kişi kale halkına verdiğimiz emanın son bulduğunu iddia etmektedir. Kaledekiler ise bunu inkar ediyorlar. Onun için söz kaledekilerin-dir ve bu on kişinin bu konuda şahitlik yapma yetkileri yoktur. Çünkü kendi fiillerine şahİdlik etmektedirler. Yaptıklarının doğruluğunu ileri sürmektedirler. Kaledekilere haber verdik ve onlar da bunu kabul ettiler, diyorlar. Halbuki kişinin yapmış olduğunu temize çıkarmak için yapacağı şahitlik kabul edilmez.
682- Kalede bulunan müslümanlardan yahut zimmet eh-linden bir topluluk böyle dediklerine şahit olsalar, şahitlikleri kabul edilir ve onlar da esir edilirler.
Çünkü şehadetleri, kaledekilerin aleyhine bir delildir. Onların şehadetiyle sabit olan, kaledekilerin ikrarı ile sabit olan gibidir.
683- Şayet müslümanlardan şahitlik edenler fasik kimseler iseler, esir almanlar kaleye iade edilir ve durum eski şekline döner. Sonra da yeniden onlara savaş açılır.
Çünkü fasıkın haberine itibar edilmeyeceği ayetle sabittir. Hakkında şahitlik yapılan kişi müslüman olsun veya düşman olsun fark etmez. Fasıkm şahitliği her ikisi için geçersizdir. Bu on kişinin durumu onlara olduğu gibi anlattıkları tesbit edilemedikçe, onlar eman içerisindedir ve esir alınamazlar.
684- Müslümanlar kaleye girdiklerinde kaleleri yıkılmış ve kendilerini koruyacak durumu yitirmiş iseler, onları eman bulacakları yere ulaştırmak müslümanlar üzerine bir görevdir.
Çünkü onlara verdiğimiz eman hala devam etmektedir. Emin olacakları bir yere onları ulaştırmadıkça onlara verdiğimiz emanı geri alamayız.
685- Şayet bu on kişi, antlaşmayı olduğu gibi anlatmadık, sadece esir edilmekten emin kılındınız dedik, diye söylese, bununla önceki durum arasında bir fark yoktur. Bu sebeple kale-dekileri esir alamayız.
Çünkü bu on kişi olup biteni olduğu gibi onlara anlatıncaya kadar kendilerine eman vermişizdir. Halbuki onlara doğrusunu anlatmamışlardır.
686- Şayet müslümanlar onlara: Bu on kişinin size haber verdikleri gibi kimseyi esir almayacağız ama kaledeki malları alacağız, çünkü siz buna razı oldunuz ve kaleyi açtınız, diyecek olsalar ve kaledekiler de: Şimdi biz buna rıza göstermiyoruz, deseler, malları kendilerine bırakılır.
Çünkü kendilerine verdiğimiz eman kalede bulunan herşeyi kapsamaktadır. Başkasına razı olsalar bile kendilerine verilen eman devam etmektedir. Eman ne için verilmişse, o neticelenmeden bu eman son bulmaz. Verilen eman da, ancak meselenin olduğu gibi kendilerine intikal ettirilmesiyle son bulur. Bu haber kendilerine intikal etmedikçe, onlan eski durumlarına iade ettikten yahut emin olacakları bir yere ulaştırdıktan sonra ancak bu emanı bozabiliriz.
687- Şayet komutan bu on kişiyle birlikte müslümanlardan birini gönderecek olsa ve o müslüman kişi: Bu on kişi antlaşmanın nasıl olduğunu onlara haber verdiler, dese ve kale halkı da bunu inkar etse, söz kale balkınındır.
Çünkü bir kişinin şahitliği müslümanlar aleyhinde bağlayıcı olmadığı gibi kendilerine eman verilmiş kimseler hususunda da bağlayıcı değildir.
688- Müslümanlardan iki veya daha çok kişi gönderilip bu müslümanlar şahitlik edecek olsalar, o zaman kaledekilerin hepsi esir edilir.
Çünkü müslümanların şahitliği tam bir delildir. Onların şahitliği emanm son bulmasını gerektirir. Onların şahitliğini nasıl kabul edebilirsiniz? Onlar bu şahitlikleriyle kendilerine menfaat sağlamış oluyorlar. Çünkü ganimette onlarm da payı vardır? denilirse;
Cevap olarak deriz ki: Evet, doğrudur. Ama ganimet taksim edilip ellerine verilinceye kadar ganimette hakları yoktur. Çünkü onlardan biri, ganimet taksim edilip kendisine verilmesinden önce ölecek olursa kendisine düşen pay mirasçılarına kalmaz. Böyle zayıf bir hak şahitliğin kabulüne engel değildir.
Nitekim müslüman askerlerden iki kişi bir zimmînin ganimetten bir şey çaldığını söyleyip çalınanı ayniyle belirterek gösterseler yahut çaldığına şahitlik etseler, genel ortaklık göz önünde bulundurularak ganimet veya hazinede menfaatlerinin bulunduğuna bakılmadan şahitlikleri kabul edilir.
689- İki adam, müslümanlar arasında şahitlikleri kabul edilmiyen kişilerden ise, onlar eman altında olurlar.
Çünkü bu şahitlikle emanı sona erdireek şey gerçekleşmiş olmaz. Sona erdirecek şeyin sabit olması İçin şahitliklerinin kabul edilmesi gerekir.
690- Zimmet ehline karşı şahitliği geçerli yine zimmet ehlinden iki kişiyi de on kişi ile beaber gönderse, onlar yine fey' olurlar.
Çünkü eman alanlara karşı şahitlik etmektedirler. Şüphelerle geçersiz sayılan ve sayılmıyan şeylerde zimmet ehlinin eman alanlara karşı şahitliği geçerlidir. Onun için bu meselede zimmet ehlinden iki kişi müslümanlar maka-mındadır.
691- Buna bir erkek ve iki kadın şahitlik ederse, şahitlik geçerli olur ve adamlar fey' olurlar. Ancak öldürülmezler.
Çünkü şüphe ile beraber sabit olan şeylerde erkeklerle beraber kadınların şahitliği hüccettir, ama şüpheler bulunduğunda geçersiz olan şeylerde hüccet değildir. Çünkü kadınların şahitliğinde unutma ve yanılma olabilir.
692- On kişiyle birlikte kaledekilerde, eman verilen iki a-dam gönderir ve onlar da aleyhlerine şahitlik etseler, bu gönderilen iki kişi o yerin halkından iseler şehadetleri kabul edilir. Ama oralı değillerse, mesela onlar Türk[4] ve kale halkı da hıris-tiyan ise farklı memleketlerden olmaları sebebiyle şehadetleri makbul değildir.
Çünkü harp diyarı hüküm yeri değil, yenme yeridir. Güçlerinin farklı oluşu aralarında farklılığın olmasını gerektirir. Böylece farklı yerlerden iseler eman altmdakilerden bir kısmının diğerleri aleyhine şehadet etme yetkileri yoktur. Ama zimmîlerin hilafına eman altındaki kimseler bizim ülkemizde bir araya gelmiş olsalar, ülkemiz vatandaşı olmuş olurlar. İslam yurdu ise hüküm yurdudur. Hepsi aynı hakimiyet altında olduklarından dinleri farklı olsa bile bir kısmının diğerleri hakkında şahitlikleri makbuldür. Nitekim müslümanlar da mezhepleri değişik olsa bile birbirleri hakkında şahitlikleri makbuldür.
693- Kale halkının eman altında sayıldığı her hüküm, bu on kişi için de geçerlidir.
Çünkü eman kesinlikle onları da kapsamaktadır. Bu verilen eman geri
alınmadıkça onlara da dokunamayız.
694- Şayet on kişi dışında kale halkından dinine güvenilen bir topluluk, bu on kişinin antlaşma yapıldığını kendilerine haber verdiklerine dair şehadette bulunursa, şehadetleri kabul
olunmaz.
Çünkü ileri sürdükleri sebebiyle müslümanlara köle olmuşlardır. Şahitler, bu on kişinin haber vermesiyle emanm son bulduğunu ileri sürmektedir. O halde köle durumuna düşmüşlerdir. En azından durumları kölelik ve hürriyet arasındadır. Böylece mükâteb (sözleşmeli köle) durumundadırlar ve şehadetleri kabul olunmaz.
695- Şahitlikleri kabul olunmazsa, bu on kişi dışında, kale halkı mal ve kuleleriyle eman altında olurlar.
Bazı nüshalarda ifade böyle geçmektedir. Ancak bunun doğrusu "Bu on kişi aleyhine şehadet edenler hariç..." şeklindedir.
Çünkü bu on kişi için emanın devam ettiğinde şüphe yoktur. O halde, nasıl eman altında bulunanların dışında kalabilirler? Lakin bu şehadet edenler, kendileri emanın son bulduğunu itiraf etmektedirler. Bu itirafları ise, kendileri için geçerlidir. Böylece malları, köleleri ve onları doğrulayan hanımlanyla küçük çocukları fey1 durumuna düşmüş olurlar. Küçük çocuklar annelerine tabî olduklarından, anneleri kocalarını yalanlarlarsa, çocuklarıyla birlikte eman içerisinde olurlar.
Annesi bulunmayan küçük çocuklar ise, babalarına tâbîdir. Çünkü kendileri köle ve anneler hür olunca, annelerin emanı devam ettiğinden çocukların yeri annelerin kucağı olur. Annesi olmayanlar, ister istemez babalarına tabi olur ve ona tabi olarak köle olurlar. Kendileri tasdik etmedikçe, büyük çocukları hakkında tasdik edilmezler. Onları tasdik ederlerse, kendi ikrarlarıyla o zaman köle olurlar.
696- İmam Muhammed dedi ki: Komutan, olup biteni bildiren bir mektup yazar ve altını mühürledikten sonra sozkonusu on kişiyle birlikte bir elçi eşliğinde bu mektubu kale komutanına gönderir ve kale açıldığında kale komutanı, elçi bana böyle bir mektup getirmedi ve bana böyle birşey vermedi derse, elçi de: Mektubu kendisine teslim ettim, hatta huzurumda mektubu okudu, iddiasında bulunsa, kaledekilerin ilk emanı devam eder.
Çünkü elçi, mektubu ona ulaştırmakla emanın son bulduğunu iddia etmektedir. Kale komutanı ise bunu inkar etmektedir. Söz, İnkar edenindir.
Çünkü emanın sonbulması halinde uygulanacak hüküm, onların öldürülmelerini yahut köle edinilmelerini mubah kılan bir hükümdür. Bu ise, şüphelerle geçersiz olan hükümlerdendir. Gönderilen elçi müslüman bile olsa, bir kişi olduğundan, bir kişinin verdiği haber tam delil değildir.
697- O elçiyle birlikte iki müslüman gönderilmiş ve kale konutanma onların huzurunda mektup okunmuş ve mektupta yazılanları anlamışsa, kaledekilerin hepsi esir alınır.
Çünkü delil ile sabit olan, düşmanın itirafıyla sabit olan gibidir. İki müs-lümanın şehadeti ise tam bir delildir.
698- Şayet gönderilen o iki müslüman, elçinin mektubu kale komutanına teslim ettiğini ve Arapça olarak mektubu komutana okuduğunu, tercümanın da onu tercüme ettiğini, lakin tercümanın ona nasıl tercüme ettiğini bilmediklerini söylerlerse, komutanın mektupta yazılanları anladığını tesbit edinceye kadar kıyas onların eman içerisinde olmalarını gerektirir. Çünkü biliyoruz ki, kale komutanı Arapça bilmemektedir. Şahitler de tercümanın doğru tercüme edip etmediğini bilmemektedirler. O halde komutanın yazılanları anladığına dair kesin delilimiz yoktur. Şüphe hala sözkonusudur. Onun için de öldürülmez ve esir alınmazlar. Ancak kıyas böyle olmakla birlikte istihsan deliline göre onlar fey' olurlar.
699- İmam Muhammed dedi ki: Bu durumda esir alınırlar. Çünkü müslümanlar, verilen emanı geri almak için başka bir imkana sahip değildirler.
Tercüman hainlik edip mektupta söylenenleri doğru aktar-ınamışsa, o zaman hain bir tercüman edinmekle kendi başlarına geleni kendi elleriyle hazırlamışlardır.
İşin hakikatına vakıf olma imkanı bulunmadığı zaman hükmün hakikate göre verilmesi uygun düşmez. Zahire bakılır ve ona göre hüküm verilir.
700- Şayet müslüman elçiler kale komutanının meclisinde bulunmamışlar, lakin mektubun cevabı mühürlü bir mektup ile verilmiş ve sonra kale açıldığında kale komutanı mektup meselesini inkar eder ve: Bana ne mektup ulaşmıştır ne de o on kişi olup-biteni olduğu gibi anlatmıştır, derse, emanları olduğu gibi devam eder.
Çünkü ordu komutanına getirilen mektup şüphelidir. Olabilir ki, onlardan biri komutanları namına onu uydurmuştur. Böyle şüpheli bir mektupla da ölüm ve ganimet almayı mubah kılacak şekilde eman son bulmaz.
701- Şayet mektup kralları tarafından gönderilmiş ve o ülke işgal edildikten sonra kral böyle bir mektup göndermediğini iddia edecek olursa, durum aynıdır.
Bu da müslümanlarla aralarındaki eman akdini bozmaz. Çünkü burada da mektubun durumu şüphelidir. Mektup bir komutan namına uydurulabileceği gibi kral namına da uydurulması muhtemeldir.
702- Gerçek olup olmadığı bilinemeyen bu mektuba dayanılarak kanları helal olmayacağı gibi,köle olarak da alınamazlar.
Şayet "Hükümlerde bir yargıcın diğer yargıca gönderdiği mektup delil sayılmaktadır. Halbuki aynı ihtimal onda da mevcuttur" diye itiraz edilse;
Buna cevap olarak deriz ki: Şüphe ile hükmü kalkan hususlarda mektup delil olmadığı gibi, şüphe ile birlikte hükmü sabit olan meselelerde de kıyasa göre hüccet kabul edilmez. Ancak şüphe ile birlikte hükmü sabit olan meselelerde istihsan yolu ile delil olarak kabul edilir. Çünkü zahire göre uydurma olmadığını kanıtlayan mühürle mühürlenmiştir. Ayrıca hem buna hem de içindekilere şahitler şahitlik etmektedir. Böyle bir şey, krallarının bize yazdığı mektupta zaten olmaz.
En iyi Allah bilir.[5]
703- İmam Muhammed dedi ki: İslam ordusunun komutanı bir ihtiyaçla ilgili olarak kale komutanına müslüman bir elçi gönderecek olsa, elçi de gidip mektubu teslim ettiğinde: "Komutan sözlü olarak sana, akraba ve ülkene eman verdiğini haber vermemi istedi, kapıyı aç" derse ve komutanın ağzından bir mektup uyduracak olsa, ya da bir müslüman topluluk huzurunda sözlü birşeyler uydursa, kale kapısı açılıp müslüman-lar kaledekileri esir alarak mallarını yağma etmeye başladıklarında kale komutanı: "Elçiniz, komutanınızın bize eman verdiğini haber verdi" deyip o müslümanları da buna şahit getirse, kaledekiler eman içerisinde olur ve alınan malları geri verilir.
Çünkü elçinin ifadesi onu gönderenin ifadesi makamındadır. Onun içn bu durumda ordu komutanı kendilerine eman vermiş gibi sayılır.
Elçinin ifadesi, elçi olarak gönderildiği hususta gönderenin ifadesi makamında olur, ama uydurduğu meselelerde onun makamında sayılmaz, diye İtiraz edilse;
Deriz ki: Kendisine gönderilen kişi açısından bu ayırım geçerli değildir. Çünkü elçinin hangi sözlerinin doğru ve hangilerinin uydurma olduğunu bilme İmkanı yoktur. Kendisine elçi gönderilen kişi, elçinin verdiği bilgiye i-nanmaktan başka ne yapabilir. Onun için o kişinin elçi olduğunu tesbit ettikten sonra söylediklerini doğru olarak kabul eder. Aslında gönderen kişinin güvenilir bir elçi seçmesi gerekir. Şayet elçinin haber verdiği doğru olarak kabul edilmezse, aldatma sözkonusu olur ki, bu haramdır.
Görmüyor musun, komutan onlara: Bu aramızda meydana gelecek her hususta benim elçimdir, diye seslense ve elçi de böyle bir davranışta bulunsa, kendilerine eman verilmiş sayılmaz mı? Nitekim bu durum şu ayetlerden de anlaşılmaktadır: "Eğer (peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) ahverirdik. Sonra da, hiç şüphesiz, onun şah damarını koparırdık."[6]
Halbuki Hz.Peygamber değil, Müseyleme ve benzeri peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar Allah adına bazı şeyler uydurmuşlardır. Onlar elçi olmadıkları için uydurmaları geçerli değildir. Ve dünyada da Allah onlara böyle bir ceza uygulamamıştır. Bu da gösteriyor ki, elçilerin durumu diğerlerinkinden
farklıdır.
704- Elçi zimmî yahut eman verilmiş harp ehlinden biri ise, durum yine aynıdır.
Çünkü bu emanm ordu komutanı tarafından verildiği sabittir, elçi tarafından değildir. Ayrıca elçi onların kalelerinde bulunmaktadır ve onlardan korunmuş değildir. Bu sebeple kendiliğinden vereceği bir eman geçerli olmaz.
Ayrıca burada kusur komutanındır. Çünkü kendisi yasaklanmış bir işte bulunarak kafir ve hain birisini kendisine elçi seçmiştir.
Hz. Ömer (r.a.) vali olan Ebu Musa' Eş'ari'ye "Katibine emret, camiye girsin ve şu mektubu okusun", demişti.
Ebu Musa : Katibim mescide girmez, demişti.
Hz. Ömer: Neden girmiyormuş; cünüb mü? diye sormuş.
Ebu Musa: Hayır. O hiristiyandır. Cevabını vermişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: Sübhanallah! Mü'minlerden başkasını sırdaş edinmişsin? Yüce Allah'ın şu sözünü duymadın mı?: "Kendi (din kardeşlerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin. (Çünkü) onlar size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler..."[7] Yani onlar işlerinizi bozmaktan geri kalmazlar.
705- Elçi: Şu iddia ettiklerini söyledim, derse ve bunu an-cak kendisinin söylemesiyle bilecek olursak ve kale kapısı açılmış olup müslümanlar onları esir almış iseler, söylediği kabul edilmez.
Çünkü geriye çevrilip yeniden başlanması mümkün olmayan bir şeyi haber vermektedir ve müslümanların hakkı sabit olduktan sonra bu hakkı bozacak bir iddiada bulunmaktadır. Bu sebeple, delilini ortaya koymadıkça bu iddiası kabul edilmez.
706- Ama esirlerden onun payına düşenler, hür olurlar. Çünkü kendisi onların eman içerisinde olduklarını itiraf etmektedir. Düşman yurduna kendisinin dönmesine de müsaade edilmez.
Çünkü bu müslümanların hakkı olan bir şeydir.
707- Şayet zimmîlerden bir grup bu konuşmaya şahit olsa, şahitlikleri kabul olunmaz.
708- Şayet kendilerine bu mektubu getiren aslında elçi olmayıp kendiliğinden uydurduğu bu mektupla aralarına giderek onlara eman verildiğini yazmış ve götürmüşse yahut sözlü olarak: Ben (yahut biz) komutanın elçisiyim, komutanımız size eman verdi derse, onların hepsi esir edilir. Ayrıca devlet başkanı savaşçılarını Öldürme yetkisine de sahiptir.
Çünkü o şahıs tarafından verilen eman, eman değildir. Ayrıca onlara bunu söylediği zaman onlardan korunmuş bir durumda olmayıp aralarında esir makamındaydı. Esirin verdiği eman müslümanlan bağlamaz. Ordu komutanının, onun bu davranışını yüklenmesi mümkün değildir. Çünkü onu kendisi göndermemiştir ki, onun sözü komutanın sözü makamında sayılsın.
Burada onları aldatmış sayılmayız. Kusur, kendilerinindir. Kendileri elçi olarak bilinmeyen rastgele bir adama aldanmışlardır. Bu şahıs daha önce İslam ordusu komutanı tarafından hiçbir zaman elçi olarak gönderilmemiştir. Komutanın buna önceden engel olması da mümkün değildir. Çünkü böyle birşeyden haberi olmamıştır. Kendi imkanları dışında olan meselelerde karar verilmediği gibi, İslam ordu komutanı da imkanlarının dışında olan birşeyden sorumlu değildir.
709- Elçi olmayan bu şahıs İslam ordusunun karargahından onlara seslenip kendilerine eman verildiğini söyleyecek olsa ve onlar da bunun üzerine kapıyı açacak olurlarsa, eman geri alınıncaya kadar eman içerisinde sayılırlar.
Çünkü müslümanların hakimiyet sahasında bulunduğu bir yerde onun bu sözü onlar için emandır. Emana sahip bulunan bir kimsenin eman verme yetkisi bulunan bir kimse namına bunu haber vermesinin sahih olduğunu daha önce belirtmiştik. îster bu haber doğru olsun, ister yalan olsun farketmez. Şayet doğru ise kendisinden haber verilen kişi tarafından, yalan ise haber veren kişi tarafından eman verilmiş sayılır. Ancak bunun sabit olması için müslümanlardan adil şahitlerin buna şehadet etmeleri gerekir. Çünkü bunda müslümanlarm hakkı olan ganimeti iptal etmek vardır.
710- Şayet komutanın elçisi komutanın mektubunu ilettiği zaman "Falan komutan size eman verdi ve bunu haber vermek üzere beni size gönderdi. Yahut: Komutanın kapısı önündeki müslümanlar size eman verdiler. Ya da: Ben sınırlarınıza girmeden önce size seslenmiş ve size eman vermiştim. Müslümanlardan bir gurup da buna şahittirler "derse, haber verdiği durum yalan ise, hepsi fey' olurlar.
Çünkü kendisi komutanın elçisi değildir ki ifadesi komutanın ifadesi gibi olsun. Kendisi komutanın yanındaki müslümanlarm elçisi de değildir. Bu durumda kendisinin eman verme yetkisi de yoktur. Çünkü onların hakimiyet sahasında bulunmaktadır. İşte bu sebeplerden dolayı sözünün hükmü geçersizdir.
711- Şayet müslümanlardan bir kişi kendi özel bir ihtiyacını gidermek üzere aralarına gönderilse, o da gidip ihtiyacını giderdikten sonra, kendisini gönderenin kendilerine eman verdiğini haber verse, yine bu eman geçersizdir.
Çünkü böyle sıradan askerlerden bir elçi komutanın yahut müslüman cemaatin elçisine benzemez. Çünkü onu gönderenin kendisi elçi olsaydı, yine vereceği eman geçerli olmazdı. Onun için elçisinin, kendisini gönderen namına vereceği eman da makbul değildir.
Aslında emirin yahut müslüman cemaatin elçisinde de kıyas budur. Ancak biz istihsan yolu ile bu iki hasletten birini taşıyan elçinin vereceği emanın geçerli olacağını söylüyoruz.
Çünkü müslümanlarm cemaati nerede bulunursa bulunsun hakimiyeti kendi elindedir ve gönderecekleri elçi de onların makamındadır. Onun için e-man kendilerine nisbet edildiğinde geçerli olur. Emirin durumu da bunun gibidir. Onun vereceği eman da geçerlidir. Çünkü emir oluşu, hakimiyeti elinde tutması anlamındadır. Elçisinin eman hakkında söyleyecekleri, kendisinin söyleyecekleri makamındadır. Bu yetki ise, sıradan biri için sözkonusu olamaz. Bu sebeple böyle bir kimsenin göndereceği elçidede bu yetki yoktur,
712- İmam Muhammed dedi ki: Şayet emir kendilerine eman verildiğini haber verecek bir elçi gönderir ve elçi de geri dönüp mesajı ilettiğini bildirecek olsa, elçinin kendilerine bu mesajı ilettiğini bilmeseler bile eman içerisinde sayılırlar.
Çünkü hakikatına vakıf olmak mümkün olmayan durumlarda hüküm zahire göre verilir. Zahire göre ise, elçi aralarına girdikten sonra mesajı onlara iletmeden geri dönemez. Ayrıca elçinin, "onlara mesajı ilettim" sözünde her ne kadar doğru olduğu kesin olmasa bile, doğru olması ihtimal dahilindedir. En azından bu kadarla şüphe hasıl olmuştur. Daha Önce de belirttiğimiz gibi şüphe sözkonusu olduğu yerde eman sabit olur.
Onun için müslümanlar eman bozulmadiğı müddetçe onlara saldıra-mazlar.
713- Şayet emir ve müslümanlar onlara eman verecek olsalar, sonra da bir elçi antlaşmanın bozulduğunu ve emanın geri alındığını onlara haber vermek üzere gönderilmiş olsa, elçi de geri dönüp bunu onlara haber verdiğini söyleyecek olsa, bunun kesinliği ortaya çıkmadan müslümanlar onlara saldiramaz.
Çünkü elçinin haberi onlara ilettiğine dair sözü doğru olabileceği gibi yalan da olabilir. Bu ise, her ne kadar bir bakıma eman verilmesi hususunda bir delil ise de antlaşmanın bozulması için tam bir delil değildir. Çünkü emanın bozulması esir edilmelerini, kadınlarının cariye olarak alınmasını ve kanlarının dökülmesini helal kılan bir durumdur. Bu ise, şüphe ile sabit olmaz. Sadece dış görünüş veya bir kişinin vereceği haber şüpheden hali değildir.
Eman verilmesinin doğurduğu sonuç esir edilmelerinin yasaklanması olduğundan, eman verme şüphe ile sabit olur.
Ayrıca emanın bozulmasıyla yapılacak bir yanlışlık telafi edilemez. Onun için bu hususta zahirle yetinmek caiz değildir. Halbuki eman vermekle yapılabilecek bir yanlışlığın telafisi mümkündür Onun için bunu haber verecek tek kişi elçi olduğu takdirde onun verdiği habere göre hareket etmek caizdir.
714- Şayet müslümanlar haber kesinlik kazanmadan önce onlara saldıracak olsalar ve onlar da: Elçinizin getirdiği haber henüz bize ulaşmadı, diyecek olsalar, onların sözü geçerlidir.
Çünkü emanın bozulmuş olmasını inkar etmiş olurlar ki, bu hususta malum olan asıl geçerlidir. Bu sebeple bu saldın esnasında onlardan alınan mallar geri verileceği gibi onlardan öldürülenlere karşılık fidye de verilir. Çünkü emanın bozulduğunu bilmedikleri müddetçe onlar hakkında verilmiş olan eman geçerliliğini korur.
Şayet, emirin bundan Öte yapabileceği başka birşey yoktur, şeklinde bize itiraz edilecek olsa, deriz ki:
Hayır, mesele dediğiniz gibi değildir. Aksine, emanın geri alındığını haber verecek bir elçi ile birlikte, haberi kendilerine ilettiğine dair şahitlik yapacak iki şahit de gönderir. Emanın geri alındığına dair haberin kesinlik kazanması için asgari sınır budur. Hatta emir onlara iki elçi göndermiş osa ve bu iki elçi, haberin kendilerine ulaştırıldığına dair şahitlik yapsa, yine caiz olmaz. Çünkü onlardan biri, kendi fiiline şahitlik yapmış olur ki bu, ahkam hususunda delil değildir. Ancak ahkamda delil olabilen bir durum, emanın bozulması için delil olarak kabul edilebilir.
715- Şayet emirlerinin elçisi müslümaııların karargahına mühürlü bir mesaj getirse ve bu mesajda antlaşmayı bozduklarını bildirmiş olsa, durumu kesin olarak tahkik etmedikçe müslümaııların acele ederek karar vermeleri doğru olmaz.
Çünkü getirilen bu mesaj kesin değildir, uydurulmuş olma ihtimali vardır.
716 - Mesajı getirenler düşmandan iki kişi ise ve bu mesajın emirin mesajı ve mührün de onun mührü olduğuna şahitlik etseler, bu durumda düşmana karşı şahitlikleri geçerli olur.
Çünkü bu iki elçi yanımızda bulundukları müddetçe eman içerisindeler ve düşman da eman bozuluncaya kadar eman içerisindedir. Düşmanın, kendi yurttaşları aleyhinde şahitlikleri de tam bir delildir. Onların şahitlikleriyle antlaşma bozulduktan sonra artık öldürülmelerinde ve esir edilmelerinde bir sakınca yoktur.
717- Ancak gönderilen mektuba şahitlik edenler, onlardan şahitliği kabul edilmeyen yahut zimmî veya müslümanlardan iseler, o zaman müslümanların acele ederek savaşa girmeleri
caiz olmaz.
Çünkü böyle kimselerin şahitliği ahkam konularında delil değildir ve
böyle bir şehadetle eman bozulmaz.
Bunu kendilerinden öğrenmek için emirin onlara müslümanlardan güvendiği adaletli iki kişi göndermesi lazımdır.
Nitekim onları esir ettiklerinde mektubu ve yazdıklarını inkar etseler, şer' an onların dediği geçerli olur. Şahitliği geçersiz olanın şahitliğiyle de inkar etmeleri geçersiz olmaz. Onun için mektubu yazdıklarını inkar etmeleri halinde aleyhlerinde şahadet edecek şahitliği geçerli iki kişiyi emirin gördermesi lazımdır.
718- Emir onlara ahdi bozduklarını ifade eden bir mektupla on kişi gönderse ve müslüman kişiye; Bu mektubu onlara oku, diğerlerine de: Siz de buna şahit olun derse ve komutanlar ve patrikler bir araya gelip adam kendilerine Arapça mektubu okuduktan sonra bir tercüman dillerine tercüme eder ve elçiler geri gelse ve olanları bildirse, bu durumda müslümanların onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü bundan fazlasını yapmaları mümkün değildir. Zaten teklif, şüphe-bulunması halinde sakıt olan şeylerde veya şüphelerin varlığına rağmen olan şeylerde imkana göre sabit olur.
lerin sabit
719- Onlara saldırıp "Tercüman bize ahdin bozulduğunu değil, sadece eman müddetinizi uzattık" dediğini iddia etseler, bu sözleri geçersiz olur.
Çünkü belirttiğimiz gibi tercüme için kendileri hain birini seçmişlerdir. Tercümanın onlara söyleyeceğini bilmemiz de mümkün değildir. Ancak tercümanın mektupta söylenenlerin zıddmı kendilerine söylediğine müslümanlar kesin kanat getirirse, o zaman onların emanı devam eder. Nitekim eman verdiğimiz bu kişiler değişik dilleri konuşsalar ve Arap bir millet olup Arapça bildikleri halde başka bir dille konuşsalar veya bu dili bilmiyoruz deseler, onların konuşulan dili anladıklarını bildiğimiz halde bile bile onları tasdik eder miyiz? Anlamadıklarına kesin kanaat getirmedikçe onların bu iddialarını kabul edemeyiz. Ama böyle olduğuna kanaat getirirsek, söyledikleri olur ve eman üzere devam ederler.
Zannı galip ile bu dili anlamadıklarına kanaat getirirsek yine emanları devam eder. Çünkü ihtiyat ile hüküm verilen yerlerde zannı galip kesin bilgi gibidir.
Ebu Hanife de şöyle demektedir :
Müslümanların bir kaleyi kuşatması sırasında müslümanlardan biri kumandana bir müşrik getirse ve ona eman vermiştim, onun için bana geldi, derse, böyle olduğuna dair iki şahit getirmedikçe sözü tasdik edilmez.
Çünkü kumandana getirmesiyle müşrik artık müslümanlara fey' olmuştur. Zira müslümanların eline düşmüştür. Bu müslümanın da daha önce ona eman vermeğe imkanı yoktur. Onun için verdiğini söylediği eman konusunda tasdik edilmez. Kıyasa göre devlet başkanı onu, diğer esirler gibi dilerse öldürebilir.
İstihsana göre ise onu öldürmeyip fey' sayabilir. Çünkü müslümanın sözündeki doğruluk şüphesi, öldürülmesine engel teşkil edecek bir şüphe meydana getirmektedir.
Sonra, eman verilmiş kişinin öldürülmesi Allah'ın yasakladığı bir şeydir. Dini bir meselede haberi vahid de şer'an hüccettir. Bilhassa bu haber belirli bir şahsı ilzam etmiyorsa ve o şahıs bunu inkar da etmiyorsa, o zaman hüccet oluşu daha açıktır.
720- Getiren müslüman dışında başka bir müslüman da buna şahitlik ederse, onun şahitliği de kabul edilmez. Kabul olunması için iki müslümanın şahitlik yapması lazımdır.
Delil olarak Hürmüzan hadisi gösterilmektedir. Hz. Ömer ona: "Konuş, hiç korkma", yahut "diri sözü ile konuş", dedi. Sonra Hz. Ömer durumu unuttu. Enes b. Malik olay hakkında tanıklık yapınca Ömer bunu kabul etmedi. Ne zamanki beraberinde başka birini de getirip şahitlik yaptı. Hz. Ömer onu kabul etti ve eman verdi.
Birinin eman altında olduğuna dair şahitlik yapılacağında erkek iki kişinin şahitliği gerektiğine bu açık bir delildir. Çünkü emanına şahitlik yapılan bu kişi emanın varlığını inkar etmektedir. Kendisi bunu kabul etseydi kendi hakkında şahitliği hüccet olmazdı. Onun için emanın sabit olabilmesi için ondan ayrı iki kişinin şahitlik yapması lazımdır. Ancak müslümanlar durumu elçinin düşmana bildirdiğinden emin olması halinde elçi müstesna olur. Çünkü müslümanlar onun elçililğine güvenmişlerdir. Ondan bir hainlik meydana gelirse, bunun zararını müslümanlar çeker.
Nitekim devlet başkanı müslümanlar için birini hakim tayin ettiğinde ve hakim recm, el kesme gibi cezalardan birinin uygulanmasında yanıldığında bunun cezasını müslümanların beltülmali çeker. Çünkü onlar müslümanlara onu yagıç yaptılar. Hatasının cezasını da onlar yükleneceklerdir. Elçinin durumu da aynıdır. Ona elçiliği yüklediler. Hata ve cinayetinin cezasını düşman taraf değil, sadece onlar yükleneceklerdir.
En iyi bilen Allah'tır.[8]
721- Bir seriyyenin, İslam yurduna (darulislama) çıkıncaya kadar kale halkına beşyüz dinar karşılığında eman vermesi geçerlidir.
Çünkü bu amaçla karşılıksız eman vermeleri geçerli olduğuna göre, ücret karşılığında eman vermeleri öncelikle geçerli olur. Çünkü eman öldürme ve köleleştirmeyi haram kılmaktadır. Bu da ücretli veya ücretsiz sahihtir. Tıpkı kısas yerine barış yapılması gibi.
722- Bu antlaşmadan sonra onlardan başka düşmanlara saldırmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü emanı sadece kale içindekilerine verdiler. Kaledekilerle beraber malları ve hayvanları da eman altında olur. Çünkü kalede kalmak üzere kendilerine eman verdiler. Antlaşmadan önce aldıkları dışında eman verdikten sonra eşyalarından herhangi birşey almaları doğru değildir. Antlaşmadan önce aldıklarını geri vermeleri de gerekmez. Çünkü alınan şeyler artık onlara ganimet olmuştur. Zaten eman vermeleri önceden aldıklarını onlara geri vermek için değil, canlarına ve diğer mallarına zarar vermemek içindir. Önce alınanlar da mallan kapsamından çıkmış sayılır.
723- Bu seriyye düşman yurdunda ilerledikten sonra ikinci bir seriyye gelse ve kale sakinleri birinci seriyyeden eman aldıklarını söyleyip adaletli iki müslüman da buna şahitlik yapsa, ikinci seriyyenin onlara dokunması yasak olur.
Çünkü birinci seriyenin yaptığı akit bütün müslümanlar için geçerlidir. Rasulullah buyuruyor: "Müslümanlar yabancıya karşı elbirlikür. En bayağıları onların çıkarını gözetir. En önde geleni onlar adına akit yapar ve en uzakta olanı onlardan biridir."
İfade edildiğine göre ilk seriyyenin akdinden maksat emandır ve bütün müslümanlan bağlar.
724- Bu seriyyenin hükmü de birinci seriyyenin hükmü gibi sabit olup düşmana bir daha döndüklerinde daha önce aldıkları dinarlarını geri vererek emanı bozduklarını belirtmeden kale sakinlerine saldırıda bulunmaları helal olmaz. İkinci se-riyye için de durum aynıdır. İlk seriyyenin aldığı dinarlarını geri verip emanı bozduğunu bildirmeden onlarla savaşması caiz olmaz.
Çünkü birinci seriyye daru'l-harpten çıkıncaya kadar emin olmak için parayı verdiler. Birinci seriyye darulharpten çıkmadıkça onlar eman içinde sayılırlar.
Dinarlarını vermeksizin onlarla savaşmamız, aldatma ve zarar verme olacağı için haramdır. Ama dinarları geri verildikten sonra onlarla savaşılır ve yenik düşmelerinden sonra iki seriyye birbirine kavuşursa, ikisi de kale halkından birinci seriyyenin aldığı mal ve paralarda ortak olurlar.
Çünkü hepsi ganimettir. Zira darulislamda korumada ikisi ortak olmuşlardır. Ortak olmalarının sebebi de budur.
Ama ikinci seriyye dinarları kendi mallarından ödemişse, onları dağıtımdan önce ganimetten alırlar.
Çünkü bu malları o dinarları ödeyerek elde ettiler. Ödedikleri bu dinarları bağış olarak vermediler. Aksine bunlarla elde edilen ganimete bir yol yaptılar. Onun için ödedikleri miktarı almakta ganimeti elde edenlerden öncelik hakları vardır
Geri kalan ganimetler ganimet taksimi esaslarına göre hepsine paylaştırılır. Ödenen miktar başka bir ganimetten ayrılmişsa, onu önce ayırıp alamazlar. Çünkü ganimetin tümünden ödenen miktar hepsi arasında ortaktır. Tıpkı daha sonra aldıkları ganimet gibi.
Tıpkı rehin olayında varislerden bazılarının miras malın tümünden borcu ödemeleri gibi. Bir kişi özel malından o borcu ödemişse, ödediği miktar mirastan kendisine verilir. Ortak mirastan ödemişse, ayrıca kendisine birşey ayrılmaz.
725- İki seriyye darulharpte kavuşmazsa, birinci seriyyeye aldıkları dinarlar verilir. İkinci seriyyeye de aldıkları ganimetler verilir.
Çünkü her iki taraf darulislamda bunu elinde tutmuştur. Kendi mallarından ödemiş olsalar bile, ikinci seriyye dinarları birinci seriyyeden alamaz.
Çünkü kale sakinlerinden alınan ganimet kendilerine verilmekle Ödediklerinin yararım onlar elde etmişlerdir ve ganimetler onlara tahsis edilmiştir. Halbuki birinci durumda iş öyle değildi. Orada kale sakinlerinden alman ganimet olan yararda iki seriyye ortak olmuştur ve arada bir fark yoktu. Orada kale sakinlerinden alınan ganimetlerde sadece ortaklık vardı. Burada ise kale sakinlerinden alınan ganimetler sadece onlara mahsustur.
726- İkinci seriyye muzaffer olmayıp da diğer seriyye ile darulharpte bir araya gelse, darulislamda birinci seriyyenin koruduğu dinarlardan ikincinin birşey alması caiz olmaz.
Çünkü kale sakinlerinin ganimetini ele geçiremeyince geri verdikleri dinarlardan birinci seriyye yarar sağlamamış oldular. Birinci durumun aksine onları bir bakıma teberru etmiş oldular. Sonra, ganimet külfet karşılığıdır. Geri verdikleri dinarlar sebebiyle hepsi yarar sağladıkları taktirde hepsine ayrı ayrı dağıtım yapılır. Ama hepsi yarar sağlamıyorsa sadece dinarları geri verenlere paylaştırılır.
727- İkinci seriyye kale dışındaki diğer düşmandan ganimet almış ve dinarlarını ondan almak istemişlerse, bu caiz olmaz.
Çünkü bu ganimetleri, dinarları geri vermeden elde etmişlerdir. Dolayı-siyle birinci seriyyenin payında dinarları geri verme hükmü sözkonusu olmadığı gibi bunda da söz konusu olmaz. Ama kale içindekilerden ganimeti almışlarsa durum değişir. Çünkü o ganimetleri ancak dinarları geri verdikleri için elde etmişlerdir. Böylece paylaşmadan önce dinarlarını o ganimetten ayırıp alırlar.
728- Kale sakinleri ikinci seriyyeye eman altında olduklarını bildirip delil getirmezlerse, sözleri tasdik edilmez. Onlarla savaşır ve ele geçirebilirler. Ancak yendikten sonra eman altında olduklarını öğrenirlerse, alman malları geri verilir, telef edilenler tazmin edilir ve kan diyetleri ödenir.
Çünkü kale sakinlerinin eman altında oldukları açığa çıkmış, mal ve canlarının dokunulmaz ve himaye altında olduğu anlaşılmıştır. Onlardan öldürülenler hata ile öldürülmüş olur ve diyetlerini öldürenlerin ödemesi gerekir.
Öğrendiğimize göre Rasulullaha iki adam gelerek eman istedi. Rasu-lullah onlara iki elbise verdi. Ayrıldıktan sonra müslümanlardan bir cemaatle karşılaştılar ve müslümanlar onları Öldürdüler. Rasulullaha da öldürdüklerini haber verdiler. Rasulullah o iki kişiyi ve elbiseleri tamdı. Hür iki müslüman diyetiyle diyetlerinin verilmesine karar verdi.
İmam Muhammed hadisi bu şekilde nakletmiştir. Meğâzî kitaplarında iki adamın Amir oğullarından olduğu ve Amr bin Ümeyye ed-Damrî'nin (Bi'rİ) Maune'den dönüşte öldürdüğü kaydedilmektedir. Amir oğulları da arkadaşlarına daha önce aynısını yapmıştı.[9]
729- Aynı şekilde kaledekiler birinci seriyyeden "Siz bize eman verin" demesiyle "Bize eman verin" demesi arasında fark yoktur.
Çünkü "siz" deseler de, demeseler de, emanı verecek yine onlardır.
730- Ama darullslama gidinceye kadar sadece "siz bize dokunmayın," diye eman isteseler ve onlar da eman verdikten sonra ikinci seriyye gelse, kale sakinlerine birşey geri vermeksizin onlarla savaşabilir.
Çünkü emanı sadece birinci seriyyenin kendilerine saldırmaması için aldılar. Dinarları vermelerinden maksat da sadece birinci seriyyenin saldırısını Önlemektir. Bu da gerçekleşmiş olmaktadır. Halbuki birinci durumda iş böyle değildi. Orada belirli bir süre için genel bir eman istemişlerdi.
Eman, zaman bakımından süre ile sınırlı olabileceği gibi, seriyyeler bakımından da sınırlandırılabilir. Ancak sınırlandırma olmadan mutlak olarak kullanıldığında lafız genellik ifade eder. Sınırlandırmayı gerektiren bir şeye tahsis edildiğinde de hüküm o şey için sabit olur, yani hangi şey için tahsis edilmişse ancak ona delalet eder.
731- İkinci seriyye o kaleye varmadan önce birinci seriyye islam yurduna çıkıp gitmişse, ikinci seriyyenin kaleye vardığında kale sakinlerine savaş açması caizdir. Emanın bozulduğunu belirtmeden veya dinarları geri vermeden onlarla savaşabilir.
Çünkü onlara belirli bir süre için eman verilmiştir. O da birinci seriyyenin darullslama çıkmasına kadardır. Bu sürenin bitmesi ve seriyyenin darul-İslama çıkmasiyle eman da bitmiş olur. Nitekim darullslama çıktıktan sonra birinci seriyye tekrar geri gelse onlarla savaşabilir. Onun için ikinci seriyye de onlarla savaşabilir.
732- Seriyyenin bir kısmı çıkmış, bir kısmı da henüz çık-nıamışsa, muteber olan, komutanla beraber caydırıcı güce sahip kısmın çıkmış olmasıdır.
Çünkü kale sakinlerinin sulh isteyip dinarları ödemesinin sebebi, seriyyeden korkmuş olmalarıdır. Bu da seriyyedeki askerler ve caydırıcı güçleri sebebiyledir.
Halbuki Ebu HanhVnin görüşünde ve kıyasa göre seriyyeden darul-harpte bir kişi de kalmış olsaydı, dinarlarını geri vermeden onlarla savaşılması caiz olmazdı.
Çünkü hüküm genele göre sabit olduğunda bir kişinin kalmasiyle de baki kalır. Nitekim bütün halkı irtidat eden bir memlekette bir tek mü'min veya zim-mî bile emniyet içinde kalmışsa, orasının darulharp olmadığını söylemektedir.
Ancak bu kıyas burada sakınca bulunduğundan uygulanamaz. Nitekim seriyye çıktıktan sonra onlardan bir adam öldürülür veya ölür veya esir edilir yahut kaybolsaydı onlarla savaşmak caiz olmaz mıydı?
733- Nitekim birinci seriyye çıkmayıp öldürülürse, kale sakinleriyle savaşmak yine helâl olur.
Çünkü öldürülmesi sanki çıkması demektir. Yani kale sakinleri seriyye-nİn çıkması veya öldürülmesi durumlarında onlardan eman içinde olur.
734- Seriyyedekilerin bir kısmı öldürülür, bir kısmı da kalırsa, muteber olan, yine çıkmaları durumundaki gibi caydırıcılıktır. Geri kalanlar düşmanı caydıracak güçte değilse, kale sakinleriyle savaşmakta sakınca yoktur. Ama caydıracak güçte iseler, darulîslama bunlar da çıkmadıkça kaledekilerle savaşmak caiz olmaz. Bu sene onlara eman vermek üzere antlaşma yapmaları da caizdir.
Çünkü emanı kesinlikle malum olan bir zamanlama ile belirlediler. İslam yurduna çıkmaları gibi zamanı belirsiz bir olayla belirlemeleri caiz olduğuna göre, malum olan birşeyle belirlemeleri öncelikle caiz olur.
Sonra "sene" sözünü elif lam ile belirli söyleyince içinde bulundukları malum sene kastedilmiş olur. Zilhicce ayının geçmesiyle de o sene geçmiş sayılır. Arta kalan bir ay ise onlar için sadece bu ay hesaplanır.
735- Bizim sene hesabımıza göre sizinle antlaşma yaptık, derlerse, sözlerine itibar edilmez.
Çünkü müslümanlar kendileri onlara eman verdiler. Sözkonusu müddet de onlar tarafından bilinen müddet değil, müslümanlarca malum olan müddettir. Çünkü müslümanlar onlarca malum olan şeyi bilmezler. Nitekim hükümleri bildiğimiz şeye bina etmekle emrokmmuşuz. Yüce Allah buyuruyor: "Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir etti"[10] Ama antlaşmada
bunu belirtmişlerse, o taktirde dedikleri geçerli olur.
736- Barış anından itibaren bizim tam bir sene hakkımız vardır, derlerse, sözlerine itibar edilmez.
Çünkü onlar bu sene dediler. Oniki ay ise belirli bir sene değil, belirsiz bir sene süresidir. Nitekim bir yıl oruç tutmak borcum olsun, denirse, tam bir sene oruç tutulması gerekir. Ama bu sene denilirse o yılın geri kalan kısmı anlaşılır. Onun geçmesi de Zilhiccenin geçmesiyle olur.
737- Bu seneden maksadımız sizin yaz mevsimini geçirme-ııizdir, derlerse sözlerine yine iltifat edilmez.
Çünkü açık ve zahir olanın hilafını iddia etmişlerdir. Zira zahir, akla gelen ve anlaşılan şeydir. Bu sene denilince de akla gelen, onların iddia ettiği de muhtemel olmakla beraber o yılın henüz geçmemiş kısmıdır.
738- Antlaşmada bir süre belirtmişlerse, o süre muteberdir. Bize bir sene eman verirsiniz, demişlerse bu antlaşmadan itibaren oniki ay süre ile geçerli olur.
Çünkü belirsiz bir sene zikretmişlerdir. Bu da oniki aydır. Yüce Allah "Allah indinde ayların sayısı şüphesiz oniki aydır"[11] buyurmaktadır. Yani yılın aylan on ikidir.
739- Zaman belirtmeden sadece bin dinar karşılığında bize eman verin demişlerse, bu» seriyyenin islam yurduna çıkması anına kadar demektir.
Çünkü sözün mutlakhğı durumun delaleti ve konuşanın sözünden malum olan şeyle mukayyet olmaktadır. Kendilerini seriyye kuşattıktan sonra böyle demeleri, başlarına gelen tehlikeden emin olmak için antlaşma yapmış olmalarını ifade eder. Bu da seriyyenin darulîslama çıkmasiyle sona erer. Bununla sanki, darul İslama çıkıncaya kadar bize eman verin, demiş oluyorlar.
740- Seriyye çıktıktan sonra kendisi veya başkaları geri gelirse, dinarları geri vermeden kaledekilerle savaşabilirler. Ancak emanlarmın bittiğini haber vermeden onlarla savaşmamaları gerekir.
Çünkü onlara verilen eman mutlaktır. Belirttiğimiz maksat ise verdikleri dinarlara raci olmaktadır. O maksat itibariyle darultıarbîn dışına çıktıklarında dinarları almaya hak kazanırlar. Ama eman mutlak olduğu için bozulduğunu haber vermeden onlarla savaşmak helal olmaz. Tıpkı karşılıksız eman vermiş gibi. Bu, yukarıdaki durumun aksinedir. Orada eman resmen zaman ile sınırlandırılmıştır. Belirtilen zaman geçtikten sonra eman diye birşey kalmaz.
741- Devlet başkanı darulİslamdan onlara antlaşmaya davet edecek bir heyet gönderse ve belirsiz bir mal karşılığında eman vermeleri şartiyle antlaşma yapmayı kabul etmelerinden sonra devlet başkanı fikrinden dönüp onlarla savaşmak isterse, onlardan alınan malı geri vermeden savaşması doğru değil-
dir. Bu, birinci durumun aksinedir.
Çünkü orada malı vermelerinden maksatları başlarına gelen tehlikeyi uzaklaştırmaktı. Burada malı vermelerinden amaçları ise, müslümanlardan hiçbir kimse kendilerine saldırmamak üzere emanı mutlak olarak elde etmektir. Teyidi muhtemel olan şeylerde mutlak teyidin zikredilmesiyle sarahat kazanan mesabesindedir. Sanki, bize sürekli eman verin, demişlerdir. Onun için malları geri verilmeden kendileriyle savaşmak helal değildir.
742- Kaleyi kuşatan seriyye, bin dinar karşılığında içindekilerle antlaşma yapmayı teklif edip başka birşey söylemezse, seriyyedekiler aynı seferde devam ettikleri sürece onlara dokunamazlar. Bu seriyye darulharpten çıkmasa bile başka seriy-yenin kaledekilere savaş açmasında bir sakınca yoktur. Çünkü malı verirken kendilerine saldırmamalarını şart koştular. Bu ise başkalarını değil, sadece o seriyyedekileri kapsar.
743- Maksat itibariyle bunlar seriyyenin saldırısından emin olmak istemişlerdir. Bunların darulİslama çıkmasiyle kaledeki-lerin maksadı gerçekleşmiş olur. Bunlar da dinarları almayı hak etmiş olurlar.
744- Bir daha gelecek olurlarsa, dinarları geri vermeleri gerekmez. Ancak saldırmadan önce emanın bozulduğunu bildirmeleri gerekir.
Çünkü kendileriyle kale sakinleri arasında özel bir eman işlemi vardır. Ancak bu emanın süresi resmen mutlak olup sınırsızdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle bir eman kaledekilerle müslüman cemaat arasında yapıldığında hileden sakınmak için emanın bozulduğunu haber vermeden onlara saldırmak helal değildir.
745- Aynı şekilde seriyye ile aralarında bir anlaşma olmuş ve malları alınmışsa, emanlarınm bittiği bildirilmeden onlara saldıracak olurlarsa, mallarını geri verirler.
Çünkü emanları kaldırılıncaya kadar onlar eman içinde idiler. Rasulullah
buyuruyor: "Antlaşmakların malından birşey almanız helal olmaz."
746- Devlet başkanı darulharbe üç koldan asker gönderse ve müslüman askerler henüz varmadan bir kale halkı, kollardan birinin kumandanına "Bu seferden dönünceye kadar falan kale halkına dokunmamak üzere bin dinar karşılığında eman verin" diye haber gönderse ve iki taraf bu şekilde anlaşsa, diğer iki askeri birliğin olsun, başka müslümanların olsun, üç birliğin de darulİslama dönüşüne kadar onlara saldırması caiz değildir.
Çünkü bu eman İslam cemaatinin tümü için geçerlidir. Kale sakinlerinin amacı da sadece üzerlerine gönderilen birlikten emin olmak değildir. Çünkü bu birlik henüz onlara varmamıştır. Belki maksatları, bu ve diğer birliklerin tümünden emin olmaktır. Bundan anlıyoruz ki, mallarını ancak belirli bir süreye kadar müslümanların tehlikesinden emin olmak için vermişlerdir. Sözkonusu süre de müslüman askerlerin islam yurduna çıkmalarıdır. Bu da bütün müslümanların emandan haberdar olmaları halinde meydana gelebilir. Onun için malları geri verilmeden ve emanlarınm bittiği bildirilmeden onlara saldırmak caiz değildir.
747- Ama üzerlerine gönderilen askeri birlik kaleye yaklaşmış veya kaleyi kuşatnıışsa, bu durumda maksatları sadece bu birlikten emin olmaktır.
Çünkü bu birlik tarafından kuşatılmış ve mecbur edilmişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sözün mutlaklığı maksadın belirli olmasiyle mukay-yed olur. Onun için diğer iki askeri birlik emanlarınm bittiğini haber vermeksizin onlara saldırabilirler. Nitekim devlet başkanı birliklerden birinin başında olup düşman "Bu seferden îslam yurduna dönünceye kadar bize eman verin" diye haber görderse ve devlet başkanı veya onu temsil eden kişi bunu kabul etse, bu bütün askeri ve düşmanı kapsar. Çünkü belirli bir kale halkını belirtmemişlerdir. Lafızları genel olduğu için hüküm kapsamı içine giren herkesi kapsamaktadır. Ama hususiliğini gösteren bir delil varsa, belirli bir kaleyi zikretmeleri gibi, hükmün genelliği geçersiz olur.
748- Devlet başkanı askeriyle o kaleyi kuşattıktan sonra eman verse ve başka bir gelişme olmazsa, onları kuşatan askerin verdiği eman sadece o kaledekiler için geçerli olur. Daha önceki de böyledir.
749- Aynı şekilde askere haber gönderip sadece siz bize e-man verin, derlerse durum bir önceki gibidir.
Çünkü bu fazla ifadeyi zikretmeseler bile, sadece onlara eman verecek bunlardır. Ancak onlara verilen eman bütün müslümanlan bağlar.
750- Sadece sizden emin olmak için bize eman verin, derlerse, bu, askerleri özellikle zikretme durumunun aksinedir. Şüphesiz bu da askerler kendilerine varmadan önce olur.
Çünkü tahsis için delil bulunmaktadır.
Yine devlet başkanına, "Sadece bize eman verin" derlerse durum aynıdır. Düşmandan sadece onlar emana kavuşurlar.
Çünkü kelamda tahsisi gerektiren şey vardır.
751- Bu askeri birlikten bir fert diğer birliklere katılacak olursa, onlarla beraber düşmanla savaşması caiz olmaz.
Çünkü sadece o askeri birlikten eman almışlardır. Bu da birliğin bütün fertlerini bağlar. Kendi birliği içinde onlarla savaşması caiz olmadığı gibi başka birliklerle beraber onlara karşı çarpışması da caiz değildir.
752- Bir seriyye bir kaleyi muhasara ettikten sonra kale-dekiler beşyüz dinar karşılığında dört ay süre ile eman isteseler ve onlar da eman verseler, sonra ikinci bir seriyye gelip bu durumu öğrense, belirlenen süre geçmeden veya dinarlar geri verilmeden onlara saldırması caiz olmaz.
Çünkü verilen eman bütün müslümanlan bağlamaktadır.
Dinarlarım geri verdikten sonra onlarla savaşıp mağlub etse ve verdikleri dinarlarla beraber bütün ganimetleri darulîslama çıkarsalar, her türlü taksimden ve beşte bir ayrılmadan önce ödedikleri dinarlar kendilerine verilir.
Çünkü bu ganimetleri verdikleri dinarlar yardımıyle elde ettiler. Verdikleri dinarlar bir bağış değil, belki aldıkları ganimetten öncelikle almağa daha layıktırlar. Nitekim o dinarların kendisini kalede ele geçirseler beşte birin ayrılmasından ve her türlü taksimden önce onları almağa layıktırlar. Aynısını veya benzerini bulmaları arasında fark yoktur.
Düşmanın esir ettiği rehine benzer. Bir müslüman onu düşmandan satın alıp darulîslama çıkarır, sonra rehin veren onu rehin para miktariyle satın alırsa, bu durumda rehin alan kişinin alacağı borç, düşer. Ama rehin veren kimseye ödediği ücreti kendisi öderse, köleleşen rehin kişiyi alır ve yanında rehin kalır. Çünkü rehin veren kişinin onu alması ve mülk edinmesi ancak ödediği ücretle mümkün olmuştur. Yoksa gönüllü olmuş değildir.
Yine birinin mülkü olduğu halde belirli bir süre bir insana hizmet etmesi vasiyyet edilen köle gibi. Kendisine hizmetle vasiyyet edilen kişi onu para ile satın alan düşmandan ücretini vererek kurtarırsa, kendisi ona sahip olmaya daha layık olur ve bu kurtarmada parası teberru sayılmaz. Çünkü ancak bununla ona hizmet yolu bulmuştur. Hizmet müddeti sona erince köle bedeli karşılığında ona satılmış olur. Ama köle sahibi ödediği miktarı kendisine verirse, köle tekrar ona ait olur.
Satanın elindeki satlık da böyledir. Düşman onu esir ettikten sonra düşmandan biri onu satın alsa, satan önceki adam onu tekrar para ile satınalabilir. Sonra müşteriye: Dilersen iki fiyat tutariyle al, dilersen alma, denilebilir.
Çünkü satıcı kişi hakkını ancak ödediği fidye ile elde edebildi. Ödediği bu fidye de bir teberru değildir. Ödedikleri dinarlarda ikinci seriyyenin durumu da böyledir. Ödedikleri dinarlar ganimetten beştebir (humus) pay ayrılmadan önce kendilerine ayrılır. Beştebir pay verilmeden önce, dedik. Çünkü bu pay ganimetin tümünden alınır. Halbuki ödedikleri dinarlar ganimetten değildir. Kendilerine geri verildiği zaman da ganimetten verilmiş olmaz. Sadece beştebir ayrılmadan önce verilen nafile bir sadaka mesabesindendir.
753- Kaleyi fethedemeyip savaş dört ay devam etse, sonra kale fethedilse, beştebir pay ayrılmadan önce genimetten o dinarları veya benzerini almaları caiz olmaz. Alınan ganimetin önce beşte biri ayrılır, geri kalanlar, ganimet taksimi esaslarına göre taksim edilir.
Çünkü kaledekileri ve mallarını ganimet almaları, bu dinarların geri verilmesi sebebiyle olmamıştır. Eman süresi geçtikten sonra dinarları geri vermeden de onlara saldirabilir ve emanlarınm bittiğini bildirmeğe de gerek olmazdı.
Bu da birinci meselenin aksinedir. Çünkü orada dinarları geri vermeden belirtilen süre içinde o ganimeti almaları mümkün olmazdı. Belirtilen süre içinde onlara saldırmış olsalar, aldıkları mallan geri vermeleri ve halkı emin oldukları yere iade etmeleri emredilirdi.
754- Da inlisi a m a çıkmadan önce darulharpte askerlerle birinci seriyye birbirine kavuşsa, bakılır; Eğer kaledekileri belirlenen dört aydan sonra ele geçirmişlerse, hepsi alman ganimette ortak olup dinarlarını ayırmaları sözkonusu olmaz. Ama belirtilen dört ay içinde ele geçirmişlerse, önce tüm ganimetten dinarlarını alırlar, sonra arta kalanı aralarında paylaşırlar.
Çünkü darulîslamda ganimetleri hepsi korumuş (ihraz etmişlerdir. Ganimette ortaklığın sebebi budur. Belirttiğimiz gibi belirlenen dört aylık sürenin geçmesinden sonra ganimeti elde etmişlerse, Önce dinarları alınır, sonra kalan ganimet paylaşılır. Bu da beştebir payda ve birinci seriyyenin ortaklığında sözkonusudur.
755- Dinarları geri verdikten sonra ikinci seriyye kaleyi fet-hedeıneyip darulharpte ilerleseler, sonra üçüncü bir seriyye gelse, kaleye saldırmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü dinarlarını İkinci seriyyenin geri vermesiyle emanları geçersiz olmuştur. Zaten ikinci seriyyenin de onlara saldırması caiz idi. Aynı şekilde üçüncü seriyye de onlara saldırabİlir.
756- Belirlenen süre içinde veya ondan sonra kaleyi fethetmenin ardında bütün seriyyeler darulhapte kavuşup bir araya gelse, hepsi bütün ganimetlerde ortak olurlar. Bizzat kendisini görse bile ikinci seriyyenin dinarları ayırıp alması sözkonusu olmaz.
Çünkü kaleyi fethetmediler. O dinarları geri vermekle belirtilen süre içinde üçüncü seriyye kaleyi fethetme imkanı bulduğu için ikinci seriyyenin ganimet taksiminden önce dinarları ayırıp alması gerekir, denilse, cevap olarak deriz ki:
Evet, ama ikinci seriyyenin üçüncü seriyyedekiler üzerinde bir velayeti yoktur. Nitekim kavuşmadan darul İslama çıkmış olsalardı ele geçirdiklerinden hiç birşey alamazlardı. Darulharpte karşılaşmaları sadece ganimette ortak olmalarının yegane sebebidir. Bu dinarlar ganimetten sayılmasaydı ikinci seriyyenin onda hiçbir hakkı olmazdı. Ganimetten sayıldığında da onlarda özel hiçbir haklan yoktur. Yani onlara mahsus olmaz. Ancak devlet başkanı veya kumandan ikinci seriyyeye dinarları kendi mallarından geri vermelerini emretmişse, o zaman bütün seriyyeler üzerinde velayeti olup onun emriyle ödeyenler onları teberru etmiş sayılamazlar ve almağa hak kazanırlar.
757- Üçüncü seriyye belirtilen süre içinde kaleyi fethederse, önce ikinci seriyyenin dinarlarını verirler.
Çünkü bu ganimetleri ancak onlar sebebiyle elde edebildiler.
Ama belirtilen süreden sonra fethetmişlerse onlara birşey vermeleri sözkonusu değildir. Ancak devlet başkanı onların ödediklerini beytulmal-dan vermesi gerekir.
Çünkü müslümanların yararı için özel mallarından vermelerini emretmiştir. Bu da beytulmala borç vermiş olmaları demektir. Sonra bu ganimetin beşte biri beytulmala gitmiştir. Onun için ödedikleri miktar kendilerine beytulmaldan ödenir ve zarar karşılanmış olur.
758- Başka seriyye gelmeden önce birinci seriyye tekrar kaleye dönse ve dinarlarını geri verdikleri kaleyi fethetse, dinarlarım alınan ganimetten almalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü istediklerinin benzerini almış ve geri vermekle yaptıklarının hükmünü bozmuş oldular. Sanki kaleyi fethedinceye kadar başta birşey almamış gibidirler. Böylece aldıklarının tümü ganimet hükmüne girmiş olur.
759- Verdikleri dinarların bir kısmı kaybolmuşsa, süresi içinde kaleyi fethettikten sonra dönüşte alınan ganimetten de-ğilde başka yerden benzeri kendilerine verilince, ganimetten verdikleri kadar almaya daha müstehak olurlar.
Çünkü dönüşte onların durumu ve dinarları geri vermeleri başka seriyyenin durumu gibidir.
760- Devletin başka bir milletle verdikleri mal karşılığında bir yıl saldırmazlık antlaşması yapması caizdir. Ancak bunu müslümanlar için yararlı olduğunda yapması gerekir.
Çünkü devlet başkanı müslümanların koruyucusu olarak görevlendirilmiştir. Müslümanların yararı gözetilmeden savaşı bırakması ve malı almağa meyletmesi caiz olmaz.
Bu mal da ganimet veya feyr olmadığı için beşte biri alınmaz. Haraç mal gibi hepsi beytulmala verilir.
Çünkü ganimet, at ve süvari saldırılarıyle elde edilen maldır. Fey' ise düşmanın teslimiyet göstermesi sonucu müslümanların eline geçen maldır. Bu mal ise iki tarafın rızasiyle müslümanların eline geçmektedir. Onun için cizye ve haraç gibi olup beytulmala verilir. Çünkü bu malı devlet başkanı ancak müslümanların gücü sayesinde elde etmiştir.
761- Devlet başkanı saldırmazlık antlaşmasının müslürnan-Iara zararlı olduğuna kanaat getirirse, aldığı malı sahiplerine geri vermeden onlara saldırması doğru değildir.
Çünkü hileden sakınmak ve ahde vefa göstermek vaciptir.
762- Aldığı malı veya benzerini onlara beytulmaldan geri verdikten sonra antlaşmanın bittiğini haber verir ve gönderdiği asker kaleyi fethedip ganimet alırsa, alman bütün ganimetin beşte biri ayrılır, geri kalan miktar ganimet taksimi esaslarına göre mücahidler arasında taksim edilir. Verdiği dinarlardan birşey geri alması doğru olmaz.
Çünkü bunu alırken müslümanlar için malı almış olur. Onu veya benzerini müslümanların malından iade etmiş sayılır. Zaten beytulmaldaki mal müslümanların sıkıntı ve felaketlerine harcanması için hazırlanmaktadır. Bu da musibetler cümlesinden sayılır. Ama dinarları ellerinden çıktıktan sonra birinci seriyyenin dinarları sahiplerine geri vermeleri durumunda olay bundan farklı oluyordu. Çünkü orada kendilerinden alman ve kayıp olan mal ganimetin tü-mündendi. Geri verilen ise ganimetten değildi. Sadece onların özel mallarm-dandı. Burada ise alman şey bütün müslümanların malıdır. Geri verilen mal da müslümanların ortak malıdır. Onun için bundan birşey geri verilmez.
763- İkinci seriyye, kumandanlarının emri ile kendi mallarından dinarları geri verdikten sonra başka bir seriyye gelip yetişse ve ikisi birlikte kaleyi fethedip içindekilerini alsalar, alınan mallar önce iki seriyyedeki adam sayısına göre paylaşılır, sonra dinarları geri veren seriyyenin payından dinarlar ayırdedilir ve sahiplerine verilir.
Çünkü ikinci seriyye kumandanının emri diğer seriyye için geçerli olmayıp sadece kendi seriyyesini bağlar. Kalenin mallarını da iki seriyye birlikte aldı. Onun için önce aralarında paylaştırılır ve ikinci seriyyenin payı belirlenir. İkinci seriyyedekiler de paylarından verdikleri dinarları alırlar. Sonra arta kalan mallar ganimet taksimine göre taksim edilir.
Bu ganimet fert başına taksim edilir.
Çünkü ganimet taksimi sistemine göre değildir ki süvarilerle piyadelerin paylan ayrı ayrı olsun. Nitekim bu taksim beşte bir pay ayrılmadan önce yapılmaktadır. Halbuki ganimet taksimi beştebİr pay ayrıldıktan sonra yapılır.
764- Dinarları ayrıldıktan sonra geri kalan mal, taksimde üçüncü seriyyenin payına düşen mala eklenir. Hepsinden beşte bir payı ayrılır. Geri kalanı ganimet taksimi esasına göre dağıtılır.
Bu şuna benzer; Devlet başkanı darulharbe iki seriyye gönderir. Bunlardan sadece birine alınan ganimetin beşte biri ayrılmadan önce dörtte birini tahsis eder. O zaman alman ganimet önce fert başına taksim edilir. Böylece kendilerine tahsis yapılanların payı belli olur ve payları o maldan ayrılır. Arta kalan mal diğer seriyyenin payına eklenir. Sonra beştebir payı ayırıhr ve kalan mal ganimet taksimine göre aralarında taksim edilir.
Bu mesele kitabın başında sözü edilen ve kendi başlarına hareket edip komuta dışına çıkmış yüz isyancı meselesinin aksinedir. Orada paylaşma, en sahih rivayete göre, bu yüz kişi ile diğer üçyüz kişinin payını belirleme esasına göre yapılır ve üçüz kişiye tahsis edilen miktar verilir.
Çünkü orada dörttebir payın tahsisi, ancak beşte bir payı ayrıldıktan sonra kalan maldan yapılmıştır. Beştebir payı ayrıldıktan sonra yapılan taksim ise, ganimet taksimidir. Burada ise beştebir payı ayrılmadan önce malın dörtte biri tahsis edilmiştir. Burada birinci taksim ganimet taksimi değildir. Bu taksim fert başına yapılan taksimdir.
765- Dinarları geri veren seriyyeye düşen pay, dinarlara tekabül etmiyorsa, payın tümü onlara bırakılır. Sonra diğer seriyyenin payından beştebir payı ayrıldıktan sonra kalan mal iki seriyyenin fertlerine ganimet taksimine göre taksim edilir.
Çünkü gerçek ganimet olarak alınan miktar budur.
Dinarları geri veren seriyyeye düşen pay dinarlara tekabül etsin veya etmesin çözüm şekli budur.
Çünkü bu seriyye kumandanının üçüncü seriyye üzerinde kumandanlığı yoktur ki dinarların karşılığım tamamlamak için onların payından bir miktar alabilsin.
Allah doğruyu en iyi bilir.[12]
766- Bir müslüman müşriklerden birini esir alsa ve esirin isteği üzerine eman verse, esir artık eman altında olur. Emirin veya bir başkasının onu öldürmesi helâl olmaz.
Çünkü müslümanlardan birinin verdiği eman hepsi için bağlayıcıdır. Sanki emirin kendisi eman vermiş gibidir. Ancak eman verilen kişi fey' olur. Çünkü mağlub ve makhurdur. Onda müslümanların hakkı sabit olmuştur. Bütün müs-lümanların sabit olan bu hakkı bir tek kişinin emanı ile yok olmaz. Eman ile Öldürülmekten kurtulduğu gibi îslama girmekle de sadece öldürülmekten kurtulmuş olur. Yani öldürülmekten kurtulmuş olur ama fey' olmaktan kurtulmaz.
767- Esir edildikten sonra müslüman olursa öldürülmez. Ancak yine fey' olur. Esir ettikten sonra müslümanın ona eman vermesi durumunda da netice aynıdır.
Çünkü köle mesabesinde olmuştur. Ancak ganimet taksimi henüz yapılmadığından sahibi belli olmamıştır. Kölenin müslüman olması onu kölelikten çıkarmaz.
Müslüman olduktan sonra fey' olarak devam ettiğinin delili Hz. Ab-bas'ın şu hadisidir: Bedir günü esir edildikten sonra İslama girdi ve iyi bir müslüman oldu. Rivayet edildiğine göre bunun üzerine müslümanlar aralarında "Adamları öldürdük ve esir ettik. Şimdi sıra kadınlara geldi" dediler. Bu işe kalkışınca, henüz esir olan Hz. Abbas Rasululİaha şöyle dedi: "Bu doğru birşey değildir". Rasulullah, "Niçin?" dedi. Hz. Abbas: "Allah sana iki taraftan birini vadetti ve vadini gerçekleştirdi. Şimdi salim olarak dön" dedi.
O aşamada çok iyi müslüman olduğuna bu bir delildir. Bununla beraber Rasulullah ona fidye verip kendisini kurtarmasını emretti. Şu ayeti kerime de onun hakkında indi: "Ey Peygamber, elinizdeki esirlere söyle; Allah kalble-rinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alınanlardan daha iyisini size verir."[13]
768- Esir adam "Ben müslüman değil, zimmî olmak istiyorum" derse, devlet başkanı ona zimmîlik hakkını vermeyip öldürebilir.
Çünkü esir ve makhur olmuştur. Belirttiğimiz gibi boyleleri için zimmî-lîk hakkının verilmesi isteğine olumlu cevap verilmez.
769- Müslümanlar esir alırken müslüman olmasından korkarak onun ağzını tıkamış veya doğmuş ve müslümanlığmı ilan etmekten alıkoymuşlarda, çok kötü davranmış olurlar.
Çünkü müslüman olmak istiyen bir kimseyi müslüman olmaktan alıkoymuş olurlar. Böyle birşey asla kabul edilemez. Ama İslama girmekten alıkoymak için değil de, kaçıp kurtulmasını önlemek için ağzım bağlamışlarsa, bunda bîr sakınca yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları yakaladığınız zaman sıkı bağlayın"[14]
"Müslüman olmaması İçin ağzını bağlayacak olurlarsa, onların da kâfir olmaları gerekir. Çünkü onun kafir kalmasına rıza göstermişlerdir. Başkasının küfrüne razı olan da kafir olur" denilecek olursa, deriz ki;
Bunun iki izah yolu vardır :
Birincisi: Bunlar onun gerçekte müslüman olmıyacağmı; sadece öldürülmekten kurtulmak için göstermelik müslüman olacağını bilmişlerdir. Eğer böyle ise, bu onların küfre rıza göstermeleri anlamına gelmez.
İkincisi; onun küfrüne rıza göstermek suretiyle değil de, kendilerine yapmış olduğu eziyetin bir intikamı olarak sertçe davranmak kabîlindendir. Yüce Allah'ın şu ayetini düşünen bir kişi bunu daha açık ve rahatlıkla anlar: "Rab-bimiz mallarını yok et, kalblerini sık. Taki onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmasınlar."[15]
Rivayet edilen şu olay bunu desteklemektedir: Rivayete göre Hz. Osman Mekke fethi günü Abdullah b. Saîd b. Ebi Serh'i Rasulullah'a getirdi ve "Abdullah b. Said b. Ebî Şerh sana biat etsin" dedi. Fakat Rasulullah ondan yüz çevirdi. Her tarafta Rasulullahtan bunu isteyince Rasulullah ona: "Biatini kabul ettik, gitsin" dedi. O ayrılınca, Rasulullah ashabına: "Biatini kabul etmeden önce aranızda kalkıp boynunu vuracak kimse yok muydu?" dedi. Ashab, Ey Allahin Rasulü, bize bir göz işaretinde bulunsaydınız bari, dediler. "Bir peygamber gizli göz işareti yapmaz" buyurdu.
Rasulullahm onun küfrüne razı olduğunu hiçbir kimse düşünemez. Sadece ölümden kurtulmak (takiyye) için göstermelik müslüman olduğunu Rasulullah anlamıştı. Onun için kendisinden yüz çevirdi ve söyleyeceğini söyledi.[16]
770- Müslüman bir esiri öldüreceği sırada esir iki defa: "Eman, Eman" derse ve müslüman da ona sadece diş bilemek ve amansız davranmak için sözünü tekrar edip "Eman, Eman ha!" derse, onu öldürmesinde bir sakınca yoktur ve kanı ona helaldir. Ancak bu sözünü duyan kimse onu öldürmesine mani olur ve amaçladığı şeyde onu tasdik etmez.
Çünkü görünüş itibariyle sözünün bağlamı emandir. Ancak onun iddia ettiği şeye de muhtemeldir. Ne varki bu onun gönlünde olup Allahtan başkası onu bilmez. Kumandan ve halkı ise zahire göre davranacağı için ona eman verdikten sonra öldürmesine müsaade etmezler. Kendisi ile Allah arasında ise onu öldürmek için serbestlik vardır. Çünkü kalbindekini Allah bilir.
771- Ama müslüman ona "Eman istiyorsun ha?!" veya
"Acele etme, başına geleni görürsün!" derse, bu onun için eman sayılmaz. Hem kendisi, hem başkası onu öldürebilir.
Çünkü sözünün bağlamından anlaşiliyorki onu tehdit etmektedir. Sözün bağlamı, hakikatin terkedildiğine delildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dileyen iman eder, dileyen küfreder. Muhakkak zalimlere bir ateş hazırladık."[17] Şüphesiz ayette kınama ve azarlama vardır. Yoksa bağlam itibariyle küfrü tercih etme serbestliği yoktur."[18] Yine "Dilediğinizi işleyin. Şüphesiz O, işlediklerinizi görür"[19] ayetinde de durum aynıdır. Ayette işleme emri değil, tehdit vardır. Bir adam diğerine "Erkeksen malında dilediğini yap" veya "Doğru söylüyorsan, bana elinden geleni yap" demesi, ona yapma izni değil, tehdit, azarlama, meydan okuma ve yaptığı taktirde cezalandıracağını ifade etmeyi dile getirmektedir. Burada da durum aynıdır. Müslüman ona "Eman ha! Sana eman verip vermiyeceğimi göreceksin" derse, adamın sözünü açıkça red ettiği anlaşılmaktadır.
772- "Eman" deyip susarsa, kalbindeki bilinemiyeceği için zahir itibariyle bu eman sayılır.
Tıpkı başkasına "malımda şöyle, şöyle yap" diyen kimsenin sözü ile izin vermiş sayılması gibi. "Bununla tehdit kastettim" derse, mahkemede suçlu sayılmaz.
773- Ele geçirilmeden önce müşrik, kaleden "Eman, eman" diye bağırsa ve müslüman ona "Eman, eman" derse, sonra müşrik, müslümanlar arasına çıkıpgelse, ona eman veren kişinin "Ben sadece tehdit etmek istedim" demesine itibar edilmez. Müşrik serbest bırakılır. Eman sözünü kumandanın veya başkasının söylemesi ayındır.
Çünkü eman sözünü söyliyenin kalbindekini müşrik bilemez. Böyle kabul edilirse aldatmaya sebep olur ki, aldatma haramdır. Bu şekilde müşrik, esirden farklı olur. Çünkü esir mağlub ve makhur olmuştur. Onunla müslümanlar arasında aldatma manası meydana gelmez. Onun kalbindeki sadece onun İçin muteber olur.
774- Müslüman, kuşatma altındaki müşrike "Eman mı, hava alırsın!" veya "Erkeksen in" deyip bizzat kendi ifadesiyle ona duyursa, bunun üzerine müşrik inip gelse, müslümanlara fey1 olur ve öldürülmesi caizdir.
Çünkü onu hiçbir şekilde aldatmamış ve tehdit ettiğini ona duyurmuştur. Eman vermeyip sadece tehdit ettiğini açıklamıştır. Şuna benzer; Adam diğerine "Bana bin dinar borçlusun" der, diğeri ise "Bin dinar mı, hava alırsın!" diye cevap verir. Bunun sözü asla diğerini tasdik sayılmaz.
Ama eman sözünü duyurup diğer sözleri duyurmazsa, müşrik eman altında olur. Onun İçin geçerli olan, duyurduğu şeylerdir. Duyurmadığı şeyleri itibara alacak olursa bu hile sayılır. Çünkü duyurmadığı şeyler kalbindeki şeyler mesabesindedir. Bunları da nazarı itibara alırsa aldatmaya yol açmış olur. Aldatma ve hile ise haramdır.
Gerçeği en iyi bilen Allahtır.[20]
775- Müslümanlardan bir grup düşmanın ilk barış temsilcisiyle karşılaşıp "Biz halifenin elçileriyiz" deseler ve halifenin mektubuna benzer bir mektup gösterseler ve böylece müşrikleri aldatsalar, bunun üzerine müşrikler onlara "girin" deseler ve onlar da darulharbe girseler, orada kaldıkları sürece düşmandan kimseyi öldürmeleri ve mallarından birşey almaları caiz olmaz.
Çünkü bu tavırları ve gösterdikleri şey gerçek ise, darulharpte düşman tarafından eman altında sayılırlar. Dolayısıyle darulharpteki düşman da onlardan eman içinde olur. Darulharbin halkına ve malına dokunamazlar. Darulharbe giden elçiler için de durum aynıdır.
776- Kendilerini bu tavır içinde gösterdiklerinde de durum aynıdır.
Çünkü dışarıdan gelenlerin içlerinde gizlediklerine vakıf olmaları mümkün değildir. Hileden sakınmak için hüküm ancak zahire göre verilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi eman işi ciddi olup onun için bir sebep bile eman için yeterlidir.
Takındıkları tavır onların eman istemeleri mesabesinde kabul edilir. Eman isteyip onlar da eman verdiklerinde bu emana riayet etmeleri gerekir. Eman istediklerini gösteren delil ortaya çıktığında da durum aynıdır.
777- Onları gizlice vurmak niyyetinde oldukları halde "Ticaret için geldik" dediklerinde de durum aynıdır.
Çünkü gerçekten göründükleri gibi tüccar iseler, darulharp ehline hiyanet etmeleri helal olmaz. Tüccar tavrını takındıklarında da durum aynıdır.
778- Darulharp içinde onlarla karşılaşmaları halinde de durum aynıdır. Ancak karşılaşmadan önce aldıkları şeyler onların olur. Ama ondan sonra bir şey almaya kalkışmaları helal olmaz.
Çünkü takındıkları tavır sebebiyle onları serbest bırakmaları kendilerine eman vermeleri mesabesindedir. Bu da ondan sonra düşmanın malına ve canına zarar vermelerini haram kılmaktadır. Ancak ondan önce aldıklarından birşey geri vermeleri gerekmez.
779- Bunlar Rumlar kılığına girip kendilerini onlara ben-zetseler ve düşman "Kimsiniz?" dediğinde, "Biz darulîslamda eman ile oturan Rumlarız" deseler ve darul-harpte bilinen Rumlardan birine kendilerini nisbet etseler veya kimseye kendilerini nisbet etmeseler, bunun üzerine düşman onları serbest bıraksa, düşmandan güçlerinin yettiğini öldürmekte ve malları almakta serbesttirler.
Çünkü takındıkları tavır ve söyledikleri doğru ise onlarla darulharp ehli arasında zaten eman yoktur. Çünkü iki taraf birbirinin canına veya malına el koyup ele geçirse, arada eman olmadığı için onun olur. Aldığı şeyler veya kişiler elinde iken alan kişi müslüman olursa o şeyler veya kişiler onun olur. Onları serbest bırakmalarının sebebi, şeklen veya manen eman istemeleri değil sadece kendilerinden olmalarıdır. Çünkü rumlardanız veya sizlerdeniz sözünün anlamı aynıdır. (Müslümanlarla değil, Rumlarla anlaşmış olmaktadırlar).
780- Yine kendilerinin zimmîlerden olduğunu ve müslü-manlarla olan anlaşmayı bozarak geldiklerini söyleseler ve düşman da girişlerine izin verse, durum aynıdır. Bununla önceki arasında fark yoktur.
Çünkü kendilerinden kabul ederek ve aynı yurdun vatandaşı sayarak serbest bıraktılar. Zaten insanın kendi yurdunda eman istemesi sözkonusu değildir.
el-Mütehassır fı'1-Cenneti lakabıyla bilmen Abdullah b. Üneys'[21] hadisi buna delalet etmektedir. Süfyan bin Abdullah'a "Sana yardımcı olmak, beraberinde bulunmak ve sayıca çoğalmak için geldim" demiş ve sonra öldürmüştür. Bu da gösteriyorki böyle bir şey eman olmaz.
el-Mütehassır olayını önce açıklamıştık.
Rasulullahm şu buyruğu da bunu açıklamaktadır: "Rasul ve Nebilerden sonra dünyada çalışanların en hayırlısı mütehassırlardır.
Yani dünyada daha sonra cennette üzerine dayanacakları ve üstün derecelere ulaşacakları iyi ameller işleyenlerdir. Tıpkı dünyada bir insanın bir asaya dayanması ve koltuk değneğinin olması gibi.
781- Düşman, elinde olan bir grup esir müslümanı serbest bıraksalar, bunların düşmandan dilediklerini öldürmesinde, mallarını almalarında ve güçleri yetiyorsa darulislama kaçırıp götürmelerinde bir sakınca görmüyorum.
Çünkü serbest bırakılmadan önce onların elinde makhur ve mağlub idiler. Bu durumda iken neye güç yetirmişlerse, onu ele geçirmeye serbest idiler. Sah verildikten sonra da durum aynıdır. Zaten, eman isteğinde bulunduklarını ifade eden birşey de yapmadılar. Serbest bırakmaları da eman vermek suretiyle değil, iltifat etmemek ve ilgi göstermemek suretiyle olmuştur.
782- Yine onlara "Size eman verdik, dilediğiniz yere gidin" derlerse, esirler de birşey söylemezse, durum aynıdır.
Çünkü herhangi birşeye zarar vermelerini haram kılan şey şeklen veya manen verilen emandır. Ancak bu eman ile düşmanın can ve malına zarar veremezler. Bu eman da verilmiş değildir. Kendilerinin bağlanmadıkları bir şeyde düşmanın sözü onları bağlamaz.
783- Ama bunlar darulîslamdan gelmiş ve darulharp sahipleri onlara "girin, eman altındasınız" demişlerse, durum farklı olur.
Çünkü bu durumda kendi istekleriyle eman isteyerek geldiler. Düşman kuvvetle vurabileceği bir durumda iken karşısına çıktıklarında onlara birşey yapmadığına göre, kendilerine eman verdik demeseler bile, eman vermiş gibidirler. Esirler ise darulharpte istekleriyle değil, esir olarak bulundular. Emanın olabilmesi için ona söz veya fiille bir şeyin delalet etmesi lazımdır.
784- Onlardan bir grup esirlerle karşılaşıp "siz kimsiniz" der ve esirler "Biz tüccar kişileriz, arkadaşlarınızın verdikleri eman ile girdik" veya "Biz devlet başkanının elçileriyiz" deseler ,ondan sonra düşmandan kimseyi öldürmeleri doğru olmaz."
Çünkü eman istediklerini gösteren bir tavır ortaya koydular. Burada onların eman İstemesi kabul edilir. Ondan sonra darulharp ehline hıyanet etmeleri doğru olmaz.
Ama darulharpli onlara saldırırsa durum değişir.
785- Düşman onların esir olduklarını anlayıp yakaladıktan sonra esirler kaçıp kurtulursa, düşmanın malını almaları ve öldürmeleri helal olur.
Çünkü düşmanın yaptığı ile eman hükmü ortadan kalkmış olur. Nitekim eman altında olan kişilere düşmanın devlet başkanı hainlik edip ve hapsedip mallarını aldıktan sonra onlar kaçıp kurtulurlarsa düşmanları öldürmeleri ve mallarını almaları helal olur. Çünkü düşman devlet başkanının yaptığı antlaşmayı bozmuş sayılır. ■
786- Aynı şekilde düşman devlet başkanının bilgisi veya emri ile biri onlara böyle davranır ve devlet başkanı da onu alıkoymazsa, netice aynıdır. Çünkü beyinsiz (sefih) yasaklanma-dıkça, kendisine emredilmiş sayılır. Ama devlet başkanlarının veya düşman toplumun bilgisi dışında bunu yaparsa, bu beyinsizin yaptığı sebebiyle eman altındaki kişilerin halkın can ve malla-rıni helal saymaları doğru değildir. Çünkü sıradan birinin böyle yapması düşman ile kendileri arasındaki anlaşmayı bozmaz. Çünkü bu kişi antlaşmayı bozma yetkisine sahip değildir. Yaptığı sadece onlara bir haksızlıktır. Güç ve imkanları varsa kendilerine yaptığının aynısını onlara yapmaları veya aldığının kendisini yahut benzerini ondan almaları caizdir. Onun dışında kendisine birşey yapmaları helal olmaz. Çünkü zalime zulüm edilmez. Sadece ona yaptığının cezası verilir.
787- Esirler yakalandıklarında "Biz sizdeniz" deseler ve onlar da serbest bıraksalardı, esirlerin düşmanı öldürmesi ve mallarını alması helâl olurdu.
Çünkü takındıkları tavır, eman isteme tavrı değildir.
788- Yine darulharpte İslama girmişlerse bütün söylediklerimizde durumları esirlerin durumları gibidir.
Çünkü darulharpte bulunmaları eman ile olmamıştır.
789- Düşmanın karşılaştığı müslümanlar, düşmana "Biz Burcan halkındanız, İslam ülkesinden eman ile geldik. Barış temsilcilerinizden biri, ülkemize gidebilmemiz için bize eman verdi" deseler ve onlar da serbest bıraksalar, ondan sonra düşmandan kimseye zarar vermeleri helal olmaz.
Burcan Hazar bölgelerinden biridir. Halkıyla Rumlar arasında açık bir düşmanlık vardır. Eman olmaksızın birbirlerinin ülkesine girmeleri imkansızdır. Onun için takındıkları tavır eman isteme mesabesindedir. Nitekim söyledikleri gerçek olsaydı onların herhangi birşeylerine zarar vermeleri helal olmazdı.
790- Müslümanların yurduna dönmedikçe kendilerini Burcan kimliğiyle gösterseler ,durum aynıdır. Ama müslümanlar m ülkesine döndükten sonra tekrar darulharbe girecek olurlarsa, dilediklerini onlara yapabilirler.
Çünkü bu durumda bunlar darulharpte hırsız durumundadırlar. Geri gelişlerini düşmanın fark edip etmemesi aynıdır. Çünkü darulharbe tekrar girişleri düşmanın yurdunu korumasındaki ihmalkarlığını gösterir.
Halbuki önceki durumda iş tamamen farklı idi.
791- Müslümanlar düşmandan esirler alıp öldürmek istediklerinde, biri ben müslümanım derse, İslamını sorgulamadan Öldürmeleri helal değildir. Bu lafızla müslümaıı olacağı için değil, belki yüce Allanın "Dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek size müslümaıı olduğunu bildirene "Sen mü'min değilsin" demeyin"[22] ayetinin zahirîne göre hüküm budur.
Zaten adam kapalı bir söz söylemiştir. Bununla ne demek istediği araştırılır. Araştırmadan önce hemen öldürmek ihtiyatla davranmaya aykırıdır.
792- Kendisinden sorduklarında İslamı tarif edip tavsif ederse, o müslüman demektir ve öldürülmesi caiz olmaz. Esir düşmeden önce müslüman olduğu bilinmedikçe müslümanlara fey' olur.
Bundan önce müslüman olduğu bilinmeyince yeni müslüman oluyor demektir. Bu da Öldürülmekten korur ama köleleştirilmekten kurtarmaz.
793- Müslüman siması taşıyor ve daha çok müslüman olduğu sanılıyorsa, bu müslüman olduğunu bilmek mesabesindedir. Bu özellikleri varsa öldürülmeyip salıverilir.
Çünkü ihtiyat esasına göre kararlaştırılan durumlarda zanm galip kesni bilgi gibidir. Vaziyetin gerçeğine vakıf olmanın mümkün olmadığı durumlarda da zanm galip kesin bilgi mesabesindedir.
794- "Müslüman değilim, beni İslama davet edin ki müslüman olayım" derse, yine durum aynı olup Öldürülmesi helâl olmaz.
Çünkü Rasulullah "Onları lailahe illallah demeğe davet ediniz" buyurmuştur. Kendisi İslama davet etmeden önce bir kavimle savaşmazdı. Davetin ulaşmadığı bir milletle savaşmak istediğimiz zaman onları davet etmeden önce kendilerine savaş açmamız doğru değildir. Çünkü belki daveti kabul eder, belki de etmezler. Bizim davet etmemizi istiyen ve bunu kabul edeceğini belirten bu adamın davet edilmeden önce evveliyetle öldürülmemesi gerekir.
795- Ben müslümanım, dedikten sonra İslamı anlatması istenildiğinde anlatamazsa, müslümanlarm ona İslamı açıklamaları ve "sen buna mı inanıyorsun?" demeleri gerekir. Evet, derse, o müslümandır. Hayır, derse veya bu söylediğinizi bilmiyorum, derse, öldürülmesi helaldir.
Ama devlet başkanının ona "Seni davet ettiğimiz bu şeyi kabul ediyor musun?" diye sorması daha iyidir. Evet, derse, öldürülmeyip fey1 olur. Hayır, derse boynu vurulur.
Bu paragraf ile cariye ve zevce (kadın eş) meselesindeki cevabın nasıl, olacağı da anlaşılmaktadır. Kişi İslamı tavsif etmesini İstediğinde cariye veya kadın iyi tavsif edemiyorsa, kendisi önünde İslamı tarif eder ve "Buna mı inanıyorsun? Sanırım inandığın budur" der. Onun Evet, demesi yeterlidir. Bununla cariye veya kadın müslüman olur, nikah ve temellük ile onunla evlenmek helal olur.
Allah en iyi bilir.[23]
796- Düşman devlet başkanının elçisi müslüman askerlere gelirse, ticaret için gelip eman istiyen tüccar gibi mesajını ile-tinceye kadar eman altında olur.
Çünkü bu ikisinin gelişinde müslümanlarm yararı vardır.
797- Düşman elçisi veya eman altındaki tüccar dönmek istediklerinde kumandan müslümanlarm gizli şeylerini görüp düşmana rehberlik yapmalarından endişelenirse, bu tehlikenin bertaraf olduğuna kanaat getirinceya kadar onları yanında (daruIİslamda) alıkoymasında bir sakınca yoktur. Çünkü hapsetmekle müslümanlar gözetilmiş ve zarardan korunmuş olurlar. Fitnesini önlemek için zina edenin hapsi caiz olduğuna göre bu ikisinin hapsi öncelikle caizdir.
798- Devlet başkanına "Bizi serbest bırak, burada eman ile kalalım" derlerse, serbest bırakmaması gerekir.
.Çünkü zahire göre bunlar gördükleri şeylerde düşmana rehberlik edeceklerdir. Zira inançları kendilerini buna sevketmektedir. Yüce Allah'ın "Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar"[24] ayeti bu açık durumu desteklemektedir.
799- "Bunlardan hiçbirini bildirmiyeceğimize yemin ederiz" derlerse, sözleri tasdik edilmez. ,
Çünkü yemin, zahirîn delil olduğu ve desteklediği kişi için delil olur. Burada ise zahir, söylediklerinin aksini göstermektedir. Onun için yeminlerine iltifat edilmez. "Onların yemini yoktur"[25] ayeti de bunu desteklemektedir. Yani onların müslümanlara zararlı olabilecek yerlerde güvenilecek yeminleri yoktur. Bu şekliyle onların bu yeminlerine devlet başkanının güvenmesi caiz değildir. Sadece emin oluncaya kadar bunu da yanında hesaba katar.
Ancak onları ayaklarından bağlaması veya bir işte çalıştırması caiz değildir.
Çünkü bu onlara eziyet ve işkence olur. Halbuki onlara eman vermiştir. Hainlikleri sabit olmadıkça onlara işkence veya eziyet etmeğe hakkı yoktur,
Hapsetmek de onlara eziyettir, denilirse, cevap olarak deriz ki: Hapsedilir, derken cezaevine kapatılır, demek İstemiyoruz, Çünkü bu eziyettir. Demek istediğimiz darulharbe dönüşlerini önlemek ve gözetim altında bulundurmaktır, Bunda da onlara eziyet yoktur. Sadece müslümanlar gözetilmiş olur. Vatanlarına dönmelerini engellemek açısından onlara bir nevi. eziyet sözkonusu olsa bile, bu daha büyük zararı önlemek içindir. Bazı kişilere zarar vermekten kaçınmak mümkün olmadığında iki zarardan hafif olanı tercih edilir.
Müslümanlara zarar vermelerini önleme amacı, yanlarına bekçiler vererek (gözetim altında bulundurarak) da gerçekleşmektedir. Bunun dışında ayaklarını bağlıyarak veya kelepçeliyerek eziyet etmeğe hakkı yoktur. Bir savaş (çatışma) çıkar ve bekçiler onlarla ilgilenemez de kaçıp kurtulmalarından endişe ederse, bu meşguliyet kayboluncaya kadar onları kelepçelemek veya ayaklarından bağlamakta bir sakınca yoktur. Çünkü zarar yeri burasıdır, yani kaçıp gitmeleridir. Meşguliyet bittikten sonra ayakları veya elleri çözülür. Çünkü zaruretle sabit olan şey, zaruret miktarına göre takdir edilir.
800- Devlet başkanı darulİslama dönünce onlardan endişelendiği yerden onlar için güven içinde olacağı yere beraberinde götürebilir. Sonra casusluklarından emin olduğu yerde serbest bırakır.
Çünkü burada müslümanlarm gözetilmesi, tehlikelerden korunması ve zararın önlenmesi vardır.
801- Darulİslama girinceye kadar onların zararından endişe ediyorsa, darulİslama girinceye kadar serbest bırakmaz.
Çünkü darulharpte serbest bırakıldıklarında belki de zarar büyük olacaktır. Devlet başkanının kendisi ve asker için zarardan korunma yollarına başvurması ve tedbirini alması gerekir.
Yerlerinde kalmağa ısrar ederlerse, zorla görtürür.
Çünkü araştırılıp çözümlenecek hususlarda devlet başkanının zorlama yetkisi vardır. Nitekim genel bir seferberlik olduğunda halkı buna zorlayabilir. Buna benzer olarak Hz. Ömer "Kendi başınıza terkedilirseniz, çocuklarınızı
satarsınız" demiştir.
802- Darulİslamda emin olacağı yere vardığında serbest bırakıp geri gitmelerini istediği takdirde, ülkelerine ulaştıracak binek ve azık vermeden gitmeyip ısrar ederlerse, onunla beraber gelmemek için direndikleri yere ulaştıracak kadar gerekli araç ve azık vermesi gerekir.
Çünkü onları oradan zorla getirdi. Oraya ulaştırması gerekir. Bunu müs-lümanlan korumak için yaptığına göre onlara yapacağı masraf müslümanlarm beytulmalmdan karşılanır. Tıpkı başlarına bir felaket gelmiş ve mal onun için harcanmış gibi.
803- Direndikleri yere kadar istiyerek geldikleri için buradan öteye dönüşlerinin masrafını karşılamaz. Vereceği masrafı da, asker ganimet almamışsa yahut alıp paylaşmışsa, beytul-maldan verir. Ama ganimet alıp henüz paylaşmamışlarsa, masrafları o ganimetten verir.
Çünkü askerlerin çıkarını düşünerek onları zorladı. Onun için masraf askerlerin hakkı olan maldan karşılanır. Tıpkı ganimetleri taşımak, korumak ve yüklemek için ücretli adam tutmuş olması gibidir.
804- Geri dönmelerini önlemesi ve beraberinde kalmağa mecbur etmesi halinde de durum aynıdır.
Bu durumda da askerlerin ganimetlerinden onların masraflarını karşılar.
805- Zorla getirdiği yerden itibaren onları ganimet malı o-laıı hayvanlara bindirir.
Çünkü onun yanında emniyet içindedirler. Hıyanetten sakınmak da vaciptir. Ganimeti alanların yararını gözeterek beraber getirdiği için masraflarım da ganimetten karşılar. Tıpkı zekat üzerinde çalışanlara yetecek kadar zekat malından verildiği gibi. Yine kadının kocası evinde tutulduğu sürece nafakasını kocanın karşılaması gibi.
806- Emin olduktan sonra serbest bırakmak istediğinde onlar emniyet içinde olmadıkları bir yerde iseler, onları gözetmesi ve ancak emniyet duyacakları bir yerde salıvermesi gerekir.
Çünkü onun eman ve himayesi altındadırlar. Onlara zulmedilmesini önlemek görevidir. Müslümanların emniyetini gözettiği gibi onların da emniyetini gözetir. Nitekim bir gemi ile beraberinde bir adaya çıkarsa onları o adada alıkoyup terkedebilir mi? Hayır, onları kaybolmıyacakları yere kadar gemi ile taşır, araç ve bineklerini de vererek gönderir.
807- Eşkıya ve hırsızlardan korkuyorlarsa, emin olacakları yere kadar götürecek kişileri yanlarına vermesi lazımdır.
Çünkü bu, devlet başkanının görevidir. Ancak bunu tek başına yapamıya-cağı için bazı müslümanlarm yardımından faydalanır.
808- Onlarla beraber emniyetlerini sağlamak için gönderilenlerin korku içinde olacakları yere vardıklarında ancak emniyet içinde olacaklarını iddia ederlerse, müslümanlarm emin olabilecekleri en uzak yere kadar onlarla görevliler göndermesi gerekir. Buraya vardıklarında serbest bırakılırlar. Bunun ötesiyle mükellef değildir.
Çünkü bunun Ötesinde müslümanlar tehlikeye maruz kalırlar. Bu da müşrikleri emin kılma pahasına caiz değildir. Yani müşrikleri emin kılmak için müslümanları tehlikeye atmak caiz olmaz. Müşriklerin emin olacağı ve müslümanlar için güvenliğin bulunmadığı yere gitmeğe müslümanları zorlar ve gittiklerinde öldürülürlerse, kan diyetleri ondan alınır. Ama kendi istekleriyle gidip öldürülecek olurlarsa, kanlarından o sorumlu değildir. Bu da iki durumdan en kolay olanıdır.
Gerçekleri en iyi bilen Allahtır.[26]
809- Aralarında müslüman bir esirin bulunduğu kaledeki düşmanı müslümanlar kuşattıklarında esir müslüman düşmana eman verip geceleyin müslüman askerlerin karargahına çıkarıp getirirse, gelen düşmanın tümü ınüslümanlara fey' olur.
Çünkü onlara eman veren esir, aralarında mağlub ve makhur bir kişidir. Böylelerin verecekleri eman geçerli değildir. Sonra, bu eman ile müslümanlarm çıkarını değil, sadece kendini kurtarmayı amaç edinmiştir. Böylelerinin emanını geçerli sayarsak müslümanlar artık kuvvetle düşmanın bir kalesini bile fethetme imkanı bulamazlar. Çünkü esir bir müslümanm bulunmıyacağı kale çok nadirdir. Müslümanların fethedeceğine düşman kesin inandığında bu esire emreder ve ondan eman alırlar. Aralarında müslüman esir olmadığında da içlerinden birine müslüman olmasını emreder ve ondan eman alırlar. Bunun hükmü de esirin hükmü gibi olur. Bütün bu sebeplerden dolayı hepsi müslüman-larafey' olur, dedik.[27]
810- Kıyasa göre erkeklerinin hepsini öldürmek caizdir.
Çünkü geçersiz eman öldürmeyi engellemez. Tıpkı aklı ermeyen bir çocuğun veya delinin eman vermesi gibidir.
İstihsana göre ise, erkeklerini öldürmek doğru değildir.
Çünkü Rasulullahın "En basitleri onların çıkarını gözetir" sözünün zahirî buna delalet etmektedir. Zira hadis, esiri de, başkasını da kapsar, Bu zahirle amel terkedilecek olursa, şüphe ile geçersiz olan şeylerde şüphe olarak kalır.
Tıpkı "Sen ve malın babana aitsiniz" sözü mesabesindedir.
İkinci olarak kaledeki düşman savaşmak için değil, eman istemek için karargaha gelmiştir. Bu da esirin kendilerine verdiği emana itibar edilerek meydana gelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi muhasara altındaki düşman silahını bırakarak veya eman istiyerek savaşı bırakmış bir şekilde teslim olup geldiğinde öldürülmekten emin olur. Bunlar da öldürülmekten emin olurlar. Ama köle olmaktan kurtulamazlar. Humus (beşte bir) kısmı ayrıldıktan sonra askerler arasında ganimet olarak taksim edilirler. Onlara eman veren kişinin yeni müstüman olan veya aralarında eman ile bulunan biri olmasında durum değişmez.
811- Müslüman askerlerden biri onlara eman verirse, emanı geçerlidir.
Çünkü onlardan emin oiup müslüman askerler arasında güven içindedir. Verdiği eman İslam cemaatinin verdiği eman gibidir.
812- Devlet başkanı emanlarımiı geçersiz olduğunu bildirdikten sonra kalelerinden çıkmaz ve kendisi onlara eman verdikten sonra caymış ve savaşmayı uygun görmüş gibi onlara savaş açmış ise, bu durumda İslam ordusunun karargahına gelip "Bize falan kişi eman verdi" derlerse, adaletli iki müslüman şahit getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez.
Çünkü zahire göre fey1 olmuşlardır. Müslümanların onlardaki hakkını yok eden bir şeyi iddia ettiler. Onun için buna mutlaka adaletli iki müslüman şahit getirmeleri gerekir.
Sözünü ettikleri adamın "Ben onlara eman verdim" demesi de kabul edilmez.
Çünkü kendi yaptığına şahitlik yapmaktadır. Halbuki kişinin kendi kendi-ne şahitliği muteber değildir.
813- Ama adaletli iki müslüman şahitlik yaparsa eman geçerli olur ve emin olacakları yere götürülmeleri gerekir.
Çünkü delil ile sabit olan, gözle görerek sabit olan gibidir.
814- O adamın sözünden başka delilleri yoksa, fey' olurlar.
Ancak mevcut olan şüpheden dolayı ve istihsana göre erkekleri öldürülmez. Çünkü sözkonusu adam öldürülmelerinin haram olduğunu haber vermiştir. Sözünde doğru olması muhtemeldir, öldürmenin haram oluşu da dinin hükümlerin dendir. Hükmün bağlayıcılığında haberi vahid (bir tek kişinin verdiği haber) din işlerinde hüccettir. .
815- Müslümanın onlara bin dinar karşılığında eman verdiğini daha kalelerinden çıkmadan devlet başkanı öğrenirse, istediğini yapmakta serbesttir. Dilerse o emanı kabul eder ve darulharpten çıkıncaya kadar onlara dokunmaz, dinarları da alarak müslümanlara fey1 sayar.
Çünkü devlet başkanı bu şekilde emanı tasvib edebileceği gibi kendisi de böyle bir eman verebilir. Alınan mal da asker gücü ile alındığı için onlara fey' olur.
Dilerse dinarlarını geri verir ve hıyanetten sakınmak için emanla-rıiun bozulduğunu bildirerek onlarla savaşır. Tıpkı kendisi onlara bu şekilde eman vermiş ve bozmuş gibi olur.
816- Adam onlarla barış yaptığında müslümanlarm karargahına girmiş veya kalelerini tahrip etmişlerse, devlet başkanı onlardan bin dinar alıp müslümanlara fey' yapabilir.
Çünkü burada müslüman lan gözetmesi, böyle bir barışın caiz oluşuna
dayanmaktadır. Onlar karargahta emin olup devlet başkanının emin olacakları yere ulaştırmcaya kadar emanı altındadırlar. Dinarlarım geri verse bile durum değişmez. Böylece anlıyoruz ki dinarları alması müslümanlarm yararınadır. Tasarruf yetkisi alınmış köle gibidir. Kendini ücretli sayar ve çalışmaktan kurtulur.
817- Dinarları askerler arasında dağıtırsa, onlara "Darulharpten nereye isterseniz gidin" der ve emin olacakları yere varıncaya kadar onlara dokunmaz.
Böylece antlaşmada onlar için koşulan şarta bağlı kalma sağlanmış olur.
818- Müslümanlar kaleyi fethedince içlerinden biri "Ben onlarla şu bin dinar karşılığında sulh yapmıştım" der ve kale-dekiler de onu doğrularsa, devlet başkanı bunun bir değerlendirmesini yapar. Onu doğrulamak müslümanların yararına ise tasdik eder ve dinarları ondan aldıktan sonra kale halkına diledikleri yere gitmelerini emreder. Sözünü tasdik etmemesi müslümanların yararına ise, yalanlar ve dinarları almaksızın kale halkını fey1 sayar.
Çünkü müslümanların koruyucusudur. Müslümanlara en yararlı olanı a-raştırır ve onu yerine getirir. Nitekim karşılıksız onları bağışlayıp salıvermek isterse, salabilir. Bu da onun gibidir. Ne olursa olsun, adamın onlara eman verdiğini haber vermesiyle meydana gelen şüpheden dolayı, erkeklerini öldü-remez.
819- Adam eman verdiğini söylediği zaman onlar kalelerinde ise, eman altında olurlar. Devlet başkanı da dilediği şekilde hareket eder.
Tıpkı bu durumda onlara yeni eman vermiş gibidir. Müslümanlar açısından bunun bildirilmesi, yeni eman verilmesi gibidir. En iyi Allah bilir.[28]
820- Kuşatma altmdakilerden biri Müslümanlara "bana e-man verin, yüz kişiden oluşan ganimeti size göstermek için yanınıza geleyim" der ve inip gelerek onları söylediği yere götürse, ancak söylediği yerde kimse bulamayınca "Burada idiler, gitmişler, nereye gittiklerini bilmiyorum' derse, bu durumda müslümanlar kaleyi fethedemezlerse onu emin olacağı yere gönderirler. Kaleyi fethederlerse yine darulharpte emin olacağı yere ulaştırırlar.
Çünkü karargaha emniyetle gelmiştir ve eman almıştır. Eman da kabul ile sabit olur. Yerine getirilmesi kabul edilen şeyin gerçekleşmesine kadar beklemez. Nitekim bin dirhem vermesi karşılığında köle azad edildiğinde bu para bundan sonra ödenmese de köle azad olur.
821- Burada da kişi kendisinin korunduğu yerden rehberlik yapmak üzere çıkıp gelirse, emanı almış olur. Söylediği şeyi yerine getirsin veya getirmesin müslümanlar d an eman almış olur ve onu emin olacağı yere ulaştırırlar.
Müslümanlar "Bize rehberlik etmek üzere eman verdik, ama sözünü tutmadı" diye itiraz ederlerse, cevap olarak denilir ki: Bu adam "size rehberlik yapmazsam benimle sizin aranızda eman olmaz" dememiştir.
Böylece İmam Muhammed şart mefhumunun delil olmıyacağını ifade etmiş olmaktadır. Mezhebimiz de budur[29] Yüce Allanın "Şahitlik yapması (o kadının ifade etmesi) onu cezadan kurtarır"[30]ayetini açıklarken İmam Ebu Yusuf'un da böyle dediğini İmam el-Kerhî rivayet etmektedir. Yani şahitlik yapmaması onu cezadan kurtarmaz, anlamına gelmez. Yüce Allah "Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir."[31] buyurmaktadır. Bu demek değildir ki evlenmeyip zina etmişse o azaba çarptırılmaz. Çünkü şart mefhumu sıfat mefhumu gibidir. O da hüccet değildir. Yüce Allah buyuruyor: "Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını... "[32] Bu sıfat onunla beraber hicret etmiyenlerin haram olduğuna delalet etmiş değildir. Yine "Öyleyse o aylarda kendinize yazık etmeyin"[33] buyurmaktadır. Bu da haram aylar dışında zulmün mubah olduğuna delalet etmez.
Onların "Bize rehberlik etmek üzere sana eman verdik" demeleri, "Rehberlik etmediğin zaman sana eman yoktur" anlamına delalet etmez. Çünkü o muhtemeldir. Muhtemel (ihtimal) olan ise kesin zıt karşılığı olmaz ve hükmünü iptal etmez. Ama onlara" Size göstermezsem bana eman olmasın" derse, o takdirde birinci şıkka mukabil olabilecek esas haline gelir. Yani böyle söylediğinde sözkonusu düşmanı gösterirse emanı alır, göstermezse emam alamaz.
Bmanın geri alındığı ve savaş halinin geçerli olduğu bildirilmekle öldürmek de, köle yapmak da helâl olur. Bu da şarta bağlanması muhtemel olan mutlak kabiİmdendir. Rehberlik yapmazsa ona eman olmaz. Bu durumda devlet başkanı serbest olup dilerse öldürür, dilerse fey' sayar.
Bir ay süre ile bir adamın canını koruma tekeffül etmesi buna benzer. Tekeffül ettiği şahsı muhataba teslim etmedikçe bir ayın geçmesiyle tekeffül eden adam mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Ama bir ay sonra kefalet sorumluluğum kalmaz, derse bir ay geçmekle dediği olur.
822- Bu adam elimizde esir olup "size düşmandan ganimet olacak yüz kişiyi haber vereyim, bana eman verin" deyip yukarıdaki şekilde olay cereyan etse ve söylediği rehberliği yapamazsa, devlet başkanı onu öldürebilir.
Çünkü elimizde esir olmuş, devlet başkanının öldürmesi veya köle etmesi caiz olmuştur. Emam da yapacağını söylediği rehberliğe bağlamış, onu da yapamamıştır.
Bundan önceki durumda henüz teslim olmamış, düşman tarafındaydı. Gelişi sadece müslümanlardan aldığı eman sebebiyle idi. Bunun karşılığında müslümanlara yararlı olacak rehberliği üstlenmiştir. Bu görevi yerine getirmediğinde devlet başkanının emin olacağı yere ulaştırması gerekiyordu.
Gerçekte ise iki olay arasında fark yoktur. Her iki durumunda da rehberlik yapmadığından daha önceki durumuna iade edilir. Ancak bu esir, üstlendiği görevden önce elimizde öldürülmesi veya köleleştirilmesi mubah olan biriydi. Burda da eski durumuna dönmektedir. Bu görevi üstlenmeden önce muhasara altında olan da düşman arasında emniyet içindeydi. Üstlendiği görevi yerine getirmediğinden onun da eski durumuna iadesi gerekir.
823- Muhasara altındaki adam "Size rehberlik yapmazsam fey' olayım veya köle olayım" demiş ve şartını yerine getirme-mişse, müslümanlara fey' olur ve devlet başkanı onu öldü-remez.
Çünkü bu fazla ibareyi söylememiş olsaydı şartı yerine getirmese bile öldürülmek ve köleleştirilmekten emin olurdu. Ama bu fazla ibare birinci durumun hükmünü iptal eden delil teşkil etmektedir. Mukabil taraf da delile göre işlemektedir. Sonra, bu şartın öldürülmek için değil, sadece köleleştirilmek için olabileceğini kabul etmiştir. Bu şartta yarar olup gözetilmesi gerekir.
824- Yine "şartımı yerine getirmezsem size zimnıî olayım" demişse, söylediği gibi olur. Şartı yerine getirmezse zimmî olur ve öldürmesi yahut köleleştirmesi caiz değildir.
Çünkü şartı yerine getirmek vaciptir.
825- "Kale kapısının size açılması için önce bize eman verin, sonra gelin bize İslamı anlatın, müslüman olalım" demişse, onlar hepsi eman altmda olurlar. Tekrar kalelerine dönmek ve muhkem duruma gelmelerine imkan tanımak için müslüman-ların kalelerini boşaltması, daha sonra savaş halinin yeniden geçerli olduğunu bildirmeleri gerekir.
Çünkü yerine getirmeden önce müslümanlar şartı kabullendikleri için onlar eman kazanmışlardır. Vadettiklerini yerine getirmekten kaçınmalariyle eman geçersiz olmaz. Eman gereğince de emin oldukları eski yere iade edilmeleri, daha sonra savaş halini ilân etmeleri gerekir.
826- Müslümanlar "İslamı kabul etmezseniz aramızda e-man yoktur" der, onlar da kabul eder ve olay yukarıdaki şekilde cereyan ederse, Islamı kabul etmedikleri taktirde köleleştirmek ve savaşanlarını öldürmekte bir sakınca yoktur.
Çünkü şart böyle koşulmuştur. İki taraf arasında meydana gelen ilişkilerde sadece koşulan şarta riayet vaciptir. Bunun delili de Rasulullahtan rivayet e-dilen Ebu'l-Hukayk oğullan hadisidir. Rasulullah onlara "Benden bir şey gizlerseniz korumamızdan yoksun olursunz." buyurdu: Onlar da bunu kabul ettiler. Yalancılıkları açığa çıkınca öldürülmelerini ve köleleştirümelerini tercih etti.
Rivayete göre Uhut savaşından sonra ordu dönünce müşriklerden bir adam yolunu kaybetmiş ve Medine'ye gelerek akrabalık bağı bulunan Hz. Osman'ın evine gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Osman Rasulullaha gelerek ona eman dilemiş, Rasulullah da "Üç güne kadar eman verdik, ondan sonra görürsek kanı helaldir" diye üç günlük eman vermiş. Adam çıkmış, üç gün sonra Rasulullah ashabına "Arayın, umarım bulursunuz" demiş, üç günden sonra derin uykuya dalmış olarak bulmuşlar. Getirilip öldürülmüştür. Bu da gösteriyor kî öldürmenin caizliğine ve savaş halinin bildirilmesine dayalı olarak emanda belirlenen şart geçerlidir.
827- Bazıları Islamı kabul eder, bazıları da kabul etmezse, kabul edenler hür, diğerleri de fey olur. Çünkü parça, tümden sayılır.
Zaten bir topluluğa izafe edilen çoğul, o topluluğun her ferdini ayrı ayrı kapsar. Delili de şu ayeti kerimedir. "Kendilerini her çağırdığımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler."[34] Bu şartla sanki onlardan her birine "İslama girmezsen aramızda eman olmaz" demiş gibiyiz.
828- Muhasara altındakilerden biri "Bize eman verirseniz kendim gelir müslüman olurum" der ve müslüman olmayı red ederse, tekrar kalesine geri gönderilir.
Çünkü bize göre eman altındadır. Onun bu durumu için yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "Müşriklerden biri sana sığınırsa, Allahm sözünü dinlemesi için ona eman ver, sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır."[35]
829- Müslümanlar ona "İslama girmezsen aramızda eman olmaz" şartını koşar, o da İslama girmeyi kabul etmezse, müs-lümanlara fey' olur.
Çünkü aramızda şart böyle koşulmuştur.
830- Devlet başkam İslamı kendisine sunduğunda kabul etmediğinden fey1 saydıktan sonra İslama girecek olursa, o yine fey' olup hür olmaz.
Çünkü İslama girmemesiyle şartlı verilen emanın hükmü geçmiş sayılır ve müslümanlar elinde esir kalır.
831- İslama girince öldürülmeyip fey1 yapılır. Bu da başlangıçta İslamı red ettiğinde fey1 olarak sayılması durumundadır.
832- Devlet başkanı İslama davet ettikçe İslamı red ettiğinde fey1 olarak kararlaştırılmayıp sonra İslama girdiğinde de fey olacağı kararlaştırılmamışsa, kıyasa göre yine fey' olur.
Çünkü isimi kabul etmemekle emanın biteceği şartı İslama girmeyi red ettiğinde gerçekleşmiştir. Şarta bağlı olan şey de, şartın bulunmasiyle sabit olur. Şartlı yapılan boşanma ve köle azadı gibi.
İstihsana göre ise, hür müslümandır.
Çünkü red etmesi tereddütle olup ihtimallidir. İslamdan nefret sebebiyle olmuşsa o gerçek red etmedir. Böyle değil de, kalbindeki şüphe gidinceye kadar üzerinde düşünme sebebiyle olabilir. Onun için red etmesinin şekli ve sebebi ancak hakiminin hükmü ile kararlaştırılır.
833- İslamı red etmeyip sadece "Bırakın düşüneyim" derse, devlet başkanı ona sadece üç gün mühlet tanır.
Çünkü düşünüp taşınma ve şüpheyi giderme bir müddet gerektirir. Böyle mühlet isterse ona üç gün süre tanınır. Çünkü bu yeterli bir süredir. Şartı tercih etmesi de buna delildir.
Bu meselede durumu mürtedde benzemektedir. Durumunu düşünüp taşınmak için süre istediğinde ona üç gün tanınır. Hz. Ömer hadisi buna delalet etmektedir. Ebû Musa el-Eşari tarafından Hz. Ömer'e bir adam geldi. Halkın durumunu ondan sordu. O da anlattı. Sonra yeni bir olay veya garip bir durum var mı? dedi. Evet, dedi. Müslüman iken bir adam küfre döndü. Ona ne yaptınız? dedi. Getirip boynunu vurduk, dedi. Onu üç gün bir eve kapatıp her gün ekmeğini ve suyunu vermeniz gerekmez miydi? Belki tevbe eder ve Allah'ın emrine bir daha dönerdi. "Allah'ım, şahid ol, ben bu olayda bulunmadım, emretmedim ve bana anlatıldığında razı olmadım," dedi.
İmam Şafiî bunun zahirine göre hükmetmekte, mürted isterse de, istemezse de seran bekletilmesi gerekir, demektedir.
Bize göre izahı ise şöyledir: Sözkonusu mürted onlardan mühlet istemiş, onlar ise red etmişlerdir. Hz. Ömer onun için bunu yadırgamıştır. İslam şeriatının güzelliklerine vakıf olduktan sonra irtidat eden kimseye düşünüp taşınması için üç gün mühlet tanınıyorsa, İslama henüz vakıf olmıyan bu adanla mühlet tanımak öncelikle gerekir.
834- Kendisine İslam takdim edildiğinde kabul veya red ettiğini belirtmezse, devlet başkanı ona üç defa İslamı sunar ve her defasında kabul etmediği taktirde fey1 olacağını bildirir.
Çünkü susması, İslamı reddetmesi demektir. Ancak özrü tamamen ortadan kaldırmak için ve başka ihtimal olduğunu gözönünde bulundurarak ona üç defa İsiami sunar ve her seferinde de uyarı olarak akıbetini kendisine haber verir. Buna rağmen red ederse fey1 olduğu kararlaştırılır. Tıpkı mahkemede sorulara cevap vermiyen hasmı hakimin inkar edici olarak sayması, yemin etmesi istenildiğinde yeminden kaçınması halinde hakimin onu haksız sayması ve üç defa yemin etmesi istenmesine rağmen yemin etmemesi halinde hakimin hüküm vermesi gibi.
835- Müslümanlara gelmek istediğinde "Bana İslamı arze-dersiniz üç gün mühlet içinde kabul edersem hür olurum, İsla-mı kabul etmezsem benimle sizin aranızda eman olmasın" demişse, kendisine İslam sunulduğu andan itibaren üç gün üç gece serbest olur.
Çünkü kendisi için böyle şart koşmuştur. Kendisine İslam arzedilince İslamı kabul edeceğini ancak üç günlük mühlet istediğini belirtmiştir. Böylece anlıyoruz ki sürenin başlaması kendisine Islamın arzedilişinden itibarendir. Gece ve gündüzden biri çoğul kipi ile zikredildiğinde diğerini de kapsar.
836- Süre geçtiği halde müslüman olmazsa fey' olur ve devlet başkanının hükmüne gerek kalmaz.
Çünkü şart böyledir. Mutlak olması halinde hüküm vermenin şart koşulması, düşünme iîe red etmenin birbirinden ayırdedilmesi içindir. Burada da belirtilen süre ile bu gerçekleşmiştir. İcarede olduğu gibi vaktin tesbit edilmiş olması, o vakitten sonrasının önceki ile aynı hükümde olmasını engeller.
837- "Böyle olmazsa, aramızda eman yoktur" dememiş ve olay aynı şekilde olmuşsa, üç gün geçtikten sonra güven içinde olacağı yere gönderilir.
Çünkü üç günlük süre eman için değil, düşünüp taşınmak içindir. Üç gün geçtikten sonra İslamı red etmesi gerçekleşmektedir. Ancak üç günden sonra kendisiyle savaşılacağı ve emanın biteceği ona şart koşulmadığı için adam güven içinde olur. Onun için kalesine güven içinde ulaştırılması gerekir.
838- Kalesini müslümanlar fethetmişse, darulharpte emin olacağı en yakın yere ulaştırılır. Ondan sonra kendisiyle çarpışmak helal olur.
839- Müslümanlara "üç gün içinde müslüman olursam olayım, olmazsam size köle olayım" demiş ve müslüman olmuşsa, hür müslüman olur, üç gün içinde müslüman olmazsa ganimet olur ve diğer ganimetlerle taksim edilir.
Çünkü böyle şart koşuldu.
840- Aynı şekilde tek başına veya bütün kale halkı "Size zimmî olalım" demiş ve üç gün içinde müslüman olmamışlarsa, müslümanlar a zimmî olurlar.
Çünkü böyle şart koşup kabul ettiler.
841- Muhasara altındaki adam "Bana eman verirseniz, size içinde ganimet olacak yüz adam bulunan bir köyü göstereceğim der ve müslümanlar eman vermeyi kabul eder, o da razı olduktan sonra onları boş bir köye getirir ve "Burada idiler, ama gitmişler" derse, müslümanlara feyp olur ve "Beni emin olacağım yere geri götürün" diyemez. Daha önceki durumun zıddıdır.
Çünkü müslümanlar emanı ona şartlı verdiler. O da rehberlik yapmasıydı. Şart gerçekleşmezse ona bağlı olan da yok gibidir. Halbuki daha önceki durumda rehberlik yapmak üzere ona eman vereceğini kabul etmişlerdi. O da kabul etmişti. Böyle rehberlik yapsın yapmasın emin oluyordu. Nitekim kölesine "Bana bin dirhem verirsen hür olursun" diyen adamın kölesi bunu kabul ederse, bin dirhemi ödemedikçe hür olmaz. Ama "Sen hürsün, ancak bana bin dirhem vereceksin" derse ve köle de kabul ederse, hür olur, parayı ödesin veya ödemesin, değişmez. Burada da durum aynıdır.
842- Yine "inersen ve müslüman olursan eman altında olursun" denildiğinde iner, ama müslüman olmazsa, fey1 olur.
Çünkü "ve müslüman olursan" cümlesi de şart üzerine atfedilmiş olup aynı hükme tâbidir ve şart kapsamındadır. Eman altında olmasını İslama girmesi şartına bağladıkları için İslama girmedikçe eman altında olmaz.
843- Ona "inmek ve müslüman olmak üzere sana eman verdik" derlerse, indikten ve İslama girmeden önce emin olur. Islama girmeyi kabul etmezse emin olacağı yere ulaştırılması lazımdır. Yine "inmek ve bize yüz dinar vermek üzere eman altında olursun" derlerse,o da iner fakat dinarları vermeyi red ederse, eman altında olur. Ama "iner ve yüz dinar verirsen emin olursun" demişlerse durum aksidir.
Çünkü burada eman dinarları ödemesi şartına bağlıdır. Öncesinde ise sadece bu işleri yapmayı kabul etmesi şartına bağlıdır.
844- İner ve ödemeyi kabul ederse, dinarları ödemesi lazım olup eman altında olur.
845- Vermeyi red eder veya param yoktur, derse ödeyin-ceye kadar hapsedilir. Ancak eman hakkını kazandığı için fey' olmaz, dinarları ödediği anda salıverilmesi ve emin olacağı yere ulaştırılması gerekir.
846- İslam devlet başkanının kendisini de beraberinde da-rulîslama çıkarıncaya kadar vermeyi red eder ve darulîslama çıktıktan sonra vermeyi kabul ederek verirse, serbest bırakılır ve emin olacağı yere gönderilir.
Çünkü eman altındadır. Borcundan dolayı hapsedilmiştir. Borcunu öderse üzerinde bir hakkımız kalmaz.
Ama darulİslamda uzun müddet kalır ve dinarları (borcunu) Öde-mezse, devlet başkanı onu zimmî sayar.
Çünkü darulİslamda kafir, cizye vergisini ödemeden uzun müddet oturamaz. Zaten darulİslamda dinarları ödemediği için hapsedilmişti. Kendisi vermeyi kabul etmiyor veya ödeyemiyordu. Darulİslamda kafir hapsedilirse, rehin mesabessinde cizye vergisine bağlanır.
847- Devlet başkanı zimmî sayarsa, hapisten çıkarır ve dinar borcu da düşer.
Çünkü o dinarları şahsi eman karşılığında borçlanmış ve üzerine almıştı yahut emin olacağı yere ulaşmak için onları kendine fidye yapmıştı.
Sadece eman sözkonusu ise bunu zaten en sağlam iki yoldan biriyle, müslüman olmak veya zimmîliği kabul etmekle kazanmış olur. Müslüman olursa cizye vergisi de düşer. Tıpkı efendisi tarafından âzad edilen sözleşmeli köle veya sözleşme yapmış ve efendisinin ölümü ile azad olacak ümmülveled cariye gibi. Sözleşme ile vermeyi taahhüt ettiği miktarı ödeme gereği kalmadığı için ödenecek olan borç düşer.
Ama mesele fidye ile kurtulmak ise, kendisini fidye ile kurtarmak istediği amaç da kalmamıştır artık. Çünkü İslama girmek veya zimmî olmakla artık vatandaşımız olur ve darulharbe dönmesi yasaktır. Diğer zimmîler gibi dinarları verse de dönme hakkı yoktur. Zaten bu dinarları ancak ehline ve emin olacağı yere dönebilmek için fidye olarak veriyordu.
Niçin mal karşılığında köleleştirilmedi ve zimmet akdinden sonra borcunu ödediği taktirde serbest olacağı belirtilmedi? diye sorulursa, deriz ki;
Çünkü bu adam asla müslümanların kölesi değildir ve olmamıştır. Mal, bir zamanlar köle olup hürriyete kavuşması veya azat edilmesi karşılığında ancak bedel olur.
848- Yerine başka birini vermek üzere müslümanlarla antlaşma yapsa, ortalama birini veya dirhem yahut dinar olarak değerini vermesi gerekir.
Çünkü fidye olarak gerekli olan bir şey, malın bedeli olmaz. Burada olduğu gibi bir kişi mutlak olarak zikredi İd iğinde şahıs veya değeri olan maldan hangisi almacaksa ortalamasından tesbit edilir. Hanımın kabulüne bağlı olarak belli kelimelerle boşama bedelinde ve kasıtlı öldürme barışında ödenecek diyette olduğu gibi.
849- Üzerine aldığını verir, ama kalesini açmazsa, sonra başka bir yere gitmek isterse, serbest bırakılır ve darulharpte dilediği yere gidebilir.
Çünkü biliyoruz ki kaleden inmiş ve tekrar kaleye dönmek üzere kalede korktuğu durumdan emin olmak için canı kırşılığında fidye vermiştir. Bu da darulharpten gitmek istediği yere gitme imkanı olduğu zaman gerçekleşir.
850- Darulharpte emin olacağı yere ulaştıktan sonra onunla savaşmak caiz olur.
Çünkü güven içinde olacağı ikinci bir yere ulaşmakla amacı gerçekleşmiş olmaktadır. Oraya ulaşmakla da kendisiyle müslümanlar arasındaki eman sona ermiş sayılır.
Ama müslümanlara "Siz darulİslama dönünceye kadar ben sizden eman altında olacağım" diye şart koşmuş veya "şöyle böyle yapıncaya kadar" demişse, o zaman koştuğu şarta bağlı kalmak lazımdır.
Çünkü halin delaletiyle emin olacağı yere ulaşmasiyle aramızdaki emanın sona erdiğini kabul ediyoruz. Çünkü daha önce muhasara altında korku içindeydi. Eman istemesinden maksadı o korkudan kurtulmaktır. Zıddına açıklama yapıldığı taktirde halin delaleti de sabit olmaktadır. Yani açıkça ifade edilince durumdan anlaşılan şey geçersiz olur.
851- Bu şartlardan birini koşmaz da kalesine dönmeyi tercih eder ve kaleye dönüp güvene kavuşursa, yine müslüman-Iarın emanı dışına çıkmış olur.
Çünkü kendi isteğiyle emin olduğu yere varmıştır. Emanın sona ermesinin sebebi budur. Ama şu kadar ay eman altında olmayı veya müslümanların darulİslama dönmesini şart koşmuşsa, o taktirde eman altında olur. Eman müddetinin sürmesi için kaleye girmesi de emin olacağı başka bir yere ulaşması mesabesindedir.
852- Müslümanlar kaleyi fethederse, onu serbest bırakırlar. Ama kaleye döndükten sonra müslümanlarla savaşmışsa, ele
geçtiğinde fey' olur.
Çünkü güven içinde olduğu bir yerde müslümanlarla savaşırsa aramızdaki emanı bozmuş olur. Bozulduktan sonra öldürmek ve köleleştirmek konusunda emanm yasaklayıcı hükmü yoktur.
853- Müslümanlara "Bırakın ineyim ve size yüz dinar vereyim, vermezsem bana eman olmasın" veya "yanınıza iner ve yüz dinar verirsem eman altında sayarsınız" dedikten sonra iner, ama vermesini istediklerinde red ederse, kıyasa göre fey'
olur.
Çünkü iki şıktan birinde emanı geçeriz sayma şartı gerçekleşmiştir, ikinci
şıkta ise emanın şartı gerçekleşmemiştir. Yani inmesine izin verildiği halde vermesini şart koştuğu parayı vermekten kaçınmıştır.
854- İstihsana göre ise devlet başkanına götürülüp parayı vermesini kendisine emretmedikçe fey' olmaz. Ama vermesini emredince, red ederse onu fey1 sayar.
Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi vermeyi red etmesinin değişik gerekçeleri olabilir. Red etmesinin sebebi ancak devlet başkanının hükmü ile
ortaya çıkar ve kararlaştırılır.
Nitekim müslümanlara "Size değil, emire vereceğim" veya "Ancak şahitler önünde size vereceğim" deseydi, bu şekilde vermeyi red etmekle fey' olur muydu? Elbette hayır. Onun için bu konuda kıyas geçersizdir.
855- "Üç güne kadar inip gelmek ve size bir başkasını yahut yüz dinar vermek üzere bana eman verin" dedikten sonra iner gelirse, eman altında olur ve üç günlük süre geçinceye kadar ona birşey yapılmaz.
Çünkü kendisi için bu süreyi şart koşmuştur. Vadeli borcu olanın hapse-dilmediği gibi bu da hapsedilmez.
856- Vermeyi kabul ettiği için süre geçse de eman altındadır. Ama ödemeyi yapıncaya kadar hapsedilir. Ancak müslü-man olur veya zimmîliği kabul ederse malı verme mükellefiyeti düşer.
Daha önce açıkladığımız iki sebepten mal mükellefiyeti düşer.
857- "Şu süreye kadar size yüz dinar vermek üzere bana eman verin, vermezsem aramızda eman olmasın" veya "Şu süreye kadar size verirsem eman altında olayını" der ve süre geçinceye kadar vermezse, fey' olur. Hakimin burada hüküm vermesine de gerek yoktur.
Çünkü kendisi için bir süreyi açıkça şart koştu. Belirttiği süre artırılmaz. Hakimin hüküm vermesini şart koşarsak süreyi artırmış oluruz. Halbuki nass üzerinde yapılan ziyade nesh anlamına gelir.
858- Adam "içinde ganimet olacak yüz adam bulunan bir köyü göstermek karıştığında bana eman verin. Köyü göster-mezsem aramızda eman olmasın" deseydi ve inmesinden önce veya sonra yahut göstermesinden önce veya sonra göstereceği köyü ınüslümanlar fethetmişse, bu rehberlik sayılmaz. Başka bir köyü gösterirse, şartı yerine gelmiş olur. Aksi halde fey1 sayılır. Müslümanlar o köyü önceden bilmiş ama henüz fethet-memişlerse, yine fey' olur.
Çünkü müslümanlara yararlı olacak bir rehberliği üzerine emanı almıştır. Müslümanlarca bilinen bir şeye delalet etmesi halinde yarar gerçekleşmiş olmaz. Sonra, delalet, amaca kendisiyle ulaşıldığı taktirde gerçekleşmiş olmaktadır. Onun rehberliğinden önce müslümanların o köye ulaşmaları zaten onun delaletiyle olmamıştır. Müslümanların o köyü zaptedip etmemeleri durumu değiştirmez. Nitekim ihramlı kimse bir ava delalet ettiğinde bu av kendisine rehberlik edilen kimse tarafından daha önce biliniyorsa, ihramlıya bundan dolayı ceza düşmez.
859- Onunla beraber çıkmış ve yolu kendisi onlara göstermiş ve köyün yerini kendisi oraya varıp göstermeden önce kendileri tanıyıp çıkarmışlarsa, gösterme görevini yerine getirmiş ve emanı haketmiş olur.
Çünkü onun delaletiyle o yolu tanıdılar. Köyü tanımaları da o yola koyuldukları zaman olmuştur. Onların sonradan öğrendikleri asıl sebebe onun delaleti ilave edilmektedir. Yani köyü ve yolu tanımalarında asıl etken ve sebep odur ve katkısı olmuştur. Nitekim avın yolunu göstermekle ava delalet eden ihramlı cezayı haketmiş olur.
860- " Yine onlarla beraber gitmeyip sadece köyü tarif etse ve tarifi üzerine gidip köyü bulsalar, emanı hak etmiş olur.
Çünkü bu şekilde delalet gerçekleşmektedir. Zira birine yolu tarif eden kimse, beraberinde gitsin veya gitmesin, delaletiyle yol malum olduğu için delalet etmiş olur.
861- Yine "Size bir patriği ve ehlini göstermek üzere bana eman verin. GÖstermezsem bana eman yoktur" derse ve kaleden inip geldiğinde müslümanların bir patrik yakaladıklarım görünce "size gösterecek olduğum patrik budur" derse, sözüne
itibar edilmez.
Çünkü delaletiyle müslümanlara yararlı olacak bir şeye delaleti taahhüt etmiştir. Buradaki durumda da bu yarar sağlanmış olmaz.
862- "Kaleden kaçarak çıkan kale patriğini size göstereyim" derse ve indiğinde müslümanların o patriği yakaladıklarını görürse, görevim yerine getirmiş sayılır ve emanı hak eder.
Çünkü şahsı veya soyu bilinen birini göstermeyi üzerine almış ve ona delalet etmiş olur. Sonra, vasıf (nitelik), muayyen olan şeyde muteber olduğu halde muayyen olmayanda muteber değildir.
Nitekim "Bu gençle konuşmam" deyip yaşlandıktan sonra onunla konuşursa, yemini yemiş olur. Ama "Bir gençle konuşmam" der ve yemin ettiği esnada genç olan bir yaşlı ile konuşursa yemini yememiş olur.
Müslümanların onun göstermesiyle bilgi sahibi olmaları veya yarar sağlamaları şart koşulan şeyde muteber bir vasıftır. Bu da muayyen olmıyan şeylerde ancak muteberdir. Ama muayyen olan şeylerde bu muteber değildir.
863- Buna göre müslumanlara belirsiz bir kaleyi veya şehri göstermeyi üzerine alsa ve muslümanlarm bildiği şeyi gösterse, delaleti geçersiz olur. Yine müslümanların darulharbe daha Önceki gelişlerinde tanıdıkları, ancak bu gelişte yerini çıkaramadıkları bir yeri onlara gösterirse, koştuğu şartı yerine getirmiş ve emanı kazanmış olur.
Çünkü daha önceki bilgileriyle değil, onun rehberliğiyle o yere ulaşmışlardır. Nitekim böyle bir durumda ihramh kişi ava delalet etmiş sayılır ve cezayı hak eder. Sonra, amaç müslümanlara yararlı olacak rehberlik yapmasıdır ve bu da gerçekleşmiştir. Çünkü bu rehberlikten yararlanmışlardır. Daha önceki bilgileri de bu yeri tanımak veya bulmak için yeterli değildir. Böylece bu rehberliği sebebiyle koştuğu şart yerine gelmiş olur. En iyi bilen Allah'tır.[36]
864- Müslümanlardan biri darulharpte evlendiği ehli kitaptan kadını darulİslama çıkarıp getirirse, kadın hür olur.
Hür olması, evlendiği adamın kendisine eman vermesi sebebiyle değildir. Çünkü esir olsun, tacir olsun veya düşmandan müslüman olan biri olsun, müslümanin darulharpte verdiği eman geçersizdir. Kadın, erkekle beraber da-rulislamda ikamet etmek için gelmiştir. Bu da eman isteyen kadının sıfatıdır. Bundan sonra darulharbe dönmek İsterse dönemez. Çünkü müslümanla evli bulunmaktadır.
865- Darulîslamda eman altındaki kadın bir müslümanla evlenirse zimmî sayıldığı gibi, darulîslamda bir müslümanla evlenince de aynı olur.
Çünkü kadın ikamette erkeğe Tâbîdir. Erkek darulİslamm vatandaşı
olduğu İçin o da vatandaş olur.
866- Erkek, kadın için "Onu darulharpte yakalayıp zorla getirdim" derse, kadın da "Hayır, zorla değil, nikâhlıyarak getirdi" diye iddia ederse, burada zahirin delaletine göre hükmedilir. Onu bağlıyarak getirdiyse, zahir durum erkeğe şahitlik eder ve dediği olup kadın onun cariyesi sayılır. Ama bağlı olmaksızın beraber gelmişse, bu da kadının lehine şahitlik olur ve kadın hür zimmî sayılır. Bu durumda erkek nikahı iptal edecek şahitlikte bulunduğu için arada nikah diye birşey kalmaz. Çünkü kadını zorla yakalayıp getirdiğini söyledi. Zaten erkeğin nikahın bulunmadığını itiraf etmesi nikahı iptal eder. Tıpkı karısının dinden döndüğünü iddia etmesi ve kadının bunu red etmesi durumu gibi. Darulharpte zorla yakalayıp getirdiğine dair müslümanlardan veya ehli zimmetten delil getirirse, kadın onun cariyesi olur.
Çünkü delil ile onun mülkü olduğunu ispat etti. Ama darullslamda müs-lüman erkeğin nikahlısı olduğunu itiraf etmesi ve ehli kitaptan şahit getirmesiyle kadın zahirde zimmîdir. Ehli kitabın ehli kitap hakkındaki şahitliği geçerlidir.
867- Müslüman darulharpte eman ile duruyorsa, yaptığı yadırganır ve kadını azad edip salıvermesi emredilir.
Çünkü darulharbe eman ile girince onlara hiyanet etmemeyi ve zarar verecek bir şey yapmamayı taahhüt etmiş sayılır. Böylece taahhüt ettiği şeye riayet etmesi emrolunur, ancak hüküm itibariyle mecbur edilmez. Çünkü bütün müslümanların değil, şahsî emanına hiyanet etmiştir. Bu da kendisi ile Allah arasında bir iştir.
868- Aralarında esir ise yahut onlardan İslama giren biri ise, bu şeylerden hiçbiri ona emredilmez.
Çünkü imkan bulduğunda şer'an onları köle edinmesi ve mallarını alması serbesttir. Az önce de belirttiğimiz gibi kadınla evlenmesi, ona eman vermesi demek değildir.
Getirdiği kadına humus (beşte bir) pay da düşmez.
Çünkü gizli ve hırsızlık yolu ile getirmiştir.
Onu zorla yakalayıp getirdiğine dair eman altındaki harp ehlinden göstereceği şahitlerin şahitliği de geçerli değildir.
Çünkü zahire göre kadın zimmîdir. Daha önce kan koca olduklarında da birbirini tasdik ettiler. Köleleştirilerek eman altına, girenlerin zimmî hakkındaki şahitliği de makbul değildir.
869- Kadın "Beni ne zorla getirmiş, ne de benimle evlenmiştir. Sadece eman verdiği için beraberinde çıkıp geldim" derse, durumun delaletine göre isteyerek geldiği için o kadın hür olup adama karı olmaz.
Çünkü adam nikahlısı olduğunu iddia ediyor, kadın ise bunu red ediyor.
870- Darullslamda kadınla evlendiğini iddia etse, delil getirmedikçe sözü kabul edilmez. Darulharpte kendisiyle evlendiğini kadın iddia ettiğinde de durum aynıdır. Kadın darulharbe dönmek isteyecek olursa, dönmesine izin verilmez.
Çünkü evliliği inkar ettiği için nikah sabit olmadığından kadın adama tâbi bir zimmî olur.
871- Bu meselede erkek, zorla getirdiğine dair darullslamda eman altındakilerden delil getirirse, delili kabul edilir.
Çünkü zahire göre eman atındadır. Kölelik yolu ile eman altında bulunan kadın hakkında eman altındakilerin şahitliği makbuldür.
872- Kadını elleri kolları bağlı olarak darulİslama çıkar-mışsa, onun cariyesi olur ve üzerine humus düşmez.
Çünkü zahiri ona şahitlik etmektedir. Ellerini ayaklarını ancak darullslamda bağladığı bilinmiyorsa, Ebû Hanifeye göre kadın bütün müslümanlara fey1 olur. Çünkü kadın nikahı inkar edince darulîslamda eman hakkım kazanamaz. Halbuki eman ile gelen ülkemizde ikamet için gelmektedir. Ama nikahı inkar edince gelişinin sebebi bizce meçhul olmaktadır. Böylece darulîslamda emandan yoksun bir düşman olmaktadır.
Ebû Hanifenin prensibine göre düşmandan biri eman almadan darulİslama girip bir müslüman tarafından yakalandığında o düşman fey' olur. İki îma-ma göre ise yakalıyan kimseye ait olur, Ona humusun vacip olup olmadığında ise iki rivayet vardır.
873- Darulharbe bir zimmî eman ile girip düşmandan bir kadınla evlense ve müslümanlardan onun için eman aldıktan sonra beraberinde getirse, kadın hür olur.
Çünkü eman altındaki biri olarak gelmiştir. Sonra ona eman istediğinde
müslümanlar ona eman verdiler.
O da kocasına tabî olarak ülkemizde zimmî vatandaş olur. Tıpkı vatandaş zimmî bir kadının eman altındaki yabancı ile darullslamda evlenmiş olması gibi. Bu durumda kadın darulharbe dönemez.
Ancak kocası bu konuda ona izin verir veya boşarsa, onun için eman almak şart değildir. Sadece koca ile istiyerek çıkmasiyle kadın eman altın-da olur.
Çünkü kocasiyle beraber ikamet için gelmiş olup kocası da ülkemiz vatandaşıdır.
874- Bu zinımî vatandaş kızı veya kız kardeşi için eman alırsa, eman altında olur.
Çünkü müslümanlar o kıza veya kız kardeşine eman verdiler. Zaten onun için eman alınınca eman altında olarak gelmiş olur.
Dilediği zaman bu kız veya kızkardes darulharbe dönebilir. Çünkü ergin olup zimmî babasına veya kardeşine tabî değildir.
875- Ona eman almadan beraberinde çıkarıp getirirse, Ebû Hanifeye göre fey1 olur.
Çünkü eman altındaki gibi gelmiş, halbuki eman almış değildir. Beraber geldiği kardeşine de tabî değildir.
876- Zimmî "Darulharpte zorla ele geçirip getirdim" der ve kız onu yalanlar ve arada akrabalığı da yoksa, adamın sözü kabul edilmez.
Çünkü durumun zahiri sözünü yalanlamaktadır. Zira elleri bağlı olmadan beraberinde gelmiştir. Müslümanların onda hakkı da sabit olmuştur. Bu hakkın iptali konusunda zimmînin sözü tasdik edilmez.
877- Müslümanlardan ona bu konuda şahitler olursa, kız ona cariye olur.
Çünkü mülkiyet hakkına sahip olduğunu delil ile ispat etmiştir. Bu konuda zimmîlerin şahitliği makbul değildir.
Çünkü kız ona zahire göre cariye olmuş olup zimmîlerin şahitliği müslti-manların aleyhine olmaktadır.
878- Ama elleri ayakları bağlı çıkardığı bilinince, adamın sözü tasdik edilir.
Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir.
879- Darulharpte değil de, ancak darulislamda onu zorlayıp getirdiği anlaşılırsa, Ebû Hanifeye göre kız müslümanlara fey1 olur.
İki İmama göre ise adama aittir ve ondan beştebir pay alınır. Tıpkı darul-İslamda zimmînin bir define (rikaz) bulması gibi. Bu durumda definenin humusu (beşte biri) alınır ve gerisi ona ait olur.
880- Düşmandan güçlü bir kafir müslümanla beraber ordu karargahına çıkıp gelse ve müslüman "onu esir aldım" dediği halde, kafir "Hayır, eman ile geldim" derse, düşmanın sözü kabul edilir.
Çünkü eman altındakiler gibi geldi. Dış görünüşü (zahir) de ona şahitlik etmektedir. Çünkü onunla beraber gelince zorla gelmediği açıktır. Çünkü bir kişi bir kişinin hakkından gelebilir. Nitekim kafir tek başına bu şekilde gelseydi, eman altında olurdu. Bir müslümanla beraber gelince de durum aynıdır.
881- Beraber gelirken kafirin elleri veya ayakları bağlı yahut boynunda çekilen bir ip varsa, müslümanın sözü tasdik edilir.
Çünkü durumun delaleti ona şahitlik etmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi böyle durumlarda durumun şahitliğiyle hükmedilir.
882- Bu düşman bîr grup müslümanla beraber elleri kolları serbest gelmiş ve müslümanların "onu esir ettik" dedikleri halde, kafir "Hayır, onlarla beraber eman ile geldim" derse, müslümanların sözü tasdik edilir.
Çünkü müslüman gruba mağlub ve makhur olup kurtulmak veya haklarından gelmek isterse buna gücü yetmez. Tıpkı bağlı olan gibidir.
Nitekim müslümanlar yüz kişi olup onun etrafını tutsa ve aralarından kaçıp kurtulma gücü olmazsa, öncelikle herkesin aklına gelen şey, bu adamın e-man altında değil, esir oluşudur. Böylece bütün askerlere fey' olur.
883- Eman ile geldiğine iki müslüman şahitlik yaparsa, şahitlikleri kabul edilir.
Çünkü müslümanların şahitliği bütün müslümanlar için tam delildir.
884- İki kişi şahitlik etmeyip halktan sadece bir kişi bunun eman ile geldiğini itiraf ederse, sözü tasdik edilmez.
Çünkü tek kişinin sözü hüküm için delil olmaz. Hepsinin onda ortaklığı da genel bir ortaklıktır. Paylaşma sonunda payına düşen kişinin hakkındaki şahitliği dışında, tek kişinin ikran geçersizdir.
885- Bir müslüman darulharpten çıkar ve beraberinde getirdiği kadın için "Karım değildir. Onu sadece eman verip getirdim" derse, kadın kıyasa göre fey1 olur.
Çünkü darulharpte ona verdiğini söylediği eman geçersizdir. Zira kendisi düşmanın elinde darulharpte yenik ve makhurdur. Kadın darulîslama gelmekle yakalanmış bir fey' olur. Ondaki müslümanlarm hakkını iptal etmede verdiği eman geçerli olmaz.
İstihsana göre ise kadın eman altında hürdür. Dilediği zaman darulharbe dönebilir.
Çünkü verdiği emanı devam ettirerek beraber darulİslama çıkınca, oraya ilk ayak bastığında yeni bir eman vermiş gibi olur. Müslümanların kadın üzerinde hakları ise darulİslama ancak emansız girdiği takdirde sabit olur. Halbuki kadın darulİslama ancak eman altında gelmiştir. En azından, hem müslümamn ona eman vermesi hem de müslümanlarm onda haklarının sabit olması sözko nusudur.
ŞÖyleki: İkisi ne müslümanlarm ne de düşmanların emin olduğu (ortak sınır) yerine vardıklarında darulharb ehlinin tahakküm ve üstünlük alanı dışına çıkmış olup bu yerde müslümamn ona eman vermesi sahih olur. Müslümanların emin olduğu yere varmadıkça kadın darulîslamda yakalanmış sayılmaz. Ama kadına eman vermiş ve kadın tek başına çıkmışsa, durum değişir. Çünkü darulharpte ona eman vermesi geçersizdir. Eman vermenin geerli olduğu yerde kendisi beraberinde değildir ki orada yeni bir eman vermiş gibi olsun. Onun için kadın fey' olur.
886- Darulharpte bir müslüman büyük sayıdaki düşman askerine eman verir ve onunla beraber darulİslama çıktıktan sonra müslümanlar onları yakalarsa fey' olurlar.
Çünkü bu müslüman darulharpte olsun, darulİslamda olsun onlarla beraber oldukça onların tahakküm ve saldırısından emin değildir. Her iki yerde de onların tahakkümü ve tehdidi altında olduğundan verdiği eman geçersizdir.
Nitekim bu askerler darulİslama kaçak girip bir müslüman onlara vanr ve eman verirse, bu eman da geçersiz olur. Çünkü onların tehdit ve tahakkümünden emin değildir. Darulharpten çıkıp o emanı devam ettirmesi durumunda da netice aynıdır. Ama onlardan bir kişiye eman verip beraberinde çıkarsa, durum değişir. Çünkü bir kişiyle bir adam mağlub ve makhur olmaz. Belki ondan korunabilir ve zahirde onu haklıyabilir. Onun için darulİslama girmiş ve eman vermiş gibi ona verdiği eman sahih olur.
887- Darulharpte düşmandan yirmi kişiye eman verip onlarla beraber darulİslama çıksa, hepsi eman altında olurlar. Darulİslamda bu sayıdaki düşman fertlere yeni eman vermiş gibidir.
Bu adam bu sayıdaki düşmandan yirmi kişiye eman verip onlarla beraber darulİslama çıksa hepsi eman altında olurlar. Darulîslamda bu sayıdaki düşman fertlere yeni eman vermiş gibidir.
Evet, şahsı itibariyle tahakküm altında ve güven içinde değildir. Ama müslümanlarm gücü ve himayesiyle o güçlü ve güven içindedir. Çünkü bu yirmi kişi müslümanlara karşı koyamazlar. Darulîslamda müslümamn gücü bütün müslümanlar beraberinde olduğu içindir. Darulİslamda bu yirmi kişi müslümanlara karşı koyamıyorsa bu adam hükmen onlara mağlup değil, galip sayılır. Verdiği eman da geçerli olur. Halbuki düşmanın çok sayıdaki askerinin durumu farklıdır. Onlar kendi güçleriyle müslümanlara karşı koyabilmekte ve tek müslüman darulharpte olduğu gibi darulislmda da onlara karşı yenik sayılmaktadır. Nitekim müslümanlara karşı koymaktan aciz bir topluluk eman almadan darulîslama girer ve müslümanlar yakalarsa, müslümanlara fey' olurlar,
888- Düşmandan büyük bir ordu darulİslama girer ve müs-lümanlardan bir cemaat onlarla savaşıp yenerse, düşman ordusu sadece yenen müslüman cemaate ganimet olur.
Aradaki fark şuradadır: Müslümanlara karşı koyma gücüne sahip düşman darulîslama girmiş olmakla mağlup olmuş değildirler. Ama müslümanlara karşı koyamayanların durumu ise farklıdır.
Söylediğimiz de şu şekilde gerçekleşmiş olur. Şayet düşman İslam cemaatine karşı koyacak güçte olmadığından onlarla beraber gelen müslümam verdiği eman geçersiz sayılacak olsaydı, onlara hiyanet edilmiş olurdu. Çünkü o kişinin emanına güvenerek karşı koyabilecek oldukları yerlerinden aynldılar. Ama çok sayıdaki düşman askerinin durumunda ise bu sözkonusu değildir. Çünkü bunlar adamın emanı dolayısiyle caydırıcı durumlarından ayrılmış olmayıp darulharpte imişler gibi darulİslamda da toplu güçleri sebebiyle caydırıcı tavır içindedirler.
Buna göre müslüman kişi onları caydırıcı durumlarını yitirecekleri biçimde darulharpte İslam ordusunun karargahına çıkarıp getirse, eman altında olurlar. Çünkü bu yerde tek askerin gücü müslümanların askeriyledir. Böylece getiren mülüman kendi ordusunun askerlerine geldiğinde mağlub değil, galip sayılır. Ama düşman askeri çoklukları sebebiyle müslümanlara karşı koyabilecek güçte iseler, beraberlerinde çıkıp gelseler bile eman geçersiz olur.
889- Müslümanlar bir kaleyi kuşatsa ve kaledeki düşman arasında bir müslüman bulunup düşmandan caydırıcı gücü olmıyan bazılarına eman verip beraber çıkarıp getirse, bunlar birinci durumun aksine eman altında olmazlar.
Çünkü kuşatma altındakiler bir bakıma makhur olmuş ve durumları esir olanların durumuna dönmüştür. Aralarında iken müslümanın onlara eman vermesi geçerli olmaz. Çünkü birinci durumun aksine, müslümanların onlarda gerçekleşen hakkını iptal etmektedir.
Sonra, bu eman caiz olursa, müslümanlar onları asla egemenlikleri altına alamazlar. Çünkü yenileceklerine kesin inansalar bazıları müslüman olur ve diğerlerini de beraber alıp çıkar. Halbuki bu durumda müslümanların köle etmelerini önliyecek şeyi söylemek caiz değildir.
Şöyleki; müslümanların elleri muhasara altındakilere onlarla birlikte çıkacak olan bu müslümandan daha önce uzanmıştır. Bu kuvvet itibariyle önce uzanan elin hakkı geçersiz olmaz. Halbuki bundan önceki durumların hepsinde vaziyet farklıydı.
890- Düşman karı ve kocadan kadın müslüman olsa, üç hayız görünceye kadar aradaki nikah devam eder.
Çünkü devlet başkanının kocaya İslamı teklif etmesi ve İslama girmesini söylemesi imkanı yoktur. Üç hayız görmesi kocaya üç defa İslamm arzedilmesi yerine sayılır. Çünkü İslamı kabul etmediği taktirde aralarının ayrılmasında esas alınır. Boşanmadan sonra itibar edilen üç hayız olayında olduğu gibi. Küfürde ısrar etmesiyle İslamı istemediği anlaşılır.
891- Karı koca darulİsiama çıkıncaya kadar kadın hayız görmezse, koca müslümanlara fey1 olur.
Çünkü eman almış olarak çıkmamıştır. Ama aralarındaki nikah devam eder.
Çünkü adamın sabit olan köleliği aralarında nikahın başlamasına aykırı olmadığı gibi, devamına da aykırı değildir. Ayrılmayı gerektiren sadece vatan farklılığıdır ki, o da meydana gelmemiştir. Çünkü adam müslümanlara köle olunca o da vatandaşımız olmuş olur.
892- Sonra, adama İslam arzedilmedikçe kadın üç hayız görse bile, araları ayrılmaz.
Çünkü üç hayız, İslamı adama arzetmenin mümkün olmadığında bu arz etmenin yerini tutuyordu. Bu da kendisinden umulan gaye gerçekleşmeden önce yok olmuştur. Halef (sonraki) ile kastedilen şey meydana gelmeden önce asıl olana güç yetirmek, halefi itibardan düşürür. Onun için kendisine İslam arzedilir.
893- Adam müslüman olursa, karı kocalıkları devam eder. İslama girmeyi red ederse araları ayrılır.
894- Adam kendisi müslüman olmuş, kadın da ehli kitap olmayıp hiç hayız görmeden ikisi darulİsiama çıkarsa, kadın hür ve eman altında bir kadın olur.
Çünkü eman altındakiler gibi geldi. İkamet yönünden kocaya tâbidir. Ülkemizde ikamet etmek üzere gelen de eman altında olur. Erkek ise, ikamette kadına tabî değildir. Kendisi eman ile değil, aldanma sonucu gelmiştir. Çünkü eman istemediği gibi, istediğini gösteren bir durumu da olmamıştır.
895- Kadın ehli kitaptan ise zimmî olur.
Çünkü aradaki nikah devam etmektedir. Bundan dolayı kocasiyle darulİslamda oturması gerekir.
896- Ehli kitaptan değilse, arada nikah kalmaz ve kadın zimmî olmaz. Ancak ona İslam arzedilir. Ya İslama girer, ya da araları ayrılır. Araları aynlırsa kadın darulharbe isterse dönebilir. Çünkü eman altındadır. "Talak" bölümünde eman altındaki eşlerden birinin daruIİslamda İslama girmesi durumunda olacaklarla ilgili değişik rivayetler olduğunu belirttik ve rivayetlerden birine göre İslam yurdundan imişler gibi aralarının ayrılmasının kadının üç hayız görmesine bağlı olduğunu ifade ettik.
Diğer rivayete göre ise iki durumdan, yani karı kocadan İslama girmemiş kişiye İslamın arzedilmesi veya üç hayız görmesi durumlarından hangisi önce olmuşsa ona itibar edilerek araları ayrılır. Burada da buna itibar edilmiştir. Çünkü gerçekte karı koca devlet başkanının yetki ve gücü dahilindedir. İslamı onlardan küfürde ısrar edene arzedebilir. Küfürde ısrar eden de hükmen darulharpten sayılır. Böylece üç hayız geçmesiyle araları ayrılır,
897- Kadın Islama değil de ehli kitap dinlerinden birine girerse, aradaki nikah devam eder. Tıpkı daha önce ehli kitaptan olması ve zimmî sayılması durumundaki gibi.
İmam Muhammed, kadın ve erkeğin müslüman olmaları arasındaki farka değinerek şöyle demektedir:
898- Kadın müslüman olunca, erkek onun aile fertlerinden olmaz. Ama erkek müslüman olunca, kadın onun aile fertlerinden olur. Onun için erkekle beraber darulîslama gelirse, eman altında olur.
Nitekim düşmandan biri darulîslama gelmek için eman isteyip geldiğinde karısını da getirirse, kadın eman altında olur. Müslüman olması durumunda da netice aynıdır.
899- Düşmandan bir kadın müslüman olup kocasını da beraber darulîslama getirirse, ona tabî olarak adam eman altında olmaz. Kadının müslüman olması durumunda da netice aynıdır.
900- Ama müslüman olan kadın darulîslama getirmek üzere kocasına eman vermiş ve beraber getirmişse, adam eman altında olur.
Çünkü darulîslama çıkınca eski emanın devam ettirilmesi, daruIİslamda yeni eman verilmesi gibidir.
901- Kadın "ona ben eman verdim ve beraber getirdim" derse, müslümanlar da "eman almadan seninle beraber çıkıp gelmiştir" diye iddia ederse, kadının sözü geçerli olur.
Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir. Onunla beraber çıkıp geldiğini gördüler. Eman almadan küfürde ısrar ederek onunla çıkıp gelmiyeceği de açıktır. Gerçeğine vakıf olmanın imkansız olduğu şeylerde zahire göre hükmetmek vaciptir.
902- Kuşatma altındaki düşmandan biri müslüman olur ve kafir olan karısını da beraberinde çıkarırsa, kadın müslümanlar a fey1 olur.
Çünkü muhasara altında iken eman ister ve çıkıp gelirse, karısı ona tabî olmaz. Müslüman olması halinde de durum aynıdır.
Yine kadın müslüman olup kocasına eman verirse, eman geçersizdir. Emanda ona tabî olarak eman altında olamıyacağı gibi kadının emam ile de eman altında olmaz.
903- Ama kuşatma altında olmayıp İslam ordusu karargâhına veya darulîslama eman ile gelirse, karısı, küçük erkek ve büyük küçük kız çocukları ona tabî olur.
Çünkü orada mağlup etme hükmü bunları kapsamıyordu. Muhasara altın-dakileri kapsayabileceği halde emanını ve eman vermesini şahsı için tercih edebilir.
904- Zimmî bir erkek darulharpte bir kadınla evlenir ve beraberinde getirirse, kadın hür zimmî olur.
Çünkü zimmîlik akdi, eman akdinden daha güçlüdür.
905- Karısı ile birlikte eman ile çıkar gelirse, kadın hür ve emaıı altında olur.
906- Zimmî olarak karısı ile beraber darulİslama girince evleviyetle eman altında olur. Sonra, ikamet itibariyle vatandaşımız olan birine, yani zimmîye tâbidir. O da zimmî olur.
907- Zimmî olan bir erkek daruiharpten eman almadan büyük kızını veya kızkardeşini getirirse, bunlar fey olur.
Çünkü damlİslamda ona tabî olarak ikamet etmemektedir. Onunla beraber çıkması eman altında olduğunu göstermez. Ama adamın eşi için durum aksidir.
Eman altındaki biri beraberinde kızını veya kız kardeşini daruiharpten çıkarıp getirdiğinde onlar da eman altında olduklarına göre zimmînin beraber getirdikleri için de durumun aynı olması gerekmez mi? deilirse;
Cevap olarak deriz ki; Orada adama tabî olan karısı darulharbe istediği zaman dönebilirdi. Tıpkı eman altındaki adamın kendisi gibi. Bu hükmü kızı ve kızkardeşi için de geçerli saymak mümkündür. Zira zahir itibariyle karısının geçim ve himayesini sağladığı gibi bu ikisinin de geçim ve himayesini sağlamaktadır. Zimmînin ise karısı darulharbe bir daha dönemez. Damlİslamda oturma mecburiyeti konusunda erkeğe tabî olmadıkları için bu hükmün kızı ve kız kardeşi için geçerli sayılması mümkün değildir. Zira tabî olan şey için asıl hakkında sabit olan hükümden başkası geçerli olamaz.
908- Zimmî adam beraberinde eşi olduğunu iddia ettiği bir kadın getirir ve kadın da onu tasdik ederse ve bu durum sadece ikisinin ifadeleriyle ancak anlaşıhyorsa, kadın hür karısı olur.
Çünkü bu konuda birbirlerini tasdik ettiler. Zahire göre de darulharpte aralarında mevcut olan nikah için damlİslamda şahit bulamazlar. Başka bir muhalif bulunmadıkça zaruretten dolayı sözleri kabul edilir. Nitekim beraberinde erkek ve kadınlar getirip bunlar köle ve cariyelerimdir, der ve onlar da bunu tasdik ederse, sözleri kabul edilir.
909- Yine eman ile darulİslama gelip aynı şeyleri iddia ederse, hakkında iddia edilen kişi de onu tasdik edince, iddiası kabul edilir.
910- Kadın, adamı yalanlar ve "aramızda ne nikah, ne akrabalık vardır" derse, kadın fey1 olur.
Çünkü birbirlerini yalanlayınca tabî olmayı gerektiren sebep de sabit olmamış olur. Böylece darulîslamda emandan yoksun bir düşman olarak kaldığı için fey olur.
911- Bir müslüınan daruiharpten beraberinde bir kadın veya bir adamla gelir ve "Bu kölemdir yahut bu cariyemdir" diye iddia eder ve bunlar onu yalanlayıp "Hayır, o bize eman verdi de beraber çıkıp geldik" derlerse, kadın da, erkek de fey' olur.
Çünkü sahip olduğu iddiası ikisinin yalanlamasıyle geçersiz olmuş, eman
iddiaları da onun yalanlamasiyle sabit olamamıştır.
İstihsana göre ise ikisi de hürdür ve dilerse darulharbe dönebilirler.
Çünkü birbirlerini yalanlamakla müslümanların onlar üzerinde bir hak ve egemenlikleri olmadığını iki taraf tasdik etmiş olmaktadır. Zaten sebepler onlara terettüp edecek hükümler için olup bizzat kendilerinin varlığı amaç değildir. Hükümde ittifak sağlandıktan sonra sebeplerde ihtilaf muteber değildir. Şöyleki: Sebebin farklılığı şekildedir. Manada ise sebep birdir. O da adama tabî olarak yahut maksat olarak ikisi için emamn sabit olmasıdır. Tıpkı adam "falanın benden bin dirhem alacağı vardır" diye itiraf etmesi ve alacaklı tarafın da "o para gasbedilmiştir" demesi durumunda adamm parayı bu sebepten ödemeye mecbur tutulması mesabesindedir.
912- Kadını beraber getiren adam zimmî veya eman altında düşman olup "Bu karımdır" der ve kadın "Hayır, karısı değilim, bana eman verdi de getirdi" diye söylerse kadın müslü-manlara fey1 olur. Çünkü kadın inkar ettiği için nikah sabit olmaz. Zaten zimmî veya eman
altındaki düşmanın eman vermesiyle çıkıp geldiğini iddia etmiştir. Bu da asılsız
olup geçersizdir.
913- Düşmandan biri iki müslümanla beraber darulîslama gelip "bu kişi bana eman verdi" der ve ikisi onu yalanlarsa, adam fey1 olur.
Çünkü sebebi meçhul birşeyi onlar için iddia etmektedir. Delili olmadıkça tasdik edilmez. Zahir itibariyle onda müslümanların hakkı sabit olmuştur. Çünkü darulİslamda emandan yoksun düşmandır. Müslümanların hakkını iptal ettiği için tasdik edilmez.
914- Müslümanlardan biri tasdik ederse, eman altında olup dilediğinde darulharbe dönebilir.
Çünkü müslümanlardan biri tasdik etmezse bile, diğeri tasdik ettiği için emani sabit olur. Sanki tasdik eden için iddia etmiş olur ve tek müslümanın verdiği eman da geçerli olur.
915- "Bu eman verdi" dediği adam yalanlar ve diğeri "ona eman veren benim" derse, ama düşman kişi onu yalanlarsa ve herbiri sözünde ısrar ederse, düşman adam fey' olur.
Çünkü yalanlamakla düşman kişi eman kazanmamış olur. Ona eman verdiğini iddia eden tarafından da emanı sabit olmamıştır. Çünkü kendisi onu yalanlamıştır. Böylece adam fey1 olur. Tıpkı müslüman adam ona "Ben sana eman verdim" dediğinde, düşman kişi "Hayır, darulîslamdan biri bana eman verdiğini yazdı" demesi gibi. Bu durumda adam tasdik edilmez ve fey' olur.
916- Yine ölmüş veya hazır olmıyan bir müslüman için "Falan müslüman bana eman verdi" derse, sonuç aynıdır.
Çünkü ölmüş veya hazır olmıyan kişinin eman verdiğini salt iddia etmesiyle emanı sabit olmaz. Eman verdiğini itiraf eden müslümanı da düşman adam yalanlamıştır. Bu da önceki durumun aksinedir. Orada eman belirli bir cihet tarafından olup aradaki ihtilaf sadece sebeptedir. Burada aradaki ihtilaf ise emanın kimin tarafından verildiği üzerindedir. İki durumda da yalanlama olduğundan hiçbiri sabit olmaz.
917- Eman verdiğini itiraf eden adamın itirafı ardından düşman adam "Evet, sen bana eman verdin, ben yanlış söyledim" derse, kıyasa göre adam yine fey' olur.
Çünkü müslümanm itirafı adamın yalanlamasiyle geçersiz olmuştur. Bundan sonra tasdik etmesi geçerli olmaz. Çünkü eman yalanlamadan sonra tasdike ve feshe ihtimali olan bir akiddir. Sonra, yapılan tasdik neseb, vela' gibi bozulma ihtimali olmıyan şeylerde ancak geçerli olur.
İstihsana göre ise, yalanlama üzerinde ısrar etmezse, adam eman
altında olur.
Çünkü bu konuda yanılma olabilir. Zira daha önce kendisine eman veren kimseyi görmemiştir. Bir defa görme ile de tanımak çok nadirdir. Yanıldığı anlaşılınca zararı önlemek için doğru söylediğini kabul etmek gerekir. Ama yalanladıktan sonra yalanlamada ısrar ederse, durum değişir. Çünkü bu durumda yanılmayı tevehhüm etmek geçersizdir.
Şuna benzer: Adam yanında oturan bir kadına "Bu süt kardeşimdir" der, sonra "yanıldım, kanındır" derse, sözü tasdik edilir ve aralan aynlmaz. Ama doğruluğu araştırıldıktan sonra sözünde durmayıp, daha sonra yanıldım, derse sözü tasdik edilmez ve belirttiğimiz sebepten araları ayrılır.
918- Düşman adam "Müslümanlardan kimse bana eman vermiş değil, kendim eman almadan çıktım" der ve müslümanın kendisine eman vermediğini söyledikten sonra tekrar verdiğini iddia ederse, sözü kabul edilmez ve fey1 olur. Çünkü bunda yanıldığını vehmettirecek bir şey yoktur. Darulîslama çıkan bir düşman için en önemli şey emandır. Emanın kaynağı bakımından şüphesi olmıyan bir müslümanın emanı ile çıkıp gelmiş, ama emanın kaynağını inkar ettikten sonra onu tekrar tasdik etmesine itibar edilmez.
Birinci durumda ise böyle değildir. Kimin tarafından eman verildiğinde şüpheye düşebilir. Onun için tekrar tasdik etmesi muteber olup bu konuda yanılmasında mazur görülür.
919- Düşmandan bir kadın ve erkek darulîslama gelir ve ıkı müslüman bunların müslümanlardan birinin emanıyla geldiklerine şahitlik eder, onlar ise "yalan, kimse bize eman vermedi" deyip yalanlarsa, Ebû Hanife'nin kıyasına göre kadın eman
altında, adam ise fey1 olur.
Çünkü zahire göre ikisi köle olmuştur. Dava olmaksızın, cariyenin azad olduğuna şahitlik yapmak, ittifakla gecelidir. İki İmamın görüşüne göre kölenin azad edilmesinde de makbuldür. Ebû Hanifenin görüşünde ise makbul değildir.
920- Bunu inkardan sonra iddia eder ve iki müslüman sonra buna şahitlik yaparsa, şahitlik makbul olur.
Çünkü bu iddiada çelişkilidir. Çelişki de hürriyet konusundaki delilin kabul edilmesine engel değildir.
921- Düşman kadın ve erkeğe iki zimmî yahut eman altında iki kişi şahitlik yaparsa, şahitlikleri kabul edilmez.
Çünkü müslümanların aleyhinde olmaktadır.
İki müslümamn şahitliğinden sonra kadın ve erkek darulharbe dönmek isterse, alıkonulmazlar.
Çünkü eman altında oldukları eman ile sabit olmuştur.
İkisi köle olduklarını başta itiraf ettiler. İki düşman olarak daruîharbe nasıl serbest bırakılırlar? diye İtiraz edilirise, deriz ki;
Çünkü devlet başkanı söylediklerinde yalancı olduklarını delile dayanarak kararlaştırdı. İtiraf eden kişi itirafında yalancı çıkınca itirafının hükmü de düşer ve muteber olmaz.
922- "Eman almadan çıktık" deseler ve çıkmadan önce müslüman olduklarına iki kişi şahitlik yapsa, ikisi de şahitleri tasdik etse, şahitlerin durumuna bakılır; Şahitler müslüman ise ikisi de hür olur. zimmîlerden ise ikisi de müslümanlara köle olur.
Çünkü zimmet ehlinin şahitliği müslümanlar aleyhine geçerli olmaz. Müslüman oluşları ancak müslümanlara fey' olduktan sonra ortaya çıkmıştır. Onun için köleliklerini iptal etmez.
923- Müslüman iki şahide "Yalan söylediniz, biz hiç müslüman olmadık" derlerse, İslama girmeğe mecbur edilirler.
Çünkü iki müslümanın müslüman olduklarına dair şahitliği haklarında tam delildir.
924- İslama girerlerse, hür olurlar.
Ama Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre meselede bir kapalılık yoktur. Ebû Hanifeye göre ise, bu şahitlikte adam bir hakkı iltizam etmektedir. Müslü-
manlar da bu konuda hasım taraftır. İnkar etmesi, delili kabul etmesine engel değildir. Tıpkı zad olmayı inkar ederken, Öldürme dışındaki şeylerde kısası veya iffetli kadına zina iftirası cezasını hakkında birinin iddia etmesi gibi.
925- İslama girmeyi reddederlerse, adam öldürülür ve kadın müslüman oluncaya kadar hapsedilir.
Çünkü hür ve mürted oldukları delil ile sabit olmuştur. Danılİslamda onlara ayrı bir statü tanınmaz. Sadece mürted kadın ve erkeğe mürtedlerin hükmü uygulanır.
926- İkisi "Hiç müslüman olmadık" der ve iki şahit "Falan gün darulharpte müslüman oldular" diye şahitlik ederse, sonra ikisi "O vakitten sonra darulharpte hiristiyandık" diye iddia ederlerse, İslama girmeğe mecbur edilirler. İslama girerlerse, erkek hür, kadın ise fey' olur.
Çünkü kendi itiraflariyle darulharpte irtidat ettikleri ve mürted olarak da-rulİslama çıktıkları ortaya çıkmıştır. Darulharpte irtidat eden durumun aksinedir. Orada müslüman olduktan sonra irtidat ettikleri ancak darullslamda sabit
olmuştur.
Orada da müslüman olduklarına dair iki müslüman şahitlik yaptıktan sonra kafir olduklarını ikisi de aynı şekilde itiraf etmişti, diye itiraz edilirse,
deriz ki;
Evet, ama o durumda yeni bir küfre girdiklerini itiraf etmediler ki irtidat sayılabilsin. Sadece şahitlik yapılan konuyu inkar ettiler. Burada ise, darulharpte müslümanhkları delil ile sabit olduktan sonra yeni bir küfre girdiklerini
itiraf ettiler.
Buna da itiraz edilip bu şahitlik kadının hür olduğunu ispat etmektedir. Şahitler hür olduğuna şahitlik yaptıktan sonra neden kadının sözü muteber sayılıp cariye kabul edilmektedir? denilse, cevap olarak deriz ki;
Çünkü bu, köle olduğuna dair kendi itirafıdır. Kadının köleliğine dair itirafı makbuldür. Tıpkı yolda bulunan sahipsiz (lakît) kızın cariye olduğunu itiraf etmesi gibi.
927- Düşmandan bir kadın darulharpte müslüman olur ve müslümanlığı yaygın olduktan sonra esirler arasında alındığında "Beni esir almanızdan önce irtidat etmiştim" derse, kadın fey' olur. Çünkü köleliğini kendisi itiraf etmektedir. O-nun için sözü tasdik edilir.
928- Aynı şekilde müslüman olup darulharbe girmiş ve esirler arasında alındığında darulharbe mürted olarak geldiğini iddia ederse, yine cariye olur. İddiasını babası yalanlasa bile sözü tasdik edilir ve cariye sayılır.
Çünkü zahir olan bir sebeple cariyeliğini kendisi itiraf etmiştir. Çünkü darulharpte yakalanmış olup şirk hükmü onda zahirdir.
929- Yine zimmî bir kadın veya erkek darulharbe girdikten sonra müslümanlar tarafından esir alındıklarında "Biz aramızdaki antlaşmayı bozarak darulîslamdan çıktık" derlerse, söyledikleri tasdik edilir ve ikisi de fey' olur.
Çünkü köle olduklarım itiraf edip köle olmayı kabul etmektedirler. Bütün bunlar kadının darulharpte müslüman olduğuna dair iki müslümanın şahitliğinin, daha sonra darulharpte irtidat ettiği için köleliğini itiraf etmesinin geçerliliğine mani olmadığını açıkça göstermektedir.
930- Darulİslamda ana babası belli hür müslüman bir ka-
dına biri sahip çıkar ve "Benim cariyemdir" der, kadın da "Doğru söyledi, irtidat edip darulharbe katılmıştım. O esir edip getirdi" derse, kıyasa göre onun cariyesi olur.
Çünkü onun mülkü olduğunu gerektiren bir sebep üzerinde birbirini tasdik etmiş ve görerek yahut delil ile sabit olmuş gibi birbirlerini tasdik ettikleri şey (cariyelik) kabul edilir.
Şöyleki; kadın hükmen kendisini telef edecek bir şeyi kabul ve itiraf etmektedir. O da cariyeliktir. Hükmün yerine hakikaten kendisini telef edecek kısas, recim gibi bir şeyi kabul ve itiraf ederse sözünün kabul edilmesi vaciptir. Çünkü kendisi muhataptır. Yukarıda anlatılan durumda sözünün kabulü evlevi-y etledir.
İstihsana göre ise kadının sözü tasdik edilmez ve hür olup kimse karışamaz.
Çünkü inşasına malik olamadığı şeyi itiraf etmektedir. Zira aslın hürriyeti onun için sabititir. Çünkü iptaline yetkili olmadığı bir şekilde ana babası hürdür. Kadın ikrar ettiği sebebte itham altındadır. Çünkü kadınlar nefis arzusuna uymağa meyledecek şekilde yaratılmışlardır. Belki de nikahlamak istemiyen bu adamı sevmiş ve elde etmek için cariyesi olduğunu itiraf etmiştir. Bu sebepten yalancı olup amacı gerçekleşmez.
Ama darulharbe iltihak ettiği biliniyorsa, durum aksi olur. Çünkü bu durumda zahir durum ikisinin de söylediğine şahitlik etmektedir. Zira müslüman kadın normal olarak İslama bağlı olmaya devam ettikçe darulharbe iltihak etmez. Şöyleki;
Kadının inancı gizli olup üzerine vukufiyet mümkün değildir. Onun için inancı konusunda söylediğini kabul etmekten başka yol yoktur.
Ama darulharbe iltihakı açık olup üzerine vukufiyet mümkündür. Bu konuda söylediğini mutlaka kabul etmeğe ihtiyaç yoktur.
Bunun neticesi şudur: Darulharp esir, ganimet ve köle alma yeridir. Kadının darulharbe iltihakı kesin olunca, adamın onu köle alma yerinden aldığı anlaşılır ve engel ortaya çıkmadıkça onun cariyesi olur. Bunu engelliyecek şey de, esir alındığı zaman müslüman olmasıdır.
Darulîslam ise, köleleştirme yeri değil, kesin hürriyet yeridir. Sözünde doğruluğu kesin bilinmedikçe iddia ettiği şeyde sözü kabul edilmez. Bu meselede zimmî kadın da müslüman kadın gibidir. Ama zimmî erkek böyle bir şeyi söyler ve aradaki antlaşmayı bozarak darulharbe iltihakı ve doğru söylediği bilinmezse, Ebû Yusuf ve Muhammedin görüşüne göre bu işte kadınla aynı durumdadır. Çünkü iki İmama göre kadının hürriyetinde olduğu gibi erkeğin hürriyetinde de muteber olan yüce Allah'ın hakkının manasıdır. Onun için iki İmam bu meselede dava olmaksızın şahitliği kabul ettiler. Ebû Hanifeye göre ise darulharbe iltihakı bilinsin veya bilinmesin adam köledir. Çünkü İmama göre şahsın hürriyetinde muteber olan, kendi hakkının manasıdır. Onun için kölenin azad edildiğine dair şahitlik dava olmaksızın kabul edilir. Sonra nefsin arzusuna meyletme işi erkek için varid değildir. Bu itirafta, kadının itirafının aksine temellük ile evlenme mübahhğı manası da yoktur.
931- Darulharpten bir müslüman beraberinde kadın veya erkek bir düşmanla çıkıp ona Arapça olarak eman verdim ve getirdim, derse, düşman kişi de "Hayır, Farsça eman verdi" diye red eder ve anlaşamazlarsa, düşman kişi eman altında olur.
Çünkü ibare üzerinde ihtilaf etse bile sebep ve hükümde ittifak etmişlerdir. İbare üzerindeki ihtilaf da bilhassa eman meselesinde muteber değildir. Çünkü eman ibare olmaksızın da sabit olmuştur. İbare üzerindeki ihtilaf şahitliğin kabul edilmesine mani değilken, emanın subutunu nasıl engelliyebilir.
932- Aynı şekilde, verilen emanın vaktinde, yerinde veya yazılı belge yahut mektupla mı, yoksa söz ile mi olduğunda ihtilaf etmeleri de böyledir.
Çünkü esas maksat olan şey üzerinde ittifak etmişlerdir. Zaten eman tekrar edilen ve önce de sonra da olabilen bir şeydir. Bu gibi şeylerde ihtilaf, maksat olan şey hakkında hüküm vermeğe engel değildir.
933- Müslüman "İslama girdi ve benimle çıktı" der, düşman da "Hayır , bana eman verdi" derse, adam fey' olur.
Çünkü buradaki ihtilaf, sebebin gerektirdiği hüküm üzerindedir. Zira müslüman imanı sebebiyle eman altındadır. Eman altındaki adam ise ona eman veren tarafından bunu kazanmaktadır. İkisi arasındaki ihtilafın giderilmesi, iki durumdan birini ispat etmemektedir.
934- "Benimle beraber çıkmayı ve zimmî olmayı istedi, ben de kabul ettim" der, düşman da, "Hayır, bana eman verdi" derse, adam eman altında olur.
Çünkü hüküm üzerinde İttifak etmişlerdir. O da sebebinde ikisi ihtilaf etmiş olsa bile, bu müslüman tarafından ona eman verildiğinin sabit oluşudur. Eman dışında müslüman onun darulİslamda zimmî vatandaş olmasını ve cizye vermesi gerektiğini iddia etmektedir. Bu da müslümanın sadece söylemesiyle sabit olmaz. Geriye ikisinin ittifak ettiği eman konusu sabit kalmakta ve adam dilerse darulharbe dönebilmektedir.
935- Darulİslamda eman altında olan düşmanın bir cariyesi olup onu darulİslamda azad ederse, cariye dilediğinde darulharbe dönebilir.
Çünkü ona tabî olarak cariye de eman altındadır. Nitekim darulharbe beraber götürmek isterse, götürebilir. Onu azad etmesi de bu hükmü iptal etmez.
936- Onu bir müslümana veya zimmîye satarsa, ona tabî olarak zimmî olur.
Çünkü alan kişi darulİslam vatandaşıdır.
937- Onu alan kişi azad ederse, cariye darulharbe dönemez.
Çünkü zimmî olduktan sonra azad olmakla darulharp vatancfaşı olamaz.
938- Alan kişi cariyede bir kusur görüp geri verirse, sahibi onu darulharbe götüremez ve satmaya mecbur edilir.
Çünkü satın alınmakla cariye zimmî olmuş olur ve müslümanın yahut zimmînin mülkü haline gelir. Eman altındaki adamın satın aldığı zimmî bir
cariye durumunda olur.
939- Eman altındaki kişi yine eman altındaki birine satacak olursa, bakılır; Alan adam satan adamın vatandaşı ise, satan adam kendisi azad etmiş gibi cariye darulharbe dönebilir. Çünkü ikisinin durumu aynıdır.
Ama alan adam satanın vatandaşı değilse, cariye ikisinin de yurduna
dönemez.
Çünkü satana tabî oluşu satmakla sona ermiştir. Alan adam da azad etmeden kendi yurduna götüremediğİ için azad edildikten sonra da alanın yurduna dönemez. Çünkü eman altındaki adam ancak kendi yurdundan getirdiği şeyi geri götürebilir. Bu cariyeyi ise kendisi kendi yurdundan getirmiş değildir. Silah için bu hüküm geçerli olduğuna göre, insan hakkında evleviyetle geçerlidir. Darulİslamda alıkonulduğu sabit olduğunda da azad edildikten sonra zimmî olan mesabesinde olur. Zimmî kadının durumunda olduğu gibi, azad etmi-yecek olursa bir müslümana veya zimmîye satmaya mecbur edilir.
940- Bir kusurdan dolayı satana geri vermesi halinde de durum aynıdır.
Çünkü belirttiğimiz sebeplerden zimmî olduktan sonra tekrar darulharp vatandaşı olamaz.
941- Bir müslümana sattıktan sonra iki müslüman satan adamın daha Önce darulîslamda azad ettiğine şahitlik yaparsa, bu şahitlikleri kabul edilir. Çünkü onunla yatmak artık yasak olmuştur. Böylece satış geçersiz olur ve satan adam alana parasını geri verir. Kadın darulharbe çıkmak isterse alıko-nulmaz.
Çünkü satılmasının geçersiz olduğu ortaya çıkmış ve darulharp vatandaşı hür olduğu anlaşılmıştır.
Kadın kendisi müslümanların cariyesi olduğunu itiraf etmektedir. Onun için darulharbe dönemez, diye itiraz edilirse, deriz ki;
Evet, ama bu itirafının geçersiz olduğuna hakim karar vermiştir. Onun itirafının bir hükmü kalmaz. Nitekim alan kimse de ücretin satan kimseye salim (ait) olduğunu itiraf etmektedir. Çünkü ücret alan parayı almıştır. Bu da satan adamdan ücreti geri istemesine mani değildir. Çünkü hakim iddiasının zıddına hükmetmiştir.
942- Darulharpten çıkaran kimse onu satmayıp "Esimdi, onu zorla tutup getirdim, şimdi cariyemdir" der, kadın ise "onun karısı idim, kendi isteğimle geldim" derse, kadının sözü tasdik edilir.
Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir. Çünkü üzerinde zorlanma alameti olmaksızın çıkmıştır. Müslüman olurlarsa aralan ayrılır. Çünkü kendi itirafiyle onun cariyesi olduğu ortaya çıkmış olup bu da nikahlı olmaya aykırıdır. Adamın itirafı da şahsı hakkında hüccettir.
Burada devlet başkanı hür olduğuna hükmettiğine göre, aralarının ayrılmasında daha sonra adamın itirafı neden muteber olmaktadır? denilse, cevap olarak deriz ki;
Çünkü mücerred kadının sözü ve bir nevi zahir ile hükmetmiştir. Bu da itiraf edenin yalanlanmasını asla gerektirmez. Nitekim cariyesi olduğuna dair delil getirir ve delili kabul edilirse, onun cariyesi sayılır. Halbuki önceki durumda böyle değildir. Orada tam bir delille hür olduğuna hükmetmiştir. Nitekim bundan sonra cariye olduğuna dair delil makbul olmaz.
943- Bunu şu olay iyi açıklamaktadır: İki müslüman evlenir, ama zifafa girmeden adam kadının irtidat ettiğini iddia eder ve kadın bunu yalanlarsa, adamın ikrarı ile ikisinin arası ayrılır ve kadın mehrin yarısını alır.
Çünkü kadının hakkının iptalinde adam tasdik edilmez. Ancak kendi hakkında sözü tasdik edilir. Düşman vatandaş meselesinde de durum aynıdır.
Devlet başkanı "Durumun senin söylediğin gibi olduğuna dair ona yemin verdireceğim" derse, Ebû Hanife'nin kıyasına göre kadına yemin düşmez.
Çünkü adam cariyesi olduğunu iddia etmektedir. Ebû Hanife ise kölelik davasında yemini öngörmemektedir.
İki İmama göre ise cariyesi olduğuna dair sebepten dolayı kadına yemin verdirebilir. Yeminden kaçınırsa, cariye olduğuna hükmeder.
Çünkü yeminden kaçınması, kabullenmesi mesabesindedir. İki İmama göre kölelik davasında yeminden kaçınma durumunda hüküm verilir.
Gerçeği en iyi bilen Allah'tır.[37]
944- Müslümanlar bir kaleyi kuşattıklarında devlet başkanının izni olmadan içindekilere ve onların ehline hiçbir müslüman eman veremez.
Çünkü kaleyi fethetmek için kuşattılar. Eman ise müslümanların bu a-maçlarım açıkça engellemektedir. Müslümanlardan hiçbir kimse müslümanların amacını, Özellikle düşmanı yenmek gibi bir olayda engelleme hakkına sahip değildir. Sonra, her müslüman başındaki emire itaatla mükelleftir. Amirin rızası olmadan uymağa mecbur olacağı bir akdi kimse yapamaz. Sonra, fayda ve zararı müslüman cemaate raci olan şeylerde yetki ve söz sahibi devlet başkanı olup onunla mükelleftir. Bu gibi işlerde onun görevlerini çiğnemek onu hafife almak ve önemsememektir. Devlet başkanını küçümseyen ve itaatini gölgeleyen şeylere vatandaşların kalkışması doğru değildir.
945- Ama bir müslüman bunu yaparsa, eman geçerli olur.
Çünkü emanın sıhhat sebebi, bir müslüman için sabit ve tamdır. Zira Ra-sulullah "Her müslüman onların zimmetini (çıkarını) gözetir" buyurmaktadır. Eman verildikten sonra devlet başkanı emanlarını geri alıp onları güven içinde olacakları yere ulaştırıncaya kadar onlarla savaşı kesmek zorundadır. Kalenin dışına çıkmış olsalar bile bunu yapmadıkça onlarla savaşa devam edemez.
946- Onlara eman veren müslümanı te'dip etmek isterse, te'dip edebilir.
Çünkü devlet başkanını küçülten bir işe girişmekle edepsizlik etmiş olur. Onu te'dip etmiyecek olursa başkaları da aynı şeye cesaret eder. Bu da devlet politikasını ve işlerin idaresini bozar.
Ama müslümanların yararını gözeterek onlara eman vermiş ve devlet başkanı da bunu tasvib etmişse, artık bu iş için onu tedip etmez.
Çünkü bunu yapmakla müslümanlara daha çok yarar sağlamayı kastetmiştir. İmamın görüşünü alıncaya kadar erteleyecek olsaydı belki de bu yarar kaçmış olacaktı. Böyle durumlarda müslüman eman verebilir.
Düşmandan biri gizlice müslümana "Bana eman ver, sana düşmanın açık yerlerini göstereyim" veya "Sana kale kapısını açayım" demiş ve müslüman bu fırsatın kaçmasından endişe etmiş ise, devlet başkanından eman için izin istemeden önce ona eman verebilir.
Çünkü bu durumda emanm verilmesi müslümanların yararının sağlanmasına yöneliktir. Böyle davranan kişi te'dibe değil, teşekküre layıktır. Onun için böyle yerlerde adam te'dip edilmez.
947- Bir müslüman, düşmandan birine kaleden inip müslümanların karargahına gelmek üzere yüz dinar karşılığında eman verse ve parayı aldıktan sonra onu karargaha getirdiğinde devlet başkam bunu öğrense, müslüman kötü davranmış olmakla beraber emanı sanki ücret almadan verilmiş gibi caiz olur. Devlet başkanı sonra bu durumu değerlendirir.
948- Müslüman ona "Darulharpten müslümanlar çıkıncaya kadar emin olacaksın" diye şart koşmuşsa, devlet başkanı istediğini tercih etmekte serbesttir. Dilerse parasını geri verir ve önceki yerine gönderir. Dilerse ona şart koşulanı yerine getirip parayı alır ve müslümanlara ganimet yapar.
Çünkü parayı alan müslüman onu ancak müslümanların kuvveti sayesinde alabilmiştir. Onun için para ona mahsus sayılmaz. Sadece yaptığı iş devlet başkanının veya amirin yapması mesabesinde kabul edilir.
949- Adam, askerin yanına gelmeyi ve görüşmesi gereken biriyle görüştükten sonra geri dönmeyi şart koşmuşsa, devlet başkam bu emanı kabul eder ve alınan dinarları askere ganimet yapar.
Çünkü müslümanların yararını gözetmek bu emanm kabul edilmesini gerektirir. Adam kalesine dönünceye kadar müslümanlar arasında eman altındadır. Dinarlarını geri verecek olursa, birinci durumun aksine bundan müslümanlara bir yarar sağlanmış olmaz.
950- Kale fethedilinceye kadar adam müslümanlar arasında kalıp kaleye dönmezse, darulharpten emin olacağı yere ulaştı-rılıncaya kadar eman altındadır.
Dinarlarını geri vermede bir yarar yoktur. Darulharpte güven içinde olacağı yere ulaştınlmcaya kadar kimse ilişmez. Dinarlar da askerlere fey1 sayılır.
951- Kaledekilere bir müslüman aldığı yüz dinar karşılığında bir ay eman verse, devlet başkanı iki durumdan birini tercih etmekte serbesttir. Dilerse dinarları geri verir ve emanın geçersiz olduğunu bildirir. Dilerse emanı kabul eder ve bir ay onlara ilişmez. Yüz dinarı da alır ve müslümanlara fey' sayar. Çünkü her iki durumda da müslümanların yararı umulur. Bir ay geçmeden kalenin fethedilmesini umuyorsa, dinarları geri vermesi yararlıdır. Ummuyorsa emanı geçerli sayması ve dinarları alması yararlıdır. Onun için devlet başkanı dilediği şıkkı seçmekte serbesttir.
952- Emir, asker arasında "Kaledekilere veya onlardan birine kim eman verirse emanı geçersizdir." diye ilan ettikten sonra bir müslüman karşılıklı veya karşılıksız onlara eman verecek olursa, emanı geçerlidir.
Çünkü müslümanın verdiği emanm sıhhati bu ilan ile yok olmaz. Eman verme hakkı, şahitlik hakkı gibi şer'an her müslüman için sabittir. Devlet başkanının bu ilanıyla bu hak yok olmaz.
Zaten düşman bu yasaklamayı bilmiyor. Bu yasaklamadan sonra müslümanın verdiği eman geçerli sayılmıyacak olursa, onlara hile yapılmış olur ki, bu da haramdır. Ancak devlet başkanı bu adamın müslümanların yararını gözeterek eman vermediğini tesbit ederse, onu hapis ve ceza ile cezalandırabilir.
Çünkü buradaki yetkiyi aşma birinci durumdakinden daha büyüktür. Çünkü adam devlet başkanına açıkça muhalefet etmiş, böylece cezayı ve hapsi hak etmiştir.
953- Kaledeki düşmana "Müslümanlardan biri size eman verecek olursa emanına aldanmayımz, onun emanı geçersizdir" diye yazılı veya sözlü olarak yahu elçi ile bildirdikten sonra biri onlara eman verir ve kendileri de buna dayanarak çıkar gelirlerse, fey1 olurlar.
Eman altında sayılmamaları, yasaklamadan sonra müslümanm vereceği emanm sahih olmamasından değil, bu yasaklamanın devlet başkanı tarafından düşmana verilen emanın geçersiz olduğunu bilmeleri açısındandır. Eman verildikten sonra geçersiz saymak doğru olduğu gibi, verilmeden Önce de geçersiz olacağını söylemek doğrudur.
Çünkü geçersiz olduğunu bildirmekten maksat, hile ve hiyanetten kaçınmak ve bunu önlemektir. Bu da her iki durumda önlenmektedir. Çünkü eman verildikten sonra geçersiz olduğunu gösteren bir şey ortaya çıkarsa, eman hükmünün sabit olmasını önler.
Birinci durumun aksinedir. Orada düşman, devlet başkanının yasaklamasından habersizdir. Bunu kendileri bilmedikçe emanın geçersiz sayılması da gerçekleşmez. Emandan sonra emanm geçersiz sayılması müslümanların zararını önlemek içindir. Çünkü bu olmasaydı, müslümanlar arasından kalenin fet-hedilmesini istemeyen bazı fasıklar devlet başkanı emanlan geçersiz saydıktan sonra her defasında düşmana eman vererek engelleme imkanı bulabilirler. Bu zararı önlemek için uyarmak ve özürlerini kabul etmemek üzere eman verilmeden Önce geçersiz olacağının belirtilmesi sahih olur.
954- "Size ben eman vermedikçe başka müslümanm vereceği eman geçersizdir" diye düşmana söyler ve müslümanlar-dan biri gelip onlara "Ben emirin elçisiyim, size eman verdi" der ve buna dayanarak yerlerini terkederlerse, müslüman kişi yalan söylemiş olsa bile, onlar eman altında olurlar. Çünkü elçinin sözü, elçiyi gönderenin sözü gibidir. Elçiliğin sabit olması halinde durum böyledir. Ama elçi yalan söylemişle, sözünün emirin sözü ile eş sayılması mümkün değildir. Çünkü böyle bir elçi göndermiş değildir. Elçi görünen bu adamın onlara vereceği emanı sahih saymak da mümkün değildir. Çünkü o "size eman verdim" deseydi, emanı sahih olmazdı. Onun için emanı geçersiz olmalıdır" diye itiraz edilirse, deriz ki;
Evet, ama sözü, sanki elçilik mektubu gibi söyleyince bir aldatma ve hi-yanet meydana gelmiş olmaktadır. Çünkü bu işte doğru veya yalancı olduğuna ve sözünün hakikatine vakıf olmak mümkün değildir. Adamın aklı ve dini doğru söylemesini ve yalandan sakınmasını gerektirdiğine göre düşmanın bu zahire güvenmesi mümkündür ve güvenebilirler. Bu durumda eman geçersiz sayılırsa, aldatma ve hiyanet meydana gelir. Ama emanı sadece kendisinin verdiğini söylerse, durum bunun zıddı olur.
955- Emir düşmana "Kendim gelip size eman verinceye kadar müslümanlardan bîri size eman verirse yahut benden size bir eman mektubu getirirse, o geçersizdir, "der ve olay yukarıdaki gibi cereyan ederse, düşman çıkıp gelecek olursa, fey" olur.
Çünkü bu emirin vereceği eman dışında bütün emanların geçersiz sayılacağını duyurmuştur. Sonra, müslümanlan zarardan korumak vaciptir. Bu zararı önlemenin tek yolu da emirin emandan önce bu şekilde uygulamada bulunmasıdır. Böyle yapmazsa fasık kişiler müslümanların cihadını bozma ve boşa çıkarma fırsatını bulurlar. Bu da caiz değildir.
Ancak bu meselede amir kendisi eman verdiğini bildirmek üzere yasaklamadan sonra birini gönderirse, düşman eman altında olur. Çünkü elçinin ibaresi, onu gönderenin ibaresi gibidir. Sanki amir kendisi onlara eman vermiştir. Düşmana daha önce söyledikleriyle sanki yalandan elçi olduğunu iddia edecek kişilerin haberine güvenmekten onları alıkoymak istemiştir. Onlara gerçekten göndereceği elçilerin haberlerine güvenmekten ise alıkoymamaktadır.
Sonra, elçinin haberini ancak elçi yalancı ve sahte olduğu için geçersiz saydık ki, müslümanlara ulaşacak zarar önlenmiş olsun. Ama elçi gerçek ve doğru ise bu durum sözkonusu olmaz. Şöyleki;
Bu ilanından sonra onlara elçi gönderirse, sözünden dönmüş demektir. Sözünden dönmesi de sahihtir. Nitekim düşmana "Size eman verirsem emanım geçersizdir" der ve daha sonra eman verirse bu eman geçerli ve sahihtir. Çünkü bu söylediğinden vazgeçme ve dönme sayılmaktadır. Önceki sözü ona her hangi birşey gerektirmediğinden ondan dönmesi ve vazgeçmesi sahih olur.
956- Müslümanlardan biri bin dinar karşılığında düşmanla bir yıllık saldırmazlık antlaşması yaparsa, bu antlaşma caiz olup müslümanların bir yıla kadar saldırması yasak olur ve onlardan birini öldürecek olurlarsa, kan diyetini öderler.
Çünkü müslümanlardan birinin emanı, hepsinin emanı gibidir.
957- Devlet başkanı bu antlaşmadan ancak bir yıl geçtikten sonra haberdar olursa, antlaşmayı onaylar ve malı alıp beytül-mala verir.
Çünkü süre geçtikten sonra antlaşmanın onaylanmasını müslümanlann yaran gerektirmektedir. Burada kendini ücrete bağlayıp çalışmaktan kurtulan kısıtlı köle mesabesindedir. Bu durumda akid yerine getirilir ve ücreti de onun efendisi alır. Ama süre geçmeden önce efendisi bu durumu öğrenmiş olsaydı ücrete bağlama (başka birinin işlerini yapmak üzere ücretle çalışma antlaşması yapma)yı bozabilirdi.
Sonra, bu mal düşmandan ancak müslümanlann kuvveti sayesinde alınmıştır. Çünkü düşmanın korkusu bir tek müslümandan değil, müslüman topluluktandır. Onun için malı onlardan alır ve gerektiğinde harcanmak üzere bey-tülmala koyar.
958- Bir yıl geçmeden önce antlaşmadan haberdar olursa durumu değerlendirir; Antlaşmayı tasvib etmek yararhysa onaylar ve malı alıp bey tülmala koyar.
Bu şekliyle yararlı olduğunu gördüğünde antlaşma yapma yetkisine sahiptir. Onun için bunu onaylaması evleviyetledir.
Antlaşmayı bozmayı daha yararlı görürse, mallarını geri verir, sonra antlaşmanın bozulduğunu haber vererek onlarla savaşır.
Çünkü müslümanm onlara verdiği eman sahih olup hile ve hiyanetten sakınmak vaciptir.
959- Yılın yarısı geçmişse, kıyasa göre malın yarısı geri verilir, yarısı da müslümanlara kalır.
Bu, tüme oranla cüzün itibar edilmesine göredir .Tıpkı belirli bir ücret karşılığında belli bir zaman için saldırmazlık antlaşması yapmak ve kiraya (icara) vermek gibidir. Nitekim Kiralama akdinde de sürenin bir kısmında akid bozulursa, kalan süre tutarı kadar ücretten düşülür ve sadece geçen süre İçin ücret kesinleşir.
İstihsana göre ise, malın tümü geri verilir.
Çünkü malı ödemeleri ancak sürenin tümü içinde kendilerine saîdırılma-ması içindir. Karşılık da ancak şartın tümü itibariyle sabit olup şartın cüzlerine dağılmaz. İtibar da, şart da hakikate göredir.
Sonra, saldırmazlık antlaşması, bedeli ödenebilen akitlerden değildir. Böylece şart kelimesinin antlaşmada hakikatiyle etkili olduğunu kabul ettik. Antlaşmayı bir yıllık tasvib etmiyecek olursa, mallarının tümünü onlara geri vermesi gerekir. Çünkü düşman belki yılın belirli bir vaktinde endişe duymakta ve korkmaktadır. Mesela kışın düşman saldırısından emin oldukları halde yazın bu saldırıdan korkmaktadırlar. Korktukları anda antlaşmalarının bozulduğunu bildirir ve mallarının bir kısmını vermezse bu şartla kasdettikleri hiçbir şey kazanmış olmazlar, Bu da aldatma ve hıyanete yol açmaktadır. Onun için süre dolmadan önce emanlannın geçersiz olduğunu bildirecek olursa malın tümünü geri verir.
960- Her yılı bin dinar karşılığında üç yıllığına onunla anlaştıktan ve müslüman paranın hepsini aldıktan sonra devlet başkanı antlaşmayı bir yıl geçtikten sonra bozmak isterse, alınan paranın üçte ikisini düşmana geri verir.
Çünkü burada antlaşma (b) harfi ile yapılmış olup bedelleri de beraber zikredilmiştir. Böylece mal bedel olmuş olur. Bu mal da cüzler itibariyle ilgililer arasında paylaşılır. Nitekim antlaşma sürelerini ve bedel olarak verilen miktarları da zikretmiştir. Her seneye bin dinar, demiştir.
Birinci durumda ise olay farklıydı. Orada süre bir yılın tümü için birdi. Mal da (Ala) harfiyle zikredilmişti. Bu da şart harfidir.
Kiralama durumunda da bedelin (b) yahut (Ala) harfiyle zikredilmesi halinde, bedel süreye bölünmektedir. Satış işinde de böyledir. O halde burada uygulama neden farklı olmuştur? denilebilir.
Cevap olarak deriz ki, satış ve kiralama, asıl itibariyle yapılan bedellen-dirmedir. Şarta bağlı olmaya elverişli değildir. Ama saldırmazlık antlaşması, asıl itibariyle yapılan bir bedellendirme değildir. Sadece bedellerle beraber (b) harfiyle yapılan açıklama esnasında bedellendirme olur. Bu da şarta bağlı olmaya elverişlidir. Bunda şart harfi zikredilince, hakikî olarak şart kabul edilir.
Bir kadın "ala" harfini kullanarak kocasına "Bin dirhem karşılığında beni üç defa boşa" der ve adam bir defa boşarsa, kadının ona bir şey vermesi gerekmez. Ama (b) harfiyle zikrederse, durum değişir. Bu meselede Ebû Hanife yukarıdaki meseleye bakarak bu hükme varmaktadır.
Çünkü boşanma şarta bağlı olmağa elverişlidir. Zaten aslı itibariyle bedelli değildir. Onun için (ala) yahut (b) harflerinden hangisiyle kullandığına göre karara bağlanır, Ama iki İmam hul'un bedellendirme olduğunu söylemektedir. Erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkının kalkması olan maksadı da bir tek boşama ile gerçekleşmiş olmaktadır. Bir de belirttiğimiz gibi emanın aksine saldırmazlık antlaşmasında bedellendirme manasını tercih ettik.
961- Müslümanlar bir kaleyi kuşattığında başlarındaki kumandan kale halkına "umulur ki size emaıı veririm. Em an verecek olursam emanım geçersizdir" yahut "size eman yoktur" yahut "Emanınızı iptal ettim" der, sonra eman verirse, kendisinin belirttiği gibi verdiği eman geçersizdir. Çünkü onlara öyle bir şekilde söyledi ki aldatma şüphesini her yönden yok etmektedir. Söylediği sözlerle vereceği emanı şimdiden geçersiz saymış olmaktadır.
Sonra, eman vermesi daha önceki olayda olduğu gibi söylediği sözlerden neden cayma sayılmamıştır? diye itiraz edilirse, deriz ki;
Orada meselede bir ziyadelik vardır. O da sözünden sonra eman vermesi ve "Size eman yoktur" sözümü iptal ettim, demesidir. Bu açıklama adamın sözünden caydığını gösterir. Burada ise birinci sözünden caydığını gösteren bir şey olmadığı gibi, aksine gerçekleştirdiğine delalet eden şeyler vardır.
Nitekim onlara "sizinle beraber bu kale halkı ile savaşacağım. Kendilerine eman vermek istedim, kabul etmediler. Size eman altında olduğunuzu izhar etmek istiyorum. Belki onları çağırdığım zaman sözümü kabul ederler. Size izhar etmekte olduğum bu eman ise uydurma ve batıl olup ona aldanmayın" dedikten sonra onlara eman verseydi, bu eman geçersiz olurdu.
Sonra, eman bozulmağa ihtimali olan bir şeydir. Emanla ilgili söyliye-ceklerinin geçersiz olduğunu bildirdikten sonra onlara bu konuda birşeyler söylemesi, tıpkı birşey konuşmamış anlamına gelir. İkrah ve ikrar bölümünde açıkladığımız satış ve başka şeylerde telcie[38] (mecburiyet) bahislerinde bunun örnekleri çoktur.[39]
962- Kuşatma altındaki kalede bulunan düşman, müslü-manlardan birinin hükmüne razı olarak teslim olursa, bu caiz olur. Çünkü Rasulullah şöyle buyurmaktadır: "onları hükümlerinize göre yargılayın, sonra haklarında hüküm verin".
Beni Kureyza'nın haklarında hüküm verilmesine razı olarak teslim olması konusunda rivayetler değişiktir. Meğâzî sahiplerinden bazıları başlangıçta Sa'd bin Muaz'm vereceği hükme razı olarak teslim olduklarını zikretmiştir. Rasulullaha dil uzattıklarını Hz. Ali'nin haber vermesi üzerine Rasulullah
onlara "Ey domuz ve maymunların kardeşleri, bana dil uzatıyorsunuz ha! Allah ve Rasulünün hükmüne razı olarak teslim olun" demişti. Daha önce onbeş gece muhasara etmişti.
Onlar ise "Hayır ey Ebû'l-Kasım, Sen böyle düşük bir adam değilsin" dediler. Ama kuşatma sürünce, müslümanlardan diledikleri kişinin hüküm vermesine razı olarak teslim olmalarını Rasulullah teklif etti. Rasulullah'in Peygamberliğinden önce Evs'in müttefikleriydi. Sa'd bin Muaz da Evs'in lideri idi. İslamdan önceki dönemde aralarındaki işbirliği ilişkilerine güvenerek haklarında iyi hüküm vermesini umdukları Sa'd bin Mu'az'ın vereceği hükme razı olup teslim oldular. Bu da gösteriyor ki müslümanlardan birinin vereceği hükme razı olarak düşmanın teslim olmasında bir sakınca yoktur.
Meşhur olan rivayete göre ise, Rasulullah'ın hükmüne razı olarak teslim oldular. Sonra kendi rızalarıyla haklarında Sa'd bin Muaz'ın hüküm vermesini söyledi. Bunu da şunun için yaptı: Ensar Rasulullah'ın etrafında toplanıp şefaat yollu Benî Kureyza'nın durumu hakkında onunla konuştular. Rasulullah da gönüllerini hoş tutmak istiyerek onlara: Sizden birinizin haklarında hüküm vermesine razı olmaz mısınız? buyurdu. Oluruz, dediler. Hükmü Sa'd bin Muaz versin, buyurdu.
Bu görevi ona vermesinin sebebi de şudur; Sa'd'a Hendek harbinde bir ok isabet etmiş ve kolundaki atar-damarı kesmişti. Bunun üzerine şöyle dua etmişti: "Allah'ım, Kureyşle bir daha savaş olacaksa beni o savaşa kadar yaşat, Rasulünü aralarından koğan bir milletle savaşmaktan benim için daha sevimli bir şey yoktur. Kureyşle savaş bitmişse, bu yara ile şehid olayım. Beni Kureyza'nın hezimetini görmeden de öldürme." Bu şekilde dua ettikten sonra kan durmuştu.
Bu şekilde dua etmesinin de sebebi şudur: Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı çiğnedikleri haberini alınca Rasulullah'm emriyle antlaşmayı yenilemelerini istemek için Beni Kureyza'ya gitmişti. Onu kötü karşılayıp hakaret ettiler. "Bana söğersiniz ha! Aramızda söğmekten daha çetin bir şey var, o da kılıçtır" diyerek yanlarından ayrıldı.
Hendek harbinde müşrikler yenilip müslümanlar Benî Kureyza'yı muhasara edince bu duada bulundu. Benî Kureyza Rasulullah'm vereceği hükme razı olup teslim olunca, Rasulullah Sa'd bin Muaz'm hüküm vermesini söyledi. O esnada Sa'd, Rasulullah'm mescidinde hasta yatıyordu. Ensar yanına gelip Rasulullah'm karargahına götürmek üzere bir merkebe bindirdiler. Yolda onunla bu işi konuşarak şöyle dediler: "Dostların ve anlaşmalılarındır. Allah onlar hakkında sana imkan verdi, onlara iyi davran. Biliyorsun, Rasulullah iyiliği ve dostluğa vefayı sever. Müttefikleri olan Beni Kaynuka'yi kurtarmak için Abdullah bin Übey'in neler yaptığını biliyorsun. Sen ise bu işe daha layıksın."
Bu mesele üzerinde arkadaşları çok ısrar edince, eliyle sakalını sıvazladı ve şöyle dedi: "Sa'd'ın Allah yolunda hiçbir kınayıcınm kınamasından korkmaması zamanı geldi." Bunu duyunca aralarında şöyle dediler: Allah'a yemin olsun, Kureyza mahvoldu".
Onu Rasulullah'm meclisine getirdiler. Sa'd Rasulullah'm meclisine gelince, Ensar'a şöyle dedi: "Kalkın, büyüğünüzü indirin". İndirilip Rasulullah'm yanında oturunca, Rasulullah ona şöyle buyurdu: "Haklarında hüküm vermeği sana bıraktım. Haklarında hüküm ver." Sa'd, Benî Kureyza'ya yöneldi ve şöyle dedi: "Hakkınızda vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair Allah'a söz veriyor musunuz?" Evet, dediler; Rasulullah'm bulunduğu tarafa dönerek ve saygı göstererek şöyle dedi: "Bu taraftakiler de hüküm vermemi kabul ediyor mu?" Rasulullah ve yanındakiler: Evet, dediler. Bunun üzerine hükmünü açıkladı. "Haklarında şu hükmü verdim: Erkekler öldürülsün. Kadın ve çocuklar esir alınsın, malları da taksim edilsin" Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Yedi göğün üstünden Allah'ın hükmüyle haklarında hüküm verdin". Bazı rivayetlerde bu şekilde rivayet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki, müslümanlardan birinin hüküm vermesine razı olarak teslim olmaları ve hüküm vermeği başkasına bırakmak caizdir. Yalnız teslim olan düşmanın rızası olmadan müslüman hüküm verme işini başkasına bırakamaz, Çünkü Sa'd, Rasulullah'm huzurunda onların rızasını aldıktan sonra hüküm vermiştir. Onların rızasını almasını da Rasulullah yadırgamamıştır. Sebebi de şudur: İnsanlar düşünce ve görüşte farklıdırlar. Bu hükmü vermek ise ileri ve derin görüşlü olmayı gerektirir. Birinin haklarında hüküm vermesine razı olmaları başkasının hüküm vermesine razı olmaları demek değildir. Öyle ki onların rızası olmadan hüküm verme işini bu adam başkasına bırakacak ve bu da hüküm verecek olursa, hakkında hüküm verilen kişi buna razı olup caiz görmedikçe hüküm geçerli olmaz. Ama bunu duyar ve kabul ederse, hüküm geçerli olur. Çünkü kabul ve caiz görmesi onu yeni görevlendirmiş olması gibidir. Onlar buna razı olduktan sonra haklarında hüküm vermesi demektir. Haklarında hüküm vermekle görevlendirilen kişinin vereceği, erkeklerin öldürülmesi veya zimmî sayılması veya fey1 kabul edilmesi şeklindeki hüküm Sa'd'ın verdiği hüküm delili ile tümüyle geçerlidir.
Bazı rivayetlerde o gün Sa'd'ın kasık kılları bitmiş kişilerin öldürülmesi şeklinde hüküm verdiği belirtilmektedir. Baliğ olmak, kasık kıllarının bitmesi itibariyledir, yani kasık kılları biten genç baliğ olur, diyenler bunu delil gösteriyorlar ki, biz bu görüşte değiliz.
Çünkü kılların bitmesinde insanlar farklıdır. Mesela Türklerde geç bittiği halde Hindularda erken biter. Onun için bunu hükme esas saymak mümkün değildir. Bunun izahı şudur: Beni Kureyza erkeklerinin baliğ olmasının kıllarının bitmesiyle olduğu vahiy yolu ile Rasulullah'a bildirilmiş olabilir. Bu şekilde hüküm vermesi de, kılları bitmiş erkeklerin savaşçı kabul edilmesindendir ve ancak savaşanların öldürülmesine hükmetmiştir. Müslümanlara karşı savaşan İse baliğ olsun olmasın öldürülür. Ancak sadece savaşanların öldürülmesi daha doğrudur. Çünkü baliğ olmıyanlar müslümanlara karşı savaştığında esir edilmeden önce Öldürülür. Ama esir edildikten sonra öldürülmez.
Haklarında hüküm verdikten sonra Haris kızı eıı-Neccariyye'nin evinde hapsedilip elleri bağlandı.
Esirlere böyle davramlmasi gerekir. Yüce Allah buyuruyor: "Onları yakaladığınızda sıkı bağlayın"[40]
Rasulullah bir kenarda oturdu. Sıcak bir günde Beni Kureyza'dan öldürülecekler Öldürüldü. Rasulullah'in huzurunda onlardan öldürülenlerin şu isimleri Meğâzî kitaplarında sayılmaktadır: Huyay bin Ahtab, Ka'b bin Üseyd ve bir grup. Gün ortası olunca Rasulullah "Günün sıcaklığını ve silahın sıcaklığını üzerlerinde birleştirmeyin. Öğle tatilinde bırakın ve su verin. Hava serinleyince geri kalanları da öldürün" dedi.
Meğâzî kitaplarında Rasulullah'ın kalkıp Sa'd'a şöyle dediği zikredilir : "Geri kalanların işini de sen bitir. "Öldürme işini Ali bin Ebi Talib ve Zübeyr bin el-Avvam yürütüyordu.
İbnu Ebi'l-Cehm'in evi yanında öldürüldüler ve kanlan Ahcâru'z-Zeyt denilen yere kadar aktı. Kitapta onlardan kaç kişi öldürüldüğü belirtilmemiştir. Bu konuda farklı rivayetler vardır. Racih olan rivayete göre yediyüz kişi öldürüldü. Mukatil, dörtyüzelli kişinin öldürüldüğünü söylüyor. Esir alınanların sayısı ise altıyüzellidir. Durumundan şüphelenilen herkesin kasıkları yoklanır, kıllarının bittiği belirlenince öldürülürdü. Beni Kureyza'dan Atiyye şöyle demektedir: "O gün durumumdan şüphelendiler, kasıklarımı açtılar. Kıllarımın bitmediğini görünce esir çocuklar arasında saydılar."
Hz. Ömer'in ordu komutanlarına kılları bitenleri öldürünüz ve düşman savaşçılardan aramızda kimse tutmayınız, diye yazdığı zikredilmektedir.
Böyle yazması müslümanlara zarar vermelerini Önlemek içindir. Nitekim bu yasağına sıkı sıkıya uymadıkları için Hıristiyan[41] , sonra Mecusî olan Ebû Lu'lüe denilen kişi esirler arasından çıkmış ve Hz. Ömeri şehid etmiştir.
İbni Ömer'in şöyle dediği zikredilmektedir: "Uhut günü onüç yaşında idim. Rasulullah'ın huzuruna çıkarıldım. Beni savaşçılar arasında kabul etti."
Bunu zikretmesi erginliğin tesbiti için kasık kıllarının bitmesiyle hüküm verilemiyeceğini göstermek ve buluğun ihtilam ile tesbit edileceğini belirtmek içindir. Gencin baliğ olup olmadığı ya ihtilam olması veya onbeş yaşına girmesiyle belli olur. Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşü budur.
Ebû Hanifeye göre ise bir rivayette onsekiz, bir rivayette de ondokuz yaşıdır. Bu meseleyi talak bahsinde açıkladık. Allah'ın yardım ve mukaffakiye-tiyle eman konusu son ermiştir.[42] Allah bizi ateşten korusun ve cennetine koysun.[43]
963- Enfal, esas manasiyle ganimetler demektir. "Nefele"
kökünden türemiştir. Mesela şu beyitte de aynı anlamda kullanılmıştır: "Allah'ın takvası en güzel ganimettir. Acele etmek ve beklemek de Allah'ın izniyledir." Cenab-ı Hak da, "Sana en-falı (yani ganimetleri) sorarlar"[44] buyurmaktadır.
Bu ayetin nüzul sebebi, Ubade b. Samit'in rivayetine göre şöyledir: Bedir günü ahlakımız bozulduğundan mahrum kaldık dedi. Ahlakınız nasıl bozuldu? diye sorulunca: Şöyle dedi: Düşman yenilince üç gruba ayrıldık: Bir grup Rasu-lullah'ın etrafında onu koruyordu. Bir grup düşmanı kovalıyordu. Bir grup da mal topluyordu.
Sonra her gurup ganimetlerin kendi hakkı olduğunu iddia etti. Rasulul-lah'ın yanında toplandık. Seslerimiz yükseldi. Rasulullah susuyordu. Bu durum hakkında Yüce Allah "Sana ganimetleri sorarlar. Deki; ganimetler Allah ve Rasulünündür." hükmünü indirdi.
Fakihlerin ibarelerinde enfal lafzının kullanışından maksat, devlet başkanının ganimet tophyan bazı kişilere tahsis ettiği şeylerdir. Yapılan bu işleme tenfil ve sözkonusu ganimete de nefl adı verilmektedir.
964- Şüphe yok ki savaşa teşvik etmek için düşmandan ganimet almadan önce askere ganimet tahsisi yapmak caizdir. Çünkü İmam (devlet başkanı) teşvik etmekle mükelleftir. Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey peygamber, müminleri savaşa teşvik et"[45] Bu hitap, Rasulullah'a ve ondan sonra gelen her devlet başkanın adır.
Teşvik de ganimet vermekle yapılır. Yiğit kimseler ganimetlerden bir şey kendilerine belirlenmedikçe kendilerini tehlikeye attıkları nadirdir. Devlet başkanının böyle bir tahsis yapması onları canlarını tehlikeye atmaya ve düşmanla kahramanca savaşmaya teşvik eder.
Bu tahsisin şekli de: "Kim bir düşman öldürürse her şeyi kendisinindir. Kim birini esir alırsa o kendisinindir" demek şeklinde olur. Nitekim Rasulullah Bedir ve Huneyn gününde böyle ilan ettirmiştir.
Yahut bir seriyye göndererek, "Beşte birin dışında aldığınız ganimetlerin üçte biri sizindir" demesi veya bu sözü kayıtlamadan söylemesi şeklinde olur.
Bu, mutlak olarak söylendiği zaman ganimetler beşe bölünmeden önce üçte biri kendilerine mahsus olup geri kalan ganimetten de beşte bir ayrıldıktan sonra ordunun diğer fertleriyle ortak olurlar. Bu fazlalıkla bağış yapıldığı zaman aldıkları ganimetlerden beştebir pay ayrılır, kalanın üçte biri de onlara mahsus olur. Bu kalan kısımda ordu fertleriyle ortak olurlar. Devlet başkanı, ganimet tahsisi yapmadan önce muharipler bize göre böyle bir hakka sahip değildir.
Şafiinin görüşüne göre düello şekli ile kahramanca vuruşan kimse bir müşriki öldürürse devlet başkanı daha önce ona bir tahsis yapmamışsa bile, öldürdüğü düşmanın malını almaya layıktır. Çünkü Rasulullah şeriatı ikame etmek için "Kim bir düşmanı öldürürse malı onun için ganimettir" buyurmaktadır. Rasulullah'm ifadelerinde "Dinini değiştireni öldürünüz" gibi sözler, sebebi belirtmek içindir. ,
965- Ancak bu, Rasulullah'ın Medine'de ashabı yanında söylemiş olması halinde sözkonusudur. Ne var ki teşvik ihtiyacının ortaya çıkması dışında söylediği zikredilmemektedir. Malik b. Enes, "Rasulullah'ın Huneyn günü dışında "Kafiri öldüren, malı onun için ganimettir" sözünü söylediği vaki değildir, demektedir. Bunu da müslümanlar geri kaçıştıklarında buyurmuştur. O anda düşmana saldırmak için teşvik ihtiyacı doğmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sonra gerisin geri kaçtınız"[46]Muhammed b. İbrahim et-Teymî, Ra-sulullah'm bunu Bedir Harbinde de söylediğini zikretmektedir. O gün teşvike olan ihtiyaç açıktı. Çünkü müslümanlar o gün Cenab-ı Hakkın belirttiği gibi, "Siz zelil idiniz." durumunda idiler.
Anlıyoruz ki bu ganimet tahsisini, seri hüküm koymak şeklinde değil, teşvik için yapmıştır.
Söylediklerimizi Abdullah b. Şakik'in şu ifadeleri de desteklemektedir: Rasulullah Vadilkura denilen yeri muhasara ediyordu. Bir adam gelerek ona şöyle dedi: "Ganimetler konusunda ne dersiniz?" şöyle buyurdu: "Beşte biri Allah'ın, dördü de onlarındır" yine sordu: "Ama ganimeti şahıslar kazanıyor?" yine şöyle buyurdu: "Sana bir ok atılıp da saplandığı yerden çekip çıkarsan bile onu almağa müslüman kardeşinden daha müstehak değilsin."
Tahsis yapılmadan savaşan kişinin ganimete müstehak olamıya-cağına bu açık bir delildir. Irak ve Hicaz alimleri bu görüş üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ebû Hanife de şöyle demektedir: "Ganimet alındıktan sonra birine tahsis yapılmaz. Irak ve Hicaz alimlerinin görüşü budur. Şam alimleri ise ganimet alındıktan sonra da birine tahsis yapılmasını caiz görürler.
Ganimet tahsisi savaşa teşvik etmek için yapılır. Bu da ganimet alındıktan sonra değil, alınmadan Önce yapılır. Sonra, pay ayırmak başlangıçta ganimeti alanların sabit olan hakkını iptal etmek veya beşte biri alacak kişilerin hakkını düşürmek için değil, tahsisi ispat etmek içindir. Halbuki ganimetler alındıktan sonra tahsis yapmak başkalarının hakkını iptal etmektir.
966- Bunun caiz olmadığı el-Hasan'ın rivayet ettiği şu hadisle sabittir: "Adamın biri Rasulullah'tan keçi kılından örülmüş bir yular istedi. Rasulullah ona: "Yazıklar olsun sana! Ateşten bir yular mı benden istiyorsun! (iki veya üç defa tekrar etti.) Allah'a yemin olsun ki ne senin istemeğe hakkın var, ne benim vermeğe hakkım var."
Mücahid'in rivayetine göre adamın biri ganimet alınan kıldan bir yumağı elinde tutarak Rasulullah'a geldi ve "bunu bana bağışla" dedi. Rasulullah "Ondan bana düşen payımı sana bağışladım" buyurdu.
Ebû'l-Eş'as es-San'anî'nin rivayet ettiğine göre bir adam kıldan bir yular eline alarak Rasulullah'a geldi ve "Bu yuların bana verilmesini söyle, devemin yuları yok" dedi. Rasulullah ona "Benden ateşten bir yular mı istiyorsun? Ne sen onu istiye-bilirsin, ne ben sana verebilirim" buyurdu. Adam yuları ganimetler arasına attı.
Ganimetler alındıktan sonra tahsis caiz olsaydı adamın ihtiyacı sabit olmasına rağmen Rasulullah onu haram etmezdi.
Rasulullah'm alındıktan sonra tahsis yaptığına dair rivayet ise, kendisinin miskinlerden sayılması itibariyle beşte bir paydan tahsis yaptığına yorumlanır. Yahut bunun kendisine ait olduğunu belirterek "Ganimetlerinizden sadece beşte biri benim için helaldir. O da size geri gelir" buyurduğu beşte bir payından ayırmış veya savaş alanında alman mallardan değil de Beni Nadir'in malları gibi sadece kendisine ait olan Allah'ın verdiği mallardan vermiştir, sayılır.
Yahut onu Bedir ganimetlerinden vermiştir. Bu ganimetlerdeki yetki Ce-nafa-ı Hakkın "De ki; ganimetler Allah ve Rasulünündür" buyurduğu gibi Rasu-lullah'm elinde idi. Sonra bu şu ayetle neshedildi : "Biliniz ki aldığınız ganimetin beşte biri Allah'ındır."[47]
967- Musa b. Sa'd b. Yezid yahut Zeyd rivayet ederek şöyle der: "Kim bir düşman öldürürse aldığı ganimet onundur. Savaşmadan alınan ganimetler ise eşit olarak dağıtılacaktır."
İbni Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilir: "Enfal Suresinin (ganimetlerle ilgili) birinci ayeti indiği zaman Rasulullah ganimetleri eşit paylaştırdı."
Rivayetler, o gün herkese öldürdüğü kafirin malını kendisine ganimet alma hakkını verdiğinde ittifak etmektedir. Nitekim Asım b. Amr b. Katade bu konuda şöyle rivayet etmektedir: Ali, Velid b. Utbe'nin, Haınza, Utbe'nin, Ubeyde b. el-Haris, Şeybe'nin malını ganimet olarak aldı ve mirasçılarına verdi. Ubeyde yara almıştı Medineye varmadan önce es-Safra vadisinde Zatu Ecdal denilen yerde vefat etti.
968- Ebû Cehli kimin öldürdüğü konusunda rivayetler değişiktir. Abdurrahman b. Avf'tan şöyle rivayet edilmektedir: "Bedir günü iki genç arasında idim. Oldukça genç yaşta idiler. Biri Afra oğlu Muavvez diğeri de Amr b. el-Cumuh'un oğlu Muaz'dı."
Biri şöyle dedi: Ey amca, Ebû Cehl'i biliyor musun? Ne yapacaksın? dedim. Rasulullah'a sövdüğünü duydum. Allah'a yemin ederim ki, karşıma çıkarsa onu öldürmeden bırakmam, dedi. Diğeri de gözü ile işaret ederek aynı şeyi ifade etti.
Sonra Ebû Cehli müşriklerin saflarını düzenlerken gördüm. Aradığınız kişi işte budur, dedim. Kılıçlarıyla üzerine yürüdüler ve Öldürdüler. İkisi de Rasulullah'a gelerek şöyle dediler: Ben onu Öldürdüm, malı benimdir. Rasulullah onlara buyurdu: "Kılıçlarınızı şildiniz mi?" Hayır, dediler. "Kılıçlarınızı bana gösterin," dedi. Gösterdiler, ikiniz öldürdünüz, buyurdu ve ganimeti Afra oğlu Muavvez'e verdi. Meğâzî'de zikredildiğine göre leke ve darbe izlerini onun kılıcı üzerinde
gördü. Kendisinin öldürdüğünü, diğerinin de ona yardımcı olduğunu anladı ve
ganimeti Muavvez'e verdi.
Bir rivayete göre İkrime b. Ebi Cehl'e adam yollıyarak babasını kimin
Öldürdüğünü sordu. Elini benim kestiğim kişi, cevabını verdi. Muavvez'in elini
bilekten kesmişti.
îki rivayetten en meşhur olanına göre Hz. Ali, Ebû Cehli yere sermiş ve
ibni Mesud üzerine saldırarak öldürmüştür. Nitekim îbni Mesud'dan şöyle
rivayet edilmektedir:
"Müşriklerden kimin öldürüldüğünü görüp Rasulullah'a müjde vermek
için ölüler arasında geziyordum. Ebû Cehlin vurulduğunu ve son anlarını
yaşadığını gördüm. Göğsüne oturdum. Gözlerini açtı ve şöyle dedi : Ey koyun
çobanı, yüksek bir yere tırmandın" sonra sordu : Kim galiptir? Allah ve Resulü, dedim. Ne yapmak istiyorsun? dedi. Kafanı kesmek istiyorum, dedim. Bunun
üzerine, kılıcımı al o daha keskindir. Başımı omuzdan kes ki, bakanların
gözünde daha dehşetli görünsün. Muhammed'e vardığın zaman ona söyle ki
bugün eskisinden daha fazla kendisine düşmanım, dedi.
İbnu Mesud derki: Kafasını kestim ve Rasulullah'a getirerek: îşte Allah'ın düşmanı Ebû Cehlin kafası, dedim.
RasuluUah, Allahu Ekber, Bu benim ve ümmetimin Firavnıdir. Bana ve ümmetime olan kötülüğü Firavnın Musa'ya ve Ümmetine yaptığı kötülükten daha büyüktü, buyurdu. Sonra onun kılıcını ganimet olarak bana verdi.
Bazı rivayetlerde de, "Söylediklerini kendisine anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu : Şüphesiz dünyada kafir oldu, ölüm esnasında kafir oldu ve cehennemde de kafir olacaktır" denilmektedir.
Nasıl ya Rasulullah? diye sorulunca: "Cehennemi göreceği zaman etrafına bakacak ve arkadaşlarına: Muhammed ve ashabı nerededir? diye soracak ve "Onlar Cennettedir" cevabını alacaktır. Bunun üzerine: "Hayır, bugün zorluk günü olduğu için kaçtılar." diyecektir.
Rasulullah'ın onun kılıcını Abdullah bin Mesud'a verdiği konusundaki rivayetler müttefiktir. Hatta bazı rivayetlerde ondan alınan (ganimet) eşyasını da İbni Mesud'a vermiştir.
Eiı'ün bunlar doğru ise, onu yaralıyan kimsenin öldürmediğine ve öldüren kişinin kafasını kesen kimse olduğuna hamledilir. Ganimetlerini îbni Mesud'dan başkasına verdiği doğru ise, bu da birincinin onu yere serdiği, savaşması ve yaşaması imkansız bir hale soktuğuna hamledilir. Bu durumda (ganimet) malı kafasını kesenin değil, birinci kişinindir. İbni Mesud'a kılıcını vermesi ise Bedir ganimetlerinde tasarruf yetkisinin Rasulullah'ın elinde olmasından ileri gelmektedir.
Ganimetler, alındıktan sonra bunlardan tahsisin yapılabileceğini söyliyen-
ler bunu delil göstermekte ve şöyle demektedir: Ganimetten tahsis etmek suretiyle kılıcını ona verdi.
Bu ise zayıftır. Çünkü tahsis yolu İle başkasının hakkı olan şeyi devlet başkanının başka kişiye tahsis etmesi caiz değildir. Kaldı ki kılıcı gümüş kaplamalıydı. Şam alimlerine göre altın ve gümüşten tahsis yapılamaz. Bunun tahsis kabul edilmesi bizim lehimize, onlar aleyhine bir hüccet olur.
969- Rasulullah'ın Huneyn günü şöyle buyurduğu Ebû Katade'den rivayet edilmektedir: "Kim bir müşriki öldürür ve öldürdüğünü ispat ederse, malı onun için ganimettir."
Bu hadisin tamamı şöyledir: Ebû Katade şöyle diyor: Huneyn günü müs-lümanlar bir bir dolaştılar. Ben de dolaşırken müşriklerden birinin bir müslü-manın göğsüne tırmandığını gördüm. Arkasından vardım ve omuzuna vurdum. Hemen onu bıraktı ve bana döndü. Beni öyle bir sardı ki o esnada ölümün kokusunu burnumda hissettim. Sonra ölünce beni bıraktı. Rasulullah'a geldim ve şöyle buyurduğunu işittim: "Kim bir müşriki öldürürse malı onun için ganimettir." Bana kim şahitlik yapacak? dedim. Bir adam: Doğru söylüyor ya Rasu-lallah, öldürülen o kişinin malını kendisi aldı. Benim yerime de memnun et,
dedi.
Ebû Bekir itiraz ederek şöyle dedi: Vallahi olmaz. Allah'ın arslanı Allah ve Rasulü için savaşır, sonra ganimetini sen alırsın, Öyle mi? Rasulullah: Ebû Bekir doğru söylüyor, dedi ve ganimetini bana verdi.
970- İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: "Beşte biri ayrılmadan ve eşit bölüşülmeden ganimet verilmez.
Bununla ganimetler alındıktan sonra beşte biri ayrılmadan kimseye ganimet tahsisinin yapılamıyacağını ifade etmiştir. Bu da bizim mezhebimizdir.
971- Hz. Ömer'in de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ne ganimetten evvel ne de ganimetten sonra tahsis yapılmaz. Ganimetler toplandıktan sonra ancak çobana, sürücüye veya bekçiye kayırma olmadan ücretleri verilir.
Ganimetten evvel sözünün manası, ganimet alındıktan sonra demektir. Devlet başkanının beşte biri ayrılmadan önce olsun, ayrıldıktan sonra olsun, kimseye ganimet tahsis etmesi caiz değildir.
Başka bir tevile göre bu sözün manası, teşvike ihtiyaç duymadan önce çarpışmanın başında ganimet tahsisinin doğru olmamasıdır. Çünkü çarpışmanın başında askerin savaşma gayreti ve şevki çoktur. Teşvik etmeğe ihtiyacı doğarsa, ganimet tahsisinin bu esnada olması gerekir. Ganimetler alındıktan sonra
tahsis doğru değildir.
Hadisi Şerifte belirtildiğine göre Peygamber efendimiz gidişte dörtte bir, dönüşte üçte bir ganimet tahsisi yapıyordu. Şam alimleri bunun ganimet alındıktan sonra tahsis yapıldığı şeklinde olduğunu söylemektedir.
Halbuki zannettikleri gibi değildir. Bundan maksat seriyenin başında gidenlere dörtte bir, arkada gidenlere de üçte bir ganimet tahsisi yapmasıdır. Çünkü bunları teşvik ihtiyacı daha çoktur.
Seriyyenin önünde gidenler savaşta girişken kimselerdir. Düşman üzerine yürümeleri için teşvik gerekmez. Geride gidenlerin gayretleri azdır. Düşman üzerine yürümeleri için ilgiye muhtaçtırlar. Onun için kendilerine daha fazla ganimet tahsisi yapılmıştır.
Çoban, sürücü ve bekçiler ise ücretle çalışan kimselerdir. Müslümanlar için çalışmaları itibariyle devlet başkanı ücretlerini verir. Bu da "Kayırma olmadan" sözünün manasıdır. Çünkü çalışmalarının karşılığı kadar ücretlerini verir.
972- Halid b. Velid ve Avf b. Malik'in selb'in (düşmanı öldüren kişinin onun üzerinde bulduğu eşyanın) beşte birini ayırmadıkları rivayeti zikredilmektedir. Hubeyb b. Mesleme ve Mekhul'un da selbi ganimet saydıkları ve beşte birin ondan da ayrılacağını söyledikleri rivayet edilmektedir. İbni Abbastan da aynı şekilde rivayet edilmiştir.
Bunların sözüne uyulur. Çünkü "Biliniz ki, ganimet aldığınız şey" ayetine uygun düşmektedir. Selb de ganimettir. Halid ve Avf dan nakledilen sözün tevili de "kim bir kafiri öldürürse, malı onundur" hadisine uygun olarak devlet başkanının daha önce tahsis yapması halindedir.
Bize göre bu durumda selbin beşte biri ayrılmaz. Ama tahsis yapılmamışsa, ayrılır. Nitekim Mekhul'dan yapılan rivayete göre Enes b. Malik'in kardeşi Bera1 b. Malik "Merzuban ez-Zare" ismindeki İranlı valiyi öldürmüş, altın ve cevherlerle süslenmiş kırkbin değerinde olan eşyasını zorla almıştır. Ordu kumandanı bunu Hz. Ömer'e yazmış, Ömer de beşte birini aldıktan sonra geri kalanı kendisine bırakmasını söylemiştir. Bu müşkil bir şeydir. Çünkü önceden ganimet tahsisi yapılmamışsa ve geri kalanı Bera'ya verilmişse, o zaman alındıktan sonra ganimet tahsisi yapmak demektir. Bu da bize göre caiz değildir.
Ancak kumandan "Kim bir düşmanı öldürürse beşte biri ayrıldıktan sonra aldığı malı onundur." şeklinde önceden sınırlı bir tahsis yapması şeklinde tevil edilir. Bu taktirde bize göre selbin beşte biri ayrılır, geri kalanı mücahit kişinindir.
îbni Abbas'ın "At ve selb, şahsa mahsus ganimettir" dediği rivayet
edilmektedir.
Bundan maksat şudur: Düşmanı Öldüren kişi; kendisine yapılan ganimet tahsisinden başka öldürdüğü kişinin atını da alma hakkına sahiptir. Çünkü se-leb, güçlük ve ceza izharı ile başkasından zorla alınan şeyin adıdır. Bu da eşyada gerçekleştiği gibi, at için de gerçekleşmektedir. Böylece öldürülenin her şeyi ganimet tahsisi kapsamına girmektedir.
973- Devlet başkanının ganimet tahsisinden sonra kafiri bir müslüman yaralar, başka bir müslüman da öldürürse, o taktirde yaralıyan kimse düşmanı elle savaşamıyacak ve bu halde yaşıyamıyacak kadar safdışı etmişse, selb onundur. Bu hale düşürmemişse selb öldürenindir.
Çünkü devlet başkanının bu tahsisden maksadı mücahidin daha çok çaba ve gayret sarf etmesidir. Bu da birinci şahıs tarafından gerçekleşmiştir. Çünkü düşman savaşamıyacak halde safdışı olmuşsa, ikinci şahıs onun kafasını kesmek için çaba ve meşakkate ihtiyaç duymaz demektir. Eğer bu yaraya rağmen düşmanın hala yaşaması ve savaşması anlaşıhrsa,o taktirde ikinci şahıs onu öldürmek için çaba ve meşakkate katlanmış demektir. Bu durumda selb onun
hakkıdır.
Nitekim avı biri vurur ve yaralar, sonra başkası vurur öldürürse, av birinci adamındır. Eğer ikinci şahsın atmasına kadar davranır ve gayret gösterirse, bu taktirde ikinci adamın olur.
974- Muhammed b. Mesleme Marhab'ın ayaklarını kesti ve Ali onun boynunu vurdu. Bu durumda Rasulullah eşyasını Muhammed b.Meslemeyeverdi.
Bazı rivayetlerde de ikisinin hakemlik için Rasulullah'a başvurduğu zikredilmektedir. Muhammed şöyle dedi: Ya Rasulullah, Allah'a yemin ederim ki, ayaklarını keserken rahatlıkla öldürebilirdim. Ancak kardeşim Mahmud'un göğsüne değirmen taşını koymuştu. Altında üç gün can çekiştikten sonra öldü. Bunun üzerine Rasulullah Marhab'ın eşyasını Mu-hammed b. Mesleme'ye verdi.
Başka bir rivayette de Muhammed b. Mesleme Marhab'ın ayaklarını kesince Marhab: Ey Muhammed, beni öldür, demiş, Muhammed ise, hayır, kardeşim Mahmud'un çektiğini senin de çekmen için öldürmüyorum, diye söylemiş ve geçip gitmiştir. Sonra Hz. Ali gelip öldürmüştür. Kafasını keserek eşyasını almıştır. Rasulullah da bu eşyasını Muhammed'e vermiştir. Muhammed'in oğullarından ravi şöyle nakletmektedir: "Kılıcı yanımızda idi. Üzerinde okuyamadığımız bir yazı vardı. Nihayet bir yahudi geldi ve okudu. Şunlar yazılı idi: "Bu, Marhab'ın kılıcıdır. Kim ondan yumuşak bir darbe yemek ister!"
975- Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir a-dam başka bir adamı yakaladı. Bir başkası gelip onu Öldürdü. Eşyası öldüren adama verildi.
Çünkü herbiri çaba ve gayret göstermiştir. Biri yakalamış, diğeri de Öldürmüştür. Hz. Ömer'in sözünü şunun için alıyoruz: Birincisi yakalamakla onu döğüşmekten alıkoymamıştır. Esas öldüren ikinci adamdır. Böylece tahsis yolu ile eşyası onundur. Tahsis yakahyan için değil, öldüren için yapılmıştır.
En iyi Allah bilir.[48]
976- İmam der ki: İhtiyacım açığa vuran kişiye yardım olarak devlet başkanının beşte birden bağış yapması ve ganimet alındıktan sonra bunu kendisine tahsis yapmasında bir
sakınca yoktur.
Çünkü beşte biri muhtaçlara harcamakla mükelleftir. Bu adam da muhtaçtır. Savaşmıyan muhtaç birine bunu vermek caiz olunca, savaşan ve sıkıntı çeken muhtaca verilmesi evleviyetledir. Üstelik bu ve benzerlerinin savaşması sonucu beşte bir ganimet ele geçmişdir.
Bu mesele düşmanın bir definesini bulan kimseye muhtaç olduğunu gören devlet başkanının beşte birini bağışlamasına benzemektedir, Bu da caizdir. Hz. AH1 nin böyle define bulan kimseye şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Beşte biri bizim, beşte dördü ise senindir. Ama hepsini sana vereceğiz" Sonra bu işlem Said b. el-Müseyyib'in Rasulullahtan rivayet ettiği şu hadisin de açıklamasıdır: "Ganimet tahsisi sadece beşte birden
yapılır."
Said'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ganimet tahsisi beşte
birden yapılıyordu."
Yani Rasulullah devrinde ganimet alındıktan sonra muhtaçlara beşte bir
payından tahsis yapılıyordu.
Bundan da anlaşılıyor ki, Rasulullah'ın alınmış bütün ganimetten tahsis yaptığını delil göstererek ganimetin bütününden tahsisin yapılmasını caiz görenler yanılmaktadır. Çünkü; Rasulullah'ın hangi paydan tahsis yaptığını bilmemektedirler. Halbuki Rasulullah kendine mahsus paydan tahsis yapıyordu. Rasulullah'ın ganimetlerden üç hisse alma hakkı vardı : Safi, beşte birin beşte biri ve ganimet ortaklarından birine düşen pay kadar pay.
Safi'nin anlamı şudur: Rasulullah ganimet pay edilmeden önce uygun göreceği kılıç, zırh, cariye ve benzeri şeylerden kendine ayırırdı. Bu hak cahiliyyede başka paylarla beraber ordu kumandamnındı. Şair onu şöyle dile getirmiştir: "Dörtte bir ve seçeceğin şeyler, kendine ayıracağın pay, karışımdan önce aldığın ganimet ve dağıtımdan arta kalanlar senindir."
Safi dışında yöneticinin aldığı şeylerin tümü neshedildi. Kalan safi de Rasulullah'a mahsustu. Vefatından sonra o da kaldırıldı. Onun vefatından sonra devlet başkanı için böyle bir hak kalmadı. Ancak Rasulullah'a ait beşte bir payın kendisinden sonra halifelere geçip geçmiyeceği konusunda ihtilaf vardır. Bunu da "es-Siyeru's-Sağir" de açıkladık.
977- Zühri'nin şöyle dediği zikredilir: "Beni Nadir muhiti sadece Rasulullah'a mahsustu. Onu Muhacirler arasında taksim ederek Ensardan Sehl b. Hanif ve Ebû Ducane dışında kimseye bir şey vermedi. Çünkü ikisi muhtaçtı. Onlara verdi.
Rasulullah'a mahsus olduğu belirtilenler, şu ayetle belirlenmiştir: "Siz bunun için ata veya deveye binip koşmadınız"[49] Ashabı kiram Beni Nadir'i savaş ve zorla fethetmediler. Beni Nadir, silah dışında, hayvanlarının taşıyabildiği kadar eşya yüklemelerine izin verilmesi şartiyle teslim olma antlaşması yapmıştır. Yükleyebildikleri şeyler dışında bütün mallan Rasulullah'a kalmıştır. Bu antlaşmayı yapmalarının sebebi de Allah'ın kalblerine verdiği korkudur.
Günümüzde devlet başkanı bir kaleyi muhasara etse ve bu şekilde kale halkı ile antlaşma yapsa mallan onun mudur, yoksa asker için ganimet midir? diye sorulsa;
Ganimettir, deriz. Çünkü korkulan başkanın şahsından değil, kuvvetin-dendir; Kuvveti de askerledir. Rasulullah zamanında ise onun saldığı korku etrafındakilerle değildi. Ancak etrafındakiler onun himayesinde yaşardı. "Allah seni insanlardan korur."[50]
978- Rivayete göre Rasulullah bu işleminde Ensar'ın da gönlünü etmiştir. Çünkü Muhacirler Ensarın evinde kalıyordu. Ensar'a şöyle buyurdu: "İsterseniz Beni Nadir'i onlar arasında paylaştırayım. O taktirde Muhacirler evinizde kalmaya devam ederler."
Bunun üzerine Sa'd b. Muaz kalktı ve şöyle buyurdu: "Beni Nadir'i Muhacirler arasında paylaştır. Ancak yine bizimle kalmalarına razıyız". Bunun üzerine şu ayet inmiştir:"Onlardan önce (Medineyi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler..."[51] Rivayet edildiğine göre o gün Rasulullah ganimetten bir bağış olarak İbnu Ebİ'l-Hukayk'ın kılıcını Sa'd b. Muaz'a vermiştir. Kendine mahsus mal olduğu için Beni Nadir mallarını aldıktan sonra ona vermiştir.
Hz. ömer şöyle der: "Rasulullah'ın üç safisi vardı: Beni Nadir, Fedek ve Hayber. Beni Nadir sadece karşıladığı ziyaretçi şahıs ve heyetlerin masrafları içindi.
Yani Rasulullah'ın gelen ziyaretçilere ve heyetlere verdiği hediyeler. Fedek ise İbnu's-Sebil içindi. Hayber'i ise üç kısma ayırdı: İki kısmını Muhacirlere verdi. Bir kısmı ile de ehlinin geçimini sağlıyordu. Bundan bir şey artarsa, onu da fakir Muhacirlere veriyordu.
Burada zikredilen Hayberin tümü değil, bir kısmı içindir. Çünkü bütün rivayetler " eş-Şik" ve "en-Natat" kalelerini müslümanlar arasında onsekiz paya ayırdığında ittifak etmektedir. Bunu paylaşma bölümünde belirtmiştik.
979- Urve'nin rivayetine göre Rasulullah Zübeyr'e Beni Nadir mallarından mamur ve mevat (işlenmiş ve işlenmemiş arazi) iktaında bulundu. Zühri'nin de rivayetine göre Rasulullah Beni Nadir'in mamur mallarından Ebû Bekir, Ömer, Sehl ve Abdurrahman b. Avfa ikta yapmıştır. Bazı rivayetlerde ise bataklık araziden vermiştir.
Muhammed der ki, bu haberleri duyan kimse şeriatın bir hükmü olarak ganimet alındıktan sonra tahsis yaptığını sanır. Halbuki böyle bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da Peygamberin kendisine mahsus paydan bağışlamış olmasıdır. Hz. Ömer'in sorusuna Rasulullah'ın verdiği cevabı bir düşünelim: "Ya Rasulullah, Beni Nadir'in mallarını Bedirde alınan ganimet gibi beşe ayırmıyacak mısınız? Şöyle buyurdu: Hayır,
Allah'ın müminlerden ayrı bana tahsis ettiği şeyi onlara mahsus şey yapmam. Ardından şu ayeti okudu: "Allah'ın beldeler halkından Rasulüne verdiği fey\.."[52]
980- Said b. Müseyyibten ganimetler sorulduğunda şöyle dedi. "Rasulullahtan sonra ganimet bağışı (tahsisi) yoktur.
Daha önce belirttiğimizin aynısını belirterek Rasulullah'tan sonra kimsenin ganimetten hususi payı olmadığını ve Rasulullah'ın ganimet tahsisi gibi ya-pamıyacağını söylemektedir.
981- İbnu'l-Hanefîyye'den rivayet edildiğine göre Rasulul-lah Bedir günü ganimetten Sad b. Ebi Vakkas'a, As b. Said'in kılıcını bağışladı.
982- Bunun yorumu şöyledir: Rasulullah ona beşte bir payından vermiştir. Çünkü kılıca muhtaçtı. Yahut Cenab-i Hakkın "Deki; ganimetler Allah ve Rasulünündür" ayetinde buyurduğu gibi Bedir ganimetleri tümü ile ona terkedilmişti. O kılıcı kendine almış, sonra Sa'd'a vermiştir.
Bu olay Bedir günü Zülfikan kendine ayırdıktan sonra Hz. Ali'ye vermesine dair rivayetin benzeridir. Onunla savaşıyordu. Zülfikar Mürebbih b. Haccac'm kılıcı idi.
Rafizilerin Zülfikar'ın gökten Hz. Ali'ye indiğini iddia etmelerini Nubeyh b. Haccac'ın bu rivayeti yalanlamaktadır. Sonra, Rafizilerin bu iddiası yalan ve iftiradan başka birşey değildir. Zaten onların mezhebi yalan üzerine kurulmuştur. Ona Zülfikar adının verilmesi üzerindeki bir yarıktan dolayıdır.
983- Zühri'nin şu hadisi de bununla ilgilidir. "Rasulullah Bedir günü herkesin elindeki ganimetleri vermelerini emredince Ebû Üseyd es-Saidi, İbnu Aiz el-Mahzûmî'nin kılıcım getirdi ve ganimetler üzerine attı. Rasulullah'tan bir şey istendiği zaman onu verirdi. Erkam b. Ebi'I-Erkam yanına geldi ve kılıcı tanıdı. Onu kendisine vermesini istedi ve ona verdi."
984- Seleme b. el-Ekva'ın şu hadisi de bununla ilgilidir. "Rasulullah ashab ile beraber bir seferde iken yanlarına müşriklerin bir casusu geldi. Beraber yedi, oturup kalktı, sonra ayrıldı. Rasulullah "ona yetişin ve öldürün" buyurdu. Seleme maratoncu idi. Atla yarışırdı. Ona yetişti. Devesinin yutarını tutarak öldürdü. Rasulullah'a devesini ve eşyasını getirdi. Rasulullah da ganimet olarak ona verdi.
Sanki bunu beşte birden saymış, sonra muhtaç olduğundan ona ganimet olarak vermiştir. Devlet başkanı bu gibi şeylerde yetki sahibidir.
985- İkrime'nin şöyle dediği zikredilmektedir: "Beni Kureyza muhasarası esnasında Rasulullah, kim düelloya çıkacak? buyurdu. Zübeyr b. el-Avvam çıktı. Safîyye: "Vah biricik yavrum" dedi. Zübeyr rakibini yendi ve öldürdü. Rasulullah da onun eşyasını ganimet olarak Zübeyr'e verdi.
Vakidi "Meğâzî" de şöyle demektedir: "Bu olayın Beni Kureyza'da olduğunu söyleyen yanılmaktadır. Aksine bu Hayber'de oldu. Düello ve kıtal o gün oldu. Beni Kureyza gününde ne onlardan ne de bizden kimse düelloya ve kitala çıkmadı.
Safiyye de Zübeyr'in annesidir. Ondan başka oğlu yoktu. Düelloya çıkınca ona üzüldü ve "Vah biricik oğlum, ondan başka oğlum yok" dedi. Rasulullah buyurduğu sözlerle gönlünü yaptı. Öldürdüğü rakibinin eşyasını gani-met olarak Zübeyr'e verdi.
Bu da belirttiğimiz gibi önce kendine mahsus saymış, sonra onu Zübeyr'e
bağışlamıştır.
986- İbni Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasulullah Ne-cid tarafına bir seriyye göndermiş, onlar da çok deve ganimet almışlar. Herbirine oniki deve düştü. Ayrıca birer deve bağış olarak ganimetten aldılar.
Bunun yorumu şudur: Herbirine muhtaç olduğu için beşte bir payından birer deve bağışlamış yahut ganimetten bağışlanan bu develeri aralarında eşit paylaşmışlardır. Hepsi yaya veya süvari idi. Bize göre ganimetler alındıktan sonra bu nevi bağış caizdir.
Çünkü taksim etme anlamındadır. Ganimet alındıktan sonra bağış (ganimet tahsisi) sadece belirli kişilere mahsus olması halinde caiz değildir.
987- Ganimet alındıktan sonra ve taksim edilmeden önce iç-tihad ve nazar yolu ile meşakkat ve çaba gösteren birine devlet başkanı ganimetten bağış yapsa, sonra ganimet alındığından itibaren bağışı caiz görmiyen bir valiye iş havale edilse, vali uygulamayı bozamaz ve tatbik eder.
Çünkü içtihad sonucu yapılan bir bağışı yerine getirmektedir. İçtihad konusu şeylerde hakimin hükmü geçerlidir. Mesela gaip hakkında delil ile hüküm verildiği zaman bu hüküm tatbik edilir. Çünkü içtihad mahsulüdür.
988- Buna delil olarak İbni Ömer'in şu hadisi gösterilmektedir: Şöyle demektedir: "Dahkan ile düello yaptım ve öldürdüm. Komutan bana eşyasını ganimet olarak bağışladı. Ömer de bunu caiz gördü."
Hz. Ömer'in ganimet alındıktan sonra ondan bağışı caiz görmediği sahih olarak rivayet edilmiştir. Çünkü "Ganimet alındıktan sonra ondan bağış yapılmaz" dediği rivayet edilmektedir. Kendisi vali olsaydı ganimet alındıktan sonra ona bir şey bağışlamazdı.
Ne varki komutan bu bağışta bulunup uyguladıktan sonra Ömer de caiz
görmüştür.
989- Şabara b. Alkama'dan şöyle zikredilmektedir: "Arap olmayan biri ile düello yaptım ve öldürdüm. Sa'd onun eşyasını ganimet olarak bana bağışladı. Sonra bu uygulama Ömer'e anlatıldı. O da tasvib etti.
990- Komutan bütün askere: "Ganimet olarak ne alırsanız beşte birin dışında hepsi eşit olarak sizindir, derse bu caiz olmaz.
Çünkü ganimet bağışından amaç savaşa teşvik etmektir. Bu da bazı kişilere özel bağış (tahsis) yapıldığı zaman ancak meydana gelir. Hepsine tahsis yaparsa ondan maksat olan teşvik meydana gelmez. Böyle bir durumda Ra-sulullah'ın vacip kıldığı iki pay ile süvarinin piyadeye üstünlük (iki pay) hakkı iptal edilmektedir. Bu da caiz değildir.
991- Yine "Beşte birin dışında" demeyip "ne alırsanız sizindir" derse, bu da caiz olmaz.
Çünkü Allah'ın ganimetlerde vacip kıldığı beşte bir pay iptal edilmektedir.
992- Mekhul'un şöyle dediği nakledilmektedir: "Devlet başkanının beştebir dışında ganimetten bağış yapması doğru değildir. Çünkü o fakir müslümanların hakkıdır ve onlara verilir.
Bunun anlamı şudur: Beşte bir dışında kim ne alırsa kendisine aittir, demesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde bağış fakir müslümanların hakkını iptal etmektedir. Bu da caiz değildir. Bir rivayete göre Rasulullah'a: "Biri halkı korur, diğeri silah taşıyamaz iki kişi ganimetlerde eşit olur mu?" sorulduğunda şöyle buyurdu: "Sizin zafer ve rızıklanmaniz zayıflarınız sebebiyle değil midir."
993- Altın, gümüş ve diğer bütün ganimet mallarından bağış yapılır.
994- Devlet başkanı "kim bir düşmanı Öldürürse Selebi (eşyası) onundur" dediğinde altın, gümüş ve diğer bütün eşyası ne olursa olsun onundur.
Şam alimlerine göre altın ve gümüşten ganimet tahsisi yapılmaz. Tahsis sadece eşyadan olur. Malların ayanından olmaz. Alim ve gümüş de böyle mallardır ve ganimet kapsamında sayılırlar. Bunu da ganimet alan kişilerden her birinin muhtaç olduğu kadarını alabilmesinin mubah olmasına kıyas ettiler. Bu şeyler de altın ve gümüş dışmda yiyecek ve hayvan yeminde olur. Hatta bir kişi kendine yiyecek almak için ganimetten para almak isterse, alması caiz değildir.
Fakat bize göre ganimet tahsisi düşmana karşı savaşmak için canı tehlikeye atmak amacıyla yapılan bir teşviktir. Bu amacın gerçekleştirilmesinde bütün mallar aynıdır. Hatta altın ve gümüş evleviyetle bağışlanır. Çünkü fert en değerli şeyini tehlikeye atmaktadır. Nefis olan malın kendisine verilmiye-ceğini bilirse, kendini bu tehlikeye atmaz.
Selebin, çarpışma sonunda alınan eşyanın adı olduğunu daha önce belirtmiştik. Rakib düşman öldürüldüğü zaman alınan bütün eşyası Selebdir. Seleb adı mutlak olarak bu eşyanın tümünü kapsar ve öldüren kişiye aittir.
İmanı, Bera' b. Malikin İranlı Merzubam öldürmesi ve üzerinde otuz bin değerinde cevher ihtiva eden altın ziynet eşyasının bulunduğu olayı ile ilgili Ömer'in hadisini buna delil olarak göstermektedir.
Daha Önce bunun değerinin kırkbin olduğu zikredilmişti. Bu taktirde altın ve mücevher süs eşyasının değeri otuzbin, geri kalan eşyanın da değeri onbin demek lazım yahut yukarıdaki rivayette ravinin yanıldığını kabul etmek lazımdır. Doğrusu, burada zikredilendir. Enes'ten rivayet edilen hadiste şöyle demektedir: "Beşte bir payı olarak altıbin dirhemi Ömer'e gönderdik." Bundan da anlaşılıyor ki Merzuban'dan alınan eşyanın değeri otuzbindir.
Rasulullah'm Bedir günü Ebû Cehlin gümüş kaplamalı kılıcını İbni Mesud'a bağışladığı rivayet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki, gümüş ve altından bağış (tahsis) yapmak caizdir.
995- Mekhul şöyle demektedir: "Seleb ancak bir kafiri öldüren veya esir eden kimse için olur. Düşmanın yenildiği veya fetih günü Seleb olmaz. Elbise, silah, kemer ve hayvan Seleb edilir. Bunun dışında kalan şeylerde ve yiyecek eşyasında Seleb olmaz.
Seleb, bir kafiri öldüren veya esir eden içindir, sözü doğrudur. Çünkü ganimet tahsisi ancak gayret ve meşakkat itibariyle olmaktadır. Bu da esir etmek veya öldürmekle meydana gelir.
"Fetih veya hezimet günü Seleb olmaz" sözünden maksat, komutan (veya devlet başkani)nın savaşta öldürülen veya esir edilen kişilerin Selebini ganimet olarak dağıtması caiz değildir. Lakin şöyle demesi gerekir: Kim bir düşmanı öldürür veya hezimetten önce esir ederse Selebi onundur. Taki müslü-manların yararını gözetmiş olsun. Çünkü yenik düşenin öldürülmesinde büyük çaba ve mükafat vermeye ihtiyaç yoktur. Fetihten sonra da durum aynıdır.
Ama, "kim bir düşmanı Öldürürse Selebi onundur. Kim de bir düşmanı esir ederse o da onundur." şeklinde mutlak söylerse, hezimet halinde olsun, başka hallerde olsun, İmamın söylediği bu şart müslüman fertlerden herbiri için aynı derecede geçerlidir. Çünkü lafız geneldir. Sadece bir şeyin belirtilmesiyle umumi olan şey tahsis edilmiş olmaz. Belki umumi olarak tatbik etmek lazımdır.
Nitekim Bedir günü müslümanlar müşrikleri yendikten sonra esir aldılar. Sonra Rasulullah esirleri müslümanlara teslim etti. Onlar da fidyelerini aldılar.
"Seleb silah, elbise, kemer ve hayvandan olur. Kafirin diğer eşyası Seleb olmaz" sözü, doğrudur. Yani kafire ait olup da üzerine almıyarak karargahta bıraktığı şeyler Selebe dahil değildir. Çünkü Seleb, şahsın bizzat kendisinden alman şeyin adıdır. Yani müslüman, bir kafiri öldürdüğünde hiçbir engelle karşılaşmadan alabileceği bütün eşyasını kapsamaktadır. Halbuki karargahta bıraktığı eşya için bu mümkün değildir. Kafiri öldürmekle müslüman tek başına buna imkan bulamaz.
Yine, kafirin yiyeceğni yüklediği hayvan varsa, onu da Seleb olarak alamaz. "Yiyecek eşyası Seleb olmaz" sözünden maksat bu olabilir. Yani bunu savaşta muhtaç olduğu için beraberinde getirmeyip ticaret eşyası mesabesindedir.
"Eşyada Seleb yoktur" sözünden maksat, yanında bulundurduğu eşya maldır. Bu da Şam alimlerinin mezhebidir. Biz onunla amel etmiyoruz. Bize göre düşman kişinin elinde bulundurduğu her şey Selebdir ve öldüren kimseye mahsustur.
Doğrusunu Allah bilir.[53]
996- Savaş alanında bir seriyye veya orduya kumanda eden kişi ganimet alınmadan önce emrindeki fertlere devlet başkanı gibi ganimet tahsisi yapabilir.
Çünkü savaşı idare etme görevi ona verilmiştir. Ganimet tahsisi de savaş tedbirlerinden biridir. Çünkü önceden belirttiğimiz gibi bundan maksat savaşa teşviktir. Bu konuda her kumandan devlet başkanı mesabesindedir.
997- Şam valisi savaş alanına asker gönderip başlarına birini kumandan tayin etse ve ganimet tahsisi için ona ne emir ne de nehiyde bulunmasa, kumandan tahsis etmek istediği zaman emrindeki bazı kişiler istemese bile, ganimet tahsisi yapabilir.
Çünkü kendisine onların fikirlerine uyacaksın diye emredilmemİştir. Aksine doğru gördüğü şeylerde ona uymaları istenmiştir. Üstelik savaş görevini ü-zerine almıştır. Savaşa teşvik edecek her şey de bu görevin kapsamına dahildir.
998- Onu görevlendiren kimse ganimet tahsis etmesini ya-saklamişsa hiç bir kimseye tahsis yapamaz.
Çünkü kumandan olmak, görevi yüklenmektir. Bu görev de sınırlandırılabilir. Tıpkı hakimlik görevinin sınırlandırmaya müsait olması gibi. Sonra, delalet yolu ile yasaklamadan Önce tahsis yapmasını caiz görmüştük. Bunun aksi belirtilmesi halinde tahsis yapmanın caizliği kalkmaktadır.
999- Emrindekiler hepsi razı olursa, beşte bir ayrıldıktan sonra onların paylarından tahsis yapabilir.
Çünkü kendi kendilerinin yöneticisidir. Kabul etmeleri de ancak kendi paylan için geçerlidir. Beşte bir ise başkaların payıdır. Kendi rızaları onun için geçerli değildir.
1000- Bazıları kabul eder diğerleri kabul etmezse, kabul edenlerin payından tahsis yapabilir.
Belirttiğimiz gibi herkesin velayeti kendisi için geçerlidir. Kabul etmi-yenlerin paylan için geçerli değildir.
1001- Bir şehrin valisi seriyye gönderdiğinde bazılarının aldığı ganimetleri diğerlerine tahsis edemez.
Yani seriyyeden bazı kişilerin aldığı ganimetleri başkalarına tahsis edemez.
1002- Ama devlet başkanı askerle beraber savaş alanına girdikten sonra bir seriyye gönderse ve alacakları ganimeti onlara tahsis etse, bu uygulaması sahihtir.
Çünkü bir şehirden gönderilen seriyye, devlet başkanının tahsisinden önce aldıkları ganimetler seriyye fertlerine mahsustur. Şehir halkı bunlara ortak değildir. Zira şehir darulislam'dandır. Daruİslamda ikamet eden kimse, ordunun aldığı ganimete ortak olmaz. Aksi halde böyle bir tahsisde beşte bir pay iptal edilmiş olur.
Ama darulharbte gönderilen seriyye fertlerinin devlet başkanının tahsisinden Önce aldığı ganimet kendilerine mahsus değildir. Kendilerine ganimet tahsisi yapılırsa ancak teşvik için yapılır. Bu da geçerlidir.
1003- Devlet başkanının hiçbir kimseye sıkıntı ve çabasının karşılığı dışında bir şey vermesi doğru değildir. Bu da darulis-lamda gönderilen seriyye için gerçekleşmez. Ancak Darıharpte ordudan gönderilen seriyye için meydana gelebilir.
Çünkü hepsi savaşa katılmışlardır. Onlardan seriyye düşmana doğru düşmanın üzerine önce yürümüştür. Düşmana doğru ilerlemeleri de onların eziyet ve gayrete katlanmaları demektir. Bunun için kendilerine tahsis yapılırsa geçerli olur. Düşmanı öldüren kimseye Selebini tahsis etmek gibi.
Nitekim düşmandan biri düello için adam isterse ve kumandan da "Kim bunun karşısına çıkar ve öldürürse Selebi onundur" derse bu tahsis sahih olur. Çünkü düşman karşısına çıkan kimse meşakkat ve tehlikeyi göze almakta ve ortaya koymaktadır. Devlet başkanının da ona bu sebepten tahsis yapması caizdir.
1004- Yine bir kaleyi muhasara edip asker de kaleye hücumdan çekinirse, devlet başkanı "Kim çarpışmaya çıkacak veya kim kapıya ilerliyecek yahut kaleye kim saldıracak olursa ona şöyle tahsis vardır" derse, bu tahsisi sahih olur. Çünkü bunda teşvik ve müslümanlann yararı bulunmaktadır. Bu işi üzerine alan herkes ganimet taksiminden evvel ve beşte bir pay ayrılmadan önce tahsis edilen şeylere müstehak olur. Ancak müslümanlara yarar sağlamıyan şeyler için tahsis yapmak doğru değildir.
1005- Darıharpte ordu kumandanı beşte birden sonra birini sağa, diğerini sola iki seriyye gönderse ve aldıkları ganimetin beşte birden sonra üçte birini, diğerine de dörtte birini tahsis etse, bu işlemi caizdir.
Çünkü tahsis düşmana karşı çıkmağa teşvik içindir. Bu da yakınlık ve u-zaklık, düzlük veya sapa ve dağlık, korku ve emniyet durumuna göre değişmektedir. Yine karşısına gönderilen düşmanın kuvvet ve heybeti itibariyle de değişmektedir. Kumandan bunları gözönünde bulundurarak yapacağı tahsislerde de farklı davranabilir.
1006- Her seriyye ganimet getirse, beşte bir çıkarılır ve kalan mallar seriyye fertleri arasında eşit olarak dağıtılır. Süvari ve piyadeye eşit oranda verilir.
Çünkü istihkak, ganimetin aksine, eşitlik oranına göredir. Halbuki ganimette istihkak kuvvet ve meşakkat itibariyledir. Bu da mirasta erkeğe kadından fazla, vasiyette ise ikisine eşit dağıtmak mesabesindedir.
1007- Bundan arta kalan, seriyye fertleriyle ordudaki bütün fertler arasında ganimet esasına göre paylaştırılır.
Çünkü onu damlharpte elde etme işine katılmışlardır.
1008- Devlet başkanının dörtte bir pay verdiği seriyye üyelerinden biri, üçtebir pay alan seriyye ile beraber gidecek olsa, kıyasa göre hiç bir şey alamaz.
Çünkü tahsis edilen şeye müstehak olmak tesmiye (belirtme) ile gerçekleşmektedir. Üçtebir alan seriyye fertleri arasında ise buna bir şey belirtilmiş değildir. Zaten kendisine tahsis yapılan kişilerle beraber de çıkmamıştır. Bu, askerle beraber kalıp çıkmaması veya çıkması istenmediği halde askerden birinin üçte bir pay tahsis edilen seriyye ile çıkması durumuna benzer. Birinci durumda bir şeye müstehak olmadığı gibi, ikinci durumda da bir şey alamaz. Bu işte istihsan yolu da belli değildir.
Hanefi alimlerinden bazıları istihsan yolu ile üçte bir alan seriyye fertleriyle beraber tahsis hakkına sahip olur demişlerdir. Çünkü başkanın onlara yaptığı tahsis, isimleri itibariyle olmayıp yöneldikleri tarafa çıkmalarını teşvik içindir. Bu da mezkur şahıs hakkında sabit olmuştur.
Doğrusu, bu işte istihsanın başka bir yönü vardır. Kitabın sonunda belirtilmiştir. Yeri gelince temas edilecektir.
1009- Başkan, dileyen bu seriyye ile, isteyen şu seriyye ile gidebilir derse, bu taktirde tahsis edilen ganimet gidenlerin tümü için sabittir.
Çünkü başkanın izni ile gittiler. Birinci meselede belirttiğimiz istihsanın zayıflığı işte bununla ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu işte, başkanın her tarafa çıkması için şahıs göndermesi ile işi şahısların isteğine havale edip kimseyi belirtmemesi aynı bulunmaktadır.
1010- Bir seriyye gönderip başına da birini kumandan yapsa ve beşte birin dışında üçte bir tahsis yapsa, sonra seriyye kumandanı bir kaleyi fethetmek yahut düelloya çıkmak için devlet başkanının emri bulunmaksızın ganimet tahsisi yapsa, kumandanın bu tahsisi, seriyyenin kendi payından ve arta kalan ganimetlerdeki paylarından caiz olur. Diğer askerlerin aldığı ganimet paylarından caiz olmaz.
Çünkü seriyyenin kumandanıdır. Askerin tümüne karşı durumu onlardan bir fert mesabesindedir. Yaptığı tahsis onlar için geçerli değildir. Seriyyeye göre durumu ordu kumandanı mesabesindedir. Seriyyenin hakkı olan şeylerden tahsis yapması caizdir. Seriyyenin hakkı ise kendilerine tahsis edilen ile ganimet taksiminden kendilerine düşen paylardır. Seriyye başkanının tahsisi sadece bu haklardan yerine getirilir.
1011- Askerin karargahından bir günlük mesafe uzaklaştıktan sonra seriyye fertlerinden biri kaybolsa ve birbirlerine: "Arkadaşımızı burada bekliyelim" deseler, sonra bazıları gidip bir miktar ganimet alarak arkadaşlarının yanına dönseler ve kaybolan kişiyi bulsalar, hepsi ganimet tahsisinde ortak
olurlar.
Çünkü hep birden karargahtan ayrıldılar ve alınmış olan ganimetleri karargâhta birlikte korudular. Böylece tahsis edilen ganimette ortak oldular. Mesela, bir kısmı savaşırken diğer kısmın onları desteklemesi gibi. Zaten tahsis payını haketmede ganimetleri karargahta korumak, pay almayı hak etmek için darulislamda ganimetleri korumak gibidir.
1012- Bu olay darulharpte bazı askerlerin başına gelse, sonra ganimetler alınınca darulislamda toplansalar, hepsi ganimette ortak olurlar. Bu da önceki mesele gibidir.
Buna göre kaybolan kişi bir miktar, onu bekliyenler bir miktar ve seriyyenin diğer fertleri de bir miktar ganimet alsa, sonra karargaha varmadan önce bir araya gelseler, hiç ayrılmamış gibi aldıkları bütün ganimetlerde eşit olarak tahsis haklarına sahiptirler. Çünkü askerin tümüne isabet eden şeyi almaya kendileri de katılmışlardır.
1013- Karşılaşmadan karargaha dönseler, her taraf için aldığı ganimetlerden tahsis payı vardır.
Çünkü asker arasında onu yalnız kendisi almış olur. Başkan da aldıkları ganimetin sadece üçte birini tahsis etmiştir. Bu da bütün tarafları ayrı ayrı kapsamaktadır.
Arta kalanı diğer askerlerle beraber ganimet payları esasına göre
taksim edilir.
1014- Buna göre seriyye karargahtan uzaklaştıktan sonra iki seriyyeye ayrılsa ve birbirine yardım edemiyecek kadar biri diğerinden uzaklaşsa, döndüklerinde karargaha varmadan önce bir araya gelirlerse, aldıkları bütün ganimetleri eşit olarak paylaşırlar.
Sanki ganimetleri toplu halde hep beraber almış gibidirler.
Karargaha varıncaya kadar bir araya gelemezlerse, her grup tahsis edilen şeyi aldığı ganimetlerden alır. Yine askerler tarafından görünecek ve çarpışma halinde kendilerine yardım edebilecek kadar karargaha yakın bir yerde karşılaşsalar, bu taktirde durum değişir ve karargahta karşılaşmış muamelesi uygulanır.
Çünkü karargaha yakın olmak, orada bulunmak mesabesindedir. Zira karargah askerlerinin aldıkları şeyler bu yerlere kadar gitmekle elde edilen şeylerdir. Bunda ise aynı şeyi değişik gruplar gerçekleştirmektedir.
1015- Bu seriyye karargahtan uzaklaşıp ganimet aldıktan sonra karargaha dönmeye muktedir olmaz ve karargah askerleriyle bir daha karşılaşmadan darulİslama başka yerden girseler, aldıkları ganimetlerin tümü onlarındır. Bunun beşte biri alınır. Geri kalan, karargah askerlerine bir şey verilmeden ganimet esasına göre aralarında paylaştırılır.
Çünkü aldıkları ganimetleri kendi başlarına Darulİslama getirmişlerdir. Bu da haklarının gerçekleşmesi için bir sebeptir.
"İster bize tahsis yapılmasın, ister yapılsın bu artık bizim malımızdır." deseler bile, ganimet mallan kendilerine teslim edilmez. Çünkü ganimet kendilerine olunca tahsis batıl olur.
1016- Devlet başkanı darulislamdan bir seriyye göndererek beşte bir alındıktan önce veya sonra üçte biri onlara tahsis etse, bu tahsis geçersiz olur.
Çünkü tahsis bazılarına yapılmamıştır. Bu tahsisten gaye sadece beşte bir payı ve süvarinin piyadeden fazla olan hakkını iptal etmektir. Bu da caiz değildir.
Ama darulharpte karşılaşmaları halinde durum değişir. Burada yapılan bağışta kendileri için tahsis manası bulunmaktadır.
Çünkü ordu ganimetlerde onlarla ortaktır. Tahsis yapmakla ganimetlerin bir kısmı onlara bağışlanmış olur. Bu da sahihtir.
1017- Seriyye, karargah askerlerinin kendilerine yakın olduğu ve yardım istemeleri halinde yardımlarına koşabileceği yakın bir yerde ganimet alsa, sonra karargâhla karşılaşmadan önce darulİslama çıkarıp gelse, bütün karargah askerleri onlara ortak olur.
Çünkü ganimet alınırken birinci durumun aksine, kendilerine destek oldukları için hükmen onlara ortak olurlar.
1018- Aralarında ortaklık sabit olunca, seriyye fertleri tahsis edilen şeyleri alırlar. Mesela, ganimetlerle karargaha dönseler -ki bu da ganimet alındıktan sonra gelen takviye kuvvetlerinin ganimetlere ortak olması gibi- alınan ganimetlere ortak olurlar. Takviye kuvvet orduya yetişmez ve çıkıp gidinceye kadar onlara yaklaşmazsa, ganimetlerde ortaklığı sözkonusu
değildir.
Kendilerinden yardım istediğinde yardım edebilecek kadar askere yaklaşmış ve bir araya gelmeden önce ordu ayrılıp gitmişse, ganimetlere ortak olurlar.
Çünkü kendilerine yaklaşmakla hükümde sanki onlara ortak olmuşlardır. Ganimetler de tıpkı hepsinin gücü ile alınmış gibidir.
1019- Darıharpte gönderilen seriyyenin başkam kaleye merdivenlerle tırmanarak fetheden bazı kişilere ganimet tahsisi yapsa, bu tahsis seriyye fertlerinin paylarında geçerlidir. Seriyye daruîslama çıkıncaya kadar karargaha dönmezse, başkanın bu tahsisi ganimet alınan bütün şeylerde caizdir. Çünkü karargah askerlerinin bunların aldıkları şeylerde ortaklığı yoktur. Hak sadece onlara aittir. Başkanın onlara tahsis yapması da caizdir. Ordu komutanının onlara yaptığı tahsis ise, gerçekleştirmeleri istenen şeyin gerçekleşmemesi sebebiyle geçersiz olmuştur. Böylece seriyye fertleri diğer askerlere birşey vermeksizin aldıkları ganimetler kendilerine mahsustur.
Denilse ki, karargaha dönmüş olsalar bile seriyye başkanının alınan bütün ganimetleri fertlere tahsis etmesi caiz olmaz mıydı? Çünkü dönmeselerdi ganimet sadece onların olurdu. Askerin onlara ortaklığı sadece karargaha dönmeleri sebebiyledir. Halbuki karargaha dönmeleri tahsisten önce olmuştur. Dolayısıyle bu tahsis askerin sabit bir hakkım iptal edemez.
Cevap olarak diyoruz ki, asker, sırf kendilerine dönmekle ortaklık hakkını kazanamaz. Belki onlara döndüklerinde sanki hala onlarla beraber imişler gibi takviye kuvvet mesabesinde olmakla bu hak gerçekleşir.
Bundan da anlaşılıyor ki, hak sadece onlarındır. Hakka sahip olmak sırf onlara dönmekle gerçekleşseydi, esir ve tüccar müslümanlar mesabesinde düşmanla karşılaşıp ganimet için savaşmak hali dışında bir hakka sahip olamazlardı,
1020- Darıharpte müslüman olanlar ganimetler alındıktan sonra müslüman orduya katılsalar, ganimet alamazlar. Ancak bir çarpışma çıkar ve çarpışırlarsa o zaman almayı hak ederle.
İşte burada ancak almayı hak etmeleri, söylediklerimizin sahih olduğunu göstermektedir.
1021- Buna göre devlet başkanı darulislamdan bir seriyye gönderse ve üçte bir tahsis ederek "Biz size yetişinceye kadar ilerleyin" derse, onlar da yolda ganimet alsalar, sonra asker onlara yetişse, iki taraf darulharpte karşılaşsalar, yapılan tahsisi alırlar. Mesela, askerin yolu şaşırması yahut başkanın askeri göndermemesi gibi bir sebeple darulharpte iki taraf karşılaşmazsa, seriyye fertleri yapılan tahsisten bir şey alamazlar. Çünkü ganimet sadece kendilerinindir.
1022- Darulharpte buluşsalar, ganimet kendileriyle asker arasında paylaşılır. Tahsisten maksat olan da gerçekleşmiş olur. Böylece tahsis edilen hakka müstehak olurlar. Bu da mezhebimize göredir.
Şam ehlinin mezhebine göre ise darulislamdan gönderilen ilk seriyyenin tahsis hakkı yoktur. Bu şekildeki bir olayla ilgili bir de rivayet zikrederler. Bize göre tevili şöyledir: Darulislamdan gönderilen seriyyeye darulharpte ordu yetişmediği zaman ancak seriyyenin tahsis hakkı düşer.
Çünkü böyle bir tahsis beşte bir hakkı ve süvari ile piyade paylarındaki farkı iptal etmektedir.
1023- Devlet başkam gönderilen seriyyeye: "Aldığınız ganimetlerden beşte bir alınmıyacak yahut süvari ile piyadenin payları eşit olacak" derse, bu tahsis geçersiz olur. Buna benzer bütün tahsislerin hükmü de bu şekildedir.
Denilse ki; devlet başkanının "kim bir düşmanı öldürürse Selebi onundur" sözünde beşte bir pay seleblerden iptal halde seleb tahsisi yine de geçerli
olmuyor mu?
Cevap olarak diyoruz ki, burada tahsisten maksat savaşmaya teşviktir. Yahut ordu askerlerinin seleblerde ortaklık hakkını iptal etmek, sonra beştebir hak sahiplerinin seleblerdeki beştebir hakkını buna tabî olarak iptal etmek suretiyle savaşanlara tahsis yapmaktır. Maksut olarak sabit olmayan şey, tabî olarak sabit olabilir. Mesela, satılan gayri menkulün yol ve suyu maksut olarak sabit olmazsa bile, gayri menkule tabî olarak sabit olması gibi.
Bunu açıklama mahiyetinde şöyle bir örnek verebiliriz: Devlet başkanı düşmanın bir şehrini ele geçirdiği zaman savaşanların ganimet hakkını ve beşte biri iptal ederek onu haraciyye (haraca tabî) bir yer sayabilir.
1024- Beşte dördünü ganimeti alanlara verip beşte bir payı da zengin savaşçılara haraç yapmak isterse, bu uygulaması
doğru olmaz.
Çünkü bu beşte bir payını iptalde maksut, mevcut değildir. Bu da caiz olmaz. Birinci durumda ise ganimeti alanların hakları iptal edildiği için beştebir payı da buna tabî olarak iptal olur. İki durumda da yaran sırf savaşçılara veriyorsa da, bu işlem caizdir.
1025- Darulislamdan gönderilen seriyyeye devlet başkanı "Kim bir düşman öldürürse selebi onundur. Kim bir şey (ganimet) alırsa arkadaşlarına birşey vermeksizin onundur" derse, bu uygulaması caiz olur.
Çünkü bunda tahsis manası vardır. Savaşçıya ve ganimeti alan kişiye tahsis yapılmış olmaktadır. Bununla da teşvik manası gerçekleşmektedir. Halbuki üçte bir oranında tahsis yapsaydı bu gerçekleşmezdi. Çünkü sözü edilen tahsiste yalnızca bazılarına mahsus kılmak yahut ganimeti alanlardan birinin hakkını iptal etmek söz konusu değildir.
1026- Devlet başkanı darulislamdan bir veya iki kişi gönderse, bunlar da ganimet alsalar, sadece beşte birini verirler.
Çünkü dini güçlendirme gayretiyle bu ganimetleri aldılar. Devlet başkanının izni ile çıktıkları için onun gücü ile hareket etmiş sayılırlar. Herhangi bir güçlük anında başkanın onları koruması ve desteklemesi gerekir.
Bu sebepten aldıkları ganimet beşe bölünür ve beşte biri alınır. Halbuki başkanın izni olmadan çıkan haydutun durumu böyle değildir.
1027- Devlet başkanı onlara, "Ne alırsanız aranızda paylaşın. Beştebir pay sizden almmıyacak" derse, caiz olur. Ama satvet ve caydırıcı güç sahibi olduklarında bu şekilde söylerse, caiz olmaz.
Çünkü caydırıcı gücü olmiyanların ganimetlerinde beştebir payı, başkanın izni itibariyle sabit olur. Başkan sözü itibariyle vacip olan bir şeyi yine kendi sözü ile iptal edebilir. Ama caydırıcı güç sahiplerinin aldığı ganimetlerde beştebir payının vacip oluşu, devlet başkanının izni ile değildir. Onun izni olmaksızın düşmana saldıracak olurlarsa ganimetlerinin beşte biri alınır. Çünkü caydırıcı güce sahip iseler, dini koruma ve güçlendirme durumu onların savaş-masıyle gerçekleşmektedir. Devlet başkanının izni dışında çıkmışlarsa, beştebir payı başkanın düşürmesiyle de olsa, düşmesi caiz değildir. Çünkü devlet başkanı "sizden beşte bir alınmıyacak" demekle kendilerine yardım istemeleri halinde yardım etmiyeceğini belirtmiş durumdadır. Böylece haydut durumuna geçmiş olurlar. Aldıkları ganimetlerde beşte bir payının verilmesini zorunlu kılan sebep de ortadan kalkmış olur. Halbuki caydırıcı güçte olanlar için devlet başkanının demesiyle de bu sebep ortadan kalkmaz. Çünkü sebep onların kuvvet ve caydırıcı güçleridir. Devlet başkanının "Beşte bir pay sizden alınmı-yacaktır" demesinden sonra da bu sebep devam etmektedir.
1028- Devlet başkanı darıharpte bir seriyye gönderip beşte bir dışındaki beşte dördü onlara tahsis etmesi caizdir.
Öncekine kıyasla caiz olmaması gerekirdi. Çünkü bu tahsiste beşte bir payı dışında askerin hakları seriyyeye tahsis edilmiş bulunmaktadır. Tahsis sebebiyle beşte bir pay sahiplerinin hakkını iptal etmek caiz olmadığı gibi, askerin hakkının da iptal edilerek tahsis yapılması aynı şekilde caiz olmaması gerekirdi. Ancak arada şöyle bir fark vardır:
Beşte bir pay sahipleri çarpışma ve meşakkate katlanmadan da bu hakka rnüstehaktırlar. Ancak savaşçı olanların hakkına tâbt olarak iptal olması dışında haklarının düşmesi caiz değildir. Savaşanlar ise savaşma ve meşakkate katlanma ile beşte dört payı almaya müstehak olurlar. Ganimet alınmadan önce bazılarına katlandıkları fazla meşakkat sebebiyle bazı tahsislerde bulunmak caizdir. Başkalarının hakkını iptal etmiş olsa bile başkan böyle bir tahsisi yapabilir.
1029- Devlet başkanı darulharpte bir seriyye gönderip "aldıklarınızın beştebir payı dışındakinin dörtte biri sizindir" derse, gönderdiği başka bir seriyyeye de "Beşte bir dışındakinin üçte biri sizindir" söylerse, her seriyyeden bir kişi yolu şaşırıp diğer seriyyeye katılsa, iki seriyye de ganimet alsa ve karagaha varıncaya kadar iki seriyye bir daha karşılaşmasa, her birinin aldığı ganimetler fertlerine paylaştırılır ve iltihak eden şahıslar da istihsan yolu ile başkanın kendilerine tahsis ettiği şeylerde dahil edilir.
Belirttiğimiz bu şey, daha önce geçen meselede istihsanın sahih şeklidir. Başkanın üçtebir pay verdiği seriyye fertlerinden ise payına düşen üçte bir miktarı, dörtte bir verdiğinden ise dörtte biri alır. Üçte bir ile dörtte bir arasındaki fark onun payından karargah askerlerine ganimet olarak verilir.
1030- İki seriyyeden bir fert seriyyelerin birinden diğerine iltihak etse, ganimetleri yüzbir paya bölünür.
Çünkü sayıları yüzbirdir. Paylar da sayıya göre olur.
1031- Sonra iltihak eden adam başkanın ganimetten kendisine tahsis ettiği payı alır.
Çünkü istihkakı miktar olarak belirtilmiştir. Ancak ganimet alındıktan sonra tahsis edilen payından sadece belirtilen miktara hak kazanır. Beraberindekilerin tahsis edilmiş paylarına ilişmez. Çünkü başkan tahsiste ayrı statüye tabî tutmuştur. Tahsis ile hak edilen şeylerde aralarında eşitlik caiz değildir.
1032- Askerin karargahına yaklaşmadan önce iki seriyye bir araya gelse, bir mesele dışında cevabı yukarıda belirtiği-miz gibidir. Ganimetten seriyyeye iltihak eden kişiye isabet eden kısmı başkanın kendileriyle beraber kendisini gönderdiği arkadaşlarının payına ekler ve başlangıçta başkanın tahsis ettiği şekilde eşit olarak aralarında paylaşırlar. O seriyye ganimet almamışsa, iltihak eden arkadaşın payına ortak olurlar.
Çünkü karargahta elde etme durumu hepsi ile gerçekleşmiştir. Sanki ganimet almaya kendileri de katılmışlardır. Şuna benzer; Aralarından biri yolu şaşırıp tek başına gitse ve seriyye ganimet almamışken kendisi alsa, sonra karargâha gelmeden karşılaşsalar, bütün seriyye onun aldığına ortak olur. Sanki hep birlikte onu almışlardır. Karargaha varıncaya kadar karşılaşmazlarsa tahsis
edilen ganimet sadece onundur.
1033- iki seriyye de ganimet alsa ve birbirlerinin yardımına gelecek kadar yakın olsa, ancak her seriyye diğerinden ayrı ganimeti almış olsa, birbirinin ganimetlerine ortak olmazlar.
Nitekim devlet başkanı seriyyeden sadece bazı fertlere ganimet tahsisi yapacak olursa, bilfiil ganimetin alınmasına katılmış olsalar bile seriyyenin diğer fertleri bir şey alamaz. Bu mesele de aynen böyledir.
1034- Yakın olmaları itibariyle ganimet almada iki seriyye hükmen birbirine ortak bile olsalar, birbirinin paylarından birşey alamazlar.
Nitekim iki seriyye karargah askerlerinin kendilerine yardım edebilecek bir yakınlıkta savaşsalar bile, askerler alınan ganimete bu yakınlık sebebiyle ortak olamazlar. İki seriyye fertleri arasındaki hüküm de böyledir.
1035- Ama hepsi beraberce bir ganimet alsalar, şahıs başına göre taksim edilir. Taki her seriyye için tahsisin yeri belli olsun. Çünkü tahsisin yeri aldığı ganimettir. Her seriyyenin ganimeti de bu taksimle açığa çıkar. Sonra her seriyye payına düşenden tahsisini alır. Geri kalan kendileriyle karargah askerleri arasında ortaktır.
Tahsiste süvari ile piyadenin eşit olduğunu belirtmiştik. Ancak kumandan kendilerine, "Beşte birden gerisi sizindir. Süvari süvarinin, piyade de piyadenin payını alacak" şeklinde belirtmişse, o zaman farklı olur.
Çünkü istihkak, belirtme itibariyledir. Ganimet tahsisinde birini diğerinden üstün tutmuşsa, o zaman belirttiği şekilde uygulama yapılır. Tercih yap-mamışsa hepsine eşit olarak dağıtılır.
1036- Devlet başkanı farklı tahsis yapmadığı zaman bu işlemde ganimetten sabit olan istihkaklarına göre hak sahibi olmaları gerekir, denilemez.
Çünkü iki taraf (piyade ve süvari) de savaşmaları sebebiyle ganimet almaya müstehak olurlar. Sonra, tahsis ganimetten farklıdır. Tahsis meşakkat ve çabalan itibariyle devlet başkanı tarafından maktu olarak belirtilen karşılıktır. Mutlak olanın, çelişik iki hükümde mukayyed üzerine hamledilmesi, presiple-rimize göre doğru değildir. İkisi de aynı olay hakkında ise, ganimette takyidin tahsiste akyid mesabesinde kabul edilmesi caiz olmaz. Ancak tahsiste adlandırmanın mutlaklığına itibar edilir ve aralarında eşit kabul edilir. Nitekim "Kim bir düşman Öldürürse, selebi onundur" denildikten sora bir düşmana süvari ve piyade saldırıp öldürseler, selebi aralarında ikiye bölünmez mi?
1037- Devlet başkanı seriyye olarak gönderdiği zimmîlere: "Aldıklarınızın dörtte biri sizindir" der ve aralarında hem süvari hem de piyade varsa, dörtte bir pay aralarında eşit dağıtılır. Müslümanlar için de böyledir.
1038- Zımmilerin müslümanlar gibi belirli payları yoktur ki tahsis ona göre tesbit edilsin, diye itiraz edilse, deriz ki;
Devlet başkanı, yüzü müslüman, yüzü de zimmî olan bir seriyye gönderse ve dörtte bir tahsis yapsa, bu tahsis aralarında paylaştırılıp eşit otarak müslümanlara yarısı, zimmîlere de yarısı verilecek olsa ve bu taksimde ikisi aynı işi yapmalarına ve aynı ücreti almalarına rağmen zimmî piyadenin müslüman piyadeden daha çok alması gibi piyade süvariye tercih edilse, bundan daha kötü bir iş olur mu?
Burada sanki bu meselede muhalif birine işaret edilmektedir. Ancak muhalifin kim olduğu belirtilmemiştir. Herhalde onun muhalifi iki ayrı olayda da olsa mutlakm mukayyede hamledileceğim söyliyen kimsedir. Bu konu fıkıh usulü kitabında belirtilmiştir. En iyi bilen Allahtır.[54]
1039- Ordu komutanı seriyye ile birlikte çıksa, başlarına bir başkan tayin ederek zayıfları da karargahta bıraksa ve bunlar savaşa başladığında başkan kendilerine ganimet tahsisi yapsa, seriyye başkanının tahsis yapması caiz olduğu gibi, bunun tahsisi de caizdir.
Çünkü karargahta bırakılan asker bir tarafa gönderilen seriyye mesabesindedir. Ordu komutanının tüm asker üzerinde yetkisi olduğu gibi karargahta zayıfların basma tayin edilen emirin de ganimet tahsisinde karargahtaki zayıf askerler üzerinde yetkisi vardır.
1040- Devlet başkanının beşte birden sonra üçte bir ganimet tahsis ettiği seriyye başkanı karargahtan uzaklaşarak kendisi seriyye fertlerinden oluşan başka bir seriyye gönderse ve devlet başkanının yaptığı tahsisten az veya çok tahsis yapsa, ser iyy esin deki fertlerin paylarında bu tahsis caizdir.
Meselenin iki yönü vardır; Birinci duruma göre ikinci seriyenin aldığı ganimettir ve birinci seriyyeye racidir. Sonra hepsi karargah askerlerine katılırlar. Bu durumda ilk seriyyeye tahsis yapmak caizdir. Bu tahsis getirilen ganimetlerden alınır. Sonra ilk seriyyenin payı belli olması İçin geri kalan da taksim edilir.
Sonra bütün bunlardan ikinci seriyyenin tahsisi belirlenir. Çünkü ilk seriyye başkanının yapacağı tahsis, karargah askerlerinin payı dışında sadece se-riyyedeki arkadaşlarının bütün ganimet ve tahsis paylarında caiz olur. Bunların tümünden payları ortaya çıkınca ikinci seriyenin payı da onlardan alınır. Bu mallar hisselerini karşıladığı gibi artan da olursa, bu artıktan bir şey alamazlar. Çünkü başkanlarının karargah askerleri paylan üzerinde yetkisi yoktur. Ama ordu komutanı ona tahsis için izin vermişse, o zaman kendisi komutanın naibi mesabesinde olur ve bütün karargah askerlerinin payından da ikinci seriyyenin tahsisini yerine getirir.
İkinci durum darulislama dönünceye kadar karargah askerleriyle karşılaşmamaları durumudur. Bu durumda birinci seriyyenin tahsisi geçersiz olur. Çünkü alınan ganimetler zaten bizzat onların hakkıdır. Umumî tahsis de darulis-Iamdan gönderilmişler gibi geçersizdir.
İkinci seriyenin tahsisi caizdir. Çünkü bunlar Darulharpte ordudan gönderilen bir seriyye mesabesindedir ve başkan kendilerine tahsis yapmıştır. Alınan ganimetlerden önce tahsis edilen haklarını verir. Sonra geri kalan ganimet taksimi esasına göre kendileriyle seriyyenin bütün fertleri arasında paylaşılır.
1041- Devlet başkanı karargahtan bir seriyye gönderip beş-tebir payı ayrılmadan önce dörtte bir tahsis yapsa, altın, gümüş, köle ve eşya gibi aldıkları herşeyde bu tahsis caizdir.
Çünkü genel bir lafızla onlara tahsiste bulunmuştur.
1042- Bir şey tayin ederse, tahsis, tayin edilen şeyden caiz olur.
Çünkü onların hakkı adlandırma ile sabit olmaktadır. Adlandırmanın şekline riayet edilir.
1043- Seriyye, içinde kadın-erkek ve çocuklar da bulunan ganimetler getirse ve seriyye fertlerinden biri alınan esirlerden birini azad etse, bu işlemi geçersizdir.
Çünkü ganimet almakla kazandıkları istihkak askerin ganimetin tümün-deki istihkakı gibidir. Bu durumda ganimeti alanlardan bazıları ganimetin bir kısmında azad işlemi infaz edilmemesi için taksimden önce temellük sabit olmadığı gibi burada da sabit olmamaktadır.
Tahsiste istihkak belirtme iledir. Belirtme de devlet başkanı tarafından yapılmıştır. Onun için mücerred ganimet almakta ferdin mülkü sabit olması gerekmez mı? diye itiraz edilse,
Cevap olarak deriz ki, başkanın adlandırması, kendilerine yapılan tahsiste askerin ortaklığını kesmek içindir. Yoksa istihkakı ispat için değildir. Bu belirtmeden ayrı ancak ganimet almakla istihkak kazanırlar.
Bunda süvari ile piyade arasında fark yoktur, dememiş miydiniz? istihkak isabet (ganimet almak) la olsaydı, fark da sabit olurdu, şeklinde bir soru akla gelebilir.
Cevabı şöyledir: Başkan bu belirtme ile askerin ortaklığını kestiği gibi süvari ile piyade arasındaki farkı da kaldırmıştır. Çünkü tahsiste ikisini eşit tutmuştur.
Sonra, başkasının ortaklığının kesilmesi ve tahsis'in kendilerine mahsus olmasının zaruri neticesi olarak ganimette haklan vurgulanmaktadır. Yoksa bu vurgulama taksimden önce mülkiyete geçişin zaruretinden değildir. Böylece kendilerine yapılan tahsis darulislamda ihraz edilen ganimetler mesabesinde olur. Darulislamda ganimetler ihraz edildikten sonra askerden biri esirlerden birini azad etse, bu işlemi geçerli olmaz. Burada da durum aynıdır.
Çünkü bu asker ganimetten hissesinin nerede ve hangi şeyden olacağını bilmez. Üstelik başkan ganimetleri satıp değerini (parasını) aralarında paylaştı-rabileceği gibi, esirleri öldürebilir de.
Ganimet ihrazından önce tahsiste de bu durumlar mevcuttur.
1044- Esirler arasında seriyye fertlerinden birinin akrabası varsa, bu akrabalıktan dolayı azad edemez.
Çünkü taksimden önce henüz ona sahip olmamıştır.
1045- Devlet başkanı esir erkekleri öldürmek isterse, seriyye fertleri kendi tahsisleri sebebiyle onu engelliyemezler.
Darulislamda ihraz edilen ganimetlerde de askerin böyle bir şey yapması caiz olmaz.
1046- Seriyyenin getirdiği ganimetleri müşrikler ele geçir -seler, sonra müslümanlar onlarla savaşıp tekrar onlardan alsalar, ganimetleri seriyyeye iade ederler.
Çünkü tahsis edilen şeylerde haklan sabit olmuştur. Bu da darulislamda ihraz edilen ve müşriklerin eline geçtikten sonra başka bir ordu tarafından alınan ganimetler mesabesindedir. Bu konuda rivayet aynıdır.
Öncekiler taksimden önce ne ele geçirirlerse, kayıtsız şartsız onlarındır.
Çünkü ihraz etmekle ganimetlerde hakları kesinlik kazanmıştır. Bu hükümde kesinlik kazanan hak, mülk mesabesindedir. Nitekim mesela rehin bırakılan bir şeyi müşrikler ele geçirdikten sonra ganimet arasında müslüman-ların eline geçse, kayıtsız şartsız rehin almış kimse onu alma hakkına sahiptir. Çünkü onun üzerinde hakkı kesinlik kazanmıştır.
Ama taksimden sonra bulduklarında durumunun ne olacağı konusunda rivayetler değişiktir. İmam bunun için şöyle demektedir;
Rehine kıyasla dilerlerse kıymetiyle alırlar.
Rehin alan kimse taksimden sonra bulursa üzerine kesinlik kazanan hakkından dolayı kıymeti ile onu alır.
En doğrusu, taksimden sonra onu alamazlar.
Çünkü ilk askerin hakkı rehnin kendisinde değil, maliyetinde kesinlik kazanmıştır.
1047- Ganimetler darulharpte taksim edilir veya satılıp henüz değerleri dağıtılmadan önce müşrikler hem ganimetleri hemde paralarını ele geçirirse, sonra başka bir asker onların elinden tekrar alırsa, taksimden önce ganimetleri parasiyle alan kimseye karşılıksız iade ederler. Taksimden sonra olursa, tekrar para ile satarlar. Çünkü müşteri satın almakla eşyanın kendisine malik olmuştur. Halkın
malından askere bunu iade ettikleri gibi değerini de birinci gruba iade ederler.
Çünkü başkanın satışı gerçekleştiği zaman satılan eşyada müşterinin mülkiyeti
de kesinlik kazanmıştır. Aynı şekilde satan kişilerin de değerde mülkiyetini
zaruri kılmıştır.
1048- Seriyyenin getirdiği ve tahsislerinin dahil olduğu ganimetleri askerden biri tamamen istihlak etse, öldürülen kişilerin payları dışında Özellikle tahsisler olmak üzere tazmin eder. Öldürülen kişilerin payını tazmin etmez.
Çünkü tahsisler, ihraz edilen ganimetler mesabesindedir.
1049- Ganimeti alanlardan biri ihrazdan Önce bütün ganimetleri istihlak etse, bu ganimetlerdeki fertlerin haklarının zayıflığından ötürü, bir şey tazmin etmez. Darulislamda ihrazından sonra istihlak ederse, hepsini tazmin eder (Öder). Çünkü öldürülen (esir erkekler) dışında ganimeti alanların hakları ihraz ile kesinlik kazanmıştır.
Çünkü esir erkekler üzerinde hak, devlet başkanı tarafından köleleştiril-medikçe kesinlik kazanmaz. Çünkü başkan bunları öldürmeyip zimmî de sayabilir. İhrazdan önce tahsislerde de hüküm bu şekildedir.
1050- Seriyyenin aldığı ve aralarında yiyecek ve hayvan yemi bulunan ganimetlerden karargah askerleri ihtiyaçları kadar yiyip kullanabilirler.
Çünkü paylarına göre bu ganimetlerde seriyye ile ortaktır, Seriyede bulunan herkesin ihtiyacı kadar bu mallardan alabileceği gibi, askerler de alabilirler.
Çünkü ortaklık, eşitliği gerektirir.
Yapılan tahsis, ihraz edilen ganimet gibidir, darilislamda ihraz edildikten sonra ğanmeti alanlardan hiçbir kimse, zaruret olmadıkç, kendine yiyecek ve hayvan yeminden bir şey alamaz. Böyle oluca, ihraz edilmeden önce yapılan tahsiste de durum aynı olmsı gerekmez miydi? diye itiaz edilirse, deriz ki;
İkisinin hükmü burda ayrıdır. Çünkü ihrazdan önce yiyecek ve hayvan yemi almanın mubah olması, zaruretten dolayı kendisine duyulan ihtiyaç sebebiyle, ganimet ortaklığıdan müstesna olmasındandır. Çünkü askerler gidiş ve dönüşte ihtiyaç duyacakları yiyecek ve hayvan yemini yanlarında taşıyamalar. Darulharpten bunları satın alarak da temin edemezler. Darulharpen ele geçirecekleri şeyler ganimet olur.
Darulislamda ise bu zaruret geçekleşmez. Bu zaruret sebebiyle ortaklıktan müstesna olursa, o zaman mubah olarak devam eder. Tıpkı görüşme yapan taraflardan her birinin kendisi ve aile fertleri için yiyecek ve giyecek satın alması gibi. Bunlar kedisine duyulan ihtiyaç sebebiyle göüşmenin gerektirdiği şeyler dışında kalırlar.
Bu zaruret, darulharpte kendisinden tahsis yapılan ganimetlerde gerçekleştiği gibi, tahsis yapılmayan ganimetlerde de gerçekleşir. Onun için yine tahsis hükmü dışında kalmaktadır .Bu sebeple başkalarının ondan almsı caiz olduğu gibi, seriyede olanların da ondan alması caizdir.
Hayır, böyle değildir. Çünkü darharpte veya darulislamda ganimetleri taksim etseler, diğer mallardan verdikleri gibi, onlara yiyecek ve hayvan yeminden yapılan tahsisleri de onlara veriler, bu, yapılan tahsisin dışında olsaydı, ondan tahsis yapılmazdı, diye itiraz edilse, deriz ki;
Bu İstisna, zaruret sebebiyledir .Zaruretle sabit olan şe, zaruret miktannca takdir edilir. Nitekim kendisinden tahsis yapılmamış olan ganimet, mücahitler arsında taksim edildiğinde yiyecekler ve başka şeyler aynı şekilde dağıtılır. Bu da, dağıtımdan önce bu şeylerden almanın mubah oduğunu göstermez .Tahsis yapılan şeyin hükmü de bu şekildedir .Onun için savaşan tüccar ve benzerlerinin ganimetten yiyecek ve hayvan yemi almaları mubah değildir. Çünkü bu şeylerden alma hakkı, ancak zaruretle sabit olur. Bunlardan alma hakkı, sadece ganimete ortak olan mücahidlerindir. Ancak tacirler de ondan yiecek alsalar veya hayvanlarına yem verseler, kendilerinden tazminat alınmaz. Çünkü onu ele geçirenlerin, darulharpte bulundukları sürece, belirttiğimiz istisna sebebiyle onda haklan kesinleşmiş olmaz. Onun için o ganimetlerden kim ne tüketirse, hem ganimetten, hem de yapılan tahsisten tükettiği şeyler için bir tazminat ödemez. Durum, tıpkı adamların öldürülmesinde belirtiğimiz gibidir.
1051- Seriyye, içindeki şeylerle beraber bazı araziler ele geçirse, devlet başkanının tahsiste genel ifadeleri sebebiyle hepsinden tahsisleri oranında alırlar. Devlet başkanı arazi sahiplerine iyilik edip zimmî yapmak isterse bir sakıncası yoktur.
Çünkü çıkarları gözetmekle yükümlüdür. Çıkarın belki de bunda olduğunu düşünmüştür.
Tahsis sahipleri, bu isteğine karşı çıkamazlar.
Çünkü tahsislerdeki hakları ihraz edilen ganimetlerde ganimeti alanların haklan gibidir. Bu durumda da başkan bağışlama hakkına sahiptir.
1052- Ancak yardım bedelini vermek üzere onları razı etmesi gerekir. Buna delil olarak Hz. Ömer'in şu uygulaması gösterilmektedir: Orduyu Irak'a gönderdiği zaman Cerir b. Abdillah el-Becelî'ye şöyle dedi: Galip geldiklerinizin dörtte biri sizindir. Ülkeyi fethettiler. Sonra Ömer fethedilen yerleri karara bağladı. Cerir'e ve arkadaşlarına yaptığı tahsis onu bu uygulamadan ahkoymamıştır.
Bunun üzerine bir kadın kendisine gelerek şöyle dedi: Akrabalarımdan biri savaşırken şehid düştü ve alınan şeylerden kendisine düşen payı miras olarak bıraktı. Bana bir miktar para vermedikçe senin bu uygulamanı kabul etmem. Bunun üzerine kadına bir avuç dinar verdi.
Meğâzî kitaplarında bu kadının şöyle dediği rivayet edilmektedir: Avu-cumu altınla doldurup kırmızı bir deveye bindirmedikçe razı olmam. Hz. Ömer de kadının isteğini yerine getirdi. Bu da gösteriyor ki, ganimet ihrazından sonra ölenin payı miras kalır. Devlet başkanı arazi sahiplerine iyilik düşündüğü zaman, tahsis sahiplerine bir şeyler verip razı etmesi gerekir. En iyi Alah bilir.[55]
1053- Devlet başkanı darulharbe bir ordu gönderip onun başına birini komutan tayin etse, bu komutan da bir seriyye gönderip ona dörtte bir tahsis yapsa, sonra devlet başkanı değişik yerden başka bir ordu gönderse, iki ordu da bir takım ganimetler alan seriyye ile karşılaşıp birinci karargahta buluştuktan sonra ganimetleri darulislama çıkarsalar, bu durumda seriyye, alınan bütün ganimetlerden komutanın kendisine tahsis ettiği şekilde tahsislerini alır.
Çünkü bu askerin komutanı, devlet başkanı tarafından gönderilmiş olup yaptığı tahsisler başkanın tahsisleri mesabesindedir. İki ordu ve bütün asker için yaptığı tahsis geçerlidir. Başkanın seriyyeden gönderdiği fertlere yaptığı tahsis ise böyle değildir. Çünkü velayeti sadece seriyye fertleri üzerinde geçerlidir. Nitekim karargaha dönünce kendisi de diğer ordu fertleri gibidir. Burada ordu komutanının tam velayeti vardır. Çünkü devlet başkanı bu velayeti kendisine vermiştir. Herkes için tahsisi geçerlidir. Tahsisler ve beşte bir payı çıkarıldıktan sonra arta kalan ganimetlerde ganimet payları esasına göre iki ordu ve seriyye ortaktır. Çünkü onu danılislamda ihraz etme işlemine hepsi katılmışlardır.
1054- İkinci ordu ve seriyye birinci ordu ile karşılaşmadan evvel darulislama girmişlerse, seriyye yine tahsislerini alır.
Çünkü komutanın onlara yaptığı tahsis, halifenin tahsisi gibi geçerli olup adlandırma ile buna hak kazanırlar.
Darulharbe dönseler de dönmeseler de durum değişmez. Arta kalan mallar da birinci orduya birşey vermeksizin seriyye ile ikinci ordu arasında paylaşılır.
Çünkü onu kendileri ihraz etmişlerdir.
1055- Darulislama çıkıncaya kadar seriyye iki ordu ile de karşılaşmazsa, tahsisleri geçersiz olur.
Çünkü ihraz kendilerini ilgilendirir. Burada alınan ganimetlerde hakkm subutu ve umumi olarak yapılan tahsis, darulislamdan gönderilen seriyye imiş gibi geçersiz olur.
1056- Darulislamdan gönderilen seriyyeye devlet başkam "Sizden kim bir şey alırsa sadece kendisinindir." derse, bu tahsisi caiz olur. Ama "dörtte biri sizindir" derse caiz olmaz.
Çünkü tahsis teşvik içindir. Teşvik de birinci tahsis şekli ile gerçekleşmektedir. Zaten bu tahsis başkalarının ortaklığını da kaldırmıştır. Bu da caiz olup beştebir payı da ondan alınmaz. Tabî olarak süvariye piyadeden fazla verilir. Halbuki dörtte bir tahsis olsaydı bütün bunlar caiz olmazdı.
1057- İkinci ordu bir şey almadan önce seriyyeye darul-harpte yetişir, sonra hep birlikte savaşarak ganimetler aldıktan sonra birinci orduya katılır ve çıkar giderlerse, alınan ganimetler seriyye ile yetişen askerler arasında tahsis yokmuş gibi ganimet esasına göre paylaşılır. Sonra seriyyenin payına bakılır ve tahsisleri çıkarılır.
Çünkü başkan onlara askerin aldıkları dışında kendilerinin aldığı şeylerde dörtte bir tahsis yapmıştır. Aldıkları ganimetler de ancak taksimden sonra belli olur. Haklarının nereden alınacağını belirtmek için bu taksim zaruridir. Tahsislerini de taksimden sonraki paylarından alırlar.
Tahsisleri çıkarıldıktan sonra geri kalan mallar askerin aldığı ganimete eklenir ve ganimet taksimine göre seriyye ile iki ordu askeri arasında taksim edilir.
Çünkü bunun ihrazına kendileri de katılmışlardır. Darulislama dönünceye kadar birinci ordu ile karşılaşmazlarsa, seriyyenin payının belirlenmesi için önce aralarında taksim edilir ve seriyye tahsislerini kendine düşen paydan alır.
Çünkü başkanın onlara yaptığı tahsis mutlaka sahihtir. Sonra arta kalanlar askerin payına eklenir ve birinci ordu askerlerine birşey vermeden seriyye ile ikinci ordu askerleri arasında ganimet taksimi esasına göre paylaşılır.
Çünkü birinci ordu ihrazda onlara katılmamıştır.
1058- Ordu komutanı darulharpte bir seriyye gönderip "Ne alırsanız sizindir" derse, caiz olur.
Çünkü maksat, döndüklerinde askerin onlarla ortaklığını kaldırmaktır. Halbuki daruislarndan gönderilen seriyye için böyle yapamaz.
1059- Darulislama komşu bir kale fethettikten sonra ordu askerleri onlara katılırsa, aldıkları şeylerin tümü sadece seriy-y enindir.
Çünkü devlet başkanı sahih bir tahsis ile askerin onlara ortak olmasını
önlemiştir.
1060- Ancak seriyyeden biri payına düşen bir köleyi azade etse yahut aralarında akraba esirler varsa, bunların azad edilmesi caiz olmaz.
Çünkü taksim edilmeden sadece almakla bunların malı olmazlar. Başkaları bunlara ortak olmasa bile durum aynıdır. Darulislamda ihraz edilen ve henüz dağıtılmıyan ganimetler gibi. Çünkü devlet başkanı isterse bu esirleri zim-mî kılabilir yahut öldürebilir.
1061- Tahsis,ganimetten verilen bir mal gibidir. Ganimeti alan iki tarafın payları buna engel olamıyorsa, verilen bu mal nasıl mani olabilir?
1062 - "Sizden kim bir şey alırsa onundur" deseydi, sonra biri esir aldığı bir erkeği azad etseydi, bu azat etme sahih olurdu. Akrabalarından birini esir almışsa, yine azad edebilir.
Çünkü bizzat ele geçirmekle kendisinin mülkü olur. Zira ele geçirme dışında temellük için başka bir sebep yoktur. Halbuki birinci durumda durum böyle değildi. Orada mülk taksim ile gerçekleşirdi. Taksim olmadan temellük olmazdı. Zaten burada devlet başkanı esir erkeklerden kimseyi öldüremez. Çünkü ele geçiren şahsın mülkü olmuşlardır. Sanki devlet başkanı onları köle-leştirmiştir. Yine bu ganimetlerden bir şey tüketen olursa, onu alan kişiye tazmin eder.
Ordu askerlerinden olsun, seriyye fertlerinden olsun, birinci durumun aksine, tüketilen yiyecek ve hayvan yemlerinden birşey geri vermez. Çünkü başkanın bu tahsisi darulharpte ganimet alındıktan sonra yapılan taksim gibidir. Taksim yapılırsa, her birinin aldığı şeyler için bu hükümlerin tümü yürürlükte olur.Yine geçenlerin aksine, her birine aldığı şeyleri Özel olarak tahsis etmesi de bu şekildedir. Çünkü "Ne alırsanız sizindir" sözü, askerin ortaklığını kaldırmıştır. Alınan ganimetlerde temellük ise ancak taksim ile sabit olur.
1063- Darıharpte gönderilen seriyyeye "Kim bir esir alırsa onundur" derse ve hepsi bir tek esir alsa, bütün seriyye onda ortak olur.
Çünkü "Kim (men)" müphem bir isimdir. Kapsadığı şeyler için geneldir. Ferdi içine aldığı gibi, çoğulu da içine alır. Adamın kölelerine "sizden kim azad olmak isterse, o hürdür" demesi ve hepsinin isteyip hür olması gibi.
1064- Almakla istihkakları sabit olursa, esir onların mülkü olur. Hatta birinin yakını olup payına düşerse azad edebilir. Biri azad etmesini isterse, payını azad eder.
Çünkü devlet başkanının ganimeti onlara tahsis etmesi, ganimetin alınmasından sonra taksim yapması mesabesindedir. Esirin bir kişi veya cemaat olması arasında mülkün sabit olması açısından fark yoktur. Alınmadan önce de ganimet için durum aynıdır.
1065- Devlet başkanı onlara "Ne alırsanız sizindir" derse ve mesele aynı şekilde cereyan etse, esir, birinin azad etmesi veya birine yakın olması ile azad olmaz.
Çünkü bu tahsis devlet başkanının taksim etmesi mesabesinde değildir. Nitekim ganimet alan kimse sırf onu almakla tahsis hakkını kazanmaz. Cemaattan birinin aldığı ganimet bütün cemaat arasında ortaktır. Taksim veya ona eş bir durum olmadan, sırf ganimet almakla temellük sabit olmaz.
Meseleyi biraz daha açmak için şöyle diyelim; Başkası kendisine ortak olmayacak şekilde ganimet alan kimse, tahsis hakkını kazandığı yerlerde avlamaya benzer. Avda sırf avlamakla mülk ferd veya cemaat için sabit olduğu gibi, böyle alma durumlarında da seriyye için mülk aynı şekilde sabit olmaktadır. Ama ganimeti alan kişi o ganimette tahsis kazanmayıp arkadaşlarının kendisine ortak olduğu bütün yerlerde bu alma, ortak ganimet gibidir. Taksimden veya taksim değerindeki işlemden önce sırf ganimeti almakla temellük gerçekleşmez.
1066- Komutan, darulharpte üç kişiyi öncü olarak gönderip aldıkları ganimetlerin dörtte birini de onlara tahsis etse, onlar da birini esir alsa ve içlerinden biri onu azad etse veya yakım olsa, esir azad olmaz.
Çünkü karargah askerleri ve beştebir pay sahipleri onda ortaktırlar. Az veya çok olsunlar, taksimden önce onu mülk edinmeleri mümkün değildir. Nitekim devlet başkanı onu satıp değerini verebilir. Zaten taksim esnasında kimin payına düşeceği de belli değildir.
1067- Onlara "Ne alırsanız sizindir" derse ve mesele yuka^ rıdaki gibi cereyan ederse, istihsan yolu ile içlerinden birinin azad etmesi yahut onun akrabası olmasıyla azad gerçekleşir. Kıyasa göre ise azad olmaz.
Çünkü bu tahsisle ganimeti alan kişi onda ihtisas hakkını kazanmaz ve arkadaşları ona ortak olurlar. Taksimden önce onda hiç birinin temellükü sabit olmaz. Yukarıda belirttiğimiz seriyye fertleri mesabesinde olması gibi.
İstihsan yolu ile olur, diyoruz. Çünkü istihsana göre devlet başkanının tahsis yapması ile onlar tahsis hakkını kazanmışlardır. Belirttiğimiz gibi başkanın bu tahsisi ganimet alımından önce olmasına rağmen mana bakımından ganimet alımından sonra mevcut olmuş gibidir. Dolayısiyle taksim etme mesabesinde olur. Böylece ganimetlerde temellükleri sabit olur ve bazılarının yaptığı azad da sahihtir. Bu meselenin muhtemel bir çok şekilleri vardır.
1068- Birinci şekil; seriyye dokuzdan az iseler azad etmeleri sahihtir. Dokuz ve daha fazla iseler, caiz olmaz. Çünkü Rasu-lullah dokuz kişilik seriyye göndermiştir.
Çünkü azlık ve çokluk tanımında (sınırında) çoğul, üzerinde ittifak edilen çoğuldur. Dokuz ise çoğulun çoğulu anlamını taşır.
İkinci şekil; Kırk kişiden az iseler, azad etmeleri caizdir.
Çünkü Rasulullah Mekke'de Hz. Ömer'in İslama girmesiyle sayılan kırka varınca, dine daveti açığa vurdu.
Böylece anlaşilıyorki kırk kişi heybet ve caydırıcı güç sahibidir, Rasulullah "Allarum sevdiğin iki kişiden biri ile İslamı güçlendir" diye dua buyurmuştur. İzzet ve caydırıcı güç de ancak çok sayıdaki müslümanlarla gerçekleşir.
Üçüncü şekil; Yüz kişiden az iseler, azad etmeleri caizdir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Bildi ki sizde muhakkak bir zaaf vardır. O halde eğer içinizden sabırlı yüz (kişi) olursa iki yüzü yenerler..."[56]
Bütün bunlar muhtemeldir. Biri bu görüşlerden birini söylerse içtihadda yeri vardır. Kendim ise bunda bîr vakit tayin etmiyorum ve diyorum ki; Esirler, daha önce caydırıcı güçte değillerse, azad edilmeleri caizdir. Bu güçte iseler caiz olmaz.
Çünkü mücerred rey ile sayı tesbit etmek doğru değildir. Bu konuda nass da yoktur. Caydırıcılık da insanların değişikliğine göre değişmektedir. En doğru yol, hüküm vermek için işin devlet başkanına bırakılmasıdır. Çünkü fıkhın mana ve anlayışına bu daha yakındır.
1069- Az sayıdaki kişileri devlet başkanı darulislamdan göndermişse, bunlar da ganimet aldıktan sonra bazıları esiri azad etmişse, bu azad geçersizdir.
Çünkü burada alınanlar ganimettir. Nitekim darulharpte kendilerine yardım kuvvet ulaşırsa onlara ortak olur. Taksimden önce ganimette temellük hakları sabit olmaz. Zaten beştebir pay sahipleri de onlara ortaktır. Taksim esnasında da azad edilen kişinin kimin payına düşeceği bilinmez. Bu sebepten azad işinin sahih olmaması lazımdır.
İstihsana göre azad işi sahihtir.
Çünkü sayıları az olduğundan aralarındaki ortaklık hususidir. Sonra, başkanın tahsis yapmasından itibaren darulharpte gönderilen öncü kuvvetin hakkı ganimet almakla kesinlik kazandığına göre, ihraz ile hakları da kesin olmuştur. Nitekim gönderilen kişi bir ise ve esiri azad etse yahut ele geçen esirler akrabası ise, azad işi rahatlıkla gerçekleşir.
1070- Darulharpte azad etse, yaptığı geçerli olmaz.
Çünkü ihrazdan önce onlar üzerindeki hakkı kesinleşmez.
Azad etme işinin gerçekleşmesinden sonra gönderilen tek adam ise, imkanı varsa beştebir pay sahiplerine tazminat öder. Bir heyet ise, azad ettiği kişi için arkadaşlarına düşen payı tazmin eder. Eğer durumu müsait değilse, arkadaşlarının payını ödemek için köle onların hizmetinde ödeyinceye kadar çalışır.
Ortak kölenin azad edilmesinin hükmünde olduğu gibi.
Beşte bir pay için ise, devlet başkanının köleleri çalıştırmaması
gerekir.
Çünkü beşte bir payı muhtaçların hakkıdır. Azad edilenlerin ihtiyacından daha açık ihtiyaç olmaz. Bunlar bir şeye malik değil ki çalışmaya mecbur tutsun. Bunun için devlet başkanının beştebir payını onlara teslim etmemesi
lazımdır.
Buna göre çok erkek esir alsalar, ihrazdan sonra onları devlet başkanı öldüremez.
Çünkü alman ganimetlerde ortaklık az sayıya mahsustur. İhraz ile de haklan kesinlik kazanmıştır.
ihrazdan önce onları Öldürebilir.
Çünkü ihrazdan önce sadece ganimeti almakla haklan kesinlik kazanmamıştır. Almanlar kayıtsız olarak ganimettir.
En iyi Allah bilir.[57]
1071- Darulharpte komutan ordudan bir seriyye gönderse ve dörtte bir tahsis yapsa, onlar biraz uzaklaştıktan sonra desteklemek için ikinci bir seriyye gönderse ve "Arkadaşlarınıza yetişin, tahsis ve diğer şeylerde ne alırsanız onlarla ortaksınız" derse, bunlar da daha önce ganimeti alan birinci seriyyeye yetişse ve topluca karargâha dönleser, ikinci seriyye yapılan tahsisten bir şey alamaz.
Çünkü birinci seriyyenin tahsis hakkı, aldığı ganimetlerde başkaların ortaklığı sözkonusu olmayacak şekilde kesinlik kazanmıştır. Ganimeti alanların onu ihraz etmekle kesinlik kazanan hakları gibi. Komutan ganimeti alan ilk seriyye ile onları desteklemek için gönderilen destek askerleri karargâhta ortak yapmak isterse, uygulaması geçerli olmaz.
1072- Onlara yetiştikten sonra hep birlikte ganimeti alsalar, ikinci ganimetten tahsislerini alırlar.
Çünkü tahsis yapılan kimselerin hakkı ganimeti almakla sabit olur. Hepsi de ganimetin alınmasına katılmışlardır. İkisinde de başkanın yaptığı tahsis hepsi için sabittir.
1073- Birinci seriyye yüz süvari, ikincisi de elli süvari ve elli piyade olursa ve ganimetleri alıncaya kadar başkanın kendilerine tahsis yaptığını bildirmeseler, ganimetler süvari ve piyadeye olmak üzere önce iki seriyye arasında paylaştırılır, sonra birinci seriyyenin payına bakılır ve tahsisleri eksiksiz ondan verilir, ikinci seriyyenin de payına bakılır ve tahsisleri verilir. Geri kalanın beşte biri alınır ve ganimet esasına göre iki seriyye ile karargah askerleri arasında taksim edilir.
Çünkü birinci seriyye ilk tahsiste aldıkları ganimetin dörtte birini almayı hak etmiştir. Onlar bildikten sonra devlet başkanı bu tahsisten caymakla haklarını iptal edemiyeceği gibi, onların haberi olmadan başkalarını ortak ederek paylarını eksiltmek suretiyle zarar da veremez. Çünkü ortak yapmak ve iptal etmek, ancak devlet başkanının onlara önceden bildirmesiyle olur. Ondan haberdar olmadıkları müddetçe haklarında hükmü sabit olmaz. Şeriatın muhataplar hakkındaki hitabı mesabesindedir.
1074- İkinci seriyye ganimet almadan önce birinci seriyyeye başkanın kendilerini tahsislerde ortak ettiğini haber verse ve olay yukarıdaki şekilde cereyan etse, tahsisler aralarında eşit olarak taksim edilir.
Çünkü başkanın ilk tahsisi ganimet alımından önce gerçekleşmez. Nitekim onlara haber vererek iptal ederse tahsis düşer. Haber vererek ortak yapar ve haklarını eksiltirse yine sahih olur.
1075- Birinci seriyyenin başkanına haber verseler, yine ortaklıkları gerçekleşir.
Çünkü seriyye başkanına haber vermek, seriyyenin bütün fertlerine bildirmek gibidir. Zira başkan onların naibidir.
1076- Yine aralarında ilan etmek suretiyle bunu izhar etseler, aynı şekilde ganimete ortak olurlar.
Çünkü herbirine ayrı ayrı duyurmak zordur. Ama genel olarak haberi aralarında ilan etmek mümkündür. Bunu yapınca her birine ayrı ayrı haber vermiş gibi olurlar.
1077- Başkan ikinci seriyyeye: Onların tahsisine sizde ortaksınız; Üçte ikisi sizin, üçte biri onlarındır, derse ve olay ay-nısıyle cereyan etse, ganimetleri alıncaya kadar geldiklerini haber vermezlerse, birinci seriyye ganimetlerden tahsisini tam olarak alır.
Çünkü daha fazla pay verildiğini kendileri duymadıkça, bu tahsis sabit olmaz. Paylarını eksilttiği için onlara zarar vermektedir.
1078- Bunu kendilerine haber, vermişlerse, devlet başkanının belirttiği gibi, aralarında tahsisler üçte iki ve üçte bir şeklinde gerçekleşir.
1079- Başkanın haber vermeksizin birinci seriyyenin haklarını eksiltmesi caiz olsaydı, ikinci seriyyeye de bütün tahsisleri verebilirdi. Ancak bunu kimsenin caiz görmesi mümkün değildir.
Çünkü tahsisten amaçlanan teşvik bunu caiz görmekle kaybolmuş olur. Zİra seriyye devlet başkanından uzaklaştıktan sonra bu tahsise artık önem vermez. Zaten onlara haber vermeden de bu tahsisi devlet başkanı iptal edebilirdi. Nitekim, birinci seriyye ayrılıp gittikten sonra askerlere "Onları-v ıahsi-sini iptal ettim" derse, onlar da bunu öğrenmeden önce yapmış olsa, olur. Ama haber vermeden önce iptal etmesi geçerli olmadığı gibi, birinci seî yeye bildirmeden önce tahsisi ikinci seriyyeye aktarması da geçerli olmaz. Ama haber verdikten sonra iptal etse de, başkasına aktarsa da geçerli olur.
Nitekim, birine" Bu adamı öldürürsen selebi senindir" derse, adam düelloya çıktıktan sonra "Onun da payını iptal ettim" derse, düelloya çıkan adamın önceden haberi olmadıkça tahsisi geçersiz olmaz.
1080- Missise[58] şehrinin kumandanı şehirden bir seriyye gönderse ve piyadeye bir şey vermeyip sadece süvarilere ganimet tahsisi yapsa, bu tahsis caiz olmaz.
Çünkü bu seriyye daralîslam (İslam yurdun)dan gönderilmektedir. İslam yurdundan gönderilince, ganimet tahsisi bütün fertlere yapılır. Zaten seriyye-dekilerin tümü süvaridir.
Böyle bir seriyyede genel ganimet tahsisinin caiz olmadığını belirtmiştik.
Çünkü böyle bir şey, beştebir payı iptal etmekte ve süvariyi piyadeden üstün tutmaktadır.
1081- Ancak bunlarla beraber mancınık kullanan bir gurup ve kaleye girecek bir zümre gönderip de çaba ve gayretlerine karşılık onlara bir ganimet tahsisinde bulunsa, bu tahsisi caiz
olur.
Çünkü seriyyeye katılanlardan bazılarına yapılan bir tahsistir. Bu tahsisi "Kim bir kâfir öldürürse her şeyi onundur" demesi gibidir.
Ama darulharb (düşman yurdun)dan bir seriyye gönderip süvarilere ganimet tahsisi yapsa, caiz olur.
Çünkü hepsine tahsis yapması, bu tahsisin geçerliliğini engellemez. Çünkü maksat, ordunun onlarla ortaklığını kesmektir.
1082- Aynı şekilde arap atı sahiplerine, başka at sahiplerinden daha fazla ganimet tahsisi yapsa, bu da caizdir.
Arap atı araplann, kadana ve diğerleri de acem (arap olmıyan)larm atlarıdır. Arap atları takibte ve kaçmada diğerlerinden daha güçlü, diğer atlar ise savaşta daha dayanıklı ve muamelede daha uysaldır. Ganimet tahsisi de çaba ve meşakkate göredir. Devlet başkanının takdirine göre iki taraftan uygun göreceği birine ganimet tahsisinde bulunmasında bir sakınca yoktur.
Doğrusunu Allah bilir.[59]
1083- Komutan, "Kim bir kafiri öldürürse, her şeyi onundur" derse, sonra kendisi bir kafirle karşılaşıp öldürse, istihsan yolu ile kafirin her şeyi kumandanın olur. Ama kıyas yolu ile
olmaz.
Çünkü başkası komutanın kendisine tahsis yapmasiyle almaya hak kazanır. Halbuki kendi kendine komutanlık yetkisiyle tahsis yapma yetkisi yoktur. Mesela hakimin kendi hakkında hüküm veremiyeceği gibi.
Nitekim "ben bir kafir öldürürsem her şeyi benimdir" deyip kendine tahsis yapsa, bu sözü geçerli değildir. Ama kendisi de komutan değil de, başkasının hükmünde olsaydı, başkası hakkında bu sahih olduğu gibi kendisi hakkında da sahih olurdu. Zaten ganimet tahsisi teşvik içindir. Onun için kendi kendini değil, ancak başkasını bu yolla teşvik edebilir. Kendi kendini teşvik
etmek için komutanlık ona yeterlidir.
İstihsana göre ise, komutanın bu sözü ile asker için ganimet tahsisi vacip olur. Kendisi de askerin bir ferdi olduğu için başkası buna müstehak olduğu gibi kendisi de müstehak olur. Nitekim şer'an vacip olan ganimet payında süvari olsun, piyade olsun kendisi de askerden biri gibidir. Bu sözle vacip olan ganimet tahsisinde de durumu aynı bu şekildedir.
Mesela kafirlerden bir cengaver meydan okusa ve komutan "Bunu kim öldürürse her şeyi onundur" diye ilan ettiği halde onunla vuruşmağa kimse cesaret etmemesi üzerine kendisi çıkar ve kafir cengaveri Öldürürse, bu durumda kafirin her şeyini almaya müstehak olmaz mı?
Ama kendisine tahsis yaparak "Ben öldürürsem her şeyi benimdir" derse, durum değişir. Çünkü kendi kendine yapacağı ganimet tahsisinden dolayı şüphe altında olur. Hakimin kendisi kendi hakkında hüküm vermesinde şüphe olması gibi. Genelleme yapması durumunda bu şüphe ortadan kalkar ve başkası için hüküm geçerli olduğu gibi kendisi hakkında da geçerli olur.
Nitekim yiyecek ve atına yem almanın mubah olması asker için geçerli olduğu gibi devlet başkanı için de geçerlidir. Çünkü devlet başkanının kendi kendine tahsis yapmadığı ve şahsına mahsus sayilmıyan şeyden dolayı itham altında tutulması mümkün değildir. Başkasına da ganimet tahsisi yaptığında töhmet sözkonusu değildir. Yaptığı da içtihadla meydana gelmiş olmasından başka bir şey değildir.
1084- Bir kafiri sizden kim öldürürse her şeyi onundur, derse ve kendisi bir kafiri öldürse, komutan bununla kafirin eşyasını ganimet olarak kendine alamaz.
Çünkü "sizden" sözü ile tahsisi onlara (askerlere) yapmıştır. Bundan önceki meselenin aksine, burada kendisi hükmün kapsamına giremez. Nitekim bir efendi kölesine "Kölelerimi azad et" derse ve köle bütün köleleri azad etse, kendisi de azad olmaz. Çünkü kendisi bu hükmün kapsamına girmez. Ama efendi "Bütün kölelerim hürdür" derse, kendisi de bu hükmün kapsamına girer ve hür olur.
1085- Komutan "Bir kafiri öldürürsem her şeyi benimdir" dedikten sonra kimseyi öldürmeden sözünü değiştirir ve "sizden kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve kendisi bir kafiri öldürürse, her şeyini almaya hak kazanır.
Çünkü söylediği iki söz itibariyle ganimet tahsisi genel olmuştur. Genel tahsisin bir veya iki sözle olması arasında fark yoktur. Kaldı ki birinci sözü doğru değildir. Çünkü kendisi için yaptığı tahsisten dolayı töhmet altında kalmaya maruzdur. Bu da zaten ikinci sözü ile yürürlükten kalkmıştır. Kendisinin tahsisi hak etmesi konusunda şüphe engeli kalktıktan sonra hem komutan, hem asker hepsinin hakkında ganimet tahsisi geçerli olur.
1086- Biri ilk sözünden önce, diğeri de ilk sözünden sonra olmak üzere iki kafir öldürürse, sadece ikincisinin eşyasını alabilir.
Çünkü eşyanın alınması için sebep kabul ettiği öldürme, ganimet tahsisine hak kazanmadan önce meydana gelmiştir. Bu sebeple vâdedilen şey artık ganimet olmuştur. Nitekim ganimet tahsisi ikinci sözle gerçekleşmiştir. İkinci sözü söylediğinde sanki yeni bir genel tahsis yapmış gibidir. Ancak bu genel tahsis ile bundan sonra yapılacak ganimet tahsisi kendisinden önce ganimet (bütün askere ortak) olan malda etkili olamaz. Çünkü tahsis sözü onu kapsamamaktadır. Onu kapsamış olsa bile doğru olmaz. Çünkü ganimet alındıktan sonra yapılmış bir tahsistir.
1087- "Ben bir kafir öldürürsem her şeyi benimdir, sizden de kim bir kafir öldürürse her şeyi onundur" derse ve komutanın kendisi iki, askerden de bir fert iki kafir öldürürse, komutan sadece birinci tahsiste belirttiği tahsisi alabilir.
Çünkü tekrarı gerektirmiyen şart harfi ile kendine tahsis yapmıştır. Mesela, eşine: "Eve girersen boşsun" derse ve eşi iki defa eve girse, sadece bir talakla boşanmış olur, iki talakla değil.
Bütün asker için genel mana ifade eden "men" şart edatı ile tahsis yapmıştır. Bu genel tahsis de askerden her birinin öldüreceği her kafiri kapsamaktadır. Hatta her asker yirmi kafir öldürse bütün eşyalarını alabilir.
1088- Askerlerden birine "Bir kafir Öldürürsen eşyası senindir" derse ve bir asker iki kişi öldürse, sadece birinci öldürdüğünün eşyasını alabilir.
Çünkü az Önce belirttğimiz gibi ganimet tahsisi istihkakını şarta bağlamıştır. Bu şart da birinciyi Öldürmekle sona ermektedir. Tekrara ve umuma delalet edecek ibarede bir şey yoktur.
1089- Bütün askerlere "sizden biri bir kafir öldürürse eşyası onundur" derse ve onlardan biri on kişi öldürürse hepsinin eşyasını istihsan yolu ile almaya müstchak olur. Kıyasa göre ise sadece öldürdüğü birinci kişinin eşyasını almaya müs-tehak olur. Sanki kendisine birinci kişi için tahsis yapılmış gibi. İstihsan yolu ile, dedik. Çünkü belirli bir kişi tahsis edilmeyince söz umumî bir nitelik taşır.
Nitekim bu tahsis sözü bütün muhatapları kapsamaktadır. Bütün muhatapları kapsadığı gibi, birincinin aksine öldürülenlerin tümünü de kapsamaktadır. Yine bu fıkradaki tahsise göre müslümanlardan on kişi on kafiri öldürürse herbiri bir kafirin eşyasını almaya hak kazanır.
Bir kişinin on kafiri öldürmesi de aynıdır. Aradaki mana farkının amacı, devlet başkanının düşmana saldırmada aşırı teşvikidir. Fazla saldın ve zarar vermede mana bakımından on müslümamn on kafiri öldürmesiyle, bir müslü-manın on kafiri öldürmesi arasında bir fark yoktur.
Birinci şekilde on kafiri öldürecek kişinin şahsen ve kuvvet bakımından bilinmesi amaçtır. Bu da öldürülen kişiler için genellik kipi kullanmaksızm da gerçekleşmektedir.
1090- Kendisi de onlardan biri olduğu on kişiye "Bizden kim bir kafiri öldürürse herşeyi onundur" derse, sonra kendisi iki veya üç kişi Öldürürse, eşyalarını almaya hak kazanır.
Çünkü kendisinin tahsisde dokuz kişi ile beraber bulunması töhmet altında kalmasını önlemiş ve belirttiğimiz mana itibariyle sözü umumî duruma geçmiştir. Beraberindeki dokuz kişi öldürdükleri zaman nasıl almaya müstehak olursa kendisi de aynı şekilde almaya hak kazanmıştır.
1091- Belirli bir kişiye "Birini öldürürsen her şeyi senindir" derse ve bu da iki kişi öldürse, sadece birinin eşyasını almaya hak kazanır.
Çünkü bu tahsis sadece bir kişiyi kapsamaktadır. Öldüren müslüman öldürdüğü iki kişiden istediğinin eşyasını alabilir. Çünkü alma hakkına sahiptir. Tercih hakkı ona verilmiştir.
Devlet başkanının tercih hakkına sahip olması gerekir, denilemez. Çünkü tahsisi kendisine yapan odur. Zaten devlet başkanının bu şekilde ifadesi, tercih hakkına sahip olmasının sebebini de açıklama mahiyetindedir.
Tercih hakkı da sebebe sarılan kimseye ait olur. Tercih sebebi de şüphesiz eşyası daha çok olanı öldürürken tercih etmesidir. Vuruşu ile bu adamdan başkasını Öldürmeseydi, onun eşyasını ganimet olarak almaya müstehak olurdu. Başkasını da beraber öldürürse, önce Öldürdüğü bu kişinin ganimetinden mahrum kalması caiz değildir. Çünkü öldürdüğü kişilerle ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymuştur.
1092- Yine birine "Bir esir alırsan o senindir" derse ve bu kişi iki esir alsa, onlardan iyisini tercih edip alabilir.
Sebebi de yukarıdakinin aynısıdır.
1093- Ordu komutanı bir seriyye ile beraber çıksa ve se-riyyeye ganimetin dörtte birini tahsis etse, seriyye de birçok ganimet alsa, kendisi de seriyenin diğer fertleriyle beraber bu
tahsisten pay alır.
Çünkü seriyyede bulunan kişilere tahsiste bulunmuştur. Kendisi de onlardan biridir. Bu şekilde, bu bölümde söylediklerimizden anlaşılıyor ki genelleme olduğu zaman devlet başkanı (veya komutan) başkası gibi tahsisten pay almaya hak kazanır. Seriyye bölümünde bu mesele daha açıktır. Çünkü tahsise hak kazanmaları, ganimeti almaya hak kazanmaları şeklindedir. Nitekim bu işte seriyye fertlerinden işe girişen ile az davranan hepsi birdir. Zaten ganimete hak kazanmada devlet başkanı, ordu mesabesindedir. Kendisi beraber çıktığı zaman seriyyenin hak kazanmasında da aynıdır.
En iyi Allah bilir.[60]
1094- Komutan, "sizden biriniz bir kafir öldürürse her şeyi kendisinindir" derse ve iki kişi bir kafiri öldürürse, her şeyi ikisinin olur.
Çünkü sözü genel olarak söylediğinde saldırmaya ve düşmana zarar vermeğe teşvik etmiştir.
1095- Bu durumda öldürenin bir kişi veya bir cemaat olması arasında fark yoktur. Ancak "sizden biriniz tek başına bir kafiri öldürürse" diyerek tek kişi şartını koşarsa, o zaman öldüren iki kişi bir şey alamazlar.
Çünkü bu sınırlandırma ile amacının tek tek kuvvet izhar ederek düşmana karşı teşvik olduğu açığa çıkmıştır. Öldürme ortaklaşa olunca bu amaç gerçekleşmemiş olur.
1096- Düşmandan on kişi meydan okursa ve komutan on nıüslümana "Bunları öldürürseniz her şeyleri sizindir" derse ve herbiri onlardan bir kişiyi öldürse, herkes sadece öldürdüğünün eşyasını almaya hak kazanır.
Çünkü hitapta on kişiye genel olarak söylemesi, sanki her birine "Kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" demesi gibidir. Çünkü bu sayı aynı sayı ile karşılaştırıldığında her birine başabaş bir kişi düşer. Mesela şu on dirhemi şu on kişiye ver, demek gibi. Cemi (çoğul) ifade ile çoğula (cemaate) izafe edilen fiil, çoğulun bütün fertlerine bölünmeyi gerektirir. Halk atlarına bindi, demek gibi, Bu ifadeden her birinin kendi atına bindiği anlaşılır.
1097- Dokuz müslüman dokuz kafiri öldürüp bir kafir onuncu müslümam şehit etse veya onuncu müslüman müşrike güç yetirmeyip müşrik kaçarsa, öldürenlerden her biri öldürdüğünün bütün eşyasını almaya hak kazanır.
Çünkü bu sözden maksat, hiçbiri sağ kalmayacak şekilde hepsinin öldürülmesi değil, öldürülmenin tahsise hak kazanmanın sebebi sayılmasıdır. Öldürmekten maksat da onlardan kimse kalmamak üzere hepsinin öldürülmesidir.
Ancak "Hiçbir kimse bırakmadan hepsini öldürürseniz, her şeyleri
sizindir" diyerek bunu açıklarsa, durum değişir.
Çünkü bu taktirde hak kazanmayı hepsini Öldürmeğe bağlı saydığı sözünden anlaşılmaktadır. Şart da meşrutu (şart koşulan şeyi) ayrı ayrı değil, tüm olarak kapsar. Şart yerine gelmedikçe karşılıktan hiçbir şey gerçekleşmez.
Ama sözü ile bu sınırlandırmayı ifade etmediği zaman, sözünün mutlak mefhumu normal olarak anlaşılan şeye hamledilir. O da onlan öldürmek suretiyle müslümanları zararlarından korumaya teşvik etmektir. Amaçtan ne oranda gerçekleşirse, tahsis edilen ganimete de o nisbette hak kazanılır.
1098- Aynı şekilde, bir seriyyeye "Şu kaleye gidin, içinde savaşan kişileri Öldürüp fethederseniz ganimetin dörtte biri sizindir" derse, onlar da bazılarını veya liderlerini Öldürür, geri kalanlar da dağıldıktan sonra kaleyi fethederlerse, ganimeti almaya hak kazanırlar.
Çünkü sözünden anlaşılan şey gerçekleşmiştir. O da düşmanın dağıtılması ve savaşla kalenin fethedilmesidir.
Kaleyi savaşmadan fethederlerse, ganimeti almaya hak kazanamazlar.
Çünkü ganimete hak kazanmaya sebep kabul ettiği savaş ve çarpışma meydana gelmemiştir. Nitekim içinde savaşanları öldürür ve çoluk çocuklarını ganimet alırsanız size şöyle vereceğim, deseydi, onlar da bir kısmını öldürüp çoluk çocuğu ganimet alsaydı, bu ganimet onların olurdu. Savaşsız ve çarpış-maşız alırlarsa ganimet almaya belirttiğimiz sebepten dolayı hak kazanamazlar.
1099- "Sizden biriniz bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve iki müslüman bir kişiyi öldürürse, onun eşyası ikisi arasında eşit paylaşılır.Bir müşriki yanlışlıkla bir müşrik ve bir müslüman beraber öldürse, ödürülen adamın eşyasının yarısı müslümanm olurken, diğer yarısı da ganimet olur.
Çünkü öldüren müslüman açısından, Öldüren diğer kişi de müslüman gibi kabul edilir. Ama müşrikin payı açısından, sanki başka bir müşrik öldürmüş kabul edilir. Zira devlet başkanının yaptığı ganimet tahsisi müslümanlara mahsus yapılmıştır. Böylece müslüman gösterdiği çaba oranında ganimet tahsisinden pay almaya hak kazanır. Zaten başkasıyla işbirliği yaparak kafirin yansını öldürmüş kabul edilir.
Nitekim başkasıyla beral|i«(^ıata ile bir müslümanı Öldürecek olursa, diyetin yarısını verir. Cezayı gerektiren bu işte bir insanın yansını Öldürdüğü ve diyetin yarısını ödediği gibi, ganimeti gerektiren kafiri öldürme işinde de yarım insanı öldürmüş kabul edilir,
1100- "Kim bir patrik öldürürse her şeyi onundur" derse ve patrik olmayan bir kafiri müslüman öldürürse, eşyasını almaya hak kazanamaz.
Çünkü maksat, öldürülmesiyle düşmanın gücü kırılacak olan kişiyi öldürmeye teşvik etmektir. Bu öldürme de gerçekleşmemiştir. Nitekim, "Kim kralı öldürürse her şeyi onundur" derse ve kral yerine başkası öldürülürse, eşyasını almaya kimse hak kazanamaz.
1101- "Kim bir patrik öldürürse ganimetten kendisine bin dirhem vardır" derse ve bir müslüman bir patrik öldürürse, o-nun eşyasını almaya çalıştığı için devlet başkanının yaptığı bin dirhemlik tahsisi bundan sonra elde edecekleri ganimetten almaya hak kazanır. Nitekim bundan sonra ganimet almayacak olurlarsa, bu adam daha önce alınmış ganimetten bir şey alamaz.
Çünkü bu ganimetlerde müslümanların paylan vacip olmuştur. Kaldı ki bu ganimet tahsisi daha önce ganimet aldıkları şeylerden yapıldığı için geçerli olmaz. Çünkü ganimet alındıktan sonra yapılan tahsis için önceki ganimetten verilmesi caiz değildir.
1102- "Sizden kim rasgele birini öldürürse her şeyi onundur" derse ve bir müslüman gidip komutanı yahut kralı öldürse, eşyasını almaya hak kazanamaz.
Çünkü rastgele birinin eşyasını alma hakkını tanımıştır. Komutanın veya kralın ganimet eşyası da şüphesiz rastgele birinin eşyasından daha değerli ve çoktur. Tahsis edilen en aşağı miktar yerine en üstün miktar hak edilmez.
Ama "Kim rastgele birini öldürürse ona yüz dirhem vardır" derse ve bir müslüman, kumandanı öldürse, yüz dirhemi almaya hak kazanır.
Çünkü şart koşulan şeyi ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir. Zira komutanın öldürülmesi rastgele birini Öldürmekten daha çok düşmanın gücünü kırmaktadır. Rastgele birini öldürme karşılığında tahsis edilen miktar belli olup yüz dirhemdir. Bundan sonraki meseleler malum bir şeyi veya miktarı tahsis etmekle ilgilidir.
1103- Öldüren kişiye muayyen bir şey tahsis edilmişse, ister daha adisini, ister alasını öldürsün ondan başkasına hak kaza namaz.
Çünkü istihkak (hak kazanma) mahalli mevcut olmadan, hak kazanma da sözkonusu değildir.
1104- Öldüren kişiye muayyen bir mal tahsisi yapılmış (vadedilmiş) iken kendisi şart koşulanın dışında bir iş görürse, bu malı almaya hak kazanamaz.
Çünkü başka şey yapmakla aynı şeyi almaya hak kazanılmaz.
1105- Yapılan iş şart koşulan şey cinsinden olup yararı şart koşulan şeyden daha az ise, yine almaya hak kazanamaz.
Çünkü şart koşulan ile yapılan şey arasında denklik ve benzerlik meydana gelmemiştir. Amaç da bütünüyle gerçekleşmemiştir.
1106- Ama yapılan İşin yaran, şart koşulan şeyden daha büyük ise, vadedilen şeyi almaya hak kazanır.
Çünkü şart koşulanı ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir.
1107- Komutan "kim yaşlı birini öldürürse her şeyi onundur" derse ve bir müslüman yaşlı değil de genç birini öldürürse, her şeyini almaya hak kazanır.
Çünkü şart koşulanı ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir. Nitekim genç birini öldürüp düşmana saldırmak için sarfedilen güç daha büyüktür. Alınan şeyler de gençlik veya yaşlılıkla değişmez.
1108- "Kim bir genç öldürürse her şeyi onundur" derse ve genç yerine yaşlı Öldürülse, eşyasını almaya kimse hak kazanamaz.
Çünkü celadet ve düşmanı ^nmek bakımından yaptığı iş, şart koşulan işten daha aşağıdadır.
1109- "Kim zorla yakalayıp esir getirirse o kendisinindir" derse ve esir yerine müslüman kişi zora başvurmadan mukavemet göstermeyen hizmetçi bir kişiyi (vasîf) tutup getirse veya aksini yapsa, bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü esir ile savunmasız hizmetçi külfet ve fonksiyon bakımından farklıdır. Bu hakkı almaya sebep olan şey mevcut olmamış, esir yerine kişiler getirmiştir.
1110- "Kim bir hizmetçi getirse, o kendisinindir" derse ve müslüman, hizmetçi yerine süt çocuğu veya süt annesi getirse, hizmetçi onu almaya hak kazanamaz.
Çünkü hizmetçi süt çocuğu veya süt annesinden başkadır. Hak kazanacağı şey mevcut olmamıştır.
1111- "Kim bin dirhem getirirse, yüz tanesi onundur" derse ve bin dirhem yerine bin dinar getirse, bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü getireceği dirhemlerin bir kısmını ona tahsis etmiştir. Halbuki dirhem ve dinar birbirinden farklıdır. Cinsleri değişiktir.
1112- "Bir hizmetçi getirene yüz dirhem vardır" derse ve müslüman, kadın hizmetçi getirse, bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü insanoğlundan erkek ve dişi birbirinden farklı ve maksat da değişiktir. Onun için biri köle satın alsa ve bu aldığı cariye çıksa, alış akdi gerçekleşmez. Cinsler farklı olunca berzerlik meydana gelmez.
1113- "Bir genç getirene yüz dirhem vardır" derse ve genç yerine yaşlı birini getirse, müslüman yine bir şey almaya hak kazanamaz. Ama aksi olursa hak kazanır.
Çünkü cins bir ve burada güdülen amaç için genç yaşlıdan daha iyidir. Şart koşulandan daha fazla olan bir şeyi getirince, tahsis edilen şeyi almaya hak kazanır. Ama şart koşulandan az olan şeyi getirirse almaya hak kazanamaz. Mesela bin dirhem getirene yüz dirhem vardır, der ve biri bin dirhem getirirse, yüz dirhemi almaya hak kazanması gibi. Çünkü cins aynı ve getirdiği daha üstündür. Daha fazla da getirse, kendisine tahsis edilen normal yüz dirhemden fazlasına hak kazanamaz.
1114- Yine "Kim kendisinin kazandığı bin dirhem getirirse öşrü (onda biri) onundur" derse ve müslüman beytülmal parasından bin dirhem getirirse, öşrü mahsul olan dirhemlerden almaya hak kazanır.
Çünkü "kendi kazandığı" sözü ile daha fazlasını alma hakkını vermemiştir. Tahsis ettiği miktar ve cins de ancak adını koymakla sabit olur.
1115- "Güzelinden bin dirhem getirene yüz tanesi verilecektir" derse ve müslüman normal olan bin dirhem getirse, bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü getirdiği şey şart koşulandan daha adîdir.
1116- "On koyun getirene bir koyun vardır" derse ve müslüman kişi on inek getirse, yine bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü cins değişikliği vardır.
1117- Yine "on takım dibac (değerli kumaş) elbise getirene şöyle vardır" derse ve müslüman onun yerine süııdüs "Büzyün, bizyün" elbise getirse, bir şey almaya hak kazanamaz. Bunun aksi de olursa yine alamaz.
Çünkü cins değişikliği vardır.
1118- "Kırmızı büzyünden on takım elbise getirene şöyle verilecektir" derse ve onun yerine mülüman kişi yeşil veya sarı elbise getirirse bakılır; kırmızı kumaş, getirdiğinden daha değerli ise, bir şey almaya hak kazanamaz. Ama değeri daha az veya eşit ise, kendisine belirtilen kumaştan almaya hak kazanır.
Çünkü cins bir, değişiklik sadece sıfattadır. Nitekim kırmızı niyetiyle bir takım kumaş satın alınsa ve açıldığında yeşil kumaş olduğu anlaşılsa akid sahih olur.
1119- Yine at, katır ve eşek arasındaki işlem de aynı şekildedir. Mesela, "At getirene yüz tane vardır" derse ve at yerine kısrak getirilse, almaya hak kazanılmaz. Ama bunun aksi olursa hak kazanılır.
Çünkü cins aynı ve at kısraktan üstündür.
Ama katır veya eşek getirilirse, bir şey almaya hak kazanılmaz.
Çünkü cinsleri değişiktir.
1120- "Kim at getirirse ona yüz vardır" derse ve bir adam
at getirse, almaya hak kazandığı ganimet tahsisi ancak bundan sonra düşmandan kazanacakları ganimetlerden alınır. Hatta başka şey ganimet almazlarsa, onun hak kazandığı tahsis bundan önce aldıkları ganimetlerden sadece atlardan verilir. At, yüz dirheme eşit olmuyorsa değeri üzerine kendisine artırma yapılmaz. Yüz ve daha fazla değerinde ise, devlet başkam dilerse atı önceden aldıkları ganimete katabilir ve sadece yüz (dirhemi) kendisine verebilir.
Çünkü devlet başkanı ganimetleri satma yetkisine sahiptir. Bu aygula-ması da ganimetten değeri ile bir şeyi satması mesabesinde olup caizdir.
Yüz (dirhem) atın değerinden fazla ise (at yüz dirhem etmiyorsa), kendisine atın değeri miktarından fazlasını veremez.
Çünkü fahiş kayırma ve aldanma İle değil, nazar ve takdir ederek değiştirme yetkisine sahiptir. En iyi Allah bilir.[61]
1121- Devlet başkanı "kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve düşmandan bir cengaver meydana atılınca bir müslüman karşısına çıkıp ona atından yıkan bir darbe vur-sa ve atını aldıktan sonra onu da diri diri müslümanların yanına sürükleyip getirse, o kafir de birkaç gün sonra ölse, yatalak olsun olmasın, o darbeden öldüğü kesin olsa, müslüman onun herşeyini, selebini, atını ve süanını almaya hak kazanır. Çünkü onun darbesiyle ölünce kendisi öldürmüş sayılır. Öldüren kişinin
lehine ve aleyhinde doğacak sonuç açısından, öldürülen kişinin öldüren kişinin
darbesiyle o anda veya daha sonra ölmesi farketmez.
1122- Ganimet taksim edilmeden önce ganimetin alınma-
sından önce veya sonra darulislamda ölmesi müsavidir. Ama ganimetler taksim edildikten veya satıldıktan sonra yaralı henüz Ölnıemişse, onun eşyası ganimete katılır ve asker arasında paylaşılır.
Çünkü eşyasını almak için katil lehine sebep olan öldürme henüz gerçekleşmemiştir. Zira tam öldürme ölümden başkasiyfe gerçekleşmez. Halbuki yaralı henüz diridir. Ganimeti alan askerlerin yaralının malında hak sahibi olmalarının sebebi de daha önceden mevcut olup ganimet almak esasıdır. Onun için eşyası aralarında taksim edilir. Taksim etmekle de mülkiyet gerçekleşir. Bu eşyada ganimet tahsisi hakkmm düşmesi de bu mülkiyetin gereğidir. Devlet başkanının onun eşyasında ganimet tahsisini iptal etmesinden sonra, sebep gerçekleşse bile, tahsis İle ona müstehak olamaz.
Yaralının durumu ne olacağı anlaşılıncaya kadar niçin ganimet alınmasın ve satma işi olmasın? denilirse:
Cevap olarak deriz ki; Çünkü taksimini gerektiren ganimet alma prensibi onda daha önceden sebep olarak mevcuttur. Sebebinin varlığı ile sabit olan hüküm, mevhum (olup olmiyacağı kesin olmıyan farazi) bir sebepten dolayı geciktirilmez. Nitekim yaralının kendisi ganimet arasında taksim edilirken, malı nasıl taksim edilmesin?
Yine, yaralının kendisi herhangi bir kişinin beklediği özel bir hakkı olmadığından taksimi yapılır, ama onun eşyasında katilin beklediği bir hak vardır, eşyasına sahip olması için sebep de onun için mevcuttur, yani sebebi kendisi gerçekleştirmiştir, diye itiraz edilirse;
Cevap olarak deriz ki: Sebebin ancak yaralının Ölmesiyle gerçekleşeceğini belirttik. Sonra, ganimetin taksimi bundan daha büyük bir hak olduğu için bu sebeple geciktirilmez. Çünkü £sir edilen kişi ve malda ganimeti alanların hakkı daha öncedir ve önceliği fardır. Bu sabit bir haktır. Ama öldüren kişi ganimet olarak taksimden önce alırsa (yani yaralı ölürse), hiçbir şey sözko-nusu olmadan onu kendine alır. Onun hakkından dolayı da taksim veya satış tehir edilmez. Çünkü vuran kişinin hakkından dolayı burada geciktirme de olmaz. Şu anda bu hak sabit de olmayınca özellikle tehir yapılmaz.
Denilse ki; Buna göre yaralı taksimden sonra ölürse, vuran kişi, nakid olarak onun kıymetini alma hakkına sahiptir. Taksimden sonra gelen ve aldığı esirdeki hakkı gibi.
Deriz ki; Ganimet taksiminden sonra gelen ve aldığı esirde hak sahibi olan kimsenin hakkı asılda (daha Önce) sabittir. Bu hak ile sözkonusu mülk (esir) karşılığında fidye olarak kıymeti alma hakkına sahiptir. Bunda ise vuran kişinin yaralının eşyasında hakkı asla sabit olmamıştır ki, bu hakkın gereği karşılığında kıymet olarak fidye alabilsin. Bu hakka ancak taksimden önce yaralı ölmüş olsaydı kendisine daha evvel yapılan tahsis sebebiyle sahip olurdu. Ama ganimet taksiminden sonra, tahsis edilen şey mevcut olmadığından hakkının sabit olması mümkün değildir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Mücahid, esir aldığı ve köle edindiği birini satsa, ortada hak alacağı bir şey kalmadığı için onu tutup getiren kişinin hakkı diye de bir şey kalmaz. Düşmandan alınan seleb (ganimetin) durumu da böyledir.
1123- Buna göre, müslüman onu vurduğu anda kafirler yaralıyı diri iken çekip götürseler, darbesinden dolayı Öldüğü sabit olmadıkça, vuran kişinin onun atında ve eşyasında bir hakkı olmaz.
Çünkü sebebin tamamlanması onun ölmesiyle gerçekleşir. Başlangıçta onları almaya hak kazanması için sebebin kesinlik kazanması lazımdır. Bu sebebin zahiren varlığı yeterli değildir. Azat etme veya boşamanın taalluk ettiği (bağlı olduğu) şart gibi. Bu şart kesin olarak gerçekleşmedikçe neticesi de meydana gelmez.
Yaralının kesin olarak darbeden öldüğünü Öğrenmenin yolu, müslü-manlardan adaletli iki şahidin şahitlik etmesidir.
Çünkü yaralının eşyası zahire göre müslümanlara ganimettir. Vuran kişinin bunlara hak kazanıp kazanmadığını kesin olarak öğrenmeğe ihtiyaç vardır. Bu da ganimetin taksiminden önce yaralının darbeden öldüğüne dair müslümanlara getireceği delil ile ancak meydana gelir.
1124- Ama yaralı, ganimet taksiminden veya satıştan sonra ölürse, delil geririlse bile, vuran kişi onun eşyasını almağa hak kazanamaz.
Çünkü taksim veya satışın gerçekleşmesiyle hak kazanacağı şey de kalmamış olur.
1125- "Kim bir kafir öldürürse ona yüz dirhem vardır" deseydi, durum tıpkı bunun gibi olurdu. Ancak ganimetler satılıp değeri taksim edilmeden yaralı Ölürse, vuran kişi yüz dirhemi almaya hak kazanır. Ama ganimetler dağıtıldıktan veya satılıp değeri dağıtıldıktan sonra yaralı ölürse, vuran kişi onun eşyasından birşey alamaz.
Çünkü burada alacağı hak ganimetin kendisidir. Ganimetin satılmasıyla bu hak mahalli ortadan kalkmaz. Satılan şeyin yerine kaim olması itibariyle ganimetin değeri (nakid) de ganimettir ve ganimeti alanlar arasında paylaşılır. Ama taksim ile bu hak mahalli ortadan kalkmaktadır.
Birinci durumda hakkın mahalli, yaralı kafirin eşyasidır. Bu eşya başkasının hakkına geçmekle onun hakkı kalkmış olur. Zira eşyanın değeri (nakid), eşya değildir. İkisi arasında fark buradadır.
En iyi Allah bilir.[62]
1126- Komutan "Kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve müslümanların safında çarpışan bir zimmî karşı düşman tarafından birini Öldürürse her şeyi onundur.
Çünkü devlet başkanı (komutan) hem müslümanı, hem de zimmîyi içine lan genel bir lafızla ganimet tahsisini zimmîye de yapmış bulunmaktadır, mumî lafız, hükmün ispatında kapsadığı her şeyde nass gibidir.
1127- Ganimet tahsisini direkt zimmîye yaptığında zimmî bu şeye müstehak olduğu gibi, umumî lafızla da bu şeyleri almağa müstehak olur.
Çünkü zimmî, müslümanların safında çarpıştığı zaman ganimetten bir pay ona da verilir. Tıpkı müslüman kişinin payı gibi pay alır. Pay almaya müstehak olan, ganimette ortak olur. Pay almaya müstehak müslüman gibi. Onun için ihtiyacı kadar yiyecek ve atına yem alma hakkına sahiptir.
1128- Savaşa katılmış olsun veya katılmasın tüccardan biri düşman tarafından birini öldürürse, her şeyini almaya hak kazanır.
Çünkü bu anda savaşmış ve ganimete bu savaşmasıyla ortak olmuştur.
Ganimet tahsisi hükmü onu da kapsamaktadır.
1129- Aynı şekilde, müslüman veya zimmî bir kadın da bir düşmanı öldürse, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.
Çünkü ganimetten hak edilecek şeye ortaktır. Yani savaşta alman ganimete kendisi de ortaktır.
1130- Şu ana kadar efendisinin yanında düşmana karşı savaşmış veya savaşmamış bir köle de öldürse, öldürdüğünün her şeyini ganimet olarak almağa hak kazanır.
Çünkü ganimetten müstehak olduğu bir payı vardır.
Ganimet tahsisi ile de öldürdüğünün her şeyini alma hakkına sahip olup aldığı şeyler efendisinin olur.
Çünkü kölesinin kazancıdır.
Ancak komutan "Hür kimselerden veya genel bir ifade ile müslü-manlardan kim bir kafiri öldürürse her şeyine sahip olur" diyerek kayıt ve sımrladırma yapsa, bu taktirde alınan şeyler alan kişiye tahsis edilir.
Çünkü hak kazanma yapılan tahsisle olur. Tahsis yapılırken lafzın umumu muteber olduğu gibi, hususu (Özeli) de muteberdir.
1131- Ganimet tahsisi durumunda zimmî öldürdüğü düşmanın her şeyini almaya hak kazanamazsa, devlet başkanı (komutan) ona ganimet taksiminde uygun göreceği miktarda verebilir.
Çünkü müslümanlara tabidir. Savaşta onlara tabî olan kimse taksimde pay alma yerine, devlet başkanı (komutan) mn uygun göreceği miktarı almaya hak kazanır. Köle ve kadının durumu gibi.
Zira savaşa çıkmasına teşvik olması için ona mutlaka bir şeyin verilmesi lazımdır. Tabî ile metbû arasında (efendi ile köle gibi) eşitlik yapmanın yolu da yoktur. Onun için tabî kişilere ganimetten uygun görülen bir pay verilir. Süva-ri olduğunda da payı müslüman süvarinin payından fazla olmaz. Piyade olduğunda da durum aynıdır. Çünkü ne olursa olsun İslam ordusunda mutlaka zimmîden daha güçlü ve yararlı bir fert vardır. Yararı daha büyük olan müs-lümanın payı artırılamıyorsa, zimmînin payı nasıl artırılsın?
İmam Muhammed'in ifadesinin zahirinden anlaşıldığına göre yaran büyük olduğunda zimmînin payı müslümanın payına eşit olabilir. Halbuki sahih olana göre bu durumda da müslümanın payına eşit pay alamaz. Devlet başkanının uygun göreceği miktarda onun payı eksik olur. Nitekim kölenin kıymeti (azad ücreti) hür kişinin diyeti seviyesine çıkamaz.
Genel ganimet tahsisinde, öldürülen kafirin eşyasını almada eşit değil midirler? Hatta zimmînin öldürdüğü düşmandan aldığı ganimet eşyası müslümanın aldığı ganimet eşyasından daha çok olabilir, zimmîye ganimetten verilen payda niçin zimmî ile müslüman eşit tutulmasın veya zimmîye daha fazla verilmesin? diye itiraz edilirse;
Cevap olarak deriz ki; Çünkü ganimet tahsisinden sonra öldürülenin eşyasını almaya hak kazanmak, ya öldürmek veya komutanın tahsis etmesiyle gerçekleşir. Bu konuda zimmî ile müslüman eşittir. Ama ganimetten almaya hak kazanmak, şeref ve izzet manası itibariyledir. Nitekim ganimet tahsisi ile eşyayı almaya hak kazanmakta süvari ile piyade de eşittir. Ancak bu demek değildir ki ganimet taksiminde de ikisinin eşit pay alması gerekir.
1132- Komutanın "Kim bir kafiri Öldürürse her şeyi onundur" sözünü bazıları işitmiş, bazıları da işitmemişse, sonra bir kişi düşmandan birini öldürürse, komutanın sözünü duymamış olsa bile, Öldürdüğünün her şeyi kendisinindir.
Çünkü komutanm ordudan herkese ayrı ayrı duyurması mümkün değildir. Sadece sözü asker arasında yayabilir ve bunu da yapmıştır. Bu da sözün kapsamına giren herkese ulaşmış hükmündedir. Nitekim ashabtan Ebu Katade ganimet tahsisi haberini duymadan önce-Huneyn Harbinde müşriklerden birini öldürmüştü. Rasulullah da sonradan duyduğumuza göre öldürdüğü kişinin eşyasını ona vermiştir.
Kaldı ki, sözü işitmek ancak muhataptan zararı önlemek durumunda şart koşulur. Halbuki bu durumda zararı değil, yararı bulunmaktadır.
1133- Buna göre, bir seriyye gönderip komutanına "Ganimetin dörtte biri sizindir" derse, sözü hepsi için geçerlidir. Çünkü komutana söylemek bütün seriyye fertlerine söylemek gibidir.
1134- Aynı şekilde bir kısmı işitip diğerleri işitmezse, yine hepsi işitmiş gibidir. Ne onlardan ne başkasından ganimet tahsisi sözünü kimse işitmemişse, hiçbir kimse öldürdüğünün eşyasını almaya hak kazanamaz.
Çünkü ganimet tahsisinden maksat, savaşmaya teşvik etmektir, Komutanın sözünü kimse işitmemiş ise, bu teşvik meydana gelmemiş demektir. Sanki komutan bu işi kendi içinde düşünmüş, fakat kimseye söylememiş gibidir. Ama başlarına verilen kimse işitmiş veya bazıları duymuşsa, savaşa teşvikten etmek olan amaç gerçekleşmiş olur.
1135- Etrafındaki askerlere "Bu seriyyeye alacağı ganimetin dörtte birini tahsis ettim" derse ve seriyye elemanlarından bunu hiçbir kimse duymazsa, kıyasa göre tahsis edileni almaya hak kazanamazlar.
Çünkü onlardan biri kendisi işitmediği zaman amaç olan savaşa teşvik gerçekleşmemiş olur. Ganimet tahsisi ile amaç edinilen şeyi askerlerine veya gece ailesine yahut kendi kendine söylemesi arasında bir fark yoktur. Hepsi de geçersizdir.
İstihsana göre ise tahsisi almaya hak kazanırlar.
Çünkü belirttiğimiz gibi devlet başkanı (komutanın) askerleri arasında söylediği şey yayılır, yahut sanki bunu seriyyedeki kişilere ulaştırmalarım emretmiş gibidir. Bildirmeden önce seriyye hakkında bu hükmü kabul etmeni bir zararı da yoktur. Gerçi teşvikin gerçekleşmiş olması için tebliğ edilseydi daha iyi olurdu.
Mesela, devlet başkanının normal olarak bizzat kendisi askerle yahut seriyye fertleriyle muhatap olmaması veya onlarla konuşmaması durumu bunu açıklamaktadır. Zira devlet başkanları herkese yaymak istedikleri şeyleri kendi çevrelerindeki özel kişilere söyler ve bu onların adetlerindendir. Bu yolla hitabı onlara yaymış ve tebliğ etmelerini emretmiş sayılırlar.
1136- Komutan "kim bir kafiri Öldürürse her şeyi onundur" der ve giden seriyyeye sonradan yardımcı kuvvet gönderilirse, nıüsl umanlar d an kim bir kafir öldürürse herşeyini almaya hak kazanır.
Çünkü yardımcı kuvvetin ortak olmaya hak kazanması, tahsis yapıldığında hazır olan kişinin hak kazanması gibidir. Komutanın söylediğini bilsin veya bilmesin bir kafir öldürdüğünde her şeyini almaya hak kazanır.
1137- Yardımcı kuvvetin başında yeni bir komutan gelir ve eskisi azledilir (görevden alınır)sa, yeninin gelişinden itibaren ganimet tahsisi geçersiz olur ve o andan sonra öldüreceklerinin eşyasını almaya hak kazanamazlar.
Çünkü ganimet tahsisinin geçerliliği, komutanın yetkisi (velayeti) itibariyledir. Azledilmesiyle bu velayet kalkmış olur. Bir şeyden maksat gerçekleşmeden önce ortaya çıkan engel, sebebin aslı ile beraber bulunmuş gibidir.
1138- Ganimet tahsisi yaptığında azledilmiş ise, bu tahsisi geçersizdir, aynı şekilde ganimet tahsisinden sonra ve düşmandan kimse öldürülmeden önce yahut ganimetler alınmadan önce seriyye gönderdikten sonra azledilmişse, yaptığı tahsis yine geçerli değildir. Ama önceki komutan azledilmeden önce ganimet alınmış ise, alınan bu ganimetten tahsisler geçerlidir. Çünkü azledilmeden önce ganimet tahsisi ile amaç (savaşa teşvik) gerçekleşmiştir.
1139- İlk komutan, gelen ikinci komutanın kendisini azledeceğini bildirmiş ve ikinci komutan henüz asker karargahına ulaşmamışsa, ilk komutan azledilmiş sayılmaz ve görevi ikinci komutanın karargâha varmasına kadar devam eder. Ama karargaha yaklaşır ve askerin yardım istemesi halinde yardım edecek duruma gelirse, ilk komutan azledilmiş sayılır ve yaptığı ganimet tahsisleri geçersiz olur.
Çünkü onlara yaklaşınca aralarına karışmış gibidir. Bu da halifenin birinci komutanı azletmek için ikinciyi göndermesi durumunda olur. İkinci komutan askerlere yaklaşmadıkça birincisi azledilmiş sayılmaz. Çünkü askerin bir yöneticiye ihtiyacı vardır. İkinci ise uzak olduğundan yönetme görevini henüz yapamamaktadır. Askere yaklaştığında artık birincisi azledilmiş sayılır ve yönetim bunun eline geçer.
1140- Kendilerine yeni bir komutan gelmeyip başlarındaki komutan ölürse ve aralarından birini başlarına komutan yapsalar, ölen komutanın yaptığı ganimet tahsisleri geçerliliğini korur.
Çünkü ikinci komutan ölen birincinin halifesi olup onun yerine kaimdir. Onun için birincinin bütün uygulamaları geçerlidir ve yürürlükten kalkmaz.
Ama seçilen ikinci komutan bu ganimet tahsislerini muhataplara iptal ettiğini bildirirse, tahsisler yürürlükten kalkar ve kimse almaya hak kazanamaz.
Çünkü ölen birinci komutan mesabesindedir. Birinci komutan ganimet tahsislerini iptal ettiğini bildirdiğinde bu tahsisler iptal olduğu gibi, ikincinin de iptal etmesiyle yürürlükten kalkmış olur.
1141- Devlet başkanı askerlere "Komutanınız ölür ve öldü-rülürse filan kişi size komutan olsun" derse, sözü geçerli ve sahihtir.
Çünkü mutlaki şarta bağlamaktır ki, bu da sahihtir. Köle azadı ve talak (boşama) durumunda olduğu gibi.
Dayanağı da Rasulullah'ın Mûte günü buyurduğu rivayet edilen şu hadistir: "Zeyd öldürülürce komutanınız Ca'ferdir. Ca'fer de öldürülürse, Abdullah bin Revaha olsun".
Şu da vardır; Birinci komutan ölünce ganimet tahsisleri de İptal olur. Çünkü onu kendisi göndermesi itibariyle ikinci komutan halifenin vekilidir. Sanki başlangıçta ve birincinin ölümünden sonra kendisi ikinciyi görevlendirmiş gibidir. Halbuki daha Öncekinin durumu böyle değildir.
Çünkü birincisinde ganimet tahsisi komutanın uygun gördüğü bir görüşüdür. Daha üst makamın görüşü ile onun görüşü yürürlükten kalkmaktadır. O da halifenin ikinciyi görevlendirmesidir.
Birinci fasılda ise görüşü üstünde bir görüş sözkonusu olmamıştır. Sadece asker durumlarına bakarak onu başlarına komutan yapmıştır.
Görüşünün hükmü, halifesi itibariyle kalıcıdır. Sanki kendisi halife seçilmiş gibi. Nitekim namazda imamın yerine başkasının imam olması durumunda namaz sahih olur ve birinci imamın yaptıklarıyla cemaatin yaptıkları arasında bir fark yoktur. Bu da onun gibidir. '
1142- Beraberinde bulunan askerlere "Sizden kim bir kafir öldürürse her şeyi onundur" derse, sonra yardımcı bir kuvvet veya tüccar yahut düşman taraftan müslüman olan bir grup onlara katılır ve onlardan biri düşmandan birini öldürürse, kıyasa göre eşyasını ganimet olarak almaya hak kazanamaz. Çünkü "sizden" diyerek bu işi hazır olanlara tahsis etmiştir. Önceki durumda ise durum böyle değildir. Orada "kim bir düşmanı öldürürse" diyerek hitap umumî olmuştur. Bu da hem hazır olan, hem hazır olmayanı içine alır.
İstihsana göre ise her şeyini almaya hak kazanır. Çünkü hazır olanların şahıslarını değil, savaşa teşvik etmeyi amaç edinmiştir. Bu manada hazır olan ve olmayan eşittir.
Nitekim onlara katılanlar ganimet alma esnasında hazır olanlar gibi savaştıklarında daha önce aldıkları ganimetlerde ortak oldukları gibi, ganimet tahsisi hükmünde de onlara ortak ve tahsis esnasında hazır olmuş gibi kabul edilirler.
1443- Asker arasında eraan altında kişiler olup devlet başkanının izni ile girmişlerse ve asker gibi savaşırlarsa, gerek ganimetten pay almada ve gerekse ganimet tahsisinde zimmîler gibi işlem görürler. Yeterki devlet başkanının izni ile katılmış ve askerler gibi savaşmış olsunlar.
1144- Ama devlet başkanının izni olmadan darulislama girmişlerse, ganimet tahsisinden veya ganimet taksiminden faydalanamazlar. Bütün pay ve tahsisleri müslümanlarındır.
Çünkü yasal yollardan sağlanan bu hak, darulislamda bulunan vatandaşlara mahsustur. Devlet başkanının onlardan yardım istemesi dışında darul îsla-mın vatandaşı olmayanlar için bu hak sabit olmaz. Onlardan yardım istemekle hükmen kendileri de darul İslamın vatandaşlarına katılmış olurlar.
Maden ve rikaz (define) lerde de durum bunun gibidir, darulislamda e-man İle bulunan kişi devlet başkanından izin almaksızın bir maden veya define çıkardığı zaman, çıkarılan şeylerin tümü kendisinden alınır. Ama devlet başkanının izni ile çıkarırsa, zimmî gibi işleme tabî tutularak beşte biri alınır ve gerisi kendisine verilir.[63]
1145- Darulharpten müslüman bir cemaat savaşacak güce sahip olup İslam ordusunun peşinde başka bir darulharbe girse ve hem kendileri hem de İslam ordusu ganimet aldıktan sonra darulharbi terketse, ınüslümanların aldığı ganimetlerden beşte bir (humus) alınır. Eman altındakilerin aldığı ganimet-lerden ise bir şey alınmayıp hepsi kendilerinin olur.
Çünkü ganimet almaları dini destekleme şeklinde olmamıştır. Ganimetten beşte birin alınması için din uğrunda yapılan savaşta alınmış olması lazımdır. Bu da eman altındakilerin aldıkları dışında ancak müslümanlarm aldıklarında gerçekleşir. Zira eman altındakiler sadece ganimet kazanmak için onu almışlardır. Böylece kazandıkları kendilerinin olur.
Halbuki bundan önceki durumda böyle değildi. Orada ganimet müslümanlarm savaş ve caydırıcı gücü ile alınmıştır. Zira eman altındakiler müslümanlarm bayrağı altında savaşmışlardır. Onlardan yardım istemek avcı köpeklerin yardımından faydalanmak mesabesindedir. Onun için bütün ganimetin beşte biri alınır.
1146- Bunu yapanlar, iki tarafın aldığı ganimetleri alabilecek güçte olup zimmet ehlinden iseler alınan ganimetten beşte bir ayrılır ve gerisi onlara bırakılır.
Çünkü zimmet ehli darıislâmın vatandaşlarıdır. İslam yurdunu savunmak için savaşırlar. Nitekim ehli zimmet mağlub olup bizim yardım etme imkanımız varsa, onlara yardım etmemiz vaciptir. Ama darulharbe girmelerinden sonra eman altındakilere karşı böyle bir görevimiz yoktur.
Darulislamın vatandaşı olup vatandaşlıkla müslümanlara tabî olan zim-mîler, darulharpte aldıkları şeylerde de müslümanlara tabî olurlar (Bu işlerde onlar gibi işlem görürler). Zaten ganimet darulharpte hepsinin işbirliğiyle alınmıştır. Onun için ganimetin tümünden beşte bir alınır.
Ama eman altındakiler ise vatandaşlıkta müslümanlara tabî olmazlar. Ve darulharbe tekrar dönme imkanına sahiptirler. Alınan ganimette de durum böyledir. Müslümanlara tabî olmazlar.
1147- Darulharpte bir düşman, onların (eman altındakilerin) mallarından birşey alır ve İslam ordusuna sığınırsa, aldığı şey kendisinin olur.
Çünkü aldığı şeyleri müslümanlarm gücü ile değil, kendi gücü ile almıştır ve bu şeyler kendi malı olmuştur.
Aldıktan sonra adam müslüman veya zınımi olup ordu ile beraber darulislama çıkıp gelse, aldığı bütün mallar kendisinin olur.
Çünkü onları müslümanlarm gücü ile almış değildir.
Rivayete göre Muğire bin Şu'be aynı şeyi yapmıştır. Yol arkadaşlarını öldürmüş ve mallarını alarak Medineye gelmiş ve müslüman olmuştur. Rasu-lullah da getirdiği maldan beştebir payı almamıştır. Rivayete göre kendisine "İslama girmen makbuldür, ama getirdiğin mal haksızca alınmış bir maldır, ona ihtiyacımız yoktur" buyurmuştur.
Rasulullah bu sözleri, arkadaşlarına hiyanet ettiği için kendisine söylemiştir. Bu olayın hikayesi meşhurdur.
1148- Malı almadan önce İslama girmiş, sonra onlardan birini öldürüp malını almış ve İslam ordusu da ona yetişmişse, aldığı mal kendisi ile asker arasında ortak bir ganimettir.
Çünkü onu müslümanlarm gücü ile elde etmiş ve himayeleri altında elinde korumuştur.
1149- Aynı şeyi askerlerden biri yapmış olsaydı, onun hükmü de aynı olurdu. Eman altındaki kişilerden biri de İslama girip bu işi yapmış olsa, hükmü yine aynıdır. Hatta çıkıp müslümanlarm zimmetine girse ve dönüşte bu malı ele geçirse, hükmü yine birdir.
Çünkü müslümanlarm zimmetine girince dârulislamdan İslam ordusuna katılan zimmî mesabesinde olur. Bu malı da ancak müslümanlarm gücü ile elde edebilmiştir.
1150- Yine İslam ordusuna sığınsa ve komutanın izni ile dönüp bu işi yapsa, hükmü aynı olur.
Çünkü belirttiğimiz sebepten aldığı şeylerde komutanın izni olunca zimmî mesabesinde olr.
1151- Bu işi komutandan izinsiz yaparsa, eman almış kişi oranın vatandaşı değilse, aldığı mal İslam ordusunundur.
Çünkü dârulislamdan askerle beraber giren, eman almış kişi mesabesindedir. Zaten caydırıcı ve vurucu gücü yoktur. Bu malı sadece müslümanlarm gücü ile aldığı için mal müslümanlarındır. Ama eman altındakiler savunma ve vurucu güce sahipse, mal onlarındır.
1152- İslam ordusu düşmandan esirler alsa ve daha sonra komutan "Kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve esirlerden biri kafirlerden birini Öldürse bakılır; şayet esirler öldürmeden önce taksim edîlmemişse, alınan mal ganimettendir. Eğer esirler askere taksim edilmişse alınan mal, esir sahibinindir.
Çünkü taksim ile onun kölesi olmuştur. Öldürdüğünün malı da kendi malı gibi (efendisinin) dir. Taksimden Önce ise esir ganimettendir. Öldürdüğünün malı da ganimetten olur. En iyi Allah bilir.[64]
1153- Komutan "Kim bir esir alırsa o kendisinindir" derse ve bir adam iki yahut üç esir alırsa hepsi onundur.
Çünkü alan ve alman hakkında sözü geneldir.
1154- Yine "sizden bir insan bir esir alırsa, o kendisinindir" derse, hüküm aynıdır.
Çünkü alan ve alman şeylerin tümüne delalet eden genel bir lafız kullanmıştır. Böyle durumlarda şart edatı ile şahsa delalet eden "men" edatı arasında fark olmadığı gibi, "men" ile "insan" sözleri arasında da delalet yönünden fark yoktur. Ama şahsen yakalayıp muhafaza etmediği zaman, esir bütün askerlerindir. Hatta bir cemaat bir tek esir alsa, bu manaya göre onların olur.
1155- "Sizden kim on kişi yakalarsa hepsi onundur" derse ve onlardan biri yirmi kişi yakalarsa, hepsi onun olurlar.
Çünkü geneli ifade eden söz kullanmıştır. Bütün bunlar "Kim bir şey alırsa onundur" demesi gibidir.
1156- "On kişi yakalayanın onda biri onundur" derse ve bir adam yirmi kişi yakalarsa, sadece onda birini alabilir.
Bu da iki kişi eder.
1157- Yine "On kişi yakahyana onlardan bir kişi vardır" derse ve bir adam yirmi kişi yakalarsa, onlardan iki kişi alır. On kişi yakalarsa, sadece bir kişi alır. Onlardan da en iyisi veya adîsi değil, ancak ortalama olanı kendisine verilir.
Çünkü komutan müslümanlara çalışmasıyla sağladığı yarar yanında bunu kendisine tahsis etmiş bulunmaktadır. Geri kalan dokuz kişi ganimet olarak askerin tümüne kalır. Kişi mutlak olarak zikredildiğinde de vasat olanı anlaşılır. Kasten öldürme ile igili yapılan sulh esnasında şart koşulduğu gibi.
Zaten devlet başkanı hem onu, hem diğer müslümanları gözetmek zorundadır. Kendisine en iyisi verdiği zaman müslümanları gözetmemiş olur. Adisini verdiğinde de onu gözetmemiş olur. İki tarafı da gözetmesi için ortalama birini kendisine verir. İşlerin en iyisi vasat olanıdır.
1158- Beş kişi esir alırsa bunlardan yarım kişiye hak kazanır ve hepsi gözetilerek ortalama kişiden verilir.
Devlet başkanı on kişi almasını şart koşmuştur. Şart ise cüzler itibariyle meşruta (şart koşulan) şeye bölünmez. On kişiden az getirdiğinde bir şey almaya hak kazanmaması gerekir, denilse;
Cevap olarak deriz ki; söylendiği gibi değildir. Çalışmasıyle müslü-manlara sağladığı yarar karşılığında bu tahsisi ona yapmıştır. Müslümanlara sağlanan yarar oranında tahsis edilen şeyden hak kazanır.
Zaten ganimet tahsisinden maksat, savaşa teşvik etmek ve esir almaya sevketmektir. Şartı formalite olarak kabul ettiğimizde bu amaç gerçekleşmez. Çünkü dokuz kişi yakalayıp bunlardan bir şey almıyacağını bildiği zaman bu işe girişmez ve arzu etmez. Zira bunun da bir takım sıkıntıları ve emekle masrafları gerekecektir. Kendisinin de diğer askerler gibi bir pay alacağını bildiğinde kişi buna çok nadir heves eder. Söylediklerimiz itibariyle teşvik tam manasıyla ancak getirdiği sayı oranında almayı hak edeceğini bildiği zaman gerçekleşir.
Mesela, komutan "Sizden kim on kafir öldürürse her şeylerinin onda biri kendisinindir" derse ve biri dokuz kişi öldürseydi, acaba öldürdüğü adam sayısına göre eşyalarından o oranda almaya hak kazanmıyacak mıydı? Herkes bilir ki, devlet başkanı (komutan)ın amacı on kişiyi şart koşmak değildir. Çünkü bir kişinin düşmandan on kişiyi öldürmeye veya esir etmeğe imkan bulması nadirdir.
1159- İki kişi düşmandan on kişi yakalarsa, ortalama olan bir kişi alırlar.
Çünkü müslümanlar için şart koşulan yararın gerçekleşmesi bu ikisi ile olmuştur. Şartta koşulan şey de aynı şekilde müşterek olur.
1160- Askerlerden birine "Düşmandan bir kişi yakalarsan o senindir" derse ve adam iki kişi yakalarsa, sadece birini alabilir.
Çünkü alan ve alınan sayıyı özel olarak sınırlandırmıştır. Böylece alan ve alınan konusunda genellik özelliği kalmamıştır.
Bunları aralıklı sıra ile yakalasa, sadece önce yakaladığını alır. Ama ikisini birlikte yakalasa, onlardan yine bir ve dilediğini alır.
Çünkü sadece âlâsını yakalasaydı o kendisinin olacaktı. Yanında başka birini de tuttuğu için ondan mahrum edilmez.
1161- "On kşi yakalarsan, onlardan sadece bir kişi senin olur" der ve biri yirmi kişi yakalarsa, sadece bir kişi alır.
Çünkü sözünde özellikle bunu belirtmiştir.
1162- Onları aralıklı yakalarsa, yakaladığı ilk on kişiden ortalama birini alır. Hepsini birlikte yakalarsa yine ortalama birini alır.
Az Önce geçen meselede olduğu gibi, burada da neden en iyisini tercih etme hakkına sahip olmasın? diye sorulursa;
Deriz ki; Çünkü orada müslümanlara sağladığı yarar karşılığında kendisine şart koşulmuştur. Burada ise getireceği şeylerden kendisine bir bölüm şart koşulmuştur. Onun için burada vasat itibar edilir.
1163- Beş kişi yakalarsa, ortalama olanlarından yarım kişi almaya hak kazanır.
Çünkü on kişiden bir kişi düşerse, beş kişiden de yarım kişi düşer. Zaten bir payın verilmesi, teşvik amacını gerçekleştirmek içindir.
1164- Askerden on kişiye "On kişi yakalarsanız bir tanesi sizindir" derse, daha önce söylediğimiz bütün şeylerde bir kişi için söylediği söz ile bu sözü arasında fark yoktur.
Çünkü yakalama işinde hepsini zikredince tahsis etmiş sayılır. Alan kişi için yapılan belirleme, alınanda da belirlemeyi gerektirir. Çünkü ona dayalıdır.
1165- O kişiye "sizden biriniz on kişi yakalarsa onlardan bir tane kendisinindir" derse ve biri yirmi kişi yakalarsa, ortalama olanlarından iki kişi almaya hak kazanır.
Çünkü yakalama işinde her birini ayrı ayrı belirtmiş ve hitabını hepsine genelleştirmiştir. Alanlar hakkında hitabın genel olması, alınanlarda da genellik hükmünü ispat eder. Sanki bir ordu fertlerine hitap etmiş gibi.
Nitekim bu meselede, onlardan her biri on kişi yakalarsa, yakaladıklarından her biri bir kişi alma hakkına sahip olur. Aynı şekilde bir kişi yüz kişi yakaladığında onlardan on kişi alma hakkına sahiptir.
1166- Sadece bir adama "Aldığın on kişiden sana bir tane vardır" derse ve adam yirmi kişi yakalasa, iki kişi alma hakkına sahip olur.
Çünkü "ma" sözü, umum ifade eder. Yakalayan kişide ise umumu onunla ispat etmek mümkün değildir. Çünkü belirli bir kişiyi özel olarak belirtmiştir. Onun için "ma" kelimesiyle sadece alınanlarda umum manası sabit olur. Ama "Eğer yaklarsan..." diyerek "in" şart edatını kullanırsa durum bunun zıddı olur. Çünkü bu sözünde ne şekil, ne mana yönünden umumu ispat edecek (ifade edecek) bir şey yoktur.
1167- Askerlerden birine "Ey Falan! Müşriklerden şu meydan okuyan kimseyi öldürürsen her şeyi senindir" derse ve bu sözü başka bir müslüman duyarak o müşrikin karşısına çıkıp onu öldürse, onun eşyasını alamaz.
Çünkü komutan konuştuğu kişiye bu işi tahsis etmiştir. Öldürülenin eşyasına hak kazanmak da ancak komutanın tahsisi ile olur. Ganimet tahsisi de birine özel olmaya elverişlidir. Başkası o işi yaptığında bu tahsis sanki hiç yapılmamış kabul edilir.
1168- Komutanın hitap ettiği kişi onu başka bir müslü-manla yardımlaşarak öldürse ve ganimet tahsisi de yürürlükte olsa, öldüren muhatap kişi, adamın eşyasının yarısını almaya hak kazanır. Diğer yarısı ise ganimete katılır.
Çünkü ikisinden her biri yarısını öldürmüş ve öldürenlerden herbiri için parça butune göre değerlendirilmiştir.[65]
1169- Komutan "Sizden kim bir şey getirirse onun bir kısmı kendisinindir" derse ve bir adam, yiyecek veya elbise yahut esirler getirse, bunlardan ne kadar alacağını komutan tesbit eder. Onu ve askerleri gözönünde bulundurarak uygun göreceği bir miktarı kendisine verir.
Çünkü getirebileceği şeyleri mevcutlar için kullanılabilen en genel lafızla dile getirmiş ve "şey" sözünü kullanmıştır. Bu da adamın getireceği her şeyi içine alır.
Getirilen bu şeylerden bir kısmını ona tahsis etmiştir. Bu da belirsiz bir miktarın ismidir. Ne varki bu belirsizlik, en geniş anlamda bolluğu ifade eder ve tahsisi yapan veya onun yerine bakan kişi genişlikle tasarruf edebilir. Bu meselede, ganimet tahsisini yapan, komutan (devlet başkanı) dır. Bütün tarafları gözetmekle mükelleftir. Onun için tarafları gözettiği bir ölçü ile paylaştırması gerekir. Bu paylaşması da taraflarca makbul olması lazımdır.
Mesela, malının bir kısmını birine vasiyet eden bir kimse gibi. Varis kişi, vasiyet edilen bu maldan dilediği kadar o kişiye verebilir. Çünkü O, tahsis yapan kişi makamında kâimdir. Vasiyet yapan kişinin varisleri yoksa malı bütün müslümanlarındır. Devlet başkanı bu malı değerlendirir ve vasiyet yapılan kişi ile diğer müslümaniarı gözönünde bulundurarak mirastan o kişiye uygun bir miktar verir.
1170- "Kim bir şey getirirse ondan kendisine bir şey veya biraz yahut az bir miktar vardır" derse, bu da bundan önceki meseleye bakılarak çözümlenir. Ancak bu meselede ganimet tahsisi yapan komutanın vereceği miktarın, getirilen ganimetin yarısına varması doğru değildir. Çünkü getiren kişiye getirdiğinden az veya basit yahut belirsiz bir şey tahsis etmiştir. Bunlar da azlığın delilidir. Azlık ve çokluk ortak isimlerdendir.
Ancak mukabele (karşılaştırma) ile anlaşılır.
1171- "Kim birşey getirirse onun bir cüzü kendisinindir" derse, getirilen ganimetten ne kadar pay verileceği yine tahsisi yapan komutana kalmıştır. Ancak bu meselede de sadece yarıya kadar verebilir.
Çünkü iki cüzden en küçük cüz budur ve yarımdır.
1172- "Bîr kısmı verilecektir" demesi de "bir miktar" demesi meabesindedir.
Çünkü azlık ve çokluk bir şeyin bazısı ve bir miktarı olur. Kesin miktar belirten bir şey tahsis lafzında yoktur. Onun için ne kadar verileceğini tahsisi yapan kişi kararlaştırır.
1173- "Kim bir şey getirirse, ondan kendisine bir pay vardır, derse, Ebû Hanife'nin kıyasına göre ona getirdiğinin altıda biri verilir. Çünkü Ebû Hanife'ye göre bir pay altıda biri ifade eder. Nitekim, bir adam başkasına malından bir pay vasiyet ederse, varisleri ona altıda bir oranından az veremezler. Bu da ibni Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.
İmam Ebu Yusuf ve Muhammedî'in vasiyyet konusunda görüşleri ise şöyledir: Varislerden birinin aldığı pay kadar pay alır. Aynı zamanda Şureyh'in de görüşü budur. Bunu vasiyyetler bölümünde belirtmiştik. Burada imamların görüşüne kıyasla komutan bir pay tahsis ettiğinde yandan fazla olmıyacak şekilde uygun görülen miktar verilir ve bu da bir cüz mesabesinde olur. Çünkü en az iki paydan bir paydır, iki cüzden bir cüz gibi.
1174- "Askerden birinin alacağı pay kadar pay vardır" derse, orduda süvari ve piyade olsa bile sadece piyade bir askerin payı kadar verilir.
Çünkü ancak kesin olan miktar kendisine verilir ve bu da asgari paydır. Mesela, beş oğlu ve beş kızı bulunan bir kimsenin malından başkasına bir pay vasiyet etmesi gibi. Bu durumda kendisine vasiyet yapılan kişi kızlardan birinin alacağı pay kadar pay alır. Miras mal bu durumda onaltı paya taksim edilir. Çünkü kesin olan budur. Bu meselede de durum aynıdır.
Bütün bu meselelerde kendisine ganimet tahsisi yapılan kişi payını aldıktan sonra getirdiğinden artakalan şeyler kendisi ve asker arasında ganimet taksimi esasına göre taksim edilir. Kendisine yapılan ganimet tahsisine bakılarak arta kalan ganimetten mahrum edilmez.
Kendisine yapılan tahsis ile getirdiği ganimette ortak olunca, arta kalan şeylerde tekrar nasıl ortak olur? diye sorulursa;
Derizki; Ganimet tahsisi bir şeye bedel (ivaz) olduğu zaman, sözü edilen bu şey yasaktır. Gazi kişi düşmana çok zarar verdiği şeylerde şart ile bedele (ivaza) müstehak olmaz. Buna ancak teşvik için yapılan ganimet tahsisi ile hak kazanır. Şeref ve üstünlük anlamından dolayı tahsis edilen paydan sonra arta kalan ganimette askerle ortak olur.
1175- "Bin dirhem getirene iki bin dirhem vardır" derse ve bir adam dediği kadarını getirse, sadece getirdiği kadar alabilir.
Çünkü teşvik ve yarar, getirdiği şeylerin tümünü veya bazısını ona tahsis etmeyi gerektirir. Getirdiğinden fazlasında teşvik manası sözkonusu olmadığından ona müstehak olamaz.
11756- Dinar, mukavemet görmeden tutulan esir ve at gibi birinci sınıf ganimet malı sayılan şeyler dışında bizatihi mak-sud olmıyan ve getirilmesi şart koşulan bütün şeyler hakkında durum aynıdır.
Getirilen şeylerin kıymeti, tahsis yapılarak şart koşulan şeylerin kıymetinden az olduğunda daima getirilen şeylerin kıymeti kadarına hak kazanır.
1177- "Kim bir esir getirse o kendisinindir ve ayrıca beşyüz dirhem de alacaktır" derse, bu tahsis geçerli olur ve bundan sonra alınan ganimetlerden ona beşyüz dirhem verilir.
Nitekim, bir düşman komutanını yakalıyana hem yakaladığı kişi hem de bin dinar vardır veya kralı yakalayıp getirene hem kral hem yirmi esir daha verilecektir, derse ve askerden biri bunu gerçekleştirse, düşmana bu işi ile zarar verdiği için, getirdiğinden çok da olsa kendisine yapılan tahsisi almaya hak kazanır. Mesela, "kralı kim öldürürse ona on bin dinar vardır" derse ve adamın biri onu öldürürse, müslümanlar onun ölümü ile hiçbir mal kazanmasa bile, onbin dinarı almaya hak kazanır.
1178- Surun üstünden saldıran bir müşrik görüp "Kim sura tırmanır ve onu yakalarsa, kendisine hem o, hem beşyüz dirhem verilecektir" derse ve adamın biri bunu gerçekleştirirse, tahsis edilen şeyi almaya hak kazanır.
Çünkü amaç düşmana zarar vermesidir ve bunu da fiili ile gerçekleştirmiştir.
1179- Saldıran düşman kişi kaleden çıkarken surun üstünden müslümanlann kendisine ulaşabilecekleri bir yere düşse ve müslümanlardan biri onu yakalasa yahut öldürse, bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü komutan ona bu tahsisi, sura tırmanması ve yakalayıp Öldürmesi şartiyle yapmıştı. Bunda da, düşmana büyük zarar vermek vardır. Bu da kaleden çıkarken damın yere düşmesi ve müslümanlann onu öldürmesinde mevcut değildir. Onun için kendisi düşmana bu zararı veremediğinden, bir şey almaya hak kazanamaz. Nitekim düşman kişi müslümanların saldırısından emin ola-miyacak şekilde müslüman askerler arasına düşse ve adamın biri onu Öldürse, kendisine tahsis yapılan kimse yine hak kazanır mıydı? Hayır.
1180- Ama kalenin içine düşse ve müslümanlardan biri tırmanıp onu yakalasa veya öldürse, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.
Çünkü şart koşulan şeyi fazlasiyle yapmıştır. Kaleye tırmanmak ve içeri girip onu yakalamak, düşmana zarar vermek ve kuvvet izhar etmek bakımından sadece sura tırmanmaktan daha büyüktür.
1181- Düşman kişi olduğu gibi sur üstünde dursa ve tırmanan müslüman onu yakalayıp müslümanlann ulaşamiyacağı bir yere atsa, sonra yakalayıp öldürse, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.
Çünkü koşulan şartı anlam olarak yerine getirmiştir. Yaptıkları sebebiyle adam kaleden düşmüştür. Bu da düşman kişinin yanına çıkmak gibidir. Nitekim adamın boynuna kemend geçirip surdan aşağı atsa ve öldürse, tahsis edilen şeyleri almaya hak kazanır.
1182- Komutan "Onu kim yakalarsa kendisinindir" deyip sura tırmanmayı belirtmeseydi ve düşman kişi kaleden çikarken surdan düşseydi, duruma bakılırdı; müslümanların ulaşa-mıyacağı bir yerde iken adamın biri onu yakalarsa, kendisinin olur. Müslümanların ulaşacağı bir yerde iken yakalanırsa, bütün müslümanlara ganimet olur.
Çünkü müslümanların ulaşacağı bir yere düşmüşse, bütün müslümanlar tarafından yakalanmış sayılır. Bundan sonra kim yakalarsa yakalayan şahıs söz-konusu değildir. Ama müslümanlann ulaşamıyacağı bir yere düşmüşken gidip biri yakalarsa, bu durumda yakalıyan kişinindir.
1183- "Kim sura tırmanır ve içerideki düşmana saldırırsa, kendisine beşyüz dirhem vardır" derse ve bu işi bir adam yapsa, tahsis edilen şeyleri almaya hak kazanır.
Çünkü düşmana zarar verme gerçekleşmiştirt>
Ama sura tırmanıp düşmana saldırmak için yanlarına inemezse, tahsis edilen şeyleri almaya hak kazanamaz.
Çünkü yaptığı işle şart koşulan zarar gerçekleşmemiştir.
1184- Müslümanlar bir gediğin yanma geldiklerinde, komutan "Kim bu gedikten girerse, ona on dinar vardır" der ve bir adam girer, ama kimseyi öldürmezse, on dinarı alır.
Çünkü koşulan şartı yerine getirmiştir. Amaç onlara zarar vermektir ve o da gerçekleşmiştir.
1185- Başka bir gedikten girer veya bir duvardan, kalenin içindeki düşmanın yanına inerse, bakılır; adamın cesaretini, düşmana verdiği zararı ve müslümanlara yararını gösteren sura tırmanış gibi zor ve ona eş bîr güçlükle bu işi başarmışsa, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.
Çünkü şart koşulan şeyi fazlasıyla gerçekleştirmiştir.
1186- Kaleye girdiği yer sura tırmanmaktan daha kolay veya daha zor, ancak müslümanlara yararı daha az ise, tahsis edilen ganimeti alamaz.
Bu bölümün sonuna kadar zikredilen meselelerde esas budur.
1187- Amaca nisbetle şart koşulan şeyden azı gerçekleştirildiğinde, kişi bir şey almaya hak kazanamaz. Ama o kadarı veya fazlası gerçekleştirilirse, tahsis edilen şeyi almaya hak kazanılır. Hatta "güzelinden bin dirhem getirene yüz tanesi verilecektir" denilse ve biri değişik türden bin dirhem getirse, hiçbir şey alamaz.
Çünkü burada amaç, mal menfaatidir. Getirdiği şey ise şart koşulanın altındadır.
1188- "Normalinden bin dirhem getirene güzelinden yüz dirhem vardır" derse ve adamın biri güzelinden bin dirhem getirse, sadece normalinden yüz dirhem alabilir.
Çünkü şart koşulandan daha yararlısını getirmiştir.
Ancak şart koşulurken tahsis edilen şeyden başkasına hak kazanamaz.
Çünkü hak kazanma tahsiste belirtme itibariyledir.
1189- "Kim güzelinden bin dirhem gatirirse ona verilecektir" derse ve biri normalinden bin dirhem getirse, getirdiğini almaya hak kazanır.
Çünkü burada şart koşulan şeyde müslümanların menfaati sözkonusu değildir. Getirilen şeyde kalite ve nitelik, müslümanların menfaati için gözönünde bulundurulur. Şart koşulan şeyde hem getirenin, hem de müslümanların menfaati sözkonusu olduğu zaman getirilen şeyin kalite ve niteliği gözönünde bulundurulur. Ama getirilen şeyin tümü getirene ait ise, bu şeyler sözkonusu olmaz.
1190- "Normalinden kim bin dirhem getirirse, o kendisinindir" derse ve biri beytülmal parasından bin dirhem getirirse, sadece normalinden bin dirhem alabilir.
Çünkü hak kazanma, tesmiye (belirtme) itibariyledir. Kendisine tahsis edilen şey İse, normalinden bin dirhem fazladır. Kendisine tahsis edilenin fazlası umumî ganimete eklenir.
Buna göre daha sonra şöyle denilmiştir:
"Kim saf altın getirirse..."
En iyi Allah bilir.[66]
1191- Komutan "Kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" derse ve bir müslüman bir müşriki vurup yere yıksa, bir başkası da onun kafasını kesse, bakılır; vuran kişi öldürmüş, diğeri öldükten sonra kafasını kesmişse, eşya vuran kişinindir.
Çünkü kendisi öldürmüştür. Öldürme işi de kişinin ölmesiyle gerçekleşmiştir Nitekim vuruşu ile müşrik adam ölmüştür.
1192- Darbesiyle ölmeyip aldığı yaraya rağmen karşı koyabiliyor veya sözle yahut başka bir şeyle düşmana destek olabi-liyorsa, bu durumda eşyası kafasını kesen müslümanın hakkıdır.
Çünkü Öldüren odur. Vuran birinci kişinin darbesinden sonra sadece yaralanmıştır.
Bundan sonra ise ölmüştür. Zaten komutan "kim yere serer veya vurursa" demeyip kim öldürürse, sözünü kullanmıştır.
Birincinin vurması olmasaydı İkincisi kafasını kesme imkanı bulamazdı, diye İtiraz edilirse, deriz ki;
Bu adam buraya çıkmasaydı, katil onu Öldürme İmkanı bulamazdı. Zaten bununla kendi kendini öldürdüğü açığa çıkmaz.
Mesela, biri atı üzerindeki düşmanın boynuna bir ip geçirse ve atından yere düşürüp bu şekilde tutsa, sonra başkası gelip onun kafasını kesse, birinci kişi onu öldürmüş sayılır mı? Sayılmaz. Birincinin yere düşürmesi ve boynuna ipi geçirmesi olmasaydı belki ikincisi onun kafasını kesmeğe imkan bulamı-yacaktı ama, öldüren kişi onun kafasını kesen kimsedir.
1193- Yine birinci şahıs tarafından öldürücü yara alsa ve bir iki gün yaşadıktan sonra öleceği açık iken başkası gelip kafasını kesse, ganimet eşyası kafasını kesen kişinindir.
Çünkü hakikaten öldüren odur. Nitekim kasten öldürme olayında buna benzer bir durumda kısas (veya diyet) ikinci şahsa (kafasını kesene) yüklenir. İkincinin yaptığı iş birinciyi tebriye (Kurtarma) sayılmaktadır. Çünkü onun yaptığı işi kesmiştir. Bunun delili de :
1194- Hz. Ömer olayıdır; Mihrabda onu vuran kimse kendisine ölümcül bir darbe vurmuştur. Hatta içtiği süt yarasından dışarı çıkmış ve bu yaradan ölmesinin kesin olduğu anlaşılmıştır. Buna rağmen Hz. Ömer ölmedikçe diri sayılmıştır. Hatta bir oğlu vefat etse Hz. Ömer onun varisi olur ve bu durumda o çocuk Hz. Ömer'in hiçbir şeyine varis olamazdı. Çünkü henüz Ömer hayattadır.
1195- Birincisi onu vurmuş ve barsaklarını dökerek yere sermiş yahut boynunu koparmadan kesmiş ise ve bütün bunlara rağmen ruhunu teslim etmemişken bir diğeri gelip kafasını koparmışsa, öldürülenin eşyasını birinci vuran kişi almaya hak kazanır.
Çünki birincinin vurmasıyla bu kişi ölmüş gibidir. Kafası kesilinceye kadar taşıdığı canlılık ise kesilen hayvanın çırpınması mesabesinde olup muteber değildir.
Nitekim kurt bir koyuna saldırır ve karnını deşer yahut boğazını keser, sonra sahibi yetişir de keserse etini yiyemez. Kesme anında çırpınsa bile etini yemesi helal değildir. Ama kurt onu kötü yaralar ve bir iki gün içinde bu yaradan öleceği muhakkak iken sahibi gelir keserse eti helal olur. Bu da yüce Allah' in "Yırtıcı hayvan tarafından yenilip canı çıkmadan boğazladığınız..."[67] ayetinin anlamıdır.
Buna dair bir olay İbni Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir: "Kurdun karnını yardığı ve barsaklarını yere döktüğü bir koyunu sahibi yetişip boğazlarsa hükmü ne olur?" sorusuna: Yenilmesinde bir sakınca yoktur, demiştir.
Kaldı ki kesin olan bir şey ancak kesin başka bir şeyle değişir. Daha Önce ruhun varlığı kesindir. Ruhun kalmadığı kesin olarak anlaşılan ve ölümü kesinlikle kanıtlayan bir şey olmadıkça ölümüne hükmedilmez. Bir iki gün yaşıyacağı tahmin edilen bir canlı, ne kadar yara alsa, maktul (ölü) sayılmaz. Ölümü ancak kafasının kesilmesiyle kesinleşir.
1196- Kafasını kesen kişi "Ölmeden önce kafasını kestim" der ve vuran kişi de "Hayır, kafasını öldükten sonra kestin" derse, dış görünüşün desteklediği söze itibar edilir. Vuran kişi beürtiğimiz şekilde boynunu kesmiş ve karnını yarmişsa, onun sözü geçerli olur. Çünkü bu vurmasının onu öldürdüğü, kafasını kesmenin de aynı şeyi
yaptığı kesindir. Vurma ile kafa kesmenin etki bakımından eşit olması halinde
önce işi yapmış olanın sözü tercih edilir.
Vuran kişinin vurmasiyle derhal ölmeyip bir iki gün daha yaşıyacak
şekilde olursa, kafasını kesenin sözü tercih edilir ve öldürülenin eşyası ona
verilir.
Çünkü kafasını kesmenin onu öldürdüğünü kesin anlıyoruz. Vuranın vurmasında ise bu kesinlik yoktur. Zayıf ile güçlü haber arasında çelişki de yoktur. Ruhunun çıkmasıyla kafasını kesme işinin öldürdüğü kesin olduğundan ona itibar edilir.
1197- Vuran kişinin açtığı yara belirsiz veya vücutta açık olmayıp yaralının sahipleri onu alıp götürürken diğeri kafasını keserse, her şeyi kafasını kesenindir.
Çünkü kafasını kesmekle kesin olarak Öldüğünden emin oluyoruz. Vuran kişinin yaralama işi açıklık kazanmadıkça kesinlik değil, tereddüt ifade etmektedir. Tereddütlü şey kesin şeye engel olamaz. Çünkü kesin olarak yaşadığı bilinen kişinin öldüğü,ancak o derecede kesin bir şeyle kabul edilir. Bu da ikincinin yaptığı işten sonra gerçekleşmiştir.
1198- Bir müslüman, müşriklerden birini atından alarak müslümanların safına kadar getirse ve orada boğazlasa, eşyasını almaya hak kazanmıyacağı gibi, boğazlamaya da hakkı
yoktur.
Çünkü onu müslümanların safına kadar diri getirince esir olmuş olur. Devlet başkanının izni olmadıkça esiri öldürmek caiz değildir. Çünkü devlet başkanı esirleri öldürtebileceği gibi fey' de sayabilir. Bu ikisinden birini tercih etme hakkına sahiptir.
Devlet başkanı (veya komutan)ın "Kim bir kafiri öldürürse her şeyi onundur" sözünden maksat, esiri Öldürmek değildir. Amacı bu olmadığı gibi tek maksadı savaşmaya teşvik etmektir. Devlet başkanının izni olmadıkça esiri öldürmek dinimizce caiz değildir.
1199- Müşriki alıp gelirken iki ordu arasında bir yerde atından indirip öldürse, her şeyini almaya hak kazanır.
Çünkü düello yolu ile düşmandan birini öldürmüş sayılır. Sadece atından indirmekle de esir sayılmaz. Nitekim onu orada yakalamasaydı kendisinden intikam almış olurdu.
Ama birincisinin durumu böyle değildir. Çünkü müslümanların safına u-laştıktan sonra artık o kişi esir sayılır ve bu adamın getirdiği olmasa bile ondan intikam alınmaz. Aradaki fark şöyle anlaşılabilir: Müslümanların safına ulaştıktan sonra bu esir müslüman olursa, onların kölesi olur.
1200- İki saf arasında atından indirdikten sonra öldürmeden adam müslüman olursa, hür olur ve ona bir zarar verilmez.
1201- Boynuna ip atarak atından indirse ve iki saf arasında öldürse, her şeyi onundur.
1202- İpi ile müslümanların safına kadar çekse ve orada öldürse, eşyasını almaya hak kazanamaz. Ancak müslümanların safı yanında bile müşrik hala kendini savunuyor, tedavisine bakıyor ve döğüşüyorsa bu durumda öldürecek olursa, her şe-yını almaya hak kazanır.
Çünkü savunurken ve savaşırken esirliği gerçekleşmemiş demektir. Nitekim müslümanların safına kadar getirilse ve orada vuruşur ve kendini savunurken düşse ve müslümanlardan biri vurarak Öldürse, eşyasını almaya hak kazanır.
1203- Müslümanların safına girince İslama girerek silahını bıraksa, ondan sonra bir müslüman onu öldürse, eşyasını alamaz.
Çünkü silahını bırakmakla esir olmuş ve kendini teslim etmiştir.
1204- İki taraf savaş düzeni alırken, komutan "Kim bir düşmanın başım getirirse ona yüz dinar vardır" derse, caiz olur. Bu şartla sadece erkekler hedef alınmış ve onlar için tahsis edilmiş olur. Onların çoluk çocukları veya malları amaç değildir.
Çünkü bu durumda amaç, savaşa teşviktir. Sözün mutlakhğı, halin delaletinden bilinen şeyle mukayyed olur. Bir kafiri Öldürüp kafasını getiren herkes, komutanın tahsis ettiği şekilde ganimetini almaya hak kazanır.
1205- Adamın biri getirdiği baş için "Bunu ben öldürdüm" derse, bir başkası da "Hayır, ben Öldürdüm, onu benden aldı" derse, başı elinde getirenin sözü geçerlidir.
Çünkü açık durum ona şahitlik etmektedir. Kafasını kesmesi ve elinden tutup getirmesi kendisinin öldürdüğüne delildir. Yapacağı yeminle onun sözü tercih edilir.
Denilseki: Zahire göre hak kazanma zail olur. Hak kazandığını ispat
etmesi lazımdır.
Deriz ki: Evet, ancak teklif güç nisbetinde olur. Müşriki öldürürken Öldürdüğüne dair adaletli iki şahit getirme imkanı yoktur. Hak kazanabilmesi için alametleri hakem yapmaktan başka çare yoktur.
Çünkü biliyoruz ki komutanın amacı savaşa teşvik etmek ve ancak cen-gaverlerin yapabileceği şeylere teşvik etmektir. Bu da maktulün başını kesme dışında olan öldürme işidir. Sanki bunu söylerken baş kelimesini kinaye olarak kullanmıştır. Lafız da bir delile dayanarak mecaz olarak kullanıldığı zaman
hakiki manasından çıkar.
Mesela öldürdüğü bir müşriki düşman askerler çekip götürse ve kendisi başım kesip getirme imkanı bulamazsa yahut başını kestikten sonra bir nehirde düşürse ve su alıp götürse, öldürdüğü müşrikin eşyasını yine almağa hak kazanır. Yine kestiği kafasını yuvarlarken gidip başkasının eline geçse, onu alan bu kişi müşrikin eşyasını almaya hak kazanır mı? Hayır. Eşyasını yine öldüren adam alır. x
1206- Biri elinde bir baş ile gelse ve bazıları "Bu, ölünün başıdır, öldükten sonra kesip getirmiştir" derse, başı getiren de, "Hayır, ben öldürdüm" derse, yapacağı yeminle beraber sözü tercih edilir.
Çünkü kendisinin öldürdüğünü gösteren bir alamet gördük. Böyle durumlarda alameti hakem yapmak esastır.
1207- Bazıları "Bu, müslümamn başıdır" derse, simaya bakılır. Başın üzerinde müşriklerin siması (alametleri) varsa, getiren kişi eşyayı almaya hak kazanır, yoksa alamaz.
Çünkü alamete bakılarak hüküm verildiği yerlerde simayı hakem yapmak esastır. Delili de, müslümanlarla müşriklerin ölüleri karıştığında simaya bakıldığı gibi, cenaze namazlarının kılınması ve gömülmeleri işinde de simaya itibar edilir.
1208- Müslümamn veya müşrikin başı olduğu kestirileme-yip şüphe devam ederse, başın müşrike ait olduğu anlaşılın-caya kadar kendisine bir şey verilmez.
Çünkü eşyasını almaya hak kazanırken yanında alameti vardı. Ama bu alamet olmayınca davası sabit olmaz ve bir şeye hak kazanamaz. Şart koşulan şeyi gerçekleştirdiği açığa çıkmadıkça bir şey alamaz.
1209- Biri getirdiği başın sahibini kendisinin öldürdüğünü iddia ediyor, yanındaki diğeri de kendisinin öldürdüğünü iddia ediyorsa, başı elinde getirenin sözü yapacağı yeminle beraber tercih edilir. Yemin ederse ganimet eşyasını alır. Yemin etmezse, kıyasa göre ikisi de bir şey alamaz.
Çünkü yeminden kaçınan kişi hakkı olmadığını kendisi itiraf etmiş olmaktadır. Diğerinin de öldürdüğüne dair üzerinde bir alameti yoktur. Çünkü baş elinde değil, diğerinin elindedir. Hak sahibi olduğunu ispat etmeğe ihtiyacı vardır. Böylece yeminden kaçınan birinci ile delili olmayan ikinci şahıs birşey alamazlar. Birincinin yeminden kaçınması zaten delil değildir.
1210- İstihsana göre ise eşyasını ikinci şahıs alır.
Çünkü birincinin yeminden kaçınması, kendisinin öldürmediğini itiraf etmesi demektir.
1211- İnkâr ettikten önce veya sonra diğer kişinin Öldürdüğünü itiraf ederse, ganimet eşyası onundur.
Yemin etmekten kaçınması durumunda da sonuç aynıdır. Her halükarda mana şudur: Başı elinde getiren kişi tahsis edilen ganimet eşyasını almaya müs-tehak olduğunu gösteren alamet taşımaktadır. Yeminden kaçınması veya ikincinin öldürdüğünü itiraf etmesiyle hak ettiği şeyi ikinci şahsa aktarmıştır. Bu da sahihtir. Mesela, bir şeyin bir kişiye ait olduğunu biri itiraf etse, o da kendisinin değil, başkasına ait olduğunu söylese, bu şey ikinciye ait olur ve ikran ile hak kazandığı şeyi diğerine aktarmış sayılır.
1212- Yine iki kişi bir baş getirse ve ikisinin öldürdüğünü iddia etse, ganimet eşyası ikisinindir. Başın ikisinin elinde olması veya ikisinin öldürdüğünü itiraf eden birisinin elinde olması durumu değiştirmez.
Çünkü başın ikisinin elinde olması veya birbirlerini doğralamasıyla alamet açığa çıkmıştır.
1213- Başı elinde tutan kişi "Onu bu adamla beraber öldürdük" derken, diğeri "Hayır, yalnız ben öldürdüm" derse, ganimet eşyası ikisinindir.
Çünkü öldürme alameti başı elinde tutan kişi üzerindedir. Beraber öldürdüğünü itiraf etmesiyle müstehak olduğu şeyin ancak yarısını diğerine aktarmıştır. Onun için diğer yarıyı alma hakkı devam etmektedir.
1214- Her ikisi başı tutarak getirse ve ayrı ayrı herbiri kendisinin öldürdüğünü iddia etse, herbiri arkadaşının iddiasına karşı yemin etmekten kaçınırsa, tahsis edilen ganimet eşya diğerine kalır. İkisi de yemin ederse, ganimet aralarında eşit paylaşılır.
Çünkü alamette ikisi de eşit olup başı ikisi de tutarak getirmiştir. Hak kazanma da ona dayalıdır.
1215- Müslümanlar birinin bir kafayı kesmekte olduğunu görse ve kendisinin öldürdüğünü söyliyerek yemin de ederse, ganimet eşyası ona verilir.
Çünkü öldürdüğünün alameti beraberindedir.
Uzak yerden gelmekte olduğunu ve böyle uzak yerde öldürüp kafasını kesemiyeceyini görürlerse, ona ganimet eşyası verilmez.
Çünkü alametin hakemliği ancak ona aykırı daha güçlü bir delilin bulunmaması halinde geçerlidir. Halbuki burada aykırı bir delil bulunmaktadır. Çünkü adamı öldürmesi mümkün olmayan uzak bir mesafede olduğunu biliyoruz. Herkes bu durumda adamın yalan söylediği şüphesini taşımaktadır.
1216- Onu öldürdüm, sonra düşmanla çapışarak uzaklaştım ve dönüşte başını kestim, derse sözüne itibar edilmez.
Çünkü zahirin kendisine şahitlik yapamıyacağı ve doğruluğuna delalet e-decek bir alamete sahip olamadığı bir şeyden haber vermektedir. Kendisine birşey verilirse, sadece kuru iddiası sebebiyle verilmiş olacak ki, bu da nass ile caiz değildir.
1217- Komutan, yenilgiye uğramaya yüz tutarlarken "Kim bir baş getirirse ona yüz dirhem vardır" derse, bundan "erkek düşman" başı anlaşılır.
Çünkü düşman yenilgiye uğrayınca müslümanlar takibeder ve önlerine çıkanı Öldürürler. Zahire göre maksat, savaşa ve düşmanı takib etmeye teşvik etmektedir.
Komutan "Düşmanın kadınlarının esir alınmasını kasdettim" derse, sözü geçerli olmaz.
Çünkü söylediği Ue düşündüğü birbirini tutmamaktadır. İçindeki düşüncesini anlamalarına da imkan yoktur. Hüküm ancak söylediği ve bütün işlerde esas olan zahire göre verilir. Ancak düşüncesini açıklayıp "Kim düşman kadınlarından birinin başını getirirse, ona şöyle vardır" derse, sözü geçerli olur.
1218- Düşman yenilmiş ve dağılmış, müslümanlar da savaşı bırakmış, ondan sonra komutan "Kim bir baş getirirse ona şöyle vardır" derse, o zaman sözünden maksat, kadın ganimet getirmek olduğu anlaşılır.
Çünkü savaş bitmiş ve ganimet toplama zamanı gelmiştir. Sözünden anlıyoruz ki, amacı düşmanı takib ve ganimet toplamaktır. "Ben, öldürülen erkek düşmanın başını kasdettim" derse, sözüne itibar edilmez. Zira belirttiğimiz gibi her işte hüküm, galip olan zahire göre verilir.
1219- Savaş esnasında "Kim iki baş getirirse biri onundur" derse, sözü kadın esir alma olarak anlaşılır.
Çünkü getireceği şeylerin bazısını ona mülk olarak vermiştir. Bu da öldürülen erkeğin payında değil, esir kadınlarda gerçekleşir. Çünkü öldürülenin başı bir leş olup onu vermekle teşvik manası meydana gelmez. Ama "Getirene yüz dirhem vardır" derse, durum değişir. Bunu getiren kişi yüz dirhemi almaya hak kazanır. Çünkü burada savaşa teşvik anlamı, tahsis edilen şeyle gerçekleşmektedir.
1220- Düşmanın patriği öldürüldü. Kim başını getirirse, ona yüz dirhem vardır, derse ve düşman komutanı ancak çarpışma ile ele geçirilebilecek bir yerde olup müşriklerden biri çarpışarak onun başını getirse, yüz dirhemi almaya hak kazanır.
Yine müşriklerin savunacağından korkulan bir yerde olup bir müşrik onu kendileriyle çarpışmadan alıp gelse, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır. Çünkü biliyoruz ki komutanın amacı, düşman komutanın başını getirmeye teşvik etmektir. Bu da onu getirmiştir. Bu işte de düşmanı rezil etmek ve intikam almak vardır.
Çünkü komutanların başını getirmeyi şart koşarken, öldürüldüğünde düşmanın güç ve moralinin kırılmasını amaç edinmiştir. Bu da cihadın bir çeşididir. Bu işi gerçekleştiren de tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.
1221- Düşman oradan uzaklaşıp gittikten sonra biri gidip düşman korkusu olmayan yerden onun kafasını kesip getirse, az veya çok bir şey almaya hak kazanamaz.
Çünkü bu işi cihad değildir. Sadece leş olan bir şeyi kendisine taşıma karşılığında komutanın verdiği bir ücrettir. Herhangi bir zümreye de yönelerek söylememiştir. Sadece "kim başını getirirse" demiştir. Böyle bir iş için ücret vermek de olmaz.
1222- Bir kişiye özel olarak yönelip "Düşman komutanının başını getirirsen sana şöyle vardır" yahut bir zümreye "Hanginiz düşman komutanının kafasını getirirse ona şöyle vardır" derse, mesele değerlendirilir ve başı getiren kişiye böyle bir iş için tahsis edilen miktardan fazlası verilmez.
Çünkü bu iş komutanın ücretli adam çalıştırması kabilindendir. Ancak ücretli tahsisi fasit bir işlemdir. Çünkü yapılacak işin miktarı meçhuldür. Zira ücret tahsis ederken işin yeri belirlenmiş değildir. Fasit ücretle çalıştırmanın hükmü, işin gerçekleştirilmesi halinde benzer bir iş için verilen ücreti vermektir. Bu miktardan fazlası verilmez. Çünkü böyle bir ücrete, çalışan kişi razı olmuştur.
Bu ücretini de ganimetten verir. Çünkü onu müslümanlarm menfaati için çalıştırmıştır. Tıpkı yol göstermesi, koyun veya aygır (kısrak) sürüsünü gütmesi yahut erzak taşıması için ücretle adam kiralaması gibidir. Bu ücretini de daha önce alınan ganimetten verir. Çünkü istihkakı, ganimet tahsisi şeklinde değil, ücretle çalıştırma şeklindedir.
Zaten ganimetler alındıktan sonra ondan pay tahsisi de caiz değildir. Ama müslümanlarm yararı için onların kazandığı ganimetlerden ücret vererek adam tutmak caizdir.
Doğrusunu Allah bilir.[68]
[1] Saffat:37/177
[2] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/1-3
[3] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/5-7
[4] Yazma nüshaların birinde "Türk" yerine "şirk ehli" geçmektedir.
[5] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/9-16
[6] Hakka:69/44-46
[7] A1-iImran:3/118
[8] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/17-25
[9] Serahsi burada, [anne Bi'r-i Maûne olayı olarak geçen şu acıklı olaya işaret etektedir: Hicretin dördüncü yılında Amir b. Sa'saa kabilesi reisi Ebu Becâ Amir b. Mâlik, Medineye geldi. Hz. Peygamber onun verdiği güvenceye binaen çoğu Ensara mensup yetmiş kadar Kur'an-ı Kerim öğreticisi bu amaçla görevlendirdi. Medineden yoia çıkan heyet Bi'ri-Maûne denilen yerde konakladı. Bu sırada Ebu Berâ'nın yeğeni Âmir b. Tufeyİ, kabilesini müslümanlara saldırmaya kışkırttı. Kendi kabilesinden yüz bulamayınca civar kabileleri aynı amaçla kışkırttı. Daha sonra bu çapulcular, istirahat etmekte olan müslümanlara saldırdılar ve iki sahabi dışında heyetin hepsini şehit ettiler.
Olayı. Allah'ın vahyiylc öğrenerek ashabına haber veren Hz. Peygamber, çok hüzünlenmiş ve kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açan katillere beddua etmiştir. (Buhari, Cihad 9; Mcgâzî. 26; İbn Sâd, et-Tabakatü'1-kübrâ, 2/51-54: İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye. 4/71-74). Editör
[10] Yunus, 10/5
[11] Tevbe.9/26
[12] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/27-42
[13] Enfal.8/67
[14] Muhammed, 47/4
[15] Yunus 10/88
[16] Rasululiah'ın sözkonusu kişiye niçin iltifat etmediğini ve ashaptan birilerin onu öldürmesini tercih ettiğini kesin olarak bilmiyoruz. Ancak kesin olarak bilinen birşey varki, o da hangi a-maç ve düşünce ile olursa olsun, müslüman olduğunu açıklayan hiçbir kimsenin öldürüle-meyeceği, böyle bir şeyin hem Kur'an hem peygamber tarafından onaylanmadığı ve Rasulullahm böyle davrananlara şiddetle tepki gösterdiğidir. (Çeviren)
[17] Kehf 18/29
[18] Ayet. yazarın dediği gibi değil, insanlara imanı veya küfrü tercih etme serbestisi vermektedir.
Ancak küfrü tercih etmekten Yüce Allah'ın hoşnud olmadığı "Kullarının kafir olmalarına razı olmaz."' (Zümer, 7) ve bu tercihlerinden dolayı onları cezalandıracağını bildirmektedir. Değilse, imanı veya küfrü tercih etme serbestisi olmayan insanları tercihlerinden dolayı cezalandırma veya ödüllendirmenin anlamı olmaz. (Çeviren)
[19] Fussılet 41/40
[20] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/43-46
[21] Kişinin üzerine dayanacağı baston veya koltuk değneği gibi bir şey edinmesine tahassür denir. Çeviren.
[22] Nisa. 4/94
[23] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/47-52
[24] Ali Imıan, 3/118
[25] Tevbe,9/12
[26] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/53-56
[27] Eman verebilmek ve verilen emanın geçerli olabilmesi için, o sırada dâruİ-îslamda ikamet etmek gerekmektedir. Dâruiİslam dışında bulunan iş adamları veya esirler ya da ülke dışında müslüman olup hicret etmemiş olanların emanları, İslam idaresinin velayet alanı dışında kaldıklarından ve ayrıca İslam ülkesindeki ahval ve şartlardan habersiz olmaları ihtimali bulunduğundan geçerli sayılmamaktadır. (Ebu Yusuf, el-Harac, s. 222; Kâsânî, el-Bedâi, VII/107; Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye 111/380). Editör.
[28] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/57-60
[29] Fıkıh usûlünde mefhûmü'l - muhâlefe başlığı altında şart mefhumu şöyle ifade edilmektedir: Hükmü, şart edatlarından biri ile belirli bir şarta bağlanmış hükmün geçerli olmadığına delâlet etmesidir. (Editör)
[30] Nur. 24/8
[31] Nisa. 4/25
[32] Ahzab, 33/50
[33] Tevbe,9/36
[34] Nuh 71/7
[35] Tevbc. 9/6
[36] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/61-74
[37] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/75-97
[38] Bu kavram, içi dışı birbirinin zıddı olan bir işi yapmağa mecbur olmak demektir. Zulüm ve haksızlığa uğrayıp mallarını kaybetmekten korkan kimsenin mallarını bu yüzden satması telcie satışı demektir. (Editör)
[39] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/99-106
[40] Muhammed,47/4
[41] Başka nüshalarda "Hıristiyan" kaydı yoktur.
[42] Eman konusunun bittiği bu noktada bu konuya biraz daha açıklık getirmede fayda vardır. O da emanın geçerlilik süresi ve sona ermesi meselesidir. Eman, bir yaran sağlamak amacıyla yabancının ülkeye girişini sağlayan bir müessese olduğu için yabancıya, bu yararın sağlanması suresince izin verilir. Günümüzde de devletler, vize verirken kişinin maksadına göre muayyen tarihli vize vermekte ve gerektiğinde İkamet tezkeresi doldurmayı şart koşmaktadırlar.
Hanefîler, oturum izninin bir yıldan daha az bir süre ile kayıtlanmasını öngörmektedirler. Çünkü sürenin çok uzun olması zarar ihtimali doğurabilir, mesela eman almış kişinin casusluk yapmasına imkan verebilir. (Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâık III/268; Aynî, el-Bidâye, V/778
Şâfiiler, Tevbe süresindeki limiti esas alarak normal yabancının eman müddetinin dört ayı geçmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Kadın yabancılar için ise böyle bir kayıtlama yoktur. (Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, VII/473; Şirbînî, muğni'l-muhtâc IV/238)
Malikîier ise, muayen bir süre ile eman verilmişse, suistimal edilmemek şartıyla konuşulan sürenin geçerli olacağını benimsemişlerdir. (İbn Cüzey, el-Kavânînü'l Fıkhiyye, s. 104)
Eman müddeti konusunda çerçeveyi en geniş tutan mezhep, Hanbeli mezhebi olmuştur. Hiyaneli sezilmediği, müslümanların aleyhine çalışmadığı sürece yabancıya on yıla kadar oturum izni verilebileceğini benimsemişlerdir. (İbn Kudâme, el-muğnî X/436; Behûtî, Keşşaf ül-kmâ, 111/104)
Bütün bu görüşler doğrudan bir nas deliline dayananı adı gına göre mesele yeniden ele alınıp değerlendirilebilir. Bu durumda devlet, kendi ihtiyacı ve yararına göre müddet ayarlaması yapabilir. (Editör)
[43] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/107-111
[44] Enfa!.8/1
[45] Enfal, 8/65
[46] Tevk\9/25
[47] Enfal, 8/41 (Aslında burada nesh değil, açıklama vardır. Temel olarak ganimetler Allah'ın dolayısiyle peygamberindir. Hükmü sonraki ayetle açıklanarak bu ganimetlerin nasıl dağıtılacağı açıklanmaktadır. Yoksa, kılasik anlamda Kur'an'da nesh olayı sözkonusu değildir. (Çeviren)
[48] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/113-122
[49] Haşr, 59/6
[50] Maide, 5/67
[51] Haşr, 59/9
[52] Haşr. 59/7
[53] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/123-131
[54] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/133-146
[55] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/147-152
[56] Enfal.8/66
[57] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/153-159
[58] Missise Anadolu ortasında bir şehrin eski adıdır. (Çeviren)
[59] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/161-164
[60] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/165-169
[61] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/170-176
[62] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/177-179
[63] Bu içtihad, petrol ve doğalgaz gibi maddelerin değer ifade etmediği, hatta kişinin tarlasında yüzeye vurduğu zaman tarlasını mahvettiği İlkdonemlere aittir. Ama petrol ve doğalgaz gibi maddeler değer kazandıktan, hatta dünyada en değerli maddeler olduktan sonra elbette bu içtihad da değişmiştir. Önceleri değer ifade etmeyip daha sonra değer kazanan bütün maddelerle ilgili alimlerin önceki içtihaları da bu şekilde değişmiştir veya değişmesi gerekmektedir. (Çeviren.)
[64] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/181-190
[65] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/191-194
[66] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/195-200
[67] Maide.3
[68] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/201-210