2309 - Soru: Dindar geçinen birçok kimseler, "Biz falan
tarikatın bağlılarıyız. Müntesip bulunduğumuz zat, şöyle büyüktür, böyle
büyüktür, başkaca büyük mürşit tanımıyoruz. Siz hakikate bağlı değilsiniz, biz
bağlıyız" diyerek kendilerinin bağlı olmadıkları bir zat hakkında, ağıza
alınmayacak çirkin isnatlarda bulunuyorlar. Pek tabii bu durum, Müslümanlar
arasında yan bakmalara ve düşmanlıklara yol açmaktadır. Bu hususta sizin
tavsiyeniz nedir?
Cevap: Hakikati bulmak ve bilmek, cahilane bir iddia ile olmaz. Kişi bir kimseyi
ve bağlı bulunduğu zatı sevebilir. Fakat başkasına dil uzatmaktan çekinmeli ve
edebini korumalıdır.
2310 - Soru: Vahdet-i vücut düşüncesi nasıldır? Mevlâna Celaleddin-i Rumi
Hazretleri "ney"e üfürmüş müdür? Yoksa şimdiki Mevlevilerin yaptıkları uydurma
mıdır?
Cevap: Vahdet-i vücut; maneviyat erbabının, seyr-i sülük sırasında, taayyün
mertebesine geçiş anında çok nurani bir halin gözleri kamaştırması üzerine
hiçbir şeyi ve hatta kendi nefsini bile göremeyecek duruma gelmesi üzerine
söyledikleri ve tashihe muhtaç bir sözdür. Bu söz manevi bir hazzın tesiri ile
söylenmiş olduğu için sahibi mazur bulunmaktadır. O manevi hazzı o an tadanların
dışındakilerin bunu sarfetmesi yanlış ve tehlikelidir. Cenab-ı Hak Vacibü'l
Vücut'tur. Kâinat ise mümkinü'l vücuttur. Varlığı vacib olan Allah ile, olması
ile olmaması müsavi bulunan kâinat nasıl bir olabilir? İmam Rabbani Hazretleri,
"Vahdet-i vücut değil, vahdet-i şühud vardır" diyor. Allah'ın (cc) varlığı
kâinatla birleşmiş olmamakta,
görüş birliği olmaktadır. Yani o kimse, gözünün kamaşması sebebiyle, Allah'ın (cc)
varlığından başka bir şey kalmamış sanmakta ve görüşteki birliği vücutta
birlikmiş gibi his galatına düşmektedir. Elmalılı M.Hamdi Yazır (merhum) Hak
Dini Kur'an Dili adlı tefsirinin 8. cildinde ve Sure-i İhlas'ın tefsiri
sırasında şöyle demektedir: "Vahdetçilik diye mümkinattan ibaret olan âlemi,
vacibü'l-vücut görmek isteyen panteistlerin küfrü ilhadına düşmekten
sakınmalıdır. Mümkinat vücuda gelmek için illete muhtaçtır. Varlığı kendisinden
olmayan şeyler, haddi zatında kendine kalınca yok demektir."
2311 - Soru: Varis-i nebide ve mürşid-i kâmilde bulunması gereken vasıflar
nelerdir?
Cevap: Allah'ın (cc) emirlerine ve Peygamber (sav) Efendimiz'in sünnetlerine
tam ittiba, yasakların tamamından, mekruhlardan ve hatta mubah olan şeylerin
fazlasından sakınmak; füyuzât-ı Rabbani'ye mazhariyet ve irşada manen mezun
olmaktır.
2312 - Soru: Büyük bir zatın türbesine para atmakta bir beis var mıdır?
Cevap: Hayatta paraya ve dünya malına değer vermemiş bir zatın vefatından sonra
türbesine para atmak mânâsız bir hareket ve İslâm'a aykırı bir iştir.
2313 - Soru: Mektubat-ı Şerifin birinci cildinde Rabbani (ks), 286. mektupta şöyle
diyor: "Gerçek tasavvufçu, keşfinde yanılsa müctehide benzer." Keşfinde yanılan
bu tasavvufçuya uyan müridin hali ne olacaktır?
Cevap: İmam Rabbani Hazretleri, diğer mektuplarında buna ışık tutacak cevaplar
vermiştir. Mektubat-ı Şerifi bütün olarak inceleme imkânını bulursanız,
sorunuzun cevabını bizzat O büyük zatın ifadelerinden almış olursunuz. Bilhassa
23. mektubu dikkatle okuyunuz.
2314 - Soru: On sekiz bin âlemi açıklayınız. Bunların hepsi dünyada mı ve hepsinde canlı
var mı?
Cevap: Bu ifade, ekseriyetle tasavvuf alimlerince kullanılmakta olup, dokuz
felek, anasır-ı erbaa, cemad, hayvan ve insan, melekut âlemi ve bir de insan-ı
kâmil olmak üzere sayılmış on sekiz olmaktadır. Bunlardan her biri, zuhur
itibariyle bin kabul edilerek "On sekiz bin âlem" denilmiştir.
2315 - Soru: Rabıtayı bırakan kimse, sonra yapmak isterse bu hususta hangi şartlar
gerekir?
Cevap: Önce bir tesbih namazı kılmalı, daha sonra bu işe salahiyetli bir
kimseden tekrar "destur" almalı ve aralıksız derslerine devam etmelidir.
2316 - Soru: İnsanların bazıları derler ki, "Bu zaman tarikat zamanı değildir,
hakikat zamanıdır", siz bu hususta ne dersiniz?
Cevap: Hakikat yolu tarikattan geçer. Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet
birbirine bağlıdır. Bunları birbirinden ayırmak veya ayrı olarak düşünmek, fikri
sapkınlık içinde bulunanların düşüncesidir.
2317 - Soru: Tarikatla Şeriat arasındaki farklılık konusunda bir yazı okudum.
Bunlar kafama takıldı. Bu hususta bizi aydınlatır mısınız?
Cevap: Bizim gayemiz, başka bir görüşün üzerinde fikir beyan etmekten ziyade,
tasavvufun ulvi prensiplerini dile getirmektir. Mektubunuzda belirttiğiniz
maddeleri sırayla ele alıp cevaplandırmaya çalışacağız.
a) "Tarikatlar, sadece kalbe ehemmiyet verir."
Bu ifadedeki kayd-ı ihtirazi
"sadece" değil, "başlıca" olacaktır. Zira, kalp, vücut ikliminin sultanıdır.
Onun ıslahı da vücudun diğer uzuvlarının salahına medar olur. Kalp, Rahmani
feyze nail olunca aklı da akl-ı maaş olmaktan çıkarak "akl-i meâd" derecesine
ulaşır. Tasavvufun ehemmiyet derecesine göre, ön planda ele aldığı hususu
dikkate alıp diğer cihetleri
ihmal etmiş şekilde göstermek yanlış ve ilim ölçülerine aykırıdır.
b) "Tarikatlar, geçmiş insanlara hitap eder."
Bu iddia eksiktir. Çünkü, tasavvuf hem geçmiş asır insanlarına hitap etmiş hem
de içinde yaşadığımız asrın insanlarını -ezeli istidadları nisbetinde- irşada
çalışmaktadır. Hedef aldığı hizmet anlayışı içinde, gelecek asırların
insanlarına da hitap edecektir.
c) "Tarikatlar, belli bir şahsa bağlanmayı ve o şahıstan feyz almayı esas alır."
Tarikat, Aksa'l-ğaye bulunan Hakk'ın rızasını tahsilde mürşid-i kâmilin
terbiyesinden istifade için takip edilen bir usuldür. İnsan kalbi, küçük watlı
ampul gibidir. Şehir ceryanından faydalanıp etrafına ışık saçabilmesi için
mutlaka bir transformotore ihtiyacı vardır. Aksi halde, gelecek ceryana ampul
tahammül gösteremeyip patlayacaktır. Mahzen-i feyz-i ilâhi ve maksem-i nûr-i
Rabbani olan mürşid, kendisine rabt-ı kalb edenlerin istifadesine yardımcı olur.
Bu usul, bir talebenin üstadının önünde diz çöküp onun ders ve terbiyesinden
faydalanmasına benzer.
d) "Tarikatlar, belirli bir insan grubunu tesiri altına alır."
Bu iddia, yuvarlak bir lâftır. Mesele, yapılacak hizmetin şer-i şerife uygun
biçimde ifa edilmesi ve maşeri vicdanda ma'kes bulup gönüllere maya tutması ve
halkın hidayete erişmesine vesile olmasıdır. Asr-ı saadetten beri safiyetini
korumuş bulunan tasavvuf yolları, tarih boyunca, on binlerin, yüz binlerin hak
yolu bulmasına vesile olmuştur ve olmaktadır da.
e) "Tarikat; müntesiplerini, dünyayı, hatta her şeyi terk ettirme yolu ile fani
alemin gafletlerinden uzaklaştırmayı esas alır."
Bu iddia, boşlukları bulunan bir izah ve eksik bir tariftir. Tasavvufun feda
ettiği dünya, kişiyi Rabbinden alıkoyan dünyadır. Yoksa, tarik-i dünya olmayı
istemek değildir.
Hubb-ı nefsi değil, başkalarını kendinden önce sevmeyi emreden tasavvuf,
elindeki imkânları insanlığın hayrına harcamaya teşvik eder ve fakat tazyikte
bulunmaz. Hakiki tasavvuf
erbabının elinde çok kere bir şey bulunmayışı, çalışmaya karşı olduğundan değil,
elindeki varlığı beşeriyetin salâhına ve felahına feda etme gözü tokluğundan
ileri gelmektedir. Tasavvuf erbabı, aşırı mal heveslisi değildir. Eline geçeni
de "insanların hayırlısı, insanlara hayırlı olandır" Hadis-i Şerifinde
müjdelenen ufka erişmek için tereddüt göstermeden harcamaya gayret göstermiştir.
Onun için aşk-ı mutlak, rıza-i hakdır. Ona erişmek için gönül buhurdanındaki
ateşle tutuşturduğu hayırhâhlık, etrafa buram buram hoş kokular ve insanlık
örnekleri saçar. Balı elde eden kovanı fedada tereddüt gösterir mi?
Seyyid Ahmed er-Rıfai Hazretleri'nin "el-Bürhanü'l-Müeyyed" adlı eserinde ifade
buyurdukları üzere, "Şeriat ayni tarikat, tarikat ayni Şeriattır" düsturundan
hareket eden tasavvuf erbabı, İslâm'ın nasları ile bu yolun edebini hacimde şekil
gibi birbirine bağlı görerek hareket eder.
f) "Tarikatlar, insanda mevcut olan imandan istifade cihetine gider."
Bu iddia tasavvufun kucakladığı hizmet anlayışının ancak bir yönünü dile
getirmek ve fakat diğer cihetlerini görmezlikten gelmek olur. Bu iddia ilmi
olmaktan uzaktır.
Tasavvuf daire-i feyzine girmiş bulunan mü'minlerden, taklidi inançlardan
kurtulup iman-ı hakiki'ye ulaşmasını ister. Fakat tasavvufun hedef edindiği
hizmet, bu kadarla son bulmuş değildir. Din kardeşlerimize tavsiyemiz şu
olacaktır: "Semaya perde germekle ay karartılamaz. Güneşin balçıkla sıvanması
hiç kabil değildir" diyerek, tasavvuf sevgisi içinde hak bildiğiniz yolda devam
ediniz. Şair ne hoş demiş:
"Bir acep sevdaya düşmüş, çalışır emsi müdam,
Hakka makbul olmak ister, halka makhur olmadan"
2318 - Soru: Bazı kimseler konuşurlarken, "İslâm felsefesine göre şöyledir" gibi
lâflar etmektedirler. İslâm felsefesi tabiri doğru mudur?
Cevap: Bu ifade doğru değildir. Çünkü İslâm'ın hüküm vermedeki ölçüleri ile,
felsefenin ölçüleri tamamen farklıdır. Felsefe, kendi sahasına giren meselelerde kanun-ı akle göre hüküm verir. Velev ki o
mesele dinle ilgili bir husus olsun. İslâm kanun-ı nakle göre meseleleri hükme
bağlamaktadır. İslâm felsefesi tabirini bırakın, Müslüman felsefesi sözü bile
tarizden ve tenkitten uzak kalabilecek bir ifade değildir. Ancak "Müslüman
filozof" sözü bir dereceye kadar doğru görülebilir.
2319 - Soru: Gerçek ihlâsı elde edebilmenin yolları nelerdir? İhlâs başlı başına
bir mevzu ise bunun şubeleri nelerdir? Var mıdır?
Cevap: Allah'a (cc) karşı dini vazifelerini yaparken, Cenab-ı Hakk'ı görür gibi
kulluk vazifesi yapmaya "ihlâs" adı verilmektedir. Yapılan her ibadeti yalnız
O'nun rızası için yapmak ve katkısız bir kulluk anlayışı ile hareket etmektir.
İhyâu'l-Ulûm'dan bu bahsi tetkik etmenizi tavsiye ederiz.
2320 - Soru: Kaç çeşit tarikat var, bunlardan bahseden bir kitap tavsiye eder
misiniz?
Cevap: Zikr-i cehri ve zikr-i hafi olmak üzere iki manevi yol (tarikat) vardır.
Bu iki yolda yürüyüp, bunların usulüne göre hareket eden bazı büyük zatlara
izafeten anılan ve bu iki yolun şubeleri durumunda olan yollar ve manevi kollar
bulunmaktadır. Hatırımızda tavsiye edebileceğimiz bir isim yoktur.
2321 - Soru: Müctehid adı verilen bir kimse, her meselede ictihad edebilir mi?
Cevap: Müctehid; Ayet-i Kerime ile veya Hadis-i Şerif ile hükme bağlanmış bir
meseleye kıyasla ictihad edebilir. Mevrid-i nasda içtihada müsaade yoktur.
Ayet-i Kerime ile hükme bağlanmış veya Hadis-i Şerifte ifadesini bulmuş bir
meselede asla ictihad yapılamaz.
2322 - Soru: Mutasavvıflardan bazıları tarafından söylenen "Allah'ın (cc) huzuruna
girdik, Allah'ın (cc) huzurundan çıktık" sözünün tevili nasıl olacaktır?
Cevap: Cenab-ı Hak, mekândan münezzehtir. Buradaki huzur tabirinin mekânla asla bir ilişiği yoktur. Onların huzuru ile muradı, Aziz
ve Celil olan Allah'ın (cc) huzurunda idrak ettiği şühud halidir. Şühud
perdelendiği zaman kendini o huzurdan çıkmış saymaktadır.
2323 - Soru: Vahdet-i vücud fikri doğru sayılabilecek şekilde tevil edilebilir mi?
Böyle bir sözü Muhyiddin bin Arabi söylemiş midir?
Cevap: Vahdet-i vücud inancı kabul edilemez. Cenab-ı Hak (cc), hiçbir şeye hulul
etmez. Hulul ancak aynı cinsten olan şeylerde olur. Allah (cc) cins değildir ki
eşya ile ittihad etmiş eşyaya hulul etmiş bulunsun. Allah Teala, Vacibü'l-vücut,
kâinat, bütün eczası ile mümkinü'l-vücuttur. Bunların ittihadı nasıl mümkün
olur. Allah'ın (cc) eşyaya hululünü iddia etmek, eşyanın ilâhlaşmasını kabul
mânâsına geleceğinden küfürdür.
Buradaki hululü bir arazın cevhere hululü olarak kabul etsek, Allah (cc) araz
değildir. Bir cevherin diğer cevhere hululü şeklinde düşünsek, Allah Teala
cevher de değildir. Yaratılmışların arasında bile hululü mümkün değildir. İki
adamın birbirine hulul ederek tek adam haline gelmesi mümkün değildir. Çünkü
zatları birbirine zıt bulunmaktadır.
Muhyiddin bin Arabi Hazretleri büyük bir İslâm alimi ve Allah (cc) dostu
bulunmaktadır. Bu noktada, kalbinde yarası bulunandan gayri, her ilim adamı
ittifak etmiş bulunmaktadır. Vahdetçilerin ona nisbetle söyledikleri söz, onun
tarafından söylenmiş olamaz. Çünkü Muhyiddin bin Arabi'nin diğer eserlerinde
bunu reddeden sarih ifadeler vardır. Şöyle ki:
a) "Akidetü's-Suğra" adlı eserinde, "Sonradan olmuş varlıkların ona hulul
etmesinden veya onun eşyaya hulul etmesinden Hak Teala Yüce (ve münezzeh)dir"
b) Akidetü'l-Vüsta" adlı eserinde de şöyle ifade etmektedir: "Şunu kesin olarak
bil: Allah Teala, icma ile birdir. Tek olanın makamı yücedir. Ona bir şeyin
hululü veya onun bir şeye hululü, yahut onun bir şeyle birleşmesi (ittihadı)
mümkün değildir."
c) "Babü'l-Esrâr" adlı kitabında ise hululü şu ifadeler ile reddetmektedir: "Kim
hulul iddiasında bulunursa o hastadır. Çünkü hulul ile hüküm, sahibinden
ayrılmayan (devamlı) bir hastalıktır. İttihadı (Allah'ın (cc) eşya ile ittihad
ettiğini) ilhad (ve küfür) ehlinden başkası söyleyemez."
Kâinat Hakk'ın aynı değildir. Cenab-ı Hak eşyaya hulul etmiş de değildir.
Muhalfarz, kâinat Hakk'ın aynı olsaydı Allah Teala kadim olmazdı.
Şeyh İzzüddin bin Abdisselâm, "Kavaidü'l-Kübra" adlı eserinde şöyle demektedir:
"Kim batıl bir inanca kapılarak Allah'ın (cc) insanların veya başka bir şeyin
cismine hulul ettiğine inanırsa o kâfirdir."
Allah Teala'nın eşyaya hulul veya eşya ile birleştiğini iddia etmek, sufilerin
yolu olamaz. Bu lâfı ancak gulat (adı verilen dinin hudutları dışına çıkmış
kimseler) söylemektedir.
Ebu Yezid Bistami'nin "Sübhani mâ âzame şâni" sözü, hulul inancı ile söylenmiş
olmayıp, Allah Teala'dan hikâye yolu ile söylenmiş bulunmaktadır. Yani "Allah
Teala Sübhani mâ Âzeme şani buyurdu" takdirindedir.
Bazı muhakkiklerin ibarelerinde vaki olan ittihad kelimesi, onlar tarafından
tevhidin hakıykatine bir işarettir. Onlar katındaki ittihad, tevhitte
mübalağadır. Tevhid, bir olan ile tek olan Allah'ı (cc) bilmektir. Anlayışı kıt
olan kimseler, onların işaretlerini anlayamamış, bu sözü mahallinden başka yere
haml etmiş ve hata edip helak olmuşlardır.
2324 - Soru: Tasavvuf nedir?
Cevap: Tasavvuf bir ilimdir ki, kalbleri ıslah ve Allah Teala'ya tahsis
edebilmek için masivadan ayırmaktır.
Tasavvuf, her yüce ahlâkı kullanmak ve alçak huyları terk etmektir.
Tasavvufun tamamı ahlâktır. Kim senin üzerinde ahlâkı artırırsa senin üzerine
tasavvufu arttırmıştır.
Tasavvuf, nefsi ibadete dadandırmak ve onu rububiyyet hükümlerine (itaate)
çevirmektir.
Batını rezaletlerden tasfiye edip, çeşitli faziletlerle bezemeye tasavvuf denilmektedir. Evveli ilim, ortası amel ve sonu ilâhi bir mevhibeye
erişme yoludur. İnsan nevinden bulunan kemâl ehlinin, saadet merdiveninde nasıl
yüceldiğini bildiren ilme tasavvuf denilmektedir.
2325 - Soru: Tasavvuf ile tarikat ayrı ayrı şeyler midir?
Cevap: Bunların tarif ve izahları bakımından aralarında fark varsa da gaye ve
metod bakımından aralarında büyük bir fark yoktur. Hele uyuşmazlık hiç mevcut
değildir. Seyyid Şerif Cürcani, Tarifât adlı eserinde tarikatı şöyle tarif
etmektedir: "Menzilleri kat etmek ve makamlara yücelmekten ibaret bulunan Allah
Teala'nın yoluna sâlik olanlara mahsus bir sirettir."
2326 - Soru: Kâmil mürşid kimdir?
Cevap: Mekteb-i nûr-i Nübüvvetin feyizli tariki ile yücelip, kemâle ermiş ve
taraf-ı ilâhiden halkı ıslah ve irşada memur olmuş kâmil insandır. Tarih boyunca
yetişen tasavvuf büyüklerinin hep bu yolda kemâle erdikleri bilinen bir
gerçektir.
2327 - Soru: Bazı mutasavvıflara nispet edilen ve dini hükümlerle bağdaştırılması
zor bulunan sözleri nasıl izah edersiniz?
Cevap: Önce o sözün sâdır olduğu kimsenin İslâmiyet'in umdelerine sadık bir
kimse olup olmadığı tetkik edilir. Şayet dinimizin icaplarına hakkıyla bağlı bir
kimse olduğu anlaşılır ise sözünün sahih bir noktaya yüklenmesi ve tevili
cihetine gidilmesi uygun olur. Eğer o kimsenin dinimizin haram kıldığı şeylerden
kaçması ve emrettiği şeylere koşması görülemezse ağzından çıkan söz onu ya
itaat dairesinden dışa çıkararak fasık kılar veya İslâm dininin tamamen dışına
çıkarıp "kâfir" olarak damgalanmasına sebep olur.
2328 - Soru: Hallâc Mansur'un sarf ettiği "Enel-hak" sözünü nasıl tevil edersiniz?
Cevap: Hallâc Mansur Hazretleri büyük bir veli ve ehl-i sünnet alimi, mütteki
bir zattır. Ondan sadır olan bu sözün zahiri mânâsı, İslâm dininin esaslarına uymamaktır. Hallâc Mansur'un kendisi İslam
dinine bağlı bulunduğu dikkate alınınca sözünün tevili yoluna gitmek gerekir.
"Ene alelhak" şeklinde tevil edilir ve "Ben, hak olan yol üzereyim" mânâsına
gelir. Hallâc'ın ağzından çıkan söz, hâşâ, "Enellah" şeklinde olsaydı tevile
müsait görülmeyebilir idi. Fakat ondan sadır olan sözün tevili mümkün ve
caizdir.
2329 - Soru: Tasavvuf terimlerinden bulunan "Bakaa billâh" ne demektir?
Cevap: Bakaa billâh, kulun Allah Teala'nın bütün varlıkları üzerine kıyamını
görmesi demektir. Bakaa billâh makamı, kulun Hakkın varlığı ile var olması ve
Hakkın bakaası ile baki olması mânâsına gelmektedir.
2330 - Soru: Sahih bir nisbeti bulunan bir mürşidden ruhsat ve icazet almaksızın,
bir şahsın kendi kendine (şeyhlik iddiasında bulunarak topladığı) müridlerini
irşâd ve terbiye etmeye muktedir olabilir mi?
Cevap: Olamaz.
Bu fetva ile alâkalı olarak İmam Şar'ani'den nakil: Bir kimse için (tasavvufta)
nisbet-i saliha bulunmazsa, o kimsenin, babası meçhul olup da sokağa bırakılan
çocuk gibi olduğunda ittifak olunmuştur. O şahsın başa geçip, irşad mevkiine
oturup da müridlerini irşada kalkması caiz değildir. Ancak, bu yolun kâmil bir
mürşidinden tarikin edeblerine dair bilgi (ve feyz) aldıktan sonra, kendisinin
irşada mezun olduğuna dair sarih bir izin verilmesini takiben irşad edebilir.
2331 - Soru: İrşada salâhiyeti bulunan mürşidin şartı ve alâmeti nedir?
Cevap: Doğruluk, hayırhâhlık, şefkat ve merhamet gibi güzel huylar ile
ahlâklanmış olması, kötü huylardan uzaklaşmış bulunması şarttır.
Fetva ile ilgili nakil:
Kendisi için irşad sahih olan mürşidin şartı, tertemiz dinimizin gerekli gördüğü işleri yapan, haktan meyl ve inhiraf etmeksizin doğruluk üzere bulunan; halkı, dinin hükümlerine tabi olmaları ve huzur içinde Allah'ı (cc)
zikretmeleri hususunda irşad eden ve insanlardan mümkün olanlara nasihatta
bulunan kimse olması gerekir.
2332 - Soru: İrşada salâhiyeti olan mürşidin keramet ehli olması şart mıdır?
Cevap: Şart değildir.
Bu fetva ile ilgili Ruhu'l-Beyan'dan nakil:
"Mürşidler için keramet şart değildir. (Onlarda kerametin görülmemesi, kendileri
için bir eksiklik ve salâhiyetsizlik delili kabul edilmemelidir). Zira,
kerametin ashabın ve tabiinin hepsinden (sadır olduğu) nakl olunmuş değildir.
Ancak bazılarından zuhur ettiği bilinmektedir.
2333 Soru: Kişinin bir şeyh edinmeksizin zikir ve fikirde bulunması, evrad-i
şerife okuması caiz değil midir?
Cevap: Caiz ise de hiç mesafe almış olamaz ve (manevi yolda) yükselme
kaydedemez. Bu fetva ile ilgili nakil:
Evet, o kimse zikrin ve vird okumanın adabını bilirse mümkün (ve caiz)dir. Fakat
ruhani mesafeleri kat'edemez. Bunun izahı, dolaba koşulmuş canlının benzeridir.
O canlı, yürümesi ile mesafeleri katediyorum sanmış olsa da, gözleri bağlı
olduğu için hakikati göremez. O, dolabın etrafında dolanıp durmaktadır. (Ru.
Beyan)
2334 - Soru: Meşayih-i kiramın âdeti olduğu üzere, müridlerine zikir yapmalarını
telkin edip (usulünü) öğretmek dinen sabit midir?
Cevap: Sabittir.
Bu fetva ile ilgili nakil:
Peygamber (sav) Efendimiz sahabelerine gerek toplu oldukları halde, gerekse tek
başına bulundukları sırada zikri telkin etmiş ve öğretmiştir. Hazret-i Ali (ra)
Efendimiz'e cehri zikri,
Hazret-i Ebu Bekir (ra) Efendimiz'e kalbi zikri tek başına bulundukları sırada
telkin etmiştir.
Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde tahric ettiği Hadis-i Şerifte şöyle ifade
edilmektedir: Resulullah (sav) cemaat halinde veya tek başına bulunan
sahabelerine zikri telkin etmiştir. Yusuf Kurani'nin ve başkalarına sahih senedi
ile rivayet ettikleri Hadis-i Şerifte şöyle açıklanmıştır:
Ali bin Ebi Talip (kv), "Allah Teala'ya en yakın olan, Allah'ın kulları üzerine
en kolay bulunan ve Allah katında faziletçe en ileride bulunan yola (ulaşmam
için) bana yol gösteriniz" diye istekte bulundu. Bunun üzerine Peygamber (sav)
şöyle buyurdu: "Açıkta ve tenha yerlerde Allah'ı zikretmen lâzımdır." Bunun
üzerine Hazret-i Ali, "Nasıl zikredeyim?" dedi. Peygamber (sav), "İki gözlerini
yum ve benden üç kere dinle sonra, sen söyle ben dinleyeyim" buyurdu da
Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz, gözlerini yumarak ve sesini yükselterek üç
defa "Lâ ilahe illallah" dedi. Hazret-i Ali (ra) de onu dinliyordu. Sonra Ali (ra)
gözlerini yumup sesini yükselterek üç defa "Lâ ilahe illallah" dedi. Peygamber
(sav) Efendimiz de onu dinlemişti. Nebi (sav) buyurdu ki: "Benim ve benden
evvelki peygamberlerin söylediklerinin faziletçe en üstünü "Lâ ilahe illallah"
(cümlesi)dir. Yeryüzünde Allah Allah denilmeyesiye kadar kıyamet kopmaz."
İşte bu (beyan), Hazret-i Ali'ye zikr-i cehrinin telkin edildiğine dair bir
nisbettir. Kalbi ve batini zikirlerin telkinine dair nisbete gelince, bu, Sıddık-ı
Azam'a mahsus olup, başka bir sahabeye tahsis olunmamıştır. Resulullah (sav)'a
teveccüh ederek batınan (bu dersi) almış bulunmaktadır. Zira Resulullah (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Allah benim göğsüme hiçbir şey koymamıştır ki, ille onu
Ebu Bekr'in göğsüne dökmüş bulunuyorum."
2335 - Soru: Camilerde açıktan ve yüksek sesle Allah'ı (cc) zikretmek caiz midir?
Cevap: Kerahatsiz olarak caizdir.
2336 - Soru: Nakşi tariki sâdâtının mutadı olduğu üzere, dil kıpırdamadan, harf ve
savt olmaksızın, sadece kalp ile Allah'ı (cc) zikretmek meşru mudur?
Cevap: (Kalb ile zikir) meşrudur ve zikirlerin faziletçe en ileride olanıdır.
2337 - Soru: Nakşi sâdâtının mutadı olduğu üzere, (şeyhin) müridlerine teveccüh
etmesi caiz midir?
Cevap: Caizdir ve hata müstahsendir.
Hadis-i Şerifte "Mü'min, mü'minin aynasıdır" buyrulmuştur. Teveccüh sırasında
birbirinin kalbinde bulunan (envar) diğerinin kalbine akseder. Çok kere zikrin
nuru kalp aynasından hizasında bulunan hayvan veya diğer eşyaya akseder de onu
da zikirle dile getirir. Nitekim Davud Aleyhisselâm'da da böyle olmuştu. Bu
Peygamber zikre başladığı zaman, dağlar, taşlar ve kuşlar kendisi ile birlikte
zikre koyuluyorlardı.
2338 - Soru: Evliyanın kerameti hak ve sabit midir? Ehlullah'ın kerametini inkâr
etmek caiz midir?
Cevap: Evliyanın kerameti hak ve sabittir. Bunu inkâr etmek doğru değildir.
2339 - Soru: Zikr-i cehri ile meşgul bulunan bazı tasavvuf erbabı, ayakta zikir
yaparken sallanmaktadır. Bu hareketleri doğru mudur?
Cevap: Erbab-ı zikrin sallanması, zikrin tesiri ile vücudun neşat ve ferah
duymasından ileri gelmektedir. Bu, kasti yapılmamaktadır. Bu itibarla hoş
görülmüş bulunmaktadır. Peygamber (sav) Efendimiz'in asrında Habeşistan'dan
birtakım kimseler gelmiş ve Mescid-i Nebevi'de, kılıç-kalkan oyununu andıran
birtakım hareketler yapmaya başlamışlar ve bu sırada Arapça karşılığı "Muhammed
salih bir kuldur" mânâsına gelen Habeş lisanı ile ve yüksek sesle tempo
tutuyorlardı. Peygamber (sav) Efendimiz bunların hareketlerini gördü ve ne
dediklerini sordu. Durumu öğrendiğinde onları ne hareketlerinden men etti ne de
söylediklerini engelledi. Hadis-i Şerifi Ahmed bin Hanbel "Müsned"inde Enes (ra)'den
rivayet etmiştir. Hadisin senedi sahihdir. Efendimiz (sav)'in bunları engellemeyişi,
takrir hükmü ifade etmektedir. Niyet sahih olunca işlerin de iyiliğe hamli
gerekir. Zira amellerin hükmü niyetlere bağlıdır.
Ebu Erâke, Hazret-i Ali ile birlikte sabah namazı kıldığını ifade eden ve daha
sonra Hazret-i Ali'nin şöyle konuştuğunu rivayet etmiştir: "Ben, Muhammed
(sav)'in ashabını gördüm. Allah'a andolsun ki, bugün onlara benzeyen bir şey
göremiyorum. Onlar secdede ve kıyamda gecelerler, Allah'ın kitabını okurlar, kâh
bir ayağının kâh diğer ayağının üzerine ağırlık verirlerdi (namazlarını böyle
kılarlardı) Sabaha erdiklerinde Allah'ı zikrederler, rüzgârlı bir günde
ağaçların sallandığı gibi sarsılırlardı. Gözlerinden akan yaşlar elbiselerini
ıslatırdı."
Şeyh Abdü'l-Gani en-Nablusi, bir risalesinde bu Hadis-i Şerif ile istidlal
ederek zikirde sallanmanın mendup olduğunun delilini çıkarmış ve "Bu Hadis,
Ashab-ı Kiramın zikir sırasında şiddetli sarsıntıya uğradıklarının sarih
ifadesidir. Bu şekilde zikir sırasında ihtizaz'ın mubah olduğu sabit
bulunmaktadır. Hazret-i Ali (ra) Efendimiz'in (sav) beyanındaki "Ashab,
fırtınalı günde ağaçların sarsıldığı gibi sarsılırlardı" sözü, zikir esnasında
sallanmanın bid'at olduğunu iddiaya kalkışan kimsenin sözünü iptal etmektedir.
Şu ciheti bilhassa belirtmek isteriz ki, dinimizin müsaade etmediği çalgılı
toplantılar tertip edip, onların tesiri ile sallanmalar, zikrin tesiri ile ve
irade dışı sallanmalara kıyasla, asla meşru kabul edilemez. Onlar haramdır.
Çünkü, irade ile ve nefse dayalı olarak işlenmektedir.
Hadis-i Şerifte, Peygamber (sav), amcasının oğlu Cafer bin Ebi Talib (ra)'e
hitaben: "Sen benim yaratılışıma ve huyuma benzemektesin" demiş. Bu sözden son
derece büyük bir hazz-ı manevi duyan Hazret-i Cafer (ra), Peygamber (sav)
Efendimiz'in önünde raks etmeye başlamıştı. Sûfiyye'nin zikir esnasındaki vecd
haliyle raks etmelerine bu Hadis-i Şerif bir asıl ve kaynak teşkil etmektedir.
2340 - Soru: Bir cemaatin ayakta iken zikir yapmaları caiz midir?
Cevap: Bunun caiz olduğunda bir tereddüt yoktur. Hazret-i Aişe (ra), "Peygamber
(sav) her halinde Allah'ı zikrederdi" demiştir. Cenab-ı Hak, göklerde ve yerde,
gece ile gündüzün ihtilâfında akıl sahipleri için deliller olduğunu haber
verdikten sonra, bu kimseleri, "Onlar; ayakta oturarak ve yanları üzerinde
(uzanmış iken) Allah'ı zikrederler" diye medih buyurmaktadır.
2341 - Soru: Mürid ile mürşid arasında yapılan ahdin dini bir dayanağı var mıdır?
Cevap: Tasavvuf yolunda kemâl sahibi olmak dileyen bir mürid, mürşid-i kâmilden
kendisine ders vermesini istediğinde, şeyhinin ondan ahid almasının sarahat veya
işaret yolu ile dini dayanağı vardır, şöyle ki, Peygamber (sav) Hudeybiye'de
Ashab-ı Kiram ile Bey'atü'r-rıdvân"da onlardan ahid almıştı. Cenab-ı Hak buna
işaret buyurarak, "Gerçek, sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş
olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir." "Karşılıklı muahede yaptığınız
vakit Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam yaptığınız yeminleri bozmayın"
buyurmaktadır.
Peygamberimiz'in (sav) Buhari'deki bir Hadislerinde, erkek sahabelerle olan
bey'ati şöyle açıklamakta: "Hiçbir şey'i Allah'a ortak tutmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendinizden uyduracağınız
hiçbir yalanla (kimseye) iftira etmemek, maruf olan hiçbir işte isyan etmemek
üzere bana bey'at ediniz."
Kadınlarla olan bey'ati de hemen hemen bu ifadeleri taşımaktadır. Bir de
kocalarınızın malını (sormadan) almayınız" ziyadesi vardır.
Utbe bin Abd (ra), "Ben, Resulullah (sav) ile yedi bey'atte bulundum. Beşi taat,
ikisi ise mahabbet üzerine olmuştur" demektedir.
Bu beyanlar, tasavvuf yolunda mürid ile mürşid arasındaki ahidleşmenin
dayanağını teşkil etmektedir.
2342 - Soru: Sohbet ne demektir ve va'z ile sohbet arasındaki fark nedir?
Cevap: Sohbet, dost ve arkadaşça olan, samimi konuşma tarzına denilmektedir.
Arapça'da sahip, arkadaş mânâsına gelmektedir. Bu kelime cemilendiği zaman sahb
ve ashab denilmektedir. Va'z ile sohbet arasındaki farka gelince, va'zda bir
kişi konuşur, diğerleri dinler. Arada bir sormak, izahat talebinde bulunmak,
va'zda rastlanmaz. Sohbette sormak ve karşılıklı fikir teatisinde bulunmak
mümkündür. Va'zı yapan konuşurken hakimane konuşmakla birlikte hakimce bir eda
tarzı takip eder. Sohbette ise daha mülayim bir üslup, daha candan bir konuşma
yolu takip edilir. Bundan dolayı sohbetin yapıcı tesiri daha fazladır.
2343 - Soru: O halde neden hep sohbet yapılmıyor da va'z yapılma ihtiyacı
duyuluyor?
Cevap: Va'z geniş kitlelere hitap tarzıdır. Sohbet ise daha dar bir zümreye
mahsus kalmaktadır. Görüş, inanç ve harekette asgari müşterekte birleşen
insanlara karşı sohbet edilmesi daha uygun olmaktadır. Bundan dolayı Şah-ı
Nakşibend Hazretleri, "Bizim yolumuz sohbet yoludur" buyurmuştur.
2344 - Soru: Bu sohbette iyi arkadaşları seçme lüzumu var mıdır? Varsa, bu, ayırım
ve bölücülük olmakta değil midir?
Cevap: Peygamber (sav) Efendimiz, iyi kimse ile oturup sohbet etmeyi koku
taşıyan kimseyle oturmaya, kötü arkadaşla oturmayı ise körük çekenin yanında
bulunmaya benzetmiştir. Şu farkla ki, kötü kimsenin yanında zarara uğrayan
elbise değil, inanç ve faziletlerdir. Çiçeği bulunan dikeni, dikeni bulunan
çiçek (yani gül) ile denk tutmak mümkün ise, iyi kimse ile kötü şahsın sohbetini
de birbirine eşit tutmak kaabil olur. Aksi halde, kişi iyi arkadaşların
sohbetini aramak ve tercih etmek durumundadır. Şair ne hoş ifade etmiştir:
"Koyamam kargayı bülbül yerine,
Çiçek açmış dikeni gül yerine!"
İyi kimselerin meclisini tercih bölünmek değil, bölücülük
yapmak hiç değildir. Ahlâksız insanların muhitinde imanını ve Kur'an'nı,
ahlâkını ve faziletini çaldırmamak için iyi kimselerin etrafında
perçinleşmektir. Bölücülük yapıldığı iddiası, bunları parçalamaya muvaffak
olamayan kurtların iftiralarıdır. Peygamber (sav) Efendimiz bir Hadis-i
Şeriflerinde: "Kişi arkadaşının dini üzerine (hareket edecek)tir. O halde kimi
dost edineceğine iyi baksın" buyurmaktadır. Allah Resulü'ne (sav) bir gün şöyle
denildi: "Bizimle otur(up kalk)anın hayırlısı hangisidir?" Efendimiz (sav) şu
hikmetli cevabı lütfetti: "Onu görmek, size Allah'ı hatırlatır, konuşması
(hayırlı) işinizi arttırır ve onun işi size ahireti hatırlatır?"
2345 - Soru: Tasavvuf yolunda takip edilecek sohbetin edeplerinden biraz bahseder
misiniz?
Cevap: Kişi bu yolun marifetlerine kemaliyle vasıl olmadan önce, üstadının
emriyle hareket etmeye devam etmelidir. Çünkü o büyük bir tabibi andırmakta ve
kendisini tedavi için tavsiyelerde bulunmaktadır. Her vücudun marifet-i zevkıyyesi
ve Rabbani hüküm neyi gerektiriyor ise onu verir. Onun şifa bulması için lâyık
olan ve gıdası için elverişli bulunan hangisi ise onu tevdi eder.
Bir erin ve ermişin bin kişinin arasındaki hali, bir kişiye bin tane adamın
va'zından faydalıdır. Kişi araştırmasını mürşidinden ders almadan önce yapar. Bu
onun hakkı ve vazifesidir. Onu kitap ve sünnet üzerine hareket eden bir kimse
olarak bulmuş ise ona sıkı yapışır ve onunla birlikte edeplenmeye çalışır ve
onun halinden iktisap suretiyle derununu arıtmaya ve ağartmaya çalışır.
Hareketlerinde, hayırlı işler arasından hangisini öne almak gerektiğini
mürşidine sorar: Zira ashab da böyle yapmışlardır. Abdullah bin Ömer (ra)'den
rivayet olunan bir Hadis-i Şeriften öğreniyoruz ki, bir adam gelip harbe gitmek
için Peygamber (sav)'den izin istemişti. Resul-i Ekrem (sav): "Annen ve baban
hayatta mı?" buyurdu. O da "Evet" deyince, "Git de onların arasında (yapacağın
hizmetle) cihad vazifesini gör" buyurmuştur. Bu cihad, cihad-ı asgar'dır.
Nefisle olan cihad-ı ekberde ise bu hususa daha fazla dikkat göstermelidir.
Ashab
bile kendi işinde re'sen karar vermemiş ve cihad gibi hayırlı bir işte Allah
Resulü'ne (sav) sormadan yola çıkmamıştır. Bu yolun yolcularına lâyık olan da
Ashab-ı Kiramın takip ettiği yoldan gitmektir.
Mürşid-i kâmilin müride olan başlıca faydası, müridi Allah Teala'dan
uzaklaştıran ayıbı açığa koymak, o kusuru teşhis edip müride göstermek ve
tedavisinin ilacını haber vermektir. Bu da nefsinin dizginlerini şeyhine teslim
edip onun dediği yoldan ayrılmayan sadık mürid için mümkün olur. Bunun için de
mürid, nefsindeki hastalığı gizlemeyip mürşidine haber vermelidir. Velev ki
onlardan bir tanesini olsun, gizler de haber vermezse, elbette şeyhinden
kemâliyle faydalanamaz.