ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SATIM AKDİ
Satım Akdinin
Mahiyeti
Satım Akdinin
Rûkünleri
Satım Akdinin
Şartları
Satış Şartlarında
Mezheplerin Birleştiği ve Ayrıldığı Noktalar
Satım Akdinde Bedeller
Satım Akdinin Uygulanması
İslâmî Hükümlerle Çelişen
Alış-Verişler
I- SATIM AKDİNİN MAHİYETİ
A) Alış-Verişin Tarihçesi:
İnsanoğlu yeme, içme, barınma
ve benzeri ihtiyaçlarını her zaman kendi ürettiği şeylerden karşılayamaz.
Çünkü ihtiyaçlar çok çeşitli ve insanın üretim kapasitesi ise sınırlıdır.
Bu yüzden tarihin çok eski çağlarından itibaren insanlar mal
mübâdelesi yapmaya başlamışlardır. Meselâ; elinde buğdayı olan bunu
arpa, kumaş veya ihtiyacı olan bir hayvanla değişim yoluna gitmiştir.
Yine koyunu olan, sığır cinsi hayvan ihtiyacını koyunla değiştirerek
karşılamıştır. Ancak giderek malı malla değişim demek olan trampa’nın
yetersizliği görülmüş, malı sürekli malla değişmek yerine, bazı
kıymetli madenlerin, satış bedeli olarak kullanılması devrine geçilmiştir.
Böylece paralı ekonomi dönemi başlamıştır.
Bu satış bedelleri demir,
bakır, bronz, gümüş ve altından yapılmış madenî paralar olup, önceleri
külçe, halka veya çubuk şeklinde tedavül etmiştir. Bunlardan altın
ve gümüşün değeri, ağırlıklarına göre belirlenmiş, külçeler şekil
bakımından standart hale getirilerek, üzerlerine ağırlık ve ayar
durumlarını belirten işaretler konulmaya başlanmıştır.
Külçe, çubuk veya halka şeklindeki
maden parçalarının yassı ve yuvarlak bir biçim alınca, daha kullanışlı
bir hale geldiği, hilenin güçleştiği, taşıma ve saklamanın daha
kolay olduğu görülmüştür. Böylece yuvarlak şekilli, damgalı altın
ve gümüş para dönemine geçilmiştir.1
İşte gerek malı malla mübadele
ve gerekse malı para karşılığında satma usulü insanlığın çok eski
çağlardan beri ihtiyacını karşılamak veya kazanç sağlamak amacıyla
başvurduğu bir yoldur.
Hz. Peygamber (s.a)’e hangi
kazancın daha üstün olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Kişinin elinin emeği ve dürüst yapılan (mebrûr) alış-veriştir.”2 Yalan
yere yemin ve aldatma karışmayan satım akdine “mebrûr” alış-veriş”
denir. Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Hiçbir kimse kendi elinin
emeğini yemekten daha hayırlı bir yemek yememiştir. Şüphesiz Allah’ın
nebîsi Davud (a.s) da zırh yaparak kendi elinin emeğini yerdi.3
Yukarıdaki hadislerden
açıkça anlaşılmaktadır ki, en hayırlı kazanç, kişinin elinin emeği
ile olan kazancıdır. İmam el-Mâverdi (ö.450/1058), el-Ahkâmü’s-Sultâniyye
isimli eserinde kazanç yollarını ziraat, ticaret ve sanat olmak
üzere üçe ayırdıktan sonra, İmam Şâfiî‘n’in (ö.204/819) ticareti diğerlerine
tercih ettiğini, fakat kendisinin ziraatı tevekküle en yakın bulduğu
için en üstün kazanç yolu saydığını belirtir. en-Nevevî (ö.676/1277)’ye
göre ise ziraatla san’at ticarete tercih edilir, çünkü bunlardan
ilk ikisi kişinin emeğine dayanır. Bu ikisinden ziraat de san’attan
daha üstündür, çünkü topluma sağladığı yarar daha geneldir, insanları
ve hayvanları kapsar. Bütün canlılar ziraate muhtaçtır.4
B)
İslâm’dan Önceki Dinlerde Ticaret ve Ekonomik Hayat:
Eski çağlardan beri insanların
ihtiyaçları çeşitli san’at ve mesleklerin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)’in dokumacılık, İdris
peygamberin terzilik, İbrahim (a.s)’in kumaş ticareti, Nuh ve Zekeriya
peygamberlerin marangozluk, Hz. İsa’nın ise kunduracılık mesleğinin
öncüleri olduğu nakledilmiştir. Yine Musa (a.s)’ın, Şuayb peygambere
8-10 yıl çobanlık yaptığı, birçok peygamber ve Allah dostu velîlerin
de bu mesleği yaptıkları bilinmektedir.5
Demir endüstrisinin ilk kurucusu
Davud (a.s)’dır. Demiri kalıba döküp, ona şekil verme san’atı ona yüce
Allah tarafından vahyedilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Şüphesiz ki Biz, Dâvud’a nezdimizden bir üstünlük verdik: “Ey dağlar
ve kuşlar! Davud’la birlikte tesbih edin” dedik. Ona demiri yumuşak
kıldık. Biz Dâvud’a; Geniş zırhlar îmal et, dokumasını ölçülü ve sağlam
yap, diye vahyettik. Davud’a ve ailesine şöyle dedik: Salih amellerde
bulunun. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görüyorum.”6 “Biz Davud’a,
sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatı öğrettik. Artık şükredecek
misiniz?”7
Hasan el-Basrî (ö.110/728) ve
Katâde (ö.117/735) Davud (as.)’ın demiri ateşe sokmağa ve çekiçle dövmeğe
ihtiyaç duymadığını, onun demiri eliyle ip gibi dilediği şekilde
büktüğünü söylemişlerdir. Zırhın ince ve sert telden örüldüğü düşünülürse,
demire ölçülü su verme, onu kalıba dökerek şekil verme sanatının
o dönemde ne kadar ileride olduğu anlaşılır. Davud (a.s) hem peygamber
hem de bir hükümdardır.8
Süleyman (a.s)’a Yüce Allah
tarafından büyük medeniyet ve saltanat verilmiştir. Mucize olarak
rüzgar onun emrine verilmiş, cinleri işçi olarak çalıştırma imkânı
tanınmış ve göz kamaştıran saraylar inşası onun saltanatının simgesi
olmuştur. Nitekim Saba’ Melikesi Belkıs’ın Yemen’den Kudüs yöresine
göz açıp kapayıncaya kadar getirilebilmesi bu medeniyetin ruh
olarak itici gücünü gösterir.
Kur’an-ı Kerim’de o büyük saltanata
şöyle yer verilir: “Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgar estiğinde,
sabahleyin bir aylık yola gider, akşam olunca da bir aylık yoldan dönerdi.
Süleyman için erimiş bakırı kaynağından su akar gibi akıttık. Rabbinin
izniyle cinlerden bir bölümü, onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim
emrimizden çıktıysa ona alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız.
Cinler Süleyman’ın istediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar kadar
büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı.”9
Allah Teâlâ ticaret ahlâkı bozulan,
ölçü ve tartıda hile yapan Medyen halkının durumunu örnek olarak
verir. Medyen’e peygamber olarak gönderilen Şuayb (a.s) şöyle der:
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ölçü
ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum.”10
“Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara
eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık
çıkarmayın.”11
Medyen halkı puta tapan bir
toplumdu. Şuayb (a,s) bunları tevhîd inancına çağırdı. Onlar ölçü ve
tartılarıyla, silik, kesik, vezni eksik paralarıyla halkı aldatırlardı.
Ashab-ı kiramdan Zeyd b. Eslem (r.a)’den rivayete göre, Medyenli tüccarlar
altın (dinar) ve gümüş (dirhem) parayı halka, etrafını keserek sayı
ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile alırlardı.12
Meselâ; dört gram olan altın paranın kenarlarından yarım gram kadar
alındığı halde, sayı ile verilince yine tam altın lira olarak işlem
gördürülür. Fakat geri alırken tartı yoluna gidilince satın alma
gücü yarım gram eksilmiş olur. Böyle bir para piyasasının esnaf ve
tüccar lehine haksız kazanç meydana getirdiği açıktır. Bu da enflasyonun
benzeri bir olaydır.
Şuayb (a.s)’ın uyarılarına
kulak asmayan Medyen toplumunun başına gelen felâketi Kur’an-ı Kerim
şöyle haber verir: “Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Olduğunuz gibi devam
edin. Ben de yoluma devam edeceğim. İleride alçaltıcı azabın kime
geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım,
ben de sizinle birlikte bekliyorum. Azap emrimiz gelince, Şuayb’ı
ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri
ise, korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp
kaldılar.”13 “Sanki yeryüzünde yaşamamışlar gibi izleri silinip
gitti. İyi bilin ki, daha önce Semud kavmi, Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı
gibi Medyen kavmi de, öylece uzaklaştı.”14
Sonuç olarak Medyen toplumunun
başına gelen olayın iki etkeni vardı:
1) Allah’a ortak koşmaları,
2) Alış-verişlerinde hile
yapıp halkı aldatmaları.
Kur’an-ı Kerim’de zulüm ve haksızlığın
sembolü olarak gösterilen Karun da, toplumun problemleriyle ilgilenmeyen,
yoksulları gözetmeyen zenginlere örnek teşkil eder. Karun, Musa
(a.s)’ın kavminden büyük hazinelerin sahibi olan bir tüccardır. Hazinelerinin
anahtarlarını büyük bir topluluk ancak taşıyabiliyordu. Karun; “Bu
servet bana, ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir.”
der, bütün nimet ve servetlerin Allah’ın rızkı genişletmesinden ibaret
olduğunu düşünmezdi.15 Karun büyük bir ihtişamla kavminin huzuruna
çıkınca, dünya hayatını arzulayanlar; “Ne olurdu Karun’a verilenler
gibi bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük şans sahibi bir insandır”
derlerdi.16 İlim sahipleri ise topluma yararı olmayan, sadece başkalarına
karşı böbürlenmek, zulüm ve haksızlık yapmak üzere toplanan böyle
bir servete özenmek gerekmediğini söylerlerdi.17
Karun’un sonu şöyle açıklanır:
“Sonunda, Karun’u da, evini de yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine
yardım edecek hiç bir topluluğu olmadı. O, kendisini de savunamadı.
Daha dün onun yerinde olmayı arzulayanlar: “Demek ki, Allah kullarından
dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allah bize
lutufta bulunmasaydı, bizi de yere geçirirdi. Demek ki, imansız
kimseler, asla kurtuluş yolu bulmuyorlar.” demeye başladılar.”18
Yusuf (a.s) da Mısır hükümdarının
mâlî ve ekonomik işlerini yürütmekle görevlendirilmişti. Kur’an-ı
Kerim’in bildirdiğine göre hükümdar şöyle bir rüya görmüştü: “Ben
rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini yedi yeşil başak
ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya tabirini
biliyorsanız, bu rüyamı tabir ediniz.” dedi.”19 Başkalarının tabir
edemediği bu rüyayı Yusuf (a.s) şöyle açıkladı: Mısır ve çevresinde
yedi yıl bolluk olacak, ondan sonra da bunu yedi yıl kıtlık izleyecek.
Yusuf (a.s) bu ekonomik bunalımlı yıllar için çare olarak da, bolluk
yıllarında fazla ürünün depolanmasını, kıtlık yıllarında düzenli
bir şekilde bunlarla ihtiyaçların karşılanmasını önermişti.20 Ayrıca
hükümdara şöyle bir teklifte bulunmuştu: “Beni ülkenin hazinelerinin
başına getir. Çünkü ben, iyi muhafaza eden ve iyi bilen biriyim.” dedi.21
Gerçekten Yusuf peygamber çeyrek yüzyılı içine alan bu çalkantılı
dönemde adaletli bir ekonomik düzen kurmuş ve toplumu sıkıntılı
yıllar için tasarruf yapmaya alıştırmıştır. Bu yüzden o, zenginlikle
yoksulluk, bollukla darlık arasında dengeli bir ekonomik modelin
uygulayıcısıdır.
Hatta bazı iktisat tarihçileri,
arkasında standart değerler bulunan ilk kağıt para uygulamasını
M.Ö. 1600 yıllarında Mısır yöresindeki bazı tecrübelere dayandırırlar.
Bu ise Yusuf peygamberin dönemine rastlar. İktisat tarihçisi J.
Dobretsberger22 Mısır’da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedavül ettiğini
söyler. Bu ülkede devlet hazine ve depolarının emanet kabul etmesi
usuldendi. Halk, elindeki altın, mücevherât ve hububâtı saklanmak üzere
buralara tevdi eder ve kendilerine emanet bıraktıkları şeyin değerini
belirten bir makbuz verilirdi. Elinde böyle bir makbuz olan kimse,
belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki malı dilediği zaman çekebilirdi.
Ticaretle uğraşanlar bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı.
Hatta bu belgeler Fenike ve Mezopotamya’da da tedâvül ediyordu.23
Diğer yandan ekonomik hayatta
risk dengelerini ve maliyet unsurlarını bozarak haksız kazançlara
yol açan faizin de İslâm’dan önceki toplumlarda ortaya çıktığı ve Yahudi
toplumuna yasaklandığı görülür.24
Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’den
bazı örnekler sunmaya çalıştığımız eski toplumların ticaret ve
ekonomik hayatları günümüze ışık tutmaktadır. Çünkü ekonomide
toplum dengeleri, riziko, haksız kazanç, ölçü ve tartıda hile, aldatma,
ekonomik gücünü kötüye kullanma gibi yapanı Yüce Allah’ın rızasından
uzaklaştıran haller her dönemin ekonomik problemleridir. Vahye dayalı
dinlerin yasakladığı bu noktalara dikkat etmek ve emredilen hususları
yerine getirmek vahiy ve sünnetin bu konularda getirdiği esasları
bilmeyi gerektirir. Diğer konularda olduğu gibi ticari ve ekonomik
hayatla ilgili esasları bilmek de helal kazanç için önemlidir. Bu
yüzden biz aşağıda ticarî muamelelerin en geniş alanını teşkil eden
“satım akdi”ni incelemeye çalışacağız.
C)
Alım-Satım Terimi ve Kapsamı:
1.
Satım akdinin tarifi:
Arapça «bey’» sözcüğü satmak
ve satın almak anlamında zıt anlamlı sözcüklerdendir. “Şirâ” sözcüğü
de böyledir. Bey’, sözlükte; bir şeyi bir şeye karşılık olarak vermek
demektir. Çoğulu «büyû’»dur. Satış çeşitlerinin çok oluşu ve her birinin
kendine ait özel hükümlerinin bulunması nedeniyle, klasik fıkıh
kaynaklarında “Kitâbu’l-büyû’ (Alış-verişler kitabı)” başlığı çoğul
olarak kullanılmıştır.
Bey’ sözcüğü Kur’an-ı Kerim’in
altı ayetinde alış-veriş anlamında tekil olarak kullanılır.25
“Alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun” 26 ayetinde ise bu kelime
“tefâul” vezninde yine aynı anlamda kullanılmıştır. Şirâ sözcüğü de
şu iki ayette “sattılar” anlamında kullanılır: “Yusuf’u düşük fiyatla,
bir kaç dirheme sattılar”27 “Kendilerini, karşılığında sattıkları
şey ne kötüdür. Keşke bilselerdi.” 28 Ancak bu iki fiilin satın almak
anlamı için daha çok “iftiâl” vezni tercih edilmiş ve arap dilinde kullanılmıştır.
“işterâ (satın aldı)” ve “ibtâa” gibi.29
Satım akdi bir terim olarak
şöyle tarif edilmiştir: Malın malla özel bir şekilde mübadele edilmesidir.
Elde edilmesi istenilen bir malı, bir bedel karşılığında muayyen
bir şekilde değişmekir.30 el-Mevsılî’nin (ö.683/1284) tarifi şöyledir:
“Mütekavvim bir malı, mütekavvim bir mal karşılığında, mülkiyetleri
nakletmek suretiyle değiştirmektir.”31 Mütekavvim mal; değeri
olan ve şer’an yararlanılması caiz bulunan mal demektir. İbn Kudâme
(ö.620/1223) satışta mülkiyetin naklini dikkate alarak şöyle tarif
etmiştir: Bir malı malla, mülkiyeti nakletmek ve diğerinin mülkiyetini
devralmak üzere değişmektir.
Hanefilere göre mal; insan
tabiatının ilgi duyduğu ve ihtiyaç için elde biriktirdiği şeylerdir.
Bir şeyin mal oluşu herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duymasıyla
sabit olur.32
Beşerî hukukun satım akdi tarifi
de şöyledir: “Satım bir akittir ki, onunla satıcı satılan malı alıcının
üstlendiği bir bedel karşılığında alıcıya teslim ve mülkiyeti ona
nakleylemek borcunu yüklenir.”33
Mecelle’de, satım akdi “Malın
malla değiştirilmesi” olarak tarif edildikten sonra (Mad. 105), akdin
meydana gelmesi için kabzın şart olmadığı şöyle belirlenmiştir:
“Satışta kabz şart değildir. Fakat akitten sonra, önce alıcı satış bedelini
satıcıya ve ikinci olarak da satıcı, satılanı alıcıya vermeye
borçlu olur.” (34)
Diğer yandan Mecelle, yapılan
bir satım akdini sonuç doğurup doğurmaması bakımından “mün’akid”
ve “gayri mün’akid” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Mün’akid sonuç doğuran
satım akdi olup; sahih, fâsit, nâfiz (derhal uygulanabilen) ve mevkûf
(yürürlüğü başkasının iznine bağlı olan) akit çeşitlerine ayrılır.
Gayri mün’akid, bâtıl akit olup geçerliliği bulunmayan bir akit türüdür.35
2.
Satım akdinin dayandığı deliller:
Şartlarına uygun olarak yapılacak
alış-verişin meşrû oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır.
a)
Kur’an’dan deliller:
Kur’an-ı Kerim’de alış-verişle
ilgili çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: “Ey iman edenler!
Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla
yaptığınız ticaretle yemeniz helâldir.”36 “Allah alış-verişi helal,
faizi ise haram kılmıştır.”37 “Alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun.”38
“Hac mevsiminde, Rabbinizin fazlından ticaret istemeniz (alış-veriş
ederek kazanç sağlamanız) size günah değildir.”39 Ölçü ve tartıda
hile yapanlarla ilgili olarak da şöyle buyurulur: “İnsanlardan
bir şey ölçüp alırken, tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken
de eksik tutan hilekârların vay haline.”40 Başka bir ayette de vadeli
borçların yazıyla tesbit edilmesi istenir. (el-Bakara, 2/282)
b)
Sünnetten deliller:
Hz. Peygamber (s.a)’in ticaret
ve ekonomik hayatla ilgili bir çok söz, fiil veya takrirleri vardır.
Rasûlullah (s.a)’a hangi kazancın
daha temiz olduğu sorulunca şöyle buyurmuştur: “Kişinin elinin
emeğiyle ve mebrûr alış-verişle kazandığıdır.”41 Dürüst yapılan, yalan
yere yemin ve aldatma karışmayan satışa “mebrûr alış-veriş” denir.
Doğruluktan ayrılmayan esnaf
ve tüccarın ahiretteki derecesi şöyle açıklanmıştır: “Sözü ve muamelesi
doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.”42 Başka
bir hadiste İslâm toplumu rayiç fiyatla alış-verişe teşvik edilerek
şöyle buyurulur: “Bir kimse gıda maddelerini toplayıp günün rayiç
fiyatı ile satsa, sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz
dağıtmış gibi ecir alır.”43
Allah elçisi bir defasında
esnaf ve tüccarı şöyle uyarmıştır: “Ey tüccar topluluğu, alış-verişe
boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla
telafi ediniz.” 44
Diğer yandan sözünde ve işinde
doğru tüccarın âhiretteki birlikte olacağı kimseler şöyle belirlenmiştir:
“Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle
beraberdir.”45
Hz. Peygamber kendisi de bizzat
alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O,
insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş
ve onları ticaretlerinde serbest bırakmıştır. Ancak ticaret hayatında
faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin ve garar gibi haksız kazanca
yol açabilen şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği
ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem kurulmuştur.46
c) İcmâ ve akıl delili:
Müslümanlar alış-verişin
meşrûluğu konusunda görüş birliği içindedir. Akıl da bunu gerektirir.
Çünkü insanın, başkasının elinde bulunan şeye ihtiyacı olur. O kimsenin
de bu malı her zaman bedelsiz vermesi beklenemez. Bu durum insanları
mal mübadelesine zorlar. İnsan, yaratılış bakımından medenî ilişkiler
içinde bulunmaya elverişlidir. Bir çok muameleler gibi alış-veriş
de toplum halinde yaşayışın bir gereğidir.
Alış-verişlerde asıl olan mübahlıktır.
Kitap ve sünnette açıkça yasak bulunmayan konularda alış-veriş serbesttir.
Yeter ki karşılıklı rıza olsun ve akit şartlarına uygun olarak yapılsın.
Şu ayetlerin genel anlamı da bunu ifade eder: “Allah alış-verişi helal
kılmıştır” 47 “Sizden karşılıklı rıza ile yapılan ticaret olması
durumu müstesnadır” 48 Diğer yandan
yerde ve gökte olan herşeyin insan için yaratıldığını49 ve Allah’ın helâl
kıldığı şeylerin haram sayılamayacağını bildiren ayetlerin50 genel
anlamı da yasak bulunmayan konularda temel prensibin “mübahlık”
olduğunu gösterir.
II- SATIM AKDİNİN RÜKÜNLERİ
Bir şeyin varlığı kendi varlığına
bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsura “rükün” denir.
Şart ise, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte,
onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıftır. Meselâ; namazda
rükü ve secde gibi, namazın aslını oluşturan ana parça ve farzlar rükün
olup, bunlardan birisi eksik kalsa namaz geçerli olmaz. Bir satım akdinde
de icap ve kabul rükündür. Taraflardan birinin teklifi, diğerinin
de buna uygun kabulü bulunmadıkça satış gerçekleşmez. İcap ve kabulün
açıklanışı söz veya fiil ile olur.
Hanefiler dışındaki çoğunluğa
göre ise satım akdinin rükünleri dört tane olup; satıcı, alıcı, akdin
konusu ve kullanılan sıygadan ibarettir.51
A)
İcap ve Kabul:
Hanefilere göre bir alış-verişte
ilk olarak söylenen “sattım veya aldım” sözleri icap, diğer tarafın
bunu izleyen “aldım veya sattım” sözleri ise kabul yerindedir. Burada
irade beyanını önce yapma prensibi esas alınmıştır. Bunu satıcı veya
alıcının yapmış olması sonucu değiştirmez. İlk teklif icap, buna cevap
niteliğindeki ikinci söz ise kabul sayılır.
Çoğunluk müctehidlere göre
ise icap, satılanın mülkiyetini nakledecek olan satıcının sözü
olup, önce veya sonra olması sonucu değiştirmez. Kabul de, satılan
malın mülkiyetini üzerine alacak olan kimsenin olumlu irade beyanıdır.
B) İcap ve Kabulün Nitelikleri:
İcap ve kabulün mazi siygası,
yani “di”li geçmiş zaman kipi ile ifade edilmesi gerekir. “Sattım”,
“satın aldım”, “kabul ettim” demek gibi. Akitler genel olarak bu siyga
kullanılarak yapılır. Çünkü mazi siygası kesinlik ifade eder. Bu
yüzden klasik fıkıh kaynakları akitlerin yapılmasında önce mazi
sıygasını zikrederler. Ancak satım akdini o anda yapma niyeti bulununca,
akitte şimdiki zaman siygası (muzari) da kullanılabilir. “Satıyorum”,
“alıyorum”, “bu fiyata kabul ediyorum” demek gibi. Burada niyetin
şart koşulması, müzari sıygasının gelecek ve geniş zamanı da kapsama
ihtimalinin bulunması yüzündendir.52
Emir sıygası ile satım akdi
meydana gelmez. Mesela; alıcı satıcıya “şu malı bana sat” dese, satıcı
“sattım” diye cevap verse, alıcının üçüncü olarak “satın aldım” demesi
gerekir. Aynı teklif satıcıdan da gelebilir. Onun; “şu malımı satın
al” teklifine karşı taraf “satın aldım” dese, yeniden satıcının
“sattım” demesi gerekir. Burada emir sıygasıyla ifade edilen ilk
teklifler, gelecek zaman anlamını da kapsadığı için icaptan çok
“icaba çağırma” niteliğindedir. Çünkü insanlar genellikle “şu malı
bana sat” veya “şu malı satın al” gibi istekleri şüphe ile karşılarlar.
Malın eksiği olmasa böyle bir teklifte bulunulmazdı, diye düşünürler.
Prensip olarak mala alıcı talip olmalıdır. Ancak emir siygası akdi
o anda yapmak niyetiyle kullanılmışsa icap yerine geçer.
Satım
akdi ile evlilik akdi arasındaki fark:
Satım akdinde emir siygası
icap yerine geçmezken, nikah akdinde, emir siygası karşı tarafa
vekâlet verme anlamındadır. Evlenecek eşlerden biri diğerine kendisini
nikâhlaması için yetki vermişse, tek kişi asil ve vekil olarak nikâh akdinin
iki tarafını üstlenmiş olur. Bir taraf diğer tarafın velisine “beni
filanca ile evlendir” diye yetki verse, velayet ve vekalet yetkisi
tek kişide toplanmış olur. Halbuki satım akdinde aynı kişinin her
iki tarafı birlikte temsil etmesi caiz olmaz. Çünkü birbirine zıt
olan menfaatleri tek kişinin koruması mümkün değildir. Mesela;
iki firmanın birlikte yetkili temsilcisi olan kimse, bir firmanın
malını satarken, aynı malı diğer firma adına satın alsa zan altında
kalır. Malı pahalı satsa, alıcı firma, ucuz satsa satıcı firma zarar
etmiş olur. Bu yüzden çelişen menfaatleri dengelemesi mümkün olmaz.
Ancak konunun bazı istisnaları vardır. Baba küçük çocuğuna kendi malını rayiç bedelle satabileceği
gibi, küçüğe ait malı ayni şekilde
kendisi satın alabilir, Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf' a göre bu konuda
vasî de baba gibidir.Çünkü çocuğa şefkatli olan baba,vasî'yi ölmeden
önce titizlikle seçmiştir.
Alış-verişte soru siygası
da icaba çağrı niteliğinde olup icap yerinde sayılmaz. “Şu malı bana
şu fiyata satar mısın?” sorusuna satıcı “sattım” diye cevap verse,
asıl icap satıcının bu cevabıdır. Alıcının yeniden “aldım” demesi
gerekir ki, bu sonuncusu kabul niteliğindedir.
Satacağım, alacağım gibi
sözcükler kesinlik ifade etmediği için, bunlarla satış meydana gelmez.
Bununla akdin o anda yapıldığına niyet etmek imkânı da bulunmaz. Bu
siyga ile ancak “satış va’di” yapılabilir.53
İcap ve kabul sözlü olarak yapıldığı
gibi yazışma yoluyla da yapılabilir. Mektup, faks ve telgraf gibi
yazı araçları ile açık ve kesin satın alma teklifi yapılmışsa bu
icap sayılır. Satıcı da buna sözlü olarak, elçi ile veya yazışma yoluyla
cevap verince satış akdi tamamlanmış olur. Ancak mektupla icap, soru
veya emir siygaları kullanılarak yapılmış veya karşı taraftan teklif
almak amaçlanmışsa, bunu “icaba çağırma” olarak kabul etmek gerekir.54
Diğer yandan gazete ve dergilerde
yer alan satış ilânlarını, çeşitli kişi ve kuruluşların fiyat liste
ve broşürlerini “icaba davet” olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü
ilândan kısa bir süre sonra satıcının stok malları bitmiş, ya da fiyatlarda
yeni değişiklikler yapılmış olabilir. Bu yüzden böyle bir ilana dayanarak
satın alma isteğinde bulunan kimsenin talebini “icap”, satıcının
buna olumlu cevabını ise “kabul” olarak değerlendirmek gerekir.
C)
Telefonla Alış-Veriş:
Telefonla alış-veriş yapmak
bu aracın haberleşmede kullanılmaya başlamasından sonra ortaya çıkan
yeni bir meseledir. Ezher Üniversitesi İlmî Araştırmalar ve Fetva
komisyonu bir soru üzerine telefonla evlilik akdi yapılamayacağına
fetva vermiştir. Burada dayanak, evlenecek kimselerin seslerinin
başkası tarafından taklit edilme ihtimalinin bulunmasıdır.55 Evlilik akdinin önemi ve akit sırasında
şahitlerin hazır bulunmasının gerekliliği gibi sebeplerle bu
fetva yerindedir. Diğer yandan İslâm hukukunda şahitlerin yanında
yazılacak mektup yoluyla, uzakta bulunanların evlenmesine de cevaz
verilmiştir. Belki günümüzde hüviyetlerin tespiti ve imzaların
alınması bakımından noter benzeri bir kuruluşun araya girmesi ispat
kolaylığı sağlar.
Yüzyılımızın hızlı ekonomik
faaliyetleri arasında telgraf, teleks ve faks gibi, isteği karşı
tarafa yazılı olarak ileten araçlarla haberleşme “mektupla icap ve
kabulde bulunma” niteliğindedir. Telefon da günümüzde ticaret
hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Telefon veya telsiz, tarafların
iradelerini birbirine ulaştırmada zaman sürecini kaldırmakta,
hazırların görüşmesine benzeyen bir ortamı meydana getirmektedir.
Bu yüzden beşeri hukukta telefonla yapılan icaplar, hazırlar arasında
yapılan icaplara benzetilmiştir.56
İslâm’da da telefonla satım
akdi yapmak mümkün ve caizdir. Bu görüş, arada bir duvar veya sur gibi
bir engel olduğu halde birbirinin sesini duyabilecek kadar uzaklıktaki
kişilerin akit yapabilecekleri esasına dayanır.57 Ancak telefonla
görüşmede tarafların bedelleri o anda teslim imkânı bulunmadığı
için böyle bir akit standart (mislî) veya önceden nitelikleri belirli
olan malların satışı için elverişlidir. Eğer satış peşin olarak yapılmışsa,
belirlenen şekilde malın ambara verilmesi ve paranın da gönderilmesi gerekir. Bedellerin ileriki
bir tarihte teslimi kararlaştırılmış olursa satım akdi değil “satış
va’di” sözleşmesi meydana gelir. Para peşin mal daha sonraki bir tarihte
teslim anlaşması yapılmışsa, buna da “selem” hükümleri uygulanır.
D)
Dış Ülkelerle Alış-Verişte İcap ve Kabul:
İhracat ve ithalat işlemlerinde
mevcut bir mal üzerinde peşin anlaşma yapılmışsa, akreditif işlemi
peşin yerine geçer. Çünkü mal hazırlanıp dış ülkeye gönderilince
bedellerin mübadelesi paranın çekildiği anda gerçekleşmiş sayılır.
Nitelikleri belirli standart bir malı üreterek veya iç piyasadan
satın alarak ihraç etmeyi üstlenen kimse ise, alıcı kişi veya firma
ile para peşin anlaşmışsa bu bir “selem (para peşin mal veresiye)”
akdi olur. Para, malın sınırdan çıkışı üzerine akreditifli muamele
ile teslim alınacaksa, başlangıçtaki sözleşmeyi “satış vadi” olarak
değerlendirmek gerekir. Çünkü hem para hem de mal veresiye ile satım
akdi meydana gelmez. Siparişi verilen şey projesi belli motor, makina,
fabrika gibi seri standardı bulunmayan nitelikte ise, yapılan sözleşme
“istisna akdi” sayılır. İleride bu alış veriş şekillerini açıklayacağız.
E)
Teâtî Yolu ile Alış-Veriş:
Fiyatı belirli bir malı,
icap ve kabul formalitelerine uymaksızın, parayı verip malı almak
fiiline “teati” veya “muâtât” satışı denir. Mesela; alıcı malı
alır ve satıcıya da bedelini öder. Ancak aralarında satışla ilgili
bir konuşma geçmez, işaret de yapılmaz. Bu şekilde satılan şeyin
ucuz veya pahalı mallardan olması sonucu değiştirmez. Alıcının rahatlıkla
alabileceği yere konulan gazete, dergi, kitap, ekmek ve benzeri
şeyler bu tarzda alış-verişe elverişlidir. Bu gibi şeylerin fiyatları
önceden bilindiği için taraflar için aldanma söz konusu olmaz.
Bazan taraflardan birisinin
irade beyanı sözlü, diğerininki ise fiil ile olabilir. Alıcının
sözlü alım teklifine, satıcının konuşmadan malı paketleyip vermesi
gibi.
Hanefî, Malikî ve tercih edilen
görüşlerinde Hanbelîlere göre, teâtî yoluyla satış; mutat, rızaya
delâlet eder ve taraflardan her birisinin iradesini tam olarak ifade
eder nitelikte olduğu zaman geçerli olur. Çünkü satım akdi, rızaya
delâlet eden her şeyle yapılabilir. Diğer yandan her asırda insanlar
çarşı ve pazarlarda teâtî yoluyla alış-veriş yapmışlar ve müctehidlerden
onlara karşı çıkan olmamıştır. Bu yüzden konu üzerinde icma meydana
gelmiştir. Burada rızaya delâlet eden bir karînenin bulunması yeterlidir.
Ancak nikah akdi fiil ile meydana gelmez. Sözlü icap ve kabul gerekir.
Çünkü bu akit önemli olup ihtiyatı gerektirir.58
Şâfiîlere göre, satım akdi ancak
açık veya kapalı olarak icap ve kabule delâlet eden sözlerle meydana
gelir. Malı eline alıp, satış bedelini bırakmakla satış gerçekleşmiş
olmaz. Satılan şeyin basit veya değerli olması da durumu değiştirmez.
Çünkü Hz. Peygamber “Satım akdi ancak karşılıklı rıza ile
olur.”59 buyurmuştur. Rıza ise kalpte
kaldığı sürece kapalı bir durumdur. Bu yüzden sözlü olarak dışa
açıklanması gerekir. Diğer yandan, satışın yapılıp yapılmadığını
ispat için de buna ihtiyaç vardır. Nitekim şahitlerin hakim önündeki
ifadeleri ancak sözlü yapıldığı zaman kabul edilir.
Teâtî şeklinde yapılan
alış-verişi Şâfiîlerden önce Gazzâlî (ö.505/1111) basit eşyanın, Nevevî
(ö.676/1277) ve Bağavi (ö.436/1044)’nin içinde bulunduğu bir grup bilgin
ise ticaret örfünün cereyan ettiği her çeşit malın alım satımında
caiz gördüler.60
F)
Akit Meclisi:
Satım akdinde meclis, akdin
yapıldığı yer ve zamanı ifade eder. Meclis; alış-veriş yapanların
birbirinden bedenen ayrılması, konuşmalarda alış-verişin söz konusu
olmaktan çıkması veya satış akdinin meydana gelmesi gibi nedenlerle
sona erer.
Satım akdi hazırlar arasında
yapılıyorsa, taraflar bir araya gelip de alım-satımla meşgul olmaya
başlayınca akit meclisi teşekkül etmiş olur. Mecelle’nin tarifi şöyledir:
“Alış-veriş meclisi, tarafların pazarlık için bir araya gelmesidir.”
61
Mektup veya elçi aracılığı
ile yapılacak alış-verişlerde, muhatabın mektubu okuduğu veya elçinin
icap haberini karşı tarafa ulaştırdığı zaman meclis teşekkül etmiş
olur. Telefonla konuşmalarda ise, taraflar alış-verişten söz etmeye
başlayınca, meclis oluşmuş sayılır.
Söz, fiil veya davranışlarla
kabul veya red iradesi belli oluncaya kadar akit meclisi devam eder.
G)
Meclis Muhayyerliği:
Alış-verişte icap ve kabul
birlikte bulunmadıkça tek tek bağlayıcı olmaz. Bu yüzden icaptan
sonra, karşı tarafın akdi kabul veya red serbestliği vardır. Satış
teklifini kabul ederse, akit tamamlanmış, red ederse, icap hükümsüz
olmuş bulunur. İşte icaptan sonra karşı tarafın sahip olduğu bu kabul
veya red yetkisine “kabul muhayyerliği” denir.
Taraflar icap ve kabulde bulunarak
akdi tamamladıktan sonra, acaba akit meclisinde bulundukları süre
içinde akdi bozma imkânı var mıdır? Hemen şunu belirtelim ki, bir akitten
sonra satıcı ve alıcı birlikte akdi feshetmek isterlerse, bu her zaman
mümkün ve caizdir. Bu durumda taraflar aldıklarını geri vererek
akdi sona erdirmiş olurlar. Bu çeşit feshe “ikâle” denir. Bizim burada
üzerinde durmak istediğimiz konu ise, acaba taraflardan birisi,
meclis süresince, karşı taraf razı olmasa bile tek yanlı iradeyle
akdi feshedebilir mi? Başka bir deyimle icap ve kabulden sonra taraflar
için meclis muhayyerliği hakkı var mıdır?
Hanefî, Mâlikî ve Medineli yedi
fakihe göre, satım akdi icap ve kabul ile bağlayıcı olur. Çünkü bu bedelli
bir akit olup, alma ve satma sözcüklerinin mücerred olarak birbirine
bağlanması ile meydana gelir. Başka bir deyimle meclis muhayyerliğine
ihtiyaç kalmaz. Hz. Ömer’in (ö.23/643) şöyle dediği nakledilmiştir:
“Satış ya bir akittir, ya da muhayyerlik vardır.” 62
Bir akdin meydana geldikten
sonra askıda kalmaması veya parçalanmaması gerekir.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, icap
ve kabulün birleşmesi sonucu satım akdi taraflar akit meclisinde
bulundukları sürece, caiz yani bağlayıcı olmayacak şekilde meydana
gelir. Bu takdirde taraflardan her birisi birarada bulundukları
veya aralarında başka türlü bir muhayyerlik belirlemedikleri sürece,
satışı feshetmek veya devam ettirmek, konusunda seçimlik hakka sahibtir.
Kısaca satıcı veya alıcı icap ve kabulden sonra da alış-veriş yapılan
yerden ayrılıncaya kadar tek yanlı irade ile satışı bozabilir. Buna
“meclis muhayyerliği” denir. Tarafların ne zaman birbirinden ayrılmış
sayılacaklarını örf belirler. Bu ise, satıcı veya alıcının alış-veriş
yaptıkları yerden ayrılmasıyla gerçekleşir.63
Bu iki görüşün ortak olarak
dayandığı delil şu hadistir:
“Satıcı ve alıcı, birbirinden
ayrılmadıkları sürece satışı bozma hakkına sahiptirler.”64
Hanefîler “birbirinden ayrılmadıkları sürece” ifadesini, “icap ve
kabul iradelerini açıklamadıkları sürece” tarzında anlamışlardır.
Buna göre, icapta bulunan kimse, karşı taraf kabul edinceye kadar
bu teklifinden cayabileceği gibi, karşı taraf da bu teklifi kabul
veya reddetme hakkına sahiptir. Kısaca satım akdi icap ve kabul ile
bağlayıcı olur ve taraflar bedelleri vermeyi üstlenmiş olurlar. 65
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise
hadisteki “birbirlerinden ayrılma”dan maksat beden olarak ayrılmadır.
Bu da akit meclisinden ayrılma ile gerçekleşir. Bu yüzden taraflardan
birisi isterse meclis sonuna kadar satışı bozabilir.66
Mecelle 182. maddede
Hanefîlerin görüşü esas alınarak şöyle denilmiştir: “Alış-veriş meclisinde,
icaptan sonra meclis sonuna kadar taraflar seçimlik hakka sahiptir.”
Buna göre, icapta bulunan, bu teklifinden meclis sonuna kadar cayabileceği
gibi, karşı taraf da kabul veya red şeklindeki irade beyanını meclis
sonuna kadar geciktirebilecektir.
Devamındaki maddelerde
rücû hakkının kullanılması şöyle dile getirilmiştir: “İcaptan sonra,
kabulden önce taraflardan biri, akit yapmak istemediğini gösteren
bir söz veya fiilde bulunursa icap bâtıl olup, kabule mahal kalmaz.”
67 “Taraflardan biri icapta bulunup da karşı tarafın kabulünden önce
rücû etse, icap bâtıl olur ve ondan sonraki kabul ile satım akdi meydana
gelemez.” 68
Diğer yandan Malikîler bu konuda
çoğunluk müctehitlere karşı çıkarak, icapta bulunanın artık karşı
tarafın kabulüne veya kabulün gecikmesi halinde nihayet alış-veriş
meclisinin sonuna kadar bu teklifinden dönemeyeceği esasını benimsemiştir.69
Ancak taraflardan birisi
veya her ikisi satış gerçekleşmeden önce dükkan, market ve mağaza
gibi alış-veriş yapılan yerden ayrılınca, önceki yapılan icap yani
belirli fiyatla yapılan satış veya alış teklifi geçerliliğini yitirir.
Alıcı sonradan yeniden gelerek aynı malı satın almak istese, satıcı
yeni bir teklifte bulunabilir. Bunda görüş birliği vardır.
III - SATIM AKDİNİN ŞARTLARI
Bir satım akdinde dört çeşit
şartın bulunması söz konusu olur. Bunlar fıkıh kaynaklarında şu başlıklar
altında incelenir: Meydana gelme (in’ikâd) şartları, geçerli olma
(sıhhat) şartları, yürürlük kazanma (nefâz) şartları ve bağlayıcı
olma (lüzûm) şartları. Bu şartların amacı, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları
önlemek, tarafların karşılıklı menfaatini korumak, aldanma riskini
kaldırmak ve bilinmezliğin yol açabileceği haksızlığı gidermektir.
Meydana gelme şartı eksik olan akit bâtıl olur. Sıhhat şartı yerine
gelmezse Hanefîlere göre akit fasit olur. Yürürlük şartı bulunmazsa
akit icazete kadar askıda (mevkûf) kalır. Bağlayıcılık şartı bulunmayan
akitte ise, tarafların muhayyerlik hakkı söz konusu olur. Aşağıda
bunları açıklayacağız:
A)
Meydana Gelme (İn’ikâd) Şartları:
Bir akdin şer’an tamam sayılabilmesi
için gerekli olan şartlara meydana gelme şartları denir. Bu şartlardaki
bir eksiklik akdi bâtıl kılar.
Hanefîlere göre, meydana gelme
şartları dört kısma ayrılır. Bunlar akdi yapanlarla, akdin kendisi
ile, akdin yapıldığı yerle veya akdin konusu ile ilgili şartlardır.
1.
Akdin tarafları ile ilgili şartlar:
a)
Ehliyet:
Hanefilere göre alış-veriş
yapacak olan kimsenin akıllı olması, yani iyi ile kötüyü, kârla zararı
ayırabilecek bir akıl olgunluğuna ulaşması gerekir. Bu da genel
olarak yedi yaşını doldurmakla kazanılır. Delil Hz. Peygamberin
şu hadisidir: “Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namazı
emrediniz.” 70 Bu hadise göre yedi yaşında namazın anlamını kavrayabilen
bir çocuk günlük bazı muamelelerin anlamını da kavrayabilir. Buna
göre, akıl hastası ile temyiz gücüne sahip olmayan yedi yaşından küçüklerin
alış-veriş yapması geçerli değildir. Küçüğün veya zorlanan (mükreh)
kişinin yaptığı alış-verişin hükmünü şöylece açıklayabiliriz:
Mümeyyiz
küçüğün alış-verişi:
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre,
yedi yaşla erginlik çağı arasında bulunan mümeyyiz küçüğün yapacağı
alış-veriş velisinin izni bulunmak şartı ile geçerli olur. Aksi halde
velisi izin verinceye kadar satış akdi askıda (mevkûf) kalır. Dayandıkları
delil şudur: Çocuğun yaptığı tasarruf, onun iradesine değil gerçekte
velisinin iznine dayanır. Çünkü böyle bir alış-verişte çocuk bir
tellâl gibi olup, asıl akdi yapan başkası yani veli olmaktadır. Diğer
yandan çocuğun alış-veriş yaptırılarak denenmesi ve tecrübe kazandırılması
da gerekir. Çünkü erginlik ve rüşd çağına ulaşınca, malı kendisine
teslim edilecektir. Alış-verişin velinin kontrolü altında yapılması
çocuğun aldanmasını önler ve malını korumuş olur.71
Şâfiîlere göre ise, çocuğun
ehliyeti bulunmadığı için yapacağı alış-veriş meydana gelmez. Çünkü
akdi yapan satıcı veya alıcı olsun, reşid olması gerekir. Rüşd hali ise bir kimsenin erginliği,
dininin doğruluğu ve malını doğru kullanması ile anlaşılır. Delil
şu ayettir:
“Allah’ın sizi başına diktiği
malları beyinsizlere vermeyin.”72 Çocuğa, alış-veriş yapması için
malda tasarruf izni vermek, malı saçıp savuracak olan sefihlere
vermek gibidir. Her ikisinde ortak nokta akıl eksikliği yüzünden malın
zayi olma endişesidir. Şâfiîler şu dört kişinin satım akdini bâtıl
saymıştır: Mümeyyiz olsun veya olmasın küçük, akıl hastası, mükellef
olsa bile köle ve âmâ. 73
Ancak erginlik çağına kadar
çocuğun hiçbir alış-veriş yapamayacağını söylemek çocuğun yetişmesine
engel teşkil edebilir. Bu yasağı malı ve serveti kendisine teslim
edilerek alış-verişte tamamen serbest bırakılması uygun değildir,
şeklinde anlamak gerekir. Bu yaşta veli kontrolü gerektiği için çocuğun
malı saçıp savurma tehlikesi bulunmaz. Zaten malın teslimi
rüşd’ten sonra olur.
Yedi yaşla erginlik çağı
arasındaki mümeyyiz küçüklerin yapacağı hukukî tasarruflar üçe ayrılır:
aa) Yararına olan tasarruflar:
Odun ve ot toplamak, avlanmak, hibeyi, sadakayı, vasiyeti veya borcu
için kefâleti kabul etmek gibi mümeyyiz küçüğün tamamen yararına
olan tasarruflar geçerlidir. Bunlar için velisinin önceden izni veya
tasarruftan sonra icazeti şart değildir.
bb) Zararına olan tasarruflar:
Yedi yaşla erginlik çağı arasındaki çocuğun malını başkasına hibe,
sadaka veya ödünç olarak vermesi yahut başkasının borcuna kefil olması
gibi hukuki tasarrufları geçerli değildir. Çünkü bunlar onun tamamen
zararına olup veli icazet verse bile yürürlük kazanmazlar. Çünkü
zararlı tasarrufa velinin icazet verme yetkisi yoktur.
cc) Yararlı da zararlı da
olabilen tasarruflar: Mal satmak, satın almak, kiraya vermek veya
kira ile yer tutmak, ortaklık ve benzeri akitler küçük çocuk için yararlı
da zararlı da olabilir. Bu yüzden mümeyyiz küçüğün yapacağı bu gibi
akitler velisinin iznine bağlı olarak (mevkûf) geçerlidir. Veli, çocuk
erginlik çağına ulaşıncaya kadar akde icazet verebileceği gibi,
erginlik çağından sonra çocuk da bizzat akdi devam ettirmeye karar
verebilir.74
Mükrehin
satışı:
Hanefîlerin çoğunluğuna göre,
zor altında bulunan kimsenin yapacağı, alım-satım, kira ve benzeri
akitler fâsittir. Zorlama ölümle korkutma gibi tam olsun (mülcî) veya
yalnız dövmek, bir kısım malı telef etmekle tehdit gibi eksik (gayri
mülcî ikrah) bulunsun sonuç değişmez. Çünkü iradenin zorlanması
akitlerin sıhhat şartlarından olan rızayı yok eder. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Mallarınızı kendi aranızda
bâtıl yollarla yemeyiniz. Meğer ki aranızda karşılıklı anlaşmadan
doğan bir ticaret ile ola.”75 İşte bir kimse rızası dışında bir akit
yapmaya zorlanmışsa, zorlama kalkınca bunu feshetme veya devam ettirme
hakkına sahiptir. Malın kabzedilmesi halinde, diğer fâsit akitlerde
olduğu gibi alıcı lehine mülkiyet sabit olur. Mükrehin satış bedelini
kabzetmesi veya satılan şeyi isteyerek teslim etmesi de akdi bağlayıcı
hale getirir. Zorlananın satışı ile diğer fasit satışlar arasında
şöyle bir fark vardır. Zorlanan kimse sözle veya fiille satışa izin
verirse akit caiz olur ve fesat durumu ortadan kalkar. Diğer fasit
satışlarda ise fesat şer’i bir sebepten kaynaklandığı için icazet verilse
bile fesat kalkmaz.
Mükrehin satışını fasit
saymak onun hakkını korumak içindir. Bu yüzden mükrehin satışı
“mevkûf (yürürlüğü durdurulmuş) satım akdi”ne benzetilmiştir. Bunun
adına da “mevkûf fasit satış” denilmiştir.
İmam Züfer’e göre, zorlama
satış akdinin yürürlüğünü durdurur. Bu, yetkisiz temsilcinin
(fuzûlî) satışı gibi, mevkûf sahih bir akittir. Yürürlük kazanması,
zorlama kalktıktan sonra, zorlananın icazet vermesine bağlıdır.
Böylece zorlananın hakları korunmuş olur, ancak satışı devam ettirmek
isterse buna da şer’i bir engel bulunmaz.76
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, bir
kimsenin kendi malını hür iradesiyle satması gerekir. Bu yüzden
mükrehin kendi malını zor altında kalarak satışı akdin meydana
gelmesine engel olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Meğer ki, aranızda karşılıklı
anlaşmadan doğan bir ticaret ile ola.” 77 buyurulmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.) de şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden hata, unutma ve zorlama altında
yaptıkları şeylerin hükmü kaldırılmıştır.”78
Haklı zorlama hali ise satışa
engel değildir. Mesela; bir kimsenin mescidin, yolun veya kabristanın
genişletilmesi için evini satmaya mecbur tutulması veya borcun ya
da nafakanın ödenmesi için borçlunun malını satmaya zorlanması bu
niteliktedir.
Telcie
(emanet) satışı:
Malının elinden alınmasından
korkan kimse, bunu başkasına emanet olarak verir, fakat topluma karşı
rükün ve şartlarına uyarak bu malını sattığını söyler. Böyle bir satışa
“telcîe satışı” denir.
Hanefîlere göre, darda kalan
(muzdar) kimsenin satışı ve alışı fasittir. Çünkü Rasûlullah (s.a) darda
kalan kimsenin satışını yasaklamıştır.79
Hanbeliler böyle bir satışı
bâtıl sayarken, Şâfiîler rükün ve şartlarına uygun olarak yapıldığı
için geçerli kabul ederler. Şâfiîlere göre bu, önce fâsit bir şart üzerinde
anlaşıp, daha sonra şartsız olarak satış yapmaya benzer. 80
b)
Akdi yapanların birden çok olması:
Satım akdi yapacak kimselerin
en az iki kişi olması gerekir. Hem satıcıyı, hem de alıcıyı temsil
eden tek vekil aracılığı ile satış gerçekleşmez. Ancak baba, babanın
vasîsi, hâkim veya her iki tarafın gönderdiği elçi bu kuralın istisnasıdır.
Mesela; bir baba velisi bulunduğu iki oğlundan birisinin satılması
gereken malını, diğer oğlu adına satın alabilir. Babanın vasîsi de
böyle bir muamele yapabilir. Hakim temsil ettiği yetimlerin birisine
ait satılık bir malı, diğer bir yetime ait para varsa bunu değerlendirmek
üzere onun adına satın alabilir. İki tarafın gönderdiği elçi de, birinden
aldığı malı diğerine satabilir. Çünkü elçi, temsil ettiği kişilerin
söz ve tekliflerini karşı tarafa sadece nakleden aracıdan ibarettir.
Vekil gibi akde ait sorumlulukları üstlenmez. Nikah akdinde ise
tek kişinin evlenecek iki kimseyi birlikte temsil etmesi mümkün ve
caizdir. İki tarafın da vekili veya velisi olan kimsenin şahitlerin
önünde tek başına temsil ettiği kimseleri evlendirmesi gibi.
Satış akdi ile nikah akdi
arasında bazı önemli ayrılıklar vardır. Satım akdinde birbirine
zıt menfaatler bulunur. Ezcümle; teslim etmek, teslim almak, satılanın
teslimini istemek, satış bedelini kabzetmek, ayıp (kusur) muhayyerliği
sebebiyle malı geri vermek ve diğer muhayyerliklerin bulunması
gibi satışa aid bir takım haklar vardır. Bu yüzden aynı kişinin hem
teslim eden hem teslim alan, hem isteyen, hem kendisinden istenen kişi
olması imkânsızdır. Akitle ilgili haklar yalnız akdi yapanlar için
söz konusu olduğundan, bir kişinin sözü iki kişinin sözü olarak kabul
edilemez. Nikah akdinde ise, haklar vekil üzerinde meydana gelmez,
bunlar doğrudan doğruya müvekkile ait olur. Bü yüzden nikahta vekil
olan kimse, alış-verişte elçi olan kimse gibidir.
Diğer yandan baba küçük oğluna
kendi malını kıymetinin misli ile veya insanların normal karşıladıkları
bir fazlalıkla satabilir veya onun malını aynı şekilde kendisine
satın alabilir. Böylece o, yetimin malına en güzel şekilde yaklaşmış
sayılır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Yetim rüşdüne erinceye
kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın.” 81 Burada,
babanın çocuklarına olan şefkati yüzünden onların haklarını tam
olarak koruyacağı esası benimsenmiştir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a
göre, yetim için yararı açık veya malın değerinin misli ile tasarruf
etmesi şartıyla vasî de baba gibidir. Çünkü onu baba titizlikle, çocukların
haklarını koruyacağına inandığı için seçmiştir.
İmam Muhammed’e göre ise kıyas,
ne babanın ve ne de vasînin küçüğün malında böyle bir tasarrufta bulunmasının
caiz olmamasını gerektirir. Ancak babanın tasarrufunun istisna
edilmesi vasînin aksine şefkatinin tam olması yüzündendir.
Hakime gelince, satım akdinin
doğurduğu haklar ona dönmez. O, sadece elçi mesabesinde olup, akdin
hakları onu bağlamaz. Bu yüzden de hakim ve elçiden her birisi için
akdin iki tarafını birlikte temsil etmesi caiz olur.
Şâfiîlerin aksine Hanefîlerin
çoğunluğu ve İmam Züfer’e göre, nikah akdinde beş yerde tek kişi iki
tarafı birden temsil edebilir.
aa) Her iki tarafın velisi
veya vekili olan kimse şahitlerin yanında temsil ettiği kimseleri
evlendirebilir. “Oğlumu kardeşimin kızı ile evlendirdim” veya
“vekili olduğum filanca erkekle, yine vekili bulunduğum falanca
kadını evlendirdim” demesi gibi.
bb) Bir taraftan asil, diğer
taraftan vekil olan kimse, kendisine nikah için vekalet veren kadını
kendisi ile evlendirebilir.
cc) Bir taraftan asil, diğer
taraftan veli olan kimse. Bir kimsenin velisi bulunduğu amcasının
küçük kızı ile evlenmesi gibi.
dd) Bir taraftan veli, diğer
taraftan da vekil olan kimse. “Kızımı müvekkilim filanca erkekle
evlendirdim” demek gibi. İki taraftan birlikte asil olmak ise aklen
gerçekleşmez. 82
2.
Akdin kendisinde bulunması gereken şartlar:
Bu tek şart olup kabulün icaba
uygun olmasından ibarettir. 83 Çünkü kabul icaba uygun olmadığı
takdirde yeni bir icap yani teklif söz konusu olur. Bu takdirde önceki
icap değişeceği için karşı tarafın kabul edici duruma geçmesi gerekir.
Meselâ; fiyatı bir milyon lira olan bir malı, alıcı dokuzyüzbin liraya
almak istediğini söylese bu, satıcıya yapılan yeni bir fiyat teklifidir.
Satıcı bu fiyata razı olunca akit meydana gelmiş olur. Aksi halde satıcı
eski fiyat teklifinde israr ederse icapla kabul arasında uygunluk
bulunmadığı için akit teşekkül edemez.
Satıcı; “iki kat elbiseyi
birlikte sana şu fiyata satıyorum” dese, alıcı yalnız bir kat elbiseyi
kabul ettiğini bildirse satış meydana gelmez. Yine satıcı; “şu daireyi
içindeki eşyası ile birlikte şu fiyata satıyorum” dese, alıcı;
“içindeki eşya dışında yalnız daireyi şu fiyata kabul ettim” diye
cevap verse satış meydana gelmez. Çünkü burada satışın bütünlüğü
(safka) satıcı aleyhine parçalanmış olur. Alıcının ise bu bütünlüğü
parçalama yetkisi yoktur. Diğer yandan kaliteli malla kalitesizini
karıştırarak satmak ticari hayatta adetlerdendir. Ancak alıcıya
kaliteli kısmı gösterip, gizlice kalitesizleri karıştırmak hileli
bir satış olur.
Alıcı, istenenden daha fazlasını
kabul etmiş olursa satış meydana gelir. Çünkü çoğun kapsamına az da
girer. Bununla birlikte, alıcı satıcının istediği miktarı üstlenmiş
olur. Meselâ; satıcı, bir malı on milyona sattığını söylese, alıcı
on iki milyona kabul ettiğini bildirse akit meydana gelir. Çünkü on
iki milyonun içinde on milyon da vardır. Burada alıcı sekiz milyona
kabul ettiğini söylese akit meydana gelmez. Belki bu, alıcının yeni
bir teklifi sayılır.
İcapla kabul arasındaki
uyumsuzluk miktarda değil de satış bedelinin niteliği üzerinde olsa
yine satış meydana gelmez. Meselâ; satıcı peşin bedelle teklifte bulunsa,
alıcı veresiye kabul ettiğini bildirse veya satıcı bir ay vade tanımış
iken, alıcı bundan daha uzun bir vade kabul etse, icapla kabul arasında
uyumsuzluk bulunduğu için satış meydana gelmez.84
3.
Akdin yapıldığı yerle ilgili şartlar:
İcap ile kabulün aynı mecliste,
tarafların birlikte hazır bulunması suretiyle yapılması gerekir.
Buna “meclisin tek oluşu (ittihâdü’l-meclis)” denir. Hazır olmayan tarafın,
icabı öğrendiği mecliste kabulü gerekir.
Taraflardan birisi satış
için icapta bulunsa, diğeri kabul etmeden önce satış meclisinden
çıkıp gitse veya akit meclisinin değişmesine yol açacak nitelikte
başka bir işle uğraşsa ve bundan sonra kabul etse, satış meydana gelmez.
Bununla birlikte kabul iradesinin açıklanmasında acele etmek
(fevr) şart değildir. Çünkü satışı kabul eden kimse çoğu zaman düşünmeye,
fiyat araştırması yapmaya muhtaçtır. Eğer fevr şart koşulursa satış
üzerinde düşünme fırsatı verilmemiş olur.85
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, icapla
kabul arasında büyük bir fasıla bulanmamak şartıyla kabulün icaptan
sonra olması gerekir. Uzun fasıla ise, alıcının kabulden vazgeçmesi
anlamına gelir. İcaptan sonra kısa bir sürenin geçmesi ise zarar
vermez.86
Mâlikîlere göre, satış akdinde
örfen satıştan başka bir şeye geçilmesi hali dışında, icap ile kabul
arasına bir fasılanın girmesi satışa zarar vermez.87
a)
Satış meclisinden ayrılma sayılıp sayılmayan haller:
Yolda yürürken veya binek
üzerinde giderken, satım akdi yapmak: Bu durumda araya bir fasıla
girmeksizin icap ve kabul peşpeşe yapılırsa satış gerçekleşir. Bir
iki adım yürünmüş olması zarar vermez. Ancak icapla kabul arasına kısa
da olsa bir fasıla ve susma girerse satış meydana gelmez. Çünkü yürümek
ve yol almakla satış meclisi değişmiş olur. Delil kıyastır. İslâm müctehidleri
bu konuyu secde ayetinin okunmasına ve boşanma için serbest bırakılan
(muhayyere) kadının durumuna kıyas yapmışlardır. Nitekim yolda
yürürken veya üzerinde farz namaz kılınmayan bir binekte yolculuk
yaparken secde ayeti bir kaç defa okunsa, her bir okuyuş için ayrı secde
gerekir. Çünkü yolculuk sebebiyle secde ayeti ayrı ayrı yerlerde
okunmuş sayılır. Boşama için serbest bırakılan kadın da yalnız bu muhayyerliğin
verildiği mecliste bu yetkiyi kullanabilir. Yürüme veya binek üstünde
yol alma halinde meclis değişeceği için muhayyerlik hakkı da ortadan
kalkar. Boşama yetkisi vekâlet yoluyla verilmiş olursa süreklilik
arz eder. Karısını muhayyer bırakma ise “dilersen kendini boşayabilirsin”
demekle gerçekleşir. 88
Taraflar durdukları sırada
alış-veriş yapsalar satım akdi gerçekleşir. Ancak durdukları sırada
birisi satış için icapta bulunsa, diğeri kabulden önce biraz yürüse
veya her ikisi birlikte yürüseler yahut da satıcı kabulden önce yürüyecek
olsa, bundan sonra alıcı kabul ettiğini bildirse de satım akdi meydana
gelemez. Çünkü icaptan sonra taraflardan birisinin veya her ikisinin
yürümesi ile meclis değişmiş sayılır. Burada kabulden önce satıcı
veya alıcıdan birisinin akit meclisinden kalkıp gitmesi satış teklifini
red anlamına gelir.
Gemi, uçak veya trende yapılacak
alış-veriş geçerli olur. Bunların durmaları ile hareket halinde bulunmaları
arasında fark yoktur.
b)
Vekil, elçi veya mektupla alış-veriş yapmak:
Akit meclisinde bulunmayan
birisine bir malı satmak veya ondan bir malı satın almak için yapılacak
icapla satış gerçekleşmez. Teklif karşı tarafa ulaşıp kabul etse bile
sonuç değişmez. Ancak böyle bir satışın vekil, elçi veya mektup aracılığı
ile yapılması durumu müstesnadır.
Vekil yetki sınırları içinde
müvekkili adına mal satın alabilir ve onun malını başkasına satabilir.
Müvekkilin akit meclisinde hazır bulunması şart değildir. Elçi ise
sadece temsil ettiği kişinin haberini karşı tarafa ulaştıran kimsedir.
Elçi aracılığı ile satış şöyle olur: Satıcı elçiye şöyle talimat
verir: “Ben şu kumaşı, burada bulunmayan filan kişiye şu fiyata satıyorum.
Onun yanına git ve şöyle de: Filan kişi kumaşını sana şu fiyata sattı.”
Elçinin getirdiği mesajı (teklifi) öğrenen alıcı, mesajın iletildiği
mecliste “satın aldım” veya “kabul ettim” derse satış gerçekleşir.
Burada satıcı ve alıcının ayrı olan yerleri elçi aracılığı ile tek
meclis halini almış sayılır.
Mektupla satış ise, satıcının
“ben şu malımı sana şu fiyata satıyorum” diye mektup yazması, alıcının
mektubu aldığı ve okuduğu mecliste; “ben de o fiyata satın aldım”
veya “kabul ettim” diye cevap vermesiyle gerçekleşir. Burada da
iki meclis yazıyla hitap yüzünden tek meclis sayılır. Ancak kabul,
mektubun kapsamını öğrendikten sonra ikinci bir meclise ertelenirse
bununla satım akdi meydana gelmez. Çünkü teklifin bağlayıcılığı
mektubun karşı tarafa ulaşıp öğrenildiği ana kadardır.
Diğer yandan mektupla icapta
bulunan kimse, karşı tarafın kabulünden ve mektubun ona ulaşmasından
önce şahitlerin önünde satış teklifinden dönebilir. Mâlikîlerin çoğunluğuna
göre ise mektupla icapta bulunan kimse, karşı tarafa örfün belirlediği
makul bir süre tanımadıkça teklifinden dönemez.89
Satım akdinde meclis birliği
ile ilgili hükümler kira ve hibe akitlerini de kapsamına alır.
Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e
göre, meclis birliği konusunda nikah akdi de satım akdi gibidir.
Ebu Yusuf’a göre ise, nikah akdinde bir taraf, karşı taraf bulunmadığı
halde, “Şahit olunuz, burada olmayan filanca ile şu kadar mehirle
evlenmeyi kabul ettim” dese, bu haber karşı tarafa ulaşınca, o da
“kabul ettim” derse nikah akdi gerçekleşir.90
3.
Safka’nın bölünmezliği ilkesi:
Alış-veriş sırasında veya
İslâm Devlet başkanına bey’at ederken tarafların el ele tutuşmasına
“safka” denir. Bu terim daha sonra bizzat satım akdinin bütünlüğü
için kullanılır olmuştur. Bir satış akdinde satıcı, alıcı, satılan
şey, satış bedeli, satma ve alma iradelerinin açıklanması gibi unsurların
bir bütün olarak bulunması gerekir. Bunlardan birisi eksik olur veya
birbirine uygun olarak bulunmazsa akdin bütünlüğü bozulur. Hz.
Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Satım akdi ya tek sözleşme ile
tamam olur, ya da muhayyerlik vardır.” 91
Safka’nın bütünlüğü içinde
icap ve kabulün birbirine uygunluğu önemli bir yer tutar. Safka’nın
parçalanması ya akdi yapanlarla ya da satılan malla ilgili olarak
ortaya çıkar.
a) Safka’nın akdi yapanlar
bakımından bölünmesi:
Satıcı veya alıcı tek kişi
olup satış teklifinde bulunur fakat kabulü yapacak olan taraf birden
fazla olursa, bunlardan birisinin satışı kabul edip, diğerlerinin
red etmesi halinde akdin bütünlüğü bozulacağı için satış meydana
gelmez. Bunun aksine icapta bulunanların sayısı çok olsa, kabul
edecek kimse tek kişi bulunsa, icapta bulunanlardan birisinin payını
kabul edip diğerlerini reddetmek de bütünlüğü bozar.
b) Safka’nın satılan şey bakımından
bölünmesi:
Akdin tarafları bir olur,
bunlardan birisi satılan şeyin bir bölümünü kabul, diğer kısmını
red ederse, safka’nın bölünmesi sebebiyle satım akdi sahih olmaz.
Meselâ; satıcı, “on ton buğdayı şu fiyata satıyorum” diye teklifte
bulunsa alıcı “Beş tonunu şu fiyata alıyorum” diye kabul etse, safka
bölündüğü için satış meydana gelmez. Burada, alıcının beş ton satın
alma teklifini yeni icap kabul edip satıcı da bunu kabul ettiği takdirde
yeni bir satım akdi meydana gelir. Ancak satılan şey mislî olur, iki
ölçek buğday veya pirinç gibi miktarı da belli olursa, alıcı bunlardan
birisini kabul edince, satış bedeli satılanın cüzlerine paylaştırılır.
Böylece safka bölünmeden akit gerçekleşmiş olur.
Eğer satılan şey birden fazla
olur ve kıyemî nitelikli bulunursa, alıcının bu şeyin bir bölümünü
kabul edip bir bölümünü reddetmesi halinde safka bölünmüş olur. İki
kumaşı veya iki binek hayvanını birlikte teklif eden satıcıya karşı
bunlardan birisini kabul etmek gibi.
Ancak satıcı bu durumda iki
çeşit kumaşın veya iki hayvanın fiyatlarını ayrı ayrı belirlemiş
ve toplam fiyat söylemişse bu takdirde alıcı bunlardan birisini
kendine ait fiyatla kabul etse safka bölünmüş sayılmaz ve satış sahih
olarak meydana gelir. Meselâ; iki hayvandan birisine dört milyon, diğerine
altı milyon, toplam on milyon lira fiyatla icapta bulunmuşsa, alıcı
bunlardan birisini kabul edince ona ait olan fiyatla satış meydana
gelmiş olur.
Burada satılan malın miktarı
çoğaldıkça fiyatın düşeceği tüccarın uyguladığı esaslardandır.
Alıcının çok miktarda mal alması halinde satıcı tüccar sürümden kazanacağı
için fiyatı düşürür. Bu yüzden bir elbiseden yüz takım alacağını
söyleyen müşteriye satıcı ona göre fiyat verir. Daha sonra alacağı
elbise miktarını beş takıma düşürürse, yüz adete göre yapılan pazarlığın
değişmesi tabiîdir. Çünkü akdin bütünlüğü parçalanmış olur. Ancak
satıcı işin başında standart olan her elbise için ayrı fiyat söylemişse,
alıcının beş kat elbiseyi kabul etmiş olması safka’yı parçalamaz
ve satış bu sayıda elbise için yapılmış olur. Başka bir deyimle satıcı
her standart elbise grubu için ayrı fiyat belirlemekle ayrı icaplarda
bulunmuş sayılır.
İcap ve kabul birbirine uygun
olarak meydana gelince satım akdi bağlayıcı olur ve taraflardan
herhangi birisi için ayıp veya görme muhayyerliği dışında seçimlik
hak da bulunmaz.
Mecelle’de bu prensip şöyle
belirlenmiştir: “Bir pazarlık sonunda satılan şeyin bir bölümü
ayıplı (kusurlu) çıksa, henüz mal kabzedilmemişse alıcı muhayyer
olur. İsterse malın tamamını geri verir, dilerse malı, satış bedelinin
tamamı ile kabul eder. Onun yalnız ayıplı kısmı geri verip kalanını
alıkoyma hakkı yoktur. Eğer satılan şey kabzedilmiş olur ve ayıplı
kısmı ayırmakta bir zarar bulunmazsa, alıcının ayıplı kısmı, satış
bedelinden payı karşılığında geri verme hakkı doğar. Bu durumda
o, satıcı razı olmadıkça malın tümünü geri veremez. Eğer kusurlu
kısmın ayrılmasında bir zarar olacaksa tamamını geri verir ya da
malın tümünü satış bedelinin tamamı karşılığında kabul eder.
Meselâ; dört altın liraya iki kat elbise satın alsa, kabzdan önce bunlardan
bir katının kusurlu olduğu ortaya çıksa, iki katını birlikte geri
verir. Eğer bu durum kabzdan sonra anlaşılırsa yalnız kusurlu olanı
satış bedelinden payı karşılığında geri verir. Diğerini ise satış
bedelinin geri kalanı karşılığında elinde tutar. Çünkü elbiseler
ayrı ayrı kullanıma elverişlidir. Fakat bir kimse bir çift ayakkabı
satın alsa, kabzdan sonra bunlardan birisinin kusurlu olduğu anlaşılsa,
ikisini birlikte satıcıya geri verir ve ondan satış bedelini
alır.” 92Çünkü bu son durumda ayakkabıyı tek tek alıp satmak mümkün olmaz.
Tek ayakkabının geri verilip diğerinin bırakılmasında zarar vardır.
Ebû Hanife ve Mâlikîlere göre,
tek pazarlıkla helâl ve haram şeyler birlikte satılsa, satışın tamamı
bâtıl olur. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, satış helâl malda sahih,
haram malda fâsit olur. Meselâ; bir ton buğday ile bir ton şarap birlikte
tek pazarlıkla satılsa Ebu Hanife ve Mâlikîlere göre satış bütünü
için bâtıl sayılırken, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre buğday hakkında
geçerli, şarapla ilgili kısmı ise fasit olur. Bu iki görüşün dayandığı
delil şudur: Ebu Hanife’ye göre tek pazarlıkla yapılan satış (safka)
sahih olanla fâsidi birlikte kapsarsa akitteki bozukluk tamamına
geçer. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise bu bozukluk sahih olan kısma
sirayet etmez ve fesadın etkisi yalnız fâsit olanla sınırlı kalır.
Yine bir kimse kendisine ve
başkasına ait malı birlikte tek pazarlıkla satsa Hanefi ve
Mâlikîlere göre, kendine ait malda satış bağlayıcı olurken, başkasına
ait kısmın satışı, mal sahibinin icâzetine bağlı olur. Çünkü bu kısım
mevkûf veya fuzûlî’nin satışı niteliğindedir.93
B)
Satım Akdinin Sıhhat Şartları:
Akitlere ait sıhhat şartları
genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılır:
1.
Genel Şartlar:
Bütün satış çeşitlerinin
şer’an geçerli olabilmesi için ortak olarak bulunması gereken şartlardır.
Satış türlerinin her birinde altı çeşit kusurun bulunmaması gerekir.
Bu kusurlar şunlardır: Bilinmezlik, zorlama, satışa süre koyma, garar,
zarar ve fasit şartlar. Bunları aşağıda açıklayacağız.
a)
Bilinmezlik:
Bununla, tarafları çözülmesi
güç olan bir anlaşmazlığa düşüren çok bilinmezlik kastedilir. Çok
bilinmezlik taraflar arasında menfaat çekişmesine yol açar ve bunu
daha üstün bir delille çözmek mümkün olmaz. Meselâ; bir kimse sürüden
belirsiz bir koyun satsa, alıcı en iri olan koçu almak, satıcı ise daha
ucuz bir koyun vermek ister. Hayvanın niteliğindeki bu bilinmezlik
onları anlaşmazlığa düşürür. Bilinmezlik şu konularda ortaya çıkar:
Satılan malın, alıcıya göre
cins, nevi veya miktar olarak bilinmemesi.
Satış bedelinin belirsiz
olması. Meselâ; bir şeyi mislinin satış bedeli ile satmak anlaşmazlığa
yol açar.
Vadenin belirlenmemesi.
Vadeli satışta veya şart muhayyerliğinde vadenin belirlenmemiş
olması satım akdini fasit kılar. Veresiye satışta, vade tarihi
belirlenmezse satıcı alacağını bir an önce elde etmek, alıcı ise
geciktirmek ister. Böylece taraflar arasında bir menfaat çekişmesi
doğar. Ancak belirli bir para veya belirli bir mal için yapılan satışta
teslimin geri bırakılması caiz değildir. Çünkü satış sırasında
mevcut olan satış bedelinin veya malın teslimini geciktirmek anlamsızdır
ve karşı tarafa zarar verir.94
Borç teminatlarındaki bilinmezlik
de satışı fasit kılar. Satıcı vadeli satış bedeli için bir kefil veya
rehin şart koşsa bunların önceden belirli olması gerekir.
b)
Zorlama (ikrah):
Zorlamadan maksat, bir kimseyi
razı olmadığı bir işi yapmaya zorlamaktır. İkiye ayrılır:
Tam zorlama: Öldürme veya
bir organını telef edecek şekilde dövme tehdidi bu türe girer.
Meselâ; “Şu arsanı şu fiyata satmadığın takdirde öldürüleceksin” tehdidi
altında kalan kimse satışa razı olsa, satışı zor altında yapmış
olur. Zorlama kalkınca akdi feshetme hakkı doğar.
Eksik zorlama: Hapis, dövme,
sürgün etme gibi tehditler bu çeşide girer. Bu çeşit zorlama da satım
akdini fasit kılar. İmam Züfer’e göre ise bu durumda akit “mevkûf satış”
olur. Satış fasit kabul edilirse alıcı kabz suretiyle mala malik
olur. Mevkûf kabul edilirse kabz ile hiçbir şekilde ona mâlik olamaz.
Tercih edilen görüşe göre, mükrehin akdi mevkuftur. Çünkü Hanefilerin
ittifaklı görüşüne göre zorlananın, ikrahtan sonra akdi geçerli
sayması caizdir ve onun hakkında bağlayıcı olur.95
c)
Satışa süre koyma:
Satışa belirli bir süre koymak
satım akdini fasit kılar. Çünkü bir malın mülkiyeti süre sınırlamasını
kabul etmez. Yani bir mal satıldığı zaman, bu malın mülkiyetinin süresiz
olarak karşı tarafa geçmesi asıldır. Ancak bazı muhayyerlikler veya
akdin yürürlük kazanması başkasının icazetine bağlı olan durumlar
satışı geçici olarak askıda bırakabilir. Meselâ; “Şu dairemi bir
yıl süreyle sana şu fiyata sattım” teklifini alıcı kabul etse, böyle
bir satış fasit olur. Tarafların satışı bozması gerekir. Çünkü bir
yıl sonra daire geri iade edilecekse, bu, satıştan çok kira sözleşmesi
niteliğinde olur. Diğer yandan bir yıl içinde mülkiyet hakkını tam
olarak kullanma imkânı da bulunmaz. Meselâ; üçüncü bir kişiye satış
imkânı olmaz.
d)
Garar (Alış-verişte şart koşulan niteliğin ihtimalli oluşu):
Burada garar’dan maksat,
şart koşulan niteliğin bulunmama ihtimalidir. Meselâ; bir kimse
bir ineği hergün yirmi litre süt verdiğini söyleyerek satsa, ineğin
bu kadar süt vermeme ihtimali de vardır. Bu yüzden satış gararlı bir
satımdır. Hayvanın yavrusunun yavrusunu satmada da durum böyledir.
Çünkü yavru sağ doğmayabilir. Yavru doğmadan önce annesi telef olabilir
ya da bir ihtiyaçtan dolayı satılabilir. Bu takdirde hayvanın satıldığı
yerlerde onu izleyerek doğacak yavruyu teslim almak büyük sıkıntılar
doğurur. İşte meydana gelip gelmemesi ihtimalli olan bu gibi satışlar
satım akdini bâtıl kılar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) garar satışını
yasaklamıştır. 96 Başka bir hadiste garar satışına şu örnek verilmiştir:
“Sudaki balığı satın almayınız. Çünkü bu garardır.” 97 Deniz veya göldeki balık henüz tutulmadan
satılırsa iki türlü sakınca ortaya çıkar. Birincisi; satıcının
herkese mübah olan bir şeyi henüz elde etmeden (ihraz) başkasına
satması, ikincisi; alıcı ile anlaştığı miktar ve kalitede balık avlayabilmesinin
belirsiz ve ihtimalli oluşudur. Ancak özel havuzlarda yetiştirilen
sahipli alabalık ve benzerlerini bundan istisna etmek gerekir.
Çünkü her an istenildiği kadar balık tutma imkânının bulunması ve havuzun
herkese ait mübah bir yer olmaması satım akdini ifayı mümkün hale
getirmektedir.
e)
Zarar:
Burada, satılan malın satıcıya
zarar vermeden alıcıya tesliminin mümkün olmaması kastedilir.
Meselâ; çatıdan belli bir kirişi satmak veya takım elbiselik olarak
ayrılan kumaştan bir metre satmak satışı fâsit kılar. Çünkü binanın
bir kirişini sökmek, bu kirişin bağlı olduğu yerlere zarar vereceği
gibi, birer takım elbise veya mantoluk ayrılmış kumaştan da bir metresinin
satılması geri kalan kısmın tapon mal olarak elde kalmasına yol açabilir.
Her iki örnekte de bundan satıcı zarar görür. Her nasılsa yapılmış
olan böyle bir satışı, satıcı bozabilir. Ancak bu çeşit satış bilerek
yapılmış olur ve mal alıcıya teslim edilmiş bulunursa akit geçerli
olur. Burada satıştaki bozukluk şerîatın hakkından çok kişinin hakkını
korumak için belirlenmiştir.98
f)
Fâsit şart:
Satıcı veya alıcıdan yalnız
birisi için üstün bir yarar sağlayan şarta “fâsit şart” denir. Böyle
bir şartın İslâm tarafından konulmamış olması, örfleşmiş bulunmaması,
akdin gerektirdiği veya akde uygun düşen nitelikte bir şart olmaması
gereklidir. Meselâ; bir kimsenin evini, içinde bir yıl oturmak şartıyla
satması veya arazisini müşterinin satış bedelinden ayrı olarak
bir miktar ödünç para vermesi şartıyla satması bunlara örnek verilebilir.
Fâsit şart; satış, kira ve taksim
gibi mâlî bedelli bir akitte bulunduğu zaman bu akdi fâsit kılar. Fakat
teberruât (hibe, sadaka), tevsîkat (rehin, kefâlet) ve evlilik akdi gibi
bedelsiz akitlerde konulacak fasit şart yok (lağv) sayılır ve bunlar
geçerli olarak meydana gelir. Meselâ; bir yıl parasız oturmak şartıyla
bir daire satılsa bu satım akdi fasit olurken, bir nikah akdinde kadının
geçimini kendi gelirinden karşılayacağı şart koşulsa, bu şart yok
sayılır ve nikah akdini etkilemez.
Diğer yandan bir İslâm toplumunda
taraflardan birisine üstün yarar sağlayan bazı fâsit şartlara başvurulması
örf halini almış olabilir. Bu takdirde “örf” deliline dayanarak bu
şartın geçerli olduğuna hükmedilir. Bir firmanın bir yıl süreyle
tamir ve bakımını ücretsiz olarak yapmak şartıyla beyaz eşya veya
bilgisayar gibi mallarını satmasını buna örnek verebiliriz. Bu
uygulama bir beldede teâmül halinde yaygınlaşınca meşrû olur.99
2.
Özel şartlar:
Satış çeşitlerinin bazılarında
bulunup, bazılarında bulunmayan şartlardır. Satılan malın niteliğine
ve akdin çeşidine göre özelliği olan şartları şu şekilde belirleyebiliriz:
a) Kabzdan önce satış yasağı:
Bu yasak yalnız menkul (taşınabilir)
malların satışında söz konusu olur. Çünkü Allah elçisi; “Bir gıda
maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe başkasına satmasın”100
buyurmuştur. Menkul malın kabzdan önce telef olması halinde, bunu
teslim almadan satan kimse satım akdini ifaya güç yetiremez.
Gayri menkullerde ise telef
olma nadir olarak vukubulduğu için bunların kabzdan (teslim almadan)
önce satışı Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre caiz görülmüştür. Böylece
taşınmazların niteliğine uygun olan özel satış şartları ortaya
çıkmıştır.101
b)
Güvene dayanan satış çeşitlerinde önceki alış fiyatının
bilinmesi:
Satım akdi murâbaha (kâr oranı
belirli), tevliye (başabaş satış) veya vazîa (zararına satış) gibi
güvene dayalı satış çeşitlerinden ise önceki satış bedelinin bilinmesi
gerekir. Meselâ; “bu malı yüzde yirmi kârla satıyorum” denildiği zaman,
malın önceki alış fiyatı bilinmeli ki bunun üzerine yüzde yirmi
kâr eklenebilsin. “Başabaş veya şu kadar zararla satıyorum” denildiği
zaman, satış fiyatının belirlenmesi, önceki alış fiyatının veya
maliyetin bilinmesini gerektirir.
Burada müşteri, kendisine verilen bilgilere güvenerek malı almaya
karar verdiği için bu şekil satış çeşitlerine “emânet” veya “güvene
dayalı satım akdi” adı verilmiştir.
c)
Sarf akdinde bedellerin peşin verilmesi:
Satım akdi altın, gümüş, para
veya dövizin birbirleriyle mübadelesi gibi sarf akdi (sarrafın
veya döviz alım-satımı yapanların muameleleri) niteliğinde olursa,
taraflar birbirinden ayrılmadan önce iki bedelin de kabzedilmesi
şarttır. Aksi halde faize düşülmüş olur. Meselâ; altın altınla, altın
gümüşle veya bunlar nakit para ile mübadele edilmek istenince mübadelenin
peşin olması gerekir. Bunlarda veresiye satış “nesîe ribası”na yol
açar. Delil sünnet ve sahabe uygulamasıdır. İleride sarf ve faiz konusunu
geniş olarak açıklayacağız. Burada uygulamadan bir örnek vermekle
yetineceğiz.
Ashab-ı kiramdan Mâlik b. Evs
(r.a) şöyle demiştir: “Yüz dinar altın parayı (yaklaşık 400 gr. altın
para), gümüş para olan dirhemle değiştirmek istedim. Talha b. Ubeydillah
(r.a) beni çağırdı, pazarlık edip anlaştık. Benden dinarları aldı
ve çevirmeye başladı. Sonra hazinedarım ormandan gelince bedelini
veririz, dedi. Hz. Ömer de yaptığımız bu muameleyi izliyordu. Bana
hitaben; “Vallahi dir-hemleri alıncaya kadar Talha’nın yanından ayrılma.
Çünkü Hz. Peygamber bunların mübadelesinin peşin yapılmasını
emir buyurdu” dedi.102
d)
Selem’de para peşin standart malın veresiye olması:
Eğer satış, para peşin mal veresiye
olan “selem akdi” niteliğinde olursa selem’in şartlarını taşıması
gerekir. İleride selem akdini açıklayacağız.
e)
Faiz cereyan eden şeylerin peşin mübadele edilmesi:
Eğer mal, kendisinde faiz cereyan
eden ribevî mallardan ise, aynı cinsin birbiriyle mübadelesinin
eşit ve peşin yapılması gerekir. Cinsler değişik olunca ise peşin olmak
şartıyla miktarları farklı olabilir. Meselâ; yirmi iki ayar altın aynı
ayardaki altınla peşin ve eşit olarak değiştirilebilir. Bu yapılamazsa,
satışın para, döviz veya gümüş gibi başka bir değerle gerçekleştirilmesi
gerekir. Şâfiîlerde sarraf, altını altınla mübadelede kâr olarak
“işçilik” alabilir. Buğday ve arpa gibi standart malların trampası
da peşin olarak yapılabilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Altın
altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma
ile, tuz tuzla misli misline, birbirine eşit olarak ve peşin satılırlar.
Ancak bu cinsler farklı olunca istediğiniz gibi satış yapınız.” 103
f)
Paradan başka alacakların kabzdan önce satılamaması:
Zimmette borç olarak sabit
olan şeylerin başkasına satılabilmesi için kabz gerekir. Meselâ; para
peşin, mal veresiye bir satış şekli olan selem’de; üç ayın sonunda teslimi
şart koşulan standart bir malı, alacaklı teslim almadıkça başkasına
satamaz. Yine alacaklının da alacağı karşılığında kabzetmeden önce,
borçludan başkasından bir şey satın alması geçerli değildir. Ancak
karşılıklı rıza ile bir para alacağının başkasına havalesi (ciro)
de mümkün ve caizdir. Bu takdirde alacağı belgeleyen senet veya çek
gibi belgelerin satıcıya ciro edilmesi, ona, alacağı gününde tahsil
yetkisi vermektedir. Bu nedenle başkasından ciro yoluyla alınan
bir senet veya çek karşılığında üçüncü kişilerden mal satın alınması
ya da bunların, miktarı denk borçların ödenmesinde kullanılması
mümkündür.
C)
Akdin Yürürlük Kazanması (Nefâz) İçin Gerekli Şartlar:
Nefâz sözlükte; geçmek, gitmek
ve caiz olmak demektir. Bir fıkıh terimi olarak bir akdin başkasının
icazetine veya iznine bağlı olmaksızın yürürlük kazanmasını ifade
eder. Akdin yürürlük kazanması için iki şartın bulunması gerekir.
Bunlar da mülk veya velâyet ile akit konusu olan şeyde başkasına ait
bir hakkın bulunmamasıdır. Aşağıda bunları açıklayacağız:
1.
Mülk veya Velâyet:
Kişinin, şer’î bir engel bulunmadığı
zaman tek başına tasarrufta bulunmak üzere malik sıfatıyla sahip
olduğu şeye “mülk” denir. Akıl hastası, bunak veya eksik ehliyetli
kimseler kendilerine ait mülkler üzerinde tasarruf ve yararlanma
hakkına sahiptirler. Fakat şer’î bir engel yüzünden bu tasarruf yetkisini
onlar adına kayyım veya vasileri kullanır. Buradaki şer’î engel onların
velâyet altında bulunmalarıdır.104
Velâyet; kendisi aracılığı
ile akdin gerçekleşip yürürlük kazandığı şer’î yetkiyi ifade eder.
Velâyet ya kişinin kendi işlerini bizzat kendisinin üstlenmesi şeklinde
olur, ya da bu yetkiyi başkasının üstlenmesi tarzında olur. Meselâ;
akıllı ve ergin kimse kendi işleri üzerinde bağımsız velâyet yetkisine
sahiptir. Buna, rüşd yaşına ulaşınca malî konularda tam tasarruf
yetkisi de eklenir. Rüşd; malı saçıp savurmaksızın yerinde ve ölçülü
kullanma olgunluğunu ifade eder. Bu yüzden rüşd yaşı ülkeden ülkeye
beldeden beldeye değişebilir. Bir kimsenin işini başkasının üstlenmesi
ya vekâlet yoluyla ya da velâyet yoluyla olur. Vekil kişinin kendisi tarafından belirlenirken,
veliler İslâm tarafından belirlenmiştir. Eksik ehliyetliler için
mâlî konularda veliler; baba, dede, hakim ile babanın veya dedenin
yahut hakimin tayin edeceği vasîdir. Bunların veli olmasında şu sıra
gözetilir: Baba, sonra onun vasîsi, dede, sonra onun vasîsi, hakim ve
sonra onun vasîsi. Eğer vasi tayin edilmemişse veliler sırasıyla baba,
dede ve hakimdir.105
Bu duruma göre, satılan malın
satıcının mülkü olması gerekir. Bu yüzden başkasına ait mülkü yetkisiz
olarak satan kimsenin (fuzûlî) bu satışı yürürlük kazanamaz. Çünkü
satım akdi mülk veya velâyet yetkisine dayanmamıştır. Ancak
Hanefîlere göre fuzûlî’nin satışı, mülk sahibinin icazetine bağlı olarak
meydana gelir. Malın sahibi icazet verirse satış yürürlük kazanır,
aksi halde akit ortadan kalkar. Şâfiîlere göre mülk veya velâyet satım
akdinin meydana gelme (in’ikad) şartlarından sayılmıştır. Bu yüzden
onlar fuzûlî’nin satışını batıl saymışlardır.106
Aşağıda fuzûlî’nin hukûkî tasarruflarını
açıklayacağız:
a) Yetkisiz temsilcinin
(Fuzûlî) yaptığı muameleler:
Başkasına ait bir malı
velâyet veya vekâlet gibi haklı bir nedene dayanmaksızın yetkisiz
olarak satan kimseye “fuzûlî” denir. Fuzûlî, alım, satım, kira, rehin
gibi bir muameleyi mal sahibi adına yaptığını söylediği için, biz
buna “yetkisiz temsilci” terimini kullanacağız.
Yetkisiz temsilcinin başkası
adına mal alması veya satması farklı şekilde değerlendirilir.
Hanefîlere göre yetkisiz temsilcinin
başkasına ait malı satışı, mal sahibinin bu satışı kabul etmesi
şartına bağlı olarak meydana gelir. Mal sahibi satışa izin verirse,
satış baştan itibaren geçerlilik kazanır. İzin vermezse satış ortadan
kalkar. Böyle bir satışa “mevkûf satım akdi” denir. Diğer yandan yetkisiz
temsilcinin satışı kendisi veya mal sahibi adına yaptığını söylemesi
de sonucu değiştirmez. Çünkü mal başkasına ait olduğu için yetkisiz
temsilci üzerinde sonuç doğurmaz.
Yetkisiz temsilcinin başkası
adına mal satın almasına gelince; eğer malı alırken kendi adına aldığını
belirtmiş olursa satın alma kendi adına sonuç doğurur. Çünkü prensip
olarak akit yapanlar aksi belirtilmedikçe bunu kendi adına yapmış
sayılırlar.
Fuzûlî, satın almayı başkası
adına yaptığını söyler veya kendisinin eksik ehliyetli olması yüzünden,
akit onun üzerinde yürürlük kazanamazsa, akit kendisi adına satın
alınan kimsenin icazetine bağlı olarak meydana gelir. O kişi, bu satın
almayı kabul ederse akit yürürlük kazanır. Bu durumda fuzûlî, akde
ait hakların kendisine döndüğü bir vekil olarak kabul edilir.107
Mâlikîlere göre, satım ve alım
arasında bir ayırım söz konusu olmaksızın, fuzûlî’nin alım-satımı ilgilinin
vereceği icazete bağlı olarak meydana gelir. Eğer ilgili kimse icazet
verirse akit geçerli, vermezse bâtıl olur. Çünkü sonradan verilen
icazet, önceden verilen izin veya vekâlet gibidir.108
Fuzûlî’nin yapacağı akdin geçerli
oluşu şu delillere dayanır. Kur’an-ı Kerim’de alış-verişin mübah olduğunu
bildiren ayetlerde fuzûlî olanla olmayan arasında bir ayırım yapılmamıştır.
Ayetlerde şöyle buyurulur: “Allah alış-verişi helal kılmıştır.”
109, “Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz. Meğer ki tarafınızdan
karşılıklı rıza ile yapılmış ticaret ile ola.”110, “Cuma namazı kılınınca
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan arayın.”111
Fuzûlî tam ehliyetli kimsedir.
Bu yüzden onun akdine geçerlilik kazandırmak ihmal etmekten daha
üstündür. Hz. Peygamber (s.a)’in uygulaması da bu yönde olmuştur. Nitekim
Rasûlullah (s.a), Hakîm b. Hizâm’a kurbanlık
bir koyun satın alması için bir dinar altın para vermiş, o da bir dinara
iki koyun satın almış, bunlardan birisini bir dinara satmış ve Allah’ın
elçisine bir dinar ve bir koyun geri
getirince Resûlullah (s.a) onu övmüş ve: “Allah bu yaptığın alış-verişte
sana bereket ihsan etsin.” buyurarak, onun için bereketle dua etmiştir.112
Başka bir rivayette benzeri olay Urvetü’l-Bârikî (r.a) ile ilgili olarak
nakledilmiştir.113 Allah elçisi yukarıdaki iki durumda da ikinci
koyunun satın alınmasını da satılmasını da emretmemiştir. Buradan
onun, yetkisiz temsilcinin satım akdine izin verdiği anlaşılmaktadır.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise
fuzûlî’nin satışı geçerli değildir. Hanbelîler şu ayırımı yapmıştır.
Fuzûlî kendi zimmetinde olmak üzere satın alır ve ismini belirtmediği
bir kişi adına niyet ederse satış geçerli olur. Yetkisiz temsilcinin
satışını caiz görmeyenlerin dayandığı delil şu hadislerdir: “Bir
kimse mâlik olmadığı şeyi satamaz”114 “Yanında olmayan şeyi satmak
helâl değildir.”115 Bundan maksat ise satıcının mülkiyeti altında
olmayan şeyin satışıdır. Fuzûlî’nin satışında, satılanın teslimine
güç yetirememe ihtimali yanında, anlaşmazlığa yol açması da muhtemeldir.
Yukarıda zikredilen Hakim b. Hizam ve Urve hadisleri bunların mutlak
vekil olduklarını gösterir. Onun koyunu satıp geri kalanı teslim
etmesi buna delâlet eder. Burada vekâletin kapsamı hayırlı bir sonuç
için genişletilmiştir.116
b)
Yetkisiz temsilcinin tasarrufuna icazet vermenin şartları:
aa) Akit sırasında akde icazet
verecek birisinin bulunması gerekir. Meselâ; başkasının bir kısım
malını izinsiz olarak tasadduk eden kimsenin bu tasarrufu malın sahibi
ehliyetli ise mevkûf olarak meydana gelir. Ancak tasadduk edilen bu
malın sahibi küçük çocuk olursa, bu akdi yapmağa ehil bulunmadığı
için onun adına yapılacak tasarruf geçerli olmaz.
bb) Satışa icazetin; satıcı,
alıcı, mâlik ve satılanın bulunması sırasında yapılması gerekir.
Bunlardan herhangi birisinin helâkinden sonra icazet verilse satım
akdi bâtıl olur.
cc) İlgilinin reddetmesi
halinde akdin fuzûlî üzerine geçerli olmasına imkân bulunmamalıdır.117
2.
Satılan malda başkasına ait bir hakkın bulunmaması:
Satılan şeyde başkasına
ait bir hak bulunursa böyle bir satım akdi, hak sahibinin icazetine
bağlı (mevkûf) olarak meydana gelir. Hak sahibi izin verirse satış yürürlük
kazanır, izin vermezse, satış ortadan kalkar. Böyle bir akde “mevkûf
satım akdi” denir. İpotekli olan veya içinde kiracı bulunan mülkün
satılması bu niteliktedir. Çünkü böyle bir satış, alacaklının veya
kiracının haklarını ihlâl eder, bu ise caiz olmaz. Bazı fakihler bu
çeşit satışı fasit sayarken, bazısı icazete bağlı akit (mevkûf) kabul
etmiş olup, doğru olan bu sonuncu görüştür. Çünkü satım akdi ehliyetli
kişilerce, mütekavvim ve teslimine güç yetirilebilen bir mal üzerinde
yapılmıştır. Burada borç ödenerek ipotek çözülebilir ve mal borçluya
teslim edilir. İpotek hakkı sahibinin ve kiracının satışa icazet
vermesi ihtimali de vardır. Ancak bu muameleler gerçekleşinceye
kadar satım akdi askıda (mevkûf) kalır. İcazet gerçekleşince satış
yürürlük kazanır. Kudûrî ise, kiracının kiradaki yer satılınca, satışı
fesih hakkının bulunmadığını söyler. Çünkü onun hakkı yararlanma
olup, kiralanan şeyin kendisi üzerinde değildir.118
Günümüz bilginlerinden
ez-Zerka’ya göre ise burada satışa icazet vermek yerine, konuyu rehin
alanın veya kiracının rızası olmadıkça satılan malın alıcıya teslim
edilemeyeceği şeklinde anlamak gerekir. Böylece hak sahipleri
korunmuş olur. Belki burada alıcı, satım akdini feshetmek veya satılanı
teslim alabilmek için rehin (ipoteğin) çözülmesini ya da kira süresinin
sona ermesini beklemek arasında bir tercih yapma hakkına sahip olmalıdır.119
D)
Satım Akdinin Bağlayıcılık (Lüzûm) Şartları:
Satışın bağlayıcı olmasının
şartları; meydana gelme, sıhhat ve yürürlük (nefâz) şartlarından sonra
gelir. Bir satım akdinin bağlayıcı olması için akdi yapanlara feshetme
imkânı veren muhayyerliklerden hiç birisinin bulunmaması gerekir.
Satıcı veya alıcıya satışı feshetme imkânı veren muhayyerliklere;
şart, görme, ayıp (kusur), yalan veya hile ile birleşen aldanma muhayyerliğini
örnek olarak verebiliriz. Bu muhayyerlik haklarından birisine sahip
olan satıcı veya alıcı için satım akdi bağlayıcı olmaz. Bu kimse satışı
feshetme veya kabul etme arasında seçimlik hakka sahiptir. Meselâ;
bir malı görmeden satın alan kimse için “görme muhayyerliği hakkı”
söz konusu olur. Malı görünce beğenmez veya daha önce konuşulan niteliklere
uymadığını anlarsa, satışı bozabilir veya malı beğenerek satım
akdini kesinleştirebilir.120
Bu duruma göre satım akdinde
meydana gelme (in’ıkad) şartlarından birisi bulunmazsa satış bâtıl;
sıhhat şartlarından birisi olmazsa fâsit; yürürlük (nefâz) şartlarından
birisi bulunmazsa akit mevkûf (yürürlüğü durdurulmuş) olur. Bağlayıcılık
(lüzum) şartı bulunmayan bir satışı ise, muhayyerlik hakkına sahip
olan kimse feshedebilir (Bâtıl, fâsit, mevkûf akitler ve muhayyerlik
için; “Akit Çeşitleri”, “Akitlerin Sona Ermesi” ve “Akitlerde Muhayyerlikler”
konularına bkz.).
IV- SATIŞ ŞARTLARINDA MEZHEPLERİN
BİRLEŞTİĞİ VE AYRILDIĞI
NOKTALAR
1. Satım akdini yapan tarafların
temyiz gücüne sahip olması gerektiği konusunda görüş birliği vardır.
Ergin olma şartı ise ihtilâflıdır. Hanefî ve Mâlikîlere göre erginlik satım
akdinin yürürlüğü için, Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise meydana gelmesi
(in’ıkad) için bir şarttır. Alış-verişin tarafların serbest iradesiyle
yapılması gerektiği prensibi Hanefîlere göre yürürlük şartı, çoğunluk
fakihlere göre ise meydana gelme şartıdır. Bu prensip uyarınca,
Hanefîler zorlananın (mükreh) satışını, icazet verilinceye kadar
yürürlük kazanamayan (mevkûf) bir akit sayarken, çoğunluk müctehitler
böyle bir satışı bâtıl kabul eder.
Mâlikîlerde güvenilen görüşe göre mükrehin satışı bağlayıcı olmayan
bir akittir.121
2. İcap ve kabul arasına bir
fasıla girmeksizin akit meclisinin bir olması, icap ve kabulün birbirine
uygun şekilde ifade edilmesi, siyganın işitilmesi, satışın başka
bir şeye bağlı kılınmaması ve bir süre ile sınırlandırılmaması
müctehidlerin üzerinde görüş birliği ettiği hususlardandır.122
3. Satışa konu olan şeyin
şer’an kendisinden yararlanılması mübah olan mütekavvim bir mal olması
veya temiz bulunması, var olması, teslim edilebilir nitelikte bulunması,
nitelikleri belirli olup bilinmez yönünün bulunmaması gerekir.
Bütün bu şartlar üzerinde görüş birliği vardır. Ancak satım akdinde
bilinmezlik Hanefîlere göre satışı fâsit kılarken, çoğunluğa göre
bâtıl kılar. Meselâ; veresiye bir satışta vade tarihinin belirlenmemesi
halinde, daha önceden bu konuda tarafların uyguladığı alışılmış
bir örf de yoksa satım akdi Hanefîlere göre fâsit, çoğunluğa göre ise
bâtıl olur. Satılan şeyin satıcının mülkiyeti altında bulunması
Hanefîlerle Mâlikîlere göre yürürlük (nefâz) şartı, Şâfiîlerle Hanbelîlere
göre ise meydana gelme şartıdır. Buna göre fuzûlî’nin (yetkisiz temsilci)
alım veya satımı öncekilere göre “mevkûf” sonraki iki mezhebe göre
ise bâtıldır.
Yine rehinde bulunan malın
veya kiradaki yerin satılmasında olduğu gibi, satılanda satıcıdan
başkasına ait bir hakkın bulunmaması Hanefîlere göre yürürlük
(nefâz) şartı, çoğunluğa göre ise meydana gelme (in’ıkad) şartıdır.
Bu duruma göre, rehindeki malın veya kiradaki yerin satışı ilk görüşe
göre hak sahiplerinin iznine bağlı (mevkûf) ikinci görüşe göre ise
bâtıldır.123
>V- SATIM AKDİNİN HÜKÜMLERİ
A) Akdin Hükmü:
Bir akdin hükmü, bu akitten
kastedilen gaye ve sonuçtur. Satım akdinde hüküm satılanın mülkiyetinin
alıcıya, satış bedelinin mülkiyetinin de satıcıya geçmesidir.
Kira akdinde hüküm ise kiraya verilen şeyden yararlanma hakkının
kiracıya, kira bedelinin de kiraya verene ait olmasıdır. Çünkü
bu akitlerin amacı belirtilen sonuçları elde etmektir.
B)
Hükmün Çeşitleri:
1.Yükümlülük bildiren hükümler:
Buna “teklîfî hüküm” denir. İslâm’da emir ve yasak bildiren hükümler bu
niteliktedir. Beş vakit namazın hükmünün farz, vitir namazının vacip,
cemaatle namaz kılmanın sünnet, hırsızlığın haram, namazın sünnetlerinden
birisini terketmenin mekruh oluşu buna örnek verilebilir. Akıllı
ve ergin bir mü’minin günlük hayatta işleyeceği bütün fiillerin hükümleri
sekiz taneden birisine girer. “Ef’alü’l-Mükellefîn” denilen bu hükümler
şunlardır: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh ve müfsit.
Bu, Hanefî müctehitlerinin taksimidir. Çoğunluk usûl bilginlerine
göre ise bu sayı; vacip, mendup, haram, mekruh ve mübah olmak üzere
beştir.124
2. Yapılan muâmelenin sahih olma veya bağlayıcı
olup olmama gibi şer’î niteliğinin kastedildiği hükümler: Buna göre,
rükün ve şartlarını tam olarak taşıyan akdin hükmü için “geçerli ve
bağlayıcıdır” denilir.
3) Günlük muâmeleye bağlanan
sonucun kastedildiği hükümler: Rükün ve şartları tam olan hukûkî tasarruflar
sonuç doğurur. Yukarıda satım akdinin sonucu olarak satılanda
alıcının, satış bedelinde de satıcının mülkiyet hakkına sahip olduğunu
belirtmiştik. Ancak bu sonucun ortaya çıkması için satışın muhayyerlik
bulunmayan bağlayıcı bir satış olması gerekir.125
Satım akdinin hükmü konusunda
üçüncü maddedeki anlam kastedilir.
C)
Satış Kapsamına Giren Unsurlar:
Menkul veya gayri menkul bir
mal satıldığı zaman bu malın kendisi satışa girdiği gibi, buna bağlı olan bir takım tamamlayıcı
parça ve unsurlar da kapsama girer. Satılanla birlikte bir bütün
teşkil eden ve satılandan yararlanmayı sağlayan veya kolaylaştıran
yol, su, elektirk vb. haklar da satışa girer. Bu gibi haklara “irtifak
hakları” denir. Bu konuda genel kural şudur: Meselâ; bir evin satışında
evden sayılan ve ona bitişik olan her şey satış sırasında hiç zikredilmese
de kendiliğinden satış kapsamına girer. Bu nitelikte olmayan şeyler
örfleşmiş bulunmadıkça zikredilmeden kendiliğinden satışa girmez.
Diğer yandan satıcı, örfleşse bile bunları satış dışı bırakabilir.
Meselâ; evin anahtarları istihsan prensibine göre kendiliğinden satışa
girer. Fakat bağımsız asma kilit ve anahtarı böyle değildir. Yine
katlı binalarda bitişik merdivenlerin kapı ve pencerelerin satışa
girdiğinde şüphe yoktur. Fakat yapıya bitişik olmayan bağımsız
merdiven vb. şeyler varsa bunun özel olarak konuşulması gerekir. Aksi
halde satışa, girmez.126
Yukarıdaki esaslardan hareket
ederek şu tespitler yapılabilir:
1. Bir kimse iki katlı bir
evin alt katını satın alsa, akit sırasında üst kattan hiç söz edilmemişse,
kendiliğinden üst kat satışa girmez. Çünkü bir şeye kendi gibisi tabi
kılınamaz.
2. Satılan şeyin kapsamına
ona ait haklar ve tamamlayıcı bütün parçalar girer. Meselâ; bahçeli
bir ev satıldığı zaman, içindeki yollar, dışa veya genel yola çıkan
ara yollar, tuvalet, su kuyusu, bahçedeki ağaçlar, bu bahçeden daha
küçük olan bitişik bahçe satış sırasında konuşulmasa bile kendiliğinden
satışa girer. Evin sınırları dışında kalan bahçe veya bostan evin
bahçesi kadar veya daha büyük iseler satışın kapsamına girmezler.
Evin asıl kapısı ve yola açılan dış kapı ise kendiliğinden satışa dahil
olur. Çünkü bunlar evin tamamlayıcı parçalarıdır.
Yine evin sınırları dışında
kalan satıcıya ait bulunan eve ait olmayan su kanalı ancak açıkça
konuşulursa satışa girer. Evi, sahip olduğu bütün hakları veya irtifak
hakları, az çok her şeyi ile satın alma halinde ise, bu evle ilgili
tüm haklar satışa girer. Ancak kira, rehin veya vakıf muâmelesinde bütün
bu haklar, zikredilmesine gerek olmaksızın, kendiliğinden satışa
girer. Çünkü bu muâmeleler “yararlanma” amacıyla yapılır. Yararlanmanın
tam olması ise bu hakların varlığını gerekli kılar.
Ancak satışa girip girmeyen
hakların belirlenmesinde o beldedeki “örf”lere başvurulur.
Diğer yandan bir evin ikrar,
sulh, vasiyet veya bağış konusu olması veya boşanmada muhâlea bedeli
(kadının boşama karşılığında kocasına vermeyi üstlendiği bedel)
olarak belirlenmesi durumlarında yukarıdaki hükümler kıyas yoluyla
uygulanır.127
>VI- SATIM AKDİNDE BEDELLER
A) Satılan Mal (Mebî’) ve Satış
Bedeli (Semen):
Hanefîlerin çoğunluğuna göre
satılan şey ve satış bedeli farklı anlamda kullanılan sözcüklerdendir.
Mebî’ sözcüğü “mef’ûl” vezninde ism-i mef’ûl olup sözlükte; satılmış,
satılan demektir. Alış-verişte satılan malı ifade eder. Mebî’ genel
olarak belirleme ile belirli hale gelen şey olarak tarif edilir. Semen
ise; bedel, fiyat, karşılık demektir. Alış-verişte genellikle belirleme
ile belirli hale gelmeyen şeydir. Meselâ; alıcı “şu gömleği yüz bin liraya
kabul ettim” deyince, gömlek belirli hale gelmiş olur. Artık satıcı
bunun yerine başka bir gömlek veremez. Yüz bin lira ise belirli hale
gelmez. Alıcı herhangi bir yüz bin lirayı vermekle yükümlü olur. Ancak
para peşin mal veresiye bir satış şekli olan selem’de yalnız standart
olan malın nitelikleri ve teslim tarihi belirlenmekle yetinilir.
Çünkü selemde “şu mal” diye gösterilebilecek bir mal henüz elde mevcut
değildir. Belki malın elde nümûmesi varsa “şu numûne”den denilmekle nitelikleri
belirli hale gelmiş olur. Bazı durumlarda belirli bir mal da satış
bedeli vazifesi görebilir. Peşin verilen bir mal karşılığında
standart bir şey için selem akdi yapmak gibi.
Ancak satış bedelinin en
önemli özelliği zimmette borç (deyn) olarak kalabilmesidir. Buna göre
nakit para veya diğer standart (mislî) şeyler satış bedeli olmaya elverişlidir.
Çünkü bunlar zimmet borcu olarak belirlenebilir. Mislî mallar; ölçü,
tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeylerdir. Buğday,
arpa, zeytin yağı, benzin veya standart olup seri olarak üretilen
konfeksiyon çeşitleri, yedek parça, belirli firmaya ait otomobil
lastiği bu niteliktedir.
Şâfiî ve İmam Züfer’e göre
ise, mebî ve semen eş anlamlı sözcüklerdir. Bunları alış-verişte birbirinden
ayıran sadece “ile veya karşılığında” anlamına gelen arapça esre
okutan “ba” edatından ibarettir. (128) Meselâ; “Bu elbiseyi bir milyon
lira karşılığında satın aldım” denilince “karşılığında (ba)” ifadesinden
paranın satış bedeli, elbisenin de satılan şey olduğu anlaşılır.
Buğday karşılığında arpa veya hayvan satılmasında da aynı ölçüden
hareketle buğdayın satış bedeli olduğu sonucuna varılır.
B)
Semen, Kıymet ve Deyn Terimleri:
Semen yani satış bedeli ancak
bir satım akdinde söz konusu olur. Bu, satıcı ve alıcının üzerinde
anlaştıkları bedeldir. Bu yüzden semen (satış bedeli) satılan şeyin
gerçek kıymetinden az veya çok olabileceği gibi, malın kıymetine
denk de olabilir. Meselâ; bir malın satış bedeli beş yüz, kıymeti altı
yüz olabileceği gibi, bunun aksi de olabilir. Yahut da her iki değer
de beş yüz olabilir.
Kıymet; bir malın piyasada,
alış-verişlerdeki kıymetini bilen bilirkişinin o mala biçtiği değerdir.
Deyn ise; borçlanma sebeplerinden
herhangi birisiyle zimmette borç olarak sabit kalabilen şeydir.
Başlıca borçlanma sebepleri şunlardır: başkasının malını telef
etmek veya gasbetmek, kefil olmaktan, başkasına ödünç para vermekten
ya da veresiye mal satmaktan doğan alacak veya borçlar “deyn” niteliğindedir.129
C)
Satılan Şeyle Satış Bedelini Birbirinden Ayıran
Nitelikler:
Bu konuda genel kural şudur:
Nakit para ve mislî mal çeşidine giren herşey satış bedeli olabilir.
Ancak bazı durumlarda kıyemî (standart olmayıp değerini piyasanın
belirlediği) mallar da satış bedeli olarak kabul edilebilir. Bununla
birlikte kıyemî malların satılan şey (mebî) durumunda bulunması
asıldır. Satış bedeli kabz ile, satılan şey ise tayin ile belirli hale
gelir.130
Alış-verişte birbirine bedel
olan şeyler üç grupta toplanır: Nakitler, mislî veya kıyemî mallar.131
1. Nakitler:
Genel olarak altın, gümüş veya
tedavülde bulunan madenî paralar (fels-fülûs) satılan mala bedel yapıldığı
zaman satış bedeli sayılırlar. Bakır, nikel, kalay gibi madenlerin
karışımından elde edilen ve fels adı verilen madenî paralar çoğu zaman
maden değerinin üstünde nominal bir değerle dolaşırlar. Bu paralar
altın veya gümüşe endeksli olarak basıldığı için, Ebu Yusuf felsten
doğan borçların ödenmesinde borcun doğduğu tarih ile ödeme tarihi
arasında meydana gelen enflasyon farkının eklenmesi gerektiği görüşündedir.
Günümüzde kağıt para da altına veya bunun yanında ekmek, şeker,
yağ gibi toplumun ortak temel ihtiyaçlarından standart bir birime
endekslendiği takdirde, fels çeşidi para ile aynı nitelikte sayılmalıdır.132
İşte yukarıda nitelikleri
belirlenen nakit para karşılığı satılan mal, mutlak olarak “mebî’
(satılan şey)” sayılır. Bu nakitler için “ile, karşılığında” anlamına
gelen arapça “ba” harfinin kullanılması da önemli değildir. Meselâ;
“Sana şu malı bir dinar (altın lira) karşılığında satıyorum” demekle,
“Sana şu mal karşılığında bir dinar satıyorum” demek arasında hiç
bir fark bulunmaz.
Sikkeli nakit paralar ivazlı
akitlerde tayin ile belirli hale gelmezler. Meselâ; satıcı “Şu elbiseyi
sana şu para karşılığında sattım” dese, alıcı işaret edilen nakit
paraların yerine mislini vermek hakkına sahiptir. Satıcı da bizzat
işaret ettiği parayı istemek hakkına sahip değildir. Çünkü alış-verişte
satış bedeli belirlenmekle zimmet borcu olarak meydana gelir.
Diğer yandan satış bedelinin
satılan mal ile belirlilik açısından eşitlenmesi için önce verilmesi
asıldır. Veresiye satışlar veya örfen yerleşmiş olan ödeme şekilleri
bunun dışındadır. Ödemeleri çekle yapmak gibi.
İmam Şâfiî ve Züfer’e göre, nakit
paralar ödeme için ayrılmakla (tayin) belirli hale gelir. Buna göre
satıcı, alıcıdan işaret ederek ayırttığı belirli paraları isteme
hakkına sahiptir. Çünkü bu belirlemede onun özel bir kastı bulunabilir.
Özellikle taklit para veya sahte dövizin piyasada dolaştığı dönemlerde
böyle bir belirlemenin önemi açıktır. Ancak bu durumda satış bedeli
kabzdan önce telef olsa satış batıl olur. Nitekim satılan bir mal da
kabzdan önce telef olsa satış batıl olur.
Satış bedeli sikkeli nakit
para niteliğinde olmazsa, diğer ticaret malları gibi tayin ile belirli
hale gelir. 133
2. Mislî Mallar:
Buğday, arpa, zeytin, yağ,
petrol gibi ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan
şeyler, nakit para karşılığında satılınca, “mebî’ (satılan şey)” durumunda
olurlar. Eğer standart bir mal yine standart bir malla mübadele edilecekse,
bunlardan muayyen olanlar “mebî (satılan)”, zimmette borç olarak kalan
ise “satış bedeli” sayılır. İki ölçek buğdayı bir teneke zeytin yağı
ile mübadele etmek gibi. Ancak buğday o anda belirli bir buğday ise
satış bedeli olup, nitelikleri belirlenen zeytin yağı ise zimmet
borcu olarak satış bedeli vazifesi görür.
Standart olan iki mal nitelikleri
belirlenerek zimmet borcu olarak mübadele edilecekse “ile, karşılığında”
takısı getirilen mal satış bedeli, diğeri ise “satılan mal” sayılır.
Meselâ; iki ton şu kalitede buğday karşılığında bir ton normal benzinin
değişimi muamelesinde, buğday satış bedeli, benzin ise satılan
mal durumunda bulunur.
Mislî olan şeyler dört kısma
ayrılır:
a) Ölçü ile alınıp satılanlar
(mekîlât): Buğday, arpa ve mısır gibi. Günümüzde petrol, benzin ve zeytin
yağı gibi bir takım sıvılar da litre ölçü birimi ile satılmaktadır.
Bunlar nakit para karşılığında satılınca “satılan” olurlar.
b) Tartı ile alınıp satılanlar
(mevzûnât): Bunlar ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylerdir. Demir,
kömür, çimento, şeker gibi. İslâm’da ağırlık ölçü birimleri dirhem
veya miskal ile miskalin sikkeli şekli olan dinardan ibarettir.134
Günümüzde bunların yerine gram, kiloğram ve ton gibi ağırlık ölçüleri
kullanılmaktadır. Standart olup ağırlık ölçüsü ile satılan şeylerin
“satılan mal” durumunda bulunması asıl olmakla birlikte, bunların
tartılarak rayiç bedellerini belirlemek mümkün olduğu için, satış
bedeli olarak kararlaştırılmaları da mümkündür. Bir halıyı elli
torba çimento karşılığında satmak gibi. Burada halı, satılan mal,
çimento ise satış bedeli durumundadır.
Şunu da belirtelim ki, daha
önceki yüzyıllarda hacim ölçüsü ile alınıp satılan bir şey bugün
ağırlık ölçüsü ile satılır olsa sonuç değişmez.
c) Uzunluk ölçüsü ile alınıp
satılan şeyler (zer’iyât): Bunlar uzunluk ölçüsü ile satılır, Arazi,
yünlü, pamuklu veya ipekli standart büyük toplar halinde satılan kumaşlar
böyledir.
d) Standart olup sayı ile alınıp
satılan şeyler (el-adediyyâtü’l-mütekâribe): Birimleri arasında önemli
fark bulunmayan yumurta, standart konfeksiyon ürünleri, cam, bardak,
markası ve nitelikleri belirli beyaz eşya ve sıfır km.de motorlu
araçlar bu guruba girer. 135
3.
Kıyemî mallar:
Ağırlık veya hacim ölçüsü
ile, yahut standart olup sayı ya da uzunluk ölçüsü
ile alınıp satılmayan, başka bir deyimle çarşı ve pazarda misli bulunmayan
mallara “kıyemî” denir. Halı, hayvan, kavun, karpuz, kullanılmış otomobiller
bu niteliktedir. Bunlar mislî bir mal karşılığında satılırsa “satılan
(mebî’)” durumunda olur, mislî mal da “satış bedeli” yerine kullanılabilir. Bu durumda satım
akdi yapılırken “ile, karşılığında” gibi ifadelerin kullanılması
sonucu etkilemez. Çünkü mislî olan mallar zimmette borç olarak kalabildiği
için, bunların satış bedeli yapılması daha uygundur. Meselâ; bir ton
buğday karşılığında on tane koyun satın alınsa, buğday satış bedeli,
koyunlar ise satılan mal olur.
Kıyemî bir mal başka kıyemî bir
malla mübadele edilirse, bedellerden her birisi bir bakıma satılan,
bir başka açıdan ise satış bedeli sayılır.136
Meselâ; iki yüz koyun karşılığında
bir daire veya yüz tane karpuz karşılığında beş kasa domates satın
almak gibi.
D)
Satış Bedeli ve Satılan Mal Ayrımının Sonuçları:
İslâm’da satış bedeli ve satılan
mala farklı hüküm ve sonuçlar uygulandığı için bir alış-veriş muamelesinde
bu iki unsuru birbirinden ayırmak gerekir. Mebî ve semene uygulanan
hükümleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Satım akdinin meydana
gelmesi için satılanın mütekavvim bir mal olması gerekir. Halbuki
satış bedeli için böyle bir şart yoktur. İslâm’a göre yararlanılması
ve alım-satımı meşrû olan mala “mütekavvim mal” denir. Buğday, arpa,
arsa, daire gibi. Satış bedeli ise zimmette borç olarak kalabildiği
için, onun yerine mütekavvim olan dengini vermek de mümkündür.
Meselâ; bir gayri müslimden şarap karşılığında bir top kumaş satın
alan kimse şarap yerine tutarı kadar nakit para verebilir. Bu yüzden
bedel gayri mütekavvim bir şey olduğu takdirde satım akdini uygulama
imkânı bulunur.
2. Satım akdinin yürürlük
kazanması için, satılacak malın satıcının mülkünde bulunması gerekir.
Satış bedeli için ise böyle bir şart söz konusu değildir. Meselâ; akıllı
ve ergin olan kimse kendi mülkiyeti altında bulunmayan bir malı satsa
buna, yetkisiz temsilciye (fuzûlî) ait hükümler uygulanır. Burada
mal sahibi izin verinceye kadar satış “askıda (mevkûf)” kalır satış
bedeli ise zimmet borcu olarak kalabildiği için, onun satış sırasında
alıcının mülkiyeti altında bulunması şart değildir. Özellikle veresiye
satışlarda bu özellik açıkça görülür.
3. Selem satışında satış bedelinin
peşin ödenmesi gerekirken, selem konusu olan standart malın tesliminin
vadeye bağlanması asıldır. Meselâ; bir ton buğdayı belli miktar bir
para karşılığında üç ay sonra teslim etmek üzere anlaşma yapılmışsa,
paranın peşin ödenmesi gerekir.
4. Satış bedelinin teslim
külfet ve masrafı alıcıya, satılan malın teslimi ile ilgili masraflar
ise satıcıya aittir. Meselâ; vadeli bir satışta senet veya çekin tahsili
ile ilgili masraflar borçluya ait olduğu gibi, alacaklının kefil
veya ipotek istemesi halinde bununla ilgili masraflar da borçluya
aittir. Çünkü bu masraflar alıcının borcunu geç ödemesinden ya da peşin
olarak ödeyememesinden doğmuş olmaktadır. Başka bir deyimle paranın
peşin ödenmeyişinden dolayı ortaya çıkan masraflara borçlu sebep
olmuştur. Bu yüzden de bunları onun karşılaması gerekir. Satılan
malın teslimi ile ilgili masrafların ise satıcıya ait olması, malı
teslimin onun görevi olmasından dolayıdır. Çünkü satış akdinin
tam olarak ifası teslimle gerçekleşir. Bu yüzden teslime kadar çıkacak
masraflara satıcının katlanması gerekir. Malın paketlenmesi, ambalaja
konulması, tartılıp sayılması, teslim edilecek yere kadar nakledilmesi
hep satıcının görevleri arasındadır. Malın teslim yeri belirlenmişse,
teslimin bu yerde yapılması gerekir. Aksi halde satış sırasında
malın bulunduğu yer teslim yeri sayılır.
5. Satış bedeli belirlenmeksizin
yapılacak satım akdi fasit, satılacak mal belirlenmeksizin yapılacak
satım akdi ise bâtıldır. Meselâ; “Bu malı sana sattım” denilmesi halinde
satış bedeli belirsiz olup satım akdi fasittir. Tarafların satışı
bozması veya yeniden bir araya gelerek satış bedelini belirlemesi
gerekir. Bu sonuncu durumda fesat kalkar ve akit sahih hale gelir.
“Sana şu kadar para karşılığında sattım” ifadesinde ise, satılan
mal belirsiz olduğu için satış batıldır.
6. Satılan bir mal, alıcıya
teslim edildikten sonra telef artık
ikale (karşılıklı rıza ile satışı bozma) yoluna gidilemez. Fakat
böyle bir durumda satıcının teslim aldığı satış bedeli kaybetme,
çalınma gibi bir yolla telef olsa bu durum ikaleye engel olmaz.
7. Satılan bir malın alıcıya
teslimden önce telef olması halinde satım akdi ortadan kalkarken,
satış bedelinin teslimden önce telef olması satışı etkilemez.
8. Satın alınan taşınır (menkul)
bir malda alıcının kabzdan önce tasarrufta bulunması caiz değilken,
satıcının henüz teslim almadığı satış bedeli üzerinde tasarrufta
bulunması mümkün ve caizdir. Meselâ; veresiye mal satışından doğan
alacakları temsil eden senet veya çeklerin borçların ödenmesinde
veya mal alımında kullanılması (ciro) bu esasa dayanır.
9. Ödemenin peşin yapılacağı
konuşulan alış-verişte, alıcının malın teslimini isteyebilmesi
için önce satış bedelini vermesi gerekir. Başka bir deyimle böyle
bir durumda satıcının önce parayı isteme hakkı doğar. Veresiye
satışlarla örfleşmiş bulunan ve faizin karışmadığı kredi kartı
gibi ödeme şekilleri bunun dışındadır. Ancak bunlarda da ödeme şekli
karşılıklı rıza ile belirlenmiş olur.137
Satış bedelini satılan maldan
ayıran nitelikleri bu şekilde belirttikten sonra, aşağıda alış-verişin
uygulama esaslarını belirlemeye çalışacağız.
VII- SATIM AKDİNİN UYGULANMASI
A) Satılan Mal ve Paranın
Teslimi:
Satıcının satılan malı alıcıya,
alıcının da satış bedelini satıcıya teslim etmesi yükümlülüğü
vardır. Çünkü satım akdi ile tarafların bedeller üzerinde mülkiyet
hakkı doğar ve bu da teslimle gerçekleşir. Teslim; satıcının satılan
malla alıcı arasındaki engelleri kaldırıp, onu tasarruf edeceği
şekilde malla başbaşa bırakmasıdır.
Satılan mal veya satış bedelinden
hangisinin önce teslim edilmesi gerekir? Bu konuyu bedellerin niteliğini
dikkate alarak belirlemek gerekir.
1. Para karşılığı yapılan
alış-verişte, satıcı istediği takdirde önce paranın teslim edilmesi
gerekir. Çünkü mal, belirleme ile belirli hale gelirken, para zimmet
borcu sayıldığı için ancak teslimle belirli hale gelir ve böylece
bedeller arasında denklik sağlanmış olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Zimmet borcu ancak teslimle ödenmiş olur.” 138 Satış bedelinin teslimi
malın tesliminden sonraya kalırsa bu zimmet borcu ödenmiş olmaz.
Bundan sonra, eğer alıcı isterse, satıcının malı teslim etmesi gerekir.
Ancak vadeli satış ve selem akdi bu konuda istisna teşkil eder. Çünkü
mal peşin, satış bedeli vadeli olunca satıcı, parayı peşin isteme
hakkını düşürmüş olur. Para peşin, mal veresiye bir akit olan selem
akdinde ise malın teslimi zimmet borcu olarak sonraya bırakılmış
olur. Bir ay sonra teslim alınacak bir ton Kanada tipi buğdayın parası
peşin verilse, malın teslimi geri bırakılmış olur.139
2. Malın malla mübadelesinde
bedellerin birlikte teslim edilmesi gerekir. Böylece ivazlı akitte
denklik sağlanmış olur. Çünkü burada bedellerden birisini önce almak
için bir sebep yoktur. Meselâ; 1 ton buğday 2 ton arpa veya 10 tane koyun,
1 tane sığır yahut 1 ton inşaat demiri, 100 torba çimento ile trampa
edilirse, bedellerin birlikte teslimi gerekir.
3. Zimmet borcu olabilen nakit
para, döviz, altın, gümüş gibi bedellerin kendi cinsleri veya başka
cinsle mübadelesi de peşin olarak yapılır. Aksi halde faiz meydana
gelir. Sarrafların para, altın veya gümüş karşılığında zinet satması
ancak peşin olarak yapılabilir. Vadeli altın veya gümüş ya da döviz
satışı “nesîe ribası”na yol açar. Bu yüzden sarraf alım ve satımlarının
peşin yapılması gerekir. Ancak satılan altının tamamının veya
bir bölümünün bedeli satış sırasında verilemiyorsa, alıcıya teslim
edilen altın ödünç (karz) akdiyle verilmelidir. Meselâ; 200 gr. altın
zinet alan kimse yarısının parasını verse, diğerini daha sonra
vermek istese, sarrafa 100 gr. altın borçlanmış olur. Borcu öderken
100 gram altın olarak ödeyebileceği gibi, bu kadar altının borcu
ödeme tarihindeki bedelini de verebilir. Ancak ödemede borcun
cinsi değişirse alıcının rızası da şarttır.
Mâlikîlere göre, satıcı parayı
kabzedinceye kadar sattığı malı yanında alıkoyabilir. Hanefîler
de bu konuda aynı görüştedir. Delil; rehin bulunduranın alacağını
tahsil edinceye kadar rehni alıkoyma hakkına kıyastır.140
B)
Satıcının Sattığı Malı Hapis Hakkı:
Bir satım akdinde önce alıcının
satış bedelini teslim etmesi gerektiğini belirtmiştik. Buna göre
satıcı peşin ödenmesi şart koşulan bedeli tam olarak teslim almadıkça
malı alıcıya vermeme hakkına sahip olur. Peşin ödemenin satış bedelinin
tümünü veya bir bölümünü kapsaması hükmü değiştirmez. Meselâ; bir
otomobil satın alan kimse, bedelin dörtte birini peşin vermeyi kabul
etmişse satıcı bu dörtte bir bedeli almadıkça otomobili teslim etmeye
zorlanamaz.141
1.
Satılan malı alıkoymanın şartları:
a) Alış-verişte iki bedelden
birisinin mal, diğerinin para olması gerekir. Bir malı altın, gümüş
veya nakit para karşılığında satmak gibi. Eğer satış malın malla
trampası veya altının altınla ya da bir paranın başka cins para ile
mübadelesi şeklinde yapılmışsa satıcının malı hapsetme hakkı bulunmaz.
Bu durumda taraflar bedelleri birlikte teslim ederler.
b) Satış akdinin peşin para
ile yapılmış olması gerekir. Eğer satış vadeli ise, satıcının parayı
alamadığını öne sürerek malı hapsetme hakkı bulunmaz. Çünkü vadeli
satışta satıcı parayı isteme hakkını vade sonuna kadar geri bırakmış
olur.
Diğer yandan satış bedelinin
bir bölümü peşin, geri kalanı vadeli olarak konuşulmuşsa, satıcı
peşin konuşulan kısmı alıncaya kadar malın tamamını alıkoyabilir. Çünkü hapis hakkı parçalanma
kabul etmez. Yine satış bedelinin büyük bir bölümünü alsa, az bir
kısım alınamasa, satıcı malın veya alacağın tamamını tahsil edinceye
kadar karşı tarafa teslim etmeyebilir. Hanefilerle Mâlikîler satılanın
hapsi konusunda aynı görüşe sahiptirler.142
Hanbelîlere göre satıcının
parayı alıncaya kadar malı hapsetme hakkı yoktur. Çünkü teslim satım
akdinin gereklerindendir. Eğer akdi yapanlar teslimde anlaşamazsa,
karşılıklı teslim isteğinde bulunurlar. Satış bedeli zimmet borcu
sayılır. Bu yüzden önce satıcı malı teslime, daha sonra da alıcı parayı
teslime zorlanır.143
Şâfiîlere göre ise satıcı ve
alıcı birbirlerine güvenmiyor ve bedeli alamayacağından korkuyorlarsa,
karşılıklı olarak bedelleri alıkoyma hakları vardır. Bu durumda
satıcı malı, alıcı parayı alıkoyabilir.
Karşı taraf bedeli teslim edince, diğeri de teslim etmek zorunda bulunur.144
2.
Satıcının malı hapsetme hakkını düşüren haller:
Alıcının satış bedeline
karşılık bir rehin veya kefil göstermesi satıcının malı hapis hakkını
düşürmez. Çünkü rehin ve kefâlet, satış bedelini alıcının zimmetinden
düşürmediği gibi, onu isteme hakkını da düşürmez. Buna göre, satış
bedelini alıncaya kadar onun satılanı hapis hakkı devam eder. Çünkü
rehin ve kefâlet satış bedeli için bir teminattan ibarettir.
Alıcı satış bedeli için çek
kullanmışsa çekin durumuna bakılır. Eğer kendisinin özel çeki ise
satıcının parayı tahsil edinceye kadar malı hapis hakkı devam
eder. Eğer çek başkasına ait olup ciro edilmişse, Ebu Yusuf’a göre satıcının
malı hapsetme hakkı düşer. Çünkü borç asıl borçlunun zimmetinden çek
sahibinin zimmetine geçmiş olur. Bu çeki satıcının da başkasına
ciro etmesi, sonucu değiştirmez. İmam Muhammed’e göre, çek cirosu
alıcı tarafından yapılmışsa, satıcının malı hapis hakkı düşmez.
Çünkü satıcının çek borçlusundan alacağını tahsil edinceye kadar
malı hapsetme hakkı vardır. Çek satıcı tarafından ciro edilmişse,
mutlak ciro halinde yine satıcının malı alıkoyma hakkı devam eder.
Ancak satıcının cirosu belli bir alacaklıyı kendi borçlusuna havale
etmek gibi kayıtlı olursa, böyle bir ciro malı hapis hakkını düşürür.
Çünkü bu durumda artık satıcının müşteriden alacağını isteme hakkı
üçüncü kişiye geçmiş olur. Bu yüzden de onun, malı alıkoyma hakkı düşer.145
Büyük Hanefî hukukçusu
el-Kâsânî (ö.587/1191) şöyle der:
“Doğru olan İmam Muhammed’in
görüşüdür. Çünkü şerîatte malı alıkoyma hakkı, satış bedelini isteme
hakkı ile birlikte söz konusu olur, satış bedelinin bizzat varlığı
ile birlikte değil.”146
Satıcı, sattığı malı alıcıya
ödünç (âriyet) olarak verse veya onun yanında emânet (vedîa) olarak bıraksa,
alıkoyma hakkı düşer. Çünkü alıcının satın aldığı malı emânet olarak
elinde bulundurması mülkiyet niteliğindedir.147
Alıcı, malı satıcının yanında
emanet, âriyet veya kira akdi ile bıraksa, satıcının malı alıkoyma
hakkı düşmez. Çünkü alıkoyma hakkı satıcıya ait sabit bir haktır. Parayı
tam olarak tahsil edinceye kadar bu hakkını kullanması mümkündür.
Diğer yandan alıcı malı, satıcının
izni ile kabzetse alıkoyma hakkı düşer. Bu durumda, henüz satış bedelinin
ödenmediğini ileri sürerek onun malı geri isteme hakkı da bulunmaz.
Çünkü kabza izin vermekle bu hakkını düşürmüş olur. Alıcı malı, satış
bedelini ödedikten sonra satıcının izni olmaksızın kabzetse alıkoyma
hakkı düşer. Çünkü satış bedeli ödendiği için bu haklı bir kabz olmuş
bulunur. Ancak alıcı, parasını ödemeden önce malı, satıcının izni
olmadan kabzetse, alıkoyma hakkı düşmez ve satıcının bu malı geri
isteme hakkı bulunur. Çünkü onun satış bedelini tam olarak alıncaya
kadar sattığı malı elinde tutma hakkı vardır. Böyle bir hakkın onun
rızası dışında ortadan kalkması da caiz değildir.
Alıcı parasını ödemezden
önce malı, satıcının rızası dışında kabzettikten sonra bu malda
satış, hibe, rehin, kira gibi feshedilmeye elverişli bir akitle tasarrufta
bulunsa, satıcı bu ikinci akdi feshedip malı geri alabilir. Ancak
malda üreme, tüketilme gibi geri vermeye engel durumlar olmuşsa,
artık geri isteyemez, çünkü bunda bir fayda yoktur.148
C)
Teslim veya Kabzın Gerçekleşmesi:
Satıcının sattığı malla
alıcı arasındaki engelleri kaldırarak, alıcının tasarrufta bulunması
için onu bu malla başbaşa bırakmasına “kabz” veya “teslim” denir. Burada
satıcı teslim eden, alıcı ise kabz eden durumundadır. Satış bedelinin
müşteri tarafından satıcıya teslim edilmesi de böyledir.
Kabz
Sayılan Haller
1.
Satılanın alıcının iktidar alanına girmesi:
Alıcının satın aldığı şeyi,
arada bir engel olmaksızın, satıcının izni ile teslim almaya güç yetirmesidir.
Burada satın alınan şeyin ayrılmış olması, arada teslim almaya engel
bir halin bulunmaması ve kabzın satıcının izniyle olması gerekir.
Meselâ; bir kimse depoda bulunan buğdayı satın alsa, satıcı ona anahtarı
vererek; “sana buğdayı teslim alman için izin veriyorum” dese, bu
bir kabz işlemi olur. Burada alıcı buğdayı fiilen kabzetmeden önce
buğday telef olsa, bu zarara alıcı katlanır. Ancak alıcıya anahtarları
verip hiç bir şey söylemese kabz gerçekleşmez. Evin veya arazinin teslimi,
alıcının bunların içine girmesi veya araziyi görecek şekilde yakınında
durması yahut da evin kapı anahtarlarına sahip olması ile tamam
olur. Bu durumlar dışında, mücerred olarak kullanılacak kabz, teslim
veya teslim alma sözleri ile kabz gerçekleşmiş olmaz. Buna göre,
Hanefîlerde kabz, alıcı ile satın aldığı malın arasındaki engeli kaldırmakla
gerçekleşir. Satın alınan şeyin taşınır veya taşınmaz mal olması
sonucu değiştirmez. Ancak ölçü veya tartı ile alınıp satılan standart
malların kabzı ölçülerek veya tartılarak tamamını teslim etmekle
gerçekleşir. Çünkü ölçü ile satılan bir mal için Hz. Peygamber; “onu,
ölçmeden satma” buyurmuştur.149
Şâfiî ve Mâlikîlere göre akar
gibi taşınmazların kabzı alıcı ile satın aldığı mal arasındaki engellerin
kaldırılması ve böylece alıcıya malda tasarruf imkânının sağlanması
ile gerçekleşir.
Hayvan, eşya ve otomobil gibi
taşınırların kabzı ise insanlar arasındaki örfe göre olur.149/a
Hanbelîlere göre her malın kabzı
insanlar arasındaki örfe göre olur. Yalnız ölçü veya tartı ile satılan
standart malların teslimi ölçülerek veya tartılarak olur.149/b
2.
İstihlâk yolu ile kabz:
Alıcı, satın aldığı malı henüz
satıcının elinde iken istihlâk etse bu bir kabz sayılır. Bu durumda
alıcının satış bedelini ödemesi gerekir. Çünkü teslimin amacı,
alıcıya satın aldığı mal üzerinde tasarruf imkânı sağlamaktır. Satılanın
istihlâk edilmesi ise gerçek bir tasarruf demektir.
Satın alınan malı ayıplı hale
getirmek de onu telef etmek gibidir. Meselâ; bir kimse satın aldığı
bir otomobille, araç henüz satıcının elinde iken kaza yapsa, ayıplı
hale gelen bu aracı teslim almış sayılır.
Yine alıcı satıcıya, satın
aldığı buğdayı un yapmasını emretse, o da buğdayı un haline getirse,
satıcının alıcının emriyle yapacağı fiil, alıcının bizzat yapacağı
fiil yerindedir.150
3.
Emânet veya âriyet muâmelesinin satışta kabz yerine geçmesi:
Satıcı, sattığı malı alıcının
yanına emânet veya âriyet olarak bıraksa, alıcı bununla malı kabzetmiş
sayılır. Çünkü satıcının malı emanet veya âriyet olarak vermesi geçerli
değildir. Bu yüzden böyle bir teslim kabz anlamı taşır.
Müşteri satın aldığı malın
üçüncü bir kişiye emanet veya âriyet olarak verilmesini istese bununla
da malı kabzetmiş sayılır. Çünkü burada emânet veya âriyet alanın
eli, alıcının eli gibidir. Ancak müşteri malı emânet, âriyet veya kira
sözleşmesi ile doğrudan satıcı yanında bıraksa, bununla kabz gerçekleşmiş
olmaz. Çünkü alıcının yapacağı bu tasarruflar geçerli değildir.
Zira satıcının malı hapis eli ile vekilin (nâib) elinin tek kişide
toplanması düşünülemez.151
4.
Satılan malın kabzdan önca üçüncü bir kişinin fiili ile telef olması halinde kabz:
Bu durumda satım akdi kendiliğinden
ortadan kalkmaz. Alıcı için seçimlik hak doğar. Alıcı isterse satım
akdini fesheder, dilerse kabul edip satış bedelini öder. Bu son durumda
alıcı, malı üçüncü kişiye tazmin ettirir. İşte burada, alıcının malı
tazmin ettirme yolunu tercih etmesi kabz hükmünde bulunur.152
5.
Bir kimsenin başka bir sebeple elinde bulunan malı satın alması halinde kabz:
Bir kimsenin gasp veya emânet
gibi bir sebeple elinde bulunan bir malı satın alması halinde; gaspta
mücerret satım akdi ile kabz işlemi gerçekleşmiş sayılır. Çünkü gasbedilen
şey, gasbedenin tazmin yükümlülüğü altındadır.
Emânet olarak elde bulunan
bir malın bu kimse tarafından satın alınmasına gelince burada kabz
işlemi, mal akit meclisinde hazır olur veya yanına gidip teslim almaya
gücü yeterse kabz işlemi gerçekleşmiş bulunur. Çünkü emanet eli,
tazminat eliyle aynı nitelikte olmadığı için biri diğerinin yerine
geçmez. Bir kimsenin yanında bulunan vedîa, âriyet, kira ile tuttuğu
yer veya ortak olduğu şirket malı gibi emânet hükümlerine tabi olan
bir malı satın alması halinde yukarıda belirtilen şekilde yeni
bir kabz işlemine ihtiyaç duyulur.152/a
D)
Satım Akdinin Bedellerinde Kabzdan Önce Tasarruf:
1.
Menkullerde kabzdan önce tasarruf:
Satın alınan menkul malların
teslim alınmazdan önce başkasına satılması veya bağış, kira gibi
bir hukukî tasarrufa tabi tutulması caiz değildir. Bu konuda müctehidler
arasında görüş birliği vardır. Çünkü Nebi (s.a); kabzedilmeyen şeyin
satışını yasaklamıştır.153 Böyle bir yasak, yasaklananın fasit olmasını
gerektirir. Teslim alınmayan bir malın üçüncü bir şahsa satılması,
bu malın helâk olması halinde teslim zorluklarına neden olur. Çünkü
satılan mal helâk olunca ilk akit bâtil olur, buna bağlı olarak sonradan
malın satıldığı ikinci ve üçüncü... akitler de bâtıl olur. Hz. Peygamber
kendisinde ifa edilememe riski (garar) bulunan satışı yasaklamıştır.
154 Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Bir gıda maddesini satın
alan kimse onu kabzetmedikçe başkasına satmasın.”155 Burada gıda
maddesi sınırlayıcı değil, örnek kabilinden zikredilmiştir.
Kabzdan önce satış yasağı
bulunmazsa, bir malın fiyatı hiç yer değiştirmeden, hatta henüz mal
üretilmeden yükseltilebilir. Böylece bir takım aracılar hiç malı
görmeden veya teslim almadan kağıt üzerinde kazanç elde etmiş olurlar.
Meselâ; üretici şirket ile tüketici kişi arasında birkaç tane toptancı,
komisyoncu, acenta veya perakendeci aracı bulunabilmektedir.
Bunlar özellikle darlığı çekilen mallarda, gerçekte mal henüz elde
mevcut değilken, kağıt üzerinde kârlarını ekleyerek tüketiciye malı
ulaştırırlar. Piyasada akıcılık gibi görünen bu işler gerçekte fiyatların
sun’î olarak artışına, mal arzının kontrol altında tutulmasına, piyasaya
kontrollü mal sürülmesine çok elverişli bir ortam meydana getirmektedir.
Kabzdan önce satış yasağı uygulanınca ticaret muameleleri geçici
olarak biraz ağırlık kazanacak, fakat bunun ardından bir takım aracılar
ortadan çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü nakliye, depo kirası,
personel istihdamı gibi harcamalar aracıları ve parazit şirketleri
aradan çekilmeye zorlayacaktır.156
Kâmil Miras (ö.1376/1958) kabzdan
önce satışın piyasaya etkisini şöyle açıklar: Satın alınan bir malın,
kabz ve teslim alınmadan önce satışı yolu açık bırakılırsa, bir ambarda
depo edilmiş mal, yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaşa
dolaşa sebepsiz yere fiyatı yükseltilmiş olur.157
2.
Satış bedelinde kabzdan önce tasarruf:
Semenlerde kabzdan önce tasarrufta
bulunmak caizdir. Bir mala bedel olmak üzere zimmette borç olarak
(deyn) kalabilen şeye “semen” denir. Altın, gümüş, madenî veya kâğıt
para, döviz bu nitelikte olduğu gibi, ölçü veya tartı ile yahut
standart olup sayı ile alınıp satılan şeyler de miktar ve nitelikleri
belirlenerek zimmet borcu yapılabilir.158 Buğday, arpa, inşaat demiri,
çimento gibi.
Bu duruma göre, bir kimse vadeli
sattığı bir maldan doğan alacaklarını, daha teslim almadan bu alacağa
ait çek veya senetleri başkasına ciro ederek tasarrufta bulunabilir.
Bu alacak mehir, kira, başkasının malına veya bedenine verdiği zarardan
doğan tazminat alacağı kabilinden de olabilir.
Delil Allah elçisinin şu hadisidir.
Hz. Ömer (ö.23/643) şöyle der: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler el-Bakî’de deve
satıyoruz ve dirhem (gümüş para) yerine dinar (altın para) alıyoruz;
dinar yerine de dirhem aldığımız oluyor.” Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Eğer bu iki cins parayı o günün fiyatı ile değiştirir ve aranızda
bir alacak verecek kalmaksızın birbirinizden ayrılmış iseniz, bunda
bir sakınca yoktur.”159 Bu hadis, alış-veriş sırasında belirlenen satış
bedelinin, taraflar birbirinden ayrılıncaya kadar başka cins bir
paraya çevrilebileceğine delâlet eder. Burada ilk konuşulan paranın
satıcıya teslim edilmiş olması da şart değildir. Satıcı ve alıcı o
günün rayici üzerinden altın yerine gümüş veya Türk parası yerine
başka bir ülke parasını kabul edebilirler. Karşılıklı rıza olunca
bunda bir sakınca bulunmaz. Aynı prensibi sarrafların kullanılmış
altını satın aldıktan sonra henüz parasını vermeden, aynı müşteriye
başka zinet satışına da uygulayabiliriz. Örneğin; 100 gr. altını
sarrafa satan kimse, bunun bedeli olan parayı almadan, aynı sarraftan
başka zinetler satın alsa önceki alacağı yeni aldığı zinetleri
için mahsup edilebilir. Burada araya zaman girmediği ve akit meclisi
değişmediği için nesîe veya fazlalık ribasının meydana geldiği
söylenemez. Çünkü ashab-ı kiramın deve satışlarında pazarlıkta
konuştukları parayı teslim etmeden hesap üzerinde anlaşarak o günün
rayici üzerinden başka cins para verdikleri anlaşılıyor. Başka
bir deyimle, muamele bu şekilde yapılırsa bir sakıncanın doğmayacağını
Allah elçisi bildiriyor. Çünkü ilk konuşulan para satıcıya teslim
edilir, yeniden geri alınarak onun yerine başka cins para verilirse
bu yeni bir “sarf akdi” olur. Yani iki cins para birbiriyle peşin mübadele
edilmiş bulunur. Bunun caiz olduğunda zaten şüphe yoktur.
Hadiste yasaklanan kabzdan
önce satış yasağı zimmet borcuna (deyn) ait olmayıp, malla ilgili
olan bir yasaklamadır. Çünkü satılan bir malın kendisinin kabza ihtiyacı
vardır. Zimmet borcu ise zimmette hükmî bir mal olup, onun kabzı bedelini
kabzetmek suretiyle olur. Bu yüzden zimmet borcunda kabz, belirli
bir bedel üzerinde değil, standart olan (mislî) bedelin cinsi üzerinde
gerçekleşir.
Sarf ve selem akdi semende
kabzdan önce tasarrufun caiz oluşunun istisnasıdır. Altının altın
veya gümüşle, paranın başka cins bir para ile değişimi bir sarf muamelesi
olup, burada iki bedelden her biri bir bakıma satılan şey, bir bakıma
da satış bedeli yerindedir. Bunlar ihtiyaten satılan mal (mebî’) sayılarak
kabzdan önce tasarrufta bulunmamalıdır.
Para peşin standart mal veresiye
satılan bir akit olan selemde ise mal (müslemün fih) satılan şey hükmündedir.
Bu yüzden zimmet borcu olmakla birlikte bunda kabzdan önce tasarruf
caiz değildir.160
3.
Gayri menkullerde kabzdan önce tasarruf:
Ebû Hanife (ö.150/767) ve Ebu
Yusuf’a (ö.182/798) göre, bir kimsenin satın aldığı bir gayri menkul
üzerinde, kabzdan önce tasarrufta bulunması caizdir. Yani bir kimse
parasını verip satın aldığı, fakat henüz teslim almadığı arsa,
dükkân, daire gibi bir taşınmazı başkasına satabilir. Dayandıkları
delil “istihsan” prensibi olup, alış-verişin meşrû olduğunu bildiren
ayetlerin genel anlamı ile istidlâl etmişlerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
şöyle buyurulur: “Allah alış-verişi helâl kıldı” 161;“Alış-veriş yaptığınız
zaman şahit tutun” 162; “Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.
Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helâldır.”163
Genel anlamlı bu ayetlerde taşınır veya taşınmaz mal ayırımı yapılmadığı
gibi, kabzdan önce veya sonra diye de bir ayırım yapılmamıştır. Kitabın
umum bildiren ayetinin, vahid (ravisi tek kalan) haberle tahsîsi de
caiz değildir. Diğer yandan taşınmazın kabzdan önce satılması halinde,
malın helâkı sonucu satıcının taahhüdünü yerine getirememe riski
(garar) de söz konusu değildir. Çünkü gayri menkullerin kısa dönem
içinde değişikliğe uğraması veya helâk olması ihtimali azdır. Teorik
olarak toprak kayması, su basması gibi nedenlerle helâk düşünülse
bile, nâdir olan şeye itibar edilmez.164 Bu prensip Mecelle’de şöyle
ifadesini bulmuştur: “Alıcı, kabzdan önce mebî’ akar ise başkasına
satabilir ve eğer menkul ise satamaz.” 165
İmam Muhammed (ö.189/805), Züfer
(ö.158/775) ve Şâfiî’ye (ö.204/819) göre, gayri menkullerin kabzdan önce
satışı caiz değildir. Dayandıkları delil; kabzdan önce satış yasağı
bildiren hadisin166 genel anlamı, alıcının kabzetmediği bir malı yeni
müşteriye teslime gücünün yetmemesi ve böyle bir satışta aldanma
(garar) riskinin bulunmasıdır.167
İmam Mâlik’e (ö.179/795) göre
ise yalnız gıda maddelerinin kabzdan önce satışı caiz değildir. Dayandığı
delil; kabzdan önce satış yasağı bildiren hadiste yalnız gıda maddesinin
zikredilmesidir.168 Diğer müctehidler ise hadisteki gıda maddesini
sınırlayıcı değil örnek kabilinden sayar. Çünkü aynı üslûbu, karaborsacılıkta
malı saklama süresini veya mal çeşidini yahut satın alınan şeyleri günlük rayiç fiyatla
satanın sadaka ecri kazanacağını bildiren hadislerde ve benzerlerinde
görmek de mümkündür. Nitekim Ebu Yusuf karaborsacılıktan söz eden
hadislerde geçen “gıda maddeleri (taam)” ifadesinin örnek niteliğinde
olduğunu açıkça belirtmiştir.
VIII- İSLÂMÎ HÜKÜMLERLE ÇELİŞEN
ALIŞ-VERİŞLER
A) Fesat ve Butlanın Alış-Verişe
Etkisi:
İslâm’a göre insanlar arasındaki
muameleler rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmaması
dikkate alınarak ikiye ayrılır. Sahih ve gayri sahih akit. Sahih
akit kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir. Gayri sahih
ise rükün veya şartlarında eksiklik bulunan akde denir. Yukarıda akit
çeşitlerini açıklarken bunlar üzerinde durmuştuk.
Hanefîlere göre sahih olmayan
akitler kendi içinde fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak
bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları
karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur. Satım, kira,
hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkât ve taksim akdi gibi. Ancak
vekâlet, vesâyet gibi mâlî nitelikli olmayan, âriyet ve vedîa verme gibi
tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâlî akitlerde; ibadetlerde
ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda
ise fâsitle bâtıl arasında bir fark yoktur.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa
göre ise hem ibadetler ve hem de akitler konusunda fâsit ve bâtıl terimleri
eş anlamda kullanılır.
Hanefîlerle çoğunluk müctehidler
arasındaki görüş ayrılığı İslâm’daki bir yasağın akit üzerinde hangi
ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır. Evlilik,
miras veya ticaret hayatı ile ilgili İslâm’ın koyduğu bir yasağa
uyulmadığı takdirde yalnız uhrevî sorumluluk mu söz konusu olur? Yahut
hem uhrevî sorumluluk doğar, hem de akit geçersiz mi olur? Yine eksiklik
rükün veya şartlarla ilgili ise farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefîlere göre, bazan
İslâm’ın akitlerle ilgili bir yasağı, işleyene günah kazandırır,
fakat bununla birlikte akit geçerliliğini korur. Ancak bu yasak veya
eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul veya üzerinde akit yapılan
şeyde olursa yahut bunları tamamlayan şartlarda bir eksiklik bulunursa
akit bâtıl olur. Meselâ; akdin konusu ortada yoksa veya akdi küçük çocuk
veya akıl hastası yapmışsa, ya da konunun teslimi imkânsızsa satış
bâtıl olur. Bu durumda mal teslim alınmışsa geri verilmesi gerekir.
Tüketilmişse tazmin edilir. Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili
olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz. Bir alım-satım akdinde
ödenecek olan para miktarının veya parayı ödeme tarihinin belirlenmemesi
gibi. Fâsit akitte, eksikliğin tamamlanması veya satım akdinin feshi
yoluna gidilmesi gerekir. Fesih halinde alıcı, mal elde mevcutsa
aynını geri verir. Tüketilmiş olursa mislini, eğer kıyemî mallardan
ise değerini tazmin etmesi gerekir. Böyle bir satışta satılan mal,
alıcı tarafından kabzedilmezden önce mülk ifade etmez.
Çoğunluk müctehitlere göre
ise akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine
engel olur. Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah’a isyandır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bizim emrimize uymayan bir iş
yaparsa bu iş geri çevrilir. Kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa
bu da geri çevrilir.” 169 Diğer yandan Ashab-ı kiram, hakkında yasak
bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir. Onlar faizi ve
müşriklerle yapılan evlenme akdini bu nedenle geçersiz saymışlardır.170
B)
Bâtıl Sayılan Alış-Veriş Çeşitleri:
1.
Olmayan Şeyin (Ma’dûm) Satışı:
Henüz meydana gelmemiş olan
bir şeyin satışının geçerli olmayacağı konusunda görüş birliği
vardır. Hayvanın henüz doğmamış bulunan yavrusunu satmak, ortaya
çıkmadan önce meyve ve ekini satmak gibi. Bunlar satış sırasında
mevcut olmadığı veya meydana gelmeme riski bulunduğu için yapılacak
satım akdi geçerli değildir. Delil Allah elçisinin şu hadisidir:
“Nebi (s.a) erkek devenin sulbündekini, dişi devenin karnındaki
cenini ve yine hayvanın karnındaki doğacak yavrunun yavrusunu
satmayı yasakladı.”171 Hadiste geçen “medâmîn”; erkek develerin
sulplerindeki menîyi, “melâkîh”; dişi devenin karnındaki cenini,
“hablü’l-huble” ise; dişi devenin yavrusunun yavrusunu ifade
eder.172 İslâm’ın çıkışı sırasında araplar arasında bu gibi satışlar
yapılıyordu. Satıcı erkek deveye dişi devesini aşılatır (aşırtır)
ve bunun doğuracağı yavru alıcının olur veya bir, ya da iki yıl süreyle
erkek hayvanın aşılayacağı yavruların satışı, aşılama sırasında
yapılmış olurdu. Anne karnındaki ceninin satışı da yapılırdı. Bütün
bu durumlarda hayvanın hiç doğurmaması, ölü veya sakat doğum yapması
halinde alıcının ödediği satış bedeli karşılıksız kalacaktır. Diğer
yandan yavrusu üzerinde satış sözleşmesi yapılan hayvanın satılarak
el değiştirmesi halinde yavru ile ilgili satışın îfası güçleşecektir.
Diğer yandan mevcut olmayan
şeyin satış yasağı ile para peşin mal veresiye bir satış şekli olan
“selem akdi”ni birbirine karıştırmamak gerekir. Selem satışı; ölçü,
tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan (mislî) şeylerin satış
bedeli peşin ödenerek zimmet borcu olarak satılmasıdır. On ton sert
buğdayı şu kadar peşin fiyata üç ay sonunda teslim almak üzere satış
sözleşmesi yapmak bu niteliktedir. Olmayan şeyin satışında ise henüz
meydana gelmemiş olan fakat belirli bulunan bir mal üzerinde anlaşma
yapılmaktadır. Şu hayvanın doğacak olan yavrusu veya şu ağaçların
meydana gelecek ürünü diye sınırlama getirerek satış yapılması
sözleşmenin sınırlarını daraltmaktadır.
İslâm, tarafların aldanmasına
veya anlaşmazlığa düşmesine yol açabilecek bilinmezlik ve riskleri
alış-verişlerden kaldırmayı amaçlamıştır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: İbn Abbas (r.a) nakleder: “Rasûlullah (s.a) olgunlaşıncaya
kadar meyvenin ağacında, yünün kırpılmadan önce hayvanın sırtında
ve sütün sağılmadan önce hayvanın memesinde iken satılmasını yasaklamıştır.”173
Meyve ve ekinlerin henüz meydana
gelmeden kökünde satılması halinde soğuk, sıcak, sel, baskını, hastalık
gibi nedenlerle hiç ürün alınamaması durumunda satış bedeli karşılıksız
kalır. Hayvanın memesindeki sütle, sırtındaki yünün satın alınmasında
da miktar, nitelik vb. konularda belirsizlikler vardır. Böyle bir
satış aldanmaya yol açar. Diğer yandan bunlarda sonradan çoğalma ve
büyüme hakların karışmasına neden olur.
İmam Mâlik’e göre aynı otlakta
otlatılan birden çok koyunun memesindeki sütü, ne kadar süt verdiği
bilindiği takdirde belirli günler süresince ölçmeden satmak caizdir.
Çünkü insanlar bu konuda birbirlerine müsamaha gösterir. Koyunun
sırtındaki yünün kırpılmadan satılması da böyledir. Çünkü bunların
alıcıya tesliminde güçlük yoktur. Hanbelîler de hemen kırpılması şartıyla
koyunun sırtındaki yünün satışını caiz görürler.174
İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) ve
hocası İbn Teymiyye (ö.728/1327) gibi bazı Hanbelîlere göre, satış sırasında
mevcut olmamakla birlikte, adete göre gelecekte meydana gelmesi
kesin olan şeyin satışı caizdir. Çünkü yok olan (ma’dûm) bir şeyin satışının
yasaklanması ne Kitapta, ne Sünnette ve ne de sahabe sözlerinde sabit
değildir. Sünnette sadece garar satışı yasaklanmış olup, garar da;
“teslim edilemeyen şey” demektir. Bunun mevcut olup olmaması sonucu
değiştirmez. Kaçıp giden ve gelip gelmeyeceği belli olmayan at' ın
veya çalınan bir otomobilin sahibi tarafından satılması gibi. Burada
yasaklamanın illeti ne yokluk ve ne de varlıktır. Satılanı teslim
edememekten doğan garar (risk) halidir.
Diğer yandan İslâm’da bazı durumlarda
ma’dûmun satışı geçerli sayılmıştır. Nitekim olgunlaşacağı belli
olan meyvenin dalında satışı caiz olduğu gibi içi dolmuş bulunan
taneli bitkilerin satışı da caizdir. Buna göre, bir şeyin gelecekte
meydana gelip gelmeyeceği belirsiz ise, bunun satışı henüz mevcut
olmayışından ötürü değil, garar yüzünden batıl olur. Kısaca, buradaki
satış yasağının illeti teslime güç yetirememe yani garar halidir.
Nitekim mevcut olup da teslimine güç yetirilemeyen şeylerin satışının
yasak oluşu da bu nedene dayanır.175
2.
Teslimine Güç Yetirilemeyecek Olan Şeyin Satışı:
a)
Teslimine güç yetmeyen muâmeleler:
Alış-verişin amacı satıcının
paraya, alıcının ise mala mâlik olması ve bunların karşılıklı olarak
teslim edilmesidir. Satıcı sattığı malı teslim edemezse satıştan
beklenen yarar gerçekleşmez. Bu yüzden Hanefîlerin çoğunluğuna göre,
bir kimse teslimine güç yetiremeyeceği bir malı satsa, bu mal onun
mülkiyeti altında bulunsa bile satış bâtıl olur.
Sudaki balığın, havadaki
kuşun, kaçmış olan ve geri dönüp dönmeyeceği bilinmeyen hayvanın,
çalıntı otomobilin, çalınan ve yeri bilinmeyen eşyanın satılması
halinde, satıcı bunları alıcıya teslime güç yetiremez. Böyle bir
satış bâtıldır. Eğer satıştan sonra bu belirtilen şeyler ortaya çıkar
ve teslimi mümkün hale gelirse satıcı ve alıcının yeni bir satış
sözleşmesi yapmaları mümkündür. Burada önceki bâtıl olan satış kendiliğinden
yürürlük kazanmaz.
Teslimine güç yetirilemeyen
şey, bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlenmiş olsa, satış
yine bâtıl olur. Çünkü satış bedeli standart mal (mislî) olunca, sahibi
bakımından “satılan mal (mebî’)” niteliğindedir.176
Burada satılacak mal mevcut
olmakla birlikte, satış sırasında alıcıya teslime güç yetirilmemektedir.
Delil Sünnettir. Ebû Said el-Hudrî (ö.64/683) radıyallahu anhten şöyle
dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a), doğuruncaya kadar hayvanların
karnındaki yavruların satılmasını, ölçülmedikçe hayvanların memelerindeki
sütün satılmasını, paylaştırılmadıkça ganimetlerin, kabzedilmedikçe
sadakaların ve denize atıp çıkarmadan önce ağa yakalanacak balıkların
satılmasını yasaklamıştır.”177 Diğer yandan Rasûlullah (s.a) hasat
ve garar satışını yasaklamıştır.178
Hadisteki “hasât” çakıl taşı satışı demek olup; cahiliye devrinde;
“Ben sana bu çakıl taşının üzerine düşeceği kumaşları satıyorum”
deyip, taş atılır, hangi kumaşa isabet ederse o kumaş satılmış olurdu.
Taş, kumaşlara isabet etmezse alıcı bir şey alamazdı. “Garar” yukarıda
da açıkladığımız gibi “aldanma ihtimali bulunan satış” demektir.
Günümüzde halka atarak veya
belli dönüş hareketi yapan kumar aletlerine para yatırarak eşya
veya para kazanmaya çalışmanın aldanma riski bulunan bir muamele
olduğu açıktır.
Hz. Peygamber başka bir hadisinde;
“Sudaki balığı satın almayınız. Çünkü bunda aldanma riski (garar)
vardır.”179 buyurmuştur. Burada garar
“teslim edilemeyen şey” veya “tesliminde aldanma ihtimali bulunan
şey” anlamına gelir. Buradaki su; deniz veya nehir suyu gibi sınır
getirilemeyen sulardır. Bu yüzden çoğunluk müctehitlere göre,
özel havuzlarda yetiştirilen veya özel bölmelerde toplanan balıkları
henüz tutmadan satın almak caizdir. Çünkü böyle bir havuzda balığın
cins ve kalitesini görmek mümkün olduğu gibi, avlanmasında aldanma
rizikosu yoktur. Meselâ; böyle bir balık çiftliği sahibi ile balık
alıcısı peşin parayla 100 kg. balığı bir gün sonra teslim etmek üzere
anlaşsalar böyle bir satış geçerli olur.
Çünkü tecrübelere göre aldanma riski bulunmaz. Yalnız
Hanefîlere göre alıcı için görme muhayyerliği hakkı söz konusu
olur.180
b)
Zimmet borcu olan şeylerin satışı:
Zimmet borcuna “deyn” denir.
Çoğulu “düyûn”dur. Satılan bir malın bedeli (semeni), karz bedeli,
kadının mehir alacağı, çalışma karşılığı olan ücret, yaralamanın
tazminatı (erş), mala verilen zararların tazminatı, boşama karşılığında
kocanın alacağı bedel (muhâlea bedeli) ve selem akdinde standart mal
alacağı gibi borçlar “deyn” niteliğindedir. Zimmet borcunun başkasına
devredilmesi halinde aşağıdaki hükümler söz konusu olur:
aa)
Borcun veresiye satılması:
Zimmet borcunun alacaklı tarafından
vadeli olarak borçluya veya üçüncü bir kişiye satışı yasaklanmıştır.
Çünkü; “Hz. Peygamber borca karşılık borcun (kâli’in kâli’e karşılık)
satışını nehyetmiştir.” 181 Borcun borca karşılık satışının yasaklanması
teslime güç yetmemesi, faizin gerçekleşmesi veya aldanma riskinin
bulunması gibi nedenlere dayanır.
Borcun borçluya satılmasına
şunu örnek verebiliriz. Bir kimse bir ay sonra teslim almak üzere
bir ton buğdayı parasını da bir ay sonra vermek üzere satın alsa, iki
zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin
ikisi de vadeli olduğu için satım akdinden çok bir satış vadinden
söz edilebilir. Taraflar verdikleri sözde durarak satışı gerçekleştirebilecekleri
gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.
Borcun, borçludan başkasına
satılması ise şöyle olur: Bir kimse başkasında olan bir ton buğday alacağını,
bedeli bir ay sonra alınmak üzere belli bir para karşılığında başkasına
satsa, burada da iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş bulunur.182
bb)
Borcun peşin satılması:
Dört mezhep müctehitlerine
göre alacaklı alacağını borçluya peşin olarak satabilir veya bağışlayabilir.
Çünkü borcun borç karşılığında satışının yasaklanması teslimine
güç yetirilememesi esasına dayanır. Borcun borçluya devredilmesi
halinde ise teslime ihtiyaç olmaz, çünkü onun kendi zimmet borcu kendisine
teslim edilmiş sayılır. Meselâ; bir kimse, karz olarak verdiği bir ton
buğdayı geri almak yerine, ödünç alana belli bir para karşılığında
satabilir veya bağışlayabilir. Burada buğdayı teslim hükmen yapılmış
olur.183 Zâhîrîlere göre, böyle bir satış aldanmaya (garar) yol açabileceği
için caiz değildir.184
Diğer yandan borçlunun buğday
yerine, karşılıklı rıza ile kıymetini vermesi de mümkündür.
Bir zimmet alacağının borçludan
başkasına satılması geçerli değildir. Çünkü alacaklı bu takdirde
borcu teslime güç yetiremez. Borçluya üçüncü bir kimseye teslimi
şart koşsa bu da fasit bir şart olur ve satış geçerli olmaz. Meselâ; bir
kimse ödünç verdiği bir ton buğdayı, başka birisine peşin para ile
satsa, satıcının buğdayı teslim etmeye gücü yetmeyebilir. Para
alacağını başka cins bir para ile peşin olarak satmak da böyledir.
Nesîe faizinin meydana gelmemesi için borçlunun da peşin ödeme yapması
gerekir. Ancak alacağını satan kimsenin borçludan bunu sarf meclisinde
sattığı kimseye teslim etmesi gerekir ki buna gücü yetmez. Çünkü gücü
yetecek olsa, önce alacağını teslim alır, ondan sonra başka cins paraya
çevirebilir.185
cc)
Senet kırdırmak:
Bir kimse vadeli bir alacağını
daha az bir bedel karşılığında başkasına satarsa, buna “senet kırdırma”
denir. Eğer senet veya çek bedeli asıl borçluya vadesinden önce daha
az bir bedelle devredilmiş olursa bunda bir sakınca bulunmaz.
Meselâ; 10 milyon liralık 6 ay vadeli bir senedi, senet borçlusu vadenin
dolmasına üç ay kala karşılıklı rıza ile 8 milyon lira ödeyerek senedi
geri alsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bu senet veya çek üçüncü bir şahsa
veya bankaya kırdırılırsa, 8 milyon, üç ay sonraki 10 milyon lira
ile mübadele edilmiş olur ki, aradaki fark faiz olur.186
Mâlikîlere göre, bir zimmet
borcunun aldanma (garar), riba veya kabzdan önce satış gibi şer’an
sakıncalı bir durum söz konusu olmadıkça borçludan başkasına satılması
caizdir.187
3.
Garar Satışı (Aldanma Riski Bulunan Satış):
a)
Garar terimi ve kapsamı:
Garar sözcüğü sözlükte; tehlike,
tehlikeye açık bırakma ve meçhul alış-veriş demektir.
Aynı kökten “tağrîr” sözcüğü
ise “tehlikeye atmak” anlamına gelir. Garar genel anlamda dış görünüş
bakımından sevimli olan fakat iç yüzü bakımından hoşa gitmeyen şeyi
ifade eder.
Bir fıkıh terimi olarak garar
akitlerde; aldatma, hile, bilinmezlik veya teslime güç yetirilememesi
hallerini kapsar. Büyük Hanefî fakîhi es-Serahsî (ö.490/1097) garar’ı;
“Sonucu belirsiz ve kapalı olan şey”, Mâlikî fakihlerinden el-Karâfî
(ö.664/1285) ise; “Meydana gelip gelmeyeceği bilinemeyen şey” olarak
tarif eder. Havadaki kuş, sudaki balık gibi.188 Hanbelîlerden İbn Teymiyye
(ö.728/1328) garar’ı; “Sonucu belirsiz olan şey” olarak belirlerken,
öğrencisi İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) daha açık bir ifade ile şöyle tarif
etmiştir: “Garar; satış sırasında mevcut olsun veya olmasın alıcıya
teslimine güç yetirilemeyen şeydir. Çalınmış olan bir malı veya kaçıp
gitmiş olan bir hayvanı satmak gibi."
İslâm’da kapsamında garar
(aldanma) bulunan satış yasaklanmıştır. Hadiste şöyle buyruluur:
“Nebî (s.a) garar satışını yasakladı.” 189 Hz. Peygamber’in şu hadisi
gararı tefsir etmektedir: “Sudaki balığı satın almayınız, çünkü
bunda garar vardır.”190 Balıkçının
bir saat süreyle çalışması veya balık ağını bir defa suya atması
sonucunda çıkaracağı balıkları belli bir para karşılığı satın
alan kimse için bunun rizikosu açıktır. Çünkü hiç balık tutulamadığı
takdirde balıkçıya verdiği para karşılıksız kalacaktır. Tahmin
edilenin üstünde balık çıkması halinde ise, balıkçı aldandığını
düşünecektir.
Buna göre, garar teriminin;
“Hiç meydana gelmeme veya istenilen
miktar ve nitelikte meydana gelmeme veya satılanın teslimine güç
yetirememe riski” bulunan bütün alış-verişleri kapsadığını söyleyebiliriz.
Çeşitli hadis-i şeriflerde
satıcı veya alıcının aldanmasına yol açabilen veya satılanı teslim
güçlüğü doğuran alış-verişlere örnekler verilmiştir. Medâmîn,
melâkîh, hablü’l-huble, mülâmese, münâbeze, muhâkale ve hasât satışı bunlar
arasındadır. “Hz. Peygamber (s.a) hayvanın sulbündeki menîyi
(medâmîn), hayvanın karnındaki cenini (melâkîh) ve hayvanın yavrusunun
yavrusunu doğmadan önce (hablü’l-huble) satışını, yasaklamıştır.”191
Bunların meydana gelmeme ve alıcıya teslim güçlüğü vardır. Bu belirsizliği
satış sırasında veya satışın uygulanacağı zaman süreci içinde
giderme imkânı da yoktur. Bu yüzden böyle bir satım akdi bâtıl olur. Yine
hadislerde yasaklanan “mülâmesen”; alıcının malı eline alması veya
dokunması sonucunda satışın bağlayıcı hale gelmesi, “münâbeze”;
satıcının malı alıcıya atması sonucunda satım akdinin tamamlanacağı,
“hasât” ise, atılan bir taşın isabet ettiği şeyin satın alınmış sayılması
anlamına gelir.192 Bu üç çeşit satış türünde eksikliği gidermek ve
satılanı alıcıya teslim etmek mümkün olduğu için satım akdi fasit
olur.
Yine hadislerde yasak olduğu
belirtilen başka satış türleri de vardır. Muhâkale ve müzâbene bunlar
arasındadır. Bunlardan ilki, buğdayı başağında iken, hasat edilmiş
bulunan başka buğdayla tahmin üzere satmak; “müzâbene” ise; dalındaki
taze hurma veya üzümü, kuru hurma veya kuru üzüm karşılığında satmaktır.
Burada cinsler bir olup, satılanın miktarı belirsiz olduğu için aradaki
farkın faiz olması söz konusudur. Çünkü faiz cereyan eden standart
(mislî) şeylerin mübâdelesinin peşin ve eşit miktarda yapılması gerekir.193
Diğer yandan müzâbene’nin
istisnâsı olarak Hz. Peygamber “arâyâ”ya izin vermiştir. “Arâyâ” bir iki
ağaç hurmanın meyvesini kuru hurma ile satmaktır. Bu, insanların taze
hurma yemelerine olan ihtiyaç sebebiyle meşrû kılınmıştır. Çünkü
buna ihtiyaç olabilir. Ancak bunun ticaret amacıyla yapılmaması
için, İmam Şâfiî böyle bir değişimin toplam beş vesk’ı (yaklaşık 653 kg)
aşmaması gerektiğini söylemiştir.194
Sehl b. Ebî Hasme (r.a)’ten şöyle
dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber taze hurmayı kuru hurma karşılığında
satmaktan menetmiş ve bu ribadır, bu müzâbenedir, demiştir. Yalnız
ariyye’ye, yani bir iki ağaç hurmanın yemişini kuru hurma karşılığında
satmaya ruhsat vermiştir. Onu bir ev halkı kuru hurma ile takdir ederek
taze taze yerlerdi.” 195
Yine suya bir defa atılacak
ağın yakalayacağı balıkları veya dalgıcın bir dalışta çıkaracağı
incileri belli bir fiyata önceden satmak fâsit bir satıştır. Bunlardan
ilkine “darbetü’l-kânis”, ikincisine ise “darbetü’l-gâis” denir. Ebû
Said el-Hudrî (r.a)’nin naklettiği bir hadiste dalgıcın bu şekilde çıkartacaklarını
tahmin üzere satması yasaklanmıştır.196
Sonuç olarak yukarıda zikredilen
hadisler ve örnekler üzerinde düşünüldüğünde İslâm’ın alış-verişlerde
bedellerin açık ve belirli olmasını istediği anlaşılır. Eğer satış
bedeli veya satılan malda belirsizlik karşılıklı anlaşma yoluyla
giderilebilecek nitelikte ise satış fâsit derecesinde sayılır.
Ancak bazı satışlarda teslimin imkânsız olması ve ileri derecedeki
bilgisizliği kaldırmanın mümkün olmaması nedeniyle satış bâtıl
hükmünde bulunur. Çiçeğinde iken meyveyi, anne karnında iken yavruyu
satmak gibi.
Eğer bir alış-verişte aldanma
tehlikesi az olursa böyle bir satış geçerli olur. Ceviz, badem, fıstık,
karpuz, kavun gibi kabuklu bitkileri kabukları ile birlikte; buğday,
pirinç ve susam gibi bitkileri ise başağı içinde satmak bu nedenle
caiz görülmüştür. Ancak kabuklu bitkilerin bazı türlerinde alıcı
için görme muhayyerliği hakkı söz konusu olur.
Şâfiîlerden bazılarına göre
kabuklu bitkilerin üst kabukları içinde satışı caiz değildir. Ancak
el-Cüveynî ile İmam el-Gazzâlî aksi görüştedir.
Çoğunluk müctehitlere göre
az aldanma (garar) bulunan şeylerin alım-satımı, başka bir deyimle
hangi hallerin az aldanma sayılacağı konusunu belde örfüne göre
çözümlemek gerekir.197
Aşağıda sonucu belirsiz muameleye
örnek olarak “sigorta” üzerinde duracağız:
b)
İslâmî açıdan sigorta:
Sigorta; iki veya daha çok
kişi arasında yapılan bir akittir. Sigorta eden, prim denilen bir bedel
karşılığında, sigortalının ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı önceden
bilinmeyen zararını ödemeyi üstlenir. Burada sigortalının borcu,
primleri belirlenen tarih ve miktarlarda ödemek, sigortacının borcu
da meydana gelen zararı sözleşme esaslarına göre tazmin etmekten
ibarettir. Sigorta günümüz beşeri hukuklarında ya sözleşmeden veya
kanundan doğabiir.
Sigorta bugünkü şekilleriyle
yeni ortaya çıkan akitlerdendir. Gerçek anlamıyla XIV. yüzyılın
başlarında İtalya’da deniz sigortası şeklinde görülmüştür. Yaklaşık
iki asır kadar önce de İslâm âleminde duyulmuş ve hükmü tartışılmıştır.
Günümüzde halen sigortanın lehinde ve aleyhinde görüşler vardır.
Muhammed Abduh, Mustafa
ez-Zerkâ, Şeltut ve Muhammed el-Behiyy gibi bilginler sigorta şirketinin
bir yardımlaşma şirketi olduğunu ve bu yüzden meşrû olması gerektiğini
söylemişlerdir. Bu konuda Muhammed el-Behiyy şöyle demiştir: “Sigorta
akdi bir satım akdi değil, zarara uğrayanların sıkıntılarını hafifletip
onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma
sözleşmesidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun amaç yardımlaşmaktır.
Meselâ; köylü davarlarını, tüccar ticaret malını, ev sahibi evini,
araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girerse,
yükünü ancak başkasının yardımıyla hafifletebileceğini düşünüyor.
Hayatını sigorta ettiren de, ecelin Allah’ın elinde olduğunu, zamanı
gelince onu kimsenin erteleyemeyeceğini biliyor. Sigortaya başvurmaktaki
amacı öldüğü takdirde aile fertlerine bir yardım kaynağı sağlamaktır.”
198
c)İbn Âbidin’in sigorta ile ilgili
görüşü:
Son devir Hanefî fakihlerinden
İbn Âbidin (ö.1252/1836) ilk olarak sigorta konusunu şu şekilde
gündeme getirmiştir: O, İslâm diyarında sigortanın caiz olmadığını,
küfür diyarında gayri müslimlerin sigorta şirketine sigorta ettirilmiş
bulunan malın telef olması halinde bedelini almakta bir sakınca
bulunmadığını belirterek özetle şöyle demiştir: Tüccar arasında
uygulanan âdete göre, herhangi bir ecnebiden kiralanan gemiye, kira
akdi sırasında, kiracı malların teminatı olmak üzere yabancı ülkedeki
gayri müslime bir miktar para veriyor ki, buna “sigorta” adı verilmektedir.
Eğer gemi yanar, batar veya yağma edilirse, daru’l-harpte bulunan sigorta
şirketi malların değerini ödeyecektir. Benim anladığıma göre telef
olan şeyin bedelini almak caiz değildir. Ancak müslüman bir tüccarın
darü’l-harpte harbî bir ortağı bulunur, ortak mallarını orada sigorta
eder, bundan sonra mal telef olursa müslüman tüccar, şirket tarafından
verilen tazminatı alabilir. Çünkü sigorta akdi iki harbî arasında
yapılmış ve tazminat harbî olan ortağın rızasıyla kendisine gönderilmiştir.
İbn Âbidin müslümanlar arasında
yapılacak sigorta sözleşmesine dayanarak, telef olan malın bedelini
almanın caiz olmadığını şu delillere dayandırmıştır:
aa) Sigorta sözleşmesi dört
tazmin sebebinden hiç birisinin bulunmaması yüzünden bağlayıcı
olmayan bir borçlanmadır. İslâm’a göre bir kimsenin telef olan bir malı
tazminle yükümlü tutulabilmesi için aşağıdaki dört sebepten birisinin
bulunması gerekir:
1. Haksız saldırı; öldürme,
yaralama, yakma, yıkma gibi.
2. Telefe neden olmak. Genel
bir yol üzerine izinsiz çukur açıp, önlem almama yüzünden birisinin
düşmesi sonucu ölüm veya yaralanmanın meydana gelmesi gibi.
3. Başkasına ait bir mala,
emânet niteliğinde olmaksızın el koymak. Gasp, hırsızlık, satılan
malın satıcının elinde alıcının rızası olmaksızın tutulması gibi.
4. Kefâlet. Bir borca kefil
olan kimse, borçlu ödemediği takdirde borcu tazminle yükümlü olur.
Daha sonra ödediği ile asıl borçluya döner.
Sigortalı bir malda telef
söz konusu olunca bir zararın meydana gelmesinde sigortacı şirketin
bir haksız saldırısı, zarara sebebiyet vermesi, sigorta ettirilen
mala haksız olarak el koyması veya sigortalıya kefil olması söz konusu
değildir.
bb) Sigorta, ücret karşılığında
emânetçilik yapan kimsenin, emanet mal telef olunca, onu tazmin etmesi
niteliğinde de değildir. Çünkü mal sigortacının elinde değil, araç
sahibinin elindedir. Eğer araç sahibi sigortacı olsaydı, bu taktirde
de o, emanetçi değil ortak işçi (ecîr) olurdu. Emanetçi ve ortak işçi
ise kaçınılması mümkün olmayan zararı tazminle yükümlü bulunmaz.
Ölüm, suda batıp boğulma ve genel yangın kaçınılması mümkün olmayan
durumlardandır.
cc) Sigorta aldatmanın tazmini
niteliğinde de değildir. Çünkü aldatanın tehlikeyi bilmesi, aldatılanın
ise bunu bilmemesi gerekir. Sigorta şirketi ise, tüccarı aldatmayı
kasdetmez ve tehlikenin meselâ, geminin batıp batmayacağını önceden
bilmez.
Eğer sigortacı ve sigortalı
tehlikeyi akit sırasında biliyorlarsa bu takdirde sigorta geçerli
olur. Hırsız, korsan ve yol kesicilerin yolu kesebileceklerini
bilmek gibi. Ancak sigorta muamelesi buna da uymamaktadır. Bir
kimse, diğerine; “Şu yoldan git, eğer bu yolda korkulacak bir şey olur
ve malın elinden alınırsa ben tazmin ederim” dese, bu durumda zarar
meydana gelirse tazmin etmesi gerekir.199
d)
Mekke fıkıh heyetinin sigorta ile ilgili görüşü:
Mekke’de 4. 4. 1397/1977 tarihinde
Abdullah b. Humeyd’in başkanlığında toplanan on kişilik fıkıh heyeti
sigorta meselesini incelemiş, Mustafa ez-Zerkâ dışında ittifakla
sigortanın caiz olmadığı kanaatine varmıştır.
Bu komisyonun karar özeti
şöyledir:
1. Sigorta sözleşmesi aldanmayı
(garar) kapsar. Çünkü sigortalı ne kadar verip, ne kadar alacağını
bilemez. Belki, bir iki taksit prim yatırdıktan sonra malı helâk olur
ve sigortalı bütün malın bedelini alır. Belki de bütün taksitleri
yatırdığı halde malı zarar görmediği için sigorta şirketinden bir
şey almaz.
2. Sigorta bir kumar çeşididir.
Çünkü zararda sigorta şirketinin bir etkisi olmadığı halde, malı
tazmin etmeği üstlenmektedir. Yahut sigortalanan mal zarar görmediği
halde, sigorta bütün taksitleri karşılıksız olarak almaya devam
etmektedir.
3. Sigorta fazlalık ve nesîe
ribasını kapsamına alır. Çünkü sigorta, sigortalıya, ödediği taksitlerden
fazlasını verirse fazlalık ribası ve araya süre girdiği için de
nesîe ribası söz konusu olmaktadır.
4. Sigorta işleminde, başkasının
malını bedelsiz olarak alma söz konusudur. Bu ise şu ayetteki yasak
kapsamına girer: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla
yemeyiniz.”200
Günümüzde sigorta şirketleri,
sigorta ettikleri kişilerden topladıkları büyük paraları ya bankalarda
faizle işletmekte ya da ticaret yatırımlarında değerlendirmektedir.
Yıl sonlarında elde edilen kârı yalnız şirket sahipleri paylaşmakta,
sigortalıların bu kârlarda bir payı bulunmamaktadır. Sigortalının
mal, can veya organının zarar görmesi halinde sigorta şirketi yalnız
bu zararı karşılamakla yetinmektedir. Yukarıda gerek İbn
Âbidin’in ve gerekse başka hukukçuların eleştirileri ve caiz olmadığını
belirttikleri sigorta muamelesi bu çeşit sigorta kuruluşları
ile ilgilidir. Bunun yanında sosyal yardımlaşma esasına dayanan
ve toplanan paranın tamamı ile meşrû yoldan elde edilecek kârını böyle
bir kuruluşa üye ve ortak olanlara yansıtmayı amaç edinen sigorta
anlayışı aşağıdaki şekilde değerlendirilebilir:
e)
İslâm’a göre sigorta nasıl olmalıdır?
1. Birden çok kimseler her ay
veya belli vadelerde para koymak suretiyle bir yardımlaşma sigortası
oluşturabilir. Bu para hiç çalıştırılmadan sağlam bir paraya veya
altın gibi bir değere çevrilerek bekletilebilir. Yangın, sel, kaza,
hırsızlık gibi kaçınılması imkânsız bir zarara uğrayan üyeye, zararın
durumuna göre, o güne kadar ödediği primlerin bir kaç katı ödeme yapılır.
Üyenin geri ödeme gücü tamamen ortadan kalkmış olursa bu meblağ bağış
kabul edilir. Eğer ödeme gücü varsa belli taksitlerle bu yardımı geri
iade eder. Bu takdirde darda kalan üyelere karz-ı hasen yardımı yapılmış
olur.
Toplanan para ticaret yatırımlarında
işletilerek geliri ana paraya eklenmeye devam eder, sigorta şirketi
güçlenince aylık veya belli vadelerde ödenen primler azaltılır ve
sonunda sıfıra kadar indirilebilir. Ortaklardan kimileri ek
prim ödemek suretiyle, otomobil, fabrika, dükkân, iş hanı ve benzeri
taşınır veya taşınmaz mallarını sigorta kapsamına aldırabilir.
Diğer yandan yalnız belli
bir malı nakil veya belli bir yere kadar yolculuk süresi ile sınırlı
olmak üzere, yatırılacak standart prim karşılığında geçici sigorta
da mümkün olabilir.
Bir felâketle karşılaşan üyenin
zararının büyük olması halinde verdiği, primden fazlasını alırsa,
bu fazlalığı diğer sigortalılar ona bağışlamış, böyle bir zararın
meydana gelmemesi halinde ise, sigortalı yardımlaşma kurumuna
ödediği primleri bu kuruma bağışlamış sayılır. Böylece sigorta
kuruluşu, başkalarını istismar aracı olarak değil bir yardımlaşma
kurumu olarak meydana gelmiş bulunur.
2. Devletin organize edeceği
sosyal güvenlik kuruluşu: Yukarıda özelliklerini belirttiğimiz
sigorta kuruluşunu üst noktada İslâm Devleti’nin organize ve kontrol
etmesi daha sağlam bir yoldur. Ancak burada da şirket kurucusu olan
devletin bu işi kâr amacıyla yapmaması gerekir. Elde edilecek gelirler
ana paraya eklenmeli, sigorta şirketi güçlendikçe eski ortakların
prim oranı azaltılmalı, belirli dönem sonra prim ödemeden mal, can,
organ vb. beklenmedik zararların bu kuruluşça karşılanması amaçlanmalıdır.
Sigortanın amacı tek kişinin
altından kalkamayacağı ağır yükü mümkün olduğu kadar fazla sayıda
kişilere yaymak ve böylece büyük zararları, kimseye ağır gelmeyecek
bir yolla karşılamaktır. Bir mü’minin karşılaştığı sıkıntı ve zararı
diğer mü’minlerin paylaşması kadar tabii bir şey olamaz. İflâsın eşiğinde
olan bir mü’mini geri dönmeyecek bir maddî yardımla desteklemek güzel
bir haslettir. Ancak insanların bu sıkıntı ve dayanılmaz acılarla
dolu kaza, musîbet ve felâket durumlarını istismar ederek büyük paralar
toplamak bunun çok az bir bölümünü zararların tazmini için harcadıktan
sonra geri kalan büyük gelirlerin sigorta şirketi sahibi bir kaç
kişi arasında paylaşılması İslâm’ın öngördüğü bir yardımlaşma kurumu
sayılamaz. Çünkü sigorta bir ortaklıksa bundan oraya prim veya aidat
ödeyen her üyenin meydana gelecek kârdan payını alması gerekir. Ya
da kâr ana paraya eklenerek yardımlaşmanın yaygınlaşması amaçlanmalıdır.
f)
İslâm’ın ilk dönemlerinde sigorta benzeri uygulamalar:
Sigortanın bir sosyal yardımlaşma
kurumu olarak yerini alması ve statüsünü tamamlaması gerekir.
Çünkü büyük masrafları gerektiren, kişiyi altından kalkamayacağı
yükler altında bırakan rizikolara karşı İslâm’ın ilk dönemlerinden
itibaren tedbirler alınmıştır. Ancak Hz. Peygamber ve dört halife döneminde
sağlık problemi önemli bir masraf gerektirmediği gibi, at veya develerle
yapılan yolculuklarda görülen kazalar da önemsizdi. Ailelerin ev
inşası da ucuz ve basit malzemelerle kolay bir şekilde ve malzemenin
önemli bir bölümüne para vermeden yapılabiliyordu. Bu yüzden hastalık,
yangın, yol kazası gibi konularda kişinin gücünü aşan büyük riskler
söz konusu olmuyordu.
Buna karşılık asıl ağır yük
esirlik veya mala ya da cana karşı verilen zararların tazmininde
söz konusu oluyordu. Bu yüzden daha Hz. Peygamber (s.a) döneminde büyük
tazminat ödeme durumuyla karşılaşan kimselerin yükünü hafifletmek
amacıyla “âkile” veya “maâkıl” sistemi ortaya çıkmıştır. Sosyal yardımlaşma
nitelikli sigorta ile benzerliği yüzünden, “âkile” sisteminden söz
etmek istiyoruz:
g)
Âkıle veya maâkıl sistemi:
Âkıle sözcüğü diyet ödemek
anlamına gelen “akl” mastarından ism-i fail olup; diyet ödemeyi yüklenen
kimse veya kimseler demektir. Âkıle sistemi Medine’deki arap kabilelerinin
Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilatlandırılması ile birlikte
düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun
kurtarılması için fidye, kasta benzer veya yanlışlıkla öldürmelerde
diyet, yaralamalarda ise erş adı
verilen tazminatların ödenmesi gerekiyordu. Bu tazminatların
miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu.
Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için, karşılıklı yardımlaşma
esasına dayanan âkıle veya maâkıl sistemini kurdu. Buna göre, bir kabilenin
mensupları kabile bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık
ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım
bekleyecekti. Hatta kabile bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba
ve komşu kabileler onların yardımına gelecekti.
Âkıle sistemi Hz. Ömer
(ö.23/643) tarafından geliştirilerek, insanların mensubu bulunduğu
meslekler, askerî, mülkî idare esaslarına veya çeşitli bölgelere göre
bir düzenleme yapılmıştır. Hür, akıllı ve ergin erkeklerden oluşan
âkile listesi deftere yazılınca, bunlara “dîvan” adı verilmiştir.
Bazı müellifler dîvan uygulamasının Hz. Peygamber (s.a)' in, Mustalikoğulları
gazasından sonra, ganîmetlerdeki devlet payı olan beşte biri (humus)
idare etmek üzere Mahmiye b. Cez’i tayin etmesiyle başladığını söylerler.201
Hz.
Peygamber’in Ağır Tazminatlarla İlgili Uygulaması:
Hicretin 1. yılında Medine’de
kurulan İslâm devletinin ilk kurucu anayasası çeşitli maddelerde
diyet, fidye ve ağır mâlî yük altında bulunanlarla ilgili çözümler
getirmiştir. Adı geçen anayasanın 11. (bazı kaynaklarda 12) maddesinde
şöyle denilir: “Mü’minler kendi aralarında, ağır tazminat yükü altında
bulunan hiç kimseyi bu durumda bırakmayacaklar, fidye veya kan diyeti
gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.”
Yine 3’ten 12’ye kadar olan maddelerde çeşitli kabilelerin adları
ayrı ayrı sayılarak, bunların kendi aralarında, ağır mâlî yükümlülükleri,
ortaklaşa meydana getirecekleri bir fondan karşılayacakları belirtilir.
Buna göre her kabile veya zümre ortak bir sosyal güvenlik kuruluşuna
kavuşturulmuş oluyordu.202
Medine anayasasının 11.
maddesindeki “mufrah” terimini İbn Hişam (ö.218/833);“Borç veya aile
fertlerinin çokluğu yüzünden ağır yük altında bulunan kimse” olarak
tarif ederken203; Ebu Ubeyd (ö.224/838) bunu; “Borç yüzünden ağır yük altında
bulunan kimse” diye açıklar. Eğer bir kimse esir düşmek veya yanlışlıkla
birisini öldürmek sonucunda fidye veya diyet ödemek zorunda kalırsa,
buna yardım yapılacaktır.204
Hz. Peygamber 9. hicret yılında
Tebük Seferi sırasında Cuzâm kabilesi başkanı Mâlik b. Ahmer ile
yaptığı anlaşmaya;“Borca batmış olanlara ait hisseyi ödeyeceklerine”
dair bir şart koymuştu ki, bununla ilk kurucu anayasada yer alan yardımlaşma
esaslarının ileriki yıllarda da genişleyerek sürdüğü anlaşılır.205
Diğer yandan suçlunun tazminatı
tek başına ödeyememesi, zarar görenin mağduriyetini daha da çoğaltır.
Bu yüzden zararın âkile sistemi denilen bir çok kimseye yükletilmesi,
çeşitli bakımlardan kolaylık sağlar. Nitekim Allah’ın Rasûlü bu amaçla
anayasa gereği yahudi kabilelerinden yardım istemiştir. Bi’r-i
Mâune faciasında Âmir Oğullarından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin
diyetine katılmaları için H. 3. yılda Hz. Peygamber yahudi kabilesi
Nadir Oğullarına gitmiş ve orada kendisine bir suikast düzenlenmiştir.206
Yine hicretin 7. yılından
sonra Hayber bölgesinde müslüman bir tüccar fail-i mechul bir cinayete
kurban gitmişti. Hz. Peygamber bölge halkına bir yazı göndererek diyetin
ortaklaşa ödenmesini istemiş ise de, onlar kendilerinin cinayetle
bir ilglilerinin bulunmadığına dair yemin edince Hz. Peygamber,
ölenin diyetini devlet bütçesinden ödemiştir.207
Mekke’nin fethinden sonra 8.
hicret yılında Hz. Peygamber tarafından, Halid b. Velid (ö.21/641) komutasındaki
bir birlik, Mekke yakınlarındaki Cezîme kabilelerine irşad amacıyla
gönderilmişti. Ancak dikkatsizlik nedeniyle bu kabileden bazı
kimseler daha önce İslâm’a girdikleri halde öldürülmüş ve mallarına
da zarar verilmişti. Halid (r.a)’e çok kızan Allah elçisi ölenlerin
diyetlerinin ve mallarına verilen zararların beytülmâl’den karşılanmasını
emir buyurmuştur.208
Diğer yandan diyet ödeme
imkânı bulamayanların diyeti İslâm Devleti’nin zekât fonundan karşılanır.
Nitekim Hz. Peygamber ana karnındaki cenînin düşmesine sebep olan birisini
diyet cezasına çarptırmıştı. Suçlunun hısımları bunu ödeme güçlerinin
bulunmadığını bildirince, diyet onun kabilesinin zekât gelirlerinden
ödenmiştir.209
Hanefîlere göre diyet yükümlüsü,
suçlu dîvan ehlinden ise dîvandır. Bu durumda diyet, dîvan üyelerinin
atâ veya rızıklarından (maaş) kesilir. Hz. Ömer’in uygulaması da bu
şekilde olmuştur. İkinci Halife Ömer (r.a), müslüman nüfusu kütüklere
yazdırmış ve bütçe fazlası gelirleri kadın, erkek büyük küçük ayırımı
yapmaksızın bütün toplum fertlerine maaş olarak dağıtmıştır. Bu,
çalışma karşılığı olmaksızın atıyye niteliğinde verilen bir devlet
yardımıdır. Çünkü Bahreyn valisi Ebu Hureyre (ö.58/677) 500. 000 dirhem,
arkasından da Ebû Mûsa el-Eşr’ârî (ö.44/664) bir milyon dirhem (beş dirhem
yaklaşık bir koyun bedelidir) getirince bütçe fazlası bu gelirleri
bütün halka belli ölçüler içinde dağıtmak ihtiyacı duyulmuştur.210
Hz. Ömer’in dîvanlarla ilgili uygulama için şu sözü ünlüdür: “San’a (veya
Hımyer) dağındaki bir çobanın hakkı bile, kendisi yerinde iken ve
isteyip yüzü kızarmadan ona ulaşacaktır.”211
Hz. Ebû Bekir’in ilk halifelik
yılında herkese eşit olarak 7,3 dirhem, ikinci yılda ise 20’şer dirhem
maaş (atâ veya atıyye) dağıttığı düşünülürse İslâm’ın toplumda ne
kadar sağlam bir ekonomik denge meydana getirdiği daha iyi anlaşılır.212
İşte Hz. Ömer döneminde Devletin
önemli mâlî fonksiyonlarının toplandığı ve bütçe fazlası ödeneklerin
değerlendirildiği “dîvan”lar aynı zamanda bir sosyal yardımlaşma
sigortası görevi de îfâ etmiştir.
h)
Sonuç:
Sonuç olarak sigorta konusunda
şunları söyleyebiliriz:
1. İslâmî hükümlerin tam olarak uygulandığı
bir ülkede ayrı bir sigorta sistemine ihtiyaç duyulmaz. Yangın,
sel, kaza, iflâs gibi kişinin tek başına üstesinden gelemeyeceği
büyük harcama ihtiyacı ortaya çıkarsa bu kimsenin ihtiyacı Devlet
bütçesinin “zekât” fonundan karşılanır.
2. Kişiyi tamamen yoksul duruma düşürmemekle
birlikte belli bir mal varlığını veya sağlığını bir anda yok edebilen
rizikolara karşı da zirvesinde devlet organizesi bulunan yardımlaşma
sigortası kurulabilir. Böyle bir sigortada kâr amacı güdülmez.
Anapara işletilirse kâr anaparaya eklenir ve sistem güçlendikçe
bu sisteme bağlı olanların ödeyeceği primler azaltılır ve giderek
prim alınmaz olur. bu çeşit sigorta “karşılıklı olarak hibeleşiniz,
birbirinizi seversiniz” hadisine213 uygun düşer.
3) Tamamen, ticaret amacıyla kurulan ve
finansmanlarını faizli bankalarda nemâlandıran sigorta teşkilatları
ise, insanların sıkıntılı ve acılı anlarını istismar eden aracılar
durumundadır. Çünkü böyle bir sigorta işlemi, ihtiyaç olmadığı
halde, ileri derecede belirsizliği (garar) bünyesinde bulunduran
bir bedelleşme (ıvaz) akdidir. Hz. Peygamber gararı (aldanma riski
bulunan işlemi) yasaklamıştır.
Ancak sosyal sigortalar kurumu,
emekli sandığı ve bağ-kur teşkilatı gibi sosyal güvenlik kuruluşları,
zirvesinde devlet organizesi bulunan ve sosyal yardımlaşma niteliği
olan, kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Bunlar az prim ödeyip çok alma
veya çok pirim ödeyip az alma durumlarında “İslâm’daki karşılıklı
hibeleşme” prensibine göre yardımlaşma görevi yaparlar. Anaparaları
meşrû şekilde gelir getiren yatırımlarda kullanılabilir. Elde
edilen gelirler anaparaya eklenerek büyüme sağlanır veya sistemin
küçülmesi ya da zayıflaması önlenmiş olur. Anaparaları meşrû şekilde
nemâlandırılan böyle bir kuruluşa üye olmak, prim ödemek ve gerektiğinde
hastalık, sakatlık, malüllük, dul, yetim, yaşlılık veya emeklilik
gibi nedenlerle buralardan ikramiye, maaş ve benzeri yardımlar
almak mümkün ve caiz olur.
4.
Pis (Necis) Olan Veya Pislik Karışan Şeyin Satışı:
Yenilmesi veya içilmesi
âyetle veya sahîh hadisle kendi özündeki bir zarardan dolayı yasaklanmış
bulunan şeylere “necis (pis)” denir. Şarap, domuz veya murdar ölmüş
hayvan eti ve kan bunlar arasında sayılabilir. Kur’an’da şöyle buyurulur:
“Allah, size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen
hayvanların etini haram kıldı.” 214 Başka bir âyette şarap da yasak
kapsamına alınır.215 Âyetlerdeki yasaklama bu şeylerin yalnız yenilmesi
veya içilmesi ile ilgilidir. Cabir b. Abdillah (ö.78/697) (r.a)’ten rivayet
edilen şu hadis bunların satışının da aynı hükümde olduğunu belirtir:
“Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Allah ve Rasûlü şarabın,
leşin, domuzun ve putların satışını haram kılmıştır. Kendisine;
“Ey Allah’ın Rasûlü! murdar ölmüş hayvanın iç yağları için ne dersin?
Onlarla gemiler ve deriler yağlanır, insanlar onu aydınlatmada
kullanırlar.” diye sorulunca, Allah elçisi; “Hayır o haramdır” buyurdu
ve sonra şöyle devam etti: “Allah yahudileri kahretsin. Allah onlara
hayvanların iç yağlarını haram kılınca onlar bunu erittiler ve sonra
da satıp parasını yediler.” 216
Kur’an-ı Kerim’de yahudilere
iç yağların yasaklanışı şöyle ifade buyurulur: “Biz yahudilere
tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak
ve kemik yağlarının dışında iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden
ötürü, onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphesiz biz doğruyu söyleyiciyiz.”217
Bunların satılıp parasının yenmesi de hadisle yasaklanmıştır.
İbn Abbas (ö.68/687)’dan Rasûlullah (s.a)’ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: “Allah yahudilere lanet etsin (üç kere), şüphesiz Allah
onlara hayvanların iç yağlarını haram kılmıştı, onlar bunları sattılar
ve parasını yediler. Şüphesiz Allah herhangi bir topluluğa bir şeyin
yenmesini haram kılmaz ki, o şeyin satış bedelini de haram kılmış
olmasın.” 218 Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği aynı hadisin sonu
şöyledir: “Şüphesiz Allah, bir topluluğa, bir şeyin yenilmesini haram
kıldığı zaman, onlara bunun satış bedelini de haram kılar.”219
Hanefîlere göre, yenilmesi,
içilmesi veya yeme-içme dışında başka bir amaçla yararlanılması
caiz olan şeylerin alım-satımı da caizdir. Çünkü canlı ve cansız varlıklar
temelde insanların yararlanması için yaratılmıştır. Açık yasaklama
bulunmadıkça eşyada asıl olan mübahlıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur”. 220 “Yeryüzünü
size boyun eğdiren O’dur. Yeryüzünün her yanında gezip dolaşın ve
Allah’ın vermiş olduğu rızıklardan yiyin.”221 Buna göre yeryüzünde
insanoğluna boyun eğmeyecek hiç bir fizîkî güç yoktur. İnsan dünyanın
derinliklerine, gökyüzünün yüksekliklerine gidebilir. Madde,
genel anlamda insana boyun eğebilecek bir nitelikte yaratılmıştır.
Başka bir ayette yararlanma
kapsamı gökteki varlıkları da kapsamına alır. Nitekim çeşitli
âyetlerde yerde ve gökte bulunan her şeyin insanın yararlanması için
yaratıldığı belirtilir. “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden
bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen bir toplum
için bunlarda, nice ibret ve deliller vardır.”222
Bu yüzden eti yenmeyen ve kendisi
de temiz olmayan bir takım hayvanlar veya maddeler başka bakımlardan
yararlanmaya konu olabilir. Nitekim köpek, pars, arslan, kaplan,
kurt, kedi gibi azı dişi ile yırtıcı olan hayvanlardan, avlanmak, bekçilik
yaptırmak gibi meşrû amaçlar için yararlanmak mümkün olduğu için bunların
satışı da caiz görülmüştür. Yılan, akrep gibi haşerât ve sürüngenler
de kendilerinden yararlanıldığı takdirde satılabilir. İlâç yapımı,
kan emmesi için sülük satımı gibi.
Günümüzde kanamalı hastalara
veya ameliyat olan kimselere damardan kan verilmesi zorunlu bir tedavi
yöntemi olmuştur. Kan verilmezse hastanın kan kaybından ölmesi söz
konusudur. Bu yüzden sağlıklı kişinin alması caiz olmayan kan, hasta
için caiz olur. Çünkü “zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar”
prensibi, darlık bulunan konularda mü’mine kolaylık sağlar. Cahiliye
devrinde bir zaruret olmadığı halde insan veya hayvana ait kanı,
içme veya pişirerek yeme yoluyla alanlar vardı. Sıcak iklimde çok
kısa sürede mikropların üreyebildiği necis bir maddenin insan sağlığına
ne kadar zararlı olabildiği bilinen bir gerçektir. Günümüzde ise
ağızdan gıda için kan alınması söz konusu olmadığı gibi, kan grupları
uyuşan kimselerin kanı, diğerindeki kan eksikliğini doğrudan tamamlamış
olur. Bu şekilde kan nakli caiz görülünce, bu kanın temin edilmesi
de gerekecektir. Hastaya bağış yoluyla kan veren olursa, en güzel
ve şüpheden uzak bulunan yol budur. Fakat çoğu kere bağış olarak kan
bulunmayabilir. Kanı belli bir para karşılığında satın almak zarureti
ortaya çıkabilir. Bu takdirde bunu satın alanın zaruret içinde olmasından
ötürü bir sorumluluğunun bulunmayacağı açıktır. Satıcı ise hastanın
bu darlık halinden yararlanıp yüksek paralar almaya kalkışırsa bu
da temiz bir kazanç olmaz.
Hastaya daha düzenli kan
sağlamak için, ülkemizde Kızılay ve bazı kan merkezlerinin yaptığı
şekilde, bağış veya belli bir ücret yada masraf karşılığı alınan
kanların kâr amacı gütmeden ihtiyacı olan hastalara ulaştırması
amaç olmalıdır. Ancak bununla birlikte kişiler de hastaya doğrudan
bağış yapmak istemedikleri takdirde ilgili kuruluşlarda oluşan
bedel karşılığında kan satışı yapılabilir. Çünkü bu durumda kan,
artık kendisinden yararlanılması caiz olan “mütekavvim mal” niteliğinde
sayılır.
Eti yenmeyen hayvanların sidikleri,
tersleri ve akan kanları necis olup, bunların satılması da caiz değildir.
Ancak uçan kuşların tersleri sakınılması güç olduğu için temiz sayılmıştır.
Tavuk, kaz ve ördek tersleri de necistir.
Genel olarak eti yenen hayvanların
tersleri gübreleme, yakıt, inşaat malzemesi, duvar sıvası ve benzeri
amaçlar için kullanılabilir ve bunların satışı da yapılabilir.
Necâset karışmış olan şeyin
satışı ve ondan yeme dışında tabaklama, yağlama ve mescid dışında
aydınlatma amacıyla yararlanmak caizdir. Ancak ölü hayvanın yağı
bunun dışındadır.223
Şâfiî ve Hanbelîlere göre şarabın,
leşin, kanın ve bunlara benzer necis şeylerin satışı caiz değildir.
Çünkü Hz. Peygamber bunların satışını yasaklamış ve putların satışını
da buna eklemiştir.224Necis olan şeylerden uzak durmak ve ona yaklaşmamak
gerekir. Necis şeyi satmak ise ona yaklaşmaya neden olur. Şâfiîler,
kendisinden yararlanmak mümkün olan necasetlerin satışı için “el
çekme” denilen bir yöntem bulmuşlardır. Buna göre, meselâ; gübre,
ilâç yapımı ve benzeri bir amaç için necis olan bir şeyi satacak olan
kimse “Ben bu maddeden şu kadar bedel karşılığında elimi çekiyorum”
diye icapta bulunur, alıcı da kabul edince akit meydana gelmiş olur.
Köpeğin satışı ise çoğunluğa
göre caiz görülmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber bir hadisinde köpeğin
bedelini, fâhişenin ücretini ve kâhinin aldığı parayı yemeyi yasaklamıştır.225
Köpeğin eğitilmiş olup olmaması da sonucu değiştirmez. Ancak
Mâlikîlerden Sahnûn b. Saîd (ö.240/854) aksi görüşte olduğunu belirterek;
“Ben köpeği satar ve onun parası ile hacca giderim” demiştir.226
Sonuç olarak Hanefî ve Zâhirî
fakihlerine göre, kendisinden yararlanılabilen necasetlerin
satışı caizdir. Ancak satışı hadisle yasaklananlar bundan müstesnadır.
Bununla birlikte köpek gibi satışı yasaklanan bazı hayvanlar da
avcılık, bekçilik gibi bir amaç bulununca mal sayılır ve satışı caiz
olur. Çoğunluğa göre ise prensip olarak necasetin satışı caiz değildir.
Çünkü İslâm’da ancak temiz olan şeyden yararlanmak mübah olur ve satışı
da meşrû bulunur. Bununla birlikte çoğunluk da eti yenen hayvanların
terslerinin gübreleme ve benzeri amaçlar için satılabileceğini
kabul etmiştir. Şâfiîler bu gibi satışların “elini, satılacak şeyden
kaldırma” yoluyla yapılabileceğini söylemişlerdir.227
Günümüzde bazı ülkelerde
kanalizasyon suları arıtılarak yeniden kullanıma sokulabilmektedir.
Kanaatimizce bu gibi arıtılmış suların tarım alanında sulama için
kullanılması mümkündür. Eğer mikrop, bakteri ortamından ayrılmış
ve dezenfekte edilmiş bulunursa sanayi kesiminde; soğutma, temizleme
vb. işlerde de kullanılabilir. Ancak bu gibi suların yeniden şehir
su şebekesine döndürülmesi caiz olamaz. Çünkü böyle arıtılmış bir
suyun kimyevî mineral zenginlikleri bakımından “tabiî su” kıvamında
olmayışı, “müsta’mel (kullanılmış) su” hükmünde bulunması ve en
önemlisi insan tabiatının böyle bir suyu “iğrenç bulması” dikkate
alınarak arıtılmış kanalizasyon suyunun içilmesi, yemeklerde veya
temizleyici olarak ya da abdest veya gusül abdesti alımında kullanılması
caiz olmasa gerektir.
5. Kaporalı Satış:
Bir alış-verişte satış bedelinin
tamamının verilemediği durumlarda, alıcı veya satıcının caymasını
önlemek amacıyla önden verilen bir miktar paraya “kapora” veya
“pey akçesi” denir. Arapçaya başka dilden geçen “arbûn” veya “urbân”
sözcüğü kapora anlamında kullanılır. Kaporalı satış; bir malı satın
alan kimsenin, satıcıya bedelden bir bölümünü, satış gerçekleşirse,
önden verilen meblağın satış bedelinden düşülmesi, gerçekleşmezse
bağış (hibe) sayılması şartıyla vermesidir.228 Böyle bir satım akdinde
alıcı için seçimlik hak bulunur. Eğer akit gerçekleşirse önceden verilen
kapora, satış bedelinin bir bölümünü oluşturur. Alıcı akdi yapmaktan
vazgeçerse kaporayı kaybetmiş olur. Burada, alıcının tercihini
belirlemesi için bir süre konulmamışsa, süresiz hak söz konusu
olur. Kaporalı satış, satıcı bakımından bağlayıcı bir akittir.
Hanbelîlere göre, alıcının seçimlik hakkını kullanması için belli
bir süre belirlenmesi gerekir.
Çoğunluk müctehitlere göre,
satış gerçekleşmediği takdirde önden verilen kapora yanmak üzere
yapılacak satım akdi geçerli değildir. Hanefîlere göre böyle bir satış
fâsit, diğer müctehitlere göre ise bâtıl hükmündedir. Delil şu hadistir:
“Hz. Peygamber (s.a) kaporalı satışı yasaklamıştır.”229 Bu yasağın
nedeni; garar, risk, başkasına ait malı bedelsiz olarak yeme, yani
sebepsiz zenginleşme veya satışta iki fâsit şartın bulunmasıdır.
Bu iki fâsit şarttan birincisi satıcı lehine bağış, diğeri alıcıya
cayma hakkı veren şarttır. Diğer yandan alıcının tercih hakkını bildirmesi
için bir sürenin konulmamış olması da başka bir bozucu nedendir. Nitekim
“şu malı, ne zaman istersem şu kadar para ile birlikte sahibine geri
vermek üzere seçimlik hakka sahibim” demekle de geçersiz bir satış
yapılmış olur.230
Ahmed b. Hanbel’e (ö.241/855)
göre, kaporalı satış caizdir. Delil hadistir. Zeyd b. Esleme
(r.a)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlüllah (s.a.s)'e kaporalı
satışın hükmü sorulmuş, o, bunu helâl kılmıştır”.231 Diğer yandan
Nâfi b. Abdilhâris (ö.117/735)'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Nâfi, Mekke’de Halîfe Ömer için, hapishane yapılmak üzere Safvân b. Ümeyye
(r.a)’den dört bin dirhem karşılığında bir ev satın almıştır. Eğer Ömer
razı olursa satım akdi yürürlük kazanacak, aksi halde Safvân’a dört
yüz dirhem tazminat verilecekti. Hz. Ömer’e danışılınca, O, bu şartı
kabul etmiştir.”232
Günümüz ticaret işlemlerinde
zaman kazanmak, düşünmek, piyasa araştırması yapmak, malın başkasına
satılmasını engellemek gibi amaçlarla, bir miktar kapora verilerek
satıcı ile ön bağlantı yapılmaktadır. Böyle bir akit gerçekleşince,
kaporanın satış bedeline mahsup edilmesi gerekir. Alıcı sözleşmeden
vazgeçerse kaporanın geri verilmesi en güzelidir. Satıcı, bekleme
ve malını başkasına satmama karşılığında böyle bir pey akçesini
istemektedir. Kâdî Şurayh, (ö.87/705) kaporalı satışı caiz görür ve
şu delile dayanır: “Bir kimse zorlama olmaksızın kendi isteğiyle,
kendi aleyhine bir şart koysa, bu onun aleyhine sabit olur.”233
Sonuç olarak Hanefîlere göre
kaporalı satışın hükmünün fâsit oluşu dikkate alınarak her iki taraf
da cayabilir. Bu takdirde önden verilen kaporanın geri verilmesi
gerekir. Ancak taraflar sözleşmeyi sürdürürlerse alıcı malın değeri
üzerinden satış bedelini tamamlar ve satıcı da malı teslim eder.
6.
Suyun Alım-Satımı:
Su Yüce Allah’ın tabiî nimetlerindendir.
Çoğu zaman insan emeği söz konusu olmaksızın yağan yağmurlar veya
yeraltı su zenginlikleri bir beldenin su kaynaklarını meydana getirir.
İnsan varlığı, yiyecek kadar suya muhtaç olduğu için, su kendisinden
yararlanılan önemli bir maddedir. Bütün canlıların ve bitki örtüsünün
oluşumu ve gelişmesi de suya dayanır.
Kur’an-ı Kerim’de canlıların
temel unsurunu teşkil eden suyun önemine dikkat çeken pek çok âyet-i
kerime vardır. Bazıları şunlardır: “Gökler ve yer birbirine bitişikken
onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı inkârcılar
bilmezler mi? Hâlâ iman etmiyorlar mı?”234 “Allah bütün canlıları sudan
yaratmıştır.” 235 Bütün bitkilerin su sayesinde neşvü nemâ bulduğu
şöyle belirlenir: “Gökten suyu indiren O’dur. Biz, o su ile her şey
için gerekli olan bitkiyi çıkardık. Ondan da yeşillik meydana getirdik.
Yeşillikten ise, birbiri üzerine yığılmış taneler çıkarırız. Hurmanın
tomurcuğundan, sarkıp yere yaklaşan salkımlar çıkarırız. Ayrıca
o su ile birbirine benzeyen ve benzemeyen üzüm, zeytin ve nar bahçeleri
meydana getiririz...”236
Canlıların yaşaması için
bu kadar önemli olan suyun mülk edinilmesi ve satıma konu yapılması
mümkün müdür?
Su, özel mülke konu olmadığı
sürece kullanımı mubahtır. Mübah olan bir şeyde ise herkesin hakkı
vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar:
Su, ot ve ateş.”237
Sular genel olarak dörde ayrılır:
a) Deniz suyu: Bundan herkesin
yararlanma hakkı vardır. Güneş, ay ve havadan yararlanma ne ise denizlerden
yararlanma da bunlar gibidir. Kişinin denizden hem şefeh, hem de
şirb hakkı vardır. “Şefeh” insanın ağzı ile içmek suretiyle sudan dilediği
gibi yararlanması demektir. Hayvanları sulama ve temizlikte kullanma
da bu kapsama girer. “Şirb” ise, sözlükte “su payı” anlamına gelir.
Bir terim olarak; tarım ürünlerini veya hayvanları sulamak amacıyla
sudan yararlanma nöbetini veya zamanını ifade eder.
b) Büyük ırmakların suları:
Dicle, Fırat, Nil, Seyhun, Ceyhun, Kızılırmak, Yeşilırmak gibi nehirler
bu niteliktedir. Toplumun bu nehir sularında mutlak anlamda şefeh
yani içme veya hayvanlarını sulama hakkı vardır. Toplumun genel
yararına engel olmamak şartıyla tarım ürünlerini sulama, baraj,
elektrik santrali ve benzeri tesisleri kurma hakkı da söz konusu
olur. Ancak bu gibi tesislerin nehrin aşağı taraflarında yerleşmiş
olanların mal, can veya toprak ürünlerine zarar vermemesi gerekir.
Aksi halde bunların kendilerine yetecek kadar suyun serbest bırakılmasını
isteme hakları doğar. Birden fazla ülke topraklarından geçen nehirlerden bu ülkeler
ortaklaşa yararlanırlar. Biri diğerini yararlanmaktan men
edemez.
c) Sınırlı bir topluluğa
ait mülk edinilmiş sular: Bir köy halkına ait küçük bir akarsu, kaynak
veya kuyu bu niteliktedir. Büyük nehir veya göllerden alınıp özel
kanal veya borulardan akıtılan sular da böyledir. Bu gibi sulardan
insanların yalnız içme ve kullanma suyu alma hakkı vardır. Hayvanları
sulama da bu kapsama girer. Çünkü içme, kullanma ve hayvanları sulamada
zaruret vardır.
d) Kaplara alınmış sular: Su
deposu, varil, kova, desti, ibrik ve benzeri kaplara doldurulmuş
olan sular, bunları dolduranın mülkü sayılır. Sahibinin izni olmadıkça
bunlardan, başkasının yararlanması caiz değildir.238
Yukarıdaki su çeşitlerinden
ilk ikisi yani deniz ve büyük ırmakların suları mübah sulardan olup
bunların özel kaplara alınmadıkça satışları caiz değildir.
Çoğunluk müctehitlere göre
belli bir topluluğa ait pınar, kaynak veya kuyu ile özel kaplara konulmuş
bulunan sular özel mülk sayılır. Sahipleri bizzat bu sulardan serbestçe
yararlanabilir ve başkasının yararlanmasını da engelleyebilir.
Ancak yakında su bulunmuyorsa, içmek veya hayvanlarını sulamak
zorunda kalan kimse için suyu özel mülkiyetinde bulunduran kimseye
yetkili kişilerce; “Ya suyu kendin doldur ve ihtiyacı olan bu kişiye
ver, ya da suyu alması için ona izin ver” denilir..239
Diğer yandan mülkiyet altında
bulunsa bile suyun ihtiyacı olanlara bedelsiz olarak verilmesi
müstehaptır. Ancak suyun sahibi bedelsiz vermeye zorlanamaz. Zaruret
hali bunun dışındadır. Meselâ; bir grup insan aşırı derecede susuz
kalır ve ölmekten korkarlarsa bunlara su vermek gerekir. Aksi halde
bunların suyun sahipleri ile silâhlı çatışmaya girme hakları doğar.
Çünkü bu suyun sahibi, onun suda hakkı olan “şefeh (içmek ve hayvanlarını
sulama) hakkını” engellemekle, kasten onun helâk olmasını istemiş
sayılır. Eğer su özel olarak depolanmış ise, zarûret içinde bulunan kişi
silahsız olarak çarpışır ve ondan aldığı su miktarını tazmin eder.
Su, yalnız sahibine yetecek kadar olur ve alındığı takdirde onun
helâk olacağından korkulursa, suyun ona bırakılması gerekir.240
Suyun para karşılığı satışının
caiz oluşu şu delillere dayanır: Hz. Osman (ö.35/655) Medine’de Rûme
kuyusunu bir yahudiden satın almış ve bunu müslümanlar için vakfetmiştir.
Çünkü Hz. Peygamber bu kuyu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Kim Rûme kuyusunu satın alıp da, müslümanlara böylelikle genişlik
sağlarsa, onun için cennet vardır.”241 Yahudi, kuyunun suyunu insanlara
satıyordu. Bu hadis kuyunun satışının caiz olduğuna delâlet ettiği
gibi, suyun satışının da caiz olduğunu gösterir. Aksi görüşte
olanlar ise bu olayın İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğunu ve o dönemde
yahudiler güçlü bulunduğu için kendileriyle uzlaşma yoluna gidildiğini,
daha sonra ise suyun satışını yasaklayan hükümlerin geldiğini
söylerler.
Suyun satışı, mübah odunların
kesilip toplandıktan sonra satışının caiz oluşuna kıyas edilmiştir.
Çünkü Hz. Peygamber odunla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Sizden
birinin ipini alıp dağa gitmesi, oradan topladığı odunları satıp,
elde edeceği paranın bir bölümünü yemesi ve bir bölümünü de yoksullara
vermesi dilencilik yapmasından daha hayırlıdır.” 242
Zâhirîlere göre suyun satışı
mutlak olarak caiz değildir. Suyun ırmak, kuyu, pınar suyu olması
ile özel depo veya kaplara konulmuş bulunması sonucu değiştirmez. Ahmed b. Hanbel’den bir rivayette şöyle
dediği nakledilmiştir: “Suyun satışı bana çok tuhaf geliyor.”243
Sonuç olarak tabii halde kaynağında
bulunan deniz, nehir, kuyu ve kaynak suları satışa konu yapılmamalıdır.244
Ancak böyle bir su kaplara ve damacanlara doldurulursa özel mülk haline
gelir ve mütekavvim bir mal olur.245 Bunun satışı da caiz bulunur. Gölet,
baraj veya nehirlerden özel kanallar, su motoru veya motopomplarla
arazilerin sulanacağı yerlere sevkedilen sular da kaplara alınmış
su niteliğindedir. Bu yüzden bu gibi su şebekesinin masraflarını
karşılamak ve belki yenilerinin yapımını hızlandırmak için suyu
kullananlardan belli bir ücret alınması mümkündür.
Şehir, kasaba ve köylerde
evlere, fabrika ve kuruluşlara ulaştırılan su şebekesi de kaplardan
suyun dağıtılması niteliğindedir. Ancak Devlet ve belediyelerce
yapılan bu gibi toplum hizmetinin ve temelde mübah olan suyun ticaret
amacıyla büyük gelirler sağlamak üzere satışı yoluna gidilmemelidir.
Kuyu, çeşme, pınar ve kaynak açma ve yaptırma en önemli hayır çeşididir.
Önceki yüzyıllarda ecdat bu gibi hayırları vakıf ve sebil olarak
yapmış, toplumun su ihtiyacı, mabedlerin ve topluma ait pek çok yerlerin
aydınlanması işi bir ücret istenmeden çözümlenmiştir. Günümüzde
çeşme, kuyu ve sarnıçların yerini barajlar almış, aydınlanma işini
de hidroelektrik veya termo elektrik santralleri üstlenmiştir. Su
ve elektrik üreten bu kaynaklar ticaret amacıyla kullanımdan çıkarılarak
güçlü vakıfların yönetimine verilebilir. Belki işletme masrafları,
tamir, ıslah, yenileme ve büyütme amacına yönelik harcamalar dikkate
alınarak yalnız bu çerçevedeki ihtiyaçları karşılayacak kadar
bir “birim bedel” alınabilir. Barajı ve santralleri işletecek böyle
bir hayır kurumunun bu masrafları karşılayacak ölçüde, su gelirinden
başka bir geliri bulunursa, su ve elektrik için alınacak bedel giderek
azaltılır, ya da belli kriterler konularak yoksul kesiminden su ve
elektrik için ücret alınmayabilir. İşte bu takdirde “su, ateş ve otun
müslümanlar arasında ortak olduğunu bildiren hadis-i şerifin” anlamı
İslâm toplumunda etkisini göstermiş olur.
C)
Fasit Sayılan Satış Çeşitleri:
Yukarıda fesat ve butlanın
alış-verişe etkisini açıklarken fasit satışın özellikleri üzerinde
durmuştuk. Bir satışta icap, kabul ve akdin konusu gibi ana unsurlar
tam olmakla birlikte satış bedelinin miktarı veya veresiye satışta
vade tarihi gibi, sonradan tamamlanması mümkün olan bir eksiklik
bulunursa, böyle bir satışa “fâsit satış” denir. Tarafların böyle
bir satışı bozma hakları vardır. Ancak eksiklik tamamlanır veya
mal alıcıya teslim edilip, malda tüketme, satma, bağışlama gibi geri
vermeye engel bir durum meydana gelirse, artık akitten fesat kalkar
ve satıcı malın piyasa değeri üzerinden bedelini alma hakkını elde
eder.
Başlıca
Fâsit Satış Çeşitleri
1.
Bilinmeyen Yönü Bulunan Satış:
Satılan mal veya satış bedelinde
tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde bir bilinmezlik bulunursa
böyle bir satım akdi fasit olur. Ancak satıcı ve alıcının sonradan
yapacakları karşılıklı anlaşma ile bilinmezliği gidermeleri
mümkündür. Meselâ; birbirinden farklı üç şeyden birisini satmak, üç
çeşit paradan birisi ile veya vade tarihini belirlemeden veresiye
satış yapmak gibi. Bu durumlarda alıcı kendi yararına en uygun olanı
seçmek, satıcı da kendisi bakımından en uygun olan şıkkı uygulamak
ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar. Bu da satıştan beklenen yararın
gerçekleşmesine engel olur. Böyle bir satışı satıcı veya alıcının
bozması gerekir.
Ancak tarafların, satıştaki
bilinmezliği gidererek satım akdini sahih hale getirmeleri de
mümkündür. Meselâ; vade belirlenmemiş olan satışta, karşılıklı rıza
ile bir vade belirlemekle satış geçerli hale gelir.
Bilinmezliğin gerçekleştiği
unsurlar:
Bir satım akdinde bilinmezlik
bu satışın unsurları üzerinde söz konusu olur. Bunlar; satılan mal,
satış bedeli, vade veya teminatlardan ibarettir. Aşağıda bunları
açıklayacağız.246
a)
Satılan şeyde bilinmezlik:
Satılanın cins, tür veya miktar
olarak bilinmemesi satım akdini fasit kılar. Meselâ; satıcı cins belirlemeden
bir ton buğdayı veya bir ton unu borçlansa, piyasada fiyatları farklı
çeşitli buğday veya unlar bulunduğu için satıcı bu belirsizlikten
yararlanarak en ucuzunu vermek, alıcı da en iyisini almak ister ve
aralarında anlaşmazlık çıkar.
b)
Satış bedelinde bilinmezlik:
Satış bedelinin cins ve miktarı
belirlenmeden yapılacak satım akdi de fasittir. Yine meselâ; bir
atı sürüden elli koyun karşılığında satmak da böyledir. Burada atı
satan kimse sürüden en iyi elli koyunu almak, diğeri ise değeri düşük
koyunlarla karışık veya tamamını değeri düşük olan koyunlardan
vermek ister. Bu yüzden burada satış bedelinde bilinmezlik söz konusu
olur. Bir hayvanı veya kullanılmış bir otomobili “değeri üzerinden
satmak” da fasittir. Çünkü kıymet biçen bilirkişiler farklı değer
koyabilecekleri için satış bedeli mechul kalır.
Bir kimse satıcının veya
alıcının yahut üçüncü bir kişinin belirleyeceği bir fiyatla satış
yapsa, bu satış da fâsit olur. Çünkü satıcı, alıcı veya üçüncü kişinin
belirleyeceği bedel satım akdi sırasında bilinmemektedir.
Yine bir kimse; “Bu malı sana
peşin olarak yüz’e, vadeli olarak yüz elliye satıyorum” dese, alıcı
da bu şekilde kabul etse, satım akdi fâsit olur. Çünkü satış bedelinin
peşin mi yoksa vadeli mi olacağı belirsizdir. Ancak alıcı bu şıklardan
birisini tercih ederse satış sahih hale gelir. Burada vâdeli olarak
yüz elliyi seçmişse, bu bedel satış bedeli olur. Hanefî fakihlerinden
es-Serahsî (ö.490/1097) vâdeli satışta tarafların çeşitli fiyatlar üzerinde
pazarlık yapabileceğini belirttikten sonra konuyu şu şekilde sonuca
bağlar: “Taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli
tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde akdi bitirirlerse
bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine
getirmiş olurlar.”247
Satıcı ve alıcı bir malın maliyet
veya etiket fiyatı üzerinde anlaşsalar, ancak alıcı bu fiyatın miktarını
bilmiyorsa satım akdi fasit olur. Çünkü alıcı böyle bir satışta tahmininin
üstünde yüksek bir fiyatla karşılaşabilir. Eğer satış geçerli sayılırsa
bu yüksek fiyata katlanmak zorunda kalacaktır. Ancak alıcı, satış
meclisinde maliyetin veya etiketin miktarını öğrenir ve itiraz
etmezse satım akdi, istihsan prensibine göre caiz hale dönüşür.
Çünkü bununla bilinmezlik ortadan kalkmış olur. Böylece bilinmeyen
bir yönü akit meclisinde öğrenme, akit sırasında öğrenme hükmündedir.
Eğer taraflar akit meclisinden ayrılıncaya kadar bu bilinmezlik sürerse
satışın fesadı kesinleşir.248
İmam Züfer’e (ö.158/775) göre,
bir akit başlangıçta fasit olarak meydana gelmişse, artık bu daha
sonra caiz hale dönüşmez.249
Fakihlere göre, bir kimse;
“Şu malı çarşı ve pazardaki rayiç fiyatla veya herkesin sattığı fiyatla
yahutta filanca kimsenin belirleyeceği bedelle sattım” dese, alıcı
da bu şekilde kabul etse, satış bedeli belirsiz olduğu için satım
akdi caiz olmaz. Ahmed b. Hanbel’den; akit sırasında satış bedelini
belirlemeden veya sınırını çizmeden, belli bir tarih diliminde
malın gelecekteki rayiç bedeli üzerinden satılmasının caiz olduğu
nakledilmiştir. Dayandığı delil; insanların her yerde ve devirde
bu gibi muameleleri yapmaları sonucu “örf” ve “teâmül”ün oluşmasıdır.
İbn Teymiyye (ö.728/1327) ve İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) de böyle bir satışın
caiz olduğu görüşünü tercih etmiştir.250
Kanaatimizce fiyatları
herkesçe bilinen ve her yerde aynı olan veya fiyatı devlet tarafından
belirlenen standart malların satışı, satış bedelinin miktarı satıcı
veya alıcı tarafından satış sırasında tam olarak bilinmese de satış
geçerli olur. Benzin, gaz yağı, tüp gaz, şeker, ekmek fiyatları bu niteliktedir.
Bu gibi maddelerin normal piyasa şartlarında kaliteleri ve fiyatları
standart olduğu için satıcı veya alıcı için aldanma söz konusu olmaz.
Alıcı herkesin satın almakta olduğu fiyata razı olmuş bulunur. Ancak
bu mallar karaborsaya düşer ve düzensiz piyasa fiyatları ortaya
çıkarsa bu takdirde satış sırasında fiyatın belirlenmesi gerekir,
aksi halde satış fasit olur.
Günümüzde çay, fındık ve buğday
gibi bazı tarım ürünleri aylar önce alınan toplu bir para karşılığında,
kilogram fiyatı hasat ya da teslim tarihinde belirlenip hesap görmek
üzere satılmaktadır. Böyle bir satım için iki durum düşünülebilir.
Ürünün nitelikleri ve kilogram fiyatı tam olarak belirlendikten
sonra, satış bedelinin tamamı satıcıya verilirse “para peşin mal
veresiye” bir akit olan “selem” akdi meydana gelmiş olur. Artık herhangi
bir fiyat değişikliği olmaksızın satıcı akitte kararlaştırılan
miktar ve nitelikteki standart malı teslim tarihinde alıcıya teslim
etmeyi borçlanmış olur. Ancak satıcı burada kendi ürününü daha hasat
etmeden dalında, olgunlaşmadan önce satarsa bu satış caiz olmaz.
Çünkü selem akdinde ölçü veya tartı ile yahut standart olup sayı ile
satılan şeylerin parası peşin verilir, satın alınan mal da miktar
ve kalite olarak belirlenir, ayrıca malı teslim tarihi de tespit
edilir.
Diğer yandan çiftçi yine aylar
önce kapora olarak aldığı bir para ile ürününü hasattan sonra teslim etmek ve kilogram başına
fiyatı da teslim tarihinde belirlemek ve bu fiyattan hesap görmek
üzere satış yapsa, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı müctehidlere göre
bu da caiz olur. Burada hasat veya teslim tarihinde herkese ve her
yerde standart bir fiyatın uygulanması, fiyat konusunda çıkabilecek
anlaşmazlıkları önler. Çünkü tecrübelerle satıcı fiyatların aşırı
derecede yükselmeyeceğini, alıcı da aşırı bir fiyat düşüşünün olmayacağını
yaklaşık olarak bilir. Ürünün helâk olması, kıtlık, ekonomik kriz veya
savaş şartları gibi fiyatları normalin üstünde etkileyen durumlarda
ise İslâm Devleti ne satıcıyı ve ne de alıcıyı altından kalkamayacağı
bir borç yükü altında bırakmaksızın gerekli tedbirleri alır.
Selem akdinin aksine kimi
zaman da buğday başta olmak üzere bazı ürünler kooperatif, un fabrikası,
toptancı ve benzerlerine teslim edilmekte, aylar sonra yeni fiyat
üzerinden satış bedeli alınmaktadır. Böyle bir muamelede satış bedeli
akit sırasında konuşulmadığı için satışın fasit olması gerekir.
Mal teslim edildiğine göre, alıcının bu mal üzerinde mülk hakkı doğar.
Satış bedelini alma sırasında, bedelin miktarı üzerinde anlaşmazlık
çıkmayacak derecede her yerde standart bir fiyat uygulanıyorsa,
bilinmezlik bu malın düzenli olan piyasası tarafından giderilmiş
olur. Belli aralıklarla hububat borsalarında standart fiyatların
ilân edilmesi gibi. Ancak sözleşmede tüccara teslim edilen malın nitelikleri
tam olarak belirlenmemiş ve “nümûne” de alınmamış olursa, bir kaç kaliteye
göre farklı fiyatların ortaya çıkması halinde tüccar köylüye en
düşük kaliteye göre ödeme yapmak, satıcı ise en üst kaliteyi esas
almak ister ve bu yüzden aralarında anlaşmazlık çıkar. Böyle bir durumda
fasit satım akdi hükümleri uygulanarak bilirkişinin belirleyeceği
değer üzerinden ödeme yapılması gerekir.
Diğer yandan un fabrikasına
verilecek buğday yerine un almak istenirse ya buğdayı un haline
getirme karşılığında fabrikaya ya da değirmene ücret verilmeli
yahut da buğdayı satıp bunun bedeli ile un satın almalıdır. Özellikle
çoğu kere buğdayın sahibi kendine ait buğdayın ununu alamadığı
için, burada buğdayla unun mübadelesi söz konusu olmaktadır. Buğdayla
unun aynı cinsten sayılması mümkün olduğu için bunları değiştirmekte
ise faiz şüphesi vardır. Bu yüzden değişimin para hesabı ile yapılması
daha sağlam bir yoldur.251
Ürününü sermaye olarak kullandırmak
isteyen kimse ise bunu güvenilir bulduğu ve kalkınmasında İslâmî
yarar gördüğü tüccara veya fabrikaya “karz” olarak da verebilir.
Çünkü mislî (standart) olan şeylerin ödünç olarak verilmesi mümkündür.
Böyle bir muamelede, bunu alan tüccar veya fabrika o miktardaki
mislini, verene borçlanmış olur. Karz verene ürünün geri dönmesi
ise, verilen ürün cinsinden olabileceği gibi geri verme tarihindeki
para olarak değerini verme şeklinde de olabilir. Böylece ürününü
karz olarak veren kimse hem “karz-ı hasen” sevabı almış ve hem de geri
alma tarihindeki yeni fiyatlar üzerinden bedelini alma imkânını
bulmuş olur. Böyle bir ürünü depolama, koruma ve benzeri güçlüklere
de katlanmamış bulunur. Burada ürün sahibi, karz verdiği tüccardan
teslim ettiği ürünle ilgili sağlam bir sözleşme yapmalı, gerekirse
ipotek, rehin, kefil gibi teminatları da istemelidir. Bu gibi muameleler
iyi niyetle ve ibadet şevkiyle kullanıldığı zaman köylü de kârlı çıkar,
müslüman tüccar da faize düşmeden yeni finansman kaynakları bulur
ve büyümesini hızlandırmış olur.
C)
Vade tarihinin bilinmemesi:
Veresiye satışlarda, satış
bedelinin ne zaman ödeneceği, para peşin mal veresiye bir satış türü
olan selem’de malın ne zaman teslim edileceği, şart muhayyerliği bulunan
satışta muhayyerliğin ne kadar süre içinde kullanılacağı belirlenmemişse
bütün bu satım akitleri fasit olur. Çünkü bu gibi bilinmezlikler satıcı
ve alıcı arasında menfaat çatışmasına yol açar. Satıcının bir an önce
satış bedelini almasında, alıcının ise bunu geciktirmekte yararı
vardır. Şart muhayyerliğinde satışın bir an önce kesinleşmesini
isteyen taraf bu muhayyerliğin ne kadar süre içinde kullanılacağını
bilmek ister.
Diğer yandan tarih olarak kesin
bilinmeyen belirsiz bir zamana kadar satış da fasit olur. Meselâ; hacıların
geleceği zamanı, hasat mevsimini, karın veya yağmurun yağışını,
bağ bozumunu, koyunların yünlerinin kesileceği zamanı vade tarihi
olarak belirlemek bu niteliktedir.
Ancak satıcı ve alıcı yukarıda
belirtilen ve tarih olarak belirsiz bulunan süreler gelmezden önce,
yani hacılar gelmeden, hasat mevsimi girmeden, kar veya yağmur yağmadan,
bağlar bozulmadan ve koyunların yünü kesilmeden önce bir araya gelerek,
süreyi düşürseler veya vadeyi belirli hale getirseler satım akdi
geçerli hale gelir. Çünkü burada satışın fasit oluşu taraflar arasında
anlaşmazlık çıkması ihtimaline dayanır. Satıcı ve alıcı bu konuda
anlaşınca satışın özü ile ilgili bulunmayan bu eksiklik tamamlanmış
olur.
Veresiye satış yapıp da vade
tarihinin hiç konuşulmaması halinde prensip olarak bir ay esas alınır.
Mecelle’de şöyle denilir: “Veresiye pazarlık olunup da müddet tayin
olunmasa bir aya masruf olur.”252 Satım akdi yapılırken veresiyeden
hiç söz edilmemesi halinde satışın peşin yapıldığı kabul edilir.
Ancak böyle bir satışta belirli vade ve taksit örfleşmiş bulunursa
buna uyulur.253
Vade ile ilgili bilinmezlik
satım akdinin aslında değil, dışında olan bir unsurdur. Bu yüzden
başlangıçta fasit olan böyle satım akdi, eksiklik tamamlanınca sahih
hale dönüşür.254
d)
Teminatlara ilişkin bilinmezlik:
Satım akdindeki teminatların
belirli olması gerekir. Veresiye satışta satıcı, satış bedelini
garantiye almak için kefil veya rehin istemişse, bunların kişi ve
mal olarak belirlenmesi gerekir. Çünkü alıcı sağlam bir kefil ve kuvvetli
rehin almak ister. Borçlu bunu sağlayamazsa aralarında anlaşmazlık
çıkar. Bu nedenle konunun satış sırasında çözümlenmesi gereklidir.
Eğer satış sırasında bu kefil ve rehin kişi ve mal olarak belirlenmemişse
satım akdi fasit olur.
e) Bilinmezliğin az olması:
Satılan mal veya satış bedeline
ilişkin bilgisizlik az ve önemsiz olursa, bu satım akdine zarar vermez.
Miktarı belirsiz bir yığın soğan veya patatesi, poşetlere konmuş
olan fakat miktarı bilinmeyen meyve, balık vb. şeyleri satın almak
gibi. Burada alıcı malı tahmin yaparak almaktadır. Toplumda örf haline
gelen bu gibi satışlarda taraflar arasında anlaşmazlık çıkmaz. Bu
yüzden satış geçerli olur.255
Sonuç olarak satıştaki bilinmezlik,
tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde çok olursa satış fasit
olur. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak bu bilinmezlikleri
gidererek satışı geçerli hale getirebilirler. Sonradan vade tarihini
belirleme gibi. Eğer bilinmezlik giderilemeyecek ölçüde çok ileri
olursa “garar”dan söz edilir ve satım akdi batıl olur. Hayvanın yavrusunun
yavrusunu, çalınıp bulunamayan bir otomobili veya uçup giden ve
geri dönmeyen evcil bir kuşu satmak gibi. Buradaki bilinmezliği
taraflar isteseler de ortadan kaldırmaya güçleri yetmez. Ancak
kendiliğinden bilinmezlik kalkar ve satışı ifa etmek imkânı doğarsa
taraflar yeni bir satım akdi yapabilirler. Az olan bilinmezlikler
ise satışa zarar vermez.
2.
Bir Şarta Veya Bir Zamana Bağlanan Satış:
Bir satım akdi, meydana gelmesi
mümkün olan başka bir şeyin varlığına bağlanırsa veya gelecek bir
zamana izafe edilirse, böyle bir satış Hanefîlere göre fasit, çoğunluğa
göre ise bâtıl olur. Meselâ; satıcı; “Filan kişi bana evini satarsa veya
baban yolculuktan dönerse ben sana evimi satıyorum” dese, bununla
satım akdi, satış dışında bir şarta bağlanmış olur. Şartın gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği belirsiz olduğu için akit askıda kalır. Buradaki
şart gelecek zamanda olabilecek bir şarttır. Ancak şart gerçekleşmediği
ya da geciktiği takdirde alıcı için zarar ve belirsizlik doğmaktadır.
Gelecek zamana izafe edilen
satım akdi de, satıcının; “Şu malı sana şu kadar bedel ile, gelecek
ayın başından itibaren satıyorum” teklifini alıcının kabul etmesiyle
meydana gelir. Böyle bir satış da fasittir. Çünkü akdin tarafları
gelecekte, satılan şeyin nasıl olacağını, akde rızalarının bulunup
bulunmayacağını, akit gerçekleştiği taktirde bundan yararlarının
ne olacağını bilemezler.256
Ancak satıcı ve alıcının satıştaki
bu şartı veya gelecek zamana bağlamayı kaldırıp, satışı sahih hale
getirmeleri mümkündür. Diğer yandan malın teslim edilmediği bu gibi
satışlar peşin para ile olabilir. Hem para hem de malın veresiye olması
halinde satım akdi meydana gelemez. Belki bir satış vadinden söz
edilebilir. Burada standart bir malı borçlanma söz konusu olmadığı
için “selem”den de söz edilemez.
3.
Fasit Şartla Satış:
Satıcı veya alıcıdan yalnız
birisine tek yanlı üstün bir yarar sağlamaya yönelik olan şarta “fasit
şart” denir. Böyle bir şartın İslâm tarafından konulmamış olması,
örfleşmiş bulunmaması, akdin gerektirdiği veya akde uygun düşen
nitelikte olmaması da gereklidir. Daha önce satım akdinin sıhhat
şartlarını açıklarken, fasit şart üzerinde de durmuştuk. Aşağıda genel
olarak satım akitlerinde öne sürülebilen şartları ve bunların satım
akdine etkisini inceleyeceğiz.
Alış-Verişlerde
Öne Sürülebilen Şartların Çeşitleri:
Bir satım akdinde üç çeşit
şart bulunabilir. Sahih şart, fâsit şart ve lağv ya da bâtıl şart.257
a)
Sahih Şart:
Satıcı ve alıcı için bağlayıcı
olan ve şer’an geçerli bulunan şartlar bu niteliktedir. Âyet ve hadislerle
çelişmeyen ve akdin taraflarından birisine tek yanlı yarar sağlamaya
yönelik bulunmayan, anlamlı olan ve sıkıcı da bulunmayan şartlar
satım akdinde tarafları bağlar.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.”258
Tirmizî’nin rivayetinde şu ilave vardır: “Ancak helâli haram, haramı
helâl kılan şart müstesnadır.”259 Bu duruma göre, satım akitlerinde
veya genel olarak bütün akitlerde öne sürülebilecek şartların
helâlı haram, haramı helâl yapacak nitelikte bulunmaması gerekir.
Sahih
şartın kısımları:
Yukarıda belirtilen özellikler
dikkate alınarak sahih şart dört kısma ayrılmıştır.
aa)
Akdin gereği olan şart:
Bir kimsenin bir malı satıcının
evde teslim etmesi veya alıcının parayı döviz olarak vermesi yahut
mala malik olmayı şart koşması, yine satıcının satış bedelinin tamamını
alıncaya kadar satılan malı hapsetmeyi şart koşması akdin gerektirdiği
şartlardandır. Çünkü teslim etme, teslim alma, mülkiyet hakkının sabit
olması, satılanın bedel ödeninceye kadar hapsedilebilmesi ivazlı
(bedelli) akitlerin gereğidir.260
bb)
Âyet ve hadislerde caiz olduğu bildirilen şartlar:
Veresiye satışta vadeyi,
muhayyerlik bulunan satışta taraflardan birisi için muhayyerliği
şart koşma gibi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Belirli bir
vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” 261 buyurularak
veresiye satışa izin verilmiş, Hz. Peygamber (s.a) de bizzat veresiye
alış-veriş yapmıştır. Hatta O’nun bir yahudiden veresiye yiyecek
maddesi satın aldığı ve demirden yapılmış bir zırhını ona rehin olarak
bıraktığı nakledilmiştir. 262
Belli süre içinde satışı kabul
veya red imkânı veren şart muhayyerliği de sünnetle sabittir. Hz. Peygamber
(s.a) alış-verişlerinde aldatılan Habban b. Munkız (r.a)’e şöyle buyurmuştur:
“Alış-veriş yaptığın zaman şöyle de: Aldatma yok. Benim için üç gün süreyle
muhayyerlik hakkı var.”263 Diğer görme ve ayıp muhayyerliği gibi muhayyerliklerin
de esası nass’a dayanır. Bunları muhayyerlik konusunu incelerken
açıklamıştık. Ancak muhayyerlik şartının geçerli sayılması sünnetin
yanında temelde “istihsan” prensibine dayanır. Gerçekte kıyasa
göre muhayyerlik şartının fasit bir şart olması gerekir. Çünkü bu,
akdin muktezası ile çelişir. İvazlı akitlerde mal ve satış bedelinde
akit sırasında tarafların mülk hakkının sabit olması gerekir. Muhayyerlik,
bu sonucu engellemekte, başka bir deyimle geciktirmektedir. Ancak
toplumun ihtiyacı nedeniyle kıyasa aykırı olmasına rağmen sünnetle,
alış-veriş yapanlara bu kolaylık getirilmiştir.
cc)
Satım akdinin gereğine uygun olan şartlar:
Veresiye bir satışta, satış
bedeline teminat olmak üzere alıcıdan belirli bir kefil veya rehin
yahut ipotek istense, satıcının bu isteği satım akdinin niteliği
ile bağdaşır. Çünkü kefil veya rehin, satış bedelini garanti altına
almak için istenir. Bu yüzden satım akdi ile bağdaşır ve paranın tahsiline
yardımcı olur.
Veresiye satıştan doğan
borç için gösterilmesi şart koşulan kefil veya rehin belirsiz olursa
satım akdi fasit olur. Satıcının; “Bu malı sana, satış bedeli için
bir kefil veya rehin göstermen şartıyla satıyorum” dese, ancak kefil
için bir isim verilmese veya rehin olacak mal belirtilmemiş bulunsa,
taraflar arasında güvenilir kefil veya satış bedelini karşılayacak
rehin üzerinde anlaşmazlık çıkabilir. Çünkü bu konudaki belirsizlik
satış bedelinin tahsilini güçleştirir.
Eğer satıcı ve alıcı satış
meclisinden ayrılmadan önce belli bir rehin veya kefil üzerinde anlaşır
veya alıcı veresiye almaktan vazgeçip satış bedelini peşin ödeme
yoluna giderse, satım akdi sahih hale gelir. Çünkü bu durumda anlaşmazlığa
neden olabilecek durum ortadan kalkmış olur.264
dd)
Örfleşmiş bulunan şartlar:
Satım akitlerinde bazan daha
önce görülmeyen bazı şartlar öne sürülmektedir. Çamaşır makinası,
buz dolabı, radyo ve benzeri mallar satılırken bir yıl süreyle garanti
verilmekte, hatta bu süre içinde tamir garantisi de üstlenilmektedir.
Böyle bir şartla mal satmak kıyasa göre caiz olmaması gerekir. Ancak
“istihsan” prensibine göre bu durum malın sürümünü arttırmakta,
ayrıca alıcı tarafından şart koşulmadığı halde satıcı firma bu
külfeti isteyerek üstlenmektedir. Diğer yandan malda bulunabilecek
üretim hatası da bu süre için kontrol altında tutulmaktadır. Toplum
için yararlı olan bu uygulama istisna (san’atkâra siparişle iş yaptırma)
akdinde olduğu gibi “teâmül” haline gelmiş bulunmaktadır.265
b)
Fasit Şart:
Buna daha açık bir ifade ile
bozucu (ifsat edici) şart da denilebilir. Bunlar sahih şartın yukarıda
belirttiğimiz dört niteliğini taşımayan, yani akdin gereği olmayan,
akde uygun düşmeyen, âyet ve hadislerde öngörülmeyen veya insanların
da örf haline getirmediği, fakat satıcı veya alıcı için tek yanlı
yarar sağlayan şartlardır.
Meselâ; satıcının öğütmesi
şartıyla buğday satın almak, satıcının gömlek veya elbise dikmesi
şartıyla kumaş satın almak, satıcının deposunda bir ay daha kalması
şartıyla buğday satın almak, satıcının bir yıl daha içinde oturması
şartıyla evini satması, bir yıl kendisi ekmek şartıyla arazi satmak,
bir ay süreyle binmek ve ondan sonra alıcıya teslim etmek şartıyla
otomobili satmak veya alıcının, kendisine borç vermesi yahut kendisine
bir bağışta bulunması şartıyla satış yapmak gibi durumlarda satım
akdi fasit olur. Çünkü bir akitte taraflardan birisi lehine öne sürülen
üstün yararlanma riba (faiz) niteliğindedir. Zira bu satım akdinde
bedel olarak karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır.
Faizin bulunduğu satış ise
fasit olur. Faiz şüphesi de gerçekten faiz varmış gibi satışı fasit
kılar.266
Yukarıda verilen örneklerdeki
muamelelerde faizden sakınmak için, bunları şu şekilde çözümlemek
gerekir.
Buğday satın alan kimse bunu
un haline getirmek istiyorsa; yeni bir sözleşme ile buğday satıcısına
veya başka birisine öğütme ücreti ödeyerek bunları un haline getirebilir.
Kumaş satın alan kimse bundan
gömlek veya elbise diktirecekse; kumaşı satan tüccar terzi veya
başka bir terzi ile anlaşarak diktirebilir.
Buğday satın alan kimse, bir
ay süreyle koyacak yeri yoksa satıcı ile kira sözleşmesi yaparak
bir ay buğdayı onun deposunda emanet olarak tutabilir. Ya da başka
bir yer kiralayarak orada depolayabilir.
Evini satan kimse, bir yıl daha
bu evde oturmak istiyorsa, alıcı ile bir kira sözleşmesi yapması gerekir.
Böylece alıcı sıkıntıya sokulmamış olur. Kendine gerekli ise kiraya
vermeme hakkı doğar, ayrıca bir yıllık kira bedeli takdir edilir.
Ancak alıcı, satıcının bir yıl süreyle ücretsiz olarak oturmasına
izin de verebilir. Bu takdirde kira bedeli hakkını ona bağışlamış
olur.
Arazisini satan da bir yıl
ekmek isterse yeni bir kira sözleşmesi yapmalıdır. Otomobile bir
ay daha binmek isteyen satıcı, alıcı ile kira anlaşması yaparak bunu
sağlayabilir, ya da başka kiralık bir araç bulabilir.
Yine alıcının kendisine
borç vermesi veya bir bağışta bulunması şartıyla satışta da sıkıcı
ve tek yanlı yarar sağlayan bir özellik vardır. Satıcı, malının satışını
öne sürerek böyle ziyade bir yarar sağlama yoluna gitmemelidir.
Çünkü bu tek yanlı fazlalıklar faiz şüphesi doğurmaktadır.
Hz. Peygamber’in şu hadisleri
bu konuyu düzenlemekdedir. “Hem ödünç hem satış ve bir satış içinde
iki şart helal değildir.” 267 “Nebi (s.a) bir akit içinde iki akit yapmayı
yasakladı.”268
Buradan İslâm’ın topluma günlük
muamelelerinde sıkıntı veren durumları kaldırdığı, karşı tarafın
üstün menfaat isteklerini kabul etmek zorunda kalan mü’minlere de
çıkış yolu gösterdiği anlaşılmaktadır. Çünkü fasit akit, taraflarca
tek yanlı istekle bozulabileceği gibi, uygulanmak istenince de
satış bedeli malın değeri olarak belirlenir. Bundan fazlasını alıcı
ödemeye zorlanamaz. Meselâ; arazisini bir yıl ekip biçmek şartıyla
iki kilogram 22 ayar külçe altın karşılığında satan kimse fasit bir
satış yapmış olur. Burada alıcı, “Bir yıl süreyle ekip biçme şartı”na
akitten sonra itiraz etse, bu şarta uyulması gerekmez. Ayrıca, kararlaştırılan
iki kg. altını değil, fakat araziye bilirkişinin belirleyeceği
rayiç bedelini ödemekle yükümlü bulunur. Arazinin değeri, meselâ;
1,5 kg. altın olsa bunu ödemesi yeterlidir. Ancak alıcı, satıcının
öne sürdüğü şartı uygulamak isterse, bunu ayrıca bir yıllık kira
sözleşmesi ile çözümlemeleri mümkündür.
c)
Boş veya batıl şart:
Satıcı veya alıcıdan birisi
için zararlı olan, taraflardan hiçbirisi için yararı bulunmayan
şart bu niteliktedir. Meselâ; bir kimsenin bir malını alıcının başkasına
satmaması veya bağışlamaması şartıyla satması bu niteliktedir.
Hanefîlerde sağlam görülen görüşe göre, böyle bir durumda satış caiz
olup yalnız şart batıldır. Burada, taraflardan birisi lehine tek
yanlı bir yarar söz konusu olmadığı için satış fasit olmaz. Çünkü yukarıda
da belirttiğimiz gibi tek yanlı yarar sağlayan akitlerin fasit oluşu,
akitte şart koşulan fazlalığın faiz sayılması yüzündendir.268/a
Hanefîlere göre, sahih bir akde,
sonradan sahih bir şart eklense, bu da akde katılır. Bir satım akdi
yapıldıktan sonra taraflar kendi aralarında anlaşarak, meselâ; “üç
gün muhayyer olmak üzere” diyerek yeni bir şart öne sürseler, bu şart
satım akdinin başından itibaren hüküm ifade eder. Ebu Hanîfe’ye göre
fasit şart da sonradan tarafların ittifakı ile satım akdine katılabilir
ve satışı fasit kılar.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e
göre, satım akdine sonradan eklenecek fasit şart akdi fasit kılmaz
ve şart yok sayılır. Çünkü fasit bir şartı sonradan eklemek, satım akdini
sahih olmaktan çıkarır. Bu ise geçerli olamaz. Akit önceki halinde
sahih olarak kalmaya devam eder. Sahih şartın ise satım akdi sırasında
öne sürülmesi caiz olduğu gibi, sonradan akde eklenmesi de mümkündür.
Çünkü sahih şart akdin aslı ile ilgili olup, şer’an ona ihtiyaç duyulması
nedeniyle sabit olur.269 İbn Âbidin (ö.1252/1836) bu konuda Ebu Yusuf ve
İmam Muhammed’in görüşünün daha sağlam olduğunu belirtmiştir.270
Şâfiîlere göre, yukarıdaki
şartlardan; satım akdinin gerektirdiği veya vade, muhayyerlik, rehin
ve kefil gibi akdin gerektirmediği fakat bir taraf için maslahat taşıyan
bir şart öne sürülerek yapılacak satım akdi ve şart geçerlidir. Çünkü
bunların caiz oluşu nass’la sabittir, ayrıca bu gibi şartlara
alış-verişlerde insanların ihtiyacı vardır. Ancak müşterinin aldığı
malı başkasına satmaması, bağışlamaması veya satıcıya onun da
bir mal satması veya bağış yapması veya sattığı evde bir süre oturması
yahut bir kumaşı elbise dikmek şartıyla satın alması gibi satım akdinin
gerekleri ile bağdaşmayan bir şartla yapılacak satış batıldır.271
Çünkü Hz. Peygamber hem satış hem de şartı bir arada yasaklamıştır.272
Burada izleri satıştan sonraya uzanan ve akitle doğrudan ilgili
olmayan şart kastedilmiş olmalıdır. Ancak Şâfiîlerin dayandığı “bir
şart hadisi” yerine hadis kaynaklarında “bir satışta iki şart öne
sürme veya bir akit içinde iki akit yapma yasağı bildiren hadisler”
daha yaygın ve sağlamdır.273
4.
Bir Satış İçinde İki Satış Veya İki Şart:
İslâm’a göre günlük muamelelerde
insanların birbirini aldatmaması, biri diğerinin sıkışık durumundan
yararlanarak üstün haklar sağlama yoluna gitmemesi ve tarafları
anlaşmazlığa götürecek nedenlerin ortadan kaldırılması esası
gözetilmiştir. Hz. Peygamber (s.a)’in “Bir satış içinde iki satış” veya
“Bir satış içinde iki şart” yasağı da bu amaca yöneliktir. Bir hadiste
şöyle buyurulur: “Nebi (s.a) bir satış içinde iki satış yapmayı yasakladı.274
Hadisin Ebû Davud rivayeti şöyledir: “Kim bir satış içinde iki satış
yaparsa, satıcı için ya bu iki satıştan az olanı vardır ya da riba (faiz)
vardır.”275 Amr b. Şuayb babasından, o da dedesi Abdullah b. Amr b.
el-Âs (ö.61/680)’tan, Rasûlullah (s.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Hem ödünç hem satış, bir satış içinde iki şart, tazmin yükümlülüğü üstlenilmeyen
şeyin kârı ve yanında olmayan şeyin satışı helâl değildir.”276 Başka
bir hadiste de; “Nebi (s.a) bir akit (safka) içinde iki akdi yasakladı”277 buyurularak, yalnız alış-verişlerde
değil diğer akitlerde de bu hükmün geçerli olduğu belirtilmiştir.
Yukarıdaki hadislerde geçen
“Bir satış içinde iki satış veya iki şart” ifadeleri müctehitlerce
farklı şekilde tefsir edilmiştir.
İmam Şâfiî’ye göre; “ Bir satış
içinde iki satış”ın iki anlamı vardır. Birincisi; satıcının “sana
bu malı veresiye iki bin, peşin bin liraya sattım. Hangisini istersen
onu alırsın” demesidir. Böyle bir satış bağlayıcı şekilde yapılmış
olursa fasit yani bâtıl olur. Çünkü burada belirsizlik ve askıda bırakma
söz konusudur. İkincisi ise; satıcının “sana evimi, sen de bana atını
satman şartıyla sattım” demesiyle gerçekleşir.
Birinci satış şeklinin yasaklanma
nedeni satış bedelinin miktarının belirsiz olması yüzünden ortaya
çıkan garar halidir. Çünkü alıcı akit tamamlandığında bu iki bedelden
hangisini ödeyeceğini bilmemektedir.
İkinci satışın yasaklanmasının
hikmeti ise, zarurî maddeleri almak zorunda olan kimsenin bu durumunu
kötü niyetli satıcıların istismarını önlemektir.
Günümüzde darlığı çekilen
bir malın yanında, alıcının o gün için gerekli olmayan başka bir şeyi
satın almak zorunda bırakılması da bu niteliktedir.
“Bir satış içinde iki şart”
ifadesi de şöyle açıklanmıştır: Bu, satıcının; “Ben sana şu malı peşin
şu fiyata, veresiye şu fiyata satıyorum” demesidir. Veya satıcının
müşteriye; “satın aldığı malı başkasına satmaması veya bağışlamaması
şartıyla satmasıdır.” Yine “Ben sana şu malı şu fiyata, senin de şu
malını bana şu fiyata satman şartıyla satıyorum” denilmesi bir satış
içinde iki şart öne sürmedir.
Bu açıklama tarzına göre
“Bir satış içinde iki satış veya iki şart” aynı anlama gelmektedir.278
Hanefîlere göre iki satışı veya
iki şartı kapsayan satım akdi fasittir.279 Çünkü böyle bir muamelede
satış bedeli belirsiz olduğu gibi, ayrıca taraflardan birisine
karşılıksız üstün yarar sağlama söz konusudur. Peşin veya vadeli
fiyattan birisi tercih edilmeden satış meclisi dağılmış olursa,
gerçek satış bedeli belirsiz sayılır. Burada müşteri malı teslim
alırsa, konuşulan fiyatı değil, malın değerini ödemekle yükümlü
bulunur. Çünkü fasit satış malın rayiç bedeli üzerinden gerçekleşmiş
sayılır. Bu da peşin fiyatına yakın bir bedel olur. Çünkü bilirkişi
o günün peşin fiyatına göre rayiç bedel belirleyecektir.
Ancak alıcı bu iki fiyattan
birisini tercih ederse satım akdi sahih olarak meydana gelir. Bu konuda
yukarıda da belirttiğimiz gibi büyük hukukcu es-Serahsî (ö.490/1097)
şöyle der: “Satım akdi; ‘şu vadeye kadar şu fiyata, peşin fiyatla
olursa şu fiyata’ veya ‘bir ay vade ile şu fiyata, iki ay vade ile şu
fiyata’ denilerek yapılırsa fasit olur. Çünkü satım akdi belirli
bir fiyat karşılığında yapılmamıştır. Rasûlullah (s.a) bir satış içinde
iki şartı yasaklamıştır. Bu örnek, bir satış içinde iki şartın tefsiridir.
Şer’î akitlerde mutlak yasaklama fesadı gerektirir. Fakat taraflar
kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden
ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde akdi bitirirlerse bu caizdir. Çünkü
bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.”
280
Ebû Dâvûd hadisinin sonundaki
iki fiyattan az olanın esas alınması aksi halde ribanın cereyan edeceğinin
bildirilmesi, alıcının tercih yapmadan askıda bıraktığı durumla
ilgili olmalıdır.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, böyle
bir satım akdi batıldır. Çünkü burada bilinmezlik nedeniyle garar
(aldatma) özelliği vardır. Satıcı tek şıklı kesin satış yapmış değildir.
Bu şuna benzer; “Ben sana şu malı veya bu malı satıyorum”. Diğer yandan
satış bedeli belirsizdir. Bu da miktarı belirtilmeyen “etiket fiyatı
(rakm)” üzerinden satış gibi geçerli olmaz. Ayrıca burada iki bedelden
birisi belirsizdir. Bu da; “Ben sana üç evimden birisini satıyorum”
demek gibi olur ki böyle bir satış sahih değildir.281
İmam Mâlik’e göre,“Peşin şu fiyata,
veresiye şu fiyata” şeklinde konuşulup, tercih yapılmadan taraflar
ayrılırsa, alıcıya bu iki şıktan birisini seçme konusunda muhayyerlik
hakkı verilmiş sayılır.282
Sonuç olarak, vadeli satışlarda
alıcı vadeli fiyatı tercih edip taraflar bu fiyat üzerinde anlaşınca,
vadeli fiyat, satılacak malın satış bedeli olmaktadır. Artık bu
fiyat içindeki vade farkını faiz olarak nitelemek mümkün olmaz.
5.
Malı Görmeden Satmak veya Satın Almak:
Satış sırasında hazır olmayan
veya kapalı kutularda bulunan şeyin nitelikleri belirtilerek
satışı caizdir. Böyle bir durumda alıcı malı görünce seçimlik hakka
sahiptir. Dilerse satışı geçerli kılar, dilerse reddeder. Mal numuneye
veya belirtilen niteliklere uygun çıksa bile alıcı için malı görünce
görme muhayyerliği hakkı sabit olur.
Bir malı görmeden satın alan
kimse için görünce kabul etmeme hakkı bulunduğu için, bu konudaki
bilinmezlik onun aldanmasına veya taraflar arasında bir anlaşmazlığa
yol açmaz.283 Bu nedenle böyle bir satışta gararın (aldanma) varlığından
söz edilemez.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Görmediği şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman seçimlik hakka
sahiptir.” 284 Başka bir delil de sahabe uygulamasıdır. “Rivayet
edildiğine göre Osman İbn Affân (ö.35/655), Basra’da Talha İbn Ubeydillah’a
(ö.36/656) bir arazi satmıştı. Talha (r.a)’ya; “Bu alış-verişte aldandın”
denildi. O şöyle dedi: “Ben görmediğim malı satın aldığım için, benim
muhayyerlik hakkım vardır.” Hz. Osman’a da; “Sen bu satışta aldandın”
denilince, O da; “Ben de görmediğim malı sattığım için, muhayyerlik
hakkım vardır” dedi. Bunun üzerine her ikisi de aralarında Cübeyr
İbn Mut’ım’ı hakem tayin ettiler. Hz. Cübeyr, Talha (r.a) için muhayyerlik
olduğu, Hz. Osman için ise muhayyerlik bulunmadığı hükmünü verdi.”
285
Bu uygulama bir grup sahabenin
huzurunda yapılmış ve karşı çıkan olmamıştır. Burada muhayyerlik
hakkının yalnız malı görmeden satın alan için tanındığı görülür.
Bir kimse bir malı satın aldıktan veya miras, bağış, ganimet gibi
yollarla mülk edindikten sonra hiç görmeden başkasına satsa onun
için muhayyerlik hakkı yoktur. Çünkü satıcının kendine ait malı
prensip olarak daha önceden bildiği, niteliklerini tanıdığı ve
görme imkânının varlığı kabul edilir.
Meselâ bir kimse kendi bulunduğu
beldeden uzakta başka bir beldede bir mala mirasçı olsa ve bu malı
görmeden satsa bu satış geçerli olur. Türkiye’de oturan kimse kimi
zaman Mısır, Suriye veya Suudi Arabistan’daki bir menkul veya gayri
menkul mala miras ve benzeri yollarla malik olabilir. Böyle bir malı
satması halinde kendisine görme muhayyerliği hakkı tanınırsa
yıllar sonra görme imkânı doğunca satım akdini bozma yetkisini de
elde etmiş olacaktır. Böyle bir hakkın alıcı bakımından çeşitli sıkıntılara
yol açacağı açıktır. Ayrıca satıcının bunu kötüye kullanması da
söz konusu olabilir. Ebu Hanife, önceleri şart ve kusur (ayıp) muhayyerliğinde
olduğu gibi satıcı ve alıcıdan her birinin “görme muhayyerliği”
hakkı bulunduğu görüşünde iken, daha sonra görüş değiştirerek bu
hakkı yalnız alıcı için tanımıştır.286
Mâlikî ve Hanbelîlere göre nitelikleri
belirtilmek şartıyla bir malın görmeden satın alınması geçerlidir.
Burada selem akdine kıyas yapılmıştır. Eğer mal niteliklerine uygun
çıkarsa görüldüğü zaman satım akdi kesinleşir. Aksi halde akit feshedilebilir.
İmam Şâfiî’inin sonraki görüşüne
göre, nitelikleri belirtilsin veya belirtilmesin, hazır olmayan
bir malın görmeden satışı geçerli değildir. Çünkü böyle bir satışta
garar (bilinmezlik-aldanma riski) vardır. Hz. Peygamber garar satışını
yasaklamıştır.287 Diğer yandan bir şeyi görmeden satma, bir kimsenin
yanında olmayan şeyi satması anlamına gelir ki bu, hadisle yasaklanmıştır.
Hadiste; “Yanında olmayan şeyi satma” 288 buyurulmuştur. Şâfiîler “Kim görmediği
şeyi satın alırsa onu gördüğü zaman seçimlik hakka sahip olur” hadisi
ile amel etmezler. Çünkü Beyhakî bu hadis için “zayıf”, Darekutnî ise “batıl”
demiştir.289 Diğer yandan Şâfiîler, genellikle satışa kadar bir değişiklik
olmayacak nitelikteki arazi, demir gibi satılan şeylerde akitten
önce görmeyi de yeterli bulurlar. Yine bütünü tanımak için bir bölümünü
görmek yeterlidir. Bir yığın buğday ve benzerlerinin dış kısmını veya
numunesini görmek gibi. Kap veya çuvalların içinde bulunan standart
malların da üst kısmının görülmesi tamamının görülmesi hükmündedir.290
Sonuç olarak Hanefîlerle, tercih
edilen görüşlerinde Mâlikîlere göre bir malı görmeden, niteliklerini
belirterek veya belirtmeksizin satmak veya satın almak caizdir.
Bu durumda yalnız alıcı için görme muhayyerliği hakkı doğar. Şâfiî
ve Hanbelîlere göre ise görülmeyen, kapalı kapların içinde veya toprak
altında bulunan havuç, soğan, patates gibi yeraltı bitkilerinin
ortaya çıkarılmadan satışa konu yapılması geçerli değildir.291
6.
A’mânın (Gözleri Görmeyen) Alış-Verişi:
Çoğunluk müctehitlere göre,
a’mânın alış-verişi, kira, rehin ve hibe akdi geçerli olur. Çünkü
İslâm’ın ilk devirlerinden günümüze kadar İslâm toplumları içinde
bulunan a’mâ kişiler alış-veriş yapmaya devam etmiştir. Ashab-ı kiramdan
da gözleri görmeyen kimseler vardı ve bunların alış-verişine karşı
çıkan da olmamıştır. Hz. Peygamber (s.a)’in kendisine alış-verişlerinde
üç gün muhayyerlik şart koşmasını önerdiği Habban b. Munkız (r.a)’ın
da gözlerinin görmediği nakledilmiştir. Diğer yandan a’mâ, başkasını
vekil tayin edebildiğine göre vekilin yapacağı muameleyi kendisi
de bizzat yapabilmelidir.292
Alış-veriş yapan a’mâ için görme
yerine malı tanımasına yardımcı olan dokunma, tatma ve koklama muhayyerliği
sabit olur. Onun bu muhayyerlik hakkı satın aldığı şeye dokunmak,
onu koklamak veya tadına bakmakla düşer. Gayri menkullerde ise niteliklerin
belirtilmesi muhayyerlik hakkını düşürür. Dilsizin özel işaretleri
alış-verişte konuşması gibidir.293
Şâfiîlere göre, gözleri görmeyen
kimsenin alış-verişi geçerli değildir. Çünkü a’mâ, malın iyisi ile
kötüsünü ayırma yeteneğinden yoksundur. Ona bu konuda velisi yardımcı
olmalıdır.294
7.
Haram Olan Satış Bedeli Karşılığında Satış:
Şarap, murdar ölmüş hayvan
eti veya domuz eti gibi İslâm’a göre değeri olmayan ve mütekavvim
mal sayılmayan şeylerin satışı geçerli değildir. Ancak bu gibi şeyler
bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlense Hanefîlere göre böyle
bir satış fâsit olur. Çünkü burada malın malla değişimi gerçekleşmiş
bulunur. Zira şarap ve domuz eti bazı semâvî dinlerde değerli maldır.
Diğer yandan her ne kadar bunlara, mal denilmişse de bunlar şer’an mütekavvim
mal niteliğinde değildir. Bu konudaki prensip şudur: İki bedelden
birisi, hiçbir semâvî dinde mal sayılmamışsa satış batıldır. Bu şeyin,
satılan mal veya satış bedeli yerinde olması sonucu değiştirmez.
Bu yüzden murdar ölmüş hayvan, kan ve hür insanın satışı veya bunların
bir satım akdinde satış bedeli (semen) yapılması halinde satış batıldır.
Hanefîlerde sağlam görüş de budur. Çünkü satış bedeli olarak da belirlense
bunlar temelde mal sayılmaz. Genel olarak semenin bir mal olması ise
satım akdinin meydana gelme şartlarındandır.
Eğer satım akdindeki bedellerden
birisi semâvî dinlerden birisinde mal sayılır, diğerinde sayılmaz
ve bu malın satış bedeli (semen) olarak belirlenmesi mümkün olursa,
böyle bir satış fasit olur. Nakit para, ölçü, veya tartı ile yahut
standart olup sayı ile alınıp satılan (mislî) şeylerin alış-verişlerde
satış bedeli olarak belirlenebileceğini daha önce açıklamıştık.
Başka bir deyimle bunlar vadeli satış, ödünç ve selemde zimmet borcu
olarak belirlenebilen şeylerdir.
İşte İslâm’a göre müslümanlar
arasında alım-satımı caiz olmayan şarap, domuz, kan gibi maddeler
standart olduğu zaman satış bedeli olmaya elverişlidir. Bunlar
Hristiyanlık veya yahudilik gibi dinlerde değerli mal sayıldığı
için Hanefilere göre satım akdinde bir bedel olabilirler. Ancak
böyle bir satım akdi fasit olur. Şarap karşılığında kumaş veya kumaş
karşılığında şarap satmak fasittir. Ancak bunların satılan mal
(mebî’) olarak belirlenmesi halinde ise satış batıl olur. Meselâ; müslümanın
para karşılığında şarap satması bu niteliktedir.
Bu duruma göre, müslümanın
alış-verişinde haram olan mislî bir mal satış bedeli olarak belirlenmişse,
satım akdi bu satış bedelinin kıymeti üzerinden yapılmış sayılır.
Yani şarap veya domuz eti yerine bunlara bilirkişinin belirleyeceği
değer borçlanılmış olur.295
Hanefîler dışındaki çoğunluğa
göre ise bu gibi alış-verişler batıldır.
8.
Şarap Üreticisine Üzüm veya Düşmana Silah Satmak:
İslâm’da prensip olarak yenilmesi,
içilmesi veya kullanılması, başka bir deyimle yararlanılması caiz
olan bir şeyi satmak da meşrûdur. Ancak böyle bir satış mübah olmayan
bir maksadı gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanılacaksa acaba
bu caiz olur mu? Özellikle şarap üreticisine üzüm satma ile düşmana
silah satma olayında bu özelliği görmek mümkündür.
Ebu Hanife ve İmam Şâfiî’ye göre,
şarap üreticisine üzüm satmak dış görünüş bakımından kerahetle
birlikte geçerli olur. Müslümanlarla savaşacak kimseye silâh satışı
da böyledir. Çünkü biz onun gerçekten o üzümü şarap yapmaya veya silahı
müslümanlara karşı kullanmaya gücünün yetip yetmeyeceğini bilmiyoruz.
Ancak satıcı sattığı şeyin meşrû olmayan amaç için kullanılacağını
kesin olarak biliyor ve satış sözleşmesinde de bu, şart olarak görülüyorsa
böyle bir satış caiz olmaz. Diğer yandan ameller niyetlere göredir.
Böyle bir satışta yasaklanan husus kötü amaçtır, satışın kendisi
değildir. Bu yüzden bu durum satım akdinin sıhhatine engel olmaz.
Nitekim malın ayıbını gizlemek de satışa zarar vermez.296 Ancak bunu
yapana İslâm Devleti bazı yaptırımlar uygular ve niyetine göre de
uhrevî ceza söz konusu olur.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre, şarap
üreticisine üzüm suyu, savaş veya fitne ehline yahut yol kesicilere
silah satmak bâtıldır. Delil: Seddü’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)
prensibidir. Çünkü harama götüren şey de haramdır. Kur’an-ı Kerim’de
şöyle buyurulur: “İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah işlemek ve
düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın.” 297 Bu âyete göre haramı güçlendirmek
veya işlenmesine destek olmak ve buna aracı olmak da yasaklanmıştır.
Haramlığı sabit olan bir şeyi satmak ise bâtıldır.298
Sonuç olarak her ne kadar normal
zamanlarda silah üretimi ve dış ülkelere satışı caiz ise de, müslümanlara
saldırı hazırlığı içinde bulunan veya fitne zamanında mal, can ve
ırza tasallut veya yol kesmede kullanılacağı açık olan durumlarda
silah satışı caiz olmaz. Çünkü böyle bir satışta müslüman açıkça
kendi aleyhine veya diğer mü’min kardeşleri aleyhine düşmana destek
sağlamış olur.
Üzüm üretimi ve satışı
islâmî bakımdan meşrûdur. Hatta müslümanın normal olarak toptancılara,
hallere teslim ettiği üzümler dolaylı yoldan içki üretiminde kullanılsa
bundan dolayı üreticinin bir sorumluluğu bulunmaz. Ancak müslüman
doğrudan şarap üretiminde kullanılan şıralık üzüm üretir ve bunu
doğrudan şarap fabrikasına satarsa, şarabın üretimini ve yayılmasını
desteklemiş olur. Mü’minin bu gibi kazanç yollarından sakınması şiarı
olmalıdır. Çünkü İslâm içkinin içilmesini yasakladığı gibi ticaretini
de yasaklamıştır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Nebî (s.a) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan (üretimini
yapan), kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan,
içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan...”
299
İçki yasağını bildiren;
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın
amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz.”300 âyeti geldikten sonra Allah’ın Rasûlü uygulama
ile ilgili olmak üzere şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah içkiyi
haram kılmıştır. Bu âyeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse ondan
içmesin ve satmasın...” 301
Yukarıda batıl satış çeşitlerini
açıklarken içki, domuz eti ve benzeri necis sayılan şeylerin İslâm
nazarında satılacak mal olarak bir değerinin bulunmaması nedeniyle
satışlarının bâtıl olduğunu belirtmiştik.
9.
Satılan Belirli Malda ve Ayrılmış Satış Bedelinde Vade Şart Koşmak:
Satıcı ve alıcı belirli bir
mal ve peşin bir fiyat üzerinde anlaşmışlarsa, önce satış bedelinin
teslim edilmesi, bundan sonra da satılan malın alıcıya teslimi gerekir.
Çünkü satılan mal belirleme ile belirli hale gelirken, satış bedeli
ancak teslimle belirli hale gelir ve böylece iki bedel arasında
denklik sağlanmış olur. Malın malla trampasında veya iki farklı cinsten
paranın birbiriyle mübadelesinde ise bedellerin birlikte teslimi
gereklidir.
İşte alış-veriş yapılıp mal
ayrıldıktan ve bedeli olan para da belirlendikten sonra, ayrılan
malın ve satış bedelinin tesliminin geri bırakılması şart koşulsa,
böyle bir satım akdi Hanefîlere göre fasit olur. Çünkü prensip olarak
teslimin satış sırasında yapılması gerekir. Satış, bedelli bir
akittir. Yani temlîke karşılık temlîk ve teslime karşılık teslim muamelesidir.
Vade ise derhal teslime engel olur ve akdin gereğini değiştirmiş bulunur.
Bu yüzden de akdin fasit olmasına neden olur.
Ancak günümüzde kimi zaman
mal hazır olduğu halde bunun paketlenmesi, depodan çıkarılması,
işlemlerinin tamamlanması, ambar veya servis araçlarıyla gönderilmesi
belli bir süreyi kapsamakta, büyük satışlarda ise bu muameleler
bazan günlerce uzayabilmektedir. Bu durum alıcı bakımından da kolaylık
sağladığı için, malın standart, makul ölçüler ve makul süre içinde
kendisine ulaşacağını bilmektedir. Paranın teslimi için de aynı
normal gecikmeler olmaktadır. Meselâ; büyük iş yapan esnaf ve tüccar
yanında yüksek meblağlar taşımak yerine peşin ödemelerini günlük
çek veya poliçelerle yapmaktadır.
Burada kanaatımızca önemli
olan nokta satıcının müşteri için ayırdığı malı, bir başkasına satarak,
daha sonra üreteceği maldan önceki müşteriye yeniden mal ayırma
yoluna gitmemesidir. Çünkü satılmış ve ayrılmış olan bu mal artık
onun yanında “emanet” hükümlerine tabidir. Bunu başkasına satma
yetkisi olmadığı gibi, sattığı takdirde de yenisini temin edememe
ve yükümlülüğünü yerine getirememe riski vardır. Alıcının peşin
ödemek üzere ayırdığı satış bedeli için de aynı şey söz konusudur.
Elinde bulunan satış bedelini mesela on gün sonra teslim etme şartını
öne sürmesinde, başka borçları için bu parayı kullanma düşüncesi
varsa bu da satıcının aleyhine olur. Çünkü vadesi geldiğinde ona
olan borcunu ödeyememe riski vardır.
Diğer yandan para peşin standart
mal veresiye bir satış türü olan “selem” akdinde, malın vadeye bağlanması
caizdir. Hatta Hanefîlere göre selem akdi vadesiz olarak caiz olmaz.
Yine veresiye satışta zimmet borcu olarak belirlenen satış bedeli
için belirli vade koymak caizdir. Çünkü vade tayini zimmet borçlarına
uygun düşer. Fakat belirli ayn’lara vade koymak uygun düşmez. Çünkü
paketlenmiş ve artık emanet hükmünde olan satılmış bir malın satıcının
elinde belli bir süre bekletilmesine ihtiyaç yoktur. Aksine bir an
önce bunun alıcıya ulaştırılmasında yarar vardır.
10.
Vadeli Sattığı Malı Peşin Para ile Geri Almak (Iyne Satışı):
İslâm’da para peşin mal veresiye
veya mal peşin para veresiye satış yapmak caiz görülmüştür. Birincisi
selem akdi adını alır, bunun standart (mislî) mallarda, teslim tarihi
belirlenerek yapılabileceği sünnetle sabittir. Mal peşin para
veresiye satışlar, vadeli satış adını alır. Bu da Kitap ve Sünnetle
caiz görülmüştür. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Tayin
edilmiş bir vakte kadar birbirinizle borçlandığınız zaman onu yazın.”
302 Bu ayet genel anlamda peşin ve vadeli satışları da kapsamaktadır.
Nitekim Rasûlullah (s.a) bir Yahudiden veresiye yiyecek satın almış
ve demirden zırhını rehin olarak bırakmıştır.
Diğer yandan veresiye satışlara
kimi zaman finansman temin etmek için başvurulmaktadır. Meselâ; bir
kişi bir başkasına vadeli bir satış bedeli karşılığında bir mal
satsa, sonra aynı malı ondan peşin paraya satın alsa, bu durumda
iki satış akdi gerçekleşmiş olur. Bir otomobili bir yıl vadeli yetmiş
milyona satıp elli milyona geri almak gibi. Bunu alıcı bakımından
düşünürsek, yetmiş milyona bir yıl vadeyle satın aldığı otomobili
peşin olarak aynı kişiye elli milyona satmış olur ve böylece bir yıl
süreyle kullanabileceği elli milyon lira finansman sağlanmış bulunur.
Vadeli olarak aldığı bu aracı, üçüncü bir kimseye peşin parayla satması
mümkündür. Bütün bu durumlarda her iki satım akdi de rükün ve şartları
tam olduğu için dış görünüş bakımından geçerlidir. Bu tür satışlara
Mâlikîler “büyûu’l-âcâl (vadeli satışlar)”, bazı bilginler ise “beyu’l-ıyne
(ıyne satışı)” adını verirler.
Gerçekte böyle bir satış, faizli
kredinin yasak ve çirkin görüldüğü bir toplumda, faizi alış-veriş
muamelesi içinde gizlemek amacıyla yapılmaktadır. Başka bir deyimle
meşrû bir muamele, meşrû olmayan bir amaca ulaşmak için bir araç olarak
kullanılmış olur. Meselâ; bir kumaş tüccarı kendisinden üç ay süreyle
on milyon lira ödünç para isteyen kimseye, bir top kumaşı üç ay vadeli
on iki milyona satıp teslim ettikten sonra aynı kumaşı on milyon peşin
para ile geri satın alsa “ıyne satışı” gerçekleşmiş olur. Burada paraya
ihtiyacı olan kimse on milyonu almış, fakat üç ay sonrası için, veresiye
kumaş satın alma işleminden doğan on iki milyonu borçlanmış bulunur.
Burada iki milyon fazlalığın faize benzediğinde şüphe yoktur.303
Ebu Hanife’ye göre, üçüncü
kişinin araya girmesi halinde ıyne satışı caiz olur. Şöyle ki,
meselâ; bir kimse kumaş tüccarından on milyon ödünç para ister. Tüccar
para yerine ona on milyon lira tutarındaki bir top kumaşı üç ay vade
ile 12 milyona satarak teslim eder. Bu kimse kumaşı üçüncü bir kişiye
meselâ, on milyona satıp teslim eder, üçüncü kişi de kumaşı ilk satan
tüccara alış fiyatı üzerinden yani on milyon lira peşin para ile satar.
Sonunda paraya ihtiyacı olan kimse bu üçlü alış-veriş sonucunda on
milyon nakit parayı almış ve üç ay sonrası için on iki milyon lirayı
borçlanmış olur.
Iyne satışı ile ilgili olarak
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“İnsanlar dinar ve dirhem konusunda
cimrilik gösterir, iyne satışı yapmaya dalar, ineklerin arkasından
gider ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir bela
indirir ve yeniden dinlerine dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden
kaldırmaz.”304 Diğer yandan Zeyd İbn Erkam (ö.66/689)’ın Hz. Âişe
(ö.57/676)ile kıssası da bunu desteklemektedir. Eyfa kızı el-Âliye dedi
ki: “Zeyd b. Erkam’dan çocuğu olan cariye (ümmü veled) olarak ben ve
Zeyd’in eşi, Hz. Aişe’nin yanına girdik. el-Âliye dedi ki: “Ben Zeyd b. Erkam
adına bir köleyi Atâ’ya sekiz yüz dirheme sattım. Sonra ondan (peşin)
altı yüz dirheme satın aldım.” Hz. Âişe dedi ki: Sattığın da, aldığın
da ne kötü olmuş. Zeyd’e söyleyin. O, eğer tevbe etmezse Rasûlullah
(s.a) ile birlikte katıldığı savaşta kazandığı sevabı kaçırmış
olur, meğer ki akdi boza ve tevbe ede.” 305
Ebu Yusuf’a göre ıyne satışı
geçerlidir. İmam Muhammed, Şâfiî ve Dâvud ez-Zâhirî (ö.270/883)’ye göre
ıyne satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Çünkü Şâfiîler yukarıdaki
Zeyd b. Erkam’la ilgili olan hadis için “sabit değildir ayrıca Zeyd’in
bu konuda Hz. Aişe’ye karşı çıktığı da belirlenmiştir. Sahabe arasında
görüş ayrılığı bulununca bizim izleyeceğimiz yol kıyastır” demişlerdir.
Diğer yandan böyle bir satış, dış görünüş bakımından rükün ve şartları
tam olan bir akittir. Burada gizli olan niyete de itibar edilmez. Akdin
bu yönü Allah’a havale edilir. Ancak İmam Muhammed’in şöyle dediği
nakledilmiştir: “Bu satım akdi kalbime dağlar gibi oturmuştur, faiz
yiyicilerin uydurduğu kötü bir adettir. Çünkü Hz. Peygamber bu çeşit
satış yapanları yermiştir.” 306
Ebu Hanife’ye göre iyne satışında
satıcı ile alıcı arasına üçüncü bir kişi girmezse satım akdi fâsit
olur. Ancak araya üçüncü kişi girerse satış geçerli olur.307
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise
böyle bir satış bâtıldır. Delil seddu’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu
kapama) prensibidir. Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam (r.a) kıssası da bunu
desteklemektedir.
Sonuç olarak vadeli satılan
bir malın yeniden satıcısına peşin ve ucuz şekilde dönmesi yapmacık
alış-verişlerin içinde faizi gizlemeye elverişli bulunmaktadır.
Çünkü ayni malı iki kişinin karşılıklı olarak birbirine ıyne yoluyla
satmasında faiz şüphesi vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu
uygulamasında XV. yüzyıldan itibaren ekonomik hayatta önemli bir
yer tutan para vakıflarının esnaf ve tüccara finansman olarak kullandırılmasında
da ıyne yönteminden yararlanıldığı görülür. Hatta ıynenin meşrû
şeklini bilmeyen mütevellilerin vakıf merkezinde bulundurdukları
bazı eşyayı, işletmek üzere para isteyenlere vadeli pahalı satıp,
o anda daha ucuz fiyatla peşin olarak geri aldıkları bilinmektedir.308
Halbuki nakit paranın vakfedileceğine ilk fetvayı veren Hanefi
müctehidi Züfer b. el-Huzeyl (ö.158/774) bu paraların işletilme yöntemini
de şöyle belirlemiştir: “Bir kimse dirhemleri, ölçü veya tartı ile
satılan mislî menkulleri vakfetse bu caiz olur. O’na denildi ki; Bu
nasıl olur? Dedi: Dirhemler (nakit para) mudârabe (emek-sermaye ortaklığı)
yoluyla verilir, sonra kârı (ribh) vakfın hayır cihetine harcanır.
Mislî menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi
mudârabe veya bidâa (vakıf parayı meccânen çalıştırıp anaparayı ve
tüm kârı vakfa verme yöntemi) ile verilir. Meydana gelecek olan kâr,
vakıf cihetine sarfedilir.” 309
Iyne satışında gerçekleşen
iki veya üç muamele her ne kadar şekil bakımından tamam olsa bile,
sonuçta satıcının amacının, veresiye pahalı olarak sattığı malı
daha düşük peşin para ile geri alma olduğunda şüphe yoktur. Başka
bir deyimle alış-veriş içinde faiz gizlenmeye çalışılmaktadır. Mecelle’de;
“Akitlerde itibar lafza değil mânâyadır” 310 kuralı yer alır. Bir akit rükün ve şartları
tam olsa bile, âhiretteki sorumluluğun niyet, anlam ve akdin iç yüzüne
göre olacağını unutmamak gerekir. Bütün ibadet ve muâmelelerde niyetin
önemi büyüktür. Niyetin bunların bazısında farz, bazılarında sünnet
veya müstehap olması amelin faziletinin niyetteki samimiyete
göre belirleneceği gerçeğini değiştirmez. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Her bir kişi
için niyet ettiği şey vardır...” 311
Günümüzde vadeli olarak satın
alınan bazı mallar, nakit sıkıntısı yüzünden, satın alındığı fiyatın
altında bir bedelle peşin olarak satılmaktadır. Böyle bir alım-satım
yapan kimse de faize düşmüş olur mu? Burada ucuza satılan mal, satın
alınan kişiye değil, üçüncü bir kişiye satıldığı için muamelede
“ıyne satışı” niteliği yoktur. Meselâ; bir kimse bedelini altı ay
sonra vermek üzere bir otomobili seksen milyon liraya satın alsa,
ancak paraya olan ihtiyacı nedeniyle bunu altmış milyon peşin para
ile üçüncü bir kişiye satsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bunu bir kredi
kaynağı olarak kullanıp, borçlarını ya da ödeyemediği çeklerini
bu yolla kapatmaya çalışmak bu kimseyi kısa sürede çıkmaza sürükler.
Çünkü borçların vadeleri geldiğinde, peşin satışlardan elde ettiği
paranın fazlasını ödemek zorunda kalacağı için büyüyen farkı kapatması
mümkün olmaz. Bu yüzden yüksek fiyatla vadeli mal alıp, zararına peşin
fiyatla satış yoluna gidenlerin çoğunun bir süre sonra iflasla
karşılaştıkları görülmektedir. Böyle bir satış şekli, unsurları
bakımından tam görünse bile sürekli olarak başvurulacak bir yol değildir.
Burada da zamana bağlı olarak ortaya çıkan fazlalığı karşılayamamak
kişiyi sıkıntıya sokmaktadır. Ayrıca veresiye pahalı alınan malı
peşin olarak alış fiyatının altında bir fiyatla satarken “hiç kârsız
veya zararına satış” yapıldığını ilân etmek de yanıltıcı bir yoldur.
Çünkü böyle bir mal peşin fiyatla satın alınsaydı, yine peşin fiyatla
satışında kâr olacaktı. Kârın olmayışı, veresiye yüzünden vuku
bulduğu için, bu kimsenin kârsız satış iddiası dayanaksız kalmaktadır.
Eğer zararına satış yapıldığını ileri sürerse, bunun yanında malı
vadeli aldığını da açıklamalıdır. Böylece alıcıyı yanıltmamış
ve ona doğru bilgi vermiş olur. Ancak ileride açıklayacağımız gibi
serbest pazarlıkla yapılan alış-verişte (musâvemeli satış) satıcı
alış fiyatını veya maliyeti ya da kâr oranını alıcıya açıklamak zorunda
değildir. Ancak açıkladığı takdirde de verdiği bilgilerin doğru
olması, bu konuda alıcıyı yanıltmaması ve etki altında bırakmaması
gerekir.
11.
Bir Bütünün Parçalarının Bu Bütünden Ayrılmadan Satılması:
Başkasına bağlı olan ve bir
bütünü oluşturan parçalar, ondan ayrılıp bağımsız hale gelmedikçe
satılamaz. Bir hayvan kesilmeden önce onun etini, derisini, iç yağını,
kuyruk yağını, ayaklarını veya başını ya da ciğerlerini satmak gibi.
Hanefilere göre böyle bir satış batıldır. Çünkü bu, olmayan bir şeyi
satma niteliğindedir. Etin et, derinin deri olabilmesi için hayvanın
kesilip derisinin yüzülmesi gerekir.
Parçalara ayrılması bütüne
zarar verecek olan şeyden bir parçayı satmak ise fasittir. Kullanılmakta
olan otomobilin bir parçasını söküp satmak, birer kat elbise veya
mantoluk için ayrılmış kumaştan bir metresini satmak veya çatıdaki
bir kirişi ya da duvardaki bir taşı satmak bu niteliktedir. Çünkü
bu durumda satılan şey başkasına tabidir ve bunun teslim edilebilmesi
bağlı olduğu bütüne zarar verecektir. Meselâ; yukarıdaki örneklerde,
parçası sökülen araç çalışmaz, takım kumaş bozulmuş, çatıdan kiriş
sökülürse veya duvardan taş alınırsa bina zarar görmüş olur. Ancak
buna rağmen böyle bir satışa ihtiyaç duyan kimse, bu şeyleri bütünden
ayırıp, alıcıya teslim ederse satım akdi geçerli olur. Çünkü bununla
satışı bozma nedeni ortadan kalkmış bulunur.
Ancak parçalara ayırıp satma,
bütüne zarar vermiyorsa bunların alım-satımında bir sakınca bulunmaz.
Hurdaya çıkmış araçların sökülüp parçalarının satılması, eski binaların
veya istimlâk nedeniyle yıkılan yapıların enkazcılarca sökülerek
kapı, pencere, tahta, kiriş, lavabo vb. parçalarının satılması caizdir.
Yine külçe halindeki altın veya gümüşten yüz veya iki yüz gram gibi
bütünden ayrılması mümkün olan parçaların satışında da bir sakınca
yoktur.
Günümüz ticaret muamelelerinde,
özellikle kumaş ticaretinde topların sonuna gelindiğinde bu hükümlere
ihtiyaç duyulmaktadır. Meselâ; genel olarak takım elbiselik veya
mantoluk kumaş satan kimse, bir metre kumaş isteyen alıcı ile fiyat
üzerinde anlaştıktan sonra, bu bir metreyi verdiği takdirde toptan
artan kumaşın bir kat elbiseye veya mantoya yeterli olmayacağını
anlarsa satışı feshedebilir. Ancak kendisine zarar verebileceğini
bildiği halde, sözünde durarak kumaşı teslim ederse satış sahih hale
gelir. Aynı prensip, takım olarak satışı yapılan zinet eşyası, mobilya,
takım kitaplar, elbise, ayakkabı, mutfak eşyası ve benzerleri için
de uygulanır. Bütünün bozulması veya takımın eksilerek geri kalanın
yıllarca alıcı bulamaması satıcı için zararlıdır. Böyle bir parçayı
bilerek veya bilmeyerek satın alan kimse için de takımı tamamlayamama
yüzünden zarar söz konusudur. İşte satıcı veya alıcıya zarar verebilen
bu gibi satışlar fasit sayılarak gerektiğinde taraflara satışı
bozma yetkisi tanınmıştır.312
12.
Meyve Veya Ekinlerin Hasattan Önce Satılması:
Günümüzde bir takım meyvelerin
çiçeğinde veya daha olgunlaşmadan dalında iken, ağaç başına veya
bahçenin bütünü için bir satış bedeli belirlenerek satıldığı görülmektedir.
Ekinlerin de başağında iken satışı söz konusu olabilmektedir. Burada
satıştan amaç meyvenin veya ekinin kendisi olduğu için bunlarda meydana
gelmeme rizikosu “garar’ı (aldanma satışı)” akla getirmektedir.
Çiftçilikle uğraşanların,
ya da sebze ve meyve ticareti yapanların çokça karşılaştığı bu gibi,
muâmeleleri aşağıda açıklamağa çalışacağız.
İslâm bilginleri henüz meydana
gelmemiş olan meyvenin dalında satışının geçerli olmayacağı üzerinde
görüş birliği içindedir. Çünkü bu, mevcut olmayan bir şeyin (ma’dum)
satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para
ile satışı anlamına gelir. Bunların her ikisi de hadisle yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) Hakîm b. Hizâm’a; “Sahip olmadığın birşeyi satma”313
buyurmuştur. Yine Allah elçisi Medîne’ye geldiklerinde, orada meyveler
için bir veya iki yıllığına selem (para peşin, hasat zamanı elde edilecek
tüm meyveyi satın alma) sözleşmesi yaptıklarını gördü. Onların bu
şekilde meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan bir şey üzerinde
bir kaç yılı kapsayabilen satışını Hz. Peygamber (s.a) yasakladı.
Hadiste; “Hz. Peygamber ağaçları yıllar boyu satmayı nehyetti.” 314
buyurulur. Bu satışın yasaklanma nedeni, satışa konu olan şeyin akit
sırasında mevcut olmaması ve daha sonra da meydana gelmeme rizikosunun
bulunmasıdır. Bu durum garar hali olup, Hz. Peygamber garar’ı yasaklamıştır.
315 Garar; yukarıda açıkladığımız, gibi ne olduğu belli olmayan
ve sonucu belirsiz olan demektir. Çiçeğinde iken satılan meyvelerin
ve başağında yeşil iken satılan ekinlerin verim durumunun ne olacağını
önceden belirlemenin güçlüğü açıktır.
İslâm belirsiz, nitelikteki
ve miktardaki meyveler üzerinde selem yapmak yerine, nitelikleri
belirli olan standart (mislî) şeylerin para peşin mal veresiye (selem)
sözleşmesine konu olabileceği prensibini benimsemiştir.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim para peşin mal veresiye selem
sözleşmesi yaparsa, bunu belirli ölçüye veya belirli bir tartıya
göre ve belirli süre tayin ederek yapsın”316 Bununla satıcı ve alıcının
aldanma riski kaldırılmış bulunur.
Diğer yandan sebze, meyve ve
ekinlerin hasat edildikten sonra ölçü, tartı veya sayı ile yahut da
tahmin üzere toptan satışının da caiz olduğu konusunda görüş birliği
vardır.
Sebze, meyve veya ekinlerin
meydana geldikten sonra henüz dalında veya başağında iken satışlarının
caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefîlere göre
dalında veya başağında satılan bu maddelerin satışı konusunda
aşağıdaki durumlar söz konusu olabilir:
a)
Ekin ve meyvelerin olgunlaşmadan önce satılması:
Böyle bir satış iki türlü olabilir.
Olgunlaşmamış meyve ve ekinler kesim şartıyla satılmışsa bu satış
caiz olur. Ancak satıcı özel bir süre tanımadıkça, bunların derhal
hasat edilmesi gerekir. Eğer satış, kesim şartı konuşulmaksızın
mutlak olarak yapılmışsa Ebu Hanîfe’ye göre bu da caizdir. Çünkü bazı
meyve ve ekinlerden olgunlaşmadan önce yararlanmak mümkündür. Yeşil
erik, çağla, taze soğanın insan yiyeceği, yoncanın ve yeşil arpa
bitkisinin davar yiyeceği olarak satışa konulması gibi.
Çoğunluğa göre ise olgunlaşmamış
ekin ve meyvelerin olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şart koşulmadıkça
satış caiz olmaz.
Olgunlaşmamış ekin ve meyvelerin
olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şartıyla yapılacak satış ise
Hanefîlere göre fasit olur. Çünkü böyle bir şart, akdin gerektirmediği
bir şart niteliğinde olduğu gibi, diğer yandan alıcıya tek yanlı yarar
sağlayan bir özelliğe de sahiptir. Bu şart akde uygun olmadığı gibi
bu konuda insanlar arasında bir “teâmül” de yoktur. Bu nedenle böyle
bir şart, satışı fasit kılar. Meselâ; bir kimse satıcının tarlasında
bir ay kalmak şartıyla buğday satın alsa veya ağaçların üzerinde bir
ay daha bekletilmek üzere bir şeftali bahçesinin meyvelerini peşin
para ile toptan satın alsa böyle bir satış fasit olur. Çünkü bu meyve
ve ekinleri kökünde bir süre bırakmak, ancak ağacı veya araziyi
âriyet olarak vermekle mümkün olur. Böylece ekin veya meyveleri bekletme
şartı ile âriyet verme şartını da koşmuş olur. Bu ise, bir akit içinde
iki akit yapmak anlamında olup, hadisle yasaklanmıştır. Diğer yandan
ekin ve meyvelerin olgunlaşmadan satılması nedeniyle satışta garar
(aldanma riski) halinin bulunduğu açıktır. Bu duruma göre böyle
bir şatışın fasit olmasının illeti üç noktaya dayanır. Bunlar; garar
(aldanma riski), fasit şart ve bir akit içinde iki akit yapılmış olmasıdır.
b)
Ekin ve meyvelerin olgunlaştıktan sonra satılması:
Olgunlaşmış ekin veya meyvelerin
hasat edilmeden başağında veya dalında iken tahmin üzere satılması
caizdir. Burada ekin ve meyvelerin derhal kesilme şartının konuşulup
konuşulmaması hükmü değiştirmez.
Ancak bu ürünler henüz büyümesini
tamamlamadan, dalı üstünde bir süre bekletilmek şartıyla satılmış
olursa, satış sözleşmesi fasit olur. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre
bu durumda büyümesini tamamlamış olsa bile hüküm değişmez, yani
satış fasit bulunur. Çünkü ürünü bir süre daha kökeninde bırakmak
şartıyla satış, alıcı için tek yanlı yarar sağlar, böyle bir şartı
akit gerektirmediği gibi bu akde uygun da düşmez. Bu, bir ton buğdayı,
satıcının deposunda bir ay süreyle kalması şartıyla satın almak
gibidir. İmam Muhammed’e göre “istihsan” prensibine uyularak büyümesini
tamamlayan üründe böyle bir satış caizdir. Çünkü bu konuda “insanların
teâmülü” vardır. Buradaki örf, akidde şart koşmaksızın, satıcının
alıcıya “müsâmaha” göstermesi şeklinde oluşmuştur. Fetvâya esas olan
görüş de budur.317
c)
Olgunlaştıktan sonra meyvelerin ağaçta bekletilmesi:
Bir kimse özel şart koşmaksızın
ağacında iken satın aldığı meyveleri, olgunlaşması için bir süre
toplamasa şu durumlar söz konusu olur:
Eğer meyvelerin büyümesi
tamamlanmış, fakat olgunlaşması için ağaçta bırakılmış olursa, bu
bekletme satıcının izniyle olsun veya onun izni bulunmasın alıcı
meyveleri toplayınca tamamına mâlik olur. Çünkü burada meyvelerde
bir artıştan çok, sararma, kızarma, yumuşama gibi bir nitelik değişikliği
söz konusu olur.
Ekinlerin başağında bekletmeden
dolayı meydana gelecek nemâ ise, bu bekletme satıcının izni dışında
olsa bile alıcıya caiz (tîb) kazanç olur. Çünkü bu artış alıcının mülkünde
meydana gelmiştir, zira ekinin sapları da alıcıya aittir.
Meyveler büyümesini tamamlamamış
durumda olursa, ağaçta bekletmenin satıcının izniyle olup olmaması
önem kazanır. Eğer satıcının izni varsa, sonradan meydana gelen fazlalık
ona caiz ve helâl olur. Satıcının izni yoksa, satış tarihinden sonraki
artış yaklaşık olarak belirlenip yoksullara dağıtılır. Çünkü bu
artış sakıncalı bir sebeple meydana gelmiştir. Bunu mülkten temizlemenin
yolu da bağışlamadır.318
d)
Satılanlar dalında iken yeni meyvelerin çıkması:
Meyveler ağaç üzerinde iken
satıldıktan sonra, henüz hasat edilmeden yeni meyveler meydana gelse,
bunlar satıcıya ait olur. Bazı incir çeşidinde bu durum açıkca görülür.
Satılan meyvelerin ağaçta bekletilmesinde satıcının izninin bulunup
bulunmaması sonucu değiştirmez. Çünkü sonradan çıkan meyveler satıcının
mülkünün artışı olup bunlar ona ait olmalıdır. Ancak taraflar kendi
aralarında anlaşarak, sonradan çıkacak meyvelerin alıcıya ait olmasını
da kararlaştırabilirler. Bu takdirde fazlalık alıcıya helâl olur.
Böyle bir anlaşma bulunmayıp, sonradan çıkacak meyveler bahçenin
hasat için alıcıya tesliminden önceye ait olursa, satış akdi bâtıl
olur. Çünkü burada eski ve yeni meyveleri birbirinden ayırmak mümkün
olamayacağı için, satıcının satılanı teslime gücü yetmemiş olur.
Sonradan çıkan meyveler bahçenin
alıcıya tesliminden sonra meydana gelmişse satış bâtıl olmaz. Çünkü
alıcının kabzı ile satış tamamlanmış bulunur. Bu durumda sonradan
çıkan meyveler miktar olarak tahmin üzere belirlenip satıcı ile alıcı
arasında paylaşılır. Burada satıcı ve alıcıya ait iki mülk ayrılmaz
bir biçimde birbirine karıştığı için ilâve olan kısım aralarında ortak
olur. Bu konuda anlaşmazlık halinde alıcının sözü esas alınır. Çünkü
meyveler onun elinde bulunmaktadır.319
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre
eğer meyvenin sağlıklı bir biçimde olgunlaşacağı ortaya çıkarsa
satış mutlak olarak caizdir. Bu durumda ürünü derhal hasat etmek veya
ağaç üzerinde bırakmak şartıyla satmak arasında fark yoktur. Eğer satış,
olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli olmazdan önce ise ağaçta bırakma
şart koşulsun veya koşulmasın satış icmâ ile sahih değildir. Çünkü
Hz. Peygamber; “Olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli olmadıkça meyvelerin
satışını satana da satın alana da yasaklamıştır.”320 Yasaklamak
ise yasaklanan şeyin fâsit olmasını gerektirir.
Eğer satış derhal hasat şartıyla
yapılırsa, yine icma ile geçerli olur. Çünkü dalında iken meyvelerin
satışının yasaklanması, aşırı sıcak, soğuk, hastalık gibi nedenlerle
ürünün telef olma riskinin bulunması yüzündendir. Delil, Enes
(r.a)’ten nakledilen şu hadistir: “Hz. Peygamber (s.a) meyve ortaya
çıkmadıkça bunun satışını yasakladı. Enes’e; “Ortaya çıkması ne
demektir?” diye sorulunca; “kızarması ve sararmasıdır” demiş ve şunu
ilave etmiştir: “Eğer Allah meyveyi vermeyecek olursa sizden herhangi
bir kimse kardeşinin malını neyin karşılığında almış olacaktır?”
321
Sonuç olarak meyvelerin daha
çiçeğinde iken veya büyümesini tamamlamadan, olgunlaşıp olgunlaşmayacağı
belli olmaksızın bir süre dalında bırakmak şartıyla satışı caiz
değildir. Ancak erik, çağla gibi olgunlaşmadan önce de yararlanılabilen
şeylerin ise bu durumda toplanması şartıyla satışı caiz olduğu gibi,
tüm meyvelerin olgunlaştıktan sonra dalında satışı da caizdir. Olgunlaşmadan
önce satış konusunda ise görüş ayrılığı vardır. İbn Âbidin
(ö.1252/1836) satıştan sonra dalında bırakmak örf haline geldiği takdirde,
meyvelerin olgunlaşmadan önce de sonra da dalında toptan satışının
caiz olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü fasit bir şart, toplumda
örf olarak yaygınlaştığı zaman sahih hale gelir. Buna bağlı olarak
satım akdi de istihsan prensibine göre geçerli olur. 322
e)
Meyvelerin olgunlaşmasının belirtileri:
Hanefîlere göre olgunlaşmanın
belirtisi; meyvenin hastalıktan veya bozulmaktan güvende olacak
şekilde büyümesini tamamlamasıdır.323 Olgunluğun ortaya çıkması
her meyve türü için ayrı ayrı değerlendirilir.
Çoğunluk müctehitlere göre,
hurmada kızarma veya sararma; üzümde tatlanma; yumuşama veya sararma
olgunlaşma belirtisidir. Diğer meyvelerde suyunun tatlanması,
yumuşaması veya renginin sararması olgunlaşmanın belirtisi sayılır.
Taneli bitkilerde olgunlaşma ise tanelerin dolması ve güçlenmesidir.
324
Meyvelerde olgunlaşma sayılan
bazı nitelikleri Rasûlullah (s.a) şöyle belirlemiştir: “Hz. Peygamber,
meyveleri tatlanıncaya kadar dalında satışını yasaklamıştır.”
325 Yine olgunlaşmadan önce meyvenin
satışını yasaklamış kendisine “olgunlaşma (zehv) nedir?” diye sorulunca;
“Meyvenin kızarması ve sararmasıdır” diye cevap vermiştir.326 Sararmadan
önce üzümün dalında satışını da yasaklamıştır.327
f) Peşpeşe yetişen sebze ve
meyvelerin kökünde satılması:
İncir, muz, gül, kavun, karpuz,
salatalık, patlıcan, biber, domates, kabak gibi bazı sebze ve meyveler
ilk ürün alındıktan sonra, aynı kök ve dallarda geriden gelen ürün yeniden
yetişir. Bu çeşit ürünlerin dalında satışı topluca nasıl olabilir?
Hanefîler zâhir rivayette, Şâfiî ve Hanbelîler bunlardan ilk çıkacak ürünü
kökünde toptan satmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Ancak ilk
ürünü ve daha sonra yetişecek olanları birlikte satmak caiz değildir.
Çünkü bu bilineni ve bilinmeyeni birlikte satmak demektir ki, bilinmeyeni
teslime güç yetirilemez.
Ancak Hanefîlerden bazıları
insanların bu gibi ürünleri dalında satış yaptıklarını dikkate alarak
“örf” deliline dayanmak suretiyle bunu caiz görmüşlerdir. İbn
Âbidin de bu görüşü tercih etmiştir.328 Mecelle’de bu görüş kanun maddesi
haline getirilmiştir. Madde şöyledir: “Tek tek birbiri ardından yetişen,
yani birden ortaya çıkmayıp da azar azar meydana gelen, meyve çiçek,
yaprak ve sebzenin bir bölümü belirmiş olduğu halde onlara bağlı
olarak, onlarla birlikte henüz belirmemiş olanlarını dahi toptan
satmak sahih olur.”329
Mâlikîler, İbn Teymiye ve İbnü’l-Kayyim
gibi bilginler de bu son görüşü tercih etmişlerdir. Dayandıkları
delil; bedelinden bir bölümünün sonradan çıkacak ürüne karşılık
olarak satıcıya bağışlanabileceği esasıdır. İnsanların örfü de
bu konuda başka bir delildir. Ayrıca olanla olacak olanı ayırmak güçtür.
Bu yüzden sonradan çıkacaklar öncekilere tâbi sayılır.330
g)
Buğdayın başağı içinde satılması:
Hanefîlere göre buğdayın başağında,
baklanın kabuğu içinde satışı caizdir. Çünkü kabuğu içinde büyümesini
tamamlayan ürünler artık iklim değişikliklerinden çabuk etkilenmez
ve semavi âfetlere karşı daha dayanıklı olurlar. Bu yüzden yararlanılacak
durumda olmayan ve henüz olgunlaşmamış bulunan ekin ve tarım bitkileri
dalında satışa konu yapılamazken, kabuğu veya başağı içinde olgunlaşanlar
bundan istisna edilmiştir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Nebî (s.a)
olgunlaşıncaya kadar hurmanın, beyazlaşıncaya ve afetten güvende
oluncaya kadar başağın satışını yasakladı. Yasak satıcıyı da alıcıyı
da kapsar.”331
Mâlikî ve Hanbelîlere göre olgunlaşan
buğdayın başağı ile birlikte satışı caizdir. Yalnız başağın içindeki
buğday satılırsa, niteliği ve çokluğu belirsiz olacağı için böyle
bir satış caiz olmaz.
Şâfiîlerin daha sağlam görüşüne
göre, buğday, mercimek, susam ve nohut gibi ürünlerin başağında satışı
geçerli değildir. Çünkü satılan ürün kabuk yüzünden açıkta olmayıp
gizlidir. Bu, dövülüp samanı içinde bulunan buğdayın satışına kıyas
yapılarak gararlı bir satış sayılır.332
IX- BÂTIL VE FÂSİT SATIŞIN HÜKÜMLERİ
A) Bâtıl ve Fâsit Terimleri:
İbadetler konusunda “fâsit”
ve “bâtıl” terimlerinin eş anlamda kullanıldığını yukarıda belirtmiştik.
Namazda rükû gibi bir farzın terkedilmesi halinde namazın fasit olduğunu
söylemekle bâtıl olduğunu söylemek eş anlamlıdır. Her ikisi de namazın
bozulduğunu ve yeni baştan kılmak gerektiğini ifade eder. Bu konuda
mezhepler arasında bir görüş ayrılığı yoktur.
Ancak alış-veriş, kira, evlenme,
boşanma gibi günlük muâmelelerde Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlerin ortak görüşüne
göre fâsitle bâtıl eş anlamlıdır. Meselâ; satış bâtıl veya fâsit oldu demek
aynı anlama gelir.
Hanefilere göre ise muâmelelerde
fâsit ve bâtıl farklı anlamlarda kullanılır. Fasit, bir akdin bilinmezlik
yönünün bulunması gibi bir nedenle, eksiklikten dolayı aldığı
bir isimdir. Bu eksikliğin giderilmesiyle satış sahih hale gelebileceği
gibi, satılan şeyin alıcıya teslimi ile mülkiyet ona geçer ve satılanın
tüketilmesi, değişikliğe uğraması, başkasına satılması, bağışlanması
gibi nedenlerle fesih ihtimalinin kalmaması halinde satış kesinleşir.
Bu durumda alıcı, malın mislî mallardan ise mislini, kıyemî mallardan
ise rayiç değerini borçlanmış olur.
Bir akitteki eksiklik ana unsurlarda
olur ve giderilemeyecek ölçüde güçlü bulunursa akit bâtıl olur. Küçük
çocuğun veya akıl hastasının yaptığı satış ile; kan, domuz eti ve şarap
satışı gibi İslâm’ın açık olarak yasakladığı satış türleri bâtıl kapsamına
girer.
Bâtıl satış akdi hiç bir
hukûkî sonuç meydana getirmez. Meselâ; satılan mal veya paranın mülkiyeti
karşı tarafa geçmez. Satılan mal alıcıya teslim edilmişse onun elinde
emânet hükümlerine tabi olur. Mala kasıtlı olarak zarar verirse,
mislî mallarda misli ile, kıyemîlerde ise değeri ile tazmin etmesi gerekir.
Kasıt, kusur veya ihmali olmaksızın meydana gelecek zararlardan
ise alıcı sorumlu değildir. Mecelle’nin 370. maddesinde şöyle denilir:
“Batıl satış asla hüküm ifade etmez. Buna göre; bâtıl satışta alıcı
satıcının izniyle, satılanı kabzedince satılan mal alıcı yanında
emânet sayılır. Bu yüzden mal, kasıtsız olarak telef olsa alıcının
tazmin etmesi gerekmez.”
Fasit satım akdi ise, giderilmesi
veya tamamlanması mümkün olan bir eksiklikle yapılan bir satış türü
olduğu için İslâm’da buna bazı sonuçlar bağlanmıştır. Bu yüzden fasit
satış, satılanın misli veya değeri karşılığında yapılmış sayılır.
Burada tarafların karşılıklı rıza ile belirledikleri satış bedeline
(musemmâ semen) itibar edilmez.
Meselâ; satıcı ve alıcı on
milyon lira üzerinde anlaşmış olsalar, ancak bilirkişi mala sekiz
milyon lira değer belirlese, alıcı bu sekiz milyonu ödemekle yükümlü
olur. Kimi zaman bunun tersi de olabilir, yani bilirkişinin belirleyeceği
değer, karşılıklı rıza ile belirlenenden yüksek de bulunabilir.
Satılan malda kabzla (teslim)
alıcının mülk hakkı doğar. Çünkü satış bedelinin şarap gibi başka
dinlerde değerli olan bir mal cinsinden belirlenmesi, satışa fasit
bir şartın girmesi veya satış bedelinde ya da vade süresinde belirsizlik
bulunması her ne kadar satışta bir eksiklik ise de, burada tarafların
amacının satış olduğunda şüphe yoktur. Bu yüzden satış, malın değeri
üzerinden meydana gelmiş sayılır. Çünkü değer, alış-verişlerde gerçek
karşılıktır. Fâsit satışta satılan mal alıcının elinde mislî (standart)
mallardan ise değeri ile tazmine bağlı bulunur.
Satıştaki fesadın kesinleşmemesi
için kabzdan önce alıcının malda mülkiyet hakkı sabit olmaz. Çünkü
kabzdan önce mülk hakkı kabul edilirse, malın da satış bedelinin de
teslimi gerekir. Bu takdirde fesat gerçekleşir. Halbuki şer’an satış
akdi bozularak bu fesadın kaldırılması esastır. ancak buna rağmen
taraflar satışı gerçekleştirmiş olurlarsa buna aşağıda açıklayacağımız
hükümler gerekir.333
Çoğunluk fakihlere göre
fâsit ile bâtıl eş anlamda kullanıldığı için bu gibi satışlar geçerli
olmayıp, mülk de ifade etmez. Bunlarda alıcının malı teslim alması
da sonucu değiştirmez. Meşrû olmayan bir yolla mülkiyet hakkı doğmaz.
Çünkü fasit satışın yasaklanması meşrû olmamayı gerektirir. Meşrû
olmayan bir akit de şer’î bir hüküm ifade etmez.334
B)
Fâsit Satışta Mülkiyetin Alıcıya Geçmesinin Şartları:
1.
Malın alıcı tarafından kabzedilmiş olması:
Kabzdan önce mülkiyet hakkı
sabit olmaz. Çünkü akitte bulunan fesadı kaldırmak için satışı feshetmek
gerekir. Satılan malın teslim edilmesi ise bu fesadı kesinleştirir.
2.
Kabzın, satıcının izni ile olması:
Eğer alıcı malı, satıcıdan
izinsiz olarak kabzetmiş olursa mülk sabit olmaz. Meselâ; vade belirlenmeden
yapılan veresiye bir satışta, satıcı malın teslimine izin vermemiş
olur ve alıcı buna rağmen malı teslim alırsa bu mala mâlik olamaz.
3.
Kabza dolaylı izin sayılan durumlar:
Fâsit bir satışta satıcı malın
teslimini yasaklamamış olur, fakat açık bir şekilde izin de vermemiş
bulunursa alıcı akit meclisinde satıcının önünde malı teslim alırsa,
Hanefîlerden meşhur rivayette mülk sabit olmaz. İmam Muhammed aksi görüştedir.
Ona göre böyle bir durumda satıcının susması dolaylı izin sayılır.
Nitekim kendisine bir mal bağışlanan kimse bağışlayanın gözü önünde
malı teslim alsa, eğer bağışlayan engellememişse bu kabz geçerli
olur. Çünkü satışın kapsamında dolaylı yoldan malı teslime yetki
verme de vardır. el-Mergînânî (ö.593/1197) fasit satım akdinde malın
akit meclisinde kabzı gibi satıcının dolaylı izninin de istihsan
prensibine göre yeterli olacağını ve sağlam görüşün bu olduğunu
belirtmiştir.335 Ancak fasit satışta
kabz için satıcının dolaylı izninin yeterli olmadığını, bunun bağış
konusuna kıyas yapılmasının doğru bulunmadığını, çünkü bağışta
kabza engel şer’î bir durumun söz konusu olmadığını söyleyenler de
olmuştur.336
C)
Fâsit Bir Yolla Satın Alınan Şeyde Tasarruf:
Fâsit satım akdinin taraflarca
feshedilmesi veya eksikliğin giderilerek geçerli hale getirilmesi
gerekir. Ancak bu yapılmayıp da alıcı satıcının izni ile malı teslim
almış olursa, artık bu mal üzerindeki satış, bağış, sadaka, kira ve
rehin gibi tasarrufları geçerli olur. Çünkü bu tasarruflar haramdan
yararlanma hakkını sona erdirir. Bununla birlikte Hanefîlere göre
böyle tasarruflar mekruhtur. Çünkü İslâm’ın hakkı olan feshe engel olmuş
bulunur.
Ancak fasit yolla satın alınan
malda anlaşmazlık giderilinceye kadar alıcı için yeme, içme, giyme,
binme, nakliye ve oturma gibi bizzat yararlanma mübah olmaz. Çünkü
fasit satışla sabit olan mülk habîs (temiz olmayan) bir mülktür. Habîs
mülk ise mutlak olarak yararlanma hakkını ifade etmez. Hanefîlerde sağlam
olan görüş budur.337
D)
Fâsit Satışta Fesih Hakkını Düşüren Durumlar:
Fâsit satışta alıcı için sabit
olan mülkiyet hakkı bağlayıcı olmayan bir mülktür. Bu yüzden taraflardan
herbiri için kabzdan önce, diğerinin rızası olmaksızın satışı fesih
hakkı vardır. Burada fesadın çeşidi sonucu değiştirmez. Ancak
kabzdan sonra yalnız satış bedeli ile ilgili olan fesat taraflara
fesih hakkı verir. Satış bedelinin şarap veya domuz eti olarak belirlenmesi
gibi.
Satışın fasit olması taraflardan
birisine ek yarar sağlamak veya veresiye satışta vadeyi belirlememek
gibi satış bedeli dışında bir sebebe dayanıyorsa Ebu Hanife ve
Ebu Yusuf’a göre kabzdan sonra satıcı ve alıcıdan herbiri için fesih
hakkı bulunur. Çünkü satış temelde bağlayıcı değildir. İmam Muhammed’e
göre, yalnız lehine ek yararlanma şart koşulan tarafın fesih hakkı
bulunur. Çünkü o, satışı fasit kılan nedeni ortadan kaldırarak satışı
düzeltme gücüne sahiptir.338
Eğer alıcı, satış, bağış gibi
her yönden mülkiyet hakkını ortadan kaldıran bir tasarrufta bulunmuşsa,
artık fasit satış feshedilemez. Bu durumda alıcının malın değerini
veya mislini ödemesi gerekir. Çünkü onun buradaki satış veya bağış
tasarrufu yürürlük kazanır.
Alıcının mal üzerindeki tasarrufu
kira akdi gibi feshe elverişli olan bir akitse, bu durumda fâsit satışı
feshetmek mümkün olur. Meselâ; bir kimse bir gayri menkulü vade belirlemeksizin
veresiye satın alsa ve kiraya verse, satıcı ile alıcı arasında vade
konusunda anlaşmazlık çıkarsa bu gayri menkulün önceki mâliki (satıcı)
önce kira sözleşmesini fesheder, daha sonra fesat nedeniyle satışı
fesheder. Çünkü her ne kadar kira sözleşmesi bağlayıcı bir akit ise
de, bu
bazı özürler nedeniyle feshedilebilir. Aslında fesadı ortadan
kaldırmaktan daha güçlü bir özür olamaz.
Fâsit satışta, satıcı ve alıcının
sahip olduğu fesih hakkı miras yoluyla geçer. Meselâ; bir kimse olgunlaşmamış
meyveleri bir ay daha dalında kalmak şartıyla toptan satsa, üç gün
sonra da vefat etse, bahçe sahibinin mirasçıları bu satışı bozma
hakkına sahip olduğu gibi, satın alan ölürse onun mirasçıları da aynı
hakka sahip olurlar. Çünkü mirasçı fesih hakkı konusunda miras bırakanın
yerine geçer.
Fâsit satışla alınan bir mal
alıcının elinde telef olsa veya alıcı bunu kendisi telef etse artık
fesih hakkı kullanılamaz.
Yine satılan şey bir ev olup
tamir olunmak veya arsa olup üzerine
ağaç dikilmek gibi bir yolla alıcı tarafından mala bir şey ilave edilse
yahut satılan şey buğday olup da öğütülerek un haline getirilmek suretiyle
adı değişse artık fesih hakkı kalmaz.
Fasit bir satış fesh olununca
eğer satıcı, satış bedelini kabzetmiş ise onu alıcıya geri verinceye
kadar, alıcının malı hapsetmeğe hakkı vardır.
Yukarıdaki bütün durumlarda
satıcı veya fasit bir satışı feshettiği takdirde satılan mal eğer
mevcutsa aynen geri verilir. Eğer telef edilmiş veya geri alınamayacak
şekilde başkasına temlik edilmiş ya da geri vermeye engel bir ilâve
yapılmışsa, alıcının, mal standart mallardan ise mislini, kıyemî mallardansa
kabz günündeki değerini satıcıya tazmin etmesi gerekir.339
X- İSLÂM’DA YASAK OLAN
SATIŞLARA TOPLU BAKIŞ
İslâm fert veya toplum için zararlı
olan, bünyesinde belirsizlik, aldatma, hile, tek yanlı yarar ve haksız
kazanç gibi nitelikleri taşıyan satış türlerini yasaklamıştır.
Çoğunluk müctehitler yasaklanmış satış türleri için “bâtıl” veya
“fâsit” terimini eş anlamda kullanırken Hanefîler temelde geçersiz
olan satışa “bâtıl”, tamamlanması mümkün olan bir eksiklikten dolayı
bozuk olan satışa ise “fâsit” terimini kullanmışlardır. Buna göre
meselâ; şarap satışı bâtıl olurken, vade belirlenmeden yapılan satış
akdi “fâsit” adını alır. Bâtıl satış geçersiz olup herhangi bir sonuç
doğurmaz. Fâsit satış ise eksiklik giderilerek geçerli hale getirilebileceği
gibi satılanın alıcıya teslimi, onun bu malda dönülemeyen tasarruflarda
bulunması veya tüketmesi gibi hallerde satış kesinleşir ve alıcı
bu malın mislini ya da kabz günündeki değerini ödemeyi üstlenmiş
olur.
Yasaklama tarafların ehliyetinde,
kullanılan ifadelerde veya satış konusundaki bir eksiklikten doğabileceği
gibi, satışla ilgili bir niteliğin, fasit bir şartın veya şer’î bir
yasağın bulunmasından dolayı da ortaya çıkmış olabilir. Aşağıda
İslâm’a göre haram veya mekruh derecesinde yasak kapsamına giren
alış-veriş çeşitlerini toplu bir şekilde vermeye çalışacağız.
Yasaklanmış
Bulunan Başlıca Satış Türleri Şunlardır:
1.
Akıl Hastasının Alış-Verişi:
Akıl hastasının yapacağı
alış-verişin geçerli olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Çünkü
akıl ve temyiz gücü arızalanınca eda ehliyeti ortadan kalkar. Sarhoş,
baygın veya uyuşturucu alarak temyiz gücünü kaybetmiş olan kimseler
de bu niteliktedir.
Ancak Hanefîlere, bir kısım
Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre haram yolla, kendi isteği ile sarhoş
olanın alış-veriş, boşama gibi tasarrufları geçerli sayılmıştır.
Hanbelîler aksi görüştedir.
2.
Küçük Çocuğun Alış-Verişi:
Temyiz gücüne sahip olmayan
küçük çocukların çok basit şeyler dışında alış-verişlerinin geçerli
olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Temyiz gücüne sahip olan
çocukların erginlik çağına kadar yapacakları alış-veriş ise
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre velilerinin iznine veya icâzetine
bağlı olarak geçerlidir. Veli izin verirse satış yürürlük kazanır.
Çünkü küçüklerin denenmesi, tecrübe kazanıp yetişmeleri ancak
bu şekilde mümkün olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini
açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler de
mallarına sahip olacaklar endişesiyle onların mallarını israf
ederek, tez elden yemeyin.”340 Mümeyyiz küçüklük devresi yaklaşık
yedi yaşla erginlik çağı arasındaki devreyi kapsar.341
Diğer yandan mümeyyiz küçüğün
bağışı kabulü gibi tamamen lehine olan tasarrufları velisinin
iznine gerek olmaksızın geçerli olduğu gibi ödünç verme, borca
kefâlet gibi tamamen zararına olan tasarruflar velinin izni olsa
bile yürürlük kazanmaz.
Şâfiîlere göre ise erginlik
çağına gelmeyen çocukların satışı geçerli değildir. Çünkü o ehliyetsizdir.
3.
Zorlanan Kimsenin (Mükreh) Alış-Verişi:
Bir kimse zorlama sonucu
bir malını satmak zorunda kalsa Hanefîlere göre yetkisiz temsilci
(fuzûlî) de olduğu gibi muâmele askıda kalır. Yürürlük kazanmaz. Eğer
zorlanan kişi zorlama kalktıktan sonra satışa icazet verirse yürürlük
kazanır. Hadiste zorlamanın sorumluluğu kaldırdığı belirtilir:
“Şüphesiz Allah, ümmetimden yanılmayı, unutmayı ve zorlandıkları
şeyin hükmünü kaldırmıştır.”342
Mâlikîlere göre zorlananın
satışı bağlayıcı değildir. Onun için satışı fesih veya devam ettirme
arasında tercih yapma hakkı vardır. Hanbelîlere göre ise, satışın yapılması
sırasında rıza bulunmadığı için böyle bir satış geçerli değildir.
4.
Yetkisiz Temsilcinin (Fuzûlî) Alış-Verişi:
Hanefî ve Mâlikîlere göre yetkisiz
temsilcinin satışı, gerçek mal sahibinin icazetine bağlı olarak
geçerlidir. Çünkü sonradan verilen icazet, önceden verilen izin gibidir.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış prensip olarak geçerli olmaz.
Çünkü bir kimsenin malik olmadığı şeyi satması yasaklanmıştır. Yasak
ise yasaklanan akdin fasit olmasını gerektirir.
5.
A’mâya Yapılacak Satış:
Çoğunluğa göre satılan malın
nitelikleri belirtilerek amâya yapılacak satış geçerlidir. Çünkü
onun satışa rızası vardır. Şâfiîlere göre, malın iyisini ve kötüsünü
ayırdetmeye gücü yetmeyeceği için ona yapılacak satış geçerli olmaz.
Çünkü onun hakkında akit konusu mechul sayılır.
6.
Kısıtlının (Mahcur) Alış-Verişi:
Sefihlik, iflâs veya hastalık
nedeniyle kısıtlı bulunan kimsenin alış-verişi Hanefî, Mâlikî ve
Hanbelîlerin tercih edilen görüşüne göre onu temsil eden velinin icazetine
bağlı olarak geçerlidir. Şafiîlere göre ise ehliyetinin bulunmaması
ve sözüne itibar edilmemesi nedeniyle onun satışı geçerli olmaz.
Hanefî ve Mâlikîlere göre iflâs
yüzünden kısıtlı olan kimsenin satışı alacaklıların icazetine
bağlı olarak geçerlidir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış
geçersizdir. Müteahhirûn (sonradan gelen) Hanefî fakihleri borcu servetini
aşmış olan kimselerin kısıtlı olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça
bağış ve vakıf gibi tasarruflarının yürürlük kazanamayacağıına
fetva vermişlerdir.
Ölüm hastasının teberrûları
ise Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, mal varlığının üçte bir sınırları
içinde geçerlidir. Üçte biri aşan kısmı mirasçıların icazetine
bağlıdır. Mâlikîlere göre onun taşınabilir mallarda üçte bir miktarındaki
bağışı da yürürlük kazanmaz. Ev, arazi, ağaç gibi değişikliğe uğramasından
korkulmayan taşınmazlarda ise bu bağış geçerli olur ve yürürlük kazanır.
7.
Haksızlığa Uğrama Korkusu (Telcie) Yüzünden Satış:
Zulüm ve haksızlığa uğrayıp
mallarını kaybetmekten korkan kimsenin yapacağı satış Hanefîlere
göre “fasit”, Hanbelîlere göre “batıl”dır. Günümüzde bazı şehir imar
planlarında göstermelik yeşil alanlar ilân edip, bu yöredeki arsaları
ucuz olarak elde ettikten sonra bu bölgeyi yeşil alan olmaktan çıkarma
durumunda telcie satışı, sözkonusu olur. Çünkü arsa sahipleri, arsaları
tamamen ellerinden çıkacağı izlenimi uyandırılarak baskı altına
alınmış sayılır.
8.
Fiilen Alıp-Verme Yoluyla (Muâtât) Satış:
Fiyatı önceden bilinen veya
etiketi üzerinde bulunan yahut sorma ile fiyatı öğrenilen bazı
mallar, parası verilerek icap-kabulde bulunmaksızın satın alınmaktadır.
Gazete, dergi, ekmek, kibrit, simit satın alıp, hiç konuşmadan parayı
vermek gibi.
Çoğunluk müctehitlere göre
böyle bir satış geçerlidir. Çünkü satış mal mübadelesine delâlet
eden her şeyle meydana gelir. Buna göre sözle, işaretle veya başka
bir şeyle satış yapılabilir.
Şâfiîlere göre karşılıklı
alıp-verme ile satış akdi meydana gelmez. Çünkü bütün akitlerde prensip
olarak icap ve kabul bulunmalıdır. Satışın esası rızaya dayanır.
Bu da sözle ifade edilirse ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını bâtıl nedenlerle yemeyin.
Ancak aranızda karşılıklı rıza ile yapılan ticaret yoluyla olursa
bu müstesnadır.” 343 Hz. Peygamber (s.a) de: “Satış ancak karşılıklı
rıza iledir.” 344 buyurmuştur.
Diğer yandan bazı Şâfiî bilginleri
basit ve önemsiz eşyanın satışında, fiilen alıp-verme yoluyla satışı
caiz görmüşlerdir. en-Nevevî (ö.676/1277) gibi bazı bilginler de bu konuda
örfe göre amel edilebileceğini söylemişlerdir.345
9.
Yazı veya Elçi Aracılığı ile Satış:
Bu şekilde yapılan satışın
geçerli olduğu konusunda görüş birliği vardır. Yazı veya elçinin
karşı tarafa ulaştığı meclis satım akdinin yapıldığı meclis sayılır.
Eğer karşı tarafın kabulü bu meclisten sonra gerçekleşirse satış
meydana gelmez.
10.
Sağır Dilsizin Satışı:
Sağır-dilsizin anlaşılan
işareti veya yazacağı yazı ile yapacağı satış geçerlidir. Burada
işaret ve yazı zaruret yüzünden konuşma gibi kabul edilmiştir. Eğer
dilsizin anlaşılır bir işareti bulunmaz ve yazı yazmaya da gücü
yetmezse yaptığı satım akdi geçerli olmaz.
11. Uyumsuz İcap ve Kabul İle
Satış:
Alış-verişte icap ve kabulün
birbirine uyumlu şeklide gerçekleşmiş olması gerekir. Aksi halde
satım akdi oluşmaz. Meselâ; bir mala satıcı bir milyon lira, alıcı 800
bin lira fiyat söylese satış bu şekliyle meydana gelemez. Ancak bir
taraf kendi isteği ile karşı tarafa fazla verirse bu satışa zarar
vermez.
12.
Akit Meclisinin Birliği Bozularak Yapılan Satış:
Satışın gerçekleşmesi için
akit meclisinin birliği şarttır. Arada elçi, mektup, telefon, teleks
gibi bir aracı olmaksızın birbirinden ayrı yerlerde bulunan kimseler
alış-veriş yapamaz. Araya bu gibi aracılar girince iki yer hükmen bir
sayılmış olur.
13.
Kesinleşmeden Askıda Bırakılan Satış:
Bir şarta veya gelecek bir
tarihe bağlanan satış Hanefîlere göre fasit, çoğunluğa göre bâtıldır.
Meselâ; “sen şu malını bana şu fiyata satmak şartıyla ben de sana şu
malı satıyorum” veya “şu malımı bir ay sonra sana şu fiyata satıyorum”
demek gibi. Ancak muhayyerlik hakkı olan satışla, başkasının izin
ve icazetine bağlı bulunan alış-verişler bu konuda istisna teşkil
eder.
14.
Yok Olan veya Yok Olma Tehlikesi Bulunan Şeyin Satışı:
Para peşin mal veresiye bir
satış türü olan selem dışında bulunmayan bir malın satışı caiz görülmemiştir.
Bu, hadisle yasaklanmıştır. Erkek hayvanın menisini veya dişinin
doğacak yavrusunu satmak gibi. Çünkü burada satış akdini ifa edememe
riski vardır.
15.
Teslim Edilemeyen Şeyin Satışı:
Havadaki kuşun veya büyük
sudaki balığın satışı bâtıldır. Çünkü burada satış akdini yerine
getirememe tehlikesi vardır bü yüzden de hadisle yasaklanmıştır.
16. Borcu Vadeli Olarak Satmak:
Bir kimsenin alacağını borçlusuna
peşin olarak satabileceği konusunda görüş birliği vardır. Ödünç
verdiği bir ölçek buğdayı, ödünç alana peşin para ile satması gibi.
Zimmet borcunun alacaklı tarafından borçluya veya üçüncü bir kişiye
vadeli satışı ise caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber borca karşılık
borcun satışını yasaklamıştır. Buradaki yasağın sebebi; teslime
güç yetirememe, faiz veya aldanma rizikosunun bulunmasıdır
(“Zimmet borcu olan şeylerin satışı” konusuna bkz).
17. Aldanma Tehlikesi Bulunan
(Garar) Satış:
Meydana geleceği kesin olmayan
ve bir taraf için aldanma tehlikesi bulunan satışa “garar satışı”
denir. Garar, hadisle yasaklanmıştır. Gararlı satışların bir bölümü
batıl satış çeşidine girerken bir bölümü de fasit satış grubunda
yer alır. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre garar satışı çeşitleri
bâtıl hükmünde bulunur.
Şu sözleşmelerde özellikle
alıcı için aldanma rizikosu açıkça görülür. Balıkçıya; “Ağını suya
bir defa at, ne kadar balık çıkarsa 200 bin liraya alıyorum” denilse,
hiç balık çıkmaması halinde satış bedeli karşılıksız kalır. Yine
bir dalgıca; “Bir dalışta çıkaracağın süngerleri 500 bin liraya
alıyorum” denilse, dalgıcın hiç sünger çıkaramaması muhtemel olduğu
gibi, alacağı para miktarı değişmeyeceği için kendisini fazla
yormadan az miktarda süngerle yetinmesi de mümkündür.
Dalındaki meyveyle daha önce
toplanmış meyveyi, başağındaki buğdayla hasat edilmiş buğdayı tahmin
yoluyla trampa etmekte de garar söz konusudur. Çünkü aynı cinsten
olan iki malın değişiminde aradaki fazlalık faiz olur. Ancak halkın
yemelik taze hurma ihtiyacını karşılamak amacıyla az miktarda taze
hurmanın kuru hurma ile değişimine (ariyye) Hz. Peygamber izin vermiştir.
İbn Cüzeyy hadis-i şeriflerle
yasaklanan gararlı satışın 10 çeşidinin bulunduğunu tespit etmiştir.
Bu çetişler şunlardır:
1. Malın teslim güçlüğü. Kaçıp
gitmiş ve dönmemiş hayvanı veya hayvanın doğmamış olan yavrusunu
yahut da yavrunun yavrusunu satmak gibi.
2. Satılan malın veya satış
bedelinin cinsinin bilinmemesi.
3. Bedellerin niteliğinin
bilinmemesi. “Evimdeki bir elbiseyi sana sattım” demek gibi.
4. Satılanın veya satış bedelinin
miktarının bilinmemesi. “Malı, günün rayiç bedeli ile satıyorum”
demek gibi.
5. Veresiye satışta vadenin
belirlenmemesi veya belirsiz bir tarihin tespit edilmesi. Meselâ;
“Şu malı Ali’nin yolculuktan dönüşüne kadar veya Mehmed’in öleceği
tarihe kadar vadeli olmak üzere sana satıyorum” demek gibi.
6. Bir satışta iki satış yapmak.
Bu da farklı iki satış bedelinden birisi ile malı satmak veya iki maldan
birisini tek bir satış bedeli ile satmak şeklinde olur. “Ben sana şu
elbiseyi peşin yüz, bir yıl vadeli iki yüze satıyorum” deyip satışın
ikisinden birisi hakkında bağlayıcı olmasıdır. Ancak alıcı bu iki
fiyattan birisini tercih ederse satım akdi bu fiyat üzerinde kesinleşmiş
olur. “Ben sana şu iki maldan birisini şu fiyata satıyorum” denilmesi
halinde de satılan malda belirsizlik vardır ve satış fasit olur. Ancak
satış meclisinde alıcı tercihini bildirerek satışı geçerli hale
getirebilir. Aksi halde tarafların satışı bozma hakkı doğar.
7. İslahı veya iyileşmesi
umulmayan şeyin satışı. Çürümüş malı veya hasta olup iyileşmesi
umulmayan hayvanı satmak gibi.
8. Elindeki çakıl taşını
atıp isabet ettirdiği malın satılmış sayılması.
9. Münâbeze satışı. Bu, satıcının
elindeki kumaşı alıcıya atması sonucunda satışın meydana gelmesi
yoluyla yapılan bir satış türüdür.
10. Mülâmese satışı: Bu, alıcının
satın alacağı mala dokunması ile satışın bağlayıcı olmasıdır. Burada
malı inceleme, eline alıp bakma fırsatı verilmediği için alıcının
aldanma ihtimali vardır. İşte bu on çeşit satış aldanma rizikosu
bulunduğu ve bir takım belirsizlikleri bünyesinde bulundurduğu
için “garar satışı” sayılır ve Rasûlullah (s.a)’ın hadisle yasakladığı
kapsama girer.
18.
Necis Olan veya Necâset Karışan Şeyin Satışı:
Şarap, domuz, leş ve kan gibi
necis olan şeylerin satışının geçerli olmadığı konusunda görüş
birliği vardır. Yine çoğunluğa göre, meselâ; içine fare düşmüş zeytin
yağı ve bal gibi temizlenmesine imkân bulunmayan necaset karışmış
şeylerin satışı da geçerli değildir.
Hanefîlere göre necâset karışmış olan sıvı bir yağın; deri tabaklamak, yağlamak veya mescid
dışındaki alanlarda aydınlatmada kullanmak gibi, yemek dışında
başka amaçlarla satılması caizdir. Ancak murdar ölmüş hayvanın yağı
bundan müstesnadır. Çünkü bu yağdan yararlanmak helâl değildir. Diğer
yandan kan gibi necis olan bazı şeylerin zaruret sebebiyle, eti yenmeyen
hayvanların ve haşeratın ise kendilerinden yararlanmak mümkün olduğu
takdirde satışı caiz görülmüştür. Hastaya nakledilmek üzere kanı,
ilâç yapımında kullanılmak üzere yılan vb. haşeratı, bekçilik, avcılık
için köpeği satmak gibi.
19.
Suyun Satılması:
Çoğunluk fakihlere göre
mülkiyet altına alınmış olan veya kaplarda depolanmış bulunan suyun
yahut şahıs mülkünde bulunan pınar ve kuyu gibi su kaynaklarının
satılması caizdir. Ancak toplumun ortak malı sayılan deniz, göl,
nehir ile yine umuma ait pınar, çeşme, sarnıç vb. mübah suların satışının
caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Diğer yandan bu gibi
sular topluma zarar vermeyecek biçimde kaba doldurulmuş olursa,
şahıs mülkü haline gelir ve bunun satılması caiz olur. Hz. Peygamber
(s.a) su, ot ve ateşin toplumun ortak malı olduğunu belirtmiştir. Bu
yüzden bu üç çeşit ekonomik değerin ticaret metaı yapılmaksızın
toplum hizmetine sunulması amaçlanmalıdır. Nitekim tarihte Fatih
Sultan Mehmed, Bezm-i Âlem Valide Sultan gibi hayırseverler hastane,
dâru’ş-şifâ, su kanalları ve sarnıçlar yaptırarak depolanmış suları
da İstanbul halkının hizmetine ücretsiz olarak sunmuşlardır. İstanbul’un
1920’lerden önceki önemli su kaynaklarını vakıf, sebil ve hayrat sular
oluşturuyordu.
Günümüzde de şehir çevrelerinde
oluşturulacak vakıf barajlarla şehir halkının su ihtiyacı ücretsiz
olarak karşılanabilir. Özellikle büyük şehirlerde nüfusun önemli
bir bölümünü yoksul halk oluşturmaktadır. Bunların su parasını ödemek
için ne kadar zorlandıkları bilinmektedir. Diğer yandan yine vakıf
elektrik santralleri kurularak toplumun yalnız meskenlerde kullanacakları
su ve elektrik ihtiyacı bu yolla karşılanabilir. Bu konuda verebilenden
ücret alınıp işletme masraflarına katkı sağlanabilir. Yoksul olduğu
belirlenenler de ücretsiz olarak yararlanabilir. İslâm toplumunda
eski dönem hayır sahiplerinin çokça yaptırdığı yol, köprü ve çeşme
hayırlarının yerine günümüzde şehir barajları, alt üst geçitler;
mum ve gaz lâmbası ile caddeleri ve mescitleri aydınlatmanın yerine
de elektrik santralleri geçmiştir.
Zâhirîye mezhebi bilginleri
suyun mutlak olarak satış konusu yapılamayacağını söylemişlerdir.
20.
Satım Akdinde Bir Takım Belirsizliklerin Bulunması:
Alış-verişlerde satıcı ve
alıcı arasında anlaşmazlığa yol açabilecek derecede bir belirsizliğin
bulunmaması gerekir. Aksi halde satış Hanefîlere göre fâsit, çoğunluğa
göre bâtıl olur. Bu belirsizlik satılan mal, satış bedeli, vade, rehin
veya kefilin çeşidi ile ilgili olabilir. Satılan malın veya satış
bedelinin miktarının belirlenmemesi, veresiye satışta vade tarihinin
konuşulmaması, hangi malın rehin, kimin kefil olacağının tesbit
edilmemesi gibi. Satış sırasında bu gibi eksiklikler giderilmezse,
satıcı ile alıcı arasında anlaşmazlık çıkabilir. Çünkü her ikisi
de bu gibi eksiklikleri kendi yararı yönünde çözümlemek ister.
21.
Satış Meclisinde Hazır Olmayan veya Görülmeyen Şeyin Satışı:
Satın alınacak olan mal görülmeden
ve nitelikleri de belirlenmeden yapılacak satış geçerlidir. Ancak
bu durumda alıcı için “görme muhayyerliği” hakkı doğar. Malı görünce
dilerse satışı bozar, isterse sürdürür. Mâlikîlere göre, satılanın
nitelikleri belirtilirse satış geçerli olur ve alıcı için görme muhayyerliği
hakkı bulunur. Şâfiîlere göre görülmeyen şeyin satışı mutlak olarak
geçerli değildir.
22. Kabzdan Önce Satış:
Hanefîlere göre taşınabilir
şeylerin kabzdan önce satışı caiz değildir. Çünkü böyle bir satış
sünnetle yasaklanmıştır.346 Fakat taşınmazların kabzdan önce satışı
caiz görülmüştür. Çünkü bunların satış süresi ile teslim tarihi
arasında bir değişikliğe uğraması ender rastlanan bir durumdur.
Bu yüzden gayri menkullerin kabzdan önce alıcı tarafından başkasına
satılması halinde satım akdini yerine getirmede güçlük doğmaz.
Şâfiîlere göre ise kabzdan önce
satış yasağı genel anlam ifade eder, menkul ve gayri menkul tüm malları
kapsamına alır. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber malların
satın alındıkları yerde satışını, tüccar onları kendi yükleri arasına
götürünceye kadar yasaklamıştır.”347
Mâlikîler bu konudaki yasağı yalnız yiyecek maddelerine,
Hanbelîler ise ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan
şeylere ait kabul etmişlerdir. Hadiste şöyle buyurulur: “Bir yiyecek
satın aldığın vakit, onu tam olarak eline geçirmedikçe başkasına
satma.” 348
23.
Meyve ve Ekinlerin Kökünde Satışı:
Meyve ve ekinlerin henüz ortaya
çıkmadan önce satışının batıl olduğu konusunda görüş birliği vardır.
Çünkü çiçeğinde veya çiçek bile açmamış bir meyvenin satışı, olmayan
bir şeyin satışı niteliğindedir. Olgunlaşmadan önce fakat olgunlaşıncaya
kadar dalında bırakmak şartıyla satış ise icmâ ile geçerli değildir.
Böyle bir satış Hanefîlere göre fasit, çoğunluğa göre bâtıldır. Ancak
bu durumda satış bekletmeden kesim (hasat) şartıyla yapılırsa icmâ
ile geçerli olur. Hanefîlere göre ise satış herhangi bir şart öne sürmeksizin
mutlak olarak yapılırsa geçerlidir.
İmam Muhammed’e göre meyve
ve ekinler olgunlaşıp büyümesini tamamlamış olursa, kökünde bir
süre daha kalmak şartıyla satış caizdir. Kendisiyle fetva verilen
görüş budur. Eğer bunlar büyümesini tamamlamamış olurlarsa satış
fasit olur.
Bazı satışlar da nitelik,
şart veya şer’i bir yasaklama nedeniyle yasaklanmış bulunur. Aşağıda
bunları açıklayacağız.
24.
Kaporalı Satış (Arbûn Satışı):
Çoğunluğa göre kaporalı
satış caiz değildir. Çünkü sünnetle yasaklanmıştır. Hanefîlere göre
böyle bir satış fâsit, Şâfiî ve Mâlikîlere göre satış, satıcı alıcıya
kaporayı geri vermemek şartıyla yapılmışsa bâtıldır. Hanbelîlere göre
ise kaporalı satışta bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a)
onu helâl kılmıştır.
Ancak iki görüşün de dayandığı hadisler zayıftır (bk. yukarıda
“Fasit Satış Çeşitleri” konusu).
25.
Iyne Satışı (Veresiye Pahalı Satıp Aynı Malı Ucuz Fiyatla Geri Almak):
Satıcı ve alıcının caiz olmayan
bir amaca ulaşmak için caiz olan bir şeyi yapmasıdır. Bir kimsenin kredi
sağlamak amacıyla, vadeli olarak yüksek fiyatla aldığı bir malı,
aynı kişiye peşin paraya daha ucuz fiyatla satmasıdır. Kimi zaman
da veresiye alan bu kimse, malı önce üçüncü bir kişiye satar, bu da
aynı malı önceki satıcıya devreder.
Ebu Hanife’ye göre ıyne satışı
üçüncü bir kişi araya girmeksizin yapılmışsa fasittir. Şâfiî ve
Zâhirîlere göre ise kerahetle birlikte sahihtir. Iyne satışı Mâlikî
ve Hanbelîlere göre kötülüğe giden yolu kapama (seddü’z-zerâyi’) prensibine
göre batıldır.
26.
Faizli Satış:
Hanefîlere göre nesîe ve fazlalık
ribasını içine alan bir muâmele fasit, çoğunluğa göre ise bâtıldır.
Çünkü faiz yasağı Kitap ve Sünnetle sabittir.
27.
Haram Kılınmış Bir Bedelle Satış Yapmak:
Şarap ve domuz gibi haram kılınan
bir şeyi satış bedeli olarak belirleyip yapılacak satış Hanefîlere
göre fasit olup, akit bunların değeri üzerinden yapılmış sayılır.
Çoğunluğa göre ise böyle bir satış bâtıldır. Çünkü Hz. Peygamber şarap,
murdar hayvanın eti ve putun satışını yasaklamıştır.349
28.
Şehirlinin Köylü Adına Satış Yapması (Hâzırın Bâdî İçin Satış Yapması):
Sebze, meyve ve taneli bitkileri
üretenlerin bunları pazarlaması sırasında aldanmamaları için
İslâm’da bir takım önlemler alınmıştır. Çünkü tarımla uğraşan çiftçi
ve köylü çoğu zaman piyasa fiyatlarını izleyemez, esnaf ve tüccarın
bu konudaki tecrübeleri karşısında aldanmaya maruz kalır. Diğer
yandan dışarıdan mal getirenleri belli sayıda kişilerin karşılayıp
ellerinden mallarını alması ve onlar adına satış yapması tekelleşmeye
yol açar. Aynı cins malı satan az sayıda kişilerin ise kendi aralarında
anlaşarak fiyatları sun’î olarak yükseltmeleri ve bunun topluma
zarar vermesi her zaman söz konusu olabilir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Nebi (s.a) şehirlinin köylü adına satışını yasaklamıştır. İsterse
bunlar onun babası veya kardeşi olsunlar.”350 Bununla yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerinin
belirli ellerde toplanıp, piyasaya kontrollü biçimde sürülmesi
ve bu yolla fiyatların sun’î olarak yükselmesi önlenmek istenmiştir.
İslâm, dış müdahalelerden
uzak, kendi içinde serbest rekabete açık, akıcı ve şeffaf bir ticaret
piyasası amaçlamıştır. Câbir b. Abdillah (r.a)’ın naklettiği aşağıdaki
hadis bu amacı açıkça belirlemektedir: “Şehirli köylü adına satış
yapamaz. İnsanları kendi haline bırakınız, Allah onlardan bir bölümünü
diğerleri sebebiyle rızıklandırır.”351
Dıştan mal getirenle yerleşim
merkezinde bulunan tüccar arasında şöyle bir sözleşme söz konusu
olur. Şehirli satıcı köylüye veya dışarıdan mal getirene; “Sen bu
malı bana bırak; ben onu senin adına tedricen satayım.” Bunun genel
olarak şehre giren bütün mallar için başvurulan bir yöntem olduğu düşünülürse
o yörede belli tekeller oluşur ve toplum bundan zarar görür.
Hanefîlere göre böyle bir satış
belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur. Şâfiî ve Hanbelîlere göre burada
yasaklanan husus köylünün elinden malın günlük fiyatın üstünde bir
fayatla peyderpey satmak üzere şehirli tarafından alınmasıdır. Fiyatı
bilmeyen şehirliler de bu kapsama girer. Böyle bir satışta muhayyerlik
hakkı söz konusu olur. Mâlikîlere göre ise şehir dışından gelen (bâdî)
ifadesi hadiste bir kayıt olup, bununla piyasa fiyatlarını bilmeyen
kimseler kastedilmiştir. Malların ve piyasanın fiyatlarını bilen
şehir ve köy halkı ise bu kapsama girmez. Fiyatları bilmeyen kimsenin
bu şekilde satışı ile fesih hakkı doğar.352
29.
Telakkı’r-Rukbân (Kafileleri Yolda Karşılama) Yasağı:
Bu, şehirde satmak üzere yiyecek
maddesi getirenlerin yolda karşılanıp yüklerinin satın alınmasıdır.
Tavus’un İbn Abbas (r. anmuhâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
“Allah’ın Rasûlü binitlileri
yolda karşılamayı (pazara gelmeden yüklerini almayı) ve şehirlinin
köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tâvus, İbn Abbas’tan; şehirlinin
köylü adına satışının anlamı nedir? diye sormuş, o da; “şehirli köylüye
komisyoncu (simsar) olup onun adına malını satamaz” şeklinde cevap
vermiştir.” 353
Hadis-i şerifte dışarıdan
mal getirenler genellikle binitli olarak geldikleri için kafilelerden
söz edilmiştir. Mal getirenlerin binitli olması ile yaya bulunması
veya bir kişi olmasıyla kalabalık bulunması arasında bir fark yoktur.
Hanefîlere göre binitlilerin
yolda karşılanıp yüklerinin alınması belde halkına zarar veriyorsa
mekruhtur. Mal sahibi piyasa fiyatlarını öğrenince aldandığını
anlarsa satış akdini bozabilir. Çünkü buradaki yasaklama satışın
dışında kalan bir nedene dayanır. Nitekim hadis-i şerifte böyle
bir durumda satıcıyı korumak üzere şöyle buyurulmuştur:
“Malın sahibi bu durumda pazara
vardığı zaman muhayyerlik hakkına sahiptir.” 354 Burada satışın
geçerli olduğuna da işaret vardır.
Mâlikîlere göre pazar esnafının
hakkı nedeniyle caiz değildir, fasittir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre aldanma
halinde muhayyerlik hakkı söz konusu olur.
Günümüzde tarımla uğraşan
çiftçi ve köylülerin ürünleri henüz gerçek piyasa fiyatları oluşmadan
ürün hasat edilir edilmez, özel sektör ve devlet sektörü tarafından
ilân edilen fiyatlarla satın alınmaktadır. Çiftçi daha önceden özendirilen
banka ve tüccar kredileriyle borçlandırıldığı için ürününü belli
bir süre içinde satmak zorunda bırakılmaktadır. Buğday, arpa, çay,
fındık gibi önemli tarım ürünleri belli sayıda devlet veya özel sektör
kuruluşunun eline geçtikten sonra arz ve talep dengesi sonucunda
ya da piyasaya kontrollü arz yapılarak fiyatlar yükselmektedir.
Böylece tarım ürünlerinden asıl büyük kârı bu kuruluşlar sağlamaktadır.
Yukarıdaki hadiste belirtilen şehir kenarında karşılanan ve piyasa
fiyatlarını öğrenemeden malları ellerinden alınan üreticilerle,
günümüzdeki daha gerçek piyasanın oluşmasına fırsat bırakılmadan
köylünün elinden ürününün alınması arasında büyük benzerlik vardır.
Burada yine köylünün arz talep dengesiyle fiyatların oluşması konusundaki
piyasa fiyatlarını izleyememesi, büyük sermaye çevrelerinin
ise bu konuda geniş tecrübe sahibi olmalarının önemli rolü vardır.
Kanaatımızca bu konuda
devletin üreticiyi ezdirmeyecek, onları borç yükü altına sokarak,
meselâ her yıl Eylül ayı içinde ürününü hasat eder etmez satmak zorunda
kalmayacakları bir düzenleme yapması gerekir. Tarımla uğraşanların
kendi ürününü depolayıp daha düzenli olarak piyasaya sürmesi ve
hakkı olan kârı alması amaçlanmalıdır. Bir İslâm toplumunda İslâm ekonomisinin
dengeleri içinde tarımla uğraşanların da bu dengeden payına düşeni
alacaklarında şüphe yoktur.
30.
Neceş Satışı (Müşteri Kızıştırılarak Fiyatların Yükseltilmesi):
Bazan gerçek alıcı olmadığı
halde, müşteri kızıştırmak için alıcı gibi davranan ve bu yolla fiyatı
sun’î olarak yükselten kimseler olur. Müşteri kızıştıran kişi, satıcı
ile anlaşarak bu işi yapar. Ya ona satışta ortaktır, ya da ondan satış
başına bir komisyon alır.
Hz. Peygamber (s.a); “Müşteri
kızıştırmayınız” 354/a buyurarak bunu yasaklamıştır.
Necş bir terim olarak satış
bedelindeki sun’î artışı ifade eder. Bu artış satıcının anlaşması
sonucu gerçek alıcı olmayan fakat alıcı gibi davranan kişi tarafından
sağlanır. Bunlar her ikisi de günahta ortak olurlar.
Günümüzde özellikle açık
arttırmalarda bu yola çokça başvurulduğu görülür. Gerçek alıcı olmadığı
halde satışa giren bazı kimseler kimi zaman fiyatın yükselmesini
sağlarken kimi zaman da bir menfaat karşılığında açık arttırmadan
çekilerek malın çok ucuza satılmasını sağlamaktadır. Bu son durumda
da satıcı yerine alıcı lehine menfaat sağlanmaktadır. İslâm’da
açık arttırma yoluyla satış caiz görülmüş, bizzat Hz. Peygamber tarafından
da bu gibi satışa başvurulduğu olmuştur. Meselâ; yoksul bir sahabenin
bir eşyası açık arttırma sonucu en yüksek fiyatı verene satılmıştır.
Ancak açık arttırmaya fesat
karıştırılmaması gerekir. İslâm bilginleri neceş yapanın âsî olduğu
konusunda görüş birliği içindedir.
Neceş satışı mekruh olmakla
birlikte geçerlidir. Bu kerahet malın gerçek değerinden daha yüksek
bir fiyata satılması halinde söz konusu olur. Bir kimse alıcı olmadığı
halde malın gerçek değerine kadar fiyatı yükseltmeye devam etse
bunda bir sakınca bulunmaz. Çünkü bu, adaletin gerçekleşmesine yardımcı
olur. Diğer yandan açık arttırma ile satış en yüksek fiyatı verene malı
satmak anlamına geldiği için sonuçta satım akdi gerçekleşir. Dışarıdan
fiyatı hileli yollarla aşırı yükseltmeye veya aşırı düşük tutmaya
çalışanlar ise günah yükü altına girmiş olurlar.
31.
Cuma Namazı Sırasında Alış-Veriş Yapmak:
Cuma namazı için ezan okunduğu
zaman, çevrede bulunan bütün ergin mü’min erkeklerin toplu olarak
namaza katılmaları gerekir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler! Cuma günü
namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun.
Alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılıp Allah’ın lutfundan nasibinizi
arayın, Allah’ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.” 355
Cuma günü nöbette bulunan
güvenlik görevlisi, bekçi, nöbetçi, hasta, sakat, hastabakıcı gibi
özürlü olanlar dışında356 cuma namazı kılınan yöredeki tüm ergin müslüman
erkeklerin alış-verişi veya başka işlerini bırakarak cuma namazına
gitmeleri farz-ı ayn’dır. Bu, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünün
de bir gereğidir. İşi bırakıp cuma namazına gidiş ve dönüş süresi
Ebu Hanife’ye göre ilk ezandan cuma namazının farzını kılıncaya kadar
olan süredir. Diğer müctehitlere göre ise bu süre imam hutbe için minbere
çıktığı andan itibaren başlar ve farzın sonuna kadar sürer.
Hanefilere göre bu süre
içinde alış-veriş yapmak tahrimen mekruh olmakla birlikte geçerlidir.
Şâfiîlere göre haram, Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise feshedilebilir
niteliktedir. Hanbelîlere göre bu süre içinde yapılacak alış-veriş
prensip olarak geçerli değildir.357
32.
Şarap Fabrikasına Üzüm Satmak:
Bir kimsenin doğrudan şarap
üreticisine üzüm satması Hanefîlere ve Şâfiîlere göre sonuç doğurur
ve fakat hükmü mekruhtur. Çünkü dış görünüş bakımından satım akdi
rükün ve şartlarına uyularak yapılmıştır. Satışın günah oluşu ise
bu konudaki fasit niyet veya meşrû olmayan amaç yüzündendir. İslâm
toplumunun aleyhinde ya da zulüm, kargaşa ve haksızlık yolunda kullanacağı
açık olan yere silah satışı veya haramın yayılmasına yardımcı olacak
kumar eğlence vb. âletlerin üretilmesi ve satışı da bu niteliktedir.
İslâm Devleti bu konuda gerekli tedbirleri alır, topluma zarar verecek
üretim ve dağıtımı engeller.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise
kötülüğe giden yolu kapamak (seddü’z-zerâyi’) amacıyla bu gibi satışlar
batıl kabul edilmiştir. Fitne döneminde veya yol kesenlere silah
satmak gibi. Faize yol açabilen “ıyne satışı” da bu niteliktedir.
Çünkü haramın kendisi gibi, bu harama götüren, yol da niyet şeklinde
bile olsa haramdır.
Sonuç olarak mü’minin harama
veya haramın güçlenip yayılmasına yol açacak üretim veya ticaret
çeşitlerinden sakınması gerekir.
33.
Satış Üstüne Satış Yapmak:
İslâm’da alış-verişler mü’minlerin
birbirine zarar vermemesi, anlaşmazlığa yol açmaması veya akdin
taraflarından birisine ek bir yarar sağlamaması esaslarına dayanır.
Bu yüzden satıcı ve alıcı belli bir mal ve satış bedeli üzerinde
anlaştıktan sonra başkasının araya girerek bu alış-verişi bozması
ve bu arada alıcıya kendi malını satmaya kalkışması mü’minler arasında
menfaat çatışmalarına yol açar.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Sizden hiçbir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın”358
Başkasının satışını engelleme ya pazarlık sırasında ya da muhayyerlik
bulunan satışlarda muhayyerlik süresi içinde söz konusu olur. Pazarlık
sırasında satıcı ve alıcı satış üzerinde karar vermekle birlikte
henüz akit tamamlanmadan önce bir başkası gelip satıcıya; “Ben bunu
senden daha yüksek fiyatla alırım” diyerek sonuçlanmak üzere bulunan
satışı bozar. Muhayyerlik halinde ise, bir kimse meselâ; üç gün muhayyer
olmak üzere bir malı satın alır, ona bu süre içinde başka birisi gelerek;
“Sen bu satışı feshet, ben sana onun benzerini daha ucuza vereyim veya
ondan daha iyisini satayım” diyerek önceki satışı bozdurur. Ya da
bu kimse yine muhayyerlik süresi içinde satıcıya gidip; “Bu satışı
feshet, ben bu malı senden daha yüksek fiyata satın alırım” demesiyle
gerçekleşir.
İslâm fakihleri bütün bu şekillerin
haram olduğu ve bunu yapanların âsî bulunduğu konusunda görüş birliği
içindedir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz “satış üstüne satış
yasağı” ifadesinden “mü’min kardeşliği” anlaşılır. Satış üstüne
satışın hükmüne gelince; Hanefî ve Şâfiîlere göre bu tür satış günah
olmakla birlikte sonuç doğurur. Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle
bir satış fasittir.359
34.
Fasit bir Şartla Satış:
Bir satım akdinde satışın
niteliği ile uyuşan şartların öne sürülmesi mümkün ve caizdir. Bunlara
“sahih şart” denir. Satıcının malı evde teslim etmesi, alıcının parayı
döviz cinsinden vermesi, veresiye satışta kefil veya rehin verilmesi
şartıyla satış gibi. Burada satış geçerli olduğu gibi belirlenen
şartlar da bağlayıcıdır. Çünkü Hz. Peygamber; “Müslümanlar kendi
aralarında belirledikleri şartlara uyarlar” 360 buyurmuştur. Ancak hadisin Tirmizi rivayetinde
“Helâlı haram, haramı helâl kılan şart müstesnadır.” 361 ilâvesi
İslâm’ın prensipleri ile çelişen şartların geçerli olmadığına işaret
etmiştir.
İslâm’ın alış-verişlerde öne
sürülmesini istemediği şartlar eğer taraflardan yalnız birisine
ek yarar sağlayıcı nitelikte ise “fasit”, satıcı veya alıcıya yararı
bulunmadığı gibi, bunlardan birisine zararlı olan şart da “bâtıl
şart” adını alır (bk. yukarıda “Şart Çeşitleri” konusu).
Hanefîlere göre fasit şartla
yapılan satış fasit olur. Bunlar;
satım akdinin gereği olmayan, akde uygun düşmeyen, hakkında şer’î
hüküm bulunmayan, insanların örf haline de getirmediği ancak satıcı
veya alıcıdan birisine tek yanlı yarar sağlayan şartlardır. Satıcının
öğütmesi şartıyla buğday, elbise dikmesi şartıyla kumaş satın almak
gibi. Bâtıl şartla yapılan satım akdi ise sahih olur, fakat şart lağv
kabul edilir. Bu taraflardan birisi için zararlı olan şarttır. Bir
kimsenin bir malı, alıcının başkasına satmaması veya bağışlamaması
şartıyla satması halinde bunun ne satıcıya ne de alıcıya bir yararı
yoktur. Ancak alıcıya zararı vardır. Çünkü bir kimse gerek duyduğu
zaman malını satabilmelidir. Bu hakkını kısıtlayan şart zararlıdır.
Şâfiîlere göre alış-verişte
öne sürülen şart muhayyerlik, vade,
rehin ve kefâlet gibi taraflardan birisine yarar sağlayıcı
nitelikte ise böyle bir şartla satış geçerlidir. Eğer şart; satın alınan
malın başkasına satılmaması veya bağışlanmaması gibi satım akdinin
sonuçları ile çelişen bir şart ise satış batıl olur. Bu, Mâlikîlerin görüşüne
de uygun düşer.
35.
Bir Satışla İçiçe Bulunması Caiz Olmayan Altı Akit:
Satış akdi ile aynı kapsam
içinde yer verilmeyen altı akit şunlardır: Ödül (ciâle), sarf, müsâkât
(bağ-bahçe ortaklığı), ortaklık, nikah ve mudârâbe (emek-sermaye ortaklığı).
“Bana şu kadar ödül vermen veya
şu kadar dövizi şu fiyata bozman yahut şu bahçeni bakım ve sulaması
bana ait olmak üzere çıkacak meyveleri eşit olarak paylaşmak şartıyla,
sana şu gayri menkulümü şu fiyata satarım.” denilmesi gibi. Burada
gayri menkulün bedeli ile diğer akitlerin bedeli karışmakta iç içe
olan iki akit belirsizlik doğurmaktadır.
Hanefîlere göre böyle bir satışın
hükmü; fasit, Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise bâtıldır. Mâlikîler ise hem satış
hem kira, bir satış içinde iki satışın birlikte yapılabileceğini,
bunun muhayyerlik türünden bir işlem olduğunu söylemişlerdir. Yani
satıcı şarta uyup ikinci muameleyi yerine getirmediği takdirde
alıcının akdi feshetme muhayyerliği bulunur.362