Öldürulen Kişinin Eşyasını Almanın Caiz Olup Olmadığı Yerler 2

Kendisine Ganimet Tahsis Edilen Kişinin Hak Kazanamayacağı Ganimet Malı 3

Ganimet Tahsisinde İstisna Ve Özel Tahsis. 4

Harıcılerden Eman Alarak Veya Eman Almayarak Onların Safında. 8

Diğer Müslümanlara Karşı Savaşan Düşmanın Mallarından Ganimet Tahsisi 8

Atlardan Yapılan Ganimet Tahsisi, 13

Yük Ve Binek Hayvanlarını Değil, 13

Savaş Atlarını Kapsar 13

Tahsıs Edilen Ganimete Hak Kazananlar Ve Kazanamayanlar 15

Müslümanların Ve Düşman Esirlerin. 16

Rehberlikten Dolayı Tahsis Edilen. 16

Ganimete Hak Kazanmaları 16

Silah Ve Başka Şeylerden Ganimet Tahsisi Caiz Olan Yerler 21

Ganimetler Alındıktan Sonra Tahsis Edilmesi Caiz Olan Ganimetler Ve Tahsis Yapması Caiz Olan Kimseler 22

Kişiye Ganimet Olarak Tahsis Edilen Belirsiz Şeyler 28

Birbirine Kavuşan İki Askeri Birliğe Ganimet Tahsisi 29

Komutanın Yapacağı Genel Ganimet Tahsisinden Yararlanacak Kişiler 30

Sığınağa Baskın Yapan Askerlere Ganimetten Pay Tahsis Etmek. 30

Atılganlık Durumuna Göre Değişik Ganimet Miktarlarının Vadedilmesi 33

Düşman Ülkesinde Ücret Vermek Ve Ganimet Vadetmek. 37

Para Ve Bağışlar Vadetmek. 42

Piyade Ve Süvarinin Payları 43

Yuk Hayvanlarının Payı 45

Darulharpte Atın Payı 46

Darulislamda Süvarinin İki Payı Ve Ganimette Ortaklık. 52

 


Öldürulen Kişinin Eşyasını Almanın Caiz Olup Olmadığı Yerler

 

1223- Komutan "Kim birini Öldürürse eşyası onundur" der­se ve adamın biri düşman tarafından ücretle tutulan ama sa­vaşmayan bir müşriki öldürürse, her şeyini almaya hak kazanır.

Çünkü ganimet tahsisinden amaç, savaşa teşvik etmektir. Düşmandan öl­dürülmesi caiz olan herkesi içine alır. Onlardan ücretle çalışanı öldürmek de caizdir. Çünkü o da müslümanlarla döğüşmeye elverişli bir yapıya sahiptir. Kendisine ihtiyaç duyulduğu zaman da döğüşebilir. Öldüren kişi de bilgisi ile savaşmaktadır. Çünkü bilgisi ile savaşın sebeplerini hazırlamaktadır.

1224- Yine onlardan bir tüccarı veya efendisi yanında hiz­met eden bir köleyi veya irtidat edip onlara katılan birini yahut antlaşmayı çiğneyip müşriklere katılan bir zimmîyi öldürürse, yine eşyasını almaya hak kazanır.

Çünkü bütün bunları öldürmek mubahtır.

1225- Onlardan bir kadını öldürürse, eşyasını alamaz.

Çünkü kadınları öldürmek şer'an yasaktır. Zira rivayete göre Rasulullah öldürülmüş bir kadın görünce tuhafına gitmiş ve "yapmayın, bu savaşmıyordu (veya bununla savaşılmaz)" buyurmuştur. Biliyoruz ki, komutan savaşmaya teşvik ederken sözü ile, öldürülmesi caiz olmayanları öldürmeyi kasd etme­miştir.

Ama kadının savaştığı anlaşılırsa, eşyasını ganimet olarak almaya hak kazanır.

Çünkü bu durumda öldürülmesi mubahtır. Rasulullah, kadının savaşma­dığını gözönünde bulundurarak öldürülmesini yadırgamıştır. .

1226- Yine erginlik çağına gelmiyen çocuğu müslüman öl­dürecek olursa, eşyasını alamaz.

Çünkü düşman çocuklarını öldürmek caiz değildir. Komutanın teşvikten maksadının da bu olmadığını biliyoruz.

Ama düşman safında savaştığı kesin ise öldürülmesi mubah olduğu gibi, öldüren kimse de eşyasını almaya hak kazanır.

1227- Düşmandan savaşa katılan bir yaralıyı veya hastayı öldürürse, eşyasını almaya hak kazanır. Hasta veya yaralı düşman ister savaşacak güçte olsun, ister olmasın.

Çünkü iki durumda da öldürülmesi mubahtır. Hasta veya yaralı olsa bile kendi iradesiyle savaşmaktadır

1228- Savaşması, irade ve tercihi ile savaşa katılması yahut çocuk sahibi olması umulmayan, her yönden iş yapamaz du­rumda olan yaşlı birini Öldürürse, eşyasını almaya hak kaza­namaz.

Çünkü böylelerini öldürmek helal değildir. Ama erkeklik iktidarı umulan veya savaşa iradesiyle katılan olursa, öldürülmesi mubahtır. Çünkü rivayete göre Dureyd b. Samme yüzaltmış yaşında iken öldürülmüştür. Zira savaşa ira­desiyle katılmıştır. Öldürülen yaşlı bu özellikte biri ise, öldüren eşyasını alma­ya hak kazanır.

1229- Müşriklerin safında müslümanlara karşı savaşan bir müslümanı öldürecek olursa eşyasını alamaz.

Çünkü bunun öldürülmesi mubah ise de eşyasının ganimet olarak alınma­sı caiz değildir. Çünkü müslümanın malıdır. Müslümanın malı ise hiç bir şekil­de müslümanlara ganimet olamaz. Bağiy (yol kesen isyancıların mallan gibi.

1230- Öldürülen müslümanın üzerindeki eşya müşriklerin ödünç verdiği eşya ise, öldüren kişi onları almaya hak kazanır.

Çünkü üzerindeki eşya ganimettir. Bu durumda onun öldürülmesi de mu­bahtır. Komutanın teşvik ettiği şey kapsamına girmektedir. Nitekim komutan onu özellikle gösterip "Bunu öldürürsen eşyası senindir" dediğinde eşyasını almak caiz olduğu gibi,umumî olarak söylediğinde de eşyasını almak helaldir.

1231- Bir kadını veya çocuğu öldürse ve bunların eşyası da müşriklerinse, onları alamaz.

Çünkü bu eşya öldürülen kişiye ait olsadı, onu almaya hak kazanamazdı. Alamayışı, ganimet olamayışından değil, komutanın sözü kapsamına girmeyi-sindendir. Bu anlamda öldürülenin eşyasının kendi mülkü veya ödünç olması arasında fark yoktur.

1232- Üzerindeki eşyasının başka bir müşrike veya kadına

veya çocuğa yahut yaşlıya ait olduğunu bile bile bir müşriki öldürse, eşyasını almaya hak kazanır.

Çünkü öldürdüğü kişinin öldürülmesi mubahtır. Üzerindeki eşya da müş­riklerin mallarından bir ganimettir. Ganimet tahsisi ile onu Öldüren almaya hak kazanır.

1233- Ama üzerindeki eşya bir müslümanın veya antlaşma-

yı çiğnememiş bir antlaşmahnın ise, almaya hak kazanamaz.

Çünkü bunların eşyası ganimet olmaz. Bu da müslümanın onlar arasına eman ile girmiş olmasına bağlıdır.

1234- Eşya, müşriklerden İslama girmiş, fakat henüz arala­rından hicret etmemiş bir müslümanın ise, Ebu Hanifeye göre alabilir.

Çünkü Ebu Hanife'ye göre İslam'a girmekle onun malı hükmen değil, günah bakımından kendi canı mesabesinde masum (dokunulmaz) olmaktadır. Ganimet olmaktan çıkması ve özel mülkiyet olması ise, ancak darulislam'da bulunmasiyle mümkündür. Bu da gerçekleşmemiştir.

Nitekim darulislam'a geçip mallarını darulharp'te bıraksa ve müslümanlar orayı istila etse bütün malları fey' olur. Hatta müslümanlar orayı istila edinceye kadar kendisi orayı terketmemişse, elindekiier dışında tarlası ve eşyası müslü­manlara fey' olur. Elindekiier ise daha önce eline geçtiği için onundur. Öldürü­len düşmandan ödünç aldığı eşya ise böyle değildir. Onun için komutanın tahsisi ile öldüren kişi bunları almaya hak kazanır.

1235- Aynı şekilde düşman bu eşyayı zorla almış ve müslüman da onu öldürmüşse, bu eşyasını almaya hak kazanır.

Çünkü belirttiğimiz gibi darulharp'teki müslümanın zimmetinde değil ki onun özel mülkü olsun. Bundan dolayı bu eşya ganimet olur.

1236- Bir müslümanın kölelerinden biri düşman safında

m üs 1 um an lar la savaşırken esir alınırsa, müslüm anlara fey1 olur.

Çünkü efendisinden kurtulmuş olarak müslümanlarla savaşmaktadır. Do-layısıyle o müslümanın zimmetinden çıkmıştır. Diğer düşman fertleri gibi fey1 olmaktadır. Bu da eşyayı gaspeden gibidir.

1237- Darulharbe eman ile girmiş bir müslümanın  eşyala­rını gaspeden düşmanı öldüren kişi, bu eşyaları almaya hak kazanır.

Çünkü düşman, müslümanın malını ğaspederek zimmetine geçirmiştir. Zaten düşman, mallarımızı alınca onun mülkü olmaktadır. Ganimet tahsisi ile de bu eşya öldüren kişiye ait olur. Ancak eşyanın eski sahibi (müslüman) on­ların kıymetini vererek geri alabilir. Çünkü ganimet tahsisinde o ganimeti biri­nin ele geçirmesi, ganimet taksimi ile mülkiyetine geçirmesi gibidir. Malın eski sahibi malını ganimet arasında taksimden sonra görürse dilediğinde kıymetini vererek almağa başkasından daha layıktır. Ebu Hanifenin kıyası budur.

Doğrusunu Allah bilir.[1] 

 

Kendisine Ganimet Tahsis Edilen Kişinin Hak Kazanamayacağı Ganimet Malı

 

1238- Komutan "Kim birini öldürürse ganimet eşyası onun­dur" der ve mü si umanların safından biri müşriklerin safmdaki birini vurup öldürürse, eşyasını almaya hak kazanır.

Çünkü öldürülmesi caiz olan bir düşmanı öldürmüştür. Komutanın gani­met tahsisi ile ganimet eşyasına hak kazanmanın sebebi de odur.

1239- Müşrikler, öldürülen kişinin eşyasını alamadan ye­nilip dağıtılır ve müslümanlar atı ile beraber öldürülen ada­mın eşyasını da ele geçirirse, hepsi öldüren kişinin olur.

Çünkü sebebine sarıldığı için Öldürenin gerçekleşen bir hakkıdır. Bu hak­kını iptal edecek bir engel de olmamıştır. Sadece imkan bulunamadığından ve­ya dalgınlıktan dolayı bu hakkın alınması gecikmiştir. Bu da hakkı iptal eden

bir şey değildir.

1240- Müşrikler öldürülen kişinin at ve silahını almış ve mesele de aynı şekilde olmuşsa, Öldüren kişi onun eşyasını al­maya hak kazanamaz.

Çünkü müşrikleri ele geçirinceye kadar kendisi ele geçirmemiştir. Eline geçirip müşrikler kendisinden alınca hakkı kaybolurken, henüz eline geçirme­diği bir şeyi müşriklerin ele geçirmesiyle onda hakkı nasıl kaybolmasın!

Böylece hak kazanma sebebinin ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Çünkü komutan, tahsis edilen ganimete hak kazanmak için öldürmeyi sebep yapmış­tır. Zira Öldüren kişi ancak bu sebeple ganimeti almaya hak kazanır. Müşrik­lerin o eşyayı almasıyla bu hak da düşmüştür. Sebep ortadan kalktıktan sonra hükümde bir etkisi kalmaz. Onun için bu mal artık müşriklerin malı olmuş ve müslümanlar ele geçirince bütün askerlere ait bir ganimet haline gelmiştir.

1241- Müslümanlar istila edince malını müşriklerin alıp al­madığı belli değilse, üzerinde ne bulunursa öldüren kişiye ait­tir. Kendisinden alındığı belli olan şeyleri ise fey' olur. Çünkü gerçeğe vakıf olmak mümkün olmadığında zahire itibar edilir.

1242- Öldürüldüğü zaman müşrikler onu yanlarına çekmiş ve eşyası da üzerinde gitmişse, sonra müslümanlara karşı yenik düşmüşlerse, bu eşya Öldüren kişiye ait olur.

Çünkü eşyasını almak için değil, atlar çiğnemesin diye çekip götürmüş­lerdir. Nitekim iki saf arasında atlar çiğnemesin diye ayağından müslüman as­kerlerin karargahına çekilen yaralı müslüman, sonra ölürse şehid olur ve yıkanmaz.

1243- O müşriği çekip götüren müşriklerin Ölenin varisi olan kişiler olmaması lazımdır. Onun varisleri ise, eşyası müs­lümanlara ait ganimet olur.

Çünkü zahire göre varisi eşyasını almak için çekip götürmüştür. Eşyasın­da varisi onun yerine geçer. Öldürülen kişi eşyasına kendisi sahip olduğu gibi, onun yerine geçen kişi de aynı şekilde sahip olmaktadır. Yabancı onun yerine geçemediği için çekip götürmekle de eşyasına varis olmaz. Ama kendisi yeni zimmetine geçirmek için onu çekmiş ise, eşyasına sahip olur. Çükü eşya sahi­bine tabidir. Ama çekip götürmesine rağmen eşyasını üzerinden almamışsa, ona sahip olma düşüncesi taşımadığını anlarız.

1244- Çekip götüren kişinin onun varisi veya vasisi yahut yabancısı olduğu bilinmiyorsa, ölünün eşyası Öldüren kişiye ait olur.

Çünkü hak kazanmasının sebebi bellidir. İptal edecek aykırı bir şey bilin­miyorsa, hükümde bu sebebe itibar etmek gerekir.

1245- Yine, atı yanında bulunursa, öldüren kişiye ait olur. Ama düşmandan birinin elinde yakalanırsa müslümanlara ga­nimet olur.

Çünkü başka bir elin zimmetine geçirmesiyle birinci durumdaki sebep geçersiz olur.

Çünkü bu hakkını iptal edecek başka bir elin varlığı sözkonusu değildir. Belki de kimse yakalamadan çekilen askerin peşinden gelmiştir.

İstihsana göre ise ganimettir.

Çünkü ne ölünün elinde, ne de ölünün önceden elinde bulundurduğu yer­de ele geçirilmiştir. Hakkında kıyasa göre işlem yaparsak, katile ait olduğunu söyleriz.

1246- Askerler yürüdükten sonra bir veya iki mil uzaklıkta görülse, kıyasa göre at, adamı ödüren kişinin olur.

Çünkü hakkını iptal edecek başka birinin müdahalesi görülmemektedir. Belki de kimse dokunmadan kendiliğiden askerlerin peşiden gitmiştir.

İstihsana göre ise, ganimet olur.

Çünkü ne ödürülenin elinde, ne de öldürülen kişinin zaptettiği yerde ele geçmştir. Burada kıyasa göre karar verirsek, atın, Öldürülen kişinin olcağını söylemek gerekir.

1247- Askerler bir ay süre ile gitmiş ve şehirlerine döner­ken, at da onların peşinden gitmiş olabilir. Halbuki zahire gö­re kendi başına bir ay süre ile böyle dolaşmaz. Sağa sola yiye­cek ve içecek için sapar, yoldan sapmadan bir ay böyle devam etmişse, anlarız ki, tek başına değildir ve biri onu sürmüştür. Bu durumda müslümanlar ele geçirdiğinde ganimet olur. Ama kendi kedine bir ay yolda onları takibederek gittiği kesin an­laşılırsa, sahibini Öldüren kişiye ganimet olur.

Çünkü ona başkası el koymamıştır. Böylece öldüren kişinin kazandığı kesin hakkı ortadan kaldıracak birşey olmamıştır.

1248- Öldürülenin atını alıp onu ve silahını üzerine yükle-seler ve yenilmiş olarak geri gitseler, sonra müslümanlar yeti­şip ele geçirseler, bütün şeyleri öldüren adamındır.

Çünkü ölünün eşyasına elkoymayı amaç edinmemişlerdir. Sadece yakın­larına geri götürmek için atma yüklemişlerdir. Bu da eşyasına elkoyma sa­yılmaz.

1249- Ama Ölünün oğlu bu işi yapmış ve müslümanlar ele geçirmişse, eşyası müslümanlara ganimet olur.

Çünkü oğlu eşyasına sahip çıkmadan bunu yapmaz. Zira kendisi ölünün halifesidir. Başkası alınca ona verir, ama kendisi alınca kimseye vermez. Va­rislerden bir kişi bütün varisler mesabesindedir. Nitekim hakkını ve mülki­yetini ispat durumunda ölünün yerine geçmektedir.

1250- Daha önce bu işi yapması için birine vasiyet etmişse, durum yine aynıdır.

Çünkü vasi, ölümünden sonra onun halifesidir. Eşyasını üzerinden alsın veya almasın onun uygulanılan, varisin uygulamaları gibidir.

1251- Yabancısı olan düşman askerler, atını götürürken üzerine yükledikleri ölü ile beraber kendi eşyalarım da yükle­miş ve götürmüşse, ele geçtiklerinde sadece ölünün üzerindeki eşya öldürene ait olur. At ve üzerindeki diğer şeyler müslü­manlara ganimettir.

Çünkü ihtiyaçları için onu kullanmaları, sahip olmaya çalıştıklarını ifade eder. Ama ölünün eşyasını üzerinden soymadıkları İçin ona sahip çıkmaya çalışmadıklarını gösterir. _

1252- Üzerine Ölü ile beraber sadece matara ve yem torba­sını yüklemişlerse, at ve üzerindeki şeyler hepsi öldürene ait olur.

Çünkü bu şeyleri yüklemekle ata elkoymuş sayılmazlar. El koymak, ona sürekli sahip olmak ve elde tutmakla olur. Bu da belirli bir maksatla yük vurup matara ve diğer şeyleri üzerinde taşımakla ancak sabit olur.

1253- Semerini başka bir semer veya eğerle değiştirip üze­rinde sadece Ölüyü ve eşyasını taşısalar, at ve üzerindeki bütün şeyler öldüren kişiye ait olur.

Çünkü semerini veya eğerini değiştirmeleri, onu ele geçirmeye ve sahip olmaya çalıştıklarına delil sayılmaz. Bu ve buna benzer meselelerde genel kana­ate, onu kendilerine mal etmek için çalıştıklarını gösteren delil ve işaretlere itibar edilir.

Doğrusunu Allah bilir.[2]

 

Ganimet Tahsisinde İstisna Ve Özel Tahsis

 

1254- Komutan "Kim altın veya gümüş getirirse, dörtte biri onundur" derse, sözü, ister müslümanlar, ister müşrikler tara­fından işlenmiş olsun, külçe ve işlenmiş altını kapsar.

Çünkü altın ve gümüş adı hakikaten hepsini kapsar. Almaya hak kazan­mak da ona binaendir. Nitekim "altın ve gümüş dışında kim ne getirirse, kendi­sinindir" dediğinde bütün çeşitleriyle altın ve gümüş bunun dışında kalmaktadır. İstisna yapılmadan tahsis genel olarak altın ve gümüşten yapıldığında da aynı şekilde almaya hak kazanılır.

Nitekim altın ve gümüşte zekat ayn (eşyanın kendisi) itibariyledir, aynı cinsten mübadele yapıldığında değişik cinslerden vermek haram olduğu gibi, aynı cinsten mübadele de değişik cins alıp vermek veya az yahut çok alıp ver­mek haramdır. Bunda külçe ve işlenmiş cinsler aynıdır. Yani külçeden külçe ve işlenmişten işlenmiş alınıp verildiği gibi alınıp verilen şeyler de eşit miktarlarda

olması lazımdır.

Bu durum şunun tersinedir: Adam altın veya gümüş satın almıyacağına yemin eden bir kişi ise, dirhem veya dinar (metal gümüş ve altın para) alırsa, yeminini tutmamış sayılmaz. Çünkü satın almıyacağına dair yemin etmiştir. Bu da ancak birinin satmasıyla ortaya çıkar. İşlenmiş altın veya gümüşün satıcısına ise sarraf adı verilmektedir. Altın veya gümüş satıcısı adı da ancak birinin sat­masıyla ortaya çıkar. Bu ad, işlenmiş altın veya gümüş satan kişiye verilir.

Burada her hak kazanma, ismin hakikati şartına bağlanmıştır. "Altına veya gümüşe dokunmayacağım" diye yemin etseydi, o zaman yeminini tutma­mış olurdu. Çünkü bu, işlenmişi de, işlenmemişi de kapsamaktadır. Zaten gani­met tahsisi ile hak kazanma, vasiyetle hak kazanma mesabesindedir. Malı olan altın ve gümüşten vasiyet etseydi, işlenmiş ve işlenmemiş olanın tümünü kapsardı.

1255- "Kim demir getirirse, onundur. Demirden başka bir şey getirirse, yarısı onundur" derse ve adamın biri demir külçesi yahut demirden tabak, silah, bıçak, kılıç getirse, hepsi onundur.

Çünkü demir ismi hepsini kapsamaktadır. İşlenmekle ayn (eşya)m adı değişmez. Çünkü aynından yapılan işle maddesi yok olmayıp şekil kazanmakta ve devam etmektedir. Amacı olan şeyden de sapmamıştır. Yüce Allah onu şöyle belirlemektedir: "Pek sert olan ve birçok faydası olan demiri var ettik."[3]

Ama kılıç kını, bıçak sapı ve kını getirirse, getirene ait olur.

Çünkü demir değildir. "Bundan başkasını getirene yansı vardır" dediği için bu yarıya müstehak olur.

Ancak bunun yarısı kendisinden alındığında eşaya zarar getiriyorsa, kıymeti alınır.

Çünkü aslın (temel malın) sahibi odur. Diğer askerlerin ganimet hakkı ise bu asla tabî olan şeyde tahakkuk etmiştir. Lakin zarar vermemek için bu yarının kıymeti alınır. Birinin arazisinde bulunan ortak bir bina gibi. Zarar vermemek için arazi sahibi binanın yarısını ortağından kıymeti ile alabilir.

1256- "Kim pamuklu kumaş getirirse, o kendisinindir" der­se ve biri dibac, yün ve ipek kumaş getirirse, almaya hak kazanamaz.

Çünkü "Bez pamuklu kumaş" adı bu şeyleri kapsamaz. Sadece keten ve pamuklu kumaşları kapsar. Nitekim bezzaz (manifaturacı), halk arasında (ön­celeri) pamuklu ve keten kumaşları satan kişiye verilen isimdir. Bezzazlar çar­şısı da dibac ve konfeksiyon kumaş satanların dışında sadece keten ve pamuklu kumaş satılan çarşıdır. Yani Küfe halkının adetine göre düzenlenmiştir. Ama muhitimizde keten ve pamuklu kumaşları satanlara kerabîsî adı verilmektedir.

Eğirilmiş veya eğirilmiş olup henüz dokutulmamış keten veya pamuklu getirse, bundan bir şey alamaz. Çünkü "bez" ismi, normal olarak iplik halin-dekini değil, dokuma işleminden geçmiş giyilen kumaş için kullanılmaktadır. Nitekim bunu satan kişiye bezzaz değil, kattan (pamukçu) ve gâzzâl (iplikçi) denilmektedir.

1257- "Kim bir elbise getirirse, o kendisinindir" der ve biri dibac veya iplik veya kürk yahut başka elbise getirse, onu almaya hak kazanır.

Çünkü elbise ismi normal olarak insanın giydiği şeylere verilir. Halkın

giydiği bütün şeyler bunun kapsamına girer. Sadece ayakkabı, sarık ve külah bunun dışındadır. Bu şeyleri getiren kimse almaya hak kazanamaz. Çünkü el­bise giyinmek için giyilen şeydir. Sarık, külah ve ayakkabı ile giyinme mey­dana gelmez. Nitekim yemin kefareti her miskine bir takke, külah veya ayak­kabı verilirse yerine gelmez. Ancak bu şeylerin kıymeti, yiyecek tutarı oldu­ğunda bunlar yemek bedeli olarak verilir. Elbise giymiyeceğim, diye yemin eden bir kimse külah veya sarık giydiğinde yemini yemiş (tutmamış) sayılmaz.

1258- Bir keçe, kilim, perde, yatak getirse, bunları almaya hak kazanamaz.

Çünkü bunları halk normal olarak giymez. Sadece evlerde kullanır. Bun­lar elbise İsmi kapsamına değil, eşya kapsamına girmektedir.

"Kim bir eşya getirirse, onundur" derse, halkın giydiği şeyler de dahil bütün bunları almaya hak kazanır.

Çünkü bütün bunlar eşyadır. Eşya, faydalanılan şeyin adıdır. İsmini özel­likle belirtmese bile eşya ismini mutlak söylemesi halinde alan kişi tabaklan da almaya hak kazanır. Çünkü "kaplar dışında" derse ve biri tas, ibrik, şişe ve bakır kazanlar gibi şeyleri getirse, almaya hak kazanamaz. Çünkü bunlar hepsi kaptır ve onları eşyadan istisna etmiştir. Bu da istisna edilmediği durumlarda bunları almaya hak kazandığına delildir.

1259- "Kim altın veya gümüş getirirse" derse ve biri altın yahut gümüşle kaplı bir kılıç getirirse, sadece kablamasını almaya hak kazanır.

Çünkü altın veya gümüş ismi hakikaten onu kapsar. Nitekim satışta altın hükmü sadece kaplama hakkında sabit olmaktadır. Yine adam gümüş yaldızlı ve gümüşle süslü bir eğer getirse, sadece gümüşünü almaya hak kazanır.

1260- İçinde altın ve gümüş çiviler bulunan ve bu çiviler söküldüğü zaman dağılan kapılar getirse, bir şey almaya hak kazanamaz. Çünkü ekseriyeti altın veya gümüş değildir.

Yani kapı tahtalarına batmış çiviler yok hükmündedir. Altın ve gümüşten maksat ise, onlarla süslemektir. Çivilerde ise süs maksat değil, yararlanma

maksattır.

Halbuki eğer ve kılıç kaplaması ve yaldızı böyle değildir. Bunlardan süs­leme kastedildiği açıktır.

Kaldı ki çivi tamamen kapıya tabî ve onda kaybolmuştur. Çünkü sökül­düğü zaman kapı diye bir şey kalmıyacaktır. Halbuki getirilen ganimet kapıdır. İçinde altın çiviler olsa bile normal olarak buna altın kapı da denilmez. Halbuki eğer ve gem böyle değildir. Çünkü üzerindeki gümüşlere bakılarak gümüş yaldızlıdır, denilir.

1261- Altın veya gümüş üzerinde inciler varsa yahut yüzü­ğün taşı inci ise, altın ve gümüş dışındaki bütün bu mücev­herler ganimettir.

Çünkü altın ve gümüş ismi hakikaten bunları kapsamaz. Diğer süs eşyası ise getirenindir.

Çünkü altın ve gümüş adı bunları hakikaten kapsar ve başka bir isimle anılmazlar. Nitekim altın veya gümüş yüzük denildiği halde taşma nisbetle inci veya başka mücevher yüzüğü denilmemektedir.

1262- Yine üzerinde değerli taşlardan bulunan altın veya gümüş haç getirse, bu taşların tümü ganimettir.

Çünkü altın ve gümüşe başka bir isim galip olmamıştır. Nitekim haç, üze­rindeki mücevherata bakılmaksızın yapıldığı altın veya gümüşe nisbet edil­mektedir.

1263- "Kim yakut veya zümrüt getirirse..." derse ve biri yakut ve zümrütle süslü gümüş yaldızlı bir süs eşyası getirse, yakut ve zümrüt sökülür ve kendisine verilir.

Çünkü yakut ve zümrüt ismi, altın ve gümüş Üzerine yerleştirilmiş olsa bile, hakikaten devam etmektedir. Çünkü onun ismini yok edecek başka bir şeye maruz kalmamıştır.

1264- Yine taşı zümrüt veya yakut bir yüzük getirse, bunlar sökülür ve kendisine verilir.

Çünkü sökülmesiyle müslümanlara herhangi bir zarar ulaşmaz. Zira geti­rilen şeyin maliyeti amaçtır.

1265- "Kim bir demir getirirse, onundur" derse ve biri Üzengileri demir olan bir eğer getirse, üzengiler sökülür ve kendisine verilir.

Çünkü demir ismi onlarda hakikaten devam etmektedir. Mesela demir özengi, ağaç Özengi denilmesi gibi. Sökülmesinde de bir zarar yoktur.

1266- Eğerde demir çiviler veya halkalar varsa ve bunlar söküldüğünde eğer dağıtacaksa, getiren kimse birşey alamaz.

Çünkü bu şeyler eğerin menfaati için kullanılmış olup süs için değildir. Kapılardaki çiviler gibi. Nitekim demir köşebent ve benzeri demirlerle monte edilmiş ve bu demirler söküldüğünde dağılacak olan bir gemiyi ele geçiren bir kimsenin alacağı bir şey olmaz.

Bu nevi konularda prensip şudur: Süs amacı ile olmayıp yararlı olması için ve tahsisin yapıldığı şeyin ismi dışında bir isimle başka bir şeyde kullanılan şeyler tahsis kapsamma girmez. Başka şeyde süs için kullanılan ve tahsis edilen şeyin ismini taşıyan şeyler de tahsis kapsamma girmektedir. Çünkü süs, ayndan (eşyanın kendisinden) sağlanmak istenen yarardan fazla olan bir özelliktir. Fahiş bir zarar meydana getirilmeden sökülebiliyorsa, hakkın gereği olarak sökülür, şayet sökülünce zarar büyük oluyorsa, eşya satılır ve tutarları tahsisin miktarı kapsamına giren ve girmeyen payiara bölünür. Mesela birinin mülkiyet oranına göre aralarında bölünür.

1267- Buna göre "Kim bir ipek getirirse, onundur" derse ve biri iç dolgusu ipek olan bir cübbe veya kaftan getirse, bir şey almaya hak kazanamaz.

Çünkü iç dolgu üzeri örtülüdür. Cübbe veya kaftanda kullanılması süs için değil, yarar sağlaması içindir. Böylece içinde tüketilmiş bir eşya mesabe­sinde olmaktadır.

Nitekim savaş durumu dışında erkeklerin ipek giymesi haram olduğu halde böyle bir cübbe veya kaftanın erkekler tarafından giyilmesinde bir sakınca yoktur. Kendisine tahsis yapılan kişi bunu almaya hak kazanır, diye iddia edi­lirse, bunun neticesi olarak "Örgü ipleri ipek olup diğer ara maddesi ipek olma­yan bir elbise getiren kişinin de örgü iplerini almaya hak kazandığı" kabul edilmesi gerekecektir ki, bu da makul olmıyan uzak bir sonuçtur.

1268- "Kim ipek bir elbise getirirse, onundur" der ve biri yüzü yahut astarı ipek olan bir cübbe getirirse, ipek olanları alır, diğerleri ganimet olarak kalır.

Çünkü "elbise" ismi, ayrı ayrı yüzü de astarı da içine alır. Her biri diğe­rinin yerini tutmaz. Aksine her biri hakikati üzere farklıdır. Hüküm açısından bu nevi elbiseleri erkeklerin giymesi mekruhtur. Kılıcın kılıfı mesabesindedir.

Getirilen bu elbise satılır ve tutan yukarıda belirtildiği şekilde paylaşılır.

Çünkü yüzü ve astarı birbirinden ayırmak fahiş bir zarar meydana getirir.

1269- "Kim ipek bir cübbe getirirse, onundur" der ve biri yüzü yahut astarı ipek olan bir cübbe getirirse, burada mu­teber olan onun yüzüdür.

Çünkü normal olarak cübbe denilince yüz kısmı anlaşılır. Astan ise yüzü­ne nisbetle ona tabidir. Zaten tahsiste cübbe ismi kullanılmışsa, cübbenin asta­rına da, yüzüne de hak kazanır. Halbuki bir önceki meselede durum bunun zıddıdır. Orada hak kazanma elbise adıyla olmuştur. Astar olmaksızın elbisenin yüzüne de elbise denilir.

1270- "Kim altın getirirse, onundur" der ve biri altınla dokutulmuş bir dibac (kumaş) getirirse, bakılır, şayet altın ku­maşın çözgüsünde kullanılmışsa, bir şey almaya hak kaza-

namaz.

Kumaşın çözgüsü (iskelet ipliği) olan ipek mesabesindedir.

Altın açık bir şekilde belli oluyorsa, sadece onu almaya hak kazanır.

Çözüm yolu da satmaktır. Çünkü muteber olan çözgü değil, ara dokudur. Nitekim çözgüsü ipek ve ibrişim olan kumaşı erkeklerin giymesi caizdir. Ama ara dokusu ibrişim olan kumaşı erkeklerin giymesi helal değildir. Çünkü ku­maş ancak ara dokularla kumaş özelliğini kazanır. Onun için bunda nisbeti çözgüye değil, ara dokuya olmaktadır.

1271- Kim ipek ve bir tarafı ipek olan bir cübbe yahut aradokusu ipekten olan bir elbiseyi ele geçirirse, ondan birşey

Çünkü bu tamamen ona bağlıdır. Nitekim bu nevi elbiseleri erkeklerin giymesinde bir sakınca yoktur.

1272- Yine "Kim altın getirirse, onundur" derse ve biri üze­rinde altın çivi bulunan bir yakutu yahut taşında altın çivi bu­lunan gümüş bir yüzüğü getirirse, bundan birşey almaya hak kazanamaz.

Çünkü bu kaplama olup tamamen ona tabidir. Nitekim dişleri altın kapla­ma olan bir esir getirse, dişlerindeki altını almaya hak kazanamaz.

Ama altından burun takılmış bir esir getirirse, bu altını almaya hak kaza­nır. Çünkü burun vücuttan dışa uzanmakta ve dilediğinde sahibi takıp sökmek­tedir. Onun için katıksız tam tabî sayılmaz. Halbuki dişler böyle değildir.

Bütün bunlar istihsana göredir. Kıyasta ise esas adı hakikaten koruduğu için bütün bunları almaya hak kazanır.

1273- "Kim ipek bir elbise getirirse, onundur" derse ve biri astarı samur yahut başka bir kürk olan cübbe getirirse, yüzü dışında bir şey almaya hak kazanamaz.

Çünkü elbise ismi ile ona tahsis yapılmıştır. Böyle durumlarda astarın ipeklikte yüze tabî olmıyacağını belirtmiştik. Ganimet tahsisi cübbe ismi ile olsaydı cevabı da "tabidir"şeklinde nisbette ipeke tabî olmaz. Çünkü böyle cübbelere samur veya kürk cübbesi[4] adı verilmektedir. İpek şeye hak kazan­ması, ona hiçbir şekilde tabî olmıyan şeylere de hak kazanmasını gerektirmez.

1274- Yine "Kim kürklü bir elbise getirirse* onundur" der­se ve biri astarı kürk bir elbise getirse, sadece yüz kısmını al­maya hak kazanır.

Çünkü elbise ve cübbe ismi yüz dışında kürkü kapsamaktadır. Yüz kısmı da nisbette astara tabî değildir.

1275- "Kim büzyun (sündüs denilen altın işlemeli atlas) birşey getirirse, onundur" dese ve biri gövde kısmı büz-yun, kol ve kenarları dibac olan bir cübbe getirirse, sadece gövde (beden) kısmını almaya hak kazanır.

Çünkü bu elbisede değişik mallar birbirine tabî değildir. Yakası dışında her tarafı büzyun olan bir cübbe getirse, hepsi getirene ait olur. Çünkü yaka tümüyle cübbeye tabidir.

1276- "Kim büzyun bir cübbe getirse" derse ve biri bedeni büzyun diğer tarafları dibac olan yahut aksi olan bir cübbe getirse, ondan birşey almaya hak kazanamaz.

Çünkü getirdiği şey büzyun cübbe değildir. Nitekim dibac kısmı sökülüp alındığında cübbe denen bir şey ortada kalmaz. Halbuki tahsiste şart, büzyun cübbe getirmek, şeklinde belirlenmiştir.

1277- "Kim altın veya gümüş getirirse, onundur" derse ve biri altın ve gümüşle kaplı bir tabak getirse, bakılır. Eğer altın ve gümüş süs için kaplanmışsa, bu tabak getiren şahsa ait olur. Süs için kaplandığının delili de, söküldüğü zaman tabağın şek­linin bozulmamasidır. Şayet kaplama tabağın kırığını tuttur­mak için yapılmış ve söküldüğü zaman tabak dağılacaksa, bu­nu almaya hak kazanamaz. Çünkü kapılara çakılan çivi mesa­besindedir.

Çünkü altın ve gümüş bu tabakta süs için değil, yarar sağlasın diye kulla­nılmıştır. Böylece tümüyle ona tabî olmuştur.

1278- "Kim kıl getirirse, onundur" derse ve biri keçi postu kıldan kilim, örtü veya kıl aba getirirse, bunlardan hiçbir şey alamaz.

Çünkü kıl ismi deriden kırpılan kıldan başka şeyleri normal olarak kap­samaz. Kıldan dokutulan şeyleri kapsamaz. Nitekim böyle bir elbise ile ana maddesi arasında bir benzerlik de yoktur. İşlenmekle başka bir şey olduğunu böylece anlıyoruz.

1279- "Kim ipek getirirse..." derse ve biri ipek deri yahut deri üzerinden kırpılmış ipek getirse, iki durumda da eşya onundur.

Çünkü ipek adı hakiki olarak ikisini de kapsamaktadır.

Kırpıldıktan sonra deri ipeke nisbet edilir mi? diye sorulacak olursa, ce­vap olarak, evet, deriz. Halbuki koyun ve keçi derilerinde durum böyle değil­dir. Çünkü üzerindeki yün ve kıllara nisbet edilmez. Ve kimse yün deri, demez.

1280- İpek bir elbise getirirse, onundur.

Çünkü elbise mutlak olarak ipeke nisbet edilmektedir. Ama "yün veya büzyun getirirse" dediğinde, yün elbise veya büzyun elbise getirildiğinde durum değişir. Çünkü dokumadan sonra mutlak olarak artık yün veya büzyun şeklinde değil, elbise kaydıyla isimlendirilir. Yün elbise, büzyun elbise gibi. Pamuk ve ketende olduğu gibi.

Eğirılmiş ipek getirirse, onundur.

Çünkü eğirmeden sonra mutlak olarak İpek ismini taşır. Halbuki keten ve pamukta böyle değildir. Netice olarak ipek İsmi, ne olursa olsun İpeke veril­mekte ve adı değişmemektedir.

1281- "Kim ipek cübbe veya merv cübbesi getirirse, onun­dur" derse ve biri yüzü ve astarı kürk yahut samurdan bir cübbe getirse, bu ganimet olur. Yüzü Merv işi, astarı da kürk veya samur olursa, yine ganimettir.

Çünkü bu normal olarak ipek ve samur dışında kürke nisbet edilmektedir. Yani yüzü dışında bu isim kürk ve samura verilmekte ve yüz kısmı bunun kap­samına girmemektedir. Yüz kısmının tümüne cübbe adı verilmektedir. Çünkü nisbette asıl, tek başına ismin kapsamına girmeyen şeylerin dışında ismin yalın halinde kapsamına giren şeylerin nisbet edilmesidir.

1282- Astarı Merv işi veya kuhi (bir nevi beyaz elbise) olan ipek bir cübbe getirse, sadece dışını almaya hak kazanır. Astar kısmı ise ganimet olur. Çünkü bu cübbe astara nisbet edilemez. Zira tek başına astara cübbe adı verilmez, ipekten olan cübbe-nin sadece dışına cübbe ismi verilebilir.

İpek konusunda daha önce yüze de astara da hak kazandığı zikredilmişti. Bu konuda iki rivayet olduğu söylendiği gibi, ikisinin arasında fark olduğu da ifade edilmiştir. Çünkü astar olmadan tek başına ipek (harir)[5] olan dış yüze, cübbe adı ne hakikaten ne mecazen verilir. Ama ipek (hazz)den mecazen cübbe ismi verilmektedir.

Astar samur veya kürk olup lafız hakikaten kullanıldığında mecaz îtiban kalkmaktadır. Merv işi olup lafzın hakikaten kullanılması imkansız ise, mecaz yolu ile kullanılır ve getirene sadece dış yüzü ait olur.

Nitekim "kim ipek veya samur yahut kürkten bir cübbe getirirse" der ve biri dışı ipek yahut karışık renkli bir cübbe getirirse, dış yüzü dışında ancak di­ğer tarafları almaya hak kazanır. Çünkü cübbe ismi ya hakikaten veya mecazen dış yüz dışındaki şeyleri kapsamaktadır. Dış yüz de hiçbir şekilde astara tabî olmaz.

1283- "Kim merv işi bir cübbe getirirse..." der ve biri dışı merv işi, astarı başka şeyden olan bir cübbe getirirse, hepsi onundur. İpek olması durumunda da durum aynıdır.

Çünkü bu durumda astarsız dış tarafa cübbe değil, iç gömlek adı verilir. Durumun böyle olduğunu şöyle demesinden de anlıyoruz.

"Kim dışı yukarıdaki şeylerden, astarı ise başka şeyden olan bir takke getirirse, onundur" derse ve biri getirirse, hepsi onundur.

Çünkü astar ve iç dolgusu olmadan takke meydana gelmez.

1284- Herhangi bir kişi üzerinde gördüğü belirli bir cübbeyi göstererek "Kim bu ipek cübbeyi getirirse, onundur" derse ve biri getirdiğinde astarının samur veya kürk olduğu anlaşılsa, hepsi getirene ait olur.

Çünkü burada istihkakı, isim zikretmeksizin ve nisbet de yapmaksızın işaret ile kesinlik üzerine bina etmiştir. İşaret ve isimle nisbetin hepsi bir şeyi tarif içindir. Ancak işaretle tarif halinde, nisbet itibarı sakıt olmaktadır. Çünkü daha önce geçen bütün şeylerin aksine, işaret daha açık ve beliğdir.

1285- "Kim merv işi cübbe getirirse..." sözünden yüz kasde-dildiği kabul edilir.

Çünkü belirttiğimiz gibi nisbet dışa yapılmıştır. Halbuki astarsız buna cübbe denilmez. İç dolgu da yüz ve astarın ikisine tabidir. Dolayısiyle cübbenin tümünü almaya hak kazanır.

1286- "Kim ipek bir cübbe getirirse..." derse ve biri astarı ipek olmayan, iç dolgusu pamuk veya ipek olan ipek bir cübbe getirse, sadece dışını almaya hak kazanır.

Çünkü mecaz olarak ipekten dış tarafa cübbe adı verilmektedir. Bu isim­le astarı da almaya hak kazanamaz. Astarı alamayınca iç dolguyu da alamaz.

1287- "Kim merv işi bir kaftan getirrise..." der ve biri, astarı da iç dolgusu da merv işi olmiyan bir cübbe getirirse, sadece dışını almaya hak kazanır.

Çünkü yalnızca dışa kaftan denilir. Bir şallı, iki şal kaftan denilmesi gibi. Ama cübbe böyle değildir. Cübbede yalnızca dış kısım, cübbe değil, gömlek diye isimlendirilir.

Dışı da astan da merv işi olduğu halde içdolgu başka şeyden ise, hep­ini almaya hak kazanır.

Çünkü dışa ve astara sahip olmaya hak kazanınca bunlara tabî olan iç dolguya da hak kazanır. Nitekim "kim bir kaftan getirirse" dediğinde, içdolgu kaftan değilse bile, dışa ve astara tabî olduğu için kaftanı getiren kişi onu al­maya hak kazanır. Sınırlandırma durumunda da, merv işi olmasa da, iç dolguyu almaya hak kazanır. Bütün söylediklerimiz şalvar için de geçerlidir. Çünkü astarlı olsun veya olmasın, yalnızca tek tarafına şalvar denilmez.[6]

 

Harıcılerden Eman Alarak Veya Eman Almayarak Onların Safında Diğer Müslümanlara Karşı Savaşan Düşmanın Mallarından Ganimet Tahsisi

 

1288- Haricilerin verdiği eman diğer müslümanlarm[7] ver­diği eman gibi geçerlidir. Çünkü onlar, merkezî otoriteye bo­yun eğmiyen bir zümredir. Bu özellik Kur'an-ı Kerimde "Müs­lümanlardan iki zümre çarpışırsa"[8] ayetinde ve Hz. A li'nin "Onlar da müslümandır ama bize karşı başkaldıran kardeşle­rimizdir" sözünde açıkça belirtilmektedir. Zaten bir müslüma-nın verdiği eman, hepsinin verdiği eman gibi geçerlidir.

Çünkü düşman, isyancı müslümanlar ile diğer müslümanlar arasında sa­vaşı gerektiren sebebe vakıf olamamaktadır ki, isyancıları diğerlerinden ayırd etsin ve onlardan eman istesin. İsyancılardan eman istediklerinde sanki ara­mızda ticaret yapmak üzere bize barış ilan etmiş olurlar. Bu da geçerli bir emandır.

Emanlarım geri vermedikçe müslümanlarm onlara saldırması caiz değildir.

Kendi kendilerini savunacak durumda olduklarında aldatmak caiz olma­dığı gibi, savunacak durumda olmadıklarında da eman altındakileri emin ola­cakları yere kadar ulaştırmak gerekir.

1289- Hariciler, düşmanla yardımlaşarak diğer müslüman-lara savaş açar ve müslümanlar onları yenerse, düşmanın bü­tün şeylerini ganimet olarak alırlar. Haricilerin onlardan yar­dım istemesi, kendilerine eman verme sayılmaz.

Ashabımız (hanefi alimleri) içinden, Haricilerin bayrağı altında savaşma­larının kendileri İçin eman olduğunu, ancak diğer müslümanlara karşı savaşın­ca bu emanlarım bozmuş olduklarını söyleyenler vardır.

Bu ise yanlıştır. Çünkü haricilerden eman almışsa onların bayrağı altında müslümanlarla savaşmış olması emanı bozma sayılmaz. Ancak;

Bunlar müslümanların karşısına barışçı değil, savaşçı olarak çık­mışlardır. Müslümanlar açısından karışık bir durum yoktur. Hariciler açı­sından ise, onlardan eman altında olmak için değil, kendilerine yardım et­mek için onlara (haricilere) katılmışlardır.

Nitekim savaş alanında asker birbirinin emanı altında olmaksızın birbiriyle yardımlaşmaktadır.

1290- İster Haricilerle beraber diğer müslümanlara karşı savaşmış olsun, ister savaşmasın, onları ele geçirdiğimiz za­man fey1 olurlar. Ama Hariciler onları öldürmek ve mallarını almak isterse, bu onlar için caiz olmaz.

Çünkü müslümanlara karşı beraberlerinde savaşmak için onları çağırınca saldırmayacaklarına dair kendilerine garanti vermiş sayılırlar. Çünkü ancak bununla onları yanlarına alabilirler. Düşman da ancak bu garanti ile onlarla beraber müslümanlara karşı savaşabilmişlerdir. Kim başkasına garanti verirse, sözüne bağlı kalmak zorundadır.

1291- Onları esir edip mallarını alırlarsa müslümanların ondan bir şey satın alması caiz olmaz.

Çünkü İslama göre haram bir yoldan ellerine geçirmişlerdir.

Ama herhangi biri satın alırsa, caiz olur.

Çünkü haram oluşu, malın dokunulmazlığından dolayı değil, haksızlık ve hıyanet içerdiğinden ileri gelmektedir. Bu da mülkiyetin sübutuna ve satın al­manın sıhhatine ve temellüke engel değildir.

1992- Düşmanın yanına eman ile giren bir müslüman bu­nunla kendilenine eman vermiş sayılmaz. Ancak onlara eman vermiş olmamakla beraber bazılarını esir alması veya malla­rından birşey alması mekruhtur. Çünkü hiyanet manası taşı­maktadır. Böyle bir şey yaparsa aldığı şeyleri geri vermesi emredilir. Ancak geri vermesi için kanunla mecbur edilmez. Biri ondan bu şeyleri satın alırsa, kerahetle bu alış caiz olur.

1293- Onlar savaşır ve müslümanların komutanı "Kim bi­rini öldürürse eşyası onundur" derse ve biri haricilerden birini öldürürse, onun eşyasını alamaz.

Çünkü hariciler müslüman olup malları darulislamda dokunulmazdır. Onun için ganimet olmaz.

1294- Ama düşmandan birini öldürürse, her şeyi onundur.

Çünkü malının ganimet alınması mubahtır. Zira herhangi bir müslüman-dan eman almış değildir.

1295- Düşman, mü si umanlardan esir ve mal alır ve onları Haricilerin himayesinde ellerinde tutar, daha sonra müslüman olurlarsa, aldıkları bütün şeyleri geri vermeleri lazımdır.

Çünkü onlara kendi yurtlarında sahip olmamış, aksine mallarımızı Harici­lerin bölgesinde elde ederek ellerinde tutmaktadırlar.

1296- Ama islam yurdunda caydırıcı güçleriyle mal ele ge­çirirlerse, o malı mülk edinemezler. Bu mal Haricilerin ise, za­ten mülk edinemezler. Ama bu malları yurtlarına (darulhar-be) götürdükten sonra müslüman veya zimmet ehli olmuşlarsa, bu mallar kendilerine kalır.

Çünkü tam elde temekle onlara malik olmuşlardır. Rasulullah da: "Müs­lüman olunca kişinin elindeki mah onundur" buyurmaktadır.

1297- Müslümünların kadın ve çocuklarını esir alacak olur­sa, Haricilerin onları düşman yurduna götürmelerine müsaade etmesi caiz değildir.

Çünkü hür müslümanları alıkoymakla zulüm işlemiş olurlar.

Verdikleri söze bağlı kalmaları onların işliyecekleri zulme göz yum­malarını gerektirmez. Onları salıvermelerini emrederler. Kabul etmez­lerse müslüman kadın ve çocukları kurtarmak için onlarla savaşırlar. Bun­dan başka şekilde davranmaları (müslümanların kadın ve çocuklarını düş­manın elinde bırakmaları ve yurtlarına götürmelerine göz yummaları, geri almak için savaşmamaları) caiz değildir.

Nitekim darulharpte müslümanlar, başka müsîümanların esir kadın ve ço­cuklarını kurtarma imkanı bulunca mutlaka kurtarmak zorundadırlar. Kurtar­maya çalışmamaları caiz değildir.

1298- Müslümanların mallarını da yurtlarına götürmek istediklerinde, Haricilerin bu malları müslümanlara geri ver­mek için onlara karşı çıkmaları vaciptir. Başka şekilde davran­maları caiz değildir.

Çünkü ele geçirmeden Önce bu mallara sahip değildiler. Onun için yurt­larına götürmeye çalışmakla zulüm işlemiş olurlar. Halbuki darulharpte eman altındakinin durumu böyle değildir. Zira orada malı sağlamca korumakla mülk edinmektedirler. Mallarını almıyacağım onlara daha önce garantilediği için onu alması caiz olmaz. Hariciler hakkında mal konusunda hüküm bu olunca, malı sağlamca korumada bu hüküm evleviyetle geçerli olmaktadır.

1299- Müslümanlardan aldıkları malların bir kısmını tüket­miş, sonra müslüman olmuşlarsa, tükettikleri miktardan bir şey geri vermezler.

Çünkü bu mallan düşman iken almışlardır. Sonra isyancılara katılınca bu hükümde onlar mesabesinde olurlar. Zira isyancılar müsîümanların malların­dan tükettiklerini ödemezler. Düşmanın durumu da böyledir.

Buna göre müslümanlara karşı düşmanı destekleyenler, Hariciler değil de eşkıya iseler, durum yine aynıdır ve tevil gerektirmez.

Çünkü düşmanın tazminattan muaf sayılması hükmü tevil edilip edilme-mesiyle değişmez. Tevil konusu ancak müslümanlar arasındaki şeylerde olur. Düşman ise her iki halde de tazminat ödemez. Çünkü bu işi düşman iken yapmışlardır.

1300- Bir kısmı diğerinden silah ödünç alır ve müsîüman­ların komutanı "kim birini öldürürse eşyası onundur" derse ve düşmanın silahını taşıyan bir düşman öldüriilürse, iki durum­da da öldüren kişi bir şey alamaz.

Düşmanın taşıdığı silah, Haricilerin silahı ise, alamaz. Çün­kü bu mal, ganimet edilecek bir mal değildir. Haricinin taşıdığı silah, düşmanın silahıysa, alamaz. Çünkü onu haricî ödünç alıp himayesinde tuttuğu için bu mal hakkında eman hükmü ger­çekleşmiş olmaktadır.

Nitekim düşmandan ödünç at ve silah isteseler ve düşman da onlara bunu vermek üzere çıkarsa, onun hakkında eman hükmü gerçekleşir. Çünkü harici­lerin eline geçmiş demektir. Eman altında olduğu için ganimet de olmaz. Bura­da da durum aynıdır. Ancak müslümanlar bu mallan ele geçirirlerse düşmana geri vermez ve satıp parasını tutarlar ve düşman gelip bunun parasını alıncaya kadar ellerinde tutarlar.

1301- Müslümanlardan kim bundan bir şey tüketirse, onun bedelini Ödemez. Nitekim müsîümanların eline düşen isyan­cıların malları hakkında da hüküm böyledir. İsyancıların ele geçirilen mallarından tüketilen şeyler tazmin edilmez.

Çünkü bu malın eman altında olması, isyancıların ellerinde bulundurma-sıyladir. Elde bulundurmak ise mülkiyetten güçlü değildir.

1302- İsyancıların elinden bu mallar alındığında da hüküm aynıdır. Ancak müslümanlar, hariciler dağılıp sahipleri olan düşman gelinceye ve mallarını isteyinceye kadar bu silah ve atları satmayıp elde tutarsa kıyasa göre yurtlarına geri götür­meleri için kendilerine verilirler.

Çünkü bu mallarda eman hükmü müslümanlardan bir zümre tarafından gerçekleşmiştir. Zaten haricilerin malı mesabesindedir, Hariciler dağılıp cema­atleri bertaraf edilince kendilerine geri verilmiş gibidir.

İstihsana göre ise darulislamda satmağa ve parasını almağa mecbur edilirler.

Çünkü Müslümanların elinde tutulan bir mal olmuştur. Darulislamda ko­runan mal olduktan sonra silah ve atlar tekrar düşmana verilmez. Çünkü bun­larla müslümanlara karşı yeniden kuvvet kazanacaktır.

Ama köle olup İslam'a girerlerse, durum farklı olur. Şöyleki; Bu mal haricilerin olsaydı kuvvet ve cemaatleri dağılıncaya ka­dar onlara geri verilmesi caiz olmazdı. Çünkü bununla güç kazanır ve kendile­rinden olmayan müslümanlarla savaşırlar. Aynı şekilde müslümanlara karşı onunla kuvvet kazanacak düşmana da bu mallar verilmez. Çünkü düşmanın caydırıcı gücü devam etmektedir.

1303- Hariciler, askerleri arasına giren düşmandan bazı ta­cirlere eman verip onlardan at veya silah ödünç alsa yahut zor­la onlardan bunu alsa ve çarpışmada komutanın tahsis yap­masından sonra bu silahı veya atı kullanan haricî bir asker öldürülse, üzerindeki eşya Öldüren kişiye ait olmaz. Çünkü eman vermeleriyle bu mal ganimet alınabilen mal olmaktan çık­mış ve dokunulmaz olmuştur. Bu konudaki emanlan düşman malına verilen eman gibidir. Öldürülen haricilerden alınan bu şeyler vakfedilip satılır ve parası düşman gelip alıncaya kadar tutulur.

1304- islam ordusu bu silah ve araçlarla savaşma ihtiyacını duyarsa, devlet başkanı ihtiyaç anında onları İslam   ordusu askerlerine verebilir.

Çünkü bu mal, müslümanların malı olarak yanında bulunduğunda ihtiyaç anında askerlere vermesinde bir sakınca olmaz. Eman altındaki kişilerin malı olunca evleviyetle verebilir. Sonra, eman altında olanlar mallarım haricilere onunla savaşmak üzere verirken müslüman askerler için bu malların haricilerin malı gibi olmasını zımnen kabul etmiş olurlar. Haricilerin mallarını ele geçirdi­ğimizde bu şekilde kullanmamız caiz olduğuna göre, kendileri isteyerek onlara ödünç veren eman altındaki kişilerin ödünç verdikleri mallarında da aynı şeyi yapmamız caiz olur.

1305- Hariciler bu malları onlardan zorla almışlarsa, za­ruret hali dışında, devlet başkanının onu İslam ordusu asker­lerinin emrine vermesi doğru değildir.

Çünkü eman altındaki kişilerin mallarıyla herhangi bir kimsenin sava­şabileceğine dair onaylama meydana gelmemiştir. Eman sebebiyle mallarının dokunulmazlığı devam etmektedir. Halbuki önceki durumda kendi mallarıyla haricilerin savaşmasına razı olmuşlardır.

1306- Buna göre İslam ordusu askerleri bu mallardan telef ettikleri miktarın bedelini öderler. Halbuki istekleriyle hari­cilere ödünç verdikleri mallardan İslam ordusunun tükettiği miktar karşılığı tazminat ödemez. Çünkü haricilerin mallarıyla çarpışmasına razı olmuşlardır.

Komutanın (veya devlet başkanının) bu malları burada satması da doğru değildir. Ama telef olmasından korkuluyorsa, bu durumda satabilir.

Çünkü müslümanın malı himaye edildiği gibi,eman altındakilerin malı da aynıyla muhafaza edilir.

Bu mal, müslümanlardan hazır olmayan birinin elde bulundurulan malı mesabesindedir ve aynısıyla muhafaza edilir. Ama aynıyla muhafazası mümkün olmazsa, satılır ve parası muhafaza edilir.

Malı satmadan önce hariciler dağılıp giderse, devlet başkanı sahiple­rine geri vermeleri için bu malı haricilerden sahiplerine geri verir.

Çünkü bu mal haricilerin malı mesabesindedir. Onlar dağıldıktan sonra mallarının aynı (kendisi) kendilerine geri verilir. Zaten bunlar mallarını eman ile dokunulmazlığı sağlandıktan sonra haricilere teslim etmişlerdir. Onun için daruisiama da bu mallar hapsedilmez. Tıpkı onlara müslümanlar eman vermiş ve eman altındaki at ve silahlarını hariciler Ödünç almış gibi.

1307- Hariciler, müslümanlara karşı kendileriyle beraber çarpışması için düşmandan bir topluluğa eman verseler ve ister çarpışsın, ister çarpışmasın bu düşman topluluğu müslümanlar yenilgiye uğratsa, kendileri esir edilmeyecekleri gibi, malları da ganimet olmaz.

Çünkü hariciler onlara eman verince, canları ve mallan için dokunul­mazlık gerçekleşmiş olur. Savaş sebebiyle bu eman da geçersiz olmaz. Çünkü bunlar haricilerin himayesi altında çarpışmışlardır. Haricilerin çarpışması on­ların emanını geçersiz kılmadığı gibi, eman altındakilerin çarpışması da kendi emanlarmı yürürlükten kaldırmaz. Haricilerin himayesinde çarpışmakla bunlar emanlarmı da bozmuş olmazlar. Bunlardan helal veya haram olan şeyler harici­lerin helal veya haram olan şeyleri gibidir. Esir etmek, ganimet tahsisi ile hak kazanmak ve benzeri bütün durumlarda hariciler gibidirler.

Ama eman sözkonusu olmadan "Gelin bizimle beraber çarpışın" de­yince, onlar da müslümanlara karşı ve haricilerin safında çarpışmak üzere çıkıp gelmişlerse, durum farklı olur.

Çünkü bunların malları veya canlan hakkında dokunulmazlık sabit olma­mıştır. Müslümanlara karşı haricilerin safında çarpışmak üzere onlara katıl­maları da böyle bir dokunulmazlık anlamına gelmez.

1308- Haricilerin kendileri daruharbe düşmanın yanma gitmiş ve karşılıklı birbirlerinden eman aldıktan sonra İslama ordusu her iki tarafı da yenilgiye uğratmışsa, bakılır: Düşman mukavemet ve caydırıcı gücü ile karşı koymuşsa, onlardan ya­kalananlar fey' olur. Öldürülenlerin eşyası da öldüren kişilere ait ganimet olur.

Çünkü kuvvet ve caydırıcı güce sahip iken eman altında sayılmazlar. Bu durumda sadece hariciler onlardan eman almışlardır. Nitekim kendi yurtlarında kuvvet ve caydırıcı güçle savaşınca, daha önce müslümanlardan aldıkları emam da bozulmuştur. Böylece ele geçirilen düşman oldular.    .

1309- Kendileri haricilerin ordusuna eman ile katılmış ve haricilerin caydırıcı gücü himayesinde çarpışmış ise, hiçbiri esir alınmaz.

Çünkü haricilerin caydırıcı gücü himayesinde eman altındadırlar. Darul-harbde müslüman askerlerin himayesinde eman altında olanlar, darulislamda da eman altında olanlar gibi dokunulmazlığa sahiptir. Kendileri caydırıcı güce sahip olmadıkça haricilerin emanı altında İslama ordusuna karşı çarpışmalany-la da emâhlan bozulmuş olmaz.

1310- Hariciler, düşmandan eman altında bulunan tüccarın müslümanlara karşı kendilerine yardım etmelerini istemiş ve onlar da kabul etmiş, müslümanlar da bunu öğrenmişse, ken­dilerine savaş açmadıkları sürece onların malına veya canına saldırmaları caiz olmaz.

Çünkü eman altındadırlar. Ehli zimmet hükmündedirler. Zimmet ehli mü.sİü m anlarla savaşmak istediğinde, bu isteklerini açığa vurmadıkça onlara zarar vermek helal olmaz. Üstelik tacirler haricilere muvafakat edince, onlar mesabesinde olurlar. Hariciler de müslümanlara saldırmadıkça can ve mallarına zarar vermek helal değildir.

Müslümanlara karşı savaşırsa, helal veya haramhk bakımından hari­cilerle aynı hükme tabî olurlar.

Çünkü haricilerin bayrağı altında savaşmış olurlar ve bununla da emanları bozulmaz.

1311- Düşmanlar bir müslümana: "Sen eman altındasın, yanımıza gel" dedikten sonra o da yanlarına giderse, artık bu kişi haricilerden veya diğer müslümanlardan olsun, onların mallarından herhangi bir şeye zarar veremez.

Çünkü onlara zarar vermiyeceğini taahhüt etmiştir. Taahhüt ettiği şeyi de yerine getirmesi lazımdır. Çünkü Rasulullah "Hiyanet yok, vefa vardır" buyur­muştur.

1312- Yine karşılıklı eman alıp verinceye kadar yanlarına gitmediyse, aynı şekilde zarar veremez. Bu Öncekinden de açıktır.

Çünkü ondan sahih bir eman içindedirler.

8u durumda devlet başkanının emanlarim geri almadan mal ve can­larına herhangi bir şekilde zarar vermesi doğru değildir. Emanı geri aldı­ğını kendilerine bildirmeden bir zarar verecek olursa, birinci durumun ak­sine tüketilen bütün şeylerin bedelini vermesi lazımdır.

Çünkü bunlar müslümanların bir kanadından sahih bir eman İçindedirler. Müslümanların himayesi altında iken bu kişi onlara eman vermiş ve bu emanı da geçerlidir.

Birinci durumda ise devlet başkanı emanlarını geri almadan onlarla sa­vaşabilirdi. Çünkü birinci durumda müslüman onlara eman vermemiş, onlar müslümana eman vermiştir. Ne varki, onların emanı altında bulunması, kendi­lerine zarar vermemesini gerektirir. Ancak bu karşılıklı eman sebebiyle diğer müslümanların da emanı altında olmalarını gerektirmez. Çünkü kendisi onların himayesindedir.

1313- Hariciler, düşmandan diğer müstümanlara karşı yar­dım istese, düşman da "Kumandan bizden olup hükmümüz geçerli olmadıkça yardım etmeyiz" derse ve hariciler bunu ka­bul ederse, sonra diğer müslümanlar bunlara galip gelirse, düş­manın canı ve malı ile her şeyi fey' olur. Haricilerden eman al­madan çarpışmışlarsa, mesele daha açık olup emanı bulun* mayan bir düşman oldukları için her şeyleri fey1 dir.

Haricilerden eman alarak çarpışmışlarsa yine fey1 olur. Çünkü caydırıcı güçleri ve bayrakları altında müslümanlara karşı savaşınca emanlarmı bozmuş olurlar. Halbuki daha ön­ceki durum bunun aksinedir. Orada sadece haricilerin bayrağı ve himayesi altında savaşmış ve haricilerin hükmü yürürlükte olmuştur. Haricilerin himayesi ve hükmü altında ve eman al­mışken savaşınca, emanlarmı bozmuş sayılmazlar. İsyancıların malları ise savaş kesildikten sonra sahiplerine geri verilir. Çünkü darulislamda müslümanların malı müslümanlara hiçbir şekilde ganimet olmaz.

1314- Ganimet tahsisinin hükmü de buna göredir. Bir ha­ricî öldürüldüğünde üzerinde düşmanın bir silahı varsa, öldü­ren kişiye ait olur.

Çünkü burada düşmanın malları için bir dokunulmazlık yoktur.

Bir düşman öldürüldüğünde üzerinde bir haricinin silahı varsa, bu­nu öldüren kişi alamaz.

Çünkü ganimet alınması yasak olan bir maldır. Bunu şu meseleden daha iyi anlarız:

1315- Eman altında bulunan kişilerden bir topluluk bir araya gelerek başlarına bir komutan tayin etse veya başkaldı-rıp müslümanlarla çarpışsa, bununla emanlarmı bozmuş olur­lar. Ama caydırıcı güçleri olmadan bunu yapmışlarsa, emanla-n bozulmuş olmaz ve zimmet ehli gibi haklarında işlem yapılır.

1316- Haricilere yardım için gelen düşmana karşı müslü-manlar bir taraftan, hariciler de diğer taraftan çarpışırken müslümanlar haricilerin himayesinde olmayan ve komutanları kendilerinden olup caydırıcı güce sahip bulunan düşmana galip gelirlerse, düşman fey1 olur.

Çünkü caydırıcı güce sahip olmaları sebebiyle emanlarmı bozmuş olurlar. Haricilerin himayesinde iseler, onların hükümlerine tabî olurlar.

Komutanları kendilerinden de olsa durum değişmez.

Çünkü savaşmaya imkan bulmaları kumandanla değil, caydırıcı güce

sahip olmakla sağlanır.

1317- Haricilerden on kişi,  müslümanlara beraber saldır­mak üzere düşmandan on kişiye eman verse ve bunlar ele geçi-rüse, kendileri esir edilmiyeceği gibi malları da ganimet olmaz.

Çünkü müslüman bir topluluğun emanı altındadır. Caydırıcı güce sahip olmadıkça müslümanlara saldırmak ve çapışmakla emanlan bozulmaz.

Ancak telef ettikleri mallar kendilerine ödetilir ve öldürdükleri kişi­lere karşılık öldürülürler.

Çünkü caydırıcı güçleri olmayınca eşkiya mesabesindedirler.

1318- Hariciler bunlara eman vermekizin sadece "Gelin, bizimle saldırın" demiş ve onlar da bu şekilde gelip saldırmış-larsa, hariciler hakkındaki hüküm daha Önceki hükmün aynı­sıdır.

Ama düşman fertleri bütün mallarıyla beraber fey1 olurlar. Öldürdüklerine karşılık öldürülmezler ve telef ettikleri malla­rın bedelini ödemezler. Çünkü hiçbir müslüman tarafından eman sahibi olmamışlardır. Sadece düşman tarafından birer eşkiyadır. Düşman eşkıyanın darulislamda veya darulharpte ele geçirilmesinin hükmü aynıdır.

Alınan ganimetlerden yapılacak tahsislerin hükmü de buna göre düzen­lenmektedir. Malları fey' olunca, öldüren kişi de bu malları almaya hak kazanır. Sonuç olarak, müslümanlar veya hariciler tarafından eman almış ve cay­dırıcı güce sahip olarak çarpışmış düşman kişilerin eşkıyalık ve yol kesicilikte hükmü aynı olup antlaşmayı ihlal etmelerinde de bu durum değişmemektedir.

1319- Hariciler düşmanla anlaşıp barış yaptıktan ve savaşı kestikten sonra düşmandan biri eman almadan müslümanların yanına gelirse, haricilerle olan antlaşmadan dolayı eman altın­da sayılır.

Çünkü düşmanla savaşı kesmede ve anlaşmada hariciler diğer müslüman­lar gibidirler. Nitekim eman vermek ve zimmete (himayeye) almakta onlar gibi olup barış yapmak ve savaşı kesmekte de aynı statüye sahiptir.

1320- Antlaşma kendileri tarafından yapılmış gibi eman­larmı bozmadıkça, diğer müslümanların düşmanla savaşması doğru olmaz. Hariciler anlaşma yaptıktan sonra onlardan yardim ister ve beraber müslumanlara karşı savaşırken müslü-manlar mağlub olurlarsa, onlardan hiçbiri esir edilmez.

Çünkü bu anlaşma onlara verilen eman mesabesindedir. Daha önce de be­lirttiğimiz gibi haricilerin emanında olup onların bayrağı altında müslümanlarla savaşan ve caydırıcı güce sahip olrmyan düşman bununla emani bozmuş sa­yılmaz. Bunların durumu da aynı şekildedir. Kendileri ve malları da helal veya haram olmada hariciler gibidir.

1321- Komutan düşmandan ve hüküm de düşmanın hükmü olmak üzere savaşa çıkmış ve mağlub oluncaya kadar durum değişnıemişse, müslünıanlara fey' olurlar.

Çünkü caydırıcı güçleriyle müslümanlara karşı savaşınca haricilerle yap­tıkları anlaşmayı bozmuş olurlar. İki tarafta da ganimet tahsisinin hükmü buna göre şekil kazanmaktadır.

1322- Düşman bir taraftan, hariciler de bir taraftan müslü­manlara karşı çarpışmak üzere çıktıklarında komutan düşman taraftan ise, yenildiklerinde düşman fey' olur.

Çünkü caydırıcı güçleriyle ve kendi bayrakları altında müslümanlara karşı savaşa çıkmışlardır.

Hariciler onlara kendilerinden birini komutan göndermişlerse, hari­cilerle aynı hükme tabî olurlar.

Çünkü haricilerin bayrağı altında savaşmışlardır.

1323- Haricilerle anlaşmalı düşmandan bir grup caydırıcı güce sahip olmaksızın darulislama saldırsa ve müsl umanların eline geçse, kısas ve tazminat konusunda eşkiya hükmünde-dirler.

Çünkü caydın güçle savaşmayınca, aradaki anlaşmayı da bozmuş sayıl­mazlar.

1324- Müslümanlardan birinin eman verdiği düşmandan bir grubun emanmı devlet başkanı bozar, sonra aynı müslü-man onlara tekrar eman verirse, bu müslümanın verdiği eman geçerli olur.

Çünkü birinci defada verdiği emanın sahih olmasını sağlayan şey, ikinci defa verdiği emanda da mevcuttur.

1325- Devlet başkanı onlara "şu adam size defalarca eman verdi. Onun emamna iltifat etmeyin. Size eman verdikçe onu bozduk ve bozacağız" derse, sözü geçerli olur.

Çünkü emanı bozmanın etkisi, kişilerin serbest kalmasında ve ganimet almasında kendini gösterir. Talak gibi şartlı olması caizdir. Zaten emanı boz­ması, aldatmayı önlemek içindir. Bu da bu şekilde bozma ile gerçekleşmek­tedir.

1326- Müslümanlardan biri düşmandan birine eman ver­dikten sonra devlet başkanı bu düşman kişinin darulislamda kalmasını tasvib etmiyorsa, ülkeyi terketmesini isteyebilir.

Çünkü devlet başkanı verilen geçerli bîr emanı sonra geri alabilir (boza­bilir). Bu da emanı bozulan kişiyi ancak emin olacağı yere ulaştırdıktan sonra uygulanır. Onun için ülkeyi terketmesi istenir ve zarar görmeden terketmesİ için uygun bir süre tanınır. Tıpkı eman altında darulislamda uzun zaman oturan kişi gibi. Bununla ilgili hüküm daha önce belirtilmiştir.

1327- Devlet başkanı düşmandan bir kişiye "Falanın emanı ile daruislama girme. Girersen fey1 olursun" derse, o da falan kişinin emanı ile girerse, fey1 olmaz.

Çünkü herhangi bir müslümanın eman verme hakkını kısıtlamak caiz de­ğildir. Bu kısıtlama ile müslümanın verdiği eman batıl olmaz ve geçerli olması için gerekçe aynen devam eder. Zira bu kısıtlama şeriatın koyduğu bir hakkı ip­tal etmek olduğundan geçersizdir. Darulislamda olduğu sürece devlet başkanı­nın bu sözü ile onun emanı bozulmaz. Çünkü eman verildikten sonra onu emin olacağı yere ulaştırmadan emanım bozmak geçerli olmaz. Eman verilmeden önce de durum böyledir. Bu kişi darulislamda olduğu sürece emin olacağı yere ulaştırılmadan emanım hiçbir kimse bozma yetkisine sahip değildir. Bu konuda devlet başkanı ile başkaları aynıdır.

1328- Devlet başkanı düşmana: "Falanın emanı ile sizden kim darulislama girerse, bizde zimmet ehli olur" derse ve bu sözü duyan biri sözü edilen falanın emanı ile yurdumuza girerse, ehli zimmet olur ve tekrar darulharbe (düşman yur­duna) dönmesine izin verilmez.

Çünkü devlet başkanının bu sözünü duyduktan sonra darlislama falanın emanı ile girmesi zimmet ehlinden olmaya razı olduğunu gösterir. Bu konuda delalet, sarahat hükmündedir. Tıpkı süresinin bitiminden sonra devlet başka­nının darulislamda kalmasına izin verdiği ehli zimmetin durumu gibi.

Ama "Fey' olur" sözünü söylerse, durum aksi olur.

Çünkü bu emanı bozmaktır. Gelen kişi caydırıcı güce sahip olmadıkça bu da sahih değildir. Bu sabit olmuş emniyeti o eman ile pekiştirmektir, yoksa bozmak değildir.

1329- Buna göre kuşatma altında bulunanlara "falan kişi size eman verirse, onun e m anı m iptal ediyorum, ona göre ted­birinizi alınız" derse, sonra sözkonusu falan kişi onlara eman verirse, devlet başkanının emanı bozması geçerli olur ve bu bozma ile onlarla savaşmak helal olur.

Çünkü caydırıcı güce sahiptirler.

1330- "Kim falanın emanı ile çıkar gelirse, fey1 olur veya kanı helal olur" derse ve biri çıkar gelirse, eman altında olur.

Çünkü himayemiz altında iken emanını bozmak geçersizdir.

1331- Ama "Falanın emanı ile bize çıkıp gelen olursa, ehli zimmet olur" derse, bu geçerli olur.

Çünkü, bunda emanı bozmak yoktur. Belki emniyet hükmünü kararlaştır­maktır. Himayemiz altında olması buna mani değildir. Doğrusunu Allah bilir.[9]

 

Atlardan Yapılan Ganimet Tahsisi, Yük Ve Binek Hayvanlarını Değil, Savaş Atlarını Kapsar

 

1332- Komutan "kim düşmandan birini öldürürse atı onun­dur" derse ve bir mülüman, atını oğlunun tuttuğu bir müşriki Öldürürse, bunun atını almaya hak kazanamaz.

Çünkü öldürülen kişinin atının tahsis edilmesi, öldürme anında süvari olan müşriki öldürmeği amaç edindiğine açık delildir. Öldürülen bu kişi ise, ço­cuğunun tuttuğu atı ile süvari sayılmaz. Zaten Öldürürken atı tutan oğlu yanında

değildir.

Nitekim oğlunu aynı at üzerinde iken başkası öldürürse, bu atı almaya hak kazanır. Bundan da anlıyoruz ki, öldürülen adam süvari değil, piyadedir.

Nitekim komutan düşman askerin normal olarak beraberinde bulundur­duğu şeyler arasından sadece atını zikrederek ganimet tahsisi yapmıştır. Üze­rinde düşmanın savaştığı bu at olmayınca, onu özellikle zikretmenin bir anlamı da olmaz. Zaten bu tahsisle, düşmanın şevket ve mukavemetinin kırılması için özellikle süvarilerinin Öldürülmesi amaç edinilmiştir.

1333- Atından inmiş ve savaşta yanında çekerken öldü-rülürse, atı öldürene ait olur.

Çünkü yanındaki at ile süvari sayılır. İstediği anda üzerinde savaşabilir. Atından inmesi sadece daha iyi çarpışmak, yol darlığı veya fazla sıkışıklıktan dolayıdır. Öldürüldüğü zaman ona süvari hükmü uygulanır. Çünkü bu sebep­lerle süvari özelliğini kaybetmez.

1334- Erkek veya dişi kadana üzerinde birini öldürürse, onun kadanasını almaya hak kazanır.

Çünkü öldürülen kişi süvaridir. İster kadana üzerinde olsun, ister arap atı­na binmiş olsun, değişmez. Nitekim müslüman asker bunun gibi hangi at üze­rinde olursa olsun süvari sayılıp süvarilerin haklarına sahip olur.

Bu durum ancak karargahta, atın oğlunun yanında mevcut olması duru­munda sozkonusudur, denilecek olursa; cevap olarak deriz ki;

Denildiği gibi değildir. Çünkü müslümanlarla ilgili hükümlere göre onun oğlu bu at ile süvari payına sahip olamadığın göre, kendisi de bundan dolayı sü­vari syilamaz. Ama ganimet tahsisinde oğlu bu at ile süvari olurken, babası onunla süvari sayılamaz.

1335- Katır, eşek veya deve üzerindeki birini öldürürse bineğini alamaz.

Çünkü bu binekle süvari değildir. At ismi de bu binekleri kapsamaz.

1336- "Kim bir müşriki öldürürse, atı onundur" derse ve ınüslümanlardan biri süvari yahut piyade birini öldürürse, ganimetten ortalama bir arap atını almaya hak kazanır. Kadana alamaz.

Çünkü yaptığı ganimet tahsisinde at ismini mutlak zikretmiştir. Mutlak zikredilince sadece arap atını kapsar. Mutlak tesmiye ile de zikredilen şeyin or­talamasından kendisini veya tutarını almaya hak kazanır. Halbuki önceki du­rumda böyle değildir. Burada atı öldürülen kişiye erkek üçüncü tekil şahıs za­miri ile izafe etmiş ve "onun atı" demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, maksadı kişi­nin bindiği zaman süvari sayıldığı şeydir. Bu da arap atını ve kadanayı kapsar.

1337- Buna göre "Şehrin kapısından kim atı üzerinde gi­rerse veya atı üzerinde kim savaşırsa, ona yüz dirhem vardır." derse, sözü hem arap atını, hem kadanayı kapsar,[10] Mutlak olarak "At üzerinde" söyleseydi, sadece arap atını kapsardı. Yine "Atından inip kim piyade olarak savaşırsa, ona yüz dir­hem vardır" deseydi, bunun kapsamına arap atı da, kadana da girerdi. "Herhangi bir at üzerinde" deseydi, kıyasa göre, arap atından inenlerden başkası tahsis edilen ganimete hak kazana­mazdı.

Çünkü at ismini mutlak zikrettiği için arap atından başkasını kapsamaz. Istihsana göre ise Arap atından veya kadanadan yere inerek savaşan herkes, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır.

Çünkü burada komutanın amacı piyade olarak savaşmaya teşvik etmektir. Nitekim arap atından indiği halde savaşmıyanlar, ganimeti almaya hak kazana­mazlar. Güdülen amaç bakımından arap atından veya kadanadan inmek arasın­da fark yoktur.

Zaten atı mutlak zikrettiğinde de savaşan askerin atının maksat olduğunu anlıyoruz. Çünkü kişi başkasının atından değil, kendi atından iner. Böylece "bir attan" veya "atından" şeklinde söylemesi aynıdır.

Kadana adı ganimet tahsisinde dişiyi de erkeği de içine alır. Arap atını ise hiçbir şekilde kapsamaz. Çünkü bu, atlardan özel bir türün adıdır. Başka bir türü içine almaz. Tıpkı "Arap at üzerinde birini kim öldürürse" sözü gibidir. Burada arap at, o türün erkek ve dişisini kapsadığı halde, kadana türünü içine almaz. Ama at adı böyle değildir. Çünkü arap atı için, kadana için de kullanılan ortak

bir isimdir.

Arap atı için isim hakikaten olduğunda mutlak olarak zikredilince haki­kate hamledilir. İzafet halinde kullanıldığında da o gün geçerli olan örfe itibar edilir. Sihri at türü de sadece kadana türlerinden biridir.

1338- "Kim bir müşriki öldürürse, onun bineği kendisi­nindir" derse, binek ismi at, katır ve eşekleri içine alır. Nitekim yüce Allah "Binmeniz ve ziynet için..." buyurmaktadır.[11]

Onun için "Bir bineğe (dabbeye) binmiyeceğim" diye yemin edildiğinde, bu isim yukarıdaki üç binek türünü kapsar.

1339- Deve veya öküz üzerindeki birini öldürürse, onun bineğini almaya hak kazanamaz. Ama binekleri deve yahut öküz olan bir topluluk olursa, onları almaya hak kazanır. Çün­kü hal (vaziyet) itibariyle komutanın maksadı, bu binek hay­vanlarıdır.

Söz, halin delaletiyle sınırlandırılır. Katır ismi ganimet tahsisinde dişi ve erkeği içine alır. Dişi katır ismi de böyledir. Çünkü kelimenin sonundaki kapalı "te" harfi dişilik için değil, tekil alameti olarak kullanılır. İnek ismi gibi. Hem dişi, hem erkeği içine alır. Deve ve eşek adı da dişi ve erkeği içine alır. Dişi eşek adı ise sadece dişiyi içine alır. Bunda "Etan" ve "Himara" isimleri aynıdır. Çünkü burada kelimenin sonundaki kapalı "te" harfi sadece dişilik alameti olarak kullanılır.

"Cemel" ve "baîr" ismi de dişi ve erkek deveyi kapsar. "Nâka" ismi ise sadece dişi deveyi kapsar. Bunu "el-Cami" de açıkladık.

1340- "Kim bir süvari öldürürse, bineği onundur" derse ve bir müslüman deve, eşek yahut katır üzerindeki kafiri öldü­rürse, bineğini alamaz.

Çünkü bu bineklerle süvari sayılmaz. Halbuki hak kazanmak için süva­rinin öldürülmesi şart koşulmuştur.

1341- Erkek veya dişi kadana üzerindeki birini öldürürse, bineğini almaya hak kazanır.

Çünkü bu bineği ile süvari sayılmaktadır. En iyi Allah bilir.[12]

 

Tahsıs Edilen Ganimete Hak Kazananlar Ve Kazanamayanlar

 

1342- "Kim birini öldürürse her şeyi onundur" derse, kıya­sa göre öldürülenin her şeyi öldürene ait olur. 8u ister bir, iki, üç veya daha fazla olsun, durum aynıdır.

Çünkü "men" ismi, genellik ifade eden isimlerdendir. Tekil veya çoğul bütün muhatapları içine almaktadır.

1343- Ancak burada kıyasla amel etmek iyi değildir. Çünkü "Bütün asker birini öldürmek üzere birleşse, onun her şeyini almaya hak kazanır" sonucunu doğurur. Halbuki biliyoruz ki, komutanın ganimet tahsisinden amacı bu değildir.

Çünkü böyle bir durumda teşvik anlamı kaybolmaktadır.

Ama istihsanla değişik şekillerde amel edilebilir. Mesela, onu bir ve­ya iki kişi öldürünce eşyasını alır. Lakin üç kişi öldürürse, eşyasını ala­mazlar.

Çünkü üç, üzerinde ittifak edilen çoğulun asgari sınırıdır. Zira kelam, müfred, tesniye ve cemi kısımlarına ayrılır. Bundan da anlaşılıyorki cemi (ço­ğul) tesniye (ikil) den farklıdır. Üzerinde ittifak edilen asgari çoğul, azami çoğul gibidir.

Komutanın bundan maksadı da cemaati değil, fertleri teşvik etmektir. Sonra, bir müslümanın düşman üç kişiden kaçması caiz olduğu halde, iki veya bir kişiden kaçması caiz değildir. Yüce Allah buyuruyor: "Sizden bin kişi olursa Allah'ın izni ile (düşmandan) iki bin kişiyi yenerler"[13] İki ile üç arasındaki fark bu şekilde açığa çıkmakta, iki kişinin hükmü bir kişi gibi olduğu anlaşıl­maktadır.

Ancak bu durum, silahlı iken düşman iki kişiden öç almak ve ikisini öldü­receğine göz kestirmek halinde sözkonusudur. Silahsız ise ve Öldüreceğine kanaat getiremezse, bir tarafa meyletmesinde ve kendini tehlikeye atmamasında bir sakınca yoktur.

İstihsalim ikinci şeklinde de onu bir topluluk öldürür ve serbest bı­rakıldığı taktirde o topluluğun hepsini öldüreceğine komutan ve müslü-manlar kanaat getirirse, onun eşyasında bütün topluluk ortak olur. Ama onları öldürecek durumda değilse, onun eşyasını almaya hak kazana­mazlar.

Çünkü amaç teşviktir. Bu da öldüremiyecek bir kişi hakkında değil, öldü­rebilecek kişi üzerine teşvikle gerçekleşir.

Üçüncü şeklinde ise, muslümanlardan caydırıcı güce sahip olmayan bir topluluk onu öldürürse, eşyasını almaya hak kazanır. Ama caydırıcı bir güce sahip müslüman cemaat Öldürürse, eşyasını alamazlar.

Çünkü caydırıcı güce sahip olmayan topluluğun hükmü bir kişinin hükmü gibidir. Nitekim eşkiyalık yaparak darulharbe girseler, aldıkları şeylerin beşte-biri alınmaz. Ama caydırıcı güç sahibi iseler, ganimet tahsisinde durumları değişmektedir. Zira ganimet tahsisinin sıhhati ile beştebİr sahiplerinin hakları geçersiz olmaktadır.

İstihsanda bütün bunlar geçerli ve devlet başkanı (komutan) adaletli görürse, uygulayabilir.

Bütün bunların, hak olması (hepsinin birlikte uygulanması) demek değil­dir. Maksat, bütün bunlar içtihad alanlarıdır. Bu da Mesruk ve İbni Cundüb (Cundeb) in uygulaması hakkında İbni Mesud'un "İkiniz de isabet ettiniz" sözüne benzemektedir. Yani ictihadda ikiniz de isabet ettiniz ve İkinizin içtihadı geçerlidir.

İmam Muhammed der ki: Bu şıklardan bence en iyisi ve doğruya en yakını, ikinci şekildir.

Çünkü ganimet tahsisinden amaç olan teşvik gerçekleşmektedir.

Nitekim Bunlar bir define üzerine geldiklerinde komutan "Kim bu defineyi çıkarıp alırsa beşte biri alındıktan sonra gerisi onundur" derse ve muslümanlardan bir topluluk bu işi yaparsa duruma bakılır. Şayet define sahipleri onları öldürebilecek kişiler ise, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanırlar. Ama defneyi ele geçirmek istiyenler, islam ordusu askerlerin­den define sahiplerinin öldürenıiyecekleri bir opluiuk ise, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanamazlar.

Çünkü teşvik esası gözönünde bulundurulmaktadır.

1344- Bir müslüman bir vuruşta iki veya daha fazla kişi öl­dürürse, birden çok vuruşla öldürmüş gibi eşyalarım almaya hak kazanır.

Çünkü "men" sözü umumidir ve öldürülenler de "men" sözünün kapsa­mına girmektedir. Yani hem öldüren hemde öldürülenler için çoğul ifade eder.

1345- Komutan askerle beraber darulharbe girse ve düş­manla karşılaşmadan önce "Sizden kim birini öldürürse, eşyası onundur" derse, sözü geçerli olur ve darulharbten çıkıncaya kadar geçerliliği devam eder.

Çünkü maksat, askeri ciddi savaşmağa ve saldırmaya teşvik etmektir. Sözünün mutlaklığı bu maksatla sınırlanmış olmaktadır.

1346- Hatta bir müslüman uyuyan veya işine dalan bir müş­rike varıp öldürürse, onun eşyasını almaya hak kazanır. Tıpkı düşmanla karşılaşıp safta veya yenildikten sonra onu takib ederken öldürmüş gibidir.

Çünkü komutanın yaptığı tahsis ne durumda olursa olsunlar iki öldürüleni de kapsamaktadır. Zira öldürülmeleri helal olan daruîhaprte bulunmaktadırlar.

1347- Aynı şekilde ganimetten belirli bir pay alan veya ka­dın, çocuk ve köle gibi ganimetten kendilerine bağış yapılan kişilerden öldüren iki şahsı da kapsamaktadır. Bu sözü ko­mutan, asker savaş düzeni aldıktan sonra söylerse geçerliliği savaşın ancak sonuna kadardır.

Çünkü durum ona delalet etmektedir. Ganimet tahsis ettiğine dair sözünü savaş anma kadar geciktirmesinden anlıyoruz ki, birinci durumun aksine, bu­rada amacı bu savaşa teşvik etmektir. Birinci durumda tahsis sözünü darulharbe girmesiyle söylemiştir. Burada da anlıyoruz ki, birinci de maksadı darulharbe girmeye ve düşmanı izlemeye teşvik etmektir.

Savaş günlerce devam ederse, ganimet tahsisi hükmü de sonuna ka­dar devam eder.

1348- Aynı şekilde savaşta düşman yenilip bir kaleye sı-ğınsa ve  İslam ordusu onları orada uzun süre muhasara etse ve bu muhasarada müslümanlardan biri düşmandan birini öldürürse, eşyası onundur.

Çünkü ara vermedikçe ve düşmanı tamamen yenmek olan hedefleri ger­çekleşmedikçe bu savaş devam etmektedir.

1349- Düşman yenilince geri çekilip kaleye siğınsa ve müslü-manlar peşini takib etmeyip sonradan kalenin yanından geçer­ken bir nıüslüman düşmandan birini öldürse, eşyasını almaya hak kazanamaz.

Çünkü peşinden takib etmeyince bu savaş hakikaten ve hükmen sona ermiş demektir. Yapılan ganimet tahsisi de bu savaşla kayıtlıdır.

1350- Düşmanın peşini takib ederken başka bir kaleye uğ­rayıp oradakilerden birini bir müslüman öldürse, eşyasını almaya hak kazanamaz.

Çünkü ganimet tahsisi birinci savaşma için yapılmıştır. O da müslüman-larla uğradıkları bu kale sakinleri arasında olmayıp, kendileriyle savaş alanında hazır olan düşman arasında cereyan etmiştir. Onun için uğradıkları kale sakinle­riyle çarpışmaları ikinci bir savaş sayılmaktadır ve bu savaş için ganimet tahsisi yapılmamıştır. Önceki tahsis de bunu kapsamaz.

1351- Birinci savaşa katılan düşman yenildikten sonra bir kaleye sığınsa ve müslümanlar da peşinden takib etse, bakılır: Şayet bu kalede bulunanların çoğu yenilen düşmanlardan de­ğilse ve caydırıcı güçleri de varsa, müslüman, onlardan birini Öldürürse eşyasını almaya hak kazanamaz. Öldürülen kişi ister yenilenlerden olsun, ister olmasın, durum aynıdır.

1352- Kaledekilerin çoğu müslümanlara karşı yenilen düş­mandan olup caydırıcı güçleri de varsa, birinci savaşta yapılan ganimet tahsisinin hükmü geçerliliğini korur ve ikinci kalede-kiler de onların imdadına gelmiş düşman kuvvet mesabesinde sayılır. Böylece birinci savaş kesintiye uğramamış olur. Yenilen veya sonradan gelen düşmandan kim öldürülürse, eşyası öldü­ren müslümana ait olur.

Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi hüküm caydırıcı güç ve kuvvet itiba­riyledir.

1353- Düşmanın başkomutanı askerleriyle beraber gelse ve müslümanlara karşı savaşanlar ona katılsa, sonra bir müslü­man düşmandan birini öldürse, eşyasını almaya hak kaza­namaz.

Çünkü bu başka bir caydırıcı güçtür. Ganimet tahsisi ise birinci savaşla kayıtlı idi. Düşman başka bir caydırıcı güce sahip olunca, savaş da birinci savaştan başka olmaktadır.

1354- Komutan, ganimet tahsisini yenilemezse, öldüren kişi öldürdüğünün eşyasını almaya hak kazanamaz. Ama ganimet tahsisini yeniler de askerin bir kısmı duyar, bir kısmı duymaz­sa, yine duyan ve duymayanlardan kim öldürürse, öldürdüğü­nün eşyasını almaya hak kazanır. Bunda duyan ve duymayan aynıdır.

Çünkü bu, öldürenler hakkında iyilik ve menfaatten başka bir şey değil­dir. Zaten komutanın sözü asker arasında yayılınca hüküm bakımından hepsine ulaşmış gibidir.

Doğrusunu Allah bilir.[14]

 

Müslümanların Ve Düşman Esirlerin Rehberlikten Dolayı Tahsis Edilen Ganimete Hak Kazanmaları

 

1355- Komutan " On esir almak için bize hangi müslüman rehberlik ederse, ona bir kişi verilecektir" derse ve bir müslü­man kendisi gitmeyip onlara sadece sözle rehberlik ederse, onlar da gösterilen yere gidip adamın söylediği yerden esirleri alırlarsa, kendisi tahsis edilen ganimetten bir şey almaya hak kazanamaz. Kıyasa göre ganimeti almaya hak kazanıyordu. Nitekim avlanması haram

olan bir ava bu şekilde delalet eden, ceza almayı hak eder. Ancak istihsan ile

hükmederek İmam şöyle demektedir:

1356- Ganimete hak kazanmak sadece sözle değil, çalışma ile olmaktadır. Bu tahsisten maksat, teşviktir. Teşvik de çalış­ma ve cihad cinsinden bir işle yapılır. Kendisi onlarla beraber gitmeyip sadece sözle sözkonusu yeri tarif etmesi ile bu çalış­ma meydana gelmiş olmaz. Dolayısıyla tahsis edilen ganimeti de almaya hak kazanamaz.

Ama düşmandan birine böyle bir şeye delalet etmesi İçin e-man verseler ve o da sadece sözle rehberlik yapsa, görevini ye­rine getirmiş olur.

Nitekim mesela, Kûfe'de veya Şam'da (yani darulislamda) bulunan bir müslüman, İslam ordusuna "darulharpte uğradı­ğım on kişiyi esir almanıza rehberlik yaparsam bana birini verir misiniz?" derse, onlar da "evet" derse ve kendisi bera­berlerinde gitmeyip sadece tarifle söylerse, ganimeti almaya hak kazanır mı?

Aynı sekile, kendisi darulharpte iken onlara rehberlik eder­se, alınan ganimete kendisi de bir pay ile ortak olur mu? Ancak darulharpte kendisi de onlarla beraber gider ve rehberlik ederse, sanki ganimet tahsisi ve rehberlik şartı koşulmamış gibi, alınan ganimete kendisi de bir pay ile ortaktır. Ama darulis-lamdan onlarla beraber gidip on kişi üzerine delalet yaparsa, tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır ve kendisine onlar­dan bir tane verilir.

Çünkü tahsis edilen ganimeti almaya müstehak kılan bir çalışmayı yap­mıştır. Bu da onlarla beraber gitmektir. Ancak kendisine onlardan ortalama biri verilir.

1357- Aynı şekilde kendisi de beraber giderek yüz kişiye de­lalet etse, onlardan her on kişi başına ortalama bir kişi almaya hak kazanır. Beş kişiye delalet ederse, ortalama birinin yarı­sına hak kazanır.

Çünkü müslümanların yararına olan bir iş karşılığında ona bu tahsis ya­pılmıştır. Bu sözü "kim on kişi getirirse biri onundur" söylemesi mesabe­sindedir.

1358- Komutan, aldığı düşman esirlere "Sizden kim bize on kişiye delalet ederse, hür olur" derse ve biri beraberlerinde gitmeyip sadece sözle onlara tarif ederse, kendileri de gittik­lerinde tarif ettiği gibi on kişiyi görürse, bu adam hür olur.

Çünkü bu işlem, şartlı azad etmektir. Bunda şartın varlığı hakikaten gözö-nünde bulundurulur. Özelliklerini belirterek tarif etmekle de şart hakikaten gerçekleşmiş olur. Zira komutan burada çalışmayı gerektiren bir şey karşılığın­da ona bu şartı koşmuş değildir. Onun için delaletin hakikatini burada bırakıp mecazi olarak anlamamıza gerek yoktur.

Halbuki önceki durumda böyle değildir. Orada ancak çalışma ile hak kazanılan bir şey kendisine tahsis edilmiştir. Onun için lafzın hakikatini bırakıp

mecazi olarak aldık.

1359- Alınan bu esirin darulharbe tekrar dönmesine müsa­ade edilmeyip darulislam da zimmet ehli olur.

Çünkü esir edilmesiyle darislamda hapsedilmiş sayılır. Rehberlik etmesi karşılığında sadece hür olma hakkını kazanmıştır. Darulharbe tekrar dönme imkanına da sahip olması bu hakkın bir gereği değildir. Ancak darulislam da hür olarak yaşar.

1360- Onlarla beraber gitse de, gitmese de hüküm aynıdır. Ancak "Size rehberlik yaparsam yurduma dönmeme de izin verir misiniz?" diye şart koşar ve müslümanlar da hür olması­nı ve yurduna geri dönmesini kabul ederlerse, koştuğu şart ye­rine getirilir ve dilediğinde yurduna dönmesine müsaade edilir. Çünkü bu iş kendisi ile komutan arasında yapılan bir sulh anlaşması

mesabesindedir. Anlaşmada koşulan şarta riayet etmek gerekir.

1361- Ancak müslümanlara bir yarar sağlamadıkça komu­tanın böyle bir şey yapması doğru olmaz.

Çünkü yetki elindedir. Müslümanlara sağlıyacağı büyük yarar karşılığın­da olmadan esirin müslümanlara tekrar düşman haline gelmesine müsaade etmemesi lazımdır.

Mesela "Size düşmanın yüz patriğini göstereyim, bırakın yurduma döneyim" demesi ve bu durumda müslümanlara esir kalmasından daha çok yarar sağladığına kanaat getirilmesi gibi. Bu durumda onun koştuğu şartı kabullenmede bir sakınca yoktur. Kendilerine dokuz kişi gösterirse, beraberlerinde gitsin veya gitmesin hürriyete kavuşamaz.

Çünkü hürriyete kavuşması burada şart itibariyledir. Koşulan şart da maş-ruta (şart koşulan şeye) tüm olarak tekabül etmektedir. Şartın tümünü yerine getirmedikçe hürriyete kavuşmaya hak kazanamaz.

Yahut hür olması karşılığında yerine getirmeyi üzerine aldığı bir antlaş­madır. Bu şartı tümü ile yerine getirmedikçe antlaşma yerine gelmez ve üze­rinde antlaşma yapılan şeylerden bir şey almaya hak kazanmaz. Halbuki müs-lümanın durumu böyle değildir. Çünkü tahsis edilen ganimete hak kazanması, müslümanlara yararı dokunan bir iş karşıhğındadır. Yapacağı bu işle sağlanan yarar oranında tahsis edilen ganimetten almaya hak kazanır.

1362- Aynı şekilde komutan esire "Bize on kişi gösterirsen seni öldürmiyeceğimizden emin olacaksın" derse ve esir on ye­rine dokuz kişi gösterirse, Öldürülmekten emin olma hakkını kazanamaz. Komutan onu öldürebilir.

Çünkü öldürülmeme emanını şartlı vermiştir. Şart tümüyle gerçekleşme­dikçe esir eman hakkını kazanamaz.

1363- Yine müslümanlar bir kaleye uğrasa ve kale sakinleri kendilerine "Düşmanın komutanlarından on kişi gösterirsek bize eman verir ve bizi bırakır döner misiniz? derse, müslü­manlar da bunu kabul ederse, ancak kaledeki düşman on yeri­ne beş veya dokuz kişi gösterirse dokunulmazlık hakkını kaza­namazlar ve müslümanlar da onları bırakmak mecburiyetinde olmazlar.

Çünkü şart yerine gelmediği için karşılığı da gerçekleşmez.

1364- Müslümanlara "Size yüz kişi veya bin dinar verelim, bize emniyet garantileyin ve bu yıl bizi bırakıp gidin" derlerse, ama söylediklerinin ancak bir kısmını müslümanlara verirler­se, eman altında olamazlar ve müslümanlar onlarla savaşabilir. Çünkü eman, malin tümünü verme şartına bağlanmıştır. Malın bir kısmını

vermekle bu eman gerçekleşmez.

Ancak onlarla savaşmak istedikleri taktirde kendilerinden aldıkları malları geri vermeleri ve eman vermediklerini söylemeleri lazımdır. Çünkü hile ve aldatmadan kurtulmanın yolu budur. Zira onlar kendilerini sa­vunmak için mallarını verdiler.

Ama düşmanın on patriğine delalet etmek meselesinde durum bunun aksinedir. Çünkü o meselede on yerine daha az patrik gösterirlerse, kendi­lerine bir şey geri vermeksizin onlarla savaşabiliriz.

Çünkü onlara vadettiğimiz eman karşılığında herhangi bir mal almış de­ğiliz. Kendilerine bir şey vermeksizin onlarla savaşacak olursak, mülkiyetlerini çiğnemek suretiyle kendilerine bir zarar vermiş olmayız. Halbuki burada ken­dilerine şart koştuğumuz şey karşılığında onlardan bîr mal almışız. Bu mal kar-şıhğnda emana kavuşmadıkları taktirde onu kendilerine geri vermek gerekir.

1365- Komutan, mallarını geri vermeyi tasvib etmiyecek olursa, koştuğu şarta bağlı olduğunu ve müsamaha ile davran­dığını göstermek için onlarla savaşmaması ve bırakıp gitmesi lazımdır. Onlardan aldığımız esirlerin bir kısmı telef olduktan sonra onlarla savaşmak isterse, geri kalanları onlara iade et­mesi ve telef olanların bedelini de vermesi gerekir.

Çünkü geri vermekten maksat onları zarar ve ziyandan korumak ve hile­den sakınmaktır. Bu da eşyanın kendisini vermek mümkün olmadığında kıy­metini vermekle gerçekleşir. Tıpkı malın kendisini vermekle gerçekleştiği gibi.

1366- Bir yıl için kendilerine yüz kişi karşılığında eman verir ve anlaşma yapar, sonra onlarla savaşmaya tekrar karar verecek olurlarsa, düşman henüz caydırıcı gücünü bırakmadan (kaleden çıkmadan, silahını bırakmadan veya askerini dağıt­madan) önce mallarını geri vermeleri ve emanı bozduklarını bildirmeleri lazımdır.

Çünkü bize düşman kaldıkça onlarla savaşmak haram olmaz. Ama aldat­mak ve hile yapmak haramdır. Kendileri caydırıcı güce henüz sahip iken eman verilmediği bildirilince aldatma da ortadan kalkmaktadır. Ancak mal, bir şey karşılığında onlardan alınmıştır. Şart koşulan bu şey kendilerine teslim edil­medikçe, malın onlara geri verilmesi vaciptir. Tıpkı bedel (ivaz) gibi. Karşılığı olan şey verilmedikçe bunun geri verilmesi vaciptir.

1367- Alman esirler müsluman olmuşsa, bedellerini kendile­rine geri vermek lazımdır. Çünkü kendilerini vermek artık im­kansızdır.

Çünkü müslümanın düşmana teslim edilmesi caiz değildir. Sanki telef olmuşlar gibi işlem yapılır.

1368- Onlardan malı almadan önce onanlarım geri almayı kararlaştırırlarsa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü müslümanlar için en uygun olanı tercih ediyorlar. Nazar ve istidlal mahalli olan şeylerde durum her saat değişebilmektedir. Başlangıçta sulha mey­letmeden savaşmayı nasıl kararlaştırmışlarsa, şimdi de savaşmanın daha uygun olduğunu kararlaştırdı ki arında emanı geri almalarında sakınca yoktur.

Her sene onlardan yüz köle almak karşıhğnda kendileriyle savaşma-mayı uygun görmüş iken, aradan bir iki yıl geçtikten sonra ve müslüman-larin güçlendiğini gördüğünde onlarla savaşmak isterse, emanlarmı boz­masında bir sakınca yoktur.

1369- Esir alman m üs 1 uman lar d an yüz tane geri almak karşılığında bir yıllığına onlarla savaşmanıayı kabul etmişse ve düşman yüz yerine doksan esir geri vermişse, emanlarım boz­masında ve savaş açmasında bir sakınca yoktur. Çünkü şart koşulan ve emanın esası olan şey yerine gelmemiştir. Alman esirlerden de birşey geri verilmez.

Çünkü hürriyete kavuşan esirler hiçbir zaman onların mülkü olmamış­lardır. Onlara herhangi bir şey vermek karşılığında da esirleri onlardan almış değiliz. Dolay isiyle esirleri geri vermemekte onlara bir zarar verme sözkonusu değildir. Sadece zulümden kaçınma olmuştr.

1370- Bu kişileri geri kaçan veya antlaşmalı yahut müslü-manların olup onların elinde esir düşen çocuklu annelerden verirlerse, durum yine aynıdır.

Çünkü bunlardan hiçbir şey onların mülkü değildir. Bir şeyde azad etme hakkının sabit olması, zorla temellük mahalli olmaktan çıkarmada azad etme hakikatinin sabit olması gibidir. Ancak onları karşılıksız efendilerine geri veririz.

1371- Onları ellerinde esir bulunan müslüman kölelerden verirlerse, sadece kıymetleri kendilerine geri verilir.

Çünkü köleleri ele geçirmek suretiyle mülkiyetlerine geçirmişlerdi. Biz ise onları kendilerine bir şey vermeği şart koşmak karşılığında mülk edinmişiz. Şart koşulan şey kendilerine verilmedikçe onları geri vermek gerekir. Ancak müslüman oldukları için bizzat kendilerini vermek mümkün olmadığından kıy­metlerini (tutarlarını) onlara vermek lazımdır.

1372- Şart koştukları gibi yüz kişiyi mülkiyetlerinde olma­yan esirlerden verseler, komutan emanlarım geri aldıktan son­ra ve onlara bir şey iade etmeksizin kendilerine savaş açabilir.

Çünkü onların mülkü olan birşeyi kendilerinden almış değiliz. Zira bu esirler onların mülkü değildir.

Ancak en iyisi onlara verdiği sözü tutmaktır.

Onlar şart koştuklarım yerine getirdikleri gibi. Zira gelecekte ona güven­meleri için bu daha iyidir. Böyle yapmazsa gelecekte böyle bir şeye güven­mezler. Çünkü böyle yapmadığında, esasında hiyanet olmayan bu işi, sadece esirleri kurtarmak için yaptığına kanaat getireceklerdir.

1373- Şart koşulan kişileri onlardan aldıktan sora savaşma­dan bırakır dönerse, aldığı kişilerin durumuna bakılır; Bunlar hür kişiler ise serbest bırakır. Geri kaçanlar ise kıymet Öde­meksizin sahiplerine geri verir. Köle olup efendileri taksimden ve satıştan Önce onlara sahip olmuşsa, karşılıksız geri alırlar. Taksimden veya satıştan sonra sahip olmuşsa, isteklerine göre hareket eder ve dilerlerse kıymetlerini ödeyerek alırlar.

Çünkü karşılık vermek suretiyle onları temlik etmek, zorla ele geçirip sa­hip olmak mesabesindedir. Nitekim her iki durumda da alınanlar fey' olup tak­sim edilmesi gerekir.

1374- Komutan esirlere "Kim bize savaşan on düşman gös­terirse, hür olur" derse ve esirlerden biri kale içinde bulunan ve ele geçirilmeleri mümkün olmayan on kişi gösterirse, hür olmaz.

Çünkü biliyoruz ki, komutanın amacı bu değildir. Amacı sadece müslü-manlara yararlı olacak bir rehberlik yapmalarıdır. Bu da olmamıştır.

Sözünün zahirinden anlaşıldığına göre düşmandan savaşan on kişi kaste­dilmektedir. Bu düşman ister meydanda, ister kalede olsun aynıdır, denilirse,

Cevap olarak deriz ki, dediğiniz doğrudur. Her iki durumda da düşman­dır. Lakin komutanın amacı rehberlikten önce hakkında bilgi sahibi olmadığı düşman hakkında bir bilgiye sahip kılacak bir rehberliktir. Bu da yukarıda ge­çen delalet şekli ile gerçekleşmez. Zira darulharpte komutanın ve mülümanların ele geçirmeğe güç yetiremediği düşman nice on kişiler vardır. Bundan da anlı­yoruz ki, komutanın amacı ele geçirebilecekleri on kişiye delalet etmeleridir.

1375- Sağlam bir savunma içinde bulunmayan ve ele geçi­rilmesi mümkün olan on kişi gösterse, ama müslümanlar görür görmez bu on kişi kaçsa, duruma bakılır; şayet bunlar müslü-manların ele geçirebileceği bir yere gelmeden önce kaçimş-larsa, bu delalet yine geçerli olmaz.

Çünkü amaç olan ele geçirebilme imkanı gerçekleşmemiştir.

1376- Ama ele geçirebilecekleri bir yere gelmiş ve gevşek davrandıkları için düşman on kişi kaçmışsa, rehberlik yapan esir hür olur.

Çünkü on kişiyi ele geçirilebilecek şekilde göstermekten ibaret olan şartı yerine getirmiştir. Bundan sonra müslümanlann yapacağı ihmalden kendisi sorumlu değildir.

1377- Gösterdiği on kişi ile müslümanlar arasındaki çarpış­ma sonuç vermeyip on kişi kaçıp kurtulmuşsa, bu delalet yine geçerli değildir.

Çünkü bu adam caydırıcı güce sahip ve savunma içinde bulunan on kişiye delalet etmiştir. Zira kale içinde kendilerini savunmalan ile sahip oldukları kuv­vetle kendilerini savunmalan arasında fark yoktur. Her iki halde de ele geçi­rilmeleri imkansız olmaktadır.

Ama ele geçirme imkanı varken müslümanlann ihmalkarlığı sebe­biyle kaçıp kurtulmuşlarsa, delalet eden esir şartını yerine getirmiş ve hür olmuş olur.

1378- Delalet ettiği on kişi ile müslümanlar arasında çar­pışma olmuş ve çarpışmada bir kısmı öldürülüp diğerleri ele geçirilmişse, rehberlik yapan esir hür olur.

Çünkü ancak onun delaletiyle onları yakalamış ve ele geçirme imkanı bulmuşlardır.

1379- Müslümanlar onları esir edemeyip çarpışma sonunda düşman on kişinin tümü ö I d ur ü im üsse, esir rehber yine hür olmaz.

Çünkü delaletten amaç olan, on kişiyi yakalayıp esir etmek gerçekleşme­miştir. Üstelik böyle on kişiyi müslümanlar esirin delaleti olmadan da görebi­lirlerdi. Bundan da anlıyoruz ki, delaletten maksat bu değildir.

1380- Müslümanlar, on kişiden birini öldürüp dokuz kişiyi ele geçirince bakılır; Bunlar savunma içinde ve caydırıcı güce sahip ise, esir yine hür olmaz.

Çünkü ele geçirilmeleri bir kişinin öldürülmesinden sonra mümkün ol­muştur. Geri kalanlar da dokuz kişidir. Sanki baştan beri onlara dokuz kişi göstermiştir.

Ama on kişiyi ele geçirdikten sonra birini öldürmüşlerse, rehberlik yapan esir hür olur.

Çünkü onun delaletiyle on kişiyi yakalama imkanı bulmuşlardır.

1381- Müslümanlardan bazılarını öldürdükten sonra onlar sağ olarak yakalanmışlarsa, esir rehber yine hür olur.

Çünkü onun delaletiyle on kişi yakalama imkanı bulmuşlardır. Bu yakala­manın çaba ve çarpışma sonunda gerçekleşmesi durumu değiştirmez.

1382- Müslümanlar onlara vardığında on kişinin silahı yok­sa, ama müslümanlar m ihmalkârlığı sebebiyle kaçıp kurtul­muşlarsa, esir rehber hür olur.

Çünkü rehberliğiyle on düşmanı yakalama İmkanım vermiş iken müslü­manlann ihmalkârlığı sebebiyle kaçıp kurtulmuşlardır.

1383- Esir kişi müslümanlara "Size on kişi göstereceğim, gösterdikten sonra bir yere sığınıp korunur veya korunma-maları beni ilgilendirmez" der ve müslümanlar da razı olursa, esir, gösterdikten sonra on kişi korunsa, yine hürriyete kavuşur.

Çünkü yüklendiği şartı aynı ile yerine getirmiştir, durumun ve sözden maksadın delâleti, ancak zıddı olan mefhum açıkça belirtilmediği zaman mute­ber olur.

1384- Komutan esirlere: "Bize kim şöyle bir kaleyi veya fa­lan komutanın askerlerini yahut kralın askerlerini gösterirse, hür olur" derse ve esirlerden biri rehberlik ettiği halde müslü­manlar ele geçiremezse, esir hür olur.

Şart koşulan delâlet işini yapmıştır. Burada savunmaları içinde bulunan bir topluluğa delalet etmesi şart koşulmuştur. Bunu da yapmıştır. Halbuki bun­dan önceki durumda şart böyle değildi. Çünkü bundan önceki durumlarda genellikle savunması ve caydırıcı gücü olmayan düşman on kişiye delâlet et­mesi şart koşuluyordu.

Görmüyor musun? "Kim bize kadın veya çocuk on esir gösterirse, hür olur" derse ve bir ordunun himayesinde bulunan bu kişileri biri gösterecek olsa azad edilmez (hür olmaz). Çünkü genellikle maksat caydırıcı güce sahip olma­yan ve ele geçirilmesi mümkün olan on kişiye delâlet etmektir. Her meselede söz ekseriyete hamledilir.

1385- Komutan yolu kaybedip müslümanlar "Sizden kim yolu bize gösterirse ona bir esir veya yüz dirhem vardır" derse ve biri yolu tarif ederek kendisi gitmezse ve tarifine göre müs­lümanlar giden yolu bulursa, ona bir şey verilmez.

Çünkü vadettiği şey ganimet tahsisi şeklinde değil, ücret şeklindedir. Çünkü ganimetin kazanılmasından sonra ondan tahsis yapmak caiz değildir. Yolunu kaybetmiş bir kişiye yol göstermek ganimet tahsisini gerektiren bir ci-had değildir. Bundan anlıyoruz ki, söylenen şey ücrettir. Ücrete hak kazanmak da sözle değil, çalışma ile olur. Onun için kendisi de beraberlerinde gitmedikçe ücreti almaya hak kazanamaz.

1386- Onlarla beraber gidip yolu   gösterirse, böyle bir iş için alınan ücret kadar ücret almaya hak kazanır.

Çünkü fasid bir kira akdi ile bu işi yapmıştır. Fasiddir. Çünkü onlarla ne­reye kadar gideceği belli olmadığından ne kadar ücret alması gerektiği de belli değildir. Zira belki on adım sonra yola çıkarır, belki de on gün beraber giderek ancak yola ulaştırmış olur. Akid yapılan şey meçhul ise, akid fasid olur.

1387- Şart koşulan miktar yüz dirhem ise, bu çalışma ile alacağı misil ücret yüz dirhemi geçemiyecektir. Fasit kira akil­lerinde şart koşulan karşılık belli olduğu zaman uygulanan hüküm gibi. Şart koşulan şey bir esir ise, neye ulaşırsa ulaşsın mislinin ücretini almaya hak kazanır.

Çünkü ücretle çalıştırma akdinde mutlak olarak " bir esir" şeklinde ifade edilmesi sahih bir tesbit değildir. Çünkü tümüyle razı olunduğu için şart ko­şulan şey onu geçemez. Bu da yüz dirhemde gerçekleşir ama, bir esir şartında gerçekleşmez. Çünkü maliyet bakımından esirlerin değeri farklıdır.

1388- "Bizimle falan yere kadar gelip yolu gösterene yüz dirhem veya şu esir verilecektir" derse ve biri gösterilen yere kadar onlarla giderse, şart koşulan şeyi almaya hak kazanır.

Çünkü üzerinde akid yapılan şey belli, verilen ücret bellidir. Akid için hi­tap edilen şahıs belli değil iken akid nasıl sahih olur? denilirse: Deriz ki: Akid onlarla beraber yola koyulduğunda gerçekleşmiş olur. Yaptığı işe göre de üc­reti almaya hak kazanır. Bu durumda meçhul bir şey kalmaz.

1389- Komutan yolu şaşırmayıp sadece "(aygır, kısrak v.s.) hayvanları kim sürüp yola çıkarırsa ona yüz dirhem verilecek­tir" derse ve bu işi bir cemaat yaparsa, yüz dirhemi aşmıyan misil bir ücret almaya hak kazanırlar.

Çünkü götürecekleri mesafe meçhul olduğundan üzerinde akid yapılan şey meçhuldür.

1390- "Şu yere kadar" deseydi ve belirli bir mesafe belirt-şeydi, şart koşulan şeyi alırlardı.

Çünkü üzerinde akid yapılan şey belli ve ücret bellidir.

1391- Belirli bir cemaate hitab ederek söylese ve bunu du­yan başka bir cemaat belirtilen yere kadar hayvanları sürse, bir şey almaya hak kazanamazlar.

Çünkü akid komutanla hitap ettiği cemaat arasında yapılmıştır. Başkaları bu işi yaparsa fahrî olarak yapmış olur ve bir şey alamaz.

1392- Bütün asker arasında ilan ederek bunu söylemiş ve duyan bir cemaat sürüp götürmüşse, ücreti almaya hak kaza­nırlar.

Çünkü ücretle çalışma şeklinde bu işi yapmışlardır.

1393- Sesini işitmemiş bir cemaat bu işi yaparsa bir şey alamazlar.

Çünkü sesi duymayıp bu işi karşılıksız gönüllü olarak yapmış sayılırlar. Bundan da anlışılıyor ki, burada ücrete hak kazanmak, ganimet tahsisi şeklinde değildir.

1394- Komutan yolu kaybedip sasırsa ve ellerinde bulunan bir esire "Bize yolu gösterirsen çocuklarını ve aile fertlerini sana veririz" derse ve esir de yola çıkarıncaya kadar ya kendisi beraber giderek veya tarif ederek bu işi yaparsa, hem kendisi, hem çocukları ve yakınları olduğu gibi fey' olarak devam ederler.

Çünkü komutan esirin kendisinin kurtulacağına dair bir şey söyleme­miştir. Böylece kendisi esir olarak kalır. Kendisi müslümanların kölesi olunca, sahip olduğu şeyler de onların olur. Çocukları, eşi ve başkaları bunda eşittir.

1395- Şayet, "Sen, çocukların ve eşin" deseydi ve olay yuka­rıdaki gibi geçseydi, esir hürriyete kavuşurdu.

Çünkü rehberliği karşılığında kendisinin hürriyetini şart koşmuştur. İşi gerçekleştirdiği için de hürriyete kavuşur. Eşini ve çocuklarını da şart koşul-duğu için alır.

Ancak "ehli=yakınları" sözünden maksat sadece eşidir. Başka yakınları buna dahil değildir.

Halbuki eman bahsinde durum böyle değildi. Çünkü bu meselede yakın­ları esir düşmekle başkasının mülkiyetine geçmişlerdir. Kesinlik olmadıkça bu mülkiyet onlardan zail olmaz. Bu kesinlik de sadece eşi için mevcuttur.

1396- "Çocukları" ismine de sadece kendi çocukları girmek­tedir. Torunları ise fey' olurlar.

Çünkü kesinlik sadece kendi çocuğu hakkındadır. Buna hak kazanması da üzerinde kesinlik sağlanan şeye bina edilmektedir.

1397- Esirler arasında kendi çocukları yoksa, erkek çocuk­larının torunlarını almaya hak kazanır.

Çünkü bu isimde babalarının yerine kaimdirler. Babalan olmayınca ken­dileri bu ismin kapsamına girerler.

1398- Kızlarından olan torunlarını ise ancak komutanın özel olarak belirtmesiyle almaya hak kazanır.

Çünkü çocuklarının değildirler

1399- Ancak bunların darulharbe çıkmalarına izin veril­mez. Bilakis darulislâma götürülür ve müslümanlar arasında ehli zimmet (zimmî) olurlar.

Çünkü    esir düştükten sonra darulharbe   tekrar dönmelerine imkan vermek caiz olmaz.

1400-  Tarif ederek veya   beraber giderek delalet   etmesi aynıdır.

Ama az önce geçen müslümanların delaletinde durum değişiktir. Çünkü orada müslümanın delalet etmesi ücretle çalışma şeklindedir. Sözle yerine ge­tirilmesi imkansızdır. Burada ise, delalet sulh ve eman şeklindedir. Burada şartın varlığı hakikaten kabul edilir.

1401- Komutan darulharpte esirleri taksim ettikten veya sattıktan sonra yolu kaybedip esirlere "Kim bize yolu göste­rirse hür olur" veya " yüz dirhem alır'" derse ve bu işi onlar­dan biri yaparsa, yüz dirhem verileceğini şart koşmuşsa yüzü geçmemek üzere kendisine böyle bir iş için verilen ücret kadar (misil) ücret verilir. Bu ücret de efendisine ait olur.

Hangi şahsın mülkiyetinde oldukları belli olmuştur. Vereceğini va'd ettiği şey, eman ve sulh şeklinde değil, ücretle çalıştırma şeklindedir.

1402- Onun için beraberlerinde gitmeyip sadece tarif ede­rek rehberlik etmişse, bir şey almaya hak kazanamaz. Hür olacağını şart koşmuşsa, bu şartı geçersiz olur.

Çünkü sahiplerinin mülkü olduktan sonra onların kölelerini azad etme yetkisine komutan sahip değildir.

1403- Esirleri taksim etmeden önce yolu şaşırıp "Sizden kim yolu bize gösterirse, hür olur" derse ve esirlerden biri darulis­lâma değil, darulharbe çıkan apaçık bir yolu onlara gösterse, bakılır: Darulharbe gitmek isterken yolu kaybetmişlerse, bu esir delâlet işini yapmış sayılır ve hür olur. Darulharpten çık­mağa çalışırken yolu kaybetmişlerse, esirin bu delaleti geçerli olmaz ve esir hür sayılmaz. Onlara darulharbe değil, darıılis-Iama çıkan bir yolu gösterirse, yapılacak uygulama öncekinin aksi olur.

Çünkü sözün mutlakliğı halin delaletiyle mukayyed olur. Biliyoruz ki, komutanın giriş esnasında amacı darulharpde maksadına ulaştıracak bir yolun gösterilmesidir. Çıkarken de amacı darulislama ulaştıran bir yolun gösteril­mesidir.

1404- "Şu kalenin yolunu bize gösterirsen, hür olursun" derse ve sözkonusu kaleye oradan bir yol gidiyorsa, onlara bili­nen yoldan daha uzak bir yol gösteren kişi, şart koşulanı alma­ya (hür olmaya) hak kazanır.

Çünkü halkın gidip geldiği yollar ise her ikisi de kaleye giden birer yol­dur. Komutan "yol" ismini mutlak zikretmiştir. Mutlakı da delil olmadan sınır­landırmak caiz değildir. Komutanın sözünde de bunu sınırlandıracak bir delili yoktur

1405- O kaleye değil de, başka yere çıkan bir yol gösterir ve kendileri bu yoldan o kaleye varabilirlerse, bunun delaleti ge­çerli olmaz ve esir hür olmaz.

Çünkü insan buradan Kaşgar'a gelip oradan da Buhara'ya varabilir. An­cak hiçbir kimse buradan Kaşgar'a varan yolu Buhara'nın yolu kabul edemez. Böylece anlıyoruz ki, bu esir şart koşulan delaleti yapmamış ve hür olma hakkını kazanmamıştır.

1406- Şu kalenin şu yolunu bize gösterirsen hür olursun" der ve kaleye götüren başka bir yol gösterirse, bakılır belirle­dikleri yolda müslümanlar için yakınlık veya emniyet veya yem çokluğu veya köylerin çok bulunması yahut alacakları esirlerin çokluğu yönünden daha faydalı bir yol ise, esir hürriyete ka-vuşmayıp fey' olmağa devam eder.

Çünkü şartı yerine getirmemiştir. Onlar yaran bulunan bir yol belirle­mişler, kendisi ise başka yol göstermiştir. Belirlemede fayda sözkonusu ise ona itibar etmek gerekir.

1407- Kendisinin gösterdiği yol onların belirlediği yoldan daha yararlı ise, kıyasa göre yine fey' olarak kalır.

Çünkü şart koşulan şeyi yerine getirmemiştir. Bir şeyin kabul edilmesin­de lafza itibar edilir. Çünkü insanların sözleri hikmetten ve güzel bir yarardan hali bulunabilir.

İstihsana göre ise, bu esir hür olur.

Çünkü onların istediğini fazlasıyla yerine getirmiştir. Zaten belirleme fay­da sağladığı zaman ancak muteber olur. Yaptığı işin daha faydalı olduğu bili­nince faydasız olduğu için belirlemenin itiban kalmaz.

Hangisinin daha faydalı olduğu  bilinmiyorsa, esir yine fey' olarak kalır.

Çünkü belirleme akıllı biri tarafından yapılmıştır. Faydasız olduğu bilin­medikçe asıl ona itibar edilir. Faydasız olduğu da henüz belli olmamıştır.

1408- Buna göre "Bize kim Derbu'l-Hades'in yolunu göste­rirse, hür olur" derse ve biri onlara Mıssîse yahut Malatya [15] yolunu gösterse bakılır. Gösterdiği bu yol daha yakın ve daha faydalı ise, esir hür olur. Böyle değilse, yahut böyle olduğu bilinmiyorsa, esir fey' olmaya devam eder.

Çünkü kendisinden istenen şeyi yapmamıştır. Görmüyor musun? Belirt­tikleri yoldan başka bir yola onları götürse ve orada düşman kralı ordusuyla be­raber bulunup onlarla savaşsa ve bazıları öldürülse yahut yem bulunmıyan bir yola götürüp hayvanları telef olsa veya kendileri açlıktan kırılsa, şart koşulan şey yine kendisine verilir miydi? Bütün bunlardan söylenmek istenen şudur: Belirleme ne zaman faydalı olursa, ona itibar edilmesi gerekir. En iyi Allah bilir.[16]

 

Silah Ve Başka Şeylerden Ganimet Tahsisi Caiz Olan Yerler

 

1409- Komutan, daruiharbe giriş esnasında askerlerden az kişinin zırhlı olduğunu görür ve "Darulharbe kim girerse ona şu ganimet var, der veya ganimetten iki pay verilecektir" der­se, bu sözü caiz olup bir sakıncası yoktur.

Çünkü bu tahsisi değerlendirme sonucu yapmaktadır. Müslüman asker, zırhlan darulharbe taşıyabilmek için araç ve gerece muhtaçtır. Zırhla düşmanın gözü korkutulur ve asker kendini savunur. Düşmanın gözünü yıldırmak ama­cıyla bu külfete katlanmaya teşvik etmek için askerlere bu şekilde ganimet tah­sisi yapması caizdir. Nitekim şeriat bu amaca bakarak süvari olan askere iki kat pay verilmesini kararlaştırmıştır. Çünkü düşmanı yıldıracak araç ve gereçleri darulharbe götürme sıkıntısına katlanır. Şeriatın kararlaştırdığı bu esasa baka­rak komutan (devlet başkanı) da aynı amaç için ganimet tahsisi yapabilir.

1410- Aynı şekilde "Kim iki zırhla daruharbe girerse..." demesi de caizdir.

Çünkü çarpışan kişi dilediğinde önde ve arkada iki zırh giyebilir. Nitekim Rasulullahin Uhud günü iki zırh giydiği rivayet edilir. Bu da onun nazar ve iç­tihadı sonucu bir uygulama idi.

1411- "Bir ve iki zırhla girene ikiyüz, üç zırhla girene üç-

yüz dirhem vardır" der ve bu kadarla yetinirse, ganimet tahsis yapması doğru olmadığı gibi, ikiden fazla zırh için tahsis yapması da caiz değildir.

Çünkü bu, içtihadl olacak bir şey değildir. Savaşan askerin de savaşta ikiden fazla zırh giymesi mümkün değildir. Çünkü ikiden fazla zırh ağırlık ya­par ve aktif çarpışmasını engeller. Böylece anlıyoruz ki, ikiden fazla zırh için tahsis yapmasında bir fayda yoktur.

Külfete katlanma ve düşmanı ürkütme anlamı üç, dört ve beş zırhla da gerçekleşir denilirse,

Deriz ki, bu doğru değildir. Çünkü ürkütme esnasında bu, zırhla değil zırhı giyen kişi ile olur. Böyle zırhlı çıktı, şöyle böyle korumalı ayrıldı, denilir ve bunda ürkütme meydana gelir. Halbuki zırhlı tek basınadır. Zırhlan savaşta başkalarına vermek için değil, kendisi giymek için taşımıştır. Savaşta da iki zırhtan fazla giyemez.

1412- Buna göre süvarilere "kim bir Ticfaf [17](zırh) ile gi­rerse, ona şöyle vardır" diyebilir.

Çünkü ticfaf at içindir. Onun için ganimet tahsisi yapmak, at için tahsis etmek gibidir.

1413- Komutan birden fazla at için pay ayırmama düşünce­sinde olup "kim iki atla  girerse, ona şöyle vardır" derse, bu tahsis sahih olur. İkiden fazla at için ganimet tahsis etmesi caiz değildir.

Çünkü savaşçı ancak iki atla savaşabilir. Onun için sadece yaran olanlar için ganimet tahsis etmesi caiz olur. Yararı dokunmiyacak şeyler için tahsis yapamaz.

Ancak yararlı bir işi kişinin yerine getirebilmesi için üç at için tasis yapması caiz olduğu gibi, üç ticfaf için de tahsis yapması caiz olur

Çünkü her atın bir ticfafı (zırhı) olur. Ganimet tahsisinin değerlendirme sonucu olduğu bilinince, ganimet tahsisi yapıldıktan sonra alınan ganimetten tahsisin yerine getirilmesi lazımdır.

1414- Bir kaleyi muhasara edinceye kadar komutan bir şey söylemeyip muhasara esnasında "Kapıya kim zırhlı olarak yanaşırsa", veya "Kim ticfaf ile öne atılırsa" yahut "kim iki zırh giyimli olarak öne atılırsa ona şöyle vardır" derse, bu tahsisi sahih olur.

Çünkü kuvvet, korkutmak ve müşriklerin kalblerine korku salmak bakı­mından müslümanlara yararı olmaktadır. Böyle bir şey için ganimet tahsisi

sahih olur

1415- Kale fethedilinceye kadar bir şey söylemez ve fethet­tikten sonra kendisi yahut atı zırhlı olanlara gösterdikleri gay­ret oranında ganimet tahsisi yapmak isterse, bu tahsis geçerli olmaz.

Çünkü ganimet tahsisi ganimetler alınmadan Önce yapılır. Ganimetler alındıktan sonra yapılırsa tahsis değil, bağış olur. Halbuki alınan ganimette bü­tün askerin payı sabit olduktan sonra komutan (devlet başkanı)nın bazı kişilere özel bağış yapması caiz değildir.

1416- Devlet başkanı ganimetler alındıktan sonra çaba ve gayret oranında tahsis yaparsa ve bu tahsisi içtihadı sonucu gerçekleştirirse, tahsisi geçerli olur.

Çünkü içtihadı ile üzerinde ihtilaf edilen şeyleri sonuçlandırmıştır. Hakimlerden biri bu içtihadı iptal edemez.

1417- Ganimetler alındıktan sonra tahsisin uygun olmadığı görüşünde bile olsa, devlet başkanının içtihadı ile kendisine tahsis yapılan kişinin o tahsisi alması helâldir.

Çünkü aksine hüküm verilince içtihadın geçerliliği kalmaz. Yargıcın hük­mü başkalarını bağlayıcıdır. Salt içtihad ise başkasını bağlayıcı olmaz. Tıpkı ki­şinin karısına "seni kesinlikle boşadım" demesi ve görüşüne göre karısını ken­disinden kesin olarak boş olduğuna inanması durumunda Hz. Ömer'in ve İbni Mes'ud'un görüşüne uyarak hakimin ric'î [18] bir talâk ile boş olduğuna hükmet­mesi gibi. Bu durumda adam karısını tekrar alabilir ve hadisin hükmünü tatbik eder. Bu İmam Muhammed'in görüşüne göredir.

Ebu Yusuf'un görüşüne göre ise, hakimin aksine hüküm vermesi duru­munda müçtehid bu hükmü daha zor bulduğunda kendi görüşünü bırakmaz, îstihsan konusunun sonunda "Şerhu'l-Muhtasar"da bu meseleyi açıkladık. Doğrusunu Allah bilir.[19]

 

Ganimetler Alındıktan Sonra Tahsis Edilmesi Caiz Olan Ganimetler Ve Tahsis Yapması Caiz Olan Kimseler

 

1418- Müslümanlardan bir seriyye darulharpte bir miktar ganimet alsa, ancak alınan bu ganimetleri darulislâma çıkar­maktan aciz kalsa, bunun üzerine komutan yerinde bırakmak veya yakmak isterken aklına yeni bir düşünce gelse ve müslü-manlara "Kim bu ganimetten bir şey alırsa, kendisinindir" derse, sözü caiz ve geçerli olur. Bu ganimetlerden darulislâma kim bir şey çıkarma zahmetine katlanırsa, çıkardığı kendisinin olur ve ondan beşte biri alınmaz.

Çünkü bu ganimet tahsisi değerlendirme sonucu meydana gelmiştir. Ga­nimetler alındıktan sonra tahsis yapmasmm caiz olmadığını söylememizin se­bebi, ganimeti alan askerlerin bu ganimette haklarının sabit oluşudur. Bu hakkı iptal edip tahsis yapmak caiz değildir. İptal etmek de ganimetleri muhafaza etmek durumunda ve askerin haklarının kesinlik kazanması halinde sözkonusu olur. Ama ganimetlerin korunmasından aciz kalındığı ortaya çıktığında yapı­lacak bir tahsis, herhangi bir kimsenin hakkının iptali sayılmaz.

Canlılar dışında bu ganimetleri yakmasının caiz olması, ganimet alınan hayvanları kesebilmesi, sonra yakması veya bir tarafa terketmesi,tahsis yap­manın caiz olduğunu gösterir. Zaten böyle bir uygulama, ganimeti alan bütün fertlerin haklarını iptal etmektedir. îptal etmek de ganimetlerin korunabilmesi ve darulislâma çıkarılabilmesi durumda sözkonusu olabilir. Bunlar yapıla­mıyorsa, hakkın iptali de sözkonusu olmaz.

Zaten yakmakta herhangi bir müslümana yararı olmayan bir hakkı iptal etmek söz konusudur. Ama tahsis yapmakta bazı kişilere yarar sağlama imkanı bulunmaktadır. Onun için tahsis yapmaya gitmek öncelikle olur.

1419- Ganimetleri darulislâma çıkarma veya satma yahut

taksim etme imkanına sahip ise, o zaman hepsine yararı gerçekleştirme imkanına sahip demektir. Bu durumda bazılarının haklarını iptal etmesi doğru değildir.

Aynı şekilde "kim bir şey alırsa, beşte bir dışında gerisi onundur" veya "beştebiri ayrıldıktan sonra veya ayrılmadan önce aldığının yarısı onundur" derse, bu işlemlerin hepsi sahih olur. Bunlardan yararı en yakın olanı yapması lazımdır. Zaten darulislâma çıkarırsa, komutanın yaptığı tahsis gözönünde bu­lundurularak ganimet taksim edilir.

Müslümanlardan biri darulislâma çıkarılması mümkün olan ve komutanın ondan haberi bulunmıyan mücevherat gibi bir şey bulup darulislâma çıkarınca, beşte biri alınır ve gerisi asker arasında ganimet olarak taksim edilir.

Çünkü komutanın yaptığı tahsisin sahih olması, muhafaza etmenin im­kansızlığı sebebiyledir. Zaruret sebebiyle sabit olan şey, zaruret mahallinin dı­şına taşamaz. Dolayısıyla zaruretin tahakkuk etmediği bir şey bu tahsisin kap­samına giremez.

1420- Bu hüküm, aldıkları mallar hakkında geçerli olunca, almadıkları mallarda evleviyetle geçerli olur. Nitekim ele geçi­rip anbar yaptıkları ve içine silah, mermer, altın suyu gibi şey­leri doldurdukları bir binadaki eşyayı darulislâma çıkarmak­tan aciz olduklarında komutan "Bu şeylerden kim ne alırsa kendisinindir" derse, sahih olur. Yine "kim bir şeyi parçalayıp getirirse, kendisine mahsus olur" derse, yine sahih olur. Çünkü binayı yıkmağa güçleri yetmekle beraber içindeki şeyleri çıkar­maktan acizdirler.

Onu olduğu gibi bırakabilirler. Bu durumda da komutanın ondan tahsis yapması sahih olur. Bina yıkıldıktan sonra bu şeylerin taşınabilir ve taşınamaz olması aynıdır.

Çünkü komutanın tahsis yapması binanın yıkılmasından önce olmak­tadır. Taşıyabilecek duruma gelmesi, komutanın tahsis yapmasından sonra mey­dana gelen yıkma ile geçekleşmektedir.

1421- Ancak komutanın tahsis yapması anında binadan uzak bir yerde veya binanın alınması mümkün olan bir tara­fında konulmuş ve darulislâma   taşınması mümkün olan bir şey olur ve komutanın bundan haberi   yoksa, onu darulislâma bir kişi çıkarıp getirse bile, asker arasında ganimet olarak taksim edilir.

Çünkü ganimet tahsisi kapsamına girmez.

1422-  Komutan, kimseye bir şey tahsis etmeyip hepsinin yakılmasını emrettikten sonra bazıları onun bir kısmını hay­vanlarına yükleyerek darulislâma çıkarma güçlüğüne katlanır­sa, bu şeylerin  beşte biri alınır ve gerisi seriyye fertleri ara­sında taksim edilir.

Çünkü komutanın tahsisi bazı kişilere ganimet tahsisi ile olmaktadır. Bu da yapılmış değildir. Yaptığı şey, yakılmasını emretmekdir. Yakma emrinin bazılarına tahsis yapılmasında hiçbir etkisi yokur. Yani yakma emri hiçbir şe­kilde tahsis yapma anlamına gelmez. En iyimser bir değerlendirme ile darulis­lâma bu şeyleri çıkaran kişiler, yanarak yok olacak ve bütün fertlerin ortak malı olan bu şeyleri kurtarmış demektir. Bu da ortaklığın kesilmesine ve darulis­lâma çıkaran belirli kişilere mahsus olmasına sebep teşkil etmez.

1423- Darulharpte aldıkları ganimetleri hemen oracıkta taksim etse veya tüccara satsa yahut darulislâma çıkarsa, sonra düşman bunların peşine düşerek takip edince bırakıp kaçmak zorunda kalsalar, düşmanın onlardan faydalanmaması için bu ganimetleri derhal yakmaları lazımdır.

Çünkü bu işlemde onlara zarar verme ve zayıflatma bulunmaktadır. Bu­nun dışında düşmanın takibi sözkonusu olmadğı zamanlarda da mücahit asker­ler darulharpte ağır gelen eşya, silah ve diğer şeylerini de yakabilirler. Taki bı­rakıp gittiklerinde düşman bunlardan faydalanmasın Nitekim Mûte harbinde kendini kurtarmaktan ümidi kesilince Hz. Cafer bin Ebi Talib (Ca'fer-i Tayyar) atını kesmiştir.

Kendi eşyalarında  bu caiz olunca, düşmandan aldıkları   ganimetlerde evleviyetle caiz olur.

1424- Onu yakmak için bıraktıklarında, komutan "Bundan kim bir şey alırsa, onundur" der ve bir cemaat onu alıp kurta­rırsa, hepsi sahiplerine geri verilir.

Çünkü taksim etme ve satma ile sahiplerinin mülkiyeti onda kesinleş-

miştir.

1425- Devlet başkanının halkın mülkünden tahsis yapma yetkisi yoktur. Darulislâma çıkarmak suretiyle de bunu yapa­maz. Çünkü mülkiyetlerine öyle geçmiş ki öldüklerinde bu mülk varislerine kalır. Hiç bir şekilde ondan tahsis yapma yetkisi kalmaz.

Ama himaye altına alınmadan Önce olursa, durumu değişik olur. Çünkü orada hakkın subutu zayıftır. Sadece ele geçirme ile sabit olmuştur. Bu hak da yakılması emredilince geçerlili­ğini yitirmektedir. Böylece bundan yapılan hak tahsisi, ele ge­çirilmeden yapılan tahsis gibi olur.

Ancak darulharpte ele geçirildikten sonra sahip olma sebebi tam gerçekleştiği için sahibinin hakkı da kesinleşmektedir. Yakılması için bırakılmasıyla bu hak geçerliliğini kaybetmez. Hak devam ettiği için de devlet başkanının ondan tahsis yapma yetkisi kalamaz. Askerler arasında taksimden sonra böyle o-lunca. başkalarına satmada evleviyetle olmaktadır. Çünkü sahiplerinin mülkiyeti kesinleşmiş ve kime ait olduğu açıklık ka­zanmıştır.

Nitekim bunlar da alınan ganimetleri darulharpte bırakıp gitse ve düşman farkına varmadan ikinci bir seriyeye gelip alsa ve düşman bu seriyyenin elinden alsa, sonra gelen üçüncü bir seriyye bunları düşmandan geri alsa, birinci seriyyenin bunda hiçbir hakkı olmaz. Tıpkı düşmanın daha Önce alınmamış o malları gibi hepsi üçüncü seriyyeye kalır. Taksim etme ve satıştan sonra düşman korkusuyla yakmak üzere bırakıp gitseler ve düşman nerede olduğunu bilmese, sonra gelen bir seriyye bunları alıp darulislâma çıkarsa, hepsi eski sahiplerine verilir. Çünkü bunlarda hakları devam etmektedir.

1426- Bu malları müşrikler onlardan alsa, gelen diğer bir seriyye de onları müşriklerin elinden alsa, bakılır: Eski sahipleri mallarını taksim edilmeden önce görürlerse, hiçbir şey ver­meden geri alırlar. Taksim edildikten sonra görürlerse, kıyme­tini vererek geri alırlar. Tıpkı düşmanın ele geçirip koruma altına aldığı diğer malları gibi.

Darulislamda himayelerine aldıktan (mülkiyetleri gerçek­leştikten) sonra da durum aynıdır. Onları bırakıp gitseler ve gelen başka seriyye onları alsa ve düşmanlar farkına varmasa, o mallar ilk seriyyedeki sahiplerine geri verilir. Çünkü onların malı olmuştur.

Düşman ele geçirdikten sonra başka bir seriyye onlardan alsa, bakılır; birinci seriyyedekiler onları taksim edilmeden ön­ce görürse, karşılıksız geri alırlar. Taksim edildikten sonra gö-

rürlerse, geri alamazlar. Bu konuda daha doğru olduğunu belirttiğimiz ikinci rivayet budur.

Çünkü onları alacak olurlarsa ancak kıymeti karşılığında alırlar. Taksim edilmeden önce bunların maliyetleri onların hakkı olmuştur. Çünkü eşyanın kendisinde hiç kimsenin mülkiyeti yoktur. Bu sebepten devlet başkanı bu şey­leri satıp tutarını askerlere dağıtabilirdi. Kıymeti (tutarı) ile geri almada onların bir avantajı yoktur. Zira geri alma hakkı ancak avantajlı olduğu zaman sabit olur.

1427- Satın alanlar veya paylarına düşenler yahut bırakıp gidenler bıraktıkları zaman "Kim bunlardan bir şey alırsa o kendisinindir" derlerse ve bunu müslümanlardan bir cemaat alırsa, kendilerine ait olur. Aldıkları şeyleri ister darulislâma çıkarsınlar, ister çıkarmasınlar, durum değişmez.

Çünkü bu mal sahiplerinin, alacak kişilere (hibe) bağışıdır. Bunların al­masıyla da bağış yerini bulmuş ve gerçekleşmiş olur. Bunları geri almak ister­lerse, bağış (hibe) de olduğu gibi, onu alanlar ancak darulislâma çıkarmadan önce almaya teşebbüs edebilirler.

1428- Alanlar onu darulislâma çıkarır veya darulislâma ta­şımaları mümkün olan bir yere ulaştırırlarsa, onu bırakıp gi­denler (hibe edenler) geri almaya teşebbüs edemezler.

Çünkü kendisine hibe edilen kişinin çabasıyla onda bir artış meydana gelmiştir. Zira meçhul bir yerde neredeyse telef olacaktı. Bu ise o meçhul yer­den çıkarıp getirmekle bir bakıma ihya etmiştir. Hibe edilen şeyin kendisinde meydana gelen ziyadelik, hibe eden kişinin onu geri almasına engeldir. Ancak bu hüküm mal sahibinin sözünü kendisinden veya biri vasıtasıyla alan kişinin duyması durumundadır. Böyle bir şeyi hiç duymıyan biri ondan bir şey alıp da-rulislama çıkarırsa, sahibine iade etmek zorundadır. Çünkü sözünü duyan kim­se onu hibe olarak almış sayılır. Almakla hibe gerçekleşmiş ve eski sahibinin ilişiği kesilmiş olur. Sözünü duymadan alan ise onu hibe olarak değil, daruli slâma malı çıkarmada sahibine geri vermek üzere yardım şeklinde almış olurlar. Bu alma ile onda mülkiyeti sabit olmaz.

Bu, belirsiz bir kişiye hakkın tanınmasıdır. Hibe yolu ile nasıl sahih olur? denilirse,

Deriz ki: Bu belirsizlik anlaşmazlığa yol açmaz. Mülkiyet malın alındığı anda sabit olur. Bu anda alışı belli ve muayyen bulunmaktadır. Mal sahibi bu lafızla malının alınmasını hibe şeklinde mubah kılmış sayılmaktadır. Bu mubah kılma belirsizlik durumunda da sabit olur.

Bunun dayanağı da Abdullah bin Kırt'nı Rasulullah'tan rivayet ettiği şu hadistir: "Günlerin hayırlısı kurban bayramını birinci günü, sonra ikinci "yevmü'1-karr" günüdür."

Yani Kurban bayramının birinciden sonra ikinci günü de faziletlidir. "Yevmü'1-Karr" diye isimlendirilmesi, hacıların Mina'da karar kılmalarından dolayıdır.

Ravi şöyle devam ediyor:" Rasulullah'a (kurbanlık) beş veya altı bedene (dişi deve veya sığır) getirildi. Hangisinden başhyacaksa derhal yanına yaklaştırıldı. Kurbanlar yere yatırılıp kesilince bir şeyler buyurdu. Ama ne dediğini anlayamadığını, için yakında bulunanlardan birine ne buyurduğnu sordum. Şöyle dedi: Rasulullah "Dileyen kesip götürebilir." buyurdu.

Temlik suretiyle alacak kişiye malın mubah kılınması ve alınan şeyden yararlanılması, bu esasa dayanmaktadır. Alacak kişi belirsiz ol­makla beraber Rasulullah bunu kararlaştırmıştır. Bu neviden olan şeylere bu hüküm tatbik edilir.

Bir şey söylemeden sadece eşyayı atmanın bu hükmü ifade edeceğini kararlaştırmaktadır. Zira insan, düğün ve diğer zamanlarda şekeri ortaya saçar ve bundan kim ne alırsa onun mülkü olup saçan kimse bir şey söylemeksizin alan kişinin ondan yararlanması caiz olur. Hatta durum, bu şeyin alınacağına dair iznin bulunduğuna delildir. Alınabileceği ayrıca açıkça söylenirse bu hüküm evleviyetle sabit olur.

Buna göre insan testiyi ve suyu kapının önünde bırakması (sebil etmesi) ile fakir veya zengin gelip geçen herkesin ondan içmesi helâl olur. Çünkü içmenin caiz olduğuna vaziyet delalet etmektedir.

Yine insan herhangi birinin mülkü olmayan bir yerde bir ağaç dikmesi ve gelen geçen herkesin meyvesinden alıp yemesi helâl olur. Bütün bunlar az önce naklettiğimiz hadisten anlaşılmaktadır.

1429- Müşrikler yenilip geri çekildikten sonra komutan, düşmanın henüz eşyaları üzerinde bulunan ve kim tarafından öldürüldükleri bilinmiyen ölülerine bakıp "Ölülerden herhangi birinin eşyasını kim alırsa kendisinindir" derse ve bunu bir cemaat alsa, bu onlara bir ganimet tahsisi olur.

Çünkü henüz müslümanlar onları almamışlardır. Bu da ganimetler alın­madan önce yapılan ganimet tahsisi mesabesindedir. En doğrusu, "Bu gani­metler alındıktan sonra yapılan bir tahsistir, ancak devlet başkam içtihadı ile bu uygulamayı gerçekleştirmiştir" demektir. Zaten ihtilaflı olan bir şey devlet baş­kam (Imam)ın içtihadı ve tatbiki ile ittifak edilen bir şey hükmüne geçmektedir. Hatta devlet başkanı ölür veya azledilirse onu alanlardan bir şey geri alınmaz.

1430- Bunu söyliyen komutan azledilip yerine başkası ge­linceye kadar onu almayıp azledildiğini bilerek veya bilme­yerek sonra alırlarsa, gelen ikinci komutan bu şeylerin hepsini geri alır ve ganimete katar.

Çünkü maksat gerçekleşmeden komutanın azledilmesiyle birinci tahsis geçersiz olmuştur. Maksat onu almaktı. Bu maksat yerine gelmeden tahsis batıl olunca, senki hiç yapılmamış gibi olur.

Buna benzer bir durum daha önce şöyle geçmişti. Ganimetler alınmadan önce tahsis yapan komutan ölür veya azledilir, sonra yerine başkası gelirse o| tahsis geçerliliğini kaybeder. Ganimetler alınmadan önce bu durumda tahsis batıl olursa, alındıktan sonra evleviyetle batıl olur. Tıpkı hakimin azledilinceye kadar uygulamadığı ve onun yerine gelenin aksine hüküm verdiği bir hüküm gibidir.

Belirttiğimiz kurala göre imam, savaş esnasında yapılan tahsisin ancak o savaş müddeti için geçerli olduğu, ganimetler alınmadan önce darulharbe gi­derken ve düşmanla savaşa tutuşmadan yapılan tahsisin ise daruiisiâma tekrar çıkıncaya kadar devam ettiğini belirtmekte ve şöyle demektedir.

1431- Daruiisiâma çıktıktan sonra tekrar darlharbe döner­lerse ve biri düşmandan birini öldürürse, eşyasını alamaz.

Çünkü daruiisiâma çıkmakla o tahsisin hükmü sonra ermiştir. Darulharbe tekrar girmeleri ise, başka bir giriştir. Komutan yeni bir tahsiste bulunmazsa, öldüren kişi öldürdüğünün eşyasını kendisine alamaz. Nitekim darulislâmda bir yıl kaldıktan sonra tekrar darulharbe dönerlerse, öldüren kişi yine bir şey alamaz.

1432- Düşmanın daruiisiâma girdiğini duyup ona karşı koy­maya çıkarken komutan, "Kim düşmandan birini öldürürse eşyası onundur" derse, bu tahsisi çıktıkları seferden dönünceye kadar hem darulislâmda hem darulharpte geçerlidir. Düşman­la darulislâmda karşılaştıktan sonra komutan böyle söylerse, bu sadece o savaş için geçerli olur.

Çünkü belirttiğimiz gibi sözün mutlaklığı her meselede halin delaletinden galip olan ile takyid edilir.

1433- Komutan darulharpte bir seriyyeyi bir kaleye gön­derip "Ne alırsanız dörtte biri sizindir" derse, onlar da gidip günlerce çarpıştıktan sonra İslâm ordusu kendilerine yetişir ve kaleyi birlikte fethetseler, giden ilk seriyye bir şey alamaz.

Çünkü diğer askerler dışında çarpışırken alacakları şeylerden onlara tah­siste bulunmuştur. Amacı da kaleyi fethedip düşmanla çarpışmaya teşvik et­mekti. Bunu da kendileri gerçekleştirememişlerdir. Nitekim kendileri hazır olup da bir asker tek başına kaleyi fethedecek olursa, seriyye fertlerine bir şey düşmez. Hepsinin çarpışmasıyla kale fethedildiğinde de durum aynı olup seriy­ye fertleri tahsis olarak bir şey alamazlar.

1434- Komutan darulislamdan bir seriyye gönderip başla­rına birini tayin etse ve ganimet tahsisinde bulunsa, sonra onu azledip yerine başkasını tayin etse, onlar da tahsis edilen gani­meti almış olsa, duruma bakılır; komutanın azledildiğini bil­meden Önce almışlarsa, hepsi onlarındır.

Aynı şekilde azledüdiğini bilmeden önce ilk başkan tahsis yapmış ve azlini bilmeden Önce o ganimeti almışlarsa, yine onlarındır.

Çünkü azledildiği veya azledüdiğini bildiren diğer komutan gelip kendi­sine söylediği ana kadar komutandır.

1435- Ama ikincisi gelip azledüdiğini bildirdikten sonra bi­rinci komutan ganimet tahsisi yaparsa, bu tahsisi geçersizdir.

Çünkü kendisi de askerlerden biri olmuştur

1436- Devlet başkanının falan kişiyi seriye komutanlığına tayin ettiğine*dair yazısı gelirse, ikinci komutan gelip hazır o-luncaya kadar onun komutanlığı devam eder ve tahsis yapma­sı caiz olur.

Nitekim bir şehir valisi olsaydı, ikinci vali gelinceye kadar onun Cuma namazını kıldırması caiz olurdu.

Çünkü darulharpte olsun, darulislâmda olsun, müslümanları başı­boş ve işlerim düzehliyen yöneticisiz bırakmak caiz değildir, ikincisi gel­medikçe komuta birincinin elinde olur ve tahsis yapması caizdir.

Ancak devlet başkanı kendisine "Seni azlettik ve yerine falan kişiyi görevlendirdik" diye yazar yahut" yerine falan kişiyi görevlendirdik" kıs­mını zikretmezse, kendisi azledilmiş sayılır ve bundan sonra ganimet tahsis etmesi caiz olmaz.

Çünkü devlet başkanının tensibi ile komutan olduğu gibi onun hitabı ile de azledilmiş olmaktadır. Hitabın yakında veya uzakta olan birinden olması arasında fark yoktur.

1437- Birinci komutan, tayin edildiğinde askeri darulharbe sokması emredilmiş, ama" yerine falanı komutan tayin ettik, sana gelinceya kadar bekle" diye devlet başkanının yazılı emri gelinceye kadar askeri darharbe sokmaz da o anda darulharbe askeri sokar ve ganimet tahsisinde bulunursa, bu tahsisi geçersizdir.

Çünkü devlet başkanının darulıharbe girmemesini emreden yazısı kendi­sine ulaşmış bulunmaktadır. Kendisi bizzat yüz yüze söylemiş gibi azli ger­çekleşmiştir.

1438- Bu amaçla huzura çağrılmış ve devlet başkanının emri olmaksızın komutanlık sıfatını da kaybetmiş olarak askeri darulharbe sokmuş ve ganimet tahsisi yapmış ise, bu tahsisi geçersizdir. Devlet başkanının mektubu "Komutan sensin, as­kerle dar-ıharbe gir, falan kişi sana vardığında artık komutan odur" şeklinde ise, ikinci komutan gelinceye kadar birincinin yaptığı ganimet tahsisleri geçerlidir.

Çünkü azlini ikinci komutanın gelmesine bağlamıştır. İkisi bir yerde bu-luşmadikça komutan birincisidir. Buluştuktan sonra komutan ikincisi olur. Bu­luştuktan sonra tahsis yapılırsa, sadece ikincinin tahsisi geçerli olur.

1439- "Falan kişi yanma varıncaya kadar komutan sensin" diye yazarsa, durum önceki gibidir.

Çünkü komutanlığına bir süre belirlemiştir. Sürenin gereği olarak sonra yapılan işlerle önce yapılan birbirinin zıddı olur.

Bu yazıdan önce ona mutlak yetki verip vermemesi durumu değiştirmez.

Çünkü mutlak yetki verdikten sonra da onu azletme yetkisine sahiptir. Görevlendirirken yine belirli bir süre için görevlendirme yetkisi vardır. Bu ya­zı ile süreyi sınırlandırma sabit olunca, sanki ona açıkça "falan sana geldiğin­de komutan sadece odur" demiş gibidir.

1440- Müslümanlardan caydırıcı güce sahip bir cemaat ko­mutanın izni olmaksızın başlarına bir komutan tayin edip darulharbe girer ve ganimetler alırsa, onun beşte biri alınır ve gerisi aralarında ganimet taksimi esaslarına göre taksim edilir.

Çünkü caydırıcı güce sahip olduklarından mal dini yüceltme adına alın­mış sayılır ve hükmü ganimet hükmüne uygun olur.

1441- Komutanları ganimet tahsisi yaparsa, caiz olur. Tıpkı devlet başkanının görevlendirip gönderdiği komutanın tahsis yapmasının caiz olması gibi.

Çünkü onu kendilerine komutan yaptılar ve razı oldular. Razı olmaları haklarında geçerli olur. Onların ittifakı ile kendilerinin komutanı olmuştur.

Nitekim hilafet, halifenin yerine birini halife tayin etmesi ile sabit olduğu gibi, müslümanların tek kişi üzerinde ittifak etmeleriyle de sabit olur.[20]

Bunun dayanağı Hz. Ebu Bekir'in hilafetidir. Aynı şekilde seriyye komutanlığı seriyyedeki fertlerin ittifakı ile sabit olduğu gibi, devlet başka­nının görevlendirmesiyle de sabit olmaktadır.

Nitekim isyancılar başlarına birini komutan yapsalar ve darulharbe girin­ce komutan ganimet tahsisinde bulunsa, sonra tevbe etseler, komutanın yaptığı tahsis geçerli olur. Az önce belirttiğimiz anlamın gereği budur.

1442- Devlet başkanı bir ordu ile savaşa gidip darulharpte ölse veya öldürülse ve askerlerden bir camaat "falan komuta­nımız olsun", diğer cemaat da "filan komutanımız olsun" der ve birbirinden ayrılarak düşmanla çarpışmaya tutuşsa ve her cemaatın komutanı beşte birin alınmasından önce veya sonra bazı kişilere ganimet tahsisi yapsa, sonra darulharpte bir araya gelip barışsalar, seçilecek halife, her iki cemaat komutanının yaptığı tahsisleri yerine getirir. Çünkü onları, maiyetlerindeki kişiler komutan seçip razı olmuş ve ganimetleri de bunlar almıştır.

Onun için ister darulharpte karşılaşsınlar, ister darulis-lâmda bir araya gelsinler, her komutanın yaptığı tahsis caiz olur.

Ancak darulharpte karşılaştıklarında tahsisler ayrıldıktan sonra arta kalan ganimetler her iki cemaat fertleri arasında ganimet taksimi esaslarına göre taksim edilir.

Çünkü ganimetlerin alınıp korunmasına hepsi katılmışlardır.

1443- Devlet başkanı sınır boylarında (veya geeçitlerde) bulunan askerlerin başına birini komutan tayin etse ve ganimet tahsisinden ona söz etmese, beşte birin alınmasından Önce veya sonra ganimet tahsisi yapabilir.

Çünkü sınır boyları (ve geçitleri) koruması ve düşmanla savaşıp darulis-lâm üzerindeki emellerini boşa çıkarması için görevlendirilmiştir. Ganimet tahsisi de savaşla ilgili işlerdendir. Zira savaş teşviktir. Savaş ile görevlen­dirilmesi ve bu işin idaresini eline vermesinin bir gereği olarak ganimet tahsisi işleri de ona verilmiş sayılır.

1444- Ancak devlet başkanı ganimet tahsis etmemesini söy­lerse, tahsis yapması caiz olmaz.

Çünkü zıddı tasrih edilince, delalet itibardan düşer. Tıpkı kişinin önüne sofranın konması gibi. Delalet olarak bu, hazır olan kişilerin yemesine izin ve­rildiğini gösterir. Yani sofranın konması, yemek için izin verildiğine delalet eder. Ama yemek yasaklanırsa, bu delalet ortadan kalkar.

1445- Devlet başkanının görevlendirdiği bu komutan başka birini görevlendirir ve görevlendirilen bu kişi ganimet tahsis ederse, bakılır; şayet devlet başkanı birincinin tahsis yapma­sını yasaklamamışsa, ikincinin yaptığı tahsis geçerlidir. Ama birincinin tahsis yapmasını Yasaklamışsa, ikincinin tahsis yap­ması caiz olmaz.

Çünkü birinci komutanın görevlendirdiği kişi, görevlisi olup onun yerine kaim olmaktadır.

Nitekim, had (şeriatın miktarını belirledği ceza) larda hüküm vermesi ya­sak olan bir hakimin görevlendireceği hakimin de aynı konuda hüküm verme yetkisi olmaz. Şayet birincisi yasaklanmamışsa, ikincisi hüküm verebilir. Geçen meselede de durum bunun gibidir.

1446- Devlet başkanının görevlendirdiği komutan sınır bo­yundan bir seriyye gönderip başlarına birini komutan tayin et­se ve bu komutan darulharpte öldürülen düşmanın eşyalarını ganimet olarak seriyeye tahsis etse, tıpkı birinci komutanın kendisi savaşırken tahsis yapması caiz olduğu gibi bunun yap­tığı da caizdir.

Çünkü savaşma işini ona havale etmiş ve seriyyedeki askerin işlerini dü­zenleme yetkisini vermiştir. Onları damlislâmdan darulharbe gönderince, ko­mutanları da ordu komutanı mesabesinde olur. Resmi yazı ile bizzat ganimet tahsisi ile görevlendirilmese bile, ordu komutanının tahsis yapması caizdir. Çünkü alınan ganimetlerde hak, özellikle velayeti vacip olanındır. Seriyye komutanının ganimet tahsis etmesi de böyledir.

1447- Birinci komutan herhangi bir kişiye ganimet tahsis etmesini yasaklamışsa, seriyye komutanının tahsis yapması caiz

olmaz.

Çünkü ona komutanlık görev ve yetkisini veren kimse tahsis yapmasını

yasaklamıştır. Durumu tıpkı devlet başkanının tahsis yapmasını yasakladığı birinci komutanın durumu gibi olur. Zaten birinci komutanın yetki vermediği şeylerde bu onların komutanı değildir. Yapacağı tahsis seriyye fertlerinin tah­sis yapması gibi olur ki, geçerli değildir.

1448- Askerin buna razı olması veya olmaması aynıdır.

Halbuki ona razı olduktan sonra yapacağı tahsisin caiz olması gerekirdi. Tıpkı komutanın ölümünden sonra ona razı oldukla­rında komutanlığının sabit olması gibi.

Ancak aralarımda şu fark vardır: Orada ona razı olmaları birinci komutanın emrine muhalefete rağmen meydana gelme­miş, aksine, birinci komutanın hakkında bir şey emretmediği bir şeyde meydana gelmiş ve geçerli olmuştur.

Burada ise birinci komutanın emrettiği şeye muhalefet üze­rine rızaları hasıl olmuş ve geçersiz sayılmıştır.

Tıpkı başlarına tayin edilen komutanı azledip yerine başkasını tayin et­meğe kalkışmaları gibi.

1449- Komutanları ganimet tahsisi yapmış ve alınan gani­metleri darulislâma çıkarıncaya kadar taksim etmemiş ve ko­mutan yaptığı tahsisi birinci komtana haber vermiş, o da bunu caiz saymişsa, bu tahsisi geçerlilik kazanmaz.

Çünkü caiz sayması, ganimetler alındıktan sonra tahsis yapması mesabe­sindedir.

1450- Bunu caiz görürse, ganimet tahsisi de caiz olur ve alan kişilerin tahsis edilen şeyleri alması helâl olur.

Çünkü bu içtihad konusu olan bir meselede içtihad ederek verdiği bir hü­kümdür. O da ganimetler alındıktan sonra tahsis yapmaktır ve geçerli olur.

Ganimet tahsis etmenin temeli geçersizdir, geçersiz olan bir şeyi caiz kıl­mak, karar yetkisine sahip makamdan da gelse, geçersizdir. Mesela, çocuğun karısını bir adamın boşaması ve çocuk erginlik çağına geldikten sonra bu boşamayı caiz görmesi gibi. Erginlik çağına gelince boşama yetkisine kendisi sahip olmakla beraber adamın batıl boşamasını caiz görmesi geçersizdir. Onun için bu işlem geçersiz olur, diye itiraz edilse, cevap olarak deriz ki:

a) Orada geçerlilik başkasına bağlı değildir. Çünkü orada bu şeyi caiz görecek kimse yoktur. Burada ise ganimet  tahsisinin  geçerliliği şartlı olarak (birine  bağlı) meydana gelmiştir. Hatta ganimetleri almalarından önce birinci komutan onu caiz görmüşse, geçerli olur. Ganimetler alındıktan sonra da caiz görürse geçerli olur, deriz.                   

b) Burada caiz görmesi komutanın kendisine tahsisi yaptığı kişilere eş­yayı teslim etmekle gerçekleşir.Yani bu teslim yeni tahsis yapma mesabesinde kabul edilir. Talak (boşama) ile karşılaştırarak deriz ki: Çocuk erginlik çağına geldikten sonra "bunu meydana gelmiş (geçerli) bir boşama kabul ediyorum" derse, bu ondan meydana gelen yeni bir talâk kabul edilir. Daha açık bir misal; ücretini ne zaman vereceğini belirlemeden kişi bir şey satın alırsa, bu alış akdi fasid olur. Hakim bu konuda dava açıldığında bu alişı (satışı) caiz görmek ister­se, satış onun bu karan ile geçerli olur. Bize göre bu satışın aslı fasid olmakla beraber, satın alan kişinin o şeyi alıp götürmesi caiz olur.

1451- Birinci komutan darulharbe askerle beraber girse, sonra bir seriyye gönderip komutanına ganimet tahsisinden olumlu veya olumsuz hiç söz etmese ve seriyye komutanı se-riyyedeki askerlere ganimet tahsis ettikten sonra aldıkları ganimetlerle beraber karargaha gelseler, seriyye komutanının tahsisi sadece seriyyedeki fertlerin payları için caiz olur.

Çünkü burada asker, alman ganimetlerde seriyyedekilerle ortaktır. Seriy­ye komutanının bütün asker üzerinde bir yetkisi de yoktur. Yetkisi sadece seriy­ye fertleri üzerindedir. Onun için sadece onların paylanndaki tahsisi geçerlidir.

1452- Birinci komutan onları gönderirken bir ganimet tah­sis etse, seriyye komutanı da bir tahsis yapsa ve düşmandan ga­nimet alarak dönseler, birinci komutanın yaptığı tahsis bütün ganimetten ayrılır ve seriyye fertlerinin payları belirlenince ge­risi taksim edilir. Sonra seriyye komutanının seriyye fertlerine düşen paydan yaptığı tahsisi ayrılır ve sahiplerine verilir. Son­ra da birinci komutanın yaptığı tahsis yerine getirilir. Çünkü bütün bunlar sadece onlara mahsustur. Komutanlann da onlar üze­rinde yetkisi (velayeti) vardır. Onlara mahsus olan paydan komutanlann yaptığı tahsis yerine getirilir.

Birinci durumdaki ise farklıdır. Çünkü birinci durumda seriyye da-rulislâmdan gönderilmekte ve aldıkları ganimetlerde başkasının onlara or­taklığı olmamaktadır. Hatta bu seriyye aldıkları ganimetlerle beraber ordu karargahına tekrar dönmeyip darulislâma başka bir yerden çıkıp gelse, hüküm yine darulislâmdan gönderilen seriyyenin hükmü gibi olur. Çünkü aldıkları ganimetlerde onlarla kimse ortak değildir. İki durumda da ganimet olarak aldıkları yiyeceklerden diledikleri gibi yiyebilirler.

Nitekim ordu karargahına döndükten sonra diğer askerlere mubah olduğu gibi, yiyeceklerden onların da yemesi mubahtır. Ganimet tahsisi hükmünde ol­duğunun aksine, ganimet alınan yiyeceklerden yemenin karargahtaki yiyecek­lerden yemek gibi mübahhğı, ikisinde de mubah olması esasına dayanır.

1453- Düşmandan sığır, koyun veya at gibi canlı hayvan ga­nimet alsalar ve komutan bunları sürecek birini ücretle tutsa, bu hem seriyye fertleri hem de karargâh askerleri hakkında caiz olur.

Çünkü komutan bu uygulamayı onların yaran için yapmaktadır. Yaptığı işin yararı her iki tarafa da racidir. Ganimetten tahsis yapması ise böyle değil­dir. Zira bunda menfaat sadece tahsis yapılan kişilere racidir. Onun için karar­gah askerlerinin payından tahsis yapması caiz olmaz.

1454- Birinci komutan onlara ganimetin dörtte birini tahsis ettikten sonra seriyye komutanı da kendi içtihadı ile düşmanla karşılaştıkları anda onlara bir tahsiste bulunsa ve seriyye ordu karargahına değil de darlislâma çıkıp gelse, birinci komutanın onlara yaptığı tahsis geçersiz olur. Seriyye komutanının tahsisi ise geçerli olur.

Çünkü ordu karargahına değil de darulislama çıkınca, aldıkları ganimet­ler konusunda sanki darulharpten değil de, darulislamdan gönderilmiş gibi olur­lar. Birinci komutan da seriyye için yaptığı tahsiste sanki bütün asker için tah­sis yapmış olur. Bu ise varid olan rivayetlere aykırıdır ve birinci seriyyeye tahsis olmaz.

Seriyye komutanının tahsis yapması ise belirli kişilere içtihad yolu ile yapılmış bir tahsistir. Bu da alınan ganimetlerde kendileri hak sahibi olduğu için sahih olur.

1455- Ordu karargahına döner gelirlerse, birinci komuta­nın yaptığı tahsis caiz olur.

Çünkü alınan ganimetlerde asker onlara ortaktır. Bu tahsis ile askerin onlara ortaklığı iptal edilmiş olur ki, bu da beşte birin ve süvarinin piyadeden alacağı fazla payın iptaline yol açsa bile sahihtir. Seriyye komutanının tahsisi ise, diğer askerlerin payı dışında sadece seriyye fertlerinin payları hakkında geçerli olur.

1456- Birinci komutan seriyye komutanının tahsis yapma­sını yasaklamışsa, onun yapacağı tahsisler bu yasaklamadan dolayı geçersiz olur. Ordu karagahına dönseler, birinci komu­tanın onlara yaptığı tahsis geçerli olur. Ordu karargahına dön-meyip darulislama çıksalar birinci komutanın yaptığı tahsis de geçersiz olur. Alınan bütün ganimet, ganimet taksimi esasla­rına göre paylaştırılır.

Çünkü alman ganimetlerde tahsis payı hakkı sadece onlar için söz konu­sudur. Bu tahsisde ise beşte birin ve süvariye piyadeden fazla vermeyi iptal et­mekten başka bir şey yoktur. Bu da geçersizdir.

Doğrusunu Allah bilir.[21]

 

Kişiye Ganimet Olarak Tahsis Edilen Belirsiz Şeyler

 

1457- Komutan "Kim on elbise getirirse, bir tanesi onun­dur" der ve biri cinsi değişik on elbise getirirse, her elbisenin onda bir payı onundur.

Çünkü ganimet tahsisi ile getirdiği şeylerin onda birini ona tahsis etmiştir. Her ne kadar lafızda zikredilmemişse de sözünün anlamı" ondan bir elbise onundur" demektir.

Çünkü komutanın sözünü başka şekilde anlamak mümkün değildir. Elbi­se kelimesi ile mutlak tahsis yapılarak akid kurulmak istenirse, bu akid sahih olmaz. Çünkü elbiselerin cinsleri değişiktir. "Elbise" lafzı ise sınırsız ve belir­sizdir. Üstelik elbiselerden birini ona vermek için tercih ölçüsü mevcut değil­dir. Elbiseler değişik cinsten olunca, bir taksimle taksimi mümkün olmaz. O-nun için her elbisenin onda bir kısmı ona verilmesi gerekir.

1458- Yine "Kim üç dabbe getirse bir tanesi onundur" der­se, durum aynıdır.

Çünkü" dabbe" [22]ismi elbise ismi gibi muhtelif cinsleri kapsar.

1459- Hepsini aynı cinsten getirirse, onlardan ortalama bi­rini almaya hak kazanır. Çünkü tek cins taksime elverişlidir. Komutan bir tanesini verirken, hem getireni hem de diğer as­kerleri gözetmesi lazımdır. Bu da ortalama birini   vermekle gerçekleşir.

1460- "Kim bir dabbe getirse üçte bir kısmı onundur" derse ve biri inek veya manda yahut deve getirirse, bir şey almaya hak kazanamaz.

Çünkü dabbe ismi istihsanda at, katır ve eşek dışındaki hayvanları kapsa­maz. Nitekim bir dabbeye binmiyeceğim, diye yemin edilse, bu yemin sayılan üç sınıf hayvan dışında diğer hayvanları kapsamaz. Burada lafzın hakikati ke­sin olarak muteber değildir. Çünkü hiçbir kimse "Kim cariye getirirse ondan kendisine pay vardır" demez. Halbuki dabbe ismi şu ayeti kerimede onu da kapsamaktadır:

"Yeryüzündeki her dabbenin rızkını Allah verir."[23] Bundan da anlıyoruz ki, bu söz halkın kullanıp anladığı manaya gelir. Bu da binek ve yük hayvan­larını kapsar.

1461- Halk, dabbe olarak manda veya sığır bulunduruyor ve dabbe ismini bunlara vererek onlara biniyor ise, böyle bir yerde hüküm, oranın örfüne göredir.

Bizim muhitimizde ise dabbe at, katır ve eşeklerin adıdır.

1462- Komutan "Kim kasaplık dişi bir deve getirirse, onun­dur" derse ve biri bir inek yahut kasaplık erkek deve getirirse, onu alamaz. Ama koyun veya keçi getirirse, onun olur.

Çünkü bu isim hakikatte kasaplık bütün hayvanlar için kullanılırsa da halk onu özellikle koyun, keçi için kullanmaya alışmıştır. Halktan biri diğerine "hayvanlarından birini bana kes" deyince, bundan sadece koyun-keçi anlaşılır. Deve ile sığır anlaşılmaz.

1463- "Kim kasaplık erkek deve getirirse, onundur" derse, getiren kişi koyun ve sığır değil, sadece aldığı deveden hak kazanır. Bütün bunlar kasaplık hayvan olsa bile "cezür" ismi, deve dışındaki kasaplık hayvanlar için kullanılmaz.

Yine kıyasa göre binek olarak kullanılmış dişi veya erkek deve getirirse, bir şey almaya hak kazanamaz.

Çünkü "cezür" ismi bu cinslerden sadece boğazlanmak için bulundurulan develere verilir. Binilen develere bu isim verilmez. Bu da binek olarak kulla­nılmadan önceki durumudur. Binek develeri ise normal olarak yemek için bo­ğazlanmaz.

İstihsana göre bunlardan hangisini getirse almaya hak kazanır.

Çünkü örfte bu isim hepsi için kullanılır.

1464- "Kim bir Cemel veya Baîr getirirse, onunundur" derse ve biri Buhti bir deve getirirse, almaya hak kazınır.[24]

Çünkü "cemel" veya "baîr" İsmi hepsini kapsamaktadır. Ama "dişi veya erkek kim bir buhti getirirse" derse ve biri arabi de­ve yahut dişi deve getirirse, almaya hak kazanamaz.

Çünkü "buhti" Arap olmayan yabancı develere verilen isim olup Arap de­velerini kapsamaz. Nitekim yabancı deve ismi ganimet tahsisinde Arap develeri kapsamaz. Buhti ismi hem erkek hem dişi yabancı deveyi içine alır. Cemel adı da dişi ve erkek Arap develeri kapsar. Bakar (öküz-inek) adı, ganimet tahsi­sinde mandayı kapsamaz. Halbuki bu kıyasa göre kapsaması gerekirdi. Çünkü bakar ismi cinsin ismidir.

Görmüyor musun? Zekatta sığır (bakar)ın nisabı bununla tamam olmakta ve Rasulullahm "Her otuz bakar (sığır) başına iki yaşında erkek veya dişi bir sığır (tosun) zekat verilir"' hadisinde kapsamaktadır. Ancak örfe itibar edil­miştir. Örfte de manda*(camûs) ismi bunun dışında kalmaktadır. Bu isim ona ancak mukayyed olarak verilir. Nitekim farsça da mandaya "Gamiş" denilmek­tedir. Cemel ve baîr isimleri ise böyle değildir. Her dilde Buhti'ye de verilir.

1465- "Kim bir şât(koyun) getirirse, onundur" derse koyun olsun keçi olsun, erkek ve dişiyi kapsamaktadır. Halbuki bu kıyasa göre keçiyi kapsamaması gerekirdi.

Çünkü o başka bir isimle anılır. Manda isminde olduğu gibi, (şât) koyun ismi onun dışında kalmaktadır. Lâkin bunda başka mana itibar edilmiştir. Çün­kü normal olarak koyun ve keçiler birbirine katılmakta ve aynı sürü içinde bu­lunmaktadır. Hepsi de aynı şey sayılmaktadır. Koyun ve keçi ismi hepsine veril­mektedir. Halbuki mandalarda durum böyle değildir.

Koç ve teke ismi koyunu kapsamaz. Çünkü özel bir türün adıdır. Halbuki "decac" (tavuk için cins isim) horuzu da tavuğu da kapsamaktadır. Ama özel olarak "dîk" horoz ve "decâce" tavuk ismi diğerini kapsamaktadır.[25]

el- Camiu's-Sağir de yeminler bahsinde bunu belirttik ve dedik ki, biri "decac etini yemem" derse ve horoz eti yerse, yemini tutmamış olur. Ama "decace" tavuk etini yemem derse ve horoz etini yerse, yeminini bozmamış olur. Yine horoz (dîk) etini yemem, deyip yemin ederse ve tavuk etini yerse yemini bozmuş olmaz, Bu şeylerde tahsis edilen ganimetin hükmü, yeminlerin hükmü gibidir.

Doğrusunu Allah bilir.[26]

 

Birbirine Kavuşan İki Askeri Birliğe Ganimet Tahsisi

 

1466- Ordu iki koldan daruharbe girse ve her kolun komu­tanı birer seriyye gönderip alacakları ganimetlerin  üçte veya dörtte birini tahsis etse ve iki seriyye bir kale önünde birleşip düşmandan ganimet aldıktan sonra her biri karargahına dön­mek üzere ayrılsa, hiç tahsis yapılmamış gibi ganimetler arala­rında ganimet taksimi asasına göre taksim edilir.

Çünkü her komutan gönderdiği seriyyeye alacağı ganimetten tashsiste bulunmuştur. Her seriyyenin ganimeti de ancak taksim ile belli olur. Onun için önce beştebir (humus) alınmadan piyade ve süvari esasına göre ganimet seriy-yeler arasında taksim edilir.

Çünkü seriyelerden herhangi biri beşte biri almaya diğe­rinden daha layık değildir. Sonra her seriyye kendisine düşen payı ile karargâhına döner. Komutan bundan tahsislerini verir ve geri kalanı diğer ganimetlere ekler. Bundan da beşte biri ayırır ve geri kalanı seriyye fertleri ile asker arasında taksim eder. Hatta seriyelerden biri dört yüzü süvari, dörtyüzü de piyade olarak sekiz yüz, diğeri de yüzü süvari, üç yüzü de piyade olsa aynı işlem yapılır.

Ancak başlangıçta alman ganimet beş yüz süvari ve yedi yüz piyade esasına göre taksim edilir.

Sonra süvarilerin payı beş kısma bölünür: Bunun beşte biri sayıca az olan seriyyeye verilir. Beşte dördü ise diğer seriyyeye verilir. Piyadelerin payı ise yedi kısma bölünür. Yedide üçü sayıca az, yedide dördü de sayıca çok seriyyeye verilir. Bu şekilde her seriyyenin ganimetten payı belli olur.

1467- Komutanların ikisi veya biri ganimet tahsisi yapmış veya yapmamış olması durumunda hüküm aynıdır.

Çünkü her komutanın tahsisi diğer seriyyenin payı olan şeylerde geçerli değildir. Çünkü askerlerden olup üzerlerinde yetkisi yoktur. Doğrusunu Allah bilir.[27]

 

Komutanın Yapacağı Genel Ganimet Tahsisinden Yararlanacak Kişiler

 

1471- Komutan, askerlerden kim gidip ganimet alırsa dörtte biri onundur, derse, bu söz müslüman, zimmi, kadın, erkek, hür, köle, küçük, ergin, tüccar, savaşçı olup daha önce savaşsın veya savaşmasın, herkesi kapsar.

Çünkü amaç, savaşa ve ganimet almaya teşvik etmektir. Teşvik bunların tümü için geçerlidir. Nitekim teşvik sebebiyle ganimetten pay veya teşvik al­maya hak kazanıyorlar. Tüccar o ana kadar savaşmamış da olsa, şimdi savaş­mış ve düşmandan ganimetler alıp getirmiş olmaktadır. Onun için ganimetler­den tahsis almayı hak etmiştir.

1472- Eman altındaki kişi komutanın izni olmadan savaşa gitmişse, bunlardan bir şey alamaz.

Çünkü pay veya bahşiş olarak ganimette hakkı yoktur.

Ama komutanın izni ile savaşa gitmişse, zımmi gibi pay alır.

1473- Düşmandan bir esir komutanın bu sözünü işitir ve çıkıp savaşarak ganimet alırsa, aldığı bütün şeyler müslüman­larm olur.

Çünkü esirin kendisi, köle gibi, müslümanlarm ganimetidir .Aldığı şeyler de kendi kazancı olur .Kölenin kazandığı da efendisinindir. Onun için kendisi de, düşmandan kazandığı da müslümanlara ganimet olur.

1474- O bölgenin halkından olup eman altında bulunanlar komutanın sözünü işittiklerinde çıkıp düşmandan ganimetler alsalar ve karargaha getirseler, bakılır; Müslümanların verdik­leri eman bölgesinin dışında olacakları yere kadar gidip bu malları almış ve onlar için tekrar eman almışlarsa, bu mallar hepsi onların olur ve beşte bir payı alınmaz.

Çünkü oraya varmakla müslümanların onlara verdiği eman kalkmış olur. Artık onlar da düşman kişiler olup düşmanın mallarına saldırmış ve aldıktan sonra o mallar için tekrar eman almış sayılırlar.

1475- O malları müslümanların yakınında ve düşmandan emin olmayacakları bir yerde almışlarsa, bakılır. Komutanın izni dışında çıkmışlarsa, aldıkları bütün mallar müslümanların olur. Komutanın izni ile çıkmışlarsa, sadece yapılan tahsisi alırlar.

Komutanın izni ile çıkanlar ile izinsiz çıkanlar arasındaki fark şudur: Eman altında olup izinli çıkanların düşman tarafından kuşatıldıklarını duyduk­larında müslümanların onlara yardıma gitmesi gerekir. Tıpkı zimmet ehline yardım etmeleri gerektiği gibi.

Ama izinsiz çıkanlara yardım etmeleri gerekmez. Ganimet tahsisisnde de izinli çıkanların hükmü, zimmet ehlinin hükmü gibidir. İzinsiz çıkanlar ise, böyle değildir.

Allah en iyi bilir.[28]

 

Sığınağa Baskın Yapan Askerlere Ganimetten Pay Tahsis Etmek

 

1476- Müslümanlar, düşmanın içinde gizlenip savaştığı bir sığmak görseler ve devlet başkanı (emir) "Kim bu sığınağa girerse, ona ganimetten yüz dirhem vardır" derse, müslüman-lardan bir grup sığınağa girse, fakat girilen kapıdan başka kilitli bir kapının bulunduğu görülse ve iki kapı arasında kimse görülmezse (kimse yoksa) ve bütün müslüman askerler ikinci kapıya baskın yapıp içeri girseler, birinci kapıdan girenlerin herbirine ganimetten yüz dirhem verilir.

Çünkü devlet başkanı onlara verileceğini belirtmiştir. Çünkü "Kim" sözü geneldir ve herkesi tek tek kapsar.

Diğer savaşçılar "İki kapı arasında (sığmağın içinde) kimse yoktu, sığı­nağın kapısından girmek için hepimiz çarpıştık" diye itiraz edecek olursa, onlara şöyle denir:

Devlet başkanı onlara ganimetten pay tahsis etmek suretiyle birinci kapıdan sığmağa girmeyi teşvik etmiştir. O gün pay tahsis etmek zorunlu bir ihtiyaçtı. Zaten birinci kapıdan başka kapının olduğunu da bilmiyordunuz ve sığınağın içinde kimsenin bulunmadığından da haberiniz yoktu.

Devlet başkanı bir kapı belirtmeyip "Kim sığınağın kapısından girerse" demiş ve ikinci kapıyı kastetmiş olabilir" diye itiraz edilse, yine şöyle cevap verilir:

Durum böyle değildir. Çünkü ganimetten pay tahsis ettiği zaman devlet başkanı birinci kapıyı kastetmişti ve müslümanlar da bunu biliyor ve ondan girmeye cesaret edemiyorlardi. Pay tahsisinden sonra o kapıdan girenler kendilerini tehlikeye atmış ve devlet başkanının pay tahsis etmesi karşılığında kendilerinden istediği işi yapmış bulunmaktadırlar.

"Girenlerin her birine değil, tümüne yüz dirhem verilmesi gerekir, çünkü devlet başkanı girenlere verileceğini söylemiştir." itirazına da şöyle cevap verilir:

Söz mutlak olarak kullanıldığı zaman, akla ilk gelen anlamda olur. Bura­da da her birine ayrı ayrı yüz dirhem verilmesi anlamını ifade eder. Çünkü "Yüz" kelimesini belirtisiz kullanmıştır. Bu da her birinin ayrı ayrı yüz dirhemlik payı hak ettiğini gösterir

1477- Aynı şekilde, "Kim girerse, ganimetin dörtte birini alır" yerine, "Kim girerse, ona bîr kişi vardır" derse ve on kişi girerse, bunların tümüne ganimetin dörtte biri verilir.

Çünkü Örfe göre, ganimete ilave olarak girenlere vermek vacip olur, Ancak galip anlayışa göre onun maksadı, girenlerin belirtilen şeyde ortak olmalarıdır.

Nitekim girenler miktar olarak dörtten fazladır. Halbuki ganimet ancak dört pay olur. Bundan da anlaşılıyor ki maksadı, dörtte bir payda hepsinin ortak

olmasıdır.

1478- Biri girdikten sonra diğeri girse, onun da ardından diğeri girse ve böylece girenler ona tamamlansa, hepsi birden girmiş gibi onlara dörttebir pay verilir.

Çünkü ayrı ayrı veya toplu olarak şartını koşmadan girenlere pay verileceğini ifade etmiştir.

1479- Ancak bütün bunlar, düşman kapıdan uzaklaşmadan

Önce girenler içindir. Düşmanın uzaklaştığı veya iki kapı ara­sında bulunmadığı anlaşılırsa, girenlere birşey verilmez.

Çünkü maksat, girmeyi teşvik etmektir. Bu da korkunun varlığı duru­munda söz konusu olur.

1480- Yine, müslümanlar kapıyı açtıktan sonra bir pusudan endişelenerek girmekten korkarlarsa, durum aynı olup onlara birşey verilmez.

Çünkü maksat girmeyi teşvik etmektir ve bu korkunun devamı ile kayıtlıdır.

1481- Yine, kim girerse sığınağın patriği onundur, derse ve korkunun devam ettiği sırada on kişi tek tek veya toplu olarak girseler, durum aynıdır.

Çünkü patriği belirtili olarak zikretmesinden dolayı bu on kişinin ortak olduğunu anlıyoruz.

1482- Ama giren herkese bir patrik vardır, derse, o zaman giren herkese ayn ayrı birer patrik düşer.

Çünkü burada verileceğini söylediği şey belirtisizdir.

Ama sığmakta iki veya üç patrikten başka yoksa, o zaman girenlerin tümü bunlarda ortak olur ve kendilerine başka birşey verilmez.

Çünkü bir şeyin vacip olması yer itibariyle sahih olur. Onun için ancak o yerde mevcut olan şeyin miktarında geçerli olur.

1483- Buna göre, girenlere onların cariyelerinden bir cariye vardır, derse ve üçten fazla cariyenin bulunmadığı anlaşılsa, bunlar yine aralarında eşit şekilde ortak olurlar.

Çünkü birileri diğer birilerinden öncelikli değildir. Onlara başka bir şey verilmez. Çünkü verilmesi vadedilen sadece cariyelerdir.

1484- Ama, onların cariyelerinden bir cariye vardır, yerine "Ona bir cariye vardır" derse, o zaman girenlerin her birine bir cariye veya sığınakta bulunan maldan vasat bir cariye ücreti mal verilir.

Çünkü giren herkese bir cariye verileceğini mutlak olarak belirtmiştir. Bu da ya bizzat bir cariyeyi yahut onun değeri kadar mal almayı her biri için ayn ayrı gerektirmektedir.

Ancak bu mal, sığınakta bulunan mal ile sınırlıdır. Yani ancak sığınakta bulunan maldan onlara verilebilir.

Çünkü maksat, müslümanlara yararı sağlamaktır. Bu da ancak sığınakta bulunan mal ile sınırlandırılması durumunda gerçekleşir.

Sığınakta hiçbir şey bulamazlarsa, o zaman girenlere birşey verilmez.

Çünkü devlet başkanının onlara verileceğini söylediği şey mevcut değildir. Bu durumu vasiyet örneğiyle imam şöyle açıklamıştır:

Falan kişiye cariyelerimden bir cariye vasiyet ettim, dedik­ten sonra kişi ölse ve hiçbir cariyesi de yoksa, kendisine vasiyet edilen kişi hiçbir şey alamaz. Ama bir cariye vasiyet ettim, derse, o zaman kendisine Ölenin malından bir cariyenin ücreti kadar mal verilir.

Vasiyeti yaptıktan sonra ölen adamın hiçbir malı da yoksa, o zaman kendisine vasiyet edilen kişi hiçbir şey alamaz. Ganimetten pay tahsis etmek de bu şekildedir. Sığınakta hiçbir mal bulunmazsa, başka yerden alınan mallardan onlara birşey verilmez.

Çünkü söyleyen kişinin sözünün kastettiği şey ile sınırlanmış olması, soyliyenin bizzat belirterek sınırlandırması gbidir.

1485- Müslümanlardan bir kişi girip kapının arkasında kimsenin bulunmadığım seslendikten sonra bir topluluk içeri girse, tahsis edilen ganimet payı sadece o seslenen kişinindir.

Çünkü korku halinin mevcut olduğu durumda girmiştir. Onun seslenme­sinden sonra korku ortadan kalkmıştır.

Ama sığmak karanlık olup ilk giren kişinin seslenmesini de işitmeden ve durum kendilerine açık olmadan girmişlerse, durum değişir.

Çünkü korkunun devam ettiği bir zamanda girmiş olup ganimetten vade­dilen payı almakta ilk giren kişi gibidirler.

1486- Bir topluluk kapıdan, başka bir topluluk da kendi izinleriyle  başkaları  tarafından  damdan  girip  sığınağın ortasına kadar gelseler, devlet başkanı "Kim girerse" demişse, vadedilen pay her birinin olur.

Çünkü mutlak giriş şart koşulmuştur. Her biri de bu şartı yerine getirmiş­tir. Ama "Sığmağın kapısından kim girerse" demişse, durum değişir. Çünkü burada kapıdan girme şartı koşulmuştur.

Nitekim bir kişi karısına "Bu kapıdan çikarsan" diye şart koşsa, o da dam tarafından çıksa, kendisine birşey gerekmez. Ama mutlak olarak "Evden çıkar-san" derse, durum değişir.

1487- Dam tarafından girenler metal kazanlar içinde arkadaşları tarafından iple sarkıtılarak içeri girseler ve müsliimmılnr kaleyi fethedinceye kadar iplere asılı olarak sığınak sakinleriyle savaşsalar, vadedilen ganimet payını alırlar.

Çünkü deviet başkanının kastettiği savaş yerine ulaşmışlardır. Cesaret gösterip vardıkları ve müslümanlara yarar sağlayan yer orasıdır. Nitekim düş­man onlarla vuruşarak meşgul edildiği için müslümanlar kaleyi fethetme imkam bulmuşlardır.

1488- Arkadaşları onları bir veya iki metre sarkıttıktan sonra geri çekip çıkarsalar, giriş gerçekleşmiş olmaz.

Çünkü savaş yerine gelmiş olmadıkları gibi müslümanlar da onların hu yaptıklarından bir yarar sağlamış değildir. Onun için vadedilen payı alamazlar.

1489- Sarkıtma sırasında ipler kopup kalenin içine düşseler, vadedilen payı alırlar.

Çünkü onları kendi istekleriyle sarkıtmıslardır. Sanki kendi kendilerini içeri indirmiş olmaktadırlar. Kendilerine koşulan şartı yerine getirdikleri için vadedilen ganimet payını alırlar.

1490- Sığınağa indirilenler istemediği halde, sarkıtanlar ipleri kesseler, onlar da sığınağın içine düşse ve kale fethedi-linceye kadar içeride vuruşsalar, vadedilen ganimet payından bîrşey alamazlar.

Çünkü kaleye kendileri girmemiş, bilakis başkaları onları atmıştır. İplerin kesilmesi kendi istekleriyle olmadığından yapılan işi de onlar yapmış sayıl­mazlar. Ama kendileri iplerin kesilmesini istemişse, o zaman durum değişir.

Nitekim bu düşüş esnasında vurulacak olurlarsa, ipleri keserek indirenler diyet tazminatı ile cezalandırılırlar. Halbuki birinci durumda tazminat söz konu­su değildir. Çünkü bu durumda sanki kendi kendilerini atmış olmaktadırlar. Aksi halde hem vadedilen ganimet payını almak hem de diyet almak mümkün

değildir.

1491- Sığınağın üstünde çarpışırken adamlarından birinin ayağı kayarak içine düşse, vadedilen ganimet payını alır.

Çünkü oraya ayağım basan kendisidir. Bu işinin doğurduğu diğer iş de muteber oiup kalenin içine düşmesi sanki kendi iradesiyle girmesi gibidir.

1492- Başkası onu içine kakalayacak olursa, vadedilen ganimetten bir şey alamaz.

Çünkü kendisi girmek istemediği halde başkası onu içine kakalamıştır. Ama kendisini içine kakalaması için arkadaşlarına söylemiş ve onlar da bu işi yapmışlarsa, kendisi kendi iradesiyle girmiş gibi olur. Zira amaç cesareti göstermektir. Bu da başkasının müdahalesiyle de olsa meydana gelmiştir. Kendi isteğiyle değilse, cesaret gösterme meydana gelmemiş olur.   -

1493- Arkadaşları onu sarkıttıktan sonra düşman ipleri keser ve kendisi de içine düşüp sığınak fethedilinceye kadar vuruşursa, vadedilen ganimeti alır.

Çünkü kılıçlarla iplerin kesildiği yere kadar inmesiyle savaş yerine inmiş sayılır.

1494- Düşman silahının ulaşamayacağı kadar havada yüksek bir yerde olup düşman onu kementle sığınağın içine çekerek düşürse, vadedilen ganimetten birşey alamaz.

Çünkü cesaret göstererek sığınağa girmiş olmayıp düşmanın çekmesiyle oraya düşmüş olmaktadır. Onun için ganimetten birşey alamaz.

1495- Sığınak halkı erkeklere eman almak, malları ve çoluk

çocuğu alıp götürmek üzere müslümanlardan eman isteseler, sonra da müslümanlan içeri soksalar, onlar da erkeklerin sayı­sının elli olduğunu görseler, barış tekliflerini kabul ederler. Ondan sonra içeri girdiklerinde erkeklerin sayısının bin oldu-

ğunu ve sığınağın kilometrelerce yerin altında uzandığını, ancak yeryüzüne çıkan bir tek kapısının bulunduğunu görseler, bu sığınak bir tane sayılır ve içindeki bütün insanlar eman altında olup onlara dokunulamaz.

Çünkü sığmağın yer yüzüne çıkan kapısı tektir. Bu da yer yüzündeki çok odalı ve yola açılan tek kapılı bir ev gibi bir sığınak sayılır. Müslamanlar sığmaktaki erkeklerin sayısını az sanarak erkeklere eman vermişlerdir. Hüküm de zanna değil, sığmaktakilerin açıkça belirttiğine göre olur. Bundan dolayı sığınaktakilerin tümü eman altında olurlar.

1496- Sığmağın yer yüzüne açılan iki kapısı olsa, giriş ayrı olduğundan sığınak iki tane sayılır.

Tıpkı yeryüzündeki iki kapılı büyük bir ev gibi. Bu da ayrı ayrı iki kapısı olduğundan iki ev hükmündedir.

1497- Eman müslümanların tarafında olan sığınak için gerçekleşmiş olur ve içinde bulunan erkekler de eman altında sayılır. Ama diğer taraftaki sığınakta bulunan erkekler eman altında olmayıp fey' sayılırlar.

1498- ikinci sığmakta bulunanlar "Biz birinci sığınak-takilerdeniz" derse, sözlerine itibar edilmez.

Çünkü eman verilen yerden başka yerde bulunmuşlardır. Onun için eman konusunda sözleri kabul edilmez.

Ama tek tek biliniyor ve tanınıyorsa, durum değişir.

Tıpkı halkı zimmet ehli olan bir köye düşmandan bir topluluğun girmesi ve o köyü müslümanların alması durumundaki gibi. Zımmi olduğu bilinen kişiler dışında köy halkının tamamı fey' olur.

1499- Birinci sığınakta bulunan kişiler eman altında olurlar.

Çünkü eman verilen yerde bulunmuşlardır.

Ama ikinci sığmak halkından olduğu bilinenler eman altında olmaz.

Tıpkı zimmet ehlinin köylerinden birine giren düşman topluluk gibi. Düş­man halktan olduğu tek tek tesbit edilenler dışında o köy halkının esir alınıp köleleştirilmesi söz konusu değildir.

1500- İki sığmak arasında bir duvar olup iki tarafta bu­lunan kişiler bu duvarda bulunan bir kapı ile birbirlerine gidip geliyorlarsa, bu duvar iki sığınak arasında ayırıcı kabul edilir.

Arada duvar yoksa, iki tarafı ayıran yere bakılır ve iki sığınak o yerden ayrılmış kabul eilir. İki tarafı birbirinden ayıracak hiçbir engel yoksa, o zaman sığınağın tümü bir sığmak sayılır.

Tıpkı birçok kapısı bulunan yer yüzündeki bir şehir gibi. Kapılarının çokluğu onu bir tek şehir olmaktan çıkarmaz.

Yerin altındaki sığmaklar yer yüzündeki evler gibi olup içindeki bütün erkekler eman altında olurlar.

Allah en iyi bilir.[29]

 

Atılganlık Durumuna Göre Değişik Ganimet Miktarlarının Vadedilmesi

 

1501- Müslümanlar bir kalenin kapısına dayandıkları bir sırada devlet başkanının "Kaleye önce girene üç kişi, ikinci olarak girene iki kişi, üçüncü olarak girene bir kişi ganimet olarak verliecektir" demesi geçerli olup meşakket derecesine göre yapılmış bir tahsis olur. Önce girenin meşakkati ondan sonra girenin meşakkatinden fazla, ikinci olarak girenin meşakkati de üçüncü olarak girenin meşakkatinden fazladır.

1502- Üç kişi ardarda girecek olursa, birinci olarak girene üç, ikinci olarak girene iki ve üçüncü   olarak girene bir kişi ganimet olarak verilir.

1503- "Sizden kim girerse ona uç kışı, ikinciye, ıkı, üçün­cüye de bir kişi verilecektir" demesi de aynı şekildedir.

Çünkü ikinci ve üçüncü diyerek birbirine atfetmesi (sıra sayısı ile ilave etmesi) kimin önce gireceğini belirtmek istediğini gösterir. Bu ifadeyi kullanmış olması sanki açıkça belirtmesi gibidir.

1504- "Hanginiz girerse" demesi de aynıdır.

Çünkü "Eyyu^Hanginiz?" kelimesi muhatap kişileri teker teker kapsa­makta olup "Men=Kim?" kelimesi gibidir.

1505- İkinci ve üçüncü kişinin vadedilen ganimet payını alabilmeleri için tehlike halinin devam etmiş olması gerekir. Tehlike hali geçtikten sonra girenlere birşey verilmez.

1506- Üçü de birlikte girecek olursa, ikinci ve üçüncünün alacağı paylar düşer ve üçüne birden bir kişi verilir. Onu da aralarında eşit olarak paylaşırlar.

Çünkü birinci önce olanın adıdır. İkinci de birincinin ardında gelen ikincinin adıdır. Üçüncü de ikinciden sonra gelenin adıdır. İşin gerçeği budur. Ancak devlet başkanının amacı, gösterilen kuvvet ve cesaret derecesine göre ganimetten pay vadetmektir. Bir kişinin girmesi sırasında gösterdiği cesaret üç kişinin birlikte girmesi sırasında gösterilen cesaretten elbette farklıdır. Onun için birinciye vadedilen ganimet payı düşmektedir. Aynı şekilde birinciden son­ra girerken gösterilen cesaret iki kişi ile beraber girerken gösterilen cesaret gibi değildir. İki kişi girdikten sonra girerken gösterilen cesaret, onunla beraber girerken de meydana gelir, hatta fazlasıyla olur. Onun için üçüncüye vadedilen kadar verilmesi gerekir.

1507- Birlikte giren bu üç kişiden hiçbiri birinci kabul edilmesi için diğer ikisinden evla değildir. Onun için hepsine eşit olarak üçüncüye verilen pay verilir.

Her biri üçüncü kabul edilerek ona niçin bir şahıs verilmiyor? denilecek Olursa, şunu deriz:

Çünkü devlet başkanı üçüncü kişiye bir şahsın verileceğini belirtmiştir. Üçüncü kelimesinin de ancak tekili ifade ettiğini belirtmiştik. Kullanılan bu laf­zın genel.sayılması yahut hepsini kapsadığının kabul edilmesi mümkün değildir. Onlardan sadece bir kişi kapsar. Payda hepsinin eşit olmaları ise istihkak sebe­binde eşitlik ve denklik itibariyledir.

1508- İki kişi birlikte girdikten sonra üçüncü kişi girerse, birinci için vadedilen pay geçersiz olur.

Çünkü o ikisinden birinci yoktur ve ikisine birden ikinci'için vadedilen pay verilir.

O da iki şahıstır.

Çünkü o ikisinden ikinci kişi bellidir. Yani her halükârda onlardan biri ikincidir ve ikisine de zaten ikincinin payı verilmektedir. Nitekim her birine ar­kadaşıyla beraber girerken verilecek pay, arkadaşından sonra girerken verilecek paydan daha açıktır.

Üçüncü kişiye bir şahıs verilir.

Çünkü iki kişden sonra girmiş ve üçüncü olmuştur.

1509- İki kişi birlikte girdikten sonra iki kişi daha birlikte girecek olsa, ilk iki kişiye ikinci şahsın payı verilir ve diğer­lerine birşey verilmez.

Çünkü üçüncü ile beraber dördüncü kişi girmiştir. Üçüncü de iki kişiden sonra giren tekil kişinin adıdır. Son iki kişinin hiçbiri de bu nitelikte değildir. Çünkü arkadaşıyla beraber girmiştir.

1510- Dört kişi birlikte girecek olsa, hiçbirine birşey verilmez.

Çünkü aralarında birinci, ikinci ve üçüncü belli değildir. Çünkü dördüncü kişi hepsinin sırasını bozmaktadır. Nitekim yirmi kişi veya bütün askerler birlikte girecek olsaydı onlar herhangi birşey almaya hak kazanırlar mıydı?                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               

1511- Önce bir, sonra iki kişi girse, önce giren birincinin payını alır.

Çünkü tekildir ve önce girmiştir.

İkinci kişi için vadedilen pay geçersiz olur. Çünkü ikincinin kim olduğu belli değildir.

Ancak ikisi birden üçüncünün payını alırlar. Çünkü üçüncünün onlardan biri olduğunu kesin olarak biliyoruz.

1512- Önce bir, sonra bir kişi girdikten sonra iki kişi girse,

sonra giren iki kişiye birşey verilmez.

Çünkü son ikisinden hangisi üçüncü olduğu belli değildir. Zira her biri arkadaşıyla beraber dördürcü olmaktadır. Devlet başkanı dördüncü için bir şey vadetmemiştir.

1513- Devlet başkanı bir kişiyi bizzat göstererek "Önce senin girmeni istemiyorum, ama ikinci olarak girersen, sana iki şahıs vardır" dediği halde bu kişi ilk olarak girerse, kıyasa göre birşey alamaz.

Çünkü devlet başkanı ilk giren için birşey vadetmemiştir. Sadece ikinci olarak girdiği takdirde pay verileceğini söylemiştir. Bu da koşulan şarta uyma­mıştır.

İstihsana göre bu adam iki şahıs alır.

Çünkü kuvvet ve cesaret göstermede devlet başkanının kendisinden iste­diğini fazlasıyla yapmıştır. Devlet başkanının "Önce senin girmeni istemi­yorum" sözünden maksadın onun ikinci olarak girmek istemesi olmayıp savaşta cesaret ve kuvvet göstermeye teşvik olduğu anlaşılmaktadır. O da bunu en güzel şekilde ortaya koymuştur.

1514- Ama devlet başkanı "Senin ilk olarak girmeni isti­yorum" demeden sadece "ikinci olarak girersen sana iki şahıs vardır" dedikten sonra adam birinci olarak girerse, birşey alamaz.

Çünkü burada devlet başkanının maksadı, adamın canını koruması için ilk olarak girmekten alıkoymaktır. Çünkü adamın kendini tehlikelere attığım bi­liyor. Daha kuvvetli ve emin olarak girmesini sağlamak için ondan önce baş­kasının girmesini veya başkalarıyla beraber girmesini istemiştir. Bu şartla gir­mediği takdirde devlet başkanının vadettiği payı alamaz.

Belirttiğimiz bu mana muhtemeldir. İstihsan kısmında bundan önce söy­lediğimiz mana da muhtemeldir. İki muhtemelden biri ancak delil ile sabit olur. İstihsan kısmında, yani önceki maddede delil mevcut olmuştur ki devlet başka­nının sözünün başmda söylediği mukaddimedir. Ama ikinci maddede bu delil mevcut değildir. Onun için burada ihtimal devam etmektedir. İhtimal olan yerde de hak sabit olmaz.

1515- Ama başka biriyle girecek olsa, iki şahıs pay alır.

Çünkü devlet başkanının koştuğu.şarta uygun olarak başkasıyla beraber girmiştir.

1516- Üç kişi arasında girecek olursa, ikinci olarak girmesi şart ko-şulduğu için birşey alamaz. Üçüncü olarak girdiği takdirde pay verileceği belirtilseydi, pay almayı hak ederdi.

1517- Topluluğa "Sizden kim ikinci olarak girerse, bir şahıs payı vardır" dediği halde oradakilerden biri ilk olarak girerse, hiçbir şey alamaz.

Çünkü birinci olarak girene değil, ikinci olarak girene verileceğini belirtmiştir.

"Birinci olarak girmekte kuvvet ve cesaret daha açıktır, bu adam istenilen kuvvet ve cesareti fazlasıyla göstermiştir" diye itiraz edilecek olursa, şöyle deriz:

Evet, söylenen doğrudur. Ama bu pay tahsis etmenin belirli bir kişi için yapıldığı zaman geçerli olur. Ama pay tahsisi belirsiz kişiye yapılmış ise, o zaman şart koşulduğunda belirtilen niteliklere riayet etmek gerekir.

Nitekim, kendisinden istenilenin daha iyisini yaptığı için bu kişi vadedilen payı alacak olsa, ondan sonra da ikinci kişi girse, bu adam pay almaya hak kazanır mı? Pay almayı hak etmez, demek caiz değildir. Çünkü devlet başkanının koştuğu şarta uygun olarak istenileni yapmıştır. Bu kişinin pay almayı hak etmesi kesinleşînce, önce girenin alacağı birşey olmadığı da kesinleşmiş olur. Ama pay vadetme belirli bir kişi için yapıldığı takdirde, bu durum meydana gelmez.

1518- Üç kişiye ayrı ayrı "Sizden kim önce girerse ona üç şahıs payı vardır" derse ve onlardan biri bu üç kişinin dışında başka bir müslüman ile beraber girecek olsa, üç kişiden olup giren kişiye üç şahıs payı verilir.

Çünkü ilk giren kişi olarak değil, belirtilen üç kişiden giren ilk kişi olarak girdiği takdirde bu payın verileceğini belirtmiştir. Diğer iki kişi onunla beraber girmediği için kendisi ilk giren kişi sayılır. Üç kişinin dışında kişilerin onunla beraber girmiş olması alacağı payı düşürmez.

1519- Ama üç kişiyi göstererek "Sizden kim herkesten önce girerse ona üç şahıs payı vardır" dediği halde, onlardan biri bu şekilde girecek olursa, vadedilen payı alamaz.

Çünkü tek başına ve herkesten önce girmesi şart koşulmuştur. Başkası onunla beraber girdiği için şart yerine gelmemiş olur. Halbuki Önceki maddede arkadaşlarından önce girmesi şart koşulmuştu ve oda iki arkadaşmdan önce girmiştir.

1520- Aynı şekilde bu şarta göre üç kişiden ikisi birlikte girecek olsa, birşey alamazlar.

Çünkü herkesten önce girecek kişiye pay verileceği şartı koşulmuştu. Bu şart da yetine gelmemiştir.

1521- Gençlerden önce girene iki, ikinci olarak girene de bir şahıs payı vardır, büyüklerden önce girene ise üç, ikinci olarak girene de iki şahıs payı vardır, dedikten sonra bir genç, bir de büyük iki kişi birlikte girse, genç iki şahıs payı alır.

Çünkü giren ilk genç kişidir. Onunla beraber giren ise genç değildir. Büyük için de üç şahıs payı vardır.

Çünkü büyüklerden ilk giren kişidir ve onunla beraber giren büyük değildir.

1522- İki genç ve bir büyük girecek olsa, büyük kişiye üç şahıs payı verilir.

Çünkü giren ilk büyük kişidir.

Giren ilk gencin payı geçersiz olur. Çünkü aralarında birinci yoktur. Çünkü her biri diğerine göre birincidir.

Sadece ikincinin payı olan bir şahıs payını alırlar ve aralarında paylaşırlar. Çünkü ikinci onlardan biridir.

Buna göre iki genç ve iki büyük birlikte girecek olsa, büyük iki kişi için de büyüklerden ikinciye vadedilen pay düşer. Çünkü büyüklerden biri diğerine göre ikincidir ve aralarında birinci mev­cut olmaz.                                             

1523- Şam halkından kim önce girerse ona şöyle vardır, dedikten sonra başka bir adam girse ve ondan sonra da Şam halkından biri girse, Şam halkından olan kişi vadedilen payı alır.

Çünkü Şam halkından giren ilk kişidir ve devlet başkanı da Şam halkından olmayı şart koşmuştur.

Ama "Halktan ilk kişi olarak" demişse, o zaman bu kişi bir şey alamaz. Çünkü ilk kişi değildir.

1524- Buna gire, hür kişilerden kim önce girerse yahut "Halktan kim önce girerse" yahut müslüman lar dan veya insanlardan kim önce girerse, demişse, belirttiğimiz şekilde farklı olur.

Nitekim "Satın alacağım ilk müslüman köle hür olur" deyip yukarıdaki şekilde satın alacak olursa, müslüman köle hür olmaz. Yine Türk kölelerden kim eve önce girerse hür olur, dedikten sonra önce Hintli bir köle girdikten sonra bir Türk köle girerse, Türk köle hür olur. Ama kölelerimden kim önce girerse, demişse, Türk köle hür olmaz.

1525- Önce giren ilk süvariye bir şahıs payı vardır, dedikten sonra bir adam girer ve arkasında bir süvari girerse, süvari vadedilen payı alır.

Çünkü girecek ilk süvariye verileceğini söylemiştir. Bu da ilk süvari olarak girmiştir.

Ama halktan kim önce girerse, deseydi, bu süvari birşey alamazdı.

Çünkü halktan ilk giren kendisi değildir. Ondan önce başkası girmiştir. .

1526- Zırhsız olarak kim Önce girerse, dedikten sonra önce bir zırhlı, sonra da zırhsız biri girerse, zıhrsız kişi payı almayı hak eder.

Çünkü zırhsız olarak ilk Önce giren kişiye verileceğini söylemiştir. Bu da zırhsız olarak ilk Önce girmiştir.

Ama halktan önce, deseydi durum değişirdi. Zırhlı olarak

birinin ilk önce girmesinin şart koşulması meselesi de yanı

şekildedir.

Çünkü bununla savaşta kuvveti kastetmiştir. Zira zırhlının yapacağı, zırhı olmayanın yapacağından farklıdır. Onun için zırhlı zırhsız iki kişinin birlikte girmesi yahut zırhı olmayandan sonra zırhlının girmesi durumu değiştirmez. Zırhlıya pay düşer. Ama herkesten önce demişse, o zaman durum farklı olur.

1527- Yine "Hangi kargıcı önce atarsa" dedikten sonra, önce okçu, sonra kargıcı atarsa, durum aynıdır.

Çünkü ilk kargıcı atmış olmaktadır.

Ama "Halktan kim önce atarsa" derse, o zaman onların hiçbirine birşey düşmez.

1528- Hangi süvari önce girerse veya hangi piyade Önce girerse, dedikten sonra bir süvari ve bir piyade girerse, ister birlikte girsinler ister ayrı ayrı girsinler, her birine ayrı ayrı bir şahıs payı verilir.

Çünkü her iki durumda da onlardan biri giren ilk süvari, diğeri de ilk piyadedir.

1529- İki süvari ve iki piyade birlikte girecek olsa, hiçbiri birşey alamaz.

Çünkü "İlk" sözü kişilerden ilk olanı ifade eder. Her iki sınıftan da kimin ilk olduğu belli olmadığından kimse birşey alamaz.

1530- Hangi süvari veya piyade Önce girerse, dedikten sonra bir süvari ve bir piyade birlikte girseler, hiçbiri birşey alamaz.

Çünkü onlardan "ilk" niteliğini taşıyan belli değildir. İlk süvari veya ilk piyade demesi, mutlak olarak ilk olan birini ifade eder. Halbuki bundan önceki durum böyle değildir. Orada ilk süvari ve ilk piyade özelliğini taşıyordu ve bu özellikle sınırlandırılmıştı. Şamlı ve Horasanlı misali de bunun gibidir.

1531- Hepinizden bu kaleye kim ilk önce girerse, ona bir şahıs payı vardır, dedikten sonra beş kişi birlikte girecek olsa, her birine bir şahıs payı düşer.

Çünkü "Hepiniz" sözü fertleri ayn ayrı kapsamakta ve herbiri ilk olarak girmiş sayılmaktadır. Hepiniz demekle her ferdi ayn ayrı belirtmiş gibi olup onların her biri ilk olarak girmiş gibidir.

1532- Peşpeşe girseler, önce giren payı almaya hak kazanır.

Çünkü "Men" (Kim) sözü, türün genelini ifade eder ve girenlerden her birinin başkası yokmuş gibi tekilliğini ifade etmez. Genel (umum) gözönünde bulundurularak aralarında ilk yok kabul edilir. Ama "Kül" (Hep) kelimesi, bera­berinde başkası yokmuş gibi fertlerden her birini ayrı ayrı gözönünde bulun­durmayı gerektirir.

Nitekim "Önce giren her adam" deseydi ve beş kişi birlikte girseydi, her birine bir şahıs payı düşerdi.

"Kül" (Hep) sözü umumu da gerektirebilir. Ama onu umum manada sayacak olursak, bir anlamı kalmaz. Çünkü bu "Kim girerse" sözü ile sabit olmuştur zaten. Onun için fazla bir mana ifade etmiş olması kaçınılmazdır. Bu da bizim söylediğimiz şeydir. O da kendisinden Önce kimsenin girmedği her kişi için çoğul anlamı gerektirmesi ve tek başına ele alınmasıdır.

Halbuki "Eyyu" (Hangi) kelimesi çoğulu değil, umumu gerektirir. Bu durumda kim önce girerse, sözü ile hangi adam önce girerse, sözü eşit olur ve beş kişi birlikte girdikleri takdirde hiçbirine birşey düşmez.

1533- Önce girenlerin tümü derse ve beş kişi birden girse, hepsine eşit olarak paylaşacakları bir şahıs payı verilir.

Çünkü burada "Men (Kim)" kelimesiyle beraber kullanılan diğer kelime tekilliği değil, sadece çoğulu ifade eder. Bundan dolayı girenlerin tümü birtek şahıs gibi olurlar. Hepsi iîk olmaktadırlar. Onun için hepsine birden birtek şahıs payı düşer. Kül (hep) kelimesi ifrad yolu ile çoğulu gerektirir. O takdirde girenlerin her birini ayrı ayrı kapsamış gibi her birine ayn bir şahıs payı düşmektedir.

1534- Sizden kim beşinci olarak girerse, ona bir şahıs payı vardır, dedikten sonra beş kişi birlikte girse, hepsine ortak olacağı bir şahıs payı düşmektedir.

Çünkü onlardan beşincinin olduğu kesindir. Beşinci şahıs, için vadedilen payı almada da biri diğerinden evla değildir.

1535- Peşpeşe girecek olsalar, şahıs payı sadece beşinciye

düşer,

Çünkü devlet başkanı beşinci oiarak giren için pay vadetmiştir ve kimin

beşinci olduğu kesindir.

1536- Önce üç, sonra iki kişi girecek olsa, bir kişilik şahıs payı iki kişiye verilir.

Çünkü beşinci kişi bu ikisinden biridir.

1537- Önce üç kişi , onların arkasından da üç kişi girecek olsa, hiç biri birşey alamaz.

Çünki her biri arkadaşlarıyla beraber altıncı kişidir ve altıncı kişiye birşey vadedilmiş değildir.

1538- Sizden kim beşinci olarak girerse, dedikten sonra beş kişi peşpeşe girse, vadedilen pay beşinci olarak giren kişiye verilir.

Çünkü beşinci adı onu ifade etmektedir.

1539- Beş kişi birlikte girecek olsa, her birine bir şahıs payı

verilir.    .

Çünkü kül(hep) kelimesi ifrad (tekillik) yolu ile çoğulu gerektirir. Böylece her biri diğer dört kişi bulunduğu için beşinci kişi olmaktadır. Tıpkı onlar kendisinden önce girmiş gibi beşinci olur.

1540- Sizden beşinci olarak girenlerin hepsi, dedikten sonra beş kişi birlikte girse, hepsine sadece birtek şahıs payı verilir.

Çünkü sözlerinde her birinin ayrı ayrı olmasını gerektiren birşey yoktur. Kullanılan ifade hepsini birlikte kapsamakta olup tümü bir tek şahsın alacağı

payı alabilirler.

1541- Sizden beşinci olarak giren herkese bir şahıs payı vardır, dedikten sonra korkunun devam ettiği bir durumda beş kişi birlikte girse, onlardan sonra da beş kişi birlikte girse, on şahıs payı alacak şekilde her birine ayrı ayrı bir şahıs payı düşmektedir.

Çünkü bu sözün anlamı şudur: Sizden kim beşin beşincisi olarak girerse. Birninci beşten her biri de beşin beşincisidir. İkinci beşten de her kişi beşin beşincisidir. Beşinci kişi ancak beş kişi içinde olacağından müellifin sözünü bu şekilde açıkladık.

1542- Dört kişi girdikten sonra iki kişi birlikte girecek olsa, onlardan hiç kimse birşey alamaz.

Çünkü sonra giren iki kişiden her biri altı kişinin altıncısı olmaktadır.

1543- İki kişi birlikte girse, ondan sonra da bir kişi girecek olsa, vadedilen ganimet payı giren kişinindir.

Çünkü giren ilk dört kişi şarta dahil değildir. Zira onlardan sonra beşinci mevcut olmamıştır. Onun için girmeleri muteber sayılmaz. Geriye iki, sonra iki, sonra bir kişi kalmaktadır. Son giren bu kişi de beşinci kişi oiup vadedilen pay onundur.

1544- Başta dört kişi birlikte girse, sonra beş kişi girse, beş kişiden her biri bir şahıs payı alır.

Çünkü önce giren dört kişiyle beraber hesap edilmez. Onların girmeleri geçersiz olunca, giren beş kişi ilk olarak girmiş gibi olur ve onlardan her biri beşin beşincisi sayılır.

1545- Sizden kim onuncu olarak girerse, dedikten sonra dokuz kişi birlikte veya peşpeşe girecek olsa, onlardan sonra da iki kişi girse, hiçbiri birşey alamaz.

Çünkü onlar arasında onuncu kişi yoktur. Diğerlerinden her biri on kişiden değil, onbir kişiden biri olmaktadır.

Bu söylenen, dokuz kişi birlikte girenler için doğru olabilir, ama tek tek girmeleri durumunda önce giren kişinin hesaptan düşürülmesi ve iki kişiden her biri, dört kişi için yaptığınız gibi, on kişiden onuncu kişi sayılması gerekmez mi? diye itiraz edilse, deriz ki:

Dört kişi için belirtilen şekilde kararlaştırdık. Çünkü en son giren kişi beş kişinin beşincisi olmaktadır. Burada ise iki kişi birlikte girmiştir. Birinciyi yok saymak suretiyle bunlardan onun onuncusunu ispat etmek mümkün olduğu gibi, o iki kişiden birini yok saymak suretiyle diğerini ispat etmek de mümkündür. Halbuki taraflardan biri kabul veya red edilmesi için diğerinden evla değildir.

1546- İki kişiden sonra sekiz kişi girecek olsa, bunların her biri için bir şahıs payı vardır.

Çünkü bu sekiz kişiden her biri öncekilerle onuncu kişi olmaktadır.

1547- İki kişiden sonra on kişi birlikte girecek olsa, bu on kişinin her birine bir şahıs payı verilir.

Çünkü burada hem ikinin, hem de dokuzun itibarı söz konusu değildir. Geriye on kişinin birlikte girmesi kalıyor. Bunlardan her biri de onun onuncusu olduğu için vadedilen ganimeti almaya hak kazanır.

Doğrusunu Allah bilir.[30]

 

Düşman Ülkesinde Ücret Vermek Ve Ganimet Vadetmek

 

1548- Savaş yerinde müslümanlar bir sığınak keşfetseler ve devlet başkanı (emir), içinden düşman kimse çıkmaması için bu gece sığınağı bekleyen her adama bir dinar pay verilecektir, derse ve sabaha kadar sığınağı yüz adam beklese, verilmesi vadedilen dinar sığınaktan alınan ganimet malından ise ve adamlardan her birine vadedilmişse, uu tahsis geçerli olur. Çünkü sığmak sahipleri kendilerini savunmakta ve kaçmalarını önlemek için ganimet vadederek teşvik yapma ihtiyacı zorunlu bulunmaktadır. Diğer taraftan askerlerin cihaddan kaçmalarını önlemek için de ganimet vadinde

bulunmak gerekli olmaktadır. Bu bakımdan yapılan tahsis sahihtir.

1549- Ama devlet başkanı onlara bu tahsisi müslümanların aldığı ganimetlerden yapmışsa, bu tahsis geçersiz olur.

Çünkü ganimetten onlara bu mah tahsis etmek doğru değildir. Zira ganimet alındıktan sonra ondan pay vadetmek doğru olmaz. Ücret suretiyle de olmaz. Çünkü bu iş bir cihaddır ve cihad karşılığında müsîümanm ücret alması caiz değildir. Sonra, cihaddan dolayı ganimetten pay almaya hak kazanırken ondan ücret de almaları nasıl doğru olabilir?!

Diğer taraftan, cihad farzı kifaye olmakla beraber ona başlıyan kişi farzı yerine getirmektedir. Ücretle namaz kılmak batıl olduğu gibi farzı yerine getirmekten dolayı ücret almak da batıldır.

1550- Devlet başkanı onlara nereden vereceğini belirtme-mişse, bu tahsisi sahih olup sığınaktan elde edilen ganimetten onlara verilir.

Çünkü akıllı kişinin mutlak olarak söylediği sözler şeriatta doğru olacak şekilde yorumlanır, yanlış olacak şekilde yorumlanmaz.

1551- Sığınakta çarp ışma olmayıp içinde kadınlar ve mal­lar bulunca ve devlet başkanının konuştuğu şart da aynı ise, buradan alınan ganimetten her bir adama bir dinar verilir.

Çünkü buradaki korumaları cihad değildir. Sadece belirli bir iş için belirli bir ücretle adam kiralamadır.

Devlet başkanının sözünü işitip bu işi yapan herkese ücret verilir. Ama sözünü işitmeden yapanlara ücret verilmez.

Çünkü bu kişiler bu işi ücret karşılığında değil, teberru olarak yapmış­lardır. Çünkü devlet başkanının sözünü işitmemişlerdir.

Devlet başkanının şöyle demesine benziyor: Şu hara hayvanlarını şu yere kadar götüren her kişiye bir dinar verilecektir, sözünü işitip götüren bir toplulu­ğun her adamına bir dinar ücret verilir. Her türlü ganimet taksimi ve pay tahsi­sinden önce bunların ücreti ganimetten verilir. Bütün ganimetler tükenecek o-lursa, o zaman ücretle bu işi yapanlar devlet başkanından birşey alamazlar. Çün­kü onları ganimet alanların yararına olacağına inandığı için ücretle çalıştırmış­tır. Onun için onların ücreti ganimettedir ve ganimetten de elde birşey kalmamış bulunmaktadır. Devlet başkanı değerlendirme sonucu karar verdiği şeylerde söz vermiş sayılmaz. Onun için şahsının malından ona birşey gerekmez ve ganimete de bir yükümlülük getirmez. Çünkü müslümanlar üzerindeki velayeti, onlara zarar vermeden onların çıkarlarını korumakla kayıtlıdır. Üstelik henüz onlar ganimet de almış değildir.

Mesela devlet başkanı esirleri öldürebilir. Ama iş onlara verildiği taktirde akit yolu ile onlar için bedel vacip olur. Bu da onların mülkiyetine teslim yolu ile hakikaten veya hükmen mevcut olmuş değildir.

1552- Karargahın etrafına askerlerin mızraklarını diken kişiye bir dinar verilecektir, derse ve bu işi bir adam yaparsa, bir dinar hak eder.

Çünkü bu savaştan değildir. Adamın yapması vacip olup devlet başkanının bundan dolayı kendisini belirli bir ücretle çalıştırması caiz olan bir iş de değildir.

1553- Kim mızrağını dikerse ücret olarak ona bir dinar vardır, demesi caiz değildir.

Çünkü kişinin kendi malına yaptığı işten dolayı başkasının ücretlisi olmaz. Yani kendi malında yaptığı bir işten dolayı ücret alamaz. Mızrağı dikmek de onunla düşmanı vurmak gibi savaş işlerindendir ve bundan dolayı ücret almayı hak edemez. Ama başka müslümaniartn mızraklarını dikerse durum değişir.

1554- Kim birini öldürür ve başını getirirse, kendisine bir dinar verilir, demesi sahih bir tahsis olur. Bundan sonra alınan ganimetten veya yöneticinin uygun görmesi halinde beytui-maldan bu işi yapan kişilere birer dinar verilir. Ama daha Önce alman ganimetlerden verilemez.

Çünkü ganimet alındıktan sonra pay vadetmek olmaz. Onun için daha önce alınan ganimetten ücret olarak veya tahsis edilen pay olarak bu dinarı vermez. Çünkü düşmanı Öldürmek cihaddır ve bundan dolayı müslüman ücret alamaz.

1555- Bu hüküm savaşan müslümanlar için geçerli olduğu gibi müslüman tüccar ve köleler için de geçerlidir.

Çünkü bu işleri de cihaddandır. Bundan dolayı müslüman tüccar bu işi yaptığı zaman ganimetten vadedilen payı almaya hak kazandığı gibi müslüman köle de bahşiş almaya hak kazanır.

1556- Zimmet ehli de böyle bir iş için devlet başkanı kendilerinden yardım isteyip belirli bir mal vereceğim vadetmişse, bu ücreti almaya hak kazanır.

Çünkü yaptıkları cihad değildir. Zira cihadla sevap kazanılır, kafir ise buna ehil değildir. Cihadla kul Allah'a yakınlık kazanmaya çalışır, kafirlerin ise böyle bir durumları yoktur.

Nitekim bir insan başka bir insanın yerine Allah yolunda cihada çıksa, ücret alamaz.

Zira Allah'a yakınlık kazanmaktadır. Ücretini de Allah verecektir. Allah'a yakınlık kazanmaya çalışan kişi kendine çalışmış olur. Onun için başkasından nasıl ücret alır? Ganimet alınması durumunda da pay, onu yerine gönderen kişinin değil, onun olur. Bundan da anlaşılıyor ki bu adam kendisi için çalışmaktadır.

Nitekim Cihad için ücretle adam tutmak hac, ezan ve kaamet için ücretle adam tutmak gibidir.

Şerhu'l-Muhtasar'da ibadetler için ücret meselesini açıkladık.

1557- Müslümanların kuşattığı bir kalenin çevresinde bulu­nan oyun araçlarını ve boş kiliseleri yıkmak için devlet başkam birtakım müslümanları belirli bîr ücretle tutsa, caiz olur.

Çünkü bunların yıkılması cihad işlerinden değildir. Müslümanların eline geçmiştir. Yıkılması için savaş da gerekmiyor.

1558- Ama halkı içinde korunmakta olan bir kaleyi ve bir kapıyı yıkıp kırmak için ücretle müslümanları tutacak olursa, bu caiz olmaz.

Çünkü bu cihad işlerinden olup yerine getirilmesi ancak savaş ile

mümkündür.                .   .

1559- Düşman, gemileriyle müslümanlar üzerine yürüdüğü bir sırada devlet başkam savunmak için hür müslümanlardan veya müslümanların kafir yahut müslüman kölelerinden bir topluluğu ücretle tutsa, tutulan kişilere ücret verilmez.

Çünkü bu cihad işlerindendir. Bu işte de kölenin dini değil, efendisinin dini muteberdir. Çünkü müslüman atı ile cihad ettiği gibi kölesiyle de cihad eder.

Ama teşvik için bunu alacakları ganimet karşılığında onlara yaptırması caizdir.

1560- Karada düşman kalelerini mancınıkla döven bir topluluğu ücretle tutması da aynı şekildedir. Bu iş için zimmet ehlinden kişileri ücretle tutması da caizdir.

Ehliyete sahip olmadıklarından yaptıkları iş cihad değildir.

1561- Sandal veya tekneleri kürekle çekmek için müslüman-lardan bir topluluğu ücretle çalıştırması da caizdir.

Çünkü bu cihad işlerinden değildir. Karşılığında ücret almanın caiz olduğu belirli bir iştir. Zaten bunlar düşmanla karşilaşsa da karşılaşmasa da bu işi yapıyorlar. Denizciler de bundan dolayı ücret alıyorlar ve onlar için helal olmaktadır.

1562- Müslümanlar dağınık birtakım ganimetler elde etse ve devlet başkanı "Bu ganimetleri bir araya toplayan kişiye bir dinar vardır" derse, caiz olur.

Çünkü bu da cihad işlerinden değildir. Bilinen bir iştir. Belirli bir bedel ile o işi ücretle yaptırmak caizdir.

1563- Elde edilen ganimetleri satması için bir müslümam ücretle tutacak olursa, bu fasit bir işlem olur. Ama süreyi belirterek "Ganimetleri satmak için seni on günlüğüne ücretle tuttum" derse,sahih olur.

Çünkü sürenin belirtilmesi durumunda akit o kişinin yararlarım kapsamış olmaktadır. Bundan dolayı da satsın veya satmasın, ücretle kendini kiraladığı için ücreti hak etmiştir. Süreyi belirtmiyecek olduğunda üzerinde akit yapılan konu satış olduğundan bu iş caiz olmaz. Çünkü satıp satmıyacağı belli değildir. Satış bir kelime ile olabileceği gibi on kelime İle de olmayabilir. Yani alıcının yardımı ve kabulü olmadan satış işi meydana gelmez. Bu bakımdan satış için ücretle tutmak fasit olur. Bu sadece ganimetleri satan kişi için değil, bütün satıcılar için aynıdır.

1564- Ganimeti alan mücahidler arasında paylaştırmalar için belirli bir ücretle birini tutması da caizdir.

Çünkü paylaştırmak da belirli bir iştir ve bundan dolayı ücret almak caizdir.

Nitekim rivayet edildiğine göre Hz. Ali'nin ganimetleri ücretle paylaş­tıran bir adamı olmuştur. Burada sürenin belirtilip belirtilmemesi aynıdır.

Çünkü yapılan iş zaten bilinmektedir.

Ücretini de ganimetten ve vadedilen paydan önce alır.

Çünkü bu bir borçtur ve ganimet taksimi de miras taksimi gibidir. Vade­dilen ganimet payı ise vasiyet gibi olup borç ondan önce gelir.

1565- Bu iş için ödenen ücretten fazla bir ücretle tutmuş ise bakılır. Fazlalık basit birşey ise, caiz olur. Aksi hade misil (üc­ret) den fazla alamaz.

Çünkü bu tasarrufta devlet başkanı memur gibidir. Velayeti de memuriyet şartına bağlıdır. Tıpkı yetim için ücretle adam tutmada baba ve vasinin durumu gibi. Yani zararına olacak fazla miktarlar geçerli olmaz.

.

1566- Misil ücretten fazla aldığı miktar kendisinden isten­diği takdirde ücretle bu işi yapan kişinin "Ben bunu ücretle beni tutan kişiye vereyim" demeye hakkı yoktur.

Çünkü onu ücretle tutan kişi bu akdi kendisi için yapmış değildir. Sadece verdiği kararla bunu müslümanlar için yapmıştır. Ne varki bunda hata etmiştir. Bundan dolayı da şahsına birşey gerekmez. Halbuki ücretli tutma konusunda vekil böyle değildir. Akdi misilden fazla bir ücretle yapacak olursa, fazla miktar kendisinden tazmin edilir. Devlet başkanına da bundan dolayı birşey gerekmez. Çünkü ücretli tutmada fahiş tarafgirlik yapmış ve akit satın alma mesabesinde sadece onu bağlamış olur. Devlet başkanını ise akit bağlamaz. Çünkü hüküm verdiği şeyde uhdesine birşey girmez.

Devlet başkanı bu durumda belirli bir ücret karşılığında yetim için iş yapacak birini tutan yargıç gibidir. Verdiği ücrette açık bir aldanma olduğu an­laşılınca, tutulan kişiye misil (benzer) ücret verilir, geri kalan yetime verilir ve yargıca da birşey gerekmez. Çünkü ücretle adam tutması, verdiği bir hüküm şeklindedir.

1567- Devlet başkanı ve yargıç "Yapmamamız gerektiği halde bunu yaptık" diyecek olsa, bütün ücret onların malından verilir. Çünkü ikisi de bile bile haksızlık yapmış ve hüküm verme konumunun dışına çıkmışlardır.

Haksızlık yaptığı zaman devlet başkanının azledileceğine inananlar bunu delil göstermektedirler. Bizim görüşümüz ise, böyle değildir. Tahkim bölümün­de "Şerhu'z-Ziyâdât"da bu meseleyi açıkladık.

Burada söylenenlerin izahı şudur: Verdikleri hüküm serî bir delile daya­nıyorsa geçerlidir. Ama burada verilen hüküm böyle değildir. Tıpkı delilsiz hü­küm veren yahut dinin hükmüne aykırı olarak kendi görüşü ile hüküm veren yargıç gibidir. Bunun verdiği hüküm uygulanmaz ve yargıçlığı devam eder. Bu yolla hükmü geçersiz olunca, yaptığı akit kendi aleyhine işler. Zira akdi yapanın aleyhine akit uygulandığı zaman yapanın aleyhine işlerlik kazanır.

Yargıcın kuralları bölümünde belirttiğimiz gibi yargıcın yanlış hükmü kulların haklarıyla ilgili ise, haksızlığa uğrayan kişinin zararını kendisi öder, yanlış hüküm Allah'ın haklan ile ilgili ise, zarar beytulmaldan karşılanır, ama yargıç bunu bile bile yaptım, derse, o zaman zarar onun malından karşılanır. Devlet başkanının yaptığında da durum bu şekildedir.

1568- Devlet başkanı kara hayvanlarını sürecek bir toplu­luğu ücretle tutsa ve sürerken hayvanlardan bir kısım zarar görse yahut telef olsa, bakılır. Bu durum darulislama varma­dan darulharpte meydana gelmişse, ister bilgileri dahilinde, ister bilgileri dışında meydana gelsin, zararı tazmin etmeleri sözkonusu değildir.

Çünkü darulharpte ganimetleri telef edecek olurlarsa tazmin etmezler. Zira ganimeti alan kişilerin hakkı o ganimette henüz kesinlik kazanmış değildir. Yani kime hangi ganimetten ne miktar düşeceği yahut tekrar düşmanın eline geçip geçmiyeceği henüz kesin değildir.

Bu durum darulislama vardıktan sonra meydana gelmişse, durumları ortak ücretlinin durumu gibidir.

"Şerhu'l-Muhtasar" da belirttiğimiz gibi ortak ücretlinin elinde istemiye-rek telef olanı tazmin etmek Ebu Hanife'ye göre gerekmez. Telef olmak ister önüne geçilebilecek bir sebeple olsun, ister önüne geçilemeyecek bir sebeple olsun, teief olanı tazmin etmesi gerekmez. Ama iki imama göre tazmin etmesi gerekir. Telef etme, önüne geçilmesi imkansız bir sebeple olursa, tazmin etmez. Ancak kendi eliyle işlediği cinayetten dolayı telef olanı üç alimin (Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed) görüşüne göre tazmin etmesi gerekir. Sanki o malı kendisi tüketmiş veya yoketmiş gibi olur. Burada da hayvanları güderken veya birbirlerini süsmeleri sebebiyle zarar görmeleri yahut telef olmaları güdenlerin suçu sayılır ve zararı tazmin etmeleri lazımdır.

Ancak telef olanın kıymetini (değerini) telef olduğu yerde tazmin ederler. O yere kadarki hizmetleri için de ücretlerini alırlar.

Halbuki kumaşı telef eden terzi de durum böyle değildir. Burada mal sa­hibi tercih sahibidir. İsterse malının işlenmeden önceki değerini terziden alır ve işleme ücreti ödemez. İsterse işlendikten sonra malının değerini alır ve terziye ücretini verir.

Çünkü akdi yapan için satışın parçalanması sebebiyle akit sahibinin akdi feshetmesi mümkündür. Ücretlinin bu yolla malı teslim almasından itibaren zararı tazmin etmesi gerekir. Çünkü bu esnada malı helak edecek olursa, yine ö-demesi gerekirdi. Ama yukarıdaki meselede malın kendilerine teslim vakti iti­bariyle onlardan tazminat almak mümkün değildir. Çünkü henüz darulharpte iken mal yok olacak olursa, birşey tazmin etmeleri gerekmiyordu. Nitekim taz­minat ödemelerinin gerekli olması için yaptıkları iş oranında akdin gözetilmesi lazımdır. Bu bakımdan söz konusu yere kadarki işleri sebebiyle ücretlerinin Ödenmesi lazımdır.

Zararın önlenmesi mümkün olan durumlarda kendilerinin yapmadıkları telef sebebiyle ortaya çıkan farklı durum da bu şekildedir. Darulharpte, belit-tiğimiz sebepten, o mallardan birşey telef olacak olsa, tazminat ödemeleri gerekmez. Ama Ebu Hanifeye göre kendileri telef etmemişlerse, yaptıkları iş oranında ücret alırlar. Çünkü kendilerine teslim edilen ve başka sebeple telef olan miktarı geri vermiş olmazlar.

Ama kendileri telef edecek olursa, ücret alamazlar. Çünkü işi yapmamış gibi olurlar. Sonra, onlara tazminat gerekmediğinden ganimeti alan kişilerin eline de birşey geçmemiş olur. Bundan dolayı da onlara ücret verilmez. Ama darulislamda kendilerinin telef etmesi durumunda iş değişir. Zira darulislamda tazmin etmeleri gerekirdi. Bu şekilde işin ganimeti alanlara bu yolla verildiği anlaşılmış olmaktadır. Böylece anlaşılıyor ki yaptıkları iş hükmen yok gibidir ve bundan dolayı da ücret alamazlar.

Şöyle bir örnekle açıklayalım: Darulislamda bir adam dabaklamak için ölmüş hayvan derilerini taşıyacak birini ücretle tuttu. Adam derileri taşırken tökezleyip düşdü. Deriler de düşüp yandı. Yahut adam düşürdüğünde ateşte yandılar. Bu durumda adama tazmin etmesi gerekmiyor. Çünkü sözkonusu deriler değeri olan (ve şeriatta geçerli) mallar değildir. Adam da ücret alamaz. Çünkü yaptığı telef sebebiyle işi yapmamış oldu, onun için ücret alamaz.

Belittiğimiz ölçülerde ganimeti kişinin kendisinin telef etmesi veya başka bir sebepten telef olması durumunda ganimetlerin durumu da bu şekildedir.

1569- Düşman o hayvanları açıkça onlardan almışsa, güt­tükleri yere kadar ücretlerini alırlar.

Çünkü burada malın telef olması önüne geçilmesi imkansız olan sebeple olmuştur. Böylece yaptıkları işi kendileri yapmamış sayılmazlar. Düşmanın ga­nimetleri aldığını kendileri iddia edecek olurlarsa, Ebu Hanife'ye göre söyledik­leri kabul edilir, ama yemin ettirilirler. Çünkü malı almaları emaneti teslim al­mak gibidir. Emaneti taslim alan kişinin sözü kabul edirlir, ama yemin ettirilir.

İki imama göre ancak delilleri varsa, söyledikleri kabul edilir. Çünkü ma­lı teslim almaları, daman (kefalet, borç) almaları gibidir. Onun için darulislama girdikten sonra mal telef olacak olursa, tazmin etmeleri gereiyor. Tazmin eden kişinin söylediği de ancak delil ile kabul edilir. Tıpkı gaspeden kişinin duru­munda olduğu gibi.

1570- Komutan belirli bir yere kadar büyük küçük köle ve esirleri kendi hayvanlarıyla taşımak için bir adamı ücretle tutsa, o da onları taşısa ve ister hayvanları sürmesi sebebiyle olsun, ister başka bir sebeple olsun, kaçınılması mümkün olan veya olmayan bir sebeple bu insanlar ölecek olsa, adamın tazminat ödemesi gerekmez.

1571- Darulislamda da yitirmek, kötü gütmek veya telef etmekle yok ettiği bilinmiyorsa tazminat ödemesi gerekmez.

Ama yük insan değil de, başka bir şey ise, darulislamda hayvanları kötü sürmesinden dolayı telef olacak olursa, tazminat ödemesi gerekir.

Zira insan için ödenmesi gereken tazminat, cinayet tazminatıdır. Akid tazminatı türünden değildir. Ortak ücretliye tazminatın gerekliliği akit itibariy­ledir. Akit tazminatı cinsinden olmayan bir tazminatta akdi kabul etmek müm­kün değildir. Ama malların tazminatı öyle değildir. Sonra, hakkında akit yapılan insan türünden ise, biniciye teslim edilmiş olur ve ücretlinin tazminatı dışında kalır. Ama mallar için durum böyle değildir.

Onları taşıdığı yere kadar ücretini alır.

Çünkü üzerinde akit yapılan şey kiraya veren kişinin teslimini istediği kişiye teslim edilmiş olur. Ücretliye de tazminat gerekmediğine göre telef olan­dan birşey geri vermiyeceği de anlaşılmış olur.

1572- Hayvanları darulharpte şiddetle güder veya telef ederse, tazminat vermesi gerekmez.

Çünkü ganimet olarak alan kişilerin o mallarda hakkı henüz kesinlik kazanmamıştır.

Kendisi de bir ücret alamaz. Çünkü telef ederek üstlendiği işi yapmamış olur.

Yaptığından dolayı devlet başkanı onu tedip eder eder. Çünkü ganimet olarak alanların haklarını telef ederek haksızlık etmiştir.

Darulislamda telef edecek olursa, telef ettiğini tazmin eder. Çünkü artık ganimet alanların hakkı olduğu kesindir.    -Belirli bir yere kadar getirdiği için de ücretini alır. Çünkü telef ettiğinin değerini bu yerde tazmin eder. Bu da hayvanları geri verdiği kabul edilerek değil, teslim ettiği kabul edilerek uygulanır.

Ancak esir erkekler için tazminat ödenmez.

Çünkü yakalayan kişilerin onlarda hakkı henüz kesinlik kazanmış değildir.

Nitekim devlet başkanı onları öldürebilir de. Bu işi darulislamda da, darulharpte de yapması aynıdır. Onları taşıdığı için de kendisi ücret alamaz. Çünkü onları taşımak için üstlendiği işi yapmamış olur. Zaten onlardan dolayı kendisi tazminat Ödemez.

1573- Devlet başkanının hara hayvanlarını gütmek için günlük veya aylıkla bir topluluğu ücretle tutması caiz olur.

Çünkü belirli bir bedel ile belirli bir menfaat için akit yapmıştır.

Darulislamda veya darulharpte güderken kestiği için kişinin tazminat ödemesi gerekmez.

Çünkü tek kişinin tuttuğu ücretlidir. Böyle bir kişi mutad olarak bu işi işlemişse, yaptığından dolayı tazminat ödemez. Çünkü üzerinde akit yapılan şey kendi çıkarlarıdır.

Nitekim bu süre içinde Ölecek olursa ücreti ve diğer yararlan almayı hak eder. Ortak ücretlinin aksine, burada işin kusursuz olmasına da bakılmaz.

1574- Darulislamda kötü güder veya telef ederlerse, bun­dan dolayı tazminat öderler.

Çünkü hak sahiplerinin hakkı kesinleştikten sonra haksızlık yapmışlardır.

Getirdikleri yere kadarki ücretlerini ise alırlar. Çünkü şahsı belirlenen süre içinde teslim ettiğinden ücret gerekli

olmuştur. Haksızca muamele yaptıklarından dolayı hakları geçersiz olmaz. Bu fark şöyle açıklanmaktadır:

Nitekim devlet başkanı önceki hayvanlardan başka güçleri yettiği kadar hayvanlarda teslim edebilir. Önceki hayvanlar­dan öleceklerin yerine yenilerini verebilir. Halbuki ortak ücretlide devlet başkanının bunu yapmaya hakkı yoktur. Bundan da anlaşılıyor ki orada yapılan akit, işi kapsamaktadır, mufavaza

olayı ile kusurdan uzak olma sıfatıda sabit olmaktadır. Ama burada akit, işi değil, yararı kapsamaktadır.

1575- Devlet başkanı hür veya köle bir müslümana "Şu düşman süvariyi öldürürsen sana yüz dinar ücret vereceğim" derse ve o da öldürürse bu kişi ücret alamaz.

Çünkü ücreti belirtince, sözünün ganimet vadi anlamına alınması müm­kün değildir. Zaten teşvik ettiği iş de cihaddır ve cihad üzerine ücret vermek caiz değildir.

1576- Bunu zimmet ehlinden bir adama da söylese, durum aynıdır.

Ebu Hanife ve Ebu Yusuf un görüşüne göre durum budur. Ama îmam Muhammed'e göre zimmet ehli adama belirlenen ücret verilir.

Bu meselenin esası şudur. Ebu Hanife ve Ebu Yusufa göre, haklı veya haksız olarak öldürmek için ücret vermek caiz değildir. Ama îmam Muham­med'e göre öldürmek için ücret vermek caizdir. Çünkü belirli bir iş olup ücretli kişiye bu işi yaptığından dolayı ücret takdir edilir. Koyunu kesmek ve bazı organları kesmek için ücret ödemek caiz olduğu gibi öldürmek için de ücret vermek caizdir. Mesela devlet başkanı hırsızın elini kesmesi veya organlarda kısası uygulaması için ücretle bir adam tutması ittifakla caiz olur.

Bunun izahı şudur: Öldürmek boyun kesilmeyle olur. Ücretle tutulan kişi­nin buna güç yetirmesi bakımından başı bedenden koparması ile organı vücut­tan ayırması arasında fark yoktur.

Öldürmek ücretlinin yaptığı iş değidir, demelerinin anlamı da şudur: Öldürmek ruhun çıkmasına sebep olmakla olur. Bu da gücünün üstünde olan bir şeydir ve onun işi sayılmaz. Tıpkı çocuğun meydana gelmesi ve ekinin bitmesi gibi. Bu işin ona nisbeti de, onun işi olduğu itibariyle değil, kesbiyle meydana gelmesi sebebiyledir.

Görmüyor musunuz, onun yaptığı iş kılıçla vurmaktır? Nitekim kılıç vur­duğu halde ölüm meydana gelmeyebilir. Ücret vermek ancak getireceği yararlar veya yapılan işin ortaya çıkardığı şeyler için caiz olabilir. Ama hayvanı kesmek için ücret vermek böyle değildir. Çünkü hayvan kesmek için ücret vermek, hayvanın arındırılma işinden dolayıdır. Bu iş temiz ve murdar olanı birbirinden ayırdetmektedir. O da gırtlak ve can damarlarının kesilmesiyle olur. Bu da kişinin yaptığı iştir. Organların kesilmesi işi de bu şekildedir. Bunda ruhu gidermek diye birşey yoktur. Sadece organı vücuttan ayırmaktır. Bu da tıpkı ipi ve tahtayı kesmek gibi kişinin yaptığı işlerdendir.

1577- Esirlerin ölü olması halinde, devlet başkanı "Kim

bunların kafasını keserse ona on dirhem ücret vardır" derse, bu işi yapan müslüman veya zimmet ehlinden kişi ücret almayı hak eder.

Çünkü bu cihad işlerinden değildir. Ücret verilen kişinin gücü dahilinde yapacağı bir iştir. İpi veya tahtayı kesme karşılığında ücret verildiği gibi bunun

için de ücret vermek caizdir.

1578- Devlet başkanı düşman bir süvari görüp müslüman hür veya köle birine "Onun malını bana getirirsen sana on dirhem ücret vardır" derse, o da süvariyi öldürüp malı (atı)nı getirse, ama ğeririrken elinden kurtulsa, adam bir ücret alamaz. Çünkü.cihad olan bir iş için ücret vadetmiştir.

1579- Ama bunu bir zımmî için söylerse, zimmi ücretini alır.

Çünkü onun yaptığı iş cihad değildir.

1580- Yine ona "Düşman kişinin elini kesersen sana şu kadar vardır" derse, durum aynıdır.

Çünkü kendini savunan düşmanın elini kesmek cihad bir iştir. Bunun için müslüman ücret alamaz. Ama zimmi yaparsa ücret alır. Çünkü onun yaptığı bu iş cihad bir iş değildir.

1581- Devlet başkanı esirleri öldürmek isteyip bu iş için müslüman veya zimmi bir kişiyi ücretle tutsa, durum hakkında kısas hükmü verilen kişiyi öldürmek için ücretle adam turna­daki hükmün aksi olur.

1582- Devlet başkanı askerlerden bir topluluğa "Nehrin akıp şu şehrin halkını boğması için şu tarafından bu tarafına kadar önünü kazınız, size yüz dinar ücret verilecektir" derse ve onlar da bu işi yapsalar, bakılır. Söz konusu yerde çarpışan ve bu işin önüne geçmeye çalışan düşman varsa, bu işi ücretle yapanlar müslüman iseler bir ücret alamazlar.

Çünkü ücretle yapmakta oldukları şey cihad işlerinden bir iştir. Ama zimmet ehlinden iseler, ücreti alırlar. Yirmisi müslüman, yirmisi de zimmet ehlinden ise, zimmet ehli olanlar ücretin yansını alırlar. Çünkü her tarafın payı diğer tarafın payı kadardır.

1583- Sözkonusu yerde düşmandan çarpışan ve savunan kimse yoksa, o zaman belirlenen ücreti alırlar.

Çünkü yeri kazmak cihad işlerinden değildir. Bunun için hem müslüman hem zimmi ücreti hak eder. Müslümanların eline geçtikten sonra kalenin dışın­da bulunan oyuncakları ve boş kiliseleri yıkmak olayının benzeri bir durumdur.

1584- Yine ağaçları kesmek için sözkonusu kişileri ücretle tutsa, bu taksimata göre olur.

Çünkü karşılığında ücret verilecek olan iş bir cihad işi değildir. Bu işi engellemeye çalışan ve savaşmaya mecbur eden düşman var ise, bu iş cihad olur. Ama bu işten alıkoyacak ve çarpışarak engelliyecek varsa, o zaman bu iş cihad işi olur.

1585- Düşmanı mancınıkla vurması için bir topluluğu ücretle tutsa, bakılır. Bunlar zimmet ehlinden iseler, vadedüen ücreti alırlar. Ama hür veya köle müslüman kişiler ise, ücret alamazlar.

Çünkü bu cihad işlerindendir. Düşmanın sığındığı ve savunduğu kaleyi yıkmak için mancınıkla atmak, kişileri öldürmek için ok atmak gibidir. Müslü­manların himayesinde attıkları için bunların yaptığı cihad değildir, denilemez. Çünkü müslümanlann himayesinde de atsalar, attıkları düşmanın savunduğu yere düşmektedir ki maksat da budur.

Savunan düşman bulunmadığı zaman nehrin önünün kazılması olayında da bu durum mevcuttur. Çünkü düşmanı sığındığı ve savunduğu yerinde boğun-caya kadar su akar. Nitekim mancınıkla atılan şeyler gider ve düşmanı sığındığı ve korunduğu yerde öldürür, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:

Evet, ama mancınık ve ok kişilerin el işlerindendir. Yani meydana gelen iş onların yapmasıyla onlara nisbet edilmiş olur, Ama boğulma nehrin önünü kazan kişiye nisbet edilmez. Burada yapılan iş sadece kazmaktır. Bu ikisi ara­sındaki fark cinayet olan bir işde açıkça görülür. Kendi toprağında durup bir insana ok atarak onu Öldüren kişi onu kendisi öldürmüş olur ve kısası hak eder. Ama kendi toprağında bir nehir yatağı kazar ve suya yenik düştükten sonra su komşunun tarlasını basıp ekini batınrsa, nehir yatağı kazan kişinin tazminat ödemesi söz konusu olmaz. İki olay arasındaki fark bu şekilde açığa çıkmaktadır.

Allah en iyi bilir.[31]

 

Para Ve Bağışlar Vadetmek

 

1586- Devlet başkanı, kim bir at (aygır, kısrak) getirirse, on dirheme satılmış olarak ona ait olur, dedikten sonra müslü-manlar bunu getirirlerse, bu satış geçersiz olur. Çünkü Hz. Peygamber kişinin sahip olmadığı şeylerin satışını ve aldatma satışlarını yasaklamıştır.

Burada elde olmayan birşeyin satışı sözkonusudur. Devlet başkanı burada elinde veya mülkiyetinde olmayan birşeyi satmıştır. Müslümanlann eline geçip geçmiyeceği de belirsizdir. Belirli olsaydı zaten satışı caiz olmazdı. Çünkü ona sahip değildi. Durum böyle iken belirsiz bir şeyi nasıl satabilir?

1587- Ama  o atı getiren kişi o fiyatla satın almak isterse, devlet başkam o fiyatla satması gerekir.

Çünkü bunu pay vadetme şeklinde zikretmiştir. Amaç da müslümanlan onu getirmeye teşviktir.

Onlara koştuğu şarttan sonra getirdikleri takdirde devlet başkanının pay vadetmiş olmaktan vazgeçmesi caiz değildir. Ama bu yola gitmek yerine, yeniden satış yapmak suretiyle amaçlan meşru yolla gerçekleştirilir.

1588- Getiren kişi o atı istemiyorsa, devlet başkanı ondan a-lir ve ganimete katar. Adam, onun değerinden bir şey ödemez.

Çünkü pay vadetmesi,    hakkını gözetmek içindir. Adam ona razı olmayınca bu da ortadan kalkar.

Belirtilen sebeple zaten atın değerinin aslı üzerinde vacip değildi. Vacip de olsa onu geri vermede serbesttir.

Çünkü görmediği bir şeyi satın almıştır. Temelde satış sahih olmadığı bir durumda ise, ona hiçbir şey gerekmez. Vadedüen payı da alamaz.

Çünkü pay vadetme satış kapsamındaydı. Satış batıl olunca, o da batıl oldu.

Vasiyette yapılan kayırma gibi. Satış kapsamında sabit olup satış batıl olunca, vadedilen pay da batıl oldu.

1589- Yine kim bir at getirirse onu kendisine on dirheme satarız derse, durum yukarıdaki gibi olur.

Çünkü burada da satışı vadetmiştir. Aynı zamanda pay vadetmeyi de içermektedir. Atı getiren kişi istediği taktirde devlet başkanının bu vadini yerine getirmesi lazımdır.

1590- Atı ona bağışlarız veya yansım ona bağışlarız, derse atı getiren kişi için verdiği bu sözü yerine getirmesi lazımdır. Ancak devlet başkanı atı kendisine vermedikçe getiren kişi ata sahip olmaz. Ama "At onun olur" demişse, o zaman getirdiği at onun mülkü olur.

Çünkü onundur, demesi yerine getirmesi gereken bir pay vadetmedir. Adamın onu yakalamasıyla at mülkü olur.

1591- Ona bağışlarız, derse, söz verilen bir pay vadetme olur. Verdiği sözü yerine getirmesi lazımdır. Devlet başkanı bağışlamadan önce at adamın mülkü,olmaz. Nitekim getirilen bir cariye olup onu azad edecek olursa, azadetmesi geçersiz olur. Getirdiği ona hibedir veya sadakadır, derse o zaman devlet başkanının kendisine yeni bir temliki olmaksızın getiren kişinin mülkü olur.

Çünkü onundur, sözü tam bir pay vadetmedir. Ona hibedir, demesi ise onundur, sözünün pekiştirmesi olur. Onun için hükmü değişmez.

1592- Kim bir kılıç getirişe onu kendisine hibe ederiz veya on dirheme kendisine satarız, dedikten sonra bir adam kılıcı getirirse, ama müslümanların ihtiyacı olduğu için devlet başka­nı kılıcı o getiren kişiye vermek istemezse, bu yetkiye sahiptir ve vermiyebilir. Ancak vadedilen şey bir hibe (bağış) ise, değeri (parasi)m vermesi lazımdır. Vadedilen şey satış ise, şart koşu­lan değeri (parayı) aldıktan sonra ona para değerini vermesi gerekir.

Çünkü burada verilen söz yerine getirilmemiştir. Devlet başkanı herkesi gözetir. Müslümanların buna ihtiyacını görüp şart koşulan şeyi (kılıcı) adama verecek olursa müslümanlar zarar görür. Ama para değerini verecek olursa, amaç gerçekleşir ve müslümanların o mala ihtiyacı da kalmaz. Bu şekilde iki tarafa da adaletle bakmış olur.

1593- Ama müslümanların ona ihtiyacı yoksa, şart koşuldu-ğu şekilde ona vermesi lazımdır.

Çünkü o sattı bir bakıma pay vadetme şeklindedir. Vadettiği şeyi de yeri­ne getirmesi lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber "Müslümanlar şartlarına bağlıdır" buyurmuşlardır.

1594- Ganimetler toplandıktan sonra devlet başkanı "Kim

bir peynir parçası alırsa parasını verecek, kim bir koyun alırsa beş dirhem verecek, kim bir cariye alırsa yüz dirheme onun olacak" derse ve bir adam bir peynir parçasını alıp yerse, bir adam bir koyunu kesip yerse, bir adam da bir cariyeyi alıp azad ederse, hepsi aldıklarının parasını vermeleri lazımdır. Çünkü devlet başkanının sözleri ganimetten pay vadetme şeklinde de­ğildir. Çünkü ganimetler alındıktan sonra ganimet payı vadetme caiz değildir. Söylediği söz, satış şeklindedir. O da akit esnasında satılacak şey belirsiz olduğundan batıl olur. Alınıp tüketilmeyen şeyleri devlet başkanı geri alabilir. Çünkü satış batıldır. Yahut alan kişinin razı olması durumunda belirtilen ücretle kendisine teslim edebilir. Çünkü o malı almasıyla satılacak şey belirlenmiş olur ve satışı da caizdir. Ancak böyle bir satışta iki tarafın rızası gerekir.

Aldığı malı adam tüketmişse, para değerini ödemesi lazımdır. Tıpkı fasit bir alışla satın alan kişinin malı teslim aldıktan sonra tüketmesi halindeki hümmünde olduğu gibi. Onun İçin cariye hakkında hüküm geçerli olmuştur. Çünkü fasit bir satış hükmü ile adam sathk malı teslim almış ve ona sahip olmuştur. Hatta o cariyeyi satmış olsa, satış caiz olup para değerini devlet baş­kanına öder. Azad etmesi durumunda da hüküm aynıdır. Daha önce peyniri yemesi, koyunu kesip yemesi kendisine mubah olduğu ve bundan dolayı değe­rini tazmin etmesi gerekmediği halde, bunların para değerini nasıl öder? Aynı şekilde, darulhapte cariyeyi telef edecek olsaydı, yine para değerim öde-mesi gerekmiyordu, diye itiraz edilse, cevabı şudur:

Çünkü bu konuşmadan önce ganimet alanların hakkı bu şeylerde kesinlik kazanmamıştı. Ama bu konuşmadan sonra ganimet alanların hakkı onlarda kesinlik kazanmıştır. Çünkü fasit satış cevazen muteberdir. Darulharpte ganimet alan devlet başkanının satışı da, ganimet alanların söz konusu eşyada haklarının kesinlik kazanması bakımından kendisine almak ve elde etmek mesabesindedir.

Zaten akit yolu ile alınmış olan şeyi almak suretiyle mülk edinmiş olması bunu açıklamaktadır. Onun için satacak olursa, satışı caiz olur. Bedel akdiyle malı temlik etmek ancak bedelin ödenmesiyle olur. Satış fasit olduğundan be­lirlenen şey gerekli olmadığında kıymetin verilmesiyle olur. Ama bu konuşma­dan önce almakla onu mülk edinemez ve satacak olursa, satışı caiz olmaz. Ancak telef edecek olursa, tazmin gerekmez. Çünkü kendisine alıp mülk edin­mekten önce ganimet alanların hakları o şeylerde kesinlik kazanmış değildir.

1595- Alan kişi koyunu yedikten sonra   devlet başkanının söylediğini işitmişse, tazminat ödemesi gerekmez. Ama satacak olursa, satması caiz olmaz.

Çünkü devlet başkanının söylediğini işitmemiş olduğundan onu satış şek­linde almış değildir. Sanki devlet başkanının söylemesinden önce almış gibidir. Ama Devlet başkanının söylediğini işittiği halde alan kişi, satın almak ve mülk edinmek suretiyle almış olur.

1596- Ama ganimeti ihraz ettikten(sahip olduktan) önce "Kim bir cariye getirirse, ona bin dirheme satılmış olur" derse ve bir adam bir cariye getirip azad ederse, azad etmesi caiz olmaz.

Çünkü bu satış asla yapılmış değildir. Çünkü satış mahalli (satılan mal) olmadan satış akdinin caiz veya fasit olarak meydana gelmesi mümkün değildir. Burada satlık mal mevcut olmakla beraber satışın gerekliliğini söyledikten sonra o mal meçhul olmuştur. Satış fasit olarak aktedilmiş olur, mülk de teslim almakla sabit olur.

1597- Bir koyun getiren kişiye bir dirhem karşılığında o koyun satılmış olur, dedikten sonra bir adam bir koyunu ge­tirir ve kesip yerse, parasını taminat olarak Ödemesi gerekmez.

Çünkü burada satış aktedilmiş değildir. Sanki devlet başkanının söyle­diğinden önce almış ve yemiş gibidir. Onun için tazminat ödemez. Allah en iyi bilir.[32]

 

Piyade Ve Süvarinin Payları

 

1598- Müslümanlar alarak sahip oldukları ganimetleri son­ra paylaşmak istediklerinde Ebu Hanife'niıı görüşüne göre sü­variye iki pay verilir. Biri kendisi, biri de atı için. Piyadeye de bir pay verilir. Atın payını müslüman adamın payından üstün tutmam, demiştir ki bu da Basra ve Küfe ehlinden Irak ehlinin görüşüdür.

Çünkü hak edilen şeylerde hayvanı insandan üstün tutmanın hiçbir izahı yoktur. Hak etme sadece düşmanı ürkütme ve ona zarar verme bakımındandır. Bu da attan çok, adam için sözkonusudur. Yani adam attan daha fazla düşmanı korkutur ve ürkütür.

Zaten adam olmadan at savaşmaz.Ama at olmadan adam savaşır. Aynı şekilde, adamın azığı atın azığından daha fazla olabilir. At, ot ve benzeri belki de değersiz şeylerle doyabilir. Halbuki adamın yiyeceği ancak para ile bulunur. Bütün bunlarla beraber adam azıkla değerlendirilmiyor. Onun için pay at, katır ve deve ile hak edilmez. Halbuki atın sahibi bunlar için daha çok masraf yapar. Masrafı atın masrafından çok olduğu halde fil ile de sahibi pay hak etmez.

Bundan da anlaşılıyor ki at ile pay almaya hak kazanmak kıyasın hilafına, nas ile sabittir. Çünkü at, savaş aracıdır. Araç ile de pay hak edilmez. Düşmanın kendisiyle ürkütülmesi de , filde olduğu gibi, pay almayı gerektirmez. Ancak sünnette belirtildiği için burada kıyası terkettik. Bütün haberler at için sadece bir payın alınacağını belirtmektedir. Bunlar kesin olduğu için burada kıyas terkedilir. Ama haberlerin çelişkili olduğu yerlerde kıyasa göre amel edilir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre süvariye üç pay verilir. Bir pay kendisinin, iki pay da atinindir. Bu da Hicaz ve Şam ehlinin görüşüdür.

İmam Muhammed şöyle diyor; Bunda hayvanın insana üs­tün tutulması yoktur. Çünkü iki pay ata değil süvariye veril­iyor. Burada sadece süvari piyadeden üstün tutulmaktadır. Bu da icma ile sabittir. Atın geçimini sağladığı ve ahitlerini yerine getirdiği için süvari paylardan birini hak etmektedir. Diğer pay ise, atı ile savaştığı için ona verillir. Üçüncü pay da ona canı ile savaştığı için verilir. Bu görüşü tercih ediyorum, demiştir. Çünkü İki taraf bunun üzerinde İttifak etmiştir. İki tarafın ittifak ettiği görüşün kitapta tercih etdildiğini belirtmiştik. İmam görüşünü şöyle izah etmektedir:

Çünkü tek tarafın görüşünden daha kuvvetlidir. Yani iki tarafın üzerinde ittifak etmesi, kalbi daha çok tatmin eder. Hangisinin görüşü alınmaya daha layık olur, konusunda da aynı şeyi söy­lemiştir. Şöyle ki, suyun necis olduğunu biri haber verse, iki kişi de temiz oldu­ğunu haber verse, iki kişinin verdiği haber kabul edilir. Çünkü iki kişinin verdiği haber kalbi daha çok tatmin etmektedir.

Her iki görüş için haberlerin sahih ve meşhur olarak gel­diğini söylemiştir. Kitapta da bu haberler senedleriyle rivayet edilmiştir. O zaman her iki tarafın arasını uzlaştırmak veya tercih yapmak ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

Ebu Hanife uzlaştırmayı şöyle yaptığını söylüyor: Haber­lerin arasını uzlaştırırım. Ata iki pay verdiğini söyleyen riva­yeti şöyle açıklıyorum: Süvariye verilen iki paydan biri atı için verilmiş, diğeri de süvariye ihtiyacı için humus (beşte bir) den verilmiştir. Yahut ganimetler alınmadan önce verilmesi vade-dilen bir paydır. Yahut atın zikredilmesinden maksat, süva­rinin kendisidir. Çünkü süvariye verildiğini biliyoruz.

"Adamlar bindortyüz kişi, atlar da ikiyüz tane idi" anla­mındaki Hayber hadisi de bu şekilde izah edilmiştir. Adam­lardan maksat piyadeler, atlardan maksat da süvari-lerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Süvarilerinle, yayalarınla on­ları şaşkına çevir" Yani atlılar ve piyadelerle.

Bu şekildeki tercihin sebebi şudur: Süvariye verilen iki pay, kesindir. Çünkü haberler bu şekilde ittifak etmektedir. Kıyasın hilafına hak edilen şeylerde ancak kesin olan şeyler sabit olur. İkisi de "Haberlerden fazlalığı ispat edenler, yok sayanlardan evladır" demişlerdir.

Süvariye iki pay verildiğine dair rivayetlerden maksat, süvariye verilen bütün miktarı belirtmek değil, süvarinin piyadeye hangi şeyle üstün olduğunu belirtmektir.

Ondan sonra Hayber ganimetlerini taksimini ve bunların onsekiz pay olduğunu belirten hadisi zikretmiştir. Hadisin so­nunda da şöyle demiştir: Taksimi peygamber yapmış değildi, sadece düzensiz bir taksimdi. O taksimi yapan ve sınırlandıran Hz. Ömer'in kendisiydi. Düzensiz demek, bütün payların eşit olması demektir. Mufavaza kelimesi bundan türemiştir. Nite­kim şair şöyle demiştir:

"Başlarnıda bir büyük olmadan insanlar iyi olamazlar- Ca­hilleri egemen olduğunda da büyük sökonusu olmaz".

Hz. Ömer'in taksimi yapmış olması ise, kur'ayı çekip her payın üzerine koyması demektir.

Ebu Hanife, adamın ancak birtek at için pay alacağını ve çok atla gelse bile ancak biri için pay verileceğini söyler ki İmam Ahmed'in de görüşü budur. Çünkü Hicaz ve Irak ehli bu görüş üzerinde birleşmiştir. Şam ehli iki at için bir pay kabul ederken, diğer iki payı şahsın kendisine verirler. Ebu Yusuf da bu görüşü benimsemiştir. Çünkü savaşçı, üzerinde savaş­mak için iki ata ihtiyacı olabilir. Fazlasına ihtiyacı pek olmaz. Ebu Hanife ve İmam Muhammed ise, savaşçının ancak bir at üzerinde savaşacağını söyler ve ikinci ile üçüncüye ihtiyacı olmadığını söylerler.

Bu durum hizmetçinin nafakasındaki ihtilaflarına benziyor. Ebu Hanife ve Muhammed'e göre yargıç, kadının hizmetçisi olarak sadece bir hizmetçiye nafaka kararlaştirabilir. Ama Ebu Yusuf a göre kadm için iki hizmetçi nafaka­sını kararlaştırır. Şerhu'l-Muhtasar kitabında nikah bölümünde bunu açıkladık.

Her iki tarafın görüşlerini destekliyecek rivayetler kitapta senedleriyle, uzlaştırma ve tercihleriyle kaydedilmiştir. Birinci meselede belirttiğimiz şekilde.

Malik İbn Abdullah el-Has'ami'den şöyle rivayet edilir: Medine'de idim. Osman İbn Affan ayağa kalktı ve şöyle dedi: Şam ehlinden burada kimse var mı? Evet, ey mü'minlerin emiri, dedim. Şöyle dedi: Muavl'ye ye gittiğin zaman ona fetihlerde ganimeti beş paya ayırmasını söyle. Biri Allah için­dir. Kur'a çeksin ve hangisine düşerse onu alsın.

Bu da gösteriyor ki dört paydan beştebir belirli olmuşsa, devlet başkanının istediği değil, kur'a'da çıkan payı alması ge­rekmektedir. İbn Ömer'in hadisi de bunu göstermektedir. Şöyle diyor: Ganimetler beş paya ayrılıyordu. Sonra kur'a ile belirlenirdi. Resulullaha çıkan payı Resuullah alırdı. İstediğini seçip almazdı. Burada herhalde anlatmak istenen şudur: Her devlet başkanı (yönetici) halkın gönlünü kazanma ve kendini her türlü tercih etme yahut kayırmadan uzak durmakla mükelleftir.

Bu da dağıtım esnasında kur'a çekmek suretiyle gerçekleşir. Onun için dört payın paylaşılmasında da komutanlar arasında kur'a çekilir. Ondan sonra her komutan maiyetinde bulunanlara verilecek paylar için kur'a çeker. Dört paydan beşte bir payın ayrılmasında da bu şekilde kur'a çekilir.

Bunun temeli, Resulullah'ın bir sefere çıkacağı zaman eşleri arasında kur'a çekmesine dair rivayettir. İsteseydi kur'a çek­meden de dilediği hanımla sefere çıkabilirdi. Çünkü kocanın yolculuğuna eşlik eden hanımın ganimet taksiminde payı yok­tur. Buna rağmen gönüllerini hoş tutmak ve kayırma şüphesini önlemek için aralarında kur'a çekiyordu. Ganimet taksiminde de devlet başkanının aynı şekilde davranması lazımdır. Allah en iyi bilir.[33]

 

Yuk Hayvanlarının Payı

 

1599- Alimlerimiz şöyle derler: Pay ayırmada yük hayvanı at gibidir. Melez at ve katır da böyledir. Bu, Irak ve Hicaz ehlinin görüşüdür. Ganimetten pay hak etmede Arap ile Arap olmadan aynı olduğu gibi at için alınan paylarda da durum aynıdır. Çünkü at için ganimetten pay almak, düşmanı korku­tup ürkütmek içindir. Yüce Allah buyuruyor: "Bağlanıp besle­nen atlar hazırlayın. Onlarla sizin ve Allah'ın düşmanlarım korkutursunuz.[34]

Çünkü pay almayı hak etmek, at üzerinde savaşmaktan dolayıdır. Sava§ tekniğini bilenler savaşta beygirin attan daha üstün olduğunu söylüyorlar Çünkü daha uysal ve sahibinin sürdüğü şekilde gitmeye daha elverişlidir. Atları arapların üstün tutması, sadece daha çok koşması ve fazla kaçmasından dolayı­dır. Her iki türde de savaş bakımından bir üstünlük ve ayrı bir meziyet bulun­maktadır. Bu bakımdan ikisi eşit olmaktadır. Zira pay almayı hak etmek atın azığı ve masrafı sebebiyledir. Beygirin masrafı ve azığı atınkinden az değildir.

1600- Şam ehli ise, ata yakın olması durumunda ancak beygire pay verileceğini söylüyorlar. Delil olarak da Ebu Musa el-Eşari'nin Hz. Ömer'e yazdığı ve "Düşmandan sırtı geniş boyu kısa atlar ganimet aldık, bunların payı ne olacak?" dediği mektubu gösteriyorlar. Ona Hz. Ömer şu cevabı verdi: "Ona beygir denir. Bak, ata yakın olanlara bir pay ver, böyle olmayanlara birşey yoktur."

Ömer İbn Abdulazizden de bu şekilde rivayet edilmiştir. Valisine şöyle buyurmuştur:

Halid İbn el-Velid melez bir at getirerek "Toprak yemek, buna pay ayırmaktan benim için daha sevimlidir" demiştir.

Külsum İbn el-Akmar'ın şöyle dediği rivayet edilir: Samda atlar saldırdı. O gün Arap atları, ertesi sabah da melez atlar ganimete ulaştı. Başlarında Munzir İbn Ebi Hamsa el-Vadiî vardı. Önce ulaşanı sonra ulaşan gibi kılmam, dedi. Bu durumu Ömer İbn el-Hattab'a yazdı. Ömer de ona şöyle yazdı: Vadii'yi anası doğurmayaydı! Seni ne kadar zeki doğurmuş?!

Bir rivayette, erkek olarak doğurdu, dediği kaydediliyor. Uygulamayı söylediği şekilde yaptılar.

Ama biz diyoruz ki bu haberler savaş için elverişli olmayıp yük vurmak için beslenen hayvanlar için geçerli olsa gerek. Nitekim bu durum Ömer İbn Abdulaziz tarafından açıklanmış olarak nakledilmiştir. Şöyle diyor: Taylı kısrak veya katır sahiplerini piyade gibi sayınız.

Sonra, Munzir hadisinde acem (yabani) ata pay vermenin bilinmekte olduğu müşahade edilmektedir. Ömer İbn el-Hattab, Munzir'in uygulamasına hayret etmiştir. Sebebi de böyle bir uygulamayı ilk defa onun yapmış olmasıdır. Zaten Munzir vali idi. İçtihadı ile hükmetmiştir. Ömer de bu hükmünü kabul etmiştir. Yoksa görüşü Munzir'in görüşüne uyduğu için değildir.

Biz ise, devlet başkanı bir İçtihadı onaylarsa, ondan sonraki yöneticilerin o hükmü iptal etme yetkisi yoktur, diyoruz.

1601- Sonra şöyle dedi: Şam ehlinden bazıları ata iki, beygire de bir pay verirler.

Munzir hadisinde yukarıda açıkça belirtilmişti.

Bazıları da beygire hiç bir şey vermez. Halid İbn el-Velid hadisinde belirtildiği gibi.

Yabani atın sahibi, katır ve eşek sahibi gibidir, dedi.

1602- Hz. Ömer'in şöyle dediği zikredilir: At yolu(savaşa çıkılırken yolda belirlenen nokta) yi geçtikten sonra ölürse, ona bir pay verilir.

Alimlerimiz bu görüşü almış ve düşmanı korkutmanın yolu, süvari olarak geçmekle gerçek leşd iğin i söylemişlerdir. Zira yol geçildikten sonra defterler tutulur ve isimler kaydedilir. Ondan Sonra darulharpte şu kadar süvari ve bu kadar piyade geçip geliyor, diye haber yazılır. Kendisiyle düşmanı korkutma gerçekleştiği için pay almayı hak eder.

Bu rivayet, Hz. Ömer'den  "Ganimet savaşa katılanla­rındır" rivayetine aykırı değildir.

Çünkü yolu geçtikten sonra savaşa katılmış olan kişinin atı ölecek olursa, pay alır.

Çünkü darulharbe süvari olarak girmek savaşa süvari

olarak girmek gibidir. Onun için savaşa katılmamış olsa bile

orduya destek olarak gelenlere de alınan ganimetlerden pay

düşer.

Çünkü dinin üstün kılınması, cihad amacıyla darulharbe girmekle gerçek­leşiyor. Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Yurdunda saldırıya uğrayan millet mutlaka zelil olur."

1603- Bize göre çocuk, kadın, köle ve zimmiye pay verilmez. Sadece savaşsın veya savaşmasın, savaşan hür müslümanlara verilir. Bunun dışındakiler savaşacak olursa, bahşiş alırlar. Kadınlara da yaralıları tedavi etmek, yemek hazırlamak gibi işler yaptıklarında bahşiş verilir.

Şam alimleri ise köle, kadın ve çocuğa pay verileceğini söylüyorlar. Delil olarak da Huneyn günü Resulullahm kadın ve çocuklara pay verdiğini söyleyen Mekhul hadisine dayanıyorlar. Halbuki bu haberin (hadisin) sıhhati tartış­malıdır.

Bilindiği kadarıyla o gün paylaşma binsekizyüz pay şeklinde olmuştur. Erkekler bindörtyüz, atlar ikiyüzdü. Bunun dışında kadın ve çocuklar zikredil-memiştir. Bunlar da olsaydı o zaman erkekler şu kadar, kadınlar şu kadar, ço­cuklar şu kadar denilmesi gerekirdi.

Zira atlar zikredilirken kadınlar ve çocukların zikredilmemesi makul olamaz. Hadisin zayıf olduğunu gösteren delillerden biri de ashaptan ileri gelen­lerin meşhur olan görüşleridir. Mesela Hz. Ömer köleye ganimetten pay düşme­diğini söylüyordu.

1604- İbn Abbas kadınlara pay verilmeyeceğini, onun yerine ganimetten bahşiş verileceğini söylemektedir. Said İbn el-Museyyeb Resulullahtan bu şekilde rivayet etmiştir. Ebu Hureyre de Resuiullahın köle ve çocuklara pay vermediğini rivayet etmiştir. Fudale İbn Ubeyd'den de Resulullahın köle­lere pay vermediğini rivayet etmiştir.

Resuîullahm hizmetçisi Şukran'ın Bedir savaşında bulunduğu halde ona pay ayırmadığı, esirlerin başında görevlendirdiği ve esirlerden her birinin ona birşeyler verdiği ve eline geçen miktarın Haşimoğullannm sekiz meşhurundan herbir adamın payı kadar olduğu rivayet edilmiştir. Bu sekiz kişinin adı kitapta sayılmıştır.

Ebu'I-Lahm'ın mevlasmdan da şöyle rivayet edilmiştir: Köle olarak Hayber' savaşında bulundum, Resulullah bana pay vermedi, sadece artıklardan verdi.

Bütün bunlar, hadisin Hayber günü sözkonusu kişilere bahşiş olarak verildiğini ifade ettiğini göstermektedir. Biz de bu görüşteyiz ve bahşiş verile­ceğini söylüyoruz. Çünkü bunlar tabi kişilerdir ve tabi ile metbu (uyan ve uyulan) haketmede eşit olmaz. Ama at böyle değildir. O bir şeyi hak etmez, hak eden sadece sahibidir. Onda tabi ve metbu'nun eşitliği sözkonusu değildir.

Zimmet ehli de aynı şekilde tabidir. Çünkü onların yaptıkları cihad değildir. Onun için onlara pay olarak değil, bahşiş verilir. Ancak Ata, devlet başkanı onları zorla savaşa götürürse, onlara pay verileceğini söylemektedir.

İbn Şirin ise, onlardan cizyeyi kaldıracağını söylemektedir. Bundan maksatları da bahşişin meşakkat ve savaşma oranında olacağını belirtmektir.

ez-Zuhri ise, onlara da müslümanlara verildiği gibi pay verilir, demektedir.

Resulullahın yahudilerden birtakım kişilerle beraber savaştığı ve onlara müslümanlara pay verdiği gibi pay verdiği rivayet edilir. Bu ihtilaftan dolayı İmam Muhammed şöyle demiştir:

1605- Bir vali bu kişilere müslümanlara pay ayırdığı gibi pay ayirsa, hükmü geçerli olur. Hatta bu karan aksini düşünen başka bir valiye havale edilse, onu iptal edemez ve yerine getirmesi gerekir.

Çünkü içtihad konusu olan bir konuda karar vermiştir ve böyle konularda verilen hüküm icma ile geçerlidir. İptalinde icmaa muhalefet vardır ve bu da

caiz olmaz.

1606- Hizmet etmek için ücretle tutulan ücretliye pay verilmez. Çünkü mücahid ile beraber çıktığının ücretini almış­tır ve bundan dolayı ganimetten pay alamaz.

Bunun esası şudur: Abdurrahman İbn Avf üç dinara bir hizmetçi tutmuştur. Bu kişi ganimetten pay isteyince, Resulul­lah ona "Bu dinarlar dünya ve ahiret nasibindir" buyur­muştur. İkrime'den de şöyle rivayet edilmiştir: Bir savaşta Resulullah'ın bir hizmetçisi vardı ve Resulullah ona pay ver­medi. İbn Abbas'tan ise ücretli kişiye pay verildiği rivayet edilmiştir.

Bunun izahı şudur: Ücretle çalıştığı işi bırakıp savaşacak olursa o zaman ücreti almaya hakkı olmaz. O zaman pay almaya hak kazanır. Ama ücretle yaptığı işi yaparsa, ücretini alır ve ganimetten pay alamaz. Durumu ordu ile beraber bulunan tacirin durumu gibidir. Bu kişi savaşacak olursa pay almayı hak eder, ama savaşmazsa, pay alamaz. Allah en iyi bilir.[35]

 

Darulharpte Atın Payı

 

1607- Yolu geçtikten sonra atı ile savaşa katılanların süvari payını almayı hak ettiğini belirtmiştik. Savaşta kişinin atı telef olsa veya öldürülse, süvari payını almaya hak kazanır. Gani­metler kendisi piyade olduktan sonra alınmışsa, yahut düşman onun atım alıp sahip olmuşsa, yine süvarinin alacağı payı hak eder. Çünkü bu durumda süvarinin payını alamaz, dersek insanlar atlarının telef olması yahut piyade durumuna düşme­leri korkusuyla savaşa katılmaktan kaçınır. Halbuki devlet başkanı müslümanlan savaşa daha çok teşvik eden şeyi yapma­sı lazımdır. Sonra, pay almayı hak etmek savaşmak amacıyla darulharpte atın masrafını çekmekle olur, yoksa süvari olarak savaşmakla değil.

Nitekim deve yavruları üzerinde yahut kale kapılarında veya gemilerde savaşacak olursa, bunlardan süvari olanlar süvarilerin alacağı payı hak eder. Huneyn günü Resulullah süvarilere pay vermiştir. Halbuki piyade olarak kaleleri fethetmişlerdi.

Anlıyoruz ki muteber olan, darulharpte atın masrafını yüklenmektir, yoksa at üzerinde savaşmak değildir.

1608- Atım esirgeyip karargahta bir ahırda bağlar ve piya­de olarak savaşırsa, yine süvari payını almaya hak kazanır. Şüphesiz savaşta atının isabet almış olması, süvari payını önce­likle almasını sağlar.

1609- Darulharbe piyade girip bir at satın alsa ve üzerinde savaşsa, piyade payını alamaz. İbn Mübarek'in rivayetinde süvarinin payını hak eder.

Çünkü üzerinde savaşmak için darulharpte atın masrafına katlanmıştır. Sonra, yolu geçmek savaşmak gibidir. Yolu geçmekle süvarinin payını hak ediyorsa, fiilen at üzerinde savaşmakla bu payı hak etmesi evleviyetle olur.

Rivayetin zarihine göre bunun izahı şudur: Bir şeyi hak etmenin sebe­binin oluşması, yolun geçilmesidir. Bunu yapan adam için piyade payı almanın sebebi gerçekleşmiş olur. Bundan sonra değişmez. Sonra, devlet başkanının fertlerin ayrı ayrı bütün durumlarını tesbit etmesi ve gözönündü bulundurması zordur. Onun için kolaylık olması bakımından yolu geçmiş olmayı gözönünde bulundurmak gerekir. Çünkü normal olarak ordu o sırada giriş ve çıkış halinde olur. O sırada kim süvari olarak kayda geçmişse, durumu daha sonra değişse bile, süvarinin payını almaya hak kazanır. Durumu daha sonra değişmiş olsa bile, bu sırada piyade olarak kaydedilenler de piyade payını alırlar.

1610- Çok yaşlandığı için zayıf düşmüş veya binilemiyecek kadar küçük bir tay üzerine binip gelse, süvarinin payını alamaz.

Çünkü bindiği hayvan savaşmaya elverişli değildir, Böylece piyade gel­miş olduğu anlaşılır. Durumu katır, deve veya eşek üzerine binip gelenin duru­mundan geri olup bunlara binerek gelenlere ancak piyade payının verildiğini belirtmiştik.

1611- Üzerinde savaşılamayacak kadar at zayıf olsa ve iyileşinceye kadar müslümanlar bir ganimet almamışlarda, kı­yasa göre sahibine piyade payı vardır.

Çünkü yolun geçilmesi sırasında üzerinde savaşmaya elveriyli bir ata sahip değildi. At iyileştikten sonra ancak üzerinde savaşılacak bir ata sahip olmuş sayılır. Onun için darulharpte at satın alan veya tay üzerine binip gelen ve binilecek duruma gelmesi için uzun müddet bekliyen kişi durumunda olur. Ama istihsan yaparak şöyle denmiştir:

1612- Atın iyileşmesinden önce ve sonra alınan her gani­metten kendisine bir süvari payı verilir.

Çünkü ancak üzerinde savaşmak için bu atla gelmiştir. Yine ancak bunun için masrafını çekmiştir. Sözkonusu at daha önce üzerinde savaşılacak durumda iken daha sonra geçecek olan bir sebepten elverişsiz duruma düşmüştür. Bu sebep ortadan kalkınca artık engel yokmuş gibi olur.

Ama tay böyle değildir. Üzerinde savaşmaya elverişli değildi. Sadece darulharpte ilk defa bu işe elverişli olmuştur. Onun durumu darulharpte bir at alan kişinin durumu gibi olur.

Bu farkı şöyle bir örnekle anlatalım; Evlenme yaşının altında olan kadın kocasından nafaka alamaz. Çünkü kadınlık görevine elverişli değildir. Kendi­siyle cinsi münasebet kurulamayacak kadar hasta olan kadın da kocasından nafaka alamaz. Çünkü daha önce kocasına hizmete elverişliydi. Ama bu yakın­da geçecek bir sebeple engellenmiştir.

Yolun geçmesi sırasında hastalanır veya bir tarafı kırılacak olursa, atın durumu da bu şekildedir. Ama yaşlılığından zayıf düşmüşse, bunun geçmesi söz konusu değildir.

1613- Bir müslüman darulharbe süvari olarak girdikten sonra atı öldürülse ve ganimetler alınmadan önce esir düşse, ondan sonra ordu ganimet alsa ve kendisi kurtulup orduya katılıncaya kadar ganimetleri darulharpten çıkarmazlarsa, adam süvari payım alır.

Çünkü yol geçildiği zaman onlarla beraber bunu hak etmiş ve darulis-lamda ganimetlere sahip olmada da onlara ortaklık yapmıştır. Onun için süvari payını alır.

Sanki onlardan ayrılmamıştır.

Çünkü ortadan kalkabilecek bir sebeple onlardan ayrılmaya maruz kal­mıştır. Sebep ortadan kalkınca, yokmuş gibi olur,

1614- O ordu gitmiş ve yerine başka bir ordu gelmiş, ken­disi de düşmandan kurtulup bu Orduya katılmış, ondan sonra müslümanlar ganimetler almışsa, adam piyade payım alır ve ilk ordu zamanında alınan ganimetlere ortak olmaz.

Çünkü onlarla ortak olmasını gerektirecek sebep, meydana gelmemiştir. İlk ordunun danılislama çıkmasıyla da sözkonusu sebep artık ortadan kalkmış olur. Zaten ordu darulislama çıkarken kendisi onlarla beraber olmamıştır. Dolayısıyla pay alması mümkün değildir. Ama ikinci orduya katıldığı ve onlar da ganimet aldıkları için kendisi de pay almayı hak etmiştir. Bu durumu gözönünde bulundurulur.

1615- İkinci orduya piyade olarak katılırsa, piyade payını alır, süvari olarak katılırsa süvari payını alır. Tıpkı darul-harpte müslüman olup orduya katılan yahut darul-harpte eman verilen bir tüccar iken orduya katılan kişi gibi. Bundan dolayı daha Önce alman ganimette payı yoktur.

Çünkü bu ganimetler alındığı zaman pay almasını gerektirecek sebep mevcut olmamıştır.

1616- Ama müslümanlar bir çarpışmaya girer ve o da on­larla beraber çarpışırsa, piyade olarak onlara katılmışsa piya­de payını, düşmandan satın aldığı veya onlardan hibe olarak aldığı bir at üzerinde süvari olarak katılmışsa, süvari payını almaya hak kazanır.

Çünkü o at kendisine ait sayılır ve bundan dolayı da süvari payını alır.

1617- Bu atı düşmandan zorla almışsa, adam piyade sayılır ve at fey1 olur.

Çünkü o ata ordunun himayesi ile sahip olmuştur. Onun için ganimet kapsamında olur. Ordu bu ganimette kendisine ortak olur. Ganimetten olan bir atla adam süvari de sayılmaz.

Nitekim o at üzerinde savaşma hakkı da yoktur.

1618- Dinden dönüp düşmana katıldıktan sonra tekrar müslüman olup orduya katılacak olursa her durumda esir ve durulhapte müslüman olan kişi mesabesinde olur.

1619- Orduya varmadan atları telef olacak olursa, piyade sayılırlar.

Çünkü onlar için orduya katılmak darulislama giren kişinin yolu geçmesi mesabesindedir.

Ama imdat ve yardım istedikleri takdirde kendilerine yar­dımcı olabilecek kadar orduya yaklaşmış ve bu durumda atları telef olmamışsa, o zaman süvarinin payını almaya hak kaza­nırlar.

Çünkü orduya süvari olarak ulaşmışlardır. Sanki orduya katılmışlardır.

Ondan sonra atları telef olmuştur.

1620- Devlet başkanının emri ile bir müslüman ordunun peşinde süvari olarak darulharbe girse ve atı telef olduktan sonra askerlere piyade olarak yetişse, kendisine süvari payı verilir.

Çünkü darulharbe süvari olarak cihad için girmiştir. Ganimette ortaklığı hak etmesi bakımından orduya katılmış gibidir. Belirttiğimiz gibi orduya destek olanlar gibidir. Devlet başkanının izni ile girdiği için bu adam da destek sayılır.

1621- Devlet başkanı ordudan sonra insanların darulharbe girmelerini yasaklamışsa, yukarıdaki şartlarda, kişilerin darul­harbe girip orduya katıldıkları günkü durumlarına bakılır.

Adam hırsız ve saldırgan olarak girmiş olur. Devlet başkanının izni dışında girdiği için mücahid olarak girmiş sayılmaz. Nitekim giren adam tek başına bir ganimet alacak olsa, ondan beşte bir alınmaz. Halbuki devlet başka­nının izniyle girenlerin durumu böyle değildir. Birincinin aksine iltihak etmeden önce ordunun aldığı ganimetlere ortak da olmaz. Bunun durumu esirin durumu gibidir. Damlharpte müslüman olup mücahid olarak islam ordusuna katılan kişinin katıldığı zamanki durumuna bakıldığı gibi.

1622- Müslüman veya zimmet ehlinden tüccarlar süvari olup islam ordusuyla beraber savaşsalar, savaştıkları zamanki durumlarına bakılır.

Çünkü katılmalarının sebebi, o anda belli olur. Daha önce bunlar mücahid değil, tüccar idiler. Savaşan süvari tüccar müslüman ise, süvarinin payını almaya hak kazanır zimmet ehlinden ise, bahşiş almaya hak kazanır, Zimmet ehlinden piyade ise, yine bahşiş almaya hak kazanır da ganimet aldıkları için kendisi de pay almayı hak etmiştir. Bu durumu gözönünde bulundurulur.

1615- İkinci orduya piyade olarak katılırsa, piyade payını alır, süvari olarak katılırsa süvari payını alır. Tıpkı darul-harpte müslüman olup orduya katılan yahut darul-harpte eman verilen bir tüccar iken orduya katılan kişi gibi. Bundan dolayı daha Önce alman ganimette payı yoktur.

Çünkü bu ganimetler alındığı zaman pay almasını gerektirecek sebep mevcut olmamıştır.

1616- Ama müslümanlar bir çarpışmaya girer ve o da on­larla beraber çarpışırsa, piyade olarak onlara katılmışsa piya­de payını, düşmandan satın aldığı veya onlardan hibe olarak aldığı bir at üzerinde süvari olarak katılmışsa, süvari payını almaya hak kazanır. Çünkü o at kendisine ait sayılır ve bundan dolayı da süvari payını alır.

1617- Bu atı düşmandan zorla almışsa, adam piyade sayılır ve at fey' olur.

Çünkü o ata ordunun himayesi ile sahip olmuştur. Onun için ganimet kapsamında olur. Ordu bu ganimette kendisine ortak olur. Ganimetten olan bir atla adam süvari de sayılmaz.

Nitekim o at üzerinde savaşma hakkı da yoktur.

1618- Dinden dönüp düşmana katıldıktan sonra tekrar müslüman olup orduya katılacak olursa her durumda esir ve durulhapte müslüman olan kişi mesabesinde olur.

1619- Orduya varmadan atları telef olacak olursa, piyade sayılırlar.

Çünkü onlar için orduya katılmak darulislama giren kişinin yolu geçmesi mesabesindedir.

Ama imdat ve yardım istedikleri takdirde kendilerine yar­dımcı olabilecek kadar orduya yaklaşmış ve bu durumda atları telef olmamışsa, o zaman süvarinin payını almaya hak kaza­nırlar.

Çünkü orduya süvari olarak ulaşmışlardır. Sanki orduya katılmışlardır. Ondan sonra atları telef olmuştur.

1620- Devlet başkanının emri ile bir müslüman ordunun peşinde süvari olarak darulharbe girse ve atı telef olduktan sonra askerlere piyade olarak yetişse, kendisine süvari payı verilir.

Çünkü darulharbe süvari olarak cihad için girmiştir. Ganimette ortaklığı hak etmesi bakımından orduya katılmış gibidir. Belirttiğimiz gibi orduya destek olanlar gibidir. Devlet başkanının izni ile girdiği için bu adam da destek sayılır.

1621- Devlet başkanı ordudan sonra insanların darulharbe girmelerini yasaklamişsa, yukarıdaki şartlarda, kişilerin darul­harbe girip orduya katıldıkları günkü durumlarına bakılır.

Adam hırsız ve saldırgan olarak girmiş olur. Devlet başkanının izni dışında girdiği için mücahid olarak girmiş sayılmaz. Nitekim giren adam tek başına bir ganimet alacak olsa, ondan beşte bir alınmaz. Halbuki devlet başka­nının izniyle girenlerin durumu böyle değildir. Birincinin aksine iltihak etmeden önce ordunun aldığı ganimetlere ortak da olmaz. Bunun durumu esirin durumu gibidir. Darulharpte müslüman olup mücahid olarak islam ordusuna katılan kişinin katıldığı zamanki durumuna bakıldığı gibi.

1622- Müslüman veya zimmet ehlinden tüccarlar süvari olup islam ordusuyla beraber savaşsalar, savaştıkları zamanki durumlarına bakılır.

Çünkü katılmalarının sebebi, o anda belli olur. Daha önce bunlar mücahid değil, tüccar idiler. Savaşan süvari tüccar müslüman ise, süvarinin payını almaya hak kazanır zimmet ehlinden ise, bahşiş almaya hak kazanır, Zimmet ehlinden piyade ise, yine bahşiş almaya hak kazanır.

1623- İslama girip müslüman farla savaşacak olurlarsa, pay alıp alamıyacaklari konusunda savaşmaları sırasıda durumla­rına bakılır.

Çünkü durumları esirlerin ve düşmandan müslüman olanların durumu gibidir. Zira ganimet alabilmek için sebep o anda gerçekleşmektedir.

1624- Müslüman olmadan orduya katılır ve onlarla beraber savaşır, daha sonra müslüman olurlarsa, bakılır. Müslüman­lara katıldığı sırada süvari olanlara süvari payı, piyade olanla­ra da piyade payı verilir. Aynı şekilde darulislamdan ordu ile piyade veya süvari olarak çarpışmak için girseler, sonra gani­metler alındıktan önce veya sonra İslama girseler, girişleri sıra­sında piyade olanlar piyade payını, süvari olanlar süvari payını alır.

Bu hüküm tenkit edilmiştir. Müslüman olmadan önce ganimetten pay almalarının sebebi gerçekleşmemiş, çünkü bunun ehlinden olmamışlardır. Al­mayı hak edecek kişinin ehliyeti olmadan almanın sebebi de gerçekleşmez, onun için yolun geçilmesi sırasındaki durumları değil, İslama girdikten sonraki durumları yahut darulharpten gelmişlerse, orduya katılmaları sırasındaki durum­ları gözönünde bulundurulmalıdır, diye itiraz edilmiştir.

Halbuki kitapta söylenenler daha doğrudur. Çünkü bunlar ganimetten pay almaya hak kazanan kişilerdendir.

Nitekim İslama girmeden önce bunlar bahşişi hak ediyorlardı. Bu gani­metten birşeydir. Bununla orduya katıldıkları veya savaş İçin yolu geçtikleri sı­rada bu payı almaya hak kazanma sebepleri ortaya çıkmış olmaktadır. Zaten darulislamda ganimetlere sahip olma hakkının tamamı gerçekleşmeden önce İs­lama girmişlerse, ganimetten pay almaya hak kazanmada sebebin başında bun­lar müslüman imişler gibi olurlar. Çünkü sıfat asla tabi olur ve asıl üzerine hüküm bina ediİir.

Buna göre devlet başkanının izniyle orduya destek olarak

girip orduya katılmadan önce veya katıldıktan sonra müslü-

man olsalar, ganimete sahip olmaları kabul edilir.

1625- Bir köle savaşmak için efendisiyle beraber darulharbe süvari olarak girse ve müslümanlar ganimet alsa, ondan sonra efendisi onu azad edip bindiği atı kendisine bağişlasa, ondan sonra da ganimetler alınsa, köleyi azad etmeden önce müslü-manların aldığı ganimetten köleye verilecek bahşiş efendisine verilir ve bu bahşiş payı süvarinin payı miktarından az olur, ama piyadenin payından da fazla olabilir.

Çünkü bahşiş alma konusunda köle, zimmi gibidir. Süvari zimmiye ve­rilecek bahşiş, müslüman süvariye verilecek ganimet payı kadar olmaz. Çünkü zimmet ehli içinde bir savaşçı yoktur ki müslümanlar arasında ondan daha güçlü bulunmasın. Kölenin durumu da bu şekildedir. Ancak azad edilmeden önce alman ganimetten verilecek bahşiş payı azad edildikten sonra da değişmez. Çünkü zimminin müslüman olmasıyla verilecek miktar değişmiş olmaz. O da Önceki bahşiş payı ile müslüman olduktan sonra alınan ganimetlerden alacağı ganimet payıdır. Sanki müslüman oluşu, pay alma sebebinin başlangıcında mevcut olmuş gibi sayılır.

Kölenin azad edilmesiyle alacağı da değişir. Çünkü bahşiş kölenin hakkı olarak efendisine verilir. Ata binmiş olduğu için de ganimetten pay alması ger­çekleşir. Azad edildikten sonra pay kölenindir. Onun için sebebin başlangıcında azad edilmişliğin mevcudiyeti var kabul edilmez. Çünkü durum efendinin hakkını tümden iptal eder.

Bunun için azad edilmeden önce alacağı bahşiş payı bakidir, dedi. Azad edildikten sonra alınan ganimetlerden de köleye süvari payı verilir. Çünkü alma sebebinin oluşması sırasında köle süvari idi. At başkasının da olsa, ata binmişti. Tıpkı ödünç bir at üzerinde süvari olarak giren gibi. Efendisi ona atı daha sonra bağışladığı için onun da durumu böyledir. Bu kişi esir veya tüccar olarak orduya katılan ve süvarinin payını almaya hak kazanan kişi gibidir.

1626- Zimmi ve sözleşmeli köle de darulislama süvari ola­rak girdikten sonra müslümanlar ganimetler alsa, daha sonra sözleşmeli köle azad edilip zimmi kişi İslama girse ve ondan sonra da ganimetler alınsa, ilk alınan ganimetten ikisine süvari bahşişi olarak verilir, azad edildikten ve İslama girdikten sonra alınan ganimetten de süvari payı verilir.

Zimmi için bu cevap doğru değildir. Bundan önce bütün ganimetlerden payı olduğu söylenmişti. İki cevap arasında çelişki bulunmaktadır. Unutulma­malıdır ki böyle yanlışlıklar katipler tarafından meydana gelebiliyor. Zimmi için doğru cevap daha önce belirttiğimiz şekildedir.

Sözleşmeli köle için de cevabın doğru olmadığını söyleyenler vardır. Çünkü sözleşmeli köle efendisinden ayn olarak hak ettiğini almaktadır. Azad edilmesiyle alacağı değişmemektedir. Belki durumu zimminin durumu gibi olur. Bundan sonra iki yerde köleden farklı olduğu belirtilmektedir.

Kimileri de bu cevabın doğru olduğunu söylüyor. Çünkü sözleşmeli kölenin kazancı kendisi ile efendisi arasında ortaktır. Herbirinin onda mülkiyet hakkı vardır.

Nitekim sözleşmeli kölenin acizliği durumunda efendinin mülkiyetinin gerçeği değişmekte ve azad edilmesiyle bu yoldan hak edilenin değişmesi ger­çeği sabit kalmaktadır. Onun için azaddan önceki ganimmette bahşiş payı kabul edilir. Azadtan sonra ise ganimetten süvari payı verilir. Darulharbe girdiğinde bindiği at gerçekte kendisinin olmasa bile, durum budur. Çünkü kazandığı şeylerde mülkiyet hakkı vardır. Onun için ata binmiş olması başkalarının binmiş olmasının altında veya dışında olmaz.

1627- Azad olduktan sonra piyade olursa, ondan sonrası için alacağı pay, öncesi için alacağı paydan faklı olur.

Çünkü süvariye verilen bahşiş, piyadenin payından fazla olabilir. Bilin­diği gibi azad olmak kötülüğü değil, iyiliğini artırır. Böylece anlıyoruz ki azad olduktan sonraki payı da süvari payı olur.

1628- Köleye savaşma izni verilmediği halde sadece efen-disiyle beraber hizmet için savaşa girmişse, kıyasa göre kendi­sine birşey verilmez.

Çünkü savaş ehlinden değildir. Sadece efendisi izin verdiği zaman ehil olur. Durumu, devlet başkanının izniyle savaşan eman altındaki düşmanın duru­mu gibi olur ve bahşiş alabilir. Devlet başkanının izni olmadan bu kişi savaşa­cak olursa birşey alamayacağı gibi, efendisinin izni olmadan savaşan bu köle de bir şey alamaz.

1629- İstihsana göre kendisine bahşiş verilir.

Çünkü kazanması ve kendisine çıkar sağlaması yasak değildir. Bahşiş almasıda bu sıfatladır. Efendisi tarafından kendisine izin verilmiş gibi olur. Davranışları kısıtlı (hacr altında) iken ücretle çalışan ve iş yapmıyan köle hakkındaki istihsan ve kıyas gibidir.

1630- Sözleşmeli köle diğer köle gibi ancak efendisinin izni ile savaşır.

Çünkü savaşta kendini tehlikeye atar. Halbuki efendisinin kölesidir. Onun için efendisinin izni olmadan kendini tehlikeye atması caiz değildir. Ama ticaret için darulharbe izin olmadan çıkabilir. Çünkü bu kazanç sağlama işlerindendir. Bu konuda hür kişi gibidir. Efendisi ticaret için darulharbe çıkmasını şart koşmuşsa, şartı geçersiz olur. Sözleşmeli köle bölümünde bunları açıkladık.

1631- Efendisinin izni olmadan savaşır ve üstün başarı gösterirse, süvari ve piyade olsun, başarısı oranında kendisine bahşiş verilir.

Çünkü yaptığı iş, mal kazanmaktır. Sözleşme sırasında bu hak ona verilir. Sözleşmeli için bu sabit olursa, efendisinin izni olmadan köle için de sabit olur.

1632- Bir köle efendisi ile beraber darulharbe girdikten sonra efendisi onu azad etse ve bir at verse ve köle orduya ka­tılsa, orduya katıldığı zamanki durumu gözönünde bulundu­rulur. Süvari ise, katıldıktan sonra alınan ganimetten süvari payını alır, piyade ise piyade payını alır. Onlarla beraber sa­vaşmadığı müddetçe daha önce ordunun aldığı ganimette payı olmaz.

Çünkü savaş amacı olmaksızın girdiği zaman pay alma sebebi gerçekleş­memiş olur. Pay alma sebebi ancak orduya katılmakla olur. Durumu darulharpte müslüman olan kişinin ve tacirin durumu gibi olur.

1633- Girdiği zaman sözleşmeli köle olup efendisi azad ederse yahut darulislanıa müslüman I ar çıkmadan önce söz­leşme bedelini öderse bakılır. Süvari ise, azad edilmeden ve azad edildikten sonra alınan ganimetlerden süvari payını alır.

Çünkü efendisi ona savaşmak için izin verse de, vermese de savaşmak için girmiştir. Efendinin izni şartı yoktur, diyoruz. Çünkü ona hizmet etme durumu yoktur. Savaş için gitmiş olması ganimetten pay alması için sebeptir. Ganimetlere sahip olmadan önce pay alabilmesi için şartlar da mevcut olmuştur. Tıpkı giriş sırasında ganimet alabilen kişilerin durumu gibi olur.

Bundan da anlaşılıyor ki sözleşmeli hakkında bundan önce belirtilen şey

katibin bir hatasıdır.

1634- Ganimetler paylaştırıldıktan veya satıldıktan sonra azad edilecek olursa, bu ganimetlerden sadece bahşişi alır.

Çünkü şartlan oluşmadan başkaların hakkı o ganimetlerde kesinleşmiştir. Ganimetlerin satılması veya taksim edilmesi, hakkın kesinleşmesi bakımından sahip olmak gibidir. Onun için yardıma gelecek olan askerlerin bu ganimette payı olmaz. Darulislamda ganimetler sahiplerini bulduktan sonra azad edilenin durumu, yardıma gelen ve pay alamıyan kişilerin durumu gibidir. Ama verilme­si gereken bahşişi hak eder. Çünkü sözleşmeli kölenin payı olup azad edildikten sonra ona verilir.

1635- Darulharpte efendisi sözleşme hakkında ona davacı olursa, yargıç sözleşmeyi bozar.

Çünkü sözleşmenin şartlarına bağlı kalmamıştır.

Kıyasa göre bu köle efendisinin izni olmadan girmişse, birşey alamaz.

Çünkü sözleşme bozulunca sanki yokmuş gibi olur. Onun durumu da efendisinin izni olmadan savaşmak için darulharbe gelmiş köle gibidir. Yuka­rıda böylelerin kıyasa göre bahşiş alamıyacağım, istihsana göre ise bahşişi hak ettiği ve bu payın efendisine ait olduğunu belirttik.

1636- Aciz olarak veya sözleşme yükümlülüğünü yerine getirdikten sonra ölecek olsa, bakılır. Ölümü ganimetlerin tak­siminden veya sahiplerinin eline geçmesinden önce olursa, ne kendisinin ne de efendisinin alacağı olmaz. Sözleşmede koşulan ücret ödenmiş olsa da, durum aynıdır.

Çünkü bahşişi alma hakkı, payı alma hakkından daha güçlü olmaz. Gani­metlere sahip olmadan ve ganimetler taksim edilmeden önce mücahidin ölümü, ganimetten alacağı payı iptal eder. Böyle olunca, sözleşmeli kölenin ölümü evleviyetle bu payı iptal eder.

Ölümü ganimetlere sahip olduktan veya paylaşma yapıl­dıktan yahut satıldıktan sonra olursa, o ganimetten payım alır. Tıpkı hür mücahidin ölmesi durumunda olduğu gibidir. Ama sözleşmeli köle aciz olarak ölürse, payını efendisi alır. Ama köle sözleşmeye bağlı kalmışsa, efendisi o payı alır ve kölenin hür olduğunu hükme bağlar. Sözleşmesinin gereğini yerine getirmiş olarak ölürse, bu pay varislerinindir.

Azad edilmesi, yaşaması durumu ile ilgilidir. Buna göre pay almayı hak eder. Tıpkı hayatta iken ganimetlere sahip olunmadan önce azad edilmiş olması gibi, diye itiraz edilecek olursa, şöyle deriz:

Yollardan birine göre azad olması yaşamasına bağlı olmaz. Belki sözleş­mede koşulan ücreti ödeyinceye kadar hükmen yaşıyor kabul edilir. Diğer bir yola göre, bu isnad zaruretten dolayıdır. Zaruretin olduğu, yani sözleşmenin hükmü olan şeyden sonra ortaya çıkmaz. Payın hak edilmesinin ise bununla ilgisi yoktur.

1637- Kendisine savaş izni verilsin veya verilmesin, gani­metler alınmadan ve taksim edilmeden önce ölürse, payı alacak kişi itibariyle efendisine birşey düşmez.

Burada süvarinin atından dolayı pay almayı hak etmesi gibi, efendi bahşiş payını hak eder, darulharpte atın ölümü ile pay iptal olmadığı gibi, kölenin ölümü ile de efendinin alacağı bahşiş hakkının iptal olmaması gerekir, denilse, cevap olarak şöyle deriz:

Durum böyle değildir. Burada pay alma hakkı kölenin olup diğer kazanç­larında efendisi onun yerini aldığı gibi almacak payın mülkiyetinde de onun yerini alır. Zira köle muhatap bir insandır. Alınacak haklarda efendisinin ken­disinin yerini almak üzere kendisiyle akit yapılacak kişilerdendir. Nitekim sa­vaştan önce köle yolu geçtikten sonra ölecek olursa, efendisi onun alacağı bahşişi alamaz. Halbuki atın durumu böyle değildir. Ama ganimetlere sahip olunup taksimi yapıldıktan sonra ölecek olursa, bahşiş payını efendisi alır. Çünkü hak etme sebebi kesinleşmiş olup ölümü ile iptal olmaz. Ancak varisin ölenin yerine geçtiği gibi efendisi onun yerine geçer. Yani payını alır.

1638- Ganimetlere sahip olunmadan önce efendisi onu satacak olursa bahşiş payı iptal olmaz.

Sahipleri değişse bile pay almayı hak etmesinin sebebi değişmemiş olur. Alacağı bahşiş payı ilk efendisinin olur. Ama ganimetlere sahip olunduktan sonra satacak olursa, durumu açıktır. Ama ondan önce satacak olması durumun­da da pay alması, pay almayı hak etmesinin sebebinin ilk efendisinin mülkiye­tinde iken gerçekleşmiş olmasındandır. Ganimetin alınmasıyla pay almanın temeli sabit olur. Diğer kazançlarında efendisinin payı iptal olmadığı gibi satılması sebebiyle de efendisinin onda payı iptal olmaz.

Nitekim izin verilmiş kişi muhayyerlik şartıyla birşey satın alsa ve efendisi o şeyi satacak olsa, satılan şey satın alanın değil, satanın olur.

1639- Efendisi onu sattıktan sonra başka bir ganimet alacak olsalar, ikinci ganimetten alacağı pay onu satın alan kişinin olur.

Çünkü pay alma hakkı ancak ganimet alınması zamanında sabit olur. O sırada da satın alanın mülkü olduğundan alacağı payda onun yerine geçer, yani alacağı payı o alır.

1640- Hür ve akıllı olarak darulharbe girip ganimetlere sahip olunmadan önce bunayacak olursa, ganimetten pay alması engellenmez.

Çünkü pay almayı hak eden diri kişilerden iken ganimetlere sahip olun­muş. Bunak da olsa bu durumu değiştirmez. Ama ganimetlere sahip olunmadan önce Ölecek olursa, durum değişir.

1641- Ama adam bunamamış sadece dinden dönmüş ve müslümanlarla beraber çıkmış ise, bakılır. İslama tekrar dön­meyip öldürülecek olursa, payını mirasçıları alır. Zimmet eh­linden olan kişiye yapıldığı gibi alman ganimetten ona bahşiş verilir.

Çünkü mürted önceden kâfir olan kafir gibidir. Ganimetler alındığı sırada adam pay almayı değil, vatandaşımız olduğu için sadece bahşiş almayı hak etmiştir.

Bu da gösteriyor ki ganimetlere sahip olunmadan önce zimmi müslüman olsa veya sözleşmeli köle azad edilse, kendilerine tam bir pay verilir.

Çünkü ganimetlere sahip olunduğu veya satıldığı yahut taksim edildiği günkü durumlarına bakılır. Bundan da anlaşılıyor ki zimmi ve sözleşmeli köle hakkında verdiği ilk cevap yanlıştır.

1642- Ganimetler alındıktan sonra dinden dönüp darul­harbe gitse, sonra ganimetlere sahip olunmadan Önce veya son­ra müslüman olarak geri dönse, bu ganimetten kendisi birşey alamaz.

Çünkü temelde düşman olanlara katılmıştır. Düşman, ganimetlere sahip olunmadan önce veya sonra İslama girip orduya katılsa, ama katıldıktan sonra savaşmazsa, alman ganimetten payı olmaz. Dinden dönen de böyledir. Malı el­de edilirken fey1 olacak olan bir duruma düşen kişi müslümanlann ganimetinden nasıl pay alabilir? Ancak kendisi önce ganimet alıp koruduktan sonra İslama girerse, aldığı ganimet onun olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki adam asli düşman gibi olur.

1643- Ganimetlere sahip olunduktan veya taksim edildikten yahut satıldıktan sonra darulharbe katılacak olursa, alacağı pay varislerine miras olarak kalır.

Çünkü o ganimetlerde hakkı kesinleşmiştir. Diğer malları gibidir. Bû durumda darulharbe mürted olarak katılması da ölmesi gibidir.

1644- Dinden dönmeyip müşrikler ganimetlere sahip olun­madan önce onu esir almış, ama öldürmemişlerse, esir alınma-dan önce alınan ganimetten payım müslümanlann ayırmaları gerekir.

Çünkü o ganimette hakkı sabit olmuştur. Esir düşmekle sahip olunan ganimetten alacağı hakkı kaybolmaz.

Ama esir düştükten sonra alman ganimetten alacağı olmaz.

Çünkü esir düşen kişi düşmanın elinde olup hakikaten veya hükmen ordu ile beraber olmaz. Esir düştükten sonra alınan ganimetlerin alınmasında ve sahip olunmasında orduya katılmış değildir.

1645- Esir düştüğünde kendisine ne yaptıklarını bilmiyorsa, ganimetler paylaşılır ve ona, verilmez.

Çünkü hak etmek sahip olunmakla olur. Kaybolan kişi de başlangıçta hak edeceği şeylerde ölü gibidir. Nitekim bir yakım Ölecek olsa ona varis olmaz. Onun İçin bir şey de ayrılmaz. Bu da onun gibidir.

1646- Ganimetler taksim edildikten sonra müslüman olarak geri gelecek olursa, yine birşey alamaz.

Çünkü aralarında taksim yapılan kişilerin hakkı taksim ile kesinlik kazanmıştır. O mallarda mülkiyetleri sabit olmuştur. Zayıf olan hak ise zorunlu olarak iptal olur.

1647- Ganimetler satılır veya darulharpten çıkarılırsa, kendisi de bazı müslümanların ihtiyacı için darulharpte gecikip esir düşse, gelip alıncaya kadar payı ayrılır. Ölümü kesin­leşirse, payı varislerine verilir.

Çünkü payı satma ve sahip olunma ile kesinleşmiş olup kaybolan kişinin hakkındaki hüküm gibi hakkında hüküm verilir.

Allah ben iyi bilir.[36]

 

Darulislamda Süvarinin İki Payı Ve Ganimette Ortaklık

 

1648- Düşmandan bir ordu darulislama girse ve müslü­manlar onları mağlup etse, ganimet savaşa katılanların olur. Halife Ömer'den "Ganimet savaşa katılanlarındır" diye riva­yet edilmiştir.

Çünkü ganimeti almaya hak kazanmak cihad ile olur. Darulislamda mü-cahid bizzat savaşa katılanlardır. Halbuki müslümanlar darulharbe girse, savaşa bizzat katılmış olmasalar da gelen destek kuvvetin ganimette payı vardır. Çün­kü cihad amacıyla darulharbe girmiş, böylece cihad etmiş gibi olurlar. Son­ra, darulharp savaş yeridir. Darulharpte savaş amacıyla hazır olan bütün kişiler savaşa katılmış hükmünde sayılır. Darulİslam İse savaş yeri değildir. Onun için darulislamda mücahid, ancak bizzat savaşa katılanlar olur. Bir Örnekle açıkla­yacak olursak, camide imamdan uzak bir yerde imama uyulsa sahih olur. Çünkü cami namaz yeridir. Tıpkı imamın arkasında durmuş gibidir. Ama sahrada durum böyle değildir.

1649- Müslümanlar bir şehri fethedip darulislama katsalar ve ganimetler taksim edilmeden önce kendilerine askeri bir destek gelse, gelen destek kuvvet ganimetlerden pay alamaz.

Çünkü yapılan uygulama İle ganimetler ihraz edilmiş (sahiplenilmiş) olur. Sanki ganimetleri darulislama çıkardıktan sonra kendilerine destek kuvvet gelmiştir. Sonra, destek kuvvetin ganimette ortaklığı, ganimetlere elde edilirken onlara ortaklık yapmış gibi olması sebebiyle olur. Halbuki burada böyle bir durum mevcut değildir.

1650- Yine ganimetleri darulharpte taksim ettikten veya sattıktan sonra destek kuvvet gelecek olursa, gelen kuvvet pay alamaz.

Çünkü satmak ve taksim etmekle ganimetlere sahip olunmak gibi hak kesinleşmiş olur. Gelen destek kuvvetin ganimette ortaklığı olabilmesi için o ganimetlere sahip olunmada onların da ortaklığının (rollerinin) bulunması la­zımdır. Yemen'de Nucayr ehline Hz. Ebu Bekr'in yaptığı uygulama bunun deli­lidir. es-Siyeru's-Sağir'de bunu açıkladık,

1651- Düşman asker darulislama girip bir şehre girseler, şehir halkı çıkıp onlarla savaşsa ve kendilerine galip gelse, ga­nimetler şehir halkından sadece düşmanla savaşanlarındır. Şe­hir halkı onlara "Biz sizi koruduk, destekledik", deseler, on­lara iltifat edilmez.

Çünkü onlar cihad etmediler. Sadece vatandaş olarak evlerinde oturdular. Alman ganimette ortaklık ancak mücahid olanlar içindir. Zaten ne ganimetlerin alınmasında, ne de o ganimetlerin korunmasında onlara destek oldular.

1652- Ama silahlanıp ata binmiş ve şehrin kapısına kadar

gelmiş ve şehrin kapısında toplanmışlarsa, orada alman gani­metlere ortak olurlar.

Çünkü savaşa katılmış ve savaş amacıyla silahlanıp şehrin kapısına gelmekle cihad etmiş olurlar.

Nitekim ordu sahrada düşmanla karşılaşır, ama ordudan belirli miktarda kişiler fiilen savaşır. Ama ganimet bütün orduda olanlar arasında ortak olur.

Çünkü hepsi savaşa katılmışlardır. Bu da onun gibidir.

1653- Müslümanlar, savaşmak için evinden çıkmış, ama izdihamdan kalenin kapışma ulaşamamış bir müslümanm ka­pısına varsalar, alman ganimette o adam ortak olur.

Çünkü hu uygulamasıyla cihad etmiş ve savaşa katılmış gibidir.

1654- Evinin içinde veya kapısında süvari yahut piyade olarak durmuş ve izdihamdan dolayı gidenıemişse, bakılır. Evi­nin kapısı açık görülmüş ise, ganimetten pay alır, ama evinin kapısı üzerinde kilitli görülmüşse, ganimetten pay alamaz.

Çünkü bu adam evinde korunmuş ve cihad amacıyla savaş alanına gitme­miş bulunmaktadır. Ama evinin kapısı açık olursa, o zaman savaşa katılmış gibi olur.

1655- Kapısı üzerinde kilitli olarak evinde görülen kişi ga­nimetten pay alacak olursa, evinde eşi ile münasebet kuran başkalarına da pay düşmüş olur. Çünkü iki durum birbirine yakındır. Ancak bu konuda istihsanla ve halkın örfü ile uygu­lama yapılır.

1656- Kişiler şehrin surları üzerinde müslümanları teşvik edecek ve müşrikleri korkutacak şekilde sesleniyorlarsa, gani­mette onlar da ortak olurlar.

Çünkü savaşa katılan ve bir nevi cihad eden kişiler kapsamında olurlar.

1657- Müslümanların yenilmesi halinde düşmanın şehre girmesini engellemek için devlet başkanı onlara surların üze­rinde bulunmalarını emretmiş ve müslümanlara şu veya bu şe­kilde destek olmalarını yasaklamamişsa, yine ganimette ortak olurlar.

Çünkü savaşa tanık olmuş ve müslümanları destekliyecek şeyle meşgul olmuşlardır. O da düşmanın şehirlerini ele geçirmesinden kalblerinin mutmain olmasıdır.

Bunun temeli, Resulullah'ın Uhud günü okçulara yerlerinden ayrılmama­larını emretmesidir.

Şüphesiz onlar da savaşa katılanlardandır. Ganimetler alındığı taktirde onlar da ortak olacaklardı.

1658- Müslümanlar şehrin kapısına çıkıp piyade olarak düşmanla çarpışsalar, ama atlarını evlerinde eğerlemiş olsalar, onlara ancak piyade payı verilir.

Çünkü ne hakikaten ne hükmen at üzerinde savaşmamişlardir. Atların eğerlenmesi hiçbir şekilde savaşmak değildir.

1659- Ama Evlerinden süvari olarak çımış, sonra savaş es­nasında atlarından inerek savaşmışlarsa, süvari payını alırlar.

Çünkü savaşa süvari olarak katılmışlardır. Ya yerin darlığından yahut sa­vaşa daha büyük azimle katılmak için atlarından inmişlerdir. Onun için süvari payını almaktan mahrum edilemezler.

1660- Aynı şekilde savaşa piyade olarak gelen, ama yanında bir genç atını çekiyorsa, o kişi süvari payını alır.

Çünkü atı gencin elinden alıp üzerinde savaşma imkanına sahiptir ve hükmen atı üzerinde savaşmaktadır.

1661- Savaşa süvari olarak gelse, ama yanında gelen gence atını evine geri götürmesini emretse, o da götürdükten sonra piyade olarak savaşsa, sadece piyade payını alır.

Zira atını genç geri götürmekle sanki savaşa atlı olarak gelmemiş o-lur. Nitekim savaşta atı üzerinde savaşmak zorunda kalırsa, atına binmesi imka-

1662- Düşman şehre girmeyip birkaç kilometre yaklaşmış ve müslümanlar piyade ve süvari olarak karşılarına çıkıp yenmiş ve ganimetler almışsa, bakılır. Onlardan süvari olanlar ister süvari olarak çarpışsınlar ister piyade olarak, süvari payını alır.

Çünkü atını getirmiş ve hükmen atıyla savaşmış olur.

1663- Ama bunun aksine olarak savaşa piyade başlarsa, atıyla savaşmış olmaz. Çünkü at ahırda bulunuyordu.

Ne hakikaten, ne de hükmen atıyla savaşmamıştır.

1664- Müslümanlar kendilerine doğru geldiğinde müş­rikler karargahlarından uzaklaşmış, ama müslümanlar onları izleyip piyade olarak onlarla savaşmış, atlarını da karargahta bırakmış iseler, bakılır. Karargahta bulunanların yardım edebileceği ve atlarını getirtmek istediklerinde getirebilecekleri bir yerde düşmanla savaşmışlarsa, alman ganimete ortak olup süvarileri süvari payını alır.

Karargahın savaş yerine yakınlığı sebebiyle hükmen savaşa katılmış gibidirler.

1665- Ama karargahtan uzaklaşmişlarsa, o zaman karar­gahta olanlar için pay yoktur. Savaşa atıyla katılanlar dışında onlardan hiçbir kişiye de süvari payı verilmez.

Çünkü bunlar at üzerinde savaşmış veya savaşma imkanına sahip değil­dirler.

Nitekim onları takip etmek İçin atlanna binseler ve günlerce yol alsalar bile piyade sayılır ve karargahta olan atlarına bakılmaz. Çünkü darulislamda pay almayı hak etmek ancak savaşa katılmakla olur. Bu katılma hakikaten veya hükmen olur. Fiilen savaşa katılmış ise, hakikaten yahut yardım istedikleri takdirde onların yardımına gidilebilecek kadar yakın bir yerde iseler, onlara destek teşkil etmeleri gözönünde bulundurularak hükmen olur. Bu iki durum yoksa, savaşa katılmış sayılmazlar.

1666- Karargahlarına süvari olarak çıkmış iken bazılarının atı telef olursa, onlar süvari payını alırlar.

Çünkü karargaha süvari olarak gelmiş ve savaş orada yahut ona yakın yerde ise, atıyla savaşmış olur. Bu durum, savaşın darulharpte olması halinde savaşmak için yolu geçenlerin durumu gibidir.

Karargaha piyade olarak çıkmış ve savaşmamış, sonra atım getirmiş ya­hut bir at satın almışsa, yine süvari payını alır. İki taraf savaş düzeni aldığında piyade iken atını getirse yahut bir at satın alsa, yine süvari payını alır.

Çünkü burada muteber olan savaşa katılmaktır. Savaşa hakikaten katıl­mak da çarpışma zamanında olur. Karargaha atsız olarak gelmiş olması, haki­katen savaşa katılmış olmasını engellemez.

1667- Savaş başladığında kendisi piyade olduğu halde savaş esnasında bir at elde etse, sadece piyade payım alır.

Çünkü hakikaten ve hükmen savaşa piyade olarak katılmıştır. Ondan son­ra bir at elde etmesi durumunu değiştirmez. Nitekim düşmandan ölen birinin atını alıp üzerinde savaşsa, yine piyade payını alır.

1668- Düşman yenilgiye uğramadan önce çarpışma esna­sında müslümanlardan ölen veya öldürülen kişilere ganimetten pay yoktur.

Çünkü savaş devam ederken ganimet alma gerçekleşmemiş olur. Çünkü müşrikler hala kendilerini savunmakta ve mallarım korumaktadırlar.

1669- Ama düşman yenildikten sonra ölen veya öldürülen nıüslümanlar ganimetten pay alırlar.

Çünkü savaş darulislamdadır. Düşmanın yenilmesiyle ganimette hak sahibi olma da kesinleşmiş olur. Ganimetler darulislamda ihraz edilmiş sayılır. Daha önce de belirtildiği gibi, ganimetler ihraz edildikten sonra ölen kişilerin payları geçersiz olma

1670- Savaş devam ederken bir müslüman hibe veya satın

alarak bir at elde etse ve üzerinde savaşsa, ondan sonra gani­met alınıp asker karargaha dönse, ona sadece piyade payı verilir.

Çünkü muteber olan, savaşa hangi durumda katıldığıdir.Bu da savaşın başında belli olur.Savaşm başında kendisi piyade bulunuyordu.

1671- Ertesi gün savaşa gelseler, o da süvari olarak savaşa katılsa, alınan ganimetten süvari payını alır.

Çünkü bu diğerinden başka bir savaştır. Bu savaşa süvari olarak da katıl­mıştır. İki tarafın birbirinden ayrılmasıyla birinci çarpışma bitmiş sayılır. Nite­kim birincisinde çarpışmadan önce atı elde etmiş olsaydı, ganimetten süvari payını alırdı. îkinci çarpışmada da durum bu şekildedir.

1672- Müşriklerle savaşıp ganimet alınamışlarsa, ondan sonra şehirden kendilerine süvari yahut piyade destek kuvvet gelse ve düşmanla savaşsa veya savaşmayıp onlar düşmandan ganimet alıncaya kadar ihtiyat olarak beklese, onlar da alınan ganimete ortak olurlar. Süvari olanlarına süvari payı, piyade olanlarına da piyade payı verilir.

Çünkü ganimetler alınmadan önce savaşa katılmış sayılırlar. Tıpkı ordu ' ile beraber savaşa çıkmış olanlar gibidirler.

1673- Yine karargahlarına gidip orada bekleseler ve savaş yerine gelmeseler yahut onlara destek olabilecek şekilde yakın­larında karargah kursalar, ganimetten pay alırlar.

Çünkü savaşmak amacıyla yurtlarından çıkmış ve onlarla beraber düş­mana karşı savaşıp destek olmak için gelmişlerdir. Ganimet alınmadan Önce yardım istedikleri takdirde onlara yardımcı olabilecek yere gelmişlerse, ihtiyat kuvvet gibi olurlar ve savaşa katılanlar gibi pay almayı hak ederler.

1674- Kendilerine varmadan önce ve vardıktan sonra gani­met almış olmalarında da hüküm aynıdır.

Çünkü iki taraf arasında savaş sürdüğü müddetçe ganimet alma gerçek­leşmez.Çünkü müşrikler her an mallarını müslümanlann elinden almak için çabalarlar. Ganimetlerin kesin olarak alınması, gelen takviye kuvvetle gerçek­leşmiş sayılır.

1675- Ganimetler alınıp çarpışma durmuş ve iki taraf ka­rargahına döndükten sonra takviyye kuvvet gelmişse, gelenler bu ganimetlere ortak olamazlar.

Çünkü ganimetlerin alındığı çarpışma bitmiştir. Ortaklık hakikaten veya hükmen çarpışmaya katılanlar içindir. îki tarafın çarpışmaya son verip yerlerine çekilmesiyle de ganimet alma tamamlanmış ve darulislamda ihraz ile de hük­men bitmiştir. Bunlar darulislamda düşmanla savaşmaktadır. Ganimetler sahip­lerini bulduktan sonra hakikaten veya hükmen destek kuvvetin ganimette ortak­lığı olmaz.

1676- Ertesi gün düşmanla çarpışma olsa ve gelen takviye kuvvet de savaşa katılıp ganimetler alınsa, o takdirde gelenler alınan yeni ganimete ortak olurlar.

Çünkü burada savaşa katılmışlardır. Savaşa katılmak veya askerlere ihtiyat destek olmakla ganimete sahiplenilmiş olur.

1677- Ertesi gün düşmanla yapılan savaşta nıüslümanlar yenilgiye uğrayıp mevzilerine çekilse ve gelen destek kuvvet on­ları koruyup düşmanla çarpışarak onu yense ve alınan önceki ganimetin düşmanın eline geçmesini önleyip sizi savunduğu­muz için ganimete ortak olacağız, deseler, sözlerine iltifat edilmez.

Çünkü ganimetler, bu savaştan önce darulislamda garanti altına alınmış­tır. Darul-İsiamda garantilenmiş olan ganimetleri savunmak için savaşmak, as­kerin silah ve elbiselerini korumak için savaşmak gibidir ve ganimette ortaklığı gerektirmez.

1678- Müslümanların yenilmesi sırasında müşrikler o ganimetleri tekrar almış, ama gelen takviye kuvvet onları ellerinden kurtarnıışsa, ganimetleri sahiplerine verirler.

Çünkü darulislamda sahip olmakla o ganimetlerde Öncekilerin hakkı kesinleşmiştir. Onların mallarına katılmış sayılır. Onun için onlara geri verilme­si gerekir. Sonra, müşrikler o ganimetleri geri almış olsa bile, onları yurtlarında korumuş değildirler. Bu bakımdan öncekilerin hakkı olarak kalır.

Ama bu olay darulharpte olsaydı, durum değişik olurdu.

Zira orada Öncekilerin hakkı kesinleşmiş olmazdı. Çünkü ganimetleri garanti altına alma gerçekleşmemiştir. Düşmanın o ganimetleri tekrar alması da onları sahiplenmesi demektir. Onun için önce alanların bu ganimette haklan geçersiz olur ve sonra alman ganimetler gibi olurlar.

1679- Düşman darulislama denizde gemiler içinde olsa, müslümanlar da onlarla savaşmak için gemilere birse ve kara­da savaş için yanlarına atlar alsa, ama iki ordu denizde kar­şılaşıp savaşsa ve müslümanlar ganimet alsa, o ganimetleri süvari ve piyadeye dağıtırlar.

Çünkü üzerinde düşmana karşı savaşmak için atın masrafını yüklenmiş­lerdir. At üzerinde savaşma imkanı olmayan bir yerde piyade olarak savaştıkları için süvari payından mahrum edilmezler. Nitekim bazı geçitlerde düşmanla karşılaşıp atlarından inseler veya piyade olarak çarpışsalar, süvari payını alırlar. Yine kalenin kapısından piyade olarak omlarlarla çarpışsa, .bu sebepten, süvari payını alırlar.

1680- Atları darulislamda sahilde bırakıp piyade olarak gemilere binseler, bakılır, Üzerinde savaşmaya muhtaç olacak­ları zaman atlarına ulaşamıyacak kadar onları karada uzak bir yerde birakmışlarsa, ganimetten süvari payını alamazlar. Sa­hilde karargahta bekliyenlerin de ganimetten payı olmaz.

Çünkü bu şartlarında karada olsalardı karargahta kalıp katılmayanlar için pay alma sözkonusu olmazdı. Çünkü onlar savaşa katılmamış olurlar. Denizde oldukları durumda da hüküm aynıdır.

1681- Ama yardım edebilecek kadar karargaha yakın yerde düşmanla çarpışma olmuş ve ganimet alınmışsa, katılmıyanlar da pay alırlar, süvari olanlara süvari payı verilir.

Çünkü savaşa gelmiş ve savaş yerine yakın yerde olmuşlardır. Sanki sa­vaş yeri fidedirler. Karargahta olanların kuvveti man'evi desteği ile düşman ye­nilgiye uğradığı için, katılmayıp bekliyenler de ganimete ortak olurlar.

Nitekim düşman darulîslam bir adada olup aralında Dicle nehrinde geniş­liği kadar kısa bir mesafe olsa ve müslümanlar gemilere binip düşmandan gani­metler alsa, ganimetleri getirdikleri zaman karargahta bekliyenler de onlara or­tak olurlar. Yukarıdaki durum da bu şekildedir.

1682- Müslümmanlar Taberistan ormanlığı gibi darul­islamda bir ormana girseler ve süvari olarak girmeye güç ye-tirmeyip atlarından inseler ve atlarının kişnemesini işiticek ka­dar karargahlarında yakın bir yerde düşmanla piyade olarak çarpışsalar, askerin refakatçileri de alınan gamite ortak olur. At sahiplerine de süvari payı verilir.

Çünkü hepsi savaş yerinde olmuş gibi savaş yerine yakın bulunmaktadır.

1683- Ama ormana dalıp düşmanın peşine düşseler ve yar­dım istedikleri takdirde arkadaşları kendilerine yardım edemi-yecek kadar uzaklaşsalar, alman ganimette karargâhta kalan­ların payı olmaz.

Çünkü bunlar hakikaten savaşa katılmadıkları gibi savaş yerinden uzak­lıkları sebebiyle hükmen de katılmış sayılmazlar.

1684- Düşmanlar darulislamda bir kalede yahut atların çıkamayacağı bir dağda korunsalar veya şehrin etrafını su ile kuşatıp şehri ada gibi yaparak kalede korunsalar, müslü­manlar da gemilere binip kaleye çıksa yahut kaleye piyade olarak çıkıp pr.u fethetse ve ganimet alsalar, askerin refakatçi­leri de o ganimetlerde ortak olur ve at sahiplerine süvari payı verilir.

Çünkü düşmanı mağlup edenler ancak onların yakınında olan askerlerin

refakatçilerinin kuvveti sayesinde yenmişlerdir.

1685- Ama karargah yardım ve destek sağlanamıyacak kadar kale ve korunma yerinden uzak ise, refakatçilerin gani­mette ortaklığı sözkonusu olmaz.

Çünkü düşmanı yenmeleri karargahta olanların kuvveti ile değil, kendi kuvvetleriyledir. Burada ganimetlere olmak da karargaha dönmeden önce ta­mamlanmış olur ve darulîslamda ganimet ihraz edilmiş olur. Onun için karar­gahta olanların ortaklığı sözkonusu değildir.

Nitekim aynı şeyi darulharpte yapıp karargaha dönmeseler ve başka bir yerden darulîslama çıksalar, karargahta olanlar alınan ganimette ortak olmazlar. Ama karargah onların yakınında ise, ortak olurlar. Savaştıkları ve ganimet ai-dıkları zaman yardım isteklerini karşılayabilecek yakınlıkta isler, karagahta olanlar ganimetten pay alırlar.

Savaş darulislamda olduğunda da durum bu seki İdededir. Ancak darul­harpte süvari ashabından olup karargahta atıyla beraber bekliyenler süvari payı­nı alırlar. Darulislamda olan savaşın aksine, ganimetler karargahtan uzaklaş­tıktan sonra alınmış olsa bile, durum aynıdır. Çünkü bu durumda ganimetten pay almak için sebep savaş için yolun geçilmesiyle gerçekleşmiş olmaktadır.

Nitekim böyle kişilerin atı telef olacak olsa da süvari payını almaya hak kazanır. Karargahta bırakması durumunda da durum aynıdır. Ancak almaya hak kazanan hakkında bu mana muteber değildir- Zira darulharpte ölen asker için pay almaya hak kazanır.

Ama savaş darulislamda ise, süvari payını almak, savaşa katılmakla ger­çekleşir. İhtiyaç olduğunda elde edip üzerinde savaşma imkanı olmayacak kadar atı uzak bir yerde kalmışsa, savaşa ancak piyade olarak katılmış ve süvarinin payını almaya hak kazanmamış olur.

Allah en iyi bilir.[37]

 

 



[1] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/211-214

[2] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/215-218

[3] Hadid. 57/25

[4] Günümüzde bunlara kürk ve benzeri değişik isimler verilmektedir. (Çeviren)

[5] Harir ve hazz (yahut kazz) değişik ipek türleridir. (Çeviren)

[6] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/219-229

[7] Burada "müslümanlarm" sözü ile hariciler dışındaki müslümanlar kasdedilmektedir. Kitapta bunlar için "ehlu'l-adli" ifadesi kullanılmaktadır. (Çeviren)

[8] Hucurat.49/9

[9] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/231-244

[10] Arap atından maksat, savaş atıdır. (Çeviren)

[11] Nahl. 16/8

[12] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/245-248

[13] Enfal.8/62

[14] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/249-253

[15] Bunlar Anadolu'da yer isimleridir. (Çeviren)

[16] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/255-269

[17] Tif al veznindedir. Atı   savaşla darbelerden koruması için üzerine giydirilen zırha, denir, insanlar da giyebilir.

[18] Belirli bir süre içinde eşlerin tekrar birbirlerine dönmelerine müsait olan boşama. (Çeviren.)

[19] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/271-273

[20] Halifenin, yerine başkasını halife tayin etmesi, İslamın şura hükmüne ve Raşid Halifelerin uygLliamsına açıkça aykırıdır. Buna rağmen Halifenin birini tayin etmesi ile olsun, müslümanların tek kişi üzerinde ittifak etmesiyle olsun, iki durumda da hilafetin geçerli olabilmesi için biat şart olduğundan sonuç ikisinde de aynıdır.Halifenîn birini tayin etmesi sadece aday göstermekten öte bir değer taşımaz. Buna aykırı olarak yapılanlar, saltanattan başka bir şey değildir. (Çeviren)

[21] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/275-290

[22] "Dabbe" adı debelenen her şeye verilir. Ancak Özei olarak yük ve binek hayvanı için kulla­nılır. (Çeviren)

[23] Hûd, 11/6

[24] Bunlar değişik   develere verilen değişik Arapça isimlerdir. (Çeviren)

[25] Nitekim metinde yer alan bir beytinde şair Lebid şöyle demektedir: "Tavuklar sabah erkenden davranıp ihtiyaçlarını görmeğe başladılar." Diğer bir beyitte de: "Hint manastırına uğradığımda tavuk ve çan sesleri huzurumu kaçırdı."

[26] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/291-294

[27] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/295

[28] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/297-298

[29] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/299-306

[30] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/307-317

[31] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/319-332

[32] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/333-336

[33] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/337-340

[34] Enfâl.60.

[35] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/341-345

[36] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/347-360

[37] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 2/361-370