DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLÂM FIKHI- I. 6

Sunuş. 6

Mütercim'in Önsözü. 6

FIKIH İLMİ VE MEZHEBLER.. 7

İMAM AZAM EBÛ HANÎFE.. 7

İMAM ŞAFİÎ. 10

İMAM MÂLİK.. 11

İMAM AHMET BİN HANBEL.. 12

ÖNSÖZ.. 13

TAHARET.. 14

KİTABÜ'T-TAHÂRE (TEMİZLİK BÖLÜMÜ) 14

Taharetin Tanımı 14

Taharetin Kısımları 16

Temiz Şeyler Bahsi 17

Necis Şeyler Bahsi 19

Kendisinden Afvolunan Necaset Bahsi 22

Necasetin Kendisiyle Giderildiği Şey Ve Ne Şekilde Giderileceği 26

SULARIN KISIMLARI. 31

Temizleyici Sular Bahsi 31

Temizleyici Suyla Temiz Su Arasındaki Fark. 31

Temizleyici Suyun Hükmü. 31

Suyu Temizleyici Olmaktan Çıkarmayan Durumlar Bahsi 34

Temiz, Fakat Temizleyici Olmayan Sular 34

Pis Sular 38

Kuyu Suları Bahsi 39

Temiz Su İle Necis Suyun Hükmü. 40

ABDEST BAHİSLERİ. 41

Abdestin Tanımı 41

Abdestin Hükmü. 41

Abdestin Şartları 43

Abdestin Farzları 45

Abdestin Farzlarına Dair Anlatılanların Özeti 50

Abdestin Sünnetleri 51

Abdestin Sünnet Ve Mendublarının Sayımı 52

Abdestin Mendub Ve Müstehabları 57

Abdestin Mekruhları 59

Abdesti Bozan Şeyler 60

İSTİNCÂ BAHSİ. 66

İstincâ'nın Tanımı: 66

Hükmü: 67

Kazây-ı Hacetin Âdabı 68

İstincâ Ve İsticmarın Sıhhat Şartları 71

ÖZÜRLÜ KİMSELERİN TEMİZLENMELERİ. 73

GUSÜL BAHSİ. 75

Gusül'ün Tanımı 75

Guslü Gerekli Kılan Haller 75

Guslün Şartları 78

Guslün Farzları 78

Guslün İttifaklı Ve İhtilaflı Farzlarının Özeti 81

Guslün Sünnet, Mendub Ve Mekruhları 81

Guslün Sünnet Ve Mendub Olduğu Yerler 83

Cünüb Kişinin Yapması Haram Olan İşler 85

HAYIZ VE NİFAS. 87

Hayız'ın Tanımı 87

Hayzın Müddeti 89

Hayızdan Temizliğin Müddeti 90

İstihâze Bahsi 91

Nifas Bahsi 92

Hayızlı Veya Nifaslı Kadının Yapamayacağı İşler 93

MESTLER ÜZERİNE MESHETME.. 94

Üzerine Meshedilmesi Sahih Olan Mestin Tanımı 95

Mestler Üzerine Meshetmenin Delîli 95

Mestler Üzerine Meshetmenin Şartları 96

Meshedilmesi Farz Olan Miktar 99

Mest Üzerine Mest Ve Ayakkabı Giyme. 99

Sünnet Olan Meshin Keyfiyeti 100

Meshin Müddeti 100

Meshin Mekruhları 101

Meshi Bozan Şeyler 101

TEYEMMÜM BAHSİ. 102

Tanımı Ve Delili 102

Teyemmümün Kısımları 104

TEYEMMÜM... 104

Teyemmümüm Şartları 104

Teyemmümü Meşru Kılan Sebebler 106

Teyemmümün Rükünleri 109

Teyemmümün Sünnetleri 113

Teyemmümün Mendubları 114

Teyemmümün Mekruhları 115

Teyemmümü Bozan Şeyler 115

Hem Abdest Almaktan Hem de Teyemmüm Etmekten Âciz Olan Kimse. 116

CEBİRE BAHSİ. 116

Cebire Üzerine Meshetmenin Şartları 117

Cebire Meshini Bozan Şeyler 118

Cebire Üzerine Mesh Edenin Namazı 118

NAMAZ.. 119

KİTABÜ'S-SALÂT (NAMAZ BÖLÜMÜ) 119

Namazın Farz Oluşunun Hikmeti 119

Namazın Tanımı 121

Namazın Nevileri 122

Namazın Şartları 122

Namazın Farz Oluşunun Delîli Ve Farz Namazların Sayısı 124

Farz Namazların Vakitleri 125

Namaz Vakitleri Ne İle Tayin Edilir?. 126

Öğle Namazının Vakti 127

İkindi Namazının Vakti 127

Akşam Namazının Vakti 127

Yatsı Namazının Vakti 128

Sabah Namazının Vakti 128

Namazları Vakitleri İçinde Acelece Kılmak (Namaz Kılınması Caiz Olmayan Vakitler) 128

Namazda Setr-i Avret 131

Namaz Dışında Setr-i Avret 133

KIBLEYE YÖNELMEK (İSTİKBÂL-İ KIBLE) 135

Kıbleye Yönelmenin Şart Oluşunun Delili 136

Kıblenin Ne İle Bilineceği Bahsi 136

Güneş Veya Kutub Yıldızıyla Kıble Nasıl Bulunur?. 140

Kıbleye Yönelmenin Vücûb Şartları 141

Kabe İçinde Kılınan Namaz. 141

Gemide Ve Hayvan Üzerinde Kılınan Farz Namaz. 142

NAMAZIN FARZLARI. 143

Farz Ve Rükn'ün Anlamı: 143

Farz'ın Tanımı: 143

Namazın Farzlarının Sayılması 143

NAMAZIN FARZLARININ İZAHI. 145

1. Niyet 145

Farz Namazda Niyetin Hükmü: 146

Farz Namazlarda Niyetin Keyfiyeti: 146

Niyetin Dil İle İkrârı: 148

Edâ Olarak Kılınan Namazla Kaza Olarak Kılınan Namazın Niyeti Ve Niyette Rek'atları Söylemenin Hükmü: 148

Nafile Namaz Niyetinin Hükmü Ve Keyfiyeti: 148

Namaz Niyetinin Vakti: 149

İmamın Ve İmama Uyan Kişinin Niyeti: 150

2. İftitah Tekbiri 151

İftitah Tekbirinin Farz Oluş Delili: 151

İftitah Tekbirinin Şekli: 152

Îftitah Tekbirinin Şartları: 152

3. Kıyam... 156

4- Fâtiha'nın Okunması 157

5- Rüku. 159

6- Secde. 159

7. Rukudan Kalkmak. 160

8. Secdeden Kalkmak. 161

9. İtidal 161

10. Tum'anînet 161

11- Son Ka'de. 161

12- Son Teşehhüd. 162

13. Selam... 162

14. Rükünler Arası Sıraya Uymak. 163

15. İki Secde Arasında Oturma. 163

Namazın Vâcibleri 164

Namazın Sünnetleri 165

Namazın Sünnetlerinin Topluca Sayımı 165

Namazın Bazı Sünnetlerinin İzahı 171

Namazın Mendubları 182

Namazda Ön Tarafa Sütre Koymak. 183

Namaz Kılanın Önünden Geçmek. 185

Namazın Mekruhları 186

Namazın Mekruhlarının Toplu Sayımı 189

Mescidlerde Yapılması Mekruh Olan Ve Olmayan Davranışlar 193

Namazı Bozan Şeyler 198

Namazda Kadınların Hiza Tutması 202

Namazı Bozan Şeylerin İzahı 202

a) Namazla İlgisi Olmayan Bir Şey Konuşmak: 202

b) Namazla İlgisi Olmayan Bir Sözü Unutarak Veya Bilmeyerek Söylemek: 203

c) Namazı Düzeltmek İçin Kasden Konuşmak: 203

d) Âmâ'yı Tehlikeden Kurtarmak İçin Konuşmak Ve Yanılarak Konuşmak: 204

e) Boğazı Temizlemek: 204

f) Namazda İnleyip Ağlamak: 204

g) Namazla İlgisi Olmayan Sözlere Benzer Duaları Okumak: 205

h) İmama Uyan Kişinin Bir Başka İmamın Hatasını Açması: 205

ı) İmama Doğruyu Göstermek İçin Namazda “Sübhânallah” Demek: 206

i) Namazdaki Kişinin, Aksırana Hayır Duada Bulunması: 207

j) Namaz Kılan Kişinin Selâm Alması: 207

k) Namazda Öksürüp Esnemek: 208

l) Namaz Cinsinden Olmayan Fazla Hareket: 208

m) Namazda Kıble'den Dönmek Ve Yeyip İçmek: 209

n) Namazda Abdest Bozucu Bir Durumun Meydana Gelmesi: 209

o) İmama Uyan Kişinin Namazın Rükünlerinden Birini İmamdan Önce Yapması: 210

ö) İkindi Namazını Kılmakta Olan Birinin Öğle Namazını Kılmadığını Hatırlaması: 210

p) İnsanın Namazda Kur'an-ı Kerîm Öğrenmesi: 211

r) Namazı Tamamlamadan Önce Kasten Selâm Vermek: 211

EZAN VE İKÂMET.. 211

Ezân'ın Tanımı 211

Namaz Ezân'ın Meşru Kılınışı 211

Ezanın Lâfızları 212

Ezân'daki  Şehâdet Cümlelerinin İade  Edilmesi  (Tercî) 212

Ezan'ın Hükmü. 213

Ezân'ın Şartları 213

Müezzinliğin Şartları 214

Namaz Ezanın  Mendub Ve Sünnetleri 215

Ezana Karşılık Vermek. 216

Kaza Namazları İçin Ezan Okumak. 217

Ezanda Teressül 217

Ezanın Mekruhları 217

Ezan Okurken Konuşmak. 218

Ezanda Tegannî 218

İkamet 219

İkâmetin Şartları 220

Cemaatle Kılınan  Namazlarda Kamette Ayağa Kalkmanın Zamanı 220

İkametin Sünnet Ve Mendupları 220

Ezan Ve İkametin Arasına Fasıla Koymak. 221

Ezan Ve Benzeri Şeyler İçin Ücret Almak. 221

Yeni Doğan Çocuğun Kulağına Ezan Okumak. 221

Ezandan Sonra Salat Okumak Geceleri Ezandan Önce Tesbihte Bulunmak. 221

Nafile Namaz Bahisleri 222

Namazdan Sonra Yapılacak Zikirler Ve Namazın Tamamlanması 224

Nafilenin  Cemaatle Farz Namaz Kılınan Yerde Kılınması 225

Kuşluk Namazı 226

Tahiyyet'ül-Mescid Namazı 226

Abdestten Sonra, Yolculuğa Çıkarken Ve Döndükten Sonra İki Rek'at Namaz Kılmak. 227

Teheccüd Ve İstihare Namazları 228

Hacet Namazı 228

Vitir Namazı 228

Teravih Namazı 231

Teravihin Mendubları 232

Hatim'le Teravih Ve Teravihe Niyet 233


DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLÂM FIKHI- I

 

Sunuş

 

Tefsir, hadis, fıkıh ve tarih gibi İslâm ilimlerinin ana konularına dair pek çok eserin orijinallerini yayınladık.

Ülkemizde şimdiye kadar neşredilen tefsirlerin en genişi, en kapsamlısı olduğu gibi, ansiklopedik özelliği ile de bu alanda ayrıcalıklı bir yer tutan 16 ciltlik “Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri”nin neşrini gerçekleştirdik. Bugün ise sahasında büyük bir boşluğu dolduracağına inandığımız “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı”nı siz okuyucularımıza sunmanın sevinci içindeyiz.

“Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı” Abdurrahman Cezîrî başkanlığında seçkin Mısır ulemâsından oluşan bir komisyonun uzun ve titiz çalışmasının ürünüdür. Kitap temizlik, namaz, oruç ve hac gibi ibadet konularından baş­ka hayatın hemen hemen bütün alanlarında karşılaştığımız problemlere, eh­lisünnet mezheplerinin Kur'ân, sünnet, icma ve kıyasa dayanan İslâmi çözümlerini toplamaktadır.

Kitapta her fıkhî mesele özel bir başlık altında ele alınmakta, konu ge­nel hatlarıyla açıklandıktan sonra, önce dört büyük mezhebin müşterek çö­zümlerine yer verilmekte, sonra da aynı bahis her mezhebe göre geniş ve herkesin anlayabileceği şekilde sade bir dille izah edilmektedir.

“Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı”, halen Ahlat müftüsü olan Mehmet Keskin tarafından dilimize kazandırıldı. Tercümede sade bir dil kullanıldı. Türkçeye tercümesi mümkün olmayan deyimler dışında günümüz Türkçesinde kullanılıp kolayca anlaşılan kelimelerin seçimine özen gösterildi. Ter­cüme edilmesi mümkün olmayan deyimler için kitabın sonuna bir lügatçe eklendi. Eserde delil olarak kullanılan âyet ve hadislerin asıl metinleri ko­nuldu. Kaynaklardaki yerleri de ayrı ayrı gösterildi. Kitabın kolay okuna­bilmesi için en uygun harf karakterlerini tercih ettik, baskı hususunda gerekli itinayı göstererek okuyucunun yorulmadan uzun zaman mütalâ etmesini sağ­ladık.                                                         

Kitaptan istifadeyi kolaylaştırmak için konuların genel alfabetik fihris­ti kitabın sonuna ilave edildi, isimler, deyimler indeksi konuldu.

Burada “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı'nın Türkçeye kazandırılma­sında yılmadan çalışan mütercim Mehmet Keskin'e, tercümeyi baştan sona gözden geçirerek redaksiyonunu yapan Yüksel Kanar'a teşekkür eder, kita­bın hayırlara vesile olmasını dilerim.

                                                                                                                                                                 Şaban Kurt [1]

 

Mütercim'in Önsözü

 

Allahü Teâlâ'nın engin lütuf ve keremiyle, dört büyük mezheb İmamı­nın fıkhını tam bir vukûfiyetle ve sistematik bir biçimde ele alıp açıklayan “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı” adlı bu kitabı dilimize aktarmış olmanın sevinç ve bahtiyarlığı içindeyim.

Bu eser 1922'de Mısır Vakıflar Bakanlığı tarafından, özellikle camiler­de ders kitabı olarak okutulmak üzere Ezher Üniversitesi'nde oluşturulan bir komisyona havale edilerek hazırlattırıldı.

Kitabın ibadet bölümünü ihtiva eden ilk cildi 1928 yılında basıldı. Bir miktarı camilere ve kütüphanelere dağıtılan eser çok büyük ilgi gördü. Kısa zamanda tükendi.

Vakıflar Bakanlığı, ilim çevrelerinden gelen yapıcı eleştirileri de dikka­te alarak eserin yeniden gözden geçirilmesine karar verdi. Hanefî âlimlerin­den Abdurrahman Cezîrî başkanlığında yeniden ilmî bir komisyon kuruldu. Bu komisyonda Mâlikî ulemâsından Şeyh Muhammed Semâlutî ve Şeyh Muhammed Abdülfettah İnânî, Hanefî ulemâsından Şeyh Muhammed Biblâvî, Hanbelî ulemâsından Şeyh Muhammed Sebî ve Şeyh Ebû Tâlib Haseneyn, Şafiî ulemâsından Şeyh Muhammed el-Bâhî vardı. Abdurrahman Cezîrî'nin son şeklini vererek kurula arz ettiği bu yeni eser onaylandı, 1931 yılında ye­niden basıldı.

Kitabın ibadet bölümü dışındaki diğer bölümleri ise Abdurrahman Ce­zîrî tarafından hazırlandı ve komisyonun muvafakat gösterip onaylamasın­dan sonra, bu bölümler de kitabın müteakip ciltleri olarak yayınlandı.

Abdurrahman Cezîrî, esere yöneltilen eleştirileri de dikkate alarak kita­bı baştan sona, yeniden bir kez daha gözden geçirdi. Gerekli ilâve ve düzelt­meleri yaptı. Böylece son ve mükemmel biçimini alan kitap 1939 yılında bütün olarak basıldı.

İşte biz, tercümemizde bu son baskıyı esas aldık. Önemli bir fıkıh kita­bı olan bu eseri akıcı bir üslupla eksiksiz ve doğru olarak tercüme etmeye çalıştık. Her şeye rağmen çevirinin kusurları bulunabilir. Bu konuda yapıla­cak tenkitleri şükranla karşılayacağımızı ve dikkate alacağımızı belirtmek isterim.

Burada bu tercümenin yapılıp yayınlanmasını sağlayan Çağrı Yayınları sahibi Sayın Şaban Kurt'a teşekkürü bir borç bilirim.

                                                                                                                                           Mehmet Keskin, (Müftü)[2]

 

 

 

 

 

 

 

 

FIKIH İLMİ VE MEZHEBLER

 

İslâm Hukuku ilminin özel adı olan “Fıkıh” lügatte bilmek, anlamak, şuurlu olarak idrak etmek, bir şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı bir şeyin hakikatine nüfuz edebilmek, kendisine hüküm taalluk eden gizli bir mânâyı kavrayabilmek gibi anlamları ifade eder.

Fıkıh'ın ıstılahtaki anlamı ise: “İnsanın amel yönünden lehine ve aley­hine olan şer'î hükümleri bilmesi” demektir. Diğer bir tarife göre de: “Uy­gulamaya, yani ibâdet, kulluk ve muamelâta ilişkin şer'î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek”ten ibarettir. İşte bu hükümleri böylece bilen kişiye de “Fakın” adı verilir.

Öyleyse “Fıkıh İlmi”, amellere ilişkin şer'î hükümleri ayrıntılı delille­riyle bildiren ilimdir. Tarifinden de anlaşılacağı üzere bu ilim, dinî, siyâsî ve medenî hayatın bütün hususlarını en geniş bir biçimde içine almakta olup, hem ibâdetlerde, hem de aile, miras, emval ve ukûd gibi sosyal hayat münâ­sebetleri gereği olan bütün uygulamalarda (muamelât) yapılacak veya sakı­nılacak cihetlere dâir hükümleri içerir. Bundan başka ceza hükümleriyle muhakeme usullerine ve nihayet devletin idaresi ve teşkilâtıyla, savaş huku­kuna taallûk eden hükümler de fıkhın kapsamı içindedir.

Bütün bu konulardaki şer'î hükümlerin çıkarılması için elimizde dört asıl kaynak vardır. Çıkarılacak bütün kazâî hükümlerin, şer'an muteber ola­bilmeleri için, mutlaka bunlara dayanmaları gerekir. Fıkıh usûlünün pren­siplerini teşkil eden bu dört asıl kaynak şunlardır:

1- Kitâb

2- Sünnet

3- Kıyâs

4- İcmâ

Buradaki “Kitâb”tan kasıt, son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.) e Allahü Teâlâ tarafından Cebrail vâsıtasıyle vahyedilmiş olan Kur'an-i Kerim'dir.

“Sünnet”, Rasûlü Ekrem (s.a.s.) efendimizin söz, davranış ve uygula­malarının toplamını ifade eder.

“Kıyâs”, bir şeyde sabit olan hükmün benzerini, o hükmün içtihadı se­bebini taşıması cihetiyle, diğer bir şeyde de bir rey ve ictihad neticesi olarak ortaya koymaktır.

“İcmâ” ise, bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin şer'î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Bir aklî hüküm veya bilinmesi yalnız sarih nak­le dayalı olan şeyler hakkındaki ittifaka icmâ adı verilmez. Âlemin sonra­dan yaratılmış olmasına, kıyametin vukuuna ait ittifaklar gibi. Çünkü bunlar zaten Kur'an'da açıkça belirtilmektedir. Aynı zamanda avamın bir konu hak­kındaki ittifakları da icmâ sayılmaz.

Şer'î hükümlerin ilk tebliğcisi şüphesiz ki Rasûlü Ekrem (s.a.s.) dir. O, îlâhî vahye mazhar seçkin bir insan olması dolayısıyle bütün dinî hükümlere tam anlamıyla vâkıftı. Onun ulvî huzurundan feyz alan ashab-ı güzin de şer'î delillerin ve hükümlerin bütün inceliklerini biliyorlardı. Çünkü ortaya çıkan her türlü meseleyi kendisine soruyor ve cevabını da en tatmin edici bir şekil­de alıyorlardı. Ashab-ı Kiram'a yetişip “tabiîn” unvanını alan birçok bü­yük insan da, Peygamber efendimize yakın bir zamanda dünyaya gelmiş olduklarından İslâm'ın bütün hükümlerine mükemmel bir şekilde âşinâ bu­lunuyorlardı.

Tabiînin son zamanlarına doğru İslâm dünyası genişlemeye başlamış, çeşitli ırklara mensup birçok kavimler İslâmiyetle şereflenmişlerdi. İslâm top­raklarının genişlemesi, müslümanların çoğalması ve zamanın ilerlemesiyle sos­yal hadiseler günden güne artıyor, çeşitli cereyanlar ortaya çıkıyor ve birçok meseleler çözüme ve açıklamaya muhtaç bulunuyordu. İşte bu durum karşı­sında İslâm bilginlerinin olağanüstü derecedeki çalışmaları başladı, birçok ilimler tedvin edildi. İlk olarak hadîs, fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimleri metodlu bir şekilde kurularak bu konuda her biri kendine has özellikler taşıyan ve birer hukuk okulu olan fıkhî mezhebler ortaya çıktı.

“Mezheb” kelimesi lügatte, gidilecek yol veya yer anlamına gelir. Istı­lahta ise “İmamların seçtikleri meslek, yol ve sistem”, demektir. Elinizdeki kitabın konusuyla ilgili olan fıkhî mezhebler tebe-i tabiîn devrinden itibaren ortaya çıkmışlardır. Hanefi, Şafiî, Hanbelî ve Malikî mezhebleri ise bunlar arasında en yaygın ve bağlıları en fazla olan mezheblerdir. Okuyucunun bu dört mezheb hakkında fikri olsun diye bu mezheb ve onların İmamları hak­kında genel bilgiler verildi.[3]

 

İMAM AZAM EBÛ HANÎFE

 

Asıl adı Numan b. Sabit olan ve İmam Azam lakabıyla tanınan Ebû Hanîfe, Hicrî 80 (Milâdî 699) yılında Kûfe'de doğdu. Önce burada Kur'an'ı hıfzetti. Arapçanın o zaman henüz kurulmakta olan sarf ve nahvi ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak'ın en büyük üstadlarından hadîs ve fıkıh dersleri aldı. O zamanlar Küfe ve Basra'da çok ilerlemiş olan cedel ile İslâm'ın dinî felsefesi olan kelâm'ı öğrendi. Kaynaklar onun mantıkta ve hazır cevaplılıkta doğuştan üstün bir yeteneğe sahip olduğunu be­lirtmektedir. Kûfe'nin en ileri gelen İmamlarından Ebû Amr Âmir Şa'bî ile yakın münasebeti vardı. Hatta ilim yoluna girişinde bu zatın büyük etkisi olduğu anlaşılıyor. Yine kaynaklara göre, 16 yaşındayken babasıyla birlikte Hicaz'da bulunmuş ve 714 yılında, Mekke'de, Kabe'nin hareminde râvilerin ders halkalarında hadîsler dinlemiştir. Ebû Hanîfe bu seyahatinde Ata b. Ebî Rebah ve Nâfi gibi tabiînden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadisler dinlemiştir. Ayrıca onun Irak'ta iken tabiînden 93 zat ile görüştüğü rivayet edilmektedir ki, bu durum Ebû Hanîfe'nin tabiînin küçüklerinden ve tebe-i tabiînin büyüklerinden olduğunu göstermektedir.

Ebû Hanîfe, bütün bu tahsili sırasında, bir yandan da ticâret hayatına girmiş bulunuyordu. Bu âlim-tüccarın, Hind, İran ve Arap Yarımadasının ticaret yollarının birleştiği ve aynı zamanda kelâmî münâkaşaların kaynaştı­ğı Basra'ya 20 defadan fazla gidip geldiği söylenir. Artık olgunlaşmış bir genç olan Ebû Hanîfe, Basra'da ticâret işlerini yürütürken buradaki çeşitli ilmî ve fikrî gruplarla da temasa geçmişti. Bunlar arasında Haricîler, Şia, Kade­riye ve Dehriye mezheblerinin İmam ve müdafileri de vardı. Bunların en bü­yükleriyle tartışmalara ve sohbetlere girdiği ve böylece kelâm ve cedel'de epeyce ilerlediği bilinmektedir. Bütün bunlardan sonra nasslarda görülen, Hz. peygamber (s.a.s.) ve sahabelerinden anane yoluyla gelen ve başlıca cumhur-u ulemâ inanç asıllarının şekillendirilerek vecizeler halinde ifadeleri ve bunların Kur'an ve Hadîs sınırları içerisindeki akıl ve mantığın da yardı­mıyla savunulmaları hususunda büyük başarılar elde ettiği muhakkaktır.

Ebû Hanîfe, İslâm dünyasında yaklaşık bir yüzyıl içinde gelişmiş olan bilgilen elde etmekle birlikte, kendisi için bunları yeterli görmüyordu. Onun düşüncesine göre; bütün bunlar ancak hazırlık mahiyetindeki bilgilerden ibaretti. Bu bilgilerin de yardımıyla din ve dünya işlerinin düzenlenmesine ya­rayacak olan “fıkh”ı elde etmek gerekiyordu. O dönemde Fıkıh İlmi, genişçe ve daha genel bir çerçeve içinde olsa da, ayrı bir ihtisas bölümü olmak üzere yeni kurulmaya başlamıştı. Bu konuyla daha çok İslâm dünyasının müftüle­ri ve hâkimleri uğraşmaktaydı. Nihayet Ebû Hanîfe, fıkhı yeniden kurma konusundaki kararını verdi. Bu sırada yaşı yirminin üstünde bulunuyordu. Irak'ın en ileri gelen fakîhi Hammad b. Ebî Süleyman'ın Küfe camiindeki derslerine devam etti. Aynı zamanda oranın başka âlim ve fakîh muhaddislerinden ders dinledi. İmam Azâm'ın, İmam Cafer es-Sâdık ile, Hz. Ömer, Hz.AIi, İbn Mes'ud ve İbn Abbas kollarına mensup bilginlerden ve bunlara ilâveten daha 4000'e yakın din bilgininden hadîs dinlediği de rivayet edil­mektedir. Ebû Hanîfe, Hammad’ın da en gözde öğrencisiydi. Hocası bulun­madığı zaman onun yerine vekâlet ederdi. Onun derslerine yaklaşık olarak 10 yıl devam ettikten sonra, bir ara ayrı bir tedris halkası kurmayı düşün­müş, fakat hocasına yaptığı iki aylık vekilliği zamanında verdiği 60 fetva­dan yirmisinin hocası tarafından düzeltildiğini görerek, Hammad'ın vefatına kadar onun ders halkasından ayrılmamıştır.

Hammad b. Süleyman'ın Hicrî 120 yılında ölümü üzerine, yaşı kırk do­laylarında olan Ebû Hanîfe, hocasının diğer ileri gelen öğrencilerinin ve ar­kadaşlarının ısrarlı ricaları üzerine, hocasından boşalan kürsüye geçmiş ve dersleri devam ettirmeye başlamıştır. Zaten Ebû Hanîfe, öteden beri yüksek vekarı, samimiyeti ve ciddiyetiyle kendisini çevresine kabul ettirmişti. Aynı zamanda o, resmî görevlerden ve devlet kapısından uzak kalmaya da azmet­mişti. Derin takvasından başka, fıkıhtaki ilham ve sezgi derecesini bulan kav­rayışlı bilgisini tatlı ve güler yüzlü bir şekilde, vecizelerle süsleyerek anlatma hususundaki müstesna yeteneği sayesinde kısa zamanda ders halkası dolup taşmaya başladı. İslâm dünyasının hemen her yerinden akın akın gelen öğ­renciler ve aynı zamanda halktan dinleyicilerle ders kürsüsü sımsıkı sarıldı. Bazı aralıklarla 30 yıl kadar süren ders ve fetva halkalarında yetişen öğren­cilerin sayısının 4000'i aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının ictihad derece­sine ulaştığı bilinmektedir. Halkasında yetişen öğrencilerinin adlan, künyeleri ve şehirlerini gösteren kitaplar yazılmıştır. Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensarî Zufer b. el-Huzeyl el-Ensâri, Dâvud et-Tâî, Esed b. Amr, Afiyet b. Yezid el-Avdî, Hasan b. Ziyâd, Kasım b. Maan, Ali b. Mushir, Mindel b. Ali, Hibban b. Ali ve Muhammed b. Hasan el-Şeybânî gibi büyük âlim ve müctehidler İmamın halkasında yetişenlerin en büyüklerindendir.

Ebû Hanîfe'nin tedris ve fetva verme hususunda izlediği yol, başka bil­ginlerin yolundan farklıydı. Onun halkasında iki türlü müzâkere yapılırdı:

1- Öğrenci için izlenen muntazam fıkıh dersleri.

2- Dışardan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular.

Ebû Hanîfe, ele alınacak konuyu ortaya koyar ve mesele açık bir şekil­de, tartışmalı olarak müzâkere edilirdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olanlar ve ictihad derecesine yükselenler, düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra sıra Ebû Hanîfe'ye gelirdi. İmam, meseleyi yeniden tasvir ve izah ileten sonra kendi düşünce ve ictihadlarını delilleriyle ortaya koyar ve ge­rekli düzeltmeler yapılarak cevaplar verildikten sonra, alınan karar, çoğunlukla delillerinden tecrit edilerek, son derece veciz cümlelerle bizzat kendisi tarafından yazıya geçirilirdi. Bu yazılı vecizeler daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir.

İmam Azam, müzâkeresini yeterli görmediği ve olgunlaştığına kanaat getirmediği meselelerin yazı ile tesbitini yasaklardı. Ebû Hanîfe'nin bu ılım halkaları, başta kendilerinin, sonra da arkadaşlarının fıkhî nezâret ve salahiyetleri altında çalışan ilmî bir istişare meclisi niteliğindeydi. İşte böylece İslâm dininin amellerle ilgili bütün talimi yeni baştan gözden geçirilerek in­celenmiştir. İbadetlerden başka aile hukuku, muamelât, hudut, ukûbat, sulh ve cihad hükümleri, miras ve benzeri konuları içeren ve daha sonra kendisi­nin öğrencisi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından tedvin edi­lip Zahir el-Rivâyât adıyla anılan büyük teliflerin metinleri bu halkalarda karara bağlanmış ve tesbit edilmiş olan konulardır. Rivayete göre İmam'ın huzurundaki ders halkalarında karara bağlanan meselelerin sayısı yarım mil­yonu bulmaktadır.

Ebû Hanîfe, bir taraftan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplardan mey­dana gelen hükümleri öğrencilerine öğretirken, bir taraftan da yeni olaylara ait hükümleri araştırırdı. Bunun yanında aynı türden olan geleceğe ait bir takım olayların meydana çıkması da mümkün olduğu için, bunlara ait farazî meseleler de Ebû Hanîfe'nin meşgul olduğu konular arasındaydı. İşte böy­lece yeni bir ictihad kapısından fıkhın külli kaidelerine doğru yürümek için geniş bir yol açılmış bulunuyordu. İmama göre geçmiş, bazı şartlara bağlı olarak bugün (hâl) için örnek teşkil ettiği gibi, gelecek için de örnek olabilir­di. Öyleyse gelecekte çıkması mümkün olan meseleler için cevaplar arayıp bulmakta bir mahzur yoktu; hatta bu zorunluydu. İşte bu surette fıkıh, geç­miş ile hâlin dar çerçevelerini aşarak geleceğe girmiş ve bu yolda geçmiş ve hâlin somut meselelerinden sonsuz geleceğin ideal fıkıh düşüncesine doğru geçilmiş oluyordu. Nitekim böylece Ebû Hanîfe'nin halkasında bulunan fii­lî ve teorik hükümler belki yüz binleri geçiyordu. Artık bu kadar çok sayıda­ki hükümlerin bir zapt ve rapt altına alınması şart olmuştu. Her gün hacmi artmakta olan meselelerin bazılarının aynı cins ve neviden oldukları görüle­rek, ona göre tasnif edilebileceği meydana çıkmış oluyordu. Bu suretle fıkıh meseleleri cinslerine göre kitaplara, kitaplar da nevilerine göre bab ve fasıl­lara ayrılıyor ve başta taharet olmak üzere ibadetler, münâkehat, muame­lat, hudut, ukûbât konularıyla devam ediyor ve nihayet miras kitapları olmak üzere sıralanarak fıkıh'ın tedvini Ebû Hanîfe'ye nasip oluyordu.

Fikıh'ı, “insanın leh ve aleyhinde olan, yani iyi veya kötü olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eden Ebû Hanîfe, bu konuda önce Kur'an ve Hadisten ibaret olan nass'lara başvurur, sonra bu nasslarda hakkında kesin hü­küm bulunmayan meselelerde, yine nassın şümul ve gölgesinde kıyâs'a ve ümmetin icmâına bakardı. Sünnet'in Hz. Muhammed (s.a.s.) e dayanması­nı tayin hususunda, İmam Azâm'ın kendisine göre, esaslarını üstadlarından aldığı ve Usûl-i Fıkıh'ta ayrıntılı olarak bildirilen özel metodları vardı. Bu metoda göre her an'ane bir sünnet olmayabilirdi. Bundan dolayı İslâm'ın esaslarına ve asıllarına uymayan “haber-i vâhid”leri reddederdi. Doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet'e bağlanamayan meseleler hakkında, iyi ve kötü­nün, yani mâruf ve münkerin tanınmasında ashabın ihtilâfı görülürse, bun­lar arasında kendi görüşüne uygun olan birini tercih eder, fakat kesin olarak bunların sınırları dışına çıkmazdı. Çünkü Peygamber efendimizin sahabele­rinden birine dayanan fetva ve hükümler, ya onların kendi ictihad ve görüş­leri yahut da Hz. Peygamber (s.a.s.) e dayanan mürsel bir sünnettir. İmama göre, ashabın mürselleri, başkalarının müsnetlerinden daha kuvvetli sayılır­dı ve mutlaka bunlardan herhangi birine uymak gerekirdi.

İmam Azam Ebû Hanîfe, bütün ehl-i sünnet tarafından saygı gören dört büyük müctehid mezheb İmamının birincisidir. Gerek kıdem ve gerekse mez­hebindeki genişlik ve büyüklük bakımından, kendisine verilen “İmam Azam” unvanına hakikaten lâyık olduğunu göstermiştir. Aslında İslâmiyetin ilk fe­yizli çağlarında müslümanlar arasından birçok büyük müctehidler çıkmış­tır. Fakat onların ictihadlan ve ictihad metodları hakkıyla zabt edilememiş, kendilerine tabi olanlar da bu dünyadan göçünce mezhebleri devam edeme­miştir, İmam Azam ise, yukarıda anlattığımız metodlarla, mezhebinin kalı­cı olmasını sağlayacak çok büyük bir yol geliştirmiş ve dolayısıyla da mezhebi devam edegelmiştir.

İmam Ebû Hanîfe'nin hayatı ve yaşayışı hakkında yüzlerce kitap yazıl­mıştır. Onun nezih hayatı, zühd ve takvası, yüksek ahlâkı, üstün ilim ve ze­kâsı herkes tarafından bilinmekte ve teslim edilmektedir. Bu husustaki bazı olayları okuyucularımıza sunmakta fayda görüyoruz:

Harun el-Reşid, İmam Eû Yusuf'tan İmam Azâm'ın ahlâkını anlatma­sını istemesi üzerine İmam Ebû Yusuf: “Hiçbir söz söylemez ki, yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabt eden (bir melek) hazır bulunmasın”[4] aye­tini okuduktan ve her söz söyleyenin söylediği şeyi Allah'ın bildiğini belirt­tikten sonra şöyle dedi: “İmam Azam, Allahü Teâlâ'nin haram kıldığı şeylerin yapılmasını şiddetle engellemeye çalışırdı. Din hakkında bilmediği bir şeyi söylemekten şiddetle kaçınırdı. O, daima Hakk'a itaat olunmasını isterdi. Çokça sükût eder, daima tefekküre dalar ve ilim sahibi olmak için çalışırdı. istenildiği takdirde ilmini ve malını ziyadesiyle harcamaktan çekinmezdi. Hiç­bir kimseyi hayırdan başka bir şeyle anmazdı.”

Zehebî'nin “Tezkiretü'l-Huffâz” adlı kitabında şu satırlar yer alır: 'İmam Azam, gerçek bir önder, müteverrî, âlim, müteabbid, büyük şan sa­hibi bir zattı. Sultanın atıyyelerini kabul etmez, bizzat kendisi ticâretle uğraşıp kazanırdı.”

İmam Azam gerçekten de son derece müteverri idi. Belki bir hükümde kusur ederim diye kadılığı kabul etmemişti. Aslında seleften birçok kişi de kaza mevkiinde bulunmaktan kaçınmışlardı. Çünkü gerçekten de, insanlar arasında adaleti hakkıyla temin oldukça güç ve manevî sorumluluğu gerek­tiren bir görevdi. İmam Azam ise, aynı zamanda büyük bir müctehid idi ve bütün zamanını ictihad için harcıyor, yüzlerce öğrenci yetiştiriyordu. Böyle bir görev üstlenmiş bir insan kaza işleriyle bağlanarak ilim ve ictihad alanın­daki çalışmasını kısmen de olsa sekteye uğratamazdı. Buna rağmen hem Emevîler ve hem de Abbasîler tarafından göreve zorlanmıştı. Acaba bunun sebepleri nelerdi? Bu konuda bazı tarihî görüşler vardır:

Bazılarına göre İmam Azam, zamanın bütün icraatına, adalet ve hak­kaniyet ölçüleri içinde bakıyor, fakat istediği şartları göremediğinden üzü­lüyordu. Bunu hisseden ve bir vehme kapılan idareciler ise İmamı hesaba çekmek ve başında bulunduğu topluluğu dağıtmak için bahane arıyor, ona kabul etmeyeceği bir görev teklif ediyor ve bundan kaçınmasını bahane ede­rek kendisine eziyette bulunuyorlardı. Hatta bazıları İmam Azâm'ın Emevîlere karşı kıyam etmek isteyen Hz. Zeynel Abidin'in oğlu Zeyd taraftarı olduğunu ve ona yardım ettiğini söylüyorlardı. Bu yüzden Emevî valisi İbn Hubeyre'nin işkencesine mâruz kalmıştı.

İmam Azâm'ın Abbasîler zamanında da Hz. Ali'nin torunlarından Mu­hammed ve İbrahim'e mütemayil olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ebû Ca­fer Mansur, bu sebeple İmam Azâm'a düşmanlıkta bulunmuştur. Ancak bu rivayetin doğru olmadığı görüşünü de savunanlar vardır. Bunlara göre Ebû Cafer Hicrî 145 yılında Bağdat şehrini kurmaya başlamış ve 149 yılında ta­mamlamıştı. Burası İslâm'ın önemli ve en büyük merkezlerinden birisi ola­caktı. Dolayısıyla bu merkezde kadı olacak kimsenin de Ebû Hanîfe gibi büyük bir müctehid olması gerekiyordu. Fakat Ebû Hanife'nin bu göreve yaklaş­maması Ebû Cafer için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim Ebû Ca­fer Mansur, Ebû Hanîfe'nin görevi kabul etmeyeceğini bile bile, onun kadı olmasında ısrar etti. Fakat bunu kabul etmeyen İmamı hapsettirip işkence yaptırdı. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkardı, fakat vetva ve dersle­rinden menetti. Ebû Hanîfe ise kısa bir süre sonra Allah'ın rahmetine ka­vuştu. (H.150/M.767)

İmam Azam Ebû Hanîfe değeri çok yüce olan bir bilgindir. Onun mey­dana getirdiği ictihad müessesesi İslâm âlemi için bir rahmet vesilesi olmuş­tur. Adı da müslümanlar arasında hayır, rahmet ve şükranla anılmakta, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde onun kurduğu mezhebe mensup milyonlarca in­san yaşamaktadır.[5]

 

İMAM ŞAFİÎ

 

Kendi adına izafeten Şafiî mezhebinin kurucusu olan İmam Şafiî'nin asıl adı Ebû Abdullah Muhammed b. İdris eş-Şâfiî el-Kuraşî'dir. Dört bü­yük mezheb İmamı arasında nesebinin Kureyş'e dayanmasıyla seçkin bir ye­re sahiptir. Büyük dedesi Safi, gençliğinde Rasûl-i Ekrem'e ulaşmıştır. Onun babası Saib de Bedir gazvesinde İslâmiyeti kabul etmiş muhterem bir sahabidir. Annesi ise, bir rivayete göre İmam Hüseyin hazretlerinin torunu Ab­dullah'ın kızı Fâtıma, diğer bir rivayete göre ise Ümmü Habibe-i Ezdiyye'dir.

Kaynakların belirttiğine göre İmam Şafiî, Hicrî 150/M.767 yılında Şam beldelerinden Gazze'de; diğer rivayetlere göre de Askalan veya Yemen'de doğmuş, yetim kalmış, daha iki yaşındayken annesi tarafından Mekke'ye götürülmüş, orada büyümüş, bir ara Medine'ye gitmiştir. 20 yaşlarında Mâlik b. Enes'ten, onun ölümüne kadar dersler almıştır. Şafiî daha sonra Yemen'de bir memuriyet aldı. Burada gizlice Zeydî İmamı Yahya b. Abdullah'a bi­at ettiği için, diğer Alevîlerle birlikte tutuklanarak Halife Harun Reşid'in yanına Rakka'ya götürüldüğü rivayet edilir. Ancak halife onu serbest bıraktı. Biri Hicrî 184 ve diğeri de 195 yıllarında olmak üzere iki defa Bağdat'a gitti ve toplam iki yıl orada kaldı. Buradan tekrar Mekke'ye geldi, iki yıl kaldık­tan sonra 199 yılında Mısır'a giderek Füstat bölgesine yerleşti.

İmam Şafiî, daha dokuz yaşındayken Kur'an-i Kerim'i hıfzetmiş, genç yaşlarda Mekke müftüsü Ebû Hâlid Müslim İbn Halid'den fıkıh dersleri al­mıştı. Biraz sonra İmam Mâlik'e ulaşarak ondan da fıkıh ve hadîs dersleri okudu. Daha sonra Irak'a giderek İmam Muhammed Şeybânî'den de fıkıh dersleri aldı ve Kitab el-Hücce gibi eserlerini burada yazdı. Bu sırada İmam Muhammed'in kitaplarını okumuş, onları istinsah ederek incelemişti. Süfyan İbn Uyeyne, Abdülaziz İbnü'l-Mâçişûn gibi bilginlerden de hadîs dersle­ri aldı.

İmam Şafiî yalnızca mevcut olan fıkıh malzemesini elden geçirmekle kal­mamış, fıkıh ilminin temellerini ve usullerini de araştırmıştır. İmam Şafiî bu yüzden Usûl-i Fıkh'ın kurucusu olarak kabul edilmektedir.

İmam Şafiî, çok genç yaşlardayken arap diline, şiir ve tarihine büyük bir vukûfiyet kazanmıştı. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla anlamak ve ahkâmına güç yetirebilmek konusunda eşi az bulunur bir müctehiddi. Dolayısıyla İmam Şafiî kuvvetli bir müfessirdi. Bu büyük İmamın Kur'an âyet­lerinden ne kadar büyük bir itina ile ahkâmlar çıkarmış olduğuna “Kitâbü'1-Ümm” adlı kitabı tanıklık etmektedir.

İmam Şafiî, aynı zamanda büyük bir muhaddisti. Daha yirmi yaşınday­ken İmam Mâlik'in “Muvattâ”sını bütünüyle ezberlemiş, o büyük müctehidin huzuruna girince, kitabını baştan sona kadar ezberinden okumuş, gerek hıfzındaki kuvvet ve gerekse dilindeki fesahat ve talâkatle İmam Mâlik'in takdir ve teveccühlerini kazanmıştı. O, birçok muhaddislerle bir arada bu­lunmuş, özellikle bir bakıma öğrencisi ve bir bakıma da hocası olan İmam Ahmed İbn Hanbel ile hadîs-i şerif müzâkerelerinde bulunmuştur. Fakat za­manının büyük kısmını tedrise ve içtihada hasretmiş olduğu için, hadîs-i şe­riflere ait mahfûzâtı, başka bir kısım muhaddisler derecesinde olamamıştır. Hadislerin râvilerine ve kuvvet derecelerine hakkıyla vakıftı ve rivayetlerin­de bazı eksiklikler buludan hadisleri kullanmaktan şiddetle kaçınırdı.

İmam Ahmed b, Hanbel'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: “Ben baba­ma Şafiî'nin nasıl bir insan olduğunu sordum. Çünkü ona çok dua ediyor­du. Babam dedi ki: Şafiî dünya için güneş ve insanlar için sağlık mesabesindedir. Bak, hiç bunların yerine geçecek bir şey var mıdır?”

İmam Şafiî hazretleri ictihadlarında Kur'an-ı Kerim'e, Hz. Peygambe­rin Sünnet'ine, îcmâ'a, sahabe-i kiramın sahih sözlerine ve kıyasa dayan­mıştır. Ashabın ihtilaflı sözlerini, istihsanı ve maslahat-ı mürseleyi birer delil olarak kabul etmemiştir. Şöyle ki: İmam Şafiî, fıkhî hükümleri önce Kur*an-ı Kerim'den çıkarmaya çalışırdı. Aradığı meseleyle ilgili olarak Kur'an'da bir delil bulamazsa Hadîs-i Şerife ve icmâa müracaat ederdi. Bunlarda da bir şey bulamazsa ashabı kiramın ittifak ettikleri sözlere başvururdu. Münker olmayan ve rivayetinde töhmeti gerektiren bir durum bulunmayan zayıf ha­disi ve mürsel hadîsi bile kıyastan daha üstün tutardı.

İmam Şafiî hazretleri, diğer mezheblerce kabul edilmiş olan “istihsan'ı da bir delil olarak kabul etmemiştir. Bilindiği gibi İhtihsan; hakkında nass bulunmayan meselelerde ve olaylarda zorluk ve maslahat dikkate alınarak ona göre hüküm vermekten ibarettir. Diğer mezheblerin birçok toplumsal olayın çözüme bağlanmasında bir hal çaresi olarak gördükleri istihsanı delil olarak kabul etmeyen İmam Şafiî: “îstihsan'da bulunmak isteyen, kendisinin sâri olmasını murad etmiş olur” demiştir.

İmam Şafiî'nin ictihad ettiği meseleler yeni mezheb ve eski mezheb ola­rak iki kısma ayrılmıştır. Onun Hicrî 195 yılında Bağdat'a gittiği vakit eski mezhebini neşrettiği görülür. Sonra Bağdat, Cezîre, Şam, Mısır gibi gezip dolaştığı yerlerde birçok büyük muhaddislerle karşılaşmış ve bir kısım sahih hadîsleri daha öğrenmiştir ki, bunları menfaatlerin celbi ve mefsedetlerin defi hususlarındaki bazı rey ve ictihadlarını tadil etmekte kullanarak Füstat'da yeni mezhebini neşretmiştir. Kısacası bu büyük İmam da, kendi ictihadlarına göre müstakil bir fıkhî mezheb meydana getirmiştir.

İmam Şafiî'nin başlıca eserleri şunlardır: Ahkâmü'l-Kur'an, Es-Sünen, Îhtilâfü'l-Hadîs, Er-Risâle fi'1-Usûl, EI-Mevâris, Kitâbü'1-Ümm, Müsnedü'ş-Şâfiî, Edebü'1-Kâdı, El-Eşribe, Fezâil-i Kureyş, Es-Sebku ver-Remy.

İmam Şafiî'nin mezhebi doğuda ve batıda yayılmış, milyonlarca müslüman kendisini İmam olarak kabul etmiş, hatta bilfiil ictihad gücünü ken­disinde taşıyan birçok büyük fakîhler bile onun açtığı ictihad yolunu takip etmişlerdir. Meşhur muhaddislerden Ebû Nuaym ve daha birçok kimseye göre: “Kureyş'in âlimi yeryüzünü ilimle dolduracaktır” hadîs-i şerifindeki “âlim'den muradın İmam Şâfıî olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu durum İmam Şafiî ile gerçekleşmiştir. Gerçi Kureyş'ten birçok âlim ortaya çıkmıştır, an­cak İslâm dünyasının her tarafında yaygın hale gelen bir mezhebin kurucu­su olmak şerefi İmam Şafiî'ye nasip olmuş ve yine onun yazdığı kitaplar büyük bir kabul görmüştür.

İmam Şafiî hazretleri Hicrî 204 (Milâdî: 819/820) yılında Mısır'da ve­fat etmiştir.[6]

 

İMAM MÂLİK

 

Tam adı Ebû Abdullah Mâlik b. Enes b. Ebî Âmir b. Amr b. el-Hâris b. Geymân b. Hüseyl el-Asbahî olan Mâlik b. Enes'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle bitlikte Hicrî 90 ile 97 yılları arasında doğduğu sanıl­maktadır. Ancak kaynaklar daha çok 93 (Milâdî: 712) yılında doğmuş ola­bileceği üzerinde dururlar. Medine'de dünyaya gelen İmam Mâlik b. Enes, burada büyümüş ve yetişmiştir.

Tebe-i Tabiînden olan İmam Mâlik, tabiînden birçok fukahâya yetiş­miş, gençliğinden itibaren ilim sahasına atılmış, üç yüzü tabiînden, altı yüzü de onların tabiîlerinden olmak üzere dokuz yüz şeyhten hadîs-i şerif ahzetmiştir. Bunlar arasında Yahya İbn Said, Nâfi, Zührî, Makburî, Abdullah İbn Dinar, Hişam İbn Amr, Zeyd İbn Eşlem, Rebia İbn Abdurrahman gibi zatları sayabiliriz.

İmam Mâlik hemen bütün hayatını Medine'de geçirmiştir. Bu hususta elde bulunan kronolojik kesin delil, kendisinin Hz. Ali ailesine mensup hilâ­fet müddeîsi Muhammed b. Abdullah'ın 145 yılındaki isyanına karıştırılmış olmasıdır. Daha 144 yılında, Halife Mansur, onu Mekke'deki Hassânîlere göndermiş ve hilâfet iddiası ile itham edilen Muhammed ve İbrahim b. Ab­dullah adındaki kardeşleri işletmişti. Bu kendisinin genel bir saygınlık ka­zanmış olduğunu ve hiç olmazsa siyaset bakımından hükümdara düşman olmayan bir tavır takındığını gösterir. Bir de iki kardeşin hapsedilmiş olan babaları Abdullah'tan müsadere edilen mallarla temin edilen gelirin kendi­sine verilmesi suretiyle hizmetinin bedeli ödenmişti. Vazifesi başarıyla sonuç­lanmadı ve 145 yılında Muhammed Medine'yi zabt edince, İmam Mâlik bir fetvasında, Mansur'a yaptığı biatin kendisini vicdanen herhangi bir şeye mec­bur etmediğini, çünkü bu biatin zorla alındığını ilân etti. Bunun yanında İmam Mâlik ayaklanmaya katılmadı ve evinde kalmayı tercih etti. Ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine 147 yılında Medîne valisi Cafer b. Süleyman tarafından kırbaçla dövülmek suretiyle cezalandırıldı. Bunun sonunda da omzunda bir sakatlık kaldı. Daha sonra halife onunla barışmış olmalı ki, Mehdî, Mekke'de Harem inşaatıyla ilgili olarak onun da görüşünü almıştır. 179 yılında da Halife Harun el-Reşid hac münasebetiyle gelip onu görmüştür.

İmam Mâlik Hicrî 179 yılında (Milâdî: 795/796), kısa bir hastalıktan sonra Medîne'de vefat etti. Bu sırada yaklaşık 85 yaşındaydı ve Bakî mezar­lığına defnedildi.

İmam Mâlik'in belli başlı eseri Kitâb el-Muvattâ'dır. Zeyd b. Ali'nin Kitâb el-Mecmû'u istisna edilecek olursa, bugüne kadar gelmiş olan en eski müslüman hadîs kitabıdır. Bu eserin amacı, Medîne'de ve Medîne çevresin­de yaygın bir halde bulunan sünnetçe kabul edilmiş icmaa göre, dinin kanun ve hukukunun, menâsik ve amellerinin tam bir tablosunu çizmek, sünnet ve icmâ'dan hareket ederek henüz tesbit edilmemiş olan her şey için nazarî bir kıstas vermektir. Abbasîlerin ilk dönemlerinde bile, en basit meselelerde da­hi birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu. İşte bunlar arasından “bastırı­lıp düzeltilmiş” (ki el-muvatta kelimesi de bu anlama gelmektedir) bir yol göstermekte ayrı bir pratik fayda bulunmaktaydı, İmam Mâlik bu kitabıyla Medine'de örf haline girmiş olan kanunu sistem haline getirip tedvin etmek istiyordu.

İmam Mâlik'in Muvatta'dan başka eserler yazıp yazmadığı kesin ola­rak bilinmemektedir. Çünkü bu konuda yazılan ilk kaynaklarda mesele müp­hem bir tarzda ele alınmaktadır. Ona isnat edilen eserler iki kısma ayrılır:

a) Fıkha dair eserler,

b) Muhtelif konularda yazılmış eserler.

Fıkha dair eserler arasında Abdullah b. Abdülhakem el-Mısrî tarafından nakledilmiş olan Kitab el-Sünen veya el-Sünne'den, Abdullah b. Abdülcelil tarafından rivayet edilen Kitâb el-Ezkiyâ'dan ve Hâlid b. Nezzâr ile Muhammed İbn Mutarrif tarafından rivayet edilen bir Risale fi'l-Fetva’dan söz edilmektedir. Ayrıca “Tefsir”, “Risale fi'l-Kader vel-Redd alâ’l-Kaderiyye”, “Kitâb el-Nücûm” ve “Kitâb el-Sirr” adlı kitaplarının bulunduğu da rivayet ediliyor ki, bütün bunların ona ait olduğu kesin değildir.

İmam Mâlik, yaşadığı dönem bakımından, fıkıhta kıyasın devamlı ve esas halinde olmayıp, ancak ârîzî olarak elde edilmesi istenen bir delil için kullanıldığı bir safhayı, yani İslâm'daki hukukî düşüncenin henüz bir hu­kuk ilmi haline gelmediği bir safhayı temsil eder. Mekân bakımından da o, İslâm hukukunun kesin temellerinin atıldığı Medine'nin temsilcisidir. Muvatta ile amaçladığı şey, dinî ve ahlâkî düşünceleri bütün hukukî hayata sindirmekti. Eski İslâm hukukunun özellikleri, meselelerin ortaya konulması kadar, hukukî konuların bünyesinde de açıkça görülmektedir. Medîne hal­kının ittifaklarına da büyük bir önem verilmektedir.

İmam Mâlik de, diğer mezheb İmamları gibi en başta Kur'an-ı Kerim'i, sonra Hz.Muhammed (s.a.s.) in sünnetini, icma-ı ümmet'i ve kıyası şer'î delil olarak kabul etmektedir. Bu arada dayandığı esaslar arasında Medîne halkı­nın ittifak ettikleri meseleleri, çeşitli adlar verilen başka esasları da sayabili­riz. Medînelilerin ittifak ettikleri şeyler icmâ'dan ayrı olarak bağımsız bir delil olarak kabul edilir. Çünkü onlar Rasülullah (s.a.s.) in fiil ve sözlerine başkalarından daha fazla vâkıftılar. Mâliki mezhebinde “maslahat-i mürsele”de göz önünde bulundurulur. Bu, hakkında belirli bir şer'î hüküm bu­lunmayan bazı meselelerde kendisine müracaat olunacak hususlardır. O hadise hakkında maslahatın gereklerine göre hüküm verilir. Böylece o hüküm de başıboş bırakılmamış olur. Bu delil Hanefî mezhebinin kabul ettiği “istihsan” mesabesindedir.

Mâlik b. Enes hazretleri, ehl-i sünnet arasında kabul edilen dört büyük mezhebten birinin, yani Malikî mezhebinin kurucusudur. İmam Şâfıî: “Âlim­ler anılınca, İmam Mâlik bir yıldızdır. Eğer İmam Mâlik ve İbn Uyeyne ol­masaydı Hicaz'ın ilmi söner giderdi” diyor.

Zehebî, “Tabakâtü'l-Huffâz” adlı kitabında şöyle der: “İmam Mâlik de bir takım menâkib toplamıştır ki, bunların başkalarında böyle içtima et­miş olduğunu bilmiyorum: Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin ve anlayış, pek geniş bir ilim, doğru rivayet, diyanet, adalet, sünnet-i nebeviyeye ittiba, fıkıhta, fetvada ve kaidelerin sıhhatında herkesin önünde bulunmak...”

İmam Mâlik hazretleri, Peygamber efendimize karşı çok büyük bir mu­habbet beslerdi. Medine içinde hep yaya yürür, hiçbir zaman hayvana bin­mezdi. Halbuki yeteri kadar serveti vardı. Bir gün İmam Şafiî hazretleri bunun sebebini sormuş, o da şöyle cevap vermişti: “Bir mübarek belde ki, onun toprakları içinde Nebiyyi Zîşanın muhterem cismi medfun bulunmaktadır. Ben orada nasıl olur da hayvana binebilirim.”

Aynı zamanda İmam Mâlik, Medîne-i Münevvere'ye karşı da büyük bir bağlılık gösterirdi. Hatta Harun Reşid kendisini hilâfet merkezi olan Bağ­dat'a davet edince: “Ey Mü’minlerin emiri, Rasûlü Ekrem (s.a.s.)

“Benden sonra bazı kimseler dünyayı tahsil için Medine'den çıkacaklardır. Fakat eğer bilirlerse Medine onlar için daha hayırlıdır” buyurmuştur. Diğer bir hadîs­lerinde de:

“Medîne habis olanları kendi sahasından dışarıya atar” buyur­muşlardır.

“Artık ben nasıl Medine'den dışarı çıkabilirim” cevabını vermiştir.

Harun Reşid, oğlu Emin ile Me’mun'u hadîs dinlemek için İmam Mâ­lik'in meclisine göndereceğini söylemiş. İmam da bunu şu şartla kabul et­mişti: “Evet, buyursunlar. Fakat nerede yer bulurlarsa orada otururlar. Yoksa biz halife oğullarıyız diye halkın boyunlarına basarak meclisin ortasına geç­meye çalışmasınlar”. Emin ile Me’mun bu şartlarla İmam'ın derslerine de­vam etmiştir.[7]

 

İMAM AHMET BİN HANBEL

 

Dört büyük İslâm mezhebinden Hanbelî mezhebinin kurucusu olan ve İbn Hanbel adıyla tanınmış olan Ahmed b. Muhammed Hanbel Hicrî 164 (M.780) yılında Bağdat'ta doğdu. Gerek Bağdat'taki tahsili esnasında ve ge­rekse tahsil amacıyla Irak, Suriye ve Hicaz'dan Yemen'e kadar yaptığı seya­hatlerde bütün çalışmasını hadîs tetkikine ayırdı. Memleketine dönüşünde İmam Şafiî'den fıkıh ve fıkıh usûlü dersleri aldı. Dini telâkkileri, itikatta ol­sun, amelde olsun, İslâmın ilk devrindeki ananelerle kesin bir şekilde teayyün etmişti.

Ahmet İbn Hanbel, birçok büyük âlimle karşılaşmıştır. Bunlar arasın­da İmam Şafiî, Süfyan İbn Uyeyne, İbrahim İbn Sa'd, Cerir İbn Abdülhamid, İmam Ebû Yusuf, Yahya el-Kattan, Velid İbn Müslim, Vekî, Yezid İbn Harun, İsmail İbn Uleyye ve Abdürrezzak gibi büyüklerden hadîs ve fıkıh öğrenmiştir. Kendisinden de İmam Buharî, İmam Müslim, Ebû Davud, Ebû Hatim-i Razî, Hasen İbn Musa, Begâvî, İbn Ebi'd-Dünya, Osman İbn Saidi'd-Dârimî gibi ünlü İslâm bilginleri rivayetlerde bulunmuşlardır.

Ahmet İbn Hanbel, büyük bir müfessir ve yüksek bir muhaddistir. Oğ­lu Abdullah tarafından takrirlerinden toplanıp ilâvelerle genişletilen ve 29.000'e yakın hadîsi ihtiva eden büyük bir hadîs külliyatı “Müsned” çok şöhret kazanmıştır. Zamanında hadîs ilmi tedvin edilmiş, hadislerin merte­beleri belirginlik kazanmış, birçok kuvvetli muhaddisler yetişmişti. Ahmed b. Hanbel bütün bu hadisleri görmüş, incelemiş, hafızasına nakşetmiş ve meş­hur kitabını da böylece meydana getirmişti. Kitabındaki 29.000 civarındaki hadîsleri 700.000 hadîs arasından seçtiği rivayet edilmiştir. İmamın, Müsned'ten başka namaz erkânı ve adabına dair “Kitâb el-Salât ve mâ yelzem fîhâ” adlı bir eseri daha vardır. Öte yandan hapiste yazmış olduğu “el-Redd alâ'l-Zenâdıka ve'l-Cehmiye fî mâ şekkât fîhi min müteşâbih el-Kur'an” adlı eseri cedel mâhiyetinde bir eserdir ve Hanbelî ulemâsı tarafından sık sık zik­redilmektedir. “Kitâb Tâat el-Rasûl” adlı bir kitabında da Kitâb ile Sünnet arasında bir çelişki görüldüğü zaman izlenecek yolu göstermektedir. Dinî inanç ve kanaatlerini de “Kitâb el-Sünne” adlı eserinde topluca açıklamıştır.

Ahmet İbn Hanbel, fıkhî hükümlerde azimet yolunu seçmiştir. İctihadlarını Kur'an-ı Kerim'e, sahih ve merfû hadîslere, Ashab-ı Kiram'ın sözleri­ne dayandırmıştır. Ashab-ı Kiram'ın sözlerini rey ve kıyasa tercih ederdi. Ancak bu esasa aykırı olmaması halinde rey ve kıyas yoluyla da hükümler çıkardığı olurdu. Maslahat-i Mürsele'yi de bir delil olarak kabul etmiştir.

İbn Hanbel, merfû hadîslere aykırı olan bir şeye iltifat etmezdi. Saha­benin fetvalarıyla amel eder ve bunlar arasında ihtilaflı olan meselelerde Ki-tab ve Sünnet'e en yakın gördüklerine sarılırdı. Bir konuda diğer türden hadîsler bulunmadığında mürsel denilen hadîs ile hasen kabilinden saydığı zayıf hadîslerle de amelde bulunurdu. Rivayetinde töhmet bulunan zayıf ha­dîsleri ise terk ederdi.

İmam Şafiî onun hakkında şöyle demiştir:

“Ben Bağdat'tan çıkarken, orada herkesten daha fâzıl, daha âlim, daha fakîh bir halef olarak Ahmed b. Hanbel'i bıraktım.” Bir başka rivayete göre İmam Şafiî:

“Ben Ahmet İbn Hanbel ile Süleyman İbn Davudi Hâşimî'den daha akıllı kimse görmedim” demiştir.                   Ebû Hatim şöyle demiş:

“Ahmet İbn Hanbel'i seven bir insan gördün mü bil ki, o insan sünnet sahibidir.”

Halife Me’mun, Mu'tasım ve Vâsık zamanlarında akaidin Mutezile mez­hebine göre tayini ve bunun devlet tarafından bir bakıma resmî mezheb ha­line çıkarılması üzerine, diğer başka âlimlere birtakım işkenceler de yapılmıştır. İmam Hanbel de, diğerleri gibi, bir itikad sorgusuna (mihne) çekildi, pran­gaya vurularak Me’mun'un yanına götürülürken, yolda halifenin ölüm ha­berini aldı. Bu halifenin halefi döneminde de bedenî ceza ve hapislere sabırla tahammül etti ve inançlarında en küçük bir fedakârlıkta bulunmadı. Ancak Mütevekkil zamanında devletçe Ehl-i Sünnet'e dönüldüğü için artık çektiği meşakkatler sona erdi. Halife tarafından taltif edildi. Kendi haberi olma­dan ailesine maaş bağlandı. Hz. Peygamber'in sünnetine karşı sarsılmaz bağ­lılığı, etrafında büyük bir talebe kalabalığının toplanmasını sağladı.

Ahmed b. Hanbel hazretleri âbid, zâhid, yüksek seciye sahibi olan ne­zih bir insandı. Fakir olarak yaşamayı bir nimet sayar, “insana az bir mal yetişir, çok mala gerek yok” derdi. Kendisine yöneltilen servet ve riyaseti her zaman reddetmiştir. H. 241 yılında (Milâdî: 855) Bağdat'ta vefat etti.[8]

 

ÖNSÖZ

 

Allah'a hamd u sena, efendimiz Hz. Muhammed'e, O'nun aile efra­dına ve tüm ashabına da salat- ü selâm olsun.

Bundan sonra diyeceğim şu ki: Diğer fıkıh kitaplarında bulunmayan meziyetleri içermekle beraber içinde bazı fıkhî yanlışlıklar ve bazı yerle­rinde lüzumundan fazla kısaltmalar olduğu gerekçesiyle birinci cilde tek­rar göz atmamı tavsiye mahiyetinde birçok yerlerden mektuplar aldım. Bu­nun üzerine kitabı derinlemesine inceledim. Bu görüşlerde bir hakîkat payı bulunduğunu anladım. Yukarıda sözü edilen hataların asıl sebebi şundan ileri gelmektedir: Kitabın yazılışının temel amacı, İslâm Fıkhı'nın konula­rını, cami imâmı olan din görevlilerimiz için kolay anlaşılır bir hale getir­mekti. Çünkü onlar önlerine çıkan mübhem ve birkaç mânâya gelebilen kelimeleri açıklığa kavuşturmakla yükümlüdürler. İşte bütün bunları da­ha fazla anlaşılır hâle getirelim derken sayfaların üst tarafındaki metinle­rin dizilişindeki düzeni kaçırdık. Dolayısıyla bu tür hatalar doğmuş oldu. Farkına vardıktan sonra da bu hataları giderip bütün muğlak ifadeleri açık­lığa kavuşturma imkânını elde ettim.

Bunun üzerine kitabı baştan sona yeniden gözden geçirdim. Diğer fıkıh kitaplarına da müracaat ederek aşağıda sıralanan şu düzeltmeleri yaptım:

1- Her konu için özel başlık koydum. Fihriste bakan bir kişi, istedi­ği konuyu kolaylıkla bulabilir. Daha önce ise bunun tersine, konular birbi­rine karışmış vaziyette olduğundan herkes aradığını kolayca bulamıyordu.

2- Sayfaların üst taraflarına iki mezheb arasında üzerinde ittifaka varılan hükümleri yazdım. Ki bu iki mezheb, hataya yer bırakmayacak şe­kilde aradan çıksın. Bu yöntemi uygulamakla daha önceki uygulamaları­mızın hatalı olduğu, sözgelimi namaz kısmında; kıble, hayız, cebire ve daha diğer konularda açığa çıkmış oldu. Okuyucu kitaba baktığında bunu açıkça görecektir.                                       

3- Daha önceki baskıda, sayfaların alt tarafındaki konuları işlerken fıkıh kitaplarına müracaat ettim. Çoğunlukla farz ve sünnetleri mücmel ola­rak anlattım. Bu hususta herhangi bir hata yoksa da bu mücmel ifadeleri vuzuha kavuşturdum.

4- Kapalı görünebilecek konuların açıklamasına daha geniş yer ver­dim. Ki kitaba bakan bir kişi, istediği maksadı kolayca elde edebilsin. Hac ve oruç kısımlarındaki meseleleri işlerken özel bir itina sarf ettim. Böylece okuyanlar, büyük bir güçlük çekmeksizin kolaylıkla anlayabilsinler.

5- Mümkün olduğu kadar birçok mevzuun teşriî hikmetini de anlat­maya çalıştım. Bunu bütün mevzulara genellemeyi çok isterdim. Ne var ki o zaman kitap çok daha hacimli olacak ve güdülen amaç heder olacak­tı.

6- Her dört imâmın delillerini sahîh hadîs kitaplarından aktarmayı ve her birinin görüş açılarını ayrı ayrı belirtmeyi zorunlu telakkî ettim.

Özetleyecek olursak deriz ki: Bu kitap için çok emek harcadık. Gü­zel bir kompozisyon içinde sunduk. Konuların özel başlıklarını koyarak ince bir tertiple dizdik. Artık okuyucuya kitaba müracaat edip dilediğini kolay­ca elde etmek kalıyor. Allah'ın inayetiyle de okuyucunun bu yolu izlemekle hataya düşmeyeceğinden emîn bulunmaktayız. İnşâallah Rabbim, müslümanları bu kitaptan faydalandırır.

                                                                                                                                            Abdurrahmân el-Cezîn[9]

 

TAHARET

 

KİTABÜ'T-TAHÂRE (TEMİZLİK BÖLÜMÜ)

 

Taharetin Tanımı

 

“Taharet” lügatte, maddî olsun manevî olsun bütün kirlerden ve pis­liklerden temiz ve uzak olmaktır. Bu cümleden olmak üzere İbn Abbâs (r.a.) dan şöyle bir hadîs rivayet edilmektedir: Peygamber Efendimiz, hasta ziyaretine gittiğinde şöyle derdi:       

“Zararı yok, inşallah (bu hastalık günâhları) temizleyicidir.” [10]

Bu hadîsteki “tahûr” kelimesi “fatûr” vezninde olup günâhlardan te­mizleyen anlamına gelmektedir. Resûlullah (s.a.s.), hastalığın günâhları temizlediğini haber vermiştir. Günâhlar ise manevî kirlerdir. “Tahâret'in karşıtı “Necâset'tir. Necaset ise lügatte, maddî-mânevî pislikler anlamı­na gelmektedir. Günâhlara “manevî necaset” denmektedir. Necaset masdarının mazî fiili olan deki cim harfi hem esreli, hem üstünlü, hem de ötreli olarak okunabilir. Muzârî fiili olan de ise cim har­fi hem üstünlü, hem de ötreli olarak okunabilir. Mastarı “necâsetün”, ism-i faili olan kelimesinde ise cim harfi hem üs­tünlü, hem de esreli olarak okunabilir. Üstünlü olarak okunmasına şu âyet-i kerîmeyi örnek olarak gösterebiliriz:

“Ey imân edenler, müşrikler ancak bir necistir.”[11]

Fıkıh kitaplarındaki terminolojiye göre taharet ve necasetin tanımına gelince, bunda mezheblerin detaylı görüşleri vardır.

 

Hanefiler dediler ki: Taharet, şer'an hadesten ve pislikten temiz­lenmek demektir. Temizlenmek kelimesi, kişinin bizzat kendi eylemiyle te­mizlenmesini olduğu kadar sözgelimi, üzerindeki pisliğe su dökülmesiyle ken­diliğinden temizlenmesi anlamını da kapsamaktadır. Hades kelimesi de kü­çük hades dediğimiz yellenmek ve diğer abdest bozucu hususların yanı sıra, büyük hades dediğimiz guslü gerektiren cünüblük anlamını da kapsamakta­dır. Böylece Hanefîler “hades”i tanımlarken onun, bazı organlara veya tüm bedene vâki olup tahareti gideren Şer'î bir nitelik olduğunu söylerler. Şeriat koyucu tarafından maddî necaset gibi hadesin de insanı namazdan alıkoyan bir necaset olarak vasıflandırılması dolayısıyla bazılarınca hades'e, “hükmî necaset” de denilmiştir. Böylece necasetin, taharetin karşıtı olarak, hades ve pislikten ibaret olduğu ortaya çıkmış oluyor.

Ama lügatte necaset; kan, sidik, insan tersi ve benzeri maddî günâhlar gibi manevî pislikler anlamına da gelmektedir. Fıkıhçılara gelince onlar hadesi, manevî şeylere mahsûs bir durum olarak telâkki etmişlerdir. Ki o da şerîat koyucu tarafından cünüplük sırasında bütün bedene, yellenmek ve ben­zeri abdest bozucu şeylerden birinin vukua gelmesi halinde abdest organla­rına vâki olan şer'î bir nitelik olarak tavsîf edilmiştir. Pisliği de kan ve ben­zeri, şer'an kirli sayılan cisimlere mahsus saymışlardır. Adamın biri çıkıp da şöyle bir görüş ortaya atabilir; “Allah'a yaklaşmak ve daha fazla sevâb ka­zanmak gayesiyle abdest üzerine abdest almak bu tanımın dışında kalmak­tadır. Çünkü ikinci abdest bir temizlenme olmasına rağmen ne bir hadesi, ne de bir pisliği ortadan kaldırmamaktadır.” Buna şu karşılığı verebiliriz: Sevâb kazanmak amacıyla abdest üzerine abdest almak her ne kadar bir ha­desi ortadan kaldırmıyorsa da, manevî kirler mâhiyyetinde olan küçük gü­nahları silip götürmektedir. Bilindiği üzere lügat anlamı itibariyle pislik, ma­nevî, kirleri ifade etmektedir. Fıkıhçılar, pisliği her ne kadar maddî kirler olarak ele alıyorlarsa da şunu da söylemektedirler: Manevî kirlerin giderilmesine ta­haret denir. Bu itibarla abdest üzerine abdest almak bir taharettir, bir temiz­lenmedir. Bunun aksini düşünecek olursak: Yellenmenin ve meni gelmeksi­zin erkeğin kadına çıplak olarak sarılmasının abdest bozucu şeylerden olma­ması gerekir. Aynı zamanda menî akmasının da guslü gerektirmemesi îcâb eder.

Bunlardan birincisine gelelim: Yellenmek maddî bir necaset değildir. İkin­cisine gelince menî temizdir. Necis olduğunu varsayacak olursak onun necisliği, insanın sidik ve tersinin necisliğinden daha fazla değildir. Akla bakacak olursak meninin sadece çıktığı yeri yıkamak gerekecektir. Evet, bu iddi­aları şöyle cevaplandırabiliriz: Önce bu sözü söyleyen, ibâdetin mânâsından habersizdir. İbâdetin emarelerinden bihaberdir. Zîrâ ibâdetten maksat, kalb ve diğer organların tam teslimiyetiyle belirtilen ölçülere uygun olarak Allah'a yönelmektir. Hiçbir şahsın, Allah tarafından belirtilen ibâdet ölçülerinin dı­şına çıkmaya yetkisi yoktur. İbâdetin şekil ve emareleri üzerinde kişinin tar­tışmasında bir fayda da yoktur. Ancak karşılaştığı bazı zorluklar ve imkân­sızlıklar dolayısıyla bir kısım toleranslara sâhib olabilir. Gücü yettiği kada­rıyla mükellefiyetlerini taleb etme hakkı vardır. Bunlardan başka şekil ve öl­çülere gelince bunları sadece bir tek ma'büd olan Allah'a bırakmak gerekir. Bu, hiçbir gizliliği olmayan apaçık bir meseledir. Hatta âdet gereği ola­rak bazı insanların birbirlerini ağırlamaları bile bu toleranslardandır. Hü­kümdarların insanlara uyguladıkları kabul resimleri de çok meşakkatli ol­madıkça manevî bir sorumluluğu gerektirmez. Şerîat koyucu, büyük veya küçük hades halinde olduğunuzda namaz kılmayın demişse, bizim: “Ama neden?” demeksizin bu emre uymamız gerekir. Eğer böyle dememiz caiz ol­sa idi aynı zamanda: “Niçin namaz kılacağız?” diye sormamız da normal olacaktı. Zira bu iki söz arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi yani normal durumda namaz kılma emriyle hades hâlinde namaz kılmama emri bizim için ibâdet sayılmaktadır. Bu emirlere uymak, Allah'a teslimiyetin bir nişânesidir. Abdest almaya, gusül yapmaya, namaz kılmaya muktedir olamadığımızda ne yapacağız? Teyemmüm niçin meşru kılındı? Oturarak veya yan gelerek namaz kılmaya niçin ruhsat verilmiştir? Gibi soruları ortaya atıp münaka­şasını yapmaya hakkımız vardır. İbâdeti tartışmaksızın sadece Allah için yap­mamız, üzerimizdeki ilâhî haklardan biridir. Ama günlük hayatımızdaki mu­ameleler ve şahsî haller buna benzemez. Bunlar, bizim yaşantımızla ilgili ol­duklarından, her birinin sebeb-i hikmetini öğrenmek ve detayları üzerinde tar­tışmak hakkımızdır. Mâkul olan bu görüş doğrultusunda İslâm âlim ve dü­şünürleri demişlerdir ki: Şerîatin her meselesinin kendine özgü, akla yatkın bir hikmeti ve anlayana açık bir sırrı vardır. Bu, anlayana açık, anlamayana ise gizlidir. İbâdetlerle muameleler arasında bu hususta bir ayırım yoktur. Şimdi de yukarıda geçeri iki safsatayı cevaplandırmaya çalışalım:

a- Yellenmek maddî olarak da bir pisliktir. Bu, tartışma götürmez bir gerçektir. Evet, her ne kadar görme duyusuyla hissedilmiyorsa da kokla­ma duyusuyla hissediliyor. Dışarıya çıkmadan önce maddî pisliklerden geçip gelmektedir.

“Yellenmek abdesti bozmaz. İnsanın sidiği ve tersinin sa­dece çıktıkları yerleri yıkamak gerekir” diyene şunu söylemek gerekir:

“Hak­lısın. Kişinin tüm yaşamı boyunca sadece bir kez yıkanması gerekir. Zîrâ uyku necaset değildir. Yellenmek necaset değildir. İdrar ve ters, sadece mahallî bir necaset olup çıktıkları yeri yıkamak gerekir.” Aslında bu söz, hiçbir de­ğeri olmayan fâsid bir sözdür. İşin hakikatine bakacak olursak Yüce Allah'ın, abdesti farz kılmasında birçok menfâatler olduğunu anlarız. Bu menfâ­atlerin bir kısmını duyularla hissedip müşahede edebiliriz. Kirlenmeye ma­ruz kalan dış organlarımızı özellikle ağız ve burnumuzu temizlemek gibi... Bu menfâatlerin bir kısmı da manevîdir: Allah'ın emrine itaat edip tam bir teslimiyetle O'na yönelmekle kişinin kendisim yaratanın ululuğunu hisset­mesi. Kötülüklerden ve yasaklardan alıkonması gibi... Bütün bu saydıkla­rımız hem dünya hem de âhirette insanın yararına olan hususlardır. Şayet yukarıda sayılan sebeplerden ötürü abdest bozulmuyorsa abdestin meşrui­yeti ve faydası heder edilmiş olur.

b- Gelelim ikinci safsataya: İnsanın sidik ve tersim meniyle kıyasla­mak fâsid olduğu açıkça bilinen bir kıyastır. Çünkü menî, bütün bilginlerce kabul edilen görüşe göre bedenin tüm organlarından çıkmaktadır. Ve çoğun­lukla da özel bir çabadan sonra çıkmaktadır. Ayrıca çıktıktan sonra da be­dende açıkça hissedilen bir gevşeme vukua gelmektedir. Gusül yapmanın da bedene eski zindeliğini iade ettiği, kaybettiği bazı şeyleri tekrar kazandırdığı ve bedene yapışan bazı artıkları temizlediği bedahet derecesinde bilinmekte­dir. Bütün bunlarla beraber cünüplüğün peşi sıra gusül yapmanın zorunlu kı­lınması İslâmiyet'in güzelliklerinden biridir. İnsan, kadınsız yapamayacağı­na göre, hanımıyla ilişki kurduktan sonra da bedenini temizlemesi gereke­cektir. Ama bunun tersine cünüblükten sonra gusül mecburî olmasaydı in­sanın bedeni tembelleşecek, pislikler altında kalacak ve pis kokusuyla başkalarını da rahatsız edecekti. Bütün bunları anlattıktan sonra meniyi, özel bir çaba harcamaksızın tüm bedenden değil de sadece belirli bir yerden ve mütâd vaziyette her zaman tekerrür eder şekilde çıkan sidikle kıyaslamak nasıl mümkün olacaktır? Buradaki kıyas, bütün bakımlardan fâsid bir kıyastır. Her halükârda insanın, ibadetlerini, hepsi de menfâat olsa dünyevî bir men­fâat beklemeksizin sırf Allah rızâsı için hâlis bir kalble edâ etmesi gerekmek­tedir.

Mâlikiler dediler ki: Taharet, hükmî bir nitelik olup, o niteliği ka­zanana üzerindeki elbisesiyle kılacağı yerde namaz kılma ruhsatını temin eder. Hükmî nitelik derken itibarî nitelik kasd edilmektedir. Veyahutta şeriat sa­hibi tarafından namaz ve diğer ibâdetlerin sıhhati için şart olarak takdir edi­len mânevi bir nitelik kasd edilmektedir. Bu niteliği küçük ve büyük hadesten temiz olmakla elde eden şahıs, namaz kılma ruhsatını temin etmiş olur. Kılacağı yer, pisliklerden temiz olmakla bu mânevi niteliğe sâhip olur. Ki orada da namaz kılmak caiz olur. Üzerine giymiş olduğu elbise de pislikler­den temiz olmakla bu mânevi niteliğe sahip olur. Ki o elbiseyle de namaz kılması caiz olur.

Her halükârda taharet manevî bir durum olup duyularla algılanamaz. Bu perspektiften bakıldığında taharete karşıt iki husus meydana çıkmakta­dır.

a- Necaset: Hükmî bir nitelik olup bu niteliği, üzerindeki elbisenin veya namaz kılacağı yerin temiz olmaması nedeniyle üzerinde taşıyan kim­senin namaz kılma ruhsatı (geçici olarak) iptal edilmiş olur.

b- Hades: Bu da hükmî bir nitelik olup bu niteliğe sahip kişinin na­maz kılmasına cevaz yoktur. Şu anlamda ki necaset, takdirî bir sıfat olup bazen elbisede olur ki onunla namaz kılınamaz. Bazen namaz kılınacak yer­de olur ki, orada namaz kılınamaz. Ve bazen da kişinin şahsında olur ki bu­na “hades” denir. Ve bu kişinin namaz kılmasına da müsâade yoktur. Her halükârda hades, şerîat koyucu tarafından takdir edilen hükmî bir niteliktir ve ileride de açıklanacağı üzere bu terim, abdesti bozan unsurlar için de kul­lanılır. “Necaset” terimi de kan, sidik ve benzeri cisimler için kullanılır.

Şafiiler dediler ki: Şerîat lisanında taharet iki anlama gelir:

a- Farz olan abdest, gusül, teyemmüm, necasetin giderilmesi veya bu mânâ ve şekilde nafile kasdıyla yapılan teyemmüm, gusül ve abdest üzerine abdest alma gibi yapılan bir işlemdir. Ki bu vesileyle insan namaz kılma ruh­satını elde etmiş olur. Sözgelimi abdest niyetiyle yüze (ve diğer abdest or­ganlarına) su vurmaya taharet diyebiliriz. Taharet kelimesi, temizlik işini ya­pan kimsenin eylemini ifade eden bir isimdir. (Mastardır). Yukarıda sözünü ettiğimiz bu mânâ ve şekilde nafile kasdıyla yapılan gusül ve abdest üzerine abdest alma hususuna gelince bu, şeriatçe kabul edilen itibarî bir taharettir. Gerçek bir taharet değildir. Bununla beraber namaz (veya diğer ibâdetleri edâ etme) ruhsatı bunlarla elde edilmiş değildir. Çünkü söz konusu ruhsat, daha önceki abdest ile elde edilmiştir. Bu ruhsatı insan, nafile niyetiyle yapı­lan gusülle de elde edemez. Zira kişi, cünüp olduğunda gusletmesi vâcib olur. Nafile niyetiyle yapılan gusül, vâcib olan guslün yerine geçmez. Dolayısıyla bu ifadeleri taharetin tanımına almak, zorunlu hale geldi. Ki taharetin tanı­mındaki unsurlardan hiçbiri dışarıda kalmasın.

b- Taharet: Hades halini ortadan kaldırmak ve necaseti gidermektir. Veya bu mânâ ve şekilde nafile niyetiyle yapılan gusül ve teyemmümler de taharetin tanımına girer. Taharet yani temiz olma hali, kişinin temizlik eylemini yapmasından sonra kazandığı manevî bir niteliktir. Hades hali abdest ile eğer (hades) büyük ise gusülle ortadan kalkar.

Ortadan kalkması da kişinin temizlenme eylemine bağlıdır. Abdest alan veya gusleden kişi, temizlenme işini yapıyor demektir. Vücudunun organla­rını yıkarken de necasetler giderilmiş olur. Ki taharetten kasd edilen mânâ da budur. Taharet kelimesini yani temiz olma hâlini bu durumda normal olarak, temizlenme işini yapan şahsa ait kılmamız gerekir. Ama taharet mas­tarını fiile ait kılacak olursak bu, mecazî bir anlam ifade eder.

Hanbeliler dediler ki: Taharet, şerîat dilinde hades hâlinin veya bu mânâdaki bir durumun ve necasetin giderilmesi, hükmünün ortadan kaldırılması demektir. Hades hâlinin giderilmesinden maksat, namaz ve diğer ibâ­detleri engelleyen niteliğin ortadan kaldırılması demektir. “...Bu mânâdaki bir durumun..., giderilmesi” kaydından gaye, hadesin değil de hadese ben­zer bir durumun ortadan kaldırılması demektir. Meselâ cenazeyi yıkamakla ortadan hades diye bir şey giderilmiyor. Ne var ki cenazenin yıkanması bir kulluk vecibesidir. Bunun gibi abdest üzerine abdest almak, zaruret yokken nafile niyetiyle gusletmek de hades hâlini ortadan kaldıran abdest ve gusül mânâsında ele alınmaktadırlar. Ancak bunun her ikisi de yapıldıklarında her­hangi bir hades hâlini ortadan kaldırmış olmuyorlar.

“... Necasetin giderilmesi...” sözünden amaç da, ister kişinin kendi ey­lemiyle yaptığı, meselâ necaset değen yeri yıkaması gibi veya hiç kimsenin müdahalesi olmaksızın şarabın kendiliğinden sirkeye dönüşmesi gibi temiz­lenme veya temizleme durumudur. “...Hükmünün ortadan kalkması...” kay­dından maksat, hades hâlinin veya pisliğin hükmünün ortadan kalkmasıdır. Ki bu da toprakla mümkün olur. Meselâ hadesten veya pislikten ötürü te­yemmüm etmek gibi. Hades ve pisliğin hükmü, kişinin namaz kılamamasıdır. Bu da teyemmüm ile ortadan kalkmış olur.[12]

 

Taharetin Kısımları

 

Taharetin tanımında mezheblerin ayrıntılı görüşlerini birer birer an­lattık. Bu görüşler bazı bakımlardan her ne kadar birbirlerinden ayrılıyorlarsa da bunlar arasında taharetin anlamı ve tanımına dâir üzerinde ittifa­ka vardıkları bir noktayı herhalde bulabiliriz. Ki o da taharetin, şeriat sahi­bi tarafından takdir edilen itibarî bir nitelik olduğudur. Bu nitelik, namazın sahih olması için bir şarttır. Bu nitelik, kapların kullanılması ve yemeklerin yenebilmesi için bir cevaz şartıdır. Şerîat koyucu, kişinin namazının sahîh olabilmesi için bedeninin taharet niteliğiyle nitelenmesini, bir yerde namaz kılabilmesi için o yerin taharet niteliği ile nitelenmesini (temiz ol­masını), yiyeceği yemeğin dahî helal olması için taharet niteliğiyle nite­lenmesini şart koşmuştur.

Taharetin aslı hakikatte tek şeydir. Ancak hades ve pislik gibi kendi­sine izafe edilen veya kendisinin sıfat olarak takıldığı şeyler dolayısıyla iki kısma ayrılmaktadır. “Necasetten taharet” ve “Hadesten taharet”. Ne­casetten taharet, şerîat koyucu tarafından namaz kılana (ve diğer ibâdet­leri yapana) şart koşulmuştur. Buna göre namaz kılacak kişinin vücûdu ve elbisesi pisliklerden (necasetten) arındırılmış olacaktır. Buna ek ola­rak vücûdu hadesten de taharet içinde, temiz olmalıdır. (İbâdet, yapabil­mesi için) bu iki durumda da temiz bulunmak gerekli olmaktadır. Bu iti­barla taharetin bu birinci kısmı kendi arasında iki şıkka ayrılmaktadır. Ne­casete gelince bu, ileride de açıklanacağı üzere kan, sidik ve benzeri şeyler gibi şer'an pis sayılan cisimlerdir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi neca­set; elbiseye, bedene veya herhangi bir yere isabet etmiş olabilir. Ayrıca taharet, kendisinin sıfat olduğu şeyler grubunda da iki şıkka ayrılmakta­dır:

1- Aslî taharet,

2- Arızî taharet.

Aslî taharet:       

Temiz olan eşyaların yaratılışlarında bulunan taharettir. Toprak, su, demir ve diğer madenler gibi. Bunlar ileride de açıklanacağı gibi aslî ya­ratılışlarında temiz olan cisimlerdir. İlk yaratıldıklarında temizlik niteliğini kazanmışlardır.

Arızî taharet:

Temiz olan eşyalara necaset bulaştıktan sonra o necasetin temizlen­mesine arızî taharet denir. Arızî denmesinin sebebi, ileride necasetin gi­derilmesi bahsinde de görüleceği gibi bu, temizliğin su toprak ve diğer temizleyici unsurlar sayesinde elde edilmesinden ileri gelmektedir.

Hadese gelince, bu da îtibârî bir nitelik olup şerîat sahibi, cünüblük esnasında insan bedeninin tümünü bu sıfatla nitelendirmiştir. Su akıtmak, yellenmek ve abdest bozucu diğer durumlardan birinin vukû bulması es­nasında bedenin (abdestle ilgili) bazı organları da bu sıfatla nitelendiril­miş olur. Bunlardan birincisine “büyük hades hali”, ikincisine de “küçük hades hali” denir. Birincisinden temizlenmek gusül ile mümkün olur. Ay­başı ve nifastan sonra lohusalık hali de bu statüye tâbidir. Sâri bu iki hâli, bedenin tüm organlarıyla ilgili hükmî bir sıfat olarak takdir etmiştir. Bu iki halde cünüplükte olduğu gibi namaz kılınamaz; diğer ibâdetler de yapıla­maz. İkincisinden (küçük hades halinden) temizlenmek de abdest almak­la mümkün olur. Su bulunmadığı veya bulunup da kullanılamadığı zaman bunların yerine teyemmüm yapmak yeterlidir. Bu konuyla ilgili anlatacaklarımızı şu tertibe göre sıralayabiliriz:[13]

 

Temiz Şeyler Bahsi

 

Tahâret'in, “hadesten taharet” ve “necasetten taharet” olmak üze­re iki kısma ayrıldığını, necasetin fakîhlere göre pis şeyler olduğunu öğ­rendikten sonra bazı necis maddeleri ve bunların karşıtı olan temiz mad­deleri misallendirmeye çalışalım. Ayrıca affedilen (ibâdetlere engel olma­yan) necasetleri ve bunların temizlenmesi keyfiyetini anlattıktan sonra da temiz olan şeyleri anlatmaya çalışacağız. Çünkü eşyada asl olan, -necis olduğu herhangi bir delille ispatlanmadıkça- temiz olmaktır. Temiz şey­ler, sayılamayacak kadar çoktur. Meselâ insan, canlı olsun ölü olsun te­mizdir. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de:

“Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır” [14] buyurmaktadır.

“Ey îmân edenler, müşrikler ancak bir necistir” [15] âyet-i kerî­mesine gelince buradaki necaset, şerîat sahibinin takdir buyurmuş oldu­ğu manevî bir necisliktir. Yoksa müşrikin şahsının, domuzun necaseti an­lamında bir necisliği yoktur.

Temiz şeylerden biri de cansız olan, içinde hayattan eser bulunma­yan ve canlı bir cisimden kopmamış olan maddelerdir. Bunlar da iki kıs­ma ayrılır:

1- Katı maddeler,

2- Sıvı maddeler.

Katılara örnek olarak yeryüzünün tüm parçalarını, altın, gümüş, ba­kır, demir, kurşun ve benzeri yerden çıkan madenleri gösterebiliriz. Uyuş­turucu da olsalar bütün bitkiler bu kategoride mütalaa edilmektedirler.

Uyuşturuculara müfsid bitkiler adı verilmektedir. Müfsid olanlar, in­sana neşe ve keyif vermeksizin aklını kaybettirirler. Ama duygularını kay­bettirmezler. Afyon ve esrar gibi... Bir kısmı da insanı uyutarak hem aklı­nı hem de duygularını kaybettirirler. Zehirli bitkiler gibi... Bu bitkileri kul­lanmak her ne kadar akla, duygulara ve diğer şeylere zararlı iseler de haddi zâtında birer madde olarak temizdirler.

Sıvılara örnek olarak da su, zeytinyağı, şekerkamışından elde edilen sıvı, çiçeklerden elde edilen sular, esans ve sirke gösterilebilir. Bütün bu saydıklarımız necis bir şeye bulaşmadıkça temiz maddelerdir. Her canlı­nın gözyaşı, teri, salyası ve sümüğü de yukarıda saydığımız temiz sıvı mad­delerden sayılır. Ki mezheplerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alın­mıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Bu sayılan sıvılar, eti yensin yenmesin, eğer te­miz bir hayvandan meydana gelmişse temizdir. Bunlara göre yılan ve akre­bin zehiri de temizdir.

Malikiler dediler ki: Salya, uyku veya uyanıklık halinde ağızdan akan şeydir. Ki tartışmasız olarak bu temizdir. Ama mideden çıkıp ağıza gelen suya gelince bu necistir. Renginden ve kokusundan tanınır. Sarımtırak ve pis kokuludur. Eğer bir kişide bu su devamlı olarak görülüyorsa o, bu neca­setten ötürü ibâdetlerini yapma ruhsatını kaybetmez. Ama eğer devamlı görülmüyorsa, temizlenmesi zarurîdir.

Hanbeliler dediler ki: Eti yensin yenmesin bütün hayvanların göz­yaşı, teri, salyası ve sümüğü temizdir. Ancak eti yenmeyen hayvanlar der­ken bunların da kedi kadar veya ondan daha küçük olması ve bir de necis hayvanların yavrusu olmamasını şart koşmuşlardır.

Hanefiler dediler ki: Canlıların teri ve salyası, temizlik ve pislik ba­kımından o canlının içtiği suyun artığı hükmündedir. Bu husus ileride de an­latılacaktır.

 

Bozulmamış yumurtalar temizdir. İnsanın veya eti yenen hayvanın bo­zulmamış sütü de temizdir. Ama canlılar, ister insan olsun ister hayvan hepsi de yaratılış bakımından temizdirler. Ancak mezheblere göre farklı olan bazı hususlar aşağıda açıklanmıştır.

 

Şâfiîler ve Hanbeliler dediler ki: Köpek, domuz, bunların iki­sinden doğan veya başkalarıyla çiftleşerek bunlardan doğan hayvanlar ha­ramdır. Hanbelîler ek olarak derler ki: Yaratılış itibariyle kediden daha iri olup da eti yenmeyen hayvanlar da böyledirler.

Hanefiler dediler ki: Domuzdan başka necis bir hayvan yoktur.

Malikiler dediler ki: Vücûd itibariyle necis olan hiç bir hayvan yok­tur. Köpek, domuz ve bunlardan doğanların hepsi temizdir.

 

Balgam, safra ve sümük, eti yenen hayvanın -şer'î usule göre kesil­mesinden sonra olmak kaydıyla- öd suyu temizdir. Öd suyu, hayvanın ka­raciğerinin yanında belli bir yerde küçük bir torbacık içinde bulunan sarı bir sudur. Bu su ve torbası temizdir.

 

Şâfiîler dediler ki: Öd suyu, dolayısıyla keseside necistir. Ancak işkembe de olduğu gibi yıkamakla temizlenebilir. Çünkü işkembenin içindeki su necis olduğundan dolayı işkembe de necis olmakla, ancak yıkanmakla temizlenmektedir.

Hanefiler dediler ki: Her hayvanın öd suyu onun sidiği hükmündedir. Eti yenen hayvanlarda öd suyu muhaffef necaset, eti yenmeyen hayvanlarda ise öd suyu muğallez necaset olarak kabul edilmektedir. Öd kesesi de hüküm bakımından öd suyuna bağlıdır.

 

Zîrâ bu su ve torba, kesilen hay­vanın bir parçası olup temizlik açısından ona bağlıdır.

Deniz hayvanının ölüsü de temizdir. Bu hayvan timsah ve kurba­ğa gibi uzun müddet karada yaşamış olsa bile temizdir.

 

Şâfiîler ve Hanbeliler dediler ki: Deniz hayvanlarının bir kıs­mı meselâ timsah, su kurbağası ve su yılanı temiz olma hükmünden ayrı tu­tulmalıdırlar. Bunlar necis hayvanlardır. Bunların dışındaki deniz hayvan­larının tümünün ölüleri temizdir.

 

Deniz kaplumba­ğası da temizdir. Ölen deniz hayvanı köpek, domuz veya insana benzese de ister karada ister denizde ölmüş olsun, ister kendiliğinden ölmüş, is­ter başkaları tarafından öldürülmüş olsun, yine temizdir.

Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şu hadîs-i şerîfi bu hususta bizim için dayanak teşkil etmektedir:

“Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı: Balık ve çekirge, ciğer ve dalak”.[16]

Akacak kanı olmayan kara hayvanlarının ölüsü de temizdir. Karasi­nek, çekirge, karınca, pire ve güve örnek olarak gösterilebilir.

 

Şafiiler dediler ki: Yukarıda sayılan çekirge dışındaki hayvanların ölüleri necistir.

Hanbeliler dediler ki: Yukarıda sayılan hayvanların ölüleri temiz sayılır. Yaralarda oluşan kurtçuklar da necasetten ürememiş olmak kaydıy­la temiz sayılırlar.

 

Şarap da sirkeye dönüşürse helâl olur. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Şarap daha önce içine başka bir necaset düşmemişse, isterse başka birinin etkisiyle olsun sirkeye dönüşürse veya taşlaşırsa temiz olur. Buna bağlı olarak içinde bulunduğu kap da temizlenmiş olur.

Hanefiler dediler ki: Şarap başka bir şeye dönüştüğünde, meselâ sirkeleştiğinde, sarhoş ediciliği ve acılığından ibaret olan şaraplık vasfı kay­bolduğu gerekçesiyle helâl olur. Buna bağlı olarak içinde bulunduğu kap da temizlenmiş olur. İçine balık, su ve tuz gibi bir madde atmakla veya yanında ateş yakmakla da olsa sirkeleştirilmesi caiz olur. Şarapla sirke karışıp ekşiyince bu karışıma giren şarap, sirkeden daha çok olsa bile temiz olmuş olur. Üzüm şırasına fare düşüp de şişmeden çıkarılmış ve bu şıra daha sonra şa­rap hâline gelmiş olur da yeniden sirkeye dönüşür veya dönüştürülürse te­miz olur.

Şafiiler dediler ki: Daha önce içine ayrı bir necaset düşmemişse ve bir de kendiliğinden sirkeye dönüşürse temiz olur. Necaset içine düşer düş­mez hemen çıkarılmış olsa bile yine temiz olmaz. Ayrıca şarabın sirkeye dönüşmesi esnasında içinde temiz bir şey bulundurmamak da şarttır. Çünkü bu temiz şey, şaraptan ötürü pis olur. Şarap sirkeye dönüştükten sonra te­mizlenince bu defa pislenmiş olan bu şey sirkeleşen sıvıyı pisler. Ama ayıklaması çok zor olan; meselâ üzüm çekirdeği gibi şeyler bu temizlenme işlemi esnasında şaraba bağlı olarak temizlenirler. Bu arada şarabın kabı da temiz­lenmiş olur.

Hanbeliler dediler ki:  Şarap, kendiliğinden sirkeye dönüşürse te­miz olur. Sirkeleştirme kastı olmaksızın şarabı güneşten gölgeye veya gölge­den güneşe, ya da bir kaptan başka bir kaba nakletmekle de sirkeleşirse yine temiz olur. İçinde bulunduğu kap da temizlenmiş olur. Kabı başka bir necâsetle kirlenmişse temiz olmaz.

Özetleyecek olursak Mâliki ve Hanefîler, şarabın ister kendiliğinden, is­terse başkalarının etkisiyle olsun, sirkeye dönüşmesi hâlinde temiz sayılması hususunda ittifaka varmışlardır. Ancak sirkeleşmeden önce içine başka bir necasetin düşmesi husûlünda ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki: Mâlikîler, bu du­rumda şarabın temizlenmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Hanefîlerse, tefessüh etmeden necasetin çıkarılmasından sonra sirkeleşirse temiz olur demişlerdir. Şafiî ve Hanbelîler, kendiliğinden sirkeleşmesi hâlinde temiz olacağında gö­rüş birliği etmişlerdir. Ama başkasının etkisiyle sirkeleşirse temiz olmaz de­mişlerdir. Ayrıca sirkeleşmeden önce içine bir necaset düşmüşse de temiz ol­amayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

 

Şer'î usûlle kesilmiş eti yenen hayvanların kılı, yünü ve tüyü temiz­dir. Eti yensin yenmesin canlı, ölü bütün hayvanların tüyü; ister üzerlerin­de olsun ister olmasın -ama yolunmuş olmamak kaydıyla- temizdir. Mez­heblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki:  Eti yensin yenmesin, canlı olsun olmasın bü­tün hayvanların (köpek veya domuz olsa bile) yukarıda anılan parçaları te­mizdir. Bu parçalar ister hayvanın vücûdu üzerinde bulunsun, ister kırkmak, tıraş etmek, kesip kısaltmak, hamam otuyla hayvanın üzerinden giderilmiş olsunlar temizdirler. Yalnız yolunmamış olması şarttır. Çünkü bu saydığı­mız şeylere hayat ve canlılık nüfuz etmemiştir. Bunlar yolunurlarsa kökleri necis, geri kalan kısımları ise temizdir. Kesilmemiş hayvanın kamış şeklin­deki kanat kemikleri de necistir. Ama bu kemikler üzerinde biten saça ben­zer ince tüyler kesinlikle temizdir.

Hanefiler dediler ki:  Domuz dışında yukarıda geçen hususlarda Mâlikîlerle görüş birliği içindedirler. Çünkü domuzun kılı ister sağ, ister ölü, ister kendisine-bitişik, ister kendisinden koparılmış olsun necistir. Zira bu, asıl itiba­riyle necistir.

Şafiiler dediler ki: Yukarıda anılan şeyler, eğer eti yenmeyen bir hay­vana ait iseler necistir. Eti yenen ve fakat ölü bir hayvana ait iseler yine necistirler. Ancak bu şeyler, sağ olsun ölü olsun insana ait iseler temizdirler. Bu şeyler, yolunarak koparılmış veya köklerinde bir hastalık ya da kan gö­rülmüşse veya yolunurken örfen bir kıymeti olmayan çok az miktarda bir et parçası da beraber kopmuşsa, kökleri necis, geri kalan kısımları temizdir. ma yolunurken beraberinde örfen değeri olan bir et parçası kopmuş ise bu, ona bağlı olarak necis olur.

Hanbeliler dediler ki: Yukarıda sayılan şeyler, canlı olsun, ölü ol­sun eti yenen bir hayvana ait iseler temizdirler. Eti yenilmeyip de canlıyken temiz olduğuna karar verilen kediden küçük cüsseli ve necasetten türememiş olan hayvanlara ait iseler yine temizdirler. Ölü hayvanın tüylerinin derideki dipleri de necistir. Bu tüyler ondan ayrılmamış olsalar bile... Temiz olan canlı hayvanın tüyleri, yolunmamış olmak kaydıyla derideki tüy dipleri temizdir. Yolunursa kökleri necis, geri kalan kısımları temizdir.[17]

 

Necis Şeyler Bahsi

 

Tahâret'in tanımını yaparken, aralarında karşıtlık olduğu münâsebe­ti ile özet olarak bazı mezheblere göre necâset'in tanımını da yapmıştık. Şimdi de temiz şeylerin karşıtı olması nedeniyle necis olan şeyleri açıklayacağız. Mezheblere göre gerek lügat ve gerekse ıstılah açısından necâ­set'in anlamına uygun düşen de budur.

Lügat açısından necaset, pis olan herşeyin adıdır,  Necis, neces ve necs kelimeleri de aynı anlamı ifade ederler. Fıkıhçılar necâset'i hükmî ve hakîkî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bunların tanımında mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

 

Hanbelîler: Hükmî necaseti, temiz olan bir mahalle sonradan ge­len bir necaset olarak tanımlamışlardır. Bu, cismi olan ve olmayan necaset­leri de kapsamına alır. Hakîkî necasete gelince bu, zâtı itibariyle pis olan şey­dir.

Şafiiler dediler ki: “Hakikî necâset'i; cismi, tadı, rengi ve kokusu olan neca­set olarak tanımlamışlardır. Ki onlara göre bundan maksat, aslı itibâriyle pis olan şeydir. “Hükmî necaset” ise cismi, rengi, tadı ve kokusu olmayan necasettir. Kuruyup da niteliği anlaşılamayan sidik gibi... Bu, “Hükmî necaset” kabilindendir.

Malikiler dediler ki: “Aynî necaset”, bizzat necis olan şeylerdir. “Hükmî necaset” ise, “Aynî necasetsin yerleştiği yere hükmolunan eseri­dir.

Hanefiler dediler ki: “Hükmî necaset”, büyük ve küçük hades hâ­lidir. Bu, şer'î bir nitelik olup bedenin tümüne veya bir kısmına vâki olan bir hâldir. “Hakikî necaset” ise pisliğin tâ kendisidir. Ki bunlar da şer'an pis ve murdar olan şeylerdir.

 

Fıkıhçılar “Neces” kelimesini aslı itibariyle pis olan şeyler için kulla­nırlar. Dolayısıyla bu kelimenin, sonradan (ârızî olarak) pis olan şeyler için kullanılması doğru olmaz. “Necis” kelimesini ise hem aslı îtibâriyle ve hem de sonradan pis olan şeyler için bir terim olarak kullanmaktadırlar. Söz­gelimi kan için hem “necis”, hem de “neces” kelimelerini kullanmak müm­kündür. Pislenen elbise için (pisliğin ona sonradan bulaşması nedeniyle) sadece “necis” kelimesini kullanabiliriz:

Necis olan şeylere gelince, bunların sayısı pek çoktur.

 

Şâfiîler: Çekirge dışında, akacak kanı olmayan hayvanların ölüle­rinin necis olduğuna kânidirler. Bu necis şeylerden biri suya veya başka bir sıvıya düşer de o sıvının özelliğini değiştirmezse önemli değildir. Ama bu necis şeyi bir insan veya hayvan o sıvının içine atar da özelliğini değiştirirse o zaman bu sıvı necis olur. Afvedilen bir pislik olmaz.

 

Meselâ ka­rada yaşayan ve yaralandığı zaman kanı akan canlıların ölüleri necis­tir. Ancak insanın ölüsü bundan istisna edilmiştir. Deniz hayvanlarının ölüleri de, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:

“Denizin suyu temizleyicidir. Ölüsü de helâldir” [18] beyânı uyarınca bu hükümden istisna edilmiştir. Yukarı­da geçtiği gibi insanın ölüsü temizdir. Çekirge gibi, yaralandığı zaman aka­cak zatî kanı bulunmadan kara hayvanlarının ölüsü de bu hükmün dışın­da tutularak temiz addedilmiştir. Kendisine hayat nüfuz etmiş olan ölünün parçaları da necistir. Mezheblerin bu husustaki açıklamaları detaylı bir şekilde aşağıda anlatılmıştır.

 

Mâlikîler: Ölünün içine hayat nüfuz eden et, deri, kemik ve sinir gibi parçalan necistir. Ama kıl, yün, tüy ve kuş kanatlarının tüyleri içlerine hayat nüfuz etmediğinden ötürü temizdirler.

Şâfiîler: Ölü hayvanın et, deri, kemik, yün, kıl, tüy ve diğer parça­larının necis olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bu parçalara hayat nü­fuz etmiştir.

Hanefîler: Ölünün içinde hayat emareleri bulunan eti ve derisi ne­cistir, derler. Ama ölü hayvanın kemik, tırnak, gaga, pençe, toynuk, boynuz, zülüf ve kılları içine hayat nüfuz etmediği gerekçesiyle temizdir. Zîrâ Peygamber    (s.a.s.),  Meymune'nin koyununa ilişkin olarak: “Ancak onu yemek haram kılındı” [19]buyurmuştur. Diğer bir rivayete göre de, “Ancak o koyunun eti haram kılındı” dediği söylenmektedir. Bu hadîse göre ölü hayvanın sadece eti haram kılınmış oluyor. Sayılan diğer şeylerde başka pislik bulunmazsa temiz sayılırlar. Aksi takdirde necis olurlar. Sinire dâir iki rivayet vardır. Meşhur olan rivayete göre sinir temizdir. Bazıları da, en doğrusu sinirin necis oldu­ğudur diye başka bir rivayette bulunmuşlardır.

Hanbelîler: Ölü hayvanın bütün parçalarına (daha önceden) ha­yat nüfuz etmiştir. Dolayısıyla da necistir, derler. Ancak ölü hayvanın yü­nü, kılı, tüyü ve kuşun kanat tüyleri temizdir. Bu hükmü verirken de Hanbelîler. şu âyeti mesned kabul etmişlerdir:

Sizin için davar ..., yünlerinden, yapağılarından, kıllarından bir zama­na kadar (kullanmanız için) giyimlik(ler) döşemelik(ler) ve ticâret kumaş(lar)ı verdi.” [20]

Zîrâ bu âyet-i kerimenin zahirî anlamı, davarların hem canlılık ve hem de ölüm hallerini kapsamına almaktadır. Kanat tüyleri de bu üç şeye kıyâs yapılarak temiz sayılmıştır.

Ölüden çıkan kan, sümük, süt, yumurta ve mide suları da necis şeylerdendir.

Hanefiler dediler ki:  Ölü hayvandan çıkan ve canlılığı zamanında temiz sayılan süt, ince veya kalın kabuklu yumurta ve infeha denen mide sıvıları temizdir.[21]

Hanbelîler: Ölü hayvandan çıkan her şey necistir derler. Ancak eti yenen ölü hayvandan çıkan kabuğu sertleşmiş yumurtalar helâldir.

Şâfiîler: Ölü hayvandan çıkan bütün şeyler necistir derler. Ancak eti yensin yenmesin bütün ölü hayvanlardan çıkan kabuğu sertleşmiş yumurta­lar helâldir.

Malikiler dediler ki:  Ölü hayvandan çıkan bütün şeylerin necis olduğunu söy­lerler.

 

Köpek, domuz, bunların ken­di eşleriyle veya başka cinsten bir hayvanla çiftleşmelerinden doğan hay­vanlar da necistir.

 

Malikiler dediler ki: Her canlı varlık, köpek ve domuz dahi aslen temizdir. Ağırlık basan görüşe göre Hanefîler, canlı olduğu sürece köpeğin, bizatihi temiz olduğu hususunda Mâlikîlerle görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hanefîler öldükten sonra onun etinin necis oluşuna bağlı olarak hayattay­ken salyasının da necis olduğunu iddia etmişlerdir. Eğer bir kuyuya düşer de ağzı suya değmeden canlı olarak çıkarsa su necis olmaz. Yine böylece kendisini silkelediğinde üzerindeki suların bir kısmı başka bir yere isabet edip bulaşırsa orası dahi necis olmaz.

Köpeğin necis oluşunun delili, Müslim'in Peygamber (s.a.s.) Efendimizden rivayet etmiş olduğu şu hadis-i şeriftir:

 “Birinizin kabına köpek dilini soktuğunda onu(n içindekini) döksün. Sonra yedi kez yıkasın.” [22]

Domuzun necisliği ise köpeğe kıyâs yoluyla saptanmıştır. Zîrâ o, kö­pekten daha kötü bir vaziyettedir. Onun kendisinin ve mal edinilmesinin harâmlığı hakkında şeriat sahibinin kesin hükmü vardır. Köpek ve domuz­dan süzülüp damlayan ter, salya, sümük ve gözyaşı da necis olan şeyler­dendir.

 

Mâlikîler: “Her canlı ve ondan süzülüp damlayan şey temizdir” ku­ralı gereğince bütün bu sayılanların temiz olduğu görüşündedirler.

 

Dalak ve ciğer dışında bütün nevileriyle kan dahi necistir. Ancak bu ikisi, daha önce geçen; hadîs gereğince temizdirler. Cesedinin üzerinde bulunduğu sürece şehidin kanı da temizdir. Şehîdden kasıt, ileride cena­ze bahsinde nitelikleri belirtilecek olan şehîddir. Şer'î usûle göre kesilen hayvanın etinin üzerinde veya damarlarında kalan kan ile balığın kanı te­mizdir. Bit, pire ve kinan[23] gibi hayvanların kanları da temizdir. Diğer bazı kanlar daha vardır ki, bazı mezheblere göre bunlar da temizdirler.

 

Malikiler dediler ki: Akan kan, balıktan da olsa istisnasız necistir. Ama akmayan; meselâ, şer'î usûle göre kesilmiş olan hayvanın eti üzerinde veya damarlarında kalan kan temizdir.

Şâfiîler: Dört şey dışında bütün kanlar necistir, derler. Bunlar da:

1- Eti yenen hayvanın kan renginde çıkan sütü,

2- Mûtad yoluyla gelen kan rengine bürünmüş olan menî,

3- Kuluçkaya elverişli olmak şartıyla kan rengine bürünmüş olan yu­murta,

4- Temiz bir hayvandan olması kaydıyla pıhtıya veya bir çiğnem ete dönüşen kandır.

Hanefiler dediler ki: İnsandan olsun, hayvandan olsun akmamış olan kan temizdir. Et çiğnemine dönüşen kan da temizdir. Fakat pıhtı hâli­ne gelen kan necistir.

 

İrin (yaradan akan, kan katışığı olmayan yoğun su) ve cerahat (yaradan akan ve kan katışığı olan ince su) da necis olan şeylerdendir.

 

Hanefiler dediler ki: İrin ve cerahat dışında bedenden akan sıvılar eğer bir hastalıktan kaynaklanıyorsa, akarken acı hissedilmese bile necistir. Yok, eğer bir hastalıktan kaynaklanmıyorsa temizdir. Ama bir hastalıktan ötürü gözden akan sular, akarken bir acı hissedilmese bile necistir. Meselâ gözyaşı kanallarının hastalanması hâlinde gözden akan yaşlar hiçbir acı hissedilmeksizin akarlar.

Şafiiler dediler ki: İrin ve cerahat dışında yaralardan akan sıvılar, normal rengi ve kokusu değişik ise necistir. Rengi ve kokusu değişik değilse ter gibi temizdirler.

 

Da­ha henüz bebeklik döneminde olup yiyeceklerden yememiş olsalar bile insanların sidik ve tersleri gibi artıkları necistir. Bu artıklar necaset hâline dönüşmeksizin eski yenebilir şekillerinde kalsalar bile yine de pis ve murdardırlar. Katır ve eşek gibi eti yenmeyen ve fakat yaralandıklarında kanı akan hayvanların tersleri ve idrarları da necistir.

 

Hanefiler dediler ki:  Eti yenmeyen hayvanların ters ve idrarı neca­set ve taharet bakımından kısımlara ayrılır. Hayvan eğer havada uçan cinstense (karga gibi), onun necaseti muhaffeftir. Yok, eğer uçan cinsten değilse necaseti, muğallez necasettir. Şunu da kaydetmek gerekir ki: Katır ve eşek gibi hayvanların yollarda bıraktıkları sidik ve tersleri fazla olduğundan me­şakkati gidermek amacıyla affedilen necasetler türünden sayılmıştır.

 

Ama eti yenen hay­vanların artıklarına gelince bu hususta mezheblerin ihtilaflı görüşleri mevcuddur.

 

Şafiiler dediler ki:  Eti yenen hayvanların da sidik ve tersleri mutlak surette necistir.

Hanefîler: Eti yenen hayvanların sidik ve terslerinin muhaffef ne­cis olduğu görüşündedirler. Yalnız kuşlara ilişkin olarak şöyle bir ayırım yap­mışlardır: Eğer kuş (güvercin ve serçe gibi) havada uçarken tersleyen cinsten ise onun tersi temizdir. Diğerlerininki ise (tavuk, yabanî ördek ve kaz gibi) İmameyn'e göre muhaffeftir. İmam Âzâm'a göre ise muğallez necasettir.

Mâlikîler: Eti yenen sığır ve koyun gibi hayvanlar eğer murdar şey­lerle beslenmeyi âdet edinmemişlerse bunların ters ve sidiklerinin temiz ol­duğu görüşündedirler. Yok, eğer murdar şeylerle beslenmeyi itiyâd hâline getirdikleri yakînen veya zannî olarak biliniyorsa tersleri necistir. Ama itiyâd hâline getirip getirmediklerinde şüpheye düşülürse bakılır: Tavuk gibi, eğer pisliklerle beslenmesi kendisinden beklenilen bir hayvansa tersi necistir. Ama güvercin gibi, pisliklerle beslenmesi kendisinden beklenilmiyorsa tersi temizdir.

Hanbelîler: Eti yenen hayvanların tersinin temiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fazla olmamak kaydıyla necaset yemiş olsalar bile tersleri temiz­dir. Etleri de... Yok, eğer necis olan bir şeyden fazlaca yemiş iseler bunlar üç gün süreyle pislik yemekten alıkonulur, temiz şeylerle beslenilirlerse üç gün geçtikten sonra tersleri temiz olur. Etleri de...

 

İnsanın ve diğerlerinin menisi necistir.

 

Menî, cinsel ilişki veya ben­zeri (sevişme, elle oynama) esnasında orgazm halinde gelen bir sıvıdır. Bu sıvı, mîzâçları itidale erdiğinde (yani 30 yaşı civarına geldiklerinde) erkeklerde beyaz ve yoğun halde olur. Kadınlarda ise sarı ve ince olur. Ka­dının menîsi, vücûdunun dışına çıkmaz; fercinin (vaginanın) içinde kalır. Cinsel ilişki esnasında bazan erkeğin penisinin üstünde de görülebilir. Ka­dının menisinin varlığını kabul etmeyip kadının fercinde (vaginasında) sa­dece bir ıslaklık hissedildiğini iddia edenler, aslında bedenî duyguları inkâr etmiş oluyorlar. Mezî ve vedî de necis şeylerdendir.

 

Hanbelîler: Eti yenen hayvanların mezî ve vedîlerinin temiz oldu­ğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.

Mezî: Oyna­ma esnasında penisten akan ince bir sıvıdır. Vedî ise çoğunlukla idrar­dan sonra akan beyaz ve yoğun bir sıvıdır.

 

Kusuntu ve mideden gelen su da necistir. Ancak bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Durdurulması mümkün olmayan ağız dolusu olarak gelen gerek yemek, gerek su, gerek san renkte (za'ferân gibi) bir sıvı ve gerekse kan pıhtısı hâlinde gelen kusuntu ğalîz necasettir. Bu yemek ve sular, mideye yerleşmeden önce kusulsa bile yine ğalîz necasettirler. Süt em­me dönemindeki çocuğun kusmuğu dahi bu hükme tâbidir. Fakat uyumak­ta olan bir kişinin ağzından gelen su temizdir. Az veya çok, küçük veya büyük kurtçukları kusan kimselerin de bu istifrâları temizdir. Mideden gelen su da kusuntu hükmündedir. Bu hususta Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmak­tadır:

“Sizden biriniz namazdayken kusar veya midesinin suyu ağzından dı­şarı atılırsa namazı bıraksın ve gidip abdest alsın.[24]

Yalnız Hanefî İmamları, balgam ve kanla karışık tükürük hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Saf olarak hiçbir şeyle karışmamış olan balga­mın temiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak yemekle karışık olup bu karı­şımda yemek balgamdan daha çok olursa necis olur demişlerdir. Ama her ikisi eşit miktarda olursa her biri tek başına değerlendirilir. Eğer yemek kıs­mı tek başına ağız dolusu olursa kusuntu hükmüne tabi olur. Tükürükle karışık olan kana gelince bu karışımdaki tükürük çoğunlukta olup sıvının ren­gi sarı olursa bu temizdir. Yok, eğer karışımın içindeki kan çoğunlukta olup sıvının rengi kırmızı olursa bu necistir. Karışımdaki kan ister çok olsun ister tükürüğün miktarına eşit olsun, ağız dolusu olmasa bile yine necistir. Deve ve koyunların geviş getirmeleri esnasında çıkarmış oldukları salyalar da az olsun çok olsun necistir. Şunu da bilmek gerekir ki: Bir kişi aynı anda bir­kaç defa peş peşe kusar da bu kusuntulardan her biri kendi başına ağzı dol­durmaz, ama üst üste toplandığında ağız dolusu kadar olursa bu kusuntular da necis olur.

Mâlikîler: Kusuntuyu, “mideye yerleştikten sonra tekrar ağız yo­luyla dışarı çıkan yemek” olarak tanımlamışlardır. Şu halde bu yemek, yalnız ekşime şeklinde de olsa, yemeklik vasfını yitirecek de olsa necis olur demişlerdir. Ama midenin dolması esnasında ağız yoluyla dışarı attığı su, pis­liğe benzemedikçe pislik hükmüne girmez. Bir tek niteliğiyle de olsa pisliğe benzerse pislik hükmüne girer, necis olur. Sözünü ettiğimiz bu suda ekşime yalnız başına zarar vermez. Midenin dışarıya attığı bu su, ekşimiş olur, fa­kat başka özelliklerini kaybetmez ve değişmezse necis olmaz. Ekşime hafif olup devamlı tekerrür etmesi dolayısıyla hafif sayılmakta ve dolayısıyla bu su necis olarak kabul edilmemektedir, temizdir. Mideden çıkan su, san ren­ge bürünüp pis kokmaktaysa necislik bakımından kusuntunun hükmüne tâ­bi olur. Ancak bu su, sürekli olarak mideden gelmekteyse zorluklar göz önüne alınarak afvedilen necasetlerden sayılmıştır.

Şafiiler dediler ki: Kusuntu derhal dışarı çıkarsa ve yemek olsun su olsun, asliyeti değişmemiş olsa bile mideden çıktığı bilinirse necistir. Ama mideden çıktığı şüpheli olursa asl olan temiz olmasıdır. Uyuyanın ağzından çıkan su da sarı renkli ve pis kokulu ise bu hükme tâbidir. Ama bu derde müptelâ olanlar için bu su, zorluğu gidermek maksadıyla afvedilen necaset­lerden sayılmıştır. Deve ve koyunların geviş getirmeleri esnasında çıkardık­ları salyaları, az da olsa çok da olsa necistir.

Hanbelîler: Kusuntu ve midenin dışarıya attığı su, hiç bir ayırıma tâbi olmaksızın necistir derler.

 

Canlı hayvandan çıkan çürük yumurta da necistir.

 

Mâlikîler: Çürük yumurtayı kokan, rengi maviye dönüşen; kan, et parçası veya ölü bir civciv hâline dönüşen bir yumurta olarak tanımlamış­lardır. Çorba gibi, sarısıyla beyazı birbirine karışan, içinde nokta halinde kan bulunan yumurtalar temizdir. Ölü hayvanın yumurtasına gelince bu, daha önce de belirtildiği gibi necistir.

Şâfiîler: Çürük yumurtayı, “Kokuşmuş olmakla birlikte sarısı be­yazına karışan yumurtadır” şeklinde tanımlamışlardır. Bununla beraber böylesi yumurtaların temiz olduğunu da doğrulamışlardır. Bunlar derler ki: “Ka­na dönüşen ve canlı bir hayvandan çıkıp da kabuğu sertleşmemiş olan yu­murta necistir.”

Hanefiler dediler ki:  Yumurta kana dönüşürse necis olur. Ama sa­dece kokarak değişen yumurta, kokmuş et gibi temizdir.

 

Mezheblerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır. Ölüsü necis sayılan bir canlıdan alınmış parçalar da necistir.

 

Hanbelîler: Ölüsü necis olan canlılardan alınmış olan parçaların arasından iki şeyi istisna edip bunların temiz olduğuna hüküm vermişlerdir,

a- Kabuğu sertleşmiş yumurta,

b- Mecburî kesilmesi esnasında, canlı hay­vanda kesilmesine güç yetmeyen parçalar...

Şafiiler dediler ki: Eti yenen hayvanların üzerlerinden alman ve alı­nırken beraberlerinde örfe göre bir kıymeti olmayacak kadar az miktarda et parçası kopan yün, tüy, kıl ve kanat tüyleri temizdir. Ama beraberlerinde örfe göre bir kıymeti olacak kadar çok et parçası koparsa her ikisi de necis olur. Hayvanın üzerinden alınan tüy ve beraberindeki şeyin temiz mi necis mi olduğu hususunda şüpheye düşülürse asl olan temiz olmasıdır. Ayrıca daha önce de geçtiği gibi Şâfiîler, ölü hayvanın istisnasız olarak tüm parçaları­nın necis olduğuna hüküm vermişlerdir.

 

Ölü hayvan bahsinde sayılan par­alarla canlı olan ceylandan alınan misk ve derisi bu hükmün dışında tu­tulmuş olup temizdir. İnsandan gayrı, eti yenmeyen canlıların sütü de necistir. Ateşle yanan pisliğin külü ve dumanı necistir.

 

Hanefiler dediler ki: Canlı olsun ölü olsun, eti yensin yenmesin bü­tün hayvanların sütü temizdir. Ancak domuzun sütü müstesnadır. Çünkü o sağken de ölüyken de necistir.

Hanefiler dediler ki: Ateşle yanmış necasetin hem külü, hem du­manı temizdir. Aynı şekilde yanmaksizın bir necaset, kendiliğinden toprak haline gelirse temiz olur.

Mâlikîler: Bunlara göre ateşle yanmış necasetin külü temiz, duma­nı ise necistir. Mâlikîlere göre kuvvetli olan görüş budur.

 

Sarhoş edici sı­vılar da necistir. Bu sıvı ister üzüm şırasından, ister kuru üzüm ezmesi, ister hurma ezmesi, ister başka bir şeyden yapılmış olsun necistir. Zîrâ Cenâb-ı Allah, hamrı (şarabı) “rics' yani pislik ile adlandırmıştır. Rics ise örfe göre necis şey demektir. Sarhoş edici her sıvının hamr olarak kabul edilmesi, Müslim'in rivayet ettiği şu hadîs-i şeriften ötürüdür:

“Her sarhoş edici şey hamrdır. Her sarhoş edici şey haramdır.” [25]

Şerîat sahibinin sarhoş edici sıvıyı içmenin haram olduğunu ilân et­mesinin üstünde, onun necis olduğuna karar vermesi, ondan nefret edil­mesi ve onu kullanmanın büyük günâh olduğunun bilinmesi içindir.[26]

 

Kendisinden Afvolunan Necaset Bahsi

 

Namaz kılanın bedeninde, elbisesinde ve namaz kılacağı yerdeki necâseti gidermek vâcibtir.

 

Malikiler dediler ki: Necasetin giderilmesine ilişkin iki meşhur ka­vil (söz) vardır:

a- Necaseti gidermek, namazın sahîh olabilmesi için şart olduğundan vâcibtir.                      

b- Necaseti gidermek sünnettir. Sünnet veya vâcib olmasının şartı; na­maz kılanın kendisinde necaset olduğunu hatırlaması ve onu gidermeye muk­tedir olmasıdır. Adamın biri, üzerinde veya kıldığı yerde necaset bulunması­na rağmen namaz kılmış, bu necaseti önceden gidermeyi unutmuş veya gi­dermekten âciz kalmışsa namazı her iki kavle göre de sahîh olur. Ancak kıl­dığı namaz öğle veya ikindi ise güneş guruba gelip sararıncaya kadar yeni­den kılması; akşam veya yatsı ise şafak vaktine kadar yeniden kılması, sa­bah namazı ise gün doğuşuna kadar yeniden kılması mendup olur. Ama üze­rinde veya kıldığı yerde necaset olduğunu bilip de kasıtlı olarak kılarsa veya haberi yoksa birinci kavle göre namazı bâtıl, ikinci kavle göre ise sahihtir. Birinci kavle göre namazı bâtıl olduğu için aynı vakitte veya başka bir za­manda mutlaka yeniden kılması gerekir. İkinci kavle göre de yeniden kılma­sı menduptur.

 

Ancak zorluklar ve imkânsızlıklar göz önüne alınarak kendisinden afvolunan necasetler bu hükümden müstesnadır. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur:

“(Allah) din işinde üzerinize bir zorluk da yüklemedi.”[27]Kendisinden afvolunan necasetler hakkında mezheblerin tafsilâtlı gö­rüşleri aşağıya çıkarılmıştır.     

 

Mâlikîler: Kendisinden afvolunan  necasetleri şu şekilde sıralamışlardır:

a- Emzikli kadının bedenine veya elbisesine, emzirmekte olduğu ço­cuğun (bu çocuk kendisine ait olmasa bile) bulaşan idrar ve dışkısı. Tabiî emziren kadın, çocuğun pislemesi hâlinde mümkün mertebe kendisine bu­laşmamasına gayret edip kaçınacaktır. Böyle kadınların, kendileri için bir namaz elbisesi hazırlamaları da menduptur.

b- Mayasılın (hemorroid) ıslaklığının kişinin bedenine veya elbisesine günde bir kez dahi olsa her gün bulaşması. Bu ıslaklık ele bulaşırsa eli yıka­mak gerekir. Fakat bu hastalığa müptelâ olan kişi elini her gün iki defadan fazla mak'adına değdirip mayasılı geri döndürüyorsa elini yıkamaktan afvolunur. Elbise ve bedene günde bir defadan fazla isabet ederse..., dendi. El için ise günde iki defadan fazla isabet ederse..., dendi. Bunun sebebi şudur:

Birçok defa olmadıkça eli yıkamak zor değildir. Ama beden ve elbiseyi yı­kamak zordur.

c- İdrar, dışkı, mezî ve vedî gibi sıvılar her gün bir kere de olsa kendi­liklerinden sızıntı yapsa ve bu sızıntılar elbise ve bedene bulaşsa yıkanması gerekmez. Bir yere bulaşır da bu yerden başka tarafa geçmek mümkün ol­mazsa, orasının yıkanması da gerekmez. Ancak bu haldeki kimsenin kendi­si için bir namaz elbisesi bulundurması menduptur.

d- Kasabın, banyo sularını çeken kimsenin, yaralan tedavi eden dok­torun elbisesine isabet eden şeyler. Ancak bu gibi kimselerin kendileri için namaz elbisesi bulundurmaları menduptur.

e- Namaz kılanın elbisesine, bedenine veya namaz kıldığı yere gerek kendisinin, gerek insan olsun hayvan olsun (bu hayvan domuz olsa da) baş­kalarının bulaşan kanı. Ancak bu kan lekesinin genişliğinin, katırın ön aya­ğındaki siyah benden daha büyük olmaması gerekir. Gram olarak ağırlık önemli değildir. Bu hususta irin ve cerahat da kan hükmündedir.

f- Kişinin ahıra bağlamakta olduğu, yemini verdiği veya otlatmakta olduğu at ve katırın kendi bedenine, elbisesine veya namaz kılmakta olduğu yere bulaşan idrar veya dışkısı. Bunlardan korunmak zor olduğu için afvolunan necasetler grubundandırlar.

g- Pisliğe düşüp ondan bir şey kaldırıp da ayağına veya ağzına pislik bulaşan kara sinek, sivrisinek veya küçük karıncadan insana, ya da elbisesi­ne bulaşan izler. Bunlardan sakınmak da zordur. Bu nitelikteki büyük karıncaların bıraktıkları izlerse afvolunan necasetten sayılmaz. Çünkü bu, en­der görülür.

h- Hacamat vurulan yerde, bezle silindikten sonra kalan kan kalıntı­sı. İyileşip yıkanmasına kadar bu kan kalıntısı afvolunan necasetlerden sa­yılır.

i- Kişinin elbisesine veya ayağına bulaşan yağmurun çamuru veya ne­casetle karışık yağmur suyu. Bunlar yollarda bulundukları sürece, yağmur kesildikten sonra bile olsa bu hükme tabidirler. Ancak bunlar için üç şartın bulunması gereklidir:

1. Muhakkak surette veya zannî surette olsa bile çamura veya suya karışan necaset yandan fazla olmamalıdır.

2. Çamura veya suya karışmaksızın necasetin direkt olarak insana bu­laşmaması gereklidir.

3. Kişinin bu çamura veya suya bulaşmada bir kastı ve katkısı olma­malıdır. Örneğin temiz yol varken kişinin bu çamurlu yollardan geçmemesi gerekir. Yollara serpilen su ve su birikintisi bulunan yerlerdeki arta kalan sular da yağmur çamuru hükmündedir.

j- Birden fazla olan çıbanlardan akan irin. Bu irin ister kendiliğinden, isterse gereksiz yere sıkılmakla aksın. Ama çıbanların çokluğu, sıkılmalarına ihtiyaç olduğu sanısını doğurmaktadır. Akan irinler katır beninden fazla olsa bile afvolunan necasetlerden sayılırlar. Fakat çıban bir tane olur da bun­daki irin kendiliğinden akarsa veya ihtiyaç duyulduğu için sıkılarak akıtılırsa yine sorun yoktur. Ama ihtiyaç duyulmaksızın sıkılmakla akarsa katır beni kadar olanı afvolunur, geri kalan fazlalık ise afvolunmaz.

k- Çok olsa bile pirelerin pisliği. Eğer pire akan kanla besleniyorsa, pisliği necis, ama afvolunan bir necistir. Kanına gelince, diğerlerinin kanı gibi olup katır beninden fazlası muaf değildir.

ı- Uyumakta olan bir kimsenin midesinden çıkıp gelen su. Bu su sarı ve pis kokuyorsa necistir. Eğer devamlı olarak akıyorsa muaftır.

m- Üç tane veya daha az sayıdaki bit ölüsü insan üzerinde veya elbi­sesinde bulunursa muaftır.

n- Kişinin ön veya arkasından gelen necaseti taş veya benzeri şeylerle temizleyip gidermesinin sonra geriye kalan pislik izi. Bu iz fazla yayılmadıkça suyla yıkanması gerekmez. Eğer fazla yayılırsa suyla yıkanması vâcib olur. Kadının önündeki necaseti temizlemede su kullanmasının gerekli olu­şu gibi... Bunun geniş açıklaması istinca bahsinde gelecektir.

Hanefiler dediler ki: Necaset, muğallaza ve muhaffefe olmak üze­re iki kısma ayrılır. İmam Âzam'a göre necâset-i muğallaza, hakkında baş­ka bir nassla muâraza olmaksızın nass bulunan bir necasettir. Muhaffefe ise, hakkında başka bir nassla muâraza olmakla birlikte ayrı bir nass bulunan necasettir. Eti yenen hayvanların idrarı gibi! Bu husustaki muârazalı nasslar şu hadîs-i şeriflerdir:

“Sidikten uzak kaçın.”[28]

Urenîlerin hadîsine gelince bu da eti yenen hayvanların sidiğinin temiz­liğini ispatlar. Bu hususta iki delil çatışınca, eti yenen hayvanların sidiği necâset-i muhaffefe olmuştur. Gelelim Urenîlerin hadîsine:

“Ureyne oymağından bir kısım insanlar Medîne-i Münevvere'ye geldi­ler. Oranın havası kendilerine yaramadı. Renkleri sarardı. Karınları şiş­ti.

Rasülullah (s.a.s.) onlara, sadaka için toplanmış olan develere gidip süt­lerini ve idrarlarını içmelerini emretti. Onlar da gidip içtiler. Ve bu, onlar için bir şifâ sebebi oldu.” [29]

Necâset-i muğallazada şu hususlar afva uğrar:

a- Dirhem miktarı kadar olan necâset-i muğallaza.

b- Tartılabilen yoğun necasetlerden yirmi kırat kadar olanı.

c- İnce necasetlerden de el ayası kadar olanı.

Bunu üzerinde taşıyanın namazı sahîh fakat tenzihen mekruh olur. Tahrimen mekruh olması söz konusu değildir. Zîrâ bu miktar necasetin muaf sayılması, günâh durumunun ortadan kalkmasını gerekli kılar. Evet, dirhem miktarı necaseti gidermek, daha az miktarda olanı gidermekten daha kuv­vetlidir. Hanefîlerin meşhur kavline göre tahrimen mekruhtur.

d- Zaruret hâli bulunan yerlerde kediyle farenin sidik ve pislikleri. Farenin pisliği fazla olup da eseri görülecek kadar olmamak şartıyla buğday içine düşerse muaf sayılır. Farenin sidiği kuyuya damlarsa zaruret dolayısıy­la muaf sayılır. Ama gerek pisliği, gerekse sidiği elbiseye veya kaba bulaşır­sa muaf sayılmaz. Çünkü bundan sakınmak mümkündür. Kedinin sidiği el­biseye bulaşırsa zaruret çıkması dolayısıyla muaf sayılır. Elbiseden başka şeye kedinin sidiği veya dışkısı bulaşırsa sakınılması mümkün olduğu gerekçesiy­le muaf sayılmaz.

e- Necis olan bir şeyin buhar ve tozu. Yerdeki dışkılara rüzgâr vurup elbiseye izini bulaştırırsa dışkının kokusu gelse bile yine zararı yoktur. Yine böylece rüzgâr esmesiyle zıbil tozu savurulup insanın elbisesine bulaşırsa za­rar vermez.

f- İğne ucu kadar görülmeyecek derecede ince olan sidik serpintisi. Bunlar elbiseyi ve bedeni kaplayacak kadar çok olsalar bile zaruret nedeniy­le yok gibi sayılırlar. Kasabın elbisesine bulaşan kan damlacıkları da zaruret dolayısıyla sırf kasap için muaf sayılır. Eğer bu sidik serpintileri bir elbiseye bulaşır da sonra bu elbise az bir suyun içine atılırsa o su necis olur. Çünkü burada bir zaruret söz konusu değildir.  

g- Bir pisliğe konup da pislikten kendisine bir şeyler bulaşan bir kara sinek, namaz kılan bir şahsın elbisesine konar ve onda pislikten bir iz bıra­kırsa yine muaf sayılır.

h- Caddelerdeki çamurlar, karışımlarındaki necaset aynen görülme­dikçe yandan çok olsa bile muaf sayılır. Necâset-i muhaffefe, elbisenin veya bedenin tümünün dörtte birini geçmedikçe muaf sayılır. Necasetin hafifliği ancak sıvı olmayanlarda açığa çıkar. Çünkü bir sıvıya herhangi bir necaset bulaştığında o sıvı da necis olur. Bu hususta muğallaza olanla muhaffefe olan arasındaki herhangi bir fark yoktur. Bunda ağırlığa ve alana da itibar edil­mez.

Deve ve koyun pisliği fahiş miktarda çok olmadıkça bir kaba veya ku­yuya düşer de dağılıp rengini yaymazsa muaf sayılır. Buradaki azlık veya çokluğun takdir edilmesi, bunu gören kimsenin görüşüne bırakılmıştır. Eşe­ğin tersi ile sığırın ve filin pisliklerine gelince, zaruret veya iptilâ halinde bunlar muaf sayılırlar. Bunların kurusu da yaşı da aynı hükme tâbidir.

Şafiiler dediler ki: Necasetten bazıları afvolunur. Ki bunları şöylece sıralamak mümkündür:

Normal gözün göremediği necaset, muğallaza da olsa muaftır. Ateşte yakılan bir necasetin kendisinden ayrılan az miktardaki dumanı muaf sayı­lır. Ateşsiz olarak bir necasetin kendiliğinden yükselen buharı böyle olma­yıp tamamen temizdir. Taşla temizlenen bir kişinin mak'adında kalan pislik izi. Bu kalıntı ve iz, sahibine nisbetle muaf sayılır. Başkaları için değil... Söz­gelimi böyle birisi, az bir suyun içine oturursa ve temizlenme mahalli de su­ya değerse o su necis olur.

Necis olduğu muhakkak bir şeylerle karışan sokak çamurları. Eğer bu çamurun necis olduğu sanılır veya bu hususta şüpheye düşülürse temiz sayı­lır. Bu çamurların muaf sayılmaları için aşağıdaki şu dört şartın tahakkuk etmesi gerekir:         

1- Necasetin bizatihi kendisi zahir olmamalıdır.

2- Yolda yürümekte olanın bu pisliklerden sakınması, yani elbisesi­nin eteğini sarkıtmaması; su taşıyanların kaplarından sıçrayan serpintilere kendisini yaklaştırmaması gerekir.

3- Yoldaki pisliklerin kendisine, yürürken veya bir şeye binmişken bu­laşmış olması gerekir. Eğer kendisi bu pisliğin içine düşer de elbisesi kirle­nirse muaf sayılmaz. Ve bu durumlar ender vukû bulduğu için sakınmak da mümkündür.

4- Bu necaset sadece elbiseye veya bedene bulaşırsa muaf sayılır. Necis bir küle gömülen ve bu vasıftaki kızgın bir külün üzerinde ısıtılan ekmeğe bu pislikten bir şey bulaşırsa, her ne kadar ayıklanması kolay olsa da muaf sayılır. Bu çeşit pislikten bir şey sütün içine düşer de eseri belli olur­sa veya bu bir elbiseye bulaşırsa muaf sayılır. Peynir ve meyvelerdeki kurt ölüsü her ne kadar necis ise de bu nesnelerin içinde ölü olarak bulunursa muaf sayılır. İnfehalar da muaf necasetten sayılırlar. (Bunlar, süt oğlakları­nın veya danalarının midelerinden çıkan sıvılardır. Ki bunlar peynirin maya tutmasına elverişlidirler.) İlâçları ve esansları kullanılır hâle getirmeyen ne­cis sıvılar da muaf sayılır. Tabîî fazla olmamak ve yeteri kadar kullanmak şartıyla... Bu da infeha denen sıvıya kıyâsla muaf sayılmıştır. Harcı necis kül ile yoğurulup yapılan duvarların üzerine serilen elbiseler, ıslak olmaları dolayısıyla bu pis küle bulaşırlarsa muaf sayılır. Zira bundan sakınmak da zordur. Ölü bit yumurtaları, çok da olsa karasineğin pisliği muaf necasetler­den sayılmıştır. Evde, sergilerin üzerine ve yere düşen kuş pisliklerinin de muaflığı için üç şartın tahakkuku gerekir:

1- Kasıtlı olarak bunlara basıp geçmemek gerekir.

2- Zaruret olmadığı takdirde iki yanından birinin yaş olmaması gere­kir. Meselâ zorunlu olarak geçilmesi gereken yoldaki bu tür pislikler rutûbetli de olsa ve buradan geçmek kasıtlı da olsa yine afvolunur.

3- Bu çeşit necasetten sakınmanın meşakkatli olması gereklidir.

Üstü açılan bir mezarlığın az miktardaki toprağı da afvolunan necaset­lerdendir. Köpek, domuz, bunların kendi aralarında veya başka cinsten hay­vanlarla çiftleşmelerinden doğan yavruları müstesna, diğer hayvanların az miktardaki necis tüyleri de muaf sayılır. Köpekle domuzun necis tüyü az mik­tarda olsa bile muaf değildir. Çok da olsa yine muaf sayılmaz. Ancak binici ve kırkıcı olanların sakınmaları zor olduğu gerekçesiyle onlar muaf sayılmış­lardır. Sudaki balığın pisliği; eğer balık suya sırf iş olsun diye konulmamışsa ve pisliği de o suyu değiştirmemişse muaftır.

Etin ve kemiğin üzerinde kalan kan. Eğer bunlar yıkanmaksızın tence­reye konulmuş olurlar ve çorba (veya diğer yemekler) de değişik olup nor­malden ayrı olsa bile yine afvolunur. Ama et veya kemik tencereye konul­madan yıkanacak olursa üzerine dökülen su yere damlarken sâf ve temiz olun­caya kadar yıkanmasına devam edilir. Su berrak olursa et veya kemik te­mizlenmiş demektir. Aksi halde necistir ve muaf sayılmaz. Temizlendikten sonra üzerinde az miktarda kan kırmızılığı kalırsa, bunu kökten silmek müm­kün olmadığından muaf sayılır. Normal bir yıkamadan sonra geriye kalan kırmızılık muaf sayılır. Uyumakta olan bir şahsın ağzından gelen ve midesinden kaynaklandığı muhakkak olan san renkli ve pis kokulu salya. Eğer bu şahıstaki söz konusu salya, her zaman görülen bir şeyse fazla miktarda aksa bile muaf sayılır. Ama midesinden kaynaklandığı şüpheli ise temiz sa­yılır. Deve ve benzeri hayvanların geviş getirme esnasında çıkardıkları sal­yaları, kendilerine yem veren, ahıra bağlayan veya otlatan kimselere bula­şırsa muaf sayılır. Harman üzerindeki tahıla bulaşan hayvan sidiği ve dışkısı da muaf sayılmaktadır. İstinca için su alınan banyo havuzlarına düşen fare pisliği de bunlardandır. Ancak bu pislik az olup içine düştüğü suyun vasıfla­rından birini değiştirmemelidir. Tedavi maksadıyla vücutta ateşle yakılıp açı­lan yere konulan nohut tanesi de, necasete bulaşmış olan organın üzerine konulursa muaf sayılır. Süt sağılırken hayvanın pisliği veya memesinin üze­rindeki bir necaset sütün içine düşerse muaf sayılır. Hayvan pisliğiyle karı­şık bir çamurdan yapılma arı kovanlarındaki pisliklerden bala bulaşma olursa yine afvolunur. Süt emmekte olan çocuğun ağzındaki pisliğin memeye bu­laşması veya onu ağzından öpen birinin ağzına ıslaklıkla beraber bulaşması da muaf sayılır.

Karınca, arı, balarısı ve benzeri akacak kanı bulunmayan hayvanların içine düşüp ölmekle necis kıldıkları sıvı şeyler de bunlardandır. Eğer bu say­dıklarımız başka bir hayvan tarafından değil de sadece rüzgârın etkisiyle bu sıvının içine düşmüş ve evsâfını değiştirmemişlerse, bu sıvılar içilebilirler.

Dövme yaptırırken çıkan kan üzerine çivit döküldükten sonra bu kan mavi veya yeşil renge bürünür. Evet, vücûda iğne batırarak kan çıkarıp sonra da bu kanın üzerine çivit dökmekle elde edilen mavi veya yeşil renkteki nakışlı izler de şu şartlarla afvolunurlar:

1- Bu iş, başkasının vararına olmayan şahsî bir ihtiyaç için yapılmış­sa,

2- Bu işi yapan kişi mükellef değil ise,

3- Mükelleflik çağında yapmış fakat bu izleri gidermesi, teyemmümü mübâh kılacak derecede bir zararın (el veya yüzde yaralanmaların) meyda­na gelmesine sebep olacaksa muaf necasetlerden sayılır.

Aşağıdaki şu şartları hâiz olan kan da afvolunan necasetlerden sayıl­mıştır. Şöyle ki:

a- Normal gözün göremeyeceği kadar az olan kan. Bu, köpek ve do­muz gibi muğallez necasetten olan hayvanların kanı olsa bile...

b- Normal gözün, görebileceği miktardaki kan: Bu kan eğer köpek, domuz ve benzeri hayranların kanı ise mutlak surette afvolunmaz.

Kişinin kendi vücûdunun değil de başkalarının kanına gelince, bu kan az miktarda olur da kişi bizzat kendi kendini buna bulaştırmamışsa muaf sayılır. Zaruret olmaksızın üzerinde kan bulunan kişiye de yanaşmaması gerekir.

Akıcı kanı olmayan pire ve benzeri hayvanların kanma gelince bunların çok miktardaki kanlan da şu üç şartla muaf tutulur:

1- Çok miktardaki pire kanı, kişinin kendi fiiliyle veya başkası tara­fından üzerine bulaşmamış olması gerekir. Mükellef olmayan kişi de, kendi isteğiyle bunu bulaştırmamış olmalıdır. Bu durumda kanın çoğu değil de sa­dece az miktarı muaf sayılır.

2- Sakınılması güç olmayan ve üzerinde pire kanı bulunan bir şahsa yaklaşmamalıdır. Bunun tersini yapacak olursa pire kanının çoğundan değil de sadece azından muaf tutulur.

3- Bu kan güzelleşmek için bile olsa, üzerindeki giymeye ihtiyaç duy­duğu bir elbiseye isabet etmiş olmalıdır.

Kişinin kendi vücûdunun burun, kulak ve göz gibi tabiî geçit yerlerin­den akan kanına gelince mûtemed olan görüş şudur: Tabiî geçit yerlerinden akmasa bile az miktardaki kan muaf sayılmaktadır. Meselâ çıbanlardan, si­vilcelerden ve neşter vurulan yerlerden akan kanlar gibi. Kişinin fazla mik­tarda akan kanının muaf sayılabilmesi için de üç şart gereklidir:

1- Bu kan, kişinin vücudundaki çıbanı sıkması gibi kendi fiiliyle çık­mamış olacak. Bunun aksini yaparsa sadece az miktardaki kanından muaf tutulur. Ama neşter vurup kan aldırma ve hacamat (kupa) vurdurma gibi hallerde kendi fiiliyle de aksa çok miktardaki kanından da muaf tutulur.

2- Kan, çıktığı mahalli aşmayacak. Mahallinden maksat, sadece ya­ranın veya çıbanın bulunduğu mahal değildir. Meselâ eldeki bir yaranın ma­halli, dirseğe kadardır.

3- Zaruret olmadıkça kişinin, üzerinde kan bulunan şahsa veya şeye yanaşmaması gerekir. Muaflığın geçerliliği, kişinin sadece kendi şahsı için­dir. Sözgelimi, üzerinde kan bulunan bir şeyi tutması veya başkası tarafın­dan böyle bir şeyin üzerine yüklenmesi afvolunmaz.

Kanın azlık veya çokluğunun ölçüsü, örfün takdirine göredir. Az veya çok olduğu hususunda şüpheye düşülürse aslolan muaflıktır.

Hanbeliler dediler ki: Muaf sayılan necasetler şunlardır:

Az miktardaki kan, irin ve cerahat. Azlığı, insan baktığında kendi ken­dine: “Bu azdır” dediği bir miktar olarak tanımlanmıştır. Az miktardaki necaset, yiyecek ve sıvılardan başkasına bulaşacak olursa muaf sayılır. Bun­lara bulaşırsa muaf sayılmaz. Şayet yiyecek ve sıvıya bulaşan bu pislik, canlı iken temiz olan bir hayvanın ön ve arkasından başka bir yerinden çıkmışsa yine muaftır. Kan, irin ve cerahatten biri, elbisesinin birkaç yerine bulaşmış ise bakılır: Eğer pislik bulaşan bu yerler bir araya getirilip üst üste konuldu­ğunda, tamamı az ise muaf olur. Aksi halde, hayır! Kişinin üzerindeki iki veya daha fazla elbise bir araya getirilerek bunlardaki pislikler üst üste he­saplanmaz. Her giyecek tek başına değerlendirilir.

Yeteri kadar istinca yapılıp mak'ad temizlendikten sonra geride kalan az miktardaki kalıntı da muaf sayılır. Küçük abdest yapılıp iyice temizlen­dikten sonra gelen idrar sızıntısı da muaftır. Çünkü bundan sakınmak zor­dur.

Vasfı açıkça belli olmayan pisliğin dumanı ve tozu da bu gurupta mütâ­lâa edilir. Afvolunan bir necasetle kirlenen az miktardaki su da böyledir. İnsanın gözüne bulaşıp da yıkanması zarar veren necaset muaftır. İçine necaset bulaşmakla necisliği kesinleşen az miktardaki sokak çamuru da muaf sayılır.[30]

 

Necasetin Kendisiyle Giderildiği Şey Ve Ne Şekilde Giderileceği

 

Necaset bazı şeylerle giderilir. Ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Temizleyici su: Temiz su, bu iş için yeterli değildir.

 

Hanefiler dediler ki: Temizleyici olmayan temiz su, necaseti gider­me hususunda temizleyici su gibidir. Sirke ve gül suyu gibi sıkıldığında temiz sular da temizleyici su gibidirler. Bunların üçü, galiz de olsa, görünse de, görünmese de bütün necasetleri (bu necasetler kişinin bedeninde, elbisesin­de veya namaz kılacağı yerde olsa bile) temizlerler.

 

Bundan son­ra gelecek olan “Suların kısımları” mevzuunda temiz su ile temizleyici su­yun açıklaması yapılacaktır. Necasetin bulunduğu yerin nasıl temizleneceği hususunda mezheblerin muhtelif görüşleri vardır.

 

Hanefiler dediler ki: Necâsetli elbise, bir defa bile yıkanmakla üze­rinde görünen necaset giderilirse temiz olur. Tabiî, bu yıkama eğer akar bir suda veya üzerine su dökmekle oluyorsa. Fakat bu elbiseler kapta yıkanı­yorsa üç defa yıkanması ve her yıkanışta da sıkılması gerekir. Eğer bu elbise necis bir boya ile boyanarak necis olmuş ise onu temizlemek için üzerine su dökmek ve su berrak bir şekilde ondan akıncaya kadar yıkamaya devam et­mek gerekir. Üzerine dökülen su, saf olarak ondan damladığında boyanın rengi üzerinde kalmış olsa bile elbise temizlenmiş olur. Renk ve koku gibi eserler necasetin yerinde kalmış olsa, bunları gidermek zor olduğundan muaf sayılırlar. Buradaki zorluğun ölçüsü, giderilmesi için sudan başka sabun ve benzeri maddelere ihtiyaç duyulmasıdır.

Necis bir kına ile boyanmak da böyledir. Adamın biri necis bir kınayı vücûduna yakarsa, bunu temizlemek için üzerine su döker ve döktüğü su ber­rak bir şekilde akıncaya kadar bu işleme devam ederse temizlenmiş olur. Dövme yapmanın hükmü de böyledir. Dövme için, sözgelimi ele ya da dudağa iğne batırılıp kan çıkarılır. Sonra da bu kanın üzerine çivit dökülür, bundan sonra yara iyileşince meydana gelen nakışlı ve renkli iz necis olur. Ki bunun izini su ile gidermek mümkün değildir.

Bunu temizlemek, üzerine su döküp, dökülen suyun ondan sâf ve temiz olarak ayrılmasıyla tamamlanmış kabul edilir. Necis yağların eseri de zarar vermez. Ölü hayvanın iç yağı böyle değildir. O bizzat necistir. Görülmeyen necasete gelince onu yıkayan, yıkandığı yerin temiz olmasını zannetmesi ha­linde sayısı şart olmaksızın temiz olur. Vesveseli kimselerin üç defa yıkama­sı ve eğer yıkadığı şey elbise ise her yıkadığında da sıkması; yıkadığı bir yer ise her yıkadığında temiz bir bez ile kurulaması takdir olunmuştur. Bol su dökerek üzerindeki necasetten iz kalmazsa yine temiz olur. Necis yer, kuru­makla da temiz olur. Ayrıca temizlemek için su ile yıkamaya gerek yoktur.

Vücûdun üzerinde bulunan görünür necaset, salt gidermekle temizlen­miş olur. Görünür olmayanlarda ise galip zanna göre hareket edilir.

Necaset bulaşmış kaplara gelince bunlar pişirilmiş topraktan, tahtadan, demir ve benzeri madenlerden yapılmış olurlar. Ki bunları temizlemek de dört şekilde olur:

a- Yakmak,

b- Yontmak,

c- Silmek,

d- Yıkamak.

Kap, eğer pişirilmiş topraktan veya taştan yapılmış ve aynı zamanda yeni ise ye necaset de bütün kısımlarına sirayet etmiş ise, ateşte yakılarak temiz­lenir. Eğer eski ise yukarıda geçtiği şekilde yıkayarak temizlenir. Eğer tahta­dan yapılmış ve yeni ise, yontarak temizlenir. Eski ise yıkayarak temizlenir.

Eğer demir, bakır, kurşun veya camdan yapılmışsa ve ayrıca cilâlı ise silerek temizlenir. Cilâlı değilse yıkayarak temizlenir.

Yağ, zeytinyağı gibi necislenmiş sıvılara gelince, bunları temizlemek için şu yol takib edilir: Bu sıvının üzerine üç defa su dökülüp tekrar üzerinden alınır. “Ya da bu sıvı dibi delik bir kaba konularak üzerine su dökülür. Yağ üste çıkar. Sonra da karıştırılır. Bilâhare deliğin tıpası açılır. Su akıp gider. Ve geriye kalan yağ da temizlenmiş olur. Bu, sıvılar için böyledir.

Necis olan nesne eğer katı ise, necis olan kısmı kesilip atılır. Eğer bu nesne bal ise üzerine su dökülüp kaynatılır. Eski hâline dönünce de temiz­lenmiş olur. Necis su, akıtmakla temizlenir. Şöyleki: Bu su bir taraftan ko­nulup öbür taraftan çıkmakla akıtılmış olur. Eğer bu su, necis bir kanal için­deyse, bir taraftan doluncaya kadar üzerine su dökülür. Öbür taraftan akı­tılınca da akarsu hükmüne girer ve temizlenmiş olur.

Kanalın içinde önceden bulunan su miktarınca su akması da şart değil­dir. Yine aynen bunun gibi necis su, bir leğenin veya çanağın içindeyse, üze­rine su dökülüp kenarlarından taşarsa ve taşan bu su, önceden kap içinde bulunan su kadar olmasa bile kuvvetli görüşe göre temizlenmiş olur. Kuyu ve hamam havuzlarıyla kurnaları da üzerlerine su dökülüp taşırmakla temiz olur. Hanefîler, diğer bazı temizleyicileri de bu saydıklarımıza ilâve etmiş­lerdir:

Ovmak: Necis olan şeyi kuvvetlice yere sürmek. Elle yahut ağaç parça­sıyla kazımak da ovmak gibidir. Mest ve pabuçlar da -üzerlerindeki necase­tin bir cirmi olması kaydıyla- bu şekilde temizlenir. Bu nesnelerin üzerinde­ki necaset, rutubetli de olsa, yani kuruduktan sonra izi görülse de fark et­mez. Kan ve dışkı gibi. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz şöyle bu­yurmuşlardır:

“Sizden biriniz mescide geldiğinde, pabuçlarını ters çevirsin. Eğer on­larda bir pislik varsa yere sürüp silsin. Çünkü yer onları temizleyicidir.” [31]

Ama bu necasetlerin bir cirmi yoksa kurumuş olsalar bile suyla yıka­mak vâcib olur.

Silmek: Necaseti giderecek şekilde silmekle kaygan ve pürüzsüz olan şeyler temizlenirler. Kılıç, ayna, cam, kemik, tırnak ve sırçalı kaplar gibi. Haca­mat vurulan yeri üç defa ayrı ayrı temiz ve ıslak bezle silmek de böyledir.

Hava ve güneşle kurutmakla da yer ve yerde bulunan ağaçlarla çimen­likler ve benzen şeyler temizlenirler. Taşınır olan kilim ve hasır gibi sergiler ancak yıkamakla temizlenirler.

Yerin temizlenmesi ise kurumasıyla olur. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yerin temizlenmesi, kurumasıdır.”

Bu gibi bir yerde namaz kılmak sahihtir. Ancak bu yerin toprağıyla te­yemmüm etmek caiz olmaz. Çünkü bir yerin temiz olması ile temizleyici ol­ması ayrı ayrı şeylerdir. Teyemmümde toprağın temizleyici olması şarttır. Tıpkı abdestte suyun temizleyici olmasının şart oluşu gibi!

Ovalamak: İnsanın kurumuş menisi ovalamakla temizlenir. Rutubetli olanını ise suyla yıkamak vâcibtir. Bu mevzûyla ilgili olarak Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz. Aişe (r.a.) ye şöyle demiştir:

“Eğer (menî) yaş ise onu yıka. Kuru ise ovala.” [32]

Ovaladıktan sonra izi kalsa da bunun bir zararı olmaz. Taharetini (istincasını) suyla yapanın menîsi ovalamakla temizlenir. Taşla yapanınki de­ğil... Zira taş, sünnet kertiği (haşefe)nin başına yayılan sidiği temizlemez. Eğer sidik, haşefenin başına yayılmaz da bilâhare gelen menî bu sidiğin üze­rinden geçmezse yine ovalamakla temizlenir. Her ne kadar menî, penisin içinde sidiğin üzerinden geçiyorsa da bu zarar vermez. Erkeğin menîsiyle kadının içten dışarı çıkan menîsi arasında fark yoktur. Çünkü o da erkeğin menisiyle karışmaktadır. Hadîste anlatıldığına göre menî, ovalamakla temizlenmek­tedir. İnsandan başkasının menîsi ovalamakla temizlenmez. Çünkü söz konusu ruhsat, insanoğlunun menîsi için geçerlidir. Başka menîler buna kıyaslanamaz.

Ditmek: Pamuk da necis olup didildiğinde ditmekle temizlenmiş olur. Hanefîler, kolaylık olsun diye, bu temizleyici hususlara diğer bazı şeyler da­ha eklemişlerdir:

Necis olan katı yağı kesip atmak. Bu husus daha önce de anlatılmıştır. Ki buna bölme derler. Zîrâ hakikatte bu, necis olan parçayı azletmektir. Te­mizlemek değildir.

Necis olan şeyi, temiz olanın parçalarından bölüp ayırmak. Aslında ne­cis olan bir şeyi, necisliğini görmeyene hibe etmek de böyledir. Hibe, ger­çekte temizleyici bir unsur değildir. Ama onu hîbe alan için bu necis şey te­miz sayılır.

Malikiler dediler ki: Necasetin yeri, temizleyici su ile yıkamakla te­miz olur. Su, yıkanan şeyden temiz ve sâf olarak ayrılırsa bu yıkama, bir kez dahi olsa yeterli olur. Bu suyun vasfı, necis olmayan kirlerle değişse de bunun bir zararı olmaz. Bu temizliğin gerçekleşmesi için zor da olsa necase­tin mahallindeki tadı da giderilmiş olmalıdır. Tadının kalması, necasetin orada yerleşmiş olduğuna delâlet eder. Giderilmesi zor olmadıkça necasetin rengi ile kokusunun giderilmesi de şart koşulmuştur. Eğer giderilmeleri zor olursa -söz gelimi bir necis ile boyanmışsa- temizliğine hükmolunur. Temizliği ya­parken suyu ısıtmak da gerekmez. Ama soğuk suyu kullanmaktan âciz olanlar, ısıtırlar. Sabun, çöven otu ve benzer şeyleri kullanmak da gerekli değildir. Necasetin vasıflarından biriyle değişikliğe uğrayan yıkama suyu da necistir. Ama bu su, boya veya kir ile vasfını değiştirirse necis olmaz.

Elbise, hasır, mest ve ayakkabının necasete bulaşıp bulaşmadığı husu­sunda şüpheye düşülürse, bunların tümünü kaplamasa bile bir defa, üzerle­rine temizleyici su serpmek yeterli olur. Eğer necasetin vücûda veya yere bu­laştığı hususunda şüpheye düşülmüşse bu durumda vücûd veya yer ancak yıkamakla temizlenir. Zîrâ su serpmek kıyasa muhaliftir. Bununla ilgili ola­rak gelen nâssta sayılan şeyler sınırlıdır. Ki onlar da şu dört maddeden iba­rettirler:

1. Elbise,

2. Hasır,

3. Mest,

4. Pabuç.

Bunları su ile yıkamak daha ihtiyatlı olur. Zâten aslolan da budur. Su­yu serpmekse, hükümde bir hafifletmedir. Necis olduğu yakînen veya zannen bilinen yer üzerine bol miktarda temiz su döküp necasetin aslı ve niteliği kaybolunca temizlenmiş olur. Mescid-i Nebevî'ye idrarını boşaltan arabîye ilişkin hadîs, bizim bu husustaki mesnedimizdir:

“Arabî, gelip mescidde işedi. Sahâbilerin bir kısmı ona bağırıp çağırdılar. Pey­gamber (s.a.s.), onu kendi haline bırakmalarını ve sonra da o yere bir kova su dökmelerini emretti”.[33]

Necis olan su, üzerine temizleyici su dökmekle kendisindeki necasetin vasfı giderse temizlenmiş olur. Yağ, bal, zeytinyağı gibi sudan başka sıvılar, az bir necasetle necis olurlar. Ve hiçbir şekilde temizlenme kabul etmezler.

Hanbeliler dediler ki: Yer dışındaki necis şeyleri temizleyici suyla temizlemek şu şekilde olur: Necis olan şey yedi defa yıkanmalıdır, öyle ki, yedinci yıkayıştan sonra necasetin ne rengi ne tadı ve ne de kokusu kalma­malıdır. Sözkonusu necaset, yedinci yıkayışta giderilmiş olsa bile yedi defa yıkamakla temizlenmiş olur. Eğer bu necaset köpek ile domuzdan, bunların kendi cinsleriyle veya başkalarıyla çiftleşmelerinden doğan yavrularından olur­sa, bu yedi yıkamadan birinin suyuna temizleyici toprak, sabun veya benze­ri bir şey katmak gerekir. En doğrusu, bu katkı maddesini birinci suya ilâve etmelidir. Eğer yedinci yıkayıştan sonra necasetin eseri kalırsa, giderilinceye kadar yıkamaların sayısı arttırılır. Necasetin tadını gidermek çok zor olursa temizlenmiş olmaz. Ama muaf sayılır. Necasetin rengi ve kokusunu birlikte gidermek zor olursa bu durumda necis olan yer temizlenmiş sayılır.

Necaseti içine emip çekmiş olan pislenmiş elbisenin temizlenmesi için her yıkayışta, içinde yıkanmakta olduğu suyun dışına çıkarılıp sıkılması şarttır. Sıkarken de elbiseyi yaramaz hâle sokacak kadar sıkmamalıdır.

Necaseti emip çekmeyen şeyler meselâ kapları temizlemek için, üzerle­rine yedi kez su döküp akıtmakla olur. Sıkılması mümkün olmayan nesnele­ri temizlemek için bu gibi şeyleri dövüp üzerlerine ağır bir şey indirmek yeterli olur. Veyahut da yedi yıkayıştan her birinden sonra bu nesneyi ters çe­virip suyu dökmek de yeterli olur. Necis olan şey eğer yer parçası veya evin içindeki büyük-küçük havuzlar ile kaya parçalarından biri ise, bunlardaki necasetin aynı gidinceye kadar üzerlerine bol miktarda su dökmek yeterli olur.

Kendi arzusuyla ygmek yemeye başlamış olan küçük çocuğun sidiğiyle necis olan bir şeyi temfcmek için o şeyi suya daldırmak yeterli olur. Üzeri­ne gelen su, kendisinden ayrılmasa da zararlı olmaz. Bu durumdaki çocu­ğun kusuntusu da sidiği hükmündedir.

Şafiiler dediler ki: Temizleyici suyla “necaset-i muğallaza”yı (necâset-i muğallaza, köpekten, domuzdan, bunların kendi cinslerinden veya başka cinsten eşleriyle birleşmelerinden doğan yavrularından sâdır olan necasettir) temizlemek, yedi defa yıkamakla ve bu yedi yıkayıştan birinin suyuna top­rak katmakla mümkün olur. Bu toprağın temizleyici bir toprak olması ve teyemmümde kullanılmış bir toprak olmaması gerekir. Teyemmüm topra­ğından daha genel olması kasdedilen bu toprak, kırmızı kumu, sarı, kırmızı ve beyaz renkteki toprağı, çamuru, un gibi başka bir unsurla karışık toprağı kapsamına alır. Yıkama suyuna toprak katmak şu üç şekilde olur:

1. Necâsetli yere dökmeden önce su ile toprak birbirine karıştırıla­cak.

2. Necâsetli yere önce su dökülecek, sonra da buranın üstüne toprak konulacaktır.

3. Necâsetli yere önce toprak konulacak, sonra da üzerine su döküle­cektir.

Toprakla yıkamanın bu üç şeklinin uygulaması ancak, necasetin cismi­nin giderilmesinden sonra yeterli olur. Eğer necasetin cirmi yoksa ve yeri de kuru ise bu üç şekilden birinin uygulanması yeterli olur. Yok, eğer necasetin yeri rutubetli ise buraya önce toprağı koymak temizleme işi için yeterli ol­maz. Çünkü toprak, sudan daha zayıf olması dulayısıyla necâsetlenmiş olur. Diğer iki uygulama şekli yeterli olur. Eğer necâset-i muğallaza, toprağın bizzat necis olmayan bir yerinde ise bu yerin toprağı yedi yıkayıştaki sulardan biri­ne katılabilir. Bu yedi yıkayıştan birincisi, necasetin, aynının giderildiği yı­kayıştır. Birden fazla yıkama olmuşsa bile bu yıkayışların sayısı bir olarak kabul edilir ve altı yıkayış daha ilâve edilir. Meselâ necaset, ancak altıncı yıkayışta giderilmişse bu altı yıkayış sadece bir yıkayış kabul edilir. Ve bun­dan sonra altı kez daha yıkanır. Diyelim ki yedi veya daha fazla sayıdaki yıkama ile necaset giderilebilmişse bu yıkayışlara altı yıkayış daha eklenir. Necasetin rengi, tadı, kokusu gibi niteliklerinin giderilmesine gelince bu, ye­di yıkayışa bağlı değildir. Meselâ bu nitelikler yedinci yıkayışta giderilmiş olsalar bile bunlar yedi yıkayış olarak kabul edilir ve ayrıca altı yıkayış ek­lenmesine gerek kalmaz.

“Muhaffef necâset'e gelince bunu temizlemenin keyfîyyeti şöyledir: Ne­casetin bulunduğu yerin üzerine, akıp gitmesi şartı aranmaksızın üstünü kap­layacak şekilde su serpilecektir. Bu necaset, iki yaşım doldurmamış ve çeşitli nevileriyle sütten başka bir şeyle beslenmeyen çocuğun, özellikle sidiğidir. Peynir, yağ tortusu ve kaymak da sütün türlerinden sayılır. Bu süt ister in­san, ister hayvan sütü olsun, aynı hükme tâbidir.

Ama kadın ve erselik (hünsa, çift cinsiyetli)lerin idrarı böyle değildir. Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kadının idrarı yıkanır. Çocuğunkine ise su serpilir.” [34]

Erselikler de kadınlardan sayılmaktadırlar. Çocuk, sütten veya çeşitle­rinden başka bir şeyle beslenmese bile iki yaşını doldurduktan sonra idrarı yıkamak gerekir. Yine bunun gibi, iki yaşını doldurmamış olsa bile bir defa-cık olsun sütten başka bir şey yerse yine idrarını yıkamak gerekir. Ama gıda maksadıyla değil de ilâç olarak böyle bir şey yemişse bu, idrarına su serpme­ye engel olmaz. Tabiî, su serpmeden önce bu necasetin aynını gidermek, me­selâ, idrar bulaşan yeri sıkmak veya kurutmak gerekir. Yine aynen bunun gibi, su serperken necasetin evsâfını gidermek de gerekir. Yukarıda “...ço­cuğun özellikle sidiğidir” şeklinde bir kayıt konmasının sebebi, sidikten başka pislikleri bu hükmün dışında tutmak içindir. Çünkü o tür pislikleri yıkamak vâcibdîr.

Orta durumdaki necasete gelince, bu yukarıda geçtiği gibi kendi arasın­da hükmî ve aynî olmak üzere iki kısma ayrılır. Hükmî olanın cirmi, rengi, tadı ve kokusu olmaz. Çocuktan başkasının kurumuş olan idrarı gibi. Aynî olanın ise cirmi, rengi, tadı ve kokusu olur. Hükmî olanı temizlemenin yo­lu, bulunduğu yerin üzerine bilerek dahi olmasa bir kez su dökmek yeterli olur. Aynî olanı temizlemek de böyledir. Ancak bunda necasetin aynının gi­derilmesi de şarttır. Bu necasetin temizlenmesinden sonra vasıflarının geride kalmasına gelince, kalan bu vasıf eğer tadı ise ve giderilmesi de zor ise sa­kıncası olmaz. Buradaki zorluğun ölçüsü, söz konusu vasfın kesmekle giderilemeyişidir. Bu durumda necâsetli yer, afvolunan necasetlerden sayılır. Ama bundan sonra gidermek mümkün ise giderilmesi vâcib olur. Tabiî bu hâl ile daha önce kılınan namazları iade etmek vâcib olmaz. Necasetin bu vasfım gidermek zor olursa bu mâzuriyeti kabul edilinceye kadar sabun ve benzeri şeylerden yararlanmak da vâcib olur. Renk ve koku vasıfları birlikte kalırsa hüküm yine aynıdır. Eğer renk veya koku vasıflarından biri kalırsa ve gide­rilmesi de zor olursa necaset mahalli temiz olmuş savılır. Zorluğun ölçüsü, üç defa su ile yıkayıp ovalamakla rengin veya kokunun gitmemesidir. Eğer bundan sonra söz konusu vasıflardan birini giderme imkânı doğarsa, neca­set yerinin temizlenmiş olduğuna hükmedilmez. Her üç şekilde de necasetin giderilmesinde aranan şart, eğer su az ise, su necasetin üzerine akıp gelmeli­dir. Eğer su az ise necaset de su üzerine akıp geliyorsa bu durumda her ikisi karşılaşmakla su necis olur. Eğer su necis olup vasfını değiştirmemiş ise üze­rine kulleteyn[35] miktarını buluncaya kadar temizleyici su ilâve edilir. Böy­lece de temizlenmiş olur. Eğer su, vasfını değiştirerek necis olmuşsa, az ol­sun çok olsun temiz olmaz. Ancak kulleteyn miktarını buluncaya kadar üze­rine temizleyici su ilâve edilirse ve su da tekrar eski evsâfını elde ederse te­mizlenmiş olur. Sidik ve şarap gibi orta durumdaki sıvı bir necasetle pisle­nen yerin temizlenmesine gelince, bu yer necaseti eğer içine çekip emmişse her tarafını kaplayacak şekilde üzerine su dökmek gerekir. Eğer emip içine çekmemişse öncelikle bu sıvı kurutulmalı, sonra da bir kez dahi olsa üzerine su dökmelidir. Eğer bu yer katı yerde bulunan orta nitelikli bir necasetle pis­lenmiş ise bu yeri temizlemek için, eğer yerde eser bırakmamış ise yalnız ne­caseti kaldırıp atmalıdır. Yok, eğer nemli olup yerde eser bırakmışsa necaseti kaldırıp attıktan sonra yerin tamamını kaplayacak şekilde üzerine su dök­melidir.

 

Necasetin aynının (kendisinin) yarayışlı hâle dönmesi ele necaseti gideren unsurlardan sayılmaktadır. Şarabın sirkeye, ceylan kanının miske dönüşmesi gibi! Ne­casetin ateşle yakılması da bunlardandır. Yalnız mezheblerin bu hususta ihtilaflı görüşleri vardır.

 

Hanefiler dediler ki: Necaseti ateşle yakmak onu temizler.

Şafiî ve Hanbelîler: Ateşle yakmayı, necaseti temizleyici şeyler­den saymamışlardır. Bunlar derler ki: Ateşte yakılan necasetin hem külü, hem de dumanı necistir.

Malikiler dediler ki: Ateş necaseti gidermez. Fakat meşhur olan ri­vayete göre, ateşte yakılan necasetin külünü bundan istisna etmişlerdir.

 

Ölü hayvanların derilerinin dibâğ edilmesi de bunlardandır. Yalnız dibâğın deriyi temizleyip temizlemediği hususunda mezhebler ayrı görüşlere sahiptirler.

 

Hanefîler: Selem ağacıyla, şapla ve benzeri maddelerle yapılan ha­kikî dibâğ ile topraklama, güneşte ve havada kurutma şeklinde yapılan hükmî dibâğ arasında bir ayrım yapmamışlardır. Dibâğ yapılmaya tahammülü ol­ması hâlinde dibâğ, ölü hayvan derilerini de temizler. Ama dibâğ yapılmaya tahammülü olmayan hayvan derileri temizlenmezler. Yılan derisi gibi! Do­muz derisi dibâğla temizlenmez, ama köpeğinki temizlenir. Zira sahih olan görüşe göre o, aynen necis değildir. Deri temizlendikten sonra, üzerinde na­maz kilmabilir. Ancak yenmesi caiz olmaz. Derinin üzerindeki tüy ve benze­ri şeyler temizdir. Nitekim bu husus, daha önce de anlatılmıştır.

Şâfiîler: Temizleyici dibâğ, ancak dili yakabilen ve acı veren bir dibâğdır, demişlerdir. Bu şekildeki bir dîbâğ ile derideki rutubet ve fazlalık gider ve daha sonra da pis kokmaması sağlanmış olur. Dibâğlama maddesi, kuş pisliği gibi necis bir şeyle olsa bile bu, necis olmuş bir elbiseye benzer. Daha sonra temizlemek için yıkanır. Köpek ile domuzun, bunların gerek kendi cinslerinden, gerek başka cinslerden temiz olan eşleriyle çiftleşmelerinden do­ğan yavrularının derileri dibâğ yapmakla temizlenmez. Dibâğ yapılan deri­lerin üzerindeki yün, kıl, tüy ve kanat tüyleri de temiz olmaz. Fakat İmam Nevevî, giderilmeleri meşakkatli olduğundan dolayı bunların azının muaf sa­yılacağını söylemiştir.

Mâlikîler: Bunlar dibâğı, temizleyici şeylerden saymamışlardır. Ha­dîste vârid olan tahareti, nezâfet dediğimiz normal temizlik mânâsında telakkî etmişlerdir. Dibâğ yapılan deriyi kuru ve temizleyici şeylerde kullan­maya ruhsat vermişlerdir.

Bunların üzerinde herhangi bir şey de öğütülmemelidir. Kuru şeylerde kullanılmasını derken, kuru şeye derinin pisliğinin bulaşmayacağını göz önüne almış bulunuyoruz. Temizleyici şeylerde kullanılmasını derken de, temizle­yici şeyin, necaseti kendi kendinden uzaklaştıracak güce sahip olduğunu göz-önüne almış bulunuyoruz. Derinin üzerindeki yün ve benzeri şeyler ise te­mizdirler. Zîrâ bunlara hayat nüfuz etmemiştir. Hayvanın ölümü nedeniyle necis olmazlar. “Dibâğ, temizleyici unsurlardan değildir” sözü, Mâlikîler nezdinde meşhur bir görüştür. Fakat bu mezhebteki bazı muhakkikler dibâ­ğın, temizleyici bir unsur olduğunu söylemişlerdir.

Hanbelîler: Ölü hayvanların derilerini dibâğ etmek, temizleyici ol­maz demişlerdir. Ancak, dibâğ edilen bu derileri kuru şeylerde kullanmanın mubah olduğunu söylemişlerdir. Ölü hayvanın yün, kıl, tüy ve kanat tüyle­rine gelince, bunlar temizdirler.

 

Necis olan şeyi yıkarken niyet et­meye gerek yoktur. Su dışındaki sade yağ, bal ve zeytinyağı gibi sıvılar necis olduklarında temizlenme kabul etmezler.

 

Hanefiler dediler ki: Yukarıda sayılan sıvılar su ile temizlenmeyi ka­bul ederler. Su ile temizlenmelerinin keyfiyeti de daha önce temizleyiciler bah­sinde anlatılmıştır.

 

Katı olanlara gelince bunların, necaseti içine çeken kısmı hariç, diğer kısmı temizlenmeyi ka­bul eder. Ki mezheblerin bununla ilgili detaylı görüşleri aşağıda anlatıl­mıştır.

 

Mâlikîler: Bunlara göre, necaseti içine çeken katı maddelerden te­mizliği kabul etmeyen şey, necasetle pişmiş bir ettir. Ama piştikten sonra üzerine bir necaset düzecek olursa temizlenme kabul eder. Necis bir suyla kaynatılan yumurta, necis bir tuzla tuzlanan zeytin ve derinliklerine necaset düşüp nüfuz eden toprak kaplar da aynı şekilde temizlenme kabul etmezler.

Hanbelîler: Bunlar, kaynatılmış yumurta dışında Mâlikilere mu­vafakat etmişlerdir. Kabuğu sert olduğundan ötürü yumurta, içinde kayna­makta olduğu sıvıyı içine çekmez. Dolayısıyla da temizlenme kabul eder. Bun­lar, pişirilmiş etle haşlanmış et arasında bir ayırım yapmazlar. Her iki hâlde de necis et, temizlenme kabul etmez.

Şafiiler dediler ki: Necaseti içine çeken katı maddeler temizlenme kabul ederler. Eğer et, necis bir şey içinde pişirilirse veya buğday tanesi ne­caseti içine çekerse veyahut da bıçak, necis bir suyla sulanırsa, üzerlerine su dökmekle hem içi hem de dışı temizlenmiş olur. Ancak hamuru, katı bir ne­casetle yoğurulmuş olan bir kiremit temizlenme kabul etmez. Bu, ateşle yakılsa da, suyla yıkansa da temizlenmez. Bir sıvı ile necis olan şeyler böyle olmayıp, kendilerini kaplayacak şekilde üzerlerine su dökülürse temizlenmiş olurlar.

Hanefîler: Katı maddeleri sınıflandırarak demişlerdir ki: Eğer pis­lenen şey bir kap veya benzeri nesnelerden ise, daha önce de temizlemenin keyfiyeti bölümünde anlatılan şekilde temizlenme kabul eder. Eğer pislenen şey, et ve buğday gibi pişirilen nesnelerden ise, kendisine necaset bulaşmış olduğu haliyle pişirilirse, kaynatıldıktan sonra artık hiçbir surette temizlen­me kabul etmez. Fetva bu yöndedir. Çünkü bu nesnenin bütün parçaları necaseti içine çekmiştir. Yine aynı şekilde tavuk da karnı yarılıp içerisindeki pislikler çıkarılıp, suyla temizlenmeden kaynatılırsa artık hiçbir surette te­mizlenme kabul etmez. Hayvan başlan ve işkembe etleri de böyledir. Bun­lar, yıkanıp temizlenmeden kaynatılırlarsa artık hiçbir şekilde temizlenme kabul etmezler.[36]

 

SULARIN KISIMLARI

 

Sular, kendisiyle temizlenmenin sahîh olması veya olmaması bakı­mından üç kısma ayrılırlar:

1. Temizleyici sular.

2. Temiz ve fakat temizleyici olmayan sular.

3. Pis sular.

Bu kısımlardan herbirinin ilgili olduğu bahisler vardır. Önce bu sula­rın birinci kısmını teşkil eden “temizleyici su”yu ele alalım. Bunun da ken­dine bağlı birtakım bölümleri vardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:[37]

 

Temizleyici Sular Bahsi

 

Tanımı: Temizleyici su, gökten inen veya yerden kaynaklanıp rengi, tadı ve kokusundan ibaret olan üç vasfı, temizleyiciliğini giderecek bir şeyle değişmemiş ve kullanılmamış olan sudur.

 

Malikiler dediler ki: Suyun kullanılmış olması, onu temizleyici ol­maktan çıkarmaz. Kullanılmış suyla abdest almak ve gusül yapmak, kera­hetle birlikte sahîh olur.

Suyun temizleyici özelliğini gideren şeyler ile suyun kullanılmasını gerekli kılan şeylerin açıklaması ileride yapılacaktır.

 

Temizleyici Suyla Temiz Su Arasındaki Fark

 

Temizleyici su, ibâdet ve âdetlerde kullanılan sudur. Bu su İle abdest alınır, cünüb kimseler ve hayızdan çıkmış kadınlar bununla gusül yapabi­lirler. Bununla necaseti gidermek, bedenin, elbisenin ve bunlardan baş­ka eşyanın üzerindeki zahirî kirleri temizlemek caiz olur.

Temiz su ise böyle değildir. Abdest almak, cünüplük ve benzeri hal­lerden ötürü.onunla gusül yapmak caiz olmadığı gibi, necaset gidermek de sahîh olmaz.

 

Hanbeliler dediler ki: Kullanılması haram sularla hadesten temiz­lenmek sahîh olmaz. Ancak onunla temizlenenin, kullanılmış olduğunu ha­tırlayıp unutmamış olması şarttır. Eğer bir kişi, kullanılmış olduğunu unutarak bu sudan abdest alır da namaz kılarsa namazı sahîh olur. Bu su ile necaseti temizlemek sahihtir.

 

Ancak içmek, elbise ve beden temizliğiyle hamur yoğurma gibi âdet îcâbı işlerde kullanılması sahîh olur.[38]

 

Temizleyici Suyun Hükmü

 

Temizleyici suyun hükmüne gelince bu iki kısma ayrılır:

1. Şâri' tarafından konulan hükmü: Ki bu su ile büyük ve küçük hades hali ortadan kaldırılmış olur. Bu suyla abdest almak, cünüblük ve hayız hâlinden ötürü gusüi yapmak mümkündür. Hissedilen ve hissedil­meyen necaset, bu suyla giderilebilir. Farzlar, mendublar ve sair ibâdet­ler bununla edâ edilebilir. Cuma guslü ile iki bayram guslü ve benzeri Al­lah'a yaklaştırıcı hususlar bu sayede temin edilir. Bunun yanında içmek, yemek pişirmek, hamur yoğurmak, elbise ve beden temizliğiyle tarla su­laması gibi âdet îcatfi jşlerde de kullanılması caizdir.

2. Kullanılmasının hükmü: Bundan maksat, kullanılmasının farz veya haram olması gibi nitelikleridir. Bu bakımdan da beş hükme tâbidir. Ki bu hükümleri de vâcib, mendub, haram, mübâh ve mekruh şeklinde sırala­yabiliriz. Mendubtan amaç, sünneti kapsayan hüküm demektir. Şundan ki: Mendub ile mesnun bazı İmamlara göre aynı, bâzılarına göre de ayrı şeylerdir. Nitekim abdestin mendublarında da bu hususa değinilecektir.

Suyun kullanılmasının vâcib olduğu hususuna gelince bu, şu durum­larda olur: Namaz gibi, edâ edilmesi büyük ve küçük hades hâlinden te­mizlemeye ihtiyâç duyulan bir farzın edası durumunda bu suyu kullan­mak vâcib otur. Namazın edâ vakti eğer geniş ise, dolayısıyla bu vacibin edasının vakti de geniş olur. Yok, eğer namazın edâ vakti daralmışsa, do­layısıyla bu vacibin edasının vakti de daralmış olur.

Bu suyun kullanılmasının haram olduğu durumuna gelince bu, şu hal­lerde olur:

a. Bu su başkasının mülkiyetinde bulunup kullanma izninin olma­ması.

b. Bu suyun sırf içmek için sahibi tarafından sebil edilmiş olması. Sırf içmeye tahsis edilen sebillerdeki mevcut sudan abdest almak haramdır.

c. Suyun kullanılmasının zarara yol açması. Sözgelimi suyla ab­dest almak veya gusül yapmak, teyemmüm bahsinde de anlatılacağı üzere hastalık veya daha vahim haller doğuracaksa; fazla sıcak veya fazla so­ğuk olması dolayısıyla kullanıldığı takdirde bir zarar meydana gelecekse; su, kullanıldığı takdirde heder edilmesi şer'an caiz olmayan bir hayvan susuz kalacaksa; bütün bu sayılan hallerde abdest için olsun, gusül için olsun suyu kullanmak haramdır. Sırf içmek için yapılan bir sebilin suyun­dan abdest almak, telef edilmesi doğru olmayan bir hayvanın içeceği su ile abdest almak, kişi hasta iken hastalığının daha fazla artacağını bile bile abdest alması haramdır. Ama yine de almış olduğu bu abdest ile na­maz kılması sahîh olur.

Suyun kullanılmasının mendub olduğu hususuna gelince bu, şu du­rumlarda olur:

a. Abdestli iken yeniden abdest almak.

b. Cuma günü için gusül yapmak.

Suyun kullanılmasının mübâh olduğu hususlara gelince; bu da içmek, hamur yoğurmak ve benzeri durumlarda olur.

Suyun kullanılmasının mekruh olduğu hususlara gelince bu, şu du­rumlarda olur:

a. Su, şiddetli derecede sıcak veya soğuk olup ancak bedene za­rar vermez ise kullanılması mekruh olur. Bununla abdest almanın mek­ruh olmasının sebebi şundan ileri gelmektedir: Bu suyla abdest alan kişi, sıcaklık veya soğukluğunun meydana getirdiği acı ile meşgul olduğundan tam bir huşu içinde ibâdetini eda edemez. Abdest alırken de bir an önce, bu suyun meydana getirdiği ızdiraptan kurtulmak için işi aceleye getirir ve istenilen şekilde abdest alamaz.

b. Su güneşte isıtılırsa. Bu suyun abdest veya gusül için kullanıl­ması iki şartla mekruh olur:

1. Güneşte ısıtılan su, altın ve gümüş dışındaki bakır, kurşun ve benzeri madenlerden yapılan kap içinde bulunursa kullanılması mekruh olur.

2. Bu işlemin sıcak ülkelerde yapılması halinde sözkonusu suyun kullanılması mekruh olur.

Bu suyun abdest alma, gusletme, elbise yıkamada kullanılması mek­ruhtur. Bu suyla yıkanan elbiseyi ıslak iken bedene değdirmek de mek­ruhtur. Bazıları bu suyu kullanmanın mekrûhluğuna gerekçe olarak, be­dene zarar verici oluşunu ileri sürmüşlerdir. Oysa bu, açıkça görülmeyen bir sebeptir. Çünkü zarar verici oluşu, kesinlikle ortaya çıkarsa kullanıl­ması mekruh değil haram olur. Gerçek şu ki: Böyle bir zarar, ancak su­yun içinde bulunduğu kabın paslı olması ve dahilî işte kullanılması hâlin­de açığa çıkabilir. Diğer bazı bilginler de bu suyun mekruh olduğuna ge­rekçe olarak, bu suda insanı tiksindirici pis bir kokunun bulunuşunu gös­termişlerdir. Başka su bulunmadığı takdirde bu suyu kullanmak mekruh olmaz. Aksi takdirde mekruh olur. Kullanılması mekruh olan diğer sular da, kullanılacak başka su bulunmadığı takdirde mekruh olmaktan çıkar­lar.

 

Şâfiîler: Güneşte ısıtılan suyun kullanılmasının mekruh olması için ek olarak bir şart daha ileri sürmüşlerdir. Ki buna göre: Suyun üzerinde pis kokulu kir lekelerinin bulunması gerekir. Bu lekelerin bulunmaması halinde sözkonusu suyu kallanmak mekruh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Her ne hâlde olursa olsun, güneşte ısıtılan suyu kullanmak mekruh olmaz.

Bu anlatılanlara ek olarak fakîhler, kullanılması mekruh diğer bazı suların daha bulunduğunu söylemişlerdir.

 

Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Mâlikîler: Sulan mekruh kılan sebeplere üç tane daha eklemişler­dir:

1. İçine necaset karışan suyu kullanmak mekruh olur. Ki bu mekrûhluk için de beş şartın tahakkuku gerekir:

a. Suya karışan necaset, onun rengini, tadını ve kokusunu değiştir­memiş olmalıdır. Eğer suyun bu üç vasfından biri değişmiş olursa kullanıl­ması mutlak surette me^ûh olur.

b. İçine necaset karışan su, akar olmamalıdır. Eğer bir necaset akar-suya düşerse o su necis olmaz. Ancak kullanılması mekruh olur.

c. İçine necaset karışan su, kuyu suyu gibi artan bir su olmamalıdır. Bu su her ne kadar akar bir su değilse de, üzerine herhangi bir su eklenmek-sizin kendiliğinden artıp eksilmesi göz önüne alınarak pislenmez. İçine ne­caset düşmekle necis olmaz.

d. Suya düşen necasetin miktarı, orta irilikteki bir yağmur damlası kadar olursa bu su pislenir. Ama eğer necasetin miktarı bundan az ise zarar vermez. Böyle bir suyu kullanmak mekruh da olmaz.

e. Bu sayılan durumlarla mekruh olan sudan başka abdest alacak bir su bulunursa bu suyu kullanmak mekruh olur. Aksi takdirde mekruh olmaz.

2. Temizleyici bir suyla yapılması gereken bir işte kullanılan suyu, ye­niden kullanmak da mekruhtur. Meselâ bir kişi abdest alırken, organların­dan süzülüp damlayan bir suyu bir yerde biriktirİrse bu suyla yeniden ab­dest almak mekruh olur. Kullanılan suyun (mâ-i müsta’mel) yeniden kulla­nılması şu şartlarla mekruh olur:

a. Suyun az olması: Bir kişi çok miktardaki bir suyla abdest alırsa bu çok su, kullanılmış su hükmüne girmez. Ve bu suyla abdest almak mek­ruh olmaz.

b. Kullanılmış sudan başka su varsa, kullanılmış olanla abdest alın­ması mekruh olur. Yok, eğer başka su yoksa kullanılması mekruh olmaz.

c. Bu suyu, farz olan abdest için kullanmak mekruhtur. Sözgelimi uykudan uyandıktan sonra alınan abdest gibi mendub bir abdest için kul­lanmak mekruh değildir. Mâlikîler, kullanılmış suyla abdest almanın mekruhluğunu şu sebebe dayandırmışlardır: Bazı İmamlar, kullanılmış suyla ab­dest almanın sahîh olmadığım söylemişlerdir. Bu ihtilâftan ötürü Mâlikîler bunun mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Yine onların kesin görüşlerine göre seleften hiç kimse bu suyu ikinci de­fa kullanmamışlardır. Bu da sözkonusu suyun mekrûhluğu hususunda Mâlikîler için bir delildir.

3. Defalarca olsa bile köpeğin, dilini içine soktuğu ve yaladığı su. Kö­peğin dilini soktuğu bu su az ise kullanması mekruh olur.

İçki içmeyi âdet edinen kişinin içtiğinden artakalan su da bu hükme tâ­bidir. Alkolik birinin içtiğinden artakalan suyla abdest almak şu şartlarla mekruh olur:

a. Bu su az olursa kullanılması mekruh olur. Yok, eğer çoksa mekruh olmaz. Ki azlıkla çokluğun izahı ileride gelec ktir.

b. Başka su bulunursa bunu kullanma mekruh olur.

c. Alkoliğin ağzını veya başka bir organuıı bu su ile yıkarken, ağzının veya yıkadığı organın temiz olup olmadığında tereddüde düşülürse bu suyu kullanmak mekruh olur. Ama eğer pisliği muhakkak olan birşey, ağzında vardı da yıkama esnasında o pislik, suyun vasıflarından birini değiştirdiyse bu suyla abdest alınması sahih olmaz. Çünkü bu su necis olmuş oluyor. Ama vasıflarından biri değişmemiş ise bu suyla abdest alınması sadece mekruh olur.

Kuş, tavuk ve yırtıcılar gibi necâsetli şeyleri yemekten sakınmayan hay­vanların artık suları da bu grupta mütâlâa edilirler. Bunların artıklarını kul­lanmak mekruhtur. Ancak kedi ve fare gibi hayvanların artıklarını, sakınıl­ması zor olduğu gerekçesiyle kullanmak mekruh değildir.

Hanefiler dediler ki: Mekruh sulara şu suları da ilâve etmek gere­kir:

1. İçki içenin artığı olan su. Örneğin bu kişi şarap içtikten sonra su dolu kupayı veya testiyi ağzına götürüp içerse arta kalan suyla abdest almak mekruh olur. Tabii bunun için şöyle bir şart da gereklidir: Eğer bu kişi içki­nin peşi sıra tükürüğünü yutmak veya dışarıya atmak suretiyle ağzında gö­türüp getirdiği andan sonra suyu içmişse bu su mekruh olur. Ama içkinin geri kalan kısmını da içtikten sonra bir miktarı ağzında kalır, bunu yutmaz veya tükürerek dışarı atmaz da testideki ya da kupadaki suyu bunun üzerine içerse arta kalan su necis olur. Kullanılması da sahîh olmaz.

2. Delice ve karga gibi yırtıcı kuşlarla, hapsedilmemiş tavuk gibi bun­ların hükmünde olan hayvanların artık suları da mekruhtur. Hanefîler, bu suyun mekrûhluğuna gerekçe olarak bu hayvanların gagalarına pislik bulaşması ihtimâlini göstermişlerdir. Yırtıcı hayvanların artıkları olan sular böy­le olmayıp necistir. Çünkü bu hayvanların necis olan salyaları, içtikleri suya karışır. Eti yenmeyen bu hayvanların terlen de artıkları gibi necistir. Meselâ sırtlan ve benzeri bir hayvanın teri bir elbiseye bulaşırsa veya az miktardaki bir suya damlarsa onları necis kılar.

3. Evcil kedilerin artıkları. Evcil bir kedi az miktardaki bir sudan içerse o suyu kullanmak mekruh olur. Zîrâ, kedi, pisliklerden uzak durmaz. Artı­ğının necis olmayıp mekruh oluşu, etinin yenmemesinden ötürüdür. Ki bu hususta Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz kedi, necis değildir. O, etrafınızda dolaşan erkek ve dişi hay­vanlardan biridir.”[39]

Bu hadîsin açık anlamı, bu hususta bir ruhsattır.

Katır ve eşeğin artıklarının temizleyici olması hususu şüphelidir. Temiz oluşunda ise hiçbir ihtilâf yoktur. Katır veya eşek, az miktardaki bir sudan içerlerse bunların artıklarının içme ve yıkama gibi âdet icâbı işlerde kullanılması mekruh olmaksızın caiz olur. Ama temizleyici olması, yani abdest ve gusül için elverişliliği konuşuna gelince bu şüphelidir. Başka su bulunmadığı takdirde bu suyla abdest almak ve gusül yapmak kerâhetsiz olarak sahîhtir. Başka su bulunması halinde de yine aynı şekilde kullanılması sahîhtir. An­cak ihtiyat kabilinden başka suyla abdest almalı veya gusül yapılmalıdır.

Şâfiîler: Şu anlatacaklarımızı da kullanılması mekruh sulara ekle­mişlerdir: Yanında kendisine bitişik bir maddeden ötürü vasfı değişen bir su. Bitişiğinde bulunan bu madde ister yağ gibi katı bir madde olsun, İster gül suyu gibi sıvı bir madde olsun hüküm aynıdır.

Katı yağın yanında bulunan su, yağ dolayısıyla vasfı değişirse kullanıl­ması mekruh olur. Mekruh olmasının şartı, vasfı değişen bu sudan su ismi­nin kaldırılmamış olmasıdır. Ama diyelim ki yanında ve bitişiğinde bulunan yağ dolayısıyla donup akıcılığım kaybederse veya bitişiğinde bulunan gülsu­yu dolayısıyla gül kokusu kendisine galip gelirse ve böylece su olmaktan çı­karsa zâten abdest veya gusül için kullanılması doğru olmaz.

Hanbelîler: Yukarıda sayılan mekruh sulara yedi çeşit suyu daha ilâve etmişlerdir:

1. Necâsetli olduğu galip zanla bilinen su. Böyle bir suyu kullanmak mekruhtur.

2. Necis bir yakıtla ısıtılan su. İster ısıtma esnasında alınsın, ister ısıt­tıktan sonra alınsın bu suyu kullanmak da mekruhtur.

3. Mendub abdest alma gibi vâcib olmayan bir işte kullanılmış olan su. Bununla ikinci defa abdest almak mekruhtur.

4. Sudan elde edilmiş tuzla vasıflarından biri değişen su.

5. a. Gasbedilmiş bir toprakta bulunan kuyudaki su.

b. Başkasının mülkünde gasben kazılan kuyudaki su.

c. Başkasına zorla bedavaya kazdırılan kuyunun suyu. Bu kuyular­daki suları kullanmak mekruhtur. Bunlarla abdest almak ve gusül yapmak sahîh değildir.

6. Mezarlıklardaki kuyuların suyunu kullanmak mekruhtur.

7. Gasbedilmiş bir yakıtla ısıtılan suyu kullanmak da bu hükme tâbi­dir.[40]

 

Suyu Temizleyici Olmaktan Çıkarmayan Durumlar Bahsi

 

Bazen suyun rengi, tadı ve kokusu değişir ama bununla beraber yi­ne de temiz kalabilir. Böyle bir suyu ibâdetlerde kullanmak sahîh olur. Me­selâ bu suyla abdest alınıp gusül yapılabilir. Ancak bu suyu kullanmak­tan ötürü maddî bir zarar doğmayacaksa kullanılabilir. Sözgelimi bu suyu kullanmakla kişinin organlarından birinde zarar meydana gelecekse bu­nunla abdest almak caiz ve helâl olmaz. Çöl ve yaban yerinde yaşayan­lar, başka su bulamadıklarında, vasfı değişik olan bu suyu kullanmak mec­buriyetinde kalıyorlar. İslâm Dîni, zararlarından emin olmaları hâlinde bu suyu kullanmalarına müsâade etmiştir. Ki Buhârî'nin bu mânâda rivayet ettiği bir haber de buna delâlet etmektedir. Şöyle ki: Müslümanlar Mek­ke'den Medine'ye göç ettiklerinde çokları sıtmaya yakalandılar. Müslü­manların o günkü düşünürleri, “Bathan” denilen bataklığın kurutulması gereğine işaret ettiler. Bataklık kurutulduktan sonra sıtma hastalığı orta­dan kalktı. Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.) şöyle demişti: “Bathan, değişik bir su akıtıyordu.” Sağlığın muntazam olması için sıhhî su tesisatlarının çekilmesi, yerlerde ve ovalardaki su birikinti yerlerini kapatmak gerekir. Zîrâ bu çukurlardaki sular, kirlenip vasıflarını değiştiriyorlar. Ki bu da za­rarlı oluyor.

Bu önlemleri almak, İslâm dininin sağlam hedeflerinin gereğidir. İs­lâm dininin ilkeleri, “faydaları temin edip zararları bertaraf etmek” esası­na dayanmaktadır.

Bazı fıkıhçılar, suyu temizleyici olmaktan çıkarmayan vasıf değişikli­ğine ilişkin bazı örnekler vermişlerdir. Ki bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. İçine yerleşmiş olduğu yer veya içinden geçtiği yol dolayısıyla vasıflarının tümünün veya bir kısmının değişmesi. Birincisine örnek: Göl­ler, eski sarnıçlar ve su birikinti yerlerindeki sular gibi. İkincisine örnek ise, tuz ve kükürt gibi madenlerin üzerinden geçip gelen sular gibi.

2. Çok beklemekle suyun vasfının değişmesi. Matara veya kırba gibi kaplarda uzun müddet beklemekten ötürü vasfının değişmesi, suyu temizleyici olmaktan çıkarmaz.

3. İçindeki balıkların doğurmasından veya yosunlardan ötürü vas­fının değişmesi halinde su, temizleyici olmaktan çıkmaz. Yosun içindey­ken kaynatılmadıkça veya kaynatıldıktan sonra içine atılmadıkça suya zarar vermez.

 

Hanbelîler: Yosun, suyla birlikte kaynatılsa bile suyun temizleyi­ci olmaktan çıkmayacağını ve fakat suya zararı olabileceğini söylemişlerdir.

 

4. Katran, selem ağacı ve benzeri maddelerle dibâğ edilmiş kapla­rın içindeki suların vasıfları değişirse de, bu sular temizleyici olmaktan çık­mazlar. Dibâğ edilmiş bir kırbaya konan su değişse bile temizleyici ol­maktan çıkmaz.

5. Rüzgârların kuyu ve benzeri gibi, içinde su bulunan yerlere sa­vurdukları tozlar. Saman parçacıkları ve ağaç yaprakları gibi sakınılması zor olan şeylerden ötürü vasıfları değişen sular da temizleyici olmaktan çıkmazlar.                                                                                                

6. Bitişiğinde bulunan şeylerden öturu vasıfları değişen sular da temizleyici olmaktan çıkmazlar. Meselâ bir leş, su kenarına konulur da onun pis kokusundan dolayı suyun vasfı değişirse bu, onu temizleyici ol­maktan çıkarmaz. Ama bu câhil köylülerin yapmakta oldukları en çirkin işlerden biridir. Hayvan leşlerini su kıyılarına, hem de kullanmakta olduk­ları suyun kıyısına atmakta ve bundan çıkan pis kokular da etrafa yayıl­maktadır. Şerîat sahibi her ne kadar bu sulardan abdest almaya ve gusül yapmaya müsaade etmişse de, diğer taraftan, kullanılması halinde zarar doğuracaksa bu suları kullanmayı yasaklamıştır.[41]

 

Temiz, Fakat Temizleyici Olmayan Sular

 

Tanımı: Kullanılmış, fakat pis olmayan sulara, temiz, fakat temizleyi­ci olmayan sular denir. Bu suları içmek, yemek pişirmek ve diğer adet îcâbı günlük işlerde kullanmak sahihtir. Abdest almak, gusül yapmak gi­bi ibâdet işlerinde kullanılması ise sahîh değildir.

Çeşitleri: Bu suların çeşitleri üçtür:

 

Malikiler dediler ki: Temiz ve fakat temizleyici olmayan sular tek çeşittir. Ki o da, kendisine temiz bir şey karışıp üç vasfından biri değişen sudur. Buna temiz ve fakat temizleyici olmayan su denir.

İkinci çeşit suya gelince o da, az miktardaki kullanılmış sudur. Bu, te­mizleyicidir. Tabiî, eğer kullanıldığından ötürü üç vasfından biri değişme­miş ise...

Üçüncü çeşit olan ise, bitkilerden elde edilen sulardır. Örneğin gülsuyu, karpuz suyu gibi! Mâlikîlere göre bunlar, kendisiyle temizlenilen sular gru­bundan değildirler. Çünkü bunlar mutlak su değildirler.

Ama aklıbaşında bir insan tarafından kasten atılacak olursa temizleyici ol­maktan çıkacağını söylemişlerdir. Bu durumda suyun kaynatılması veya kay­natılmamış olması gibi bir ayırım da gözetmezler. Ama bu yosun sadece su­dan üremişse, rüzgâr veya benzeri bir şeyin etkisiyle suya atılmışsa bunun bir zararı olmaz.

 

1. Temizleyici suya az miktarda temiz suyun karışması: Sözgelimi temizleyici olan bir suya gülsuyu, hamur suyu veya bunlara benzer bir miktar su karışacak olursa bu suyun temizleyicilik vasfı gider. Bu su, her ne kadar içme ve elbise temizliği gibi adet îcâbı işlerde kullanilabilirse de abdest almak, gusül yapmak gibi ibâdetlerle İlgili işlerde kullanılamaz. Yal­nız şunu bilmek gerekir ki; suyun temizleyicilik vasfı ancak iki şartın ta­hakkuku hâlinde ortadan kalkabilir:

a. Suyun rengi, tadı ve kokusundan ibaret olan üç vasfından biri­nin bu karışımdan ötürü değişmiş olması.

b. Karışan şeyin, suyun temizleyiciliğini gideren şeylerden biri ol­ması. Ki bu şeyler hakkında mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Suyu temizleyici olmaktan çıkarıp sadece te­miz olarak bırakan şeyler katı ve sıvı olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Katı olana gelince bu, suyun temizleyici olma özelliğini iki durumda ortadan kal­dırır:

a. İncelik ve akıcılığını giderecek bir şeyin suya karışması. Meselâ su­ya temiz bir çamur konulur ve bu çamur onun incelik ve akıcılığını yok ederse bu suyla temizlenmek sahîh olmaz. Suyuna çamur karışmış bir havuzun ku­rumasından sonra dibinde kalan çamurlu suyla temizlenmek de sahih değil­dir.

b. İçinde pişirilmekte olan bir şeyle suyun karışması. Meselâ temizle­yici bir suyun içine mercimek konulur ve pişirmek amacıyla iki defa kayna­tıldıktan sonra bu su vasfını değiştirirse, mercimek pişmemiş olsa bile onun­la temizlenmek sahîh olmaz. Bu su, incelik ve akıcılığını kaybetmemiş olsa bile yine böyledir. Bu durumlar, su az olduğunda, bilhassa çöllerde ve ya­ban yerlerinde görülür. Ama sabun ve benzeri temizlik malzemeleriyle vasfı değişen sular bu hükmün dışında tutulmuşlardır. Rengi, tadı ve kokusunu değiştirseler bile, bunlar içindeyken kaynatılan sular temizleyici olmaktan çıkmazlar. Ancak suyun içinde pişirilir de incelik ve akıcılığını giderecek olur­larsa onu temizleyici olmaktan çıkarırlar.

Sıvı olana gelince bunlar, suya karıştıkları takdirde üç durumda onu te­mizleyici olmaktan çıkarırlar:

a. Suya karışan sıvı, kokusu gitmiş olan gülsuyu ve kullanılmış su gi­bi renk, tad ve kokudan ibaret olan üç vasıfta suya muvafık olmalıdır. Bu durumun meydana gelmesi hâlinde karışımın çok olan unsuruna bakmak gerekir. Eğer çoğunlukta olan su ise bu su temizleyicidir. Eğer çoğunlukta olan, su ile karışık öbür unsur ise bu durumdaki su temiz, fakat temizleyici değil­dir. Sözgelimi bir cemaat, küçük bir havuzdan veya sarnıçtan abdestlerini alır da bunların abdest organlarından damlayan su, tekrar dönüp havuza giderse bakılır: Eğer kullanıldıktan sonra tekrar havuza dönen bu su, kulla­nılmamış olan sudan az ise herhangi bir sakınca sözkonusu değildir. Yok, eğer ona eşit veya ondan çok ise, havuzdaki veva sarnıçtaki suyun tamamı “müsta’mel su” hükmüne girer.

b. Temizleyici suya karışan bu sıvı, renk, tad ve kokudan ibaret olan üç vasfı bakımından suya zıt olmalıdır. Sirke gibi. Sirkenin rengi, tadı ve kokusu suyunkine zıttır. Meselâ bir kişi, elini sirkeye batırdığında yeni (elbisesinin kolu) de beraber bulaşır ve bundan sonra elini temizleyici suya batı­rır, yenleri de bu suya bulaşırsa bakılır: Eğer sirkenin vasıflarının çoğu, ör­neğin rengi ve tadı bu suya bulaşıp açıkça görülürse temizleyici olmaktan çıkar. Ve bu suyun ibâdetlerle ilgili işlerde kullanılması sahîh olmaz. Ama yemek pişirmek ve benzeri işlerde kullanılması sahihtir. Eğer sirkenin vasıf­larından sadece biri suya bulaşıp açıkça görülürse bu su, temizleyici olmak­tan çıkmaz.                

c. Suya karışan sıvı, bazı vasıflarında suya muvafık, bazı vasıfların­da ise zıt olmalıdır. Örneğin sütün rengi ve tadı vardır. Ama kokusu yoktur. Eğer biraz süt, suya karışır da bir tek vasfı açıkça görülürse o su temizleyici olmaktan çıkar. Bu durum daha çok, sudan uzak tarlalarda çalışmakta olan çiftçilerde görülür. Şöyleki: Sütü bir kaba koyarlar. Sonra da boşalan bu kaplan iyice temizlemeden içine su doldururlar. Sütün eseri de suda görü­lür. Görüldüğünde de o su temizleyici olmaktan çıkar. Sadece temiz olarak kalır.

Malikiler dediler ki: Üç şey, suyu temizleyici olmaktan çıkarır:

1. Suya temiz bir şeyin karışıp rengi, tadı veya kokusundan ibaret olan üç vasfından birini değiştirmesi. Bu koku, suda açıkça görülmese bile farketmez. Temizleyiciliğin ortadan kalkması birtakım şartlara bağlıdır:

a. Suya karışan şeyin her zaman suyla beraber olmayan, bazan bera­ber olsa bile çoğu kez ondan ayrı bulunan bir şey olması.

b. Suya karışan şeyin, kapların dibâğlanmasında kullanılan bir şey olmaması.

c. Suya karışan şeyin, yerin cüzlerinden biri olmaması.

d. Suya karışan şeyin, sakınılması zor olan şeylerden olmaması. Bu­nun birçok örnekleri vardır: Sözgelimi sabun. Bu, çoğu kez suya karışmaz. Gülsuyu ve benzeri esans sıvıları da böyledir. Suyu kullanan adam çoğun­lukla bu saydığımız şeylere gereksinim duymamaktadır. Davar pislikleri de böyledir. İçme suyuna karışacak olursa bu su, temizleyici olmaktan çıkar. Çünkü bundan sakınmak zor değildir. Yanmakta olan birşeyin dumanı da böyledir. Bu şey, yerin parçalarından biri olsa bile farketmez. Kuyunun ve­ya su kanalının yakınında bulunan ağaç yaprakları da böyledir. Çünkü bu­raların üstünü örterek bunlardan sakınmak mümkündür. Hurma çiçeği, sa­man çöpü ve rüzgârın savurup getirdiği tozlar da böyledir. Balık, suda ölür veya dışarıda öldükten sonra suya atılırsa da böyledir.

Yukarıda sayılan temiz şeyler, bahsedilen şartlarla suya karışacak olur­larsa suyu temizleyici olmaktan çıkarırlar. Ve bu sular, sadece temiz sayılır­lar. Tabiî, vasıflarından birinin değişmesi şartıyla bu böyle olur.

2. Suyun, içinde bulunduğu kaptan ötürü vasfının değişmesi. Bu de­ğişme, suyu temizleyici olmaktan iki şartla çıkarır:

a. Suyun içinde bulunduğu kap, yere ait parçalardan yapılmamış ol­malıdır. Suyun, deriden veya tahtadan yapılma bir kap içinde bulunması ne­deniyle değişime uğraması gibi.

b. Sudaki bu değişim, örfe göre aşırı bir değişim olarak telâkki edil­melidir. Sözgelimi pişirilmiş topraktan yapılma bir kap içinde su bulunup bu su, örfe göre aşırı derecede değişmemiş ise bu, hiç de zarar vermez. Yine bunun gibi su, ketenden veya hurma lifinden yapılma bir ipin, içine düşmesi nedeniyle değişime uğramışsa da hiçbir şey gerekmez. Böyle bir su temizle­yicidir. Ancak değişmesi, örfe göre aşın olarak kabul edilirse o zaman te­mizleyici olmaktan çıkar.

3. Suya katran veya selem ağacının bulaşması nedeniyle rengi veya tadı değişmişse temizleyici olmaktan çıkar. Ama yalnız kokusu değişmişse, temizleyici olarak kalmakta devam eder. Ve bu değişim ona zarar vermez.

Şafiiler dediler ki: Temiz bir şey suya karıştığında dört şartla onu temizleyici olmaktan çıkarır:

1. Suya karışan temiz şey, suyun ihtiyaç duymadığı şeylerden olmalı­dır. Eğer su, varlığını sürdürebilmesinin ancak kendisine bağlı olduğu bir suyun üzerine ilâve edilmesiyle veya kaynağı olan yer dolayısıyla değişikliğe uğramışsa bu değişiklik zarar vermez. Ve onu temizleyici olmaktan çıkar­maz.

2. Suyun değişmiş olmasının kesinlikle bilinmesi gereklidir. Eğer de­ğişip değişmediği hususunda şüpheye düşülürse bu su, temizleyici olmaktan çıkmaz.

3. Suyun değişmesinin, içine kasıtlı olarak atılmış olsa bile toprak do­layısıyla olması hâlinde su, temizleyici olmaktan çıkar. Denizden elde edilen tuz da toprak gibidir. Bu anlatılanlardan başka bir şeyin suya atılması dola­yısıyla su değişmişse temizleyici olmaktan çıkar. Sadece temiz olarak kalır. Meselâ suya, safran bitkisi, hurma ve benzeri şeyler düşüp onu değiştirirse ve bu değişiklik de örfen aşırı olarak kabul edilirse; içine ağaç yaprağı düş­mekle suyun vasfı değişirse; içine keten veya meyankökü gibi analize uğra­yan bitkiler atmakla suyun vasfı değişikliğe uğrarsa bu durumda su, temiz­leyici olmaktan çıkar. Tabiî bu değişiklik çok olup vukuu da kesinlikle bi­linmelidir. Ama diyelim ki, böyle bir değişiklik katrandan ötürü olmuşsa bu durumda su, iki şartla sadece temiz kalır:

a. Katranda yağ eseri bulunmamalıdır.

b. Katran, su kırbasını ıslâh etmek için kullanılmış olmamalıdır. Yok, eğer kırbayı islâh maksadıyla kullanılmış ise bunun suya bir zararı dokun­maz. Kaya tuzu da aynı hükme tâbidir. Fakat bu tuzun, su için bir yerleşim yeri veya geçit yeri olmaması şarttır. Eğer geçit yeri veya yerleşim yeri olursa bunun suya bir zararı dokunmaz.

Hanbeliler dediler ki: Suyun temizleyiciliğini birkaç şey giderir. Ki onları da şöylece sıralayabiliriz:

1. Suya, sakınılması zor olmayan temiz bir şeyin karışması. Bu, iki şartla gerçekleşir:

a. Suyun vasıflarından birinin aşırı derecede değişmiş olması. Az bir değişikliğin herhangi bir zararı dokunmaz.

b. Bu temiz şeyin suya, temizlenme mahallinin dışında karışmış ol­ması. Sözgelimi abdest almakta olan bir şahsın elinde safran bitkisi bulunur da bu adam eline su aldığında, safrandan ötürü değişikliğe uğrarsa bunun zararı suya dokunmaz.

Suya karışan bu şeyin acı bakla ve nohut gibi suda pişirilip pişirilmemesi hüküm bakımından farketmez. Ama suya karışan şey, yosun ve ağaç yap­rağı gibi sakınılması zor şeylerdense ve bunları aklı başında bir insan kasıtlı olarak içine atmamışsa su, temizleyici olmaktan çıkmaz.

2. Temizleyici suya “müsta’mel su”yun karışması. Bu suyun da bir hades hâlinin giderilmesi veya bir necasetin giderilmesi veyahut da bir ma­hallin temizlenmesinde kullanılmış olması, daha da bu suyun kullanıldığı yer­den veya organdan ayrılırken değişikliğe uğramamış olması şarttır. Bu “Müsta’mel su”, kulleteyn[42] miktarından az olan bir suya karışırsa onu, temiz­leyici olmaktan çıkarır.

3. Vasıflarında suya zıt olmayan bir sıvının temizleyici suya karışma­sı. Kokusu gitmiş, fesleğen, nane ve gülsuyu gibi. Bunlar, temizleyici suyun tüm cüzlerine galip gelecek şekilde ona karışırsa temizleyiciliğini giderirler.

 

2. Temiz ve fakat temizleyici olmayan suların ikinci çeşidi, az miktardaki kullanılmış sudur. Az olan su, iki kulleden az, iki rıtıldan daha çok noksan olan sudur. Kullanılmış suya (Mâ-i müsta’mel) gelince, bu­nun tanımı hususunda mezheblerin tafsilatlı görüşleri aşağıya alınmışıtr.

 

Malikîler: Az miktardaki suyu kullanmak, ona zarar vermez demiş­lerdir. Bu su, temizleyici olmaktan da çıkmaz. Bir kişi, az miktardaki bu su­dan abdest alır da organlarından süzülüp damlayan sn tekrar bu suya karışırsa bu kişi, ikinci defa yine aynı sudan abdest alabilir.

Hanefiler dediler ki: Kullanılmış suyun, temizleyicilik özelliğine zarar vereceği az miktardaki suyun ölçüsü şudur: Normal bir zira'la 10 x10 zira'lık alanda, kare biçimindeki bir yerde bulunan su ile normal zira'la çevresi

36 zira' olan daire şeklindeki bir havuzda bulunan sudan noksan olanlara az su denir.[43] Çok su ise bu ölçüden fazla olan sulara denir. Ki deniz, ır­mak ve sulama kanallarındaki sular örnek olarak gösterilebilir. Müsta’mellik, bu suların temizleyiciliklerini ortadan kaldırmaz. Alanı bu ölçüleri bu­lan veya aşan suların çok derin olmaları da gerekmez. Ama bundan daha az bir sudan kullanıldığı takdirde bu su, Müsta’mel olur. Müsta’mel suyun hükmü ileride açıklanacaktır.

Malikîler dediler ki: Müsta’mellik, suyun temizleyicilik vasfını or­tadan kaldırmaz. Bu suyla abdest alınıp gusül yapılabilir. Ama başka suyun varolması halinde bunları, bu gibi işlerde kullanmak mekruh olur. Kullanıl­mış olan su az olsa bile temizleyiciliğini kaybetmez. Şunu da kaydetmek ge­rekir ki: Mâlikîlere göre Müsta’mel su, iki nevidir:

a. Az miktardaki temizleyici su, büyük olsun, küçük olsun bir hades halinin giderilmesinde kullanılmış olmalıdır. Örneğin gusül veya abdest için kullanılmış olması gibi. Veya bu su bir necasetin giderilmesinde kullanılmış olmalıdır. Bu necaset de ister manevî olsun, ister maddî olsun... Nitekim bu husus daha önce de açıklanmıştır.

b. Az miktardaki temizleyici su, yapılması ancak temizleyici bir suya bağlı olan bir iş için kullanılmış olmalıdır. Bu iş, ister cenazeyi yıkamak ve­ya kendisiyle cinsel ilişki helâl olsun diye hayız ve nifas hâli sona eren zımmî kadının yıkanması gibi vâcib bir iş için olsun. İsterse abdest üzerine abdest almak, cuma günleriyle bayram günlerinde gusül yapmak, abdest alırken or­ganları ikinci ve üçüncü defa yıkamak gibi sünnet bir iş için olsun aynı hük­me tâbidir.

Az miktardaki temizleyici bir suyun bu gibi işlerde kullanılmasından sonra ikinci bir defa kullanılması mekruh olur. Tabiî iki şartla:

1. Gusül yapılırken veya abdest alınırken su, organın üzerinden akıp yürüdükten sonra yere damlamalıdır. Bu su, bir necasetin giderilmesinde kul­lanılmışsa bu şart sözkonusu olmaz.

2. Su, yerinden alınıp organın üzerine döküldüğü takdirde yere dam­lamalıdır. Ama eğer su, yerinde durur da yıkanacak olan organ, içine daldı-rılırsa veya cünüp biri hepten suya dalarsa ve suyun içindeyken her hangi bir organını ovmazsa bu su yine Müsta’mel olmaz. Temizleyici olmaktan çık­maz.

Hanefiler dediler ki: Temizleyici su, kullanıldığı takdirde temiz ve fakat temizleyici olmayan bir su haline gelir. Bu suyun içme, yemek pişirme ve benzeri âdet icâbı işlerde kullanılması sahîhtir. Ancak abdest almak, gu­sül yapmak gibi ibadetle ilgili işlerde kullanılması sahih değildir. Bunlara göre Müsta’mel sular dört çeşittir:

1. Namaz kılmak, ihrama girmek, Mushaf'a dokunmak gibi ibâdet­lerden birini yapabilmek için kendisine ihtiyâç duyulduğu için kullanılmış olan su.

2. Bir hades hâlini ortadan kaldırmak için kullanılmış olan su. Küçük hadesi ortadan kaldırmak için tam bir abdest almak gibi.

3. Hades hâlini gidermemesine rağmen bir farzı yerine getirmiş ol­mak için kullanılan su. Meselâ kişinin, abdest organlarından bazısını yıka­yıp bazısını yıkamaması! Diyelim ki: Yalnız yüzünü yıkasa, her ne kadar abdesti tamamlamamış olsa bile yine de yüzünü yıkamış olduğundan dolayı bu su müstameldir. Böyle bir kişiye “farzı yerine getirdi (yüzünü yıkadı) ama hades hâlini gidermedi,” derler. Hadesin giderilmesi, abdestin tamamlanmasına bağlıdır.

4. İbâdeti hatırlamak amacıyla kullanılmış olan su. Meselâ aybaşı ha­lindeki bir kadının her namaz vakti, îtiyâd edinmiş olduğu namazı hatırla­mak İçin abdest alması gibi. Bütün bu hâllerde su, organlardan süzülüp ayrılmadıkça Müsta’mel su sayılmaz.

Şafiiler dediler ki: Müsta’mel su, görünürde veya gerçekten kulla­nana göre yerine getirilmesi zorunlu olan bir iş için kullanılmış olan az su­dur. Hades hâlinin ortadan kaldırılması veya bir necasetin giderilmesi için kullanılan az su, Müsta’meldir.

Bunu biraz açalım: Az sudan maksat, kulleteynden (221 litreden) az olan sudur. Bir kişi az sudan abdest alır veya gusül yapar, yüzünü elleriyle yıka­dıktan sonra ellerini de yıkamak için suyu elleriyle avuçlarsa bu su Müsta’mel olur. Ki bunda da bir takım şartlar vardır:

1. Bu su farz olan bir temizlik için kullanılmış olmalıdır. Kişi, eğer nafile bir namaz kılmak, Mushaf-ı Şerifi eline almak ve buna benzer nafile­ler için abdest almış ise bu su, avuçlanıp kullanmakla Müsta’mel olmaz.

2. Suyun birinci defa kullanılmış olması. Meselâ yüzünü bir defa ka­bın dışında yıkasa sonra ikinci yıkayış ve üçüncü yıkayış için elini kaba ko­yup su alsa, bu su Müsta’mel olmaz.

3. Suyun evvel emirde az olması. Eğer su, önceden kulleteynden fazla ise, sonra onu birkaç kaba taksim etse ve bunlardan birinden avuçlayıp alsa Müsta’mel olmaz. Yine bunun gibi az miktardaki Müsta’mel suyu diğer sularla birleştirip kulleteynden fazla bir miktara ulaştırırsa bundan avuçlayıp kullanmasının bir zararı olmaz.

4. Suyun, yıkamakta olduğu organından damlayarak ayrılması. A.ma organının üzerinde yürüyüp akar da organdan ayrılmazsa Müsta’mel olmaz.

Kişi eğer az sudan abdest alır veya gusül yapar da sonra bu sudan avuçlamaya niyet ederse bu su, Müsta’mel olmaz. Abdestte yüzünü yıkadıktan sonra ellerini yıkamak istediğinde suyu avuçlamaya niyet etmelidir. Ama maz-maza veya istinşak anında avuçlamaya niyet ederse bu yeterli olmaz. Zîrâ Şafiî Mezhebine göre tertip farzdır.

Gusülde avuçlamaya niyet etmenin yeri, gusül yapmaya niyet edildiği andır. Veya suyun bedene değdiği andır. Yok, eğer avuçlamaya niyet etme­den suyu, bedenini yıkamak üzere yerinden naklederse bu su Müsta’mel olur: Abdest alırken de abdest organlarını yıkadıktan sonra suyu avuçlamaya ni­yet ederse bu su yine Müsta’mel olur.

Yukarıdaki tanımda “görünürde veya gerçekten” kaydı konulmuştu. Bunun anlamı şudur: Abdest alanın mükellef olup abdestin kendisine ger­çekten farz olması ile abdest alanın mükellef olmayıp aldığı abdestin bir görünüşten (şekilden) ibaret olması demektir. Ki suyun Müsta’mel olması ba­kımından ikisinin de pozisyonu aynıdır. Ayrıca yine aynı tanımda “kullana­na göre” kaydı da düşülmüştü. Ki bu da şu anlama gelmektedir: Abdest alanın abdesti, kendi mezhebine göre sahîh ise abdestinin suyu Müsta’meldir. Şafiî mezhebine göre abdesti sahîh olmasa bile suyu yine Müsta’mel olur. Meselâ Hanefi bir kişi, niyetsiz olarak abdest alsa Hanefî mezhebine göre abdesti sahîh, Şafiî mezhebine göre gayr-ı sahihtir. Bununla beraber bu kişinin ab­dest suyu Şafiî mezhebine göre Müsta’mel bir sudur.

Yine aynı tanımda “Bir necasetin giderilmesi” kaydı düşülmüştü. Ki bu da şu anlama gelmektedir: Kendisiyle necaset giderilen su, Müsta’meldir. Ama necis değildir. Bu suyun temiz olması için tabiî ki bazı şartlar gereklidir:

1. Meselâ bir necis elbise yıkanırken bu elbisedeki necaset giderildik­ten sonra yıkama suyu, üç vasfından biri değişmeksizin bu elbiseden saf ve berrak olarak ayrılmalıdır.

2. Pis yerin temizlenmesinde kullanılıp ayrılan su, eskisinden daha fazla ağırlıkta olmamalıdır. Tabiî elbisenin suyu, emme miktarı ile ayrılan suya elbisenin çözülen kirlerinin karışması da hesaba katılmalıdır. Sözgeli­mi necâsetli bir elbise, 10 rıtıl (21,2 litre) miktarındaki bir suyla yıkanırsa bu elbise, suyun onda birini çeker. Elbisenin suya karışan kirleri de çeyrek rıtıl kadar olur. Elbise yıkandıktan sonra süzülüp ondan damlayan sular 9,25 rıtıl kadar olursa bu su temizdir. Eğer daha fazla olursa necistir.

3. Temizleme esnasında suyun necasetin üzerinden geçmesi. Şayet geç­mezse ve necasetten kendisine bir şey karışmazsa bu suya zaten Müsta’mel denemez.

Evet, bütün bunları anlattıktan sonra denebilir ki: Bu asırda hemen he­men her tarafta sıhhî su tesisatları ve su muslukları varken bu konulardan söz etmek yersizdir. Bizim bunlara verecek cevabımız şudur: İslâm dîni zaman     ve mekânla kayıtlanamaz. Şüphe götürmez gerçeklerden biridir ki bu hükümler, çöllerde ve suyu kıt yerlerde yolculuk edenler için gerekli olan hü­kümlerdendir. Bu durumdakiler için sözkonusu hükümler, Şafiî Mezhebi'ne göre tartışmasız bir biçimde zorunlu olan ihtiyaçlardandır.

Hanbeliler dediler ki: Müsta’mel su, kendisiyle hades hâli ortadan kaldırılan veya bir necaset giderilen sudur. Ki bu su, kendisiyle yedi defa yı­kandıktan sonra mahallinden temiz olarak ayrılan sudur. Yedinci yıkayış­tan önce yıkama mahallinden ayrılan su necistir. Yedinci yıkayıştan sonra ayrılan su, Müsta’mel ama temizdir. Tanımda geçen “az sudur” kaydıyla, çok su, tanım dışı edilmiş oldu. Bilindiği gibi “çok su”, 221 litre veya daha fazla miktardaki sudur. “Kendisiyle hades hâli ortadan kaldırılan veya bir necaset giderilen” demekle de, temiz bir şeyi yıkamada kullanılan su, tanım dışı edilmiş oldu. “Bu su, kendisiyle yedi defa yıkandıktan sonra mahallin­den temiz olarak ayrılan sudur” kaydı ise şu anlamı ifade etmektedir: Necis bir elbise veya bir kap ancak yedi defa yıkanmakla temiz olur. Hanbelîlere göre necis bir şey, yedi defa yıkanmadıkça temizlenmiş olmaz.

Hanbelî fıkıhçılari, ölünün yıkandığı su ile abdesti bozucu uykudan uya­nan bir kişinin elini tümüyle içine daldırdığı suyu da Müsta’mel sular sınıfı­na dâhil etmişlerdir. Yalnız bu uykunun gece uykusu olması, elini suya dal­dıran kişinin de müslüman, âkıl ve baliğ bir kişi olup elini daha önce niyet­siz ve besmelesiz olarak üç defa yıkamamış olması şarttır. Yıkamış ise elini soktuğu su Müsta’mel olmaz. Yine bunun gibi kendisi, içine daldırmadan önce elinin tamamına dökülen su da Müsta’mel olur. Meselâ elindeki ibrikle eline su dökerse elinden damlayan su, Müsta’mel olur.

Şunu da unutmamak gerekir ki: Su, ancak kullanıldığı yerden damla­yıp ayrıldıktan sonra Müsta’mel olur. Aksi takdirde Müsta’mel değildir.

 

Kutleteyn, yani iki külle (testi) miktarı, Mısır rıtıh ile 446, 3/7 rıtıl eder ki bu da 221 litre ağırlığındadır. Su, kare şeklindeki bir yerde ise, orta halli bir adamın zira'ı ile uzunluk, genişlik ve derinlik bakımından 1,25 zira' ölçüsünde olan su, kulleteyn miktarına eşit olur. Eğer kuyu şeklindeki müdevver bir yerdeyse çapı bir zira', derinliği 2,5 zira', çevresi ise 3, 1/7 zira ölçüsünde olan su, kulleteyn miktarına eşit olur. Eğer üçgen biçiminde bir yerdeyse genişliği 1,5 zira1, uzunluğu 1,5 zira', derinliği de 2 zira' öl­çüsünde olan su, kulleteyn miktarına eşit olur.

3. Temiz suların üçüncü çeşidine gelince, bu sadece temiz olan sudur. Bu, gül suyu gibi sınaî yöntemlerle elde edilen ve karpuz suyu gi­bi, kendiliğinden akarak elde edilen bitki suyudur.[44]

 

Pis Sular

 

Tanımı: Kendisine necaset karışan sulara pis su denir.

Çeşitleri: Pis sular iki çeşittir:

a. Çok olan temizleyici su: Rengi, tadı ve kokusundan ibaret üç vasfından biri değişmedikçe kendisine pislik karışsa da pis olmayan su­dur.

b. Az olan temizleyici su: Üç vasfından biri değişsin veya değişme­sin salt necaset karıştığı dolayısıyla pis olan sudur.

 

Malikiler dediler ki: Temizleyici su, üç vasfından biri değişmedik­çe kendisine necasetin karışmasından dolayı pis olmaz. Ancak ihtilaflı oldu­ğu göz önünde tutularak kullanılması mekruh olur.[45]

 

Kuyu Suları Bahsi

 

Kuyu sularına ilişkin özel hükümler vardır. Bu nedenle bu konuda özel bir bahis açtık. Kuyu sularının hükümleriyle ilgili olarak mezheblerin de­taylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Kuyuya, akıcı kanı olan insan, keçi ve tavşan gibi bir canlı düştüğü takdirde üç durum sözkonusu olur:

1. Kuyuya düşen bu hayvan şişer, dağılır veya tüyü dökülürse hem kuyu, hem bu hayvan içine düştükten sonra içine konulan kovası, hem de bu kovanın bağlı bulunduğu ip necis olur. Bu sebeple mümkünse kuyudaki suyun tamamını çekmek gerekir. Çünkü tamamı çekilmedikçe temizlenemez. Ama eğer bu mümkün değilse, üzerinde kullanılan normal kovasıyla ikiyüz kova su çekilmesi gerekir. İçine düşmüş olan hayvan veya insan çıkarılmadıkça su çekmenin temizlik açısından hiçbir faydası olmaz. Su çekimi tamam­landıktan sonra kuyu, kuyunun duvarı, kovası, ipi ve necis suyu çekerken eli bulaşan kişinin eli temizlenmiş olur.

2. Kuyuya düşen akar kanlı bir canlının kuyuda ölmesi ve fakat şişmemesi, dağılmaması ve tüyünün dökülmemesi halinde üç durum sözkonu­su olur.

a. Kuyuya düşüp ölen canlı, küçük olsun büyük olsun insan, koyun veya oğlak ise birinci şıktaki hükmün aynısı uygulanır.

b. Kuyuya düşen canlı; güvercin, tavuk ve kedi gibi küçük cüsseli hayvanlardansa, bu hayvanlar da ölmüşlerse fakat şişmemiş, dağılmamış, tüy­leri de dökülmemişse kuyunun suyu necis olur. Ve kırk kova çekilmedikçe de temizlenmiş olmaz.

c. Kuyuya düşen canlı, yukarıki maddede sayılan hayvanlardan daha küçük cüsseli ise (serçe ve fare gibi) yine aynı şekilde kuyunun suyu necis olur ve yirmi kova su çekilmedikçe de temizlenmiş olmaz.

Bütün bunları anlattıktan sonra şunu bilmek gerekir ki: Hangi türden olursa olsun tüm hayvanların büyüğü ve küçüğü arasında fark yoktur. An­cak insan, tavuk ve fare, haklarında nass bulunduğu gerekçesiyle bu hük­mün dışında tutulmuşlardır. Ama diğer türlerin küçükleri de büyükleri de aynı hükme tâbi tutulurlar.

3. Bir hayvan kuyuya düşer ve tekrar canlı olarak içinden çıkarsa iki durum meydana gelir:

a. Kuyuya düşen bu hayvan bizzat “necis-i ayn” olursa -ki bu da- domuzdan başkası olamaz- mümkün olduğu takdirde kuyunun suyunun tama­mını çekmek gerekir. Mülkün olmazsa ikiyüz kova su çekmekle yetinilir. b. Kuyuya düşen bu hayvan necis-i ayn olmazsa (keçi gibi) bunun hük­mü şöyle olur: Eğer hayvanın vücûdunun üzerinde insan dışkısı gibi bir necâset-i muğallaza varsa bu durumda kuyunun suyu necis olmuş olur. Ama üzerinde böyle bir pislik yoksa kuyudan su çekmek gerekli olmaz. Ancak gönül rahat etsin diye yirmi kova su çekmek mendub olur. Hayvanın bede­ninin üzerinde değil de ağzının etrafında bir necaset bulunursa bunun hük­mü, necis bir hayvanın artığının hükmü gibidir.

Akacak kanı olmayan akrep, kurbağa ve balık gibi hayvanlar kuyuya düşüp ölürlerse hiçbir sakınca sözkonusu olmaz. Yine bunun gibi sakınıl­ması mümkün olmayan şeylerin kuyuya düşmesi de suyu necis kılmaz. Hay­van tersinin kuyuya düşmesi gibi. Ancak bunun çok olmaması şarttır.

Malikiler dediler ki: Kuyuya düşen canlının ölmesi hâlinde su, üç şartla necis olur:

a. Bu canlının karada yaşayanlardan olması. Bu canlı ister insan ol­sun ister hayvan olsun farketmez. Ama balık ve benzeri suda yaşayanlardan bir hayvan kuyuda ölürse o kuyunun suyu necis olmaz.

b. Kuyuya düşüp ölen hayvanın karada yaşayan ve akacak kanı bulu­nan bir hayvan olması. Ama karada yaşayıp da akrep ve hamamböceği gibi akacak kanı bulunmayan bir hayvan kuyuya düşüp ölürse su, necis olmaz,

c. Kuyu suyunun vasfında bir değişikliğin meydana gelmemesi. Me­sela büyük olsun küçük olsun, bir kara hayvanı kuyuya düşüp ölürse ve fa­kat ölümü dolayısıyla suyun vasfı değişmezse bu su necis olmaz. Ancak müsterih olmak için bir miktar su çekmek mendub olur. Bunun da belli bir sınırı yoktur. Bir kaynağı olmayan durgun sular, bu hususta kuyu suyu hükmüne tabidirler.

Şafiiler dediler ki: Kuyu suyu kulleteyn (221 litre)den ya az olur ve ya çok olur. Kulleteynden az olana az su, kulleteynden çok olana da çok su denir. Kuyu suyu az olur da içine bir insan veya akar kanlı bir hayvan düşüp ölürse bu su, iki şartla necis olur:

1. Kuyuya düşen bu necaset, afvolunan necasetlerden olmalıdır. Ken­disinden afvolunan necasetlerin izahı daha önce yapılmıştır.

2. Bu necasetin başkası tarafından kuyuya atılmış olması. Necaset eğer kendiliğinden kuyuya düşmüşse veya rüzgârın savurmasıyla düşmüşse ve bir de afvolunan gruptansa bunun suya herhangi bir zararı dokunmaz. Ama baş­kası tarafından atılmışsa bu, elbetteki zarar verir. Akacak kanı olan bir hay­vanın içine düşüp öldüğü kuyunun suyu eğer kulleteynden fazla ise, bu ku­yunun suyu necis olmaz. Tabiî bu suyun vasıflarından birinin değişmemiş olması da gereklidir. Yine bunun gibi kuyuya bir necaset düşerse, kuyudaki suyun vasfı değişmese, suyu da çok olsa necis olmaz. Ama suyu az olsa, ne­casetin kendisine ulaştığı anda necis olur. Bu şıklardaki şartlar muvacehesinde suyunun vasfı değişmese bile, suyu necis olur.

Hanbeliler dediler ki: Şâfıîlerin bu hususta söylemiş oldukları sözler, bizce de muvafıktır. Ancak az sulu bir kuyuda ölen hayvanın o kuyuyu ne­cis edebilmesi için Şafiî'lerin bu şıklardaki iki şartı yani necasetin afvolunan bir necaset olması ile bu necasetin kuyuya başkası tarafından atılmamış ol­ması şartları bizce gerekli değildir.[46]

 

Temiz Su İle Necis Suyun Hükmü

 

Daha önce ilgili bölümde temizleyici suyun hükmünü ve ona bağlı ola­rak diğer hükümleri anlatmış olduğumuzdan, geriye temiz su ile necis su­yun hükmünü anlatmak kalmıştı. Şimdi de burada bunların hükümlerini anlatmaya çalışacağız:

Temiz suyun hükmü[47]: Bu suyu ibadetlerde kullanamayız. Bununla abdest almak, cünüplükten ötürü gusül yapmak sahîh olmaz. Elbisenin, vücûdun veya herhangi bir yerin üzerindeki pisliği de bununla gidermek sahîh olmaz. Özetle bu su, ne bir hades hâlini ve ne de bir necaseti gideremez.

 

Hanefîler: Temiz suyun necaseti gidermede kullanılmasının sahih olacağını söylemişlerdir. Kişi, elbisesinde, vücûdunda veya temiz bir yerde bulunan necaseti temiz su ile gülsuyu, fesleğen suyu ve benzeri temiz koku­lu sıvılarla giderebilir. Ama bu sonuncular, kendisine sebebsiz masraf yük­leyeceğinden ötürü mekruh olurlar. Meselâ elbisesindeki necaseti gülsuyu ile yıkayıp temizleyecek olursa kerahetle beraber sahîh olur. Ama elbisesinin kokusunu güzelleştirmek isterse bu mekruh olmaz. Elbise üzerindeki neca­seti sâde temiz su ile yıkamak hiç de mekruh değildir.

 

Pis suyun hükmü: Bu suyu ne ibâdetlerde ve ne de âdet îcâbı işlerde kutlanmak caiz olmaz. Bununla abdest alıp gusül yapmak sahîh olmadığı gibi, yemek pişirme ve hamur İşlerini de bununla yapmak sahîh olmaz. Eğer bu gibi işler bu suyla görülecek olursa, bulaştığı eşyayı da necis kı­lar. Bu sebeple de kullanımı haram sayılmıştır. Buna örnek olarak şarabı gösterebiliriz: Şarabı ancak ölüm gibi bir zaruret anında kullanabiliriz. Me­selâ çölde dolaşıp yolunu kaybeden ve susamaktan helak olacak merte­beye gelen bir kişinin yaşaması (şu ve benzeri susuzluğu giderecek bir içeceğin bulunmaması hâlinde), şarabı içmeye bağlı olursa bu durumda şarabı içebilir. Yine bunun gibi yemek yerken boğazına lokma takılan ve yutamayan bir kişi de, temiz suyun bulunmaması hâlinde şarab veya pis bir sudan içerek bu tehlikeyi atlatabilir. Evet, insanın hayatını ilgilendiren bazı hususlarda pis sulardan yararlanmak bazan caiz olmaktadır. Ki mezheblerin bu konudaki tafsilatlı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Necis şeyler ya su ve kan gibi sıvı maddeler­den olur veya domuz, leş ve zibil gibi katı maddelerden olurlar. Necis olan pis suyu, iki durumdan başka durumlarda kullanmak haramdır. Duvar har­cına karıştırılabilir. Çimentoya, alçıya ve kirece katılarak inşaatta kullanıla­bilir. Hayvanlara su vermede bu sudan yararlanılabilir. Ancak bu iki hâlde kullanılmasına müsaade edilen pis suyun rengi, tadı veya kokusu değişme­miş olmalıdır. Necis olan katı maddelerden de yararlanmak haramdır. Ör­neğin domuz, diğer hayvanların leşleri, boğulmuş veya bir uçurumdan atıla­rak öldürülmüş olan hayvanlar gibi. Bunların haramlıkları nass ile sabittir. Bunlardan yararlanmak (meselâ etlerini yemek) haram olduğu gibi domuz hariç, diğerlerinin derilerinden de dibâğlanmadan önce mümkün değil ya­rarlanılamaz. Bu hayvanın derisi dibâğ ile de temizlenemez.

Necis olan diğer katı maddeleri, meselâ necis olan bir yağı ele alalım: Yemek dışında bu yağdan yararlanılabilir. Meselâ bunu dibâğ işinde maki-na ve âletleri yağlamada, mescid dışındaki yerlerin aydınlatılmasında kul­lanmak caizdir. Ölü hayvanların yağı bu hükme tabi olmayıp kullanılmaları kesinlikle caiz değildir. Ama temiz hayvanların arızî bir necasetle pislenmiş yağları (sıvı olan pislenmiş şeylerin temizlenmesi kısmında anlatıldığı şekil­de) temizlenmedikçe kullanılamazlar. İnsan dışkısı kurusa bile kendisinden yararlanmak caiz olmaz. Ancak kuruyup toprağa karışır ve yerin bir parçası haline gelirse o zaman yararlanılması caiz olur. Tezekten de yararlanmak caiz olur. Kığ[48] da bu hükme tabidir. Bu saydıklarımız yakıt olarak da kul­lanılabilirler.

Avcılık ve bekçilik işlerinde kendisinden yararlanılmak üzere köpeği sat­mak sahîhtir. Domuz hariç aslan, kurt, fil ve diğer hayvanlar da böyledirler. Zîrâ muhtar olan görüşe göre köpeğin bizzat kendisi necis değildir. Sa­dece ağzı ve salyası necistir. Aslan, kurt ve fil de böyledİrler. Domuz hariç bunların güçlerinden, yeteneklerinden ve derilerinden yararlanılabilir.

Malikiler dediler ki:  Pis suyu, içme ve benzeri işlerde kullanmak haramdır. Bundan başka işlerde kullanılması caizdir. Bu suyun mescid inşa­atında kullanılması da haramdır. Bunlara göre meşhûr olan görüş şudur ki: Zeytinyağı, bal, yağ ve sirke gibi necis olmuş sıvılardan yararlanmak caiz değildir. Çünkü bu tür sıvılar necis olduklarında tem, denmeleri mümkün de­ğildir. Dolayısıyla bunları imha etmek vâcib olur. Mûtemed görüşe göre vü­cûdun dışına pis su sürmek caiz değildir. Buna, haramdır diyen Mâlikî alim­leri de plmuştur. Şayet böyle bir şey yapılmışsa da namaz kılınacağı veya temiz olmadan yapılamayacak bir iş yapılacağı zaman bundan temizlenmek vâcib olur. Sünnet olur diyenler de vardır. Bu iki görüş de meşhurdur.

Şarab gibi, sudan gayrı necis sıvılara gelince, bunlardan yararlanmak sahîh değildir. Aynı şekilde necis olan katı maddelerden de, meselâ domuz­dan yararlanmak da sahîh değildir. Eti yenilmeyen hayvanların zibillerinden yararlanmak da sahîh değildir. Bunların etlerinin yenilir olmayışı at, katır ve merkepte olduğu gibi, ister bir harâmlıktan ötürü olsun, ister sırtlan, til­ki, kurt ve kedi gibi bir mekrûhluktan ötürü olsun fark etmez.

Bunları anlattıktan sonra köpeğin, kendilerine göre temiz olmasına rağ­men satışının sahîh olmayacağı hususuna gelelim. Bunların buna ilişkin ge­rekçeleri şudur: Köpeğin satımını Peygamber (s.a.s.) yasaklamıştır. Bun­ların bazı âlimleri avlanma ve bekçilik için olduğu takdirde satımına ruhsat vermişlerdir. Bu ruhsata dayanak olarak da şunu ileri sürmüşlerdir: Satımı­nın yasaklanması, kendisinden bu hususlarda yararlanılamayan köpeklere ilişkindir.

Şâfiîler: Su ve diğer necis sıvılardan ancak iki durumda yararlanıla­bileceğini söylemişlerdir. Şöyle ki:

a. Ateş söndürmek için kullanılabilir. Meselâ bu suyla fırındaki ateşi söndürmek caiz olur.

b. Hayvan ve ekin sulamasında kullanılabilir. Sıvılardan şarap ve don­mamış kan hiçbir surette kullanıma elverişli değildirler. Bunlardan yararlan­mak sahîh değildir. Katı pisliklere gelince bunları satmak veya bunlardan yararlanmak sahîh değildir. Dışkı ve zibil gibi. Ama bunlara temiz bir şey karışır da ayıklaması güç olursa bu durumda yararlanılabilir. Meselâ bu pis sularla yoğurulan alçı, inşaatta kullanılırsa bu inşaattaki evlerden yararlanı­labilir. Bu evlerin içinde oturulabileceği gibi bunların satılması da sahîh olur. Yine bunun gibi gübrelemek kasdiyle bir tarlaya hayvan gübresi konulursa, bu tarladan çıkacak olan ekinden yararlanmak sahîh olur. Matara ve su tes­tisi gibi bir kap, necis bir kül karışımı ile yapılmış olsa bu kaptan yararlan­mak veya başkalarına satmak sahîh olur. Bunlara konulacak sıvılar da pis­likten muaf tutulurlar. Ama temiz şeye necaset karışır da bunu ayıklamak zor olmazsa, sözgelimi nohuda necis olan hayvan gübresi karışacak olursa bunu ayıklamak zor değildir. Ayıklamadan önce nohuttan yararlanmak sa­hîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Necis sudan ancak toprağı, alçıyı ve benzeri şeyleri ıslatıp harç hâline getirmek ve bu harçtan da cami veya namazgah inşaatında olmamak kaydıyla diğer yapı işlerinde kullanmak şeklinde yararlanmak sahîhtir. Yine bunun gibi şarab, kan ve benzeri necis sıvılardan ya­rarlanmak da sahîh değildir. Domuz ve necis hayvan gübreleri gibi katı du­rumdaki pisliklerden yararlanmak da sahîh değildir. Güvercin dışkısı, eti yenen davarların tersleri (tezek) gibi temiz şeylere gelince bunlardan yararlanmak veya bunları satmak caizdir. Ölü hayvandan ve yağından yararlanmak caiz değildir. Ama temiz, eti yenen hayvanların yağlarına gelince, necaset bulaş­tığı takdirde bunlardan yemek haricindeki diğer hususlarda yararlanılabilir. Örneğin mescid dışındaki yerlerin aydınlatma işinde bu yağlardan yararla­nılabilir.[49]

 

ABDEST BAHİSLERİ

 

Abdestin Tanımı

 

Abdest kelimesinin arapçadaki karşılığı “vudû” masdarıyla ifade olunur. Ki bu masdar lügat açısından güzellik ve temizlik anla­mına gelir. Istılâhî anlamına gelince vudû', yani abdest, özel bir temizlik olup suyun husûsî organlar üzerinde özel bir şekilde kullanılmasıdır. Ki bu organlar da yüz, baş, eller ve ayaklardır.[50]

 

Abdestin Hükmü

 

Hüküm kelimesinin ne anlama geldiği geçen bölümlerde anlatıldığı­na göre şu kalıba dökülebilir: Hüküm: Yapılan bir fiile terettüp eden ve sâri' tarafından konulan bir eserdir. Buradaki maksat da zaten budur. Şâri', abdest alma fiilini işleyenin, hades halinin ortadan kalkacağını beyan bu­yurmuştur. Ki abdest almakla farz ve nafile namazlar, tilâvet secdesi, şü­kür secdesi, farz olsun nafile olsun “beyt-i muazzama”nin tavafı gibi dinî görevler eda edilebilir.

 

Hanefiler dediler ki: Abdestsiz olarak Kabe'yi tavaf edenin tavafı sahîh olur. Ama bununla birlikte bir haram işlemiş olur. Zîrâ tavaf için hadesten temizlik vâcibtir. Vacibi terkeden ise günahkâr olur. Ama abdest, ta­vafın sıhhat şartı değildir.

 

Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuş­lardır ki:

“Beytin etrafında tavaf yapmak, namaz gibidir. Ancak şu farkla ki: Tavafta sizler konuşuyorsunuz. Tavaf esnasında kim konuşacak olursa hayırdan başka bir şey söylemesin.” [51]

Bu gibi amelleri edâ edecek birisinin abdestli olması farzdır. Abdest-siz birinin bu işleri yapması helâl olmaz. Mushaf'a dokunmak da böyle­dir. İster bir kısmına dokunulsun ister tamamına dokunulsun abdest alın­ması vâcibtir. Bir âyet okuyacak olsa bile yine böyledir. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Abdestsiz olarak bir kısmına da olsa Mushaf'a dokunabilmenin bazı şartları vardır:

a. Mushaf, arapçadan başka bir dille yazılmış olmalıdır. Arapça ya­zılmış olana abdestsiz olarak dokunmak hiçbir surette mümkün değildir. Yazı stili kûfî de olsa mağribî de olsa veya başka bir tarzda da olsa hüküm aynı­dır.

b. Mushaf'ın bazı âyetleri para üzerinde yazılı ise bu paralar, insan­ların muamele araçları olduğundan buna mecburen dokunulacağından, zor­luklar gözönünde tutularak buna ruhsat verilmiştir:

c. Mushaf'ın tümünü veya bir kısmını korumak amacıyla ele almak. Bu durumdaki bir kişi abdestsiz de olsa Mushaf'ı eline alabilir. Bazıları da derler ki: Korumak gayesiyle de olsa abdestsiz biri, Mushaf'ın ancak bir kısmını tutabilir. Abdestsiz olarak tümünü eline alması caiz değildir. Ayrıca abdestsizin, korumak amacıyla Mushaf'ı eline alabilmesinin iki şartı vardır:

1. Mushaf'ı eline alacak kimse müslüman olmalıdır.

2. Mushaf, pisliklerin kendisine ulaşmasına engel olacak bir örtü ile örtülü bulunmalıdır.

d. Mushaf'ı abdestsiz olarak eline alan kimsenin, Kur'an'ı öğrenen veya öğreten biri olması gerekir. Bunların abdestsiz olarak Mushaf'ı ellerine almaları caizdir. Bunların mükellef veya gayr-ı mükellef olmaları hüküm bakımından bir farklılık getirmez. Kur'an-ı Kerîm'i öğrenen veya öğreten kişi­nin, aybaşı halini geçirmekte olan hayızh bir kadın olması mümkündür. Bun­ların dışındaki kimselerin abdestsiz olduklarında Mushaf'a dokunmaları hiçbir surette caiz olmaz. Abdestsiz bir kimsenin çanta içinde veya askıda da olsa Mushaf'ı taşıması, üzerinde Mushaf bulunan sandık, kürsü ve yastığı taşı­ması da caiz olmaz. Ama Mushaf, bir şeyin içine konulmuşsa abdestsiz biri o şeyi taşıyabilir. Çünkü bu durumda Mushaf, o eşyaya tabi olmuş oluyor. Eğer maksadı Mushaf'ın içinde bulunduğu şeyi değil de sadece Mushaf'ı taşımaksa bu caiz olmaz. Abdestsiz birinin Mushaf'sız olarak ezberden Kur'an okuması câİz ise de en faziletlisi, abdestli olarak okunmasıdır.

Hanbeliler dediler ki: Abdestsiz olarak Mushaf'a dokunmak veya ele alıp taşımak bazı şartlara bağlıdır:

Mushaf, kendisinden tamamen ayrı bir kılıfta bulunmalıdır. Eğer tor­ba gibi kendisine bitişik bir kılıfta bulunursa mendile veya kâğıda sanlı olursa, bir sandıkta olursa veya taşınması istenen bir ev eşyası içinde -Mushaf'a dokunmak gayesi güdülsün güdülmesin- bulunursa bu durumda abdestsiz ola­rak Mushaf'a dokunmak veya onu ele alıp taşımak caiz olur. Yine aynı şe­kilde temiz bir bez içinde bulunması şartıyla Mushaf'ı korumak gayesiyle ele almak da caizdir. Ayrıca taşıyacak olan şahıs mükellef olsun olmasın Mus­haf'ı elde taşımanın caiz olması için abdestli olmak şarttır. Ancak bu du­rumdaki gayr-i mükellef çocuğun abdest alması vâcib değilse de velîsinin ken­disine abdest almayı emretmesi vâcibtir.

Hanefîler: Mushaf'ın tümüne veya bir kısmına dokunmanın veya elde taşımanın veyahut da Mushaf'taki âyetleri yazmanın caiz olmasının ba­zı şartlara tâbi olduğunu söylemişlerdir.

1. Zaruret hâli. Meselâ bir şahıs Mushaf'ın suya batıp gideceğini ve­ya yanmak üzere olduğunu görse abdestsiz de olsa, kurtarmak amacıyla Mus­haf'a elini vurabilir.

2. Mushaf, kendisinden ayrı olmalıdır. Meselâ bir kese içinde veya çanta içinde veya kâğıda veyahut mendile sanlı olursa abdestsiz olarak do­kunabilir ve taşıyabilir. Ama kendisine bitişik cildi içinde veyahutta satımı esnasında ayrıca bir pazarlığa tabi olmadan kendisiyle birlikte satılan bir kabın içinde bulunursa abdestsiz olarak dokunulamaz ve taşınamaz. Ayrı bir pa­zarlığa tâbi olmadan kendisiyle birlikte satılan bu kap ayrı da olsa “Müftâbih” görüşe göre hüküm değişmez.

3. Buluğ çağma gelmemiş çocuk, öğrenmek amacıyla abdestsiz ola­rak Mushaf'a dokunabilir. Bunda, zorlukların giderilmesi prensibi gözönünde tutulmuştur. Ama buluğa ermiş bir insan veya hayız hâlini geçirmekte olan bir kadın, öğretici de olsa öğrenci de olsa Mushaf'a dokunamaz.

4. Mushaf'a dokunacak şahsın müslüman olması gerekir. Müslüman birinin gücü yettiği takdirde “gayr-i müslim” bir şahsın Mushaf'a dokun­masına fırsat ve imkân vermesi helâl olmaz. İmam Muhammed, gusül yaptıktan sonra “gayr-i müslim”in Mushaf'a dokunmasının caiz olduğunu söy­lemiştir. Gayr-i müslim'e Kur'anı muhafaza ettirmek, yukarıdaki şartlara uygun olduğu takdirde caiz olur. Zira abdest alıp da temizlenmeyen birinin, vücudundaki organlardan herhangi biriyle Mushaf'a dokunması helâl değil­dir.

Kur'an-ı Kerîm'i ezberden okumak, abdestsiz olarak da caizdir. Cünüp kimselerin ve hayızlı kadınların ezber de olsa okumaları haramdır. Kur'an-ı Kerim'i ezberden okuyacak birinin, abdestsiz ise abdest alması müstehabtır. Şunu da hatırlatmakta yarar vardır kanısındayım: Kur'an-ı Kerîm tefsirleri­ne abdestsiz olarak dokunmak mekruhtur. Fakat hadîs ve fıkıhla alâkalı di­ğer kitaplara abdestsiz olarak dokunmak, ruhsat kabilinden'caizdir.

Şâfiîler: Mushaf'ın tümüne veya bir kısmına abdestsiz olarak do­kunmak veya taşımak bazı şartlara bağlı olarak caiz olur demişlerdir. Şöyle ki:

1. Mushaf'ı korumak amacıyla dokunacak veya taşıyabilecektir.

2. Mushaf'taki âyetler dirhem, cüneyh veya diğer paralar üzerinde yazılı ise abdestsiz olarak bunlara dokunulabilecektir.

3. Mushaf'taki âyetlerin bazısı delil olarak ilim kitaplarında yazılı olur­sa abdestsiz olarak bu kitaplara dokunabilir. Bu kitaplardaki âyetler az da olsa çok da olsa aynı hükme tâbidir.

Tefsir kitaplarına gelince bunlara abdestsiz olarak dokunmak, tefsirin Kur'andan fazla olması hâlinde caizdir. Eğer Kur'an, tefsirden fazla ise ab­destsiz olarak dokunulamaz.

4. Kur'an âyetleri bir elbise üzerinde yazılı olursa, abdestsiz olarak bu elbiseye dokunulabilir. Ve bu elbise taşınabilir. Kabe örtüsü de bunun gibidir.

5. Öğrenmek amacıyla çocuğun Mushaf'a abdestsiz olarak dokunması veya Mushaf'ı taşıması caizdir. Velisi dokunma veya taşıma işinde bu du­rumdaki çocuğa destek de olabilir. Ardı sıra çocuğu korumakta olsa bile yi­ne bu durumdaki çocuğun Mushaf'a dokunup onu taşıması caizdir.

Bu beş şarttan biri ihlâl edilecek olursa Mushaf'a dokunmak caiz ol­maz. Bu durumda Mushaf'tan bir tek âyet de olsa yine caiz değildir. Mus­haf, cüzlerin muhafaza sandığı gibi küçük bir sandığa konulursa veya küçük bir rahlenin üzerine konulmuş olursa abdestsiz birinin bu sandığa veya rahleye dokunması da caiz olmaz. Ama eğer büyük bir sandığın içine veya büyük bir kesenin içine konulursa, Mushaf'ın hizasındaki kısım dışında bu sandığa veya keseye dokunmak caiz olur. Mushaf'ın cildi kopar da içinde Mushaf'tan bir parça kalmazsa, bu cild başka bir kitaba takılmadıkça ab­destsiz olarak dokunulamaz. Fakat koptuğu Mushaf'a ait olduğu sürece abdestsiz olarak dokunulması haramdır. Bu durumlarda Mushaf'a dokunmak haram olduğu gibi, üzerinde Kur'an âyeti yazılı levhalara dokunmak da ha­ramdır. Abdestsiz birinin bir parçasına da olsa, üzerindeki Kur'an âyeti si­linmiş de olsa dokunması haramdır. Şunu da bilmek gerekir ki: Mükellef birisi, abdestsiz de olsa elini üzerine dokundurmaması şartıyla Ievhâ ve ben­zeri şeylere Kur'an âyetlerini yazabilir.

Şu hususu hatırlatmakta da fayda vardır ki: Mushaf'ı Şerif sandık, el­bise ve benzeri ev eşyalarının içine konulmuşsa bunları da abdestsiz olarak taşımak haramdır. Ancak maksat, sadece bu eşyaları taşımaksa bu helâldir. Yok, ama bunlarla beraber Mushaf'ı da taşımak kastedilmişse veya maksat, sadece Mushaf'ı taşımaksa bu helâl olmaz.[52]

 

Abdestin Şartları

 

Abdestin şartları, vücûbunun, sıhhatinin, hem vücûbunun hem de sıh­hatinin şartları olmak üzere üç kısma ayrılır. Vücûbunun şartlarından mak­sat, mükellefin abdest almasını vâcib kılan şartlardır. Ki bu şartların tü­münü veya bir kısmını üzerinde taşımayan bir kimsenin abdest alması vâcib değildir. Sıhhatinin şartlarından maksat, bu şartlar gerçekleşmediği tak­dirde alınan abdestin sahîh olmayacağı demektir.

Hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartlarından maksat ise, bu şart­lardan biri gerçekleşmediği takdirde abdest almanın vâcib olmayacağı ve alınsa da sahîh olmayacağı demektir. Bunları açıklamaya çalışalım:

Vücûbunun şartları:

1. Bulûğ: Erkek olsun kadın olsun bulûğa ermeyen bir kimseye ab­dest almak vâcib değildir! Ama alacak olursa abdesti sahîh olur. Sözgeli­mi bulûğa ermeden bir saat önce abdest almış olsa, sonra da bulûğa ererse abdesti bozulmamış olup devam eder. Bu abdestle namaz kılabilir. Böyle bir durumla her ne kadar çok az karşılaşılsa da yolcuların ve çöl gibi suyu az yerlerde ikâmet edenlerin bunu bilmesinde fayda vardır.

2. Namaz vaktinin girmesi: Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı na­mazlarından birinin vaktinin girmiş olması, ileride namaz vakitleri bahsin­de açıklanacaktır. Bu vakitlerden biri gelip çattığında mükellef birinin, üze­rine farzolan namazı kılması gerekli olur. Namaz, abdest veya onun yerine geçecek bir şey (teyemmüm gibi) alınmadan helâl (sahîh) olmayacağı­na göre, kişinin namaz kılmak için abdest alması farz olur. Vaktin girme­siyle namaz, kişinin üzerine genişletilmiş bir vecîbe olarak farzolur. On­suz kabul edilmeyecek olan abdest de böyle... Genişletilmiş vecîbenin mânâsı şudur ki: Mükellefler namazı vaktin başında kılacakları gibi, orta­sında veya sonunda da kılabilirler. Vaktin sonuna doğru gelinip de geriye sadece abdest alınıp namaz kılabilecek kadar bir zaman kalırsa bu du­rumda daraltılmış bir vecibe olur. Mükellef, bu durumda acilen abdest alıp namaz kılmak zorundadır. Abdest ve namazı bundan sonrasına bıraka­cak olursa günahkâr olur. Farz namazı kılmak isteyenin abdest alması farz olduğu gibi, nafile namaz kılmak isteyenin de abdest alması farzdır. Nafi­le namaz kılacak olan birinin (eğer yoksa) hemen abdest alması farzolur. Nafile de olsa abdestsiz olarak namaz kılmak haramdır.

Vaktin girişinin sadece abdestin vücûbu için bir şart olduğu anlaşıl­dıktan sonra bilinmelidir ki: Vaktin girişinden önce alınan abdest sahîh olur. Yani vaktin girişi, abdestin sıhhat şartı değildir. Yalnız abdest alanın özür sahibi biri olmaması gerekir.

 

Mâlikîler: Özürlü kimsenin, vaktin girişinden önce ve sonra aldığı abdestler sahîhtir demişlerdir.

Hanefiler dediler ki: Özürlü kimsenin vaktin girişinden önce aldığı abdest sahîhtir. Sözgelimi öğleden önce abdest alır, sonra da öğle vakti gi­rerse bu abdesti bozulmuş olmaz. Bununla öğle namazını kılabilir. Öğlen vakti çıkıncaya kadar da abdestinin hükmü devam eder. Öğle vakti sona erip çık­makla abdesti de bozulmuş olur. İkindi namazım, yeniden abdest almadan kılamaz. Bahsi gelince de, vakti çıktığından ötürü abdestinin bozuluş sebebi anlatılacaktır.

Sayfanın üst tarafında anlatılanlar, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine gö­redir.

 

Meselâ sürekli olarak kendisinde si­dik akıntısı bulunan bir insanın, ancak vakit girdikten sonra abdest alma­sı sahîh olur. Nitekim bunun izahı, ma'zûr kimseler bahsinde yapılacak­tır.

3. Eski abdest bozulmuş olacak: Meselâ bir kişi, öğle namazı için abdest alır da bu abdesti gün boyunca bozulmasa yeniden abdest alması vâcib olmaz. Çünkü bu abdesti sahîh olmakta devam etmektedir. Vaktin girişinden önce mevcûd bulunan bir abdest de sahîhtir.

4. Abdest almaya muktedîr olmak: Hastalık veya benzen hallerden ötürü suyu kullanamayan kimsenin, ileride teyemmüm bahsinde de açık­lanacağı üzere, abdest alması vâcib olmaz. Kullanmak için su bulama­yan kimseler de hastalar hükmündedirler.

Bu saydıklarımız, abdestin, üzerinde ittifaka varılan vücûb şartlarıdır.

Özet olarak diyebiliriz ki: Mükellef kişi, abdestli değilse, vaktin girişiyle abdest almak mecburiyeti altına girer. Yalnız bu kişi, suyu kullanmaya da muktedîr olmalıdır. Sıhhatinin şartları:

1. Abdest alınacak su, temizleyici bir su olmalıdır: Abdest alacak olan kişinin, bu suyun temizleyici olduğunu zannetmesi yeterlidir.

2. Abdest alan mümeyyiz olmalıdır: Mümeyyiz olmayan çocuğun aldığı abdest sahîh değildir. Bu, bir varsayım olup, “abdestsiz çocuğun Mushaf'a dokunmasına mâni olunmalıdır” diyenler bu varsayıma ihtiyaç duyabilirler.

3. Abdestle yıkanacak organa suyun ulaşmasına mâni bir engel bu­lunmamalıdır: Meselâ elde, yüzde, başta veya ayaklarda derinin dış yü­züne suyun ulaşmasına mâni bir engel bulunduğu takdirde bu abdest sa­hîh olmaz. Yine aynı şekilple elde veya yüzde donmuş yağ, balmumu ve­ya hamur bulunur da bunfar suyun deriye ulaşmasına engel olurlarsa alı­nan abdest sahîh olmaz.

Abdest almakta olan kişide abdeste zıt bir durum meydana gelme­melidir. Meselâ abdest almakta olan kişide, yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra abdesti bozacak bir durum meydana gelirse bu kişi, abdeste yeni­den başlamaya mecbur olur. Ancak özürlü kişilerden olursa yeniden ab­dest alması zorunlu olmaz. Meselâ sürekli sidik akıntısına müptelâ olan bir kişiden abdest esnasında bir veya birkaç damla sidik damlayacak olursa yeniden abdest alması gerekmez.

Hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartları:

1. Akıllı olmak. Delinin, saralının, bunağın, baygının abdest almaları vâcib değildir. Bunlardan biri abdest alacak olursa bu abdesti sahîh olmaz. Şöyle ki: Bunak biri abdest alır da birkaç dakika sonra bu hastalı­ğından kurtulup iyileşecek olursa bu abdestiyle namaz kılması sahîh ol­maz. Deli de bu hükme tâbidir. Bunak, saraya düşmüş ve baygın kimse­lere gelince (şuurları yerinde olmadığından ötürü) bunların abdest almaları zaten düşünülemez. Ancak bunu anlatmaktaki gayemiz, Allah Teâlâ-nın bu hallerde, bütün mükellefiyetleri ortadan kaldırdığını bildirmek için­dir. Yine de bu hallere müptelâ kimselerin abdest aldıklarını farzedecek olursak, bunların almış oldukları abdestler sahîh olmaz. Şunu bilmek ge­rekir ki, ibâdetler karşısındaki şer'î tasarruflarla, günlük hayattaki mua­meleler karşısındaki şer'î tasarruflar aynıdır. İbâdetlerde olduğu cjibi mu­ameleleri yapanların da akıllı kimseler olmaları vâcibdir. Akılsızların mua­meleleri geçerli olmaz.

 

Hanefiler dediler ki: Delilik ve sar'aya düşmek, abdeste zıt durum­lardandır; abdesti bozarlar. Bu nedenle akıllılık, abdestin sıhhat şartların­dan biri olmaktadır. Daha önce de görüldüğü gibi akıllılık, abdestin vücub şartlarından idi. Böylece hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartlarından bi­ri olmaktadır.

Hanefiler dediler ki: Bunak, sözlerini birbirine karıştıran ve sakin olmasına, kimseye sövmemesine, şuursuzca yürümemesine rağmen yine de ne yapacağını bilemeyen, hülâsa tedbiri bozulan kimsedir. Bu durumdaki kimselerin ibâdetleri, çocuğunki gibi sahîhtir. Ancak mükellef değildirler. Bunamamak, sadece vücub şartıdır. Sıhhat şartı değildir.

 

2. Kadının, aybaşı ve nifastan sonraki lohusalık kanlarından temiz olması. Bu haldeki kadınların abdest almaları vâcib değildir. Alacak olsa­lar ve aldıktan birkaç dakika sonra temizlenecek olsalar, bu abdestleri, sıhhat şartına uyulmadığı gerekçesiyle sahîh ve muteber olmaz. Ama yi­ne de aybaşı hâlini geçirmekte olan bir kadının hatırlama kabilinden ol­ması dolayısıyla her namaz vaktinde abdest alıp önceden namaz kıldığı yerlerde oturması menduptur. Fakat unutulmasın ki bu abdest, sadece bir şekilden ibarettir. Namazı anmak ve unutmamak içindir.

3. Uyku ve gafletin olmaması. Uyumakta olan kişi, ilâhî rahmet do­layısıyla mükellef olmamaktadır. Gafil (dalgın) da böyledir. Bunlar şayet abdest alsalar bile bu abdestleri bâtıldır, geçersizdir. Bazıları sanarlar ki: Uyuyan kişi, sadece kendi yatağında veya bir başkasının yatağına uza­narak uyuyan kişidir. Böyle birinin uyurken abdest alması zaten düşünü­lemez. Bizim burada uyuyan kişiden kastettiğimiz şudur: Uyurken kalkıp hareket eder. Hatta yine uyurken evinden dışarı çıkar. Bu kimseler hissetmeseler bile uyur-gezerken abdest alabilirler. Benim bir komşum var­dı. O da bu uyur-gezerlerdendi.

4. Müslüman olmak. Şu mânâda ki: “Gayr-ı müslim” birinden abdest almasını isteyemeyiz. Ama küfür halindeyken de namaza ve na­mazın vesilelerine (abdest ve teyemmüme) muhatabtır. Terkinden dolayı da azâb görecektir. Ama müslüman olmadan aldığı abdest de sahîh de­ğildir.

 

Malikiler dediler ki: Müslüman olmak sadece sıhhat şartıdır. Kâ­firler şerîatin hükümlerine muhatap olmaları dolayısıyla ibadetle mükellef­tirler. Terkettikleri gerekçesiyle de azaba maruz kalacaklardır. Ancak bu iba­detleri de müslüman olduktan sonra sahîh olabilir. Küfür halindeyken ya­pacakları ibadetler sahîh olmaz. Çünkü niyet olmaksızın hiçbir ibadet sahîh olamaz. Ayrıca niyetin de sahîh olabilmesi için müslüman olmak şarttır. Hanefiler dediler ki: Müslüman olmak abdestin sadece vücûb şartlarındandır. Hem vücûbunun ve hem de sıhhatinin şartlarından değildir. (Mâlikîlerin hilafına.) Kâfir, şerîatin hükümlerine muhatab değildir. Hanefîler müslüman olmayı abdestin sıhhat şartlarından saymamışlardır. Çünkü on­lara göre abdest, niyet etmeden de sahîh olur; Abdestte niyyet farz değildir. Ama teyümmümde bunun aksine niyet, farzdır. Bu durumda kâfir bir kişi teyemmüm yapacak olursa teyemmümü sahih olmaz. Zîrâ teyemmüm, ni­yet rüknüne bağlıdır.

 

5. Peygamber Efendimiz Muhammed İbn Abdullah'ın çağrısının mü­kellefe kavuşmuş olması. Kendisine bu çağrının ulaşmamış olduğu kim­selere abdest vâcib değildir. Alsalar bile, aldıktan sonra bir saat için­de çağrıya muhâtab olurlarsa bu abdestleri geçersiz olur. Bununla namaz kılmaları sahîh olmaz. Ki bu hususta bazı mezheblerin koşmuş oldukları birtakım ek şartlar aşağıda sıralanmıştır.

Hanefiler dediler ki: Peygamber Efendimizin çağrısının ulaşması, abdestin sıhhat şartlarından değildir. Şöyleki: Adamın biri, bu çağrı kendi­sine ulaşmadan abdest alicak olursa, sonra da çağrıyı alırsa bu abdesti sa­hîh olur. Hanefîler, çağrının ulaşmasını İslâmiyet şartı ile yetinerek abdes­tin vücûb şartlarından saymamışlardır. Çünkü İslâmiyet, ancak bu çağrı ya­pıldıktan sonra gerçekleşmektedir. Böylece de anlaşılıyor ki: Peygamberi­mizin çağrısını, abdestin hem vücûbunun hem sıhhatinin şartlarından sayanlar sadece Şâfiîler ile Hanbelîlerdir.

Şâfiîler: Abdestin sıhhat şartlarına üç tane daha eklemişlerdir:

1. Abdest alan kişi, abdestin alınış keyfiyetini bilmelidir. Öyleki: Ab­destin elleri, yüzü, ayaklan yıkamak vs. den ibaret olduğunu bilse ve bunla­rı yerine getirirken bunun şerîatçe kendisinden istenilen abdestin ta kendisi olduğunu bilmese abdesti sahîh olmaz.

2. Farzı diğerlerinden ayırdedebilmelidir. Ancak abdest alan, avam­dan biriyse bunun, farzı nafile olarak itikad etmemesi gerekir. Onun için ye­terli olan budur. Eğer abdestteki bütün fiillerin farz olduğuna inanırsa aldı­ğı abdest yine sahîh olur. Yine bunun gibi abdestte hem farz hem de sünnet olan fiiller bulunduğuna inansa, ancak farzlarla sünnetleri birbirinden ayırd edemese aldığı abdest yine sahîh olur.

3. Abdeste başladığı anda niyet edip bu niyeti abdest tamamlayınca­ya kadar devam ettirmelidir. Sözgelimi eğer yüzünü yıkarken abdeste niyet ederse, sonra da ellerini sırf temizlik veya serinlemek amacıyla yıkarsa bu abdesti sahîh olmaz. Ki buna hükmen niyetle beraberlik denir. Eğer bir kişi abdeste niyet eder, bununla birlikte temizlik maksadıyla da niyet ederse bu niyeti abdesti bozmaz.

Hanbelîler: Bunlar da abdestin sıhhat şartlarına üç tane daha ek­lemişlerdir:

1. Abdest alınacak su, mübâh bir su olmalıdır. Gasbedilmiş bir suyla alınan abdest sahîh olmaz.

2. Abdest almaya niyet edilmelidir. Niyet edilmeksizin alınan abdest sahîh olmaz. Hanefîlere gelince bunların nazarında niyet, sünnettir. Bir rü­kün veya bir şart değildir. Mâlikî ve Şâfiîlere gelince bunlar demişlerdir ki: Niyet, abdestin rükûnlarından bir rükündür. Niyeti, abdest için bir şart ola­rak kabul edenler, yalnızca Hanbelîlerdir. Niyet bahsi geldiğinde rükün ile niyet arasındaki fark açıklanacaktır.

3. Abdestten önce istinca veya isticmar yapılmalıdır. Bunlar yapılma­dan alman abdest sahîh olmaz. İstinca bahsinde bu hususun açıklaması ya­pılacaktır.[53]

 

Abdestin Farzları

 

Farz kelimesi, lügatte kesmek mânâsına gelmektedir. Istılahta ise ya­pana sevâb, yapmayana ceza verilen şey demektir. Ayrıca fıkıhçılar te­rim olarak “farz” ile “rükn”ü aynı anlamda ele almışlardır. Bir şeyin farzıyla rüknü aynı anlamı ifade eder. Yine fıkıhçılar farz ve rükün ile şart terimlerini birbirlerinden ayırmışlardır. Şu bebeble ki: Farz veya rükün, bir şeyi meydana getiren ve onun birer parçası olan aslî unsurlardır. Şart ise bir şeyin var olmasının kendisine bağlı bulunduğu şeydir. Mesela namazı ele alalım: Tekbir, rükû', sücûd... ilh. Bunlar, namazın farzlarıdır. Sıhha­tinin şartlarından biri de vaktin girmiş olmasıdır. Vaktin girmesinden ön­ce kılınan namaz, mâhiyet itibariyle her ne kadar tamamsa da, şerîat na­zarında bâtıldır. Zîrâ sahîh olması için vaktin girmiş olması gereklidir. Bun­ları anlattıktan sonra gelelim abdestin farzlarına. Bu farzların sayısında dört mezhebin İmamları ihtilâf etmişlerdir. Ancak Kur'an-ı Kerîm'de sabit olan farzlar dört tanedir:

1. Yüzü yıkamak,

2. Elleri dirseklere kadar yıkamak,

3. Başın tamamını veya bir kısmını meshetmek,

4. Ayakları mafsal yumru kemiklerine kadar yıkamak.

Âyet-i kerîmede de bu farzlar sayılmaktadır. Şöyle ki:

“Ey imân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirsek­lere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın).” [54]

Abdestin farzlarının bu kadarında mezheb İmamları ittifak etmişler­dir. Ancak başın meshediliş şeklinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı başın tümü, bazısı da bir kısmı meshedilir demişlerdir. Bazı İmamlar bu farzlara birtakım farzlar daha eklemişlerdir. Abdestin farzlarını her mezhebe göre ayrı ayrı anlatacağız ki meseleler dağınık olmasın ve bu farzları okuyup bilmek güçleşmesin. Sonra da üzerinde ittifaka varılan hususları ayrıca akılda tutmak gerekir.

 

Hanefiler dediler ki: Abdestin farzları yukarıda sayılan dört farz­dan ibarettir. Eğer bir mükellef, fazla bir ilâvede bulunmaksızın sadece bu dört farzı yerine getirecek olursa abdestli sayılır. Bununla namaz kılabilir. Ve abdestli olmadan yapılamayacak ibâdetlerin tümünü yapabilir. Meselâ Mushaf'a dokunup onu ele alabilir. Ancak sünneti terketmiş olur. Ki sün­netleri terkeden kişinin hükmü de, abdestin sünnetleri bahsinde anlatılacak­tır.

Şimdi de Hanefîlere göre abdestin dört farzını anlatmaya çalışalım:

1. Yüzü yıkamak: Bununla ilgili bazı hükümler vardır. Ki bunları da şöylece sıralayabiliriz:     

a. Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırının izahı.

b. Yüzde biten çene, bıyık ve kaş tüylerinden yıkamlması gereken yer­lerin izahı.

c. Gözlerin iç ve dışlarında yıkamlması gereken ve gerekmeyen yerle­rin izahı.

d. Burun kemerinden yıkanması gereken yerlerin izahı.

Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırı: Sakalı olmayanların yüz­lerinin uzunlamasına sının: Saçın alındaki bitme noktasından başlayıp çe­nenin son noktasında nihayete erer. Saçın mûtad bitme noktası da normal bir adamda alnın son kısmındadır. Normal olmayan adam da ya keldir veya kâküllüdür. Kel, saçı ön taraftan gitmiş olan adama denir. Ki sanki başının ön kısmı anadan doğma saçsızdır. Böyleleri, başlarında veya alınlarında saç bulunmayan bütün yerleri yıkamak mecburiyetinde değildirler. Sadece nor­mal olarak saçın bitebileceği yerlere kadar olan kısımları yıkamak mecburi­yetindedirler. Yani alnın birazcık üst tarafını yıkarlar.

Kâküllü kimseye gelince bu, saçı uzayıp alnına kadar, hatta bazılarında kaşlarına kadar inen kimselerdir. Bunlar kelin hükmündedirler. Bunlar da kel gibi, alnın birazcık üst tarafını yıkamak mecburiyetindedirler. Zîrâ insanların çoğunun saçı bu noktada biter. Bu durumlarda çoğunluk nazar-ı itibâra alınır. Yaratılışta insanların çoğunluğuna uymayan, mükellefiyet açı­sından da onlara uymaz.

Yüzün genişlemesine sınırına gelince bu, bir kulağın kökünden (bazıla­rı buna kulak kazığı derler) başlayıp öbür kulağın köküne kadar davam eder Kulak ile çene kemiği arasındaki beyazlık da tabiî olarak yüzden sayılmaktadır. Ki burasını yıkamak da vâcibdir.

Yüzde biten tüylere gelince bunların en önemlileri sakal ve bıyıktır. Sa­kalın hükmüne gelince, bunun üst taraftan başlayıp çeneye kadar olan ve yüzün derisi üstünde bulunan bölümünü yıkamak vâcibdir. Tabiî, beşere de­diğimiz deri üzerinde bulunan sakal tüylerini yıkamak vâcibdir. Tüylerin uza­yan kısımlarım yıkama mecburiyeti yoktur. Sakallarını uzatanlar, sadece yüz­lerinin derisi üzerinde bulunan kısımlarıyla çene derilerinin üzerinde bulu­nan kısımları yıkamakla yükümlüdürler. Sonra eğer sakal seyrekse ve suyun, dipteki derinin dışyüzüne ulaşması mümkünse, bu durumda sakalı parmak­la hilâllemelidir. Ki su dibine ulaşabilsin. Yok, eğer sakal sık ise sadece dış kısmını yıkamak vâcib olur.

Bıyığa gelince, Hanefî mezhebinin önde gelenleri bu hususta görüş ay­rılığına düşmüşlerdir. Bazıları eğer bıyık, dibindeki deriye su ulaşmayacak kadar sık ise bu durumda alınan abdest geçersiz olur, bâtıldır, demişlerdir. Diğer bazıları da demişlerdir ki: Bu durumda abdest bâtıl olmaz. Sadece bı­yığın üstünü yıkamak yeterli olur. Abdest hususunda müftâbih olan görüş budur. Ama gusül işine gelince, gusül yapılırken sık bıyıklar hiç de affedil­mez. Bıyık, çok sık olursa gusül bâtıl olur. Guslün bu durumda bâtıl oluşu­nun sebebi, şâri'in bıyıkları uzatmayı yasaklamış olmasından ileri gelmekte­dir. Zîrâ böylesi bıyıklar yemek kırıntılarını ve kirleri taşırlar. Sık olan bı­yıkların yıkanmasında şiddet gösterilmiştir. Ki insanlar, hiç faydası yokken bıyıklarını aşırı derecede uzatmasınlar.

Bunları anlattıktan sonra geriye yüzdeki tüylerden sadece kaş tüyleri kal­mış oluyor. Bunların hükmüne gelince eğer bunlar, suyun dipteki deriye ulaş­masına imkân verecek kadar seyrek iseler elle hareketlendirilmeleri vâcibtir. Yok eğer çok sık iseler hilâllemek vâcib olmayıp sadece dış kısımlarım yıka­makla yetinilir.

Buruna gelince, yüzden sayıldığı için dışının tamamım yıkamak vâcib­dir. Küçük de olsa bir parçası yıkanmasa abdest fâsid olur. Alt taraftaki bu­run delikleri arasında bulunan ayırıcı kısım da burundan sayılmaktadır. Bur­nun içini yıkamak, Hanefîlere göre şart değildir. Yüzde bir yara çıkar, iyi­leştikten sonra da yerinde bir çukurluk kalırsa suyun, bu çukurun içine ulaş­ması gerekir. Tıpkı bunun gibi yüzdeki kırışıklıkların arasına da suyu ulaştırmak vâcib olmaktadır.

Şunu da hatırlatmakta yarar vardır ki: Bir kişi abdest aldıktan sonra saçını veya sakalını tıraş edecek olursa abdesti bozulmaz.

2. Elleri dirseklere kadar yıkamak: Abdestin farzlarından olan bu ikin­cisiyle ilgili bir takım hususlar vardır. Ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

a. İnsanın fazla parmağı varsa abdest alırken bunu da yıkaması vâ­cibdir. Ama fazla bir eli varsa bu el de aslî elin hizasındaysa onu yıkaması vâcib olur. Ama bu el aslî elinden daha uzunsa, aslî elinin hizasında olan kısmını yıkaması vâcib, gerisini yıkaması vâcib değildir. Ancak yıkarsa mendub işlemiş olur.

b. Eline veya tırnağının aslına çamur ve hamur gibi şeyler yapışmışsa bunları gidermesi ve suyu tırnağının aslına ulaştırması vâcibtir. Aksi takdir­de aldığı abdest bâtıl olur. Tırnağın aslından maksat, parmak etine yapışık olduğu kadarıdır. Eğer tırnak uzar da parmak başım geçerse uzayan yeri de yıkamak vâcib olur. Aksi takdirde alınan abdest bâtıl olur. Tırnak altındaki pislik ve kirlere gelince, abdest alan ister köylü ister şehirli olsun, zorlukları gidermek prensibine göre bunlar abdeste zarar vermezler. Fetva da bu görüş üzerinedir. Hanefî mezhebinden bazı muhakkik âlimler ise, uzamış tırnak­ların içine yapışık kirlerin yıkanmasının zorunlu olduğunu, yıkanmadığı tak­dirde alınan abdestin bâtıl olacağını söylemişlerdir. Tırnak altında ezâ vere­cek pisliklerin yığılacağı gerekçesiyle bu, güzel bir hükümdür. Ancak ekmek­çilerin uzayan tırnaklarının altında azıcık hamur kalacak olursa, meslek zo­runluluğu gerekçesiyle bu muaf sayılmıştır. Kına ve boyaların eserleri de ab­deste zarar vermez. Ancak kınanın el üzerinde bir hacim tutacak kadar ka­lıntısı bulunursa, suyuncleriye ulaşmasına engel olacağı gerekçesiyle bu, ab­deste zarar verir.

c. Eli kesilen bir kişi, elinin geri kalan kısmını yıkamakla yükümlü­dür. Eğer farz yerinin tamamı kesilmişse yıkama yükümlülüğü düşer.

3. Ayakları mafsal yumru kemiklerine kadar yıkamak: Mafsal yum­ru kemikleri, bacağın alt tarafında ve ayağın üst tarafında bulunan dışa doğru çıkık iki kemiktir. Bunların arka taraflarını yıkamak, ayak tabanındaki çatlakların arasını yıkamak da vâcibtir. Ayağının bir kısmı veya tümü kesilen kişinin hükmü, elinin bir kısmı veya tümü kesilen kişinin hükmü gibidir. Bir kişi ellerini veya ayaklarını çatlaklar dolayısıyla yağlayıp merhemlese sonra da abdest alsa, yağlı yerler suyu kabul etmez ve su deriye ulaşmazsa bakılır: Eğer su, merhemin altına ulaştığı takdirde zarar verecekse yıkamak vâcib olmaz. Eğer zarar vermeyecekse bu merhemi ve yağı silip yerini yıkamak vâ­cib olur. Ayakta yarılmalar olur da yıkandığı veya suya daldırılıp derhal çı­karılması hâlinde bile zarar doğacaksa, bu durumda ayağı yıkama yüküm­lülüğü düşer. Sadece suyla meshedilir. Mesh etmek de zararlı olacaksa veya bunu bile yapamayacak kadar âciz ise meshetme yükümlülüğü de düşer. Sa­dece zarar vermeyecek yerleri yıkanır.

4. Başın dörtte birini meshetmek: Başın dörtte biri, kişinin avuç içi kadar olarak takdir edilir. Vâcib olan, başın tümünden avuç içi kadarını mesh etmektir. Abdest alanın avuç içine su değip ıslanır da sonra avuç içini ön­den veya arkadan veya herhangi bir tarafından başının üzerine koyarsa bu kendisine yeterli olur. Şunu da kaydetmek gerekir ki: Baş, illâ da avuç içi ile meshedilecektir diye bir zorunluluk yoktur. Herhangi bir sebeple başın dörtte birine su değecek olursa bu da yeterli olur. Mesh, elle yapılırken bu­nun en azından üç parmakla yapılması şarttır. Ki su, başın dörtte birine, ku­rumadan önce ulaşabilsin. Meselâ iki parmakla meshedecek olursa su, başın dörtte birine tam olarak ulaşmak için hareket etmeden önce olduğu yerde kuruyabilir. Ve messhi, istenen kısımlara ulaşmayabilir. Ama parmak başla­rıyla mesheder ve su da damlalar hâlinde damlarsa bu dmurumda başın dörtte birine ulaşabilir. Bu, mümkün olduğu için sahîh olarak kabul edilir. Yok, eğer su, damlamamaktaysa bu mesih sahîh olmaz. Başı meshederken avuç­lara ayrıca su almak şart değildir. Eğer avucu ıslaksa bu, mesh için yeterli olur. Ama avucu ıslak değilse, uzuvlarından birinin üstündeki ıslaklığı al­ması yeterli olmaz. Meselâ kollarım yıkarken avucunun içi kuru ise, avucunu kollarının üzerindeki suyla ıslatıp başım meshedecek olursa bu yeterli ol­maz. Saçları alnının ve boynunun üzerine gelecek kadar uzamış olan bir kimse, başını meshederken sadece boynundaki veya alnının üzerindeki saçları mes­hedecek olursa yeterli olmaz. Asıl maksat, başın dörtte birini meshetmektir. Eğer başı tıraşhysa durum açıktır. Eğer saçlı ise, başının üzerindeki saçları meshedecektir. Yani meshedilen saçların, başın bir parçası üzerinde bulun­ması gereklidir. Eğer başının bir kısmı tıraşlı, diğer kısmı tıraşsız ise dilediği taraftan başının dörtte birini meshedebilir. Bir kişi abdest alırken saçını mes­heder de sonra gidip tıraş olursa abdesti bozulmuş olmaz. Yerden bir parça (temiz) kar alarak başını onunla meshedecek olursa bu da yeterli olur. Ba­şıyla birlikte yüzünü yıkayacak olursa bu da yeterli olur. Ancak bunda ke­rahet vardır. Özürlüler dışındaki bir kimsenin sarık üzerinden başını mesh etmesi caiz olmaz. Yine aynı şekilde kadınlar da başlarına örttükleri men­dil veya eşarp üzerinden başlarını meshedemezler. Ancak bu örtüler ince olup, suyun nüfuz etmesine engel olmazsa caiz olur. Kadının başına kına yakılmış veya boya sürülmüşse meshedüirken mesh suyu boyanır ve eski hükmünden çıkarsa bu abdest caiz olmaz. Eğer su, boyanmayıp eski hükmünden çıkmazsa caiz olur. Hanefîlere göre abdestin farzları bunlardan ibarettir. Bunların dı­şında kalan hususlar onlara göre sünnettir. Abdestin sünnetlerinin açıkla­ması ileride yapılacaktır.

Mâlîkîler: Abdestin farzlarının yedi tane olduğunu söylemişlerdir:

1. Niyet: Bununla ilgili bazı hususiyetler vardır ki onları şöylece sıra­layabiliriz:

a. Tanımı,

b. Keyfiyeti,

c. Vakti,

d. Yeri,

e. Şartları,

f . İptal edicileri.

Tanımı ve keyfiyeti: Bir işi irâde edip yapmaya yönelmektir. Bir kişi, bir işi yapmaya yönelip kasdettiğinde ona, “bu işe niyet etti” derler. Niye­tin abdestteki keyfiyetine gelince, kişinin, abdestsizliğin mâni olduğu bir işin önündeki engeli kaldırmak istemesi veya hades hâlini ortadan kaldırmayı is­temesi veyahut da bir farzı edâ etmeye yönelmesidir. Açıkça bilinen bir hu­sustur ki niyetin yeri kalbtir. Bir kişi, anlatılan keyfiyetlerden biriyle abdest almaya yönelirse niyet etmiş olur. Diliyle söylemesi şart değildir. Niyeti, ab­destin sonuna kadar kalbte tutmak da şart değildir. Abdest alırken niyet et­tikten sonra sonuna kadar niyeti kalbte tutmayıp aklı başka tarafa dalacak olan kimsenin abdesti bâtıl olmaz.

Niyetin vaktine gelince; niyet, abdestin başlangıcında yapılmalıdır. Ab­dest alan kişi bazı organları niyetsiz olarak yıkarsa abdesti bâtıl olur. Ama niyeti abdeste başlamadan (örfe göre) kısa bir zaman önce yapacak olursa bu niyet geçerli olur. Meselâ abdest almak için bir yere oturup niyet ederse sonra da hizmetçi, ibriği getirip eline su dökerse ve yeniden niyet etmezse bu ab'desti sahîh olur. Çünkü niyet ile abdest arasına uzun bir zaman fasılası girmemiştir. Niyetin şartlarına gelince bunlar, üç tanedir:

a. Müslüman olmak,

b. Mümevviz olmak

c. Kesin karar ver­mek.

Meselâ “gayr-ı müslim” biri, bir ibâdet yapmaya niyet edecek olursa bu niyeti sahîh olmaz. Dinî yükümlülüklerin derecelerini bİribirinden ayırd edemeyen, İslâmiyet'in ne demek olduğunu bilemeyen çocukların ve deli­lerin niyetleri de sahîh olmaz. Mümeyyiz çocuğun niyeti sahihtir. Abdest ala­cak kişi, niyetinde tereddüt edecek olursa abdesti sahîh olmaz. Sözgelimi kendi kendine: “Eğer abdestini bozulmuş ise abdest almaya niyet ettim” dese, bu niyet sahîh olmaz. Zîrâ niyet ederken kesin karar vermek gereklidir.

Niyeti iptal edici şeylere gelince bu, abdest esnasında niyeti inkâr etmektir. Meselâ abdesti iptal etmeye ve abdesti tamamlamamaya niyet ederse abdesti iptal edilmiş olur. Ama abdesti tamamladıktan sonra böyle bir niyette bulu­nacak olursa abdesti sahîh olduğundan dolayı, başka şeylerle bozulmadığı takdirde bu niyetle bozulmaz.

2. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sının, Hanefîlerin anlattıkları gibidir. Ancak Mâlikîler demişlerdir ki: Kulak kökleri­nin üzerinde bulunup başa bitişik olan beyaz kısmın yıkanması değil de mes-hedilmesi vâcibtir. Zîrâ bu kısım, yüze değil de başa tâbidir. Yine bunun gi­bi şakaklardaki saçlar da başa tâbidir. Fakat Hanefîler derler ki: Şakaklar-daki saçlar yüze tâbidir. Yıkanması farzdır.

3. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Hanefîlerde olduğu gibi bun­larda da parmak uçlarındaki kırışıklıkların arasını ve parmak uçlarını örte­cek kadar uzanan tırnakların altını yıkamak vâcibtir. Bunlar derler ki: Aşırı miktarda çok olmadıkça tırnak altındaki pislikler afvolunan pisliklerdendir.

4. Başın tümünü meshetmek; Başın sının, ön tarafta alnın saç -bitim noktasından başlayıp geriye doğru giderek ense kökünde sona erer. Şakak­lardaki tüylerle kulak köklerinin.üst kısmındaki tüysüz beyaz yer de baştan sayılır. Az olsun çok olsun uzamış olan saçların tümünü meshetmek vâcib­tir. Bir kişi, saçlarını örmüş ise ve bu örgüsünü üç iple örmüş ise başını mes­hederken bunları çözmesi vâcibtir. Ama iki veya daha az sayıda iple örmüş ve örgüsü de sık ise meshederken çözmesi vâcib olur. Sık değilse önemi yok­tur. Örgüsünü ipsiz olarak örmüş ise bu, ister sık ister gevşek olsun çözül­mediği takdirde abdeste zararı olmaz. Başın meshi esnasında örgünün çö­zülmesi, bunun iple örülmüş olması şartına bağlıdır. İple örme, bazı köylülerde görülen bir âdettir. Şehir toplumunda yerleşmiş olan gelenek gereği saç­ları arkada örgüsüz olarak toparlamak veya ipsiz olarak örmek meshe zarar vermez. Önce de geçtiği gibi Hanefî Mezhebine göre, neresinde ve ne şekilde olursa olsun başın dörtte birinin meshedilmesinin yeterli olduğu bilinmekte­dir. Şafiî mezhebi bu hususta daha da toleranslı davranıp az olsun çok ol­sun, başın bir parçasının meshedilmesini yeterli görmüştür. Ki az ileride bu­nun açıklaması yapılacaktır. Bir kişi başını yıkasa bu, mesh yerine geçerli olur. Ne ki bu mekruh bir davranıştır. Zîrâ Allah, yıkamayı değil mesh etmeyi emretmiştir. Bir kişi başını meshettikten sonra tıraş olup saçını kestire­cek olursa meshini yenilemesi gerekmez. Başın derisi soyulacak olsa bile yi­ne meshi yenilemez. Bu, ittifakla böyledir. Kulakların dış kısmına gelince, baştan sayılmadığı dolayısıyla meshedilmeleri vâcib değildir. Bunda da itti­fak vardır. Yalnız Hanbelîler kulakları başın bir parçası saymaktadırlar.

5. Ayakları mafsal yumru kemikleriyle birlikte yıkamak: Bunlar, ba­cağın alt kısmında ve ayakların üst tarafında bulunan çıkıntılı iki kemiktir­ler. Ayakların tabanındaki çatlakları yıkamak da vâcibtir. Bu hüküm, Ha­nefî mezhebinde de vardır. Ayakların yıkanması, farz olan kısmının tümü kesilmiş olursa Hanefî mezhebinde de olduğu gibi yıkama yükümlülüğü dü­şer.

6. Muvâlât: Buna çabuk davranma da denebilir. Bunu şöyle de ta­nımlayabiliriz: Abdest almakta olan bir şahıs, bir organ kurumadan diğeri­ni yıkamaya geçmelidir.

Zaman, mekân ve mizaç normal olduğu takdirde bir organın kuruma­sını beklemeksizin bir sonraki organı yıkamaya başlamalıdır. Zamanın nor­mal olmasından kasıt, suyun alışılmamış şekilde kurumasına sebebiyet vermeyecek bir mevsimde bulunulmamasıdır. Mekânın normal olmasından ka­sıt, suyu kurutacak derecede sıcak veya donduracak derecede soğuk bir yer­de bulunulmamasıdir. Mizacın normal olmasından kasıt ise, kişinin yaratılı­şında suyun çabucak kurumasına yol açacak bir hararetin bulunmamasıdır.

Abdestin organları, bu organlar ister yıkananlar olsunlar (yüz, el ve ayak gibi), ister meshedilenler olsunlar (baş gibi) bunların biri kurumadan diğeri­ne geçilmesi gerekir. Meselâ baş meshedildikten sonra hemence ayakların yı­kanmasına geçilmelidir. Başın kurumasıyla diğer organların kurumasının sü­resi aynı olarak kabul edilmektedir. Muvâlâtın farz olmasının iki şartı var­dır:

a. Muvâlâtın, abdest alanın hatırında olması lâzımdır. Ama unutur da ellerini yıkarsa, sonra da yüzünü yıkarsa bu sahîh olur. Ama bunu abdesti tamamlama esnasında hatırlayacak olursa niyetini yeniden yapması gerekir. Çünkü önceki niyeti, unutmaktan ötürü batıl olmuş olur.

b. Muvâlattan âciz olması, ama bunda da aşırılığa gidilmemesi: Me­selâ abdest için suyunu yanına indirir ve bu suyun abdeste yeteceğine kanaat getirir de abdestini alırken diyelim ki yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra su. tükenir, abdesti tamamlamak için yeni suya ihtiyâç doğarsa, su gelinceye dek, yıkamış olduğu organlar kurursa bu durumda muvâlât, farz olmaktan çı­kar. Yeni gelen suyla da abdestin geri kalan kısmını tamamlar. Yani başını meshedip ayaklarını yıkarsa aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile abdesti tamamlanmış olur.

Aşırılığa kaçmamaya gelince diyelim ki: Abdest suyunu yanına indirdi­ğinde bu suyun abdest için yeterli olacağından şüpheye düşer, yine de abdest almaya başladıktan sonra tamamlayamadan su tükenirse ikinci bir su gelin­ceye kadar da aradan epeyi zaman geçerse bu durumda önceden yıkamış ol­duğu veya meshettiği organların hükmü geçersiz olur. Abdeste yeniden baş­lar. Ama aradan kısa bir zaman geçerse abdestin geri kalan kısmını tamam­lamakla yetinir.            

7. Organları ovmak: Yıkanan organların üzerinde eli gezdirmeye ov­mak denir. Ki bu, saçların ve parmakların arasını hilâllemek gibi farzdır.

Şafiiler dediler ki: Abdestin farzları altı tanedir:

1. Niyet: Burada niyetin tanımını ve şartlarını ele alacağız. Geri ka­lan bahisleri, Mâlikîlerin önce bahsettikleri şeylerden hemen hemen farksız­dır. Ancak iki durum müstesnadır:

a. Mâlikîler derler ki: “Niyet eder etmez hemen abdeste başlanılır” diye bir şart ileri sürmek doğru değildir. Niyet edildikten sonra örfe göre kı­sa bir aralıktan sonra da abdeste başlanabilir. Fakat Şâfiîler böyle demeyip, “niyet ile abdestin ilk başlangıç cüzü birlik içinde olmalıdır” demektedirler. Abdestin farzlarının başlangıcı yüzü yıkamak olduğuna göre, yüzün yıka­maya ilk başlanılması anında abdeste niyet edilmesi gerekir. Eğer yüz, niyetsiz olarak yıkanacak olursa alman abdest geçersiz olur. Ama yüzün yı­kanmasına başlanıldığında niyet edilir, fakat bu niyet, yüzün yıkanmasının sonuna kadar hatırda tutulmayıp unutulacak olursa abdest yine sahîh olur. Niyetin ilk başta yapılması yeterli olur. Çünkü yüzün tamamını yıkaymcaya kadar, niyeti hatırda tutmak şart değildir. Avuç içi yıkanırken, mazmaza ve istinşak yapılırken niyet edilirse bu niyet sahîh olmayıp alınan abdest de bâ­tıl olur. Ama mazmaza anında dudakların dış kısmını yıkarken niyet edilir­se bu niyet sahîh olur. Çünkü dudaklar da yüzden sayılmaktadırlar. Sonra yüzden olması dolayısıyla, dudaklarını yıkayacak olursa, yüzünü yıkarken kişinin dudaklarını yeniden yıkaması gerekmez. Ama sadece yıkamak kasdiyle veya sünnet olduğu niyetiyle yıkayacak olursa yüzünü yıkarken dudak­larını yeniden yıkaması, mûtemed görüşe göre farz olur.

Eğer yıkanmasına engel olacak bir yara olduğundan ötürü yüz yıkan­mayacak olursa bu durumda niyet, kolları yıkarken yapılır.

b. Abdest alırken hades halini gidermeye niyet etmek, Mâlikîlere gö­re de mutlaka sahîh olmaz. Böyle bir niyet, ancak sağlıklı ve bedeninde arızası bulunmayan bir insan tarafından yapıldığı takdirde sahîh olur. Ama sü­rekli olarak kendisinde sidik akıntısı bulunanlar gibi özür sahibi kimseler, böyle bir niyette bulunamazlar. Bulunsalar bile bu niyetleri sahîh olmaz. Bu gibi kimseler, abdest alırken ancak namaz kılma veya Mushaf'a dokunma veya bunlara benzer, abdestsiz yapılamayacak işlerin ruhsatını elde etmeye niyet edebilir. Çünkü bunlar abdest almakla hades hâlini ortadan kaldıra­mazlar. Abdest alırken, hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet etseler bile hadesleri kalkmış olmaz. Ancak namaz kılmaları veya abdest almadan yapı­lamayacak işleri yapabilmeleri için sâri tarafından abdest almaları emredil­miştir.

2. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırı, Hanefîlerde olduğu gibidir. Ancak Şâfiîler, çene altını yıkamanın da vâcib ol­duğunu söylemişlerdir. Ki Şâfiîler, bu hususta yalnız kalmıştırlar.

Uzun sakalın yüze tâbi olduğu ve dolayısıyla yıkanmasının vâcib oldu­ğu hususunda Şâfiîler, Mâliki ve Hanbelîlere muvafakat etmişlerdir. Saka­lın baştan sona yıkanması vâcibtir. Hanefîler buna muhalefet etmişlerdir.

Şakaklardaki kıllarla kulak köklerinin üzerinde bulunan tüysüz beyaz kısmın yüzden sayıldığı, dolayısıyla yıkanmasının vâcib olduğu hususunda Şâfiîler Hanefîlerle görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîler, bunun tersi görüşe sahiptirler.

Saçın hİlâllenmesi meselesine gelince Şâfiîler, diğer İmamlarla görüş birliği yaparak şu yargıya varmışlardır: Saç eğer altındaki deri görülecek kadar seyrekse, suyun alttaki deriye ulaşması için hilâllenmesi vâcib olur. Yok, eğer çok sıksa sadece dış kısmını yıkamak vâcib olur. Ancak hilâllenmesi sünnet­tir.

Ancak Mâlikîler demişler ki: Sık saçları hilâllemek her ne kadar vâcib değilse de elle hareket ettirilmesi vâcibtir. Böyle yapmakla su, her ne kadar deriye ulaşmasa da saç tellerinin arasına girmiş olur. Hilâllemeye gelince bu vâcib değildir. Mezhep İmamları, seyrek saçların hilâllenerek suyun alttaki deriye ulaşması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Sık saçlara gelince, mezheb İmamlarından üçü, bu saçların sadece dış yüzünün yıkanılmasının yeterli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Mâlikîler, dış yüzünü yıkama­ya ek olarak saçların elle hareketlendirilmesini de gerekli görmüşlerdir. Bun­daki maksat, saçların altındaki deriye suyu ulaştırmak değil de saçların ra­hatlıkla yıkanabilecek kısımlarının yıkanmasıdır.

3. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Bu konudaki detayların tümünde Şâfiîler, Hanefîlerle görüş birliği içindedirler. Ancak Şâfiîler bir hususta de­mişler ki: Tırnak altlarındaki pislikler, parmağın tırnak hizasındaki deriye suyun ulaşmasına engel oluyorsa bu pislikleri gidermek vâcib olur. Ancak Çamurlu işlerde çalışan işçiler, bu pisliklerin az olup parmak ucunu kapla­mayacak kadar olması hâlinde muaf tutulmaktadırlar.

4. Az da olsa başın bir kısmını meshetmek: Başı elle meshetmek şart değildir. Kişi, eğer başına su serpecek olursa bu, mesh için yeterli olur. Ba­şında saç bulunup bu saçın bir kısmını meshedecek olursa yine yeterli olur. Ama saçı uzayıp başından aşağıya inerse, baştan inen saçın bir kısmını mesh etmesi yeterli olmaz. Bizzat başın üzerine yapışık olan saçı meshetmek gere­kir. Baş, meshedileceğine yıkanırsa bu, mesh yerine geçerli olur. Böyle yap­mak her ne kadar mekruh değilse de meshedilmesi daha uygun olur.

5. Mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayaklan yıkamak: Ayakların yıkanması hususunda Şâfiîler, önce anlatılan hususlarda Hanefîler ve diğer­leriyle görüş birliği içindedirler.

6. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen dört organ arasında tertibe uymak: Buna göre önce yüz yıkanacak, sonra da eller dirseklere kadar... Baş meshe-dilecek. Daha sonra da^ayaklar, mafsal yumru kemiklerine kadar yıkana­cak. Bu tertibteki organlardan biri öne alınır veya geriye bırakılacak olursa abdest bâtıl olur. Bu hususta Hanbelîler, Şâfiîlerle görüş birliği içindedirler. Hanefîlerle Mâlikîler derler ki: Tertip farz değil sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: Abdestin farzları altı tanedir:

1. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırı husu­sunda Mâlikîlerle görüş birliği içerisindedirler. Bunlar demişlerdir ki: Şakak­lardaki saçlarla kulak köklerinin üst kısmındaki beyazlık yüzden değil de baş­tan sayılmaktadır. Vâcib olan, bunları yıkamak değil de meshetmektir. Ağız ile burnun içi hususunda tüm İmamlara muhalefet ederek buraların yüzden sayılacağı, dolayısıyla da mazmaza ve istinşak yaparak buraların yıkanma­sının farz olduğunu söylemişlerdir. Niyet hususunda da diğer İmamlara mu­halefet ederek niyetin, abdestin sıhhat şartlarından biri olduğunu söylemiş­lerdir. Her ne kadar bir farz olarak abdestin mâhiyetine dâhil değilse de ni­yetsiz alman abdest sahîh olmaz. Bilindiği gibi Şâfiîlerle Mâlikîler niyetin, abdestin farzlarından biri olduğunu, Hanefîlerse sünnet olduğunu kabul et­mişlerdir.

2. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Hanefîlerin ve diğerlerinin de dedikleri gibi: Ellerin başlangıcından dirsek kemiklerinin çıkıntısının sonu­na kadar yıkamak farzdır. Parmakların kırışıklıklarının arasını, parmak başlarının üstünü kaplayacak kadar uzayan tırnakların altlarını yıkamak da vâ­cibtir. Tırnakların altındaki az kirlerse muaf sayılır.

3. Başın tümünü meshetmek: Kulaklar baştan sayıldıkları için onları da meshetmek farzdır. Başın, alnın üst tarafındaki saç-bitim noktasından başlayarak ense köküne kadar tamamının meshedilmesi hususunda Hanbe­lîler, Mâlikîlerle görüş birliği etmişlerdir. Eğer saçlar boyuna veya omuza kadar uzanacak olursa sadece başın hizasında bulunan kısımları mesh edilecektir. Bastan artıp aşağıya inen kısımları meshetmek vâcib değildir. Malikîlerse, aşağıya sarkan saçların tümü meshedilecektir derler. Hanbelîler, bu hususta da onlara muhalefet etmişlerdir. Nitekim kulakları baştan sayan mez-heblere de muhalefet etmişlerdir. Başkalarının dediği gibi başın yıkanması, Hanbelîlerce de mesh yerine geçerli olur. Ancak baş yıkanırken elin, üzerine sürülmesi şarttır. Ama bilindiği gibi yine de bu mekruhtur.

4. Mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayakların yıkanması: Bu ke­mikler, bacakların alt kısmında ve ayakların üstünde bulunan çıkıntılı iki kemiktirler. Diğer mezheblerde bu mevzuda anlatılan vâcibler, bu mezhebte de aynısıyla geçerlidirler.

5. Tertip: Yüz, kollardan önce yıkanmalıdır. Kollar, baştan önce yı­kanmalıdır. Baş, ayaklar yıkanmadan önce meshedilmelidir. Bu tertibe uyul­madığı takdirde abdest batıl olur. Ki bu hususta bunlar, Şâfîîlerle görüş bir­liği içindedirler. Bu iki mezheb de tertibi abdestin farzlarından saymışlardır. Mâlikîler ile Hanefîler, bu farzlar arasındaki tertibin sünnet olduğu görü­şündedirler. Meselâ abdest almakta olan bir şahıs, önce kollarını, sonra yüzünü yıkayacak olursa veya ellerini yıkamadan önce ayaklarını yıkayacak olursa bu abdest Mâlikîlere göre sahîh, Hanefîlere göre kerahetle birlikte sahîh, Hanbelî ve Şâfiîlere göre ise kökten bâtıldır.

6. Muvâlât: Mâlikî mezhebinde de anlatıldığı gibi muvâlât, acele dav­ranmak anlamını ifade etmektedir. Buna göre muvâlât: Abdest alırken bir organ kurumadan diğerini yıkamaya başlamak demektir. Mâlikîlerin bu husustaki detaylı görüşleri ilgili bölümde anlatıldı. Şâfiîlerle Hanefîlere gelince bunlar derler ki: Muvâlâtın bu organlar arasında uygulanması sünnettir. Farz değildir. Bir organın kurumasından sonra öbür organı yıkamak mekruhtur. Sünnet odur ki: Sözgelimi yüz yıkandıktan sonra hemence elleri yıkamaya geçmelidir. Kollar yıkandıktan sonra da hemen baş meshedilmelidir. Ama eğer yüz yıkandıktan sonra suyu kuruması beklenir, sonra da kolların yı­kanmasına geçilirse bu abdest, kerahatle birlikte sahîh olur. Ancak Şâfiîler demişler ki: Sürekli idrar akıntısı veya başka bir özrü bulunan kimsenin muvâlâtı uygulaması vâcibtir.[55]

 

Abdestin Farzlarına Dair Anlatılanların Özeti

 

Mezheb İmamları Kur'an-ı Kerîm'de zikrolunan dört farz üzerinde it­tifak etmişlerdir. Ki bunlar da yüzün yıkanması, ellerin dirseklere kadar yıkanması, başın tümünün veya bir kısmının mesh edilmesi, mafsal yum­ru kemiklerine kadar ayakların yıkanmasıdır. Hanefîler diğer üç mezhebe muhalefet ederek bu dört farza hiçbir şey eklememişlerdir.

Sonra İmamlar, yüzün sınırıyla ilgili olarak da ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler demişler ki: Yüzün sının ön tarafta sacın (alın üzerindeki) normal bitim noktasından başlayıp sakalı olmayanlarda çenenin son noktasında nihayete erer. Sakalı olanlarda ise sakal kılının her ne ka­dar uzun olsa bile son uç noktasına kadar devam eder. Yalnız Şâfiîler de­mişler ki: Çenenin altı da yüzden sayılır. Yıkanması vâcibtir. Hanefîlerse, sakalı çene derisinden çıkıp uzayan kimsenin çene altını yıkaması vâcib değildir diyerek Mâlikî ve Hanbelîlerle görüş birliği etmişlerdir. Diğer ta­raftan kulak köklerinin üst kısmındaki tüysüz beyazlığın yüzden sayıldığı ve dolayısıyla yıkanması gerektiği hususunda Hanefîlerle Şâfiîler, Mâlikî ve Hanbelîlere karşı görüş birliği etmişlerdir. Çünkü bu sondaki iki mez­heb bahse konu yerin baştan sayıldığı ve dolayısıyla meshedilmesi gerektiği görüşündedirler.

Karşıdan bakan birinin görebileceği kadar seyrek olup, dipteki derisi görülen saçları baş meshedilirken hilâllemek gerekir. Bütün mezheb İmam­ları bu hususta ittifak etmişlerdir. Maksat, suyun deriye ulaşmasıdır. Ama eğer saçlar sıksa sadece'dış kısmının yıkanması vâcibtir. Hilâllenmesi ise vâcib değil sünnet olur. Mâiikîlerse bu hususta şöyle derler: Sık saçları hilâllemek her ne kadar vâcib değilse de, suyun saç aralarına girmesi için saçların elle hareket ettirilmesi vâcib olur. Bu hareketlendirme sonucu su, saç aralarına girmezse de bunun abdeste bir zararı olmaz. Üç mezheb İmamı, kulakların yüzden sayılmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. An­cak Hanbelîler bunlara muhalefet ederek kulakları yüzden saymışlar ve yıkanilmasının vâcib olduğunu söylemişlerdir.

Hanbelîlerle Mâlikîler, başın tümünün meshedilmesi hususunda itti­fak etmişlerdir. Bunlara karşı Şâfiîlerle Hanefîler, sadece bir kısmını mesh etmek farzdır diyerek görüş birliği etmişlerdir. Bunlara göre başın tümü­nü meshetmek sünnettir. Şu da var ki: Şâfiîler, başın çok az kısmının mes­hedilmesi farzdır demişlerdir. Hanefîlerse başın dörtte birinin meshedil­mesi -ki bu da kişinin el ayası kadardır- farzdır demişlerdir.

Mâlikîlerle Hanefîler, abdest organları arasında tertibe riâyet etme­nin farz değil de sünnet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ yüz yıkanmadan önce eller yıkanırsa abdest bâtıl olmaz. Hanbelîlerle Şâfiîler buna muhalefet ederek tertibin farz olduğunu söylemişlerdir.

Mâlikîlerle Şâfiîler görüş birliği sağlayarak niyetin farz olduğunu söy­lemişlerdir. Ancak niyetin vaktine ilişkin olarak ihtilâfa düşmüşlerdir. Mâ­likîler, abdeste başlamadan örfen kısa sayıiauak bir zaman önce niyet et­menin sahîh olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Şâfiîlerse, yüzün yıkan­masına başlandığı anda niyet etmek zorunlu olarak gerekir, demişlerdir. Şayet yüzün yıkanmasına engel bir özür olursa bu durumda niyet, ellerin yıkanmasına başlandığı anda yapılmalıdır.

Hanbelîlerle Hanefîler yine görüş ayrılığına auşerek Hanbelîler, ni­yetin farz değil de şart olduğunu söylemişlerdir. Hanefîlerse sünnet oldu­ğunu söylemişlerdir.

Şâfiîlerle Hanefiler görüş birliği yaparak muvâlâtın, yani bir organ ku­rumadan diğerini yıkamaya başlamanın farz değil de sünnet olduğunu söy­lemişlerdir. Bunlara karşı Mâlikîlerle Hanbelîler de bunun farz olduğu hususunda görüş birliği sağlamışlardır. Mâlikîlerin buna ilişkin detaylı gö­rüşleri daha önce de anlatılmıştır.[56]

 

Abdestin Sünnetleri

 

Sünnet, mendub, müstehab ve faziletin anlamına ilişkin olarak mezhebler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısı bunların eşanlamlı kelime­ler oldukları, yapanın sevâb kazanacağı, terk edeninse cezalandırılmaya­cağı görüşündedirler. Bazısı da sünnetin, müstehab ve mendubtan ayrı olduğu, zîrâ yapılmasının kuvvetle istendiği görüşündedirler. Bu görüşte olanlara göre her halükârda sünneti yerine getiren sevâb kazanır. Terk edense cezalandırılmaz. Bazısı da sünnetin müstehab ve mendubtan ayrı olduğunu söylemiş, müekked ve gayr-ı müekked olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bunlara göre müekked sünneti terkeden her ne kadar ce­hennem ateşi ile azâblandırılmayacaksa da Peygamber (s.a.s.) Efendi­mizin şefaatinden mahrum kalmakla cezalandırılacaktır. Bu nedenle önce sünnetin mezheblere göre tanımını ve anlamıyla ilgili geniş açıklamaları sunmayı, sonra da her mezhebe göre sünnetleri toplu olarak zikretmeyi, bundan sonra da akılda tutulması kolay olsun diye mezhebler arasındaki ittifaklıve ihtilaflı sünnetleri ele almayı uygun gördük.

 

Şafiiler dediler ki: Sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu' eş anlamlı kelimeler olup mükelleften, yapması kesin olarak istenmeyen davranışlar­dır. Bu davranışlarda bulunanlar sevâb kazanır; terkedenlerse cezalandırıl­mazlar. Bunlara göre sünnetler sünnet-i ayn ve sünnet-i kifâye olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Bunlardan birincisi zorunlu olmamakla birlikte yüküm­lünün şahsından yapılması istenen bir davranıştır. Her yükümlü, ayrı ayrı bu emre muhatabtır. Buna örnek olarak farz namazların beraberinde kılı­nan sünnetleri gösterebiliriz. İkincisine gelince bu, toplumun yapması iste­nen davranışlardır. Toplum bireylerinin bazısı bu emri yerine getirecek olurlarsa diğerlerinin bu husustaki yükümlülükleri ortadan kalkar. Meselâ bir cemâat, yemeğe oturduğunda bunlardan yalnız biri besmele getirirse diğer­lerinin besmele getirme yükümlülükleri düşer. Fakat sevabı, sadece besme­leyi getiren şahıs kazanır.

Malikiler dediler ki: Sünnet, şârün yapılmasını kuvvetle emrettiği davranıştır. Ki bu davranışlar, şâri' tarafından kadri yüpeltilmiş davranışlardır. Bunları cemâatte izhâr etmiştir. Ancak bu davranışların vâcib olduk­larına dâir bir delil mevcud değildir. Yapan sevâb kazanır. Ama yapmayan azâblandırılmaz. Bunlara göre sünnet, mendubtan ayrı olan bir davranıştır, Mendub, şârün yapılmasını kuvvetle emretmediği davranıştır. Yapan sevâb kazanır. Yapmayan azâblandırılmaz. Bunlar, fazilet kelimesini bazan men­dub yerine de kullanırlaii Buna örnek olarak da ikindi namazının ilk dört rek'atini göstermektedirler.

Hanefîler: Sünnetleri iki kısma ayırmışlardır:

a. Müekked sünnet: Bunların nazarında bu sünnet, vâcib mânâsına gelmektedir. Bunlar derler ki: Vacibin hükmü, mertebece farzdan daha aşa­ğıdadır. Vâcib, hükmü şüpheli bir delille sabit olan bir yükümlülüktür. Bu­na amelî farz da denebilir. Şu anlamda ki, vâcib; amellerde farz muamelesi görmektedir. Terk etmekten ötürü günahkâr olunur. Vâcibte tertip ve kaza zorunludur. Ancak vacibin farzlığına inanmak gerekli değildir. Meselâ vitir namazı gibi. Bunu terkeden günahkâr olur. Ama farz oluşunu inkâr eden tekfir edilemez. Beş vakit namazın farzları ise böyle olmayıp hem inanılması, hem de uygulanması bakımından farzdırlar. Bunları terk eden günahkâr, inkâr edense kâfir olur. Yalnız Hanefîlere göre vacibi terkeden, farzı terkeden ka­dar günahkâr olmaz. Muhakkak olan şudur ki: Bu gibi kimseler bu günâh­larından ötürü cehennem ateşiyle azâblanmazlar. Ancak Peygamber (s.a.s.)’in şefaatinden mahrum kalırlar. Böylece de anlaşılmış oluyor ki: Hanefîler bir şey için “Bu sünnet-i müekkededir” dediklerinde, bununla vacibi kasdetmiş olurlar. Bu vasıftaki bir davranış namaza dâhil ise sehven terkinden ötürü sehiv secdesi yapılması mecburî olur.

b. Gayr-ı müekked sünnet: Hanefîler buna mendub ve müstehab da derler. Yapan sevâb kazanır. Terk eden ise cezalandırılmaz.

Hanbeliler dediler ki: Sünnet, mendub ve müstehab eş anlamlı ke­limeler olup bunların ifade ettikleri davranışları yerine getiren sevâb kaza­nır. Terk edense Şâfiîlerin de dedikleri gibi azâblandırılmaz. Ancak bunlar sünneti, müekked ve gayr-ı müekked olmak üzere iki kısma ayırmaktadır­lar. Müekked olana misâl, vitir ve sabah namazının sünnetiyle teravih na­mazı gibi. Bunları kılmak sevâb, terketmekse mekruhtur. Müekked olma­yan sünneti terketmekse mekruh değildir.[57]

 

Abdestin Sünnet Ve Mendublarının Sayımı

 

Sünnet, mendub, müstehab ve fazîiet kavramlarının izahı hususun­da mezheblerin ayn görüşlere sâhib olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. Bazı mezheb İmamları sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu kelimeleri­nin eş anlamlı olduklarını; bazılarıysa bunların ayrı anlamları ifade ettiklerini ileri sürmektedirler. Bu hususta her mezhebin kendi görüşünü dip­notlarda detaylı bir şekilde anlatmış bulunmaktayız.

Hanefiler dediler ki: Abdestin sünnetlerinin bir kısmı müekkeddirler. Ki bunları yapan sevâb kazanır, yapmayansa azâblandınhr. Örneğin vâcib gibi: Bunlara göre vâcib ile farz arasında bir ayırım mevcud olduğu da bilin­mektedir. Abdestin müekked sünnetleri şunlardır:

a. Besmele: Abdest alacak olan ister uykudan uyanmış olsun, ister uyanık halde bulunsun zorunlu olarak besmele sünnetini yerine getirmekle yükümlüdür. Besmelenin yeri, abdestin ilk başlangıç anıdır. “Besmele” ilk başta unutulur, birkaç organ yıkandıktan sonra hatırlanacak olur ve “besmele” çekilirse bu sünnet yerine getirilmiş olmaz. Ancak ilk başta unu­tup da abdesti bitirmeden önce hatırlayan bir şahıs yine de “besmele” çe­ker. Ki abdesti hiç değilse “besmele”siz olmasın. İstincâdan önce ve sonra da “besmele** çekilmesi gerekir. Ancak istincâ yapan, avreti açık iken veya necaset mahallinde iken “besmele” getiremez. Nitekim bu husus istincâ bahsinde ayrıca anlatılacaktır. Rasülullah (s.a.s.) dan rivayet edilen “besmele” metni şudur:

 “Ulu Allah'ın adıyla başlarım. İslâm dînini bize bahşettiğinden ötürü de Allah'a hamd ederim.”

Bir kişi abdestin başlangıcında, veya  veyahutta derse sünneti yerine getirmiş olur.

b. Elleri bileklere kadar yıkamak: Bilindiği gibi bilek, avucun dışında ve orta parmak köküyle ondan önceki parmak kökü arasında bulunan çu­kur kısımdır. Bazı Hanefîler, su kabına daldırmadan elleri bileklere kadar üç defa yıkamak farz, bu işi abdestin diğer fiillerinden önceye almak da sün­nettir demişlerdir. Elleri kabta yıkamayla ilgili detaylar da vardır. Zîrâ elin yıkanacağı kab leğen, kova ve benzeri açık kablardan olacağı gibi, ibrik ve benzeri kapalı kablardan da olabilir. Eğer ibrikse bunu sol eliyle tutup suyu üç defa sağ eline dökmesi, sca/u da sağ eliyle tutup üç defa sol eline dökme­si müstehab olur. Eğer kab açık ise bu kabtan tas gibi su almaya yarayacak bir şey varsa bu tası önce sol eliyle tutup üç defa sağ eline dökmesi; sonra da sağ eliyle tutup üç defa sol eline dökmesi müstehab olur. Yok eğer bera­berinde kaptan su alacak tas ve benzeri bir şey yoksa sol elinin parmaklarını birbirine yapıştırarak avuçlarına kadar suya daldırması müstehab olur. Bu parmaklarıyla su alır. El açık ve parmaklar bitişik, kepçevâri ve azıcık da kavisli bir şekilde suya daldırılacak, avuçsa suya girmeyecektir. Eğer avucunun tümünü suya daldırırsa, kaptaki de az su olduğundan avuca gelen su müsta’mel su hükmüne girer. Ancak abdest almakta olan kişi, avucuna ge­len suyun, avuçladığı suyun yansı kadar olmadığına gâlib zanla hükmederse bu durumda müsta’mel olmaz. Abdest alacak adam kabtaki az suya elini daldırmasına rağmen suyun müsta’mel olmamasını, yani eski temizleyicilik vasfını yitirmemesini isterse bu suyla organlarını yıkamayı değil de sadece bu suyu avuçlayacağına niyet etmelidir. Şöyle ki: Bu adam, “Bu sudan avuçlamaya niyet ettim” dese ve sonra da yıkamak istediği organını yıkasa, bu durumda su müsta’mel olmuş olmaz. Çünkü su, önceden kendisi ile abdest almaya niyet edilirse müsta’mel olur. Daha önceki kısımlarda da anlatıldığı gibi su, ibâdet işinde kullanılması istenildiğinden müsta’mel olur.

Tabiî bu anlattıklarımız, elin üzerinde muhakkak bir necasetin bulun­maması şartına bağlıdır. Eğer elde bir necaset olur da elini su kabına daldı­rırsa ister avuçlamaya niyet etsin ister etmesin su, necis olur. Eli necâsetli olduğu için kabtan taslafveya temiz bir mendille veya ağzıyla su alıp elindeki necaseti yıkamaktan âciz kalırsa, su almak için başka hiçbir araç da bula­mazsa sudan vazgeçip teyemmüm eder. Namazını kılar. Bu namazı iade et­mesi de gerekmez.

c. Mazmaza ve istinşak: Hanefîler nazarında bunlar, vâcib mânâsındaki müekked sünnettendirler. Terkedilmeleri günâha sebebiyet verir. Her defası için avuca ayrıca su almaya gerek yoktur. Hattâ avucuna su alıp bir kısmıyla mazmaza yapar, geri kalanıyla da istinşak yaparsa yine caiz olur. Ama avucuna su alır, bu suyla istinşak yapar, sonra da suyu tekrar avucuna boşaltıp mazmaza yapacak olursa bu caiz olmaz. Sonra mazmaza demek, abdest alanın ağzının tamamını suyla yıkamasıdir. Ağzını oynatmaksızm suya daldırırsa da yeterli olur. Ağzına su alıp suyu dışarı atmaz, aksine içerse bu da sünnetin yerine getirilmiş olması için yeterli olur. Tabiî ağzını üç defa suyla doldurması şarttır. Ama suyu süzerek içecek olursa bu, yeterli olmaz.

Istinşaka gelince bu, burun yumuşaklığına değinceye dek suyu buruna çekmektir. Ama daha üst tarafına suyu çekmek sünnet değildir. Soluk ala­rak suyu içeri çekmek de sünnet değildir. Oruçlu olmayanın mazmaza ve istinşakta mübalağa yapması sünnettir. Oruçlunun yapması ise mekruhtur. Çün­kü bu durumda orucun bozulma ihtimâli vardır. Sünnet gereği olarak hem mazmaza hem de istinşakm üçer defa yapılması icâb eder. İstinşak yapar­ken su, sağ elle buruna çekilir. Sol elle de burundan dışarı atılır. Ki Mâlikîler bu durum için istinşak ifadesini kulanmakta ve müekked sünnetlerden saymaktadırlar.

d. El ve ayak parmaklarının hilâllenmesi: Hilâllemek, damlamakta olan suyla parmakları birbirinin arasına girdirmektir. İhtilafsız olarak bu mü­ekked bir sünnettir. Parmaklar birbirine bitişik, ancak aralarına su girebiliyorsa bu durumda aralarını hilâllemek sünnet, eğer aralarına su girmiyorsa vâcib olur. El parmaklarını hilâllemek, iki elin parmaklarını birbirlerinin arasına geçirmekle olur. Ayak parmaklarına gelince, sağ ayağının küçük par­mağım sol elinin serçe parmağıyla hilâlleyecek ve bu ayak bitirildikten sonra sol ayağın baş parmağından başlayıp serçe parmağında sona erdirecektir. Tabiî bu sekil, en iyi olanıdır. Dileyen dilediği şekilde hilâlleyebilir.

e. Her yıkayışın üçlenmesi: Her organın tamamını bir defa suyla yı­kamak farz, ikinci ve üçüncü defa yıkamaksa müekked sünnettir. Doğru olan görüşe göre bu böyledir. Farz olan birinci yıkayışta su, organın üzerinde akı­tılıp damla damla yere akmalıdır. Birinci yıkayışta su, organın yıkanması gereken yerlerinin tümünü kaplamaz da ikinci veya üçüncü yıkayışta su her tarafını kaplayacak olursa farz yerine getirilmiş, ama sünnet aksamış olur.

f. Başın tümünü meshetmek: Sadece farz olan miktarı meshetmekle yetinilir ve bu davranış birkaç kez tekrarlanacak olursa günahkâr olunur. Başı meshederken ıslak parmaklar başın ön tarafına konulup, başın tümü­nü kapsayacak şekilde ense köküne doğru sürmelidir. Bundan sonra parmak­larda fazla ıslaklık kalmışsa yine meshe devam edilmelidir. Islaklık kalma­mışsa buna gerek yoktur. Mâlikîler de bu görüştedirler.

g. Kulakları meshetmek: Başın mesh suyu île kulakların içi ve arka kısımları meshedilir. Bu mesh için yeni su almak daha iyi olur. Ki Hanefîlerin bir kısmı bunu yeğlemişlerdir. Baş meshedildikten sonra avuçta su kalmamışsa kulaklar bu suyla meshedilir. Ancak avuçtaki su kurumuşsa yeni su almak gerekir. Kulağın içi işaret parmağıyla, arka kısmı da baş parmakla meshedilir.

h. Niyet: Abdest alan kişi niyet ederken hades hâlinin giderilmesine veya namaz kılma ruhsatını elde etmeye veya temizlemeye veyahut da salt abdest almaya niyet etmelidir. Ama en faziletli olanı, abdest alanın “Allah'a ibâdet kasdıyla namaz için abdest almaya niyet ettim” demesidir. Veya, “Ha­des hâlinin kaldırılmasına niyet ettim” demesidir. Ya da, “temizlenmeye ni­yet ettim” diyebileceği gibi, “namaz kılmayı mubah etmeye niyet ettim” de diyebilir. Niyetin asıl yeri kalb ise de, bu cümlelerden birini söylemek müstehab olur. Niyetin vaktine gelince bu, yüzün yıkanılmasına başlanıldığı an­dır.

i. Misvak kullanmak: Misvakın, bilinen erak ağacından olması şart değildir. En iyisi murra ağacından yapılanıdır. Bu ağaçtan yapılan, ağzın güzel kokmasını sağlar. Dili fasihleştirir... Dişleri temizler... Ağızdaki kirlerin mideye girmesini önlediği için mideyi de kuvvetlendirir... En ideâli; kuru ol­mayan, serçe parmak kalınlığında ve bir karış uzunluğunda olanıdır. Mis­vak bulunmadığı takdirde diş fırçaları da misvak yerine kullanılabilir. Fırça da bulunmazsa parmaklarla diş ve ağız temizlenir. Sakız da misvak yerine geçerli olur. Şayet misvak varsa mendub olan kullanış şekli şöyledir: Mis­vak sağ elle tutulacak. Serçe parmak altta, baş parmak fırçalı kısmın biraz aşağısında, diğer üç parmak da misvâğın üzerinde tutulmalıdır. Misvak, mazmaza anında kullanılır. Eğer kullanmaya engel bir hal varsa zorunluluk do­layısıyla terk edilebilir. Uzanmış olan bir kişinin misvak kullanmasında ke­rahet vardır.

Bu müekked sünnetleri anlattıktan sonra gelelim Hanefîlere göre abdest için müstehab olan hususlara: Sahîh olan görüşe göre bunlar her ne kadar müekked sünnet değilseler de sünnettirler. Ki bunları şu şekilde bir sırala­maya tâbi tutabiliriz:

a. Tertib: Farzları yerine getirirken önce yüzü yıkamakla işe başlanır. Sonra dirseklere kadar eller yıkanır. Sonra başın dörtte biri meshedilir. Sonra mafsal yumru kemiklerine kadar ayaklar yıkanır. Nitekim bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Ve başlarınızı meshedip her İki topuğa kadar ayaklarmızı yıkayın.” [58]

Sahîh kavle göre müekked sünnetler arasında da tertibe riâyet etmek gerekir. Bazı Hanefîler, bu tertibin müstehap olduğu görüşündedirler.

b. Muvâlât: Buna acele davranmak da denebilir. Yani abdest organ­larından birinin suyu kurumadan hemen diğerini yıkamaya başlamaktır. Bun­da da mevsimin normal olması şarttır.

Meselâ havalar çok sıcaksa su çabuk kurur. Çok soğuksa da çabuk do­nar. Eğer bu ve buna benzer mazeretler yoksa muvâlâta riâyet etmek sün­nettir. Meselâ yüz yıkandıktan sonra abdest suyu tükenir, ikinci su gelince­ye kadar beklenirken yüzdeki su kurursa bunun abdeste bir zararı dokun­maz. Mâliki ve Hanbelîlere göre muvâlâtın farz olduğu, abdestin farzları bö­lümünde anlatılmıştı.

Sünnetliği ile müstehabhği hususunda ihtilâf edilen hususlara gelince, bunları da şöylece sıralayabiliriz:

a. Ayakları yıkarken su kabını sağ elde tutarak önce sağ ayağının ön kısmına döküp sol elle ayağı ovmak ve bu şekilde üç kere yıkamak. Sonra yine aynı elle sol ayağın ön kısmına su döküp sol elle ayağı ovmak.

b. Elleri yıkarken de ayaklarda olduğu gibi parmak başlarından yıka­maya başlamak.

c. Mesh esnasında meshe başın ön tarafından başlamak.

d. Önce mazmaza, sonra istinşak yapmak. Oruçlu olanın, suyu ağza ve buruna fazla çekmemesi, oruçlu olmayanınsa fazlaca çekmesi gerekir. Suyu . burna verdikten sonra kendi nefesiyle burnun üst kısımlarına doğru çekme­lidir.

e. Üç defa her organı yıkadıktan sonra artacak suyu başka birisi ab­dest için kullanacaksa bu durumda suyu israf etmemek. Eğer artacak olan suyu başkası abdest için kullanmayacaksa bu durumda israf edilmemesi men­dub olur.

f. Kolları yıkarken elleri de onlarla beraber yeniden yıkamak. Zâten ellerin ilk yıkanışı sünnettir. Kollarla beraber yeniden yıkanması ise başka bir sünnet olmaktadır. Ama abdest alan bir kişi, önce ellerini sonra da yü­zünü yıkar ve daha sonra kollarını yıkarken sadece bileklerden dirseklere kadar (dirsekler dahil) olan kısmı yıkarsa bu durumda farzı yerine getirmiş ama sünneti terk etmiş olur. Hanefîlere göre abdestin sünnetleri bu saydıklarımızdan ibarettir.

Malikiler dediler ki: Abdest alanın yapmakla sevâb kazanacağı, ter-ketmekle de azâblandırılmayacağı müekked sünnetler şunlardır:

a. Elleri bileklere kadar yıkamak: Bilindiği gibi bilek, avuç içiyle ko­lun birbirinden ayrıldığı mafsaldır. Elleri yıkamak suyun azlığına ve çoklu­ğuna göre değişir. Su eğer az ise ve de akar değilse, eğer içinden alınmasına yarayacak tas gibi bir şey varsa, bu durumda elleri suya sokmadan yıkamak gerekir. Aksi takdirde sünnet yerine getirilmemiş olur. Eğer eller temiz ise bunlardan birini veya ikisini yıkamadan suya daldıracak olursa mekruh işle­miş ve sünneti de kaçırmış olur. Eğer su çok veya akar ise elleri temiz olsun necis olsun, yıkamış olmakla sünneti yerine getirmiş olur. Bu yıkama ister suyun içinde olsun, ister dışında olsun hüküm aynıdır. Küçük havuzdaki gi­bi, su eğer az ise ve ondan su almak mümkün değilse, elleri temiz ise bu du­rumda avuçlayarak ellerini yıkayabilir. Elleri temiz değil ama bu suyun içi­ne sokmakla suyun vasfını değiştirmeyecekse, yine bir veya iki eliyle suyu   avuçlayarak alır ve suyun dışında ellerini yıkar. Böylece sünneti eda etmiş olur. Ama elleri temiz değil, ellerini sokmakla suyun vasfının değişeceğin­den korkarsa ağzıyla veya temiz bir bezle su alıp ellerini yıkamaya çalışır. Bunu yapmaya imkân olmazsa suyu bırakıp teyemmüm eder.

b. Mazmaza: Suyu ağza alıp tekrar dışarı atmaktır. Eğer abdest ala­nın kastı olmadan su girecek olursa veya ağzına su alıp hareket ettirmezse veya ağzına su alıp hareket ettirir, ama bu suyu yutup da dışarı atmazsa sünneti yerine getirmiş olmaz. Oysa Hanefîler derler ki: Mazmazada su ağza girdik­ten sonra hareket ettirilmese veşa dışarı atılmasa da sünnet yerine getirilmiş olur.

c. İstinşak: Suyun nefesle buruna çekilmesidir. Nefesle çekilmediği takdirde sünnet yerini bulmuş olmaz. Hanefîler bu görüşe karşıdırlar.

d. İstinsar: Suyun yine nefesle burundan dışarı atılmasıdır. Bunu ya­parken de sol elin baş ve işaret parmaklarıyla burun yumuşağının üst tarafı tutulup su dışarı atılır. Burunda sümük ve diğer kurumuş pislikler varsa bunlar da sol elin serçe parmağıyla çıkarılır.

e. Kulakların iç ve dışını meshetmek: Kulak delikleri de mesh kapsa­mına girerler.

f. Kulakları meshederken yeni su kullanmak: Sünnetin yerini bulma­sı için, başın meshinden arta kalan su yeterli değildir. Hanefîler bu görüşe muhaliftirler. Efdal olan kulak meshi şöyle yapılanıdır: İşaret parmağı kulak deliğine sokulup baş parmak da kulağın arkasına konularak işaret par­mağıyla baş parmak ikilenerek döndürülür. Ve kulakların içiyle dışının meshi böylece tamamlanmış olur. Başka şekilde meshedilse yine yeterli olur. An­cak istenen şey kulakların tamamını meshetmektir.

g. Abdest organları arasındaki tertibe uymak: Hanefîlerin de dedik­leri gibi önce yüz, sonra da kollar yıkanacak. Daha sonra baş meshedilerek ondan sonra ayaklar yıkanacaktır.

h. Birinci meshten sonra elde ıslaklık kalmışsa başı ikinci kez meshet­mek: Elde ıslaklık kalmamışsa yeniden meshetmek sünnet değildir.

i. Altına su giden yüzüğün oynatılması: Mâlikîlerin bu konuda güzel bir tafsilâtı vardır. Şöyle ki: Takılan yüzük ya mubah, ya haram veya mek­ruh bir yüzük olabilir. Kişinin kendi parmağına taktığı, ağırlığı 6,8 gramı geçmeyen yüzük gümüşten ise ve birden fazla da değilse mubah bir yüzük­tür. Dar da olsa geniş de oha, altına su geçse de geçmese de bu yüzüğü oy­natmak gerekmez. Bu hüküm hem abdest, hem de gusül için geçerlidir. An­cak abdest alınıp bittikten veya gusül sona erdikten sonra bu yüzük çıkarıla­cak olur da, dar bir yüzük olduğu gerekçesiyle altına su geçmediğini zanne­derse, yerini yıkaması gerekir.

Kişinin kendi parmağına taktığı altın veya ağırlığı 6,8 gramdan fazla olan bir yüzükse bu, haram bir yüzük olur. Gümüş yüzük birden fazla olunca da haram olur. Bu yüzük eğer geniş ise sadece oynatılması yeterli olur. Altı­nı ovması gerekmez. Alt tarafını yüzüğün kendisiyle ovması yeterli olur. Eğer bu yüzük darsa, yerinden ileriye alınması gerekir. Ki alt tarafını ovmak müm­kün olsun.

Bakır, demir ve kurşundan yapılma yüzükleri takmak mekruh olur. Ki abdestte veya gusülde bunlar da haram yüzüğün hükmüne tâbi olurlar. Bu anlattıklarımız erkekleri ilgilendirmektedir. Kadınlara gelince onlar, ister al­tından ister başka madenden yapılma olsun diledikleri süs ve takıları takabi­lirler. Meselâ bilezik veya halhal takarsa, dar olsun geniş olsun, altına su geçsin geçmesin, bunları oynatmak gerekmez. Ancak abdest alınıp tamam­landıktan sonra veya gusül yapılıp bitirildikten sonra bunlar çıkarılacak olur­larsa, dar oldukları gerekçesiyle altlarına su geçmediği zannedilirse bu du­rumda yerlerini yıkamak vâcib olur.

Hanefîlere gelince; onlar bu hususta derler ki: Geniş yüzüğü oy­natmak, sünnet değil de mendubtur. Eğer yüzük darsa ve altına suyun geç­mesine engel oluyorsa oynatılması farz olur. Bu yüzük mubah da olsa, ha­ram da olsa hüküm aynıdır. Bunlara göre kadınlar, alt tarafına su geçmeye­cek kadar dar yüzük veya bilezik takarlarsa muaf sayılmazlar. Ancak önce de anlatıldığı gibi Hanefîler, ovmayı şart koşmazlar.

Şâfiîler: Bilindiği gibi Şâfiîler sünnet, mendub, fazilet ve müstehab arasında herhangi bir ayırım yapmazlar. Bunlara göre abdestin sünnetleri çoktur. Ancak şöyle bir sıralama yapabiliriz:

a. İstiâze: Abdeste başlarken “Eüzübillâhimineşşeytânirracîm” demelidir.

b. Besmele: Elleri yıkamaya başlarken “besmele” çekmelidir. Bunun en azı “Bismillâh”dir. Ama en faziletlisi “Bismillâhirrahmânirrahîm” di­yerek besmeleyi tamamlamaktır. Sünneti yerine getirmek için bu lafızlardan birini okumak gerekir. Başka lafızlar kullanılacak olursa sünnet yerine geti­rilmiş olmaz. Zîrâ şâri, özellikle “besmele” çekilmesini istemiştir. Hanefîler bu görüşe muhaliftirler. Kişi cünüb de olsa “besmele” çekmelidir. Abdestin başlangıcında kasten veya unutarak besmele çekilmezse, abdestin ortaların­da veya sonunda “besmele” çekilmesi îcâb eder. Ama abdest tamamlanır, “şehâdet” kelimesi getirilir ve gerekli dua okunursa artık “besmele”nin vakti geçmiş olur. Ve “besmele” çekilmez. Hanefîler de bu görüştedirler.

c. Besmele anında abdestin sünnetlerine niyet etmek: Bu niyet, hades hâlinin kaldırılması niyetinden ayrıdır. Bilindiği gibi, hades halinin kaldırıl­ması niyeti farzdır. Ve ancak yüzün yıkanması anında yapıldığı takdirde geçerli olur.

d. Elleri bileklere kadar yıkamak: Besmele çekerken eller yıkanır ve abdestin sünnetlerine niyet edilir. Ki böylece üç şey bir araya toplanmış olur. Su, içinden ele dökülmesi mümkün olan ibrik ve benzeri bir kapta ise elleri bu kabın dışında (eller zâten batırılamaz ya) üç kere yıkamakla sünnet yeri­ni bulmuş olur. Eğer su, az olup üstü açık bir kaptaysa ve abdest alan kişi, ellerinin temiz olduğunu da kesin olarak biliyorsa, bu suyun içinde yıkaya­bilir. Ama temizliklerinden şüpheye düşerse ellerini kaba batınp içinde yı­kaması mekruh olur. Eğer ellerinin necis olduğunu kesin olarak biliyorsa kaba batırması haram olur. Ancak necasetten temizlenmesi için ellerini kabın dı­şında üç defa yıkaması vâcibtir. Ki bununla sünneti yerine getirmiş olmaz. Sadece ellerini necasetten arındırmış olur. Abdestin sünnetini yerine getir­mek için, ayrıca yine üç defa yıkaması gerekir.

e. Elleri mazmaza yapmadan önce yıkamak: Mazmazadan sonra yı­kayacak olursa sünneti yerine getirmiş olmaz.

f. Mazmaza: Burun deliklerini yıkamadan önce ağza su almak. Suyu ağızda çalkalamak ve sonra da ağızdan dışarı atmak şart değildir. Sünnetin yerine gelmesi sadece suyu ağza vermekle olur. Suyu yutup dışarı atmasa bile sünnet, yine de yerini bulmuş olur. Ama en mükemmel olan şekil, ağza verildikten sonra suyun çalkalanması ve bilâhare dışarı atılmasıdır.

g. İstinşak: Bu, suyun buruna verilmesidir. Nefesle yukarıya doğru çekilmese ve sonra da atılmasa bile sünnet yerini bulur. Ama en mükemmel olan şekil, suyun buruna verilerek nefesle yukarıya doğru çekilmesi ve bilâhare dışarı atılmasıdır. Mazmaza ve istinşakta uygulanacak en iyi yöntem, suyun avuca alınması, avuçtaki bu suyun bir kısmıyla mazmaza yaptıktan sonra geri kalaniyla istinşak yapılmasıdır. Bunu üç avuç suyla üçlemelidir. Her avuç suyun yarısı mazmazaya, yarısı da istinşaka sarfedilmelidir.

h. Kıbleye yönelmek: Kıbleye yönelebileceği bir yerdeyse abdest ala­cak olan kişi kıbleye yönelmelidir.

i. İçinde abdest suyu bulunan üstü açık kabı sağ yanına, üstü kapalı olan kabı ise sol yanına indirmelidir.

j. Abdeste elleri yıkarken besmele çektikten sonra şu duayı okumalı­dır:

“İslâmiyetten ve diğer nimetlerden ötürü Allah'a hamdolsun. Suyu te­mizleyici ve İslâmiyeti de nûr kılan Allah'a hamdolsun. Rabbim, şeytanla­rın vesveselerinden sana sığınırım. Ve huzurumda bulunmalarından da sana sığınırım. Allah'ım, ellerimi sana karşı işlenecek tüm isyanlardan koru.”

Mazmaza ânında da şu duayı okumalıdır:

“Allah'ım, sana zikretmem, sana şükretmem ve ibadetini güzelce edâ etmem hususunda bana yardım et.”

İstinşak esnasında ise;   

“Allah'ım, bana cennetin kokusunu koklat.”

Yüzünü yıkama esnasında ise;

“Allah'ım, bir takım yüzlerin beyaz, bir takım yüzlerin de kara olacağı günde yüzümü ak et.”

Sağ kolunu yıkama esnasında ise;    .

“Allah'ım (amel) defterimi sağıma ver ve kolay bir hesabla da hesabı­mı gör.”

Sol elini yıkama esnâsındaysa;

“Allah'ını (amel) defterimi ne solumdan ve ne de arka tarafımdan verme.”

Başını meshetme esnasında ise:

“Allah'ım saçlarımı ve derimi ateşe haram kıl. Senin gölgenden başka gölgenin bulunmadığı (kıyamet) gün(ün)de beni arşının altında gölgelendir.”

Kulakların meshi esnâsındaysa;

Allah'ım, beni söz dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle.

Ayakları yıkama esnâsındaysa;

“Allah'ım, ayakların kaydığı günde sırat köprüsü üzerinde ayaklarımı sabit kıl”

Abdestin bitiminden sonra da kıbleye yönelip ellerini semâya doğru kal­dırarak şu duayı okumalıdır:

“Tanıklık ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, birdir, orta­ğı hiç yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Efendimiz Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Allah'ım, beni tövbe edenlerden Ve temizlenenlerden kıl. Allah'ım, seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve sana övgülerimi arz ederim. Senden başka ilâh olmadığına tanıklık eder, senden afvü mağfiret ister ve sana dö­nerim.”

Bu duayı okuduktan sonra da “Kadr” sûresini okumalıdır.

Bu duaların bir kısmına Hanefîler muvafakat etmişler, ancak bunları sünnetlerden saymamışlardır. Müstehab ve mendub olduklarını söylemişlerdir. Mâlikîlerse ileride de anlatılacağı gibi bunları ne müstehab ne de faziletlerden saymamışlardır.

k. Misvak kullanmak: Şafiîler her ne ile olursa olsun dişleri temizle­meyi yeterli görmüşlerdir. Bunlar demişler ki: îster diş temizleme aracı, erak ağacının dalı olsun, ister fırça olsun dişleri temizledikten sonra yeterli olur. Yalnız dişleri parmakla temizlemenin misvak yerine geçerli olmayacağı gö­rüşündedirler. Abdest alacak şahıs, misvâklamayi ellerim yıkamadan önce de yapabilir. Bunu yaparken misvâklamaya niyet etmelidir. Misvâklama es­nasında şu duayı okuması sünnettir:

“Allah'ım, dişlerimi onunla beyazlat. Damağımı kuvvetlendir. Küçük dilimi de onunla sabit kıl. Ve onu benim için bereket vesilesi yap. Ey merha­met edicilerin en merhametlisi.”

Misvâklamaya ağzın sağ tarafından başlanır. Sonra sol taraf misvâklanır. Azı dişlerinin baş taraflarına, sonra boğazın tavan kısmına, sonra dilin yüzeyine sürülür. Dişleri enlemesine misvâklamak sünnettir. Misvak sağ ele alınır. Serçe parmakla alt tarafından, işaret parmağı, orta parmak ve yanın­daki parmakla da üst kısmından tutular. Kirlendiğinde veya kokusu değişti­ğinde üç defa yıkanması gerekir. Uzunluğunun bir karıştan fazla olması ise mekruhtur.

1. Abdest suyu bazan avuçlanacak geniş bir kaptaysa yıkamaya or­ganların ön kısmından başlanması sünnettir. Ama eğer su musluk, ibrik ve benzeri bir yerden çıkmaktaysa veya bir başkası tarafından abdest alanın eline dökülüyorsa, bu durumda organların geri kısmından itibaren yıkamaya baş­lanması sünnet olur. Bu durumda kollar, dirseklerden bileklere doğru yıka­nır. Ayaklarsa mafsal yumru kemiklerinden parmaklara doğru yıkanır.

m. Yüzünü yıkamak için iki avucuyla birlikte suyu avuçlamalı ve de suyu yüzüne çarpmamalıdır.

n. Sakalı sık olanlar, sakallarını hilâllemelidirler.

o. Meshederken başın tümünü meshetmeli. Kulakların iç ve dışının yeni suyla meshedilmesi sünnettir. Abdest organlarını yıkarken ovmalıdır.

p. Önce sağ taraftaki organları yıkamalıdır.

r. Gurre ve tahcîli uzatmalıdır.

Gurre: Yüzün yıkanmasında farz olan kısımdan fazla olarak başın ön kısmından bir miktarının ve boynun yan ta­raflarından birazının yıkanmasıdır.

Tahcîl: Kolları yıkarken dirseklerden biraz daha yukarısını, ayakları yıkarken de mafsal yumru kemiklerinin biraz da­ha üst taraflarını yıkamaktır.

s. Abdestteki fiil ve sözleri üçlemelidir. (Niyet hariç).

ş. Sidik akıntısı olanlardan başkasının muvâlâtı uygulaması sünnettir. Yâni organlardan biri kurumadan diğerini yıkamaya geçmelidir. Sidik akıntısı ve benzeri sürekli abdest bozucu özürleri bulunan kimselerin muvâlâtı uygulamaları vâcibtir.

t. Abdest alırken ihtiyâç olmadıkça Allah'ı zikirden başka dünya ke­lâmı söylememelidir.

u. Su döktürmek gibi ihtiyâç yokken başkasından yardım istememelidir.

ü. İhtiyâç olmadıkça abdest organlarını kurulamamalıdır.

v. İhtiyâç olmadıkça eldeki artık suyu silkelememelidir.

y. Abdestten artan suyu içmelidir.

z. Geniş yüzüğü oynatmalıdır. Alt tarafına su geçmeyen dar yüzüğü, altına su geçinceye kadar oynatmak gerekir. Bu hususta yüzüğün mubah ve­ya haram veyahut da mekruh yüzüklerden olması hükmü değiştirmez. Bu görüşe Hânefîler muvafık, Mâlikîler ise muhaliftirler.

Hanbeliler dediler ki: Abdestin sünnetleri, mendublan veya müs-tehabları aşağıda sıralanmıştır:

a. Kıbleye yönelmek.

b. Mazmaza esnasında ağzı misvâklamak. Dişleri temizlemek için dişleri enlemesine, damağı kuvvetlendirmek için dişleri diklemesine misvâklamak mendubtur. Sol elle tutularak dişler, damak etleri ve ağzın içi misvâklamr. Misvak ağacının diş etlerine zarar vermemesi için yumuşak olması gerekir. Kuru olması mekruhtur. Bütün vakitlerde mİsvâklanmak sünnettir. Ancak oruçlunun zeval vaktinden sonra kuru veya nemli misvakı kullanması mek­ruhtur. Zevalden önce ise nemli de olsa misvak kullanması mubahtır. Her namaz vaktinde, uykudan uyanıldığında, ağzın kokusu değiştiğinde, abdest alındığında, Kur'an-ı Kerîm okunacağında, mescide girildiğinde, kişinin kendi evine girmesi esnasında, midenin içindeki yemeklerin bitip midenin boşal­ması hâlinde, dişler sarardığında muhakkak surette misvaklanmak gerekir. Misvak yaparken önce süt dişlerinden başlayarak azı dişlerine kadar ağzın sağ tarafı, sonra yine aynı şekilde sol tarafı misvâklamr. Reyhanla nar ağa­cı, kamış ve benzeri diş etlerine zarar verecek şeylerle misvaklanmak mek­ruhtur.

c. Avuçları üç defa yıkamak.

d. Yüzü yıkamadan önce mazmaza ve istinşak yapmak. Oruçlu ol­mayanın mazmaza ve istinşakta mübalağa yapması sünnettir;

e. Üzerinden su geçen organları ovmak.

f. Üzerinde tüy, girinti ve çıkıntılar bulunması nedeniyle yüzü yıkar­ken bol su kullanmak.

g. Sık sakallan yıkarken hilâllemek.

h. Ovmaya gerek görülmeden aralarına suyun girebildiği el ve ayak parmaklarını hilâllemek. Eğer su, ovmakla aralarına girebiliyorsa bu durumda hilâllenmeleri vâcib olur.

i. Kulakları meshederken suyu yenilemek.

j. İkili organlardanönce sağ tarafta olanı yıkamak.

k. Gurre ve tahcîlî uzatmak.

l. Her organı ikinci ve üçüncü kez yıkamak. Tabiî eğer birinci yıka­yışta su, organın her tarafını kaplamışşa... Diyelim ki birinci yıkayışta kaplamayıp ikincisinde veya üçüncüsünde kaplamışşa farz yerini bulur. Ama sünnet, yerini bulmaz.

m. Yüz yıkanırken abdest için yaptığı niyeti, abdestin sonuna kadar kalbte tutmak.

n. Avuçlarını yıkarken, abdestin sünnetlerine niyet etmek.

o. Niyet ederken kelimeleri gizlice söyleyip sadece kendisinin duyabi­leceği şekilde dudakları oynatmak. Niyet ederken (kelimeleri söylemek için) başkasından yardım istememek.

p. Abdesti bitirir bitirmez gözleri semâya dikip şu duayı okumak da sünnettir:

 “Tanıklık ederini kî Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine tanıklık ederim ki Efendimiz Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Allah'ım, beni tövbe edenlerden ve temizlenen kimselerden kıl. Beni sâlih kullarından eyle. Allah'ım! Seni noksanlıklardan ve eksikliklerden tenzih ederim. Ve sana öv­gülerimi arz ederim. Senden başka ilâh olmadığına tanıklık eder, senden afvü mağfiret diler ve sana dönerim.”[59]

 

Abdestin Mendub Ve Müstehabları

 

Önce de anlatıldığı gibi bazı mezheb İmamları sünnet, mendub, müs-tehab, tatavvu', nafile ve fazilet kelimelerini aynı anlamda kullanmakta, bazıları da sünnet kelimesini bunlardan ayırmaktadırlar. Bundan önceki sayfalarda abdestin sünnetlerini anlattık. Burada da sünnet ile mendub ve diğer kavramları birbirinden ayıran mezheb İmamlarına göre abdestin mendublarını anlatmaya çalışacağız.

 

Hanbelî ve Şafiiler dediler ki: Sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu' kelimeleri aynı anlamı ifade etmekte olup, bunların gereklerini yerine getiren sevâb kazanır. Yerine getirmeyenlerse ceza görmezler. Bu iki mez­hebe göre abdestin sünnetlerini saymış olduğumuzdan artık geriye aynı an­lamı ifade etmekte olan mendub ve müstehab gibi hususlar kalmamaktadır.

Malikiler dediler ki: Abdest için sadece bir takım sünnet ve fazilet­ler vardır. Bunları terkedenler cezalandırılmazlar. Ancak yapanlar sevâb ka­zanacakları gibi, sünnetin sevabı da faziletin sevabına göre daha fazladır. Önceki bahislerde abdestin sünnetlerini sayıp anlatmıştık. Şimdi de fazilet­lerini ele alacağız:

a. Temiz yerde abdest almak. Heladaki temiz sudan abdest almak, tenzîhen mekruh olmakla birlikte sahihtir. Hela henüz kullanılmamış olup temiz olsa bile yine aynı hükme tâbidir. Zîra Mâlikîler, necaset için hazır­lanmış yerde, henüz kullanılmamış olsa bile abdest alınmasını mekruh say­mışlardır.

b. Organları yıkarken mümkün olduğu kadar az su harcamak. Tabiî, suyu kullanırken organın üzerinde yürüyüp her tarafını kaplaması gerekir. Ayrıca yıkanan organdan suyun damlaması gerekli değildir.

c. İkili organlarda önce sağ taraftakini yıkamak.

d. Üstü açık olup içinden suyun avuçlanacağı kabı sağ tarafa koyma­lıdır. Eğer kabın üstü kapalıysa ve su, içinden akıtılacaksa (ibrik gibi) sol tarafa koymalıdır.

e. Organları yıkarken, önce ön kısımlarından yıkamaya başlamak. Me­selâ yüzü, üst tarafından yıkamaya başlamalı. Başı ön tarafından meshet-meye başlamalı. El ve ayaklan ise parmaklardan yıkamaya başlamalıdır.

f. Yıkanan organları ikinci ve üçüncü defa yıkamalı. Birinci yıkayışta organın tamamı suyla kaplanmamişsa, bu durumda ikinci yıkayıştan sonra iki defa daha yıkamalıdır. Zîrâ birinci yıkayış, geçerli olmamıştır. Eğer ikin­ci yıkayışta organın tümü suyla kaplanmamış ise üçüncü yıkayıştan sonra iki defa daha yıkamalıdır. Zîrâ su, organın her tarafını kaplamadığı için ikinci yıkayış da geçersiz sayılmaktadır.

g. Abdestten önce erak ağacı veya herhangi bir ağaç dalıyla, bunlar da bulunmuyorsa parmakla misvâklanmak. Misvâklanmayi sağ elle yapıp ağzın sağ tarafından başlamalı, dişlerin temizlenmesi için enlemesine, damak etinin kuvvetlenmesi için de diklemesine misvâklanmak gerekir. Misvâğın bir karıştan uzun olmaması, misvak kullanırken avuçla kabzedilmemesi gere­kir. Birinci misvaktan sonra aradan epeyi zaman geçmişse namaz kılarken yeniden misvâklanmak gerekir. Kur'an okunacağı zaman, uykudan uyanıl-dığında, yeme içme ve diğer şeylerden ötürü ağız kokusunun bozulması hâ­linde misvâklanmak sünnet olur.

h. Abdestin ilk başlangıcında besmele çekmek ve ihtiyâç olmaksızın da zikir dışında herhangi bir söz sarfetmemek.

i. Sünnetlerle farzların tertibine uymak. Meselâ yüzü yıkamadan önce elleri bileklere kadar yıkayıp mazmaza ve istinşak yapmak. Başı meshe-derken suyu yenilemek.

Hanefiler dediler ki: Abdestin mendubları -ki bunlara müstehabları, faziletleri, nafileleri veya adabı da diyebilirsiniz- şu aşağıdaki şekilde sıralanmıştır:

1. Abdest alırken yüksek bir yerde oturmak. Böyle yapmakla müsta'mel suyun serpintilerinden korunulmuş olur.

2. Abdest yeri temiz olmalıdır.

3. Güneşte ısıtılmış suyla abdest almamalıdır.

4. Abdest alırken kıbleye yönelmelidir.

5. Organlarını yıkayıp temizlerken başkasından yardım istememeli-dir. Ama su getirtmek veya ele su döktürmek şeklinde başkasından yardım istenmesinin bir sakıncası yoktur.

6. İhtiyâç olmadan zikir” dışında başka bir şey konuşmamalıdır.

7. Niyeti hem dille, hem kalble yapmalıdır.

8. Her organı yıkarken veya meshederken besmeleyle beraber niyet de etmelidir.

9. Başkasının kullanmasına izin vermeyerek bir kabı sırf kendi şahsı için abdest kabı olarak ayirmamalıdır.

10. Abdest kabının balçık ve benzeri maddelerden olması. Eğer ab­dest kabının kulpu varsa üç defa yıkanması gerekir.

11. Su, üstü açık ve avuçlanacak bir kaptaysa bu kabı sağ tarafa koy­malıdır. Üstü örtülü ibrik gibi kaplardaysa sol tarafa koymalıdır.

12. Abdest almadan temizleyici suyu hazır bulundurmalıdır.

13. Gasbedilmiş bir yerdeki sudan abdest almamalıdır. Ve oranın top­rağıyla teyemmüm etmemelidir,

14. Her organı yıkarken kelime-i şehâdet getirmelidir.

15. Mazmaza ve istinşak yaparken suyu sağ elle avuçlamahdir. Sol elle de burundan dışarıya atılmalıdır.

16. Mazmaza ve istinşak suyunu, abdest suyunun içinde bulunduğu kaba almamalıdır.

17. Alt tarafına suyun geçtiği yüzüğü oynatmalıdır. Şayet su, kendili­ğinden altına geçmiyorsa bu durumda yüzüğü oynatmak farzdır.

18. İkili organlardan önce sağ taraftakini yıkamalıdır.

19. Gurre ve tahcîli uzatmalıdır.

20. Kulakları meshederken serçe parmağı kulak denklerinin içine sok­malıdır.

21. Gözleri yıkayarak korunmalarına özen göstermelidir.

22. Boynu, ellerin sırtıyla meshetmelidir. Şundan ki ellerin sırtında bulunan su müsta’met değildir. Boğazı meshetmekse bid'attir.

23. Sağ elin saygınlığından ötürü, ayakların tabanını sol elle yıkama­lıdır.

24. Ellerdeki su kalıntısını silkelememelidir.

25. Organlardaki ıslaklığı mendil ve benzeri şeylerle kurulamamalıdır. Ve bunda da aşırılığa gitmemelidir.

26. Abdestten arta kalan suyu ayağa kalkıp kıbleye yönelerek içmelidir.

27. Abdesti tamamladığında eğer kerahet vakti değilse iki rek'at na­maz kılmalıdır.

28. Abdestten hemen sonra üç defa Kadir Sûresi'ni okumalıdır. Da­ha sonra da ayağa kalkıp kıbleye yönelerek şu duâyı okumalıdır:

“Tanıklık ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, ortağı yok­tur. Ve yine tanıklık ederim ki Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Allah' ım, beni tövbe edenlerden ve temizlenenlerden eyle.”

29. Organların üst taraflarını alt taraflarından önce yıkamalıdır.

30. Abdest alırken okunacak dualar sırasıyla şunlardır:

a. Abdeste başlarken;

“Ulu Allah'ın adıyla başlarım. İslâm dinini bize bağışladığından ötürü Allah'a hamdolsun.” der, daha sonra da kelime-i şehâdet getirip salât okur.

b. Mazmaza anında ise;

“Allah'ım, Kur'an okumada, seni zikretmemde, sana şükretmemde ve güzelce ibâdet etmemde bana yardım et.” c. İstinşak ânındaysa;

“Allah'ım, bana Cennet kokusunu koklat. Cehennem kokusunu kok­latma.”

d. Yüzünü yıkarken;

“Allah'ım, bir takım yüzlerin ak, bir takım yüzlerin de kara olacağı günde yüzümü ak et”.

e. Sağ kolunu yıkarken;

“Allah'ım, kitabı sağ tarafımdan ver ve beni kolay bir şekilde hesaba çek.

f. Sol kolunu yıkarken;

“Allah'ım, kitabı ne solumdan ve ne de arkamdan verme.

g. Başını mesh ederken;

“Allah'ım, senin arşının gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı gün­de beni arşının altında gölgelendir.”

h. Kulaklarını meshederken;

“Allah'ım, beni söz dinleyenlerden ve onun güzeline uyanlardan kıl.”

ı. Boynunu meshederken;

“Allah'ım, boynumu ateşten azâd eyle.”

j. Sağ ayak yıkanırken;

“Allah'ım! Sağ Ayakların kaydığı günde ayaklarımı sırat üstünde sabit kıl.”

k. Sol ayak yıkanırken de;

“Allah'ım! Günâhımı afvolunmuş, çalışmamı şükre lâyık, ticâretimi hiç helak olmayacak bir ticâret kıl.”[60]

 

Abdestin Mekruhları

 

Abdestin mekruhlarına gelince; yeterinden fazla su dökerek israf et­mek abdestin mekruhlarındandır. Tabiî bu su mubah olur veya abdest ala­nın mülkünde olursa israfı mekruh olur. Ama mescidlerde abdest almak için vakfedilmiş bir suyu israf etmek haramdır. Kerahetin tanımı ve ab­destin mekruhlarının izahı hususuna gelince, bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Kerahet, tenzîhen ve tahrîmen olmak üzere iki kısma ayrılır. Tahrîmen mekruh, harama yakın olanıdır. Bunu şöyle açıkla­yabiliriz: Derece bakımından farzdan aşağıda bulunan bir vacibi -ki buna sünnet-i müekkede de denir- terk etmekten ötürü tahrîmen mekruh işlenmiş olur. Tenzîhen mekruh'a gelince bunu yapmaktan ötürü azâb görülmez. An­cak yapmamakla az da olsa sevâb kazanılır. Ki bunun karşılığında mendub, müstehab ve diğer gayr-ı müekked sünnetler bulunmaktadır. Abdestle ilgili tahrîmen mekruhlar, müekked sünnetlerden birini terketmekle işlenmiş olur­lar. Ki bu müekked sünnetler geçen bahîslerde anlatılmıştır.

Abdestle ilgili tenzîhen mekruhlara gelince, bunlar mendub, müstehab veya faziletlerden birini terk etmekle işlenmiş olurlar. Şunu da söylemek ge­rekir ki: Hanefîler, üzerlerine diğerleri de kıyaslansın diye bazı mekruhları saymışlardır. Şöyle ki:

Yüzü yıkarken suyu kuvvetlice yüze çarpmak. Bunu halk tabakasından bilgisiz bazı kimseler yaparlar. Suyu avuçlayarak şiddetlice yüzlerine çarparlar. Sanki canlarına kasıtları varmış gibi... Bu, yapılması mekruh olan bir dav­ranıştır.

Sol elle mazmaza ve istînşak yapmak.

Sağ elle sümkürmek.

Başı veya kulakları üçer defa ayrı ayrı sularla meshetmek. Aslında meshte istenen şudur: Baş meshedilirken yeni suyla meshedilmeli. Bu meshten son­ra avuçta veya parmaklarda ıslaklık kalmışsa bu suyla ikinci kez meshedil­meli, sonra da aynı suyla kulaklar mesh edilmelidir. Ayrıca yeni su almama­lıdır. Aksi takdirde mekruh bir davranışa girilmiş olur.

Abdest için kendi şahsına ayrı bir kap tahsîs etmek. Ve yine bunun gibi abdest almak için kendine bir yer tahsîs etmek. Hanefîlerin kitaplarında yer alan bu mekruh, yine onların kurallarıyla bazı şartlara bağlanmıştır: Kişi, kendisine hastalık bulaşmasından korkarsa veya abdest kabını kendi muha­fazası altına almakla necasetten koruyacağını sanarsa ve daha buna benzer bazı sebeplerle böyle yapacak olursa mekruh işlemiş olmaz. Hattâ böyle yapmadığı takdirde kendisine zarar ulaşacağım sanarsa tedbirini alması gerekir.

Yüzü ve elleri üçten fazla yıkamak: Bunu yapan, abdestte fazla yıka­manın şer'an istenen bir davranış olduğuna inanırsa bu tahrîmen mekruh olur. Eğer şer'an istenen bir davranış olduğuna inandığından değil de temiz­lik veya -sıcak mevsimdeyse- serinlenmek kasdıyla yapacak olursa bu tenzî­hen mekruh olur. Çünkü temizlenme ve serinlemenin zamanı ibâdetinkinden ayrıdır.

Abdestte suyu israf etmek tenzîhen mekruh olduğu gibi kıt kullanmak da tenzîhen mekruhtur. Hanefîlere göre kıt kullanmanın ölçüsü, yıkanan or­ganlardan suyun damlamasının görülmemesidir. İleride de görüleceği üzere Mâlikîler, bu görüşe muhaliftirler.

Necis yerde abdest almak. Böylesi bir yerde abdest alana, necasete su döküp sıçraması sonucu/necasetin bulaşmasından korkulur.

Kişi kendi malı olan suyu israf ederse mekruh olur. Mescidlerde abdest almak için vakfedilen sulan israf etmek ise haramdır.

Mâlikîler: Abdestin mekruhları, “abdestle ilgili sünnetleri terk etmektir” derler. Ki bu sünnetler daha önce anlatılmıştı. Bilindiği gibi Mâlikîlerin nazarında, sünnetin terk edilişinden ötürü azaba müstahak olun­maz. Bununla beraber müekked ve gayr-ı müekked olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Ki gayr-ı müekked olana fazîlet de derler. Bunlar, keraheti tahrîmî ve tenzîhî gibi kısımlara ayırmazlar. Bu mezhebteki geçer kurala göre bir yerde mekruh terimi kullanıldığında bu, tenzîhen mekruh demektir. Ki bu, evlâ olan hükme muhalif olan bir davranış demektir. Mâlikîler, abdestin mek­ruhları cümlesinden olmak üzere şunları saymışlardır:

Suyu yeterinden fazla dökerek israf etmek:

Yıkanan organları üç defadan fazla yıkamak.

Meshedilen organları da bir defadan fazla meshetmek. Fazla yıkayış ve meshin abdestten sayıldığına inanmak da mekruhtur. Eğer serinlemek veya temizlenmek kasdıyla fazla yıkar ve meshederse, bu su da vakıf suyu değilse mekruh olmaz. Vakıf suyu ise haram olur. Başkasının izinsiz kullanılan su­yu ise yine haram olur.

Boynu meshetmek de mekruhtur. Çünkü bu, dinin emretmediği bir faz­lalıktır. Bu hususta boyunla boğazın hükmü aynıdır. Ancak “yeni su almak­sızın, kulaklardan sonra boynu meshetmek sünnettir” diyen Hanefîler bu görüşe karşıdırlar. Boğazı meshetmekse Hanefîlere göre bid'attir. Ne var ki bunun mekruhluğuna ilişkin bir nassları mevcûd değildir.

Necis bir yerde ve necaset bırakmak için hazırlanmış bir yerde abdest almak. Bu yer yeni tuvalet gibi kullanılmamış olsa bile burada abdest almak yine mekruhtur.

Abdest alırken Allah'ı zikir dışında bir söz konuşmak. Bunun mekruh olduğu hususunda mezhepler ittifak etmişlerdir. Ancak Şâfîîler, bunun mek­ruh olmadığını ve fakat konuşmamanın daha iyi olacağını ileri sürmüşlerdir.

Şafiiler dediler ki: Mekruh, şâriin yapılmamasını kesin olmayarak taleb ettiği bir davranıştır. Bunu işleyen, azaba müstahak olmasa da işleme­yen sevâb kazanır. Bunlara göre abdestin mekruhları, vâcibliği hususunda görüş ayrılığı bulunan sünnetleri terketmekten ibarettir. Vâcibliğinde görüş ayrılığı bulunan sünnetlere bazıları farz, bazıları da sünnettir demişlerdir. Müekked sünnetler de böyledir. Bunlardan başkasını (meselâ müstehab ve faziletleri) terketmek evlâ olana muhaliftir (tenzîhen mekruhtur).

Abdest alırken suyu israf etmek, tenzîhen mekruhtur. Vakfedilmiş su­yu israf etmekse haramdır. Ancak bu su, havuz veya şadırvanda olursa -su, tekrar içine döndüğü gerekçesiyle- harâmlıktan çıkıp tenzîhen mekruh olur.

Abdest alırken konuşmak tenzîhen mekruhtur.

Oruçlunun mazmaza ve istinşak yaparken mübalağaya kaçması da mek­ruhtur.

Necis bir yerde abdest almak da mekruhtur.

Boynun iki tarafını meshetmeye gelince, Şâfiîlere göre bu mekruh ol­mayıp hattâ bazılarına göre sünnettir.

Yıkanan organları üç defadan fazla yıkamak. Meshedilen organları da üçten fazla meshetmek mekruhtur. Şâfiîler, meshedilen organların da yıka­nan organlar gibi üç kez meshedilmesini isterler. Ancak mest üzerine bir de­fadan fazla meshetmek mekruhtur.

Hanbeliler dediler ki: Mekruh; vitir, sabah namazının sünneti ve teravih gibi müekked sünnetleri terketmektir. Bunların dışındaki sünnetleri terketmekse evlâ olana muhaliftir (tenzihen mekruhtur). Önceki bahiste an­latılan sünnetleri terketmek de böyledir. Ancak kesin olmayan bir yasak bu­lunursa bu durumda sünneti terk etmek mekruh olur.

Abdest alırken kullanılmakta olan su, mubah bir su ise bunu israf et­mek mekruhtur. Kullanılmakta olan su eğer vakıf suyu ise bu durumda israf edilmesi haram olur.

Yıkanan organları üç defadan fazla yıkamak. Meshedilen organlarıysa bir defadan fazla meshetmek. Ama bu fazla yıkama ve mesh, temizlik veya serinleme kastıyla yapılırsa mekruh olmaz. Boynu suyla meshetmek, oruçlunun mazmaza ve istinşakta aşırılığa kaçması, necis bir yerde abdest almak, abdest alırken Allah'ı zikir dışında konuşmak da tenzihen mekruhtur.[61]

 

Abdesti Bozan Şeyler

 

Abdesti bozan şeyler bazı kısımlara ayrılırlar. Şöyle ki:

A. Önden ve arkadan çıkan şeyler: Bunlar alışıla-gelen ve alışıla-gelmeyen şeyler olmak üzere iki kısma ayrılırlar.

B. Ön ve arkadan çıkan şeylerden olmamalarına rağmen onların hükmüne tabi olan haller. Meselâ aklını kaybetmek, şehvetle kadına dokunmak, tüysüz delikanlılara dokunmak gibi. Bunlar, bazı şartlar doğ­rultusunda abdesti bozarlar.

Mâlikîler: Alışılmamış lezzette çıkan menî guslü gerektirmeyip sa­dece abdesti bozar demişlerdir. Üç mezheb İmamı bu görüşe karşı olup kişi­nin sıcak suya girdiğinde lezzetlenip menîsinin akmasını da buna örnek ola­rak göstermişlerdir.

Şâfiîler: Lezzetli ve lezzetsiz olarak çıkan menî guslü icâb ettirir de­mişlerdir. Kişinin önünden çıkan sıvının menî olduğu kesin olarak bilinirse gusül yapması zorunlu olur. Guslü gerektirmekle birlikte abdesti bozmaz.

 

Arada bir perde veya engel olmaksızın penisi ellemek. Bunu yapmakla abdest, bazı mezheblere göre bozulur. Bazılarına göre ise bozulmaz.

Ön ve arkanın dışındaki yerlerden çıkan şeyler. Örneğin kan gibi. Kanın abdesti bozup bozmayacağı hususunda mezheblerin tafsilâtlı görüşleri var­dır.

Abdesti bozan bu şeyleri şu şekilde açıklamamız mümkündür:

A. Ön ve arkadan çıkan şeyler nedeniyle abdestin bozulması:

1. Alışılagelmiş şekilde ön ve arkadan çıkan şeyler. Bunların bir kısmı sadece abdesti bozar, bir kısmı da guslü gerektirir. Sadece abdesti bozup guslü gerektirmeyenlere örnek olarak sidik, mezî ve vedîyi göste­rebiliriz. Sidiği tanımlamaya gerek yoktur. Mezî ise, sarı renkli ince bir sı­vı olup çoğunlukla lezzet anında önden çıkar. Vedî'ye gelince bu, menîye benzer. Katı ve beyaz renkte bir sıvıdır. Ki çoğunlukla idrardan sonra ön­den (penisten) çıkar. Hadî de vedî suyu gibidir. Ki bu doğumdan önce ge­be kadının ön tarafından çıkan beyaz bir sıvıdır.

Lezzet olmaksızın menî akması da guslü gerektirmeyip sadece ab­desti bozar. Menî, bilinen bir sıvı olduğu için tanımlamaya gerek yoktur.

Buraya kadar saydığımız sıvılar, hep ön taraftan çıkarlar. Arka taraf­tan alışılagelmiş şekilde çıkanlara gelince bunlar dışkı ve yellenmeden iba­rettir.

2. Alışılagelmişin dışında ön ve arkadan çıkan şeyler de abdesti bozarlar. Önden veya arkadan kurtçuk, taş, kan, irin ve cerehat akması abdesti bozar. Meselâ kurtçuk, çakıl taşı, irin ve cerahat ön veya arkadan çıkacak olursa abdesti bozmaz. Tabiî, abdesti bozmaması için çakıl taşı ve­ya kurtçuğun dışarıdan yutulmuş olmayıp midede kendiliğinden oluşması şart­tır. Ama kurtçuk veya çakütaşi yutulmuş olup normal çıkış yerinden çıka­cak olursa abdesti bozar. Çünkü yutmak normal değildir.

 

Mâlîkîler: Alışılagelen çıkış yerleri olan ön ve arkadan alışılagelen şevlerin çıkması dışında hiçbir şey abdesti bozmaz, demişlerdir. Alışılagelen çıkış yerlerinden alışılagelen şeylerin sıhhat ve afiyet zamanında çıkmaları

 

B. Önden veya arkadan çıkmadıkları halde, tıpkı onlar gibi abdesti bozan şeyler. Bunlar, bilindiği gibi dört kısma ayrılmaktadırlar:

1. Abdest alan kişinin delirerek veya sar'aya düşerek veya bayıla­rak veya içki, esrar, ya da afyon alarak aklını yitirmesi. Uyku da bu grupta mütâlâa edilmekte olup bizzat abdesti bozmaz. Ancak uyku hâlinde (yellenmek veya kadına dokunmak gibi) abdest bozucu durumların cere­yan edebileceği İhtimâlinden ötürü, mezheblerin abdest bozucu oluşuna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbelîler: Uykunun bizzat kendisi abdesti bozar demişlerdir. Uy­ku, çok kısa süreli olmadığı takdirde mak'adın içinden bir şey çıkmayacak şekilde birşeye dayayıp emniyete alırsa dahi abdesti bozulur.

Şafiiler dediler ki: Uyumakta olan kişi, mak'adını sağlam bir yere oturtmadığı takdirde, mak'adından abdest bozucu bir şeyin çıkmadığından emin olsa bile yine de abdesti bozulur.

Hanefîler: Şafiî ve Hanbelîlere muhalefet ederek dediler ki: Sahîh olan görüşe göre uyku, abdesti bozmaz. Ancak üç durumda abdesti bozar:

1. Yan tarafa uzanarak uyumak.

2. Sırt üstü uzanarak uyumak.

3. Uyluklardan birinin üzerine durarak uyumak.

Çünkü bu şekilde oturan kişinin mafsalları gevşer, dolayısıyla da mak'adına hâkim olamaz. Ama oturarak uyusa, mak’adını da bir yere dayaya­rak sağlama alsa esah olan kavle göre abdesti bozulmaz. Bu durumda yastık ve benzeri bir şeye dayanmış olur da, bu yastık başkası tarafından çekildiği takdirde uyuyan kişi düşer ve mak'adı da dayandığı yerden ayrıhrsa abdesti bozulur. Ama oturuşunda bir değişiklik meydana gelmezse abdesti bozulmaz.

Ayakta veya namaz rûkûu gibi tam rükû hâlinde uyuyan kişinin abdes­ti bozulmaz. Zîrâ bu durumlarda insanın vücudundaki organlar biribirlerine bağlı ve tutkun olurlar. Yanında konuşanların seslerini duyabilecek ka­dar hafif bir uyku uyumakta olan kişinin, uzanmış olmasına rağmen abdesti yine bozulmaz. Ama konuşanların seslerini işitemiyecek kadar ağır bir uy­kuda olursa abdesti bozulur. Uykunun ancak uzanarak vuku bulması hâlin­de abdestin bozulacağına ilişkin delil, şu hadîs-i şeriftir:

“Abdest, ancak uzanarak uyuyan kimseye vâcib olur. Zîrâ uzanma hâ­linde mafsallar gevşer.” [62]

Hanefîler sırtı üstü uyuyanla uyluklarından birinin üzerine ağırlığını ve­rerek uyuyan kişileri de uzanarak uyuyan kimselere kıyaslamalardır. Çün­kü uzanarak uyuyanın abdestinin bozulmasındaki sebeb, mafsallarının gevşemesidir. Bu sebeb, sırtı üstü uyuyanla, uyluklarından birinin üzerine du­rup uyuyan kimsede mevcûdtur. Kendisinde yellenme gevşekliği veya sidik akıntısı bulunan özürlü kimselerin abdestleri uyku ile bozulmaz. Zîrâ uya­nık iken ön ve arkalarından çıkan bu şeyler, abdestlerini bozmadıklarına göre uyku hâlinde hiç bozmazlar.

Şâfîîler: Kişi oturarak veya bir binite binerek oturağını oturduğu yere dayayıp arada boşluk bırakmadan uyusa abdesti bozulmaz. Ama sırtüstü veya yangelerek uyuşa, oturağıyla oturduğu yer arasında vücûdu zayıf olması do­layısıyla arada bir boşluk da kalırsa uyumakla abdesti bozulmuş olur.

Uyuklama abdesti bozmaz. Uyuklama, uykudan ayrı olup beyinde mey­dana gelen bir ağırlıktır. Ki uyuklayan kişi, yanında konuşulanları anlama­sa bile konuşanların seslerini işitir.

Hanbeliler dediler ki: Her ne hal ve şekilde olursa olsun uyku, ab­desti bozar. Ancak örfe göre az sayılan oturma ve ayakta durma hâlindeki hafif uyku abdesti bozmaz.

Malikiler dediler ki: Uyku, ağır olduktan sonra kısa sürsün uzun sürsün, kişi uzanmış olsun oturmuş olsun, secde hâlinde olsun ayakta dur­sun, abdesti bozar. Bunun yanında kısa da sürse uzun da sürse, hafif uyku abdesti bozmaz. Ancak uzun süren hafif uykudan sonra abdest almak mendubtur. Kısa süreli ağır uyku: Uyuyan kişi, eğer bir bez dürüp mak'adının (oturağının) kaba etleri arasına koyup mak'adını tıkamaz ve üzerine oturmazsa ve uyuduktan sonra tıkaçsız olarak uyanırsa abdesti bozar.

Uzun süreli ağır uyku: Uyuyan kişi oturağını tıkamış olsa bile kesinlik­le abdesti bozar. Uyumakta olan kişi etrafındaki sesleri işitmezse oturağı üze­rine oturup dizlerini yan yana getirerek iki eliyle dizlerini tutar da ellerinin çözüldüğünün farkına varmazsa, elindeki bir şeyin yere düştüğünün farkına varmazsa, ağzından salyasının aktığım hissetmezse ağır uykuda demektir.

 

2. Ön ve arkadan çıkmadığı halde, onlar gibi abdesti bozan şeyle­rin ikincisi, kadın olsun tüysüz genç erkek olsun, şehvetli birinin bunlara dokunmasıdır. Fıkıhçılar, işi terminolojiye dökerek dokunmanın bazan el­le, bazan da vücûdun herhangi bir tarafıyla olabileceğini, “Lems”in, yani ellemenin ise sadece elle olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunların herbirinin kendine özgü hükümleri vardır. Şehvetli birinin ellemesi mezheblere göre ileri sürülen şartlar doğrultusunda abdesti bozar.

 

Şafiiler dediler ki: Yabancı bir kadına dokunmak veya onu ellemek, mutlak surette abdesti bozar. Elleyen erkek yaşlı, kadın da ihtiyar ve çirkin olsa ve bunlar birbirlerine dokunmaktan lezzet duymasalar bile yine abdest-leri bozulur. Şafiî mezhebinde yerleşik kural budur. Elleyen veya dokunan erkek, genç de olsa, yaşlı da olsa hüküm aynıdır. Bazıları diyebilirler ki: Yaşlı ve çirkin kadını ellemekten ne tad alınabilir ki bunu yapmakla abdest bozul­sun? Bunlara verilecek cevab şudur: Kadın, yaşadığı sürece mutlaka kendi­sinden tad alıp yararlanacak birisi bulunur. Kadına dokunmanın abdesti boz­ması, erkekle kadının tenleri arasında bir perde bulunmaması şartına bağlı­dır. Abdestin bozulmaması için arada ince de olsa bir perde bulunması ye­terlidir. Tozların üst üste gelmesiyle arada bir kir tabakasının oluşması bile perde yerine geçerli olur. Ama ikisinin vücûdları arasındaki ter tabakası perde yerine geçerli olmaz.

Bir erkeğin başka bir erkeği ellemesi veya arada perde olmaksızın dahî vücûdlarının birbirine dokunması abdesti bozmaz. Ellenilen veya dokunu­lan erkek, tüysüz güzel bir genç olsa abdest yine bozulmaz. Ama bundan dolayı abdest almak sünnet olur. Kadının kadını, erseliğin erseliği (Hunsa, çift cinsiyetli) ellemesi veya tenlerinin birbirine dokunması abdestlerini boz­maz. Erselikle erkek veya kadının elleri veya tenleri birbirlerininkine dokunacak olsa yine abdestleri bozulmaz.

Selim tabiatlı kimselerce, dokunan erkekle dokunulan kadının şehvet haddine vardıkları bildirildiğinde abdestleri bozulur.

Kadının tüyleri, tırnak ve dişlerine dokunmakla lezzet duyulsa bile ab­dest bozulmaz. Çünkü lezzet duyulmaması, bu nesnelerin özelliğindendir. Denebilir ki: İnsanlar, kadının bazı yerlerine nisbetle dişlerinden daha fazla lezzet almaktadırlar. Lezzet duymamak bunların özelliğindendir demek ak­la uyar mı? Şâfiîler bu soruya şu cevâbı vermektedirler: Ağıza dokunmak bir tarafa bırakılacak olursa, dişleri birer kemik parçası olarak ele alacak olursak bunlardan ne lezzet alınabilir?

Ölüyü ellemek ve ona dokunmak da abdesti bozar. Mahrem, yani kişi­ye nikâhlanması ebediyyen haram olan bir kadına dokunmak veya onu elle­mek abdesti bozmaz. Kan bağı, süt bağı ve hısımlılık bağlarından ötürü bazı kadınların nikâhı ebediyyen insana haram olabilir. (Anne, kızkardeş, teyze, halâ, kayınvalide, süt ana ve sütbacısı gibi.) Bunlara dokunmakla abdest bo­zulmaz. Bazı. kadınların nikâhlanması ebediyyen değil de geçici olarak haram olur. Baldız, hanımın teyze ve halâsı gibi. Bunlar, hanımın boşanma­sından veya ölümünden sonra nikâhlanabilirler. Bunlara dokunmak abdesti bozar. Şüphe ile cinsel ilişki kurulan kadının annesine ve kızına dokunmak­la abdest bozulur. Bunların ikisini nikahlamak her ne kadar harâmsa da bu harâmlık, hısımlık, neseb ve süt bağlarından ötürü doğmamıştır.

Hanbeliler dediler ki: Arada perde olmaksızın şehvetle bir kadım ellemek veya ona dokunmak abdesti bozar. Bu kadın mahrem olsun yaban­cı olsun, diri olsun ölü olsun, küçük olsun büyük olsun fark etmeyip aynı sonuca varır. Yalnız küçük kızların âdete göre şehvetli olmaları gerekir. Bu hususta kadın da erkek gibidir. Eğer bir kadın bir erkeği elleyecek olursa veya ona dokunacak olursa mezkûr şartlarla abdesti bozulur.

Abdestin bozulması için tüy, diş ve tırnak dışında vücûdun diğer kısım­larının ellenmesi şartı vardır. Sözgelimi bu saydığımız nesneler ellenecek olursa abdest bozulmaz. Dokunulan veya ellenilen kişi bunlardan bir lezzet duysa bile abdesti bozulmaz. Erkek erkeği ellerse, ellenen tüysüz bir genç olsa bile yine abdesti bozulmaz. Kadın kadını, erselik erseliği ellerse, elleyen bundan bir lezzet duysa bile bile abdesti bozulmaz.

Bu anlattıklarımızdan sonra, arada perde olmaksızın âdeten şehvetli ol­duğu bilinen kadını -bu kadın yaşlı ve çirkin olsa bile- elleme veya dokun­manın abdesti bozması hususunda Hanbelîlerle Şâfiîlerin görüş birliği için­de oldukları anlaşılmış olur. Bu iki mezheb, yalnız mahrem kadınları elleme hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Hanbelîler derler ki: Mahrem de olsa bir kadını ellemek abdesti bozar. Ellenen veya dokunulan kadın, elleye-nin annesi de olsa kızkardeşi de olsa abdesti bozulur. Şâfiîler buna karşıdır­lar.

Erkeğin erkeği ellemesiyle ellenen, tüysüz güzel bir genç olsa bile ab­destin bozulmayacağı hususunda görüş birliği edilmiştir. Yalnız Şâfiîler, bunu yapanın abdest almasının sünnet olacağı kaydını koymuşlardır. Kadının tü­yü, tırnağı ve dişlerinin ellenmesinin abdesti bozmayacağı hususunda da gö­rüş birliği edilmiştir... Ancak Şâfiîlerin anlatmış oldukları hafif bazı detay­larda aralarında bir görüş ayrılığı olmuştur. Ki bu nedenle de her iki mezhe­bin görüşlerini ayrı ayrı anlatmayı uygun gördük.

Malikiler dediler ki: Abdestli biri kendisinden başka birine, eliyle veya vücûdunun herhangi bir tarafıyla dokunacak olursa abdesti bozulur. Ancak abdestin bozulması için gerek dokunanda, gerek dokunulanda bazı şartların gerçekleşmesi îcâb eder:

1. Baliğ olacak.

2. Lezzet kasdiyle dokunacak. Veya dokununca lezzet duymuş ola­cak. Lezzet kasdiyle dokunup lezzet duymasa bile yine abdesti bozulur. Bu­nun tersi için de aynı hüküm geçerlidir.

3. Dokunduğu kimse çıplak veya hafif bir örtüyle örtünmüş olacak. Örtü kalın olursa abdest bozulmaz. Örtü kalın olur da içindeki şahsın bir organını tutup eliyle avuçlayacak olur veya lezzet kasdiyle bunu yaparsa ab­desti bozulur. Lezzet kasdiyle yapmayıp lezzet duyarsa yine abdesti bozu­lur.

4. Dokunduğu kimse âdeten şehvetli biri olacak. Örneğin beş yaşın­daki şehvetsiz küçük bir kız çocuğunu ellemek abdesti bozmayacağı gibi, er­keklerin kendisinde tamahlarının kalmadığı yaşlı kadını ellemek de abdesti bozmaz.

5. Saç ve tüyler de vücudun parçalarından sayılmaktadırlar. Lezzet alma kasdiyle kadının saçlarına dokunulacak olursa abdest bozulur. Lezzet kasdi olmaksızın dokunur da lezzet duyacak olursa yine abdesti bozulur. Ama kadın, kendi eliyle kendi saçma dokunacak olursa abdesti bozulmaz. Aynı şekilde erkeğin saçı kadının saçına, tırnağı kadının tırnağına dokunacak olursa bunlarda duyu olmadığı gerekçesiyle abdesti bozulmaz.

6. Dokunmakla abdestin bozuluşu, lezzet kasdi veya lezzet duyma se­bebinden ötürüdür. Dokunulan kadının yabancı bir kadın olmasıyla kendi eşi olması arasında fark olmadığı gibi, dokunulanın tüysüz bir delikanlı ol­masıyla sakalı yeni bitmekte olup insana lezzet veren bir genç olması arasın­da fark olmayıp hepsi abdestin bozulmasına neden olurlar.

7. Dokunulan kızkardeş, veya onun kızı, hala veya teyze gibi mah­rem bir kadınsa ve dokunan da şehvetli olup lezzet almayı kasdeder ve fakat lezzet duymazsa abdesti bozulmaz. Ama dokunduğu kadın yabancı biriyse, lezzet kasdi olmazsa bile abdesti bozulur.

8. Ağızdan öpmek de dokunma ve ellemenin hükmüne tâbidir. Lez­zet kasdiyle öpen veya zorla öptürmek gibi lezzet kasdi olmaksızın öper ve fakat lezzet duyarsa abdesti bozulur. Kişi kendi nefsindeki maksada göre birine acıyıp öper de lezzet duymazsa abdesti bozulmaz. Eğer lezzet duyarsa ab­desti bozulur. Bütün bu saydığımız şartlar dokunana nisbetledir. Dokunu­lana gelince o da, baliğ ise ve kendisine dokunulup ellendiğinde lezzet du­yarsa abdesti bozulur. Eğer kendisine dokunulduğunda veya ellendiğinde lezzet duymayı kasdederde zâten dokunan durumuna geçer. Ki yukarıda geçen hü­kümlere tâbi olur. Düşünmekle veya dokunmaksızın bakmakla lezzet kasdi olsa veya lezzet duyulsa bile veya fuhuşa dâir kötü söz söylese bile abdesti bozulmaz. Eğer düşünme veya bakma sebebiyle mezîsi gelirse abdesti bozu­lur. Menisi gelirse de gusül yapılması gerekir.

Hanefîler: Bedenin hangi tarafıyla olursa olsun, dokunan veya do­kunulan çıplak da olsa abdest bozulmaz, derler. Kişi, abdestli olur; ikisi de çıplak ve hanımına bitişik olarak aynı yatağa uzanacak olurlarsa, abdestleri bozulmaz. Ancak kendilerinden mezi ve benzeri bir şeyler akarsa veya ikisi­nin tenasül organları üst üste gelecek olursa abdestleri bozulur. Tabiî ayrıca erkeğin penisinin sertleşmesi ve arada vücûdlarının ısısını engelleyecek bir perdenin bulunmaması hâlinde erkeğin abdesti bozulur. Kadın ise, erkeğiyle yanyana gelip, tenasül organının onunki ile üst üste gelmesi hâlinde abdesti bozulur. İki kadın çıplak olarak birbirlerine sarılıp bitişirler ve cinsel organ­ları da birbirine temas ederse abdestleri bozulur. Hamamlarda olduğu gibi iki erkek, kalabalıktan ötürü çıplak olarak yanyana gelip bitişecek olurlar­sa, dokunanın penisi sertleşmedikçe abdestleri bozulmaz.

Böylece Hanefîlerin bu hükümde diğer İmamlardan ayrı görüşe sâhib oldukları öğrenilmiş oldu. Mâlîkîler abdestin bozulmasını, lezzet kasdına veya lezzet duyma şartına bağladılar. Şehvetsiz ihtiyar kadını ellemekle abdestin bozulmayacağını söyleyerek de, bozulur diyen Şafiî ve Hanbelîlere muhale­fet etmiş oldular. Güzel ve tüysüz delikanlıları ellemekle abdestin bozulma­yacağını söyleyerek Hanefîler, Mâlikîlere muhalefet ettiler. Hanbelîlerle Şâfiîler de bozulmaz dediler. Dokunulan çıplak olmadıkça ve üzerindeki örtü­sü de ince ve hafif olmadıkça dokunmanın abdesti bozmayacağını söyleye­rek bazı şartlarla diğer mezheplerle görüş birliği yaptılar. Ancak Malikiler dediler ki: Dokunulan, elbisesini giyinikse ve abdestli biri de onun vücûdu­nu eliyle tutacak olursa abdesti bozulur.

Kadının saçını tutmada ihtilâfa düşmüşlerdir. Mâlikîler derler ki: Er­kek, kadının saçma lezzet kasdiyle dokunur veya lezzet kasdiyle olmaksızın dokunur da lezzet duyarsa abdesti bozulur. Çünkü saçların lezzet verdikleri tartışma götürmez bir şekilde kesindir. Ama kadınlar, kendi saçlarıyla er­keklere dokunacak olurlarsa kendilerinin abdestleri bozulmaz. Çünkü on­lar, bundan bir şey hissetmezler. Hanbelî ve Şâfiîlerse, saça dokunmanın ab­desti bozmayacağı görüşündedirler.

 

3. Önden ve arkadan çıkan şeyler gibi abdesti bozan şeylerin üçün­cüsü ellemektir. Kişi, eliyle ya kendi vücûduna veya başkasının vücûdu­na dokunur. Başkasının vücûduna dokunmakla ilgili hükümler geçen bö­lümde anlatıldı. Kişinin kendi vücûdunu ellemesine gelince, bundan lez­zet duyacağı alışılmış bir durum değildir. Ama baz; hadîsler, kişinin kendi penisini ellemesinin abdestini bozacağına delâlet etmektedirler. Diğer bazı hadîslerdeyse, bunu yapmakla abdestin bozulmayacağı ifade edilmekte­dir. İşte bu nedenle mezhebler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Kişinin kendi penisini ellemesiyle abdestinin bozulmayacağı görüşün­de olanlar, bazı hadîsleri delil olarak ileri sürmektedirler. Bunlardan biri İbn Mâce dışındaki diğer Sünen sahiplerinin rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerîftir:

Rasûlullah (s.a.s.) namazdayken penisini elleyen bir erkeğin duru­mu hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“O, senin vücudundaki bir parça etten başka bir şey değildir.” [63]

İbn Hibban da bu hadîsi. Sahîh'inde rivayet etmiştir. Tirmizî ise, “Bu mevzuda rivayet edilen en güzel hadîs budur” demiştir.

Penisi ellemek abdesti bozar diyenler de birçok hadîs-i şerîfi delîl ola­rak ileri sürmektedirler. Ki bunlardan biri şu hadîs-i şeriftir:

“Kim penisini ellerse abdest alsın.” [64]

Üç mezheb İmamı, penisi ellemenin abdesti bozacağı hususunda gö­rüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerse bu hususta onlara muhalefet etmişler­dir. Bu mezhebe göre, penisi ellemekten ötürü abdest bozulmaz. Hanefîlerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Avuç içiyle de olsa, parmakların iç taraflarıyla da olsa, şehvetle de olsa penisi ellemek abdesti bozmaz. Zîrâ bedevîvâri biri­si Rasûlüllah (s.a.s.) a gelerek

“Ya Rasûlallah! Namazdayken penisini elleyen bir adamın durumu hakkında ne dersin?” diye sormuştu da Rasûlüllah, kendisine şu cevâbı vermişti:

“O, senin vücûdundan bir parça veya etten bir parçadır.” [65]

Yine de penisi elleyen birinin, âlimlerin ihtilâfından kurtulmak için ab­dest alması müstehab olur. Çünkü ittifaklara uyularak yapılan ibâdet, ihti­lâflara kaçılarak yapılan ibâdetten daha hayırlıdır. Ama ittifaklara uyayım derken, kişinin kendi mezhebine göre mekruh davranışlarda bulunmaması da şarttır.

Bu anlatılanlar bir tarafa, Rasûlüllah (s.a.s.) in:

“Kim penisini ellerse abdest alsın” mealindeki buyruğunda geçen ab­dest kelimesini Hanefîler, lügat manâsında kabul etmişlerdir. Ki bu da elle­rin yıkanması demektir. Penisini ellemiş olan bir kişi, namaz kılmak istedi­ğinde mendûben ellerini yıkamalıdır.

Kişi, vücûdunun herhangi bir yerini, hatta mak'adındaki deliğin etrafı­nı bile elleyecek olursa abdesti bozulmaz. Kadın da elini, kendi tenasül or­ganına değdirecek olursa abdesti bozulmaz. Ancak parmağını veya iğne uçu gibi bir şeyi vaginaya sokarsa bu durumda abdesti bozulur. Çünkü bu du­rumda sanki içeriye bir şey girip kaybolmuş olmaktadır. Parmağının sadece bir kısmını sokar da parmak görünmeyecek şekilde olmazsa, ama geri çe­kerken parmağında ıslaklık ve koku olursa abdesti bozulur. Aksi takdirde bozulmaz. Aynı şekilde kadın, parmağını veya bir parça pamuğu vaginasının önüne koyar da pamuk veya parmak ıslanacak olursa abdesti bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.

Malikiler dediler ki: Penisi ellemekten ötürü ancak bazı şartların gerçekleşmesi hâlinde abdest bozulur:

1. Kişi kendi penisini ellerse abdesti bozulur. Başkasının penisini el­lerse, başkasına dokunma hükümleri cereyan eder.

2. Kendi penisini elleyen baliğ ise abdesti bozulur. Erselik dahî kendi penisini ellediğinde abdesti bozulur. Çocuk, kendi penisini ellediği takdirde abdesti bozulmaz.

3. Ellerken arada bir örtü veya engel bulunmazsa abdesti bozulur.

4. Avuç içi veya elin yan tarafları veya parmakların alt ve yan kısım­ları veya baş taraflarıyla penisi ellerse abdesti bozulur. Diğer parmaklardan farksız olan duyma ve görmede onlar gibi olan fazla parmakla da penis ellenecek olursa abdest yine bozulur. Ama baldır veya kol, penise değecek olursa abdest bozulmaz. Bir ağaç dalıyla penise dokunulursa veya arada bir perde bulunmakla penis ellenecek olursa abdest yine bozulmaz.

Yukarıdaki şartların gerçekleşmesi hâlinde lezzet alınsın alınmasın, ka­sıtla olsun, unutarak olsun, penis ellendiği takdirde abdest bozulur. Bir kadının kendi tenasül organını ellemesiyle abdesti bozulmaz. Parmağını soksa ve bundan zevk alsa bile durum değişmez. Kişinin mak'ad mahalli­ni ellemesi veya zaruret olmadan yapılması haram bile olsa parmağını bu deliğe sokmasıyla abdesti bozulmaz. Penis kesilmiş olsa, kesildiği yeri ellemek, teslisleri ve kasık bölgesini ellemek, yapana lezzet vermiş olsa bile abdesti bozmaz. Başkalarının mak'ad deliğini veya vaginasını elle­mek halinde, başkasına dokunma hükümleri geçerli olur. Bununla ilgili hükümler, önceki bahiste anlatılmıştır.

Şafiiler dediler ki: Vücûda bitişik veya vücûdtan ayrılıp da henüz parçalanmamış olan penisi ellemekle abdest bozulur. Her ne kadar vücûd­tan ayrıldıktan sonra penis ismini yitirirse de ellemekle abdest bozulur. Pe­nisin kesildiği yeri ellemek de bazı şartlarla abdesti bozar:

1. Arada perde ve benzeri bir engel bulunmazsa.

2. Elleme, avuç içi veya parmakların alt kısımlanyla yapılırsa. Avuç içiyle parmakların alt kısımlarının sınırı, avuç ve parmaklar üst üste geldi­ğinde görünmeyen kısımlardır. Elin ve parmakların aralarıyla ve yan taraf­larıyla penis ellendiğinde abdest bozulmaz.

Hanbelîler: Bunlar da Şâfiîler gibi, penisin kişiye ait olmasını şart koşmazlar. Başkasının penisini ellemenin de kişinin kendi penisini ellemesi hükmünde olacağı düşüncesindedirler. Bu nedenle demişlerdir ki: Kişi, ge­rek kendi penisini gerek başkasının penisini ellerse; ellediği penis küçük bir çocuğun veya bir ölünün penisi olsa bile abdesti bozulur. Penisi ellenenin değil de penisi elleyenin abdesti bozulur. Kadın, kendi vaginasını elleyince abdesti bozulacağı gibi başka birisi de elleyecek olursa elleyenin de abdesti bozulur. Mak'ad deliğini ellemek de vaginayi ellemenin hükmüne tâbidir. Ama testisleri ve kasık bölgesini ellemekle abdest bozulmaz.

Ön ve arka dışında vücûdun herhangi bir yerinden çıkan necaset, çok olduğu takdirde abdesti bozar. Çokluk ve azlık, kişinin bünyesinin kuvvet veya dermansızlığı ile şişmanlık veya zayıfliğıyla ölçülür. Meselâ zayıf birin­den kan akarsa bu kan, onun bünyesine göre çok görülürse abdesti bozulur. Çok görülmezse abdesti bozulmaz. Kusmak da bu hükme tâbidir.

 

4. Ön ve arkadan çıkmadığı halde abdesti bozan şeylerin dördün­cüsü, çıbandan veya yaradan çıkan irin ve kandır. Ki bunlar necis olup abdest bozucudurlar. İrtidâttan dolayı da abdest bozulur. Dinden çı­kan bir kişi eğer abdestli ise abdesti bozulur. Şiddetli derecede gazaplanan câhiller, çoğu kez dîne söverek bu duruma düşmektedirler. Bunlar küfrü gerektirici sözleri hiç aldırmaksızın sarfetmekte, sonra da pişman olmaktadırlar. Bunlar bu fiili işlerken şayet abdestli iseler abdestleri bo­zulur. En aşağılık irtidât cerîmelerinin sâlih amelleri boşa savurup heba edeceği bilinirse, insanlar kendilerine hâkim olup bu vartaya düşmekten kurtulurlar. Ve hiçbir yararı olmayan, tersine birçok zararlara sebeb olan bu kelimeleri söylememek için dillerini tutarlar.

 

Hanefîler: İrtidâttan dolayı kişinin her ne kadar işlemiş olduğu sâlih ameller boşa gitse de ve mâlî tasarruf yetkisi elinden alınsa da abdestinin bo­zulmayacağı görüşündedirler.

Şâfiîler: İrtidat eden kişi, eğer sidik akıntısı özründen salim ise ab­desti bozulmaz, ama salim değilse, temizliği zayıf olduğundan ötürü abdesti bozulur.

Hanefiler dediler ki: Namazda kahkahayla gülmek abdesti bozar. Bu hususta birçok hadîsler mevcûd olup, bunlardan TaberânFnin Ebû Mu­sa'dan rivayet etmiş olduğu hadîsi örnek olarak gösterebiliriz:

“Rasûlullah (s.a.s.), bir ara halka namaz kıldırıyordu. Gözleri arızalı bir adam içeri girdi. Mesciddeki çukura ayağı kayıp düşünce de orada na­mazda bulunanların çoğu kendisine güldüler. Bunun üzerine Resülüllah (s.a.s.), namazdayken gülenlerin abdestlerini ve namazlarını yenilemelerini emretti. [66]

 

Namazda kahkahayla gülmek, deve eti yemek ve ölü yıkamak abdest bozmaz. Hades hâlinden şüphe etmekle abdest bozulmaz. Bu­nun da iki şekli vardır:

 

1. Kişi, abdest aldığını kesin olarak bilecek. Ancak abdest aldıktan sonra hades hâlinin vuku bulup bulmadığı hususunda şüphe ederse bu şüpheden ötürü abdesti bozulmaz. Çünkü bu kişi, abdestten sonra hadesin vukûbulup bulmadığından şüphe etmektedir. Şüphe ise tahareti gidermez.

2. Kişi, abdest aldığını da, kendisinden hades hâlinin vukû bulduğunu da kesin olarak bilecek. Ancak hades hâlinin vukuundan önce mi sonra mı abdest aldığı hususunda şüpheye düşecek olursa, bu durumda iki şekille karşılaşılacaktır:

a. Bu kişi şüphelenmekte olduğu ve hangisinin daha önce vukû bulduğunu bilmediği abdestten ve hadesten önceki durumunu hatırlamaya çalışacaktır. Eğer abdesfen önce hades hâlinin vukû bulduğunu hatırla­yacak olursa abdesti var sayılır. Çünkü hatırladığından ötürü birinci ha­des hâlinden sonra abdest almış olduğu hususu sabit olmaktadır.

 

Kahkaha; kişinin yanmdakilerinin işiteceği kadar yüksek sesle -uzun sürmese bile- gülmesidir. Bu gülüş, abdesti bozar. Ama sadece kendisinin işite­bileceği kadar bir sesle namazdayken gülmesi hâlinde yalnız namazı bozu­lur. Abdesti bozulmaz. Namaz kılan baliğ ise, kadın olsun erkek olsun, ka­sıtlı olsun unutmuş olsun kahkahayla gülecek olursa (hem namazı hem de) abdesti bozulur. Yok eğer çocuksa bozulmaz. Ayrıca kahkahayla gülmek, secdeli ve rükû'lu namazlarda vekûbulursa bu saydığımız hükümler söz ko­nusu olur. Diyelim ki tilâvet secdesini edâ etmekte olan biri kahkahayla gü­lecek olursa sadece secdesi bozulur. Abdesti bozulmaz. Namazını bitirmek üzere olan birisi, selâm yerine kahkahayla gülecek olursa abdesti bozulur. Namazı sahîh olur. Hanefîlere göre selâmdan başka şeylerle de namazdan çıkılabilir. Ancak selâm yerine kahkahayla gülen, Allah'a yalvaracağına ter­biyesizlik etmiş ve vâcib olan selâmı terk etmiştir.

 

Hanbelîler: Deve etini yemekten ve ölüyü yıkamaktan ötürü ab­dest bozulur demişlerdir.

Malikiler dediler ki: Hades veya hadese sebeb hâllerin vukû bulduğundan şüphe edilince abdest bozulur. Meselâ bir şahıs, abdest aldıktan sonra yellenmekten veya penisini ellemekten dolayı abdesti bozulduktan sonra ab­dest alıp almadığından veya abdest ile hades hâlinin hangisinin daha önce vukûbulduğundan şüphe edecek olursa abdesti bozulur. Çünkü berâet-i zim­met ancak yakîn ile hâsıl olur. Yani zimmetten kurtulmak, ancak kesin hü­kümlerle mümkün olur. Şüphedeki adamda ise yakînden eser yoktur.

 

Hadesli bir kişi abdest alarak hades hâlini ortadan kaldırdıktan son­ra ikinci kez kendisinde hades hâlinin vukûbulup bulmadığından şüphe edecek olursa ne yapmalıdır? Yalnız Hanefîlere göre şüphenin, yakîne za­rarı olmayacağını hatırlatmakta da fayda vardır. Evet, durumu belirtilen kişi için bir örnek vermeye çalışalım: Bir kişi öğleden sonra abdest aldığı­nı kesin olarak bildiği gibi, öğleden sonra da kendisinde hades hâlinin vu­kûbulduğunu kesin olarak biliyor. Ancak hadesin önce vukûbulup abdes-ti sonra aldığı (ve dolayısıyla abdestli olduğujnu kestiremediği gibi; abdesti önce alıp hadesin sonra vukû bulduğu (ve dolayısıyla abdestsiz ol­duğu)nu kestirememektedir. Bu durumda öğleden önceki durumunu de­ğerlendirecektir. Şöyle ki: Eğer öğleden önce abdestsiz idiyse, öğleden sonra abdestli sayılır. Çünkü bu kişinin hades hâlinin öğleden önce vukû-bulduğuna ve abdestini de öğleden sonra aldığına kesin olarak kanaat getirilmiş olur. Öğleden sonra vukû bulan ikinci hades hâlinin abdestten önce mi, sonra mı vukûbulduğu hususunda şüpheye düşecek olursa ab­destli sayılır. Çünkü şüphe ile abdest bozulmaz.

b. Kişi eğer öğleden önce abdestli olduğunu, sonra yine abdest aldığını ve hades hâlinin vukûbulduğunu hatırlayacak olursa bu durumda birkaç şekil ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki:

Eğer abdest yenilemek, âdeti ise fecirden sonra kesin abdestsiz olduğuna hükmedilir. Çünkü fecirden önce abdestli olduğu kesinlikle bi­linmektedir. Bundan sonra da abdest yenilemiş ve de hades hâli vukû bulmuştur.

 

Hanbeliler dediler ki: Abdest tazelemek itiyadında olsa bile bu kişi, önceki hâlinin tersine göre amel eder. Yani önce abdestsiz ise abdestli oldu­ğuna; abdestli ise abdestsiz olduğuna itibâr edilir.

 

Ancak kendisi, bunlardan hangisinin daha önce, hangisinin daha sonra olduğunu bilememektedir. Bu şüphe, abdesti bozacak bir şüp­he olarak kabul edilmez. Çünkü daha önce birinci abdesti aldığı kesin, hades hâlinin vukuu da kesindir. İkinci abdesti ise, kendisinden sonra ha­des vukûbulan birinci abdesti yenilemek İçin aldığı kabul edilir. Böylece de ikinci abdesti, vukuu kesin olan hades hâlini ortadan kaldırmak için almadığı anlaşılmış olur.

Eğer abdest yenilemek âdeti değilse, abdestli sayılır..Çünkü ikinci ab­dest, şüpheli olan hades hâlini ortadan kaldırmış olmaktadır. Bütün bu anlatılanlar, abdestin tamamlanmasından sonra akla gelebilecek olan şüp­helerle İlgilidir. Ama abdest esnasında, bir organı yıkayıp yıkamadığında şüpheye düşecek ulursa şüphelendiği organı yeniden yıkar.

Gayet açık olarak bilinmektedir ki biz, bu ilmî incelikleri, ilim talebe­lerine faydalı olur ümidiyle burada anlatmaktayız. Avam tabakasına mensub kimselerin, zorunluluk olmadıkça bu incelikleri bilmelerine gerek yoktur. Meselâ bir kişi, suyun kıt olduğu bir yerde olur, yaşlılık, zayıflık ve so­ğuktan ötürü abdesti iade etmesi zorlaşır ve teyemmüm etmesi de mu­bah olmaz bir durumdaysa, bu anlattığımız inceliklerden haberdar olma­lıdır. Âlimler, toplumun bir kısmının veya tümünün yararlanacağını hesa­ba katarak dînî hükümlerden her hangi birini açıklamaktan geri durmaz­lar.[67]

 

İSTİNCÂ BAHSİ

 

İstincâ'nın Tanımı:

 

İstincâ, önden ve arkadan çıkan pislikleri gidermek ve bunların çıkış yerlerini su, taş ve benzeri şeylerle temizlemektir. İstincâ kelimesinin ye­rine bazan “istitâbe”'veya “isticmar” kelimeleri de kullanılmaktadır. An­cak isticmar, sadece taşlarla yapılan temizliğe özgü bir terimdir. Bu keli­me arapçada, küçük çakıl taşları anlamına gelen 'cimar' dan türemiştir. İstitâbe denmesi ise, kişi pisliklerden temizlenince gönlü ferah olup müs­terih olduğundan ötürüdür.

İstincâ demesi de şu sebepten ileri gelmektedir: İstincâ, “Necevtü'ş-şecerete”, yani “ağacı kestim” cümlesindeki “necevtü” fiilinin südâsî mezîdlerinden olan “istif'al” babının masdandır. Kesmek, yani necaseti kes­mek anlamını ifade etmektedir. İstincânm suyla yapılması asıldır. Bizden önceki ümmetlerde istincâ, sadece suyla yapılırdı. Rivayet olunur ki suy­la ilk istincâyı yapan, Hz. İbrahim (a.s.) dır. Ama İslâm dîni bir kolaylık ve müsâhama eseri olarak istincânm taşla ve benzeri, mak'ada zarar ver­meyecek diğer şeylerle de yanılmasına ruhsat vermiştir.[68]

 

Hükmü:

 

Anlattığımız mânâda istincâ farzdır..

 

Hanefiler dediler ki: İstincâ veya onun yerine geçen isticmar, ka­dınlar ve erkekler için müekked bir sünnettir. Müekked sünnetin özelliği ge­reği, istincâ yapmayan, kuvvetli görüşe göre kerahete girmiş olur. Necaset, çıkış deliğinin etrafına yayilmadıkça istincânm su, küçük taş ve benzeri şey­lerle yapılması müekked sünnettir. Çıkış yerinden maksat, Hanefîlere göre insan ayakta durduğunda oturağın (mak'adın) kapanıp görünmeyen deliği ile penisin ucundaki deliktir. Bu çıkış yerlerinden çıkan pisliğin alışılagelen dışkı ve idrar gibi bir pislik olmasıyla kan ve irin gibi alışılagelmeyen bir pis­lik olması arasında fark yoktur. Bu pislikler, sözü edilen çıkış delikleriyle

oturağın dışına yayılacak olurlarsa durumu değerlendirmek gerekir. Yayı­lan necaset, bir dirhemin genişliğinden daha fazla ise bu pisliği yalnız su ile gidermek farz olur. Bu durum artık istincâyı değil de necaseti giderme konusunu ilgilendirmektedir. Necasetin giderilmesi için de su kullanmak gerek­lidir; farzdır. Yine aynı şekilde penisin baş tarafına sidik yayılır ve bu sidik bir dirhem miktarından daha fazla olursa suyla temizlenmesi farz olur. Taş­la temizlemekle yetinilmemelidir. Sahîh olan görüş budur. Sünnet edilme­miş bir penisin başındaki kılıfa da bulaşan sidik bir dirhem miktarından fazla olursa suyla yıkanması farz olur. Taşla temizlemek yeterli olmaz. Bu görüş, İmam Âzam ile Ebû Yûsuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre ise, çıkış de­liğinin dışına yayılan necaset bir dirhem miktarından az da olsa çok da olsa yıkamlması vâcib olur. Bunu yaparken çıkış deliğinin tam üzerinde bulunan pislikleri yıkamanın da vâcib olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü et­rafa yayılan pislik, çıkış deliğinin tam üstündeki pislikten yayılmıştır. Her ne kadar İmam Âzam ile Ebû Yûsuf'un görüşleri esas olarak alınıyorsa da, İmam Muhammed'in bu görüşü ihtiyata daha yakındır.

Suyun bol olduğu mıntıkalarda ihtiyata uymak için pisliği suyla yıka­yıp temizlemek gerekir. Pislikler ve pis kokular ancak su ile temizlenip gide­rilebilir. Çöl gibi suyun kıt olduğu yerlerdeyse İmam Âzam ile Ebû Yûsuf'­un görüşlerine uyulacağı açıktır. Su bulunmasına rağmen kullanılması bazı sebeblerden ötürü imkânsızlaşıyorsa da bu görüşe uymak gerekir. Özetle Hanefîlerin bu konudaki görüşlerinin şu noktalarda toplanmakta olduğunu söyleyebiliriz:

Çıkış deliğinin üzerinde bulunan dışkı ve idrar gibi alışılagelmiş pislik­lerle mezî,vedî ve kan gibi alışılagelmemiş pisliklerin su veya başka şeyle gi­derilmesi müekked sünnettir. Ki buna istincâ, isticmar veya istitâbe denmek­tedir. Çıkış deliğinin etrafına yayılan pislikleri gidermekse farzdır. Ki buna istincâ değil de, necasetin giderilmesi denir. Bu necasetin miktarı bir dirhemden fazla olunca suyla giderilmesi şart mıdır, değil midir? Bu hususta İmam Muhammed ile İmam Âzam ve Ebû Yûsuf arasında görüş ayrılığı mevcuddur. İmam Muhammed der ki: Çıkış deliğinin dışına yayılan pislik bir dirhenı mik­tarından az olsa bile suyla yıkanılmahdır. İmam Âzam ile Ebû Yûsuf der ki: Bu pislik, bir dirhem miktarını aşmayınca suyla yıkamlması vâcib olmaz. İstibrâ dışında kadınla erkek aynı hükümlere tabidirler. İstibrâ, çıkış ma­hallinde sidik veya dışkı kalıntısının bulunmadığına galip bir zanla kanâat getirmektir. Bu anlamda istibrâ, kadına vâcib değildir. Ancak dışkı veya id­rarını tamamladıktan sonra az bir zaman beklemeli, bilâhare istincâ veya is­ticmar yapmalı veya her ikisini bir arada yapmalıdır.

Bir kişi isticmar yaptıktan sonra çıkış yerinde necasetin eseri kalır da terledikten sonra o eser, çamaşırına bulaşacak olursa; bulaşık miktarı bir dir­hemden fazla olsa bile çamaşır necis olmaz. Ama isticmar yapan kişinin çıkış deliğinde pislik eseri kalır da o kişi, az miktardaki bir suyun meselâ kü­çük bir su kabının içine oturursa oturduğu suyu ve kabı necis eder. Bunu söylemekle istincâmn, yani sadece çıkış deliğinin üzerindeki pisliği giderme­nin farz değil de sünnet olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü çıkış deliğinin etra­fına yayılma olduğunda bu, istincâ olmaktan çıkıp necaseti giderme hüküm­lerine tâbi olur. Yalnızca küçük abdest yapılıp sidik, penis deliğinin etrafına yayılmadığı takdirde istincâ yapmak müstehab olur. Ama sidik, penis deli­ğinin etrafına yayılacak olursa bu durumda yapılacak olan istincâ değil de necaseti gidermektir. Sırf yellenmekten ötürü istincâ yapmaksa bid'attir.

Katı necasetlerde dirhem miktarı, yirmi kırattır. Sıvı necâsetlerdeyse dir­hem miktarı, avuç dibinin dolusu kadar olmasıdır. Bir kırat, kabuğu olma­yan beş arpa tanesi ağırlığına mukabildir. Ayrıca bir kırat, orta yollu bir keçiboynuzu meyvesinin bir çekirdeğinin ağırlığına da mukabildir. Yine bu çe­kirdeklerden her biri beldemizdeki buğday tanelerinden dört tanesinin ağır­lığına denk gelir. Sonuç olarak da bir dirhem, keçiboynuzu meyvesinin çe­kirdeklerinden onaltı tanesi kadar bir ağırlıktır. Bu anlatılanlardan sonra kişi, bir dirhemin miktarını yaklaşık olarak takdir edebilir. Tabiî takdir ederken de ihtiyatı elden bırakmamalıdır.

Malikiler dediler ki: İstincâda aslolan mendubluktur. Def-i hacet­te bulunan kişinin, çıkış deliğinin üzerindeki pisliği suyla olsun taşla olsun gidermesi mendubtur. Ancak suyla giderilmesi birkaç durumda vâcib olur:

1. Bakire olsun olmasın bir kadın, oturarak küçük abdest yaptığında tenasül organından çıkan şeyi suyla yıkaması vâcib olur. Çıkan bu pislik, çıktığı deliğin etrafına tassa da taşmasa da hüküm aynıdır. Suyla giderilmesi vâcibtir. Yalnız küçük abdesti hergün en az bir defa tenasül organının dışı­na yayılıyorsa bu, sidik akıntısı olan özürlü kimselerin durumuna benzer. Ki bu durumda bulunan kadınlar, suyla yıkamaktan muaf tutulurlar.

2. Önden veya arkadan çıkan pisliğin aşırı derecede etrafa yayılması durumunda da suyla yıkamak vâcib olur. Normalin dışındaki bu yayılma­nın ölçüsünü şöyle tesbit edebiliriz:

Büyük abdest yapıldığında dışkının butlara kadar yayılması aşırı dere­cede bir yayılmadır. Küçük abdest yapıldığında ise sidiğin, penisin baş tara­fındaki sünnet yerini tamamıyla kaplaması aşırı derecede bir yayılmadır. Bu durumda organın tümünü suyla yıkamak vâcib olur. Sadece pislik yayılan yeri yıkamak yeterli olmaz.

3. Alışılagelmiş lezzetiyle penisten mezînin çıkması durumunda da te­mizlenmeye niyet edilerek penisin tümünü yıkamak vâcib olur. Ama niyet etmeden yıkayacak olursa mûtemed olan görüşe göre namazı sahîh olur. Ni­yet ederek penisin bir kısmını yıkayacak olursa bazıları namazı sahîh olur dt..niş, bazıları da sahîh olmaz demişlerdir.

4. Cünüplükten ötürü gusül îcâbeden hâllerde menînin çıkması. Bunun iki şekli vardır:

a. Bu durumdaki kişi, gusle yetecek kadar suyun bulunmadığı bir yerde olursa gusül yerine teyemmüm eder. Ancak penisinin üzerindeki meniyi suyla yıkayıp temizler. Penisin tamamını suyla yıkamaya gerek yoktur. Gusül yap­mak zararlı olur korkusundaki hasta adam da aynı hükme tâbi olup penisi­nin üzerindeki meniyi suyla yıkar ve sonra da teyemmüm eder.

b. Akıntı hâlinda,menmin bir defa bile olsa hergün sızıntı hâlinde ak­ması. Bu durumdaki kişi, mazur sayılıp meninin necasetinden muaf tutulur. Ne suyla ve ne de taşla istincâ yapması gerekmez. Bu şartların tahakkuku durumunda birinci şıkta da aynı hüküm uygulanır.

5. Hayız ve nifas hâlinin sona ermesi anındaki kadının ayrıca gusül yapmasına engel bir mazeretinin doğması durumunda sadece tenasül orga­nını suyla yıkaması ve gusül yerine teyemmüm etmesi gerekir. Yeterli su yoksa, suyla istincâsı da vâcib olmaz. Su varken sadece çakıl taşlarıyla istincâ yap­ması yeterli olmaz. Yellenmeden ötürü istincâ yapmak da mekruhtur.

 

Nâdir olarak da olsa kan, vedî, mezî gibi önden veya arkadan çıkan her türlü necis şeylerden ötürü de istincâ yapmak zorunludur. Ayrıca çıkmakta olan bu pisliklerin, istincâdan önce kesilmiş olmaları gereklidir. Aksi takdirde yapılan istincâ ge­çersizdir, bâtıl olur. (Hanbelî ve Şâfiîler bu görüştedirler.)[69]

 

Kazây-ı Hacetin Âdabı

 

Bilindiği gibi şeriat koyucu, kazây-ı hacetle ilgili olarak bazı hüküm­ler koymuştur. Ki bunların bir kısmı, bu pisliklerin çıkış yerlerinin temiz­lenmesine ilişkindir. Suyla yapıldığında bu temizlenmeye “istincâ”, su­dan başka taş ve benzeri şeylerle yapıldığında da “isticmâr” adı verilmek­tedir. İstincâyla ilgili hükümleri her mezhebe göre ayrı ayrı anlattık. Böy­lece geriye, kazây-ı hacetle ilgili davranışların usûl ve erkânını anlatmak kalmış oluyor. Bu arada bir kısım insanların bu konuyla ilgili olarak ortaya attıkları bir itiraza da değinmek istiyorum. Diyorlar ki: “Kazây-ı hacet, in­sanın pozisyonuna ve içinde bulunduğu kendine özgü ortama bağlı olan tabii hâllerden biridir. Bu işi yaparken bazı şer'i kayıtlara bağlı kalmak, insanı gereksiz bazı zorluklara katlanmaya sürükler.”

Bu ve buna benzer itirazları ileri sürenler, her halükârlarında şer'î yü­kümlülüklerden sıyrılıp kurtulmayı amaçlamaktadırlar. Yoksa şeriat sahi­binin hayız hâli ve cinsel ilişkilere ilişkin koymuş olduğu hükümlerle bu hükümler arasında bir fark olduğunu mu iddia ediyorlar?

Bizler için ne güzel bir mutluluk vesilesidir ki, İslâmiyet'in bütün bu konularla ilgili vaz'etmiş olduğu hükümlerin hepsi de akla, sağlık kuralla­rına ve sosyal düzenin gerekli kıldığı temizlik prensiplerine tam tamına uymaktadır. Bizler burada İslâm dîninin vaz'etmiş olduğu hükümlerin se­

beb ve illetlerini her ne kadar araşttrmıyorsak da bilinmelidir ki bunlar, sadece insanın kendisini ilgilendiren özel hükümlerdir. Ve acizlik halleri dışında insanın yapmaktan kaçınamıyaeağı ibâdetlerdir. Bütün bunlara rağ­men yine de İslâmiyet akla uygun olan şeylerin tümünü kabullenmiş ve insanların sosyal durumlarıyla sağlıklarına uygun ibâdetleri onlara görev olarak yüklemiştir. Bütün bunlardan sonra kim kalkıp da, “dışkı ve idrar­dan ötürü temizlenmek gereksizdir” veya, “kazây-ı hacetle ilgili usûl ve erkâna uymak faydasızdır” diyebilir?  

İslâm dininin hükümlerinin tümü, toplumun yararınadır; insanlar için ilâhî bir ihsandır. Bu kayıtların tümü, insanların yararına olup hiç kimse­nin bunlara zarar vermeye de gücü yetmeyecektir.

Şimdi de kazây-ı hacetle ilgili olarak konulan hükümlerin tümünü vâcib, haram, mendub ve mekruh sırasına göre ele alacağız.

1. İstincâ esnasında yapılması vâcib olan işler: İstincâ esnasında istibrâ yapmak vâcibtir.

İstibrâ: Ön veya arka çıkış yerlerinde sidik veya dışkının kalan artığını çıkarmak ve çıkış yerlerinde artık olarak hiç bir şeyin kalmadığına kuvvetli zanla karar vermektir. Bazı insaniar, penisin içinde artakalan sidik birikintisini bir iki adımlık yürüyüşle veya ayağa kalkmakla veyahut da kendine özgü bir takım hareketlerle dışarı atmayı âdet edin­mişlerdir. İstincâ yapmak isteyen kişinin istibrâ yapması gerekir. Sidik sı­zıntısının kesildiğine karar vermedikçe abdest alması caiz olmaz. Bu du­rumda abdest alır da bir damla sidik damlarsa abdestinin bir faydası ol­mayıp boşa gider. Penisin içinde kaldığını tahmin ettiği sidik birikintisini çıkarıp geriye hiç bir sızıntı ve birikinti kalmadığına kuvvetli zanla karar verdikten sonra abdest alması gerekir. Bu, ittifakla vâcibtir. Bazıları de­mişlerdir ki: Pisliğin çıkış yerinde bir miktar birikinti kaldığına kuvvetli zanla karar verilmedikçe istibrâ yapmak vâcib olmaz. Bazılarıyla çı­kış mahallinde bir miktar birikinti kalmadığına kanaat getirebilmek için istibrâ yapmak vâcibtir demişlerdir.

 

Şâfiîler: Pisliğin çıkış yerinde bir miktar birikinti kaldığına kuvvetli zanla karar verilmedikçe istibrâ yapmak vâcib olmaz diyenler sadece Şafiîlerdir.

 

2. Kazây-ı hacet yapılması haram olan yerler: Mezarların üzerin­de kazây-ı hacette bulunmak haramdır. Bunun haramlık sebebi gayet açıktır.

 

Hanefîler: Mezarlar üstünde kazây-ı hacette bulunmak tahrîmen mekruhtur demişlerdir. Her halükârda bunu yapanın günahkâr olacağı hu­susunda diğerleriyle görüş birliği etmişlerdir. Ancak diğer mezhebler bu gü­nâhın şiddetli bir günâh olduğunu da kaydetmişlerdir. Ve bunun sebebi de yukarıda anlatılmıştır.

Mezarlıklar, ibret ve nasihat alma yerleridir. İnsanların avret mahallerini açarak bunların üstünü, kendinden çıkan pisliklerle kirletmeleri edebe aykırıdır. Sahîh rivayete göre Peygamber (s.a.s.), âhireti hatırlamaları için, ümmetini kabirleri ziyaret etmeye teşvik etmiştir. İbret ve nasîhat al­mak için ziyaret edilen yerlerin, büyük veya küçük abdest yeri olarak kul­lanılmaları ahmaklık ve cahillik değil de nedir? İşte mezarların üzerinde kazayı hacette bulunmak, bu sebebten ötürü yasaklanmıştır. Bu mânâyı kapalı bir şekilde dile getiren hadîslere örnek olarak Müslim'in ve Ebû Dâvûd'un rivayet etmiş oldukları şu hadîs-i şerîfi dikkatlere sunmakta yarar vardır:

“Sizden birinizin, yanmakta olan bir ateş közü üzerine oturup da elbisesinin yanması ve sonra da (ateşin), derisine ulaşması, elbette kabir üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” [70]

Bazı âlimler bu hadîsin, kazây-ı hacet maksadıyla mezar üstüne otur­manın yasak olduğu anlamına geldiğini söylemişlerdir. Ama hadîste bu­na işaret edecek bir unsur yoktur. Aslında hadîsin ifade etmek istediği hu­sus, vakit geçirmek ve teselli bulmak için mezarların üzerine oturmaktır. Nitekim bazı câhil köylüler de böyle yapmaktadırlar. Bunlar mezarlıklar­da güneşlenmekte ve bazı mezarların gölgesinden istifade etmekte, bu­ralarda birbirleriyle tıpkı şehirlilerin lokallerde ve kahvehanelerde yaptık­ları gibi çene çalıp sohbette bulunmaktadırlar. Kuşkusuz bu davranışlar, mezarları ziyaret etmekle elde edileceği umulan nasihat, ibret ve haşye­te ters düşmektedir. Üstelik bu sebeble mezarlar da pervasızca tahkîr edi­liyor. Rasûlullah'ın İbn Mâce tarafından rivayet edilen şu hadîs-i şerîfi ko­nuya ne güzel bir açıklık getirmektedir:

“Yanmakta olan bir ateş közünün veya şiddetli derecede sıcak bir yerin üstünde yürümem veya delinen ayakkabımı ayaklarımın derisiyle ya­malamam, kabir üstünde yürümemden daha hayırlıdır.” [71]

3. Durgun suda kazây-i hacet yapmak caiz değildir. Sahabeden Hz. Câbir (r.a.) in rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber (s.a.s.) Efendi­miz; durgun suya idrar yapılmasını yasaklamıştır. Dışkı da idrar gibi bu yasağın kapsamına alınmıştır. Çünkü o daha pis ve dolayısıyla yasağı da daha şiddetlidir.

Durgun suya idrar yapma yasağıyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Az olan durgun suda kazây-ı hacette bulun­mak haramdır. Ama büyük bahçelerdeki büyük göllerde ve geniş havuzlar­da idrar yapmak haram olmaz. Ancak bu göller ve büyük havuzlar başkası­nın mülkü olur da kullanılmalarına sahibince izin verilmemiş veya verilmiş de, içine pislenmesine izin verilmemişse, içine idrar yapmak haram olur. Eğer su akar ise, içine idrar yapmak haram değildir. Ancak bu akar su da başka­sının olup izin vermemişse veya vakıf suyu ise içine idrar yapması haram olur.

Hanefiler dediler ki: Az miktarda olan durgun suda kazây-ı hacet­te bulunmak şiddetle haram kılınmıştır. Eğer su çok ise bu, tahrîmen mek­ruh olur. Eğer su akar ise, içine idrar yapmak tenzîhen mekruhtur. Su her ne kadar çok olsa da başkasının mülkü olur ve içine idrar yapılmasına izin verilmezse veya bu su vakıf malı ise içine pislemek haramdır.

Hanbeliler dediler ki: Az veya çok, durgun veya akar suda büyük abdest bozmak haramdır. Genişliği ve içine düşen pisliklerin görünmemesi bir tarafa, yolculuk yapıldığında sefer zorlukları göz önüne alınarak deniz­de büyük abdest bozmak haram olmamaktadır. Durgun suya idrar akıtmak haram değil ama mekruhtur. Az miktardaki akar suya da idrar akıtmak mek­ruhtur. Çok miktardaki suya idrar akıtmaksa mekruh değildir. Ancak bu suyun vakıf suyu olmaması veya başka birinin özel mülkiyetinde bulunuyorsa sahibinin izin vermiş olması gerekir. Aksi takdîrde bu sularda kazây-ı hacet­te bulunmak haram olur.

Şafiiler dediler ki: Az olsun, çok olsun suda kazây-ı hacette bulun­mak haram değildir. Sadece mekruhtur. Ancak bu su, başkasının mülkiye­tinde bulunuyor da sahibince kullanımına izin verilmiyorsa veya biriktiril­miş fakat geniş olmayan bir su ise bunda kazây-ı hacette bulunmak haram olur. Yalnız Şâfiîler geceyle gündüz arasında bir ayırım yaparak demişler ki: Durgun olsun akar olsun, gündüzleyin az suda kazây-ı hacet yapmak mek­ruhtur. Ama geceleyin az da olsa çok da olsa suya idrar yapmak mekruhtur.

 

İslâm fıkhının vaz'etmiş olduğu bu hüküm, ilmin kabullendiği ve se­lim aklın benimsediği en güzel hükümlerden biridir. Kendisinden yarar­lanmak İçin hazırlanan suya pislemek, nefretle kınanan çirkin huylardan biridir. Ayrıca bazı salgın hastalıkların da etrafa yayılmalarına neden olur. İslâmiyet'in yüceliklerinden biri de ibâdetlerin, insanların yararına olarak vaz'edilmiş olmalarıdır.

4. Suyun geliş yerlerinde, insanların gelip geçtikleri yerlerde ve göl­gelendikleri mevkilerde kazây-ı hacette bulunmak haramdır.

 

 

Hanefî ve Şafiiler dediler ki: Bu gibi yerlerde kazây-ı hacette bulunmak mekruhtur. Ancak bu yerler, vakıf malı veya başkasının mülkiye­tinde ise haram olur. İnsanların gelip geçmekte oldukları umumî yerlerde, suların geliş yerlerinde ve gölgeliklerde kazây-ı hacette bulunmanın yasak ol­duğu hususunda mezheb İmamları ittifak etmişlerdir. Ancak Şafiî ve Hane-fîler bu yasağı mekruh olarak; Mâlikî ve Hanbelîlerse haram olarak ifade etmişlerdir. Ancak her iki görüş de bu fiili yapmanın sonucuna göre karar verilmesini kabullenmişlerdir. Meselâ kazây-ı hacet yapmaktan ötürü insan­lara şiddetli bir zarar dokunuyor veya genel sağlık durumlarını olumsuz yönde etkiliyorsa bu, icmâ' ile haram kılınmıştır. Zîrâ insanlara zarar vermek ve onlara eziyette bulunmak kesin ve sert bir biçimde yasaklanmıştır. Mekruh olduğunu söyleyenlerse her hâlde, tuvalet bulunmayan ıssız ve geniş yerler­de kazây-ı hacette bulunmayı kasdetmiş olacaklar. Ki bunun pek şiddetli bir zararı olmasa gerektir.

 

Bu husûsta Müslim ile Ebû Davud'un rivayet etmiş oldukları bir hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“İki lanet edici şeyden sakının. Dediler ki:

“Ya Rasûlallah! Nedir bu iki lanet edici şey?” Buyurdular ki:

“İnsanların yollarında veya gölgelikle­rinde def-i hacette bulunandır.” [72]

Bir kişinin hadîste belirtilen bu iki yerde kazây-i hacette bulunması onun lanetlenmesine sebeb olur. Çünkü yollarda kazây-ı hacette bulunan­lar, sövüp saymalara maruz kalmaktadırlar. Oysaki bu ezâ verici ve tik­sindirici işi yapmasalar, bu tür hakaretlere maruz kalmayacaklardır. Bu konudaki bir başka hadîsi de Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:

“Üç lanet yerinden sakınınız: Sula­rın geliş yerleri, yol üzeri ve gölgelikler.” [73]

“Lanet yerinden” denmesinin sebebi, buralarda def-i hacette bulu­nanlara başkasının lanet okuyacağından ötürüdür.

5. Kazây-ı hacette bulunurken kişinin, önünü veya arkasını kıbleye çevirmesi haramdır.

 

Hanefiler dediler ki: Kazây-ı hacet esnasında kıbleye yönelmek veya sırt çevirmek ister bu iş için yapılmış bir bina dahilinde olsun, ister dışarıda olsun tahrîmen mekruhtur. Eğer unutarak bu şekillerden birine göre oturur da sonra hatırlayacak olursa mümkün olduğu kadar başka tarafa yönelme­ye çalışmalıdır. Mümkün olursa, yasak yöne doğru yapılmış olan tuvalete oturmamak gerekir. İdrâr yapmak, dışkı yapmak, istincâ ve isticmar yap­manın bu husustaki hükmü aynı olup hepsi de tahrîmen mekruhtur. Bu hu­susta Hanefîler delil olarak şöyle bir hadîs naklederler:

“(Tuvalet için hazırlanmış olan geniş ve) alçak çukura geldiğinizde ne idrar ne de dışkı yapmak için kıbleye yönelmeyin ve de sırtınızı çevirmeyin.”[74]

 

 

Şu anlamda ki bir kişi, idrarını veya dışkısını yaparken yüzünü kıbleye yöneltirse veya arkasını çevirirse günahkâr olur. Doğu veya batıya yönelmesi gerekir. Tabîî def-i haceti dışarıda yapma hâ­linde bu hükümler cereyan eder. Tuvalet binası gibi kapalı bir yerde ya­pıldığında kıbleye yönelmek veya sırt çevirmek haram olmaz. Şâfiîler, Mâlikî ve Hanbelîler bu görüştedirler. Def-i haceti tamamladıktan sonra kıbleye yönelik veya dönük olarak istincâ veya İstİcmar yapmak haram değil, ama mekruhtur. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüştedirler.

 

Şafiiler dediler ki: İstincâ veya isticmar esnasında kıbleye yönelmek veya sırtı çevirmek yasaklanmamıştır. Bu yasak, sadece kazây-ı hacetle ilgi­lidir.

 

6. Kazây-ı hacet yapmakta olanın rüzgârın estiği tarafa yönelmesi mekruhtur. Ama idrar yapılırken rüzgârın estiği tarafa yönelik olarak otur­mak caiz olmaz. Çünkü bu durumda idrarının serpintileri, kendisinin üze­rine savrulur. Bu hükmün konulmasında, idrarını yapmakta olan kişinin menfaati gözetilmiş olmaktadır. Doğal olarak insanın, elbisenini ve bede­nini kirleten şeylerden nefret edip uzak durması gerekir. Şerîat sahibi, in­sanların menfaatlerini gözetmek ve onları temizliğe teşvik etmek için bu olumsuz davranışları mekruh saymıştır.

7. Kazây-ı hacet yapmakta olan birinin konuşması mekruhtur. Bu­nu yapmakla konuşmanın değeri küçük düşürülmüş olmakta, Allah'ın, pey­gamberin adlarını ve diğer kutsal sözleri söyleme olasılığına bile aldırış edilmemektedir. Aslında bu esnada gereksiz yere konuşmak mekruhtur. İhtiyâç duyulduğu takdirde konuşmak mekruh olmaz. Meselâ ibrik veya necaseti kurulamak için bez istemek için konuşma gibi. Bu maksatla konuşmak mekruh olmaz. Bir çocuğu tehlikeye düşmekten veya bir malı te­lef olmaktan kurtarmak için konuşmak da elzem olduğu gerekçesiyle mek­ruh olmaz.

8. Kazây-ı hacet yapan, güneşe ve aya doğru yönelmemelidir. Çünkü bunların ikisi, insanlığın istifade ettiği nimetlerden birer nimet ve Allah'ın varlığına delâlet eden birer kanıttırlar. Allah'ın nimetlerine gereken saygı­yı göstermek ve kıymetlerini takdîr etmek İslâm Şerîatı'nın kurallarındandır.

 

Malikiler dediler ki: Kazây-ı hacet yapanın güneşe ve aya doğru yö­nelmesi tahrîmen mekruh değildir. Ama en iyisi, bunu yapmamaktır. Çün­kü yapılması tenzihen mekruhtur.

 

9. İstincâyı sol elle yapmak mendubtur. Çünkü yemek yeme ve ben­zeri işlerde umumiyetle sağ el kullanılmaktadır. Sol eli pisliğe değdirme­den önce parmakları ıslatmak da mendubtur. Bunu yapmakla pislik, par­maklara kuvvetlice yapışmaz. İstincâ bittikten sonra da sol eli, temizleyi­ci bir şeyle yıkamak mendub olur. Necaseti tamamıyla gidermek müm­kün olsun diye istincâ esnasında azıcık da istirhâ yapmak mendub olur.

 

Şafiiler dediler ki: îstincâ anında istirhâ, yani kişinin kendini ser­best bırakması vâcibtir. Çünkü istincâ yapan ancak bu şekilde kendisinden çıkan pisliği temizleyebilir.

Hanefiler: İstincâ yapan, oruçlu değilse istirhâ yapması mendup olur demişlerdir. Zîrâ oruçluyken alt taraftan içeriye su kaçması orucu bozar. Bir ihtimâl de olsa oruçluyken bunu yapmamak gerekir.[75]

 

İstincâ Ve İsticmarın Sıhhat Şartları

 

Kendisiyle istincâ sahîh olan suda iki şart aranır:

1. Bu, temizleyici bir su olmalıdır. Sadece temiz bir suyla istincâ yapılması sahîh olmaz. Nitekim bu suyla necasetin giderilmesi de sahîh olmaz.

 

Hanefiler dediler ki: Temizleyici suyla istincâ yapmak vâcib değil­dir. Sadece temiz suyla istincâ yapmak yeterli olur. Evet, temizleyici suyla yapmak daha faziletlidir. Çünkü bu suyun, necaseti giderdiği husûsunda mezhebler arasında görüş birliği mevcudtur. Üzerinde görüş birliğine varılan hü­kümlere uymak, Hanefîlere göre erdemli bir davranıştır.

 

2. Su, necaseti giderecek miktarda olmalıdır. Necasetin çıkış yeri­ni tekrar eski temiz hâline getirmeye yetecek kadar olmadığı takdirde bu su kullanılmamalıdır.

İstincâ yapan bir kimse önce ön tarafını mı yoksa arka tarafını mı yı­kayacaktır? Bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmış­tır.

 

Malikiler dediler ki: Necaseti giderme ve temizlemede ön tarafa öncelik vermek mendubtur. Ancak elini ıslatıp da oturağı (mak'adı) na değdir­diğinde sidiğinin damlaması âdet hâline gelmişse bu durumda mak'adını ön­celikle yıkaması mendub olur.

Hanefîler: Bu mevzuda iki görüşleri vardır: Ama müftâbih olanı İmam Âzam'ın görüşüdür. Ki buna göre öncelikle mak'adı yıkamak gere­kir. Çünkü arka tarafın pisliği, ön tarafınkine oranla daha tiksindiricidir. Ayrıca otraktaki çıkış deliğini ve etrafını ovarken sidik damlayabilir. Bu du­rumda ön tarafı önce yıkamanın bir faydası olmaz.

Şafiiler dediler ki: Suyla istincâ yapıldığında ilkin ön tarafı yıkamak, taşla isticmar yapıldığında ise ilkin arka tarafı yıkamak mendup olur.

Hanbeliler dediler ki: İstincâ veya isticmar yapmak isteyen bir ki­şi, erkek veya bakire bir kızsa ilkin ön tarafı yıkaması sünnettir. Eğer bakire olmayan bir kadınsa temizliğe dilediği taraftan başlayabilir.

 

Taş ve benzeri maddelere gelince bunlar, su bulunsa bile yine de su yerine geçerler. Ancak istincâda su kullanmak daha faziletlidir. Daha da iyisi, su ile taşlan bir arada kullanmaktır. Sadece taşla isticmar yapılması hususunda mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İsticmarı toprak, eski bez, taş, kuru çamur parçaları gibi temiz şeylerle yapmak sünnettir. Kemik, hayvan dışkısı ve ben­zeri gibi, kendileriyle isticmar yapılması yasaklanan şeylerle isticmar yapmak, tahrîmen mekruhtur. Bunlarla isticmar edilmesini Rasûlullah (s.a.s.) yasak­lamıştır. İnsan ve hayvan yiyecekleri de böyledir. Şer'an saygın sayılan şey­lerle de isticmar etmek tahrîmen mekruhtur. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde sabit olduğu gibi malı zayi etmek, yasaklanmış bir husustur. Kâfir ve­ya ölü de olsa insan vücudunun bir parçası, üzerine huruf-u mukataa ile ya­zılmış olsa bile yazılı kağıtlar, yazı yazmaya elverişli boş kâğıtlar şer'an say­gın olan şeylerin kapsamına gir.erler. îsticmar etmekle telef olan veya değeri eksilen, mâlî değeri olan şeylerle isticmar etmek mekruhtur. Ama bu vasıf­taki bir şeyle isticmar edildikten sonra, bunlar yıkanıp kurulandığı takdîrde eski hâllerine dönerlerse mekruhluk durumu ortadan kalkar. Tuğla, balçık, cam, kömür ve üstü düz kaygan taş ile isticmar etmek mekruhtur. Bu mad­delerin kullanılmaları zarar veriyorsa tahrîmen mekruhtur. Çünkü zararlı şey­leri kullanmak caiz değildir. Ama zararlı değilse, necaset yerini tam olarak arındırmadıkları gerekçesiyle kullanılmaları tenzîhen mekruhtur. Başkasının duvarına mak'adını sürerek isticmar etmek tahrîmen mekruhtur. Zira baş­kasının malına tecâvüz etmek caiz değildir. Ama kendi mülkü olan bir duvarla isticmar etmesinde kerahet yoktur. Kira ile tuttuğu binanın duvarı da kişinin kendi mülkünün duvarı gibidir. Yukarıda sayılan şeylerden biriyle isticmar etmek, serdedilen tafsilâta göre tenzîhen mekruh olmakla birlikte yine de yeterli olur. Ayrıca bu bahsin baş tarafında, sadece suyla istincâ ya­pılması gereken durumlarla taş ve benzeri şeylerle isticmarın yeterli olduğu durumlar anlatılmıştır.

Şâfiîler: Kendisiyle isticmar edilecek nesnenin katı ve temiz olması­nı şart koşmuşlardır. Necis bir şeyle isticmar etmek sahîh olmaz. İsticmar edilecek şey, necaseti söküp atacak bir şey olmalıdır. Yassı ve gevşek bir şeyle isticmar yapmak sahîh olmaz. İsticmarda kullanılacak nesne, ıslak bir şey olmalıdır. Meselâ terle ıslanmış bir şeyle isticmar etmek sahîh olmaz. Şer'an saygın bir şey olmamalıdır... Ekmek, kemik, fıkıh ve hadîs gibi içinde şer'ı ilimler yazılı olan kitaplar veya sarf-nahiv, hesab, tıp ve aruz gibi bunlara vesile sayılan ilimlerin yazılı bulunduğu kitaplar şer'an saygın şeylerden olup bunlarla isticmar etmek caiz olmaz. Bu ilimlerden başka şeylerin yazılı ol­duğu kitaplarsa şer'an saygın sayılmazlar. Üstün kişiliği olan birisinin ismi kastedilerek üzerinde Ebû Bekir, Ömer gibi isimlerin yazılı bulunduğu şey­ler, mescide ait şeyler (bunlar mescidden ayrı olsalar bile ait oldukları süre­ce) şer'an saygıya lâyıktırlar. Kanı heder edilen biri bile olsa sırf şekline na­zaran insan olduğundan ötürü vücûdunun parçalan da şer'an saygındır. Bu sayılan şeylerden herhangi biriyle isticmar etmek caiz olmaz.

Ön veya arkadan çıkan necasetlerle de ilgili bazı şartlar vardır. Şöyle ki:

a. Vücûddan çıkan bu necaset kuru olmamalıdır. Zîrâ kurumuş olan pisliği taşla gidermeye çalışmanın bir faydası olmaz.

b. Vücûddan çıkmış olan bu necasetin üzerine başka bir necasetin ve­ya ter gibi başka bir temiz şeyin katılmaması.

c. Dışkı kaba etlere kadar, idrar da sünnet yerine kadar yayılmamalı-dır. Bu kayıt erkeklerle ilgilidir. Kadınlara gelince isticmarı yapan bakire bir kızsa, necaset, oturduğu zaman görünen yere kadar yayılmamış olmalıdır. Bakire olmayan bir kadınsa, dâhilde bundan sonrasına kadar yayılmamış ol­malıdır. Belirtilen sınırı aşan necasetin sadece suyla yıkanması gerekir. Tıp­kı sünnetsiz erkeğin idrarının, sünnet kılıfına bulaşması hâlinde sadece suy­la yıkanması gerektiği gibi.

d. Taşla isticmar edildiğinde üç defadan az silmemeli. Her defasında da necaset mahallinin tamamı silinmelidir. Her silişte taşın bir başka tarafı­nı da kullanmak mümkündür. Silmeyi üç defadan eksik yapmak yeterli ol­maz. Necasetin çıkış yeri üç silişle temizlenmemişse, temizleninceye kadar silmeye devam edilmelidir. Ancak necasetten geriye suyun giderebileceği bir eser veya kiremit kırıntıları kalırsa bunun pek zararı olmaz.

Malikiler dediler ki: Beş şartı hâiz olan şeylerle isticmar etmek caiz olur:

1. Taş, pamuk, yün gibi kuru bir şey olmalıdır. Yünün de davara bi­tişik olmaması gerekir. Aksi takdirde mekruh olur. Çamur gibi kuru olmayan bir şeyle de isticmar etmek caiz olmaz. Çünkü bu, necaseti etrafa daha da yayar. Çamurla isticmar edilmesi durumunda necaset yerini suyla yıka­mak artık zorunlu olur. Eğer yıkamadan abdest alıp namaz kılınacak olur­sa, necasetle birlikte namaz kılınmış olur. Ki bunun hükmü, necasetin gide­rilmesi bahsinde anlatılmıştı.

2. Kendisiyle isticmar yapılacak şey temiz olmalıdır. Ölü kemiği, eti yenmeyen hayvanların tersleri gibi necis şeylerden biriyle isticmar etmek ca­iz olmaz. Eğer bu şeylerden katı biri ile isticmar edilecek olursa, isticmarda bundan bir parça kopmamışsa ve necaset yerini de temizlemişse günahkâr olmakla birlikte bu isticmar yeterli görülür.

3. Kendisiyle isticmar yapılacak şey, necaseti temizleyici bir nesne ol­malıdır. Meselâ cam ve fârisî kamışı gibi düz ve pürüzsüz nesnelerle isticmar yapmak caiz olmaz.   

4. Kendisiyle isticmar edilen şey, eziyet verici olmamalıdır. Meselâ bıçak gibi keskin ağızlı nesnelerle kenarlı taşlar ve kırık cam parçalarıyla isticmar etmek caiz olmaz.

5. Kendisiyle isticmar edilen şey, şer'an saygın olmamalıdır. Meselâ insan yiyeceği bunlardandır. Tuz, ilaç ve kâğıt da insan yiyeceklerinden sa­yılmaktadır. Çünkü kâğıtta az da olsa nişasta vardır. Mektub da şer'an say­gın olan şeylerdendir. Çünkü mektubun içindeki harflerin saygınlığı vardır. Başkalarının hukukunu ilgilendiren şeyler de ister vakfa, ister özel mülkiye­te ait olsun şer'an saygındırlar. Meselâ vakıf veya başkasının özel mülkü olan bir duvarla isticmar etmek haramdır. Ama kişinin kendi mülkü olan duvar­la isticmar etmesi mekruhtur. Temiz olan kemik ve hayvan dışkılarıyla isticmar etmek de mekruhtur. Ama bunlarla veya diğer mekruh veya haram olan şeylerle isticmar etmek günâh olmakla birlikte yeterli olur. Temizlenmek içiri illâ da suyun kullanılması gerekli olan durumların izahı, istincâ bahsinde ya­pıldı.

Hanbeliler dediler ki: Kendisiyle isticmar edilecek şeyde aranan bazı şartlar vardır. Şöyle ki:

1. Kendisiyle isticmar edilecek şey, temiz ve mubah olmalıdır. O hâl­de gasbedilmiş bir şeyle isticmar etmek caiz olmaz.

2. Pisliği temizleyen bir şey olmalıdır. Yani pisliği temizledikten son­ra geriye kalan eserin sadece suyla temizlenebilecek bir kalıntı olması gere­kir. Cam ve benzeri düz, pürüzsüz nesnelerle isticmar etmek sahîh olmaz.

3. İsticmarda kullanılacak şey katı olmalıdır. Meselâ çamur, hayvan tersi, kemik, insan veya hayvan yiyecekleriyle isticmar etmek caiz olmaz.

4. İsticmarda kullanılacak şey, şer'an saygın olmayan bir şey olmalı­dır. Meselâ üzerinde “Allah” lâfza-i celâli yazılı olan bir kâğıt parçası, ha­dîs veya diğer şer'î ilim kitaplarıyla, kullanılmaları şer'an mubah olan ilim kitapları hürmete lâyık olduklarından ötürü bunlarla isticmar yapılamaz. Ama şer'an kullanılmaları yasaklanmış kitaplarla isticmar yapılabilir. Çünkü bun­ların saygınlıkları yoktur.

5. Bir hayvanın eliyle veya henüz kırkılmamış olan üzerindeki yünüyle isticmar etmek caiz değildir.

6. Altın ve gümüş gibi kullanımı yasaklanmış şeylerle de isticmar ya­pılamaz.

7. Necaset mahallini en az üç defa silmek de şarttır. Her silişte de ne­caset mahallinin tamamı silinmelidir. Bir defada temizlense bile yine de üç-lemek şarttır.

8. Çıkış deliği, kendisinden çıkmayan başka bir şeyle pislenmiş olma­malıdır.

9. Necasetin normal sınırın dışına aşmamış olması gerekir. Aştığı takdirde suyla yıkanması gerekir. Ki bu zorunludur.

10. Çıkış deliğinden çıkan necasetin hukne (şırıngayla vurulan ilaç) artığı olmaması gerekir. Hukne artığı ise suyla yıkanması zorunlu olur.

11. Çıkış deliğinden çıkan necaset, isticmardan önce kurumamış ol­malıdır. Kuruduğu takdîrde sadece suyla yıkanması gerekir. Kadının tena­sül organının içi de dışı gibidir. Ancak orasını suyla yıkamak vâcib değildir. Ama kazây-ı hacet yaparken, otururken açığa çıkan kısmını yıkamak vâcib olur.[76]

 

ÖZÜRLÜ KİMSELERİN TEMİZLENMELERİ

 

Bilindiği gibi İslâmiyet, insanların omuzlarındaki zorluk ve sıkıntıları kaldıran açık seçik nasslarla gelmiştir. Buna ilişkin olarak Yüce Allah (c.c.) buyurur ki:

“Din işlerinde üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” [77]

İçinde zorluk ve sıkıntı olan şeyleri yapmak, mükellefe vâcib değil­dir. Özürlere örnek olarak, insanı işten geri bırakmayan hastalıkları gös­terebiliriz. Meselâ mesane zayıflığından kaynaklanan ve kesintisiz olarak her zaman veya çoğu zaman sidik damlaması veya mezî ve vedî gibi sıvı­ların damlaması diyebileceğimiz akıntı hastalığı, sürekli ishal hastalığı, kan ve irin damlaması şeklinde görülen kanlı dizanteri hastalığı bunun örnek­lerindendir. Bu hastalıklara müptelâ olan kimseler, abdest ve benzeri te­mizleme işlemlerinde hastalıklarına özgü bir muameleye tâbi tutulurlar. Ki bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bu konuyu üç şıkta ele almak gerekir:

1. Akıntı hastalığının tanımı,

2. Hükmü,

3. Özürlünün yapması gereken davranışlar.

1. Tanımı: Akıntı hastalığı olan kimsede sidik damlaması, yellenme gevşekliği, rahimden olur olmaz kan akması, sürekli ishal ve bunlara benzer bilinen hallerden biri veya birkaçı meydana gelebilir. Bu sakatlıklardan biri­ne düşen kimse özürlü sayılır. Ve bu özrü, hastalığının hemen başlangıcında sabit olmaz, ancak bu haller peş peşe ve sürekli olarak her namaz vaktinde görülürse bunlara müptelâ olan kişi özürlü sayılır. Eğer sürekli olmazsa özürlü sayılmaz. Aynı şekilde özrünün kalkması da damlamanın, bir farz namazı­nın vakti boyunca baştan sona kadar hiç görülmemesiyle sabit olur. Özrün, sabit olduktan sonra devam etmesi için, damlamanın bazı vakitlerde olsa bi­le vukûbulmasi kâfi olur. Meselâ öğle vaktinin başlangıcından sonuna ka­dar sidik damlaması olursa özürlü olur. Böylece özrü sabit olduktan sonra damlama, tam bir vakit boyunca kesilse bile bu kişi özürlü kalmakta devam eder. Yani özürlülüğü satfît olduktan sonra ikindi vaktinin başlangıcından çıkışma kadar damlama görülmezse yine özürlü kalmakta devam eder. Ha-nefîlere göre özürlünün tanımı işte bundan ibarettir.

2. Özürlünün Hükmü: Bu durumdaki bir şahıs, her vakit için abdest alır. Bu abdestle de dilediği kadar farz veya nafile namaz kılabilir. Aynı va­kit içinde kılacağı her farz için abdest almasına gerek yoktur. Farzolan vakit çıkınca da özründen önceki hadesinden ötürü abdesti bozulur. Şöyle ki: Bu kişi, kendisinde özrün sabit olmasından önce abdestli olmuş olsaydı, vaktin çıkışıyla abdesti bozulmayacaktı. Ancak vücûdun başka bir yerinden kana­ma olması veya yellenme gibi başka bir sebeble abdesti bozulabilecekti. Bü­tün bunlardan anlaşılıyor ki; abdestin bozulmasının şartı, farz olan vaktin çıkmasıdır. Ama bayram namazını kılmak için güneşin doğuşundan sonra abdest alınır da bilahere öğlen vaktinin girmesiyle abdest bozulmaz. Çünkü öğlen vaktinin girmesi abdesti bozmayacağı gibi, bayram namazı vaktinin çıkması da abdesti bozmaz. Çünkü bu, farz bir namazın vakti değildir. Ter­sine bu, mühmel bir vakittir. Öğle vaktinin çıkıp ikindi vaktinin girişine ka­dar bayram namazının abdesti ile dilediği kadar namaz kılabilir. Öğle vakti çıkınca da abdesti bozulur. Özürlü kişi, güneşin doğuşundan önce abdest alırsa güneşin doğmasıyla farz vakti çıktığından ötürü abdesti bozulur. Öğle namazından sonra abdest alırsa ikindi vakti girdiğinde, öğlen vafcti sona ermiş olduğu için abdesti bozulur.

3. Özürlü kimsenin görevi: Özürlünün görevi kendisinde bulunan öz­rü zarar vermeyecek şekilde gidermeye veya azaltmaya çalışmaktır. Gücü yet­tiği kadarıyla bunu doktorlara tedavi ettirmektir. Eğer bunu doktorlar vası­tasıyla tedavi ettirmesi mümkünse bundan geri durması günahkâr olmasına neden olur. Zîrâ fıkıh âlimleri, bu tür hastalıklara mübtelâ olanların bu has­talıklarını tedavi ettirmeleri ve imkânlarının elverdiği kadarıyla vücûdlarını koruyup savunmalarının gerekli olduğunu sarahatle ifade etmişlerdir. Buna dayanarak diyebiliriz ki: Gücü yettiği halde bu hastalıklarını tedavi ettirmeyip şiddetlenmesine ve ağırlaşmasına sebebiyet verenler günahkâr olurlar. Bir şey bağlamak veya olur olmaz rahminden sızıntı yapan kadının yaptığı gibi mahfaza kullanmak akıntıyı önlüyor veya azaltıyorsa bunu yapmak vâcib olur. Eğer ayakta namaz kılmaktan ötürü idrar veya kan damlıyorsa bu durumda oturarak namaz kılmak gerekir. Eğer rükû ve secdelerden ötürü damlama oluyorsa, rükû ve secde yapılmaksızın sadece işaretle namaz kılı­nır. Özürlü kimsenin akıntısından bir şeyler elbisesine bulaşırsa veya kılmak istediği namazı henüz bitirmeden yeniden akıntı olacağına inanıyorsa bu bu­laşığı yıkaması vâcib olmaz. Ama namazını tamamlayıncaya kadar yeniden akacağını tahmin etmezse bu bulaşığı yıkaması vâcib olur.

 

Hanbeliler dediler ki: Sidik veya mezî akıntısı veya yellenme gev­şekliği olan özürlü kimselerin abdesti bazı şartlarla bozulmaz. Şöyle ki:

1. Pislik akan yeri yıkayıp bir bez parçası veya benzeri bir şeyle bağ­laması, mümkün mertebe akıntıyı durduracak pamuk parçalarını içine tıka­ması ve akıntıyı dışarıya kaçırmamaya çalışması gerekir. Eğer bu sayılan ön­lemleri almadan bir akıntı vukû bulursa abdesti bozulur. Ama her türlü ön­lemi aldıktan sonra yine de akıntı olursa abdesti bozulmaz. Pislik akan yeri yıkayıp orasını bağladıktan sonra bunu her namaz kılışta yenilemesi gerek­mez.

2. Sızıntı veya akıntı devamlı olmalıdır. Eğer bu sızıntı veya akıntı aynı vakitte yeniden abdest alıp namaz kılacak kadar bir süre kesilirse ve bu, her zaman görülebilen bir hâl ise namazını bu kesinti zamanında kılması gerekir. Ve bu kişi, özürlü de sayılmaz. Eğer abdest alıp namaz kılmaya ye­tecek süreli olan bu kesinti kendisinde âdet hâline gelmemiş ve fakat geçici olarak vukû bulmuşsa abdesti bozulur.

3. Vaktin girmesidir. Özürlü kişi vaktin girmesinden önce abdest alır­sa abdesti sahîh olmaz. Ancak bir kaza namazı veya cenaze namazı için ab­dest alırsa abdesti sahîh olur. Elinde olmayan bu akıntılar vuku buldukça her vakit için abdest alması vâcib olur. Bu akıntılar vukubulmazsa ve abdest bo­zucu başka bir durum da meydana gelmezse abdesti bozulmaz. Özürlü kişi, almış olduğu abdestle dilediği kadar farz ve nafile namaz kılabilir. Eğer ayakta durmasından ötürü akıntı oluyorsa namazını oturarak kılar. Eğer rükû ve secdeye gitmekten ötürü akıntı olsa bile namaz kılarken yine rükû ve secdeyi yerine getirir. İşaretle namaz kılmak bu gibi hâllerde yeterli olmaz. Malikiler dediler ki: Hastalık hâlinde insandan akan idrar ve ben­zeri şeylerin akıntısı abdesti, bazı şartların gerçekleşmesi ile bozmazlar:

1. Bu özür kişide, namaz vaktinin çoğunda veya en az yarısı kadar bir zamanda devamlı olarak bulunmamalıdır. Meselâ sabahleyin sidik akın­tısı görülür, iki saat sonra da kesilirse bu durumdaki bir kimse özürlü sayıl­maz. Akıntısı kesilinceye kadar sabretmeli ve sonra da öğle için abdest almalıdır. Yellenme boşluğu olan ve kendisinde sürekli ishal bulunan da böy­ledir. Bu özürler, namaz vaktinin yarısı veya daha fazla bir sürede devam ederlerse sahipleri özürlü sayılır. Yoksa sayılmazlar.

2. Akıntıların düzensiz olmaktan ötürü hangi zamanlarda geldiğini kişi aklında tutamamalıdır. Bu özürlerin hangi saatlerde vukûbulduğunu ak­lında tutabilen kişi bu saatlerde abdest almamalıdır. Meselâ öğle vaktinin sonlarına doğru akıntının kesileceğini bilirse, öğle namazını bu saate kadar geciktirip abdestini alır ve namazını kılar. Aynı şekilde akıntının, öğlenin ilk vaktinde kesileceğini bilirse namazını geciktirmeden hemen bu saatte kıl­malıdır. Namazı, özürsüz kimselerin yapabildiği gibi vaktin sonuna ertele­mesi mubah olmaz. Eğer akıntı öğle vaktinin tümünde devam ediyor ve ikindi vaktinin de sadece son kısmında kesiliyorsa, öğle namazını bu vakte ertele­yip ikindi namazıyla birlikte “cem-i te'hîr” yaparak kılmalıdır.

Eğer akıntı ikindi vaktinin tümünde devam ediyor ve öğle vaktinin sadece son kısmında görülmüyorsa, ikindi namazını öne alarak öğle namazıy­la birlikte “cem-i takdim” yaparak kılmalıdır.

3. Özürlü kişi kendisindeki bu özrü ilâçla tedavi ederek veya evlene­rek ortadan kaldırmaya muktedir olamamalıdır. Eğer gücü yeter de yapmazsa özürlü sayılmaz. Tedaviyi terk etmekten ötürü günahkâr da olur. Tedaviye başlayacak olursa, tedavi günlerinde muaf tutulur.

Kendisinde mezî akıntısı görülen kimsenin mezîsi, bir hastalıktan ötürü ve alışılagelmiş lezzeti duyulmaksızın akıyorsa özür sayılır. Ama bir hasta­lıktan ötürü değilse, bekârlıktan ötürü ve alışılagelmiş lezzetiyle akıyorsa, örneğin bir kadına bakmaktan veya onu düşünmekten ötürü akıyorsa özür sayılmaz. Her aktıkça da abdesti bozar. Bu durumda sürekli olarak aksa bi­le yine özür sayılmaz.

Bu sayılan şartların gerçekleşmesi hâlinde akıntılardan ötürü abdestin bozulmayacağı, Mâlikî mezhebinin meşhur görüşüdür.

Hastalar için hafifletici bir hüküm sayılabilecek olan bir başka görüşle­ri daha vardır ki, bu görüş meşhur değildir. Bunu şöyle ifade edebiliriz: Bu sayılan şartlar gerçekleşmeseler bile, akıntılardan ötürü abdest bozulmaz. An­cak bu akıntılar sürekli değilse abdest tazelemek müstehab olur. Ama bu akın­tılar sürekli vukû bulmakta iseler abdest tazelemek müstehab olmaz. Özürlü kimselerin zorluk ve sıkıntı anlarında her ne kadar meşhur değilse de bu gö­rüşü taklid etmeleri sahîh olur. Çünkü bu, birçok insanın durumuna uygun düşmektedir. Bunu taklid etmelerine bir engel de yoktur.

Şafiiler dediler ki: Kendisinde akıntı görüleri özürlü kişinin, akıntı yerini tıkayıp bağlayarak korunması vâcibtir. Bu önlemi aldıktan sonra ab­dest alır, ancak bilâhare harhangi bir akıntı meydana gelirse bunun namaz kılmaya ve diğer ibadetleri yapabilmeye zararı olmaz. Özürlü kimsenin abdestinin namaza elverişli olması için birtakım şartların gerçekleşmesi gerekir. Şöyle ki:

1. Abdestten önce istincâ yapılmalıdır.

2. İstincâyı yapar yapmaz yukarıda anlatılan korunma önlemini he­men almalıdır. Korunma önlemi de alınır alınmaz hemen abdest alınmalı­dır. Bunu biraz daha açalım: Önce istincâ yapılacak. İstincâdan hemen son­ra aradan zaman geçmeksizin, akıntı gelen veya dışkı süzülen yeri temiz bir bezle tıkayıp bağlamalıdır. Ama bu bağ, zarar verici bir bağ olmayıp dokto­run pansuman bağını andırmalıdır. Bunu yapar yapmaz da acilen abdeste başlanmalıdır. Öyle ki, istincâ ile bağlama arasına fasıla konulmayacağı gi­bi bağlama ile abdest arasına da herhangi bir fasıla konmamalıdır.

3. Abdest organlarından biri kurumadan hemen öbürünü yıkamaya geçmelidir. Meselâ önce yüzü, sonra araya fasıla koymaksızın acelece elleri yıkamalıdır.

4. Abdest alır almaz araya fasıla koymaksızın hemen namaza durma­lıdır. Çünkü abdestten sonra başka bir işe başlanacak olursa abdest bâtıl olur. Ancak araya mescide gitmek gibi namazla ilgili bir işi sokacak olursa bunun pek zararı olmaz. Meselâ istincâyı evinde yapıp gerekli yeri bağladıktan sonra abdestini alıp mescide giderse bunun pek zararı olmaz. Abdest aldıktan son­ra yürüyerek mescide gitmesinin abdest için bir sakıncası yoktur. Yine ab­dest alır ve fakat cemâati veya cuma namazını beklerse bunun da zararı ol­maz.

5. Bütün bu saydığımız işleri vaktin girmesinden sonra yapmalıdır. Vaktin girmesinden önce yapılan istincâ ve alınan abdestin geçerlilikleri yok­tur. Özürlü kimse, anlattığımız şekilde aldığı abdestle sadece bir farz nama­zını kılabilir. Her farzı kılmak için, bu saydığımız işleri yeniden yapması ge­rekir. Nafile namazlara gelince, bu abdestiyle kıldığı farz namazın yanısıra dilediği kadar nafile namaz kılabilir. Nafileleri farzdan önce kılabileceği gi­bi, farzdan sonra da kılabilir.

Niyet bahsinde de anlattığımız gibi özürlü kişi, abdest alırken bununla, namaz kılmayı kendine mubah etmeye niyet etmelidir. Meselâ, “Bu abdestimle şâriin, namaz kılmayı bana mubah etmesine niyet ettim” demelidir. Bu abdest, gerçek bir abdest olmayıp, damlayan sidik ve benzeri şeylerden ötürü bozulmaktadır. Ancak İslâm dîni, müsamaha göstererek bu abdestle namaz kılınmasına müsâade etmiştir. Böylece özürlü kimseler, sevâbtan yoksun kalmamış olmaktadırlar. Çünkü İslâm hukuku, insanların maslahatla­rını, dünya ve âhiret menfaatlerini gözetmeye büyük îtinâ göstermektedir.[78]

 

GUSÜL BAHSİ

 

Gusül'ün Tanımı

 

Ğayn harfinin ötresiyle “gusül” olarak telâffuz edilen “gusül” kelimesi lügatte, insanın vücudunun üzerine su döküp ovması mânâsına gelir. “Ğayn” harfinin esresiyle “ğisl” olarak telâffuz edilen ke­lime ise lügatte, yıkamada kullanılan sabun ve benzeri temizlik maddele­ri demektir. Ğayn harfinin üstünüyle “ğasl” olarak telâffuz edilen kelime ise lügatte, yıkamada kullanılan su demektir.

Istılahta ise gusül, temizleyici suyu kendine özgü şekliyle tüm vücûd üzerinde kullanmak demektir. “Tüm vücûd üzerinde” kaydını koymakla abdesti bu tanımın dışına çıkarmış oluyoruz. Çünkü abdestte su, sadece vücûdun birkaç organı üzerinde kullanılmaktadır.

Guslün gerek lügat, gerekse ıstılah anlamlarının açıklanışında oku­yucunun herhangi bir güçlükle karşılacağını sanmıyorum. Zîrâ bu kitap, hem avama hem de havasa özgüdür. Herkes, kendisine gerekli olanı için­den çıkarıp alır. Avam tabakasının bu ilmî terimleri anlaması zorunlu de­ğildir. Bunlar, sadece kendilerini ilgilendiren farz, sünnet ve mendublara bakıp okumalı ve bunu da iyice zihinlerinde tutmalıdırlar.[79]

 

Guslü Gerekli Kılan Haller

 

Guslü gerekli kılan hallerin sayısı altıdır. Bunları sırasıyla anlatmaya çalışalım. Şöyle ki:

1. Ön veya arkaya penisin başını girdirmek. Meni aksın akmasın, sadece bu değdirmeden ötürü gusül farz olur. Girdirme nedeniyle guslün farzoluş nedenleri mezheblere göre detaylı bir şekilde aşağıda anlatıl­mıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Penisin baş kısmı veya (başı kesilen penisten) geriye kalan kısmının baş kadarı ön veya arka organa girdirilip gizlenecek olursa ve arada penis ile o organın ısısının birbirine geçmesini engelleyecek kaim bir perde bulunmazsa, meni aksın akmasın gusül farz olur. Yalnız gu­sül, bu işi yapanların baliğ olmaları hâlinde farz olur. Meselâ on yaşındaki bir çocuk, penisini bâliğa bir kadının vaginasma girdirecek olursa bu durumda gusül, yalnız kadına farz olur. Gusül yapmaya alışsın diye bu çocuğa da gu­sül yapması emredilmelidir. Tıpkı baliğ olmamış çocuğa, alışması için na­maz kılmanın emredilişi gibi... Bu hususta kız çocuğu da oğlan çocuğu gibi­dir. Baliğ bir erkeğin penisinin başının, ölü bir kadının vaginasına veya bir hayvanın tenasül organının içine girdirilip gizlenmesinden ötürü gusül yap­mak farz olmaz. Aynı şekilde penisin başı erselik (çift cinsiyetli) birinin va­ginasına girdirilip gizlenirse gusül yine farz olmaz. Yine bunun gibi erselik biri, kendi penisini başkasının ön veya arka organına girdirecek olursa her ikisine de gusül yapmak farz olmaz. Ama erselik olmayan birisi penisini, bir erseliğin arka organına girdirecek olursa bunlardan hangisi baliğ ise gusül yapmak ona farz olur.

Şafiîler dediler ki: Penisin başı veya başı kesilen penisin geri kalan kısmından baş kadarı, ön veya arka organa girdirilecek olursa, bunu yapan­lar baliğ olsunlar olmasınlar her ikisinin de gusül yapması farz olur. Velîsi­nin, çocuğa gusletmeyi emretmesi gerekir. Çocuk, kendiğilinden gusül ya­parsa bu, onun için yeterli olur. Aksi takdirde baliğ olduktan sonra guslet­mesi farz olur. Organına penis girdirilen şahıs, cinsel ilişkiye müsait olsun olmasın, penisin başında iki organın ısısının birbirine geçmesini engelleyen bir perde bulunsun bulunmasın, organına penis girdirilen hayvan olsun in­san olsun, canlı olsun ölü olsun gusül farz olur. Erseliğin ön tarafına değil de arka tarafına penis girdirilecek olursa yine gusül farz olur. Ama erselik, kendi penisini başkasının ön veya arkasına girdirecek olursa her ikisine de gusül farz olur. Ancak penis, ön taraftan girdirildiği takdirde tam olarak cinsel ilişki deliğinin içine girdirilirse gusül farz olur. Yok sadece tenasül or­ganının iki dudakçığı arasına girdirilecek olursa menî gelmeden gusül icâb etmez.

Malikiler dediler ki: Penisin başı, canlı olsun ölü olsun; erkek, ka­dın, erselik veya hayvanın ön veya arka organına girdirilecek olursa cünüp olunur. Ve dolayısıyla da gusül gerekli olur. Penisi sokan, cinsel ilişkiyi yapacak güçte ve mükellef ise; kendisine girdirilen de bu ilişkiye müsait ise ya­pana gusül gerekir. Yapan ve yapılan mükellef iseler, yapılana da gusül ge­rekli olur. Bir çocuk penisini bir kadına girdirecek olursa kadının menîsi ak­mazsa, kadının gusletmesi gerekmez. Penisin başında lezzet almaya engel bir perde olursa, bunu yapan baliğ olsa bile cünüb olmaz. Ayrıca penis, kadı­nın sünnet mahallinden öteye gidecek olursa da cünüb olunur ye gusül gere­kir. Buna gerekçe de Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerifidir:

“İkî Sünnet yeri birleştiğinde gusül gerekir.” [80]

Hanbeliler dediler ki: Penisin başı ince bile olsa perdesiz olarak cinsel ilişkiye müsait birinin Ön veya arka organına girdirilirse, erkek on ya­şından, kız da 9 yaşından küçük olmazsa yapana da, yapılana da gusül gere­kir. Yapılan, hayvan veya bir ölü olsa bile penisin baş kısmı, deliğin içine girerse gusül gerekir. Erselik, kendi penisini başkasının ön veya arkasına gir­direcek olursa ikisine de gusül gerekli olmaz. Aynı şekilde başkası da penisi­ni erseliğin vaginasma girdirecek olursa ikisine de gusül gerekmez. Ama er­seliğin arka organına girdirecek olursa aslî bir delik olduğundan ötürü gu­sül, her ikisine de gerekli olur. Aslında bu gibi meseleleri anlatmakta büyük bir fayda söz konusu değildir. Çünkü bunların bir çoğu pek nâdir olarak vukû bulmaktadır. Anlatmamak istiyordum. Ancak bazı yerlerde ve durum­larda bu hükümlerin bilinmesine ihtiyâç duyulacağı düşüncesiyle anlatma­dan geçemedim.

 

2. Guslü gerekli kılan hallerin ikincisi, erkek veya kadının menîsinin akmasıdır. Kadınların da menîsi vardır. Ancak bunların menîsi, tena­sül organının dışına çıkmaz. Bunu inkâr edenler, duyularla hissedilen her-şeyi inkâr etmiş olorlar. Menînin gelişi iki durumda olur:

a. Uyanık iken menî gelmesi.

b. Uykuda iken menî gelmesi.

Uyanık iken cinsel ilişkiden başka nedenlerle gelen menî bazan lez­zetle gelir. Bazan da bir hastalıktan veya acıdan ötürü gelir. Oynaşmak, çıplak bedenle sarılmak, öpmek, kucaklamak, bakmak, düşünmek ve ben­zeri sebeplerden ötürü lezzetle gelen menî guslü gerekli kılar. Lezzetle beraber gelmesiyle, lezzet duyulup sakinleştikten sonra gelmesi arasın­da hüküm bakımından bir fark olmayıp her iki şekilde de gusül gerekli olur. Yine aynı şekilde hanımıyla oynaşıp onu öptükten sonra lezzet duyma­yan bir ekeğin bundan hemen sonra menisinin akması hâlinde gusül yap­ması gerekli olur. Ama bir hastalıktan ötürü veya sırta vurulan şiddetli bir darbeden ötürü ve benzeri nedenlerle menî akacak olursa gusül gerekli olmaz. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Menînin alışılagelmiş şekilde mûtâd yoldan gel­mesi bir şartla guslü gerekli kılar. Bu şart da: Çıktıktan sonra meni olduğu­nun tahakkuk etmesidir. Menî ister lezzetle ister lezzetsiz aksın, ister alışıla­gelmiş bir sebebten ötürü, ister bir hastalık veya sırta vurulan bir darbe gibi alışılagelmemiş bir sebeple aksın, hüküm değişmeyip gusül gerekli olur. Bu nedenle demişler ki: Erkek, hanımıyla cinsel ilişki kurduğunda menîsi ak­maz ve ilişkiden ötürü guslünü yaptıktan bir süre sonra menisi lezzetsiz ola­rak akarsa guslü yenilemesi gerekir. Çünkü guslü mûcib sebeplerden biri de menî akmasidır. Ancak bu durum kadında vukûbulursa bunun tafsilâtı olur. Şöyle ki: Kadın, cinsel ilişkiden ötürü guslünü yaptıktan sonra kendisinden menî aktığını görürse bakılır: Eğer gusülden önce menisi akmışsa, kocasının menisiyle karışmış olduğundan ötürü guslü yeniler. Yok eğer gusülden önce menîsi akmamışsa guslü yenilemesi gerekmez. Çünkü görmüş olduğu bu su, kocasının suyudur. Gusülden sonra dışarı aktı diye kadının guslünü yenile­mesi gerekmez.

Hanbeliler dediler ki: Menînin bilfiil çıkması guslü gerekli kılmaz.

Guslün gerekli olmasının şartı: Erkeğin, menî akarken bu suyun kendi sul­bünden (omurgasından) kopup geldiğini hissetmesi; kadının da, kendisin­den akan bu suyun göğüs tahtası kemiğinden kopup geldiğini hissetmesidir.

Hanbelîlere göre gusül, bu mıntıkalardan koptuktan sonra menî vücû­dun dışına çıkmasa bile farzolur. Sözgelimi bir erkek, hanımıyla cinsel ilişki kurduğunda menîsi akmasa ve guslünü yapsa ancak gusülden sonra menîsi lezzetle akacak olursa guslü yenilemesi gerekir. Ama lezzetsiz olarak akarsa gusül gerekmeyip sadece abdesti bozulur. Bir hastalıktan veya sırta vurulan bir darbeden ötürü akarsa da gusül gerekli oimaz. Bu anlatılanlardan sonra Hanbelılerın cinsel ilişki dışında menînin guslü gerektirmesi için lezzetle çık­masını şart koştuklarını anlamış oluyoruz. Menînin, tenasül organının dışı­na çıkması şart olmayıp yerinden kopması yeterli olur. Yerinden kopuşu da bilinen bir olaydır. Şâfiîler bunun tersi görüşte olup menînin lezzetle akma­sını şart koşmamaktadırlar. Sadece penisin dışına veya kadının tenasül or­ganının içine kadar gelmesini ve bu gelen sıvının da menî olduğunun tahak­kuk etmesini guslün gerekliliği için yeterli saymaktadırlar.

Hanefiler dediler ki: Cinsel ilişki dışındaki sebeblerden herhangi biriyle menînin lezzetle akmasının iki durumu vardır:

a. Şehvetle ve de fışkırarak tenasül organının dışına çıkması. Bir kişi, eşini kucaklayıp da penisini onun vaginasına girdirmeden menîsi akacak olursa gusül yapması gerekir. Yeri gelince anlatılacağı gibi penisin vaginaya girdirilmesi hâlinde menî akmasa bile gusül gerekir. Menî, asıl makam olan bel­den veya (kadınlarda) göğüs tahtası kemiğinden şehvetle koptuğunda lezzet duyulacak olursa dışarı çıkıp görünmese bile, dışarı çıkmış sayılır. Menî, lez­zetle yerinden kopar, sonra da tutulup dişarıya bırakılmazsa, ancak bu tu­tulan menî daha sonra lezzetsiz olarak çıkarsa guslü gerekli kılar. Guslün farz olması, menînin asıl yerinden kopup tenasül organından dışarı çıkması şartına bağlıdır. Asıl yerinden kopup da dışarı çıkmaması hâlinde gusül ge­rekli olmaz.

b. Cinsel ilişki veya başka bir nedenle asıl yerinden kopan menînin bir kısmının dışarı çıkması hâlinde, kişi idrarını yapmadan gusül yaparsa daha sonra da menînin içte kalan artığı dışarı çıkarsa tmam Âzam ile İmam Muhammed’e göre guslü yenilemesi gerekir. Ebû Yûsuf'a göre yenilemesi ge­rekmez. Bu durumdaki kişinin İmam Azam'a göre guslünü yenilemesi vâcibtir. İmam Muhammet'e göre bu kişi birinci guslü yapmadan önce idrarı­nı yapmamış veya birkaç adımlık yürüyüş yapmamış veyahut da menînin çı­kışından sonra bir müddet beklememişse guslünü yenilemelidir. Eğer bun­lardan birini yerine getirip de guslünü yapar, sonra da menîsi akacak olursa guslü yenilemesi gerekmez. Bu hususta icmaı vardır. Bir kadın kocasıyla cinsel ilişki kurduktan sonra yıkanırsa ancak sonra menisi dışarı çıkarsa guslü ia­de etmesi gerekmez.

Sırta vurmaktan veya menî akıntısına yolaçan bir hastalıktan ötürü lez­zetsiz olarak menî akacak olursa gusül gerekli olmaz.

Bu anlatılanlardan sonra Hanefîlerin bu hükümde Şafiî ve Hanbelîlerle görüş ayrılığı içinde olduktan anlaşılmış oluyor. Çünkü Hanefîler guslün farzlığı için menînin tenasül organının dışına çıkmasını şart koşmaktadırlar. Hanbelîlerse guslün farz olması için menînin, erkeğin belinden ve kadının göğüs tahtası kemiğinden lezzetle kopmasını bu lezzet meninin dışarı çıkmasına kadar devam etmese bile yeterli görmektedirler. Şâfiîlerse lezzetle olmasa bile menînin dışarı çıkmasını şart koşmaktadırlar.

Malikiler dediler ki: Cinsel ilişi olmaksızın menî, alışılagelen lez­zeti gittikten sonra tenasül organından dışarı akacak olursa gusül farz olur. Menînin çıkışından önce yıkanıp yıkanmaması bu hükmü değiştirmez. Eğer bu lezzet, cinsel ilişkiden, meselâ penisi vaginaya girdirmekten ötürü duyul­muş ve fakat o esnada menî akmamış da lezzet gittikten sonra menî akmış­sa, önce de gusül yapmışsa yeniden gusül yapması gerekmez.

 

3. Guslü gerekli kılan hallerin üçüncüsü, uyku hâlinde menî akmasıdır. Ki buna ihtilâm denmektedir. İhtilâm olduktan sonra uykusundan uya­nan bir kişi iç çamaşırında, vücudunda veya tenasül organının dışında ıs­laklık görürse gusül yapması gerekir. Ancak bu ıslaklığın menî olmadığı­na kesin kanaat hâsıl olursa gusletmesi gerekmez. Ama bu ıslaklığın me­nî mi, mezî mi, vedî mi olduğunda şüpheye düşerse uykuda lezzet duy­duğunu hatırlayıp hatırlamamasına bakmaksızın gusül yapması farz olur.

 

Şafiiler dediler ki: Uykuda iken ihtilâm olduktan sonra uyanan ki­şi, üzerindeki ıslaklığın menî mi mezî mi olduğu hususunda şüpheye düşerse gusül yapması kendisine zarurî olmaz. Dilerse menîdir deyip gusleder. Dilerse de mezîdir deyip temizler ve abdest alır. Kararını verdikten sonra ara­dan zaman geçer ve eski kararını değiştirirse, birinci kararına göre kıldığı namazları ve diğer şeyleri iade etmesi gerekmez.

 

4. Guslü gerekli kılan hallerin dördüncüsü, hayız ve nifas kanıdır. Bunda mezheblerin görüş birliği vardır. Hayız ve nifas kanı kendisinde görülen kadın, bunların kesilmesini müteâkib gusletmek mecburiyetindedir. Kansız gerçekleşen doğum da nifas hükmündedir. Meselâ bir kadın te­miz ise, yani henüz kanı akmıyorsa doğum yaptıktan sonra da kendisin­de kan görülmezse sırf doğumdan ötürü gusletmesi farz olur.

 

Hanbeliler dediler ki: Kansız gerçekleşen doğumdan ötürü gusül yapmak farz değildir.

 

5. Guslü gerekli kılan hallerin beşincisi, şehid olmamak kaydıyla müslüman kişinin ölümüdür. Çünkü şehidi yıkamak farz değildir. Ce­naze bahsinde şehidin ne demek olduğu ve ne gibi hükümlere tâbi oldu­ğu anlatılacaktır.

 

Hanefiler dediler ki: Ölen müslümanın yıkanması baliğ olması şar­tına bağlıdır. Hanefîlerce “bağî”, kendi arzusu uyarınca sosyal düzeni yık­mak için âdil devlet başkanına karşı isyan eden ve İslâm cemâatinden ayrı­lan kişidir. Kendi kuvvetlerine dayanarak zorbahk yapanlar, adalet ehliyle vuruşanlar Hanefîler nazarında “bağî” sayılırlar. Ama bunun yanında, me­selâ bir hırsız şebekesi bir köye musallat olup orada zorbahk yaparlarsa bu anlamda “bağî” sayılmazlar. Böylelerinden ölenlerin cenazeleri yıkanır.

 

6. Guslü gerekli kılan hallerin altıncısı, bir kâfirin cünüb iken müs­lüman olmasıdır. Ama cünüb değilken müslüman olması hâlinde gu­sül yapması sadece mendub olur.

 

Hanbeliler dediler ki: Bir kâfir cünüb olsun olmasın müslüman ol­duğunda gusletmesi vâcib olur.[81]

 

Guslün Şartları

 

Guslün şartları üç kısma ayrılır:

Yalnız vücûbunun şartlan: Kendisine abdest almak vâcib olan kişiye cünüblükten ötürü gusletmek de vâcib olur.

Yalnız sıhhatinin şartlan: Abdest alması sahîh olan kişinin guslü de sahîh olur.

Hanbeliler dediler ki: îhtilâm olan kişi, uyandıktan sonra üzerin­deki ıslaklığın menî olup olmadığı hususunda şüpheye düşerse bakılır: Eğer uyumadan önce güzele bakma veya düşünme gibi lezzet sebebi şeylerden bi­ri vukûbulmuş ise üzerindeki ıslaklığın menî olmadığına karar vererek gus­letmez. Eğer uyumadan önce bir güzele bakma veya onu düşünme gibi lez­zet verici sebeblerden biri vukûbulmuş ise gusül yapması farz olur.

Hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartları: Bütün bu şartlar, abdestin şartları bahsinde anlatılmıştır. İsteyenler oraya müracaat edebilirler. Bunun yanında guslün bazı şartları, abdestinkinden ayrılmaktadır. Mese­lâ “İslâm'ın şartı gibi. Ehl-i kitaptan olan kadının gusletmesinde bu şart aranmaz. Diyelim ki müslüman bir erkek, kitap ehli olan bir kadınla evle­nir de bu kadının hayız ve nifas hâli sona erdikten sonra gusletmesi hâ­linde kocası kendisiyle cinsel ilişki kurabilir. Aksi takdirde kuramaz.

 

Hanefiler dediler ki: Hayzın en çok müddeti on gündür. Nifasın en çok müddeti ise kırk gündür. Hayız kanı on günün bitiminden, nifas ka­nı da kırk günün bitiminden sonra kesilecek olursa kadın yıkanmamış olsa da, müslüman olsun, kitap ehli olan bir gayr-ı müslim olsun, kocası kendi­siyle cinsel ilişki kurabilir. Ama kan, bu müddetlerin bitiminden önce kesi­lecek olursa, meselâ hayız kanı yedi günün bitiminden sonra veya nifas kanı otuz günün bitiminden sonra veya daha kısa sürede kesilecek olursa gusül yapmadan kocası kendisiyle temasta bulunamaz. Veya kanın kesilmesini mü­teakip tam bir namaz vakti geçinceye kadar kocasıyla cinsel ilişki kuramaz. Diyelim ki öğle vaktinin girişinden sonra kan kesildi. Öğle vakti çıkmayıncaya ve öğle namazı da kendisinin zimmetine girinceye kadar kocası kendi­sine yanaşamaz. Eğer kan, öğle vaktinin sonlarına doğru kesilir, geriye de gusül yapıp iftitah tekbiri getirmeye yetecek kadar zaman kalırsa kocası ken­disine yanaşabilir. Bunları yapmaya yetecek kadar zaman yoksa kocası ya­naşamaz. Ancak gusleder veya ikindi vaktinin tamamı geçtikten sonra kan görmezse, kocası kendisiyle cinsel ilişki kurabilir. Kadının müslüman veya kitap ehli olması arasında bir fark yoktur.

 

Her ne kadar müslüman değilse de, gusletmek bu kadın için meşrudur. Bazı mezhepler guslün, abdestin şartlarından değişik bazı şartları oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Ki bunları aşağıda ele alacağız.

 

Hanbeliler dediler ki: Abdestte olduğu gibi gusülden önce istincâ veya isticmar yapmak şart değildir.

Şafiiler dediler ki: Abdestte olduğu gibi gusülde de sıhhat şartı ola­rak mümeyyizlik aranmaz. Kadının kanı kesilip gusül yapmasından sonra kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurması helâl olur.[82]

 

Guslün Farzları

 

Bu farzları önce her mezhebe göre toplu olarak ele alacak, sonra da üzerinde ittifak edilenlerle ihtilâf edilenlere ayrı ayrı dikkat çekeceğiz. Çünkü bu farzlar böylece daha kolay anlaşılır ve daha rahatlıkla da zihinde tutulabilirler.

 

Hanefîler: Bunlar, guslün farzlarının üç tane olduğunu söylediler:

1. Mazmaza,

2. İstinşak,

3. Tüm vücûdu suyla yıkamak.

Özet olarak sayılan bu farzların her birine özgü hükümleri mevcûd olup bunları birer birer gözden geçirelim:

1. Mazmaza: Temizleyici suyu ağza vermekten ibarettir. Ağıza alman su ağız içinde çalkalanmasa veya tekrar dışarı atılmasa da, yutulsa da farz yerini bulmuş olur. Ancak suyun, ağzın her tarafına isabet etmesi şarttır. Gusül yapacak olan kişinin dişlerinin arasında boşluk varsa ve bu boşlukta yemek artığı da kalmış olsa bile, yapılan gusül geçerli olur. Ama ihtiyat ba­kımından en uygun olan davranış, dişler arasında ve diş etleri üstünde bulu­nan kirlerle yemek artıklarını çıkarıp temizlemektir.

2. İstinşak: Abdestte anlatılan şekliyle burun içine su vermektir. Bu­run içinde kurumuş sümük veya kir varsa bunlar temizlenip giderilmediği takdirde yapılan gusül sahîh olmaz. Bu hüküm, müslümanlan sürekli temizliğe sevkeden bir etkendir. Burundaki bu pislikleri çıkarıp temizlemenin ve altla­rını yıkamanın vâcib olması şeriat koyucunun, bedene fayda veren iç ve dış temizliğe ne kadar özen gösterdiğine ilişkin mükemmel bir delildir.

3. Cünüblük nedeniyle yapılan gusülde tüm vücûdu suyla yıkamak, üzerinde ittifak edilen bir farzdır. Vücûdun çok küçük bir parçasına su isa­bet etmeyecek olursa gusül geçersiz olur. Gusül yapmak isteyen kişi, vücû­dunun üzerinde bulunup da suyun cilde ulaşmasına engel olan şeyleri gider­melidir. Meselâ tırnaklarının arasında suyun deriye ulaşmasını engelleyen pis­likler olursa bu şahıs, ister köylü ister kentli olsun guslü geçersiz olur. Ama tırnaklar arasında toprak, çamur ve benzeri kirler bulunursa kişi bundan muaf tutulur. Guslü de sahîh olur. Ama bazı mesleklerde çalışan işçilerin tırnak­ları arasında bulunan kirlerin guslü etkileyip etkilemeyeceği hususunda eser­lerde görüş ayrılıkları mevcûdtur. Meselâ devamlı olarak hamur yoğuran ek­mekçinin tırnakları arasında hamur bulunmasıyla boyacının tırnakları ara­sında yapışık ve cirmi olan boya parçalarının bulunması bunlara örnek ola­rak gösterilebilir. Ki bunları temizleyip gidermek çok güçtür.

Bazı fıkıhçılar bu durumdaki kimselerin tırnak aralarında kalan şeyle­rin guslü geçersiz kılacağını söylemektedirler. Bazıları da zaruret dolayısıyla bu kimselerin gusüllerinin sahîh olacağını söylemektedirler. Çünkü şeriat, zaruret durumlarını genel hükümlerden her zaman istisna etmiştir. Bu gibi kimseler de güçlük ve zaruret içinde olduklarından ötürü zorlanmamalıdırlar. Fıtrata uygun olan İslâm dinine yaraşan da budur.

Gusül yaparken kadının, saç örgülerini çözmesi gerekmez. Ancak su­yu, saç diplerine kadar ulaştırması gerekir. Şakakları üzerine inen zülfünü yıkamaya gerek yoktur. Saçları örülü değilse ve su dibine kadar ulaşmıyorsa bu durumda suyu saçlarının arasına girdirmesi gerekir. Kadın, başına cismi olan ve biraz da katı durumda bulunan bir esansı sürecek olursa ve bu esans, gusül esnasında suyun saç diplerine kadar ulaşmasına engel olursa bunu giderip temizlemesi gerekir. Ki su, saç dibine ulaşsın. Kadın, dar yüzükler, bi­lezik ve küpeler takınmışsa, suyun alt tarafına ulaşması için bunları oynat­ması vâcibtir. Eğer suyu alt taraflarına ulaştırmıyorsa bu durumda çıkarılmaları gerekir. Kulak delik olup içinde küpe yoksa gusül esnasında bu deli­ğe suyu girdirmek gerekli olur. Su bu deliğe kendiliğinden girerse ne ala. Aksi takdirde her ne ile mümkün olacaksa suyu onunla girdirmek gerekli olur. Kadının gusül esnasında parmağını vaginasına girdirmesine gerek yoktur. Ama erkeğin, gusül esnasında suyu sakal tüylerinin arasına ve diplerine ulaştır­ması vâcibtir. Tüyleri örülü olsa da olmasa da hüküm aynıdır. Gusül esna­sında göbek ve benzeri çukur yerlere de suyu ulaştırmak vâcibtir. Parmağı göbek çukuruna koyup hareketlendirmek gerekir. Sünnet olmamış kişinin, suyu penisinin baş tarafındaki kılıfının altına ulaştırması vâcib olmayıp sa­dece müstehabtır.

Mâlikîler: Guslün farzlarının beş tane olduğunu söylemişlerdir:

1. Niyet: Abdestte anlatılan hükümleriyle birlikte niyet, gusülde de farzdır. Gusle başladıktan sonra örfe göre aradan çok kısa bir zaman geçin­ce de niyet edilirse, gecikmiş olunmasına rağmen sahîh olur. Gusülde niye­tin zamanı, vücûdun ilk yıkanmaya başlanması zamanıdır. Abdestin farzla­rı bölümünde de anlatıldığı gibi niyet, Hanefilere göre müekked bir sünnet­tir. Hanbelîlerse niyetin, gusül için bir sıhhat şartı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Niyetsiz olarak yapılan gusül sahîh olmaz. Bununla beraber niyet, gus­lün asıl rüknü değildir.

Şâfiîlerse niyetin farz olduğu hususunda Mâlikîlerle sözbirliği etmişler­dir. Ancak Şâfiîler niyeti, vücûdun ilk organının yıkanmaya başlanmasın­dan sonraya ertelemek caiz değildir demişlerdir.

2. Vücûdun tümünü suyla kaplamak: Ağız, burun, kulak deliği ve gözler vücûdun yıkanması gereken yerlerinden sayılmamıştır. Bunlara göre vücûdun dış kısmının tümünü yıkamak farzdır. İçi olan organların içini yı­kamak farz değildir. Mazmaza ve istinşak gibi ağız ve burunun içini yıka­mak farz değildir. Sadece sünnettir. Ama bunun yanında vücudda kırışık­lıklar varsa aralarına su girsin diye bunları hareketlendirmek gerekir.

3. Muvalât: Buna çabuk davranmak da diyebiliriz. Gusül yapan kişi­nin hatırında kalması ve yapmaya da gücünün yetmesi halinde bir organındaki su kurumadan öbürünü yıkamaya geçmesidir. Ki bu husus, abdest bahsinde de anlatılmıştır.

4. Vücûdun tümünü suyla ovmak: Suyu vücûda dökme esnasında ov­mak şart değildir. Su vücûda dökülüp yere damladıktan sonra da bu ovma yapılabilir. Yeterki vücûda dökülen su kurumamış olsun. Ovmanın özellikle elle yapılması da şart değildir. Vücûdunun bir kısmını kolu ile veya ayakla­rından birini diğerinin üstüne koyarak da ovarsa yeterli olur. Mendil, havlu ve benzeri şeylerle ovmak da mûtemed olan görüşe göre yeterlidir. Meselâ havlunun bir ucunu sağ eline, diğer ucunu sol eline alır ve böylece sırtını ve vücudunun diğer taraflarını ovarsa, eliyle ovmaya gücü yetse bile yine de yeterli olur. Yeterki vücuddaki su, daha önce kurumuş olmasın. Mûtemed olan görüş budur. Yine bunun gibi eline bir kese alıp vücûdunu böylece ovarsa tartışmasız olarak guslü sahih olur. Zîrâ bu, elle ovmadır. Kendi eliyle veya bir bez parçasıyla vücûdunun tümünü veya bir kısmını ovmaktan âciz olan bir kişiden ovma yükümlülüğü düşer. Böyle birinin, vücûdunu başkasına ov­durması gerekmez.

5. Saçları hilâllemek: Sık olan sakal tüylerini hilâlleme hakkında ihti­lâf vardır. Bazıları bunun farz olduğunu, bazilarıysa mendub olduğunu ileri sürmüşlerdir. Vücuddaki tüy ve saçlara gelince, bunları sık olsun seyrek ol­sun hilâllemek ittifakla farzdır. Kadında olsun, erkekte olsun kaş, kirpik, koltuk altı ve kasık tüyleri de hilâllenmesi farz olan tüylerdendir. Saçlar örülü olursa bunlar ya iple, veya ipsiz olarak örülmüştür. Eğer iple örülmüşse ve bu iplerin sayısı üç telden fazlaysa veya üç telse gusül esnasında bu örgünün çözülmesi gerekir. Ama bu ipler üç telden az ise ve sık olarak da örülmemiş-se çözülmeleri vâcib olmaz. Ama sık olarak örülmüşse ve su da saçların di­bindeki deriye ulaşmıyorsa, ipli olsun ipsiz olsun, örgünün çözülmesi vâcib olur.

Özetleyecek olursak deriz ki: Örgü üç veya daha fazla sayıda iple örül­müş ise tartışmasız olarak gusül esnasında çözülmesi gerekli olur. Çünkü böyle bir örgü, suyun deriye ulaşmasına engel olur. Örgü sık olduktan sonra ipli olsun ipsiz olsun, yine çözülmesi gerekir. Ama gevşek örülmüşse çözülmesi gerekmez. Yalnız süslenen gelinin durumu istisna edilmiştir. Onun örülen saçları, başına sürülen kokularla parfümler ve diğer süs malzemeleri telef olmasın diye gusül esnasında başını yıkamayıp sadece vücudunu yıkamakla yetinir. Bu süslere zarar vermeyecek şekilde başını mesheder. Eğer vücudu­nun her tarafına güzel kokular ve parfümler sürünmüş ise ve yıkandığı takdirde bunların telef olmasından korkuyorsa ve gusletmesi de gerekiyorsa bu vecibe kendisinden sakıt olur. Ve teyemmüm eder. Dar ve geniş yüzüğün hük­mü abdest bahsinde anlatılmıştı. Burada da aynı hükümler geçerlidir. Yü­zük eğer darsa, fakat kullanılması mubah olan bir yüzükse ve su da altına geçmiyorsa sadece yüzüğü yıkamakla yetinilir. Çıkarmak gerekli değildir.

Şafiiler dediler ki: Guslün farzları iki tanedir: Niyet ve bedenin tü­münü suyla kaplamak (yıkamak).

1. Niyet: Gusle başlarken vücûdun ilk yıkanılacak yeri yıkamaya girişildiğinde niyet edilmelidir. Bedeninin ilk organını yıkamaya başlamadan daha önce niyet edecek olan kişinin guslü bâtıl olur. Nitekim bu husus, abdest bah­sinde de anlatılmıştı.

2. Bedenin tümünü suyla kaplamak: Bedenin üzerindeki kıllar sık ol­sun seyrek olsun, bu farzın kapsamına girer. İç ve dışlarını yıkamak farzdır. Farz olan, suyun kılların arasına girmesidir. Sık oldukları takdirde dipteki deriye suyun ulaşması farz değildir, içine suyun sızmasına engel olan örgü­leri çözmek de farzdır. Örgünün kadında veya erkekte olması aynı hükme tâbidir. Ama kendi tabiatı gereği özürsüz olduğu halde giriftleşen saçların arasına su girmiyorsa bu durumdaki bir kişi muaf tutulur. Su ne kadar saç aralarına girebiliyorsa o kadarıyla yetinilir. Suyun, bedenin her tarafına nü­fuz etmesi farzdır. Bedenin çok az bir kısmı kuru kalırsa gusül geçersiz olur. Göbek çukuru ve yaraların bıraktığı çukurumsu yerlere kadar suyu ulaştır­mak da gerekli değildir. Bedendeki çukur yerlere tulumba ve boru gibi şey­lerle suyu ulaştırma zorunluluğu yoktur. Gaye, hiçbir zorlanmaya katlan­madan suyu bu gibi çukur yerlere ulaştırmaktır. Hamur, mum ve göz çapağı gibi suyun deriye ulaşmasını engelleyen şeylerin ortadan kaldırılıp gideril­mesi gerekir. Yerinden çıkarmadıkça altına su geçmeyen dar yüzüğü çıkar­mak da gereklidir. Kadının, kulağındaki küpeyi de oynatması gerekir. Kula­ğı delik ve fakat içinde küpe olmayan kadının, suyu bu deliğin içine girdir­mesi gereklidir. Çünkü Şâfiîlere göre farz olan, bedenin dış kısmını yıka­maktır. Kulak deliği ise bedenin dış kısmından olmayıp içinden sayılmakta­dır. Kulak deliğinin sadece görünen kısmını yıkamak gerekir. Ama iç tarafı­nı yıkamak gerekli değildir. Sünnetsiz kişinin penisinin başındaki kılıfının altına da suyu ulaştırmak gerekir. Eğer kesilmeden altına suyu ulaştırmak mümkün olmuyorsa kesilmesi vâcib olur. Eğer kesilmesi sakıncalıysa bu ki­şinin durumu, abdest için su bulamayan, teyemmüm için de toprak bulama­yan kişinin durumuna benzemektedir. BöyleSine, iki temizleyiciyi yitiren ki­şi derler. Sünnetsiz olarak ölen kişi, üzerine namaz kılmadan defnedilir. Mû­temed olan görüş budur. Bazıları derler ki: Böyle birini bir kişi teyemmüm ettirir. Ve namazını kılar. Böylece sünnet olmanın Şâfiîlere göre vâcib oldu­ğu anlaşılmış olmaktadır. Ki bu da, çağımızda bir sağlık gereğidir. Sünnet olmayan, câhil ve de murdardır.

Hanbeliler dediler ki: Guslün bir tek farzı vardır. O da bedenin tümünü su ile kaplamaktır. Ağız ve burun da bedenin (yıkanması gereken) kısımlarındandır. Abdestte olduğu gibi gusülde de bunların içini yıkamak farzdır. Bedenin üzerindeki tüylerin, içlerine su girecek şekilde iç ve dışları­nı yıkamak da gereklidir. Sık oldukları takdîrde suyun, dipteki deriye ulaş­ması zorunlu değildir. Gusül yapacak olan erkeğin, örgülerini çözmesi gere­kir. Kadınlarsa zorluk ve sıkıntıya neden olduğundan ötürü cünüplükten te­mizlenmek maksadıyla gusül yaptıklarında örgülerini çözmek zorunda de­ğildirler. Diplerine su gitsin diye bu örgüierinj oynatıp hareket ettirmeleri gerekir. Örgülerini çözmeleri ise vâcİb olmayıp menduptur. Tabiî bu, cünüblükten ötürü yapılan gusüller için söz konusudur. Hayız kanının kesilmesin­den ötürü yapılan gusüllerde örgülerini çözmeleri vâcibtir. Çünkü bu, sık sık tekerrür eden bir hal değildir. Dolayısıyla bunda sıkıntı ve zorluk sözkonusu değildir. Sünnetsizin penisinin başındaki kılıfın içi de bedenin dışından sayılıp yıkanılması vâcibtir. Ama altına su geçmiyorsa kesilmesi vâcibtir. Ke­silmesi de sakmeahysa yıkanılması vâcib olmaktan çıkar.

Yüzük ve benzeri takıların altına suyu ulaştırmak vâcibtir.

Guslün başlangıcında “besmele” çekmek de farzdır. Ancak bunun farz olması için iki şart gereklidir:

a. Gusül yapacak kişi, “besmele” çekmesini bilmelidir.

b. Guslün evvelinde “besmele” çekmeyi hatırlamaladır.

Şu halde “besmele” çekmesini bilmeyen çekmez. Guslün evvelinde unu­tan da çekmez. Dolayısıyla farz da düşmüş olur. “Besmele”yle ilgili hükümde diğer İmamlar Hanbelilere katılmamışlardır.[83]

 

Guslün İttifaklı Ve İhtilaflı Farzlarının Özeti

 

Bedenin tümünün suyla kaplanmasının farz olduğu hususunda dört İmam ittifak etmişlerdir. Ancak ağız ve burnun içinin yıkanması hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hanefîlerle Hanbelîler bu ikisinin, bedenin dış kıs­mından olduklarını ve dolayısıyla mazmazayla istinşakm farz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanbelîlerin ağız ve burnun içinin yıkanmasının abdestte de farz olduğu görüşünde oldukları da bilinmektedir. Ancak Hanefîler bu görüşlerinde onlara muvafakat etmemişlerdir. Şâfiîlerle Mâlikîler sadece bedenin tümünün yıkanmasının farz olduğunu; mazmazayla istinşakm ne gusüîde ne de abdestte farz olmadığım söylemişlerdir. Ameliyat çukuru ve diğer yaraların bırakmış olduğu çukurumsu izler gibi vücûdun su ulaştırı­labilecek her tarafına suyun ulaştırılmasının zorunlu olduğu hususunda dört İmam ittifak etmişlerdir. Aynı şekilde vücûddaki deliklere enjektör ve boru gibi şeylerle su ulaştırmanın zorunlu olmadığı hususunda da ittifak etmişler­dir. Sözgelimi, adamın biri kurşunla yaralanacak olursa bu yara iyileştikten sonra yeri delik olarak kalsa, gusül esnasında herhangi bir zorluğa katlanmaksızın bu deliğe mümkün mertebe su ulaştırmaya çalışmalıdır. Dört mezhebin İmamları bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Ancak Şâfiîler, küpe ta­kılan kulak deliğini bedenin dışından değil de içinden saymışlardır. Müm­kün olsa bile suyu buraya girdirmeye gerek yoktur. Hamur, mum ve göz ça­pağı gibi suyun deriye ulaşmasına engel olan şeyleri gidermenin gerekliliği hususunda da ittifak etmişlerdir. Ancak Haneliler, zorluk ve sıkıntıları bertaraf etmek gayesiyle, parmak uçlarına ve tırnak altlarına yapışık olan şey­leri gidermeleri güç olduğu takdirde, ekmekçi ve boyacı gibi sanatkârlara mu­afiyet tanımışlardır. Ama diğer mezhebler, bu gibi şeylerin illâ da giderilme­si gerektiği düşüncesindedirler.

Altındaki deriye suyun ulaşabileceği kadar seyrek olan saçları hilâllc-menin vâcib olduğu hususunda görüş birliği mevcuttur. Saçların sık olması hâlinde ise Mâlikîler, suyun alttaki deriye ulaşıncaya kadar saçların hilâllenmesinin vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer üç mezhebin İmamları ise vâcib olan, suyun saç aralarına girmesini sağlamaktır, demişlerdir. Bu du­rumda gusül yapan kişi, saçların dış kısmını yıkayacak ve aralarına su girsin diye de saçlarını hareketlendirecektir. Suyun sık saç dibindeki deriye ulaş­ması vâcib değildir.

Örgülü saçlara gelince, İmamların hepsi de bu hususta görüş ayrılrğına düşmüşlerdir. Hanefîler, “gusül esnasında bu örgülerin çözülmesi değil de, suyun saç diplerine ulaştırılması vâcibtir” demişlerdir. Örülmemiş saçları, aralarına su girsin diye hareketlendirmek vâcibtir. Kadının başında, suyun saç diplerine ulaşmasını engelleyen koku ve parfümler varsa bunlar ruhsata tâbi olmayıp, bu kadın gelinlik hâlinde olsa bile saçmdakileri temizleyip gider­mesi vâcibtir. Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîler bu hususta görüş birliği et­mişlerdir. Mâlikîlerse bunlara muhalefet ederek; gelin olan bir kadının ba­şındaki süsleri ve kokulan gusül esnasında yıkamayıp olduğu gibi bırakma­sına ruhsat vermişlerdir. Ki bu güzel bir ruhsattır. Şafiiler dediler ki: Örgü­lerin içine su geçmesi için çözülmesi gerekiyorsa çözmek vâcib olur. Gerek­miyorsa vâcib olmaz. Hanbelîler, erkeklerin gusül için örgülerini mutlaka açmaları gerekir demişlerdir. Kadınlarsa cünüblükten ötürü yaptıkları gu­süllerde değil de hayız ve nifastan çıkarken yaptıkları gusüllerde örgülerim çözmek mecburiyetindedirler. Çünkü cünüblükten ötürü yapılan her gusül için örgüleri çözmek çok zok bir iştir.

Mâlikîler tek başlarına kalarak guslün farzlarının beş tane olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bilindiği gibi gusülde niyet, Şâfiîlerce farz olarak kabul edil­miştir. Bu hususta Şâfiîlerle Mâlikîler söz birliği etmişlerdir. Hanbelîlere ge­lince bunlar, abdestte de olduğu gibi niyetin, farz değil de şart olduğunu ile­ri sürmüşlerdir. Hanefîlerse gusüîde niyetin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Malikîlerin niyet dışında söylemiş oldukları gusül farzları, diğer mezheb İmam­larına göre sünnettir.[84]

 

Guslün Sünnet, Mendub Ve Mekruhları

 

Abdest bahsinde her mezhebe göre sünnet, mendub ve mekruhun tanımlarını ayrı ayrı yapmıştık. Dileyenler o kısma bakabilirler. Burada guslün sünnet ve mendublarını detaylı bir şekilde anlatacağız. Mekruhlarına gelince bu da, sünnetlerinden birini terk etmekten ibarettir. Bunları aşağı­daki satırlarda her mezhebe göre genişçe anlatmaya çalışacağız.

 

Hanbelîler: Bunlara göre guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Gusülden önce abdest almak. Bilindiği gibi bunlara göre mazmaza ve istinşak farzdır.

2. Vücûdun üzerindeki pislikleri gidermek.

3. Her organın yıkayışını üçlemek.

4. Sağ tarafı sol taraftan önce yıkamak.

5. Muvâlât (çabuk davranmak): Yıkanan bir organın suyu kuruma­dan diğerini yıkamaya başlamak.

6. Yıkanan yerleri ovmak.

7. Ayakları, gusül yapılan yerden başka tarafta yeniden yıkamak. Me­selâ bir leğende gusül yapılıyorsa ve ayaklar da su altında kalmışsa, gusül tamamlandıktan sonra leğen dışında ayaklar yeniden yıkanmalıdır.

8. Guslün başlangıcında, kişi eğer biliyorsa ve de hatırında ise “besmele” çekmesi farzdır. Ama bilmeyen veya bilip de guslün başlangıcın­da söylemeyi hatırlamayan kimseden bu farz düşer. Bu nedenle Hanbelîler bunu ne guslün, ne de abdestin farzları bölümünde anlatmadılar.

Hanbelîlere göre sünnetle mendub arasında bir fark yoktur. Abdest bah­sinde de anlatıldığı gibi bu hususta Şâfiîlerle hemfikirdirler.

Hanefîler: Guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:

1. Gusle başlarken kalben niyet edip dille de; “Cünüblükten temiz­lenmek için gusletmeye niyet ettim” denmelidir.

2. Başlarken “besmele” çekilmelidir.

3. Eller, bileklere kadar yıkanmalıdır.

4. Üzerinde pislik olmasa bile tenasül organı yıkanmalıdır.

5. Gusle başlamadan önce vücût üzerindeki pislikler yıkanmalıdır.

6. Gusle başlamadan önce tıpkı namaz abdesti gibi abdest alınmalı­dır. Ancak leğen gibi içinde su biriken çukurumsu bir yerde yıkamlıyorsa, ayaklan yıkama işi gusülden sonraya ertelenmelidir. Ama yüksekçe bir ta­şın üzerinde durulmuşsa veya takunya gibi su seviyesinin üstündeki bir şey giyilmişse ayaklar, o anda yıkanmalı ve sonraya bırakılmamalıdır. Çünkü birinci durumda, yani çukurumsu yerde yıkanılırken bedenin üstünden dö­külen sular, ayakların üzerine gelip yığılmakta, muhtemelen bu suyun için­de bazı pislikler de bulunmaktadır. Bu sebebten ötürü böylesi yerde gusledilirken ayakların sonraya bırakılarak ayrı bir yerde yıkanması sünnet olmuştur.

7. Bedenden önce başı üç defa yıkamalıdır. Birinci yıkayış farz, ikinci ve üçüncü yıkayışlarsa sünnettir.

8. Yıkanan yerler ovulmalıdır.

9. Sağ taraf, sol taraftan önce yıkanmalıdır.

10. Yıkanan her yer üç defa yıkanmalıdır.

11. Bu sıralamaya riâyet edilmelidir.

12. Abdestte sünnet olan her şey, gusülde de sünnettir.

13. Abdestte mendub olan her şey, gusülde de menduptur. Ancak ab­destte okunan dualar bundan istisna edilmiştir. Gusül yapmakta olan kişi, muhtemelen pisliğe bulaşık suyun içinde durmakta olduğundan bu duaları okumamalıdır.

Şâfiîler: Bunlar da guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:

1. Gusle niyetle beraber “besmele” çekilmelidir.

2.  Abdestte olduğu gibi eller, bileklere kadar yıkanmalıdır.

3. Gusülden önce tam bir abdest alınmalıdır. Mazmaza ve istinşak da sünnettir. Gusülden önce abdest alınır da gusle başlanırken abdest bozu­lursa, yeniden abdest alınmasına gerek kalmaz. Çünkü sünnet, yerine geti­rilmiştir. Bazı Şâfiîler demişlerdir ki: Gusle başlamadan abdest bozulursa ye­niden abdest alınması gerekir.

4. Her yıkayışta bedenin, el ulaşabilen yerleri ovulmalıdır.

5. Muvâlât: Bir organın suyu kurumadan diğerinin yıkanmasına ge­çilmelidir.

6. Önce baş yıkanmalıdır.

7. Yıkamaya sağ taraftan başlanmalıdır.

8. Suyun deriye ulaşmasına engel olmayan şeyler vücûddan gideril­melidir. Engel olan şeyler varsa onların giderilmeleri zâten vâcibtir.

9. Gizli yerlerde gusül yapılsa bile avret yerleri kapatılmalıdır.

10. Yıkanan her yer üçer defa yıkanmalıdır.

11. Saçlar ve parmaklar hilâllenmelidir.

12. Gusülden önce koltuk altı ve kasık kılları ile tırnaklar kesilme-meli.

13. Yine gusülden önce abdest duaları okunmamalı.

14. Mazeret olmadıkça başkasının yardımı istenilmemelidir.

15. Gusül suyu sıçrantısmm isabet etmeyeceği bir yerde bulunulma­lıdır.

16. Gusül yaparken kıbleye yönelinmelidir.

17. Organlar üzerinde kalan su damlacıkları silkelenmemelidir.

18. Gerek görülmedikçe gusül esnasında konuşulmamalıdır.

19. İhramda olmayan, oruçlu olmayan ve kocasının ölümü nedeniy­le zinetten men olunmayan kadın gusül esnasında, bulabilirse üzerine misk veya ıtır sürülmüş bir pamuk parçasını tenasül organına koymalıdır.

20. Alt kısımlardan önce üst kısımlar yıkanılmalıdır. Ancak erkekler abdestten önce penislerini yıkamalıdırlar. Ki abdestten sonra elleri penis­lerine değip de abdestleri bozulmasın. Tenasül organı yıkanırken, hades hâ­linin bunların üzerinden kaldırılmasına niyet edilmelidir.

Daha önce de anlatıldığı gibi Şâfiîlere göre sünnetle mendup aynı şey­lerdir.

Malikiler: Bunlar guslün sünnetlerini dört tane olarak belirlemiş­lerdir:

1. Abdestteki gibi gusülde de eller bileklere kadar yıkanmalıdır.

2. Mazmaza ve istinşak yapılmalıdır.

3. İstinsar: Burundaki su dışarı atılmalıdır.

4. Kulak delikleri meshedilmelidir.

Bunlara göre guslün mendupları ise on tanedir:

1. Gusle başlarken “besmele” çekilmelidir.

2. Tenasül organında veya vücûdun diğer yerlerinde suyun deriye ulaş­masına engel olmayan kirler ve pislikler giderilmelidir. Suyun deriye ulaş­masına engel olan kirlerle pislikleri gidermekse vâcibtir.

3. Temiz bir yerde gusledilmelidir.

4. Bundan sonra da abdest organları üçer kez yıkanmalıdır.

5. Bedenin üst tarafları, alt taraflarından önce yıkanmalıdır. Ancak tenasül organı bu hükmün dışında olup öncelikle onun yıkanması müstehabtır. Abdestten önce penisin yıkanması şu sebeble gerekiyor ki: Abdestten sonra penise el değip de abdest bozulmasın. Kadınların elleri kendi tenasül organ­larına değerse, her ne kadar abdestleri bozulmazsa da bu hususta onlar da erkeklere tâbi olup tenasül organlarını önceden yıkamaları müstehab olmuştur.

6. Baş her defasında, su tamamını kaplayacak şekilde üç kez yıkan­malıdır.

7. Bedenin sağ tarafı, sol tarafından önce yıkanmalıdır.

8. Su, organları yıkamaya vetecek kadar az dökülmelidir.

9. Gusül niyeti, gusül tamamlanıncaya kadar kalbte tutulmalıdır.

10. Allah'ı zikir dışında veya gereksiz yere konuşmamalıdır. [85]

 

Guslün Sünnet Ve Mendub Olduğu Yerler

 

Guslü gerekli kılan haller bölümünde, guslü îcâb ettiren ve onu ya­pılması kaçınılmaz bir farz hâline getiren etkenleri anlatmıştık. Bu bölüm­de de gusül yapmayı sünnet veya mendub kılan durumları mezheblere göre ayrı ayrı ele alacağız.

 

Malikiler dediler ki: Sünnet olan gusüller üç tanedir:

1. Cuma namazı kılacak kişinin cuma güslü. Bu gusül her ne kadar zorunlu değilse de, cuma günü şafak attıktan sonra ve camiye gidilmeden hemen önce yapılırsa sahîh olur. Eğer şafaktan önce yapıhlırsa veya camiye gitmezden çok önce yapılırsa sahîh olmaz. Sünnet yerini bulmuş olmaz. Sün­netin yerine gelmesi için guslü yenilemek gerekir.

2. İki bayram için yapılan gusül. Meşhur olan görüşe göre bu gusül mendup ise de râcih (tercih edilen) olan görüşe göre sünnettir. Vakti, gece­nin altı diliminin sonuncusunda başlar. Bayram gününün şafağından sonra olmasıysa mendubtur. Bayram namazgahına gitmeden hemen önce yapılması şart değildir. Çünkü bu gusül, namaz için değil bayram içindir. Namaz kıl­mayanın bile bu guslü yapması şer'an istenmiştir.

3. Hayız ve nifaslı da olsa ihrama giren kadının gusletmesi. Mâlikîlere göre mendub gusüller ise sekiz tanedir:

1. Ölü yıkayanın gusletmesi.

2. Mekke'ye girenken tavaf edecek olanın gusletmesi. Hayız ve ni­faslı kadının bu guslü yapması mendub değildir.

3. Arafat'ta vakfe için gusletmek. Bu guslü hayız ve nifaslı kadınla­rın yapmaları müstehabtır.

4. Medîne-i Münevvere'ye (orada bulunan Efendimize salât-ü selâm olsun) girerken gusletmek.

5. İhtida eden bir “gayr-ı müslim”in, ayrıca guslü gerekli kılan bir durum kendisinde meydana gelmemişse gusletmesi.

6. Namaz kılmakla emrolunan küçük kız, baliğ biri tarafından cin­sel ilişkiye sokulmuşsa gusletmesi.

7. Namaz kılmakla emrolunan küçük oğlan çocuğu, cinsel ilişkiye müsait birisiyle cinsel ilişkiye girmişse gusletmesi.

8. İstihâze kanı kesilen bir kadının gusletmesi.

Hanefîler: Bunlara göre sünnet olan gusüller dört tanedir:

1. Cuma namazını kılmak isteyen birisinin cuma guslü. Bu gusül, cu­ma günü için değil, cuma namazı içindir. Sözgelimi cuma günü fecirden sonra gusleder, sonra da abdesti bozulur, abdest alır ve camiye giderse sünnet yerini bulmuş olmaz.

2. İki bayram namazı için yapılan gusül. Bu gusüller de cuma guslü gibi bayram günü için değil bayram namazı içindir.

3. Hacc veya umre için ihrama girerken yapılan gusül.

4. Arafat'taki vakfe için yapılan gusül.

Mendub olan gusüllere gelince bunları da şöylece sıralayabiliriz:

1. Delilikten, baygınlıktan veya sarhoşluktan ayılanların gusletme­si. Tabiî bu gibi kimseler ayıldıklarında vücûdlarında veya iç çamaşırlarında bir ıslaklık görmezlerse gusletmeleri mendub olur. Ama herhangi bir ıslaklık görür ve bunun menî olduğuna kesin kanâat getirirlerse veya bunun menî veya mezî olduğunda şüpheye düşerlerse gusletmeleri vâcib olur. Ama gör­dükleri bu ıslaklığın mezî veya vedî olduğu hususunda şüpheye düşerlerse gusletmeleri vâcib olmaz. Tıpkı uykudan uyanan kimsenin vücûdunda veya iç çamaşırında ıslaklık görmesi gibi...

2. Hacamat (kupa) vurdurduktan sonra gusletmek.

3. Berâet gecesinde gusletmek. Arefe gecesinde, Kadir Gecesi'nde, Müzdelife'de Kurban Bayrami'nın birinci gününün sabahında, Kurban Bay-rami'nm birinci günü şeytan taşlamak için Mina'ya girildiğinde, tavaf-ı zi­yaret için Mekke'ye girildiğinde gusletmek mendub olur.

4. Güneş tutulması, ay tutulması, yağmur duasına çıkılması esnasında gusletmek de mendubtur.

5. Şiddetli karanlıktan, şiddetli kasırgalardan ve büyük korkulardan emîn olmak için gusletmek mendubtur.

6. Rasûlullah (s.a.s.)’ın, sakini olmakla şereflendirdiği Medîne-i Münevvere'ye girerken de gusletmek mendubtur.

7. İnsanların toplu bulunduğu büyük mahşerî cemâatlere girerken gus­letmek mendubtur.

8. Yeni bir elbise giyenin, ölü yıkayanın, günâhından ötürü tövbe ede­cek olanın, yolculuktan dönenin, istihâze hâlinden çıkan kadının gusletmesi mendubtur. Cünüb olmaksızın bir “gayr-i müslim”in İslâm'a girerken gusletmesi de mendubtur. Ama cünüb iken İslâm'a girecek olan bir “gayr-ı müslim”in gusletmesi vâcibtir. Hanefîler, bu saydığımız gusüllerin yanısıra bir takım gusüller daha saymışlardır ki bunlar, vâcib olan gusüllerdir. Bunlara örnek olarak da şunları sıralayabiliriz:

a. Ölüye guslettirmek vâcibtir. Daha doğrusu bir farz-i kifâyedir.

b. Bazıları da, cünübken müslüman olan bir “gayr-i müslim”in yı­kanmasının farz olduğunu kabul etmişlerdir.

c. İhtilâm görerek baliğ olan bir kişinin gusletmesi vâcibtir. Daha doğ­rusu bu, farz olan bir gusüldür.

d. Hayız kanı kesildikten sonra müslüman olan “gayr-ı müslime” bir kadının gusletmesi vâcib değil mendubtur.

e. Cünübken müslüman olanla cünüb değilken müslüman olan ara­sında bir fark yapmak için, cünüb değilken müslüman olan bir “gayr-i müslim”in gusletmesi mendub kılınmıştır. Cünüblük, müslüman olmakla orta­dan kalkacak bir nitelik değildir. Bu durumda cünübken İslâm'a girecek olan birinin gusletmesi farzdır. Ama müslüman olmadan hayız kanı kesilen ve bilâhare İslâm'a giren bir kadının gusletmesi mendubtur.

Şâfiîler: Bunlar derler ki: Farz olan gusüller dışındaki bütün gusül­ler dışındaki bütün gusüller sünnettir. Zîrâ bunlara göre mendubla sünnet arasında hiçbir fark yoktur. Şâfiîlere göre sünnet olan gusülleri şöylece sıralayabiliriz:

1. Cumaya gitmek isteyenin gusletmesi. Bu guslün vakti, cuma gü­nünün fecr-i sâdıkının doğuşundan îtibâren başlayıp, İmamın cuma namazını kıldırıp selâm verişine kadar devam eder. Cuma için guslettikten sonra herhangi bir hades hâli vukûbulup abdest bozulacak olursa yeniden guslet­meye gerek kalmaz.

2. Ölüyü yıkayanın gusletmesi. Ölüyü yıkayanın temiz olsun olma­sın gusletmesi sünnettir ..Bunun vakti de ölüyü yıkadıktan hemen sonra baş­layıp başka bir işe yötielinceye kadar devam eder. Kişi, ölüyü yıkamayıp te­yemmüm ettirse bile yine de kendisinin gusletmesi sünnet olur.

3. İki bayram için yapılan gusüller. Kişi bayram namazını kılmak is­temese bile bu, bir temizlenme ve süslenme niteliğinde olduğundan ötürü gus­letmek sünnet olur. Bunun vakti de bayramın birinci gününün gece yarısın­dan başlayıp aynı günün gün batımına kadar devam eder.

4. Cünüblükten temiz olarak müslüman olan bir “gayr-ı müslim”in de gusletmesi sünnettir. Ama cünübken müslüman olan birinin gusletmesi vâcibtir. Her ne kadar İslâm'dan önce küfür halindeyken gusletmiş olsa da bu bir dayanak ve âdet olmadığından geçersiz sayılır. Bu guslün vakti de, kişinin İslâm'a girmesinden hemen sonra başlar ve başka bir işe yönelinceye kadar devam eder. Veya sonsuza değin de devam edebilir, diyenler de olmuştur.

5. Yağmur duası, ay ve güneş tutulmaları için namaz kılmadan gus­letmek de sünnettir. Kişi, evinde olsa bile namaz kılmadan gusletmelidir. Bu­nun vakti de yağmur duası namazı için kişinin, evinde tek başına veya dışa­rıda cemâatle namaz kılmayı dilediği anda başlar. Ay ve güneş tutulmaları hâlindeki guslün vakti de ay ve güneşin tutulmaya başlamaları anından baş­layıp tamamıyla açılmalarına kadar devam eder.

6. Delilikten veya baygınlık geçirmekten ötürü gusletmek. Delilik veya baygınlık bir an için olsa bile ayıldıktan hemen sonra gusletmek sünnettir. Tabiî bu esnada tenasül organından guslü zorunlu kılıcı herhangi bir sıvı akmamış ise. Aksi takdirde gusletmek vâcib olur.

7. Arafat'taki vakfe için gusletmek. Bunun vakti de arefe gününün fecrinin doğuşundan başlayıp gün batımına kadar devam eder.

8. Müzdelife'de vakfe için gusletmek. Eğer Arafat'taki vakfe için gusledilmemişse burada gusletmek sünnet olur. Yok eğer Arafat'taki vakfe için gusledilmişse o gusül, burası için de yeterli olur. Bunun vakti de arefe günü­nün gurubunda başlar.

9. Meş'ar-i Harâm'daki vakfe için gusletmek. Bunun gerekçesi de hacc bahsinde anlatılacaktır.

10. Kurban kesimi günleri dışında şeytanı üç kez taşlamak için gus­letmek.

11. Ter veya kirden ötürü vücûd kokusunun değişmesi hâlinde gus­letmek.

12. Hayır cemiyetleri toplantısına katılmak için gusletmek. Bu da İslâm dîninin güzel örneklerinden biridir. Zîrâ insan oğlunun başkalarına ezi­yet verici şeyleri üzerinde taşıması, insanlık şerefine yaraşmaz.

13. Hacamat (kupa) vurdurduktan ve kan aldırdıktan sonra guslet­mek. Çünkü bu durumda gusül, bedene eski zindeliğini kazandırır. Ve kay­bettiği şeylerin bir kısmını tekrar ona geri verir.

14. İtikâfa girerken gusletmek. Çünkü bu gusül, insanın kendi mevlâsıyla başbaşa kalması anında onu temiz ve nazîf kılar.

15. Rasûlullah (s.a.s.) in şehri olan Medîne-i Müneyvere'ye girerken gusletmek.

16. Ramazan gecelerinde gusletmek.

17. Bulûğ yaşına eren çocuğu guslettirmek. Bu çocuk şayet bulûğ alâ­metleri kendisinde görülerek bulûğa ermişse gusletmesi zâten kendisine vâcibtir. Ki bu daha önce de anlatılmıştı.

18. Yağmurdan veya Nil'in taşmasından ötürü dereler, sel suları do­lup etrafa sirayet ettiğinde gusletmek. Çünkü bunu yapmakla kişi, Allah'a olan şükrünü ilân etmiş olmaktadır.

19. Kadının iddetinin sona ermesi hâlinde gusletmesi. Çünkü kadın, iddeti tamamlandığında, artık nişanlanma ve evlenme adayı olmaktadır. Ki bu durumdaki bir kadının temiz ve nazîf olması güzel olur.

Hanbelîler: Bunlar sünnet olan gusüllere 16 tane örnek vermişler­dir:

1. Cuma günü, cuma namazı kılacak kimsenin gusletmesi sünnettir. Almış olduğu bu gusülle cuma namazını kılar.

2. Bayram günü alınan gusül. Bir şahıs, almış olduğu bu gusülle bay­ram namazını kılar. Bu iki gusül de günün değil, namazın gusülleridirler. Buna göre bir kişinin sözü edilen günlerde fecirden önce aldığı guslün bir mânâsı olmadığı gibi, namazdan sonra aldığı gusüllerin de bir mânâsı ol­maz.

3. Ay ve güneş tutulmalarında kılınacak namaz için gusül etmek.

4. Yağmur duasına giderken kılınacak namaz için gusül etmek.

5. Ölüyü yıkayanın gusletmesi.

6. Delilik hâlinden ayılan kişinin gusletmesi.

7. Baygınlıktan ayılan kişinin gusletmesi. Yalnız delirme ve bayılma esnasında guslü farz kılıcı herhangi bir sıvının tenasül organlarından akma­mış olması da şarttır. Şayet akmış ise gusletmeleri zâten farzdır.

8. İstihâze hâlindeki bir kadının her namaz vakti için gusletmesi.

9. Hacc veya umre için ihrama giren kişinin gusletmesi.

10. Harem-i Şerife girmek isteyen kişinin gusletmesi.

11. Mekke-i Mükerreme'ye girmek isteyen kişinin gusletmesi.

12. Arafat'ta vakfe için gusledilmesi.

13. Müzdelife'deki vakfe için gusledilmesi.

14. Şeytan taşlamak için gusledilmesi.

15. Tavâf-ı ziyaret için gusledilmesi.

16. Veda tavafı için gusledilmesi.[86]

 

Cünüb Kişinin Yapması Haram Olan İşler

 

Cünüb kişinin, abdestle yapılması mümkün olan şer'î fiilleri guslet­meden önce yapması haramdır. Buna göre cünübken farz veya nafile na­maz kılması helâl olmaz. Ancak su bulamaz veya bulur da hastalık ve ben­zeri mazeretlerden ötürü kulianamazsa, teyemmüm ederek cünüblükten kurtulur ve namazlarını kılabilir. Ki bu hususu teyemmüm bahsinde de ele alacağız. Farz veya nafile oruçlara gelince; cünüb kişinin bu gibi ibâdet­leri yapması sahîh olur. Sözgelimi adamın biri Ramazanda, fecr-i sâdığın doğuşundan önce hanımıyla cinsel ilişki kurar da gusletmezse orucu sa­hih olur. Nitekim bunu oruç bahislerinde de ayrıca anlatacağız. Cünüb kişinin yapması helâl olmayan dinî davranışlara örnek olarak şu hususla­rı sayabiliriz:              

a. Kur'an-ı Kerim okumak: Cünüp kişinin Kur'an-ı Kerîm okuması haramdır. Bu bakımdan Mushaf'ı ellemesi de öncelikle haram olmakta­dır. Zîrâ Mushaf'ı ellemek, abdestsiz dahî haram olmaktadır.

b. Mescide girmek: Cünüb kişi mescide de giremez. Ancak şunu da kaydetmekte yarar vardır ki: Şerîat sahibi, cünüb kişinin az miktarda Kur'an-ı Kerîm okumasına rahsat vermiştir.

Mescide girme konusuna gelince mezheblerin buna ilişkin detaylı gö­rüşleri aşağıda sunulmuştur.

 

Malikiler dediler ki: Cünüb kişinin Kur'an okuması şu şartlarla caiz olur: Kur'an-ı Kerim'den bir âyet veya bir âyet miktarındaki bir kısmı an­cak iki durumda okuyabilir:

1. Bununla düşmandan ve benzen (canavar gibi) şeylerden korunma­yı kasdeder ise okuyabilir.

2. Şer'î hükümlerden birini anlatırken bir âyet-i kerimeyi delil olarak okuyabilir.

Bunların dışında Kur'an-ı Kerim'den az olsun, çok olsun hiçbir âyet cü­nüb iken okunamaz.

Mescide girmeye gelince: Cünüb kişinin, içinde beklemek veya içinden geçmek kasdiyle mescide girmesine iki durumda ruhsat tanınmıştır:

1. Kişinin gusletmek için mescidden başka bir yerde su bulamaması veya mescid dışındaki bir yerde suyun bulunduğu bilinir de ancak mescid­den geçilmesi hâlinde oraya gidilebîlecekse bu durumda gusül kasdiyle mescidden geçerek su yerine gitmeye müsâade verilmiştir. Bu durum, özellikle sıhhî su tesîsati olmayan köylerde çoğunlukla vukûbulmaktadır. Ama şim­diki zamanda sıhhî su tesisatları hemen hemen her tarafta kurulmuştur. Es­kisi gibi sarnıç veya kaya kovuklarına ihtiyâç kalmamıştır diyebiliriz. He­men hemen her evde suyu kolaylıkla bulmak mümkün olmaktadır. Bu du­rumda kişilerin, mescid içinden geçmeden gusletmelerine imkân bulunmak­tadır. Mescidlerin dahi özel su yerleri vardır. Ki bunlara ulaşmak için mesci­din içinden geçmeye gerek kalmamaktadır. Ama mescidin dışında değil de sadece içinde olursa bu durumdaki kişinin mescide girip gusletmesine müsâ-de vardır. Yalnız mescide girmeden önce teyemmüm edip öylece mescide gir­mesi gerekir.

2. Cünüp olan bir kişinin, dışarıda kaldığı takdîrda kendisine bir ezâ ve cefâ ulaşmasından korkarsa ve mescidden başka bir sığınak da bulamaz­sa bu durumdaki kişinin teyemmüm edip mescide girmesi ve korktuğu du­rumların ortadan kalkmasına dek mescidde beklemesi veya uyumasında bir sakınca yoktur.

Bu anlattıklarımız, kişinin kendi şehrinde, hastalıklardan salim olarak mukîm bulunmasıyla ilgilidir. Ama kişi, misafir, hasta veya cünüb olur da su kullanma imkânını bulamazsa teyemmüm edip mescide girmesi ve namaz kılması caizdir. Ancak bu durumlarda mescidde fazlaca beklememesi gere­kir. Yalnız zaruret miktarı beklemesine izin vardır. Kişi mesciddeyken ihtilâm olursa bu durumda acilen mescidden çıkması ve mümkünse teyemmüm etmesi gerekir. Âcil olarak çıkması şer'an makbul olan bir davranıştır.

Özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Cünüb kişinin mescide girmesi nor­mal durumlarda haramdır. Ancak zaruret hâllerinde girmesine müsamaha gösterilmiştir.

Hanefiler dediler ki: Cünüb kişinin iki durum dışında az olsun çok olsun Kur'an-ı Kerîm okuması haramdır:

1. Önemli olan bir işe başlarken cünüb kişinin Kur'an'dan olmasına rağmen “besmele” çekmesi caizdir.

2. Bir şahsı çağırmak veya birisini övmek maksadıyla Kur'an-ı Kerîm'den kısa bir âyet okumak da caizdir. Meselâ cünüb kişinin:

“Ey Rabbim! Beni ve anamı babamı afveyle.” [87]Veya;

“Onun (Muhammed'in) beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.”[88] gibi âyetleri okumasına müsâ­ade verilmiştir. Yine bunun gibi cünüb kişinin mescide girmesi zaruret dışında haramdır. Bu gibi durumlarda zaruretler, zamana ve ortama göre takdir edilebilirler. Meselâ gusletmek için mescidden başka yerde su bulunmaması hâlinde -ki bu, birçok yerlerde rastlanan bir durumdur. Kişinin mescide gi­rip su yerine kadar gitmesi ve orada gusletmesi caiz olmaktadır. Ancak bu durumdaki bir şahsın mescide girmeden önce teyemmüm etmesi gerekir. Cü­nüb kişi dışarıda kaldığı takdirde kendisine bir zarar ulaşmasından korkar­sa Mâlikîlerin dediği gibi mescide girmesinde bir sakınca olmaz. Ancak mes­cide teyemmüm ettikten sonra girmesi caiz olur. Özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Cünüb kişinin mescide girmesi için teyemmüm etmesi bazan vâcib olur. Bazan da mendub olur. Teyemmüm etmesi iki durumda vâcib olur:

1. Cünüblük, kendisine mescid dışındayken vâki olur ve sonra da mes­cide girme zorunluluğu doğarsa bu durumda teyemmüm etmesi vâcib olur.

2. Temiz iken mescidde uyur ve uyku hâlinde de hamamcı olur, sonra da dışarıya çıktığı takdirde kendisine bir zarar ulaşmasından korktuğu için mescidde kalma zorunluluğu olursa yine teyemmüm etmesi vâcib olur. Bu iki durum dışında cünüp kişinin teyemmüm etmesi vâcib değil de sadece men­dub olur. Meselâ mesciddeyken cünüb olan ve teyemmüm etmek için dışarı çıkan kişinin teyemmüm etmesi, veya cünübken mescide girme mecburiyeti olan kişinin dışarıda teyemmüm etme imkânı olmadığı için mescide girmesi ve çıktıktan sonra teyemmüm etmesi mendub olur. Her halükârda bu teyem­mümle Kur'an okumak veya namaz kılmak caiz olmaz. Mescidin damı da mescidin hükmündedir. Ama cünübün mescidle ilgili dışarı kısımlara teyem-mümsüz girmesi caizdir. Bayram ve cenaze namazlarının kılındığı namaz­gahlarla (sofilerin ibadethaneleri olan) hankâhlar da mescid hükmündedirler. Okullardaki mescidler herkese açık iseler veya dışarıya kapalı olur da kendisine yetecek kadar cemâati olursa bunlar da diğer mescidlerin hükmü­ne tâbi olurlar. Ama hem dışarıya kapalı hem de kendilerine yetecek kadar cemaatları olmayanlar, diğer mescidlerin hükmüne tâbi olmazlar.

Şafiiler dediler ki: Cünübün bir tek harf bile olsa okuma kasdiyle Kur'an-ı Kerîm okuması haramdır. Ama zikir kasdederek veya olur olmaz farkında olmadan bir âyet okuyacak olursa bu, haram olmaz. Zikir niyetiy­le okumaya örnek olarak yemek yerken “besmele” çekmek veya bir bineğe binerken:

“Bunları bizim emrimize veren Allah, noksanlıklardan münezzehtir. Yok­sa biz bunlara güç yetiremezdik.” [89]

âyet-i kerîmesini okumayı gösterebiliriz. Ayrıca iki temizleyici, yani su ve toprağı bulamayan kişinin zaruret dolayısıyla kendisine mubah kılınan na­mazda Kur'an okuması caiz olur. Hayız ve nifaslı kadınlar da aynı hükümlere tabidirler. Mescidden geçmeye gelince cünüb, hayızlı ve nifaslı kadının, beklemeksizin, dolaşmaksızın, mescidi pislemeksizin içinden geçmeleri caiz­dir. Meselâ bunlardan birinin, mescidin bir kapısından girip öbüründen çık­ması caizdir. Ama girdiği kapıdan tekrar çıkması, mescidin içinde dolaşmak sayıldığından haram olur. Yalnız bir kapıdan girip öbüründen çıkmak niye­tiyle içeri girer de farkında olmaksızın aynı kapıdan tekrar çıkacak olursa bu, haram olmaz. Mescidde uyurken ihtilâm olan bir kişinin de zaruret hâlinde, meselâ kapılar kapalı olur veya dışarı çıktığı takdirde kendi canına veya malına bir tehlike geleceğinden korkarsa mescidde beklemesi caizdir. Ancak su bulamazsa, mescidin toprağından başka bir toprakla teyemmüm etmesi gerekir. Abdeste yetecek kadar su bulursa abdest alması gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Cünüb olan kişinin özürsüz olarak, kısa bir âyet veya uzun bir âyetten kısa bir âyet kadarım okuması mubahtır. Ancak bundan fazlasını okumak haramdır. Kur'an-ı Kerîm'in lâfzına uygun zikir yapmak ise caizdir. Meselâ yemek yerken “besmele” çekmek veya bir bine­ğe binerken,:

“Bunları bizim emrimize veren Allah, noksanlıklardan münezzehtir. Yok­sa biz bunlara güç yetiremezdik.”[90] âyet-i kerîmesini okumak caiz­dir. Mescidin içinden geçmek ve beklemeksizin içinde dolaşmak hususuna ge­lince cünüb, hayızlı veya nifash bir insanın kan gelirken bile mescidin kirlen­memesinden emin olursa dolaşmasına veya içinden geçmesine engel hiçbir hâl yoktur. Cünüb kişinin abdest alıp mescidde beklemesi zaruret yokken bi­le caizdir. Hayızlı veya nifash kadınların kanı kesilmeden abdestsiz olarak mes­cidde beklemeleri caiz değildir.[91]

 

HAYIZ VE NİFAS

 

 

Hayızdan Temizliğin Müddeti

 

 

 

 

Bir kadın kendisinde hayız kanaması görür, âdetinin bitiminde kanama kesi­lir de artık ömrü boyunca bir daha kanama görmeyecek olursa bu kadın temiz sayılır.

Bir kadın bir gün kanama görür, sonra bu kanaması kesilir; bir gün geçince yine kendisinde kanama görürse, aradan geçen bu kesinti süresi içinde de Şafiî ve Hanefî mezhebine göre hayızlı sayılır.

 

Malikiler dediler ki: Bir kadın bir anlık bile olsa kendinde kana­ma görür de bu kanaması kesilirse ikinci bir kanama görünceye kadar ara­dan geçen süre içinde temiz sayılır. Bu süre içinde, temiz kadınların yapabi­lecekleri bütün işleri yapabilir.

Hanbelîler: Mâlikîlere muvafakat ederek iki kan arasında geçen kesinti süresini temizlik olarak kabul etmişlerdir. Ancak bilindiği gibi bu mez­hebe göre hayzın en az müddeti bir gün bir gecedir. Meselâ bir kadın, bir günün sadece gündüzünde veya gündüzünün az bir kısmında kanama gö­rürse hayızlı sayılmaz.

 

İstihâze Bahsi

 

İstihâze, hayız ve nifas vakitleri dışında kadının rahminden akan kan­dır. Hayız müddetini aşan kanamalarla bu hayız müddetinden az sayılan süreler içindeki kanamjajar, hayız yaşına varmadan küçüklük döneminde görülen kanamalar istihâze kanıdırlar.

 

Şafiiler dediler ki: Âdet görmeye yeni başlayan istihâzeli kadın, eğer kanları birbirinden ayırdedebiliyorsa, bu kadının görmekte olduğu kuvvetli kan hayız kanıdır. Ancak bu kuvvetli kanın, en az müddetinden noksan sü­reli olmaması ve en fazla müddetini de aşmaması şarttır.

Bu durumdaki kadının görmekte olduğu zayıf kanamalar hayız kanı ol­mayıp temiz olma hükmüne tâbi olur. Ancak bu zayıf kanların da hayızdan temizliğin en az müddetinden noksan olmaması ve akışının da peşpeşe olması şarttır. Kadm bir gün kırmızı kan aktığını, bir gün de siyah kan aktığı­nı görürse, kanları biribirinden ayırdetme şartım yitirmiş olur. Eğer bu iki durumda ayırdetme şartı bozulursa, hayzı bir gün bir gece olarak takdîr edi­lir. Ayın geri kalan kısmında temiz olduğuna hükmedilir. Nitekim yeni âdet görmeye başlayan kadın, kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayirdedemiyorsa, bu uygulamaya baş vurulur. Eğer ayırdedebiliyorsa kuvvetli kanı ha­yız sayılır. Ama kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırd edemiyor, âdeti­nide ne zaman başlavıp ne zaman sona ereceği biliniyorsa, bu durumda âdetine göre hareket edilir. Adet süresi içindeki kanamalar hayız kanı sayı­lır. Âdet süresi dışındaki kanamalar ise istihâze kanı sayılır.

Hanbeliler dediler ki: Istihâzeli kadın ya âdet görmeye yeni başla­mıştır. Veya eskiden beri âdet görmektedir. Adet görmekte olan kadın, kuv­vetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırdetse yine âdetine göre hareket eder. Âdet görmeye yeni başlayan kadınsa, kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırdedebiliyorsa ve kuvvetli kanı bir gün bir geceden eksik olmazsa hayız sayılır. Bu kanın 15 günü geçmemesi de gereklidir. Eğer âdet görmeye yeni başlayan kadın kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırdedemiyorsa, bir gün bir gece süreyle akan kanının hayız kanı olduğuna hükmeder. Sonra guslünü yapar. Temiz kadınların yapabildikleri bütün işleri de yapabilir. Bu hü­küm, âdet görmeye yeni başlamış kadının birinci, ikinci ve üçüncü ayların­da uygulanır. Dördüncü ayda ise hayzın galip hükmü uygulanmaya başla­nır. Ki bu da normal olarak altı veya yedi gün olarak takdîr edilir. Bu süre­ler içindeki kanlar hayız, bu süreler dışındaki kanlar ise istihâze sayılırlar.

Malikiler dediler ki: İstihâzeli kadın, kendisinden akan kanı tanır­sa bu kan hayız kanı sayılır. Kanı tanıması ise kokusuyla, rengiyle, katılığıyla veya akarken duyulan acısıyla mümkün olur. Tabiî akan kanın hayız ola­bilmesi için temizliğin en az süresi olan onbeş günden sonra akmış olması gerekir. Kadın, kendisinden akan kanın hayız olup olmadığını seçemez veya kanlan birbirinden ayırdedecek seçme yeteneğine sâhib olur da ancak akan bu kan temizlenmenin en az müddeti olan onbeş günden önce görülürse, is­tihâze sayılır. Ki bu durumdaki kadın, ömrü boyunca bu durumda olsa bile temiz sayılır. Âdetinin kaç gün olacağı belirsiz olan, her ayın kaçıncı günle­rinde âdet gördüğünü kesin olarak bilemeyen kadının hayız müddeti sünnet-i beyzâ ile tesbit edilebilir.[92] Kanların hayız veya istihâze olduğunu birbirin­den ayırdedecek güçte olan kadın, ihtiyat payı olarak âdetine üç gün ekle­mek mecburiyetinde olmayıp sadece kendi âdetine göre hareket eder. Ancak hayız olduğuna kesin olarak kanâat getirdiği kanlar için âdetine üç gün ek­lemesi ihtiyat gereği olur.

Hanefiler dediler ki: îstihâzeli kadın, ya yeni âdet görmeye başla­mıştır. Ki hayzının veya nifasınm başlangıcında olur da kanı davam eder. Veyahut da eskiden beri âdet görmektedir de kendisinden normal bir kana­ma ve normal bir temizlenme süreleri geçmiş olur. Veyahut da eskiden beri âdet görmektedir de her ayın kaçıncı günlerinde ve kaç gün süreyle âdet gördüğünü unutur ve tereddüt içinde olur. Şimdi bunları izah etmeye çalışalım: Âdet görmeye yeni başlayan kadınm kanaması devam ederse bu kadı­nın hayızı on gün, temizliği de her ayın yirmi günü olarak takdîr edilir. Nifası da, kırk gün kanama müddeti, ondan sonraki yirmi gün de temizlik sü­resi olarak kabul edilir. Bundan sonra gelen hayızlar için de her ay on gün takdir edilir. Eskiden beri âdet görmekte olup her ayın kaçıncı günlerinde ve kaç gün süre ile kanama gördüğünü bilen kadının hayızıyla temizliği ken­disinin âdetine göre takdîr edilir. Ancak temizlenme süresi altı ay olursa, id-deti tamamlamaya nisbetle bu altı aydan bir anlık bir süre eksiltilerek âdeti­ne göre hüküm verilir. Ama ortada iddet tamamlama sorunu yoksa normal âdetine göre hükmedilir.

Her ayın kaçıncı günlerinde ve kaç gün süreyle âdet gördüğünü unutan ve tereddüt içinde kalan kadının Hanefî mezhebine göre durumu biraz müş­kül olduğundan bu kadınla ilgili hükümleri öğrenmek isteyenler başka kitaplara başvurmalıdırlar.

 

Kadından akan kanın istihâze kanı olabilmesi için o kadının hayız yaşına varmış olması şart değildir. Yaşı dokuzdan veya yediden az olan küçük kızlardan akan kanlar istihâze ka­nıdır. Kendisinde istihâze kanamaları görülen kadın, özürlü kimseler hük­müne girer. Kendisinde sürekli idrar akıntısı görülen veya müzmin bir is­hale müptelâ olan ve özürlüler bahsinde anlatılan bunlara benzer özürle­ri taşıyan kimselerin hükmüne tâbi olur. Bu durumdaki kadınlar, hayızlı ve nifaslı kadınların yapamayacağı şeyleri yapabilirler. Örneğin Kur'an oku­yabilir, mescide girebilir, Mushaf'a dokunabilir, îtikâfa girebilir, Kabe'yi tavaf edebilirler. Gusle değil de abdeste bağlı olarak yapılabilen namaz ibadetini ifâ edebilirler. İstihâzeli kadının hayız müddetini takdîr hususunda mezhebler arasında görüş ayrılığı mevcuddur.[93]

 

Nifas Bahsi

 

Tanımı: Nifas,

 

Malikiler dediler ki: Doğumla beraber veya doğumdan sonra akan kan nifas kanıdır. İkiz doğuran kadının birinci çocuğuyla birlikte veya daha sonra veya ikinci çocuğunun doğumundan önce akan kan nifas kanıdır. Doğumdan önce akan kanlarsa bunlara göre nifas değil hayız kanıdır.

Hanbeliler dediler ki: Doğumdan iki veya üç gün önce doğum sancısıyla birlikte kadından akan kan nifas kanıdır. Bunun yanında doğumla birlikte veya doğumdan sonra akan kanlar da nifas kanıdır.

Şafiiler dediler ki: Kadından akan kanın nifas kanı olduğunun ke­sinleşmesi için, rahmin tam olarak çocuktan boşalmasından sonra akması şarttır. Ama çocuğun bir kısmı veya vücudunun çoğu dışarıya çıkmışken akan kan nifas kanı değildir. Doğumdan sonra sözünden maksat, doğumla bu kanın arasına onbeş veya daha fazla günlük bir fasılanın girmemesi demektir. Şa­yet doğumdan onbeş gün veya daha fazla bir süre sonra bir kanama görülürse bu, nifas kanı değil de hayız kanı olur. Çocukla beraber akan kanla doğum sancılarından önce akan kanlar nifas kanı olmayıp başka kanlardır. Bu esnada kadın eğer âdet döneminde ise akan kan hayız kanıdır. Çünkü Şâfîîlere göre gebe kadın da hayız görebilir. Ama akan kan, âdet dönemin­de değilse bir hastalıktan ötürü akmakta olan kan sayılır.

Hanefiler dediler ki: Doğum esnasında çocuğun vücûdunun çoğu dışarıya çıkmış iken akan kan, tıpkı çocuğun tümünün dışarıya çıkmasın­dan sonra akan kan gibi nifas kanıdır. Ama çocuğun vücûdunun az bir kıs­mı dışarıya çıkmış iken veya hiç çıkmamış iken akan kanlar, hastalıktan kay­naklanan kanlardır. Bu durumda kadın, nifaslı olmayıp temiz sayılır ve ibâ­detlerini de yapabilir.

 

Doğumu güçleşen kadının karnı yarılarak çocuğu çıkarılacak olursa bu durumda (şayet ortada bir iddet sorunu varsa) iddet tamamlansa bile kadın nifaslı sayılmaz.

Düşük çocuğa gelince; eğer onun parmak, tırnak, saç veya benzeri vücûdu ile ilgili bazı kısımlar teşekkül etmişse normal bir çocuk hükmündedir. Ki bu sebeble akan kan da nifas kanı olur. Ama düşük çocu­ğun tırnak, parmak ve benzeri vücûdunun parçaları teşekkül etmeyip söz­gelimi et parçası veya kan pıhtısı hâlinde dışarıya çıkacak olursa, bu olay, da kadının âdet zamanına rastlamış ise çıkan kan, hayız kanı sayılır. Ama âdet zamanına rastlamamış ise çıkan kan, bir hastalık veya sakatlıktan kaynaklanan bir kan olur. Bir kadın ikiz doğurursa bunun nifas müddeti birinci doğumdan îtibâren başlar.

 

Şafiiler dediler ki: Çocuğun organlarının bir kısmının teşekkül et­miş olması nifas için şart değildir. Kadın bir et parçası veya kan pıhtısı dü­şürür de ebeler, bunun bir insan aslı olduğunu söylerlerse bu olaydan sonra akan kan, nifas kanı sayılır.

Kadın ikiz doğuracak olursa nifas müddetinin başlangıcı ikinci doğumdan îtibâren başlar. Birinci doğumdan sonra görü­len kanlar nifas kanı sayılmaz. Bu kanamalar, hayız süresine rastlarsa hayız sayılır. Hayız süresine rastlamazsa hastalık ve özür kanı sayılırlar.

 

Malikiler dediler ki: Kadın ikiz doğurur da iki doğum arasında altmış günlük bir süre bulunursa -ki bu, nifas için azamî bir süredir- her çocuk için müstakil bir nifas müddeti kabul edilir. Ama altmış günden daha az bir süre olursa bu durumda nifas başlangıcı, birinci doğumdan itibâren kabul edilir.

 

İki doğum arasında nifasın azami süresi geçse bile yine birinci doğum nifas için başlangıç olarak kabul edi­lir. Sözgelimi ikinci doğum, birincisinden, kırk gün sonra gerçekleşirse ikinci doğumdan sonra akan kan, nifas kanı değil de bir hastalık veya özürden kaynaklanan kan olarak kabul edilir. Nifasın en az müddeti için sınır yok­tur. Bir an kanama görmekle bile kadın, nifas görmüş sayılır. Doğumdan hemen sonra kanı kesilen veya kansız olarak doğum yapan kadının nifası tamamlanmış olur. Temiz kadınların yapabilecekleri bütün işleri yapabi­lirler.

 

Nifas kanları arasında bozulan temizliklere, (ki bir gün kanama gör­dükten sonra temiz olunur da, bir gün sonra yeniden kanama vuku bulursa buna “bozulan temizlik” adı verilir) gelince, mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Nifas kanamaları arasına giren bozuk temiz­lik süreleri onbeş günü bulsa bile yine nifas kanı sayılır.

Şafiiler dediler ki: Nifas kanları arasına giren temizlik süreleri on­beş günü aşarsa temizlik hükmünde olur. Onbeş günden az olursa nifas hük­münde olur. Bundan sonra görülen kanlarsa hayız kanı olurlar. Doğumdan sonra hiç kanama görülmez de onbeş güne kadar temiz kalınırsa aradan ge­çen bütün zaman içinde kadın temiz sayılır. Bundan sonra görülen kanlar, hayız kanamaları sayılır. Bu durumdaki kadın, nifas geçirmemiş olur.

Malikiler dediler ki: Nifas kanamaları arasında görülen temizlikle­rin süresi onbeş günü bulursa kadın, bu süre içinde temiz sayılır. Bundan sonra görülen kanamalarsa hayız sayılır. Ama nifas kanamaları arasındaki temizlik günleri yarım aydan az olursa nifas sayılır. Aradaki temizlik günle­ri hesaptan düşülerek kanama günleri birbirine eklenerek altmış günü bu­lursa bu durumda kadının nifası sona ermiş olur. Bundan sonra temiz olup namazını kılabilir, orucunu tutabilir.

Hanbeliler dediler ki: Nifas kanamaları arasına giren temizlik sü­releri de temizlikten sayılır. Bu gibi günlerde kadın temiz olup ibâdetlerini yapmalıdır.

Malikiler dediler ki: İstihâze kanamaları gören kadının hayız yaşına ermiş olması gerekir. Bu yaşa ermeyen küçüklerde görülen kanlar, ne ha­yız ne de nifas sayılmaz. Bunlar hastalık veya sakatlıktan kaynaklanırlar.[94]

 

Hayızlı Veya Nifaslı Kadının Yapamayacağı İşler

 

Hayızlı veya nifaslı bir kadının, cünüb kişinin yapması haram olan iş­leri yapması haram olur. Örneğin namaz kılamaz, Mushaf'a dokunamaz, ezberden olsa bile Kur'an-ı Kerîm okuyamaz. Hayızlı ve nifaslı kadınlar, cünüb kişiden fazla olarak bazı işleri daha yapamazlar. Buna örnek ola­rak orucu gösterebiliriz. Hayızlı veya nifaslı kadın farz olsun nafile olsun oruca niyet edemez. Etse bile sahîh olmaz. Ramazanda oruç tutmaya yel­tenen hayızlı veya nifash bir kadın, kendi canına eziyet etmiş olur. Dolayı­sıyla günahkâr olur. Bu da çirkin bir cehaletin eserinden başka ne olabi­lir?

Hayızlı veya nifaslı kadınların Ramazan ayında tutamadıkları oruçla­rı bilâhare kaza etmeleri gerekir. Ama hayızlı veya nifaslı iken kılamadık­ları namazları bilâhare kaza etmezler. Çünkü namaz, hergün tekrarlanan bir ibâdettir. Bu nedenle kaza edilmesi de zor olur. Yüce Allah ise zorluk ve meşakkatleri insanların omuzlarından kaldırmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de bununla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

“(Allah) din (işlerin)de sizin üzerinize bir güçlük yüklemedi.” [95]Hayızlı veya nifaslı kadınlar îtikâfa da giremezler. Girseler bile sahîh olmaz. Hayızlı veya nifaslıyken haram olmasına rağmen kadınlar boşanırlarsa talâkları geçerli olur. Ancak böyle yapan erkeğe hâkim, hanımı­na ric'at etmesini de emredebilir. Üç hayız veya temizlik süresiyle iddet beklemekte olan kadını boşamak da haramdır. Hayızlı kadını boşamanın hükmüne ilişkin detaylı bilgileri edinmek İsteyenler, bu kitabın talâkla ilgi­li bölümüne müracaat edebilirler.

Hayızlı veya nifaslı kadınlarla kocaları cinsel ilişkide bulunamazlar. Kanama kesilip de gusletmedikleri takdirde kocaları kendileriyle cinsel iliş­kide bulunurlarsa haram işlemiş olurlar. Kanama müddeti sona erer ve kanama kesilir de gusletmeleri gerektiği halde gusletmekten âciz kalır­larsa kadınların teyemmüm etmeleri vâcib olur.

 

Hanefiler dediler ki: Hayzın en son müddeti olan on gün geçtik­ten sonra, nifasın da en son müddeti olan kırk gün geçtikten sonra kadın gusletmemiş olsa bile, kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurması helâldir.

 

Hayızlı veya nifaslı kadının göbeğiyle dizleri arasındaki kısım ile kocası oynayamaz.

 

Hanbeliler dediler ki: Erkeğin arada bir perde olmaksızın hayızlı veya nifaslı karısının vücûdunun bütün taraflarıyla oynaması helâldir. Bu durumdaki hammıyla sadece cinsel ilişkide bulunamaz. Bulunsa bile bu, büyük günâhlardan sayılmaz. Bu günâha bulaşan erkeğin günâhının afvı için gücü yeterse bir veya yarım dinar sadaka vermesi zorunlu olmaz. Sadece tövbe etmesi vâcib olur. Bu durumdaki hanımla cinsel ilişkide bulunulması hâlin­de ikisinden birisine bir hastalık veya şiddetli bir eziyet gelecek olursa bu du­rumda büyük günâh işlenmiş olur. Bu hususta fikıhçılar icma’ etmişlerdir.

 

Kocasının bu kısımla oynaması helâl olmaz. Hanı­mını bu iş için zorlaması da helâl olmaz. Ancak kadın, göbeğiyle dizleri arasına bir örtü koyar da bu örtü iki vücûdun ısısının birbirine geçmesine engel olursa bunda bir sakınca sözkonusu olmaz. İki vücûdun ısısını bir­birine geçiren ince örtüler bu haramlığı ortadan kaldırmaya yeterli olmaz­lar. Erkeğin, hayızlı kârısının dizlerle göbek arası dışında kalan vücûdu­nun başka taraflarıyla oynaması caizdir.

 

Malikiler dediler ki: Kanama esnasındaki hayızlı kadınla cinsel ilişki kurmak ittifakla haram olur. Yalnız erkeğin, bu durumdaki hammıyla ara­da bir örtü bulunmaksızın ve penisini de hanımının tenasül organına girdirmeksizin, sadece oynamak kastiyle dizleriyle göbeği arasındaki kısımla oy­naması caiz olur mu, olmaz mı diye bir sorun ortaya çıkmaktadır. Mâlikîlerin bir kısım ulemâsı, Hanbelîlerin görüşüne uyarak bu şartlar altında erke­ğin hammıyla oynamasına ruhsat tanımışlardır, ama bu mezhebe göre meş­hur olan görüş, arada perde olsa bile, bu durumdaki hammıyla oynayama­yacağı görüşüdür. Zîrâ bu oynaşma sonucunda cinsel ilişkiye gitme sakınca­sı ve ihtimâli mevcuddur. Bu durumdaki erkek veya kadın, heyecanlanarak kendilerini tutamayabilirler. Mâlikîler mezheblerini, kişiyi harama götüren sebeplerden uzak kalma esâsı üzerine kurmuşlardır. Ki buna “sedd-i zerai” adını vermişlerdir.

Bütün bunlardan ayrı olarak bilinmektedir ki: Hayızlı kadınla cinsel ilişki kurmanın yasaklanması, İslâm fıkhının güzel taraflarından birini yansıtmak­tadır. Tabibler, hayızlı kadınla cinsel ilişki kurulması halinde bu ilişkinin tenasül organları üzerinde şiddetli zararlara yol açacağı hususunda görüş bir­liği etmişlerdir. Bununla beraber bazı mezhebler bu sakıncayı önemsemememişlerdir. Örneğin Hanefîler, hayızlı kadının kanaması kesilir ve kesintiden sonra tam bir namaz vakti geçmesini müteâkib gusl etmese bile kendisiyle cinsel ilişki kurmanın mübâh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü kadının bütün ha­yız süresi boyunca sürekli bir şekilde kanama görmediği herkesçe bilinen bir husustur. Mâlikîler bir an için bile kanama kesilir de kadın guslederse ken­disiyle cinsel ilişki kurulmasına müsâde etmişlerdir. Zâten birçok kadınların kanamaları hayız müddeti içinde bazı aralıklarla kesilebilir. Ayrıca Mâlikîler, ilâçla da olsa kadının kanamasının durdurulması halinde kendisiyle cinsel ilişkide bulunabileceği görüşündedirler. Yani kanamanın kendiliğinden kesilmesi şart değildir demektedirler. Fazla şehvetli olup da sabredemeyen kimselerin hanımlarındaki kanamayı bu yöntemle durdurmaları tavsiye edi­lebilir.[96]

 

MESTLER ÜZERİNE MESHETME

 

Tanımı: Mesh kelimesi lügatte, eli bir şeyin üzerine sürmek anlamı­na gelir. Bir kişi elini bir şeyin üzerine sürerse ona, bu şeyi meshetti denir. İstılahtaki mânâsına gelince mesh, özel olarak yapılmış olan mestler üzerine ıslaklığı isabet ettirmekten ibarettir. Özel olarak yapılmış olan bu mestlerin bazı şartları taşıması ve belirli sürelere bağlı kalınarak meshedilmeleri gerekir.

Hükmü: Mestler üzerine meshetmek, asıl itibariyle caizdir. Şeriat sa­hibi, mestler üzerine meshetmeyi erkeklerle kadınlar için caiz görmüştür. Gerek mukîmük gerekse misafirlik esnasında olsun bu, mükellefler için şerîat koyucunun tanımış olduğu bir ruhsattır.

“Ruhsat'ın lügat anlamı ise kolaylık kelimesiyle ifade edilebilir. Istılâhî mânâsına gelince bu, şer'î bir delîle muhalif olarak gelen başka bir delîl ile sabit olan bir hükümdür. Zıddı bulunmayan şer'î bir delille sabit olan hükümlere ise “azîmet” denir. Bu durumlar göz önüne alınarak mest­ler üzerine meshetmek bazan vâcib olur. Meselâ bir kişi, mestlerini çıka­rıp ayaklarını yıkadığı takdirde namaz vaktini kaçıracağından korkarsa bu durumda mestler üzerine meshetrnesi vâcib olur. Yine aynı şekilde mest­lerini çıkarıp ayaklarını yıkadığı takdirde namazdan başka bir farza, örne­ğin Arafat'taki vakfeye yetişememekten korkarsa yine mestler üzerine meshetmesi vâcib olur. Buna benzer olarak ayaklarını yıkamaya yetecek ka­dar su bulamayan kişinin mestler üzerine meshetmesi vâcib olur. Ama bu durumlar dışında mestler üzerine meshetmek ruhsat sayılmaktadır. Ki bu durumda kişinin ayaklarını yıkaması meshetmesinden daha faziletli olur.

 

Hanbeliler dediler ki: Mestler üzerine meshetmek, mestleri çıka­rıp da ayakları yıkamaktan daha faziletlidir. Zîra yüce Allah, insanların şerîatçe kendilerine tanınan ruhsatlara sarılmalarını ve böylelikle ilâhî nimet­lerin bilincine vararak şükretmelerini arzular; bundan da hoşlanır. Bazı Ha­nefî alimleri de bu görüşe muvafakat etmişlerdir.[97]

 

Üzerine Meshedilmesi Sahih Olan Mestin Tanımı

 

Üzerine meshedilmesi sahîh olan mest, kişinin ayaklarına giydiği ve mafsal yumru kemiklerini de içine alan mestlerdir. Bu mestler ister deri­den, ister yünden, ister tüyden, ister kıldan, ister ketenden veya bunlara benzer malzemelerden yapılmış olsunlar hepsi aynı hükme tâbi olurlar.

 

Malikiler dediler ki: Deriden yapılmayan mestler üzerine meshet­mek sahîh olmaz. Ancak alt ve üstü deriden yapılıp da yan tarafları keçeden veya ketenden yap:lmış olursa bu caiz olur demişlerdir. Nitekim bazı ayak­kabılar vardır ki alt ve üstü deriden, yan tarafları da kumaştan yapılır. Bi­lindiği gibi Mâlikîler, deriden yapılan mestin de dikişli olarak yapılmasını şart koşarlar. Şayet deriden yapılan mest, yapıştırıcı bir ilâçla dikişsiz ola­rak biribirine raptedilmiş olursa onlara göre bu, mest sayılmaz; üzerine mes­hedilmesi de sahîh olmaz.

 

Deriden başka malzemelerle yapılanlara cevreb denir. Ki bu, halk arasında çorap diye bilinen şeydir. Çorabın mest sayılabilmesi için ancak kendisinde üç şartın bulunması gerekir:

1. Ayağa giyilen çorap kalın olmalıdır. Ki üzerine isabet eden su, alt tarafına isabet etmesin.

2. Herhangi bir bağa ihtiyâç duyulmadan ayakta kendiliğinden dur­malıdır.          

3. İçindeki ayaklan gösterecek kadar şeffaf olmamalıdır. Ayrıca maf­sal yumru kemiklerini kapatacak kadar da uzun olmalıdır. Sözgelimi ada­mın biri ayaklarında kendiliğinden durabilecek kadar kalın bir çorap giyer de, bu çorap içinde bulunan şeyi gösterecek kadar şeffaf bir maddeden yapılmış olursa buna mest denilemez; mestin hükmüne de tâbi olmaz. An­cak yukarıda sayılan şartlar bir çorapta tahakkuk ederse o çorap, deri­den yapılmış mest gibi telâkki edilerek onun hükmüne tâbi olur. Ayrıca mestin altına deri dikilmesi de şart değildir.

Bu anlatılanlardan sonra yünden yapılan kalın çorapların, açıklama­sı yapılan şartları taşıdıkları takdirde şer'î mest hükmüne tâbi olacağı an­laşılmış olmaktadır.[98]

 

Mestler Üzerine Meshetmenin Delîli

 

Mestler üzerine meshetmenin hükmü tevatür derecesine varan bir­çok sahîh hadîslerle sabit olmuştur. “İstizkâr” adlı eserde denilmiştir ki: Mestler üzerine meshetmekle ilgili olarak kırk kadar sahabe, Peygamber (s.a.s.) Efendimizden çeşitli rivayetlerde bulunmuşlardır. Muhaddis Hasen der ki:

“Ashâbdan yetmiş kadar zât, Rasûlullah (s.a.s.)’in mestler üze­rine meshettiğine ilişkin olarak bana rivayette bulundular. Bu konudaki sahîh hadîslerden biri de, Kütüb-i Sitte İmamlarının rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şeriftir kî, buna göre: Cerîr b. Abdullah el-Becelî ismindeki saha­be; küçük abdestini yapıp sonra da abdest almış ve mestlerinin üzerine meshetmişti. Kendisine,

“Mesh mi yapıyorsun?” diye sorulduğunda,

“Evet... Rasûlullah (s.a.s.) in, küçük abdestini yaptıktan sonra, abdest alıp mestle­rinin üzerine meshettiğini bizzat gördüm” diye cevab vermişti.”

Bu hadîsi Zeylâî de Nasbü'r-Râye adlı kitabında nakleder ve der ki: “Bu hadîs, bazılarını hayrete düşürmüştür. Çünkü Cerîr bin Abdullah el-Becelî'nin müslüman oluşu, abdestle ilgili hükmü içeren Mâide sûresinin nüzulünden sonra vukû bulmuştur. Bilindiği gibi Mâide süresindeki abdestle ilgili hükmü belirten âyet-i kerîme şudur:

“Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirsek­lerinize kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınızı meshedip her iki topuğa ka­dar ayaklarınızı yıkayın.” [99]

Bu âyet-i kerîme, abdest alırken ayakların suyla yıkanmasının zorunlu­luğunu açıkça ifade etmektedir. Ancak bir delîl olan bu âyete muarız bu­lunan ve tevatür derecesine oluşan birçok sahîh hadisler de mevcuddur. Ki bu sahîh hadîslerin, Mâide sûresinin mezkûr altıncı âyetinin nüzulün­den sonra Peygamber (s.a.s.) Efendimizin mübarek ağızlarından vârid ol­duğu kesinlikle bilinmektedir.

Peygamber (s.a.s.) in buyurmuş olduğu bu sahîh hadîsler hüküm ola­rak ifade etmektedirler ki: Ayaklarda mest bulunmadığı zaman su ile yı­kanmaları farzdır. Ama ayaklarda mest bulunduğu zamanlarda suyla yı­kanmaları farz değildir. Aksine mest bulunduğu zaman yıkama yerine meshetmek farzın yerini bulması için yeterli olur. Bu sahîh hadîslere örnek olarak Buhârî'nin, Muğire bin Şu'be'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfleri nakletmekle yetineceğiz:

Peygamber Efendimiz defi hacet için dışarı çıkmışlardı. Muğire de içinde su bulunan matrayla peşi sıra gitti. Peygamber Efendimiz defi ha­cetini yaptıktan sonra Muğire, eline su döktü. O da abdestini alıp mestleri üzerine de meshetti.” [100]

Buhârî buna bağlı olarak yine Muğire'den şöyle bir rivayette bulunur:

“Muğire şöyle dedi:

“Peygamber Efendimizle birlikte bir yolculuğa çıkmış­tık. Yoldayken O'nun mestlerini çıkarmak istedim. Bunun üzerine bana:

“Bırak onları. Çünkü ben onları temiz olarak giydim.” dedi ve sonra da mestlerinin üzerine meshetti.” [101]

Bu hadîslerin yanı sıra daha birçok sahîh hadisler vardır ki, bunları Buhârî Müslim ve diğerleri sahîh rivâyetçilerden nakletmişlerdir.[102]

 

Mestler Üzerine Meshetmenin Şartları

 

Bilindiği gibi mest, deriden veya yünden yapılıp belirtilen şartlan üze­rinde taşıyan ve ayaklara giyilen nesnelerdir. Kendisine mest denmesi sa­hîh olan şeylerin üzerine, ayakları yıkama yerine geçerli olarak meshedilmesi uygun olur. Mestlerle ilgili şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Mest, mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayakları örtmelidir. Mafsal yumru kemiklerinin üst kısmını örtmesine gelince bu gerekli değildir. Mes­tin, ayakların tümünü kapatır bir şekilde, yani üzerinde düğme ve fermu­arla kapanabilen yarıksiz bir şey olarak yapılmış olması gerekli değildir. Aksine üst taraftan yarık olup kopçalarla veya fermuarla kapanabilir şe­kilde olması da sahîhtir. Bu durumda aranan şart, ayağı kapatmasıdır. İster önceden kapalı bir şekilde yapılsın veya üst tarafı yarık olup kopçalar­la veya fermuarla kapanacak şekilde olsun, her iki durumda da üzerine meshedilmesi sahîh olur.

2. Mestin, mafsal yumru kemiklerini az da olsa açıkta bırakmaya­cak şekilde olması gerekir. Mestte, ayağın bir kısmını gösterecek kadar delik bulunursa üzerine meshedilmesi sahîh olmaz. Şu nedenle ki, ayak­lar yıkandığı takdirde, faraza az bir kısmı yıkanmayip kuru olarak bırakılır­sa abdest bâtıl olur. Aynı şekilde mestlerin de ayakların tümünü kapata­cak şekilde olması zorunludur. Eğer ayakların çok az bir kısmı dahi açık­ta kalır da mestlerle örtülmezse meshetmek, yıkamanın yerine geçerli olmaz. Hanbeli ve Şâfiîler bu görüştedirler.111).

 

Hanefiler dediler ki: Mest, mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayağı kaplamazsa, sözgelimi mestlerden birinde bir delik olur da ayaklardan üç parmak miktarında olursa, bu deliğin mesh için bir zararı olmayacağına gö­re, bu durumdaki bir mestin üzerine meshetmek sahîh olur. Ama mestteki delik ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarından daha çok olursa bunun meshe zararı olur. Ve böyle bir mest üzerine meshetmek de sahîh ol­maz. Ama iki mestteki delikler, üç küçük ayak parmağından fazla olsa bile bu iki mestin delikleri üst üste toplanmazlar. Ancak sözünü ettiğimiz mik­tardan fazla olan delikler bir tek mestte bulunursa mesh geçersiz olur. Bu miktardan az olan deliklerin mesh için bir zararı sözkonusu değildir.

Malikiler dediler ki: Bir mestte ayağın üçte biri kadar veya daha fazla miktarda delik olursa bu durumda üzerine meshedilmesi sahîh olmaz. Ama delikler ayağın üçte birinden az olursa üzerine meshedilmesi sahîh olur. Hanefilerle Mâlikîler, mestte delik olması ve ayağın da görünmesi halinde bunun mesh için zararı olmayacağında anlaşmışlardır. Ancak bu deliklerin miktarı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mâlikîler, ayağın üçte biri kadar olan deliklere müsamaha ile bakarlarken Hanefîler, sadece ayağın üç küçük parmağı kadar olan deliklere müsamaha etmişlerdir.

 

3. Mestlerle ilgili şartların üçüncüsüne gelince bu, mestler içerisin­de az bir yürüyüş de olsa yürünülmesinin mümkün olması ve bir mesafe kat edilebilmesi gereklidir. Ama mestler geniş olur da ayakların birazı ve­ya çoğu görünürse bu, meshetmenin sahîh olmasına zarar vermez. Ye­ter ki ayaklarda iken az da olsa onlarla bir miktar yürünülebilsin. Hanefî ve Şâfiîler bu görüştedirler.

 

Malikiler dediler ki: Mest geniş olup da üstten bakıldığında aya­ğın bir kısmı veya tümü görüldüğü takdirde bunun mesh için bir zararı ol­maz. Ancak fazla geniş olmasından ötürü içinde ayak yerleşemez veya aya­ğın büyük bir çoğunluğu içine yerleşip oturmazsa bu durumdaki bir mest çok geniş olduğu ve ayakla doldurulmadığı gerekçesiyle meshe elverişli ol­maz. Bunlarla yürümek mümkün olsa bile yine de üzerlerine meshedilmesi sahîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Mest geniş olur da üstten bakıldığında aya­ğın abdestte yıkanması farz olan kısımlarından bazısı görünecek olursa bu nitelikteki bir mest üzerine meshedilmesi sahîh olmaz.

 

4. Ayağa giyilen mestler, helâl yoldan elde edilmiş olmalıdır. Çalın­mış veya gasbedilmiş veya haram kılınmış bir şüpheyle elde edilen bir mes­tin üzerine meshetmek Hanbelî ve Mâlikî mezhebine göre sahîh değil­dir.

 

Hanefî ve Şafiiler dediler ki: Gasbedilen, çalınan ve buna benzer yollarla mal edinilen mestler üzerine meshetmek -bunları giymek her ne kadar haram ise de- sahîh olur. Zîra bunların giyilmesi ve mülk edinilmesi her ne kadar şer'î değilse de meshin sıhhatine ters düşmez. Buna benzer ola­rak gasb edilen veya çalınan suyla da abdest alınması sahîh olur. Ama bunu yapan da günahkâr olur. Çalman veya gasbedilen şeyleri, Allah'a yaklaşmak kasdiyle yapılan ibâdet ve benzeri işlerde kullanmak sahîh olmaz di­yenlerin delilleri gerçekten kuvvetlidir.

 

5. Ayağa giyilen mestler temiz olmalıdırlar. Necâsetli olarak giyi­len mestler üzerine meshetmek sahîh olmaz. Bunların az bir kısmına ne­caset değmiş olsa bile üzerlerine meshedilemez. Bu hususta mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Temiz olmayan mestler üzerine meshetmek sa­hîh olmaz. Meste bir necaset isabet etmiş olsa, onun üzerine yapılan mesh de bâtıl olur. Şu nedenle ki: Elbiseye veya bedene isabet eden necaseti gider­mek sünnettir, denilmektedir. Oysa mestin kendine özgü bir hükmü olması dolayısıyla ona isabet eden necaset hiçbir durumda afva uğramaz.

Şafiiler dediler ki: Meste, kendisinden afvedilen bir necaset isabet ettiğinde bunun meshe bir zararı olmaz. Ama meste, kendisinden afvedilmeyen bir necaset bulaştığı takdirde temizlenmeden bu mest üzerine mes­hetmek sahîh olmaz.

Hanefiler dediler ki: Mestin temiz olması, meshin sıhhat şartı de­ğildir. Bir meste necaset bulaştığı takdirde üzerine meshetmek sahîh olur. Ancak bu mestle birlikte namaz kılmak sahîh olmaz. Meste isabet eden bu necaset, kendisinden afvedilen bir necaset ise bununla namaz da kılınabilir. Yalnız bu durumdaki mestin temiz olan kısmı meshedilebilir.

Hanbeliler dediler ki: Necis olan mestin üzerine meshetmek iki şartla sahîh olur.

a. Kendisine isabet eden bu necaset, yere gelen taban kısmında veya iç kısmında olmalıdır. Dış yüzüne, üst kısmına, yan tarafına isabet eden ne­casetler meshe zarar verirler.

b. Necaset bulaşan mesti ayağında bulunduran kişinin temizlemesi mümkün olmamalıdır. Ama ayağındayken yıkaması halinde bir zarar mey­dana gelmeyecekse, bu durumdaki mestin üzerinde bulunan necaseti gider­mek vâcib olur. Ama ayağındaki mestin üzerindeki pislikleri gidermeye muk­tedir olur da ancak giderilmesinde kullanılacak malzemeyi bulamazsa bu ne­casetle birlikte namaz kılması, Mushaf'a dokunması ve buna benzer abdest-liyken yapılması mümkün olan işleri yapması sahîh olur.

 6. Mestler, tam bir temizlikten, yani tam olarak abdest alındıktan sonra ayağa giyilmiş olmalıdır. Sözgelimi bir kişi. önce ayaklarını yıkar da mestlerini giyer ve bundan sonra abdestini tamamlayacak olursa bu sa­hîh olmaz. Ancak bütün mezhebler bunda ittifak etmiş olmayıp sadece Mâlikî ve Hanbelîler bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.

 

Hanefiler dediler ki: Tam bir abdest aldıktan sonra giymek, meshin sıhhat şartlarından değildir. Aksine bir şahıs, abdestte ayağının yıkanılması farz olan kısmını yıkayıp mestini giyer ve kendisinde abdest bozucu herhangi bir durum görülmeden abdestini de tamamlarsa bu kişinin abdesti de, meshi de sahîh sayılır. Ancak abdestini, mesti giydikten sonra tamamlaması şarttır. Şöyle ki: Mestten sonra aldığı abdestle, yıkanılması farz olan or­ganlarından birisinin az bir kısmı dahi ıslatılmamış olmamalıdır. Veya suyla meshedilmesi farz olan kısımların meshedilmemiş bir tarafları da kalmamış olmalıdır.

 

7. Mestler, su ile yapılan bir temizlikten sonra ayağa giyilmiş olmalıdır. Meselâ teyemmüm yapıldıktan sonra giyilen mestler üzerine mes­hetmek sahîh olmaz. Yapılan bu teyemmüm de ister su bulunmadığı, is­terse su bulunup da hastalıktan ötürü kullanılamadığı için yapılmış olsun aynı hükme tâbidir. Ki bu hususta mezhebler arasında ittifak mevcûd olup sadece Şâfiîler buna muhalefet etmişlerdir.

 

Şafiiler dediler ki: Teyemmümden sonra giyilen mestler üzerine mes­hetmek caiz olur. Ancak alınan bu teyemmümün, bir hastalık nedeniyle su kullanılamadığından ötürü alınmış olması şarttır. Ama su bulunamaması ne­deniyle alman teyemmümden sonra giyilen mest üzerine meshetmek sahîh olmaz. Meselâ bir kişi, abdest almak için su bulamayıp da teyemmüm eder, sonra da mestini giyerse, bu mest üzerine meshetmesi caiz olmaz. Yani bir kişi su bulamayıp teyemmüm eder ve bundan sonra mestini de giyerse, bilâhere su bulduğunda mestlerinin üzerine meshetmesi caiz olmaz. Aksine bu mestleri çıkarıp tam bir abdest alması gerekir. Ama su mevcûd olmasına rağ­men bir hastalıktan ötürü o suyu kullanamayıp da teyemmümden sonra mes­tini giyerse, hastalığı veya özrü ortadan kalkmış olsa bile, abdestini alırken bu mestlerin üzerine meshetmek sahîh olur. Teyemmüm esnasında kişinin ayaklarıyla bir ilgisi olmadığından ötürü, bunların teyemmüm esnasında gi­yilip üzerlerine meshedilmesi gerekmez, diye bir iddiada bulunmak doğru ol­masa gerekir. Nitekim bu husus teyemmüm bahsinde de ayrıca anlatılacak­tır.

 

8. Meshedilmesi farz olan yerde suyun meste ulaşmasını engelle­yen hamur ve benzeri maddeler bulunmamalıdır.

9. Mesti ayağına giyen kişi, bu mestle birlikte belirli bir mesafeyi de yürüyebilmelidir. Öyleki, bu mestler yürüme esnasında ayaktan çıka­rılırsa veya ayağında bulunduran kişi, bunlarla yol yürüyüp mesafe katedemiyecek durumda olursa bunların üzerine meshedilmesi sahih olmaz.

Bunlarla katedilmesi gereken mesafenin ölçüsü hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Mesti giyen kişi onunla birlikte bir fersah ve­ya daha fazla bir mesafeyi yürüyüp katedemezse üzerine meshetmesi sahîh olmaz. Bunlarla yürüyebilmek için ayrıca üzerlerine çizme veya kundura gi­yilmeden yürüyüşe elverişli olmaları gerekir. Bir fersah, üç mil, yani oniki bin adım uzunluğundaki bir mesafedir. Ayakkabısız veya çizmesiz olarak bun­larla bir fersah (5040 m.) yürümek mümkün olmazsa üzerlerine meshetmek sahîh olmaz.

Şafiiler dediler ki: Mest giyen kişi ya misafir veya mukîm olur. Mi­safir ise mesti, metîn olmadıkça üzerine meshetmesi sahîh olmaz. Metîn olan mest, ayakkabısız olarak üç gün, üç gece kendisiyle yürünülebilen mesttir. Yani kişi, gerek mukîm iken, gerek yolculukta bu mestler ayağında olarak ihtiyâcım giderebilmek için bunlarla yürüyüp dolaşabilmesinin mümkün ol­ması gerekir. Yoksa bahsedilen bu mesafenin illa da yürünülmesi şart değil­dir. Sadece bu mestlerin, bu kadarlık bir mesafeyi vürümeye dayanıklı ol­maları şarttır. Kişi mukîm olur da ayağındaki mestler yolculuğa dayanacak kadar metîn olursa üzerlerine meshedebilir. Mesh süresi de yirmidört saatle sınırlıdır. Mukîmin, üzerine meshedebileceği mest, yolcunun üç gün üç gece süreli olarak üzerinde yürüyebileceği ve bu yürüyüşe dayanan bir mest ol­malıdır.

Malikiler dediler ki: Mest üzerine meshetmenin sahîh olması için bu mestler ile belirli bir müddet yürümenin mümkün olması şart değildir. Sadece mestin deriden yapılmış olması gerekir ki, bu da tabiaüyle böylesi mestlerle yol gidilebileceğinin başka türlü bir ifadesidir. Ayrıca bu mezhebe göre mestin çok geniş ve büyük olmaması, bunun yanında giyilemiyecek ve­ya zorla giyilip de kendisiyle yürünemeyecek kadar dar olmaması da gere­kir.

Hanbeliler dediler ki: Mest üzerine meshetmenin sahîh olabilmesi için, ayakta iken kendisiyle yürünülebilen bir mest olması gerekir. Ancak ne kadar yürünülebilmesi gerektiğine ilişkin belli bir mesafe takdir edilme­miştir. Sadece örfe göre belli bir miktar yürünülebilmesi şarttır. Örfe göre bu mestler ile yürünülebilir, dendikten sonra üzerlerine meshedilmesi sahîh olur.

 

Mestler üzerine meshetmenin sahîh olabilmesi için diğer bazı şartlar daha vardır ki, bunları da mezheblere göre detaylı bir şekilde aşağıda ele almış bulunmaktayız.

 

Hanefîler: Bunlar, meshin sahîh olabilmesi için bazı şartlar daha öne sürmüşlerdir. Ki bu şartları şöylece sıralayabiliriz:

1. Mestte, meshetmeye engel delikler bulunmamalıdır. Bilindiği gibi meshe engel delikler, ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarını aşmamalıdır.

2. Mestlerin dış yüzünde meshedilen kısım, el parmaklarıyla üç kü­çük parmak kadar olmalıdır. Mest geniş olsa bile, elin içine sokularak meshedilmesi mesh için yeterli olmayacağı gibi; yan taraflarını, topuğunu, bo­ğaz kısmını ve tabanını meshetmek de yeterli olmaz.

3. Mesih yaparken eldeki parmakların üçüyle meshedilmelidir. Bir tek parmak ile meshetmek, bu parmaktaki ıslaklığın farz miktardaki meshi tamamlayamadan kurumasından korkulduğu için sahîh olmaz. Ama tek parmakla üç ayrı yere ve her defasında parmak ıslatılarak meshedilirse bu mesh, sahîh olur. Yine aynı şekilde meshedilmesi farz olan yeri parmak uçlarıyla meshetmek de sahîh olur. Bu esnada parmak uçlarından su damlaması da şarttır. Aksi takdîrde yapılan mesh sahîh olmaz. Ayrıca meshin elle yapıl­ması da şart değildir. Söz gelimi meshedilmesi farz olan yere yağmur yağ­mak veya su dökmekle yeteri kadar su isabet ederse bu durumda meshin farz-hğı yerine gelmiş olur.

4. Mestler üzerine mesh yapılırken meshedilen yerin alt tarafı ayakla doldurulmuş olmalıdır. Sözgelimi uzun bir mest giyilir de, burun kısmı çok geniş ve uzun olması dolayısıyle iç kısmı ayakla doldurulmadiğından ötürü bu boşluğun üzerine meshetmek sahîh olmaz.

5. Ayağı herhangi bir nedenle kesilen kişinin ayaklarından geriye üç parmak kadar bir kısmının kalması, meshin sahîh olması açısından şarttır. Ama mafsal yumru kemiklerinin üst tarafından kesilmiş bir tek ayakla ka­lan kişi bu durumda, tek ayağa giymiş olduğu mest üzerine meshedebilir.

Şâfiîler: Mestle ilgili anılan şartlara birtakım şartlar daha eklemiş­lerdir. Ki bu şartları da şöylece sıralayabiliriz:

1. Ayağa kırıklık veya çıkıklık nedeniyle bir bağ sarılmış olursa, bu bağ üzerine giyilen mest üzerine meshetmek sahîh olmaz.

2. Mestin içindeki ayaklar ve bu ayaklara giyilen çoraplar temiz ol­malıdır.

3. Mest üzerine mesh yapılırken meste isabet eden suyun, iç tarafla­ra, yâni ayaklara da ulaşmaması gerekir. Ancak dikiş yerlerinden içeriye sı­zan sular, Şâfİîlerce muaf sayılmıştır.

Mâlîkîler: Mestlerle ilgili olarak anılan şartlara birtakım şartlar daha ilâve etmişlerdir. Ki bunları da şöylece sıralayabiliriz:

1. Ayağa giyilen mestin tümü, önce de anlatıldığı gibi deriden yapıl­mış olmalıdır.

2. Mestler, dikişli olmalıdır.

3. Süslenmek ve güzel görünmek maksadıyla giyilmiş olmamalıdır. Aksine bunları ayağa giyerken sünnete uymak, soğuktan, sıcaktan, akrepten ve benzeri şeylerdeft korunmak amacı güdülmüş olmalıdır. Ama bu mestleri, pirelerden korunmak veya yıkamanın zorluklarından kurtulmak veya ayaklara yakılmış olan kınanın boyasını muhafaza etmek gayesiyle giyilirse bunlar üzerine meshetmek sahîh olmaz. Çünkü bunda refah gayesi güdül­müş olmaktadır. Bu şartlara diğer mezheblerden hiç kimse muvafakat etmemiştir.[103]

 

Meshedilmesi Farz Olan Miktar

 

Şeriat sahibi abdestte ayakları yıkarken tümünün yıkanmasını farz kıl­mıştır. Meshetmek, yıkama yerine geçtiğine göre normal olarak da mest­lerin her tarafının meshedilmesi gerekirdi. Ama bir kolaylık göstererek mest­lerin tümünün meshedilmesini zorunlu kılmamıştır. Şu nedenle ki, mest­ler üzerine meshetmek özel bir ruhsattır. Şeriat sahibi bu ruhsatıyla da, insanlara fazlasıyla merhamet gösterdiğini isbatlamış olmaktadır. Mestlerin meshedilmesi farz olan miktarı hususunda mezheblerin detaylı gö­rüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Mestlerin üst kısımlarının tümünü meshetmek vâcibtir. Alt kısımlarını meshetmekse müstehabtır. Mâlikîlerin bazısı, bu­nun da vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir. Öyleki: Mestin altını meshetmeyen kişinin, namazını kılmışsa ve henüz ihtiyarî vakitte ise namazını iade et­mesi gerektiğini ifade etmişlerdir. İhtiyarî vakitle ilgili açıklama, namaz va­kitleri bölümünde yapılacaktır. Mestin alt tarafından maksat, yere gelen ta­ban kısmıdır. İç kısmı değildir. Mest geniş olursa içine eli sokup meshetmek mekruh olur.

Hanefiler dediler ki: Mestin dış yüzünün, elin üç küçük parmağı­nın uzunluğu ve genişliği kadarını meshetmek farzdır. Ancak meshedilen bu kısmı da ayak ile doldurulmuş olmalıdır.

Şafiiler dediler ki: Mestin üst kısmının yüzünü meshetmekle, farz olan mesh yerini bulmuş olur. Başı meshetmeye kıyasla, ıslak parmağı hiç sürdürmeksizin mestin üzerine indirmek de yeterli olur. Ama mestin ön yü­zünün dışında topuk kısmı veya yan tarafları veya alt taraflarını meshetmek yeterli olmaz. Fakat mafsal yumru kemiklerinin hizasında olan kısımları mes­hetmek yeterli olabilir. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki: Mestin üzerinde tüy bulunur da bu tüyler mesh yapılırken ıslaklığın mest derisine ulaşmasına engel olurlarsa veya sadece tüyleri meshetmek kasdedilirse de, su kendiliğin­den mestin derisine ulaşırsa yine mesh sahîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Mestin üst taraflarının çoğunun meshedil­mesi farzdır. Alt taraflarını meshetmekse müstehabtır. Abdestini alıp da meshetmeyi unutan için, aradan muvâlât (organlardan biri kurumadan diğerini yıkamaya geçme zorunluluğu) süresi geçse bile bundan sonra yalnız mestin altım meshetmek yeterli olur. Fakat abdest alınır da mestin alt tarafı kasten meshedilmezse, aradan fazla zaman geçmemışse yine yalnız altını meshetmekle yetinilebilir. Aradan uzun zaman geçmişse abdesti yenilemek mendub olur. Aynı şekilde alt tarafı meshedilmeden kılınan namaz, ihtiyarî vakitte bulunuluyorsa iade edilmesi mendub olur.[104]

 

Mest Üzerine Mest Ve Ayakkabı Giyme

 

Bir kişi mest olmaya elverişli kalın bir çorabın üzerine mest giyerse veya mest üzerine başka bir mest giyerse bu iki mest de yumuşak deri­den yapılmış olursa veyahut da mest üzerine bir kundura giyerse bu du­rumda üstteki ayakkabıya meshetmek, mezheblerin altta kaydedilen de­taylı şartlarına uyulduğu takdirde caiz olur.

 

Hanefiler dediler ki: Mestin üzerine giyilen ayakkabının üzerine mesh etmek üç şartla sahîh olur:

1. Mestin üzerine giyilen ayakkabı deriden yapılmış olmalıdır. Deri­den yapılmayıp da meshedildiğinde su, alttaki meste ulaşacak olursa bu da yeterli olur. Aksi takdirde yeterli olmaz.

2. Mestin üzerine giyilen ayakkabı veya mestle yalnız başına yürünebilmelidir. Eğer kendisiyle yürünülemezse meshe elverişli olmaz. Ancak alt­taki meste su ulaşacak olursa bu durumda meshe elverişli olur.

3. Mestin üzerine giyilen ikinci ayakkabı, temiz olarak giyilmiş olmalıdır. öyleki, üste giyilen ayakkabıya ve alttaki meste yapılan mesh, hades hâlinden önce yapılmış olmalıdır.

Şâfiîler: Bu hususta tafsilâta girişerek derler ki: Alttaki mestle onun üzerine giyilen ayakkabı zayıf olursa üzerlerine meshetmek sahîh olmayıp ayaklan yıkamak vâcib olur. Eğer alttaki zayıf olur da meshe elverişli olmazsa hüküm, üstteki meste aktarılır. Altta giyilen de zaten mest sayılmaz. Eğer alttaki mest kuvvetli, üstteki zayıf olursa veya her ikisi de kuvvetli olursa, üsttekine meshetmek -suyun alttakine ulaşacağı kesin ise- sahîh olur. Bu mesh yapılırken alttakini de meshetme niyeti olmalı veya her ikisini meshetme kasdı bulunmalıdır. Ama sadece üsttekini veya alttakini meshetmeyi kasteder de su alttakine ulaşmazsa bu mesh sahîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Bir kişi hades hâli vukubulmadan mest üze­rine mest giyer, bunlardan biri veya ikisi de delik olursa veya bu mestlerdeki delikler, ayağın her tarafına denk gelirse sadece üsttekini meshetmek yeterli olur. İki mesti üst üste giyen kişinin, elini üstteki mestin üstünden sokarak altta bulunan mesti -eğer bu sağlamsa- meshetmesi sahîh olur. Yine Hanbelî mezhebinden olanlar şöyle demişlerdir: İki mesti üst üste giyen kişi, bunlar­dan üstte bulunanı meshedecek, sonra da bu mesti çıkaracak olursa, bu du­rumda alttakini de çıkarıp ayaklarını yıkaması vâcib olur.

Malikiler dediler ki: Üst üste mest giyen kişinin, hüküm bakımın­dan üsttekini meshetmesi gereklidir. Eğer üsttekini çıkaracak olursa, altta­kini derhal meshetmesi vâcib olur. Bu iki mesh arasında da kişi, eğer hatır­lar ve gücü yeterse, abdestte geçerli olan muvâlât hükümlerini uygulamalı­dır.[105]

 

Sünnet Olan Meshin Keyfiyeti

 

Sünnet olan mesh şu şekilde yapılır: Mesh yapan kişi, sağ elinin oar inaklarını sağ mestinin burun tarafına koymalı, bunun yanında sol elinin parmaklarını da sol mestinin burun tarafına koyup her iki elinin parmaklarını mestlerin burun kısmından yukarıya geri çekmeli, geri çekerkende parmaklarını azıcık ayrık tutarak mest üzerine sudan çizgiler bırakmalıdır.

 

Malikiler dediler ki: Meshte keyfiyet sünnet olmayıp mendubtur. Mesh yapacak kişi, sağ elini sağ ayağının parmaklarının uç kısmına; sol eli­ni de sağ ayağının parmaklarının alt kısmına koyar. Böylece iki eliyle sağ ayağındaki mesti meshedip mafsal yumru kemiklerine kadar ellerini sürer. Sol ayağındaki meste de bunun aksini uygular. Yani, sol elini sol ayağının parmak uçlarının üst kısmına, sağ elini de sol ayağının parmak uçlarının alt kısmına koyup iki elini geriye doğru mesh şeklinde çekerek mafsal yumru kemiklerine kadar sürer. Meshini de böylece tamamlamış olur.

Şafiiler dediler ki: Sünnet olan meshin keyfiyeti şöyle olur: Mesh yapacak kişi, sol elinin parmak uçlarını birbirinden ayrık vaziyette topuğu­nun altına koyar. Sağ elinin parmak uçlarını da yine ayrık vaziyette ayak parmaklarının üst kısmına koyar. Sonra da sağ elini bacak kısmına kadar geriye çeker. Sol elini de alt taraftan parmakların ucuna kadar sürerek mesheder. Meshin de ıslak çizgiler hâlinde görülmesi gerekir.[106]

 

Meshin Müddeti

 

Mukîm olanın mesh müddeti bir gün bir gecedir.

 

Hanbelî ve Şâfiîler: Seferi, namazı kısaltacak kadar mubah bir sefer olarak kayıtlamışlardır. Sözgelimi bir kişi doksan km. den daha kısa mesafeli bir sefere çıkacak olursa veya çıktığı sefer mubah değil de ma'siyetle ilgili bir sefer olursa bu kişinin mesh müddeti, mukîm kimsenin mesh müd­deti kadar olur. Yani ancak bir gün bir gece müddetle meshedebilir. Ayrıca Şâfiîler ikinci bir kayıt koyarak, bu seferin de niyetle yapılmış bir sefer ol­ması şartını ileri sürmüşlerdir. Buna göre, niyet etmeden yola çıkan kimse seferi sayılmaz..Bu durumdaki kişi, tıpkı mukîm gibi ancak bir gün bir gece müddetle meshedebilir.

 

Misafirin meshi ise üç gün, üç gece müddetle geçerli olur. Misafirin çıktığı yolculuk, ister namazı kısaltan mubah bir sefer olsun, ister olmasın, mest üze­rine mesheden kişi, ister özür sahibi olsun ister olmasın hüküm bakımın­dan bir değişikliğe gerek kalmaz.

 

Malikiler dediler ki: Mestler üzerine meshetmek, bir müddete bağlı olmayıp mestlerin sadece guslü gerekli kılan hallerde ayaklardan çıkarılma­ları îcâbeder. Ancak cuma namazına gitmek isteyenlerin, gusletmek istemeseler bile mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkamaları mendub olur. Ama cuma günü çıkarmazlarsa, mesti ilk olarak hangi gün giymişlerse her hafta aynı gün çıkarmaları mendub olur.

Hanefiler dediler ki: Bu müddet, özür sahibi olmayanlar için ge­çerlidir. Ama bir kişi özürlüyken abdest alır, mestini de özrün kesilmesi anında giyerse bu kişinin hükmü, sağlam kimselerin hükmü gibi olur. Yani meshi mezkûr müddetin sona ermesine kadar geçerli olur. Ama özrünün kesilme­diği bir anda, meselâ akıntının vukû bulduğu anda abdest alıp mestini giye­cek olursa bu kişinin meshi her vaktin çıkması anında bozulur. Ve abdesti başka bir şeyle bozulmamişsa mestlerini çıkarıp sadece ayaklarını yıkaması îcâb eder.

Şafiiler dediler ki: Bu müddet özür sahibi olmayan kimseler için mu­teberdir. Özürlü kimseler mest giymişlerse, mestlerini, her farz namazın vak­tinde çıkarıp abdest alırken ayaklarını yıkamalıdırlar. Ama nafile namazlar için abdest alırken mestlerinin üzerine meshetmeleri caiz olur. Ayaklarını çı­karıp yıkamaları gerekmez.

 

Buna delîl olarak da Şureyh bin Hanî (r.a.) nin rivayetini gösterebiliriz: Şureyh diyor ki:

“Ben, Hz. Aişe (r.a.) ye mestler üzerine meshetme hususunda soru sordum. Bana,

“Ali'ye sor. Çünkü o, Peygamberle beraber sefere çıkardı” dedi. Ben de bunun üzerine gidip Hz. Ali'ye sordum. Hz. Ali bana şu cevabı verdi. Rasûlullah (s.a.s.), meshin müddetini misafir için üç gün üç gece- mukîm içinse bir gün bir gece kıldı.” [107]

Meshin müddeti, mestlerin ayaklara giyilmesini müteakip bir hades hâlinin vukuundan sonra başla.

 

Şâfiîler: Hades hususunda tafsilâta girmişlerdir. Şöyle ki: Eğer ha­des hâli, bir kimseye dokunma, penisi elleme veya uyuma gibi kendi isteğiy­le meydana gelmişse mesh müddetinin başlangıcını, hades halinin vukûunun evveli olarak kabul etmişlerdir. Fakat hades hâli elde olmayarak vuku bulmuşsa; meselâ oturak (mak'ad)tan veya tenasül organından bir necaset çık­mışsa, bu durumda mesh süresinin başlangıcı, hades vukûunun sonundan itibaren başlar.

 

Sözgelimi adamın biri öğle vakti ab­dest alıp mestini giyer, bu abdesti yatsıya kadar devam eder ve yatsıda bozulursa meshin müddeti öğle vaktinden değil de yatsı vaktinden itiba­ren başlamış olur.[108]

 

Meshin Mekruhları

 

Mestler üzerine yapılan meshle ilgili bazı mekruhlar vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

a. Meshi birden fazla yapmak.

b. Meshetme yerine mestleri yıkamak. Mestleri yıkayan kimsenin, bu durumda hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet etmesi mekruh olur. Ama sırf temizlemek veya üzerinde bulunan bir necaseti gidermek kasdıyla yıkaması mekruh değildir. Ancak bu mesh yerine geçmez. Bu yıka­yıştan sonra yine mestin üzerine meshetmek vâcib olur.

 

Hanefiler dediler ki: Mesh niyeti olmaksızın mestler yıkanacak olursa bu yıkama mesh yerine geçerli olur. Söz gelimi bir kişi, temizlemek kasdiyle veya herhangi bir niyeti olmaksızın mestim yıkarsa bu yıkama mekruh olmakla birlikte yine de mesh yerine geçerli olur.[109]

 

Meshi Bozan Şeyler

 

Mesh birkaç durumda bozulur. Şöyle ki:

a. Guslü gerektiren cünüblük veya hayız ve nifas kanaması gibi hallerden birinin vukubulması ile mesh bozulur.

b. Mestler ayaktan çıkarılmakla mesh bozulur. Ayakların bir kısmı mestin boğazına kadar çıkarsa yine mesh bozulur.

 

Hanefiler dediler ki: Mesh, ancak ayakların çoğunun mestin bo­ğazına kadar çıkarılmasıyla bozulur. Sahîh olan görüş de budur. Ama ayak­ların az bir kısmı, mestin boğazına kadar çıkarsa bu durumda mesh bozul­maz.

Malikiler dediler ki: Mûtemed olan görüşe göre ayakların tümü mes­tin boğazına kadar çıkarılmadıkça mesh bozulmaz. Ayakların tümü mestin boğazına kadar çıkarıldıktan sonra kişi acele olarak ayaklarını yıkamaya koşarsa abdesti sağlam olarak kalır. Ama unutur da ayaklarını yıkamakta ace­le davranmazsa, aradan geçen zaman kısa da olsa, uzun da olsa yine sadece ayaklarını yıkamakla yetinir. Kasden acele davranmayıp da ayağını yıkama­yacak olur, aradan geçen zaman da uzun olmazsa yine sadece ayaklarını yı­kamakla yetinir. Abdesti de sağlam kalır.

 

c. Mestte delikler meydana gelirse mesh bozulur. Bununla ilgili ola­rak mezheblerin detavlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Ayakların yıkanılması farz olan kısımlarından biri çorap veya sargıyla kapatılmış olur ve mestin delinmesiyle de görünecek şe­kilde olursa mesh bozulur. Bu nitelikteki bir delik, kişinin abdestli olması esnasında meydana gelirse, niyet ederek sadece ayaklarını yıkaması vâcib olur. Abdesti iade etmesi gerekmez. Ama bu nitelikteki bir delik, kişinin namaz kılması esnasında meydana gelecek olursa namaz bozulur. Yine bu kişinin de niyet ederek sadece ayaklarını yıkaması ve sonra da yeniden namaza dur­ması gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Mestte ayakların ancak küçük bir kısmını gösterecek kadar az bir delik meydana gelse, bu delik dikiş yerlerinde olsa bile yine mesh sahîh olmaz. Ancak bu delik, yürüme hâlinde derinin üst üste gelerek ayakların yıkanması farz olan kısmını kapatırsa meshe zarar vermez. Mestlerde bu gibi deliklerin meydana gelmesi, mesh süresinin tamamlanma­sı, cünüblük hâlinin vukubulması, yahut da özürlü kimsenin özrünün orta­dan kalkması gibi nedenlerden ötürü kişi, ayağındaki mesti çıkarıp tam bir abdest almalıdır. Yalnızca ayaklarını yıkaması yeterli olmaz. Zîrâ meshle, bir hades hâli ortadan kaldırılmıştır. Mesh bozulunca da, eskiden kaldırıl­mış olan hades yine geri gelmiş olur. Ki hadesin de Hanbelîlere göre parça­lara ayrılması mümkün olmaz.

Malikiler dediler ki: Kişi abdestliyken mestte, ayakların üçte biri veya daha fazla büyüklükte bir delik meydana gelmesi hâlinde, sadece mesh bozulur. Bu durumda çabucak mestlerin çıkarılıp ayakların yıkanması gere­kir. Eğer unutur veya acizliğinden ötürü bir gecikme vukû bulursa abdesti bozulmaz. Yine sadece ayaklarını yıkaması yeterli olur. Ama kasden acele etmeyip ayaklarını yıkamayacak olur, aradan geçen zaman da uzarsa abdes­ti bozulur. Uzun bir zaman geçmezse yine yalnızca ayaklarını yıkaması ye­terli olur. Namazdayken mestte bu nitelikte bir delik meydana gelecek olur­sa namazını yarıda kesip mestlerini çıkarması ve ayaklarını acele olarak yı­kaması gerekir.

Hanefiler dediler ki: Mestte, meshetmeye engel delikler bulunma­ması hâlinde üzerine meshedilmesi sahîh olur. Meshetmeye engel deliğin mik­tarı da, ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarını aşan büyüklük ka­darıdır. Ayrıca mestlerdeki delikler, kişinin yürümesi esnasında açılıp da aya­ğından, üç küçük ayak parmağı büyüklüğünde bir kısım görünecek olursa bu delik meshe engel olur. Ama delik uzunlamasına olur da, yürüme esna­sında açılmaz ve ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarı kısım görünmezse bu deliğin meshe zararı dokunmaz. Aynı şekilde meste deriden ve­ya bez parçasından -bu ince olsa bile- bir astar dikilmiş olur da bu astarda meydana gelen bir delikten ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarı bir kısım görünecek olursa yine zarar vermez. Ama deriden başka bir astar­la astarlanmış olur ve alt tarafı da çorap ve sargı gibi dikişsiz olup ayak par­maklarından üç küçük parmak kadarı görünecek olursa bu delikler meshi bozar. Bu deliklerin, mestin ayakkabıya gelen kısmında olmasıyla dış yü­zünde olması veya topuk kısmında bulunması arasında bir fark olmayıp hepsi aynı hükme tâbi olurlar. Ama bu delikler mafsal yumru kemiklerinin üst ta­rafındaki boğaz kısmında olurlarsa meshin sıhhatine mâni olmazlar. Mest­lerden birisinde, birden fazla delik bulunup da bunlar üst üste getirildikleri takdirde üç küçük ayak parmağı miktarına varırlarsa meshin sıhhatine en­gel olurlar. Bu miktardan az olurlarsa engel olmazlar. Ama bu delikler iki mestte olsa ve ikisinin toplamı da sözü edilen miktara ulaşsa, o zaman mes­hin sıhhatine engel olmazlar. Söz gelimi bir mestte bir ayak parmağı kadar, diğerinde de iki ayak parmağı kadar delik bulunsa, bunların ikisinin topla­mı üç küçük ayak parmağı kadar olmalarına rağmen meshin sıhhatine engel olmazlar. Mestlerde üst üste toplama hükmüne giren delikler, kendisine çu­valdız girebilen deliklerdir. Bunlardan daha küçük delikler hesaba katılmaz. Muaf sayılan deliklerin bulunduğu mestler üzerine mesh etmek sahîh olur. Ancak yapılan meshin, bizzat üzerine yapılması şarttır. Deliklerin altında gö­rülen yerlerin üzerine yapılan mesh geçersiz olur. Meshedüdikten sonra bir mest üzerinde üç küçük ayak parmağı kadar delik meydana gelirse mesh bo­zulur. Ve kişi eğer abdestliyse ayaklarını yıkaması vâcib olur. Bir kişi abdestli iken yine meshi bozucu bir durumla karşılaşırsa ayaklarını yıkaması gerekir: abdesti yeni baştan alması îcâb etmez. Namaz kılmakta iken böyle bir durumla karşılaşılacak olursa mesh bozulduğu için namaz da bozulmuş olur. Bu durumdaki bir kişinin ayaklarını yıkadıktan sonra namazı iade et­mesi gerekir. Meshetmede niyet şart değildir.

 

d. Şüpheli de olsa mesh müddetinin sona ermesi hâlinde mesh bo­zulur.

 

Malikiler dediler ki: Müddetin sona ermesiyle mesh bozulmaz. Zîrâ bu mezhebe göre mesh için müddet önemli değildir.[110]

 

TEYEMMÜM BAHSİ

 

Tanımı Ve Delili

 

Teyemmüm, lügatte kasdetmek ve yeltenmek anlamına gelir. Bu mâ­nâda kullanıldığını şu âyet-i kerîme de ispatlamaktadır:

“Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pis (kötü) şeyleri vermeye yeltenmeyin.” [111]

Bu âyet-i kerîmedeki “teyemmemû” kelimesi, kasdet­mek ve yeltenmek anlamına gelmektedir.

Teyemmümün ıstılah anlamına gelince, bu; temizleyici niteliğe sahip özel toprakla yüzü ve elleri anlatılan özel şekilde meshetmek demektir.

 

Malikiler ve Şâfiîler: Bu tanıma “niyet” kelimesini de eklemiş­lerdir. Zîrâ bunlara göre niyet, teyemmümün bir rüknüdür.

 

Burada meshetmekten amaç, yüzü ve elleri toprağa sürmek ve kirletmek demek değildir. Maksat, elleri temizleyici toprağın veya taşın ya da bun­lara benzer bir şeyin üzerine koyup gerekli yerleri meshetmektir. Teyem­müm, su bulunmadığı veya bulunup da bazı sebeplerden ötürü kullanıla­madığı zamanlarda meşru olur. Meşruluğu da Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitab'tan delîlimiz şudur:

“Eğer hasta olmuşsanız veyahut bir sefer üzerindeyseniz veya içi­nizden biri ayak yolundan gelmişse, veyahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu hâlde su da bulamamışsaniz o vakit tertemiz bir toprakla teyem­müm edin. Binâenaleyh (niyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Al­lah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez.” [112]

Bu âyet-i kerîme, su bulunmadığı veya bulunup da bazı nedenlerden ötürü kullanılamadığı hallerde insanların teyemmüm edebileceklerine işaret etmektedir.

Teyemmümün hikmetine gelince: Yüce Allah; kendilerini ibâdetle mü­kellef kıldığı müslüman kulları üzerinden zorluk ve sıkıntıyı kaldırmıştır. Bazıları diyebilir ki, zorluğu kaldırma prensibi, su bulunmadığı veya bulu­nup da kullanılamadığı zamanlarda teyemmüm mükellefiyetinin de konulmamasını gerektirir. Zîrâ teyemmüm mükellefiyeti de başlı başına bir zor­luk ve sıkıntıdır. Bu söz bozuk ve kuraldışı bir sözdür. Çünkü zorluğu ve sıkıntıyı kaldırmanın anlamı, Cenâb-i Allah'ın insanları güçlerinin yetebi­leceği işlerle mükellef kılmasıdır. Abdest alma veya gusül yapmaktan âciz olan kişi teyemmüm yapmaya muktedir olur. Bu durumda Allah Teâlâ'nın emrine uyması vâcibtir. İbâdetini de kendisine açıklanan şekilde yap­ması gerekir. Zîrâ ibâdetlerin ana hedefi, Allah'ın emirlerine uymak, kalblere O'nun yüceliğini hissettirip anlatmaktır. İbâdetlerde kendisine yönelinecek tek varlık O'dur. Ayrıca açıkça anlaşılmaktadır ki, insanların emrolundukları ibâdetlerin bir kısmı da kulların fayda ve maslâhatınadır. Söz­gelimi gusül abdesti, abdest, namazlardaki hareketler, oruçluyken lezzetlerden uzak durmak ve daha bunlara benzer bir takım ibâdetler insan vü­cûduna birçok faydalar sağlar. Diğer bazı ibâdetlerde de gizli faydalar vardır ki, bunları yapmakla kişinin kalbi temizlenir; ruhu kirlerden arınır. Ayrıca bunlar, insana maddî menfâatler de temin ederler. Çünkü Rabbinden kor­kup, O'nun emirlerine itaat eden kişinin, insanlarla olan ilişkisi de norma­le dönüp güzelleşir. Onların kötülüklerinden emîn olur. Kendilerinden bir takım faydalar da sağlar. Bu da insanın hayatı boyunca arzuladığı bir du­rumdur. İlâhî emirlere uymak, İnsan topluluklarının fayda ve maslahatını her bakımdan garanti altına alır. Teyemmümün, insanı mutluluğa götü­ren ibâdetlerin bir aracı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

Toplumun mutluluğunu gerçekleştiren ve İnsanların ahlâkını güzel­leştiren İslâm dîninin amaçlarından habersiz bazı kimseler, bazan topra­ğın zararlı mikroplarla karışmış olduğunu, dolayısıyla toprakla yüzü ve el­leri meshetmenin de, faydayı bir yana bırakalım, zararlı olacağını zanne­derler.

Bu iddiada bulunanlar teyemmümün mânâsını ve amacını anlama­yan kimselerdir. Zîrâ, şeriat koyucu, teyemmüm edilecek toprağın pislik­lerden arınmış ve temizleyici bir toprak olmasını şart koşmuştur. Ayrıca toprağın yerden alınıp yüze sürülmesi de zorunlu değildir. Aksine farz olan husus, ancak abdest ve gusle dayalı olarak yapılması mümkün olan ibâ­detleri, su bulunamadığı durumlarda mubah kılacak teyemmümü, istenen şekilde yapmaktır. Elleri temiz kuma; temiz, düz ve kaygan taşlara, çakıl­lara ve benzeri şeylere sürmek, zararlı mikropların insana bulaşmasına neden olur diyenlerin, herşeyden önce ellerini ekmeğe, meyve ve sebze­lere de sürmemeleri gerekir. Yine bunların görüşüne göre hareket edile­cek olursa, insanların ellerini madenlere sürmemeleri, hayvan derilerini tabaklamamaları, ayakkabı yapmamaları, tahtaları ellememeleri gerekir. Bu sayılanların tümünde de mikrop bulunabilir. O halde bunlara yanaş­mamak gerekir!

Bu ve buna benzer sözler, dinî yükümlülüklerden sıyrılıp kurtulmak ve sonu harap ve helak olan şehvet yollarına dalmak isteyen kimselerin sözleridir. Ki bunu da ancak bahtsız gönüller arzular. Yoksa bizler, yerle­ri gübreleyen, ekinlerin abasını haşerelerden ve zararlı otlardan temizle­yen nice işçileri görmüşüz ki, dinle alay eden ve dini hiçe sayan bu herif­lerden çok daha güçlü, sağlıklı ve rahat bir yaşantı içindedirler. Mikrop­lar, acaba bunları niye parçalamıyorlar? Ayrıca şunu da söylemekte ya­rar vardır ki: İslâm dîni, sürekli olarak temiz ve nazîf olmaya teşvik eder; pisliklerden uzak durmayı emreder. Hastalıklara sebeb olan vesîlelere ya­naşmamalarını tenbihler. Bu nedenle de teyemmüm eden kişinin, üze­rine elini sürdüğü toprağın temiz bir elbise veya mendil gibi pislikler­den arınmış olmasını şart koşar. Şayet toprak pis ve kirli ise, onunla teyemmüm yapmak sahîh olmaz.

Bir hususa daha değinmeden geçemiyeceğim: Teyemmüm niçin ab­dest organlarından sadece ikisi üzerinde uygulanıyor? Yani teyemmümün kapsamına neden sadece ellerle yüz giriyor?

Buna verilecek cevabımız şudur: Teyemmümden maksad zorluğu ha­fifletmektir. Şu halde abdest organlarından sadece ikisiyle teyemmüm yap­mak yeterli olur. Şu nedenle ki ellerle yüz, abdest alırken mutlaka her za­man yıkanırlar. Baş ise her zaman meshedilir. Ayaklara gelince bunlar mestli değilken yıkanır, mestli iken meshedilir. Bu nedenle Yüce Allah, her zaman yıkanılmaları gereken ellerle yüzü teyemmümün kapsamına almış bulunmaktadır. Ki hafifletme ve zorluğu giderme prensibi burada da göze çarpmaktadır.

Teyemmümün farziyetinin sünnetteki deliline gelince bu hususta bir­çok hadîs-i şerifler mevcuttur. Biz bunlardan sadece Buhârî ile Müslim'­in, İmrân bin Husayn'dan rivayet etmiş oldukları hadîsi nakletmekle yeti­neceğiz:

 Rasûlullah (s.a.s.), cemâatin yanında bulunmasına rağmen kenara çekilip de onlarla birlikte namaz kılmayan bir kişiyi gördüğünde kendisi­ne yanaşıp sordu:

“Neden cemâatle birlikte namaz kılmıyorsun?” Adam dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Bana cünüblük isabet etti. Gusletmek için su da bulamadım.” Bunun üzerine Rasûlallah (s.a.s.) kendisine şu cevâbı ver­di:

“O halde (teyemmüm için) sana temiz toprak gerekli. Temiz toprak(la teyemmüm etmek) senin için yeterli olur”.[113]

Bu yüzden müslümanlar, her ne kadar teyemmümün nedenleri ve yere ait eşyaların hangisiyle teyemmüm edebilecekleri hususunda görüş ayrı­lığına düşmüşlerse de, prensip olarak teyemmümün abdest ve gusül ye­rine geçerli olacağı hususunda icmâ etmişlerdir.[114]

 

Teyemmümün Kısımları

 

Teyemmüm farz ve mendub olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

Hanefiler: Teyemmüme vâcib teyemmüm diye bir kısım daha ek­lemişlerdir. Abdestin sünnetleri bahsinde de geçtiği gibi bilinmektedir ki: Hanefîlere göre vâcib, farza nispetle daha zayıf olan bir hükümdür. Su bulun­madığı takdirde tavaf için teyemmüm etmek vâcib olur. Ama abdestsiz veya teyemmümsüz olarak tavaf etmek sahîh olur. Yalnız farzı terketmekten ötürü irtikâb edilen günâha nisbetle bu kişi daha az bir günâha girmiş olur.

 

Teyem­müm, namaz kılmak, Mushaf'a dokunmak ve bunlara benzer gusülsüz ya da abdestsiz yapılması caiz olmayan ibâdetleri yapabilmek için su bu­lunmadığı takdîrde farz olur.

Nafile namaz kılmak isteyip de abdest almak için su bulamayan kişi­nin, abdest yerine teyemmüm edip namaz kılması mendub olur. Nafile namaz mendub olduğuna göre, bu namaz için yapılan teyemmüm de men­dub olur. Yani bu nedenle teyemmüm eden kişi, bir mendub sevabı ka­zanmış olur. Her ne kadar teyemmüm yapmak, namazın bir sıhhat şartı ve bunsuz namaz kılmak sahîh olmasa da sevâb kazanılmasını sağlar. Ama bunun yanında kişi teyemmüm etmez ve kılmak istediği nafile na­mazı da kılmazsa herhangi bir cezayla karşılaşması sözkonusu değildir.

 

TEYEMMÜM

 

Teyemmümüm Şartları

 

Teyemmümün sahîh olabilmesi için gerekli olan sıhhat şartları şun­lardır:

1. Vaktin girmesi: Farz namazın vakti girmeden teyemmüm et­mek sahîh olmaz.

Hanefiler: Teyemmümün farz vaktin girmesinden önce de alındı­ğı takdîrde sahîh olabileceğini söylemişlerdir.

 

2. Niyet: Teyemmümün sahîh olması için niyet gereklidir.

 

Mâlîkî ve Şâfiîler: Niyetin şart değil de rükün olduğunu söyle­mektedirler. Nitekim bu husus, daha önce de söylenmiştir.

 

3. İslâmiyet: Müslüman olmayanın teyemmümü sahîh değildir.

4. Su olmadığında bulmak için aranmalıdır.

5. Teyemmüm edilecek olan organların üzerinde mum ve yağ gibi meshî engelleyici bir pejrde bulunmamalıdır.

6. Hayız ve nifas hâli bulunmamalıdır.

7. İleride anlatılacak sebeblerden ötürü bazı özürlerin de bulunma­ması gereklidir.

Ayrıca abdest ve gusülde olduğu gibi teyemmümün de vücûb şartla­rı vardır. Bu şartlar, aşağıda mezheblere göre ayrı ayrı açıklanmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Teyemmümün şartları üç kısımdır:

1. Vü­cûb şartları,

2. Sıhhat şartları,

3. Hem vücûb, hem sıhhat şartları.

Vücûb şartları dört tanedir:

1- Baliğ olmak,

2- Yapılmaması için başkası tarafından zorlanıl­mamak,

3- Temiz toprağı kullanmaya muktedir olmak. Temiz toprağı te­yemmümde kullanmaktan âciz olan kişiden teyemmümün farzlığı düşer,

4. Abdesti bozan şeylerden birinin vukûbulması.

Sıhhat şartları ise üç tanedir:

1- İslâmiyet,

2- Meshedilecek organların üzerinde meshe engel bir şey bulunmaması,

3- Teyemmüm ederken teyemmüme zıt (abdest ve te­yemmüm bozucu) bir hâlin meydana gelmemesi.

Hem vücûb, hem sıhhatinin şartlarına gelince bunlar da altı tanedir:

1- Farz vaktin girmiş olması,

2- Akıllılık,

3- İlâhî davetin yüküm­lüye ulaşmış olması, 

4- Hayız ve nifas kanamalarının kesilmiş olması,

5- Uyku veya unutkanlık hâlinin bulunmaması,

6- Temiz toprak bulun­ması.

Malîkîler: Su bulunmaması hâlinde suyun araştırılmasını teyemmü­mün şartlarından saymamışlardır. Ancak bazı hallerde suyun araştırılmasının îcâb edebileceğini söylemişlerdir. Sebebler bahsinde anlatılmış olmasını yeterli görerek özrün bulunmasından ayrıca bahsetmemişlerdir. Bu şartlar, abdestte de aranan şartlardır. Ancak burada farz vaktin girmesi, teyemmüm için hem vücûb, hem de sıhhat şartıdır. Ama abdestte bu, sadece vücûb şartı olarak kabul edilmiştir.

Hanefîler: Bunlar, suyla yapılan temizlikte olduğu gibi teyemmümde de sadece sıhhat şartlarını saymakla yetinmişlerdir. Yalnız abdest bahsinde de geçtiği gibi bunlar, teyemmümün şartlarını Mâlikîlerin de anlattıkları gi­bi üç kısma ayırmanın mümkün olabileceğini ifade etmişlerdir. Yani teyem­mümün, yalnız vücûbunun, yalnız sıhhatinin, hem sıhhatinin hem vücübunun şartları olmak üzere üç kısım şartı vardır.

Hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartları, iki ayrı açıdan şart koşulan hususlardır: Sözgelimi hayız ve nifas hâlini ele alalım: Teyemmüm edecek veya abdest alacak kimsede ilâhî hitap açısından, bu hallerin bulunmaması vücûb şartı olmaktadır. Hayızlı ve nifaslı kadın için abdest almak ve dolayı­sıyla teyemmüm etmek mükellefiyeti yoktur. Hayız ve nifas hâlinin bulun­maması, vâcib bir ibâdeti edâ etme açısından aynı zamanda sıhhat şartıdır. Çünkü hayızlı veya nifaslı kadının aldığı abdest ile ibâdet yapması mümkün olmadığına göre, teyemmümü de sahîh olmaz. Çünkü şahinlik, yapılan ön işle sonra gelen işin yapılabilmesi demektir. Ama bunun yanında hayızlı ve nifaslı kadınların, namaz âdetini hatırlamak için namaz vakitlerinde abdest almaları (dolayısıyla teyemmüm etmeleri) mestehab olur. Ancak bunlarla ibâ­det yapılamadığı gerekçesiyle sahîh sayılamazlar. Şu halde Hanefîlere göre teyemmümün şartlarım şu şekilde gruplandırabiliriz:

a. Yalnız vücûbunun şartları: Bu şartlar üç tanedir:

1. Baliğ olmak,

2. Temiz toprağı teyemmümde kullanabilmek,

3. Namaz kılmaya engel bir hades hâlinin mevcûd olması.

Vakte gelince bu, teyemmümün edâsmm şartlarından olup vücûbunun şartlarından sayılmamaktadır. Şu halde vakit girmeden teyemmüm etmek vâcib olmaz. Vaktin girmesiyle teyemmümün yapılması geniş bir vâcib hükmüne girer. Vaktin daralmasıyla da, yapılması âciliyet kazanan bir hüküm hâline gelir. Bu hüküm, abdest ve gusül için de geçerlidir. Vaktin abdest için vücûb şartı olarak sayılması tesamüh (müsamaha, hoşgörü) nedeniyledir.

b. Yalnız sıhhatinin şartları: Bunlar yedi tanedir:

1. Niyet.

2. Abdest için gerekli suyun bulunmaması veya bulunup da kullanıla­maması.

3. Teyemmüm edilecek organlar üzerinde mum ve yağ gibi engellerin bulunmaması.

4. Teyemmüm eylemine zıt bir durumun bulunmaması.

5. Mest yaparken beş parmağını veya elinden daha fazla bir kısmını kullanması. Ama bizzat elle mesh etmek şart değildir. Başka şeyle de mesh edilmesi, ileride de anlatılacağı gibi yeterli olur.

6. Su bulunmaması hâlinde, bulunabileceği samlırsa araştırılmalıdır.

7. Yüzün ve ellerin her tarafı mesh edilmelidir.

c. Hem sıhhat hem de vücûbunun şartları: Bu şartlar dört tanedir:

1. İslâmiyet: Kâfirin teyemmüm etmesi, şer'î mükellefiyetlerle yükümlü olmaması dolayısıyla vâcib değildir. Teyemmüm etse bile, niyet ehliyetine sâhib olmaması sebebiyle sahîh olmaz.

2. Hayız ve nifas hallerinin mevcûd olmaması gerekir.

3. Akıllılık.          

4. Temizleyici toprağın mevcûd olması. Bu nitelikteki toprağı bula­mayan kimsenin teyemmüm etmesi vâcib olmaz. Temiz olan başka şeyle te­yemmüm etmesi de sahîh olmaz. Sözgelimi bir yere necaset isabet eder de sonra bu necaset kurursa bu yerin üzerinde, temiz olması nedeniyle namaz kılınması sahîh olur. Ancak temizleyici olmadığından ötürü teyemmüm ya­pılması sahîh olmaz.

Şâfiîler: Teyemmümün şartlarını, vücüb ve sıhhat şartlan olmak üzere iki gruba ayırmaksızm bir arada, sekiz tane olarak saymışlardır:

1. Abdest için gerekli suyun bulunmaması veya bulunup da kullanıla­maması nedeninin mevcûd olması.

2. Vaktin girdiğinin bilinmesi. Namaz vakti girmeden yapılan teyem­müm sahîh olmaz.

3. Vücutta necaset varsa ve bu necaset de kendisinden afvolunan ne­casetlerden değilse teyemmüm yapmadan önce bunları gidermek gerekir. Bu necasetler giderilmeden yapılan teyemmüm sahîh olmaz.

4. İslâmiyet. Ancak hayız ve nifası kesilmiş olan Ehl-i Kitab bir kadı­nın, kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurabilmesi için, zorunluluk nedeniyle teyemmüm yapması sahîh olur.

5. Hayız ve nifas hâlinin sona ermiş olması. Ancak hayız ve nifaslı kadının ihramda bulunması hâlinde teyemmüm etmesi, ihram için sünnet olan gusül yerine geçerli olacağından sahîh olur.

6. Mümeyyiz olmak. Ancak deli bir kadının, kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurabilmesi için teyemmüm etmesi sahîh olur.

7. Toprakla meshedilecek organ üzerinde meshe engel bir şey bulun­mamalıdır.

8. Yokluğu esnasında suyun arttırılması teyemmüm için şarttır.

Hanbelîler: Teyemmümün şartlarını sıhhat ve vücûb şartları olmak

üzere iki gruba ayırmaksızm bir arada saymışlardır. Şöyle ki:

1. Vakitli olduktan sonra ister farz olsun, ister olmasın, namaz vakti­nin girmesi. Cenaze namazı da hükmen vakitli olması nedeniyle bu hükme tâbi olup vakti; cenazenin yıkanilmasi veya teyemmüm ettirilmesini mütea­kip başlar. Bundan önce cenaze namazını kılmak için alınan teyemmüm sahîh olmaz.

2. Bazı sebeblerden ötürü suyu kullanmanın mümkün olmaması. Bu sebeblerin izahı ileride yapılacaktır.

3. Yakılmamış olan temizleyici toprağın bulunması. Bu toprağın da, kişinin teyemmüm organlarına bulaşacak bir tozunun olması şarttır.

4. Niyet.

5. Akıllı olmak.

6. Mümeyyiz olmak.

7. Müslüman olmak.

8. Teyemmüm organları üzerinde meshe engel bir şey bulunmamak.

9. Teyemmüme zıt bir durumun teyemmüm esnasında bulunmaması.

10. Teyemmümden önce istincâ veya isticmar yapmış olmak.[115]

 

Teyemmümü Meşru Kılan Sebebler

 

Teyemmümü meşru kılan sebebler iki esâsa dayanmaktadır:

1. Suyun bulunmaması: Su ya hiç bulunmaz, veya bulunur da abdeste, ya da gusle yetecek miktarda olmaz.

 

Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: Temizlenmeye yetecek kadar su bulunmaz ise de mevcûd suyla vücûdun yıkanılabilen yerleri yıkanır. Geri kalan kısmı da teyemmüm edilir.

 

2. Su bulunduğu halde kullanmaktan âciz olunması veya âciz olunmayıp da, her hangi bir ihtiyaçtan ötürü kullanılamaması. Sözgelimi gusül veya abdest için yeter miktarda su bulunur, ama kullanma imkânı ol­maz veya kullanma imkânı olur da içme gereksinimi nedeniyle kullanıla­maz. Nitekim bu sebebin izahı da ileride yapılacaktır.

Şimdi de suyu kullanmaktan âciz olmakla ilgili sebebleri bir yana bı­rakalım da suyu bulamayan kişinin durumunu ele alalım: Suyu bulama­yan kişi; farz namazlar, cenaze namazı, cuma namazı, bayram nama­zı, tavaf ve nafile namazı -kişi farzı kılmayıp da sadece nafileye niyet etse bile ve benzeri suyla yapılan temizlikle edâ edilebilecek olan ibâdet­leri teyemmümle de edâ edebilir.

 

Malikiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi mukîm ve sağlıklı ise ce­naze namazı için teyemmüm edemez. Ancak kendisinin cenaze namazını kıl­dırması gerekir veya kendisinden başka bu işi yapabilecek abdestli biri bu­lunmazsa teyemmüm etmesi sahîh olur. Bir farz namaz için teyemmüm et­miş olan kişi, buna bağlı olarak aynı teyemmümle cenaze namazını da kıla­bilir. Hasta veya misafir bir kimse, cenaze namazını kendisinden başka kıldıracak biri bulunsun, bulunmasın teyemmümle cenaze namazını kılabilir ve kıldırabilir.

Malikiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi sağlıklı ve mukîm biri ise farzlara tâbi olmayan müstakil nafile namazlar için teyemmüm edebilir. Ancak misafir ve hastalar böyle değildirler.

 

Suyu bulamayan kişinin sağlıklı veya hasta olması, mukîm yeya misafir olması, sefer mesafesinin de doksan kilometreden az veya çok olması, seferinin mubah veya memnu olması veya sefer esnasında masiyet işlemesi aynı olup hüküm bakımından bir derişiklik gerektirmez.

Suyu bulup da bazı şer'î sebeblerden ötürü onu kullanmaktan âciz olan bir kimse, suyu bulamayan kimsenin hükmüne tâbi olup abdestle ya­pılabilen bütün ibâdetleri teyemmümle edâ edebilir. Acizlik sebeblerine örnek olarak şunları gösterebiliriz: Bir kişi, suyu kullanmaktan ötürü has­ta olacağını veya hasta ise hastalığının artacağını ve şifâsının gecikece­ğini zanneder ve bu zartriında tecrübelerine veya müslüman mütehassıs bir doktorun haberine dayanırsa suyu kullanmayıp teyemmüm ede­bilir. Aynı şekilde kendisi ile su arasında bulunan bir düşmanın gerek şah­sına, gerek malına ve gerekse ırzına tecâvüz etmesinden korkarsa, -bu düşman ister insan olsun, ister yırtıcı bir hayvan olsun- yine suyu kullan­mayıp teyemmüm eder.

 

Şafiiler dediler ki: Sefere çıkan kişi bu seferinde âsi ise, suyu da bu­lamazsa teyemmüm edip namazını kılar. Sonra da bu namazı iade eder. Ama hastalık ve benzeri sebeplerden ötürü suyu kullanmaktan âciz olursa teyemmüm etmesi sahîh olmaz. Ancak bu durumdaki âsi misafir, isyanından töv­be ederse teyemmüm edip namaz kılar ve sonra bu namazı iade etmesi de gerekmez.

Malikiler dediler ki: Bu işten anlayan müslüman bir doktorun ol­maması hâlinde bu hususta kâfir bir doktorun haberine de îtimad edilebilir. Yine aynı şekilde kendi şahsî tecrübelerine veya karakter bakımından kendi­sine uyan kimselerin kişisel deneyimlerine de âdî karineler olarak dayanabi­lir.

Şafiiler dediler ki: Teyemmüm edecek kişiye îtimad telkin ettikten sonra kâfir de olsa mütehassıs doktorun bu konuda haber vermesi yeterli görülür. Ama kişisel deneyimlerin bu hususta geçerlilikleri yoktur. Ancak kişi, tıptan anlarsa bu hususta kendi şahsıyla ilgili olarak deneyimlerine da­yanabilir. Ama doktor değil veya tıptan da anlamıyorsa teyemmüm edip na­maz kılması caiz olur. Bilâhare iyileştikten sonra da namazını iade etmesi gerekir.

 

Su bulunur da, o esnada veya daha sonra ihtiyaç doğacak olursa, şüpheye değil de zanna dayanarak susamaktan korkarsa veya kendin­den başka bir insanın veya öldürülmesi helâl olmayan bir hayvanın, sal­dırgan olmayan köpeğin helak olacak şekilde susamasından veya şid­detli bir eziyete uğramasından korkarsa, bu durumda o suyu kullanma­yıp teyemmüm eder ve suyu da muhafaza eder.

 

Hanbeliler dediler ki: Siyah köpek de saldırgan köpek gibidir. Susuzluktan ölse bile onun için su saklanmaz.

 

Yine aynı şekilde hamur yoğurmak, yemek pişirmek veya afvedilmeyen bir necaseti gidermek için suya ihtiyâç doğarsa kuyuda ve benzeri (sarnıç gibi) yerlerdeki suyu, rnevcûd olmayan su hükmüne koyduğu gerekçesiyle; kova veya ip bu­lunmadığı takdirde, suyun şiddetli soğukluğu nedeniyle kullanılması hâ­linde zarar doğacağına kuvvetli bir zanla kanâat eder ve bu suyu ısıtmak­tan da âciz olursa yine teyemmüm eder. Suyun bulunmaması hâlin­de araştırılmasına ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda an­latılmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Bu necasetin kişinin bedeni üzerinde olması şart­tır. Eğer elbisesinin üzerinde bulunursa, necaset yerinde kalmakla birlikte abdest alır. Teyemmüm etmez. Elbisesinden başka örtünecek bir şeyi bulun­maz ise de çıplak olarak namazını kılar. Ve bu namazını daha sonra iade etmesine de gerek kalmaz.

Malikiler dediler ki: Su âletini veya suyu elde etmek için kullanı­lan aracı bulamayan kişi teyemmüm edemez. Ancak vakti içerisinde bu alet ve edevatı bulamayacağına kesin hüküm verirse veya zanla karar verirse teyemmüm edebilir.

Hanefiler dediler ki: Suyun şiddetli derecede soğuk olmasından ötü­rü korkulması hâlinde teyemmüm edilemez. Ancak kişide büyük hades hâli vukubulup gusletmesi gerekiyorsa bu korkudan ötürü teyemmüm edebilir. Çünkü soğuk suyla gusletmekte tehlike söz konusudur. Ama kişide küçük hades hâli yani abdestsizlik durumu varsa teyemmüm edemez. Ancak ab­dest alması hâlinde bir zarara uğrayacağı muhakkak ise teyemmüm edebilir.

Şafiiler dediler ki: Kişi, suyu ısıtmaktan veya yıkandıktan sonra ken­dini ısıtmaktan âciz olursa ister büyük hades hâlinde, ister küçük hades ha­linde olsun şiddetli soğuk olması nedeniyle suyu kullanmaktan korkarsa teyemmüm edebilir. Ancak bilâhare namazını iade etmesi vâcib olur.

Malikiler dediler ki: Suyun kendisinden iki mil veya daha fazla bir (iki mil = 3360 m.) uzaklıkta bulunduğuna kesin hüküm verir veya zanne­derse suyu araştırmasına gerek kalmaz. Ama suyun iki milden az bir mesa­fede bulunduğuna kesin kanâat getirir veya zanneder yahut da bu hususta bir şüpheye düşerse o zaman, eğer bir güçlüğe ve zahmete de uğramayacaksa suyu arar. Yok eğer bir güçlüğe ve zahmete uğrayacaksa süvari de olsa suyu aramasına gerek kalmaz. Fakat yine aynı şekilde suyu kendisine verme hususunda cimrilik etmeyeceklerine inandığı veya zannettiği yahut da şüphe ettiği veya vehmettiği arkadaşlarından da su istemesi gerekir. Suyu kendisi­ne vereceklerine inandığı veya zannettiği hâlde istemeyip de teyemmüm etmişse namazı kesinlikle iade etmesi gerekir. Suyu vereceklerinden şüphe et­tiği için teyemmüm etmişse ve henüz vakit de çıkmamişsa iade etmesi lâzım gelir. Ama suyu kendisine vereceklerini vehmetmiş de teyemmüm etmişse bu sebepten dolayı namazı iade etmesi mutlak olarak gerekmez. Bu iki durum­da namazı iade etmenin şartı, onların yanında suyun bulunup bulunmadığı­nın belirlenmesidir. Eğer onlarda su bulunmadığı anlaşılırsa namazı iade et­mesi lâzım gelmez. Eğer memleketinden uzakta değil ise, borçla da olsa ken­disine ihtiyâç duymayacağı bir parayla ve normal bir fiyatla suyu satın al­ması gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Suyu bulamayan kişinin, onu kendi yükündeki eşyaları arasında, eşyalarına yakın yerlerde veya kendilerinde bulunmadığı kesin olmayan yol arkadaşlarının yanında araması vâcib olur. Eğer suyu is­temeden veya aramadan teyemmüm etmişse bu teyemüm sahîh olmaz. Ama su uzakta olursa araması vâcib olmaz. Buradaki uzaklıktan maksat, örfe göre uzak sayılan bir mesafedir.

Hanefiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi eğer şehirde ise, yakı­nında su bulunduğunu zannetsin veya etmesin, teyemmümden önce suyu araş­tırması vâcib olur. Ama suyu bulamayan kişi seferi ise, suyun kendisine bir milden daha az bir mesafede olduğunu zannederse ve ararken canına, ya da malına bir zarar gelmeyeceğinden emîn olursa suyu araması vâcib olur. Ama suyun bir mil veya daha fazla uzaklıktaki bir mesafede bulunduğunu zannederse, -tehlike sözkonusu olsun olmasın- suyu araştırması vâcib olmaz. Ayrıca kişinin suyu kendisinin ararnasıyla başkasına aratması arasında da bir fark yoktur. Kendilerinden istemesi hâlinde vereceklerini zannettiği ar­kadaşlarından su istemesi de vâcibtir. Suyu istemeden önce teyemmüm ederse bu teyemmümü sahîh olmaz. Suyu vereceklerinden şüphe edip de teyemmüm eder ve namazını kılarsa, sonra da kendilerinden istediğinde verirlerse na­mazı iade etmesi gerekir. Ama namaza başlamadan önce kendisine suyu ver­mezler de namazdan sonra verecek olurlarsa kılmış olduğu bu namazı iade etmesi gerekmez. Eğer bu arkadaşları suyu ancak parayla vermeye niyetli iseler ve onu suyun kıt bulunduğu yakın mıntıkalardan birindeki piyasayla veya az fazlasıyla satacak olurlarsa; eğer ihtiyâcından fazla bir parayla ala­biliyorsa bu durumda suyu satın alması ona vâcib olur. Ama normal fiya­tından çok daha pahalıya satmaya kalkarlarsa bu durumda suyu onlardan satın alması vâcib olmaz. Teyemmüm edip namazını kılabilir.

Şafiiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi, onu, vaktin girmesinden önce ister kendi yük eşyaları arasında, ister kervandaki arkadaşlarından is­teyip aramakla yükümlüdür. Bu durumdaki kişi, ya bizzat kendisi seslene­rek su ister veya güvendiği birine izin vererek onunla ilânat yaptırabilir. Te­ker teker her birine sordurur. Ancak vakit daralmışsa teyemmüm edip na­mazını kılabilir. Vakte saygıdan ötürü herkesten ayrı ayrı istemesine gerek kalmaz. Eğer içinde bulunduğu mıntıkada su çoğunlukla bulunabiliyorsa bu durumda teyemmümle kılmış olduğu namazı iade etmesi gerekir. Aksi tak­dirde gerekmez. Bütün bunlardan sonra da suyu bulamazsa kendisi için üç durum söz konusu olur:

1. Suyun, kişinin seslendiğinde imdat alabilecek bir mesafede bulun­masıdır. Bu mesafe kişinin, suyun yanından imdat için seslendiğinde, arka­daşları her ne kadar kendi işleriyle meşgul olsalar bile bu çağrıyı işitip ken­disine yardıma koşabilecekleri bir mesafedir. Ayrıca bazı kimseler bu mesa­feyi, normal bir gözün, şahısları birbirinden ayırdedebilecek şekilde görebi­leceği son noktaya kadar olan mesafe diye tanımlamışlardır.

2. Kişiyle su arasında yakın bir mesafe bulunmasıdır. Yani kişiyle su arasında yarım fersahlık (2520 m.) veya daha az uzunlukta bir mesafe bu­lunmalıdır.

3. Kişi ile su arasında uzak bir mesafenin bulunmasıdır. Yani kişi ile su arasında 2520 m. den fazla bir mesafe bulunmalıdır. Seslenildiğinde im­dat alınabilecek mesafeye gelince kişi, bu mesafede suyun bulunduğuna ya kesin kanâat getirir veya tereddüde düşer. Eğer kesin kanâat getirirse bu du­rumda kendi canının, malının veya menfâatlerinin tehlikeye düşeceği söz ko­nusu olmazsa suyu araması vâcib olur.

Vaktin çıkmasından emîn olunması şartı sözkonusu değildir. Bu mesa­fede suyun bulunup bulunmayacağı hususunda tereddüde düşerse kendi ca­nının, malının ve menfâatlerinin tehlikeye düşmesinden, arkadaşlarından kopmamaktan ve vaktin çıkmamasından emîn olursa suyu araştırması vâcib olur.

Yakın mesafeye gelince kişi, eğer bu mesafe içerisinde suyun varlığına kesin kanâat getirir; canına, malına veya menfâatlerine bir tehlike gelmeye­ceğinden de emîn olursa suyu araması vâcib olur. Bu bölgede suyun çoğunlukla bulunabileceği biliniyorsa vaktin kaçırılmayacağından emîn olması şart değildir. Ama bulunduğu bölgede suyun çoğunlukla bulunduğu bilinmiyor­sa vaktin kaçırılmayacağından emîn olması da şarttır.

Uzak mesafeye gelince suyu bulamayan kişi, bu mesafe içerisinde su­yun bulunacağı hususunda kesin bir kanâat sahibi olsa bile suyu araması vâ­cib olmaz.

 

Bir kişi suyu bulur ve kullanmaya muktedîr olur, fakat suyu kullandığı takdirde vaktin çıkmasından korkarsa yani, abdest aldığı takdirde vakti kaçıracağına; ama teyemmüm ettiği takdirde vakte yetişebileceği­ne kanâat getirirse bu kişinin yapacağı teyemmümün sahîh olup olmaya­cağı hususunda mezheplerin detaylı görüşleri aşağıda sunulmuştur.

 

Şafiiler dediler ki: Su mutlak olarak bulunduktan sonra vaktin çık­ması endişesiyle teyemmüm etmek doğru olmaz. Zîrâ suyun olmaması, te­yemmümün caiz olmasını sağlamaktadır. Su bulunduğu takdîrde teyemmüm caiz olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Vaktin kaçırılması korkusuyla teyemmüm yapmak caiz olmaz. Ancak teyemmüm yapan kişi misafir olur, yakınında su bulunduğunu bilmesine rağmen suya gidip abdest alması hâlinde vaktin çıkmasından korkar ise, bu durumda teyemmüm edip namazını kılar. Bilâ­hare namazını iade etmesine de gerek kalmaz. Aynı şekilde misafir olan bir şahıs suya ulaşır, ancak suyla abdest alması hâlinde vaktin daralmasından korkarsa veya suyun sılayla dağıtılması nedeniyle sıra kendisine gelinceye kadar vaktin çıkmasından endişe ederse teyemmüm edip namazını kılar ve bilâhare namazını iade etmesine de gerek kalmaz.

Hanefiler dediler ki: Bu takdirde kılman namazla ilgili olarak üç durum söz konusu olur:

1. Vakte bağlı olmayan nafile namazlar. Bu namazların vakitlerinin kaçırılması diye bir korku sözkonusu değildir.

2. Cenaze ve bayram namazları gibi bedeli bulunmayan ve dolayısıy­la vaktinin kaçırılmasından ötürü endişe söz konusu olan namazlar.

3. Cuma ve beş vakit farz namaz gibi bedeli olmakla birlikte vaktinin geçmesinden ötürü endişe sözkonusu olan namazlar. Cumanın bedeli öğle namazıdır. Beş vakit namazın bedeli ise, şâir zamanlarda kılınan kaza namazlarıdır. Nafilelere gelince bunlar için su bulunması hâlinde teyemmüm edilmesi caiz değildir. Ancak kılınacak olan nafile; öğle, akşam ve yatsı na­mazlarından sonra kılınan vakte bağlı sünnetler iseler, bunların tehîr edil­meleri dolayısıyla abdest alındığı takdirde vaktin çıkmasından korkulursa bu durumda teyemmüm yaparak vakte ulaşmak caiz olur. Cenaze ve bay­ram namazlarına gelince İçişi, suyun bulunması hâlinde abdest alacak olursa bunların vaktinin geçmesinden korktuğu takdîrde teyemmüm etmesi caiz olur.

Cumaya gelince; suyun bulunması hâlinde abdest alınacak olursa cu­manın vaktinin geçmesinden korksa bile kişi, yine abdestini alır ve vakti ge­çirir, sonra da cuma yerine öğle namazını kılar. Farz olan vakit namazları da cuma hükmündedirler. Kişi bunlar için teyemmüm edip namazını kılarsa bilâhare iadesi gerekir.

Malikiler dediler ki: Kişi küçük hades hâlinde abdestin dört orga­nını yıkamak veya büyük hades hâlinde vücûdun tümünü suyla yıkamaktan ötürü vaktin kaçırılmasından korkarsa teyemmüm ile namazını kılar. Bilâ­hare iadesi de gerekmez. Cuma namazı için abdest alındığı takdîrde vaktin çıkmasından korkulursa teyemmüm edildiği takdîrde bu teyemmümün sahîh olup olmayacağı hususunda iki görüş mevcud olup bunlardan meşhur olan görüşe göre kişi, bu durumda cuma namazı için teyemmüm etmemeli­dir. Cenaze namazına gelince, suyu bulamayan kişi bu namazı kılmak için teyemmüm edemez. Ancak kendisinden başka bu namazı kıldıracak kimse bulunmazsa teyemmüm etmesi caiz olur. Nitekim bu husus, daha önce de anlatılmıştır.[116]

 

Teyemmümün Rükünleri

 

Teyemmümün rükünlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Niyet: Teyemmümde niyetin kendine özgü bir keyfiyeti mevcûd olup mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Teyemmümde niyet şarttır. Rükün değildir. Abdestte ise niyet sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde olsun, abdestte olsun niyet, rükün olmayıp şarttır,

Malikiler dediler ki: Kişi teyemmüm ederken bu teyemmümle, na­mazı veya Mushaf'a dokunmayı mubah kılmayı veya ancak abdestle yapıla­bilecek herhangi bir ibâdeti yapmayı yahut hades hâlinin engel olduğu işler­den birini yapabilmeyi yahut da teyemmümün farzlığına niyet etmelidir. Bir kişi sadece hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet ederse bu teyemmüm bâtıl olur. Çünkü bu mezhebe göre teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırmaz. Teyemmüm edecek olan kişi, hadesin engel olduğu bir hususu veya namaz kılmayı mubah kılmak için niyet ederken büyük hadesle küçük hades hâlini birbirinden ayırd etmelidir. Bu, şarttır. Diyelim ki kişi, cünüb olur da yapa­cağı teyemmümle cünüblük hâlini düşünmeksizin namaz kılmaya veya her­hangi bir ibâdeti yapmaya niyet ederse ve bu teyemmümü yapıp da namaz kılarsa; almış olduğu bu teyemmüm geçerli olmadığından namazı da iade etmesi vâcib olur. Ama sadece teyemmümün farzlığına niyet ederek teyem­müm ederse bu teyemmüm sahîh olur. Bu durumdaki kişi cünüb olup bü­yük hades hâlini ortadan kaldırmayı kasdetmediği takdirde bile almış oldu­ğu bu teyemmüm sahîh olur. Çünkü teyemmümün farzlığına niyet etmek, hem küçük, hem büyük hades hâlinin ortadan kalkmasına yeterli olur. Son­ra kişi bir farz namaz için niyet ederek teyemmüm yaparsa bununla farz na­mazlardan sadece birini kılabilir. Bunun yanında dilediği kadar sünnet ve nafile namaz kılabilir, vâcib olmayan tavafları yapabilir, vacib olmayan iki rek'atlık tavaf namazını kılabilir, Mushaf'a dokunabilir ve Kur'an-ı Kerîm okuyabilir. Teyemmüm eden kişi sağlıklı ve mukîm ise ve bu teyemmümüyle bir farz namaz kılmışsa, bundan sonra kıldığı farz namaz (cem-i takdim veya cem-i te'hîr şeklinde olup) aynı vakitte kılınsa bile bâtıl olur. Farz na­maz kılmak niyetiyle teyemmüm eden kişi, kıldığı farz namazın yamsıra nâfîle namaz da kılmak isterse önce farzı, sonra nafileyi kılmalıdır. Aksini ya­parak önce nafileyi kılarsa bu namazı sahîh olur. Ancak bundan sonra farz namazı kılarsa bu farz namaz sahîh olmaz. Bunun için bir teyemmüm daha yapması gerekir. Ama farza tâbi olmayan bağımsız bir nafile veya sünnet namazını kılmak niyetiyle teyemmüm eden kişi, bu nafile namazları kılma­nın yamsıra Mushaf'a dokunabilir, Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir. Buna benzer abdestle yapılması mümkûn olan nafile ibâdetleri de yapabilir. Yalnız bu­nunla farz namazları kılması sahîh olmaz. Bu saydığımız hükümler, sağlıklı ve mukîm olmayan kimseleri ilgilendirir. Sağlıklı ve mukim kimselere gelin­ce; bunlar bir farza tâbi olmayan nafile namazlar için bile teyemmüm edemezler. Sözgelimi Kur'an-ı Kerîm okumak, sultanın huzuruna girmek ve buna benzer abdestle yapılabilen işler için teyemmüm edemez. Etse de sahîh ol­maz.

Hanefiler dediler ki: Namazın kendisiyle sahîh olabileceği bir te­yemmüm için üç şeyden birine niyet etmek gerekir:

1. Kendisinde bulunan hades hâlinden temizlenmesi. Bu durumdaki kişinin büyük veya küçük hades hallerinden hangisinden temizlenmeye kasd ettiğini belirlemesi gerekmez. Kişi, cünüb olsa da bu teyemmümle sadece küçük hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet etse bile teyemmüm, yine ge­çerli olur.

2. Kişi, almakta olduğu bu teyemmümle namaz kılmayı mubah edin­meye veya hades hâlini ortadan kaldırmaya da niyet edebilir, Zîrâ Hanefî mezhebine göre teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırabilir.

3. Kişi, almakta olduğu bu teyemmümle temiz olmaksızın yapılama­yacak olan ibâdetlerden birini yapmayı kasdetmelidir. Örneğin, namaz için teyemmüm ettiğine veya secde-i tilâvet için teyemmüm ettiğine niyet etmelidir. Ama yapmakta olduğu bu teyemmümle namaz kılmayı mubah edinme­yi veya kendisinde bulunan hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet etmezse bu teyemmüm ile kılacağı namaz sahîh olmaz. Veya ibâdet olmayan bir şe­yi, yahut da asıl ibâdet olmayıp da ibâdet aracı olan bir şeyi yapmaya niyet eder veyahut da tahâretsiz (abdestsiz) de olsa sahîh olacak bir ibâdeti kaste­derse, bu teyemmümle kılacağı namaz sahîh olmaz.

Şimdi bu hususları biraz daha izah etmeye çalışalım: Sözgelimi kişi, te­yemmüm ederken Mushaf'a dokunmaya niyet etsin. Mushaf'a dokunmak aslında bir ibâdet değildir. Mushaf'a dokunmakla kişi, bir sevâb işleyip Allah'a yaklaşmış olmaz. Ancak Musharı okumak bir ibâdettir. İşte Mushaf'a dokunmak niyetiyle yapılan teyemmümle kılman namaz sahîh olmaz. Diye­lim ki, teyemmüm eden kişi, ezan okumak veya kamet getirmek için teyem­müme niyet etmiş olsun. Bunlar, aslında istenen birer ibâdet değildirler. Sadece birer duyuru niteliğindedirler ve abdestsiz de yapılabilirler, işte kişi, bun­ları yapmak niyetiyle teyemmüm etmişse, bu teyemmümle kılacağı namaz sahîh olmaz. Yine kişinin, abdestsiz iken Kur'an okuma niyetiyle teyemmüm etmiş olduğunu düşünelim: Burada Kur'an-ı Kerîm okumak, zâtı itibariyle istenen bir ibâdettir. Yalnız abdestsiz iken de okunması caiz olur. Kur'an-ı Kerîm okumak niyetiyle teyemmüm eden kişinin durumu, tıpkı selâm ver­mek için teyemmüm eden bir kişinin durumuna benzemektedir. Buna göre bir kişinin almış olduğu bu teyemmüm ile namaz kılması sahîh olmaz.

Şafiîler dediler ki: Teyemmüm edecek kişinin namaz ve benzeri ibâ­detleri edâ edebilmek için teyemmüme niyet etmesi gerekir. Yoksa hades hâ­lini ortadan kaldırmak için teyemmüme niyet etmesi sahîh olmaz. Zîrâ bu mezhebe göre teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırmaz. Ayrıca salt te­yemmüme niyet etmek de sahîh olmaz. Çünkü zâtı itibariyle teyemmüm, is­tenen bir ibâdet olmayıp, zarurî bir temizlenmeden başka bir şey değildir. Namaz kılmayı mubah edinmek veya başka bir ibâdeti edâ etmek kasdıyle teyemmüme niyet eden kişi için üç durum söz konusudur.

1. Teyemmüm etmekte olan kişi, farz bir namazı kılmaya veya farz bir tavafı yapmaya veya cuma hutbesini irâd etmeye niyet edebilir.

2. Teyemmüm etmekte olan kişi, bu teyemmümü ile nafile bir nama­zı kılmaya, farz olmayan bir tavafı yapmaya veya cenaze namazını kılmaya niyet edebilir.

3. Teyemmüm etmekte olan kişi bu teyemmümü ile, tilâvet secdesini veya şükür secdesini yapmaya veya Mushaf'a dokunmaya veya Kur'an oku­maya niyet edebilir.

Birinci şıkka göre teyemmüme niyet eden kişi bu teyemmümü ile birinci derecede farz bir namazı kılabilir. Önceden kasdettiği farz bir namazı kılmayıp da başka bir farz namazı kılabilir. Buna ek olarak da dilediği kadar nafile namaz kılabilir. Ayrıca ikinci ve üçüncü şıkta sayılan, yapılması taha­rete dayalı olan ibâdetleri de yapabilir.

İkinci şıkka göre teyemmüme niyet eden kişi, yine ikinci ve üçüncü şık­larda sayılan ibadetleri bu teyemmümle yapabilir. Bu teyemmümle dilediği kadar nafile namaz da kılabilir. Mushaf-ı Şerîf e dokunabilir. Ancak farz namazı kılamaz. Farz olan tavafı ifâ edemez.. Cuma hutbesini irâd edemez.

Üçüncü şıkka göre teyemmüm eden kişiye gelince; bu, almış olduğu te­yemmümle sadece üçüncü şıkta sayılan ibâdetleri yapabilir. Bunlardan her­hangi birine önceden niyet etmiş olsa bile, yine de dilediğini yapabilir. Şafiî mezhebine göre teyemmüm etmekte olan kişinin, kendisindeki hades hallerinden herhangi birini belirlemesi gerekmez. Meselâ cünüb bir kişi, teyem­müm ederken, “küçük hades hâlinin mâni olduğu namazı mubah edinmeye niyet ettim” derse ve bu sözü söylerken de gerçekten küçük hades hâlinde bulunduğunu zannederse, bu zannının yanlış olduğu anlaşılsa bile, bu teyem­mümü, namaz kılması için yeterli olur. Ama bu niyeti yaparken kasıtlı ola­rak böyle söylemiş olursa niyeti oyuncak hâline getirdiği gerekçesiyle bu te­yemmümle kıldığı namaz sahîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Teyemmümün sahîh olması için niyet şart­tır. Niyeti yaparken de kişi, neyi mubah edineceğini belirtmelidir. Sözgelimi bu teyemmümle namaz mı kılacağını, tavaf mı edeceğini, farz mı, yoksa, nafile mi edâ edeceğini küçük hades hâlinden mi, yoksa büyük hades halin­den ötürü mü ibâdetleri; mubah edineceğini, veyahut da bedenindeki bir ne­caseti mi temizleyeceğini belirtmelidir. Bu mezhebe göre beden üzerindeki bir necasetten ötürü de teyemmüm edilebilir. Ama beden üzerindeki bir ne­caset için teyemmüm etmeden önce bu necaseti elden geldiğince hafifletme­ye çalışmak gerekir. Elbise üzerindeki necasetle bir yer üzerindeki bir neca­sete gelince, bunları temizlemek niyetiyle teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ay­rıca hades hâlini ortadan kaldırma niyetiyle teyemmüm etmek de sahîh ol­maz. Zîrâ bu mezhebe göre teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırmaz. An­cak bu halde iken teyemmüm, ibâdetlerin yapılabilmesi için bir ruhsat sağ­lar.

Bir kişide hem küçük, hem de büyük hades hâli bir arada bulunur ve ayrıca bedeninde bir necaset de bulunursa ve kişi teyemmüm ederken sadece bunlardan birinden ötürü ibâdeti mubah edinmeye niyet ederse bu niyetiyle almış olduğu teyemmüm yeterli olmaz. Örneğin teyemmüm ederken, cünüblükten ötürü öğle namazını mubah edinmeye niyet ettim der de küçük hadesten ötürü de mubah edinmeyi niyetinde tutmazsa, bu teyemmüm ile namaz kılması sahîh olmaz. Çünkü yapmış olduğu bu niyetle sadece cünüblük engelini ortadan kaldırmış olduğundan dolayı, ancak cünüblüğün engel ol­duğu işleri yapabilir. Örneğin Kur’an-ı Kerîm okuyabilir. Abdestsizlik enge­lini ortadan kaldırmadığı için namaz kılması sahîh olmaz. Yine aynı şekilde hem cünüb, hem abdestsiz bir kişi, teyemmüm ederken sadece abdestsizliğin engel olduğu ibâdetleri mubah edinmeyi kastederse bu kişinin yapmış oldu­ğu teyemmüm, cünüblük engelini ortadan kaldırmaz. Ama yapmakta oldu­ğu bu teyemmümle küçük ve büyük hades hallerinin ve bedeninde bulunan necasetin engel olduğu ibâdetlerin tümünü mubah edinmeyi kastederse bu niyeti, kendisinde, ibâdetlere engel olan bütün mânileri ortadan kaldırmak için yeterli olur. Her biri için ayn ayrı niyet etmesine gerek yoktur. Bir kişi, yapmakta olduğu teyemmümle bir ibâdeti yapmayı kastederse onun almış olduğu bu teyemmümle o ibâdeti, onun mislini ve onun seviyesinden daha aşağıdaki ibâdetleri yapması mümkündür. Kendisi için teyemmüm edilen şeylerin en üstünü; farz, adak, farz-ı kifâye, nafile, nafile tavaf, Mushaf'a do­kunma, Kur’an-ı Kerîm okuma, mescidde bekleme, kanaması kesilen hayızlı kadınla cinsel ilişki kurma şeklinde sıralanabilir.

Bir kişi, teyemmüm ederken vasıf belirtmeksizin mutlak olarak namaz kılmaya veya tavafa niyet ederse bu teyemmümle sadece nafile namazı kıla­bilir veya nafile tavafını yapabilir.

 

Niyetin vakti, ellerin, kendisiyle teyemmüm edilecek olan şeyin üzerine indirildiği andır.

 

Şafiiler dediler ki: Niyetin, ellerin kendisiyle teyemmüm edilecek şe­yin üzerine konması anında yapılmış olması yeterli olmaz. Aksine ellerin, toprağı alıp azıcık yüze sürülmesi anında yapılması vâcibtir. Çünkü teyemmümde ilk olarak yüz meshedilir.

Hanbeliler dediler ki: Niyetin, yüzü meshetmekle birlikte yapılması şart değildir. Aksine, yüz meshedilmeden az önce de niyet edilebilir. Bu hu­sus, bütün ibâdetler için geçerlidir.

 

2. Teyemmümün rükünlerinden ikincisi, temizleyici toprağın mev­cut olmasıdır. Bu, kendisine necaset değmemiş olan bir topraktır. Kendi­sine necaset değmiş olan toprakla teyemmüm etmek sahîh olmaz. Bu top­rak üzerindeki necasetin cismi ve eseri gitmiş olsa bile, yine de teyem­mümün sıhhatine engel olur. Temizleyici toprağın mâhiyetine ilişkin ola­rak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Temizleyici topraktan maksat, üzerinde toz bu­lunan topraktır. Tozlu kumlar da temizleyici topraktan sayılır. Gerek temiz­leyici toprağın, gerekse kumun üzerinde toz bulunmadığı takdirde bunlarla teyemmüm etmek sahîh olmaz. Toprağın yakılmış veya yakılmamış olması, teyemmümün sıhhati açısından bir farklılık meydana getirmez. Ancak ya­kılmış olan toprak, kül hâline gelmemiş olmalıdır. Yine toprağm bitki yetiş­tirmeye elverişli olmasıyla olmaması arasında, teyemmümün sıhhati açısın­dan bir fark sözkonusu değildir. Şâfiîler kuru çamurun da dövülmesi hâlin­de toz olursa, bunu da topraktan saymışlardır. Toprak veya kum, kiremit parçaları ya da unla karıştırılırlarsa karıştırılan bu nesneler her ne kadar az olsalar da bu karışımla teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ayrıca teyemmüm edilecek temizleyici toprağın Müsta’mel olmaması da şarttır. Müsta’melden kastımız, teyemmüm esnasında meshedilen organdan artakalan veya orga­nın üzerinden yere serpilen topraktır.

Hanbeliler dediler ki: Temizleyici topraktan maksat, pâk olan top­raktır. Ayrıca teyemmüm edilecek olan bu nitelikteki toprağın da mubah bir toprak olması gerekir. Örneğin gasbedilen temizleyici bir toprakla teyemmüm etmek sahîh olmaz. Teyemmüm edilecek toprağın yakılmamış olması da gerekir. Kiremit ve benzeri, dövülüp ufalanan şeylerle de teyemmüm edilemez. Çünkü bunlar, yakılmış olmaları nedeniyle topraklık özelliğini yitirmişler­dir.

Hanbelîler, bu toprakların tozlarının mesh organlarına ilişmesini de şart koşmuşlardır. Çünkü bunlara göre tozu olmayan toprakla mesh yapılamaz. Temizleyici ve fakat tozsuz toprağa kireç ve alçı gibi bir şey karışacak olursa bu toprağın hükmü, temizleyici suya başka temiz bir şeyin karışması gibi olur. Bu durumdaki karışımda çoğunluk toprakta ise bununla teyemmüm etmek caiz olur. Eğer çoğunluk, toprağa kansan buğday ve arpa gibi tozsuz bir şeyde olursa bununla teyemmüm etmek caiz olmaz. Kurutulması mümkün olma­yan çamurla da teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ancak vaktin çıkmasından önce kurutulması mümkün olursa onunla teyemmüm etmek caiz olur. Vaktin çıkmasından sonra kurutulması mümkün olursa, onunla teyemmüm et­mek sahîh olmaz.

Hanefiler dediler ki: Temizleyici toprak, yer cinsinden olan şeylere denir. Buna göre toprakla, kumla, çakılla, düz ve kaygan olsa bile taşla, yerden oluşan tuzlu toprak kitleleri ile teyemmüm etmek caiz olur. Ama kitleleşmiş olan suya gelince -ki bu da kardır- bununla teyemmüm etmek, yerin parça­larından sayılmadığı gerekçesiyle sahîh olmaz. Aynı şekilde ağaçlarla, cam parçalarıyla, taşınan madenlerle de teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ama oca­ğında bulunan madenin üzerindeki toprakla teyemmüm edilebilir. Eskimiş de olsa inci ile, unla, külle, kireçle, zırnıkla, kükürtle, firuzeyle, sürmeyle, aşı çamuru ile teyemmüm etmek caiz olmaz. Yanmış tuğlayla teyemmüm edi­lebilir. Yere ait olmayan bir şey, toprağa karışır da bu şeyin karışımdaki pa­yı daha fazla olursa bununla teyemmüm sahîh olmaz. Ama toprakla bu ka­rışan şey aynı miktarda olur veya toprak daha fazla olursa o zaman bu karı­şımla teyemmüm etmek sahîh olur.

Malikiler dediler ki: Saîd kelimesinden maksad, yükselen, yani ye­rin cüzleri arasından çıkıp yükselen şey demektir, ki, bu da toprağı, kumu, taşı, kar ve benzeri şeyleri kapsamına alır. Ama diğerlerine nisbetle daha fa-zîletli olduğu gerekçesiyle, bulunması hâlinde toprakla teyemmüm etmek daha iyi olur. Kar da her ne kadar donup kitleleşmiş bir su ise de, yerin parçaların­dan olan taşa çok benzemektedir. înce çamur da böyledir. Ancak bununla teyemmüm ederken elleri çok hafif bir şekilde üzerine koymak gerekir. Ve­ya meshetmeden önce kurutulması gerekir. Ki organları kirletmesin. Kireç de böyledir. Fıkıhçılar kireci, yandıktan sonra kireç hâline gelen taş olarak tanımlamışlardır. Ama yandıktan sonra kireçle teyemmüm etmek caiz olmaz. Madenlerle de teyemmüm edilebilir. Ancak altın, gümüş ve mücevherler bun­dan müstesnadır. Yine aynı şekilde şap ve tuz gibi ocağından alınıp taşınmış olan madenlerle de teyemmüm etmek caiz olmaz. Yakılmış tuğlayla da te­yemmüm etmek caiz olmaz. Ama yanmamış olur da necis veya fazla miktardaki (saman) gibi bir şeyle karışmamışsa teyemmümde kullanılması sahîh olur. Temiz olup da çok olan şeyin izahına gelince bu, çoğunlukla ça­murun miktarı kadar olan (saman gibi) şeydir. Bu durumda temiz olan bu şeyin teyemmüm açısından toprağa bir zararı dokunmaz. Yere ait olmayan ağaç, ot ve benzeri şeylerle teyemmüm etmeye gelince, bu caiz olmaz. An­cak vakit daralır da teyemmüm edilecek başka bir şey de bulunmazsa, bazı âlimler bu durumda bunlarla teyemmüm edilmesine cevaz vermişlerdir. Te­mizleyici toprağın müsta’mel olması, teyemmümde ellerin bir defa ona vurulmasıyla, yani avuçların bu toprak üzerine konulmasıyla olur.

 

3. Teyemmümün rükünlerinden üçüncüsü, bir tek elle veya par­makla da olsa, yüzün tümünü meshetmektir.

 

Hanefiler dediler ki: Mesh elle yapıldığı takdirde, elin tümü veya çoğu ile yapılması şarttır. Elle veya elin yerine geçerli olan bir şeyle de yapıl­sa mesh farzdır. Ellerin ve yüzün meshle kaplanması rükün olmayıp şarttır. Mesh, iki vuruşla veya iki vuruşun yerine geçerli olan vuruşla yapılır. Söz gelimi teyemmüm yapacak olanın yüzüne toz isabet eder de elini bu tozun üzerine sürüp yüzünü meshederse bu, birinci vuruşun yerine geçer. İki vuruş veya iki vuruşun yerine geçerli olan vuruşlar, teyemmümün rükünlerinden sayılmaktadır. Her ne kadar âyet-i kerîmede bundan söz edilmemisse de, bu hususta şöyle bir hadîs-i şerif mevcuddur.

“Teyemmüm, iki vuruştur.” [117]

 

Ne kadar uzun olursa olsun, sakal da yüzün kapsamına girer. Burun kemerleri arasında bu­lunan aralık ile gözkapağı çukurlarıyla şakak aralarındaki kısım, kulak kö­künün altında kalan ve şakakla kulak arasında kalan beyazlık da yüzün kapsamına girer. Teyemmüm eden kişi, vücûdunun çukur yerlerini araş­tırmaz.

 

Hanefiler dediler ki: Abdestte yıkamlması vâcib olan sakal tüyleri,yüzün cildinin hizasında bulunan tüylerdir. Ki bunları teyemmümde de mes­hetmek vâcibtir. Sakalın uzayan kısımlarını meshetmek vâcib değildir.

 

4. Teyemmümün rükünlerinin dördüncüsü elleri dirseklerle be­raber meshetmektir.

 

Mâlîkî ve Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde farz olan, elleri bilekler kadar meshetmektir. Dirseklere kadar meshetmek ise, ileride de an­latılacağı gibi sünnettir.

 

Meshe engel yüzük ve bilezik gibi şeyleri çıkararak altlarını meshetmek vâcibtir. Bunları hareketlendirmek, teyemmümde ye­terli olmaz.

 

Hanefiler dediler ki: Dar yüzük ve bileziği hareket ettirmek teyemmümde de yeterli olur. Hareket ettirmekten maksat, altına tozu ulaştırmak olmayıp, sadece orasını meshetmektir.

 

Ama abdestte böyle bir zorunluluk yoktur. Bu saydıklarımızın yanısıra bazı mezhebler, teyemmüm için birtakım farzlar daha ilâ­ve etmişlerdir.

 

Mâlîkîler: Teyemmümün farzlarına, teyemmüm organları arasın­da; teyemmüm ile teyemmümün kendisi için yapılmakta olduğu namaz ve benzeri ibâdetler arasında muvâlât (çabuk davranma) hükmünü de eklemiş­lerdir. Sözgelimi teyemmüm etmekte olan kişi, unutarak da olsa teyemmüm organları arasında veya teyemmümle kendisi için teyemmüm etmekte oldu­ğu namaz ve benzeri ibâdet arasında muvâlâtı ihlâl edecek kadar uzun zaman aralığı koyarsa teyemmümü sahîh olmaz.

Bu mezhebe göre teyemmümün farzları dört tanedir:

1. Niyet.

2. İlk vuruş. Önce de anlatıldığı gibi bu vuruşta temizleyici toprak kullanılır.

3. Yüzün ve bileklere kadar ellerin meshle kaplanması.

4. Muvâlât.

Hanbelîler: Teyemmümün farzlarına, küçük hadesten ötürü yapıl­ması durumunda tertib ve muvâlât unsurlarını da eklemişlerdir. Ama teyem­müm, büyük hadesten veya vücûd üzerinde bulunan bir necasetten ötürü ya­pılacak olursa tertib ve muvâlât farz olmaz. Bu mezhebe göre de, teyemmümmün farzları dört tanedir:

1. Ağız ve kulağın iç kısımlanyla, hafif tüylerin alt kısmındaki deri dışında yüzün tümünün meshedilmesi.

2. Bileklere kadar ellerin mesh edilmesi.

3. Tertib.  

4. Muvâlât.

Bunlardan son ikisi, küçük hadesten ötürü yapılan teyemmüm için söz konusudur.

Şâfiîler: Teyemmümün farzlarına şu hususları eklemişlerdir:

1. Teyemmüme yüzden başlayıp sonra elleri meshetmekle tertibe riâ­yet etmek. Bu teyemmüm küçük hades hâlinden ötürü de olsa büyük hâlin­den ötürü de olsa aynı farz söz konusudur.

2. Toprağın yüz ve ellere nakledilmesi. Diyelim ki; toprağın tozu yü­ze veya ellere uçsa, kişi bu toz savruntusu içinde yüzünü hareket ettirse ve bu esnada teyemmüme de niyet etse, teyemmümü, nakil farzının gerçekleşmemesi nedeniyle sahîh olmaz.

3. Tozlu olan temizleyici toprak. Kişi toprağı teyemmüm organlarına naklederken bu vasıftaki bir topraktan nakledilmelidir. Ayrıca toprak nak­ledilirken de bunun iki vuruşla yapılması şarttır. Şâfîîlere göre teyemmümün farzları yedi tanedir:

1. Niyet.

2. Yüzün meshedilmesi.

3. Dirseklerle beraber ellerin meshedilmesi.

4. Tertib.

5. Toprağın teyemmüm organlarına nakledil­mesi.

6. Tozu olan temizleyici toprakla teyemmüm edilmesi.

7. Topra­ğın, teyemmüm organlarına nakledilmesinin kasdedilmesi.

Hanefîler: Teyemmümün farzlarına hiçbir şey eklememişlerdir. Zîrâ bunlara göre teyemmümün rükünleri mesh ile iki vuruştan ibarettir. Mesh, zaten âyette, teyemmümün mâhiyetinden sayılmıştır. İki vuruşa gelince ge­çen sayfalarda anılan hadîse dayanılarak her ne kadar teyemmümün mâhi­yetinden değilseler de yapılması gerekli olan şartlardandırlar.[118]

 

Teyemmümün Sünnetleri

 

Teyemmümün sünnetlerine gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1. “Besmele” çekmek. Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek vâcibtir. Kasden terkedilmesi hâlinde teyemmüm bâtıl olur. Bilinmediği veya unu­tulduğu takdirde bu vâciblik düşer.

Malikiler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek, sünnet olmayıp mendubtur.

Şafiiler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek, sünnettir. Ama teyemmüm edecek olan kişi cünüb ise, tilâvet kasdiyle “besmele” çe­kemez. Ancak zikir kasdı ile veya kasıtsız olarak “besmele” çekebilir.

Hanefiler dediler ki: Teyemmüm edecek kişinin, cünübken tilâvet veya zikir kasdiyle veya hiçbir şeye kasdetmeksizin “besmele” çekmesi sün­net olur.

 

2. Tertibe riâyet etmek.

 

Şâfîî ve Hanbeliler dediler ki: Daha önce de anlatıldığı gibi te­yemmümde tertib farzdır.

 

3. Diğer sünnetler de mezheblere göre ayrı ayrı aşağıda anlatılmış­tır.

 

Hanefîler: Teyemmümün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:

1. Toprağa avucun içiyle vurmak.

2. Ellerin önünü ve arkasını çevirmek.

3. Elleri silkelemek.

4. Parmakları ayrık tutmak.

5. “Besmele” çekmek.

6. Tertibe riâyet etmek.

7. Muvâlât (çabuk davranmak).

8. Sakal ve parmakları hilâllemek.

9. Yüzüğü hareket ettirmek.

10. Sağdan başlamak.

11. Parmakların arasına toprak girmesi için vuruşu özellikle temiz toprağın üzerine yapmak.

12. Anlatılan biçimde meshetmek. Yani, elleri temiz toprağın üzerine vurup silkelemek. Sonra da bir öne bir arkaya çevirip bunlarla yüzü kaplayacak şekilde meshetmek. Meshten sonra elleri ikinci defa toprağa vurmak. Öncekinde olduğu gibi elleri silkelemek. Avuçların içiyle kollan dirseklere kadar meshetmek.

13. Misvak kullanmak.

Şâfiîler: Teyemmümün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:

1. “Besmele” çekmek.

2. Misvak kullanmak. Misvakın vakti de “besmele” den sonra ve top­rağı organlara nakletmeden öncedir.

3. Elleri silkelemek. Şayet ellerde fazla toz varsa üfürerek bu tozlan gidermek.

4. Sol elden önce sağ eli meshetmek.

5. Kıbleye yönelmek.

6. Yüzü meshederken üst taraftan başlamak.

7. Elleri meshederken parmaklardan başlamak. Yani başparmak dı­şındaki sol el parmaklarını, yine başparmak dışındaki sağ el parmaklarının üstüne koyup sağ elin parmak uçlarını sol elin işaret parmağının dışına çıkmayacak şekilde yerleştirmek. Sonra da sağ elini bileklere kadar meshettikten sonra sol elin parmak uçlarını sağ kolun kenarına doğru yumar ve kolla­rına kadar böylece mesheder. Daha sonra avucunun içiyle de kolunun iç ta­rafım mesheder. Bunu yaparken de başparmağını kaldırır. Bileğe vardıktan sonra da sol elinin başparmağını sağ elinin başparmağının üzerine sürerek mesheder. Bundan sonra da sol elini aynı şekilde mesheder. Bunun peşi sıra da mendub olarak avuçlarının birini diğeriyle mesheder.

Kişi eğer sağlıklı ise yüzü ile ellerinin meshi arasında muvâlât yapmalı­dır. (İkisinin meshi arasında fasıla koymamalıdır.) Eğer özürlüyse abdestte olduğu gibi, teyemmümde de muvâlât ile yükümlü olmaz.

8. Her vuruştan önce parmaklan ayrık tutmak, ilk vuruşta yüzüğü parmaktan çıkarmak sünnettir. İkinci vuruşta çıkarmak ise vâcibtir. İkinci vuruşta parmaklarını ayrık tutmuşsa ellerini meshettikten sonra parmaklarını hilâllemesi sünnettir. Ama ayrık tutmamışsa, parmaklarını hilâllemesi vâ­cibtir.

9. Gurre ve tahcil de sünnettir. Yani yüzü ve elleri meshederken farz olan miktardan biraz daha fazlasını meshetmek. Meshi tamamlamadan ön­ce elleri ilgili organın üzerinden kaldırmamak da sünnettir.

10. Abdestte yüz ve eller yıkanırken okunması istenen duaları, teyem­mümde de yüzü ve elleri meshederken okumak. Abdestten sonra okunması istenen duayı teyemmümün bitiminde de okumak sünnettir.

Mâlîkîler: teyemmümün sünnetlerini dört olarak belirlemişlerdir:

1. Tertib. Yani ellerden önce yüzü meshetmek. Eğer kişi bunun aksi­ni yapıp önce ellerini, sonra yüzünü meshetmiş ve bu teyemmümle namaz kılmamışsa meshi iade etmelidir. Eğer namaz kılmışsa namazı yerini bulmuş olup iadesine gerek kalmaz.

2. Elleri bileklerden dirseklere kadar meshetmek.

3. Eller için ikinci vuruşu yenilemek.

4. Ellerine bulaşan tozu, meshedilmek istenen organa nakletmek. Yani eline bulaşan bu tozlan yüzünü veya ellerini meshetmeden önce başka bir tarafa sürmemesi sünnettir.

Hanbelîler: Teyemmümün sünnetleriyle ilgili olarak sadece bir tek sünnetin olduğunu söylemişlerdir. Ki o da teyemmümün, muhtar olan vak­tin sonuna kadar geciktirilmesidir. Tabiî bu da, suyun vakit içerisinde bulunacağının bilinmesi veya zannedilmesi yahut bu ikisinin aynı eşitlikte olması hâlinde teyemmümün muhtar vaktin sonuna ertelenmesi ile sünnet olur. Ama bunu yapmayıp da vaktin ilk başlangıcında teyemmüm edilip namaz kılınırsa, vakit içinde daha sonra su bulunduğunda da namaz sahîh olup iade edil­mesine gerek kalmaz.[119]

 

Teyemmümün Mendubları

 

Teyemmümün mendublarıyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüş­leri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbelî ve Şâfîîler: Sünnet olanın mendub olduğunu da söyler­ler. Daha önce sünnet olarak geçen hususlar mendub ve müstahab olarak da adlandırılabilirler.

Hanefiler dediler ki: Suyu bulacağım gâlib zanla ümid eden kişi, teyemmümü müstehab vaktin çıkış öncesine kadar erteleyebilir. Ama bir ki­şi, su vereceğine dair vaatte bulunursa, vaktin çıkmasından korkulsa bile teyemmümü ertelemek mendub olur.

Malikiler dediler ki: Teyemmümün mendublarını şöylece sıralaya­biliriz:

1. “Besmele” çekmek.

2. Misvak kullanmak.

3. Teyemmüm esnasında Allah.'ın zikrinden başka şeyler konuşma­mak.

4. Kıbleye yönelmek.

5. Sağ elin dış kısmını sol elin iç kısmına koymak. Sol elin iç kısmıyla (avuçta) sağ eli tutup dirseklere kadar sürerek meshetmek.

Bundan sonra da dirseğin iç kısmından başlayıp parmak uçlarına kadar eli meshetmek. Aynı şekilde sol kolu da meshetmek.

6. Teyemmümün, suyun bulunmasından ümit kesildiği veya ihtiyarî vakit içinde suyu kullanışa engelinin kalkmasından ümit kesildiği durumda ihtiyarî vaktin başlangıcında yapılması. Ama suyun bulunacağından veya bu vakit içinde suyu kullanma engelinin ortadan kalkacağından şüphe edildiği takdirde teyemmümü ihtiyarî vaktin ortasında yapmak. Çünkü bu durum­da vaktin başlangıç faziletiyle, suyla taharetin (abdestin) fazileti karşı karşı­ya gelip çatışmakta ve bunların ikisine de ağırlık verilmesi gerektiğine göre ihtiyarî vaktin ortasında teyemmüm etmek mendub olur. ihtiyarî vaktin so­na ermesinden önce suyun bulunacağı veya suyu kullanmaya engel (hastalık gibi) bir hâlin ortadan kalkacağı ümid edilirse umulan su ile abdest almanın fazileti ağırlık kazandığından ötürü, teyemmümü ihtiyarî vaktin sonuna ka­dar ertelemek mendub olur. Su ile abdest alma ümidi olsa bile her halükâr­da zarurî vakte kadar ertelemek haram olur.[120]

 

Teyemmümün Mekruhları

 

Teyemmümün kendine göre mekruhları olup bunlar aşağıda mezheblere göre detaylı bir şekilde anlatılmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde meshi tekrarlamak, toprağı ağza ve burna girdirmek, elleri iki defadan fazla toprağa vurmak, üfürüldüğünde tamamen gidecek kadar az olması halinde eldeki toprağı üfürmek mekruhtur. Eğer toprak üfürüldüğünde tamamen gidecek ve tozu dahi kalma­yacak kadar az olursa ve üfürmeden sonra bununla meshedilmişse, elleri ye­niden toprağa vurmak vâcib olur.

Şafiiler dediler ki: Teyemmümde toprağı çok kullanmak mekruh­tur. Zîrâ bilindiği gibi teyemmümden maksat, şeriat koyucunun emrine ita­at ederek elleri toprağın üzerine koymaktır. Buna göre toprağı fazlaca ele almak ve her organı bir defadan fazla meshetmek mekruhtur. Bir fiilden, yani namazdan sonra teyemmümü yenilemek mekruhtur. Teyemmümü ta­mamladıktan sonra elleri silkelemek de mekruhtur.

Malikiler dediler ki: Teyemmümde meshi birden fazla yapmak mek­ruhtur. Allah'ın zikrinden başka sözleri söylemek mekruhtur. Abdestte, gurre ve tahcîl diye adlandırılan gereğinden fazla yeri meshetmek de mekruhtur. Hanefiler dediler ki: Teyemmümde meshi tekrarlamak ve daha önce anlatılan sünnetlerden birini terk etmek mekruhtur.[121]

 

Teyemmümü Bozan Şeyler

 

Abdest bahsinde anlatılan abdest bozucu şeyler, teyemmümü de bo­zarlar. Büyük hadesten ötürü (cünüblükten dolayı) teyemmüm eden kişi, teyemmümünün bozulması hâlinde tekrar büyük hades hâline dönmez. Ancak guslü gerektirici başka bir durum meydana gelirse o zaman tekrar büyük hades hâline dönmüş olur. Ama abdest bozucu bir durum meyda­na gelmekle sadece küçük hades hâline dönmüş olur. Bir kişi cünüblük­ten ötürü teyemmüm eder de sonra bunun teyemmümü bozulacak olur­sa, sadece küçük hadesle teyemmümü bozulduğundan dolayı, cünüplüğe geri dönmüş olmaz. Bu durumdaki kişinin Kur'an-ı Kerîm okuması, mescidde beklemesi caiz olur. Abdest bozucu hususların yanısıra teyem­mümü bozucu başka bir husus daha vardır ki, o da teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıdır. Sözgelimi su bulamayanın suyu bulması, suyu kullanmaktan âciz kalan kişinin, kendisini âciz bırakan sebe­bin ortadan kalkması gibi.

 

Malikiler dediler ki: Cünüblükten ötürü teyemmüm eden bir kişi­de küçük hades hallerinden biri dahi meydana gelirse bu kişinin teyemmü­mü hem küçük, hem de büyük hades hâli geri dönerek bozulur. Yani hem abdestsiz hem de cünüb olmuş olur. Abdest bozucu hususlar her ne kadar guslü iptal etmezlerse de cünüblükten ötürü yapılmış olan teyemmümü iptal ederler. Bu durumdaki kişinin, teyemmümü yenileyinceye kadar cünüb kişi­ye haram olan işleri işlememesi gerekir. Aksi takdirde haram işlemiş olur.

Malikiler dediler ki: Suyun bulunması veya kullanılmasına muk­tedir olunması hâlinde namaza da başlanmamış ise teyemmüm bozulur. Ay­rıca bu suyla taharet yapılıp gerekli organlar üzerinde kullanıldıktan sonra ihtiyarî vaktin elverişli olup, namazın da bir rek'atine yetişilebilmesi şarttır. Eğer namaza başlandıktan sonra su bulunur veya suyun kullanılmasına muk­tedir olunursa dahî teyemmüm bozulmaz. Aksine, vakit geniş olsa da baş­lanmış olan namaza devam etmek vâcib olur. Şöyle ki: Bir yolcu, yükünde su bulunduğunu unutarak teyemmüm edip namaza başlar, sonra da yükün­de su bulunduğunu hatırlarsa ve vakit de geniş olur abdest aldıktan sonra namazın en azından bir rek'atine yetişeceğini tahmin ederse başlamış oldu­ğu bu namaz ve dolayısıyla teyemmüm bâtıl olur. Yetişemiyecek olursa bâtıl olmaz. Namazı kıldıktan sonra yükünde su bulunduğunu hatırlarsa kendi­sinde, kusurlu davranma şaibesi bulunduğundan sadece vakit içinde namazı iade etmesi gerekir.

Hanbelîler: Teyemmümü bozan şeylere vaktin çıkmasını da eklemişlerdir. Bu durumda teyemmüm, ister büyük hadesten, ister küçük hadesten veya isterse beden üstündeki bir necasetten Ötürü alınmış olsun; cuma na­mazında olmadıktan sonra, vaktin çıkmasıyla bozulur. Cuma namazı vakti­nin çıkmasıyla teyemmüm bozulmaz. Mestin veya üzerine meshedilen mest benzeri şeylerin; -eğer bunlar kişinin üzerindeyken hadesten sonra teyemmüm edilmiş ise- daha önce bunlar üzerine meshedilmiş olsa da olmasa da çıkarıl­maları hâlinde teyemmüm bozulur.

Şâfîîler: Teyemmümü bozan hususlara, çocuğunki gibi sûreten de olsa dinden çıkma olayım eklemişlerdir. Ayrıca teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıyla da kişi, eğer iftitah tekbirini almamış ise teyem­müm bozulur. Ama iftitah tekbirini aldıktan sonra namaza girmiş olduğun­dan teyemmümü geçerli olur. Namazını kılar. Bilahere namazını iade etme­sine de gerek kalmaz. Ancak bu namazım tamamlayıp selâm verdikten son­ra teyemmümü bozulur. Yalnız iade etmesi gerekli bir namazı kılmaktaysa bu durumda hem namazı hem de teyemmümü bozulur.[122]

 

Hem Abdest Almaktan Hem de Teyemmüm Etmekten Âciz Olan Kimse

 

Şiddetli derecede hasta olan veya kendisiyle teyemmüm edilebile­cek bir şeyin bulunmadığı bir yere hapsedilen kişinin, abdest almaktan da, teyemmüm etmekten de âciz olduğu için, namaz vakti içerisinde ab­destsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılması vâcib olur. Ancak hasta olan kişi, ayakta kılmaya muktedir olamazsa oturarak kılar. Bunu da ya­pamazsa işaretle kılar. Abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılın­masından kasıt, her ne şekilde olursa olsun bütün durumlarda ve göster­meye muktedir olduğu her halükârda Allah'a karşı huşûunu yerine getir­menin kişi üzerine vedîbe haline gelmesidir. Ayrıca bu kişi, abdestli veya teyemmümlü olarak bu İbâdeti yapanlar kadar, hatta daha fazla sevâb ka­zanır. Çünkü Rabbine karşı boyun eğip teslimiyet gösteren, bunu da has­ta ve yorgun olarak vücûduna tatbik ettiren kişi, elbette Allah'ın hoşnutlu­ğuna ve merhametine daha yakın olacaktır.

Suyu veya kendisiyle teyemmüm edilebilecek bir şeyi bulamayan ki­şinin tahareti ve namazı hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağı­ya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Su ve temizleyici toprağı, veya bunların hük­münde olan şeyleri bulamayan kişi, namaz vaktinin girmesi esnasında şekil­den ibaret bir namaz kılar. Secdeye varır, rükûa gider, kıbleye yönelir. Ama namazdayken Kur'an-ı Kerîm okuyamaz. Sübhaneke ve tahiyyât'i da oku­yamaz. Bunu yaparken de ister cünüb olsun, ister abdestsiz olsun namaza niyet de edemez. Bu şekilden ibaret olan namaz ile kişinin farz namazı sakıt olmayıp zimmetinde kalmakta devam eder. Suyu bulunca abdest alır veya temizleyici toprağı bulunca teyemmüm eder; namazını kılar. Bu iki temizle­yiciden birini bulamayan kişinin cünüb olsa bile şekilden ibaret olan bu na­mazı kılması caizdir.

Malikiler dediler ki: Namaz iki temizleyiciyi, yani su ve toprağı bu­lamayan kişiden tümüyle sakıt olur. Bu kişi namazını vakit içinde kılamayacağı gibi daha sonra da kaza etmesi gerekmez. Mutemed olan görüş budur. Mâlikîler bu görüşlerinde,

“Allah, temiz olmaksızın kılınan namazı kabul etmez” [123]hadîs-i şerifine dayanmış olsalar gerektir. Ancak, bu hadîs-i şerifte namazın tekrar kılınamayacağı hususuna delâlet eden bir un­sur mevcut değildir. Hanefîler de temiz olmaksızın kılınan namazın makbul olacağını zâten söylememişlerdir. Aksine, bu namazın yeniden kılınması ge­rektiğini ifade etmişlerdir.

Şafiiler dediler ki: Suyu veya toprağı bulamayan veyahut bulup da kullanamayan kişi, ya cünüb olur veya abdestsiz olur. Eğer abdestsiz ise ni­yet ederek gerçek bir namaz kılar ve bu namazında da Kur'an-ı Kerîm'den gerekli yerlerin tümünü değil de sadece Fâtiha'yı okumakla yetinir. Bilâhare suyu bulması hâlinde namazını iade etmesi vâcib olur. Cünüb kişi suyu bul­duğunda gusledip abdesti almak, sonra da abdestsiz ve teyemmümsüz kıldı­ğı namazı iade etmekle yükümlüdür. Abdestsiz kişi de suyu bulduğunda ab­dest alıp, teyemmümsüz ve abdestsiz kıldığı namazı iade etmekle yükümlü­dür. Ama cünüblükten ötürü büyük hades hâlinde veya abdestsizlikten ötü­rü küçük hades hâlinde olan kişinin, suyu değil de toprağı veya toprak cin­sinden olan bir şeyi bulması hâlinde önceden teyemmümsüz ve abdestsiz olarak kıldığı namazı iade etmek için teyemmüm etmesine gerek yoktur. Ancak bu kişi, bulunduğu yerde su bulamayacağına galip bir zanla hüküm verirse ve­ya bu bölgede suyun bulunup bulumayacağı hususunda şüpheye düşerse te­yemmüm edip namazı iade etmesi gerekir.

Hanbeliler dediler ki: İki temizleyici (su ve toprağı) bulamayan ki­şi abdestsiz ve teyemmümsüz olarak gerçek bir namaz kılar ve bu namazım da sonra iade etmez. Ancak kılmakta olduğu namazda, sadece farzlarla ve namazın sıhhat şartlarıyla yetinmelidir. Sünnet ve mendub olan şeyleri yap­maması gerekir.[124]

 

CEBİRE BAHSİ

 

Tanımı: Fıkıhçıların ıstılahında cebire  hastalanan bir or­ganın üzerine sarılan sargı bezi veya bu organın üzerine konulan ilâç de­mektir. Sarılan bu bağm ağaç veya hurma dalıyla raptedilmesi şart olma­dığı gibi, sargı sarılan organın kırık olması da şart değildir. Bu konuda esâs alınan husus, organın kırık, çıkık, romatizma ve benzeri durumlardan her­hangi biri nedeniyle hasta olmasıdır. Şu halde fıkıhçılara göre cebire; hasta olan organa sarılan bağ, veya bu organ üzerine konulan ilâçtır.

Hükmü: Şer'î yükümlülüklere muhâtab olan bir kişinin abdest veya gusül alırken, yıkaması gereken organlarından birinde bir cebire sargısı veya ilâcı bulunması hâlinde, bu organı yıkamaktan ötürü zarar görecek veya acı hissedecekse bu sargının veya ilâcın üzerine meshetmesi farz olur. Cebire ile ilgili olarak anlattığımız bu hükme Şâfiîler ve bir kısım Ha-nefîlerden başka muhalefet eden olmamıştır. Bu mezhebterin konu ile il­gili görüşleri aşağıda anlatılmıştık.

 

Şafiiler dediler ki: Hasta olan organ ya sargılı olur, ya üzerinde ilâç bulunur veya üzerinde hiçbir şey bulunmaz. Eğer sargılı ise bu durumda üç şeyi yapması vâcib olur:

1. Hasta organın sağlam kısmını yıkayacaktır.

2. Üzerinde sargı bulunan hasta kısmın üzerine meshedecektir. Bu mesh, çoğunlukla sağlam olan kısmın üzerine sarılan sargının üzerine yapıl­makla, alttaki yeri yıkamaya bedel olur. Ama sargı, sadece hasta olan kıs­mın üzerine sarılmış da sağlam olan kısımların üzerine taşmamışsa, bu du­rumda sargının üzerine meshetmek vâcib olmaz. Yine aynı şekilde sargının altında bulunan sağlam kısmı yıkamak mümkün olduğu takdirde hasta kıs­mı meshetmeye de gerek kalmaz.

3. Hasta kısmı yıkamaya bedel olarak teyemmüm edecektir. Sonra kişi eğer cünüb ise bu üç madde arasındaki sıraya uyması vâcib olmaz. Söz-konusu sıra şöyledir: Sağlam kısım yıkanacak, sargının üzerine meshedilecek ve bundan sonra da teyemmüm edilecektir. Ama kişi, cünüb olduğunda bu tertibe riâyet etmeyip dilediği şıktan herhangi birini önce, diğerini sonra yapabilir. Ama cünüb değilse önce sağlam yeri yıkayacak, sonra sargılı yeri meshedecek, bundan sonra da teyemmüm edecektir. Yani, yıkama işini te­yemmümden önce yapmak şarttır. Ama sargı üzerine meshetmek, yıkama­dan veya teyemmümden önce de yapılabilir.

Hasta organlar birden fazlaysa, bu organlar sayısınca teyemmüm etmek vâcib olur. Ancak bütün organlarda hastalık söz konusu ise bunların tümü­nün yerine bir defa teyemmüm etmek yeterli olur. Yine bunun gibi, eğer has­talık ,tertibte peşpeşe gelen yüz ve kollar gibi iki organda bulunmaktaysa ve bunların da tümünü kaplamışsa yine bunların yerine bir tek teyemmüm etmek; bundan sonra sağlam kısmı yıkamak; daha sonra da sargının üzerini meshetmek yeterli olur. Sargının üzerini meshetmek, cebire ile sarılı sağlam yerleri yıkama yerine geçerli olur.

Bu anlatılanlar, hasta organın sargılı olmasıyla ilgilidir. Ama hasta or­gan sargılı olmazsa bu durumda sağlam olan kısım yıkanacak; hasta kısım içinse yıkama yerine geçerli olmak üzere teyemmüm edilecektir. Çünkü Şâfiîlere göre mesh, meşru değildir. Ancak hasta organın üzerindeki sargının kapattığı sağlam kısımları yıkamaya bedel olarak meshetmek, mestler me­sabesinde olduğundan ötürü caiz olur. Ama organ açık olur da yıkanması mümkün olmazsa, bunun meshedilmesinin bir anlamı olmaz. Yıkamaya be­del olarak sadece teyemmüm etmek yeterli olur. Eğer hastalık, teyemmüm organlarından birindeyse ve bunu toprakla meshetmek mümkün olmamak­ta veya zararlı olmaktaysa bu durumda sözkonusu hastalıklı organı meshetme yükümlülüğü düşer. Yalnız bu durumda kılınan namaz hastalığın iyileş­mesinden sora iade edilmelidir.

Hanefiler dediler ki: Cebire üzerine meshetmenin hükmüyle ilgili olarak iki görüş vardır:

1. Bu organın üzerinde bulunan sargının meshedilmesi farz olmayıp vâcibtir. Abdest bahsinde de anlatıldığı gibi, farzla vâcib arasında fark ol­ması Hanefîlere göredir. Bu nedenle hasta kişi, hastalıklı organını meshetmeksizin namaz kılacak olursa, bu namazı sahîh olmakla birlikte bilâhare iade etmesi vâcib olur. îâde etmeyecek olursa vacibi terketmiş olur ki; bu nedenle Peygamber (s.a.s.) jn şefaatinden yoksun kalır. Her ne kadar bu ki­şinin cehennem azabıyla azablandırılması sözkonusu değilse de, Peygamber Efendimizin şefaatinden yoksun kalması da az bir ceza değildir.

2. Cebire üzerine meshetmek farzdır. Bu durumda, hastalıklı organın üzerindeki sargının meshedilmemesi hâlinde kılınan namaz sahîh olmaz. Mâlikî ve Hanbelîler de bu görüştedir. Hanefîlerce ileri sürülen bu görüşlerin ikisi de sahîh olup mükellefin bunlardan herhangi birine uyması caiz olur.

 

Cebire Üzerine Meshetmenin Şartları

 

Hastalıklı organın üzerine konulan cebire, ister bez parçası olsun veya isterse ilâç olsun, meshedilebilmesi için iki şart gereklidir:

1. Hastalıklı organın yıkanması hâlinde zarar doğacaksa, yani acı­sı artacak veya iyileşmesi gecikecekse, bu durumdaki organın üzerine ko­nulan ilâcın da bir sargısı yoksa ve bu yüzden meshetmek de sakıncalı olacaksa; üzerine zarar vermeyecek bir sargı sarıldıktan sonra meshedilmesi gerekir. Ki bu husus, daha önce de anlatılmıştı.

2. Cebirenin tümünü meshetmek. Yani sağlam kısmı yıkadıktan son­ra hastalıklı kısmın tamamını meshetmek şarttır. Bu anlattığımız, cebire­nin sadece hastalıklı kısım üzerine sarılmasıyla ilgilidir. Ama cebire, bağ­lama zorunluluğu nedeniyle hastalıklı kısmın dışına taşmışsa bu durum­da tümünün, yani hem sağlam yerin üzerindeki sargının, hem de hasta­lıklı kısım üzerindeki sargının meshedilmesi vâcib olur.

 

Hanefiler dediler ki: Cebirenin üstünü tümüyle meshetmek şart de­ğildir. Aksine, cebirenin yarıdan fazlasını meshetmek yeterli olur. Sözgelimi yara elde ise ve bunun üzerine de sargı sanlmışsa bu sargının yarıdan fazla­sını meshetmek yeterli olur. Bu anlattığımız, sargının hastalıklı kısmın dışı­na tasmasıyla ilgilidir. Bu durumdaki sargının çözülmesi zararlı olduğu gibi zararsız da olabilir. Eğer çözülmesinden ötürü bir zarar doğmayacaksa çözülmesi; altını yıkamanın bir zararı olmayacaksa yıkanması vâcib olur. Eğer yıkamanın zararı olacaksa hastalıklı yeri meshetmek vâcib olur. Etraftaki sağlam kısmı da yıkamak gerekir. Sargı yerini meshetmek zarar veriyorsa bu durumda etrafını yıkamak gerekir. Bundan sonra da sargıyı tekrar sarıp üzerini meshetmek îcâb eder. Ama sargıyı çözmek zararlıysa sadece sargının üzerim meshetmek vâcib olur; çözülmesi gerekmez. Sargının altını yıkamak veya meshetmek mümkün oluyorsa.bu durumda sargının kapatmış olduğu sağlam kısımları meshetmek vâcib olur.

Hanbeliler dediler ki: Temizlik hâlinde sargı sarılmışsa ve bu sargı da hastalıklı yerin dışına taşmışsa, üzerini suyla meshetmek, artan kısımlar için de teyemmüm etmek gerekir. Ama sargı, temiz olmaksızın (abdestsız iken) sanlmışsa teyemmüm etmek vâcib olur. Bu sargının üzerine meshetmek câiz olmaz. Hastalıklı organlar birden fazlaysa bunların sayısınca teyemmüm et­mek zorunlu olur. Yalnız hastalık, gusül veya abdest organlarının tumunu kaplamış olursa bu takdirde sadece tek bir teyemmüm almak gerekir. Bu te­yemmümde, küçük hadesten ötürü alınan abdestle ilgili muvâlât kuralı uy­gulanır.

 

Hastalıklı or­gan, baş gibi mesh edilen bir organsa bununla ilgili olarak mezheblerin ileri sürdükleri çeşitli görüşler aşağıda anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Hastalık veya yara, başın tümünü kaplayacak olursa baş, yıkanan organlar hükmüne girer. Eğer yara veya hastalık, başın tümünü kaplamamışsa bu takdirde başın mümkün olan kısmı meshedilir. Geri kalan mesh de sargı üzerinde tamamlanır. Ama meshedilmesi mümkün ol­mazsa bu takdirde baş, yıkanan diğer organların hükmüne girer.

Şafiiler dediler ki: Başın sağlam bir kısmı kalacak olursa orasını mes-hetmek vâcib olur. Aksi takdirde teyemmüm edilir.

Hanefiler dediler ki: Başın bir kısmı sağlam olarak kalır ve bu sağ­lam kısım da, meshin vâcib olduğu dörtte biri kadar olursa, bu durumda cebire üzerine meshe gerek kalmaksızın sağlam kısmı meshedilir. Ama yara, başın tümünü kaplayacak olursa bu durumda baş, yıkanan diğer organların hükmüne tâbi olur. Eğer yaraya bir zarar gelmeyecekse mesh yapılır; zarar gelecekse sargı ve benzeri şeyler üzerine mesh yapılır.

Hanbeliler dediler ki: Yara, başın tümünü kaplar da üzerini mesh etmek mümkün olmazsa bu durumda başa sarılan sargı üzerine meshedi­lir. Ve bu meshin, sargının tümünü kaplaması gerekir. Eğer bu sargıyı abdestsiz veya cünüb iken bağlamışsa bunun için teyemmüm etmesi gerekli olur. Nitekim bu husus daha önce de anlatılmıştı. Eğer yara, başın tümünü kap­lamamışsa, sağlam kalan yerleri meshedilir. Geri kalan mesih de başa sarı­lan sargı üzerinde tamamlanır. Zîrâ başa sarılan sargı da baş hükmündedir. Sağlam kalan kısmı da aslı üzere bırakılarak meshedilir. (Zîrâ Hanbelîlere göre abdestte başın tümünü meshetmek farzdır).[125]

 

Cebire Meshini Bozan Şeyler

 

Cebire üzerine yapılan mesh, bu cebirenin yerinden düşmesi veya yerinden çekilip alınmasıyla bozulur. Mezheblerin bu konudaki detaylı gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: İyileşmeden ötürü sargı, bağlı bulunduğu yer­den düşerse; kişi de eğer abdestli olmakta devam etmek isterse bu durumda sargının altını yıkama veya mesh etmede asla göre hareket etmesi vâcib olur. Sargının düşmesi hâlinde kişi, muvâlâtın farzlığma uyarak acilen sargının altım yıkar veya mesheder. Ama sargının düşmesinden sonra kişi unutup da aradan uzun bir zaman geçerse ve bundan sonra sargının altını yıkar veya meshederse bunun, muvâlâtın farzlığına bir zararı olmaz. Abdesti de sahîh olur. Ama iyileşmeksizin sargı düşecek olursa onu hemen yerine bağlayıp üzerini meshetmek gerekir. Bunu yaparken de muvâlâtın farzlığını ihlâl et­memek için çabuk davranmak gerekir. Eğer kişi namazdayken sargı düşe­cek olursa veya başkası tarafından çekilip alınırsa altını temizledikten sonra tekrar yerine koymak vâcib olur. Eğer bu, iyileşmeden ötürü olmuşsa böyledir. İyileşmeksizin düşecek olursa onu tekrar yerine koyup üzerine meshet­mek gerekir.

Şafiiler dediler ki: Sargı, iyileşme sonucu namazdayken düşerse sadece namaz bozulur; abdest bozulmaz. Sargı da tekrar yerine bağlanarak üze­rine meshedilir. Eğer üzerinde kir ve pislik görülürse bunu temizlemek gere­kir.

Hanefiler dediler ki: Kişinin namazda veya namaz dışında olması hâlinde sargı, iyileşmeksizin düşecek olursa üzerine yapılan mesh bozulmaz. Ama namazdayken iyileşmeden ötürü sargısı düşmüşse ve düşmesi de son ka'deden teşehhüt miktarı kadar önce olmuşsa namazı bozulur. Bu durum­da sargının yerini temizleyip namazı iade etmesi gerekir. Ama son ka'dede teşehhüt miktarı geçtikten sonra düşerse İmam Âzam bu namazın bâtıl olacağını, İmam Muhammed ile Ebû Yûsuf ise sahîh olacağını ifade etmişler­dir. Çünkü bu durumdaki namaz, artık tamamlanmış sayılmaktadır. Sargı­nın düşmesi de, son ka'dede teşehhüt miktarı geçtikten sonra konuşmak ve­ya abdestin bozulması mesabesinde olup bunların vukuu da sözü edilen za­manda olursa kılman namaz tamamlanmış olur.

Hanbeliler dediler ki: Sargının düşmesi hâlinde -bu düşüş ister iyi­leşmeden ötürü olsun, ister iyileşmeksizin olsun- abdestin tümü bozulur. An­cak bu düşme, iyileşmeden ötürü olmuşsa sadece abdest alması gerekir. Eğer iyileşmeksizin düşmüşse bu durumdaki kişi, hem abdestini hem de teyem­mümünü iade eder.[126]

 

Cebire Üzerine Mesh Edenin Namazı

 

Şartlarına uyulduğu takdîrde cebire üzerine yapılan meshle kılınan namaz sahîh olur. Yaranın iyileşmesinden sonra bu meshle kılınan na­maz da iade edilmez.

 

Şafiiler dediler ki: Aşağıdaki üç durumdan ötürü namazı iade et­mek vâcib olur:

1. Eğer cebire, teyemmüm organlarında ise.

2. Cebire, teyemmüm organlarında olmaz da bağlandığı yerde tuta­mak için gerekli olan kısımdan fazlasını içine almış ise.

3. Yine cebire, teyemmüm organlarında olmaz da bağlandığı yerde tutamak için gerekli kısım kadarını içine almış, ama hades hâlinde iken bağ­lanmış ise; bu üç durumdaki meshlerle kılınan namazların iade edilmeleri vâcib olur.[127]

 

NAMAZ

 

KİTABÜ'S-SALÂT (NAMAZ BÖLÜMÜ)

 

 

Namazın Farz Oluşunun Hikmeti

 

Buraya kadar anlatılan temizlik (taharet) bahisleri, tüm olarak nama­zın bir vesîlesidir. Bilindiği gibi bu vesîielerin hepsi de insan toplumunun yararınadır. Bunların ana teması: Vücûdu ve ibâdet yerlerini pis kokulara ve hastalıklara kaynak vazifesi gören pisliklerden uzak tutarak temiz bu­lundurmaktır. Her ne kadar bazı vesilelerde bu anlam sezilmiyorsa da, muhakkak ki bu apaçık bir hikmetten ötürüdür. Bu hikmet de şudur ki; ibâdetlerden maksad emirlerine uyup yasaklarından uzak durarak nok­sanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah'a itaat edip boyun eğmektir.

Namaza gelince bu, İslâm Dîni'nin en önemli rükünlerinden biri olup Allah Teâla bunu, sadece kendisine kulluk etsinler ve ibâdet hususunda, yaratıklardan birini kendisine ortak etmesinler diye kullarına farz kılmış­tır.

“Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitlenmiş bir farz oldu” [128]buyurarak namazın, dışına aşılması caiz olmayan vakitlerle sınırlı bir farz olduğunu beyan etmiştir. Rasûluilah (s.a.s.) da bu meyanda bu­yurmuşlardır ki:

“Beş namaz vardır ki; Allah onları kullan üzerine yaz(ıp farz kıl)mıştır. Kim ki bunları (yerine) getirir, haklarını hafife almaksızın bunlardan (ba­zısını) zayi etmezse Allah katında kendisini cennete koymak için (veril­miş) bir söz vardır.” [129]

Namazın sânını yücelten, vaktinde edâ edilmesine teşvik eden, na­mazla ilgili emri önemsememekten ve kılmasında tenbeilik göstermekten meneden birçok hadîs-i şerîf mevcut olup bunların birkaçını örnek olarak gösterebiliriz. Şöyle ki:

Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Beş vakit namaz, birinizin kapısı önün­deki suyu bol ve tatlı olan bir nehir gibidir. Bu kişi, günde beş defa bu nehire girerse ondaki kirlerden geriye bir şey kalır mı dersiniz?” Dediler ki:

“Ya Rasûlallah, hiçbir şey kalmaz.” Bunun üzerine buyurdular ki:

“İşte beş vakit namaz da, suyun kirleri giderdiği gibi günâhları giderir.” [130]

Bu hadîsin ifade ettiğine göre, günde beş kez arı suyla yıkanmasının vücûddaki kirleri giderip saflığa kavuşturması gibi, kılınan beş vakit na­maz da nefsi günahlardan arındırıp saf ve temiz kılmaktadır.

“Rasûlullah (s.a.s.)’a:

“Ey Allah'ın Rasûlü, amellerin hangisi daha fa­ziletlidir?” diye sordular. O da:

“Vaktinde kılınan namazdır,” buyurdu” [131]

Şu hâlde namaz, dinî işlerin en faziletlisi, değer bakımından en seç­kini, şeref bakımından da en üstünüdür. Bütün bunlar da namazın vak­tinde edâ edilmesine teşvîk bakımından kişiye yeter de artar bile.

Namazı terkedeni ürkütüp korkutmaya gelince, bu gibi kimselere de Rasûlullah'ın şu mübarek sözleri yeterli olur:

“Namazı olmayanın İslâm'da payı yoktur.” [132]

“Kişi ile küfür arasında namazı terketme (çizgisi) vardır.” [133]

Bu hadîslerde tenbelliğe müptelâ olarak, müslümanı kâfirlerden ayırd eden bir özellik durumundaki namazı terk eden müslüman için şiddetli bir zecir ve kınama vardır. Bazı Mâlikî İmamları, namazı kasten terkeden kişinin kâfir olduğunu söylemişlerdir. Her halükârda dîn âlimleri, nama­zın İslâm'ın temel taşlarından biri olduğu hususunda görüş birliği yapmış­lardır. Namazı terkeden,kişi, dinin en kuvvetli temellerinden birini yıkmış olur. İnsanların namaz Kılmalarından güdülen amacın, âlemleri yaratan Allah'ın yüceliğini kalplere hissettirmek olduğunu bilmeleri gerekir. Na­maz kılan kişi bu şuurla ibâdetini edâ ederken son derecede bir korku ve haşyet içerisinde bulunarak emirlere uyar, yasaklardan da kaçınır. Bunu yapmakla da tüm insan nevi için sayılamıyacak kadar hayır ve menfaat­ler sağlamış olacaktır. Çünkü sâlih amelleri işleyip, kötülüklerden sakı­nan kimselerden sadece hayır ve iyilik beklenir. Kalbi, Rabbinden gâfii olup nefsânî şehvetler ve bedenî lezzetlerle meşgul bulunarak namaz kı­lan kişi, her ne kadar bazı İmamlara göre farzı yerine getirirse de aslında namazdan beklenen semereyi elde edemez. Çünkü gerçek olarak kılınan namaz asıl tanımını Yüce Allah'ın şu âyet-i kerîmesinde bulmaktadır:

“Mü’minler muhakkak felah bulmuştur. (Korktuklarından emîn, um­duklarına nâil olmuşlardır.) Öyle Mü’minler ki onlar, namazlarında huşûa riayetkardırlar.” [134]

Namazın gerçek hedefi, yerleri ve gökleri yaratan Yüce Allah'ı huşu' ve tam bir teslimiyet içerisinde ululamak, ebedî azameti ve sermedî izzeti önünde eğilerek kadrini yüce kılmaktır. Bir kişi namaz kılarken kalbi sa­dece Allah'ın korkusuyla dolu olmadıkça gerçek namaz kılmış olamaz. Bu durumdaki kişi rabbine el açıp yalvarırken bile yalancı vesveselerden, za­rarlı hatırlamalardan kendini alıkoyamaz. Zillet ve huşu içerisinde Rab­binden korkarak huzurunda durup el açar. İşte bu kişi kahredici güce, son­suz hâkimiyete, reddedilemez bir irâdeye sâhib mabuduna boyun bük­mekle kalbini cilâlandırır. Böylece de günahlarından tövbe edip rabbine dönmüş olur. Bu kişinin iç ve dış amelleri sâlih olur. Rabbiyle olan alâka­sı kuvvetlenir. Kullarla olan alâkası da düzelerek normal seviyeye gelir.

Dinin hududunu çiğneyip Rabbinin yasakladığı sınırın ötesine de gitmez. Nitekim bu hususta yüce Allah buyurur ki:

“Şüphesiz ki namaz, edebsizlikten, akıl ve şerîate uymayan her şey­den allkoyar.” [135]

Edebsizlikten, akıl ve şerîate uymayan her şeyden alıkoyan namaz, kişinin kılarken Rabbini ululadığı, O'ndan korktuğu, rahmetini umduğu bir namazdır. Herkesin kılmış olduğu namazdan alacağı pay, o namazı kılar­ken Allah'tan korktuğu ve O'nun haşyetiyle kalbinin etkilendiği nisbette olacaktır. Zîrâ noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah, kullarının dış görünüşlerine değil, kalplerine bakar. Bu nedenle de buyurmuştur ki:

“Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl.[136]Kalbi Rabbinden gafil olan kişi, O'nu hatırlayıp anamaz; böylelikle de gerçek bir namazı kılamaz. Bu meyanda, Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuş­lardır ki:

“Kalbi bedeniyle birlikte namaza hazır durmayan kişinin namazına Allah (önem vererek) bakmaz.”

İşte din nazarında geçerli olan namaz, niteliklerini saymış olduğumuz bu namazdır. Bu anlamdaki bir namaz, kişinin nefsini terbiye etmesi ba­kımından çok güzel etkilere sâhib bulunmaktadır. O, insanların ahlâkını düzeltir. Çünkü namazın her bölümünde ahlâkî erdemleri geliştirmek için bir çeşit idman; güzel huylar edinmek için alıştırmalar mevcut bulunmak­tadır. Namazla ilgili işlerin nefsi terbiye etme hususundaki etkilerinden bir kısmını anlatmakta yarar olduğu kanısındayım. Şöyle ki:

1. Niyet: Bu, kalbin, Allah'ın emrettiği şekilde, ihlâs içinde sadece O'na yönelerek tam bir şekilde namazı edâ etmeye azmetmesidir. Bu işi günde beş kez yapan kişinin ruhuna ihlasın yerleşeceği ve bunun da onun en erdemli niteliklerinden biri hâline geleceği şüphesizdir. Bu da kişinin ve toplumun hayatında çok güzel etkiler meydana getirecektir. Fert ve top­lum hayatında söz ve işle ilgili olarak ihlâstan daha faydalı bir şey olabilir mi? İnsanlar sözlerinde ve fiillerinde birbirlerine ihlâslı olarak davranırlar­sa hem kendilerinin, hem de Allah'ın hoşnut olacağı bir hayat yaşamış olurlar. Dolayısıyla da dünya ve âhirette durumları iyiye gider; her bakımdan da kurtuluşa erip başarıya ulaşırlar.

2. Kıyam: Namaz kılan kişi, kendisini yaratanın huzurunda boyun büküp yalvarmak için ayakta durduğunda, Allah'ın kendisine şahdamarından daha yakın olduğunu hisseder. Allah da onun söylediklerini elbet­te işitir. Kalbindeki niyeti de bilir. Bu işi gece gündüz yapan kişinin kalbi, kendisini yaratanın varlığıyla dolup taşar. O'nun emirlerine uyup yasak­larından da kaçınır. İnsanların hukukuna saygısızlık etmeyeceği gibi, on­ların canlarına da kasdetmez; mallarına zulmen tasallutta bulunmaz; din­lerine ve ırzlarına tecâvüz etmez.

3. Kıraat: Yani namazda Kur'an-ı Kerîm'den gerektiği kadar âyet­ler okumak. Bununla ilgili hükümler her mezheb İmamına göre ilende ay­rı ayrı anlatılacaktır. Ancak, Kur'an-ı Kerîm'i okumakta olan kişinin, kalbi gafil olarak yalnızca dilini oynatması anlamsız olur. Aksine, Kur'an-ı Ke­rîm'i okurken anlamınıda düşünerek gerekli öğütleri atmalıdır. Kelimeleri telâffuz edip dilini oynatırken kendisini yaratan Allah'ı hatırlamalı, kalbi de O'nun egemenlik ve yüceliği karşısında korkup ürkmelidir. Nitekim bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur:

“Mü’minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Kar­şılarında âyetleri okununca (bu), onların imânını arttırır” [137]

Kur'an-ı Kerîm'i okurken Allah'ın rahmet ve ihsan gibi sıfatları anıldı­ğında kendi nefsinin de bu değerli sıfatlarla ahlâklanıp ahlâklanmadıgını düşünüp bilmelidir. Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.) buyururlar ki:

“Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın. O, noksanlıklardan münezzeh olup ke­rem, afvve mağfiret sahibidir. Âdildir, (çünkü) azıcık da olsa insanlara zulm etmez.”

İnsanoğlu bu ahlâkla ahlâklanmağa mecburdur. Okuduğu âyetlerde bu değerli sıfatlar geçtiği zaman bunların mânâsını düşünüp idrâk etme­lidir. Çünkü insan ruhu bunları gündüz ve gece birçok defalar tekrarla­makla, bunlardan etkilenmektedir. Bu güzel sıfatların etkisi altına girdi­ğinde, elbette ki bu güzelim sıfatlara sâhib olmak isteyecektir. Bu neden­le namaz kılmak, insanın nefsini ve ahlâkını terbiye bakımından çok önemli bir yere sahiptir.

4. Rükû ve Sücud: Bunların ikisi de yerleri, gökleri, yerlerle gökler masında mevcut bulunan varlıkları yaratan mülk sahibi Yüce Allah'ı ululama alâmetlerindendir. Rabbinin huzurunda namaz kılarken rükûa va­ran kişinin sadece özel şekliyle sırtını eğmesi yeterli olmaz. Bunun yanın­da kendisinin zelîl bir kul olduğunu kalbine hissettirmelidir. İzzet ve aza­met sahibi, kudreti sonsuz, ululuğu sınırsız olan Rabbinin huzurunda eğil­mekte olduğunun bilincine de varmalıdır. Bu anlam, namaz kılan kişinin kalbine damgasını vuracak olursa, kalbi her zaman Rabbine karşı korku içinde olur ve O'nun hoşlanmadığı işlerin hiçbirini yapmaz. Aynı şekilde Rabbinin huzurunda secdeye varan kişi, alnını yere koyarken kendisini yaratana kulluk ettiğini ilân etmektedir. Bu durumda kalbi, kulluğunun zil­letini hisseder, Rabbinin azametini idrâk ederse elbette ki artık O'ndan korkar ve O'na karşı haşyet içinde olur. İşte bu anlattığımız şekillerle kişi­nin nefsi, terbiye göreceği gibi, edepsizlikten, aklın ve dinin kabul etme­yeceği şeylerden de uzak durur. Namazla ilgili olarak sosyal açıdan fay­da sağlayıcı bazı önemli hususlar daha vardır ki, bunların başında cema­atleşme olgusu gelmektedir. İslâm Dini, namazı cemâatle kılmayı esas almıştır. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de;

“Cemâatle kılınan namaz,, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” buyurarak cemaatleşmenin önemini belirtmiş­tir.

Namaz için araya gelindiğinde birbirlerine eşit, düzgün ve sık saflar oluşturulur. Bu saflar içerisindeki insanların gönülleri birbirine ısınır. Ara­larında eğer bir nefretleşme, kin ve kızgınlık varsa, bu yaklaşma sayesin­de giderilmiş olur. İşte cemâatle namaz kılınmasının en başta gelen hik­metlerinden biri de, bu namazın müslümanlar arasında gerçekleşmesi is­tenen birlik için baş faktör olmasıdır. Azîz kitabında Yüce Allah, cemaatleşmenin önemine değinerek şöyle buyurur:

“Hepiniz toptan, sımsıkı Allah'ın ipine sarılın; parçalanıp ayrılmayın.”[138]

 

Namazı edâ etmek için cemâat tertib edildiğinde, Allah'ın da ifade buyurduğu,

“Müm'inler, ancak kardeştirler” [139]âyetindeki kardeş­lik yâdedilmektedir. Aynı Rabbe ibâdet etmek için bir araya gelen müminler kardeş olduklarını unutmamalı, büyüklerine saygı, küçüklerine merhamet göstermeli; zenginler fakirlere ihsanda bulunmalı, güçlü olanlar zayıflara destek olmalı, sağlıklı olanlar hastaları ziyaret etmelidirler. Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.), bir hadîs-i şeriflerinde buyururlar ki:

Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. İşkence de et­mez. Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını gide­rir. Kim dünya işiyle ilgili olarak darda kalan kardeşinin sıkıntısını giderir­se Allah da kıyamet gününde dara düşen o kişinin sıkıntısını giderir. Kim bir müslümanın aybını gizlerse, âhirette Allah da onunkini gizler.” [140]

Eğer namazın kapsadığı faydaların tümünü anlatmaya kalkarsak bu, sayfalar dolusu bir kompozisyon teşkil eder. Bu nedenle sözü burada nok­talıyor ve Allah'ın bizi, İslâm'a hizmette muvaffak kılmasını diliyoruz. Şüp­hesiz O, duaları işitendir.[141]

 

Namazın Tanımı

 

Namaz, lügatte hayır duada bulunma anlamını ifade eder.

“Onlara duâ et.” [142]yani onların üzerine rahmet kanatlarını ger âyet-i kerîmesinde de “salât” kelimesi hayır duada bulunmak anla­mında kullanılmıştır. Fıkıhçıların ıstılahına göre namaz, iftitah tekbiri ile başlayıp selâmla sona eren, kendine mahsûs şartları bulunan sözler ve fiillerdir. Bu tanım, iftitah tekbiriyle başlayıp selâmla sona eren tüm na­mazları kapsamına almaktadır. Tilâvet secdesi ise bu kapsam dışında kal­maktadır. Tilâvet secdesi, secde âyetleri duyulduğunda edâ edilen tekbirsiz ve selâmsız bir tek secdedir. Ki yeri geldiğinde bununla ilgili açıkla­ma yapılacaktır. Hanefî ve Şâfiîlere göre tilâvet secdesine namaz denilmez.

 

Mâliki ve Hanbelîler: Bunlar, namazı iftitah tekbiri ve selamı bulunan fiilî bir kurbet (yakınlaşma), veya tek bir secdeden ibaret bir kurbet olarak tanımlamışlardır. Buradaki “kurbet” kelimesi, kişiyi Allah'a yaklaştıran iş demektir. Fiilî kaydı da organların yapmış olduğu rükû ve secde gibi eylemleri, dilin okuyup tesbih çekme eylemlerini ve kalbin huşu ye hudu (tes­limiyet) gibi eylemlerini içerir. Mâlikî ve Hanbelîlerin namazla ilgili bu tanımına Hanefî ve Şâfiîler muhalefet etmemişlerdir. Yalnız aralarındaki anlaş­mazlık, secdenin yalnız da olsa şer'î bir namaz olarak adlandırılması husu­sunda vukûbulmuştur. Bu husustaki anlaşmazlığın nedeni açıktır.[143]

 

Namazın Nevileri

 

Namazın nevîleriyle ilgili olarak mezheblerin ayrıntılı görüşleri aşağı­da sunulmuştur.

 

Hanefiler dediler ki: Namazın dört çeşidi vardır:

1. Farz-ı ayn  olan namazlar: Beş vakit namaz gibi..

2. Farz-ı kifâye olan namazlar: Cenaze namazı gibi.

3. Vâcib olan namaz: Vitir namazı ve başlandıktan sonra herhangi bir nedenle bozulan nafile namazların kazası ile iki bayram namazları gibi.

4. Nafile namazlar: Bunlar da ister sünnet, ister nafile olsunlar aynı gurupta değerlendirilirler. Tilâvet secdesine gelince bu, Hanefîlere göre za­ten namaz sayılmamaktadır.

Malikîler dediler ki: Namazlar beş çeşittir: Bu çeşitler de ya rükû, sücûd, kıraat, iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içerirler veya içermez­ler. İçeren çeşitler de üçe ayrılır:

1. Farz namazlar: Beş vakit farz namazı gibi.

2. Nafile ve sünnet namazlar.

3. Rağibe (bol ecir umulan) namazlar: Buna örnek olarak fecirde kı­lman iki rek'at namazı gösterebiliriz.

Rükû, sücûd, kıraat, iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içermeyen namazaları gelince bunlar da ikiye ayrılır:

a. Sadece secdeyi içeren namaz: Tilâvet secdesi gibi.

b. Tekbir ve selâmı içerip de rükû ve sücûd gibi bölümleri içermeyen namazlar: Cenaze namazı gibi.

Şafiîler dediler ki: Namaz iki çeşide ayrılır:

1. Rükû, sücûd ve kıraat gibi bölümleri içeren namazlar ki; bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılır:

a. Beş vakit farz namazlar,

b. Nafile namazlar.

2. Rükû ve sücûdsuz olup da iftitah tekbiri ve selâmı bulunan namaz­lar: Cenaze namazı gibi. Hanefilerin ileri sürdükleri vâcib namazlar ile Mâlikîlerin ileri sürdükleri rağibe namazları bu mezhebte mevcut değildir. Şâfiiler, Hanbelî ve Mâlikîlerin yaptıkları gibi tilâvet secdesini namaz olarak ad­landırmazlar. Bu mezhebin birinci kısmı namazları kendi arasında iki şıkka ayrıldığı için toplam olarak üç kısım namazı kabul etmiş olmaktadırlar.

Hanbeliler dediler ki: Namaz dört kısma ayrılır:

Bunlardan ikisi, rükû, sücûd, iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içe­ren namazlardır. Bunlarla birlikte dört kısım namaz şunlardır:

1. Beş vakit farz namazlar

2. Sünnet namazlar

3. Tekbir, selâm ve kıraati içerip de rükû ve sücûdu içermeyen na­mazlar: Cenaze namazı gibi.

4. Sadece secdeyi içeren namaz: Tilâvet secdesi gibi. Hem bu mezhe­be hem de Mâlikîlere göre tilâvet secdesi namaz sayılır.[144]

 

Namazın Şartları

 

Namazla ilgili olarak bazı sıhhat şartları vardır ki; bunlar olmaksızın namaz sahîh olmaz.,Namazla ilgili bazı vücûb şartları da vardır ki; bun­lar olmayınca namaz kişiye vâcib olmaz. Bu şartların sayısı ve izahı hu­susunda mezheblerin ıstılahları birbirinden ayrı olduğundan bunları de­taylı bir şekilde aşağıda ele almış bulunmaktayız.

 

Malikîler dediler ki: Namazın şartları üç kısma ayrılır:

1. Vücûb şartları,

2. Sıhhat şartları,

3. Vücûb ve sıhhat'ın birlikte bulunduğu şartlar.

Vücûb şartları ikiye ayrılır:

1. Baliğ olmak. Namaz çocuğa vâcib değildir. Ancak yedi yaşına var­dığında namaz kılması emredilir. On yaşına vardığında da namazı kılmaya alışması gayesiyle gerektiğinde hafif bir şekilde dövülür. Şer'î yükümlülük­lerin tümü maslahatı, yani faydaları temin etmek ve mefsedeti, yani zararla­rı defetmek esâsına göre vaz edildiklerinden ötürü akıl sahibi kimseler mü­kellefiyet dönemine girdikten sonra bu yükümlülükleri yerine getirme husu­sunda herhangi bir sıkıntı ve güçlükle karşılaşmazlar. Âdetin de kendine gö­re hükümleri vardır. İnsanoğlu, namazını, hem maddî ve hem terbiyevî bazı faydaları olduğunu bilir ki bu da onu, namazı edâ etmeye sevketme bakı­mından yeterli olur. Namaz kılmaya alışmayan kişi, onu kılma hususunda tenbellik gösterir.

2. Vücûb şartlarından ikincisi, namazı terk etmeye zorlanmamaktır. Meselâ zâlim bir kişi, mükellefi namaz kılmamaya itmemeli; kıldığı takdir­de hapse atmak, dövmek, öldürmek, elini kelepçelemek, insan topluluğu içinde şerefiyle oynayıp onurunu kırarak yüzünü tokatlamakla tehdit etmemelidir. Bir kişi zorlanma durumunda namazı terkederse günahkâr olmaz. Hatta bu zorlama ve tehdit sürdüğü müddetçe kendisine namaz vâcib de olmaz. Zîrâ bu zorlanan kişi, Rasûlullah (s.a.s)in de buyurduğu gibi yükümlü olmaz:

“Ümmetimden, hata, unutma ve zorlandıkları şey(den ötürü işledikleri günâhlar) kaldırıldı.” [145]

Bu mezhebe göre zorlanan kişi, ibâdetini dış görünüşüyle yapmakla mü­kellef değildir. Mümkün olduğu kadarıyla gerekli temizliği yapmaya, yapa­bildiği kadarıyla iftitâh tekbirini almaya, kıraatini ifâ etmeye çalışacak, hasta ve âciz kimseler gibi işaretle de olsa namazım kılmaya çalışacaktır. Hülâsa gücü yettiği kadarıyla ibâdetini yapması vâcibtir. Gücü yetmediği kısımların vâcibliği ise düşmektedir.

İkinci şart olan sıhhat şartları beş tanedir.

1. Hadesten temizlik

2. Necasetten temizlik

3. İslâmiyet

4. Kıbleye yönelmek

5. Avret yerlerini kapatmak

Üçüncü şarta gelince bunlar, hem sıhhati, hem de vücûb şartlarının bir arada bulunduğu şartlardır. Bunlar da altı tanedir:

1. Peygamber (s.a.s.)’in çağrısının ulaşmış olması. Kendisine bu çağrı ulaşmayan kimsenin namaz kılması vâcib değildir. Böyle birinin kılması da sahîh olmaz.

2. Akıllı olmak.

3. Namaz vaktinin girmiş olması.

4. Su veya toprağı kaybetmemek. Yani abdest alacak kadar su veya teyemmüm edecek kadar toprak bulunması.

5. Uyku ve gaflet hâlinin olmaması.

6. Hayız ve nifas hallerinin olmaması.

Bu şartlarla, Mâlikîlerin sıhhat şartlarına İslâmiyet'i eklediklerini öğ­renmiş olmaktayız. Bunlar, İslâmiyet'i vücûb şartlarından saymamışlardır. Yani bunlara göre kâfirlere namaz vâcibtir. Ancak İslâm'a girmedikçe kıla­cakları namaz sahîh olmaz. Mâlikîlerin bu görüşüne başka mezheblerden ka­tılan kimse olmamıştır. Zîrâ öbür mezhebler İslâmiyet'i vücûb şartlarından saymışlardır. Yine bunlar, tahareti de hadesten ve necasetten olmak üzere iki ayrı şart olarak saymışlardır. Namazı terke zorlanmama şartını da vücûb şartlarına eklemişlerdir.

Şâfiîler: Bunlar namazın şartlarını vücûb ve sıhhat şartlan olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bunlara göre vücûbunun şartları altıdır:

1. Peygamber (s.a.s.)in çağrısının yükümlüye ulaşmış olması.

2. İslâmiyet. Kâfirin namaz kılması vâcib değildir. Bununla beraber kâfirlik azabına ek olarak namazdan ötürü de azab çekecektir. Yine bunun gibi İslâmiyet'ten irtidat edip küfre giren kişi de namaz vecîbesiyle yüküm­lüdür. Çünkü o, ilk durumu itibarıyla müslümandır.

3. Akıllı olmak.

4. Baliğ olmak,

5. Hayız ve nifastan uzak bulunmak,

6. Sadece işitme veya görme hususunda da olsa duyu organlarının özür­süz olması.

Sıhhat şartlarına gelince bunlar da yedi tanedir:

1. Vücûdun iki hadesten de (büyük hades denen cünüblükten, küçük hades denen abdestsizlikten) temiz olması,

2. Vücûdun, elbisenin ve namaz kılınacak yerin pisliklerden temiz ol­ması,

3. Avret yerlerinin kapalı olması,

4. Kıbleye yönelmek,

5. Vaktin girdiğinin bilinmesi. Zanla da olsa vaktin girdiğinin bilin­mesi ile kişinin kıldığı namaz sahîh olur. Bu husustaki bilmenin de üç dere­cesi vardır:

a. Kişinin bizzat kendisinin bilmesi veya sağlam saatlerle vaktin gir­diğini bilen güvenilir kimselerin haber, vermesi, yahut da saati olan mescid-Ierdeki müezzinlerin ezan seslerinin duvulması.

b. İctihâd: Yani bir takım araç ve delillerden yararlanarak vaktin girip girmediğinin araştırılması.

c. Kendisi bilmeyip de bu hususta araştırma yapan kimseleri taklîd edip onlara uyması.

Bu saydığımız üç sıraya gözü gören kimselerin riâyet etmesi gerekir. A’mâ kimselere gelince bunlar sadece taklîdle yerinebilirler.

6. Namaz kılma şeklinin bilinmesi.

7. Namazı bozucu şeylerin terk edilmesi.

Şâfiîler, Mâlikîlere nisbetle, namazın sıhhat şartlarına üç şart daha ek­lemişlerdir. Bunlar da yukarıda saydığımız şartlardan, namazın kılınış şekli­nin bilinmesidir. Namaz kılan kişi eğer avam îabakasındansa namazın farzlarından herhangi birinin sünnet olduğunu sanmamalıdır. Kişi bu hususları bilecek kadar ilimle meşgul olmuş kimselerdense namazın keyfiyetiyle ilgili olarak farz ve sünneti birbirinden ayirdedecek kadar bilgiye sâhib olmalı­dır. Bu ilâvelerden ikincisi de yine yukarıda anmış olduğumuz namazı iptal edici, yani namazı tamamlayıncaya kadar namaza zıt bir durumun bulun­mamasıdır. Son ilâve de, beş vakit farz namazların vakitlerinin girdiğinin bilinmesidir.

Yine Şâfiîler vücûb şartlarına İslâmiyet'i de eklemişlerdir. Ancak bun­lar, daha önce müslüman iken küfre girmiş olmayan kâfirin namaz vecibe-siyle yükümlü olmadığını söylerler. Yani kâfir her ne kadar âhirette küfür azabına ek olarak namaz azâbmı da çekecek olsa bile dünyada kendisinden namaz kılması istenmez. Mürtede gelince, bu dünyadayken namaz kılması kendisinden istenir. Ayrıca âhirette bundan ötürü azâb görecesi muhakkaktır. Şu da var ki; Şâfiîler kâfirlerin namaz kılmaları hâlinde bu namazlarının geçersiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü İslâmiyet aynı zamanda namaz için bir sıhhat şartı olarak kabul edilmektedir.

Hanefîler: Namazın şartlarım bunlar da Şâfiîler gibi vücûb ve sıh­hat şartları olmak üzere iki kısma ayırmışlardır: Buna göre vücûb şartları beş tanedir:

1. Peygamber (s.a.s.) in çağrısının yükümlüye ulaşmış olması

2. İslâmiyet

3. Akıllılık,

4. Baliğ olmak

5. Hayız ve nifaz hâllerinden temiz olmak.

Hanefîlerin birçokları İslâmiyet şartıyla yetinerek peygamberin çağrısı­nın ulaşmış olması şartını ileri sürmemişlerdir.

Sıhhat şartlarına gelince bunlar da altı tanedir:

1. Vücûd, hades hâllerinden ve necasetten temiz olmalıdır

2. Elbise, necasetten temiz olmalıdır

3. Namaz kılınacak yer, necasetten temiz olmalıdır

4. Avret yerleri kapalı olmalıdır

5. Niyet edilmelidir

6. Kıbleye yönelinmelidir.

Bunlar da Şâfiîler gibi vücûb şartlarına İslâmiyet'i eklemişlerdir. An­cak bunlar demişlerdir ki; kâfir, namazı terkettiğinden ötürü mutlaka küfür azabına ek bir azâb görmez. Zâten bundan da anlaşılıyor ki, kâfirin küfür azabına ek bir azâb çekeceği hususu da amelî olmayan teorik bir meseledir. Çünkü küfürden ötürü çekilecek azâb, azabların en şiddetlisidir. Akla gele­cek bütün azâb çeşitleri şiddet bakımından ondan daha düşük olacaktır. Bu azâb, küfür azabının içine girecek kadar veya ondan çok daha küçük olabi­lir. Bunlar, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin:

“Ameller ancak niyetler iledir” [146] hadîs-i şerifine uyarak, namazın niyetsiz olarak sahîh olmayacağı noktasın­dan hareketle niyeti de namazın sıhhat şartlarına eklemişlerdir. Zîrâ niyet sayesinde ibâdetler âdetlerden ve bazı ibadetler de yine bu sayede biribirinden ayırdedilebilirler. Niyetin şart olarak sayılması hususunda Hanbelîler de bu mezhebe muvafakat etmişlerdir. Şâfiîlerse bunu bir rükün olarak saymış­lardır. Meşhur olan görüşe göre Malikîler de bu yolda hareket etmişlerdir. Ki namazın rükünleri bahsinde bu husus anlatılacaktır. Niyet bahsinde an­latılan bilgiler sayesinde öğrenilmiştir ki; şartla rükün arasında bir fark olup bunların ikisi de olmayınca yapılan ibâdet sahîh olmaz. Dört mezhebin de ittifakıyla niyetsiz kılınan namaz sahîh değildir. Niyetin namaz dışında ol­ması ve namazın aslından sayılmamasıyla birlikte namazın kendisine bağlı bulunduğu bir şart olması veya namazın bir parçası olafak kendisine bağ­landığı bir rüknü olduğu hususuna gelince; bu, teorik incelikleri öğrenmek isteyen ilim talebesini ilgilendiren bir husustur. Şunu da kaydedelim ki; Hanefîler, vaktin girmesini ne vücûb ne de sıhhat şartlarından saymışlardır. Bun­lar derler ki; vaktin girmesi namazın değil de edasının sıhhat şartlarındandır. Ki teyemmümde bu husus anlatılmıştı.

Hanbelîler: Bumar diğer mezhebler gibi vücûb şartı ve sıhhat şartı olarak iki kısma ayırmamış; hepsi bir arada dokuz şart ileri sürmüşlerdir:

1. İslâmiyet,

2. Akıllı olmak,

3. Mümeyyiz olmak,

4. Muktedîr olma durumunda hadesten temiz olmak,

5. Avret yerlerini kapatmak,

6. Vücutta, elbisede ve namaz kılınan yerde necasetten eser bulunmaması,

7. Kıbleye yönelmek,

8. Niyet,

9. Vaktin girmesi.

Hanbelîler, bunların tümünün, namazın sıhhat şartları olduğunu söy­lerler.[147]

 

Namazın Farz Oluşunun Delîli Ve Farz Namazların Sayısı

 

Beş vakit namaz,, Mirâc gecesi, yani hicretten bir sene önce Mekke-i Mükerreme'de belirli vakitler için farz kılınmıştır. Belirli olan bu beş va­kit; öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah vakitleridlir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, bunlardan ilk olarak öğle namazını kılmıştır. Bu anılan farz namaz­ların kılınmaması durumunda kişinin müslümanlığının gerçekleşemeye­ceği hususuna gelince; bu, Kitab, Sünnet ve din âlimlerinin İcmâ'ıyla sa­bit olmuş bir husustur. Bunların farzlığını inkâr eden İslâm'dan çıkar. Bu­nun kesinliği hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyet-i kelimeyle bunların mâna ve ehemmiyetini özlü bir şekilde izah etmiştir:

“Şüphesiz namaz, Mü’minler üzerine vakitlenmiş bir farz oldu.” [148]

Bu namazlar, belirli vakitlerde müslümanlara farz kılınmıştır ki, Yüce Allah da bunu açıklaması için Rasûllah (s.a.s.) a emir vermiştir. Ayrıca Mü’minlerin namaz kılmakla yükümlü oldukları, Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde belirtilmiştir. Bazıları; “Allah'ın Kitab'ında sâbiî olan bildiriye göre namaz, sadece farz olarak bildirilmiştir. Ama beş vakit olması ve özel bir keyfiyetle kılınması hususunda Kur'an'da bir delîl mevcut değildir” di­yebilmektedirler. Bunlara verilecek cevabımız şudur: Kur'an-ı Kerîm Ra­sûlullah (s.a.s.)’a, Mü’minlere farz olarak Allah katından indirilen hükümle­ri açıklamasını ve insanların da Peygamber tarafından verilen emirlere uy­malarını âmir birçok hükümleri içermektedir. Nitekim Yüce Allah:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size ne yasak ettiyse ondan sakının” [149]buyurmaktadır.

Rasûlullah (s.a.s.) in Allah katından getirmiş olduğu hükümlerin tümü bu açıdan Kitab'ta sabittir.

Beş vakit namazların farz oluşunun sünnetteki deliline gelince, bu hu­susta tevatür derecesinde birçok hadîs-i şerifler mevcûd olup bunlara bir-iki örnek vermekle yetineceğiz:

Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir geçse de her gün bu nehirde beş kez yıkansa bu adamın üzerinde kirden bir şey kalır mı? Ne dersiniz?” Dediler ki:

“Hayır. Kirlerinden bir şey kalmaz.” Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki:

“İşte beş vakit namaz da bu nehir gibidir. Allah bunlarla günahları giderir.” [150]

Şu hadis de namazların beş vakit olduğuna açıkça delâlet etmekte­dir. Edu Hureyre (r.a.) de Rasûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Beş vakit namazla cumadan cumaya kılınan cuma namazları, ara­da büyük günahlara teşebbüs edilmedikçe, küçük günahlar için kefarettir.”[151]

Sonuç olarak müslüman din liderleri, farz namazların beş vakit oldu­ğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunlar da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Bu liderler, beş vaktin belirlenmesi hususunda gö­rüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları, sözgelimi vaktin zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki kısma ayrıldığını söylemişlerdir. Ki bunlar Mâlikîlerdir. Ba­zıları da, öğle vakti her şeyin gölgesinin kendi boyunun misline var­masına kadar devam eder demişlerdir. Bazıları da derler ki: Herşeyin göl­gesi, kendisinin iki misline varıncaya kadar devam eder.[152]

 

Farz Namazların Vakitleri

 

Namazın şartları bölümünde de anlatıldığı gibi, vaktin girmesi nama­zın şartlarındandır. Namaz, vakit girmeden önce yükümlüye vâcib olmaz. Yalnız Hanefîler, vaktin girmesini namazın ne vücûb, ne de sıhhat şartla­rından saymazlar. Bunlar, vaktin girmesinin, namazın edasının şartların­dan olduğunu söylemişlerdir. Yani namazın edâ edilmesi, vakit girmeden sahîh olmaz demek istemektedirler. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur. Ha­nefîler diğer mezheblerle de görüş birliği ederek namazın, vakit girme­den mükellefe vâcib olmayacağını söylemişlerdir. Namazın vakti girince yükümlü, namazı edâ etme hususunda süreli bir yükümlülük altına girer. Yani vaktin girmesiyle hemen ilk anda namazı kılması sahih olup borçtan kurtulacağı gibi; vaktin ilk anında kılmadığı takdîrde biraz gecikmesi ne­deniyle de günahkâr olmayacağını ifade ederler. Ancak bu geciktirmede, vaktin abdest alınıp namaz kılınmasına veya cünüblük anında gusledip namaz kılınmasına yetecek kadar bir zaman kalmalıdır. Namazın tümü­nü vakit içerisinde edâ ederse şeriat koyucunun isteğine uygun bir şekil­de namazını kılmış ve borçtan da kurtulmuş olur. Vaktin çıkmasından sonra namazını kılacak olursa bu namaz sahîh olur. Yalnız vaktini geçirdiği ge­rekçesiyle büyük günâha girer. Namazın bir kısmınım vakit içerisinde, di­ğer kısmını da vaktin çıkmasından sonra kılarsa, bazı mezheb İmamları derler ki; bunu yapan kişi günahkâr olur.

Bazıları da günahkâr olma­yacağını söylerler. Şunu da belirtelim ki: Mezheb İmamları ittifak ederek; vakit içerisinde namazın bir kısmına ulaşan kişinin, bu namazını kaza olarak değil de edâ olarak kılmış olduğunu söylemişlerdir. Ki bu tür bir edâ da bazı mezheb İmamlarına göre yine günahkâr olmaya engel olmaz. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılacak bir kişi, ihtiyarî -akitte nama­zın bir rek'atına kavuşur da bundan sonra ihtiyarî vakit çıkıp geri kalan kıs­mını zarurî vakitte tamamlayacak olursa günahkâr olmaz. Ama ihtiyarî va­kitte bir rek'atini tamamlayamayacak olursa, bu namazın tümünü ister za­rurî vakitte kılsın, ister bazısını zarurî vakitte, bazısını da zarurî vaktin çık­masından sonra kılsın yine günahkâr olur.

Hanefiler dediler ki: Bir kişi, vakit çıkmadan iftitâh tekbiriyle de olsa namazın bir bölümüne kavuşacak olursa bu kişinin kıldığı namaz edâ olarak kılınmış olur. Ancak bunlar derler ki: Vaktin çıkmasından önce kişi, namazını tamamlayamayacak olursa günahkâr olur. Yalnız bu günahı, bü­yük değil de küçük günahlardandır. Yakında anlatılacağı gibi Hanefîler, Mâlikîlerin yaptıkları gibi vakti, zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki kısma ayır­mazlar.

Şafiiler dediler ki: Kişi vakit içerisinde namazın bir rek'atini tamam­layamayacak olursa bunun kıldığı namaz, edâ değil kaza olarak kılınmış olur. Vakit içerisinde bir rek'ati tamamlar da sonra vakit çıkarsa bu kişi günah­kâr olur. Ancak bu günahı, kaza olarak kılana nisbetle daha az olur. Şâfiîler, Hanefîlerle görüş birliği yaparak, namazın belirlenen vakit içerisinde edâ edilmesinin zorunlu olduğunu ileri sürerler. Yine bunlar da Mâlikîlerin yap­tığı gibi namazın vaktini, ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmaz­lar. Mâlikîlerle görüş birliği yaptıkları bir tek husus vardır ki; o da kişinin ihtiyarî vakit içerisinde namazın bir rek'atini tamamlayamaması hâlinde, kıl­dığı namazın edâ olarak kılınmış sayılamayacağıdır.

Hanbeliler dediler ki: İftitah tekbirine ulaşan kişi, namaza ulaş­mış sayılır. Diyelim ki bir şahıs, vaktin sonunda namaz için kamet getirir, sonra iftitah tekbirini alıp namazım tamamladıktan sonra vaktin çıktığını görürse bunun namazı, Hanefîlerin de dedikleri gibi edâ olarak kılınmış sa­yılır. Vaktin çıkmasından önce iftitah tekbirine ulaştığı gerekçesiyle de gü­nahkâr olmaz. Hanbelîler bu hususta Hanefîlerle görüş birliği yaparak va­kit içerisinde iftitah tekbirine ulaşan kişinin namazın tümüne ulaşmış olduğu ve dolayısıyla da namazın edâ olarak kılınmış olduğunu ileri sürerler. Ancak bunlar, bu kişinin namazını kaza olarak değil de edâ olarak kılması nede­niyle günahkâr olmayacağını söylemektedirler. Bu anlatılanlarla, konumuz olan bu meseledeki ittifaklı ve ihtilaflı hususları açık seçik bir şekilde anla­mış olmaktayız.[153]

 

Namaz Vakitleri Ne İle Tayin Edilir?

 

Namaz vakitleri beş şeyle bilinir:

1. Astronomik hesablara dayalı saatler: Bunlar, köy ve şehirlerde fazlasıyla bulunmaktadır. Şer'î vakitleri bilme hususunda bunlara daya­nılmaktadır.

2. Güneşin zevali: Güneşin, göğün orta noktasına gelerek tepede durması. Zevalden sonra meydana gelen gölge. Bu gölgeyle öğle ve ikin­di vakitleri bilinir.

3. Güneşin batması: Bununla dp akşam namazının vakti bilinir.

4. Gurûb yerindeki kırmızılığın gitmesi veya bir başka görüşe göre de beyazlığın gitmesi. Ki, bununla da yatsı namazının vakti bilinir.

5. Ufukta görülen beyazlık ki; bununla da sabah namazının vakti bilinir. Bu vakitlere Tirmizî ve Nesaî'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet et­miş oldukları sahîh bir hadîs işaret etmektedir. Câbir bin Abdullah der ki:

“Güneşin, öyle vakti tam tepe noktasına gelmesi esnasında Cebrail, Peygamber (s.a.s)'e gelerek dedi ki:

“Ya Muhammed kalk. Güneşin ze­valden azıcık (batıya) meyletmesi anında öğle namazını kıl”. Bir müddet bekledikten sonra kişinin ayakta dururken gölgesi kendi misline ulaştığı anda da yine Peygamber (s.a.s.)'e gelerek,

(“Ya Muhammed kalk, ikindi namazını kıl” dedi. Bir müddet bekleyip güneşin batması esnasında yine Peygambere gelerek,

“Ya Muhammed, kalk ve akşam namazını kıl”dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de güneşin batmasından he­men sonra kalkıp akşam namazını kıldı. Sonra yine bir müddet bekledik­ten ve gurbdaki şafak kaybolduktan sonra gelerek,

“Ya Muhammed, kalk ve yatsı namazını kıl” dedi. Peygamber Efendimiz de kalkıp yatsı namazı­nı kıldı. Daha sonra tan yeri ağarıp ortalığa yayıldığında da Peygamber (s.a.s.) Efendimize gelerek:

“Ya Muhammed, kalk ve sabah namazını kıl” dedi.” [154]

Buraya kadar aktarmış olduğumuz şu rivayet, her vaktin başlangıcı­nı bildirmektedir. Ayrıca bu rivayetin devamı da mevcûd olup ne zamana kadar devam edip ne zaman sona ereceğini de açıklamaktadır. Biz bu rivayetin devamını metin olarak değil de anlam olarak aktarmaya çalışa­cağız. Şöyle ki: Cebrail (a.s.) ertesi gün yine Peygamber Efendimize ge­lerek her şeyin gölgesi kendi misline varması esnasında öğle namazını kılmasını, her şeyin gölgesinin iki misline varması esnasında da ikindi na­mazını kılmasını; akşam namazını da ilk vaktinde kılmasını, gecenin ilk üçte birinin bitmesi vaktinde de yatsı namazını kılmasını, ortalık iyice ay­dınlandığı esnada da sabah namazını kılmasını emretmişti. Bundan son­ra da Peygamber (s.a.s.) Efendimize:

“Dün söylemiş olduğum vakitlerle bugün söylemiş olduğum vakitlerin araları tüm namaz vakitleridir.” de­mişti.

Bu ve buna benzer hadîsler, bizlere farz namazların vakitlerini, ast­ronomik güneş takviminin ve saatlerinin esâsı olan tabiî alâmetlerle açık­lamaktadırlar. Bundan sonra da mezheb İmamlarının namaz vakitlerinin belirlenmesi hususunda detaylı görüşlerini anlatmaya çalışacağız. Yalnız şunu yine hatırlatalım ki bazıları, namaz vakitlerini ihtiyarî ve zarurî ola­rak ikiye ayırmakta, bazılarıysa böyle bir taksîmat yapmamaktadırlar.

 

Mâlikîler: Vakti, ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmış­lardır. İhtiyarî vakit, yükümlünün o vakit içinde edâ etme serbestisine sahib olduğu bir zamandır. Zarurî vakit de bundan sonra gelmektedir. Zarurî denmesinin sebebi, bu vaktin; dalgınlık, hayız görme, bayılma, delirme ve ben­zeri zaruret hallerine benzemesinden ileri gelmektedir. Bu saydığımız zaru­retlere mâruz kimselerin, namazlarını zarurî vakit içinde kılmaları günah­kâr olmalarına neden olmaz. Ama bunlardan başka hiçbir özrü olmayan ki­şilerin bu vakitte namaz kılmaları, günaha girmelerine neden olur. Ancak ihtiyarî vakit içinde bir rek'at namaz kılmış olurlar da namazın geri kalan kısmı zarurî vakte aşacak olursa bundan ötürü günahkâr olmazlar. Ki na­mazların ihtiyarî ve zarurî vakitleri daha sonra izah edilecektir.

Hanbelîler: İkindi vaktini ihtiyarî ve zarurî olmak iki kısma ayı­rırlar. İhtiyarî vakit, herşeyin gölgesinin iki misline varmasına kadar devam eden vakittir. Zarurî vakit ise, bundan sonra gün batımma kadar devam eden vakittir. Bu mezhebe göre her ne kadar edâ sayılsa da, ikindi namazını zaru­rî vakte bırakmak haramdır. İleride anlatılacağı gibi yatsı namazı da, vakit bakımından ikindi namazı gibidir.[155]

 

Öğle Namazının Vakti

 

Öğle namazının vakti, güneşin zeval noktasına varmasından hemen sonra başlar. Yani bu vakit, güneşin tam tepeden batıya doğru meylet­mesi anında başlayıp herşeyin gölgesinin kendi misline varmasına ka­dar devam eder.

 

Malikiler dediler ki: Bu, öğle namazının ihtiyarî vaktidir. Zarurî vaktine gelince bu, ikindinin ihtiyarî vaktinin girmesinden, ikindi namazı sı­ğacak kadar bir zaman müstesna olarak günbatımına kadar devam eder.

 

Bu vaktin başladığını bilmek için de düzgün bir çıta par­çası öğle vaktinden önce güneşlik bir yere dikilir. Bu çıtanın, tabii ki öğle vaktinden önce kendine göre bir gölgesi olur. Güneş, tam tepe noktasına gelinceye kadar gölgesi azar azar küçülür. Tam tepeye geldiğinde çok az bir gölge kalır. Bu esnada da gölge azıcık duraklar. Bu duraklamada gölgenin ucuna bir işaret konur. Ama çıtanın, ekvator bölgesinde olduğu gibi güneşin tam tepe noktasına varması anında hiç gölgesi kalmazsa, o zaman çıtanın dibine işaret konulur. Bu işaretten sonra gölge, artmaya başladığında güneşin tepeden batıya doğru meylettiği anlaşılır. İşte bu es­nada öğlenin ilk vakti başlamış olur. İşaretlenen çizgiden itibaren çıtanın gölgesi artmaya devam eder ve işaret yerine ek olarak gölge, çıtanın bo­yu kadar uzayıncaya dek sürer; çıtanın boyunu aştığında da öğle vakti çıkmış olur.[156]

 

İkindi Namazının Vakti

 

İkindi namazının vakti, her şeyin gölgesinin zeval anındaki gölgesi­ne ek olarak kendi mislini aşması anında başlayıp gün batımına kadar de­vam eder.

 

Malikiler dediler ki: İkindi namazı için de zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki vakit vardır. Zarurî vakti, güneşin kendisinin değil de, yerlere ve duvarlara vuran ışınlarının sararmasıyla başlar. Çünkü güneşin kendisi batmayıncaya kadar sararmaz. Bu zarurî vakit, güneşin batmasına kadar de­vam eder. İhtiyarî vakte gelince bu, herşeyin gölgesinin kendi mislini aşması anından başlayarak güneşin yerlere ve duvarlara isabet eden ışınlarının sa­rarmasına kadar devam eder. Meşhur olan görüşe göre öğle ile ikindi vakit­leri arasında mukîmlikte dört, misafirlikte de iki rek'at kadar ortak bir za­man vardır. Bu iki vaktin ortaklıklan acaba öğle vaktinin sonundadir da ikindi namazı mı öğle vaktinin sonuna dahil olmaktadır? Yoksa bu ortak zaman, ikindi vaktinin ilk başlangıcındadır da öğle namazı mı ikindinin ilk başlan­gıç vaktine dahil olmaktadır?

Bu hususta iki meşhur görüş vardır. Şöyle ki: Bir kişi ikindi namazını öğlenin son vaktinde kılar ve namazını da her şeyin gölgesinin kendi misline vardığı anda tamamlarsa, bunun namazı ilk görüşe göre sahîh, ikinci görüşe göre bâtıl olur. Yine bir kişi öğle namazını ikindi vaktinin ilk başlangıcında kılarsa, birinci kavle göre günahkâr olur. Çünkü öğle namazını ihtiyârî vaktin dışına aşırarak geciktirmiş olmaktadır. İkinci kavle göreyse günahkâr ol­maz. Zîrâ öğle ile ikindi arasında ortak olan ihtiyarî vakitte öğle namazını kılmıştır. Bu nedenle namazı da sahihtir.

Hanbelîler: Az önce de anlatıldığı gibi ikindinin zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki vakti olduğunu söylemişlerdir.[157]

 

Akşam Namazının Vakti

 

Akşam namazının vakti, güneş kursunun ufukta kaybolmasıyla baş­layıp kırmızı şafağın yine ufukta kaybolmasıyla sona erer.

 

Hanefiler dediler ki: Batı ufkunda, gün batımında peşpeşe gelen üç durum görülür:

a. Kırmızılık,

b. Beyazlık,

c. Siyahlık.

İmam Âzam'a göre vakit için geçerli olan şafak beyazlıktır. Bu beyazlığın kaybolması ve siyahlığın görülmesiyle akşam namazının vakti sona erer. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'e göre şafak, kırmızı olan şafaktır. Diğer mezheblerin İmamları da bu hususta görüş birliği etmişlerdir.

Malikiler dediler ki: Akşam namazının ihtiyarî vakti uzatılamaz. Aksine bu, daraltılmış bir vakittir. Bu namazın ihtiyarî vakti, her iki hades hâlinden ve necasetten temizlenmek, avret yerlerini kapamak, ezan okuyup kamet getirmek gibi şartlan ifâ etmek için gerekli olan sürenin yanı sıra na­mazı kılabilecek kadar süreyi kapsayan bir zamandır. Şu halde sözü edilen şartları daha önceden îfâ etmiş olan kişi, akşam namazını, vaktin başlama­sından itibaren bu şartlan îfâ etmeye yetecek kadar bir süre geciktirebilir. Tabiî bu geciktirme de, sözü edilen şartların normal olarak yerine getirilebi­leceği kadar bir süreyle takdir edilmelidir. Bu hususta itidalli davranmak ge­rekir. Meselâ vesveseli bir kişinin fazla uzatmasıyla çok acele davranan bir kişinin kısaltması muteber sayılmaz. Zarurî vakte gelince bu, ihtiyarî vaktin peşi sıra başlar ve fecrin doğuşuna kadar devam eder. Astronomi ilmiyle uğraşanlar derler ki: Namaz saatleri, cumhur-u ulemânın belirtmiş oldukları vakitlere göre ayarlanmıştır. Bir kişi astronomik zamandan önce namazını kılarsa, kıldığı namaz bâtıl olur. Her halükârda ihtiyat açısından namazı bu vakte kadar veya sonrasına tehir etmek caizdir.[158]

 

Yatsı Namazının Vakti

 

Yatsı namazının vakti, ufuktaki şafağın kaybolmasıyla başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam eder.

 

Hanbeliler dediler ki: Yatsı namazının da ikindide olduğu gibi, ih­tiyarî ve zarurî olmak üzere iki vakti vardır. İhtiyarî vakit; ufuktaki kırmızı­lığın kaybolmasıyla başlayıp gecenin ilk üçte birinin sona ermesine kadar de­vam eder. Zarurî vakit ise gecenin ikinci üçte birinin başlamasından itibaren başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam eder. Yatsı namazım zarurî vakte bırakan kişi, namazı her ne kadar edâ sayılsa da günâha girer. Sabah, öğle ve akşam namazlarına gelince bunların zarurî vakitleri yoktur.

Mâlikîler dediler ki: Yatsı namazının ihtiyarî vakti, batı ufkundaki kırmızı şafağın kaybolmasıyla başlayıp gecenin ilk üçte birinin sona ermesi­ne kadar devam eder. Zarurî vakti de ihtiyarî vaktin hemen ardı sıra başla­yıp fecrin doğuşuna kadar devam eder. Kişi özürlü olmadıkça yatsı namazı­nı zarurî vakte bırakmakla günahkâr olur.[159]

 

Sabah Namazının Vakti

 

Sabah namazının vakti, fecr-i sâdığın doğmasından itibaren başlar. “Fecr-i sâdık”, güneşin önü sıra gelen, doğu ufkunda yayılarak tüm ufku kaplayan ve yaygın bir şekilde göğe yükselen ışıktır. “Fecr-i kâzib”e ge­lince buna itibar edilmez. Ki bu da güneşin önü sıra gelen ve fakat yayıl­mayan ince bir çizgi şeklinde göğe doğru yükselen ve yan taraflarında da karanlık bulunan ışıktır. Bu fecir, kara kurdun kuyruğuna benzer. Çünkü kara kurdun kuyruğunun alt tarafı beyaz olup bu beyazlığın iki tarafı si­yahtır. Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder.

Malikiler dediler ki: Sabah namazının iki vakti vardır:

a. İhtiyarî vakit: Bu, fecr-i sâdığın doğmasından itibaren başlar, açık bir aydınlığın meydana gelmesine kadar devam eder. Açık aydınlıktan mak­sat, tavansız olan bir yerde normal gözün yüzleri görebileceği ve seçebileceği bir aydınlıktır. Yine bu aydınlıkta da yıldızlar görünmezler.

b. Zarurî vakit: Bu da ihtiyarî vaktin ardı sıra başlayıp güneşin doğu­şuna kadar devam eder. Bu, Mâlikîlerin kuvvetli ve meşhur bir görüşüdür. Yine Mâlikîlere göre sabah namazının zaruret vakti olmadığını söyleyenler de vardır. Ki, bu meşhur ve fakat kuvvetli olmayan bir görüştür. Birinci gö­rüş daha kuvvetlidir.[160]

 

Namazları Vakitleri İçinde Acelece Kılmak (Namaz Kılınması Caiz Olmayan Vakitler)

 

Namazları belirtilen vakitlerinde edâ etmenin müstehablık ve kerâhiyet gibi başka hükümleri de vardır ki bununla ilgili olarak mezheble­rin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Vaktin en faziletlisi ilk başlangıcıdır. Çünkü Rasülullah (s.a.s.):

“Vaktin evveli, Allah'ın rızâsıdır” [161]buyurmuşlardır. Yine bir başka hadis-i şeriflerinde:

“Amellerin en faziletlisi, ilk vaktinde kılınan namazdır” [162]buyurmuşlardır.

Şu halde namaz, vaktinin girmesi mutlak olarak tahakkuk ettikten son­ra yaz mevsiminde olsun kış mevsiminde olsun, kılınacak namaz sabah na­mazı olsun veya başka bir namaz olsun, tek başına kılınsın, cemaatle kılın­sın, ihtiyarî vaktin başlangıcında kılmak mendubtur. “Namazı ilk vaktinde acele olarak kılmak gerekir” derken bu, kesinlikle tehir edilemez demek de­ğildir. Bundan maksat, namazı vaktin ilki sayılabilen sürenin dışına aşırma-maktır. Yine bu söylemiş olduğumuz hususa, farz namazlardan önce kılı­nan nafile namazların da engel olacağı düşünülemez. Öğle namazını, başka namaz kılacak birini bekleyen bir cemaatin tehir etmesini ve her şeyin gölge­sinin kendisinin çeyreğine kadar ulaşmasına dek beklemesinin mendub ol­duğu bilinen bir husustur. Bu tehir etme, şiddetli derecedeki sıcaklarda her şeyin gölgesinin kendi yansı miktarına ulaşması anına kadar yapılabilir.

Hanefîler: Güneş ısısının kırılmasına, duvarların gölgelerinin yere düşmesine, bu sayede mescidlere kolayca gidilinceye kadar öğle namazım serîn bir vakte kadar tehir etmek müstehab olur. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuşlar ki:

“Öğle namazını serin vakte kadar erteleyiniz. Çünkü sıcaklığın şid­deti, cehennemin kaynamasındandır” [163]

Kışa gelince öğle namazını vaktin evvelinde kılmak daha faziletli olur. Yalnız hava bulutlu olursa bu durumda vaktin girmemiş olmasından endişe edildiği takdirde azıcık geciktirmek daha iyi olur. Şimdi mescidlerde yaz olsun kış olsun vaktin ilk başlangıcında namaz kılınmaktadır. Bu durumlarda cemaati kaçırmamak için mescidin İmamına uymak gerekir. İmam, müstehâbı terk etse bile yine bu hususta kendisine uyulması gerekir.

İkindi namazına gelince bunu, güneş kursunun renginin değişmeyeceği şekilde vaktin başlangıcından biraz sonraya tehir etmek müstehab olur. Ama tehir edip de farkında olmaksızın güneş kursunun rengi sararırsa bu durum­da tahrîmen mekruh işlenmiş olur. Tabiî bu söylediğimiz, havanın bulutlu olmadığı zamanlarda uygulanmalıdır. Hava bulutlu olursa kerahet vaktine girilmemesi için ikindi namazını vaktin ilk başlangıcında kılmak müstehab olur. Akşam namazına gelince bunu da vaktin ilk başlangıcında mutlak ola­rak, acele kılmak müstehabtır. Zîrâ Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuşlar ki:

“Şüphesiz ki benim ümmetim, yahûdîlere benzemeye sebeb olduğu için akşam namazını yıldızların görünmesine kadar geciktirmedikçe hayır üzere bulunmakta devam edecektir.” [164]

Ancak havanın bulutlu olması hâlinde vaktin girdiğinin tahakkuk et­mesi amacıyla akşam namazını azıcık geciktirmek müstehab olur.

Yatsı namazına gelfrjce bunu da gecenin ilk üçte birinin sona ermesine az kalıncaya dek geciktirmek müstehab olur. Bu hususta da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ümmetime sıkıntı vermiş olmasaydım yatsı namazını gecenin üçte bi­rine veya yarısına kadar geciktirirdim.”

Bu hususta şayet geciktirildiği takdirde cemâati kaçırma endişesi mev­cutsa, en faziletlisi cemaate uymaktır.

Sabah namazına gelince bunu da ortalığın aydınlanmasına kadar tehir etmek müstehab olur. Öyle ki güneşin doğmasından önce yeniden abdest alıp sünnete uygun bir şekilde sabah namazım kılacak kadar bir süre bırakmak gerekir. Zîrâ Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuşlardır ki:

“Sabah namazını aydınlığa kadar geciktirin. Çünkü öyle yapmak, sevâb bakımından daha üstündür.” [165]

Hanefîlere göre kerahet vakitleri beş tanedir:

1. Güneşin doğuş vakti.

2. Güneşin doğuşundan önce, namaz kılınamayacak kadar olan va­kit. Sözgelimi bir kişi, güneşin doğuşundan önce sabah namazını kılmaya başlar da namazını tamamlamadan önce gün doğacak olursa namazı bâtıl olur.

3. Güneşin tam tepe noktasında bulunduğu zeval vakti.

4. Güneşin batış vakti.

5. Güneşin batmasından önceki vakit. İkindi namazı kılındıktan son­ra başka namaz kılınması tahrîmen mekruhtur. Ama vaktin girmesinden sonra da olsa, ikindi namazını kılmadan önce güneşin gözleri kamaştırmayacak ka­dar değişmesine değin başka namazları kılması mekruh olmaz.

Şafiiler dediler ki: Namazın vakitleri sekiz kısma ayrılır:

1. Fazilet vakti: Bu, vaktin başlangıcından itibaren kırkbeş dakika sonrasına kadar devam eder. Bu süre içinde kişi, namazın sebebleri olan ta­haretini tamamlayabilir. Buna fazîlet vakti denmesinin sebebi, bu süre için­de kılman namazın bilâhare kılınacak olan namazlara nisbetle daha faziletli olmasından ötürüdür. Bu süre, bütün namaz vakitlerinde mevcuttur.

2. İhtiyarî vakit: Bu da vaktin girişinden başlayıp, vaktin sonundan, namaz kılacak kadarlık bir süre öncesine dek devam eder. Bu süre içinde kılman namazlar, daha sonra kılınan namazlardan daha faziletli olurlar. An­cak daha önce kılman namazlara nisbetle daha az faziletlidir. İhtiyarî vakit denmesinin sebebi, kendisinden sonraki vakte nisbetle tercih edilmesinden ötürüdür. Bu vakit öğle namazında, ikindi vaktinden önce öğle namazı kılınabilecek bir vakte dek devam eder. Yine bu vakit, ikindide, her şeyin göl­gesinin ikinûsline varmasına kadar devam eder. Akşam namazında da fazî­let vaktinin sona ermesine kadar devam eder. Yatsı namazında da gecenin ilk üçte birinin sona ermesine kadar devam eder. Sabah namazında ortalığın aydınlanmasına kadar devam eder.

3. Kerâhetsiz olarak caiz olma vakti: Bu da ihtiyarî vakte eşit bir va­kit olması nedeniyle onun hükmüne tâbidir. Ancak bu vakit ikindide, güne­şin sararmasına kadar devam eder. Yatsıda fecr-i kâzibin doğmasına kadar devam eder. Sabah namazında da gün doğuşundan önceki kızıllığa kadar devam eder.

4. Haram vakit: Bu, namaz vaktinin sonunda, namaz kılacak kadar bir sürenin kalmadığı vakittir. Ki bu daha Önce de anlatılmıştır.

5. Zaruret vakti: Bu, kendisinden hayız, nifas, delirme, bayılma ve benzeri hallerin kalktığı kişi için muteber olan vaktin sonudur. Bu süre, ki­şinin iftitah tekbirine yetecek kadar olan bir süredir. Bu durumda vaktin çık­masıyla da namaz, kişinin zimmetinde kalır ve kaza etmesi vâcib olur. Sözü­nü ettiğimiz bu özürler, vaktin sonunda kişinin üzerinden kalkar da iftitah tekbirini alacak kadar bir süre kalırsa bu kişinin o namazı ve onunla birlikte cem-i tehir yapmış olduğu namazı kaza etmesi vâcib olur. Meselâ öğle na­mazım özür nedeniyle kılamamış, ikindinin de son vaktinde iftitah tekbirini alacak kadar bir zaman kalmaması anında özür gitmişse bu durumda hem öğle, hem ikindi namazlarını kaza etmesi vâcib olur. Yine aynı şekilde ak­şam ve yatsı namazları için de bu hüküm sözkonusudur. Yalnız cem-i tehir yapılan bu iki namazın bir arada kaza edilmeleri için ikinci vaktin sonunda abdest alıp iki namazı kılacak kadar bir sürenin mevcut olması şarttır. Diye­lim ki: Hayız hali ikindi vaktinin sonunda ortadan kalkmışsa bu kadının öğ­len ve ikindi namazını, akşam namazı vaktinde kılması vâcib olur. Tabiî bu hayzın kesilmesi hem öğle, hem ikindi ve hem de akşam namazını kılmak için gerekli temizliği yapıp ve bu namazları kılmaya yetecek bir zamanın ol­ması da gerekir.

6. İdrâk vakti: Bu da vaktin başlangıcıyla mânîin meydana gelmesi arasında mahsur kalan vakittir. Örneğin bir kadın, namaz vaktinin girmesinden itibaren abdest alıp namaz kılacak kadar bir süre geçer de abdest alıp namaz kılmazsa ve hayız kanaması da başlarsa temizlendikten sonra bu na­mazı kaza etmesi vâcib olur.

7. Özür vakti: Bu da sözgelimi sefer hâlinde öğle ile ikindi veya a­kşamla yatsı namazları arasında cem-i takdîm veya cem-i te'hîr etme vakti­dir.

8. Kerahetle benaber caiz olma vakti: Bu vakit, öğle namazı için söz konusu olmaz. İkindi namazında bu vaktin başlangıcı, güneşin sararmasın­dan itibaren başlar. Vaktin sonunda namaz kılacak kadar bir sürenin kal­mamasına dek devam eder. Akşam namazında ise bunun başlangıcı, vaktin girişinden kırkbeş dakika sonra başlar. Yatsıdan önce, akşam namazını kı­lacak kadar bir sürenin kalmasına dek devam eder. Yatsı namazındaysa bu vaktin başlangıcı, fecr-i kâzibin doğmasından itibaren başlayıp fecr-i sâdık­tan önce yatsı namazını kılabilecek kadar bir sürenin kalmasına dek devam eder. Sabah namazındaysa bu vakit, güneşin doğuşundan önceki kızıllığın görünmesinden itibaren başlar. Güneşin doğuşundan önce sabah namazını kılabilecek kadar bir sürenin kalmasına dek devam eder. Fazîlet vaktinde namaz kılmanın müstehab oluşundan bazı hususlar istisna edilmiştir. Şöyle ki:

a. Sıcak mıntıkalarda öğle namazını fazîlet vaktinde kılmayıp, du­varların gölgelerinin yere vurmasına kadar tehir etmek mendub olur. Cema­atle mescitte namaz kılmak isteyen kişi bunu yapabilir. Yine aynı şekilde mescid, çok uzak olduğu; oraya gidildiği takdirde insandaki huşûun mükemmel­liğinin erimesinden korkarak namazını tek başına kılmak isteyen kişi de öğ­le namazını serin vakte kadar erteleyebilir.

b. Cemaati bekleyen kişinin de namazı fazîlet vaktinde kılmayıp tehir etmesi mendub olur.

c. Vaktin başlangıcında abdest almak için su bulamamış olan kişinin abdest nedeniyle namazı geciktirmesi de böyledir.

d. Haccın fevtinden veya ölünün dağılıp parçalanmasından korkul­duğu takdirde veya boğulmakta olan birini kurtarmak gibi amaçlarla nama­zı tamamen vaktinden çıkarmak bazan vâcib bile olmaktadır.

Hanbeliler dediler ki: Öğle namazını vaktin başlangıcında kılmak daha faziletlidir. Yalnız üç durum bundan istisna edilmiştir:

1. Sıcak vakitte, hararetin düşmesine kadar öğle namazını ister cemâatle ister tek başına veya ister evde kılınsın tehir etmek sünnettir.

2. Hava bulutluyken öğleyi cemaatle kılmak isteyenin, namazı ikin­diye yakın bir zamana ertelemesi sünnettir. Bunu yapan kişi, hem öğle hem ikindi için bir defa cemâate gitmiş olur.

3. Hacda olan kişinin şeytanı taşlamak istemesi hâlinde öğle namazı­nı tehir etmesi sünnettir. Tabiî bu, cuma dışındaki günlerde sünnettir. Cu­ma günlerinde ve her halükârda cuma namazını öne almak sünnet olur. ikin­diye gelince bu namazı her halükârda ihtiyarî vaktin başlangıcında acele edip kılmak daha faziletlidir. Akşam namazına gelince bunu da acele olarak vak­tin başlangıcında kılmak daha faziletlidir. Ancak bulutlu günlerde cemâatle namaz kılmak isteyen kişinin bu namazı yatsıya yakın bir zamana dek tehir etmesi sünnet olur. Böylece hem akşam hem de yatsı için bir defa evinden çıkmış olur. Veya akşam namazıyla yatsı namazını cem-i te'hir etme müsaa­desine sahip bir kişi bu iki namazı birleştirdiği takdîrde kendisi için dans ko­lay olacaksa bu akşam namazını yatsıya kadar tehir edebilir. Yine hac ibâde­tini edâ etmekte olan ihramdaki kişinin Müzdelife'ye giderken cem-i tehir et­mesine müsâade olunmuş ise, akşam namazından önce Müzdelife'ye varma­dıkça akşam namazını tehir etmesi sünnet olur. Ama akşam namazından ön­ce Müzdelife'ye varmışsa vaktinde kılması gerekir.

Yatsı namazına gelince bunu gecenin ilk üçte birinin sonuna kadar erte­lemek daha faziletlidir. Ancak akşam namazı yatsıyla birlikte kılınmak üze­re cem-i tehir edilmişse bu durumda akşam namazım yatsıyla birlikte vaktin başlangıcında kılmak gerekir. Yatsıyı tehir etmek bazı namaz kılanlara zor geliyorsa tehir etmek mekruh olur. Yine tehir etmek zor geliyorsa ilk vakitte kılmak daha faziletli olur. Sabah namazını ise her halükârda, acele olarak vaktin başlangıcında kılmak daha faziletli olur.

Bu anlatılanların yanı sıra şu hususa da değinmek gerekir ki: Farz na­mazları bazı durumlarda caiz olan vaktin sonunda namazı kılabilecek kadar bir sürenin kalmasına dek dehir etmek vâcib olur. Meselâ namaz kılacak olan bir kişinin babası cemâatle namaz kılmak üzere namazı tehir etmesini emre­derse bu durumda o kişinin bu emri yerine getirmesi vâcib olur. Ama cemâ­atten başka bir nedenle emrederse tehir etmemesi gerekir. Yine namazın vakti gelmekle birlikte kişinin arzuladığı ve iştahla yiyeceği bir yemek hazır olursa bu durumda yine namazı tehir etmek daha faziletli olur. Veya farz namazın vakti gelir de güneş tutulmasıyla ilgili küsûf namazı veya benzeri ay tutul­ması dediğimiz hüsûf namazı kılınacak olur da vaktin geçmesinden korkulmazsa yine farz namazı tehir etmek daha faziletli olur.[166]

 

Namazda Setr-i Avret[167]

 

Namazın şartlarından ikincisi de avret yerlerini kapalı tutmaktır. Şârîin namazda kapatılmasını emrettiği avret mahallerinin açık olması hâ­linde kılınan namaz safaîh olmaz. Ancak bir kişi, avret yerini kapatacak bir örtü bulamazsa, avret yerleri açık olarak kılmış olduğu namaz sahîh olur.                                                                              

 

Mâlikîler: Avret yerlerini kapatmanın şart olması hususunda, ki­şinin bu şartı hatırlamasını da ek bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Sözgeli­mi unutarak avret yerleri açık bir şekilde namaz kılan kişinin namazı sahih olur.

 

Avret yerinin ölçüsü erkeğe, hür kadına ve cariyeye göre değişir Bu­nunla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Erkeğin namazdaki avret ölçüsü, göbekle diz arasıdır. Yine bu mezhebe göre göbek, avret mahallinden sayılmamakta, diz ise avret mahalline dâhil edilmektedir. Cariyeler de bu hususta erkekler gibidirler. Ancak bunların fazla olarak karınlarının tümü ve sırtları da avret mahalline dâhildir. Yan taraflarına gelince bunların karın etrafında olan kı­sımları karından; sırt etrafında olan kısımları sırttan sayılır. Hür kadının avret mahallinin ölçüsü, kulaklarının üstünden, aşağı inen saçları da dahil olmak üzere bütün bedenidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.):

“Kadın avrettir.” [168]buyurmuşlardır. Yalnız kadının avuç içleri avret sayılmaz. Ellerinin sırtı da avret sayılır. Ayaklarının dış yü­zü avretten sayılmamakta, tabanıysa avretten sayılmaktadır.

Şafiiler dediler ki: Erkeğin ve cariyenin avret mahallerinin ölçüsü dizle göbek arasıdır. Dizler, avret mahallinden saymamaktadırlar. Ancak araları avretten sayılır. Yine de dizlere yakın kısımların iyice örtülebilmesi için, dizlerin de örtülmesi gerekir. Hür kadının avret mahallinin ölçüsü, ku­lakların üstünden aşağıya inen saçlar da dâhil olmak üzere, bütün bedeni­dir. Yalnız yüz ve avuç içleriyle dışları bundan istisna edilmişlerdir.

Hanbelîler dediler ki: Avret ölçüsü erkek için olsun, câriye veya hür kadın için olsun, tıpkı Şâfiîlerin dediği gibidir. Ancak bunlar, hür kadı­nın sadece yüzünü avret mahallinden istisna etmişlerdir. Kadının yüzünden başka bütün tarafları avret sayılmaktadır.

Malikiler dediler ki: Kadın ve erkek için namazla ilgili olarak avret yeri ölçüsü, muğalleze ve muhaffefe olmak üzere iki kısma ayrılır. Bunların da her birinin kendine göre hükmü vardır. Erkeğin muğalleze avreti; penis, testisler, mak'ad deliğinin halkası olan kısımlardır. Bunların dışında olan gö­bekle diz arası kısımlar ve bu kısma arka taraftan denk düşen kısımlar mu­haffefe avret mahallidirler.

Hür kadının göğsüyle, göğsünün etrafı ve arka taraftan bu kısma denk gelen kısımlar dışında bulunan kısımlar, muğalleze avret mahallidirler. Yine hür kadının göğsü ve arka taraftan göğsüne denk gelen kısım, boyun, baş, dizlerle ayak parmakları arasında bulunan kısım, muhaffefe avret mahalli­dirler. Hür kadının yüzü, ellerinin içi ve dışı kesinlikle avret mahalli sayıl­mamaktadır. Cariyenin muhaffefe avret mahalli, erkeğinki gibidir. Yalnız cariyenin uylukları ve bunların arka taraftaki aralıkları erkeğinkinden ayrı olarak muğalleze avret mahallinden sayılmaktadır. Yine cariyenin tenasül organı ve kasığı, muğalleze avret mahallinden sayılmaktadır.

Gerek satın alarak, gerek emânet isteyerek ve gerekse emânet olarak ve­renden -hibe olarak verenden değil- kabul ederek avret mahallini bir örtüyle kapatmaya muktedir olduğu hâlde muğalleze avretinin tümü veya çok az da olsa bir kısmı açık olarak namaz kılan kişinin, eğer bu açıklık hatırındaysa namazı bâtıl olur. Kılmış olduğu bu namazı vakit kalsın veya çıkmış olsun süresiz olarak mutlak surette iade etmesi gerekir. Yine bu durumdaki kişi, muhaffefe avret mahallini açık bırakarak namaz kılmışsa namazı bâtıl ol­maz. Her ne kadar muhaffefe de olsa, avret mahallini namazda açması ha­ram veya mekruh ve, bu açık kısma bakmak harâmsa da yine kıldığı namaz bâtıl olmaz. Ancak bu şekilde namaz kılmış olanın, vakit kalmışsa örtüne­rek yeniden namaz kılması müstehab olur. Meselâ hür kadın, başı veya boy­nu, omuzu, kolu, memesi, göğsü veya sırt tarafından göğsüne denk gelen kısmı, dizi veya bacaktan ayak parmaklarının ucuna kadar olan kısmı -tabiî ayakların altı muhaffefe avret mahallinden olsa bile yine buna dâhil değildir- açık olarak kılmış ise ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur. Erkeğe gelince bu, eğer kasığı veya uylukları veya oturak (mak'ad) deliğinin etrafındaki kısmı açık olarak namaz kılmışsa ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur. Ama baldırları açık olarak kılmışsa, kasığının üstünden göbeğine kadar olan kısmın tümü veya bir kısmı, arka taraftan da uy­luklarının üst kısmı açık olarak namaz kılmışsa namazını iade etmesi gerek­mez.

 

Namazın sıhhat şartı olan setr-i avretin, namaza başlanmasından na­mazın bitirilmesine kadar muhafaza edilmesi zorunludur.

 

Hanbeliler dediler ki: Kişinin namazdayken kendi kasdı olmaksı­zın avret yerlerinden az bir kısmı açılırsa bu açıklık, uzun bir süre devam etse bile namazı bozulmaz. Ama rüzgâr ve benzeri nedenlerden ötürü çok miktarda veya tümü açılır da fazla uğraşmaksızın hemen kapatılırsa namazı bozulmaz. Bu açıklık uzun süre devam ederse namaz bozulur. Fakat namaz kılmakta olan kişi, avret mahallerinden bir kısmım veya çoğunu kasıtlı ola­rak açarsa açıklık süresi ister uzun, ister kısa sürsün namazı kesinlikle bozu­lur.

Hanefiler dediler ki: Namazdayken ön veya arka organlarla bun­ların çevresi olan muğalleze avret organlarının dörtte biri açılırsa veya ön ve arka organların dışındaki muhaffefe avret yerlerinden bir kısmı açılırsa bu açıklık, kişinin kendi kasdı olmaksızın da olsa, sözgelimi rüzgâr ve ben­zeri nedenlerden ötürü olursa ve bu açıklık, namazın bir rüknü kadar de­vam ederse namaz bozulur. Yine kendi eylemiyle avret mahallini açarsa, bu açıklık süresi namazın bir rüknünü edâ edecek kadar bir süreden az olursa yine namazı mutlak olarak bozulur. Namaza başlamadan önce avret mahal­linin dörtte biri açık olursa bu durumda namaza girmesi memnu' olur.

Malikiler dediler ki: Namazdayken muğalleze avretin açılması mut­lak olarak namazı bozar. Namaza girerken avret mahalleri kapalı olarak gi­rilir, ancak namaz esnasında bu yerleri kapatan örtü düşerse namaz bozu­lur. Namazı vakti içinde olsun, dışında olsun muhakkak iade etmek gerekir. Meşhur olan görüş de budur.

Şafiiler dediler ki: Kişinin namazdayken avret mahalli açılır ve bu­nu kapatmaya gücü yeter de kapatmazsa namazı bozulur. Ancak rüzgâr es­mesi nedeniyle avret mahalli açılır da bunu fazla bir uğraş vermeksizin der­hal kapatırsa namazı bozulmaz. Yine aynı şekilde unutarak avret mahallini açar da derhal kapatırsa namazı bozulmaz. Ama rüzgâr esmesi nedeni ile değil de, bir hayvan veya mümeyyiz olmayan bir çocuk tarafından namaz kılmakta olan bir kişinin avret mahalli açılırsa bu durumda namaz bozulur.

 

Avret yerlerini örten elbise ve benzeri şeylerin kalın olması gerekir. Tenin rengini belirten ince örtüler, avret mahallini kapama hususunda ye­terli olmazlar. Bu örtüler ister sadece bakmakla avret yerlerini göstere­cek kadar ince olsunlar, isterse kasıtlı olarak bakmakla avret mahallerini gösterecek kadar ince olsunlar aynı hükme tâbi olurlar. Vücuda giyi­len elbisenin, vücut hatlarını belli edecek kadar vücûda bitişmiş olması setr-i avrete zarar vermez. Bir kişi avret yerlerini kapatacak bir şeyi asla bulamazsa çıplak olarak namaz kılar.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılmakta olan kişinin giydiği elbisenin altındaki tenin ilk bakışta görülmemesi şarttır. Ama elbisenin altındaki tene dikkatlice bakıldıktan sona görmek mümkün oluyorsa bunun namaza bir zararı olmaz. Sadece bu kadar incelikteki bir elbiseyle namaz kılmak mekruh­tur. Bu elbiseyle kılınan namazın vakit içinde tekrar kılınması mendub olur.

Malikiler dediler ki: Avret mahallini yağmur ve rüzgâr nede­niyle olmaksızın, haram veya mekruh bir şekilde gösterecek türden bir elbiseyle kılınan namazın vakit içerisinde yeniden kılınması (iadesi) vâcib olur. Vakit çıktıktan sonra artık iade etmek gerekmez. Elbise rüzgâr es­mesi veya yağmur yağması nedeniyle vücûdun avret yerlerinin hatlarını belli edecek olursa, bu durumda kılınan namazda bir mekruhluk söz ko­nusu olmadığı gibi, bu namazı iade etmek de gerekmez.

 

Kıldığı namaz da sahîh olur.

 

Hanefî ve Hanbeliler dediler ki: Vücûdun avret mahallerini ör­tecek bir elbisenin bulunması mümkün değilse en faziletlisi, kişinin otura­rak, rükû ve sücûda gitmeyip işaretle yetinerek, baldırlarını da birbirine yumarak namaz kılması gerekir. Hanefîler, bu durumdaki kişinin örtünme ba­kımından ayağını kıbleye doğru uzatmasını ek bir tedbir olarak öne sürmüş­lerdir.

 

Domuz derisi gibi, asıl itibariyle necis olan veya kendisine afvedilmeyen bir necasetin bulaştığı bir elbise gibi necislenmiş olan bir örtü bulsa bile bununla örtünmesi caiz olmayıp yine çıplak olarak namaz kılması gere­kir.

 

Malikiler dediler ki: Asıl itibariyle necis olan veya sonradan necis olan bir örtüyü bulan kişi, bunları giyinerek namazını kılar; daha sonra da bu namazı iade etmesi vacib değildir. Yalnız vakit içinde temiz bir elbise bu­lursa iade etmesi mendub olur. İpek elbise içinde namaz kılan kişi de bu hükme tâbi olur.

Hanbeliler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, sonradan başka ne­denlerle necis olmuş olan elbiseyi giyinerek namazını kılar. Sonra da bu na­mazı iade etmesi vâcib olur. Ama asıl itibariyle necis olan bir elbiseyi bulan kişi, bunu giyemez. Namazı çıplak olarak kılar. Ve bu namazı da daha son­ra iade etmez.

 

Sözgelimi ipekten yapılmış bir elbise gibi, (erkek için) kullanılma­sı haram olan bir örtüyü bulan kişi, bunu giyer ve zaruret nedeniyle de bununla birlikte namazını kılar; sonra da namazını iade etmesi gerekmez. Avret mahallinin sadece bir kısmını örten bir elbise veva örtü bulursa bunu, avret mahallinden ne kadarını örtebilecekse o şekilde kullanır. Tabiî bunu yaparken de ön ve arka organlarını kapatma hususuna öncelik vermelidir. Kişi karanlıktaysa ve başka bir örtü de bulamamışsa örtünmesi gerekmez.

 

Malikiler dediler ki: Bu durumdaki kişinin karanlıkla örtünerek na­maz kılması gerekir. Bunlara göre karanlık da, başka örtü bulunmadığı tak­dirde örtü olarak kabul edilir. Eğer karanlıkla örtünmez de aydınlık bir yer­de çıplak olarak namaz kılarsa, namazı sahîh olur. Ama günahkâr da olur. Bu namazı vakit içerisinde iade etmesi mendub olur.

 

Bir örtü veya elbise bulamayan kişi, vakit çıkmadan önce bunları bu­labileceğini ümit ederse, namazını vaktin sonuna dek ertelemesi mendub olur.

 

Şâfiîler: Vaktin sonuna dek ertelemesi vâcib olur dediler.

 

Avret mahallerini üst veya yan taraflardan örtmek şarttır; alt ta­raftan değil... Sözgelimi kişinin elbisesi üst taraftan veya yandan yarık olursa başkasının veya kendisinin bu aralıklardan avret mahallini görme­si mümkün olduktan sonra; bilfiil bakılıp da görülmese bile namazı bozu­lur. Ama alt taraftan bakıldığında avret yeri görülecekse bunun namaza zararı olmaz.

 

Hanefî ve Malikiler dediler ki: Kişinin bu durumda avret yerini kendinden gizlemesi şart değildir. Meselâ yaka kısmından bakarak avret ye­rini görecek olursa namazı bozulmaz. Yalnız böyle yapmak mekruh olur.[169]

 

Namaz Dışında Setr-i Avret

 

Şer'î hitaplarla yükümlü olan bir kişinin, namaz dışında da kendisi­nin veya bakması helâl olmayan başkalarının görebileceği avret yerlerini kapatması vâcibtir. Ancak tedavi gibi zorunluluklar nedeniyle zaruret miktarı avret yerini açmakta sakınca yoktur. Yine aynı şekilde istincâ yap­mak, boy abdesti almak veya def-i hacete gitmek için ıssız yerlerde avret mahallini açmak caizdir. Ancak bunu yaparken de başkalarının görme­mesi gerekir.

 

Malikiler dediler ki: Mükellef kişinin, kimsenin bulunmadığı ıssız bir yerde de olsa ihtiyâç olmaksızın avret yerini açması mekruh olur. Issız yerde avret ölçüsü, ön ve arka organlar, uyluklar ve kasık gibi kısımlardan ibarettir. Bu gibi yerlerdeki kadımn veya erkeğin baldırlarını açmaları ve ka­dının karnını açması mekruh olmaz.

Şâfiîler: İhtiyâç olmaksızın kişinin kendi avret yerlerine bakması mek­ruh olur demişlerdir.

 

Namaz dışındayken hür kadının avret mahallinin ölçüsü, yanında ya­bancı kimsenin bulunmadığı ıssız bir yerde veyahut da mahreminin ya da müslüman kadınların bulundukları yerde göbekle diz arasıdır.

 

Malikiler dediler ki: Kadının, mahremi olan erkeklerin yanında av­ret mahalli, yüzü ve etrafı, yani baş, boyun ve ellerle ayaklar dışında kalan tüm vücûdudur.

Hanbeliler dediler ki: Kadının mahremi olan erkeklerin yanında avret mahalli, bütün vücûdudur. Ancak yüz, boyun, baş, eller, ayaklar ve bacak kısmı bundan istisna edilmiştir.

Hanbeliler: Müslüman kadınla gayr-ı müslim kadın arasında bir ayırım yapmamışlardır. Şu halde müslüman kadın, gayr-ı müslim kadının yanında vücûdunun her hangi bir yerini açabilir. Yalnız göbekle dizler ara­sındaki kısmı açması helâl olmaz.

 

Bunların yanındayken dizle göbek arası dışında kalan kısımları açması he­lâldir. Ama ıssız bir yerdeyken yabancı bir erkeğin yanında veya müslü­man olmayan kadınlar bulunduğu takdirde yüzü ve elleri dışında kalan yerlerinin tümü avret mahalli sayılır. Yüzü ve elleri fitne korkusu olmadığı zamanlarda açık bulundurmakta bir sakınca bulunmadığı gibi, buralara başkalarının bakması da helâldir.

 

Şafiiler dediler ki: Kadının yüzü ve elleri, yabancı erkeğe nisbetle avret sayılır. Ama kâfir kadına karşı müslüman kadının yüzü ve elleri avret sayılmaz. Müslüman kadının kendi evinde hizmet ederken boyun ve kolları gibi açıkta kalan organları da aynı hükme tâbidir. Avret ölçüsü hususunda kötü ahlâklı kadınlar da gayr-ı müslim kadınlar gibidirler.

 

Erkeğin namaz dışındaki avret mahallinin ölçüsüne gelince, bu da göbekle diz arasındaki kısımlardır. Buraların dışında kalan yerlere fitne korkusu bulunmadığı zaman bakmakta bir sakınca yoktur.

 

Mâlîkî ve Şafiiler dediler ki: Namaz dışında erkeğin avret ölçü­sü, kendisine bakana göre değişir. Erkeğin kendi mahremlerine ve başka er­keklere karşı avret mahalli, dizleriyle göbek arası olan kısımdır. Yabancı ka­dına nisbetle ise erkeğin tüm vücûdu avret sayılır. Yalnız Mâlikîler bu du­rumda erkeğin yüzünü ve yüzünün etrafı denilen baş kısmını, ellerini ve ayak­larını avret yeri saymamışlardır. Bu durumda lezzet alma korkusundan emin olunduğu takdirde yabancı kadının, erkeğin bu taraflarına bakmasında bir sakınca yoktur. Ama lezzet alma korkusu olursa bakması yasaktır. Yalnız Şâfiîler bu hususta Mâlikîlerden ayrılarak; lezzet alma korkusu olsun olma­sın yabancı kadının, erkeğin bu kısımlarına bakmasının haram olduğunu söy­lemişlerdir.

 

Kadının ve erkeğin avret mahallerine dahil kısımlardan birine bakmak haramdır. Bu kısımlar, erkeğin veya kadının ister vücûduna bitişik olsun­lar, isterse vücutlarından koparılmış olsunlar aynı hükümlere tabidirler. Meselâ kadının saçı kesilmiş veya erkeğin kasık kılları traş edilmiş, ya da kadının kolu veya erkeğin baldırı kesilmiş olursa bunlara bakmak yine ha­ramdır.

 

Hanbelîler: Vücuttan ayrılmış olan avret yerlerine bakmak, ayrı­lık nedeniyle haramlığın ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle caizdir, demiş­lerdir.

Malikiler dediler ki: Vücuttan ayrılmış olan avret kapsamındaki or­ganın sahibi hayatta ise bakmak caizdir. Hayatta değilse bakmak haramdır.

 

Kadının sesi avret sayılmaz. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hanımları, sahabelerle konuşurlardı. Sahabeler de dinî hükümleri onlar­dan dinlerlerdi. Ancak fitne korkusu bulunduğu takdirde kadının sesinin; Kur'an okurken de olsa dinlenilmesi haram olur. Tüysüz çocuğa bakmak da -bakana göre güzel yüzlüyse-, bundan lezzet alma ve gözleri fayda­landırma gayesi güdülmekteyse haram olur. Ama lezzet alma kasdı olmaksızın ve fitne korkusu da bulunmazsa tüysüz çocuğa bakmak caiz­dir. Küçük çocuğun avret mahallinin ölçüsüne gelince, bununla ilgili ola­rak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Erkek olsun, kadın olsun, ergenlik çağına gel­miş olsun olmasın, küçük çocuğun namazdaki avret mahalli, mükellef ki­şinin namazdaki avret mahallinden farksızdır. Ama namaz dışına gelince er­genlik çağma ulaşmış   olan erkek veya kızların avret mahalleri yine namaz dışındaki baliğ kimselerin avret mahallerinden farksızdır. Ergenlik çağına yaklaşmamış olan küçük, erkek ise bunun avreti; eğer başkalarının avretim gördüğünde bunu şehvetsiz olarak güzel bir şekilde anlatıp tavsif edebiliyor­sa mahremlerin avreti gibidir. Ama başkalarının avretini gördüğünde bunu şehvetli bir şekilde ve güzel olarak anlatıp tavsif edebiliyorsa bunun avreti, baliğ kimselerin avreti gibidir. Başkalarının avretini gördüğünde bunu düz­gün bir şekilde anlatamıyorsa bunun avret mahalli yok gibi kabul edilir. Yi­ne de ön ve arka organlarına, kendisini eğitip besleyenden başkasının bak­ması haram olur.

Ergenlik çağına ulaşmamış olan küçük, kız çocuğu ise selim tabiatlı kimselere göre şehvetli hâle gelmişse bunun avret mahallinin ölçüsü, bâliğa kadının avret ölçüsü gibidir. Ama selim tabiatlılara göre şehvetli hâle gel­memişse bunun avreti yok sayılır. Ancak yine de bunu eğitip besleyenden başkasının, tenasül organına ve mak'adına bakması haram olur.

Malikiler dediler ki: Namaz dışındayken küçük çocuğun avret ma­halli, erkeklik ve dişiliğe, bir de yaşa göre değişir. Sekiz yaşındaki veya sekiz yaşından küçük erkek çocuğun avreti yok sayılır. Kadınlar bunların vücudlarının her tarafına sağken bakabilecekleri gibi, öldüklerinde yıkaya­bilirler de. Dokuz yaşla oniki yaş arasındaki erkek çocukların vücudlarının tümüne bakmak da kadınlar için caizdir. Onüç ve daha yukarı yaşlardaki erkek çocuklara gelince, bunların avreti ergenlik çağındaki erkekler gibidir. İki yıl sekiz aylık oluncaya kadar kız çocuklarının avreti yok sa­yılır. Üç yaş ile dört yaş arasındaki kız çocuklarının ise, bakma açısından avretleri yok sayılır. Yani bu yaşlardaki çocukların vücudlarının her tara­fına bakmak caizdir. Ancak dokunma açısından bunların avret ölçüleri, tıpkı ergenlik çağındaki kadınların avreti gibidir. Yani bir erkek, bu yaş­taki bir kız çocuğunu yıkayamaz. Şehvet uyandıracak çağa, meselâ altı yaşına gelmiş bir kız çocuğu da, yetişkin kadın gibidir. Bir erkeğin, altı yaşındaki bir kız çocuğunun avret mahalline bakması caiz olmadığı gibi, onu yıkaması da caiz olmaz.

Küçük yaştaki bir erkek çocuğun namazdaki avret ölçüsü, ön ve ar­ka avret organıyla kasık ve uyluklarıdır. Bunların örtülmesi mendub olur. Küçük yaştaki kız çocuğunun avreti ise göbekle diz arasındaki kısımlar­dır. Velîsinin, namaz kılarken bu kısımlarını örtmesi konusunda emir ver­mesi vâcibtir. Ayrıca tabiî olarak, namaz kılmasını emretmesi de vâcibtir. Dizlerle göbek arasındaki kısımlar dışındaki yerlere gelince; hür bir kadın için, vücudunun bu bölümlerini örtmesi vâcibtir. Ama altı yaşında­ki kız çocuklarının vücudlarının bu kısımlarını kapatması sadece mendubtur.  

Hanefıler dediler ki: Erkek olsun, kız olsun küçüklerin avreti yok­tur. Bunu yaş olarak da dört ve daha aşağı yaş çocukları olarak belirlemiş­lerdir. Bu yaşlardaki çocuklara bakmak ve bunlara dokunmak mubahtır. Ay­rıca bunların şehvetli duruma gelmedikleri müddetçe sadece ön ve arka or­ganları avret sayılır. Şehvet sınırına ulaştıklarında avretleri, baliğ kimselerin avreti gibi olur. İster erkek ister kadın olsunlar, ister namazda olsunlar ister namaz dışında olsunlar avret mahalli ölçüsüne riâyet etmeleri gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Yedi yaşına varmayan küçüğün avreti yok sayılır, hükümsüzdür. Böylelerinin vücûduna bakmak ve dokunmak mubahtır. Yedi yaşını aşıp da dokuza merdiven dayayan çocuk erkek ise, avret mahalli hem namazda, hem namaz dışında ön ve arka organlarıdır. Eğer kız çocuğu ise namazla ilgili avret mahalli, göbekle diz arasıdır. Namaz dışında da mah­remlerine karşı avret mahalli aynıdır. Yabancılara karşı ise yüz, boyun, baş, dirseklere kadar eller, bacak ve ayaklar dışında vücûdunun her tarafı avret mahallidir.

 

Kendisine bakılması haram olan şeylere, arada bir perde bulunmak­sızın şehvetsiz de olsa dokunmak haramdır.[170]

 

KIBLEYE YÖNELMEK (İSTİKBÂL-İ KIBLE)

 

Kıble'nin tanımı: Kible, Kabe'nin yönü veya bizzat kendisi demektir. Mekke'de veya Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden bir kişinin -şayet mümkünse- kesin olarak bizzat Kabe'ye yönelmesi, kıldığı namazın sahîh olması için şarttır. Ama kesin olarak kıbleye yönelmesi mümkün de­ğilse bu durumda Kabe'nin yapısına yönelme hususunda ictihâd etmesi gerekir. Ancak Mekke'nin içinde ise Kabe yönüne yönelmesi yeterli ol­maz. Ayrıca yüksekte ve alçaktaysa Kabe'nin hizasına gelen havaya yö­nelmesi de yeterli olur. Bir kişi Mekke'de, Kabe'den yüksekte olan bir dağ­da veya yüksek bir binada namaz kılarken Kabe'nin bizzat yapısına yö­nelmesi mümkün olmazsa, bu durumda Kabe'nin bitişik hizasında bulu­nan havaya yönelmesi yeterli olur. Yine aynı şekilde Kabe'den aşağılar­daki bir yerde bulunan bir kişinin Kabe'nin alt tarafına gelen bitişik hiza­sındaki havaya yönelmesi, tıpkı binasına yönelmiş gibi kabul edilir. Mâlikîler dışında üç mezhebin imâmı, bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerin bu konudaki görüşü aşağıda anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Mekke'de veya Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden kişinin, Kabe'nin yapısına yönelmesi vâcibtir. Yönelirken de vücudu­nun tümü ile Kabe'nin hizasında olması gerekir. Kabe'nin hizasındaki hava­ya yönelmesi yeterli olmaz. Yalnız bunlar derler ki: Ebû Kubeys Dağı'ndaki bir kişinin Kabe'nin hizasındaki havaya yönelmesi yeterli görüldüğünden ora­da kıldığı namaz sahîh olur. Bu, zayıf bir görüştür.

 

Peygamber (s.a.s.)'in bulunduğu Medine'deki bir kişinin, namaz kı­larken Mescid-i Nebevî'nin mihrabına yönelmesi vâcibtir. Şu nedenle ki; Mescid-i Nebevî'nin mihrabı bizzat Kabe'ye yöneliktir. Çünkü bu mihrab yapılırken vahye göre yerleştirilmiştir. Bu nedenle de hiç sapma olmaksı­zın Kabe'nin bizzat yapısının hizasında bulunmaktadır. Mekke'den uzak­ta olan bir kişiye gelince bunun; Kabe vönüne yönelmesi şarttır. Kâbe'nin bizzat yapısına yönelmesi zorunlu değildir. Aksine bu kişinin, Kabe'­nin yapısının sağına veya soluna intikâl etmesi de sahîh olur. Bunun yanısıra Kabe'nin yönünden azıcık bir sapmanın, namaza bir zararı olmaz. Çünkü önemli olan, kişinin yüzünün bir kısmının Kabe yönüne yönelik ol­masıdır. Söz gelimi Mısır'da namaz kılan bir kişi, sağa sapmaksızın doğuya yöneldiğinde kıbleye yönelmiş olur. Her ne kadar kıble Mısır'­da, sağ tarafa doğru az bir sapma gösterirse de, bu sapmanın namaza bir zararı dokunmaz. Çünkü tam olarak doğuya yönelindiğinde, kişinin yüzü bütünüyle Kabe'den sapmış olmaz. Ayrıca yukarıda da belirttiği­miz gibi, bir kimsenin yüzünün bir kısmının Kabe'ye doğru yönelmiş olması yeterlidir. Şafiîler dışındaki diğer üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği içindedirler. Şafiîlerin bu konudaki görüşleri ise aşağıya alınmıştır.

 

Şafiîler dediler ki: Kabe'nin yakınında olsun uzağında olsun, na­maz kılacak kişinin bizzat Kabe'nin yapısına veya yukarıda da açıkladığı­mız gibi Kabe'nin bitişik hizasındaki havaya yönelmesi vâcibtir. Kabe'ye yakın olan kişinin Kabe'nin yapısına veya havasına görerek, ya da dokunarak ya­kın ifade eder bir şekilde yönelmesi vâcibtir. Kabe'den uzakta olan kişinin mûtemed görüşe göre Kabe yönüne değil de bizzat yapısına zanla yönelmesi gerekir. Ayrıca namaz kılan kişi ister ayakta, ister oturmakta olsun göğsü kıbleden azıcık saparsa nanazı bozulur. Buna göre bir kişinin namazday­ken göğsü kıbleden saparsa namazı bozulur. Ama sadece yüzü saparsa bo­zulmaz. Zorunluluk nedeniyle uzanarak namaz kılmakta plan kişinin göğsü veya yüzü kıbleden saparsa namazı bozulur. Sırtüstü namaz kılmakta olan kişinin ayak tabanları kıbleden saparsa namazı yine bozulur.

 

Hatîm ile şadırvan Kabe'den sayılmazlar. Hatîm ile şadırvan, Mekke'lilerce bilinmektedir. Ki hac bölümünde bunları inşâallah açıklayaca­ğız. Mekke'de bulunan bir kişi, hatîm'e veya şadırvana yönelirse bu du­rumda kıldığı namaz, Hanbelîler dışındaki üç mezheb İmamına göre sa­hîh olmaz. Hanbelîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Şadırvan veya Hatimden altı zira' ile bir zira'ın az bir kısmından fazlası Kabe'den sayılır. Bu kısmın bir tarafına yöne­lerek namaz kılanın namazı sahîh olur.[171]

 

Kıbleye Yönelmenin Şart Oluşunun Delili

 

Kıbleye yönelmenin, namazın sıhhat şartlarından biri olduğu Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitaptaki delilimiz şudur:

 “Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola çevirip durduğu­nu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.” [172]

Sünnetteki delîle gelince; bu konuda birçok hadîs-i şerîf mevcut olup bunlardan bir-iki tanesini sunmakla yetineceğiz: Abdullah bin Ömer'den rivayet:

 “Günlerden bir gün müslümanlar, Küba'da sabah namazını kılmaktaydılar. Adamın biri cemâate gelerek dedi ki: “Dün gece Rasûlullah (s.a.s.) a vahiy gelerek Kabe'ye yönelmesi emredildi. Siz de Kabe'ye yönelin.” Şam'a yönelik olarak namaz kılmakta olan cemâat, hemen Kabe'ye yö­neldi.” [173]

Enes bin Mâlik (r.a.) den rivayet:

“Rasûlullah (s.a.s.), Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılardı.

“Biz se­nin yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir”[174] âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bunu duyan adamın biri, Seleme oğulları mahallesi'ne gitti. Onlar da sabah na­mazının henüz bir rekâtını kılmışlardı. Ki haber getiren adam, kendilerine şöyle seslendi:

“Haberiniz olsun yön değiştirildi.” Bunu duyanlar, namaz­da oldukları gibi Kabe'ye yöneldiler.” [175]

Müslümanlar, kıbleye yönelmenin, namazın sıhhat şartlarından biri ' îduğu hususunda icmâ etmişlerdir.[176]

 

Kıblenin Ne İle Bilineceği Bahsi

 

Kıble, mezheblere göre değişik hususlarla bilinir. Bunları çizginin alt tarafında derli toplu bir şekilde anlatmış bulunmaktayız..

Böylece dağılmaksızın hıfzedilmeleri mümkün olacaktır. Ayrıca bunları anlatırken de ittifaklı ve ihtilaflı olanlarını belirleyeceğiz.

 

Hanefiler dediler ki: Kıbleyi bilmeyip de bilip öğrenmek isteyen ki­şi, ya bir şehirde veya bir köyde bulunur. Veyahut da sahrada veya müslümanlarla meskûn olmayan yerlerde bulunur. Bu iki durumda da kişiyi ilgilendiren bazı hükümler mevcuttur. Eğer bu kişi, müslümanların yaşamakta oldukları bir şehirdeyse ve kıbleyi de bilmiyorsa kendisiyle ilgili üç durum sözkonusu olur:

1. Bu şehirde sahabe veya tabiîlerin yapmış oldukları mihrabh eski mescidlerin bulunması. Şam'daki Emevî Camii, Mısır'daki Amr İbn el-Âs Camii gibi. Bu durumda kıbleyi bilmeyen kişinin sözünü ettiğimiz bu tarihî camilerin mihrablanna yönelmesi gerekir. Bu gibi mescitler olduktan sonra ayrıca kıbleyi araştırmak sahîh olmaz. Arasa da kendi kafasına göre kıble­den başka tarafa yönelerek namaz kılacak olursa, kıldığı namazı sahîh ol­maz. Ancak Şâfîîler bu hükme muhalefet ederek bu gibi tarihî camilerin ol­masına rağmen kıbleyi bilmeyen kişi, kutub yıldızı ve benzeri şeylerle kıble­yi arayabilir, demişlerdir. Bu görüşte Mâlikîlerle uyum sağlamışlardır. Sa­habe ve tabiîlerin yapmış oldukları eski camilerdeki mihrablar gibi, bu mihrablara bakılarak aynı yönde yapılan mihrablarla da kişi, kıbleyi araştırma­da kendine mesned bulabilir.

2. Sahabe ve tabiîler devrinde yapılan mihrabların bulunmadığı bir yerde bulunulduğu takdirde kıbleyi öğrenmek için sormak gerekir. Sorina-nın da üç şartı vardır:

a. Kıbleyi öğrenmek isteyen kişinin, seslendiğinde sesini duyabilecek kadar yakınında bir kimsenin bulunması hâlinde, bu kişiden sorması nor­maldir. Kıbleyi sormak için ayrıca adam aramaya gerek yoktur.

b. Kıbleyi sorduğu kişinin, kıbleyi bilen birisi olması gerekir. Çünkü kıbleyi bilmeyenden bu konuda soru sormanın bir faydası olmaz.

c. Sorduğu kimse, şahitliği kabul edilen kimselerden olmalıdır. Kâ­firden, fâsıktan ve çocuktan, şahitlikleri kabul edilmediği için soru sormak doğru olmaz. Yine bu kimseler, sorulmaksızın kendiliklerinden haber vere­cek olurlarsa kıbleyi öğrenmek isteyen kişi, bunların doğru söylediklerine galip bir zanla kanaat getirecek olursa vermiş oldukları bilgi muteber sayılır. Kıb­le hususunda âdil bir tek kişiden sormak yeterli olur. Sormak için de adam bulunduğu takdirde sorulur. Bulunmadığı takdirde ayrıca adam aramak ca­iz değildir.

3. Kıbleyi bilmeyen ve fakat öğrenmek isteyen kişinin araştırması ge­rekir. Şöyle ki: Hangi tarafın kıble olduğuna kesin zanla kanaat getirirse oraya yönelerek namaz kılar. Galip zanla kanaat getirdikten sonra hangi tarafa yönelerek namaz kılmış olursa olsun kıldığı namaz sahih olur.

Buraya kadar anlattı klanınız, kişinin bir şehirde veya köyde olmasıyla ilgiliydi. Ama kişi sahrada veya gayr-ı müslimlerin meskûn olduğu bir yerde bulunursa bu durumda astronomi bilgisi varsa, bu bilgisine dayanarak, ve­yahut da güneşe veya aya bakarak kıbleyi tesbit etmelidir. Bunlarla da tesbit edemezse, kıbleyi bilen birine rastlarsa ondan sorması gerekir. Ancak sorup da cevab alamazsa kendi bilgi kapasitesiyle kıbleyi tesbit etmeye çalışır. Ak­lına göre kıble olduğuna karar verdiği yöne yönelerek namaz kılar. Önce ken­disinden sorup da cevap alamadığı kişi, yanlış yöne doğru namaz kıldığını söylerse namazını iade etmesine gerek kalmaz.

Malikiler dediler ki: Namaz kılacak olan kişi, kıbleyi bilmediği bir yerde bulunur ve bu yerde de eskiden yapılmış mihrablı bir mescid olursa bu mihraba yönelerek namaz kılması vâcib olur. Eskiden yapılma mihrab­lar şunlardır:

1. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin Mescid-i Nebevî'sindeki mihrab.

2. Şam'daki Emevî Câmii'nin mihrabı.

3. Mısır'daki Amr İbn el-Âs Câmii'nin mihrabı.

4. Kayrevân Mescidi'nin mihrabı.

Bir kişi kendi kafasına göre kıbleyi tesbit eder de tesbit etmiş olduğu yön, bu mihrablardan başka taraflara yönelik olursa kıldığı namaz bâtıl olur. Ama bir kişi bu mihrabların bulunmadığı başka şehirlerde bulunur da bura­larda bilgili kimselerin yerleştirmiş oldukları mihrablar bulunursa, araştır­ma yeteneği olan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz­dir, vâcib değildir. Araştırma yeteneği olmayan kimselerin bu mihrablara yö­nelerek namaz kılmaları vâcibtir. Köy mescidlerindeki mihrablara gelince, araştırma yeteneği olan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmala­rı caiz olmaz. Aksine namaz kılmadan önce durumu tesbit etmesi gerekir. Araştırma yeteneği olmayan kimselerin taklid edecekleri bir müctehid bu­lunmadığı takdirde şu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcib olur:

1. Yukarıda saydığımız dört yerdeki mihrablı mescitler. Kişinin bu mihrablardan başka tarafa yönelerek namaz kılması caiz olmaz.

2. Sağlam kurallara ve doğru yöne dayalı olarak yapılan şehir mes­cidlerindeki mihrablar. Araştırıp inceleme yeteneğine sahib olan kişilerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcib değildir. Aksine bunlara yönel­meyi bırakıp kendi bilgilerine göre araştırmaları gerekir. Bunun yanında söz­konusu mihraba da yönelerek namaz kılmak caizdir.

3. Köy mescidlerinde bulunan mihrablar. Araştırma yeteneğine sâhıb kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz olmaz. Bunların dışındaki kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcibtir.

Bu anlattıklarımız, mihrabh yerlerde bulunan kimseleri ilgilendirmek­tedir. Eğer bir kişi, mihrablı olmayan bir yerdeyse ve kıble yönünü araştır­ması da mümkün ise, araştırması vâcib olur. Kıble alâmetlerini bulmadığı takdirde başkasına sorabilir. Sorduğu kişinin, kadın veya köle de olsa kıble­nin delillerini bilmesi, adalet sahibi ve mükellef biri olması gerekir. Ki bu da araştırma ve ictihad yeteneğine sahib olan kimselerle ilgilidir. Eğer kişi, araştırma ve ictihad yeteneğinden yoksunsa; mükellef, âdil ve kıbleyi bilen bir kişiye sorması vâcib olur. Soracak birini bulamadığı takdirde kendi ter­cih edeceği bir tarafa yönelerek namazım kılar ve kıldığı namaz da sahih olur.

İşte böylece Mâlikîlerin, eskiden yapılma mihrablara yönelmenin zorun­luluğu hususunda Hanefîlerle görüş birliği yaptıkları anlaşılmış olmaktadır. Ancak Mâlikîler, eskiden yapılma mihrabları dört tane olarak belirlemişler­dir. Hanefîlerse, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları tüm mihrablar, kıb­leyle ilgili delillerin hepsinden önce gelir demişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîler, kıbleyi sorup araştırma hususunda görüş birliği edememişlerdir. Hanefîler, kişi, mihrabların bulunmadığı bir mıntıkada ise önce soru sorması gerekir; eğer kıbleyi soracak birini bulamazsa araştırması icâbeder, demektedirler. Mâlikîlerse araştırma yeteneğine sâhib olan kişinin kendi araştırmasını yap­ması ve kıble alâmetleri bulunmadığı takdirde başkalarına kıbleyi sorması gerekir demişlerdir.

Şafiiler dediler ki: Kıblenin mertebeleri dörttür:

1. Kişinin kendiliğinden kıbleyi bilmesidir. Bir kişi, kıbleyi kendili­ğinden bilme imkânına sahib ise bu durumda kıbleyi kendi imkânlarıyla bi­lip öğrenmesi ve başkalarına da sormaması gerekir. Meselâ mescidin içinde­ki bir âmâ, mescidin duvarına dokunup el yordamıyla kıbleyi öğrenmek im­kânına sahipse başkalarına sormadan kıbleyi tespit etmesi gerekir.

2. Kıble yönünü bilmeyen kişi, kıbleyi bilen güvenilir bir kimseye sor­malıdır. Soruyu cevablandıran kişinin, kıble yönünü iyice bilmesi gerekir. Tabiî kişi, kendiliğinden kıbleyi bilip öğrenme imkânına sahib değilse güvendiği kimselerden bunu sorması normaldir. Aksi takdirde soramaz. Pusu­la ve benzeri âletler, kıbleyi tesbit etme bakımından güvenilir kimseler hük-mündedirler. Kutub yıldızı, güneş, ay ve müslümanlarm yaşadığı büyük şe­hirlerdeki mihrablar da güvenilir kimseler hükmündedirler. Müslümanlarm yaşadıkları küçük şehirlerdeki mihrablar, eğer müslümanlarm yönelerek na­maz kıldıkları mihrablarsa bunlar da güvjenilir kimseler hükmüne tâbi olur­lar. Özetleyecek olursak kıbleyle ilgili ikinci mertebe; güvenilir kimselerden soru sorulmasını, pusulaya, kutup yıldızına veya mihraba baş vurulması hu­susunu kapsamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu mihrablar da ister sahabe ve ta­biîlerin yapmış oldukları eskiden kalma mihrablar olsun veya çoktan beri kendisine güvenilerek namaz kılınan mihrablar olsun aynı hükme tabidirler.

 

Ama halkın bazı yol kenarlarında veya mezralarda kullanmakta oldukları küçük namazgahlar daki mihrablar da muteber sayılmazlar.

3. İctihad etmek. Kişi, güvenilir birini bulup da soramadığı, veya kıbleyi tesbit edecek bir araç bulamadığı veyahut da büyük ya da küçük bir mescidde mihrab bulamadığı takdirde ictihad ederek kendi bilgisine göre kıbleyi tesbit etmesi gerekir. Meselâ öğle namazını kılarken kendi bilgisiyle ictihad edip kıble diye bir tarafa yönelecek olursa; sonra ikindi vakti olduğunda öğ­leyin yaptığı içtihadı unutursa yemden ictihad ederek kıbleyi tesbit etmesi gerekir.

4. İctihad eden birini taklid etmek. Yani bir kişi, güvenilir bir kimse­den sorarak veya bir mihrabı bularak veya başka bir şeyle kıbleyi tesbit ede­mezse, kıbleyi öğrenme hususunda, ictihad eden birini taklid edebilir. Onun yöneldiği tarafa yönelerek onun gibi namaz kılabilir.

Bu anlattıklarımızla Şâfîîlerin, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrablar hususunda Mâlikî ve Hanefîlere muhalefet ettiklerini öğrenmiş olmaktayız. Çünkü Mâlikîler, sahabe ve tabiîlerin yapmış olduk­ları mescidlerdeki mihrabların bir kısmının mevcud olması hâlinde, kıbleyi tesbit etmek için başka vâsıtalara baş vurulmasını caiz görmemişlerdir. Ha­nefîlerse sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrabların tümünün mevcud olması hâlinde kıble tesbiti için başka vâsıtalara baş vurul­masını caiz görmemişlerdir. Şâfiîlere gelince bunlar demişlerdir ki: Sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrablar, kıbleyi tesbit hususunda baş vurulan pusula ve kutub yıldızı gibi diğer vâsıtalardan farksızdır­lar. Yalnız Şâfiîler, tertib hususunda Hanefîlere muvafakat etmişlerdir. Bunlar derler ki: Bir kişinin, kıbleyi bilmediği takdirde sorması, soracak birini bu­lamadığı takdirde kendi bilgisiyle ictihad etmesi gerekir. Ancak Şâfiîler, “îc­tihad yapanı taklid etmek” diye, Hanefîlere nisbetle bir yöntem daha ekle­mişlerdir.

Hanbeliler dediler ki: Kişi, kıbleyi bilmez fakat müslümanlarm yap­mış oldukları, kıbleye delâlet eden bir mihrabın bulunduğu şehirdeyse, bu­nu da müslümanlarm yaptığını biliyorsa, sonra namaz kılarken buraya yönelmesi vâcib olur. Her ne halde olursa olsun bu mihrabtan başka tarafa yönelmesi caiz olmaz.

Ancak azıcık olmak kaydıyla bu mihrabtan başka tarafa sapması caiz olur. Harap bir şehirde, meselâ tarihî eser kalıntısı durumuna gelmiş bir yer­deki bir mihraba rastlarsa bu mihraba yönelmesi caiz olmaz. Ancak bunun müslümanlarca yapılan bir mescidin içinde olduğu tahakkuk ederse buna doğ­ru namaz kılması caiz olur. Bir kişi, yönelmek için bir mihrab bulamazsa kapıları çalarak da olsa, kendisine soracak birini araştırarak da olsa kıbleyi sorması gerekir. Sorarken de ancak erkek veya kadın, ya da köle olsun, âdil kimselere güvenmelidir. Ayrıca kıble konusunda kendisine bilgi veren kişinin kıbleye ilişkin yakîni bilgi sahibi olması hâlinde verdiği habere göre hareket etmesi vâcib olur. Bundan sonra kendi başına karar vermesi caiz ol­maz.

Kıble hakkında kendisine bilgi veren kişi, kıblenin delillerini zan ile de bilirse, kendisine soru soran kişinin yine ona uyması zorunlu olur. Ancak vakit, kendisinin araştırmasına yetecek kadar geniş değilse... Eğer geniş olursa bu hususta bilgi edinip kendi içtihadına göre hareket etmesi vâcib olur. Bir kişi sefer hâlinde olur da kıbleyi soracağı birini bulamazsa, kendisi de kıble­nin delilerine ilişkin bilgi sahibi ise bu delillere dayanarak araştırması, so­nuçta da kendi bilgisiyle ictihad etmesi gerekir. İctihad eder de, kendi gâlib zannıyla bir yöne kıble diye yönelip namaz kılacak olursa namazı sahîh olur. Kendi gâlib zannıyla kıble olduğuna karar verdiği bir yönü bırakıp da başka tarafa yönelecek olursa kıldığı namaz sahîh olmaz. Bilâhare bu yönün kıble olduğu anlaşılsa bile yine namazı sahîh olmaz.

Bu yüce anlamların müslümanlar nazarında her ne hususta olursa ol­sun içtihadın değerini ifade ettiği görülmektedir. Bir kişinin gözünde perde bulunur da ictihad etme gücünden yoksun olursa, veya başka nedenlerden ötürü kıblenin yönünü tesbit etmekten âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir ta­rafa yönelerek namazı kılar. Daha sonra namazını iade etmesine de gerek kal­maz.

Bu anlattıklarımızla kıbleyi bilmeyen kişinin, şayet varsa mihrablara yö­nelmesi gerektiği anlaşılmış olmaktadır. Bu kişi eğer mihrab bulamazsa, kıbleyi bilen birine sorması vâcib olur. Böyle birini bulamazsa kendisi içtihada muktedirse ictihad etmesi, değilse müctehid birini taklid etmesi gerekir. Müctehid birini de bulamadığı takdirde kendi imkânlarına göre belli bir yön tesbit edib o yöne doğru namaz kılar. Kıbleyi bilmeyen kişi, araştırma işinde bu tertibe uymazsa namazı bâtıl olur. Bilâhare namazını iade etmesi gerekir. Namaz kıldığı tarafın kıble olduğu anlaşılsa bile kendisine farz olan tertibe uymadığı için namazını iade etmesi gerekir.

 

Buraya kadar kıble tesbitiyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüş­lerini aktarmış olduk. Bu vesileyle kıble delillerinin mezheb İmamlarına göre şu noktalarda toparlandığını öğrenmiş olmaktayız:

1. Daha önce tafsilâtlı olarak anlattığımız şekildeki mescidlerde bu­lunan mihrablar.

2. Mihrabların bulunmaması durumunda kıbleyle ilgili olarak âdil kimselerin verdikleri haberler.

3. Âdil kimselerin bulunmaması hâlinde araştırıp ictihad etmek. Bazı kimseleri araştırıp ictihad etme hususunun, âdil kimselerin haberinden önceye alınması gerektiğini söylemişlerdir.

Kıbleyle ilgili bazı hususlar daha vardır ki onları da şöylece sıralaya­biliriz:

1. Kıble hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih ede­meyen kişinin hükmü nedir?

2. Kıble tesbiti araştırması yapıp da bu araştırma sonucu belli bir tarafa yönelerek namaz kılan kişi, namazdayken veya namazdan sonra yaptığı tesbitte yakînen veya zannen hata yaptığını anlarsa hüküm ne olacaktır? Bu kişi namazda olursa ne gibi bir hükme, namazını bitirmişse ne gibi bir hükme tâbi olacaktır?

3. Yapabileceği halde kıble tesbiti için ictihad etmeyen ve böylece namaz kılan kişinin hükmü nedir?

Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım:

1. Kıble tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişi, kendi gücünü sarfederek elinden geleni yapmıştır. Bu du­rumdaki kişi, hangi tarafa yönelirse yönelsin kıldığı namaz sahîh olur. Üç mezheb İmamının ittifâkına göre namazını iade etmesi de gerekmez. An­cak Şâfiîler bu hükme muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulun­muşlardır. Onların bu hükümle ilgili görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişi, üç mezheb İmamının da dedikleri gibi, dilediği tarafa yönelerek namaz kılabilir. Ancak bu kişinin, namazını bilâhare iade etmesi gerekir.

 

2. Araştırma yapıp belli bir yöne doğru namaz kılan kimse, bilâhare namaz esnâsındayken tesbitte hata ettiği yakînen veya zannen anlaşı­lırsa namazdayken kesin olarak veya zannederek kanaat getirdiği tarafa kıble diye yönelir. Namazını bu tarafa yönelmiş olarak tamamlar. Meselâ bir kişi, öğle namazının bir rek'atini önceki içtihadına göre kılar da namaz­dayken birinci rek'atten sonra hata ettiğini anlarsa kıble olduğuna karar verdiği tarafa yönelir. Namazını da bu şekilde tamamlar. Hanefî ve Hanbelîler bu görüştedir. Şafiî ve Mâlikîlerse bunlara muhalefet etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa yönelerek namaz kılan kişinin namazdayken tesbitte hata ettiği açığa çıkar­sa, iki şartla namazı kesmesi gerekir:

a. Eğer gözleri görüyorsa keser. Âmâ kişi bu durumda namazı kesmeyip devam eder. Yalnız kıble olduğu anlaşılan tarafa dönerek namazım kılmaya devam eder. Bunu yapmadığı takdirde diğer mezheblere göre de namazı bozulur. Mezheblerin âmâ hakkında ittifakı, gözü gören kimse hak­kında ise ihtilâfı vardır.

b. Namaz kılan kişi âmâ olsun, gözleri gören olsun, kıbleden az mik­tarda sapacak olursa namazı bozulmaz. Yalnız namazdayken hemen kıble­ye dönmesi gerekir. Bunu yapmadığı takdirde namazı sahîh olur. Ama günahkâr olur.

Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa yö­nelerek namaz kılan kişinin namazdayken, tesbitte hata ettiği yakînen anla­şılırsa namazı bozulur. Bu kişi, ister âmâ, ister gözü gören biri olsun nama­za yeniden başlamalıdır. Tesbitte hata ettiği zannedilirse namazı bozulmaz. Örneğin kıble tesbiti hususunda araştırma ve ictihad yaptıktan sonra nama­za başlar; namazdayken güvenilir biri gelerek muayene sonucu kendisinin kıbleye yönelik olmadığını bildirirse, kendi ilk içtihadı fayda vermeyip na­mazı bozulur. Bu kişi âmâ da olsa gören biri de olsa aynı hükme tâbi olur. Şâfiîler bunu söylemekle âmâ ile gören kişiyi bu hükümde birbirinden ayı­ran Mâlikîlere muhalefet etmiş olmaktadırlar. Yine Şâfiîler bununla, namaz­dayken doğru olduğu belirlenen kıble tarafına dönmenin mümkün olduğu­nu söyleyen Hanefî ve Hanbelîlere de muhalefet etmiş olmaktadırlar.

 

Ama ictihad edip belli bir tarafa yöneldikten sonra namazını kılıp ta­mamlayan kişi, kendisinin yön tesbiti hususunda hata ettiğini yakînen ve­ya zannen anlarsa namazı yine sahîh olur. Üç mezheb İmamının ittifakıy­la da bu namazını iade etmesi gerekmez. Yalnız Şâfiîler bu hususta aykı­rı görüşe sahibtirler. Ayrıca Mâlikîlerin de bu konuda az bir tafsilâtı vardır ki bunu da aşağıda belirtmiş bulunmaktayız.  

 

Şafiiler dediler ki: Bir kişi kıbleyi tesbit hususunda ictihad eder ve bu içtihadının sonucunda kıble diye bir tarafa yönelerek namazını kılar da, namazı tamamladıktan sonra bu yönün kıble olmadığı kesinlikle anlaşılırsa kılmış olduğu namaz bâtıl olur. Sonra da iade edilmesi gerekir. Ancak na­mazım kıldıktan sonra namaz kıldığı yönün kıble olmadığını zannederse bu zannın namaza zararı olmaz.

Malikiler dediler ki: Bir kimse kıble tesbiti hususunda ictihad et­tikten sonra, belirlediği bir tarafa yönelerek namaz kılar, namazdan sonra da hata ettiğini anlarsa namazı sahîh olur. Hata ettiği kesinlikle anlaşılırsa veya hata ettiğini zannederse yine namazı sahîh olur. Yalnız, kıble tarafına doğru namaz kılmadığı açığa çıkan kişinin eğer gözleri görüyorsa ve namaz vakti de henüz çıkmamış ise namazı iade etmesi mendub olur. Mâlikîler, bu hükümde Hanefîlerle Hanbelîlere muhalefet etmişlerdir.

 

3. Muktedir olduğu halde ictihad yapmayan veya başka bir müctehidi taklîd etmeyen kişi, kendi başına ictihadsız olarak namaz kılarsa bu namazı sahih olmaz. Bilâhare namaz kıldığı yönün kıble olduğu anlaşılır­sa bile bu namazı sahîh olmaz. Üç mezheb İmamı bu hususta müttefiktir­ler. Hanefîlerse bu hususta onlara muhalefet etmişlerdir ki; onların gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bir kişi içtihada muktedir olur, fakat kıble olduğuna inandığı bir tarafa yönelerek ictihad etmeksizin namaz kılar, sonra bu tarafın gerçekten kıble olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. Ama gerek namazdayken, gerekse namazı tamamladıktan sonra hata ettiği anlaşılır ise namazı bâtıl olur ve iade etmesi vâcib olur. Kıble hususunda şüp­heye düşer, araştırma yapmaksızın namaz kılar da, bilâhare namaz kıldığı bu yönün kıble olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. İadesi de gerekmez. Eğer bu durum namaz esnasında açığa çıkmışsa kıldığı namaz bâtıl olup yeniden başlaması vâcib olur.

 

4. Kıblenin delilleri bölümünde anlattığımız hükümlerle kıbleyi bul­ması mümkün olan kişi, ictihad etme iktidarı olması hâlinde başkasını taklîd edemez. Ama temelli olarak ietihaddan âciz olan kişinin, bulduğu takdirde kıbleyi bilen bir müetehidin içtihadına uyması caiz olur. Böyle birini bu­lamadığı takdirde dilediği tarafa yönelerek namazını kılar, daha sonra da bu namazını iade etmesine gerek kalmaz. Bu görüş, Hanbelîler ile Hanefîlere aittir. Mâlikîlerle Şâfiîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmış­tır.

 

 

Malikiler dediler ki: İctihad edecek kişi, delillerin çatışması nede­niyle içtihattan âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir tarafa yönelerek namazı kılar ve başka bir müctehidi taklid etmesine de gerek kalmaz. Başka müctehidin isabet ettiği açığa çıkarsa mutlak surette ona uyması gerekir. Nitekim vakit dar olduğunda başka müctehidin isabet edip etmediği bilinmezse de yine ona uymak gerekir. Müctehid kişi havanın bulutlu olması veya hapiste bulunması dolayısıyla delillerin gizlenmesi sebebiyle içtihaddan âciz kalırsa mukallid kimsenin hükmünde olup başka bir müctehîdi taklidle veya mev­cut bir mihraba yönelerek namaz kılar. Taklid edeceği bir müctehidi veya yöneleceği bir mihrabı bulamayan kişi, dilediği tarafa yönelerek namazını kılar. Namazı da sahîh olur.

Şafiiler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, kendisini ictihad etmek­ten âciz bırakacak nedenlerin ortadan kalkacağını sanarsa vaktin sonuna dek namazını ertelemelidir. Bu nedenlerin kalkacağını sanmadığı takdirde nama­zını vaktin evvelinde kılar. Her iki durumda da namazını daha sonra iade etmesi gerekir.[177]

 

Güneş Veya Kutub Yıldızıyla Kıble Nasıl Bulunur?

 

Bu bahsin, fıkhî meseleler kapsamına girmeyeceği akla gelebilir. Kıb­lenin bulunmasında başvurulan birer yöntem olmaları nedeniyle hakîkatte bu, fıkhın kapsamına girer. Bazıları bu yöntemleri bilmenin sünnet olduğunu söylemektedirler. Çünkü bunlardan başka daha birçok kıble bul­ma yöntemi vardır ki, herkes onları bilebilir. Şu halde kıbleyi güneş veya kutub yıldıziyla bulmak zorunlu değildir.

Bazıları da deniz yolculuğu yapmakta olanların başka vâsıtaları yok­sa güneş veya kutub yıldızıyla kıbleyi tesbit etmeleri gerekir demişlerdir. İbâdetlerde olsun muamelelerde veya diğer işlerde olsun reel olarak İs­lâm Dîni, toplum yararına olan ilimlerle bağlantılıdır. Güneş veya yıldızla­rın kıbleye delâlet eden alâmetlerden oldukları artık anlaşılmıştır. Kıbleyi güneşle her tarafta tesbit etmek mümkündür. Çünkü güneşin doğuş yeri doğuyu, batış yeri de batıyı belirler. Doğuyla batı böylece bilindikten son­ra kuzeyle güney de tesbit edilebilir. Ki bu yolla her cihetteki insanların kıbleyi bulmaları mümkün olur. Mısır'daki insana göre kıble, azıcık sağa meylederek doğu tarafıdır. Zîrâ Mısır'a göre Kabe, doğuya biraz daha ya­kın ojmakla birlikte güneydoğu istikametindedir.

Kutup yıldızına gelince bu, küçük ayı yıldız kümesinde bulunan kü­çük bir yıldızdır. Her tarafta buna bakarak kıble bulunabilir. Sözgelimi Mı­sır'daki bir kişi, namaz kılacağı zaman bu yıldızı sol kulağının azıcık arka­sına alır. Asyut, Fevve, Reşid, Dimyat, İskenderiyye gibi şehirlerde de ay­nı usûlle kıble tesbiti yapılabilir. Tunus ve Endülüs gibi yerlerde de aynı şekilde tesbit edilir. Irak ve Mezopotamya'da namaz kılacak kişi, yıldızı sağ kulağının ardına alır. Medine-i Münevvere, Kudüs, Gazze, Baalbek, Tarsus ve bunların civarında bulunup da namaz kılacak kişi, bu yıldızı, sol omuzuna meyledecek şekilde istikâmet alması gerekir. Cezire, Ermeniyye, Musul ve bunların civarında namaz kılacak olan kişi, bu yıldızı sır­tındaki omurga kemiklerinin hizasına alır. Bağdat, Küfe, Harezm ve Acem ülkesindeki Hülvan'da ve bunlara yakın mıntıkalarda namaz kılacak kişi, bu yıldızı sağ yanağının hizasına alır. Basra, Isfahan, Faris, Kirman ve bun­ların civarındaki mıntıkalarda namaz kılacak olan kişi, bu yıldızı sağ kulağının üzerine gelecek şekilde istikâmet alır. Taif, Arafat, Müzdelife ve Minâ'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sağ omuzunun üzerine alır. Yemen'de namaz kılacak kişi, sol tarafına gelecek şekilde bu yıldızı önüne alır. Şam'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sol tarafına gelecek şekilde arkası­na alır. Necran'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı arkasına gelecek şekilde istikâmet alıp namaz kılar.

Sağlam olduğu takdirde pusula da kıbleyi bulma delillerinden sayıl­maktadır. Özetleyecek olursak deriz ki: Kıble, mıntıkalara göre değişir. Kıb­lenin bulunması, Mekke'nin ekvator çizgisine ve batıya olan uzaklığının bilinmesi, ayrıca Mekke'den uzakta bulunan ve kıblesi tesbit edilmek is­tenen mıntıkanın Mekke'ye, dolayısıyla ekvator çizgisine ve batıya olan uzaklığı hesab ve geometrik kurallara göre tesbit edilebilir. Bundan sonra yapılan hesablarla kıblenin semti tâyin edilebilir.

Bu anlatmış olduğumuz husus da konuyu tamamlayıcı bir unsur ola­rak ilâve edilmiş olmaktadır. Avam tabakasından bunu anlamakta güçlük çekenler, bu hususu okumayabilirler. Bunların sadece kendilerince bili­nen mihrablara ve diğer önemli kıble alâmetlerine müracaat etmeleri ye­terli olur. [178]

 

Kıbleye Yönelmenin Vücûb Şartları

 

Namaz kılacak herkesin kıbleye yönelmesi iki şartla vacib olur.

 

Mâlikîler: Üçüncü bir şart olarak hatırlamayı öne sürmüşlerdir. Unutup da kıbleden başka tarafa yönelerek namaz kılan kişinin namazının sahîh olacağını, ama vakti çıkmadan namazı iade etmesinin mendub oldu­ğunu söylemişlerdir.

a. Muktedir olmak,

b. Güvenlik içinde bulunmak.

Sözgelimi bir kişi festalıktan ve benzeri nedenlerden ötürü kıbleye yönelemez ve kendisini kıbleye çevirecek birini bulamazsa kıbleye yönel­me zorunluluğu düşer.

 

Hanefiler dediler ki: Kıbleye yönelmekten âciz hasta biri, kendisi­ni kıbleye çevirecek biri bulunsa bile kıbleye yönelme mecburiyetinde olmaz.

 

Bu kişi, yönelebildiği tarafa doğru namazını kı­lar. Yine aynı şekilde bir kişi kıbleye yöneldiği takdirde düşmanın tecavü­zünden korkarsa, bu düşman da ister insan olsun, ister bir canavar ol­sun, ister canına, ister malına kestetsin farketmeyip kıbleye yönelme zo­runluluğu düşer. Yine de bu kişi, yönelebildiği tarafa doğru namazını kı­lar. Her iki durumdaki kişinin de kılmış olduğu namaz daha sonra iade edilmek zorunluluğu altında değildir.[179]

 

Kabe İçinde Kılınan Namaz

 

Bilindiği gibi Kabe, müslümanların kıblesidir. Oraya yönelmeden kılınan namazlar sahîh olmaz. Maksat, belli bir yönü kutsamak olmayıp, em­retmiş olduğu şekilde yalnızca Allah'a ibâdet etmektir. Bu nedenle Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

“İnsanlardan birtakım beyinsizler: “Onları daha önce üzerinde bu­lundukları kıblelerinden çeviren nedir?”deyicekler. De ki: “Doğu da Al­lah'ındır. Batı da... Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir.” [180]

Belli bir yöne yönelmek, Allah'ın huzurunda boyun büküp O'nun em­rine imtisal etmek esas gayedir. Bu husustaki hikmeti öğrenmek isteyen kişinin; kıble tarafında Kâbe-i Muazzama binasının bulunduğunu, insan­ların ibâdet esnasında buraya yönelmelerinin Allah tarafından emredildiğini, bunun sonucunda da bazı genel faydaların sağlandığını, Allah'a ita­at edip ondan korkarak insanların nefislerinin terbiye edildiğini, Mekke-i Mükerreme gibi kurak bir yerde, ekinsiz ve gelirsiz olan insanların böyle­likle canlandırılacaklarını anlaması çok zor olmasa gerektir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)'in ifadesini anlatırken Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Rabbimiz! Gerçekten ben çocuklarımdan bir kısmını beyt-i haramın (korunmuş ve kutlu evinin) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye (öyle yaptım.) Böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıl. Ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” [181]

Kabe'nin bulunduğu bu toprağın, üzerinde nice peygamberler çıka­rak insanlara maddî ve manevî faydalar sunan şerîatler getirmeleri ve bu­ralarda tapınılmakta olan putları yok etmeleri nedeniyle kutsal oluşunu bir tarafa bırakalım; her şeyden önce yüce Allah; daha önce Mescid-i Aksâ'ya yönelip namaz kılan insanların yüzlerini Kabe'ye çevirip namaz kılma­larını emretmiştir. Her halükârda İslâm'daki ibâdetlerin yegâne hedefi bir ve tek olan Yüce Allah'ın şerefine şerefler katmak, her ne kadar kadri yü­ce ve mertebesi üstün olsa bile bir yaratığı O'na ortak etmekten uzak tu­tup O'nu kutsamaktır. Nitekim bu hususta Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır;

“Doğu da Allah'ındır. Batıda... Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphe yok ki Allah, kuşatan ve bilendir.” [182]

Buraya kadar anlattıklarımız, Yüce Allah'ın namaz kılan kimselerin kıbleye yönelmelerini emrettiğini açıkça ortaya koyuyor. Kabe'nin içinde farz olsun nafile olsun, namaz kılarken her ne kadar kıbleye yönelinmiş olduğu sayılmakta ve namaz da böylelikle sahîh olmakta ise de, bu yönelme tam bir yönelme değildir. Bu sebeble de Kabe içinde kılınan na­maz hususunda mezhebler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

Hanbeliler dediler ki: Kâbe'nin ne içinde ne de damında namaz kıl­mak sahîh olmaz. Ancak Kâbe'nin içinde namaz kılacak kişinin, sırtını du­vara dayayacak şekilde geride durması, arkasında duvardan başka bir şey bulunmayacak şekilde vaziyet alması veya Kabe dışında durup da secdeyi Kabe'nin içinde yapması hâlinde kılınan namaz sahîh olur. Nafile ve adak namazlara gelince; bunları Kabe'nin içinde kılmak sahîh olur. Yine bu na­mazları Kabe'nin damında kılarken kişi, Kabe'nin duvarının kenarına secde etmediği takdirde sahih olur. Ama Kabe'nin duvarının kenarına secde ede­cek olursa mutlak olarak sahîh olmaz. Zîrâ bu durumdaki kişi, Kabe'ye yönelmiş sayılmamaktadır.

Malikiler dediler ki: Şiddetle mekruh olmakla birlikte Kabe'nin için­de farz namaz kılmak sabîh olur. Ancak vakit içinde bu namazı iade etmek menduptur. Nafile namaza gelince, bu eğer müekked olmayan bir sünnetse Kabe içinde kılınması mendub olur. Eğer müekked bir sünnetse Kabe içinde kılınması mekruh olur. Ama iade etmesine gerek kalmaz. Kabe'nin damın­da kılman namaz, eğer farz ise bâtıl olur. Müekked olmayan bir sünnetse sahîh olur. Müekked sünnetin sahîh olup olmadığı hususunda birbirine denk ve eşit iki görüş mevcuttur.

Hanefiler dediler ki: Kabe'nin içinde kılınan namazlarla damında kılınan namazlar mutlak olarak sahîhtir. Ancak damında kılınan namaz, Ka­be'ye karşı bir saygısızlık olması nedeniyle mekruh olur.

Şafiiler dediler ki: Kabe'nin içinde kılınan namaz farz olsun nafile olsun sahîh olur. Ancak Kabe'nin içindeki kişi, Kabe'nin açık bulunduğu esnada kapışma yönelerek namaz kılarsa namazı sahîh olmaz. Damında kı­lınan namaza gelince bunun sahîh olması için, namaz kılanın önünde zîra'ın üçte biri uzunluğunda bir şeyin dikili olması şarttır. [183]

 

Gemide Ve Hayvan Üzerinde Kılınan Farz Namaz

 

Bir hayvana binmiş olan kişi, canından veya malından korktuğu ve­ya kafileden kopmakla kendisine bir zarar ilişeceği veya hayvandan indiği takdirde bir daha binmesinin mümkün olamayacağından endişe ettiği durumda hayvanın üzerindeyken hangi tarafa yönelmesi mümkün ise o tarafa yönelerek farz namazını kılar.

 

Mâlikîler: Sırf zarar korkusu, hayvan üzerinde kılman farz namazın sahîh olması için yeterli olmaz dediler. Ayrıca hayvan üzerinde imâ ile kılı­nan namazlar da ancak kâfirle savaşildığı veya hırsızla mücâdele edildiği veya parçalayıcı bir hayvandan korkulduğu, veyahut da hastalık nedeniyle hayvandan inilemediği ve çok çamurlu bir yerde gidilirken hayvandan inmenin çok zor olacağı, ya da hayvandan ininceye kadar ihtiyarî vaktin çıkacağın­dan korkulduğu takdirde hayvan üzerinde imâyla kılınan namaz, kıbleye yönelinmemiş olsa bile sahîh olur. Korkudan emin olma durumundaysa bu na­mazı iade etmek mendub olur.

 

Yerine getiremediği namaz rükünle­ri de kendisinden düşer. Daha sonra bu namazı iade etmesi de gerek­mez. Ama gücü ve güvenliği bulunursa; hayvanın üzerinde kılacağı farz namaz, ancak bazı şartları ve rükünleri yerine getirdiği takdirde yer­de kılmış olduğu namaz gibi sahîh olur. Bu durumda hayvanın üzerinde tam bir namaz kılma imkânına sâhib olursa, hayvan yürümekte de olsa kılmış olduğu namaz sahîh olur.

 

Şafiiler dediler ki: Hayvanın üzerinde farz namaz kılmak, (yürü­mekte olsun olmasın) bu hayvanın yuları mümeyyiz birinin elinde olmadık­ça yerde kılınan namaz gibi şartlara uyularak kılınmamışsa caiz olmaz. Güvenlik içinde olup olmama, hayvandan inip inememe durumlarının bu hu­susa hiçbir etkisi olmaz. Ancak yukarıda geçen hallerden ötürü korkusu bu­lunan kişi, gücü yettiği kadarıyla namazını kılar. Sonra iâde etmesi de ge­rekmez.

Hanefiler dediler ki: Mazeret olmaksızın bütün şartlara riâyet edil­se de, duran veya yürüyen hayvanın üzerinde kılınan farz namazlar sahîh olmaz. Ancak hayvan duruyorsa ve üzerindeki yük için yere çakılı iki ağaç bulunuyorsa hayvanın sırtındaki bu yük üzerinde kılınan namaz sahîh olur. Özünü kimseye gelince bu, gücü yettiği kadar namazını imâyla kılar. Zîrâ özürlünün farzı imâdır. Hayvanı durdurmaya gücü yeterse, hayvan yürür­ken üzerinde namaz kılması sahîh olmaz. Bütün çeşitleriyle vâcib de farz gi­bidir.

 

Gemideki bir kişi, farz olsun nafile olsun namaz kılmak istediğinde, gücü yeterse kıbleye dönmesi gerekir. Kıbleden başka tarafa yönelmesi bu durumda caiz olmaz. Öyle ki, namaz kı­larken gemi başka tarafa yönelecek olursa, kendisinin de namazda iken kıbleye dönmesi vâcib olur. Gemide namaz kılan kişi, kıbleye yönelmeye muktedîr olmazsa yapabildiği başka tarafa yönelip namazını kılar. Yapa­madığı takdirde secde etme zorunluluğu da düşer. Bu bahsettiğimiz du­rumlar, gemi veya trenin durağa varmasından sonra vakit içinde namaz kılacak bir sürenin kalmayacağı ihtimâli içindir. Bu şartlar gözönüne alı­narak gemide kılınan namazın daha sonra iade edilmesi gerekmez. Tren ve uçak da gemi hükmündedir.

 

Şafiiler dediler ki: Gemide kılman nafile namazlar için de kıbleye yönelmek vâcibtir. Eğer kıbleye yönelmek mümkün olmuyorsa nafileyi terk etmek gerekir. Bu söylediğimiz, kaptandan başkaları içindir. Kaptana ge­lince o, gücü yettiği takdirde kıbleye yönelir. Aksi takdirde kuvvetli olan gö­rüşe göre, gücü yettiği tarafa yönelerek namazını kılar. Farza gelince, bunu kılarken kıbleye yönelmek, mutlak surette vâcibtir.[184]

 

NAMAZIN FARZLARI

 

Farz Ve Rükn'ün Anlamı:

 

Abdestin farzları bahsinde de anlattığımız gibi farz ve rükün, mezheb İmamlarının ittifakına göre aynı anlama gelmektedirler. Burada rükün, şâri'in taleb etmiş olduğu ibâdetin bir parçasıdır. Bu parça olmayınca da ibâdet gerçekleşmez. Namazın farzları demek, yine aynı şekilde rükünde olduğu gibi namazın parçaları demektir. Ki bu parçalar olmayınca namaz gerçekleşmez. Şöyle ki: Rükün veya farzdan biri, ifâ edilmediği takdirde kılınan namaza namaz denilmez. Sözgelimi iftitah tekbiri, namazın farz veya rükünlerinden biridir. Bu demektir ki iftitah tekbiri alınmadığı takdir­de kılınan namaz, namaz sayılmaz. İşte bu anlam, mükellefin yapmakla sevâb kazandığı, terketmeden ötürü de azaba çarptırılacağı farz namaz­ların parçalarını kapsamına almaktadır. Farz namazların parçalarını kap­samına aldığı gibi, kılınmaması hâlinde mükellefin hesaba çekilmeyeceği nafile namazların parçalarını da kapsamına almaktadir.Şu halde bu par­çaları kapsayan namaza, namaz denilmez. İşte iftitah tekbiri, diğer bütün namazlarda hiç bir fark gözetilmeksizin farz olan bir bölümdür.[185]

 

Farz'ın Tanımı:

 

Farz, şâri'in yapılmasını kesin olarak istediği, yapmakla sevâb kaza­nılan, terketmekle de ceza görülen şeydir. Bu, ister ibâdetin tür ü olsun, isterse bir bölümü olsun aynı hükme tâbi olur. Beş vakit nâmaz gibi. Bu namazları vakitlerinde eda etmekle kişi sevâb kazanır. Terk etmekten ötürüde azaba müstehak olur. Şerîat koyucu bu namazları özel bölümlere ayır­mıştır. Ki bu bölümlerden her biri namazın tam olarak yerini bulması için mevcudiyetleri zorunlu olan hususlardır. Bu nedenle sözünü ettiğimiz bö­lümlere namazın farzları dendiği gibi, rükünleri de denir. Namazın tümü­ne farz dendiği gibi, İslâm'ın rükünlerinden bir rükün de denir. İslâm'ın rükünlerine gelince bunlar; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hac­ca gitmektir. Bu rükünlerin başında da Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.s.)'in de O'nun elçisi olduğuna tanıklık etmek gelmektedir. İşte

az da olsa, farz ve rüknün anlamına açıklık getirilmiş olmaktadır.[186]

 

Namazın Farzlarının Sayılması

 

Biraz önce yapılan açıklamayla farzların, namazın bölümleri oldukla­rı anlaşılmış oldu. Ki bu bölümlerden biri yerine getirilmediği takdirde na­mazın gerçekleşmeyeceği bilinmektedir. Bu bölümlerin her biri, mezheblere göre ayrı ayrı alt tarafta anlatılmıştır.

 

Hanefîler: Rükünleri aslî ve zâid olmak üzere iki kısma ayırmış­lardır. Aslî rükün, âciz kalma hâlinde, yükümlünün omuzundan tam olarak düşen rükündür. Aciz kalan mükelleften, bu rüknün bedelini de yerine getirmesi istenmez. Yani aslî rükün, yükümlünün âciz olması durumunda be­delsiz olarak omuzundan düşen rükündür. Zâid olan rükne gelince bu, bazı durumlarda yükümlü muktedir de olsa omuzundan düşer. Meselâ kıraat gi­bi. Kıraat, Hanefîlere göre namazın rükünlerinden biridir. Bununla beraber İmama uyan kişi; şeriat koyucunun, İmama uyanın okumasını yasaklaması nedeniyle bu rüknü yerine getirmez.

Bu anlattıklarımızı özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Namazın sahîh ol­masının kendisine dayalı olduğu şeyler, namazın bölümleridir. Ki bunlar da dört tanedirler. Son kâdede teşehhüt miktarı beklemek de buna eklenir. Kuvvetli görüşe göre son ka'de zâid rükündür. Yine bazı unsurlar da vardır ki, namazın içinde bulunmalarına rağmen namazın bölümleri sayılmazlar. Kı­raat gibi... Kıraat, namazda kıyam esnasında yerine getirilen bir husus ol­ması dolayısıyla olsa bile namazın içine dâhil değildir. Buna namazın devam şartı da denilebilir. Namaz dışında bazı hususlar da vardır ki, bunlara na­mazın sıhhat şartları denir. Hanefîlere göre üzerinde görüş birliği sağlanan namaz rükünleri, ister aslî olsun, ister zâid olsun dört tanedir: Aslî rükün­ler; kıyam, rükû ve secdedir. Zâid rükün ise sadece kıraattir. Bu dört rükne namazın aslı gözüyle bakılır. Şöyle ki: Bir kişi muktedir olmakla birlikte bu rükünlerden birini terkedecek olursa namazı edâ etmiş sayılmaz. Bu kişiye, namazı kılmış gözüyle bakılamaz.

Yine bazı hususlar da vardır ki; namazın sahîh olması için bunların yerine getirilmesi zorunludur. Ama buna rağmen namazın dışında bulunurlar. Bunlar da iki kısma ayrılırlar:

1. Namazın mâhiyeti dışında olanlar. Ki bunlar da hadesten ve neca­setten temiz olma, avret yerini kapama, kıbleye yönelme, vaktin girmesi, ni­yet ve iftitah tekbiridir. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi bunlar da namaza başlamanın sahîh olması için gerekli şartlardır.

2. Namazın içinde olmakla birlikte namazın aslından olmayan Dazı hususlar da vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz: Kıyam esnasında kıra­at. Rükûya kıyamdan sonra gitmek. Secdeye de rükûdan sonra gitmek. İşte bunlar, namazın devam etmesinin sıhhat şartlarıdır. Hanefîler, bazen bun­lara farz da demektedirler. Tabiî farz derken şartı kastetmektedirler. Son ka'deye gelince, burada teşehhüd miktarı oturmak, kendi icmâ'larına göre farzdır. Ancak bunlar, bunun aslî veya zâid bir rükün olduğu hususunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kuvvetli görüşlerine göre bu, zâid bir rükündür. Zîrâ bu yerine getirilmeksizin de namazın mâhiyeti ger­çekleşebilir. Diyelim ki adamın biri namaz kılmamaya yemin ederse, başını secdeden kaldırdıktan sonra oturmasa bile yeminini bozmuş olur. Zîrâ bu durumda ka'deye varmaksızın da namazın mâhiyeti gerçekleşmiş olmakta­dır. Namaza zıt bir şeyle, meselâ birisine selâm vermek veya birisiyle konuş­mak gibi işleri yapmakla namazdan çıkmaya gelince bu, namazı temelli ip­tal eder. Çünkü bazı Hanefîler, son ka'deyi namazın farzlarından saymış­lardır. Ama en doğrusu, bunun vâcib olduğudur.

Malikiler dediler ki: Namazın farzları on beş tanedir:

1. Niyet.

2. İftitah tekbiri.

3. Nafilelerde değil de farzlarda iftitah tekbiri için ayağa kalkmak. Çünkü nafile kılacak olan kişi, ayağa kalkmaya gücü yetse bile oturarak iftitah tekbirini alırsa namazı sahîh olur.

4. Fatihayı okumak.

5. Yine farz namazda olunduğunda Fâtiha'yı ayakta okumak.

6. Rükû'a gitmek.

7. Rükû'dan kalkmak.

8. Secdeye gitmek.

9. Secdeden kalkmak.

10. Selâm vermek.

11. Selâm miktarı oturmak.

12. İki ha­reket arasında sükûn.

13. Rükû ve secdeye giderken ve bunlardan kalkar­ken ta'dîl-i erkâna riâyet etmek.

14. Namazı edâ ederken tertîbe riâyet et­mek.

15. İmama uyarak namaz kılanın İmama uymaya niyet etmesi.

Bu anlatılanlar Mâliki ve Hanefîlerin bu farzlardan dört tanesinde itti­fak ettiklerini ortaya koymaktadır. Bu farzlar şunlardır:

1. Muktedîr olan kişinin kıyamda durması.

2. Rükû.

3. Secde.

4. Kıraate gelince

Hanefîler derler ki: Farz olan illâ Fâtiha'yı okumak de­ğil de, herhangi bir sûreyi okumaktır.

Mâlikîler derler ki: Kıraattan maksat, Fâtiha'yı okumaktır. Namaz kılmakta olan bir kişi, kasıtlı olarak Fâtiha'yı terk ederse namaz kılmış olmaz. Bu hususta Şâfiilerle Hanbelîler, Mâlikîlere muvafakat etmişlerdir. Nitekim bu husus, onların mezheblerinde de açık­lanmıştır.

Şâfiîler: Namazın farzlarını on üç tane olarak belirlemişlerdir. Bun­lardan beş tanesi sözlü farzlar, sekiz tanesi de fiilî farzlardır. Sözlü olanları şunlardır:

1. İftitah tekbiri.

2. Fâtiha'yı okumak.

3. Son teşehhüd.

4. Te­şehhütten sonra Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirmek.

5. Birinci selâm.

Fiilî farzlara gelince bunları da şöylece sıralayabiliriz:

1. Niyet.

2. Farz namazı kılmakta olan kişinin muktedîr olması hâ­linde kıyamda (ayakta) durması.

3. Rükûa gitmek.

4. Rükûdan kalkar­ken tam doğrulmak.

5. Birinci ve ikinci secde.

6. İki secde arasında otur­mak.

7. Son ka'de.

8. Rükünler arasındaki sıraya uymak.

İki hareket arasındaki sükûna (Tum'anînet) gelince bu, rükûun, rükû­dan kalkarkan tam doğrulmanın, secdenin ve secdeden sonra tam doğrul­manın yerine getirilmesi bakımından zorunlu olan bir şarttır. Kuvvetli olan görüşe göre bu, zâid bir rükün değildir.

Hanbelîler: Namazın farzlarım on dört tane olarak belirlemişler­dir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

1. Farz namazları kılarken ayakta durmak.

2. İftitah tekbiri.

3. Fatiha okumak.

4. Rükûa varmak.

5. Rükûdan kalkmak.

6. Ta'dîl-i erkâna riâyet etmek.

7. Secdeye gitmek.

8. Secdeden kalkmak.

9. İki secde arasında oturmak.

10. Son teşehhüd.

11. Son teşehhüd ve iki se­lâm için oturmak.

12. Fiilî rükünlerin her birisinde tum'anînete riâyet et­mek.

13. Farzlar arasmdaki tertîbe riâyet etmek.

14. Namazın sonunda sağa ve sola selâm vermek.[187]

 

NAMAZIN FARZLARININ İZAHI

 

1. Niyet

 

Niyet'i; ibâdet edşrken yalnızca Allah'a yaklaşmak kasdi ile kalbin Allah'a yönelmesi diye tanımlayabiliriz. Niyet ayrıca kesin irâde şeklinde de tanımlanabilir. Çünkü namaz kılan kişi, bir ve tek olan Allah rızası için ibâdet etmeyi irâde etmektedir. Kişi, namaz kılacağı zaman kalbiyle na­mazı kasd etmeksizin sadece diliyle niyette bulunursa namaz kılmış olmaz. Şöyle ki: Bir kişi, insanlar nazarında övgüye lâyık olmak gibi dünyevî bir maksat için namaz kılarsa bunun kıldığı namaz sahîh olmaz. Çünkü onun, insanlar tarafından övülmediği takdirde namazı terk etmesi muhakkaktır. Aynı şekilde bir mala sahip olmak, şeref kazanmak veya herhangi bir ar­zusunu yerine getirmek amacıyla namaz kılarsa yine namazı bâtıl olur. Şu halde insanların bu mânâyı iyice anlamaları, dünyevî maksatlardan biri için namaz kılanın namazının bâtıl olacağını idrâk etmeleri gerekir. Dün­yevî maksatlardan biri için namaz kılan kişi, riyakâr ve suçluların azabına çarptırılacaktır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Oysaki onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmekten başkasıyla emrolunmadılar.”[188]

 

Hanefiler dediler ki: Niyet, namazın şartlarından biridir. Bunun şart oluşu da icmâ ile sabittir. Yoksa yukarıda geçen Beyyine sûresinin 5. âyetinden ötürü değildir. Zîrâ bu âyetten kasdedilen mânâ, tevhidle ilgilidir. Yine niyetin şart oluşu, “Ameller, ancak niyetlerle kâim olurlar” hadîsin­den ötürü de değildir. Çünkü bu hadîste sadece amellerin sevabına değinil­miştir. Amellerin sıhhat şartlarına değinilmemiştir.

Gerçek şu ki; bu deliller, Hanefîlerin söyledikleri mânâyı içerdikleri gi­bi başkalarının söyledikleri mânâyı da içermektedir. Âyet-i kerîmenin anla­mını düşünecek olursak şu kanâate varabiliriz: Allah'a yapılan ibâdetler sadece tevhid olgusuna hasredilemez. Aynı zamanda Allah'a ibâdet edilirken hâlis niyetin şart olduğu da bu âyetten anlaşılmaktadır. Çünkü bazı müşrik­ler Allah'a ibadet etmekle birlikte başkalarını da O'na ortak koşarlardı. Özel­likle “kitap ehli” de bu âyet-i kerîmeden hemen sonraki âyette müşriklerle birlikte anılmışlardır. Çünkü kitap ehli Allah'a ibâdet ederken bazı peygam­berleri de mâbudluk açısından O'na ortak koşarlardı. Hadîs-i şerifin anlamı üzerinde düşünecek olursak şu kanâate varırız: Amellerin sevâbları yok edi­lip silindiği takdirde hiçbir faydası olmayacaktır. O zaman Hanefîlerin ileri sürdükleri sözün bir anlamı da olmayacaktır. Çünkü onlara göre bir amel, sevabı giderilmekle birlikte sahîh de olabilir. Gerçi onlar bu eleştirimizi; “ki­şinin bu amellerden kurtulması da bir faydadır” diye cevaplandırabilirler. Ama hadîs-i şerîf, onların bu görüşlerine delâlet etmemektedir. Aksine, gö­rüşlerinin tersine delâlet etmektedir. Çünkü hadîsin zahirî anlamı, niyetin sevâb ve sıhhat açısından ameller için şart olduğuna delâlet etmektedir. Ha­nefîlerin hadîsdeki anlamı sadece sevaba tahsîs etmeleri delilsiz bir tahak­kümden başka bir şey değildir.

 

Namaz kılacak olan kişinin niyeti hâlis olmaz ve bu ibâdetini sırf Al­lah rızâsı için yapmazsa, âyet-i kerîmede geçen emre muhalefet etmiş olur. Dolayısıyla namazı da sahîh olmaz. İşte niyetin bu anlama geldiği husu­sunda İmamlar ittifak etmişlerdir. Namaz esnasında kişinin hatırına işle­rinden bazı şeyler, gelecek olursa bunlar namazı bozmaz. Ancak namaz kılmakta olan kişi, Rabbinin korkusuyla dopdolu olarak bu vesveselere elden geldiğince karşı durup savaş açmalıdır. Namaz esnasında Allah'ın huzurunda boyun bükmekten başka bir şeyi hatıra getirmemelidir. Ancak bunu yapmaktan âciz olup gönlünü dünya işlerinden sıyıramayan kişi, na­mazda bu gibi şeyler zihnini meşgul edecek olsa bile yine hesaba çekilip sorguya tâbi tutulmaz. Yalnız bu kimsenin, sözünü ettiğimiz vesveselere karşı mücadelesini devam ettirmesi gerekir. Ki ihlâslıca amel edenlerin sevabını kazanabilsin.

Özetleyecek olursak buraya kadar anlattıklarımız iki noktada topar­lanmaktadır:

1. Dinin kabul etmeyeceği başka şeylere dayanmaksızın sırf Allah rızâsı için namaz kılmaya niyet etmek.

2. Kalb huzuru. Kalbin dünya işlerini düşünmekle meşgul bulun­maması. Birinci durum niyetle ilgili olduğundan bunun mutlak surette na­maz için yapılması zorunludur. İkinci duruma gelince bu da kalb huzuru­dur; Namazın sıhhat şartlarından değildir. Allah'ın huzurunda duran, ya­ratıcısının dergâhına yönelen kişinin namazla ilgisi olmayan tüm şeyler­den gönlünü arındırması gerekir. Bunu yapmaktan âciz olan kişinin na­mazdaki sevabı eksik olmaz. Zîrâ bu kişi, elinden geleni yapmıştır. Allah da İnsana, elinden gelmeyen şeyleri yüklemekten elbette ki münezzeh­tir.[189]

 

Farz Namazda Niyetin Hükmü:

 

Namazda niyetin hükmüne gelince; dört mezhebin İmamı, niyetsiz olarak kılınan namazın sahîh olmayacağı hususunda görüş birliği etmiş­lerdir. Ancak bunlardan bazısı niyetin, namazın rükünlerinden biri oldu­ğunu söylemişlerdir. Şöyle ki: Bir kişi niyet etmeksizin namaz kılacak olursa ona mutlak olarak namaz kılmıştır denilemez. Mezheb İmamlarından ba­zıları da niyetin namaz için sıhhat şartı olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre niyetsiz olarak kılınan namaz, kılınmış sayılır; ama bâtıldır. Aslında İmamlar arasındaki bu görüş ayrılığını öğrenmek isteyenlere, namazın neyle sahîh olup neyle sahîh olmayacağını bilmek pek fayda sağlayacak değil­dir. Bunu öğrenmek fıkhî incelemelerde bulunan kişiler için faydalı olur. Ama fıkhî incelikleri öğrenmek istemeyenlere şu kadarını söylemek ye­terli olur: “Niyet, namaz için gereklidir. Eğer niyetsiz olarak namaz kılacak olursan kıldığın namaz, bütün mezheblerin ittifakına göre bâtıl olur. Niyetin, namazın kısımlarından biri veya sıhhat şartlarından biri olduğu hususunda senin için bir fark sözkonusu değildir.”

Her mezhebin ıstılahını öğrenmek isteyen ilim talebelerine gelince; bunların, Mâlikî ve Şâfiîlerin, niyetin namazın rükünlerinden biri olduğu hususunda ittifak ettiklerini; niyetsiz olarak namaz kılan kişinin asla na­maz kılmış olmayacağını bilmeleri gerekir. Ayrıca Hanefî ve Hanbelîlerin, niyetin, namazın şartlarından biri olduğu hususunda görüş birliğine var­dıklarını bilmeleri de gerekir. Şöyle ki: Niyet etmeksizin namaz kılmış olan kişi, namaz kılmış sayılır. Ancak kıldığı bu namaz geçersizdir.

İşte bu anlatılan mânâda niyetin farz veya şart olduğu, her iki halde de vazgeçilmez bir unsur olduğu anlaşılmış olmaktadır. Şimdi de niyetle ilgili tafsîlâta gelelim:[190]

 

Farz Namazlarda Niyetin Keyfiyeti:

 

Kılınacak namaz beş vakit namaz gibi ya farz-ı ayn olur veya cenaze namazı gibi farz-ı kifâye olur. Yahut da adak namaz olur veya müekked sünnet olur. Veyahut da gayr-ı müekked bir sünnet olur. Farz namazda niyetin ne şekilde yapılacağına gelince bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri mevcut olup aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bu bahisle ilgili olarak birkaç noktaya değin­mek gerekir:

1. Şer'î yükümlülüklere muhatap olan kişinin, Allah tarafından ken­disine günde beş vakit namaz kılmanın farz kılındığını bilmelidir. Eğer mü­kellef kişi, farz namazlardan habersiz olur, bu namazların farz olduğunu bil­mezse bunları vakit içerisinde edâ etse bile sahîh olmaz. Ancak İmamla bir­likte kılar da İmamın namazına niyet ederse kıldığı namaz sahîh olur. Bir kişi, kıldığı namazın farz olduğunu bilir de yalnız farz, vâcib ve sünnetleri birbirinden ayırdedemeden hepsim farz niyetine kılacak olursa kıldığı namazlar sahîh olur. Halk arasında bu tipte birçok insan bulunmaktadır. Yalnız bu kategorideki insanların bu şekilde kıldıkları namazlar her ne kadar sahîh ise de dinî konulardaki cahilliklerini sürdürmeksizin farzla diğer şeyler arasın­daki farkı öğrenmeleri gerekir. Özellikle bu zamanda mescid ve benzeri yer­lerde verilen fıkıh derslerine katılarak bu gibi dinî konuları öğrenmeleri hiç de zor değildir.

2. Niyetin keyfiyeti: Farz namazda niyet şu şekilde yapılır: Namaz kılacak kişi, kılacağı namazın sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazla­rından hangisi olduğunu kalbiyle bilmelidir. Bunu bildikten sonra namazın sıhhati için gerekli olan niyeti yerine getirmiş olur. Sonra eğer namaz, vakti içinde kılmıyorsa bu durumda vakti belirlemesi yeterli olur; başka bir şey eklemesine gerek kalmaz. Şöyle ki: “Öğle namazını kılmaya niyet ettim”, “ikindi namazını” veya başka bir namazı kılmaya niyet ettim derse namazı sahîh olur. İllâ da “bu günün öğle namazını” veya “bu vaktin öğle namazı­nı kılmaya niyet ettim” demesi gerekmez.

Bazıları demişlerdir ki: Kişinin öğle namazını kılarken illâ da “bu gü­nün öğle namazını” veya “bu vaktin öğle namazını kılmaya niyet ettim” demesi gerekir. Şu sebeble ki: Vaktin namazı, bu vakit içerisinde kılınacak başka bir farzın kazasıyla da karışabilir. Meselâ öğle namazını kılmaya ni­yet ettim diyen kişinin bu sözü, namaz kıldığı günün Öğle namazına niyet ettiği mânâsına gelebileceği gibi, kazaya kalmış başka t»ir öğle namazına ni­yet ettiği mânâsına da gelebilir. Her iki görüş de sahîh olmakla birlikte en ihtiyatlısı kişinin, “Bu günün öğle namazını kılmaya niyet ettim”, veya “bu günün ikindi namazım kılmaya niyet ettim” demesidir.

Bu anlattıklarımız, namazın kendi vakti içinde kılınmasıyla ilgiliydi. Ama namaz, vakti dışında kılınmaktaysa ve kılan kişi de bundan habersiz ise, “öğle namazını kılmaya niyet ettim” diyerek bir kayıt koymaksızın niyet ederse bu niyeti yetersiz olur. Kuvvetli olan görüş de budur. Eğer vaktin çıktığını biliyorsa aynı şekilde niyet etmesi, bazı Hanefîlere göre yeterli olur. Bazıları da demişler ki: Hayır, her halükârda ihtiyat bakımından “bu günün öğle namazını kılmaya niyet ettim” veya “bu günün ikindi namazım kılmaya ni­yet ettim” demesi gerekir. Yine bir kişi sadece “Farz namazım kılmaya ni­yet ettim” diyerek vakit de belirlemezse bu niyeti yeterli olmaz. Eğer nama­zı vakit içinde kılacaksa, “bu vaktin farzını kılmaya niyet ettim” demesi ge­rekir. Bu durumda eğer namaz vakit içinde kılmıyorsa namazı sahîh olur. Ama vakit çıkmış da vaktin çıktığından haberi yoksa, “vaktin farz namazı­nı kılmaya niyet ettim” diyecek olursa kıldığı namaz sahîh olmaz.

Özetleyecek olursak deriz ki: Kişi, namazı vakti içinde kılıyorsa niyet ederken vakti tayin etmek mecburiyetindedir. Sözgelimi öğle namazını.kıla­caksa, “öğle namazının farzını kılmaya...”, ikindi namazını kılacaksa, “ikindi namazının farzını kılmaya niyet ettim” demesi gerekir. Bazıları derler ki: Sadece vakti belirtmek yetmez. Aksine gün kaydını da koymak icâb eder. Yani, “bu günün öğle namazını...” veya, “bu günün ikindi namazını...” veyahut da “bu günün akşam namazını kılmaya niyet ettim” demesi gere­kir. Yine aynı şekilde vakit çıkmış olduğu halde vaktin çıktığından haberi olmayan bir kişi, namazını vakit içinde kılan gibi niyet edecektir. Yani sade­ce “öğle namazını kılmaya niyet ettim” veya “ikindi manazını kılmaya ni­yet ettim” diyerek başka bir ekleme yapmasa bile kuvvetli görüşe göre niye­ti yeterli olur. Ama vakit çıktığı halde vaktin çıktığından haberi yoksa, yine aynı şekilde niyet etmesi yeterli olur. Bazıları da derler ki: Bu kişi, “öğle, namazını kılmaya...” veya “ikindi namazım kılmaya niyet ettim” diyerek herhangi bir ekleme yapmasa bile niyeti yeterli olur. Bazıları da, illâ gün kay­dını koyması gerekir demişlerdir.

Bu anlattıklarımıza göre kişi, gün kaydım koymadan öğle, ikindi veya akşam vakitlerini de söylemeksizin sadece farz namaza niyet ederek namaza başlayacak olursa niyeti yeterli olmaz. Bu hususta ittifak vardır. Ama vakit içerisinde namazını kılacak olursa sadece, “vaktin farz namazını kılmaya niyet ettim” diyecek olursa bu niyeti sahîh olur.

3. Cenaze namazında ve diğer vâcib namazlarda yapılacak olan niye­te gelince; bu niyet, diğer bazı farz namazlarda olduğu gibi bu namazlar için de sıhhat şartıdır. Cenaze namazını kılacak olan kimsenin, “cenaze namazı­na niyet ettim” demesi yeterli olur. Ama tam niyet, kişinin “hem cenaze na­mazına, hem ölüye duâ etmeye niyet ettim” diyerek yapılanıdır. Cuma na­mazını kılacak kişinin de, “cuma namazım kılmaya niyet ettim” demesi yeterli olur. Hanefîlere göre niyet, farz namazlar için bir sıhhat şartı olduğu gibi, vitir ve iki rek'atlık tavaf namazı gibi vâcib namazlar için de bir sıhhat şartıdır. Aynı şekilde nafile namaza başlandıktan sonra herhangi bir neden­den ötürü bu namaz bozulursa yeniden kılınması vâcib olur. Yeniden kılına­cağı zaman bu namazın sahih olabilmesi için niyet edilmesi şarttır. Özetleye­cek olursak deriz ki: Niyet; farz-ı ayn, farz-ı kifâye, vâcib ve adak namazlar için zarurî olarak gereklidir. Nafile namazlara gelince bunlar için niyet şart değildir.

Malikiler dediler ki: Farz namaza niyet edilirken hangi namaz ol­duğu belirtilmelidir. Meselâ, “öğle namazını kılmaya...” veya “ikindi na­mazını kılmaya niyet ettim” demek zorunludur. Eğer kişinin kıldığı namaz farz bir namazsa ve niyet ederken de hangi vaktin namazı olduğunu belirt­mezse namaz sahîh olmaz. Nafilelerle ilgili niyetin hükmü ileride açıklana­caktır.

Şafiiler dediler ki: Farz namazlar için niyet şarttır. Ayrıca niyetin kendisi için de dört tane şart gereklidir:

1. Namazın farzlığına niyet edilecektir. Yani namaz kılacak kişi, kı­lacağı namazın farzlığına kasdetmelidir.

2. Namaz kılma fiilini kasdetmelidir. Yani icmâlen de olsa namaz ni­yetini, namazın bölümlerinde hazır olarak kalbinde tutmalıdır. Şâfiîler bu ikinci şıkkı şu sebebten ötürü şart olarak ileri sürmüşlerdir ki; namaz kıla­cak kişi, namazla alâkalı olmayan fiilleri namazdan ayırd etsin.

3. Kılınacak namaz öğle veya ikindi, ya da akşam namazı şeklinde belirtilmelidir.

4. Namazın farzlığına, namazın fiilini yapmaya, kılacağı namazın vak­tini belirtmeye niyet ederken bu niyet, iftitah tekbirinin bir bölümüne bitişik olarak yapılmalıdır.

Bu saydığımız şartlardan biri tahakkuk etmediği takdirde niyet bâtıl olur. Çünkü niyet, namazın farzlarından biridir. Bazı kimseler bu hususta belki zorlukla karşılaşabilirler. Gerçek şudur ki: Yaratanın huzurunda duran kişi, yapacağı ibâdet ve yalvarmadan önce bir dalgınlık içinde bulunmamalı­dır. Şu hâlde ilk etapta kılacağı namazın farzhğına niyet etmelidir. Ondan sonra bu namaz için niyet ederken iftitah tekbirinin bütün cüzlerine bu niye­ti bitiştirmelidir. Nitekim bazı Şâfiîler bu görüştedir. Ki, bunda sıkıntı ve zorluk vardır. Rükûlu, secdeli, kiyâmlı ve teşehhütlü namazlarda iftitah tek­birinin ilk bölümüne niyeti bitiştirmek ve ondan sonra da niyeti namazın so­nuna dek kalpte tutmak yeterli olur. Niyetin, iftitah tekbirinin baş kısmına bitiştirilmesi, kişinin evvel emirde Rabbinden korkup O'na karşı huşu için­de olmasını sağlar.

Bir kişi farz bir namazı kıldıktan sonra cemâat hazır olup da cemâatle birlikte yeniden kılmak dilerse yine namazının niyetini aynı şartlar doğrul­tusunda yapması gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Farz namaza niyet edilirken vaktinin belir­tilmesi zorunludur. Öğle namazını kılmaya veya ikindi namazını yahut cu­ma namazını kılmaya niyet ettim demek yeterli olmaz. Yine namazın farzlığıyla vaktini belirttikten sonra başka bir şeyi eklemeye, meselâ gün kaydını belirtmeye gerek yoktur.

 

Niyet ederken namazın bazı bölümlerini kalbde hazır bulundurmak ve niyetin şartları:

Niyetin keyfiyeti bahsinde de anlatıldığı gibi üç mezheb İmamı, na­mazın kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi bölümlerini kalbte hazır bulun­durmanın namazın sıhhat şartı olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. An-cak Şâfiîler; niyet esnasında namazın tüm rükünlerini kalbte hazır bulun­durmak yeterli olur demişlerdir. Bunu ileri sürmekle de diğer mezheblere muhalefette bulunmuşlardır. Niyet edildikten sonra bu niyeti, namazın so­nuna dek kalbte tutmaya gelince, bu da niyetin sıhhati açısından gerekli­dir. Şöyle ki: Bir kişi, namazdayken namazdan çıkmak ister ve namaza giriş niyetini iptal ederse, namazına devam etse bile bu namaz bâtıl olur. Çünkü devam esnasında niyetsiz olarak namaz kılmaktadır. Meselâ bir kimse, sahîh bir niyetle namaza başlar, başladıktan sonra da başka biri­sinin kendisine seslenmesinden dolayı namazdan çıkmaya niyet ederek adamın çağrısına cevâb vermek isterse, bilfiil kesmese bile namazı bo­zulur. Çünkü niyetin sahîh olabilmesi için kişinin namaz esnasında niye­te ters düşen bir davranışta bulunmaması icâb eder. Açıkça görüldüğü gibi, namazdan çıkmaya kasdetmek namaza giriş niyetine ters düşen bir davranıştır. Daha önce abdestin farzları kısmında da geçtiği gibi niyetin sahîh olabilmesi için müslüman olma, mümeyyiz olma, yapılacak ibâdeti edâ etmeye kesin karar verme gibi bazı şartları vardır. Bir ibâdeti edâ et­meye niyet eden kişi, tereddütsüz ve kesin olarak karar vermek zorunda­dır. İşte niyetle ilgili saymış olduğumuz bu şartlar hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Ancak Şâfiîler namazla ilgili niyete, kişinin na­maz fiillerini kasdetmesi ve kılacağı namazın farzlığına niyet etmesini ek­lemişlerdir. Yine abdestle ilgili niyette de niyetin, abdestin farz olan ilk organını (yüzü) yıkamaya başlarken yapılmasını şart koşmuşlardır. İslâ­miyet'e gelince, bunun da niyetin sıhhat şartlarından olduğu hususunda mezhebler ittifak etmişlerdir. Çünkü gayr-i müslim birinin kılacağı namaz sahîh olmaz. Bu husûss namazın şartları bölümünde de anlatılmıştır.[191]

 

Niyetin Dil İle İkrârı:

 

Kişinin namaz kılacağı zaman niyet ederken bu niyetini dille de ikrar etmesi sünnettir. Sözgelimi öğle namazını kılmaya niyet edecek kişi, “öğle namazının farzını kılmaya niyet ettim” demelidir. Çünkü dille söylenen bu söz kalbi uyarır. Bir kişi, öğle namazını kılacağı zaman kalbiyle öğle na­mazını kılmaya niyet eder, diliyle de yanlışlıkla, “ikindi namazını kılmaya niyet ettim” diyecek olursa bunun pek zararı olmaz. Çünkü niyette mute­ber olan kaibtir. Dille söylenen söz, aslında niyet sayılmaz. Ancak kalbi uyarma açısından faydası olur. Kalbin niyeti geçerli olduğuna göre, dilin yapacağı hatanın pek zararı olmaz. Şafiî ve Hanbelîler bu hususta ittifak etmişlerdir. Mâliki ve Hanefîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Vesveseli olmayan kimselerin namaz niyetini dille ikrar etmeleri meşru değildir. Mâlikîler, vesveseli olmayan kimsenin ni­yeti dille ikrar etmesinin tenzîhen mekruh, vesveseli olanın ise dille ikrar etmesinin mendub olduğunu söylemişlerdir.

Hanefiler dediler ki: Niyeti dille ikrar etmek bid'attır. Ancak ves­veseli kişinin, vesvesesini gidermesi için niyeti dille ikrar etmesi müstahsendir.[192]

 

Edâ Olarak Kılınan Namazla Kaza Olarak Kılınan Namazın Niyeti Ve Niyette Rek'atları Söylemenin Hükmü:

 

Kişinin namaz kılarken namazın edasına veya kazasına niyet etmesi gerekli değildir. Sözgelimi, öğle namazını vakti içinde kılacak bir kişinin; “öğle namazını edâ olarak kılmaya niyet ettim” demesi şart değildir. Vakti çıktıktan sonra da, “öğle namazını kaza olarak kılmaya niyet ettim” de­mesi şart değildir. Kişi sadece kalbiyle niyet eder; dili, kalbindeki niyete göre konuşursa ve niyeti de gerçeğe uygunsa kıldığı namaz sahîh olur. Ama bu niyet, sözgelimi, vaktin çıkmasından sonra öğle namazını edâ ola­rak kılmaya niyet etme şeklinde gerçeğe uymazsa ve öğle vaktinin çıktı­ğını bile bile kasıtlı olarak ters konuşursa, kıldığı namaz bâtıl olur. Çünkü bunda İbâdeti açıkça oyuncak yerine koyma durumu sözkonusu olmak­tadır. Ancak bu kişi vaktin çıktığını bilmeyerek böyle bir niyette bulunursa kıldığı namaz sahîh olur. Bir kişi yanılarak akşam namazıma dört rek'at veya yatsı namazını beş rek'at olarak kılmaya niyet ederse ŞâfİÎ ve Hanbelî mezheblerine göre kıldığı namaz bâtıl olur. Hanefîlerle Mâlikîlere ge­lince, onların bu konudaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bir kişi öğle namazının farzını beş rek'at veya üç rek'at olarak kılmaya niyet eder de dördüncü rek'atin sonunda oturup normal şekilde namazını tamamlarsa kıldığı namaz sahîh olur. Beş veya üç sözleri geçersiz olur.

Mâlîkîler dediler ki: Bu şekilde niyet eden kişi bunu kasıtlı olarak söylememişse namazı bozulmaz. Sözgelimi yanılarak öğle namazını beş rek'at olarak kılmaya niyet eden kişinin, doğru olarak kılması hâlinde namazı sa­hih olur.[193]

 

Nafile Namaz Niyetinin Hükmü Ve Keyfiyeti:

 

Nafile namaz kılınacağı zaman yapılacak olan niyetin hükmü ve ya­pılış şekline ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Nafile namaz ister sünnet olsun ister olma­sın, niyet edilirken belirtilmesi şart değildir. Sadece mutlak olarak namaza niyet edilmesi yeterli olur. Ancak sünnet namaz kılınacağı zaman Rasûlullah (s.a.s.)’a uyma açısından, ihtiyat gereği olarak sünnet olduğu belirtile­rek namaza niyet edilmesi icâb eder. Yine bunun gibi teravih namazı kılına­cağı zaman, teravih namazına niyet etmek; vakit sünneti kılınacağı zaman vakit sünnetine niyet etmek veya geceleyin kılınan namazlar için sünnet ol­duğu belirtilerek niyet etmek ihtiyat açısından daha uygun olur. Bir kişi bir cemâatin namaz kılmakta olduğunu görür de onların teravih namazını mı, yoksa farz bir namazı mı kıldıklarını bilmezse ve kendisi de onlarla birlikte namaz kılmak dilerse farz namaza niyet etmelidir. Namazdan sonra onların bir farz namaz kıldıkları anlaşılırsa niyeti zaten farza olduğundan ötürü sa­hîh olur, ama teravih namazını kılmış oldukları anlaşılırsa yine bu niyetle namazı nafile olarak sahîh olur.

Hanbeliler dediler ki: Vakte bağlı sünnetler kılınırken niyet esna­sında belirtilmeleri şart değildir. Sözgelimi “ikindi namazının sünnetini” veya “öğle namazının sünnetini kılmaya niyet ettim” demek şart değildir. Ama teravih kılarken, “teravih namazını kılmaya niyet ettim” diyerek belirtmek şarttır. Herhangi bir vakte bağlı olmayan mutlak nafile namazlara gelince, bunların niyetleri esnasında belirtilmeleri şart değildir. Sadece mutlak ola­rak namaza niyet etmek yeterli olur.

Şafiiler dediler ki: Nafile namaz, vakte bağlı farz namazlarla birlik­te kılınan sünnetler ve kuşluk namazı gibi nafileler olabileceği gibi, belirli bir vakti olmayıp da belirli bir nedenden ötürü kılınan namazlar olabilir. Yağ­mur duasına çıkılırken kılınan namaz gibi. Veyahut da mutlak olarak nafile şeklinde kılınan namazlar gibi.

Eğer kılınacak nafile namaz, belirli bir vakte bağlı ise, veya bir neden­den ötürü kılmıyorsa bunun niyet esnasında belirtilmesi ve sünnetliği kastedilmelidir. Meselâ öğle namazının ilk sünnetini kılacak bir kişi, “öğle na­mazının ilk sünnetini kılmaya niyet ettim” demeli veya öğle namazının son sünnetini kılacak bir kişi, “öğle namazının son sünnetini kılmaya niyet ettim” demelidir. Yine bu niyet yapılırken iftitah tekbirinin bir bölümüne bitişik olarak yapılması da şarttır. Nafile namaz için yapılan niyette, namazın nâfileliğine niyet etmek zorunlu olmayıp müstehabtır. Kılınacak namaz mutlak bir nafile ise bu durumda mutlak olarak namaza niyet edilmesi yeterli olur. Yalnız bu niyet yapılırken iftitah tekbirinin bir bölümüne bitişik olmalıdır. Nafile namazlar kılınırken niyet esnasında belirtilmeleri veya nâfileliklerine niyet edilmesi gerekli değildir. Belli bir sebebten ötürü kılınan nafile namaz­lar da bu hususta mutlak nafile namazlar hükmündedir. Tahiyyetü'l-mescid namazı da bir sebebten ötürü kılınan nafile namazlardandır. Bunun sebebi de kişinin mescide girmesidir. Ancak mescide girer girmez başka bir namaza başlanacak olursa tahiyyetü'l-mescid namazı da kılınmış sayılır.

Malikiler dediler ki: Farz olmayan namazlar üç kısma ayrılır:

1. Vitir namazı, bayram namazları, istiskâ namazı, güneş tutulması (küsûf) namazı gibi müekked sünnetler. Bunlara niyet edilirken belirtilmele­ri gerekir. Meselâ vitir namazını kılacak kişi, “niyet ettim vitir namazını kılmaya” veya bayram namazım kılacak olan kişi, “niyet ettim bayram na­mazını kılmaya” demelidir.

2. Sabah namazında kılınan iki rek'atlik rağîbe namazı gibi. Bu na­maza niyet edilirken de, “niyet ettim sabahın rağîbe namazını kılmaya” de­melidir.

3. Vakit namazlarına bağlı ratîbe namazlarla, kuşluk namazı, teravih ve teheccüd namazı gibi mendub namazlar. Bunları kılmaya niyet ederken mutlak olarak namaz kılmaya niyet etmek yeterli olur. Ayrıca niyette belirtilmeleri şart değildir. Zîrâ vakit içerisinde kılınmaları onları zâten belirle­miş olmaktadır.[194]

 

Namaz Niyetinin Vakti:

 

Mâlikî, Hanefî ve Hanbelî İmamları, namaz niyetinin iftitah tekbirin­den az önce yapılması hâlinde de sahih olacağını ittifakla kabul etmişler­dir. Yalnız Şâfiîler bunlara muhalefet ederek demişlerdir ki: Namaz için yapılan niyetin iftitah tekbirine bitişik olması zorunludur. Şöyle ki: Bir kişi niyet ettikten sonra iftitah tekbirini alır da tekbiri bitirinceye kadar niyetini sürdürmezse bunun niyeti bâtıl olur. Bu konuyla ilgili olarak her mezhe­bin görüşü aşağıda ele alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Aralarına yeme, içme ve namazı bozan ko­nuşma gibi namazla alâkasız bir fasılanın girmemesi şartıyla niyetin iftitah tekbirinden önce yapılması sahîh olur. Ama aralarına namaza doğru yürüme veya abdest alma gibi namazla alâkalı bir fasıla girerse bunun bir zararı olmaz. Meselâ bir kişi öğle namazım kılmaya niyet ettikten sonra abdest al­maya başlar da abdestini tamamlar tamamlamaz mescide gidip niyetsiz ola­rak namaz kılarsa bu namazı sahîh olur. Daha önce geçen bahislerde de an­latıldığı gibi niyetten maksat, sırf Allah için namaz kılmayı istemektir ve bu hususta dünyevî işlerden bir şeyi namazın gayesine katmamaktır. Bir kişi bu şekilde niyetini yapıp da araya bir fasıla koymaksızın namaza başlayacak olursa en ideâl şekliyle ibâdetini edâ etmiş olur. Bu sahîh niyet ile namaza başlayan kişi, başka birinin kendisini görmesi hâlinde övülmek kastıyla na­mazını uzatırsa bu uzatmadan ötürü ayrıca sevâb kazanamaz. Namazı da bâtıl olmaz. Namazın asıl sevabını da kazanır. Çünkü namaza hâlis niyetle başlamış ve sırf Allah rızası için kılmıştır. Bu, bazı Hanefîlerin görüşüdür. Anlam olarak bunlar dediler ki: Namaza riya girmez. Bu sözleriyle hâlis niyetîn, namazın sıhhati içm yeterli olduğunu ifade etmektedirler. Hâlis niyet­le başladıktan sonra meydana gelen arızî riyanın namaza bir zararı olmaz. Ancak bu, kötü bir huy ve faydasız bir şeydir. Ki bunda da ittifak vardır.

Vaktin girmesinden önce namaza niyet edilmesi sahîh olur mu? Meselâ bir kişi vaktin girmesinden az önce niyet edip abdest alır da dünya kelâmı konuşmaksızın mescide gider, mescidte oturup vaktin girmesiyle namaza başlarsa bu niyeti sahîh olur mu? İmam Âzam'a göre vaktin girmesinden önce yağılan niyet sahîh olabilir. Zîra niyet şarttır. Şart da meşruttan (namazdan) önce yapılabilir. Niyetin namazdan önce yapılması da doğaldır. Şunu da di­yelim ki: Hanefî âlimleri, niyetin fasılasız olarak iftitah tekbirine bitiştirilmesinin daha fazîletli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hanefî mezhe­bindeki kimselerin buna uyup niyet ile iftitah tekbiri arasına bir fasıla koy­mamaları gerekir. İhtilâfı ortadan kaldırmak için en iyisi de budur.

Hanbeliler dediler ki: Niyetin iftitah tekbirinden az önce yapılma­sı, şayet vakit girmiş ise sahîh olur. Nitekim Ebû Hanîfe'den de bu yolda bir görüş nakledilmiştir. Bir kişi, vakti girmeden önce namaza niyet ederse niyeti sahîh olmaz. Çünkü niyetin vakit içinde yapılması şarttır. Vakit için­de yapılan niyet, namazdan az önce de olsa sahîh olur. Hanefîler de bu gö­rüştedirler. Ancak Hanbelîler derler ki: Niyetle iftitah tekbiri arasına namazla ilgisi olmayan bir söz konulacak olursa niyet bozulmuş clmaz. Sözgelimi bir kişi namaza niyet eder de, namaza başlamadan dünya kelâmı konuşup on­dan sonra iftitah tekbirini alacak olursa kıldığı namaz sahîh olur. Ancak niyetin vaktin girmesinden sonra yapılması şarttır. Çünkü bazıları niyetin rü­kün olduğunu iddia etmektedirler. Bu muhalefete düşmemek için vaktin gir­mesinden sonra niyet etmek gerekli olmaktadır. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki; bu mezhebe göre, niyetin iftitah tekbirine bitiştirilmesi daha fazîletlidir. Hanefîler de bu görüştedirler.

Malikiler dediler ki: Niyetin örfe göre iftitah tekbirinden az önce yapılması niyetin sıhhatine zarar vermez. Meselâ bir kişi, mescide yakın bir yerde namaza niyet eder de mescide girdikten sonra yeniden niyet etmeyi unutup tekbir alırsa kıldığı namaz sahîh olur. Bazı Mâlikîler derler ki: Niyetin iftitah tekbirinden önce yapılması mutlak olarak sahîh olmaz. Bu durumda kılman namaz da bâtıl olur. Ancak bunların en kuvvetli görüşleri birinci gö­rüştür. Yine Mâlikîler, niyetin örfe göre namazdan uzun bir zaman önce ya­pılması hâlinde bâtıl olacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bu ihtilâfı; niyetin iftitah tekbirine bitiştirilmesinin Mâlikîlerce önemli olduğunu, unut­ma dışında bir zaruret olmaksızın bunu ihmâl etmenin doğru olmadığını ifade etmek gayesi ile anlatmış bulunuyoruz.

Şafiiler dediler ki: Niyetin iftitah tekbirine bitiştirilmesi zorunludur. Şöyle ki: Bir kişi, iftitah tekbirinden az önce veya az sonra niyet ederse kıl­dığı namaz sahîh olmaz. Nitekim bu hususu niyetin keyfiyeti bölümünde, Şâfiîlerin görüşleri meyanında anlatmıştık.[195]

 

İmamın Ve İmama Uyan Kişinin Niyeti:

 

İmama uyan kişinin namazının sahîh olabilmesi için, namazın baş­langıcında İmama uymaya niyet etmesi şarttır. Bir kişi tek başına iftitah tekbirini alıp namaza başlar, bilahare bir İmamın farz kıldırdığını görürse namazdayken ona uymaya niyet etmesi halinde Hanefî ve Mâlikîlere gö­re namazı sahîh olmaz. Şafiî ve Hanbelîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Cuma namazıyla yağmurdan ötürü cem-i takdim yapılan namaz ve iade edilen namazlar dışında bir kişi, namaz kılmakta iken bir İmamı görüp de ona uymaya niyet ederse kıldığı namaz sahîh olur.

Hanbeliler dediler ki: İmama uyan kişinin namazının sahîh olabil­mesi için namazın başlangıcında İmama uymaya niyet etmesi şarttır. Ancak mesbuk olan kişi, İmamının selâm vermesinden sonra bir başka mesbûka uymaya niyet edebilir. Ancak bu, cuma namazı dışındaki namazlarda müm­kündür. Yine bunun gibi bir mukîm, misafir bir İmama uyarak, namazını kılar da misafir İmam iki rek'atın sonunda selâm verirse, mukîm, geri kalan namazı tamamlaken kendisi gibi mukîm birine tâbi olmaya namaz esnasın­da niyet edebilir.

 

İmama gelince, onun İmam olmaya niyet etmesi bazı durumlar dışın­da şart değildir. Ki bu durumlar da mezheblere göre değişik olmaktadır.

 

Hanbeliler dediler ki: İmamın, bütün kıldırdığı namazlarda İmamlığa niyet etmesi şarttır. Bu niyetini de namazın başlangıcında yapması gere­kir. Ancak önce zikretmiş olduğumuz iki durum bundan istisna edilmiştir.

Malikiler dediler ki: Sahîh olması için kılınması zorunlu olan her namazda İmamın İmamlığa niyet etmesi şarttır. Bu namazlar şunlardır:

1. Cuma namazı.

2.Yağmurlu gecelerde cem-i takdim ile kılınan yatsı ve ak­şam namazları.

3. Korku namazı.

4. İstihlâf[196] namazı.

Cuma namazını kıldırmakta olan İmam, İmamlığa niyet etmezse hem kendisinin, hem kendisine uyan cemâatin namazı bâtıl olur. Cem-i takdim olarak kılınan namazlarda İmam, İmamlığa niyet etmezse ikinci namaz bâtıl olur. Korku namazını kıldırmakta olan İmam, İmamlığa niyet etmezse, İmama uymuş olan birinci grubun namazı bâtıl olur. Çünkü bu grup, ayrılma yeri olmayan bir yerde İmamdan ayrılmıştır. İmamın ve ikinci grubun na­mazı sahîh olur.

İstihlâf namazına gelince, eğer İmamın yerine geçip namaz kıldıran ki­şi, İmamlığa niyet etmişse kendisinin ve cemâatin namazı sahîh olur. Ama İmamlığa niyet etmemişse kendisinin namazı sahîh, cemâatinki ise bâtıl olur,

Hanefiler dediler ki: Sadece bir tek durumda İmamlığa niyet etmek gereklidir. Bu da kişinin, kadınlara namaz kıldıracağı zaman İmamlığa ni­yet etmesidir. Kadınların cemâat olarak kendisine uymalarının sahîh olması için bu kişinin İmamlığa niyet etmesi şarttır. İmamlığa niyet etmediği tak­dirde muhazaât nedeniyle namaz bozulur.

Şafiiler dediler ki: İmamın dört durumda İmamlığa niyet etmesi vâcibtir:

1. Cuma namazını kıldıran kişinin İmamlığa niyet etmesi gerekir.

2. Yağmur nedeniyle ikindinin öğle ile birlikte, yatsının da akşamla birlikte cem-i takdim yapılarak kıldırılması hâlinde İmamın, bu şekilde kılı­nan namazların sadece ikincisinde İmamlığa niyet etmesi zorunludur. Birin­ci namazda İmamlığa niyet etmesi zorunlu değildir. Çünkü bu namaz zaten vaktinde kılınmaktadır.

3. Vakit içerisinde cemâatle iade edilen bir namazı kıldıran kişinin İmamlığa niyet etmesi şarttır.

4. Cemâatle kılınması adanan namazı kıldıran kişinin, günahtan kur­tulmak için İmamlığa niyet etmesi vâcibtir. Bu son durumdaki namazı kıldı­ran kişi, İmamlığa niyet etmese bile namaz sahîh olur. Ancak yeniden niyet edilerek cemâatle iade edilinceye kadar günahkâr kalmakta devam eder.[197]

 

2. İftitah Tekbiri

 

Bu tekbir, üç mezheb İmamına göre namazın farzlarından biridir. Hanefîlerse bunun farz değil de şart olduğunu söylemişlerdir. Her halükâr­da iftitah tekbiri alınmaksızın kılınan namazın sahîh olmayacağı hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Bilindiği gibi, şart da farz gibi yapıl­ması zorunlu olan hususlardandır. Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Sahîh olan kavle göre iftitah tekbiri, nama­zın rükünlerinden olmayıp sadece sıhhat şartlarından biridir. Namaz için şart olan temizlik ve setr-i avret gibi şartların iftitah tekbiri için de gerekli olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Eğer iftitah tekbiri kendi başına bir şart olmuş olsaydı ayrıca bu şartların da kendisi için gerekli olduğu söylenemez­di. Şu hâlde iftitah tekbiri, bu görüşte olanlara göre namazın rüknüdür. Na­maza niyetin şart olduğunu ileri sürenlere göre abdestsiz kişinin veya avreti açık kişinin niyet etmesi sahîh olmaktadır. Bu iddialara şöyle cevâb verebili­riz: İftitah tekbiri, namazın rükünlerinden biri olan kıyâm'a bitişiktir. Bu nedenle de namaz için gerekli olan temizlik ve benzeri şartlar, iftitah tekbiri için de gerekli olmaktadır. Aslında bu anlatılanlar, fıkıh felsefesinden iba­ret olup ilim talebelerinden başkalarına fayda sağlamaz. İlim talebeleriyse bu fıkhî felsefenin temeli üzerine fıkhî hükümleri kurma imkânını elde edeceklerinden bunun onlara yararlı olacağı şüphesizdir. Yoksa avam tabaka­sından olan kimselere, iftitah tekbiri bütün mezheblerin ittifakıyla namaz için gerekli olan bir husustur, demekle yetinebiliriz.[198]

 

Tanımı:

 

İftitah tekbiri alındıktan sonra kişi namaz içine girmiş olmaktadır. Ki bundan sonra namaza zıt bir iş yapması haram olur. denildiğinde kişinin, aşılması haram olan bir sı­nıra girdiği anlamı ifade edilmek istenir. Namaz kılan kişi bu tekbiri aldık­tan sonra namazdan başka işleri yapamaz. Yapması haram olur. Bu se­bepten ötürü bu tekbire ihram, taharrüm veya tahrîm tekbiri de denilir. Üç mezheb İmamı görüş birliği ederek demişlerdir ki: Namaz kılan kişi, İftitah tekbirini alacağı zaman “Allahü ekber” demelidir. Ki bunun da ken­disine özgü bazı şartları vardır. Bunları yakında izah edeceğiz. Yalnız Hanefîler, üç mezhebe muhalefet ederek demişlerdir ki: İftitah tekbirini bu lâfızla söylemek zorunlu değildir. Onların da iftitah tekbirine ilişkin görüş­leri yakında ele alınacaktır.[199]

 

İftitah Tekbirinin Farz Oluş Delili:

 

Müslümanlar, namazı Allah'ın adıyla başlatmanın zorunlu olduğu hu­susunda icmâ' etmişlerdir. Allah'ın adı anılmaksızın başlatılan namaz sa­hîh olmaz. Bu icmâ'ı destekleyen birçok sahîh hadisler mevcûddur. Ör­nek olarak Ebû Dâvûd.Tirmîzî ve İbn Mâce'nin rivayet etmiş oldukları şu hadisi zikredebiliriz ki bu konudaki en sahîh ve en vecîz olan hadîs bu­dur:

“Namazın anahtarı temizleyici şeydir. Tahrîmi (başka işleri yapmak­tan men edeni) tekbirdir. Tahlili (başka işleri yapmayı helâl kılanı) ise se­lâm vermektir.” [200]

Bazıları iftitah tekbirinin farzlığına şu âyeti delîl olarak ileri sürmüş­lerdir:

“Rabbini tekbir et (yücelt).” [201]

Bu âyet-ı kerîme'den şu şekilde delî! çıkarılmaktadır: “Tekbir et” sö­zü bir emirdir. Her emir de vücûbu, yine delîl zorunluluğu ifade eder. Tekbir getirmek, müslümanların icmâ'ına göre sadece namazda farzdır. Bu da iftitah tekbirinin farzlığına delâlet etmektedir. Her halükârda İslâm âlimle­rinden hiçbiri, iftitah tekbirinin namaz için gerekli olduğuna aykırı bir gö­rüş ileri sürmemiştir. Bu tekbir ister farz olsun, ister şart olsun alınmadığı takdirde kılınan namaz sahîh olmaz.[202]

 

İftitah Tekbirinin Şekli:

 

Üç mezheb İmamı, iftitah tekbirinin iki kelimeden ibaret olduğu hu­susunda görüş birliği sağlamışlardır. Ki bu iki kelime de özellikle “Allahü Ekber” kelimeleridir. Bu cümleden başkasıyla namaza başlanacak olur­sa namaz sahîh olmaz. Ne var ki Hanefîler bu hususta üç mezhebe mu­halefet etmişlerdir. Onların buna dâir görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Namaza: “Allahü Ekber” sözüyle başlamak şart değildir. Bu sözle başlamak her ne kadar vâcibse de söylenmediği tak­dirde namaz bâtıl olmaz. Ancak namaz kılan kişi, bunu söylemediği için gü­nahkâr olur. Bilindiği gibi Hanefîlere göre vâcib, farza göre mertebece daha aşağıdadır. Vacibi terk eden, cehennem azabına müstahak olacak kadar günahkâr olmaz. Ancak Peygamber Efendimizin hesab gününde yapacağı şefaatten yoksun kalır. Ki bu da bir mü’mini suç işlemekten alıkoyma husu­sunda yeterli bir engeldir.

 

Böylece de Hanefîlerin nazarında “Allahü Ekber” lafzıyla namaza başlama­nın, istenilen bir husus olduğu anlaşılmış olmaktadır. Kİ zaten diğer mez-heblerce de bu, istenilen bir husustur. Ancak Hanefîlerin muhalefeti, bu­nu söylemeyenin namazının bâtıl olmayacağı husûsundadir. Yalnız terk edilmesi, namazın iadesini gerektirir. İade edilmediği takdirde namazın farzlığı, omuzundan düşer. Ancak bundan ötürü müstahak olunacak ce­za, cehennem azabı değildir.

Hanefîlere göre iftitâh esnasında söylenmesi sahîh olan sözler, dua­yı kapsamayan, sadece bir, tek ve eşsiz olan Allah'ı ululamak anlamını taşıyan kelimeler olmalıdır. Meselâ kişi namaza başlarken “sübhânallah”, “elhamdü lillah”, “lâ ilahe illallah”, “Allahü rahîm” veya “Allahü kerîm” veyahut da bunlara benzer, özellikle Allah'ı ta'zim anlamını ifade eden kelimeleri söyleyecek olursa namazı sahîh olur. Ama bir kişi “estağfirullah” veya “Euzü bülah” ya da “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyerek na­maza başlayacak olursa namazı sahîh olmaz. Zîrâ bu kelimeler, Allah'ı ululamaktan başka anlamları taşımaktadırlar. Meselâ “estağfirullah” af talebinde bulunma, “Eûzu billah” ise Allah'a sığınma anlamını taşımak­tadır. Yine kerîm, rahîm ve benzeri ta'zim ifade eden kelimelerin Allah lafzâ-i celâli ile bir arada söylenmeleri zorunludur. Sadece “kerîm” veya “rahîm” demekle namaza başlayan kimsenin namazı sahîh olmaz. Ama sıfatsız olarak yalnızca Allah'ın zâtına delâlet eden kelimeleri söyleyerek, mese­lâ “Allah” veya “Rab” veya”Rahmân” isimlerini söyleyerek namaza baş­layan kimsenin namazı Ebû Hanîfeye göre sahîh olur. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'e göre ise sahîh olmaz. Yukarıda geçen delillere gelince bunlar da bu hususa delâlet etmektedirler. “Rabbini “tekbir” et (yücelt)” [203]âyet-ı kerîmesine gelince bu, özellikle tekbir kelime­sini ifade etmektedir. Rabbini ta'zîm et, O'nu yücelt anlamını taşımakta­dır. Hadîs-i şerîfte geçen “tekbir” kelimesiyle de özellikle tekbirin vâcib olduğu belirtilmektedir. Zîrâ Rasullullah (s.a.s.) de sürekli olarak bu şe­kilde tekbir getirirlerdi. Tekbiri hiç bir zaman terkettiği görülmemişti.

Bu anlattıklarımız, Hanefîlerin görüşü idi. Bilindiği gibi üç mezheb İmamı, namaza başlarken getirilecek tekbirin, “Allahü Ekber” kelimelerinden ibaret olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Zaten delillerden de açık­ça bu anlaşılmaktadır. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de, uygulamaları ile bizzat bu görüşü te'yid buyurmuşlardır.[204]

 

Îftitah Tekbirinin Şartları:

 

İftitah tekbirinin şartları her mezhebe göre kendi sınırları çerçevesin­de aşağıya alınmıştır. Böylece, mezheblerin görüşlerini öğrenmek isteyen­ler, bu şartları kolayca bir arada bulup hafızalarına yerleştirebilirler.

 

Şafiiler dediler ki:  İftitah tekbirinin sahîh olabilmesi için on dört tane şart vardır. Bunlardan biri yerine getirilmediği takdirde namaza baş­lanmış sayılmaz. Bu şartları şöylece sıralayabiliriz:

1. Tekbir, bilindiği takdirde arapça alınmalıdır. Kişi, Arapçayı bilmez ve öğrenmekten de âciz kalırsa bildiği dille tekbir alması sahîh olur.

2. Kılınan namaz farz ise ve kişi de muktedir ise tekbiri ayakta alma­lıdır. Ama kılınan namaz nafile ise iftitah tekbirini oturmuş vaziyette almak sahîh olduğu gibi, bu namazı oturarak kılmak da sahîhtir. Kişi eğilmiş vazi­yetteyken kıyama yakınsa aldığı iftitah tekbiri sahîh olur. Eğilmiş vaziyet­teyken rükûa daha yakınsa aldığı tekbir sahîh olmaz. Bu hususta Şâfiîler, Hanefi ve Hanbelîlere muvafakat, Mâlikîlere ise muhalefet etmişlerdir. Zîrâ Mâlikîler derler ki: Eğilmiş vaziyetteyken alman tekbir, sadece bir durumda sahîh olur. Ki o da mesbûk olan kişinin bu vaziyette İmama ulaşıp uymaya niyet etmesi ve tekbir almasıdır. Şâfiîler derler ki; bu durumdaki kişinin rü­kû hâlinde İmama ulaşması zorunlu değildir. Aksine İmam, kendisinden ön­ce rükûa varmış ise İmama uyacak kişi bu durumda tekbir alıp kendi başına rükûa gitse namazı sahîh olur. Ki bunun izahı da ileride yapılacaktır.

3. Tekbir alırken “Allah” lafza-i celâlini ve “Ekber” kelimesini te­lâffuz etmelidir.

4. “Allah” lafza-i celâlinin hemzesini uzatmamalıdır. Yani “Aaallahü Ekber” şeklinde telâffuz etmemelidir. Çünkü bu telâffuz, istifham anla­mım taşıdığından tekbir alan kişi, “Aaallahü Ekber” dediğinde “Allah en büyüktür” değil de “Allah en büyük müdür?” demiş olmaktadır.

5. Ekber kelimesini telâffuz ederken “ba” harfini uzatarak “ekbaar” dememelidir. Bu telâffuz ile namaz sahîh olmaz. “Ekbaar” derken büyük davul, “ikbaar” derken de bir çeşit hayız mânâsı kastedilmiş olur. Bunu bi­lerek söyleyen kişi, hâşâ Allah'a sövmüş olur ki, dînden çıkar.

6. “Ekber” kelimesinin “ba” harfini şeddeli olarak telâffuz etme­melidir. “Allahü Ekibber” diyerek tekbir alan kişi, namaza girmiş olmaz.

7. “Allah” kelimesiyle “ekber” kelimesi arasına sâkîn bir “vav” koy­mamalıdır. Bu araya harekeli bir “vav” da koymamalıdır. “Allahuû ekber” veya “Allahü vekber” diyerek tekbir alan kişinin namazı başlamış olmaz.

8. “Allah” lafza-i celâlinden önce “vav” harfini telâffuz etmemeli­dir. “Vallahü ekber” diyen kişinin de namazı başlamış sayılmaz.

9. “Allah” kelimesiyle “ekber” kelimesi arasında uzun veya kısa bir duraklama yapılmamalıdır. Mûtemed görüş budur. Şöyle ki: “Allah” de­dikten sonra azıcık susup arkasından “ekber” denilecek olursa namaza gi­rilmiş olunmaz. “Allah” kelimesini telâffuz ettikten sonra uzun bir müddet susup ondan sonra “ekber” diyecek olursa bu durumda zâten namaza baş­lamış sayılmaz. “Ekber” kelimesinin başına lâm-ı ta'rîf koymanın bir zara­rı olmaz,Kişi, “Allahü'l-Ekber”diyecek olursa tekbiri sahîh olur.Aynı şekil­de Allah'a lâyık olduğu bir vasfı takacak olursa bunun da bir zararı olmaz. Şöyle ki: “Allahü'l-azîmü'l-Ekber” veya “Allahü'r-Rahmânü'r-Rahîmü Ekber” diyecek olursa yine tekbiri sahîh olur. Ama Allah'a iki kelimelik bir vasıftan fazla bir tavsifte bulunursa, bu tekbiri uzatacağından namaza baş­lamış sayılmaz. Şöyle ki: “Allahü'l-Azîmü'l-kerîmü'r-rahîmü Ekber” diye­cek olursa bu tekbiri sahîh olmaz.

“Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına bir zamir veya nida edatını koyacak olursa yine tekbiri sahîh olmaz. Meselâ “Allahü hüve ekber” veya “Allahü yâ rahmanü ekber” diyecek olursa tekbiri sahîh olmaz.

10. Kişi, aldığı tekbiri kendisi işitmelidir. Eğer gizlice tekbir alır da kendisi duymazsa tekbiri sahîh olmaz. Ancak sağır veya dilsiz olan veya gü­rültü ya da kavga yapılan bir yerde tekbir alan kişinin aldığı tekbiri duyması şart değildir. Yalnız dilsiz ve sağırların, aldıkları tekbiri mümkün mertebe becerilerini kullanarak almaları gerekir. Meselâ dilsizlik arızî bir durumsa kişi, dilini veya dudaklarını tekbirde oynatabiliyorsa bu kadarını yapması vâcib olur.

11. Vaktin girmesi. Kişi eğer farz namaz veya vakte bağlı nafile bir namaz veya bir sebebe bağlı nafile bir namazı kılacaksa bunların iftitah tek­birini alırken vaktin girmiş olması da şarttır.

12. İftitah tekbirim alırken kıbleye yönelik olmalıdır. Eğer kıbleye yö­nelmenin farzlığı bir kişiden sakıt olmuşsa bu kişinin iftitah tekbirini alır­ken kıbleye yönelmesi şart olmaz.

13. Kişi eğer namazını İmama uyarak kılacaksa, İmamın tekbir alma­sından sonra kendisi iftitah tekbirini almalıdır.

14. Tekbiri, kıraatin sahih olduğu bir yerde almalıdır. Kıraatin sahîh olduğu yerler, ileride anlatılacaktır.

Hanefiler dediler ki: İftitah tekbirinin yirmi şartı vardır:

1. Vakit girmiş olmalıdır. Kılınacak namaz, farz bir namazsa bunun iftitah tekbirini vaktin girmesinden sonra almalıdır. Vaktin girmesinden ön­ce alınan iftitah tekbiri bâtıl olur.

2. Namaz kılan kişi, vaktin girdiğini yakînen bilmelidir. Veya girdiği­ne galip bir zanla kanaat getirmelidir. Ama vaktin girdiği hususunda şüphe eder de buna rağmen iftitah tekbirini alırsa, vaktin girmiş olduğu daha son­ra anlaşılsa bile aldığı tekbir sahîh olmaz.

3. İftitah tekbirini alırken avret yerleri örtülü olmalıdır. Avret yerle­rine ilişkin açıklama, namaz bahsinde geçmiştir. Kişi avreti açıkken iftitah tekbirini alır da sonra kapatacak olursa kıldığı namaz sahîh olur.

4. İftitah tekbirini alan kişinin büyük ve küçük hadesten ve de neca­setten temiz olması gereklidir. Vücûdunda veya elbisesinde veya namaz kı­lacağı yerde afvedilmeyen bir necasetin bulunması hâlinde kişinin almış ol­duğu iftitah tekbiri sahîh olmaz. Kendisinden afvedilmeyen veya afvedilen necasetlerle ilgili açıklama taharet bahislerinde yapılmıştır. Kişi kendisinin üzerinde necaset olduğunu zanneder de buna rağmen tekbir alırsa, daha sonra temiz olduğu anlaşılsa bile tekbiri bâtıl olur.

5. Farz veya vâcib bir namazı veya sabah namazının iki rek'atlik sün­netini kılacak kişinin iftitah tekbirim ayakta alması gerekir. Diğer nafilelere gelince bunlarınkini ayapa almak zorunlu değildir. Bu namazların iftitah tekbirini oturarak almak da sahîh olur. Kişi, iftitah tekbirini alırken eğik vaziyette bulunur da bu eğikliği kıyam hâline yakınsa herhangi bir sakınca sözkonusu olmaz. Ama bu ezikliği rükû hâline yakın olursa tekbire zaran olur. Tabiî bu anlattığımız husus, kişinin ayakta durmaya muktedîr olması hâlini ilgilendirmektedir. Bir kişi rükû hâlinde İmama ulaşır da İmamın ar­kasında iftitah tekbirini alırsa, tekbir alırken ayaktaysa tekbiri sahîh olur. Ama “Allah” derken ayakta, “ekber” derken de rükûda olursa namazı sa­hîh olmaz. Namazın başlangıcında İmama kavuşan kişi, İmam “Allahü ekber” cümlesini tamamlamadan kendisi, Allah diyecek olursa yine tekbiri ve dolayısıyla namazı sahîh olmaz.

6. İftitah tekbirini almakta olan kişi, namazın aslına, meselâ nama­zın farzına niyet etmelidir.

7. İftitah tekbirini almakta olan kişi, kılacağı namazın öğle veya ikin­di veya akşam namazı olduğunu belirtmelidir. Eğer belirtmeden iftitah tek­birini alacak olursa namazı sahîh olmaz.

8. İftitah tekbirini alan kişi, iki rek'atlik tavaf namazını veya adak, bayram namazlarını, vitir namazını kılarken veya daha önce nafile olarak başlayıp da herhangi bir sebebten ötürü bozulan bir namazı iade ederken bu namazların vâcib olduğunu da belirtmelidir. Çünkü bu sayılan namazla­rın tümü vacibtir. İftitah tekbirlerini alırken de vâcib olduklarını belirtmek gerekir. Diğer nafilelere gelince, zâten önce de söylendiği gibi bunları iftitah tekbiri esnasında belirtmek şart değildir.

9. İftitah tekbirini alırken bizzat kendisi bu sesi duymalıdır. Fısıltı hâlinde veya içten tekbir alan kişinin tekbiri sahîh olmaz. Namazın euzü bes­melesi, kıraatleri, tesbihleri ve salavâtı da bu açıdan iftitah tekbirinin hük­müne tabidirler. Yemin ve talâk da fısıltı hâlinde veya içten söylendikleri tak­dirde Hanefîlere göre geçerli sayılmazlar. Ancak bunlarla ilgili söz söyleyen kişi, kendi duyacağı kadar bir sesle söylemelidir, aksi takdirde bunlar geçerli sayılmazlar.

10. İftitah tekbiri alan kişinin bir zikir cümlesi telâffuz etmesi gere­kir. Sözgelimi, “Allahü ekber” veya “Sübhanallah” veya “El-hümdü lillah” demesi şarttır. Cümle olarak değil de bir tek kelimeyi telâffuz eden kişinin iftitah tekbiri sahîh olmaz. Ki bununla ilgili geniş açıklama, iftitah tekbiri­nin şekli bölümünde yapılmıştır.

11. İftitah tekbiri alan kişinin telâffuz edeceği zikir cümlesi sırf Al­lah'a mahsûs bir zikir olmalıdır. Eğer bu zikir cümlesi namaz kılan kişinin af talebinde bulunma gibi bir ihtiyâcım kapsayacak olursa tekbir sahîh ol­maz.

12. İftitah tekbiri yerine “besmele” çekmek sahîh olmaz.

13. Lafza-i celâlin sonundaki “h” harfi mutlak surette telâffuz edil­melidir. Telâffuz edilmediği takdirde tekbir ve dolayısıyla namaz bâtıl olur.

14. Lafza-i celâlin ikinci “lâm”ı biraz uzatılmalıdır. Uzatılmadığı tak­dirde alınan tekbirin sahîh olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Yine bir hayvan keserken alman tekbirde de lafza-i celâlin ikinci “lâm”ı uzatılmadığı takdirde kesilen hayvanın etinin helâl olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Şu halde ihtiyat gereği olarak ikinci “lâm”ı uzat­mak gerekir.

15. “Allah” kelimesinin başındaki hemze ile “ekber” kelimesinin ba­şındaki hemzeyi uzatmamak gerekir. Meselâ tekbir alan kişi, “Aaallahü eeekber” diyecek olursa namazı sahîh olmaz. Çünkü hemzenin uzatılmasında istifham mânâsı mevcüddur. Bu şekilde tekbir alan kişi hâşâ, “Allah en büyük müdür?” demekte olduğundan Rabbînin varlığından ve büyüklüğün­den şüpheye düşmüş olmaktadır. Ki bu durumda kıldığı namaz sahîh olmaz. Eğer bunu kasıtlı olarak söylerse kâfir olur. Bilmeyerek bu hemzeyi uzatan­lar fahiş bir hataya düşmüş olmaktadırlar. Her ne kadar maksatları Allah'a nida olsa bile bunda vehim kokusu olduğundan ötürü bu, çok büyük bir hata olmaktadır. Ama kasıtlı olarak istifham manâsını niyetlerinde bulundu­racak olurlarsa dinden çıkmış olurlar. Her halükârda hemzenin uzatılma­sıyla alınan tekbirden ötürü namaz bâtıl olur. Bilindiği gibi Şâfiîler de bu hükümde Hânefîlere muvafakat etmişlerdir.

16. “Ekber” kelimesinin “ba” harfi de uzatılmamalıdır. Tekbir alan kişi, “Allahü ekbâr” diyecek olursa kıldığı namaz bâtıl olur. Çünkü “ekbâr” kelimesi, “kebr” kelimesinin çoğulu olup büyük davul demektir. “İkbâr” denilecek olursa bu da hayız kanının bir başka adı demek olur. Bunları bile­rek ve bu mânâları kasdederek telâffuz eden kişi küfre girer. Her halükârda bu şekilde telâffuz edilen tekbirler namazı iptal ederler.

17. Niyetle iftitah tekbiri arasına namazla ilgisi olmayan bir fasıla kon­mamalıdır. Meselâ bir kişi namaza niyet eder de bundan sonra namazla ilgi­si olmayan bir iş yaparsa, diyelim ki konuşur veya dişlerinin arasında kalan

nohut kadarcık yemek kalıntısını yerse veya bir şey içerse veya kasıtlı olarak öksürürse bundan sonra da yeniden niyet etmeksizin iftitah tekbirini alırsa kıldığı namaz sahîh olmaz. Ama niyetle iftitah tekbiri arasına yolda giderken kimseyle konuşmayarak veya başka bir iş yapmayarak mescide yürüyüp gitme gibi namazla ilgili bir fasıla koyarsa kıldığı namaz sahîh olur. Nitekim bu husus, niyet bahsinde de açıklanmıştır.

18. İftitah tekbiri niyetten önceye alınmamalıdır. Bir kişi önce iftitah tekbirini alır, sonra namaza niyet ederse namazı sahîh olmaz. İftitah tekbiri sahîh olmayan kişinin namazı da tümden bâtıl olur. Zîrâ bilindiği gibi ifti­tah tekbiri, namazın şartlarından bir tanesidir.

19. İftitah tekbirini alacak kişi, farzı vâcib ve nafilelerden ayırd edebilmelidir.

20. Yine bu kişi, hadesten ve necasetten temiz olmanın gerekliliğine itikâd etmelidir. Hanefîler, iftitah tekbirinin arapça alınmasının şart olma­dığını söylemişlerdir. Başka bir dille alınan iftitah tekbiri, geçerli olup bu­nunla kılınan namaz sahîh olur. Kişi Arapça tekbir almaya muktedir de olsa âciz de olsa, Arapçadan başka bir dille iftitah tekbiri alırsa kılacağı namaz sahîh olur. Ancak bildiği halde Arapçadan başka bir dille iftitah tekbirini alması tahrîmen mekruhtur.

Malikiler dediler ki: İftitah tekbirinin on şartı vardır:

1. Kişi muktedir olduğu takdirde iftitah tekbirini Arapça almalıdır. Ama Arap olmayan bir kişinin bu tekbiri alması tümden vâcib olmaz. Sadece niyetle namaza girerek veya bildiği dile tercüme ederek iftitah tekbirini alacak olursa kuvvetli görüşe göre namazı bâtıl olmaz. Ama arapça tekbir getirebilecek kişinin mutlak surette Allahü ekber diyerek tekbir alması zo­runludur. Başka bir lâfızla Arapça olsa bile tekbir getirilmesi caiz olmaz. Mâlikîler, bu görüşleriyle Şafiî ve Hânefîlere muhalefet etmişlerdir. Ancak Şâ­fiîler, “Allah” lafzıyla “ekber” lâfzı arasına bir fasıla konulmasının caiz olabileceğini söylemişlerdir. Meselâ tekbir alan kişi, “Allahür-rahmanü ekber” diyecek olursa iftitah tekbiri sahîh olur. Yine Şâfiîler Arapçaya muktedir ol­mayan kişinin, iftitah tekbirini arapçadan başka dille almasının da caiz ola­bileceğini söylemişlerdir. Ki bu hususta Şâfiîler, Mâlikîlere muhalefet etmiş­lerdir. Hânefîlere gelince bunlar, Arapçaya muktedir olmayan kişinin, ifti­tah tekbirini Arapçadan başka dille almasını da kerahetsiz olarak caiz gör­müşlerdir. Arapçaya muktedir olan kişinin durumuna gelince demişlerdir kî; kişi arapçadan başka dille iftitah tekbirini alırsa namazı tahrîmen mekruh olmakla birlikte yine de sahîh olur.

2. İftitah tekbirini alacak kişi, farz namazını kilacaksa gücü yettiği takdirde ayakta tekbir almalıdır. Eğer eğilmiş vaziyetteyken bu eğikliği ister ayakta durmaya yakın olsun, ister rükûa yakın olsun mutlak surette namazı bâtıl olur. Ancak mesbûk olarak İmama tâbi olacak kişi, İmam rükûdan kalkmadan önce eğilerek tekbir alırsa bu durumda alınan tekbiri sahîh olur. Yalnız bu rek'ati kılmış sayılmayıp, İmamın selâmından sonra iade etmesi gerekir. Eğer İmam rükûdayken kendisi ayakta tekbir alıp da rükûa varırsa, İmam da henüz rükûdan kalkmamışsa bu rek'atı İmamla birlikte kılmış sayılır. Bu hususta iki görüş olmakla birlikte en kuvvetlisi, sözü edilen bu rek'atin, İmam­la birlikte kılınmış olduğu doğrultusundadır. Yalnız bu kişinin iftitah tekbi­rini tek olarak almaya niyet etmesi veya rükû ile birlikte almaya niyet etmesi gerekir. Sadece rükûa niyet ederse namaza girmiş sayılmaz. Bu durumda na­mazını kesmesi de doğru olmaz. Tersine, İmamla birlikte namaza devam et­mesi, İmama saygı nedeniyle gerekli olur. İmam selâm verdikten sonra da yeniden kılması îcâb eder.

3. Lafza-i celâli, “ekber” kelimesinden önce telâffuz etmelidir. Ya­ni, “Allahü Ekber” diyerek tekbir almalıdır. “Ekber Allah” diyecek olursa bu tekbiri bütün Mâlikîlere göre ittifakla sahîh olmaz.

4. İstifham (soru) manâsım kastederek lafza-i celâlin başındaki hem­ze uzatılmamalıdır. Ama istifham kastıyla değil de nida (çağrı) kastıyla veya hiç bir kasıt gütmeksizin hemzeyi uzatacak olursa, Mâlikîlere göre bunun bir zararı olmaz.

5. Büyük davul manasım kastederek “Ekbâr” diyerek “ba” harfi uza­tılmamalıdır. Bunu kasıtlı olarak söyleyen kişi hâşâ, Allah'a sövmüş olur. Ama bunu kasdetmeyerek söyleyecek olursa bir sakıncası olmaz. Bu husus­ta Mâlikîler, üç mezheb İmamına muhalefet etmişlerdir. Çünkü üç mezheb İmamı, bu şekilde alman tekbirin bâtıl olacağı hususunda görüş birliği et­mişlerdir.

6. Lafza-i celâlin ikinci “lâm”mı medd-i tabiî kadar uzatmak gere­kir. Bu hususta mezheblerin görüş birliği vardır.

7. Lafza-i celâlin sonundaki “he” harfi mutlak olarak telâffuz edil­melidir. “H” siz olarak “Alla ekber” diyen kişinin tekbiri sahîh olmaz. Bu hususta ittifak vardır. Ama lafza-i celâlin sonundaki “h”yı uzatarak bir “vav” harfinin meydana gelmesi hâlinde alınan tekbir, Hanefi ve Mâlikîlere göre sahih olur. Şafiî ve Hanbelîlerse buna muhalefet etmişlerdir.

Şâfiîler derler ki: Namaz kılan kişi eğer avam tabakasındansa bu, onun için afvedilecek bir hatadır. Eğer avamdan değilse bu onun için afvedilecek bir hata olmaz. Bunu yaptığı takdirde tekbiri bâtıl olur.

Hanbelîler derler ki: Bu şekilde te­lâffuz ederek tekbir alan kişinin, her halükârda mutlak olarak tekbiri bâtıl olur.

8. Lafza-i celâl ile “ekber” kelimesinin arasına bir sessizlik fasılası konmamalıdır. Şöyle ki: “Allah” deyip sustuktan bir müddet sonra “ekber” kelimesini telâffuz eden kişinin aradaki susuşu, örfe göre uzun sürmüşse bütün mezheblerin İttifakına göre tekbire zararı olur. Susması kısa sürmüşse bir zararı olmaz. Mâlikîler kısa susmanın ölçüsünü örfün takdirine bırakmış­lardır. Şâfiîlere gelince bunlar, derler ki: Kısa susma süresi, kişinin soluk al­mak için durakladığı süredir. Veya kekeleyen kişinin kelimeyi düzgün çıkarmak için beklediği süredir. Hanefî ve Hanbelîlere gelince bunlar derler ki: Aradaki susma süresi kişinin az da olsa konuşabileceği bir zaman kadarsa bu, tekbir için sakıncalı olur.

9. “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına az olsun çok olsun bir harfle de olsa fasıla konmamalıdır. Meselâ bir kişi, “Allahü'l-Ekber” diyecek olursa tekbiri sahîh olmaz. Bu hükümde Hanbelî ve Mâlikîler itti­fak etmişlerdir. Hanefîlere gelince bunlar, “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına lâm-ı tarifin fasıla olarak konulmasını câİz görmüşlerdir. “Allahü'l-ekber” veya “Allahü'l-Kebir” diyerek iftitah tekbirini alan kişi­nin tekbiri sahîh olur. Aynı şekilde “Allahü kebir” diyenin de tekbiri sahih olur. Şâfiîlere gelince; bilindiği gibi bunlar lafza-i celâl ile “ekber” kelimesi arasına Allah'ın sıfatlarından bazılarının, iki kelimeyi geçmemek kaydıyla, fasıla olarak konulmasını caiz görmüşlerdir. Meselâ “Allahü'r-Rahmanü'r-Rahîmü ekber” diyen kişinin tekbiri sahîh olur. Nitekim bu husus, Şafiî mez­hebinde daha önce açıklanmıştı.

10. İftitah tekbirini alan kişi dilini hareket ettirmelidir. Dilini hareket ettirmeksizin içten tekbir alan kişinin tekbiri sahîh olmaz. Tekbir alırken ken­disinin duyacağı kadar yüksek sesle alması bu mezhebe göre şart değildir. Dilsiz kişinin tekbir alma zorunluluğu bu mezhebe göre yoktur. Sadece ni­yet etmesi yeterli olur. Bu görüşleriyle de Mâlikîler, üç mezhebe muhalefet etmişlerdir. Çünkü her üç mezheb de tekbir alan kişinin kendi duyacağı kadar yüksek sesle almasını şart koşmuşlardır. Sadece dilini oynatarak tekbir alan kişinin tekbirinin bâtıl olacağını söylemişlerdir. Ancak dilsiz olan kişi Hanefî ve Hanbelî mezheblerine göre bu yükümlülükten muaf tutulmuştur. Şâfiîlere gelince, bunlar derler ki: Dilsiz kişi tekbir alırken mümkün merte­be dilini ve dudaklarını hareket ettirmelidir. Şunu da söyleyelim ki; kıbleye yönelme, avret yerlerini örtme, temizlik ve benzeri gibi namazın sıhhati için gerekli olan şartlar, iftitah tekbiri için de gereklidir.

Hanbeliler dediler ki: İftitah tekbirinin dokuz şartı vardır:

1. İftitah tekbiri, “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesinden te­şekkül etmelidir. “Allahü Ekber” cümlesinden başka bir cümle ile tekbir alan kişinin namazı bâtıl olur. Hanbelîlerle Mâlikîler, bu cümleden başka cüm­leyle alınacak tekbirin geçerli olmayacağı hususunda görüş birliği etmişler­dir. Meselâ namaz kılacak kişi, “Ekber Allah” veya “Allahü'l-Ekber” ve­ya “Allahü'1-kebir” veya “ Allahü'l-Celîl” veya bunlardan başka Allah'ı ululayan ifadeleri kullanarak tekbir alırsa tekbiri bâtıl olur. Yine aynı şekilde sadece Allah diyenin tekbjri de bâtıl olur. Allahü ekber dedikten sonra tek­bire Allah'ın sıfatlarından birini ekleyen kişi meselâ, “Allahü Ekber ve a'zam” veya “Allahü ekber ve eceli” diyen kişinin namazı mekruh olmakla birlikte sahîh olur.

Yine bunun gibi “Allahü ekberü kebiren” diyen kişinin de namazı kerâhetle birlikte sahîh olur. Bilindiği gibi Şâfiîler derler ki: “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına, Allah'ın sıfatlarından bir veya iki keli­meyi eklemek, meselâ “Allahü'r-Rahmânü'r-Rahîmü ekber” demek tekbi­re zarar vermez.

Hanefîler de derler ki: “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına lâm-ı tarif koymak tekbire zarar vermez. Meselâ “Allahü'l-Ekber” diyenin tekbiri Hanefîlere göre sahîh olur. Yİne aynı şekilde “Allahü kebir” diyenin de tekbiri Hanefîlere göre geçerli sayılır.

2. İftitah tekbirini alan kişinin, muktedir olması hâlinde ayakta tek­bir alması gerekir. Tekbir alırken kişinin tam dik olarak durması da zorunlu değildir. Eğik vaziyetteyken alınan tekbir sahîh olur. Ancak rükû hâline ya­kın olursa tekbir sahîh olmaz. Yine tümden rükû halinde veya oturarak alı­nırsa veyahut da tekbirin bir kısmı ayakta, diğer kısmı da rükû hâlinde veya oturarak alınırsa kılınan namaz farz da olsa, vâcib de olsa nafile olarak gerçekleşir. Eğer vakti varsa bu namazı nafile olarak tamamlar. Vakti darsa namazı kesip yeniden ayakta tekbir alarak namaza başlaması vâcib olur.

3. “Allah” lafza-i celâlinin hemzesi uzatılmamalıdır.

4. Ekber kelimesinin “ba”sı, “ekbaar” diyerek uzatılmamalıdır. Mâlikîlerin bu husustaki muhalefetleri ve “ekbaar” kelimesinin ne anlama gel­diği önceki sayfalarda açıklanmıştır.

5. İftitah tekbirinin arapça telâffuz edilmesi gerekir. Arapça öğren­mekten âciz kalan kişi, Şâfiîlerin de dedikleri gibi iftitah tekbirini, bildiği dille alır. Kendi bildiği dille de olsa iftitah tekbirini terkeden kişi, verilen emri yerine getirmediği takdirde namazı sahîh olmaz. Mâlikîler bu görüşe muha­liftirler. Kişi, Arapça veya başka dille tekbir almaktan âciz olursa, dilsiz kim­senin de muaf tutulması gibi iftitah tekbirini almaktan muaf tutulur. Eğer sadece “Allah” lâfzını söyleyip de “ekber” lâfzını telâffuz edemezse yapa­bildiği kadarıyla tekbir alması gerekir. Dilsiz kişinin tekbir alırken dilini oy­natması vâcib değildir. Çünkü şeriat koyucu onu bu zorlukla yükümlü kılmamıştır. Dilsizin bu uğurda çabalaması anlamsızdır. Şâfiîler bu görüşe mu­haliftirler.

6. “Allah” Iafza-i celâlinin “ha” harfini uzatarak sonunda “vav”ın mey­dana getirilmesi hâlinde alınan tekbir geçersiz olur.

7. “Alla ekber” diyerek Iafza-i celâlin sonundaki “ha”yı telaffuz et­meyen kişinin iftitah tekbiri sahîh olmaz.

8. Lafza-i celâl ile “ekber” kelimesinin arasına “'vav” harfi konma­malıdır. “Allahü vekber” diyenin tekbiri sahîh olmaz.

9. Lafza-i celâl ile “ekber” kelimesinin arasına az da olsa bir söz söy­leyecek kadar sessizlik fasılası konmamalıdır. Namaz için şart olan kıbleye yönelme, avret yerini örtme, temizlik ve benzeri şartlar, iftitah tekbiri için de gerekli olan şartlardır.[205]

 

3. Kıyam

 

Namazın farzlarının üçüncüsü kıyam (ayakta durma) dır. Muktedir ol­duktan sonra, farz namazını kılmakta olan kişinin bütün rek'atleri ayakta kılmasının farz oluşu hususunda mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Ama kişi bir hastalık veya benzeri bir sebebten ötürü kıyamdan âciz kalırsa bu durumda sözü edilen yükümlülükten muaf olur. Yapabildiği kadarıyla ve yapabildiği şekilde namazını kılar. Nitekim bu husus, hasta kimselerin na­mazı bahsinde de ele alınacaktır. Sünnet, mendup ve benzeri namazlara gelince bunları ayakta kılmak farz değildir. Aksine, namaz kılan kişi, muk­tedir de olsa bunları oturarak kılabilir. Bu hüküm üzerinde de mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hanefilerin farz olmayan bazı sünnet na­mazlara ilişkin tafsîlâtları vardır ki,onları da aşağıda anlatmış bulunmaktayız.

 

Hanefiler dediler ki: Beş vakit farz namazlarda kıyam farz oldu­ğu gibi, vitir namazında da kıyam farzdır. Bu namazın oturarak kılınması sahîh olmaz. Adak namazlarıyla sabah namazının iki rek'atlık sünneti de bu cümledendir. Bunların da oturarak kılınmaları sahîh olmaz.

 

Namaz kılan kişi, farz, sünnet veya mendub olan kıraati ifâ etmek için ayakta durduğu müddetçe kendisi için kıyam farzdır. Yine kıyam esna­sında kendisinden yapması istenilen işler için de ayakta durması farzdır. Bu hususta Şafiî ve Hanbelîler görüş birliği etmişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Farz olan kıyam miktarı, kıraate yetecek ka­dar olan kıyamdır. Ki farz olan kıraat; bir uzun âyet veya üç kısa âyettir. Bununla ilgili açıklama, Fâtiha'nm okunması bahsinde yapılacaktır. Bu ka­dardan fazlası eğer bir vacibin edasından ötürü ise, kıyam vâcib olur. Eğer bir mendubun edasından ötürü ise kıyam mendub olur. Hanefîler derler ki: Bu hüküm, kıraatin vukuundan öncesine ilişkindir. Ama kıraati ayaktayken uzatan kişinin kıyamı, okuduğu sürece farz olur. Bu haldeyken Kur'an-ı Kerim'in tümünü okuyacak olsa bile, kıyamda durması farz olur. Bir kişi, ayak­tayken bir âyet okur da oturduktan sonra geri kalan kıraati tamamlayacak olursa sahîh olmaz. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler arasında bu meselede mey­dana gelen anlaşmazlık, kıyamın uzatılıp kısaltılmasiyla kazanılacak seva­bın değişik olmasına ilişkindir. Şâfiîlerle Hanbelîler derler ki: Namazdaki kişi kıyamı uzatacak olursa farz sevabını alır. Namazın sünnetlerinden birini terk ederek kıyamı kısaltacak olursa, sünneti terketmekten ötürü cezâlandırılmasa bile kıyamı kısaltmaktan ötürü cezalandırılır. Hanefîlere gelince bunlar derler ki: Kişi gereğinden fazla olarak kıyamı uzatırsa farz sevabı kazanır.

Bir sünneti terk etmekle kıyamı kısaltacak olursa günahkâr olmaz. Şâfiîlerle Hanbelîler bu görüşte Hanefîlere muvafakat etselerdi aralarında ihtilâf kal­mayacaktı.

Malikiler dediler ki: Farz namazlarda iftitah tekbiri alınırken, Fa­tiha okunurken, rükûa eğilinecekken kıyama durmak farzdır. Zammı sûre okurken kıyamda durmak sünnettir. Meselâ zammı sûre okurken bir şeye yaslanır da bu dayanak giderildiği takdirde kendisi düşecek olsa bile namazı bozulmaz. Ama Fatiha okurken veya rükûa eğilinirken böyle bir şeye daya­nan kişinin namazı bozulur. Mâlikîler, diğer mezheblerle görüş birliği ede­rek zammı sûre okurken kıyam, her ne kadar farz değilse bile oturarak oku­yan kişinin namazın şeklini değiştirmiş olduğu gerekçesiyle namazının bâtıl olacağını söylemişlerdir.[206]

 

4- Fâtiha'nın Okunması

 

Namazın farzlarının dördüncüsü, Fâtiha'nın okunmasıdır. Fatiha ile ilgili beş husus vardır. Bunları şöylece açıklayabiliriz:

1. Fâtiha'yı namazda okumak, bütün mezheblerin ittifakıyla farz mı­dır, değil midir?

2. Farz olsun, nafile olsun namazın bütün rek'atlerinde Fatiha oku­mak farz mıdır, değil midir?

3. Münferid olsun, İmam veya İmama uyan olsun namaz kılmakta olan kişilerin tümünün Fatiha okumaları farz mıdır, değil midir?

4. Fatihayı okumaktan âciz olan kişinin hükmü ne olacaktır?

5. Fatihayı okuyan kişinin bizzat kendisinin, bu okuduğunu işitme­si farz mıdır, değil midir? Okuyan kişi dilini oynatıp da telâffuz ettiğini duy­mazsa Fatihası sahîh olur mu, olmaz mı?

Şimdi de, sorulan bu soruları sırasıyla cevablandırmaya çalışalım:

1, 2. Namaz, farz oisun olmasın bütün rek'atlarında Fatiha okumak farzdır. Kasıtlı olarak namazın bir rek'atında Fatiha okumayan kişinin na­mazı bâtıl olur. Unutarak terk edene gelince; bu kişi, Fatiha okumadığı rek'ati, sehiv secdesi bahsinde anlatılacak şekilde iade etmelidir. Hanefîler, üç mezhebe muhalefet ederek demişlerdir ki: Namazda Fatihanın okun­ması farz değil, vâcibtir; sünnet-i müekkede de denilebilir. Şu halde Fati­hayı kasıtlı olarak terk eden kişinin namazı bâtıl olmaz. Hanefîlerin buna ilişkin delilleri ve tafsilâtı aşağıya alınmıştır.

Hanefiler dediler ki: Farz olan, özellikle Fatihayı okumak değil de mutlak olarak Kur'an okumaktır. Bunu teyid meyâmnda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 

Fatihanın okunmasının farz olduğunu ileri sürenler, Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerîfini delîl ola­rak göstermektedirler:

“O halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun.” [207]

Burada maksat, Kur'an-ı Kerîm'in herhangi bir yerini okumaktır. İn­sana emredilen de budur. Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerİnde rivayet edilen bir hadîse göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Namaza kalktığın   zaman abdestini tam al, ondan sonra kıbleye yönel. Daha sonra da Kur'an'dan sana kolay geleni oku.[208]

Bir başka hadîs-i şeriflerinde de Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle bu­yurmaktadırlar:

“Kıraat olmaksızın namaz olmaz.” [209]

Farz namazların iki rek'atinde kıraat farzdır. Bu iki rek'atin de önceki iki rek'at olması vâcibtir. Nitekim bu ilk iki rek'atta Fatihanın okunması da vâcibtir. Dört rek'atli farz namazlarda ilk iki rek'atte okumayan kişi, son­raki iki rek'atte okumalıdır. Böyle yaptığı takdirde namazı sahîh olur. An­cak vacibi terketmiş olur. Fatihayı unutarak okumayan kişinin sehiv secdesi yapması gerekir. Sehiv secdesi yapmayan kişinin namazı iade etmesi icâb eder. Tıpkı bir vacibi kasten terk eden kişinin de namazı iade etmesi gerektiği gibi. İâde etmeyen kişi, namazı sahîh olmakla birlikte günahkâr olur. Farz na­mazların üçüncü ve dördüncü rek'atlerine gelince, bunlarda Fatihayı okumak sünnettir. Nafile namazların bütün restlerinde Fatihayı okumak vâ­cibtir. Nafile namazların her iki rek'ati müstakil birer namaz olarak kabul edilirler. Bu iki rek'ati başka rek'atlerle birleştiren, meselâ bir selâmla dört rek'at nafile kılan kişi, yine her dört rek'atte Fatiha okumak zorundadır. Hanefîler vitir namazını da bu hususta nafile namazların hükmüne tâbi kıl­mışlardır. Dolayısıyla vitrin de bütün rek'atlarinde Fatiha okumak vacibtir. Farz olan kıraat miktarı üç kısa âyet veya bunlara denk gelen uzun bir âyet­tir. En ihtiyatlı görüş budur.

“Fâtihat'ül-kitabı okumayan kişinin namazı olmaz.” [210]

3. İmama uyan kimsenin Fatihayı okumasının farz olup olmadığı hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: İmama uyan kişinin, Fatihayı İmamın ardı sıra okuması farzdır..Ancak İmam, Fatihanın bir kısmını veya tümünü okuduk­tan sonra İmama kavuşup da tâbi olan kişini Fatihasını İmam üstlenir. Eğer İmam üstlenmeye ehilse... Yani kendisinin abdestsiz olduğu sonradan anla-şılmamışsa Fatihasını üstlenir. Veyahut da farzdan zâid bir rek'atte İmama uyan kişinin Fatihasını da İmam üstlenir.

Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın peşisıra Fatiha­yı okuması tahrîmen mekruh olur. Bu namaz ister İmamın seslice kıraatte bulunduğu bir namaz olsun, ister sessizce kıraatte bulunduğu bir namaz ol­sun aynı hükme tâbidir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“İmamı olan kişinin, İmamının kıraati, kendisinin de kırâetidir.” [211]

Şunu da kaydedelim ki: İmama uyan kişinin okumasını sahabenin ileri gelenlerinden seksen kadar kişi menetmiştir. Ki bunların başında Hz. Ali ile Abdullah bin Abbâs, Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah İbn Ömer gelmek­tedir. Yine bazı sahabelerden rivayet edilen habere göre İmamın arkasında namaz kılmakta olan kişinin Fatihayı okuması namazı bozar. Ancak bu, sahîh bir haber değildir. İhtiyata en yakın ve en kuvvetli olan görüş, bunun tahrîmen mekruh bir davranış olduğudur.

Malikiler dediler ki: Sessizce kıraatte bulunulan namazlarda İmamın peşisıra kıraatte bulunmak mendubtur. Seslice kıraatte bulunulan na­mazlarda ise İmamın peşi sıra Fatihayı okumak mekruhtur. Yalnız, İmama uyan kişi, bunu İmama muhalefet kastiyle okumazsa, okuması mendub olur.

Hânbelîler dediler ki: Sessizce kıraatte bulunulan namazlarda İmamın peşisıra cemâatin de Fatiha okuması müstehab olur. Yine seslice kıraat­te bulunulan namazlarda, İmamın âyet aralarında sükût etmesi esnasında cemâatin Fatiha okuması müstehab olur. Ancak seslice kıraatte bulunulan na­mazlarda im^m okurken, cemâatin Fatiha okuması mekruh olur.

 

4. Fatihayı okumaktan âciz olan kişinin durumuna gelince, Şâfiîlerle Hanbelîler, Fatihayı namazda okumaktan âciz kalan kişinin, gücü yet­tiği takdirde Kur'an-ı Kerîm'in Fatihaya harf ve âyet bakımından eşit herhangi bir âyetini okuması gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Bu kişinin ezbe­rinde bir veya daha fazla âyet olur da, Fatihadan noksan olursa, bu âyeti Fatihaya denk gelinceye kadar tekrarlar. Kur'an-ı Kerîm'den hiçbir şey oku­mayan kişinin Allah'ı zikretmesi gerekir. Meselâ Fatiha miktarınca “Allah” lafza-i celâlini tekrarlaması gerekir. Bunu da yapmaktan âciz kalan kişi, Fatiha okuyacak kadar susmalıdır. Bunu da yapmazsa Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre namazı bâtıl olur. Bu iki mezhebe göre Fatihayı, Arapçadan başka okumak mutlak olarak caiz olmaz. Bu söylenilen şıklardan birini yapmayan kişinin namazı bâtıl olur. Mâliki ve Hanefî mezheblerinin bu husustaki görüşleri ise aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Fatihayı Arapça okumaktan âciz kalan kişi başka bir dille okuyabilir. Bu durumdaki kişinin namazı sahîh olur.

Malikiler dediler ki: Fatihayı güzelce okuyamayan kişinin, müm­kün mertebe Fatihayı öğrenmesi gerekir. Buna imkân bulamayan kişinin, Fa­tihayı güzelce okuyan birine uyması gerekir. Böyle birini bulamayan kişi­nin, iftitah tekbiriyle rükû arasına bir fasıla koyması mendub olur. Bu fası­lanın da zikrullahtan ibaret olması mendubtur. Ancak dilsiz olmayanların, Fatihayı iyi okuyanlara uymaları vâcİbtir. Dilsizin ise böyle bir zorunluluğu yoktur.

 

5. Fatihayı okuyan kişinin, bunu kendi duyacak kadar yüksek bir sesle okumasının şart olup olmadığı hususuna gelince, üç mezheb İmamı ittifak ederek; kendisi duyacak kadar yüksek sesle okumayanın Fati­ha okumuş sayılmayacağını söylemişlerdir. Mâlikîler buna muhalefet ede­rek Fatiha okuyan kişinin kendi duymasa bile dilini hareket ettirmesinin yeterli olacağını söylemişlerdir. Bilindiği gibi Hanefîler de Fatiha oku­manın farz olmadığını, dolayısıyla kendi duyacak kadar yüksek sesle oku­mayanın namazının bâtıl olmayacağını, yalnız vacibi terketmiş olacağını söylemişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Kişinin kendi duyacağı kadar yüksek sesle Fa­tiha okuması vâcib değildir. Sadece dilini hareket ettirmesi yeterlidir. Ama ihtilâf alanına düşmemek için kendi duyacağı kadar yüksek sesle okuması daha iyi olur.[212]

 

5- Rüku

 

Namazın farzlarının beşincisi rükûdur. Yapabilecek güçte olan her­kes için bütün namazlarda rükû farzdır. Ne ki mezheb İmamları, namazın sıhhatini sağlayacak olan rükû miktarı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mezheblerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmış­tır.

 

Hanefiler dediler ki: Rükû, başın eğilmesiyle yapılmış sayılır. Kişi rükûa yakın olacak şekilde eğilirse namazı sahîh olur. Rükûun tam şekli, sırtla baş ve kuyruk sokumunun aynı seviyeye gelmesi durumunda gerçekle­şir. Bu söylediğimiz, ayakta namaz kılan kişinin rükûudur. Oturarak namaz kılan kişinin rükûuna gelince bunun kişi; sırtla birlikte başın eğilmesi halinde gerçekleşir. Bu kişinin rükûu ancak alnının, dizlerinin ön kısmına gelmesi halinde tam olarak gerçekleşir.

Hanbeliler dediler ki: Ayakta namaz kılan kişinin rükûu, ellerini dizlerine dayayarak eğilmesiyle meydana gelir. Tabiî bu kişi orta yaratılışta olup, elleri ne uzun, ne de kısa olursa böyledir. Orta yaratılışta olmayan ki­şi, mümkün olduğu kadar ellerini dizlerine dayayarak rükûa varır. Bu kişi­lerin rükûlarımn mükemmel olması için başlarıyla sırtlarını dümdüz aynı hi­zaya getirmeleri gerekir. Başı, sırtına nisbetle ne aşağıda ne de yukarıda ol­malıdır. Oturarak namaz kılan kişinin rükûa giderken yüzünü dizlerinin önün­deki yere mümkün mertebe yaklaştırarak karşı karşıya getirmelidir. Tam ola­rak ve en yakın bir şekilde yüzüyle dizlerinin önündeki yeri karşılaştıracak olan kişi. tam rükûa varmış olur.

Şafiiler dediler ki: Normal yaratılıştaki bir kişinin rükûu, en azın­dan eğilmesiyle meydana gelir. Şöyle ki: Bir kişi, kuyruk sokumu kısmını alçaltmaksızın, başım kaldırmaksızın, göğsünü de ileriye vermeksizin rükûa gitmek kasdıyla avuçlarım dizlerine dayayarak rükûunu gerçekleştirmiş olur. Rükûun en mükemmel şekli, kişinin sırtıyla boynunu aynı seviyeye getirme­si hâlinde gerçekleşir. Oturarak namaz kılan kişinin rükûunun en az hâli, eğilerek alnını dizlerinin ön kısmıyla aynı hizaya getirmesidir. En mükem­mel şekli de, eğilerek alnını secde yeriyle aynı hizaya getirmesidir. Yalnız al­nını secde yerine temas ettirmemesi de gerekir.

Malikîler dediler ki: Rükûun en az haddi, orta uzunluktaki kollara sâhib kişinin eğilerek avuçlarım dizlerine yaklaştırmasıdır. Bu durumdaki kişi, ellerini değdirdiği takdirde, değdiği yerin en azından dizlere yakın olan uyluk başına gelmesi gerekir. Elleri dizlerinin üzerine indirip tutturmak, sırtı da dümdüz hâle getirmek rükû için mendubtur.[213]

 

6- Secde

 

Üzerindeki ittifak edilen namaz farzlarından altıncısı secdedir. Namaz kılan kişinin her rek'atte iki kez secde etmesi farzdır. Yalnız secdenin ne şekilde gerçekleşeceğinin miktarı hususunda mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Secdenin en azından alnın bir kısmıyla yapıl­ması farzdır. Bilindiği gibi insanın alnı, kaşlarının arasından başın ön tara­fındaki saç bitimi sınırına kadardır. Bir kişi, başının yan taraflarından bi­riyle secde edecek olursa bu secdesi geçerli olmaz. Secdeye varan kişinin, bur­nunu da yere değdirmesi mendubtur. Burnunu yere değdirmeyen kişinin; bur­nun yere değdirilmesinin vâcib olduğunu ileri sürenlere uymak açısından va­kit içerisinde namazını iade etmesi gerekir. Bu durumda vaktin sının, öğle ve ikindi için güneşin sararmasına kadar devam eder. Güneşin sararmasın­dan sonra namazın iade edilmesine gerek kalmaz. Akşam, yatsı ve sabah namazlarındaysa vaktin sınırı fecrin ve güneşin doğuşuna kadar devam eder. Gün doğduktan sonra namazın iade edilmesine gerek kalmaz. Bir kişi alnı üzerine değil de burnu üzerine secde ederse farzı yerine getirmiş olmaz. Alnı üzerine secde etmekten âciz olan kişi, farzı yerine getirmek için secdeyi imâ ile yapar. Secdeye varırken ellerin, dizlerin ve ayak uçlarının yere gelmesi sünnettir. Alnın tümünün yere yapıştırılması mendubtur.

Hanefiler dediler ki: Farz olan secde miktarı, kişinin alnının az bir kısmını yere değdirmesiyle gerçekleşir. Sadece burnu üzerine secde eden kişi şayet özürlü değilse secde etmiş sayılmaz. Kuvvetli görüş budur. Yanağın veya çenenin üzerine secde etmek, özür olsun olmasın yeterli olmaz. Secdeye va­rırken ellerden, dizlerden, ayak uçlarından birer tanesini yere değdirmek zo­runludur. Ayak uçlarını, bir tek parmakla da olsa yere değdirmek şarttır. Alnın çoğunun yere konulması ise vâcibtir. Tam secde; iki elin tümünün, dizlerin ve ayak uçlarıyla alın ve burnun tamamen yere değdirilmesiyle ger­çekleşir.

Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: Secdede farz olan miktar, sözü edi­len yedi organdan herbirinin bir kısmının yere değdirilmesiyle yerine getiril­miş olur. Bu meyânda Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın, iki el, iki diz ve İki ayak uçları.” [214]

Hanbelîler derler ki: Secde, bu sayılan organlara ek olarak burnun bir kısmının da yere gelmemesi hâlinde gerçekleşmez. Şâfiîler derler ki: Secdede avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere gelmesi şarttır.

Secdenin sahîh olabilmesi için alnın, üzerinde istikrar bulacağı hasır ve halı gibi şeyler üzerine secde yapılması şarttır. Alnın, üzerinde istikrar bulamayacağı atılmış pamuk gibi şeyler üzerine secde etmek sahîh olmaz. Alın, üzerinde istikrar bulmadığı takdirde saman, pirinç ve darı da pamuk hükmüne girer. Eğer üzerinde istikrar bulacaksa bu sayılan şey­lerin tümü üzerine secde etmek sahîh olur. Secde yaparken alnı, avuçla­rın üzerine koymamak da şarttır. Aksi takdirde kılınan namaz, üç mezhe­be göre bâtıl olur. Yalnız Hanefîler bu hükme muhalif olup bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Secde hâlinde alnı avuç üzerine koymanın za­rarı olmaz. Yalnız bunu yapmak mekruhtur.

 

Kişinin giyinik olduğu veya kendisinin üze­rinde bulunup da hareketine bağlı olarak hareket eden şeyin üzerine al­nını koymasının bir zararı olmaz. Yalnız üç mezhebe göre bu, mekruh bir davranış olur. Şâfiîlerse buna muhalefet etmişlerdir. Ki onların buna iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Secdede alnı, sözü edilen şeyin üzerine koymak şarttır. Aksi takdirde kılman namaz bâtıl olur. Yalnız bu şey çok uzun olur da, namaz kılan kişinin hareket etmesiyle birlikte hareket etmezse namaz bâtıl olmaz. Eldeki mendil de ayrı bir nesne olduğundan ötürü üzerine secde edil­mesi hâlinde bunun namaza bir zararı olmaz.

 

Sarığın kıvrımı üzerine de secde et­menin bir zararı olmaz. Bir kişi, üzerinde büyük bir şal bulunan sarığı ba­şına koyar da, bu, alnının bir kısmını kapatırsa ve sonra da bunun üzeri­ne secde ederse kıldığı namaz üç mezhebe göre sahîh olur. Şâfiîler ise bu hükme muhalefet edip aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Şafiiler dediler ki: Sarık veya sarığa benzer sargılar, alnın tümünü kapladıkları takdirde bunların üzerine secde etmenin namaza zararı doku­nur. Açık alın üzerine secde etmeyen kişi, eğer bunu kasıtlı olarak yapıyorsa namazı bâtıl olur. Ama bir özürden ötürü, meselâ alnında yara olup da üze­rindeki sargıyı çözmenin fazla meşakkat getireceğinden korkarsa, sargı üze­rine secde etmesi sahîh olur.

 

Secdede alnın konulacağı yerin, dizlerin konduğu yere göre yüksek­te olmaması gerekir. Namazı bozacak yüksekliğin ölçüsü hususunda mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

 

Hanefiler dediler ki: Alnın secde yerinden yüksekliğinin yarım zira’dan fazla olmaması gerekir. Ancak fazla kalabalık bir cemâatte namaz kılan kişinin durumu bundan müstesnadır. Kalabalık bir cemâatte namaz kılan kişi, önündeki şahsın sırtına secde edebilir. Bu durumda alnını koymuş ol­duğu yer, dizlerini koyduğu yerden yüksek olmaktadır. Öndeki kişinin sırtı­na secde etmenin sahîh olması için üç şart gereklidir:

1. Alnı, zeminde koyacak bir yer bulunmamalıdır.

2. Öndeki kişiyle arkadaki, aynı namazı kılmakta olmalıdırlar.

3. Öndekinin sırtına secde edecek olanın dizleri yere gelmelidir.

Bu üç şarttan biri gerçekleşmeden öndekinin sırtına secde edenin nama­zı bâtıl olur.

Hanbeliler dediler ki: Kişiyi namaz kılma şeklinden çıkaran secde yerinin yüksekliği namazı bozar.

Şafiiler dediler ki: Secde yerinin, dizlerin konduğu yerden yüksek olması namazı bozar. Ancak kuyruk sokumu ve etrafı, baş ve omuzlardan daha yükseğe kaldırılırsa bu durumda namaz sahîh olur. Şâfiîlere göre bu­nun dayanağı bedenin tenkisidir. Bedenin tenkisi, secde halindeyken bede­nin alt kısımlarını üst kısımlardan daha yükseğe kaldırmaktır. Tabiî bu, özürlü olmayan kimseler için, secde yerinin yüksekliği durumunda geçerlidir. Hâ­mile kadın, yüksek yere secde ederken tenkis yapacak olduğunda bir zararın meydana gelmesinden korkarsa tenkis yapmaz.

Malikiler dediler ki: Yükseklik yere bitişikse, mûtemed görüşe gö­re bu yüksek kısım üzerine secde etmek sahîh olmaz. Eğer anahtar veya kü­çük kutu gibi az yükseklikteki bir şeyin üzerine secde edilirse, tenzîhen mek­ruh olmakla birlikte yine de namaz sahîh olur.[215]

 

7. Rukudan Kalkmak

 

8. Secdeden Kalkmak

 

9. İtidal

 

10. Tum'anînet

 

Namazın bu dört farzı, birbirilerine bitiştirilerek ele alınmaktadır. Bun­ların farz oluşu hususunda üç mezheb görüş birliği etmişlerdir. Ne ki Hanefîler bu hususta muhalefet ederek demişlerdir ki: Rükûdan kalkmak, i'tidal ve tum'anînet, namazın vâciblerindendir. Farz değildirler. Bunları yerine getirmeyenin namazı bâtıl olmaz. Ne ki günahkâr olur. Secdeden kalkmaya gelince bu, farzdır. Bu farzlarla ilgili olarak her mezhebin de­taylı görüşü aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Rükûdan kalkmak, i'tidâl ve tum'anînet, na­mazın farzlarından değil de vâciblerindendir. Ancak Hanefîler, bunda biraz daha detaya inerek demişlerdir ki: “Tum'anînet”, mafsallar itminan bulun­caya kadar organların hareket etmemesidir. Bu durumda her organ kendi yerine oturur. Bunun da en azından bir kez “sübhânallah” diyecek kadar sürmesi gerekir ki; tum'anînet rükû ve secde için, kendi başına müstakil di­ğer rükünler için vâcibtir. Hanefîler buna tadîl-i erkân da derler. Rükûdan kalkmada vâcib miktar, kalkma anlamını taşıyan bir hareketle yerini bulur. Bu ıdan fazlasını yapmaya da itidal denilir. Ki bu da meşhur kavle göre sünnettir. Secdeden kalkmaya gelince bu farzdır. Bu farzlığın miktarı da, kişi­nin oturmaya yakın olacak kadar kalkmasıdır. Bundan fazlasını yapıp tam olarak oturmaya gelince meşhur görüşe göre bu sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Rükûdan kalkmak, kişinin rükûdan önceki hâli­ne dönmesiyle olur. Kişi ayaktayken rükûa gitmişse tekrar ayağa kalkıp di­kilmesiyle; oturarak namaz kılan kişi oturur vaziyetteyken rükûa gitmişse rükûdan kalkması, tekrar oturmasıyla tahakkuk eder. Tabiî bunu yaparken, yani rükûdan kalkıp secdeye gitmeden önce tum'anînet şartını yerine getir­mesi gerekir. Şâfiîler buna itidal da derler.

Secdeden kalkmaya gelince Şâfiîler buna iki secde arasında oturma da derler. Bu, kişinin secdeden kalkıp, tam olarak oturması, her organının yer­li yerine gelmesiyle gerçekleşir. Her organ yerli yerine oturup da kişi, düz­gün bir şekilde durmadığı takdirde namazı sahîh olmaz. Kişi oturmaya ya­kın bir halde olsa bile yine namazı sahîh olmaz. Rükû ve secdeden kalktık­tan sonra yapılan itidali de fazla uzatmamak şarttır. Meselâ rükûdan kalk­tıktan sonra bir Fatiha okuyacak kadar veya rükû esnasındaki zikirlerden birini okuyacak kadar beklerse; secdeden sonra da secdedeki zikirlerden bi­rini veya tahiyyâtü'nün en az miktarım okuyacak kadar beklerse namazı bâ­tıl olur. Rükûdan veya secdeden kalkarken, rükû veya secdeden kalkma ni­yetinden başka bir niyetle kalkmamak da şarttır. Meselâ bir şeyden ürküp de başını secdeden veya rükûdan kaldıran kişinin rükûu veya secdesi geçerli olmaz. Aksine, rükûdan kalkmışsa derhal rükûa; secdeden kalkmişsa der­hal secdeye gitmesi vâcib olur. Eğer bu rükû veya secdede önceden itmi'nan yapmışsa yeniden yapması gerekmez. Rükûu veya secdeyi yeniledikten sonra itidali de yenilemesi gerekir.

Malikiler dediler ki: Rükûdan kalkma, kişinin sırtım eğiklikten iti­dale doğru kaldırmasıyla yerini bulur. Secdeden kalkmaya gelince bu, mûtemed olan görüşe göre kişinin elleri yerde kalsa bile, alnını yerden kaldırmasıyla gerçekleşir.

İtidale gelince bu, kişinin rükûa veya secdeye gitmeden önceki hâline dönmesi demektir. Ki bu, rükünler arasına fasıla koymak için müstakil bir rükündür. Rükûdan ve secdeden sonra itidal vâcibtir. Selâm ve iftitah tek­biri esnasında da vâcibtir. Tum'anînete gelince bu da, namazın bütün rü­künlerinde uygulanması gerekli olan müstakil bir rükündür. Bunun haddi de, rükû veya secdeye gittikten veya bunlardan kalktıktan sonra organların eskisi gibi yerli yerine gelmesiyle tahakkuk eder. Ki bütün bunlar, namaz için ayrılmaz birer rükündürler.

Hanbeliler dediler ki: Rükûdan kalkmak, kişinin elleri dizlerine var­mayacak kadar rükûdan ayrılmasıyla olur. Rükûdan ayrılmanın itidali, ki­şinin ayakta dimdik dikilmesiyle, yani her organın asıl yerine gelmesiyle ger çekleşir. Secdeden kalkmaya gelince;.bu da alnın, yerden kaldırılmasıyla olur. Secdeden kalkmanın itidali ise, kişinin tam olarak oturması ve organlarının aslî yerine gelmesiyle gerçekleşir. Bilindiği gibi Mâlikîler, rükû ve secdeden kalkmanın, tum'anînetin ve itidalin namazın farzlarından olduğu hususun­da Şâfiîlerle görüş birliği etmişlerdir.[216]

 

11- Son Ka'de

 

Son ka'denin namazın farzlarından biri olduğu hususunda mezheb İmamları görüş birliği etmişlerdir. Ancak bu ka'denin süresi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna ilişkin ihtilâflar aşağıda belirtilmiş­tir.

 

Hanefiler dediler ki: Son ka'denin farz olan süresi, sahîh olan gö­rüşe göre teşehhüd okuyacak kadardır. Bunun delili de Abdullah İbn Amr İbn Âs'ın rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şeriftir:

“Son secdeden başını kaldırıp da teşehhüd miktarınca oturdun mu na­mazın tamamlanmış olur.” [217]

Malikiler dediler ki: Son ka'dede itidalle birlikte, farz olan selâmı verecek kadar oturmak farzdır. Ayrıca teşehhüd miktarınca oturmak da sa­hîh olan kavle göre mendubtur. Mendub duâ miktarınca oturmak da mendubtur. Cemâatle namaz kılan kişinin, İmamın selâm vermesinden sonra selâm vermeyip de duaya devam etmesi gibi mekruh bir duayı okuyacak ka­dar oturması da mekruhtur.

Şafiiler dediler ki: Son ka'dede teşehhüd okuyacak, Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirecek ve birinci selâmı verecek kadar oturmak farzdır. Tıpkı Fâtiha'yı okuyacak kadar kıyamda durmak farz olduğu gibi son ka'dede teşehhüd okuyacak, Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât geti­recek ve birinci selâmı verecek kadar oturmak farzdır. Bundan fazlasını yap­mak, meselâ duâ için oturmaya devam etmek, ikinci selâmı vermek için otur­maya devam etmek mendubtur.

Hanbeliler dediler ki: Son ka'dede tahiyyâtü'yü okuyacak ve iki selâmı verecek kadar oturmak farzdır.[218]

 

12- Son Teşehhüd

 

Son ka'dede teşehhüd, yani tahiyyatüyü okumak Şafiî Mezhebine göre farzdır. Hanefî ve Mâlikî Mezheblerine gelince onların konuyla ilgili gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Son ka'dede teşehhüd farz olmayıp vâcibtir.

Mâlikîler: Son ka'dede teşehhüdün sünnet olduğunu söylemişler­dir.

 

Teşehhüdün metnine gelince mezhebler bu hususta görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna ilişkin ayrıntılar aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:

“Ta'zîmler, salâtlar ve güzel şeyler Allah'adır. Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri ey Peygamber, sana olsun. Selâm bize ve Allah'ın sâlih kulla­rına olsun. Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim. Ve yine Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna da tanıklık ederim.”

Bu metni Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) rivayet etmiştir. Bunu okumak, Abdullah îbn Abbâs (r.a.)’ın rivayet etmiş olduğu metni okumaktan daha uygundur.

Malikiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:

bu metni okumak mendubtur. Bundan başka rivayet edilen diğer me­tinleri okumak, mendubun hilâfına olsa da sünnet, yerini bulur.

Şafiiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:

Şâfiîler derler ki: kadar okuyan bir kişi de farzı yerine getirmiş olur. Ama önceki metinde kay­dedilen bundan fazla kelimeleri okumak daha faziletli olur. Farz olan tahiyyâtü'yü okumanın sahîh olması için kişi, muktedir ise arapça okuması şart­tır. Kelimelerini peşpeşe okuması da şarttır. Gürültülü ve benzeri engeller yoksa okuduğu metni kendisinin de duyması gerekir. Kelimeler arasındaki sıraya uymak da zorunludur. Kasıtlı olarak sıraya uyulmadığı takdirde na­maz bozulur. Kasıtlı olmayınca bozulmaz.

Teşehhüdden sonra Föygamber (s.a.s.) Efendimize salât okumak da na­mazın müstakil rükünlerinden biridir. Salâtın en azı: veya kadar olanıdır.

Bu anlatılanlardan sonra, kaydedilen metinlerin bir kısmını okumak, Şâfiîlere göre farzdır. Mâlikîlere gelince bunlar sünnet olduğunu söylemiş­lerdir. Şöyle ki: Bir kişi son ka'dede teşehhüd miktarı oturur ve hiçbir şey konuşup söylemezse namazı kerahetle birlikte sahîh olur.

Hanefîler derler ki: Son ka'dede teşehhüd okumayan kişinin namazı tahrîmen mekruh olmakla birlikte sahîh olur.

Hanbelîler dediler ki: teşehhüdün metni şudur:

Bu metni okumak en fazîletlisidir. Bunun yanısıra Peygamber Efendi­mizden nakledilen diğer teşehhüd metinlerini de, meselâ İbn Abbâs'ın (r.a.) rivayet etmiş olduğu teşehhüdü okumak da caiz olur. Teşehhüdün okunma­sı farz olan miktarı şudur:

Yalnız şunu söyliyelim ki, Peygamber Efendimize salât okunurken illâ da bu kalıpla okumak zorunlu değildir.[219]

 

13. Selam

 

Tamamlanan namazdan selâm vererek çıkmanın farz olduğu, selâm vermeden çıkılması hâlinde namazın bâtıl olacağı hususunda üç mezheb İmamı görüş birliği etmişlerdir. Hanefîler buna muhalefet ederek demiş­ler ki: Tamamlandıktan sonra abdest bozulmasıyla da olsa namaza ters düşen bir iş yapmakla namazdan çıkılabilir. Yalnız selâm lâfzı farz olma­yıp vâcibtir. Üç mezheb İmamınca istenilen selâmın hangi kalıpta olması gerektiği hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Selâm lafzıyla namazdan çıkmak farz değil vâcibtir. Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.), Abdullah İbn Mes'ud'a teşehhüdü öğretir­ken kendisine şöyle demişti:

“Bunu söylediğin (okuduğun) zaman namazını tamamlamış olursun. Kalkmak istersen kalkarsın. Oturmak istersen oturursun.” [220]

Abdullah'a bunu söylerken selâm lafzıyla namazdan çıkmasını emretmemişti. Ayrıca namazdan sadece “selâm” kelimesini söyleyip “aleyküm” kelimesini söylemeden de çıkılabilir. Bunun yanısıra kişi, selâm lafzını söylemese, hattâ abdesti bozulsa veya kendisi bozarsa namazdan çıkar ve na­mazı da sahîh olur. Ancak günahkâr olur. Bu nedenle de namazı iade etmesi vâcib olur. İade etmediği takdirde ayrıca günahkâr olur.

Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişinin namazdan çıkmak için  -Esselâmü aleyküm ve rahmetüllah- cümlesi­ni iki kez söylemesi farzdır. Ayrıca selâm verirken mutlak olarak bu metni, kelime sırasına göre okumak zorunludur. Yoksa namaz bâtıl olur.

Şafiiler dediler ki: Selâm cümlesindeki kelimeler arasındaki sıraya uymak şart değildir. Söz gelimi adamın biri, “Aleykümü's-Selâm” diyerek namazdan çıkacak olursa namazı, kerahetle birlikte sahîh olur.

Malikiler dediler ki: Namazdan çıkmak için, “es-selâmü aleyküm” demek zorunludur. Bu kelimeler arasındaki sıraya uymak ve illa da bu ka­lıpla söylemek zorunludur. Bu mezhebe göre kişi, bir kez selâm vererek de namazdan çıkmış sayılır. Yalnız, selâm vermekten âciz olan, selâm vermeye dili dönmeyen kişi selâm vermek mecburiyetinden muaf tutulur.[221]

 

14. Rükünler Arası Sıraya Uymak

 

Rükünler arası sıraya gelince bu da namazın farzlarından biridir. Şöyle ki: Namaz kılan kişi önce kıyamı, sonra rüküu, rükûdan sonra secdeyi ye­rine getirmek zorundadır. Namaz kılan bir kişi secdeyi rükûdan önce ya­parsa veya secdeyi kıyamdan önce yaparsa veyahut da buna benzer di­ğer rükünler arasında uyulması gerekli sırayı ihlâl ederse namazı ittifakla bâtıl olur. Ancak Hanefîler derler ki; Rükünler arası sıra farz olmayıp şart­tır. Hanefîler, bilindiği gibi Fâtiha'nın okunması hususunda da diğer mez-heblere muhalefet ederek bunun bir rükün olmadığını söylemişlerdir. Rü­künler arasındaki sırayla ilgili olarak Hanefîlerin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Rükünler arası sıraya uymak farz olmayıp na­mazın sıhhat şartlarından bindir. Her halükârda bu sıraya uymak zorunlu­dur. Ancak Hanefîler derler ki: Namaz kılan bir kişi, kıyamın farzlığım ye­rine getirmeden rükûa varır da ondan sonra secdeye gider ve ayağa kalkarsa bu rükûu muteber olmaz. Bunu lağvedip tekrar rükûa varır ve secde ederse namazının bu rek'atı geçerli olur. Bunu yamlarak yapmışsa sehiv secdesi yap­ması da gerekir. Eğer kasten yapmışsa namazı bâtıl olur. Kıyamda durmak­sızın rükûa varan kişi hakkındaki hüküm bundan ibarettir. Kıyamda durup da Kur'an-ı Kerîm'den gerekli miktarı okumaksızın rükûa varan kişinin na­mazı sahîh olur. Çünkü kıraat, namazın bütün rek'atlarında değil de sadece iki rek'atında farzdır. Sözgelimi ilk iki rek'atta kıraatte bulunmayan kişi, son iki rek'atta bu farzı yerine getirir.[222]

 

15. İki Secde Arasında Oturma

 

Üç mezheb İmamı, iki secde arasında oturmanın farz olduğunu itti­fakla belirtmişlerdir. Mesela namaz kılan bir kişi, birinci secdeye gittikten sonra başını kaldırıp da oturmaz ve ikinci secdeye giderse namazı sahih olmaz. Hanefîler buna muhalefet ederek iki secde arasında oturmanın, namazın farzlarından olmadığını söylemişlerdir. Ki bu husustaki tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İki secde arasında oturmak farz değildir. Bu oturuşun, mertebece farzdan daha aşağı vâcib mi, yoksa gayr-ı müekked sün­net mi olduğu hususunda ihtilâf vardır. Bazı Hanefîler bunun vâcib olduğu­nu söylemişlerdir ki deliller de bunu gerektirir. Bazıları da sünnet olduğunu ileri sürmüşlerdir.

İki secde arasındaki oturmanın ve daha önce geçen bazı hususların farz olduğunu söyleyenler, Buhârî ve Müslim'de rivayet edilen şu hadîse delîl olarak dayanmaktadırlar. Peygamber Efendimiz, namazı eksik kılan bir adamı görmüş; namazı nasıl kılacağını öğretmek için kendisine demişti ki:

“Namaza durduğunda tekbir al. Sonrada Kur'andan sana kolay ge­leni oku. (Bazı rivayetlerde ise, “Ümm'ül-Kur'an'ı (Fâtiha'yi) oku” dediği nakledilir.) Sonra rükûu mutmain oluncaya kadar yap. Sonra dimdik olun­caya kadar rükûdan kalk. Ondan sonra secdeye var. Ve mutmain olunca­ya dek secdede kal. Ondan sonra da doğruluncaya kadar kalk. Bundan böyle bunu tüm namazlarında yap.” [223]

Bilindiği gibi Hanefîler, İki secde arasında oturmanın ve kıyamda Fâtiha'nın farz olduğunu söyleyen üç mezhebe muhalefet etmişlerdir. Bu­nunla ilgili olarak derler ki: Yukarıda geçen hadîs, bunların farz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu hadîs, Peygamberimizin o adama farz, vâcib ve sünnetleri kapsayan tam bir namazı öğretmek istediğine delâlet etmek­tedir. İttifakla farz olarak kabul edilen niyet ve son ka'de, meselâ bu ha­dîste anilmamtştır. “Eûzü besmele” gibi diğer birçok hususlar da bu ha­dîste anılmamışlardır. Bütün bunlar, Peygamberimizin o adama pratik ola­rak namazı öğretmek istediğine delâlet etmektedir. Zâten öğrendikten son­ra da neyin farz, neyin vâcib, neyin sünnet olduğunu anlama imkânına kavuşacaktı. Diğer mezheb İmamları derler ki: Peygamberimizin bu sayı­lan hususları o adamdan istemesi, bunların farz olduklarını kanıtlar. Di­ğer farzları anmayışının sebebi, adamın onları söylemeye gerek kalma­dan kendiliğinden yapmış olmasıdır. Bu güzel bir fikir... Eğer hadîste bu­na ilişkin bir delil varsa ne alâ. Ama hani delîl nerede? Yalnız şu da var ki: İhtiyat açısından üç mezhebin görüşüne uymak gerekir. Hanefîler özel­likle derler ki: İki secde arasında oturmak vâcibtir. Bu, uygulanmadığı tak­dirde kılınan namaz, günâha girilmekle birlikte sahih olur.[224]

 

Namazın Vâcibleri

 

Birçok defalar anlattığımiz gibi Mâlikîlerle Şâfiiler, vâcib ile farzın aynı anlama geldiği, hac bahsi dışında bunların anlamlarının ayrı olmadı­ğı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Buna göre farzın anlamı, terk edilmesi hâlinde haccı bâtıl eden şeydir. Vacibe gelince bunu terketmekle hac bâtıl olmaz. Yalnız, terkedenin kurban kesmesi îcâb eder. Nitekim bu hususun izahı da hac bahsinde gelecektir. Şu hâlde Mâlikîlerle Şâfiîlere göre namazın vâcibleri yoktur. Sadece farz ve sünnetleri vardır. Na­mazın farzları daha önce anlatıldığına göre geriye sünnetleri kalmaktadır ki, onları da yakında ele alacağız. Hanefîlerle Hanbelîlerse namazın bir takım vâcibleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mezheblerin buna ilişkin gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Namazın vâcibleri terk edildiği takdirde namaz bâtıl olmaz. Yalnız dalgınlık sonucu bu vâcibleri terkeden kişinin selâmdan sonra sehiv secdesi yapması gerekir. Kasden bir vacibi terkeden kişinin namazı iade etmesi vâcib olur. İade etmediği takdirde namazı sahîh olmakla birlikte günahkâr olur. Hanefi'lere göre vacibin sübûtunun delili, Peygam­ber (s.a.s.) Efendimizin bu fiilleri devamlı olarak yapmasıdır. Buna göre Ha­nefî mezhebi açısından namazın vâcibleri şunlardır:

1. Nafile namazların her rek'atinde, farzların da ilk iki rek'atlerinde Fâtiha'nın okunması: aynı zamanda da zamm-ı sûreden önce okunması. Öy­leyse zamm-ı sûre, Fâtiha'dan önce okunursa sehiv secdesi yapmak gerekir.

2. Vitirle nafile namazlarının bütün rek'atlerinde, farzların da ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûrenin okunması. Vacibin yerine gel­mesi için Kur'an-ı Kerîm'in en kısa sûresi veya ona denk olan üç kısa âyeti­nin okunması veyahut da bu miktarda uzun bir âyetin okunması gerekir. Üç kısa âyete örnek olarak Müddessir sûresinin, on kelimeden ibaret olan 21, 22 ve 23. ayetlerini gösterebiliriz:

Bunlar, şeddeliler de iki sayıldığı takdirde, otuz harften ibarettirler. Bu üç kısa âyete denk uzun bir âyetin okunması, her rek'at için vacibin yerine gelmesine yeterli olur. Yine bunun gibi, âyet'ül-kürsî'den: kadarını okumak da yeterli olur.

3. Namazla ilgili fiilleri fazlalaştırmamak. Meselâ istenilen miktar­dan fazla secde yapmamak gerekir. Her rek'atta iki secdeden fazla secde ya­pılması halinde fazlalıklar lağvedilir. Dolayısıyla kişi, bunu eğer unutarak yapmışsa sehiv secdesi yapması gerekir.

4. Rükû, secde ve benzeri aslî rükünlerde itmi'nân'ı yerine getirmek. Hanefîlere göre vâcib olan itmi'nân, en azından bir kez “sübhanallah” di­yecek kadar, her organın asıl yerine yerleşerek sükûn bulmasıyla gerçekle­şir.

5. Nafile de olsa bütün namazların ilk ka'de'sinde oturmak.

6. Abdullah İbn Mes'ûd'un rivayet etmiş olduğu teşehhüdü ka'de (otu­ruş) halindeyken okumak. Birinci ka'dede teşehhüdü okuduktan hemen sonra üçüncü rek'ate kalkmak da vâcibtir. Birinci ka'dede teşehhütten sonra Pey­gamber Efendimize salât okunursa ve bu da bir dalgınlık eseri olmuşsa sehiv secdesi yapmak îcâb eder. Ama kasıt nedeniyle salât okunmuşsa, namaz sa­hih olmakla birlikte iade edilmesi vâcibtir.

7. Namazın bitiminde iki defa (sağa ve sola) selâm vermek.

8. Vitrin üçüncü rekatinde Fatiha ve Zamm-ı Sûreden sonra Kunut duasını okumak.

9. İki bayram namazının her rekatında üçer tekbir almak.

10. Sabah namazında, bayram namazlarında, cuma ve teravih namaz­larında, Ramazanda cemâatle kılınan vitir namazlarında, akşam ve yatsının ilk iki rek'atlerinde İmamın seslice kıraatte bulunması vâcibtir. Bu namaz­lardan tek başına kılınabilenleri kılmakta olan bir kişi dilerse seslice, dilerse sessizce kıraatta bulunur. En faziletlisi seslice okumasıdır. Yine İmamın ses­lice kıraatta bulunması vâcib olan namazları da, tek başına kılan kişi, sessizce kıraatte bulunarak kılar.

11. Gündüzün kılınan nafile namazlarda, öğle ve ikindi farzlarında, akşamın üçüncü rek'atinde, yatsının üçüncü ve dördüncü rek'atlerinde, gü­neş tutulması, ay tutulması namazlarında İmamın ve tek başına namaz kılan kişinin sessizce kıraatte bulunması vâcibtir.

12. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişi, İmamın kıyamda dur­ması esnasında hiçbir şey okumamalıdır.

13. Secde ederken burnun uç kısmını alınla beraber yere temas ettir­mek.

14. Namazı özellikle “Allahü Ekber” diye tekbir alarak başlatmak. Bu cümleyi söylemekten âciz olan veya düzgünce telâffuz edemeyen kişinin namazı, Allah'ın isimlerinden herhangi biriyle başlatması da sahîh olur.

15. Bayram namazının ikinci rek'atinde rükûa giderken tekbir almak. Bu tekbir, vâcib olan bayram tekbirlerine bitişik olduğu gerekçesiyle vâcib olmuştur.

16. İctihad edilmesi sahîh olan hususlarda İmama uymak. Bununla ilgili açıklama İmamet bahsinde yapılacaktır.

17. Rükûdan kalkmak ve ta'dîl-i erkâna riâyet etmek de vâcibtir.

Hanbeliler dediler ki: Namazın vâcibleri farzdan daha azdır. Bi­lindiği halde kasıtlı olarak namazın vâciblerinden biri terkedilirse namaz bâtıl olur. Ama bilinmediği veya unutularak terk edilmesi halinde namaz bâtıl ol­maz. Bu durumda sehiv secdesi yapılması gerekir. Bu mezhebe göre nama­zın vâciblerini şöylece sıralayabiliriz:

1. İftitah tekbiriyle, İmama rükû halinde ulaşan kişinin rükû tekbiri dışında kalan namazın diğer bütün tekbirleri vâcibtir. Daha önce de anlatıl­dığı gibi iftitah tekbiri farzdır. Rükû hâlinde İmama ulaşan kişinin rükû için aldığı tekbir sünnettir.

2. İmam ve ona uyan kimselerin rükûdan kalkarken  -semi'allahü limen hamideh- demeleri.

3. Her namaz kılan kişinin buna ek olarak -Rabbena ve leke'1-hamd- demeleri. İftitah tekbirinden başka tekbirlerle “se­mi'allahü limen hamideh” ve “Rabbena ve leke'1-hamd” cümlelerini söyle­menin yeri, bir rükne intikalin başlangıcıyla sonu arasında olmalıdır. Burada bunlardan önce bir şeyin yapılması caiz olmaz.

4. Rükûda bir defa  -Sübhâne rabbiye'1-azîm-demek.

5. Secdede bir defa  -Sübhâne rabbiye'1-a'lâ demek.

6. İki secde arasında  -Rabbiğfir lî- demek.

7. Birinci teşehhütte oturmak. Bu oturuşun suresi en azından son te­şehhütte, salâvat okuma dışındaki oturuşun süresi kadar olmalıdır. Birinci teşehhütte, İmamı sehiv sonucu üçüncü rek'ata kalkmayan kişi için oturmak vâcibtir.

8. Sehiv sonucu İmamı, üçüncü rek'ata kalkan kişi, mecburen İmamıyla birlikte ayağa kalkar. Teşehhüdde oturmanın vâcibliği zimmetinden düşer.[225]

 

Namazın Sünnetleri

 

Daha önceleri de anlatıldığı gibi Hanbelîlerle Şâfiîler, sünnet ile mendub, müstehab ve tatavvu'un aynı anlama geldikleri, bunları işleyenin sevâb kazanacağı, terkedeninse âhirette hesaba çekilmeyeceği hususun­da ittifak etmişlerdir. Namazın sünnetlerinin tümümü veya bir kısmını terk eden kişiye âhirette Cenâb-ı Allah hesâb sormaz. Yalnız terketmekten ötürü bunları İşleme savâbından mahrum olur. Ki bu hususta Mâlikîler de bu iki mezhebe muvafakat etmişlerdir. Yalnız Mâlikîler, sünnetle mendub, müstehab ve tatavvu'un ayrı anlamlara geldiklerini kabul etmişlerdir. Da­ha önceki bahiste de mezheblerin bunları, ne anlamda ele aldıklarını anlatmıştık. Şunu da söylemekte yarar vardır ki; Müslüman bir kimsenin sün­netleri hafife almaması îcâb eder. Zîrâ namazdan maksat, kâinatı yara­tan Yüce Allah'a yaklaşmaktır. Buna göre sünnetleri yapmakta kesin ve mutlak faydalar vardır. Bu faydaların başında cehennem azabından kur­tulmak, cennet nimetlerinden istifade etmek gelmektedir. Bu durumda aklı başında bir kimsenin, namazın sünnetlerini hafife alıp terk etmesi doğru olmaz. Bunları terkeden sevâbdan yoksun kalır. Yoksunluğun da bir ce­za olduğu, aklı başında kimselerce bilinen açık bir husustur. Çünkü sevâbtan yoksun olan, cennet nimetlerinden tam olarak yararlanamaz. Mü­kellefin şeriat koyucu tarafından konulan emirleri farz olsun sünnet olsun yerine getirmesi önemli hususlardandır. Adamın biri çıkıp da, “Şeriat ko­yucu namaz fiillerinin bir kısmını farz, bir kısmını da zorunlu olmayan un­surlar olarak belirlemiştir. Bunun sebebi nedir?” diyecek olursa kendisi­ne verilecek cevâbımız şu olacaktır:

Merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah, kullarının yükünü hafifletmek dilemiş, bu nedenle onları sayısız nimetlere kavuşturmak ve sonsuz sevablara nail etmek için bazı fiilleri yapıp yapmamakta kendileri­ni serbest bırakmıştır. Eğer bu fiilleri kendi istekleriyle terkederlerse sa­dece sevâbtan yoksun kalırlar. Cehennem azâbıyla da azablandırılmazlar. Bu da insanların omuzlarından sıkıntı ve güçlükleri kaldıran İslâmi­yet'in en güzel ve en mükemmel bir yönünü yansıtmaktadır. Böylelikle de insanlar, güzelliğe rağbet edecek, iyiliklere de imreneceklerdir.[226]

 

Namazın Sünnetlerinin Topluca Sayımı

 

Bu başlık altında namazın sünnetlerini her mezhebe göre ayrı ayrı ve topluca ele alacağız. Ki, okuyucular baktıklarında kolayca bulup hafı­zalarına yerleştirebilsinler.

 

Hanefîler: Namazın sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:

1. İftitah tekbiri için erkek ve cariyenin, ellerini kulak hizasına getir­meleri. Hür kadının da omuz hizasına getirmesi.

2. Parmakları birbirine bitiştirmeksizin ve de ayırmaksızın, olduğu gibi kendi hâlinde bırakmak.

3. Erkeğin, sağ elini sol elinin üzerine koyarak göbek altında bağla­ması. Kadının, aynı şekilde göğsünün üstünde bağlaması.

4. Sübhâneke duasını okumak.

5. Kıraat için eûzü çekmek.

6. Her rek'atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmek.

7. Fâtiha'dan sonra “âmîn” demek.

8. Rükûdan kalktıktan sonra “Rabbena leke'1-hamd” demek.

9. “Sübhâneke”, “âmîn” ve “Rabbena leke'l-hamd”ı sessizce oku­mak.

10. İftitah tekbirinin başından sonuna dek itidalde bulunmak.

11. İmam tekbir alırken, “Semiallahü limen hamideh” derken yük­sek sesle okumalıdır.

12. Kıyamda ayakların arasını dört parmak genişliğinde açık bulun­durmak.

13. Kıraatin, önce verilen tafsilâta göre uzun âyetlerden olması.

14. Rükûa ve seleye giderken tekbir almak.

15. Rükûda üç defa “Sübhane rabbiyel azîm” demek.

16. Secdede üç defa “Sübhane rabbiyel a'lâ” demek.

17. Rükûda elleri dizlerin üzerine koymak.

18. Rükûda elleri dizlerin üzerine koyarken erkeğin el parmaklarının arasını açması.

19. Yine erkeğin bu durumdayken bacaklarını dik tutması.

20. Rükû esnasında sırtı dümdüz tutmak.

21. Rükûda başla kuyruk sokumunu aynı seviyeye getirmek.

22. Rükûdan kalkarken tam doğrulmak.

23. Secdeden kalkarken tam oturmak.

24. Secdeye giderken önce dizleri, sonra elleri, en sonunda da alnı ye­re koymak. Secdeden kalkarken de bunun tersini yapmak.

25. Secde halinde yüzü iki elin ortasına veya omuzların hizasına ge­tirmek.

26. Secde esnasında karnı baldırlardan, dirsekleri böğürlerden, kol­lan da yerden uzak tutmalıdır.

27. Secde esnasında kadın, karnını baldırlarına yapıştırmalıdır.

28. İki secde arasında oturmak.

29. İki secde arasında oturma esnasında elleri baldırların üzerine koy­mak. (Teşehhüd esnasında da bunu yapmak sünnettir.)

30. Teşehhüd ve diğer hususlar için oturma esnasında erkeğin sol aya­ğını yatırarak sağ ayağının da parmaklarını aileye doğru dikerek oturması.

31. Kadının uylukları üzerine oturması. Baldırlarından birini de diğe­rinin üzerine koyması. Sol ayağını, sağ uyluğunun altından çıkarması.

32. Şehâdet getirirken işaret parmağının kaldırılması.

33. İlk iki rek'atten sonraki rek'atlerde Fatiha okunması.

34. Son ka'dede Peygamber Efendimize salavât getirilmesi.

35. Bu salavâttan sonra kitap ve sünnetin lâfızlarına benzer dualar okunması.

36. Selâm verirken önce sağa, sonra sola verilmesi.

37. İmam selâm verirken ardındaki cemâate, muhafaza meleklerine ve cinlerin sâlih kimselerine selâm vermeye niyet etmelidir.

38. İmama tâbi olan kişi, İmam sağındaysa sağ tarafa selâm verirken, İmam; eğer solundaysa sol tarafa selam verirken, İmam; eğer hİzâsındaysa her iki tarafa selâm verirken İmama selâm verdiğini; onun yanı sıra cemâa­te, muhafaza meleklerine, cinlerin sâlîh kimselerine selâm verdiğini niyetin­de tutmalıdır.

39. Tek başına namaz kılan kişi, sadece muhafaza meleklerine selâm verdiğine niyet etmelidir.

40. İkinci selâmı verirken birinci selâma göre sesini biraz kısmalıdır.

41. Cemâatle namaz kılan kişi selâmını, İmamınkinden sonraya bı­rakmamalıdır.

42. Selâm verirken önce sağdan başlamalıdır.

43. İmama sonradan tâbi olan kişi, namazını tamamlamak için İmamın selamını beklemeli ve İmamın üzerinde sehiv secdesi olup olmadığını an­lamalıdır.

Malikiler dediler ki: Namazın sünnetleri on dört tanedir:

1. Vakti geniş olan farz namazlar kılınırken bunların birinci ve ikinci rek'atlerinde Fâtiha'ya ek olarak Kur'an-ı Kerîm'den bir kısım okunmalı­dır.

2. Bu fazla âyetleri okurken kıyamda durulması.

3. Bu fazla âyetlerin okunduğu namazların kıraati sesli ise, bu âyetle­rin de sesli okunması.

4. Bu namazların kıraati sessiz ise bu âyetlerin de sessiz okunması.

5. İftitah tekbiri dışında kalan, namazın tüm tekbirleri sünnettir. İftitah tekbiri ise farzdır.

6. Bütün tesmi'ler, yani “Semiallahü limen hamideh” demek sünnet­tir.

7. Bütün teşehhüdler sünnettir.

8. Teşehhüd için oturuşlar sünnettir.

9. Son teşehhüdden sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.

10. Secde yaparken ayakların yüzü, dizler ve mafsal yumru kemikle­rinin yere değdirilmesi.

11. İmama uyan kişi, imâmın selâmına karşılık vermelidir. Yine sol tarafında bulunup da İmamla birlikte en azından bir rek'at kılmış olanın da selâmına karşılık vermelidir.

12. Namazdan çıkma selâmı olan birinci selâmı yüksek sesle vermeli­dir.

13. İmam yüksek sesle okurken ona uyan kişi sükût etmelidir.

14. Vâcib miktardaki tum'aninetten fazlasını yapmak sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Namaza dâhil olan sünnetler iki kısma ayrılır: Bunların bir kısmına “hey'et”, bir kısmına da “eb'az” denilir. Birincinin çoğulu “hey'ât”, ikincinin tekili ise “ba’z’dır. Hey'etlere gelince Şâfiîler, bunları belli sayıda saymamışlardır. Bunların sadece namazın rükünlerinden ve de “ba'z”larından olmayan sünnetler olduğunu söylemişlerdir. “Eb'az”a gelince, bunları kasıtlı olarak terkeden kişi, sehiv secdesi yapmakla eksikliğini telâfi eder. Eb'azdan olan sünnetler yirmi tanedir:

1. Sabah namazının son rek'atinin rükûundan kalktıktan sonra “Kunut” duası okumak. Ramazanın ikinci yarısında kılınan vitirlerde de Kunut okunması. Bu iki aamazdan başka, kılınmakta olan bir namaz esnasın­da herhangi bir musibetin meydana gelmesi nedeniyle Kunut okumak her ne kadar sünnetse de eb'azdan sayılmaz.

2. Kunut okurken kıyamda durmak.

3. Kunut'tan sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.

4. Salavât esnasında da kıyamda durmak.

5. Salavâttan sonra Peygamber Efendimize selâm göndermek.

6. Selâm için de kıyamda durmak.

7. Peygamber Efendimizin âline salavât getirmek.

8. Bu salavât için de kıyamda durmak.

9. Peygamber Efendimizin ashabına salavât okumak.

10. Bu salavât için de kıyamda durmak.

11. Peygamber Efendimizin âline selâm göndermek.

12. Bu selâm için de kıyamda durmak.

13. Peygamber Efendimizin ashabına selâm göndermek,

14. Bu selâm için de kıyamda durmak.

15. Üç ve dört rek'atli namazlarda birinci teşehhüdde bulunmak.

16. Bu teşehhüd için oturmak.

17. Teşehhüdden sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.

18. Bu salavât için de oturmak.

19. Son teşehhüdden sonra da Peygamber Efendimizin âline salavât okumak.

20. Bu salavât için de oturmak.

Bu sayılan sünnetlere eb'az denmesinin sebebi, bunların namazın rükün­lerine benzemelerinden ötürüdür. Yani bu sünnetler, namazın bir nevi “ba’zı”sı sayılmaktadırlar. Bunlardan birini dalgınlık sonucu terkeden kişi, ye­niden tekrarlar ve bu eksikliği sehiv secdesiyle telâfi eder.

Hey'et diye adlandırılan diğer sünnetlere gelince bunları şöylece sırala­yabiliriz:

1. Herhangi bir şeyin olması nedeniyle erkeğin namazda iken sırf uya­rıyı kasdetmeksizin  “Sübhânallah”  demesi.  Sadece uyarıyı  kasdederek “Sübhânallah” diyenin namazı bozulur. Yine bu durumda kadınların da uyar­mak maksadıyla ellerini birbirine vurması. Ancak kadınlar, bunu yaparken oyun olsun diye bunu yapmamalıdırlar. Aksi takdirde namazları bozulur. Ama bildirmek kasdıyla bunu yapmalarının bir sakıncası olmaz. Hattâ bu­nu üç defadan fazla yapmalarının da bir zararı olmaz. Yalnız ellerini birbi­rine vururken peşpeşe yapmaları ve elleri birbirinden uzaklaştırarak alkış tutar gibi birbirine vurmamaları gerekir. Aksi takdirde namazları bâtıl olur.

2. Bütün namazlarda kalb huzuru ve orgaların sükûnu dediğimiz huşu' hâlinin mevcûd olması. Namaz kılan kişi, Allah'ın huzurunda olduğunun ve Allah'ın kendisini gördüğünün bilincinde olmalıdır.

3. Namazını ayakta kılan kişinin istirahat celsesi yapması da sünnet­tir. Bunun şekli, ikinci secdeden sonra hafifçe oturup onun peşi sıra mütea­kip rek'ate kalkmaktır. Bunun miktarı da tum'aninet süresi kadar olmalı­dır. İki secde arasında oturma süresinden fazla olmasının da bir sakıncası olmaz. Bunu İmam yapmadığı takdirde cemâatten olan kişi uygulayabilir.

4. Birinci selâmı verirken namazdan çıkmaya niyet etmelidir. Eğer se­lâm vermeden önce namazdan çıkmaya niyet edilecek olursa namaz bâtıl olur. Selâm esnasında veya selâmdan sonra namazdan çıkmaya niyet edilirse, sünnet yerini bulmaz.

5. Sağ elin avucunu sol elin üzerine koymak. Sağ elin parmaklarıyla sol elin bileğim tutmak. Hatta bunu yaparken bileklerle birlikte kolun da bir kısmım tutmak. Mûtemed olan görüşe göre bu sünnettir. Ama Mâlikîlerin dedikleri gibi bu şekli uygulamayip da ellerini yan taraflarına sarkıtan kişinin namazına bir zarar gelmez. Yalnız, Şâfiîler bu şekli müstehab say­mışlardır. Ki, bunda insanın kalbini muhafaza altına aldığına bir nevi işaret vardır. Çünkü insan, bir şeyin elden çıkmasından korktuğunda onu elleriyle muhafaza altına alır. Namazda elleri bu şekilde kalbin üzerinde bağlamak hikmet gereği olmaktadır.

6. Namaz kılan kişi, iftitah tekbirinden sonra şu duayı okumalıdır:

“Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana hanîf (birleyici) ve müslim olarak çevirdim. Ben O'na ortak koşanlardan değilim.” [227]

“Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah için­dir. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben müslüman olan­ların ilkiyim.” [228]

Bu duaya iftitah (açılış) duası denilir. Farz ve nafile namazlarda, tek olarak kılan kişinin bunu okuması müstc'aabtır. İmamın, İmama uyan kişi­lerin de bu duayı okumaları müstehabtır. İmam Fatihaya başlamış olsa, bu duayı okumak beş şartla birlikte müstehab olur:

a. Kılınan namaz, cenaze namazı olmamalıdır. Eğer cenaze namazıysa bu duâ okunmaz. Sadece “eûzü” çekilir.

b. Namazın edâ vaktinin çıkacağı endişesi bulunmamalıdır. Eğer vak­tin, iftitah duasını okumaksızın bir rek'at kılacak kadar kaldığını bilirse bu duayı okuması caiz olmaz.

c. İmama uyan kişi bu duayı okuduğu takdirde Fâtiha'nın bir kısmı­nı kaçıracağından korkarsa okumamalıdır.

d. İmama uyan kişi, kıyam halindeyken İmama kavuşmuşsa bu duayı okuyabilir. Rükûdan kalkıp doğrulma hâlinde İmama kavuşan kişi bu duayı okumaz.

e. Bu duayı, eûzü besmele çekip Fâtiha'ya başlamadan önce okumak gerekir. Eğer kasten veya unutarak eûzü besmele çekip Fâtiha'ya başlanmışsa bu duayı okumak için geri dönmek doğru olmaz.

7. Her rek'atin başında “eûzü” çekmek. İftitah duasından sonra her kıraat için eûzü çekmek sünnettir. Allah'a sığınma lafızlarını içeren bütün cümlelerle eûzü çekilebilir. En faziletlisi ise “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” demektir. Bazıları derler ki bu cümledeki “Allah” lafza-i celâline, “semî'il-alîm” sıfatlarını eklemek sünnettir. Buna göre, -Eûzübillahi's-semî'ıl-alîmi mineşşeytânirracîm- demek da­ha faziletli olur.

8. Namaz kılan kişi, İmamsa veya tek başına kılıyorsa kıraati seslice yapmalıdır. İmama uyan kişinin kıraati sessizce yapması sünnettir. Yabancı birinin duyma ihtimali olmazsa, kadın ve erseliklerin de seslice kıraatte bulunmaları sünnettir. Yabancı birinin bulunması hâlinde kadın veya erselik­lerin seslice kıraatte bulunmaları caiz olmaz. Aksine, sessizce okumaları ge­rekir. Ki sesleri, başkaları tarafından duyulmasın. Şâfiîlere göre sessizliğin sının, namaz kılan kişinin kendi duyabileceği kadar bir sesle okumasıdır. Kişi tek başına kılıyorsa, seslice okumanın ilk iki rek'atte olduğu açıkça bilinen bir husustur. İmama sonradan tâbi olan kişinin kıraatiyle ilgili açıklama ile­ride yapılacaktır.

9. Te’min: Fâtiha'dan sonra “âmin” demek. Kişi Fatiha’dan sonra âmîn demeyip rükûa gidecek olursa bu sünneti kaçırmış olur. Amin demek için tekrar geriye dönmesi doğru olmaz. Yine Fâtiha'dan sonra yanılarak da olsa bile bir sûre okumaya başlayan kişi, âmîn demek için geri dönemez. Ancak Fatiha'dan sonra  ve benzeri kısa bir cümle telâffuz et­miş ise âmîn demek için geri dönebilir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimizin böyle yaptığı rivayet edilmiştir. Fâtiha'yı okuduktan sonra susan kişi, “âmin” deme fırsatını kaçırmış değildir. Kişi İmama uyarak namaz kilmaktaysa, bu namaz da sesli kıraatli namazlardan biriyse İmamın “âmîn” demesiyle bir­likte kendisi de “âmîn” demelidir. Kılman namaz, sessiz kıraatti namazlardansa, İmamla birlikte “âmîn” demesi doğru olmaz. Seslice kıraatte bulu­nulan namazlarda İmam “âmîn” demez veya mendub vaktinden sonraya bı­rakırsa kişi tek başına “âmîn” der. Zîrâ meâlen Peygamber (s.a.s.) buyur­muşlar ki:

İmam âmin dediğinde siz de deyin. Âmin'in vakti girdiğinde, İmam bilfiil âmin demez, ya da vaktini geciktirirse siz âmin deyin” [229]

10. Tam bir sûre olmasa bile Kur'ân-ı Kerim'den bir miktar okumak Şâfiîlere göre tam bir sûreyi okumak, sûrenin bir kısmını okumaktan daha faziletlidir. Ancak sûrenin bir kısmı, diğer kısa sûrelerden fazla olursa burada fazilet yitirilmiş olmaz. Meselâ:

Âyetinden,başlayarak Bakara Sûresinin sonuna kadar okuyan kişi; Kureyş, Fil veya İhlâs sûresini okumaya nisbetle daha fazla sevâb kazanır. Zîrâ Ba­kara sûresinin sonundaki bu iki âyet, küçük sûrelerden daha fazladır. Şâfiîlerin mûtemed görüşleri bu paraleldedir. Bazıları da derler ki: Okunan sûre kısa da olsa, uzun bir âyete nisbetle daha faziletlidir. Sûrenin en azı üç âyetli olanıdır. Ama namaz kılan kişinin üç âyeti okuması zorunlu değildir. Şâfiî­lere göre sünnetin aslı, bir âyet okumakla da olsa gerçekleşmiş olur. En fazi­letlisi, Kur'an'dan tam bir sûredir ki bunun en azından üç âyet olması gere­kir. Bundan daha fazla sevâb kazanmak isteniyorsa daha uzun sûreleri oku­mak icâb eder. Şâfiîlere göre birinci rek'atte Fâtiha’dan sonra okunan sûre­lerin, ikinci rek'atte okunanlara nisbetle daha uzun olması mendubtur. An­cak durum bunun tersini gerekli kılarsa o zaman bunun tersini yapmak îcâb eder. Meselâ namaz kıldırmakta olan bir İmam, bayram veya cuma namazı­nı kıldırmakta ise, cemâat da çok kalabalıksa; cemaate yetişemeyen, kimse­lere imkân sağlamak için ikinci rek'atteki zamm-ı sûreyi birinci rek'atinkine nisbetle uzatması sünnet olur. Bu sünnetin yerine gelmesi için, Fâtiha'yı oku­duktan sonra zamm-ı sûreyi okumak gerekir. Ama kişi ister İmam olsun, ister tek başına kılmakta olsun, önce zamm-ı sûreyi, sonra Fâtiha'yı okursa, Fatiha'dan önce okumuş olduğu bu sûre hesaba katılmaz. Fâtiha’dan sonra yeniden okuması, sünnetin sevabını elde etmesi açısından gerekli olur.

11. Namaz kılan kişi İmamsa, Fâtiha'yı tamamladıktan sonra bir sü­re susmalıdır. Fâtiha'yı okuduktan sonraki bu susma süresi, eğer kılınan namaz sesli kıraatli bir namaz ise, cemâatin de Fâtiha'yı okuyabileceği kadar bir süre olmalıdır. Bu susma süresi zarfında İmamın bir duayla meşgul ol­ması veya sessizce Kur'an okuması daha faziletli olur.

Şâfiîlerce yapılması istenen diğer bazı susma aralıkları da vardır ki, bunlar kısa süreli olduklarından “lâtîf sekteler” denir. Bu sektelerin yerleri şunlar­dır:

a. İftitah tekbirinden sonra susmak. Bundan sonra da iftitah duasına

başlamak gerekir.

b. İftitah duasını tamamladıktan sonra susmak. Bundan sonra “eûzü”

okumak.

c. Eûzü’den sonra susmak. Bundan sonra “besmele” çekmek.

d. Besmele’den sonra susmak. Bundan sonra “Fatiha” okumak.

e. Fatiha'dan sonra susmak. Bundan sonra “âmîn” demek.

f. Âmîn'den sonra susmak. Bundan sonra “zamm-ı sûre” okumak.

g. Zamm-ı sûreden sonra susmak. Bundan sonra “rükû”a varmak.

Bu yedi sekte, İmamın Fâtiha’dan sonraki sektesine, yanı susma aralı­ğına eklenecek olursa sektelerin sayısı sekize varmış olur. Şâfiîlerce bilinen sektelerin sayısı ise altı tanedir. Çünkü bunlar, iftitah tekbiri ile iftitah duası arasındaki sekteyi ve iftitah duâsıyla eûzü arasındaki sekteyi tek sekte ola­rak kabul etmektedirler. Yine hem İmamın, hem İmama uyan kişinin Fâti­ha'yı okuduktan sonra zamm-ı sûreyi okumaya başlamadan önce yaptıkları sekteleri de tek sekte saymışlardır.

12. Rükûa varırken alınan tekbirler de sünnettir. Bu tekbiri tamamıyla rükûa varıncaya kadar uzatmak da sünnettir. Secde tekbirleri de aynı şekil­de yapılmalıdır. Bu tekbirler de Şâfıî mezhebine göre sünnettir. Kişi eğer İmam­sa, bu tekbirleri cemâatin duyabileceği kadar yüksek sesle almalıdır. Veya İmamın peşi sıra mübelliğlik yapanların da bu tekbirleri, cemâatin duyabile­ceği kadar yüksek sesle almaları sünnettir. Rükûdan kalkarken İmamın, İmama uyanların veya tek başına kılan kişinin, “Semiallahü limen hamiden” demesi, İmamın bunu söylerken yüksek sesle telâffuz etmesi, İmama uyan kimselerinse sessizce söylemeleri sünnettir.

13. Rükûdan kalkıp tam olarak doğrulduğunda İmamın, İmama uya­nın veya tek başına namaz kılanın, “Rabbena leke'1-hamd” demeleri de sün­nettir. Oturarak namaz kılan kişinin bunu, rükûdan dönerken tam olarak oturması esnasında söylemesi sünnettir. Yalnız, İmamın, İmama uyanın ve­ya tek başına namaz kılanın “Rabbena leke'1-hamd” cümlesini sessizce telâf­fuz etmeleri îcâb eder. İmamın peşi sıra mübelliğilik yapan kişi, “Rabbena lekel hamd” cümlesini yüksek sesle telâffuz edecek olursa bu, cahilliğinden ileri gelir.

14. Rükûda “Sübhane rabbiyel azîm” demek Şâfiîlere göre müekked bir sünnettir. Bazıları derler ki: Bunu devamlı olarak terkeden kişinin şâhidliği muteber olmaz. Bunu en azından bir defa söylemek gerekir. Kişi İmam olsun, İmama uyan biri veya tek başına namaz kılan biri olsun, sünneti ke­mâle erdirmek bakımından üç defa bu duayı okumalıdır. Kişi tek başına na­maz kılmakta olursa veya namazı uzatmaya razı olan bir cemâate İmamlık ederse “sübhane rabbiyel azîm”i üç defadan fazla tekrarlayabilir. Hatta bu durumda onbir defa söylemesi de sünnete uygun olur. Onbir defadan fazla okumaması gerekir. Tek başına namaz kılan kişinin buna ek olarak şu dua­yı okuması da sünnettir.

“Allah’ım! Senin için rükûa vardım. Sana imân ettim. Sana teslim ol­dum. Kulağım, gözüm, beynim, kemiklerim, sinirlerim, saçlarım, tenim ve ayaklarıma tâbi kısımlarım senin huzurunda huşu içinde olup sana aittirler”[230]

İmamın namaz kıldırırken bu duayı, mahsur olup da uzatmaya razı olan bir cemâate rükûda okuması sünnettir.

15. Secdede “Sübhane rabbiyel a'lâ” demek. Bir kez söylemekle sün­net yerini bulur. Sünneti kemâle erdirmek açısından en azından üç defa söy­lemek gerekir. Sünneti kemâle erdirmek için ise onbir defa söylemek gere­kir. Bir kişi İmam olarak mahsur kalmış bir cemâate namaz kıldınyorsa bun­dan fazla olarak şu duayı okuması sünnet olur:

“Allah'ım! Senin için secde ettim. Sana îmân ettim.. Sana teslim ol­dum... Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, görmesi için (göz oyuğunu) yarıp gözü yerleştirene, işitmesi için kulak yerini yarıp kulağı yerleştirene secde etmiştir. Yaratıcıların en iyisi ve en güzeli olan Allah, ne kadar da kutlu ve yücedir!” [231]

Secdedeyken hayır talebine dâir dualarda bulunmak sünnettir. Bu hu­susta Müslim, şöyle bir hadîs rivayet etmiştir:

“Kulun Rabbine en yakın olduğu zaman secde hâlidir. O hâlde (secde­deyken) çokça duâ edin.” [232]

16. Teşehhüdde otururken elleri baldırların üzerine koymak.

17. Sol elini açarak parmak uçlarını diz hizasına getirmek.

18. Teşehhüdde otururken sağ eli yummak. Yalnız işaret parmağını serbest bırakmak gereklidir. Teşehhüdde “İllallah” derken işaret parmağı kal­dırılır. Kaldırıldıktan sonra bu parmağın hareket ettirilmesi sahîh kavle gö­re mekruhtur. Hatta bazıları bu durumda namazın bâtıl olacağını söylemiş­lerdir. Çünkü parmağın hareket ettirilmesi, namaz amellerinin dışında sa­yılmaktadır. Ne ki bu, zayıf bir görüştür. Sözü edilen davranış, az bir amel sayıldığından namazı bozmaz.

19. Namazın oturuşlarında kişi yaygın olarak oturmalıdır. Yani sol ayağının mafsal yumru kemiğinin üzerine oturması, bu ayağının yüz kısmı­nı yere yatırması; sağ ayağını dikmesi, bu ayağının parmaklarının ucunu da kıble tarafına yöneltmelidir. Namaz kılan kişi bu durumda sol ayağını sergi gibi yere serip üzerine oturmaktadır. Tabiî bu anlattığımız, namaz kılanın bu şekilde oturmasını engelleyen bir özrün bulunmaması hâlinde söz konu­sudur. Meselâ şişman vücûdlu bir kişi bu şekilde oturmaktan âciz kalırsa ya­pabildiği kadarıyla oturma müsâadesine sahip olur.

20. İkinci selâm. Bu selâm Şâfiîlere göre sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: Namazın sünnetleri altmişsekiz tanedir. Bun­lar, sözlü ve fiilî olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sözlü olanlar oniki tane­dir:

1. İftitah duası.

2. Fâtiha'dan önce “eûzü” okumak.

3. Besmele.

4. Fâtiha'dan sonra “âmîn” demek.

5. Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okumak.

6. Önce anlatıldığı şekilde İmamın, gerekli yerlerde yüksek sesle okuması. İmama tâbi olan kişinin yüksek sesle okumasıysa mekruhtur.

7. “Rabbena leke'1-hamd” dedikten sonra:

“Yer dolusu gök dolusu. Bundan sonra dilediğin şey dolusu” demek.[233]

8. Rükûda birden fazla “sübhane rabbiyel azîm” demek.

9. Secdede birden fazla”sübhane rabbiyel a'lâ” demek.

10. İki secde arasında birden fazla “Rabbiğfırlî” demek.

11. Son teşehhüdde Peygamber (s.a.s.)'e ve âline salât getirmek. Yine Peygamber (s.a.s.)'e ve âline bereket duası, yani “Allahümme sallî ve bârik” okumak.

12. Bütün vitirlerde Kunut duasını okumak.

Fiilî sünnetlere gelince; bunlara “hey'etler” de denir ki, yaklaşık ola­rak ellialtı tanedir:

1. İftitah tekbiriyle birlikte elleri kaldırmak.

2. Elleri kaldırırken açık bulundurmak.

3. Parmaklar da birbirlerine bitiştirilmemelidir.

4. Rükûdan kalkarken eller aynı şekilde kaldırılmalıdır.

5. Bundan sonra da hemen indirilmelidir.

6. Kıyamda kıraatte bulunulurken sağ eli sol elin üzerine koymalıdır.

7. Eller, göbek altında bağlanmalıdır.

8. Kıyamdayken secde yerine bakılmalıdır.

9. İftitah tekbiri yüksek sesle alınmalıdır.

10. Kur'an-ı Kerîm'i tertîl üzere okumalıdır.

11. İmam olan kişi, namazı ağırlaştirmamahdır.

12. Birinci rek'ati, ikinciye nisbetle uzatmalıdır. İkinciyi de kısaltma­lıdır.

13. Kıyamda ayak araları azıcık açık tutulmalıdır.

14. Rükûda dizler elle tutulmalıdır.

15. Ellerle dizler tutulurken parmak araları açık bırakılmalıdır.

16. Rükû esnasında sırt dümdüz tutulmalıdır.

17. Baş, sırt hizasında bulundurulmalıdır.

18. Rükûda pazular, yan taraflardan uzak tutulmalıdır.

19. Secdeye giderken ellerden önce dizler yere konulmalıdır.

20. Sonra eller yere konulmalıdır.

21. Daha sonra alın ve burun yere temas ettirilmelidir.

22. Secde organları yere değdirilmelidir.

23. Secde mahallinde alınla yer, direkt temas ettirilmelidir.

24. Secdedeyken pazular böğürlerden,

25. Karın baldırlardan,

26. Baldırların arka kısımlarının da bacaklardan ayrı ve uzak tutul­ması icâb eder.

27. İki dizin arası da açık bulundurulmalıdır.

28. Ayaklar dik tutulmalıdır.

29. Ayak parmakları secdede ayrık tutulmalıdır.

30. Eller omuz hizasında yere konulmalıdır.

31. Eller tam olarak yere yayılmalıdır.

32. El parmakları birbirine bitiştirilmelidir.

33. Bu parmaklar kıbleye yönelik tutulmalıdır.

34. Secdeden kalkarken önce eller yerden kaldırılmalıdır.

35. Müteâkib rek'ate kalkılırken ayak parmaklarının ucu üzerinde kalkılmalıdır. Bu işlemi üçüncü ve dördüncü rek'atlere kalkarken de tekrarlamalıdır.

36. Namazının kalanına kalkarken ellerle dize dayanmalıdır.

37. İki secde arasında otururken yaygın oturmalıdır.

38. Birinci teşehhüdde de aynı şekilde oturmalıdır.

39. İkinci teşehhüdde ise teverrük şeklinde oturmalıdır.

40. Birinci teşehhüdde elleri baldırların üzerine koymalıdır.

41. Birinci teşehhüdde elleri baldırların üzerine koyarken yaymalıdır.

42. İki secde arasında otururken;

43. Birinci teşehhüdde otururken;

44. İkinci teşehhüdde otururken el parmağı yumuk tutulmalıdır;

45. Sağ elin serçe parmağıyla onun yanındaki parmak dürülecek,

46. Orta parmakla baş parmak da birbirine getirilecek,

47. İşaret parmağı da serbest bırakılacaktır.

48. Teşehhüd esnasında “illallah” derken bu parmakla işaret edilecek­tir.

49. Açık tutulan sol el parmakları kıbleye yönelik olmalıdır.

50. Selâma başlarken önce yüzle kıbleye işaret edilmelidir.

51. Selâm verirken başla sağa sola dönülmelidir.

52. Selâm verirken namazdan çıkmaya niyet edilmelidir.

53. Sağa, sola nisbetle daha fazla dönmelidir.

54. Huşu' içinde bulunulmalıdır.

Kadına gelince onun rükû ve secdede sözü edilen; karnı baldırlardan uzak tutmak, pazuları böğürlerden uzak tutmak gibi hükümlere riâyet etmesi sünnet değildir. Onunla ilgili sünnet;

55. Kendisini toparlayıp sağ taraftan,

56. Ayaklarının meyillerine oturmasıdır. Ki, onun için en faziletli dav­ranış da budur. Başkasının duyması hâlinde kıraatini de gizlice yapması vâcibtir. Erselikler de bu hususlarda kadın statüsüne tabidirler.[234]

 

Namazın Bazı Sünnetlerinin İzahı

 

Ellerin kaldırılması:

Namaza başlarken elleri kaldırmak sünnettir. Bunun sünnetliği hu­susunda ittifak vardır Ne ki bu kaldırmanın keyfiyetine ilişkin olarak mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

 

Hanefiler dediler ki: İftitah tekbiri esnasında erkeğin, ellerini ku­lak hizâsına kadar götürmesi, bunu yaparken de parmaklarını ayrık tutması sünnettir. Hür kadına gelince onun, ellerini omuz hizâsma kadar kaldırması sünnettir. Bayram namazlarında alman tekbirlerle Kunut duası için alman tekbir de iftitah tekbiri gibi olup bunlarda da elleri anılan yere kadar kaldır­mak sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Sünnetin en mükemmel uygulanışı, iftitah tekbi­ri esnasında rükûa giderken ve rükûdan kalkarken, birinci teşehhüdden üçüncü rek'ata kalkarken erkeğin ve kadının ellerini kulak hizasına kadar götürme­leri sünnettir. Bunu yaparken parmak uçları kulağın üst tarafına, baş par­maklar kulak memelerine, avuç içleri de omuz hizasına getirilmelidir. Bun­ların bir kısmım yapmakla da sünnetin aslı yerini bulur,

Malikiler dediler ki: İftitah tekbiri esnasında elleri omuz hizâsına kadar kaldırmak mendubtur. Bundan başka yerlerdeyse mekruhtur. İftitah tekbiri esnasında eller kaldırılırken açık tutulmalı, sırtları göğe, iç tarafları da yere bakmalıdır. Mâlikîlerin meşhur görüşü budur.

Hanbeliler dediler ki: Kadın ve erkeğin iftitah tekbiri esnasında, rükûa giderken ve kalkarken ellerini omuz hizasına kaldırmaları sünnettir.

 

Âmîn demenin hükmü:

Namazın sünnetlerinden biri de Fâtiha'dan sonra “âmîn” demektir. Bunu söylemenin şartı da; Fâtiha'dan sonra araya uzun bir sessizliğin gir­memesi veya Fâtiha'dan sonra duadan başka şeylerin konuşulmamasıdır. İmamın, İmama uyanın veya tek başına namaz kılan kişinin Fâtiha'­dan sonra âmîn demesi sünnettir. Bu hususta üç mezheb İmamı görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerse bunun sünnet olmayıp mendub olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şâfiîlerle Hanbelîler, sessizce kıraatte bulunulan namaz­larda âmîn'in de sessizce söylenmesi; sesli kıraatte bulunulan namazlardaysa seslice âmîn denilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre sa­bah, akşam ve yatsı namazlarının birinci ve ikinci rek'atlerinde Fâtiha'yı seslice okuduktan sonra yine seslice “âmîn” demek sünnet gereği olmak­tadır. Bu namazların sessiz kıraatte bulunulan üçüncü ve dördüncü rek'atlerindeyse sessizce Fatiha okuduktan sonra yine sessizce “âmîn” de­mek sünnet gereği olmaktadır. Bu kabilden olmak üzere öğle ve ikindi gibi sessizce kıraatte bulunulan namazlarda da Fâtiha'dan sonra sessiz­ce “âmîn” demek sünnet olur. Mâlikî ve Hanefîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefîler dediler ki: Kılınan namaz ister sesli, ister sessiz kıraatte bulunulan bir namaz olsun, sessizce “âmîn” demek gerekir. Kişi gerek ken­di okuduğu Fâtiha'dan, gerek İmamının okuduğu Fâtiha'dan ve gerekse bitişiğindeki birinin okuduğu Fâtiha'dan ötürü -Bunların kıraatleri sessiz olsa bile- “âmîn” demesi sünnet gereğidir.

Malikiler dediler ki: Sadece tek başına namaz kılan kişinin veya İmama tâbi olan birinin sessizce veya seslice kıraatte bulunulan namazlarda “âmîn” demesi mendubtur. İmammsa sadece sessiz kıraatte bulunduğu na­mazda “âmîn” demesi mendubtur. İmama uyan kişi, seslice kıraatte bulu­nulan namazlarda İmamın, “Veled-dâllîn” demesinden sonra “âmîn” de­melidir. Sessiz kıraatte bulunulan namazlardaysa kendisi “Veled-dâllîn” de­dikten sonra “âmin” demelidir.

 

Göbek altında veya göbek üstünde sağ eli sol elin üstüne koymak:

Kıyam esnasında göbeğin altında veya üstünde sağ eli sol elin üzeri­ne koymak, üç mezheb İmamına göre sünnettir. Mâlikîlerse bunun, mendub olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ellerin bağlanış şekline gelince bu, mezheblere göre aşağıda ayrı ayrı anlatılmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Kıyamdayken, göğsün altında veya göbeğin üst kısmında sağ eli sol elin üzerine koymak sünnet olmayıp mendubtur. Bunun şartı da namaz kılan kişinin, bu hususta Peygamber (s.a.s)'e uymayı kasdetmesidir. Eğer bu kasıtla elini bağlayacak olursa mendub olur. Ama sırf ken­disine bir destek ve dayanma olsun diye her ne şekilde yaparsa yapsın mek­ruh olur. Ama hiçbir niyeti olmaksızın ellerini bu şekilde üst üste koyacak olursa kuvvetli görüşe göre mekruh olmaz. Hatta mendub olur. Bu anlattık­larımız, farz namazlarla ilgiliydi. Nafile namazlara gelince, hiçbir tafsilâta girmeksizin ellerin bu şekilde bağlanması mendub olur.

Hanbeliler dediler ki: Ellerin bağlanması hususu, namaz kılana göre değişik keyfiyetler arzeder. Namaz kılan kişi erkekse bunun, sağ elinin avucunu sol elinin üzerine koyması, serçe parmağıyla başparmağım halka ede­rek bileğini kavraması, iki elini de göbeğinin altında tutması sünnettir. Ka­dına gelince bunun, ellerini bileklerini kavramaksızın göğsünün üzerine koy­ması sünnet olur.

Hanbeliler dediler ki: Kadın ve erkeğin göbek altında olarak sağ elinin içini sol elinin üstüne koymaları sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Kadın ve erkeğin, sağ elin avucunu sol elin üstü­ne koyup göğsün altında ve göbeğin üst kısmında, sol tarafa yakın olarak ellerini bağlamaları sünnettir. Sağ elinin parmaklarını dilerse sol elinin maf­salı üzerinde açık tutar; dilerse sol kolu üzerinde yayar.

 

Tahmîd ve Tesmi':

Bükûdan kalkarken tahmîd, yani:

“Allâhümme rabbenâ ve leke'l-hamd” demek sünnettir. Tesmi'e ge­lince bu da rükûdan kalkarken namaz kılan kişinin

“Semiallahü limen hamide” demesidir. Tahmîd ve tesmi'in üzerin­de ittifaka varılan kısmı bu kadardır. Mezhebler arasındaki görüş ayrılığı sadece bu cümlelerin kalıplan üzerinde meydana gelmiştir. Ki bu da aşa­ğıda detaylı bir şekilde anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmam rükûdan kalkarken sadece “Semialla-hû limen hamide” der ve buna bir şey eklemez. İmama uyan kişi de; “Alla-hümme rabbenâ ve Ieke'I-hamd” der. En faziletli duâ cümlesi de budur. “Rab benâ ve leke'1-hamd” veya “Rabbena leke'1-hamd” denilmesi hallerinde sün­net yerini bulmuş olur. En faziletlisi ise birincisidir. Ondan sonra “Rabbena ve leke'1-hamd” en sonunda da “Rabbena leke'1-hamd” cümlesi gelir. Tek başına namaz kılan kişi ise hem “Semiallahü limen hamide” der, hem de, “Allahümme rabbenâ ve leke'l- hamd” veya, “Rabbena ve leke'1-hamd” veyahut da “Rabbenâ leke'1-hamd” der. Hanefîlere göre bu, sünnettir.

Malikiler dediler ki: İmamın, İmama uyan kimsenin ve tek başına namaz kılanın tesmi'i, “Semiallahü limen hamide” diyerek yerine getirmesi sünnettir. Tahmîde gelince; bu da “Allahümme rabbenâ ve leke'1-hamd” demektir. Bu cümleyi okumak, sadece tek başına namaz kılan veya İmama uyan kimse için mendubtur. Sünnet değildir. İmama gelince onun sadece, “Semi­allahü limen hamide” demesi ve buna hiç bir şey eklememesi sünnettir. Aynı şekilde İmama uyan kişi de, “Allahümme rabbenâ ve leke'1-hamd” veya “Rab­bena ve leke'l –hamd” cümlesinden fazla olarak bir şey okumamalıdır.

Şafiiler dediler ki: Sünnet olan, İmamın, İmama uyan kişinin, tek başına kılanın hem temsi, hem de tahmîdi bir arada yapmasıdır. Buna göre bu kişilerden biri rükûdan kalkarken 'Semiallahü limen hamide' ve 'Rabbe­na leke'1-hamd' demelidir. Yalnız İmam rükûdan kalkarken “semiallahü li­men hamide” cümlesini seslice okumalıdır. İmama uyan kişinin bu cümleyi seslice okuması sünnete aykırıdır. Meğer ki İmama uyan kişi, onun peşinden mübelliğlik yapsın... “Rabbenâ leke'1-hamd” cümlesine gelince, bunu mut­lak olarak İmamın da, İmama uyan veya tek başına namaz kılan kişinin de sessizce okumaları sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: İmam ve tek başına kılan kişi, tesmi' ile tah­mîdi bir arada yapmalıdırlar. Buna göre rükûdan kalkarken hem, 'Semial­lahü limen hamide' hem de “Rabbena velek'el-hamd” cümlelerim okumak sünnet olmaktadır. Bu cümlelerin kendi aralarındaki kelime sıralarına riâ­yet etmek te vâcibtir. Meselâ rükûdan kalkmakta olan bir kişi, ‘men hamidallahe semia lehû” diyecek olursa, sünnet yerine gelmez. Rükûdan kalkıp da tam doğrulma esnasında “Rabbena ve leke'1-hamd” demek sünnettir. İma­ma uyan kişi hiçbir arttırma yapmaksızın rükûdan kalkarken “Rabbena ve leke'1-hamd” demelidir. “Rabbena leke'1-hamd” diyecek olursa tahmîd, yeri­ni bulur. Fakat birinci kalıp daha faziletlidir. Bundan da faziletlisi isteni­yorsa “Allahümme rabbenâ ve leke'1-hamd” demelidir. Bunu söyledikten sonrada “Yer dolusu, gök dolusu, bundan sonra da dilediğin şey dolusu” demek sünnettir.

 

İmamın tekbirleri yüksek sesle alması:

İmamın tekbir alırken, tesmi'de bulunurken, selâm verirken; ardın­daki cemâatin duyması için sesini yükseltmesi sünnettir. Bu hususta Mâlikîler dışındaki üç mezheb ittifak etmişlerdir. Mâlîkîterse bunun mendub olduğunu söylemişlerdir.

İmamın peşi sıra mübellîğlik:

Mübellîğlik, İmamın sesinin cemâat tarafından duyulması için, ona uyanlardan birinin veya kendisinin sesini yükseltmesidir. Ki bu, şu şartla caiz olur: Mübellîğlik yapan kişi, senini yükseltmekle iftitah tekbirini al­mayı kasdetmelidir. Sadece mübellîğlik yapmayı kasdederse namazı ger­çekleşmiş olmaz. Bu hükümde mezheblerin ittifakı vardır. İftitah tekbiriy­le birlikte teblîği de kasdedecek olursa, yani hem namaza hem de mübel­lîğlik yapmaya niyet ederse bunun, namazına bir zararı olmaz. İftitah tek­birinden başka tekbirlgniçin mübellîğlik yapmaya gelince bu işi yapan ki­şi, sadece mübellîğlik niyetini güderse de namazı bâtıl olmaz. Ne ki na­mazın sevabından mahrum olur.

 

Şafiiler dediler ki: Mübellîğlik yapanın namazı, iftitah tekbiri esnâsında sadece teblîği kasdederse veya hiçbir şeyi kasdetmezse namazı bâtıl olur. Ama iftitah tekbirini alırken hem namaza girmeyi, hem de mübellîğlik yapmayı veyahut da sadece namaza girmeyi kastederse, namazı gerçekleş­miş olur. İftitah tekbiri dışında da aynı durum söz konusudur. İftitah tekbi­ri dışındaki tekbirlerde de sadece teblîği kastederse veya hiçbir şeyi kastetmezse namazı batıl olur. Tebliğle birlikte zikri de kastederse namazı sahîh olur. Sadece mübellîğlik yapmayı kasteden kişi eğer avam tabakasındansa namazı bâtıl olmaz.

Hanefiler dediler ki: Cemaatın duyması maksadıyla İmamın tekbir alırken sesini yükseltmesi sünnettir. Normalden fazla yükseltecek olursa mek­ruh olur. Alınan tekbir ister iftitah tekbiri olsun, ister diğer tekbirlerden biri olsun hüküm aynı olur. Şu da var ki, ister İmam ister İmama uyanlardan biri olsun iftitah tekbirini alırken namaza girme niyeti olmaksızın mübellîğ­lik yapmayı kasdederlerse namazları bâtıl olur. Bunların niyetlerinin bu ol­duğunu bilerek bunlara uymuş olanların namazları da bâtıl olur. Yalnız mü­bellîğlik yapan kişi, iftitah tekbiriyle birlikte namaza girmeyi ve mübellîğlik yapmayı da kastedecek olursa bunun zararı olmadığı gibi aksine bu, isteni­len bir husustur. Bu anlattığımız, iftitah tekbiri ile ilgili idi. Diğer tekbirlere gelince mübellîğlik yapan kişi, bunlarda sırf teblîğ amacını gütse de namazı bâtıl olmaz. Tesmi' ve tahmîd yapan kişi, sesini yükseltirken tegannîyi ve insanların beğenisini kazanmayı kastederse kuvvetli görüşe göre namazı bo­zulur.

 

Namazın sünnet tekbirleri:

İftitah tekbiri dışında namazın sünnet olan tekbirleri şunlardır: Rükûa giderken, secdeye giderken, secdeden kalkarken, ikinci, üçüncü veya dör­düncü rek'atlere kalkarken alınan tekbirler sünnettir. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hususta ittifak etmişlerdir. Hanefîlerle Hanbelîlere gelince onların bu­na ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Bu tekbirlerin tümü vâcibtir. Yalnız rükû hâlinde İmama kavuşan kişinin rükû tekbiri sünnettir. Bu kişi iftitah tekbi­rini alır da yeniden tekbir almaksızın rükû'a gidecek olursa namazı sahîh olur.

Hanefiler dediler ki: Bu tekbirlerin tümü, Şafiî ve Mâlikîlerin de dedikleri gibi sünnettir. Yalnız bayram namazlarının ikinci rek'atindeki rü­kû tekbiri bunlardan müstesna olarak vâcibtir. Bilindiği gibi Hanefîlere gö­re vâcib, farza nisbetle bir kademe daha geridedir. Bazıları, vacibin müekked sünnet olduğunu da ileri sürmüşlerdir.

 

Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okumak:

Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının farzlarının ilk iki rek'atinde, sabah namazının farzının her iki rek'atinde Fâtiha'dan sonra zamnvı sûre okumak bütün mezheb İmamlarının ittifakıyla yapılması istenen bir husustur. Ne ki bunun hükmü üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Üç mezheb İmamı bunun sünnet olduğunu söylemişlerdir. Hanefîlerse buna muhalefet etmişlerdir. Onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Fatihadan sonra bir sûre okumak veya üç kı­sa ayet veyahut da uzun bir âyet okumak vâcibtir. Bunu farz namazların ilk iki rek'atlerinde okumak gerekir. Hanefîlere göre vacibin ne anlama geldi­ğini daha önce anlatmıştık.

 

Fâtiha'dan sonra okunacak âyetlerin miktarı hususunda da mezhebler ayrı görüşler beyan etmişlerdir. Şâfiîlerle Mâlikîler, Fâtiha'dan sonra kısa bir sûre veya bir âyet veyahut da bir âyetin bir kısmının okunmasının yeterli olacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Buna göre Fâtiha'dan sonra kısa bir sûre veya bir âyet veyahut da bir âyetin bir kısmını okuyan kişi, sünnetin aslını yerine getirmiş olur. Hanefîlerle Hanbelîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Fâtiha'dan sonra okumanın vâcibliği, ancak kısa bir sûre veya uzun bir âyet, veyahut da üç kısa âyet okumakla yerine getirilmiş olur.

Hanbeliler dediler ki: Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okurken; okunan âyetin, kendisinden önceki veya kendisinden sonraki âyete bağlı olmak­sızın müstakil bir anlamı olmalıdır. Meselâ sadece  veya  ve bunlara benzer âyetleri okumak yeterli olmaz.

 

Farz namazlarda Fâtiha'dan sonra İmamın ve tek başına namaz kı­lanın sure okumaları sünnettir. İmama uyan kişi de, İmamın sesini duy­madığı takdirde sünnet gereği olarak o da Fâtiha'dan sonra sûre okur. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın ardında kıraat­te bulunması mutlak surette caiz olmaz.

Malikiler dediler ki: İmama uyan kişinin kendisi duymasa veya İmam sükût etse bile seslice kıraatte bulunulan namazlarda kıraatte bulunması mek­ruh olur.

 

Bu anlatılanlar, fafz mamazla ilgiliydi. Nafile namazlara gelince; bunlar ister iki rek'at hâlinde, ister tek selâmla dört veya fazla rek'atler hâlinde kılınsınlar, bütün rek'atlerinde Fâtiha'dan sonra sûre okumak, istenilen bir husustur. Yalnız bu hükümle ilgili olarak mezhebler ayrı görüşler be­yân etmişlerdir. Ki bunları da aşağıda ele almış bulunmaktayız.

 

Malikiler dediler ki: Fâtiha'dan sonra Kur'an-ı Kerîm'den âyetler okumak, nafile namazlarda sünnet olmayıp mendubtur. Bu nafile namaz­lar, ister iki rek'at hâlinde kılınsınlar, ister daha fazla rek'atler hâlinde kı­lınsınlar, yine aynı hükme tabidirler.

Hanefiler dediler ki: Nafile namazların bütün rek'atlerinde Fâti­ha'dan sonra Kur'an-ı Kerîm'den bir miktar okumak vâcibtir. Sünnet veya mendub değildir.

Şafiiler dediler ki: Nafile namaz kılan kişi, bu namazı iki rek'atten fazla olarak kılarsa, kıldığı bu namaz, dört rek'atli farz namazlar gibi olur. Bunların ilk iki rek'atlerinde Fâtiha'ya ek sûre okumak sünnettir. İki rek'­atten sonraki rek'atlerde sadece Fâtiha'yı okumak yeterli olur.

Hanbeliler dediler ki: Nafile namazların bütün rek'atlerinde Fâti­ha'ya ek olarak kısa bir sûre veya kendi başına müstakil anlamı olan bir âyeti okumak sünnettir. Bu nafile namaz iki rek'at veya dört rek'at hâlinde kılınsa bile hüküm aynıdır.

 

İftitah duası:

Üç mezheb İmamışa göre iftitah duası sünnettir. Mâlikîler buna mu­halefet ederek demişlerdir ki: Meşhur görüşe göre iftitah duası okumak mekruhtur. Bazı Mâlikîlerse bunun mendub olduğunu ileri sürmüşlerdir.

İftitah duasının metni ve bu duayla ilgili olarak söylenen sözler aşağıda ele alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İftitah duasının metni şudur:

“Ey Rabbim. Seni heybet ve celâline lâyık bir şekilde noksanlıklardan tenzih ederim. Seni, Sana lâyık niteliklerle tesbih ederim. Sana hamdederek tesbihte bulunurum. İsminin hayır ve bereketi devamlı olsun. Senin heybet ve celâlin üstün olsun. Azametin yükselsin. Senden başka, ilâh yoktur.” [235]

Bu duayı okumak hem İmam, hem İmama uyan, hem de tek başına na­maz kılan kişi için sünnettir. Kılınan namaz, farz da olsa, nafile de olsa hü­küm aynıdır. Yalnız, namaz kılan kişi İmama uymuş biri ise, İmam da “sübhaneke”yi okuduktan sonra Fâtiha'ya başlamışsa, bu durumda sübhaneke'yi okumaz. İkinci rek'atte İmama kavuşan kişi, şayet İmam kıraate başlamamışsa hemen bu arada sübhaneke'yi okuyabilir. Kılınan namaz ister seslice kıraatli olsun, ister sessizce kıraatli olsun, İmam kıraate başladıktan sonra, ona uyan kişi sübhaneke'yi okuyamaz. Bu, her rek'at için söz konusudur. Rükû veya secde hâlinin İmama kavuşan kişi, sübhaneke'yi okuduğu takdirde İmamın rükûdan veya secdeden kalkmıyacağıni sanarsa sübhaneke'yi okur. İmamın kalkacağını sanarsa okumaz.

Şafiiler dediler ki: İftitah duasının metni şudur:

“Gökleri ve yeri yaratana yüzümü birleyici ve müslüman olarak yönelt­tim. Ben müşriklerden değilim.”[236] “Namazım, ibâdetim, yaşayışım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah'ındır. O'nun ortağı yoktur. Ben bunun­la emrolundum. Ve müslümanların ilkiyim.” [237]

Namaz kılan kişinin iftitah tekbirinden sonra bu duayı okuması gere­kir.

Hanefîler derler ki: Bu duayı farz namaza niyet etmeden önce okumak gerekir. Bazıları da nafile namazlara niyet edilip tekbir alındıktan sonra bu duanın okunması gerektiğini söylerler. Şâfiîler, bu duanın okunması için beş şartın gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu şartları, Şâfiîlere göre nama­zın sünnetleri kısmında saymıştık.

Hanbeliler dediler ki: İftitah duasının metni, Hanefî mezhebinde anlatılan iftitah duasının metnidir. Bunun yanında Şâfiîlerin iftitah duasını okumak ta kerâhetsiz olarak caizdir. En faziletlisi, bu iki duadan bazen bi­rini, bazen de diğerini okumaktır.

Malikiler dediler ki: Buna ilişkin sahîh hadîs bulunmasına rağmen meşhur görüşe göre iftitah duasını okumak mekruhtur. Zîrâ sahabeler, bu duayı terketmişlerdir. Şu da var ki, bu mezhebin mensubları İmam Mâlik'in, iftitah duasını okumanın mendub olduğunu söylediğini de nakletmekte­dirler. İftitah duasının metni şudur:[238]

 

Teavvüz (İstiâze):

Üç mezheb İmamına göre namazda kıraate başlarken teavvüzde bu­lunmak, yani “eûzü” çekmek sünnettir. Mâlikîler buna muhalefet etmiş­lerdir. Buna göre her mezhebin teavvüzle ilgili görüşü aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Teavvüz sünnettir. Bu da kişinin iftitah tek­birini alıp sübhaneke'yi okuduktan sonra “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” demesidir. Namaz kılan kişi, ister, İmam olsun ister İmama uymuş biri ol­sun, sadece birinci rek'atte sünnet gereği olarak teavvüzde bulunur. Ama sonradan İmama kavuşan kişi, İmamın kıraate başladığını görürse teavvüz­de bulunmaz. Zîra bu mezhebin kuvvetli görüşüne göre eüzü'yü okumak, kıraate tâbidir. Bu durumdaki kişi, eûzü'yü okuyamaz.

Şafiiler dediler ki: Bütün rek'atlerde eûzü okumak sünnettir. En fa­ziletli eûzü metni de “Eûzübillâhimineşşeytânirracîm” dir.

Malikiler dediler ki: İster sesli kıraatte, ister sessiz kıraatte bulu­nulsun, farz namazlarda eûzü okumak mekruhtur. Nafile namazlarda ise ses­sizce eûzü okumak caizdir. Sesli olarak eûzü çekmekse kuvvetli görüşe göre mekruhtur.

Hanbeliler dediler ki: Teavvüzde bulunmak sünnettir. Metni, “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” şeklinde olan eûzüyü birinci rek'atte oku­mak sünnettir.

 

Besmele:

Her rek'atta Fâtiha'dan önce “Bismillahirrahmânirrahîm” diyerek bes­mele çekmek Hanefî ve Hanbelîlere göre sünnettir. Şâfiîler bunun farz ol­duğu görüşündedirler. Mâlikîlerse mekruh olduğunu ileri sürerler. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmam ve tek başına namaz kılan kişi, her rek'-atin başında sessizce besmele çeker. Namaz, seslice kıraatte bulunulan na­maz da olsa, sessizce kıraatte bulunulan namaz da olsa yine besmele çekmek sünnettir. İmama uyan kişi, tabiî ki besmele çekmez. Zîra İmama uymuş ol­duğu gerekçesiyle onun kıraatte bulunması caiz değildir. Besmele, sübhaneke okunup eûzü çekildikten sonra çekilir. Eûzüyü unutup besmele çeken kişi bunu, eûzüyü çektikten sonra yeniden iade eder. Sahîh kavle göre besmele­sini de iade etmez. Fatihayla zamm-i sûre arasındaki besmeleye gelince bu­nu okumak mekruh değildir. Ama en iyisi okumamaktır. Kılman namaz seslice kıraatte bulunulan bir namaz veya, sessizce kıraatte bulunulan bir namaz olsun hep aynı hükme tâbidir. Her ne kadar Kur'an'dan bir parça ise de sa­hîh olan görüşe göre besmele, ne Fâtiha'nın ve ne de diğer sûrelerden birinin bir bölümü değildir.

Malikiler dediler ki: Kılınan namaz ister sesli kıraatli olsun, ister sessiz kıraatli olsun, farz ise besmele çekilmesi mekruhtur. Ancak namaz kı­lan kişi, ihtilâftan kurtulmak maksadıyla her Fâtiha'nın evvelinde gizlice bes­mele çekerse mendub olur. Bu durumda seslice besmele çekilmesi mekruh­tur. Nafile namazlara gelince, namaz kılan kişinin Fâtiha'dan önce besmele çekmesi caizdir.

Şafiiler dediler ki: Besmelenin, Fâtiha'dan bir âyet olduğu için okun­ması, sünnet değil farzdır. Sesli veya sessiz kıraatli namazlarda besmelenin hükmü Fâtiha'nm hükmü gibidir. Sesli kıraatli namazlarda namaz kılan ki­şinin, Fâtiha'yı sesli okuduğu gibi besmeleyi de sesli okuması zorunludur. Besmele okunmadığı takdirde namaz bâtıl olur.

Hanbeliler dediler ki: Besmele sünnettir. Namaz kılan kişi her rek'­atte gizlice besmele çeker. Ne ki bu, Fâtiha'nın bir ayeti değildir. Kişi, teavvüzden önce besmele çekerse teavvüzü iade etmesi gerekmez. Yine besmele­yi terk eden kişi de Fâtiha'ya başlamışsa yeniden besmeleye dönmez. Hanefîler de bu görüştedirler.

 

Kıraati uzatmak:

Namazın sünnetlerinden biri de kıraatin, mezheblere göre belirtilen muhtelif vakitlerde yerine göre “tıvâl-i mufassal” dan veya “evsat” tan veyahut da “kısar” dan okunmasıdır. Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Tıvâl-i mufassal, Hucûrat sûresinden Bürûc sûresine kadar olan kısımdır. “Evsât”, Bürûc sûresinden Beyyine sûresine kadar olan kısımdır. “Kısar” ise Beyyine sûresinden Kur'an-ı Kerîm'in so­nuna kadar olan kısımdır. Sabah ve öğle namazlarında “tıvâl-i mufassal'dan okumak sünnettir. Yalnız, öğleyin okunan miktar, sabahınkinden az olmalıdır. İkindi ve yatsı namazlarında “evsât”tan, akşam namazında da “kısar”dan okumak sünnettir.

Şafiiler dediler ki: “Tivâl-i mufassal”, Hucûrat sûresinden Nebe sû­resine kadar olan kısımdır. “Evsât”, Nebe sûresinden Duhâ sûresine kadar olan kısımdır. “Kısar”a gelince bu da, Duhâ sûresinden Kur'an-ı Kerîm'in sonuna kadar olan kısımdır. Sabah ve öğle namazlarında, “tıvâl-i mufassal'dan okumak sünnettir. Yalnız, öğleyin okunan miktar, sabahınkinden az olmalıdır. Ancak cuma günü, kılınan sabah namazları bundan müstesna olup bu namazın birinci rek'atınde, her ne kadar mufassaldan değilse de Secde sûresini, ikinci rek'atte de özellikle “Hel-Etâ” (İnsan) sûresini okumak sün­nettir. İkindi ve yatsı namazlarında “evsât”tan, akşam namazında da “kı­sar’dan okumak sünnettir.

Malikiler dediler ki: “Tıvâl-i mufassal”, Hucûrat sûresinden Nâziat sûresine kadar olan kısımdır. “Evsât”, Nâziat sonundan Duhâ sûresine kadar olan kısımdır. “Kısar”a gelince bu da, Duhâ'dan Kur'an-ı Kerîm'in sonuna kadar olan kısımdır. Sabah ve öğle namazlarında “tıvâl-i mufassal'dan, ikindi ve akşam namazlarında “kısar”dan, yatsı namazında da “ev­saftan okumak sünnet olmayıp mendubtur.

Hanbeliler dediler ki: “Tıvâl-i mufassal”, Kâf sûresinden Nebe' sûresine kadar olan kısımdır. “Evsât” ise, Nebe' sûresinden Duhâ sûresine kadar olan kısımdır. “Kısar”a gelince bu da Duhâ sûresinden Kur'an-ı Ke­rîm'in sonuna kadar olan kısımdır. Sabah namazında “tıvâlden”, akşam na­mazında “kısar”dan, öğle, ikindi ve yatsı namazlarında da “evsât”tan oku­mak sünnettir. Sefer ve hastalık gibi bazı mazeretlerden ötürü sabah ve di­ğer vakit namazlarında bundan az okumak mekruh olmaz. Ama böyle bir mazeretin bulunmaması hâlinde sadece sabah namazlarında mekruh olur.

 

Namaz kılan kişi tek başına ve de mukîm ise kıraati uzatması sünnet olur. Eğer misafir ise kıraati uzatması üç mezhebe göre sünnet değildir. Mâlikîler bu görüşe muhalefet etmişlerdir. Onların bu husustaki fikirleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Tek başına namaz kılan kişi, ister mukim, is­ter misafir olsun kıraati uzatması mendub olur.

 

Namaz kılan kişi eğer İmamsa, mezheblere göre aşağıda belirtilen şartlar tahakkuk ettiği takdirde kıraati uzatması sünnet olur.

 

Şafiiler dediler ki: İmam, namazı uzatmaya razı olduklarını açıkça belirten bir cemaate namaz kıldırmaktaysa kıraati uzatması sünnet olur. Ancak cuma sabahının namazı bundan müstesnadır. Bu namazı kıldıran İmam, hiçbir şarta bağlı olmaksızın Secde sûresinin tümünü okuyarak kıraati uzatmalı­dır. Cemâat buna razı olmasa bile bu, sünnet gereğidir.

Malikiler dediler ki: İmamın kıraati uzatması dört şartla mendub olur:

1. İmam, mahsur kalmış bir cemâate namaz kıldırmaktaysa,

2. Cemaat, gerek kendi dilleriyle, gerek kendi davranışlarıyla İmamın kıraati uzatmasını istemekteyse,

3. İmam cemaatın, kıraati uzatmakla ayakta durmaya takat getire­ceklerini bilir veya zannederse,

4. Cemaatten birinin uzun kıraata dayanmasına engel bir özrünün ol­madığını İmam bilir veya zannederse, kıraati uzatabilir. Eğer bu şartlardan biri gerçekleşmezse kıraati kısaltmak daha faziletli olur.

Hanefiler dediler ki: Cemaate ağır gelmeyeceğini bilen İmamın kı­raati uzatması sünnettir. Ama cemaate ağır geleceğini bildiği takdirde uzat­ması mekruh olur. Zîrâ Peygamber Efendimiz, sabah namazını Felâk ve Nâs süreleriyle kıldırmıştır. Namazı tamamladıktan sonra da kendisine,

“Kısa tuttunuz ya Rasûlallah” denildiğinde şu cevabı vermişti:

“Bir çocuğun ağladığını duydum. Annesinin fitneye düşeceğinden kork­tum.” [239]

Zayıf, hasta ve işi olan kimseler de bu hükme tabidirler.

Hanbeliler dediler ki: Cemaatin durumuna göre İmamın namazı hafifletmesi sünnet olur.

 

Birinci rek'atte ikinciye nisbetle kıraati uzatmak:

Namazın sünnetlerinden biri de, ikinci rek'ate nisbetle birinci rek'attaki kıraati uzatmaktır. Her iki rek'atta da aynı miktarda kıraatte bulunan kişi sünneti kaçırmış olur. İkinci rek'ati birinciye nisbetle uzatan kişi mek­ruh işlemiş olur. Ancak cuma namazı bundan müstesnadır. Cuma nama­zında ikinci rek'ati birinciye nisbetle daha da uzatmak sünnettir. Birinci rek'ati ikinciye nisbetle uzatmak demek, daha fazla âyet okumak demek­tir. Ancak cuma ve bayram namazlarıyla cemâatin kalabalık olup İmama yetişememe endişesi olma hâli bundan müstesnadır. Bu durumlarda ikinci rek'atleri birinciye nisbetle daha da uzatmak sünnet olur. Bu hususta Hanefîlerle Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîlere gelince on­ların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Mâlikî ve Hanbeliler dediler ki: İkinci rek'ati zaman bakımın­dan birinciye nisbetle kısaltmak mendubtur. Cuma ve diğer namaz ayırımı yapmaksızın ikinci rek'atte birinciye nisbetle daha fazla kıraatte bulunan veya her ikisini eşit kılan kişi,evlâ olan görüşe muhalefet etmiş olur. Şunu da di­yelim ki; Mâlikîler, sünnetle mendub arasında ayırım yapmamaktadırlar.

 

Kıyam esnasında ayak aralarını açık tutmak:

Namazın sünnetlerinden biri de: kıyam esnasında ayakların arasını bir­birine bitişmeyecek kadar açık tutmaktır. Fazla şişman olmayan kişilerin de ayak aralarını fazla açık tutmaları doğru değildir. Ayak aralarındaki açık­lığın ölçüsü mezheblere göre değişiktir.

 

Hanefiler dediler ki: Kıyamdayken ayak aralarında dört parmak kadar açıklık bulundurmak sünnettir. Bundan fazla veya noksan tutmak mek­ruhtur.

Şafiiler dediler ki: Ayak aralarındaki açıklık bir karış kadar olmalı­dır. Bundan fazla veya noksan tutmak mekruhtur. Ayaklardan birini öne, diğerini geriye koymak da mekruhtur.

Malikiler dediler ki: Kıyamda ayak aralarını açık tutmak sünnet ol­mayıp mendubtur. Yine bunlara göre ayakları birbirine bitiştirmemek ve örfe göre fazla miktarda açık bulundurmamak da mendubluk açısından gerekli­dir.

 

Rükû ve secdede tesbih:

Namazın sünnetlerinden biri de kişinin rükû hâlinde “Sübhâne rabbiye'l-azîm”, secde halinde de “Sübhâne rabbiye'l-a'lâ” demesidir. Sünnetin yerine gelmesi açısından kaç defa tesbih getirileceği husu­sunda mezhebler arasında görüş ayrılığı mevcuddur. Ki bunu aşağıda ele almış bulunmaktayız.

 

Malikiler dediler ki: Rükû ve secde hâlinde tesbih çekmek mendub olup belirli bir lafzı yoktur. En faziletlisi, yukarıda anılan tesbih lafzını oku­maktır.

Hanefiler dediler ki: Sünnet, ancak üç defa tesbih çekmekle yeri­ni bulur. Bundan daha az söylenmesi hâlinde sünnet yerine gelmez.

Hanbeliler dediler ki: Mezkûr kalıbıyla tesbihte bulunmak vâcibtir. Bundan fazlasını söylemek ise sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Hangi tesbih kalıbıyla olursa olsun rükûda tes­bihte bulunmakla sünnet yerine gelir. En faziletlisi ise, mezkûr kalıptaki ke­limeleri söylemektir. Bu tesbihi onbire kadar arttırmak daha mükemmel olur. Yalnız İmamın, hiçbir şarta bağlı olmayarak üç defa tesbihte bulunması ge­rekir. Bundan fazlasını yapmaksa, kendisine uyanların razı olması hâlinde uygun olur.

Malikiler dediler ki: Tesbihin belirli bir sayısı yoktur.

 

Namaz kılarken elleri dizlerin üzerine koymak:

Namazın sünnetlerinden biri de kişinin rükû halinde ellerini dizleri­nin üzerine koyması ve bu arada ellerinin parmaklarını ayrık tutmasıdır. Ayrıca erkeğin pazularını da yan taraflarından uzak tutmasıdır. Zira Pey­gamber (s.a.s.) Efendimiz, Enes (r.a.) hazretlerine hitaben buyurmuşlar ki:

“Rükûa vardığında avuçlarını dizlerinin üzerine koy. Parmaklarını aç, kollarını da yan taraflarından uzak tut.”[240]

Kadına gelince o, kollarını yan taraflarından uzak tutmayıp aksine daha da bitiştirir. Böylece örtünmesi daha iyi olur. Bu hususta üç mezheb İmamı ittifak etmişlirdir. Mâlikîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Rükû hâlinde elleri dizlerin üzerine koymak ve pazuları böğürlerden uzak tutmak sünnet olmayıp mendubtur. Parmak­ların birbirine bitiştirilmesi veya ayrık tutulması hususu, namaz kılanın insiyatifine bırakılmıştır. Ancak dizlerini iyi tutabilmesi için parmaklarını ayrık tutması gerekiyorsa öyle yapması îcâb eder.

 

Rükû esnasında sırtla boynu aynı düzeyde tutmak:

Namazın sünnetlerinden biri de sırtla boynu rükû esnasında aynı dü­zeyde tutmaktır. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, rükûa vardıklarında sırtını dümdüz tutarlardı. Öyle ki sırtına su dökülseydi, su yere akmayip sırtında dururdu. Yine buna ek olarak başla kuyruk sokumu kısmını da aynı düzeyde tutmak gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, rükûda iken başını normalden ne yukarı kaldırır ne de aşağıya eğerdi. Bu sünnet üzerinde mezheblerin görüş birliği mevcûdtur.

Secdeye ne şekilde varılacağı ve ne şekilde kalkılacağı:

Namazın sünnetlerinden biri de, secdeye varırken önce dizlerin son­ra ellerin, daha sonra da alnın yere konulmasıdır. Secdeden kalkarken de bunun aksini yapmak gerekir. Hanefîlerle Hanbelîler bu hususta gö­rüş birliği etmişlerdir. Şafiî ve Mâlikîlere gelince, onların bu husustaki gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldır­mak, dizleri kaldırdıktan sonra da ellere dayanarak yerden kalkmak sünnet­tir. Namaz kılan kişi güçlü biri de olsa, kadın da olsa yerden kalkarken elle­rine dayanması sünnettir.

Malikiler dediler ki: Secdeye varırken elleri dizlerden önce yere koy­mak mendubtur. Namazın son rek'atine kalkarken de elleri dizlerden sonra yerden kaldırmak yine sünnettir.

 

Yalnız bu anlattıklarımız, özürsüz kimseleri ilgilendirmektedir. Zayıf olan veya mest giyen kişi, secdeye varırken veya secdeden kalkarken bu kurallara bağlı olmayıp yapabildiği kadarıyla yeti­nir. Bu hususta icma' vardır.

Secdede iken ellerin yere konulması:

Namazın bir diğer sünneti de kişinin secdede iken parmaklarını bir­birine bitiştirip kıbleye yönelterek avuçlarını omuz hizasına koymasıdır. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Secdedeyken elleri omuz hizalarına veya ya­kınlarına koymak mendubtur. Bunu yaparken de parmakları birbirine bitiş­tirip kıbleye yöneltmek gerekir.

Hanefiler dediler ki: En faziletlisi, kişinin, yüzünü iki elinin arasına koymasıdır. Ama elleri omuz hizasına koymakla da sünnet yerini bulur.

 

Yine kişinin secdede iken karnını baldırlarından ayrık tutması, dirseklerini bö­ğürlerinden uzakta tutması, kollarını da yerden yüksekte tutması sünnet­tir. Meğer ki bunu yapmakla, bitiştiğinde namaz kılan kişiye eziyet vermiş olmasın. Eziyet verdiği takdirde böyle yapması haram olur. Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.), secdeye vardıklarında karnıyla baldırlarını birbirinden uzak tu­tardı. Kadına gelince onun, karnını baldırlarına yapıştırması, örtünmeyi sağ­lama açısından sünnettir. Bu hususta mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Yalnız Mâlikîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır. Yine vâcib miktardan fazla olarak itmi'nânda bulunmak da ittifakla sünnettir.

 

Malikiler dediler ki: Erkeğin secdede karnını baldırlarından, dir­seklerini dizlerinden uzak tutması, kollarını da böğürlerinden normal bir uzak­lıkta tutması bütün namazlar için mendubtur.

 

Kıraati sesli yapmak:

İmamın ve tek başına namaz kılan kişinin akşam ve yatsı namazları­nın farzlarının ilk iki rek'atlerinde, sabah farzının ve cuma namazının her iki rek'atinde kıraati sesli yapması sünnettir. Mâlikilerle Şâfiîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanefîlerle Hanbelîlere gelince, onların bu konuya iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmamın sesli kıraatte bulunması vâcibtir. Tek başına namaz kılan kişi için bu sünnettir. Tek başına namaz kılan kişi sesli kıraatli namazlarda dilerse kıraatini sesli yapar, dilerse sessiz yapar. Ama sesli yapması daha faziletli olur. Sesli kıraatli bir namaza sonradan kavu­şan, meselâ cuma veya yatsı veya akşam veya sabah namazlarından birinin bir rek'atini kaçırdıktan sonra İmama kavuşan kişi, İmamın selâm verme­sinden sonra kalkıp da kılamadığı birinci rek'ati kaza ederken dilerse sessiz­ce kıraatte bulunur, dilerse seslice kıraatte bulunur. Sesli kıraatli namazlar ister edâ olarak ister kaza olarak kılınsınlar, bunu kılan kişi yine dilerse sesli kıraatte bulunur. Dilerse sessiz kıraatte bulunur. Sahîh görüş bu doğrultu­dadır. Meselâ yatsı namazını kaza olarak kılmakta olan kişi dilerse sesli kı­raatte bulunur. Dilerse sessiz kıraatte bulunur. Sessiz kıraatli namazlara ge­lince bunu tek başına kılan kişi seçim hakkına sâhib olmayıp kıraati sessizce yapmak zorundadır. Meselâ öğle veya ikindi namazını kılan kişi, sesli kıra­atte bulunursa vacibi terk etmiş olur. Bunun vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü doğrulama açısından da sehiv secdesi yapması gerekir. İmama uyan kişiye gelince onun, her halükârda sükût etmesi gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Tek başına namaz kılan kişi, sesli kıraatli namazlarda dilerse sesli kıraatte, dilerse sessiz kıraatte bulunabilir.

 

Namazda kıraati sesli veya sessiz yapmanın sınırı:

Yukarıda sayılan farzlar dışında namaz kılan kişinin kıraati sessiz yap­ması sünnettir. Bunun sünnet olduğu hususunda üç mezheb İmamı gö­rüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerse bunun sünnet olmayıp mendub olduğu­nu söylemişlerdir. Vitir ve benzeri nafile namazlarda kıraatin sesli veya sessiz yapılması hususunda mezheblerin çeşitli görüşleri vardır ki, bun­ları aşağıda ele almış bulunmaktayız.

 

Malikiler dediler ki: Geceleyin kılınan bütün nafile namazlarda sesli kıraatte bulunmak, gündüzün kılınan nâfileîerdeyse sessiz kıraatte bulunmak mendubtur. Yalnız bayram ve yağmur namazları gibi hutbeli nafile namaz­larda kıraati sesli yapmak, gündüzün kılınmasına rağmen mendubtur.

Hanbeliler dediler ki: Bayram, yağmur, güneş tutulması, teravih ve vitir namazlarında kıraati sesli yapmak sünnettir. Yalnız vitrin, teravih­ten sonra kılınması hâlinde kıraatin sesli yapılması sünnet olur. Bunlardan başka kılınan namazlardaysa kıraati sessiz yapmalıdır.

Şafiiler dediler ki: Bayram namazında, ay tutulması namazında, te­ravih namazında, ramazanda kılınan vitir namazında, geceleyin veya sabah­leyin kılınan iki rek'athk tavaf namazında kıraati sesli yapmak sünnet olur. Bunlardan başka nafilelerde kıraat sessiz yapılmalıdır. Ancak geceleyin kılı­nan nafilelerde mutlaka kıraati seslice yapmak sünnet olur. Bu namazlarda bir kez sesli kıraatte bir kez de sessiz kıraatte bulunarak orta bir yol da tutu­labilir.

Hanefiler dediler ki: Ramazanda vitir namazının her rek'atinde, bay­ram namazlarında ve teravihte kıraati sesli yapmak vâcibtir. İmam veya tek başına namaz kılan kişinin güneş tutulması, yağmur namazı ve gündüzleyin kılman nafile namazlarında sessiz kıraatte bulunması vâcibtir. Geceleyin kı­lınan nafile namazlarında da istenirse sesli, istenirse sessiz kıraatte bulunu­labilir.

 

Namazdaki kıraatin sesli veya sessiz yapılmasının erkeğe ve kadına göre sınırıyla ilgili olarak mezheblerin görüşleri aşağıda sunulmuştur.

 

Malikiler dediler ki: Erkeğin sesli kıraatinin en azının sının, yanın­daki birinin duymasıdır. Sesli kıraatin yüksekliğine sınır yoktur. Erkeğin sessiz kıraatinin en az sınırı, dilini hareket ettirmesidir. Yükseklik sınırı ise kendi duyabileceği kadardır.

Kadına gelince onun sesli kıraatinin bir tek derecesi vardır. Ki o da sadece kendi duyabileceği kadar bir sesle okumasıdır. Sessiz kıraatinin derece­si de mûtemed görüşe göre dilini hareket ettirmesidir.

Şafiiler dediler ki: Sesli kıraatin en az sınırı, kişinin yanmdakinin bir tek kişi de olsa sesini duymasıdır. Bu, erkek ve kadına göre değişmez. Yalnız kadın, yabancı birinin yakınında olması hâlinde sesli kıraatte bulu­namaz. Sessiz kıraatinin en az sınırı da kendi duyabileceği kadar bir sesle okumasıdır. Tabiî bu sesini de yabancı bir erkeğin işitmemesi gerekir.

Hanbeliler dediler ki: Sesli kıraatin en azı, kişinin yanmdakinin bir kişi de olsa duymasıdır. Sessiz kıraatin en azı da kendi duyacağı kadar oku­masıdır. Kadına gelince onun sesli kıraatte bulunması sünnet değildir. Ama yabancı birinin duymaması hâlinde sesli kıraatte bulunmasının bir sakıncası olmaz. Yabancı birinin duyması hâlinde sesli kıraatte bulunması haramdır.

Hanefiler dediler ki: Sesli kıraatin en azı, kişinin fazla yakınında olmayan, meselâ birinci saftaki kimselerin duyması kadar olanıdır. Birinci saftakilerden bir veya iki kişi (İmamın) sesini duyacak olursa bu yeterli olmaz. Sesli kıraatin üst sınırı yoktur. Sessiz kıraatin en azı ise, kişinin bizzat kendisinin veya yakınında bulunan bir veya iki kişinin duyması kadar olma­lıdır. Tashih-i hurûf ile birlikte dilin hareket ettirilmesi sahîh kavle göre ses­siz kıraat için yeterli olmaz. Kadına gelince setr-i avret bahsinde de denildiği gibi onun sesi, mûtemed görüşe göre avret değildir. Buna göre namazın kı­raati hususunda kadınla erkek arasında bir fark yoktur. Yalnız bu, kadının sesinde bir nağme veya gevreklik olmaması şartına bağlıdır. Çünkü böyle bir sesi duyan erkeklerin şehvetleri galeyana gelebilir. Bu takdirde kadının sesi avret sayılır. Bu nitelikteki sesiyle kıraati de edâ etmesi namazını bozar. Kadının ezan okumaktan men edilmesi de bu sebebten ileri gelmektedir.

 

Namazda oturuş şekli:

Namazın sünnetlerinden biri de, otururken elleri baldırların üzerine koymaktır. Bu durumda parmak uçları dizin üzerinde olup kıbleye yönelik tutulmalıdır. Şâfiîlerle Hanefîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Elleri baldırların üzerine koymak, sünnet ol­mayıp mcndubtur.

Hanbelîler: Sünnetin yerine gelmesi için, parmakları dizlerin üze­rinde kıbleye yönelik tutmaksızın da olsa elleri baldırların üzerine koymak yeterli olur, dediler.

 

Namazda oturuşun şekline gelince bununla İlgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Erkeğin ve kadının “ifdâ” şeklinde oturması mendubtur. “İfdâ” demek, kişinin sol ayağını sol kaba etiyle birlikte yere koyması ve sol ayağını sağ ayağı tarafına getirmesi, bundan sonra da sağ ayağını onun üzerine dikerek bu ayağının başparmağının tabanını yere geti­rerek oturmasıdır.  

Hanefiler dediler ki: Erkeğin sol ayağını yere yatırıp sağ ayağını dikerek ve bu ayağının da parmaklarını kıbleye yönelik tutarak oturması sün­nettir. Bu oturuşta sağ ayağının parmak tabanları da mümkün mertebe kıbleye yönelik olmalıdır. Kadmmsa kaba etinin üzerine oturup baldırını baldı­rının üzerine koyması, sol ayağını da sağ kaba etinin altından çıkararak “teverrük” şeklinde oturması sünnettir.

Şâfiîler: “İftiraş” şeklinde oturmanın sünnet olduğunu söylemişler­dir: “İftiraş”, sol ayağının iç kısmı üzerine oturmaktır. Bu oturuşta sol ayak dikilir. Yalnız son kâdede (oturuşta) bu şekilde oturulmaz. Son kâ'dedeyken “teverrük” yapılması sünnettir. “Teverrük”, kişinin sol uyluğunu yere koyması, sağ ayağını da dikmesi şeklindeki oturuşudur. Kişi, eğer sehiv sec­desi yapacaksa son kâ'dede de “iftiraş” şeklinde oturması sünnet olur.

Hanbeliler dediler ki: İki secde arasında ve birinci teşehhüdde “iftiraş” şeklinde oturmak sünnettir. İftiraş, kişinin sol ayağını yere serip üzerine oturması, bunun yanında sağ ayağını dikip sol ayağını da onun al­tından çıkarması, dikilen sağ ayağının parmaklarının uçlarını kıbleye yöne­lik tutmasıdır. Dört ve üç rek'atli namazlarda birinci teşehhüdde teverrük şeklinde oturmak sünnettir. Teverrük, kişinin sol ayağını yere serip sağ aya­ğını dikmesi ve her iki ayağını da sağ taraftan çıkararak kaba etlerini yere koymasıdır.

 

Teşehhüdde işaret parmağıyla işarette bulunmak ve selâmın veriliş şekli:

Namazın sünnetlerinden biri de mezheblerdeki tafsilâta göre teşehhüd esnasında işaret parmağıyla işarette bulunmaktır.

 

Malikiler dediler ki: Teşehhüdde otururken sağ elin işaret parma­ğı ile baş parmağı dışındaki parmakları baş parmağın altında dürmek, işaret ve başparmağı serbest bırakmak, ayrıca işaret parmağım hafif bir hareket ile sağa ve sola devamlı olarak hareket ettirmek mendubtur.

Hanefiler dediler ki: Sadece sağ elin işaret parmağıyla işaret edilir. Bu parmak kesik veya sakat olursa sağ veya sol elin diğer parmaklarından biriyle teşehhüdün sonunda işaret vermek doğru olmaz. Teşehhüdün sonun­da Allah'tan başka tanrılar inkâr edilirken, yani “Lâ ilahe” denirken, işaret parmağı kaldırılır. “İllallah” denirken de indirilir. Bu durumda parmağın kaldırılması inkâra, indirilmesi de isbâta işaret olur.

Hanbeliler dediler ki: Sağ elin serçe, yüzük ve orta parmakları dürülerek başparmakla bitiştirilir. Teşehhüd duası esnasında lafza-i celâl anı­lırken, işaret parmağıyla işaret edilir. Yalnız, işaret esnasında parmağın ha­reket ettirilmemesi gerekir.

Şafiiler dediler ki: Teşehhüd esnasında işaret parmağından başka diğer parmakların tümü yumulur. Kelime-i şehâdette derken bu parmakla işarette bulunulur. Parmak kaldırıldıktan sonra birinci teşehhüdden ayağa kalkıncaya kadar, son teşehhüdde de selâm verinceye kadar par­mak aynı şekilde durdurulur. Bu parmak, sahibince de gözlenir. Parmakları dürerken başparmakları yana doğru yumup avuç kenarına koymak, diğer şekillerden daha faziletlidir.

 

Sağ yanak arkadan görünecek kadar sağ tarafa dönerek birinci se­lâmı vermek de sünnettir. Bu hususta mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Sadece Mâlkîler buna muhalefet ederek aykırı görüş ileri sürmüşlerdir.

 

Malikiler dediler ki: İmama uyan kişinin tahlîl selâmını sağ tarafa yapması mendub olur. Bu selâmla namazdan çıkılır. Bu kişinin İmama se­lâm vermesi de sünnettir ki, bu da kıble tarafına doğru olur. Sol tarafında bulunup da kendisiyle beraber bir rek'at veya daha fazla kılan kimselere de selâm vermesi sünnettir. İmam veya tek başına namaz kılanlarsa tahlil selâ­mı denilen bir tek selâm verirler. Yine bunların, selâma kıble tarafına yöne­likken başlayıp arkadan yüzlerinin profili görünecek kadar sağa dönmeleri ve selâmı da “Aleyküm” deki “kâf” ve “mim” ile bitirmeleri mendub olur. Tahlil selâmından başka selâmlarda “selâmün aleyküm” ve “ve aleykes selâm” demek yeterli olur. En iyisi “ve rahmetüllahi ve berekâtühü”yü eklememektir.

 

Selâm verirken sağda ve solda bulunanlara da selâm vermeye niyet etmek:

Namazın sünnetlerinden biri de namaz kılan kişinin, birinci selâmıyla sağındakilere, ikinci selâmıyla da solundakilere selâm vermeye niyet etmesidir. Mezheblerin bununla ilgili detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Selâm verirken kişinin önce sağ, sonra sol ta­rafına selâm vermesi sünnettir. Sağ tarafına selâm verirken sağ yanağının, sol tarafına selâm verirken sol yanağının arkadan görünecek kadar sağa ve sola dönmesi de sünnettir. Unutarak önce sol tarafa selâm veren kişi, bun­dan sonra sadece sağ tarafına selâm verir. Sol tarafına vermiş olduğu selâmı ikinci kez yenilemez. Ama sağa veya sola dönmeksizin karşı tarafına selâm veren kişi, bundan sonra sağına ve soluna selâm verir. Selâm veren kişinin “Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâh” demesi sünnettir. İkinci selâmı verir­ken, sesini birinciye oranla kısmalıdır. Kişi İmam olarak namaz kıldırıyorsa “aleyküm” kelimesinin sonundaki “küm” muhatap zamiri ile, kendisiyle birlikte namaz kılan insanları, cinleri ve melekleri de kasdetmelidir. İmama uyarak namaz kılan kişi, bu muhatap zamiriyle İmamına ve kendisiyle bir­likte namaz kılanlara selâm vermeyi kasdetmelidir. Tek başına namaz kılan kişi ise bu zamirle, muhafaza meleklerine selâm vermeyi kasdetmelidir.

Şafiiler dediler ki: Selâmın başından sonuna kadar selâm vermekte olan kişi; meleklerden, ins ve cinnin Mü’minlerinden kendisine selâm ver­meyenleri kasdetmelidir. Selâmı alırken de İmam ve İmama uyanlardan ken­disine selâm verenleri kasdetmelidir.

Hanbeliler dediler ki: Selâm verirken kişi, namazdan çıkmaya ni­yet etmelidir. Verdiği selâmla melekleri ve kendisiyle birlikte namaz kılanla­rı kasdetmesi sünnet değildir. Ama bu selâmla namazdan çıkmanın yanısıra muhafaza meleklerine ve kendisiyle birlikte namaz kılanlara selâm vermeye niyet ederse bunun bir sakıncası olmaz.

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin birinci selâmıyla namaz­dan çıkmayı ve eğer İmam değilse bunun yamsıra meleklere de selâm vermeyi kasdetmesi mendubtur. Ama İmamsa bu selâmıyla namazdan çıkmaya, meleklere ve kendisine uyanlara selâm vermeyi de niyetinde bulundurmalı­dır. İmamın ve tek başına namaz kılan kişinin bundan başkasını yapması gerekmez. Önce de geçtiği gibi, İmama uyan kişinin durumu bunun tersine­dir.

 

Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirmek:

Namazın sünnetlerinden biri de son teşehhüdde Peygamber Efendi­mize salât getirmektir. Salâtin en faziletlisi şudur:

“Allah’ım! Muhammed'e ve Muhammed'in âline; İbrahim'e ve İbra­him'in âline rahmet ettiğin gibi rahmet et. Muhammed'i ve Muhammed'­in âlini; İbrahim'i ve İbrahîm'in alini iki dünyada kutlu kıldığın gibi kutlu kıl. Sen övgüye lâyık ve üstün şeref sahibisin.”

Bu kalıpta okunan salât, Mâlikî ve Hanefîlere göre sünnettir. Şafiî ve Hanbelîlere gelince, onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: İkinci teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirmek farzdır. Nitekim bunun detayları da mezheblerden her birine göre daha önce anlatılmıştı. Hanbelîlere göre en faziletli salât duası şudur:

Şâfiîlerin müteahhirîn ulemâsı, salata “seyyid” kelimesini de eklemiş­lerdir. Yani salât okuyan kişi, “Seyyidinâ Muhammedin” ve “Seyyidinâ İbrâhîm” demelidir.

 

Son teşehhüdde duâ:

Namazın sünnetlerinden biri de Peygamber Efendimize salât gönde­rildikten sonra duada bulunmaktır. Bununla ilgili olarak mezheblerin de­taylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salâttan sonra kişinin Kur'an lâfızlarına benzer dualarda bulunması sünnettir. Meselâ, “Rabbena Lâ tüziğ kulûbenâ” [241]de­mek gibi. Sünnet lâfızlarına benzer duaları okumak da aynı hükme tâbidir. Meselâ şu duayı okumak gibi:

“Allah'ım! Ben nefsime çok zulmettim. Günâhları senden başka afvedecek biri yoktur. Kendi katından bir bağışlayışla beni afvet. Ve bana mer­hamet et. Çünkü sen kesinlikle çok bağışlayıcı ve merhamet edicisin.”[242]

Bu esnada insanların lafızlarına benzer dualarda bulunmak caiz olmaz. Meselâ: “Allah'ım beni falanla evlendir” veya, “bana şu kadar altın, gü­müş ve makam ihsan et” demek gibi. Bu dualar, teşehhüd miktarı oturmak­tan önce okunurlarsa namazı iptal ederler. Teşehhüd miktarı oturduktan sonra ve selâmdan önce okunurlarsa vâcib kaçırılmış olur.

Malikiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirdikten sonra kişi, dünya ve âhiret hayırlarından dilediği bir şeyle duada bulunabilir. En faziletlisi ise şu duayı okumaktır:

“Allah'ım! Bizi, ebeveynimizi, İmamlarımızı, bizden önce mümin ola­rak gelmiş olanları kesin bir bağışlayışla afveyle. Allah'ım! Yaptığımız, ya­pacağımız, gizlediğimiz, açıkladığımız, bizden daha iyi bildiğin şeyden (gizli kalmış suçlarımızdan) afvet. Rabbimiz, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.”

Şafiiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salâttan sonra ve selâmdan önce dîn ve dünya hayırlarıyla duada bulunmak sünnet­tir. Haram bir şeyi veya imkânsız veya muallakta kalmış bir şey için dua etmek caiz olmaz. Aksi takdirde namaz bâtıl olur. En faziletlisi, Peygamber (s.a.s.) den nakledilen duaları okumaktır. Meselâ bunlardan biri şudur:

İmam olarak namaz kıldıran kişinin okuyacağı dualar, teşehhüd ve salâttan daha uzun olmamalıdırlar.

Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişinin son teşehhüdde Peygam­ber (s.a.s.) Efendimize salât getirdikten sonra şu duayı okuması sünnet olur:

“Cehennem ve kabir azabından, hayâtın, ölümün ve Deccal Mesih'in fitnesinden Allah'a sığınırım.”

Bunun yanısıra Peygamber Efendimizden nakledilen duaları da okumak sünnettir. Peygamber (s.a.s.) den nakledilen dualara benzemeseler bile âhiretle ilgili dualarda bulunmak da sünnettir. Hitâb “kâf’ını (“sep” zapirini) kullanmaksızın belirli.bir şahıs için de duada bulunulabilir. Hitâb “kaf’ını kullanma hâlinde namaz bâtıl olur. Meselâ kişinin; “Ey baba, Allah’ımdan dilerim ki seni cennete koysun” demesi gibi. Ama, “Allah’ım onu cennete koy” derse na­mazı bozulmaz. Zîrâ bu cümlede muhâtab zamiri olan “kâf” yoktur. Kişi­nin teşehhüdde dünyevî lezzet ve şehvetlerini kasdedici dualarda bulunması da namazı bozar. Meselâ “Allah’ım bana güzel bir câriye nasib et” veya, “Al­lah’ım bana leziz yiyecekler nasib et” demesi halinde namaz bâtıl olur. İmam olarak namaz kıldıran kişi, duayı uzattığı takdirde cemâate ağır gelmeyecekse bunun bir sakıncası olmaz.[243]

 

Namazın Mendubları

 

Daha önce de anlattığımız gibi Şâfiîlerle Hanbelîler, mendubla sün­net ve müstehab terimleri arasında bir ayırım yapmamışlardır. Onlara gö­re bu terimlerin tümü aynı anlamı ifade ederler. Namazın mücmel ve mu­fassal sünnetleri daha önce anlatılmıştır. Ki bu sünnetler, onlara göre mendup ve mustehap olarak da adlandırılabilirler. Mâlikî ve Hanefîlerse men­dubla sünnet arasında ayırım yapmakta olduklarından bunlara göre na­mazın mendublarını aşağıda sıralamış bulunmaktayız.

 

Malikiler dediler ki: Namazın mendubları kırksekiz tanedir:

1. Namaz edâ olarak kılınacaksa edasına, kaza olarak kılınacaksa kazasına niyet edilmelidir.

2. Namazın kaç rek'at olarak kılınacağına niyet edilmelidir.

3. Huşu': Allahm azamet ve heybetini, O'ndan başkasına ibâdet edil­meyeceğini kalbte tutmalıdır. İşte bu, mendubtur. Huşu'un aslı ise vâcibtir.

4. Sadece iftitah tekbiri esnasında elleri omuz hizasına kadar kaldır­malıdır. Bundan sonra da vakarla salıverilmelidİr.

5. Fâtiha'dan sonra bir sûre okumalıdır.

6. Sabah ve öğle namazlarında kıraat uzatılmalıdır. Bunu yaparken öğle namazının kıraatinin sabahınkinden az olduğunu düşünmek gerek.

7. İkindi ve akşam namazlarında kıraat kısa tutulmalıdır.

8. Yatsı namazında kıraat, orta miktarda olmalıdır.

9. Sûre bakımından ikinci rek'ati birinciden kısa tutmalıdır. İkinci rek'ati birinciye eşit tutmak veya ondan uzun etmek, tenzîhen mekruhtur.

10. Namaz kılan kişi, sessiz kıraatli namazlarda kıraati kendine duyurmalıdır.

11. Sessiz kıraatli namazlarda İmama uyan kişi kıraatte bulunmalı­dır.

12. Hem sesli hem sessiz kıraptli namazlarda İmama uyan kişi veya tek başına namaz kılan kişi “amîn” demelidir.

13. Sadece sessiz kıraatli namazlarda İmam “amîn” demelidir.

14. “Amîn” sessizce telâffuz edilmelidir.

15. Rükû esnasında sırt dümdüz tutulmalıdır.

16. Rükû esnasında eller, dizlere konulmalıdır.

17. Eller, dizlere iyice tutturulmalıdır.

18. Dizler, kırılmaksızin dik tutulmalıdır.

19. Rükûda, “Sübhane rabbiye'1-azîm” diyerek tesbih çekilmelidir.

20. Rükûda erkekler, dirseklerini böğürlerinden uzak tutmalıdırlar.

21. İmama uyan veya tek başına namaz kılan kişi, rükûdan kalkar­ken, “Rabbena lekel hamd” demelidir.

22. Eğilme ve kalkma hâlinde tekbir getirmelidir. Yalnız iki kişi ce­mâat olarak namaz kılarken kıyama kalkmakla böyle yapmayıp, İmam ken­di başına kalkıncaya kadar ona uyanlar tekbiri bekletirler. İmama uyan kişi, İmam tam olarak kendi başına kalkmayınca kalkmaz.

23. Secde hâlinde alın, yere iyice temas ettirilmelidir.

24. Secdeye varırken eller, dizlerden önce yere konulmalıdır.

25. Secdeden kalkarken eller, dizlerden sonra yerden kaldırılmalıdır.

26. Secdede elleri kulak hizalarına veya yakın bir yere koymalıdır.

27. Elleri yere koyarken parmaklar birbirlerine bitiştirilmelidir.

28. Parmak uçları kıbleye yöneltilmelidir.

29. Secdede erkekler dizleriyle dirseklerini birbirlerinden uzak tut­malıdır.

30. Karınlarını da baldırlarından uzak tutmalıdırlar.

31. Ayrıca pazularını da böğürlerinden uzak tutmalıdırlar.

32. Bunu yaparken de orta bir yolu tutmalıdırlar.

33. Kadınınsa secde hâlinde örtünmeyi iyice yapabilmesi için yumul­ması gerekir.

34. Secdede kuyruk sokumu kısmı yukarıya kaldırılmalıdır.

35. Secdede duâ edilmelidir.

36. Secdede tesbihte bulunmalıdır.

37. Secdeden sonraki oturuşta ifdâ şeklinde oturmalıdır.

38. Otururken eller, baldırların uç kısmına konulmalıdır.

39. Otururken baldır araları açık tutulmalıdır.

40. Sağ elin işaret parmağıyla baş parmağı dışındaki parmaklar, teşehhüd oturuşu için mutlak surette yumulmalıdır.

41. İşaret parmağı, sürekli olarak sağa-sola hareket ettirilmelidir.

42. Özellikle sabah namazında Kunut okunmalıdır.

43. Bu dua, ikinci rekata varmadan okunmalıdır. Ki metni de şudur:

“Allah’ım. Senden yardım dileriz. Senden afv dileriz. Sana inanır ve sana tevekkül ederiz. Sana boyun büker; günâhlardan sıyrılırız. Seni inkâr eden­leri terkederiz. Allah'ım ancak sana ibadet ederiz. Namazı senin için kılar, secdeyi sana yaparız. Sana doğru seğirtip koşarız. Rahmetini umar, büyük azabından korkarız. Şüphesiz senin azabın, kâfirlere erişendir.” (Bu duayı İmam Mâlik rivayet etmiştir).

44. Selâm vermeden önce duada bulunmalıdır.

45. Bu duâ sessizce okunmalıdır.

46. Teşehhüd sessizce okunmalıdır.

47. Duâ, herkes için yapılmalıdır.

48. Namazdan çıkmak için sadece sağ tarafa selâm vermelidir.

Hanefiler dediler ki: “Mendup”, “edeb” ve “müstehab” aynı an­lama gelir ki, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin devamlı olmaksızın yaptığı iş­lere denir. Namazın âdabına gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1. Namaz kılan kişi, kendisini namazdan alıkoyacak bir şeye bakmamalıdır. Meselâ duvarda asılı levhayı okumamalı veya duvardaki nakış­lara zihnini takıp onlarla meşgul olmamalıdır.

2. Kıyam hâlinde secde yerine bakmalıdır.

3. Rükû hâlinde de ayakların üstüne bakmalıdır.

4. Secdedeyken burun kemerine bakmalıdır.

5. Otururken de göğüs kısmına bakmalıdır.

6. Selâm verirken omuzlara bakmalıdır.

7. Elde olmayarak gelen öksürük, mümkün mertebe giderilmeye ça­lışılmalıdır. Yapmacık olan öksürüğe gelince bu, bir özre dayanmadığından ötürü, ileride geğirme bahsinde de anlatılacağı gibi bir harfi kapsayacak olursa namazı bozar.

8. Namazdayken gelen esnemeler de mümkün mertebe giderilmeye çalışılmalıdır. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) buyurmuştur ki:

“Namazda esnemek şeytandandır. Sizden biri esneyecek olursa onu, alt dudağını ısırarak bertaraf etsin. Eğer bu şekilde önleyemezse ağzını yeni ile veya sol elinin dış kısmıyla kapatsın.” [244]

9. Fatihayla zamm-ı sûre arasında besmele çekilmelidir.

10. İftitah tekbirini alırken erkekler ellerini yenlerinden çıkarmalı, ka­dınlarsa örtünmeyi sağlama açısından bunu yapmamalıdırlar.

11. Kamet esnasında “Hayye ala's-salâh” denildiğinde oturan kişiler ayağa kalkmalıdırlar.

12. Kamet esnasında “Kad kameti's-sâlâh” denildiğinde İmam na­maza başlamalı.

13. Namaz kılan kişi, önünden geçecek birini hafif bir işaretle geç­mekten alıkoymalıdır. Bundan fazlasını yapmak doğru olmaz.[245]

 

Namazda Ön Tarafa Sütre Koymak

 

Sütre'nin tanımı:

Sütre, namaz kılan kişinin önüne kürsü, değnek, kanepe, duvar ve­ya bunlara benzer şeyleri almasıdır ki; namaz kılarken önden başkasının geçmesine mâni olunabilsin. Sütrenin duvar ve direk gibi sabit şeylerden olmasıyla, sabit olmayan şeylerden olması arasında bir fark yoktur. Üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Yalnız Şâfiîler, onlara muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşturlar.

 

Şafiiler dediler ki: Sütrenin dört mertebesi vardır: Bu mertebeler ara­sındaki sıraya uymak gereklidir. Birinci mertebeyi uygulamak mümkün ol­madığı takdirde ikinciye veya üçüncüye veyahut da dördüncüye intikâl et­mek sahîh olabilir. Aksi takdirde sahîh olmaz.

Birinci mertebe: Duvar ve direk gibi sabit ve temiz eşyalarla yapılan sütredir.

İkinci mertebe: Dikili sopa ve diğer eşyaları sütre miktarı ön tarafa yığmakla olur.

Üçüncü mertebe: Namaz kılan kişinin seccade, aba ve benzeri şeyleri namaz için önüne sermesidir. Ki bunların da mescidin sergilerinden olmamaları gerekir. Mescidin sergileri sütre için yeterli olmaz.

Dördüncü mertebe: Namaz kılan kişinin, ön tarafına uzunlamasına ve­ya enlemesine çizgi çekmesidir. Uzunlamasına çizmesi daha iyidir. Birinci ve ikinci mertebede sütrenin, zira'ın üçte ikisi veya daha fazla bir yükseklik­te olması şarttır. Bir de sütre ile namaz kılan kişi arasında ayakta duran kim­seye nisbette ayak parmaklarının uçlarıyla sütre arasında, oturan kimseye nisbetle ise dizleriyle sütre arasında üç zira'dan fazla bir mesafenin bulun­maması gerekir.

Üçüncü ve dördüncü mertebelerdeyse sütrelerin kıble tarafına uzama­ları, üçte iki veya daha fazla zira’ uzunluğunda olması da şarttır. Bir de kıb­le yönüne koyduğu şeyin son tarafıyla parmak uçları arasında üç zira’dan fazla bir mesafenin bulunmaması şarttır.

 

Sütre'nin hükmü:

Sütre koymak mendubtur. Namaz kılan kişinin bu sayılan sütrelerden birini önüne koyması, mezheblerin ittifakıyla mendubtur. Bilindiği gi­bi Şâfiîlerle Hanbelîler, mendubla sünnet arasında anlam bakımından bir ayırım yapmamaktadırlar; Bunlar, sütrenin sünnet olduğunu söyledikleri gibi, mendub olduğunu da söylerler. Hanefîlerle Mâlikîlerse sütrenin mendub olduğunu ve bunun anlam bakımından sünnetten daha aşağı bir mertebede olduğunu söylerler. Bunlar derler ki: Bir kişi, insanların gelip geç­mekte oldukları bir yolda sütresiz olarak namaz kılar ve bu esnada da bir kişi önünden geçerse, kendisi yolda namaz kıldığından ve bu hususta tedbir de almadığından ötürü günahkâr olur. Şâfiîlerle Hanbelîlerse bu durum­da namaz kılan kişinin günahkâr olmadığını, sadece mekruh bir davra­nışta bulunduğunu söylerler. Sütre edinmemenin günâh olmayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. İmam ve tek başına namaz kılan kişinin sütre edinmesi mendubtur. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişinin sütre edinmesi mendub değildir. Zırâ İmamın sütresi, İmama uyan kişi için de yeterli olur. Sütreyle ilgili şartlara gelince bunlar, mezheblere göre de­ğişik olup aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Sütreyle ilgili bazı şartlar vardır:

1. Sütre, bir zira' veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığının ölçüsü yoktur. Herhangi bir kalınlık veya incelikteki bir sütreyi öne koymak sahîh olur. Kalem kalınlığında olsa bile yeterli olur.

2. Sütre, doğru olmalıdır. Eğri bir şeyi sütre edinmek sahîh olmaz.

3. Namaz kılan kişinin ayağıyla sütre arasında üç zira’ miktarında bir mesafe bulunmalıdır.

4. Kişi sütre edinebileceği bir şeyi bulur da yerin sertliğinden ötürü dikemezse onu ön tarafına uzunluk veya enlemesine koyması sahîh olur. En­lemesine koyması daha faziletli olur.

5. Kişi sütre edinecek bir şey bulamazsa ön tarafına hilâl şeklinde bir çizgi çizer. Düz veya eğik çizgi çizse de sahîh olur. Ama en faziletlisi hilâl şeklinde çizilenidir.

6. Bir insanın sırtını sütre edinmek de sahîh olur. Meselâ namaz kı­lan kişinin önünde, arkası dönük biri oturmaktaysa bunun sırtına doğru na­maz kılarak sütre edinmek sahîh olur. Oturan kişinin yüzü namaz kılana yönelikse sütre edinilmesi sahîh olmaz. Tabiî önde oturanın kâfir bir erkek ve­ya yabancı bir kadın olmaması da şarttır.

7. Namaz kılan kişi, sütre olarak, gasbedilmiş veya necis bir şeyi bu­lursa -gasb eylemi her ne kadar haramsa da- bunu sütre edinmesi sahîh olur.

Şafiiler dediler ki: Sütre ile alakalı şartlar şunlardır:

1. Sütre, en azından zira'ın üçte biri uzunluğunda olmalıdır. Kalın­lığının ölçüsü ise yoktur. Hanefî ve Hanbelîler de bu görüştedirler. Mâlikîlere gelince onlar buna muhalefet etmişlerdir. Ki onların buna ilişkin görüş­leri kendi bölümlerinde anlatılacaktır.

2. Sütre edinilen şey, doğru ve düzgün olmalıdır. Hanefî ve Hanbe­lîler de bu görüştedirler.

3. Namaz kılan kişinin ayak ucuyla sütre arasında üç zira'lık bir me­safe bulunmalıdır. Hanefî ve Hanbelîler de bu görüşü paylaşmışlardır. Mâlikîler buna muhalefetle; namaz kılan kişiyle sütre arasında rükû veya secde mahallinden itibaren bir koyunun, ya da bir kedinin geçebileceği kadar bir mesafe bulunmalıdır, demişlerdir.

4. Namaz kılan kişi, önünden herhangi bir kişinin geçeceğinden en­dişe etse de, etmese de1 sünnet gereği olarak sütre edinmelidir. Hanbelîler bu görüştedirler. Mâlikîlerle Hanefîlerse buna muhaliftirler.

5. Sütre olmaya elverişli bir şeyi bulan kişi, yerin sertliği dolayısıyla onu yere dikemezse, ön tarafına uzunlamasına veya enlemesine koyabilir. Enlemesine koyması, Hanefî ve Hanbelîlerİn de dedikleri gibi daha uygun­dur. Mâlikîlerse buna muhalefet ederek sütreyi, uzunlamasına veya enleme­sine öne koymak yeterli olmayıp aksine, yere dikmek zorunludur demişler­dir.                           

6. Sütre edinecfe bir şey bulunmazsa, ön tarafa uzunlamasına veya enlemesine düz bir çizgi çizilir. Uzunlamasına çizilmesi daha uygundur. Şâfiîler, ön tarafa çizilecek çizginin hilâl gibi kavisli olması daha uygun olur diyen diğer mezheb İmamlarına muhalefet etmişlerdir.

7. Ön taraftaki bir insanın sırtını veya cephesini sütre edinmek mut­lak surette sahîh olmaz. Mâlikîlerle Hanefîler buna muhalefet ederek ön ta­raftaki bir kişinin sırtının sütre edinilmesinin sahîh olacağını söylemişlerdir. Hanbelîler de Şâfiîlerin bu görüşüne muhalefet ederek ön taraftaki bir kişi­nin sırtını veya yüzünü sütre edinmenin sahîh olacağını söylemişlerdir.

8. Gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahihtir. Hanefîlerle Mâlikîler de bu görüşü paylaşmışlardır. Hanbelîlerse buna muhalefet ederek gasbedil­miş bir şeyin sütre edinilmesinin sahîh olamayacağını, bu sütreye yönelik ola­rak namaz kılmanın mekruh olacağını söylemişlerdir.

9. Necis bir şeyi sütre edinmek de sahihtir. Mâlikîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu görüşe katılmışlardır. Mâlikîler aslen necis ve sonra­dan necislenmiş (hela kamışı gibi) şeyleri sütre edinmek sahîh olmaz demiş­lerdir.

Mâlikîler: Sütre ile alâkalı şartları şöylece sıralamışlardır:

1. Sütre, bir zira’ veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığı da mızrak kalınlığından az olmamalıdır.

2. Namaz kılan kişinin rükû veya secde yerinden itibaren sütre ara­sında bir koyun veya bir kedi geçebilecek kadar bir mesafe bulunmalıdır,

3. Sütre, yere dikilmiş olmalıdır. Yerin sertliğinden dolayı dikilemezse onu ön tarafa uzunlamasına veya enlemesine koymak yeterli olmaz.

4. Önde oturan adamın yüzünü değil de sırtını sütre edinmek sahih olur. Yalnız ön taraftakinin kâfir bir erkek veya mahrem olmayan bir kadın olmaması şarttır.

5. Gasbetmek her ne kadar haramsa da, gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahîh olur. Necis bir şeyi sütre edinmekse sahîh olmaz.

6. Sütre edinilecek bir şey bulunmadığı takdirde ön tarafa çizgi çizi­lebilir. Çizilecek çizginin hilâl gibi kavisli olması daha iyidir. Edinilen sütrenin duvar veya değnek veya kürsü olması arasında bir fark sözkonusu değil­dir. Bu hususta ittifak vardır.

Hanbelîler:  sütre ile alâkalı şartlan şu şekilde sıralamışlardır:

1. Sütre, bir zira' veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığının belli bir ölçüsü yoktur. Hanefîlerle Şâfiîler de bu görüştedirler.

2. Sütre, düzgün ve doğru olmalıdır. Eğik şeyin sütre edinilmesi sahîh olmaz.

3. Sütre ile, namaz kılanın ayakları arasında üç zira'lık mesafe bu­lunmalı.

4. Sütreyi, yer sert olduğu için dikmek mümkün olmazsa bu durum­da ön tarafa enlemesine koymak gerekir. Enlemesine koymak, uzunlaması­na koymaktan daha faziletlidir.

5. Sütre edinecek bir şey bulamayan kişi, önüne hilâl şeklinde bir çizgi çizer. Hilâl şeklinde olması diğer çizgilerden daha uygundur.

6. Ön taraftaki birinin yüzünü veya sırtını sütre edinmek sahîh olur. Yalnız ön taraftaki kişinin müslüman olması ve yabancı bir kadın olmaması şarttır.

7. Gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahîh değildir.

8. Necis bir şeyi sütre edinmek sahihtir.[246]

 

Namaz Kılanın Önünden Geçmek

 

Özürsüz olarak, önüne sütre koymamış olsa bile namaz kılanın önün­den geçmek haramdır. İnsanların fazlaca gelip geçtikleri yerlerde sütresiz namaz kılarak başkalarının, önünden geçmesine zemin hazırlamak da haramdır. Bu durumda sütreyi terkettiği için değil de, başka birinin önün­den geçmesi nedeniyle günahkâr olur. Sütresiz olarak namaz kılıp da önün­den kimsenin geçmemesi hâlinde günahkâr olmaz. Çünkü sütre edinmek, asıl itibariyle vâcib değildir. Namaz kılan kişi, başkalarının geçmesine ze­min hazırlar ve önünden geçen de, geniş yer olmasına rağmen önünden geçerse her ikisi de günahkâr olurlar. Ama namaz kılan, başkalarının geç­mesine zemin hazırlamaz ve önünden geçen de geniş yer bulunmadığın­dan ötürü önünden geçerse ikisi de günahkâr olmazlar. İkisinden birisi kusurlu olursa, kusurlu olan günahkâr olur. Mâlikîlerle Hanefîler bu hü­kümde ittifak etmişlerdir. Şâfiîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Namaz kılanın önünden geçmek haram değildir. Meğer önünde, anılan şartları hâiz bir sütre bulunsun. Sütre bulunmaması hâlinde geçmek haram ve mekruh değilse de iyi bir davranış sayılmaz. Na­maz kılan, başkasının önünden geçmesine zemin hazırlar, sütre edinmez ve biri de önünden geçerse ikisi de günahkâr olmazlar. Yalnız, namaz kılan ki­şinin başkalarının gelip geçtikleri yerlerde namaz kılması, önünden kimse geçmese bile mekruhtur.

Hanbeliler dediler ki: Başkasının geçme ihtiyacında bulunduğu yer­de namaz kılan kişi, önünden biri geçse de geçmese de, mekruh işlemiş olur. Şâfiîler de bu görüştedirler. Bu mekruh, sadece namaz kılanla ilgilidir. Önünden geçene gelince, geçeceği başka bir yol olduğu halde yine de önünden ge­çerse günahkâr olur.

 

Saftaki boşluğu doldurmak için namaz kılanın önünden geçmek câizdir. Bunu yapacak kişi ister namaz başlamadan önce namaz kılanlarla beraber olmuş olsun, ister namaz başladığında gelmiş olsun aynı hükme tâbidir. Mâlikîler dışındaki diğer mezhebter bu hükümde ittifak etmişler­dir.

 

Malikiler dediler ki: Namaza başlamamış kişinin bunu yapması caiz olmaz. Meğer ki namaz kılanın önünden geçecek başka bir yol olmasın...

 

Kâbe'yi tavaf etmekte olanın da namaz kılanın önünden geçme­si, mezheblerdeki tafsilâta göre câizdir.

 

Malikiler dediler ki: Mescid-i Harâm'da sütre edinmeksizin namaz kılan kişinin önünden geçmek caizdir. Sütre edinenin önünden geçmek de diğerleri gibidir. Sütre edinen kimsenin önünden tavaf eden birinin geçmesi mekruhtur. Sütre edinmeyenin önünden geçmekse mekruh değildir.

Hanefiler dediler ki: Kabe'yi tavaf eden birinin namaz kılan kişi­nin önünden geçmesi caizdir. Aynı şekilde Kabe'nin içinde veya Makâm-ı İbrahim'in ardında namaz kılan kişinin önünde sütre bulunsun bulunmasın geçmek caizdir.

Hanbeliler dediler ki: Mekke'nin hareminde veya herhangi bir ye­rinde namaz kılan kişinin önünden geçmek haram değildir.

Şafiiler dediler ki: Kabe'yi tavaf edinin, namaz kılan kişinin önün­den geçmesi mutlak surette caizdir.

 

Namaz kılanın önünden geçilmesi haram olan miktarla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Kişi büyük bir mescidde veya sahrada namaz kılıyorsa, ayaklarının bastığı yerle secde ettiği yer arasından geçmek haram­dır. Eğer küçük bir mescidde kılıyorsa, ayaklarının bastığı yerle kıble duvarı arasından geçmek haramdır. Bunun ölçüsü de muhtar olan görüşe göre kırk zira'dır.

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişi, önüne sütre koymuşsa kendisiyle sütre arasından geçmek haramdır. Sütrenin ötesinden geçmek haram değildir. Eğer sütresiz olarak namaz kılıyorsa rükû ve secde yerlerinden geçmek haramdır.

Şafiiler dediler ki: Namaz kılanla sütresi arasından geçilmesi haram olan kısım, en azından üç zira'lık bir mesafedir.

Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişinin önünde sütre varsa, ara­daki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, kendisiyle sütre arasından geçmek haramdır. Eğer önünde sütre yoksa, ayaklarını bastığı yerden üç zira'lık bir mesafe ötesine kadar aradan geçmek haramdır. Ötesinden geçilebilir.

 

Namaz kılanın, önünden geçeni göz, el veya baş işaretiyle geçmek­ten menetmesi; geri dönmediği takdirde gücü yettiği kadarıyla onu defet­mesi sünnettir. Bunu yaparken de en kolay olan yöntemi tercih etmelidir. Yalnız, namazı bozacak kadar fazla hareket etmemek gerekir. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin bu hu­sustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Önden geçeni menetmek, sünnet olmayıp ruh­sattır. Şu halde önden geçecek olanı baş veya göz işaretiyle veya “sübhanallah” diyerek geri çevirmek mümkündür. Bundan fazlasını yap­mak caiz değildir. Kadının önünden geçecek olanı menetmesi için, ellerini bir veya iki defa birbirine vurması caizdir.

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin, Önünden geçecek olanı itmesi mendubtur.[247]

 

Namazın Mekruhları

 

Namazın mekruhlarına gelince, bunları şu ;ekilde sıralamak müm­kündür:

1. İhtiyaç olmaksızın elbiseyle veya sakalla oynamak. Ter silmek veya yüze eziyet veren toprağı silmek gibi ihtiyâçtan ötürü bazı hareket­leri yapmak mekruh değildir.

2. Parmaklan namazdayken çıtlatmak ve bunları birbirine girdirmek. Peygamber (s.a.s.), İbn Mâce'nin rivayet etmiş olduğu bir hadîste buyur­muşlardır ki:

“Namazda iken parmaklarını çıtlatma.”[248] Yine namazda iken elleri birbirine girdirip taraklayan birini gören Pey­gamber Efendimiz, o kişinin parmaklarının arasını açmıştı.

3. Namaz kılan kişinin, elini böğrüne koyması. Eşyasını muhafaza etmek gibi bir ihtiyâcı olmaksızın sağa veya sola dönüp bakması. Bunun­la ilgili olarak mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Boynu sağa ve sola çevirmek mekruhtur. Ama gözleri sağa ve sola çevirmek mubahtır. Tam bir rükün süresi kadar göğsü, kıbleden başka tarafa çevirmek namazı bozar.

Şâfiîler dediler ki: Yüzü sağa ve sola çevirmek mekruhtur. Göğsü çevirmekse mutlak olarak namazı bozar. Zîrâ bu durumda kıble yönünden sapılmaktadır.

Malikiler dediler ki: Kişinin ayakları kıbleye yönelik olduktan son­ra bütün cesediyle de olsa sağa veya sola dönmesi mutlak olarak mekruhtur. Ama ayaklarıyla birlikte dönerse namazı bâtıl olur.

Hanbeliler dediler ki: Sağa veya sola bakmak mekruhtur. Kabe'­de veya şiddetli bir korkudan ötürü olmadıkça kıbleye sırt çevirmek veya sağa yahut sola bedeni çevirmek namazı bozar. Yüzü veya göğsü çevirmek, bedenin tümü dönmediğinden dolayı namazı bozmaz.

 

4. İk'â şeklinde oturmak. [249]Ebû Hüreyre'den şöyle bir hadis rivayet edelir:

“Rasûlullah (s.a.s.) beni, secdeyi horozun yem yemesi gibi hafif tut­maktan; köpeğinki gibi (İk'â şeklinde) oturmaktan ve tilki gibi (sağa-sola) dönmekten men etti” [250]

Bu hükümde mezhtebler ittifak etmişlerdir. Yalnız Mâlikîler bu ittifa­kın dışında kalmışlardır.

 

Malikiler dediler ki: Bu anlamda ik'â şeklinde oturmak haramdır. Haram olmasına rağmen kuvvetli görüşe göre namazı bozmaz. Mekruh olan ik'â'nın şu şekilleri vardır: Ayak parmaklarının altını yere getirip ayaklan dikmek; kaba etleri topukların üzerine getirmek; ayakların üstünü yere geti­rerek üzerine oturmak.

 

5. Yırtıcı hayvanların yaptığı gibi kolları öne uzatıp yere koymak da namazın mekruhlarındandır.

6. Kolların yenini sıvamanın mekruhluğu hususunda da Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler ittifak etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Kolların yenlerini sıvamak, namaz için yapıl­dığı takdirde mekruh olur. Namazdan önce bir ihtiyaç nedeniyle kollar sıva­nıp da bu şekilde namaza girilmişse veya sıvama işi namazdan dolayı olmadığı halde namazdayken sıvanırsa bile mekruh olmaz.

 

7. Namazdayken kaş, göz, el ve benzeri şeylerle İşarette bulun­mak; selâm almak ve benzeri nedenlerden ötürü işarette bulunmak mek­ruh değildir. Bu hususta Şafiî ve Hanbelîler görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Selâm almak için bile olsa işarette bulunmak mutlak olarak mekruhtur. Yalnız, namaz kılan kişi, önünden geçecek birini geri çevirmek kastıyla işarette bulunursa mekruh olmaz.

Malikiler dediler ki: Selâm almak kastıyla el veya başla işaret ver­mek namazdayken vâcibtir. Selâm vermek için de işaret vermek kuvvetli gö­rüşe göre caizdir. Hafif olmak kasdıyla bir işaret vermek, eğer bir iş içinse caiz olur. Aksi takdirde caiz olmaz. Aksıran kimseye “Yerhamükellah”, yani “Allah sana merhamet etsin” demek de namazdayken caizdir.

8. Namazdan önce saçları başın arka kısmına bağlayıp bu şekilde namaz kılmak; bunu namazdayken yapmak amel-i kesîri gerektirdiği tak­dirde namazı bozar. Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde itti­fak etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Saçı namaz için başın arka kısmında bağla­mak mekruh olur. Namaz için olmadığı takdirde bağlamakta kerahet yok­tur.

 

9. Namaz kılan kişinin önünde veya arkasındaki elbisesini topla­ması. Bununla ilgili olarak Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yedi kemik üzerine secde etmek, elbise ve saç avuçlamamakta emrolundum.” [251]

10. İhram gibi kolları çıkaracak bir deliği olmayan bir örtüye bürü­nerek namaz kılmak mekruhtur. Fıkıhçılar bunun için “iştimal-i sema” de­yimini kullanırlar. Kişinin örtünecek başka elbisesi yoksa böyle bir örtüye bürünerek namaz kılması caizdir. Yahudilerin örtüye bürünmesi gibi de bürünmemelidir. Bu, Mâlikî ve Hanefîlere göre mekruhtur. Hanbelîve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: İştimal-i sema şeklinde örtüye bürünmek; kişinin entarisinin ortasını sağ omuzunun altına alıp iki ucunu sol omuzunun üstüne koyması ve ayrıca bunun altında başka bir elbisenin bulunma­ması hâlinde mekruh olur. Altında başka bir elbise varsa mekruh değildir.

Şafiîler dediler ki: İştimal-i sema şeklinde örtüye bürünmek, nama­zın mekruhlarından sayılmaz.

 

11. İhram ve entari gibi örtüyü, omuzunun üzerinden, iki ucundan birini diğer omuzuna getirmeksizin sarkıtmak mekruhtur.

12. Özür olmaksızın erkeğin ağzını örtmesi de mekruhtur. Şayet bir özürden dolayı örtmüş ise mekruh olmaz.

13. Gömleği sağ koltuğun altından alıp sonra ucunu sol omuzuna atmak ve diğer omuzu açık olarak bırakmak da Hanefî ve Hanbelîlere gö­re mekruhtur. Mâlikî ve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Entariyi omuzların üzerine atmak mendubtur. Hattâ mescid İmamının bunu yapması gereklidir. Mümkün olduğu tak­dirde bu entarinin altı zira' uzunluğunda ve üç zira’ genişliğinde olması mendubtur. Bornoz şeklinde bir giysi de bunun yerine geçebilir.

Şafiîler: Anılan gömlek veya entarinin sarkıtılmasmı namazın mek­ruhlarından saymamışlardır.

 

14. Zamm-ı sûreyi rükû hâlinde tamamlamak mekruhtur. Fâtiha’yı rükû hâlinde tamamlamaya gelince, Fâtiha'nın okunması farz olduğun­dan bu şekilde tamamlanması namazı bozar. Hanefîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu hususta ittifak etmişlerdir.

 

Hanefiler dediler ki: Rükû hâlinde Fâtiha'yı tamamlamak da zamm-ı sûreyi tamamlamak gibidir ve mekruhtur. Önce de anlatıldığı gibi, Hanefîlere göre namazda Fâtiha'yı okumak farz değildir. Ancak zamm-ı sû­renin tersine Fâtiha'yı rükû esnasında tamamlamak tahrîmen mekruhtur.

 

15. Namazın biı rüknünden diğer birine geçerken gerekli zikir ve­ya tekbirleri, zamanından ve yerinden başka yer ve zamanda telâffuz et­mek de mekruhtur. Zîrâ bu zikir veya tekbirlerin, bir rükünden diğerine geçerken söylenmeye başlanması; geçiş tamamlandığı anda da telâffu­zun tamamlanmasıdır. Buna göre, sözgelimi rükûa geçiş yapan kişi, ge­çişi tamamladıktan sonra “Allahü ekber” diyecek olursa veya rükûdan tam olarak kalkıp doğrulduktan sonra “semiallahü limen hamide” diye­cek olursa mekruh işlemiş olur. Oysa namaz kılan kişiden istenen şey onun, rükûa geçişi tekbirle doldurmasıdir. Diğer rükünlere de geçişin başlama­sıyla tamamlanması arasını da ilgili zikirle doldurması gerekir. Hanefîlerle Şâfiîier bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeliler dediler ki: Bunu kasıtlı olarak yapan kişinin namazı bo­zulur. Meselâ bir kişi kasıtlı olarak rükûu tamamladıktan sonra rükû tekbiri alırsa namazı bozulur. Eğer bunu bir dalgınlık veya unutkanlık sonucu yapmışsa sehiv secdesi yapması vâcib olur. Zîrâ tekbiri veya zikri, geçişin baş­langıcıyla tamamlanması arasında telâffuz etmek vâcibtir.

 

16. Namazdan alıkoyacak veya zihni anlamsız şeylere takacak şey­leri görmemek gibi faydalı bir sebebe dayanmaksızın gözleri yummak da mekruhtur. Bu hususta ittifak vardır.

17. Namazdayken gözleri göğe dikmek de mekruhtur. Bu meyanda Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Gözlerini namaz kılarken göğe diken kimselere ne oluyor? Bunlar bu işe bir son vermeliler. Veya gözleri kapılıp alınsın.” [252]

Gözleri namaz kılarken göğe dikmek Hanefî ve Şâfiîlere göre mutlak olarak mekruhtur. Hanbelî ve Mâlikîlere gelince onların buna ilişkin gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Eğer bu bakış, gökteki ilâhî âyetlerden ve alâ­metlerden ibret ve nasihat almak içinse mekruh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Geğirmeden ötürü gözleri göğe kaldırmak mekruh sayılmaz.

 

18. İkinci rek'atte okunan sûrenin, birinci rek'atte okunan surenin üst tarafında olması mekruhtur. Meselâ birinci rek'atte İnşirah sûresini oku­duktan sonra ikinci rek'atte Duhâ sûresini okumak veya birinci rek'atte, Şems sûresinin  âyetini okuduktan sonra ikinci rek'at­te aynı sûrenin birinci âyeti olan  âyetini okumak gibi. Aynı sûreyi bir rek'atte veya iki rek'atte tekrar okumak, kişinin ezberinde başka âyetler varsa farz ve nafile namazlarda mekruh olur. Şafiî ve Mâlikîler bu görüştedirler. Hanbelîlerle Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Hanefiler: Bunun sadece farz namazlarda mekruh olduğunu, na­file namazlardaysa tekrar etmenin mekruh olmayacağını söylemişlerdir.

Hanbeliler: Bunun mekruh olmadığını, mekruh olan hususun, Fâtiha'yı aynı rek'atte tekrar etmek ve Kur'an-ı Kerîm'in tümünü nafile değil de farz bir namazda hatmetmek olduğunu söylemişlerdir.

 

19. Mecûsilere benzeme durumu olduğundan ötürü namaz kılanın ön tarafında tandır veya içinde ateş közü bulunan bir mangalın bulunma­sı da Şâfiîler dışındaki diğer mezheblerin ittifakıyla mekruhtur.

 

Şâfiîler: Tandır veya ocak-mangal gibi şeylere karşı namaz kılma­yı mekruh davranışlardan saymışlardır.

20. Namaz kılanın karşısında, kendisini meşgul edecek bir canlı resminin bulunması mekruhtur. Kendisini meşgul etmeyen resmin bulunması Mâlikî ve Şâfiîlere göre mekruh değildir. Hanefîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Kişiyi meşgul etmese bile canlıların resmine karşı namaz kılmak; bu resimler namaz kılanın başının üstünde, önünde, ardında, sağında, solunda, veya hizasında olsa da, mutlak surette mekruh­tur. Mekruhluğun en şiddetlisi resmin, namaz kılanın ön tarafında olması, sonra üst tarafında, sonra sağında, sonra solunda bulunmasıdır. Yalnız re­sim, para üzerindekiler gibi iyice bakıp düşündükten sonra belli olacak ka­dar küçük ise mekruh olmaz. Buna göre, üzerinde resim bulunan paralarla birlikte namaz kılmak mekruh olmamaktadır. Büyük de olsa başı kesik re­simlere karşı namaz kılmak mekruh değildir. Kişiyi meşgul etmeyecekse ağaç resmine doğru namaz kılmak da mekruh değildir.

Hanbeliler: Kişinin önünde, iyice bakıp düşündükten sonra belli olacak kadar küçük de olsa dikili resim bulunması hâlinde namaz kılmak mekruhtur, dediler. Ama arkasında veya üst tarafında veya sağında veya solunda bulunur veya ön tarafında olmakla birlikte dikili olmazsa mekruh olmaz.

 

21. Öndeki safta boşluk olmasına rağmen geride namaz kılmak, Hanbelîler dışındaki diğer mezheblerin ittifakıyla mekruhtur.

 

Hanbeliler dediler ki: Öndeki safta boşluk olması hâlinde geri ta­rafta tek başına namaz kılan kişinin namazı bâtıl olur. Ama bu kişinin ya­nında bir başkası varsa namazları mekruh olur.

 

22. Çöplükte, mezbahada, yol ortasında, hamamda, develerin çök­tükleri yerlerde, necasetten emin olunsa bile namaz kılmak mekruhtur. Şâfiîlerle Hanefîler bu hükümde görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Han­belîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Necasetten emin olunsa bile çöplükte, mezba­hada, yol ortasında namaz kılmak kerâhetsiz caiz olur. Emin olmaz da, bu emin olmayışı tahkiki veya zannî olursa namazı bâtıl olur. Emin olmayışı şüpheden ileri gelirse, buralarda kıldığı namazı sadece vakti varsa iade eder. Yalnız, mescidin dar olmasından ötürü yol ortasında kılmışsa, necasetten emin olmayışı da şüpheden ileri geliyorsa iade etmez. Arapça “alel” adı verilen develerin ikinci defa su içmek için çöktüğü yerde, necasetten emin olunsa bile namaz kılmak mekruhtur. Kasıtlı olarak kılınmışsa iki görüşten birine göre bu namazı vakit içinde iade etmek gerekir. Develerin geceledikleri ve öğleden sonra uyudukları yerlede necasetten emin olduğu takdirde namaz kılmak, mûtemed görüşe göre mekruh değildir.

Hanbeliler dediler ki: Çöplükte, mezbahada, yol ortasında, hamam­da ve develerin çöktükleri yerlerde hapsedilmek gibi bir mazeret olmaksızın namaz kılmak haramdır. Kılınan namaz da bâtıldır. Bu gibi yerlerin damla­rı da aynı hükme tâbidir. Yalnız cenaze namazı bundan müstesnadır. Cena­ze namazım bu gibi yerlerin damında veya mezarlıkta kılmak sahihtir.

 

23. Mezarlıklarda namaz kılmak da mezhebierin tafsilâtına göre mekruhtur.

 

Hanefiler dediler ki: Kişi, huşu içinde namaz kılarken gözü, kar­şısındaki kabre iliştiği takdirde huşûuna halel geleceğinden ötürü mezarlıkta namaz kılması mekruh olur. Ama mezar, arkasında veya üst tarafında bu­lunursa mutlak surette mekruh olmaz. Eğer mezarlıkta necaset ve pislikler­den arındırılmış bir namazgah bulunursa burada kılmayıp mezarlar arasın­da kılmak mekruh olur. Peygamberlerin kabirleri yanında namaz kılmak, mutlak surette mekruh değildir.

Hanbeliler dediler ki: Mezarlıkta namaz kılmak mutlak surette na­mazın bozulmasına sebeb olur. Mezarlık en azından defin için vakfedilen bir arazide üç mezarın bulunmasıyla teşekkül eder. Böyle bir arazide üç de­ğil de sadece bir veya iki mezar bulunursa ve bunlara karşı durmaksızın na­maz kılınırsa kılınan namaz, kerâhetsiz olarak sahîh olur. Ama böyle bir yerde mezara karşı kılmak mekruh olur.

Şafiiler dediler ki: Üzeri açılmamış mezarlıklarda namaz kılmak mek­ruhtur. Bu mezarlar, namaz kılanın ardında veya önünde veya sağında veya solunda veyahut da alt tarafında bulunsa da buralarda namaz kılmak mek­ruhtur. Yalnız şehidlerin ve peygamberlerin mezarları yanında bunları ta'zîm kasdı olmaksızın namaz kılmak mekruh değildir. Aksi takdirde haram­dır. Üzeri açık ve örtüsüz mezarların yanında namaz kılmak, içlerinde neca­set bulunduğu gerekçesiyle bâtıldır.

Malikiler dediler ki:  Necasetten emin olunduğu takdirde mezarlık­larda namaz kılmak herâhetsiz olarak caizdir. Necasetten emin olunmadığı takdirde çöplüklerde namaz kılmayla ilgili tafsilât burada da geçerli olur.[253]

 

Namazın Mekruhlarının Toplu Sayımı

 

Bu bölümde namazın mekruhlarını, her mezhebe göre toplu olarak .saymış bulunmaktayız. Ki okuyucular, kolayca okuyup zihinlerine yerleştirebilsinler.

 

Hanefîler: Namazın mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:

1. Vacibi veya müekked sünneti kasden terketmek tahrîmen mekruh­tur. Vacibi terketmenin günâhı, müekked sünneti terketmenin günâhından daha fazladır.

2. Elbise veya bedenin bir tarafıyla oynamak.

3. Secde için değil de başka maksatlar için ön taraftaki çakılları bir kez temizlemek.

4. Parmakları çıtlatmak.

5. Parmakları birbirine girdirip taraklamak.

6. Elleri böğürlere koymak.

7. Gözle değil de boyunla sağa sola dönmek. Gözle sağa sola bak­mak mubahtır. Göğüsle sağa sola dönmekse namazı bozar.

8. İk'â hâlinde oturmak.

9. Secde halindeyken kolları yere sermek.

10. Kol ağızlarını sıvamak.

11. Entari giymeye muktedir olunmasına rağmen şalvar ve benzeri şeylerle namaz kılmak.

12. İşaretle selâm almak.

13. Özürsüz olarak bağdaş kurmak.

14. Saçları başın arka kısmında bağlamak.

15. Ortasını açık bırakarak başı mendille bağlamak.

16. Ön veya arkasındaki elbiseyi secdeye giderken kaldırmak.

17. Entariyi sarkıtmak.

18. Kolları çıkaracak deliği olmayan bir elbiseye bürünmek.

19. Elbiseyi sağ koltuğun altına alıp uçlarını sol omuzun üzerine at­mak. Veya bunun tersini yapmak.

20. Kıraati, kıyam hâli dışında, (meselâ rükûda) tamamlamak.

21. Nafile namazların iki rek'at hâlinde kılınanlarında birinci rek'ati uzatmak. Yalnız Peygamber Efendimizden veya sahabelerden bunun ter­sine özel bir rivayet varsa mekruh sayılmaz. Meselâ vitir namazının birinci rek'atinde A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde Kâfirûn sûresini, üçüncü rek'atinde de İhlâs sûresini okumak gibi. Vitir de kıraat açısından nafile namazlar grubunda mütalaa edilir.

22. Farz namazların tümünde ittifakla, nafile namazlarda da sahîh olan kavle göre, ikinci rek'ati birinciden üç âyet miktarı fazla uzatmak.

23. Farz namazların bir veya iki rek'atinde aynı sûreyi tekrarlamak. Nafile namazlarda bu mekruh değildir.

24. İkinci rek'âtte, birinci rek'atte okunanın üst tarafındaki bir sû­reyi okumak.

25. Birinci rek'atte okunan sûreden sonra gelen sûreyi, ikinci rekatte okumayıp ondan bir sonraki sûreyi okumak. Meselâ birinci rek'atte îhlâs sûresini okuduktan sonra ikinci rek'atte Felâk sûresini atlayıp Nâs sûresini okumak gibi. Bunun mekruh olması da Kur'an-ı Kerîm'in bazı sûrelerini ter­cih, bazılarını da terketme sebebinden ileri gelmektedir.

26. Kasıtlı olarak koku koklamak.

27. Elbise veya yelpaze ile bir veya iki defa yellenmek. İki defadan fazla yapıldığı takdirde narnaz bozulur.

28. El ya da ayak parmaklarını secde hâlinde ve diğer hâllerde kıble yönünden saptırmak.

29. Rükû hâlinde elleri dizlerin üzerine koymamak.

30. İki secde arasında ve teşehhüd esnasında otururken elleri baldır­ların üzerine koymamak.

31. Kıyanı esnasında sağ eli sol elin üzerine koymamak.

32. Esnemek. Esneme bastırdığında mümkün mertebe yutmak gere­kir. Bunu yapmak için de kıyam esnasında, meselâ sağ elin dış kısmını veya yenleri ağza dayamak; başka zamanlardaysa sol elin sırtını ağza dayamak gerekir.

33. Bir fayda olmaksızın gözleri yummak.

34. Gözleri göğe dikmek.

35. Gerinmek.

36. Namaza zıt olan bir hareketi az miktarda yapmak. Namazla il­gili hareketlere gelince bunlar zaten istenilen hususlardır. Teşehhüd esnasın­da işaret parmağını kaldırmak gibi.

37. Özürsüz olarak biti yakaladıktan sonra öldürmek. Ama bit ken­disini ısırdığı takdirde kanının namaz kılana bulaşmamasına dikkat ederek öldürülmesi mekruh değildir.

38. Ağzı veya burnu örtmek.

39. Erimeyen bir şeyi ağza almak. Eğer alman bu şey, namazdaki kişiyi sünnet olan kıraattan alıkoyuyor veya zihnini meşgul ediyorsa mek­ruhtur.

40. Sarığın kenarı üzerine secde etmek.

41. Mazeretsiz olarak sadece alın üzerine secde etmek, tahrîmen mek­ruhtur.

42. Namazı yolda, hamamda, kenefte, mezarlıkta, necasete yakın yer­de, sahibinin razı olmadığı bir yerde kılmak.

43. İdrar, yellenme veya dışkının sıkıştırması hâlinde namnz kılmak. Bu durumda namaza başlamış olanın namazı kesmesi mendubtur. Ancak vak­tin çıkmasından veya cerahatin kaçırılmasından korkulursa namaz kesilmez.

44. Kirlerden korunmayan iş elbisesiyle namaz kılmak.

45. Erkeğin tenbellik ederek baş açık namaz kılması. Ama zillet ve tazarru' niyetiyle baş açık kılmak kerahetsiz olarak caizdir.

46. İştah çekici bir yemeğin hazır olması durumunda namaz kılmak. Yalnız vaktin çıkmasından veya cemaate ulaşamamasından korkulursa na­mazı kılmak gerekir.

47. Zînet ve benzeri zihni meşgul edici veya oyun ve eğlence gibi huşûa halel getirici şeylerin yanında namaz kılmak. Bunun gibi koşarak namaza gitmek de mekruhtur. Aksine sünnet olan, ağır ve vakarlı bir edâ ile na­maza gitmektir.

48. Okunan âyet ve tesbihleri parmakla, saymak.

49. İmâmın tam olarak mihrabın içinde durması. Yalnız, mihrabın dışında kıyamda durur da secdeyi mihrabın içinde yaparsa mekruh olmaz. Ayrıca camide yer darlığı nedeniyle İmam, mihrabın içinde namaz kılarsa mekruh olmaz.

50. İmamın cemaate göre bir zira' yükseklikteki bir yerde namaz kıl­ması. Veya cemaatin bir zira' alçaklıktaki bir yerde namaz kıldırması.

51. Bir kişinin mescidde kendine özel bir yer ayırıp âdet olarak de­vamlı şekilde orada namaz kılması.

52. Boşluk bulunan safın gerisinde namaz kılmak.

53. Resimli elbise içinde namaz kılmak.

54. Resme yönelik olarak namaza durmak.

55. Tandıra veya içinde köz bulunan mangala karşı namaz kılmak. Kandile veya lambaya karşı kılmak mekruh değildir.

56. Uyumakta olan kimselerin yanında namaz kılmak.

57. Zararsız bir toprağı namazdayken alından silmek.

58. Başkalarını değil de illâ belirli bir sûreyi okumayı âdet edinmek. Yalnız, kolay geldiği için her zaman aynı yeri veya sûreyi okumak mekruh değildir.

Şâfiîler: Namazın mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:

1. Sırt üstü uzanarak namaz kılan kişi dışındaki kimselerin göğüsle­rini değil de yüzlerini sağa veya sola çevirmeleri. Bir özür nedeniyle sırtüstü namaz kılan kişinin yüzünü sağa veya sola çevirmesi namazı bozar.

2. İftitah tekbirini alırken, rükû ve secdeye varırken, birinci ve ikin­ci teşehhüdde otururken, birinci teşehhüdden üçüncü rek'ate kalkarken er­keğin, ellerini yen içinde bırakması. Kadının bırakması ise mekruh değildir.

3. Dilsiz de olsa ihtiyaç olmadığı durumda kaş, göz ve benzeri şey­lerle işarette bulunmak. Ama selâm almak ve benzeri ihtiyaçlar için bu gibi işaretlerde bulunmak mekruh değildir. Hülâsa, namazın ciddiyetiyle oynamaksızın işarette bulunmak mekruh değildir. Aksi takdirde namaz bozulur.

4. Sesli kıraatli namazlarda sessiz kıraatte bulunmak veya bunun ter­sini yapmak, bir ihtiyaçtan ötürü değilse mekruhtur.

5. “Âmîn” deme dışında, İmama uyan kişinin sesini yükseltmesi.

6. Elleri ihtiyaç olmaksızın böğüre koymak.

7. Bir vacibi eksiltmemekle birlikte namazı çabuk kılmak, namazın mekruhlarındandır. Vâcib eksiltildiği takdirde namaz bâtıl olur.

8. Çıplak olmayan erkeğin pazularını böğürlerine yapıştırması. Rü­kû ve secde hâlinde karnını baldırlarına yapıştırması. Kadın veya çıplak er­keğin bu şekilde yumulması gerekir.

9. İk'â şeklinde oturmak da mekruhtur.

10. İtmi'nan şartını yerine getirmekle birlikte secdeye varırken alnı yere vurmak. îtmi'nan yerine getirilmediği takdirde namaz bâtıl olur.

11. Hiç gerek yokken yırtıcı hayvanların yaptığı gibi secde esnasın­da kolları yere sermek.

12. Her zaman camiin aynı yerinde namaz kılmayı îtiyad edinmek. Yalnız İmamın her zaman mihrabta namaz kılması bundan müstesnadır.

13. Rükûda başı fazlaca eğmek.

14. Birinci teşehhüdü uzatmak. Bu teşehhüdü son teşehhüdün sonun­da okunması mendub dualarla da uzatmak mekruhtur. Tabiî bu anlattığı­mız, İmama uymayarak tek başına namaz kılan kimseleri ilgilendirmekte­dir. İmama uyan kişininse bunu yapması mekruh değildir.

15. Gömleği sağ koltuğun altına alıp ucunu sol omuzun üzerine at­mak ve sağ omuzun üstünü açık bırakmak.

16. Parmakları birbirine girdirip taraklamak.

17. Parmakları çıtlatmak.

18. Vücûdun üzerine atılan örtüyü yere kadar sarkıtmak.

19. Bir mazeret olmaksızın gözleri yummak. Ama diyelim ki, saf­larda çıplak insanlar varsa gözleri yummak vâcib olur. Nakışlı bir duvara karşı namaz kılan kişinin de gözlerini yumması sünnettir.

20. Namazdayken gözleri göğe dikmek. Aslında göğe bakmak, sadece abdestten sonra sünnettir.

21. Namazdayken etrafa saçılan saçları veya elbiseyi toparlamak.

22. İhtiyaç olmaksızın ağzı el veya başka bir şeyle kapatmak. Ama esnemeyi gidermek gibi bir sebebten dolayı böyle yapmak mekruh değildir.

23. Namazdayken ön tarafa, sağa veya sola tükürmek.

24. Defi hacet dolayısıyla sıkışıkken namaz kılmak.

25. İştah çeken yiyecek veya içecekleri hazır olduğu esnada namaz kılmak.

26. İnsanların fazlaca gelip geçtikleri bir yolda namaz kılmak.

27. Hamam veya kilise gibi günâh işlenen yerlerde veyahutta neca­setle ilgisi olan çöplük, mezbaha, develerin çöktükleri yerler gibi necis ma­hallerde namaz kılmak.

28. Kabre karşı durup namaz kılmak.

29. Tek ayak üzerinde durarak namaz kılmak.

30. Ayakları yanyana bitiştirerek namaz kılmak.

31. Uyku bastırdığında namaz kılmak.

32. Cemâat hazırken tek başına, saftan ayrı olarak namaz kılmak. Cemâat hazır değilken tek başına kılmak mekruh değildir.

Bütün bu anlattıklarımız, vaktin müsait olması hâlinde söz konusudur­lar. Aksi takdirde kerahet söz konusu olmaz.

Malikiler dediler ki: Namazın mekruhlarını şöylece sıralayabiliriz:

1. Aslî farz namazlarda kıraatten önce eûzü çekmek.

2. Aynı şekilde Fâtiha'dan veya zamm-ı sûreden önce besmele çek­mek. Nafile namazlar nezredilmiş olsalar bile bunlarda eûzü besmeleyi çek­memek evlâdır. Ama ihtilâftan kurtulmak için farz ve diğer namazlarda bes­mele çekmek, en iyİsidir.

3. Kıraatten önce veya kıraat esnasında duada bulunmak.

4. Rükûda duada bulunmak.

5. Teşehhüdden önce duada bulunmak.

6. Son teşehhüdden sonra değil de birinci teşehhüdden sonra duada bulunmak.

7. İmamın selâm yermesinden sonra, İmama uyan kişinin duada bu­lunmaya devam etmesi.

8. Namazda okunması istenen duayı seslice okumak.

9. Teşehhüdü seslice okumak.

10. Namaz kılan kişinin, kendi elbisesinin üzerine secde etmesi.

11. Sarığın kıvrımı üzerine secde etmek. Sarığın, üzerine secde edi­len kısmı bir veya iki kıvrımlık kadarsa bundan ötürü namazı iade etmek gerekmez. Bundan fazla olduğu takdirde namazın vakit içinde iade edilmesi îcâb eder.

12. Namaz kılan kişinin, namaz kılanlardan başkasının elbisesi üze­rine secde etmesi.

13. Mescide ait olmayan sergi veya yumuşak hasırların üzerine sec­de etmek Mescide ait olanların üzerine secde etmek mekruh değildir.

14. Rükû veya secde esnasında duâ kasdı olmaksızın kıraatte bulun­mak.

15. Her zaman âdet edinerek belli bir duayı okumak.

16. Mühim bir ihtiyaç olmaksızın namazdayken etrafa bakmak.

17. Parmakları birbirine girdirip taraklamak ve çıtlatmak.

18. Elleri böğürlere koymak.

19. Kişiyi meşgul edecek bir korku bulunmadığı takdirde gözleri yum­mak.

20. İbret alma niyeti olmaksızın gözleri göğe dikmek.

21. Tek ayak üzerinde namaz kılmak. Ama bu bir zorunluluktan ötü­rü yapılıyorsa mekruh olmaz.

22. Ayaklardan birini diğerinin üzerine koymak, veya sürekli olarak bitişik tutmak.

23. Namazdayken dünya işlerini düşünmek.

24. Kollarının yenine bir şey saklamak. Veya harflerin çıkmasına engel olmayacak bir şeyi ağza koymak. Ağza konan şey, harflerin çıkmasına en­gel olursa namaz bozulur.

25. Sakal ve benzeri şeylerle oynamak.

26. Aksıran kişiye namazdayken “Yerhamükellah” demek.

27. Namaz kılan kişi aksinp da başkası kendisine “Yerhamükellah” dediğinde buna karşılık olarak el veya başla işarette bulunmak.

28. Örfe göre az da olsa zaruret olmaksızın vücûdun herhangi bir yerini kaşımak. Bu bir zaruretten ötürü olursa mekruh değildir. Örfe göre çok sayılan bir kaşıma ise namazı iptal eder.

29. Örfe göre az da olsa keyfî olarak tebessümde bulunmak. Zarûretten dolayı olsa bile örfe göre çok denecek miktarda tebessümde bulunması namazı bozar.

30. Kasıtlı olarak hafif bir sünneti, örneğin bir tekbiri veya tesmi'i etmek. Farz namazların ilk iki rek'atlerinden sonraki rek'atlerde zamm-ı sure veya âyet okumamak gibi müekked sünnetleri terk etmekse haramdır.

31. Namazla ilgili bir ihtiyaçtan ötürü erkek veya kadının ellerini birbirine çırpması.

32. Gereksiz yere sübhanallah demek.

33. Kolları çıkaracak deliği olmayan bir örtüye bürünmek.

34. Gömleği sağ koltuğun altına alıp ucunu sol omuzun üzerine atarak ve sağ omuzun üzerini açık bırakmak.

35. Yere bitişik olsun olmasın namaz kılan kişinin, üzerine secde ettiği şeyi imâ ile kaldırması.

36. Üzerine secde etmek için güneşte veya gölgedeki çakılları taşımak.

37. Arapça okumaya muktedir olan kişinin başka dille duada bulunması.

Hanbelîler: Namazın mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:

1. Çökmüş bir yerde namaz kılmak.

2. Bâbil toprağı gibi azâb inmiş bir mıntıkada namaz kılmak.

3. Değirmende ve damında namaz kılmak.

4. Tuzlu toprakta namaz kılmak,

5. Gömleği sarkıtmak.

6. Kolları çıkaracak deliği olmayan bir örtüye bürünmek.

7. Yüzü, ağız ve burnu örtmek.

8. Sebepsiz yere kol ağızlarını sıvamak.

9. Zünnara benzer kemer bağlamak.

10. Erkeğin ve kadının gömlek üzerine kemer bağlaması. Bu kemer-i mendil gibi olup zünnara benzemeseler bile yine mekruhturlar. Kaftan gibi giysilerin üzerine kemer bağlamakta kerahet yoktur.  

11. Vitirden başka namazlarda, bir musibet yokken Kunut duasını okumak. İmam Âzam'a göre, cuma namazı dışındaki bütün namazlarda Kunut okunması sünnettir.

12. Azıcık da olsa gereksiz yere sadece yüzle veya yüzün yanı sıra göğüsle sağa veya sola dönmek. Ama, tümden kıbleye arka çevrilecek kadar dönüldüğü takdirde namaz bâtıl olur. Yalnız bu şekildeki bir dönüş, şiddetli bir korku nedeniyle olursa veya Kabe içinde bulunulursa namaz bâtıl olmaz.

13. Geğirme hâli dışında gözleri göğe dikmek. Cemâatle namaz kı­lan kişi, geğirdiği takdirde yanındakilere     eziyet vermemek için yüzünü göğe kaldırırsa mekruh olmaz.

14. Karşıda dikili bulunan resme doğru durarak namaz kılmak.

15. Resim üzerine secde etmek.

16. Namaz kılanın küçük de olsa para gibi, üzerinde resim bulunan bir şeyi üstünde taşıması.

17. Bir insanın veya hayvanın yüzüne karşı namaz kılmak.

18. Kişinin zihnini meşgul edecek bir şeye karşı namaz kılmak. Me­selâ nakışlı duvara karşı namaz kılmak gibi.

19. Kişinin zihnini meşgul edecek bir şeyi namaz kılarken üzerinde bulundurması.

20. İçinde az da olsa lâmba, kandil, yanmakta olan mum gibi ateş bulunan şeylere karşı namaz kılmak.

21. Ağzı açmak, dili çıkarmak veya ağza bir şeyler koymak.

22. İnsanların konuşup sohbet ettikleri bir meclise karşı durarak na­maz kılmak.

23. Uyumakta olan bir kimseye veya kâfire karşı durarak namaz kıl­mak.

24. İhtiyaç olmadığı halde bir şeye dayanarak namaz kılmak. Bu dayanılan destek, çekildiği takdirde kişi düşmezse namaz mekruh olur. Düşer­se namaz bâtıl olur.

25. Sıcaklık ve soğukluk gibi namazın kemâline engel durumlarda namaz kılmak.

26. Secde hâlinde yırtıcı hayvanlar gibi kolları yere sermek.

27. İk'â şeklinde oturmak.

28. İdrar, dışkı veya yellenmenin sıkıştırdığı durumda namaz kılmak.

29. Yeme, içme veya cinsel ilişkinin arzulandığı bir durumda namaz kılmak.

30. Çakıl tanelerini bir kenara atmak.

31. Namazdayken bir şeylerle oynamak.

32. Eli böğre koymak.

33. Yelpazeyle serinlemek. Yalnız çok yapmadıkça bir ihtiyaçtan ötürü serinlemek mekruh değildir.

34. Bazan bir ayağa, bazan diğerine ağırlık vermek.

35. Parmakları çıtlatmak. Birbirine girdirip taraklamak.

36. Oturma hâlinde ağırlığı ellerin üzerine vermek.

37. Kendi isteğiyle elini arkaya bağlayarak namaz kılmak.

38. Saçları başın ardında bağlamak.

39. Sarkan saçları ve elbiseyi toparlamak.

40. Secdeye giderken elbiseyi elle toparlamak.

41. Secde ederken alnı belirli bir şey üzerine koymak.

42. Alında kalan secde izlerini temizlemek.

43. Kıble tarafında bulunan bir yazıya karşı namaz kılmak.

44. Kıble tarafına kılıç ve Mushaf gibi şeyler asmak.

45. Özür olmaksızın secde yerini düzeltmek.

46. Fâtiha'yi aynı rek'at içinde tekrar okumak. Kılınan namaz farz da olsa aynı rek'atte içinde birden fazla zamm-ı sûre okumak mekruh değil­dir.

47. Bir farz namazda Kur'an-ı Kerîm'in tamamını hatmetmek mek­ruhtur.[254]

 

Mescidlerde Yapılması Mekruh Olan Ve Olmayan Davranışlar

 

Mescidden geçmek: İhtiyaç olmaksızın mescidin yol edinilmesi mezheblerin ileri sürmüş oldukları detaylara göre mekruhtur.

 

Hanefiler dediler ki: Özür olmaksızın mescidi yol edinmek tahrîmen mekruhtur. Fakat bir özür nedeniyle caiz olur. Yalnız her gün için gi­rişler mükerrer de olsa bir defa tahiyyetü'l-mescid namazını kılmak yeterli olur. Özür olmaksızın birçok defalar geçmekle mescidi yol edinmeyi âdet hâ­line getiren kişi günahkâr olur. Bir veya iki defa geçmekle günahkâr olun­maz. Günahtan kurtulmak için de itikâfa niyet edilmelidir. Mescidde beklenmiyecekse bile itikâfa niyet etmek yine de gereklidir.

Malikiler dediler ki: Fazla olmadıkça mescidden geçmek caizdir. Mescidin binası yoldan ileride olduğu takdirde mescidden çok defa geçmek mekruhtur. Aksi takdirde mekruh olmaz. Mescidden geçecek olanların mutlak olarak tahiyyetü'l-mescid namazı kılmaları istenmez.

Şafiiler dediler ki: Temiz veya cünüb kimselerin mutlak olarak mes­cidden geçmeleri caizdir. Hayizlı kadının mescidden geçmesi, bir ihtiyaçtan ötürü olsa bile mekruhtur. Bu kadının, mescidi kirletmekten emin olmaya­rak geçmesi haramdır. Mescidden geçecek kişinin temiz olması veya yakın bir yerde temizlenmesi mümkün olduğu takdirde her girişte tahiyyetü'l-mescid namazını kılması sünnet olur.

Hanbeliler dediler ki: Temiz veya cünüb kimselerin mescidden geç­meleri mekruhtur. Cünüb kimsenin abdestsiz olarak mescidde beklemesi her ne kadar haramsa da mescidden geçmesi sadece mekruh olur. Aynı şekilde ihtiyâç yokken hayızlı veya nifaslı kadınların mescidi kirletmiyeceklerinden emin olmaları hâlinde yine mescidden geçmeleri mekruhtur. Mescidden geç­mek bir ihtiyaçtan ötürü ise bu sayılanların tümünün geçmesi mekruh ol­maz. Mescidin kestirme bir yol olması da bir ihtiyaç sayılabilir. Bu durum­da oradan geçmek mekruh olmaz.

 

Mescidde uyumak ve yemek yemek: Mescidde uyumak, mezheblerin ileri sürdükleri detaylara göre mekruhtur.

 

Hanefîler: İtikâftaki kimselerle yabancıların mescidde uyumaları­nın mekruh olmadığını söylemişlerdir. Mescidde uyumak isteyen kişi itikâfa niyet etmeli; niyetlendiği, ibâdetleri yapmalıdır. Bundan sonra uyumasında kerahet kalmaz.       

Şafiiler dediler ki: Mescidde uyuyan kişi, namaz kılanları şaşırta­cak veya yanıltacak derecede horlamıyor ve yüksek ses çıkarmıyorsa, uyu­ması mekruh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: İtİkâfta olan ve olmayan kimselerin mescid­de uyumaları mubahtır. Yalnız, uyuyan kimselerin namaz kılanların önleri­ne uzanmamaları gerekir. Uyuyan kimselere karşı durarak namaz kılmak mekruh olduğundan, namaz kılanlar bu durumda uyuyanları uyandırabilirler.

Mâlikîler: Öğleyin mescidde uyumanın caiz olduğunu söylemişler­dir. Bu mescid şehirde de olsa, çölde de olsa hüküm aynıdır. Gece uykusuna gelince, çöl mescidlerinde geceleyin uyumak caiz olur. Şehir mescidlerindeyse, evi olmayanların veya geceleyin evlerine gitmeleri zor olan kimselerin uyu­maları mekruhtur. Mescidde devamlı kalan, kendini ibâdete adayıp başka iş ile meşgul olmayan erkekler için caizdir. Kadının sürekli olarak mescidde kalmasıysa helâl değildir,

 

Aynı şekilde itikâfa gir­meyenlerin mescidde yemek yemeleri de mezheblerin aşağıda sunulan detaylı görüşlerine göre mekruhtur.

 

Hanefîler: Pis kokusu olmayan şeyleri yemenin tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir. Soğan, sarımsak gibi pis kokulu şeyleri mescidde yemek tahrîmen mekruhtur. Bu gibi şeyleri dışarıdayken yeyip gelenler, mes­cide girmekten men edilirler. Ağız kokularıyla namaz kılanlara eziyet veren kimselerle, dilleriyle eziyet veren kimseler de mescide girmekten men edilmelidirler.

Mâlikîler: Mescidden başka sığınacak yer bulamayan gariplerin mes­cide sığınmaları ve kirli artık bırakmayan hurma gibi şeyleri yemelerinin ca­iz olduğunu söylemişlerdir. Kirli artık bırakan yiyecekleri sofra veya bir deri parçası sererek mescidi kirletmekten emin oldukları takdirde yiyebilirler. Ay­rıca bu yiyeceklerin pis kokulu olmamaları da gerekir. Pis kokulu yiyecekle­ri mescidde yemek haramdır.

Şafiiler dediler ki: Mescidde yağ, bal gibi zifirli şeyleri mescidi kirletmemek kaydıyla yemek mubahtır. Aksi takdirde haramdır. Bunlar her ne kadar temiz yiyecekler iseler, de mescidi bunlarla kirletmek haramdır. Bak­la gibi kirletici olmayan ve fakat çer-çöp bırakan şeyleri yemek mekruhtur.

Hanbeliler dediler ki: İtikâfta bulunan kişinin, mescidi kirletme­mek, kemik ve benzeri şeyleri mescide atmamak şartıyla her çeşit yiyeceği yemesi mubahtır. Bu gibi şeyleri attığı takdirde temizlemesi gerekir. Tabiî soğan ve sarımsak gibi pis kokulu şeyleri yemesi mekruhtur. Bu gibi şeyleri dışarıda yiyen ve ağzı kokan kimselerin mescide girmeleri mekruhtur. Gir­dikleri takdirde eziyeti gidermek amacıyla mescidden çıkarılmaları müstehab olur. Nitekim mescidde yellenmek de bu sebebten ötürü mekruhtur.

 

Mescidde sesi yükseltmek: Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâtlı gö­rüşlere göre mescidde konuşarak veya zikrederek sesi yükseltmek mek­ruhtur. Mezheblerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Mescidde namaz kılanların zihinlerini karış­tırmayacak ve uyuyanları uyandırmayacaksa, zikir yaparak sesi yükseltmek mekruh değildir. Aksi takdirde mekruhtur. Hattâ zikredenlerin kalbini îkâz etmek, üzerlerine gelen uykuyu bertaraf etmek, ibâdet için zindeleşmelerini sağlamak açısından sesi yükseltmek daha faziletlidir. Helâl olmayan konuş­malarla sesi yükseltmek tahrîmen mekruhtur. Helâl içerikli konuşmalarla sesi yükseltme hâlinde, namaz kılanların zihni karıştırılacak olursa mekruh olur. Aksi takdirde mekruh olmaz. Özellikle konuşmak için mescide girilirse ko­nuşmak, mutlak surette mekruh olur. Yalnız ibâdet için mescide girildiği tak­dirde konuşmak mekruh olmaz.

Şafiiler dediler ki: Namaz kılanların, ders verenlerin, okuyanların, ders mütâlâa edenlerin, uyandırılmaları mesnun olmayan kimselerin zihni karıştırılıp uykuları kaçırılacak olursa mescidde zikirle sesi yükseltmek mekruh olur. Bu sayılanlar vuku bulmadığı takdirde mekruh olmaz. Mevzu hadîsleri mütâlâa ederek veya benzeri helâl olmayan konuşmaları yaparak sesi mesci­din içinde yükseltmek mutlak surette haramdır. Helâl içerikli konuşmalarla mesciddeki kimselerin zihinleri karıştırılacak olursa, sesi yükseltmek mek­ruh olur.

Mâlikîler dediler ki: Zikir ve ilimle de olsa mescidde sesi yükselt­mek mekruh olur. Yalnız dört şey bundan istisna edilmiştir:

1. Müderrisin, talebelere sesini duyaracak kadar yükseltmesi mek­ruh değildir.

2. Sesi, namaz kılanların zihinlerini karıştıracak kadar yükseltmek haramdır.

3. Mekke veya Minâ mescidlerinde telbiye yaparak sesi yükseltmek mekruh değildir.

4. Düşman sınırında nöbet bekleyen kişinin tekbir alırken sesini yük­seltmesi mekruh değildir.

Hanbeliler dediler ki: Mescidde namaz kılan kişilerin zihinlerini karıştırmayacak kadar zikirle sesi yükseltmek mubahtır. Aksi takdirde mek­ruhtur. Mescid içerisindezikirden başka mubah konuşmalarla sesi yükselt­mek namaz kılanların zihinlerini karıştırmadığı takdirde mekruh olmaz. Mu­bah olmayan konuşmalarla sesi yükseltmekse mutlak surette mekruh olur.

 

Mescidde alışveriş yapmak: Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâta gö­re alım-satım gibi akidleri mescidde yapmak mekruhtur. Buna ilişkin ola­rak mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Alım-satım, kira gibi takas akidlerinin mes­cidde yapılması mekruhtur. Hibe ve benzeri akidlerin yapilmasıysa mekruh değildir. Hattâ nikâh akdinin yapılması müstehabtır. İtikâftaki kimsenin kendi şahsı ve çocuklarıyla ilgili satış akitlerini mescidde yapması mekruh olmaz. Yalmz, akde konu eşyanın mescidde bulundurulmaması şarttır. Ticâret akidlerine gelince bu, diğerleri gibi itikâftaki kimse için de mekruhtur.

Malikiler dediler ki: Alış veriş ve benzeri akidlerin mescidde yapıl­ması mekruhtur. Yalnız, satılan eşyayı döndürüp bakma olmadığı hâlde bu akidleri yapmak mekruh olmaz. Simsarlık alarak mescidde satış yapmak haramdır. Hibe ve benzeri akidlerle nikâh akdini mescidde yapmak caizdir. Hatta nikâh akdini yapmak mendubtur. Nikâh akdinden maksat, sıhhat Sırtlan dışındaki diğer şartlan ve fazla konuşmaları söylemeksizin salt olarak îcâb ve kabulden ibarettir.

Hanbeliler dediler ki: Mescidde alım satım ve kira akidlerini yap­mak haramdır. Bu akitler mescidde yapılsalar da geçersiz olurlar. Yalnız, nikâh akdinin mescidde yapılması sünnettir.

Şafiiler dediler ki: Mescidin alım-satım yeri yapılması, mescidin say­gınlığını zedelediği takdirde haram olur. Saygınlığını zedelemeyerek bir ihti­yaçtan ötürü mescidde yapılan akitler de, namaz kılanlara sıkıntı verılmediği takdirde mekruh olur. Sıkıntı verildiği takdirde haram olur. İtikâftaki kim­selerin nikâh akidlerini mescid içerisinde yapmaları caizdir.

 

Mescidlerin süslenmesi: Mescidin altın ve gümüşten başka şeylerle nakışlanıp süslenmesi mekruhtur. Altın ve gümüşle süslenip yaldızlanması ise haramdır. Şâfiîlerle Hanbelüer bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Mescidin mihrab, tavan ve duvarlarının altın ve gümüşle de olsa nakışlanıp yaldızlanması mekruhtur. Mescidin sıvanma­sı ve yapısının sağlam yapılmasıysa menduptur.

Hanefiler dediler ki: Mescidin mihrabını ve kıble duvarını, vakıf malı dışındaki helâl bir malla finanse ederek altın suyu kaplamasiyla nakış­lamak mekruhtur. Haram bir mal veya vakıf malıyla finanse ederek nakış­lamak haram olur. Mescidin tavanını ve kıble dışındaki duvarlarını vakıf ol­mayan helâl bir malla finanse ederek nakışlamak mekruh olmaz. Yalnız, vakıf malının zâlimlerin elinde zayi olmasından korkulması veya mescidin binası­nı koruma amacının bulunması veya bizzat vakıf sahibinin yapması hâlinde vakıf malıyla finanse ederek nakışlamakta bir sakınca yoktur.

 

Necis şeyleri mescide koymak: Bizzat necis veya sonradan necislenmiş bir şeyi kuru da olsa mescide koymak haramdır. Mescidi necâsetli petrol veya yağla aydınlatmak, aynı şekilde mescidin binasını necâsetli katkı maddeleriyle inşa etmek; necis bir şeyle sıvamak caiz değildir. Yine bunun gibi, mescide idrar ve benzeri pislikleri yapmak, zaruret olmayın­ca kap içinde olsa bile caiz değildir. Yalnız, necis ayakkabıyla mescide girmek bundan istisna olup ihtiyâç hâlinde caizdir. Bu ayakkabılardan ne­câsetli maddelerin mescide düşüp bulaşmasından da sakınmak gerekir. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanefîlere gelince, onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Necis veya sonradan necislenmiş bir şeyi mes­cide koymak veya necis olmuş bir petrol veya yağla mescidi aydınlatmak, mescidin binasını necis katkı maddeleriyle inşa etmek veya meseidde idrar yapmak tahrîmen mekruhtur.

Hanbeliler dediler ki: Necis bir şeyi veya necislenmiş bir şeyi mes­cide koyma hâlinde bunlardan bir pislik mescide düşerse haramdır. Düşmezse haram olmaz. Necis bir yakıtla meseidde aydınlanmak haramdır. Bir kap içine olsa bile meseidde idrar yapmak haramdır. Mescidin necis bir katkı mad­desiyle inşâ edilmesi veya necis bir şeyle sıvanması mekruhtur.

 

Çocukların ve delilerin mescide sokulmaları:

Çocukları ve delileri mescide koymak, mezheblerin ileri sürdükleri taf­silâta göre mekruhtur.

 

Hanefiler dediler ki: Çocuk veya delilerin mescidi pisleyeceklerine galip bir zanla kanaat getirilirse, mescide konulmaları tahrîmen mekruh olur. Aksi takdirde tenzîhen mekruhtur.

Malikiler dediler ki: Çocuğun oynamaması veya dur denildiği tak­dirde durması hâlinde mescide konulması caizdir. Aksi takdirde haram olur. Aynı şekilde mescidi pisletmeleri söz konusuysa, çocuğun ve delinin mesci­de konulması haram olur.

Şafiiler dediler ki: Mümeyyiz olmayan çocuğun ve delilerin mescidi kirletmemelerinden, mescide zarar vermemelerinden, avret yerlerini açma­malarından emîn olunursa mescide konulmaları caiz olur. Mescidi oyun yeri yapmadığı takdirde mümeyyiz çocuğun mescide konulması caizdir. Aksi takdirde haram olur.

Hanbeliler dediler ki: İhtiyaç olmaksızın mümeyyiz olmayan ço­cuğun mescide konulması mekruhtur. Yazı öğrenmek gibi bir ihtiyaçtan ötürü, çocukların ve delilerin mescide girmesi mekruh olmaz.

 

Meseidde tükürmek ve sümkürmek:

Meseidde tükürmek ve sümkürmek de mekruhtur. Mezheblerin bu hususta ileri sürdükleri detaylı görüşler aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Mescidde bir çukur kazan, sonra bu çukura tükürüp üstünü toprakla örten kişi günahkâr olmaz. Eğer çukur kazmadan tükürürse günahkâr olur. Bundan sonra tükürüğü toprağın altına gömerse, gü­nâhı devam etmez. Aynı şekilde mescidin sıvasına tüküren kişi de günahkâr olur. Fakat bu sıvayı kazıyıp tükürüğün izini giderdiği takdirde günâhı de­vam etmez. Bu sayılan önlemleri almadan tüküren kişi, haram işlemiş olur.

Hanbeliler dediler ki: Mescidde tükürmek haramdır. Mescidin ta­banı toprak veya çakıl olur da, tükürdükten sonra tükürüğünü yer altına gö­merse günahı devam etmez. Eğer tabanı sıvalıysa, tükürdüğü yeri silmesi vâcıb olur. Tükürdüğü yeri hasırla örtmesi yeterli olmaz. Tüküren kişi tükürüğü­nü görmezse; bu tükürüğü görenin, onu gömerek veya başka bir yolla gider­mesi gerekir.

Malikiler dediler ki: Mescidin tabanı sıvalı olursa, az miktarda tü­kürmek mekruh, fazla miktarda tükürmekse haramdır. Mescidin tabanı ça­kıllarla örtülü olursa tükürmek mekruh olmaz.

Hanefiler dediler ki: Mescide tükürmek tahrîmen mekruhtur. Mes­cidin tükürük, sümük ve balgamdan temiz tutulması vâcibtir. Bu pis şeyler ister mescidin duvarlarına, ister tabanına, ister hasırların üstüne, ister altına atılsın hüküm değişmez. Yapan kişinin, bu pisliği temizlemesi vâcibtir Bu açıdan mescidin tabanının toprak, sıvalı veya şergili olması arasında bir fark söz konusu değildir.

 

Mescidde yitik aramak:

Mescidde yitik aramak da mekruhtur. Buna ilişkin olarak Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Mescidde yitik arayıp soran birini gördüğünüzde ona deyin ki: “Al­lah onu sana geri vermesin.” [255]

Şâfiîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde görüş birliği etmişler­dir.

 

Şafiiler dediler ki: Namaz kılanların zihinlerini karıştırmamak veya uyuyanları uyandırmamak kaydıyla mescidde yitik aramak mekruhtur. Aksi takdirde haram olur. Bu hüküm, Mescid-i Haram dışındaki mescidleri ilgilendirir.. Mescid-i Harâm'da yitik aramak, insanların büyük cemaat ha­linde bulunmasından ötürü mekruh olmaz.

 

Mescidde şiir okumak;

Mezheblerin ileri sürmüş oldukları tafsilâta göre mescidde şiir oku­mak da mekruhtur.

 

Hanefiler dediler ki: Hikmet, vaaz, nasihat, Allah'ın zikri veya takvâlı kimselerin sıfatlarını içerdiği takdirde, mescidde şiir okumak güzeldir. Eğer eski eserlere, devirlere ve milletlerin tarihlerine dâir ise mubahtır. Başkalarını hicvetmeye ve küçük düşürmeye ilişkin şiirleri mescidde okumak ha­ramdır. Yanaklara, endamlara, bellerin inceliğine, saçlara ilişkin şiirleri oku­mak, şehveti uyandırdığı takdirde haramdır. Aksi takdirde mekruh olur.

Hanbeliler dediler ki: Peygamber Efendimizi öven şiirlerle, haram ve mekruh şeyleri içermeyen şiirleri mescidde okumak mubahtır.

Malikiler dediler ki: Allah'a veya Peygambere övgüyü içeren şiir­lerle hayra teşvik edici şiirleri mescidde okumak güzeldir. Bunlardan başka şiirleri mescidde okumak caiz değildir.

Şafiiler dediler ki: Mescidde hikmet, öğüt ve bunlara benzer şeriata ters düşmeyen, konuları içeren ve insanların kafasını bulandirmayan şiirler okumak caizdir. Başka nitelikteki şiirleri okumaksa haramdır.

 

Mescidde dilenmek:

Mezheblerin ileri sürdükleri tafsîlata göre mescidde dilenmek, dilen­ciye sadaka vermek caiz değildir.

 

Mescidde ilim öğretmek:

Namaz kılanların zihinlerini karıştırmamak kaydıyla mescidde ilim öğ­retmek, Kur'an-ı Kerîm okutmak, vaaz vermek ittifakla caizdir. Mescidin damı da mescid hükmündedir. Mescidde mekruh olan davranış, damın­da da mekruh, mescidde haram olan davranış damında da haram olur. Mescid üzerindeki evlerse, mescid hükmünde değildir.

 

Hanbeliler dediler ki: Mescidde sadaka dilenmek, dilenciye sada­ka vermek mekruhtur. Dilenmeyene ve hatibin kendisi için istediği kimseye sadaka vermek mubahtır.

Şafiiler dediler ki: Mescidde dilenmek mekruh, namaz kılanların zi­hinlerini karıştırmaya sebeb olduğu takdirde ise haramdır.

Malikiler dediler ki: Mescidde dilenmek menedilmeli ve dilenciyede bir şey verilmemelidir. İhtiyarî olarak sadaka vermekse caizdir.

Hanefîler: Mescidde dilenmek haram ve dilenciye bir şeyler vermek de mekruhtur, dediler.

 

Mescidin duvarlarına yazı yazmak:

Mezheblerin ileri sürdükleri tafsîlata göre mescidin duvarlarına yazı yazmak mekruhtur.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılanın zihnini meşgul edeceğinden, Kur'ân-ı Kerîm ve başka şeylerden de olsa kıble duvarlarına yazı yazmak mekruhtur. Diğer taraflara yazı-yazmak mekruh değildir.

Şafiiler dediler ki: Mescidin duvarlarına ve tavanına Kur'an-ı Ke-rîm'den âyetler yazmak mekruh, Kur'an-ı Kerîm yazılı yerleri arka tarafa alarak yaslanmak ise haramdır.

Hanbeliler dediler ki: Mescidin duvarlarına ve tavanına yazı yaz­mak mekruhtur. Bunun masrafını vakıf malından karşılamak haramdır. Vakıf malını harcayarak yazan, bedelini vakfa ödemek zorundadır. Eğer kendi ma­lıyla yapmışsa onunla vakıf cihetine dönmüş sayılmaz.

Hanefiler dediler ki: Mescidin duvarlarına yazı yazılmamalıdır. Bun­ların yere düşmesi hâlinde, ayakla basılarak hakarete uğramalarından kor­kulur.

 

Mescidde abdest almak:

Tükürük ve sümükle kirletümediği takdirde, mescidde abdest almak caizdir. Kirletilmesi halinde Şafiî ve Hanbelîlere göre haram olur. Hanefîlerle Mâlikîlere gelince, onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefî ve Mâlikîler: Mescidde abdest almanın mutlak olarak mekruh olduğu görüşündedirler.

 

Namaz vakitleri dışında mescidin kapatılması:

Namaz vakitleri dışında mescidin kapatılması, Hanefîler dışındaki üç mezheb İmamına göre mubahtır. Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağı­ya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Eşyalarının kaybolmasından korkulmadığı takdirde, namaz vakitleri dışında mescidi kapatmak mekruhtur:

 

Bazı mescidlerde namaz kılmanın diğerlerine nisbetle fazîleti:

İslâm Dini, zâtı itibâriyle bir yeri, başka bir yere üstün kılmamıştır. Yal­nız bazı şahıslar arasında nasıl ki fazîlet farkı varsa, aynı şekilde yerler arasında da fazîlet farkı vardır, ki bu da bazı manevî özelliklerden kay­naklanır. Bir mescidin diğerinden üstün olması, onda diğerine nisbetle daha fazla dînî ve edebî olayların vukû bulmasından ötürüdür. Meselâ Mekke'­deki Mescid-i Haram'ı ele alalım: Burası Kabe merkezidir. Yüce Allah kul­larına, özel şekildeki hac ibâdetini burada edâ etmelerini emretmiştir. Medîne'deki Mescid-i Nebevî'de ise, vahiy gelmesi gibi büyük bir dînî olay vukûbulmuştur. Dînin önderleri burada, Rasûlullah'tan, İslâm'ın kurallarını öğrenmişlerdir. İşte bu nedenle fıkıhçılar, dînî olaylara sahne olma gi­bi özelliklere sâhib olmalarından ötürü, bir kısım mescidleri diğerlerine nisbetle daha faziletli saymışlardır. Mezheblerin bu faziletli mescidler husu­sundaki tafsilatlı görüşleri aşağıya alınmıştır. Yine hatırlatalım ki; fazîlet, bu mescitlerin binasına nisbetle değil, buralarda kılınan namazlara nisbetledir.

 

Hanefiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Mekke'deki Mescid-i Haram, ondan sonra Medine'deki Mescid-i Nebevi, daha sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksa ve Kubâ Mescidi'dir. Bunlardan sonra sırasıyla şunlar gelir: En eski tarihli olan, sonra alanı en geniş olan, sonra da namaz kılana en ya­kın olandır. Dînî dersleri dinlemek için inşâ edilen mescidde namaz kılmak, en eski tarihli mescidde ve ondan sonra gelen mescidde kılmaktan daha faziletlidir. Mahalle mescidi, büyük cemâatli mescidden daha faziletlidir. Zîrâ bu mescidin de insan üzerinde hakkı vardır. Namazı burada kılarak mamur hale getirmek icâb eder. Mescidde namaz kılan kişinin bu anılan mescidlerde sırasıyla namaz kılması daha faziletli olur.

Şafiiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi, Mekke'deki Mescid-i Haram, ondan sonra Mescid-i Nebevî, sonra da Mescid-i Aksâ'dır. Bunlar­dan sonra da fazilet sırasına, cemaati en çok olan mescidler girerler. Yalnız, cemaati çok olan bu mescidlerin İmamı, kendisine uyulması mekruh bir kimse olmamalıdır. Şayet böyle bir camiin İmamı, kendisine uyulması mekruh bir kimse ise, bundan daha az cemâatli bir mescidde kılmak daha faziletli olur. Aynı şekilde küçük bir mescid İmamının, büyük bir cemaatte namaz kılması halinde; kendi görevli olduğu mescidin kapanmasına sebebiyet verecekse veya kendi mescidinde kıldırmakla cemâati huzur bulacaksa, kendi az cemâatli mescidinde kılması daha faziletli olur.

Malikiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Medîne-i Münevvere'deki Mcscid-i Nebevî'dir. Ondan sonra Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram ve Kudüs'teki Mescid-i Aksa gelir. Bunlardan sonraki diğer mescidler, fazilet bakımından eşittirler. Yalnız şunu söyleyelim ki; kişiye yakın olan mescidde namaz kılmak, komşuluk hukuku nedeniyle daha faziletli olur.

Hanbeliler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Mekke-i Mükerre­me'deki Mescid-i Haram, ondan sonra Medîne-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevî, daha sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dir. Bunlardan sonra gelen mescidlerin tümü fazilet bakımından birbirlerine eşittirler. Yalnız, kişinin hazır bulunması sayesinde cemaatin teşekkül edeceği bir mescidde veya kendisi­nin hazır bulunmaması ile de cemaatin teşekkül edebileceği, ancak İmamın veya cemaatin kalbinin kırılacağı bir mescidde namaz kılmak daha faziletli olur. Bundan sonra, yapısı tarihî olan mescidler ve cemaati çok olan mescidlerle kişiye en uzak olan mescidler, fazilet sırasına girerler.[256]

 

Namazı Bozan Şeyler

 

Bu başlık altında her mezhebe göre, namazı bozan hususları toplu olarak anlatacak ve daha sonra da bu hususlardan üzerinde ittifak edi­lenlerle, ihtilâf edilenleri genişçe ele almaya çalışacağız.

 

Şâfiîler: Namazı bozan hususları şöylece sıralamışlardır:

1. Geçmiş bölümlerde anlatılan kısımlarıyla, hades halinin vukû bulması. Bu hal guslü de gerektirse, abdesti de gerektirse namazı bozar.

2. Namazda konuşmak. Namazı bozacak konuşmanın miktarına iliş­kin detaylar ileride anlatılacaktır.

3. Namazda ağlayıp inlemek.

4. Namaz cinsinden olsun olmasın, fazla miktarda harekette bulun­mak. Meselâ; üç defa eli kaldırıp indirmek veya sağa sola götürüp getirmek, fazla miktarda bir hareket sayılır. Bu durumda el, peşpeşe götürülüp getirildiğinde sadece bir hareket sayılır. Araya fasıla konulursa, götürülmesi bir hareket, getirilmesi ayrı bir hareket sayılır. Ayağın götürülüp getirilmesi, araya fasıla konulmasa bile götürülmesi bir hareket, getirilmesi ayrı bir hareket sayılır.

5. Niyette veya namazın sıhhat şartlarından birinde veyahut da ni­yetin keyfiyetinde şüpheye düşmek. Meselâ; öğle namazına mı niyet ettiği, yoksa ikindi namazına mı niyet ettiği hususunda şüpheye düşerse, namazı bozulur. Tabiî bu şüphenin, namazın rükünlerinden birini edâ edecek kadar devam etmesi halinde namaz bozulur. Bir rükün edâ edecek kadar devam etmezse, namaz bozulmaz.

6. Tamamıyla edâ edilmeden namazdan çıkmaya niyet etmek.

7. Namazı kesmek veya namaza devam etmek hususunda tereddüde düşmek.

8. Namazı kesmeyi, âdeten imkânsız olan bir şarta bağlamak. Me­selâ içinden, “eğer Ahmed gelirse namazı keserim” diyen kişinin namazı bo­zulur. Ama iki zıddın bir araya gelmesi gibi, aklen imkânsız olan bir şarta bağlarsa, bunun namaza bir zararı olmaz.

9. Namazın niyetini bir başka namaza çevirmek. Yalnız farz namaz bundan müstesnadır. Farz namaz kılmakta olan bir kişi tek başınaysa, bir cemaatin teşekkül ettiğini görmesi halinde onlarla birlikte kılmak isterse, bu niyetini nafileye çevirebilir.

10. Namaz esnasında dinden çıkma veya delirme halinin vukû bulması.

11. Örtmeye muktedir olması halinde namazdayken avret mahalli­nin açılması. Çıplak olarak namaza başlayan kişinin, namazdayken örtüne­ceği bir elbiseyi bulması.

12. Namaz esnasında bedenine veya elbisesine, ya da gözlerinin içi­ne afvedilmeyen bir necasetin bulaşması halinde kişi, bu necaseti hemen üze­rinden atmazsa namazı bozulur.

13. Rükûdan kalkmayı veya iki secde arasında gturmayı uzatmak. Rükûdan kalkma hâlinde okunması gerekli zikirlerden fazla olarak bir Fati­ha okuyacak kadar uzatılırsa namaz bozulur. İki secde arasındaki oturmaya gelince, burada da okunması istenilen dualardan sonra, son teşehhüd miktarınca oturulması hâlinde namaz bozulur. Yalnız son rek'atte, rükûdan kalk­manın uzatılmasıyla, tesbih namazındaki iki secde arasında oturmanın uza­tılması bundan istisna edilmiştir. Bu uzatmaların namaza bir zararı olmaz.

14. İmama uyan kişinin mazeretsiz olarak iki fiilî rüknü İmamdan önce veya sonra yapması.

15. Mahallinden önce kasıtlı olarak (yersiz) selâm vermek.

16. İftitah niyetiyle iki kez iftitah tekbiri almak.

17. Sözlü de olsa namazın rükünlerinden birini kasden terk etmek.

18. Mest üzerine yapılan mesh müddetinin namazdayken sona ermesi. Veyahut da mestin ya da sargının ayağı örten kısımlarından bir miktarının çözülüp ayağın görünmesi.

19. Kâfirlik veya başka bir sebepten ötürü, uyulması caiz olmayan kimselere uyarak namaz kılınması hâlinde namaz bâtıl olur.

20. Kasıtlı olarak fiilî bir rüknü tekrarlamak.

21. Yenilecek bir şey olmasa bile, oruç bozucu bir şeyin namazday­ken kişinin karnına gitmesi.

22. Göğsün kıbleden saptırılması.

23. Fiilî rükünlerden birini kasıtlı olarak diğerinden önce yapmak.

Mâlikiler: namazı bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:

1. Namazın rükünlerinden birini kasıtlı olarak terketmek.

2. Namazın rükünlerinden birini sehven terk etmek. Bu rüknü terk ettiğini hatırlamayıp da namazı tamamladığına inanarak selâm verdiği takdir­de, aradan örfe göre uzun bir zaman geçerse kişinin namazı bozulur. Nama­zı tam olarak kıldığına inanıp, selâm verdikten sonra aradan az bir zaman geçince hatırlayacak olursa, bu durumda noksan kıldığı rek'ati lağveder. Ye­rine bir başka rek'ati kılarak eksikliği tamamlarsa namazı sahih olur. Eğer namazı tam olarak kıldığına inanarak değil de, yanlışlıkla selâm verirse ve­ya hiç selâm vermezse; terk edilen rükün son rek'atte ise onu yerine getirerek namazını tamamlar. Fakat terk edilen rükün son rek'atten başka rek'atlerde ise ve son rek'atin rükûuna da varmamışsa, eksik kalan rek'ati tamamlar. Son rek'atin rükûuna varmışsa eksik kalan rek'ati lağveder, terk edilen rük­nü de yerine getirmez. (Rükûun yerine getirilmesi, başın rükûdan mutmain ve itidalli olarak kaldırılmasıyla olur. Yalnız rükûun terkinde böyle değil­dir. Son rek'atin rükûuna gitmek, başı sadece eğmekle yerini bulur.)

3. Niyeti terk etmek veya lağvetmek.

4. Rükû veya secde gibi fiilî bir rüknü kasıtlı olarak fazlaca yapmak.

5. Birinci ve üçüncü rek'atlerde oturarak fazladan teşehhüdde bu­lunmak.

6. Kasden veya unutarak kahkahayla gülmek.

7. Kasıtlı olarak yeyip içmek.

8. Namazı düzeltmekten başka bir gaye ile kasıtlı olarak konuşmak. Namazı düzeltmek kasdıyla az miktarda konuşulursa namaz bâtıl olmaz. Fazla miktarda konuşulursa namaz bâtıl olur.

9. Kasıtlı olarak ses çıkarmak.

10. Kasden ağızla üfürmek.

11. Kasden az da olsa kusmak.

12. Namazın tamamlanmasından şüpheli olarak selâm vermek.

13. Abdest bozucu bir durumun namazdayken meydana gelmesi ve­ya abdestin bozulduğunun hatırlanması.

14. Muğallaza avretin tamamının veya bir kısmının açılması.

15. Namaz kılanın üzerine necaset düşmesi veya düştüğünün namaz esnasında bilinmesi.

16. Namaz kılan kişinin İmamdan başkasının hatasını düzeltmek için “sübhanallah” demesi.

17. Namaz cinsinden olmayan bir fiilin fazla miktarda işlenmesi.

18. Namazın farzını tamamlamaya engel bir durumun meydana gel­mesi. Meselâ, namazdaki itmi'nânı engelleyen idrar sıkıştırması buna örnek olarak gösterilebilir.

19. Öğle ve ikindi gibi, vakitleri müşterek namazlardan ikincisini kıl­makta olan kişinin, öğleyi kılmadığını hatırlaması halinde namazı bozulur. Bazıları da bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte olanlar az miktarda kazaya kalan namazlarla ilgili tafsilâtın burada da geçerli olduğunu söylemişlerdir.

20. Namaz kılan kişi misafir de olsa, kesin olarak yanlışlıkla dört veya üç rek'atlı namazlara dört rek'at daha eklerse; veya iki rek'atlı namaz­larla vitir namazına iki rek'at daha eklerse namazı bâtıl olur. Rek at sayısı belirli olan nafilelere, meselâ bayram namazına bir misli daha ekleyenlerin namazları da bozulur.

21. İmamla birlikte bir rek'at olsun namaz kılmamış kişi, İmamın sehiv secdesi yapması hâlinde kendisinin bu secdeyi yapmayarak ayağa kalk­ması ve üzerinde kalan namazı tamamlaması gerekirken, İmamla birlikte se­hiv secdesi yapması namazı bozar. Bu secde, selâmdan önce de olsa sonra da olsa namazı bozar. İmamla birlikte bir rek'at kılmış olan kişi, İmamın sehiv secdesi yapması hâlinde, eğer bu secde selâmdan önce yapılıyorsa İmama uyarak sehiv secdesi yapar. Ondan sonra da kalkıp eksik kalan namazını ikmâl eder. Bu secde, selâmdan sonra yapılıyorsa, bu durumda sehiv secde­sini İmamla birlikte yapmayıp erteler; üzerinde kalan namazı tamamladık­tan sonra sehiv secdesini yapar. Eğer eksik kalan kısmı ikmâl etmeden sehiv secdesini yaparsa namazı bâtıl olur.

22. Hafif bir sünneti, meselâ bir tekbiri veya tesmii terketmekten veya Kunut gibi bir müstehabı okumamaktan ötürü selâmdan önce sehiv secdesi yapmak da namazı bozar.

23. Unutarak namazın sünnetlerinden üç tanesini terketmek ve bun­lar için sehiv secdesini yapmayarak selâm verdikten ve örfe göre aradan uzun bir zaman geçtikten sonra namaz kılmak bâtıl olur.

Hanbelîler: namazı bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:

1. Namazın cinsinden olmayan ve zaruretsiz olarak yapılan fazla mik­tardaki hareket,

2. Afvedilmeyen necasetin namaz kılana bulaşıp da derhal gideril­memesi.

3. Kıbleye sırt çevirmek.

4. Abdest bozucu bir durumun meydana gelmesi.

5. Rüzgâr ve benzeri sebeblerle elde olmayarak değil de, kasıtlı ola­rak avret yerinin açılması ve derhal kapatılmaması.

6. Özürsüz olarak bir şeye kuvvetlice yaslanılması ve yaslanılan bu dayanağın da çekilmesi halinde namaz kılanın düşmesi.

7. Kıraata başladıktan sonra birinci teşehhüde dönmek. Tabiî eğer bilinip hatırlanırsa namaz bozulur.

8. Fiilî bir rüknü, örneğin rükûu kasıtlı olarak fazla yapmak.

9. Bazı rükünleri kasıtlı olarak diğerlerinden önceye almak.

10. Namazı tamamlamadan önce kasıtlı olarak selâm vermek.

11. Düzgün okumaya muktedir olmasına rağmen, mânâyı değiştire­cek şekilde hatalı kıraatte bulunmak. Örneğin Fâtiha'daki “en'amte” keli­mesinin sonundaki “te” yi, “tü” şeklinde okumak. Böyle yapmakla namaz bozulur.

12. Namazı kesmeye niyet ederek ilk niyeti feshetmek.

13. Niyeti feshedip etmemekte tereddüt etmek.

14. Bilfiil feshetmemekle birlikte, niyeti feshetmeye azmetmek.

15. Namaz amellerinden birini şüpheyle yapmakla, namazın niyetinde şüpheye düşmek. Meselâ rükû veya secdeye giderken şüpheyle gitmek gibi.

16. İftitah tekbirinde şüpheye düşmek.

17. Dünya lezzetleri için duada bulunmak. Sözgelimi Allah'tan, ken­disine güzel bir câriye nasib etmesini dilemesi gibi.

18. Allah'tan ve Rasûlullah'tan başkasına, hitap zamiri olan “kâf” ile hitabta bulunmak.

19. Az veya çok kahkahayla gülmek.

20. Az veya çok konuşmak.

21. İmamdan önce hareket etmek.

22. İmamın namazının bozulması. Bu durumda ona uyanların na­mazı da bozulur. Ancak İmam, unutarak abdestsiz namaz kıldırırsa, kimse de farkına varmazsa namaz bozulmaz.

23. İmama uyan kişinin İmamdan önce kasden selâm vermesi.

24. İmama uyan kişinin İmamdan önce sehven selâm vermesi ve se­lâmını da bundan sonra iade etmemesi.

25. Yemek ve içmek. Yalnız, unutan veya câhil bir kimsenin az mik­tarda yeyip içmesinin namaza bir zararı olmaz. Eğer kasıtlı da olsa nafile namazlarda az miktarda bir şey içmek de namazı bozmaz.

26. Ağızda çözülen şeker ve benzeri şeyleri yutmak. Ancak unuta­rak veya bilmeyerek az miktarda yutmuşsa namazı bozulmaz.

27. Gereksiz yere boğazı temizlemek.

28. Üflerken, üflemekten dolayı iki harf telâffuz edilirse namaz bo­zulur.

29. Allah korkusundan başka bir sebeple ağlanması halinde iki harf kadar bir ses telâffuzu vukûbulursa namaz bozulur. Ama baskın gelen ağla­maktan ötürü namaz bozulmaz. Aynı şekilde öksürük ve aksırıp esneme ki­şiye baskın gelir de iki harf kadar bir ses telâffuzu vukûbulursa namaz bo­zulmaz.

30. Oturarak veya ayakta uyuyan kişinin az miktardaki konuşması namazı bâtıl etmez. Ama oturup veya ayakta durma dışındaki bir halde uyu­yan kişinin konuşması namazı bâtıl eder.

Hanefiler: namazı bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:

1. Tafsilâtı daha önce geçen açık, yani harfleri düzgün ve işitilen bir konuşma namazı bozar. Bu konuşma ister kasıtlı olsun, ister yanılarak, is­ter dalgınlık ve bilgisizlik sonucu olsun, aynı hükme tâbidir.

2. Rasgele konuşmalara benzer şekilde dualarda bulunmak. Sözge­limi; “Allah'ım, bana bir elbise giydir” veya “Allah'ım, falan kadını bana kısmet et” veyahut da, “Allah'ım, borcumu ödemekliğimi bana nasib eyle” gibi dualarda bulunmak namazı bâtıl eder.

3. Başkasına tahiyyatta bulunmak kasdıyla, “aleyküm” dememekle beraber “es-selâmü” demekle namaz bozulur. Bunu unutarak yapma ha­linde de hüküm aynıdır.

4. Verilen selâmı unutarak da olsa dille almak. Çünkü bu da ibadet dışındaki konuşmalar türündendir. Toka yaparak selâm almak da namazı bozar.

5. Fazla miktarda hareket etmek.

6. Göğsü kıbleden saptırmak.

7. Dışarıdan ağza az da olsa bir şey alarak yemek veya içmek, na­mazı bozar.

8. Nohut miktarı kadar az da olsa, diş aralarında kalmış yemek ka­lıntısını yemek de namazı bozar.

9. Özürsüz yere boğazı temizlemek. Bunda harf telâffuzu vukû bulduğu için namaz bozulur.

10. Toprağı üflemek veya sıkıntıyı gidermek için “öf” demek. Aynı şekilde “ah” diye inlemek de namazı bozar. Hasret belirtmek için “ooh” demek de namazı bâtıl eder.

11. Vücuttaki bir ağrıdan, mal veya sevgiliyi kaybetmekten ötürü yük­sek sesle ağlamak namazı bozar.

12. Aksıran kimseye “Yerhamükallah” demek.

13. Allah'ın dengi var mıdır? diyen kimseye “Lâ ilahe illallah” de­mek.

14. Kötü haber verilmesi dolayısıyla “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek namazı bâtıl eder.

15. Vakit genişse ve namaz kılan da tertib sahibiyse, bir kazanın zim­metinde kaldığını hatırlamakla namazı bozulur. Yani kılmakta olduğu farz namazdan sonra beş vakit kılmazsa namazı bâtıl olur. Kazaların kılınması bahsinde de anlatılacağı gibi tertib ehli olmayan kimselerin bu durumda na­maz kılmaları caizdir.

16. Sevindirici bir haber alması hâlinde namaz kılan kişinin “Elhamdülillah” demesi

17. Beğenilen bir şeyi görmesi hâlinde “Sübhânallah” ve­ya “Lâ ilahe illallah” demesi.

18. Cevâb kasdıyla Kur'ân-ı Kerîm'den âyetler okuması. Meselâ;

a. Kitab isteyen bir kimseye [257]âyetini okuması.

b. Getirdiği bir şeyi soran kimseye de [258]âyetini okuması.

c. Bir şeyi almak için izin isteyen birine [259]âyetini okuması. Bu âyetlerle ve bunlara benzer diğer âyetleri okumak­la cevâb kastedilmez de sadece haber verme kastedilirse namaz bozulmaz.

19. Teyemmümle namaz kılan kişinin son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce suyu görmesi ve kullanmaya muktedir olması halinde na­mazı bozulur.

20. Kendisi abdestli olup da, teyemmümlü bir İmamın peşinde farz kılan kimsenin bu durumda farzı bâtıl olup nafileye dönüşür.

21. Son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce mesh müddeti­nin tamamlanması. Aynı şekilde az bir amelle de mestlerin çıkarılması na­mazı bozar.

22. Ümmî bir kimse okumuş birine tâbi değilse Kur'ân öğrenmesi. Bu öğrenmesi ister birinin Kur'ân okuyup kendisinin dinlemesi, isterse biz­zat kendisinin hatırlamasıyla olsun, son ka'dede teşehhüd miktarı oturma­dan önce namaz bozulur. Son ka'dede teşehhüd miktarı oturduktan sonra başkasının okuyup kendisinin dinlemesiyle öğrenmesi namazını bozmaz.

23. İmâ ile namaz kılmakta olan kimse, secde ve rükû yapma gücü­nü bulur da namazının geri kalan kısmım böylece kılarsa, bunu zayıf olarak kılmış olduğu kısmın üzerine ekleyerek tamamlaması caiz olmaz.

24. Özürlü veya ümmî olup İmamlığa ehliyet olmayan bir kimseye İmamın istihlaf etmesi.

25. Sabah namazını kılarken güneşin doğması. Güneş kursunu gör­mek mümkün olmadığı takdirde ışınlarını görmek de namazın bozulması için geçerli bir sebeptir.

26. Bayram namazlarından birini kılmakta olan kişinin, güneşin tam tepe noktasına gelmesi halinde namazı bozulur.

27. Cuma namazını kılmakta olan kişinin, ikindi vaktinin girmesi do­layısıyla sıhhat şartlarından birini, yani vakti kaçırdığından dolayı namazı bozulur.

28. İyileşen yaranın üzerinden sargının düşmesi.

29. Özürlü kimsede, özür sebebi dışında abdest bozucu bir durumun vuku bulması. Veya özür sebebinin tam bir namaz vakti boyunca görülmesi de namazı bozar.

30. Kasıtlı olarak abdest bozmak. Ama ileride anlatılacak şartların tahakkuk etmesi halinde, hades halinin önceden vukubulmuş olması nama­zı bozmaz. Yani son ka'dede teşehhüd miktarı bir süre geçtikten sonra ha­des halinin vuku bulması namazı bâtıl etmez.

31. Namazdayken bayılma veya aklını yitirme.

32. Bir kimseye bakarak namazdayken cünüb olmak.

33. Namazda, mak'adını sağlama alarak uyuyan bir kişinin, ihtılâm olmakla namazı bâtıl olur.

34. Namazdayken kadınlarla aynı hizaya gelen kişinin namazı da bo­zulur. Bu husus, bundan sonraki namazda kadınların hiza tutmaları bahsin­de de izah edilecektir.

35. Kendisinde hades halî vuku bulmuş kimsenin avretinin görünmesi. Taharet için mecbur da kalsa, avret yerinin görülmesi halinde namazı bozu­lur. Örneğin kadının abdest için kolunu sıvaması zamanında namazı bâtıl olur. Kendisinde hades hâli vukû bulan bir kimsenin abdest almaya giderken veya dönerken kıraatta bulunması... Uyanık olması hâlinde hades hâli vukûbulduktan sonra özürsüz olarak bir rükün edâ edecek kadar beklemesi. Ama izdihamdan ötürü veya burun kanını durdurmak nedeniyle beklerse na­maz bozulmaz. Yakın bir suyu bırakıp da, abdest için uzaktaki bir suya gi­dilirse ve arada iki saftan fazla bir mesafe varsa namaz bozulur.

36. Namaz kılan kişi, kendisinde namaza zıt bir hades halinin vuku bulduğunu zannederek özürsüz yere mescidden çıkarsa namazı bozulur. Mes­cidden çıkmadığı takdirde namazı bozulmaz. Abdestsiz   olduğunu veya mesh müddetinin sona erdiğini, ya da üzerinde bir kaza namazının kaldığını veya kendisine bir necasetin bulaştığını zannederek mescidden çıkmakla birlikte namazdaki yerinden ayrılan kişinin namazı bozulur.

37. İmama uyan kişinin, İmamdan başka birine, kıraatta takıldığı yeri açması. Zîrâ burada zarûretsiz öğretme söz konusudur. Ama İmam için aç­masına gelince, İmam farz olan kıraati yapmış olsa bile caizdir.

38. Namazda başkasının takıntısını açmak veya başkasının emrine uymak da namazı bozar.

39. Kendi kılmakta olduğu namazından başka bir namaza intikâl et­mek niyetiyle tekbir almak. Meselâ tek başına namaz kılmakta olan bir kişi­ye, İmama uyması için seslenildiğinde veya bunun tersi olarak İmama uya­rak namaz kılan bir kişinin tek başına namaz kılması için kendisine seslenil­diğinde, namazını değiştirmek amacıyla tekbir alması namazı bozar. Veya­hut da kılmakta olduğu bir farzdan başka bir farza intikâl etmek veya bir farzdan nafile bir namaza, ya da nafileden farza intikâl etmek niyetiyle tek­bir alırsa namazı bozulur. Tabiî namaz, bütün bunlar son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce vukubulursa bozulur. Aksi takdirde muhtar olan görüşe göre bozulmaz.

40. Tekbir alırken “Allahü” lâfzının hemzesini uzatmak.

41. Ezberinde olmayan bir yeri Mushaf'a bakarak veya başkasının okumasını tekrarlayarak okumak.

42. Avret mahalli açık veya üzerinde namaza engel necasetlerden bi­ri bulunarak bir rükün edâ etmek veya böyle bir durumda bir rükün edâ edecek kadar zamanın geçmesi de namazı bozar.

43. İmama ortak olmayarak İmamdan önce bir rükün edâ etmek.

44. İmama sonradan kavuşup namaz kılan kişi, İmamın selâm ver­mesinden sonra veya teşehhüd miktarı oturup da, İmamın selâm vermesin­den önce ayağa kalkarak üzerinde kalan noksanlığı tamamlamaya başlar da, secdeye vardıktan sonra İmamın, üzerinde sehiv secdesi olduğunu hatırlayarak secdeye varması halinde, bu kişinin de İmama tâbi olarak sehiv secdesini yapması namazını bozar.

45. Namazın aslî secdesinden sonra veya son ka'dede tilâvet secdesi­ni hatırlayıp da secde edikten sonra oturmayı iade etmemek.

46. Uyuyarak edâ ettiği rüknü iade etmemek.

47. İmama sonradan uyan kişinin İmamının, kasıtlı olmasa bile kah­kahayla gülmesi.                                                        

48. Dört rek'atli namazı iki rek'atli sanarak birinci teşehhudden sonra selâm vermek. Meselâ öğle namazının dört rek'atlik farzını kılmakta olan kişi, cuma namazını kıldığını sanarak birinci teşehhüdden sonra selam ve­rirse namazı bozulur.

49. İmama uyan kişinin ayaklarının, İmamınkınden ilende olması na­mazını bozar. Aynı hizada olursa bozulmaz.[260]

 

Namazda Kadınların Hiza Tutması

 

İmama uyduğu halde bir erkeğin yan tarafında veya önünde namaz kılan bir kadının namazının bâtıl olmayacağı, aynı şekilde kendisiyle aynı hizada namaz kılan erkeklerin de namazlarının bozulmayacağı hususun­da Hânefîler dışındaki mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Hânefîlerin bu­na ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hânefîler dediler ki: Bir erkeğin yan tarafında veya önünde İmama uyarak namaz kılmakta olan bir kadının namazı, şu şartların gerçekleş­mesiyle bozulur:                                                            

1. Kadının şehvetli olması. Eğer küçük ve şehvetsız ise, bunun na­mazda erkeklerle aynı hizada bulunmasının bir sakıncası olmaz.

2. Kadının bacak ve topuğunun, namaz kılan erkeklerle aynı hizada bulunması. Bacak ve topuklarıyla onlardan geride bulunursa namazı sahih olur.

3. Kadının bir rüknü edâ edecek veya bir rükün süresi kadar erkek­lerle beraber aynı hizada olması. İftitah tekbiri alırken erkeklerle aynı hizada olup sonradan geriye çekilmesi, namazı bozmaz. Zira iftitah tekbiri namazın bir rüknü olmadığı gibi, süresi de bir rükün süresi kadar değildir.

4. Bu durum, cenaze namazında söz konusu değildir. Cenaze namazında kadının erkeklerle aynı hizada bulunması namazı bozmaz. Aynı şekilde rükûsuz ve secdesiz diğer namazlar da bu hükme tabidir.

5. Kadının İmama uyması veya kendisiyle birlikte aynı İmama uyan erkeklerle bir hizada bulunması, namazı bozar. Fakat kendisi  bir İmamın arkasında, hizasında bulunduğu erkek de başka bir İmamın arkasında olursa bunun bir sakıncası olmaz.

6. Hizasında bulunduğu erkekle kendisi arasında bir zira'lık veya do­kuz ayaklık bir mesafe bulunmaması.

7. Erkeğin kadına, “geri dur” diye işaret etmemesi. Bu işareti yapar da kadın durmazsa namaz bozulmaz.

8. Erkeğin kadına İmam olmaya niyet etmesi gerekir. İmam olmaya niyet etmemesi halinde namaz sahîh olmaz. İmamlığa niyet ettikten sonra kadının kendisiyle aynı hizada bulunmasının namaza bir zararı olmaz.

9. Namaz kıldıkları yerin aynı olması halinde bir hizada bulunurlar­sa, namazları bozulur. Fakat kadın yüksek bir yerde namaz kılarsa sahîh olur. Çünkü bu durumda erkek ile kadın aynı hizaya gelmiş olmazlar. [261]

 

Namazı Bozan Şeylerin İzahı

 

a) Namazla İlgisi Olmayan Bir Şey Konuşmak:

 

Namazla ilgisi olmayan bir konuşmayı kasıtlı olarak sarfetme halin de mezheblerin ittifakıyla namaz bozulur. Bu hususta Rasûlullah (s.a.s. şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz bu namazda insanların sözlerini konuşmak uygun olmaz. Namaz ancak; tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktan ibarettir.” [262]

Namazı bozacak konuşmanın sının, bazı hece harflerini kapsamasıdır. Ki bu durumda en azından iki harfin telâffuz edilmiş olması, namazın bozulmasına sebep olur. Bu harfler anlaşılmasa veya bunlardan biri an­laşılsa namaz yine bozulur. Meselâ “ı” diyerek esreli bir “ayın” telâffuz eden kişi, aslında bir harf telâffuz etmiş olur. Yalnız bunun lügatte bir mâ­nâsı vardır, ki o da “muhafaza et” demektir. Anlamı olmayan bir tek harfi telâffuz etmeye gelince; meselâ “c” demek, namazı bozmaz. Anlamsız olan mühmel bir harfi telâffuz etmek gibi, anlamlı bir veya daha fazla har­fi kapsamayan sesleri çıkarmak da namazı bozmaz. Bu hükümde Mâlikîler dışında diğer mezhebler ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerin buna ilişkin gö­rüşleri ise aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Namazı bozan konuşmanın sınırı, anlaşılır bir veya daha fazla kelimenin telâffuzundan ibarettir. Bazısı anlaşılmasa bile mut­lak surette ses çıkarmanın namazı bozacağını ileri sürmüşlerdir.[263]

 

b) Namazla İlgisi Olmayan Bir Sözü Unutarak Veya Bilmeyerek Söyle­mek:

 

Namazla ilgisi olmayan bir sözü unutarak konuşmak, Hanefî ve Hanbelîlere göre namazı bozar. Şâfiîlerle Mâlikîler buna muhalefet etmişlerdir.

 

Şafiiler dediler ki: Namazda unutarak konuşan kişinin namazı bo­zulmaz. Bu konuşma, az olmak şartıyla selâmdan önce de olsa, sonra da ol­sa namazı bozmaz. Az konuşmanın sınırı örfe göre, altı veya daha az sayı­daki kelimedir.

Malikiler dediler ki: Az olduktan sonra unutarak yapılan konuş­ma, namazı bozmaz. Az veya çok konuşmanın sınırı, örfün tesbitiyle belir­lenir. Yine namazdaki konuşmanın selâmdan önce veya sonra olması ara­sında bir fark yoktur.

 

Bir kişi, namazı bozacağını bilmeyerek namazla ilgisiz bir konuş­mayı yaparsa, üç mezheb İmamının ittifakına göre namazı bozulur. Bu ki­şinin âlimsiz olan İslâm ülkelerinden uzaktaki bir yerde yaşaması veya âlimi olan İslâm ülkelerine ulaşması mümkün olmayan bir yerde bulun­masıyla, İslâm ülkelerine ulaşması mümkün olan yerlerde bulunması ara­sında bir fark sözkonusu değildir. Her halükârda namazı bozulur. Şâfiîler bazı detaylar ileri sürerek bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

 

Şafiiler dediler ki: Câhil kimsenin az miktardaki konuşması nama­zını bozmaz. Yalnız bu kişinin İslâm'a yeni girmiş olması veya din âlimle­rinden uzak bir yerde yetişmiş olması, korku veya parasızlıktan, yahut da geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri zayi etmek endişesiyle kendini âlim­lere ulaştıramamış olması şarttır. Aksi takdirde namazı bozulur. Bilgisizlik mazeret değildir.

 

Bir başkası tarafından konuşmaya zorlanan kişinin namazı da ittifakla bozu­lur. Namazda abdesti bozmayacak kadar hafif şekilde uyuyan kişi, bu du­rumda konuşursa, üç mezheb İmamının ittifakıyla namazı bozulur. Hanbelîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Hanbeliler dediler ki: Bir kimse namazda uyurken konuşursa na­mazı bâtıl olmaz.

 

Bu durumdaki bir kişinin namazının bozulacağı kuvvetli delillerle destek­lenmektedir. Zirâ namazda uyuyup namazla ilgisi olmayan sözler sarfeden kişi, Rabbinden tam olarak gafil kalmıştır; ki böyle bir kimsenin namazının da hiçbir kıymeti kalmaz.[264]

 

c) Namazı Düzeltmek İçin Kasden Konuşmak:

 

İmam namaz kıldırırken, namazla ilgili bir şeyi unutur da ona uyan­lardan biri, “sen şunu yapmayı unuttun” derse namazı, üç mezheb imamının ittifakıyla bozulur. Mâlikîler bu hükme muhalefet ederek aykırı gö­rüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Malikiler dediler ki: Namazı düzeltmek kasdıyla, ister selâmdan ön­ce, isterse selâmdan sonra, İmamın veya İmama uyan kişinin veyahut da her ikisinin konuşmaları namazı bozmaz. İmama uyan kişinin düzeltmek maksadıyla konuşması, iki şartla namazı bozmaz:

1. Bu konuşmanın örfe göre, kişiyi namazdan çıkartacak kadar çok olmaması gerekir. Ve bu konuşmayı yapmak için de ihtiyaç olması şarttır.

2. İmamın, “sübhânallah” demekteki maksadı anlamaması. İmama uyan kişinin çok konuşması veya İmamın da “sübhânallah” dendiğinde mak­sadı anlaması namazı bozar. Meselâ dört rek'atli namazın iki rek'atindc se­lâm veren, veyahut da dört rek'ati kıldırdıktan sonra beşinci rek'ate kalkan İmama “sübhânallah” dendiğinde İmam, bunun maksadını arılamazsa İmama uyan kişi bu durumda kendisine, “sen iki rek'atte selâm verdin” veya “beşinci rek'atte kalktın” demesi caiz olur. Bu anlattıklarımız, İmama uyan kişiyle ilgiliydi. İmama gelince; onun, namazı düzeltmek amacıyla konuş­ması halinde namazı üç şartla bozulmaz: Birinci ve ikinci şartlar, İmama uyan kişiyle ilgili şartların aynısıdır. Üçüncü şarta gelince o da İmamın, kıldığı na­maz hususunda kendi kalbinde şüphenin meydana gelmemesidir. Kendisine uyanlardan birisinin namazı düzeltmek kasdıyla konuşmasından şüpheye dü­şer, kendisi de buna hak verirse şüpheli hususu bertaraf etmesi ve namazı da kendi kesin kanâatine göre tamamlaması, kimseden de bir şey sormama­sı gerekir. Bu durumda cemaatten birine bir şey soracak olursa namazı bo­zulur.

 

Selâm lafzı, namazı bozmaz. Meselâ öğle namazının farzının iki rek'atini kıldıktan sonra unutarak selâm veren kişinin namazı bu selâmından ötürü bozulmaz.[265]

 

d) Âmâ'yı Tehlikeden Kurtarmak İçin Konuşmak Ve Yanılarak Konuş­mak:

 

Namaz kılan bir kişinin, tehlikeli duruma düşecek olan âmâyı kurtar­mak için konuşması hâlinde namazı ittifakla bozulur. Bu durumdaki bir kişi, namazı kesip öylece konuşmalıdır. Yamlarak konuşana gelince bu; dili Kur'an'daki kelimelerden başka bir kelimeye kayarak telâffuz eden ki­şidir. Bu durumdaki bir kişinin namazı, Hanefîler dışındaki diğer mezheblerin ittifakıyla bozulmaz.

 

Hanefîler: Yanılarak dili Kur'an-ı Kerîm'in kelimelerinden başka bir kelimeye kayıp telâffuz eden kişinin namazı bozulur demişlerdir.[266]

 

e) Boğazı Temizlemek:

 

Boğazı temizlemek kasdıyla, yapmacık olarak öksürme hâlinde iki veya daha fazla harf telâffuz edilirse bakılır: Eğer bu, sesi güzelleştirip harfle­rin mahreçlerinin düzgün olması ve okumanın mükemmelleşmesi veya İmamın okumasını düzeltmek gibi bir ihtiyaçtan ötürü ise, namaz bozul­maz. Aynı şekilde, bunun bir refleksten ötürü olması da Hanefî ve Hanbelîlere göre namazı bozmaz. Mâlikîlerİe Şâfiîler bu hususta daha tole­ranslı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Boğazı temizlemek, bazı harflerin telâffuzu­nu kapsamadıktan sonra, bir ihtiyaçtan ötürü olsun veya olmasın namazı bozmaz. Yeter ki bu çok olmasın ve namazı da oyuncak hâline getirmesin. Aksi takdirde namaz bâtıl olur.

Şafiiler dediler ki: Geri yutulması mümkün olmadığı takdirde bo­ğazı temizlemek için yapmacık öksürmenin azı afvedilir. Ancak bu, kişide sürekli olarak bulunan bir hastalık olup namaz kılabilecek kadar bir süre kesilmezse, bunun çoğu da namaza zarar vermez. Aynı şekilde Fâtiha'yı oku­mak gibi, namazın sözlü rükünlerinden birini telâffuz etmek mümkün ol­mazsa, bunu sağlamak için fazla miktarda öksürerek boğazı temizlemenin namaza bir zararı olmaz. Ama sünnet olan bir şeyi okumak mümkün olmazsa, bunu sağlamak için fazla miktarda öksürerek boğazı temizlemek afvedilir şey değildir.[267]

 

f) Namazda İnleyip Ağlamak:

 

Namazdayken işitilebilir harfleri kapsayan inleyip ağlamalar, ahlar ve oflar namazı bozar. Yalnız bunlar, Allah korkusundan veya hastalıktan ötürü olur da geri çevrilemezse namazı bozmazlar. Hanefîlerle Hanbelîler, bu hükümde görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri ise aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Ağlayıp inlemeler ve of çekmeler bir ağrıdan veya Allah korkusundan kaynaklanırsa namazı bozmazlar. Yalnız, bir ağrı­dan kaynaklanan fazla miktardaki inleme namazı bozar. Fazla olmadığı tak­dirde konuşma hükmüne tâbi olur. Unutarak ve az miktarda vukû bulursa namazı bozmaz. Namazı düzeltmekten başka bir gaye için veya kasıtlı ola­rak yapılırsa namazı bozar.

Şafiiler dediler ki: İnleme, ah. ve of çekmelerden ötürü iki ve daha fazla harf telâffuz edilirse şu üç durum söz konusu olur:

1. Bunların kişiyi zorlaması ve geri çevrilmemesi durumunda örfe göre az miktarda olursa muaf sayılır. Çok olursa, âhiret korkusundan dolayı ol­sa bile muaf sayılmaz.

2. Bunlar kişiye baskın gelmeyip zorlamazsa, azı da çoğu da muaf sayılmaz.

3. Örfe göre çok olmaları. Bu durumda bunların azı da muaf sayılmaz. Ancak kişide devamlı olarak bulunursa zaruretten dolayı namaza za­rarı olmaz. İleride de anlatılacağı gibi geğirme, aksırma ve esneme de bu hük­me tâbidir.[268]

 

g) Namazla İlgisi Olmayan Sözlere Benzer Duaları Okumak:

 

Namazdayken namazla ilgisi olmayan sözlere benzer duaları okumak, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilat doğrultusunda namazı bozar.

 

Hanefiler dediler ki: İnsanların sözlerine benzer dualarda bulun­mak namazı bozar. Bunu şöylece formüle edebiliriz: Kur'an-ı Kerîm'de ve Sünnet'te bulunmayan dualar ve kullardan istenilmesi mümkün olan taleblerdir. Buna göre namaz kılan kişi Kur'an-ı Kerîm'de ve hadîslerde mevcûd olmayan ve fakat sadece Allah'tan istenebilecek taleblerde de bulunarak duâ edebilir. Örneğin bol rızık istemek, mal ve evlâdın bereketli olmasını dile­mek gibi. Bunlar sadece Allah'tan işlenebilen şeyler olduklarından namaz­dayken bu duaları okumak namazı bozmaz. Ama kullardan istenmesi müm­kün olan istekler için Allah'tan talebte bulunmak namazı bozar. Örneğin, “Allah'ım, bana bir elma yedir” veya “Allah'ım, falan kadını bana eş ola­rak ver” diye duada bulunmak namazı bozar.

Malikiler dediler ki: Namazdayken dünya ve âhiretin hayırlarını taleb ederek duada bulunmak namazı bozmaz. Ama kullardan istenebilen şeyi Al­lah'tan istemek namazı bozar. “Allahım, bana bir elma yedir” diye duâ et­mek gibi.

Şafiiler dediler ki: Haram ve imkânsız olan veya şarta bağlı dualar okumak namazı bozar. Bunların dışında dünya ve âhiret hayırlarından her­hangi birini istemek kasdiyla duada bulunmak caizdir. Yalnız bu tür dualar­da bulunurken de Allah ve Rasûlünden başkasına hitab etmemek şarttır. Allah ve Rasûlünden başkasına hitabta bulunulduğu takdirde, hitab edilen kişi ve­ya varlık, akıllı da olsa akılsız da olsa, namaz bozulur. Meselâ aksıran kişi­ye, “Allah sana merhamet etsin” anlamına gelen “Yerhamükallah” diyen veya yere hitaben, “Senin de benim de Rabbim Allah'tır. Senin ve sendeki varlıkların kötülüklerinden Allah'a sığınırım” diyen kimsenin namazı bozulur.

Hanbeliler dediler ki: Kitab ve sünnette bulunmayan ve âhiretle alâkası olmayan duaları okumak namazı bozar. Meselâ dünya ihtiyaç ve lez­zetlerine ilişkin şöyle bir duada bulunmak namazı bozar: “Allah'ım! Bana güzel bir câriye, şahane ve büyük bir saray, güzel süs eşyaları kısmet et”. Hitab zamiri (Sen:) harfini kullanmak şartıyla belirli bir kişi için duada bu­lunmak namazı bozmaz. Meselâ, “Allah'ım falan kişiye rahmet et” denilir­se bunun bir sakıncası olmaz. Ama, “Ey kişi, Allah sana rahmet etsin” de­nilirse namaz bozulur.[269]

 

h) İmama Uyan Kişinin Bir Başka İmamın Hatasını Açması:

 

İmama uyan kişi kendi İmamından başka bir İmamın hatasını açarsa namazı bozulur. Diyelim ki bir kişi, İmamın peşinde namaz kılarken kendi yanısıra bir başka İmamın da namaz kıldırmakta olduğunu görür; İkinci İmam hatalı okur veya okumaktan âciz kalıp takılırsa diğer kişinin onun hatasını açması caiz olmaz. Çünkü o kendi İmamıyla bağlantılı olup baş­ka namaz kılanlarla ilgili değildir. Mezheblerin buna ilişkin görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmam bir âyeti unutursa, meselâ kıraatte du­raklar veya tereddüde düşerse, kendisine tâbi olanlardan bir kişinin hatasını açması caiz olur. Hatasını açmak kastıyla kıraatte yol gösteren kişi, bunun­la, okumaya değil de sadece İmama rehber olmaya niyet etmelidir. Zîrâ İmamın ardı sıra kıraatte bulunmak tahrîmen mekruhtur. İmamın kıraatte ta­kılması halinde, İmama uyan kişinin, açmada acele davranması mekruh ol­duğu gibi, İmamın da kendisine uyan kişiyi rehberlik etmeye mecbur bırak­ması mekruh olur. İmamın takılması hâlinde bir başka sûreye geçmesi, ya da farz veya vâcib miktarda kıraatte bulunmuşsa rükûa gitmesi gerekir. İmama uyan kişinin kendi İmamından başkasının kıraatini veya kendi namazından başka bir namazı tekbaşına kılan kişinin hatasını açması halinde namazı bo­zulur. Yalnız bu durumda açma kasdiyla değil de, kendi kendine okuma ni­yetiyle okursa namazı bozulmaz. Ama tahrîmen mekruh bir davranışta bu­lunmuş olur. Kendi başına namaz kılan kişinin, bir başkasının takıntısını aç­mak kasdiyla rehberlik etmesi halinde namazı bozulur. Yalnız, İmam, ken­disine uyanın hatasını açarsa namazı bozulmaz. İmama uyan veya tekbaşına namaz kılan kişi kıraatte takılır, başkası da kendisinin hatasını açar ve kendisi de bu rehberliğe uyarsa namazı bozulur. Ama doğru olan kıraati ken­diliğinden hatırlayacak olursa namazı bozulmaz. Aynı şekilde, kıraat husu­sunda başkasının emrine itaat eden veya fiilî bir rükünde başkasına uyan ki­şinin namazı bozulur. Meselâ ön safta boşluk varsa ve namazdayken kendi­sine öndeki boşluğu doldurması emredilir de o da bu emre uyarsa namazı bozulur. Bu durumdaki bir kişinin, safın doldurulmasına ilişkin emri yerine getirmemesi, aksine bir müddet bekledikten sonra kendiliğinden bu boşluğu doldurması gerekir.

Malikiler dediler ki: İmamın hatasını açmakla namaz bozulmaz. İmam kıraatte duraklar da, bu duraklayışla hatasını açma talebinde bulun­duğunu belli ederse, kendisine uyan kişi, hatasını açar. Ama kıraatta durak­layıp da tereddüd etmeyip açma talebinde bulunmazsa, bu durumda hatasını açmak mekruh olur. Birinci durumda vâcib olan kıraat, meselâ Fatiha tamamlanmamışsa ve ancak hatayı açmakla tamamlanacaksa İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması vâcib olur. Fatiha okunmuş olur da ondan sonraki âyetlerin okunabilmesi için açmak gerekliyse bu durumda İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması sünnet olur. Fâtiha'dan sonraki sûrenin ta­mamlanması, hatanın açılmasına bağlıysa bu durumda İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması mendub olur. İmama uyan kişinin namazda olsun olmasın başkasının kıraatteki hatasını açması namazını bozar.

Şafiiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın kiraatta susması şar­tıyla hatasını açması caizdir. İmam susmayıp da kıraatta ileri geri gidip ge­lirse kendisine uyan kişinin, hatasını açması caiz olmaz. Bu durumda hatasını açarsa kıraatta muvâlâti gerçekleştirmiş olmaz. Hatasını açan kişinin sa­dece okumayı kasdetmesi veya okumayla birlikte açmayı kasdetmesi gerek­lidir. Sadece açma kasdını güder veya hiçbir şeye niyet etmeksizin açarsa na­mazı bozulur. İmamdan başka kimselerin -bunlar ister İmama uyan diğer kimseler olsun, ister İmama uymayan kimseler olsun- hatalarını açmak, kı­raatta muvâlâtı, yani fasilasizliğı haleldar etmiş olur. Ki bu durumdaki kişi, bildirmekle birlikte zikri kasdetmişse kıraate yeniden başlaması îcâb eder. Şayet hatasını bildirmekle zikri kasdetmemişse namazı bozulur.

Hanbeliler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamının kıraatta ta­kılıp kalması veya hata etmesi halinde açması caizdir. Fatiha, namazın sıh­hatini sağladığından İmam, Fâtiha'da takılıp kalır veya yanlış okursa kendi­sine uyan kişinin açması vâcib olur. İmama uyan kişinin kendi İmamından başka birinin hatasını namazda olsun olmasın açması, ortada bir ihtiyaç ol­madığından ötürü mekruhtur. Açsa da namazı bozulmaz. Zîrâ hatayı açar­ken meşru bir kelâm sarf etmiş olmaktadır.[270]

 

ı) İmama Doğruyu Göstermek İçin Namazda “Sübhânallah” Demek:

 

İmamın namazda bulunduğunu kendisine bildirmek veya düştüğü ha­tayı düzeltmek için “sübhânallah” demek namazı bozmaz. Namazda vârid olmayan tesbih, tehlil ve zikirlerde bulunmak veya herhangi bir mak­sadı dile getirmek için Kur'an âyetlerinden birini okumanın namazı boza­cağına ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştir.

 

Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, tesbih veya tekbir ile telâf­fuzda bulunur veya Allah adı anıldığında namazdayken “celle celâlühü” derse veya Peygamber Efendimizin adı anıldığında salât getirirse, Kur'an âyetlerini okuyup tamamladıktan sonra, “Yüce Allah doğru söyledi” anlamına ge­len “Sadakallahü'1-Azîm” derse veya müezzinin söylediklerini aynıyla tek­rar eder, bunlarla da herhangi bir şeye cevap vermeyi kasdederse namazı bo­zulur. Hiçbir kasıt gütmese de namazı bozulur. Zikir, övgü veya okumak kasdıyla okursa namazı bozulmaz. Yine herhangi bir maksadı ifade etmek, meselâ yanındaki bir kitabı alması için adı Yahya olan bir kişiye,

 “Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut” [271]âyetini okuyan veya bulun­duğu yere girmek için izin isteyen kişiye hitaben namazdayken;

“Oraya selâmetle emîn olarak girin” [272]âyetini okuyan veya ken­disi namazda olduğu halde ne gibi malların vardır? diye soran birine hitâben,

“Onlara binmeniz ve süs için katırlar, atlar ve merkepler...” [273]âye­tini okursa namazı bozulur. Ama bunları sadece okuma kasdıyla telâffuz ederse namazı bozulmaz.

Aynı şekilde, namazdayken kötü bir haber işiten kişinin “La havle velâ kuvvete illâ billâh” demesi veya hoşuna giden bir durumla karşılaşması ha­linde “sübhânallah” demesi veyahut da korktuğu bir durumla karşılaşması halinde “Bismillah” demesi veya bir kişi için duâ ya da bedduada bulunma­sı namazı bozar. Bunları telâffuz etmekle sırf zikir ve sena gayesini güderse namazı bozulmaz. Aynı şekilde birinin yapmakta olduğu bir işe engel olmak için tesbih veya tehlil yaparken sesi yüksetmek de namazı bozar. Ama oku­yarak değil de sırf sesi yükseltmekle bir işe engel olmak isteyen kişinin na­mazı bozulmaz. İmamın düştüğü hatayı düzeltmek veya namazda olduğunu hatırlatmak kastıyla tesbihte bulunmak bundan istisna edilmiş olup namaza zarar vermez. Buna ilişkin olarak Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle bu­yurmuşlardır:

“Sizden birinize namazda bir durum isabet ettiğinde tesbihte bulunsun.”

Malikiler dediler ki: Mahallinde olmak şartıyla namaz kılmakta olan bir kişinin başkasına herhangi bir maksadı anlatmak niyetiyle Kur'an-ı Ke­rimden âyet okuması namazını bozmaz. Meselâ kıraat esnasında bir kişi, na­maz kılanın yanına girmek için izin ister, bu izin isteği de Fâtiha'yı tamam­ladığı ana rastlarsa, Fâtiha'dan sonraki kıraatte:

“Oraya selâmetle emîn olarak giriniz” [274]âyetiyle başlarsa bunun namaza bir zararı olmaz. Ama izin isteği, mahallinden başka yerlerde, me­selâ rükû veya secde halinde veyahut da Fâtiha'yı tamamlamadan önce vuku bulursa bu esnada anılan âyeti cevab olarak okumak namazı bozar. Bu durumda tesbih veya tehlîl ile veya halvele ile, yani; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demekle namaz bozulmaz. Zîrâ bu gibi lafızları, namazın her kıs­mında söylemek mümkündür.

Hanbeliler dediler ki: Tesbih, tehlîl veya zikirle herhangi bir mak­sadı ifade etmek namazı bozmaz. Meselâ beğendiği bir şeyi gören kişi “sübhânallah” derse veya bir musîbetle karşılaşan kişi, “Lahavle velâ kuv­vete illâ billâh” derse veya acı çeken kişi “bismillah” derse, bu gibi durum­larda namazı bozulmaz. Sadece mekruh bir fiil işlenmiş olur. Ama ismi anıl­dığında Peygamber Efendimize salât getirmek, yalnızca nafile namazlarda müstehab olar. Farz namazlarda salât getirmesi kişiden istenmez. Salât ge­tirse de namazı bozulmaz. Yine herhangi bir maksadı ifade etmek için Kur'an-i Kerîm'den âyet okumak da namazı bozmaz. Meselâ namaz kılmakta olan kişinin yanına girmek için izin isteyen birine “Oraya selâmetle emin olarak giriniz” [275]mealindeki âyet-i kerîmeyi okuyan veya ismi Yahya olan bir kimseye Meryem sûresinin 12. âyetini okuyan kişinin namazı bozulmaz. Ama Kur'an-ı Kerîm'den bazı kelimeleri telâffuz eder de, bu kelimeler, insanla­rın sözlerinden ayirdedilemezse, meselâ adı İbrahim olan bir kimseye “Yâ İbrâhîm” diye hitâb eden kişinin namazı bozulur.

Şafiiler dediler ki: Namaz kılan kişi başkasına bir durumu anlatmak kasdı ile Kur'an-ı Kerîm'den âyet okursa namazı bozulur. Hiçbir maksat gütmeksizin okusa bile namazı yine bozulur. Ama okuma kasdıyla birlikte başkasına bir şey anlatmayı da amaç edinirse namazı bozulmaz. Aynı şekilde, namaz kılmakta olan bir kişi, kendisinden izin istenmesi halinde “sübhânallah” derse veya İmama uyarak namaz kılan kişi, kendi İmamının hatasını düzeltmek için tesbihte bulunursa, veyahut da korktuğu bir durum­la karşılaşması halinde “Allah” derse; bu durumda zikri kasteder veya zi­kirle birlikte îkâz maksadını güderse namazı bozulmaz. Ama sadece ikâz maksadını güder veya hiçbir maksada bağlı olmaksızın bunları telâffuz ederse namazı bozulur. Ama bir âyetin okunduğunu duyduğu anda “Sadakallahü'l-azîm” derse, veya kötü bir haber duyduğunda “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” derse, maksadı ne olursa olsun namazı bozulmaz. Zîrâ bu ifadelerde Allah'a övgüden başka bir mânâ yoktur. Fakat bunlar okunduğunda kıra­atte muvâlât şartına halel geldiğinden ötürü, kıraate yeniden başlaması îcâb eder. Yine bunun gibi, müezzinin söylediklerinin aynısını tekrarlayan kişi­nin de kıraate yeniden başlaması îcâb eder.

İmama uyan kişi, imanlının, “Biz ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz” [276]âyetini okuduğunu duyduğunda aynısını tekrarlar veya onun sözünü hikâye ederek, Allah'dan yardım diledik” veya, “Allah'tan yardım dileriz” der, bundan da okuma veya duâ kasdı güt­mezse namazı bozulur. Aksi takdirde namazı bozulmaz. Aslında bunları yapması, yasaklanmış bir bid'attır. Peygamber Efendimizin isminin zik­redilmesi anında “Allahümme salli alâ Muhammed” derse, kıraatte mu­vâlât şartına halel getirmiş olur ve kıraate yeniden başlaması icâb eder. Fakat namazı bozulmaz. Salât getirirken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in ismini anmadan yalnızca zamirle yetinirse, yani “Allahümme salli aleyh” derse, bu durumda muvâlât şartına halel gelmeyeceği gibi, na­mazı da bozulmaz. [277]

 

i) Namazdaki Kişinin, Aksırana Hayır Duada Bulunması:

 

Aksıran kimseye hayır duasında bulunmak da namazı bozan konuş­malardandır. Kişi namazdayken yanıbaşında aksıran birine hitâb zamiri olan “ke” (sen) harfini kullanarak, “Allah sana rahmet etsin” anlamına gelen “Yerhamükallah” derse namazı bozulur. Ama hitâb zamirini kul-lanmaksızin “Yerhamühullah” veya “Yerhamünâllah” derse namazı, Şafiî ve Hanbelîlere göre bozulmaz. Mâliki ve Hanefîlerin buna ilişkin görüşle­ri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, yanibaşmda aksıran kişiye hayır duasında bulunursa mutlak surette namazı bozulur. İster kendisine hi­tâb   zamiri   olan   “ke”   harfiyle   “Yerhamükallah”   desin,   ister “Yerhamühullâh” desin namazı bozulur. Namaz kılan kişi, bizzat kendisi aksırır da kendi kendine, “Yerhamünîyallah” (Allah bana rahmet etsin), veya nefsine hitaben, “Yerhamükallah” derse namazı bozulmaz.

Malikiler dediler ki: Aksırana dille hayır duada bulunan kişinin na­mazı mutlak surette bozulur.[278]

 

j) Namaz Kılan Kişinin Selâm Alması:

 

Namaz kılan kişiye birisi selâm verir, o da diliyle bu selâma karşılık verirse namazı bozulur. Ama işaretle karşılık verirse namazı bozulmaz. Bunda ittifak vardır. Yalnız, namaz kılan kişinin işaretle de olsa selâma karşılık vermesi şart değildir. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler.

 

Malikiler dediler ki: Kuvvetli görüşe göre namaz kılan kışının se­lâma işaretle karşılık vermesi vâcibtir.[279]

 

k) Namazda Öksürüp Esnemek:

 

Öksürme, aksırma, esneme ve geğirme ile namaz bozulmaz. Bunlar bazı harfleri içerseler bile zaruretten dolayı Mâlİkîve Hanbelîlere göre na­mazı bozmazlar. Şafiî ve Hanefîlerin bu konuya ilişkin görüşleri ise aşağı­ya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bu sayılan şeyler namazı bozmazlar. Ancak bunlar vukûbulduklarmda, kişinin kendini tabiatının gerektirdiğinden fazla olarak harf çıkarmaya zorlamaması gerekir. Meselâ esneyen kişinin normalden fazla olarak “Haaahh... Haaaahh...” demesi veya aksıran kişinin normal aksırmanın gerektirmediği harfleri telâffuz etmesi halinde namazı bozulur.

Şafiiler dediler ki: Bu sayılan şeylerin hükmü, inleme ve “oooh” demenin hükmü gibidir. Ki buna ilişkin tafsilât daha önce verilmiştir. Bun­lar kişiye baskın gelir de, geri çevrilemezlerse örfe göre az olanları muaf sa­yılır. Ama geri çevrilmesi mümkün olanları geri çevirmezse namazı bozulur.[280]

 

l) Namaz Cinsinden Olmayan Fazla Hareket:

 

Namaz cinsinden olmayan fazla hareket (amel-i kesîr) namaz: bozar. “Amel-i kesîr”; onu yapana bakan birine, namazda değilmiş intibaını ve­ren fazla miktardaki harekettir. Namazı bozan amel-i kesîrin ölçüsü, Mâlikî ve Hanbelîlere göre budur. Şafiî ve Hanefîlere gelince, onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Amel-i kesiri kesin olarak peşpeşe atılan üç adım­la veya bu mânâdaki büyük bir sıçramayla sınırlandırmışlardır. Peşpeşe atıl­masından kasıt, adımların birini diğerinden ayrı olarak atmamasıdır. Bir mazerete dayalı olmadığı takdirde amel-i kesîr namazı bozar. Meselâ namaz kı­lan kişi vakit daralmasından önce namazın sığabileceği bir zaman boyunca hareket etmeden sabredemiyeceği bir hastalığa müptelâ ise, bu durumda amel-i kesir namazı bozar. Vakit daraldıktan sonra kılarken amel-i kesirde bulun­sa namazı bozulmaz.

Hanefiler dediler ki: Amel-i kesîr, onu yapan kişiye bakanın kesin kanaat getirdiği bir harekettir. Eğer namazda olduğunu veya olmadığını bir­birine karıştırırsa sahih görüşe göre bu, az olan bir ameldir.

 

Amel-i kesîr kasıtlı da olsa, unuta­rak veya yanılarak da olsa, işlendiği takdirde namazı bozar.

Az amele gelince o, amel-i kesirden daha azdır ve üç mezheb İmamının ittifakıyla onu yapan kişinin namazı bozulmaz. Mâlikîierİn buna iliş­kin görüşü aşağıda verilmiştir.

 

Malikiler dediler ki: Amel-i kesîrden az olan ameller iki kısımdır.

1. Orta derecedeki amel. Meselâ kişinin namazdan ayrılması gibi. Bu­nu kasıtlı olarak yapanın namazı bozulur. Dalgınlık sonucu Yapanın nama­zı bozulmaz.

2. Gerçekten az miktarda olan amel. İşarette bulunmak veya cildi kaşımak gibi. Bunun kasıtlı veya dalgınlıkla yapılması arasında bir fark ol­mayıp iki durumda da namaz bozulmaz.

 

Rükû ve secde gibi namaz cinsinden olan bir amel, fazladan yapıldı­ğı takdirde kasıtlı yapılmışsa azı da, çoğu da namazı bozar. Sehven yapı­lırsa azı da, çoğu da, mutlak olarak namazı bozmaz. Namazın sözlü rü­künlerinden birini, meselâ Fâtiha'yı fazladan ikinci defa okumak kasde bağlı olsa da namazı bozmaz. Ancak sehiv secdesini gerektirir. Mâltkîler dışındaki diğer mezhebler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Fazla olması hâlinde namaz, kendi cinsinden amellerle de bozulur. Çokluğun sınırı, dört ve iki rek'atli namazları bir misli arttırmaktır. Meselâ öğle namazının farzını sekiz rek'at, sabah namazının farzını dört rek'at kılmak. Üç rek'atlik namazı dört rek'at olarak kılmak gibi. Bayram namazı, sabah namazının sünneti gibi rek'at sayısı belirli nafi­leleri bir misli fazla kılmak da bu hükme tâbidir. Vitir böyle değildir. O, her ne kadar rek'at sayısı belirli ise de, bir rek'at fazla kılmakla değil de, iki rek'at fazla kılmakla bâtıl olur. Rek'at sayısı belirli olmayan, iki rek'at hâlinde kı­lınan nafile namazlar, fazla kılınmakla bâtıl olmazlar. Nitekim fazlalık, az olduğu takdirde anılanlardan başka namazları da bâtıl etmezler. Meselâ dört rek'atli bir namazı iki veya üç rek'at fazlasıyla kılmak gibi.[281]

 

m) Namazda Kıble'den Dönmek Ve Yeyip İçmek:

 

Kıbleden dönmekle namaz bozulur. Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin ayaklan kıbleden sapmadıkça, kendisinin kıbleden dönmesi namazını bozmaz.

Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişi, tümüyle kıbleden dönme­dikçe namazı bozulmaz.

Hanefiler dediler ki: Kişi mecbur kalarak göğsüyle kıbleden döner ve bu haliyle namazın bir rüknü kadar beklerse, namazı bozulur. Bir rükün kadar beklemezse bozulmaz. Bir özürden olmayıp kendi iradesiyle göğsünü kıbleden çevirirse, bu çevirme, açısı az da olsa çok da olsa, namazı bozar. Bir mazeretten ötürü çevirirse namazı bozulmaz.

Şafiiler dediler ki: Başkası tarafından zorla çevrilerek bile olsa göğ­süyle kıbleden dönen kişi, hemencecik kıbleye dönse de namazı bozulur. Bil­meyerek veya unutarak dönen kişi, hemen eski vaziyetini alırsa namazı bozulmaz.

 

Yine mezheblerin verdikleri tafsîlât çerçevesi içinde namazdayken yeyip içmek de namazı bozar.

 

Hanefiler dediler ki: Namazdayken kasıtlı da olsa unutarak da ol­sa, az veya çok yeme-içme namazı bozar. Bir susam tanesi bile olsa, ağza alınırsa veya bir yağmur damlası ağza düşüp yutulursa namaz bozulur. Ama namazdan önce yemek yeyip de dişler arasında nohuttan az bir kalıntı kalır­sa, bunu namazda yutmakla namaz bozulmaz. Namazdan önce ağızda kal­mış nohuttan az miktardaki yemek kalıntısını en azından üç defa peşpeşe çiğneyip yutmakla namaz bozulur. Ağızda çözülen şeker ve tatlıyı yutup da mideye ulaştırma halinde namaz yine bozulur.

Malikiler dediler ki: Kasıtlı olarak çok miktarda yeyip içmek na mazı bozar. Çok miktardaki yemek, bir lokma kadar olandır. Az miktarda­ki yemekse bir “tane” kadar olandır. Diş arasında kalan yemek birikintisi çiğnenerek yutulsa bile namaz bozulmaz. Çünkü bu durumda çiğnemek, kuv­vetli görüşe göre amel-i kesir sayılmaz. Aynı şekilde yerden alman çiğnemeksizin yutulursa namaz bozulmaz. Unutarak yemek-içmek, kuvvetli görüşe göre namazı bozmaz. Yalnız selâmdan sonra sehiv secdesi yapmak gerekir. Ama hem yeme, hem içme vukû bulmuşsa veya bunlardan sadece birisi vukûbulmuş da yanlışlıkla selâm verilmişse, bu durumda namaz bozulur.

Şafiiler dediler ki: Az olsun çok olsun, çiğnemeksizin de olsa na­maz kılanın midesine inen yiyecek ve içecekler namazı bozar. Tabiî namaz kılan kişi, namazdayken zorlanarak da olsa yeme ve içmenin haram olduğu­nu bilerek yerse namazı bozulur. Ama unutarak veya namazda haram oldu­ğunu bilmeyerek yeyip içen kişi mazur sayılır. Veyahut da namazda olduğu­nu unutarak az miktarda yeyip içenin namazı bozulmaz. Yutmaksızın çiğ­nemeye gelince bu, amel-i kesîr hükmüne tâbidir. Çok olursa namazı bozar; az olursa bozmaz. Diş arasındaki yemek birikintileri tükürükle beraber bo­ğazdan açağı iner de, eğer yemeği ağzındaki tükürükten ayırıp dışarı atmaz­sa bunun namaza bir zararı dokunmaz. Ağızda eriyen şeker ve benzeri şey­ler, mideye gitmekle namazı bozarlar.

Hanbeliler dediler ki: Namazdayken fazlamiktardaki yeme ve iç­me namazı bozar. Az miktardaki yeme-içme, unutarak değil de kasıtlı ola­rak vukû bulursa namaz bozulur. Diş aralarında kalan yemek birikintileri çiğ­neme olmaksızın, tükürükle birlikte mideye inerse namaz bozulmaz. Az ve­ya çok miktardaki yeme-içmenin ölçüsü, örfün tesbitine göredir. Ağızda şe­ker ve diğer tatlıların erimesi hâlinde bunları yutmak da yemeğin hükmüne tâbi olarak namazı bozar. Ancak bu gibi şeyler unutularak yenilir ve az mik­tarda olurlarsa namazı bozmazlar.[282]

 

n) Namazda Abdest Bozucu Bir Durumun Meydana Gelmesi:

 

Namazdayken abdest, gusül, teyemmüm, mesh veya cebireyi bozu­cu bir durum meydana gelir de, namaz kılan kişi henüz selâm verip na­mazı tamamlamamış olursa namaz bozulur. Hanefîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdir.

 

Hanefiler dediler ki: Abdest, teyemmüm, gusül, mesh ve cebireyi bozan bu durumlar, son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce vukû­bulursa namazı bozarlar. Ama son ka'dede teşehhüd miktarı oturduktan sonra vukûbulurlarsa, kuvvetli görüşe göre namazı bozmazlar.

 

Namaz kılanın, kendisinin veya yanıbaşındaki birinin duyabileceği ka­dar kahkahayla gülmesi de mutlak surette namazını bozar. Bu kahkaha az da olsa çok da olsa, kasıtlı da olsa unutarak da olsa, bazı harflerin te­lâffuzunu içerse de içermese de, Mâlikî ve Hanbelîlere göre namazı bozar. Hanefî ve Şâfîiler bu hükme muhalefet etmişlerdir.

 

Hanefiler dediler ki:  Son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce kahkahayla gülünürse namaz bozulur. Ama son kadede teşehhüd miktarı otur­duktan sonra kahkahayla gülünürse, bu durumda her ne kadar abdest bozulsa da, namaz tamamlanmış olduğundan bozulmaz.

Şafiiler dediler ki: Kahkahayla gülündüğünde iki veya daha fazla veyahut da anlaşılan bir harf açığa çıkarsa namaz bozulur. Bu durumda na­mazın bozulması kahkahadan değil de, kahkahayla birlikte telâffuz edilen harften ötürüdür. Ki bu da namaz kılanın kendi insiyatifiyle vukû bulmuştur. Gülmesi baskın gelen kişinin, çok gülmediği takdirde namazı bozulmaz. Aksi takdirde namazı bozulur.[283]

 

o) İmama Uyan Kişinin Namazın Rükünlerinden Birini İmamdan Önce Yapması:

 

İmama uyan kişi kasıtlı olarak İmamdan önce bir rükün edâ ederse namazı bozulur. Meselâ İmam rükûa gitmeden önce, İmama uyan kişi rükûa gidip rükûdan kalkarsa namazı bozulur. Bunu sehven yapmışsa tek­rar İmama döner. Bu durumda Mâlikî ve Hanbelîlere göre namazı da bozulmaz. Hanefî ve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişi namazın bir rüknünü kasıt­lı olarak veya yanlışlıkla İmamdan önce edâ ederse ve bunu tekrar İmamla birlikte veya İmamdan sonra iade etmez de, İmamla birlikte selâm verirse namazı bozulur. Ama İmamla birlikte veya İmamdan sonra iade eder ve İmam­la birlikte selâm verirse namazı bozulmaz. Nitekim bu hususun izahı, cemâ­atle namaz bahsinde de yapılacaktır.

Şafiiler dediler ki: Özürsüz olarak İmamdan önce iki fiilî rüknü edâ eden kişinin namazı bozulmaz. Aynı şekilde kasıtlı olarak, kıraat hususun­da veya başka bir rükünde İmamdan geri kalan kişinin de namazı bozulmaz. Nitekim cemaatle namaz bahsinde de bu husus izah edilecektir.

 

Teyemmümle namaz kılmakta olan kişi, kullanmaya muktedir olaca­ğı bir su bulduğu takdirde namazı, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâta göre bozulur.

 

Hanbeliler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, na­maz esnasında su bulur da onu kullanmaya muktedir olursa mutlak surette namazı bozulur.

Şafiiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz es­nasında su görürse namazı bozulmaz. Ancak bu namazı, kaza etme mecbu­riyeti olan müstağni bir namaz ise bozulur. Nitekim bunun tafsilâtı teyem­müm bahsinde verilmiştir.

Hanefiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında kullanabileceği bir su bulursa; bulması da son kâdede teşehhüd miktarı oturmasından önce ise namazı bozulur. Son kâdede teşehhüd mik­tarı oturmasından sonra ise namazı bozulmaz. Zîrâ bu durumda namazı ta­mamlanmış olmaktadır.

Malikiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında su görürse namazı bozulmaz. Ancak daha önceden beraberinde su bulunduğunu unutarak teyemmüm edip de namaza giren kişi, namaz esnâsında kendini örtecek bir elbise bulur ve bu örtüyle, avret mahallini amel-i kesirsiz örterse namazı bozulmaz

 

Çıplak olarak namaz kılmakta olan bir kişi, namaz esnasında kendini örtecek bir elbise bulur ve geri kalan namazını örtülü olarak ta­mamlar. Ama örtünmesi amel-i kesîrle olursa namazı bozulur.

 

Malikiler dediler ki: Çıplak olarak namaz kılan kişi, namaz esna­sında örtüneceği bir şeyi bulur da bu örtü önünde veya çıkacağı ve gireceği saflar hâriç olmak üzere iki saflık bir mesafede bulunursa bu örtüyü alıp örtünür. Bunu yapmadığı takdirde namazı, vakit içerisinde iade etmesi gere­kir. Eğer bu örtü uzaktaysa -bu uzaklığın ölçüsü de anılan (iki saflık) mesa­feden uzak olmasıdır- bunu örtünmek için oraya gitmez ve namazını tamam­lar. Vakit içerisinde namazını iade eder.

Hanefiler dediler ki: Çıplak olarak namaz kılan kişi, namaz esna­sında örtüneceği bir şey bulursa namazı mutlak olarak bozulur. Ama tümüyle necis bir örtü bulursa kendisi de çıplak olarak kılıyorsa namazı bozulmaz. Böyle bir kimse bu örtüyü örtünerek namaz kılabileceği gibi, çıplak olarak da kılabilir. Gördüğü bu elbisenin dörtte biri temiz ise örtünmek gerekir. Ve sırf bunu görmekle de namazı bozulur.[284]

 

ö) İkindi Namazını Kılmakta Olan Birinin Öğle Namazını Kılmadığını Ha­tırlaması:

 

Namaz kılmakta olan bir kişinin önceki namazı kılmadığını hatırlaması, meselâ öğle namazını unutarak ikindi namazını kılmakta olan kişi, “sâhib-i tertîb” ise öğle namazını kılmadığını hatırlaması hâlinde, ikindi namazı bâtıl olur.

Sahib-i tertîb: Üzerinde beş veya daha fazla namazın kazaya kalma­dığı kimsedir. Geçmiş namazların kazası bahsinde bunun açıklaması ya­pılacaktır. Hanefîlerle Hanbelîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâliki­lerle Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

nasında suyu hatırlarsa namazı, suyu kullandıktan sonra bir rek'at kılacak kadar namaz vakti kalacaksa bozulur.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişi dört vakitten fazla olmamak kaydıyla üzerinde kazaya kalmış olan namaz olduğunu hatırlarsa, bu hatır­layışı da kılmakta olduğu namazın birinci rck'atının iki secdesini edâ etme­sinden önce ise ister tek başına olsun, ister imâm olsun namazı kesmesi vâcib olur. İmama uyan kişiye gelince o, İmamının kesmesi hâlinde ona uyar. Aksi takdirde kesemez. Vakit içerisinde namazı menduben iade eder. Üzerinde kaza namazı kaldığını, birinci rek'atın iki secdesini îfâ ettikten sonra hatırlayan kişi, bir rek'at daha ekleyerek ikinci rek'atın sonunda selâm ve­rir. Ki bu durumda kıldığı namaz nafile olur. Akşam namazını kılmakta olan kişi iki rek'atı tamamladıktan, veya dört rek'atlı bir namazın üç rek'atını tamamladıktan sonra üzerinde kaza namazı bulunduğunu hatırlarsa nama­zını kesmeyip tamamlar. Ve namazı da sahîh olur. Kazaya kalan namazlar beş vakitten fazla iseler, hiçbir surette namazın kesilmesine sebep olmazlar.

Şafiiler dediler ki: Kaza namazlarının hatırlanması, kılınmakta olan namazı bozmaz. Bu namazlar bir özürden dolayı kazaya kalmışlarsa bu du­rumda tertibe riayet etmek sünnettir. Mazeretsiz olarak kazaya kalmışlarsa, bunlar için tertibe riayet etmek vâcibtir. Her ikisinin de namazdayken hatır­lanmaları namazı bozmaz.[285]

 

p) İnsanın Namazda Kur'an-ı Kerîm Öğrenmesi:

 

Ümmî bir kişi, namaz esnasında okuyan birine uymadığı takdirde Kur'an-ı Kerîm'den bir âyet öğrenirse, Hanefîlerle Hanbelîlere göre na­mazı bozulur. Mâlikîlerle Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Ümmî kimse, okuyan birine uyarak namaz kıl­makta ise bu, kıraat bakımından kendisine yeterli olur. Tek başına namaz kılmakta ve namazdayken Fâtiha'yı öğrenmişse namazını tamamlar. Caiz bir yolla namaza girdiğinden ötürü namazı da bâtıl olmaz.

Şafiiler dediler ki:  Ümmî, namaz esnasında Kur'an'dan bir şey öğrenirse namazın geri kalan kısmını, öğrendiği kıraatle tamamlar.[286]

 

r) Namazı Tamamlamadan Önce Kasten Selâm Vermek:

 

Namazı tamamlamadan önce kasten selâm verme hâlinde namaz bo­zulur. Namazı tamamladığına inanarak sehven selâm veren kişi, selâm­dan sonra konuşmamış ve amel-i kesirde bulunmamışsa namazı bozul­maz.[287]

 

EZAN VE İKÂMET

 

 

Ezân'ın Tanımı

 

Bilindiği gibi ezan, namaz dışında olmakla beraber, namaz için sünnettir. “Ezan” lügatte, bildirmek ve ilân etmek anlamına gelir. Bu­na ilişkin olarak Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah'tan ve Rasülünden insanlara bir bildiridir” [288]

“İnsanlar içinde hacci ilân et.” [289]

Ezân'ın ıstılahtaki mânâsı ise, özel kelimeleriyle namaz vaktinin girdiğini bildirmektir. Ezanın gerekliliğinin delili Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitabtaki delilimiz şu âyet-i kerîmelerdir:

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığı(nız) zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun.”[290]

“(Ezanla) birbirinizi namaza çağırdığınızda, (onu) bir eğlence ve oyun (konusu) edinirler.” [291]

Sünnet'teki delilimiz ise şudur:

“Namaz vakti geldiğinde içinizden birisi, sizin için ezan okusun.”[292]

Ezan okumanın keyfiyeti ve ezanın kelimeleri diğer hadîs-i şerîflerde açıklanmıştır.[293]

 

Namaz Ezân'ın Meşru Kılınışı

 

Ezan Hicret'in birinci yılında Medîne-i Münevvere'de meşru kılın­mıştır. Dinin zaruri unsurlarından biri olarak bilinir. Meşruluğunu inkâr eden kâfir olur. Meşruluk sebebine gelince; Peygamber (s.a.s.) Efendi­miz Medine'ye hicret ettikten sonra müslümanlar, namaz vakitlerini bil­mekte güçlük çekiyorlardı. Bu işe çözüm bulmak maksadıyla bir araya geldiler, birbirlerine danıştılar. Bazısı, namaz vakti geldiğinde cemaati kaçırmamak için bir işaret dikilmesini, bazısı çan çalınmasını teklif etti. peygamber Efendimiz çan çalınmasını, hıristiyan âdeti olduğu için red­detti. Bazıları def çalınmasını, diğer bazıları da ateş yakılmasını teklif etti. Peygamber Efendimiz bunlardan birincisini Rumların ve ikincisini de Mecûsîlerin âdeti olduğu için reddetti. Bunun üzerine bir kısım müs­lümanlar da sancak dijçjlmesi teklifinde bulundular. Böylece sancağı görenlerin, namaz vaktinin girdiğini birbirlerine haber vereceklerini söy­lediler. Peygamber Efendimiz bu teklifi de beğenmedi. Böylece bu da­nışma meclisinde müslümanlar, konu üzerinde bir görüş birliğine vara­madılar. Bu nedenle de Peygamber Efendimiz tasalı olarak meclisten kalkıp gitti. Ashabtan Abdullah İbn Zeyd (r.a.), Peygamber (s.a.s.) in tasalandığını görünce, o da aynı şekilde tasalı olarak geceledi. Rüya­sında bir meleğin kendisine ezan ve kameti öğrettiğini gördü. Bu rüya­sını Peygamber Efendimize haber verdiğinde buna muvafık olarak va­hiy de gelmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, namaz kılınır­ken ezan okunup kamet getirilmesini emretti.

Ahmed İbn Hanbel, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin rivayet etmiş ol­dukları hadîs bu mealdedir. Tirmîzî de bu rivayetin bir kısmını naklede­rek bunun hasen senedli bir hadîs olduğunu söylemiştir.

Buhârî ve Müslim'in Sahîhlerinde Enes (r.a.)'in şöyle dediği riva­yet edilmektedir:

“İnsanlar (müslümanlar) çoğaldıklarında namaz vaktini bilmek için bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüler. Bazısı ateş yakılmasını, ba­zısı çan çalınmasını teklif ettiler. Peygamber (s.a.s.), Bilâl (r.a.)'a, ezan­daki kelimeleri çiftli olarak, kametteki kelimeleri ise tekli olarak okuma­sını  emretti.”[294]

Ezanın fazîletine gelince; bu hususta birçok hadîs mevcûddur: Ebû Hüreyre, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İnsanlar, ezan ve birinci safta bulunan (fazîlet)leri bilselerdi, bu faziletlere kavuşmak için kura çekmekten başka bir çâre bulamazlar ve mutlaka kura çekerlerdi.” [295]

Muâviye (r.a.) de Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

“Müezzinler, kıyamet gününde insanların en uzun boyunlusudurlar.”[296]

 

Ezanın Lâfızları

 

Ezanın lâfızları sırasıyla şunlardır:

Dört defa: “Allahü ekber”

İki defa: “Eşhedü en lâ ilahe illallah

İki  defa: “Eşhedü enne  Muhammeden Rasûlullah”

İki defa: “Hayye ala's-Salâh”

İki defa: “Hayye ale'l-felâh”

İki defa: “Allahü ekber”

Bir defa: “Lâ ilahe illallah”

Ezan lafızlarının bunlardan ibaret olduğu hususunda Mâlikîler dı­şındaki üç mezheb ittifak etmiştir. Sabah ezanında, “hayye ale'l-felâh” dedikten sonra iki defa “es-salâtü hayrun min'en-nevm” demek mendubtur. Terki ittifakla mekruhtur.

 

Malikiler dediler ki: Ezanın ilk tekbirleri dört tane olmayıp iki tanedir.[297]

 

Ezân'daki  Şehâdet Cümlelerinin İade  Edilmesi  (Tercî)

 

Hanefî ve Hanbelîlere göre bir önceki sayfada anılan cümleler, bir fazlalık yapılmaksızın okunduğunda ezan yerini bulur ve ezan için bu yeterli olur. Mâlikî ve Şâfiîlerse müezzinin “Eşhedü en lâ ilahe illallah” ile “Eşhedü enne Muhammeden-Rasûlullah” cümlelerini yüksek sesle halka duyurmadan önce, kendisinin bu cümleleri sessizce okumasının sünnet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yalnız Mâlikîler bu şehâdet cümlelerini yüksek sesle oku­maya “tercî”, Şâfiîlerse sessizce okumaya “tercî” adını vermişlerdir. Bu adlandırmayı yaparken Mâlikîler, herhalde lügata bakmışlardır. Zîrâ “tercî”, iade etme masasına gelmektedir. Müezzin önce bu iki cümleyi gizli olarak telâffuz etmekte, sonra yüksek sesle iade etmektedir. İade edilen cümlelere “tercî” adının verilmesi lügate daha uygundur. Şâfiî­lerse her halde ezanın aslını nazarı itibâra almışlardır. Ezanda iki şe­hâdet cümlesini yüksek sesle telâffuz etmek asıldır. Bu cümlelerin ses­sizce telâffuz edilmesine tercî adını vermek daha uygun olmaktadır. Çünkü bu iki cümlenin sessizce telâffuz edilmesi, kendilerinden sonra yüksek sesle telâffuz edilecek şehâdet cümlelerinin bir nevi hikâyesi durumundadır. Bunu anlamak da zor olmasa gerektir. Buna göre Şafiî ve Mâlikîlerce tekbirden sonraki ezan lâfızları şu şekilde okunacaktır: “Eşhedü en lâ ilahe illallah” cümlesini iki defa sessizce, bundan son­ra aynı cümleyi iki defa da yüksek sesle telâffuz etmek gerekir. Sonra “Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah” cümlesini iki defa sessizce, bundan sonra aynı cümleyi iki defa yüksek sesle telâffuz etmek gere­kir. Bunlardan sonra tercîsiz olarak yüksek sesle iki defa “Hayye ale's-salâh” cümlesini, iki defa da “Hayye ale'l-felâh”, daha sonra iki defa “Allahü ekber”, en sonunda da “Lâ ilahe illallah” cümlesini okuyarak ezan tamamlanır. Yalnız, sabah namazında “Hayye ale'l-felâh” tan sonra iki defa, “namaz uykudan hayırlıdır” anlamına gelen “Es salâtü hayrun mine'n-nevm” cümlesini okumak mendubtur. Bu cümlenin terk edil­mesi hâlinde ezan kerahetle birlikte sahîh olur. Aynı şekilde tercî yap­maksızın ezan okumak da mekruhtur. Tercî'in terkedilmesi hâlinde ezan bâtıl olmaz. Şafiî ve Mâlikîler, tekbir dışında ezanın lafızları üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Şâfiîler ilk tekbirlerin dört defa okunması ge­rektiğini, Mâlikîlerse iki defa okunması gerektiğini söylemişlerdir.[298]

 

Ezan'ın Hükmü

 

Ezanın müekked sünnet olduğu hususunda Hanbelîler dışındaki diğer mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Hanbelîler ise, farz-ı kifâye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yani bir kişi ezan okuduğu takdirde diğer­leri bu yükümlülükten kurtulmuş olurlar. Ezanın hükmüne ilişkin olarak mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Cemaat için ezan, sünnet-i kifâyedir. Tek ba­şına namaz kılacak kişi için sünnet-i ayndır. Bu kişi başkasının okuduğu ezanı duymazsa, kendisinin ezan okuması sünnet-i ayn olur. Başkasının okuduğu ezanı işitir ve oraya gidip hazır olan cemaatle birlikte namaz kılarsa, ezan yükümlülüğünden kurtulmuş olur. Başkasının okuduğu eza­nı işitir de oraya gitmez veya gider de namaz kılmazsa, bu kendisi için yeterli olmaz. Seferîlikte olsun mukîmlikte olsun, beş vakit farz namazlar için ezan sünnettir. Bu namazlar kazaya kalmış olsalar bile aynı hükme tabidirler. Bir kimsenin üzerinde kalan birçok kaza namazını peşpeşe ka­za edecekse, bunların ilki için ezan okuması tümü için yeterli olur. Cena­ze namazı, adak namazı ve nafile namazlar için ezan gerekli değildir. Aynı şekilde öğle ve ikindi, ya da akşam ve yatsı namazlarını yolculuk hâlinde bir arada kılan kişi, bunlardan sadece birisi için ezan okumakla yetinir.

Hanefiler dediler ki: Ezan, bir mahalle halkı için müekked bir sünnet-i kifâyedir. Terkedilmesi hâlinde günâhı, vacibin terk edilmesinin günâhı kadar olur. Sefer ve hazar hâlinde, tek başına veya cemaatle kı­lınsın, edâ olsun, kaza olsun, beş vakit farz için ezan okumak sünnettir. Şehir içinde kendi evinde namaz kılan bir kişinin ezan okumaması mek­ruh değildir. Çünkü mahallede okunan ezan kendisi için de kâfi gelir. Cenaze namazı, bayram namazları, güneş tutulması namazı, yağmur na­mazı, teravih namazı ve farza bağlı sünnet namazlar için ezan okumak sünnet değildir. Vitre gelince bu, vâcib bir namaz olmasına rağmen, sahîh görüşe göre yatsı ezanı ile yetinildiğinden bunun için de ezan okumak sünnet değildir.

Malikiler dediler ki: Âdet icâbı insanların namaz için toplandık­ları yerde başkalarının kendileriyle birlikte namaz kılmasını bekleyen bir cemaat için ezan okumak sünnet-i kifâyedir. Ayrıca birbirlerine bitişik olsalar veya birbirinin üzerine bina edilmiş olsalar da her mescid için ezan okumak sünnettir. îhtiyârî vakit içinde her farz-ı ayn için ezan oku­mak; cem-i takdim veya cem-i te'hîr hâlinde kılınan namazlar da hükmen ihtiyarî vakit içinde kılındıklarından ötürü, bunlar için de ezan okumak sünnettir. Nafile namazlar, kazaya kalmış namazlar, cenaze namazları gi­bi farz-ı kifâye namazlar için ve de zaruri olan vakitte ezan okumak ge­rekli olmadığı gibi, mekruhtur. Başkasının kendileriyle birlikte namaz kıl­masını beklemeyen bir cemaat için de ezan okumak mekruhtur. Ancak böyle bir cemaat veya tek başına namaz kılan bir kişi, çölde bulunurlarsa ezan okumaları mendub olur. Şehirde ezan okumak, kifâye olarak vâcibtir. Şehir, içinde Cuma namazı kılman yerleşim mıntıkasına yerilen isim­dir. Bir şehir halkı ezan okumayı terkederse bunun için kendileriyle sava­şılır.

Hanbeliler dediler ki: Köylerde ve şehirlerde hür erkekler için sefer hâlinde değil de hazar hâlinde beş vakit farz namaz için ezâa oku­mak farz-ı kifâyedir. Cenaze namazı, bayram namazları, nafile ye adak namazları için ezan okunmaz. Mukîm olsun, misafir olsun, üzerinde ka­zaya “kalan namazları kılmak isteyen kişi, tek başınaysa, ezan okuması sünnettir. Bu durumdaki bir misafir, cemaatle de olsa, kazalarını kılar­ken ezan okumalıdır.[299]

 

Ezân'ın Şartları

 

Ezanla ilgili şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Niyet etmek: Mâlikî ve Hanbelîlere göre önceki sayfalarda geçen ezan lâfızlarını niyetsiz ve kasıtsız olarak okumak hâlinde ezan sahîh olmaz. Şâfii ve Hanefîlerse, niyeti ezan için şart olarak ileri sür­mediklerinden, bu şekilde okunan bir ezan onlara göre sahîh olur.

2. Ezanın kelimeleri peşpeşe okunmalıdır: Yani ezanın kelimele­ri arasına uzun bir sessizlik ve fazla miktardaki başka konuşmalarla fasıla konmamalıdır. Az miktardaki başka konuşmalarla fasıla konul­ması hâlinde, bu konuşma ister haram içerikli olsun, ister caiz içerikli olsun,, yine ezanı bâtıldılar. Bu hususta mezheb İmamları arasında görüş birliği mevcûddur. Yalnız Hanbelîler buna muhalefet ederek der­ler ki; ezanın lâfızları arasına bir tek kelimeyle de olsa, haram içerikli konuşmaların sokulması ezanı bâtıl kılar. Meselâ müezzin, ezan lâfız­ları arasında birisine bir tek kelimeyle de söverse, Hanbelîlere göre ezanı bâtıl olur.

3. Ezan arapça okunmalıdır: Yalnız, müezzin arap değilse gerek kendi nefsi için, gerek kendisi gibi arap olmayan bir cemaat için ezan okurken, arapçadan başka bir dille ezan okuyabilir. Kendisi arap olma­makla birlikte, dilini anlamayan bir cemaat için ezan okuyorsa, bu du­rumda kendi diliyle ezan okuması sahîh olmaz. Zîrâ cemaat, kendisi­nin ne dediğini anlayamaz. Hanbelîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanbelîler derler ki: Her halükârda Arapçadan başka dille ezan okumak sahîh değildir.

4. Ezanın tümünün, namaz vaktinin girmesinden sonra okunma­sı gerekir: Eğer öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının vakti girme­den önce ezan okunursa bu ezan, mezheblerin ittifakıyla sahîh olmaz. Ama sabah ezanı, vaktin girmesinden önce okunursa bu ezan, Hanefîler dışındaki üç mezhebin ileri sürmüş oldukları bazı özel şartların ta­hakkuk etmesi durumunda sahîh olur. Hanefîler buna muhalefet ede­rek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Hanefiler dediler ki: Sabah namazının vakti girmeden okunan ezan da diğerleri gibi sahîh olmaz. Doğru olan görüşe göre bu, tahrîmen mekruhtur. Sabah namazının vakti girmeden önce ezan okunabilmesine ilişkin rivayetler, uyuyanları uyandırmak için bir nevi tesbîh mâhiyetinde yorumlanmalıdır.

Hanbeliler dediler ki: Gece yarısında sabah için ezan okunması mübahtih Zîrâ yatsı namazının muhtar vaktî, gecenin ikinci yansının baş­laması anında sona erer. Sabah namazı için ezan okuyan kişinin, namaz vaktinin girmesinden çok önce ezan okuması müstehab değildir. Bu ezam her gece aynı vakitte okumak müstehabtır. Vaktinden önce okunan bu ezanla yetinilebilir. Ancak Ramazanda bu ezanla yetinmeyip yeniden okun­ması gerekir. Ramazan ayında fecirden önce okunan ezanla yetinmek mek­ruhtur.

Şafiiler dediler ki: Vakit girmeden önce ezan okumak sahîh de­ğildir. Vaktinden önce okunan ezanla ibâdet maksadı güdülür veya bu nedenle insanlar programlarını karıştırırlarsa bu haram olur. Yalnız, sa­bah ezanı için bu söz konusu değildir. Sabah ezanını gece yarısında oku­mak sahîh olur. Zîra sabah için iki ezan okumak sünnettir. Bunların ilki gece yansında, ikincisi de fecrin doğmasından sonra okunur.

Malikiler dediler ki: Vaktin girmesinden önce ezan okumak sa­hîh değildir. İnsanlar, bu durumda programlanm kanştıracaklanndan bunu yapmak haramdır. Yalnız sabah ezanı bundan müstesnadır. Uyuyanları uyandırmak için gecenin altı diliminin sonuncusunda ezan okumak mendubtur. Sabah namazı vaktinin girmesinden sonra bu ezanı iade etmek sünnettir.

 

5. Tertib: Ezan lâfızları sırasıyla okunmalıdır. Bu lâfızlar arasın­daki sıraya uyulmaz da, meselâ önce “hayye ale'l-felâh”, sonra “hay-ye ale's-salâh” denilirse, sırasına uyulmayan kelimeleri iade etmek ge­rekir. Yani yeniden “hayye ale's-salâh” deyip ondan sonra “hayye ale'l-felâh” demek îcâb eder. Eğer bu sırayı yerine getirmek için, sırasın­dan önce okunan kelimeler iade edilmezse ezan bâtıl olur. Hanefîler dışındaki üç mezheb İmamı bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanefîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Hanefiler dediler ki: Tertibsiz olarak okunan ezan, kerahetle bir­likte sahîh olur. Müezzinin tertibe riâyet etmediği cümleleri iade etmesi gerekir.

 

6. Ezanı bir kişi okumalıdır: Ezanla ilgili şartların sonuncusu da, ezanı bir tek kişinin okumasıdır. Meselâ müezzinin biri ezanın bir kısmını okur, ondan sonra gelen müezzin geri kalan kısmını tamamlar­sa, bu ezan sahîh olmaz. Aynı şekilde iki veya daha fazla sayıda kişi, münavebeli olarak ezan okurlarsa; meselâ bir müezzin bir cümleyi okur, sonra diğeri başka bir cümleyi okursa ezan sahîh olmaz. Buna koro hâlinde okunan ezan veya “ezân-ı sultanî” derler ki, bu cehaletten başka birşey değildir. Böyleleri, ezanın sünnetliğini ibtâl ederler. Ama bunun yanında iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek bunlardan her biri diğerinin okuduğu cümleyi tahrif etmeksizin aynıyla iade eder­se, bu durumda her biri tam bir ezan okumuş olur. Ki bu durumda ezanın sünnetliği de yerini bulur. Bu durumda sadece bir makama bağlı kalınırsa caiz olmayabilir. Sünnette buna engel bir hüküm bulunmadı­ğından, caiz olması da muhtemeldir. Genel kurallar, böyle bir ezan okumanın yasak olduğunu belirtmemektedirler. Çünkü iki veya daha fazla kişinin aynı yerde ezan okumaları, ayrı ayrı yerlerde ezan okuma­ları gibidir. Şunu unutmamak gerekir ki; İslâm hukukunun genel espri­si, dinin ibâdetler için çizmiş olduğu sınırda durulmasını ve bu sınırın aşılmamasmı öngörmektedir. İslâm'da özellikle bu şekilde ezan oku­mayı önleyen bir hüküm bulunmadığından, ihtiyat açısından her halü­kârda bu şekilde ezan okunmamalıdır.[300]

 

Müezzinliğin Şartları

 

a. Müezzin müslüman olmalıdır: Gayrı müslimin okuduğu ezan sahîh değildir.

b. Müezzin akıllı olmalıdır: Delinin, sarhoşun ve baygın birinin okuduğu ezan sahîh değildir.

c. Müezzin erkek olmalıdır: Kadın ve erseliklerin okuduğu ezan sahîh değildir. Hanefîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu şartlarda ittifak etmişlerdir. Hanefîler, bunlardan başka bazı şartlar daha ileri sür­müşlerdir. Bu şartlara ilişkin açıklamalar aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Yukarıda anılan şartlar, ezanın sıhhat şartlarından değildirler. Kadının, erseliğin, gayr-ı müslimin, delinin ve sarho­şun ezan okumaları sahihtir. Bunlardan birinin ezan okuması hâlinde, mahalle halkının üzerinden ezan okumama günahı kalkar. Yalnız, şunu söyleyelim ki; namaz vaktinin girmesini haber vermesi açısından kâfirin, fâsığm ve delinin verdiği habere îtimad etmek doğru değildir. Çünkü vak­tin girdiğini tasdik açısından haber veren kişinin, kadın da olsa müslüman, âdil ve vakitleri birbirinden ayırd edecek kadar akıllı olması şarttır. Bu şartlardan birini taşımayan kişinin ezan okuması aslında sahihtir. Ama vaktin girdiğini anlama açısından bu nitelikteki bir müezzine güvenmek doğru olmaz. Cünüb ve fâsığın ezan okuması nasıl mekruhsa, bu nitelik­teki müezzinlerin ezan okuması da mekruhtur. Bunlardan biri görevli mü­ezzinin yerine ezan okuyacak olursa ezanın iade edilmesi mendub olur. Ama vaktin girdiğini bilen cemaat için bunlardan biri, görevli müezzinin bulunmaması hâlinde ezan okursa, okuduğu ezan iade edilmez. Mümey­yiz olmayan çocuğun okuduğu ezan da sahîh değildir. Bununla mahalle halkının ezan okumama günahları da üzerlerinden kalkmış olmaz. Kadı­nın ezan okumasına gelince, sesini duyanların şehvetlerini körükleyecekse okuması caiz olmaz.

 

Müezzinin baliğ olması şart değildir. Mümeyyiz çocuğun kendi ba­şına veya baliğ birinin okuduğu ezana dayanarak ezan okuması sahîh olur. Mâlikîler dışındaki üç mezheb bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Müezzinin baliğ olması da şarttır. Mümey­yiz de olsa çocuğun ezan okuması sahîh değildir. Ancak bu hususta ken­disine itimad edilir veya vaktin girmesi hususunda kendisi, baliğ olan bi­risine dayanarak ezan okursa, ezanı sahîh olur. Ezan okuyan kimsenin rivayette âdil olması gerekir. Fâsık kimselerin, başkalarının ezanına da­yanmadıkları takdirde, okudukları ezan sahîh olmaz.

 

Ezan cümlelerinin sonunu sükûnlu okumak şartı yoktur. Meselâ müezzin, “Hayye ale's-salâti” diye okursa Şafiî ve Hanefilere göre ezan sahîh olur. Mâlikî ve Hanbelîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alın­mıştır.

Hanefî ve Şâfiîlere göre, ezan cümlelerinin başında azıcık durakla­mak sünnettir.

 

Hanbeliler dediler ki: Ezanın cümle sonlarının harekesiz olma­sı şarttır. Harekeli okuma hâlinde ezan sahîh olmaz. Yalnız tekbirlerin sonlarını harekesiz okumak mendubtur. Harekeli okundukları takdirde ezanın sıhhatine zarar gelmez. Mâlikîler de bu görüştedirler. Görevli mü­ezzinin izni olmadan başkasının ezan okuması sahîh olsa bile haramdır.

Ancak izin alıncaya kadar namaz vaktinin çıkmasından korkulursa izinsiz okumak caiz olur. Bandan sonra müezzin gelirse ezam iade etmesi sün-' nettir. Ayrıca ezanın mânâsım değiştirecek kadar hatalı okumamak da ezanın sıhhat şartıdır. Meselâ “lafza-i celâl”in hemzesini veya “ekber” kelimesinin (be)sini uzatmak, ezanın sıhhatine zarar verir. Yanıbaşmdaki insanlar için değil de civarındaki insanlar için ezan okuyan kimsenin, se­sini yükseltmesi rükündür. Yambaşmdakiler için ezan okuyanın, onların duyacağı kadar bir sesle okumasının, civardaki insanlar için ezan okuya­nın da onların duyacağı kadar yüksek sesle ezan okumasının rükün oldu­ğu hususunda Hanbelîlerle Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir.

Malikiler dediler ki: Müezzinin, ezanın her cümlesinin başında duraklaması şarttır. Ancak birinci tekbir bundan istisna edilmiş olup onun başında duraklamak şart değil, mendubtur. Meselâ ilk tekbirde peşpeşe “Allahü ekber, Allahü ekber” diyen kişinin ezanı menduba aykırı olarak sahîh olur.[301]

 

Namaz Ezanın  Mendub Ve Sünnetleri

 

Ezanın mendublarını şu şekilde sıralayabiliriz:

Müezzin, her iki hades hâlinden temiz olmalıdır. Gür ve güzel ses­li olmalıdır. Ezan, minare veya mescidin damı gibi yüksek bir yerde okunmalıdır. Hastalık ve benzeri bir mazeret yoksa ayakta okunmalı­dır. Kıbleye yönelik olarak okunmalıdır. Ama insanlara duyurabilmek maksadıyla, mezheblerin ileri sürdükleri tafsîlat çerçevesinde sırtını kıb­leye dönerek de okuması caiz olur.

 

Malikiler dediler ki:  Müezzinin ezan okurken dönmesi mendub­tur. İnsanlara duyurmak için bütün bedeniyle dönerek sırtım kıbleye çe-virse bile ezam sahîh olur. Ezana başlarken kıbleye yönelmesi gerekir.

Şafiiler dediler ki: Ezan okunan köy örfe göre küçükse, müezzi­nin dönmeksizin sesini duymak mümkünse bu durumda kıbleye karşı sa­bit bir şekilde durup ezan okuması sünnet olur. Köy örfe göre büyükse, bu durumda müezzinin, halka sesini duyurabilmesi için dönmesi sünnet­tir. Minare köyün kıble tarafindaysa müezzinin kıbleye değil de köye yö­nelerek ezan okuması sünnettir.

Hanefiler dediler ki: Ezan okurken kıbleye yönelmek sünnettir. Ancak minarede okurken sesin etrafa yayılması için minare çevresinde, dönmek sünnettir. Aynı şekilde bir bineğin üzerindeyken ezan okuyan kişinin kıbleye yönelmesi, sünnet değildir. Yaya yürümekte olan bir kışı ise, ezan. okurken kıbleye yönelmelidir.

Hanbeliler dediler ki: Müezzinin minarede ve benzeri yerlerde okuduğu bütün ezanlarında kıbleye yönelmesi sünnettir.

 

“Hayye ale's-salâh” derken sağa, “hayye ale'l-felâh” derken sola dönmek mendubtur. Dönerken de yüz ve boyun çevrilmeli, göğüs ile ayaklar sabit tutulmalıdır. Ki istikbâl-i kıble muhafaza edilebilsin. Üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîler ise buna muhalefet ederek sağa ve sola dönmenin mendub olmadığını söyle­mişlerdir. Ayrıca Hanbelîler de bu dönüşlerin şekline muhalefet ederek demişlerdir ki: Sağa ve sola dönerken göğüsle dönmek mendubtur. Gövdenin kıble yönünde bulunması nedeniyle göğsün sağa ve sola çevrilmesinin istikbâl-i kıbleye bir zararı olmaz.

Ezan cümlelerinin herbirinin başındaki duraklama da mendubtur. Yalnız, tekbir bundan istisna edilmiş olup her tekbirin başında değil de, iki tekbirin başında duraklamak mendubtur. Mezheblerin buna iliş­kin ihtilâfları az önce anlatılmıştı.[302]

 

Ezana Karşılık Vermek

 

Müezzin ezan okurken, cünüb, hayızlı veya nifaslı da olunsa, ezan cümlelerinin aynısını okuyarak karşılık vermelidir. Bu, mendubtur. Yal­nız, “hayye ale's-salâh” ve “hayye ale'l-felâh” cümlelerinin aynısı tek­rarlanmaz da yerine “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” denilir. Bu hü­küm üzerinde mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Yalnız Hanefîler, mü­ezzinin ezanına karşılık veren kimsenin hayızlı veya nifaslı olmaması gerektiği şartını ileri sürmüşlerdir. Bu durumdaki kimselerin ezana kar­şılık vermeleri, diğer mezheblerin hilâfına mendub değildir. Hanbelîlerse müezzine karşılık verebilmek için, kişinin okunan ezanın farz nama­zını kılmamış olmasını şart koşmuşlardır.

 

Hanbeliler dediler ki: Ezanın kendisi için okunduğu farz na­mazı cemaatle kılmamış olan kişinin, o ezana karşılık vermesi mendub­tur. Cemaatle kılmış olan kişi bu ezana muhatab olmadığı için, karşılık vermez.

Hanefiler dediler ki: Sözle ve fiille ezana icabet etmekle yüküm­lü olmadıkları için, hayızlı ve nifaslılardan ezana karşılık vermeleri isten­mez.

 

Aynı şekilde sabah eza­nını okuyan müezzin, “Essalâtü hayrun min'en-nevm” dediğinde, kar­şılık olarak “doğru söyledin; gerçek söyledin” anlamına gelen “sadakte ve beride” cümlesini okumalıdır. Bu, men­dubtur. Meşru olan ezana karşılık vermek mendubtur. Meşru olmayana karşılık vermek ise, kişiden istenmez. Bu hususta Mâlikîier dışında­ki diğer mezhebler görüş birliği etmişlerdi.

 

Malikiler dediler ki: Ezam duyan kişi, müezzinin,  “Es-salâtü hayrun min'en-nevm” cümlesine karşılık vermez. Kuvvetli görüş bu doğ­rultudadır. Bunlara göre mendub olan, sadece iki şehâdet cümlesinin so­nuna kadar ezana karşılık vermektir.

 

Cenaze veya nafile de olsa, namazla meşgul olan bir kimseden, ezana karşılık vermesi istenmez. Karşılık verdiği takdirde mekruh bir davranışta bulunmuş olur. Namazdayken ezana karşılık vermek üzere, “sadakte ve berirte” veya “hayye ale's-salâh”, yahut da “Essalâtü hayrun min'en-nevm” demesi namazı bozar. Ama “Lâ havle velâ kuv­vete illâ biliah” veya “sadakallahü” veyahut da “sadaka rasûlullah” demekle namaz bozulmaz.

Hanımıyla cinsel ilişkide bulunan veya def-i hacette bulunan bir kimseden, durumu zikre ters düştüğü için, ezana karşılık vermesi is­tenmez. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hüküm üzerinde görüş birliği etmişler­dir. Mâlikî ve Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Nafile namaz kılmakta olan kişinin ezana karşılık vermesi mendubtur. Yalnız “hayye ale's-salâh” ve “hayye ale'l-felâh” cümlelerine karşılıkta, namazı tamamlamak isterse “Lâ havle vela kuvvete illâ billah” demesi gerekir. Eğer bu cümleleri müezzinin okuduğu şekilde tekrarlarsa, bunu ister kasıtlı olarak ister bilmeyerek yapsın   na­mazı bâtıl olur. Farz namazla meşgul olan kişiye gelince; bunun kıldığı adak farzı da olsa, namazdayken ezana karşılık vermesi mekruh olur. Bu karşılığı namazı tamamladıktan sonra vermesi mendub olur.

Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, ister karşılık yerme niye­tiyle olsun, isterse herhangi bir şeye niyet etmeksizin olsun, ezana karşılık verirse namazı bozulur. Ama Allah'a ve Rasûlüne övgüde bulunma kasdıyla karşılık verirse, kıldığı namaz ister farz, ister nafile olsun batıl ol­maz.

Ders veren ve alan kimselerin ezana karşılık vermeleri üç mezheb İmamının ittifakıyla gereklidir. Hanefîlere gelince, bunlar derler ki: Şer'î ilimleri öğreten veya öğrenenlerden ezana karşılık vermeleri istenmez. Okuyan, zikir hâlinde olan ve dersini müzâkere eden kimsenin ezana karşılık vermesi, ittifakla gereklidir. Mâliki ve Hanbelîlere göre, yemek yiyen kimsenin ezana karşılık vermesi gerekir. Şâfİîlere göre, ezanda tercî yapılırken de karşılık vermek gereklidir. Yalnız Şâfıîler, bu karşılı­ğı iki defa vermenin mendub olduğunu söylerler. Mâlikîler ise, sadece bir defa karşılık vermekle yetinileceği görüşündedirler.

Müezzinler birden fazla olup da peşpeşe ezan okuyorlarsa, bun­lardan her birinin sözüne tek tek karşılık vermek mendubtur.

Ezana karşılık verme tamamlandıktan sonra Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirmek ve daha sonra şu duayı okumak mendub­tur:

“Allah'ım! Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan namazın Rabbi! Hz. Muhammed'e “vesîle”yi ve “fazîlet”i[303] ihsan et. O'nu kendisine va'd ettiğin “makâm-ı mahmûd”a ulaştır.”[304]

 

Kaza Namazları İçin Ezan Okumak

 

Bir kimse ister kendi evinde olsun, isterse çölde olsun, cemaatle birlikte kaza namazlarını kılacaksa yüksek sesle ezan okuması sünnet­tir. Ama kendi evinde tek başına kaza namazı kılacaksa, sesini yükseltmeksizin ezan okur. Mescidde kaza namazlarını kılmaya gelince, cemaatle de olsa mutlak surette okuyamaz. Mâlikîler dışındaki üç mezheb bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin, ister evinde ister çöl­de; ister cemaatle olsun ister tek başına olsun, kaza namazları için ezan okuması mutlak surette mekruhtur. Bu kaza namazlarını aynı yerde kılmakla ayrı ayrı yerlerde kılmak fark etmeyip aynı hükme tâbidir.

 

Kişinin zimmetinde bir­çok kaza namazları olur da bunları bir yerde kılmak isterse, bunlardan ilki için ezan okur. Diğerleri için okuyup okumamakta serbesttir. Hanefîlerle Hanbelîler, bu görüşte ittifak etmişlerdir. Mâlikîlere gelince, onla­ra göre her ne halde olursa olsun kaza namazları için ezan okumak mekruhtur. Şâfiîler derler ki: Kaza namazlarının tümünü bir yerde kıla­cak olan kişinin bunlardan ilki için ezan okuduktan sonra, diğerleri için ezan okuması haramdır. Ama bunların her birini ayrı ayrı yerlerde kıla­cak, olursa,, tabiî ki bunların herbiri için ayrı ayrı ezan okuması gerekir.[305]

 

Ezanda Teressül

 

“Teressül”, mühlet vermek ve ağır davranmak anlamına gelir. Ya­ni müezzinin, ezanın her cümlesini birbirinden ayırarak ve bir cümleyi bitirdikten sonra sesini kesip ondan sonraki cümleye aralık koyduktan sonra başlaması demektir. Teressülün anlamıyla ilgili olarak fıkıhçılann tafsîlâtlı görüşleri aşağıda ele alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Teressül, mühlet vermektir. Yani müezzin, iki cümle arasına, okuduğu cümle kadar bir sükût aralığı koymalıdır. Yalnız bu sükût iki tekbir arasında değil de iki tekbirden sonraki cümle­ler arasında yapılmalıdır.

Malikiler dediler ki: Teressül, ezandaki kelimeleri haddinden fazla uzatmamak demektir. Örfe göre aşın şekilde olmayan uzatmalar mekruh­tur. Aşırı olanlarsa haramdır. Bu kaydı koymakla ezanın, zamanımızda şarkı gibi okunan ezanlarla ilgisi olmadığı ve bunun da Mâlikîlere göre haram olduğu anlaşılmış olmaktadır. Ki bunu yapanlar, şiddetle kınanmışlardır.

 

Teressülün hükmüne ge­lince; Hanefîlerle Mâlikîler sünnet olduğunu, terkedilmesinin de mek­ruh olduğunu söyleyerek Şâfiîlerle Hanbelîlere muhalefet etmişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler derler ki: Ezanda teressül mendubtur. Terk edilmesi ise tenzîhen mekruhtur. Bu mânâdaki teressüle bazı mezhebler diğer bir takım kayıtlar da eklemişlerdir ki, bunlar aşağıda gösterilmiştir.

 

Şafiiler dediler ki: Teressül, ağır okumaktır. Yalnız bu hüküm, tekbir için geçerli değildir. Tekbirlerin her ikisini, bir sesle aralık vermek­sizin okumak gerekir.

Hanbeliler dediler ki:Teressül, ezanda mühlet vermek ve teenni ile okumak demektir.[306]

 

Ezanın Mekruhları

 

Fâsık kimsenin ezanı: Şafiî ve Hanefîlere göre fâsık kimsenin ezan okuması kerahetle birlikte sahîhtir. Mâlikî ve Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Fâsığın ezan okuması, başkasının ezanına dayanmadıkça sahîh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Fâsığın ezanı hiçbir surette sahîh olmaz.

 

Ezan okurken kıble yönünden sapmak mekruhtur: Ancak ezanı civardaki insanlara duyurmak kastıyla müezzinin kıbleden başka tarafa dönmesi mekruh değildir.

Müezzinin abdest gerektirici küçük hades hâlinde bulunması ve guslü gerekli kılıcı büyük hades hâlinde bulunması mekruhtur: Ancak büyük hades halinde ezan okuması daha şiddetli derecede mekruhtur. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanbeli ve Hanefiler dediler ki: Sadece cünübün okuması mekruhtur. Küçük hades hâlindeki kimsenin ezan okuması mekruh değil­dir. Hanefîler buna ek olarak dediler ki: Cünübün okuduğu ezanın iade edilmesi mendubtur.

 

Edâ veya kaza şeklinde de olsa, kadınların namaz için ezan oku­maları: Bu, Şâfiîler dışındaki diğer üç mezhebe göre mekruhtur. Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Kadınların namazı için ezan okuyan kimse eğer bir erkekse, bu mekruh olmaz. Eğer okuyan bir kadınsa bu, bâtıl olur. Ayrıca kadın ezanı erkeklere benzemek kasdıyla okursa, bu haram olur. Ama bunu kasdetmeyerek sesini yükseltmeksizin okursa, o zaman sadece bir zikir olur ki bu da mekruh değildir.[307]

 

Ezan Okurken Konuşmak

 

Ezan okurken şer'an istenmeyen sözlerin az miktarda olanını ko­nuşmak mekruhtur. Müezzinin ezan okurken selâm almak, aksıran bi­risine, “Allah sana rahmet eylesin” anlamına gelen “Yerhamükallah” cümlesiyle duada bulunmak gibi, şer'an bir mahzuru olmayan sözleri söylemesinin mekruh olup olmadığı hususunda mezheblerin detaylı gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Selâm almakla da olsa, aksırana “Yerhamükallah” demekle de olsa ezan esnasında müezzinin az miktarda konuşması mekruhtur. Müezzinin ezan esnasında da, ezandan sonra da selâm alması, kendisi aksırsa bile, hayır duada bulunması kendisinden istenmez. Ezan esnasında müezzin bu nitelikte bir konuşma yaparsa, eza­nı iade etmesi gerekir.

Şafiiler dediler ki: Selâm alarak veya aksırana hayır duada bulu­narak az miktardaki konuşmak mekruh değildir. Ancak kuvvetli görüşe göre evlâ olan, konuşmamaktır. Araya uzun bir fasıla girse de müezzi­nin, ezan esnasında selâm verene veya aksırana ezanı tamamladıktan sonra karşılık vermesi vâcibtir.

Hanbeliler dediler ki: Karşılık vermek her ne kadar vâcib değil­se de, selâm verene karşılık vermek, aksırana hayır duada bulunmak mu­bahtır. Bir insanın çağrışma karşılık vermek gibi, ezan esnasında şer'î bir ihtiyaç olmadan da konuşmak caizdir.

Malikiler dediler ki: Ezan esnasında selâm alarak veya aksırana hayır duada bulunarak az miktarda konuşmak mekruhtur. Bunları ezanı tamamladıktan sonra yapmak vâcibtir.

 

Ezan okuyan müezzinin, bir âmâyı düşeceği tehlikeli durumdan kurtarmak için konuşması vâcibtir. Ama böyle bir maksat için değilse konuşması mekruhtur. Âmâyı kurtarmak için konuştuğu söz az ise, ezana kaldığı yerden devam eder. Konuştuğu söz çoksa, o zaman ezana ye­niden başlar. Oturarak ye mazeretsiz olarak bir bineğe binmiş vaziyet­te ezan okumak da mekruhtur. Ancak yolcunun, mazeretsiz de olsa, binek üzerinde ezan okuması mekruh olmaz. Mâlİkîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerin mûtemed kavline göre mukîm de olsa, misafir de olsa, bir bineğe binmiş vaziyet­te ezan okumak mekruh değildir.[308]

 

Ezanda Tegannî

 

Ezandan maksat, Allah'ın huzurunda gönlü huşu ile doldurup ta­şırmak olduğuna göre, ezanı günümüz insanınca bilinen tegannî ve terennümle okumak şerîatin benimsemediği bir davranıştır. Mezheble­rin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Tegannî, bir nağmeden diğerine geçmektir. Ezanı bir tek nağmeyle okuyup sürdürmek sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: Tegannî, ezanı titreterek, neşe ile oku­maktır ve bu şekilde okuyuş mekruhtur.

Hanefiler dediler ki: Kelimeleri bir harf veya hareke ekleyerek değiştirmeyecek şekilde tegannî ile ezan okumak güzeldir. Kelimeler de­ğiştirildiği takdirde tegannî ile ezan okumak haramdır. Böyle bir ezanı dinlemek de helâl değildir.

Malikiler dediler ki: Huşûa ters olduğu için ezanın kelimelerini titreterek, neşeyle okumak mekruhtur. Bunda örfe göre aşırılığa gidildiği takdirde haram işlenmiş olur.

 

Hanefî ve Hanbelîlere göre mümeyyiz çocuğun ezan okuması ve vakitle ilgili olarak kendisine rehberlik edecek birinin bulunması hâlinde âmânın ezan okuması mekruh değildir. Mâlikî ve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafiiler dediler ki: Önce de söylediğimiz gibi, mümeyyiz çocu­ğun ezan okuması mekruhtur.

Malikiler dediler ki: Mümeyyiz çocuk ezan veya vaktin girmesi hususunda bâliğ birine dayanacak olursa, okuduğu ezan sahîh olur. Aksi takdirde sahîh olmaz.[309]

 

İkamet

 

“İkâmet”, kendine özgü kelimeleriyle namazın hazır olduğunu bil­dirmek demektir. İkâmetin lâfızları şunlardır:

Allahü Ekber,

Eşhedü en lâ ilahe illallah                           

Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah

Hayye ale's-salâh

Hayye ale'l-felâh

Kad kâmeti's-salâh                        

Allahü Ekber

Lâ ilahe illallah                                                          

İkâmetin lâfızlarının bunlardan ibaret olduğu hususunda Hanbelîlerle Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri ise aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: İkâmetin başında dört, sonunda iki tekbir alınır. Diğer lâfızlarıysa ikişer defa okumak gerekir. Buna göre ikâmetin lâfızları şunlardır:

Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber.

Eşhedü en lâ ilahe illallah. Eşhedü en lâ ilahe illallah.

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah.

Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh.

Hayye ale'l-felâh, Hayye ale'l-felâh.

Kad kâmeti's-salâh, Kad kâmeti's-salâh

Allahü Ekber, Allahü Ekber.

Lâ ilahe illallah.

Malikiler dediler ki: Tekbirler dışındaki ikâmet lâfızları birer de­fa okunur. Yalnız baştaki ve sondaki tekbirler ikişer defa okunmalıdır. Buna göre ikâmetin lâfızları şunlardır:

Allahü Ekber, Allahü Ekber.

Eşhedü en lâ ilahe illallah

Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah

Hayye ale's-salâh

Hayye ale'l-felâh

Kad kâmeti's-salâh

Allahü Ekber, Allahü Ekber,

Lâ ilahe illallah

 

İkâmetin hükmü: İkâmet, ezan gibidir ve hükmü de, üç mezheb İmamına göre ezanın hükmünün aynısıdır. Mâlikîler buna muhalefet ede­rek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

Malikiler dediler ki: İkâmetin hükmü ezanın hükmü gibi değil­dir. Aksine, yalnız başına namaz kılan bâliğ bir erkek için ikâmet etmek sünnet-i ayndir. Cemaat hâlinde namaz kılacak bâliğ erkekler içinse sünnet-i kîfâyedir. Kadın ve çocuk için ikâmet, mendub-u ayndır. Ancak kadın ve çocuklar, bâliğ olan bir veya daha fazla sayıdaki erkekle beraber na­maz kılacak olurlarsa ikâmet etmeleri mendub olmaz. Bunlar, bâliğ erke­ğin ikâmet getirmesi ile yetinirler.[310]

 

İkâmetin Şartları

 

İkâmetin şartları, daha önce anlatmış olduğumuz ezanın şartları­nın aynısıdır. Yalnız iki şart bundan istisna edilmiştir:

1. İkâmeti yapacak olanın erkek olması şart değildir. Kadının kendi şahsı için ikâmet etmesi sahîhtir. Ama kadınlarla erkeklerin bir­likte namaz kıldıkları durumlarda, kadının erkekler için ikâmet etmesi, Şafiî ve Mâlikî mezheblerine göre sahîh değildir. Hanefî ve Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Anılan şartlar sıhhat şartı olmayıp kemal şartıdırlar. Bu şartlardan birini yerine getirmemek mekruhtur. Bu durum­da ikâmet de ezan gibidir. Ancak bu şartlardan biri yerine getirilmediği takdirde ezânın iade edilmesi mendub olur. İkâmetin iade edilmesine ise gerek yoktur. Bundan da anlaşılıyor ki kadın, erkekler için ikâmet geti­rirse kerahetle birlikte sahîh olur.

Hanbeliler dediler ki: İkâmet için erkek olmak şarttır. Kadının ezan okuması istenmediği gibi, ikâmet getirmesi de istenmez.

 

2. İkâmetin, ezandan farklı olarak, örfe göre namaza bitişik ol­ması şarttır. Meselâ bir kişi namaz için ikâmet eder de daha sonra fazla miktarda konuşur veya bir şeyler yeyip içer de, bunun peşisıra ikâmetsiz olarak namaz kılarsa, namazı sahîh olur. Çünkü bu kişi, ikâ­metin sünnetini yerine getirmiştir. Hanefîler dışındaki diğer üç mezheb bu hususta görüş birliği içindedirler.

 

Hanefiler dediler ki: İkâmetle namaz arasına fazla miktarda ko­nuşma veya bir şeyler yemek gibi amel-i kesîr fasılası konulduğu takdir­de, ikâmetin iade edilmesi gerekmez. Ama müezzin ikâmet eder de bu ikâmetten sonra İmam, sabah namazının iki rek'atini kılarsa ikâmet iade edilmez.[311]

 

Cemaatle Kılınan  Namazlarda Kamette Ayağa Kalkmanın Zamanı

 

Namaz için kamet getirildiğini duyan ve İmamla birlikte namaz kı­lacak olan kişinin ne zaman ayağa kalkacağı hususunda mezheblerin görüşleri birbirlerinden farklıdır. Dört mezhebin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: İkâmet getirenden başkalarının ikâmet es­nasında veya ikâmetten sonra, eğer güç yetirebiliyorsa, ayağa kalkması caizdir. Bu kalkış, belirli bir zamanla sınırlandırılmamıştir. İkâmet eden kişinin ise, başlangıçta ayağa kalkması zaten gereklidir.

Şafiiler dediler ki: İkâmet tamamlandıktan sonra namaza kalk­mak sünnettir.

Hanbeliler dediler ki: İkâmet getiren kişinin “Kad kameti's-salâh” dediği esnada, İmamın ayağa kalktığını gören, cemaatin de ayağa kalk­ması sünnettir. Aksi takdirde İmam ayağa kalkıncaya kadar cemaatin de beklemeleri gerekir.

Hanefiler dediler ki: İkâmet eden kişinin, “Hayye ale'l-felâh” dediği zaman diğerlerinin ayağa kalkmaları icâb eder.[312]

 

İkametin Sünnet Ve Mendupları

 

Birkaç husus dışında ikâmetin sünnetleri de, ezanın anılan sün­netleri gibidir. İstisna edilen hususlar şunlardır:

Müezzin ezan okurken yüksek bir yerde okumalıdır. İkâmet eden kişinin yüksek bir yerde ikâmet etmesi sünnet değildir. Bu hususta Hanbelîler dışındaki diğer üç mezheb görüş birliği etmişlerdir.

 

Hanbeliler dediler ki: Çok zor olmadığı takdirde ikâmetin de ezan gibi yüksek bir yerde okunması sünnettir.

 

Tercîin gerekli olduğunu söyleyen Mâlikî ve Şâfiîlere göre ezan okurken tercî yapmak mendubtur. İkâmet ederken tercî yapmak men­dub değildir. Hanefî ve Hanbelîler derler ki: Ne ezanda ve ne de ikâ­mette tercî yapılmamalıdır. Ezanı ağır ağır okumak sünnettir. İkâmeti ise Mâlikîlerin dışındaki üç mezhebin ittifakına göre seri şekilde oku­mak sünnettir.

 

Malikiler dediler ki: Ezam teennî ile okumak istendiği gibi ikâ­meti de teennî ile okumak istenir.

 

Müezzinin, ezan okurken işaret parmaklarının ucunu kulak delikle­rine koyması sünnettir. Hanbelî ve Şâfiîler bu hususta görüş birliği et­mişlerdir. Mâlİkîlerle Hanefîler buna muhalefet ederek aykırı görüş be­yânında bulunmuşlardır.

 

Hanefiler dediler ki: İşaret parmaklarını ezan okurken kulak de­liklerine koymak mendubtur, fakat kamette mendub değildir. Bunu, ezan okurken yapmak güzel bir davranıştır. Terk edilmesi mekruh değildir.

Malikiler dediler ki: Sesi halka iyi duyurabilmek için, ikâmet getirirken değil de, ezan okurken parmakları kulak deliklerine koymak caizdir. Sünnet değildir.

 

Kaza namazlarını kılarken, bunların ilki için ezan okumak sünnet­tir. İkâmette ise böyle olmayıp hepsi için ayrı ayrı yapılması sünnettir. Mâlikîler dışındaki üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Kâza namazları için ezan okumak mutlak surette mekruhtur. İkâmetse bu hükme tâbi olmayıp her kaza namazı için getirilmesi namaz kılan kişiden istenir.

 

Ayrıca ikâmet, hem erkeklerden hem kadınlardan istenen bir hu­sustur. Ezan ise böyle değildir. Üç mezheb İmamına göre kadından ezan okuması istenmez. Hanbelîler buna muhaliftirler.

 

Hanbeliler dediler ki: Kadının ikâmet etmesi de kendisinden is­tenmez. Ezan okuması mekruh olduğu gibi ikâmet etmesi de mekruhtur.

 

Ayrıca ikâmette ezan lâfızlarına ek olarak “hayye ale'l-felâh” dedikten sonra “kad kameti's-salâh” cümlesi de okunur.[313]

 

Ezan Ve İkametin Arasına Fasıla Koymak

 

Ezan okuduktan sonra müezzinin, namaz kılacak olan kimselerin mescide gelmelerine kadar oturması sünnettir. Ancak bunu yapmakla da fazîiet vaktinin dışına çıkmaması gerekir. Yalnız akşam ezanından sonra hiç oturmaması gerekir. Sair zamanlarda ezanla ikâmet arasına, üç âyet okuyacak kadar az bir fasıla koyması sünnettir. Şâfiîlerle Hanefîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîlerin buna iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Malikiler dediler ki: Başkasını beklemekte olan bir cemaatin, farz öncesi nafileleri kıldıktan sonra, farz namazı vaktin evvelinde kılmaları daha faziletlidir. Ancak öğle namazı bundan müstesna olup onu, vaktin ilk dörtte birinin sonuna ertelemek daha faziletlidir. Havalar şiddetli de­recede sıcak olduğu zamanlarda, öğle namazını vaktin yansına dek ertelemek mendub olur. Başkasını beklemeyen cemaatin veya yalnız başına na­maz kılan kişinin, namazını farzdan önceki nafilelerden sonra, mutlak olarak vaktin evvelinde kılmaları daha faziletlidir.

Hanbeliler dediler ki: Müezzinin, ezanla ikâmet arasında otura­rak, def-i hacetteki birinin ihtiyâcını göreceği veya abdest almakta olan bir kişinin abdestini alıp iki rek'at namaz kılacağı kadar bir süre bekle­mesi sünnettir. Yalnız, akşam namazı bundan istisna edilmiştir. Müezzi­nin akşam ezanını okuduktan sonra, örfe göre çok az bir miktarda otur­ması sünnettir.[314]

 

Ezan Ve Benzeri Şeyler İçin Ücret Almak

 

Müezzinlik, İmamlık ve müderrislik gibi işlerden ötürü ücret almak, Hanefîlerle Şâfiîlere göre caizdir. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüşe muhâliftirler.

 

Malikiler dediler ki: Ezan ve ikâmet için ücret almak caizdir. İmamlık için ücret almaya gelince, bu görev eğer ezan ve ikâmetle birlik­te yapılırsa ücret alınması caiz olur. Yalnız İmamlık için ücret almak, eğer alınan ücret namaz kılanlardan tahsil ediliyorsa mekruhtur. Ama vakıf veya devlet hazinesinden ödeniyorsa mekruh değildir.[315]

 

Yeni Doğan Çocuğun Kulağına Ezan Okumak

 

Yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet oku­mak mendubtur. Aynı şekilde yangın ve savaş esnasında ezan oku­mak, misafirin, yani sefere çıkanın ardı sıra ve bir de kederli kimseler­le sar'alı kimselerin kulağına ezan okumak mendubtur.[316]

 

Ezandan Sonra Salat Okumak Geceleri Ezandan Önce Tesbihte Bulunmak

 

Ezandan sonra ist$o müezzinin ister başkalarının Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât okumalarının meşru olduğu hususunda mezhebler ara­sında görüş birliği mevcuddur. Müslim, bununla ilgili olarak şöyle bir hadîs-i şerîf rivayet etmektedir:

“Müezzinin sesini duyduğunuzda onun dediklerinin aynısını deyin. Sonra da bana salât okuyun.” [317]

Burada, “... Sonra da bana salât okuyun” sözü genel bir emir olduğundan, hem müezzini hem de başkalarını muhatab almaktadır. Ayrıca okunacak salâtın sessizce olacağı da hadîste kesinlikle belirtil­memiştir. Müezzin, insanlara bu hadîsteki emri hatırlatmak için ezan­dan sonra yüksek sesle satât okursa, güzel bir davranışta bulunmuş olur. Yalnız bu salâtlar okunurken ibâdet maksadı bir tarafa bırakılarak tegannîde bulunmak, ibâdet havasının dışına çıkarak şarkı gibi oku­mak, terk edilmesi gerekli en kötü bid'atlerden biridir. Nitekim zamanımızda bazı müezzinler böyle yapmaktadırlar. Şâfiîlerle Hanbelîler ezan­dan sonra, hadîsteki anlamıyla salât okumanın sünnet olduğunu açık­ça ifade etmişlerdir.

Geceleri ezandan önce tesbih ve istimdat duaları okumaya gelin­ce, bu caiz değildir. Zîrâ bunu okumakla, uyumakta olan kimselere eziyette bulunulmuş olur ki, Allah bunu onlara teklif etmemiştir. Bazıla­rı da bunları okumakia, kişilerin ibâdet için uyarılmaları sözkonusu ol­duğundan caiz olduğunu söylemektedirler. Bu uyarı, şer'î rükünler için yapılmazsa, ne sünnet ve ne de mendub olur. Ama ibâdet için uyarma kasdıyla yapılırsa meşru olur. Yalnız bunu yaparken şer'î bir zarara yol açmamak gerekir. Eğer böyle bir durum varsa, terk edilmesi daha uygun olur. Ancak bundan maksat, Ramazanda halkı uyarmaksa, -ki bunda onlar için fayda vardır- terk edilmemesi gerekir.

 

Hanbeliler dediler ki: Gönüllü olarak görev yapacak biri bulu­nursa, ezan ve ikâmet için ücret almak haramdır. Gönüllüler bulunmazsa yönetici, bu görevleri yapanlara, müslümanların bu hizmetlere ihtiyaçları olduğu gerekçesiyle maaş bağlar.[318]

 

Nafile Namaz Bahisleri

 

Mükellefin, farz namazlardan fazla olarak kesin bir emre dayan­maksızın kılması istenen namazlara nafile namazlar denir. Bunlar, ya farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnetler gibi farz namazlara bağlı olurlar, ya da güneş ve ay tutulmaları esnasında kılı­nan namazlar, teravih ve yağmur namazı (istiskâ namazı) gibi farz na­mazlara bağlı olmazlar.

Farz namazlara bağlı olanlar; sünnet, mendub, rağîbe ve mezheb-lere göre aşağıda açıklanan diğer bazı çeşitlere ayrılırlar).

 

Hanbeliler dediler ki: Farz namazlara bağlı nafile namazlar, ratîbe olan ve olmayan şeklinde iki kısma ayrılır.

Ratîbeler on rek'attir: Öğleden önce ve sonra ikişer rek'at, akşarn namazından sonra iki rek'at, yatsı namazından sonra iki rek'at ve sabah namazından önce iki rek'at. Abdullah İbn Ömer (r.a.):

“Peygamber (s.a.s.)'den on rek'at hıfzettim.”[319] dedikten sonra bu namazları teker teker açıklamıştır. Bu namazlar, “müekked sünnet”tirler. Bunları kılamayanlar, bilâhare kaza etmelidirler. Ancak kazaya, fazla miktardaki farzlarla birlikte kalmışlar­sa, sıkıntı ve zorluğu giderme açısından terkedilmeleri daha uygun olur. Yalnız, her ne kadar fazla miktardaki farzlarla birlikte kazaya kalmış olsa bile, sabah namazının sünneti, bundan müstesna olup mutlak surette kaza edilmelidir. Farzdan önceki sünnetleri farzdan sonra kılan kimse, bunları icaza olarak kılmış olur. Vakit çıkmamış olsa bile kaza sayılır.

Ratîbe olmayan nafile namazlarsa yirmi rek'attir: Öğle namazından önce ve sonra dörder rek'at, ikindi namazından önce dört rek'at, akşam namazından sonra dört rek'at, yatsı namazından sonra dört rek'at.

Akşamın ezâmyla namazı arasında iki rek*at namaz kılmak da mu­bahtır.  Bu meyânda Enes (r.a.) der ki:

“Rasûlullah (s.a.s.)'in zamanında bizler, güneşin batmasından sonra iki rek'at namaz kılardık.” Enes (r.a.) a, Peygamber Efendimizin bu na­mazı kılıp kılmadığı sorulduğunda şöyle demişti:

“Peygamber (s.a.s.), bi­zim kıldığımızı görürdü. Bu hususta bize ne bir emir vermiş, ne de bizi bundan men etmişti.” [320]

Vitir namazını kılıp oturduktan sonra iki rek'at namaz kılmak mu­bahtır. En faziletlisi ise ratîbe namazlarla vitri kılmaktır. Yine, cemaatle kılınması gerekli olmayan nafileleri, kişinin kendi evinde kılması daha faziletlidir. Farzlarla sünnetlerin arasına, kıyamda durarak veya konuşa­rak bir fasıla koymak sünnettir. Cuma namazından sonra en azından iki rek'at, en fazla da altı rek'at ratîbe namazı kılınmalıdır. Cumadan önce dört rek'at nafile namaz kılmak sünnettir. Ki bu ratîbe değildir. Zîrâ Cumanın farzından önce ratîbe yoktur.

Hanefiler dediler ki: Farzlara bağlı nafile namazlar sünnet ve mendub olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sünnet olanlar beş tanedir:

Birincisi: Sabah namazından önce iki rek'at. Bu, en kuvvetli bir sün­nettir. Dolayısıyla özürsüz olarak bunu oturmuş veya bir bineğe binmiş olarak kılmak caiz değildir. Bunun vakti, sabah namazının vaktiyle bera­berdir. Sabah namazının vakti çıktıktan sonra bu sünnet, ancak farzla beraber kılındığı takdirde kaza edilebilir. Meselâ bir kişi uyuyakahr da gün doğarsa, sabah namazım kaza ederken önce bu sünneti kaza eder. Sonra da farzı kaza eder. Bu sünnetin kaza edilme vakti, aynı günün zeval vaktine kadar devam eder. Zevalden sonra kaza edilmesi caiz ol­maz. Bir kişi sabah namazının farzım kıldıktan sonra, ister gün doğmuş olsun, ister doğmamış olsun artık bu sünneti kaza edemez. Sabahın bu sünnetini vaktin başlangıcında kişinin kendi evinde kılması sünnettir. Bu­nun birinci rek'atinde Kâfinin, ikincisindeyse İhlâs sûrelerini okumak sün­nettir. Bir kişi cemaate gelir de bu sünnetleri kılmadan önce cemaatin farzı kılmakta olduğunu göjürse; eğer sünneti kıldıktan sonra farza ulaşabileceğine kanaat getirirse sünneti kılıp ondan sonra İmama tâbi olur. Aksi takdirde sünneti kılmayarak cemaatle birlikte farza başlar. Farzı kıl­dıktan sonra, daha önce de söylediğimiz gibi, sünnetleri kaza edemez. Sabah namazının farzına başlandıktan sonra cemaate gelen kişinin, bu namazın sünnetinden başka bir nafileyi kılması caiz olmaz.

İkincisi: Öğle namazının farzından önce kılınan dört rek'atlik ve tek selâmla kılınan sünnet. Bu, sabahın sünnetinden sonra gelen en kuvvetli bir sünnet namazdır.

Üçüncüsü: Öğlenin farzından sonraki iki rek'at. Bu sünnet, Cuma günü dışındaki bütün günlerde kılınır. Cuma günü ise, Cumanın farzın­dan sonra dört rek'at kılmak sünnet olduğu gibi, Cumanın farzından ön­ce de dört rek'at kılmak sünnettir.

Dördüncüsü: Akşam namazının farzından sonra iki rek'at.

Beşincisi: Yatsı namazından sonra iki rek'at.

Mendub namazlara gelince bunlar dört tanedirler;

Birincisi: İkindi namazından önce kılman dört rek'at. Dileyen, bunu iki rek'at olarak da kılabilir.

İkincisi: Akşam namazından sonra altı rek'at.

Üçüncüsü: Yatsı namazının farzından önce dört rek'at. Buna ilişkin olarak Hz. Aişe (r.a.), şöyle bir rivayette bulunmuştur:

“Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, yatsı namazından önce dört, yatsı­dan sonra da dört rek'at (nafile) kılar, bilâhare yatağına uzanırdı.” [321]

Namaz kılan kişi, bunların dışında dilediği kadar nafile namaz kıla­bilir. Ayrıca, gündüzleri kılınan nafile namazların her dört rek'atinde bir selâm vermek sünnettir. Yalnız, bu namazları mekruh vakitlerde kılma­mak gerekir. Gündüzleri kılınan nafile namazların her iki rek'atinde bir selâm verildiği takdirde, sünnet yerini bulmaz.

Akşam namazına gelince, bunun için kılman nafile namazların tü­münü tek selâmla kılmak mümkün olduğu gibi, her iki rek'atinde bir selâm vererek kılmak da mümkündür. Yatsı namazından önceki nafile ile yatsı namazından sonraki nafileler dörder rek'attirler. Farz namazla, farzdan sonra kılınan nafileler arasında şu duayı okumak sünnettir:

“Allah'ım sen selâmsın. Bütün noksanlıklardan münezzehsin. Dünya ve âhiret selâmeti de senin yardımınla elde edilebilir. Sen kutlusun. Ey celâl ve ikram ile muttasıf rabbim.”

Bu duayı veya bu konuda rivayet edilen başka bir duayı okumak da sünnet olur.

Şafiiler dediler ki: Farzlara bağlı nafileler, müekked olan ve müekked olmayan şeklinde iki kısma ayrılırlar. Müekked olanlar şunlardır; Sabahın ilk rek'atlık sünneti. Bunun vakti, sabah namazının vakti­dir. Yani, fecr-i sâdığın doğuşundan güneşin doğuşuna kadardır. Bunları, vaktin çıkmasından veya cemaatin kaçırılmasından korkulmadığı takdirde farzdan önce kılmak sünnettir. Şayet anılan durumların vukuundan korkulursa, önce farz sonra bu iki rek'atlik sünnet kılınır. Ki bunda hiçbir mekruhluk yoktur. Eğer sabahı kılmadan gün doğarsa bunları kaza et­mek gerekir. Bu sünnetin birinci rek'atinde Fâtİha'dan sonra Bakara sû­resinin  cümlesiyle başlayıp  cümlesiyle sona eren, 136. âyetini okumak; ikinci rek'atinde ise Âl-i İmrân sûresinin cümlesiyle başlayıp  cümlesiy­le sona eren, 64, âyetini okumak sünnettir. Bu iki rek'atlik sünnetle saba­hın farzı arasına, uzanarak veya başka tarafa yönelerek veyahut da dün­yevî olmayan konuşmaları yaparak fasıla koymak da sünnettir.

Öğlenin farzından veya Cuma namazından önce kılınan iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir. Öğlenin farzından ve Cumadan son­ra kılınan iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir. Öğle namazı­nı kılmayan kişinin, Cumadan sonra iki rek'at namaz kılması sünnettir. Aksi takdirde öğle sünnetini bunun yerine kılmak, sünnet yerine geçmez. Akşam namazından sonra kılınan iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir. Bunun birinci rek'atinde Fâtiha'dan sonra Kâfirûn, ikin­cisinde ise îhlâs suresini okumak sünnettir. Yatsı farzından sonra kılınan iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir.

Anılan bu namazlara ratîbe namazları denir. Bunların farzdan önce kılınanlarına farz öncesi ratibeler, farzdan sonra kılınanlarına da farz son­rası ratibeler denir.

Vitir de müekked sünnetlerdendir. En azı bir rek'attir. Kemâl noktasına ermesinin en alt derecesi üç rek'at, en üst derecesi ise onbir rek'attir. En faziletlisi, bu namazın her iki rek'atinde bir selâm vermektir. Vitrin vakti, yatsı namazından hemen sonra başlar. Yatsı namazı, cem-i takdim şeklinde, akşam namazıyla birlikte kılınsa bile vitrin vakti, yatsı namazı­nın hemen ardı sıra başlar. Vakti, fecr-i sâdığın doğuşuna kadar sürer. Bu vakte kadar kılmmadığı takdirde kazaya kalmış olur.

Müekked olmayan nafilelere gelince, bunlar oniki rek'attir. Önce say­dığımız nafilelerden ayrı olarak; öğleden önce iki rek'at, öğleden sonra iki rek'at... Bunlar, ratîbe olmakla beraber müekked sünnet değildirler. Bu hususta Cuma namazı da öğle gibidir. İkindi namazından önce dört rek'at. Akşam namazından önce iki rek'at. Bunların hafif olarak kılın­maları ve müezzinin ezanına karşılık verdikten sonra kılınmaları sünnet­tir.  Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Her iki ezan arasında namaz vardır.” [322]

Buradaki iki ezandan maksat; birincisi vaktin ezanı, diğeri de ikâ­mettir. Yatsı namazından önce iki rek'at olarak kılınan namaz da bu cümledendir.

Malikiler dediler ki: Farzlara bağlı nafile namazlar, ratîbe olan ve olmayan şeklinde iki kısma ayrılırlar.

Ratibeler şunlardır:

1. Öğle vaktinin girmesinden sonra ve farzdan önce kılınan nafile.

2. Öğlenin farzirfdan sonra kılınan nafile.

3. İkindi vaktinin girmesinden sonra ve farzdan önce kılınan nafi­le.

4. Akşam namazından sonra kılınan nafile.

Bunların kaçar rek'at olarak kılınacakları belirtilmiş değildir. Ama en faziletlisi, bu nafilelerin sevabına ilişkin olarak rivayet edilen hadîs-i şerîfe uymaktır. Şöyle ki: Öğle namazından önce dört, öğle namazından sonra dört, ikindi namazından önce dört ve akşam namazından sonra altı rek'at kılmak mendubtur. Bu nafile namazlar, müekked olarak mendubturlar. Akşam namazına gelince, vaktin darlığından ötürü bu namaz­dan önce nafile kılmak mekruhtur. Yatsı namazından önce nafile kılmak­la ilgili sarih bir nass mevcûd değildir. Gerçi Peygamber Efendimizin, yukarıda geçen “Her iki ezan arasında namaz vardır” hadîsine göre ha­reket edersek, yatsı farzından Önce de nafile namaz kılmak müstehab ola­caktır. Daha önce de izah ettiğimiz gibi bu hadîste geçen iki ezandan maksat; biri vaktin ezam, diğeri de ikâmettir.

Ratîbe olmayan namazlara gelince: Bunları şöylece sıralayabiliriz:

1. Sabah namazının yamsıra iki rek'at. Bu namaza rağîbe adı veri­lir. Rağîbe, müstehabtan üst, müekked sünnettense derece bakımından geri olan namazdır. Vakti, fecr-i sâdığın doğmasından başlayıp güneşin doğuşuna kadar devam eder. Bundan sonraya kaldığı takdirde kaza olur. Ki kazası da güneşin zevale ermesine kadar yapılabilir. Güneş zevale er­dikten sonra kaza edilemez. Bu namazın mahalli de sabah namazıdır. Sabahm farzının kılınmasından sonra bu namazı kılmak, nafile namazları kılmanın helâl olacağı vakte dek mekruh olur. Nafile namazları kılmanın helâl olduğu vakit ise; güneşin doğduktan sonra arap mızrağıyla bir mız­rak boyu kadar yükseldiği zamandır. Arap mızrağı, orta ölçüdeki karışla oniki karış uzunluğundadır. Nafile namazları kılmanın helâl olduğu vakit geldiğinde, kazaya kalmış olan bu namaz kılınabilir. Sabah namazı kılınmayıp da güneş doğarsa, bundan sonra kişi, kaza olarak önce sabah na­mazını kılar. Mûtemed olan görüş budur. Sabahın iki rek'atinde sadece Fatiha okuyup zamm-ı sûreyi eklememek mendubtur. (Tabiî bu hüküm, sabahın sünneti için sözkonusudur.)

2. Ratîbe olmayan sünnetlerden biri de “şef'” namazıdır. Bunun en azı iki rek'attir. Fazlasının sınırı yoktur. Bu namaz, yatsıdan sonra ve vitirden önce kılınır ki mendubtur.

3. Vitir namazı da ratîbe olmayan namazlardandır. Bu, iki rek'atlik tavaf namazından sonra en kuvvetli müekked sünnetlerden biridir. Bunun vakti, edâ edilmiş yatsı namazından sonra başlayıp sabah namazı­nın tamamlanmasına kadar devam eder. Bu, ihtiyarî olan vaktidir. Zarurî vaktine gelince, bu da fecrin doğuşundan başlayıp sabah namazının ta­mamlanmasına kadar devam eder. Vitir namazını özürsüz olarak zarurî vakte ertelemek mekruhtur. Sabah namazını kılmakta olan bir kimsenin, vitri kılmadığını hatırlaması hâlinde, vitri kılmak için namazı kesmesi mendub olur. Ancak İmam olarak namaz kıldıran kişinin, sabah namazının vaktinin çıkmamasından emin olması hâlinde namazı kesmesi caiz olur. Şef namazının birinci rek'atinde A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde ise Kâfirûn sûresini okumak mendubtur. Vitir namazında ise Muavvizeteyn ve İhlâs sûrelerini okumak mendubtur. Nâfîle namazların her iki rek'atinde selâm vermek sünnettir. Çünkü Peygamber Efendimiz:

“Gece namazları ikişer ikişerdir.”[323]   buyurmuştur.

Gündüzleri kılman nafile namazlarını, geceleri kılman nafile namaz­larının hükmüne tâbi kılmak, yani onları da ikişerli kılmak sünnettir. Çünkü gece kılınanla gündüz kılınan nafileler arasında herhangi bir fark yoktur.[324]

 

 

Namazdan Sonra Yapılacak Zikirler Ve Namazın Tamamlanması

 

Dinimiz, farz namazların kılınmasından sonra bazı özel duaların okunmasını da emretmiştir. Meselâ beş vakit namazın sonunda otuzüç kez “sübhânallah”, otuzüç kez “elhamdülillah”, otuzüç kez de “Allahü ekber” demek sünnettir. Az sonra anlatılacağı gibi, bunun yanısıra diğer bazı zikirleri de yerine getirmek sünnettir. Yalnız bu duaların ve zikirlerin, farzı tamamlar tamamlamaz mı, yoksa farz sonrası sünnetleri kıldıktan sonra mı okunması, örneğin öğlenin farzını kıldıktan hemen sonra mı zikrin yapılacağı, yoksa farzdan sonraki sünnet kılındıktan sonra mı yapılacağı konusunda mezhebler ayrı görüşler ileri sürmüş­lerdir. Bunlar aşağıda açıklanmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Farz namazla sünnet arasına fasıla koy­mak, tenzîhen mekruhtur. Ancak; “Allahümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'1-celâli ve'l-ikrâm” duasını okuyacak kadar bir fasılanın konulmasında sakınca yoktur. Namazdan sonraki zikirlerle ilgili olarak rivayet edilen hadîsler, bu fasıla hususuna ters düşmezler. Çünkü sünnetler, farz namazın eklentisidirler ve farz namazdan ayrı şeyler değil­dirler. Şu halde sünnetleri müteakiben üç defa “estağfirullah” dedikten sonra Âyet'el-Kürsî ve Muavvizeteyn sûrelerini okumak, bundan sonra da otuzüçer defa “sübhânallah”, “elhamdülillah**, “Allahü ekber” de­mek ve sonunda da,

“Allah'tan başka ibâdete lâyık bir tanrı yoktur. O'nun ortağı yok­tur. Mülk O'nundur. Övgüler O'nadır. O'nun gücü her şeye yeter*' dua­sını okumak müstehab olur. Bundan sonra da şu duayı okumak gerekir:

“Allah'ım senin verdiğine kimse mâni olamaz. Senin mâni olduğun şeyi de kimse veremez. Büyüklük sahibi olanlar fayda veremezler. Büyük­lük sadece sendedir.”

Bu duadan sonra:

“Senin Rabbin izzet ve onur sahibidir. Rabbin, onların niteledikleri (uygunsuz sıfatlardan) münezzehtir” [325]âyetini okuyarak namaza son verirler.

Malikiler dediler ki: Farz namazlardan sonra kılman ratîbe na­mazların, farzdan sonraki zikirleri yaptıktan sonra kılınmaları daha fazi­letlidir. Yani, farzdan sonra Âyete'l-Kürsî ve İhlâs sûrelerini okuyup otuz­üçer defa “sübhânallah”, “elhamdülillah”, “Allahü ekber” dedikten sonra, “Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr” duasını okumalıdır. Sünnet namazını bun­lardan sonra kılmak daha faziletli olur.

Şafiiler dediler ki: Farz namazla sünnet namaz arasına, bahse konu zikirleri yaparak fasıla koymak sünnettir. Bunun için de farz nama­zından sonra üç kez “estağfurullah” demeli ve bunun peşi sıra da, “Alla hümme ente's-selâmü ve minke's-selâm.tebârekteyâ ze'1-celâli ve'1-ikrâm” demeli, sonra otuzüçer defa-

”sübhânallah”, “elhamdülillah” ve “Allahü ekber” diye tesbih çekmeli, en sonunda da şu duayı okumalıdır:

Hanbeliler dediler ki: Farz namazdan sonraki sünnetleri kılma­dan bu zikirleri yapmak gerekir. Bunun için de, farzı edâ ettikten sonra üç defa “estağfirullah” demeli, bunun peşinden de şu duayı okumalıdır:

Bu duayı okuduktan sonra otuzüçer defa “sübhânallah”, “elhamdülillah” ve “Allahü ekber” diyerek tesbih çekmelidir. En fazilet­lisi, bu üç tesbihi bir arada söyleyerek otuzüçer defa yapmaktır. Örneğin otuzüç defa ve bir arada olarak, “sübhânallah, elhamdülillah, Allahü ekber” diyerek tesbih çekmeli ve bu şekilde tesbihatı tamamladıktan son­ra da şunları söyleyerek tesbihlerin sayısı toplam olarak yüze vardırılmalıdır: “Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerike leh. Lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külü şey'in kadir.”[326]

 

Nafilenin  Cemaatle Farz Namaz Kılınan Yerde Kılınması

 

Bir kimse, farzını cemaatle edâ ettikten sonra nafile namaz kılmak dilerse, bu namazı cemaatle birlikte farzı kıldığı yerde mi kılmalı, yoksa oradan ayrılıp başka yerde mi kılmalıdır? Mezheblerin buna ilişkin de­taylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bir kimse farz namazı İmam olarak kal­dırmışsa, onun nafile namaz kılmak için kendi yerinden başka yere geç­mesi mekruhtur. İmama uyarak farz namazı kıldıktan sonra nafile kıla­cak olan kimseye gelince, olduğu yerde kılabileceği gibi, başka tarafa geçerek de kılabilir. Kubunda kerahet sözkonusu değildir. Ama bu kişinin eski yerinden başka tarafa geçerek nafile kılması daha güzeldir.

Şafiiler dediler ki: Farz namazı kılan kişinin, namazını tamamla­dıktan sonra, nafile kılmak için başka yere geçmesi sünnettir. Ancak ka­labalık ve benzeri nedenlerden ötürü başka tarafa geçmesi zor olursa, “farz namazını sona erdirdim” demek gibi, namaz amelleri dışında bir söz söyleyerek farzdan ayrıldığını ifade etmesi ve bundan sonra kılmak istediği nafile namaza başlaması sünnet olur.

Malikiler dediler ki: Bir kimsenin kıldığı nafile namaz, ratîbelerden ise -ki bunlar, farzlardan sonra kılınması istenen sünnetlerdir-, en faziletlisi, mescidde kılmasıdır. İster farzı kıldığı yerde kılsın, isterse baş­ka tarafa geçerek kılsın fark etmez. Kıldığı nafile namaz, kuşluk namazı gibi ratîbe olmayanlar dansa, en faziletlisi evinde kılmasıdır. Yalnız, Pey­gamber (s.a.s.) Efendimizin mescidinde kılınanlar bundan müstesnadır. Medine'deki bir kişinin nafile namazını, Peygamber Efendimizin kıldığı yerde kılması mendubtur. Peygamber Efendimiz namazım, mihrabın ön tarafında ve minberin yambaşına gelecek şekilde mescidin ortasında kılar­dı.

Hanbeliler dediler ki: Ratîbe olan ve olmayan sünnet namazla­rın her halükârda evde kılınmaları daha faziletli olur. Yalnız, cemaatle kılınması gerekli nafile namazlar bu hükme tâbi değildirler. Bunları mes­cidde kılan kişi, farzı kıldığı yerde kılabileceği gibi, başka tarafa geçerek de kılabilir. Şâfiîler, nafile namazların evde kılınmasının daha faziletli olacağı hususunda Hanbelîlerle görüş birliği etmişlerdir.[327]

 

Kuşluk Namazı

 

Kuşluk namazı üç mezheb İmamına göre sünnettir. Mâlikîler ise bu görüşe muhaliftirler.

 

Malikiler dediler ki: Kuşluk namazı, sünnet olmayıp müekked mendubtur.

 

Kuşluk namazının vakti, güneşin bir mız­rak boyu yükselmesi anından başlayıp zevale ulaşmasına kadar de­vam eder. Bunun için faziletli vakit, gündüzün dörtte birinin geçmesin­den sonraki vakittir. Mâlikîler bu görüşe de muhaliftirler.

 

Malikiler dediler ki: En faziletlisi, gün doğuşunu müteakip, ikin­diyle gün batımı arasındaki zaman kadar bir vaktin geçmesinden sonra kuşluk namazı kılınmalıdır.

 

Bu na­mazın en azı iki rek'at, en çoğu ise sekiz rek'attir. Bir kişi kuşluk na­mazı niyetiyle kasıtlı olarak ve bile bile bundan fazla kılarsa, sekiz rek'atten fazlası namaz olarak gerçekleşmez. Ama unutarak veya bilmeyerek sekiz rek'atten fazla kılarsa, bu fazla rek'atler Şafiî ve Hanbelîlere göre mutlak olarak nafile yerine geçer. Mâlikî ve Hanefîlerin buna iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Kuşluk namazının en çoğu altı rek'attir. Bir kimse bundan fazlasını kıldığı takdirde, bunların hepsini tek selâmla kılmaya niyet etmişse; kuşluk niyetiyle kıldığı namaz, kuşluk yerine ge­çer. Fazlası da mutlak olarak nafile yerine geçer. Ancak gündüzleri kılı­nan nafile namazların dört rek'atinden fazlasını tek selâmla kılmak mek­ruhtur. Altı rek'atten fazla kılmaya gelince; bunlar ikişerli rek'atler hâ­linde kılınırlarsa, fazlalıklar mutlak olarak mekruh olmazlar.

Malikiler dediler ki: Kuşluk namazı sekiz rek'atten fazla kılınırsa sahîh olur. Doğrusu da, bu fazla kılışın mekruh olmadığıdır.

 

Bu namazı vakti çıktıktan sonra ka­za etmek, Şâfii ve Hanbelîlere göre sünnettir. Mâlikîlerle Hanefîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Maliki ve Hanbeliler dediler ki: Sabahın iki rek'ati dışında­ki bütün nafileler, vakitleri geçtikten sonra kaza edilmezler. Sabahın iki rek'atlik sünneti, aynı günün zeval vaktine kadar kaza edilebilir.[328]

 

Tahiyyet'ül-Mescid Namazı

 

Namaz kılacak bir kişinin mescide girdiğinde tahiyyeî'ül-mescid ni­yetiyle iki rek'at namaz kılması sünnettir. Dilerse bu niyetle iki rek'at­ten fazla da kılabilir. Şâfiîlerle Hanbelîler bunda müttefiktirler. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri ise aşağıda açıklanmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Tahiyyet'ül-mescid namazı iki veya dört rek'attir. Dört rek'at olarak kılınması, iki rek'at olarak kılınmasına niş-betle daha faziletlidir. Tahiyyet'ül-mescid niyetiyle bundan fazla kılınmaz.

Malikiler dediler ki: Tahiyyet'ül-mescid namazı iki rek'attir. Bu­na hiçbir fazlalık yapılamaz. Kuvvetli görüşe göre bu, müekked bir mendubtur. Bazıları ise bu namazın sünnet olduğunu söylerler.

 

Tahiyyet'ül-mescid namazının şartlarına gelince, bunları şöylece sı­ralayabiliriz:

1. Bir kimsenin nafile namaz kılmanın mekruh olmadığı vakitler­de mescide girmesi. Meselâ güneşin doğuşu esnasında veya ikindi namazından sonra mescide giren kişi, tahiyyet'ül-mescid namazını kıl­maz. Ayrıca mescide giren kişinin, mescidde beklemesi de bu namaz açısından şart değildir. Meselâ mescidden geçerek başka bir tarafa gitmek isteyen kişinin de, Mâlikîler dışındaki üç mezheb İmamına göre bu namazı kılması gerekir.

 

Malikiler dediler ki: Mescide oturmak kasdıyla girenden başka­sından tahiyyet'ül-mescid namazı kılması istenmez. Mescidden geçmek kas­dıyla içeriye giren kişiden de bu namazı kılması istenmez.

 

2. Mescide girerken abdestli olmak. Mescide abdestsız olarak niren kişi  Şâfiîler dışındaki üç mezheb İmamına göre bu namazla muhatab değildir.

 

Şafiiler dediler ki: Abdestsiz olarak mescide giren kimseden, ya­kın zamanda temizlenme imkânına sahipse tahiyyet'ül-mescidi kılması is­tenir. Aksi takdirde kılması istenmez.

 

3. Mescide girişin, cemaatle namaz kılındığı bir zamana rastla­maması gerekir. Mescide giren bir kişi, İmamın cemaate namaz kıldır­dığını gördüğünde Mâlikîler dışındaki üç mezheb İmamına göre bu na­mazı kılmaz.

 

Malikiler dediler ki: Bir kimsenin mescide girmesi, görevli İmamın namaza durması esnasına rastlarsa, bu durumda kendisinden tahiyyet'ül-mescid namazı kılması istenmez. Ama içeriye girmesi, görevli olmayan bir İmamın namaz kıldırması ânına rastlarsa, tahiyyet'ül-mescidi kılması caiz olur.

 

4. Cuma veya bayram günleri, hatibin hutbe okumak için min­bere çıkmasından sonra mescide giren kişi, Mâlikî ve Hanefîlere göre bu namazı kılmaz. Şafiî ve Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Şafi ve Hanbeliler dediler ki: Kişi mescide girdiğinde İmam minbere çıkmışsa bu durumda oturmadan önce iki hafif rek'atle tahiyyet'ül-mescid namazını kılması sünnet olur. Bundan fazlasını yapmamalıdır. Kılmaksızın oturursa, kalkıp da tahiyyet'ül-mescid namazını kılması gerek­mez.

 

Mescid-i Haram, tahiyyet'ül-mescid namazı açısından diğer bazı mescidlerden ayrılmaktadır. Bu mescidde sözkonusu namazı kılmak, mezheblere göre bazı özel hükümlere tâbidir.

 

Malikiler dediler ki: Mescid-i Harâm'a giren kişi, mendub ola­rak tavaf etme isteğinde veya kasdında ise tavaf etmesi tahiyye yerine geçer. Ama, söz gelimi Kabe'yi seyretmek için içeriye giren kişinin tavaf etme niyeti ve isteği yoksa ve aynı zamanda Mekke'li ise, iki rek'at tahiy­ye namazım kılar. Mekke'li değilse tavaf etmesi, tahiyye yerine geçer.

Hanefiler dediler ki: Gerçek şu ki; Mescid-i Haram için iki rek'­at namaz kılmak, tahiyyet'ül-mesciddir. Ama tavaf niyeti ve kasdıyla Mescid-i Harâm'a giren kişi önce tavaf eder, ondan sonra da iki rek'atlik tavaf namazını kılar. Böylece tahiyyet'ül-mescid namazı da kılınmış sayı­lır.

Hanbeliler dediler ki: Mescid-i Harâm'ın tahiyyesi, tavaftır. Ta­vafı kasdetmeyen kişi dahi bunu yerine getirme emrine muhâtabtır.

Şafiiler dediler ki: Mescid-i Harâm'a giren kişi, tavaf etme iste-ğindeyse kendisinden iki tahiyyede bulunması istenir: Biri Beytullah için­dir ki bu tahiyye, tavaftır. Diğeri ise tahiyyet'ül-mesciddir ki, bu da na­mazdır. Bu durumda en faziletlisi, önce tavaf yapmak, sonra iki rek'atlik tavaf namazını kılmaktır. Bunu yapmakla tahiyye namazı zımnen kılın­mış sayılır. Tavaftan sonra bu namaz dört rek'at olarak da kılınabilir. Bunların ilk iki rek'atinde tahiyye, son iki rek'atindeyse tavaf sünnetine niyet edilir. Bunun aksini yapmak sahîh olmaz. Tavaf isteği olmaksızın mescide giren kişiden, sadece namaz kılarak tahiyyede bulunması istenir.

 

Hades hâli ve benzeri nedenlerden ötürü tahiyyet'ül-mescid na­mazını kılamayan kişinin, “Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilahe illallahü vallahü ekber” zikrini dört defa okuması, üç mezheb İmamına göre mendub olur. Hanbelîler, bunun mendub olmadığını söylemişler­dir. Mescide girerken rükûlu ve secdeli herhangi bir namazı kılmak da tahiyyet'ül-mescid namazı yerine geçer. Meselâ üzerinde kaza na­mazı bulunan bir kişi, mescide girdiğinde kazasını kılmakla tahiyyet'ül-mescid namazını da kılmış sayılır. Tabiî buna niyet etmesi de şarttır. Hanefîlerle Şâfiîler derler ki: Bu durumdaki bir kimse, niyet etmese bile tahiyyet'ül-mescid sevabını kazanır. Ama tahiyye namazını kılma-maya niyet ederek kaza kılan kişi tahiyye borcundan kurtulur. Fakat sevabını elde edemez. Mescide girdikten sonra oturan kişi, tahiyyet'ül-mescid mükellefiyetinden kurtulamaz. Bu hususta Hanefîlerle Mâlikîler görüş birliği etmişler ve aynı zamanda kişinin, bu davranışıyla mekruh işlemiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şâfiîler demişlerdir ki: Kasıtlı ola­rak oturan kişiden dahi tahiyyet'ül-mescid yükümlülüğü mutlak olarak sakıt olur. Unutarak veya bilmeyerek oturan kişinin oturuşu, İki rek'at kılacak bir süreden daha uzun olursa tahiyye sakıt olur. Aksi takdirde kalkıp kılması gerekir. Hanbelîler demişlerdir ki: Oturması örfe göre uzun sürmüşse tahiyye namazı sakıt olur.[329]

 

Abdestten Sonra, Yolculuğa Çıkarken Ve Döndükten Sonra İki Rek'at Namaz Kılmak

 

Abdestten sonra, yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra iki rekat namaz kılmak mendubtur. Buna ilişkin olarak Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yolculuğa çıkmak isteyen hiç kimse, ailesi yanında kıldığı iki rek'atten daha faziletli bir halef bırakmadı.”[330]

Kâ'b İbn Mâlik demiştir ki:

“Rasûlullah (s.a.s) seferden sadece gündüzleyin kuşluk vaktinde dönerdi. Geldiğinde de önce mescide uğrayıp iki rek'at namaz kılar, sonra  da  orada  otururdu.” [331]

 

Teheccüd Ve İstihare Namazları

 

Geceleyin teheccüd namazı kılmak da mendubtur. Bunu teyid sa­dedinde Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bir koyun sağımı kadar olsa bile geceleyin namaz kılmak gerekli­dir.”[332]

Teheccüd namazı, gündüzle­yin kılınan nafilelerden daha faziletlidir. Yine bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Farzdan sonra namazların en faziletlisi, geceleyin kılınan (nafile) namazlardır.” [333]

İki rek'atlik “İstihare” namazı da mendub namazlardandır. Bunun­la ilgili olarak Câbir İbn Abdullah şöyle bir rivayette bulunmaktadır:

“Rasûlullah (s.a.s.), bize Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi, bütün işlerde istihare yapmayı öğretti. Bize derdi ki: “Sizden biri herhangi bir işe niyetlenirse, farzlardan ayrı olarak iki rek'at namaz kılsın. Sonra da şu duayı okusun: “Allah'ım! Senin ilminle hayır, kudretinle de güç istiyorum. Senin büyük fazlından taleb ediyorum. Sen güç yetirirsin; ben yetiremem. Sen bilirsin; ben bilemem. Sen gaybı pek iyi bilensin. Allah'ım! Bu iş; dinim, geçimim, sonucum (veyahutta şöyle demiştir: şimdiki hâlimle geleceğim) için hayırlı olacaksa, bunu benim için takdir et ve müyesser kıl. Sonra benim için onda bereketler nasib et. Yok eğer bu iş dinim, geçimim, sonucum (veyahutta şöyle demiştir: şimdiki hâlim ve geleceğim) için şerli olacaksa, onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Benim için her nerede olursa olsun hayrı takdîr eyle. Sonra da beni onunla hoşnud eyle.” Bu duayı okuduktan sonra da işinin ne olduğunu açıklayıp arzetsin.” [334]

 

Hacet Namazı

 

Meşru bir isteği olan kişinin, dileğinin yerine gelmesi için iki rek'at namaz kılması mendubtur. Bununla ilgili olarak Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Allah'tan veya insan oğullarından birinden dilekte bulunan ve ih­tiyâcı olan kişi, güzelce abdest alıp iki rek'at namaz kılsın. Sonra Al­lah'a hamdü senada bulunsun. Peygambere de salât getirsin. Bunun peşisıra da şu duayı okusun: “Allah'tan başka ibâdete lâyık bir ilah yoktur. O, hilm ve kerem sahibidir. Yüce arşın sahibi Allah, noksanlık­lardan münezzehtir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdü senalar ol­sun. Ey Rabbim! Senden rahmetinin sebeplerini, afv ve mağfiretinin vesilelerini, her iyilikten ganimeti, her günahtan selâmeti istiyorum. Afvetmediğin hiçbir günâhımı, genişletmediğin hiçbir sıkıntımı, rızâna uy­gun olup gideremediğim hiçbir ihtiyâcımı geriye bırakma. Ey merha­met edicilerin en merhametlisi!” [335]

 

Vitir Namazı

 

Üç mezheb İmamı, vitir namazının sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerse bunun vâcib olduğunu söylemişlerdir. Bilindiği gibi Hanefîlere göre vâcib, derece bakımından farzdan daha aşağıda­dır. Yine bunlara göre vacibi terk etmek, farzı terk etmek gibi cehennem azabını gerekli kılmaz. Ama Peygamber Efendimizin şefaatinden mah­rum kalmaya sebeb olur. Ki Peygamber (s.a.s.)'in şefaatinden mahrum kalmak da, o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş insanın şefaatini ümîd eden Mü’minler için az bir ceza değildir. Mezheblere göre vitrin hük­mü aşağıda anlatılmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Vitir vâcibtir. Sonda verilen tek selâmla üç rek'at olarak kılınır. Her rek'atinde Fâtiha'nın yanısıra bir sûre, veya­hut da bir sûre kadar âyet okunulması vâcibtir. Rasûlullah (s.a.s.)'in, vitrin birinci rek'atinde Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde Kâfırûn sûresini, üçüncü rek'atinde ise İhlâs sûresini okuduğu rivayet edilir. Üçüncü rek’atte kıraat tamamlandıktan sonra elleri kaldırıp iftitah tekbi­ri gibi tekbir almak vâcibtir. Yalnız bu tekbiri aldıktan hemen sonra “Sübhâneke” okunmayıp “Kunut” duası okunur. Kunut ise, Allah'a öv­gü ve duayı içeren sözler demektir. Ama sünnet gereği olarak, İbn Mes'ûd'un rivayet etmiş olduğu şu duayı okumak daha faziletlidir:

“Allah'ım! Senden yardım, hidâyet ve mağfiret taleb eder, sana imân eder ve sana tevekkülde bulunur, bütün hayırlarla sana övgüde bulunur, sana şükreder, nankörlük etmeyiz. Sana karşı itaatsizlik edip günah işle­yenleri terkeder ve ondan uzak dururuz. Allah'ım! Ancak sana ibâdet eder, senin için namaz kılar ve sana secde ederiz. Sana doğru koşar ve koşarken de hızlı davranırız. Rahmetini umar, azabından da korkarız. Senin büyük azabın muhakkak ki kâfirlere ulaşacaktır.”

Bu duayı okuduktan sonra Peygamber Efendimize ve aile efradına salatü selâmda bulunulur.

Vitrin vakti:

Ufuktaki şafağın kaybolmasından itibaren başlayıp fecr-i sâdığın doğ­masına kadar devam eder. Unutarak veya kasıtlı olarak vitri kılmayan kişinin, aradan uzun zaman geçse bile, kaza etmesi vâcibtir. Tertibin ge­rekliliği nedeniyle vitri yatsıdan sonraya bırakmak da vâcibtir. Vitri unu­tarak yatsıdan önce kılan kişinin, vitir namazı sahîh olur. Yine aynı şekil­de tertibe uyarak önce yatsıyı, sonra vitri kılan kişinin bilâhare, yatsı namazının fâsid olduğu anlaşılırsa, vitri sahîh olur. Yalnızca yatsı nama­zım iade etmesi gerekir. Zîrâ bu durumda mazeret bulunduğundan ötürü tertib sakıt olur. Ayakta durmaya muktedir olan kişinin vitri oturarak kılması caiz değildir. Yine vitri özürsüz olarak bir bineğin üzerinde kıl­mak da caiz değildir. Vitirde Kunut duasını okumak vâcibtir. Vitri kılan kişi İmam da olsa, tek basma da olsa veya İmama uyan biri de olsa, Kunut duasını sessizce okumalıdır. Kunut'u iyice okuyamayan kişi, Ku­nut yerine şu duâ âyetini okur:

“Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi ateşin (cehennemin) azabından koru.”[336]

Bunu da düzgün okuyamayan kişi üç defa, “Allahümmağfir lenâ” diye duada bulunur. Kunut okumayı unutarak rükûa varan ve bunu rükû esnasında hatırlayan kişi, rükûdayken Kunut okumaz ve Kunut okumak için de kıyam hâline geri dönmez. Yalnız selâmdan sonra sehiv secdesi yapar. Rükûda, Kunut okumadığım hatırlayan kişi kıyam hâline geri dö­nüp Kunut duâsını okursa ve rükûu yenilemezse, namazı bozulmaz. Ama Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûreyi ve Kunut duasını sehven okumayıp rü­kûa varan kişi, zamm-ı sûre ve Kunut okumak için rükûdan kıyama dö­ner ve rükûu da iade eder. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar.

Fatiha, zamm-ı sûre ve Kunut'u okumayı unutup da rükûa varan kişi, kıyam hâline dönerek Fatiha, zamm-ı sûre ve Kunut'u okur; rükûu da iade eder. Rükûu iade etmediği takdirde namazı yine sahîh olur. Her halükârda sehiv secdesi yapması gerekir. Vitir namazı dışındaki namaz­larda Kunut okunmaz. Ancak felâket vukuunda veya zamanın şiddetli olaylarının meydana gelmesi durumunda sabah namazında Kunut oku­mak sünnettir. Diğer vakitlerde okunmaz; mûtemed olan görüş budur. Sabah namazında Kunut okuyacak kişinin, bunu rükûdan kalktıktan son­ra okuması gerekir. Felâketli zamanlarda tek başına namaz kılan kişinin değil de, İmamın Kunut okuması sünnet olur. İmama uyarak namaz kıl­makta olan kişi ise, Kunut okumakta İmamına tâbi olur. Ancak İmam, Kunut'u yüksek sesle okuduğu takdirde ona uyanlar, “âmîn” derler. Vit­rin Ramazan ayı dışında cemaatle kılınması meşru değildir. Ramazanda cemaatle kılınması müstehabtır. Çünkü her ne kadar vâcibse de, bazı yön­lerden nafilelerin hükmüne tâbidir. Ramazan dışında vitrin cemaatle kı­lınması, eğer yalnızca bu namaz dolayısıyla toplanmak için cemaat çağrıl­mışsa mekruh olur. Ama bir-iki, veyahut da üç kişi, vitir kılan birine tâbi olurlarsa -vitrin bu durumda cemaatle kılınmasına bir çağrı sözkonusu olmadığından- mekruh olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Vitir, müekked sünnettir ve en azı bir rek'attir. Bir rek'at olarak kılınması mekruh değildir. En çoğu ise onbir rek'attir. Kemâl derecesinin en azı olan üç rek'at olarak kilmabildiği gibi beş, yedi ve dokuz rek'at olarak da kihnabilir. Onbir rek'at kılınması hâlinde, bir selâm verilip en sonunda da tek rek'at olarak kılınır. Ki en faziletlisi de budur. Ama bunun yanında bir veya iki teşehhüde oturarak tek selâmla da kılınabilir. Şöyle ki: On rek'ati kıldıktan sonra teşehhüde oturulur; sonra selâm vermeksizin onbirinci rek'ata kalkılıp bu rek'atin kılınmasından sonra teşehhüde oturulup selâm verilirse, iki teşehhüd ve bir selâmla kılınmış olur. Veyahut da onbir rek'ati teşehhüdsüz olarak kılındıktan sonra, onbirinci rek'atin sonunda teşehhüde oturulup sonra selâm verilerek de kıhnabüir. Dokuz rek'at olarak kılan kişi, sekizinci rek'atte oturup teşehhüdde bulunduktan sonra, selâm vermeksizin doku­zuncu rek'ate kalkıp bu rek'atin sonunda teşehhüde oturur ve selâm vere­rek namazını tek selâmla tamamlamış olur. Bu daha faziletlidir. Yine dokuz rek'ati tek teşehhüd ve tek selâmla kılmak da caizdir. îki rek'atte bir selâm vererek sekiz rek'ati tamamlayıp sonra dokuzuncu rek'ati tek olarak kılıp selâm vermek de caizdir. Beş veya yedi rek'at olarak kılan kişinin namazının daha fazîletli olabilmesi için, bunu tek teşehhüd ve tek selâmla kılması daha fazîletli olur. Ama bunun yanında altıncı rek'atten veya dördüncü rek'atten sonra oturup selâm vermeksizin ayağa kalkılır ve geri kalan rek'atler kılınıp da teşehhüde oturulup selâm verilirse, vitir sahîh olur. İki rek'atte bir selâm vererek kılmak da mümkündür. Vitri üç rek'at olarak kılmak isteyen kişi; iki rek'ati kıldığında, bunların birin­cisinde Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini, ikincisinde Kâfirûn sûresini oku­duktan sonra teşehhüdde bulunup selâm verir. Bundan sonra üçüncü rek'ate kalkarak Fâtiha'dan sonra îhlâs süresini ve Kunut'u okuyup rek'atini ta­mamlayarak teşehhüdde bulunduktan sonra selâm verir. En faziletlisi de budur. Üç rek'ati tek teşehhüd ve tek selâmla kılmak mümkün olduğu gibi, iki teşehhüd ve tek selâmla -tıpkı akşam namazının farzı gibi- kıl­mak da mümkündür. Son rek'atte rükûdan kalktıktan sonra Kunut oku­mak sünnettir. Ramazan ve diğer aylar arasında bir ayırım yapmaksızın, bütün sene boyunca bu şekilde kılınması gerekir. Kunut duasının en fazi­letlisi şu metindeki cümlelerdir:

“Allah'ım, senden yardım, hidâyet ve bağışlanma dileriz. Sana tevbe eder, sana imân eder, sana tevekkülde bulunur, bütün hayırlarla seni överiz. Sana şükreder ve nankörlük etmeyiz. Allah'ım! Ancak sana ibâdet eder, sana koşar ve koşarken de hızlı davranırız. Rahmetini umar, azabından korkarız. Senin büyük azabın kâfirlere ulaşıcıdır. Allah'ım! Hidâyet bu­yurduğun kimseler içinde bize de hidâyeti nasib eyle. Afiyet verdiğin kim­seler içinde bize de afiyet ihsan eyle. Kendisine dostluk gösterdiğin kimse­lerin içinde bize de dostlukta bulun. Verdiğin şeylerde bize bereket nasib et ve onları bizim için hayırlı kıl. Hükmettiğin kazaların şerrinden bizi koru. Şüphesiz ki Sen, noksanlıklardan münezzeh olup her şeye hükme­dersin. Ve sana karşı da hükmedilemez. Üstün kıldığın kimse hor ve zelîl olmaz. Alçalttığın kimse de şeref ve izzet bulamaz. Sen kutlusun. Rabbimizsin! Sen yücesin. Allah'ım! Biz, gazabından rızâna sığınırız. Cezan­dan afvma sığınırız. Seni hakkıyla övemeyiz. Sen kendini övdüğün gibi­sin.”

Bu duayı okuduktan sonra Peygamber Efendimize ve aile efradına salâtü selâmda bulunmak gerekir. Bu duadan başka rivayet edilen bir duayı Kunut olarak okumanın bir sakıncası yoktur. Kişi, İmam olarak namaz kıldırıyor veya yalnız başına namaz kılıyorsa, Kunutu yüksek sesle okuması sünnettir. İmama tâbi olarak namaz kılmakta olan kişiye gelin­ce; o, İmamın Kunut okuması esnasında “âmîn” demekle yetinir. Yine yalnız başına namaz kılan kişinin, Kunut okurken çoğul zamirlerini tekile çevirmesi gerekir. Meselâ, “ihdinâ” değil de, “ihdinî” demelidir. İmam ise, çoğul zamirlerini duadaki aslî şekliyle muhafaza ederek okur. Vitir namazım kıldıktan sonra selâm veren kişinin üç defa, “sübhâne'l-meliki'l-kuddûs” diyerek tesbihte bulunması ve sonuncusunda da sesini yükselt­mesi sünnettir. Vitir namazından başka namazlarda Kunut okumak mek­ruhtur. Meğer ki, müslümanlara veba dışında bir felâket gelmiş olsun. Devlet başkanının veya vekilinin, Cuma dışında diğer bütün farzlarda, vukû bulan felâkete uygun bir Kunut duasını halka okuması sünnettir. Veba musibeti için Kunut okunmaz. Devlet başkanı veya vekili dışında, başka birinin felâket dolayısıyla namazda Kunut okuması hâlinde bu kişi, İmam da olsa, yalnız başına kılan biri de olsa, namaz bâtıl olmaz.

Sabah namazında Kunut okuyan birine tâbi olarak namaz kılan kişi, Kunut okuyan İmamın duasını işittiği takdirde “âmîn” der. işitmediği takdirde dilediği bir duayı okuması sünnet olur. Vitir namazını kılan kişi, son rek'atin rükûuna varmadan önce Kunut duasını okuyabilir. Bu kişi tekbir alıp ellerini kaldırır. Sonra Kunutu okur. Peşisıra da rükûa varır. Ama en faziletlisi, Kunutu son rek'atin rükûundan kalktıktan sonra oku­maktır. Kunutu okurken elleri açık olarak göğsü hizasında bulundurmak ve avuç içlerini semâya çevirmek, duâ bittikten sonra da elleri yüze sür­mek sünnettir.

Vitrin vakti, yatsı namazından sonra başlayıp fecr-i sâdığın doğması­na kadar devam eder. En faziletlisi de, uykudan uyanacağına güvenen kişinin, vitri gecenin son kısmında kılmasıdır. Uykudan uyanacağına güvenemeyen kişi, vitrini uyumadan önce kılar. Vitri kazaya kalan kişinin, bunu şef’ namazıyla birlikte kılması sünnettir. Ramazanda vitrin cemaat­le kılınması da sünnettir. Ramazan dışında cemaatle kıhnmasıysa mubah­tır.

Şafiiler dediler ki: Vitir, müekked sünnettir. En azı bir rek'at, en çoğuysa onbir rek'attir. Kasıtlı olarak ve bilerek anılan sayıdan fazla miktarda kılındığı takdirde fazlalıklar, namaz olarak gerçekleşmez. Ama unutularak veya bilmeyerek fazla kılındığı takdirde namaz bâtıl olmaz. Fazlalıklar da mutlak olarak nafile yerine geçerler. Tek rek'atle yetin­mek, evlâ olan bir davranış değildir. Vitri bir rek'atten fazla kılan kişinin, bu namazı bitişik olarak, yani vitrin son rek'atini kendinden önceki rek'atlere bitiştirerek kılması caizdir. Şöyle ki: Vitri beş rek'at olarak kı­lacak olan kişi, iki rek'at kıldıktan sonra selâm verir, sonraki üç rek'ati de tek selâmla kılar. Bu üç rek'ati de birbirinden ayırması, yani son rek'ati önceki iki rek'atten ayırarak kılması caizdir. Beş rek'at olarak kılan kişi, son rek'ati ayırdığı takdirde Önceki dört rek'ati tek selâmla da kıl­mış olsa farketmez. Bitişik olarak kılma hâlinde, iki teşehhüdden fazla oturması caiz olmaz. Vitri kılmanın en faziletli şekli, birbirinden ayrı ola­rak kılınanıdır. Vitrin vakti, akşam namazıyla birlikte cem-i takdim şek­linde kıhnsa bile yatsı namazından sonra başlayıp fecr-i sâdığın doğuşuna kadar devam eder. Geceleyin uyanacağına güvenen kişinin, vitri gecenin ilkinden sonraya ertelemesi sünnet olur. Aynı şekilde gece namazlarından sonraya erteleyip bu namazları vitirle sona erdirmek de sünnettir. Rama­zan ayında vitri cemaatle kılmak ve bu ayın ikinci yarısında vitrin son rek'atinde Kunut okumak da sünnettir. Yine hergün sabah namazının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra Kunutu okumak da sünnettir. Ku­nut, Allah’a övgü ve duayı kapsayan bütün sözlerdir. Ancak sünnet ola­nı, Peygamber (s.a.s.) Efendimizden rivayet edilen şu duayı okumaktır:

Tek başına namaz kılan kişi bu duayı okurken tekil zamirlerle oku­malıdır. Şöyle ki: “İhdinâ” ve “âfinâ” şeklinde değil de “indim” ve “âfinî” şeklinde telâffuz ederek duayı kendi şahsı için yapmalıdır. Yal­nız, “Tebârekte rabbenâ'” cümlesindeki çoğul zamirini tekile çevirmemelidir. Yani, “Tebarekte rabbî” dememelidir. İmam ise duaların tümünü çoğul zamirleriyle okur. Meselâ, “ihdinî” ve “âfinî” şeklinde değil de, “ihdinâ” ve “âfînâ” şeklinde okumalıdır. İmamın kıldığı namaz kaza bile olsa Kunutu sesli okuması sünnettir. Tek başına kılan kişinin namazı edâ olsa bile Kunutu sessizce okuması sünnettir. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişiye gelince; o, İmamın okuduğu dualara “âmîn” deme­lidir. Namaz kılan kişi, Kunutun bir kısmını okumazsa, bunun için sehiv secdesi yapması gerekir. Vakti geçtikten sonra vitri kaza etmek de sün­nettir. Vakte bağlı bütün nafile namazlar da vitir gibi kazaya kaldıkların­da  kaza edilmeleri sünnet olur.

Bu anlatılanların yanısıra musîbetvârî şiddet olaylarının vukû bulması, mihnetlerin başa gelmesi zamanlarında bütün vakit namazlarında Kunut okunabilir. Bu durumda İmam da, tek başına namaz kılan kişi de -namazları sessiz kıraatli namazlardan olsa bile- Kunutu sesli okurlar. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişi de İmamın duasına karşılık “âmîn” der. Bu durumda Kunut duasının bir kısmı okunmasa, sehiv sec­desi gerekmez.

Malikiler dediler ki: Vitir, müekked sünnettir. Hattâ iki rek'atlik tavaf namazı ile Umre namazından sonra en kuvvetli bir sünnet -na­mazdır. Sünnet namazların en müekkedi, mutlak olarak vâcib tavafın iki rek'atlik namazıdır. Bundan sonra, vâcib olmayan tavafın iki rek'atlik namazı, ondan sonra da Ümre namazı gelir. Bunların hemen arkasından sıraya vitir namazı girer. Ki o da tek rek'attir. Vitri, şef’ namazına bitiş­tirmek mekruhtur. Vitir namazında Fatihadan sonra İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okumak mendubtur. Ve bunları sesli okumak da zorunlu­dur. Vitre fazladan bir rek'at eklendiği takdirde, sahîh olan görüşe göre namaz bozulmaz. îki rek'at eklendiği takdirde namaz bâtıl olur. Vitrin  ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki vakti vardır. İhtiyarî olan vakti, sahîh olarak edâ edilen yatsı namazından sonra, yani ufuktaki kırmızılığın kay­bolmasından sonra başlar. Yatsı namazını kıldıktan sonra vitri kılan kişi­nin, vitrinin bilâhare fâsid olduğu anlaşılırsa, yatsıyı ikinci kez kıldıktan sonra vitri iade eder. Yatsı namazı akşam namazıyla birlikte cem-i tak-dîm şeklinde kılınırsa, vitri, ufuktaki kırmızılığın kaybolması zamanına ertelemek gerekir. Bundan önce kılındığı takdirde sahîh olmaz. Vitrin ih­tiyarî vakti, fecr-i sâdığın doğuşuna dek devam eder. Zarurî vakti ise, fecr-i sâdığın doğuşundan itibaren başlayıp sabah namazının tamamlan­masına kadar devam eder. Sabah namazım kılmakta olan kişinin, vitri kılmadığını hatırlaması hâlinde sabah namazını, vitri kılması için kesmesi mendub olur. Bu kişi İmam da olsa, tek başına namaz kılmakta olan biri de olsa aynı hükme tâbidir. Vaktin çıkmasından korkulmadığı tak­dirde İmamın bu durumda kendi yerine bir başkasını istihlâf etmesi, yani İmam olarak seçmesi gerekir. İmama tâbi olarak namaz kılan kimse vitri kılmadığını hatırlarsa namazını kesmesi caiz olduğu gibi, namaza devam etmesi de caiz olur. Vitri kılmak için sabah namazını kestiği takdirde; önce şef namazını, sonra vitri kılması îcâb eder. Bundan sonra da saba­hın iki rek'atini iade eder. Böylece şef namazıyla vitir, sabah namazına bitişmiş olur. Vitri özürsüz olarak zarurî vakte ertelemek mekruhtur. Sa­bah namazı kılındıktan sonra artık vitri kaza etmek mümkün olmaz. Çünkü sabahın iki rek'atlik sünneti dışındaki nafileler kaza edilemezler.

Vitirde Kunut yoktur. Sadece sabah namazında Kunut okumak mendubtur. Nitekim bu husus daha önce de anlatılmıştır. Kunutun, rükûa gitmeden önce okunması mendubtur. Unutulup da rükûa varıldığı takdir­de Kunut okumak için artık kıyam hâline dönülmez. Aksine, rükûdan sonra okunur. Böylece de Kunut okumanın mendubluğu yerine getirilmiş olur. Yalnız, rükûdan önce okuma mendubluğu kaçırılmış olur. Çünkü hem Kunut okunması ve hem de rükûdan önce okunması mendubtur. Bu mendublardan herbiri kendi başına müstakildir. Kunutu okumadığını rükûda hatırlayan kişi, tekrar kıyama dönerse namaz bâtıl olur. Ayakta durmaya muktedir olan kişinin vitri oturarak kılması, mûtemed görüşe göre kerahetle birlikte caiz olur. Oturmaya muktedir olan kişinin de yan gelerek vitri kılması caiz olmaz. Binek üzerindeyken vitri rükûlu ve secdeli olarak kılmak mutlak surette caiz olur. Namazı kısaltmayı gerekli kılan bir yolculuk esnasında ise vitri imâ ile kılmak da caizdir. Seferdeyken binek üzerinde nafile namaz kılan kişi, namazını sefer yönüne doğru kı­lar. Şef namazını vitirden önce kılmak, kemâl şartıdır. Vitri, kendisin­den önce şef namazını kılmaksızın edâ etmek mekruhtur. Gecenin son kısmında uyanmayı alışkanlık hâline getiren kişinin, vitri gecenin son kıs­mına ertelemesi mendubtur. Böyle yapmakla da gece namazlarını vitirle sona erdirmiş olur. Buna ilişkin olarak Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöy­le buyurmuşlardır:

“Gece en son namazınız vitir olsun.” [337]

Vitri, yatsı namazından hemen sonra kılan kişi, bilâhare gecenin son kısmında uyanarak nafile namaz kıldığı takdirde yeniden vitir kılması mek­ruh olur. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimizin:

“Bir gecede iki vitir olmaz” [338]hadîsini, bu hususta, “Gece en son namazınız vitir olsun” hadîsine tercih etmemiz gerekmektedir. Şu nedenle ki: Yasaklayıcı bir hadîsle mubah kılıcı bir hadîs çatıştıklarında yasaklayıcı hadîs tercih edilir.

Kişi, uykudan uyandığında güneşin doğmasına sadece abdest alıp iki rek'at namaz kılacak kadar bir zaman kalmışsa vitri kılmaz. Sabahın yal­nızca iki rek'atlik farzını kılar. Sabahın iki rek'atlik sünnetini ise ertele­yerek nafile namazların helâl olduğu vakitle, güneşin zevale ermesi ara­sında kılar. Kişi uykudan uyandığında, güneşin doğmasına, abdest alıp üç rek'at namazla birlikte sabah namazını kılacak kadar zaman kalmışsa bu durumda, hem vitri, hem sabah namazının farzını kılar; şef namazını terk eder. Sabah namazının iki rek'atlik sünnetini de, önceki tafsilâta göre erteler.

Kişi uykudan uyandığında, güneşin doğuşuna sabah namazıyla bir­likte beş rek'at kılacak kadar zaman kalmışsa, bu durumda hem şef’ na­mazını, hem vitiri, hem de sabah namazının farzını kılar. Sabahın iki rek'atlîk sünnetini de yine önceki tafsilât çerçevesinde erteler. Ama uyku­dan uyandığında yedi rek'at kılacak kadar bir zaman kalmışsa, bu na­mazların tümünü kılar. Şef ve vitir namazı için, Ramazan ayından başka zamanlarda cemaat gerekli değildir. Teravihte cemaat mendub olduğu gi­bi, bu namazlarda da mendubtur.[339]

 

Teravih Namazı

 

Teravih namazı üç mezheb İmamına göre kadın ve erkekler için müekked sünnet-i ayrıdır. Mâlikîler buna muhalefet ederek kadın ol­sun erkek olsun her namaz kılan için müekked bir mendub olduğunu söylemişlerdir Cemaatle kılınması da sünnet-i ayndır. Yani teravih bir verde cemaatle kılındığı takdirde, kılanların dışındakiler cemaatle kılma yükümlülüğünden kurtulamazlar. Kişi, teravih namazını kendi evinde valnız başına kılabilirse de, cemaatli evlerde kılması sünnettir. Yalnızca tek başına kılan kişi, cemaat sevabını kaçırmış olur. Şâfıîlerle Hanbelîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlerin buna iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Mâlikîler: Teravihin cemaatle kılınmasının mendub olduğu görü­şündedirler.

Hanefîler: Teravihin cemaatle kılınmasının mahalle hallu için sünnet-i kifâye olduğunu, bir kısmının cemaatle kılmaları hâlinde diğerle­rinin cemaatle kılma yükümlülüğünden kurtulacaklarını söylemişlerdir.

Cemaatle kılınmalının sünnet oluşu, Peygamber (s.a.s.) Efendimi­zin fiilleri ile sabit olmuştur. Buhârî ile Müslim şu hadîsi rivayet eder­ler:

“Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Ramazanın üçüncü, beşinci ve ye­dinci gecelerinde evinden çıkıp mescide gitti; orada müslümanlara na­maz kıldırdı. Kıldırdığı namaz (teravih), sekiz rek'atti. Bunun geri kalan kısmını sahabeler kendi evlerinde tamamlarlardı. Evlerinde kılarken arı vızıltısı gibi sesleri işitilirdi.”

Bu rivayetten de anlaşılıyor ki; Peygamber Efendimiz, müslüman­lara teravihi, cemaat hâlinde kılmalarını sünnet kılmıştır. Ama bu na­mazı yirmi rek'at olarak kendilerine kıldırmamıştır. Yirmi rek'at olarak kılınışı, kendisinden sonra sahabelerden günümüze kadar devam edegelmektedir. Teravihi Peygamber Efendimiz, sahabelere üç geceden fazla kıldırmamıştır. Bu uygulamayı da teravih onlara farz olur korku­suyla bu şekilde yapmıştır. Nitekim bu husus bazı rivayetlerde açıkça ifade edilmektedir. Yine yukarıdaki rivayetten anlaşılıyor ki; teravihin rek'atleri, Peygamber (s.a.s.)'in kıldırmış olduğu sekiz rek'atten ibaret değildir. Çünkü rivayetin devamında, müslümanların bu namazı kendi evlerinde tamamladıkları ifade edilmektedir. Hz. Ömer (r.a.)'in, teravihi yirmi rek'at olarak tesbit etmesi de bu hususu izah etmektedir. O, ken­di devrinde mescidde, teravihi yirmi rek'at olarak toparlamıştır. Buna bütün sahabeler de muvafakat etmekle icmâ meydana gelmiştir. Ken­disinden sonra gelen Râşid halîfelerden hiçbiri bu hükme muhalefet etmemiştir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Benim sünnetime ve benden sonraki hidâyete ermiş, doğru yolu gösteren halîfelerimin sünnetine uyun. Bu sünnetlere azı dişlerinizle yapışın.” [340]

İmam Azam'a, Hz. Ömer'in teravihle ilgili uygulamasına ilişkin gö­rüşü sorulduğunda şöyle demişti: “Teravih müekked sünnettir. Ömer (r.a.), onu kendi kafasıyla yirmi rek'ate çıkarmış değildir. Bu yolda bir bid'at da çıkarmış olmadığı gibi, bu hususta verdiği hüküm, kendi dü­şüncesinin bir ürünü de değildir. Yalnızca, Peygamber (s.a.s.)'in ken­disine verdiklerine ve asr-ı saadetteki uygulamalarına dayanarak bu yolda bir karara varmıştır.”

Ayrıca Ömer İbn Abdülazîz devrinde teravih, otuzaltı rek'ate kadar yükseltilmiştir. Bundan maksat, teravihin fazîleti hususunda Mekke'lilere eşit olmaktı. Zîra, Mekke'liler, teravihin her dört rek'atinden sonra Kabe'yi tavaf ederlerdi. Ömer İbn Abdülazîz, her tavafın yerine dörder rek'at fazladan teravih kılınmasını uygun görmüştü. Bu da âlimlerin, meşru kılınmış ibâdetleri arttırma hususunda yapacakları ictihadların sahih olacağına delâlet etmektedir. Çünkü insan gece ve gündüz, dilediği kadar nafile namaz kılma serbestisine sahiptir. Bunun istisnası yal­nızca, namaz kılınması yasak olan kerahet vakitleridir. Ömer İbn Abdülazîz'i'n, yirmi rek'atten fazla kıldığı onaltı rek'ate gelince, bunların te­ravih o'lup olmadığı hususunda kelimenin lügat anlamına başvurmak aerekir. Ama Peygamber (s.a.s.) Efendimizle, O'nun müctehid sahabîlerinin bu yoldaki uygulâmalarına-göre hareket etmek daha faziletli olur. Teravihin vitir dışında yirmi rek'at olduğu kesin olarak sabittir.

 

Malikiler dediler ki: Şef ve vitir namazı dışında, teravih yirmi rek'attir.

 

Teravihin vakti, yatsı namazından sonradır. Cem-i takdimin misa­firler için caiz olduğunu söyleyenlere göre, yatsı namazı cem-i takdîm şeklinde akşam namazıyla birlikte kilınsa bile, teravih yine yatsı nama­zının peşisıra kilmabilir. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler.

 

Malikiler dediler ki: Yatsı namazı, akşam namazıyla birlikte cem-i takdim şeklinde kılınsa da, teravihi ufuktaki kırmızılığın kayboluşuna dek ertelemek gerekir. Bu vakitten önce kılınan teravih, mutlak nafile yerine geçer. Teravih kılma yükümlülüğü de düşmez.

 

Teravihin vakti, fecr-i sâdığın doğmasıyla sona erer. Vitirden önce veya sonra kılınması halinde kerahetsiz olarak sahih olur. Yalnız, vitir­den önce kılınması, üç mezheb İmamına göre daha faziletlidir. Mâlikîler buna muhalefet ederek vitirden sonraya bırakılmasının mekruh ol­duğunu ileri sürmüşlerdir.

Malikiler dediler ki: Teravih, yatsıdan sonra ve vitirden önce kılınır. Vitirden sonraya bırakılması, “Gece en son namazınız vitir olsun” hadîsi nedeniyle mekruh olur.

 

Teravihin vakti fecr-i sâdığın doğmasıyla sona erdiğinden, bu vakit içinde kılınmamış olan teravihin kaza edilmesi mümkün olmaz. Yatsı namazıyla birlikte kılınmamış veya tek başına kılınmamış olsa da kaza edilemez. Şafiî dışındaki diğer üç mezheb bu hususta görüş birliği etmişlerdir.

 

Şafiiler dediler ki: Vakti çıksa bile, teravih mutlak olarak kaza edilmesi gerekir.[341]

 

Teravihin Mendubları

 

Teravihin her iki rek'atinin sonunda selâm vermek mendubtur. Tek selâmla teravih kılan kimse, her iki rek'atte

kerâhetle birlikte caiz olur. Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler.

 

Şafiiler dediler ki: Her iki rek'atte bir selâm verilmediği takdir­de teravih sahîh olmaz. Her iki rek'atte bir oturulsun veya oturulmasın, tek selâmla kılman teravih sahîh değildir. Bu mezhebe göre teravihin, sonlarında selâm verilmesi şartıyla ikişerli rek'atler hâlinde kılınması zo­runludur.

Hanefiler dediler ki: Teravihin dört rek'ati, tek selâmla kılındığı takdirde, sanki ikişerli rek'atler hâlinde kılınmış gibi olur. Ki bunda itti­fak vardır. Dört rek'atten fazlasını tek selâmla kılmaya gelince, bunun doğru olmadığı hususunda görüş ayrılığı vukûbulmuştur. Bazıları, ikişerli olarak kılınmış gibi olduğunu, bazıları da bu durumda teravihin bozula­cağını ileri sürmüşlerdir.

Hanbelîler: Tek selâmla kılındığı takdirde yirmi rek'atin tam olarak kılınmış sayıldığım, fakat böyle bir teravihin kerahetle birlikte sa­hîh olacağını ifade etmişlerdir.

Mâlikîler: Tek selâmla kılındığı takdirde teravihin sahîh olacağı­nı ve yirmi rek'atin tam olarak kılınmış kabul edileceğini, ama teşehhüd ve selâm sünneti terkedildiği için mekruh işlenmiş olacağını söylemişler­dir.

 

Tek selâmla kılıp da iki rek'atte bir teşehhüde oturmayan kişinin teravihinin sahih olup olmadığına gelince; mezhebler bunda görüş ay­rılığına düşmüşlerdir. Teravih kılan kişinin salât getirmeksizin oturup istirahat etmesi mendubtur. Bu oturuşla ilgili olarak mezheplerin de­taylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

Hanefiler dediler ki: Bu oturuş mendubtur. Oturuş, dört rek'at kılacak kadar zaman almalıdır. Teravih kılan kişi, bu oturuşta zikir veya teninle meşgul olmalı veya susmalıdır.

Malikiler dediler ki: Kıyam hâli uzun sürerse, sahabelere uymuş olmak için oturup istirahat etmek mendub olur. Aksi takdirde mendub olmaz.

Hanbeliler dediler ki: Bu oturuş mendub olmakla birlikte terke-, dilmesi mekruh değildir. Otururken dua etmek, evlâ olan hükme ters dü­şer.

Şafiiler dediler ki: Selefe uymak için, arada oturmak mendubtur. Ancak bu arada zikir yapmaya ilişkin bir rivayet mevcud değildir.

 

Her dört rek'atten sonra istirahat için oturmak mendubtur. Allah hepsinden razı olsun, sahabeler böyle yaparlarmış. Zaten “istirahat” anlamını taşıyan “teravih” kelimesi de, bu sebepten ötürü bahse konu namaza isim olarak verilmiştir.[342]

 

Hatim'le Teravih Ve Teravihe Niyet

 

Ramazanın son gecesinde hatmedecek şekilde, teravih namazla­rında Kur'an-ı Kerîm'in tamamını okumak sünnettir. İmama uyanlar bun­dan mutazarrır olacaklarsa, onların durumlarını gözönüne alarak bun­dan vazgeçmek daha faziletli olur. İmama uyanlar sıkılmasınlar diye teravih namazını büsbütün acele kılmak caiz olmadığı gibi, namazın vasfını ihlâl edecek şekilde süratli kılmak da caiz değildir. Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.

 

Malikiler dediler ki: Ramazan boyunca İmamın teravihte, Kur'-an'ın tamamını okuyarak hatmetmesi mendubtur. Bunu yapmamak, evlâ olan hükme ters düşer. Ancak İmam hafız değilse ve hafız bir İmam da bulunmazsa veya bulunur da asıl İmam gibi düzgün kıldırmazsa, bu du­rumda teravihi hatim ile kıldırmak gerekmez.

 

Teravihin her iki rek'ati, müstakil birer namazdır. Her birinin evve­linde niyet edip iftitah tekbirini aldıktan sonra iftitah duasını okumak gerekir. Bu dua, Fâtihâ'dan önce okunmalıdır. Tabiî iftitah duasını oku­manın gerekli olduğunu söyleyenlere göre bu şekil uygulanır. İftitah duasını okumanın gerekli olmadığını söyleyen Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

Malikiler dediler ki: İftitah tekbirinden sonra ve kıraatten ön­ce, arada iftitah duasını okumak mekruhtur.

 

Her teşehhüdden sonra Peygamber Efendimize salâtü selâmda bu­lunulur. Teravihin en faziletlisi, ayakta kılınanıdır. Oturarak kılınması da sahîh olur. Yalnız bu, evlâ olan hükme ters düşer. İmama uyarak kılan kişinin oturup kıyamı geciktirmesi ve İmama ancak rükû esnasın­da tâbi olması tenbelliğin tezahürü olduğundan dolayı mekruhtur. Te­ravihin mescidde kılınması daha faziletlidir. Çünkü, cemaatle kılınma­ları emredilen namazları mescidde kılmak, Mâlikîler dışındaki üç mez­hebin ittifakıyla daha faziletli olur.

 

Malikiler dediler ki: Cemaatle de olsa teravih evde kılmak men­dubtur. Zîrâ bu durumda riyadan uzak kalınmaktadır. Yalnız, bunu ya­pabilmek için üç şartın bulunması gerekir:

1. Teravihi kendi evinde kılmakla vücudunda zindelik meydana gelmelidir.

2. Teravihi kendi evinde kılacak olan kişi, Harameyn, yani Mekke veya Medine ahâlîsinden olmalıdır.

3. Kendi evinde kıldığından ötürü mescidler tatil edilmiş ve içlerin­de hiç kimse namaz kılmaz hâle gelmiş olmamalıdır. Bu şartlardan biri ihlâl edildiği takdirde mescidde kılmak gerekir.[343]

 

 

 



[1] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XIIV-XIV.

[2] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XV-XVI.

[3] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XVII-XVIII.

[4] Kaf: 50/18.

[5] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XIX-XXIII.

[6] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXIV.

[7] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXVII-XXIX.

[8] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXX-XXXI.

[9] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 3-4.

[10] (Buharı, Merdâ, Bab: 10-14; Menâkıb, Bab: 25).

[11] Tevbe: 9/28.

[12] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 7-12.

[13] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 12-13.

[14] (İsrâ: 17/71)

[15] (Tevbe: 9/28)

[16] (İbn Mâce, Et'ame, 31)

[17] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 12-17.

[18] Ebû Dâvûd, Taharet, 41; Tirmizî, Taharet, 52.

[19] (Buharî, Kitâbü'z-zekât, Bab:61; Zebâih, Bab: 30)

[20] Nahl: 16/80.

[21] Mide suyundan kasıt, süt oğlak ve danalarının midelerinden çıkan bir sıvıdır. Bu sıvı, sülün pey­nire dönüşmesi için mayalanma işlemine katkı sağlar. Arapça adı “infeha” olan bu sıvıya “mecbene” diyenler de vardır. (Çeviren).

[22] Buhârî, Vudû', 33, Müslim, Taharet, 89.

[23] Kinan: Küçük ve kırmızı renkte bir kurtçuk olup sokması şiddetlidir.

[24] Dârîmî, Vudû’, Bâb: 114.

[25] Müslim, Eşribe, 73; Ebû Dâvud, Esribe, 5.

[26] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 18-26.

[27] Hacc: 22/78.

[28] Müslim, Taharet, Bâb: 111; Ebû Dâvud, Taharet, Bâb: 11.

[29] Buhârî, Vudu', Bâb: 66: Zekât. Bâb: 8, 9; Tirmîzî, Et'ame, Bâb: 38.

[30] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 26-34.

[31] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 20.

[32] Bkz. Buhârî, Vudû’ Bâb: 64; Salât, Bâb: 34; İbn Mâce, Taharet, Bâb: 82.

[33] Bkz. Buhârî, Edeb, 35, 80; Tirmîzî, Taharet, 112.

[34] Ebû Dâvûd, Taha­ret, Bâb: 135; Tirmîzî, Cuma, Bâb: 97; İbn Mâce, Taharet, Bâb: 77.

[35] Kulleteyn: Eni 48 cm., yüksekliği 96 cm. lik küp şeklindeki bir kap dolusu kadar olan (221 litre) sudur. (Çeviren).

[36] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 34-43.

[37] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 44.

[38] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 44-45.

[39] Ebû Dâvûd, Taharet, Bâb: 38; Nesâî, Taharet, Bâb: 53.

[40] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 45-50..

[41] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 50-51.

[42] Kulleteyn: 221 litre miktarındaki sudur. (Çeviren).

[43] Bir zira': Yaklaşık olarak 32 cm. uzunluğundaki bir uzunluk ölçüsüdür, (Çeviren)

[44] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 51-59.

[45] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 60.

[46] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 60-62.

[47] Buradaki “temiz su”dan maksat, daha önce “Temiz, fakat temizleyici olmayan sular” başlı­ğı altında açıklanan gül suyu veya karpuz suyu gibi sulardır.

[48] Bazı küçük ve büyükbaş hayvanların pisliği, kuru gübre.

[49] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 62-65.

[50] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 65.

[51] Nesâî, Menâsik, 136; Dârimî, Menâsik, 32.

[52] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 66-69.

[53] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 69-74.

[54] Mâide: 5/6.

[55] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 74-84.

[56] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 84-86.

[57] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 86-87.

[58] Maide: 5/6.

[59] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 87-99.

[60] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 99-103.

[61] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 104-106.

[62] Ebu Dâvud, Taharet, Bâb: 79.

[63] Tirmîzî, Taharet. 118; Nesâî, Taharet, 62.

[64] Ebû Dâvûd, Taharet, 69; Nesâî, Taharet, 118.

[65] Tirmîzî, Taha­ret, Bâb: 62.

[66] Ebû Dâvûd, Taharet, Bâb: 66; Salât, Bâb: 99; İbn Mâce, Taharet, Bâb: 139.

[67] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 106-119.

[68] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 119.

[69] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 119-122.

[70] Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvüd, cenâiz, 73.

[71] İbn Mâce, cenâiz, 45.

[72] Müslim, Taharet, 68; Ebû Dâvûd, Taharet, 14.

[73] Ebû Dâvûd, Taharet, 14; İbnMâce, Taha­ret, 21.

[74] Müslim, Taharet, Bâb: 59; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, c. 2, s. 247.

[75]  Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 122-128.

[76] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 128-132.

[77] Hacc: 22/78.

[78] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 132-136.

[79] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 137.

[80] Tirmîzî, Taharet, Bâb: 80; Ahmed bin Hanbel, Mûsned, c. 2, s. 187; c. 6, s. 239.

[81] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 137-142.

[82] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 142-143.

[83] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 143-148.

[84] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 148-149.

[85] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 149-152.

[86] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 152-157.

[87] İbrâhîm: 14/41.

[88] Feth: 48/29.

[89] Zuhruf: 43/13.

[90] Zuhruf: 43/13.

[91] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 157-160.

[92] Sünnet-i Beyzâ (Beyazlık sünneti): Hz. Aişe (r.a.), bazı kadınların kendisine san ve bu­lanık renkteki yaşlıklarla lekelenmiş bezlerini göndererek bu durumda namaz kılıp kılamayacaklarını sorduklarında onlara: “Acele etmeyin. Ne zaman ki tam beyaz olursa o zaman kılın” demişti. Ki bunun için sünnet-i beyzâ tâbiri kullanılmıştır. (Çeviren).

[93] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 169-171.

[94] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 171-174.

[95] Hacc: 22/78.

[96] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 174-176.

[97] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 176.

[98] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 177.

[99] Maide: 5/6.

[100] Buhârî, Vudû', 48; Müslim, Taharet, 75.

[101] Buhârî, Vudû', 49; Müslim, Taharet, 79.

[102] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 177-179.

[103] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 179-185.

[104] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 185-186.

[105] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 186-187.

[106] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 187.

[107] Müslim. Taharet, 85.

[108] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 187-189.

[109] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 189.

[110] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 189-192.

[111] Bakara: 2/267.

[112] Mâide: 5/6.

[113] Buhârî, Teyemmüm, Bâb: 6-9; Nesâi, Taharet, Bâb: 198-202.

[114] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 193-196.

[115] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 197-200.

[116] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 200-206.

[117] İbn Mâce, Taharet, Bâb: 92.

[118] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 206-214.

[119] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 214-216.

[120] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 216-217.

[121] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 217.

[122] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 218-219.

[123] Buhârî, vudu’, Bâb: 2; Müslim, Taharet, Bâb: 1.

[124] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 219-220.

[125] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 222-224.

[126] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 224-225.

[127] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 225.

[128] Ni­sa: 4/103.

[129] Nesâî, Salât, Bâb: 6; Dârimî, Salât, Bâb: 208.

[130] Müs­lim, Mesâcîd, Bâb: 284.

[131] Ahmed bin Hanbel, 3/451.

[132] Ahmed bin Hanbel, Mûsned, Bâb: 134.

[133] Müslim, imân, Bâb: 134; İbn Mâce, İkâme, Bâb: 77.

[134] Mü’minûn: 23/1-2.

[135] Ankebût: 29/45.

[136] Tâhâ: 20/14.

[137] Enfâl: 8/2.

[138] Âli İmrân: 3/103.

[139] Hucurat: 49/10.

[140] Buhârî, Mezâlim, 3; İkrah, 7; Ebû Dâvûd, İman, 7.

[141] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 229-235.

[142] Tevbe: 9/103.

[143] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 235-236.

[144] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 236-237.

[145] İbn Mâce, Talak, Bâb: 16.

[146] Buhârî, İmam, Bâb: 4; İbn Mâce, Zühd, Bâb: 26.

[147] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 237-241.

[148] Nisa: 4/103.

[149] Haşr: 59/7.

[150] Buhârî, Mevâkit, 6; Müslim, Mesâcid, 283.

[151] Mûslîm, Taharet, 14; Ebû Dâvûd, Taharet, 127.

[152] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 241-243.

[153] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 243-244.

[154] Nesâî, Mevâkit, 17, 45.

[155] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 244-246.

[156] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 246-247.

[157] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 247.

[158] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 248.

[159] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 248-249.

[160] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 249.

[161] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 5.

[162] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 5.

[163] Buhâri, Mevâkit, Bâb: 9; Müslim, Mesâcid, Bâb:  180.

[164] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 24.

[165] Dârimî, Salât, Bâb: 21; Nesâî, Mevâkit, Bâb: 27.

[166] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 249-254.

[167] Namazda vücûdun örtülmesi gereken, görünmesi harara nlan, utanılacak yerlerin or u i “setr-i avret” denir.

[168] Tirmîzî, Rada’; Bâb: 18.

[169] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 255-259.

[170] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 259-262.

[171] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 262-264.

[172] Bakara: 2/144.

[173] Nesâi, Salât, 24.

[174] Bakara: 2/144.

[175] Müslim, Mesâcid, 15.

[176] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 264-265.

[177] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 266-273.

[178] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 273-275.

[179] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 275.

[180] Bakara: 2/142.

[181] İbrahim: 14/37.

[182] Bakara: 2/115.

[183] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 275-277.

[184] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 277-279.

[185] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 280.

[186] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 280-281.

[187] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 281-283.

[188] Beyyine: 98/5.

[189] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 283-285.

[190] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 285.

[191] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 286-289.

[192] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 2990.

[193] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 290-291.

[194] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 290-292.

[195] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 292-294.

[196] İstihlâf, namaz içinde abdesti bozulan bir İmamın kendi yerine cemaattan birini geçirip İmam yapmasıdır.

[197] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 294-295.

[198] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 296.

[199] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 296.

[200] Ebû Davud, Taharet, Bâb: 31; İbn Mâce, Taharet, Bâb: 54.

[201] Müddessir: 74/3.

[202] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297.

[203] Müddessir: 74/3.

[204] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297-298.

[205] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297-306.

[206] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 307-308.

[207] Müzzemmil: 73/20.

[208] Buhârî, vudu’; Bâb: 29; Müslim, Taharet, Bâb: 25.

[209] Müslim, Salât, Bâb: 42.

[210] İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 11; Tirmizî, Mevâkit, Bâb: 69.

[211] İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 13.

[212] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 308-311.

[213] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 311-312.

[214] Buhârî, Ezan, Bab: 133-134.

[215] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 312-315.

[216] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 315-317.

[217] Buhârî, Ezan, Bâb: 127-143; Müslim, Salât, Bâb: 195-240.

[218] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 317.

[219] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 317-319.

[220] Ebû Dâvûd, Salât, Bâb: 178; Nesâî, Tatbik, Bâb: 15.

[221] [221] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 320.

[222] [222] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 321.

[223] Müslim, Salât, Bâb: 45; Tirmîzî, Salât, Bab: 110, Nesâî, Talbîk, Bâb: 15.

[224]  Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 321-322.

[225] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 323-325.

[226] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 325-326.

[227] En'âm: 6/79.

[228] En'âm: 6/162-163.

[229] Buhârî, Ezan, III, 113; Müslim, Salât, 72; Ebû Dâvûd, Salât, 168.

[230] Ebû Dâvûd, Salât, 119; Müslîm, Müsâfirîn, 201, 203.

[231] Müslîm, Müsâfirîn, 201; Ebû Dâvûd, Sücûd, 7.

[232] Müslim, Salât, 215, Neseî, Tatbik, 78.

[233] Müslim, Salât, 194, 202-206; Tirmîzî, Mevâkıt, 82; İbn Mâce, İkâmet, 18.

[234] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 326-337.

[235] Müs­lim, Salât, 52, 217-221; Tirmîzî, Mevâkît, 65; Nesâî, İftitah, 17-18; İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 1, 20.

[236] En'âm: 6/79.

[237] En'âm: 6/162-163.

[238] Görüldüğü gibi Mâlikîler'in kabul ettiği iftitah duası, Hanefî ve Şâfiîlerin kabul ettikleri duaların birleştirilmesinden ibarettir. Bu duanın kaynağı ve anlamı için yukarıdaki Hanefi ve Şafiiler bölümüne bakınız.

[239] Tirmîzî, Salât, 159; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 222.

[240] Nesâi, Tatbik, Bâb: 1.

[241] Âl-i İmrân: 3/8.

[242] Buhârî, Ezan, 149; Müslim, Müsâfırîn, 201; Zikr, 47; Tirmîzî, Daavât, 96.

[243] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 337-359.

[244] Tirmîzî, Salât, Bâb: 156.

[245] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 360-363.

[246] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 363-366.

[247] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 366-368.

[248] İbn Mâce, İkâme, 42.

[249] İk'â: kişinin kaba etlerini yere koyup diz­lerini dikmesidir.

[250] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/211.

[251] Müslim, Salât, Bâb: 227.

[252] Buhârî, Ezan, Bâb: 92; Müslim, Salât, Bâb: 117.

[253] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 368-374.

[254] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 374-382.

[255] Müslim, Mesâcid, 79; İbn Mâce, Mesâcid, 11.

[256] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 382-390.

[257] Meryem: 19/12.

[258] Kehf: 18/62.

[259] Baka­ra: 2/187.

[260] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 391-399.

[261] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 399-400.

[262] Nesâî, Sehv, 20; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 5, s. 447.

[263] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 400.

[264] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 401.

[265] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 401-402.

[266] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 402.

[267] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 402-403.

[268] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 403-404.

[269] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 404.

[270] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 405-406.

[271] Meryem: 19/12.

[272] Hicr: 15/46.

[273] Nahl: 16/8.

[274] Hicr: 15/46.

[275] Hicr: 15/46.

[276] Fatiha: 1/5.

[277] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 406-409.

[278] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409.

[279] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409.

[280] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409-410.

[281] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 410-411.

[282] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 411-412.

[283] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 412-413.

[284] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 413-414.

[285] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 414-415.

[286] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 415.

[287] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 415.

[288] Tevbe: 9/3.

[289] Hacc: 15/27.

[290] Cum'a: 62/9.

[291] Mâide: 5/58.

[292] Buhârî,  Ezan;  17-18, 49; Müslim, Mesâcid, 292-293.

[293] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 416.

[294] Buhârî, Ezan, 2; Mevâkit, 21.

[295] Buhârî, Ezan, 9, 32, 73; şehâdât, 30; Müslim, salat, 129, 131; Tirmîzî, Mevâkit, 52; Nesâî, Mevâkit, 22; Ezan, 31.

[296] Bkz. Müsâfirîn, 81; Ahmed İbn Hanbel, 5/312. Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 417-418.

[297] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 418.

[298] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 419.

[299] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 420-421.

[300] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 421-423.

[301] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 423-425.

[302] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 425-426.

[303] Vesile ve fazîlet: Cennetteki İki yüksek makamın adıdır. Makâm-ı Mahmûd: Şefâat-ı kübrâ makamıdır. (Çeviren)

[304] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 426-428.

[305] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 428.

[306] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 429.

[307] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 429-430.

[308] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 430.

[309] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 431-432.

[310] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 432-433.

[311] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 433-434.

[312] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 434.

[313] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 435-436.

[314] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 436.

[315] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 436.

[316] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 437.

[317] Buhârî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 10-11; Muvatta, Ni­da, 2.

[318] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 437-438.

[319] Buhârî, Teheccüd, 34; Tirmîzi, Mevâkit, 203.

[320] Müslim, Müsâfirîn, 302.

[321] Dârimî, Salât, 43.

[322] Buhârî, Ezan, 14-16; Müslim, Müsâfirîn, 304; Ebû Dâvud, Tatavvu’, 11.

[323] Buhârî, Salât, 48; Nesâî, Kıyâmü'l-leyl, 26-35

[324] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 439-444.

[325] Saffât: 37/180.

[326] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 444-446.

[327] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 446-447.

[328] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 447-448.

[329] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 448-450.

[330] Taberânî.

[331] Buhârî, Salât: 59; Nesâî, Mesâcid, 38. Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 450-451.

[332] Bu hadîsi Taberânî rivayet etmiştir.

[333] Müslim, Siyâm, 202; Tirmîzî, Mevâkit, 207; Nesâî, Kıyâmü'l-leyl, 6.

[334] Buhârî, Daavât, 48. Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 451-452.

[335] Tirmîzî, vitr, 17; İbn Mâce, İkâmet, 189.

[336] Bakara: 2/201.

[337] Buhârî, Vitr, 4; Ahmed b. Hanbel, 2/20,  102, 143.

[338] Tirmîzî, Vitr, 13; Nesâî, Leyl, 29.

[339] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 453-461.

[340] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 16.

[341] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 461-463.

[342] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 463-464.

[343] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 465-466.