Saldırmazlık Antlaşması (Mütareke)
Saldırmazlık Antlaşması İle İlgili Bazı Meseleler
Antlaşma İçin Müşriklerin Fidye Olarak Verdikleri Şeyler Ve Gaspettikleri Malların Hükmü
Müslümanların Ve Müşriklerin Birbirlerinden Rehin Almaları
Antlaşma (Mütareke) De İleri Sürülen Şartlar
İslama Giren Kişilerin Geçersiz Olan Eski Nikahları
Esir Ve Eman Altındaki Kişilerin Darulharpte Evlenmesi
Düşmanın Ele Geçirdiği Esirlerle İlgili Nesep Meseleleri
Darü'l -Harbde Kur'an'ın Belirttiği (Had) Cezalarının Uygulanması
Eman Altındaki Kişilere Ve Zimmilere Yardım
Eman Altındaki Kişi Ülkesine Ne Zaman Dönebilir, Ne Zaman Dönemez!
3361- Ebû Hanife (r.a.) şöyle demektedir: Müslümanlar daha güçlü iken müşriklerle antlaşma (mütareke) yapmaları caiz değildir.
Çünkü antlaşma yaptıkları takdirde emredilmiş olan savaşı terk ya da erteleme sözkonusu olacaktır. Bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı takdirde emîrin ateşkes antlaşması (mütareke) yapması doğru olmaz. Yüce Allah şöyle buyurur: Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz."[1]
3362- Ama müslümanlar onlardan daha güçlü değilse, antlaşma yapmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü bu durumda antlaşma müslümanlann lehinedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir."[2]
Ayrıca bu, savaş stratejilerinden biridir. Savaşan kişi, öncelikle kendi gücünü korumayı hedeflemeli, daha sonra imkan bulduğunda galip gelmeyi düşünmelidir.
Görmüyor musun, bebek dişleri çıkıncaya kadar süt emer ve ancak dişleri çıktıktan sonra et yemeye başlar. Bu da gösteriyor ki, aklın gereği, müslümanlar zayıf durumdayken mütareke yapmak, güçlü olduklarında ise, savaşmaktır.
Resûlullah (s.a.v.)'in ve ondan sonra günümüze kadar müslümanların antlaşmaya başvurmuş olmaları, antlaşma yapmanın caiz olduğunun delilidir.
3363- Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demektedir: Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin tamamı onunla antlaşma yapmış ve Resûlullah onlarla bir antlaşma imzalamıştı. Antlaşmaya göre taraflardan her biri için geçerli olan, o tarafın müttefikleri için de geçerli olacaktı. Kendilerine şart koştuğu hususlardan biri de, müslümanların düşmanlarına yahudilerin yardımcı olmamaları idi. Bedir savaşından sonra Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye döndüğünde Yahudiler Resûlullah'la aralarındaki antlaşmaya uymadılar. Bunun üzerine Resûlullah, onlara haber gönderdi, onları topladı ve şöyle dedi:
"Ey Yahudi topluluğu, müslüman olun kurtulursunuz. Allah'a yemin ederim ki siz benim Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz."
Bir rivayete göre ise şöyle demiştir: "Bedir'de Ku-reyş'in başına gelen sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olun."
Resûlullah (s.a.v.)'in bu tavrı, müslümanların zayıf oldukları zamanlarda düşmanla antlaşma yapmalarının, güçlü olduklannda da onunla savaşmalarının caiz olduğuna delildir. Düşmandan belli bir mal karşılığında antlaşma yapmakta bir sakınca yoktur. Onlardan hiçbir şey almaksızın antlaşma yapmak caiz olduğuna göre, mal karşılığında evleviyetle caiz olur. Bu durumda onlardan alınan mal, haraç olup beşte biri (humus) alınmaz. Haracın harcanacağı yerlere harcanır. Çünkü o, düşmanın malıdır. Onlardan müslümanların eline geçmiştir. Fakat üzerlerine savaşla gidilmiş değildir. Bu nedenle ganimetle bir ilgisi yoktur. Nitekim yüce Allah buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın onlar(m malların) dan peygamberine verdiği fey'e gelince, siz bunun için ne ata, ne deveye binip koşmadınız."[3]
Böyle bir durumda, yani müslümanların onlara güç yetirememesi durumunda, bulundukları topraklan ellerine geçiren mürtedlerle antlaşma yapmakta da bir sakınca yoktur. Çünkü müslümanlann onlara galip gelecek güçleri bulunmadığı için, antlaşma müslümanlann yatannadır. Ancak mal karşılığı onlarla antlaşma yapmak doğru değildir. Çünkü antlaşma karşılığı alınan mal, haraç mesabesindedir ve zimmet ehli sayılarak mürtedlerden haraç alınması caiz değildir. Oysa düşmandan almak caizdir. .
3364- Ama eğer devlet başkanı mürtedlerden antlaşma karşılığında bir mal almış ise, onu kendilerine geri iadeetmez.
Çünkü ne mallan ve ne de canlan konusunda müslümanlardan onlara eman yoktur. Bulundukları bölgede ayaklanıp orayı ellerine geçirince orası darü'lharb olur. Müslümanlar orayı ele geçirecek olurlarsa, onlann mallan ganimet olur.
3365- Aynı şekilde antlaşmadan dolayı kendilerinden alınan mal da tamamen müslümanlarındır. Müslüman olsalar da malları geri verilmez.
Açıkladığımız sebepten dolayı siyasi isyancılar (bağîler)le de antlaşma yapılabilir. Hatta onlarla antlaşmaya daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü belki yaptık-lanna pişman olur ve dönerler.
Antlaşmadan dolayı onlardan mal alınması uygun değildir. Çünkü onlar müslüinandırlar ve müslümanlardan haraç alınamaz. Antlaşmadan dolayı alman mal ise, haraç olarak alınır. Şayet antlaşmaya karşılık onlardan mal alınmışsa, savaş bittikten sonra malları kendilerine geri verildiği gibi, savaş sırasında onlardan
alınmış mallar da savaştan sonra kendilerine geri verilir.
3366- Müslümanlar, müşriklerden korkar ve onlarla antlaşma yapmak ister, müşrikler de müslümanların ancak kendilerine mal vermeleri karşılığında antlaşma yapabileceklerini söylerlerse, bakılır; müslümanlar bu isteklerini karşılamadıkları takdirde zarar görmeleri kesin ise, onlara mal vererek antlaşma yapmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü müşriklerle savaşacak güce sahip olmayan müslümanlar bunu kabul etmedikleri takdirde, müşrikler hem canlanna ve hem de mallanna musallat olacaklardır. Mallarını vermekle canlarını kurtarmış olurlar. Resûlullah(s.a.v.), ashabından birine şöyle demiştir: "Malını canına siper et ve canını da dinine siper et."
Hüzeyfe b.Yeman, biriyle iyi geçinmeye çalışıyordu. Kendisine sen münafıklık yapıyorsun, denilince, kendisi "hayır, dinimin tamamının gitmemesi için onun bir kısmını bir kısmıyla satın alıyorum" dedi.
3367- Tamamının gitmesi söz konusu ise, bir kısmını muhafaza etmek için malın bir kısmını vermekte sakınca yoktur. Ama müslümanların gücü onlara yetiyorsa, antlaşma karşılığında müslümanların onlara mal Ödemeleri caiz değildir.
Çünkü bunda şüpheye sanlma ve zilleti kabul etme vardır. Yüce Allah mümini onurlu kıldığı halde onun kendisini zelil etmeye hakkı yoktur. İmam Mu-hammed, Hendek savaşını buna delil göstererek şöyle demektedir:
3368- Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı o zaman Hendek Savaşında on küsur gün muhasara edildiler. Nihayet hepsi sıkıntıya düştüler. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Allah'ım, ahdini ve va'dini istiyorum. Allah'ım, dilersen, sana ibadet olunmaz."
Müslümanların durumu, "Gözler yerinden kaymış, yürekler gırtlağa gelmişti, Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz"[4] sözleriyle tasvir edildiği kadar bozulmuştu.
Sonra Resûlullah (s.a.v-) Uyeyne b. Hısn'a haber gönderdi ve bir rivayete göre şöyle dedi: "Ensar'ın meyvelerinin üçte birini sana verecek olsam, Gatafan'dan yanındakilerle beraber dönüp düşman ordusuna yardımını keser misin?" Uyeyne: Bana yarısını verecek olursan yaparım, dedi.
3369- Bir rivayete göre ise, Uyeyne peygamber (s.a.v.)'e haber göndermiş ve şöyle demiştir: Medine'nin bu yıl ki mahsûlünü bize ver, biz geri dönelim ve seni kavminle başbaşa bırakalım, onlarla savaşırsın. Resûlullah (s.a.v.): Hayır, demiştir. Bunun üzerine Uyeyne, yarısını istemiş ve Resûlluilah da bunu kabul etmiştir. Daha sonra Resûlulah (s.a.v.) iki kabilenin reisi olan Sa'd b. Muaz ve Sa'd b.Ubade' ye haber göndermiş ve onlara durumu danışmıştır. Uyeyne de oraya gelmişti. Uyeyne: Aramızdaki antlaşmayı yazalım, dedi. Resûlullah (s.a.v.), bir sayfa ile divit getirilmesini istedi. O zaman Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade şöyle dediler: Ya Resûlallah, bu konuda sana vahiy mi geldi? Resûlullah: Hayır, ama Arapların tamamının size karşı elbirlik edip size saldıracakları kanaatini taşıyorum, onları üzerinizden savayım, dedim, karşılığını verdi.
Dediler ki: Ya Resûlullah, Allah'a yemin ederiz ki onlar, cahiliye döneminde açlıktan kan ve deve yününden yapılmış bir yiyecek yiyorlardı. Bizim bağışlamamız ya da bize misafir olmaları dışında asla meyvelerimize göz dikebilmiş ve yemiş delillerdir. Şimdi Allah bizi seninle destekledikten, bizi hidayete kavuşturup yücelttikten sonra mı onların karşısında alçalacağız? Onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur." Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) getirilen sayfayı yırttı ve: Haydi gidin, kılıçtan başka size vereceğimiz bir şey yoktur, dedi. Bu sırada Useyd b. Hudayr çıkageldi. Uyeyne, Peygamber (s.a.v.) in huzurunda ayaklarını uzatmış oturuyordu. Useyd: Alçak Uyeyne, topla ayaklarını, Peygamberin huzurunda ayaklarını mı uzatıyorsun. Allah'a yemin ederim ki Resûlullah olmasaydı şu mızrakla karnını deşerdim. Ne cüretle bizden birtakım isteklerde bulunuyorsun? dedi.
Bu hadis gösteriyor ki, müslümanlann zayıf oldukları durumlarda böyle bir antlaşma yapmalarında bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanlann zayıf düştüklerinde böyle bir antlaşma yapmak istemiştir. Ancak müslümanlar güçlü iseler, böyle bir antlaşma yapmak caiz değildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), Ensarın temsilcilerinin yukarıda geçen konuşmalarını duyduktan sonra, müslümanlann karşı koyabilecek güçte olduklarını anlamış ve antlaşma yapmak üzere getirttiği sayfayı yırtınıştır. Böyle bir antlaşmanın onur kırıcı olduğu da anlatılanlardan anlaşılmaktadır. Bu nedenle Ensar, meyvelerinden bir kısmını vermeyi reddetmişlerdir. Ortada kesin bir zaruret bulunmadıkça müslümanlann onur kinci bir işe razı olmalan asla caiz değildir.
3370- Müslümanların devlet başkanı düşmanla antlaşma yapar, sonra da düşmandan bir İslam yurduna girerek yol kesicilik yapar, yol emniyetini bozar ve müslümanlar da onu yakalayacak olurlarsa bu, düşmanın antlaşmayı bozduğu anlamına gelmez.
Çünkü antlaşma ile onlar müslümanlar tarafından eman altındadırlar.
Nitekim onlardan biri bu antlaşma ile İslam yurduna girecek olursa, o antlaşmadan dolayı eman içerisinde olur ve cezalandırılmaz. Yurdumuzda eman altında olan bir kişi böyle bir şey yapacak olursa antlaşmayı bozmuş olmaz. Zimmî kişi bu şekilde davranınca zimmet antlaşmasını bozmuş olmadığı gibi, müslüman da böyle bir şey yapacak olsa antlaşma bozulmuş olmaz. Bu kişi savunmaya sahip olmadığı için, yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuş olmaz.
3371- Aynı şekilde onlardan birkaç kişi bu şekilde davranırsa, bunlar orduya karşı kendilerini koruyamayacak durumda olduklarından dolayı antlaşmanın bozulmasına sebep olmazlar: Birkaç kişi ile bir kişi aynı durumdadır.
Çünkü bu birkaç kişi güçlü bir kuvvet sayılmaz ve kendilerini koruyamazlar. Ayrıca taraftarları da onların bu yaptıklarına razı değildirler.
3372- Ama sayıları bir güç oluşturursa ve krallarından habersiz de olsa İslam yurdunda aleni olarak bu işi yapacak olurlarsa, antlaşmayı bozmuş olurlar.
Çünkü onlarla antlaşma yapılmasının sebebi, savaşa son verilmesidir. Antlaşma savaşın sona ermesini sağlamıyorsa, bir anlamı yoktur. Açıkça savaşıyorlarsa ve bir güç oluşturmuşlarsa, antlaşmanın gereği olan durum ortadan kalkmış olur.
3373- Ancak kral ve bu işe karışmayan halkı ile antlaşma devam etmektedir.
Çünkü onlar, antlaşmayı bozacak bir şeye tevessül etmemiş ve bu işe kalkışanların davranışlarına rıza göstermemişlerdir. Başkalarının yaptığı bir suçtan dolayı sorumlu olmazlar.
3374- Ama krallarının emriyle bu işe kalkışmışlarsa, antlaşma hepsi için bozulmuş olur. Her nerede yakalanırlarsa öldürülmelerinde ve esir alınmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü kralın izniyle bunu yapmaları, bizzat kralın bu işi yapması anlamındadır. O ülkenin halkı da, krallarına bağlı oluşları ve onu kendilerine baş kabul etmeleri sebebiyle antlaşma ve savaş konusunda krallarına tabidirler. Kendisi ile beraber antlaşmayı bozmuş sayılırlar. Krallarının ne yaptığı hakkında halkın bilgi sahibi olması da şart değildir. Ancak onlardan biri, krallan îslam yurdunda yol kesicilik yapmalarına izin vermezden önce îslam yurduna girmişse, yurdumuzdan çıkıp emanı hususunda güvenilir bir yere varıncaya kadar eman altındadır, ona herhangi bir zarar verilemez.
3375- İslam yurdunda savaşmak üzere çıkan gurup, krallarının bilgisi dahilinde çıkmış, kralları da onları bu işi yapmaktan sakındırmamış ve müslümanlara da böyle bir işe kalkışacaklarını haber vermemişse, hepsi için antlaşma bozulmuş olur.
Çünkü onlar, kralın emri altındadırlar ve ona bağlılardır. Çapulcu ayak takımına engel olunmazsa, her şeyi yaparlar. Antlaşma gereği kralm onlara engel olması gerekir. Ama onlara gücü yetmiyorsa, durumlarını müslümanlara bildirmesi lazımdır. Antlaşmanın kendisine yüklediği hususları yerine getirmediği takdirde, savaşmaları için kendisi onlara emir vermiş kabul edilir.
3376- Antlaşmadan sonra müslüman devlet başkanı savaşmanın daha hayırlı olacağı kanaatine varır da onların krallarına savaşacaklarına dair haber gönderecek olursa, antlaşma bozulmuş olur.
Çünkü müslüman devlet başkanı, hainlik yapmaktan kaçınmak bakımından antlaşmanın bozulduğunu haber vermenin ötesinde ne yapılabilir ki!
3377- Ancak müslümanlar, antlaşmanın bozulduğu haberi onlara ulaşacak kadar süre geçmedikçe kendilerine veya ülkelerinin bazı bölgelerine saldıramazlar. Çünkü krallarına bu haber gittikten sonra, memleketinin ücra köşelerine bu haberi ulaştırması için bir müddete ihtiyaç vardır. Gerekli müddet geçmedikçe üzerlerine saldırmak caiz olmaz. Ama gerekli müddet geçtikten sonra kralları bölgelerine haber göndermemiş olsa bile, saldırmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü ücra köşelere haber göndermek, halkını bundan haberdar etmek, kralın sorumluluğu altındaki bir husustur.
Müslümanların bunu oranın halklarına haber verme sorumlulukları yoktur. Onların sorumluluğu, düşmanın kralına durumu haber vermeleridir. Bundan sonra sorumluluk krala aittir. Kendisi haber göndermemişse, müslümanlar tarafından değil, krallan tarafından gadre ve hıyanete uğramış olurlar.
3378- Ancak müslümanlar bu haberin halka ulaştırılmamış olduğunu kesin olarak biliyorlarsa, onlara haber vermedikçe saldırmamaları müstehaptir.
Çünkü bu, hıyanete benzer bir durumdur ve müslümanlar, başkasını aldatmaktan kaçınmaları gerektiği gibi aldatmaya benzer durumlardan da uzak olmalıdırlar.
3379- Ancak antlaşma onlar tarafından bozulmuş ise, durum farklıdır. Antlaşmanın bozulması, ister müslümanlarla savaşmak üzere bir grup asker göndermiş olmalarıyla olsun, ister müslümanlarm devlet başkanına elçi göndererek antlaşmanın bozulduğunu haber vermeleriyle olsun fark etmez. Bu takdirde müslümanlar, ücra köşelerin halkına haber verilmemiş de olsa kendilerine saldırabilirler. Çünkü antlaşma kendileri tarafından bozulmuştur. Kralları, antlaşmayı bozacağını halkına bildirmiş olmalıydı.
3380- Bir bölgede yaşayan müslümanlarm, kendi bölgelerinin karşı tarafında yaşayanların böyle bir haberden haberdar olmadıklarını kesin olarak bildikleri takdirde, antlaşmanın bozulduğunu karşı tarafa haber vermeleri müstehaptır. Ancak zorunlu değildir ve haber vermeden de saldırmaları caizdir.
Çünkü krallarının yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuştur ve onlar tarafından antlaşma bozulduğu için o bölgeye haberin ulaşması İçin bir müddet bek-lemeye ihtiyaç yoktur.
3381- Oysa antlaşma müslümanlarm devlet başkanı tarafından bozulmuşsa, durum farklıdır.
Çünkü bu durumda haber verme, müslümanlarm devlet başkanına düşer ve bu nedenle haber verilmesi için gerekli müddetin geçmesi gerekir.
3382- Ama antlaşmanın bozulması onlar tarafından olmuşsa, haber verme müslümanlara değil, onlara düşer. Her iki durumda kralın durumuna itibar edilir.
Çünkü ülke ya harp yurdudur, ya zimmet yurdudur veya korunmuşluğu sebebiyle eman yurdudur. Bîr yerin ne yurdu olduğunu belirleyen, oraya hükmedenin durumudur. Eğer oraya hükmeden düşman biri ise, o ülke darii'l harptır. Orada bulunanların esir edilmeleri caizdir. Ancak orada yaşayan, müslüman veya zimmî ise, o başka.
3383- Antlaşma yaptığımız ülkelerden biri, eman alarak antlaşman olduğumuz bir yurda girecek olsa, sonra da kendisine eman vermeden ülkemize girecek olsa, ona herhangi bir zarar veremeyiz.
Çünkü antlaşmalı olduğumuz yurda eman ile girdiğinden onların halkı mesabesinde olur ve oranın halkı aramızda eman içerisindedir. Yeni bir eman olmaksızın başka yere gidecek olsalar, gittikleri ülke halkı mesabesindedir.
3384- Şayet vatandaşı olduğu ülke, antlaşma yaptığımız ülke ile antlaşma yapmışsa, durum yine aynıdır.
Çünkü aralarındaki antlaşma, birbirlerine eman verme mesabesindedir. Görmüyor musun, aramızda antlaşma bulunan ülkeye girip orada bu adamı bulduğumuzda ona bir zarar veremeyiz. Harp yurdunda eman içerisinde ise,
ülkemize girmekle eman dışına çıkmış olmaz.
3385- Kendi ülkesi ile antlaşmalı olduğumuz ülke arasındaki antlaşmaya dayanarak İçendi ülkesinden çıkıp antlaşmalı olduğumuz ülkeye gitmeden önce islam yurduna gelecek olsalar, fey' olurlar.
Çünkü bizimle kendi ülkesi arasında antlaşma mevcut değildir.
Nitekim onu kendi yurdunda ele geçirseydik, bize fey' olurdu. Zaten onun halkına saldirabilir ve esir alabiliriz. Aynı şekilde kendi ülkesinden bizim ülkemize geldiği takdirde yine bizim için fey1 olur. Antlaşma yaptığımız bir ülke ile onun ülkesinin arasında antlaşma olmasının ona bir yaran yoktur.
3386- Antlaşma yaptığımız bir ülkenin vatandaşı, aralarında antlaşma bulunan bir ülkeye girecek olursa, biz de o ülke ile savaşıp onlara galip gelecek olursak ve o şahıs " Ben, aramızda antlaşma bulunan falan ülkenin vatandaşıyım, bu ülkeyle aramızda antlaşma bulunduğu için bu ülkeye gelmiştim", diyecek olursa, buna dair delil getirmedikçe sözü kabul edilmez.
Çünkü onu, bizim için mubah olan bir ülkede yakalamışız. Müslümanlardan kendisine bir delil getirmedikçe sözü kabul edilmez. Ama delil getirecek olursa, sözü kabul edilir ve eman içerisinde olur.
3387- Şayet "Ben zimmî idim ve bu ülkeye ticaret için girdim, deyip sözünü ispatlayacak delil getirecek olursa, onu esir almamız yahut öldürmemiz caiz olmaz.
3388- Aramızda antlaşma bulunan bir topluluğu başka bir ülke halkı esir alır ve onları kendi ülkelerine götürecek olurlarsa ya da onları kendi ülkeleri aleyhine kışkırtıp onlar da kendi ülkeleriyle savaşarak başka bir ülkeye iltihak ederlerse, sonra da müslümanlar o ülkeye galip gelecek olurlarsa, o grup müslümanlar için fey1 olurlar.
Çünkü onlar, ülkeleriyle savaşıp başka bir ülkeye iltihak ettikleri için artık iltihak ettikleri ülkenin vatandaşı sayılırlar. Onlarla aramızda antlaşma kalmamıştır. Çünkü aramızdaki antlaşma, Önceki ülkeleri itibarıyla geçerliydi.
3389- Esirlerin de durumu böyledir. Başka bir ülkenin boyunduruğuna girmişlerdir.
Kendi kendilerine hakim değillerdir. Onlar hakkında geçerli olacak hüküm, esir bulundukları ülkenin vatandaşları için geçerli olan hükümdür. Ama o ülkeye eman ile girmişlerse, durum farklıdır
Çünkü bir ülkeye eman ile girmiş- olanlar, girdikleri ülkenin vatandaşı olmazlar. Nitekim harp yurdunun vatandaşları eman dileyerek ülkemize girecek olsalar, kendi ülkelerinin vatandaşlandır. Ama onlan esir alıp ülkemize getirmişsek ya da kendileri kendi ülkeleriyle ilişkilerini keserek zimmî olarak bize iltihak etmişlerse durumları farklı olur.
3390- Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatandaşı olan bir kadın, başka ülkenin bir vatandaşıyla evlendikten sonra o ülkeyi fethedecek olursak, o kadınla çocukları bizim için fey1 olurlar.
Çünkü kadın kocasına tabîdir ve kocası, aramızda antlaşma bulunan ülkenin vatandaşı değildir.
Nitekim bizden eman dilemiş olan bir kadın bir müslümanla veya bir zimmî ile evlenecek olursa, bizim vatandaşımız olur.
3391- Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatandaşı olan bir erkek, başka bir ülkenin vatandaşı olan bir kadınla evlenecek olursa, ne o kadına ve ne de o kadının çocuklarına herhangi bir zarar veremeyiz.
Çünkü kocasına tabî olarak antlaşma ehlinden olmuştur.
3392- Yine iki ülke vatandaşlarından biri, başka bir ülkeden bir cariye alır, o cariye çocuk doğurur ve çocuklarıyla birlikte eman almaksızın çıkacak olursa, müslümanlar o cariyeye ve çocuklarına bir zarar veremezler.
Çünkü kocasına tabî olarak antlaşma ehlinden olur.
3393- Yine iki ülke vatandaşlarından biri başka bir ülkeden bir cariye alacak olursa, aldığı cariye ile nikahlı olduğu karısı aynı hükme tabidir.
Çünkü cariyenin efendisine tabiiyyeti, hür kadının kocasına tabiiyyeti gibidir, hatta ondan daha kuvvetlidir.
3394- Aramızda antlaşma bulunan ülke, başka bir ülkeye galip gelerek onları köleleştirir veya haraç aldıkları zimmet ehli yaparsa, müslümanlar onlara saldıramazlar. Çünkü köleleri olunca, antlaşma sebebiyle mülk sahiplerine eman gerçekleştiği gibi onların mülkü mesabesinde olan kölelerine de eman gerçekleşmiş olur. Onların zimmet ehli olduklarında da, onların vatandaşı durumuna gelirler ve bu nedenle eman altında olurlar. Ama aramızda antlaşma bulunmayan bir ülkeye mağlup olursa, müslü-manlar her iki ülkeye de saldırabilirler.
3395- İmam Muhammed dedi ki: Müslümanlar darü'l-harp'te bir kaleyi kuşatır ve kuşatmayı kaldırmaları karşılığında bir miktar mal alacak olurlarsa, bu mal fey'dir ve ondan beşte bir pay alınır.
Çünkü bu mal, yenilgiye uğratma ve galibiyet yoluyla elde edilmiştir.
3396- Ama ordu henüz onların bulunduğu alana girmeden, müslüman devlet başkanına haber gönderir ve antlaşma karşılığında mal verecek olurlarsa, durum farklı olur.
Çünkü elde edilen bu mal yenilgiye uğratma yoluyla elde edilmiş değildir. Onlar kendi azalarıyla bunu vermiş oluyorlar ve mtisîümanların devlet başkanı da dinin yüceliği ve müşriklerin zilleti için bu malı almıştır. Bu mal haraç ve cizye mesabesindedir. Onda beştebir pay (humus) yoktur.
3397- Zimmîlerden olup ahdi bozanlar, mal karşılığında antlaşma yapacak olsalar, o malı onlardan almakta bir sakınca yoktur.
Çünkü antlaşmayı bozmakla düşman durumuna düşmüşlerdir.
3398- Ama mürtedlerin durumu böyle değildir. Yukarıda belirttiğimiz sebepten dolayı saldırmazlık antlaşması için onlardan vergi almak caiz değildir. Çünkü mürted olan kişi had cezasıyla öldürülmeyi hakketmiştir. Mal karşılığında öldürülmelerini geciktirmek veya onları öldürmekten vazgeçmek caiz değildir. Oysa antlaşmayı bozan zımnıîlerin durumu böyle değildir.
Görmüyor musun, bunlar daha Önce haraç ödeyen zimmîler olmayı kabul etmişlerdi.Bu nedenle antlaşma (mütareke) karşılığında onlardan mal almak, yani onlardan haraç kabul etmek caizdir. Ama mürtedler hakkında bu, caiz değildir.
3399- Ama müslümanların devlet başkanı, mürtedlerle her yıl adamlarından yüz kelle vermek üzere anlaşacak olursa, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü bu antlaşmada onlardan mal alma durumu yoktur. Mürted, hiçbir surette köle edinilmez. Ona İslam arz edilir, ya müslüman olur veya öldürülür. Böyle bir antlaşma, şeriatın emrini uygulamak için bir araçtır ve bunda bir sakınca yoktur.
3400- Şayet her yıl kadın ve çocuklarından yüzünü teslim etmek üzere anlaşacak olurlarsa, bunda da bir sakınca olmaz.
Çünkü onlar hakkındaki hüküm, müslümanliğı kabul etmedikleri takdirde erkeklerinin öldürülmesi ve kadınlarının İslama zorlanmalarıdır. Böyle bir antlaşma ile şer'î hükmü uygulama imkanı doğmaktadır.
Böyle bir antlaşmada mal vermeleri şartı yoktur. Bu görüşü ileri sürüyoruz, çünkü her yıl kendilerinden teslim alacağımız şahısların kim olacakları belirlenmemiştir. Antlaşma yapmakla da eman altına girmiş olurlar ve bundan böyle onlardan herhangi birini köle edinmemiz caiz değildir.
3401- İslam olma şartı üzere de her yıl yüz kişi onlardan almamız caizdir. Nitekim müslüman olurlarsa hür olurlar. Ama kadın ve çocuklarından her yıl verecekleri yüz kişiyi bizatihi teşhis edip şunları size teslim edeceğiz diye antlaşma yapmak isterlerse, böyle bir antlaşma mekruhtur.
Çünkü belirlenmiş olan bu kimseleri eman kapsamaz.
3402- Onlardan teslim alındıklarında köle olurlar. Çünkü kadınlarla çocuklardan mürted olanlar, darü'lharpten oldukları takdirde köle edinilirler. Böylece antlaşma yapılirken bunların şart koşulması, başka bir malın şart koşulması gibidir.
Antlaşma karşılığında onlardan mal almanın mekruh olduğunu belirmiştik. Ama alınmışsa, geri verilmez ve alınan fey' olur. Aynı şekilde kadın ve çocuk alınmışsa, müslümanlar için köle olurlar ve îslamı kabul etmeleri için zorlanırlar.
3403- Ama her yıl erkeklerinden yüz kişiyi teslim almak üzere antlaşma yapılır ve her yıl teslim edileceklerin kimler olacakları belirlenirse, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü erkekleri hiçbir surette köle edinilemezler. Ayrıca teslim edilecek kişiler ister belirlenmiş olsunlar, ister belirlenmemiş olsunlar böyle bir antlaşmada haraç söz konusu değildir
3404- Devlet başkanının savaştığı putperest Arap bir topluluk antlaşma yapmak isterlerse, onlarla antlaşma yaparken geçerli olan hükümler, aynen mürtedlerin hükümleridir.
Çünkü onlar da köle edinilemezler ve onlar hakkındaki hüküm de, ya müslüman olmaları veya kılıçtan geçirilmeleridir. Tıpkı mürtedlerde olduğu gibi.
3405- Sadece bir hususta farklılık vardır. Şayet her yıl erkeklerimizden yüz kişiyi size teslim etmek üzere bize e-man verin, diyecek olsalar, devlet başkanının böyle bir şart üzere onlara eman vermesi uygun düşmez. Oysa mür-tedler için durum böyle değildir. Ama böyle bir antlaşma yapılmışsa, Arap olanlardan yüz kişi almaz, kölelerinden yüz kişi alır ve onları haraç gibi kabul eder.
Bununla da onlara malın şart koşulmuş olduğu ortaya çıkmaktadır ki bu nedenle de böyle bir antlaşma mekruhtur. Mürtedlerde ise, tayin edilen yüz kişi, kölelerinden olmadıkları için bunda malı şart koşmuş olmak söz konusu değildir. Ayrıca mürted köleler de, İslama girmedikleri taktirde tıpkı mürted hürler gibi öldürülürler. Bu nedenle kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde bir yarar yoktur. Arap müşriklerin köleleri ise öldürülmeyi hakketme konusunda hürleri gibi değildirler. Kölelerine galip geldiğimiz takdirde onları öldürmeyiz. Böylece kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde müslümanlann yaran vardır. Bu şartın gereği olarak kölelerinin mülk olması devam etmektedir. Oysa hürleri için böyle bir durum söz konusu değildir.
İmam Muhammed kitabında başka bir noktaya değinmekte ve bu meseleyi uzun uzadıya anlatmaktadır. Burada anlatmak istediği kısaca şudur: Mürted müslüman iken İslam dininden çıkan kimsedir ve irtidat, had olarak öldürülmeyi gerektirir.
Görmüyor musun, bir mürted elçi olarak veya elçi olmaksızın eman alarak ülkemize girecek olsa, darü'lharbe geri dönmesine izin vermeyiz. Bilakis ona müslüman olmasını teklif ederiz. Kabul etmediği takdirde onu öldürürüz. Nitekim kısas cezasını hak eden bir kişi darü'Iharbe girip onlara iltihak ettikten sonra tekrar bizden eman alarak geri dönse, kısas olarak öldürülür.
Araplardan puta tapanlar ise, hiçbir zaman müslüman olmamışlardır. Bu nedenle onlardan biri ister elçi olsun ister olmasın eman alarak bize gelecek olursa, yurduna geri dönmesi için ona imkan veririz. Nitekim Resûlulah'a (s.a.v.) eman alarak geliyorlardı ve ResÛIulIah da onlara verdiği emana bağlı kalıyordu. Böylece had olarak öldürülemeyeceklerini anlıyoruz.
Buna delil şudur: Mürtedlerden kadın ve çocuklar köle edinildüclerinde müslüman olmaya zorlanırlar. Onlardan Yahudiliğe ve Hnstiyanlığa girenler olursa, müslümanlann onların kestikleri hayvanların etlerini yemeleri, köle oldukları takdirde onların sahibi olarak kadmlanyla yatmaları caiz değildir.
Putperest Araplar hakkındaki hüküm farklıdır. Onların kadın ve çocukları, fey' olur ve köle edinildiklerinde müslüman olmaya zorlanmazlar. Onlardan Ehl-i Kitap olanlar ise, hem kestikleri yenir ve hem de köle edinildikleri takdirde kadınlarıyla yatılır. Böylece had olarak öldürülmeyecekleri ortaya çıkmıştır.
3406- Şayet her sene onların erkeklerinden yüz kişinin teslim edilmeleri üzerine kendileriyle antlaşma yapılırsa, emandan sonra mülk edinilebilecek durumda olan köleleri hakkında bu hükmün geçerli olacağını belirtmiştik. Buna göre şayet hürlerinden alacak olursak, onları öldürenleyiz.
Çünkü onlar için eman geçerlidir. Onlara eman verildikten sonra öldürülemezler. Halbuki mürtedler hakkındaki hüküm böyle değildir. Onlara eman vermiş olmamız, öldürülmelerine engel değildir. Bu sebeple, hür mürtedlerden yüz kişiyi teslim aldıktan sonra onların müslüman olmalarını isteriz ve kabul etmedikleri takdirde onları öldürürüz.
3407- Ehl-i Kitap Araplar hakkındaki hüküm, Arap olmayan sair müşrikler hakkındaki hüküm gibidir. Antlaşma yapmak üzere onlardan haraç alınmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bize zımmî olmak isterlerse, bunu kabul etmemiz caizdir.
Nitekim yüce Allah'ın şu sözü onlar hakkında inmiştir:" Küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar onlarla savaşı."[5] Ayrıca Resûlullah (s.a.v.), Hristiyan Arap olan Necranhlarla, her yıl 1200 elbise vermeleri karşılığında antlaşma yapmıştır. Hz. Ömer de, Arap olan Beni Teğlib'in cizye vermelerini İstemiş, daha sonra zekatın iki katını vermeleri hususunda antlaşma yapmış ve: "Bu, cizyedir, siz ona dilediğiniz ismi verin." demiştir.
Bu deliller, onlardan haraç almanın caiz olduğunu göstermektedir. Biz de, onlardan haraç almanın caiz olduğuna kıyas yaparak, antlaşma yapmak üzere mal alınabileceğini söylüyoruz. Hasan'ın naklettiği şu hadis de buna delil olarak getirilmiştir: Resûlullah (s.a.v.), müslüman olmalan için Araplarla savaşmamızı, bunun dışında onlardan hiçbir şeyi kabul etmememizi emretti. Ehl-i Kitaba gelince, onlar da ya İslamı kabul ederler veya cizye verirler.
3408- Şayet devlet başkanı her yıl yüz kişiyi teslim etmeleri şartıyla onlarla antlaşma yaparsa, caizdir. Ancak bu yüz kişiyi oların kölelerinden alır. Kendilerinden ve çocuklarından almaz.
Çünkü eman onları kapsıyor ve onlardan herhangi bir şey alamaz.
3409- Ama kölelerinden değil de, onlardan alacak olursa, aldıklarını geri vermesi gerekir. Fakat kişi başına dirhem veya dinar vermeyi teklif ederlerse, bunu kabul etmesi gerekir. Malı, mal olmayan bir şeyle değiş tokuş yapmayı mutlak olarak şart koşarken hüküm budur.
3410- Şayet her yıl kadın ve çocuklardan yüz kişiyi teslim eder ve bunlara karşılık "bize eman verin" derlerse, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü eman onları kapsamıyor ve köle edinilmeleri de caizdir.
3411- Bütün bu antlaşmalarda eğer devlet başkanı onlardan herhangi bir vergi almamışsa, durumun müslürnan-ların lehine olduğuna kanaat getirdiği takdirde bu antlaşmaları bozabilir. Ancak antlaşmayı bozduğunu onlara haber vermeden ve onlara bu haberi verdikten sonra, onların bu haberi ülkelerinin ücra köşelerine ulaştırmaları için gerekli süreyi beklemeden onlara savaş açamaz.
Şayet bir vergi üzerine onlarla antlaşma yapmışsa, dilediği zaman onu bozma hakkına sahiptir. Ancak bunu yapabilmesi için anlaşmanın geri kalan müddetine tekabül eden vergiyi onlara iade etmesi gerekir.
Görmüyor musun, antlaşmanın hemen ardından antlaşmayı bozmayı uygun görecek olursa, aldığının tamamını onlara iade etmesi gerekir.
Aynı şekilde belli bir müddet sonra antlaşmayı bozacak olursa, geri kalan müddete tekabül eden miktarı onlara iade eder. Ancak müddet bittikten sonra antlaşmanın bittiğini ve emanlarının son bulduğunu haber vermeden de onlara savaş açabilir. Bununla beraber sözkonusu antlaşma sonucu onlardan ülkemize gelmiş olanlar, ülkelerine geriye dönünceye kadar eman içerisinde olurlar.
Çünkü ülkemizde eman içerisinde bulunuyordu ve ülkesinde emin bir yere geri dönünceye kadar bu emanın hükmü devam eder.
Başarı Allahtandır.[6]
3412- İmam Muhammed (r.a.) dedi ki: Müşriklerin bir ordusu, müslüman şehirlerden birini kuşatiır ve müslümanlar kendi canları ve çocukları konusunda endişeye kapılıp: "size on bin dinar vereceğiz, onu alın ve ülkenize dönün" diyecek olsalar ve müşrikler de bu parayı alacak olsalar, ardından müşrikler henüz oradan ayrılmadan ya da ayrılıp henüz ülkelerine varmadan müslümanlar onların zayıf bir taraflarına vakıf olup onlara saldırırsa, bunda bir sakınca olmaz. Onlara antlaşmayı bozduklarını haber vermeden saldirabilir ve onlardan adam öldürüp esir alabilirler.
Çünkü müslümanlar, onlara eman vermiş değiller. Çekip gitsinler diye canlarına ve çocuklarına karşılık onlara mal fidyesi vermişlerdir. Müşrikler, müslü-manlan kuşatmak ve mallarını almakla onlara zulmetmişlerdir. O halde müslümanlar, güçleri yettiği takdirde öçlerini alma hakkına sahiptirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim zulme uradıktan sonra kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur, (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar)[7] Yine şöyle buyurmaktadır:" Kendileriyle savaşılan (mümin)lere, (savaşma) izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir.[8]
Ayrıca onlara antlaşmanın bozulduğunun haber verilmesi, hainlik yapmaktan sakınmak içindir. Bu da gitmeleri için müslümanlann onlara rüşvet vermiş olmaları durumunda sözkonusudur, yoksa müslümanlar onlardan gitmeleri için rüşvet alarak mal almış olmaları durumda sözkonusu değildir.
3413- Şayet müslümanlar onlara: "Bizden vazgeçip ülkenize dönmeniz için size on bin dinar vermek üzere sizinle anlaşalım" derse veya müşrikler, müslümanlara:
"Sizden vazgeçmemiz için bize on bin dinar vermek üzere anlaşalım" derse ve mesele aynı olsa, müslümanlar antlaşmayı bozduklarını onlara haber vermeden saldıramaz-lar. Ancak ülkelerine vardıktan sonra onlara saldırabilir-ler. Çünkü antlaşmadan sonra antlaşmanın bozulduğunu haber vermeden onlara saldırmak, verilen emana ihanettir ve haramdır. Çünkü" anlaşalım" sözcüğü, ortaklığı bildirir ve her iki tarafı ilgilendirir. Müslümanların bu sözü kullanmış olmaları fark etmez.
3414- Taraflardan biri diğerine: "Barışalım, birbirimizi terk edelim, yahut siz bize eman verin ve biz de size eman verelim, diyecek olsa, durum yine aynıdır.
Nitekim taraflardan biri diğerine herhangi bir şart ileri sürmeden bu sözcüklerden birini söyleyecek olsa, antlaşmanın bozulduğunu haber vermeksizin savaşmaları caiz olmaz, Aynı şekilde, antlaşma ve mütareke için bir miktar mal vermiş olsalar, antlaşmanın bittiğini onlara haber vermeden onlara saldıramazlar. Ancak, emin bir yere ulaştıkları takdirde onlara savaş açabilirler.
Çünkü antlaşma, müslümanlan muhasara etmekten vazgeçerek çekip gitmeleri şeklindedir. Müslümanları terk edip gitmiş olabilmeleri için darü'lharbe ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir sözden anlaşılan budur. Mutlak olarak söylenmiş bir sözle ne kastedildiği örf ile tespit edilir.
3415- Şayet: "Bizimle savaşmayıp gitmeniz için size şu kadar vereceğiz" diyecek olsalar, bu da mütareke ve antlaşma yapmak gibidir.
Çünkü savaş, iki tarafın katılımı ile olur. Bu söz, her iki tarafın savaşı bırakması anlamına gelir. Bu ise, antlaşmayı gerektirir. Antlaşmanın gereğini dile getirmek, antlaşmanın kendisini telaffuz etmek gibidir.
3416- Şayet onlara: "Bizden kimseyi öldürmemeniz ve çekip gitmeniz için size şu kadar vereceğiz" derlerse, müslümanlar in onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Bizden bir ay uzak durmanız için size şu kadar vereceğiz, derlerse, yine onlara saldırabilirler.
Çünkü müslümanlar bu sözleriyle ne açık ve ne de işaret yoluyla düşman halka eman vermiş değildir.
3417- Ama bir ay bize saldırmamanız için size şu kadar miktar vermek üzere barış yapıyoruz ya da mütareke yapıyoruz, diyecek olurlarsa, onlara haber vermeden yahut belirlenen müddet dolmadan saldıramazlar.
Çünkü barış ve mütareke sözünü kullanmakla söz konusu müddet içerisinde onlara canlan konusunda eman vermişlerdir. Burada mütareke zaman ile sınırlandırılmıştır ve bu müddet içerisinde savaş yasaktır. Belirlenen müddet geçmedikçe eman da sona ermez.
3418- Ayrıca antlaşma hilalin başlangıcında ise, hilal ister otuz gün çeksin ister daha az çeksin, hilale itibar edilir. Ama ayın ortalarında ise otuz günlük mütareke yapılmış olur.
Çünkü ay" sözcüğünde hilaller asıldır ve günler, hilal yerine geçerlidir. Re-sûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Ayı görerek oruca başlayın ve onu görerek oruca son verin. Eğer hava bulutlu olursa Şa'ban'ı otuz güne tamamlayın."
3419- Şayet gelecek bir yıllık için mütareke yaparlarsa ve antlaşma hilalin başlangıcında yapılmışsa, bu on iki aylık müddet demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor. "Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir.[9] Eğer antlaşma ayın ortalarında yapılmışsa, hilallerle onbir ay ve geri kalan bir ay da günlerle sayılır. Antlaşma yapıldığında o aydan kaç gün kalmışsa, on üçüncü ayın günlerinden onlara ilave edilir ve gün sayısı otuza tamamlanır.
Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, ayların tamamı günlerle hesaplanır. (Tahavîye ait) "el-Muhtasar" in şerhinde iddet ve icar müddeti konularında bu ihtilafı açıklamıştık. İkisi diyor ki: Asıl kaçınldığında yerine geçene başvurulur ki o da bir aydır. Ebû Hanife ise: Birinci ay bitmeden ikincisi girmez diyor. Böylece ikinci aym girişi (başlangıcı), ayın ortasında gerçekleşmektedir. Çünkü birinci ay da ayın ortalannda başlamıştı. Her ay açısından durum budur.
3420- Şayet onlara: "Bize dinar verip çekip gitmenize karşılık size at ve silahlarımızı verelim" diyecek olsalar, haber vermeden müslümanlarm onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü söylediklerinden alış-veriş anlaşılır. Alış-veriş yapmak ise, alışveriş yapanların arasında emanın var olduğu anlamına gelmez. Aynca onların çekip gitmelerini istemişler, bunda da canlan konusunda eman verdikleri anlamına gelmez.
3421- Eğer onlara: "Size silah ve atlarımızı vermek, sizin de bize bin dinar verip gitmeniz üzere sizinle mütareke yapalım yahut antlaşma yapalım" diyecek olurlarsa, müs-lümanlar onlara haber vermeden veya onlar güvenilir ve emin bir yere varmadan kendilerine saldıramazlar.
Çünkü söylenen sözlerden her iki tarafın birbirlerine eman verdikleri anlaşılır. Antlaşmaya ilave olarak alış-veriş yapılmış olması, antlaşmanın hükmünü bozmaz.
3422- Onlar henüz İslam yurdunda iken müslümanlar antlaşmanın bozulduğunu haber verecek olsalar, onlara saldıramazlar.
Çünkü onlardan mal almışlardır ve antlaşmada mal alınmışsa, o mal geri iade edilmeden antlaşma bozulamaz.
Böyle bir durumda onlara saldırabilmeleri için yol şudur: Müslümanlar, onlara verdikleri silah ve" mallarını geri vermelerini isterler ve kendileri de onlardan aldıkları malları geri verirler. Bu geri verme işi tamamlandıktan sonra savaşırlar.
Eğer buna nza gösterirlerse, her iki taraf verdiğini geri alır, böylece antlaşmanın bozulduğu da haber verilmiş olur ve savaşırlar. Eğer müşrikler aldıkla-nnı geri vermezlerse, bu takdirde müslümanlar, antlaşmanın bozulduğunu haber verir, kendileri de aldıklannı geri vermez ve onlara saldınrlar.
Çünkü müşrikler, aldıkları silah ve atları geri vermeyi kabul etmeyince, kendilerinden almanın buna karşılık olmasına nza göstermişler demektir. Böylece anlaşma da mal alıp vermeden soyutlanmış olur. Böyle bir durumda antlaşmanın bozulduğunu haber verip savaşmak caizdir.
3423- Onlara silah ve atlarını verip çekip gitmeleri konusunda onlarla antlaşma yapacak olurlarsa ve onlar da ülkelerinde emin bir yere ulaşırlar da sonradan müslümanlar dan bir seriyye darü'lharbe girerek o silah ve atları onlardan alacak olurlarsa, eski sahiplerinin o silah ve atlarda bir hakları olmaz. Onları alan seriyye ister aralarında onları taksim etmiş olsunlar, ister henüz taksim etmemiş olsunlar, fark etmez.
Çünkü eski sahipleri onları kendi rızalanyla onlara vermişlerdir. Eski sahipler, ancak gönül nzasıyla vermeyip kendilerinden zorla alınmış olan şeyleri ganimetten ayırıp alabilirler. Çünkü zorla kendilerinden alınmış olan, zulüm olarak alınmıştır. Zulme uramışa gazilerin kendilerine yardım etmeleri bir görevdir. Ama gönül rızasıyla verilmiş ise, durum başkadır. Zorla alınmış olanla, gönül rızasıyla alınan aynı değildir. Malını yitirdikten sonra onu geri alma hakkı, nas ile sabit bir hükümdür ve her yönden ona benzemeyen bir şey ona kıyas edilemez.
Nitekim müslüman esirlere karşılık mallanndan bir kısmını vermiş olsalar ve sonra da o malları ganimetler arasında bulacak olsalar, onlan geri alamazlar. Çünkü o malları kendi gönül nzalanyla vermişlerdir. İşte bu, muhasara edilmiş olduklarından dolayı zulüm olarak bu mal onlardan alınmıştır, bu da zorla alınmış gibidir, şeklindeki iddianın tutarsızlığını açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü bu husus, müslüman esirleri kurtarmak için verilen fidye için de söz konusudur. Nihayet burada da müşrikler zulmetmiş, müslüman hürleri esir almışlardır. Müslümanlar da bu esirleri kurtarmak için mallarını fidye olarak vermişlerdir.
Onlar henüz harp yurduna at ve silahlarla girmeden se-riyyedekiler onları almışsa, durum yine aynıdır. Çünkü silah ve atları teslim almakla artık bunlar onların mülkü olur ve daha önceki sahipleri onları gönül rızasıyla onlara vermişlerdir. Mülkiyetin onlara geçmesi, onları kabzetmeleriyle gerçekleşir, tıpkı alış-veriş ve hibede olduğu gibi. Ama zorla onlardan almış olsalar, kendi ülkelerine dönünceye ve orada o aldıklannı koruma altına alıncaya kadar mülkiyeti asıl sahiplerine aittir. Çünkü burada zorla alma söz konusudur.
Alınan bu mallar, seriyyedekiler için fey1 olup ondan beştebir pay alınır.
Çünkü müşrikler, ülkemizde oldukları müddetçe onlar için eman yoktur. Ayrıca onlar da bir güç sahibidirler. Onlara galip gelindiği takdirde kendilerinden alınanlar, ganimet hükmündedir.
3424- Ama müslümanların hür esirlerinin geri verilmesi için darü'lharpten bir adama yahut güç ve kuvvetleri olmayan bir guruba fidye verecek olurlarsa ve müslüman-Lar onlara saldırırsa, o kişi veya gurup da ülkemize eman almaksızın girmişlerse, onları köle olarak ele geçirirler. Kendilerine teslim edilmiş fidye de asıl sahiplerine geri verilir. Ancak müşrikler, güç ve kuvvet sahibi iseler, durum farklıdır.
Çünkü mallan kabzetmiş olmalan, güçlü olmalanyla anlam kazanır. Bu ise, ya yurtlarına dönmeleriyle ya da güçlü olmalanyla gerçekleşir. Bu gerçekleşmediği takdirde malları ellerine geçirmiş ve kabzetmiş sayılmazlar. Mal üzerindeki mülkiyet, o malı onlara verenindir. Çünkü bu malı, hür bir esiri kurtarmak için vermiştir. Hür olan esir ise, asla mülk olmaz. Böylece yapılmış olan akit, gerçek bir mübadele (alış-veriş ) değildir. Akdin gerçekleşmesi için, malı alanın onu koruması altına almış olması gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde mal kabzedilmiş sayılmaz.
Görmüyor musun, o malın sahibi, şayet onlar esiri bıraktıktan sonra o malı onlardan geri alabilme imkanını bulacak olsa, onu geri alması caizdir. Çünkü onlar haksız bir şekilde bu malı almışlardır. Hür birini esir alıp hapsetmeleri sebebiyle zulüm işlemişlerdir. Bu sebeple başka bir müslüman bu malı ele geçirecek olsa, onu asıl sahibine iade eder.
Nitekim kendi ülkelerine geri dönmeden önce müslüman olsalar, o malı sahiplerine iade etmeleri gerekir. Ama güç ve kuvvet sahibi iseler, geri vermeye zorlanamazlar.. Müslümanların eline geçtiği takdirde durum aynıdır.
3425- Ama malı zorla almışlarsa, ister güçlü olsunlar,ister olmasınlar, o malı kendi ülkelerine korunan bir yere
ulaştirmamışlarsa, onu sahiplerine geri iade ederler.
Müslümanların eline geçmiş olsa, her iki durumda da onu iade etmeleri gerekir. Antlaşma yoluyla esirlerin fidyesi olarak aldıkları konusunda güç sahibi olmaları ile olmamalan arasındaki anlam farkı şudur; Güç sahibi iseler, kışlalannda îslamın hükümleri geçmez. Çünkü isteyerek bu hükümlerle yükümlü olmazlar. Güçleri sebebiyle de bu hükümlere uymaları konusunda zorlanamazlar. O malı zulüm olarak almış olmalan, o malın mülkiyetlerine geçmesine engel değildir. Güç sahibi değillerse, zorla İslamm hükümlerine uymaları sağlanır. Zulüm olarak o malı ele geçirmiş iseler, o mal onların mülkiyetlerine geçmiş olmaz. O malın sahibi, rüşvet olarak o malı kendi rızasıyla onlara vermiş de olsa durum aynıdır. Yağcılık olsun diye kimi zalimlere verilen mallar da bu zalimlerin mülkiyetlerine geçmiş olmaz.
Bu durumu şu husus açıklamaktadır: Güç ve kuvvet sahibi olduklannda bir müslüman kışlalanna girip onlara bir dirhemi iki dirheme satacak olsa, bu alışveriş caizdir. Ama güç sahibi değillerse caiz değildir. Böylece aradaki fark açıklığa kavuşmuş olmaktadır.
3426- Onlardan güçlü kuvvetli bir gurup müslüman-lardan bir topluluğu ele geçirir ve onlara: "Ya sizi öldürürüz veya bize mallarınızı verir yahut mallarınızın nerede olduğunu bize söylersiniz" derlerse ve bu malları ellerine geçirir, sonra da bu müşrikler İslama girer yahut müslü-manlardan bir gurup onlara galip gelir ve o malları ele geçirirse, ister bu malları kendi aralarında taksim etmemiş olsunlar, ister taksim etmiş olsunlar, onları asıl sahiplerine iade etmeleri gerekir.
Çünkü burada mallan zorla almışlardır. Mal sahiplerini ele geçirip zorla mallarını aldıklarından, bu mallan karşılıksız almışlardır. Böyle bir nedenden dolayı o malı ülkelerine uîaştınp korunaklı bir duruma kavuşturmadan müslümanın malına malik olamazlar. Bu sebeple, müslüman oldukları takdirde o mallan iade etmeleri gerekir. Aynca müslümanlar da bu mallan ele geçirdikleri takdirde onlan eski sahiplerine geri vermek mecburiyetindedirler. Bu malları ele geçirip kendi aralarında taksim etmiş olsalar bile onları geri vermek zorundadırlar. Oysa nzaya dayalı aldıkları mallar böyle değildir. Çünkü müslümanlar, mallannı kendi nza-lanyla müşriklere vermiş olurlar. Müşrikler o mallan kabzettikten sonra artık o mallar onların mülkiyetine geçmiş olur.
3427- Müşriklerin kuşattıkları şehir halkı onlara: "Kadın ve çocuklarımızla birlikte şehirden çıkalım ve şehri içindekilerle birlikte size terk edelim" diyecek olsalar ve bunun üzerine şehri terk etseler, yahut henüz terk etmemiş veya bir kısmı terk etmiş olsa, sonra da müşriklerin zayıf bir taraflarının farkına varsalar, haber vermeden onlara saldırmalarında veya onlarla savaşmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü onlara eman vermiş değiller. Sadece, şehri terk edip size teslim edeceğiz, demişlerdir. Bu sözlerinde araiannda emanm bulunduğuna dair bir delil yoktur. Aksine, şehri zorla almış olduklarına delil vardır. Bu nedenle, İmkan buldukları takdirde onlara haber vermeden müslümanlar kendilerine saldırabilirler.
3428- Şayet şehri terk etmek üzere sizinle anlaşalım, demişlerse, kendilerine haber vermeden saldıramazlar.
Çünkü "antlaşma" sözcüğü, şart koşulan konuda her iki taraf hakkında emanm şart koşulmuş olduğuna delildir. Bu ise, haber vermeden savaşmayı engeller.
3429- Müslümanlar, çoluk çocuklarıyla şehri terk etmek üzere yola çıksalar ve şehrin giriş kapısına geldiklerinde müşriklerin zayıf bir taraflarının farkına varsalar, onlara haber vermeden saldırmaları caiz olmaz.
Çünkü maksat, antlaşma yapılmaksızın çocuklarıyla birlikte müşriklerden emin olacakları bir yere çıkmalarıdır. İnsanlar arasındaki Örfe müracaat edildiğinde herkes bunun böyle, olduğunu bilir. Şehir kapısına gitmekle de bu maksat hasıl olmaz. Bundan dolayı eman hükmü henüz son bulmamıştır.
3430- Antlaşma olmamış olsaydı birbirlerinden korkacak kadar yakın bir yerde oldukları takdirde, durum yine budur. Ama birbirlerinden korkmayacakları bir uzaklığa gitmişlerse, müslümanların, müşriklere haber vermeden geri dönüp onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü o antlaşma ile sabit olan karşılıklı eman, müslümanların müşriklerden emin olacakları bir mesafeye ulaşmalanyla son bulmuştur. Yapılan o antlaşmadan maksat, her iki tarafın, endişeye düşmeyecek ölçüde birbirlerinden uzak olmalarıdır ve bu husus böylece gerçekleşmiştir.
3431- Ama eğer müslümanlar darü'lharbe girmiş ve burada müşrikler onları kuşatmışlarsa, sonra da müslümanlar, ordugahlarmdaki şeyleri onlara teslim etmek üzere kendilerini salıvermelerini, buna karşılık çekip gideceklerini söylemişlerse, İslam yurduna girinceye kadar onlara haber vermeden saldıramazlar.
Çünkü müslümanların oradan çekip gitmiş sayılmaları, onların yurdundan çıkmış olmalarıyla gerçekleşir, ilk durumda harp ehli İslam yurdunda idiler. Şimdi müslümanların çekip gitmiş olmaları, İslam yurduna girmeleri ve her iki gurubun böylece birbirlerinden emin olmalarıyla mümkündür. Çünkü darü'lharp-te müslümanlar için çekip gitme, ancak o ülkeden ayrılıp kendi ülkelerine girmeleriyle gerçekleşir. Örfte bu sözden anlaşılan budur ve örf ile sabit olan, nas ile şart koşulmuş gibidir.
3432- Muhasara altına alınan şehir halkı şayet İslam yurdunda iseler ve çoluk çocuklarıyla falan yere çekip gitmeleri üzerine müşriklere antlaşmışlarsa, onlara haber vermeden kendileriyle savaşamazlar.
Çünkü aralarında şart koştukları budur ve şartın yerine getirilmesi gerekir.
3433- Müslümanlar, birbirlerinden emin olacakları bir yere kadar uzaklaşır ve sonra da şart koşulan yere gidecek kadar oralarda oyalanır, sonra da onlara saldırmak isterlerse, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü maksat, bizzat o yere varmaları değildir, bilakis, o yere onlar varıncaya kadar bu süre zarfında eman içerisinde olmaları kastedilmiştir ki bu süre içerisinde amaç gerçekleşmiş olur. Hüküm, sözün zahirine göre değil, maksada göre belirlenir.
3434- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- şöyle dedi: Bana göre, söz konusu olan yere varmak ve bulunulan yerden uzaklaşmak için gerekli olan müddete itibar edilir. Daha doğru olan görüş budur.
Çünkü düşmanın emanda o yeri şart koşmaları, Müslümanların geri dönüp kendilerine zarar vermemeleri içindir.. Bunun için o yere ulaşacakları müddet kadar emniyette kalmayı hedeflemişlerdir. Bu maksatları ise, o müddetin geçmesiyle gerçekleşmiş olur.
Çünkü eğer kûfe'ye gitmelerini istemişlerse ve müslümanlar da buradan daha uzakta bulunan Basra, Mekke veya Şam'a gitmiş olursa, onlara haber vermeden dönüp savaşabilirler.
Bu da, belirlenmiş olan yere gitmenin değil, müddetin geçerli olduğunu gösterir.
Görmüyor musun, bir ay onlarla savaşmamayı ya da bir aylık mesafede İslam yurdunun derinliklerine gitmelerini antlaşmada zikretmiş olsalar, onlar da bir ay bekleyip sonra haber vermeden onlara saldıracak olsalar, bunda bir sakınca olmaz. Çünkü antlaşmadaki maksat hasıl olmuştur. Ancak müddete itibar edilebilmesi için her iki tarafın birbirlerinden emin olacakları bir mesafede bulunmaları gerekir. Eğer birbirlerinden emin olacakları mesafede uzak değillerse, sanki şehirden ayrılmamış gibidirler. Bu nedenle, daha yakın bir mesafede bulunuyorlarsa, haber vermeden onlara saldırmalarını doğru bulmuyoruz. Aynı şekilde diğer müslümanlar veya zımmîler de onlara saldıramazlar.
Çünkü aralarındaki antlaşma gereği şehir halkı açısından eman içerisindedirler ve müslümanların bir kısmı tarafından verilmiş olan eman, diğer müslüman-lan ve zimmîleri de bağlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), "Müslümanların en aşağı seviyedekilerinin zimmeti, diğer müslümanlan da bağlar." buyurmuştur. Şehir halkının, haber vermeden saldırmaları caiz olan her durum, diğer müslümanlarla zimmet ehli hakkında da caiz olur.
Allah en iyi bilir.[10]
3435- Müşrikler, her yıl müslümanlara yüz kişi teslim etmek ve kendi ülkelerinde emin kalıp müslümanların hükümlerinin kendilerine uygulanmaması ve müslümanların onlara saldırmamaları üzerine antlaşma yapmak isteseler, müslümanlar, onlardan korkuları olmadığı sürece, böyle bir antlaşma yapamazlar.
Çünkü saldırmazlık antlaşmasından maksat, zimmet akdindeki maksattır. O da yolların en yumuşağı ile onlan dine davet etmek ve müslümanların hükümlerinden bir kısmını düşmanın kabul etmesini sağlamaktır. Müslümanların hükümlerinin onlara uygulanmamasını ve kendi yurtlarında rahat ve emin olarak hayatlarım sürdürmelerini şart koştukları takdirde, antlaşmanın maksadı hasıl olmaz. Ancak zaruret durumunda bu tür şartlar kabul edilebilir.
3436- Antlaşma yapıldığı takdirde, onlardan her yıl orta düzeyde yüz kişi alınır. Yüz kişi yerine onların bedelini getirecek olsalar, kabul edilir. Tıpkı bir malın, mal olmayan bir şeyle mübadelesinde olduğu gibi, bir kayıtlama olmaksızın kişi şart koşulmuş ise, kabul edilir. Ama şahıslar yerine buğday, at veya silah verecek olsalar, müslümanlar bunu kabul etmeyebilirler.
Çünkü bu gibi şeylerin kabulü, alışveriş yoluyla olur ki bu da iki tarafın nzalarıyla gerçekleşir. Oysa bir değer belirtilmişse, bu değer dirhem olarak da, dinar olarak da verilebilir. Verilen değer, maliyet olarak teslim edilecek kişilerin sayısına göre belirlenir.
3437- Müslümanların başka bir cinsi (para dışında buğday, silah vs. gibi malları) kabul etmemeleri, aralarındaki antlaşmayı bozmuş olmaları anlamına gelmez.
Çünkü satış akdini yerine getirmemekle antlaşma bozulmuş olmaz. Zira satış akdi, antlaşma akdinden farklıdır. Bunu kabul etmemek, antlaşmayı bozmak anlamına gelmez.
3438- Teslim edilecek şahıslar, harp ehlinin köleleri arasından olacaktır. Köle olmayanları teslim etmek mecburiyetinde değildirler.
Çünkü " yüz kişi" denirken, bu söz, örfen bilinenler hakkında kullanılmış kabul edilir. Zahir örfe göre, kölelerinden teslim etmeleri gerekir. Ama müslü-manlar antlaşmayı yaparken başka bir şeyi belirlemişlerse, o başka. Eğer antlaşmada bir belirleme yapılmışsa, o zaman örf geçerli olmaz, belirlenen teslim edilir.
3439- Çocuk ve kadınlarından yüz kişi getirecek olurlarsa, müslümanlarm bunu kabul etmemeleri uygundur.
Çünkü verilen eman onları kapsar ve bu eman ile çocuk ve kadınlar köle edinilmekten korunmuşlarda
Nitekim onlardan biri, bir müslümana çocuğunu satmaya kalkışacak olursa bu alış-veriş caiz olmaz. Saldırmazlık antlaşmasında da durum aynıdır. Eman onları kapsadığına göre onlan kabul etmek caiz değildir. Ama krallan mutlak hakim olup onlardan dilediğini satabiliyor yahut hibe edebiliyorsa ve hepsi de bunu kabul ediyorsa, krallarının onlardan yüz kişiyi teslim etmesi caizdir.
Çünkü onlar kulluğu kabul etmişler ve bu kabulleriyle onun kölesi olmuşlardır. Onlan satabilir ve dilediği şekilde onlara davranabilir. Bundan dolayı antlaşmada şart koşulan şahıslan almak caizdir.
3440- Ona köleliği kabul etmiyorlarsa ve kral onlardan yüz kişi getirip, bunlar benim kölelerinıdir, onları alın derse ve onlar da: "Hayır, bizler hür insanlarız" derlerse bakılır; Eğer o yüz kişi kralın askerleri tarafından yenik düşmüş olarak bize getirilmişlerse, onları almakta bir sakınca yoktur.
Çünkü Eğer köle iseler, onlan teslim almak bizim için caizdir. Ama hür iseler, askerleriyle onları yenilgiye uratmış olup kendisine köle edinmiştir ve bu durumda onlan teslim almamız caizdir. Çünkü eğer kralları bunu onlara yapıyorsa ve onların kanunlarına göre başkasını yenilgiye uratan kişi onu kendisine köle edinebiliyorsa, kendileri için caiz gördüklerini biz de onlar için caiz görürüz. Çünkü mütarekeyi yaparken, bizim hükümlerimizin onlar hakkında geçerli olamamasını istemişlerdi. Bu şartın gereği olarak onlar hakkında geçerli olacak hükümler, şirk hükümleri olacaktır. Kendileri bunu şart koşmuşlardı. Kendileri hakkında caiz gördükleri elbette onlara da uygulanacaktır. İmam Muhammed, bu kuraldan hareket ederek şöyle demektedir:
3441- Teslim edilmek üzere getirilen yüz kişinin hürlerinden olup kendi ülkelerinde onları yenilgiye uğratarak köle edindiklerini ve yenilgiye uğratılarak bize getirilmiş olduklarını biliyorsak, söz konusu ettiğimiz kuraldan dolayı onları teslim almamızda bir sakınca yoktur. Ülkelerinde iken sahip oldukları eman ile ülkemize gelecek olsalar ve ülkemize girerken eman dilememiş olsalar, ülkelerindeki emanları burada da geçerli olur.
3442- Ülkemize geçtikten sonra kendilerinden yüz kişiyi yenilgiye uğratarak onları bize teslim etmeye kalkışacak olsalar, onları alamayacağımız gibi, o yüz kişiyi yenilgiye uratmalarına da engel oluruz.
Çünkü ülkemizde bizim kanunlanmız, yani îslamın kanuhlan geçerlidir. İslama göre, eman altmdakilerden hiç kimse köle edinilemez. Çünkü bu şekildeki bir yenilgi galip gelenlerin mağlup olanlara zulmetmesi demektir. Nasıl müslümanlarm ve zimmîlerin zulme uğramalanna engel oluyorsak, ern^n altındakilerin de zulme uğramalarına engel"olmalıyız.
Görmüyor musun, bu galibiyet ile onlan köle edindikten sonra müslüman olacak olsalar, galip geldikleri kimseleri salıvermelerini isteriz. Ama kendi ülkelerinde onları mağlup ettikten sonra müslüman olacak olsalar, o mağlup ettikleri kimseler onların köleleri olur. Bu konuda darü'Iharpte müslümanlann korunmuş-luğu, darü'lislamda olduğu gibidir.
Tavûs'un rivayet ettiği hadis buna delili getirilmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel'in mektubunda şöyle denilmektedir. Daha önce hür olan veya müstaz'af bulunan bir topluluğu köle edinen eğer onlan kendi evinde hapsetmiş ve sonra müslüman olmuşsa, onları köle edinmiş kabul edilir. Ama onlan haraca bağla-mışsa, müslüman olduktan sonra onlardan haraç alamaz.
Bundan da anlaşılıyor ki, İslamın hükmü bir bölgeye ulaşmazdan Önce başkalannı yenilgiye uğratıp onlan köle edinen kimse İslam geldikten sonra ona kölelikleri devam etmektedir. Ama îslam o ülkeye hakim olduktan sonra onlan yenilgiye uratmışsa onlar hür olurlar. Bu nedenle şayet aramızda mütareke bulunan kimseler beraberlerinde yüz kişi bulunduğu halde çıkıp bize gelseler ve bizler de o yüz kişinin yenilgiye uğratılıp uğratılmadıklarını bilmiyorsak mütareke yaptığımız kimseler: "Bunlar bizim kölelerimizdir, fidye olarak onlan size getirdik" deseler; o yüz kişi ise: "Yalan söylüyorlar, bizler de onlar gibi hürüz" deseler, o yüz kişinin söyledikleri kabul edilir.
Çünkü aralanndaki bu ihtilaf îslam yurdunda ve müsîümanîann hükümlerinin geçerli olduğu bir yerde olmuştur. Müsîümanîann hükümlerinden biri şudur: Durumunun daha önce ne olduğunu bilmediğimiz bir kişi, köle olduğu delil ile sabit olmadıkça hür olduğuna dair iddiası geçerlidir.
3443- İki şahit, onSarın köle olduklarına dair şahitlik ederse, şahitlikleri kabul edilir. Şahitlerin müslüman, zimmî veya darulharpten olmaları fark etmez.
Çünkü haklannda şahitlik yapılanlar da harp ehlidir ve harp ehlinin harp ehli aleyhindeki şahitlikleri kabul edilir. Sadece dinlerine göre bu şahitlerin adil olmaları gerekir.
3444- Onları getirenler "Bunlar hür idiler, ancak kralımızın emriyle ve kendi yurdumuzda onları yenilgiye uğrattık, böylece kölelerimiz oldular" derlerse, o yüz kişi ise: "Hayır, bizi yenmiş değiller ve böyle bir şeyi bize ar-zetmiş de değiller, şimdi burada bunu söylüyorlar" derse, o yüz kişinin söyledikleri kabul edilir.
Çünkü onları yenilgiye uğratmalan sonradan olan bir olaydır ve kısa zamanda gerçekleşmiş olması muhaldir. Aynca onlar, köleliğe sebeb olan birşeyi iddia ediyorlar ve sebebi iddia etmek, sebeple sabit olan hükmü iddia etmek gibidir. Çünkü sebeplerin bizzat kendileri değil, sonuçlan amaçlanır. Bu sebeple köle olduklan delil ile sabit oluncaya kadar köle olduklarına hükmolunamaz.
3445- Ama eğer bazıları, bazılarından alacaklı olduklarını ya da darü'lharpte bir akit yaptıklarını iddia etseler ve buna dair delil getirseler, bu iddialarına karışmaz ve bu konuda herhangi bir hüküm vermeyiz. Ancak müslüman olur ya da zimmîliği kabul ederse, o başka.
Çünkü hükmümüzün geçerli olmadığı bir yerde aralannda bir muamele geçmiştir ve onlar İslamın hükümlerini kabul etmedikçe hakim aralannda hüküm veremez. Davalı ve davacı müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederlerse, ancak o zaman hakim aralarında hüküm verir. Taraflardan biri müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederse, hakim aralannda hüküm veremez. Çünkü müslümanlığı kabul etmeyen kişi, İslamın hükümleriyle yükümlü değildir. Müslüman olan açısından baktığımızda ise, davalı ile davacı aynı konumda olmalıdır. Biri için İslamın hükümleri geçerli değilse, diğeri için de geçerli olmaz. Kölelik meselesinde ise, aralarındaki anlaşmazlık İslam yurdunda ortaya çıkmıştır. Bu sebeple hakim böyle bir konuda hüküm verebilir.
Görmüyor musun, onlardan biri şirk yurdunda o kişinin kölesi olduğunu itiraf ederse, sonra da ben onun emirlerine uymam derse, efendisinin emirlerine uyması için onu zorlanz. Çünkü şirk yurdunda kölesi olduğunu söylemekle, îslam yurdunda da kölesi olduğunu itiraf etmiş olur. Ama onlardan biri, şirk yurdunda diğerine borçlu olduğunu itiraf etse, ikisi de Îslamı kabul etmedikçe ya da zimmî olmayı istemedikçe hakim aralannda hüküm veremez.
3446- O yüz kişinin köle olduklarım kabul edecek o-lursak, hükümde çelişkiye düşeriz. Çünkü o yüz kişi, karşı tarafa: "Asıl siz bizim kölelerimizsiniz" diyecek olsalar, taraflardan birinin iddiasını kabul etmek için elimizde bir delil yoktur. Eğer karşı taraf: "Bu yüz kişi kölelerimizdir" derse ve o yüz kişi de: "Bilakis hürüz ama fidye karşılığı bizi teslim almanızı kabul ediyoruz" deseler, onları yine kabul edemeyiz.
Çünkü onlar bizim yurdumuzda eman içerisinde olmuşlardır. Yurdumuzda eman altında bulunan bir hür, hiçbir surette köle edinilemez. Onun buna nza göstermiş olması veya nza göstermemiş olması önemli değildir.
Görmüyor musun, onları getirenler: "Bunlar, bizim gibi hürdürler ama onları alın, onlar da buna razıdırlar" diyecek olsalar, bu sebepten dolayı onları teslim alamayız. Çünkü müslümanların kanunlarına göre onlar, her iki durumda da hürdürler. Delil olmaksızın köle oldukları iddiasıyla köle olamazlar.
3447- Müslümanların onları teslim almadıklarını gördüklerinde: "Aslında biz, iddia ettikleri gibi köleyiz, hür olduğumuzu söylerken yalan söylüyorduk" deseler, müs-lümanlar onları teslim alabilirler.
Çünkü köle olduklarına dair iddiaya karşı çıktıktan sonra şimdi itiraf etmişlerdir, inkardan sonra yapılan itiraf geçerlidir. Biri, bu durumu bilinmeyen bir kimse için: Bu, benim kölemdir, dese ve şahıs, önce bu iddiayı reddetse, sonra da kölesi olduğunu itiraf edecek olsa, kölesi olduğu ortaya çıkmış olur.
3448- Onları getirenler, önce onların hür olduklarını söyleyip "onları alın, çünkü onlar buna razıdırlar" deseler, müslümanların onları kabul etmediklerini görünce de: Onlar bizim köleler imizdir, deseler ve o yüz kişi bunu doğrulayacak olsalar, müslümanlar yine onları alamazlar. Çünkü onların hür oldukları bizim yurdumuzda doğrulanmıştır, aynca daha önce köle olmuş idilerse de, o sözleriyle azad edilmiş olurlar ve artık hürdürler. Daha Önce hür idilerse, zaten hür olduktan için onları kabul edemeyiz.
3449- Onların hür olduklarını söyledikten hemen sonra: "Hayır, biz yalan söyledik. Onlar kralın köleleridir, onları bizimle gönderdi ki onları size teslim edelim" deseler ve o yüz kişi de bunu kabul edecek olsa, müslümanlar onları teslim alabilirler.
Çünkü bizzat kendileri bunu itiraf etmişlerdir. Durumu bilinmeyen bir kişi, durumu hakkında itirafta bulunursa, başkasının iddiasına bakılmaksızın itirafı kabul edilir. Bu nedenle de fidye olarak alınmaları caizdir.
3450- Mütareke esnasında yüz kişi teslim edeceklerine dair antlaşma yapılsa ve erkek mi, yoksa kadın mı teslim edeceklerine dair bir şey söylememiş olsalar, yüz erkek de getirseler, kadın da getirseler yahut bir kısmı erkek, bir kısmı kadın yüz kişi getirseler, bunları kabul etmemiz gerekir. Çünkü mutlak bir söz söylemişlerdir ve mutlak, ancak delil ile takyid edilir.
Çünkü "yüz kişi" denilirken herhangi bir nitelik belirtilmemiştir. Bu, tıpkı keffaretlerde köle" ifadesine benzer. Keffaret olarak erkek köle de, kadın köle de azad edilebilir.
3451- Şayet yaşı küçük kişiler getirecek olsalar bakılır; Eğer bu küçükler anneye ihtiyaç bırakmayacak fakat babaya ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler, kabul edilirler. Ama anneye ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler veya henüz sütten kesilmişlerse kabul edilmezler. Çünkü "kişi" denirken, ergenlik çağını geçmiş olanların kastedildiğine dair bir işaret mevcut değildir. O halde ergenlik çağını geçmiş olanlar da, bu yaştan küçük olanlar da kabul edilir. Ancak "kişi" tabiriyle yalnız başına kendi kendini idare edebilen kastedilir. Yalnız başına yemeğini yiyebilecek durumda değilse, kendi kendine elbiselerini giyemi-yorsa ve kendi kendine temizliğini yapamıyorsa, maksat hasıl olmamıştır demektir.
Çünkü bu çocuklar kendi kendilerini idare edemezler ve hizmetçiye ihtiyaçları vardır.
3452- Annelere ihtiyaçları yoksa, maksat hasıl olmuştur. Ekonomik açıdan da maksat hasıl olmuştur. Çünkü ekonomik açıdan zarar, çocuğun kendini idare edebilecek yaştan daha küçük bir yaşta olmasıdır. Anneye ihtiyacı yoksa normalde değer bakımından bir zarar söz konusu değildir. Köleleri arasından bu nitelikleri haiz kişiler getirecek olurlarsa, getirdikleri kabul edilir. Annelerinin darü'lharpte olması, kabul edilmelerine engel değildir.
Çünkü çocuklarla analarını birbirinden ayırmak, müslümanların yaptıkları bir şey değil, müşriklerin davranışları sonucudur.
3453- Bu, bir cariyesi bulunan ve yurdumuzda eman altında olan kişinin durumuna benzer. Adam cariyesini
müslümanlara satıyor, fakat oğlunu birlikte satmıyor. müslümanlarin böyle bir cariyeyi almaları caizdir.
Çünkü anne ile çocuğunu birbirinden ayıran, harp ehlinden olan kişinin kendisidir. Müslüman, ana veya çocuğu satın almadığı takdirde o harp ehlinden olan kişi, ikisini darii'lharbe götürecektir ve bu, müşriklere bir yardım olacatir. Ya kendileri müşriklere destek olacak veya ileride onların zürriyetleri destek olacaktır. Bu durumun gözetilmesi, anne ile çocuğunu birbirinden ayırmaktan daha önemlidir.
3454- Saldırmazlık antlaşması esnasında müslüman-ların kölelerinden yüz kişiyi teslim edeceklerini şart koştukları halde, teslim etme dönemi geldiğinde kendi kölelerini yahut bedelini ödemeye kalkışacak olsalar, müslü-manlar bunu kabul etmeyebilirler. Ancak bu, antlaşmayı bozma anlamına gelmez.
Çünkü müslümanlar için şart koşulan menfaat gerçekleşmemiş olur. Müslümanlar, kendi kölelerini onların boyunduruklarından kurtarmak için bu şartı koşmuşlardır. Bedel getirmeleri yahut kendi kölelerini vermeleriyle bu maksat hasıl olmaz.
3455- Buna karşılık müslümanların yanına bir rehin bırakmışlarsa, şart koşulanı getirinceye kadar müslümanlar bu rehini onlara vermeyebilirler. Mesela kölelerin güçlü kuvvetli olanlarından getirmeleri şart koşulmuşsa ve onlar da zayıflarını getirmişlerse, şart yerine getirilmemiş olur.
Antlaşmalarda koşulan şartın yerine getirilmesi gerekir. Böyle bir şart müslümanlar arasında geçerli ise, harp ehli hakkında da geçerlidir.
3456- Müslümanlar, düşmanın elindeki müslüman kölelerin yüzü bulmadığını biliyorlarsa, o zaman onların ortalama bedeli alınır.
Çünkü belirlenen şeyin teslim edilememesi durumunda, teslim için gerekli olan sebep gerçekleşmiş olmakla birlikte, değerinin teslim edilmesi gerekir.
3457- Antlaşmada yüz yay veya yüz demir zırh veya yüz kılıç şart koşmuş olsalar, belirlenen dışında veya değerini ödeme konusunda bu şart ile yüz kişi şartı aynıdır. Yine müslümanların at ve silahlarını geri ödemeyi şart koştuklarında da durum aynıdır. Ancak müslümanların köleleri şart koşulmuşsa bedelleri kabul edilmez.
Çünkü müslümanların köleleri, İslam yurdunun vatandaşlarıdır. Bu şartın yerine getirilmemesi, savaş yurdunun halkını kurtarmak İçin onları feda etmek anlamına gelir. Bunu ise hiçbir bedel karşılayamaz. Oysa at ve silah böyle değildir. İster müslümanların at ve silahlarını versinler, ister bunların bedellerini versinler, fark etmez.
Nitekim düşman taraftan biri, önceleri müslümanların olup düşmanın zap-tettİğî at ve silahı ile beraber gelip eman İsteyerek yurdumuza girse, darii'lharbe geri döndüğünde onları geri götürebilir. Ama beraberinde müslümandan ya da antlaşmahdan esir alınmış bir köle bulunsa, onu geri götüremez ve onu müslümanlara satmağa mecbur edilir. Her iki olay arasındaki fark bu şekilde açığa çıkmaktadır.
3458- Antlaşmada her yıl yüz elbise veya yüz hayvan vermek şart koşulmuş olsa, bu antlaşma geçersiz olur.
Çünkü elbiseler muhteliftir. Hayvanlar da öyle. Yeryüzünde yürüyen her canlıya gerçek anlamda hayvan denir. Hayvan lafzı hükmen de atlara, katırlara ve eşeklere denir. Cinsi belirlenmeden akitlerde sadece "hayvan" sözü geçersizdir. Oysa "kişi" denildiğinde durum farklıdır. Burada cins malumdur, sadece nitelik belli değildir. Nitelik ise, verilen isme engel değildir. Bu nedenle müslümanlar antlaşmayı bozmalı ve yeni bir anlaşmanın yapılmasını istemeliler. Bu yeni antlaşmada da ne üzere antlaştıklannı belirlemelidirler. Antlaşmayı bozmadıkları tak-, dirde ve aradan bir yıl geçerse, müşrikler diledikleri cinsten verebilirler. Çünkü fidye ödeme onlara aittir ve hangi cinsi kastettiklerini söylerlerse, söyledikleri geçerlidir. Nitekim bir insan, birine bir elbise vereceğini söyleyecek olsa, istediği cinsten bir elbise verebilir.
Biri, bir elbise vasiyet etse, bu elbisenin cinsini tayin etmek, miras bırakan kişinin yerine kaim olan mirasçıya düşer. Cins belirlenmediği takdirde, bir müddet sonra müslümanlann menfaati, karşı tarafın tayinine bağlı kalır. Cinsi belirlemediğimiz takdirde karşı taraf dilediğini verir ve müslümanlann menfaatleri yok olur.
3459- Antlaşma yüz kişi üzerine yapılmışsa ve harp ehlinden hür bir topluluk, kendilerinin kralın köleleri olduklarını itiraf etseler, kral bunları müslümanlara teslim etmek üzere gönderecek olsa ve müslümanlar da onların aslında köle olmayıp hür olduklarını biliyorlarsa, bakılır; Eğer köle olduklarını söylemeleri İslam yurdunda olmuşsa, sözlerine itibar edilmez.
Çünkü yurdumuza eman ile girmişler ve hür oldukları bununla pekişmiş olur. Köle olduklarını söylemeleriyle bu gerçek ortadan kalkmaz.
Ama durumları bilinmiyorsa, îslam yurduna girmeleriyle hür olmaları pekişmez, çünkü hür oldukları bilinmemektedir.
Görmüyor musun, İslam yurdunda durumu bilinmeyen, kendisinin köle olduğunu ikrar ederse, bu ikrarı kabul edilir. Ama hür olduğu biliniyorsa, köle olduğunu ileri sürse de kabul edilmez.
3460- Darü'lharpte iken zorlanmaksızm köle olduklarını ikrar ederlerse, yine kabul edilmez. Ancak bulundukları ülkenin kanunlarına göre biri, başkasının kölesi olduğunu ikrar ettiğinde bu ikrarı geçerli ise, kabul edilirler ve fidye olarak alınırlar.
Çünkü darü'lharpte insanların hürriyetleri güçlü bir hürriyet değildir.
Nitekim aramızda antlaşma yoksa, köle edinilmeleriyle hürriyetleri son bulmaktadır. Bizimle onlar arasında antlaşma yapıldıktan sonra da, kendi aralannda bir antlaşma yapmaları geçersizdir. Çünkü birisinin kölesi olduğunu söyleyen kişinin köleliği onlara göre kabul edilebiliyor. Ancak kanunlarında böyle bir durum yoksa, biz de onun köleliğini kabul etmeyiz. Nitekim İslam yurdunda böyle bir ikrarda bulunmuşsa yine köleliğini kabul etmeyiz. Çünkü İslama göre hür kişi köleleştirilemez.
Görmüyor musun, bu ikrardan sonra müslüman olacak olurlarsa, onların kanunlarına göre köle olduğunu ikrar eden kişi, köle olabiliyorsa, kimin kölesi olduğunu ikrar etmişse onun kölesi olur. Ama kanunlanna göre böyle bir durum söz konusu değilse, asılları üzere hür kalırlar.
Bu hususu şöyle de açıklayabiliriz: Diyelim ki onlara göre çalan kişi, kimin malını çalmışsa onun kölesi oluyorsa, sonra da çalan kişi müslüman olursa, önceki hüküm geçerlidir ve çaldığı kimsenin kölesi olur. Kendisine bu hüküm uygulandığında ister onlarla mütareke yapmış olalım ister etmemiş olalım, fark
etmez.
Çünkü mütareke yapmakla İslamın hükmü onlara cari olmaz. Zaten kendileri de mütarekenin şartlan arasında, İslam hükümlerinin kendilerine tatbik edilmemesi şartını koşmuşlardı. Aynı şekilde onlann kanunlanna göre bir kişinin köle olduğunu ikrar etmesi köle olmasını amir ise, biz buna kanşmayız.
3461- Bizimle müşrik iki ülke arasında mütareke bulunsa ve bu iki ülke savaşıp birbirlerinden esir alacak olsalar, sonra da her biri karşı taraftan aldığı esirlerden yüzünü bize getirecek olsa, bunları kabul ederiz. Çünkü o iki ülke arasında mütareke yoktur. Mütareke bizimle onlar arasındadır. Onlar kendi aralarında mütarekeden Önceki durumu devam ettirip birbirlerinden esir alıyorlar ve böylece birbirlerini köle ediniyorlar. Hatta müslüman yahut zımmî olsalar, olay, aralarında cereyan eden bir şeydir. Nitekim birbirlerinden aldıkları esirleri getirip ülkemizde satsalar, bu köleler satın alınabilir. Aynı şekilde bu esirler fidye olarak da alınabilir.
3462- Hatta bir ülkenin vatandaşları olsalar ve onların kanunlarına göre biri diğerini yenilgiye uğrattığında yenilgiye uğrayan onun kölesi oluyorsa, bu tür köleleri de kabul ederiz.
Çünkü aralarında antlaşma yoktur. Biri diğerine saldırabiliyor ve galip gelen diğerini köle ediniyor. Çünkü krallarının kanunu budur. Buna göre, bir kısmı diğerinin malını gasbetse, sonra da müslüman olup bizim mahkemelerimize başvursalar hakim, İslam olmazdan önceki kanunlarına göre hüküm verir. Onların kanunlarına göre biri diğerinin malını gasbettiğinde o mal onun oluyorsa, hakim, gasp edenin o malı geri vermesini emredemez. Ama onlann hükümlerine göre bunun geçerli olmadığını yahut kralın böyle şeylere karışmadığını biliyorsa, geri vermesi için onu zorlar. Çünkü mubah olan bir şey, korunma altına alınmakla mülk olur. Onlann hükümlerine göre, gasp eden, gasp ettiği şeyi koruması altına almakla onun maliki oluyorsa, malik oluşu tescil ettirilir. Ama hükümlerine göre maliki olamıyorsa, o malı koruması altına almasından dolayı ona malik oluşu gerçekleşmez. Çünkü mülkü gasp edilen kişi, krala müracaat ederek onu geri alabilir. İslam, tam koruma altına almayı mülkiyet olarak kabul eder, ama henüz mülkiyet gerçekleşmediği için onu geri iade eder.
Görmüyor musun, şayet müslümanlann malını alsalar, kendi yurtlarına götürüp tam koruma altına almadıkları müddetçe onu geri iade ederler. Ama o malı ülkelerine götürüp koruma altına aldıktan sonra müslüman olurlarsa geri vermeye zorlanamazlar. Müslüman olmazdan önce o malı harcayacak olsalar, sonra da müslüman olsalar, her iki durumda da o malı tazmin etmezler. Çünkü tazmin etmeleri, aldıkları malın mütekavvim olmasına (yani hukuken değerli olmasına) ve başkalarının ona uzanamamasma bağlıdır.
Nitekim bir müslüman bir müslümandan içki gasp etmiş olsa, o içki gasp edenin elinde içki olarak bulunuyorsa, onu geri vermesi emredilir. Şayet onu istihlak etmişse, değerini tazmin etmez.(Çünkü İslama göre içki hukuken değerli bir mal değildir).
3463- Onlarla müslümanlar arasında bir antlaşma yoksa, gasp eden kişi gasbettiği kişilerle çıkıp ülkemize gelse ve gasp edilen kişi müslüman veya zımmî olsa, sonra da gaspedilenin müslüman veya zimmi yahut eman altındaki sahibi çıkıp gelerek mahkemeye şikayet etse, her iki durumda da gasp edilenin üzerinde bir hak iddia edemez. Her ne kadar onların hukukuna göre gasbetmek, mülk edinmenin yollarından değilse de, İslam hukukuna göre, İslam yurduyla antlaşma yapmamış darii'l-harp vatandaşlarının mallan getirilip korumaya alındığında mülkiyete sebeptir. O mallan getiren kişi, o malların maliki olur.
3464- Şayet müslümanlarla aralarında mütareke varsa ve ikisi bu mütareke sebebiyle bize gelmişlerse ya da biri mütareke sebebiyle, diğeri de müslüman veya zımmî olduğu için gelmişse, hakim aralarında hüküm vermez.
Çünkü İslam yönetimine bağlı değiller ve aralarındaki bu muamele darü'l-harpte meydana gelmiştir.
3465- Eğer her ikisi de müslüman olarak bize gelmişlerse, bu takdirde gasp edenin, gasbettiği malı sahibine iade etmesi gerekir.
Çünkü onlann krallarına göre gasp, mülkiyet yollarından değildir ve malı gasp eden onu korumaya almamış, mülkiyetine geçilmemiştir.
3466- Malı ülkemize getirmekle de onu mülkiyetine almış olmaz.
Çünkü antlaşmalı bulunduğumuz bir ülkenin halkından birinin malmı ülkemize getirmiştir ve bunu yapmakla o malın maliki olmaz. Bu nedenle onu geri vermekle mükelleftir. İmam Muhammed dedi ki:
Bize ulaştığına göre, bazı müslümanlar, müşriklerden bir takım şeyler Ödünç almışlardı, Resûlullah (s.a.v.) Mekke'yi fethettiğinde, ödünç aldıkları bu şeyleri geri vermemeye kalkıştılar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: "Ödünç alınan şeyler geri verilecektir. Menîha[11] da geri verilecektir. Bir şeye kefil olan, onu Öder." Bu gibi hususlarda bu hadis temeldir. Buna göre, orası darü'lîslam oluncaya kadar o mah mülkiyetine geçilmemiştir ve orası darü'lislam olduktan sonra o malı geri vermesi emredilir.
3467- Malı gasp edilmiş olan kişi, gasp edeni mahkemeye verecek olsa ve gasp eden kişi de, o malın kendisine ait olduğunu iddia etse, kral da gasp edildiği iddia edilen malın onu gasp edenin elinde kalmasına ve malının gasp edildiğini İddia edenin de delil getirmesine karar verse, iddia sahibi henüz delilini getirmeden o ülke halkı İslama girecek yahut zımmîliği kabul edecek olsa, gasp eden kişi o malın sahibi olur.
Çünkü kral, o malın gasp edenin elinde kalması için hüküm verdiğine göre o mal gasp edenin mülkiyetine geçmiştir. Delil getirmedikçe iddia makamının o mal üzerinde bir hakkı yoktur. Biz oraya hakim olduktan sonra ise, iddiacının getireceği şahitlerin adil olup olmayacaklarını bilemeyiz. Bu nedenle mal, gasp edenin olur.
3468- Mglı gasp edilmiş olan kişi; "O malın bana ait olduğuna dair müslümanlardan şahit getiririm" diyecek olsa, kabul edilmez.
Çünkü İslam oraya hakim olmazdan önce gasp edenin mülkiyet hakkı tahakkuk etmiştir ve İslam geldikten sonra da mülkiyeti kesinleşir.
3469- Krallarının, malı gasp edilmiş olana malını vermeyip gasp edenin elinde kalmasına hüküm vermesi, malı gasp edilmiş olandan bu malı zorla alıp onu gasp edene teslim etmesi anlamına gelir. Şayet kral böyle bir şey yapmış olsaydı, o mal açıkça gasp edenin mülkiyetine geçecekti.
Gasp edenin mülkiyeti İslamdan Önce gerçekleştiğine göre İslam geldikten sonra bu mülkiyeti kesinleşir.
3470- Yine gasp eden, durumunu anlatamayacak kadar küçük bir çocuğu alıp onun kendi kölesi olduğunu iddia edecek olsa ve baba da: Bu benim çocuğumdur, derse, yukarıda gasp edilen mal hakkında zikrettiğimiz hususların hepsi bu meselede de geçerlidir. Yine çocuğu elinde bulunduran kişi, o çocuğun kendi kölesi olduğunu ileri sürse ve başka biri, o çocuğun kendi çocuğu olduğunu iddia etse, kralları da o çocuğu, babası olduğunu iddia eden kimseye geri verip diğerine kölesi olduğuna dair delil getirmesini söylese, sonra da o ülke halkı müslüman yahut zımmî olsa ve kölesi olduğunu iddia eden kişi delilini getirecek olsa, müslüman hakim o çocuğun hürriyetine karar verir ve babası olduğunu iddia eden kimseye verir.
Çünkü kralın hükmü onu elinden çıkarmış ve üzerindeki mülkiyetini iptal ederek diğerin hür oğlu kabuletmiştir. Bize düşman veya antlaşmak oldukları ve haklarında hükümlerimizin geçerli olmadığı bir dönemde kralın verdiği kararla iptal edilen bir mülkiyeti delil ile ispat ettiremez.
3471- Miras hükümleri de bu belirttiğimiz kurallara tabidir. Mesela, onlardan biri ölse ve krallarının hükümlerine göre oğlanlar mirasçı olurken, kızlar mirasçı olamıyorsa yahut bunun aksi şekilde ise ve ölenin mirası hakkında hüküm verdikten sonra o ülke halkı müslüman veya zımmî olsa, krallarının vermiş olduğu tüm hükümler geçerlidir.
Çünkü krallarının hükümlerine bağlı idiler ve aralarında bu hükümleri uyguladığında buna razı idiler. Onların hakimi, kralları idi. Uyguladığı bütün hükümler geçerlidir ve İslam geldikten sonra verilmiş olan o hükümleri iptal etmekle uraşmaz.
3472- Yine erkek çocuklar, krallarının hüküm vermesi söz konusu olmaksızın mirası almışlarsa ve krallarının hükmünün böyle olduğu biliniyorsa, miras onlarındır. Mirası bu şekilde almaları ile kralın hükmü ile almaları arasında fark yoktur.
Çünkü meseleyi mahkemeye intikal ettirmiş olsaydılar, mirasın kendilerine teslim edilmesine karar verilecekti. Bu nedenle o mirası teslim almış olmaları yeterlidir.
3473- Mirası alan kişi onu aldıktan sonra harcamışsa ve asıl hak sahibi, krala müracaat edip o mirasın onun hakkı olmadığını iddia etse ve kral da değerini geri vermesine karar verse, ancak henüz değeri mirasçıya verilmeden iki taraf da müslüman olsa, mirası harcamış olan kişi değerini vermekle yükümlü olmaz.
Çünkü değeri, o kişinin zimmetinde bir borçtur ve verilen hüküm itibariyle bu borç geri verilip alacak kişinin eline geçmedikçe onun mülkü olmaz. Böylece bu konuda bir hükmün verilmiş olması ile verilmiş olmaması arasında bir fark yoktur. O mirası harcadıktan sonra ve henüz bu konuda hüküm verilmeden iki taraf müslüman olmuş olsa, müslüman hakim, mirası harcamış olanın aleyhine herhangi bir hüküm vermez.
3474- Gasp edilen bir köle ise ve kralları o kölenin gasp edene ait olduğuna hüküm verdikten sonra onu gasp eden kişi köleyi azad edip ona serbest olduğunu bildirse, sonra da asıl sahibi delillerini ortaya koyup krallarının hükmü ile onu geri alacak olsa, sonra da hepsi müslüman olsalar köle, önceki sahibinin kölesi olmaya devam eder ve onu gasp eden kişinin azad etmesinin bir anlamı olmaz.
Bu, ya darü'lharpte birinin kölesini azad etmesi durumunda, onların hükümlerine göre onu azad etmesinin köle olmasına engel olmaması sebebiyledir ya da hükümlerine uymak zorunda olması sebebiyledir. Çünkü o azad edilen, iddia sahibinin kölesidir. Eğer aslında hür olup biri onu ele geçirmiş ve onun kendi kölesi olduğuna dair delil getirmişse ve kralları da bu doğrultuda hüküm vermişse, o kişi, kölesi olduğunu iddia eden kimseye köle olur. Aynı şekilde azad edilmişse ve kral da onun, iddia edenin kölesi olduğuna hüküm vermişse, o hüküm geçerlidir.
3475- Aramızda antlaşma bulunmayan düşmandan biri müslümanların kölelerinden birini esir alarak kendi ülkesine götürüp koruma altına alsa, sonra da biri onu kendisinden ğaspetse ve kölesi olduğunu söyleyip azat etse, sonra müslüman olsalar ve onu esir alıp mülkiyetine geçiren kimse kendi kölesi olduğuna delil getirse ve krallarının hükmüne göre o köle onun olması gerekiyorsa, onu azad edenin azad etmesi geçersiz olur.
Çünkü onu tam olarak mülkiyetine geçilmemiştir. Ama krallarının kanununa göre eğer gasp eden kişi, gasp ettiğine malik olabiliyorsa, bu takdirde azad etmesi geçerli olur ve tekrar köleleştirilemez.
Çünkü kralları, elinde kalmasına ve diğerinden alınıp kendisine teslim edil-meşine hükmettiğinde mülkiyet gerçekleşmiştir.
3476- Diğeri delil getirir ve ondan sonra kralları onun kendisine teslim edilmesine hüküm verir, ardından da müslüman yahut zımmî olurlarsa, getirilen delile dayanarak hür olur.
Çünkü o köle hakkında azad edilme karan kesinleştikten sonra krallarının bir müslüman hakkında köledir hükmünü vermesi geçerli değildir. Ayrıca hür oluşu İslam ile pekiştikten sonra bu karar bozulamaz; krallarının, köle olduğuna hüküm vermesiyle köle olmaz.
3477- Gasp eden kişi, kral ona ait olduğuna karar vermeden önce ğaspettiği kişiyi azad etmişse ve durum böyle devam ederken İslama girmişlerse, esir edilen kişi köle olarak devam eder.
Çünkü mülkiyetine tam olarak geçmeden onu azad etmesi geçersizdir.
3478- İmam Muhammed dedi ki: müslüman biri eman ile darü'lharbe girer ve harp ehlinden biri o müslümanın malını gasp ederse, sonra da müslüman yahut zımmî olur-larsa,bakılır; Krallarının hükmüne göre malı gasp edilen kişi ister eman sahibi, ister müslüman, ister düşman biri olsun gasp, mülkiyete geçirmenin sebeplerinden ise, müslümanın, gasp edilmiş olan malında herhangi bir hakkı kalmaz.
Çünkü gasp edenin gasp ettiği o malı mülkiyetine geçirmesi, krallarının kanunları gereği gerçekleşmiştir. O ülkenin hakimi krallarıdır ve orada onun hükümleri geçerlidir. Ona göre harp ehlinden olan kişinin darü'lislamda gasp edip mülkiyetine geçirdiği ile darü'l harpte gasp ettiği aynı hükümlere tabidir.
3479- Krallarının kanunlarına göre o malın sahibine iade edilmesi gerekiyorsa ve henüz muhakeme olmadan o ülke halkı İslamı kabul edecek olursa o mal, eman altm-dakine iade edilir.
Çünkü gasp edenin o mala sahip oluşu henüz gerçekleşmemiştir ve krallarının kanunlarına göre yaptığı şey yasak bir iştir. Yukarıdaki durumda ise krallarının kanunlarına göre yaptığı geçerli bir iş idi.
3480- Şayet bu konudaki kanunlarının ne olduğu bi-linemiyorsa, mal eman altında olan müslümana iade edilir.
Çünkü o malın mülkiyetinin ona ait olduğu bilinmektedir ve mülkiyetin sebebi de ona aittir. Ayrıca biliyoruz ki gasp etmek, bizatihi mülkiyete sebep değildir. Herhangi bir ülke kanunlarının bunun aksi olmadığı bilinmedikçe, geçerli olan, gaspın mülk edinmenin yollarından olmadığıdır.
3481- Krallarına başvurup muhakeme olmuşlarsa ve mahkeme esnasında gasp eden kişi, o malı gasp ettiğini inkar ederek bu benim mailindir derse, mahkeme de, mal sahibi olan müslüman delil getirinceye kadar o malın gas-pedenin elinde kalmasına hükmederse, sonra da o ülke halkı İslama girerse, o mal, gasp edene ait olur.
Çünkü mahkemelerinin bu kararı ile gasp eden kişi, mala sahip olmuştur.
3482- Ama müslüman delilini getirmiş ve mahkeme, o malı ğaspedenin elinden alarak kendisine teslim etmişse, o mal müslümana ait olur ve ondan beştebir payı alınmaz.
Çünkü hakimin hükmü ile o malı o kişinin mülkiyetine iade etmiştir ve o malın onun mülkiyetinden çıkışı da buna benzer bir sebepten dolayıdır. Çünkü bir şey, benzeriyle feshedilir. Ayrıca müslüman o malı aldığında onu eline geçirmiş ve hakimlerinin hükmü ile de bu ele geçirmesi pekişerek onun mülkü olmuştur. Bu sebeple de onda beştebir pay yoktur. Çünkü beştebir payı, ancak dini yüceltme gibi bir sebeple elde edilen malda söz konusudur.
3483- Yine eman altındaki bir müslüman, onlardan herhangi birinin mülkü olan bir kölenin batıl bir yolla kendisine ait olduğunu iddia edip buna dair düzmece bir delil getirse ve kralları da o köleci alıp onu eman altında olan müslümana teslim etse, sonra da o ülke halkı İslama girecek olsa, krallrımn hükmü sebebiyle o köle, eman altındaki müslümamn mülkü olur, ama bu müslümanın o köleyi asıl sahibine iade etmesi daha uygundur.
Çünkü bu, müslümandan kaynaklanan bir aldatmacadır ve şuna benzemektedir: Bir müslüman eman ile darü'l harbe girip onlardan birinin malım gizlice alıp İslam ülkesine getirecek olsa, onu geri iade etmesi fetva gereğidir. Çünkü kendisine verilmiş olan emana ihanet etmiştir.
3484- İmam Muhammed der ki: Şayet o ülke, müslü-manlarla antlaşma yapmışsa, müslüman hakim o malı alır ve sahibine iade eder.
Çünkü bu, müslümanlarm emanına ihanettir. Bir önceki fıkrada anlatılan durumda geri vermesi için zorlanmadığı halde bu durumda onu iade etmesi için zorlanır.
3485- Buna göre onlardan birinin malım gasp etse ve mahkemeye gittiklerinde o malı gasp ettiğini inkar ederek: "Bu benim mahmdir" derse, hakim de malı gaspedilmiş olan harp ehlinden olan kişiye, delilini getir deyip o delilini getirinceye kadar bu malı müslümana teslim etse, sonra da o ülke halkı İslamı kabul edecek olsa, o mal müslümanın olur, ama fetva gereği o malı iade etmesi gerekir. Yani malı geri vermesinin daha uygun olacağı söylenir ,fakat vermesi için zorlanamaz. Ancak müslümanlarla o ülke halkı arasında Önceden antlaşma varsa, o malı sahibine iade etmesi için zorlanır.
Çünkü burada ihanet, önceki durumdan daha açıktır. Bu sebeple o mal zorla elinden alınarak sahibine geri verilir.
3486- Aramızda antlaşma bulunan veya bulunmayan harp ehlinden biri, kendisine bir bedel takdim etmesi karşılığında onu azad etmek üzere kölesiyle sözleşme yapsa, sonra da hepsi İslamı kabul etseler, bu sözleşme geçerlidir.
Çünkü buradaki sözleşme, karşılıklı rızaya dayanması yönüyle alış-verişe benzemektedir.
3487- Şayet sözleşme yaptıktan sonra onu yenilgiye uğratıp sözleşmeyi bozmuş, sonra da müslüman olmuşlarsa, bakılır; Eğer onların kanunlarına göre sözleşme yaptığı kölesine böyle davranan kişi, sözleşmeyi bozmuş kabul ediliyorsa, müslümanlar da bu doğrultuda hüküm verirler.
Çünkü sözleşme ile sabit olan, azad etme İle sabit olan hürriyetten daha üstün bir durum değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onu azad ettikten sonra tekrar onu köle yaparsa, kanunlarının bu konudaki hükmüne bakılıyor ve onlar müslüman olduktan sonra bu konudaki kanunları doğrultusunda hüküm veriliyordu. Sözleşmede de durum aynıdır.
3488- Sözleşmeyi bozmak onların kanunlarında geçerli değilse ve onu yenilgiye uğratarak İslam ülkesine getirmişse bakılır; Eğer aramızda antlaşma varsa, müslüman hakim sözleşmeyi bozmasına engel olur. Ama aramızda antlaşma yoksa, onun kolesidir ve ona dilediğini yapar. Çünkü aramızda antlaşma yoksa, onu İslam yurduna getirmekle ona sahip
olmuş olur. Ama aramızda antlaşma varsa, onu mülkiyetine almış kabul edilmez.
3489- Kölesi müslüman olduktan sonra onu azad etmiş yahut onunla sözleşme yapmışsa, daha sonra onu köle edinmek isterse, sözleşmesini ve azad etmesini iptal edemez.
Çünkü müslüman olmakla hürriyeti ve kendine sahip oluşu pekişmiştir. Ne harp ehlinden olan kişi ve ne de kralları bunu iptal edemez. Çünkü hürriyeti iptal gibi iptal edilme ihtimali bulunmayan hususlarda krallarının müslüman üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Onun hükmü, bir mülkiyetten başkasına ihtimali bulunan hususlarda geçerlidir. Azad edilmiş yahut sözleşme yapmış müslüman için böyle bir durum söz konusu değildir.
3490- Kölesi müslüman olmazdan önce kölesini mü-debber yapmışsa, bu isteği geçersizdir.
Çünkü bu durumdaki köle, efendisinin mülkiyetinden çıkmış değildir. Bilakis onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir. İslama göre "tedbîr" den sonra kölenin durumu, tedbîrden önceki durumu gibidir. Oysa azad etme ve köle ile hürriyetine dair yapılan sözleşmede durum böyle değildir. İslama göre bunlar, efendinin köle üzerindeki yetkisini ortadan kaldırmaktadır. Krallarının kanunlarına göre, azad eden kişinin azad ettiğini tekrar köleliğe alma yetkisi yoksa, köle onun hakimiyetinden tamamen çıkmış olur. Bu sebeple azad etme ve sözleşmeden sonra müslüman olduğu takdirde, olduğu durum üzere devam eder. Ama tedbir'den sonra müslüman olmuşsa, efendisinin kölesi olmaya devam eder, onu satar ve ona dilediğini yapar.
3491- Müslüman olduktan sonra köle tedbir edilmişse, müdebber olur.
Çünkü kölenin hürriyet hakkı tedbîr' den dolayı İslama girmesiyle pekişmiştir ve İslama göre müdebberin başkasının mülkiyetine girme ihtimali yoktur. Tedbîr sahih olduktan sonra ve onunla velayı hak ettikten sonra üzerindeki mülkiyetin devamından dolayı tedbîr geçersiz olmaz.
3492- Ancak efendi bundan sonra zımmî olursa, müdebber, para kazanmak için çalışır.
Çünkü bu durumda köle, onun mülkiyetinden çıkmayı hak etmiştir. Satış yoluyla mülkiyetinden çıkması ise mümkün değildir. Ancak istis'na ile onun mülkiyetinden çıkabilir.
3493- Harp ehlinden olan kişi kölesiyle birlikte eman alarak ülkemize girse, sonra da kölesini tedbîr etse, tedbîri geçerlidir.
Çünkü müslümanların hakim oldukları bir yere gelmiş ve ülkemize girişiyle ülkemizin yönetimine bağlanmıştır. Bu nedenle de artık kölesini satamaz.
Kölesiyle birlikte darü'lharbe geri döndüğünde köle-sini de beraber götürecek olursa, tedbiri geçersiz olur.
Çünkü o emamn hükmü ortadan kalkmıştır. Artık durumu, darü'lharpte bulunanların durumu gibidir.
3494- Oysa cariyesinin kendisinden gebe kalması durumu böyle değildir. Darü'lharpte iken veya ülkemize eman ile girdikten sonra cariyesi kendisinden gebe kalırsa, artık o cariye her halükârda ummu'lveled'dir.
Çünkü cariyenin gebe kalması, hür kadının gebe kalması gibidir ve nesep hem darü'lharpte hem de darü'lislamda sabittir.
3495- Gebe bırakmaya dayalı olan hususlar da böyledir. Bu durumda müslümanın, o cariyenin çocuğunu ya da cariyenin kendisini satın alması doğru değildir. Oysa mü-deberin durumu böyle değildir. Müdebberin durumunu yukarıda anlatmıştık. En iyi bilen Allah'tır.[12]
3496- İmam Muhammed dedi ki: Mütareke için müşrikler, müslümanlar dan karşılıklı olarak bazı adamların rehin bırakılmasını teklif etseler, bir zaruret bulunmadıkça müslümanlarm bu teklifi kabul etmeleri uygun değildir. Çünkü rehin bırakılacak müslümanlar konusunda müşrikler güvenilir değillerdir. İnanç konusunda müslümanlarm farklı olmaları, müşriklerin rehin bırakılan müslümanları öldürmelerine sebep olabilir. Onları böyle davranmaktan alıkoyacak bir inanca da sahip değildirler. Resûlullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle buyurmaktadır: Bir müslü-manla tenhada yalınız kalan hiçbir Yahudi yoktur ki, nefsi kendisine müslümanı öldürmesini fısıldamasın." Müslümanlar, korktukları bir sebepten dolayı antlaşmada böyle bir şartı kabul edecek ©lsalar ve önce müşrikler müslümanlarm yaılmda rehin kalacak adamlarını teslim etseler, müslümanlar, müslüman rehineleri onlara teslim etmeyebilirler. Bu, müslümanlar için daha iyidir. Çünkü zaruret, müşriklerin rehinelerinin müslümanlarm eline geçmesini sağlamıştır ve müslümanlar, teslim edecekleri rehineler konusunda onlara güvenmemektedir.
Müşrikler rehin bırakacaklarını teslim ettikleri halde müslümanlarm onlara adamlarını teslim etmemelerinin bir ihanet olduğu, çünkü antlaşma esnasında böyle bir şartın koşulmuş olduğu ileri sürülecek olursa, deriz ki: Hayır, böyle değildir. Müslümanların böyle bir şartı kabul etmeleri zaruretten dolayı caiz idi, şimdi ise zaruret ortadan kalkmıştır.
Görmüyor musun, müslümanlar, müşriklere karşı güçlenerek antlaşma yapmalarına sebep olan durum ortadan kalktığında belli bir müddet İçin antlaşmayı yapmış olsalar bile, o müddet dolmadan antlaşmayı bozacaklarını karşı tarafa haber vererek onu bozabilirler. Bu, bir ihanet de sayılmamaktadır. Bu konuda temel dayanak Resûlullah (s.a.v.) in şu sözüdür:"Bir şeye yemin eden, başkasının daha hayırlı olduğunu gördüğünde, daha hayırlı olanı yapsın ve yemini için keffaret versin." Yapılan antlaşma yeminden daha kuvvetli değildir.
3497- Şayet: "Siz de bize rehine teslim etmeyecek-seniz, teslim ettiğimiz adamlarımızı bize geri verin" derlerse, korktuğumuz durumdan emin olmadıkça rehine olarak aldığımız adamlarını geri vermez.
Çünkü onları geri vermemiz, bize karşı güçlenmelerini ve bazı mlislüman-ları imha etmelerini sağlar ki bunu yapmamız caiz değildir.
Korktuğumuz şeyden emin duruma gelmişsek, rehineleri onlara geri veririz.
Çünkü o rehineler bizde, eman altındaki kişiler gibidir. Korktuğumuz şey ortadan kalkıncaya kadar onları yanımızda tutarız.. Tehlike ortadan kalktıktan sonra da onları emniyetli bir yere ulaştınncaya kadar götürürüz.
3498- Bize rehin olarak teslim ettikleri kimseler yanı-mızdayken İslama girseler ve sonra da müşrikler onları kendilerine teslim etmemizi isteseler, onları teslim etmeyiz.
Müslümanlar hakkında kafirlere güven olmaz. Ancak bize teslim ettikleri köleleri ise, o zaman müslüman devlet başkam onları satar ve paralarını sahiplerine teslim eder. Tıpkı ülkemizde eman altında olup kölesi müslüman olan kimseye yaptığımız gibi.
Şayet karşılıklı rehine teslim edilmişse ve sonradan müslümanlar rehin olarak teslim ettikleri adamlarını geri alabilecek güce gelmişse, onlardan o rehineleri geri almalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü zaruret ortadan kalkmıştır. Zaruretten dolayı onları kendilerine teslim etmiştik. Bu nedenle onları geri de alabiliriz. Çünkü müslümanlann güçleri yettiği halde herhangi bir müslümanı müşriklerin elinde mağlup durumda bırakmaları caiz değildir. İmkan buldukları an onu ellerinden kurtarmaları gerekir.
3499- Müslümanlar rehineleri geri almayı onlardan talep ettikleri halde onları teslim etmeyi kabul etmezlerse, bundan dolayı müslümanlann onlara savaş açmalarında bîr sakınca yoktur.
Zira onlar, müslümanlan alıkoymalarından dolayı zulüm işliyorlar, imkan ölçüsünde zulmü ortadan kaldırmak ise vaciptir. Ama onlardan kimseyi öldürmeden ellerindeki müslümanlan almak mümkün ise, aramızdaki antlaşmadan dolayı bunu yapmamız gerekir.
3500- Müşriklerin teslim ettikleri rehineler hür olup "Biz burada zimmî olalım, bizi daru'lharbe geri göndermeyin" derlerse, müslüman devlet başkanı onların bu İsteklerini kabul eder.
Çünkü zımmîler, İslamm emirlerine uyma noktasında müslümanlardan sonra gelirler. Savaş, zimmî olmayı kabul etmekle son bulur. Nasıl ki İslamm kendilerine arzedilmesini istediklerinde isteklerine karşılık veriliyorsa, zimmî olma isteklerine de karşılık verilir. Ancak köle iseler, efendilerine tabidir. Ayrıca bizde eman altındaki durumundalar. Emandan dolayı efendilerinin üzerlerindeki mülkiyetlerine saygı gösterilir ve bu mülkiyet ortadan kalkmadıkça, müslümanlara zimmî yapılamazlar. Bu nedenle efendilerine geri verilirler.
3501- Şayet aralarında ihtilaf çıkar ve rehineler: Hürüz derken, müşrikler de: Hayır, onlar bizim kölelerimizdir, derlerse, rehinelerin sözlerine itibar edilir.
Çünkü şu anda kendi kendilerinin hakimidirler ve hürriyetleri konusunda sözleri, köle olduklarına dair delil getirilmedikçe geçerlidir. Bu durumda harp ehlinin al ey hlerindeki şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü bu durumda bizim zımmîlerimizdirler. Müslümanlardan veya zımmîlerden bir topluluk aleyhlerine şahitlik etmedikçe, efendilerine geri verilemezler. Ama müslüman olmuşlarsa, köle olduklanna dair müslümanlardan şahitlik edenler olmadıkça geri verilmezler.
3502- Antlaşmada, ihanet edip onlara teslim ettiğimiz rehinelerimizi öldürmeleri halinde bizim de onların rehinelerini öldüreceğimizi şart koşmuşlarsa, sonra da ellerindeki müslüman rehineleri öldürseler, rehinelerini öldürmemiz caiz değildir. Çünkü rivayet edilir ki, Muaviye (r.a.) döneminde böyle bir olay olmuş ve hem kendisi hem diğer müslümanlar, müşriklerin rehinelerini öldürmemek üzere icma etmişlerdir.
Çünkü rehineler aramiszda eman altındadırlar. Başkalannm işlediği cinayetten dolayı kanlan bize helal olmaz. İleri sürülen şart, şeriatın hükümlerine aykırı İse, geçersizdir.
3503- Ancak müslüman olmadıkları taktirde devlet başkanı onları zimmî yapar. Ama eğer müslüman olurlarsa, hür olurlar ve onlar üzerinde artık onların herhangi bir hakları kalmaz. Teslim ettikleri rehineler müslüman olduklarında eğer müşrikler: Rehinelerimizi bize geri vermezseniz bize teslim ettiğiniz rehinelerinizi öldürürüz yahut onları kendimize köle yaparız, derlerse ve rehineler de geri verilmeyi istemiyorlarsa, müslüman devlet başkanının, ellerindeki müslüman rehineleri öldüreceklerini bilse bile onları geri iade etmesi caiz değildir.
Çünkü bunların canlarının dokunulmazlığı, o rehinelerin canlarının dokunulmazlığı gibidir.
Düşman taraf rehinelerimizi Öldürseler, müslüman devlet başkanı bu zulme ortak değildir ama rehinelerinden müslüman olanları onlara teslim etse ve onlan öldürseler, zulme ortak olmuş olur. Çünkü müslümanlan müşriklerin Öldürmesine arz etmiş olur ki buna ruhsat yoktur.
Görmüyor musun, elimizdeki rehinelerinden ölenler olsa ve onlar sayısınca müslü m anlardan bize teslim ettiğiniz takdirde rehinelerinizi öldürürüz, derlerse, bunu kabul etmemiz caiz olmaz. Rehineleri de müslüman olduklan takdirde durumları budur.
3504- Rehineleri müslüman olduktan sonra: Bizi onlara teslim edin ve rehinelerinizi geri alın, derlerse, müslüman devlet başkanının, zann-ı galibine göre onları öldürecek-lerse, onları geri vermesi yine caiz değildir.
Çünkü, öldürülmesi hususunda kişinin izni muteber değildir. Aynı şekilde öldürülmeye arz edilmesi hususunda da muteber değildir.
Onlara ne yapacaklarını bilmiyorsak, onları geri vermemizde bir sakınca yoktur.
Çünkü kendi rızalarıyla kendilerini geri vermemizi kabul ediyorlar ve onları geri vermemiz öldürülmelerine sebep değilse bunda bir zulüm yoktur. Aynca kendi canları konusunda emin değillerse, kendi nzalarıyla geri dönmeyi kabul etmezler. Zaten rehine olarak teslim etmiş olduğumuz müslümanlara da, rehinelerini geri vererek kendilerini kurtaracağımıza dair söz vermişiz. Bu sebeple onlan geri getirmeyi tercih ederiz.
3505- Müşriklerin rehineleri: Sizin ülkenizde zımmî olalım, derlerse ve müşrikler de: zımmî olmalarını kabul ederseniz, bizdeki rehineleri öldürürüz yahut onları kendimize köle yaparız derlerse, devlet başkanı rehinelerin bu teklifini kabul etmez ve onları müşriklere iade ederek müslüman rehineleri geri alır. Ama rehineler müslüman olnıuşlarsa, durum değişir. Çünkü müslüman olmaları, kendi kararlarına dayalı bir hadisedir. Ama zımmî olmaları, müslümanların rızalarına dayalı bir hadisedir. Eğer bunda müslümanların hakikaten veya hükmen telef olmaları söz konusu ise, müslümanlar buna razı olmamaları gerekir.
Çünkü müşriklerin ellerinden müslümanlaan kurtanlmalan ve onlara verilen sözün yerine getirilmesi, rehinelerin zımmî olmalanndan daha hayırlıdır. Devlet başkanı, müslümanlann yararına olan şeyi yapar.
3506- Ama devlet başkanı rehinelerin isteklerini kabul ettiği taktirde müşriklerin müslüman rehineleri serbest bırakacaklarını biliyorsa, rehinelerin zımmî olma isteklerini kabul eder ve kendileri istemiş gibi onlara haraç uygular.
Çünkü bunda müslümanlann telef edilmeleri söz konusu değildir.
Ama böyle bir bilgiye sahip değilse, rehineleri zimmî kabul etmesi uygun olmaz.
Çünkü aksi bilinmedikçe zahire göre hüküm vermek vaciptir. Zahire göre ise, onlann zımmîliğini kabul ettiği taktirde müşrikler, ellerindeki rehineleri serbest bırakmazlar.
3507- Onları zımmî olarak kabul ettikten sonra müslü-nıan rehineleri geri istediğinde müşrikler, kendi rehineleri teslim edilmedikçe müslüman rehineleri teslim etmeyeceklerini söylerlerse, devlet başkanının verdiği zimmeti bozması ve rehinelere verdiği sözü tutmayıp rızaları dışında onları geri vermesi caiz değildir.
Çünkü onlar bizim zimrni vatandaşlarımız olmuşlar ve canlarının dokunulmazlığı, müslümanlann canlarının dokunulmazlığı gibidir.
3508- Rehineler geri vermeyi gönül hoşııutluğııyla kabul ediyorsa, geri verilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak devlet başkanı zannı galip ile onları öldüreceklerini biliyorsa, onları iade etmez.
Çünkü bu, müslümanlara karşılık zımmîleri fidye olarak vermeye benziyor.
Bunun, rızaları olduğunda caiz, rızaları bulunmadığında caiz olmadığını belirtmiştik.
Görmüyor musun, bizdeki rehineleri Ölecek olsa ve onlar da: Zimmet ehlinden falanları vermediğiniz takdirde rehinelerinizi size iade etmeyiz, deseler, bakılır; Eğer zimmet ehlinden istedikleri kimselerin buna rızaları varsa, onlara teslim edilirler. Ama rızaları yoksa teslim edilemezler. Zimmet ehlinden kadınları isteseler, kadınların durumu da erkeklerin durumu gibidir.
Zimmet akdi konusunda dokunulmazlıkla ilgili meselelerde kadınları da erkekleri gibidir. Erkeklerin rızaları nasıl gözetiliyorsa, kadınların da rızaları gözetilir.
3509- İstedikleri arasında zimmet ehlinden çocuklar varsa, hem çocukların ve hem de babalarının rızası olsa bile devlet başkanının bu çocukları onlara vermesi doğru değildir.
Çünkü bu, bir zulümdür. Bu konuda çocuğun rızasına da, babasının rızasına da itibar edilmez. Böyle bir iznin varlığı da, yokluğu da aynıdır. Nitekim harp ehli o çocuğu köle edinirse, müslüman devlet başkam haksız yere o çocuğun köle edilmesine yardımcı olmuş olur. Bu konuda bir ruhsat yoktur.
3510- Müşriklerin bize teslim ettikleri rehinelerden müslüman olanlar arasında kadın ve çocuklar varsa ve bu kadın ve çocuklar gönül rızasıyla iade edilmeyi kabul e-derse, babalarının da buna rızaları varsa, yine devlet başkanı onları geri veremez.
Çocuklara gelince; zımmîler hakkında söz konusu ettiğimiz sebeplerle verilemezler. Kadınları geri vermekte ise, onları harama arz etmek söz konusudur ve bu konuda onların izin vermiş olmaları geçerli değildir. Müslüman bir kadını onlara teslim etmenin hiçbir yolu yoktur. Müslüman kadın hiçbir şekilde bir müşrike eş olamaz. Zimmîlerde ise durum böyle değildir.
Görmüyor musun, zımmî bir kadınla ülkemizde eman ile bulunan biri evlenebilir ve zımmî olan kadın ona helal olur. Ama müslüman bir kadınla evlenmek isterse, buna imkanı yoktur ve hiçbir şekilde ona helal olmaz.
Ancak erkekler tarafından arzu edilmeyecek derecede yaşlı ve dininden vazgeçmesi konusunda da bir korku bulunmayan ve kendisi geri gitmek isteyen bir kadm ise, bunda bir sakınca olmaz. Bu kadına karşılık müslüman rehineler kurtulacaksa, böyle bir göndermede bir sakıncanın olmayacağını umanm. Ancak böyle bîr kadın geri verilirken, müslüman mahremlerinden birinin beraberinde olması gerekir.
Çünkü yanında mahremi olmadan kadının darü'lharbe yolculuk etmesi caiz değildir. Ama mahremle birlikte ve bir ihtiyaç söz konusu ise, yaşlı kadm gidebilir. Burada da durum aynıdır.
3511- Müslümanlar, müşriklere karşı zayıf durumda ise ve mütareke için bizden kendilerine rehine teslim etmemizi isterlerse, rehine vereceğimiz kişiler de: Biz buna razı değiliz, çünkü onlara güvenmiyoruz derlerse, devlet başkanı müslüman toplumu gözeterek onları rehine olmaya zorlayabilir.
Çünkü müslüman topluma zarar vermeleri konusundaki korkumuz açıktır. Oysa kendilerine teslim edeceğimiz bu rehineler konusundaki korkumuz bu kadar açık değildir. Bilakis, zahire göre genelde insanlar antlaşmaya riayet ederler. Daha önce de belirttiğimiz gibi devlet başkanı iki musibet ile karşılaşırsa, ehvenini seçer, iki zararla karşı karşıya geldiğinde daha az zararlı olanı tercih eder.
3512- Ama başkanın galip zannına göre, rehineleri aldıkları takdirde onları Öldüreceklerse, o zaman onları teslim etmesi caiz değildir. Çünkü onları teslim ettiği takdirde, öldürmelerine yardımcı ve ortak olur. Onları teslim etmediği takdirde müşrikler müsiümanlara zarar verirse, onlara ortak olmuş olmaz. Bu gibi konularda zannı galip kesin bilgi gibidir.
Görmüyor musun, müslümanların İşleriyle ilgili olarak devlet başkanı bir elçi göndermek istese ve müslümanlar buna karşı çıkacak olsalar, devlet başkanı zorla elçi gönderebilir. Ancak gönderilen elçiyi öldüreceklerine dair bir zann-ı galibi varsa, müslümanlardan herhangi birini göndermesi caiz olmadığı gibi, kimseyi de bu işe zorlayamaz. Rehin verme de böyledir.
3513- Üç yıllığına antlaşma yapılsa, sonra müslümanlar güçlenip antlaşmayı bozmak isteseler, Müşrikler de: Biz antlaşmayı bozmak istemiyoruz ve size rehineleri geri vermeyiz, deseler, müslümanların antlaşmayı bozmaları caiz değildir. Antlaşmayı bozmalarının caiz olmayışı, müşriklerin bunu kabul etmemelerinden değil, ellerinde rehineleri bulundurmalarından dolayıdır.
Çünkü bozdukları takdirde rehineleri zor duruma düşürmüş ve rehinelere vefasızlık yapmış oluruz. Bu ise caiz değildir. Antlaşmaya riayet ederler ki, müşriklerin ellerindeki rehineleri kurtarabilsinler.
3514- Antlaşma süresiz olarak yapılmışsa, yine onu bozmaları caiz değildir. Rehineleri kurtarıncaya kadar ya da rehinelerin tamamı ölünceye kadar yahut rehineler bu işe rıza gösterinceye kadar antlaşmayı bozamazlar. Ancak bu hususlar gerçekleştiğinde antlaşmayı bozar ve onlarla savaşabilirler.
Çünkü antlaşmayı bozmalarına engel, rehinelerin haklarıdır. Ancak söz konusu edilen durumlardan biri gerçekleştiğinde, engel ortadan kalkmış olur.
3515- Antlaşmanın müddeti dolduktan sonra müşrikler, bize savaş açtığınız takdirde elimizdeki rehineleri öldürürüz, diyecek olurlarsa, onlara savaş açmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü bu takdirde müslümanlar, rehinelere vermiş oldukları sözü tutmamış sayılmazlar. Müddetin dolmasıyla verilen söz de bitmiş olur. Rehineler konusunda korkumuzdan dolayı onlarla savaşmama mazeretimiz ortadan kalkmıştır. Nitekim müslüman çocukları kendilerine siper yapmış olsalar, ya da ellerinde müslüman esirler varsa, bu durum onlarla savaşmamıza engel değildir. Şayet, bize savaş açtığınız takdirde elimizdeki mtislüman esirleri öldürürüz deseler, bundan dolayı savaştan uzak durma mecburiyetinde değiliz. Aynı şekilde devlet başkanı, ister gönüllü gitmiş olsunlar, ister gönülsüz gitmiş olsunlar, onlara elçiler göndermiş olsa ve onlar da bu elçileri alıkoyarak: Bize savaş açtığınız takdirde bu elçileri öldüreceğiz, demiş olsalar, onlara savaş açmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bunda devlet başkanının, müsiümanlara verdiği söze muhalefet etmesi gibi bir durum yoktur. Müşriklerin müsiümanlara zulmü söz konusudur. Böyle bir endişeden dolayı, müslümanların onlara savaş açmaları engellenemez.
3516- İmam Muhammed dedi ki: Müşriklerin bazı şehirlerinin halkı müsiümanlara zımmî olmak isteseler ve aramızda antlaşma bulunanların kralları bundan hoşlanma-yıp: Böyle bir şeyi kabul ettiğiniz takdirde elimizdeki rehinelerinizi öldürürüz yahut onları köle yaparız, ama bunu kabul etmediğiniz takdirde size rehineleri geri veririz, diyecek olsa, devlet başkanı ve müslümanlar durumu değerlendirirler; Eğer o şehirlerin halkını zımmî olarak kabul etmeyip müslüman rehineleri kurtarmaları Müslümanların yararına ise, bunu yaparlar. Değilse, o şehirlerin halkının istediğini kabul ederler.
Çünkü devlet başkanı değerlendirme yapmış ve müslümanlar için daha yararlı görüneni yapmıştır. Ayrıca bu şehirlerin zımmî olma isteklerini kabul ettiği takdirde rehinelere vermiş olduğu söze muhalefet etmiş sayılmaz. Çünkü rehineler böyle bir şey için onlara teslim edilmemişlerdir. Zaten daha önce böyle bir şeyin olacağı da bilinmiyordu. Oysa müddet dolmadan, antlaşmayı bozmak böyle değildi.
Ancak daha faziletli olanı, müşriklerin ellerinde bulunan müslümanları kurtarmayı tercih etmesidir.
Görmüyor musun, bir şehir halkı zımmî olmak isterse ve düşmanların kralı: "isteklerini kabul etmediğiniz takdirde size esirlerinizi geri veririz, ama kabul edecek olursanız, esirlerinizi öldürürüz" diyecek olsa, devlet başkanı müslü-manlara daha yararlı olanı seçer. Eğer esirleri kurtarması daha yararlı ise, bunu tercih eder. Nitekim alternatiflerin evla olanı budur. Ama eğer o şehrin zımmîliğ-ini kabul etmesi müslümanlann daha çok yararına ise; o zımmîlerle müslümanlar güçlenecek ve müşriklere karşı daha güçlü bir konuma kavuşacaklarsa, devlet başkanı, o şehrin zımmî olma isteğim kabul eder ve esirler meselesine iltifat etmez.
Görmüyor musun, îslam ordusu büyük bir şehri kuşatıp orayı fethetmek üzere ise ve düşmanın kralian da: kuşatmayı kaldınn ve çekip gidin, buna karşılık elimizdeki esirlerinizi serbest bırakacağız, derse, devlet başkanı müslümanlar için daha yararlı olanı tercih eder.
3517- Antlaşma yaptığımız ülke ihanet ederek müslü-man rehineleri öldürseler, onların bize teslim ettikleri rehineler arasında da yanlarında ana ve babaları bulunmayan çocuklar bulunuyorsa, bu çocuklar erginlik çağına erişip İslam dinini değerlendirebilecek yaşa gelmedikçe ınüslü-man olduklarına hükmedilmez.,
Çünkü müşrikler, bizim rehinelerimize ihanet etmezden Önce müslümanlann elinde ve darü'Iisîamda idiler ama babalannın dini üzerinde idiler. İslamı anlayacak yaşa gelinceye kadar bu durum üzere devam ederler. Çünkü onlann müslüman rehinelere ihanet etmiş olmalanyla ortaya çıkan durum, rehinelerin artık aramızda zımmî konumunda olmalan halini değiştirmez. Yanlarında ana ve babalan bulunmayan çocukların da durumu budur. Yammızdayken ölmüş olsalar yahut ahdi bozmuş olsalar, İslarm kavrayacak yaşa gelinceye kadar müslüman sayılmazlar. Onların durumu da böyledir.
3518- Bize teslim ettikleri rehineler köle iseler, sonra da onlar kendilerine teslim ettiğimiz rehinelere ihanet ederek Öldürseler, devlet başkanı kölelerini teslim etmeyip satar ve müslümanlann gönlünü yapıncaya kadar paralarını beytülmalda tutar.
Çünkü bu durumda yanımızda mahpus kalırlar ve onlar üzerindeki efendilerin mülkiyet haklan da ortadan kalkmaz. Yapılacak iş, satılmalan ve pa-ralannın beytülmala teslim edilip orada tutulmasıdır.
3519- Şayet müşrikler: Rehinelerinizi öldürmekle kötülük ettik, diyetlerini vermeye hazırız, deseler, devlet başkanının bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü rehinelerin geri verilmelerinden ümit kesilmiştir. Rehinelerin iade edilmesi imkanı ortadan kalktığında değerinin iade edilmesi, rehinin kendisinin iade edilmesi gibidir. Canın kıymeti ise, diyettir.
3520- Bunu yaptıkları takdirde devlet başkanı diyetleri öldürülen rehinlerin mirasçılarına teslim eder ve kölelerinin paralarını da müşriklere verir. Ama eğer köleler henüz satılmamışsa ve müşrikler: Bize kölelerimizi geri verin, biz de size diyetlerinizi verelim, deseler, devlet başkanı bunu kabul etmez.
Çünkü rehineleri yanımızda mahpus durumdadır. Bunu yaptığı takdirde, esirlerini fidye karşılığı serbest bırakmış gibi olur ve bu caiz değildir. Aynca onlar, kendilerine teslim ettiğimiz rehinelerin kendilerini iade etmiş değillerdir. Onlar kendi adamlarını alıp bize rehinelerimizin diyetlerini teslim edecek olsalar, bu, müslümanlar için bir aşağılanma olur.
3521- Müslüman devlet başkanının böyle bir şey için rehineleri yanında tutmuş olması yakışmaz. Ama köleleri sattıktan sonra paralarının iade edilmesinde bir aşağılanma söz konusu değildir.
Çünkü rehinelere karşılık onlardan mal almış ve onların rehinelerine karşılık da onlara mal vermiştir. Nitekim devlet başkanı onlardan diyet almayı ve kölelerini onlara geri vermeyi değerlendirir ve bunu müslümanlann yaranna görürse, böyle davranmasında bir sakınca yoktur.
3522- Şayet müslümanlara: Teslim ettiğiniz rehineleri öldürenleri size teslim edelim, onlara dilediğinizi yapabilirsiniz, fakat siz de bize rehinelerimizi teslim edin, deseler, müslümanların devlet başkanı, durumu değerlendirir. Bunda müslümanların yararı varsa kabul eder, değilse kabul etmez. Mesela, müslüman rehineler elli kişi idiyse ve bunların hepsini bir kişi Öldürmüşse, bize bu bir kişiyi teslim edecekler ve biz de hür adamlarından elli kişiyi teslim edeceğiz, öyle mi? Bundan daha büyük aşağılanma olur mu? Ama devlet başkanı bunu müslümanların yararına görüyorsa, katilleri alır ve onlara rehinelerini iade eder. Sonra da o katiller hakkında muhayyerdir, dilerse öldürdükleri rehinelere karşılık onları öldürür. Ancak onları öldürürken kısas yoluyla öldürmez. Çünkü harp ehlinden bir kişi, darü'lharpte bir müslümam öldürmekten dolayı kendisine kısas uygulanmaz. Bilakis, elimizde yenilgiye uğramış esirler olarak ve emanları bulunmadığı için onları öldürür. Devlet başkanı muhayyerdir, dedik. Dilerse onları öldürür, dilerse de köle yapar. Onları köle yaptığı takdirde de, öldürülen her müslümamn mirasçısına onu öldüren köleyi teslim eder.
Çünkü öldürülen rehinelere karşılık bunları almıştır ve bundan dolayı rehinelerini onlara geri iade etmiştir. Teslim aldıkları da köieleştirildiklerine göre, diyet hükmündedirler. Ayrıca cana karşı işlenmiş olan cinayete karşılık mülk edinilecek birisi varsa ve mülk edinilecek olana kısas uygulanamıyorsa, bunun gereği, cinayet işleyen kişinin, cinayet işlediği kimsenin mülkü olmasıdır.
Görmüyor musun, bir köle hata olarak birini öldürecek olsa, buna karşılık kendisini öldürülenin velisine teslim eder. Ancak veli, diyeti tercih ediyorsa o başka. Burada da durum böyledir.
3523- Devlet başkanına: Dilersen rehinelerin diyetlerini, dilersen onları öldürenleri teslim ederiz, derlerse, bu onların insaflı bir davranış içerisinde olduklarını gösterir.
Antlaşmaya bağlılık konusunda bundan ötesini yapamazlar.
3524- Bu durumda devlet başkanının müslümanlar için daha yararlı olanı seçmesi gerekir. Diyetlerini almayı tercih ederse, öldürülenlerin mirasçılarına o diyetleri verir. Ama onları öldürenleri almayı tercih ederse, açıkladğımız gibi onları öldürür. Mirasçıların onları affetmeleri, devlet başkanının onları öldürmesini engellemez. Çünkü onları öldürürken kısas olarak öldürmüyor. Bilakis harp ehlinden oldukları için öldürüyor. Harp ehlini öldürme konusunda affetmek etkfli değildir. Çünkü affetmek, sadece affedenin hakkını düşürür.
3525- Müslüman rehineleri öldüren, başka bir ülkenin vatandaşı olup eman ile o ülkeye girmişse, yukarıda anlattığımız hususlar bunun için de geçerlidir.
Çünkü yanlarında eman ile bulunan, onlann hakimiyetindedir, krallarının hükümleri onun hakkında da geçerlidir. Bu nedenle o şahıs o ülkenin vatandaşı konumundadır.
Nitekim onların ülkelerinden bizim ülkemize girecek olsa, yeni bir eman isteme ihtiyacı yoktur. Kendisi ile bulunduğu ülke vatandaşlan aynı konumdadır.
3526- Rehineleri öldürenler eman almadan o ülkeye girmişlerse ve aramızda antlaşma bulunan devlet onları yakalayıp müslümanlara teslim etmişlerse, artık onların yapabileceği başka bir şey yoktur ve rehinelerini de geri alırlar.
Çünkü antlaşmaya bağlılık hususunda yapabilecekleri başka bir şey kalmamıştır.
Rehineleri öldürenler ölmüş yahut savaşta öldürülmüş veya aramızda mütareke bulunan devletin kralı onları yakalayıp yaptıklarından dolayı onları Öldürmüşse ya da kaçıp kurtulmuşlarsa, müslümanların rehineleri geri iade etmeleri gerekir.
Çünkü öldürenler, mütareke yaptığımız ülkenin vatandaşı değillerdir. Başkalarının işlediği cinayetten dolayı mütareke yaptığımız ülke halkının herhangi bir suçları yoktur. Nitekim onlara teslim ettiğimiz rehineler, normal ecelleriyle ölse-ler, rehineleri geri iade ederiz.
3527- Rehineleri öldürenler şayet o ülkenin vatandaşları ise ve oranın kralı, rehineleri Öldürdüklerinde onları öldürmüş veya öldürmek üzere yakaladığında onlar Ölmüşlerse, müslüman rehinelerin diyetlerini ödeyinceye kadar devlet başkanının onların rehinelerini iade etmemesi gerekir.
Çünkü cinayet onlar tarafından işlenmiştir. Zahire göre kralları onlara bu imkanı vermemiş olsaydı, bunu yapamazlardı. Böylece onların yaptıkları, kralları tarafından yapılmış gibidir.
3528- Eğer rehineleri öldüren kralın kendisi olup ülkesinin halkı onun yaptığını tasvip etmiyorsa ve onu öldürmüş veya kendi eceliyle ölmüşse, rehinelerimizin diyetlerini ödemedikçe onlara rehinelerini iade etmeyebiliriz. Şayet kralı yakalayıp onu size teslim edelim, siz de size teslim ettiğimiz rehinelerimizi iade edin, derlerse, devlet başkanı durumu değerlendirir; Eğer kralı teslim alıp onu öldürmeyi yahut öldürülen rehinelerin mirasçılarına köle yapmayı müslümanlarm yararına görüyorsa, bunu tercih eder. Bunu kabul etmeyip Öldürülen rehinelerin diyetlerini almayı müslümanlarm yararına görürse, bu yolu tercih eder. Ama kral, rehineleri Öldürürken müslümanlarm devlet başkanına kendisi: Rehinelerin diyetlerini sana vereyim, sen de bize rehinelerimizi geri ver, demişse, devlet başkanının bunu kabul etmesi doğru değildir. Öldürülenlerin mirasçıları bunu kabul etmiş olsalar dahi devlet başkanının bunu kabul etmesi caiz değildir. Çünkü bunda müslümanlara hakaret ve aşağılama vardır.
Çünkü müslümanlarm yenilgiye uğramışlık imajı ile aşağılanmalarının Önlenmesi daha gereklidir. Zaten bunda onların hiçbir haklan yoktur ki devlet başkanı onların rızalarım alsın. Ancak devlet başkanı bunun müslümanlar için daha yararlı olduğunu görürse, hepsinin yararına olacağından bunu yapmasında bir sakınca olmaz.
3529- Müşrikler hainlik yaparak müslüman rehineleri öldürür, müslümanlar da antlaşamadaki şarta dayanarak onların rehinelerini öldürürse, yanlış yapmış olurlar.
Çünkü rehineleri yanımızda eman altındadır. Eman altındaki kişiyi Öldüren müslüman öldürdüğünün diyetini ödediği gibi, onları öldürenler de diyetlerini vermeleri gerekir.
Şayet bizim ülkemizde mahpus olmakla zimmîlerden olmuşlardır. Bu nedenle onu öldürene kısas gerekir. Çünkü mezhebimize göre zimmî'den dolayı müslüman öldürülür, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Devlet başkanı onlardan haraç vergisi almadıkça zimmî olmazlar. Hatta müşrikler, müslümanlarm gönlünü alsalar, rehinelerini onlara geri verirler. Zimmî konumunda sayılsalar bile, bu öldürmede bir şüphe vardır. Bu da, sahih bir akid-de şarta ve şart koşulanın zahirine dayanmaktır. Bu da kısas olarak öldürmenin yapılmaması için yeterlidir.
3530- Ayrıca diyetler, beytü'lmalda bekletilir. Müşrikler, müslümanlarm onlara teslim ettikleri rehinelerin diyetlerini verecek olsalar devlet başkanı bunu kabul eder ve o diyetleri öldürülenlerin mirasçılarına verir. Karşı tarafa da rehinelerinin diyetlerini verir.
Çünkü her iki taraf karşılıklı aynı şeyi birbirlerine vermektedir. Bize rehinelerimizi geri verseler, biz de rehinelerini geri veririz. Diyetlerini bize verseler, biz de diyetlerini onlara veririz.
Devlet başkanının onların bu isteklerini kabul etmemesi
doğru değildir.
Çünkü her iki taraf da mal ödemektedir. Oysa rehineleri öldürülmeden önce durum böyle değildi. Devlet başkanı diyet kabul etseydi, müslümanları aşağılayıcı olurdu. Çünkü onlar bizim iyilerimizi ve eşrafımızı Öldürecek, sonra da diyet verip bizden rehinelerini almış olacaklardı.
3531- Size diyetlerinizi verelim, ayrıca öldürdüğümüz her müslümana karşı elimizdeki müslüman esirlerden birini verelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin deseler, devlet başkanının kabul etmesi gerekir.
Çünkü öldürülenlerin bedelini veriyorlar ve öldürdükleri kişi sayısınca ellerindeki esirlerimizi serbest bırakıyorlar. Bunun ötesinde yapacakları bir şey kalmamıştır. Devlet başkanı, rehinelerini geri verir ve aldığı diyetleri öldürülenlerin mirasçılarına teslim eder.
3532- Elimizde esirleriniz yok ama öldürdüğümüz her bir rehineye karşılık iki veya üç diyet ödeyelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin, deseler, devlet başkanı, öldürülenlerin mirasçılarının söylediklerine bakmadan meseleyi değerlendirir ve kararım verir.
Çünkü mal ne kadar çok olursa olsun, müslümanlara karşılık olamaz. Aksine bunda müslümanları aşağılama vardır ve devlet başkanı bunu kabul etmeyebilir.
3533- Bunu müslümanların yararına görürse, diyetleri alır ve hepsini öldürülenlerin mirasçılarına verir.
Çünkü bu mal, Öldürülenlerin canlarına karşılıktır ve kısastan dolayı alınan diyete benzemektedir. Nitekim kısastan dolayı mirasçılara teslim edilen diyet çok olsun, az olsun mirasçılara teslim edilmektedir.
3534- Size diyet vermeyeceğiz, ama öldürdüğümüz her bir kişiye karşılık elimizdeki müslüman esirlerden bir, iki veya üç esir vereceğiz deseler, mirasçılar da bunu kabul etmeseler, devlet başkam, mirasçıların kabul edip etmemelerine aldırmaksizın müslümanlar için yararlı olanı seçer. Eğer esirleri alıp rehinelerini serbest bırakmayı müslümanların yararına görürse bunu uygular ve mirasçılara beytü'lmaldan diyetlerini öder.
Çünkü devlet başkanı esirlerin fidyesini beytü'lmaldan vermesi gerekirdi. Müslüman esirleri öldürülenlerin kanıyla kurtardığına göre, mirasçılarına bunun bedelini vermesi gerekir ki bu bedel, öldürülenlerin diyetleridir. Bu, şuna benzer: Devlet başkanı ganimetleri taksim ettikten sonra müslüman esirleri kurtarmak için köleleri verecek olsa ve bu kölelerin sahiplerinin buna rızaları yoksa, devlet başkanı, o kölelerin sahiplerine bedellerini beytü'lmaldan öder.
3535- Öldürülen rehinelerin mirasçıları buna razı iseler ve devlet başkanından öldürülen rehinelere karşılık müslüman esirleri kurtarmasını isteseler ve mesele böylece halledilse, sonra da rehinelerin mirasçıları rehinelerin diyetlerini isteseler, devlet başkanı onlara hiçbir şey ödemez. Çünkü kendileri müslümanlar için fedakarlıkta bulunmuş ve bu işe gönüllü olmuşlardır. Esirlerin kurtarılması için malını bağışlayana benzer bir durumları vardır. Malını bağışlayan kişi, sonradan malını bağışladığından dolayı kimseden herhangi bir şey alamaz.
3536- Devlet başkam bu konuda onlardan bir istekle karşilaşmayip kendisi müşriklerin verdiklerini almış ve rehinelerini onlara geri vermişse, öldürülen rehinelerin mirasçılarına beytü'lmaldan bedel öder.
Çünkü haklarının düşmüş olması, ancak buna razı olup müslümanlara haklarını bağışlamalan ile mümkündür. Bu konuda bir bilgi ve izinleri yoksa, haklan devam etmektedir.
3537- Müşrikler, rehineleri öldürdükten sonra müslümanlara herhangi bir ödemede bulunmamışlarsa devlet başkanı elindeki rehineler! dövmek ve hapsetmek suretiyle cezalandıramaz ve onları öldüremez. Çünkü onlar, aramızda eman altındadırlar. Ancak onları ülkelerine dönmeleri imkânsız olan bir yerde tutar.
Çünkü rehinelerimizi ülkelerinde hapsedince , biz de onlan ülkemizde hapsetmiş oluruz.
3538- İslamı kabul ederlerse hür olurlar. Ama İslamı kabul etmedikleri takdirde devlet başkam onları zımmî yapar. Ancak onları zımmî yapmazdan önce harp ehline bir sene mühlet verir; bir seneye kadar bizi memnun edip gönlümüzü almadıkları takdirde onları zımmî yapar ve haraç vergisine bağlar. Bir sen sonra onlardan haraç vergisi alır.
Çünkü yukarıda söz konusu ettiğimiz yollardan biriyle müşriklerin müslü-manian razı etmeleri muhtemeldir. Müslümanları razı ettikten sonra onlara rehinelerini geri vermemiz gerekir. Bu nedenle devlet başkanı teennî ile hareket eder ve bunun için de bir yıl beklemesi uygundur. Nitekim azad etme müddeti ve benzeri hususlarda da bir yıl beklenmektedir. Eman aîtmdakinin en uzun kalış (vize) müddeti de bir yıldır. Devlet başkanı eman altındaki kişiye: Sana bir yıl eman veriyorum, bu müddetten daha fazla ülkemde durursan, seni zımmî yaparım, der. Bir yılı doldurmadan çıkıp giderse mesele yoktur. Ama bir yılı aşarsa ondan haraç alır ve ona geri dönme imkanını vermez. Rehinelerin durumu da böyledir.
3539- Bir yıl geçtikten sonra: "Size esirleri ve diyetleri vermek suretiyle sizleri razı edeceğiz, bize rehinelerimizi geri verin" derlerse, devlet başkanı diyetlere karşılık onları geri vermez. Esirleri geri verdiklerinde ise devlet başkanı, meseleyi değerlendirir; Eğer zımmî yaptığı rehineler geri dönmek istiyorlarsa, bunu kabul eder. Ama geri dönmek istemiyorlarsa, kabul etmez.
Çünkü artık zımmî olmuşlardır ve zımmîlerin hükümlerine tabidirler. "
3540- Bu, şuna benzer: Devlet başkanı müşriklerden esir alır ve onları taksim ettikten sonra efendileri onları azad ederler. Böylece onlar İslam ülkesinde zımmî olurlar ve haraç vergisi öderler. Sonra da müşrikler, ellerindeki müslüman esirlerle bunları değiştokuş yapmak istediklerini bildirirler. Devlet başkanı, ancak bu zımmîlerin gönlü varsa bunu kabul edebilir. Söz konusu ettiğimiz mesele de bu şekildedir.
Şayet: Size diyetlerinizi ve rehinelerinizi öldürenleri verelim, derlerse, devlet başkanı rehineleri zımmî yaptıktan sonra onları geri veremez.
Çünkü bu, düşmanın mal vererek zımrnîleri fidye ile kurtarması gibidir. Bunda ise ruhsat yoktur. Zimmînin darü'Iharbe teslim edilip onun harp ehli olmasına ruhsat, sadece müslüman esirleri müşriklerden kurtarmakta söz konusudur.
3541- Müslümanlar, müşriklere bazı müslümanları rehin olarak bırakır ve müşrikler de mücevher ve elbise gibi birtakım malları rehine bırakırlarsa, sonra da müşrikler ihanet ederek rehineleri öldürürlerse, devlet başkanı, müşriklerin rehin olarak bıraktıkları malları beytü'lmalda bekletir ve onu mirasçılara vermez.
Çünkü mirasçıların hakları, öldürülenlerin canlarına karşılık olan şeyle sınırlıdır. Oysa bu mallar, onların canlarına karşılık değildir. Harp ehlinin mallandır ve ülkemizde devlet başkanının hükmü onda geçerlidir. O da, onu beytü'l-mala bırakır ve orada bekletir.
3542- Ama o maldan dolayı bir fesadın ortaya çıkmasından endişe ediyorsa, onu satar ve parasını beytü'lmala bırakır. Eğer: Size diyetlerinizi verelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin derlerse, devlet başkanı meseleyi değerlendirir. Eğer diyetler rehineleri karşılıyor ya da daha fazla ise, bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü hepsi de maldır. Bu nedenle mal olma yönüyle eşdeğer olup olmadıklarına bakılır ki rehin olma anlamı ortadan kalksın. Sonra da diyetleri rehinelerin mirasçılarına verir.
Eğer diyetler, rehinelerin değerinden az ise, devlet başkanı bu isteklerini asla kabul etmez.
Çünkü burada rehin anlamı iki vecihte tahakkuk etmektedir: Birincisi, Rehineleri öldürmüş olmaları, ikincisi ise; onlar, verdikleri maldan daha çoğunu alıyorlar.
3543- "Rehineler bizim rızamız dışında öldürülmüşlerdir, size katilleri ve öldürülenlerin diyetlerini verelim, siz de bize rehinelerimizi verin" deseler, yahut: Dilerseniz katilleri size teslim edelim, dilerseniz diyetlerini verelim, deseler, sözlerinde samimi olduklarını biliyorsak, devlet başkanı onların bu tekliflerini reddedemez.
Çünkü bize teklif ettiklerinden başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Devlet başkanı müslümanlar için daha hayırlı olanı seçer ve onu uygular.
3544- Eğer rehineler şirk toplumunun rizalarıyia Öldür-müşse, devlet başkanı onların bu tekliflerini kabul etmeyebilir. Çünkü toplumun buna rıza göstermesi, bizzat kendilerinin bu işi yapmış olması gibidir. Bu durumda onların tekliflerini kabul etmekte müslümanlarm aşağılanmaları vardır. Şayet müslümanlarm rehinelerini öldürdükten sonra müslüman olur yahut zımmî olmayı kabul ederlerse, rehineleri öldürmüş olmalarından dolayı onlardan herhangi bir şey alınmaz.
Çünkü bu işi yaptıklarında harp ehli idiler. Bunu yapmış olmaları ve savaş esnasmda müslümanları öldürmeleri aynı konumdadır ve bu durumda da müslüman olur yahut zımmî olmayı kabul ederlerse, onlara herhangi bir şey yapılmaz ve rehin bıraktıkları iade edilir. Çünkü elimizde olan, onlara aittir ve bundan böyle dokunulmazdır.
3545- Müslümanlığı kabul ettikleri takdirde, rehin bıraktıklarının onlara iade edilmesi gerekir. Çünkü Rasûlül-Iah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi müslüman olurken elindeki şeyler kendisinindir" .
Onların bu durumları, diğer müslümanlarla savaşan Haricîlerin durumu gibidir; taraflardan her biri diğerinden mal elde etmiştir. Sonra Haricîler, diğer müslümanlarm mallarını harcasa da diğer müslümanlarm onların mallarından bir şey harcamaları caiz değildir. Haricîler tevbe edinceye kadar mallarını bekletirler. Tevbe ettiklerinde de mallarını onlara iade ederler ve tükettikleri mallarından dolayı da onlardan herhangi bir şey almazlar.
Rehineleri öldürdükten sonra müslüman olmamışlarsa, fakat müslümanlar o ülkeye galip gelerek oradakileri öldürmüş yahut esir almışlarsa, rehin olarak bırakmış oldukları mallar, o ülkeye galip gelen müslümanlara feyr olur.
Çünkü onlara galip gelmekle o malların sahiplerinin canlarının dokunulmazlığı ortadan kalkmıştır ve bu mallar onlann ellerindeki mallar gibi olur ki o mallar da ganimeti alan savaşçılar için fey1 olur.
3546- Müslümanlardan biri, rehin olarak bıraktıları malları harcayacak olursa, devlet başkanı ondan bedelini almalıdır. Çünkü o mal, devlet başkanının elinde eman kapsamındaydı. Sonra devlet başkanının o kişiden aldığı bedel, yine devlet başkanın yetkisi altında bekletilir. Hükmü de, rehin bırakılan malın hükmünün aynıdır. Bu yönden bu mal, müslümanlarm Haricilerden almış oldukları mala benzemez. Diğer müslümanlardan Haricilerin mallarını harcamış olanlar, o malları tazmin etmezler. Çünkü bu konuda Haricîlere eman vermiş değiliz. Tazmin edilmesi, eman verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Hariçlerden alınmış olanlar, sahibinin mülkü olmaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki mevcut olanın kendisi onlara iade edilir ama harcanmış olanı iade edilmez.
Oysa harp ehlinin rehin olarak bırakmış oldukları böyle değildir. O mal hakkındaki eman devam etmektedir ve onu harcayan, bedelini tazmin eder, müslüman oldukları takdirde o mal veya bedeli onlara iade edilir.
3547- Mütareke esnasında karşılıklı rehin aldıktan sonra, bir taraf rehinelere ihanet ettiği takdirde karşı tarafın elindeki rehineleri öldürebileceği şart koşulmuşsa, sonra da müşrikler ellerindeki rehinelerin ellerini keser yahut gözlerini çıkarır ve daha sonra müslümanlara: Gelin rehinelerinizi alın, onlar hayattalar, bizim rehinelerimizi de bize geri verin derlerse, devlet başkanı durumu değerlendirir; Eğer onları geri almak müslümanlarm yararına ise ve bunda müslümanları aşağılama gibi bir durum olmayıp rehineler de yaptıklarından dolayı onlara davacı olmayıp bizleri onlardan geri alın derlerse, onları alır. Ama bunda müslümanları aşağılama varsa, devlet başkanı bu teklilerini kabul etmez.
Çünkü bu durumda onlara sağlıklı kişiler teslim ediyor ve onlardan özürlü kişiler alıyor. Bu sebeple durumu değerlendirir ve ona göre hareket eder.
Onların aramızda bulunmaları müslümaniarın yararınadır. Ayrıca belirttiğimiz gibi ancak müslümaniarın yararına olduğu takdirde böyle bir antlaşmaya gidilebilir, işte bu sebeple nafakaları müslümaniarın beytü'lmalından karşılanır.
Tıpkı ödünç alanın elindeki Ödünç gibi. Ödünç alan ondan yararlandığı için nafakası da ona aittir. Oysa hakikat üzere olan rehinde durum böyle değildir. Çünkü orada menfaat, rehin bırakan kimseye aittir. Çünkü rehin, alanın yanında helak olduğu takdirde rehin verenin borcu ödenmiş olur.
Onlar, müslüman rehineleri öldürdükleri takdirde devlet başkanı, rehinelerini bir sene tutar ve onlara beytü'lınaldan nafaka verir.
Çünkü bir seneye kadar haklarında sabit olan eman hükmü devam eder. Bir sene geçtiği halde müslümanlan razı etmezlerse, devlet başkanı rehineleri zimmî statüsüne geçirir ve bundan böyle nafakalarını da karşılamaz. Çünkü bir sene geçtikten sonra onlar da diğer zimmîler gibi olurlar.
3553- Rehinelerimizi öldürmeyip antlaşma da geçici ise, müddet dolup müslümanlar rehinelerinin verilmesini istediğinde müşrikler onları vermeyi kabul etmezlerse, o zaman devlet başkanı elindeki rehinelere şöyle der: Ülkeniz bana rehineleri geri vermedikçe ben de sizi geri göndermeyeceğim. Sizi bir yıl geciktireceğim, onlara yazın, rehinelerimizi geri göndermedikleri takdirde bir yıl sonra sizi zimmî statüsüne geçireceğim.
Devlet başkanı, rehinelerden bunu istediği gibi, mazeretin ortadan kalkması için kendisi de karşı tarafa bunu yazar ve bildirir. Bir yıl geçtiği halde rehineleri geri gön-dermezlerse, elindeki rehineleri zimmî statüsüne geçirir. Bundan sonra rehineleri göndereceklerini bildirecek olsalar bile, rehinelerini geri göftdermez. Ancak rehineler gönül rızasıyla gitmek isterlerse o başka.
Bu durumu önce açıklamıştık. Devlet başkanının böyle bir uyarıyı göndermesi şundan dolayıdır: Devlet başkanının uzun müddet müşrik kişiyi ülkemizde haraçsız tutması doğru değildir. Bu nedenle onlara sadece bir yıl mühlet verir.
3554- Müslümanlar müşriklere hür kişileri rehin bıraksalar ve buna karşılık müşrikler de cevher, inci veya köle rehin bıraksalar ve müslüman rehinelere ihanet ettikleri takdirde müslümaniarın aldıkları malların müslümanlar a kalacağını şart koşmuş olsalar, sonra da müşrikler onlara teslim edilen rehinelere ihanet etseler, teslim ettikleri mallar müslümaniarın olmaz. Bilakis beytü'lmalda bekletilir. Ya müslüman olurlar veya rehinelerimizi öldürdüklerinden dolayı bizleri razı ederler.
Çünkü bu şart geçersizdir ve geçersizliği Resûlullah (s.a.v.)in şu sözüyle sabittir: "Rehin ta'lik edilmez / bir şarta bağlanmaz" Tabiîn imamlarından yapılan nakle göre bu sözle kastedilen şudur: Rehin bırakan kişi, yanına rehin bıraktığı kimseye şöyle der: Falan tarihe kadar sana malını getirmediğim takdirde, rehin olarak bıraktığım şey malın karşılığında senin olsun.
Rehinin, mal yerine bırakıldığı bir durumda bu caiz değilse, mal olmayan bir şey yerine rehin bırakıldığı durumda bunun caiz olmaması evladır. Çünkü bunda mülkiyetin sebebini tehlikeye bağlamak vardır. A'yanın (eşyanın) mülk edinilmesinin sebepleri tehlikeye bağlanmaya müsait değildir.
Bu şartın geçersiz olduğu ortaya çıktıktan sonra onun zikredilmiş olması veya zikredilmeyip susulmuş olması arasında bir fark yoktur. Başarı Allah'tandır.[13]
35S5- İmam Muhammed dedi ki: müslümanlarla müşrikler arasında belli yıllar için mütareke yapıldığında bunun yazılı olması gerekir. Çünkü bu, uzun müddet devam edecek bir akittir ve böyle akitlerin yazılması şeriatta em-redilmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın."[14] Emir kipi en azından mendupluk ifade eder. Nasıl böyle olmasın ki yüce Allah ayetin sonunda şöyle buyurmaktadır: "Yalnız aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü size bir günah yoktur."[15]
Buradan anlaşılıyor ki, arada uzun bir müddet söz konusu ise, yazmamaktan dolayı günah vardır.
3556- Bu konuda konuyla ilgili temel nass Resûlullah (s.a.v.)'in hadisidir. Resûlullah (s.a.v.)» Hudeybiye antlaşmasında Mekkelilerle on yıl boyunca savaşmamak üzere antlaşma yaptı ve antlaşmanın iki nüsha halinde yazılarak bir nüshanın kendisinin, diğerinin de Mekkelilerin yanında kalmasını emretti. Antlaşmayı yazan Hz. Ali idi. Antlaşmayı yazmaya başlayıp "Bismillahirrahmanirrahîm" diye yazdığında Süheyl b. Amr: "Biz, Rahman ve Rahîm ne demek, bilmeyiz; Bismike Allahümme" diye yaz" dedi. Hz-. Ali daha sonra şöyle yazdı: Bu, Allah'ın Resulü Muhammed ile...... arasında yapılan antlaşmadır." Bunun üzerine Süheyl b. Amr: Eğer Allah'ın Resulü olduğunu kabul etseydik, seninle savaşmazdık. Yoksa babanın ismini yazmaktan mı kaçmıyorsun? Abdullah'ın oğlu Mu-hammed, diye yaz" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)» Hz. Ali (r.a.)'a yazdığını silmesini emretti. Hz. Ali, yazdığını silmekten kaçınınca, Resûlullah (s.a.v.) kendi eliyle yazılanları sildi ve şöyle buyurdu: Ben, Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın Resulü Muhammed'im. Sonra da Hz. Ali'ye: Bu, Abudullah'ın oğlu Muhammed ile Mekkelilerîn temsilcisi Süheyl b. Amr arasında varılan antlaşmadır." diye yazmasını emretti. Sonra antlaşmanın tamamını imla ettirdi ve iki nüsha yazılmasını emretti. Böylece Resûlullah'ın bu hadisi, bu konuda temel dayanaktır. Çünkü taraflardan her birinin elinde bir nüshanın bulunması gerekir. Ta ki karşı taraf bir şart hususunda tartışmaya girdiğinde, diğeri elindeki nüshaya müracaat edip ona gösterebilsin. Ayrıca yazmaktan maksat, emin olmak ve ihtiyatlı davranmaktır. O halde en emin şekilde yazılmalı ve bozguncunun bozgunculuğuna fırsat verilmemelidir. Yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret edilmektedir: "Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın."[16]
Allah'ın ona öğrettiği, hiç şüphesiz doğru ve herkesin anlayacağı şekilde yazmaktır. Öyle yazmalı ki, bir bozguncu çıkıp bu yazılanı başka tarafa çekmesin.
Sonra yazmaya başlar ve açık açık şöyle der: "Bu, falan halife ve onunla birlikte bulunan müminler ile ülkesinin halkıyla birlikte falan kişinin arasında yapılan antlaşmadır"
Ebû Zeyd el-Bağdadî de birtakım şartlar zikreder ve başlarken: "Bu, üzerinde antlaşma yapılan hususları içeren bir yazıdır" denilmesi gerektiğini, çünkü gerçek ve vakıaya uygun ifadenin bu olduğunu ileri sürer. Ancak imam Muhammed'in tercih ettiği burada daha doğrudur ve Resûlullah'ın (s.a.v.) yazılı antlaşmasına daha uygundur.Nitekim başka bir yerde de Rasulullah satın alacağı bir köle için yapılan antlaşmada kölenin nitelikleri yazılmış ve "Bu, Rasulullah Muhammed'in Adda' b. Halid b. Hevze'den satın aldığıdır" diye yazılmıştır. Kur'an buna işaret etmektedir: "Hesap günü için size vadedilen budur".[17] Bundan maksat, iyiler için mükafatın ve kötüler için cezanın vadedilmesidir. Ayette "Bu, size hesap günü için vadedilen şeyin belirtildiği bir kitaptır" denilmemiştir.
3557- Sonra şöyle dedi: Şu şey üzere bir yıllığına antlaşma yaptılar. Antlaşma yılının başlangıcı, falanca yılın filanca ayı, sonu da şu yılın şu ayıdır.
Antlaşma yazılırken, önce tarihin belirtilmesiyle başlanır. Çünkü savaşma yasağı belli bir müddet içindir. O halde müddetin başlangıcı ve sonunun bilinmesi gerekir. Bu da müddetin tarihini belirlemekle sağlanır. İmam Muhammed, "Mütareke" sözünü seçti. Çünkü müşriklerle müslümanlar arasında kalıcı banş antlaşması olmaz. Aralarında ancak muahede olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: Muahede yaptığınız müşriklere...'[18] Muahede ise, mütarekedir.
Daha sonra mütareke metninde yer alacak hususları zikrederek şöyle der:
3558- Taraflardan her biri, mütareke metninde yazılanların tamamına bağlı kalacağına dair Allah'ın ahd ve mîsakını ve zimmetini, Resûlü'nün zimmetini ve Meryem oğlu isa'nın zimmetini verir. Bu cümleyi mütareke metninin her faslında zikreder.
Kendi dönemindeki halifenin uygulamasını göz önünde bulundurarak bu cümleyi zikretmektedir. O dönemde müslümanlar Bizanslılarla savaşıyorlardı ve verilen söze sad-, akat konusunda en etkili sözler bunlardı. Bu nedenle İmam Muhammed bu sözleri zikretmektedir.
Bu lafızların yazılmasını nasıl caiz görüyor? Halbuki Resûlullah (s.a.v.): "Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermenizi isterlerse, vermeyin; kendi zimmetinize ve babalarınızın zimmetlerine muhalefet etmeniz daha ehvendir" buyurmaktadır, denilecek olursa, deriz ki:
İmam Muhammed'in bu lafızlarla kastettiği Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermek değildir. Hadiste de belirtildiği gibi bu yasaklanmıştır. Bu lafızdan maksat, muhtelif ifadeler kullanarak yemin ile mütarekeyi pekiştirmektir.
Görmüyor musun, Allah'ın peygamberlerden sıddîk ve salihlerden aldığı ahid, zimmet veya mîsakın en şiddetlisiyle olmuştur.
Yüce Allah'ın: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden söz almıştı"[19] aye-tiyle "Allah, peygamberlerden söz almıştı"[20] ayetinde kastedilen şeye işaret edilmektedir. İmam. Muhammed'in söz konusu ettikleri de bu anlamdadır. Kastedilen, kesin söz almaktır.
Mütareke metnine tarih atmakla son verir. Aslında mütareke metninin başında tarih belirtilmişti ve bu yeterlidir. Metnin sonuna tarihin atılması, te'kit içindir. Maksat, savaşılması yasak olan müddeti kesin olarak belirlemektir. Mütarekenin yürürlüğe girmesi ise, mütareke metninin tamamlanmasından ve buna dair şahitlikten sonra başlar. Şayet metnin başında tarihin zikredilmesiyle yetinilecek olursa, taraflardan biri metnin yazılmasının bir müddet sürdüğünü ileri sürüp anlaşmazlığa sebep olabilir. Bu nedenle metnin sonuna da tarih yazılır.
Tarih yazma konusunda temel dayanak, Hz.Ömer'le ilgili rivayettir. Buna göre Hz.Ömer, valilerinden kendisine yazı yazdıklarında tarih yazmalarını emretmiş, sonra da sahabeyi toplayarak tarihe başlangıç olarak neyi kabul etmesi gerektiğine dair danışmada bulunmuştur. Bazıları, Resûlullah (s.a.v.)in doğumunu tarih başlangıcı olarak kabul etmesini önermiş ama kendisi bunda Hnstiyanlara benzeme gibi bir durum görmüş olmalı ki bunu kabul etmemiştir. Bazıları da başlangıç olarak Resûlullah (s.a.v.)'in vefatını Önermiştir. Ancak kendisi bunda, müslümanların musibeti gibi bir anlam bulmuş olmalı ki bunu da reddetmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ölümümden dolayı başınıza gelecek musibetin bir benzerine uğramayacaksınız".
Nihayet başlangıç olarak Resûlullah'ın hicreti üzerine ittifak etmişlerdir. Çünkü dinin en önemli olayları olan cumalar, bayramlar ve müşriklerin eziyetlerinden müslümanların kurtulmaları, hicretle gerçekleşmiştir.
3559- Müslümanlar, müslüman olarak çıkıp kendilerine gelecek kimseyi iade etmeyeceklerine dair bir şart koymak istiyorlarsa, metin yazılırken savaşılamayacağına dair maddeden hemen sonra bunu yazar ve: "Falan ülkeden müslüman olarak bir erkek veya bir kadın veya antlaşmalı biri çıkıp müslümanlara gelecek olursa, ne halifenin ne de müslümanların onu iade etme zorunlulukları yoktur" şekünde bir ifadeyle bunu tavzih eder. Aslında bu, şeriatla sabit bir şarttır, ama karşı taraf bu hükmü inkar edebilir. Bu şart yazıya geçirilmediği takdirde, inançları gereğince bunu mütarekeye aykırı hareket etme olarak değerlendirebilirler. Bu nedenle metni yazan, bu şartı da yazmalı ki her iki tarafı bağlayıcı bir delil olsun ve taraflar birbirlerini itham etmesin.
Bu şart yazıldıktan sonra evli bir kadın çıkıp gelirse ve kocası da geri verilmesini isterse, onu geri alma hakkı yoktur. Nitekim bu husus şu ayette ifade edilmektedir: " Onları kafirlere geri döndürmeyin. Ne bu (kadı)nlar onlara helaldir: ne de bunlar onlara helal olur."[21]
Hudeybİye antlaşmasında iade etme şartı koşulmuştu. Ayetin inişiyle bu hüküm neshedilince, yüce Allah kocanın o kadına verdiği mehrîn geri verilmesini emretmektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kafir kocalarının verdikleri mehirlerini onlara verin."[22] Böylece o şarta da vefalı davranılmış oldu. Ondan böyle şart koşulan geri verilmez. Dolayısıyla verdikleri mehirler de geri verilmez. Böyle bir şart söz konusu edilraemişse, yine verilmez. Çünkü bu hüküm icma ile neshedilmiştir.
3560- Onlardan kaçan müslüman bir köle veya müslüman bir cariye çıkıp bize gelirse, azâdedilmiş sayılmaz.
Çünkü aramızda mütareke bulunanlar, eman altındakiler mesabesindedir ve mallarının dokunulmazlığının gözetilmesi gerekir.
Görmüyor musun, müslümanlar onların mallarını ele geçirecek olsalar,o malları mülkiyetlerine geçiremezler. Onlardan kaçan köle de böyledir. Sadece satılır ve parası sahibine teslim edilir, ülkemizde kölesi İslama giren eman altm-dakinin de durumu budur.
İmam Muhammed şöyle devam eder: Müslümanlardan veya zimmllerden biri İslam dinini terk ederek yahut müslümanlarin ziınmlliğini terk ederek onlara sığınırsa, onu iade etmeleri gerekir. Bu hususun mutlaka antlaşma metnine yazılması gerekir.
Çünkü onlardan bir müslüman veya zimmî bize sığınacak olursa onu iade etmemiz caiz değildir. Bu şart metinde yer almadığı takdirde belki de biz nasıl sizden gelenleri size iade ediyorsak, siz de bizden size gelenleri bize iade edin, diyebilir ve bunun adaletin gereği olduğunu ileri sürebilirler. Ama bu şartı metne yazdığımız takdirde böyle bir şey ileri süremezler.
3561- Eğer iade etmezlik ederlerse antlaşmayı bozmuş olurlar ve müslümanlar, onlara haber vermeden saldırabilirler.
İmam Muhammed, daha sonra bir bedel karşılığında mütareke yapma konusunu ele alır ki yukarıda anlatılanlara kıyas edilebilir.
3562- Mütarekeden dolayı verilecek bedel açık ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde yazılmalıdır. Mesala: Falan kral ve ülkesinin halkı, falan halifeye her yıl şu kadar Şam dinarı haraç olarak ve sağlığı yerinde ergenlik çağına ermiş şu kadar kadın, şu kadar erkek, şu nitelikleri taşıyan şunlar, teslim edilecek kişiler hürlerinden değil, kölelerinden olacak, şu yaşı geçmemiş olacaklar, şu kumaştan şu kadar metreden yapılmış şu sayıda elbise; elbiselerin diğer nitelikleri, renkleri, beden büyüklükleri vs. belirtilerek yazılır.
Çünkü burada mal olmayan şeyin yerine malı vermeyi kabul ediyorlar. Böyle durumlarda ayrıntıların belirtilmesi gerekir. Onun için burada özellikler sayılırken sadece cins, tür, nitelikler ve belirti lebi len şeyler belirtilmekle ye-tinilmiştîr.
3563- Eğer ödenecek mal vadeli ve taksit taksit ise, vade ve taksit sayısı, tıpkı borçlanmalarda olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde yazılmalıdır.
İmam Muhammed daha sonra İslam yurduna girecek elçilerle ilgili antlaşma vesikasını ve bununla ilgili hususları belirterek şöyle der:
Elçiler, eman istemeseler bile eman içerisindedirler. Bu konuda uyulacak temel kural, nakledilen şu rivayettir. Bu rivayete göre bir topluluğun elçisi Resû-lullah'ın (s.a.v.) huzurunda konuşulmaması gereken şekilde konuşmuş, bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer elçi olmasaydın, öldürülmeni emrederdim." Elçiler, her dönemde ve elbette ki İslamda da eman içerisinde mesajlarını iletirler.
Çünkü her iki tarafın istekleri, barış olsun, savaş olsun ancak elciler vasıtasıyla karşı tarafa iletilebilir. Eman içerisinde olmadıkları takdirde, mesajları hakkıyla iletemezler. Bu nedenle, bu konuda herhangi bir şarta ihtiyaç olmaksızın eman içerisindedirler.
3564- Ancak bu husus şart koşulur ve bu konuda bir belge tanzim edilirse daha iyi olur. Şayet elçilerle birlikte fidye karşılığında serbest bırakmak üzere beraberlerinde esirler getirmiş ve anlaşamadıkları takdirde onları geri götürmeyi şart koşmuşlarsa, müslümanların bu konuda onlarla antlaşma yapması ve kendilerine yazılı bir belge vermesi doğru değildir.
Çünkü müslüman hür kişileri yanlarında tutarak onlara zulmetmişlerdir ve bu esirleri elimize geçirdikten sonra onları hiçbir surette düşmana geri gönderemeyiz.
3565- Şer'an yerine getirilmesi mümkün olmayan hususlarda söz vermek caiz değildir. Şayet müslümanlar böyle bir söz vermîşlerse, bu sözlerini tutmamalı ve her halükarda esirleri onlardan almalıdır. Bundan sonra ister savaş çıkmış olsun, ister olmasın, fark etmez. Çünkü bu şart, şeriatın emirlerine aykırıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kitabına uymayan her şart batıldır." Yine şöyle buyurmaktadır: "Bilinmeyen şeyler için sünnete bakın". Ancak esirler köle iseler müslümanların onları satmaları ve paralarını iade etmeleri gerekir.
Çünkü onlan kendi ülkelerine götürmüş olmakla onları mülk edinmişler ve bu şartı ileri sürmekle onların mülkiyetlerinden yararlanma emanına sahip olmuşîardır. Bu sebeple mümkün mertebe bu hususa riayet edilmesi gerekir. Bu da ancak o kölelerin satılması ve paralarının onlara iade edilmesiyle mümkün olur.
3566- Müslümanlar, harp ehlinden birini kendi ülkelerinde yakalayacak olsalar ve o da: "Ben, kralın elçisiyim, eman almadan ülkenize girdim" derse, bakılır; Eğer, elçi olarak bilmen biri ise ya da beraberinde kralın halifeye mektubunu gösterirse, eman içerisinde olur.
Çünkü gerçeğine vakıf olunamayan şeylerde galip zan ile amel etmek gerekir. Böyle bir durumda herkesin aklına ilk gelen, onun elçi olduğudur. Bu gibi durumlarda bu tür kanıtlar yeterlidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Eğer (cihada) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı.[23] Yine şöyle buyurmaktadır: "Onlan simalarından tanırsın."[24] Ama elçi olduğuna dair yanında bir delil yoksa, fey' olur.
Harp ehlinden eman almadan ülkemize giren kişi hakkındaki ihtilafları açıklamıştık. Yanında elçi olduğuna dair bir kanıt bulundurmayan kişi, müslü-manların hakkı olmuştur. Elçi olduğunu iddia etmekle müslümanlarm onun üzerindeki haklarını iptal etme peşindedir ve delil getirmedikçe ona böyle bir fırsat verilemez.
3567- Elçi olarak bilinen biri ise, müslümanlarm vergi memuruna uğradığında memur ondan da öşür alır. Nitekim eman altındaki topluluklar da öşür verirler.
Netice olarak, onlarla ilişkilerimiz mütekabiliyet esasına göredir. Rivayet edilir ki Hz. Ömer öşür vergisi memurlanna, müslüman tüccarlardan öşrün dörtte birini (1/4İ), zimmî tüccarlardan da öşrün yansının (1/2) ahnmasınf emrettiğinde harp ehlinin müslüman tüccarlardan ne aldıklarını sormuş, öşür (onda bir) aldıklarını söylediklerinde, siz de onlardan öşür alın, demiştir.[25]
3568- Tüccarlarımızdan ne kadar aldıklarını bilmiyorsak, yine onlardan Öşür (onda bir) alırız.
Çünkü eman altındakilerin zimmîler karşısındaki konumlan, zimmîlerin müslümanlara karşı konumu gibidir. Nasıl zimmîlerden müslümanlann bir katı fazla alınıyorsa, eman altındakilerden de zimmîlerin bir kat fazlası alınır.
3569- Eğer tüccarlarımızdan hiçbir vergi almıyorlarsa, biz de onların tüccarlarından hiçbir vergi almayız.
Çünkü vergi almak, mütekabiliyet esasına göredir.
3570- Elçilerin emam konusunda vergi memurumuzun onlardan bir şey almamasını şart koşarlarsa, bakılır; Eğer onlar da elçilerimize aynı muameleyi uyguluyorlarsa, müslümanlarm da bunu şart koşmaları ve bu şarta riayet etmeleri gerekir.
Çünkü böyle bir şart şeriatın hükümlerine uygundur ve ona uyulması gerekir.
3571- Elçilerimiz için de böyle bir şart koşulmuş olduğu halde buna riayet etmiyorlarsa, elçileri için bu şartı kabul etmememiz gerekir. Çünkü kabul ettiğimiz takdirde ona riayet etmemiz lazım gelir.
Çünkü verilen emana ihanet olmaz. Böyle bir şartı kabul ettikten sonra elçilerimize farklı muamelede bulunurlarsa, onlar emana ihanet ettiler, diye biz de emana ihanet edemeyiz.
3572- Müslümanlar bir kaleyi kuşatacak olsalar ve ka-ledeküer, içerdeki insanlar hariç, kalede bulunan malların üçte biri müslümanlara, üçte ikisi kendilerine kalmak üzere eman isteseler, eman vermek caizdir.
Çünkü belli ve belirlenmiş bir bedel üzere eman vermek caiz olduğu gibi, yeri açıklanan bir malın bir bölümü üzere eman vermek de caizdir. Burada da malın yerini belirlemiş oluyorlar ve o malın bir bölümünü ödüyorlar.
3573- Bu karar üzere kalenin kapılarını açtıklarında içindeki malların üçte biri müsiümanlara ait olur. Devlet başkanı kaledeki şeyleri üç eşit kısma ayırır ve müslü-manlarla onlar arasında taksim eder.
Taksimat yapılırken mallar eşit parçalara ayrılır. Resû-lullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Seriye emirlerinden en hayırlısı, Zeyd b. Harise'dir. Çünkü elde edilen malı eşit parçalara ayırdı ve adil bir şekilde daittı".
Adalet, değerde adalettir. Eğer malların kendileri taksim edilebiliyorsa onu yapmak en iyisidir. Ama ya az olduğundan veya başka herhangi bir sebepten dolayı eşit parçalara bölünemiyorsa, adil bir şekilde fiyat değeri tespit edilir. Sonra devlet başkanı, kale halkına: isterseniz malı siz alın ve bize değerinin üçte birini dirhem veya dinar olarak verin, dilerseniz malı biz alırız ve değerinin üçte ikisini dirhem veya dinar olarak size verelim, teklifinde bulunur. Bu konuda temel, Abdullah b. Ravaha hakkındaki rivayettir. Buna göre Abdullah b. Ravaha, Re-sûlüllah (s.a.v.)in emriyle Hayber'de hurmaların miktarını belirliyor ve Yahudilere "İsterseniz hurmalıklara siz bakın sonra biz sizden yarısını alalım, isterseniz biz bakalım ve sonra size yarısını verelim" diyordu. Gök ve yer bununla ayaktadır (yani adaletle ayaktadır) dediler.
Buradan da anlıyoruz ki böyle bir bölüşme adaletlidir. Malın kendisi taksim edildikten sonra devlet başkanı hangi bölümün kime düşeceği konusunda kur'a atmalıdır. Resûlullah (s.a.v.) de ganimetleri taksim ederken böyle davranırdı. Sefere çıktığında da hanımları arasında kur'a atardı. Böylece bu, kur'anin geçerli olduğu her hususta başvurulan bir temel kural oldu. Devlet başkanı için evla olan kur'a atmasıdır. Çünkü bu, kalpleri rahatlatır ve kayırma töhmetini uzaklaştırır.
Bölünemeyen mallar arasında denkleşmeyi sağlamak için fiyat yönüyle değerlendirme de güzel bir yoldur. Mesela bir tarafta bir beygir ve bir tarafta bir inci varsa, diğer mallardan yanlarına konularak değerleri eşitlenir. Mesela inci beygirden değerli ise, beygirin yanına bir miktar mal konur ve incinin fiyatına denk bir düzeye yükseltilir. Böylece mallar üç kısma ayrılır ve kur'a atılır. Müslümanlara düşen üçte bir alınır ve gerisi diğerlerine kalır. Taraflardan biri, mal yerine dinar veya dirhem (para) isterse, her iki taraf rıza gösterdiği takdirde, isteyen taraf mala eşdeğer para alır. iki tarafın rızası olmadığı takdirde ise, yapılamaz. Ancak malı bölmek mümkün olmadığı takdirde para alarak değerlendirmeye gidilir. Çünkü bu taksimatta alış-veriş anlamı vardır ve ahşverişte karşılıklı rıza şarttır.
3574- Barış için, kaledekinirr üçte birinin müsiümanlara verilmesi şart koşulmuşsa, kale duvarlarının içindeki evler buna girmez.
Çünkü kaledekiler" denilince bu sözün kapsamına kalenin kendisi girmez ve kaledeki evler, kalenin bir parçasıdır.
3575- Ayrıca müslümanlar, bir açıklama yapmaksızın kalede bulunan şeylerin üçte biri diyerek yuvarlak bir söz üzerinde antlaşmamalılar. Çünkü kalede karşı tarafın kendileri ve çoluk çocukları vardır ve antlaşmayla verilen eman hepsini kapsar. O zaman kölelerinin üçte birine sahip olamayız, çünkü köleleri de o emanm kapsamına girmiştir.
Çünkü hürriyet ve kölelik vasfı bir kişide bir arada bulunmaz. Çünkü her iki sıfat birbirine zıttır.
3576- Ama eğer kaledeki esirlerin üçte biri üzerine antlaşmak işiyorlarsa, onları ayırdıktan sonra "şu ayırdığımız kimselerle kaledekilerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz, desinler.
Çünkü onları dışarıda bırakmadan kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz, denilirse, oradaki insanların tamamına eman verilmiş olur. Ama üçte birini ayırdıktan sonra; "Bunlarla kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz" denilirse, o şahıslar antlaşmaya bedel kılındıkları için onlar da müslü-manların eline geçmiş olur.
3577- Hürler hariç, kaledeki kölelerin üçte biri üzerine anlaşırlarsa, bu caizdir. Köleler de sair mallar gibidirler. Eğer kaledekilerden yüz kişi üzerinde antlaşma yapmışlarsa ve bu yüz kişiyi kölelerinden verecek olurlarsa caizdir. Eğer hürlerinden ve kendi çocuklarından verirlerse caiz değildir. Çünkü antlaşma ile bunlar eman kapsamına girmişlerdir ve verilen eman ile emanları öyle pekişir ki, artık iptal edilemez. Bundan böyle antlaşmaya bedel olarak alınıp mülk edinilmeleri mümkün olmaz.
3578- Eğer kaledeki esirlerin üçte biri üzerine antlaşma yapıldıktan sonra müslümanlar kaleye girecek olurlarsa, onlardan hiçbir şey almamalılar.
Çünkü eman, onlardan her birinin bir kısmını kapsar ki bir kişinin parçalara bölünmesi mümkün değildir. Bir kısmı için sabit olan eman, o şahsın tamamını kapsar.
3579- İleri sürülen şartla müslümanlar hiçbir şey alamayınca müslümanların yapacağı şey, kaleden çıkmak ve onların kendilerini koruyacak konuma girmelerini sağlamak, daha sonra antlaşmanın bozulduğunu onlara haber vermektir.
Çünkü müslümanların emanma girmişler ve artık ne öldürülebüir ve ne de köle edinilebilirler. Önce onlara antlaşmayı bozduklarını haber verir, kalelerine girip kendilerini koruyabilecek konuma girerler ve ondan sonra müslümanlar üzerlerine yürürler.
3580- Eğer anlaşma kalede bulunan esirlerle diğer şeylerin üçte biri üzerine yapılır ve müslümanlar, esirleri almayıp diğer malların üçte biriyle yetinmek istiyorlarsa, böyle bir antlaşma caizdir.
Çünkü bu antlaşma bedel olmaya elverişli olanla olmayanı kapsıyor ve böyle durumlarda hüküm, bedel olmaya elverişli olan üzerine sabit olur.
3581- Eğer biz buna razı değiliz derlerse, bunu söylemeye hakları vardır. Ancak kalede bulunan mallarla esirlerden bir şeyi alamazlar. Bilakis kaleden çıkarlar ve ka-ledekiler eski korunmuş konumlarına kavuşurlar, sonra da onlara antlaşmayı bozduklarını haber verirler. Ama eğer, esirler hariç, malların üçte birini alır ve sonra antlaşmayı bozarız, derlerse, caiz değildir.
Çünkü malı aldıkları takdirde kaledekiler için eman gerçekleşmiş olur. Mallarını geri vermeden antlaşmayı bozmak caiz değildir. Buna benzer hususlar daha Önce anlatılmıştı.İmam Muhammed, daha sonra bu konudaki antlaşma belgesinin nasıl yazılacağını anlatır.
Sonuç olarak, belge ihtiyaten yazılır ve en ihtiyatlı şekilde yazılması gerekir. Belgeyi yazan kişi, iki taraf arasında cereyan eden hususları açık seçik bir şekilde yazmalıdır. Antlaşma yapıldıktan sonra kalede bulunan mallardan kalede bulunanların payları teslim edilir. Ancak antlaşmadan önce müslümanların ellerine geçirip ordugahlarına götürdükleri şeyler kendilerine aittir. Çünkü antlaşma yapıldığında elde edilmiş olan bu mallar, kalede değildi.
3582- Köleler konusunda müslümanlarla müşrikler arasında anlaşmazlık çıkar ve müşrikler: "Bunlar bizim kölelerimiz değildir, bizim çocuklarımızdır ve bu nedenle e-man içindedirler" derlerse, müslümanlar ise: "Hayır, onlar sizin kölelerinizdir ve onların üçte biri bizimdir" derlerse, müşriklerin söylediği kabul edilir.
Çünkü onların söyledikleri asıldır ve asi olan insanların hür olduklarıdır. Ayrıca onlar kaledeler ve kendileri kimin köle, kimin hür olduğunu daha iyi bilirler.
3583- Müslümanlar, o kişilerin köle olduklarına dair müslümanlardan veya zimmllerden yahut harp ehlinden şahitler getirmek suretiyle delil getirseler, delil ile sabit olan, hasımların ittifakıyla sabit olan gibidir. Böylece getirilen deli) onları bağlayıcı olur. Bu sebeple, harp ehlinin bu husustaki şahitliklerinden Önce şahitler, şahsını belirleyerek falancanın köleleri olduklarına şahitlik etseler ve adam da: Hayır, bunlar benim kölelerim değildir, bilakis hürdürler, derse, bu sözüyle o köleler azad olmuş olurlar. Çünkü müslümanların ileri sürdüklerine göre o kölelerin her birinin üçtebiri, d kişinin mülküdür ve kendisinin onların hür olduklarını söylemesiyle İkrarı, onların hür olmalarını gerektirir.
3584- Ayrıca bundan dolayı müslümanlar o şahıstan herhangi bir tazminat alamazlar ve o da onlardan bir şey isteyemez.
Çünkü onlardan her birinin üçte biri, İslam yurduna götürülüp koruma altına alınmamış fey'dir. Ganimet ise, koruma altına alınmadıkça onu tüketmekten dolayı kimse tazminat ödemez.
3585- Aleyhinde şahitlik yapılan kişi: "Onlar benim kölelerimdir ve ben onları azad ettim" derse, durum yine böyledir. Müslümanlar dilerlerse bunların dışında kalan mallardan üçte birini alırlar ve kaleden çıkar, sonra da antlaşmanın bozulduğunu onlara haber verirler.
Çünkü kendilerine şart koşulanların tamamı ellerine geçmemiştir. ^/
3586- Kale halkı isterlerse şöyle bir teklif yapabilirler: "O kölelerin üçte birinin tutarlarını para olarak size verelim, müslümanlar da, antlaşmaya bağlı kalsınlar".
Çünkü bedel olarak verilen, bedel olarak verildiği şeyin yerine geçer ve eşyanın kendisi verilmediğinde işin çözümü için bedelin verilmesinden başka bir yol yoktur.
3587- Devlet başkanı müsliimanlara düşen erkek köleleri öldürmek isterse buna hakkı yoktur. Oysa harp ehlinin esirleri böyle değildir. Dilerse onları öldürebilir.
Çünkü onlar, taksimat sonucu ele geçmiş değiller. Oysa bunlar, müslü-manlarla kale halkı arasında bölüştürülmüşlerdir. Ayrıca bunları müslümanlar barış yoluyla elde etmişlerdir. Sırf bu yolla elde edilmiş olmaları, onlan öldürülmekten kurtarır.
3588- Kaledeküer devlet başkanından, belli bir şeyi vermek üzere anlaşarak kaleyi boşaltmalarına ve emin bir yere ulaşmalarına müsaade edilmesini isterlerse, devlet başkanının bunu kabul etmesi caizdir.
Çünkü devlet başkanının herhangi bir karşılık almadan bu isteklerini kabul etmesi caiz ise, verecekleri şeyler karşılığında bunu evleviyetle kabul etmesi caizdir.
İmam Muhammed, bu arada buna dair antlaşma belgesinin nasıl yazılacağını anlatır ki yukarıda anlatanlara kıyas ederek ne anlattıklarım çıkarmak mümkündür. Belge konusunda açıklamasını yaptığımız şart mutlaka açık bir şekilde yazılmalıdır. Zaten her yazılı belge ne maksatla yazilıyorsa o maksadı açık bir şekilde dile getirmelidir.
Dedi ki: Antlaşmada yazılacak hususları en anlaşılır
şekilde yazmalıdır, müslümanlar, beğenmedikleri şartı, metinden çıkarırlar.
Çünkü çıkarılmasını isledikleri şartı çıkarmaları, ilave edilmesini istedikleri şartı ilave etmelerinden daha kolaydır. Belki harp ehli ancak ihtiyatlı olanı kabul ederler. Bu nedenle metni yazan kişi ihtiyatlı olmalı ve maddeleri ayrıntılarıyla yazmalıdır. Karşı taraf şartların azaltılmasını kabul ederse, müslümanlar istedikleri şartları çıkarmaya gayret etmeliler.
Müslümanların, müşriklere Allah'ın zimmeti ile Resûlü'nün zimmetini vermelerini, malum hadisten dolayı tasvip etmiyorum. Söz konusu hadiste Re-sûluliah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermenizi isteseler, vermeyin. Kendi zimmetinizi ve babalarınızın zimmetini verin. Kendinizin ve babalarınızın zimmetine muhalefet etmeniz, bu, Allah'ın ve Resulünün zimmetine muhalefet etmenizden ehvendir." Ancak hadisin son tarafı, buradaki yasaklamanın şer'î bir yasaktan kaynaklanmadığını ifade etmektedir. Yani, şayet vefasızlık yapmak zorunda kalırsanız, deniliyor. Buradaki yasak, geleceğe dair yemin etmenin yasaklanması mesabesindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fenalıktan) sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın"[26] Aslında böyle bir yemin haram değildir. Yasaklanması, muhalefet ihtimalinden dolayıdır.
3589- Şayet müşrikler, Allah'ın ve Resulünün zimmeti verilmediği takdirde antlaşma yapmaktan kaçınırlarsa ve antlaşmaya da ihtiyaç varsa, devlet başkanının bunu kabul etmesi gerekir. Sonra da bu antlaşmaya vefalı davranır. Ama eğer antlaşmayı bozmayı zorunlu kılacak bir durum ortaya çıkarsa, antlaşmayı bozar, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Tıpkı yeminde olduğu gibi. Nitekim Resû-Iullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir şeye yemin eden kişi sonra da başkasını daha hayırlı görürse, o daha hayırlı olanı yapsın ve yeminin kefaretini versin."
3590- Şayet kaledekiler, bizden şu kadar kişiye mal ve ticaret eşyalarıyla birlikte eman vereceksiniz ve bunların kim olacaklarını da patrik seçecek, derlerse, böyle bir antlaşma caizdir.
Çünkü eman akdi, kapsamlılığa dayalıdır ve eğer sınırlar daraltıhyorsa, belli bir kimsenin ihtiyaç anında seçim yapmasında bir sakınca yoktur.
îmam Muhammed, daha sonra bu konudaki belgenin nasıl yazılması gerektiğini anlatır ve şöyle devam eder:
3591- Bu konuda patrikin sözü geçerli olacağına göre, müslümanlar ihaneti konusunda ondan emin değillerse, ona yemin ettirirler ve yeminde şu hususlara yer verirler: "Kendisinden başka ilah bulunmayan, görünen ve görünmeyen her şeyi bilen Rahîm olan, gizli ve açık yapılanları gören, gözlerin haince bakışını ve kalpte gizlenenleri bi-, len, incil'i Hz. İsa'ya indiren, Hz. İsa' yi müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderen ve kendisi ile annesini bütün insanlara varlığının delili yapan Allaha yemin ederim"
Söylediklerinin doğru ve kendi çıkarını gözetmediğine, eksik veya fazla söylemediğine dair yemin ettirilir. Niçin yemin ettirildiğine gelince; çünkü kendisi kimlere eman verileceğine karar verecektir. İtham altında olan kişi, şer'an güvenilir biri değilse de, yemin ettiği taktirde sözü kabul edilir. Şer'an emin biri ise, yine yeminden sonra sözü kabul edilir. Yeminden maksat, yalan söylüyorsa bundan vazgeçmesidir. Bu ise, yemini ağırlaştırmakla olur. Ancak yeminin sözleri ağır olsun diye Allah'tan başkasına yemin ettirilmez. Yemini, îmam Mu-hammed'in söz konusu ettiği sözlerle ağırlaştırmak gerekir ve bu husus da belgeye yazılır. Ta ki bu yeminden vazgeçecek olurlarsa, müslümanlar, antlaşmaya ihanet etmekle suçlanmasınlar.
Şayet bu şart üzere kalenin kapısını açtıklarında patrik: "Ben onlardan kimseyi seçmem yahut onların birini diğerine tercih etmem" derse, ya da seçme işi gerçekleşmeden ölür yahut oradan kaçıp giderse, müslümanlarm kaleyi terk ettikten sonra antlaşmanın bozulduğunu onlara söylemeleri gerekir.
Çünkü verilen eman bazılarını kesin olarak kapsamıştır ama bunların kim oldukları şahıs olarak bilinmemektedir. Eman altında olacak ve olmayacaklar birbirlerine karıştıklarında ise, temel kural, kimseye zarar verilmemesidir.
3592- Patrik gelip eşyadan çokça ayıracak olursa, müs-lümanların kendisine güvenmemesi durumunda yemin ederse, seçimi geçerlidir. Yemin şekli ise, şart koşulduğu şekildedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Şart koşulan, daha bağlayıcıdır." Ayrıca patriğin tayin ettiği kimselerle mallarını içerecek bir eman verilmesine dair antlaşma yapıldığında, maldan maksat, mülk edinilebilen ve her yerde normalde mevcut olan şeylerdir ki bunlar kişinin ihtiyacı için stok ettiklerini içerir. Ancak malın cinsi tayin edilmişse, tayin edilen mallar o kapsama girer. Fakat altın ve gümüş kaplama olanlar, altın ve gümüş gibi değildir. Kaplamadan dolayı faiz hükmü gerçekleşmeyeceği gibi, zekat hükmü de gerçekleşmez. Eğer altın ve gümüş gibi şeyler tayin edilmişse, bunlar da eman kapsamına girer.
Oysa zekat ve sadaka söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Sadaka söz konusu ise yani kişinin "malım sadakadır" dediğinde bu sadece zekat malını kapsar. Emanda mal söz konusu edildiğinde ise istihsana göre değil, kıyasa göre amel edilir, malın üçtebiri vasiyettir denildiğinde de, mal olabilen her şey kapsamına girer.
3593- İmam Muhammed dedi ki: Meta', malın kendisi baki kalarak kendisinden yararlanılan elbise ve kapkacak gibi mallardır. Bu nedenle meta' denildiğinde hacim ve ağırlık olarak ölçülen şeyler bunun kapsamına girmez.
Çünkü bu tür şeylerden yararlanmak, ancak malın kendisini tüketmekle mümkündür. Meta1 altın ve gümüş kaplardır. Altın ve gümüş karyola da meta'm kapsamına girer.
Mücevherler ve inciler ise, meta1 değildir.
Çünkü bunlar süs eşyalarıdır ve süs eşyaları meta1 değildir. Silahlar da meta' kapsamına girerler.
Çünkü bunlar süs eşysıdır ve süs eşyası meta1 değildir. Silahlar da meta' türündendir.
Çünkü kendileri baki kalmakla onlardan yararlanılabilmektedir. Ayrıca süs eşyalarında olduğu gibi meta' dışında özel bir isimleri de yoktur. "Silah" ismi, eşyanın kendisi nazan İtibara alınarak verilmiş bir isim değildir, bilakis kullanılma niteliği itibariyle silah denilmiştir. Yüzük, meta' değildir. Çünkü o da süs eşyası kapsamına girer. Şayet "el-Camiu's-Sağîr" de gümüş yüzüğün, süs eşyası kapsamına girmediği belirtilmiyor mu? denilecek olursa, deriz ki: Orada kullanış hükmü kastedilmiştir ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları helaldir. Hakikatte ise, süs eşyası hükmüne girer. Nitekim altın yüzük de süs eşyası kapsamına girer. Süs eşyası, ayn'ın ismidir ve meta' isminden daha özeldir. Bu ismin kapsadığı her şey, meta' isminin kapsamına girmez.
3594- Antlaşmada silah şartı koşuhnuşsa, silah isminin kapsamına kendisiyle savaşılan her alet girer. Kılıç, miğfer, zırh, kalkan, yay, ok vs. gibi genelde silah olarak kullanılan her alet. Bıçak ise, silaha değil, meta'm kapsamına girer.
Çünkü bıçaktan genelde savaş dışında yaralanılmaktadır. Hançer ve süngü ise, silah isminin kapsamına girer. Çünkü bunlar genelde savaşta kullanılmaktadır.
3595- Cübbeler ve kürklü kaputlarla keçe kaputlar meta'a girer, silaha girmez. Ancak sadece savaşta kullanılanları varsa onlar da silah kapsamına girer.
Aynı şekilde ipek kaputlar da meta'a girer, silaha girmez. Ancak sadece savaşta kullanılanları hariç. Sancaklar, mızrak ve kargılar silahtandır.
Özet olarak her yerde isimlendirme konusunda oranın Örfü geçerlidir. Bu konuda temel kaynak, ibn Ömer'den rivayet edilen haberdir. Buna göre, biri ibn Ömer'e "Bizim bir arkadaşımız bedene (deve) kesmesi vacip oldu, bir inek kesmesi yeterli midir?" diye sorar, ibn Ömer o adama: Arkadaşınız nereli? diye sordu. Adam: Rabah oğullarındandır, dedi. O zaman ibn Ömer şöyle cevap verdi: Rabahoğullan ne zamandan beri inek besliyorlar ki, onlar bedene" derken bu sözle deveyi kastederler.
3596- Silahla birlikte Küra'"ı da şart koşarlars, Kura' isminin kapsamına at, katır ve merkepler girer. Deve, sığır ve koyunlar küra'ın kapsamına girmezler.
Çünkü bunlara verilen isim en'am" dır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hayvanları (enamı) da sizin için yarattı"[27]'Kura', binmede kendilerinden yaralanılan atlar, katırlar ve merkep gibi hayvanlardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Binmeniz ve süs için atlan, katırları ve merkepleri yarattı."[28] Deve, sığır ve koyunlar ise kimisi binmek ve üzerlerinde yük taşımak, kimisi de etlerini yemek
içindir. Nitekim " Onlardan erkek olsun dişi olsun bir kısmını da yersiniz" [29] bu~ yurulm aktadır.
3597- "Silah ve hayl" şart koşulmuşsa, "hayl" sözcü-günün kapsamına erkek olsun dişi olsun asil atlar ve beygirler girer. Katır ve merkepler girmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın."[30]
Asil atlarla beygirlere ganimetten pay ayrıldığını, katır ve merkeplere ayrılmadığım daha önce belirtmiştik. Pay verilip verilmeme hususunda da bu ayetin delil olduğuna dikkat çekmiştik.
"Maşiye"yi şart koşmuşlarsa, atlar, katırlar ve merkepler bunun kapsamına girmez.
Çünkü "maşiye" küra'dan farklıdır. Maşiye sözcüğü, "kura1" sözcüğünün kapsamadığı deve, sığır ve koyun gibi hayvanları kapsar. Çünkü bu hayvanlar daha çok otlatılır ve otlatılan hayvanların sahiplerine ""ashabu'l-mevaşî" (sürü sahipleri" denilir.
3598- Silahı şart koşmuşlarsa ve silahların bazısında gümüş, altın veya cevher bulunuyorsa, bunlar da silaha tabidir. Asla tabi olanlar da onunla birlikte hak edilir. Eğerler ve gemler ise, meta' sözcüğünün kapsamına girer.
Çünkü bunlar, kendileri kalıcı olmakla birlikte savaş dışında da kendilerinden yaralanılan şeylerdir. Eldiven ve semerler de silah kapsamına girmezler.
3599- Müslümanlara sarı, beyaz ve halka verilmek üzere antlaşma yapılırsa, sarı ve beyazla ister kalıba dökülmüş olsun, ister darphaneye girmiş olanı olsun, ister külçe halinde olanı olsun, altın ve gümüş kastedilir. Eğer işlenmiş ve içine de mücevherat konulmuş ise, o mücevherler müslümanlara ait değildir.
Çünkü mücevher için beyaz ve san sözcükleri kullanılmaz.
3600- Altın ve gümüşle perçinlenmiş bardak olursa, bardakta bulunan altın ve gümüş, müslümanlara aittir.
Çünkü bardakta bulunan altın ve gümüş, sarı ve beyaz sözcüklerinin kapsamına girer ve onlar bardağın kendisini teşkil etmezler.
3601- Eğer altın ve gümüşün sökülmesi bardağa zarar vermeyecekse sökülüp çıkarılırlar. Ama bardağa zarar verecekse, dilerlerse bardaktaki altın veya gümüşün değerini para olarak öderler.
3602- Zararın giderilmesi gerektiğinde temellük muhayyerliği, malın aslına sahip olan kimse içindir. Ancak değer tespitine ihtiyaç duyulursa, değeri başka bir cins mal ile belirlenir.
Çünkü altın ve gümüş cinsinin yanında sanat ve süslemenin pek bir değeri yoktur. "Halka" ya gelince bu, silahın isimlerinden biridir.
Resûlullah'ın (s.a.v.), Nadîroğu 11 arıyla, "halka" hariç develerin yüklendiği şeyler onlara bırakılarak orayı terk edip gitmeleri üzere antlaşma yaptığını ve "halka hariç" sözüne dayanarak silahlarım ellerinden aldığını belirtmiştik.
3603- Müslümanlar kendilerine ev eşyalarını vermek üzere antlaşma yapılmışsa, ev eşyasından maksat, yatak, yastık, perde ve benzeri evlerde müptezel bir şekilde kullanılan ev eşyalarıdır. Henüz biçilmemiş elbise kumaşlarına gelince, bunlar ev eşyalarına girmediği için bunları alıp götüremezler.
Çünkü Mev eşyası" denilince evlerde müptezel şekilde kullanılan şeyler kastedilir. Henüz biçilmemiş kumaşlar buna girmediği gibi erkek ve kadınların günlük giyimleri de ev eşyası sayılmaz.
3604- Elbiseler müslümanlara bırakılmak üzere antlaşma yapılmışsa,"elbise" ile kastedilen, insanoğlunun giydiği pamuklu, yünlü, sünger ve ipekli giyeceklerdir.
Görmüyor musun, bütün bunları satanlara "elbiseci" denir.
3605- Perde kilim ve cibinlik gibi şeyler ise elbise değil, ev eşyası kapsamına girer.
Çünkü bu gibi şeyleri normalde insanlar giymez, evlerde kullanır.
İmam Muhammed dedi ki: Bez, keten ve pamuktan yapılan elbiseye denir.
İmam Muhammed, Kûfe'deki adetleri gereğince bez'i tarif etmektedir. Onlarda bu iki nevi kumaş satana "bezzaz" denir. Sünger, tiftik ve yünden yapılmış kumaşları satana "bezzaz demezler. Oysa bizim beldemizde "bez" sözcüğü ipekten yapılmış elbiseye denir. Çünkü ipek satana bizde bezzaz denir. Nitekim İmam
Muhammed buna işaret ederek şöyle diyor:
Ancak yüne ve benzeri şeylere "bez" ismi verilen ülkelerde eğer "bez" üzere antlaşma yapılmışsa, onların Örfüne göre bunun kapsamına neler giriyorsa, o şeyler kastedilmiş olur.
Daha önce de bu hususa dikkat çekmiş ve kullanılan kelime o yörenin örfüne göre neyi kapsıyorsa, o şeylerin kapsama dahil olacağını belirtmiştik.
3606- Kalede mahsur kalanlar eğer mütarekede savaşçı olanlara eman isterlerse, malları, çocukları ve kadınları bu emanin içerisine girmez.
Çünkü kuşatılmış olan, yenilgiye uramış demektir. Bu şartı ileri sürerken kasdi, kendi canını kurtarmaktır. Bu gibi durumlarda malı ona tabi değildir, sadece üzerindeki elbiseler ve o andaki yiyecekleri ona tabidir. Bunlar, istihsan yolu ile ona aittir, çünkü bunlarsız onun için kurtuluş söz konusu değildir.
3607- Ayrıca savaşçı sınıfına, erkeklik çağına girmiş olanlar girer ki bunlar ergenlik çağına ulaşmış olanlardır. Ergenlik çağı ise, ihtilam, gebe bırakma ve yaçî«* olabilir.
Ergenlik çağının tespiti konusundaki ihtilaf malumdur. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre on beş yaştır. Onlar bunu ileri sürerken Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayete dayanırlar ki bu rivayet herkes tarafından bilinmektedir.
3608- İhtilam olmadığı biliniyorsa ve on beş yaşından küçük ise, savaşsın veya savaşmasın çocuklar sınıfına girer. Kadınlar için de durum aynıdır.
Çünkü, mukatil (savaşçı asker), savaşmak istediğinde bünyesi savaşa elverişli olandır. Kadınlarla küçüklerin bünyeleri ise, savaşmaya elverişli değildir. Zaman zaman savaşa katılsalar bile savaşçı sayılmazlar.
Görmüyor musun, savaşmayan erkekler de savaşma çağında iseler, savaşçı sayılırlar. Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahiptirler.
3609- Kör, topal ve benzeri bedeni özürlü erkekler, direkt olarak savaşa katıhyorlarsa, savaşçı sayılırlar, ama savaşa katılmiyorlarsa sa-vftşçı sayılmazlar.
Çünkü onlar, aslında savaşçı bir bünyeye sahip idiler ve sakat kalmakla bunun dışına çıkmışlardır. Sakatlıkları, savaşa katılmalarına engel teşkil etmiyorsa, savaşçı sınıfında olmaya devam ediyorlar demektir.
Hasta ve baygın olanlar da savaşçı sınıfındandır.
Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahipler. Başlarına gelen, savaşmalarına engel bir durum ise de geçici bir durumdur ve onîan savaşçı olmaktan çıkarmaz. Oysa körler böyle değildir, onların bu durumu geçici değildir. Eğer körlükleri onları savaşmaktan alıkoyuyorsa, savaşçı sınıfı dışına çıkmış olurlar.
3610- Kalede hiç savaşmamış çiftçiler varsa, onlar da savaşçılar sınıfına dahildir.
Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahipler. Eğer, daha önce siz bunların ücretliler mesabesinde olduklarını ve öldürülmeyeceklerini demiştiniz, denilecek olursa, deriz ki: Biz orada savaş onları hiç ilgilendirmiyorsa, öldürül-memeleri müstehap olur, demiştik. Bununla birlikte öldürülmeleri caizdir, çünkü onlar da savaşçı sınıfına girerler. Çünkü savaşçıları kalabalık gösterme bakımından bir fonksiyonları vardır ve bundan dolayı kalede savaşçılarla birlikteler.
3611- Savaşamayacak derecede yaşlı olan ve savaş taktiği vermeyen yaşlılar, savaşçı sınıfına girmezler. Kör ve yatalaklarda olduğu gibi bu yaşlıların da öldürülmeleri caiz değildir. Ama bunlardan biri, kalenin yüksekçe bir yerinde duruyor ve askerlere talimatlar veriyorsa savaşçı sınıfından olur. Bizzat savaşmıyor olması önemli değildir. Bu nedenle de esir edildiğinde öldürülebilir ve savaşçılara eman verildiğinde kendisine de eman verilmiş olur. Kölelere gelince; kıyasa göre onlar savaşçı sınıfına girmezler ve savaşçılara eman verildiğinde onlar müslüman-lar için fey1 olurlar.
Çünkü savaşın yapıldığı hürriyete ve mala sahip değiller. Ancak İmam Muhammed istihsan olarak şöyle demektedir:
3612- Eğer kölenin efendisiyle birlikte savaştığı biliniyorsa, savaşçılar sınıfına girer. Ama efendisiyle birlikte savaşmıyor idiyse, savaşçı sınıfına girmez ve fey' olur.
Bu eman vermenin sıhhati açısından savaşa me'zun olan ile me'zun olmayan arasında fark olduğunu söyleyen Ebû Hanîfe'nin lehine bir delildir. İmam Muhammed'e göre kadının eman vermesi de, Özürlü kişinin eman vermesi de sahihtir. Oysa bunlar savaşçı sınıfından değildir.
Ancak bu meselenin çözümü şöyledir: Köle, savaşa elverişli bir bünyeye sahiptir. Ancak başkasının mülkü olması sebebiyle kendisi ile savaşması arasında bir engel ortaya çıkmıştır. Savaşmasına izin verilmekle bu engel hükmen ortadan kalkmış olur. onun için diyoruz ki;
Efendisiyle birlikte savaşıyorsa, savaşmaya elverişli bünyesinden dolayı savaşçılar sınıfından olur. Eğer efendisiyle birlikte savaşmıyorsa, engelden dolayı savaşanlar sınıfına girmez. Kölenin efendisi eğer onu savaşsın diye oraya getirmişse, ister savaşıyor olsun, ister savaşıyor olmasın savaşçılar smıfındandır.
Görmüyor musun, düşman Horasan halkının tamamı krallarının köleleridirler. Onları satar ve onlar hakkında istedikleri hükmü verirler. Onlarla düşmana karşı koyar ve savaşırlar. Kölelerden bu durumda olanlar, savaşsın veya savaşmasın, savaşçı smıfındandır.
3613- Müslümanlarla müşrikler kaledekilerin bazıları hakkında ihtilafa düşer ve müşrikler: Bunlar hürdürler, derken müslümanlar da: Hayır bunlar, efendilerinin hizmetinde olan kölelerdir derlerse, müşriklerin söyledikleri geçerlidir. Çünkü onlar, asıl olanı savunuyorlar.
Eğer: Aslında onlar için emamn sabit olmasına ihtiyaçları var. Onların asıl olana sarılmaları, bilinmeyen bir hakkın ispatı için değil, mevcut durumun devamı için bir delil olarak ileri sürülmektedir, denilecek olursa, deriz ki: Asıl olana sarılmaları, onlar için emanı ispat etmiyor, onların savaşçılardan olduklarını ispat ediyor. Ayrıca savaşçılar için emamn sabit olması, nass iledir, zahir ile değil.
Müşrikler, onların köle olduklarında ittifak eder ve on-lar köle olup bizimle savaşıyorlardı, derken, Müslümanlarda: Onlar, efendilerinin hizmetinde köleler idiler derlerse, müslümanlarm söyledikleri geçerlidir ve o kimseler müslümanlar için fey' olurlar.
Çünkü ittifaklarıyla o kişilerle savaş arasında engelin mevcut olduğu isbat edilmiştir ki bu engel, onların köle olmalarıdır. Bundan sonra artık zahire göre müslümanlarm iddialarının doğru olduğudur. Ancak müşrikler bunun aksine delil getirirlerse, o başka. Bu konuda sadece müslümanlarm şahitlikleri kabul edilir.
Çünkü yapılacak şahitlik, müslümanlarm aleyhinedir.
3614- Şayet kale halkının büyük çounluğu kralın köleleri olup savaşı bunlar yürütüyorsa ve mesele yukarıda anlattığımız gibi ise, kıyasa göre geçerli olan müslümanlarm söyledikleridir ve onlar, zikrettiğimiz sebepten dolayı müslümanlar için fey1 olurlar.
İstihsana göre ise onlar savaşçılar smıfındandır ve müslümanlar iddialarına dair delil getirinceye kadar eman içerisinde olan savaşçılar sınıfından kabul edilirler.
Bu konuda harp ehlinin şahitliği kabul edilir.
Çünkü harp ehlinin aleyhine bir şahitliktir. Ayrıca zahire göre onlar savaşçıdırlar. 'Gerçeğine vakıf olunamayan hususlarda zahire göre hüküm vermek vaciptir. Bizans ve benzeri ülkelerde olduğu gibi savaşçıları genelde hürlerden teşekkül eden ülkelerde kölelerinin savaştıkları tespit edilmedikçe köleleri savaşçı değillerdir. Çünkü zahire göre onlar savaşçı değillerdir.
3615- Şayet savaşçılara, çocuklara ve mallarına eman vermek üzere antlaşma yapılır ve sonra da savaşçılar malların güzelleriyle gürbüz çocukların kendilerine ait olduklarını söyleyecek olursa, bu hususta onların söyledikleri geçerlidir.
Çünkü böyle bir şeye vakıf olmak ancak onların kanalıyla mümkün olur ve böyle bir şeyin ispatı için müslüinanlardan şahit getirmeleri de kendileri için imkan dışıdır. Bu nedenle onlar neyi söylerse, sözleri kabul edilir. Bu, kişinin içinde sakladığı sırrını söylemesi mesabesindedir. Yaralılar da, nasıl yaralan-mışlarsa yaralanmış olsunlar savaşçıların emanı kapsamına girerler. Eğer bundan önce yaralanmışlarsa ve bu yaralarının iyileşmesi ihtimal dahilinde ise, yine savaşçılar smıfındandırlar. Ama o yaralarının iyileşme ihtimali yoksa, mesela elleri veya ayaklan kesilmişse, bunlar savaşçılardan değiller ve müslümanlar için fey'dirler. Ancak savaş konusunda uzman olup askerlerin savaşmalarını yönetiyorlarsa ve bu sebeple savaş alanına getirilmişlerse, savaşçılar sınıfına girerler.
3616- Kaledekiler, esirlerden şu sayıdakini almamız karşılığında bize eman verin deseler ve kalede ancak söyledikleri sayıda esir varsa, ister antlaşma yaparken geri kalanları size ait olsun demiş olsunlar, ister dememiş olsunlar, hepsi eman içerisinde olurlar.
Çünkü sayı verilerek onlara eman verilmiştir. Onların durumu, mirasta ase-belerle birlikte pay sahiplerinin durumu gibidir. Pay sahipleri haklarım aldıktan sonra asebelere bir şey kalmamışsa, asebelerin alacağı bir şey olmaz.
İmam Muhammed daha sonra hane halkları için eman istemelerini gündeme getirir ki bu mesele daha önce açıklanmıştı. Ancak şöyle devam eder:
3617- Burada adamın hane halkı, aralarında akrabalık bulunsun veya bulunmasın, evinde oturup geçimleri onun üzerinde olan kimselerdir.
Daha önce şöyle demişti:
Kişinin hane halkı, baba tarafından bilindikleri en büyük babaya kadar olan akrabalarıdır.
Meselenin yorumunu orada anlatmıştık, özet olarak mesele şöyledir: Hane'den maksat, oturulan ev ise, evinde geçimini üstlendiği herkes hane halkından sayılır. Ama bundan maksat soy açısından hane halkı ise, onun baba tarafından akrabaları kapsamı içine giren herkes girer. Hane halkı derken neyi kastetmiş olduğu bilinemiyorsa, her iki taraf da kastedilmiş olur. Çünkü eman konusunda esneklik esastır. Eman içerisine girer mi, girmez mi diye durumu şüpheli olan herkes emanın kapsamına girer. Çünkü aksinde sakınca ortaya çıkabilir."
3618- Eğer adamlarla aileleri üzerine antlaşma yapılmışsa, kişinin ailesi, evinde geçimlerini üstlendiği kimselerdir.
İstihsana göre bu böyledir. Ancak kıyasa göre kişinin ailesi, sadece hanımıdır. Bu meseleyi açıklamıştık. Adamın ailesi denilince sadece hanımı kastedilmiş olur. Ama hane halkı denilince durum farklıdır.
İmam Muahmmed bu arada esir değiş tokuşu ve bu konuda yazılacak belgenin nasıl yazılması gerektiği konusu üzerinde durarak şöyle devam etmektedir:
3619- Müslümanlar onlara yüz kişi, onlar da müslünıaıılara yüz kişi teslim etmeleri üzerine antlaşma yapılır ve müslümanlar, müşriklerin elinde bulunan esirlerin yüz sayısına ulaşmadıklarını görürse, müslümanlarm antlaşmayı bozmamaları gerekir. Ancak onlara, az olsunlar çok olsunlar, ellerindeki esirler sayısınca esir teslim ederler.
Çünkü şart böyledir. Parça, bütünden dolayı ve onunla beraber değerlendirmeye alınır. Ayrıca müslümanlar, başkası yok diye tek bir esir müslüman olsa dahi onun fidyesini ödememezlik edemezler.
3620- Şayet müşrikler güçlü kuvvetli esirleri saklar ve yaşlı olanlarla bedeni arızalara maruz kalmış olanları gösterirlerse, bunların fidyelerini ödemekten müslümanlarm kaçınmaları gerekir.
Çünkü bunların dokunulmazlıkları, güçlü kuvvetli olanların dokunulmazlığı gibidir. Fidyelerinin verilmesi, müslümanlarm onlara gösterdikleri saygınlıktan dolayıdır.
3621- Ancak müslümanlar, yaşlıları almayı kabul etmedikleri takdirde müşriklerin gizledikleri diğer müslüman esirleri çıkaracakları konusunda bir umutları varsa, yaşlıların fidyelerini ödemekten imtina etmelerinde bir sakınca yoktur. Eğer onları ortaya çıkarmaktan imtina ederlerse, ortaya çıkardıklarının fidyelerini devlet başkanının vermesi gerekir. Ancak bunda müslümanları aşağılama gibi bir durum söz konusu ise, devlet başkanının, müslümanları böyle bir duruma düşürmemek için fidye ödememesi gerekir.
Görmüyor musun, müşrikler, bir müslümana karşılık ancak yüz kişiyi serbest bırakırsanız kabul ederiz derlerse, her ne kadar bir müslüman yüz müşrike bedel ise de devlet başkanı bunu kabul etmeyebilir ve müslümanları aşağılanmaktan kurtarmak için başka bir tutum takınabilir.
3622- Şayet elçiler, kaleye girmemize yardımcı olmaları karşılığında kendilerine, ailelerine ve mallarına eman vermemizi isteyecek olsalar, onlara eman veririz. Sonradan onların aile ve mallarının olmadığı ortaya çıkarsa, sadece kendilerine eman vermiş sayılırız.
Çünkü eman, var olmayan için değil, var olan için geçerli olur. Eğer kalede aile ve mallan yoksa, var olan kendileri için eman verilmiş olur ve yok olan aile ve mallan için eman söz konusu olmaz.
3623- Kalede bulunan malların tamamının kendilerine ait olduğunu iddia etseler ve bu konuda yemin etseler, iddiaları kabul edilir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür iddialara vakıf olmamız ancak onların kanalıyla olur ve bu nedenle iddiaları geçerlidir.
3624- Çocukları konusunda bizden eman almış olsalar, daha Önce de belirttiğimiz gibi kendi çocukları, torunları ve hem oğullarının ve hem de kızlarının çocukları bu ema-mn kapsamına girer.
Görmüyor musun, Yüce Allah Meryem'in oğlu isa'yı ademin zürriyeti olmakla nitelemiştir. "Kadınlar" sözcüğü ise, sadece eşlerini kapsar. Nitekim Yüce Allah: "Sizden kadınlarına zıhar yapanlar[31] buyururken sadece eşleri kastedilmektedir.
3625- Kişinin nesli, çocukları mesabesindedir. Ebû Hanîfe (r.a.)'a göre "çocuklar" sözcüğü, kişinin sulbünden gelen çocuklarını kapsar.
Çünkü "çocuk" ismi, hakikat üzere kişinin kendi çocukları için, mecaz olarak da torunlar hakkında kullanılır. Eğer hakikat kastedilmişse, mecaza gidilmez. Antlaşma yapanların bir kısmının kendi çocuklan yoksa, çocuklarının çocukları kapsama girer.
Çünkü mecaz olarak onun çocuklarıdır. Hakikatle amel mümkün olmadığında, mecaz ile amel etmek gerekir.
Kızlarından torunları ise, çocukları sözcüğünün kapsamına girmezler.
Bu konuda da iki rivayet olup bunları eman konularında incelemiştik. "Benîn" sözcüğü eman konusunda hem erkek çocuklan ve hem de kız çocuklan kapsar. İmam Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'nin kıyasına göre ise, sadece erkek çocukları kapsar.
İmam Muhammed, "Ebu Hanife'nin kıyasına göre" derken, "benî falana (falan oğullarına) vasiyyet ediyorum" denilirken bununla erkek çocukların kastedildiğini hatırlatmaktadır. Eman konularını işlerken, Ebû Hanife'nin de görüşünün eman meselesinde, istihsana dayanan görüşünün aynı olduğunu belirtmiştik. Çünkü eman konusunda esnek davranmak gerekir. Burada kız çocukları da erkek çocuklarla birlikte eman kapsamında saymakta, vasiyet konusunda olduğu gibi erkeklerin haklarından bir eksilme söz konusu değildir.
"Veled" sözcüğünün kapsamına ise, hem erkek ve hem de kız çocuklar girer.
Çünkü doğumla kendisine nisbet edilen bütün çocukları için bu sözcük kullanılır.
3626- Müslümanlar, eman almaksızın harp diyarına girse ve bir kilise ile karşılaşırlarsa, kiliseyi tahrip etmelerinde, yakmalarında ve orada tuvaletlerini yapmalarında bir sakınca yoktur. Aynı şekilde orada cariyelerle yatmalarında da bir sakınca yoktur.[32]
Çünkü kilise de onların diğer meskenleri gibidir. Hatta bu gibi yerler, içinde Allah'a çokça isyan edildiği yerler olduklarından müslümanlar açısından evlerinden daha değersiz yerlerdir. İmam Muhammed bununla havralarla kiliseler ve ateşperestlerin ibadetgahlarıyla müslümanlarm mescitleri arasındaki farkı anlatmak istiyor. Mescitler, müslümanlarm namaz kıldıkları yerlerdir, Allah'a itaat edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Kul hakkı onlara karışmamış ve sırf Allah rızası için yapılmışlardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Muhakkak ki mescitler Allah'ındır.[33] Onlar da Kabe gibi Allah'a aittirler. Bu nedenle cünüp olarak mescitlere girilmez ve burada kişi hanımıyla yatamaz, tuvaletini yapamaz. Oysa kilise, havra ve ateşperestlerin ibadetgahlan, Allah'tan başkasına tapılsın diye inşa edilmişlerdir. Bu nedenle buraların hükmü ile evlerin hükmü aynıdır.
3627- Düşmandan biri kendisine ve ailesine eman verilmek kaydıyla müslümanlara, aile ve çocuklarının bulunduğu köy halkının yerini göstermek işerse, bu isteğini kabul etmek caizdir.
İmam Muhammed, bu konuda antlaşma belgenin nasıl hazırlanacağından bahseder ve sonra şöyle devam eder:
3628- Onlara bir köyü gösterse, köyde az veya çok kişi bulunmuş olsun, sözünü yerine getirmiş olur ve eman içerisinde olur. Çünkü şartını yerine getirmiştir. Ama köyde sadece ailesi ve çocukları varsa, kendisi fey olur, ailesi ve çocukları müslümanlara ait olur.
Çünkü müslümanlara, kendi aile ve çocuklarının ve bir de esir alınacak kimselerin bulunduğu bir yere rehberlik edeceğini söylemişti, müslümanlar da emanı bu şarta bağlamışlardı. Böyle bir yere rehberlik etmediğinden dolayı kendisi için de eman söz konusu değildir.
Ailesi ve çocukları dışında bir veya iki kişi varsa, durum yine aynıdır. Çünkü şarta göre aile ve çocukları dışında esirler olmalıydı ve "esirler" çoğul kipi olup, çoğulun asgarisi üç kişidir.
3629- Eğer bir köyde esirler vardı ama gitmişler derse, yine onun için eman yoktur.
Çünkü eman, kendisinde esir bulunan bir köye rehberlik etmesi şartına bağlanmıştı. Bura da ise esir yoktur. Ayrıca maksat, onun rehberliği sayesinde müslümanlarm esirleri alma imkanına kavuşmalarıydı. Daha önce gerçekten bu köyde esirler var idiyse de maksat gerçekleşmemiştir.
3630- Müslümanların ordugahına girdiğinde ona eman verilmişse ve eman verildikten sonra: "Bana, aileme ve çocuklarıma eman verin ki size şu köy halkının nerede olduklarmı göstereyim, sözümü yerine getirmeyecek olursam benimle sizin aramızda eman olmasın" der, sonra da nıüslümanları kendi aiie ve çocuklarından başka bir kimsenin bulunmadığı bir köye götürecek olursa, kendisine verilen eman devam eder, ama ailesi ve çocukları müslümanlar için fey'dir.
Çünkü kendisine verilen eman, bu şarttan önce verilmişti. Ailesi ve çocuklarının emanı ise, rehberlik şartına bağlanmıştı. O köyde onlardan başka kimse bulunmadığına göre eman onlar İçin söz konusu değildir. Sadece kendisinin önceki emanı devam etmektedir. Güvenli bir yere ulaşıncaya kadar onun hakkındaki bu eman devam eder.
3631- Müslümanlara esirlerin sayılarını verecek olsa ve buna. karşılık kendisine eman verilmesini isterse, oraya gidildiğinde şayet verdiği sayı kadar esir varsa, o zaman eman içerisindedir. Ama verdiği sayıya ulaşmıyorlarsa, kendisi müslümanlar için feyr olur.
Çünkü emanı için koşulan şart gerçekleşmemiştir.
3632- Kıyasa göre, eman istediğinden önceki durumu nazarı itibara alınarak müslümanlar onu öldürebilirler, istihsana göre ise, onu öldüremezler.
Çünkü şartın bir kısmını yerine getirmiştir. Şart koşulanın tamamını yerine getirmiş olsaydı, öldürülmekten ve köle yapılmaktan kurtulmuş olurdu. Şartın bir kısmını yerine getirmesi meseleye şüphenin karışmasına sebep olmuştur. Şüphelerden dolayı da öldürme ortadan kalkar. Diğer taraftan, kendisine şart koşulanda müslümanların yararı açısından bir bedel anlamı vardır. Zahir itibariyle de şart anlamı vardır. Şart manasını göz önünde bulundurduğumuzda onu öldürebilirler. Çünkü şartın gerçekleşmesi için şart koşulanın tamamının yerine getirilmiş olması gerekir. Bedel anlamını göz önünde bulundurduğumuzda ise, eman içerisinde olur. Şüphelerden dolayı hükmü ortadan kalkan şeyde bedel anlamını tercih ediyoruz ki ortadan kalkan hüküm öldürmedir. Şüphelerle birlikte sabit olan şeyde ise şart anlamını göz önünde bulundurduk ki o da, köle edilmesinin caiz olduğudur.
İmam Muhammed bu arada karşılıklı veya tek taraflı ilgili mütareke belgesinin nasıl yazılacağını anlatır ki bu konulan daha önce tafsilatlı bir şekilde ele almıştık.
En İyİ Allah bilir.[34]
3633- Bir nikahla iki kız kardeşle evlenmiş bulunan düşman kişi müslüman olduğunda, nikahı geçersiz olur. Ayrı iki nikahla onları nikahlamışsa ve her ikisi de onunla birlikte müslüman olmuşlarsa, birincisinin nikahı geçerli, ikincisinin nikahı ise geçersizdir.
Ebû Hanife ve Ebû Yusuf un görüşü budur. İbrahim ve Katade de bu görüştedir. İmam Muhammed'e göre ise, İster ikisini bir akitte nikahlamış olsun, ister ayrı ayrı akillerle nikahlamış olsun, onlardan bîrini seçmekte muhayyerdir, birini seçer ve diğerinden ayrılır.
3634- Bunu yapan kişi daru'IIslamda bir zimml ise, sonra İslamı kabul etmiş ve onunla birlikte iki kız kardeş de İslamı kabul etmişlerse cevap, Ebû Hanife (r.a.)ın görüşü gibidir.
Çünkü zimml, muamelat konularında İslamın hükümlerine bağlıdır. İki kız kardeşi bir nikah altında tutmanın yasaklığı da İslamın hükümlerin dendir. Bu işi yapan İslamın hükümlerine bağlı ise, kişinin nikahlan kökten olmaz. Harp ehline gelince, onlar İslamın hükümlerine bağlı değiller. Onlara göre böyle bir nikah temelden sahihtir. Daha sonra haramlık söz konusu olunca, kişinin onlardan birini seçmesi gerekir. Tıpkı dört hanımı olup hangisini boşadığını belirtmeden "hanım-lanmdan biri boştur" diyen müslümanın durumu gibi. İmam Muhammed'in görüşü budur.
3635- Zimmî biri, mehir olmaksızın bir kadınla evlenir ve sonra müslüman olursa, harp ehlinden olanın aksine, mehri misli ödemesi gerekir.
İmam Muhammed es- Siyeru'l- Kebir'de bunu böylece belirtir ve şöyle der:
3636- Resûlullah dışında İslam ümmeti mal konusundaki hakkını devam ettirir. Dörtten fazla kadınla evlilik konusundaki yasak da Resûlullah (s.a.v.) dışında ümmet hakkında sabittir. Harp ehli hakkında ise her iki hüküm de sabit değildir.
Bbu Hanife ve Ebu Yusuf a göre iki kız kardeşle evli olan kişi müslüman olduktan sonra her ikisiyle evliliği mevcut olduğundan bunun devam ettirilmesi, yeni bir işlemin yapılmış olması anlamına gelir. Böylece sanki îslamdan sonra iki kız kardeşle evlenmiş gibi olur. Bu sebeple İkisiyle bir akitte evlenmişse, her ikisinin de nikahı batıl olmuştur. Ama ayrı akillerle onları nikahlamışsa, ikinci akitte nikahlanmış olanın nikahı geçersiz olur. Dört kadından fazla kadınla evli olanın durumu da budur.
Nitekim zİmmîler hakkında cizyenin de bu yolla sabit olduğunu söyledik. Nasıl harp ehli, iki kız kardeşi bir nikah altında tutma yasağıyla İlgili İslami hükme bağlı değil iseler, zİmmîler de buna bağlı değildirler. Bu nedenle, mesele mahkemeye intikal ettirilmedikçe devlet başkanı onların bu tavırlarına karışmaz. Bu nedenle Ebu Hanife ( r.a.), mehirsİz evlenme konusunda harp ehli ile zimmller arasında bir farkın bulunmadığını söylemektedir.
Muhammed - Allah rahmet etsin - görüşünü ispat için senetleriyle bir takım rivayetler nakleder.
Bunlardan biri, Abdullah b. Ömer'in ( r.a.) şu hadisidir: öaylân b. Seleme es-Sakafi, müslüman olduğunda on hanımı vardı. Peygamber (s.a.v.) ona: Aralarından dördünü seç, buyurdu. Hz. Ömer döneminde ise bu şahıs, hanımlarını boşadı ve malını çocukları arasında taksim etti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) onu çağırttı ve: "Duydum ki hanımlarını boşamış ve malını çocukların arasında taksim etmişsin" dedi. Ğaylân: Evet, dedi. O zaman Hz. Ömer şöyle dedi: Görüyorum ki şeytan, kulak hırsızlığı vasıtasıyla senin ölümünü duymuş ve onu kalbine fısıldamış, bu dünya hayatından az bir müddetin kalmış. Allah'a yemin ederim ki hanımlarını geri almaz ve malını da çocuklarından geri almadan bu arada ölürsen, malından hanımlarına miras vereceğim ve sonra da Ebû Rigal'in kabri nasıl taşlandıysa senin de kabrinin taşlanmasını emredeceğim.
İmam Muhammed, hastalığı sırasında Gaylân'ın Hz. Ömer'in bu emrini yerine getirdiğini sanıyorum, demiştir. Muhammed b. Abdullah'tan rivayet edilir ki, Ebu Mes'ud b. Abdi Yaleyl b. Amr b. Umayr es- Sakafi, İslama girdiğinde sekiz hanımı vardı ve aralarından dördünü seçti. İmam Muhammed dedi ki : Güvenilir kişi bize Abdullah b. Lehia'dan ve o da Ebû Vehb el - Ceyşanî'den Dahhak b. Firuz ed-Deylemi'den babasının şöyle dediğini nakleder: İslama girdiğimde iki kız kardeşle evliydim. Resûlullah ( s.a.v.), onlardan birinden ayrılmamı emretti.
İmam Muhammed diyor ki: Firuz ed-Deylemî, San'a şehrinde bulunan iran haîkmdandı. İslama girdi ve iyi bir müslüman oldu.
3637- Üstad ki: Ebû Hanife'ye göre bu rivayetlerin te'vili şöyledir:
Birincisi: Bu nikahlar, iki kız kardeşi bir arada tutmanın yasaklanmasından Önce kıyılmıştı. Zamanımız açısından böyle bir durum söz konusu değildir.
ikincisi: Resûlullah'ın (s.a.v.): iki kız kerdeşten birini seç yahut aralarından dördünü seç, sözüyle kastettiği, yeniden nikahlarının kıyılmasıdır, yoksa daha önceki nikahtan dolayı daha önce meydana gelmiş bir hükmü sürdürmesi değildir. Ebû Hanife (r.a.) bu görüştedir.
İmam Muhammed daha sonra, daru'Iharpte bulunan eşlerden birinin İslami kabul etmesi sonucu ortaya çıkacak durumu anlatır.
Anlattıkları özet olarak şöyledir: Ehl- i Kitaptan hem erkek hem de kadın İslamı kabul ederlerse, kadın onun karısı olmaya devanı eder.
Çünkü başlangıçta aralarındaki nikah caiz olduğundan devamı da haydi haydi caizdir.
3638- Kadın ehl- i kitaptan değilse ya da islami kabul eden kadın ise, aralarındaki ayrılık üç hayız döneminin geçmesine bağlıdır.
Çünkü nikahın sıhhatinden sonra, ayrılığı gerekli kılan sebebin sabit olması gerekir. Onlardan birinin müslüman olması ise, buna elverişli değildir. O mülkiyetin sabit olmasının bir sebebidir. Onlardan küfür üzerinde İsrar edenin bu durumu ise, diğerinin müslüman oluşundan önce var idi ve bunun ayrılık üzerinde bir etkisi yoktur. Ayrıca aralarında nikahın devam etmesi de imkan dışı olmuştur. Aralarında ayrılığın vuku bulması, iddet döneminin geçmesine bağlıdır, diyoruz. Çünkü riç'i talaktan sonra iddet müddetinin dolması ayrılmalarında bir etkendir.
Eğer İslam ülkesinde iseler, küfür üzere İsrar edene üç defa müslüman olması teklif edilir ve müslüman olmayı kabul etmediği takdirde birbirlerinden ayrılmaları sağlanır. Ama İslam ülkesinde değillerse, devlet başkanının kadın üzerinde velayeti mümkün olmadığından üç hayız müddetini, üç defa İslamı teklif yerine kabul ettik.
3639- Onlardan müslüman olanı üç hayız müddeti geçmeden İslam ülkesine gelecek olursa, Hicaz ulemasına göre durum yine budur. Irak ulemasına göre ise, ülkelerinin ayrı olması nedeniyle hem hükmen ve hem de fiilen aralarında ayrılık gerçekleşmiştir.
Çünkü harp ehlinden olup harp ülkesinde bulunanın, İslam ülkesinde bulunan kimse hakkında durumu, ölünün durumu gibidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz....."[35]
3640- Resûlüllah (s.a.v.)in, kızı Zeyneb'i Ebû'1-As'a nasıl geri verdiği konusundaki rivayetler muhteliftir. Amr b. Şuayb'in babasından ve onun da dedesinden naklettiği rivayete göre, yeni bir nikah ile onu geri vermiştir. Âmir eş-Şabl'den gelen rivayete göre ise, ilk nikahıyla onu geri vermiştir.
Eğer yeni bir nikah ile vermişse, bunun izahı şudur: Zührl'nin belirttiği gibi, bu konudaki emirler gelmezden -Önce bu olay vuku bulmuştur. Katade, bunun, Berae sûresinin inmesinden önce vuku bulunduğunu belirtir. Şa'bi ise, "kafir kadınları nikahınızda tutmayın"[36] ayetinin inmesinden önce bu olayın meydana geldiğini söylemektedir.
Anlatılanlara göre bu hüküm, bu ayetin inişiyle nesh-edilmiştir. iki ayrı ülkede yaşayan eşlerin aralarında ise, fiilen de hükmen de bir bağ yoktur.
Zührî'nin söylediği ise şudur: Mekke fethedildiği gün Kureyşli bazı kadınlar müslüman olmuş ve bunların kocalan Mekke'den kaçmış, sonra da dönüp müslüman olmuşlardır. Resûlüllah (s.a.v.) bu kadınları ilk nikahlarıyla onları kocalarına bırakmıştır. İkrime'mn karısı Üm-mü Hakîm'den yapılan rivayet budur. Hakîm b. Hızam'm karısının rivayetine göre ise, kaçan bu kimseler, sahile kaçmışlardı ve buralar Mekke'nin sınırları dahilinde idi. Mekke'nin fethedilmesiyle buralar da fethedilmiş sayılıyordu. Dolayısıyla ayrı iki ülke söz konusu değildi. Rivayet edildiğine göre Ebû Süfyan, Zahran yolunda bulunan Resûlullah'ın (s.a.v.) ordugahında İslamı kabul ettiğinde karısı Hind, müşrik olup Mekke'de bulunuyordu. Daha sonra Hind müslüman olmuş ve Rasûlullah (s.a.v.) ilk nikahıyla onu kocasına geri vermiştir. Ebû Süfyan'm o gün müslümanhğı mükemmel değildi. Resûlüllah (s.a.v.) amcası Abbas'ın şefaatiyle onu affetmişti. Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz. Abbas'a şöyle demişti: Kardeşinin oğlu büyük bir krallığa kondu. Bunun üzerine Hz. Abbas: Hayır, o bir kral değil, bir peygamberdir, demiş ve Ebû Süfyan: Öyle mi? Karşılığını vermiştir. Bu sözler, samimi bir müslümanın söyleyeceği sözler değildir.
İmam Muhammed, sonra Abdullah b. Ebî Bekr'in şu hadisini nakleder.
3641- Bişr'in kızı Ümeyme müslüman olmuş ve kafir olup küfür yurdunda ikamet eden kocasından kaçarak Resûlullah (s.a.v.)'in yanına gelmişti. İddeti bittikten sonra Resûlüllah (s.a.v.) Ümeyme'yi Süheyl b. Hanîf ile evlendirmiştir. Sonra kafir olan kocası İslamı kabul edip gelmiş, ama Resûlüllah, karısını ona geri vermemiştir.
Bu, ülkelerin ayrı oluşuyla aralarında ayrılığın meydana geldiğine dair bir delildir. İmam Muhammed, hicret eden kadının iddet beklemesinin gerekliliğine dair bu rivayeti delil olarak getirir. Ebû Hanife ise, hicret eden kadının iddet beklemesine ihtiyaç olmadığını söylemektedir. Ona göre hicret eden kadın, esir alınan kadın mesabesindedir. Çünkü her iki durumda da ayrılık, ülkelerin farklılığından kaynaklanmaktadır. Nakledilen rivayette ise, Ünıeyme'nin, Resûlullah (s.a.v.)'in emriyle iddet beklediğine dair bir ifade mevcut değildir.
İmam Muhammed bu arada Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder:
3642- Kadın harp yurduna iltihak ederse, iddet beklemez. Biz de bu görüşteyiz. Diyoruz ki: İslamdan irtidat ederek yahut zimmi olup zimmet ahdini bozarak iltihak etmişse, kocasının bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye gidip harp ehlinden olduğu için hakikaten ve hükmen kocasından ayrılmış olur ve onun hakkında burada iddet söz konusu değildir.
Çünkü iddet beklemek, İslamın hükümlerindendir. Harp ehlinden olan kadın buna muhatap değildir. İmam Muhammed'e göre hicret eden kadın bu durumda değildir. Ebu Hanife'ye göre ise, iddet bekleme konusunda her ikisi eşittir. Ancak hicret eden kadın hamile ise, bebeğini doğuruncaya kadar evlenemez. Ev-lenememesİ, iddet beklemesi gerektiğinden değil, nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımasından dolayıdır.
Tıpkı efendisinden hamile kalan ummu'l - veled'in durumu gibi. Hasan, Ebu Hanife'nin şöyle dediğini rivayet eder:
3643- Evlendiği takdirde nikah caizdir. Ancak, başka9-sımn ektiğini kendi suyuyla sulamaması için bebeğini -doğuruncaya kadar kocası ona yanaşmaz. Esir düşen kadın da hamile ise, efendisi doğurmasını bekler ve bu müddet zarfında ona yanaşamaz.
3644- Harp ehlinden biri, harp yurdunda bir kadınla kızını bir nikah akdiyle yahut ayrı iki akitle nikahlayacak olsa, onlardan biriyle henüz yatmadan hep birlikte müs-lüman olsalar, Ebu Hanife'ye göre, ikisini bir akitle nikahlamışsa, ikisinin de nikahı geçersizdir. Ama ayrı iki akitle nikaklamışsa, ikincisinin nikahı geçersizdir.
Çünkü burada itiraz, iki kız kardeşi nikahlamasına itiraz gibidir. İmam Mu-hammed'in görüşüne göre her iki durumda da kızın nikahı sahih, annenin nikahı ise fasittir. Çünkü ona göre bir arada bulundurma sebebiyle yasaklama, iki kız kardeş hakkında olduğu gibi, müslüman olmadan önce haklarında sabit değildi. Bu sebeple ister önce nikahı kıyılmış olsun, ister sonra kıyılmış olsun, kızın nikahı sahihtir.
3645- Sırf kızın nikahının sahih olmasıyla anne haram olmuş olur. Oysa sırf annenin nikahından dolayı kızın nikahlanması haram olmaz, işte bu nedenle her iki durumda kızın nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır.
Çünkü akrabsjiıktan dolayı haramhk, emzirme ve nesepten dolayı ha-ramlığm benzeridir.^Su ise, sebebi gerçekleştiğinde İslam yurdunda sabit olduğu gibi daru'lharpte de sabittir ve bu mesele de buna benzemektedir.
3646- Eğer her ikisiyle de yatmışsa, ittifakla her durumda ikisinin de nikahı geçersizdir.
Çünkü her biriyle yatma, akrabalık sebebiyle ebediyyen diğerini haram kılar.
3647- Ama onlardan biriyle yatmışsa, Muhammed'in görüşüne göre kızla evlendikten sonra anneyle yatmışsa ikisinin de nikahı geçersiz olur.
Çünkü kızla yapılan sahih akit, annenin haram kılınmasını, anneyle yatmak ise kızın haram olmasını gerektirir.
3648- Eğer kızla nikah kıymadan anne ile yatmışsa, annenin nikahı sahihtir.
Çünkü anneyle yatmak, kızın haram olmasını gerektirir ve ondan sonra kızla yapılan nikah akdi sahih değildir. Kızla fasit akit yapılmış, (ama yatma meydana gelmemiş) se, annenin haram kılınmasını gerektirmez.
3649- Eğer sadece kızla yatmışsa, kızın nikahı sahihtir.
Çünkü anne ile sadece akit yapılmıştır ve akdin yapılmış olması, kızın haram olmasını gerektirmez. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf a göre ise, ikisini bir akit ile nikahlamışsa, ikisinin de nikahı batıldır. Sonra, anne olsun kız olsun, birlikte yattığıyla evlenebilir. Diğeriyle evlenemez, çünkü anne olsun, kız olsun hangisiyle yatmışsa diğerini haram kılar.
3650- Eğer ayrı iki akitle onlarla evlenmiş ve kızın nikahı Önce yapılmış olup onunla yatmışsa, onun nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır. Çünkü arada akrabalık gerçekleşmiştir. Ama anne ile yatmışsa, ikisinin de nikahı batıldır. Çünkü kızla yapılan akit sahih olup, annenin haram kılınmasını gerektirir.
Ama önce anne ile evlenmiş ve onunla yatmışsa, onun nikahı sahihtir. Ancak kızla da yatmışsa, berikisinin nikahı geçersiz olmuştur. Çünkü ikisini bir arada bulundurmaktan dolayı kızla yapılan akit sahih değildi ve kızla yatmaktan dolayı da annenin nikahı geçersiz olmuştur. Daha sonra anne ile değil de, kızla evlenebilir. Çünkü annâ ile yatma olmamıştır, sadece akit söz konusudur ve anne ile
salt nikah akdi yapmış olmak, kızın haram olmasını gerektirmez. Bu sebeple de kızla evlenmesi caizdir.
3651- Harp ehlinden biri, bir cariye ve hür bir kadınla evlense, sonra da hepsi müslüman olsalar, Muhammed'e Allah rahmet etsin- görüşüne göre ikisinin nikahı caizdir.
Çünkü ona göre cariye ile hür kadını bir arada bulundurmanın haramhğı önce sabit değildi. İslamdan sonra ise hem cariyenin ve hem de hür kadının nikahının devam etmesi, İslamın hükümlerindendir. Muhammed, Ebû Hanife'nin bu konudaki görüşünü belirtmemektedir.
Denildiğine göre bu mesele hakkındaki cevabı, Muhammed'in görüşü gibidir. Çünkü hitabın hükmü, İslamdan sonra onlar hakkında sabittir. Ona göre cariyenin nikahının geçersiz olduğu ve iki kız kardeşin nikahında olduğu gibi, İslamdan sonra akdin yenilenmesi gerektiği de söylenmiştir.
3652- Harp ehlinden biri dört kadını bir veya iki akitle nikahlamışsa ve sonra da o kadınlarla birlikte esir düşmüşse, Muhammed'e göre onlardan ikisini seçer.
Çünkü köle için iki kadından fazlası, hür erkek için dört kadından fazlası mesabesindedir. Ebû Hanife ve Ebû Yusufa göre ise,, burada hepsinin nikahı batıldır. Eğer onlarla bir akitte nikahlanmışsa, batıl oluşunda bir problem yoktur. Çünkü bu, bir akitle beş kadınla evlenip sonra da hem kendisi hem de o kadınların müslüman oluşlarıyla ortaya çıkan duruma benzemektedir. Eğer ayrı ayn akitlerle nikahlamışsa, bu durum ile kendisinin ve kendisiyle birlikte kadınların İslami kabul etmeleri arasındaki fark şudur:
Dörtten fazla kadınla evlenme, İslama göre sahih bir evlilik değildir. İslama göre böyle bir evliliğe itiraz gerekli olduğuna göre, sahih olmayanın fasit olduğu ortaya çıkmaktadır. Oysa burada dört kadınla evlenmiş olması İslama göre sahihtir. Çünkü dört kadınla evlendiğinde hür idi. Köle olduktan sonra artık dört kadınla evli olması caiz değildir. Ama hangisiyle nikahının batıl veya sahih olacağına dair bir gerekçe mevcut olmadığından evlendiği kadınlar hepsi ile evliliği son bulmuştur.
3653- Harp ehlinden biri, aynı kadından süt emen iki kızla evlenir, sonra hepsi müslüman olacak olsa, ihtilaflı olmakla beraber, iki kız kardeşle evlenenin durumu gib
Çünkü İslamdan önce aynı kadının sütünü emmelerinden dolayı iki kız kardeş hükmündedirler.
3654- İki kız müslüman olduktan sonra onları em-zirmişse, her ikisinin de nikahı fasit olur.
Ebû Hanife işte bu meseleyi Muhammed'in aleyhine bir delil olarak ileri sürmektedir. Ancak İmam Muhammed şöyle diyor: Emzirmeden önce müslüman olduklarından onların durumu, müslüman oldukları halde onlarla evlenmesi ile aynıdır. Müslüman biri, aynı anneden süt emen iki kızla evlenecek olsa, o ikisiyle evliliği son bulur. Çünkü nikahını bozan kız kardeşlik her ikisinde bir arada bulunmuştur. Oysa önceki durum böyle değildi.
3655- Hepsi kitap ehlinden olup koca müslüman olsa ve ikisini aynı kadın emzirse, durum yine aynıdır.
Yine harp ehlinden biri, bir kadın ve süt çağında bir kızla evlenecek olsa ve evlendiği kadının sütü olup bu kadm o küçük kızı emzirecek olsa, sonra da hepsi İslamı kabul edecek olsalar, Ebû Hanife'nin görüşüne göre her ikisinin de nikahı fasit olur.
Çünkü anne ve kız olmuşlardır ve o kişi her ikisini bir arada nikahı altında bulundurmaktadır. Sanki emzirmeden sonra onlarla evlenmiş gibidir. Muham-med'e göre ise, kızın nikahı caizdir. Çünkü kızla yaptığı akit sahihtir ve bu (salt akit) annenin haram olmasını gerektirmez.
3656- Ama emzirme müslüman olduktan sonra olmuşsa, ittifakla her ikisinin nikahı da batıldır. Tıpkı müslüman olduktan sonra onlarla evlenmesindeki durum gibi. Yine koca İslamı kabul eder ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirirse, ikisinin de nikahı fasit olur.
Çünkü anne ile kızı bir nikah altında tutmanın yasaklığma muhatap olan kocadır.
3657- Yalnızca büyük olanı müslüman olur ve sonra küçüğü emzirirse, Muhammed'e göre onun nikahı fasit, kızın nikahı ise caizdir.
Çünkü onu emzirdiğinde koca harp ehlindendi. Bundan dolayı şimdi em-zirmiş olması ile müslüman olmazdan önce emzirmİş olması aynıdır.
3658- Islamı kabul eden kişi küçüğün babası ise ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirmişse, her ikisinin de nikahı fasit olur.[37]
Ebû Hanife'ye göre burada bir problem yoktur. Muhammed'e göre ise küçük olanı, babasının müslüman olmasıyla müslüman olmuştur ve İslama göre annesiyle birlikte onu nikahlamak caiz değildir. Bu sebepten dolayı nikahı batıl olmuştur. Annenin nikahı da, kızla nikah akdinden dolayı batıl olmuştur. İşte bu sebeple her ikisinin nikahının batıl olduğunu söylemektedir.
İmam Muhammed bu meseleyi şu şekilde açıklanKişi, süt emen bir kız çocuğunu nikahladıktan sonra boşasa, sonra da bir kadınla evlense ve o kadm o küçük kızı emzirse, evlendiği o kadın ona haram olur. Çünkü o küçük kız, o kadının kızı olmuştur ve bu kız bir zamanlar sahih bir nikah akdiyle onun karısı idi. Kızla yapılan salt bir nikah akdi, annenin o kişi hakkında ebediyyen haram
olmasını gerektirir.
3659- Eman altındaki iki eş daru'lİslamda iken koca İslamı kabul eder ve karısı da ehl-i kitaptan olup daru'lharbe dönmek isterse, dönmesine müsaade edilmez.
Çünkü kocanın müslüman oluşundan sonra aralarındaki nikah akdi devam etmektedir. Kadın artık müslüman bir erkeğin nikahı altında zimmî biridir. Tıpkı müsjüman bir erkekle evlenmiş bir eş mesabesindedir ve kocasına tabidir.
3660- Koca zimmî olursa, durum yine aynıdır.
Çünkü zimmî de müslüman gibi ülkemizin vatandaşıdır.
3661- Eğer kadın, o kişinin karısı olduğunu inkar e-derse, koca aksini ispatlayacak bir delil getirmedikçe kadının sözü geçerlidir. Bu meselede kadının aleyhine harp ehlinden olanların şahitlikleri de geçerli değildir.
Çünkü kocanın ve şahitlerin iddiaları sonucu kadın zimmî olacaktır ve harp ehlinden olanların zimmîlerİn aleyhine şahitlikleri kabul edilmez.
3662- Koca İslama girmeden yahut zimmî olmadan önce müslüman hakim aleyhlerine herhangi bir hüküm veremez. Koca, o kadınla evli olduğuna dair müslümanlar-dan şahitler getirip ikisinin de eman altında olduklarını kanıtlasa, müslüman hakim yine daru'lharpte cereyan eden bir muamele hakkında hüküm veremez.
Çünkü onlar İslamın hükümlerine bağlı değillerdi ve koca, o kadının karısı olduğunu iddia ederken bunu darulharpte olmuş bir akde dayandırmaktadır. Müslüman hakim onun bu iddiasına dayanarak aralarında hüküm veremez.
3663- Eğer kadın ehli kitaptan değilse, hakim İslamı ona arz eder. İslamı kabul ettiği takdirde evlilikleri devam eder. Ama kabul etmezse evliliklerinin son bulduğuna karar verir. Çünkü artık hakimin velayeti altındadır, ona müslüman olmasını arzeder ve reddettiği takdirde onu kocasından ayırır. İddeti bittikten sonra da daru'lharbe geri dönebilir.
Çünkü kocasının müslüman olmasından sonra nikahlısı değildir. Kadın bu durumdayken nikahın devamı ve kadının zimmî olması mümkün değildir. Ancak müslüman olan kocasının hakkından dolayı iddet müddetini İslam yurdunda tutması gerekir. Çünkü hamüe olabilir ve kocasının müslüman oluşundan dolayı doğacak çocuğu da Maüslümandır. Bu sebeple, bu müddet dolmadan dadu'l harbe geri dönemez.
3664- Kocası müslüman değil de zımmi olursa, kadın artık darulharbe dönemez.
Çünkü aralarındaki nikah devam etmektedir ve kocasına tabi olarak kendisi de zimmî olur.
3665- Eğer müslümanlığı kabul eden kadın ise, kocasına İslam arz edilir ve reddettiği takdirde evliliklerine son verilir. Koca, dilerse harp yurduna dönebilir.
Çünkü koca, karısına tabi değildir.
3666- Hakim kendisine İslamı arz etmeden önce koca-daru'lharbe dönecek olursa, ayrı ülkelerde bulunmalarından dolayı fiilen de hükmen de evlilikleri son bulmuş olur. Evliliklerinin son bulması, boşama dışında gerçekleşmiştir ve mürtedle müslüman evlenemez.
Çünkü nikah, dine dayalıdır ve mürted din ehlinden değildir. Bu meseleyi Şarhu'l- Muhtasar" da etraflıca anlattık. İmam Muhammed bu arada hicret konusunu ele alarak şöyle der:
3667- Koca daru'Iharpte olduğu halde karısını boşarsa, boşama meydana gelmez.
Ebu Hanife, (r.a.) göre bunun gerekçesi şudur: Bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez. Muhammed'e göre ise, koca harp ehlindendir ve harp ehlinden olanla müslüman arasında bir bağ olmadığı için boşama meydana gelmez. Eğer boşama meydana gelseydi, aralarındaki bağ ispatlanmış olurdu. Bu nedenle İmam Muhammed şöyle demektedir:
3668- Koca müslüman olduktan sonra onu boşarsa, boşama gerçekleşmiş olur.
Çünkü o zaman iddet beklemesi gerekir. Müslümanlar, ayrı ülkelerde de olsalar, aralarındaki bağ devam eder. Muhammed bunu söylerken, daru'lharbe iltihak eden mürtedde kıyas yapmaktadır. Daru'lharbe iltihak etmiş mürted, karısını boşadiğinda bundan dolayı iddet beklese de boşama vaki olmaz. Ama müslüman Olarak geri döner yahut daru'Iharpte iken müslüman olur sonra onu boşarsa, boşaması gerçekleşir ve kadın bundan dolayı iddet bekler.
3669- Harp ehlinden ülkemize eman alarak gelen kişi, ondan iddet bekleyen muhacir karısını boşarsa, boşaması gerçekleşmez.
Çünkü koca hala harp ehlindendir ve durumu, daru'Iharpteki durumu gibidir. Nitekim hür bir kadın bir köle ile evlenip onunla yatsa, sonra o köleyi satın alacak olsa, nikah fasit olur ve iddet beklemesi gerekir. Kölesi iken kadını boşayacak olsa, boşama meydana gelmez. Çünkü köle ile efendisi durumundaki kadın arasında nikahtan dolayı bir ismet yoktur.
3670- Kadın onu azad ettikten yahut sattıktan sonra kadını boşayacak olsa, boşaması gerçekleşmiş olur.
Çünkü kadın ondan iddet bekler.
3671- Muhacir olan kadın şayet hamile ise, Ebu Ha-nife'ye göre kocası onun kız kardeşiyle evlenebilir.
Çünkü bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez. Ama kadın başka biriyle evlenemez.
Çünkü nesebi sabit bir çocuğu karnında taşıyor. Onun durumu, efendisinden hamile olan ummu'l-veled'in durumu gibidir. Efendi, bu durumdaki um-mu'1-veled'in kız kardeşiyle evlenebilir ama çocuğunu doğuruncaya kadar onunla beraber olamaz .Değilse, aynı dönemde iki kız kardeşle elenmiş olur. Bu mesele de onun çibidir. Esir edilen kadın hakkındaki durum da budur.
3672- Koca İslama girer ve karısını darulharpte terk ederek bizim ülkemize gelecek olursa, ülkelerin farklılığından dolayı kendisi ile karısı arasında evlilik bağı son bulmuş olur. Ancak kadın hamile ise, başka bir koca ile evlenemez. Bu durumdaki bir kadın için iddet yoktur ama nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımaktadır. Bununla birlikte doğuracağı çocuk neseb yönüyle kocayı bağlamaz. Ancak kadın (kocanın daru'IİsIama gelmesinden itibaren) altı aydan daha az bir müddet içinde onu doğurmuşsa neseb yönünden kocaya ait olur.
Çünkü ülkelerin farklılığından dolayı, ülke farklılığı gerçekleştiği andan itibaren kocasından ayrılmış sayılır. Hüküm açısından bu ayrılık, zifafa girilmeden gerçekleşmiş boşama gibidir.[38]
3673- Kadın, darü'Iharpte iken İslama girer ve aralarındaki ayrılık üç hayız müddetini doldurursa, geçen bu müddet, iddet hükmündedir ve bu durum ile kadının islam ülkesine çıkıp gelmesinden dolayı meydana gelecek boşanma aynıdır. Çünkü her İki yerde de evlilikleri son bulmuştur ve kadın hür olup İslamin hükümlerine muhataptır. İster darü'lharpte bulunsun, ister İslam yurduna gelmiş olsun, fark etmez.
3674- Harp ehlinden bir kadın henüz harp yurdunda iken müslüman olur ve İslam ülkesine gelirse, kocası da eman alarak onunla birlikte İslam yurduna gelmişse, üç hayız müddeti geçinceye kadar, onun karısı olarak kalır, sonra müslümanların devlet başkanı kocasına müslüman olmasını teklif eder.
Çünkü bu kişi, eman alarak İslam yurduna girdiği için gerçekte harp ehlinden olmakla birlikte darü'lharbe donünceye kadar bir yönüyle zimmî gibidir. Devlet başkanı, ona İslami arz etme imkanına sahiptir. Üç hayız müddeti geçinceye kadar kadın onun karışıdır ve bu müddet geçtikten sonra evlilikleri son bulur. Çünkü bir yönüyle zimmîye benzemektedir. Kocasına İslam arz edildikten sonra îlamı kabul etmekten kaçındığı takdirde bu müddetin dolması beklenir. Çünkü hangi suretle evlilikleri son bulmuşsa bulsun, üç hayız müddeti beklemesi gerekir.
3675- Kadın iddet beklerken kocası onu boşayacak olursa, boşaması geçerlidir.
Çünkü koca, onunla birlikte islam yurdundadır ve belirttiğimiz gibi bir yönüyle zimmîye benzemektedir.
Görmüyor musun, devlet başkanı onları birbirlerinden ayırmadan koca ona hul"[39] yapacak olsa ve sonra da iddet dolmadan onu boşayacak olsa ya da hul' yapmadan onu üç talakla boşasa, boşaması geçerlidir. O halde birbirlerinden ayrıldıktan sonra da müddeti içerisinde boşaması geçerli olur. Çünkü evliliklerine son verilmiş olması, bir boşamadır.
3676- Ama kadın yalnız başına çıkıp islam yurduna gelmişse ve kocası ondan sonra eman alarak islam yurduna giriş yapmışsa, boşaması geçerli bir boşama değildir.
Çünkü yukarıdaki durumda kadın oradan çıktıktan sonra koca harp yurdunda kalmıştır ve böylece aralarındaki evlilik bağı son bulmuştur. Bundan sonra koca, islam yurdunun vatandaşı olmadıkça, boşaması geçerli bir boşama olmaz. Burada ise, ayrılma meydana geldiği zaman ikisi İslam yurdunda bulunuyordu ve koca boşaması gerçekleşmeyecek bir durumda değildi. Onun için iddet halinde olduğu sürece boşaması gerçekleşir, dedik.
En iyi Allah bilir.[40]
3677- Muhanımed -Allah rahmet etsin- dedi ki: müslü-manın daru'l-harpte, hür olsun, cariye olsun ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesi mekruhtur.
Hz, Ali'nin böyle dediği nakledilmektedir. Çünkü doğacak çocuklarının daru'lharpte kalmaları ihtimali vardır ve bu, doğacak çocukların ileride köle olmaları sonucunu doğurabilir. Kadın, gebe olduğu halde esir düşecek olursa, karnında taşıdığı köle olur. Ayrıca çocukları kafirlerin ahlakı üzere yetişebilir.
Ancak bu mekruhluk, nikahın yeri veya şartlan açısından nikahın kendisinde değildir. Bu nedenle nikahın sıhhatına engel sayılmaz. Yeter ki nikah müslüman iki şahidin huzurunda kıyılmış olsun. İmam Muhammed'in görüşü budur. Ancak Ebu Hanife'ye (r.a.) göre, şahidlerin müslüman veya kafir olmalan fark etmez. Ebû Hanife'nin bu konudaki görüşü meşhurdur.
Ancak kişi, harama düşme gibi bir korku taşıyorsa, evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü zinadan sakınmak farzdır ve zinadan korunmanın yolu, nikahtır. Bu, daru'lislamda bir müslüman veya zimmîye ait bir cariyeyle evlenmesi mesabesindedir. Böyle bir evlilik de mekruhtur. Ancak kişi, zinaya düşmekten korkuyorsa, evlenmesinde bir sakınca yoktur.
3678- Düşman taraf, hür müslüman veya zimmî bir kadini esir almışlarsa, bu müslümanın o kadınla daru'lharpte evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü kadın hürdür ve ülkemizin vatandaşıdır. Ayrıca onu cariye yaparak mülkiyetlerine almış değildirler. Onların ülkesinde ve kadının nzasıyla müslümanın onunla evlenmesinde bir sakınca yoktur.
3679- Şayet kadın cariye ise, onunla evlenmesi mekruhtur. Ancak zinaya düşme korkusu varsa o başka.
Çünkü o kadını memleketlerine götürüp onu mülkiyetlerine almışlardır. Hatta bundan sonra müslüman olacak olsalar, o kadın onların kölesi olur. Ondan doğacak çocukları, onların köleleri olurlar.
Bu evlilikle, aralarında şahitsiz evlenmek arasında fark vardır. Zinaya düşme korkusu olsa bile böyle şahitsiz bir evlilik caiz değildir. Müslüman şahit bulamadığı takdirde de durum budur. İmam Muhammed, bu görüştedir.
Çünkü burada engel, nikahın caiz olması için gerekli şartın yerine getirilmemiş olması, yani şahitlerin bulunmamasıdır. Bu engel, nikahın kendisinden veya nikahın kıyıldığı yerden dolayıdır. Mesela kişi, evlenecek mecûsi yahut putperest kadınlardan başka kadın bulamamaktadır. Bu durumda zinaya düşme korkusu olsa bile mecûsi ya da putperest bir kadınla evlenemez.
Oysa buradaki engel, çocuklarının köle olma tehlikesidir. Böyle bir engel ise, nikahın kendisiyle doğrudan ilgili bir husus değildir. Ne nikahın şartıyla, ne de yeriyle ilgilidir. Daha öncelikle nazarı itibara alınması gereken bir durum ortaya çıktığında, kerahat olmaksızın nikah caiz olur.
3680- Mükatebe yahut müdebbere veya ümmü'Iveled bir kadını esir almış olsalar ve onu bu müslümanla evlendirmeye kalksalar, bu caiz değildir.
Çünkü onu korumaları altına almakla ona malik olmamışlardır ve velisiz nikah olmaz. Mükatebe'nin velisi ise, efendisidir.
3681- Ama efendisi, islam yurdundan bir mektup yazmak suretiyle evlenmesine izin vermişse, o müslümanin onunla evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir ve uzakta olana yazılan bir mektup, yakında olanla konuşmak mesabesindedir.
3682- Efendisi eman ile onların yurduna girdiği takdirde müdebber yaptığı ya da kendisi için ummu'lveled durumunda olan kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.
Çunku onun üzerindeki mülkiyeti devam etmektedir.
3683- Ama harp ehlinden biri onunla yatmışsa, efendisinin artık onunla yatması caiz değildir.
Çünkü bu takdirde bir temizlik döneminde iki erkek bir kadınla yatmış olacaktır. Ancak harp ehlinden olan kişi, onunla yatmayı bırakmış ve ondan hamile kalmadığı anlaşılmışsa, efendi onunla yatabilir. Ancak mükatebe ise onunla ya-tamaz.Nitekim esir düşmezden önce de mükatebe olduktan sonra onunla yalamaz. Çünkü mükatebe olmakla mülkiyetinin dışına çıkmış olur.
Harp ehlinden olan kişi de, o kadını o müslümanla evlendirmeye kalkışacak olursa, yine miislümanın onunla yatması caiz olmaz. Çünkü gerçek üzere onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir.
3684- Oysa müdebbere ve ummu'lveled durumunda
olan kadın böyle değildir. Harp ehlinden olan kişi, bu kadını kendisiyle evlendirirse, onunla yatmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu durumda, nikahtan dolayı değil, mülkiyetinde bulunmasından dolayı onunla yatabilir. Nitekim onunla evlendirilmezden önce de onunla yatmasında bir sakınca yoktu.
3685- Hür olsun, köle olsun kendi hanımını esir almışlarsa ve sonra da kendisi eman alarak ülkelerine girmişse, aralarındaki nikah devam ettiğinden dolayı onunla yatmasında bir sakınca yoktur.
Şayet: Hür kadın hakkında bu söylenen doğrudur ama köle hakkında doğru değildir. Çünkü artık o köle onların mülkiyetine geçmiştir. Hatta İslama girecek olsalar yine onların mülkiyetlerinde kalır, memlûk, efendisine tabidir ve bu sebeple artık o kadın harp ehlindendir, ayrıca ülkelerin fiilen ve hükmen ayrı olmaları, evliliklerinin son bulmasını gerektirmiştir, denilecek olursa, deriz ki:
Durum ileri sürdüğünüz gibi değildir. Müslüman veya zimmî olmasından dolayı o, yurdumuzun vatandaşı idi ve onu kendi ülkelerine götürmüş olmaları, hatta onu mülkiyetlerine almış olmalan veya satın almış olmaları veya darü'lharbe götürmüş olmaları, nikahın devam etmesinde engel değildir. Ancak harp ehlinden olan efendisi o kadınla yatmışsa, bir hayız dönemi geçerek ondan hamile kalıp kalmadığı kesinleşmedikçe kendisiyle yatması caiz değildir.
3686- Kadın hür ise ve harp ehlinden olan kişi kendisiyle yatmışsa, üç hayız süresi geçmedikçe kocası onunla yatamaz.
Çünkü harp ehlinden olanın kendisiyle yatmasından ortaya çıkan şüphe bunu gerektirir. Onlardan batıl olan te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibi muteberdir.
3687- Buna göre harp ehlinden biri o kadınla yatıp sonra kadın bir çocuk doğuracak olsa, eğer harp ehlinden olan kişi, kendisiyle yattıktan itibaren iki yıldan az bir müddet içerisinde doğum yapmışsa nesep yönüyle çocuk yattığı adama aittir, iki yıldan sonra doğum yapmışsa, nesep yönü ile çocuk o adama ait değildir.
Çünkü harp ehlinden olan kişinin onunla yatmasiyla kadın kocasına, bain bir talakla boşanmış gibi haram olur.
3688- Esir alınan kadın bir müslümanın cariyesi ise ve efendisi eman alarak onların ülkesine girecek olsa, o cariyesiyle yatması caiz değildir.
Çünkü o cariye ülkelerine götürmekle onların mülkü olmuştur ve onunla yattığı takdirde başkasının mülkiyetinde bulunan biriyle yatmış olur ki buna asla ruhsat yoktur.
3689- Oysa Ummu'lveled ve müdebbere böyle değildir. Harp ehlinden olan kişi, bu durumdaki kadını kendişiyle evlendirecek olsa, evlilik kerahetle birlikte caizdir.
3690- Müslüman biri, darü'lharp vatandaşı olup onların cariyelerinden biriyle evlenip cariyeden çocukları olur ve sonradan müslümanlar o çocukları ele geçirecek olurlarsa, çocuklarından küçük olanlar, babalarının müslüman oluşundan dolayı müslüman sayılıp hürdürler. Çünkü annelerinin efendisi durumunda olan kişinin mülkü idiler ve müslümanlar o beldeyi ele geçirdiklerinde adam ya kaçmış veya öldürülmüştür. Böylece o çocuklar, müslümanlann gücü sayesinde kendilerini korumuş bir duruma kavuşmuşlardır. Harp ehline ait müslüman bir köle, İslam ordusunun gücü sayesinde korunmuş bir duruma kavuşursa, müslüman olup sahibinden kaçarak kurtulan gibi hür olur.
3691- Çocuklarından büyükleri ise mürted sayılırlar.
Çünkü ergenlik çağından sonra küfrü benimsemişlerdir.
3692- Babanın müslüman oluşundan dolayı müslüman idiler, kadın ve erkek olarak kendilerini ihraz eden kişinin" mürted köleleri olurlar. Çünkü mürted oluşlarından dolayı İslam ordusunun onları efendilerinden kurtarma-sıyla azad olmazlar. Ayrıca müslüman olmaya zorlanırlar,
ama öldürülemezler.
Çünkü ergenlik çağına erdikten sonra müslümanca bir hayata geçmediler. Ebeveynine tabi müslüman çocuk, mürted olarak ergenlik çağına girecek olursa, şüpheden dolayı Öldürülmez. Anneleri ise, onu ele geçiren için fey' durumundadır. Şayet hamile ise, karnındaki çocuk, annesiyle birlikte köledir. Çünkü karnında olan, annenin bir parçasıdır. Her ne kadar babasına tabi olarak müslüman ise de anneye tabi olarak köle kabul edilir.
3693- Eğer onlardan hür bir kadınla evlenmişse ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, hüküm aynıdır. Bu meselede sadece ergenlik çağını geçmiş çocukları hürdürler.
Çünkü hür bir kadından doğmuşlardır ve annelerinin hür oluşundan dolayı onlar da hürdürler, ama mürteddirler.
3694- Onlardan ergenlik çağını geçmiş olan, esir alınmakla köle olmaz. Ancak esir alman kadın ise, esir alınmakla cariye olur ve müslüman olmaya zorlanır. Topkı ir-tidat eden kadınların buna zorlanmaları gibi. Ayrıca bir müslümanın onunla evlenmiş olması, kendisine eman verilmiş anlamına gelmez.
Çünkü kocası darü'lharpte bulunmaktadır ve ne açık, ne de delalet yollu ifadelerle ona eman verme yetkisine sahip değildir.
3695- Çocuklar herhangi bir kimseyle muvalat akdedemezler[41] ve böyle bir akit yapmaları durumunda beytüimal onlar yerine diyet ödemez.
Çünkü kendilerinin akrabaları vardır ve bu akrabalar, babalarının akrabalarıdır. Bu akrabaları onlar için diyet öder ve onlara varis olurlar. Bu durumda olan, başkasıyla velayet akdi yapmaz.
3696- islam yurdundan müslüman hür bir kadını veya zimmî bir kadını esir alıp onu düşmandan biri ile evlendirmiş olsalar, durum yine yukarıda anlatıldığı gibidir. Ancak kadın hamile ise hem kendisi hem karnındaki çocuk fey' değildir.
Çünkü kadınhür olup ülkemiz vatandaşıdır ve esir alınmakla onların mülkü olmamıştır. Oysa bir önceki maddede söz konusu ettiğimiz kadın hür ve düşman bir kadın olup esir alınmakla mülk olmuştur.
3697- Şayet kadın müslüman veya zimmi bir cariye
olup mesele yukarıda anlatıldığı şekilde ise, çocukları köle olup esir alınmakla azad olmazlar. Bu hususta küçük çocukları da, büyük çocukları da aynıdır.
Çünkü kendisinden esir alındıkları müslümanın onlar üzerindeki hakkı devam etmektedir ve bundan dolayı muragame yoluyla (müslüman olup kaçıp gelerek) azad olmalarına yol yoktur. Diyoruz ki: Kendisinden esir alınan kişi, esirler taksim edilmeden önce onlan bulursa, bir şey ödemeden onları alır. Ama taksim edildikten sonra gelir ve onları bulursa, değerlerini ödedikten sonra onları alabilir,
3698- Kendisinden esir alınan kişi zimmî ise, onları aldıktan sonra satmaya zorlanır.
Çünkü onlardan küçük olanlar, babalarının müslüman oluşundan dolayı müslümandırlar. Zimmî biri, müslüman bir köleye^sahip olacak olursa, onu satmaya zorlanır. Yaşları büyük olanlan ise, mürteddirleı- ve onlar için de mürteddin hükmü uygulanarak İslama dönmeye zorlanırlar.
3699- İslam yurdundan esir alınan cariye ile müslüman evlenmemiş olup düşman olan efendisi kendisiyle yatmış ve kendisinden çocukları olmuş, sonra da müslümanlar o ülkeye galip gelmişlerse, o kadın hür olur.
Çünkü o kadın ya müslümandır veya zimmidir ve harp ehlinden olan efendisi için ummu'l veled olmuştur. Harp ehlinden kişinin onun üzerindeki hakkı ortadan kalktığına göre artık hürdür.
3700- Kadın ister müslüman olsun ister zimmî olsun, çocukları da hürdürler.
Çünkü müslümanlarm onlan kurtarmalanyla karşı taraftan korunmuş ve böylece hürriyetlerine kavuşmuşlardır.
Diledikleriyle vela akdi yapabilirler (akrabalık bağı ku-rabiliıler).
Çünkü babalarının onlarla bir velayeti olmadığı gibi müslümanlar arasında akrabaları da yoktur.
3701- Kafir olarak ve müslümanlara düşmanlık besleyerek büyümüşlerse, deriz ki: Eğer anneleri müslüman ise, buluğdan sonra onlar mürteddirler. Çünkü (küçükken) annelerine tabi olarak müslüman idiler. Eğer hür olup mür-ted olarak ergenlik çağına ermişlerse, müslüman olmaya zorlanırlar. Ama anneleri zimmî ise, hepsi fey' olurlar. Çünkü annelerine tabi olarak zimmî idiler ve müslümanlara karşı savaşmakla zimmet ahdini bozmuşlardır.
3702- Kendisinden esir alınan kişi: Bu cariye üzerinde ben daha çok hak sahibiyim, çünkü o elimde idi ve benim mülkiyetimdeydi, diyecek olursa, sözüne aldırış edilmez.
Çünkü düşman kişi ona malik olmuştu ve cariye onun dindeyken adam müslüman olsaydı, onun mülkü olmaya devam ederdi. Ayrıca ondan çocukları da olmuştur. Bu nedenle eski sahibinin onun üzerinde herhangi bir hakkı kalmamıştır.
Nitekim düşman kişi onu azad etmiş olsaydı, azad etmesi geçerli olurdu. Ondan çocuğunun olması da bu neticeyi doğurur.
3703- Eski efendisi onu düşman kişi ile evlendirmiş olsa ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, cariye ve çocuklar, kendisinden esir alınmış kişiye ait olur.
Çünkü ummu'lveledi olmayacağı bir kocadan çocuğu olmuştur ve kendinden esir alınmış olanın onun ve çocuklannın üzerindeki hakkı müslüman olup kaçıp kurtulma yoluyla ve müslümanlann onlan ele geçirmeleriyle azad olmalanna engeldir, işte bu nedenle taksimat yapılmazdan Önce onlan bulacak olursa, hiçbir şey ödemeden alabilir. Taksimattan sonra bulursa değerlerini ödeyerek alır. Onlardan yaşlan büyümüş olanlar ise, babalarının dini üzere oludv.
3704- Kadın müslüman idiyse, İslama dönmeye zorlanır.
Çünkü o kadına tabi olarak kendisi de müslüman idi.
3705- Eğer ergenlik çağına geldiğinde kafir ise, mürted mesabesindedir. Eğer kadın zimmî idiyse, çocuk, müslüman olması için zorlanamaz.
Çünkü hem anası ve hem de babası kafirdir ve kendisi de daru'lharpte doğmuştur.
3706- Esir alınan kadın hür idiyse ve mesele yukarıda anlatıldığı şekilde ise, o ve çocukları hürdürler.
Çünkü hür idi ve ülkemizin vatandaşı idi. Çocuklar ise, köle veya hür olma konusunda anneye tabidirler. Nikah ve hayvanı boğazlama konularında çocuğun, anne babadan dince hayırlı olanına tabi olacağını daha önce anlatmıştık. Mesela anne ve babasından biri ehl-i kitap, diğeri müşrik ise, çocuk ehl-i kitap olanına; onlardan biri müslüman ise, müslüman olanına tabidir.
3707- Çocuklarından kafir olarak ergenlik çağına giren hakkındaki hüküm, ana-baba arasındaki fark hakkındaki hüküm gibidir.
Kölelik hükmünde erkekler İle kadınlar arasındaki fark, mürtedlerle ilgili hükümdeki gibidir.
Başarı Allah'tandır.[42]
3708- İmam Muhammed-Allah rahmet etsin- dedi ki: Düşman hür veya cariye müslüman bir kadını yahut hür veya cariye zimmî bir kadını esir alır, sonra harp ehlinden biri esir alınan o kadını satın alıp ondan çocuğu olursa, sonra da o ülke halkı müslüman yahut zimmî olursa, kadın esir alınmazdan önce hür idiyse, ister müslüman olsun, ister zimmî olsun, yine hürdür.
Çünkü ülkemizde hür olanın hürriyetini bozacak bir durum söz konusu değildir. Çocukları da ona tabi olarak hürdürler.
Satın alan kişi ile ilgili nesep de sabit olmuştur.
Çünkü o kişi, kendi mülküdür diye onunla yatmıştır ve ortada bir şüphe söz konusu ise de onların batıl te'villeri hüküm konusunda sahih te'vil mesabesindedir.
Kadının o kişiden alacağı bir mehir de yoktur. Çünkü satın alırken ödediği miktar karşılığında onunla yatmıştır. Bunu yaparken de o kişi harp ehlinden biri idi. O kadını çalıştırmış olmaktan dolayı nasıl tazminat ödeme mecburiyetinde değilse, kendisiyle yatmaktan dolayı da bir şey ödemek mecburiyetinde değildir.
Kadın daha önce müdebbere yahut ummu'lveled idiyse, efendisine geri verilir. Çünkü o kadını kendi ülkelerine götürmekle ona malik olamazlar. Kadının çocukları da hürdürler.
Çünkü anne müslüman ise, çocukları ona tabi olarak müslüman; zimmî ise, ona tabi olarak zimmîdirler. Çünkü bu, belirttiğimiz gibi nesebi belli olmayan çocuk mesabesindedir ki onu satın alan, onun kendi mülkü olduğunu kabul ederek çocuklarının kendine ait olduğunu kabullenmiş sayılır. Mağrur (cariyesi ya da nikahlısı olduğunu sanarak bir kadınla yatıp çocuğu olan kimse) nin, çocuğu hür olup babasına ait nesebi sabittir. Ancak birinci bölümde, cariyenin misli mehir konusunda söylediğimiz sebepten dolayı, burada babanın üzerinde çocukların değerini ödeme gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü hamile bırakan kişi kadını satın aldığında düşman bir kişi idi. Bu da verdiği para karşılığında kadını kullandığı için tazminat ödemesini engellemektedir. Mağrur, çocuğu istihlak ettiğinde de tazminat ödemez.
Mağrur, husumet zamanında çocuk için tazminat Öder. Husumet zamanında da halk müslüman veya zimmet ehli olmuşlardır, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Evet, husumet zamanında ancak önceden meydana gelen hamile bırakma sebebiyle tazminat öder. Bu olay da henüz kendisi düşman biri iken meydana geldiği için tazminat ödemesini gerektirmez. Onun için halkı\^üslüman da olsa, adamın daha sonra tazminat ödemesi gerekmez.
3709- Kadın mükatebe idiyse, kendisi ve çocukları hakkında verilecek hüküm, eskiden olduğu gibi tekrar mükatebe olmasıdır.
Çünkü mükatebe, esir edilmekle mülk olmaz. Gurur (mülkü olduğunu sanarak kadmla yatması ve ondan çocuğun doğması) sebebiyle de çocukları hürdürler. Belirttiğimiz sebepten dolayı ukr[43] veya çocukların değerini ödemesi* gerekmez. Gerekmemesinin sebeplerinden biri de şudur: şayet çocuğun değerini ödeyecek olursa, onu kadına öder ve kadın da hürriyetine kavuşmak ve çocuklarım hürriyete kavuşturmak için bu parayı kullanacaktır. Zaten hedeflerinden bir kısmına kavuşmuş demektir ve bu sebeple baba bir şey ödemez.
3707- Şayet kadın cariye ise ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, kadın kendisini hamile bırakan kişi için ummu'lveled ve çocukları da hür olurlar.
Çünkü o kadını kendi ülkelerine götürmekle ona malik olmuşlar ve müşteri de kendisini onlardan satın alarak ona malik olmuştur. Böylece ondan çocukr sahibi olması sahihtir. Daha sonra İslam ile mülkiyeti kesinleşmiş ve kadın onun ummu'lveledi olmuştur.
3710- Kadın müslümanlar için zimnıî ise, cevap yine aynıdır. Ancak kadına cariyelikten kurtaracak malı kazanması için çalışma (siaye)[44] izni verilir.
Çünkü kadın müslümandir ve müslüman bir kadın zimmînin mülkiyetine terk edilemez. Çocuk sahibi yapılması sebebiyle kadın satın alınarak o zimmînin mülkiyetinden çıkaniamadığı için çalışıp mal kazanması yoluyla onun mülkiyetinden çıkarılması gerekir. Mürtedlerin kendi ülkelerinde mağlup olmaları durumunda onlar hakkında verilecek hüküm, söz konusu ettiğimiz bütün hususlarda harp ehli hakkında verilen hüküm gibidir.
3711- Bagîler (siyasi isyancılar) hakkında verilecek hüküm de aynıdır.
Çünkü kendilerini savunacak kuvvetleri olduğunda isyancılar hakkındaki fasit te'vil, hüküm yönüyle sahih te'vil gibidir.
3712- Bu konuda temel dayanak, Zührî'nin şu hadisidir: Ashap döneminde fitne ve kargaşa çıktı. Yaşayan sahabe toplumda çoktu. Kur'an te'vil edilerek kanının a-kıtılması helal görülüp öldürülenden dolayı kısasın yapılmaması, Kur'an te'vil edilerek bir kadınla yatmanın helal olduğu görüşüne varılarak bir kadınla yatmaktan dolayı haddin (zina cezasının) uygulanmaması, yine bu yolla bir malın helal olduğu görüşüne varılıp o malın alınmasından dolayı tazmin etmenin söz konusu olmaması hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak söz konusu malın kendisi bulunmuşsa, sahibine iade edilir. Bu nedenle bu meseleyle ilgili olarak diyoruz ki: Esir alınan cariye olup isyancılar tevbe etmişlerse, bu cariyenin efendisine iade edilmesi gerekir. Çünkü onu ele geçirenler onun maliki olmamış ve onu hamile bırakan için bu cariye ummu'lveled olmamıştır. Düşmanise, ihraz ile ona malik olmuş ve hamile bırakan kişi için ümmü'l-veled olmuştur.
3713- Müslüman hırsızlardan bir gurup Kur'an'i te'vil etmeksizin kadınları ele geçirir ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, durum şöyle olur: Te'vil söz konusu değilse bu hırsızların güçlü olup bu kadınları ellerine geçirmiş olmalarının hiçbir hükmü yoktur. Aynı şekilde böyle bir güce sahip olmadan te'vilin de hiçbir hükmü yoktur. Bu yolla kadınlara yapılmış olan tecavüz zina olarak değerlendirilir. Bu işi yapanlara had cezası uygulanır. Bu ilişkiden doğan çocuğun da nesebi sabit değildir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in: «Çocuk, yatağa (nikahlı olana) aittir. Zina eden ise taşlanır.[45] hadisinin zahirinden anlaşılan da budur. Böyle bir ilişkiden doğan çocuk anneye tabidir ve anne kimin mülkiyetine gtfç^rse, çocuk da onun mülkiyetine geçer.
Nitekim, yukarıda söylenenlerin aksine, burada mallan tüketecek olsalar, tazmin etmeleri gerekir.
Bundan sonra Şerhu'z-Ziyâdât'ta hepsini açıkladığımız bir bölüm zikredilmektedir..
En iyi Allah bilir.[46]
el- Mebsût kitabında şöyle dedik:
3714- Müslüman biri daru'lharpte cezayı gerektiren davranışta bulunduğu takdirde, cezayı uygulayan (İslam devlet başkanı) bulunmaması sebebiyle cezayı hakketmez. Çünkü o işi yaptığı zaman müslüman devlet başkanının hakimiyeti altında değildi. Ordugahta işlediği takdirde se-riyye komutam ona had uygulayamaz.
Çünkü o komutana hadleri uygulama yetkisi değil, savaş işlerini yürütme yetkisi verilmiştir.
3715- Ancak halifenin kendisi ya da o bölgenin valisi savaşa katılmışsa, islam yurdunda olduğu gibi ordugahında da hadleri uyguayabilir.
Harp yurdunda hadlerin uygulanamayacaına dair Hz. Ömer'in şu sözleri delil getirilmiştir: Hz. Ömer, valilerine yazarak ordu komutanı ile seriyye komutanlarının kimseye celde (sopa)-cezası vermemelerini emretmiş, suç işleyenlerin cezalarının dönüşte verilmesini istemiş, aksi takdirde şeytanın o suçlu kimseyi kandırarak onu kafirlerin safına geçmeye teşvik edebileceğini belirtmiştir.
3716- Ebu'd-Derda'nın da düşman topraklarında müs-lümanlara had uygulanmaması gerektiğini, çünkü suçlunun düşman safına kaçmasına sebep olabileceğim söylediği nakledilmektedir. O suç işleyenler tevbe etmişlerse, Allah tevbelerini kabul eder, değilse Allah onları cezalandıracaktır.
3717- Ayrıca Atiyye b. Kays el-Kilabî'den Rasûlül-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Kişi, adam öldürerek, zina ederek veya hırsızlık yaparak düşmana kaçar, sonra eman isteyerek geri dönerse, kaçmasına sebep olan suçun cezası ona uygulanır, ama düşman topraklarında adam öldürmüş, zina etmiş yahut hırsızlık yapmış ve sonra eman alarak bize gelmişse, düşman topraklarında işlemiş olduğu suçlardan dolayı ona ceza uygulanmaz.
Bu, haddi gerektiren suçun nerede işlendiğinin göz önünde bulundurulması gerektiğine dair[47] mezhep alimlerimizin görüşlerini destekleyen oir delildir.
Mebsut" ta eman sahibi olan bir kişinin kul hakkını ilgilendiren kısas ve kazif (zina iftirası) gibi suçlar dışında, işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmayacağını belirtmiştik. Ebû Yusuf a göre ise, zimmîlerde olduğu gibi içki içmesi hariç, hadlerin tamamı kendisine uygulanır. En iyi Allah bilir.[48]
İmam Muhammed - Allah rahmet etsin- şöyle dedi:
3718- Müslüman devlet başkanı zimmîler karşısındaki sorumluluğunda olduğu gibi, eman altındakilere de yurdumuzda kaldıkları müddetçe yardım etmesi ve onları zulmedenlerin zulmünden koruma sorumluluğu vardır.[49]
Çünkü onlar da yurdumuzda kaldıkları müddetçe koruması altında bulunmaktadırlar. Onlar hakkındaki hüküm, zimmîler hakkındaki hüküm gibidir.
3719- Ancak kanlarının akıtılmaması konusunda eşit olmadıklarından dolayı bir zimmî veya müslüman, eman altındaki kişiyi öldürdürürse kendisine kısas uygulanmaz. Fakat eman altındaki biri, bizim ülkemizde eman altındaki birini öldürecek veya organlarından birini koparacak olursa, kanlarının akıtılması konusunda aralarında eşitlik bu-lunduundan dolayı ona kısas uygulanır.
Eman altmdakinin kanının akıtılmasında mübahlık şüphesi vardır. Çünkü aslında bu kişi harp ehlindendir ve harp yurduna dönme imkanına sahiptir. Bu ise, her halükarda kendisin© kısasın uygulanmasına engeldir, diye itiraz edilirse, deriz ki:
Hayır, durum böyle değildir. Bu şüphe, ona inanan hakkında ortaya çıkmaktadır, ona inanmayan hakkında ortaya çıkmaz. Nasıl muharip olması, kanının akıtılmasını mubah kılıyorsa, küfrün kendisi de kanının heder olmasını gerektirir. Bu konuda delilimiz şudur: Harp ehlinden olan çocuk ve kadınları öldüren, kanlarının heder olmasından dolayı ne kefaret ve ne de diyet öder.
3720- Ayrıca zimmî biri, bir zimmîyi Öldürecek olursa, âlimlerin ittifakıyla kendisine kısas gerekir.
Çünkü kendisinin kafir oluşunun, kanının heder edilmesini gerektirdiğine inanmamaktadır. Bu sebeple bu, kendisi hakkında bir şüphe ortaya çıkarmaz. Eman altındakiler arasındaki muhariplik meselesi de bir şüphe doğurmaz. Ancak kanlarının akıtılması konusunda aralarında eşitlik bulunduğundan dolayı, birinin diğerini öldürmesi, kısası gerektirir. İster aynı ülkenin vatandaşı olsunlar, ister ayrı ülkelerin vatandaşı olsunlar fark etmez.
Zira kısasın gerekliliği, ülkemizde oldukları müddetçe müslüman devlet başkanının onlara karşı sorumluluğundan; uğradıkları haksızlıkMn bertaraf etmesi gerekliliğinden kaynaklanmaktadır.
3721- Güç ve kuvvetleri olup topraklarımızdan geçmek ve başka bir ülkeyle savaşmak üzere bizden eman isteyerek ülkemize girseler ve onlar henüz ülkemizin topraklarında iken başka bir harp ehli onlara saldırıp kendilerini esir alacak olsa, gücümüz yetse de onlara yardım etmek mecburiyetinde değiliz. Oysa zimmîlerin durumu böyle değildir.
Çünkü zimmîler, ülke bakımından ülkemizin vatandaşıdırlar ve muamelat konularında İslamm hükümlerine tabidirler.
3722- Devlet başkanının, müslünıanlarm yardımına koştuğu gibi onların da yardımına koşması gerekir, eman altındakilere gelince, onlar harp ülkesinin vatandaşlarıdır. Ne var ki şu anda eman ile ülkemizde bulunuyorlar .^ Ülkemizin vatandaşlarından onlara yapılabilecek haksızlıklara engel oluruz ama bu meselede onlara zulmedenler, ülkemizin vatandaşları değiller ve onlar üzerinde bir velayetimiz de yoktur. Bu sebeple onların zulmüne engel olmak mecburiyeinde değiliz.
Çünkü İslam yurdunun düşmanı durumunda bir ülke vardır ve o daru'l-harptir. İslam yurdunun vatandaşı, bizim ülkemizde oturmaktadır ve düşman ülkenin saldırılarına karşı İslam yurdunu savunmaktadır. Ülkemizin vatandaşı olmayan kişi bizim ülkemize ya bir ihtiyacını yerine getirmek veya ülkemizden başka bir ülkeye geçmek üzere girmiştir. Daha sonra kendi ülkesine dönecektir.
Bundan dolayı, uğrayacağı zulmü ortadan kaldırmak mecburiyetinde değiliz. Ancak ülkemizin vatandaşlarının onlara yapacakları haksızlığa engel oluruz. İhtiyaca göre sabit olacak bir şey o ihtiyaç oranında sabit olur.
3723- Aralarında fark bulunduğuna dair delil şudur: e-man altındakilere galip gelerek onları kendi ülkelerine götürenler müslüman olurlarsa, eman altındakiler onların köleleri olurlar. Halbuki zimmîlere galip gelerek onları kendi ülkelerine götürecek olsalar ve sonradan müslüman olsalar, götürülen bu zimmîler hürolurlar. Aynı şekilde biz o galip gelenlere galip gelecek olursak, eman altında-kilerden aldıkları bizim mülkümüz olur. Oysa zimmîleri serbest bırakacağımız gibi, taksimattan önce mallarını iade eder ve taksimat yapılmışsa mallarının değerlerini öderiz. Bundan anlaşılıyor ki, zimmîlerin yardımına koşmak, tıpkı Müslümanların yardımına koşmak gibi bir gerekliliktir. Oysa eman altındakiler bu durumda değildir
3724- Dediğimizi doğrulayan hususlardan biri de şudur: Zimmîlere galip gelenler şayet zimmîleri götürürken daru'lharpte müslüman bir ordu ile karşılaşacak olsalar, müslüman askerlerin o zimmîleri ellerinden kurtarmaları gerekir. Nasıl yenilgiye uğramış müslüman lan kurtarmaları gerekiyorsa, o zimmîleri de kurtarmaları onlar için bir görevdir. Halbuki eman altındakiler! götürüyorlarsa ve daru'lharpte müslüman ordusuyla karşılaşacak olurlarsa, müslüman ordunun onları kurtarma mecburiyeti yoktur.
3725- Şayet harp ehlinden eman isteyerek oraya girmişlerse, eman altındakiler! kurtarmak için ahdi bozmaları gerekmez. Oysa zimmîleri kurtarmak için ahdi bozmaları gerekir. Ayrıca nasıl müslüman çocukları kurtarmaları gerekiyorsa zimmî çocukları da kurtarmak için onlarla savaşmaları gerekir, ülkemizde bulunan eman sahiplerinin durumu, aramızda antlaşma bulunanların durumu gibidir.
3726- Devlet başkam harp ehlinden bir belde halkıyla antlaşma yapacak olsa, sonra da bir müslüman veya zimmî onlara haksızlık yapmaya kalkışacak olsa, devlet başkanının bu haksızlığı engellenmesi gerekir. Halbuki harp ehlinden başka bir kavim onlara saldıracak olsa, devlet başkanı engel olmak zorunda değildir.
Bu anlattıklarımızla aramızda mütareke bulunanlarla ülkemizdeki eman sahipleri arasında bir hususta bir fark bulunduğu anlaşılmaktadır ki o da şudur:
3727- Mütareke ehlinden biri, mütareke yurdunda onlardan birini öldürecek olursa, kendisine kısas gerekmez. Ama eman altındakilerden biri, bizim yurdumuzda eman altındaki birini öldürecek olursa, ona kısas gerekir.
Çünkü mütareke yurdunun halkı, İslamın hükümlerinden hiçbiriyle yükümlü değildir. Onlar, hükümlerimizin kendilerine uygulanmaması üzerine bizimle mütareke yapmışlardır. Böylece onlann yurdu, harp yurdu olarak devam etmektedir. Harp yurdunda-öldürmek ise, kısası gerektirmez. Eman altındakilere gelince, onlar İslam yurdunda bulunuyorlar ve kul hakkıyla ilgili meselelerde yurdumuzda kaldıkları müddet içinde İslamın hükümleri onlar için de geçerlidir. Kısas da, kul hakkına girer.
3728- İmam Muhammed dedi ki: Güç ve kuvveti bulunan harp ehlinden bir topluluk, müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız şartıyla eman isteyerek ülkemize gelecek olsalar, müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız ve onlara verdiğimiz sözü yerine getirmemiz gerekir. Hatta harp ehlinden bir topluluk onlara saldıracak olursa bu saldırıya engel olmamız gerekir. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.) "müslümanlar, koşulan şartlara bağlıdırlar" buyurmaktadır.
Çünkü eman alırken bu şartı koşmuşlardır ve bizim de bu şarta bağlı kalmamız gerekir.
3729- Aynı şekilde belli bir mal karşılığında bizimle mütareke yapmışlarsa, devlet başkanının şart koşulanı yerine getirmesi gerekir. Ama yerine getiremiyorsa, o malı onlardan isteme hakkı da olmaz.
Çünkü onları koruma karşılığında o malı bize vermeyi taahhüt etmişlerdir. Onları korumaktan aciz kaldığında, devlet nasıl koruyamadığı zaman müslüman-lann hayvanlarından zekat alamıyor ve zimmîlerden cizye ve haraç alamıyorsa, onlardan da bir şey alamaz.
3730- Ülkemizde bulunan topluluğun güç ve kuvvetleri yoksa ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, devlet başkanı zimmîleri korumakla nasıl mükellef ise, onları da korumakla mükelleftir. Şayet harp ehli onlara galip gelir ve sonra da müslümanlar o harp ehline galip gelecek olurlarsa, o eman altında olanları serbest bırakmaları ve mallarını almışlarsa o malları kendilerine iade etmeleri gerekir. Eğer malları taksim edilmemişse mallarının kendisi, taksim edilmişse, değeri onlara verilir.
Çünkü bunlar müslümanlann himayesindeler ve müslümanların himayesinde bulunanların hürriyeti, yenilgiye uğramalarıyla ellerinden alınamaz.
3731- Aynı şekilde müslümanların koruması altında bulunan mal da müslümanların koruması altında iken alınmışsa, eski sahibinin onun üzerindeki hakkı düşmez. Birinci durumda, yani güç ve kuvvetlerinin bulunduğu durumda kendi güç ve kuvvetleriyle mallarını koruyorlardı. Halbuki bu son durumda müslümanların güç ve kuvvetiyle malları koruma altında idi.
Onların harp ehli olduklarını belirtmiştik. Her ne kadar bizden eman almışlarsa da hürriyetleri müslümanlann gücü ile desteklenmiş değildir. Bu sebeple hüküm, yukarıda açıklandığı gibidir.
3732- Bu meselede harp ehli onlara galip gelerek onları götürürken harp yurdunda müslüman askerlerle karşılaşacak olurlarsa, müslüman askerlerin onların yardımına koşmaları ve onları ellerinden kurtarmaları gerekir.
Allah, en iyi bilendir.[50]
3733- Devlet başkanı eman alarak beraberinde askerlerle birlikte darü'lharbe girecek olsa ve onlarla birlikte başka bir harp ehlinden kendilerini koruyacak güçte askerler eman olarak oraya girecek olsa, bunlar İslâm devlet başkanının emri olmaksızın girmişlerse ve müşriklerden bir topluluk onlarla savaşırsa, ne devlet başkanının onlara ne de onların devlet başkanına yardım etme mecburiyetleri vardır.
Çünkü müsİümanlar aldıkları mutlak eman ile onlan korumağa değil, da-rulharp halkına saldırmamaya söz vermişlerdir.
3734- Ancak devlet başkanı, düşmana karşı müslüman-larla birlikte savaşmak, yararı, ticaret yahut yaralıları tedavi etmek gibi bir maksatla onların buraya girmelerini emretmişse,o zaman onlara yardım etmesi gerekir.
Çünkü müsİümanlann yaran için oraya girmelerini kendisi emretmiştir ve bu sebeple onlan korumayı da üstlenmiş demektir. Nasıl müslümanİara saldıran olduğu takdirde müsİümanlann yardımına koşması gerekiyorsa, bunların da yardımına koşmalıdır. Bu nedenle İmam Muhammed, devletin emri olmaksızın girmişlerse ve harp ehli onlan esir alıp emin bir yere götürdükten sonra müsİümanlar oraya galip gelecek olurlarsa, beraberinde oraya giren o harp ehli de müsİümanlar için fey' olurlar. Ama devlet başkanının emriyle girmişlerse, müslümanlar oraya galip geldikten sonra onlar hürdürler, görüşündedir.
3735- Aynı şekilde ellerindeki malları almış İseler, birinci durumda malları müsİümanlar için ganimet olur, ama ikinci durumda kendilerine iade edilir. Onları esir alan harp ehli sonradan müslüman olurlarsa, her iki durumda da onlar, bunların köleleri olurlar.
İkinci durumda böyle olması bir problem doğurmaktadır. Şayet müslü-manlar onlara galip gelecek olurlarsa, belirttiğimiz gibi onlar hürdürler. Buna göre onları esir alanlar da müslüman olduklarında onların hür olmaları gerekir. Çünkü eğer müslümanları veya zimmîleri esir almış olsalardı, hür olacaklardı.
Ancak bu meselede verilecek cevap şudur: Bu, devlet başkanının sorumlulukları göz önünde bulundurularak ortaya çıkmış bir hükümdür. Devlet başkanı ve onun velayeti altında olanlar için bu hüküm geçerlidir. Oysa müslüman olanlar, bunları esir aldıklarında devlet başkanının velayeti altında değillerdi ve bunları esir alıp koruma altına almışlardır. Bu sebeple müslüman olduklarında bunlar onlar için köle olurlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Elinde bir mal bulunduğu halde müslüman olan kişi, o malın sahibidir."
3736- Devlet başkanı onların buraya girmelerini em-retmemiş, fakat kendileri ticaret yapmak üzere askerle birlikte girmek istemişlerse, durumları, birinci durumdaki gibidir.
Çünkü kendi menfaatleri için buraya girmişlerdir. Devlet başkam sırf onlara izin vermekle korunmalarını üstlenmiş değildir.
3737- Müslümanlardan darü'lharbe eman alarak girenlerin onlara hainlik yapmaması ve rızaları olmadan mallarını almaması gerekir.
Çünkü onlara karşı vefalı olacağına dair söz vermiştir. Oysa ellerinde esir olanın durumu böyle değildir. Nasıl eman altmdakinin onları öldürmesi, rızaları olmaksızın mallarını alması caiz değilse, esire bunu yapmasını emretmesi de caiz değildir. Çünkü kendisine emredilenin yaptığı iş, bir yönüyle ona bu işi yapmasını emredenin yapması gibidir.
3738- Eman altındaki kişi müftü olup esir olan kişi onları öldürmesinin ve mallarını almasının kendisi için caiz olup olmadığını ondan soracak olursa, bunun caiz olduğuna dair ona fetva vermesi gerekir.
Çünkü fetva vermek, şeriatın emrini açıklamaktır, emretmek değildir. E-man altındaki kişi eman alırken, şeriatın hükümlerini açıklamayacağım diye bir söz vermiş değildir.
Nitekim ihramlı olan kişi, avı öldüremez ve avın öldürülmesi için emre-demez, ama müftü ise, ihramlı olmayan biri ona: Mutlak olarak avı öldürmenin caiz olup olmadığını soracak olsa, caiz olduğuna dair ona fetva verir. Buradan da anlıyoruz ki fetva vermek, emretmek değildir,
3739- Harp ehlinden bir kavim müslümanların kendilerine hükümlerini uygulamamaları ve düşmanlarına karşı korumaları şartıyla müslümanlara her yıl belli bir miktar haraç vermek üzere antlaşma yapsalar, sonra da harp ehlinden başka bir topluluk onlara saldırır ve onların kadın ve çocuklarını esir alsa, ondan sonra da müslümanlar onları kurtaracak olurlarsa, onları kurtardıklarında o yıl haraçlarını ödemişlerse onları hürriyetlerine kavuştururlar. Haraç ödeme yılları sona erdikten sonra ise, müslümanlar için fey1 olurlar.
Çünkü haraç Ödedikleri yıllarda onlan korumayı üstlenmişlerdir. Sonras için sorumlu değiller. Müslümanları, verdikleri söz bağlar.
3740- Şayet malları ele geçirilecek olursa, bakılır; Haraç Ödedikleri yıllar son bulduktan sonra ele geçirmişlerse bakılır; o malları onlara iade etmek gerekmez. Ama haraç ödedikleri yıllarda ele geçirilmişse, şayet ganimetin taksimi yapılmışsa ve malları taksim edilmişse, mallarının değeri, henüz taksim edilmemişse mallarının kendisi onlara iade edilir.
Çünkü esir alındıkları zaman müslümanların velayeti altında değillerse müslümanları bağlayan herhangi bir durum yoktur.
3741- Daha değişik vesilelerle şunu belirttik ki, düşman onlara saldırdığında devlet başkanı onlara yardım etmekten aciz kalmışsa, onlardan aldığı haracı onlara iade etmesi gerekir.
Başarı Allah'tandır.[51]
3742- İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: ikamet konusunda kadının kocasına tabi olduğunu, ama kocanın kadına tabi olmadığını belirtmiştik. Enıan altındaki kadın ülkemizde müslüman veya zimmi biriyle evlenecek olursa, kadın zini mî olur ve ülkesine dönemez. Halbuki eman altındaki adam, zimmî bir kadınla evlenecek olursa durum farklıdır. Buna göre biri karısıyla birlikte eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve koca zimmîliği kabul etse, kadın darü'llıarbe dönemez. Koca İslamı kabul eder ve kadın da ehli kitaptan olursa, durum yine aynıdır.
Çünkü koca müslüman olduktan sonra aralarındaki nikah devam etmektedir.
3743- Ama koca İslamı kabul eder ve kadın ınecûsî ise, aralarındaki nikah devam etmez. Kadına müslüman olması teklif edildikten veya aradan üç hayız dönemi geçtikten sonra evliliklerine son verildiğinde kadın ülkesine dönebilir. Aradan üç hayız müddeti geçmekle evliliklerine son verilmiş olması, kadının zimmî olamayacağını gösterir.
Çünkü zimmî olsaydı, İslamı kabul etmemesinden dolayı evlilikleri son bulmazdı. Başlangıçta ikisi de ziffîmî imiş gibi muamele görürlerdi.
3744- Buna göre eman sahibi bir erkekle bir kadın ülkemizde evlenecek olsalar ve koca zimmîliği kabul etse, kadın da onun gibi zimmî olur.
Çünkü İslam yurdunda kıydıkları nikah, darii'lharpte kıydıkları nikahtan daha az değerde değildir.
Eşlerden biri eman ile ülkemize girer ve eşi de eman ile ona tabi olarak ülkemize girecek olursa durum yine aynıdır.
Çünkü aralarındaki nikah devam etmektedir ve ülkelerin farklılığından dolayı evlilik son bulmamıştır.
3745- Onlardan biri eşinden önce eman alarak girmişse, hüküm açısından beraber girmiş gibidir. Söz konusu ettiğimiz bütün bu durumlarda İslamı kabul eden kadın ise, koca darü'llıarbe geri dönebilir, Ancak İslam yurdunda bulundukları sırada evlenmişlerse, kadın kocadan mehir hakkını isteyebilir ve koca mehri ödemeden geri dönemez. Eğer darü'lharpte evlenmişlerse, kadın böyle bir istekte bulunamaz. Bu anlattığımız şu kurala dayalıdır: Eman altındaki kişi îterü'lharpteki davranışlarından dolayı sorguya çekilemez, ama darü'lislamda iken yaptıklarından sorumludur. Mehrin gerekliliği de bununla ilgilidir. Eğer nikah akdi darü'lharpte iken gerçekleşmişse, kadın ondan mehir isteyemez.
Çünkü o koca eman altındadır ve darü'lharpteki muamelelerden sorumlu değildir. Ama nikah darü'lislamda kıyılmışsa, kadın kendisinden mehir isleyebilir ve ödeyinceye kadar onu burada bekletebilir.
3746- İslamı kabul eden koca ise ve kadın da ehli kitaptan olup nikahlı olmadıklarını iddia ederse, koca da nikahlı olduklarına dâir müslümanlardan veya zimmîlerden şahit getirecek olursa ja da kadının nikah kıydıklarına dair darü'lharpteki ikrarını delil olarak ileri sürecek olursa, müslüman hakim, kocanın ileri sürdüğü bu delillere iltifat etmez.
Çünkü kadın zahirde eman altındadır ve aralarında nikahın bulunduğunu inkar etmektedir. Burada İnkar edenin sözü geçerlidir. Eğer nikahlı olduğu kabul edilirse kadın zimmî olur ve bu, darü'lharpte gerçekleşen bir muameleden dolayı eman altındaki kadının aleyhine ileri sürülen bir delil olur. Hakim böyle bir durumda kadının aleyhine olacak bir deliîi kabul etmez.
Şahitler, bir müslümanın veya zimmînin nikahı altında olduğundan dolayı onun da zimmî olduğuna şahitlik ediyorlar. Hükmün ispatı için hakimin bu delili kabul etmesi gerekir, denilecek olursa, deriz ki:
Hakkında şahitlik yapılan hükmün sübûtu ile zımnen bu hüküm sabit olmaktadır. Böyle bir delil, aslın ne olduğuna dair bir delil olmaya elverişli değildir. Bir şey için zımnen sabit olanın sübûtu, aslın sübûtu iledir.
Bu mesele şuna benzer: Bir cariyeyi satın alan müşteri, aldığı cariyenin kusurlu olduğunu söyleyerek onu iade etmek İster ve iade etmesine gerekçe olarak o cariyenin o anda hazır bvriunmayan biriyle evli olduğunu ileri sürer. Böylece cariyenin kusurlu olduğuna dair delil getirmek ister. Koca olduğunu iddia ettiği kimse gelip bunu ikrar etmedikçe hakim, müşterinin getirdiği delillere iltifat etmez.
3747- Koca, darü'lislamda nikahlı olduklarına dair kadının ikrarını delil olarak ileri sürecek olursa, hakim bu delili kabul eder ve kadının geri dönmesini engeller. Darü'lislamdaki ikrarı, hakim karşısındaki ikrarı gibidir.
Çünkü darti'Iislamdaki ikrarına dair şahitler şahitlik etmektedir. Eğer: Hakimin bu delili de kabul etmemesi ^crekirdt, çünkü bağlayıcı sebep ikrar değil, nikah akdinin kendisidir ve bu, darü'lharpte olmuş bir olaydır. Bu, şuna benzemektedir: Şayet bir müslüman, darü'lharpteki bir muameleden dolayı o kadından alacağı bulunduğunu ileri sürecek olsa ve kadınırt buna dair darii'l islamdaki ikrarını da buna delil getirecek olsa hakim getirilen bu delili kabul etmez, denilecek olursa, deriz ki:
Her iki olay arasındaki fark açıktır. Çünkü aralarındaki nikah devam eden bir husustur. Nafaka gibi devamlılığı gerektiren hükümler, peyderpey gerekli olur. Darü'lislamda iken kadının bunu ikrar etmesi, bazı hükümler açısından muamelenin başlatıcısı mesabesindedir. Oysa borç meselesi böyle değildir.
Görmüyor musun, kadın darü'lislamda iken başka bir kocayla evlenecek olursa ve ilk kocası, kadının o ikinci koca ile evlenmezden önce darü'lislamdaki bir ikrarını delil getirecek olursa, hakim ikinci kocayla aralarındaki evliliğe son vermez mi?
Nafaka konusunda mahkemeye başvuran kadının kendisi olsaydı yahut o kocanın onu üç talakla boşadığını ileri sürerek buna dair delil getirseydi, hakim, onun getirdiği bu delili kabul etmez miydi?
3748- Eman sahibi kişi ülkemizde oturumunu uzatacak olursa, hakim kendisinden ülkemizi terk etmesini ister ve bunun için ona belli bir tarih verir. Ancak kendisine şu tarihte çıkacaksın dediğinde ona herhangi bir zararın dokunmamasına özen gösterir.
Hakim, iki tarafı da gözetmelidir. Müslümanları gözeterek uzun müddet haraç ödemeden ülkemizde İkamet etmesine izin vermemesi gerektiği gibi, onun eman altında olduğunu göz önünde bulundurarak zor bir duruma düşmemesini de göz önünde bulundurur.
3749- Harp ehlinden biri haraç veya öşür tarlalarından birini satın almış ve onu ekmişse, kendisinden haraç veya öşür alınacağı gibi, kendi şahsı için de haraç Öder.
Bu meseleler İmam Muhammed'in -Allah rahmet etsin- görüşüne göre halledilir. Onun görüşüne göre kafir biri. Öşür arazisi olan bir toprağı satın alacak olursa, o toprak Öşür arazisi olarak kalır. Mezhebimiz alimlerinden birine göre ise, o kişinin yaptığı şeyden, yani haraç arazisi saîiiı almasından dolayı zimmi olacağını söyler, haraç ödemeye razı olması, zimmet ehli olduğuna delalet eder, demektedir.
Halbuki mesele bu alimin anlattığı gibi değildir. Çünkü bu hüküm, miras ve satın almada eşittir. Mirasta istesin veya istemesin yaptığıyla bir ilgisi olmaksızın bu arazi mülkiyetine girmektedir. Fakat araziden yarar sağlamadan önce araziyi satın alıp daruîharbe dönebilmesi için ekmiş ve yarar sağlamış, böylece haraç ödemesi gerekmişse, o zaman zimmet ehli olur.
Buna göre şahsı için ödediği haraç, hüküm yönüyle tarlanın haracına tabi bir haraçtır. Ülkenin kuvvet ile fethinden sonra devlet başkanının minnet velayeti, tarla haracından yararlanma itibariyledir, şahsın haracından yararlanma itibariyle değildir. Çünkü şahsın haracı, devamlı bir husus değildir; zimmînin ölmesi yahut müslüman olmasıyla bu haraç son bulur.
Buradan da anlıyoruz ki aslolan, tarlanın haracıdır ve tabî durumundaki haracın sübûtu, asıl durumundaki haracın sübûtuna bağlıdır. Kişiye tarla haracı sabit olunca, buna tabî olarak şahıs haracı da sabit olur. O tarlayı kiralayıp ekin-ceye kadar ikamet etse ve ondan haraç alınacak olsa, yine zimmî olur. Halbuki bunun yanlış olduğu açıktır. Çünkü haraç kira tutana değii, tarlayı kiraya verene aittir. Ancak mukaseme haracını murat etmişse o başka. Çünkü bu, haracın bir cüz'üdür ve öşür gibidir.
îmam Muhammed'e göre bu durumda öşür, kira tutana aittir. Vazife haracı ise, kiraya verenin üzerindedir ve tarladan yararlanma imkanına sahip olması itibariyle haraç öder.
İmam Muhammed dedi ki: Bir öşür arazisini adam kiralar ve onu ekinceye kadar yurdumuzda ikamet ederse, durum yine aynıdır.
Burada bu tutarlı bir görüştür. Çünkü îmam Muhammede göre öşür kira tutana aittir. Öşür de, haraç da, gelir getiren tarlanın harcamasıdır. Kendisine haraç ödemenin gerekliliğinden dolayı nasıl zimmî oluyorsa, öşür ödemekten dolayı da zimmî olur.
3750- Harp ehlinden biri beraberinde harp ehlinden kölelerle eman alarak ülkemize gelse ve beraberindeki köleler İslamı kabul etseler, o köleleri satmaya zorlanır ve geri götürmesine müsaade edilmez.
Çünkü bu durumda onların durumları, zimmînin durumundan daha üstün değildir. Onların müslüman olmalarıyla o düşman kişi zimmî olmaz. Çünkü ikamet konusunda efendi, kölesine tabi değildir. Tıpkı kocanın karısına tabi olmadığı gibi.
Köleler, biz müslüman değil, zimmi olacağız derse, bu sözlerine itibar edilmez.
Halbuki kadın böyle değildir, Kocası olmaksızın kadın müslümanlara zimmî olabilir. Her iki durumda da müslümanlara haraç menfaati söz konusu değildir. Çünkü kadın da cizye Ödemez, köle de. Ancak kadın hür olur ve direkt olarak akid yapma yetkisine sahip olur ve direkt olarak zimmîlik akdini yapabilir. Halbuki köle mülk olduğundan dolayı direkt olarak zimmîlik akdini yapamaz, efendisinin rızasına ihtiyaç vardır.
3751- Harp ehlinden biri, beraberinde karısı ve küçük büyük çocukları olduğu halde eman alarak ülkemize girecek olsa ve anne babadan biri müslüman olsa, küçük çocuklar, îslamı kabul edene tabi olarak müslüman olmuş olurlar. Ergenlik çağını geçmiş büyük çocuklar ise, müs-lüman sayılmayıp erkek veya kız olsunlar darü'lharbe dönebilirler.
Çünkü tabi olmak, ergenlik çağına ulaşmakla son bulur. Ana-baba da onların geri dönmelerine engel olamazlar.
3752- Anne babadan biri zimmî olursa henüz ergenlik çağına gelmemiş küçük çocuklar ona tabi olurlar.
Çünkü zimmet akdinde muamelat konularında İslamin hükümlerine tabi olma söz konusudur. Bu gibi durumlarda küçükler anne babanın en hayırlı olanına tabidir.
Görmüyor musun, ana-baba mecûsi İseler ve onlardan biri Hıristiyanlığı kabul edecek olsa, küçük çocuklar hıristiyan kabul edilirler ve hıristiyan olana tabi olduklarında kestikleri hayvanın eti yenir. Aynı şekilde onlardan biri, zimmî olmayı kabul ettiğinde küçükler ona tabi olurlar. Zimmîiiği kabul eden kadın veya erkek olsun, fark etmez.
Görmüyor musun, anne baba müslüman iseler ve baba irtidat edip küçük çocuğunu beraberinde darü'lharbe kaçıracak olsa, sonra da orası müslümanlar tarafından fethedilecek olsa, o çocuk fey1 olmaz ve annesinin müslüman oluşuna bakılarak o da hür olur.
3753- Küçük bir çocuğu, ağabeyi veya amcası yanına alarak eman ile ülkemize gelecek olsa ve sonra da onu ülkemize getiren ağabeyi veya amcası Islamı kabul edecek olsa, çocuk ona tabi değildir. Ancak çocuk ergenlik çağına ulaşıncaya kadar bekletilir, dilerse İslamı kabul eder, dilerse ülkesine geri döner, dilerse de zimmîiiği kabul eder.
Çünkü zimmîlik İslamdan sonradır ve muamelat konusunda İslamın hükümleri zimmiler hakkında geçerlidir. İslam konusunda çocuk kardeşine tabi değildir. Zimmîlik konusunda da durum budur. O çocuğu ülkemize getiren eman alarak getirmiştir ve bu nedenle ülkemizin vatandaşı olamaz. Ancak müslü-manlığma hükmedilirse vatandaşımız olur. Halbuki esir alınan ve beraberinde annesi veya babası bulunan çocuğun durumu böyle değildir
3754- Eman alarak çocukla birlikte ülkemize gelen kişi şayet: Ben ve bu çocuk zimmî olmak istiyoruz, bize eman verin, diyecek olsa ve bu şart üzere ona eman verilse, ikisi de zimmî olurlar.
Çünkü o çocuğu ülkemize getiren kişi, onu koruma görevini üstlenmiştir. Onu koruma velayetine sahip olan kişi, zimmet akdini yapma velayetine de sahiptir. Çünkü bunda çocuğun salt menfaati vardır. Bu, hibe yapma ve alacaklarını teslim alma mesabesindedir.
3755- Çocuğun baba tarafından dedesi eman alarak onu ülkemize getirmişse ve sonra müslüman olmayı veya zimmî olmayı kabul etmişse, çocuğun babası ister hayatta olsun, ister Ölmüş olsun durum yine aynıdır.
Bu. usûl açısından zahiru'r-rivaye'ye uygun bir kuraldır. Buna göre çocuk, dedesinin müslüman olmasıyla müslüman olmaz. Hasan b. Ziyad'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise çocuk, babasının müslüman olmasıyla müslüman olduğu gibi dedesinin müslüman olmasıyla da müslüman olur. Zahiru'r-rivaye'ye göre dön hükümde dede babadan farklıdır: Müslüman olmada, sadaka-ı fıtırda, falanın akrabalarına vasiyette ve velayet ile ilgili konularda. Hasan'ın rivayetine göre bütün bu hususlarda dede baba gibidir. Doğru olan, zahiru'r-rivaye'de zikredilendir.Çocuk, yakın dedesinin müslüman olmasıyla müslüman olmuş olsaydı, en uzak dedesinin müslüman olmasıyla da müslüman olurdu. Buna göre kafirlerin hepsinin mürteci olduklarına hükmedilirdi. Çünkü hepsinin atası Âdem ve
3756- Dedenin müslüman oluşundan sonra çocuğun anne abasından biri ya da ağabeyi eman alarak onu ülkemize getirecek olsa, onu geri götürebilir ve dede buna engel olamaz.
Çünkü dinleri farklı olduğu için dedenin çocuk üzerinde bir velayeti yoktur. Dede, yok hükmündedir. Bu sebeple ağabeyi onu darü'lharbe geri götürebilir.
3757- Çocuğun babası hayatta olduğu halde ağabeyi onu geri götürmek üzere gelecek olsa, çocuğu götürme yetkisine sahip değildir.
İmam Muhammed, babası hayatta olduğu halde, derken bununla babasının eman almış olarak ülkemizde bulunmasını kastetmektedir ve baba hazır bu-lunduğuhalde ağabeyin çocuk üzerinde bir velayeti yoktur.
3758- Aynı şekilde ağabeyi hayatta olduğu halde çocuğu almak üzere amcası çıkıp gelse, onu alamaz. Çünkü kardeş hayatta iken amca yabancı mesabesindedir. Şayet babası hayatta ise veya ölmüşse ve ağabeyi varsa, anne onu götürmek üzere gelirse, çocuğun durumuna bakılır; Çocuk, annesiz yapamayacak yaşta ise onu alıp götürebilir.
Çünkü çocuk annesiz yapamayacak durumda ise, ona en iyi bakacak olan annesidir ve anne, ancak kendisini darü'lharbe götürdüğü takdirde ona bakabilir.
3759- Götürülen çocuk kız ise, iddet görünceye kadar annesi ona bakmaya daha çok hak sahibidir. Bu nedenle de onu alıp götürebilir. Erkek çocuk anneye ihtiyaç duymayacak yaşa gelmişse, anne onu götüremez. Baba hayatta değilse, çocuk hakkında ağabey daha çok hak sahibidir.
Çünkü erkek çocuk için bakım, yalnız başına yeyip içebilmesiyle son
3760- Kız çocuğu iddet görmeye başlamışsa, anne yine onu alıp götüremez. Karar verme yetkisi kıza aittir, dilerse döner, dilerse, zimmî olarak İslam ülkesinde kalır. Anne evlenmişse, küçük çocuğu da alıp götürme yetkisine sahip değildir. Çünkü çocuğa bakımı söz konusu olduğu için bu yetkiye sahiptir. Evlendikten sonra bu görevi hakkıyla yerine getiremeyeceği açıktır.
3761- Şayet anne İslami yahut zimmî olmayı kabul etmişse, akrabalardan hiçbirinin çocuğu darü'lharbe geri götürmeye hakkı yoktur. Bu durumda anne evlenmiş ol-sun veya olmasın fark etmez.
Çünkü çocuk anneye tabi olarak müslüman veya zimmî olmuştur. Koca-smm olması, çocuğun ona tabi oluşuna engel değildir. Bu, şuna benzer: Hepsi esir edilmiş olsa ve anne babadan biri İslamı kabul edecek olsa, çocuk ona tabidir, müslüman olan eğer köle ise, bu durumda çocuk üzerinde hak sahibi değildir.
3762- Harp ehlinden bir topluluk eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve sonradan müslümanlara karşı savaşmak üzere başka bir harp ehlinin yanında yer almak için oraya gitmek isteseler, müslümanların onlara bu imkanı vermeleri doğru değildir.
Çünkü müslümanlar kendilerine eman vermekle onlara zarar vermemeyi ve ülkelerine geri dönmelerine imkan vermeyi taahhüd etmişlerdir. Elbette buna karşılık müslü m anların, onların müslümanlara zarar vermelerine engel olma haklan da vardır.
Görmüyor musun, şayet beraberlerinde başka bir harp ülkesine satmak üzere silah getirmiş olsalar, o silahlan kendi ülkelerine geri götürmelerine müsaade edilir ama başka bir harp ülkesine satmalarına engel olunabilir. Savaşçıların durumu da böyledir.
Çünkü zarar verme noktasında savaş aracı, savaşçıdan sonra gelir. Silahların gitmesine engel olunması şundan dolayıdır: Bir darü'lharpte silah çok olabilir. Ama diğerinde silah az olabilir. Silahlanri az bulunduğu ülkeye silah gittiğinde o ülke de daha güçlü olacak ve müslümanlara karşı iki ülke de güçlenmiş olacaktır. Bunun müslümanlar için zararlı bir duruma sebep olacağı açıktır. Halbuki silahlarını kendi ülkelerine geri götürmeleri bu sonucu doğurmaz.
3763- Şayet gelen bir-iki kişi iseler, başka bir harp ülkesiyle ticaret yapmak üzere gitmek istediklerinde onlara engel olunmaz.
Çünkü bu sayı ile o ülkenin bize karşı savaşma gücü artmaz. Ama sayılan çok olup savaşçı iseler, durum farklı olur.
3764- İlkemizde eman alarak bulunan kişi İslamı kabul edecek olursa, onun müslüman olmasıyla darü'lharpte bulunan küçük çocukları müslüman olmazlar. Çünkü ülkeler farklı olduğu için aralarındaki bağ yeterli değildir. Ama amcaları em an alarak onları ülkemize getirecek olursa babaları müslüman olduğu için onlar da müslüman olmuş olurlar.
Çünkü eman ile ülkemizde bulunuyorlar ve ülkemizde babalan müslü-mandır. Bu durum ile, babası ülkemizde bulunurken müslüman olması arasında bir fark yoktur.
Onları ülkemize getiren kişi, artık müslüman olduklarından onları alıp darü'lharbe götüremez.
Çünkü onlar artık ülkemizin vatandaşıdır ve onları buraya getirenin onlar üzerinde bir velayet hakkı kalmamıştır.
3765- Ülkemizde müslüman olan babaları ölmüşse ve amcaları, babalarının kabrini ziyaret etmeleri için onları ülkemize getirmişse, onları geri götürme yetkisine sahiptir.
Çünkü amcaları onları ülkemize getirirken babaları ölmüşse, ona tabi olarak müslüman olmaları söz konusu değildir. Anne babadan biri ülkemizde ölür ve diğeri mürted olarak darü'lharbe kaçıp beraberinde çocuğu götürür, sonra da esir düşerlerse, çocuk fey' olmaz. Ölenin yerine ülkemizden bir müslüman tayin edilir ve o tayin edilen kişi çocuğun vasisi olur. Burada da durum aynı değil midir? denilecek olursa, deriz ki:
Hayır böyle değildir. Çünkü küçük çocuk, babasının ölümünden önce ona tabi olarak müslüman idi ve ölümünden sonra da müslüman olarak kalır. Oysa bu meselede çocuk, onun Ölümünden önce ona tabi olarak müslüman değildi.
3766- Onları ülkemize getiren kişi, onlarla bir akrabalık bağı bulunmayan biri ise ve onları kendi köleleri olarak zorla getirmiş, sonra da bize zimmî olmayı kabul etmişse, babaları ülkemizde yaşayan bir müslüman ise, onları getiren kişi, onları satmaya zorlanır.
Çünkü onları kendi korumasına almakla onlara malik olmuştur. Ancak babalarına tabi olarak onlar da artık müslümandırlar. Onların sahibi durumunda olan kişi zimmî olduğundan onları satmaya mecbur edilir.
3767- Onları ülkemize getirdiğinde şayet babaları ölmüşse, onları satmaya zorlanamaz. Eman alarak ülkemize girmişse, durum yine aynıdır. Ancak burada, dilediği taktirde onları tekrar darü'lharbe geri götürebilir. Buna göre anne babadan biri ülkemizde zimmî olursa darü'lharpte bulunan küçük çocukları da ona tabi olarak zimmî olmazlar. Nitekim anne babadan biri müslüman ise, ona tabi olarak müslüman sayılmazlar..
Eğer baba hayatta ise ve babalarını ziyaret etsinler diye amcaları onları ülkemize getirmişse, amcalarının onları geri götürme yetkisi yoktur.
Çünkü çocuklar babalarına tabi olarak zimmî olmuşlardır. Babalarıyla ülkemize gelmiş gibidirler.
Görmüyor musun, eğer baba mecûsî iken ehl-i kitaptan olacak olsa ve sonra da amca, çocuğu alıp babasının yanına getirecek olsa, babasına tabi olarak çocuk da ehl-i kitaptan olur. Aynı şekilde babasına tabi olarak bizim vatandaşımız olur.
Bazı nüshalarda böyle deniliyor, bazılarında ise şöyle denilmektedir: Amca onu darü'lharbe geri götürebilir ve baba buna en-gel olamaz.
Çünkü tabi olmak, dinin hükümlerindedir. Bir ülkede ikamet etme açısından durum böyle değildir. Baba çocukla birlikte yaşadığı yerde çocuğun velisidir. Baba zimmî olduğunda eğer çocuk kendisiyle birlikte idiyse çocuk da zimmî olur. Çünkü o anda onun velisidir. Ama baba zimmî olduğunda çocuk darü'lharpte ise, velayet konusunda baba, çocuğa nazaran yabancı durumuna düşer. Bundan böyle babaya tabi olarak çocuk zimmî olmaz. Çünkü çocuk üzerinde bir velayeti yoktur.
Görmüyor musun, şayet anne müslüman olacak olsa ve sonra baba çocuğu annenin yanına getirecek olsa, çocuk anneye tabi olarak müslüman olur. Baba onu darü'lharbe geri götüremez. Ama anne zimmî olacak olsa ve baba çocuğu onun yanına getirecek olsa, on ı darü'lharbe geri götürebilir.
3768- imam Muhammed dedi ki: Anne baba bize gelip zimmi olsalar ve sonra çocuğun amcası onu anne babasının yanma ziyarete getirecek olsa, çocuğu darü'lharbe geri götürebilir.
Çünkü açıkladığımız gibi burada anne babanın çocuk üzerinde velayetleri yoktur. Ayrı bir ülkede zimmî olmakla onun üzerindeki velayeti yitirmişlerdir. Artık onlar çocuk açısından yabancı durumundadırlar.
Aynı şekilde çocuk, meramını ifade edebiliyor ve zimmî olan anne babasını ziyaret etmek üzere eman alarak ülkemize girmişse, darü'lharbe geri dönebilir. Ama anne baba İslamı kabul etmişlerse yahut onlardan biri İslami kabul etmişse, çocuk, müslüman olana tabi1 olarak müslüman olur ve geri dönemez.
Çünkü îslamda tabi1 oluş meselesinde meramını anlatabilen, meramını anlatamayan hükmündedir, işte bununla, mezhep alimlerimizden bazılarının meramını anlatabilen çocuk tebeiyyetle müslüman olmaz şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İmam Muhammed burada o çocuğun müslüman olacağını ve geri dönmekten alıkonacağını ifade etmektedir,
3769- Şayet bu çocuk, anne babasının yanına gelmek
için eman isterse ve ana babası zimmî iseler, o da zimmî olur.
Çünkü eman istemesinde anne babası gibi olmaya nza gösterme anlamı vardır ve anne babası zimmîdir. Bu şekildeki bir eman alışı ile zimmî olmak için eman almak istemesi arasında bir fark yoktur. Ancak çocuk, anne babanın durumunu biliyorsa zimmî olur, ama anne babanın zimmî olduklannı bilmiyorsa, zimmî olmaz. Çünkü zimmî olduklannı bilmiyorsa, zimmî olmaya nza gösterdiği anlamı sözlerinden anlaşılmaz.
3770- İmam Muhammed dedfki: Düşmandan biri da-rü'lharpte müslüman olursa, küçük çocukları onun müslüman oluşuyla müslüman olmuş sayılırlar. Baba, onları orada bırakarak ülkemize gelecek olursa, çocuklar müslüman olarak kalırlar.
Çünkü sabit olanı ortadan kaldıracak bir delil ortaya çıkmadıkça öylece kalır. Kalıcılık, kalıcılığı gerektirecek bir delilin varlığına ihtiyaç duymaz. Bir şeyin başlangıçta isbatı, devamı için de yeterli bir delildir.
3771- Baba müslüman olmaz ama darü'lharpten haber göndererek müslümanlara zimmet ehli olduğunu ve darulharpte ikamet edeceğini bildirse ve her sene de haracını
gönderse, zinımîliği geçerli olup küçük çocukları da ona tabi olarak zimmî olurlar. Çünkü zimmî olduğunda çocukları üzerindeki velayeti devam ekmektedir. Baba da-rüiislama çıkıp gelir ve çocuklarını orada bırakırsa, sonra da biri onlar için eman alarak veya zorla onları İslam ülkesine getirecek olursa, o kişinin onlar üzerinde herhangi bir hakkı olmaz. Onlar üzerinde baba hak sahibidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sabit olan bir şey devam eder ve devam ettiğine dair delil aranmaz. Baba zimmî idi ve ahdini bozmadığı sürece zimmîliği devam etmektedir. Zimmî olan birine zorla malik olmak mümkün değildir. Bu nedenle her iki durumda da baba çocuklan konusunda daha çok hak sahibidir.
3772- Baba ülkemizde iken müslüman olur ve sonra darü'lharbe dönecek olursa, küçük çocukları ona tabi olarak müslüman olmuş olurlar ve müslümanlar o ülkeyi fethettikleri takdirde o çocuklarını esir alamazlar ve köle yapamazlar. Zimmî olur sonra darü'lharbe dönerse, küçük çocukları açısından durum yine budur.
Çünkü darü'lharbe döndüğünde ortaya çıkan durum ile orada müslüman veya zimmî olması durumu arasında bir fark yoktur,
3773- Dedi ki: müslümanlar o ülke halkı ile antlaşma yapar ve sonra baba çocuklarını almak üzere oraya gittiğinde ona engel olurlarsa, bu durumda çocuklar babalarından dolayı anlaşmalı veya zimmî olmazlar.
Çünkü bu meselede babanın oraya gitmesiyle çocuklan üzerinde velayet hakkı sabit olmamaktadır. Aramızda mütareke bulunan ülke halkına îslamın hükümleri uygulanmaz. Oradakiler de baba ile çocukları arasında engel olmuşlardır ve bu durum, babanın çocuklan üzerinde velayetinin gerçekleşmesine engeldir. Baba oraya gitmemiş gibidir. Ama baba ile çocuklan araşma girmez ve engel olmazlarsa, durum farklı olur.
Başarı Allah'tandır.[52]
[1] Al-iîmrân, 139.
[2] Enfâl,61.
[3] Haşir, 6.
[4] Ahzâb, 10.
[5] Tevbe,29.
[6] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/207-223
[7] ŞÛrâ, 41.
[8] Hac, 39.
[9] Tevbe,36.
[10] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/225-234
[11] Borç verilen eşya.
[12] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/235-256
[13] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/257-281
[14] Bakara, 282.
[15] Bakara, 282.
[16] Bakara, 282.
[17] Sad,53.
[18] Tevbe, 1.
[19] İİmrân,187.
[20] ÂI-iîmrân,81.
[21] Mümtehıne, 10.
[22] Mümtehıne, 10.
[23] Tevbe,46.
[24] Bakara, 273.
[25] Elçiler kendilerinden değil d resmî bir görev sebebiyle bir yerde bulunduklarından, o yerde gerekli olan vergi ve gümrüklerden muaf tutulabilirler. Devletler hukuku tarihinde, diplomasi temsilcilerinin ve güvercinlerinin prensip olarak millî olsun, mahallî ölsün şahsî ye aynî nitelikli vergi harçlardan muaf tutulmaları bir teamül olarak bilinegelmektedir. İslam yurduna giren yabancının ülke topraklarında gümrük ve diğer vergilerden sorumlu olup olmadığı tartışılırken, İslam hukukçuları bu tür vergilerin mütekabiliyet esasına göre belirleneceğini söylerler. Konuyla ilgilenen ilk hukukçulardan Ebû Yûsuf, diplomatik temsil göreviyle daru'l-islama gelen kimselerden uşur denen 1/10 nisbetinde gümrük vergisinin alınmayacağını mütekabiliyet (karşılıklı) esasınca buna bütün mallarının dahil olduğunu söyler. (Editör)
[26] Bakara, 224
[27] Nahl, 16.
[28] Nahl, 8.
[29] Nahl, 5.
[30] Enfâl,60.
[31] Mücadele, 25.
[32] Bu uygulamanın islamda hiçbir dayanağı olmadığı gibi, kabul edilir bir tarafı da yoktur. Çünkü batıl da olsa, başka din mensuplarının inançlarına ve inanç değerlerine hakaret etmek, aşağılamak kabul edilen bir şey değildir. Aynı şekilde islam imajına ve müslümanlara da bir şey kazandırmaz. Nitekim Kur'ani Kerim "kafirlere müslü-manların sövmemesini, aksi halde onların da düşmanlıklarından Allaha söveceklerini" (En'âm, 108.) belirterek bu işlerin onaylanmadığını belirtmektedir.
İslam, barış dinidir. Fethedilen yerlerin halklarına banş elini müslümanlar uzatmadığı takdirde, o insanların İslama ve müslümanlara ısınması, dolayısıyla İslama girmesi de mümkün olmaz. Halbuki yapılan fetihlerden amaç, insanların küfrün bütün çeşitlerinden kurtulup Allaha kul olmalarının sağlanmasıdır. Bunun gerçekleşmesi için de her şeyden önce müslümanlann o insanların sempati ve güvenlerini kazanması gerekir. Bu da her halde, o İnsanların tapınak ve kutsal değerlerine hakaret ederek sağlanmaz.
Diğer taraftan, yukarıda bir kaç paragrafta, darulislam olan yerlerde müslüman olmayanların nüfusları ne adar çoğalırsa çoğalsın, sahip oldukları eski tapınakları dışında yeni tapınaklar yapmalarına, dini ayinlerini açık yerde yapmalarına, dinsel sembollerini sokakta taşımalarına ve ibadet etmek için mensuplarına açıktan duyuru yapmalarına izin verilmiyeceği belirtilmektedir.
Geçmiş asırlarda milletlerin bibirlerine karşılıklı olarak bu şekilde davranmış olmaları belki normal görülebilir. Ancak dünya ülkelerinin gıloballeştiği günümüzde bu anlayışın hâlâ geçerli olabileceğini düşünmek mümkün değildir.
Aksi halde bir zamanlar Bulgaristan'ın komünist rejimi ile Batı Trakya'da Yunanistan'ın ve müslümanlara bu şekilde yasaklar getiren başka ülkelerin yaptığı uygulamalardan şikayetçi olmamak gerekir. Aynı şekilde günümüzde Batı Avrupa ülkelerinde müslümanlann cami yapmaları, minare dikmeleri ve ezanı caminin dışında ve hoparlörle okumalarının yasaklanması uygulamalarına da itiraz etmemek gerekecektir. Halbuki bütün bu uygulamalar artık yadırganmakta ve her inanç mensuplarına hürriyet anlayışı savunulmaktadır. Bu hürriyet anlayışından da islam ve müslümanlar her zaman zarar değil, yarar görürler. (Çeviren)
[33] Cin, 18.
[34] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/283-314
[35] En'âm, 122.
[36] Mümtchıne, 10.
[37] Süt çocU^u ile nikah akdi yapmanın akıl, mantık ve dinle hiçbir ilişkisi yoktur. Olsa olsa cahiiiye toplumlarında mantık dışı yapılan bir uygulamadır. Bu tür gönüşler tamamen varsayıma dayanmaktadır. Dünya çapındaki hukukçu âlimlerin bu konularda fetva vermeleri, ahkam kesip değerlendirme yapmalarını anlamak mümkün değildir. Hrhalde bu tür konuları işlerken arada bu tür varsayımlarla karşılaşmış ve böyle hükümler vermişlerdir. Değilse belirttiğimiz gibi böyle bir şeyi anlamak ve alimlere yakıştırmak mümkün değildir. (Çeviren)
[38] Hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu için bu süre esas alınmıştır. Ayrıldıkları ta-rihtn itibaren altı ay dolmadan doğan çocuk, ayrılmadan önce kurdukları cinsel ilişkiden dolayı olacağından gerçek babaya nisbet edilir. Çünkü "Çocuk yatak sahibi olan kocaya aittir." (Buharı, Husûmât, 6; Müslim, Radâ, 34-38; Ebû Dâvûd, Talâk, 34.) Fakat ayrılmalarından itibaren altı ay geçtikten sonra doğum olursa bunun, kocasının yokluğunda bir başka erkekten de olma ihtimali vardır. Böylece darulharpteki kadın yerine, darül i si anıdaki erkek korunmuş olmaktadır. (Editöür.)
[39] Hul ya da muhâla'a, bedel karşılığında veya bedelsiz olarak boşama yetkisini kocanın kadına vermesi yahut kadının boşanması demektir. (Çeviren)
[40] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/315-329
[41] Çocukların yanlışlıkla öldürdüklerinin kan diyetini velileri öder, velileri yoksa beytülmal öder. (Çeviren)
[42] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/331-338
[43] Ukr: Kadınla yatmanın karşılığı olarak kadına verilen para, mehir.
[44] Siâye: Bir kısmı azad olmuş kölenin tamamının azad olması için iş yapması veya para kazanıp ödemesi.
(Çeviren)
[45] Hadis.
[46] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/339-342
[47] Suçu işleyen kişinin suçu işlediği ülkenin hukukuna göre yargılandığına dâir açık bir örnektir bu. Diplomat olmayan kişilere günümüzde bu şekilde uygulama yapılmaktadır. (Çeviren)
[48] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/343-344
[49] Güvence verilen kişiler ve diplomatlar bulundukları ülkenin koruması altındadır. (Çeviren)
[50] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/345-349
[51] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/351-353
[52] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/355-367