Vaz'ı
Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
Hükümlerin ikinci
kısmı vaz'î hitaba racidir. Bunlar, yani vaz'î hükümler: Sebeb, şart, mâni,
sıhhat, butlan, azimet ve ruhsat olmak üzere beş kısımdan ibarettir.[1] Şimdi
bunlar üzerinde meseleler vaz edilmek suretiyle durulacaktır.
Haricde vücudu bulunan
ve kendileri yüzünden teşrî kılmayı ya da bazı durumların vaz edilmesini
gerektiren fiiller genel anlamda iki türlüdür:
a) Mükellefin kudreti dahilinde bulunmayan fiiller.
b) Mükellefin kudreti altına girmesi sahîh olan fiiller
Birinci türden olan
fiiller sebeb, şart ve mani olabilirler.
Sebebe örnekler: Lâşenin helal olması için zaruret hâlinin bulunması;
câriye ile nikâhlanmasımn miibâh olabilmesi için zina korkusunun olması;
vücuddan çıkan ve abdesti bozan bir şey olmasına rağmen, her namaz için abdest
alma gereğinin düşmesi için idrar tu-[188] tamama (selesu'1-bevl) halinin
bulunması; namazların vâcib olması için güneşin zevali, batması, fecrin
doğması... ve benzeri gibi şeyler hep sebeblerdir.
Şarta örnekler: Zekâtın vâcib olması için senenin dolması; satış
akdinin sahih olması için mebîin teslimine kadir olunması; yetim malının
kendisine verilmesi için rüşd çağma ulaşmış olması; sevâb ve azab için
peygamberlerin gönderilmiş olması ve buna benzer şeyler de şarttırlar.
Mâniye örnekler: Hayzm cin sî münâsebete, talâka, Kabe'yi tavafa,
namazların vücûbuna ve orucun edasına mâni olması; deliliğin (cünûn)
ibadetlerin ifasına ve onun tasarrufları konusunda serbest bırakılmasına mâni
olması ve buna benzer örnekler.
İkinci türden olan
yani mükellefin kudreti dâhilinde olan
fiillere gelince,
bunlar iki açıdan ele alınacaklardır:
1. Bunlar Önce, maslahatların celbini ya da
mefsedetlerin defini gerektirmiş olmaları cihetin den emir ya da yasak konusu
olarak ya da haklarında muhayyerlik hükmü verilerek teklif hitabı altına
girmeleri açısından ele alınacaklardır. Mesela faydalanmak için alış verişte
bulunmak, nesil için evlenmek, kurtuluşa ermeye vesile olan tâat için boyun
eğmek vb. gibi. Bu açıdan durum açıktır.[2]
2. Bunların sebeb, şart ya da mâni olarak vaz'î hitap
altına girmiş olmaları açısından ele alınması.[3]
Bu türden ve sebeb
olanlara örnekler: Nikâhın, eşlerin birbirlerine mirasçı olmalarına, sıhriyet
haramlığına, eşlerin birbirlerinden istifâdede bulunmalarına sebeb olması;
boğazlamanın boğazlanan hayvanın etinin yenmesinin helâlliğine sebeb olması;
yolculuğun namazın kısaltılmasına ve Ramazan orucunun tutulmamasma sebeb olması;
katil ve yaralama olaylarının kısas için sebep olması; zina, içki,hırsızlık ve
iftiranın ilgili cezalar için sebeb olması... vb. gibi. Bu saydıklarımız,
müsebbeblerinin (sebebiyet verdikleri şeylerin) teşri kılınması için sebeb
olarak konulmuşlardır.
Şarta örnekler:
Talakın vukuu için veya üç defa müracaatın helalliği için nikâhın şart olması;
zina eden kimsenin recmedilmesi için muhsan (evli) olması şartının aranması,
namazın sıhhati için temizliğin şart olması, bütün ibâdetlerin sıhhati için
niyetin şart olması... gibi. Bu verdiğimiz örnekler ve benzeri şeyler sebeb
değillerdir, şart ko-şuldukları şeylerin sıhhati için şarttırlar.
Mâniye örnekler: İki
kîzkardeşten biriyle olan evliliğin diğeri ile evliliğe mâni olması; bir
kadınla olan evliliğin o kadının hala ya da teyzesiyle aynı anda evliliğine
mâni olması; îmânın kâfire karşı kısasa' mâni olması; tâatlerin kabulüne küfrün
mâni olması... vb. gibi.
Bazen
tek bir şeyin hem sebeb, hem şart, hem de mâni olması mümkün olabilir. Mesela
îmân gibi. O sevaba sebebtir, tâatlerin vücûbu ve sıhhati için şarttır, kâfire
karşı kısasa mânidir. Benzeri çoktur. Şu kadar var ki, bu üç şey, tek bir şey
için bir arada bulunamazlar. Dolayısıyla şer'î bir hüküm için sebeb olarak
vâki olan bir şey, aynı anda bizzat o şeyin şartı ya da onun için mâni olamaz.
Çünkü böyle bir durumda bunların birbirlerini ortadan kaldırma durumları söz
konusudur. Ancak bir hükmün sebebi, başka bir hükmün şartı, bir üçüncünün
mânisi olabilir. Tek bir hüküm üzerinde bir araya gelmeleri sahih olmadığı
gibi, aynı cihetten olmak kaydıyla ikisinin bir araya gelmesi de sahîh
değildir. Nitekim aynı şey teklîfî hükümlerde de sahîh değildir.
[4]
Her ne kadar genelde
telâzumun bulunması (birbirini gerektirmesi) sahîhse de sebeblerin meşruluğu
müsebbeblerin de meşruluğunu gerektirmez.[5] Bunun
anlamı şudur: Sebeblere herhangi bir mübahlık, mendubluk, haramlık... gibi bir
şer'î teklifi hüküm taalluk ettiği zaman, bu hükmün o sebebin müsebbebine de
taalluk etmesi [190] zorunlu olarak gerekmez. Sebebin yapılması
emredilmişse,müsebbe-bin de emredilmiş olması gerekmez; sebebin işlenmesi
yasaklanmış-sa, müsebbebin de yasaklanmış olması gerekmez; sebeb hakkında
muhayyer bırakılmışsa, müsebbeb hakkında da muhayyer bırakılmış olması neticesi
zarurî olarak lâzım gelmez. Örnek vermek gerekirse: Mesela alış verişde
bulunmayı emretmek, mebî ile faydalanmanın mübâh kılınmasına da emir mânâsına
gelmez.[6]
Nikâhla emirde bulunmak, zevcenin kadınlığından istifâdenin helalliğinin emri
mânâsını gerektirmez. Kısasta Öldürmeyi emretmek, ruhun çıkarılmasını emretme
mânâsını istilzam etmez. Haksız yere insan öldürmeyi yasaklamak, ruhun
çıkarılmasını da yasaklamak mânâsını gerektirmez. Kuyuya düşmekten nehyetmek,
orada elbisenin yırtılması ve rezil olmaktan da nehyetmek mânâsını
gerektirmez. Elbiseyi ateşe atmayı yasaklamak, bizzat yakma işini yasaklamak
mânâsını gerektirmez. Benzeri örnekler çoktur:
Delili:
Bunun delillerinden
birisi şudur: Kelâm ilminde sabit olduğu üzere, mükellef üzerine gerekli olan
sadece sebeblere yapışmaktır; müsebbeblere gelince, onlar Allah'ın işidir ve
O'nun hükmü altındadır; onlar hakkında mükellefin herhangi bir kesbi
bulunmamaktadır. Bizzat Kur'ân ve Sünnet bu esâsa delâlet etmektedir. Buna en
açık bir şekilde delâlet eden örneklerden biri de, rızkın Allah'ın tekeffülünde
olduğunun ortaya konmasıdır. Meselâ bazı âyetlerde şöyle buyrul-maktadır:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden
rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz.[7]
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah üzerine olmasın.[8]
"Rızkınızda, size söz verilen azâb da yukarıdan gelir.[9]
"Allah kendisine karşıgelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona
beklemediği yerden rızık verir...[10] Bu
ve benzeri rızkın Allah tarafından tekeffül edildiğini ifâde eden âyetlerde
murâd olunan mânâ rızk için sebeblere sarılması değildir; bilakis elde edilmek
üzere sebeblerine yapışılan rızık (müsebbeb) olmaktadır. Eğer murâd bizzat
esbaba yapışmak olsaydı, o takdirde mükellefin hiçbir şekilde rızkını elde
etmek için —lokmayı ağzına koyup çiğnemek veya tohum ekmek ya da dağ bitki ve
yemişlerini toplamak şeklinde de olsa— bir faaliyetle memur olmaması gerekirdi.
Bu ise ittifakla bâtıldır. Dolayısıyla bu âyetlerden maksadın, bizzat sebebleri
hazırlanan şey olduğu ortaya çıkmaktadır. Hadiste: "Eğer siz gerçek
anlamda Allah'a tevekkül etmiş olsaydınız, kuşların rızıklandırıldıkları gibi
siz de rızıklandır ılır diniz..."[11]
başka bir hadiste de "Deveni sağlam bağla ve tevekkül et.[12]
buyurmuştur. Bu ve benzeri nasslarda, geçen mânânın beyânı bulunmaktadır. Bu
mânâyı açıklayan hususlardan biri de şu âyetlerdir: "Söyleyin; akıttığınız
meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz miyiz?[13]"Söyleyin;
ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz? Yoksa biz mi bitiriyoruz?[14]
"Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz? Yoksa onu
indiren Biz miyiz?[15]
"Söyleyin;yaktığınız ateşi var eden siz misiniz? Yoksa onu biz mi var
ederiz?[16]
Bütün bunların üstüne de "Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı yaratmıştır.[17]"Allah
her şeyin yaratıcısıdır.[18]
âyetleri gelmektedir. Amelin onlara ait kılınması sadece hesaba çekilmeleri
için olmuştur; sonra o hususta hüküm ise ancak Allah'a hastır. Bu mânâ
şeriattan istikra yoluyla elde edilen kesin bir netice olmaktadır. Durum böyle
olduğuna göre, mükellef olunan se-bebler de, hem aklın hem de naklin delâlet
ettiği bu umûmun gereği [192] içerisine girecektir. Dolayısıyla kulların
kesblerinin taalluk ettiği şey müsebbebler değil, sadece sebebler olmaktadır.
Şu halde teklif ve onu getiren hitap, sadece müktesebolanayani kulun kesbi
altına girebilen hususlara taalluk etmekte ve neticede müsebbebler teklif
hitabı haricinde kalmaktadır. Çünkü müsebbebler, kulların kudreti dahilinde
olmayan şeylerdir. Bununla birlikte, eğer müsebbeblere de taalluk edecek
olsaydı, bu bir teklîf-i mâ la yutak (takat üstü yükümlülük) olurdu. Usûlde de
ortaya konulduğu gibi, böyle bir yükümlülük İse mevcut değildir.
İtiraz: İstilzam yani sebebin hükmünün müsebbebde lâzımı (zorunlu)
olarak geçmesi vardır. Dikkat edilirse, alış veriş, icâre vb. gibi
akitlerin mübâhlığı,
bunlardan her birine has olan faydalanma yollarının mübâhlığım da
gerektirmektedir. Bunlara mesela ribâ, garar veya cehalet gibi sebeblerle
haramhk hükmü taalluk ettiğinde, bu durum onlardan faydalanmanın haramlığını
da gerektirmektedir. Keza tecâvüz, gasb, hırsızlık vb. gibi durumlarda da
vaziyet aynıdır. Hayvan boğazlama, şer'î usûle göre olduğunda mübâh olmakta ve
o hayvanlardan faydalanmayı da gerektirmektedir. Boğazlama ameliyesi
gayrimeşrû bir tarzda olursa, bu o hayvanlardan faydalanmanın ha-ramlığını
gerektirmektedir. Hâsılı bu tür örnekler pek çoktur. Bu durumda nasıl olur da
"Sebeblerinin emredilmiş ya da nehyedilmiş olması, müsebbeblerinin de
emredilmiş ya da nehyedilmiş olmalarını gerektirmez." denilebilir. Ibâha
durumunda da durum aynı şekildedir.
Cevap: Biz bütün bunların; müsebbeblerin, lâzımı olarak
sebeblerinin hükümlerini alacağına iki açıdan dolayı delâlet etmediği görüşündeyiz:
1. Meselenin başında geçen misaller, istilzamın (zorunlu
gerekliliğin) bulunmadığına delâlet etmektedirler; dolayısıyla bu konuda artık
delîl bulunmaktadır. Aksine serdedilen Örnekler ise, istilzam hükmü neticesinde
değil de, tesadüf eseri olarak öyle vâki olmuşlardır.
2. Zikredilen Örneklerde ortaya konulan neticeler ise,
istilzam hükmüyle değildir. Bunun delili de, verilen örneklerin bir kısmında
bizim iddiamızın açık olarak gözükmesidir. Şöyle ki, bazen sebeb mübâh olmakta,
müsebbeb ise yapılması emredilen bir husus olmaktadır. Nitekim mebî ile
faydalanmanın mübâh olduğunu söylüyoruz ve sonra da, eğer canlı bir hayvansa,
onun bakımının vâcib olduğunu ifâde ediyoruz. Hayvanın bakım sorumluluğu, mübâh
olan akdin mü-sebbebleri arasında bulunmaktadır. Aynı şekilde temellük edilen
malın korunması da mübâh olan bir sebebin müsebbebi bulunmaktadır; sebeb mübâh
olmakla birlikte, malın muhafazası mubahtan öte talep edilmektedir. Aynı şey
boğazlama ameliyesi için de söz konusudur. Boğazlama ameliyesi domuz, yırtıcı
hayvanlar, köpek vb. gibi eti yenmeyen bir hayvanda icra edilmişse, haram bir
iş yapılmıştır denilemez. Bununla birlikte boğazlanan bu hayvanların
tamamından istifâde cihetine gitmekharam olmakta veya bir kısmında haram, bir
kısmında mekruh bulunmaktadır. Sebeb olan boğazlama haram değildir diye,
müsebbeb de helâllik hükmünü almamaktadır.
Bu anlattıklarımız
meşru olan sebebler hakkındadır. Yasaklanılan sebeblere gelince, onların
durumu daha da açık ve kolay olmakta-dır. Çünkü onların haram kılınmış
olmaları, şeriatte onların gerçek anlamda sebeb olmadıklarını ortaya kor.
Dolayısıyla onlar gerçek anlamda sebeb olmadıklarına göre, müsebbebleri de
yoktur. Netice olarak da onların sebebiyet verdikleri şeyler (müsebbebler)
aslî men (ha-ramlık) üzere kalmaya devam edeceklerdir. Yoksa müsebbeblerin
ha-ramlığı, haram olan sebeblerin vukûunun lâzımı (zorunlu) bir neticesi
değildir. Görüldüğü üzere bu son derece açıktır. Konulan prensib bi-düziyelik
(muttaritlik) arzetmektedir; kaide
tutarlıdır.
Tevfîk ancak Allah'tandır. Bu prensipten şu mesele ortaya çıkacaktır:
[19]
Sebeblerin işlenilmesi
sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kası d ve iltifatta bulunması
gerekmez. Mükelleften istenilen şey, sadece konulan hükümler
doğruitusundaha-reket etmektir. Bu hükümler ister sebeb olsun ister başka şey
olsun, veya bu hükümler ister talîl edilebilen (deductive = bir illete bağlanabilen)
kısımdan olsun ister talîl edilemeyen kısımdan olsun farketme-mektedir.
Buna delilimiz şudur:
1. Daha Önce de geçtiği gibi müsebbebler, hükümleri
koyan ve sebebleri vaz'eden Allah'a aittir. Bunlar mükellefin kudreti dâhilinde
olmamaktadır.[20] Müsebbeblerin mükellef
ile bir ilgisi olmadığına göre, onun riâyet etmesi gereken şey, ancak kendi
kesbiyle ilgili olan şey olacaktır ki, bu da sebebtir. Bunun dışındakiler ise
mükellef için bağlayıcı değildir. İstenilen de budur.
2. Keza, şer'an yapılması istenilen bazı şeylerde,
nefsin güttüğü bir takım hazlar ve ona karşı meyiller bulunmaktadır. Bu durum,
o şeyin taleb altına girmesini engellemektedir.[21] Hz.
Peygamber
amme velayetini
gerektiren görevlere talepte bulunan kimseleri getirmezdi. Kaldı kİ, şer'î
velayetlerin tamamı ya vâcib ya da mendûb düzeyinde olmak üzere matlûb olan şeylerdir.
Ancak Hz. Peygamber bu konuda, muhtemelen nefsin nazlarının dikkate alınmasına
sebebiyet verecek hususları dikkate almış ve uygulamalarında bu tür hizmetleri
isteyenlere vermemiştir. Bu gibi şeylerde hazlarm dikkate alınması, ileride de
geleceği gibi, hoşlanılmadık neticelere müncer olacaktır. Hatta Hz. Peygamber
bu gibi hususlara mubahlarda dahi dikkat etmiştir: Hadislerinde: "Senden
bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al..."[22]
buyurmuşlar; malın kabulü için nefsin beklenti halinde olmamasını şart
koşmuşlardır. Bu da, kişinin beklenti halinde olması durumunda onu almasının
farklı bir hükümde olduğunu göstermektedir. Buhadislerini bir başka hadisi de
tefsir etmektedir: ".. .Her kim, bir malı hakkı ile alırsa, o mal kendisi
hakkında mübarek kılınır. Her kim de haksız yere alırsa (ya da hakkını
vermezse) o da yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur." Malın hakkı ile
alınması, onda bulunan Allah hakkının unutulmaması demektir. Bu da mal
üzerinde nefsin beklentilerinin olmamasının bir [194] neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Hakkını
vermeyerek alması ise bunun aksine olacaktır. Başka bir rivayet bu mânâyı
açıklamaktadır: "Kendisinden yoksula, yetime, yolcuya verilen mal,
müslüman kimse için ne güzel arkadaştır," Veya şöyle dedi: "Her kim hakkını
vermeden onu alırsa o kimse yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur [23] ve o
mal yarın kıyamet gününde aleyhine şâhid bulunur." [24]
3. Bu gibi konularda kendilerini kale almak durumunda olduğumuz
ümmetin âbidleri, amellerini nefislerinin bu tür hazlar peşinde olması
şaibesinden arındırmak için çalışmışlar; hatta nefislerin bazı salih amellere
karşı olan meyillerini hazlarma ulaşmak için kurdukları bir türlü hileler ve
tuzaklar olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda onlar, amellerin tearuzu ve
birbirlerine takdimi konusunda bir kaide geliştirerek, nefsin bir hazzı olmayan
amelin ya da nefse daha ağır gelen amelin Öne alınması neticesine
varmışlardır. Hatta öyle ki, onların bütün amelleri nefsin meyline muhalefet
esâsı üzerine bina edilir olmuştur. Bunlar bu yaşantılarında hüccet olan
kimselerdir. Çünkü onların icmâı icmâ olmaktadır. Bu da sebebler işlenirken
mü-sebbeblere yönelik bir kasıd bulundurmamanın sıhhatine delâlet eden bir
delil olur. Hz. Peygamber LaİE^3â£uJ , Cibril tarafından kendisine yöneltilen
"İhsan nedir?" sorusuna : "Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibâdet
(kulluk) etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor ,[25] diye
cevap vermişlerdir. Kulun şeriat dâiresinde işlediği bütün tasarrufları
ibâdettir. Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibâdet eden kimsenin —ibâdetine
başladığı anda— nefsine ait onda hiçbir hazzı kalmaz. Kişinin kendisini bir
şeye vermesi durumunda, başka her şeyi unutması câri olan âdet-i ilâhîyenin bir
gereği olmaktadır. Bu Gazzâîî ve benzerleri gibi, erbabı tarafından açıklanmış
bulunan bir mânâdır. Şu halde, meşru olan sebeblerin ortaya konulması
sırasında, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatın bulundurulması şart
olmamaktadır.
Bunlar
yapılması istenilen (meşru; sebebler hakkında geçerli olduğu gibi, gaynmeşrû
olan sebebler hakkında da geçerlidir. Müsebbeblere yönelik bir kasdm
bulunmaması, sebebîer üzerine terettüp edecek (doğacak) sevap ya da günaha bir
etkide bulunmaz. Çünkü bu, sebebten müsebbebleri ortaya çıkaracak olan Allah'a
ait bir şeydir. Onu tazammun eden şey de sebebtir. Onu kulun kasdmın bulunmaması
değil; ancak sebebte bulunması gereken bir şartın veya aslî ya da tekmîlî
(tamamlayıcı) bir cüzün bulunmaması ortadan kaldırabilir.
[26]
Sebeblerin konulması,
onları koyanın yani Şâri'in o sebeblerin müsebbeblerini kasıdda bulunmuş
olmasını gerektirir.
Delilleri:
1. Akıl ve hikmet sahipleri, mevcut sebeblerin bizzat
kendileri
için sebeb
olmadıklarına, bilakis kendilerinden başka şeylerin neş'et
etmesi açısından sebeb
olduklarına dair kesin kanâate sahiptirler.
Durum böyle olduğuna
göre, onların sebeb olarak vaz'edilmesi kasdından, onlardan neş'et edecek
müsebbeblerin de kasdedilmesi lâzım gelecektir.
2. Şer'î hükümler
ancak ve ancak maslahatların celbi ve mefse-detlerin defi için meşru
kılınmışlardır. Bunlar da kesinlikle onların müsebbebleri olmaktadır.
Sebeblerin sadece müsebbebleri için meşru kılındığını bildiğimize göre,
sebeblere yönelik kasıddan, müsebbeble-rinin de kasdedilmiş olacağı lâzım
gelecektir.
3. Eğer sebeblerden müsebbebler kasdedilmiş olmasaydı,
onların sebeb olmak üzere konmuş olmaları söz konusu olmazdı.[27]
Ancak mesele bu şekilde ortaya konulmuştur. Bu durumda onların sebeb olmak
üzere konulmuş olmaları zarureti vardır; sebebler de ancak müsebbebleri için
sebeb olmaktadırlar. Sebebleri koyan Sâri' müsebbeblerin vukuunu onlar
cihetinden kasdetmektedir. Bu sabit olduktan sonra diyoruz ki: Sebebler, madem
ki. Şâri'ce vaz'ı maksûd olan şeylerdir; dolayısıyla müsebbeblerin de ,*ym
şekilde olması gerekir.
Soru: Bu durumla, daha önce geçen Şâri'ce , sebebleri emir
açısından müsebbeblerin amaçlanmış olmadıkları hususunun arası nasıl telif
edilecektir?
Cevap: Buna verilecek cevap iki açıdan olacaktır: İ. İki
kasıd arasında farklılık vardır; yönleri farklıdır. Daha önce geçen kasıddan
maksad, Şâri'in sebeblerle yükümlü tutmasında, müsebbeblerle de yükümlü tutması
gibi bir maksadının olmadığı anlamında idi. Çünkü daha önce de belirtildiği
gibi, müsebbebler kulların kudreti dâhilinde olmayan şeylerdir. Buradaki kasıd
ise; Şâri'in sebeblerden müsebbeblerinin vukuunukasdetmiş olması anlamındadır.
Sâri' sebebleri işte bu yüzden sebeb olarak vaz'etmiştir. Bunda, müsebbeblerin
yükümlülük getiren hitap altına girmesini gerektirecek bir husus
bulunmamaktadır. Bunda bulunan şey, sadece özel olarak sebeblerden
müsebbeblerinin vukûunun kasdedilmiş olmasıdır. Dolayısıyla iki esas arasında
bir çelişki bulunmamaktadır.
2. Eğer farklı açılardan ise tek bir şey üzerine, iki
ayrı kasdın [196] vârid olması muhal (imkânsız) değildir. Örneğin, gasbedilmiş
bir arazi üzerinde kılınacak namaz hakkında hem kılınmasına dair emir, hem de
orada kılınmamasına dair nehiy olmak üzere farklı itibarlarla aynı anda iki
kasıd bulunmaktadır. Hâsılı iki esas, mutlak surette birbirleriyle çelişkili
ve birbirlerini ortadan kaldırıcı mâhiyette değildirler.
[28]
Müsebbebe yönelik bir
kasdın bulunması lazım olmadığına göre; mükellef mutlak surette böyle bir kasıd
ve iltifatı terk edebileceği gibi, ona karşı kasıd ve iltifatta da bulunabilir.
Daha önce geçenler
(yani üçüncü meselede geçen deliller) birinci kısma delîl teşkil ederler.
Size: "Zirâat,
ticâret vb. gibi yollarla geçimin için niçin çalışıyor; hayatını kazanıyorsun?"
diye sorarlarsa onlara: "Çünkü Sâri' Teâlâ, —bana namaz kılmamı, oruç
tutmamı, zekat vermemi, hacca gitmemi ve benzeri yapmakla beni yükümlü tuttuğu
diğer amelleri emrettiği gibi-— benden bunları da yapmamı istemiştir; onun için
ben bunları yaparım. Ben sadece bana emrolunan şeylerin gereğini yaparım."
dersin. Eğer sana:'Sâri' sadece maslahatlar sebebiyle emir ve nehiyde bulunmaktadır?"
derlerse: "Evet! Bu sizin dediğiniz şey Allah'a ait bir husustur, benimle
ilgili değildir. Bana düşen sadece emrolunduğum üzere esbaba tevessülde
bulunmaktır; müsebbeblerin husulü ise benimle ilgili olmayan bir şeydir. Ben
kasdımı (himmetimi) benimle ilgili olan şeye (sebebe) çevirir, benimle ilgili
olmayıp da Allah'a ait olan şeyi de sahibine havale ederim." dersin.
Buna delâlet eden
hususlardan biri de şudur: Sebeb haddizatında etkin değildir. Müsebbeb onun
etkisiyle değil, sadece onunla birlikte vücûda gelmektedir. Mükellef esbaba
tevessül ettiğinde Allah da müsebbebi yaratmaktadır. Kul sadece kesbde bulunmuş
olmaktadır. Bu konuda mesela şu âyetler hatırlanabilir: "Allah sizi ve
yapmakta olduklarınızı yaratmaktadır.[29]
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan O'dur." [30]"Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz.[31]"Kişiye
ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and
olsun ki ...[32] Yine bazı hadisleri
hatırlayalım: Hastalıkların sirâyetiile ilgili olmak üzere Hz. Peygamber'in
[dl™eTâmtu] "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[33]
buyurmaları; tâûn bulunan bir yere girmeme fikrine karşılık Amr b. el-As'm
"Allah'ın kaderinden mi kaçış?" demesi üzerine Hz. Ömer'in "Biz
Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz."[34]
demesi; hadiste "Kalem olacak her şeyi yazdı ve mürekkep kurudu.
Dolayısıyla eğer bütün insanlar bir araya gelseler de Allah'ın sana yazmamış
olduğu bir şeyi sana vermek isteseler buna güç yetiremezler. Keza Allah'ın
sana yazmış olduğu bir şeyi [1973 de
engellemeye çalışsalar ona da güç yetiremezler." [35]Bu
konudaki deliller kat'îyet mertebesine ulaşacak kadar çoktur. Durum böyle
olduğuna göre, sebeb işlenilirken müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda
bulunmakla , ona yönelik iltifat ve kas dm terki arasında (müsebbebin ortaya
konulması açısından) bir fark bulunmayacaktır. Çünkü müsebbeb bazan olacak,
bazan da olmayabilecektir. Her ne kadar câri olan âdet-i ilâhî sebeb
bulunduğunda müsebbebin de bulunmasını gerektiriyorsa da, onun Allah'ın
kudreti dahilinde olması onun olabileceğini de, olmayabileceğini de
gerektirmektedir. Yer yer carî olan âdet-i ilâhînin bozulması da bunun bir
delilidir[36] Hem sonra şeriatta, sebeb
işlenilirken müsebbebe yönelik kasdın bulunmasını isteyen bir nass da
bulunmamaktadır.
İtiraz: Sâri' Teâlâ'nm müsebbeblere yönelik kasıd ve
İltifatının bulunmuş olması; onların mükellefler tarafından da kasdedilmiş olmalarının
gereğine bir delildir. Tekliften murâd da, mükellefin kasdı-mn Şâri'in kasdına
uygunluğundan başka bir şey değildir. Zira mükellef Şâri'in kasdına muhalif
davranacak olsa, yerinde de açıklanmış olduğu üzere [37]
teklif (yükümlülük) sahîh olmamaktadır. Muvafık olduğunda da sahîh olmaktadır.
Biz mükellefin mesela müsebbebe yönelik bir kasdınm bulunmadığını
varsaydığımızda —ki müsebbeble-rin Şâri'ce maksûd olduklarını ortaya koymuş
bulunuyoruz— bu haliyle mükellef Şâri'in kasdına muhalefet etmiş olmaktadır.
Şâri'in kasdına muhalif olarak icra edilen her yükümlülük bâtıl olduğuna göre,
bunun da aynı şekilde bâtıl olması gerekmektedir.
Cevap: Bu itiraz, Şâri'in sebebleri vaz'ederken
müsebbeblerin vukuunu kasdettiği gibi, müsebbeblerle yükümlü tutarak onların
vukuunu kasdetmiş olduğu varsayımına göre vârid olabilir. Halbuki durum Öyle
değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, mükellefler müsebbeblerle yükümlü
değillerdir. Sâri' Teâlâ'nm kasdı, sadece câri olan ilâhî yaratma âdetine binâen
mükellefin sebebleri ortaya koyması halinde onlarla irtibatlı olarak hemen
akabinde müsebbeblerin de yaratılmış olmasıdır. Böylece cennetlik olan
cennetlik, cehennemlik olan da cehennemlik olacaktır. Şu halde, Şâri'in
müsebbeblerin vukuunu kasdetmiş olmasının, yükümlülüğe yönelik kasdı ile bir
irti-[198] batı yoktur. Dolayısıyla, bir delîl bulunmadıkça mükellefin de müsebbebe
yönelik bir kasıdda bulunmasının gerekliliği ortaya konulamaz. Böyle bir delîl
de yoktur. Hatta böyle bir şey (yani mükellefin müsebbebe yönelik kasıdda
bulunmasının lüzumu) sahîh de olamaz. Çünkü mükellefin müsebbebe yönelik bir
kasdınm bulunması, aslında bir başkasının fiiline yönelik bir kasıd olmaktadır.
Bir başkasının fiilinin vukuunu başka birisinin kasdetmesi ise asla lâzım olamaz.
Çünkü kişi bir başkasının fiiliyle mükellef değildir. Kişi ancak kendi fiili
olan şeyler dolayısıyla sorumlu tutulabilir ki, bu da sadece sebebtir. Mükellefte
olması gereken kasıd işte ona yönelik olan kasıddır. Mükelleften böyle bir
kasıd istenilmekte ve bu kasdın da Şâri'in kasdına muvafık düşmesi
aranmaktadır.
Fasıl:
Mükellefin
müsebbeblere yönelik kasıd ve iltifatta bulunabileceğini de söylemiştik. Bu
mesela şöyle olur: "Size niçin kazanıyorsun?" diye sorarlar. Siz de:
"Belimi doğrultmak, kendimin ve ailemin geçimini temin etmek veya
sebebden neşet eden benzeri maslahatlardan ötürü çalışıyorum." diye cevap
verirsiniz. İşte sizin bu kasdmız, esbaba tevessül sırasında bulunursa bu da
sahîh olmaktadır. Çünkü bu câri olan âdet-i ilâhîye iltifat demektir. Yüce
Allah bu meyanda olmak üzere: "Emri gereğince denizde yüzmek üzere
gemileri, lütfedip verdiği rtzkı aramanız için denizi buyruğunuz altına veren
Allah'tır.[38]"Geceleyin uyumanız,
gündüz de lutfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir.[39]
"Namazdan sonra yeryüzünde dağı-
,199, lın ve Allah'ın lutfundan arayın.[40]Bu
âyetlerde sebebe—ki kazanma yolları olmaktadır— yönelişten Allah'ın lutfuna
yöneliş olarak bahsedilmesi ve bunun münker (kötü) gorülmeyerek bir nimet ve
ihsanda bulunma siyakında ifâde edilmesi, böyle bir kasdın sıhhatine işarette
bulunmak demektir. Bu dünya işlerinde carî olduğu gibi âhiret işlerinde de
geçerlidir. Mesela: "Kim inanır ve aâlih amel işlerse, bizonu cennetlere
sokarız." [41]Bu ve benzeri deliller,
sebeb ortaya konulurken müsebbebe de iltifat ve kasıdda bulunmanın sıhhatini
göstermektedir. Sonra bunun esâsını, kişinin o sebeb için Allah Teâlâ'nın
hazırlamış olduğu şeyi beklemesi ve istemesi teşkil etmektedir. Böyle bir beklenti
ise, kişinin rızkına ulaşma konusunda esbaba tevessülle birlikte Allah'a itimad
ve tevekkül etmesi anlamım taşır. Bu neticede şer'an münker (kötü) görülecek
bir durum yoktur. Şöyle ki: Bilindiği üzere şeriat sadece kulların maslahatları
için konulmuştur. Bütün yükümlülükler f teklif) ya bir mefsedetin defi ya da
bir maslahatın celbi için ya da her ikisi için birden konulmuşlardır. Teklif
(yükümlülük) altına giren şey, ne için konulmuşsa onu gerektirmek durumundadır.
Bunda da Şâri'in kasdma muhalif bir şey yoktur. Mahzurlu (yasak) olan şey,
bizzat Şâri'ce kasdedilen şeye muhalif bir kasıdda bulunmaktır. Kaldı ki, bu
kasıd üzerine, Şâri'ce maksûd olmayan bir amelin bina edilmesi de söz konusu
değildir. Dolayısıyla ondan muhalif bir kasıd doğmayacaktır. Fiil muvafıktır,
kasıd muvafıktır; neticede ikisinin toplamı da muvafık olacaktır.
Soru: Bu iki şekil yani müsebbebe yönelik kasdm bulunması
ve bulunmaması durumu, bütün muamelât ve ibâdetlerle ilgili hükümler için
geçerli midir? Yoksa değil midir? Çünkü ilk bakışta gözüken odur ki, muamelât
(âdiyyât) konularında müsebbeblere yönelik kasdm bulunması lâzım gibi
gözükmektedir. Çünkü maslahatların yönleri onlarda açıktır. İbâdetler ise
böyle değildir. Çünkü ibâdetlerde asıl olan taabbudîliktir. Onların hikmetleri
akılla kavranılamaz. Dolayısıyla ibâdetler işlenilirken müsebbeblerine yönelik
bir iltifat ve kasdm bulunmaması normal olabilir. Çünkü hükümlerin illeti
olarak gösterilen mânâlar, maslahat ya da mefsedetlerin cinsine bağlı olmaktadır.
Bunlar ise muamelâtla ilgili konularda açık, ibâdetlerde ise [200] açık
değildir. Durum böyle olduğuna göre, muamelât (âdiyyât) konusunda müsebbeblere
yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak muteber olacaktır. Özellikle de müctehid
hakkında bu böyledir. Çünkü mücte-hid ictihad alanını ancak illetlerin icrası
ve onlara iltifatta bulunması yoluyla genişletebilir. Eğer böyle yapmayacak
olursa, o takdirde maslahatlar doğrultusunda icra edebileceği hükümler ancak
nass ve icmâ çerçevesinde kalacaktır ve kıyas tamamen ortadan kalkacaktır.
Böyle bir netice ise sahîh değildir. Şu halde mutlaka hükümlerin kendileri için
meşru kılındıkları mânâlara (hikmetlere) iltifatta bulunmak gerekecektir. Bu
mânâlar ise, işte hükümlerin müsebbebleri olmaktadır. İbâdetler konusuna
gelince, bunların çoğu kez özellikleri kendilerine has olan mânâların
(hikmetler) gizli olmasıdır ve bu gibi konularda nassların gereğine rücû
etmekten başka yapılacak iş yoktur. İşte bundan dolayıdır ki, ibâdetlerde
müsebbeblere yönelik iltifat ve kas-dın terkedilmesi, Şâri'in onlarda gözetmiş
olduğu maksadın icrasında daha da etkili olacaktır.Her iki durum da mukallide
nisbetle aynı olacaktır ve o müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunmayabilecektir.
Ancak şer'î tasarruflar hakkında bilgi ve malûmatının bulunduğu hususlar bunun
dışında kalacaktır.
Cevap: Müsebbebe yönelikkasdm bulunması veya bulunmaması her
iki durum için de müsavidir. Şöyle ki: Müctehid hükmün illetine baktığı zaman,
o hükmü aynı illetin bulunduğu başka mahallere de sirayet ettirir ve bununla o
hükmün konuluş sebebi olan maslahatın gerçekleşmesini amaçlar. Bu nazarî planda
olan kısımdır. Amel sırasında o maslahatın husulüne yönelik kasıdda bulunması
veya bulunmaması ise, kendisine nisbetle sükût geçilmiş olur. Bazan —amel eden
kişi eğer kendisi ise— kasdeder; bazan da böyle bir kasdı bulunmaz. Her iki
durumda da içtihadında bir eksiklik olmaz. Aynen mu-kallidde olduğu gibi.
Mesela Hz. Peygamber'in [ "^SC" 1: "Kadı Öfkeli iken hükmetmez.[42]
hadisini duyduğu zaman, bu yasağın illetine bakar ve onun öfke hâli olduğunu
görür. Bunun hikmeti ise, taraflar arasında delilleri gereğince istemeye ve
değerlendirmeye engel olan zihnî meşgûliyetdir. Daha sonra öfke haline zihni
meşgul edecek diğer aşırı açlık ve tokluk halleri, ağrı vb. gibi şeyleri de
dâhil edecektir. Kendisinin kadı olması durumunda, eğer bu şeylerden kendisinde
birinin mevcudiyetini hissederse, nehyin gereğince hareket ederek hükümde
bulunmaktan geri duracaktır. Bu haliyle mücerred nehye C201] uymuş olmak istese
ve, nehyin hikmetine iltifatta bulunmasa dahi, Şâri'in kasdı yerini bulmuş
olacaktır. Kadının da aynı kasda katılmaması bir zarar vermeyecektir. Kadının
hüküm vermekten kaçınması sırasında, Şâri'in gözetmiş olduğu delillerin
yeterince talep edilip de-ğerlendirilememesi maksadına katılması durumunda da,
Şâri'in maksadı yine yerini bulmuş olacak ve maksadın tahakkuku açısından bir
önceki durumdan farklı bir şey de olmayacaktır. Dolayısıyla, hükümden kaçınma
konusunda kadının müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmasıyla bulunmaması
arasında bir fark bulunmayacaktır. Ameller içerisinde hikmetlerini kavradığı
konulardaki mukallidin durumu da aynı şekilde olacaktır. Anlamadıkları konular
ise, onun hakkında tamamen ibâdetler mesabesinde olacaktır. İbâdetlerin —her
ne kadar detaylı bir şekilde bilinmese de— genel anlamda dünya ve âhirette
kulların maslahatları için konulmuş oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla
onların dünyevî ve uhrevî müsebbeblerine yönelik bir iltifat ve kasıdda
bulunmak da sahîh olacaktır. Bunlara yönelik kasdm olması ve olmaması durumu
daha önce geçtiği gibidir.
[43]
Geçen izahlardan sonra
sebeblere girmenin, iki kısma ayrılan mertebelerine geçebiliriz: Sebebler
ortaya konulurken, müsebbeblere yönelik iltifat ve kasdın üç mertebesi
bulunmaktadır:
1. Sebeblerin, sanki müsebbeblerin faili imiş, onu
ortaya koymada etkinmiş gibi telakki edilmesi. Bu —Allah korusun!— şirk ya da
ona benzer bir şey olmaktadır. Çünkü sebeb bizatihi fail ve müsebbeb-de etkin
değildir. "Allah her şeyin yaratıcısıdır.[44]
"Allah sizi de, yaptıklarınızı da yarattı. âyetleri bu hususu açıkça
ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifte de: "Allah: 'Kullarımdan kimisi
mii'min, kimisi de kâfir sabahladı. Kim Allah'ın lutfa ve rahmetiyle yağmura
kavuştuk dediyse, işte o bana îmân ve yıldızı inkâr etmiştir; kim de falan ve
falan yıldızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni
inkar, yıldıza îmân etmiştir,' buyurdu." denilmiştir.[45]
Hadiste ifâde edilen yıldıza îmân edip de Allah'ı inkar eden kimse, yıldızı yağmurun
yağdırılması hususunda bizatihi fail telakki edenlerdir. Bu konu kelâm ilminin
sahasına girmektedir.
2. Sebebin ortaya konulması sırasında, âdet-i ilâhîye
göre mü-[202] sebbebin de onunla
birlikte bulunmasına itikad etmek. Bundan Önce
üzerinde durulan konu
da işte bu kısım olmaktadır. Bunun özeti şudur: Bu telakkiye göre sebebin
ortaya konulmasından müsebbeb de talep edilmektedir; ancak bu sebebin
müstakillen onda etkin olduğu düşüncesiyle değil, onun müsebbeb için sebeb
olarak konulması açısından olmaktadır. Sebebin mutlaka bir müsebbebe sebeb olması
gerekmektedir. Çünkü sebebden anlaşılan mânâ budur; aksi takdirde sebeb
olmazdı. Bu açıdan müsebbebe iltifatta bulunmak, Yüce Allah'ın yaratılış
konusundaki sünnet-i ilâhîsinin gereği hâricine çıkmak sayılmamaktadır; keza,
bu telakki sebebin Allah'ın kudretiyle meydana geldiği hususuna da ters
düşmemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti, sebebin bulunması halinde de,
bulunmaması halinde de ortaya çıkabilmekte (ve müsebbebi ortaya
koyabilmekte)dir. Dolayısıyla sebebin bulunması, Yüce Allah'ın müsebbebin
yaratıcısı olmasına münâfî değildir. Ancak burada bazan ona iltifat galebe
çalabilir; hatta öyle ki, (sebebin bulunmasına rağmen) müsebbebin bulunmaması
müessir olabilir ve inkarla karşılanabilir. Bu şunun için olur: Carî olan âdet
sebeb üzerinde durulurken, onun hep sebeb olması hükmüyle ele alınması
hususunda galebe çalmış ve onun bizatihi ge-rektirici değil de ca'lî (yapay)
olarak konulmuş olduğu unutulmuştur. Sebebler icra edilirken, çoğunluk halkın
itikadı işte bu şekilde olmaktadır.
3. Sebeb ortaya konulurken, müsebbebin Allah'dan
olacağı, çünkü müsebbibin (sebebiyet verenin) de bizzat O olduğu düşüncesinde
bulunmak. Bu mertebeye sâhib kimselerin genelde inançları; müsebbebe gerçek
anlamda sebebin sebeb olduğu düşüncesi olmaksızın, onun bizzat Allah'ın kudret
ve iradesiyle ortaya çıktığı şeklindedir. Çünkü, sebebin ona sebeb olduğu
gerçek anlamda sahîh olsa, hiçbir zaman bidüziyeliğinin bozulmaması, her
sebeble birlikte mutlaka müsebbebin de bulunması gerekecektir. Aklî sebeblerde
olduğu gibi. Durum böyle olmayınca, ilk sebeb delilinden da hareketle
müsebbebin Rabbin kudreti ve irâdesi doğrultusunda çıktığı, ona sebebiyet verenin
Yaratıcı olduğu kesin olarak ortaya çıkar. Burada "Sebeb bulunursa,
müsebbeb de bulunur, sebeb bulunmazsa müsebbeb de bulunmaz." şeklindeki
bir itikadda bulunan kimseye şöyle denilebilir: "Peki ilk sebeb neden
ortaya çıkmıştır?" Benzeri bir durum için de Hz. Peygamber [ aieSSu ] :
"Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[46]
buyurmuşlardır. Sebebler, müsebbebleriyle birlikte Allah'ın kudreti altına
dahil bulunduklarına göre, müsebbeblerin vücûda gelmesine sebebiyet veren
bizzat Yüce Allah'tır, bizatihi sebeblerin kendileri değildir. Zira O'nun
mülkünde, O'na eş ve ortak hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar kelâm ilminde açıklanmıştır.
Özetlemek gerekirse: Müsebbebin vücûda gelmesinde, itibar bizatihi sebebin
kendisine değildir. Sebebiyet verenin bizzat Allah olması açısından sebebe
itibarda bulunmak gerekir. Bu telakki de doğrudur.
Fasıl:
Müsebbebe yönelik
iltifat ve kasdı terketmenin üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Sebebler, kulların nasıl yapacaklarının ortaya
çıkması için Allah tarafından konulmuş bir deneme ve imtihan unsuru
olmaktadır. Dolayısıyla birinci mertebede sebebler, başka bir şeye iltifat söz
konusu olmadan, sırf bu açıdan ortaya konulur. Bu telakki, sebeblerin ve
müsebbeblerin bu dünyada, kulların imtihan edilmeleri ve denenmeleri için
konulmuş olduğu, onların cennetlik ve cehennemlik olmaları için bir yol
oldukları esasına bina edilmektedir. Bunlar iki tür olmaktadır:
a) Akılların denenmesi için konulmuş olanlar: Üzerinde
düşünülmesi ve arkasında bulunan şeylere delâlet eden bir sanat olması
açısından bütün âlem bu şekilde kabul edilmektedir.
b) Nefislerin denenmesi için konulmuş olanlar: Kullara
menfaatleri ve zararları ulaştırmaları, keza kendi emirlerine boyun eğdirilmiş
ve isteklerini yerine getirecek şekilde itaatkâr kılınmış olmaları açısından da
yine bütün âlem bu türden olmaktadır. Böylece kaza ve kader programı dahilinde
onların tasarrufları ortaya çıkacak; amelleri şeriat hükümleri çerçevesinde
yürüyecek; cennetlik olan cennetlik, cehennemlik olan cehennemlik olacak; ezelî
olan ilm-i ilâhî ve çevirme imkanı olmayan kesin kaderin gereği ortaya
çıkacaktır. Zira Yüce Allah âlemlerden müstağnidir ve yaptığı bir şeyi yapmada
sebeb ve vesilelere muhtaç olmaktan münezzehtir; ancak O, bu sebebleri ve onlara
bağlı olarak müsebbebleri sadece kullarını denemek için koymuştur. Bu mânâya
delâlet eden deliller pek çoktur. Misal olarak şu âyetler görülebilir:
"Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş işleyeceğini ortaya
koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.[47]
"Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini belirtmek için Ölümü ve dirimi
yaratan O'dur." [48]"İnsanların
hangisinin daha iyi iş işleyeceğini ortaya koyahm diye yeryüzünde olan
şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.[49]"Sonra
onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi yeryüzünde olanların
yerlerine geçirdik[50]
"Sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu
belirtmek için onları uyandırdık[51]
"Allah'ın gerçekten inananları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi;
Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için insanlar
arasında bugünleri hazan lehe hazan aleyhe döndürür dururuz" [52]
"Derken denemek için Allah sizi [204]
gerj çevirip bozguna uğrattı."[53] Bu
ve benzeri âyetler sebeblerin sadece imtihan ve deneme unsuru olmak üzere
konulmuş olduklarını göstermektedir. Durum böyle olduğuna göre, sebebleri bu
açıdan ortaya koyan kimse, onları konulmuş oldukları şekilde ve hakikatlerine
vâkıf bir vaziyette gerçekleştirmiş oluyor demektir. Böyle bir netice ise
sahihtir. Böyle bir kasda sahip kimse, ortaya koyduğu sebeblerle Allah'a
kullukta bulunuyor demektir. Çünkü kendisine izin verilen bir konuda o izine
dayanarak, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatı olmaksızın, sırf Allah'a
olan kulluğunu ortaya çıkarmak amacıyla sebebi ortaya koyunca, o sanki mahza
ibâdet olan şâir amelleri işlemiş gibi olacaktır.
İkinci mertebe: Müsebbeblere iltifat bir tarafa, sonradan ortaya
konulmuş ve yaratılmış şeyler olmaları hasebiyle sebeblere yönelik iltifattan
soyutlanma kasdı ile onların içerisine girmek. Bu mertebe de,
"ibâdetlerin sadece mabuda has kılınması, niyetinde ondan baş-kasmayer
ayırmamak, kasdında başkalarını ona ortak kılmamak suretiyle olur; böyle bir
ortak kılma O'na olan ibâdette katkısız bir tev-hîdden dışarı çıkmak olur"
şeklindeki telakki üzerine bina edilmiştir. Çünkü bütün bunlara yönelik hâlâ
bir kasıd ve iltifatın bulunması, sonradan meydana gelmiş şeylerle
(yaratıklarla) hemhal olmak, O'n-dan başkalarına meyletmek anlamına gelir. Bu
telakki , şirkin nefyi konusunda ince düşünmek anlamı taşır. Keza bu mertebe
de, yerinde sahih olmaktadır. Bu anlamda şirkin nefyine delâlet eden şer'ı
deliller de bulunmaktadır: "Rabbine kavuşmayı um,an kimse sâlih amel işlesin
ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[54]
"Öyle ise, dîni Allah için hâlis kılarak O'na kulluk et.[55]ve
benzeri âyetleri bu meyanda örnek olarak zikretmek mümkündür. Keza, âlemlerin
Rabbi olan Allah'a teveccühte doğruluk ve ihlâs isteyen deliller de bu
doğrultudadır. Bütün bunlar, Allah'a halisane teveccühte bulunma ve ona kullukta
herhangi bir şaibeye yer vermeme konusunda çıkarılan bu mânâyı ortaya
koymaktadır. Bu mertebeye sâhib olan kimse, konulmuş olan sebebleri —onların
müsebbeblerine kasıd ve iltifat bir tarafa—bizzat onlara dahi ilgi duymak ve
onlara nazar atfetmek gibi bir durumdan sıyrılmak üzere ortaya koyarak Allah'a
olan kulluklarım icra ederler. Bu mertebe sâhibleri sebeblere, sadece onların
müsebbib ve vâzı'ı olan Allah'a ulaşabilmek için, birer vesile ve vasıta; O'na
yakınlık mertebelerine çıkabilmek için birer merdiven olmaları sebebiyle
yönelirler. Onların sebebleri işlerken iltifat ve kasıtları sadece müsebbib
olan Allah'a yöneliktir.
Üçüncü
mertebe: Sebebi işlerken, mücerred şer'î izinden yola [205] çıkma ve başka bir
amaç gütmeme mertebesi. Bu mertebede kişinin sebebe yönelik kasdı, kulluk
makamına gerçek anlamda ulaştığı için onu getiren emre icabette bulunmaktır.
Çünkü sebebi ortaya koyma hakkında mükellefe izin verilince veya emirde
bulunulunca, bu emir ve izine istinaden sebebi işlemesi durumunda o (mükellef),
onu emreden Allah'ın ona yönelik bir kasdınm bulunması hasebiyle ona icabette
bulunmuş olmaktadır. Daha önce [56]müsebbibin
(sebebi ortaya koyanın) Allah olduğu ve âdet-i ilâhîyi o şekilde cereyan
ettirenin O olduğu, eğer isteseydi cereyan ettirmeyeceği, nitekim dilediğinde
bu âdeti yırtarak sebebsiz de müsebbebleri var ettiği ortaya konulmuştu. Keza
sebeblerin bir deneme ve imtihan unsuru olduğu, kulluğun her türlü şaibeden
arındırılmak üzere icabette bulunulduğu ve onun O'na yönelişte doğruluğu ve
ihlası gerektirdiği de belirtilmişti. İşte daha önceki kısımlarda zikredilen
bütün bunlar, bu mertebe altına girmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu
edilen kasıd daha önce geçenlerin tümünü kapsar olmuştur. Çünkü bu mertebede
mükellef Şâri'in kasdına, başka bir şey düşünmeden yönelmiştir. Şâri'in o işlerde
(sebeblerde) kasdmm olduğu da bilinmektedir, Böylece mükellef sebebi ortaya
korken onun içeriğinde bulunan bildiği ve bilmediği her şey kendisi için hasıl
olacaktır. O nıüsebbebi sebeb yoluyla taleb etmektedir ve aynı anda Allah'ın
bizzat müsebbib olduğunu; o sebeble kendisini denediğini de bilmektedir ve
sebeb vasıtasıyla Allah'a olan teveccühünde samimî ve yakın mertebesine
ulaşmıştır. Her ne kadar kasdı içerisine, müsebbebe yönelik kasdı girse de,
onun kasdı mutlaktır; ayrıca, bu kasıd tamamen O'ndan gayrı ne varsa hepsinden
uzak, her türlü şaibeden arınmış olmaktadır.
[57]
Sebeblere tevessül
etmek ya şer'an yasaklanmıştır ya da yasaklanmamıştır: Eğer yasak kısımdansa,
o takdirde sebebin ortaya ko-mılmamasına dair bir talep var olduğu hususunda
herhangi bir problem bulunmayacaktır. İster sebebe tevessül eden kimse,
müsebbebin vukuunu da kasdetmiş olsun, ister böyle bir kasdı bulunmasın, netice
fark etmeyecektir. Çünkü sebebe tevessül eden kimse hakkında her iki durumun da
düşünülmesi mümkündür: Meselâ bazan haksız yere öldürme ile ruhun çıkmasını da
kasdetmiş olabilir ve fiilen de öyle olur; keza gasb ile, gasbedilen şeyden
faydalanmayı kasdetmiş olabilir ve öyle de olur. Ancak bu neticeler
(müsebbebler), şeriatın gereği üzere değil de, cereyan etmekte olan âdet-i
ilâhînin gereği üzere böyle olurlar. Bazan da asla vuku bulmazlar. Bazan da
sebebe tevessül eden kimsenin nazarından, daha önce zikri geçen engel [58]gibi
olmamakla birlikte başka bir çeşit arızî bir halden dolayı müsebbebe yönelik
herhangi bir kasıd ve iltifat geçmeyebilir. Ancak bu engele ve neticede böyle
bir kasdının bulunmamasına itibar edilmez.
Eğer sebebe tevessül
etmek, şer'an yasaklanmış değilse, o takdirde zikri geçen altı mertebenin
hepsinde de esbaba tevessülün menine dâir bir istekte bulunulmayacaktır. [206]
Birinci mertebede:
Bizzat sebebe tevessülün genel anlamda mübâh veya matlûb olduğunu
farzettiğimizde; sebebi işleyen kimsenin "sebebin bizatihi müsebbeb
üzerinde etkin ve fail olduğu" şeklindeki telakkisi, bir masıyet (günah,
isyan) olur ve o masıyet mübâh ya da matlûb olan bir amele bitişmiş olur;
neticede de onu iptal etmez. Ancak böyle bir beraberliğin ifsâd edici olduğu,
bir masiyete bitişik olan mübâh ya da matlûb bir amelin, bitişik olan ifsâd edici
unsur yüzünden yasaklanılmış bir vasıf kazanacağı görüşü esas alındığında
netice farklı olacaktır. Gasbedilmiş bir evde namaz kılmak, gasbedil-miş bir
bıçakla hayvan boğazlamak örnekleri burada hatırlanabilir. Bu konu usûl-ı
fıkıhta açıklanmıştır.
ikinci mertebede: Bu
mertebede de zahir olan, sebebe tevessülde bulunmanın sahîhliğidir. Çünkü
burada sebebe yapışan kimse, cereyan eden âdet-i ilâhîye dayanmaktadır;
bunlarda gâlib olan ise se-beblerin işlenmesi neticesinde onlardan
müsebbeblerin doğmasıdır. Neticede bu husus zanna galebe çalmaktadır. Bu
telakkiye rağmen sebebe tevessül edilmemesi, bizzat kendi eliyle kendisini
tehlikeye atmak gibi —hatta gibisi fazla— bizzat kendisini tehlikeye atmak
olur. Aynı şekilde bu telakki cereyan etmekte olan âdete bağlı olarak kat'iyet
mertebesine ulaştığında da, mükellefe düşen sebeblere yapışmasıdır. Bu
yüzdendir ki, çaresiz kalan (muztar) kişi hakkında: "Eğer helak olmaktan
korkarsa, istemesi /dilenmesi veya ödünç alması ya da lâşe vb. gibi şeyleri
yemesi vâcib olur. Kendi nefsini ölüme terket-mesi caiz değildir."
demişlerdir. Yine bu noktadan hareketle Mesrûk da: "Kim Allah'ın haram
kıldığı bir şeyi yemek zorunda kalır ve yemez içmez ve neticede ölürse, o
cehenneme girer." demiştir.
Üçüncü mertebede:
Burada da durum açıktır. Ancak başka bir bahis daha vardır: Acaba bu mertebede
sebeblere tevessül eden kimse, ikinci mertebede bulunanın derecesinde midir?
Yoksa değil midir? Bu üzerinde durulacak bir konudur. Fukâhânın sözlerinin
mutlaklığma bakılacak olursa aralarında bir fark olmaması gerekmektedir. Mutasavvıflardan
ulup erbâh-ı tevekkülün hallerine bakıldığında da aralarında fark olması
gerekmektedir. Gerçi İmâm Gazzâlî'nin konuyla ilgili tafsilâtlı sözlerinin
zahirinden, bu hükümde her iki mertebenin de —fukâhânın sözlerinde olduğu gibi—
birbirlerine eşit oldukları anlaşılmaktadır. Ancak Öyle gözüküyor ki, meselede
farklı bir bakış açısı daha bulunmaktadır. Söyle ki: Bu mertebe; ilmî olur,
hâlî (halle ilgili) olur. İlim ile hâl arasındaki fark erbabınca bellidir. Eğer
ilmî olursa, o zaman o ikinci mertebeden olur.[59] Zira
her mü'min üzerine vâcib olan, sebeblerin bizatihi fail olmadıklarına, failin
ancak ve ancak sebeble-rin müsebbibi olan Yüce Allah olduğuna; ancak O'nun
yaratmada câri olan sünnet-i ilâhîsinin bidüziyelİk arzeden âdetler
doğrultusunda işlemekte olduğuna; dilediği zaman ve dilediği kimseler için
bazan bu âdetleri yırtarak onların üzerine çıktığına itikad eylemektir.
Yarat-f207] ma sünnetinin bir âdet-i
ilâhî doğrultusunda işlemesi açısından, esbaba tevessül gerekmektedir. Diğer
taraftan sebeblerin de, müseb-bebleri gibi Yaratıcının elinde olması açısından
bakıldığında da, mükellefin onları ortaya koymak ya da onları terketmek
hakkının bulunması gerekmektedir. Bazan bu iki taraftan birisi mükellefin
kanâatinde daha ağır basabilir.[60]Eğer
birinci taraf yâni her şeyin bir âdet-i ilâhî içerisinde cereyan ettiği
düşüncesi ağır basacak olursa, onun durumu yukarıda anlatıldığı şekilde
olacaktır. Eğer ikinci taraf ağır ba-sacaksa, o takdirde bu telakkinin sahibi
ilmîlikten hâl mertebesine çıkmış olacaktır ve ona göre artık, sebebe
tevessülde bulunma ile bulunmama aynı olacaktır. Çünkü, mesela acıktığı ve
iyice çaresizlik hissettiği zaman; onun için esbaba tevessülde bulunmakla
bulunmamak arasında fark bulunmayacaktır. Zira onun yakînî îmânına göre, sebeb
de müsebbeb gibi Allah'ın elindedir. Bu durumda olan hâl ehli için, sebebi
terketmiş olması, kendisini eliyle tehlikeye atmak mânâsına gelmemektedir.
Aksine onun îmân ve itikadı her iki hâl için de tek ve aynıdır. Bu itibarla o
"Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[61]
âyetinin hükmü altına girmemektedir. Ona göre, bu hâlin kaldırılması için bir
sebebe tevessül etmek vâcib olmamaktadır. Zira, sebebin müsebbib olan Allah'ın
elinde olduğu şeklindeki (tabiî vasıfları gibi artık kendi s in de bir hâl
olan) yakînî ilmi, müsebbebin tayîn üzere kendi tarafından istenilmesi
keyfiyetinden kendisini müstağni kılmıştır. Ona göre sebebin bulunmasıyla
bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nasıl ki, sebeb işlenirken müsebbebe
olan itimad, kişinin kendi nefsini kendi eliyle tehlikeye atmak sayımlıyorsa,
terki durumunda da netice aynı olacaktır. Sebebe tevessül eden kimsenin, bu
tevessülünü, müsebbebe yönelik itimadını düşürmek amacıyla gerçekleştirdiği
farzedilecek olsa bu, kendisini kendi eliyle tehlikeye atmak olurdu. Çünkü bu
durumda bizzat sebebin kendisine itimad etmiş olmaktadır. Halbuki, sebebin
bizzat kendisinde, ona dayanılmayı gerektirecek bir özellik yoktur. Ona itimad
ancak, sebeb olarak konulmuş olması açısından olabilir. Sebebi, başka bir şey
için olmaksızın terketmesi durumu da aynıdır; yakînî îmân mertebesinde, her iki
halde de sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark bulunmamaktadır.
Bu gibi durumlarda herkes, kendi nefsinin fakîhidir. Bu hususa delâlette
bulunacak deliller daha önce geçmişti.[62] Bu
meyândahadiste şöyle buyrulmuştur: "Olacak şeyleri kalem yazmış ve
mürekkeb kurumuş (artık iş bitmiş)tir. Allah'ın sana yazmadığı bir şeyi sana
vermek için bütün yaratıklar bir araya toplansalar, buna güç
yetiremezler."[63]yâz,
Mâliki fukahâsmdan olan Hasen b. Nasr es-Sûsî'den şöyle nak-letmiştir: Bu zatın
oğlu, fiyatların yükselmekte olduğu bir senede kendisine:
—Babacığım! Yiyecek
satın al; çünkü ben fiyatların yükselmekte olduğunu görüyorum; demiş. Bunun
üzerine bu zat, hemen evinde bu- [208]
lunan ne kadar yiyecek varsa hepsinin satılmasını emretmiş ve sonra da oğluna:
—Sen Allah'a tevekkül
eden kimselerden değilsin; sen yakîni (îmânı) kıt birisin. Sanki buğday babanın
yanında bulunursa, bu seni Allah'ın hakkındaki kazasından kurtaracak öyle mi?
Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter; demiştir.
Meselemizin fıkıhtaki
benzerleri: Gâzînin, yalnız başına düşman ordusu üzerine saldırması: Fukahâ, bu
konuda zannına galebe çalan şeyin selâmet ya da helak olması, ya da bunlardan
birisinin kesin olarak vukuuna kanâaat getirmesi şekilleri arasını
ayırmaktadırlar. Eğer gâzî, kendisine bir şey olmayacağı itikadında ise, bu
saldırısı caiz olacaktır. Bir faydası olmayacak şekilde, kendisinin helak
olacağı itikadında ise, bu takdirde bu davranışından men edilecektir. Buna da
"Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[64]
âyetini delîl olarakkul-lanmışlardır. Çöle azıklı veya azıksız olarak girme de
aynı şekildedir. Eğer kendisine bir şey olmayacağı zannı gâhb ise, çöle girmesi
caiz; eğer helak olacağına dâir zannı gâlib bulunuyorsa oraya girmesi caiz
değildir. Aynı şekilde zann-ı galibine göre vakit çıkmadan su bulacağı
itikadını taşıyorsa, teyemmüm etmez ve namazı ertelemesi emredilir. Denize açılan
kimsenin durumu da aynı şekildedir. Buna göre, vakit içerisinde suya ulaşabilme
hakkındaki inancına göre teyemmüm edebilecek veya edemeyecektir. Bir hasta,
orucunu tuttuğu zaman hastalığının artacağı veya geç iyileşeceği ya da
kendisine meşakkat dokunacağı zann-ı galibini taşıyorsa, orucunu
tutmayabilecektir.[65] Buna
benzer zann-ı gâlib üzere bina edilmiş daha bir çok mesele vardır. Her ne kadar
zanlarm gerekleri farklılık arzedecekse de, bu burada ortaya koyduğumuz esası
zedelemeyecektir. Meselemiz bu kaide altına dâhil bulunmaktadır.
Allah Teâlâ'nm rızkı
garanti etmesine nisbetle esbaba tevessülü bırakmakla ona yapışmanın aynı
olacağı hakîkatma ulaşmış kimseler hakkında, onlara rizık için sebeblerine
yapışmanın vacib olmadığını söylemek doğru olacaktır. Bu yüzdendir ki, hâl
sahihlerinin tehlikeli ve emniyetli olmayan şeyler içerisine girdikleri,
başkalarına göre "kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmak"
şeklinde telakki edilecek bazı şeylere kendilerini attıkları görülmektedir.
Oysa ki, onlara göre hiç de böyle değildir. Çünkü bu mertebeye ulaşmış yakînî
îmâna göre, onların içerisinde bulundukları aldanma ve tehlike içeren durumlarla,
bize göre emniyet, güven ortamı ve kurtuluş sebebleri olarak gördüğümüz
şevlerin aralarında bir fark bulunmamaktadır. Iyâz, Ebû'l-Abbâs el-Ibânî'den
şöyle nakletmiştir: Âbid bir zat olan Atıyyetul-[209] Cezerî Ebûl-Abbâs'm huzuruna girer ve:
—Hem ziyaret hem de
Mekke'ye gitmek üzere size veda için geldim, der. Ebû'l-Abbâs ona:
—Dualarının
bereketinden bizi de unutma! der ve ağlar. Atıy-ye'nin beraberinde ne su kabı
vardır, ne de azık torbası. Sonra Atıyye arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar.
Hemen onun akabinde bir adam gelir ve Ebû'l-Abbâs'a:
—Allah size hayırlar
versin! Beraberimde elli miskal altın ve bir de katırım var. Mekke (hac) için
yola çıkmamı uygun görür müsün? der. Ebû'l-Abbâs kendisine:
—Acele etme! Biraz
daha para biriktir; diye cevap verir. Râvî diyor ki: Biz bu iki adamm
hallerinin farklılığından dolayı verilen farklı cevaplara hayret etmiştik. Bunun
üzerine Ebû'l-Abbâs bu hayretimizi şöyle giderdi:
—Atıyye bana danışmak
için değil, veda etmek için gelmişti. Allah'a tam bir güveni vardı. Bu ise
bana danışmak üzere gelmişti ve yanında bulunan mallarını zikrediyordu.
Anladım ki, niyeti zayıf, o yüzden ona da gördüğünüz gibi, tedârikini
çoğaltması için nasihatte bulundum.
İşte ilimde imâm olan
bu zat, görüldüğü gibi niyeti zayıf olan kimse hakkında sebeblere iyice
yapışmasını, gerekli hazırlığı eksiksiz olarak yapmasını tavsiye etmiş; öbür
taraftan güçlü bir yakînî itikada sâhib olan kimsenin sebeblere sırt
çevirmesini de kabulle karşılamıştı. Allah daha iyi bilir ya o, bu farklı
tutumunu, ortaya koyduğumuz güvenlik ve helak konusunda söz konusu olan itikad
ve zann-ı gâlib kaidesi üzerine bina etmişti. Bu konu fıkıhta üzerinde
durulması gereken bir konudur. Bunun içindir ki, aynı bir olay karşısında,
farklı insanlara göre hükümler de farklılık arzetmektedir.
Soru: Bu mertebe sahibi için hangisi daha üstündür:
Sebeblere tevessül etmesi mi? Yoksa onları terketmesi mi?
Cevap: Buna verilecek cevap iki açıdan olacaktır:
1. Onun hakkında
da mutlaka sebebler vardır; nitekim diğerleri hakkında da durum aynıdır. Çünkü
(keramet vb. gibi) harikuladelikler her ne kadar onun hakkında sebeb makamına
kâim bulunsa da haddizatında onlar da birer sebeb olmaktadırlar. Şu kadar var
ki, bunlar alışılmadık (garîb) sebebler olmaktadırlar. Yaygın olan sebebler
konusunda, esbaba tevessülü belli bir şekil ve sayıyla sınırlamak mümkün
değildir. Mesela yol için gerekli olan hazırlığı bulunmadan hac yolculuğuna
çıkan kimseyi örnek olarak ele alalım. Allah onu hiç ummadığı yollardan
rızıklandırabilir; bu ya yeryüzünün bitirdiği nebatlarla, yahut bâdiye ve
sahrada rastlayacağı insanlar sebebiyle; veya sahrada yaşayan hayvanlar
vasıtasıyla veya daha başka yollarla... olabilir. Şayet, Allah câri olan âdet-i
ilâhînin üzerine çıkarak onun üzerine gökten bir şeyler indirecek olsaydı veya
yeryüzünden çıkaracak olsaydı, bunlar da onlara has olan erbabı tarafından
bilinen carî sebeblerden sayılacaktı. Bu durumda bu kimse, sebeblerle amel etme
hâricine çıkmış değildir. Bu tür alışılmamış sebeblerden birisi de namazdır.
Çünkü Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı
ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz."[66]buyurmuştur.
Rivayete göre Hz. Peygamber da yiyecek bulamadıklarında ailesine namaz
kılmalarını emrederlerdi.[67]Durum
böyle olduğuna göre, soru yerinde değildir.
2. Sorunun
yerinde olduğunu kabul etsek bile, biz kesinlikle biliyoruz ki, Hz.
Peygamber'in ashabı bu mertebeyi elde etmiş kimselerdi ve hem hâl olarak hem de
ilim olarak bu yakînî mertebenin hakkını vermişlerdi. Bununla birlikte Hz.
Peygamber onlara, âhiretlerinin mamur olmasına vesîle olacak sebeblere
tevessülde bulunmalarını emrettiği gibi dünyevî maslahatlarının gerçekleşmesini
temin edici sebeblere tevessülde bulunmalarını da emirde bulunmuş ve onları bu
hal üzere terketnıemiştir. Bu da, daha üstün olan te-lakkînin, Hz.
Peygamber'in onlara irşâdda bulunduğu husus
olduğuna delâlet edecektir. Ve yine bu hal bir makam olarak itibar
görmemektedir. Hz. Peygamber'in
"Deveni bağla ve tevekkül et!"[68]sözüne
dikkatle bakıldığında bu görülecektir. Keza, bu hâlle hallenenler
harikuladelikler sahibi kimselerdir; buna rağmen onlar Hz. Peygamber'in
ahlakıyla ahlâklanmak için esbaba tevessülde bulunmayı terketmemişlerdir. Onlar
ilim sahibi kimselerdi, hal böyle iken daha üstün (efdal) olanı bırakıp da
başkasını alacak değillerdi.
Dördüncü mertebede:
Her şeyin imtihan için olduğu telakkisinde de, esbaba yapışmak gereği açıktır.
Çünkü bu mertebe sahiplerine göre, sebebler, kayıtsız olarak mükelleflerin
denendikleri birer yükümlülük halini almıştır. Bu anlayış, taabbudîolan olmayan
bütün sebebler için geçerlidir ve bunlardan sadece birisine tahsis edilemez.
Nasıl ki, ibâdetlerle ilgili sebeblerin, o sebebleri koyan Allah'a —tamamen
kendi yetki ve hükmünde olması hasebiyle— itimadda bulunmak suretiyle terki
sahîh olmuyorsa, taabbudî olmayan (muamelâtla ilgili) sebebler hakkında da
durum aynıdır. İşte bu noktadan hareketledir ki, Hz. Peygamber ."Sizden
hiçbir kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki, onun cennet ya da
cehen-[2ii] nemdeki yeri belli
olmasın." buyurduğunda sahabe:
—-Yâ Rasûlallah! O
zaman niçin çalışıyoruz?! (İlâhî kadere boyun eğerek) tevekkül edip
beklemeyelim mi? diye sormuşlardı. Hz. Peygamber Hayır! Çalışın. Herkes ne
içinyaratıldı ise, ona o şeyin (yolları) kolaylaştırılmıştır." buyurmuş
ve sonra da "Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın,
en güzel söz olan Allah'ın birliğini doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız. ..."[69]
âyetlerini okumuşlardır.[70]
Taabbudî olmayan (âdiyyât) sebebler de aynı şekildedir, çünkü onlar da bir
anlamda ibâdetlerdir. Bu mertebe sâliklerine göre, onlar da konulmuş hükümler
üzere carî olmaktadır. Bu mertebe sâlikinin sebeblere bakışı ile ibâdetlere
bakışı arasında bir fark yoktur. O dikkatini sadece sebeblere atfetmekte,
onların mü-sebbeblerini ise, sebeblerin vâzı'ı (müsebbib) olan Allah'a havale
etmektedir.
Beşinci mertebede: Bu
mertebede de, esbaba tevessülün sahîhliği ortadadır. Çünkü bu mertebede olan
kimse, her ne kadar, sebebe sebeb olması açısından iltifatta bulunmasa da
—tabiî müsebbebe de evleviyet tarîki ile yönelmeye çektir—, sebeblere mutlaka
kendisini müsebbib olan Allah'a ulaştırıcı birer vesile ve vasıta olmak üzere
yönelmektedir. Bunun delili de ibâdetlere ait sebeblerdir. Keza, sebebler
kendisini onlarla kullukta bulunduğu Zâta ulaştıran birer merdiven olmaları
hasebiyle gözünün nuru olmuşlardır. Taabbudî olan (ibâdiyyât) sebeblerle,
taabbudî olmayan (âdiyyât ya da muamelâtla ilgili) sebebler arasında da bir
fark yoktur. Ancak bu mertebeye ulaşmış kimseler genelde Allah'tan başka
herşeyden soyutlanma amacın-dadırlar. Bu yüzden de muhtemelen, sebeblerden
zarurî olmayanları atacak, sadece zarurî olanlarla yetinecek, böylece sebebler
alanında, bunların kalbinde fazla yer işgal etmemesinden kaçmış olmak için,
kendi nefsi aleyhine sahayı daraltacaktır. Böylece kendi bakış açılarında
birlik ortaya çıkacaktır.
Sebebler matlûba
ulaştmcı olduklarına göre, bu mertebede onlara tevessülde bulunulacağı
konusunda herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Zira matlûba sahîh bir şekilde
ancak bunlar cihetinden ulaşılacaktır.
Altıncı mertebede: Bu
mertebe, daha Önceki mertebelerde zikredilen özellikleri toplayıcı bir mâhiyet
arzettiğine göre, daha öncekiler için delîl olanlar bu mertebe için de delil
olacaklardır. Şu kadar var ki, bu mertebede sebebler, kulluk ve emre mutlak
imtisal (uyma) vasfı açısından dikkate alınmakta; başka bir açıdan
yaklaşılmamaktadır. Teklifte gözetilen maslahatın açık olmasıyla gizli olması
arasında bir fark da aranmamaktadır. Bütün bunlar kulun Allah'ın emrine
imtisâlde bulunmak kasdı içerisinde mevcut bulunmaktadır. Her ne kadar mükellef
olunan şey vücûdun bir kısmının ya da tamamının irtibatlı olduğu konulardan
ise de; mükellefin emre imtisâldeki kasdı, ona da şâmil olmaktadır.
Allahu
a'lem! [71]
Sebeblerin işlenmesi,
müsebbeblerin ortaya konulması mertebesindedir. Mükellefin sebebi işlerken,
müsebbebe yönelik kasdının olup olmaması arasında fark yoktur. Çünkü carî olan
âdet-i ilâhîye göre müsebbebler sebeblere bağlı kılınmıştır. Bu itibarla
sebebi işleyen kimse sanki doğrudan müsebbebi işlemiş kabul edilmektedir. Carî olan
âdet-i ilâhî buna şâhid bulunmaktadır. Zira bunlarda müsebbebler sebeblere
nisbet edilmektedir. Mesela doymak yemeğe, kanmak suya, yakmak ateşe, ishal
müshile [72]ve diğer müsebbeblerin
kendi se-beblerine nisbetleri gibi. Bizim kesbimizin sebebiyet verdiği fiiller
de aynı şekilde bizim kendi fullerimizden olmasalar da bize nisbet edilmektedirler.
Bu durumun böyle olduğu malûm ve maruf olduğuna göre, şer'î örfte de, şer'î
sebeblerle onların müsebbebleri aynı paralelde câri olacaktır.
Meşru olan-olmayan bütün
sebeblere nisbetle durumun böyle olduğuna dair şer'î deliller pek çoktur. Bu
meyanda şu âyet ve hadislere bakılabilir: "Bunun için Isrâîloğullarına
şöyle yazdık: 'Kim bir kimseyi, birkimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa
karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu
diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur.'[73]
hadiste de şöyle buyrulur: "Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki,
onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk
kan akıtma çığırını açan odur."[74] Yine
hadiste; "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar da onu
işleyenlerin sevabı kendisine yazılır. Keza kim de kötü bir çığır açarsa..[75]
buyrulur. Başka bir hadiste de.[76]
"Gerçek şu ki, çocuk ebeveyni için ateşe karşı bir örtüdür. Bir müslüman
bir ağaç dikerse, o ağaçtan yenilen (yemiş) mutlaka onun için sadakadır. O
ağaçtan çalınan (yemiş) onun için sadaka, yabanî hayvanların yediği sadaka,
kuşların yediği dahi onun için sadakadır. Hâsılı bir kimse o ağacın yemişini
yiyip azaltırsa, bu onun için mutlaka sadaka olur.[77]
buyurmuşlardır. Ekin de aynıdır. Âlim ilim yaymaktadır ve onun ilmiyle
faydalanan herkesin sevabı kadar onun da sevabı olmaktadır. Buna benzer
sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Oysa ki, bu örneklerde fayda ya da
zararın meydana gelmesini intâc eden müsebbebler sebebi ortaya koyan kimsenin
fiili değildir.
Durum böyle olduğuna
göre, sebebi işleyen kimse, onun müseb-bebini gerektirici bir tarzda onu
işlemiş olmaktadır. Ancak bazan sebebin müsebbebi gerektirici tarzda işlenmesi
genel anlamda ve —bütün tafsilatıyla ihata durumunda olmasa bile— yine de
tafsilâtlı [2i3] denilebilecek tarzda bilinçli olarak olur. Bazan da tafsil
üzere değil de, sadece genel anlamda olur. Şöyle ki: Allah tarafından her
emredilen şey, mutlaka işlendiği zaman ortaya çıkaracağı maslahat için emredilmiştir.
Yasaklanılan her şey de, işlendiği zaman gerektireceği mef-sedetten dolayı
yasaklanmıştır. Bu durumda mükellef bir sebebe tevessül ettiği zaman, o sebebin
altında bulunan maslahat ya da mefse-detlere sebebiyet vereceği şartı üzere ona
girmiş olacaktır. Mükellefin o şeyin (sebebin) üzerine terettüb edecek maslahat
ya da mefsedetleri veya onların miktarlarını bilmemesi, kendisini bu konumdan
çıkarmayacaktır. Çünkü o şeyin emredilmiş olması, emredilen şeyin işlenmesinde
Allah tarafından bilinen bir maslahat bulunduğu ve bu yüzden de onu emretmiş
olduğu mânâsını tazammun etmektedir. Keza nehiyde, nehyedilen şeyin
işlenmesinde Allah tarafından bilinen bir mefsedet bulunduğu ve bu yüzden de
onun nehyedilmiş olduğu mânâsı bulunmaktadır. Dolayısıyla fail, o sebebin
ortaya çıkaracağı bütün maslahat ve mefsedetleri —bunların detaylarını bilmese
bile— iltizam etmiş, kabullenmiş olmaktadır.
Soru: Kişi, yapmadığı şeyden dolayı sevâb görür veya
cezalandırılır mı?
Cevap: Sevâb ve ceza, kişinin ancak işlediği ve irtikabda
bulunduğu şeylere terettüb eder; işlemediklerine gerekmez. Ancak şer'an bir
fiilin değeri, ondan neşet edecek olan maslahat ve mefsedetlere göre ölçülür.
Sâri' bunu beyan etmiş ve fiilleri bir ayırıma tabi tutarak onlar içerisinden
maslahatı büyük olanları esâs ve temel (rükün) yapmış; mefsedeti büyük
olanları da büyük günah (kebîre) kabul etmiştir. Keza bu ayarda olmayanları da
açıklamış ve onları da ayırıma tabi tutarak, maslahat içerenlere 'ihsan'
(iyilik); mefsedet içerenlere de 'küçük günah' (sağîre) adını vermiştir. Böyle
bir yolla, dînin rükün ve esaslarını teşkil edenlerle, furû ve tâli unsurlarını
teşkil eden şeyler birbirinden ayrılır olmuş; günahlardan hangisinin büyük
(kebîre, ç. kebâir), hangisinin de küçük (sağîre, ç. sağâir) olduğu anlaşılmış
olmaktadır. Sâri' Teâlâ'nın emrettikleri arasında daha fazla önem atfettiği
şeyler, dînin esaslarından (usûlu'd-dîn) olmakta; aynı ayarda önem atfetmediği
emir ve istekleri de dînin furûu ve tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır.
Yasakladığı şeyler içerisinde de, ayrı bir önemle üzerinde durduğu şeyler büyük
günahlar (kebâir); aynı seviyede Önem atfetmediği yasaklar da küçük
günahlardan olmaktadır. Bütün bunlar, emredilen ya da yasaklanılan şeylerin
işlenmesi neticesinde ortaya çıkacak olan maslahat ve mefsedetler ölçüsünde
olmaktadır. [78]
Geçen meselelerde
müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilinde olmadığı, onlar için yükümlü
olunan şeyin sadece sebeb olduğu zikredilmişti. Şimdi bunlar göz önüne
alındığı zaman bunun üzerine bazı durumlar bina edilecektir:
1. Sebeb mükellef tarafından tam şartları yerli yerinde,
mânilerinden uzak bir vaziyette ortaya konulmuşsa, bundan sonra onun
müsebbebin vuku bulmamasına yönelik kasdı, olmayacak bir şeyi (muhal) isteme ve
kendisinin kaldırma güç ve yetkisinin bulunmadığı bir şeyi kaldırma, menine
dâir yetkilikılınmadığı bir şeyin menine gitme çabasından başka bir şey
değildir. Mesela, şeriattaki konulusu üzere bir kimse nikah akdinde bulunsa
veya satış ya da başka bir akid gerçekleştirse, sonra da bu akidle akid konusu
olan şeyin (makûdun aleyh) kendisine mübâh kılınmamasını istese, bu isteği abes
olur; sebebini ortaya koyduğu müsebbeb vuku bulur. Keza, şerîatte konulduğu
şekil Üzere talakta veya azâdda bulunsa, sonra da bunların gereklerinin vuku
bulmamasını kasdetse, bu bâtıl bir kasıd olur. Aynı şekilde ibâdetlerde de
durum böyledir. Mesela emrolunduğu gibi namaz kılsa, oruç tutsa veya hacca
gitse; sonra da kendi kendine gerçekleştirdiği bu ibâdetlerin kendisi için
sahih olmamasını ve bir tâat (kurbet) olarak kabul görmemesini... istese, böyle
bir kasıdda bulunsa, bu kasıd da boş bir kasıd olacaktır. Yasaklanmış sebebler
hakkında da durum aynı şekildedir. "Ey inananlar! Allah'ın size helâl
ettiği şeyleri haram kılmayın. Hududu aşmayın, Doğrusu Allah aşırı gidenleri
sevmez."[79] âyeti bu meyânda nazil
olmuştur. İşte bu noktadan hareketledir ki, Allah'ın helal kılmış olduğu yiyecek,
içecek, giyecek... gibi şeyleri haram kılma girişiminde bulunmak abes kabul
edilmiştir. Keza filhal evli değilken veya ileriye yönelik ve tahsise giderek
bir talikte bulunma kasdı olmaksızın —genelleme yoluyla talikte bulunmak bunun
aksinedir[80]— nikâhın haram
kılınmasına yeltenmek de aynı şekildedir. Bütün bunlar boş şeylerdir. Çünkü
Yüce Allah'ın mükelleften zahir bir sebeb olmaksızın helalliğini belirlediği/
üstlendiği şey, mükellefin sebebini işlemiş olduğu şey gibidir. Bunun bir
örneği de Hz. Peygamber'in şu hadislerinde ifâdesini bulmuştur: "Ve/â
hakkı ancak azâd edene aittir. ... Kim Allah'ın kitabında[81]
olmayan bir şart koşarsa, o şart bâtıldır; isterse yüz şart olsun." [82]Hem
sonra Sâri' —daha önce de geçtiği gibi— sebeblerden müsebbeblerin vukuunu
kasdetmektedir. Dolayısıyla sebebi ortaya koyan kimsenin böyle bir kasdı,
Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen her kasıd ise
bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla bu kasıd da bâtıldır. Netice itibarıyla mesele
açıktır.
İtiraz: Bu netice iki açıdan problem arzetmektedir:
a) Sebeblerin konulmasında mükellefin ihtiyar ve kasdmın
bulunması şart olmaktadır.[83] Eğer
mükellefin ihtiyar ve kasdı, sebeblerin müsebbeblerini gerektirmesine ters
düşüyorsa, bunun anlamı mükellefin sebebi yerli yerinde tam olarak ortaya
koymamış, aksine şartı —ki ihtiyar olmaktadır— eksik olarak gerçekleştirmiş
olduğudur. Bu durumda şart eksik olacağı için sebebler sahîh olmayacak, bundan
da sebeblerden neşet edecek müsebbeblerin vuku bulmaması lâzım gelecektir.
b) Şâri'in maksadına ters düşen kasıd, bu kitapta ilgili
yerinde de zikredilmiş olduğu üzere, ameli iptal edici bir Özellik arzetmektedir.
Mesela mübâh kılıcı sebeblerin, mübâh kılmayıcı niyetiyle ortaya konulması,
Şâri'in maksadına açık bir zıtlık göstermektedir. Çünkü Şâri'in kasdı, bu
vesileler sebebiyle o neticelerin husule getirilmesidir. Şu halde bu şekilde
sebeblerin işlenmesi bâtıl ve yasaklanmış olacaktır. Meselâ: namaz kılan ve
kendisi için onun yeterli olmayacağına;
[2ie] abdest alıp, onun namazı kendisine mübâh kılıcı olmamasına niyet
eden kimse vb. gibi. Dolayısıyla bu esas ile daha önce geçen esas arasını
bulmak (cem), birbirine ters düşen iki şeyi bir arada toplamak olur
ki, böyle bîr netice
de bâtıl olmaktadır.
Cevap: Önce birinci itiraza cevap verelim: Bizim burada
ortaya koyduğumuz konu, sebeblerin sebeb olabilmeleri için ihtiyar ile konulmuş
olmaları, ancak müsebbeblere yönelik bir kasdın bulunması konusudur. Yoksa,
ihtiyar bulunmadan sebeblerin ortaya konulması üzerinde durmuyoruz. Bunların
arasını aklen bulmak (cem) mümkündür. Çünkü bunlardan birisi diğerinden
Öncedir; dolayısıyla aralarında birbirlerini ortadan kaldırıcı bir durum
yoktur. Mesela: Cinsî münâsebeti kasıd ve ihtiyarda bulunsa ve bundan çocuğun
yaratılmasını kerih görse, istemese veya toprağa tohum saçsa ve bitmesini
istemese veya bir insana doğrulttuğu okunu fırlatsa ve ona değ-memesini
istese... vb. gibi. Bunların zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi şer'î olmayan
konularda (âdiyyât) olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde şer'î olan konularda
da olması caizdir.
İkinci İtiraza
Cevap: Bizim üzerinde durduğumuz bu
konuda, sebebin faili, Şâri'in netice versin diye koyduğu şeyin netice vermemesini
kasdetmekte ve O'nun sebeb olarak koyduğunu yine sebeb olarak, fakat müsebbebi olmasın
kasdıyla ortaya koymaktadır. Oysa ki, kendisinin böyle bir yetkisi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla onun bu kasdı abes olmaktadır. Şâri'in
maksadlanyla ilgili ileri sürdüğünüz kaidede ise durum böyle değildir. Çünkü
orada fail; sebebi, Sâri' Teâlâ'mn o sebebe bir müsebbeb olarak tertîb
etmediği bir şeye sebeb yapmaya çalışmaktadır. Menedilmesi görüşünde olanlara
göre hülle nikâhını buna misal vermemiz mümkündür. Burada muhallil[84],
nikâhı ile kadını başkasına helâl kılmak istemektedir. Oysaki Sâri' nikâhı
böyle bir müsebbeb için koymamıştır. Dolayısıyla böyle bir kasdın akid sırasında
bulunması sebebiyle, o nikâh şer'î bir sebeb olmamaktadır; neticede de böyle
bir nikâh, ne nikâhı akdeden muhallil için, ne de ilk koca (muhallelleh) için,
nikaha mahal olan kadını helal kılıcı olmamaktadır. Çünkü bâtıldır.
Kısaca, bunlardan biri
sebebi, sebeb olmayacak şekilde ortaya koymuş, diğeri ise netice vermeyecek bir
sebeb almak üzere işlemiştir. Birincisinin herhangi bir neticesi olmayacaktır.
Diğerinin ise neticesi olacaktır. Çünkü ikinci durumda sebebin netice verip
vermemesi kişinin ihtiyarının olup olmamasına bağlı değildir. Bu ikinci
durumda sebebin faili sebebin sebebliği konusunda Şâri'in kasdma muhalefet de
etmemektedir; şu kadar var ki, sebebin rnüsebbebinin vuku bulmayacağı zannına
kapılmıştır. Bu ise, bir yalandır veya yersiz bir istek ve 12171 ^zudur.
Birincisi ise sebebi, Şâri'in koymuş olduğu sebeb olmak üzere işlemiş
değildir. Aralarında ince bir fark vardır; iyi kavramak gerekir.
Bu konuya şu husus da
açıklık kazandırmaktadır: Bunlardan birisinde kasıd fiile bitişiktir.
Diğerinde ise fiilin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkmakta ve fiile tâbi
olmaktadır. Bu itibarla birincisinde fiile etki edecek, ikincisinde ise etkide
bulunmayacaktır.
İtiraz: Hüküm bakımından bu, niçin ibâdetlerdeki iptal (rafd)
gibi olmuyor? Çünkü bu gerçek anlamda, o şeyin şer'î bir sebeb olmasını iptal
anlamı içermektedir. Meselâ hadesin kaldırılması konusunda abdest almayı Örnek
alalım. Eğer kişi, abdestin hadesi kaldırmaması niyetinde bulunmuşsa, bu
abdestte aranan niyetin iptali anlamına gelir. Niyetin iptalinin ise,
ibâdetleri iptal edebilecek geçerli bir sebeb olacağını belirtmişlerdir. Bu
durumda, burada üzerinde durduğumuz konu tamamıyla başka bir mecraya girmiş
olacaktır ve artık konuyu "bütün bunların müsebbeblerin iptaline değil de,
bizzat sebeblerin iptaline yönelik olması" teşkil edecektir.
Cevap: Durum hiç de öyle değildir. Niyetlerin iptali ancak
Allah'ın emrine imtisâli (uymayı) kasdederek başladığı ibâdetler esnasında
mümkün olur. Daha Önce başladığı şekilde bitirmez, bilakis başlamış olduğu
ibâdetine uymayan daha başka bir niyetle devam eder. Mesela: Abdest alan bir
kimse, hadesin izâlesine niyetle başlasa ve sonra bu niyetini değiştirerek ,
serinleme ya da bedenindeki maddî kirlerden temizlenme niyetiyle abdest almayı
sürdürse niyetini iptal etmiş olur. Ancak ibâdet tamamlandıktan, bütün şartlan
yerli yerinde bulunduktan sonra, kişinin o ibâdetin ibâdet olmamasına, üzerine
sorumluluğu düşürmesi veya abdest örneğinde namaz kılmayı kendisine mübâh
haline getirmesi vb. gibi herhangi bir hüküm terettüp etmemesi şeklindeki
kasdinm hiçbir etkisi yoktur. Aksine bu yaptığı ibâdetleri, böyle bir kasdinm
bulunmadığı haldeki hükmü üzere bulunmaktadır. Aralarındaki fark açıktır.
İptal (rafd) konusunda söz
edip de, bir tafsile gitmeden sadece onun müessir olduğunu söyleyen kimselerin
ifâdelerinde buna ters düşen bir unsur yoktur. Çünkü abdestin iptali konusunda
fukahânın sözleri ve aralarındaki ihtilafları şu açıdan bu esasın haricinde
değildir. Şöyle ki: Abdest konusunda burada iki yaklaşım bulunmaktadır:
Abdestin lâyık-ı veçhile alınması üzerinde duran kimse "Namazın mübâh
kılınması isteği abdest fiilinin bir lâzımı ve müsebbebi olmaktadır. Bu
neticenin kaldırılması da ancak sonradan ortaya çıkan ve onu (.abdesti) bozan
bir şeyle olur." demişlerdir. Onun hükmüne yani abdestle birlikte bulunan
ve namaz kılıncaya kadar sürecek olan namazı mübâh kılma isteğine bakan
kimseye göre ise, bu ileride olacak bir iştir. Dolayısıyla şart olarak ilk
niyetle ve abdeste bitişik durumda olması aranır. Bu ise kendisini iptal edecek
niyetle bozulmuştur; dolayısıyla artık o abdestle gelecek namazın mubah
kılınması sahîh olmaz. Çünkü bu, fiile bitişik iptal gibidir. Bu tür iptaller
fiile bitişik olduğu zaman tesir etmektedir. Burada da durum aynıdır. Ama
taharet niyetini, o abdestie namazı edâ ettikten ve namazın hükmü tamamlandıktan
sonraiptal edecek olsa, bu durumda ona yeniden abdest alıp namazını iade
etmesini söylemek sahîh olmayacaktır.[85] Aynı
şekilde namaz kılan ve selam verdikten sonra o namazını iptal etmek isteyen
kimsenin durumu da aynıdır; kendisine emredileni emredildiği şekil üzere îfâ
etmiştir. Her ne kadar abdest, onunla kıldığı namazın tamamlanmasından sonra
da olsa iptali ile bozulur diyen de varsa da, kaide onun bu sözü karşısında
açık bulunmaktadır.
Allah en iyisini bilir
ve tevfîk ancak ondandır.
Buraya kadar
anlattıklarımız, sebeblerin şartları yerli yerinde tam ve mânilerden de uzak
olarak işlenmesi durumuyla ilgiliydi.
Sebeblerin, olması
gerektiği şekilde yapılmaması, şartlarını tam olarak içermemesi ve
mânilerinden de uzak olmaması durumuna gelince, bu takdirde o sebeblerden
doğması istenen müsebbebler meydâna gelmeyecektir; mükellefin kasdı-na itibar
edilmeyecektir. Çünkü müsebbebîerin vuku bulup bulmaması mükellefin elinde
olmayan bir şeydir. Sonra Sâri, onları mü-sebbeblerini doğuracak şekilde sebeb
olarak koyarken, onların belli şartları taşıması ve mânilerden da uzak
bulunması şartını da getirmiştir; onları ancak bu şartla sebeb olarakkabul
etmiştir. Dolayısıyla bu şartlar tam olarak bulunmadığı zaman sebeb, şer'î bir
sebeb olmak için yeterli ve tam olmayacaktır. İster sebebin şartlarının
bulunması ve mânilerinden uzak olması, onun (yani sebebin) parçalarını oluştururlar
diyelim, ister bu görüşte olmayalım netice fark etmeyecektir. Keza, şayet bütün
eksikliklerine rağmen, mükellef diliyor diye sebeb müsebbeblerini gerektirecek
olsaydı veya sebeb tam olmasına rağmen mükellefin kasdı yok diye müsebbebleri
ortaya çıkmasaydı, o takdirde sebebleri Sâri' Teâlâ'nın koymuş olmasının bir
mânâsı kalmayacaktı ve O'nun bu vaz'ı abes olacaktı. Çünkü onların şer'î
sebeb-ler olmasının anlamı, ortaya konulduklarında şer'an müsebbebleri-nin
ortaya çıkmasıdır. Keza onların şer an sebeb olmayışlarının anlamı da, onlar
ortaya konulsa bile, şer'an müsebbeblerinin ortaya çıkmamasıdır. Eğer
mükellefin ihtiyar ve kasdı bunların şer'î hakikatlerini çevirecekse, o
takdirde sebeblerin şer'an belli bir konulurları (vaz') olmayacaktır. Halbuki
biz prensip olarak sebeblerin şerîatte belli bir vaz' üzere konulmuş
olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır ve muhaldir.
Böyle bir neticeye götürecek olan şey de onun gibi tutarsız ve muhal olacaktır.
Böylece şer'î sebebler bahsinde, mükellefin kasıd ve ihtiyarının herhangi bir
tesiri olmayacağı ortaya çıkmış olmaktadır.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Halbuki, "Nehiy (yasak)
nehyedilen şeyin fesadına delâlet etmez." veya "Nehiy sıhhate
delâlet eder." yahut da "Zâtına yönelik bir husustan dolayı
(lizâtihî) nehiyde bulunulanla, vasfına yönelik bir husustan dolayı (li
vasfıhî) nehiyde bulunulan şey arasını ayırmak gerekir..." şeklinde
görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler yasaklanmış olan bir sebebin ortaya
konmasının—ki bu şartları tam olarak bulunmayan, manîlerinden uzak olmayan bir
sebebin işlenmesi demektir— müsebbeblerini ortaya koyacağına delâlet etmektedir.
İmâm Mâlik'in mezhebinde de buna delâlet eden şeyler vardır: Ona göre fâsid
olan alış veriş akidleri ilk başlangıçta, mebîin kabzı sırasında mülkiyet
şüphesi ifâde ederler. Keza onlar, pazarın değiştirilmesi (mebîin
nakledilmesi) ve onun maddî varlığını ortadan kaldırmayan diğer tasarruflarla
da mülkiyet ifâde ederler. Gasb ve benzeri gayr-ı meşru tasarruflar da,
gasbedilen şeyin (ayın) maddî varlığı ortadan kaldırılmasa bile, ona (Mâlik)
göre çeşitli meselelerde mülkiyet ifâde ederler. Halbuki gasb ve benzeri gayr-ı
meşru şeyler aslında bir sebeb değillerdir. Buradan da; yasaklanmış olan
sebebin işlenmesi durumunda, onun üzerine müsebbebin terettiib edeceği neticesi
çıkmaktadır. Ancak "Nehiy mutlak surette nehyedilen şeyin fesadını gerektirir."
denilecek olursa o zaman netice farklı olacaktır.
Cevap: Kaide geneldir. Bu bahsedilen şeylerde mülkiyet mânâsının
ifâdesi, bizzat birinci akdin kendisinden çıkmayan haricî başka durumlardan
dolayı olmaktadır. Onun açıklanmasının yeri şimdi burası değildir. İnşallah bu
konuya sonra temas edilecektir.
Fasıl:
Daha önce geçen
meseleler üzerine bina edilen konulardan birisi de şudur: Sebebi işleyen
kimsenin, müsebbebi ortaya koymanın kendi yetki ve ihtiyarıyla ilgisi
bulunmadığı şuuru içerisinde olması gerekir ve eğer kişi sebebi işlerken
müsebbebi failine (Allah'a) havale eder ve ondan tamamen sarf-ı nazarda bulunursa
bu kendisinin ihlâsı, Allah'a olan itimat ve tevekkülü için daha uygun olur;
emredilen sebeb-lere tevessül; yasaklanılan sebeblerden de kaçınma konusunda
sabır olmasına, gerçek anlamda şükrünü îfâda bulunmasına ve diğer güzel
makamlara ulaşmasına yardımcı olur. Aslında açık olmakla birlik-Î2201 te, bunlardan bir kısmının zikre dilme siyi
e konu açıklık kazanacaktır.
İhlâs konusunu ele
alalım: Mükellef sebeb konusunda vârid olan emir ve nehye icabet edip, bunların
ötesinde başka bir şeye atf-ı nazarda bulunmayınca, kendi beklentilerinden
uzak kalmış, Rabbinin hukukunu îfâ etmiş ve gerçek kulluk makamında yerini
almış olur. Mü-sebbebe iltifatta bulunması ve ona j'önelik bir kasdının olması
durumu ise böyle değildir. Çünkü o takdirde Allah'a olan teveccühü saflığını
yitirecek; sebebe tevessül ile ortaya koymaya çalıştığı Allah'a olan teveccühü,
müsebbebe olan teveccühü vasıtasıyla olmuş olacaktır. İh-lâs açısından bu iki
mertebenin arasında farklılığın bulunduğunda ise herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.
Tevekkül ve işleri
Allah'a tevdî (tefviz) noktasından da daha uygundur demiştik; çünkü, mükellef
müsebbebin kendi yükümlü tutulduğu şeyler altında olmadığını, kendi güç ve
kudretinin yeteceği tarzda da bulunmadığını bildiği zaman, bütün kalbiyle onu
elinde bulunduran Allah'a dönecek; böylece Allah'a tevekkül ve her şeyini O'na
havale etmiş olacaktır. Bu —ibâdetlerle ilgili olsun olmasın— bütün
yükümlülüklerde böyle olacaktır. İbâdetlerle ilgili yükümlülüklerde bunlara
ilâveten kulun sebehlere tevessülden sonra da, hâlâ korku ve umut arasında
bulunmaya devam etmesi gibi bir netice de doğacaktır.[86] Eğer
kişi sebeblere tevessülde bulunmakla müsebbeblere iltifat ve kasdı bulunan
kimselerden ise, bu sebebiyetin vereceği neticeyi hep bekler olacak, belki de
bu aceleci tavrı, neticeyi beklemekte olduğundan sebebin tamamlanmasından Önce
ondan yüz çevirmesine sebeb olabilecektir.[87]
Neticede de teveccühü, kendi güç ve yetkisinde olmayan şeye kayacak ve
kendisinden yapılması istenilen şeye teveccühü kalmayacaktır. Şu hikâye işte bu
konumda cereyan etmiş olmalıdır: Birisi "Kim kırk sabah Allah için ihlâsta
bulunursa, hikm.et pınarları onun kalbinden dili üzere ortaya çıkar,"[88]
hadisini işitmiş ve kendi zanmnca hikmete ulaşmak için ihlâsa başlamış, süre
dolmuş, fakat hikmet gelmemiş. Sonra bunu ehline sormuş. Kendisine:
—Sen sadece hikmet
için ihlâsta bulunmuşsun; Allah için ihlâsta bulunmamışsın; diye cevap
verilmiş. Sebeblerin işlenmesi sırasında müsebheblerin göz önünde
bulundurulması konusunda bu gibi şeyler çok olmaktadır. Hatta bazan bu
mülâhazaları iyice taşar ve sebeblere riâyetle, o sebebleri koymak durumunda
olan kişi arasına girdiği bile olur. Böylece âbid olan ibâdetlerini çok görmeye
başlayabilir, âlim ilmiyle gururlanma hâline girebilir. Ve benzeri durumlar,Sabır
ve şükür konusuna gelince, çünkü kişi devamlı ve sadece Allah'ın emirlerine
bakıp, müsebbeblerin ve onların sebeblerinin kıvamı O'nun elinde bulunduğuna,
kendisinin sadece memur bir kul olduğuna inanınca, Allah'ın emri yanında
duracak; kendisi için ondan kaçış durumu olmayacak, hiçbir zaman o emri göz
önünden ırak etmeyecek ve o konuda nefsini sabıra zorlayacaktır. Çünkü
kendisinin sürekli murakabe altında olduğunu biliyordur ve Allah'ı
görüyormuşçasına kullukta bulunan kimselerdendir. Bu durumda iken eğer
müseb-beb vuku bulacak olursa, layıkıyla şükreden kimselerin başında yer
alacaktır. Zira o müsebbebin ortaya çıkmasında, kendisinin esbaba tevessül
etmiş olmasına en ufak bir pay ayırmayacaktır ve ondan dolayı kendi nefsine ne
bir fayda ne de bir zarar biçmeyecektir. Her ne kadar o bir alâmet ve âdî bir
sebeb ise de, nihayet bir sebebiyet vermeden, cereyan eden âdet-i ilâhiye uygun
bir tertipten başka bir şey değildir. Her şey Allah'ın elindedir.
Ama böyle olmaz da
müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak olursa durum daha farklı olacaktır.
Sebeb ya netice verecektir, ya da neticesiz kalacaktır. Netice verdiği zaman
sevinecek: neticesiz kaldığında ise. Allah'ın taksim ve kazasına rıza
göstermeyecek, sebebi bir hiç gibi telakki edecektir. Muhtemelen bu durum
kendisini usandıracak ve onu terkedecek; belki ondan sıkılacak ve
artıkkendisine ağır gelmeye başlayacaktır. Bu Allah'a dînin bir tarafından
kulluk etmeye benzemektedir. Böyle bir durum kulluk boyunduruğu altına giren
kimselerin âdetleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır. Diğer yandan güzel ve
rızaya uygun makam ve haller üzerinde düşünenler, onların müsebbeblere
iltifatı terk esası üzerinde bulunduklarını göreceklerdir. Belki de bu
yaklaşım, keramet ve harikuladelikler sahibi kimselere en çok fayda veren bir
tavır olmuştur.
Fasıl:
Müsebbeblerin Allah'ın
elinde olduğu düşüncesiyle, onlara iltifatta bulunmayan kimsenin bütün
düşüncesi tevessül etmekte olduğu sebeb olacaktır. O kişinin hatırı sürekli onu
korumak, onu gözetmek ve onun hakkında nasîhatta bulunmakla meşgul olacaktır.
Çünkü sebebden başkası kendisiyle ilgili değildir. Şayet sebebden gözettiği
kasıd müsebbeb olsaydı, o takdirde sebebi asıl konuluş şekli üzere işlemesi ve
ona bir kulluk icrası kasdı dışında başka amaçlarla yaklaşmış olması ihtimali
doğacaktı. Belki de bu durum onu, haberi bile olmadan sebebin ihlâli
neticesine bile ulaştıracaktı. Belki haberli olacaktı fakat hakkında
düşünmeyecekti. Buradan da pek çok mefsedet ortaya çıkacaktı. Bu anlayış hem
dünya hem de âhiretle ilgili konularda, ibâdetler alanında aldanmanın aslını
teşkil etmektedir. Hatta bütün helak edici özelliklerin aslını bu telakki
teşkil etmektedir. Dünyevî işlerde bu açıktır. Çünkü kişi ancak ticâretinde
umduğu kazancı bir an evvel elde etmek amacıyla veya icra ettiği zenâatının
revâc bulması için (yani müsebbebe yönelik kasdmdan dolayı) hile yapar/aldanır.
İbâdetlere gelince, Allah Teâlâ'mn sevdiği bir kulun özelliğinden olmak üzere
gök ehlinin kendisini sevmesinden sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul
konulur. Nafilelerle yaklaşmak önce Allah sevgisini, sonra da meleklerin
sevgisini kazanmanın sebebi [222] olmaktadır. Daha sonra da o kimse için
yeryüzünde hüsnü kabul konulmaktadır. Muhtemelen âbid, sebeble —ki nafileler
oluyordu— bu müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak, sonra ona ulaşmak için aceleci
davranacak ve kendi işi olmayan bir şeyi talep etmek işin içine karışacaktır.
Neticede de bu durum sebebi açığa vurduracaktır ki bu da riya olmaktadır. Diğer
helak edici şeylerde de durum aynıdır. Böyle bir netice de fesad olarak
yeterlidir.
Fasıl:
Bir diğer husus da, bu
halin sahibi huzurludur, gönlü rahattır, dağınık değildir; kalbi her türlü
dünyevî yorgunluklardan uzaktır, tek bir yönü vardır. Böylece bu kimse dünyada
mutlu bir hayat sürecek, âhirette de mükâfatlandırılacaktır. Yüce Allah:
"Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat
yaşatacağız.[89] buyurmaktadır. Rivayet
edildiğine göre Cafer es-Sâdık, âyette geçen hoş bir hayat (hayâten tayyibeten)
hakkında: "O marifetullahtır, gerçek anlamda Allah'la birlikte olmaktır,
Allah'ın emrine hakkıyla vâkıf olmaktır." demiştir. İbn Atâ da:
"Allah'la birlikte yaşamak, O'ndan başka herşeyden yüz çevirmektir."
demiştir.
Keza kişinin kendisini
sebebe verip müsebbebe yönelik herhangi bir iltifat ve kasıdda bulunmaması
şeklindeki bir davranışta, bütün düşüncesi tek bir nokta üzerinde yoğunlaşacağı
için diğer düşüncelerden kurtulma durumu da bulunmaktadır. Ancak sebeble
birlikte [223] onun müsebbebine yönelik bir kasıd da bulunduran kimsenin durumu
böyle değildir. Çünkü böyle bir kimse işlediği her sebebin müsebbebini de
dikkat nazarına alacaktır. Bu ise düşünceleri çoğaltıcı, dikkatleri dağıtıcı
bir davranış olacaktır. Yine sebeblerin netice doğurucu, do-ğurmayıcı olmalarına
bakma neticesinde de zihin ve düşünce dağınık bir hal alacaktır. Sebebler
netice verdiğinde tek bir doğrultuda netice vermeyecek ve sahibinin kalbi hep
keşke netice (müsebbeb) bulunduğu şekilden daha uygun olsaydı şeklinde meşgul,
düşüncesi sürekli dağınık birhalarzedecekti. Bazan sebebi kınayacak, bazan da
müsebbebe karşı rıza ve hoşmıdsuzluk gösterecektir. Hz. Peygamberin
"Dehre (zamana, feleğe) sövmeyin. Çünkü 'dehr'Allah'tır." [90] sözü
ve benzerleri işte bu mânâya işaret etmektedir.
Başka bir şeye iltifat
etmeden sırf sebeble meşgul olan kimse ise, tek bir şeyle meşgul olmaktadır ki,
o da sebeb vasıtasıyla —hangi sebeb olursa olsun— Allah'a olan kulluğun
icrâsıdır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok düşüncelere nisbetle tek bir düşünce,
nefis üzerinde gerçekten çok hafif kalacaktır. Hatta sabit durumda olan tek
bir düşüncenin dahi, kendi içerisinde çeşitli ve değişken durumda olan bir
düşünceye nisbetle hafifliği inkar edilemez. Hadis-i şerifte: "Kim bütün
düşüncelerini tek bir düşünce haline getirirse, şâir düşünceleri için Allah
ona kâfidir. Kim de bütün tasasını âhireti için toplarsa, onun dün-ya işlerine
Allah yeterlidir."[91]huymlmuştuT.
Şu söz de bu mânâya çok yakın bulunmaktadır: "Kim ilmi Allah için talep
ediyorsa[92] az bir ilim kendisine
yeterlidir. Kim ilmi insanlar için tahsil ediyorsa, insanların ihtiyaçları pek
çoktur." Zâhidler bu meydanda düşkünlük göstermişler ve giriştikleri
yarışlarla sevinmişler, hatta bazıları "Eğer melikler bizim üzerinde
bulunduğumuz şeyleri bilselerdi, onları elde etmek için bize karşı silahla
savaş açarlardı" demişlerdir. Hadis-i şerifte: "Dünyada zühd kalbi ve
bedeni rahatlatır.[93]
buyrulmuştur. Zühd; yoksulluk, her şeyden el-etek çekrcek değildir. Aksine o
kalbde bulunan bir haldir ki, isterseniz ona esbaba tevessülle kullukta
bulunmak ve onları işlerken müsebbeblerine iltifat etmemek diyebilirsiniz. Bunlar
bazı numunelerdir ve kaidenin genel içeriği hakkında size bir fikir verecek ve
dikkatinizi çekecek mâhiyettedir.
Fasıl;
(Müsebbebin mükellefin
kudreti dâhilinde olmadığı ve onunla yükümlü de bulunmadığı esası üzere bina
edilen hususlardan birisi de şudur:) Müsebbebe yönelik olan iltifat ve beklenti
bazan orta şiddette olur. Buna inşallah ileride temas edilecektir. Bu kişinin
sebeble-ri cereyan etmekte olan âdet-i ilâhîye müsteniden ortaya koyması durumunda
olur. Müsebbeblere yönelik iltifat ve beklentileri olan kim-[224] seler için,
daha salim olan yol da budur. Müsebbeblere karşı olan iltifat ve beklenti
bazan da beşerin tahammül gücünün üstünde aşın ve mübalağalı bir dozda olur. Bu
yüzden de esbaba tevessül eden kimse için neticede aşın yorgunluk ya da kendi
işini terk ile kendi işi olmayan bir işe girişmek gibi bir durum ortaya çıkar.
Aşırı yorgunluk, daha
çok seyr ü sülük erbabının karşılaştıkları şeydir. Bazan esbaba tevessül eden
kimsenin aşırı bir korku ve bedbinlik içerisinde olduğu da gözlenir.Bu
meselenin aslını, Kur'ân'daki Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e yönelik uyarılan
teşkil etmektedir: Hz. Peygamber fevkalâde bir gayretle insanları Allah'ın
dînine davet ediyordu. Halbuki, onun için daha uygun olanı orta derecede bir
beklenti içerisinde
olmasıydı. Konuyla
ilgili âyetlerde şöyle deniliyor: "Ey Muhammedi Onların söylediklerinin
seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat
zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.... Onların yüz
çevirmesi sana ağır gelince, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven
dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi
onları yolda toplardı. Sakın bilmeyenlerden olm,a.[94]
"Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin.[95]
"Ey Peygamber! Küfre koşanlar seni üzmesin.[96]
"Putperestlerin: 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir m,elek
gelmeli değil miydiV demelerinden senin —Ey Muhammedi-— kalbin daralır ve belki
de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın,
Allah her şeye vekildir." 8S; "Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın
yardımıyindir: onlara üzülme, kurdukları düzenlerden endişe etme." 89
Bu ve benzeri âyetler,
Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği sıkıntılarını azaltmasına ve kendisinin sadece
Allah'ın emrettiği şeylerle—ki sebeblerin icrası olmaktadır— yetinme durumuna
avdet etmesini teşvik etmektedir. Dilediğini doğru yola iletecek olan
Allah'tır. "Sen sâdece bir uyarıcısın,[97]
"Sen sadece bir korkutucusun. Allah her şeye vekildir.[98] vb.
âyetler buna delîl olmaktadır. Bütün bunlar Hz. Pey- [225] gamber'den [ ""îîSEuta1 ]
istenilen şeyin esbaba tevessülde bulunmak olduğunu göstermektedir. Sebebleri
vaz' eden (müsebbib) ve müsebbebin yaratıcısı ise Allah'tır. "Allah'ın
onların tevbelerini kabul veya onlara azab etm.esi işiyle senin bir ilişiğin
yoktur.[99] Bu
âyetler size göstermektedir ki; Hz. Peygamber [ 8l«*«Tta''] , onların îmân
etmelerine aşırı hırs göstermekten, tebliğde mübalağaya kaçmaktan dolayı, keza
yaptığı çağrının neticesini —ki cehennemden kurtulmalarını temin edecek
imanları oluyordu —elde etmek amacından dolayı aşın bir sıkıntıya
maruz kalmıştır. Öyle ki,
bunu yansıtmak üzere Kur'ân'da
"And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen,
size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir."[100] âyetiinmiştir.
Bununla birlikte Hz. Peygamber , nübüvvet makamına daha uygun ve lâyık olan,
daha az sıkıntı ve meşakkat çekmesini temin edici bir ölçüye (orta Ölçülü olmaya)
davet edilmiştir. Her ne kadar, peygamberlik makamının hiçbir makamla
kıyaslanamayacak kendine has ve lâyık bir şeref ve mertebesi varsa da; bu
durum, ona ait olan bu hükümlerle, onun daha altında bulunan ve ümmete uygun
olan mertebelere istidlalde bulunmayı zedeleyecek değildir. Nitekim şeriat
âlimleri Hz. Peygamber'in hallerini, ona dair hükümleri ümmetiyle ilgili
hükümlerde, . onlan delîl olarak kullanmanın şahinliğini —sadece kendisine has
olduğuna dair bir delîl bulunmadıkça— kabul etmektedirler.
Kendi işini terkle,
kendi işi olmayana yeltenmeye gelince; burada kişi sebebi icra ederken bizzat
müsebbebe yönelerek onun olmasını ya da olmamasını kasdettiğinden, bu haliyle
Şâri'in maksadına muhalif düşmüş olmaktadır. Zira bilindiği üzere, müsebbebin
mükellefle bir ilgisi yoktur; kişi onunla yükümlü tutulmamıştır. Aksine s
müsebbeb sadece Allah'ın yetki ve irâdesinde olmaktadır. Müsebbebe ' yönelik
kasdı bulunan kimse ifratı hasebiyle genelde, onun vukuunu belli bir garaza
mebnî istemiş olmaktadır. Halbuki o, her açıdan kulun belli garazına uygun
olarak değil, sadece Allah'ın irâdesi doğrultusunda cereyan etmektedir. Dolay]
sıyla kulun garazı ve kasdı vaz' (ko-nuluş) itibarıyla murâd olunan şeye
muhalif düşmektedir. Bu ise edeb sının mn dışına çıkmak ve kadere karşı koymaky
a da o mânâda birşey demektir. Nitekim sahîh hadiste bu mânâya dikkat çekilmiş
ve şöyle buyrulmuştur: "Kuvvetli mümin Allah'a zayıf mu'minden daha
hayırlı ve daha makbuldür. Her bir şeyde hayır vardır. Sana fayda veren şeye
çaba göster; Allah'tan yardım dile ve âciz olma. Başına bir şey gelirse 'Eğer
şöyle yapsam, şöyle olurdu.'deme! Ancak 'Bu Allah'ın kaderi, O ne dilerse
yapar.' de! Çünkü 'eğer' kelimesi şeytanın amelini açar."[101]
Hadiste 'eğer' ifâdesinin, şeytanın amelini açacağına dikkat çekilmiştir. Çünkü
bu tavır, sebeb ortaya konulurken müsebbebe yönelik bir iltifat ve kasdın bir
neticesi, sanki müsebbeb sebebten doğar-mış ya da aklen onun lâzımı (zorunlu)
bir neticesiymiş gibi bir telakkinin sonucu olmaktadır. Halbuki, müsebbebin
vukuu tamamen ilâhî irâde ve kader dahilindedir. O dilediğini yapar. Zira, O'na
ne sebebin mevcudiyeti yardımcı olur, ne de sebebin bulunmaması O'nu acze
düşürür.
Sözün kısası, ortaya
çıkan şey (müsebbeb), kesin olan kaderin yürürlük bulması demektir. Geride
kalıyor sebeb: Eğer o yükümlü olunan bir şeyse, teklif gereğince o
işlenecektir. Kulun kudreti dâhilinde olmadığı için yükümlü olunmamış bir
şeyse, o zaman onu da her şeyin Allah'ın elinde bulunduğu şuurunda olan
kimsenin tavrıyla Allah'a havale etmek ve O'na boyun eğmek gerekecektir. Böyle
yapıldığı takdirde üzerine şeytanın ameli açılmayacaktır. Çoğu zaman insan,
bu mânâda mübalağa eder ve neticede, şeytanın vesvesesine kapılmak, kadere
karşı koymak vb. gibi, şer'an hoş olmayan durumlara düşebilir.
Fasıl:
Müsebbebi dikkate
almayan kimse, eğer işlediği şey ibâdetse, mertebece daha yüksek, amelce de
daha ihlâslı ve temiz olacaktır. Eğer işlediği şey ibâdet dışı bir konuysa, ecri
daha çok olacaktır. Çünkü kendi hazzını düşürmek üzere amelde bulunmaktadır.
Müsebbeb-lere yönelik beklentileri olan kimse ise böyle değildir. Çünkü o,
nefsinin güttüğü hazlara ulaşmak amacıyla amele girişmiştir. Amellerin
neticeleri —Allah'ın yaratması olmakla birlikte— nihâî olarak kulların
kendilerine döner. Çünkü onlar ya maslahatlardır ya da mefse-detlerdir. Nitekim
Ebû Zer'in rivayet ettiği kudsîhadiste de: "Ey Kullarım! Bunlar ancak
sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size
tastamam veriyorum...."[102]
buyrulmak suretiyle buna işaret edilmiştir. Bu mânânın aslı da bizzat Kur'ân'da
[227] bulunmaktadır. "Kim salih
bir amel işlerse kendi nefsi içindir." [103]
Şu halde, onlara
iltifatta bulunan kendi hazzı yüzünden amel etmiş olmaktadır. Sırf emir ve
nehye yönelik olmak üzere amel eden kimse ise, nefsinin hazlarını düşürmüş
olmaktadır. Bu hâl erbabının tuttuğu yol olmaktadır. Bu konu başka bir yerde
genişçe ele alınmıştır.
Soru:Müsebbebîere atf-ı nazarın olup olmaması nasıl
anlaşılacaktır? Bunun bir kıstası var mıdır?
Cevap: Hazlarm terki bazan, kalbin onlara genel anlamda
iltifat etmemesi anlamında açık olabilir. Bu azdır ve bu hal daha çok
sofilerden hâl erbabına mahsûstur. Bunlar mutlak anlamda sebebi ortaya koyarlar
ve onun bir müsebbebinin olup olmamasına dahi bakmazlar.
Bazan
da, hazlar kalpten tümden düşmez, dolayısıyla da bu anlamında durum tam açık
olmaz. Burada müsebbebe yönelik olan iltifat (doğrudan değil) emir ve nehyin
arkasından olmuştur. Bu, kişinin Allah'ın dilediği gibi tasarrufta
bulunabileceğine olan itikadıyla birlikte, carî olan âdet-i ilâhî
doğrultusunda hareket etmesiyle olur. Keza; bu, sebeble müsebbebin taleb
edilmesiyle yani, Müsebbib olan Allah'tan sebebin gereğini talepte bulunmakla
olur. Bir nevi sebeb elini uzatarak Müsebbib'ten istemek gibi. Aynen, tazarru
(dua, niyaz) elini uzatarak bir şeyi istemek gibi. Veya bu, müsebbeb hakkında
durumu kendi yetki ve irâdesinde bulundurana tevdî yoluyla olur. İşte bunlar
sebebi işlerken müsebbeb hakkında sarf-ı nazarda bulunmuş kimseler
olmaktadırlar. Müsebbebe iltifat demek sadece, onun sebeble birlikte cereyan
ettiğine, ona bağlı olduğuna itikat demektir. Örneğin müsebbebi bizzat sebebin
kendisinden istemek, yahut müsebbebi doğuran şeyin bizzat sebeb olduğuna itikat
etmek gibi. Zikri geçen mefsedetlere uygun düşen ve neticesinden korkulan
telakki de işte budur.Bu iki uç arasında kalan kısımlar ise, ictihad sahası
olmaktadır. Taraflardan hangisine daha yakın iseler, onun hükmünü alırlar.
Benzeri bir mütâlâa, hazlar meselesinde de aynı şekilde söz konusudur.
[104]
...
Daha önce şer'an
müsebbeblerin, sebeblerin işlenmesi üzerine tertîb edilmiş olduğu, Şâri'in
sebeblere yönelik hitaptan kasdının müsebbebler olduğu belirtilmişti. Bu
durumda mükellefe nisbetle —eğer
ona itibar ederse— şu
hususlar ortaya çıkacaktır:
1. Müsebbeb şer'an, esbaba tevessül edene nisbet
edildiğine göre, mükellefin sebebi
işlerken müsebbebe iltifat
etmesi, kendi hesabında olmayan,
aklından geçmeyen şeylerin vâki olmasını gerektirecektir. Esbaba tevessül
emredilmiş olabileceği gibi, yasaklanmış da olabilir. Tâatler bahsinde esbaba
tevessül, kişinin aklından geçmeyen hayırları kendisi için ortaya koyabileceği
gibi, masiyet olan bir konuda olduğu zaman da, yine hiç düşünmediği şeylerin
kendi başına gelmesi gibi bir netice verecektir. Nitekim âyet ve hadîsler bu
hususa delâlet etmektedir. Tâatler hakkında olmak üzere bazı şu âyet ve
hadîslere bakılabilir: "Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün
insanları diriltmiş gibi olur.[105]
"Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar onu
işleyenlerin sevabı kendisine yazılır.[106]
"insan Allah'ın rızâsını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye
ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar ona hoşnudluk hali
yazar.[107]
Masiyetler hakkında
ise: "Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları
öldürmüş gibi olur,[108]"Haksız
yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir
pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan akıtma çığırını açan odur,[109]
"Kim kötü Hr çığır açarsa onun ve kıyamet gününe kadar onu işleyenlerin
günahı kendisine yazılır.[110]"însan
Allah'ın gazabını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye ulaşacağını
zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar onun aleyhine gazab hali
yazar.[111] Ve benzeri deliller.
İmâm Gazzâlî, Dıyâ ve
diğer eserlerinde bu. mânâyı yeterince açık bir şekilde ortaya koymuş ve
"Kitâbu'l-kesb"de [112]şöyle
demiştir: "Düşük ayar akçenin (dirhem)[113]
ödeme sırasında kullanılması ve böylece ona revâc verilmesine girişilmesi
zulümdür. Çünkü, eğer alıcı onun düşük ayar olduğunu bilmiyorsa bu takdirde
zarar görecektir. Eğer bile bile almışsa, o da onu bir başkasına verecek,
üçüncü, dördüncü. .. şahıslar da hep aynısını yapacak ve böylece o para elden
ele dolaşacak, neticede zarar umûmileşecek, fesâd yaygın hâle gelecektir.
Bü- 1229] tün bunların günah ve vebali
ilk kez onu piyasaya süren kimseye dönecektir. Çünkü bu kapıyı ilk açan
odur." Gazzâlî daha sonra "Kim güzel bir çığır açarsa..."
hadisiyle istidlalde bulunmuştur.
Seleften bazılarının,
düşük ayar tek bir dirhemin revaç bulması için çalışılmasının, yüz dirhem
çalmaktan daha şiddetli olduğunu belirttiklerini ifâde eden Gazzâlî, devamla
şöyle der: "Çünkü hırsızlık tek bir masiyettir, o da tamamlanmış ve şer
kesilmiştir. Düşük ayar paranın piyasaya çıkarılması ise, dînde ortaya konulmuş
bir bidattir, kendisinden sonra diğer insanların da işlemeye devam edecekleri
kötü bir çığırdır. Dolayısıyla ölümünden sonra yüz sene, iki yüz sene tâ o
para ortadan kalkıncaya kadar meydana gelecek günah üzerine olacaktır.
Sebebiyet verdiği bütün zarar ve noksanlıklar aleyhine kaydedilecektir. Ne
mutlu o kimseye ki, öldüğü zaman günahları da kendisiyle birlikte ölür;
yazıklar olsun o kimseye ki, kendisi ölür gider de, yüz sene, iki yüz sene veya
daha fazla günahları devam eder; bu yüzden kabrinde azab görür; ta ortadan
kalkıncaya kadar ondan dolayı sorguya çekilir! Yüce Allah : 'Şüphesiz ölüleri
dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz.'[114]
buyurmuştur. Yani: Biz onun önceden gönderdiklerini yazdığımız gibi, geride
bıraktığı amellerinin neticelerini de yazarız; demektir. Benzer bir âyefe de:
'Ogün, insanoğluna önceden gönderdiği, geride bıraktığı ne varsa bildirilir.[115]buyrulmuştur.
Hiç şüphesiz amellerinin neticelerini geride bırakanlar, başkalarınca takip
edilen kötü bir çığırı başlatan kimseler olmaktadır." Gazzâlî'nin sözleri
bunlar. Kaide olarak, sebebin işlenmesi, müsebbebin ortaya konulması
mesabesindedir. Daha önce bu konu açıklanmıştı.
Gazzâlî,
"Şükür" bahsinde sözü daha da ileri götürür. Orada nimetleri,
cinslerine ve nevilerine ayırıp yeterli tafsilâttan sonra şöyle der:
"Hatta diyorum ki: Gözünü kapayacak yerde açmak suretinde de olsa, tek bir
bakışta Allah'a isyan eden kimse, Allah'ın göklerde, yeryüzünde ve ikisi
arasında ne var ne yok bütün nimetlerine karşı küf-rânda (saygısızlıkta,
inkarda) bulunmuş olur. Şöyle ki: Allah Teâlâ'-mn bütün yarattıkları; melekler,
gökler, hayvanlar, bitkiler hepsi birden her bir ferdin istisnasız istifâde
etmiş olduğu bir nimet olmaktadır." Gazzâlî, daha sonra gözkapaklarının
göze olan faydalarını anlattıktan sonra şöyle devam eder: "O kişi
Allah'ın kendisine bahşettiği gözkapak nimetine küfrânda bulunmuş olur.
Gözkapakları gözsüz t230] olamaz. Gözler başsız olamaz. Baş bütün bedensiz
yapamaz. Beden gıdasız edemez. Su, toprak, hava, yağmur, bulut, güneş, ay...
olmadan gıda olamaz. Bu saydıklarımızın kıyamı için de göklerin bulunması
gereklidir. Melekler olmadan ise gökler duramaz. Görüldüğü gibi, herşey
birbirine irtibatlı olmak üzere tek bir vücût gibidir. Aynen bedendeki
organların birbirlerine olan irtibatları gibi. O yüzdendir ki, haber de
"insanların bir araya geldikleri ve toplandıkları yerler, onlar dağıldığında
ya onlara lanet eder ya da onlar için istiğfar ederler." denilmiştir.
Keza hadîste 'Alime her şey, hatta denizdeki balıklar dahi istiğfar eder...'[116]buyrulmuştur.
Bunlar, âsînin tek bir göz kırpmasıyla yerde gökte olan herşeye karşı cinayette
bulunmuş olduğuna, yaptığı kötülüğü imha edecek bir iyilik yapıncaya ve
böylece hakkındaki lanetlerin istiğfara dönüşünceye kadar kendi nefsini helak
etmiş olacağına işaret etmektedirler." Gazzâlı daha sonra sözlerine devam
etmiştir. Esbaba tevessül eden kimsenin, sebeblerin müncer olacakları neticelere
baktığı zaman, belki de bu tutum, onun bu gibi şeylerden sakınmasında bir
motif olabilecektir. Zira neticelere aldırış etmediğinde kıyamet gününde, hiç
aklına gelmeyen şeylerle karşılaşabilecektir. Böyle bir neticeden Allah'a
sığınırız.
Fasıl:
Bir diğer husus da
şudur: Kişi sebebleriyle birlikte müsebbeblere iltifatta bulunduğunda,
muhtemelen hâlihazırda mevcut bulunan sebeblerin hükümleriyle, daha önceden
geçen sebeplerin hükümlerinin tearuzu (çatışması) sebebiyle, şeriatta vârid
olduğunu zannettiği bazı problemler ortadan kalkmış olacaktır. Şöyle ki:
Sebebin hükmü, o se-bebten rücû etse veya tevbe etse bile bazan onu işleyen
kimsenin üzerinde kalmada devam edecektir. Bununla birlikte kişi sebebten rücû
ettiğinde müsebbebin hükmünün kalkacağını zannetmektedir. Hal-[23i] buki durum öyle değildir.
Misal: Bir kimse gasbedilmiş bir araziye girse, sonra tevbe
ederek oradan çıkmak istese bakılır: Bu adam oradan çıkmakla memur olduğundan
ve onu da yaptığından zahir olan odur ki, adam (oradan çıkma fiilinden dolayı)
âsî değildir ve bu işinden dolayı da sorgulanmaya-caktır. Çünkü bir insanın
aynı anda hem emre itaat hem de isyan içerisinde olması mümkün değildir. Keza,
aynı cihetten olmak kaydıyla hem emre hem de nehye muhatap olması imkansızdır.
Çünkü böyle bir şey teklîf-i mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülüktür). Kişi
oraya girmesi halinde mümkün olan bir yolla mutlaka oradan çıkmış olmakla
yükümlüdür. Bu da nehy (yasak) hükmünün bizzat çıkma hakkında bekası ile
mümkün olmayacaktır. Netice itibarıyla, çıkma konusunda mutlaka nehiy hükmünün
kalkmış olması gerekecektir.Ebû Hâşim [117]ise:
"O kişi çıkmahalinde de masiyet üzerindedir ve gasbediîmiş araziden
ayrılmadıkça bu hükümden çıkmayacaktır." demiştir. Eski ve yeni âlimler
onun bu görüşünü reddetmişlerdir. İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî (Ö.438/?)
el-Burhân adlı eserinde, isyandan ibaret olan sebebin aslına itibarla bunun
tasavvuruna ve sahîhliğine işarette bulunmuş, dolayısıyla tevbe ile (tecâvüz hali)
kalksa bile sebebiyet verme hükmü üzerinde bakî kalacaktır, demiş ve daha sonra
da benzeri meseleleri zikretmiştir. İmâmın bu yaklaşımı sözü edilen esasa
itibarla sahih olmaktadır. Çünkü asıl sebebiyet verme, kendi nazarında olmayan
müsebbebler (neticeler) ortaya çıkarmıştır. Eğer çoğunluk âlimler bu
neticelere bakacak olsalardı, gasbe-dilen araziden çıkana kadar masiyet
hükmüyle birlikte emre imtisal keyfiyetinin birlikte bulunacaklarını uzak
görmeyeceklerdi. Keza bu, müsebbebin mükellefin yetki ve kudreti dâhilinde
olmadığı şeklindeki bir telakki üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu durumda
çıkma işinin iki yönü olduğu anlaşılacaktır:
a) Araziye girmek suretiyle işlediği haddi tecâvüzden
kurtuluş için onun bir sebeb olduğu yön vardır, ki bu onun kesbinden olmaktadır.
b) Çıkışın daha başlangıçta oraya girmiş olmasının bir
neticesi olması. Bu açıdan bakıldığında çıkmak kendi kesbinden olmamaktadır.
Zira ondan kaçınacak bir gücü bulunmamaktadır. .
Bu meselenin
benzerleri: Kişinin okunu doğrultup öldürmek için attıktan sonra, henüz ok
hedefe ulaşmadan önce öldürme işinden tevbe etmesi. Bir bidati ihdas edip
insanlar arasında yaydıktan sonra, henüz kabul görmeden önce tevbe etmesi veya
kabulden sonra ve insanların ondan rücû etmelerinden önce tevbe etmesi. Hüküm
verildikten sonra fakat infazından önce hükme medar olan şehâdetten rücû etmesi.
—Ve kısmen— tam olarak sebebi işledikten sonra fakat tesirinden E232"1 ve
mefsedetinin ortaya çıkmasından önce veya ortaya çıkmasından sonra ve fakat
—eğer ortadan kalkma imkanı varsa— kalkmasından önce (rücû etmesi). Bu
örneklerde isyanın bekasına rağmen emre imtisal halinin mevcudiyeti
gözükmektedir. Bu ikisi —ilk misalde olduğu gibi— bir fiilde bir arada
bulunduğuna göre, kişi aynı anda hem âsî hem de emre uymuş olur. Ancak bu
tasvirde ona yönelik emir ve neh-yin aynı anda birlikte vârid olması söz konusu
değildir. Çünkü isyan açısından mükellef onunla yükümlü olmamaktadır.[118]
Emre imtisal açısından ise yükümlü olur. Çünkü emre imtisâle kadirdir ve oradan
çıkmak ve böylece emre uymakla memurdur. İmâm'ın kasdetmiş olduğu mânâ da işte
budur. Ona ve Ebû Hâşim üzerine yöneltilen itirazlar, bu açıdan ele alınma
imkanı varken —dikkatlice düşünülürse— yerinde değildir.[119]
Allahu a'lem!
Fasıl:
Bir diğer husus da
şudur; Yüce Allah carî olan âdet-i ilâhîye göre, müsebbebleri sebeblere paralel
olar ak ortaya koymakta; sebebler yerli yerinde ise müsebbebleri de tam,
sebebler eksikse müsebbebleri de ona göre eksik olarak var etmektedir.
Bu noktadan hareketle,
eğer müsebbebde bir kusur varsa fukahâ sebebin işleniş tarzına bakmışlar ve
onun tam olarak işlenip işlenmediği üzerinde durmuşlardır. Eğer sebeb tam
olarak ortaya konulmuş-. sa, müsebbebde noksanlık bulunsa bile, mükellefe
yönelik bir kınama söz konusu edilmemiştir. Eğer sebeb tam olarak konulmamışsa
o takdirde mükellefe kınama, sorgulama ve mesuliyet yöneltilmiştir. Örneğin
câhil tabîb, hacamatçı, aşçı ve benzeri zenâatkârlar, eğer gerçekten o sanata
sahip olmamak gibi ya da sanatlarını icra ederlerken ihmal göstermek gibi
kusurlu bulunmuşlar s a, verdikleri zararı tazminle sorumlu tutulmuşlardır.
Sanatlarım icra sırasında ihmal göstermemeleri halinde ise aksine zarar vermiş
olsalar bile tazmînle sorumlu tutulmamışlardır. Çünkü müsebbeblerin sebeblerine
uygun olarak vuku bulmaması çok nadir şeylerdendir; dolayısıyla da sorumluluk
getirmezler. Gerekli bütün çabaların gösterilmemesi ve ihmâl [233] durumu ise
böyle değildir, bu durumlarda müsebbeblerin yanlış olarak vukuu çoğu kez söz
konusudur; tabiatıyla bu durumda muâhaze (mesuliyet) gerekir.
Başka açıdan değil,
sadece sebeblerin sıhhat ve fesadı açısından[120]
onlar hakkında müsebbebleri alâmet kabul eden kimseler, sebeblerin meşruiyet
çerçevesinde işlenilip işlenilmediğini tesbit için çok önemli bir kıstası elde
etmiş olmaktadırlar. Bu noktadan hareketledir ki, şerîatte zahir olan ameller,
bâtın (kalpte, içeride) olan şeylere delîl kılınmışlar ve eğer zahir sakatsa
bâtının da sakat olduğuna; eğer zahir yerli yerinde ise bâtının da aynı şekilde
yerli yerinde olduğuna hükmedilmiştir. Bu gerek fıkıhta ve gerekse diğer
tecrübî ve âdetlerle (âdiyyât) ilgili hükümlerde genel bir esas olmaktadır.
Konuya bu açıdan bakmak şeriatın tamamında gerçekten çok faydalı olacaktır. Bu
kıstasın doğruluğuna dâir pek çok delîl bulunmaktadır. Mü'minin îmânına,
kâfirin küfrüne, itaatkârın itaatine, âsînin isyanına, âdilin adaletine, cerh
edilen kimsenin kusuruna hep bu kıstasla hükmedilmiş olması onun sıhhati için
yeterli bir delildir. Akidlerin in'ıkad bulması, ahidlerin bağlanması vb. gibi
hususlar hep bu yolla olmaktadır. Hatta bu kıstasa, özellikle de özel ve genel
İslâmî şeâirin sınırlarının ikâmesi konusuna nisbetle, teşriin genel
esaslarından biri ve teklifin esâsı dememiz bile mümkündür.
Fasıl:
Müsebbebler bazan özel
(hâs) olurlar bazan da genel (âmin) olurlar. Müsebbeblerin özel olmalarının
anlamı, onların sebebin vukuu hasebiyle meydana gelmiş olmalarıdır. Mebî ile
faydalanabilmenin mübâhhğı için sebeb olarak satış akdinin ortaya konulması,
kendisiyle kadından istifâdenin helal kılınması için nikâh akdinin yapılması,
kendisiyle helâlliğin sabit olduğu boğazlama ameliyesinin icrası ve benzerleri
gibi. Nehiy yönü de aynı şekildedir. İçki içilmesinden neşet eden sarhoşluk,
boğazın kesilmesinin sebebiyet verdiği ruhun çıkması gibi.
Genel oluşuna gelince,
bundan mesela tâatin cenneti kazanmak için bir sebeb olması, keza masiyetlerin
cehenneme girmeye sebeb olması gibi bir mânâ kasdedilmektedir. Yeryüzünde
fesada sebebiyet veren günah nevileri de aynı şekildedir. Mesela ölçü ve tartıda
hile yapmak rızkın kesilmesine, adaletle hükmetmemek kan dökülmesine ve bunun
yaygınlaşmasına; ahde vefa göstermemek düşmanların tasallutuna; hiyânet
insanların içerisinde korkunun yer etmesine... sebebiyet vermektedir.[121]
(Yani işlenilen bu masiyetler üzerine genel olarak bu müsebbebler terettüp
edilmiştir.) Hiç şüphesiz bu işlerin zıtlan da, onlara zıt müsebbeblerinin
vücûduna sebebiyet verecektir. Kişi işlemekte olduğu amelinin sebebiyet
vereceği hayır ya da serleri göz Önünde bulundurduğunda, yasaklanmış olan
fiillerden kaçınma, emredilmiş amelleri de yerine getirme konusunda, Allah'tan
hem umarak hem de korkarak, gayret sarfedecektir. Bu yüzden şeriatte amellerin
karşılıkları ve sebeblerin müsebbebleri belirtilmiş olmaktadır. Kullarının
maslahatlarını en iyi bilen Allah'tır. Kısaca bu esaslar üzerine bina edilecek
olan faydalar gerçekten çoktur.
Fasıl:
Burada şöyle bir
itiraz serdedilebilir: Bundan önceki meselede, müsebbebi dikkate almanın
mefsedetler doğuracağı ortaya konulmuştu. Buna göre kişinin sebebi ortaya
koyarken müsebbebe yönelik bir iltifatta bulunmaması gerekmektedir. Şimdi
burada ise müseb-beblerin göz önünde bulundurulmasının faydalarından
bahsedildi. Bunun gereği olarak da sebebler ortaya konulurken müsebbeblere
yö-[235] nelik bir kasıt ve iltifatın bulunması istenilecektir. Eğer bu iki
yaklaşım mutlak surette olup, belli bir kayıttan uzaksa o takdirde bir tenakuz
söz konusudur. Eğer mutlak değilse, o takdirde de mutlaka maslahatlara müncer
olacak iltifat ve kasıdla, mefsedetlere sebebiyet verecek iltifat ve kasdın
yerlerini bir alâmetle belirlemek ya da kendisine başvurulacak ve onların
yerlerini ayıracak bir kıstas geliştirmek gerekecektir.
Cevap: Bu konu başka yerde[122]
açıklanmıştır. Ancak bu konuda konulacak kıstas (dâbıt) şöyle olacaktır: Eğer
müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat; sebebi güçlendirici, onu tamamlayıcı ve onu
tamamlamada teşvik edici bir mahiyet arzediyorsa, o maslahat celbedici kasıd
ve iltifat olacaktır. Aksine müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat, sebebin
iptaline veya onun zayıflatılmasın a ya da onu umursamazlığa götürecek bir
mâhiyette ise o da, mefsedete müncer olacak kasıd ve iltifat olacaktır.
Bir açıdan bu iki
kısma ayrılır:
a) Mutlak olup izafî
olmayan yani her mükellefe nisbetle aynı, her zaman ve mekandafarksız,
mükellefin üzerinde bulunduğu hallere göre değişmez şekilde maslahat ya da
mefsedete sebebiyet veren kasıd ve iltifat.
h) İzafî (göreli) olan
kasıt ve iltifat; yani bütün mükelleflere göre değil, sadece bazı mükelleflere
göre veya sadece bazı zamanlara göre ya da mükellefin içerisinde olduğu sadece
bazı hallere göre maslahat ya da mefsedete neden olan kasıd ve iltifat.
Keza bir
başka&çıdan da yine iki kısma ayrılırlar:
a) Sebebi
takviye ve zayıflatma konusunda kesin olurlar.
b) Zan ya da
şüphe halinde olurlar. Bu durumda konu üzerinde
düşünmek ve durmak
gerekir ve zannın gereği ile hükmolu-nur; zanların tearuzu durumunda ise
tevakkuf edilir.
Bu arzettiğimiz
kıstas, yeterince açıklanmamış öz bir bilgi olmaktadır. Ancak daha önce geçen
ve ileride gelecek olan malûmat göz önünde bulundurulduğu zaman Allah'ın
izniyle bu öz bilginin mesnedi ortaya çıkacak ve mânâsı yeterince
anlaşılacaktır.
Bu taksim
müctehidlerin bakışları hâriç tutularak yapılmıştır. Çünkü müctehidlerin hem
sebebler, hem de müsebbebler üzerinde durmaları gerekmektedir Çünkü bunun
üzerine şer'î hükümler bina edilecektir. Bu arzettiğimiz taksim sadece amel
durumunda olan mükellefler için söz konusudur.
Tevfik ancak
Allah'tandır.
[236]
Fasıl:
Bazan müetehidler
nazarında bu iki esas tearuz (çatışma) hâlinde gözükebilir ve bu durumda her
bir müetehid kendi zann-ı galibine göre hareket eder:
Sarhoş
birinin karısını boşaması veya azâdda bulunması veya üzerine had ya da kısas
gerektirecek bir fiil işlemesi durumunda; bazı--ları ikinci[123]
esasa itibarla ona bu fiilleri aklı başında bir kimsenin yapması durumunda ne
gerekiyorsa o neticeler terettüp eder demişlerdir. Bazıları ise birinci esasa [124]
itibarla onun mecnûn (deli) gibi kabûl edileceğini söylemişlerdir. Bunlarla
ilgili tafsîlât fıkıh kitaplarında ele alınmıştır. Keza bu iki esasa bakışla,
bir günah işlemek üzere yola çıkan kimsenin bu yolculuğunda yolculuk ruhsatı
hükümlerinin tanınıp tanınmayacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir.[125]Yine
nafile olarak tutulmaya başlanılan orucun kazası;[126]
kendisine bir özür arız olduğunda ihtiyarî yolculukla (keffâret orucunda
aranan) peşi peşine olma şartının bozulup bozulmayacağı konusunda[127] da
ihtilaf etmişlerdir. Aynı şekilde, bir günah irtikap etmek amacıyla çıktığı
yolculukta çaresiz kalsa ve meyte vb. gibi haram bir şey yemek zorunda kalsa,
onu yemenin kendisi için helal olup olmayacağı konusunda da [237] ihtilaf
edilmiştir. Bu meseleden önce Ebû Hâşim'le diğerleri arasında geçen ve
gasbedilmiş bir araziye girip de oradan çıkmak isteyen kimsenin çıkmasının
hükmü hakkında zikredilen ihtilâf da keza bu iki esas üzerine carî
bulunmaktadır.[128] [129]
Şer'an yasaklanmış
olan sebebler, maslahatlar için değil mefse-detlerden dolayı konulmuştur.
Nitekim meşru kılman sebebler de mefsedetler için değil maslahatlar için
konulmuştur.
Misal: İyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak şer'an emredilmiş
bir şeydir. Çünkü bu her ne şekilde olursa olsun dînin ikâmesi, İslâmî
esasların (şeâir) güçlendirilmesi ve ortaya çıkarılması, bâtılın da ortadan
kaldırılması için bir sebeb olmaktadır. Bu ilk konuluş itibarıyla —her ne
kadar bu yolda maruz kalınsa da— malın ya da canın itlafı ya da ırza gelecek
bir zarar için konulmuş bir sebeb değildir. Cihâd da aynı şekilde Allah'ın
dîninin yüceltilmesi (ilây-ı kelimetil-lah) için meşru kılınmış bir sebeb
olmaktadır. Her ne kadar cihâd, mal ve nefsin itlafına neden olsa da, aslî
konulusu bu mefsedetlere bir sebeb olmak değildir. İsyanların önlenilmesi her
ne kadar öldürme ve iç savaşa yol açsa da, asıl amaç itibarıyla öldürme ve
savaş hâlinin ortadan kaldırılması için bir sebeb olarak meşru kılınmıştır.
Zekâtın istenilmesi, İslâmın bu rüknünün ikâmesi için meşru kılınmıştır. Her
ne kadar bu savaşa bile müncer olabilse de —nitekim Hz. Ebû Bekir ^iy^hu-j
zekât vermeyenlerle savaşmış ve bukonuda sahabenin icmâı hâsıl olmuştur— asıl
amaç bu değildir. Hadlerin ve kısas cezalarının tatbiki, fesadı önleme
maslahatı için meşru kılınmıştır. Bu arada nefislerin itlafına ve kanların
dökülmesine neden olması söz konusu olmakla birlikte, asıl konuluş itibarıyla
bu mefsedetler için konulmuş değildir. Hâkimin verdiği hükmün bağlayıcı olması
ve bozulmaması,[130]
hasımlar arasındaki nizâların sona erdirilmesi maslahatı için bir sebeb olarak
konulmuştur. Bununla birlikte bu, hatalı bir hükmün verilmiş olması ve onun
yürürlüğe konulması gibi bir mefsedete de müncer olması için sebeb olarak
konulmamıştır.
Bu arzettiklerimiz
meşru kılman, yapılması istenilen sebeblerle ilgilidir. Şimdi de yapılması
yasaklanan sebeblere örnekler verelim: Fâsid nikâhlar yasaklanmıştır. Bununla
birlikte bu tür nikâhlar üzerine çocuğun nesebinin ilhakı, miras ahkâmının
sübûtu vb. gibi hükümler terettüp etmektedir. Bunlar ise birer maslahattır.[131]
Gasb,hakkı gasbedilen kişiye fmağsûbun minh) dokunacak olan mefsedet-ten dolayı[132]
mene dil mistir. Bununla birlikte, gasbedilen şeyin, gas-beden şahıs elinde
değişmesi ya da ortadan kalkması gibi bir durumda onun (gâsıb) lehinde
mülkiyet ifâde etmesi gibi bir maslahata da müncer olmaktadır.
Burada bilinmesi
gereken şey şudur: Meşru olan sebeblerden
neş'et eden
mefsedetler, keza gayrı meşru olan sebeblerden ortaya çıkan maslahatlar,
aslında bizzato sebeblerden neş'etetmiş değillerdir. Bilakis onlar, kendilerine
münâsib başka sebeblerden ortaya çıkmış olmaktadırlar. Bunun delili gayet
açıktır: Çünkü teklif, bir abesle iştigal olsun için konulmamıştır. Bir şey
meşru kılınmışsa, o ya maslahatlar için ya mefsedetler için ya da her ikisi
için birden meşru kılınmış veyahut da bunların haricinde bir başka şey için
olmalıdır. Mefsedetler için meşru kılınmış olması düşünülemez. Çünkü nakli
deliller böyle bir şeyle bağdaşmaz. Bilindiği üzre, şerîatte vârid olan bütün
emir ve yasakların maslahatların temini, mefsedetlerin de defi için konulmuş
olduğuna dâir delil sabit olmuştur. Her ne kadar bu aklen vâcib değilse de,
bunun böyle olduğu naklen sabit olmuştur. Aynı delilden dolayı hükümlerin hem
maslahatlar hem de mefsedetler için birden meşru olmaları da mümkün değildir. Şeriat
abesle iştigal etmeyeceğine göre hükümler bir başka şey için de konulmuş
olamaz. Neticede maslahatlar için konulmuş olduğu ortaya çıkacaktır.
Aynı durum
yasaklanılan şeyler hakkında da geçerlidir: Bunlar da, işlendiği zaman ya
mefsedete, ya maslahata ya da her ikisine birden götüreceği için veyahut da
bir başka sebebten dolayı yasaklanmışlardır. Yukarıda arzettiğimiz şekliyle,
delîl burada da aynı şekilde delâlette bulunur. Şu halde eğer ortada yapılması
istenilen bir sebeb varsa, mutlaka onun yapılmasında bir maslahat vardır ve o
yüzden o [239] şeyin yapılması istenilmiştir. Eğer o şeyden doğan bir mefsedet
görürsen, onun meşru olan o sebebten neş'et etmediğini bilmelisin. Keza bir
sebebin de ortaya konulması yasaklanmışsa, mutlaka onun işlenmesinde bir
mefsedet vardır ve o yüzden de onun işlenilmesi yasaklanmıştır. Eğer gözüktüğü
kadarıyla, onun üzerine bir maslahat terettüp ediyorsa, onun da mutlaka o gayrı
meşru sebebten ortaya çıkmadığını bilmelisin. Bizzat bu sebeblerden neşetedecek
şey, sadece; eğer meşru ise o sebebin konulusuna gerekçe olan şey, eğer
yasaklanmışsa o yasağa gerekçe olan şey olmaktadır.
İZAHI; Meselâ iyiliği
emretmek ve kötülükten yasaklamak konusunu ele alalım: Sâri' Teâlâ bununla
nefislerin ve malların telef edilmesini murâd etmemiştir. Kaçınılmaz bir
netice olarak bunlar, sadece hakkın ikâmesi, bâtılın izâlesi için konulmuş
sebebe tabi olan bir durum olmaktadır. Keza cihâddan maksad insanların telef
edilmesi değildir; bilakis maksat Allah'ın dînini yüceltmektir. Ancak bu yolda
canların itlafı da ona tabi olarak arkadan gelmektedir. Çünkü insanın bu sebebi
ikâme için kendi nefsini iki grubun boğuşacağı, silahların çekileceği ve
savaşılacağı bir yere atması gerekecektir. Kendisine ulaşa-cakmefsedet,
sebebten değil, işte bu açıdan neş'etedecektir. Hadler ve benzerlerinde de
maslahatın peşinden itlaf gibi bir mefsedet gelecektir. Ama bu konulan
sebebden dolayı değil, bu maslahatların başka türlü ikâme imkânı bulunmaması
açısından olmaktadır. Hâkimin hükmü zahire göre hareket edilerek hasımlar
arasındaki anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması ve dâvanın sona erdirilmesi
içindir. Böylece maslahat açık olacaktır. Hâkimin hükmünde hatalı olması ise,
yeterince dâva üzerinde durmamak veya işin gerçek yüzünü aydınlatacak yeterince
delîl bulunmamak gibi başka sebeblere bağlıdır. Hâkimin tayin edilmesinde onun
hata etmesi amaçlanmış değildir. Bu durumda hâkimin hükmü, eğer tutar bir
tarafı varsa bir başka sebebten dolayı bozulmayacaktır. Hükmün bozulmamasını
gerektiren bu sebeb de hükmün feshinin, hâkimin tayininden gözetilen hasımlar
arasındaki dâvaların hükme bağlanarak neticelendirilmesİ ve böylece hasımlar
arasındaki çekişmenin sona erdirilmesi maksadının zıddı bir duruma müncer
olmasıdır.
Yasaklanmış olan kısma
gelince, orada söz konusu olan hükümlerin sübûtu, o nikahın fâsid olmasının
bir neticesi olarak değil bilakis— yerinde de belirtildiği üzere[133]
vukûdan sonra o nikâhın tashihine hükmetmenin bir neticesi olarak ortaya
çıkmaktadır. Fâsid alış veriş akidleri de bu kabildendir. Çünkü burada mebîi
kabzeden kimse için şer'an tazmin sorumluluğu bulunmaktadır. Dolayısıyla |240]
kabzı gerçekleştiren kimse, akid sebebiyle değil de, bu sorumluluk sebebiyle
bir nevi mebîin mâliki gibi olmaktadır. O malın bizzat kendisi ortadan kalktığı
zaman mislini ya da kıymetini [134]
ödemesi gereği taayyün edecektir. Ama değişmeden kaldığı ya da aynen iade
imkanını ortadan kaldırıcı bir durum olmadığı sürece de vâcib olan, nehyin gerektirdiği
fesâd hali (yani akdin feshine gidilmesi) olacaktır. Mebîde bir değişiklik
meydana geldiği zaman veya bizzat onun üzerinde
maddî varlığını
(aynını) ortadan kaldırmayla bir tasarrufta bulunulduğu zaman ise müctehidler:
"Acaba değişiklik sebebiyle, o şey tümden ortadan kalkmış hükmünde mi
olur? Yoksa olmaz mı? Ve buna bağlı olarak da fesih talep hakkı bulunur
mu?" diye konu üzerinde durmuşlardır. Ancak fesih talebi durumunda, eğer
mebi meselâ değişik bir şekilde iade edilecekse, satıcı aleyhine bir haksızlık
vardır. Öbür taraftan parayı (semeni) ödemiş ve fakat mebîden umduğu faydayı
elde edememiş olması açısından da müşteri aleyhine bir haksızlık
bulunmaktadır. Bu durumda adaletli olacak davranış şekli her iki durumu da göz
önünde bulundurmak olacak ve neticede mebîin pazara sürülmesi
(havâletu'l-esvâk), mebî üzerinde icra edilen fakat onu ortadan kaldırmayan
tasarruflar, mülkiyetin intikâli ve benzeri fıkıh kitaplarında zikredilen
şekiller mebîin ortadan kalkması (fevti) gibi mütâlâa edilecektir. Hasılı,
burada feshe gidilmeyip, müşterinin mebîden istifâde etmesine imkan
verilmesinin sebebi, fâsid akdin bizzat kendisi değil, aksine daha sonra onun
üzerine terettüp eden arızî durumlardır.
Gasb durumu da aynı
şekildedir. Çünkü tecâvüzkar olan el (kişi) üzerine şer'an tazmîn sorumluluğu
binmektedir. Sorumluluk ise o şeyin mislinin ya da kıymetinin zimmette sabit
olmasını gerektirir. Bu durumda gasbeden şahısla (gâsıb) mâlik bir anlamda eşit
durumda olmaktadırlar. Bu sebebten dolayı da gasbeden kimse için mülkiyet şüphesi
doğmaktadır. Kısmen baki kalmakla birlikte gasbedilen şey üzerinde meydana
gelen bazı değişikliklerin olması durumunda, hakkı gasbedilen kimsenin
hukukuyla gasbeden kimsenin hukukuna bakarak, konunun üzerinde durulması
gerekmektedir. Zira gasb, gasbeden kimse üzerine hak etmediği bir cezanın
yüklenmesini gerektirdi] mez.[135]
Öbür taraftan hakkı gasbedilen kimsenin hukuku zayi edilerek mağdur edilmesi
de caiz değildir. Dolayısıyla bu iki durum arasında dengeyi bulmak (ictihâd)
gerekmektedir. Gasbeden kimsenin gasbedilen şeye mâlikiyet kazanmasının sebebi
bizzat gasb değil, öncelikle tazmin sorumluluğunun üzerine binmesi, ikinci
olarak da gasbdan sonra gasb edilen şey üzerinde meydana gelen değişikliklerdir.
Bu ve benzeri durumlar üzerinde düşünmek gerekmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki,
şer'an yapılması istenilen sebebler, mefsedetler için konulmuş sebebler
değillerdir. Nitekim gayrı meşru (işlenmesi yasaklanmış) sebebler de
maslahatlar için konulmuş sebebler değillerdir. Böyle bir netice asla sahîh
değildir.
Fasıl:
Bu tertip göz önünde
bulundurulduğu zaman İmam Mâlik'in mezhebinde ve diğer mezheplerde mevcut
bulunan birçok meselenin hükmü daha iyi anlaşılacaktır. Mâliki mezhebinde, bir
kimse "Şu zamana kadar falana olan borcumu ödeyeceğim." diye talak
üzerine yemin etse, sonra da Ödeyememek sebebiyle yemininde hânis olacağından
(yeminin gereğini yerine getirmemiş olacağından) korksa ve o zaman geçinceye
kadar olmak üzere karısıyla hulu (muhâla'a) yapsa (hukuken ayrılsa) ve neticede
yeminin gereği yerine getirilmediği için hânis olunsa, kadın o anda hulu
yoluyla hukuken ayrı bulunduğu için artık talak vuku bulmayacaktır. Daha sonra
da karısına rücû edecektir. Gerçi bukasdı ve yaptığı şey güzel
karşılanmayacaktır. Çünkü bir hakkı iptal eden bir hîleye başvurmuştur.
Dolayısıyla hulu'a baş vurmak yasak bir mâhiyet almıştır. Maamâfîh, talakın
vuku bulmaması gibi bir netice de vermiştir. Ancak talakın vuku bulmaması
(adem-i hms), muhâlaa sebebiyle olmamış; aksine hânis olduğunda talakın isabet
edeceği bir mahal olarak zevcesi bulunmadığı için olmuştur.
el-Lahmî'-nin (Ali b.
Muhammed el-Mâlikî Lö.478/1085]), sefere çıkarak Ramazan'da oruç tutmama
ruhsatını elde etmeyi amaçlayan kimse hakkındaki şu sözü de bu şekildedir: Bu
kasıd hoş bir şey olma-makla (mekruh) birlikte, böyle bir kimse Ramazan orucunu
tutmayabilir. Çünkü orucunu tutmaması sefer üzerine terettüp eden meşakkat
sebebiyle olmakta, bizzat mekruh olan sefer sebebiyle olmamaktadır. Gerçi oruç
tutmama ruhsat hükmü seferle talîl edilmiştir. Ancak öyle de olsa bizzat
yolculuk için değil, meşakkat içerdiği için böyle bir talîle gidilmiştir. Bunu
şu husus da tavzîh eder: Bu adam için mekruh görülen şey kendi kesbinin bir
neticesi olan seferdir. Meşakkat ise onun kesbi haricindedir. Dolayısıyla
bizzat mekruh olan şey meşakkat değil, meşakkatin sebebidir. Oruç tutmama
konusunda müsebbeb bizzat sebebtir.
Ama farzetsek ki,
şer'an yasak olan sebeb bir maslahat için; yahut yapılması istenilen bir sebeb
de mefsedet için sebeb olabilecek başka bir şeyi ortaya çıkarmasalar, bu
takdirde şer'an yapılması istenilen sebebde Şâri'ce kasdedilen bir mefsedetin,
menedilen bir sebebde de Şâri'ce maksûd olan bir maslahatın bulunması mümkün
değildir. Meselâ be/u'1-îne yoluyla ortayakonulan hileler gibi. Bu gibi
akidlerde (buyûu'1-îyne veya buyûu'1-âcâl) mal, bir dînârm iki dînâr karşılığında
veresiye olarak satılmasına vasıta kılınmaktadır.
Netice itibariyle
burada iki uç tarafla orta bir nokta bulunmaktadır. Uç taraflardan biri,
zikredilen hilelerde olduğu gibi her halükârda
sabit bir sebeb
içermemektedir. Öbür taraf ise kesin olarak ya da zan ölçüsünde bir sebeb
içermektedir. Gasbedilen şeyin, gasbeden kişi elinde değiştirilmesi gibi ki, bu
takdirde ilgili konularda verilen bilgilere göre gasbeden kişi gasbedilen şeye
mâlik olmaktadır. Ortada yer alan durumda ise, sebebin ne yokluğu ne de
mevcudiyeti kesin olarak sabit olmamaktadır. İşte müctehidler için üzerinde
durulması gereken konu da bu son kısım olmaktadır.
Fasıl:
Bütün bunlar; bu fer'î
meselelere sabit olan bu esas açısından baktığımız zaman söz konusudur. Eğer
başka bir açıdan ele alınacak olurlarsa, hüküm başka olurdu ve konu üzerinde
duranlar tereddüd ederlerdi. Çünkü o takdirde konu tereddüde mahal olacaktır.
Şöyle ki: Daha önce mükellefin sebebleri işlemesinin müsebbebleri ortaya koyması
mesabesinde olduğu ortaya konulmuştu. Durum böyle olduğuna göre, bu müsebbebin
mükellefin ihtiyarıyla vâki olmuş hükmünde olmasını gerektirecektir ve
neticede o şer'î bir sebeb olmayacaktır. Dolayısıyla da onun gereği vuku
bulmayacaktır. Neticede bir günah işlemek için yolculuğa çıkan kimse sefer
ruhsatlarından faydalanarak namazını ki saltam ayacak, orucunu tutmamazlık
edemeyecektir. Çünkü meşakkat sanki kendi fiiliyle vâki olmuş gibidir. Zira
mükellefin işlediği sebebden neş'et etmiştir. Karısının boş düşmemesi için
hulû hilesine başvuran kimsenin bu çabası onu talakın vukuu neticesinden
kurtaramayacaktır; bilakis karısına rücû ettiğinde talak vaki olacaktır. Hülle
nikâhı ile zevcesine tekrar dönmek isteyen kimsenin durumu da aynı olacaktır.
Dolayısıyla burada bu iki esasa birden başvurulduğunda meselelerin içtihada
mahal bulunduğu görülecektir. Ve görüldüğü kadarıyla her müctehid de kendisince
bu iki esastan hangisi daha ağır basıyorsa onun gereği doğrultusunda
bulunmuştur. Allahu a'lem!
Fasıl: [136]
Bu
esasda söz konusu edilen şey; müsebbeblere sebeblerinin meşru olup olmamaları
açısından, yani onların şeriat nazarı dahilinde olup olmamaları cihetinden
bakmak oluyordu. Yoksa onların şer'î olmayan müsebbeblerin şer'î olmayan (âdî)
sebebleri olma açısından ele alınmamışlardır. Eğer bu açıdan bakılacak olursa,
o takdirde bakış açısı farklı olacaktır. Çünkü öldürmeyi kasdeden kimsenin bu
kasdıy-la intikam duygularını tatmin etmeyi amaçlamış olması, kendince bir
maslahatın celbi ve bir mefsedetin defi için esbaba tevessül etmek olacaktır.
Aynı şekilde farz olan ibâdetleri terkeden kimse de, yine nefsini yormaktan
kaçmış olmak, onu terk suretiyle rahat elde etmek amacry-. la bunu yapmış
olacaktır. Bu kimse mutlak surette yaptığı ve terketti-ği hususlarda kendisi
açısından, mefsedetin defi, maslahatın celbi konusunda esbaba tevessül etmiş
olmaktadır. Aynen fetret zamanlarındaki insanların durumlarında olduğu gibi.
Burada maslahat ve mef-sedetten maksat, insan tabiatının kendisine uygun
gördüğüya da nefret duyduğu şeyler olmakta ve bu açıdan ele alınmaktadır.
Bizim sözümüz burada bu tür hususlarla ilgili değildir. [137]
Sebebler, müsebbebler için
konulmuş sebeb olmaları açısından ele alındıklarında, sadece müsebbeblerinin
elde edilmesi için meşru kılınmış oldukları görülür ki, bu müsebbebler de celbi
istenilen maslahatlarla, defi istenilen mefsedetler olmaktadır..
Sebeblerine nazaran
müsebbebler iki kısımdır:
a) Sebeblerin asıl amacı olarak (aslî kasıdla) —ki
bunlar aslî maksatlar ya da Öncelikli maslahatlarla ilgili hususlar olmaktadır
[138]ya
da ikinci derecede amacı olarak ftâlî kasıd ile) —ki bunlar da tâbi maksatlarla
ilgili hususlar olmaktadır— meşru kılınan müsebbebler. Bunların her iki nev'i
de "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.
b) Bunların dışında kalan ve sebeblerin kendileri için
meşru kı-lınmadığı kesin bilinen, ya da zannedilen veya sebeblerin kendileri
için meşru kılındığı ya da kılmmadığı bilinmeyen yâ~dâ"zannedilmeyen
hususlar. Bu durumda karşımıza üç kısım ortaya çıkmaktadır:
1, Sebebin kendisi için meşru kılındığı bilinen ya da
zannedilen müsebbebe ulaşmak için sebeblerinin ortaya konulması sahihtir. Çünkü
işi yerli yerinde yapmış ve Sâri' Teâlâ'nın izin verdiği müsebbebe ulaşmak
için tevessül edilmesine izin verdiği bir şeyi kullanmıştır. Meselâ: Sâri'
Teâlâ, nikahtan evvel emirde insan neslinin bekâsını kasdetmiş[139],
sonra buna ünsiyet peyda etmek, kadının akrabalarıyla şereflerinden ya da dîni
meziyetlerinden vb. dolayı sıhriyet bağı kurmak, yahut hizmet veya ev işlerini
gördürmek, helâl dâiresi içerisinde onun kadınlığından istifâde etmek, yahut
kadının malından istifâde etmek veya onun güzelliğine rağbet etmek ya da
dînine gıbta etmak veya harama düşmekten kendisini korumak... vb. gibi şeriatın
delâlette bulunduğu bu gibi amaçları da asıl maksada tâbi kılmıştır. Bu
durumda nikah akdinde, kişinin bunlara yönelik kasdı genel anlamda Şâri'in de
kasdı olacaktır. Bu kadarı da yeterlidir. Mekâsıd bölümünde de ortaya
konulacağı üzere Şâri'in kasdına mutabık düşen kula ait kasıd sahîh olmaktadır.
Dolayısıyla bu kısımdan olan esbaba tevessülün fâsid olduğunu söylemek mümkün
değildir.
İtiraz: Mücerred faydalanma niyeti, akitle gözetilen evvel emirde
kadının helalliği kasdı önünde bir anlam ifâde etmez. Çünkü akid o kasıd
üzerine bina edilmektedir. Sâri Teâlâ'nm akidden öncelikle kasdı helalliğin
doğmasıdır. Faydalanma daha sonra onun üzerine terettüp edecektir. Kişi akidle
sâdece sırf faydalanmayı kasdedince, onun kasdı Şâri'in kasdı ile beraberlik
arzetmeyecektir. Dolayısıyla [245] mücerred faydalanma kasdı sahîh
olmayacaktır. Bu şu Örnekle de açıklık kazanacaktır: Bir kimse falanca kadınla
helaî-haram her nasıl olursa olsun beraber olmayı istese ve bu amacı için de
meşru nikahtan başka bir yol olmasa ve amacına ulaşmak için onun üzerine nikah
akdinde bulunsa, bu durumda o kişi, nikahla onun kendisine helal kılınmasını
kasdetmiş olmayacaktır. Kadının helâlliğini kasdetmediği takdirde de, Şâri'in
akidden gözettiği maksada muhalefet etmiş olacaktır ve dolayısıyla (akid)
bâtıl olacaktır.
Her fiil ya da terk
hakkında verilecek hüküm bu minval üzere câri olacaktır.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz, soruda
farzeüildiği şekliyle akdin sahih olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki: Bu kişinin
kasdı-mn esası şudur: O kasdettiği şeye caiz olmayan yoldan ulaşamamış bunun
üzerine Sâri'Teâlâ'nm o şeye ulaşmayı vasıta olarak kabul ettiği bir yoldan
yürümüştür. Bu durumda kişinin akidden kasdı, onun bir akid olmaması değildir.
Aksine nikah akdinin in'ıkâdına yönelik kasdı, izin yetkisi kendisine ait olan
Şâri'in izni ile olmuş ve edâ edilmesi vâcib olan şeyi yapmıştır. Şu kadar var
ki, bunu başka yol olmadığı için mecburî olarak yapmıştır. Dolayısıyla caiz
olan bu tevessü-lüyle ortayakoyduğu sebebin gereğine ulaşması tabiîdir. Geriye
"ulaşmaya kadir olamadığı haram bir şeye yönelik kasdınm bulunması"
noktası kalmıştır. Eğer kadir olduğu takdirde o masiyeti işlemek azminde ise,
tahkik erbabına göre okimse günahkârdır. Ama azim ve kararlılık olmaksızın
zihninden geçmişse, diğer benzeri zihinden geçen düşünceler gibi o da
affedilir. Şu halde, akdin beraberinde onu iptal edecek bir unsur
bulunmamaktadır. Çünkü akit; rükünleri tam, şartları yerli yerinde, mânilerinden
de uzak olarak vuku bulmuştur. Kişinin eğer gücü yetecek olsa, günah irtikap
etmeye yönelik kasdının bulunması, Şâri'ce maksûd olan yolla onun mübâh
kılınmasını isteme kasdmdan ayrı bir şeydir ( ve onu etkilemez). Bu ikinci
kasdın (yani kadının kendisine mübâh kılınmasını isteme) onda mevcudiyetinde
şüphe yoktur. Bu kasıd da Şâri'in sebebi koyuşundaki kasdına muvafıktır.
Dolayısıyla esbaba tevessül sahîh olacaktır. Akdi icra eden kimsenin mutlaka
helalliğe yönelik kasıd bulundurması şeklinde bir ilzama gitmek gerekli
değildir. Aksine meşru sebebin ortaya konulmasına yönelik kasdın bulunması —o
sebeble birlikte helalliğin de doğacağı neticesinden gafletle bile olsa—
yeterlidir. Çünkü sebebten neşet eden helallik [140]daha
önce de geçtiği gibi— yükümlülük kapsamına dahil değildir.
2. Daha başlangıçta kendisi için sebebin meşru
kılınmadığı kesin bilinen ya da zannedilen hususlar (müsebbebler).[141]
Deliller butürden olan esbaba tevessülün sahih olmayacağını göstermektedir
Çünkü sebeb, evvel emirde bu farzedilen müsebbeb için konulmuş değildir. Onun
için meşru kılınmadığına göre, sebeb ile kasdedilen şeye nisbetle ondan
maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda gözetilen hikmet netice olarak
meydana gelmeyecektir. Bu yüzden de bâtıl olacaktır. Bir açıdan böyle.
İkinci bir açıdan ele
aldığımızda şunu göreceğiz: Bu sebeb, farzedilen bu maksûda nisbetle gayrı
meşrudur. Dolayısıyla o hiç meşru kılınmayan sebeb gibi olmaktadır. Aslen
gayrı meşru olan bir sebebe tevessül etmek sahîh olmadığına göre, aynı şekilde
meşru olmayan bir şey için tevessül edilen meşru şey de sahîh olmayacaktır.
Üçüncü bir yaklaşım:
Sâri' Teâlâ'nın bu sebebi belirli olan müsebbeb iç in meşru kılmamış olması,
böyle bir esbaba tevessülde maslahat değil, mefsedet bulunduğunun, yahut da
sebebin kendisi için me^rû kılındığı maslahatın o müsebbeble ortadan
kalkacağının bir delilidir. Böylece sebeb ona nisbetle abes olacaktır. Eğer
Sâri' Teâlâ, bu husûsî esbaba tevessül durumunu yasaklamışsa durum açıktır.
Mesela kişi nikahla —hülle nikâhında olduğu gibi— nikahın iptalini içeren bir
duruma veya bey akdi ile, akdin iptaliyle birlikte ribâya ve benzeri Şâri'in
kasdetmediği kesin bilinen ya da zannedilen bir neticeye ulaşmak amacmdaysa,
onun bu ameli (işi) nikah ve bey akdinin meşrûiyetindeki Şâri'in kasdına
muhalif düştüğü için bâtıl olacaktır. Diğer ameller, muâmelâıla, ibâdetlerle
ilgili esbaba tevessül durumları da aynı şekildedir.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Zikredilen misâlde nikah akdinde
bulunan kimseyi ele alalım: Her no kadar bu kimsenin kasdı, kadının birinci
kocasına helâl olması için nikahı talak ile ortadan kaldırmak ise de, bu kasdı
ancak nikah kasdı üzerine tâli (ikinci) bir kasıd olarak ortaya çıkacaktır.
Çünkü talak ancak nikaha mâlikiyet sonrasında vuku bulabilir. Bu itibarla hülle
nikâhında bulunan kimse, talakla kalkacak bir nikahı kasdetmiş olmaktadır.
Nikahın bir özelliği ve şer'î konuluşunun hususiyeti de talak ile ortadan
kalkar olmasıdır. Bu ise haddizatında mubahtır. Dolayısıyla nikah sahîh olur.
Bununla kadının birinci kocaya helâl kılınmasını kasdetmiş olması ise —her ne
kadar kötü bir şeyse de— ayrı bir husustur. Kaide olarak haddi zatında
birbirinden ayrı iki şey bir arada bulunduğu zaman, bunlardan birinin diğerine
tesiri bulunmaz. Çünkü bunlar gerçekte birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir.
Aynen gasbedilen bir yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.[142]
Hem sonra fıkıhta buna
delâlet eden meseleler vardır:İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, nikahtan önce talaka,
mülkiyetten önce azada talikte bulunmanın sıhhati hakkında müttefiktirler. Mesela
bu imamlara göre, bir kimse yabancı bir kadına hitaben "Eğer seninle
evlenirsem boş ol!"; başka birinin kölesine "Eğer seni satın alırsam
azâd ol!" dese, o kadınla evlenmesi durumunda talak, o köleyi satın
alması durumunda da azâd lâzım gelir. Bilindiği üzere Ebû Hanife ve Mâlik bu
kimsenin o kadınla evlenmesini, o köleyi satın almasını tecviz etmektedirler.
el-Mebsûta adlı eserde İmâm Mâlik'ten "Otuz sene boyunca evleneceğim her
kadın boş olsun!" diye talak üzerine yemin eden ve sonra da zinaya
düşmekten korkan kimse hakkında "Onun evlenmesinin caiz olduğunu
görüyorum. Ancak o evlenirse derhal kadın boş olur." dediği nakledilir.
Oysa ki, bu nikah ve kölenin alınmasında talak ve azâddan başka Sâri Teâlâ'nın
onlarda ne kasd-ı evvelle (aslîkasıdla) ne de kasd-ı sânı ile (talî kasıdla)
gözetmiş olduğu bir amaç bulunmamaktadır. Nikah talak için, satın alma da satın
alınan şeyin elden çıkması için meşru kılınmış değillerdir. Onlar tamamen
başka amaçlar için meşru kılınmışlardır. Talak ve azâd, onların meşruiyetinde
amaçlanmayan fakat neticede onlara tabi olarak ortaya çıkan hususlardandır
Dolayısıyla bunun caiz olması, talak veya azâdm vukûunun nikah ya da mülkiyetin
husulünden ve ona yönelik kasdın bulunmasından dolayı olmuştur. Nikahta bulunan
bu nikâhı ile talakı, köleyi satın alan da buişiyle onun azadım kasdetmiş olmaktadır.
Bu kasıd zahiren Şâri'in kasdına münâfî gibi gözükmektedir. Bununla birlikte
her iki tasarruf da bu iki imâma göre caizdir. Durum böyle olduğuna göre şu iki
şıktan birisi kaçınılmaz olmaktadır: a) Ya sebebin kendisi için meşru
kılınmadığı bir neticeye meşru bir şeyle tevessülde bulunmak caizdir
denilecektir, b) Ya da bu meseleler bâtıldır denilecektir.
Malikî mezhebinde bu
kabil şeyler çoktur. Müdevvene'de, evlenen ve içerisinden de ondan ayrılmayı
düşünen kimse hakkında şöyle denilir:
"Bu bir müt'a
nikahı değildir. Şu halde bir kimse karısının üzerine evlenmeyi lazım kılan
bir yeminden dolayı bir kadınla evlense (ne olur ?) Bu şekilde farzedilen bir
mesele hakkında Malik: "Nikah helaldir. Eğer o nikah üzerinde devam etmek
dilerse, nikahını sürdürür, dilerse de ayrılır." demiştir. İbnul-Kâsım:
"Bu bizim bildiğimiz ve işittiğimiz kadarıyla ilim ehli arasında ihtilaf
bulunmayan konulardan biridir." demiştir. Devamla şöyle denilmiştir:
"Bize göre o
sabit bir nikahtır. Yemininde hanis (yerine getireme-mış) olmamak için evlenen
kimsenin durumu, kadınla beraber olma tezzeti için evlenip ondan muradını
almak; fakat onu tutmamak niyetinde olan kimsenin durumu mesabesindedir. Bu
niyeti üzere olduğu halde ve kalbinde de bunu gizleyerek evlenmiştir. Bu
ikisinin durumu [248] da aynı olmaktadır. Bunlar eğer dilerlerse nikahı
sürdürürler Çünkü nikahın aslı helaldir. Bu mesele el-Mebsûta'da
zikredilmiştir, el-Kâfi'de ise: "Bir memlekete gelip de, niyetinde
yolculuk dönüşünde boşamak olduğu halde, oradan bir kadınla evlenen kimse
hakkında çoğunluk ulemanın görüşüne göre bu caizdir." denilmektedir.
İbnu'l-Arabî, İmam
Malik'in müt'a nikahı hakkında mübalağasını ve onun içten tutulan niyetle
—mesela niyetini dışarı vurmasa bile, onunla belli bir süre ikamet etmek
niyetiyle evlenmek gibi bir durumu— caiz görmediğini zikrettikten sonra:
"Diğer alimler ise buna cevaz vermişlerdir." dedikten sonra
yolcuların akdettikleri nikahı örnek alarak vermiş ve şöyle devam etmiştir:
"Bence niyetin buna bir tesiri olmaz. Çünkü eğer biz, nikah akdinde
bulunan kimse için, kalbi ile ebedî nikaha niyet etmesini gerekli görürsek, o
takdirde nikah "hiris-tiyan nikahı" olurdu[143]
Nikah akdi sırasında ortaya konulan sîgada (lafızda) bir şey söylenmemiş
olduğuna göre, onun niyetinin bir zararı olmayacaktır. Görülmez mi ki, kişi
evlenirken Ölünceye kadar devam etmesini umarak iyi geçinme amacıyla nikah
akdinde bulunur. Eğer umduğunu bulursa ne âlâ, aksi takdirde ayrılır. Keza
korunma maksadıyla evlenen kimse de eğer tatmin bulmuşsa beraberliği sürdürür,
değilse ayrılır." İbnu'l-Arabî'nin Kitabu'n-nâsih ve'1-mensûh'daki sözü
bu. el-Lahmî ise, İmam Malik'ten: "Bir kimse gurbet ya da arzudan dolayı
nikah akdedip, arzusunu tatmin edince ayrılmak amacıyla evlense bunda bir beis
(sakınca) yoktur." dediğini nakilde bulunmuştur:
Bu meseleler,
istidlalde bulunduğunuz kaide hakkında serdedi-len bilgilerin hilafına delâlet
etmektedir. Bunlar içerisinde en şiddetli olanı da yemini bozmuş olmamak için
yapılan nikah akdiyle ilgili meseledir. Çünkü burada kişi, nikahı ona bir
rağbeti olduğu için istememiş; sadece yemininde hânis olmamak için akitte
bulunmuştur. Nikah ise böyle bir amaç için meşru kılınmış değildir. Bunun
benzerleri çoktur. Hepsi de, Şâri'in kasdma, muhalif olmakla birlikte sahih olmaktadırlar.
Bu ise ancak onun evvel emirde nikahı, sonra da ikinci [249] olarak ayrılmayı
kasdetmiş olmasındandır. Bunların her ikisi de birbirlerine lâzımî olarak
bağımlı değillerdir. Eğer birinci meselede[144],
biri diğerine tesir edecek şekilde birbirlerine ^ağımlı kabul edecekseniz, o
takdirde bu meselelerde de aynı şekilde olması gerekir. O takdir- vaz'î
hükümler) sebeblede bu sözü edilen meselelerin hepsi de bâtıl olacaktır. Bu
durumda kısaca; ya bütün bunların bâtıl olmaları ya da daha Önce geçen şeylerin
[145]bâtıllığı
kaçınılmaz olacaktır.
Cevap: Buna icmâlî ve tafsili olmak üzere iki cevabımız
olacaktır:
İcmâlî cevap olarak
deriz ki: Daha önce ortaya konulan deliller dolayısıyla meselenin aslı
sahihtir. İtiraz edilen şeyler ise, ne meseledendir ne de onun kapsamı
içerisine girmektedir. Onların caiz ve sahîh olduğunu söylemeleri bunun delili
olmaktadır. Bu meselelerden bazıları üzerinde ittifak edilmiştir. Bu onların
konumuzu teşkil eden meselenin aslının kapsamına girmediğini gösterir. Bazıları
hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bunlar da, caiz görmeyenlere göre onların meselenin
kapsamına girdiğini, caiz görenlere göre ise onun kapsamına girmediğini
gösterir. Çünkü ulemânın sözleri arasında tenakuz olmaz. Dolayısıyla onların
sözlerini başka türlü yormak imkanı varken, tenakuza hamletmek yakışık almaz.
Bu cevap fıkıhta ve usûlde mu-kallid olan kimse için yeterlidir. Alim olan
kimseye (müctehid) ise şöyle bir hatırlatmada bulunulur: Selef-i sâlihten
geçmiş büyüklere hüsnü zanda bulunmak, onların görüşleri ve sözleri karşısında
durup düşünmek ve bir çıkış yolu aramak gerekir; mutlak surette red cihetine
gidilmez. Âlim kişinin alacağı tavır böyle olmalıdır.
Tafsîlî
(detaylı) cevaba gelince: Bu meseleler daha önce sözü geçenleri zedelemez:
Talîk meselesini ele alalım. el-Karâfî: "Bu mesele iki imâm üzerine vârid
bulunan problemlerden biridir. Çünkü, mülkiyetten önce talikte bulunma
durumunda nikahın meşruluğunu söyleyen kimse, şer'an dikkat nazarında
bulunulan hikmetten soyutlanmış bir meşruiyeti iltizam etmiş (kabullenmiş)
olmaktadırlar....(Bu durumda) kadın üzerine nikah akdinin asla sahîh olmaması
gerekirdi. Ancak akid icmâ ile sahîh bulunmaktadır. Bu da akidden gözetilen
hikmetin elde edilebilmesi için, talakın lâzım gelmeyeceği neticesine delâlet
eder. Madem ki, bu nikâhın meşruluğunda icmâ etmiş bulunuyoruz, bu da nikahın
hikmetinin bekasına; yani o nikahın, kendisinden gözetilen maksatları içeren
bir nikah olduğuna delâlet eder. Bu nokta bizim imamlarımız için bir problem
teşkil etmektedir." Karâ-fî'nin sözü bitti. Bu da daha önce geçenleri
teyîd etmektedir. Ancakko-nu üzerinde gereği şekilde durabilmek için,
zaruretten dolayı burada yer vermemiz gereken bir başka meseleye müracaatta
bulunmamız gerekecektir. [146]
Bir hikmetten dolayı
meşru kılınmış bir sebebin, o sebebin işlenmesiyle hikmetin vukuu ya kesin
bilinir veya zannedilir; ya da bilinmez veya zannedilmez. Eğer hikmetin vukuu
biliniyor veya zannedili-yorsa, o takdirde onun meşruiyeti hakkında herhangi
bir problem bulunmamaktadır. Eğer bilinmiyor veya zannedilmiyor s a o takdirde
bunlar iki kısım olmaktadır:
a) Bu neticenin, mahallin o hikmeti kabul etmemesi
sonucunda olması.
b) Haricî bir unsurdan dolayı olması.
Eğer birinci kısımdan
ise, meşruiyet esastan kalkacaktır. Dolayısıyla şer'an o mahalle nisbetle,
sebebin bir etkisi bulunmayacaktır. Örnekler: Akıllı olmayan kimseye nisbetle
suç (cinayet) işlemesi durumunda onun tecziyesi (cezalandırılması), şarap ve
domuz üzerine akid yapılması; yabancı kadına (talîk olmaksızın) talak
verilmesi, başkasının mülkü olan kölenin azâd edilmesi gibi. Aynı şekilde
akıllı olmayan kimsenin ibâdetlerle muhatap tutulması ve her türlü tasarruf yetkisinin
verilmesi vb. gibi konular da böyledir.
Buna delâlet eden iki
delîl bulunmaktadır:
1. Yerinde de açıklanacağı üzere maslahatların
isbâtıkaidesine binâen, sebeblerin asıl konuluşlarmda bir hikmete mebnî olarak
konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Eğer sebeblerin, bütün olarak hikmetlerden
soyutlanmış şekilde konulmaları caiz olsaydı, o zaman bunların meşru olmaları
sahih olmazdı. Halbuki biz onların meşru olduklarını kabul ediyoruz.
Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır.
2. Eğer öyle olacak olsaydı, hadlerin caydırma ve Önleme
(zecr); ibâdetlerin Allah'a boyun eğme (huşu) amacının dışında başka maksadlar
için konulmuş olmaları lâzım gelirdi. Diğer hükümler de aynı şekilde olurdu.
Böyle bir netice ise, hükümlerin talîlini kabul eden herkesin ittifakı ile
bâtıldır.
Sebeblerin
hikmetlerinin —ki müsebbebler olmaktadır— vuku bulmaması, haddizatında mahallin
kabul etmesine rağmen, haricî bir unsurdan kaynaklanıyorsa bakılır: Acaba bu
haricî unsur, sebebin [25i] şer'îliğinde müessir midir? Yoksa sebeb asıl
meşruiyeti üzere kalmakta mıdır? Her ikisi de muhtemeldir; böyle bir konuda
ihtilâfın bulunması caizdir.
Bunu caiz gören
kimseler görüşlerini desteklemek üzere aşağıdaki delilleri getirebilirler:
1.
Küllî kaideler
"kadâyâ a'yân' tabir edilen farklı ve husûsî çözümler, nâdir istisnalarla
bozulmazlar. Bu konu üzerinde ileride yeri geldiğinde [147]durulacaktır.
2.
İkincisi bizim burada
üzerinde duracağımız konu olmaktadır ki o da şudur: Hikmet, ya sadece mahalline
ve mahallin onu kabul edip etmediğine nazaran ele alınmakta; ya da bizzat
mahalde mevcudiyeti ile itibara alınmaktadır. Eğer sadece mahallin kabul edip
etmemesi açısından ele alınacaksa —ki tartışma noktasını da işte bu teşkil etmektedir—
o takdirde, talîk meselesinde talâkına yemin edilen kadın, gerek yemîn eden
tarafından ve gerekse başkaları tarafından üzerine akdedilecek nikah akdini
kabul edici bir mahal olmaktadır. Dolayısıyla bunu men edici husûsî bir delîl
olmadıkça, men cihetine gidilemez. Böyle bir delîl de yoktur. Eğer hikmetin
mahalde bizzat fiilen mevcudiyetine itibar edilecekse, o takdirde de bir engel
sebebiyle olsun olmasın, bulunmaması durumuna itibarla menine gidilecektir.
Konfor içerisindeki bir kralın yolculuğu gibi. Çünkü onun yolculuğunda
meşakkat olmayacaktır veya onun yolculuğu en azından böyle bir [252] meşakkatin
bulunmayacağı zannını vermektedir. Dolayısıyla onun hakkında sefer
ruhsatlarından istifade ile namazın kısaltılması, Ramazan orucunun tutulmaması
mümteni (imkansız) olacaktır. Keza dirhemin misli dirhemle, dmârm misli dînârla
değiştirilmesi de böyle olacaktır; böyle bir akdin icrasında bir fayda
bulunmamaktadır. (Dolayısıyla menine gidilmek gerekecektir.) Hükmü aslî
meşruiyet üzere cereyan eden ve fakat hikmeti bulunmayan benzer meselelerde de
durum aynı olacaktır.
İtiraz: Şöyle bir itiraz serdeclilemez:[148]
Sefer mutlak surette meşakkatin bulunacağı zanmnı verir (meşakkatin
mazinnesidir); keza dirhemin misli dirhemle değiştirilmesinde de bir faydanın
bulunacağı zanm bulunur; çünkü insanların garazları, amaçları çokfarklıdır. Buna
benzer diğer meselelerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu gibi meselelerde
esbaba tevessül mutlak surette caiz olmalıdır. Talîk suretiyle talakı üzerine
yemin edilen kadının durumu ise böyle değildir. Çünkü o meselenin, bir hikmet
içerdiği zannım uyandıracak bir durumu yoktur. Böyle bir kimsenin o kadını
nikahlamasında, nikahtan gözetilen hikmetin bulunmasına asla imkan yoktur.
Cevap: Bu itiraz vârid değildir.[149]
Çünkü biz mutlak anlamda seferin benzerinin (nazîr), kayıtsız olarak yabancı
bir kadının nikahlan-ması olduğunu söylüyoruz. Mukayyed (kayıdh) meselede,
maslahatın mevcudiyetine itibar etmeksizin mutlak cevaz hükmünü verdiğinize
göre, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhının sahîh olduğunu da
söylemeniz gerekir. Çünkü bu da, (aynen sefer konusunda olduğu gibi) mutlak
olan yabancı kadınla evlilik biçimleri arasından mukayyed bir şekil olmaktadır.
Anne, kız... gibi kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınlarla nikahlanmak
ise böyle değildir. Böyle bir nikah bâtıldır; zira mahal mutlak surette böyle
bir nikaha kabil değildir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise birinci
kışıma, yani hikmeti mahallin kabul ettiği kışıma girmektedir. Mahallin
hikmeti kabul ettiği kısımda ise, bu gibi meselelerde mutlaka cevaz yoluna
gitmek gerekecektir ve o takdirde, bazı sebebler, hikmetleri veya muhtemelen
onları içeren şeyler (mazinne) bulunmasalar bile meşru olacaklardır. Çünkü
mahallin haddizatında hikmeti kabulü, her ne kadar fiilen vuku bulmasa bile,
(o mahal) hikmetin bir mazinnesi (muhtemelen bulunabileceği yer) olmaktadır ve
bu makûl bir şeydir.
3.
Bir mahalde bizzat
hikmetin mevcudiyetini esas almanın belli bir kıstası yoktur (munzabıt
değildir); çünkü, bu hikmetler ancak ikinci etapta sebeblerin vukuundan sonra
ortaya çıkarlar. Dolayısıyla sebebin vukuundan önce, bu hikmetlerin mevcut olup
olmadıklarını biz bilemeyiz. Nikahın hemen akabinde boşayan nice kimseler
vardır. Nice talak, in'ıkâdmm hemen arkasından ortaya çıkan arızî bir durum ya
da mâniden dolayı feshedilmiştir. Biz önceden hikmetin mev- [253] cûdiyetini
bilemeyeceğimize göre, sebebin meşruiyetinin hikmetin vücûduna bağlı sayılması
doğru olamaz. Çünkü hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkmaktadır.
Oysa ki, biz sebebin vukuunu hikmetin mevcudiyetinden sonra varsayıyoruz. Böyle
bir şey aklen imkansız olan devir[150]
(kısır döngü) demektir. Şu halde mahallin hikmeti genel anlamda[151]
kabul eder olmasının, hikmetin vücûduna bir mazinne (muhtemelen bulunduğu yer)
olarak yeterli kabul edilmesi anlayışına varmamız gerekecektir.
Men taraftarı[152]
kimseler de, görüşlerine üç açıdan delîl getirebilirler:
1. Mahallin hikmeti kabulü iki şekilde düşünülebilir:
a) Hâriçte gayr-ı kabil olduğu farzedilse bile, sadece
zihnen kabul edebilir olması[153]
sebebiyle şer'an itibar edilmesi şeklinde olur ve hikmeti zihnen kabul edebilir
olmayan esbaba tevessül meşru olmaz.
b) Ya da mahallin hikmeti hâriçte bulunduğu için olur.
Hâriçte hikmeti bulunmayan bir şey —haddizatında zihnen hikmeti kabul edici
olsa da olmasa da— asla meşru olmaz. Eğer birinci kısımdan ise sahîh değildir.
Çünkü sebebler sadece kulların maslahatları için meşru kılınmışlardır. Bunlar
(maslahatlar) meşruiyetin hikmetleri olmaktadır. İçerisinde maslahat
bulunmayan ya da muhtemelen hâriçte mevcut bir maslahatı içerebilecek
(mazinne) durumunda olmayan şeyler, şer'î maksad açısından ne zihinde ne de
hâriçte maslahatı kabul etmeyen kısımla[154]
aynı olmaktadır. Bunlar birbirleriyle aynı olunca mümteni (imkansız) ya da caiz
olurlar. Ancak cevazları men'i (yasakhğı) üzerinde ittifak edilen bir şeyin
cevazına götürmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de mutlak surette men
edilmelerine hükmetmek gerekir ki, ulaşılmak istenen de işte bu neticedir.
2, Biz şayet burada
sebebten maslahatın neş'et etmeyeceğini ya da onunla maslahatın vücûda
gelmeyeceğini bile bile onu imâlde bulunacak olsak, bu, hükmün konulusunda
gözetilen Şâri'in kasdını bozmak olurdu. Çünkü böyle bir yerde esbaba tevessül
abes olur. Abes olan bir şeyse, her hükmün bir maslahata mebnî olduğu esâsına
binâen meşru kılınmaz. Dolayısıyla bu kısımla birinci kısım arasında bir fark
yoktur. Karâfî'nin sözünden kasdı144 da işte budur.
3. Bu meseleler içerisinde caiz görülenlere, sadece
hikmetin mevcudiyeti itibarıyla[155]
cevaz verilir. Çünkü konfor içerisinde yolculuk yapan krala nisbetle
meşakkatin olmadığı kesin değildir. Aksine onun yolculuğunda da meşakkatin
bulunacağı zanm gâlibtir. Şu kadar var ki, meşakkat izafîdir, insandan insana
değişir ve belli bir kıstası yoktur. Bunun için de Sâri' hikmet yerine, şer'î
hükümlerin zapturapt altına alınabilmesi için hikmetin mazinnesini (muhtemelen
içerisinde bulunacağı yeri) onun yerine ikâme etmiştir. Nitekim benzeri
örnekler de vardır: Mesela: Cinsel ilişki sırasında, meni gelmese dahi sünnet
mahallinin girmesini, bilinen müsebbebleri için belirleyici bir kıstas kabul
etmiştir. Çünkü sünnet mahallinin girmesi, meninin muhtemelen gelebileceği bir
hal (mazinne) olmaktadır. Keza, ihtilâm olmayı yükümlülükleri kabul edebilecek
akıl için mazinne (muhtemelen aklın bulunacağı çağ) kabul etmiştir. Çünkü
bizzat akıl ölçülemeyen, zapturapt altına alınamayan bir şeydir. Ve benzeri örnekler.
Ama dirhemin misli dirhemle değiştirilmesi konusuna gelince, aklen bazan
benzerliğin her açıdan tasavvur edilmesi mümkün olmayabilir. Çünkü birbirlerine
benzeyen iki şey arasında, onların belirlenmesi açısından da olsa, mutlaka bir
açıdan farklılık bulunur. Nitekim birbirlerine zıt iki şey arasında da,
diğerlerini kendilerinden nefyetme yoluyla da olsa, mutlaka bir benzerlik yönü
bulunur. İstisnasız her açıdan benzerliğin farzedilmesi nâdirdir ve nâdir olan
şeylere itibar edilmez. Bidüziyeîik arzeden gâlib durum; iki dirhemin, iki
dînârın birbirlerinden mutlaka, onları kazanma yoluyla da olsa,[156]
farklı olmaları şeklindedir. Bu yüzden de onların birbirleriyle değiştirilmesi
konusunda mutlak olarak caizdir denilmiştir. Durum böyle olunca, bu meselelerde
bizim meselemizle ilgili bir delâlet yoktur demektir.
Fasıl:
Meselenin ortaya
konulması sırasında, tank meselesiyle ilgili cevap da geçmiş bulunuyor.
Yeminini yerine getirmiş olmak için yapılan nikah ve bu meyanda zikredilen
hususlara gelince,[157]
bunlar her ne kadar sıhhat yönü daha güçlü ise de, ihtilafın bulunabilmesi
ihtimalini barındıran bir yer olmaktadır. Bunlara ehlinden sâdır olmuş ve kabul
edici mahalle de isabet etmiş bir nikah akdi olarak bakanlar men cihetine
gitmemişlerdir. Öbür taraftan nikah akdinde bulunan kimsenin ayrılma niyeti
olduğunu ya da ayrılma beklentisini belirten bir ortam içerisinde olmasından
dolayı böyle bir nikahın muvakkat (geçici) nikaha benzediğini görenler de onu
caiz görmemişlerdir. İbnul-Kâsım, yeminini yerine getirmek için yapılan nikah
meselesinde bir ihtilaf olduğunu belirtmemiştir. Bununla birlikte, o ve daha
başkaları böyle bir nikahla 'muhsanlık' vasfının doğmayacağına işarette bulunmuşlardır.
Bu kadarı da, böyle bir nikah hakkında şüphe bulunduğunu ifâde için
yeterlidir. Konu, müctehidler için ictihâd mahalli olmaktadır. İmâm Mâlik'in
mezhebine baktığımız zaman, yemini yerine getirmekiçin yapılan nikahın,
nikahtan gözetilen garaza uygun bir nikah telakki edildiğini görürüz. Ancak bu
yemin hükmünü kaldırmak üzere olmaktadır. Nikahın yemin hükmünü kaldırmak için
yapılmış olması, kadının kadınlığından istifâdeyi helal kılan meşru nikâh
hakkında gerekli olan kasıd için yeterlidir. Şu kadar var ki, nikah yeminin
kaldırılması mânâsını da içermektedir. Bu ise akdi zedeleyici bir unsur
değildir. Keza şehvetini gidermek için yapılan nikah da maksûddur; çünkü
şehvetin giderilmesi nikahtan gözetilen maksatlar cümlesinden olmaktadır.
Şehvetini giderdikten sonra ayrılma niyeti ayrı bir şeydir ve talak yetkisine
sâhib olan kimsenin eline verilmiş bir durumdur. Bazan başta böyle bir niyeti
olmasına rağmen ayrılmamayı uygun görür ve ayrılmaz. Mut'a nikahı ile bunun arasındaki
fark da işte burası olmaktadır. Çünkü muvakkat nikahta, süre tahdidi üzere
nikahı bina etmiş olmaktadır.
Hülle nikahında da
aynı şekilde, nikah maksatları gözetilme-[256] mektedir. Hülle nikahında
gözetilen şey sadece, gerçek anlamda değil, sureta kadının yeni bir koca ile
nikahı vasıtasıyla, ilk kocasına helal kılınması kasdıdır. Dolayısıyla böyle
bir nikah, şer'an nikahtan gözetilen amaçlardan herhangi birisini
taşımamaktadır. Hem sonra bir başkası için yapılmış bir nikahta, onunla ne
örfen ne de şer'an beraberliği sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla hülle
nikahının, sürdürülmesi kabil bir nikah olması mümkün değildir. Hem sonra hülle
nikahı hakkında vârid olan nass çok serttir.[158]
Böyle bir nassm
dur dediği yerde
durmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, şayet helal kılmak amacıyla nikahda
bulunan kimsenin nikahında, karşılıklı anlaşma ve şart olmasa; bazı âlimler
böyle bir nikahı sahîh kabul etmektedirler. Bunların göz önünde
bulundurdukları şey, o kişinin bir anlamda kadından faydalanmayı daha sona ise
talakı kasdetmiş olmasıdır. Onun bu maksadı, genel anlamda nikahtan güdülen
amaçlar cümlesi altına girmektedir. Bu durumda, eğer bir anlaşma ve şart varsa,
o takdirde hülle nikahı, bir görüşe göre nikahın aslî maksadranyla birlikte
kadının birinci kocaya dönmesi maksadını da içermiş olacaktır. Diğer bir
görüşe göre ise anlaşma ve şart olsa bile böyle bir içerme durumu olmayacaktır.
Bu bir tâbilik hükmü sebebiyle olmuş olacaktır. Bu her ne kadar tercih
edilmeyen bir görüşse de, üzerinde durul-mazlık da edilemez.
Yeminin yerine
getirilmesi amacıyla nikah durumunda, bukas-dın nikahı zedelemeyeceğine delâlet
eden hususlardan birisi de şudur: Bir kimse namaz, oruç, hac, umre... gibi bir
ibâdeti yapmaya dâir nezirde yahut yeminde bulunsa, o kimse bu nezir ve
yeminini yerine getirmekiçin bunları yapar ve bu kasdı onların ibâdet olmasına
mâni olmaz. Burada da durum aynıdır. Eğer yemin ya da nezri yerine getirme
kasdı akdin aslını zedeleyecek olsaydı, ibâdet niyetini zedelemesi gerekirdi.
Çünkü ibâdetlerin şartı, onlarla Mâbûd'a teveccüh etmek ve onlarla sadece
Allah'a yaklaşmayı kasdetmektir. Şayet kişi nezirde bulunduğu ya da yapmaya
yemin ettiği ibâdetleri sadece yeminini ye-rine getirme kasdıyla —ki aksi
takdirde yeminini yerine getirmiş olamaz— îfâ edecek olsa bu sahîh olmaktadır.
Dolayısıyla burada da nikah sahîh olacaktır. Hatta öncelik bile arzedecektir.
Keza, bir kimse sahibi olduğu bir malı satmaya yemin etse ve sırf yeminini
yerine getirmekiçin onu satsa, onun bu satış akdi sahîh olacaktır. Yine av
avlamaya yahut hayvan boğazlamaya yemin etmesi neticesinde de, yeminini
yerine getirmek amacıyla bunları yapsa bunlar sahîh olmaktadır. Ve benzeri
meseleler.
Bütün bunlar iki esasa
dönük olmaktadır:
1.
Maslahatlar için meşru
kılınmış olan hükümlerde, bu maslahatların hükmün altına giren bütün
cüzlerinde (ferdlerinde) teker teker bizzat bulunması şart değildir. Şart olan
sadece (genel anlamda) maslahatın muhtemelen bulunabilirliğidir (mazinnesi),
2.
Muamelâtla fâdiyyât)
ilgili konularda, sıhhat için, mükellefin kasdmın Şâri'in kasdina ters
düşmemesi yeterlidir; ona uygunluğunun
ortaya çıkması şartı yoktur. Her iki esas da inşallah ileride gelecektir.
Fasıl:
ilk taksimin üçüncü
kısmı: Sebeble Şâri'ce maksûd olup olmadığı kesin bilinmeyen veya
zannedilmeyen bir müsebbebin kas-dedilmesi.[159]Bu
üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmaktadır. Burada problem ve
vuzuhsuzluk vardır. Bu gibi durumlarda biz sebebe tevessül ettiğimizde, bu
sebebin farzedilen müsebbeb için konulmuş bir sebeb olmaması mümkündür. Nitekim
o sebebin hem söz konusu müsebbeb için hem de başka bir şey için sebeb olarak
konulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre esbaba tevessül gayrı
meşrudur. İkinci ihtimale göre ise meşru olur. Bir fiil meşruluk ve gayrı
meşruluk arasında döndüğü zaman, sebebe tevessüle girişmek meşru olmamaktadır.
Soru: Sebebin genel anlamda meşru olduğu farzedilmiştir.
[258] Dolayısıyla onunla tevessülde
bulunması niçin sahîh olmasın?
Cevap: Sebebin meşruiyeti mutlak olarak değil muayyen ve malûm
bir şeye nisbetle farzedilmiştir. Esbaba tevessül, ancak sebebin sebebiyet
vereceği her şeyin mutlak ve genel olarak meşruluğunun bilinmesi durumunda
sahîh olur. Bizim burada farzettiği-miz konu ise böyle değildir. Aksine biz
biliyoruz ki, pek çok sebeb, kendilerinden neş'et edecek bazı şeyler
(müsebbebler) için meşru kılınmışlarken; keza kendilerinden neş'et etse ve
üzerlerine terettüp de bulunsa bile bazı şeyler için meşru kılınmamışlardır.
Mesela nikah akdi, neslin bekası ve buna tâbi olan amaçlar için meşru kılınmışken,
çoğunluk ulemaya göre tahlil (hülle) ve benzeri durumlar için meşru
kılınmamıştır. Biz onun belli amaçlar için meşru kılındığını bildiğimiz zaman,
nikahın kendisi için meşru kılındığını bilmediğimiz amaçların hükmü meçhul
kalır. Dolayısıyla bunların hükmü bilininceye kadar onlara yeltenilmesi meşru
ve sahîh olmaz.Burada "Asıl olan cevazdır." şeklinde bir mütâlâa
ileri sürülemez.
Çünkü
bu mutlak değildir. Mesela kadınlardan istifade konusunda asıl olan
haramlıktır; ancak meşru olan sebeblerle helallik doğar. Hayvanların yenilmesi
konusunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan boğazlama yoluyla helal
olurlar. Ve benzeri mutlak surette olmayıp da belli bir muameleden sonra
meşruluk kazanan durumlar gibi. Bu husus vazıh hale geldikten sonra diyoruz ki:
Bir müsebbeb ortaya çıkar ve biz bu müsebbebin Şâri'in meşru olan se-bebden
kasdetmiş olduğu neticeler cümlesinden olup olmadığını bilemezsek, konuyla
ilgili hüküm Öğrenilinceye kadar tevakkuf etmemiz (beklememiz) gerekecektir. Bunun
için bir kaide geliştirilmiştir ve bununla sebeblerin müsebbebleri içerisinden
Şâri'in maksûdu olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olmaktadır. Bu
kaide "Mekâsıd" bölümünde anlatılmıştır. [160]
Meşru, sebeblerin
üzerlerine zımnen bazı hükümler terettüp ettiği gibi, gayrı meşru sebebler
üzerine de zımnen bazı hükümler terettüp eder. Mesela Öldürme üzerine kısas,
katilin ya da âkilenin malı üzerine binen diyet, —eğer öldürülen kimse köle
ise-— kıymetin tazmini ve keffâret gibi hükümler terettüp etmektedir. Keza
tecâvüz (teaddî) üzerine tazminat ve ceza hükümleri terettüp etmektedir.
Hırsızlık üzerine tazminat ve el kesme hükmü terettüp eder. Bu ve benzeri
teklîfî hükümler altına giren yasaklanmış se- [259] beblerin vaz'î hükümler
kapsamında olmak üzere müsebbebleri bulunmaktadır.
Bu yasaklanmış
sebebler, bazan başka bir cihetten bir maslahata sebebiyet verebilirler[161] ve
fakat onun sebebi olmazlar. Mesela öldürme olayı üzerine vârise mirasçı olma,
vasiyetlerin yürürlüğe konulması, müdebber kölelerin azad olması, ümmü veled ve
çocukların hürriyetlerine kavuşması gibi maslahatlar ortaya çıkmaktadır. Keza
tecâvüz yoluyla itlaf (ziyan verme) üzerine, kıymetin tazminine tâbi olarak
telef edilen şeye inâlikiyet kazanılması; gasb üzerine, gasbedilen şeyin
gasbeden kişi elinde değişikliğe uğraması durumunda bilinen tafsilât üzerine ve
tazmin neticesine binâen gasbedilen şeye mâlikiyet kazanılması vb. de böyledir.
Birinci kısımdan
olanlara, akıllı olan kimse tevessüle kalkışmaz; çünkü kendi aleyhine mahza
bir mefsedettir ve bir maslahat da içermemektedir. Tevessül edilebilecek türden
olanlar ancak ikinci kısımdan olabilirler. Şayet kişi bunlara yönelik kasıdda
bulunursa bu kasdı iki çeşit olabilir:
1.
Sebebten başkası
değil, bizzat yasaklanmasının nedenini oluşturan müsebbebin kasdedilmesi şekli. Mesela öldürme
olayında Öc alma,[162]gasbedilen
ve çalınan mallarda mutlak olarak faydalanma kasdı gibi. Böyle bir kasıd, tâbi
durumda olan ve maslahat içeren hükümlerin terettübü konusunda mani değildir.
Çünkü bunların [260] sebebleri eğer
hâsıl olmuşlarsa müsebbebleri de hâsıl olmuştur. Ancak sedd-i zerîa
kabilinden, bu gibi durumlarda da yasak olan se-beb üzerine doğan ve maslahat
içeren tâbi hükümlerin terettübüne mâni olunduğu da olur. Mesela katilin,
öldürürken Öc almaktan başka kasdı olmasa veya bazılarına göre hata yoluyla da
öldürmüş olsa mirastan mahrum edilmesi gibi. Gasb hakkında şöyle demişlerdir:
Gasbedilen şey, gasbeden kimse elinde değişikliğe uğrasa veya onu ziyan etse;
değişikliğin hükümlerinden olmak üzere, eğer değişiklik çoksa mal sahibi onun
hakkında muhayyer değildir; dolayısıyla gasbeden kişinin onun kıymetini tazmin
hükmüne binâen —bazı âlimlere göre mekruh olarak, cliğer bazılarına göre de
kerâ-hetsiz— onunla faydalanması caiz olmaktadır.[163]Bunun
sebebi şudur: Burada esbaba tevessülde bulunan kimsenin kasdı, Şâri'in bu
hükümlerin terettübü hakkındaki kasdına ters düşmemektedir. Çünkü bu hükümler
kıymetin tazmini yahut gasbedilen şeyin değişikliğe uğraması ya da her ikisi
üzerine terettüp etmektedir. Kişinin kasdınm, Şâri'in kasdına ters düşmüş olması,
sadece yasak olan sebebin ortaya konulması sırasında olmaktadır. Mutlak bir
garazın meydana gelmesi için bizzat sebebin kendisinin kasdedilmiş olması;
tazmin, veya kıymetten ya da her ikisinden birden neşet eden müsebbebe yönelik
kasıddan başkadır. Aralarında fark vardır. Şöyle ki: Gasbedilen şeyin
değişikliğe uğraması durumunda, hemen akabinde tazmin sorumluluğu gelir ve dolayısıyla
gasbdan dolayı meydana gelen bu değişiklik sebebiyle kıymetin ödenmesi vâcib
olur. Kıymet vâcib olup belirlenince de, gasbedilen şey gasbeden açısından
—malının boş yere gitmiş olmaması için— onun mülkü olur. Ona olan bu mülkiyeti,
onun kıymetinin zimmeti üzerine vâcib olması dolayısıyladır; yoksa gasb
sebebiyle değildir. Dolayısıyla her iki kasıd birbirinden ayrıdır. Katilin öc
al-mak için öldürmesi kasdı, mirasın husulüne yönelik kasdmdan farklıdır.
Gasbeden kimsenin faydalanma kasdı, kıymeti tazmin ve gasbedilen şeyi
gasbedilen kimsenin mülkünden çıkarma kasdın-dan başkadır. Durum böyle olunca,
katil ya da gasbeden kimsenin kasdetmemiş oldukları tabî hüküm aslî mecrasında
câri olacaktır. Maksadının[164]
zıddıyla mukabele, Şâri'in maksadına muhalefeti kasdettiği konudadır. Bu da
cezalandırılması ve gasbedilen şeyin elinden alınması ya da kıymetin
ödettirilme sidir. Bu açıktır. Ancak sedd-i zerîa kabilinden olmak üzere,
kasdetmemiş olduğu bu tür tabî hükümlerin meni cihetine de gidilebilmektedir.
2.
İkincisi, sebebe tabî
olan hususları kasdetmiş olması. Bunlar zımnen kendisine maslahat olarak
dönecek olan şeylerdir. Mesela vârisin, mirasa konmak için murisini (miras
bırakan) Öldürmesi; kendisine vasiyyet edilen kimsenin (mûsâ leh), vasiyyet
edilen şeyin kendisine ulaşması için vasiyyet eden kimseyi öldürmesi; gasbeden
kimsenin gasbedilen şeyi değişikliğe uğratmak, böylece onun kıymetini tazmin
etmek ve onu kendi mülküne sokmak suretiyle ona sahip olmayı kasdetmesi vb.
gibi. Böyle bir esbaba tevessül bâtıldır. Çünkü Sâri' Teâlâ, teklîfi hükümlerden
olmak üzere bunları, işlenmesi halinde vaz'î hükümlerde bir maslahat elde
edilsin için yasaklamarnıştır. Şu halde böyle bir esbaba tevessül meşru-değildir.
Ancak geriye bir şey kalıyor:
a) Acaba bu tür
esbaba tevessülde kişinin maksadının bizzat gâri'in maksadına muhalif olması[165]
nazar-ı itibara alınarak, esbaba tevessülde bulunan kimsenin kasdetmiş olduğu
netice, sebeb üzerine terettüp eder mi?
İşte bu noktadan hareketle "maksadın zıddı ile muamele"
kaidesi ortaya çıkmıştır. Bu farzedilen niyetin bulunması durumunda bu kaide
ile hükmetmek gerekecektir. Katilin mirastan mahrum kılınması hükmünü getiren
hadisin[166]gereği de bu olmaktadır.
Keza zekattan kaçmak üzere farklı zekat mallarının toplanılmasından, toplu
olanların da dağıtılmasından men eden hadis ten[167]
çıkarılan fıkhı neticenin gereği de budur.
Ölüm hastalığında, mirastan mahrum bırakmak için bâin talakla boşanmış
kadının mirasçı kılınması; iddet içerisinde nikahta bulunan kimseye, o kadının
ebedî olarak haram sayılması vb. gibi meseleler hep bununla ilgilidir.
b) Yoksa, Sâri' Teâlâ'mn o şey üzerine terettüp eden
maslahat için bir sebeb kılmasına itibarla, kişinin bu kasdının bir etkisi
olmaz mı? Bu durumda hüküm birinci kısmın hükmüyle aynı olacaktır. Bu konu
müctehidler için bir icti-had alanı olmaktadır ve genişçe üzerinde durulan bir
konudur. Bu ikisinden birisini kesin olarak söylemek imkanı yoktur.
Burada
sebeb bahsinde sözlerimizi artık noktalamak istiyoruz. [168]
[1] Âmîdî gibi bazı müellifler vaz'î hükümleri beş ile
sınırlandırmışlardır. Kemâl İbnu'l-Hümâm, Tahrîr adlı eserinde buna ilavelerde
bulunmuştur. îbn Hâeib sıhhat ve butlanın aklî bir durum olduğunu, şer'îbir
büküm olmadığını söylemiş ve onların vaz'î hükümlerden sayılmasını kabul
etmemiştir. Bazıları da vaz'î hüküm diye bir hüküm bulunmadığını, bunların
teklîfî hükümlere dönük bulunduğunu; çünkü vaz'î hitabın neticede iktizâ ya da
tahyîr mânâsına varacak olduğunu ...demişlerdir. Zira bunlara göre, zinanın
haddin vücûbuiçin sebeb kılınmasının mânâsı, zinanın meydana gelmesi halinde
haddin vâcib olması demektir. Mebîiıı sıhhati için temizlik şartının koşu] m
ası, bu şartın bulunması durumunda onunla faydalan manın caiz olması,
bulunmaması durumunda da onun haramlığı demektir. İktizâ ve tahyîr sarih
oldukları gibi böyle zımnî de olurlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bunlar
pratik bir neticesi olmayan ihtilafl ar mâhiyetinde bir görünüm arzetmektedir
[2] Burada, bu tür şeylerin üzerine bir şer'î hükmün meşru
kılmm ası ya da vaz'ı gibi bir neticeden sarf-ı nazarla ele alınmaktadır. Bu
itibarla ele alındığında buradaki bahsimiz içerisine girmemektedir. Çünkü bizim
buradaki bahsimiz, kendileri sebebiyle bir hükmün meşru kılınması ya da vaz
edilmesi açısından fiiller olmaktadır. Mesela, alış veriş akitleri
faydalanmanın helalliği için konulmuşlardır; yoksa bizzat faydalanmak için
değil. Keza nikâh da, bizzat neslin çoğalması için konulmuş şer'î bir sebeb ya
da şart değildir.
[3] Fiillerin birinci açıdan ele alınmasında, sebeb,
şart... olmaları dikkate alınmamıştı. Burada ise, onların şart ... olmalarına
itibarladır
[4] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/183-185
[5] Konuya şu şekilde özetlemek mümkündür: Sebeblere
taalluk eden teklifi hükümler, onların müsebbeblerine de lâzımî olarak taalluk
etmezler. Şöyle ki, bazı müsebbebler zaten kulun kudreti haricinde olan
şeylerdir. Mesela ruhun alınması, bizzat yakma işi, rızkın yaratılması gibi.
Bunlara, sebebleri-ne taalluk eden hükmün taalluk etmesi bir yana, herhangi bir
şer'î hükmün taalluku bile söz konusu değildir. Bazen de müsebbeb mükellefin
kudreti dahilinde olur; fakat o sebebinin hükmünden daha farklı bir hüküm
alabilir. Mesela domuzu boğazlamak haram değildir; ama bunun müsebbebİ olarak
onun yenilmesi haram olmaktadır-Bir hayvan satın almak mubahtır: fakat o
hayvanın bakımı vâcib olmaktadır. Bazen de müsebbeb mükellefin gücü dâhilinde
olduğu gibi, sebebinin hükmünü aldığı da olmaktadır. Ribevî akitler gibi- Bu
haram olduğu gibi bunun müsebbebi olarak o akitlerden faydalanma yoluna gitmek
de haramdır. Şer'î usûie uygun olarak boğazlama mubahtır; müsebbebi olmak
üzere boğazlanan hayvanın yenilmesi de mubahtır- Kısaca söylemek gerekirse, bu
örnekler de gösteriyor ki, sebeb iie müsebbeb arasında hüküm bakımından
birtelâzum (zorunlu olarak birbirini gerektirme durumu) bulunmamaktadır.
Müsebbeb sebebinin hükmünü alabilir de, almayabilir de.
[6] Bey' (satış) akdi, mebî ile faydalanmanın helalliği
konusunda sebeb olmaktadır. Bey' akdi emri, faydalanmanın helalliği hususunda
bir sebeb değildir. Çünkü bey' akdinin müsebbebi olan helallik, Allah'ın bir
hükmü olmaktan Öte başka bir şey değildir. Dolayısıyla sebebe taalluk eden
şer'î hükmün, ona taalluk etmesi söz konusu değildir. Aynı şey nikâh için de
söylenir.
[7] Tâhâ, 20/132.
[8] Hûd, 11/6.
[9] Zâriyât, 51/22.
[10] Talâk, 65/2.
[11] İbn Mâce, Zühd 14; Tinnizî, Zühd 33; Ahmed, 1/30.
[12] Tirmizî, Kıyâme 60. Hadiste devenin korunması için
sebeb teşkil eden bağlanmasıyla, Allah'a tevekkül edilmesi bir arada ifâde
edilmiştir. Eğer müsebbeb olan "koruma" ile de, sebeb gibi memur
olunsaydı, o takdirde bağlama ile tevekkül bir arada ifâde edilmez, aynı zamanda
onun korunması da talep edilirdi veyahut da en azından tevekkül ifâdesinden
bahsedilmez, sükût geçilirdi. Dolayısıyla bağlama ve tevekkülün birlikte
ifâdesinden, müsebbeb üzerine şer'î bir hükmün taalluk etmediği
anlaşılmaktadır.
[13] Vakıa, 56/58-59.
[14] Vakıa, 56/63-64.
[15] Vakıa, 56/68-69.
[16] Vakıa, 56/71-72. İlk üç âyetin delâleti açık
bulunmaktadır. Çünkü her üçünde de sebebiyet kullara nisbet edilmekte ve
müsebbeblerin de Allah tarafından ortaya konulduğu belirtilmektedir.
"Söyleyin; içtiğiniz suyu bulutlan indiren siz misiniz ? Yoksa onu indiren
Biz miyiz?" âyetinde ise sebebiyetin kullara ııisbetî bulunmadığı için
burada zikri pek uygun düşmemektedir. Ancak âyet "Söyleyin içtiğiniz su
ile kanma durumunu yaralan sizler misiniz? Yofzsa Biz miyiz?" şeklinde
olsaydı sebebiyeti kullara nisbet edilen şey olsaydı, uygun olacaktı.
[17] Saffât, 37/96
[18] Zümer, 39/63.
[19] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/185-189
[20] Daha öncede görüldüğü üzere, bu istisnasız değildi.
Müsebbebi erden bir kısmı kulun kudreti altında bulunmaktadır. Dolayısıyla
sebebîe ilgili olan aynı hitab ona da taalluk etmektedir. Bey' akdinde mebî ile
faydalanmak gibi.
[21] Meselâ ammevelâyetlerinin pek çokmüsebbebleri vardır.
Bazaıı bunlardan bîrine yönelik bir kasıd, şer'an matlûp olmasına rağmen, o
velayetin üstlenilmesi yönünde esbaba tevessüle engel olabilmektedir. Mesela
şahsî çıkar elde etmek için kamu velayetine talepte bulunulması durumunda, her
ne kadar o velayet şer'an matlûp ise de bu kasıd yüzünden matlûp olmaktan
çıkmaktadır. Sâri, böylesi görevlere talepte bulunulmasını, onda gözetilen
çıkarların bulunduğuna delil kılmış ve bu yüzden de onları isteyen kimselere
verilmesini menetmiştir. Müscbbebeyönelik kasıd şer'an matlûb olan bir şeyi
gayrimatlûp kılıyorsa, hatta mubahı mübâhhktan çıkarıyorsa, bu durumda evlâ
olan, elbette müscbbebe yönelik bir kasıdla mükellefi ilzam etmemektir
[22] Ruhârî, Zekât 79; Müslim, Zekât 110, m;Ahmed, 1/17-21
...
[23] Buhâri, Zekât 47-50; Müslim, Zekât 96-98; Ahmed, 3/7,
21.
[24] Ahmed, 3/21; Neseî, Zekât 81.
[25] Buhârî, Tefsîr 31/2; imân 37; Müslim, imân 57; Ahmed,
1/27.
[26] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/189-191
[27] Yani sebebler üzerine terettüp edecek müsebbebler
maslahatlar ya da mef-sedetler olduğuna göre, bütün hükümler de maslahatlar ya
da mefsedetler için vaz' edilmiş olduklarına göre, eğer müsebbebler göz önünde
tutulmamış olsaydı, o zaman sebeblerin sebeb olarak vaz'ı söz konusu
olmayacaktı.
[28] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık.
1/191-192
[29] Sâffât, 37/96.
[30] Zümer, 39/62.
[31] İnsan, 76/30.
[32] Şems, 91/7-8.
[33] Buhârî, Tib 25; Müslim, Selâm 101; Ebû Dâvûd, Tıb 24.
[34] Buhârî, Merdâ 30; Müslim, Selâm 98; Muvatta, Medine
22.
[35] Kısmen bkz. Keşful-hafâ, 1/398.
[36] Nice kez sebeb bulunmuş, müsebbeb bul un mamış, nice
kez de müsebbeb se-bebsiz olarak meydana gelmiştir. Yüce Allah dilerse âdet-i
ilâhîyi bozarak harikuladelikler (mucize, keramet gibi) ortaya koyabilir.
[37] Mekâsıd bölümünde Şâri'in maksadları bahsinin dördüncü
nev'inde
[38] Câsiye, 45/12.
[39] Rûm, 30/23.
[40] Cuma, 62/10. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır:
Yeryüzüne dağılmak gibi esbaba tevessülde buluıîarak Allah'ın rızkına ve
lutfuna yöneliniz. Bu sebeb-ler ile müsebbebe yönelmek olmaktadır.
[41] Talak, 65/11. Bu âyette mükelleften müsebbeblere
yönelik bir kasdın bulunduğuna delâlet edecek bir un sur bulunmamaktadır.
Ancak "Allah'ın 1 ut fundan arayınız, isteyiniz ..." ifadelerini
taşıyan yukarıdaki âyetlerde delâlet açıktır ve müellifin amacına uygun deîîl
olabilecek vaziyettedirler. Âhiret işlerinde mükellefin müsebbebe yönelik
kasıd bulundurabİlmesinin sıhhatine şu âyetlerde açık delâlet bulunmaktadır:
"Allah'ın kitabına uyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızık
lan gizli açık sarfederüer, tükenmeyecek bir kazanç umabilirler."
(35/29); "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten
çekinen, Rabbinin rahmetini uman kimse inkar eden kimse gibi olur mu? "
(Zürner, 39/9).
[42] bkz. Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdıye 16; Ebû Dâvûd,
Akdiye 9...
[43] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/193-197
[44] Zümer, 39/62. 38/a.
Sâffât, 37/96.
[45] bkz. Buhâri, Ezan 156; Müslim, îmân 125; ...Ahmed,
4/117.
[46] Daha önce geçti, bkz. s. 193.
[47] . Hûd, 11/7.
[48] Mülk, 67/2.
[49] Kehf, 18/7.
[50] Yûnus, 10/14.
[51] Kehf, 18/12.
[52] Âl-i İmrân, 3/141-142.
[53] Âl-i İmrân, 3/152.
[54] Kehf, 18/110
[55] Zümer, 39/2.
[56] Müsebbebe iltifatın bulunduğu üçüncü mânâya işaret
etmektedir.
[57] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/198-202
[58] Daha önce âlimin basma gelen ve onu ne yaptığından
habersiz kılan gaflet halinden bahsedilmişti; orada gören bir İnsanın gafletten
dolayı görme duyusunun bir anda fonksiyonunu yitirdiğinden ve önüne çıkan
çukura düşebileceğinden ... bahsedilmişti. Bu gibi arız olan engeller aslî
yükümlülüğe engel teşkil etliği içi n ve burada söz konusu da sebebin yasak
olması ve mükellefin de ona tevessülde bulunmaması konusu olduğu için, söz
konusu engeli "Daha önce zikri geçen engelden farklı " diye
kayıtlamıştır
[59] Yani onun mertebesindedir, onun netice ve hükümlerini
alır.
[60] Ve bu telakkinin sahibi ilmîlik halinden, hâl
mertebesine yükselemenıiştir.
[61] Bakara, 2/195.
[62] Beşinci Meselede.
[63] Hadisin kısmen rivayeti için bkz. Keşful-Hafâ, 1/398.
[64] Bakara, 2/195.
[65] Salimen döneceğine itikad ediyorsa denize açılır, aksi
takdirde açılmaz.
[66] Tâ hâ, 20/132.
[67] bks.İbn Kesîr, 3/171.
[68] Tirmizi, Kıyamet, 60.
[69] Leyi, 92/5-7.
[70] bkz. Buhârî, Tefsir
92/3-5,7;Kader4;Müslim,Kader6-8;EbÛDâvûd, Sünnet 16; İbn Mâce, Mukaddime 10;
Ahmed, 1/6; 69 ...
[71] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/202-209
[72] Müshil diye tercemeettiğimiz
metindeki"sakamûnyâ"kelimesi"mahmûdie otu" veya
"mahmude" adı verilen ve ishal ilacı yapımında kullanılan bir ottur.
(Ç)
[73] Mâide, 5/32. Müellif âyette geçen öldürme ve
diriltmeden maksadın müseb-beb olduğu esâsından yürümektedir. Bunlar da ruhun
çıkması ve hayat olmaktadır. Bu durumda müsebbeb —ki ölüm ve hayat olmaktadır—
esbaba tevessül eden kimseye (mütesebbib) nisbet edilmiş olmaktadır. Daha önce
ikinci meselede ise, öldürmeyi müsebbeb değil, sebeb olarak kabul etmişti. Aynı
şeyin kasdedilmesi burada da mümkündürve o takdirde âyette konuyla ilgili
delîl bulunmayacaktır
[74] Daha fince geçti. bkz. s. 130.
[75] Daha Önce geçti. bkz. s. 130.
[76] Buradan meselenin sonuna kadar, müsebbebin, sebebi
işleyen kimseye (mütesebbib) nisbeti açık bulunmaktadır. Hadîs müellifin
iddiasına delâlet bakımından açıktır
[77] Buhârî, Hars 1; Müslim, Müsâkât 7-10; Ahmed, 3/147 ...
[78] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/209-212
[79] Mâide, 5/87. Haram kılınmadan söz edildikten sonra
âyetin devamında "Allah'ın size. verdiği rızıktan te.rn.lz ve helal
olarak yiyin ..." buyrulmuş olmasıyla, daha önce zikri geçen yasaklanmış
olan haram kılma girişiminin boş (lağv) olduğu belirtilmiş ve sanki şöyle
buyrulmak istenmiştir: ''Haram kılmış olduğunuz bu helâl rızıktan
yiyiniz..."
[80] Bu Mâliki mezhebi üzerine bina edilmiş bir
sözdür-Onlara göre "Falan kabileden evlenirsem ...r gibi bir tahsise
giderse, talik caiz olmaktadır. Ancak "Evleneceğim her kadın ..."
gibi bir genellemeye giderse o zaman onlara göre de talîk caiz değildir. Şafiî
mezhebine göre talikin her türlüsü boştur (lağv). Hanefî mezhebine göre de
talîk mutlak olarak sahihtir ve şartın vukuunda talâk vuku bulmaktadır, (bkz.
Şeltût ve A.Sâyis, Mukârenetu'I-mezâhib, 104).
[81] Kitâb burada Ktır'ân mânâsında değil, hükmünde
manasınadır.
[82] bkz. Buhârî, Şurût 13; Müslim, Itk 8, 10, 11; Tirmizî,
Büyü 33. Berîre hadîsinden alınmış bu ifâdeler konuya şu şeklide delâlet etmektedir:
Sâri Teâlâ velâ hakkını, azâd sebebi üzerine terettüb etmek üzere azâd eden kimseye
vermiştir. Dolayısıyla azâd işini kim yaparsa velâ hakkı onun olur. Bu hakkı
ondan kaldırmayı kasdeden kimse muhal bir şeyi kasdetmiş, kaldırma yetkisine
sahip bulunmadığı bir şeyi kaldırmaya yeltenmiş olur. Şartla ilgili kısım da
aynı şekildedir. Şu kadar var ki, hadisin öncesi özel bir konuyla ilgiliyken,
şart kısmı genel bir kapsam içermektedir.
[83] Çünkü fîillerve terkler, kasıddan ârîbulunduklarında
lağv (boş) olmaktadırlar. Nitekim Hükümler bahsinin altıncı meselesinde
geçmişti.
[84] Boşanan zevceyi birinci kocaya helal kılmak isteyen ve
hadîste ödünç teke olarak nitelendirilen kimse. (Ç)
[85] Net olmayan bu iki bakış açısı arasındaki fark şudur:
Abdesti, her ne kadar namazın bir şartı ise de, ondan sarfı nazarla tanı ve
müstakil bir ibâdet ka-bui eden kimselere göre, abdestin tamamlanmasından sonra
onun iptaline gidilmesi herhangi bir tesir doğurm ayacaktır. Abdestİn namazın
bir şartı ve sanki onun bir parçası gibi olduğu görüşünde olanlara göre de,
onun tamamlanması ancak namazın edası ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla
namazın ifâsından Önce onun iptaline gidilmesi, onda etkin olacaktır.
[86] Ni tekim EbûHanife ve da ha başkaları da, evlenil mesi
haram olan kadınlarla evlilik durumunda haddin gerekmeyeceğini ve nesebin
sabit olacağını söylemişlerdir. Bunlar: Bu, akdin bir hükmü olmamaktadır;
aksine bu. akid suretine girmiş bir şüphenin hükmüdür; demişlerdir. Diğer üç
imâm ise bu görüşe katılmamışlar ve haddi gerekli görmüşler ve nesebin de sabit
olmayacağını ifâde etmişlerdir.
[87] Ama devamlı müsebbebe bakacak olursa, umut tarafı
kendisine galehe çalacaktır. Tabiî bunun neticesinde de himmeti zayıflayacak
ve kendisine yüklenilen amelleri işleme konusunda giderek gevşeklik göstermeye
başlayacaktır.
[88] bkz. Keşftıl-hafâ, 2/310.
[89] Nahl, 16/97.
[90] Ahmed, 5/299, 311. Hadisi şöyle anlamak uygun
olacaktır: Feleğe/zamana sizin beklentilerinize uygun düşmüyor, amellerinizin
neticeleri (müsebbeb-leri) arzu ve istekleriniz doğrultusunda olmuyor diye
sövmeyin. Çünkü zaman içerisinde vâki olan bu neticeleri yaratan bizzat
Allah'tır.
[91] bkz. İbn Mâce, Mukaddime 23; Zühd 2.
[92] Yani, bizzat kendisi onunla arncl etmek İçin talep
ediyorsa, bununla ilgili ilim azdır, zihnini karıştıracak kadar çok değildir.
[93] bkz. Keşful-hafâ, 1/532.
[94] En'âm, 6/33.
[95] Şuarâ, 26/3
[96] Mâide, 5/41. 88-
Hûd,n/12. 89. Nahl,16/127.
[97] Ra'd,13/7-
[98] Hûd.11/12.
[99] Âl-i İmrân. 3/128.
[100] Tevbe, 9/128.
[101] Müslim, Kader 34; îbn Mâce, Mukaddime 10, Zühd 14;
Ahmed, 2/366.
[102] Müslim, Birr 55.
[103] Fussilet, 41/46
[104] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/212-225
[105] Mâide, 5/32.
[106] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[107] Buhârî, Rikâk 23, Tirmizî, Zübd 12; İbn Mâce, Filen
12; Muvatta, Kelâm 5; Ahmed, 2/334 ...
[108] Mâide, 5/32.
[109] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[110] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[111] (15) notu dipnottaki hadisin devamı.
[112] İhya, 2/73.
[113] Zâif, ç. züyûf: içerisine başka madde karıştırılmış
gümüş para. (Ç)
[114] Yâsîn, 36/12.
[115] Kıyâme, 75/13.
[116] Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.
[117] Mu'tezilîve usûlcü, kendisine ait fikirleri bulunan
Abdusselâm b. Muham-medfö. 321/933). "Aynı şeyin tek bir yönden hem vâcib
hem de haram olması müstahîldir" konusu için ayrıca usûl kitaplarına
bakılabilir.
[118] Aksine teklif girme sebebinin bir neticesi olarak
devam etmektedir. Sebebin işlenmesi müsebbebin ortaya konulması gibidi r.
Dolayısıyla kişi, kendi kudretinde olmasa bile müsebbebden dolayı muâhazc
edilir.
[119] Burada problemi ortadan kaldıran şey konunun şu kaide
üzerine oturtulmasıdır: "Müsebbebler şer'an sebeblerin işlenmesiyle
itibara alınırlar ve onların üzerine terettüp ederler." Buna göre
müsebbebler mevcut bulundukça sebebler ortadan kalksalar bile onların hükmünü
alırlar.
[120] Müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak,
mükellefin kudreti dâhilinde olup olmamak gibi daha önce geçen açılardan değil
de sırf sebeblerin sahih olarak işlenilip işlenilmediğinin tesbiti açısından.
Burada müsebbeble-re bakış, haddizatında müsebbebin kendisiyle ilgili değildir;
aksine sebebin durumunun ortaya çıkarılması içindir. Böylece üzerine şer1!
hükümleri terettüp ettirilecektir veya ettirilmeyecektir
[121] Burada İmâm Mâlik tarafından rivayet edilen bir hadîse
işaret edilmektedir: "Bir kavim içerisinde hiyânet ortaya çıkarsa,
mutlaka Yüce Allah onla-rınkalbinekorkU'Saiar. Birkavimiçerisinde zina
yayıldığı zaman, mutlaka Allah onlar içerisinde ölüm olaylarını çoğaltır, ölçü
ve tartıda hile yapıldığı zaman, mutlaka Allah onların rızıklarını keser.
Haksız yere hüküm lerde. bulunulmaya haşlandı mı, mutlaka onlar içerisinde kan
dökme olayları yay ılır. Bir kavim ahde vefâ göstermediği saman da mutlaka,
onlar üzerine düşmanları tasallut edilir
[122] Yani geçen mesele ve fasıllar içerisinde
açıklanmıştır. Çünkü oralarda müncer olacağı mefsedetler, ulaştıracağı
maslahatlar açısından müsebbebe atf-ı nazarda bulunmak konusu açıklanmıştı
[123] Yanİseb^bleri getiren hitâbta müsebbeblere itibar
edilmiş olduğu esası. Bu esas bu meselenin başında zikredilmiştir.
[124] Müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilinde olmadıkları
ve onunla yükümlü bulunmadıkları. Keza müetehide göre, "Sebebin işlenmesi
müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir." esası ile birinci esasın
zahiri arasında da tearuz bulunduğu varsayilabilir.
[125] Müsebbebin sebeb üzerine ve onun hükmünü alacak şekilde
tertibi açısından bakıldığı zaman, bu yolculuğun ruhsat hükümlerini
getirmemesi gerekecektir. Ancak müsebbeb, sebebten ayrı olarak ele
alındığında, sefer (yolcu-luk)için şart koşulan müddetin bulunması durumunda,
onun için sefer ruhsat hükümleri tanı nacaktır; çünkü, o bir yolcudur.
Yolculukta mün demicbu-lunan isyan kasdı yani sebebiyet verme yoluyla isyanının
ruhsat hükümlerinin doğması konusunda herhangi bir etkisi yoktur..
[126] Yani ona sebebiyet verdiği ve vâcib olmayana girdiği
noktasından sarf-ı nazarla, onun bilfiil oruçlu olduğu ve amelini iptal etmiş
olduğu noktasından eie alındığında o orucu kaza etmesi vâcib olacaktır. Çünkü
biz bu durumda müsebbebi sebeb üzerine tertîbedilmiş olarak almıyoruz ki,
neticede müsebbeb sebebin hükmünü alsın. Ama böyle bir itibarda bulunulursa ,
o takdirde sebebiyet verme (tesebbüb) vâcib olmadığı için, müsebbeb de aynı
şekilde vâcib olmayacak ve dolayısıyla kaza gerekmeyecektir.
[127] Çünkü zaruret olmaksızın yolculuğa çıkmaktadır; ancak
başına gelen bir zaruret onu orucunu bozmaya mecbur etmiştir, bu yüzden de
sefere çıkmak ve böylece mazur olmak istemektedir. Acaba buzarûret muteber
telakkîedi-lerek peşi peşineîik şartı bozulmuş olmaz mı? Çünkü müsebbebin,
sebebin durumundan ayrı kendine has durumu vardır; dolayısıyla da hükümlerinde
sebebten ayrı mütâlâa edüir mi denmelidir. Yoksa müsebbeb sebebin hükmünü
alır; kişi özürsüz olarak sefere çıkmıştır; dolayısıyla sebebin hükmü müsebbebe
etki eder ve ortaya çıkan bu özrü itibara alınmaz ve neticede bu yolculukla
peşi peşindik durumu kesilmiş olur mu denilecektir.
[128] Yani, eğer sebebden sarf-ı nazarla sadece müsebbebe
bakılır dersek, bu takdirde oradan çıkması üzerine kendisine bir günah
olmadığını söyleriz. Yok sebebiyet söz konusu olduğu için sebebe itibar edilir
dersek, o takdirde de, oradan tamamen çıkıncaya kadar günahın devam edeceğini
söylememiz gerekecektir.
[129] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/225-234
[130] Hatalı da olsa hâkimin verdiği hüküm bozulmaz. Ancak
icmâ, kesin nass ya da şer'i bir kaideye muhalif olması durumunda bozulabilir.
[131] Yani, yasak olan bu seseblerin yol açtığı bu
müsebbebler aslında birer maslahattır. Burada maslahattan maksad, bir şeyin
Şâri'ce itibara alınmış olması ve o tür sahîh bir tasarrufdan doğan şer'î hükmün
onun üzerine de bina edilmesidir. Mesela gasb halini ele alalım: Gasbda
bulunan kimsenin gasbettiği şey üzeninde gerçekleştirdiği fiillerine mâlikin
tasarruflarının sıhhati gibi hükümler bina edilmektedir. Keza fâsid nikah
sebebiyle nesebe katılan çocuğun mirasçı olması, yine babanın çocuklar
üzerindeki haklan, çocuğun baba üzerinde hakları gibi hakların sübûtu, keza
velayet haklarının sübûtu gibi hükümler sabit olmaktadır. Maslahatı bu anlamda
ele aldığım da burada: "Gasb halinde mülkiyetin ası) sahipten gasbedone
intikâli nasıl maslahat olarak nitelenebilir? Halbuki, gayr-ı meşru yollarla
asıl mâliklerinin elinden yi km ası ve böylece mülkiyet hakkının bir istikrar
bulmam ası mah/.a tir mefsedettir." denilemez.ız
[132] Sadece bununla talîl edilemez. Gasb sebebiyle mülkiyet
hakkının adem-i istikrarı gibi bir durumun ortaya çıkması en büyük İçtimâi bir
mefsedet olmalıdır.
[133] Olayın meydana gelmesinden sonra, mevcut, hilafı göz
önünde bulundurma konusu ileride gelecektir. Hatta Öyle ki, mıictehid olayın vukuundan
sonra daha önceki görüşünü değiştirerek o olayla İlgili farklı bir hüküm
verebilmekte dir.
[134] Yani ölçülüp tartı labilen şeylerden (misliyyât)ise
mislini, ölçülüp tartılama-yan şeylerden (kıyemiyyâttan) ise kıymetini tazmin
eder. (Ç)
[135] Değişikliğin piyasanın yükselmesi durumunda olmasıyla,
müşterinin bir masrafı ya da katkısı (emeği) olmaksızın meydana gelen
değişiklikler durumunda bu husus gözükmez. Mesela mebîi n gebe bir hayvan
olması ve doğurması haîinde fıatı epey yükselecektir- Bu ve benzeri durumlarda
"Mebîi üzerinde önemli değişikiikler meydana gelmiştir. Dolayısıyla
gasbeden kişi üzerine gasbedilen şeyin gasb günündeki kıymetini ödemesi
gerekir, "demek uygun olmayacaktır. Çünkü böyle bir durumda özellikle mal
sahibinin mağduriyeti söz konusu olacaktır. Bu yüzden bu gibi konularda fukaha
arasında farklı görüşler meydana çıkmıştır.
[136] Burada müellifdaha önce geçen meseîeyi biraz daha
açıklamak ve"Yasaklanmış sebebler nasıl olur da maslahatlar İçin sebeb
olamazlar? Zira akıllı olan bir kimse ancak kendi maslahatları ve amaçlarına
hizmet edecek şeyleri yaparlar, "şeklindeki bir istifhamın izâlesi için bu
fasih açmış bulunmaktadır. Özeti şudur: Maslahat ve mefsedetten maksat insan
nefsinin hoş gördüğü ya da nefret duyduğu şey değildir. Aksine onlar Sâri'
Teâlâ'nm itibar ettiği ve üzerlerine gereklerini tertîb ettiği şeylerdir.
[137] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/235-241
[138] İleride Mekâsıdbölümünün dördüncü nev'in ikinci
meselesinde gelecektir. Aslî kasıdla mükellef için bir haz içermeyen şeyler
kasdedilmektedi r. Bunlar aynî ve kifâî farzlar olmaktadır. Bunların mukabili
de mükellef için içerisinde bir haz içeren ve Sâri' tarafından, cibillî
motiflere istinaden fazla ısrarlı bir şekilde talepedilmeyen ihtiyaçların
giderilmesi, şehvetlerin elde edilmesi gibi şeylerdir.
[139] Çoğalmak nikahtan gözetilen aslî amaç olmaktadır. Zira
Hz. Peygamber. (as) hadislerinde "Doğurgan ve sevecen kadınlarla
evleniniz. Çünkü ben sizinle diğer ümmetlere kar,şı öğüneceğim." buyurmuşlardır.
Ünsiyet peyda etmek, mal, güzellik ... gibi diğer maksatlar ise tâbi
durumdabulunmakta-
dır.
[140] Ki bu müsebbeb olmaktadır. Ona yönelik bir kasdınm
olması da gerekmemektedir. Çünkü kendi fiili dâhilinde değildir.
[141] Yani her ne kadar bazaıı üzerine müsebbebi terettüp
etse de bu sebebden Şâri'in kasdetmediği şeyler. Mesela nikah ve satış
akidlerine nisbetle talak ve azâd neticelerinin doğması gibi. Talakın olması
için nikâhın, azâdm olması için'de mülkiyetin bulunması şarttır. Aynen binanın
yıkılması için, onun Önceden inşâ edilmiş olmasının gerekliliği gibi. Ancak
nikah, alış-veriş ve evin inşâsından kasdedilen talak, azâd ve yıkım değildir.
[142] Yani buradaki nehiy, namazın zatı yada sıfatı ile
ilgili olmayıp tamamen ondan ayn bir hususiyetten dolayıdır. Bununla
birlikte-, bilindiği üzere, bu konuda onun fesadı ve adem-i fesadı hakkında
ihtilaf bulunmaktadır.
[143] Ancak ebedî nikaha niyette bulunmakla, nikah akdi
sırasında belli bir müddet için nikah niyetinde bulunmamak arasında fark
vardır. İmam Malik'in şart koştuğu da işte budur. Ibnul-Arabi'nin benzer diye
arzettiği mesele de aslında benzer olmaktan uzaktır. Çünkü orada kişi, eğer iyi
geçinebüirse ebedî olarak evlenme niyetindedir. Böyle bir niyette ise müt'a
nikahı mânâsım içeren kesin bir süre belirleme unsuru bulunmamaktadır.
[144] Hülle nikahı meselesinde.
[145] Delillerin bu tür esbaba tevessülün caiz olmadığını
göstermesi.
[146] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/241-247
[147] Mekâsıd bölümünde, onuncu mesele içerisinde. Yani madem
ki, mahal hikmetin vukuunu haddi zâtında kahûi etmektedir; dolayısıyla özel
bir meselede, haricî bir unsur sebebiyle hikmetin tahakkuk etmemesi, hükmün
bidüzi-yeliğini (muttaritliğini) zedelemez. Mesela maiyetiyle birlikte konfor
içinde yolculuk yapan bir kralı ele alalım. Bu kimsenin bu yolculuğunda
meşakkat bulunmayacaktır. Bununla birlikte böylesi istisnaî durumlar, sefer
hükmünün bidüziy el iğini ortadan kaldırmayacaktır. Bu yüzden talakı nikaha
taiîk eden kimse hakkında: "Mahal hikmeti kabûi edici mâhiyettedir; mâni
ise haricî bir unsurdur. Dolayısıyla burada esbaba tevessü! aslî meşruiyeti üzere
carî olacaktır." denilecektir.
Bu, fıkhî konularla ilgili genel bir delîl olmakta ve sadece sebebîerde
hikmetlerin bulunup bulunmaması konusuna has olmamaktadır.
[148] Bu itiraz; mücerred mahallin hikmeti kabul ettiğini
esas almaya reddiye olmak üzere ve konfor içerisinde yolculuk yapan kral
meselesinde hikmetin fiilen mevcut bulunmamasına, keza, dinarın misli dînârla
değiştiri mesi vb. meselelere istinaden yapılmaktadır. Yani şöyle denilemez:
Biz konfor içerisinde yolculuk yapan kral meselesiyle, talakına talîk yoluyla
yemin edilen kadın meselesi arasında bir mukayese yapmıyoruz. AksLnebizim yapmamız
gereken mutlak yolculukla, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhı
arasında mukayese yapmaktır. Yani sefer her ne kadar bazı nadir hallerde
—kralın yolculuğu gibi mesel a— bazı ferdler için yorucu olmasa da,
haddizatında bünyesinde meşakkati içeren bir şeydir. (Yolculuk meşakkatin
mazinnesidir). Talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikahı meselesi ise
böyle değildir. Nadir de olsa hiçbir zaman ve hiçbir ferd için, böyle bir
nikahta, nikahtan beklenilen hikmetlerin bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla
bu meselenin bu kısımdan kabul edilmesi doğru değildir. Yani mahallin kabulünü
varsaysak bile bu tamamen zihnî bir kabuldür; tahakkuku asla mümkün değildir.
Kral ve dînâr meseleleri ise böyle değildir. Orada mahal kabulkâr olduğu gibi,
mutlak seferde hikmetin mevcudiyeti de tahakkuk eder. Çünkü makîsun aleh
(merine kıyas yapılan şey) mutlak anlamda seferdir. Çoğu kez ise, seferlerde
hikmeti (meşakkat) bulunur. Talakına talîk yoluyla yem in edilen kadının nikahı
meselesinde İse hikmet, tek bir ferdde dahi olsa asla tahakkuk etmez.
[149] Tasvir ettiğiniz mukayese doğru değildir. Çünkü mutlak
ile mutlakm birbirlerine mukayese edilmeleri gerekir. Burada mutlak olan,
talakına yemin etsin etmesin yabancı kadınla nikahlanmaktır. Mutlak seferle
kıyaslanacak olan işte budur. Madem ki siz, kralın yolculuğu örneğinde olduğu
gibi meşakkat bulunmasa bile mutlak anlamda cevaz hükmü getiriyorsunuz; aynı
şeyi, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhın da, nikahtan beklenilen
hikmet tahakkuk etmese bile, yabancı kadınla evliliğin de mutlak surette
cevazını getirmeniz gerekecektir.
[150] Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı?
gibi .(Ç)
[151] Müellif, sözün doğru olması için genel anlamda kaydını
kullanmıştır. Böylece konfor içerisindeki kralın yolculuğu, talîk suretiyle
talakına yemin edilen kadının nikahı meseleleri de kapsama dahil olacaktır.
Detaylı olarak ele alındığında ise, onun itibara alınması, sebebin bidüziyeliği
ile hükmedilen birçok meseleyi nakzedecektir. Bunlar her ne kadar hikmeti kabul
edici de olsa vücûda gelmesine haricî bir engeli olan ve husûsî mahalde
(hikmetin) bulunabilirliği ihtimali (mazinnesi) de olmayan şeylerdir.
Ancak, bu üçüncü
delilin ifâde ettiği mânânın belirlenmesi üzerinde durmak gerekmektedir. Biraz
düşündüğümüzde bu deîîlin, hikmete, bilfıü mahalde mevcut olması esasına
binâen itibar edilmesinin doğru olmayacağına getirilen ikinci bir delîl
olduğunu görürüz. Müellif önce, buna böyle bir telakkinin bâtıl bir netice
gerektireceği delilini getirmiştir ki; bu, kralın yolculuğu sırasında sefer
ruhsatlarından yararlanma, dirhemi misli dirhemle değişme gibi zikri geçen
şer'î meselelerin bâtıl olması neticesiydi. Halbukibu meselelerin meşruluğu
üzerinde ittifak vardır. Sonra burada aklî bir istidlalde bulunmuştur. O da
şudur: Hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkar . Oysaki, biz sebebin
vukuunu hikmetin vücûdundan sonra kabul ediyoruz. Bu ise bâtıl bir devirdir.
Böyle bâtıl bir sonuca ulaştıran şey de —ki hikmetin mahalde mevcudiyetini esas
alma oluyor—bâtıldır. Dolayısıyla mutlaka genel olarak mah allin hikmeti kabul
edebilirliğine (yani muhtemelen hikmetin mahalde bulunabilirliğine) itibar
edilmesi gerekecektir. Buna göre, bu "her ne kadar hikmetin mevcudiyetini
haricî bir durum engel-lese bile, mahallin onu kabul edebilir olmasını esas
almak yeterli olmalıdır" meselesi üzerine getirilen üçüncü bir delîl
oluyorsa da, aslında üzerine bina edildikte-. hikmete, mahalde mevcudiyeti esas
alınarak itibar edilmesi şeklindeki kabul (varsayım) konusunda ikinci delille
müştereklik arzetmekte-dir. Bu varsayım (kabul) "ikinci delîl"
altında ortaya koyduğu iki varsayımdan biri olmaktadır. Müellifin bu
yaptığından dolayı, bu üçüncü delilin konulması ve yönlendirilmesi konusunda
biraz kapalılık bulunmakta dır. ikinci delil olarak kullandığı şeyin altında
aslında üçüncü delîl de bulunmaktadır.
Bir nokta daha var. O da "Biz sebebin vukuunu hikmetin vücûdundan
sonra kabul ediyoruz." şeklindeki sözüyle ilgilidir. Bu açık değildir.
Çünkü varsayılan şey, sebebin mevcudiyeti değil, ona hikmetin vücûdundan sonra
itibar edilmesidir. Bu durumda devir meydana gelmez. Ancak her birinin
mevcudiyetinin diğerinin vücûduna bağlı olması durumunda devirden söz
edilebilir. Hikmetin vücûdunun sebebin vukuuna bağh bul tınmasında devir
yoktur. Dolayısıyla devir noktasından hareketle delîl tam olmaz. Ancak devirden
önce söylediği sözlerle delil olarak kabulü de mümkündür.
[152] Yani haddizatında mahallin kabulüne rağmen, sebeblcrin
hikmetlerinin hârici bir unsurdan dolayı vuku bulmaması durumunda bu haricî
unsurlar müessir midir? Değil midir? konusunda mene gidenler.
[153] Mesela talakı üzerine yemin edilen kadının
nikahlanması gibi. Çünkü bu talikle birlikte, onda hikmetin husulünü aklen
varsaymak muhal değildir
[154] Meninde ittifak bulunan mahrem yakın akrabalarla
evlenmek gibi.
[155] Yani mutlaka
hikmetin mazinnesinin bulunması söz konusudur. Bu kralın yolculuğu meselesinde
de aynı şekilde mevcuttur. Meşakkatler şahıslara ve ortamlara göre değişkendir.
Konfor içerisinde yolculuk yapan kraİa dahi, kendisine göre bir meşakkat
dokunur. Vakıa ona hiçbir meşakkat dokunmadığı farzedilse bile bu zarar
vermez; çünkü hükmün mesnedi munzabıt oİma-yan bizzat meşakkat değil,
meşakkatin mazinnesidir. Mazinne ise kesin mevcuttur. Zikri geçen nikah ve azad
meselelerinde ise, kesin olarak hikme-tinbulunması ihtimali(mazinnc)bulunmamaktadır.Aksinekesin
olarak bilinen, onların üzerine herhangi bir hikmetin terettüp etmeyeceğidir.
[156] Yani şüpheden uzak olan dinar ve dirhem, şüpheden uzak
olmayan dinar ve dirhem gibi. Yani her ne kadar paraların bizzat kendilerinde
ve iâzimî (zorunlu) vasıflarında bîr farklılık olmasa bile, sonradan
kazandıkları vasıflarında farklı olabilirler.
[157] Bu meselelerin
izahı, talîk meselesinden çok daha kolaydır. Çünkü talik konusunda bir
maslahatın bulunması hiçbir şekilde mümkün değildir. Bunlara gelince bunlarda
maslahatın tahakkuk etmesine, nikahtan gözetilen menfaatların ve
şer'îmaksadlarııı ortaya çıkmasına mani bir durum yoktur.
[158] Hem hülle
yapana, hem de yaptırana Hz. Peygamber (as) tarafindan lanet edilmiştir, (bkz.
Ahmed,l/448; Ebû Dâvûd, Nikâh 15;Tirmizî, Nikâh 28...) Belki de, en uygun izah
yolu bu şekildeki sert nasslar sebebiyle ol malıdır. Aksi takdirde talîk
meselesi, esbaba tevessül konusunda bundan çok daha uzaktır. Çünkü onun üzerine
nikahtan beklenilen hiçbir maksat terettüp etmez. Mutlaka balcağızmdan tatma
şartı bulunan hülle nikahında ise öyle değildir. Onda mesela şehvetini gidermek
için yapılan nikahta olduğu gibi bazı maksatlar bulunabilir. Ancak hakkında
sert bir uslûbla nass vârid olmuştur. Çünkü içerisinde ahlâkî bir mefsedeti
barındırmaktadır. Bu yüzden de Sâri' onu haram kılmak suretiyle defetmeyi uygun
görmüştür.
[159] Bu konu müştebihât yani helal ile haram arasında
bulunup da hangisinden olduğu kesin belli olmayan şüpheli şeylerle ilgili
kaide çerçevesine girmektedir
[160] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/248-257
[161] Yani her ne kadar Şâri'ce kasdedilme m işlerse de
yasak oları sebebler neticesinde şer'an itibara alınmakta ve üzerlerine
hükümleri terettüp etmektedir. Mesela daha önce de geçtiği gibi nikah üzerine
talak terettüp eder. Çünkü nikaha mâlikiyet olmaksızın talakın mevcudiyeti
düşünülemez. Maamâfîh, nikah talakın sebebi değildir.
[162] Kişinin kin duyduğu kimseyi öldürmesi ve böylece
içinin rahatlaması bir maslahat sayılır mı? Keza, üzerlerine terettüp eden
mülkiyetten kat-ı nazarla, çalman ve gasbedilen şeyle mücerred faydalanılması
bir maslahat sayılabilir mi? Zahir odur ki, bütün bunlara maslahat demek
zordur. Maslahattan, şer'an muteber olan ve hükümleri bulunan durumları kas-dediyoruz.
Mesela mülkiyet bir maslahattır ve ona tâbi bir çok hüküm bulunmaktadır. Buna
göre müellifin bunu, üzerine bir maslahat terettüp eden gayrı meşru sebebler
kısmına dere etmesi pek açık gözükmemektedir.
[163] Biraz düşünüldüğünde, öldürme ile gasb arasındaki fark
anlaşılacaktır. Şöyle ki, öldürmede sedd-i zera hükmünü icra ederlerken gasbda
icra etmemişlerdir. Korunması zarurî olan beş şey içerisinde nefsin korunması
mertebesiyle malın korunması mertebesi eşit değildir. Yine gasb olayında,
hakkı gasbedilen kimsenin bir kaybı olmamaktadır. Tazmin yoluyla zayi olan
hakkının telâfisi mümkündür. Öldürme olayı gerçekleştikten sonra nefsin
telâfisi ise mümkün olmamaktadır. Her bir katil için —miras gibi ölümle ilgili
hükümlerin ortaya çıkmasını kasdetmiş olsa bile— öc almak için öldürdüğü
iddiasında bulunması mümkündür. Çün kü kasıd gizli bir şeydir. Eğer sedd-i
zerîa yoluna gidilmeden, bu olduğu gibi alınsa ve ölüme tâbi hükümler carî
kılınsa, öc alma perdesi arkasında nice nefisler taşkınlığa girer, kanlar
heder olurdu
[164] Mutlak surette karşılıksız faydalanma arzusu.
[165] Kişi burada bizzat sebeble, Şâri'in sebeblerinden
kılmadığı müsebbebin bizzat kendisini kasdetmiş olmaktadır. Mesela Sâri'
katında ne gasb ne de hırsızlık mülkiyet sebeblerinden değildir. Fakat kişi
bunlarla mülkiyeti eîde etmeyi kasdetmiştir. Dolayısıyla onun bu kasdı, bizzat
Şâri'in kas-dına muhalif düşmektedir.
[166] bkz. Tirmizî, Ferâiz 17; İbn Mâce, Ferâİz 8.
[167] Hz. Ebû Bekir (ra), Rasûlullah'm (as) takdir buyurduğu
zekat miktarına dâir Enes b. Mâlik'e yazdığı bir mektubunda: "Zekat (artar
veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat mail bir araya toplanmaz, toplu
olanların arası da ayrılmaz. " demiştir. (Hadisin izahı için bkz. Tecrîd,
5/209 vd.)
[168] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/257-260