Kâinatın Rabbine hamdin en yücesi ile hamd eder ve
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e, ehl-i beytine ve ashabına salât ü selâm
ederim.
İnsanlar, müşküllerini çözmek için, ilim ehlini araştırmışlar ve
akıllarına takılan mevzudan sual açmışlardır. Zira ilim elde etmenin yollarından
biri de sorup öğrenmektir. İnsanlar, bu ihtiyaçtan müstağni kalamadıkları için,
kalbin ızdırablarını dindirmek maksadı ile ehil bir ilim sahibini aramak
zaruretini hissetmişlerdir.
Saadet asrının bahtiyar insanları, bu gibi sorularını, akılların muallimi
ve vicdanların mürebbisi bulunan Paygamber Efendimiz'e (sav) arzetmişlerdir. Bu
soruların birçoğu Resulullah (sav) Efendimiz tarafından açıklanmış, bir kısmı da
yüce Rabbimiz tarafından indirilen ayet-i kerimelerle cevaplandırılmış
bulunmaktadır. İşte onlardan birkaç örnek:
"Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki: "O, insanların faidesi için, bir
de hac için vakit ölçüleridir"(Sûre-i Bakara, 189)
"Onlar, hangi şey'i nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar"(Sûre-i
Bakara, 215)
"Sana haram olan ayı, ondaki muharebeyi sorarlar, De ki: "O ayda muharebe
etmek büyük günahtır"(Sûre-i Bakara, 217)
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda büyük günah
vardır"(Sûre-i Bakara, 219)
"Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yarar ve iyi bir hale
getirmek hayırlıdır"(Sûre-i Bakara, 219)
"Sana kadınların ay halini de sorarlar. De ki: "O bir ezadır (pisliktir).
Onun için hayız zamanında kadınlar(nızla cinsi mukaarenette bulunmak) dan
ayrılın, temizleneceği vakte kadar kendilerine yaklaşmayın"(Sûre-i Bakara, 222)
"Kendilerine hangi şey'in helhal edildiğini sana sorarlar. De ki: "Bütün
iyi ve temiz (nimet)ler size helâl edilmiştir" (Sûre-i Maide, 4)
"Kıyametin sübut (ve vuku)unun ne zaman olduğunu sana sorarlar. De ki:
"Onun ilmi ancak Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz"(Sûre-i Ârâf, 187)
"(Habibim), Sana harp ganimetini sorarlar..."(Sûre-i Enfâl, 1)
"Sana ruhu sorarlar. De ki: "Ruh Rabbimin emri (cümlesi)ndir. (Zaten)
size az bir ilimden başkası verilmemiştir" (Sûre-i İsra, 85)
"Sana Zülkarneyn'i sorarlar: De ki: "Size onun halinden haber
söyleyelim..."(Sûre-i Kehf, 83)
"Sana dağları(n kıyamet günündeki halini) sorarlar. De ki: "Rabbim onları
ufalayıp savuracak da yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakacak. Onlarda ne
bir iniş ne de bir yokuş görmeyeceksin" (Sûre-i Tâhâ, 105)
Sorulan hususlar, dini bir mes'elenin mahiyetinin açıklanmasını, hükmünü
ve beşeri hayata tatbikinin nasıl olacağını öğrenmek maksadı ile sorulmuş ise,
bu sual tarzına "İstiftâ" adı verilmiştir. Bu tarzda sorulan bir mes'eleyi, dini
esaslara müsteniden cevaplandırmaya "İfta" denilmektedir. Bu gibi soruları
cevaplandırmaya ehil bulunan ilim sahibine de "Müfti" unvanı verilmiştir. Kur'an-ı
Kerim'de bu usulde sorulan sualler ve cevaplarından birkaç örnek vermek
suretiyle mevzuumuzu zenginleştirmek isteriz.
"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı
size Allah veriyor" (Sûre-i Nisâ, 127)
"(Habibim) "Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu
olmayan mirası hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar..."(Sûre-i Nisâ, 176)
"Ey zindan arkadaşlarım, (rüyalarınıza gelince): Biriniz efendisine şarap
içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetva
istemekte olduğunuz mes'ele (böylece) olup bitmiştir"(Sûre-i Yûsuf, 41)
"(Zindana gidip) Yusuf! Ey çok doğru sözlü (dedi). Kendisini yedi arık
inek yemekte olan, yedi semiz inekle yedi yeşil ve diğer kuru başak hakkında
bize bir fetva ver..."(Sûre-i Yûsuf, 46)
Fetva verebilmek büyük bir ilim dirayeti ister. Bu husus bir özenti işi
değildir. Okumadan alim, yazmadan kâtip olma hevesindeki insanlar gibi, ilimsiz
ahkâm imal eden "Benim mantığıma göre" diyerek söze başlayıp mantıksızlık ve
cehaletin en acı örneklerini veren kimselerin hali, hâl-i pürmelâlimizi
sergileyen bir durumdur.
Fıkıh ilminin felsefesi mesabesinde bulunan "Usûl-i fıkıh" ilmine göre
müfti demek, müctehid demektir. Mukallid mevkiindeki bir fıkıh bilginine MÜFTİ
denilmesi ancak mecaz yönünden mümkün olabilmektedir. Bunlara bu unvanın
verilmesi, müctehidlerin fetvalarını nakl ve rivayet etmesi itibariyle
olmaktadır. Bahsi geçen ilimde ve fıkıh ilmine dair yazılmış mufassal kitaplarda
açıklandığı üzere, herkes gelişigüzel fetva veremez. Allah'ın kitabından,
Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden ve dini delillerden hükümleri
istinbât ederek dini hadiselerin hükümlerini verecek dirayeti kendinde
toplayamamış kimseye hakiki mânâda müfti demek zordur. Evet, bir müctehid için
pek çok ilim ister. Sarf, nahiv, lügat, bedi, beyan, mantık, usul-i fıkıh,
usul-i tefsir, usul-i hadis, akaid ve saire gibi âlî ve talî ilimlerde rüsûh
bulacak mevkiye ulaşmak ve Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden, Peygamber (sav)'in
hadis-i şeriflerinden dini hükümleri çıkarmaya maharet ve ilmi kudret ister. Bu
iktidarı şahsında toplamış ilim adamları, asr-ı saadete yakın zamanlarda bile
pek az yetişmiştir. Bu sebeple, çok yüksek bir ilim sahibi bulunan iz'ân ve
insaf sahibi ilim adamları, içtihada cür'et göstermemişler ve kendi adına fetva
vermekten çekinmişlerdir.
Bir hadisenin hükmü hakkında bir mezhep sahibinden sarih bir rivayet
bulunmadığı takdirde, o mezhebin kurucusu bulunan büyük müctehide tabi bulunan
ve kendilerine "Tercih ashabı denilen yüksek ilim sahipleri, o müctehidin
benimsemiş olduğu usul ve kaideleri tatbik suretiyle, o hadisenin hükmünü, o
mezhebin içerisinde tayine çalışmışlar ve fakat kendi taraflarından ictihad
yapmaya cür'et gösterememişlerdir. Ashab-ı tercihten bulunan bu gibi zatların
vazifeleri, tabi oldukları mezhepte seçilmiş ve müftâbih olarak görülmüş bulunan
hükümleri nakil ve rivayet etmekten ve sorulan hususlara bu şekilde cevaplar
vermekten ibarettir.
Müctehid mevkiinde bulunmayan müftilerin riayet etmek zorunda oldukları
birçok usul vardır. Şöyle ki:
Hanefi mezhebinde bulunan bir müfti, kendisinden sorulacak bir mes'ele
hakkında "Zâhirü'r-rivâye" adı verilen kitaplarda İmam-ı Azam Ebu Hanife
Hazretlerinden nakl edilmiş cevap ne ise onu söylemekle yetinmelidir. Şayet
bahsi geçen kitapta bu kudreti müctehitten bir nakil yok ise, onun ilim ve feyz
dairesinde yetişmiş ve müctehidü'n-filmezheb derecesine ulaşmış talebelerinin
başında gelen İmam Ebu Yusuf (rahmetullahi aleyh)'den nakl edilmiş bulunan
cevabı soru sahibine aktarır. Şayet bu zattan da bir nakil bulunmuyorsa İmam
Muhammed'in bu husustaki sözünü nakl ve tekrar eder.
Bu yüce imamlardan birinin sözü, yaşanılan asrın maslahatına uyması veya
delilinin kuvvetli olması sebebiyle, ilim sahiplerinin büyükleri tarafından
tercih edilmiş bulunuyorsa ona göre fetva vermek gerekir. Bir mes'ele hakkında
birden fazla cevap bulunuyorsa, bunlar arasından hangisi ilim sahipleri
tarafından beğenilmiş; ve müftâbih olarak kabul edilmiş ise, onunla amel etmek
gerekir. Yoksa kendi re'yine ve keyfine göre fetva imal edemez.
Müfti, mensup bulunduğu mezhebe dair yazılmış herhangi bir fıkıh kitabına
bakarak, onda gördüğü bir cevaba göre hemen fetva vermemelidir. Çünkü, fıkıh
sahasındaki kudretleri inkâr götürmeyen birçok kimseler vardır ki, kitaplarına
aldıkları dini mes'eleler pek kısa ve muhtasar bir şekilde yazılmış
bulunmaktadır. Bu husus dikkate alınarak, bu gibi kitaplardan cevap vermeye
kalkışmak caiz değildir. Ancak, bu kitapların şerh ve haşiyelerine de müracaat
ederek oradaki beyanları da dikkate almış ise, bu takdirde cevap verme yoluna
gidilmesi caiz görülmüştür. Nehr, Dürri muhtar, Tenviru'l-ebsâr, el-Eşbâh ve'n-Nezâir,
Kuhistâni'nin Nikaaye şerhi ve Molla Miskin'in Kenz şerhleri bu kabildendir.
(Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, c.1, s.253)
Müfti, râcih görülen kavli araştırıp bulmalı, bu hususta büyük bir mesai
sarfından çekinmemeli ve ancak ondan sonra cevap vermelidir. Bir müftinin veya
bu işi yapacak olan kimsenin iki sözden, iki vecihten hangisinin râcih olduğuna
bakmadan, hemen bunlardan biriyle fetva vermesi veya amel etmesi caiz değildir.
Böyle bir davranışın caiz olmadığı hakkında ilim adamlarından karşı bir görüş
beyan eden olmamıştır. Çünkü böyle bir fetva, heva ve hevesine tabi olmak
demektir. Hevaya tabi olmak ise haramdır.
Fıkıh bilginlerinden Yâmeri (rahmetullahi aleyh) Hazretleri, fıkıh
usulüne dair yazdığı kitapta, "İki rivayetten veya iki sözden hangisinin meşhur
olduğuna vakıf olmayan bir kimsenin, tercihe medar aramaksızın, bunlardan
dilediği ile hemen hüküm vermesi caiz değildir" demektedir.
Hadis ve fıkıh sahasında yed-i tûlâ sahibi bulunan İbni Hacer (rahmetullahi
aleyh) de, "Bir kimsenin bir üstadtan ilim telâkki etmeksizin, sadece bazı fıkıh
kitaplarını kendi kendine mütalaa ederek ve bunlardan kendi anlayışına dayanarak
fetva vermeye kalkışması asla caiz değildir. Çünkü bu kimse, fıkıh ilminin
cahilidir" demektedir.
Fetva verecek kimse, ilim sahasında mahir ve fıkhi bahislerde mütehassıs
olup, fetva vereceği bir kitabın ilim sahipleri arasında muteber bir eser
olduğuna muttali bulunmalıdır ki, İslâm dini adına halka fetva vermeye
salahiyetli bulunsun. Meçhul bir kitaptan naklen açıklanan sözlere ve fetvalara
itibar olunamaz. Müctehid olmayan bir müfti, bir mes'ele hakkında birbirinden
farklı sözler görünce, bu hususta en muteber kitaplara müracaat etmelidir.
Hanefi mezhebine mensup bulunan bir ilim adamı, böyle bir tearuz vukuunda, önce
Bidâye, Nikâye, Muhtar, Vikaye, Kenz ve Kudûrî gibi muteber metinlerdeki sözleri
tercih eder. Sonra bunların şerh ve haşiyelerindeki sözleri dikkate alır, daha
sonra fetva kitaplarına sıra gelir. Bir mes'ele hakkında mütekaddimin alimleri
ile müteahhirin alimleri arasında görüş ayrılığı bulunsa, mütekaddimin
sözlerinden ayrılmak çok kere caiz görülmemiştir.
İctihad derecesinde bulunmayan bir müfti, sorulan bir mes'elenin cevabını
muteber kitaplarda bulamayacak olursa, ilmi ehliyeti kendisinden daha üstün
bulunan zatlar ile istişare ve ilmi müzakere yapmalı, kendi kanaati ile fetva
vermeye cür'et göstermemelidir. Peygamber (sav) Efendimiz bir hadis-i
şeriflerinde, "Fetvaya en cüretkâr olanınız, ateşe en cür'etli olanınızdır"
buyurmaktadır. Birçok ilim erbabı, kendilerine soru tevcih edildiğinde, o
mes'eleyi hakkıyla tavzih edecek durumu kendinde görmüyorsa "Bilmiyorum"
demekten çekinmemiş ve "Lâ edri"(Manası: "Bilmiyorum" demektir.) demenin ilmin
kalkanı olduğunu açıklamışlardır. İmam Malik, kendisine sorulan kırk mes'eleden
dördüne cevap vermiş, otuz altısında "Lâ edri" demiştir.
Fetva veren kimse, Rabbimizin haram ve helâle, sıhhat ve fesada dair bir
hükmünü nakletmiş olacağından, fetva vereceği mes'ele hakkında bilgisi
bulunmayan bir kimsenin fetva vermesi asla doğru görülemez.
Fetva verme vazifesi, tahminin de üstünde bir zorluk taşımaktadır. Sarf
ve nahve ait birkaç kitap okumakla, Ahteri veya Lügat-ı Naci'ye bakmakla ve
hafızasındaki beş-on tane hadis-i şeriften anladığı, derinliği bulunmayan bir
mânâ ile kendisini müctehid sanan kimselerin dini delillerden hüküm çıkarmaya
kalkışmaları cehenneme postu sermek olur. Hadis ilmi sahasında şöhret yapmış ve
ezberindeki birkaç yüz bin hadis ile ilim adamları arasında "Hadis Hafızı" diye
isim verilmiş birçok kimseler, içtihada yeltenmemiş ve bir müctehidin peşinde
gitmeyi kendisi için şeref bilmiştir. İmam Şa'bi (rahmetullahi aleyh), "Biz
fıkıh bilginlerinden değiliz. Biz ancak duyduğumuz hadis-i şerifleri fukahaya ve
duyunca amel edecek olanlara rivayet ediyoruz" demiştir.
Fetva sormaya gelince, bunların da dini bir zarurete ve güzel bir niyete
dayanması gerekir. Dini ve hukuki herhangi bir mes'ele hakkında soru tevcih
emekten asıl maksat, o hususta bilgi edinmek ve gereği ile amel etmek olmalıdır.
Yapacağı bir işi lâyık olduğu şekilde yerine getirmek ve dini bir mes'eleye
vakıf olarak bilgisizlikten kurtulmak gayesini gütmelidir. Binaenaleyh, meşru
bir maksada dayanmayan sorular, ilim erbabınca doğru görülmemektedir. Hele
kendisinin bilgi sahibi olduğunu ortaya koymak veya karşısındaki şahsın
cehaletini teşhir ederek mahcup bırakmak gibi süfli bir maksatla sual sormak
haramdır.
Nahiv ilmi ile meşgul bulunan bir talebe, yolculuk yaptığı geminin
kaptanına hitaben, "Nahiv bilir misiniz?" demiş. O da bilmediğini söyleyince,
"Ömrünün yarısı boşa gitmiş" diye kaptanla alay etmiş. Bir müddet sonra çıkan
fırtınada gemi çalkalanmaya başlayınca, işittiği sözle gönlü yaralanmış bulunan
kaptan, o efendiye, "Hocam, yüzme bilir misin?" demiş. Talebe, bilmediğini
söyleyince, taşı gediğine yerleştiren kaptan, "Öyle ise ömrünün hepsi boşa
gitti" demiş. Binaenaleyh, ilmi başkalarına tariz için, kibirlenmek için, halkı
hakir görmek için tahsil edenlerin emeği, hem Hakk'ın hem de halkın yanında hoşa
gitmez, boşa gider.
Dört mezhepten birinin müessisi bulunan İmam Malik (rahmetullahi aleyh),
vuku bulmamış bir hadise için, farazi soru tevcih edildiğinde "hadise vuku
bulunca dini cevabını düşünürüz" dermiş, böylelikle, iyi niyet sahibi
olmayanların dini mes'eleler üzerinde ileri geri fikir beyan etmelerine fırsat
vermezmiş, imam Şa'bi kendisine sorulan bir mes'ele hakkında "Lâ edri"
karşılığını verince suali soran, şarlatanlığa başlamış ve "Sen, Irak'ın fıkıh
bilgini olduğun halde bilmiyorum, demekten sıkılmıyor musun?" demiş, ilmi gibi
tevazu ve basireti yüksek bulunan bu zat, "Melekler Allah Teala Hazretleri'ne
karşı "(Rabbimiz), senin bize öğrettiğinden başka, bizim için bir bilgi yoktur"
demekten haya etmemişlerdir" karşılığını vermiştir.