DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLÂM FIKHI- I
KİTABÜ'T-TAHÂRE (TEMİZLİK BÖLÜMÜ)
Kendisinden Afvolunan Necaset Bahsi
Necasetin Kendisiyle Giderildiği Şey Ve Ne Şekilde Giderileceği
Temizleyici Suyla Temiz Su Arasındaki Fark
Suyu Temizleyici Olmaktan Çıkarmayan Durumlar Bahsi
Temiz, Fakat Temizleyici Olmayan Sular
Temiz Su İle Necis Suyun Hükmü
Abdestin Farzlarına Dair Anlatılanların Özeti
Abdestin Sünnet Ve Mendublarının Sayımı
Abdestin Mendub Ve Müstehabları
İstincâ Ve İsticmarın Sıhhat Şartları
ÖZÜRLÜ KİMSELERİN TEMİZLENMELERİ
Guslün İttifaklı Ve İhtilaflı Farzlarının Özeti
Guslün Sünnet, Mendub Ve Mekruhları
Guslün Sünnet Ve Mendub Olduğu Yerler
Cünüb Kişinin Yapması Haram Olan İşler
Hayızlı Veya Nifaslı Kadının Yapamayacağı İşler
Üzerine Meshedilmesi Sahih Olan Mestin Tanımı
Mestler Üzerine Meshetmenin Delîli
Mestler Üzerine Meshetmenin Şartları
Mest Üzerine Mest Ve Ayakkabı Giyme
Teyemmümü Meşru Kılan Sebebler
Hem Abdest Almaktan Hem de Teyemmüm Etmekten Âciz Olan Kimse
Cebire Üzerine Meshetmenin Şartları
Cebire Üzerine Mesh Edenin Namazı
Namazın Farz Oluşunun Delîli Ve Farz Namazların Sayısı
Namaz Vakitleri Ne İle Tayin Edilir?
Namazları Vakitleri İçinde Acelece Kılmak (Namaz Kılınması Caiz Olmayan
Vakitler)
KIBLEYE YÖNELMEK (İSTİKBÂL-İ KIBLE)
Kıbleye Yönelmenin Şart Oluşunun Delili
Kıblenin Ne İle Bilineceği Bahsi
Güneş Veya Kutub Yıldızıyla Kıble Nasıl Bulunur?
Kıbleye Yönelmenin Vücûb Şartları
Gemide Ve Hayvan Üzerinde Kılınan Farz Namaz
Farz Namazlarda Niyetin Keyfiyeti:
Nafile Namaz Niyetinin Hükmü Ve Keyfiyeti:
İmamın Ve İmama Uyan Kişinin Niyeti:
İftitah Tekbirinin Farz Oluş Delili:
14. Rükünler Arası Sıraya Uymak
Namazın Sünnetlerinin Topluca Sayımı
Namazın Bazı Sünnetlerinin İzahı
Namazda Ön Tarafa Sütre Koymak
Namazın Mekruhlarının Toplu Sayımı
Mescidlerde Yapılması Mekruh Olan Ve Olmayan Davranışlar
Namazda Kadınların Hiza Tutması
a) Namazla İlgisi Olmayan Bir Şey Konuşmak:
b) Namazla İlgisi Olmayan Bir Sözü Unutarak Veya Bilmeyerek Söylemek:
c) Namazı Düzeltmek İçin Kasden Konuşmak:
d) Âmâ'yı Tehlikeden Kurtarmak İçin Konuşmak Ve Yanılarak Konuşmak:
g) Namazla İlgisi Olmayan Sözlere Benzer Duaları Okumak:
h) İmama Uyan Kişinin Bir Başka İmamın Hatasını Açması:
ı) İmama Doğruyu Göstermek İçin Namazda “Sübhânallah” Demek:
i) Namazdaki Kişinin, Aksırana Hayır Duada Bulunması:
j) Namaz Kılan Kişinin Selâm Alması:
l) Namaz Cinsinden Olmayan Fazla Hareket:
m) Namazda Kıble'den Dönmek Ve Yeyip İçmek:
n) Namazda Abdest Bozucu Bir Durumun Meydana Gelmesi:
o) İmama Uyan Kişinin Namazın Rükünlerinden Birini İmamdan Önce Yapması:
ö) İkindi Namazını Kılmakta Olan Birinin Öğle Namazını Kılmadığını
Hatırlaması:
p) İnsanın Namazda Kur'an-ı Kerîm Öğrenmesi:
r) Namazı Tamamlamadan Önce Kasten Selâm Vermek:
Ezân'daki Şehâdet Cümlelerinin
İade Edilmesi (Tercî)
Namaz Ezanın Mendub Ve Sünnetleri
Kaza Namazları İçin Ezan Okumak
Cemaatle Kılınan Namazlarda Kamette
Ayağa Kalkmanın Zamanı
Ezan Ve İkametin Arasına Fasıla Koymak
Ezan Ve Benzeri Şeyler İçin Ücret Almak
Yeni Doğan Çocuğun Kulağına Ezan Okumak
Ezandan Sonra Salat Okumak Geceleri Ezandan Önce Tesbihte Bulunmak
Namazdan Sonra Yapılacak Zikirler Ve Namazın Tamamlanması
Nafilenin Cemaatle Farz Namaz
Kılınan Yerde Kılınması
Abdestten Sonra, Yolculuğa Çıkarken Ve Döndükten Sonra İki Rek'at Namaz
Kılmak
Teheccüd Ve İstihare Namazları
Hatim'le Teravih Ve Teravihe Niyet
Tefsir, hadis, fıkıh
ve tarih gibi İslâm ilimlerinin ana konularına dair pek çok eserin
orijinallerini yayınladık.
Ülkemizde şimdiye
kadar neşredilen tefsirlerin en genişi, en kapsamlısı olduğu gibi, ansiklopedik
özelliği ile de bu alanda ayrıcalıklı bir yer tutan 16 ciltlik “Hadislerle
Kur'an-ı Kerim Tefsiri”nin neşrini gerçekleştirdik. Bugün ise sahasında büyük
bir boşluğu dolduracağına inandığımız “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı”nı siz
okuyucularımıza sunmanın sevinci içindeyiz.
“Dört Mezhebe Göre
İslâm Fıkhı” Abdurrahman Cezîrî başkanlığında seçkin Mısır ulemâsından oluşan
bir komisyonun uzun ve titiz çalışmasının ürünüdür. Kitap temizlik, namaz, oruç
ve hac gibi ibadet konularından başka hayatın hemen hemen bütün alanlarında
karşılaştığımız problemlere, ehlisünnet mezheplerinin Kur'ân, sünnet, icma ve
kıyasa dayanan İslâmi çözümlerini toplamaktadır.
Kitapta her fıkhî
mesele özel bir başlık altında ele alınmakta, konu genel hatlarıyla
açıklandıktan sonra, önce dört büyük mezhebin müşterek çözümlerine yer
verilmekte, sonra da aynı bahis her mezhebe göre geniş ve herkesin
anlayabileceği şekilde sade bir dille izah edilmektedir.
“Dört Mezhebe Göre
İslâm Fıkhı”, halen Ahlat müftüsü olan Mehmet Keskin tarafından dilimize
kazandırıldı. Tercümede sade bir dil kullanıldı. Türkçeye tercümesi mümkün
olmayan deyimler dışında günümüz Türkçesinde kullanılıp kolayca anlaşılan
kelimelerin seçimine özen gösterildi. Tercüme edilmesi mümkün olmayan deyimler
için kitabın sonuna bir lügatçe eklendi. Eserde delil olarak kullanılan âyet ve
hadislerin asıl metinleri konuldu. Kaynaklardaki yerleri de ayrı ayrı
gösterildi. Kitabın kolay okunabilmesi için en uygun harf karakterlerini tercih
ettik, baskı hususunda gerekli itinayı göstererek okuyucunun yorulmadan uzun
zaman mütalâ etmesini sağladık.
Kitaptan istifadeyi
kolaylaştırmak için konuların genel alfabetik fihristi kitabın sonuna ilave
edildi, isimler, deyimler indeksi konuldu.
Burada “Dört Mezhebe
Göre İslâm Fıkhı'nın Türkçeye kazandırılmasında yılmadan çalışan mütercim
Mehmet Keskin'e, tercümeyi baştan sona gözden geçirerek redaksiyonunu yapan
Yüksel Kanar'a teşekkür eder, kitabın hayırlara vesile olmasını dilerim.
Şaban Kurt [1]
Allahü Teâlâ'nın engin
lütuf ve keremiyle, dört büyük mezheb İmamının fıkhını tam bir vukûfiyetle ve
sistematik bir biçimde ele alıp açıklayan “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı” adlı
bu kitabı dilimize aktarmış olmanın sevinç ve bahtiyarlığı içindeyim.
Bu eser 1922'de Mısır
Vakıflar Bakanlığı tarafından, özellikle camilerde ders kitabı olarak
okutulmak üzere Ezher Üniversitesi'nde oluşturulan bir komisyona havale
edilerek hazırlattırıldı.
Kitabın ibadet
bölümünü ihtiva eden ilk cildi 1928 yılında basıldı. Bir miktarı camilere ve
kütüphanelere dağıtılan eser çok büyük ilgi gördü. Kısa zamanda tükendi.
Vakıflar Bakanlığı,
ilim çevrelerinden gelen yapıcı eleştirileri de dikkate alarak eserin yeniden
gözden geçirilmesine karar verdi. Hanefî âlimlerinden Abdurrahman Cezîrî başkanlığında
yeniden ilmî bir komisyon kuruldu. Bu komisyonda Mâlikî ulemâsından Şeyh
Muhammed Semâlutî ve Şeyh Muhammed Abdülfettah İnânî, Hanefî ulemâsından Şeyh
Muhammed Biblâvî, Hanbelî ulemâsından Şeyh Muhammed Sebî ve Şeyh Ebû Tâlib
Haseneyn, Şafiî ulemâsından Şeyh Muhammed el-Bâhî vardı. Abdurrahman Cezîrî'nin
son şeklini vererek kurula arz ettiği bu yeni eser onaylandı, 1931 yılında yeniden
basıldı.
Kitabın ibadet bölümü
dışındaki diğer bölümleri ise Abdurrahman Cezîrî tarafından hazırlandı ve komisyonun
muvafakat gösterip onaylamasından sonra, bu bölümler de kitabın müteakip
ciltleri olarak yayınlandı.
Abdurrahman Cezîrî,
esere yöneltilen eleştirileri de dikkate alarak kitabı baştan sona, yeniden
bir kez daha gözden geçirdi. Gerekli ilâve ve düzeltmeleri yaptı. Böylece son
ve mükemmel biçimini alan kitap 1939 yılında bütün olarak basıldı.
İşte biz, tercümemizde
bu son baskıyı esas aldık. Önemli bir fıkıh kitabı olan bu eseri akıcı bir
üslupla eksiksiz ve doğru olarak tercüme etmeye çalıştık. Her şeye rağmen
çevirinin kusurları bulunabilir. Bu konuda yapılacak tenkitleri şükranla
karşılayacağımızı ve dikkate alacağımızı belirtmek isterim.
Burada bu tercümenin
yapılıp yayınlanmasını sağlayan Çağrı Yayınları sahibi Sayın Şaban Kurt'a
teşekkürü bir borç bilirim.
Mehmet Keskin, (Müftü)[2]
İslâm Hukuku ilminin
özel adı olan “Fıkıh” lügatte bilmek, anlamak, şuurlu olarak idrak etmek, bir
şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı bir şeyin hakikatine nüfuz edebilmek,
kendisine hüküm taalluk eden gizli bir mânâyı kavrayabilmek gibi anlamları ifade
eder.
Fıkıh'ın ıstılahtaki
anlamı ise: “İnsanın amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri
bilmesi” demektir. Diğer bir tarife göre de: “Uygulamaya, yani ibâdet, kulluk
ve muamelâta ilişkin şer'î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek”ten
ibarettir. İşte bu hükümleri böylece bilen kişiye de “Fakın” adı verilir.
Öyleyse “Fıkıh İlmi”,
amellere ilişkin şer'î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bildiren ilimdir.
Tarifinden de anlaşılacağı üzere bu ilim, dinî, siyâsî ve medenî hayatın bütün
hususlarını en geniş bir biçimde içine almakta olup, hem ibâdetlerde, hem de
aile, miras, emval ve ukûd gibi sosyal hayat münâsebetleri gereği olan bütün
uygulamalarda (muamelât) yapılacak veya sakınılacak cihetlere dâir hükümleri
içerir. Bundan başka ceza hükümleriyle muhakeme usullerine ve nihayet devletin
idaresi ve teşkilâtıyla, savaş hukukuna taallûk eden hükümler de fıkhın
kapsamı içindedir.
Bütün bu konulardaki
şer'î hükümlerin çıkarılması için elimizde dört asıl kaynak vardır. Çıkarılacak
bütün kazâî hükümlerin, şer'an muteber olabilmeleri için, mutlaka bunlara
dayanmaları gerekir. Fıkıh usûlünün prensiplerini teşkil eden bu dört asıl
kaynak şunlardır:
1- Kitâb
2- Sünnet
3- Kıyâs
4- İcmâ
Buradaki “Kitâb”tan
kasıt, son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.) e Allahü Teâlâ tarafından Cebrail
vâsıtasıyle vahyedilmiş olan Kur'an-i Kerim'dir.
“Sünnet”, Rasûlü Ekrem
(s.a.s.) efendimizin söz, davranış ve uygulamalarının toplamını ifade eder.
“Kıyâs”, bir şeyde
sabit olan hükmün benzerini, o hükmün içtihadı sebebini taşıması cihetiyle,
diğer bir şeyde de bir rey ve ictihad neticesi olarak ortaya koymaktır.
“İcmâ” ise, bir asırda
bulunan İslâm müctehidlerinin şer'î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Bir
aklî hüküm veya bilinmesi yalnız sarih nakle dayalı olan şeyler hakkındaki
ittifaka icmâ adı verilmez. Âlemin sonradan yaratılmış olmasına, kıyametin
vukuuna ait ittifaklar gibi. Çünkü bunlar zaten Kur'an'da açıkça
belirtilmektedir. Aynı zamanda avamın bir konu hakkındaki ittifakları da icmâ
sayılmaz.
Şer'î hükümlerin ilk
tebliğcisi şüphesiz ki Rasûlü Ekrem (s.a.s.) dir. O, îlâhî vahye mazhar seçkin
bir insan olması dolayısıyle bütün dinî hükümlere tam anlamıyla vâkıftı. Onun
ulvî huzurundan feyz alan ashab-ı güzin de şer'î delillerin ve hükümlerin bütün
inceliklerini biliyorlardı. Çünkü ortaya çıkan her türlü meseleyi kendisine
soruyor ve cevabını da en tatmin edici bir şekilde alıyorlardı. Ashab-ı
Kiram'a yetişip “tabiîn” unvanını alan birçok büyük insan da, Peygamber
efendimize yakın bir zamanda dünyaya gelmiş olduklarından İslâm'ın bütün
hükümlerine mükemmel bir şekilde âşinâ bulunuyorlardı.
Tabiînin son
zamanlarına doğru İslâm dünyası genişlemeye başlamış, çeşitli ırklara mensup
birçok kavimler İslâmiyetle şereflenmişlerdi. İslâm topraklarının genişlemesi,
müslümanların çoğalması ve zamanın ilerlemesiyle sosyal hadiseler günden güne
artıyor, çeşitli cereyanlar ortaya çıkıyor ve birçok meseleler çözüme ve
açıklamaya muhtaç bulunuyordu. İşte bu durum karşısında İslâm bilginlerinin
olağanüstü derecedeki çalışmaları başladı, birçok ilimler tedvin edildi. İlk olarak
hadîs, fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimleri metodlu bir şekilde kurularak bu konuda
her biri kendine has özellikler taşıyan ve birer hukuk okulu olan fıkhî
mezhebler ortaya çıktı.
“Mezheb” kelimesi
lügatte, gidilecek yol veya yer anlamına gelir. Istılahta ise “İmamların
seçtikleri meslek, yol ve sistem”, demektir. Elinizdeki kitabın konusuyla
ilgili olan fıkhî mezhebler tebe-i tabiîn devrinden itibaren ortaya
çıkmışlardır. Hanefi, Şafiî, Hanbelî ve Malikî mezhebleri ise bunlar arasında
en yaygın ve bağlıları en fazla olan mezheblerdir. Okuyucunun bu dört mezheb
hakkında fikri olsun diye bu mezheb ve onların İmamları hakkında genel
bilgiler verildi.[3]
Asıl adı Numan b.
Sabit olan ve İmam Azam lakabıyla tanınan Ebû Hanîfe, Hicrî 80 (Milâdî 699)
yılında Kûfe'de doğdu. Önce burada Kur'an'ı hıfzetti. Arapçanın o zaman henüz
kurulmakta olan sarf ve nahvi ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve
bütün Irak'ın en büyük üstadlarından hadîs ve fıkıh dersleri aldı. O zamanlar
Küfe ve Basra'da çok ilerlemiş olan cedel ile İslâm'ın dinî felsefesi olan kelâm'ı
öğrendi. Kaynaklar onun mantıkta ve hazır cevaplılıkta doğuştan üstün bir
yeteneğe sahip olduğunu belirtmektedir. Kûfe'nin en ileri gelen İmamlarından
Ebû Amr Âmir Şa'bî ile yakın münasebeti vardı. Hatta ilim yoluna girişinde bu
zatın büyük etkisi olduğu anlaşılıyor. Yine kaynaklara göre, 16 yaşındayken
babasıyla birlikte Hicaz'da bulunmuş ve 714 yılında, Mekke'de, Kabe'nin
hareminde râvilerin ders halkalarında hadîsler dinlemiştir. Ebû Hanîfe bu
seyahatinde Ata b. Ebî Rebah ve Nâfi gibi tabiînden bazıları ile temas etmiş ve
onlardan da hadisler dinlemiştir. Ayrıca onun Irak'ta iken tabiînden 93 zat ile
görüştüğü rivayet edilmektedir ki, bu durum Ebû Hanîfe'nin tabiînin
küçüklerinden ve tebe-i tabiînin büyüklerinden olduğunu göstermektedir.
Ebû Hanîfe, bütün bu
tahsili sırasında, bir yandan da ticâret hayatına girmiş bulunuyordu. Bu
âlim-tüccarın, Hind, İran ve Arap Yarımadasının ticaret yollarının birleştiği
ve aynı zamanda kelâmî münâkaşaların kaynaştığı Basra'ya 20 defadan fazla
gidip geldiği söylenir. Artık olgunlaşmış bir genç olan Ebû Hanîfe, Basra'da
ticâret işlerini yürütürken buradaki çeşitli ilmî ve fikrî gruplarla da temasa
geçmişti. Bunlar arasında Haricîler, Şia, Kaderiye ve Dehriye mezheblerinin İmam
ve müdafileri de vardı. Bunların en büyükleriyle tartışmalara ve sohbetlere
girdiği ve böylece kelâm ve cedel'de epeyce ilerlediği bilinmektedir. Bütün
bunlardan sonra nasslarda görülen, Hz. peygamber (s.a.s.) ve sahabelerinden anane
yoluyla gelen ve başlıca cumhur-u ulemâ inanç asıllarının şekillendirilerek
vecizeler halinde ifadeleri ve bunların Kur'an ve Hadîs sınırları içerisindeki
akıl ve mantığın da yardımıyla savunulmaları hususunda büyük başarılar elde
ettiği muhakkaktır.
Ebû Hanîfe, İslâm
dünyasında yaklaşık bir yüzyıl içinde gelişmiş olan bilgilen elde etmekle
birlikte, kendisi için bunları yeterli görmüyordu. Onun düşüncesine göre; bütün
bunlar ancak hazırlık mahiyetindeki bilgilerden ibaretti. Bu bilgilerin de
yardımıyla din ve dünya işlerinin düzenlenmesine yarayacak olan “fıkh”ı elde
etmek gerekiyordu. O dönemde Fıkıh İlmi, genişçe ve daha genel bir çerçeve
içinde olsa da, ayrı bir ihtisas bölümü olmak üzere yeni kurulmaya başlamıştı.
Bu konuyla daha çok İslâm dünyasının müftüleri ve hâkimleri uğraşmaktaydı.
Nihayet Ebû Hanîfe, fıkhı yeniden kurma konusundaki kararını verdi. Bu sırada
yaşı yirminin üstünde bulunuyordu. Irak'ın en ileri gelen fakîhi Hammad b. Ebî
Süleyman'ın Küfe camiindeki derslerine devam etti. Aynı zamanda oranın başka
âlim ve fakîh muhaddislerinden ders dinledi. İmam Azâm'ın, İmam Cafer es-Sâdık
ile, Hz. Ömer, Hz.AIi, İbn Mes'ud ve İbn Abbas kollarına mensup bilginlerden ve
bunlara ilâveten daha 4000'e yakın din bilgininden hadîs dinlediği de rivayet
edilmektedir. Ebû Hanîfe, Hammad’ın da en gözde öğrencisiydi. Hocası bulunmadığı
zaman onun yerine vekâlet ederdi. Onun derslerine yaklaşık olarak 10 yıl devam
ettikten sonra, bir ara ayrı bir tedris halkası kurmayı düşünmüş, fakat
hocasına yaptığı iki aylık vekilliği zamanında verdiği 60 fetvadan yirmisinin
hocası tarafından düzeltildiğini görerek, Hammad'ın vefatına kadar onun ders
halkasından ayrılmamıştır.
Hammad b. Süleyman'ın
Hicrî 120 yılında ölümü üzerine, yaşı kırk dolaylarında olan Ebû Hanîfe,
hocasının diğer ileri gelen öğrencilerinin ve arkadaşlarının ısrarlı ricaları
üzerine, hocasından boşalan kürsüye geçmiş ve dersleri devam ettirmeye
başlamıştır. Zaten Ebû Hanîfe, öteden beri yüksek vekarı, samimiyeti ve
ciddiyetiyle kendisini çevresine kabul ettirmişti. Aynı zamanda o, resmî
görevlerden ve devlet kapısından uzak kalmaya da azmetmişti. Derin takvasından
başka, fıkıhtaki ilham ve sezgi derecesini bulan kavrayışlı bilgisini tatlı ve
güler yüzlü bir şekilde, vecizelerle süsleyerek anlatma hususundaki müstesna
yeteneği sayesinde kısa zamanda ders halkası dolup taşmaya başladı. İslâm
dünyasının hemen her yerinden akın akın gelen öğrenciler ve aynı zamanda
halktan dinleyicilerle ders kürsüsü sımsıkı sarıldı. Bazı aralıklarla 30 yıl
kadar süren ders ve fetva halkalarında yetişen öğrencilerin sayısının 4000'i
aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının ictihad derecesine ulaştığı
bilinmektedir. Halkasında yetişen öğrencilerinin adlan, künyeleri ve
şehirlerini gösteren kitaplar yazılmıştır. Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensarî
Zufer b. el-Huzeyl el-Ensâri, Dâvud et-Tâî, Esed b. Amr, Afiyet b. Yezid
el-Avdî, Hasan b. Ziyâd, Kasım b. Maan, Ali b. Mushir, Mindel b. Ali, Hibban b.
Ali ve Muhammed b. Hasan el-Şeybânî gibi büyük âlim ve müctehidler İmamın
halkasında yetişenlerin en büyüklerindendir.
Ebû Hanîfe'nin tedris
ve fetva verme hususunda izlediği yol, başka bilginlerin yolundan farklıydı.
Onun halkasında iki türlü müzâkere yapılırdı:
1- Öğrenci
için izlenen muntazam fıkıh dersleri.
2- Dışardan
ve halk tarafından cevabı istenilen sorular.
Ebû Hanîfe, ele
alınacak konuyu ortaya koyar ve mesele açık bir şekilde, tartışmalı olarak
müzâkere edilirdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olanlar ve ictihad
derecesine yükselenler, düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra sıra Ebû
Hanîfe'ye gelirdi. İmam, meseleyi yeniden tasvir ve izah ileten sonra kendi
düşünce ve ictihadlarını delilleriyle ortaya koyar ve gerekli düzeltmeler
yapılarak cevaplar verildikten sonra, alınan karar, çoğunlukla delillerinden
tecrit edilerek, son derece veciz cümlelerle bizzat kendisi tarafından yazıya
geçirilirdi. Bu yazılı vecizeler daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir.
İmam Azam,
müzâkeresini yeterli görmediği ve olgunlaştığına kanaat getirmediği meselelerin
yazı ile tesbitini yasaklardı. Ebû Hanîfe'nin bu ılım halkaları, başta
kendilerinin, sonra da arkadaşlarının fıkhî nezâret ve salahiyetleri altında
çalışan ilmî bir istişare meclisi niteliğindeydi. İşte böylece İslâm dininin
amellerle ilgili bütün talimi yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir.
İbadetlerden başka aile hukuku, muamelât, hudut, ukûbat, sulh ve cihad
hükümleri, miras ve benzeri konuları içeren ve daha sonra kendisinin öğrencisi
İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından tedvin edilip Zahir el-Rivâyât
adıyla anılan büyük teliflerin metinleri bu halkalarda karara bağlanmış ve
tesbit edilmiş olan konulardır. Rivayete göre İmam'ın huzurundaki ders
halkalarında karara bağlanan meselelerin sayısı yarım milyonu bulmaktadır.
Ebû Hanîfe, bir
taraftan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplardan meydana gelen hükümleri
öğrencilerine öğretirken, bir taraftan da yeni olaylara ait hükümleri
araştırırdı. Bunun yanında aynı türden olan geleceğe ait bir takım olayların
meydana çıkması da mümkün olduğu için, bunlara ait farazî meseleler de Ebû
Hanîfe'nin meşgul olduğu konular arasındaydı. İşte böylece yeni bir ictihad
kapısından fıkhın külli kaidelerine doğru yürümek için geniş bir yol açılmış
bulunuyordu. İmama göre geçmiş, bazı şartlara bağlı olarak bugün (hâl) için
örnek teşkil ettiği gibi, gelecek için de örnek olabilirdi. Öyleyse gelecekte
çıkması mümkün olan meseleler için cevaplar arayıp bulmakta bir mahzur yoktu;
hatta bu zorunluydu. İşte bu surette fıkıh, geçmiş ile hâlin dar çerçevelerini
aşarak geleceğe girmiş ve bu yolda geçmiş ve hâlin somut meselelerinden sonsuz
geleceğin ideal fıkıh düşüncesine doğru geçilmiş oluyordu. Nitekim böylece Ebû
Hanîfe'nin halkasında bulunan fiilî ve teorik hükümler belki yüz binleri
geçiyordu. Artık bu kadar çok sayıdaki hükümlerin bir zapt ve rapt altına
alınması şart olmuştu. Her gün hacmi artmakta olan meselelerin bazılarının aynı
cins ve neviden oldukları görülerek, ona göre tasnif edilebileceği meydana
çıkmış oluyordu. Bu suretle fıkıh meseleleri cinslerine göre kitaplara,
kitaplar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılıyor ve başta taharet olmak
üzere ibadetler, münâkehat, muamelat, hudut, ukûbât konularıyla devam ediyor
ve nihayet miras kitapları olmak üzere sıralanarak fıkıh'ın tedvini Ebû
Hanîfe'ye nasip oluyordu.
Fikıh'ı, “insanın leh
ve aleyhinde olan, yani iyi veya kötü olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eden
Ebû Hanîfe, bu konuda önce Kur'an ve Hadisten ibaret olan nass'lara başvurur,
sonra bu nasslarda hakkında kesin hüküm bulunmayan meselelerde, yine nassın
şümul ve gölgesinde kıyâs'a ve ümmetin icmâına bakardı. Sünnet'in Hz. Muhammed
(s.a.s.) e dayanmasını tayin hususunda, İmam Azâm'ın kendisine göre,
esaslarını üstadlarından aldığı ve Usûl-i Fıkıh'ta ayrıntılı olarak bildirilen
özel metodları vardı. Bu metoda göre her an'ane bir sünnet olmayabilirdi.
Bundan dolayı İslâm'ın esaslarına ve asıllarına uymayan “haber-i vâhid”leri
reddederdi. Doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet'e bağlanamayan meseleler hakkında,
iyi ve kötünün, yani mâruf ve münkerin tanınmasında ashabın ihtilâfı
görülürse, bunlar arasında kendi görüşüne uygun olan birini tercih eder, fakat
kesin olarak bunların sınırları dışına çıkmazdı. Çünkü Peygamber efendimizin
sahabelerinden birine dayanan fetva ve hükümler, ya onların kendi ictihad ve
görüşleri yahut da Hz. Peygamber (s.a.s.) e dayanan mürsel bir sünnettir.
İmama göre, ashabın mürselleri, başkalarının müsnetlerinden daha kuvvetli
sayılırdı ve mutlaka bunlardan herhangi birine uymak gerekirdi.
İmam Azam Ebû Hanîfe,
bütün ehl-i sünnet tarafından saygı gören dört büyük müctehid mezheb İmamının
birincisidir. Gerek kıdem ve gerekse mezhebindeki genişlik ve büyüklük
bakımından, kendisine verilen “İmam Azam” unvanına hakikaten lâyık olduğunu
göstermiştir. Aslında İslâmiyetin ilk feyizli çağlarında müslümanlar arasından
birçok büyük müctehidler çıkmıştır. Fakat onların ictihadlan ve ictihad
metodları hakkıyla zabt edilememiş, kendilerine tabi olanlar da bu dünyadan
göçünce mezhebleri devam edememiştir, İmam Azam ise, yukarıda anlattığımız
metodlarla, mezhebinin kalıcı olmasını sağlayacak çok büyük bir yol
geliştirmiş ve dolayısıyla da mezhebi devam edegelmiştir.
İmam Ebû Hanîfe'nin
hayatı ve yaşayışı hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır. Onun nezih hayatı,
zühd ve takvası, yüksek ahlâkı, üstün ilim ve zekâsı herkes tarafından
bilinmekte ve teslim edilmektedir. Bu husustaki bazı olayları okuyucularımıza
sunmakta fayda görüyoruz:
Harun el-Reşid, İmam
Eû Yusuf'tan İmam Azâm'ın ahlâkını anlatmasını istemesi üzerine İmam Ebû
Yusuf: “Hiçbir söz söylemez ki, yanında
(onu) gözetleyen, dediklerini zabt eden (bir melek) hazır bulunmasın”[4] ayetini okuduktan
ve her söz söyleyenin söylediği şeyi Allah'ın bildiğini belirttikten sonra
şöyle dedi: “İmam Azam, Allahü Teâlâ'nin haram kıldığı şeylerin yapılmasını
şiddetle engellemeye çalışırdı. Din hakkında bilmediği bir şeyi söylemekten
şiddetle kaçınırdı. O, daima Hakk'a itaat olunmasını isterdi. Çokça sükût eder,
daima tefekküre dalar ve ilim sahibi olmak için çalışırdı. istenildiği takdirde
ilmini ve malını ziyadesiyle harcamaktan çekinmezdi. Hiçbir kimseyi hayırdan
başka bir şeyle anmazdı.”
Zehebî'nin “Tezkiretü'l-Huffâz”
adlı kitabında şu satırlar yer alır: 'İmam Azam, gerçek bir önder, müteverrî,
âlim, müteabbid, büyük şan sahibi bir zattı. Sultanın atıyyelerini kabul
etmez, bizzat kendisi ticâretle uğraşıp kazanırdı.”
İmam Azam gerçekten de
son derece müteverri idi. Belki bir hükümde kusur ederim diye kadılığı kabul
etmemişti. Aslında seleften birçok kişi de kaza mevkiinde bulunmaktan kaçınmışlardı.
Çünkü gerçekten de, insanlar arasında adaleti hakkıyla temin oldukça güç ve
manevî sorumluluğu gerektiren bir görevdi. İmam Azam ise, aynı zamanda büyük
bir müctehid idi ve bütün zamanını ictihad için harcıyor, yüzlerce öğrenci
yetiştiriyordu. Böyle bir görev üstlenmiş bir insan kaza işleriyle bağlanarak
ilim ve ictihad alanındaki çalışmasını kısmen de olsa sekteye uğratamazdı.
Buna rağmen hem Emevîler ve hem de Abbasîler tarafından göreve zorlanmıştı.
Acaba bunun sebepleri nelerdi? Bu konuda bazı tarihî görüşler vardır:
Bazılarına göre İmam
Azam, zamanın bütün icraatına, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde bakıyor,
fakat istediği şartları göremediğinden üzülüyordu. Bunu hisseden ve bir vehme
kapılan idareciler ise İmamı hesaba çekmek ve başında bulunduğu topluluğu
dağıtmak için bahane arıyor, ona kabul etmeyeceği bir görev teklif ediyor ve
bundan kaçınmasını bahane ederek kendisine eziyette bulunuyorlardı. Hatta
bazıları İmam Azâm'ın Emevîlere karşı kıyam etmek isteyen Hz. Zeynel Abidin'in
oğlu Zeyd taraftarı olduğunu ve ona yardım ettiğini söylüyorlardı. Bu yüzden
Emevî valisi İbn Hubeyre'nin işkencesine mâruz kalmıştı.
İmam Azâm'ın Abbasîler
zamanında da Hz. Ali'nin torunlarından Muhammed ve İbrahim'e mütemayil
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ebû Cafer Mansur, bu sebeple İmam Azâm'a
düşmanlıkta bulunmuştur. Ancak bu rivayetin doğru olmadığı görüşünü de
savunanlar vardır. Bunlara göre Ebû Cafer Hicrî 145 yılında Bağdat şehrini
kurmaya başlamış ve 149 yılında tamamlamıştı. Burası İslâm'ın önemli ve en
büyük merkezlerinden birisi olacaktı. Dolayısıyla bu merkezde kadı olacak
kimsenin de Ebû Hanîfe gibi büyük bir müctehid olması gerekiyordu. Fakat Ebû
Hanife'nin bu göreve yaklaşmaması Ebû Cafer için büyük bir hayal kırıklığı
olmuştu. Nitekim Ebû Cafer Mansur, Ebû Hanîfe'nin görevi kabul etmeyeceğini
bile bile, onun kadı olmasında ısrar etti. Fakat bunu kabul etmeyen İmamı
hapsettirip işkence yaptırdı. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkardı, fakat
vetva ve derslerinden menetti. Ebû Hanîfe ise kısa bir süre sonra Allah'ın
rahmetine kavuştu. (H.150/M.767)
İmam Azam Ebû Hanîfe
değeri çok yüce olan bir bilgindir. Onun meydana getirdiği ictihad müessesesi İslâm
âlemi için bir rahmet vesilesi olmuştur. Adı da müslümanlar arasında hayır,
rahmet ve şükranla anılmakta, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde onun kurduğu
mezhebe mensup milyonlarca insan yaşamaktadır.[5]
Kendi adına izafeten
Şafiî mezhebinin kurucusu olan İmam Şafiî'nin asıl adı Ebû Abdullah Muhammed b.
İdris eş-Şâfiî el-Kuraşî'dir. Dört büyük mezheb İmamı arasında nesebinin
Kureyş'e dayanmasıyla seçkin bir yere sahiptir. Büyük dedesi Safi, gençliğinde
Rasûl-i Ekrem'e ulaşmıştır. Onun babası Saib de Bedir gazvesinde İslâmiyeti
kabul etmiş muhterem bir sahabidir. Annesi ise, bir rivayete göre İmam Hüseyin
hazretlerinin torunu Abdullah'ın kızı Fâtıma, diğer bir rivayete göre ise Ümmü
Habibe-i Ezdiyye'dir.
Kaynakların
belirttiğine göre İmam Şafiî, Hicrî 150/M.767 yılında Şam beldelerinden
Gazze'de; diğer rivayetlere göre de Askalan veya Yemen'de doğmuş, yetim kalmış,
daha iki yaşındayken annesi tarafından Mekke'ye götürülmüş, orada büyümüş, bir
ara Medine'ye gitmiştir. 20 yaşlarında Mâlik b. Enes'ten, onun ölümüne kadar
dersler almıştır. Şafiî daha sonra Yemen'de bir memuriyet aldı. Burada gizlice
Zeydî İmamı Yahya b. Abdullah'a biat ettiği için, diğer Alevîlerle birlikte
tutuklanarak Halife Harun Reşid'in yanına Rakka'ya götürüldüğü rivayet edilir.
Ancak halife onu serbest bıraktı. Biri Hicrî 184 ve diğeri de 195 yıllarında
olmak üzere iki defa Bağdat'a gitti ve toplam iki yıl orada kaldı. Buradan
tekrar Mekke'ye geldi, iki yıl kaldıktan sonra 199 yılında Mısır'a giderek
Füstat bölgesine yerleşti.
İmam Şafiî, daha dokuz
yaşındayken Kur'an-i Kerim'i hıfzetmiş, genç yaşlarda Mekke müftüsü Ebû Hâlid
Müslim İbn Halid'den fıkıh dersleri almıştı. Biraz sonra İmam Mâlik'e ulaşarak
ondan da fıkıh ve hadîs dersleri okudu. Daha sonra Irak'a giderek İmam Muhammed
Şeybânî'den de fıkıh dersleri aldı ve Kitab el-Hücce gibi eserlerini burada yazdı.
Bu sırada İmam Muhammed'in kitaplarını okumuş, onları istinsah ederek
incelemişti. Süfyan İbn Uyeyne, Abdülaziz İbnü'l-Mâçişûn gibi bilginlerden de
hadîs dersleri aldı.
İmam Şafiî yalnızca
mevcut olan fıkıh malzemesini elden geçirmekle kalmamış, fıkıh ilminin
temellerini ve usullerini de araştırmıştır. İmam Şafiî bu yüzden Usûl-i Fıkh'ın
kurucusu olarak kabul edilmektedir.
İmam Şafiî, çok genç
yaşlardayken arap diline, şiir ve tarihine büyük bir vukûfiyet kazanmıştı. Bu
bakımdan Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla anlamak ve ahkâmına güç yetirebilmek
konusunda eşi az bulunur bir müctehiddi. Dolayısıyla İmam Şafiî kuvvetli bir
müfessirdi. Bu büyük İmamın Kur'an âyetlerinden ne kadar büyük bir itina ile
ahkâmlar çıkarmış olduğuna “Kitâbü'1-Ümm” adlı kitabı tanıklık etmektedir.
İmam Şafiî, aynı
zamanda büyük bir muhaddisti. Daha yirmi yaşındayken İmam Mâlik'in “Muvattâ”sını
bütünüyle ezberlemiş, o büyük müctehidin huzuruna girince, kitabını baştan sona
kadar ezberinden okumuş, gerek hıfzındaki kuvvet ve gerekse dilindeki fesahat
ve talâkatle İmam Mâlik'in takdir ve teveccühlerini kazanmıştı. O, birçok
muhaddislerle bir arada bulunmuş, özellikle bir bakıma öğrencisi ve bir bakıma
da hocası olan İmam Ahmed İbn Hanbel ile hadîs-i şerif müzâkerelerinde
bulunmuştur. Fakat zamanının büyük kısmını tedrise ve içtihada hasretmiş
olduğu için, hadîs-i şeriflere ait mahfûzâtı, başka bir kısım muhaddisler
derecesinde olamamıştır. Hadislerin râvilerine ve kuvvet derecelerine hakkıyla
vakıftı ve rivayetlerinde bazı eksiklikler buludan hadisleri kullanmaktan
şiddetle kaçınırdı.
İmam Ahmed b,
Hanbel'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: “Ben babama Şafiî'nin nasıl bir insan
olduğunu sordum. Çünkü ona çok dua ediyordu. Babam dedi ki: Şafiî dünya için
güneş ve insanlar için sağlık mesabesindedir. Bak, hiç bunların yerine geçecek
bir şey var mıdır?”
İmam Şafiî hazretleri
ictihadlarında Kur'an-ı Kerim'e, Hz. Peygamberin Sünnet'ine, îcmâ'a, sahabe-i
kiramın sahih sözlerine ve kıyasa dayanmıştır. Ashabın ihtilaflı sözlerini,
istihsanı ve maslahat-ı mürseleyi birer delil olarak kabul etmemiştir. Şöyle
ki: İmam Şafiî, fıkhî hükümleri önce Kur*an-ı Kerim'den çıkarmaya çalışırdı.
Aradığı meseleyle ilgili olarak Kur'an'da bir delil bulamazsa Hadîs-i Şerife ve
icmâa müracaat ederdi. Bunlarda da bir şey bulamazsa ashabı kiramın ittifak
ettikleri sözlere başvururdu. Münker olmayan ve rivayetinde töhmeti gerektiren
bir durum bulunmayan zayıf hadisi ve mürsel hadîsi bile kıyastan daha üstün
tutardı.
İmam Şafiî hazretleri,
diğer mezheblerce kabul edilmiş olan “istihsan'ı da bir delil olarak kabul
etmemiştir. Bilindiği gibi İhtihsan; hakkında nass bulunmayan meselelerde ve
olaylarda zorluk ve maslahat dikkate alınarak ona göre hüküm vermekten
ibarettir. Diğer mezheblerin birçok toplumsal olayın çözüme bağlanmasında bir
hal çaresi olarak gördükleri istihsanı delil olarak kabul etmeyen İmam Şafiî: “îstihsan'da
bulunmak isteyen, kendisinin sâri olmasını murad etmiş olur” demiştir.
İmam Şafiî'nin ictihad
ettiği meseleler yeni mezheb ve eski mezheb olarak iki kısma ayrılmıştır. Onun
Hicrî 195 yılında Bağdat'a gittiği vakit eski mezhebini neşrettiği görülür.
Sonra Bağdat, Cezîre, Şam, Mısır gibi gezip dolaştığı yerlerde birçok büyük
muhaddislerle karşılaşmış ve bir kısım sahih hadîsleri daha öğrenmiştir ki, bunları
menfaatlerin celbi ve mefsedetlerin defi hususlarındaki bazı rey ve
ictihadlarını tadil etmekte kullanarak Füstat'da yeni mezhebini neşretmiştir.
Kısacası bu büyük İmam da, kendi ictihadlarına göre müstakil bir fıkhî mezheb
meydana getirmiştir.
İmam Şafiî'nin başlıca
eserleri şunlardır: Ahkâmü'l-Kur'an, Es-Sünen, Îhtilâfü'l-Hadîs, Er-Risâle
fi'1-Usûl, EI-Mevâris, Kitâbü'1-Ümm, Müsnedü'ş-Şâfiî, Edebü'1-Kâdı, El-Eşribe,
Fezâil-i Kureyş, Es-Sebku ver-Remy.
İmam Şafiî'nin mezhebi
doğuda ve batıda yayılmış, milyonlarca müslüman kendisini İmam olarak kabul
etmiş, hatta bilfiil ictihad gücünü kendisinde taşıyan birçok büyük fakîhler
bile onun açtığı ictihad yolunu takip etmişlerdir. Meşhur muhaddislerden Ebû
Nuaym ve daha birçok kimseye göre: “Kureyş'in âlimi yeryüzünü ilimle
dolduracaktır” hadîs-i şerifindeki “âlim'den muradın İmam Şâfıî olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü bu durum İmam Şafiî ile gerçekleşmiştir. Gerçi Kureyş'ten
birçok âlim ortaya çıkmıştır, ancak İslâm dünyasının her tarafında yaygın hale
gelen bir mezhebin kurucusu olmak şerefi İmam Şafiî'ye nasip olmuş ve yine
onun yazdığı kitaplar büyük bir kabul görmüştür.
İmam Şafiî hazretleri
Hicrî 204 (Milâdî: 819/820) yılında Mısır'da vefat etmiştir.[6]
Tam adı Ebû Abdullah
Mâlik b. Enes b. Ebî Âmir b. Amr b. el-Hâris b. Geymân b. Hüseyl el-Asbahî olan
Mâlik b. Enes'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle bitlikte Hicrî 90 ile
97 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Ancak kaynaklar daha çok 93
(Milâdî: 712) yılında doğmuş olabileceği üzerinde dururlar. Medine'de dünyaya
gelen İmam Mâlik b. Enes, burada büyümüş ve yetişmiştir.
Tebe-i Tabiînden olan İmam
Mâlik, tabiînden birçok fukahâya yetişmiş, gençliğinden itibaren ilim sahasına
atılmış, üç yüzü tabiînden, altı yüzü de onların tabiîlerinden olmak üzere
dokuz yüz şeyhten hadîs-i şerif ahzetmiştir. Bunlar arasında Yahya İbn Said,
Nâfi, Zührî, Makburî, Abdullah İbn Dinar, Hişam İbn Amr, Zeyd İbn Eşlem, Rebia İbn
Abdurrahman gibi zatları sayabiliriz.
İmam Mâlik hemen bütün
hayatını Medine'de geçirmiştir. Bu hususta elde bulunan kronolojik kesin delil,
kendisinin Hz. Ali ailesine mensup hilâfet müddeîsi Muhammed b. Abdullah'ın
145 yılındaki isyanına karıştırılmış olmasıdır. Daha 144 yılında, Halife
Mansur, onu Mekke'deki Hassânîlere göndermiş ve hilâfet iddiası ile itham
edilen Muhammed ve İbrahim b. Abdullah adındaki kardeşleri işletmişti. Bu
kendisinin genel bir saygınlık kazanmış olduğunu ve hiç olmazsa siyaset
bakımından hükümdara düşman olmayan bir tavır takındığını gösterir. Bir de iki
kardeşin hapsedilmiş olan babaları Abdullah'tan müsadere edilen mallarla temin
edilen gelirin kendisine verilmesi suretiyle hizmetinin bedeli ödenmişti.
Vazifesi başarıyla sonuçlanmadı ve 145 yılında Muhammed Medine'yi zabt edince,
İmam Mâlik bir fetvasında, Mansur'a yaptığı biatin kendisini vicdanen herhangi
bir şeye mecbur etmediğini, çünkü bu biatin zorla alındığını ilân etti. Bunun
yanında İmam Mâlik ayaklanmaya katılmadı ve evinde kalmayı tercih etti.
Ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine 147 yılında Medîne valisi Cafer b.
Süleyman tarafından kırbaçla dövülmek suretiyle cezalandırıldı. Bunun sonunda
da omzunda bir sakatlık kaldı. Daha sonra halife onunla barışmış olmalı ki,
Mehdî, Mekke'de Harem inşaatıyla ilgili olarak onun da görüşünü almıştır. 179
yılında da Halife Harun el-Reşid hac münasebetiyle gelip onu görmüştür.
İmam Mâlik Hicrî 179
yılında (Milâdî: 795/796), kısa bir hastalıktan sonra Medîne'de vefat etti. Bu
sırada yaklaşık 85 yaşındaydı ve Bakî mezarlığına defnedildi.
İmam Mâlik'in belli
başlı eseri Kitâb el-Muvattâ'dır. Zeyd b. Ali'nin Kitâb el-Mecmû'u istisna
edilecek olursa, bugüne kadar gelmiş olan en eski müslüman hadîs kitabıdır. Bu
eserin amacı, Medîne'de ve Medîne çevresinde yaygın bir halde bulunan sünnetçe
kabul edilmiş icmaa göre, dinin kanun ve hukukunun, menâsik ve amellerinin tam
bir tablosunu çizmek, sünnet ve icmâ'dan hareket ederek henüz tesbit edilmemiş
olan her şey için nazarî bir kıstas vermektir. Abbasîlerin ilk dönemlerinde
bile, en basit meselelerde dahi birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu.
İşte bunlar arasından “bastırılıp düzeltilmiş” (ki el-muvatta kelimesi de bu
anlama gelmektedir) bir yol göstermekte ayrı bir pratik fayda bulunmaktaydı, İmam
Mâlik bu kitabıyla Medine'de örf haline girmiş olan kanunu sistem haline
getirip tedvin etmek istiyordu.
İmam Mâlik'in
Muvatta'dan başka eserler yazıp yazmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü
bu konuda yazılan ilk kaynaklarda mesele müphem bir tarzda ele alınmaktadır.
Ona isnat edilen eserler iki kısma ayrılır:
a) Fıkha
dair eserler,
b) Muhtelif
konularda yazılmış eserler.
Fıkha dair eserler
arasında Abdullah b. Abdülhakem el-Mısrî tarafından nakledilmiş olan Kitab
el-Sünen veya el-Sünne'den, Abdullah b. Abdülcelil tarafından rivayet edilen
Kitâb el-Ezkiyâ'dan ve Hâlid b. Nezzâr ile Muhammed İbn Mutarrif tarafından
rivayet edilen bir Risale fi'l-Fetva’dan söz edilmektedir. Ayrıca “Tefsir”, “Risale
fi'l-Kader vel-Redd alâ’l-Kaderiyye”, “Kitâb el-Nücûm” ve “Kitâb el-Sirr” adlı
kitaplarının bulunduğu da rivayet ediliyor ki, bütün bunların ona ait olduğu
kesin değildir.
İmam Mâlik, yaşadığı
dönem bakımından, fıkıhta kıyasın devamlı ve esas halinde olmayıp, ancak ârîzî
olarak elde edilmesi istenen bir delil için kullanıldığı bir safhayı, yani
İslâm'daki hukukî düşüncenin henüz bir hukuk ilmi haline gelmediği bir safhayı
temsil eder. Mekân bakımından da o, İslâm hukukunun kesin temellerinin atıldığı
Medine'nin temsilcisidir. Muvatta ile amaçladığı şey, dinî ve ahlâkî
düşünceleri bütün hukukî hayata sindirmekti. Eski İslâm hukukunun özellikleri,
meselelerin ortaya konulması kadar, hukukî konuların bünyesinde de açıkça
görülmektedir. Medîne halkının ittifaklarına da büyük bir önem verilmektedir.
İmam Mâlik de, diğer
mezheb İmamları gibi en başta Kur'an-ı Kerim'i, sonra Hz.Muhammed (s.a.s.) in
sünnetini, icma-ı ümmet'i ve kıyası şer'î delil olarak kabul etmektedir. Bu
arada dayandığı esaslar arasında Medîne halkının ittifak ettikleri meseleleri,
çeşitli adlar verilen başka esasları da sayabiliriz. Medînelilerin ittifak
ettikleri şeyler icmâ'dan ayrı olarak bağımsız bir delil olarak kabul edilir.
Çünkü onlar Rasülullah (s.a.s.) in fiil ve sözlerine başkalarından daha fazla
vâkıftılar. Mâliki mezhebinde “maslahat-i mürsele”de göz önünde bulundurulur.
Bu, hakkında belirli bir şer'î hüküm bulunmayan bazı meselelerde kendisine
müracaat olunacak hususlardır. O hadise hakkında maslahatın gereklerine göre
hüküm verilir. Böylece o hüküm de başıboş bırakılmamış olur. Bu delil Hanefî
mezhebinin kabul ettiği “istihsan” mesabesindedir.
Mâlik b. Enes
hazretleri, ehl-i sünnet arasında kabul edilen dört büyük mezhebten birinin,
yani Malikî mezhebinin kurucusudur. İmam Şâfıî: “Âlimler anılınca, İmam Mâlik
bir yıldızdır. Eğer İmam Mâlik ve İbn Uyeyne olmasaydı Hicaz'ın ilmi söner
giderdi” diyor.
Zehebî, “Tabakâtü'l-Huffâz”
adlı kitabında şöyle der: “İmam Mâlik de bir takım menâkib toplamıştır ki,
bunların başkalarında böyle içtima etmiş olduğunu bilmiyorum: Uzun bir ömür,
yüksek bir mertebe, parlak bir zihin ve anlayış, pek geniş bir ilim, doğru
rivayet, diyanet, adalet, sünnet-i nebeviyeye ittiba, fıkıhta, fetvada ve
kaidelerin sıhhatında herkesin önünde bulunmak...”
İmam Mâlik hazretleri,
Peygamber efendimize karşı çok büyük bir muhabbet beslerdi. Medine içinde hep
yaya yürür, hiçbir zaman hayvana binmezdi. Halbuki yeteri kadar serveti vardı.
Bir gün İmam Şafiî hazretleri bunun sebebini sormuş, o da şöyle cevap vermişti:
“Bir mübarek belde ki, onun toprakları içinde Nebiyyi Zîşanın muhterem cismi
medfun bulunmaktadır. Ben orada nasıl olur da hayvana binebilirim.”
Aynı zamanda İmam
Mâlik, Medîne-i Münevvere'ye karşı da büyük bir bağlılık gösterirdi. Hatta
Harun Reşid kendisini hilâfet merkezi olan Bağdat'a davet edince: “Ey Mü’minlerin
emiri, Rasûlü Ekrem (s.a.s.)
“Benden sonra bazı kimseler dünyayı tahsil için
Medine'den çıkacaklardır. Fakat eğer bilirlerse Medine onlar için daha
hayırlıdır” buyurmuştur. Diğer bir
hadîslerinde de:
“Medîne habis olanları kendi sahasından dışarıya atar” buyurmuşlardır.
“Artık ben nasıl Medine'den
dışarı çıkabilirim” cevabını vermiştir.
Harun Reşid, oğlu Emin
ile Me’mun'u hadîs dinlemek için İmam Mâlik'in meclisine göndereceğini
söylemiş. İmam da bunu şu şartla kabul etmişti: “Evet, buyursunlar. Fakat
nerede yer bulurlarsa orada otururlar. Yoksa biz halife oğullarıyız diye halkın
boyunlarına basarak meclisin ortasına geçmeye çalışmasınlar”. Emin ile Me’mun
bu şartlarla İmam'ın derslerine devam etmiştir.[7]
Dört büyük İslâm
mezhebinden Hanbelî mezhebinin kurucusu olan ve İbn Hanbel adıyla tanınmış olan
Ahmed b. Muhammed Hanbel Hicrî 164 (M.780) yılında Bağdat'ta doğdu. Gerek
Bağdat'taki tahsili esnasında ve gerekse tahsil amacıyla Irak, Suriye ve
Hicaz'dan Yemen'e kadar yaptığı seyahatlerde bütün çalışmasını hadîs tetkikine
ayırdı. Memleketine dönüşünde İmam Şafiî'den fıkıh ve fıkıh usûlü dersleri
aldı. Dini telâkkileri, itikatta olsun, amelde olsun, İslâmın ilk devrindeki
ananelerle kesin bir şekilde teayyün etmişti.
Ahmet İbn Hanbel,
birçok büyük âlimle karşılaşmıştır. Bunlar arasında İmam Şafiî, Süfyan İbn
Uyeyne, İbrahim İbn Sa'd, Cerir İbn Abdülhamid, İmam Ebû Yusuf, Yahya
el-Kattan, Velid İbn Müslim, Vekî, Yezid İbn Harun, İsmail İbn Uleyye ve
Abdürrezzak gibi büyüklerden hadîs ve fıkıh öğrenmiştir. Kendisinden de İmam
Buharî, İmam Müslim, Ebû Davud, Ebû Hatim-i Razî, Hasen İbn Musa, Begâvî, İbn
Ebi'd-Dünya, Osman İbn Saidi'd-Dârimî gibi ünlü İslâm bilginleri rivayetlerde
bulunmuşlardır.
Ahmet İbn Hanbel,
büyük bir müfessir ve yüksek bir muhaddistir. Oğlu Abdullah tarafından
takrirlerinden toplanıp ilâvelerle genişletilen ve 29.000'e yakın hadîsi ihtiva
eden büyük bir hadîs külliyatı “Müsned” çok şöhret kazanmıştır. Zamanında hadîs
ilmi tedvin edilmiş, hadislerin mertebeleri belirginlik kazanmış, birçok kuvvetli
muhaddisler yetişmişti. Ahmed b. Hanbel bütün bu hadisleri görmüş, incelemiş,
hafızasına nakşetmiş ve meşhur kitabını da böylece meydana getirmişti.
Kitabındaki 29.000 civarındaki hadîsleri 700.000 hadîs arasından seçtiği rivayet
edilmiştir. İmamın, Müsned'ten başka namaz erkânı ve adabına dair “Kitâb
el-Salât ve mâ yelzem fîhâ” adlı bir eseri daha vardır. Öte yandan hapiste
yazmış olduğu “el-Redd alâ'l-Zenâdıka ve'l-Cehmiye fî mâ şekkât fîhi min
müteşâbih el-Kur'an” adlı eseri cedel mâhiyetinde bir eserdir ve Hanbelî
ulemâsı tarafından sık sık zikredilmektedir. “Kitâb Tâat el-Rasûl” adlı bir
kitabında da Kitâb ile Sünnet arasında bir çelişki görüldüğü zaman izlenecek
yolu göstermektedir. Dinî inanç ve kanaatlerini de “Kitâb el-Sünne” adlı
eserinde topluca açıklamıştır.
Ahmet İbn Hanbel,
fıkhî hükümlerde azimet yolunu seçmiştir. İctihadlarını Kur'an-ı Kerim'e, sahih
ve merfû hadîslere, Ashab-ı Kiram'ın sözlerine dayandırmıştır. Ashab-ı
Kiram'ın sözlerini rey ve kıyasa tercih ederdi. Ancak bu esasa aykırı olmaması
halinde rey ve kıyas yoluyla da hükümler çıkardığı olurdu. Maslahat-i
Mürsele'yi de bir delil olarak kabul etmiştir.
İbn Hanbel, merfû
hadîslere aykırı olan bir şeye iltifat etmezdi. Sahabenin fetvalarıyla amel
eder ve bunlar arasında ihtilaflı olan meselelerde Ki-tab ve Sünnet'e en yakın
gördüklerine sarılırdı. Bir konuda diğer türden hadîsler bulunmadığında mürsel
denilen hadîs ile hasen kabilinden saydığı zayıf hadîslerle de amelde
bulunurdu. Rivayetinde töhmet bulunan zayıf hadîsleri ise terk ederdi.
İmam Şafiî onun
hakkında şöyle demiştir:
“Ben Bağdat'tan
çıkarken, orada herkesten daha fâzıl, daha âlim, daha fakîh bir halef olarak
Ahmed b. Hanbel'i bıraktım.” Bir başka rivayete göre İmam Şafiî:
“Ben Ahmet İbn Hanbel
ile Süleyman İbn Davudi Hâşimî'den daha akıllı kimse görmedim” demiştir. Ebû Hatim şöyle demiş:
“Ahmet İbn Hanbel'i
seven bir insan gördün mü bil ki, o insan sünnet sahibidir.”
Halife Me’mun,
Mu'tasım ve Vâsık zamanlarında akaidin Mutezile mezhebine göre tayini ve bunun
devlet tarafından bir bakıma resmî mezheb haline çıkarılması üzerine, diğer
başka âlimlere birtakım işkenceler de yapılmıştır. İmam Hanbel de, diğerleri
gibi, bir itikad sorgusuna (mihne) çekildi, prangaya vurularak Me’mun'un
yanına götürülürken, yolda halifenin ölüm haberini aldı. Bu halifenin halefi
döneminde de bedenî ceza ve hapislere sabırla tahammül etti ve inançlarında en
küçük bir fedakârlıkta bulunmadı. Ancak Mütevekkil zamanında devletçe Ehl-i
Sünnet'e dönüldüğü için artık çektiği meşakkatler sona erdi. Halife tarafından
taltif edildi. Kendi haberi olmadan ailesine maaş bağlandı. Hz. Peygamber'in
sünnetine karşı sarsılmaz bağlılığı, etrafında büyük bir talebe kalabalığının
toplanmasını sağladı.
Ahmed b. Hanbel
hazretleri âbid, zâhid, yüksek seciye sahibi olan nezih bir insandı. Fakir
olarak yaşamayı bir nimet sayar, “insana az bir mal yetişir, çok mala gerek yok”
derdi. Kendisine yöneltilen servet ve riyaseti her zaman reddetmiştir. H. 241
yılında (Milâdî: 855) Bağdat'ta vefat etti.[8]
Allah'a hamd u sena,
efendimiz Hz. Muhammed'e, O'nun aile efradına ve tüm ashabına da salat- ü
selâm olsun.
Bundan sonra diyeceğim
şu ki: Diğer fıkıh kitaplarında bulunmayan meziyetleri içermekle beraber içinde
bazı fıkhî yanlışlıklar ve bazı yerlerinde lüzumundan fazla kısaltmalar olduğu
gerekçesiyle birinci cilde tekrar göz atmamı tavsiye mahiyetinde birçok
yerlerden mektuplar aldım. Bunun üzerine kitabı derinlemesine inceledim. Bu
görüşlerde bir hakîkat payı bulunduğunu anladım. Yukarıda sözü edilen hataların
asıl sebebi şundan ileri gelmektedir: Kitabın yazılışının temel amacı, İslâm
Fıkhı'nın konularını, cami imâmı olan din görevlilerimiz için kolay anlaşılır
bir hale getirmekti. Çünkü onlar önlerine çıkan mübhem ve birkaç mânâya gelebilen
kelimeleri açıklığa kavuşturmakla yükümlüdürler. İşte bütün bunları daha fazla
anlaşılır hâle getirelim derken sayfaların üst tarafındaki metinlerin
dizilişindeki düzeni kaçırdık. Dolayısıyla bu tür hatalar doğmuş oldu. Farkına
vardıktan sonra da bu hataları giderip bütün muğlak ifadeleri açıklığa
kavuşturma imkânını elde ettim.
Bunun üzerine kitabı
baştan sona yeniden gözden geçirdim. Diğer fıkıh kitaplarına da müracaat ederek
aşağıda sıralanan şu düzeltmeleri yaptım:
1- Her konu
için özel başlık koydum. Fihriste bakan bir kişi, istediği konuyu kolaylıkla
bulabilir. Daha önce ise bunun tersine, konular birbirine karışmış vaziyette
olduğundan herkes aradığını kolayca bulamıyordu.
2- Sayfaların
üst taraflarına iki mezheb arasında üzerinde ittifaka varılan hükümleri yazdım.
Ki bu iki mezheb, hataya yer bırakmayacak şekilde aradan çıksın. Bu yöntemi
uygulamakla daha önceki uygulamalarımızın hatalı olduğu, sözgelimi namaz
kısmında; kıble, hayız, cebire ve daha diğer konularda açığa çıkmış oldu. Okuyucu
kitaba baktığında bunu açıkça görecektir.
3- Daha
önceki baskıda, sayfaların alt tarafındaki konuları işlerken fıkıh kitaplarına
müracaat ettim. Çoğunlukla farz ve sünnetleri mücmel olarak anlattım. Bu
hususta herhangi bir hata yoksa da bu mücmel ifadeleri vuzuha kavuşturdum.
4- Kapalı
görünebilecek konuların açıklamasına daha geniş yer verdim. Ki kitaba bakan
bir kişi, istediği maksadı kolayca elde edebilsin. Hac ve oruç kısımlarındaki
meseleleri işlerken özel bir itina sarf ettim. Böylece okuyanlar, büyük bir
güçlük çekmeksizin kolaylıkla anlayabilsinler.
5- Mümkün
olduğu kadar birçok mevzuun teşriî hikmetini de anlatmaya çalıştım. Bunu bütün
mevzulara genellemeyi çok isterdim. Ne var ki o zaman kitap çok daha hacimli
olacak ve güdülen amaç heder olacaktı.
6- Her dört
imâmın delillerini sahîh hadîs kitaplarından aktarmayı ve her birinin görüş
açılarını ayrı ayrı belirtmeyi zorunlu telakkî ettim.
Özetleyecek olursak
deriz ki: Bu kitap için çok emek harcadık. Güzel bir kompozisyon içinde
sunduk. Konuların özel başlıklarını koyarak ince bir tertiple dizdik. Artık
okuyucuya kitaba müracaat edip dilediğini kolayca elde etmek kalıyor. Allah'ın
inayetiyle de okuyucunun bu yolu izlemekle hataya düşmeyeceğinden emîn bulunmaktayız.
İnşâallah Rabbim, müslümanları bu kitaptan faydalandırır.
Abdurrahmân el-Cezîn[9]
“Taharet” lügatte,
maddî olsun manevî olsun bütün kirlerden ve pisliklerden temiz ve uzak
olmaktır. Bu cümleden olmak üzere İbn Abbâs (r.a.) dan şöyle bir hadîs rivayet
edilmektedir: Peygamber Efendimiz, hasta ziyaretine gittiğinde şöyle
derdi:
“Zararı yok, inşallah (bu hastalık günâhları)
temizleyicidir.” [10]
Bu hadîsteki “tahûr”
kelimesi “fatûr” vezninde olup günâhlardan temizleyen anlamına gelmektedir.
Resûlullah (s.a.s.), hastalığın günâhları temizlediğini haber vermiştir.
Günâhlar ise manevî kirlerdir. “Tahâret'in karşıtı “Necâset'tir. Necaset ise
lügatte, maddî-mânevî pislikler anlamına gelmektedir. Günâhlara “manevî
necaset” denmektedir. Necaset masdarının mazî fiili olan deki cim harfi hem
esreli, hem üstünlü, hem de ötreli olarak okunabilir. Muzârî fiili olan de ise
cim harfi hem üstünlü, hem de ötreli olarak okunabilir. Mastarı “necâsetün”,
ism-i faili olan kelimesinde ise cim harfi hem üstünlü, hem de esreli olarak
okunabilir. Üstünlü olarak okunmasına şu âyet-i kerîmeyi örnek olarak
gösterebiliriz:
“Ey imân edenler, müşrikler ancak bir necistir.”[11]
Fıkıh kitaplarındaki
terminolojiye göre taharet ve necasetin tanımına gelince, bunda mezheblerin
detaylı görüşleri vardır.
Hanefiler dediler ki: Taharet, şer'an hadesten ve pislikten temizlenmek
demektir. Temizlenmek kelimesi, kişinin bizzat kendi eylemiyle temizlenmesini
olduğu kadar sözgelimi, üzerindeki pisliğe su dökülmesiyle kendiliğinden
temizlenmesi anlamını da kapsamaktadır. Hades kelimesi de küçük hades
dediğimiz yellenmek ve diğer abdest bozucu hususların yanı sıra, büyük hades
dediğimiz guslü gerektiren cünüblük anlamını da kapsamaktadır. Böylece
Hanefîler “hades”i tanımlarken onun, bazı organlara veya tüm bedene vâki olup
tahareti gideren Şer'î bir nitelik olduğunu söylerler. Şeriat koyucu tarafından
maddî necaset gibi hadesin de insanı namazdan alıkoyan bir necaset olarak
vasıflandırılması dolayısıyla bazılarınca hades'e, “hükmî necaset” de
denilmiştir. Böylece necasetin, taharetin karşıtı olarak, hades ve pislikten
ibaret olduğu ortaya çıkmış oluyor.
Ama lügatte necaset;
kan, sidik, insan tersi ve benzeri maddî günâhlar gibi manevî pislikler
anlamına da gelmektedir. Fıkıhçılara gelince onlar hadesi, manevî şeylere
mahsûs bir durum olarak telâkki etmişlerdir. Ki o da şerîat koyucu tarafından
cünüplük sırasında bütün bedene, yellenmek ve benzeri abdest bozucu şeylerden
birinin vukua gelmesi halinde abdest organlarına vâki olan şer'î bir nitelik
olarak tavsîf edilmiştir. Pisliği de kan ve benzeri, şer'an kirli sayılan
cisimlere mahsus saymışlardır. Adamın biri çıkıp da şöyle bir görüş ortaya
atabilir; “Allah'a yaklaşmak ve daha fazla sevâb kazanmak gayesiyle abdest
üzerine abdest almak bu tanımın dışında kalmaktadır. Çünkü ikinci abdest bir
temizlenme olmasına rağmen ne bir hadesi, ne de bir pisliği ortadan
kaldırmamaktadır.” Buna şu karşılığı verebiliriz: Sevâb kazanmak amacıyla
abdest üzerine abdest almak her ne kadar bir hadesi ortadan kaldırmıyorsa da,
manevî kirler mâhiyyetinde olan küçük günahları silip götürmektedir. Bilindiği
üzere lügat anlamı itibariyle pislik, manevî, kirleri ifade etmektedir.
Fıkıhçılar, pisliği her ne kadar maddî kirler olarak ele alıyorlarsa da şunu da
söylemektedirler: Manevî kirlerin giderilmesine taharet denir. Bu itibarla
abdest üzerine abdest almak bir taharettir, bir temizlenmedir. Bunun aksini
düşünecek olursak: Yellenmenin ve meni gelmeksizin erkeğin kadına çıplak
olarak sarılmasının abdest bozucu şeylerden olmaması gerekir. Aynı zamanda
menî akmasının da guslü gerektirmemesi îcâb eder.
Bunlardan birincisine
gelelim: Yellenmek maddî bir necaset değildir. İkincisine gelince menî
temizdir. Necis olduğunu varsayacak olursak onun necisliği, insanın sidik ve
tersinin necisliğinden daha fazla değildir. Akla bakacak olursak meninin sadece
çıktığı yeri yıkamak gerekecektir. Evet, bu iddiaları şöyle
cevaplandırabiliriz: Önce bu sözü söyleyen, ibâdetin mânâsından habersizdir.
İbâdetin emarelerinden bihaberdir. Zîrâ ibâdetten maksat, kalb ve diğer organların
tam teslimiyetiyle belirtilen ölçülere uygun olarak Allah'a yönelmektir. Hiçbir
şahsın, Allah tarafından belirtilen ibâdet ölçülerinin dışına çıkmaya yetkisi
yoktur. İbâdetin şekil ve emareleri üzerinde kişinin tartışmasında bir fayda
da yoktur. Ancak karşılaştığı bazı zorluklar ve imkânsızlıklar dolayısıyla bir
kısım toleranslara sâhib olabilir. Gücü yettiği kadarıyla mükellefiyetlerini
taleb etme hakkı vardır. Bunlardan başka şekil ve ölçülere gelince bunları
sadece bir tek ma'büd olan Allah'a bırakmak gerekir. Bu, hiçbir gizliliği
olmayan apaçık bir meseledir. Hatta âdet gereği olarak bazı insanların
birbirlerini ağırlamaları bile bu toleranslardandır. Hükümdarların insanlara
uyguladıkları kabul resimleri de çok meşakkatli olmadıkça manevî bir
sorumluluğu gerektirmez. Şerîat koyucu, büyük veya küçük hades halinde
olduğunuzda namaz kılmayın demişse, bizim: “Ama neden?” demeksizin bu emre
uymamız gerekir. Eğer böyle dememiz caiz olsa idi aynı zamanda: “Niçin namaz
kılacağız?” diye sormamız da normal olacaktı. Zira bu iki söz arasında hiçbir
fark yoktur. Her ikisi yani normal durumda namaz kılma emriyle hades hâlinde
namaz kılmama emri bizim için ibâdet sayılmaktadır. Bu emirlere uymak, Allah'a
teslimiyetin bir nişânesidir. Abdest almaya, gusül yapmaya, namaz kılmaya
muktedir olamadığımızda ne yapacağız? Teyemmüm niçin meşru kılındı? Oturarak
veya yan gelerek namaz kılmaya niçin ruhsat verilmiştir? Gibi soruları ortaya
atıp münakaşasını yapmaya hakkımız vardır. İbâdeti tartışmaksızın sadece Allah
için yapmamız, üzerimizdeki ilâhî haklardan biridir. Ama günlük hayatımızdaki
muameleler ve şahsî haller buna benzemez. Bunlar, bizim yaşantımızla ilgili olduklarından,
her birinin sebeb-i hikmetini öğrenmek ve detayları üzerinde tartışmak
hakkımızdır. Mâkul olan bu görüş doğrultusunda İslâm âlim ve düşünürleri
demişlerdir ki: Şerîatin her meselesinin kendine özgü, akla yatkın bir hikmeti
ve anlayana açık bir sırrı vardır. Bu, anlayana açık, anlamayana ise gizlidir.
İbâdetlerle muameleler arasında bu hususta bir ayırım yoktur. Şimdi de yukarıda
geçeri iki safsatayı cevaplandırmaya çalışalım:
a- Yellenmek
maddî olarak da bir pisliktir. Bu, tartışma götürmez bir gerçektir. Evet, her
ne kadar görme duyusuyla hissedilmiyorsa da koklama duyusuyla hissediliyor.
Dışarıya çıkmadan önce maddî pisliklerden geçip gelmektedir.
“Yellenmek abdesti
bozmaz. İnsanın sidiği ve tersinin sadece çıktıkları yerleri yıkamak gerekir”
diyene şunu söylemek gerekir:
“Haklısın. Kişinin
tüm yaşamı boyunca sadece bir kez yıkanması gerekir. Zîrâ uyku necaset
değildir. Yellenmek necaset değildir. İdrar ve ters, sadece mahallî bir necaset
olup çıktıkları yeri yıkamak gerekir.” Aslında bu söz, hiçbir değeri olmayan
fâsid bir sözdür. İşin hakikatine bakacak olursak Yüce Allah'ın, abdesti farz
kılmasında birçok menfâatler olduğunu anlarız. Bu menfâatlerin bir kısmını
duyularla hissedip müşahede edebiliriz. Kirlenmeye maruz kalan dış
organlarımızı özellikle ağız ve burnumuzu temizlemek gibi... Bu menfâatlerin
bir kısmı da manevîdir: Allah'ın emrine itaat edip tam bir teslimiyetle O'na
yönelmekle kişinin kendisim yaratanın ululuğunu hissetmesi. Kötülüklerden ve
yasaklardan alıkonması gibi... Bütün bu saydıklarımız hem dünya hem de
âhirette insanın yararına olan hususlardır. Şayet yukarıda sayılan sebeplerden
ötürü abdest bozulmuyorsa abdestin meşruiyeti ve faydası heder edilmiş olur.
b- Gelelim
ikinci safsataya: İnsanın sidik ve tersim meniyle kıyaslamak fâsid olduğu
açıkça bilinen bir kıyastır. Çünkü menî, bütün bilginlerce kabul edilen görüşe
göre bedenin tüm organlarından çıkmaktadır. Ve çoğunlukla da özel bir çabadan
sonra çıkmaktadır. Ayrıca çıktıktan sonra da bedende açıkça hissedilen bir
gevşeme vukua gelmektedir. Gusül yapmanın da bedene eski zindeliğini iade
ettiği, kaybettiği bazı şeyleri tekrar kazandırdığı ve bedene yapışan bazı
artıkları temizlediği bedahet derecesinde bilinmektedir. Bütün bunlarla
beraber cünüplüğün peşi sıra gusül yapmanın zorunlu kılınması İslâmiyet'in
güzelliklerinden biridir. İnsan, kadınsız yapamayacağına göre, hanımıyla
ilişki kurduktan sonra da bedenini temizlemesi gerekecektir. Ama bunun tersine
cünüblükten sonra gusül mecburî olmasaydı insanın bedeni tembelleşecek,
pislikler altında kalacak ve pis kokusuyla başkalarını da rahatsız edecekti.
Bütün bunları anlattıktan sonra meniyi, özel bir çaba harcamaksızın tüm
bedenden değil de sadece belirli bir yerden ve mütâd vaziyette her zaman
tekerrür eder şekilde çıkan sidikle kıyaslamak nasıl mümkün olacaktır? Buradaki
kıyas, bütün bakımlardan fâsid bir kıyastır. Her halükârda insanın,
ibadetlerini, hepsi de menfâat olsa dünyevî bir menfâat beklemeksizin sırf
Allah rızâsı için hâlis bir kalble edâ etmesi gerekmektedir.
Mâlikiler dediler ki: Taharet, hükmî bir nitelik olup, o niteliği kazanana
üzerindeki elbisesiyle kılacağı yerde namaz kılma ruhsatını temin eder. Hükmî
nitelik derken itibarî nitelik kasd edilmektedir. Veyahutta şeriat sahibi
tarafından namaz ve diğer ibâdetlerin sıhhati için şart olarak takdir edilen
mânevi bir nitelik kasd edilmektedir. Bu niteliği küçük ve büyük hadesten temiz
olmakla elde eden şahıs, namaz kılma ruhsatını temin etmiş olur. Kılacağı yer,
pisliklerden temiz olmakla bu mânevi niteliğe sâhip olur. Ki orada da namaz
kılmak caiz olur. Üzerine giymiş olduğu elbise de pisliklerden temiz olmakla
bu mânevi niteliğe sahip olur. Ki o elbiseyle de namaz kılması caiz olur.
Her halükârda taharet
manevî bir durum olup duyularla algılanamaz. Bu perspektiften bakıldığında
taharete karşıt iki husus meydana çıkmaktadır.
a- Necaset:
Hükmî bir nitelik olup bu niteliği, üzerindeki elbisenin veya namaz kılacağı
yerin temiz olmaması nedeniyle üzerinde taşıyan kimsenin namaz kılma ruhsatı
(geçici olarak) iptal edilmiş olur.
b- Hades: Bu
da hükmî bir nitelik olup bu niteliğe sahip kişinin namaz kılmasına cevaz
yoktur. Şu anlamda ki necaset, takdirî bir sıfat olup bazen elbisede olur ki
onunla namaz kılınamaz. Bazen namaz kılınacak yerde olur ki, orada namaz
kılınamaz. Ve bazen da kişinin şahsında olur ki buna “hades” denir. Ve bu kişinin
namaz kılmasına da müsâade yoktur. Her halükârda hades, şerîat koyucu
tarafından takdir edilen hükmî bir niteliktir ve ileride de açıklanacağı üzere
bu terim, abdesti bozan unsurlar için de kullanılır. “Necaset” terimi de kan,
sidik ve benzeri cisimler için kullanılır.
Şafiiler dediler ki: Şerîat lisanında taharet iki anlama gelir:
a- Farz olan
abdest, gusül, teyemmüm, necasetin giderilmesi veya bu mânâ ve şekilde nafile
kasdıyla yapılan teyemmüm, gusül ve abdest üzerine abdest alma gibi yapılan bir
işlemdir. Ki bu vesileyle insan namaz kılma ruhsatını elde etmiş olur.
Sözgelimi abdest niyetiyle yüze (ve diğer abdest organlarına) su vurmaya
taharet diyebiliriz. Taharet kelimesi, temizlik işini yapan kimsenin eylemini
ifade eden bir isimdir. (Mastardır). Yukarıda sözünü ettiğimiz bu mânâ ve
şekilde nafile kasdıyla yapılan gusül ve abdest üzerine abdest alma hususuna
gelince bu, şeriatçe kabul edilen itibarî bir taharettir. Gerçek bir taharet
değildir. Bununla beraber namaz (veya diğer ibâdetleri edâ etme) ruhsatı
bunlarla elde edilmiş değildir. Çünkü söz konusu ruhsat, daha önceki abdest ile
elde edilmiştir. Bu ruhsatı insan, nafile niyetiyle yapılan gusülle de elde
edemez. Zira kişi, cünüp olduğunda gusletmesi vâcib olur. Nafile niyetiyle
yapılan gusül, vâcib olan guslün yerine geçmez. Dolayısıyla bu ifadeleri
taharetin tanımına almak, zorunlu hale geldi. Ki taharetin tanımındaki
unsurlardan hiçbiri dışarıda kalmasın.
b- Taharet:
Hades halini ortadan kaldırmak ve necaseti gidermektir. Veya bu mânâ ve şekilde
nafile niyetiyle yapılan gusül ve teyemmümler de taharetin tanımına girer.
Taharet yani temiz olma hali, kişinin temizlik eylemini yapmasından sonra
kazandığı manevî bir niteliktir. Hades hali abdest ile eğer (hades) büyük ise
gusülle ortadan kalkar.
Ortadan kalkması da
kişinin temizlenme eylemine bağlıdır. Abdest alan veya gusleden kişi,
temizlenme işini yapıyor demektir. Vücudunun organlarını yıkarken de
necasetler giderilmiş olur. Ki taharetten kasd edilen mânâ da budur. Taharet
kelimesini yani temiz olma hâlini bu durumda normal olarak, temizlenme işini
yapan şahsa ait kılmamız gerekir. Ama taharet mastarını fiile ait kılacak
olursak bu, mecazî bir anlam ifade eder.
Hanbeliler dediler ki: Taharet, şerîat dilinde hades hâlinin veya bu
mânâdaki bir durumun ve necasetin giderilmesi, hükmünün ortadan kaldırılması
demektir. Hades hâlinin giderilmesinden maksat, namaz ve diğer ibâdetleri
engelleyen niteliğin ortadan kaldırılması demektir. “...Bu mânâdaki bir
durumun..., giderilmesi” kaydından gaye, hadesin değil de hadese benzer bir
durumun ortadan kaldırılması demektir. Meselâ cenazeyi yıkamakla ortadan hades
diye bir şey giderilmiyor. Ne var ki cenazenin yıkanması bir kulluk
vecibesidir. Bunun gibi abdest üzerine abdest almak, zaruret yokken nafile
niyetiyle gusletmek de hades hâlini ortadan kaldıran abdest ve gusül mânâsında
ele alınmaktadırlar. Ancak bunun her ikisi de yapıldıklarında herhangi bir
hades hâlini ortadan kaldırmış olmuyorlar.
“... Necasetin
giderilmesi...” sözünden amaç da, ister kişinin kendi eylemiyle yaptığı,
meselâ necaset değen yeri yıkaması gibi veya hiç kimsenin müdahalesi olmaksızın
şarabın kendiliğinden sirkeye dönüşmesi gibi temizlenme veya temizleme
durumudur. “...Hükmünün ortadan kalkması...” kaydından maksat, hades hâlinin
veya pisliğin hükmünün ortadan kalkmasıdır. Ki bu da toprakla mümkün olur.
Meselâ hadesten veya pislikten ötürü teyemmüm etmek gibi. Hades ve pisliğin
hükmü, kişinin namaz kılamamasıdır. Bu da teyemmüm ile ortadan kalkmış olur.[12]
Taharetin tanımında
mezheblerin ayrıntılı görüşlerini birer birer anlattık. Bu görüşler bazı
bakımlardan her ne kadar birbirlerinden ayrılıyorlarsa da bunlar arasında
taharetin anlamı ve tanımına dâir üzerinde ittifaka vardıkları bir noktayı
herhalde bulabiliriz. Ki o da taharetin, şeriat sahibi tarafından takdir
edilen itibarî bir nitelik olduğudur. Bu nitelik, namazın sahih olması için bir
şarttır. Bu nitelik, kapların kullanılması ve yemeklerin yenebilmesi için bir
cevaz şartıdır. Şerîat koyucu, kişinin namazının sahîh olabilmesi için
bedeninin taharet niteliğiyle nitelenmesini, bir yerde namaz kılabilmesi için o
yerin taharet niteliği ile nitelenmesini (temiz olmasını), yiyeceği yemeğin
dahî helal olması için taharet niteliğiyle nitelenmesini şart koşmuştur.
Taharetin aslı
hakikatte tek şeydir. Ancak hades ve pislik gibi kendisine izafe edilen veya
kendisinin sıfat olarak takıldığı şeyler dolayısıyla iki kısma ayrılmaktadır. “Necasetten
taharet” ve “Hadesten taharet”. Necasetten taharet, şerîat koyucu tarafından
namaz kılana (ve diğer ibâdetleri yapana) şart koşulmuştur. Buna göre namaz
kılacak kişinin vücûdu ve elbisesi pisliklerden (necasetten) arındırılmış
olacaktır. Buna ek olarak vücûdu hadesten de taharet içinde, temiz olmalıdır.
(İbâdet, yapabilmesi için) bu iki durumda da temiz bulunmak gerekli
olmaktadır. Bu itibarla taharetin bu birinci kısmı kendi arasında iki şıkka
ayrılmaktadır. Necasete gelince bu, ileride de açıklanacağı üzere kan, sidik
ve benzeri şeyler gibi şer'an pis sayılan cisimlerdir. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi necaset; elbiseye, bedene veya herhangi bir yere isabet etmiş
olabilir. Ayrıca taharet, kendisinin sıfat olduğu şeyler grubunda da iki şıkka
ayrılmaktadır:
1- Aslî
taharet,
2- Arızî
taharet.
Aslî taharet:
Temiz olan eşyaların
yaratılışlarında bulunan taharettir. Toprak, su, demir ve diğer madenler gibi.
Bunlar ileride de açıklanacağı gibi aslî yaratılışlarında temiz olan
cisimlerdir. İlk yaratıldıklarında temizlik niteliğini kazanmışlardır.
Arızî taharet:
Temiz olan eşyalara
necaset bulaştıktan sonra o necasetin temizlenmesine arızî taharet denir.
Arızî denmesinin sebebi, ileride necasetin giderilmesi bahsinde de görüleceği
gibi bu, temizliğin su toprak ve diğer temizleyici unsurlar sayesinde elde
edilmesinden ileri gelmektedir.
Hadese gelince, bu da
îtibârî bir nitelik olup şerîat sahibi, cünüblük esnasında insan bedeninin
tümünü bu sıfatla nitelendirmiştir. Su akıtmak, yellenmek ve abdest bozucu
diğer durumlardan birinin vukû bulması esnasında bedenin (abdestle ilgili)
bazı organları da bu sıfatla nitelendirilmiş olur. Bunlardan birincisine “büyük
hades hali”, ikincisine de “küçük hades hali” denir. Birincisinden temizlenmek
gusül ile mümkün olur. Aybaşı ve nifastan sonra lohusalık hali de bu statüye
tâbidir. Sâri bu iki hâli, bedenin tüm organlarıyla ilgili hükmî bir sıfat
olarak takdir etmiştir. Bu iki halde cünüplükte olduğu gibi namaz kılınamaz;
diğer ibâdetler de yapılamaz. İkincisinden (küçük hades halinden) temizlenmek
de abdest almakla mümkün olur. Su bulunmadığı veya bulunup da kullanılamadığı
zaman bunların yerine teyemmüm yapmak yeterlidir. Bu konuyla ilgili anlatacaklarımızı
şu tertibe göre sıralayabiliriz:[13]
Tahâret'in, “hadesten
taharet” ve “necasetten taharet” olmak üzere iki kısma ayrıldığını, necasetin
fakîhlere göre pis şeyler olduğunu öğrendikten sonra bazı necis maddeleri ve
bunların karşıtı olan temiz maddeleri misallendirmeye çalışalım. Ayrıca
affedilen (ibâdetlere engel olmayan) necasetleri ve bunların temizlenmesi
keyfiyetini anlattıktan sonra da temiz olan şeyleri anlatmaya çalışacağız.
Çünkü eşyada asl olan, -necis olduğu herhangi bir delille ispatlanmadıkça-
temiz olmaktır. Temiz şeyler, sayılamayacak kadar çoktur. Meselâ insan, canlı
olsun ölü olsun temizdir. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de:
“Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve
şerefe mazhar kılmışızdır” [14] buyurmaktadır.
“Ey îmân edenler, müşrikler ancak bir necistir” [15] âyet-i
kerîmesine gelince buradaki necaset, şerîat sahibinin takdir buyurmuş olduğu
manevî bir necisliktir. Yoksa müşrikin şahsının, domuzun necaseti anlamında
bir necisliği yoktur.
Temiz şeylerden biri
de cansız olan, içinde hayattan eser bulunmayan ve canlı bir cisimden kopmamış
olan maddelerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır:
1- Katı
maddeler,
2- Sıvı
maddeler.
Katılara örnek olarak
yeryüzünün tüm parçalarını, altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve benzeri
yerden çıkan madenleri gösterebiliriz. Uyuşturucu da olsalar bütün bitkiler bu
kategoride mütalaa edilmektedirler.
Uyuşturuculara müfsid
bitkiler adı verilmektedir. Müfsid olanlar, insana neşe ve keyif vermeksizin
aklını kaybettirirler. Ama duygularını kaybettirmezler. Afyon ve esrar gibi...
Bir kısmı da insanı uyutarak hem aklını hem de duygularını kaybettirirler.
Zehirli bitkiler gibi... Bu bitkileri kullanmak her ne kadar akla, duygulara
ve diğer şeylere zararlı iseler de haddi zâtında birer madde olarak
temizdirler.
Sıvılara örnek olarak
da su, zeytinyağı, şekerkamışından elde edilen sıvı, çiçeklerden elde edilen
sular, esans ve sirke gösterilebilir. Bütün bu saydıklarımız necis bir şeye
bulaşmadıkça temiz maddelerdir. Her canlının gözyaşı, teri, salyası ve sümüğü
de yukarıda saydığımız temiz sıvı maddelerden sayılır. Ki mezheplerin bu konudaki
detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Bu sayılan sıvılar, eti yensin yenmesin, eğer temiz bir hayvandan
meydana gelmişse temizdir. Bunlara göre yılan ve akrebin zehiri de temizdir.
Malikiler dediler ki: Salya, uyku veya uyanıklık halinde ağızdan akan şeydir. Ki tartışmasız olarak bu temizdir. Ama mideden çıkıp ağıza gelen suya gelince bu necistir. Renginden ve kokusundan tanınır. Sarımtırak ve pis kokuludur. Eğer bir kişide bu su devamlı olarak görülüyorsa o, bu necasetten ötürü ibâdetlerini yapma ruhsatını kaybetmez. Ama eğer devamlı görülmüyorsa, temizlenmesi zarurîdir.
Hanbeliler dediler ki: Eti yensin yenmesin bütün hayvanların gözyaşı, teri,
salyası ve sümüğü temizdir. Ancak eti yenmeyen hayvanlar derken bunların da
kedi kadar veya ondan daha küçük olması ve bir de necis hayvanların yavrusu
olmamasını şart koşmuşlardır.
Hanefiler dediler ki: Canlıların teri ve salyası, temizlik ve pislik bakımından
o canlının içtiği suyun artığı hükmündedir. Bu husus ileride de anlatılacaktır.
Bozulmamış yumurtalar
temizdir. İnsanın veya eti yenen hayvanın bozulmamış sütü de temizdir. Ama
canlılar, ister insan olsun ister hayvan hepsi de yaratılış bakımından
temizdirler. Ancak mezheblere göre farklı olan bazı hususlar aşağıda açıklanmıştır.
Şâfiîler ve Hanbeliler dediler ki: Köpek, domuz,
bunların ikisinden doğan veya başkalarıyla çiftleşerek bunlardan doğan
hayvanlar haramdır. Hanbelîler ek olarak derler ki: Yaratılış itibariyle
kediden daha iri olup da eti yenmeyen hayvanlar da böyledirler.
Hanefiler dediler ki: Domuzdan başka necis bir hayvan yoktur.
Malikiler dediler ki: Vücûd itibariyle necis olan hiç bir hayvan yoktur.
Köpek, domuz ve bunlardan doğanların hepsi temizdir.
Balgam, safra ve
sümük, eti yenen hayvanın -şer'î usule göre kesilmesinden sonra olmak
kaydıyla- öd suyu temizdir. Öd suyu, hayvanın karaciğerinin yanında belli bir
yerde küçük bir torbacık içinde bulunan sarı bir sudur. Bu su ve torbası temizdir.
Şâfiîler dediler ki: Öd suyu, dolayısıyla keseside necistir. Ancak işkembe
de olduğu gibi yıkamakla temizlenebilir. Çünkü işkembenin içindeki su necis
olduğundan dolayı işkembe de necis olmakla, ancak yıkanmakla temizlenmektedir.
Hanefiler dediler ki: Her hayvanın öd suyu onun sidiği hükmündedir. Eti
yenen hayvanlarda öd suyu muhaffef necaset, eti yenmeyen hayvanlarda ise öd
suyu muğallez necaset olarak kabul edilmektedir. Öd kesesi de hüküm bakımından
öd suyuna bağlıdır.
Zîrâ bu su ve torba,
kesilen hayvanın bir parçası olup temizlik açısından ona bağlıdır.
Deniz hayvanının ölüsü
de temizdir. Bu hayvan timsah ve kurbağa gibi uzun müddet karada yaşamış olsa
bile temizdir.
Şâfiîler ve Hanbeliler dediler ki: Deniz
hayvanlarının bir kısmı meselâ timsah, su kurbağası ve su yılanı temiz olma
hükmünden ayrı tutulmalıdırlar. Bunlar necis hayvanlardır. Bunların dışındaki
deniz hayvanlarının tümünün ölüleri temizdir.
Deniz kaplumbağası da
temizdir. Ölen deniz hayvanı köpek, domuz veya insana benzese de ister karada
ister denizde ölmüş olsun, ister kendiliğinden ölmüş, ister başkaları
tarafından öldürülmüş olsun, yine temizdir.
Peygamber (s.a.s.)
Efendimizin şu hadîs-i şerîfi bu hususta bizim için dayanak teşkil etmektedir:
“Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı: Balık ve
çekirge, ciğer ve dalak”.[16]
Akacak kanı olmayan
kara hayvanlarının ölüsü de temizdir. Karasinek, çekirge, karınca, pire ve güve
örnek olarak gösterilebilir.
Şafiiler dediler ki: Yukarıda sayılan çekirge dışındaki hayvanların ölüleri
necistir.
Hanbeliler dediler ki: Yukarıda sayılan hayvanların ölüleri temiz sayılır.
Yaralarda oluşan kurtçuklar da necasetten ürememiş olmak kaydıyla temiz
sayılırlar.
Şarap da sirkeye
dönüşürse helâl olur. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Şarap daha önce içine başka bir necaset düşmemişse,
isterse başka birinin etkisiyle olsun sirkeye dönüşürse veya taşlaşırsa temiz
olur. Buna bağlı olarak içinde bulunduğu kap da temizlenmiş olur.
Hanefiler dediler ki: Şarap başka bir şeye dönüştüğünde, meselâ
sirkeleştiğinde, sarhoş ediciliği ve acılığından ibaret olan şaraplık vasfı kaybolduğu
gerekçesiyle helâl olur. Buna bağlı olarak içinde bulunduğu kap da temizlenmiş
olur. İçine balık, su ve tuz gibi bir madde atmakla veya yanında ateş yakmakla
da olsa sirkeleştirilmesi caiz olur. Şarapla sirke karışıp ekşiyince bu
karışıma giren şarap, sirkeden daha çok olsa bile temiz olmuş olur. Üzüm
şırasına fare düşüp de şişmeden çıkarılmış ve bu şıra daha sonra şarap hâline
gelmiş olur da yeniden sirkeye dönüşür veya dönüştürülürse temiz olur.
Şafiiler dediler ki: Daha önce içine ayrı bir necaset düşmemişse ve bir de
kendiliğinden sirkeye dönüşürse temiz olur. Necaset içine düşer düşmez hemen
çıkarılmış olsa bile yine temiz olmaz. Ayrıca şarabın sirkeye dönüşmesi
esnasında içinde temiz bir şey bulundurmamak da şarttır. Çünkü bu temiz şey,
şaraptan ötürü pis olur. Şarap sirkeye dönüştükten sonra temizlenince bu defa
pislenmiş olan bu şey sirkeleşen sıvıyı pisler. Ama ayıklaması çok zor olan;
meselâ üzüm çekirdeği gibi şeyler bu temizlenme işlemi esnasında şaraba bağlı
olarak temizlenirler. Bu arada şarabın kabı da temizlenmiş olur.
Hanbeliler dediler ki: Şarap,
kendiliğinden sirkeye dönüşürse temiz olur. Sirkeleştirme kastı olmaksızın
şarabı güneşten gölgeye veya gölgeden güneşe, ya da bir kaptan başka bir kaba
nakletmekle de sirkeleşirse yine temiz olur. İçinde bulunduğu kap da
temizlenmiş olur. Kabı başka bir necâsetle kirlenmişse temiz olmaz.
Özetleyecek olursak
Mâliki ve Hanefîler, şarabın ister kendiliğinden, isterse başkalarının etkisiyle
olsun, sirkeye dönüşmesi hâlinde temiz sayılması hususunda ittifaka
varmışlardır. Ancak sirkeleşmeden önce içine başka bir necasetin düşmesi
husûlünda ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki: Mâlikîler, bu durumda şarabın
temizlenmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Hanefîlerse, tefessüh etmeden necasetin
çıkarılmasından sonra sirkeleşirse temiz olur demişlerdir. Şafiî ve Hanbelîler,
kendiliğinden sirkeleşmesi hâlinde temiz olacağında görüş birliği etmişlerdir.
Ama başkasının etkisiyle sirkeleşirse temiz olmaz demişlerdir. Ayrıca
sirkeleşmeden önce içine bir necaset düşmüşse de temiz olamayacağı hususunda
ittifak etmişlerdir.
Şer'î usûlle kesilmiş
eti yenen hayvanların kılı, yünü ve tüyü temizdir. Eti yensin yenmesin canlı,
ölü bütün hayvanların tüyü; ister üzerlerinde olsun ister olmasın -ama
yolunmuş olmamak kaydıyla- temizdir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Eti yensin
yenmesin, canlı olsun olmasın bütün hayvanların (köpek veya domuz olsa bile)
yukarıda anılan parçaları temizdir. Bu parçalar ister hayvanın vücûdu üzerinde
bulunsun, ister kırkmak, tıraş etmek, kesip kısaltmak, hamam otuyla hayvanın
üzerinden giderilmiş olsunlar temizdirler. Yalnız yolunmamış olması şarttır.
Çünkü bu saydığımız şeylere hayat ve canlılık nüfuz etmemiştir. Bunlar
yolunurlarsa kökleri necis, geri kalan kısımları ise temizdir. Kesilmemiş
hayvanın kamış şeklindeki kanat kemikleri de necistir. Ama bu kemikler
üzerinde biten saça benzer ince tüyler kesinlikle temizdir.
Hanefiler dediler ki: Domuz dışında
yukarıda geçen hususlarda Mâlikîlerle görüş birliği içindedirler. Çünkü domuzun
kılı ister sağ, ister ölü, ister kendisine-bitişik, ister kendisinden
koparılmış olsun necistir. Zira bu, asıl itibariyle necistir.
Şafiiler dediler ki: Yukarıda anılan şeyler, eğer eti yenmeyen bir hayvana ait iseler
necistir. Eti yenen ve fakat ölü bir hayvana ait iseler yine necistirler. Ancak
bu şeyler, sağ olsun ölü olsun insana ait iseler temizdirler. Bu şeyler,
yolunarak koparılmış veya köklerinde bir hastalık ya da kan görülmüşse veya
yolunurken örfen bir kıymeti olmayan çok az miktarda bir et parçası da beraber
kopmuşsa, kökleri necis, geri kalan kısımları temizdir. ma yolunurken
beraberinde örfen değeri olan bir et parçası kopmuş ise bu, ona bağlı olarak
necis olur.
Hanbeliler dediler ki: Yukarıda sayılan şeyler, canlı olsun, ölü olsun eti
yenen bir hayvana ait iseler temizdirler. Eti yenilmeyip de canlıyken temiz
olduğuna karar verilen kediden küçük cüsseli ve necasetten türememiş olan
hayvanlara ait iseler yine temizdirler. Ölü hayvanın tüylerinin derideki
dipleri de necistir. Bu tüyler ondan ayrılmamış olsalar bile... Temiz olan
canlı hayvanın tüyleri, yolunmamış olmak kaydıyla derideki tüy dipleri
temizdir. Yolunursa kökleri necis, geri kalan kısımları temizdir.[17]
Tahâret'in tanımını
yaparken, aralarında karşıtlık olduğu münâsebeti ile özet olarak bazı
mezheblere göre necâset'in tanımını da yapmıştık. Şimdi de temiz şeylerin
karşıtı olması nedeniyle necis olan şeyleri açıklayacağız. Mezheblere göre
gerek lügat ve gerekse ıstılah açısından necâset'in anlamına uygun düşen de
budur.
Lügat açısından
necaset, pis olan herşeyin adıdır, Necis,
neces ve necs kelimeleri de aynı anlamı ifade ederler. Fıkıhçılar necâset'i
hükmî ve hakîkî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bunların tanımında
mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanbelîler:
Hükmî necaseti, temiz olan bir mahalle sonradan gelen bir necaset olarak
tanımlamışlardır. Bu, cismi olan ve olmayan necasetleri de kapsamına alır.
Hakîkî necasete gelince bu, zâtı itibariyle pis olan şeydir.
Şafiiler dediler ki: “Hakikî necâset'i; cismi, tadı, rengi ve kokusu olan necaset olarak
tanımlamışlardır. Ki onlara göre bundan maksat, aslı itibâriyle pis olan
şeydir. “Hükmî necaset” ise cismi, rengi, tadı ve kokusu olmayan necasettir.
Kuruyup da niteliği anlaşılamayan sidik gibi... Bu, “Hükmî necaset”
kabilindendir.
Malikiler dediler ki: “Aynî necaset”, bizzat necis olan şeylerdir. “Hükmî
necaset” ise, “Aynî necasetsin yerleştiği yere hükmolunan eseridir.
Hanefiler dediler ki: “Hükmî necaset”, büyük ve küçük hades hâlidir. Bu,
şer'î bir nitelik olup bedenin tümüne veya bir kısmına vâki olan bir hâldir.
“Hakikî necaset” ise pisliğin tâ kendisidir. Ki bunlar da şer'an pis ve murdar
olan şeylerdir.
Fıkıhçılar “Neces”
kelimesini aslı itibariyle pis olan şeyler için kullanırlar. Dolayısıyla bu
kelimenin, sonradan (ârızî olarak) pis olan şeyler için kullanılması doğru
olmaz. “Necis” kelimesini ise hem aslı îtibâriyle ve hem de sonradan pis olan
şeyler için bir terim olarak kullanmaktadırlar. Sözgelimi kan için hem “necis”,
hem de “neces” kelimelerini kullanmak mümkündür. Pislenen elbise için
(pisliğin ona sonradan bulaşması nedeniyle) sadece “necis” kelimesini
kullanabiliriz:
Necis olan şeylere gelince,
bunların sayısı pek çoktur.
Şâfiîler:
Çekirge dışında, akacak kanı olmayan hayvanların ölülerinin necis olduğuna
kânidirler. Bu necis şeylerden biri suya veya başka bir sıvıya düşer de o
sıvının özelliğini değiştirmezse önemli değildir. Ama bu necis şeyi bir insan
veya hayvan o sıvının içine atar da özelliğini değiştirirse o zaman bu sıvı
necis olur. Afvedilen bir pislik olmaz.
Meselâ karada yaşayan
ve yaralandığı zaman kanı akan canlıların ölüleri necistir. Ancak insanın
ölüsü bundan istisna edilmiştir. Deniz hayvanlarının ölüleri de, Peygamber
(s.a.v.) Efendimizin:
“Denizin suyu temizleyicidir. Ölüsü de helâldir” [18] beyânı
uyarınca bu hükümden istisna edilmiştir. Yukarıda geçtiği gibi insanın ölüsü
temizdir. Çekirge gibi, yaralandığı zaman akacak zatî kanı bulunmadan kara
hayvanlarının ölüsü de bu hükmün dışında tutularak temiz addedilmiştir. Kendisine
hayat nüfuz etmiş olan ölünün parçaları da necistir. Mezheblerin bu husustaki
açıklamaları detaylı bir şekilde aşağıda anlatılmıştır.
Mâlikîler:
Ölünün içine hayat nüfuz eden et, deri, kemik ve sinir gibi parçalan necistir.
Ama kıl, yün, tüy ve kuş kanatlarının tüyleri içlerine hayat nüfuz etmediğinden
ötürü temizdirler.
Şâfiîler:
Ölü hayvanın et, deri, kemik, yün, kıl, tüy ve diğer parçalarının necis
olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bu parçalara hayat nüfuz etmiştir.
Hanefîler:
Ölünün içinde hayat emareleri bulunan eti ve derisi necistir, derler. Ama ölü
hayvanın kemik, tırnak, gaga, pençe, toynuk, boynuz, zülüf ve kılları içine
hayat nüfuz etmediği gerekçesiyle temizdir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.),
Meymune'nin koyununa ilişkin olarak: “Ancak
onu yemek haram kılındı” [19]buyurmuştur.
Diğer bir rivayete göre de, “Ancak o
koyunun eti haram kılındı” dediği söylenmektedir. Bu hadîse göre ölü
hayvanın sadece eti haram kılınmış oluyor. Sayılan diğer şeylerde başka pislik
bulunmazsa temiz sayılırlar. Aksi takdirde necis olurlar. Sinire dâir iki
rivayet vardır. Meşhur olan rivayete göre sinir temizdir. Bazıları da, en
doğrusu sinirin necis olduğudur diye başka bir rivayette bulunmuşlardır.
Hanbelîler:
Ölü hayvanın bütün parçalarına (daha önceden) hayat nüfuz etmiştir.
Dolayısıyla da necistir, derler. Ancak ölü hayvanın yünü, kılı, tüyü ve kuşun
kanat tüyleri temizdir. Bu hükmü verirken de Hanbelîler. şu âyeti mesned kabul
etmişlerdir:
“Sizin için davar ..., yünlerinden, yapağılarından, kıllarından bir zamana
kadar (kullanmanız için) giyimlik(ler) döşemelik(ler) ve ticâret kumaş(lar)ı
verdi.” [20]
Zîrâ bu âyet-i
kerimenin zahirî anlamı, davarların hem canlılık ve hem de ölüm hallerini
kapsamına almaktadır. Kanat tüyleri de bu üç şeye kıyâs yapılarak temiz
sayılmıştır.
Ölüden çıkan kan,
sümük, süt, yumurta ve mide suları da necis şeylerdendir.
Hanefiler dediler ki: Ölü hayvandan
çıkan ve canlılığı zamanında temiz sayılan süt, ince veya kalın kabuklu yumurta
ve infeha denen mide sıvıları temizdir.[21]
Hanbelîler:
Ölü hayvandan çıkan her şey necistir derler. Ancak eti yenen ölü hayvandan
çıkan kabuğu sertleşmiş yumurtalar helâldir.
Şâfiîler: Ölü
hayvandan çıkan bütün şeyler necistir derler. Ancak eti yensin yenmesin bütün
ölü hayvanlardan çıkan kabuğu sertleşmiş yumurtalar helâldir.
Malikiler dediler ki: Ölü hayvandan
çıkan bütün şeylerin necis olduğunu söylerler.
Köpek, domuz, bunların
kendi eşleriyle veya başka cinsten bir hayvanla çiftleşmelerinden doğan hayvanlar
da necistir.
Malikiler dediler ki: Her canlı varlık, köpek ve domuz dahi aslen temizdir.
Ağırlık basan görüşe göre Hanefîler, canlı olduğu sürece köpeğin, bizatihi
temiz olduğu hususunda Mâlikîlerle görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hanefîler
öldükten sonra onun etinin necis oluşuna bağlı olarak hayattayken salyasının
da necis olduğunu iddia etmişlerdir. Eğer bir kuyuya düşer de ağzı suya
değmeden canlı olarak çıkarsa su necis olmaz. Yine böylece kendisini
silkelediğinde üzerindeki suların bir kısmı başka bir yere isabet edip
bulaşırsa orası dahi necis olmaz.
Köpeğin necis oluşunun
delili, Müslim'in Peygamber (s.a.s.) Efendimizden rivayet etmiş olduğu şu
hadis-i şeriftir:
“Birinizin
kabına köpek dilini soktuğunda onu(n içindekini) döksün. Sonra yedi kez yıkasın.”
[22]
Domuzun necisliği ise
köpeğe kıyâs yoluyla saptanmıştır. Zîrâ o, köpekten daha kötü bir
vaziyettedir. Onun kendisinin ve mal edinilmesinin harâmlığı hakkında şeriat
sahibinin kesin hükmü vardır. Köpek ve domuzdan süzülüp damlayan ter, salya,
sümük ve gözyaşı da necis olan şeylerdendir.
Mâlikîler:
“Her canlı ve ondan süzülüp damlayan şey temizdir” kuralı gereğince bütün bu
sayılanların temiz olduğu görüşündedirler.
Dalak ve ciğer dışında
bütün nevileriyle kan dahi necistir. Ancak bu ikisi, daha önce geçen; hadîs
gereğince temizdirler. Cesedinin üzerinde bulunduğu sürece şehidin kanı da
temizdir. Şehîdden kasıt, ileride cenaze bahsinde nitelikleri belirtilecek
olan şehîddir. Şer'î usûle göre kesilen hayvanın etinin üzerinde veya
damarlarında kalan kan ile balığın kanı temizdir. Bit, pire ve kinan[23] gibi
hayvanların kanları da temizdir. Diğer bazı kanlar daha vardır ki, bazı
mezheblere göre bunlar da temizdirler.
Malikiler dediler ki: Akan kan, balıktan da olsa istisnasız necistir. Ama
akmayan; meselâ, şer'î usûle göre kesilmiş olan hayvanın eti üzerinde veya
damarlarında kalan kan temizdir.
Şâfiîler:
Dört şey dışında bütün kanlar necistir, derler. Bunlar da:
1- Eti yenen
hayvanın kan renginde çıkan sütü,
2- Mûtad
yoluyla gelen kan rengine bürünmüş olan menî,
3- Kuluçkaya
elverişli olmak şartıyla kan rengine bürünmüş olan yumurta,
4- Temiz bir
hayvandan olması kaydıyla pıhtıya veya bir çiğnem ete dönüşen kandır.
Hanefiler dediler ki: İnsandan olsun, hayvandan olsun akmamış olan kan
temizdir. Et çiğnemine dönüşen kan da temizdir. Fakat pıhtı hâline gelen kan
necistir.
İrin (yaradan akan,
kan katışığı olmayan yoğun su) ve cerahat (yaradan akan ve kan katışığı olan
ince su) da necis olan şeylerdendir.
Hanefiler dediler ki: İrin ve cerahat dışında bedenden akan sıvılar eğer bir
hastalıktan kaynaklanıyorsa, akarken acı hissedilmese bile necistir. Yok, eğer
bir hastalıktan kaynaklanmıyorsa temizdir. Ama bir hastalıktan ötürü gözden
akan sular, akarken bir acı hissedilmese bile necistir. Meselâ gözyaşı
kanallarının hastalanması hâlinde gözden akan yaşlar hiçbir acı
hissedilmeksizin akarlar.
Şafiiler dediler ki: İrin ve cerahat dışında yaralardan akan sıvılar, normal
rengi ve kokusu değişik ise necistir. Rengi ve kokusu değişik değilse ter gibi
temizdirler.
Daha henüz bebeklik
döneminde olup yiyeceklerden yememiş olsalar bile insanların sidik ve tersleri
gibi artıkları necistir. Bu artıklar necaset hâline dönüşmeksizin eski
yenebilir şekillerinde kalsalar bile yine de pis ve murdardırlar. Katır ve eşek
gibi eti yenmeyen ve fakat yaralandıklarında kanı akan hayvanların tersleri ve
idrarları da necistir.
Hanefiler dediler ki: Eti yenmeyen
hayvanların ters ve idrarı necaset ve taharet bakımından kısımlara ayrılır.
Hayvan eğer havada uçan cinstense (karga gibi), onun necaseti muhaffeftir. Yok,
eğer uçan cinsten değilse necaseti, muğallez necasettir. Şunu da kaydetmek
gerekir ki: Katır ve eşek gibi hayvanların yollarda bıraktıkları sidik ve
tersleri fazla olduğundan meşakkati gidermek amacıyla affedilen necasetler
türünden sayılmıştır.
Ama eti yenen hayvanların
artıklarına gelince bu hususta mezheblerin ihtilaflı görüşleri mevcuddur.
Şafiiler dediler ki: Eti yenen
hayvanların da sidik ve tersleri mutlak surette necistir.
Hanefîler:
Eti yenen hayvanların sidik ve terslerinin muhaffef necis olduğu
görüşündedirler. Yalnız kuşlara ilişkin olarak şöyle bir ayırım yapmışlardır:
Eğer kuş (güvercin ve serçe gibi) havada uçarken tersleyen cinsten ise onun
tersi temizdir. Diğerlerininki ise (tavuk, yabanî ördek ve kaz gibi) İmameyn'e
göre muhaffeftir. İmam Âzâm'a göre ise muğallez necasettir.
Mâlikîler:
Eti yenen sığır ve koyun gibi hayvanlar eğer murdar şeylerle beslenmeyi âdet
edinmemişlerse bunların ters ve sidiklerinin temiz olduğu görüşündedirler.
Yok, eğer murdar şeylerle beslenmeyi itiyâd hâline getirdikleri yakînen veya
zannî olarak biliniyorsa tersleri necistir. Ama itiyâd hâline getirip
getirmediklerinde şüpheye düşülürse bakılır: Tavuk gibi, eğer pisliklerle
beslenmesi kendisinden beklenilen bir hayvansa tersi necistir. Ama güvercin
gibi, pisliklerle beslenmesi kendisinden beklenilmiyorsa tersi temizdir.
Hanbelîler:
Eti yenen hayvanların tersinin temiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fazla olmamak
kaydıyla necaset yemiş olsalar bile tersleri temizdir. Etleri de... Yok, eğer
necis olan bir şeyden fazlaca yemiş iseler bunlar üç gün süreyle pislik
yemekten alıkonulur, temiz şeylerle beslenilirlerse üç gün geçtikten sonra
tersleri temiz olur. Etleri de...
İnsanın ve
diğerlerinin menisi necistir.
Menî, cinsel ilişki
veya benzeri (sevişme, elle oynama) esnasında orgazm halinde gelen bir
sıvıdır. Bu sıvı, mîzâçları itidale erdiğinde (yani 30 yaşı civarına geldiklerinde)
erkeklerde beyaz ve yoğun halde olur. Kadınlarda ise sarı ve ince olur. Kadının
menîsi, vücûdunun dışına çıkmaz; fercinin (vaginanın) içinde kalır. Cinsel
ilişki esnasında bazan erkeğin penisinin üstünde de görülebilir. Kadının
menisinin varlığını kabul etmeyip kadının fercinde (vaginasında) sadece bir
ıslaklık hissedildiğini iddia edenler, aslında bedenî duyguları inkâr etmiş
oluyorlar. Mezî ve vedî de necis şeylerdendir.
Hanbelîler:
Eti yenen hayvanların mezî ve vedîlerinin temiz olduğu görüşünü ileri
sürmüşlerdir.
Mezî: Oynama
esnasında penisten akan ince bir sıvıdır. Vedî ise çoğunlukla idrardan sonra
akan beyaz ve yoğun bir sıvıdır.
Kusuntu ve mideden
gelen su da necistir. Ancak bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Durdurulması mümkün olmayan ağız dolusu olarak gelen
gerek yemek, gerek su, gerek san renkte (za'ferân gibi) bir sıvı ve gerekse kan
pıhtısı hâlinde gelen kusuntu ğalîz necasettir. Bu yemek ve sular, mideye
yerleşmeden önce kusulsa bile yine ğalîz necasettirler. Süt emme dönemindeki
çocuğun kusmuğu dahi bu hükme tâbidir. Fakat uyumakta olan bir kişinin
ağzından gelen su temizdir. Az veya çok, küçük veya büyük kurtçukları kusan
kimselerin de bu istifrâları temizdir. Mideden gelen su da kusuntu hükmündedir.
Bu hususta Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden biriniz namazdayken kusar veya midesinin suyu
ağzından dışarı atılırsa namazı bıraksın ve gidip abdest alsın.” [24]
Yalnız Hanefî
İmamları, balgam ve kanla karışık tükürük hakkında farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Saf olarak hiçbir şeyle karışmamış olan balgamın temiz olduğuna
hükmetmişlerdir. Ancak yemekle karışık olup bu karışımda yemek balgamdan daha
çok olursa necis olur demişlerdir. Ama her ikisi eşit miktarda olursa her biri
tek başına değerlendirilir. Eğer yemek kısmı tek başına ağız dolusu olursa
kusuntu hükmüne tabi olur. Tükürükle karışık olan kana gelince bu karışımdaki
tükürük çoğunlukta olup sıvının rengi sarı olursa bu temizdir. Yok, eğer
karışımın içindeki kan çoğunlukta olup sıvının rengi kırmızı olursa bu
necistir. Karışımdaki kan ister çok olsun ister tükürüğün miktarına eşit olsun,
ağız dolusu olmasa bile yine necistir. Deve ve koyunların geviş getirmeleri
esnasında çıkarmış oldukları salyalar da az olsun çok olsun necistir. Şunu da
bilmek gerekir ki: Bir kişi aynı anda birkaç defa peş peşe kusar da bu
kusuntulardan her biri kendi başına ağzı doldurmaz, ama üst üste toplandığında
ağız dolusu kadar olursa bu kusuntular da necis olur.
Mâlikîler:
Kusuntuyu, “mideye yerleştikten sonra tekrar ağız yoluyla dışarı çıkan yemek”
olarak tanımlamışlardır. Şu halde bu yemek, yalnız ekşime şeklinde de olsa,
yemeklik vasfını yitirecek de olsa necis olur demişlerdir. Ama midenin dolması
esnasında ağız yoluyla dışarı attığı su, pisliğe benzemedikçe pislik hükmüne
girmez. Bir tek niteliğiyle de olsa pisliğe benzerse pislik hükmüne girer,
necis olur. Sözünü ettiğimiz bu suda ekşime yalnız başına zarar vermez. Midenin
dışarıya attığı bu su, ekşimiş olur, fakat başka özelliklerini kaybetmez ve
değişmezse necis olmaz. Ekşime hafif olup devamlı tekerrür etmesi dolayısıyla
hafif sayılmakta ve dolayısıyla bu su necis olarak kabul edilmemektedir,
temizdir. Mideden çıkan su, san renge bürünüp pis kokmaktaysa necislik bakımından
kusuntunun hükmüne tâbi olur. Ancak bu su, sürekli olarak mideden gelmekteyse
zorluklar göz önüne alınarak afvedilen necasetlerden sayılmıştır.
Şafiiler dediler ki: Kusuntu derhal dışarı çıkarsa ve yemek olsun su olsun, asliyeti
değişmemiş olsa bile mideden çıktığı bilinirse necistir. Ama mideden çıktığı
şüpheli olursa asl olan temiz olmasıdır. Uyuyanın ağzından çıkan su da sarı
renkli ve pis kokulu ise bu hükme tâbidir. Ama bu derde müptelâ olanlar için bu
su, zorluğu gidermek maksadıyla afvedilen necasetlerden sayılmıştır. Deve ve
koyunların geviş getirmeleri esnasında çıkardıkları salyaları, az da olsa çok
da olsa necistir.
Hanbelîler:
Kusuntu ve midenin dışarıya attığı su, hiç bir ayırıma tâbi olmaksızın necistir
derler.
Canlı hayvandan çıkan
çürük yumurta da necistir.
Mâlikîler:
Çürük yumurtayı kokan, rengi maviye dönüşen; kan, et parçası veya ölü bir
civciv hâline dönüşen bir yumurta olarak tanımlamışlardır. Çorba gibi,
sarısıyla beyazı birbirine karışan, içinde nokta halinde kan bulunan yumurtalar
temizdir. Ölü hayvanın yumurtasına gelince bu, daha önce de belirtildiği gibi
necistir.
Şâfiîler:
Çürük yumurtayı, “Kokuşmuş olmakla birlikte sarısı beyazına karışan
yumurtadır” şeklinde tanımlamışlardır. Bununla beraber böylesi yumurtaların
temiz olduğunu da doğrulamışlardır. Bunlar derler ki: “Kana dönüşen ve canlı
bir hayvandan çıkıp da kabuğu sertleşmemiş olan yumurta necistir.”
Hanefiler dediler ki: Yumurta kana
dönüşürse necis olur. Ama sadece kokarak değişen yumurta, kokmuş et gibi temizdir.
Mezheblerin bu
konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır. Ölüsü necis sayılan bir canlıdan
alınmış parçalar da necistir.
Hanbelîler:
Ölüsü necis olan canlılardan alınmış olan parçaların arasından iki şeyi istisna
edip bunların temiz olduğuna hüküm vermişlerdir,
a- Kabuğu
sertleşmiş yumurta,
b- Mecburî
kesilmesi esnasında, canlı hayvanda kesilmesine güç yetmeyen parçalar...
Şafiiler dediler ki: Eti yenen hayvanların üzerlerinden alman ve alınırken
beraberlerinde örfe göre bir kıymeti olmayacak kadar az miktarda et parçası
kopan yün, tüy, kıl ve kanat tüyleri temizdir. Ama beraberlerinde örfe göre bir
kıymeti olacak kadar çok et parçası koparsa her ikisi de necis olur. Hayvanın
üzerinden alınan tüy ve beraberindeki şeyin temiz mi necis mi olduğu hususunda
şüpheye düşülürse asl olan temiz olmasıdır. Ayrıca daha önce de geçtiği gibi
Şâfiîler, ölü hayvanın istisnasız olarak tüm parçalarının necis olduğuna hüküm
vermişlerdir.
Ölü hayvan bahsinde
sayılan paralarla canlı olan ceylandan alınan misk ve derisi bu hükmün dışında
tutulmuş olup temizdir. İnsandan gayrı, eti yenmeyen canlıların sütü de
necistir. Ateşle yanan pisliğin külü ve dumanı necistir.
Hanefiler dediler ki: Canlı olsun ölü olsun, eti yensin yenmesin bütün
hayvanların sütü temizdir. Ancak domuzun sütü müstesnadır. Çünkü o sağken de
ölüyken de necistir.
Hanefiler dediler ki: Ateşle yanmış necasetin hem külü, hem dumanı
temizdir. Aynı şekilde yanmaksizın bir necaset, kendiliğinden toprak haline
gelirse temiz olur.
Mâlikîler:
Bunlara göre ateşle yanmış necasetin külü temiz, dumanı ise necistir.
Mâlikîlere göre kuvvetli olan görüş budur.
Sarhoş edici sıvılar
da necistir. Bu sıvı ister üzüm şırasından, ister kuru üzüm ezmesi, ister hurma
ezmesi, ister başka bir şeyden yapılmış olsun necistir. Zîrâ Cenâb-ı Allah,
hamrı (şarabı) “rics' yani pislik ile adlandırmıştır. Rics ise örfe göre necis
şey demektir. Sarhoş edici her sıvının hamr olarak kabul edilmesi, Müslim'in
rivayet ettiği şu hadîs-i şeriften ötürüdür:
“Her sarhoş edici şey hamrdır. Her sarhoş edici şey
haramdır.” [25]
Şerîat sahibinin
sarhoş edici sıvıyı içmenin haram olduğunu ilân etmesinin üstünde, onun necis
olduğuna karar vermesi, ondan nefret edilmesi ve onu kullanmanın büyük günâh
olduğunun bilinmesi içindir.[26]
Namaz kılanın
bedeninde, elbisesinde ve namaz kılacağı yerdeki necâseti gidermek vâcibtir.
Malikiler dediler ki: Necasetin giderilmesine ilişkin iki meşhur kavil
(söz) vardır:
a- Necaseti
gidermek, namazın sahîh olabilmesi için şart olduğundan vâcibtir.
b- Necaseti
gidermek sünnettir. Sünnet veya vâcib olmasının şartı; namaz kılanın
kendisinde necaset olduğunu hatırlaması ve onu gidermeye muktedir olmasıdır.
Adamın biri, üzerinde veya kıldığı yerde necaset bulunmasına rağmen namaz
kılmış, bu necaseti önceden gidermeyi unutmuş veya gidermekten âciz kalmışsa
namazı her iki kavle göre de sahîh olur. Ancak kıldığı namaz öğle veya ikindi
ise güneş guruba gelip sararıncaya kadar yeniden kılması; akşam veya yatsı ise
şafak vaktine kadar yeniden kılması, sabah namazı ise gün doğuşuna kadar
yeniden kılması mendup olur. Ama üzerinde veya kıldığı yerde necaset olduğunu
bilip de kasıtlı olarak kılarsa veya haberi yoksa birinci kavle göre namazı
bâtıl, ikinci kavle göre ise sahihtir. Birinci kavle göre namazı bâtıl olduğu
için aynı vakitte veya başka bir zamanda mutlaka yeniden kılması gerekir.
İkinci kavle göre de yeniden kılması menduptur.
Ancak zorluklar ve
imkânsızlıklar göz önüne alınarak kendisinden afvolunan necasetler bu hükümden
müstesnadır. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur:
“(Allah) din işinde üzerinize bir zorluk da yüklemedi.”[27]Kendisinden afvolunan necasetler hakkında mezheblerin
tafsilâtlı görüşleri aşağıya çıkarılmıştır.
Mâlikîler: Kendisinden
afvolunan necasetleri şu şekilde
sıralamışlardır:
a- Emzikli
kadının bedenine veya elbisesine, emzirmekte olduğu çocuğun (bu çocuk
kendisine ait olmasa bile) bulaşan idrar ve dışkısı. Tabiî emziren kadın,
çocuğun pislemesi hâlinde mümkün mertebe kendisine bulaşmamasına gayret edip
kaçınacaktır. Böyle kadınların, kendileri için bir namaz elbisesi hazırlamaları
da menduptur.
b- Mayasılın
(hemorroid) ıslaklığının kişinin bedenine veya elbisesine günde bir kez dahi
olsa her gün bulaşması. Bu ıslaklık ele bulaşırsa eli yıkamak gerekir. Fakat
bu hastalığa müptelâ olan kişi elini her gün iki defadan fazla mak'adına
değdirip mayasılı geri döndürüyorsa elini yıkamaktan afvolunur. Elbise ve
bedene günde bir defadan fazla isabet ederse..., dendi. El için ise günde iki
defadan fazla isabet ederse..., dendi. Bunun sebebi şudur:
Birçok defa olmadıkça
eli yıkamak zor değildir. Ama beden ve elbiseyi yıkamak zordur.
c- İdrar,
dışkı, mezî ve vedî gibi sıvılar her gün bir kere de olsa kendiliklerinden
sızıntı yapsa ve bu sızıntılar elbise ve bedene bulaşsa yıkanması gerekmez. Bir
yere bulaşır da bu yerden başka tarafa geçmek mümkün olmazsa, orasının
yıkanması da gerekmez. Ancak bu haldeki kimsenin kendisi için bir namaz
elbisesi bulundurması menduptur.
d- Kasabın,
banyo sularını çeken kimsenin, yaralan tedavi eden doktorun elbisesine isabet
eden şeyler. Ancak bu gibi kimselerin kendileri için namaz elbisesi bulundurmaları
menduptur.
e- Namaz kılanın
elbisesine, bedenine veya namaz kıldığı yere gerek kendisinin, gerek insan
olsun hayvan olsun (bu hayvan domuz olsa da) başkalarının bulaşan kanı. Ancak
bu kan lekesinin genişliğinin, katırın ön ayağındaki siyah benden daha büyük
olmaması gerekir. Gram olarak ağırlık önemli değildir. Bu hususta irin ve
cerahat da kan hükmündedir.
f- Kişinin
ahıra bağlamakta olduğu, yemini verdiği veya otlatmakta olduğu at ve katırın
kendi bedenine, elbisesine veya namaz kılmakta olduğu yere bulaşan idrar veya
dışkısı. Bunlardan korunmak zor olduğu için afvolunan necasetler grubundandırlar.
g- Pisliğe
düşüp ondan bir şey kaldırıp da ayağına veya ağzına pislik bulaşan kara sinek,
sivrisinek veya küçük karıncadan insana, ya da elbisesine bulaşan izler.
Bunlardan sakınmak da zordur. Bu nitelikteki büyük karıncaların bıraktıkları
izlerse afvolunan necasetten sayılmaz. Çünkü bu, ender görülür.
h- Hacamat
vurulan yerde, bezle silindikten sonra kalan kan kalıntısı. İyileşip
yıkanmasına kadar bu kan kalıntısı afvolunan necasetlerden sayılır.
i- Kişinin
elbisesine veya ayağına bulaşan yağmurun çamuru veya necasetle karışık yağmur
suyu. Bunlar yollarda bulundukları sürece, yağmur kesildikten sonra bile olsa
bu hükme tabidirler. Ancak bunlar için üç şartın bulunması gereklidir:
1. Muhakkak
surette veya zannî surette olsa bile çamura veya suya karışan necaset yandan
fazla olmamalıdır.
2. Çamura
veya suya karışmaksızın necasetin direkt olarak insana bulaşmaması gereklidir.
3. Kişinin
bu çamura veya suya bulaşmada bir kastı ve katkısı olmamalıdır. Örneğin temiz
yol varken kişinin bu çamurlu yollardan geçmemesi gerekir. Yollara serpilen su
ve su birikintisi bulunan yerlerdeki arta kalan sular da yağmur çamuru
hükmündedir.
j- Birden
fazla olan çıbanlardan akan irin. Bu irin ister kendiliğinden, isterse gereksiz
yere sıkılmakla aksın. Ama çıbanların çokluğu, sıkılmalarına ihtiyaç olduğu
sanısını doğurmaktadır. Akan irinler katır beninden fazla olsa bile afvolunan
necasetlerden sayılırlar. Fakat çıban bir tane olur da bundaki irin
kendiliğinden akarsa veya ihtiyaç duyulduğu için sıkılarak akıtılırsa yine
sorun yoktur. Ama ihtiyaç duyulmaksızın sıkılmakla akarsa katır beni kadar
olanı afvolunur, geri kalan fazlalık ise afvolunmaz.
k- Çok olsa
bile pirelerin pisliği. Eğer pire akan kanla besleniyorsa, pisliği necis, ama
afvolunan bir necistir. Kanına gelince, diğerlerinin kanı gibi olup katır
beninden fazlası muaf değildir.
ı- Uyumakta
olan bir kimsenin midesinden çıkıp gelen su. Bu su sarı ve pis kokuyorsa
necistir. Eğer devamlı olarak akıyorsa muaftır.
m- Üç tane
veya daha az sayıdaki bit ölüsü insan üzerinde veya elbisesinde bulunursa
muaftır.
n- Kişinin
ön veya arkasından gelen necaseti taş veya benzeri şeylerle temizleyip
gidermesinin sonra geriye kalan pislik izi. Bu iz fazla yayılmadıkça suyla
yıkanması gerekmez. Eğer fazla yayılırsa suyla yıkanması vâcib olur. Kadının
önündeki necaseti temizlemede su kullanmasının gerekli oluşu gibi... Bunun
geniş açıklaması istinca bahsinde gelecektir.
Hanefiler dediler ki: Necaset, muğallaza ve muhaffefe olmak üzere iki
kısma ayrılır. İmam Âzam'a göre necâset-i muğallaza, hakkında başka bir nassla
muâraza olmaksızın nass bulunan bir necasettir. Muhaffefe ise, hakkında başka
bir nassla muâraza olmakla birlikte ayrı bir nass bulunan necasettir. Eti yenen
hayvanların idrarı gibi! Bu husustaki muârazalı nasslar şu hadîs-i şeriflerdir:
“Sidikten uzak kaçın.”[28]
Urenîlerin hadîsine
gelince bu da eti yenen hayvanların sidiğinin temizliğini ispatlar. Bu hususta
iki delil çatışınca, eti yenen hayvanların sidiği necâset-i muhaffefe olmuştur.
Gelelim Urenîlerin hadîsine:
“Ureyne oymağından bir
kısım insanlar Medîne-i Münevvere'ye geldiler. Oranın havası kendilerine
yaramadı. Renkleri sarardı. Karınları şişti.
Rasülullah (s.a.s.)
onlara, sadaka için toplanmış olan develere gidip sütlerini ve idrarlarını
içmelerini emretti. Onlar da gidip içtiler. Ve bu, onlar için bir şifâ sebebi oldu.”
[29]
Necâset-i muğallazada
şu hususlar afva uğrar:
a- Dirhem
miktarı kadar olan necâset-i muğallaza.
b-
Tartılabilen yoğun necasetlerden yirmi kırat kadar olanı.
c- İnce
necasetlerden de el ayası kadar olanı.
Bunu üzerinde
taşıyanın namazı sahîh fakat tenzihen mekruh olur. Tahrimen mekruh olması söz
konusu değildir. Zîrâ bu miktar necasetin muaf sayılması, günâh durumunun
ortadan kalkmasını gerekli kılar. Evet, dirhem miktarı necaseti gidermek, daha
az miktarda olanı gidermekten daha kuvvetlidir. Hanefîlerin meşhur kavline
göre tahrimen mekruhtur.
d- Zaruret
hâli bulunan yerlerde kediyle farenin sidik ve pislikleri. Farenin pisliği
fazla olup da eseri görülecek kadar olmamak şartıyla buğday içine düşerse muaf
sayılır. Farenin sidiği kuyuya damlarsa zaruret dolayısıyla muaf sayılır. Ama
gerek pisliği, gerekse sidiği elbiseye veya kaba bulaşırsa muaf sayılmaz.
Çünkü bundan sakınmak mümkündür. Kedinin sidiği elbiseye bulaşırsa zaruret
çıkması dolayısıyla muaf sayılır. Elbiseden başka şeye kedinin sidiği veya
dışkısı bulaşırsa sakınılması mümkün olduğu gerekçesiyle muaf sayılmaz.
e- Necis
olan bir şeyin buhar ve tozu. Yerdeki dışkılara rüzgâr vurup elbiseye izini
bulaştırırsa dışkının kokusu gelse bile yine zararı yoktur. Yine böylece rüzgâr
esmesiyle zıbil tozu savurulup insanın elbisesine bulaşırsa zarar vermez.
f- İğne ucu
kadar görülmeyecek derecede ince olan sidik serpintisi. Bunlar elbiseyi ve
bedeni kaplayacak kadar çok olsalar bile zaruret nedeniyle yok gibi
sayılırlar. Kasabın elbisesine bulaşan kan damlacıkları da zaruret dolayısıyla
sırf kasap için muaf sayılır. Eğer bu sidik serpintileri bir elbiseye bulaşır
da sonra bu elbise az bir suyun içine atılırsa o su necis olur. Çünkü burada
bir zaruret söz konusu değildir.
g- Bir
pisliğe konup da pislikten kendisine bir şeyler bulaşan bir kara sinek, namaz
kılan bir şahsın elbisesine konar ve onda pislikten bir iz bırakırsa yine muaf
sayılır.
h- Caddelerdeki
çamurlar, karışımlarındaki necaset aynen görülmedikçe yandan çok olsa bile
muaf sayılır. Necâset-i muhaffefe, elbisenin veya bedenin tümünün dörtte birini
geçmedikçe muaf sayılır. Necasetin hafifliği ancak sıvı olmayanlarda açığa
çıkar. Çünkü bir sıvıya herhangi bir necaset bulaştığında o sıvı da necis olur.
Bu hususta muğallaza olanla muhaffefe olan arasındaki herhangi bir fark yoktur.
Bunda ağırlığa ve alana da itibar edilmez.
Deve ve koyun pisliği
fahiş miktarda çok olmadıkça bir kaba veya kuyuya düşer de dağılıp rengini
yaymazsa muaf sayılır. Buradaki azlık veya çokluğun takdir edilmesi, bunu gören
kimsenin görüşüne bırakılmıştır. Eşeğin tersi ile sığırın ve filin
pisliklerine gelince, zaruret veya iptilâ halinde bunlar muaf sayılırlar.
Bunların kurusu da yaşı da aynı hükme tâbidir.
Şafiiler dediler ki: Necasetten bazıları afvolunur. Ki bunları şöylece sıralamak mümkündür:
Normal gözün
göremediği necaset, muğallaza da olsa muaftır. Ateşte yakılan bir necasetin
kendisinden ayrılan az miktardaki dumanı muaf sayılır. Ateşsiz olarak bir
necasetin kendiliğinden yükselen buharı böyle olmayıp tamamen temizdir. Taşla
temizlenen bir kişinin mak'adında kalan pislik izi. Bu kalıntı ve iz, sahibine
nisbetle muaf sayılır. Başkaları için değil... Sözgelimi böyle birisi, az bir
suyun içine oturursa ve temizlenme mahalli de suya değerse o su necis olur.
Necis olduğu muhakkak
bir şeylerle karışan sokak çamurları. Eğer bu çamurun necis olduğu sanılır veya
bu hususta şüpheye düşülürse temiz sayılır. Bu çamurların muaf sayılmaları
için aşağıdaki şu dört şartın tahakkuk etmesi gerekir:
1- Necasetin
bizatihi kendisi zahir olmamalıdır.
2- Yolda
yürümekte olanın bu pisliklerden sakınması, yani elbisesinin eteğini
sarkıtmaması; su taşıyanların kaplarından sıçrayan serpintilere kendisini
yaklaştırmaması gerekir.
3- Yoldaki
pisliklerin kendisine, yürürken veya bir şeye binmişken bulaşmış olması
gerekir. Eğer kendisi bu pisliğin içine düşer de elbisesi kirlenirse muaf
sayılmaz. Ve bu durumlar ender vukû bulduğu için sakınmak da mümkündür.
4- Bu necaset
sadece elbiseye veya bedene bulaşırsa muaf sayılır. Necis bir küle gömülen ve
bu vasıftaki kızgın bir külün üzerinde ısıtılan ekmeğe bu pislikten bir şey
bulaşırsa, her ne kadar ayıklanması kolay olsa da muaf sayılır. Bu çeşit
pislikten bir şey sütün içine düşer de eseri belli olursa veya bu bir elbiseye
bulaşırsa muaf sayılır. Peynir ve meyvelerdeki kurt ölüsü her ne kadar necis
ise de bu nesnelerin içinde ölü olarak bulunursa muaf sayılır. İnfehalar da
muaf necasetten sayılırlar. (Bunlar, süt oğlaklarının veya danalarının
midelerinden çıkan sıvılardır. Ki bunlar peynirin maya tutmasına
elverişlidirler.) İlâçları ve esansları kullanılır hâle getirmeyen necis
sıvılar da muaf sayılır. Tabîî fazla olmamak ve yeteri kadar kullanmak
şartıyla... Bu da infeha denen sıvıya kıyâsla muaf sayılmıştır. Harcı necis kül
ile yoğurulup yapılan duvarların üzerine serilen elbiseler, ıslak olmaları
dolayısıyla bu pis küle bulaşırlarsa muaf sayılır. Zira bundan sakınmak da
zordur. Ölü bit yumurtaları, çok da olsa karasineğin pisliği muaf necasetlerden
sayılmıştır. Evde, sergilerin üzerine ve yere düşen kuş pisliklerinin de
muaflığı için üç şartın tahakkuku gerekir:
1- Kasıtlı
olarak bunlara basıp geçmemek gerekir.
2- Zaruret
olmadığı takdirde iki yanından birinin yaş olmaması gerekir. Meselâ zorunlu
olarak geçilmesi gereken yoldaki bu tür pislikler rutûbetli de olsa ve buradan
geçmek kasıtlı da olsa yine afvolunur.
3- Bu çeşit
necasetten sakınmanın meşakkatli olması gereklidir.
Üstü açılan bir
mezarlığın az miktardaki toprağı da afvolunan necasetlerdendir. Köpek, domuz,
bunların kendi aralarında veya başka cinsten hayvanlarla çiftleşmelerinden
doğan yavruları müstesna, diğer hayvanların az miktardaki necis tüyleri de muaf
sayılır. Köpekle domuzun necis tüyü az miktarda olsa bile muaf değildir. Çok
da olsa yine muaf sayılmaz. Ancak binici ve kırkıcı olanların sakınmaları zor
olduğu gerekçesiyle onlar muaf sayılmışlardır. Sudaki balığın pisliği; eğer
balık suya sırf iş olsun diye konulmamışsa ve pisliği de o suyu değiştirmemişse
muaftır.
Etin ve kemiğin
üzerinde kalan kan. Eğer bunlar yıkanmaksızın tencereye konulmuş olurlar ve
çorba (veya diğer yemekler) de değişik olup normalden ayrı olsa bile yine
afvolunur. Ama et veya kemik tencereye konulmadan yıkanacak olursa üzerine
dökülen su yere damlarken sâf ve temiz oluncaya kadar yıkanmasına devam
edilir. Su berrak olursa et veya kemik temizlenmiş demektir. Aksi halde
necistir ve muaf sayılmaz. Temizlendikten sonra üzerinde az miktarda kan
kırmızılığı kalırsa, bunu kökten silmek mümkün olmadığından muaf sayılır.
Normal bir yıkamadan sonra geriye kalan kırmızılık muaf sayılır. Uyumakta olan
bir şahsın ağzından gelen ve midesinden kaynaklandığı muhakkak olan san renkli
ve pis kokulu salya. Eğer bu şahıstaki söz konusu salya, her zaman görülen bir
şeyse fazla miktarda aksa bile muaf sayılır. Ama midesinden kaynaklandığı
şüpheli ise temiz sayılır. Deve ve benzeri hayvanların geviş getirme esnasında
çıkardıkları salyaları, kendilerine yem veren, ahıra bağlayan veya otlatan
kimselere bulaşırsa muaf sayılır. Harman üzerindeki tahıla bulaşan hayvan
sidiği ve dışkısı da muaf sayılmaktadır. İstinca için su alınan banyo
havuzlarına düşen fare pisliği de bunlardandır. Ancak bu pislik az olup içine
düştüğü suyun vasıflarından birini değiştirmemelidir. Tedavi maksadıyla vücutta
ateşle yakılıp açılan yere konulan nohut tanesi de, necasete bulaşmış olan
organın üzerine konulursa muaf sayılır. Süt sağılırken hayvanın pisliği veya
memesinin üzerindeki bir necaset sütün içine düşerse muaf sayılır. Hayvan
pisliğiyle karışık bir çamurdan yapılma arı kovanlarındaki pisliklerden bala
bulaşma olursa yine afvolunur. Süt emmekte olan çocuğun ağzındaki pisliğin
memeye bulaşması veya onu ağzından öpen birinin ağzına ıslaklıkla beraber
bulaşması da muaf sayılır.
Karınca, arı, balarısı
ve benzeri akacak kanı bulunmayan hayvanların içine düşüp ölmekle necis
kıldıkları sıvı şeyler de bunlardandır. Eğer bu saydıklarımız başka bir hayvan
tarafından değil de sadece rüzgârın etkisiyle bu sıvının içine düşmüş ve evsâfını
değiştirmemişlerse, bu sıvılar içilebilirler.
Dövme yaptırırken
çıkan kan üzerine çivit döküldükten sonra bu kan mavi veya yeşil renge bürünür.
Evet, vücûda iğne batırarak kan çıkarıp sonra da bu kanın üzerine çivit
dökmekle elde edilen mavi veya yeşil renkteki nakışlı izler de şu şartlarla
afvolunurlar:
1- Bu iş,
başkasının vararına olmayan şahsî bir ihtiyaç için yapılmışsa,
2- Bu işi
yapan kişi mükellef değil ise,
3- Mükelleflik
çağında yapmış fakat bu izleri gidermesi, teyemmümü mübâh kılacak derecede bir
zararın (el veya yüzde yaralanmaların) meydana gelmesine sebep olacaksa muaf
necasetlerden sayılır.
Aşağıdaki şu şartları
hâiz olan kan da afvolunan necasetlerden sayılmıştır. Şöyle ki:
a- Normal
gözün göremeyeceği kadar az olan kan. Bu, köpek ve domuz gibi muğallez
necasetten olan hayvanların kanı olsa bile...
b- Normal
gözün, görebileceği miktardaki kan: Bu kan eğer köpek, domuz ve benzeri
hayranların kanı ise mutlak surette afvolunmaz.
Kişinin kendi
vücûdunun değil de başkalarının kanına gelince, bu kan az miktarda olur da kişi
bizzat kendi kendini buna bulaştırmamışsa muaf sayılır. Zaruret olmaksızın
üzerinde kan bulunan kişiye de yanaşmaması gerekir.
Akıcı kanı olmayan
pire ve benzeri hayvanların kanma gelince bunların çok miktardaki kanlan da şu
üç şartla muaf tutulur:
1- Çok
miktardaki pire kanı, kişinin kendi fiiliyle veya başkası tarafından üzerine
bulaşmamış olması gerekir. Mükellef olmayan kişi de, kendi isteğiyle bunu
bulaştırmamış olmalıdır. Bu durumda kanın çoğu değil de sadece az miktarı muaf
sayılır.
2- Sakınılması
güç olmayan ve üzerinde pire kanı bulunan bir şahsa yaklaşmamalıdır. Bunun
tersini yapacak olursa pire kanının çoğundan değil de sadece azından muaf
tutulur.
3- Bu kan
güzelleşmek için bile olsa, üzerindeki giymeye ihtiyaç duyduğu bir elbiseye
isabet etmiş olmalıdır.
Kişinin kendi
vücûdunun burun, kulak ve göz gibi tabiî geçit yerlerinden akan kanına gelince
mûtemed olan görüş şudur: Tabiî geçit yerlerinden akmasa bile az miktardaki kan
muaf sayılmaktadır. Meselâ çıbanlardan, sivilcelerden ve neşter vurulan
yerlerden akan kanlar gibi. Kişinin fazla miktarda akan kanının muaf
sayılabilmesi için de üç şart gereklidir:
1- Bu kan,
kişinin vücudundaki çıbanı sıkması gibi kendi fiiliyle çıkmamış olacak. Bunun
aksini yaparsa sadece az miktardaki kanından muaf tutulur. Ama neşter vurup kan
aldırma ve hacamat (kupa) vurdurma gibi hallerde kendi fiiliyle de aksa çok
miktardaki kanından da muaf tutulur.
2- Kan,
çıktığı mahalli aşmayacak. Mahallinden maksat, sadece yaranın veya çıbanın
bulunduğu mahal değildir. Meselâ eldeki bir yaranın mahalli, dirseğe kadardır.
3- Zaruret
olmadıkça kişinin, üzerinde kan bulunan şahsa veya şeye yanaşmaması gerekir.
Muaflığın geçerliliği, kişinin sadece kendi şahsı içindir. Sözgelimi, üzerinde
kan bulunan bir şeyi tutması veya başkası tarafından böyle bir şeyin üzerine
yüklenmesi afvolunmaz.
Kanın azlık veya
çokluğunun ölçüsü, örfün takdirine göredir. Az veya çok olduğu hususunda
şüpheye düşülürse aslolan muaflıktır.
Hanbeliler dediler ki: Muaf sayılan necasetler şunlardır:
Az miktardaki kan,
irin ve cerahat. Azlığı, insan baktığında kendi kendine: “Bu azdır” dediği bir
miktar olarak tanımlanmıştır. Az miktardaki necaset, yiyecek ve sıvılardan
başkasına bulaşacak olursa muaf sayılır. Bunlara bulaşırsa muaf sayılmaz.
Şayet yiyecek ve sıvıya bulaşan bu pislik, canlı iken temiz olan bir hayvanın
ön ve arkasından başka bir yerinden çıkmışsa yine muaftır. Kan, irin ve
cerahatten biri, elbisesinin birkaç yerine bulaşmış ise bakılır: Eğer pislik
bulaşan bu yerler bir araya getirilip üst üste konulduğunda, tamamı az ise
muaf olur. Aksi halde, hayır! Kişinin üzerindeki iki veya daha fazla elbise bir
araya getirilerek bunlardaki pislikler üst üste hesaplanmaz. Her giyecek tek
başına değerlendirilir.
Yeteri kadar istinca
yapılıp mak'ad temizlendikten sonra geride kalan az miktardaki kalıntı da muaf
sayılır. Küçük abdest yapılıp iyice temizlendikten sonra gelen idrar sızıntısı
da muaftır. Çünkü bundan sakınmak zordur.
Vasfı açıkça belli olmayan
pisliğin dumanı ve tozu da bu gurupta mütâlâa edilir. Afvolunan bir necasetle
kirlenen az miktardaki su da böyledir. İnsanın gözüne bulaşıp da yıkanması
zarar veren necaset muaftır. İçine necaset bulaşmakla necisliği kesinleşen az
miktardaki sokak çamuru da muaf sayılır.[30]
Necaset bazı şeylerle
giderilir. Ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Temizleyici su: Temiz su, bu
iş için yeterli değildir.
Hanefiler dediler ki: Temizleyici olmayan temiz su, necaseti giderme
hususunda temizleyici su gibidir. Sirke ve gül suyu gibi sıkıldığında temiz
sular da temizleyici su gibidirler. Bunların üçü, galiz de olsa, görünse de,
görünmese de bütün necasetleri (bu necasetler kişinin bedeninde, elbisesinde
veya namaz kılacağı yerde olsa bile) temizlerler.
Bundan sonra gelecek
olan “Suların kısımları” mevzuunda temiz su ile temizleyici suyun açıklaması
yapılacaktır. Necasetin bulunduğu yerin nasıl temizleneceği hususunda
mezheblerin muhtelif görüşleri vardır.
Hanefiler dediler ki: Necâsetli elbise, bir defa bile yıkanmakla üzerinde
görünen necaset giderilirse temiz olur. Tabiî, bu yıkama eğer akar bir suda
veya üzerine su dökmekle oluyorsa. Fakat bu elbiseler kapta yıkanıyorsa üç
defa yıkanması ve her yıkanışta da sıkılması gerekir. Eğer bu elbise necis bir
boya ile boyanarak necis olmuş ise onu temizlemek için üzerine su dökmek ve su
berrak bir şekilde ondan akıncaya kadar yıkamaya devam etmek gerekir. Üzerine
dökülen su, saf olarak ondan damladığında boyanın rengi üzerinde kalmış olsa
bile elbise temizlenmiş olur. Renk ve koku gibi eserler necasetin yerinde
kalmış olsa, bunları gidermek zor olduğundan muaf sayılırlar. Buradaki zorluğun
ölçüsü, giderilmesi için sudan başka sabun ve benzeri maddelere ihtiyaç
duyulmasıdır.
Necis bir kına ile
boyanmak da böyledir. Adamın biri necis bir kınayı vücûduna yakarsa, bunu
temizlemek için üzerine su döker ve döktüğü su berrak bir şekilde akıncaya
kadar bu işleme devam ederse temizlenmiş olur. Dövme yapmanın hükmü de
böyledir. Dövme için, sözgelimi ele ya da dudağa iğne batırılıp kan çıkarılır.
Sonra da bu kanın üzerine çivit dökülür, bundan sonra yara iyileşince meydana
gelen nakışlı ve renkli iz necis olur. Ki bunun izini su ile gidermek mümkün
değildir.
Bunu temizlemek,
üzerine su döküp, dökülen suyun ondan sâf ve temiz olarak ayrılmasıyla
tamamlanmış kabul edilir. Necis yağların eseri de zarar vermez. Ölü hayvanın iç
yağı böyle değildir. O bizzat necistir. Görülmeyen necasete gelince onu
yıkayan, yıkandığı yerin temiz olmasını zannetmesi halinde sayısı şart
olmaksızın temiz olur. Vesveseli kimselerin üç defa yıkaması ve eğer yıkadığı
şey elbise ise her yıkadığında da sıkması; yıkadığı bir yer ise her yıkadığında
temiz bir bez ile kurulaması takdir olunmuştur. Bol su dökerek üzerindeki
necasetten iz kalmazsa yine temiz olur. Necis yer, kurumakla da temiz olur.
Ayrıca temizlemek için su ile yıkamaya gerek yoktur.
Vücûdun üzerinde
bulunan görünür necaset, salt gidermekle temizlenmiş olur. Görünür olmayanlarda
ise galip zanna göre hareket edilir.
Necaset bulaşmış
kaplara gelince bunlar pişirilmiş topraktan, tahtadan, demir ve benzeri
madenlerden yapılmış olurlar. Ki bunları temizlemek de dört şekilde olur:
a- Yakmak,
b- Yontmak,
c- Silmek,
d- Yıkamak.
Kap, eğer pişirilmiş
topraktan veya taştan yapılmış ve aynı zamanda yeni ise ye necaset de bütün
kısımlarına sirayet etmiş ise, ateşte yakılarak temizlenir. Eğer eski ise
yukarıda geçtiği şekilde yıkayarak temizlenir. Eğer tahtadan yapılmış ve yeni
ise, yontarak temizlenir. Eski ise yıkayarak temizlenir.
Eğer demir, bakır,
kurşun veya camdan yapılmışsa ve ayrıca cilâlı ise silerek temizlenir. Cilâlı
değilse yıkayarak temizlenir.
Yağ, zeytinyağı gibi
necislenmiş sıvılara gelince, bunları temizlemek için şu yol takib edilir: Bu
sıvının üzerine üç defa su dökülüp tekrar üzerinden alınır. “Ya da bu sıvı dibi
delik bir kaba konularak üzerine su dökülür. Yağ üste çıkar. Sonra da
karıştırılır. Bilâhare deliğin tıpası açılır. Su akıp gider. Ve geriye kalan
yağ da temizlenmiş olur. Bu, sıvılar için böyledir.
Necis olan nesne eğer
katı ise, necis olan kısmı kesilip atılır. Eğer bu nesne bal ise üzerine su
dökülüp kaynatılır. Eski hâline dönünce de temizlenmiş olur. Necis su,
akıtmakla temizlenir. Şöyleki: Bu su bir taraftan konulup öbür taraftan
çıkmakla akıtılmış olur. Eğer bu su, necis bir kanal içindeyse, bir taraftan
doluncaya kadar üzerine su dökülür. Öbür taraftan akıtılınca da akarsu hükmüne
girer ve temizlenmiş olur.
Kanalın içinde önceden
bulunan su miktarınca su akması da şart değildir. Yine aynen bunun gibi necis
su, bir leğenin veya çanağın içindeyse, üzerine su dökülüp kenarlarından
taşarsa ve taşan bu su, önceden kap içinde bulunan su kadar olmasa bile
kuvvetli görüşe göre temizlenmiş olur. Kuyu ve hamam havuzlarıyla kurnaları da
üzerlerine su dökülüp taşırmakla temiz olur. Hanefîler, diğer bazı
temizleyicileri de bu saydıklarımıza ilâve etmişlerdir:
Ovmak: Necis
olan şeyi kuvvetlice yere sürmek. Elle yahut ağaç parçasıyla kazımak da ovmak
gibidir. Mest ve pabuçlar da -üzerlerindeki necasetin bir cirmi olması
kaydıyla- bu şekilde temizlenir. Bu nesnelerin üzerindeki necaset, rutubetli
de olsa, yani kuruduktan sonra izi görülse de fark etmez. Kan ve dışkı gibi.
Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biriniz mescide geldiğinde, pabuçlarını ters
çevirsin. Eğer onlarda bir pislik varsa yere sürüp silsin. Çünkü yer onları
temizleyicidir.” [31]
Ama bu necasetlerin
bir cirmi yoksa kurumuş olsalar bile suyla yıkamak vâcib olur.
Silmek:
Necaseti giderecek şekilde silmekle kaygan ve pürüzsüz olan şeyler
temizlenirler. Kılıç, ayna, cam, kemik, tırnak ve sırçalı kaplar gibi. Hacamat
vurulan yeri üç defa ayrı ayrı temiz ve ıslak bezle silmek de böyledir.
Hava ve güneşle
kurutmakla da yer ve yerde bulunan ağaçlarla çimenlikler ve benzen şeyler
temizlenirler. Taşınır olan kilim ve hasır gibi sergiler ancak yıkamakla
temizlenirler.
Yerin temizlenmesi ise
kurumasıyla olur. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Yerin temizlenmesi, kurumasıdır.”
Bu gibi bir yerde
namaz kılmak sahihtir. Ancak bu yerin toprağıyla teyemmüm etmek caiz olmaz.
Çünkü bir yerin temiz olması ile temizleyici olması ayrı ayrı şeylerdir.
Teyemmümde toprağın temizleyici olması şarttır. Tıpkı abdestte suyun
temizleyici olmasının şart oluşu gibi!
Ovalamak:
İnsanın kurumuş menisi ovalamakla temizlenir. Rutubetli olanını ise suyla
yıkamak vâcibtir. Bu mevzûyla ilgili olarak Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz.
Aişe (r.a.) ye şöyle demiştir:
“Eğer (menî) yaş ise
onu yıka. Kuru ise ovala.” [32]
Ovaladıktan sonra izi
kalsa da bunun bir zararı olmaz. Taharetini (istincasını) suyla yapanın menîsi
ovalamakla temizlenir. Taşla yapanınki değil... Zira taş, sünnet kertiği
(haşefe)nin başına yayılan sidiği temizlemez. Eğer sidik, haşefenin başına
yayılmaz da bilâhare gelen menî bu sidiğin üzerinden geçmezse yine ovalamakla
temizlenir. Her ne kadar menî, penisin içinde sidiğin üzerinden geçiyorsa da bu
zarar vermez. Erkeğin menîsiyle kadının içten dışarı çıkan menîsi arasında fark
yoktur. Çünkü o da erkeğin menisiyle karışmaktadır. Hadîste anlatıldığına göre
menî, ovalamakla temizlenmektedir. İnsandan başkasının menîsi ovalamakla
temizlenmez. Çünkü söz konusu ruhsat, insanoğlunun menîsi için geçerlidir.
Başka menîler buna kıyaslanamaz.
Ditmek:
Pamuk da necis olup didildiğinde ditmekle temizlenmiş olur. Hanefîler, kolaylık
olsun diye, bu temizleyici hususlara diğer bazı şeyler daha eklemişlerdir:
Necis olan katı yağı
kesip atmak. Bu husus daha önce de anlatılmıştır. Ki buna bölme derler. Zîrâ
hakikatte bu, necis olan parçayı azletmektir. Temizlemek değildir.
Necis olan şeyi, temiz
olanın parçalarından bölüp ayırmak. Aslında necis olan bir şeyi, necisliğini
görmeyene hibe etmek de böyledir. Hibe, gerçekte temizleyici bir unsur
değildir. Ama onu hîbe alan için bu necis şey temiz sayılır.
Malikiler dediler ki: Necasetin yeri, temizleyici su ile yıkamakla temiz
olur. Su, yıkanan şeyden temiz ve sâf olarak ayrılırsa bu yıkama, bir kez dahi
olsa yeterli olur. Bu suyun vasfı, necis olmayan kirlerle değişse de bunun bir
zararı olmaz. Bu temizliğin gerçekleşmesi için zor da olsa necasetin
mahallindeki tadı da giderilmiş olmalıdır. Tadının kalması, necasetin orada
yerleşmiş olduğuna delâlet eder. Giderilmesi zor olmadıkça necasetin rengi ile
kokusunun giderilmesi de şart koşulmuştur. Eğer giderilmeleri zor olursa -söz
gelimi bir necis ile boyanmışsa- temizliğine hükmolunur. Temizliği yaparken
suyu ısıtmak da gerekmez. Ama soğuk suyu kullanmaktan âciz olanlar, ısıtırlar.
Sabun, çöven otu ve benzer şeyleri kullanmak da gerekli değildir. Necasetin
vasıflarından biriyle değişikliğe uğrayan yıkama suyu da necistir. Ama bu su,
boya veya kir ile vasfını değiştirirse necis olmaz.
Elbise, hasır, mest ve
ayakkabının necasete bulaşıp bulaşmadığı hususunda şüpheye düşülürse, bunların
tümünü kaplamasa bile bir defa, üzerlerine temizleyici su serpmek yeterli
olur. Eğer necasetin vücûda veya yere bulaştığı hususunda şüpheye düşülmüşse
bu durumda vücûd veya yer ancak yıkamakla temizlenir. Zîrâ su serpmek kıyasa
muhaliftir. Bununla ilgili olarak gelen nâssta sayılan şeyler sınırlıdır. Ki
onlar da şu dört maddeden ibarettirler:
1. Elbise,
2. Hasır,
3. Mest,
4. Pabuç.
Bunları su ile yıkamak
daha ihtiyatlı olur. Zâten aslolan da budur. Suyu serpmekse, hükümde bir
hafifletmedir. Necis olduğu yakînen veya zannen bilinen yer üzerine bol
miktarda temiz su döküp necasetin aslı ve niteliği kaybolunca temizlenmiş olur.
Mescid-i Nebevî'ye idrarını boşaltan arabîye ilişkin hadîs, bizim bu husustaki
mesnedimizdir:
“Arabî, gelip mescidde
işedi. Sahâbilerin bir kısmı ona bağırıp çağırdılar. Peygamber (s.a.s.), onu
kendi haline bırakmalarını ve sonra da o yere bir kova su dökmelerini emretti”.[33]
Necis olan su, üzerine
temizleyici su dökmekle kendisindeki necasetin vasfı giderse temizlenmiş olur.
Yağ, bal, zeytinyağı gibi sudan başka sıvılar, az bir necasetle necis olurlar.
Ve hiçbir şekilde temizlenme kabul etmezler.
Hanbeliler dediler ki: Yer dışındaki necis şeyleri temizleyici suyla
temizlemek şu şekilde olur: Necis olan şey yedi defa yıkanmalıdır, öyle ki,
yedinci yıkayıştan sonra necasetin ne rengi ne tadı ve ne de kokusu kalmamalıdır.
Sözkonusu necaset, yedinci yıkayışta giderilmiş olsa bile yedi defa yıkamakla
temizlenmiş olur. Eğer bu necaset köpek ile domuzdan, bunların kendi
cinsleriyle veya başkalarıyla çiftleşmelerinden doğan yavrularından olursa, bu
yedi yıkamadan birinin suyuna temizleyici toprak, sabun veya benzeri bir şey
katmak gerekir. En doğrusu, bu katkı maddesini birinci suya ilâve etmelidir.
Eğer yedinci yıkayıştan sonra necasetin eseri kalırsa, giderilinceye kadar
yıkamaların sayısı arttırılır. Necasetin tadını gidermek çok zor olursa
temizlenmiş olmaz. Ama muaf sayılır. Necasetin rengi ve kokusunu birlikte
gidermek zor olursa bu durumda necis olan yer temizlenmiş sayılır.
Necaseti içine emip
çekmiş olan pislenmiş elbisenin temizlenmesi için her yıkayışta, içinde
yıkanmakta olduğu suyun dışına çıkarılıp sıkılması şarttır. Sıkarken de
elbiseyi yaramaz hâle sokacak kadar sıkmamalıdır.
Necaseti emip çekmeyen
şeyler meselâ kapları temizlemek için, üzerlerine yedi kez su döküp akıtmakla
olur. Sıkılması mümkün olmayan nesneleri temizlemek için bu gibi şeyleri dövüp
üzerlerine ağır bir şey indirmek yeterli olur. Veyahut da yedi yıkayıştan her
birinden sonra bu nesneyi ters çevirip suyu dökmek de yeterli olur. Necis olan
şey eğer yer parçası veya evin içindeki büyük-küçük havuzlar ile kaya
parçalarından biri ise, bunlardaki necasetin aynı gidinceye kadar üzerlerine
bol miktarda su dökmek yeterli olur.
Kendi arzusuyla ygmek
yemeye başlamış olan küçük çocuğun sidiğiyle necis olan bir şeyi temfcmek için
o şeyi suya daldırmak yeterli olur. Üzerine gelen su, kendisinden ayrılmasa da
zararlı olmaz. Bu durumdaki çocuğun kusuntusu da sidiği hükmündedir.
Şafiiler dediler ki: Temizleyici suyla “necaset-i muğallaza”yı (necâset-i muğallaza,
köpekten, domuzdan, bunların kendi cinslerinden veya başka cinsten eşleriyle
birleşmelerinden doğan yavrularından sâdır olan necasettir) temizlemek, yedi
defa yıkamakla ve bu yedi yıkayıştan birinin suyuna toprak katmakla mümkün
olur. Bu toprağın temizleyici bir toprak olması ve teyemmümde kullanılmış bir
toprak olmaması gerekir. Teyemmüm toprağından daha genel olması kasdedilen bu
toprak, kırmızı kumu, sarı, kırmızı ve beyaz renkteki toprağı, çamuru, un gibi
başka bir unsurla karışık toprağı kapsamına alır. Yıkama suyuna toprak katmak
şu üç şekilde olur:
1. Necâsetli
yere dökmeden önce su ile toprak birbirine karıştırılacak.
2. Necâsetli
yere önce su dökülecek, sonra da buranın üstüne toprak konulacaktır.
3. Necâsetli
yere önce toprak konulacak, sonra da üzerine su dökülecektir.
Toprakla yıkamanın bu
üç şeklinin uygulaması ancak, necasetin cisminin giderilmesinden sonra yeterli
olur. Eğer necasetin cirmi yoksa ve yeri de kuru ise bu üç şekilden birinin
uygulanması yeterli olur. Yok, eğer necasetin yeri rutubetli ise buraya önce
toprağı koymak temizleme işi için yeterli olmaz. Çünkü toprak, sudan daha
zayıf olması dulayısıyla necâsetlenmiş olur. Diğer iki uygulama şekli yeterli
olur. Eğer necâset-i muğallaza, toprağın bizzat necis olmayan bir yerinde ise
bu yerin toprağı yedi yıkayıştaki sulardan birine katılabilir. Bu yedi
yıkayıştan birincisi, necasetin, aynının giderildiği yıkayıştır. Birden fazla
yıkama olmuşsa bile bu yıkayışların sayısı bir olarak kabul edilir ve altı
yıkayış daha ilâve edilir. Meselâ necaset, ancak altıncı yıkayışta giderilmişse
bu altı yıkayış sadece bir yıkayış kabul edilir. Ve bundan sonra altı kez daha
yıkanır. Diyelim ki yedi veya daha fazla sayıdaki yıkama ile necaset giderilebilmişse
bu yıkayışlara altı yıkayış daha eklenir. Necasetin rengi, tadı, kokusu gibi
niteliklerinin giderilmesine gelince bu, yedi yıkayışa bağlı değildir. Meselâ
bu nitelikler yedinci yıkayışta giderilmiş olsalar bile bunlar yedi yıkayış
olarak kabul edilir ve ayrıca altı yıkayış eklenmesine gerek kalmaz.
“Muhaffef necâset'e
gelince bunu temizlemenin keyfîyyeti şöyledir: Necasetin bulunduğu yerin
üzerine, akıp gitmesi şartı aranmaksızın üstünü kaplayacak şekilde su
serpilecektir. Bu necaset, iki yaşım doldurmamış ve çeşitli nevileriyle sütten
başka bir şeyle beslenmeyen çocuğun, özellikle sidiğidir. Peynir, yağ tortusu
ve kaymak da sütün türlerinden sayılır. Bu süt ister insan, ister hayvan sütü
olsun, aynı hükme tâbidir.
Ama kadın ve erselik
(hünsa, çift cinsiyetli)lerin idrarı böyle değildir. Bu hususta Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kadının idrarı yıkanır. Çocuğunkine ise su serpilir.” [34]
Erselikler de
kadınlardan sayılmaktadırlar. Çocuk, sütten veya çeşitlerinden başka bir şeyle
beslenmese bile iki yaşını doldurduktan sonra idrarı yıkamak gerekir. Yine
bunun gibi, iki yaşını doldurmamış olsa bile bir defa-cık olsun sütten başka
bir şey yerse yine idrarını yıkamak gerekir. Ama gıda maksadıyla değil de ilâç
olarak böyle bir şey yemişse bu, idrarına su serpmeye engel olmaz. Tabiî, su
serpmeden önce bu necasetin aynını gidermek, meselâ, idrar bulaşan yeri sıkmak
veya kurutmak gerekir. Yine aynen bunun gibi, su serperken necasetin evsâfını
gidermek de gerekir. Yukarıda “...çocuğun özellikle sidiğidir” şeklinde bir
kayıt konmasının sebebi, sidikten başka pislikleri bu hükmün dışında tutmak
içindir. Çünkü o tür pislikleri yıkamak vâcibdîr.
Orta durumdaki
necasete gelince, bu yukarıda geçtiği gibi kendi arasında hükmî ve aynî olmak
üzere iki kısma ayrılır. Hükmî olanın cirmi, rengi, tadı ve kokusu olmaz.
Çocuktan başkasının kurumuş olan idrarı gibi. Aynî olanın ise cirmi, rengi,
tadı ve kokusu olur. Hükmî olanı temizlemenin yolu, bulunduğu yerin üzerine
bilerek dahi olmasa bir kez su dökmek yeterli olur. Aynî olanı temizlemek de
böyledir. Ancak bunda necasetin aynının giderilmesi de şarttır. Bu necasetin
temizlenmesinden sonra vasıflarının geride kalmasına gelince, kalan bu vasıf
eğer tadı ise ve giderilmesi de zor ise sakıncası olmaz. Buradaki zorluğun
ölçüsü, söz konusu vasfın kesmekle giderilemeyişidir. Bu durumda necâsetli yer,
afvolunan necasetlerden sayılır. Ama bundan sonra gidermek mümkün ise
giderilmesi vâcib olur. Tabiî bu hâl ile daha önce kılınan namazları iade etmek
vâcib olmaz. Necasetin bu vasfım gidermek zor olursa bu mâzuriyeti kabul
edilinceye kadar sabun ve benzeri şeylerden yararlanmak da vâcib olur. Renk ve
koku vasıfları birlikte kalırsa hüküm yine aynıdır. Eğer renk veya koku
vasıflarından biri kalırsa ve giderilmesi de zor olursa necaset mahalli temiz
olmuş savılır. Zorluğun ölçüsü, üç defa su ile yıkayıp ovalamakla rengin veya
kokunun gitmemesidir. Eğer bundan sonra söz konusu vasıflardan birini giderme
imkânı doğarsa, necaset yerinin temizlenmiş olduğuna hükmedilmez. Her üç
şekilde de necasetin giderilmesinde aranan şart, eğer su az ise, su necasetin
üzerine akıp gelmelidir. Eğer su az ise necaset de su üzerine akıp geliyorsa
bu durumda her ikisi karşılaşmakla su necis olur. Eğer su necis olup vasfını
değiştirmemiş ise üzerine kulleteyn[35]
miktarını buluncaya kadar temizleyici su ilâve edilir. Böylece de temizlenmiş
olur. Eğer su, vasfını değiştirerek necis olmuşsa, az olsun çok olsun temiz
olmaz. Ancak kulleteyn miktarını buluncaya kadar üzerine temizleyici su ilâve
edilirse ve su da tekrar eski evsâfını elde ederse temizlenmiş olur. Sidik ve
şarap gibi orta durumdaki sıvı bir necasetle pislenen yerin temizlenmesine
gelince, bu yer necaseti eğer içine çekip emmişse her tarafını kaplayacak
şekilde üzerine su dökmek gerekir. Eğer emip içine çekmemişse öncelikle bu sıvı
kurutulmalı, sonra da bir kez dahi olsa üzerine su dökmelidir. Eğer bu yer katı
yerde bulunan orta nitelikli bir necasetle pislenmiş ise bu yeri temizlemek
için, eğer yerde eser bırakmamış ise yalnız necaseti kaldırıp atmalıdır. Yok,
eğer nemli olup yerde eser bırakmışsa necaseti kaldırıp attıktan sonra yerin
tamamını kaplayacak şekilde üzerine su dökmelidir.
Necasetin aynının
(kendisinin) yarayışlı hâle dönmesi ele necaseti gideren unsurlardan
sayılmaktadır. Şarabın sirkeye, ceylan kanının miske dönüşmesi gibi! Necasetin
ateşle yakılması da bunlardandır. Yalnız mezheblerin bu hususta ihtilaflı
görüşleri vardır.
Hanefiler dediler ki: Necaseti ateşle yakmak onu temizler.
Şafiî ve Hanbelîler: Ateşle yakmayı, necaseti temizleyici şeylerden saymamışlardır. Bunlar
derler ki: Ateşte yakılan necasetin hem külü, hem de dumanı necistir.
Malikiler dediler ki: Ateş necaseti gidermez. Fakat meşhur olan rivayete göre,
ateşte yakılan necasetin külünü bundan istisna etmişlerdir.
Ölü hayvanların
derilerinin dibâğ edilmesi de bunlardandır. Yalnız dibâğın deriyi temizleyip
temizlemediği hususunda mezhebler ayrı görüşlere sahiptirler.
Hanefîler:
Selem ağacıyla, şapla ve benzeri maddelerle yapılan hakikî dibâğ ile
topraklama, güneşte ve havada kurutma şeklinde yapılan hükmî dibâğ arasında bir
ayrım yapmamışlardır. Dibâğ yapılmaya tahammülü olması hâlinde dibâğ, ölü
hayvan derilerini de temizler. Ama dibâğ yapılmaya tahammülü olmayan hayvan
derileri temizlenmezler. Yılan derisi gibi! Domuz derisi dibâğla temizlenmez,
ama köpeğinki temizlenir. Zira sahih olan görüşe göre o, aynen necis değildir.
Deri temizlendikten sonra, üzerinde namaz kilmabilir. Ancak yenmesi caiz
olmaz. Derinin üzerindeki tüy ve benzeri şeyler temizdir. Nitekim bu husus,
daha önce de anlatılmıştır.
Şâfiîler:
Temizleyici dibâğ, ancak dili yakabilen ve acı veren bir dibâğdır, demişlerdir.
Bu şekildeki bir dîbâğ ile derideki rutubet ve fazlalık gider ve daha sonra da
pis kokmaması sağlanmış olur. Dibâğlama maddesi, kuş pisliği gibi necis bir
şeyle olsa bile bu, necis olmuş bir elbiseye benzer. Daha sonra temizlemek için
yıkanır. Köpek ile domuzun, bunların gerek kendi cinslerinden, gerek başka
cinslerden temiz olan eşleriyle çiftleşmelerinden doğan yavrularının derileri
dibâğ yapmakla temizlenmez. Dibâğ yapılan derilerin üzerindeki yün, kıl, tüy
ve kanat tüyleri de temiz olmaz. Fakat İmam Nevevî, giderilmeleri meşakkatli
olduğundan dolayı bunların azının muaf sayılacağını söylemiştir.
Mâlikîler: Bunlar
dibâğı, temizleyici şeylerden saymamışlardır. Hadîste vârid olan tahareti,
nezâfet dediğimiz normal temizlik mânâsında telakkî etmişlerdir. Dibâğ yapılan
deriyi kuru ve temizleyici şeylerde kullanmaya ruhsat vermişlerdir.
Bunların üzerinde
herhangi bir şey de öğütülmemelidir. Kuru şeylerde kullanılmasını derken, kuru
şeye derinin pisliğinin bulaşmayacağını göz önüne almış bulunuyoruz.
Temizleyici şeylerde kullanılmasını derken de, temizleyici şeyin, necaseti
kendi kendinden uzaklaştıracak güce sahip olduğunu göz-önüne almış bulunuyoruz.
Derinin üzerindeki yün ve benzeri şeyler ise temizdirler. Zîrâ bunlara hayat
nüfuz etmemiştir. Hayvanın ölümü nedeniyle necis olmazlar. “Dibâğ, temizleyici
unsurlardan değildir” sözü, Mâlikîler nezdinde meşhur bir görüştür. Fakat bu
mezhebteki bazı muhakkikler dibâğın, temizleyici bir unsur olduğunu
söylemişlerdir.
Hanbelîler:
Ölü hayvanların derilerini dibâğ etmek, temizleyici olmaz demişlerdir. Ancak,
dibâğ edilen bu derileri kuru şeylerde kullanmanın mubah olduğunu
söylemişlerdir. Ölü hayvanın yün, kıl, tüy ve kanat tüylerine gelince, bunlar
temizdirler.
Necis olan şeyi
yıkarken niyet etmeye gerek yoktur. Su dışındaki sade yağ, bal ve zeytinyağı
gibi sıvılar necis olduklarında temizlenme kabul etmezler.
Hanefiler dediler ki: Yukarıda sayılan sıvılar su ile temizlenmeyi kabul
ederler. Su ile temizlenmelerinin keyfiyeti de daha önce temizleyiciler bahsinde
anlatılmıştır.
Katı olanlara gelince
bunların, necaseti içine çeken kısmı hariç, diğer kısmı temizlenmeyi kabul
eder. Ki mezheblerin bununla ilgili detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Mâlikîler: Bunlara
göre, necaseti içine çeken katı maddelerden temizliği kabul etmeyen şey,
necasetle pişmiş bir ettir. Ama piştikten sonra üzerine bir necaset düzecek
olursa temizlenme kabul eder. Necis bir suyla kaynatılan yumurta, necis bir
tuzla tuzlanan zeytin ve derinliklerine necaset düşüp nüfuz eden toprak kaplar
da aynı şekilde temizlenme kabul etmezler.
Hanbelîler:
Bunlar, kaynatılmış yumurta dışında Mâlikilere muvafakat etmişlerdir. Kabuğu
sert olduğundan ötürü yumurta, içinde kaynamakta olduğu sıvıyı içine çekmez.
Dolayısıyla da temizlenme kabul eder. Bunlar, pişirilmiş etle haşlanmış et
arasında bir ayırım yapmazlar. Her iki hâlde de necis et, temizlenme kabul
etmez.
Şafiiler dediler ki: Necaseti içine çeken katı maddeler temizlenme kabul ederler. Eğer et,
necis bir şey içinde pişirilirse veya buğday tanesi necaseti içine çekerse
veyahut da bıçak, necis bir suyla sulanırsa, üzerlerine su dökmekle hem içi hem
de dışı temizlenmiş olur. Ancak hamuru, katı bir necasetle yoğurulmuş olan bir
kiremit temizlenme kabul etmez. Bu, ateşle yakılsa da, suyla yıkansa da
temizlenmez. Bir sıvı ile necis olan şeyler böyle olmayıp, kendilerini
kaplayacak şekilde üzerlerine su dökülürse temizlenmiş olurlar.
Hanefîler:
Katı maddeleri sınıflandırarak demişlerdir ki: Eğer pislenen şey bir kap veya
benzeri nesnelerden ise, daha önce de temizlemenin keyfiyeti bölümünde
anlatılan şekilde temizlenme kabul eder. Eğer pislenen şey, et ve buğday gibi
pişirilen nesnelerden ise, kendisine necaset bulaşmış olduğu haliyle
pişirilirse, kaynatıldıktan sonra artık hiçbir surette temizlenme kabul etmez.
Fetva bu yöndedir. Çünkü bu nesnenin bütün parçaları necaseti içine çekmiştir.
Yine aynı şekilde tavuk da karnı yarılıp içerisindeki pislikler çıkarılıp,
suyla temizlenmeden kaynatılırsa artık hiçbir surette temizlenme kabul etmez.
Hayvan başlan ve işkembe etleri de böyledir. Bunlar, yıkanıp temizlenmeden
kaynatılırlarsa artık hiçbir şekilde temizlenme kabul etmezler.[36]
Sular, kendisiyle
temizlenmenin sahîh olması veya olmaması bakımından üç kısma ayrılırlar:
1.
Temizleyici sular.
2. Temiz ve
fakat temizleyici olmayan sular.
3. Pis
sular.
Bu kısımlardan
herbirinin ilgili olduğu bahisler vardır. Önce bu suların birinci kısmını
teşkil eden “temizleyici su”yu ele alalım. Bunun da kendine bağlı birtakım
bölümleri vardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:[37]
Tanımı:
Temizleyici su, gökten inen veya yerden kaynaklanıp rengi, tadı ve kokusundan
ibaret olan üç vasfı, temizleyiciliğini giderecek bir şeyle değişmemiş ve
kullanılmamış olan sudur.
Malikiler dediler ki: Suyun kullanılmış olması, onu temizleyici olmaktan
çıkarmaz. Kullanılmış suyla abdest almak ve gusül yapmak, kerahetle birlikte
sahîh olur.
Suyun temizleyici
özelliğini gideren şeyler ile suyun kullanılmasını gerekli kılan şeylerin
açıklaması ileride yapılacaktır.
Temizleyici su, ibâdet
ve âdetlerde kullanılan sudur. Bu su İle abdest alınır, cünüb kimseler ve
hayızdan çıkmış kadınlar bununla gusül yapabilirler. Bununla necaseti
gidermek, bedenin, elbisenin ve bunlardan başka eşyanın üzerindeki zahirî
kirleri temizlemek caiz olur.
Temiz su ise böyle
değildir. Abdest almak, cünüplük ve benzeri hallerden ötürü.onunla gusül
yapmak caiz olmadığı gibi, necaset gidermek de sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Kullanılması haram sularla hadesten temizlenmek
sahîh olmaz. Ancak onunla temizlenenin, kullanılmış olduğunu hatırlayıp
unutmamış olması şarttır. Eğer bir kişi, kullanılmış olduğunu unutarak bu sudan
abdest alır da namaz kılarsa namazı sahîh olur. Bu su ile necaseti temizlemek
sahihtir.
Ancak içmek, elbise ve
beden temizliğiyle hamur yoğurma gibi âdet îcâbı işlerde kullanılması sahîh
olur.[38]
Temizleyici suyun
hükmüne gelince bu iki kısma ayrılır:
1. Şâri' tarafından konulan hükmü: Ki bu
su ile büyük ve küçük hades hali ortadan kaldırılmış olur. Bu suyla abdest
almak, cünüblük ve hayız hâlinden ötürü gusüi yapmak mümkündür. Hissedilen ve
hissedilmeyen necaset, bu suyla giderilebilir. Farzlar, mendublar ve sair
ibâdetler bununla edâ edilebilir. Cuma guslü ile iki bayram guslü ve benzeri
Allah'a yaklaştırıcı hususlar bu sayede temin edilir. Bunun yanında içmek,
yemek pişirmek, hamur yoğurmak, elbise ve beden temizliğiyle tarla sulaması
gibi âdet îcatfi jşlerde de kullanılması caizdir.
2. Kullanılmasının hükmü: Bundan maksat,
kullanılmasının farz veya haram olması gibi nitelikleridir. Bu bakımdan da beş
hükme tâbidir. Ki bu hükümleri de vâcib, mendub, haram, mübâh ve mekruh
şeklinde sıralayabiliriz. Mendubtan amaç, sünneti kapsayan hüküm demektir.
Şundan ki: Mendub ile mesnun bazı İmamlara göre aynı, bâzılarına göre de ayrı
şeylerdir. Nitekim abdestin mendublarında da bu hususa değinilecektir.
Suyun kullanılmasının
vâcib olduğu hususuna gelince bu, şu durumlarda olur: Namaz gibi, edâ edilmesi
büyük ve küçük hades hâlinden temizlemeye ihtiyâç duyulan bir farzın edası
durumunda bu suyu kullanmak vâcib otur. Namazın edâ vakti eğer geniş ise,
dolayısıyla bu vacibin edasının vakti de geniş olur. Yok, eğer namazın edâ
vakti daralmışsa, dolayısıyla bu vacibin edasının vakti de daralmış olur.
Bu suyun
kullanılmasının haram olduğu durumuna gelince bu, şu hallerde olur:
a. Bu su
başkasının mülkiyetinde bulunup kullanma izninin olmaması.
b. Bu suyun
sırf içmek için sahibi tarafından sebil edilmiş olması. Sırf içmeye tahsis
edilen sebillerdeki mevcut sudan abdest almak haramdır.
c. Suyun
kullanılmasının zarara yol açması. Sözgelimi suyla abdest almak veya gusül
yapmak, teyemmüm bahsinde de anlatılacağı üzere hastalık veya daha vahim haller
doğuracaksa; fazla sıcak veya fazla soğuk olması dolayısıyla kullanıldığı
takdirde bir zarar meydana gelecekse; su, kullanıldığı takdirde heder edilmesi
şer'an caiz olmayan bir hayvan susuz kalacaksa; bütün bu sayılan hallerde
abdest için olsun, gusül için olsun suyu kullanmak haramdır. Sırf içmek için
yapılan bir sebilin suyundan abdest almak, telef edilmesi doğru olmayan bir
hayvanın içeceği su ile abdest almak, kişi hasta iken hastalığının daha fazla
artacağını bile bile abdest alması haramdır. Ama yine de almış olduğu bu abdest
ile namaz kılması sahîh olur.
Suyun kullanılmasının
mendub olduğu hususuna gelince bu, şu durumlarda olur:
a. Abdestli
iken yeniden abdest almak.
b. Cuma günü
için gusül yapmak.
Suyun kullanılmasının
mübâh olduğu hususlara gelince; bu da içmek, hamur yoğurmak ve benzeri
durumlarda olur.
Suyun kullanılmasının
mekruh olduğu hususlara gelince bu, şu durumlarda olur:
a. Su,
şiddetli derecede sıcak veya soğuk olup ancak bedene zarar vermez ise
kullanılması mekruh olur. Bununla abdest almanın mekruh olmasının sebebi
şundan ileri gelmektedir: Bu suyla abdest alan kişi, sıcaklık veya soğukluğunun
meydana getirdiği acı ile meşgul olduğundan tam bir huşu içinde ibâdetini eda
edemez. Abdest alırken de bir an önce, bu suyun meydana getirdiği ızdiraptan
kurtulmak için işi aceleye getirir ve istenilen şekilde abdest alamaz.
b. Su
güneşte isıtılırsa. Bu suyun abdest veya gusül için kullanılması iki şartla
mekruh olur:
1. Güneşte
ısıtılan su, altın ve gümüş dışındaki bakır, kurşun ve benzeri madenlerden
yapılan kap içinde bulunursa kullanılması mekruh olur.
2. Bu
işlemin sıcak ülkelerde yapılması halinde sözkonusu suyun kullanılması mekruh
olur.
Bu suyun abdest alma,
gusletme, elbise yıkamada kullanılması mekruhtur. Bu suyla yıkanan elbiseyi
ıslak iken bedene değdirmek de mekruhtur. Bazıları bu suyu kullanmanın
mekrûhluğuna gerekçe olarak, bedene zarar verici oluşunu ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu, açıkça görülmeyen bir sebeptir. Çünkü zarar verici oluşu, kesinlikle
ortaya çıkarsa kullanılması mekruh değil haram olur. Gerçek şu ki: Böyle bir
zarar, ancak suyun içinde bulunduğu kabın paslı olması ve dahilî işte
kullanılması hâlinde açığa çıkabilir. Diğer bazı bilginler de bu suyun mekruh
olduğuna gerekçe olarak, bu suda insanı tiksindirici pis bir kokunun
bulunuşunu göstermişlerdir. Başka su bulunmadığı takdirde bu suyu kullanmak
mekruh olmaz. Aksi takdirde mekruh olur. Kullanılması mekruh olan diğer sular
da, kullanılacak başka su bulunmadığı takdirde mekruh olmaktan çıkarlar.
Şâfiîler:
Güneşte ısıtılan suyun kullanılmasının mekruh olması için ek olarak bir şart
daha ileri sürmüşlerdir. Ki buna göre: Suyun üzerinde pis kokulu kir
lekelerinin bulunması gerekir. Bu lekelerin bulunmaması halinde sözkonusu suyu
kallanmak mekruh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Her ne hâlde olursa olsun, güneşte ısıtılan suyu
kullanmak mekruh olmaz.
Bu anlatılanlara ek
olarak fakîhler, kullanılması mekruh diğer bazı suların daha bulunduğunu
söylemişlerdir.
Mezheblerin buna
ilişkin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Mâlikîler: Sulan
mekruh kılan sebeplere üç tane daha eklemişlerdir:
1. İçine
necaset karışan suyu kullanmak mekruh olur. Ki bu mekrûhluk için de beş şartın
tahakkuku gerekir:
a. Suya
karışan necaset, onun rengini, tadını ve kokusunu değiştirmemiş olmalıdır.
Eğer suyun bu üç vasfından biri değişmiş olursa kullanılması mutlak surette
me^ûh olur.
b. İçine
necaset karışan su, akar olmamalıdır. Eğer bir necaset akar-suya düşerse o su
necis olmaz. Ancak kullanılması mekruh olur.
c. İçine
necaset karışan su, kuyu suyu gibi artan bir su olmamalıdır. Bu su her ne kadar
akar bir su değilse de, üzerine herhangi bir su eklenmek-sizin kendiliğinden
artıp eksilmesi göz önüne alınarak pislenmez. İçine necaset düşmekle necis
olmaz.
d. Suya
düşen necasetin miktarı, orta irilikteki bir yağmur damlası kadar olursa bu su
pislenir. Ama eğer necasetin miktarı bundan az ise zarar vermez. Böyle bir suyu
kullanmak mekruh da olmaz.
e. Bu
sayılan durumlarla mekruh olan sudan başka abdest alacak bir su bulunursa bu
suyu kullanmak mekruh olur. Aksi takdirde mekruh olmaz.
2. Temizleyici
bir suyla yapılması gereken bir işte kullanılan suyu, yeniden kullanmak da
mekruhtur. Meselâ bir kişi abdest alırken, organlarından süzülüp damlayan bir
suyu bir yerde biriktirİrse bu suyla yeniden abdest almak mekruh olur.
Kullanılan suyun (mâ-i müsta’mel) yeniden kullanılması şu şartlarla mekruh
olur:
a. Suyun az
olması: Bir kişi çok miktardaki bir suyla abdest alırsa bu çok su, kullanılmış
su hükmüne girmez. Ve bu suyla abdest almak mekruh olmaz.
b.
Kullanılmış sudan başka su varsa, kullanılmış olanla abdest alınması mekruh
olur. Yok, eğer başka su yoksa kullanılması mekruh olmaz.
c. Bu suyu,
farz olan abdest için kullanmak mekruhtur. Sözgelimi uykudan uyandıktan sonra
alınan abdest gibi mendub bir abdest için kullanmak mekruh değildir.
Mâlikîler, kullanılmış suyla abdest almanın mekruhluğunu şu sebebe
dayandırmışlardır: Bazı İmamlar, kullanılmış suyla abdest almanın sahîh
olmadığım söylemişlerdir. Bu ihtilâftan ötürü Mâlikîler bunun mekruh olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
Yine onların kesin
görüşlerine göre seleften hiç kimse bu suyu ikinci defa kullanmamışlardır. Bu
da sözkonusu suyun mekrûhluğu hususunda Mâlikîler için bir delildir.
3. Defalarca
olsa bile köpeğin, dilini içine soktuğu ve yaladığı su. Köpeğin dilini soktuğu
bu su az ise kullanması mekruh olur.
İçki içmeyi âdet
edinen kişinin içtiğinden artakalan su da bu hükme tâbidir. Alkolik birinin
içtiğinden artakalan suyla abdest almak şu şartlarla mekruh olur:
a. Bu su az
olursa kullanılması mekruh olur. Yok, eğer çoksa mekruh olmaz. Ki azlıkla
çokluğun izahı ileride gelec ktir.
b. Başka su
bulunursa bunu kullanma mekruh olur.
c. Alkoliğin
ağzını veya başka bir organuıı bu su ile yıkarken, ağzının veya yıkadığı
organın temiz olup olmadığında tereddüde düşülürse bu suyu kullanmak mekruh
olur. Ama eğer pisliği muhakkak olan birşey, ağzında vardı da yıkama esnasında
o pislik, suyun vasıflarından birini değiştirdiyse bu suyla abdest alınması
sahih olmaz. Çünkü bu su necis olmuş oluyor. Ama vasıflarından biri değişmemiş
ise bu suyla abdest alınması sadece mekruh olur.
Kuş, tavuk ve
yırtıcılar gibi necâsetli şeyleri yemekten sakınmayan hayvanların artık suları
da bu grupta mütâlâa edilirler. Bunların artıklarını kullanmak mekruhtur.
Ancak kedi ve fare gibi hayvanların artıklarını, sakınılması zor olduğu
gerekçesiyle kullanmak mekruh değildir.
Hanefiler dediler ki: Mekruh sulara şu suları da ilâve etmek gerekir:
1. İçki
içenin artığı olan su. Örneğin bu kişi şarap içtikten sonra su dolu kupayı veya
testiyi ağzına götürüp içerse arta kalan suyla abdest almak mekruh olur. Tabii
bunun için şöyle bir şart da gereklidir: Eğer bu kişi içkinin peşi sıra
tükürüğünü yutmak veya dışarıya atmak suretiyle ağzında götürüp getirdiği
andan sonra suyu içmişse bu su mekruh olur. Ama içkinin geri kalan kısmını da
içtikten sonra bir miktarı ağzında kalır, bunu yutmaz veya tükürerek dışarı
atmaz da testideki ya da kupadaki suyu bunun üzerine içerse arta kalan su necis
olur. Kullanılması da sahîh olmaz.
2. Delice ve
karga gibi yırtıcı kuşlarla, hapsedilmemiş tavuk gibi bunların hükmünde olan
hayvanların artık suları da mekruhtur. Hanefîler, bu suyun mekrûhluğuna gerekçe
olarak bu hayvanların gagalarına pislik bulaşması ihtimâlini göstermişlerdir.
Yırtıcı hayvanların artıkları olan sular böyle olmayıp necistir. Çünkü bu
hayvanların necis olan salyaları, içtikleri suya karışır. Eti yenmeyen bu
hayvanların terlen de artıkları gibi necistir. Meselâ sırtlan ve benzeri bir
hayvanın teri bir elbiseye bulaşırsa veya az miktardaki bir suya damlarsa
onları necis kılar.
3. Evcil
kedilerin artıkları. Evcil bir kedi az miktardaki bir sudan içerse o suyu
kullanmak mekruh olur. Zîrâ, kedi, pisliklerden uzak durmaz. Artığının necis
olmayıp mekruh oluşu, etinin yenmemesinden ötürüdür. Ki bu hususta Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz kedi, necis değildir. O, etrafınızda dolaşan
erkek ve dişi hayvanlardan biridir.”[39]
Bu hadîsin açık anlamı,
bu hususta bir ruhsattır.
Katır ve eşeğin
artıklarının temizleyici olması hususu şüphelidir. Temiz oluşunda ise hiçbir
ihtilâf yoktur. Katır veya eşek, az miktardaki bir sudan içerlerse bunların
artıklarının içme ve yıkama gibi âdet icâbı işlerde kullanılması mekruh
olmaksızın caiz olur. Ama temizleyici olması, yani abdest ve gusül için
elverişliliği konuşuna gelince bu şüphelidir. Başka su bulunmadığı takdirde bu
suyla abdest almak ve gusül yapmak kerâhetsiz olarak sahîhtir. Başka su
bulunması halinde de yine aynı şekilde kullanılması sahîhtir. Ancak ihtiyat
kabilinden başka suyla abdest almalı veya gusül yapılmalıdır.
Şâfiîler: Şu
anlatacaklarımızı da kullanılması mekruh sulara eklemişlerdir: Yanında
kendisine bitişik bir maddeden ötürü vasfı değişen bir su. Bitişiğinde bulunan
bu madde ister yağ gibi katı bir madde olsun, İster gül suyu gibi sıvı bir madde
olsun hüküm aynıdır.
Katı yağın yanında
bulunan su, yağ dolayısıyla vasfı değişirse kullanılması mekruh olur. Mekruh
olmasının şartı, vasfı değişen bu sudan su isminin kaldırılmamış olmasıdır.
Ama diyelim ki yanında ve bitişiğinde bulunan yağ dolayısıyla donup akıcılığım
kaybederse veya bitişiğinde bulunan gülsuyu dolayısıyla gül kokusu kendisine
galip gelirse ve böylece su olmaktan çıkarsa zâten abdest veya gusül için
kullanılması doğru olmaz.
Hanbelîler:
Yukarıda sayılan mekruh sulara yedi çeşit suyu daha ilâve etmişlerdir:
1. Necâsetli
olduğu galip zanla bilinen su. Böyle bir suyu kullanmak mekruhtur.
2. Necis bir
yakıtla ısıtılan su. İster ısıtma esnasında alınsın, ister ısıttıktan sonra
alınsın bu suyu kullanmak da mekruhtur.
3. Mendub
abdest alma gibi vâcib olmayan bir işte kullanılmış olan su. Bununla ikinci
defa abdest almak mekruhtur.
4. Sudan
elde edilmiş tuzla vasıflarından biri değişen su.
5. a.
Gasbedilmiş bir toprakta bulunan kuyudaki su.
b.
Başkasının mülkünde gasben kazılan kuyudaki su.
c. Başkasına
zorla bedavaya kazdırılan kuyunun suyu. Bu kuyulardaki suları kullanmak
mekruhtur. Bunlarla abdest almak ve gusül yapmak sahîh değildir.
6. Mezarlıklardaki
kuyuların suyunu kullanmak mekruhtur.
7.
Gasbedilmiş bir yakıtla ısıtılan suyu kullanmak da bu hükme tâbidir.[40]
Bazen suyun rengi,
tadı ve kokusu değişir ama bununla beraber yine de temiz kalabilir. Böyle bir
suyu ibâdetlerde kullanmak sahîh olur. Meselâ bu suyla abdest alınıp gusül yapılabilir.
Ancak bu suyu kullanmaktan ötürü maddî bir zarar doğmayacaksa kullanılabilir.
Sözgelimi bu suyu kullanmakla kişinin organlarından birinde zarar meydana
gelecekse bununla abdest almak caiz ve helâl olmaz. Çöl ve yaban yerinde
yaşayanlar, başka su bulamadıklarında, vasfı değişik olan bu suyu kullanmak
mecburiyetinde kalıyorlar. İslâm Dîni, zararlarından emin olmaları hâlinde bu
suyu kullanmalarına müsâade etmiştir. Ki Buhârî'nin bu mânâda rivayet ettiği
bir haber de buna delâlet etmektedir. Şöyle ki: Müslümanlar Mekke'den
Medine'ye göç ettiklerinde çokları sıtmaya yakalandılar. Müslümanların o günkü
düşünürleri, “Bathan” denilen bataklığın kurutulması gereğine işaret ettiler.
Bataklık kurutulduktan sonra sıtma hastalığı ortadan kalktı. Bunun üzerine Hz.
Aişe (r.a.) şöyle demişti: “Bathan, değişik bir su akıtıyordu.” Sağlığın
muntazam olması için sıhhî su tesisatlarının çekilmesi, yerlerde ve ovalardaki
su birikinti yerlerini kapatmak gerekir. Zîrâ bu çukurlardaki sular, kirlenip
vasıflarını değiştiriyorlar. Ki bu da zararlı oluyor.
Bu önlemleri almak,
İslâm dininin sağlam hedeflerinin gereğidir. İslâm dininin ilkeleri, “faydaları
temin edip zararları bertaraf etmek” esasına dayanmaktadır.
Bazı fıkıhçılar, suyu
temizleyici olmaktan çıkarmayan vasıf değişikliğine ilişkin bazı örnekler
vermişlerdir. Ki bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. İçine
yerleşmiş olduğu yer veya içinden geçtiği yol dolayısıyla vasıflarının tümünün
veya bir kısmının değişmesi. Birincisine örnek: Göller, eski sarnıçlar ve su
birikinti yerlerindeki sular gibi. İkincisine örnek ise, tuz ve kükürt gibi
madenlerin üzerinden geçip gelen sular gibi.
2. Çok
beklemekle suyun vasfının değişmesi. Matara veya kırba gibi kaplarda uzun
müddet beklemekten ötürü vasfının değişmesi, suyu temizleyici olmaktan
çıkarmaz.
3. İçindeki
balıkların doğurmasından veya yosunlardan ötürü vasfının değişmesi halinde su,
temizleyici olmaktan çıkmaz. Yosun içindeyken kaynatılmadıkça veya
kaynatıldıktan sonra içine atılmadıkça suya zarar vermez.
Hanbelîler: Yosun,
suyla birlikte kaynatılsa bile suyun temizleyici olmaktan çıkmayacağını ve
fakat suya zararı olabileceğini söylemişlerdir.
4. Katran,
selem ağacı ve benzeri maddelerle dibâğ edilmiş kapların içindeki suların
vasıfları değişirse de, bu sular temizleyici olmaktan çıkmazlar. Dibâğ edilmiş
bir kırbaya konan su değişse bile temizleyici olmaktan çıkmaz.
5.
Rüzgârların kuyu ve benzeri gibi, içinde su bulunan yerlere savurdukları
tozlar. Saman parçacıkları ve ağaç yaprakları gibi sakınılması zor olan
şeylerden ötürü vasıfları değişen sular da temizleyici olmaktan çıkmazlar.
6.
Bitişiğinde bulunan şeylerden öturu vasıfları değişen sular da temizleyici olmaktan
çıkmazlar. Meselâ bir leş, su kenarına konulur da onun pis kokusundan dolayı
suyun vasfı değişirse bu, onu temizleyici olmaktan çıkarmaz. Ama bu câhil
köylülerin yapmakta oldukları en çirkin işlerden biridir. Hayvan leşlerini su
kıyılarına, hem de kullanmakta oldukları suyun kıyısına atmakta ve bundan
çıkan pis kokular da etrafa yayılmaktadır. Şerîat sahibi her ne kadar bu
sulardan abdest almaya ve gusül yapmaya müsaade etmişse de, diğer taraftan,
kullanılması halinde zarar doğuracaksa bu suları kullanmayı yasaklamıştır.[41]
Tanımı:
Kullanılmış, fakat pis olmayan sulara, temiz, fakat temizleyici olmayan sular
denir. Bu suları içmek, yemek pişirmek ve diğer adet îcâbı günlük işlerde
kullanmak sahihtir. Abdest almak, gusül yapmak gibi ibâdet işlerinde
kullanılması ise sahîh değildir.
Çeşitleri:
Bu suların çeşitleri üçtür:
Malikiler dediler ki: Temiz ve fakat temizleyici olmayan sular tek
çeşittir. Ki o da, kendisine temiz bir şey karışıp üç vasfından biri değişen
sudur. Buna temiz ve fakat temizleyici olmayan su denir.
İkinci çeşit suya
gelince o da, az miktardaki kullanılmış sudur. Bu, temizleyicidir. Tabiî, eğer
kullanıldığından ötürü üç vasfından biri değişmemiş ise...
Üçüncü çeşit olan ise,
bitkilerden elde edilen sulardır. Örneğin gülsuyu, karpuz suyu gibi! Mâlikîlere
göre bunlar, kendisiyle temizlenilen sular grubundan değildirler. Çünkü bunlar
mutlak su değildirler.
Ama aklıbaşında bir
insan tarafından kasten atılacak olursa temizleyici olmaktan çıkacağını
söylemişlerdir. Bu durumda suyun kaynatılması veya kaynatılmamış olması gibi
bir ayırım da gözetmezler. Ama bu yosun sadece sudan üremişse, rüzgâr veya
benzeri bir şeyin etkisiyle suya atılmışsa bunun bir zararı olmaz.
1.
Temizleyici suya az miktarda temiz suyun karışması: Sözgelimi temizleyici olan
bir suya gülsuyu, hamur suyu veya bunlara benzer bir miktar su karışacak olursa
bu suyun temizleyicilik vasfı gider. Bu su, her ne kadar içme ve elbise
temizliği gibi adet îcâbı işlerde kullanilabilirse de abdest almak, gusül
yapmak gibi ibâdetlerle İlgili işlerde kullanılamaz. Yalnız şunu bilmek
gerekir ki; suyun temizleyicilik vasfı ancak iki şartın tahakkuku hâlinde
ortadan kalkabilir:
a. Suyun
rengi, tadı ve kokusundan ibaret olan üç vasfından birinin bu karışımdan ötürü
değişmiş olması.
b. Karışan
şeyin, suyun temizleyiciliğini gideren şeylerden biri olması. Ki bu şeyler
hakkında mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Suyu temizleyici olmaktan çıkarıp sadece temiz
olarak bırakan şeyler katı ve sıvı olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Katı olana
gelince bu, suyun temizleyici olma özelliğini iki durumda ortadan kaldırır:
a. İncelik
ve akıcılığını giderecek bir şeyin suya karışması. Meselâ suya temiz bir çamur
konulur ve bu çamur onun incelik ve akıcılığını yok ederse bu suyla temizlenmek
sahîh olmaz. Suyuna çamur karışmış bir havuzun kurumasından sonra dibinde
kalan çamurlu suyla temizlenmek de sahih değildir.
b. İçinde
pişirilmekte olan bir şeyle suyun karışması. Meselâ temizleyici bir suyun
içine mercimek konulur ve pişirmek amacıyla iki defa kaynatıldıktan sonra bu
su vasfını değiştirirse, mercimek pişmemiş olsa bile onunla temizlenmek sahîh
olmaz. Bu su, incelik ve akıcılığını kaybetmemiş olsa bile yine böyledir. Bu
durumlar, su az olduğunda, bilhassa çöllerde ve yaban yerlerinde görülür. Ama
sabun ve benzeri temizlik malzemeleriyle vasfı değişen sular bu hükmün dışında
tutulmuşlardır. Rengi, tadı ve kokusunu değiştirseler bile, bunlar içindeyken
kaynatılan sular temizleyici olmaktan çıkmazlar. Ancak suyun içinde pişirilir
de incelik ve akıcılığını giderecek olurlarsa onu temizleyici olmaktan
çıkarırlar.
Sıvı olana gelince
bunlar, suya karıştıkları takdirde üç durumda onu temizleyici olmaktan
çıkarırlar:
a. Suya
karışan sıvı, kokusu gitmiş olan gülsuyu ve kullanılmış su gibi renk, tad ve
kokudan ibaret olan üç vasıfta suya muvafık olmalıdır. Bu durumun meydana
gelmesi hâlinde karışımın çok olan unsuruna bakmak gerekir. Eğer çoğunlukta
olan su ise bu su temizleyicidir. Eğer çoğunlukta olan, su ile karışık öbür
unsur ise bu durumdaki su temiz, fakat temizleyici değildir. Sözgelimi bir
cemaat, küçük bir havuzdan veya sarnıçtan abdestlerini alır da bunların abdest
organlarından damlayan su, tekrar dönüp havuza giderse bakılır: Eğer
kullanıldıktan sonra tekrar havuza dönen bu su, kullanılmamış olan sudan az
ise herhangi bir sakınca sözkonusu değildir. Yok, eğer ona eşit veya ondan çok
ise, havuzdaki veva sarnıçtaki suyun tamamı “müsta’mel su” hükmüne girer.
b. Temizleyici
suya karışan bu sıvı, renk, tad ve kokudan ibaret olan üç vasfı bakımından suya
zıt olmalıdır. Sirke gibi. Sirkenin rengi, tadı ve kokusu suyunkine zıttır.
Meselâ bir kişi, elini sirkeye batırdığında yeni (elbisesinin kolu) de beraber
bulaşır ve bundan sonra elini temizleyici suya batırır, yenleri de bu suya
bulaşırsa bakılır: Eğer sirkenin vasıflarının çoğu, örneğin rengi ve tadı bu
suya bulaşıp açıkça görülürse temizleyici olmaktan çıkar. Ve bu suyun
ibâdetlerle ilgili işlerde kullanılması sahîh olmaz. Ama yemek pişirmek ve
benzeri işlerde kullanılması sahihtir. Eğer sirkenin vasıflarından sadece biri
suya bulaşıp açıkça görülürse bu su, temizleyici olmaktan çıkmaz.
c. Suya
karışan sıvı, bazı vasıflarında suya muvafık, bazı vasıflarında ise zıt
olmalıdır. Örneğin sütün rengi ve tadı vardır. Ama kokusu yoktur. Eğer biraz
süt, suya karışır da bir tek vasfı açıkça görülürse o su temizleyici olmaktan
çıkar. Bu durum daha çok, sudan uzak tarlalarda çalışmakta olan çiftçilerde görülür.
Şöyleki: Sütü bir kaba koyarlar. Sonra da boşalan bu kaplan iyice temizlemeden
içine su doldururlar. Sütün eseri de suda görülür. Görüldüğünde de o su
temizleyici olmaktan çıkar. Sadece temiz olarak kalır.
Malikiler dediler ki: Üç şey, suyu temizleyici olmaktan çıkarır:
1. Suya
temiz bir şeyin karışıp rengi, tadı veya kokusundan ibaret olan üç vasfından
birini değiştirmesi. Bu koku, suda açıkça görülmese bile farketmez.
Temizleyiciliğin ortadan kalkması birtakım şartlara bağlıdır:
a. Suya
karışan şeyin her zaman suyla beraber olmayan, bazan beraber olsa bile çoğu
kez ondan ayrı bulunan bir şey olması.
b. Suya
karışan şeyin, kapların dibâğlanmasında kullanılan bir şey olmaması.
c. Suya
karışan şeyin, yerin cüzlerinden biri olmaması.
d. Suya
karışan şeyin, sakınılması zor olan şeylerden olmaması. Bunun birçok örnekleri
vardır: Sözgelimi sabun. Bu, çoğu kez suya karışmaz. Gülsuyu ve benzeri esans
sıvıları da böyledir. Suyu kullanan adam çoğunlukla bu saydığımız şeylere
gereksinim duymamaktadır. Davar pislikleri de böyledir. İçme suyuna karışacak
olursa bu su, temizleyici olmaktan çıkar. Çünkü bundan sakınmak zor değildir.
Yanmakta olan birşeyin dumanı da böyledir. Bu şey, yerin parçalarından biri
olsa bile farketmez. Kuyunun veya su kanalının yakınında bulunan ağaç
yaprakları da böyledir. Çünkü buraların üstünü örterek bunlardan sakınmak
mümkündür. Hurma çiçeği, saman çöpü ve rüzgârın savurup getirdiği tozlar da
böyledir. Balık, suda ölür veya dışarıda öldükten sonra suya atılırsa da
böyledir.
Yukarıda sayılan temiz
şeyler, bahsedilen şartlarla suya karışacak olurlarsa suyu temizleyici
olmaktan çıkarırlar. Ve bu sular, sadece temiz sayılırlar. Tabiî,
vasıflarından birinin değişmesi şartıyla bu böyle olur.
2. Suyun,
içinde bulunduğu kaptan ötürü vasfının değişmesi. Bu değişme, suyu temizleyici
olmaktan iki şartla çıkarır:
a. Suyun
içinde bulunduğu kap, yere ait parçalardan yapılmamış olmalıdır. Suyun,
deriden veya tahtadan yapılma bir kap içinde bulunması nedeniyle değişime
uğraması gibi.
b. Sudaki bu
değişim, örfe göre aşırı bir değişim olarak telâkki edilmelidir. Sözgelimi
pişirilmiş topraktan yapılma bir kap içinde su bulunup bu su, örfe göre aşırı
derecede değişmemiş ise bu, hiç de zarar vermez. Yine bunun gibi su, ketenden
veya hurma lifinden yapılma bir ipin, içine düşmesi nedeniyle değişime
uğramışsa da hiçbir şey gerekmez. Böyle bir su temizleyicidir. Ancak
değişmesi, örfe göre aşın olarak kabul edilirse o zaman temizleyici olmaktan
çıkar.
3. Suya
katran veya selem ağacının bulaşması nedeniyle rengi veya tadı değişmişse
temizleyici olmaktan çıkar. Ama yalnız kokusu değişmişse, temizleyici olarak
kalmakta devam eder. Ve bu değişim ona zarar vermez.
Şafiiler dediler ki: Temiz bir şey suya karıştığında dört şartla onu temizleyici olmaktan
çıkarır:
1. Suya
karışan temiz şey, suyun ihtiyaç duymadığı şeylerden olmalıdır. Eğer su,
varlığını sürdürebilmesinin ancak kendisine bağlı olduğu bir suyun üzerine
ilâve edilmesiyle veya kaynağı olan yer dolayısıyla değişikliğe uğramışsa bu
değişiklik zarar vermez. Ve onu temizleyici olmaktan çıkarmaz.
2. Suyun
değişmiş olmasının kesinlikle bilinmesi gereklidir. Eğer değişip değişmediği
hususunda şüpheye düşülürse bu su, temizleyici olmaktan çıkmaz.
3. Suyun
değişmesinin, içine kasıtlı olarak atılmış olsa bile toprak dolayısıyla olması
hâlinde su, temizleyici olmaktan çıkar. Denizden elde edilen tuz da toprak
gibidir. Bu anlatılanlardan başka bir şeyin suya atılması dolayısıyla su
değişmişse temizleyici olmaktan çıkar. Sadece temiz olarak kalır. Meselâ suya,
safran bitkisi, hurma ve benzeri şeyler düşüp onu değiştirirse ve bu değişiklik
de örfen aşırı olarak kabul edilirse; içine ağaç yaprağı düşmekle suyun vasfı
değişirse; içine keten veya meyankökü gibi analize uğrayan bitkiler atmakla
suyun vasfı değişikliğe uğrarsa bu durumda su, temizleyici olmaktan çıkar.
Tabiî bu değişiklik çok olup vukuu da kesinlikle bilinmelidir. Ama diyelim ki,
böyle bir değişiklik katrandan ötürü olmuşsa bu durumda su, iki şartla sadece
temiz kalır:
a. Katranda
yağ eseri bulunmamalıdır.
b. Katran,
su kırbasını ıslâh etmek için kullanılmış olmamalıdır. Yok, eğer kırbayı islâh
maksadıyla kullanılmış ise bunun suya bir zararı dokunmaz. Kaya tuzu da aynı
hükme tâbidir. Fakat bu tuzun, su için bir yerleşim yeri veya geçit yeri olmaması
şarttır. Eğer geçit yeri veya yerleşim yeri olursa bunun suya bir zararı
dokunmaz.
Hanbeliler dediler ki: Suyun temizleyiciliğini birkaç şey giderir. Ki onları
da şöylece sıralayabiliriz:
1. Suya,
sakınılması zor olmayan temiz bir şeyin karışması. Bu, iki şartla gerçekleşir:
a. Suyun
vasıflarından birinin aşırı derecede değişmiş olması. Az bir değişikliğin
herhangi bir zararı dokunmaz.
b. Bu temiz
şeyin suya, temizlenme mahallinin dışında karışmış olması. Sözgelimi abdest
almakta olan bir şahsın elinde safran bitkisi bulunur da bu adam eline su
aldığında, safrandan ötürü değişikliğe uğrarsa bunun zararı suya dokunmaz.
Suya karışan bu şeyin
acı bakla ve nohut gibi suda pişirilip pişirilmemesi hüküm bakımından
farketmez. Ama suya karışan şey, yosun ve ağaç yaprağı gibi sakınılması zor
şeylerdense ve bunları aklı başında bir insan kasıtlı olarak içine atmamışsa
su, temizleyici olmaktan çıkmaz.
2. Temizleyici
suya “müsta’mel su”yun karışması. Bu suyun da bir hades hâlinin giderilmesi
veya bir necasetin giderilmesi veyahut da bir mahallin temizlenmesinde
kullanılmış olması, daha da bu suyun kullanıldığı yerden veya organdan
ayrılırken değişikliğe uğramamış olması şarttır. Bu “Müsta’mel su”, kulleteyn[42]
miktarından az olan bir suya karışırsa onu, temizleyici olmaktan çıkarır.
3. Vasıflarında
suya zıt olmayan bir sıvının temizleyici suya karışması. Kokusu gitmiş,
fesleğen, nane ve gülsuyu gibi. Bunlar, temizleyici suyun tüm cüzlerine galip
gelecek şekilde ona karışırsa temizleyiciliğini giderirler.
2. Temiz ve
fakat temizleyici olmayan suların ikinci çeşidi, az miktardaki kullanılmış
sudur. Az olan su, iki kulleden az, iki rıtıldan daha çok noksan olan sudur.
Kullanılmış suya (Mâ-i müsta’mel) gelince, bunun tanımı hususunda mezheblerin
tafsilatlı görüşleri aşağıya alınmışıtr.
Malikîler:
Az miktardaki suyu kullanmak, ona zarar vermez demişlerdir. Bu su, temizleyici
olmaktan da çıkmaz. Bir kişi, az miktardaki bu sudan abdest alır da
organlarından süzülüp damlayan sn tekrar bu suya karışırsa bu kişi, ikinci defa
yine aynı sudan abdest alabilir.
Hanefiler dediler ki: Kullanılmış suyun,
temizleyicilik özelliğine zarar vereceği az miktardaki suyun ölçüsü şudur:
Normal bir zira'la 10 x10 zira'lık alanda, kare biçimindeki bir yerde bulunan
su ile normal zira'la çevresi
36 zira' olan daire
şeklindeki bir havuzda bulunan sudan noksan olanlara az su denir.[43] Çok
su ise bu ölçüden fazla olan sulara denir. Ki deniz, ırmak ve sulama
kanallarındaki sular örnek olarak gösterilebilir. Müsta’mellik, bu suların
temizleyiciliklerini ortadan kaldırmaz. Alanı bu ölçüleri bulan veya aşan
suların çok derin olmaları da gerekmez. Ama bundan daha az bir sudan
kullanıldığı takdirde bu su, Müsta’mel olur. Müsta’mel suyun hükmü ileride
açıklanacaktır.
Malikîler dediler ki: Müsta’mellik, suyun
temizleyicilik vasfını ortadan kaldırmaz. Bu suyla abdest alınıp gusül
yapılabilir. Ama başka suyun varolması halinde bunları, bu gibi işlerde
kullanmak mekruh olur. Kullanılmış olan su az olsa bile temizleyiciliğini
kaybetmez. Şunu da kaydetmek gerekir ki: Mâlikîlere göre Müsta’mel su, iki
nevidir:
a. Az
miktardaki temizleyici su, büyük olsun, küçük olsun bir hades halinin
giderilmesinde kullanılmış olmalıdır. Örneğin gusül veya abdest için
kullanılmış olması gibi. Veya bu su bir necasetin giderilmesinde kullanılmış
olmalıdır. Bu necaset de ister manevî olsun, ister maddî olsun... Nitekim bu
husus daha önce de açıklanmıştır.
b. Az
miktardaki temizleyici su, yapılması ancak temizleyici bir suya bağlı olan bir
iş için kullanılmış olmalıdır. Bu iş, ister cenazeyi yıkamak veya kendisiyle
cinsel ilişki helâl olsun diye hayız ve nifas hâli sona eren zımmî kadının
yıkanması gibi vâcib bir iş için olsun. İsterse abdest üzerine abdest almak,
cuma günleriyle bayram günlerinde gusül yapmak, abdest alırken organları
ikinci ve üçüncü defa yıkamak gibi sünnet bir iş için olsun aynı hükme
tâbidir.
Az miktardaki
temizleyici bir suyun bu gibi işlerde kullanılmasından sonra ikinci bir defa
kullanılması mekruh olur. Tabiî iki şartla:
1. Gusül
yapılırken veya abdest alınırken su, organın üzerinden akıp yürüdükten sonra
yere damlamalıdır. Bu su, bir necasetin giderilmesinde kullanılmışsa bu şart
sözkonusu olmaz.
2. Su,
yerinden alınıp organın üzerine döküldüğü takdirde yere damlamalıdır. Ama eğer
su, yerinde durur da yıkanacak olan organ, içine daldı-rılırsa veya cünüp biri
hepten suya dalarsa ve suyun içindeyken her hangi bir organını ovmazsa bu su
yine Müsta’mel olmaz. Temizleyici olmaktan çıkmaz.
Hanefiler dediler ki: Temizleyici su,
kullanıldığı takdirde temiz ve fakat temizleyici olmayan bir su haline gelir.
Bu suyun içme, yemek pişirme ve benzeri âdet icâbı işlerde kullanılması
sahîhtir. Ancak abdest almak, gusül yapmak gibi ibadetle ilgili işlerde
kullanılması sahih değildir. Bunlara göre Müsta’mel sular dört çeşittir:
1. Namaz
kılmak, ihrama girmek, Mushaf'a dokunmak gibi ibâdetlerden birini yapabilmek
için kendisine ihtiyâç duyulduğu için kullanılmış olan su.
2. Bir hades
hâlini ortadan kaldırmak için kullanılmış olan su. Küçük hadesi ortadan
kaldırmak için tam bir abdest almak gibi.
3. Hades
hâlini gidermemesine rağmen bir farzı yerine getirmiş olmak için kullanılan
su. Meselâ kişinin, abdest organlarından bazısını yıkayıp bazısını yıkamaması!
Diyelim ki: Yalnız yüzünü yıkasa, her ne kadar abdesti tamamlamamış olsa bile
yine de yüzünü yıkamış olduğundan dolayı bu su müstameldir. Böyle bir kişiye “farzı
yerine getirdi (yüzünü yıkadı) ama hades hâlini gidermedi,” derler. Hadesin
giderilmesi, abdestin tamamlanmasına bağlıdır.
4. İbâdeti
hatırlamak amacıyla kullanılmış olan su. Meselâ aybaşı halindeki bir kadının
her namaz vakti, îtiyâd edinmiş olduğu namazı hatırlamak İçin abdest alması
gibi. Bütün bu hâllerde su, organlardan süzülüp ayrılmadıkça Müsta’mel su
sayılmaz.
Şafiiler dediler ki: Müsta’mel su, görünürde veya gerçekten kullanana göre yerine
getirilmesi zorunlu olan bir iş için kullanılmış olan az sudur. Hades hâlinin
ortadan kaldırılması veya bir necasetin giderilmesi için kullanılan az su, Müsta’meldir.
Bunu biraz açalım: Az
sudan maksat, kulleteynden (221 litreden) az olan sudur. Bir kişi az sudan
abdest alır veya gusül yapar, yüzünü elleriyle yıkadıktan sonra ellerini de
yıkamak için suyu elleriyle avuçlarsa bu su Müsta’mel olur. Ki bunda da bir
takım şartlar vardır:
1. Bu su
farz olan bir temizlik için kullanılmış olmalıdır. Kişi, eğer nafile bir namaz
kılmak, Mushaf-ı Şerifi eline almak ve buna benzer nafileler için abdest almış
ise bu su, avuçlanıp kullanmakla Müsta’mel olmaz.
2. Suyun
birinci defa kullanılmış olması. Meselâ yüzünü bir defa kabın dışında yıkasa
sonra ikinci yıkayış ve üçüncü yıkayış için elini kaba koyup su alsa, bu su Müsta’mel
olmaz.
3. Suyun
evvel emirde az olması. Eğer su, önceden kulleteynden fazla ise, sonra onu
birkaç kaba taksim etse ve bunlardan birinden avuçlayıp alsa Müsta’mel olmaz.
Yine bunun gibi az miktardaki Müsta’mel suyu diğer sularla birleştirip
kulleteynden fazla bir miktara ulaştırırsa bundan avuçlayıp kullanmasının bir
zararı olmaz.
4. Suyun,
yıkamakta olduğu organından damlayarak ayrılması. A.ma organının üzerinde
yürüyüp akar da organdan ayrılmazsa Müsta’mel olmaz.
Kişi eğer az sudan
abdest alır veya gusül yapar da sonra bu sudan avuçlamaya niyet ederse bu su, Müsta’mel
olmaz. Abdestte yüzünü yıkadıktan sonra ellerini yıkamak istediğinde suyu
avuçlamaya niyet etmelidir. Ama maz-maza veya istinşak anında avuçlamaya niyet
ederse bu yeterli olmaz. Zîrâ Şafiî Mezhebine göre tertip farzdır.
Gusülde avuçlamaya
niyet etmenin yeri, gusül yapmaya niyet edildiği andır. Veya suyun bedene
değdiği andır. Yok, eğer avuçlamaya niyet etmeden suyu, bedenini yıkamak üzere
yerinden naklederse bu su Müsta’mel olur: Abdest alırken de abdest organlarını
yıkadıktan sonra suyu avuçlamaya niyet ederse bu su yine Müsta’mel olur.
Yukarıdaki tanımda “görünürde
veya gerçekten” kaydı konulmuştu. Bunun anlamı şudur: Abdest alanın mükellef
olup abdestin kendisine gerçekten farz olması ile abdest alanın mükellef
olmayıp aldığı abdestin bir görünüşten (şekilden) ibaret olması demektir. Ki
suyun Müsta’mel olması bakımından ikisinin de pozisyonu aynıdır. Ayrıca yine
aynı tanımda “kullanana göre” kaydı da düşülmüştü. Ki bu da şu anlama
gelmektedir: Abdest alanın abdesti, kendi mezhebine göre sahîh ise abdestinin
suyu Müsta’meldir. Şafiî mezhebine göre abdesti sahîh olmasa bile suyu yine Müsta’mel
olur. Meselâ Hanefi bir kişi, niyetsiz olarak abdest alsa Hanefî mezhebine göre
abdesti sahîh, Şafiî mezhebine göre gayr-ı sahihtir. Bununla beraber bu kişinin
abdest suyu Şafiî mezhebine göre Müsta’mel bir sudur.
Yine aynı tanımda “Bir
necasetin giderilmesi” kaydı düşülmüştü. Ki bu da şu anlama gelmektedir:
Kendisiyle necaset giderilen su, Müsta’meldir. Ama necis değildir. Bu suyun
temiz olması için tabiî ki bazı şartlar gereklidir:
1. Meselâ
bir necis elbise yıkanırken bu elbisedeki necaset giderildikten sonra yıkama
suyu, üç vasfından biri değişmeksizin bu elbiseden saf ve berrak olarak
ayrılmalıdır.
2. Pis yerin
temizlenmesinde kullanılıp ayrılan su, eskisinden daha fazla ağırlıkta
olmamalıdır. Tabiî elbisenin suyu, emme miktarı ile ayrılan suya elbisenin
çözülen kirlerinin karışması da hesaba katılmalıdır. Sözgelimi necâsetli bir
elbise, 10 rıtıl (21,2 litre) miktarındaki bir suyla yıkanırsa bu elbise, suyun
onda birini çeker. Elbisenin suya karışan kirleri de çeyrek rıtıl kadar olur.
Elbise yıkandıktan sonra süzülüp ondan damlayan sular 9,25 rıtıl kadar olursa
bu su temizdir. Eğer daha fazla olursa necistir.
3. Temizleme
esnasında suyun necasetin üzerinden geçmesi. Şayet geçmezse ve necasetten
kendisine bir şey karışmazsa bu suya zaten Müsta’mel denemez.
Evet, bütün bunları
anlattıktan sonra denebilir ki: Bu asırda hemen hemen her tarafta sıhhî su
tesisatları ve su muslukları varken bu konulardan söz etmek yersizdir. Bizim
bunlara verecek cevabımız şudur: İslâm dîni zaman ve mekânla kayıtlanamaz. Şüphe götürmez
gerçeklerden biridir ki bu hükümler, çöllerde ve suyu kıt yerlerde yolculuk
edenler için gerekli olan hükümlerdendir. Bu durumdakiler için sözkonusu
hükümler, Şafiî Mezhebi'ne göre tartışmasız bir biçimde zorunlu olan
ihtiyaçlardandır.
Hanbeliler dediler ki: Müsta’mel su, kendisiyle hades hâli ortadan
kaldırılan veya bir necaset giderilen sudur. Ki bu su, kendisiyle yedi defa yıkandıktan
sonra mahallinden temiz olarak ayrılan sudur. Yedinci yıkayıştan önce yıkama
mahallinden ayrılan su necistir. Yedinci yıkayıştan sonra ayrılan su, Müsta’mel
ama temizdir. Tanımda geçen “az sudur” kaydıyla, çok su, tanım dışı edilmiş
oldu. Bilindiği gibi “çok su”, 221 litre veya daha fazla miktardaki sudur.
“Kendisiyle hades hâli ortadan kaldırılan veya bir necaset giderilen” demekle
de, temiz bir şeyi yıkamada kullanılan su, tanım dışı edilmiş oldu. “Bu su,
kendisiyle yedi defa yıkandıktan sonra mahallinden temiz olarak ayrılan sudur”
kaydı ise şu anlamı ifade etmektedir: Necis bir elbise veya bir kap ancak yedi
defa yıkanmakla temiz olur. Hanbelîlere göre necis bir şey, yedi defa
yıkanmadıkça temizlenmiş olmaz.
Hanbelî fıkıhçılari,
ölünün yıkandığı su ile abdesti bozucu uykudan uyanan bir kişinin elini
tümüyle içine daldırdığı suyu da Müsta’mel sular sınıfına dâhil etmişlerdir.
Yalnız bu uykunun gece uykusu olması, elini suya daldıran kişinin de müslüman,
âkıl ve baliğ bir kişi olup elini daha önce niyetsiz ve besmelesiz olarak üç
defa yıkamamış olması şarttır. Yıkamış ise elini soktuğu su Müsta’mel olmaz.
Yine bunun gibi kendisi, içine daldırmadan önce elinin tamamına dökülen su da Müsta’mel
olur. Meselâ elindeki ibrikle eline su dökerse elinden damlayan su, Müsta’mel
olur.
Şunu da unutmamak
gerekir ki: Su, ancak kullanıldığı yerden damlayıp ayrıldıktan sonra Müsta’mel
olur. Aksi takdirde Müsta’mel değildir.
Kutleteyn, yani iki
külle (testi) miktarı, Mısır rıtıh ile 446, 3/7 rıtıl eder ki bu da 221 litre
ağırlığındadır. Su, kare şeklindeki bir yerde ise, orta halli bir adamın zira'ı
ile uzunluk, genişlik ve derinlik bakımından 1,25 zira' ölçüsünde olan su,
kulleteyn miktarına eşit olur. Eğer kuyu şeklindeki müdevver bir yerdeyse çapı
bir zira', derinliği 2,5 zira', çevresi ise 3, 1/7 zira ölçüsünde olan su,
kulleteyn miktarına eşit olur. Eğer üçgen biçiminde bir yerdeyse genişliği 1,5
zira1, uzunluğu 1,5 zira', derinliği de 2 zira' ölçüsünde olan su, kulleteyn
miktarına eşit olur.
3. Temiz
suların üçüncü çeşidine gelince, bu sadece temiz olan sudur. Bu, gül suyu gibi
sınaî yöntemlerle elde edilen ve karpuz suyu gibi, kendiliğinden akarak elde
edilen bitki suyudur.[44]
Tanımı:
Kendisine necaset karışan sulara pis su denir.
Çeşitleri: Pis sular
iki çeşittir:
a. Çok olan temizleyici su: Rengi, tadı ve
kokusundan ibaret üç vasfından biri değişmedikçe kendisine pislik karışsa da
pis olmayan sudur.
b. Az olan temizleyici su: Üç vasfından
biri değişsin veya değişmesin salt necaset karıştığı dolayısıyla pis olan
sudur.
Malikiler dediler ki: Temizleyici su, üç vasfından biri değişmedikçe kendisine
necasetin karışmasından dolayı pis olmaz. Ancak ihtilaflı olduğu göz önünde
tutularak kullanılması mekruh olur.[45]
Kuyu sularına ilişkin
özel hükümler vardır. Bu nedenle bu konuda özel bir bahis açtık. Kuyu sularının
hükümleriyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Kuyuya, akıcı kanı olan insan, keçi ve tavşan gibi
bir canlı düştüğü takdirde üç durum sözkonusu olur:
1. Kuyuya
düşen bu hayvan şişer, dağılır veya tüyü dökülürse hem kuyu, hem bu hayvan
içine düştükten sonra içine konulan kovası, hem de bu kovanın bağlı bulunduğu
ip necis olur. Bu sebeple mümkünse kuyudaki suyun tamamını çekmek gerekir.
Çünkü tamamı çekilmedikçe temizlenemez. Ama eğer bu mümkün değilse, üzerinde kullanılan
normal kovasıyla ikiyüz kova su çekilmesi gerekir. İçine düşmüş olan hayvan
veya insan çıkarılmadıkça su çekmenin temizlik açısından hiçbir faydası olmaz.
Su çekimi tamamlandıktan sonra kuyu, kuyunun duvarı, kovası, ipi ve necis suyu
çekerken eli bulaşan kişinin eli temizlenmiş olur.
2. Kuyuya
düşen akar kanlı bir canlının kuyuda ölmesi ve fakat şişmemesi, dağılmaması ve
tüyünün dökülmemesi halinde üç durum sözkonusu olur.
a. Kuyuya
düşüp ölen canlı, küçük olsun büyük olsun insan, koyun veya oğlak ise birinci
şıktaki hükmün aynısı uygulanır.
b. Kuyuya
düşen canlı; güvercin, tavuk ve kedi gibi küçük cüsseli hayvanlardansa, bu
hayvanlar da ölmüşlerse fakat şişmemiş, dağılmamış, tüyleri de dökülmemişse
kuyunun suyu necis olur. Ve kırk kova çekilmedikçe de temizlenmiş olmaz.
c. Kuyuya
düşen canlı, yukarıki maddede sayılan hayvanlardan daha küçük cüsseli ise
(serçe ve fare gibi) yine aynı şekilde kuyunun suyu necis olur ve yirmi kova su
çekilmedikçe de temizlenmiş olmaz.
Bütün bunları
anlattıktan sonra şunu bilmek gerekir ki: Hangi türden olursa olsun tüm
hayvanların büyüğü ve küçüğü arasında fark yoktur. Ancak insan, tavuk ve fare,
haklarında nass bulunduğu gerekçesiyle bu hükmün dışında tutulmuşlardır. Ama
diğer türlerin küçükleri de büyükleri de aynı hükme tâbi tutulurlar.
3. Bir
hayvan kuyuya düşer ve tekrar canlı olarak içinden çıkarsa iki durum meydana
gelir:
a. Kuyuya düşen bu
hayvan bizzat “necis-i ayn” olursa -ki bu da- domuzdan başkası olamaz- mümkün
olduğu takdirde kuyunun suyunun tamamını çekmek gerekir. Mülkün olmazsa ikiyüz
kova su çekmekle yetinilir. b. Kuyuya düşen bu hayvan necis-i ayn olmazsa (keçi
gibi) bunun hükmü şöyle olur: Eğer hayvanın vücûdunun üzerinde insan dışkısı gibi
bir necâset-i muğallaza varsa bu durumda kuyunun suyu necis olmuş olur. Ama
üzerinde böyle bir pislik yoksa kuyudan su çekmek gerekli olmaz. Ancak gönül
rahat etsin diye yirmi kova su çekmek mendub olur. Hayvanın bedeninin üzerinde
değil de ağzının etrafında bir necaset bulunursa bunun hükmü, necis bir hayvanın
artığının hükmü gibidir.
Akacak kanı olmayan
akrep, kurbağa ve balık gibi hayvanlar kuyuya düşüp ölürlerse hiçbir sakınca
sözkonusu olmaz. Yine bunun gibi sakınılması mümkün olmayan şeylerin kuyuya
düşmesi de suyu necis kılmaz. Hayvan tersinin kuyuya düşmesi gibi. Ancak bunun
çok olmaması şarttır.
Malikiler dediler ki: Kuyuya düşen canlının ölmesi hâlinde su, üç şartla
necis olur:
a. Bu
canlının karada yaşayanlardan olması. Bu canlı ister insan olsun ister hayvan
olsun farketmez. Ama balık ve benzeri suda yaşayanlardan bir hayvan kuyuda
ölürse o kuyunun suyu necis olmaz.
b. Kuyuya
düşüp ölen hayvanın karada yaşayan ve akacak kanı bulunan bir hayvan olması.
Ama karada yaşayıp da akrep ve hamamböceği gibi akacak kanı bulunmayan bir
hayvan kuyuya düşüp ölürse su, necis olmaz,
c. Kuyu
suyunun vasfında bir değişikliğin meydana gelmemesi. Mesela büyük olsun küçük
olsun, bir kara hayvanı kuyuya düşüp ölürse ve fakat ölümü dolayısıyla suyun
vasfı değişmezse bu su necis olmaz. Ancak müsterih olmak için bir miktar su
çekmek mendub olur. Bunun da belli bir sınırı yoktur. Bir kaynağı olmayan
durgun sular, bu hususta kuyu suyu hükmüne tabidirler.
Şafiiler dediler ki: Kuyu suyu kulleteyn (221 litre)den ya az olur ve ya çok olur.
Kulleteynden az olana az su, kulleteynden çok olana da çok su denir. Kuyu suyu
az olur da içine bir insan veya akar kanlı bir hayvan düşüp ölürse bu su, iki
şartla necis olur:
1. Kuyuya
düşen bu necaset, afvolunan necasetlerden olmalıdır. Kendisinden afvolunan
necasetlerin izahı daha önce yapılmıştır.
2. Bu
necasetin başkası tarafından kuyuya atılmış olması. Necaset eğer kendiliğinden
kuyuya düşmüşse veya rüzgârın savurmasıyla düşmüşse ve bir de afvolunan
gruptansa bunun suya herhangi bir zararı dokunmaz. Ama başkası tarafından
atılmışsa bu, elbetteki zarar verir. Akacak kanı olan bir hayvanın içine düşüp
öldüğü kuyunun suyu eğer kulleteynden fazla ise, bu kuyunun suyu necis olmaz.
Tabiî bu suyun vasıflarından birinin değişmemiş olması da gereklidir. Yine
bunun gibi kuyuya bir necaset düşerse, kuyudaki suyun vasfı değişmese, suyu da
çok olsa necis olmaz. Ama suyu az olsa, necasetin kendisine ulaştığı anda
necis olur. Bu şıklardaki şartlar muvacehesinde suyunun vasfı değişmese bile,
suyu necis olur.
Hanbeliler dediler ki: Şâfıîlerin bu hususta söylemiş oldukları sözler,
bizce de muvafıktır. Ancak az sulu bir kuyuda ölen hayvanın o kuyuyu necis
edebilmesi için Şafiî'lerin bu şıklardaki iki şartı yani necasetin afvolunan
bir necaset olması ile bu necasetin kuyuya başkası tarafından atılmamış olması
şartları bizce gerekli değildir.[46]
Daha önce ilgili
bölümde temizleyici suyun hükmünü ve ona bağlı olarak diğer hükümleri anlatmış
olduğumuzdan, geriye temiz su ile necis suyun hükmünü anlatmak kalmıştı. Şimdi
de burada bunların hükümlerini anlatmaya çalışacağız:
Temiz suyun hükmü[47]: Bu suyu ibadetlerde kullanamayız. Bununla abdest
almak, cünüplükten ötürü gusül yapmak sahîh olmaz. Elbisenin, vücûdun veya
herhangi bir yerin üzerindeki pisliği de bununla gidermek sahîh olmaz. Özetle
bu su, ne bir hades hâlini ve ne de bir necaseti gideremez.
Hanefîler:
Temiz suyun necaseti gidermede kullanılmasının sahih olacağını söylemişlerdir.
Kişi, elbisesinde, vücûdunda veya temiz bir yerde bulunan necaseti temiz su ile
gülsuyu, fesleğen suyu ve benzeri temiz kokulu sıvılarla giderebilir. Ama bu
sonuncular, kendisine sebebsiz masraf yükleyeceğinden ötürü mekruh olurlar.
Meselâ elbisesindeki necaseti gülsuyu ile yıkayıp temizleyecek olursa kerahetle
beraber sahîh olur. Ama elbisesinin kokusunu güzelleştirmek isterse bu mekruh
olmaz. Elbise üzerindeki necaseti sâde temiz su ile yıkamak hiç de mekruh
değildir.
Pis suyun hükmü: Bu suyu ne ibâdetlerde ve ne de âdet îcâbı işlerde kutlanmak caiz
olmaz. Bununla abdest alıp gusül yapmak sahîh olmadığı gibi, yemek pişirme ve
hamur İşlerini de bununla yapmak sahîh olmaz. Eğer bu gibi işler bu suyla
görülecek olursa, bulaştığı eşyayı da necis kılar. Bu sebeple de kullanımı
haram sayılmıştır. Buna örnek olarak şarabı gösterebiliriz: Şarabı ancak ölüm
gibi bir zaruret anında kullanabiliriz. Meselâ çölde dolaşıp yolunu kaybeden
ve susamaktan helak olacak mertebeye gelen bir kişinin yaşaması (şu ve benzeri
susuzluğu giderecek bir içeceğin bulunmaması hâlinde), şarabı içmeye bağlı
olursa bu durumda şarabı içebilir. Yine bunun gibi yemek yerken boğazına lokma
takılan ve yutamayan bir kişi de, temiz suyun bulunmaması hâlinde şarab veya
pis bir sudan içerek bu tehlikeyi atlatabilir. Evet, insanın hayatını
ilgilendiren bazı hususlarda pis sulardan yararlanmak bazan caiz olmaktadır. Ki
mezheblerin bu konudaki tafsilatlı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Necis şeyler ya su ve kan gibi sıvı maddelerden olur
veya domuz, leş ve zibil gibi katı maddelerden olurlar. Necis olan pis suyu,
iki durumdan başka durumlarda kullanmak haramdır. Duvar harcına
karıştırılabilir. Çimentoya, alçıya ve kirece katılarak inşaatta kullanılabilir.
Hayvanlara su vermede bu sudan yararlanılabilir. Ancak bu iki hâlde
kullanılmasına müsaade edilen pis suyun rengi, tadı veya kokusu değişmemiş
olmalıdır. Necis olan katı maddelerden de yararlanmak haramdır. Örneğin domuz,
diğer hayvanların leşleri, boğulmuş veya bir uçurumdan atılarak öldürülmüş
olan hayvanlar gibi. Bunların haramlıkları nass ile sabittir. Bunlardan
yararlanmak (meselâ etlerini yemek) haram olduğu gibi domuz hariç, diğerlerinin
derilerinden de dibâğlanmadan önce mümkün değil yararlanılamaz. Bu hayvanın
derisi dibâğ ile de temizlenemez.
Necis olan diğer katı
maddeleri, meselâ necis olan bir yağı ele alalım: Yemek dışında bu yağdan
yararlanılabilir. Meselâ bunu dibâğ işinde maki-na ve âletleri yağlamada,
mescid dışındaki yerlerin aydınlatılmasında kullanmak caizdir. Ölü hayvanların
yağı bu hükme tabi olmayıp kullanılmaları kesinlikle caiz değildir. Ama temiz
hayvanların arızî bir necasetle pislenmiş yağları (sıvı olan pislenmiş şeylerin
temizlenmesi kısmında anlatıldığı şekilde) temizlenmedikçe kullanılamazlar.
İnsan dışkısı kurusa bile kendisinden yararlanmak caiz olmaz. Ancak kuruyup toprağa
karışır ve yerin bir parçası haline gelirse o zaman yararlanılması caiz olur.
Tezekten de yararlanmak caiz olur. Kığ[48] da
bu hükme tabidir. Bu saydıklarımız yakıt olarak da kullanılabilirler.
Avcılık ve bekçilik
işlerinde kendisinden yararlanılmak üzere köpeği satmak sahîhtir. Domuz hariç
aslan, kurt, fil ve diğer hayvanlar da böyledirler. Zîrâ muhtar olan görüşe
göre köpeğin bizzat kendisi necis değildir. Sadece ağzı ve salyası necistir.
Aslan, kurt ve fil de böyledİrler. Domuz hariç bunların güçlerinden,
yeteneklerinden ve derilerinden yararlanılabilir.
Malikiler dediler ki: Pis suyu, içme
ve benzeri işlerde kullanmak haramdır. Bundan başka işlerde kullanılması
caizdir. Bu suyun mescid inşaatında kullanılması da haramdır. Bunlara göre meşhûr
olan görüş şudur ki: Zeytinyağı, bal, yağ ve sirke gibi necis olmuş sıvılardan
yararlanmak caiz değildir. Çünkü bu tür sıvılar necis olduklarında tem,
denmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla bunları imha etmek vâcib olur. Mûtemed
görüşe göre vücûdun dışına pis su sürmek caiz değildir. Buna, haramdır diyen
Mâlikî alimleri de plmuştur. Şayet böyle bir şey yapılmışsa da namaz
kılınacağı veya temiz olmadan yapılamayacak bir iş yapılacağı zaman bundan
temizlenmek vâcib olur. Sünnet olur diyenler de vardır. Bu iki görüş de
meşhurdur.
Şarab gibi, sudan
gayrı necis sıvılara gelince, bunlardan yararlanmak sahîh değildir. Aynı
şekilde necis olan katı maddelerden de, meselâ domuzdan yararlanmak da sahîh
değildir. Eti yenilmeyen hayvanların zibillerinden yararlanmak da sahîh
değildir. Bunların etlerinin yenilir olmayışı at, katır ve merkepte olduğu
gibi, ister bir harâmlıktan ötürü olsun, ister sırtlan, tilki, kurt ve kedi
gibi bir mekrûhluktan ötürü olsun fark etmez.
Bunları anlattıktan
sonra köpeğin, kendilerine göre temiz olmasına rağmen satışının sahîh
olmayacağı hususuna gelelim. Bunların buna ilişkin gerekçeleri şudur: Köpeğin
satımını Peygamber (s.a.s.) yasaklamıştır. Bunların bazı âlimleri avlanma ve
bekçilik için olduğu takdirde satımına ruhsat vermişlerdir. Bu ruhsata dayanak
olarak da şunu ileri sürmüşlerdir: Satımının yasaklanması, kendisinden bu
hususlarda yararlanılamayan köpeklere ilişkindir.
Şâfiîler: Su
ve diğer necis sıvılardan ancak iki durumda yararlanılabileceğini
söylemişlerdir. Şöyle ki:
a. Ateş söndürmek
için kullanılabilir. Meselâ bu suyla fırındaki ateşi söndürmek caiz olur.
b. Hayvan ve
ekin sulamasında kullanılabilir. Sıvılardan şarap ve donmamış kan hiçbir
surette kullanıma elverişli değildirler. Bunlardan yararlanmak sahîh değildir.
Katı pisliklere gelince bunları satmak veya bunlardan yararlanmak sahîh
değildir. Dışkı ve zibil gibi. Ama bunlara temiz bir şey karışır da ayıklaması
güç olursa bu durumda yararlanılabilir. Meselâ bu pis sularla yoğurulan alçı,
inşaatta kullanılırsa bu inşaattaki evlerden yararlanılabilir. Bu evlerin
içinde oturulabileceği gibi bunların satılması da sahîh olur. Yine bunun gibi
gübrelemek kasdiyle bir tarlaya hayvan gübresi konulursa, bu tarladan çıkacak
olan ekinden yararlanmak sahîh olur. Matara ve su testisi gibi bir kap, necis
bir kül karışımı ile yapılmış olsa bu kaptan yararlanmak veya başkalarına
satmak sahîh olur. Bunlara konulacak sıvılar da pislikten muaf tutulurlar. Ama
temiz şeye necaset karışır da bunu ayıklamak zor olmazsa, sözgelimi nohuda necis
olan hayvan gübresi karışacak olursa bunu ayıklamak zor değildir. Ayıklamadan
önce nohuttan yararlanmak sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Necis sudan ancak toprağı, alçıyı ve benzeri şeyleri
ıslatıp harç hâline getirmek ve bu harçtan da cami veya namazgah inşaatında
olmamak kaydıyla diğer yapı işlerinde kullanmak şeklinde yararlanmak sahîhtir.
Yine bunun gibi şarab, kan ve benzeri necis sıvılardan yararlanmak da sahîh
değildir. Domuz ve necis hayvan gübreleri gibi katı durumdaki pisliklerden
yararlanmak da sahîh değildir. Güvercin dışkısı, eti yenen davarların tersleri
(tezek) gibi temiz şeylere gelince bunlardan yararlanmak veya bunları satmak
caizdir. Ölü hayvandan ve yağından yararlanmak caiz değildir. Ama temiz, eti
yenen hayvanların yağlarına gelince, necaset bulaştığı takdirde bunlardan
yemek haricindeki diğer hususlarda yararlanılabilir. Örneğin mescid dışındaki
yerlerin aydınlatma işinde bu yağlardan yararlanılabilir.[49]
Abdest kelimesinin
arapçadaki karşılığı “vudû” masdarıyla ifade olunur. Ki bu masdar lügat
açısından güzellik ve temizlik anlamına gelir. Istılâhî anlamına gelince
vudû', yani abdest, özel bir temizlik olup suyun husûsî organlar üzerinde özel
bir şekilde kullanılmasıdır. Ki bu organlar da yüz, baş, eller ve ayaklardır.[50]
Hüküm kelimesinin ne
anlama geldiği geçen bölümlerde anlatıldığına göre şu kalıba dökülebilir:
Hüküm: Yapılan bir fiile terettüp eden ve sâri' tarafından konulan bir eserdir.
Buradaki maksat da zaten budur. Şâri', abdest alma fiilini işleyenin, hades
halinin ortadan kalkacağını beyan buyurmuştur. Ki abdest almakla farz ve
nafile namazlar, tilâvet secdesi, şükür secdesi, farz olsun nafile olsun “beyt-i
muazzama”nin tavafı gibi dinî görevler eda edilebilir.
Hanefiler dediler ki: Abdestsiz olarak Kabe'yi tavaf edenin tavafı sahîh
olur. Ama bununla birlikte bir haram işlemiş olur. Zîrâ tavaf için hadesten
temizlik vâcibtir. Vacibi terkeden ise günahkâr olur. Ama abdest, tavafın
sıhhat şartı değildir.
Zîrâ Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Beytin etrafında tavaf yapmak, namaz gibidir. Ancak
şu farkla ki: Tavafta sizler konuşuyorsunuz. Tavaf esnasında kim konuşacak
olursa hayırdan başka bir şey söylemesin.” [51]
Bu gibi amelleri edâ
edecek birisinin abdestli olması farzdır. Abdest-siz birinin bu işleri yapması
helâl olmaz. Mushaf'a dokunmak da böyledir. İster bir kısmına dokunulsun ister
tamamına dokunulsun abdest alınması vâcibtir. Bir âyet okuyacak olsa bile yine
böyledir. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Abdestsiz olarak bir kısmına da olsa Mushaf'a
dokunabilmenin bazı şartları vardır:
a. Mushaf,
arapçadan başka bir dille yazılmış olmalıdır. Arapça yazılmış olana abdestsiz
olarak dokunmak hiçbir surette mümkün değildir. Yazı stili kûfî de olsa mağribî
de olsa veya başka bir tarzda da olsa hüküm aynıdır.
b. Mushaf'ın
bazı âyetleri para üzerinde yazılı ise bu paralar, insanların muamele araçları
olduğundan buna mecburen dokunulacağından, zorluklar gözönünde tutularak buna
ruhsat verilmiştir:
c. Mushaf'ın
tümünü veya bir kısmını korumak amacıyla ele almak. Bu durumdaki bir kişi
abdestsiz de olsa Mushaf'ı eline alabilir. Bazıları da derler ki: Korumak
gayesiyle de olsa abdestsiz biri, Mushaf'ın ancak bir kısmını tutabilir.
Abdestsiz olarak tümünü eline alması caiz değildir. Ayrıca abdestsizin, korumak
amacıyla Mushaf'ı eline alabilmesinin iki şartı vardır:
1. Mushaf'ı
eline alacak kimse müslüman olmalıdır.
2. Mushaf,
pisliklerin kendisine ulaşmasına engel olacak bir örtü ile örtülü bulunmalıdır.
d. Mushaf'ı
abdestsiz olarak eline alan kimsenin, Kur'an'ı öğrenen veya öğreten biri olması
gerekir. Bunların abdestsiz olarak Mushaf'ı ellerine almaları caizdir. Bunların
mükellef veya gayr-ı mükellef olmaları hüküm bakımından bir farklılık getirmez.
Kur'an-ı Kerîm'i öğrenen veya öğreten kişinin, aybaşı halini geçirmekte olan
hayızh bir kadın olması mümkündür. Bunların dışındaki kimselerin abdestsiz
olduklarında Mushaf'a dokunmaları hiçbir surette caiz olmaz. Abdestsiz bir
kimsenin çanta içinde veya askıda da olsa Mushaf'ı taşıması, üzerinde Mushaf
bulunan sandık, kürsü ve yastığı taşıması da caiz olmaz. Ama Mushaf, bir şeyin
içine konulmuşsa abdestsiz biri o şeyi taşıyabilir. Çünkü bu durumda Mushaf, o
eşyaya tabi olmuş oluyor. Eğer maksadı Mushaf'ın içinde bulunduğu şeyi değil de
sadece Mushaf'ı taşımaksa bu caiz olmaz. Abdestsiz birinin Mushaf'sız olarak
ezberden Kur'an okuması câİz ise de en faziletlisi, abdestli olarak
okunmasıdır.
Hanbeliler dediler ki: Abdestsiz olarak Mushaf'a dokunmak veya ele alıp
taşımak bazı şartlara bağlıdır:
Mushaf, kendisinden
tamamen ayrı bir kılıfta bulunmalıdır. Eğer torba gibi kendisine bitişik bir
kılıfta bulunursa mendile veya kâğıda sanlı olursa, bir sandıkta olursa veya
taşınması istenen bir ev eşyası içinde -Mushaf'a dokunmak gayesi güdülsün
güdülmesin- bulunursa bu durumda abdestsiz olarak Mushaf'a dokunmak veya onu
ele alıp taşımak caiz olur. Yine aynı şekilde temiz bir bez içinde bulunması
şartıyla Mushaf'ı korumak gayesiyle ele almak da caizdir. Ayrıca taşıyacak olan
şahıs mükellef olsun olmasın Mushaf'ı elde taşımanın caiz olması için abdestli
olmak şarttır. Ancak bu durumdaki gayr-i mükellef çocuğun abdest alması vâcib
değilse de velîsinin kendisine abdest almayı emretmesi vâcibtir.
Hanefîler:
Mushaf'ın tümüne veya bir kısmına dokunmanın veya elde taşımanın veyahut da
Mushaf'taki âyetleri yazmanın caiz olmasının bazı şartlara tâbi olduğunu
söylemişlerdir.
1. Zaruret
hâli. Meselâ bir şahıs Mushaf'ın suya batıp gideceğini veya yanmak üzere
olduğunu görse abdestsiz de olsa, kurtarmak amacıyla Mushaf'a elini vurabilir.
2. Mushaf,
kendisinden ayrı olmalıdır. Meselâ bir kese içinde veya çanta içinde veya
kâğıda veyahut mendile sanlı olursa abdestsiz olarak dokunabilir ve
taşıyabilir. Ama kendisine bitişik cildi içinde veyahutta satımı esnasında
ayrıca bir pazarlığa tabi olmadan kendisiyle birlikte satılan bir kabın içinde
bulunursa abdestsiz olarak dokunulamaz ve taşınamaz. Ayrı bir pazarlığa tâbi
olmadan kendisiyle birlikte satılan bu kap ayrı da olsa “Müftâbih” görüşe göre
hüküm değişmez.
3. Buluğ
çağma gelmemiş çocuk, öğrenmek amacıyla abdestsiz olarak Mushaf'a dokunabilir.
Bunda, zorlukların giderilmesi prensibi gözönünde tutulmuştur. Ama buluğa ermiş
bir insan veya hayız hâlini geçirmekte olan bir kadın, öğretici de olsa öğrenci
de olsa Mushaf'a dokunamaz.
4. Mushaf'a
dokunacak şahsın müslüman olması gerekir. Müslüman birinin gücü yettiği
takdirde “gayr-i müslim” bir şahsın Mushaf'a dokunmasına fırsat ve imkân
vermesi helâl olmaz. İmam Muhammed, gusül yaptıktan sonra “gayr-i müslim”in
Mushaf'a dokunmasının caiz olduğunu söylemiştir. Gayr-i müslim'e Kur'anı
muhafaza ettirmek, yukarıdaki şartlara uygun olduğu takdirde caiz olur. Zira
abdest alıp da temizlenmeyen birinin, vücudundaki organlardan herhangi biriyle
Mushaf'a dokunması helâl değildir.
Kur'an-ı Kerîm'i
ezberden okumak, abdestsiz olarak da caizdir. Cünüp kimselerin ve hayızlı
kadınların ezber de olsa okumaları haramdır. Kur'an-ı Kerim'i ezberden okuyacak
birinin, abdestsiz ise abdest alması müstehabtır. Şunu da hatırlatmakta yarar
vardır kanısındayım: Kur'an-ı Kerîm tefsirlerine abdestsiz olarak dokunmak
mekruhtur. Fakat hadîs ve fıkıhla alâkalı diğer kitaplara abdestsiz olarak
dokunmak, ruhsat kabilinden'caizdir.
Şâfiîler:
Mushaf'ın tümüne veya bir kısmına abdestsiz olarak dokunmak veya taşımak bazı
şartlara bağlı olarak caiz olur demişlerdir. Şöyle ki:
1. Mushaf'ı
korumak amacıyla dokunacak veya taşıyabilecektir.
2. Mushaf'taki
âyetler dirhem, cüneyh veya diğer paralar üzerinde yazılı ise abdestsiz olarak
bunlara dokunulabilecektir.
3. Mushaf'taki
âyetlerin bazısı delil olarak ilim kitaplarında yazılı olursa abdestsiz olarak
bu kitaplara dokunabilir. Bu kitaplardaki âyetler az da olsa çok da olsa aynı
hükme tâbidir.
Tefsir kitaplarına
gelince bunlara abdestsiz olarak dokunmak, tefsirin Kur'andan fazla olması
hâlinde caizdir. Eğer Kur'an, tefsirden fazla ise abdestsiz olarak
dokunulamaz.
4. Kur'an
âyetleri bir elbise üzerinde yazılı olursa, abdestsiz olarak bu elbiseye
dokunulabilir. Ve bu elbise taşınabilir. Kabe örtüsü de bunun gibidir.
5. Öğrenmek
amacıyla çocuğun Mushaf'a abdestsiz olarak dokunması veya Mushaf'ı taşıması
caizdir. Velisi dokunma veya taşıma işinde bu durumdaki çocuğa destek de
olabilir. Ardı sıra çocuğu korumakta olsa bile yine bu durumdaki çocuğun
Mushaf'a dokunup onu taşıması caizdir.
Bu beş şarttan biri
ihlâl edilecek olursa Mushaf'a dokunmak caiz olmaz. Bu durumda Mushaf'tan bir
tek âyet de olsa yine caiz değildir. Mushaf, cüzlerin muhafaza sandığı gibi
küçük bir sandığa konulursa veya küçük bir rahlenin üzerine konulmuş olursa
abdestsiz birinin bu sandığa veya rahleye dokunması da caiz olmaz. Ama eğer
büyük bir sandığın içine veya büyük bir kesenin içine konulursa, Mushaf'ın
hizasındaki kısım dışında bu sandığa veya keseye dokunmak caiz olur. Mushaf'ın
cildi kopar da içinde Mushaf'tan bir parça kalmazsa, bu cild başka bir kitaba
takılmadıkça abdestsiz olarak dokunulamaz. Fakat koptuğu Mushaf'a ait olduğu
sürece abdestsiz olarak dokunulması haramdır. Bu durumlarda Mushaf'a dokunmak
haram olduğu gibi, üzerinde Kur'an âyeti yazılı levhalara dokunmak da haramdır.
Abdestsiz birinin bir parçasına da olsa, üzerindeki Kur'an âyeti silinmiş de
olsa dokunması haramdır. Şunu da bilmek gerekir ki: Mükellef birisi, abdestsiz
de olsa elini üzerine dokundurmaması şartıyla Ievhâ ve benzeri şeylere Kur'an
âyetlerini yazabilir.
Şu hususu
hatırlatmakta da fayda vardır ki: Mushaf'ı Şerif sandık, elbise ve benzeri ev
eşyalarının içine konulmuşsa bunları da abdestsiz olarak taşımak haramdır.
Ancak maksat, sadece bu eşyaları taşımaksa bu helâldir. Yok, ama bunlarla
beraber Mushaf'ı da taşımak kastedilmişse veya maksat, sadece Mushaf'ı
taşımaksa bu helâl olmaz.[52]
Abdestin şartları,
vücûbunun, sıhhatinin, hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartları olmak üzere üç
kısma ayrılır. Vücûbunun şartlarından maksat, mükellefin abdest almasını vâcib
kılan şartlardır. Ki bu şartların tümünü veya bir kısmını üzerinde taşımayan
bir kimsenin abdest alması vâcib değildir. Sıhhatinin şartlarından maksat, bu
şartlar gerçekleşmediği takdirde alınan abdestin sahîh olmayacağı demektir.
Hem vücûbunun hem de
sıhhatinin şartlarından maksat ise, bu şartlardan biri gerçekleşmediği
takdirde abdest almanın vâcib olmayacağı ve alınsa da sahîh olmayacağı
demektir. Bunları açıklamaya çalışalım:
Vücûbunun şartları:
1. Bulûğ:
Erkek olsun kadın olsun bulûğa ermeyen bir kimseye abdest almak vâcib
değildir! Ama alacak olursa abdesti sahîh olur. Sözgelimi bulûğa ermeden bir
saat önce abdest almış olsa, sonra da bulûğa ererse abdesti bozulmamış olup
devam eder. Bu abdestle namaz kılabilir. Böyle bir durumla her ne kadar çok az
karşılaşılsa da yolcuların ve çöl gibi suyu az yerlerde ikâmet edenlerin bunu
bilmesinde fayda vardır.
2. Namaz vaktinin girmesi: Sabah, öğle,
ikindi, akşam ve yatsı namazlarından birinin vaktinin girmiş olması, ileride
namaz vakitleri bahsinde açıklanacaktır. Bu vakitlerden biri gelip çattığında
mükellef birinin, üzerine farzolan namazı kılması gerekli olur. Namaz, abdest
veya onun yerine geçecek bir şey (teyemmüm gibi) alınmadan helâl (sahîh)
olmayacağına göre, kişinin namaz kılmak için abdest alması farz olur. Vaktin
girmesiyle namaz, kişinin üzerine genişletilmiş bir vecîbe olarak farzolur. Onsuz
kabul edilmeyecek olan abdest de böyle... Genişletilmiş vecîbenin mânâsı şudur
ki: Mükellefler namazı vaktin başında kılacakları gibi, ortasında veya sonunda
da kılabilirler. Vaktin sonuna doğru gelinip de geriye sadece abdest alınıp namaz
kılabilecek kadar bir zaman kalırsa bu durumda daraltılmış bir vecibe olur.
Mükellef, bu durumda acilen abdest alıp namaz kılmak zorundadır. Abdest ve
namazı bundan sonrasına bırakacak olursa günahkâr olur. Farz namazı kılmak
isteyenin abdest alması farz olduğu gibi, nafile namaz kılmak isteyenin de
abdest alması farzdır. Nafile namaz kılacak olan birinin (eğer yoksa) hemen
abdest alması farzolur. Nafile de olsa abdestsiz olarak namaz kılmak haramdır.
Vaktin girişinin sadece
abdestin vücûbu için bir şart olduğu anlaşıldıktan sonra bilinmelidir ki:
Vaktin girişinden önce alınan abdest sahîh olur. Yani vaktin girişi, abdestin
sıhhat şartı değildir. Yalnız abdest alanın özür sahibi biri olmaması gerekir.
Mâlikîler:
Özürlü kimsenin, vaktin girişinden önce ve sonra aldığı abdestler sahîhtir
demişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Özürlü kimsenin vaktin girişinden önce aldığı abdest
sahîhtir. Sözgelimi öğleden önce abdest alır, sonra da öğle vakti girerse bu
abdesti bozulmuş olmaz. Bununla öğle namazını kılabilir. Öğlen vakti çıkıncaya
kadar da abdestinin hükmü devam eder. Öğle vakti sona erip çıkmakla abdesti de
bozulmuş olur. İkindi namazım, yeniden abdest almadan kılamaz. Bahsi gelince
de, vakti çıktığından ötürü abdestinin bozuluş sebebi anlatılacaktır.
Sayfanın üst tarafında
anlatılanlar, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göredir.
Meselâ sürekli olarak
kendisinde sidik akıntısı bulunan bir insanın, ancak vakit girdikten sonra
abdest alması sahîh olur. Nitekim bunun izahı, ma'zûr kimseler bahsinde
yapılacaktır.
3. Eski abdest bozulmuş olacak: Meselâ bir kişi, öğle namazı için abdest alır da bu
abdesti gün boyunca bozulmasa yeniden abdest alması vâcib olmaz. Çünkü bu
abdesti sahîh olmakta devam etmektedir. Vaktin girişinden önce mevcûd bulunan
bir abdest de sahîhtir.
4. Abdest almaya muktedîr olmak: Hastalık veya benzen hallerden ötürü suyu
kullanamayan kimsenin, ileride teyemmüm bahsinde de açıklanacağı üzere, abdest
alması vâcib olmaz. Kullanmak için su bulamayan kimseler de hastalar
hükmündedirler.
Bu saydıklarımız,
abdestin, üzerinde ittifaka varılan vücûb şartlarıdır.
Özet olarak
diyebiliriz ki: Mükellef kişi, abdestli değilse, vaktin girişiyle abdest almak
mecburiyeti altına girer. Yalnız bu kişi, suyu kullanmaya da muktedîr
olmalıdır. Sıhhatinin şartları:
1. Abdest
alınacak su, temizleyici bir su olmalıdır: Abdest alacak olan kişinin, bu suyun
temizleyici olduğunu zannetmesi yeterlidir.
2. Abdest
alan mümeyyiz olmalıdır: Mümeyyiz olmayan çocuğun aldığı abdest sahîh değildir.
Bu, bir varsayım olup, “abdestsiz çocuğun Mushaf'a dokunmasına mâni olunmalıdır”
diyenler bu varsayıma ihtiyaç duyabilirler.
3. Abdestle
yıkanacak organa suyun ulaşmasına mâni bir engel bulunmamalıdır: Meselâ elde,
yüzde, başta veya ayaklarda derinin dış yüzüne suyun ulaşmasına mâni bir engel
bulunduğu takdirde bu abdest sahîh olmaz. Yine aynı şekilple elde veya yüzde
donmuş yağ, balmumu veya hamur bulunur da bunfar suyun deriye ulaşmasına engel
olurlarsa alınan abdest sahîh olmaz.
Abdest almakta olan
kişide abdeste zıt bir durum meydana gelmemelidir. Meselâ abdest almakta olan
kişide, yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra abdesti bozacak bir durum meydana
gelirse bu kişi, abdeste yeniden başlamaya mecbur olur. Ancak özürlü
kişilerden olursa yeniden abdest alması zorunlu olmaz. Meselâ sürekli sidik
akıntısına müptelâ olan bir kişiden abdest esnasında bir veya birkaç damla
sidik damlayacak olursa yeniden abdest alması gerekmez.
Hem vücûbunun hem de
sıhhatinin şartları:
1. Akıllı
olmak. Delinin, saralının, bunağın, baygının abdest almaları vâcib değildir.
Bunlardan biri abdest alacak olursa bu abdesti sahîh olmaz. Şöyle ki: Bunak
biri abdest alır da birkaç dakika sonra bu hastalığından kurtulup iyileşecek
olursa bu abdestiyle namaz kılması sahîh olmaz. Deli de bu hükme tâbidir. Bunak,
saraya düşmüş ve baygın kimselere gelince (şuurları yerinde olmadığından
ötürü) bunların abdest almaları zaten düşünülemez. Ancak bunu anlatmaktaki
gayemiz, Allah Teâlâ-nın bu hallerde, bütün mükellefiyetleri ortadan
kaldırdığını bildirmek içindir. Yine de bu hallere müptelâ kimselerin abdest
aldıklarını farzedecek olursak, bunların almış oldukları abdestler sahîh olmaz.
Şunu bilmek gerekir ki, ibâdetler karşısındaki şer'î tasarruflarla, günlük
hayattaki muameleler karşısındaki şer'î tasarruflar aynıdır. İbâdetlerde
olduğu cjibi muameleleri yapanların da akıllı kimseler olmaları vâcibdir.
Akılsızların muameleleri geçerli olmaz.
Hanefiler dediler ki: Delilik ve sar'aya düşmek, abdeste zıt durumlardandır;
abdesti bozarlar. Bu nedenle akıllılık, abdestin sıhhat şartlarından biri
olmaktadır. Daha önce de görüldüğü gibi akıllılık, abdestin vücub şartlarından
idi. Böylece hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartlarından biri olmaktadır.
Hanefiler dediler ki: Bunak, sözlerini birbirine karıştıran ve sakin
olmasına, kimseye sövmemesine, şuursuzca yürümemesine rağmen yine de ne
yapacağını bilemeyen, hülâsa tedbiri bozulan kimsedir. Bu durumdaki kimselerin
ibâdetleri, çocuğunki gibi sahîhtir. Ancak mükellef değildirler. Bunamamak, sadece
vücub şartıdır. Sıhhat şartı değildir.
2. Kadının,
aybaşı ve nifastan sonraki lohusalık kanlarından temiz olması. Bu haldeki
kadınların abdest almaları vâcib değildir. Alacak olsalar ve aldıktan birkaç
dakika sonra temizlenecek olsalar, bu abdestleri, sıhhat şartına uyulmadığı
gerekçesiyle sahîh ve muteber olmaz. Ama yine de aybaşı hâlini geçirmekte olan
bir kadının hatırlama kabilinden olması dolayısıyla her namaz vaktinde abdest
alıp önceden namaz kıldığı yerlerde oturması menduptur. Fakat unutulmasın ki bu
abdest, sadece bir şekilden ibarettir. Namazı anmak ve unutmamak içindir.
3. Uyku ve
gafletin olmaması. Uyumakta olan kişi, ilâhî rahmet dolayısıyla mükellef
olmamaktadır. Gafil (dalgın) da böyledir. Bunlar şayet abdest alsalar bile bu
abdestleri bâtıldır, geçersizdir. Bazıları sanarlar ki: Uyuyan kişi, sadece
kendi yatağında veya bir başkasının yatağına uzanarak uyuyan kişidir. Böyle
birinin uyurken abdest alması zaten düşünülemez. Bizim burada uyuyan kişiden
kastettiğimiz şudur: Uyurken kalkıp hareket eder. Hatta yine uyurken evinden
dışarı çıkar. Bu kimseler hissetmeseler bile uyur-gezerken abdest alabilirler.
Benim bir komşum vardı. O da bu uyur-gezerlerdendi.
4. Müslüman
olmak. Şu mânâda ki: “Gayr-ı müslim” birinden abdest almasını isteyemeyiz. Ama
küfür halindeyken de namaza ve namazın vesilelerine (abdest ve teyemmüme)
muhatabtır. Terkinden dolayı da azâb görecektir. Ama müslüman olmadan aldığı
abdest de sahîh değildir.
Malikiler dediler ki: Müslüman olmak sadece sıhhat şartıdır. Kâfirler
şerîatin hükümlerine muhatap olmaları dolayısıyla ibadetle mükelleftirler.
Terkettikleri gerekçesiyle de azaba maruz kalacaklardır. Ancak bu ibadetleri
de müslüman olduktan sonra sahîh olabilir. Küfür halindeyken yapacakları
ibadetler sahîh olmaz. Çünkü niyet olmaksızın hiçbir ibadet sahîh olamaz.
Ayrıca niyetin de sahîh olabilmesi için müslüman olmak şarttır. Hanefiler
dediler ki: Müslüman olmak abdestin sadece vücûb şartlarındandır. Hem vücûbunun
ve hem de sıhhatinin şartlarından değildir. (Mâlikîlerin hilafına.) Kâfir, şerîatin
hükümlerine muhatab değildir. Hanefîler müslüman olmayı abdestin sıhhat
şartlarından saymamışlardır. Çünkü onlara göre abdest, niyet etmeden de sahîh
olur; Abdestte niyyet farz değildir. Ama teyümmümde bunun aksine niyet,
farzdır. Bu durumda kâfir bir kişi teyemmüm yapacak olursa teyemmümü sahih
olmaz. Zîrâ teyemmüm, niyet rüknüne bağlıdır.
5. Peygamber
Efendimiz Muhammed İbn Abdullah'ın çağrısının mükellefe kavuşmuş olması.
Kendisine bu çağrının ulaşmamış olduğu kimselere abdest vâcib değildir.
Alsalar bile, aldıktan sonra bir saat içinde çağrıya muhâtab olurlarsa bu
abdestleri geçersiz olur. Bununla namaz kılmaları sahîh olmaz. Ki bu hususta
bazı mezheblerin koşmuş oldukları birtakım ek şartlar aşağıda sıralanmıştır.
Hanefiler dediler ki: Peygamber Efendimizin çağrısının ulaşması, abdestin
sıhhat şartlarından değildir. Şöyleki: Adamın biri, bu çağrı kendisine
ulaşmadan abdest alicak olursa, sonra da çağrıyı alırsa bu abdesti sahîh olur.
Hanefîler, çağrının ulaşmasını İslâmiyet şartı ile yetinerek abdestin vücûb
şartlarından saymamışlardır. Çünkü İslâmiyet, ancak bu çağrı yapıldıktan sonra
gerçekleşmektedir. Böylece de anlaşılıyor ki: Peygamberimizin çağrısını,
abdestin hem vücûbunun hem sıhhatinin şartlarından sayanlar sadece Şâfiîler ile
Hanbelîlerdir.
Şâfiîler:
Abdestin sıhhat şartlarına üç tane daha eklemişlerdir:
1. Abdest
alan kişi, abdestin alınış keyfiyetini bilmelidir. Öyleki: Abdestin elleri,
yüzü, ayaklan yıkamak vs. den ibaret olduğunu bilse ve bunları yerine
getirirken bunun şerîatçe kendisinden istenilen abdestin ta kendisi olduğunu
bilmese abdesti sahîh olmaz.
2. Farzı
diğerlerinden ayırdedebilmelidir. Ancak abdest alan, avamdan biriyse bunun,
farzı nafile olarak itikad etmemesi gerekir. Onun için yeterli olan budur.
Eğer abdestteki bütün fiillerin farz olduğuna inanırsa aldığı abdest yine
sahîh olur. Yine bunun gibi abdestte hem farz hem de sünnet olan fiiller
bulunduğuna inansa, ancak farzlarla sünnetleri birbirinden ayırd edemese aldığı
abdest yine sahîh olur.
3. Abdeste
başladığı anda niyet edip bu niyeti abdest tamamlayıncaya kadar devam
ettirmelidir. Sözgelimi eğer yüzünü yıkarken abdeste niyet ederse, sonra da
ellerini sırf temizlik veya serinlemek amacıyla yıkarsa bu abdesti sahîh olmaz.
Ki buna hükmen niyetle beraberlik denir. Eğer bir kişi abdeste niyet eder,
bununla birlikte temizlik maksadıyla da niyet ederse bu niyeti abdesti bozmaz.
Hanbelîler:
Bunlar da abdestin sıhhat şartlarına üç tane daha eklemişlerdir:
1. Abdest
alınacak su, mübâh bir su olmalıdır. Gasbedilmiş bir suyla alınan abdest sahîh
olmaz.
2. Abdest
almaya niyet edilmelidir. Niyet edilmeksizin alınan abdest sahîh olmaz.
Hanefîlere gelince bunların nazarında niyet, sünnettir. Bir rükün veya bir
şart değildir. Mâlikî ve Şâfiîlere gelince bunlar demişlerdir ki: Niyet,
abdestin rükûnlarından bir rükündür. Niyeti, abdest için bir şart olarak kabul
edenler, yalnızca Hanbelîlerdir. Niyet bahsi geldiğinde rükün ile niyet
arasındaki fark açıklanacaktır.
3. Abdestten
önce istinca veya isticmar yapılmalıdır. Bunlar yapılmadan alman abdest sahîh
olmaz. İstinca bahsinde bu hususun açıklaması yapılacaktır.[53]
Farz kelimesi, lügatte
kesmek mânâsına gelmektedir. Istılahta ise yapana sevâb, yapmayana ceza
verilen şey demektir. Ayrıca fıkıhçılar terim olarak “farz” ile “rükn”ü aynı
anlamda ele almışlardır. Bir şeyin farzıyla rüknü aynı anlamı ifade eder. Yine
fıkıhçılar farz ve rükün ile şart terimlerini birbirlerinden ayırmışlardır. Şu
bebeble ki: Farz veya rükün, bir şeyi meydana getiren ve onun birer parçası
olan aslî unsurlardır. Şart ise bir şeyin var olmasının kendisine bağlı
bulunduğu şeydir. Mesela namazı ele alalım: Tekbir, rükû', sücûd... ilh.
Bunlar, namazın farzlarıdır. Sıhhatinin şartlarından biri de vaktin girmiş
olmasıdır. Vaktin girmesinden önce kılınan namaz, mâhiyet itibariyle her ne
kadar tamamsa da, şerîat nazarında bâtıldır. Zîrâ sahîh olması için vaktin
girmiş olması gereklidir. Bunları anlattıktan sonra gelelim abdestin
farzlarına. Bu farzların sayısında dört mezhebin İmamları ihtilâf etmişlerdir.
Ancak Kur'an-ı Kerîm'de sabit olan farzlar dört tanedir:
1. Yüzü
yıkamak,
2. Elleri
dirseklere kadar yıkamak,
3. Başın
tamamını veya bir kısmını meshetmek,
4. Ayakları
mafsal yumru kemiklerine kadar yıkamak.
Âyet-i kerîmede de bu
farzlar sayılmaktadır. Şöyle ki:
“Ey imân edenler, namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin ve
her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın).” [54]
Abdestin farzlarının
bu kadarında mezheb İmamları ittifak etmişlerdir. Ancak başın meshediliş
şeklinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı başın tümü, bazısı da bir kısmı
meshedilir demişlerdir. Bazı İmamlar bu farzlara birtakım farzlar daha
eklemişlerdir. Abdestin farzlarını her mezhebe göre ayrı ayrı anlatacağız ki
meseleler dağınık olmasın ve bu farzları okuyup bilmek güçleşmesin. Sonra da
üzerinde ittifaka varılan hususları ayrıca akılda tutmak gerekir.
Hanefiler dediler ki: Abdestin farzları yukarıda sayılan dört farzdan
ibarettir. Eğer bir mükellef, fazla bir ilâvede bulunmaksızın sadece bu dört
farzı yerine getirecek olursa abdestli sayılır. Bununla namaz kılabilir. Ve
abdestli olmadan yapılamayacak ibâdetlerin tümünü yapabilir. Meselâ Mushaf'a
dokunup onu ele alabilir. Ancak sünneti terketmiş olur. Ki sünnetleri terkeden
kişinin hükmü de, abdestin sünnetleri bahsinde anlatılacaktır.
Şimdi de Hanefîlere
göre abdestin dört farzını anlatmaya çalışalım:
1. Yüzü yıkamak: Bununla ilgili bazı hükümler vardır. Ki bunları da şöylece sıralayabiliriz:
a. Yüzün
uzunlamasına ve genişlemesine sınırının izahı.
b. Yüzde
biten çene, bıyık ve kaş tüylerinden yıkamlması gereken yerlerin izahı.
c. Gözlerin
iç ve dışlarında yıkamlması gereken ve gerekmeyen yerlerin izahı.
d. Burun
kemerinden yıkanması gereken yerlerin izahı.
Yüzün uzunlamasına ve
genişlemesine sınırı: Sakalı olmayanların yüzlerinin uzunlamasına sının: Saçın
alındaki bitme noktasından başlayıp çenenin son noktasında nihayete erer.
Saçın mûtad bitme noktası da normal bir adamda alnın son kısmındadır. Normal
olmayan adam da ya keldir veya kâküllüdür. Kel, saçı ön taraftan gitmiş olan
adama denir. Ki sanki başının ön kısmı anadan doğma saçsızdır. Böyleleri,
başlarında veya alınlarında saç bulunmayan bütün yerleri yıkamak mecburiyetinde
değildirler. Sadece normal olarak saçın bitebileceği yerlere kadar olan
kısımları yıkamak mecburiyetindedirler. Yani alnın birazcık üst tarafını
yıkarlar.
Kâküllü kimseye
gelince bu, saçı uzayıp alnına kadar, hatta bazılarında kaşlarına kadar inen
kimselerdir. Bunlar kelin hükmündedirler. Bunlar da kel gibi, alnın birazcık
üst tarafını yıkamak mecburiyetindedirler. Zîrâ insanların çoğunun saçı bu
noktada biter. Bu durumlarda çoğunluk nazar-ı itibâra alınır. Yaratılışta
insanların çoğunluğuna uymayan, mükellefiyet açısından da onlara uymaz.
Yüzün genişlemesine
sınırına gelince bu, bir kulağın kökünden (bazıları buna kulak kazığı derler)
başlayıp öbür kulağın köküne kadar davam eder Kulak ile çene kemiği arasındaki
beyazlık da tabiî olarak yüzden sayılmaktadır. Ki burasını yıkamak da vâcibdir.
Yüzde biten tüylere
gelince bunların en önemlileri sakal ve bıyıktır. Sakalın hükmüne gelince,
bunun üst taraftan başlayıp çeneye kadar olan ve yüzün derisi üstünde bulunan
bölümünü yıkamak vâcibdir. Tabiî, beşere dediğimiz deri üzerinde bulunan sakal
tüylerini yıkamak vâcibdir. Tüylerin uzayan kısımlarım yıkama mecburiyeti
yoktur. Sakallarını uzatanlar, sadece yüzlerinin derisi üzerinde bulunan
kısımlarıyla çene derilerinin üzerinde bulunan kısımları yıkamakla
yükümlüdürler. Sonra eğer sakal seyrekse ve suyun, dipteki derinin dışyüzüne
ulaşması mümkünse, bu durumda sakalı parmakla hilâllemelidir. Ki su dibine
ulaşabilsin. Yok, eğer sakal sık ise sadece dış kısmını yıkamak vâcib olur.
Bıyığa gelince, Hanefî
mezhebinin önde gelenleri bu hususta görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları
eğer bıyık, dibindeki deriye su ulaşmayacak kadar sık ise bu durumda alınan
abdest geçersiz olur, bâtıldır, demişlerdir. Diğer bazıları da demişlerdir ki:
Bu durumda abdest bâtıl olmaz. Sadece bıyığın üstünü yıkamak yeterli olur.
Abdest hususunda müftâbih olan görüş budur. Ama gusül işine gelince, gusül
yapılırken sık bıyıklar hiç de affedilmez. Bıyık, çok sık olursa gusül bâtıl
olur. Guslün bu durumda bâtıl oluşunun sebebi, şâri'in bıyıkları uzatmayı
yasaklamış olmasından ileri gelmektedir. Zîrâ böylesi bıyıklar yemek
kırıntılarını ve kirleri taşırlar. Sık olan bıyıkların yıkanmasında şiddet
gösterilmiştir. Ki insanlar, hiç faydası yokken bıyıklarını aşırı derecede
uzatmasınlar.
Bunları anlattıktan
sonra geriye yüzdeki tüylerden sadece kaş tüyleri kalmış oluyor. Bunların
hükmüne gelince eğer bunlar, suyun dipteki deriye ulaşmasına imkân verecek
kadar seyrek iseler elle hareketlendirilmeleri vâcibtir. Yok eğer çok sık
iseler hilâllemek vâcib olmayıp sadece dış kısımlarım yıkamakla yetinilir.
Buruna gelince, yüzden
sayıldığı için dışının tamamım yıkamak vâcibdir. Küçük de olsa bir parçası
yıkanmasa abdest fâsid olur. Alt taraftaki burun delikleri arasında bulunan
ayırıcı kısım da burundan sayılmaktadır. Burnun içini yıkamak, Hanefîlere göre
şart değildir. Yüzde bir yara çıkar, iyileştikten sonra da yerinde bir
çukurluk kalırsa suyun, bu çukurun içine ulaşması gerekir. Tıpkı bunun gibi
yüzdeki kırışıklıkların arasına da suyu ulaştırmak vâcib olmaktadır.
Şunu da hatırlatmakta
yarar vardır ki: Bir kişi abdest aldıktan sonra saçını veya sakalını tıraş
edecek olursa abdesti bozulmaz.
2. Elleri dirseklere kadar yıkamak: Abdestin farzlarından olan bu ikincisiyle ilgili bir
takım hususlar vardır. Ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
a. İnsanın
fazla parmağı varsa abdest alırken bunu da yıkaması vâcibdir. Ama fazla bir
eli varsa bu el de aslî elin hizasındaysa onu yıkaması vâcib olur. Ama bu el
aslî elinden daha uzunsa, aslî elinin hizasında olan kısmını yıkaması vâcib,
gerisini yıkaması vâcib değildir. Ancak yıkarsa mendub işlemiş olur.
b. Eline
veya tırnağının aslına çamur ve hamur gibi şeyler yapışmışsa bunları gidermesi
ve suyu tırnağının aslına ulaştırması vâcibtir. Aksi takdirde aldığı abdest
bâtıl olur. Tırnağın aslından maksat, parmak etine yapışık olduğu kadarıdır.
Eğer tırnak uzar da parmak başım geçerse uzayan yeri de yıkamak vâcib olur.
Aksi takdirde alınan abdest bâtıl olur. Tırnak altındaki pislik ve kirlere
gelince, abdest alan ister köylü ister şehirli olsun, zorlukları gidermek
prensibine göre bunlar abdeste zarar vermezler. Fetva da bu görüş üzerinedir.
Hanefî mezhebinden bazı muhakkik âlimler ise, uzamış tırnakların içine yapışık
kirlerin yıkanmasının zorunlu olduğunu, yıkanmadığı takdirde alınan abdestin
bâtıl olacağını söylemişlerdir. Tırnak altında ezâ verecek pisliklerin yığılacağı
gerekçesiyle bu, güzel bir hükümdür. Ancak ekmekçilerin uzayan tırnaklarının
altında azıcık hamur kalacak olursa, meslek zorunluluğu gerekçesiyle bu muaf
sayılmıştır. Kına ve boyaların eserleri de abdeste zarar vermez. Ancak kınanın
el üzerinde bir hacim tutacak kadar kalıntısı bulunursa, suyuncleriye
ulaşmasına engel olacağı gerekçesiyle bu, abdeste zarar verir.
c. Eli
kesilen bir kişi, elinin geri kalan kısmını yıkamakla yükümlüdür. Eğer farz
yerinin tamamı kesilmişse yıkama yükümlülüğü düşer.
3. Ayakları mafsal yumru kemiklerine kadar
yıkamak: Mafsal yumru kemikleri, bacağın alt tarafında ve ayağın üst
tarafında bulunan dışa doğru çıkık iki kemiktir. Bunların arka taraflarını
yıkamak, ayak tabanındaki çatlakların arasını yıkamak da vâcibtir. Ayağının bir
kısmı veya tümü kesilen kişinin hükmü, elinin bir kısmı veya tümü kesilen
kişinin hükmü gibidir. Bir kişi ellerini veya ayaklarını çatlaklar dolayısıyla
yağlayıp merhemlese sonra da abdest alsa, yağlı yerler suyu kabul etmez ve su
deriye ulaşmazsa bakılır: Eğer su, merhemin altına ulaştığı takdirde zarar
verecekse yıkamak vâcib olmaz. Eğer zarar vermeyecekse bu merhemi ve yağı silip
yerini yıkamak vâcib olur. Ayakta yarılmalar olur da yıkandığı veya suya
daldırılıp derhal çıkarılması hâlinde bile zarar doğacaksa, bu durumda ayağı
yıkama yükümlülüğü düşer. Sadece suyla meshedilir. Mesh etmek de zararlı
olacaksa veya bunu bile yapamayacak kadar âciz ise meshetme yükümlülüğü de
düşer. Sadece zarar vermeyecek yerleri yıkanır.
4. Başın dörtte birini meshetmek: Başın dörtte biri, kişinin avuç içi kadar olarak
takdir edilir. Vâcib olan, başın tümünden avuç içi kadarını mesh etmektir.
Abdest alanın avuç içine su değip ıslanır da sonra avuç içini önden veya
arkadan veya herhangi bir tarafından başının üzerine koyarsa bu kendisine
yeterli olur. Şunu da kaydetmek gerekir ki: Baş, illâ da avuç içi ile
meshedilecektir diye bir zorunluluk yoktur. Herhangi bir sebeple başın dörtte
birine su değecek olursa bu da yeterli olur. Mesh, elle yapılırken bunun en
azından üç parmakla yapılması şarttır. Ki su, başın dörtte birine, kurumadan
önce ulaşabilsin. Meselâ iki parmakla meshedecek olursa su, başın dörtte birine
tam olarak ulaşmak için hareket etmeden önce olduğu yerde kuruyabilir. Ve messhi,
istenen kısımlara ulaşmayabilir. Ama parmak başlarıyla mesheder ve su da
damlalar hâlinde damlarsa bu dmurumda başın dörtte birine ulaşabilir. Bu,
mümkün olduğu için sahîh olarak kabul edilir. Yok, eğer su, damlamamaktaysa bu
mesih sahîh olmaz. Başı meshederken avuçlara ayrıca su almak şart değildir.
Eğer avucu ıslaksa bu, mesh için yeterli olur. Ama avucu ıslak değilse,
uzuvlarından birinin üstündeki ıslaklığı alması yeterli olmaz. Meselâ kollarım
yıkarken avucunun içi kuru ise, avucunu kollarının üzerindeki suyla ıslatıp
başım meshedecek olursa bu yeterli olmaz. Saçları alnının ve boynunun üzerine
gelecek kadar uzamış olan bir kimse, başını meshederken sadece boynundaki veya
alnının üzerindeki saçları meshedecek olursa yeterli olmaz. Asıl maksat, başın
dörtte birini meshetmektir. Eğer başı tıraşhysa durum açıktır. Eğer saçlı ise,
başının üzerindeki saçları meshedecektir. Yani meshedilen saçların, başın bir
parçası üzerinde bulunması gereklidir. Eğer başının bir kısmı tıraşlı, diğer
kısmı tıraşsız ise dilediği taraftan başının dörtte birini meshedebilir. Bir
kişi abdest alırken saçını mesheder de sonra gidip tıraş olursa abdesti
bozulmuş olmaz. Yerden bir parça (temiz) kar alarak başını onunla meshedecek
olursa bu da yeterli olur. Başıyla birlikte yüzünü yıkayacak olursa bu da
yeterli olur. Ancak bunda kerahet vardır. Özürlüler dışındaki bir kimsenin
sarık üzerinden başını mesh etmesi caiz olmaz. Yine aynı şekilde kadınlar da
başlarına örttükleri mendil veya eşarp üzerinden başlarını meshedemezler.
Ancak bu örtüler ince olup, suyun nüfuz etmesine engel olmazsa caiz olur.
Kadının başına kına yakılmış veya boya sürülmüşse meshedüirken mesh suyu
boyanır ve eski hükmünden çıkarsa bu abdest caiz olmaz. Eğer su, boyanmayıp
eski hükmünden çıkmazsa caiz olur. Hanefîlere göre abdestin farzları bunlardan
ibarettir. Bunların dışında kalan hususlar onlara göre sünnettir. Abdestin
sünnetlerinin açıklaması ileride yapılacaktır.
Mâlîkîler:
Abdestin farzlarının yedi tane olduğunu söylemişlerdir:
1. Niyet:
Bununla ilgili bazı hususiyetler vardır ki onları şöylece sıralayabiliriz:
a. Tanımı,
b.
Keyfiyeti,
c. Vakti,
d. Yeri,
e. Şartları,
f . İptal
edicileri.
Tanımı ve keyfiyeti: Bir işi irâde edip yapmaya yönelmektir. Bir kişi, bir işi yapmaya
yönelip kasdettiğinde ona, “bu işe niyet etti” derler. Niyetin abdestteki
keyfiyetine gelince, kişinin, abdestsizliğin mâni olduğu bir işin önündeki
engeli kaldırmak istemesi veya hades hâlini ortadan kaldırmayı istemesi
veyahut da bir farzı edâ etmeye yönelmesidir. Açıkça bilinen bir husustur ki
niyetin yeri kalbtir. Bir kişi, anlatılan keyfiyetlerden biriyle abdest almaya
yönelirse niyet etmiş olur. Diliyle söylemesi şart değildir. Niyeti, abdestin
sonuna kadar kalbte tutmak da şart değildir. Abdest alırken niyet ettikten
sonra sonuna kadar niyeti kalbte tutmayıp aklı başka tarafa dalacak olan
kimsenin abdesti bâtıl olmaz.
Niyetin vaktine
gelince; niyet, abdestin başlangıcında yapılmalıdır. Abdest alan kişi bazı
organları niyetsiz olarak yıkarsa abdesti bâtıl olur. Ama niyeti abdeste
başlamadan (örfe göre) kısa bir zaman önce yapacak olursa bu niyet geçerli
olur. Meselâ abdest almak için bir yere oturup niyet ederse sonra da hizmetçi,
ibriği getirip eline su dökerse ve yeniden niyet etmezse bu ab'desti sahîh
olur. Çünkü niyet ile abdest arasına uzun bir zaman fasılası girmemiştir.
Niyetin şartlarına gelince bunlar, üç tanedir:
a. Müslüman
olmak,
b. Mümevviz
olmak
c. Kesin
karar vermek.
Meselâ “gayr-ı müslim”
biri, bir ibâdet yapmaya niyet edecek olursa bu niyeti sahîh olmaz. Dinî
yükümlülüklerin derecelerini bİribirinden ayırd edemeyen, İslâmiyet'in ne demek
olduğunu bilemeyen çocukların ve delilerin niyetleri de sahîh olmaz. Mümeyyiz
çocuğun niyeti sahihtir. Abdest alacak kişi, niyetinde tereddüt edecek olursa
abdesti sahîh olmaz. Sözgelimi kendi kendine: “Eğer abdestini bozulmuş ise
abdest almaya niyet ettim” dese, bu niyet sahîh olmaz. Zîrâ niyet ederken kesin
karar vermek gereklidir.
Niyeti iptal edici
şeylere gelince bu, abdest esnasında niyeti inkâr etmektir. Meselâ abdesti
iptal etmeye ve abdesti tamamlamamaya niyet ederse abdesti iptal edilmiş olur.
Ama abdesti tamamladıktan sonra böyle bir niyette bulunacak olursa abdesti
sahîh olduğundan dolayı, başka şeylerle bozulmadığı takdirde bu niyetle
bozulmaz.
2. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sının, Hanefîlerin anlattıkları
gibidir. Ancak Mâlikîler demişlerdir ki: Kulak köklerinin üzerinde bulunup
başa bitişik olan beyaz kısmın yıkanması değil de mes-hedilmesi vâcibtir. Zîrâ
bu kısım, yüze değil de başa tâbidir. Yine bunun gibi şakaklardaki saçlar da
başa tâbidir. Fakat Hanefîler derler ki: Şakaklar-daki saçlar yüze tâbidir.
Yıkanması farzdır.
3. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Hanefîlerde olduğu gibi bunlarda da parmak
uçlarındaki kırışıklıkların arasını ve parmak uçlarını örtecek kadar uzanan
tırnakların altını yıkamak vâcibtir. Bunlar derler ki: Aşırı miktarda çok
olmadıkça tırnak altındaki pislikler afvolunan pisliklerdendir.
4. Başın tümünü meshetmek; Başın sının, ön tarafta alnın saç -bitim noktasından
başlayıp geriye doğru giderek ense kökünde sona erer. Şakaklardaki tüylerle
kulak köklerinin.üst kısmındaki tüysüz beyaz yer de baştan sayılır. Az olsun
çok olsun uzamış olan saçların tümünü meshetmek vâcibtir. Bir kişi, saçlarını
örmüş ise ve bu örgüsünü üç iple örmüş ise başını meshederken bunları çözmesi
vâcibtir. Ama iki veya daha az sayıda iple örmüş ve örgüsü de sık ise
meshederken çözmesi vâcib olur. Sık değilse önemi yoktur. Örgüsünü ipsiz
olarak örmüş ise bu, ister sık ister gevşek olsun çözülmediği takdirde abdeste
zararı olmaz. Başın meshi esnasında örgünün çözülmesi, bunun iple örülmüş
olması şartına bağlıdır. İple örme, bazı köylülerde görülen bir âdettir. Şehir
toplumunda yerleşmiş olan gelenek gereği saçları arkada örgüsüz olarak
toparlamak veya ipsiz olarak örmek meshe zarar vermez. Önce de geçtiği gibi
Hanefî Mezhebine göre, neresinde ve ne şekilde olursa olsun başın dörtte birinin
meshedilmesinin yeterli olduğu bilinmektedir. Şafiî mezhebi bu hususta daha da
toleranslı davranıp az olsun çok olsun, başın bir parçasının meshedilmesini
yeterli görmüştür. Ki az ileride bunun açıklaması yapılacaktır. Bir kişi
başını yıkasa bu, mesh yerine geçerli olur. Ne ki bu mekruh bir davranıştır.
Zîrâ Allah, yıkamayı değil mesh etmeyi emretmiştir. Bir kişi başını
meshettikten sonra tıraş olup saçını kestirecek olursa meshini yenilemesi
gerekmez. Başın derisi soyulacak olsa bile yine meshi yenilemez. Bu, ittifakla
böyledir. Kulakların dış kısmına gelince, baştan sayılmadığı dolayısıyla
meshedilmeleri vâcib değildir. Bunda da ittifak vardır. Yalnız Hanbelîler
kulakları başın bir parçası saymaktadırlar.
5. Ayakları mafsal yumru kemikleriyle birlikte
yıkamak: Bunlar, bacağın alt
kısmında ve ayakların üst tarafında bulunan çıkıntılı iki kemiktirler.
Ayakların tabanındaki çatlakları yıkamak da vâcibtir. Bu hüküm, Hanefî
mezhebinde de vardır. Ayakların yıkanması, farz olan kısmının tümü kesilmiş olursa
Hanefî mezhebinde de olduğu gibi yıkama yükümlülüğü düşer.
6. Muvâlât:
Buna çabuk davranma da denebilir. Bunu şöyle de tanımlayabiliriz: Abdest
almakta olan bir şahıs, bir organ kurumadan diğerini yıkamaya geçmelidir.
Zaman, mekân ve mizaç
normal olduğu takdirde bir organın kurumasını beklemeksizin bir sonraki organı
yıkamaya başlamalıdır. Zamanın normal olmasından kasıt, suyun alışılmamış şekilde
kurumasına sebebiyet vermeyecek bir mevsimde bulunulmamasıdır. Mekânın normal
olmasından kasıt, suyu kurutacak derecede sıcak veya donduracak derecede soğuk
bir yerde bulunulmamasıdir. Mizacın normal olmasından kasıt ise, kişinin
yaratılışında suyun çabucak kurumasına yol açacak bir hararetin
bulunmamasıdır.
Abdestin organları, bu
organlar ister yıkananlar olsunlar (yüz, el ve ayak gibi), ister meshedilenler
olsunlar (baş gibi) bunların biri kurumadan diğerine geçilmesi gerekir. Meselâ
baş meshedildikten sonra hemence ayakların yıkanmasına geçilmelidir. Başın
kurumasıyla diğer organların kurumasının süresi aynı olarak kabul
edilmektedir. Muvâlâtın farz olmasının iki şartı vardır:
a.
Muvâlâtın, abdest alanın hatırında olması lâzımdır. Ama unutur da ellerini
yıkarsa, sonra da yüzünü yıkarsa bu sahîh olur. Ama bunu abdesti tamamlama
esnasında hatırlayacak olursa niyetini yeniden yapması gerekir. Çünkü önceki
niyeti, unutmaktan ötürü batıl olmuş olur.
b.
Muvâlattan âciz olması, ama bunda da aşırılığa gidilmemesi: Meselâ abdest için
suyunu yanına indirir ve bu suyun abdeste yeteceğine kanaat getirir de abdestini
alırken diyelim ki yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra su. tükenir, abdesti
tamamlamak için yeni suya ihtiyâç doğarsa, su gelinceye dek, yıkamış olduğu
organlar kurursa bu durumda muvâlât, farz olmaktan çıkar. Yeni gelen suyla da
abdestin geri kalan kısmını tamamlar. Yani başını meshedip ayaklarını yıkarsa
aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile abdesti tamamlanmış olur.
Aşırılığa kaçmamaya
gelince diyelim ki: Abdest suyunu yanına indirdiğinde bu suyun abdest için
yeterli olacağından şüpheye düşer, yine de abdest almaya başladıktan sonra
tamamlayamadan su tükenirse ikinci bir su gelinceye kadar da aradan epeyi
zaman geçerse bu durumda önceden yıkamış olduğu veya meshettiği organların
hükmü geçersiz olur. Abdeste yeniden başlar. Ama aradan kısa bir zaman geçerse
abdestin geri kalan kısmını tamamlamakla yetinir.
7. Organları ovmak: Yıkanan organların üzerinde eli gezdirmeye ovmak denir. Ki bu,
saçların ve parmakların arasını hilâllemek gibi farzdır.
Şafiiler dediler ki: Abdestin farzları altı tanedir:
1. Niyet:
Burada niyetin tanımını ve şartlarını ele alacağız. Geri kalan bahisleri,
Mâlikîlerin önce bahsettikleri şeylerden hemen hemen farksızdır. Ancak iki
durum müstesnadır:
a. Mâlikîler derler ki: “Niyet eder etmez hemen abdeste başlanılır” diye bir
şart ileri sürmek doğru değildir. Niyet edildikten sonra örfe göre kısa bir
aralıktan sonra da abdeste başlanabilir. Fakat Şâfiîler böyle demeyip, “niyet
ile abdestin ilk başlangıç cüzü birlik içinde olmalıdır” demektedirler.
Abdestin farzlarının başlangıcı yüzü yıkamak olduğuna göre, yüzün yıkamaya ilk
başlanılması anında abdeste niyet edilmesi gerekir. Eğer yüz, niyetsiz olarak
yıkanacak olursa alman abdest geçersiz olur. Ama yüzün yıkanmasına
başlanıldığında niyet edilir, fakat bu niyet, yüzün yıkanmasının sonuna kadar
hatırda tutulmayıp unutulacak olursa abdest yine sahîh olur. Niyetin ilk başta
yapılması yeterli olur. Çünkü yüzün tamamını yıkaymcaya kadar, niyeti hatırda
tutmak şart değildir. Avuç içi yıkanırken, mazmaza ve istinşak yapılırken niyet
edilirse bu niyet sahîh olmayıp alınan abdest de bâtıl olur. Ama mazmaza anında
dudakların dış kısmını yıkarken niyet edilirse bu niyet sahîh olur. Çünkü
dudaklar da yüzden sayılmaktadırlar. Sonra yüzden olması dolayısıyla, dudaklarını
yıkayacak olursa, yüzünü yıkarken kişinin dudaklarını yeniden yıkaması
gerekmez. Ama sadece yıkamak kasdiyle veya sünnet olduğu niyetiyle yıkayacak
olursa yüzünü yıkarken dudaklarını yeniden yıkaması, mûtemed görüşe göre farz
olur.
Eğer yıkanmasına engel
olacak bir yara olduğundan ötürü yüz yıkanmayacak olursa bu durumda niyet,
kolları yıkarken yapılır.
b. Abdest
alırken hades halini gidermeye niyet etmek, Mâlikîlere göre de mutlaka sahîh
olmaz. Böyle bir niyet, ancak sağlıklı ve bedeninde arızası bulunmayan bir
insan tarafından yapıldığı takdirde sahîh olur. Ama sürekli olarak kendisinde
sidik akıntısı bulunanlar gibi özür sahibi kimseler, böyle bir niyette
bulunamazlar. Bulunsalar bile bu niyetleri sahîh olmaz. Bu gibi kimseler,
abdest alırken ancak namaz kılma veya Mushaf'a dokunma veya bunlara benzer,
abdestsiz yapılamayacak işlerin ruhsatını elde etmeye niyet edebilir. Çünkü
bunlar abdest almakla hades hâlini ortadan kaldıramazlar. Abdest alırken,
hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet etseler bile hadesleri kalkmış olmaz.
Ancak namaz kılmaları veya abdest almadan yapılamayacak işleri yapabilmeleri
için sâri tarafından abdest almaları emredilmiştir.
2. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırı, Hanefîlerde olduğu
gibidir. Ancak Şâfiîler, çene altını yıkamanın da vâcib olduğunu
söylemişlerdir. Ki Şâfiîler, bu hususta yalnız kalmıştırlar.
Uzun sakalın yüze tâbi
olduğu ve dolayısıyla yıkanmasının vâcib olduğu hususunda Şâfiîler, Mâliki ve
Hanbelîlere muvafakat etmişlerdir. Sakalın baştan sona yıkanması vâcibtir.
Hanefîler buna muhalefet etmişlerdir.
Şakaklardaki kıllarla
kulak köklerinin üzerinde bulunan tüysüz beyaz kısmın yüzden sayıldığı,
dolayısıyla yıkanmasının vâcib olduğu hususunda Şâfiîler Hanefîlerle görüş
birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîler, bunun tersi görüşe sahiptirler.
Saçın hİlâllenmesi
meselesine gelince Şâfiîler, diğer İmamlarla görüş birliği yaparak şu yargıya
varmışlardır: Saç eğer altındaki deri görülecek kadar seyrekse, suyun alttaki
deriye ulaşması için hilâllenmesi vâcib olur. Yok, eğer çok sıksa sadece dış
kısmını yıkamak vâcib olur. Ancak hilâllenmesi sünnettir.
Ancak Mâlikîler
demişler ki: Sık saçları hilâllemek her ne kadar vâcib değilse de elle hareket
ettirilmesi vâcibtir. Böyle yapmakla su, her ne kadar deriye ulaşmasa da saç
tellerinin arasına girmiş olur. Hilâllemeye gelince bu vâcib değildir. Mezhep İmamları,
seyrek saçların hilâllenerek suyun alttaki deriye ulaşması gerektiği hususunda
ittifak etmişlerdir. Sık saçlara gelince, mezheb İmamlarından üçü, bu saçların sadece
dış yüzünün yıkanılmasının yeterli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Mâlikîler, dış yüzünü yıkamaya ek olarak saçların elle hareketlendirilmesini
de gerekli görmüşlerdir. Bundaki maksat, saçların altındaki deriye suyu ulaştırmak
değil de saçların rahatlıkla yıkanabilecek kısımlarının yıkanmasıdır.
3. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Bu konudaki detayların tümünde Şâfiîler, Hanefîlerle
görüş birliği içindedirler. Ancak Şâfiîler bir hususta demişler ki: Tırnak
altlarındaki pislikler, parmağın tırnak hizasındaki deriye suyun ulaşmasına
engel oluyorsa bu pislikleri gidermek vâcib olur. Ancak Çamurlu işlerde çalışan
işçiler, bu pisliklerin az olup parmak ucunu kaplamayacak kadar olması hâlinde
muaf tutulmaktadırlar.
4. Az da olsa başın bir kısmını meshetmek: Başı elle meshetmek şart değildir. Kişi, eğer başına
su serpecek olursa bu, mesh için yeterli olur. Başında saç bulunup bu saçın
bir kısmını meshedecek olursa yine yeterli olur. Ama saçı uzayıp başından
aşağıya inerse, baştan inen saçın bir kısmını mesh etmesi yeterli olmaz. Bizzat
başın üzerine yapışık olan saçı meshetmek gerekir. Baş, meshedileceğine
yıkanırsa bu, mesh yerine geçerli olur. Böyle yapmak her ne kadar mekruh
değilse de meshedilmesi daha uygun olur.
5. Mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayaklan yıkamak: Ayakların yıkanması hususunda Şâfiîler, önce
anlatılan hususlarda Hanefîler ve diğerleriyle görüş birliği içindedirler.
6. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen dört organ arasında
tertibe uymak: Buna göre önce yüz
yıkanacak, sonra da eller dirseklere kadar... Baş meshe-dilecek. Daha sonra
da^ayaklar, mafsal yumru kemiklerine kadar yıkanacak. Bu tertibteki
organlardan biri öne alınır veya geriye bırakılacak olursa abdest bâtıl olur.
Bu hususta Hanbelîler, Şâfiîlerle görüş birliği içindedirler. Hanefîlerle
Mâlikîler derler ki: Tertip farz değil sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: Abdestin farzları altı tanedir:
1. Yüzü yıkamak: Yüzün uzunlamasına ve genişlemesine sınırı hususunda Mâlikîlerle
görüş birliği içerisindedirler. Bunlar demişlerdir ki: Şakaklardaki saçlarla
kulak köklerinin üst kısmındaki beyazlık yüzden değil de baştan sayılmaktadır.
Vâcib olan, bunları yıkamak değil de meshetmektir. Ağız ile burnun içi
hususunda tüm İmamlara muhalefet ederek buraların yüzden sayılacağı,
dolayısıyla da mazmaza ve istinşak yaparak buraların yıkanmasının farz
olduğunu söylemişlerdir. Niyet hususunda da diğer İmamlara muhalefet ederek
niyetin, abdestin sıhhat şartlarından biri olduğunu söylemişlerdir. Her ne
kadar bir farz olarak abdestin mâhiyetine dâhil değilse de niyetsiz alman
abdest sahîh olmaz. Bilindiği gibi Şâfiîlerle Mâlikîler niyetin, abdestin
farzlarından biri olduğunu, Hanefîlerse sünnet olduğunu kabul etmişlerdir.
2. Dirseklerle beraber elleri yıkamak: Hanefîlerin ve diğerlerinin de dedikleri gibi:
Ellerin başlangıcından dirsek kemiklerinin çıkıntısının sonuna kadar yıkamak
farzdır. Parmakların kırışıklıklarının arasını, parmak başlarının üstünü
kaplayacak kadar uzayan tırnakların altlarını yıkamak da vâcibtir. Tırnakların
altındaki az kirlerse muaf sayılır.
3. Başın tümünü meshetmek: Kulaklar baştan sayıldıkları için onları da meshetmek
farzdır. Başın, alnın üst tarafındaki saç-bitim noktasından başlayarak ense
köküne kadar tamamının meshedilmesi hususunda Hanbelîler, Mâlikîlerle görüş
birliği etmişlerdir. Eğer saçlar boyuna veya omuza kadar uzanacak olursa sadece
başın hizasında bulunan kısımları mesh edilecektir. Bastan artıp aşağıya inen
kısımları meshetmek vâcib değildir. Malikîlerse, aşağıya sarkan saçların tümü
meshedilecektir derler. Hanbelîler, bu hususta da onlara muhalefet etmişlerdir.
Nitekim kulakları baştan sayan mez-heblere de muhalefet etmişlerdir.
Başkalarının dediği gibi başın yıkanması, Hanbelîlerce de mesh yerine geçerli
olur. Ancak baş yıkanırken elin, üzerine sürülmesi şarttır. Ama bilindiği gibi
yine de bu mekruhtur.
4. Mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayakların
yıkanması: Bu kemikler, bacakların
alt kısmında ve ayakların üstünde bulunan çıkıntılı iki kemiktirler. Diğer
mezheblerde bu mevzuda anlatılan vâcibler, bu mezhebte de aynısıyla
geçerlidirler.
5. Tertip:
Yüz, kollardan önce yıkanmalıdır. Kollar, baştan önce yıkanmalıdır. Baş,
ayaklar yıkanmadan önce meshedilmelidir. Bu tertibe uyulmadığı takdirde abdest
batıl olur. Ki bu hususta bunlar, Şâfîîlerle görüş birliği içindedirler. Bu
iki mezheb de tertibi abdestin farzlarından saymışlardır. Mâlikîler ile
Hanefîler, bu farzlar arasındaki tertibin sünnet olduğu görüşündedirler.
Meselâ abdest almakta olan bir şahıs, önce kollarını, sonra yüzünü yıkayacak
olursa veya ellerini yıkamadan önce ayaklarını yıkayacak olursa bu abdest
Mâlikîlere göre sahîh, Hanefîlere göre kerahetle birlikte sahîh, Hanbelî ve
Şâfiîlere göre ise kökten bâtıldır.
6. Muvâlât:
Mâlikî mezhebinde de anlatıldığı gibi muvâlât, acele davranmak anlamını ifade
etmektedir. Buna göre muvâlât: Abdest alırken bir organ kurumadan diğerini
yıkamaya başlamak demektir. Mâlikîlerin bu husustaki detaylı görüşleri ilgili
bölümde anlatıldı. Şâfiîlerle Hanefîlere gelince bunlar derler ki: Muvâlâtın bu
organlar arasında uygulanması sünnettir. Farz değildir. Bir organın
kurumasından sonra öbür organı yıkamak mekruhtur. Sünnet odur ki: Sözgelimi yüz
yıkandıktan sonra hemence elleri yıkamaya geçmelidir. Kollar yıkandıktan sonra
da hemen baş meshedilmelidir. Ama eğer yüz yıkandıktan sonra suyu kuruması
beklenir, sonra da kolların yıkanmasına geçilirse bu abdest, kerahatle
birlikte sahîh olur. Ancak Şâfiîler demişler ki: Sürekli idrar akıntısı veya
başka bir özrü bulunan kimsenin muvâlâtı uygulaması vâcibtir.[55]
Mezheb İmamları
Kur'an-ı Kerîm'de zikrolunan dört farz üzerinde ittifak etmişlerdir. Ki bunlar
da yüzün yıkanması, ellerin dirseklere kadar yıkanması, başın tümünün veya bir
kısmının mesh edilmesi, mafsal yumru kemiklerine kadar ayakların yıkanmasıdır.
Hanefîler diğer üç mezhebe muhalefet ederek bu dört farza hiçbir şey
eklememişlerdir.
Sonra İmamlar, yüzün
sınırıyla ilgili olarak da ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler
demişler ki: Yüzün sının ön tarafta sacın (alın üzerindeki) normal bitim
noktasından başlayıp sakalı olmayanlarda çenenin son noktasında nihayete erer.
Sakalı olanlarda ise sakal kılının her ne kadar uzun olsa bile son uç
noktasına kadar devam eder. Yalnız Şâfiîler demişler ki: Çenenin altı da
yüzden sayılır. Yıkanması vâcibtir. Hanefîlerse, sakalı çene derisinden çıkıp
uzayan kimsenin çene altını yıkaması vâcib değildir diyerek Mâlikî ve
Hanbelîlerle görüş birliği etmişlerdir. Diğer taraftan kulak köklerinin üst
kısmındaki tüysüz beyazlığın yüzden sayıldığı ve dolayısıyla yıkanması
gerektiği hususunda Hanefîlerle Şâfiîler, Mâlikî ve Hanbelîlere karşı görüş
birliği etmişlerdir. Çünkü bu sondaki iki mezheb bahse konu yerin baştan
sayıldığı ve dolayısıyla meshedilmesi gerektiği görüşündedirler.
Karşıdan bakan birinin
görebileceği kadar seyrek olup, dipteki derisi görülen saçları baş
meshedilirken hilâllemek gerekir. Bütün mezheb İmamları bu hususta ittifak
etmişlerdir. Maksat, suyun deriye ulaşmasıdır. Ama eğer saçlar sıksa sadece'dış
kısmının yıkanması vâcibtir. Hilâllenmesi ise vâcib değil sünnet olur.
Mâiikîlerse bu hususta şöyle derler: Sık saçları hilâllemek her ne kadar vâcib
değilse de, suyun saç aralarına girmesi için saçların elle hareket ettirilmesi
vâcib olur. Bu hareketlendirme sonucu su, saç aralarına girmezse de bunun
abdeste bir zararı olmaz. Üç mezheb İmamı, kulakların yüzden sayılmayacağı
hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak Hanbelîler bunlara muhalefet ederek
kulakları yüzden saymışlar ve yıkanilmasının vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Hanbelîlerle
Mâlikîler, başın tümünün meshedilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Bunlara
karşı Şâfiîlerle Hanefîler, sadece bir kısmını mesh etmek farzdır diyerek görüş
birliği etmişlerdir. Bunlara göre başın tümünü meshetmek sünnettir. Şu da var
ki: Şâfiîler, başın çok az kısmının meshedilmesi farzdır demişlerdir.
Hanefîlerse başın dörtte birinin meshedilmesi -ki bu da kişinin el ayası
kadardır- farzdır demişlerdir.
Mâlikîlerle Hanefîler,
abdest organları arasında tertibe riâyet etmenin farz değil de sünnet olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ yüz yıkanmadan önce eller yıkanırsa
abdest bâtıl olmaz. Hanbelîlerle Şâfiîler buna muhalefet ederek tertibin farz
olduğunu söylemişlerdir.
Mâlikîlerle Şâfiîler
görüş birliği sağlayarak niyetin farz olduğunu söylemişlerdir. Ancak niyetin
vaktine ilişkin olarak ihtilâfa düşmüşlerdir. Mâlikîler, abdeste başlamadan
örfen kısa sayıiauak bir zaman önce niyet etmenin sahîh olduğu görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Şâfiîlerse, yüzün yıkanmasına başlandığı anda niyet etmek
zorunlu olarak gerekir, demişlerdir. Şayet yüzün yıkanmasına engel bir özür
olursa bu durumda niyet, ellerin yıkanmasına başlandığı anda yapılmalıdır.
Hanbelîlerle Hanefîler
yine görüş ayrılığına auşerek Hanbelîler, niyetin farz değil de şart olduğunu
söylemişlerdir. Hanefîlerse sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Şâfiîlerle Hanefiler
görüş birliği yaparak muvâlâtın, yani bir organ kurumadan diğerini yıkamaya
başlamanın farz değil de sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bunlara karşı
Mâlikîlerle Hanbelîler de bunun farz olduğu hususunda görüş birliği
sağlamışlardır. Mâlikîlerin buna ilişkin detaylı görüşleri daha önce de
anlatılmıştır.[56]
Sünnet, mendub,
müstehab ve faziletin anlamına ilişkin olarak mezhebler farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bazısı bunların eşanlamlı kelimeler oldukları, yapanın sevâb
kazanacağı, terk edeninse cezalandırılmayacağı görüşündedirler. Bazısı da
sünnetin, müstehab ve mendubtan ayrı olduğu, zîrâ yapılmasının kuvvetle istendiği
görüşündedirler. Bu görüşte olanlara göre her halükârda sünneti yerine getiren
sevâb kazanır. Terk edense cezalandırılmaz. Bazısı da sünnetin müstehab ve
mendubtan ayrı olduğunu söylemiş, müekked ve gayr-ı müekked olmak üzere iki
kısma ayırmışlardır. Bunlara göre müekked sünneti terkeden her ne kadar cehennem
ateşi ile azâblandırılmayacaksa da Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şefaatinden
mahrum kalmakla cezalandırılacaktır. Bu nedenle önce sünnetin mezheblere göre
tanımını ve anlamıyla ilgili geniş açıklamaları sunmayı, sonra da her mezhebe
göre sünnetleri toplu olarak zikretmeyi, bundan sonra da akılda tutulması kolay
olsun diye mezhebler arasındaki ittifaklıve ihtilaflı sünnetleri ele almayı
uygun gördük.
Şafiiler dediler ki: Sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu' eş anlamlı kelimeler olup
mükelleften, yapması kesin olarak istenmeyen davranışlardır. Bu davranışlarda
bulunanlar sevâb kazanır; terkedenlerse cezalandırılmazlar. Bunlara göre
sünnetler sünnet-i ayn ve sünnet-i kifâye olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Bunlardan birincisi zorunlu olmamakla birlikte yükümlünün şahsından yapılması
istenen bir davranıştır. Her yükümlü, ayrı ayrı bu emre muhatabtır. Buna örnek
olarak farz namazların beraberinde kılınan sünnetleri gösterebiliriz.
İkincisine gelince bu, toplumun yapması istenen davranışlardır. Toplum
bireylerinin bazısı bu emri yerine getirecek olurlarsa diğerlerinin bu
husustaki yükümlülükleri ortadan kalkar. Meselâ bir cemâat, yemeğe oturduğunda
bunlardan yalnız biri besmele getirirse diğerlerinin besmele getirme
yükümlülükleri düşer. Fakat sevabı, sadece besmeleyi getiren şahıs kazanır.
Malikiler dediler ki: Sünnet, şârün yapılmasını kuvvetle emrettiği
davranıştır. Ki bu davranışlar, şâri' tarafından kadri yüpeltilmiş davranışlardır.
Bunları cemâatte izhâr etmiştir. Ancak bu davranışların vâcib olduklarına dâir
bir delil mevcud değildir. Yapan sevâb kazanır. Ama yapmayan azâblandırılmaz.
Bunlara göre sünnet, mendubtan ayrı olan bir davranıştır, Mendub, şârün
yapılmasını kuvvetle emretmediği davranıştır. Yapan sevâb kazanır. Yapmayan
azâblandırılmaz. Bunlar, fazilet kelimesini bazan mendub yerine de
kullanırlaii Buna örnek olarak da ikindi namazının ilk dört rek'atini
göstermektedirler.
Hanefîler:
Sünnetleri iki kısma ayırmışlardır:
a. Müekked sünnet: Bunların nazarında bu sünnet, vâcib mânâsına gelmektedir. Bunlar
derler ki: Vacibin hükmü, mertebece farzdan daha aşağıdadır. Vâcib, hükmü
şüpheli bir delille sabit olan bir yükümlülüktür. Buna amelî farz da
denebilir. Şu anlamda ki, vâcib; amellerde farz muamelesi görmektedir. Terk
etmekten ötürü günahkâr olunur. Vâcibte tertip ve kaza zorunludur. Ancak
vacibin farzlığına inanmak gerekli değildir. Meselâ vitir namazı gibi. Bunu
terkeden günahkâr olur. Ama farz oluşunu inkâr eden tekfir edilemez. Beş vakit
namazın farzları ise böyle olmayıp hem inanılması, hem de uygulanması
bakımından farzdırlar. Bunları terk eden günahkâr, inkâr edense kâfir olur.
Yalnız Hanefîlere göre vacibi terkeden, farzı terkeden kadar günahkâr olmaz.
Muhakkak olan şudur ki: Bu gibi kimseler bu günâhlarından ötürü cehennem
ateşiyle azâblanmazlar. Ancak Peygamber (s.a.s.)’in şefaatinden mahrum
kalırlar. Böylece de anlaşılmış oluyor ki: Hanefîler bir şey için “Bu sünnet-i
müekkededir” dediklerinde, bununla vacibi kasdetmiş olurlar. Bu vasıftaki bir
davranış namaza dâhil ise sehven terkinden ötürü sehiv secdesi yapılması
mecburî olur.
b. Gayr-ı müekked sünnet: Hanefîler buna mendub ve müstehab da derler. Yapan
sevâb kazanır. Terk eden ise cezalandırılmaz.
Hanbeliler dediler ki: Sünnet, mendub ve müstehab eş anlamlı kelimeler olup
bunların ifade ettikleri davranışları yerine getiren sevâb kazanır. Terk edense
Şâfiîlerin de dedikleri gibi azâblandırılmaz. Ancak bunlar sünneti, müekked ve
gayr-ı müekked olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar. Müekked olana misâl,
vitir ve sabah namazının sünnetiyle teravih namazı gibi. Bunları kılmak sevâb,
terketmekse mekruhtur. Müekked olmayan sünneti terketmekse mekruh değildir.[57]
Sünnet, mendub,
müstehab ve fazîiet kavramlarının izahı hususunda mezheblerin ayn görüşlere
sâhib olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. Bazı mezheb İmamları sünnet, mendub,
müstehab ve tatavvu kelimelerinin eş anlamlı olduklarını; bazılarıysa bunların
ayrı anlamları ifade ettiklerini ileri sürmektedirler. Bu hususta her mezhebin
kendi görüşünü dipnotlarda detaylı bir şekilde anlatmış bulunmaktayız.
Hanefiler dediler ki: Abdestin sünnetlerinin bir kısmı müekkeddirler. Ki
bunları yapan sevâb kazanır, yapmayansa azâblandınhr. Örneğin vâcib gibi:
Bunlara göre vâcib ile farz arasında bir ayırım mevcud olduğu da bilinmektedir.
Abdestin müekked sünnetleri şunlardır:
a. Besmele:
Abdest alacak olan ister uykudan uyanmış olsun, ister uyanık halde bulunsun
zorunlu olarak besmele sünnetini yerine getirmekle yükümlüdür. Besmelenin yeri,
abdestin ilk başlangıç anıdır. “Besmele” ilk başta unutulur, birkaç organ
yıkandıktan sonra hatırlanacak olur ve “besmele” çekilirse bu sünnet yerine
getirilmiş olmaz. Ancak ilk başta unutup da abdesti bitirmeden önce hatırlayan
bir şahıs yine de “besmele” çeker. Ki abdesti hiç değilse “besmele”siz
olmasın. İstincâdan önce ve sonra da “besmele** çekilmesi gerekir. Ancak
istincâ yapan, avreti açık iken veya necaset mahallinde iken “besmele” getiremez.
Nitekim bu husus istincâ bahsinde ayrıca anlatılacaktır. Rasülullah (s.a.s.)
dan rivayet edilen “besmele” metni şudur:
“Ulu Allah'ın
adıyla başlarım. İslâm dînini bize bahşettiğinden ötürü de Allah'a hamd ederim.”
Bir kişi abdestin
başlangıcında, veya veyahutta derse
sünneti yerine getirmiş olur.
b. Elleri bileklere kadar yıkamak: Bilindiği gibi bilek, avucun dışında ve orta parmak
köküyle ondan önceki parmak kökü arasında bulunan çukur kısımdır. Bazı
Hanefîler, su kabına daldırmadan elleri bileklere kadar üç defa yıkamak farz,
bu işi abdestin diğer fiillerinden önceye almak da sünnettir demişlerdir.
Elleri kabta yıkamayla ilgili detaylar da vardır. Zîrâ elin yıkanacağı kab
leğen, kova ve benzeri açık kablardan olacağı gibi, ibrik ve benzeri kapalı
kablardan da olabilir. Eğer ibrikse bunu sol eliyle tutup suyu üç defa sağ
eline dökmesi, sca/u da sağ eliyle tutup üç defa sol eline dökmesi müstehab
olur. Eğer kab açık ise bu kabtan tas gibi su almaya yarayacak bir şey varsa bu
tası önce sol eliyle tutup üç defa sağ eline dökmesi; sonra da sağ eliyle tutup
üç defa sol eline dökmesi müstehab olur. Yok eğer beraberinde kaptan su alacak
tas ve benzeri bir şey yoksa sol elinin parmaklarını birbirine yapıştırarak
avuçlarına kadar suya daldırması müstehab olur. Bu parmaklarıyla su alır. El
açık ve parmaklar bitişik, kepçevâri ve azıcık da kavisli bir şekilde suya
daldırılacak, avuçsa suya girmeyecektir. Eğer avucunun tümünü suya daldırırsa,
kaptaki de az su olduğundan avuca gelen su müsta’mel su hükmüne girer. Ancak
abdest almakta olan kişi, avucuna gelen suyun, avuçladığı suyun yansı kadar
olmadığına gâlib zanla hükmederse bu durumda müsta’mel olmaz. Abdest alacak
adam kabtaki az suya elini daldırmasına rağmen suyun müsta’mel olmamasını, yani
eski temizleyicilik vasfını yitirmemesini isterse bu suyla organlarını yıkamayı
değil de sadece bu suyu avuçlayacağına niyet etmelidir. Şöyle ki: Bu adam, “Bu
sudan avuçlamaya niyet ettim” dese ve sonra da yıkamak istediği organını
yıkasa, bu durumda su müsta’mel olmuş olmaz. Çünkü su, önceden kendisi ile
abdest almaya niyet edilirse müsta’mel olur. Daha önceki kısımlarda da
anlatıldığı gibi su, ibâdet işinde kullanılması istenildiğinden müsta’mel olur.
Tabiî bu
anlattıklarımız, elin üzerinde muhakkak bir necasetin bulunmaması şartına
bağlıdır. Eğer elde bir necaset olur da elini su kabına daldırırsa ister
avuçlamaya niyet etsin ister etmesin su, necis olur. Eli necâsetli olduğu için
kabtan taslafveya temiz bir mendille veya ağzıyla su alıp elindeki necaseti
yıkamaktan âciz kalırsa, su almak için başka hiçbir araç da bulamazsa sudan
vazgeçip teyemmüm eder. Namazını kılar. Bu namazı iade etmesi de gerekmez.
c. Mazmaza ve istinşak: Hanefîler nazarında bunlar, vâcib mânâsındaki müekked
sünnettendirler. Terkedilmeleri günâha sebebiyet verir. Her defası için avuca
ayrıca su almaya gerek yoktur. Hattâ avucuna su alıp bir kısmıyla mazmaza
yapar, geri kalanıyla da istinşak yaparsa yine caiz olur. Ama avucuna su alır,
bu suyla istinşak yapar, sonra da suyu tekrar avucuna boşaltıp mazmaza yapacak
olursa bu caiz olmaz. Sonra mazmaza demek, abdest alanın ağzının tamamını suyla
yıkamasıdir. Ağzını oynatmaksızm suya daldırırsa da yeterli olur. Ağzına su
alıp suyu dışarı atmaz, aksine içerse bu da sünnetin yerine getirilmiş olması için
yeterli olur. Tabiî ağzını üç defa suyla doldurması şarttır. Ama suyu süzerek
içecek olursa bu, yeterli olmaz.
Istinşaka gelince bu,
burun yumuşaklığına değinceye dek suyu buruna çekmektir. Ama daha üst tarafına
suyu çekmek sünnet değildir. Soluk alarak suyu içeri çekmek de sünnet
değildir. Oruçlu olmayanın mazmaza ve istinşakta mübalağa yapması sünnettir.
Oruçlunun yapması ise mekruhtur. Çünkü bu durumda orucun bozulma ihtimâli
vardır. Sünnet gereği olarak hem mazmaza hem de istinşakm üçer defa yapılması
icâb eder. İstinşak yaparken su, sağ elle buruna çekilir. Sol elle de burundan
dışarı atılır. Ki Mâlikîler bu durum için istinşak ifadesini kulanmakta ve
müekked sünnetlerden saymaktadırlar.
d. El ve ayak parmaklarının hilâllenmesi: Hilâllemek, damlamakta olan suyla parmakları
birbirinin arasına girdirmektir. İhtilafsız olarak bu müekked bir sünnettir.
Parmaklar birbirine bitişik, ancak aralarına su girebiliyorsa bu durumda
aralarını hilâllemek sünnet, eğer aralarına su girmiyorsa vâcib olur. El parmaklarını
hilâllemek, iki elin parmaklarını birbirlerinin arasına geçirmekle olur. Ayak
parmaklarına gelince, sağ ayağının küçük parmağım sol elinin serçe parmağıyla
hilâlleyecek ve bu ayak bitirildikten sonra sol ayağın baş parmağından başlayıp
serçe parmağında sona erdirecektir. Tabiî bu sekil, en iyi olanıdır. Dileyen
dilediği şekilde hilâlleyebilir.
e. Her yıkayışın üçlenmesi: Her organın tamamını bir defa suyla yıkamak farz,
ikinci ve üçüncü defa yıkamaksa müekked sünnettir. Doğru olan görüşe göre bu böyledir.
Farz olan birinci yıkayışta su, organın üzerinde akıtılıp damla damla yere
akmalıdır. Birinci yıkayışta su, organın yıkanması gereken yerlerinin tümünü
kaplamaz da ikinci veya üçüncü yıkayışta su her tarafını kaplayacak olursa farz
yerine getirilmiş, ama sünnet aksamış olur.
f. Başın tümünü meshetmek: Sadece farz olan miktarı meshetmekle yetinilir ve bu
davranış birkaç kez tekrarlanacak olursa günahkâr olunur. Başı meshederken
ıslak parmaklar başın ön tarafına konulup, başın tümünü kapsayacak şekilde
ense köküne doğru sürmelidir. Bundan sonra parmaklarda fazla ıslaklık kalmışsa
yine meshe devam edilmelidir. Islaklık kalmamışsa buna gerek yoktur. Mâlikîler
de bu görüştedirler.
g. Kulakları meshetmek: Başın mesh suyu île kulakların içi ve arka kısımları
meshedilir. Bu mesh için yeni su almak daha iyi olur. Ki Hanefîlerin bir kısmı
bunu yeğlemişlerdir. Baş meshedildikten sonra avuçta su kalmamışsa kulaklar bu
suyla meshedilir. Ancak avuçtaki su kurumuşsa yeni su almak gerekir. Kulağın
içi işaret parmağıyla, arka kısmı da baş parmakla meshedilir.
h. Niyet:
Abdest alan kişi niyet ederken hades hâlinin giderilmesine veya namaz kılma
ruhsatını elde etmeye veya temizlemeye veyahut da salt abdest almaya niyet
etmelidir. Ama en faziletli olanı, abdest alanın “Allah'a ibâdet kasdıyla namaz
için abdest almaya niyet ettim” demesidir. Veya, “Hades hâlinin kaldırılmasına
niyet ettim” demesidir. Ya da, “temizlenmeye niyet ettim” diyebileceği gibi, “namaz
kılmayı mubah etmeye niyet ettim” de diyebilir. Niyetin asıl yeri kalb ise de,
bu cümlelerden birini söylemek müstehab olur. Niyetin vaktine gelince bu, yüzün
yıkanılmasına başlanıldığı andır.
i. Misvak kullanmak: Misvakın, bilinen erak ağacından olması şart değildir. En iyisi murra
ağacından yapılanıdır. Bu ağaçtan yapılan, ağzın güzel kokmasını sağlar. Dili
fasihleştirir... Dişleri temizler... Ağızdaki kirlerin mideye girmesini
önlediği için mideyi de kuvvetlendirir... En ideâli; kuru olmayan, serçe
parmak kalınlığında ve bir karış uzunluğunda olanıdır. Misvak bulunmadığı
takdirde diş fırçaları da misvak yerine kullanılabilir. Fırça da bulunmazsa
parmaklarla diş ve ağız temizlenir. Sakız da misvak yerine geçerli olur. Şayet
misvak varsa mendub olan kullanış şekli şöyledir: Misvak sağ elle tutulacak.
Serçe parmak altta, baş parmak fırçalı kısmın biraz aşağısında, diğer üç parmak
da misvâğın üzerinde tutulmalıdır. Misvak, mazmaza anında kullanılır. Eğer
kullanmaya engel bir hal varsa zorunluluk dolayısıyla terk edilebilir. Uzanmış
olan bir kişinin misvak kullanmasında kerahet vardır.
Bu müekked sünnetleri
anlattıktan sonra gelelim Hanefîlere göre abdest için müstehab olan hususlara:
Sahîh olan görüşe göre bunlar her ne kadar müekked sünnet değilseler de
sünnettirler. Ki bunları şu şekilde bir sıralamaya tâbi tutabiliriz:
a. Tertib: Farzları yerine getirirken önce
yüzü yıkamakla işe başlanır. Sonra dirseklere kadar eller yıkanır. Sonra başın
dörtte biri meshedilir. Sonra mafsal yumru kemiklerine kadar ayaklar yıkanır.
Nitekim bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere
kadar ellerinizi yıkayın. Ve başlarınızı meshedip her İki topuğa kadar
ayaklarmızı yıkayın.” [58]
Sahîh kavle göre müekked
sünnetler arasında da tertibe riâyet etmek gerekir. Bazı Hanefîler, bu tertibin
müstehap olduğu görüşündedirler.
b. Muvâlât:
Buna acele davranmak da denebilir. Yani abdest organlarından birinin suyu
kurumadan hemen diğerini yıkamaya başlamaktır. Bunda da mevsimin normal olması
şarttır.
Meselâ havalar çok
sıcaksa su çabuk kurur. Çok soğuksa da çabuk donar. Eğer bu ve buna benzer
mazeretler yoksa muvâlâta riâyet etmek sünnettir. Meselâ yüz yıkandıktan sonra
abdest suyu tükenir, ikinci su gelinceye kadar beklenirken yüzdeki su kurursa
bunun abdeste bir zararı dokunmaz. Mâliki ve Hanbelîlere göre muvâlâtın farz
olduğu, abdestin farzları bölümünde anlatılmıştı.
Sünnetliği ile
müstehabhği hususunda ihtilâf edilen hususlara gelince, bunları da şöylece
sıralayabiliriz:
a. Ayakları
yıkarken su kabını sağ elde tutarak önce sağ ayağının ön kısmına döküp sol elle
ayağı ovmak ve bu şekilde üç kere yıkamak. Sonra yine aynı elle sol ayağın ön
kısmına su döküp sol elle ayağı ovmak.
b. Elleri
yıkarken de ayaklarda olduğu gibi parmak başlarından yıkamaya başlamak.
c. Mesh esnasında
meshe başın ön tarafından başlamak.
d. Önce
mazmaza, sonra istinşak yapmak. Oruçlu olanın, suyu ağza ve buruna fazla
çekmemesi, oruçlu olmayanınsa fazlaca çekmesi gerekir. Suyu . burna verdikten
sonra kendi nefesiyle burnun üst kısımlarına doğru çekmelidir.
e. Üç defa
her organı yıkadıktan sonra artacak suyu başka birisi abdest için kullanacaksa
bu durumda suyu israf etmemek. Eğer artacak olan suyu başkası abdest için
kullanmayacaksa bu durumda israf edilmemesi mendub olur.
f. Kolları
yıkarken elleri de onlarla beraber yeniden yıkamak. Zâten ellerin ilk yıkanışı
sünnettir. Kollarla beraber yeniden yıkanması ise başka bir sünnet olmaktadır.
Ama abdest alan bir kişi, önce ellerini sonra da yüzünü yıkar ve daha sonra
kollarını yıkarken sadece bileklerden dirseklere kadar (dirsekler dahil) olan
kısmı yıkarsa bu durumda farzı yerine getirmiş ama sünneti terk etmiş olur.
Hanefîlere göre abdestin sünnetleri bu saydıklarımızdan ibarettir.
Malikiler dediler ki:
Abdest alanın yapmakla sevâb kazanacağı, ter-ketmekle de azâblandırılmayacağı
müekked sünnetler şunlardır:
a. Elleri bileklere kadar yıkamak: Bilindiği gibi bilek, avuç içiyle kolun birbirinden
ayrıldığı mafsaldır. Elleri yıkamak suyun azlığına ve çokluğuna göre değişir.
Su eğer az ise ve de akar değilse, eğer içinden alınmasına yarayacak tas gibi
bir şey varsa, bu durumda elleri suya sokmadan yıkamak gerekir. Aksi takdirde
sünnet yerine getirilmemiş olur. Eğer eller temiz ise bunlardan birini veya
ikisini yıkamadan suya daldıracak olursa mekruh işlemiş ve sünneti de kaçırmış
olur. Eğer su çok veya akar ise elleri temiz olsun necis olsun, yıkamış olmakla
sünneti yerine getirmiş olur. Bu yıkama ister suyun içinde olsun, ister dışında
olsun hüküm aynıdır. Küçük havuzdaki gibi, su eğer az ise ve ondan su almak
mümkün değilse, elleri temiz ise bu durumda avuçlayarak ellerini yıkayabilir.
Elleri temiz değil ama bu suyun içine sokmakla suyun vasfını
değiştirmeyecekse, yine bir veya iki eliyle suyu avuçlayarak alır ve suyun dışında ellerini
yıkar. Böylece sünneti eda etmiş olur. Ama elleri temiz değil, ellerini
sokmakla suyun vasfının değişeceğinden korkarsa ağzıyla veya temiz bir bezle
su alıp ellerini yıkamaya çalışır. Bunu yapmaya imkân olmazsa suyu bırakıp
teyemmüm eder.
b. Mazmaza:
Suyu ağza alıp tekrar dışarı atmaktır. Eğer abdest alanın kastı olmadan su
girecek olursa veya ağzına su alıp hareket ettirmezse veya ağzına su alıp
hareket ettirir, ama bu suyu yutup da dışarı atmazsa sünneti yerine getirmiş
olmaz. Oysa Hanefîler derler ki: Mazmazada su ağza girdikten sonra hareket
ettirilmese veşa dışarı atılmasa da sünnet yerine getirilmiş olur.
c. İstinşak:
Suyun nefesle buruna çekilmesidir. Nefesle çekilmediği takdirde sünnet yerini
bulmuş olmaz. Hanefîler bu görüşe karşıdırlar.
d. İstinsar:
Suyun yine nefesle burundan dışarı atılmasıdır. Bunu yaparken de sol elin baş
ve işaret parmaklarıyla burun yumuşağının üst tarafı tutulup su dışarı atılır.
Burunda sümük ve diğer kurumuş pislikler varsa bunlar da sol elin serçe
parmağıyla çıkarılır.
e. Kulakların iç ve dışını meshetmek: Kulak delikleri de mesh kapsamına girerler.
f. Kulakları meshederken yeni su kullanmak: Sünnetin yerini bulması için, başın meshinden arta
kalan su yeterli değildir. Hanefîler bu görüşe muhaliftirler. Efdal olan kulak
meshi şöyle yapılanıdır: İşaret parmağı kulak deliğine sokulup baş parmak da
kulağın arkasına konularak işaret parmağıyla baş parmak ikilenerek döndürülür.
Ve kulakların içiyle dışının meshi böylece tamamlanmış olur. Başka şekilde
meshedilse yine yeterli olur. Ancak istenen şey kulakların tamamını
meshetmektir.
g. Abdest organları arasındaki tertibe uymak: Hanefîlerin de dedikleri gibi önce yüz, sonra da
kollar yıkanacak. Daha sonra baş meshedilerek ondan sonra ayaklar yıkanacaktır.
h. Birinci meshten sonra elde ıslaklık kalmışsa başı
ikinci kez meshetmek: Elde ıslaklık
kalmamışsa yeniden meshetmek sünnet değildir.
i. Altına su giden yüzüğün oynatılması: Mâlikîlerin bu konuda güzel bir tafsilâtı vardır.
Şöyle ki: Takılan yüzük ya mubah, ya haram veya mekruh bir yüzük olabilir.
Kişinin kendi parmağına taktığı, ağırlığı 6,8 gramı geçmeyen yüzük gümüşten ise
ve birden fazla da değilse mubah bir yüzüktür. Dar da olsa geniş de oha,
altına su geçse de geçmese de bu yüzüğü oynatmak gerekmez. Bu hüküm hem
abdest, hem de gusül için geçerlidir. Ancak abdest alınıp bittikten veya gusül
sona erdikten sonra bu yüzük çıkarılacak olur da, dar bir yüzük olduğu
gerekçesiyle altına su geçmediğini zannederse, yerini yıkaması gerekir.
Kişinin kendi
parmağına taktığı altın veya ağırlığı 6,8 gramdan fazla olan bir yüzükse bu,
haram bir yüzük olur. Gümüş yüzük birden fazla olunca da haram olur. Bu yüzük
eğer geniş ise sadece oynatılması yeterli olur. Altını ovması gerekmez. Alt
tarafını yüzüğün kendisiyle ovması yeterli olur. Eğer bu yüzük darsa, yerinden
ileriye alınması gerekir. Ki alt tarafını ovmak mümkün olsun.
Bakır, demir ve
kurşundan yapılma yüzükleri takmak mekruh olur. Ki abdestte veya gusülde bunlar
da haram yüzüğün hükmüne tâbi olurlar. Bu anlattıklarımız erkekleri ilgilendirmektedir.
Kadınlara gelince onlar, ister altından ister başka madenden yapılma olsun
diledikleri süs ve takıları takabilirler. Meselâ bilezik veya halhal takarsa,
dar olsun geniş olsun, altına su geçsin geçmesin, bunları oynatmak gerekmez.
Ancak abdest alınıp tamamlandıktan sonra veya gusül yapılıp bitirildikten
sonra bunlar çıkarılacak olurlarsa, dar oldukları gerekçesiyle altlarına su
geçmediği zannedilirse bu durumda yerlerini yıkamak vâcib olur.
Hanefîlere gelince; onlar bu hususta derler ki:
Geniş yüzüğü oynatmak, sünnet değil de mendubtur. Eğer yüzük darsa ve altına
suyun geçmesine engel oluyorsa oynatılması farz olur. Bu yüzük mubah da olsa,
haram da olsa hüküm aynıdır. Bunlara göre kadınlar, alt tarafına su geçmeyecek
kadar dar yüzük veya bilezik takarlarsa muaf sayılmazlar. Ancak önce de
anlatıldığı gibi Hanefîler, ovmayı şart koşmazlar.
Şâfiîler:
Bilindiği gibi Şâfiîler sünnet, mendub, fazilet ve müstehab arasında herhangi
bir ayırım yapmazlar. Bunlara göre abdestin sünnetleri çoktur. Ancak şöyle bir
sıralama yapabiliriz:
a. İstiâze:
Abdeste başlarken “Eüzübillâhimineşşeytânirracîm” demelidir.
b. Besmele:
Elleri yıkamaya başlarken “besmele” çekmelidir. Bunun en azı “Bismillâh”dir.
Ama en faziletlisi “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek besmeleyi tamamlamaktır.
Sünneti yerine getirmek için bu lafızlardan birini okumak gerekir. Başka
lafızlar kullanılacak olursa sünnet yerine getirilmiş olmaz. Zîrâ şâri,
özellikle “besmele” çekilmesini istemiştir. Hanefîler bu görüşe muhaliftirler.
Kişi cünüb de olsa “besmele” çekmelidir. Abdestin başlangıcında kasten veya
unutarak besmele çekilmezse, abdestin ortalarında veya sonunda “besmele”
çekilmesi îcâb eder. Ama abdest tamamlanır, “şehâdet” kelimesi getirilir ve
gerekli dua okunursa artık “besmele”nin vakti geçmiş olur. Ve “besmele”
çekilmez. Hanefîler de bu görüştedirler.
c. Besmele anında abdestin sünnetlerine niyet etmek: Bu niyet, hades hâlinin kaldırılması niyetinden
ayrıdır. Bilindiği gibi, hades halinin kaldırılması niyeti farzdır. Ve ancak
yüzün yıkanması anında yapıldığı takdirde geçerli olur.
d. Elleri bileklere kadar yıkamak: Besmele çekerken eller yıkanır ve abdestin
sünnetlerine niyet edilir. Ki böylece üç şey bir araya toplanmış olur. Su,
içinden ele dökülmesi mümkün olan ibrik ve benzeri bir kapta ise elleri bu
kabın dışında (eller zâten batırılamaz ya) üç kere yıkamakla sünnet yerini
bulmuş olur. Eğer su, az olup üstü açık bir kaptaysa ve abdest alan kişi,
ellerinin temiz olduğunu da kesin olarak biliyorsa, bu suyun içinde yıkayabilir.
Ama temizliklerinden şüpheye düşerse ellerini kaba batınp içinde yıkaması
mekruh olur. Eğer ellerinin necis olduğunu kesin olarak biliyorsa kaba
batırması haram olur. Ancak necasetten temizlenmesi için ellerini kabın dışında
üç defa yıkaması vâcibtir. Ki bununla sünneti yerine getirmiş olmaz. Sadece
ellerini necasetten arındırmış olur. Abdestin sünnetini yerine getirmek için,
ayrıca yine üç defa yıkaması gerekir.
e. Elleri mazmaza yapmadan önce yıkamak: Mazmazadan sonra yıkayacak olursa sünneti yerine
getirmiş olmaz.
f. Mazmaza:
Burun deliklerini yıkamadan önce ağza su almak. Suyu ağızda çalkalamak ve sonra
da ağızdan dışarı atmak şart değildir. Sünnetin yerine gelmesi sadece suyu ağza
vermekle olur. Suyu yutup dışarı atmasa bile sünnet, yine de yerini bulmuş
olur. Ama en mükemmel olan şekil, ağza verildikten sonra suyun çalkalanması ve
bilâhare dışarı atılmasıdır.
g. İstinşak:
Bu, suyun buruna verilmesidir. Nefesle yukarıya doğru çekilmese ve sonra da
atılmasa bile sünnet yerini bulur. Ama en mükemmel olan şekil, suyun buruna
verilerek nefesle yukarıya doğru çekilmesi ve bilâhare dışarı atılmasıdır.
Mazmaza ve istinşakta uygulanacak en iyi yöntem, suyun avuca alınması, avuçtaki
bu suyun bir kısmıyla mazmaza yaptıktan sonra geri kalaniyla istinşak yapılmasıdır.
Bunu üç avuç suyla üçlemelidir. Her avuç suyun yarısı mazmazaya, yarısı da
istinşaka sarfedilmelidir.
h. Kıbleye yönelmek: Kıbleye yönelebileceği bir yerdeyse abdest alacak olan kişi kıbleye
yönelmelidir.
i. İçinde
abdest suyu bulunan üstü açık kabı sağ yanına, üstü kapalı olan kabı ise sol
yanına indirmelidir.
j. Abdeste
elleri yıkarken besmele çektikten sonra şu duayı okumalıdır:
“İslâmiyetten ve diğer
nimetlerden ötürü Allah'a hamdolsun. Suyu temizleyici ve İslâmiyeti de nûr
kılan Allah'a hamdolsun. Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.
Ve huzurumda bulunmalarından da sana sığınırım. Allah'ım, ellerimi sana karşı
işlenecek tüm isyanlardan koru.”
Mazmaza ânında da şu
duayı okumalıdır:
“Allah'ım, sana
zikretmem, sana şükretmem ve ibadetini güzelce edâ etmem hususunda bana yardım
et.”
İstinşak esnasında
ise;
“Allah'ım, bana
cennetin kokusunu koklat.”
Yüzünü yıkama
esnasında ise;
“Allah'ım, bir takım
yüzlerin beyaz, bir takım yüzlerin de kara olacağı günde yüzümü ak et.”
Sağ kolunu yıkama
esnasında ise; .
“Allah'ım (amel)
defterimi sağıma ver ve kolay bir hesabla da hesabımı gör.”
Sol elini yıkama
esnâsındaysa;
“Allah'ını (amel)
defterimi ne solumdan ve ne de arka tarafımdan verme.”
Başını meshetme
esnasında ise:
“Allah'ım saçlarımı ve
derimi ateşe haram kıl. Senin gölgenden başka gölgenin bulunmadığı (kıyamet)
gün(ün)de beni arşının altında gölgelendir.”
Kulakların meshi
esnâsındaysa;
Allah'ım, beni söz
dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle.
Ayakları yıkama esnâsındaysa;
“Allah'ım, ayakların
kaydığı günde sırat köprüsü üzerinde ayaklarımı sabit kıl”
Abdestin bitiminden
sonra da kıbleye yönelip ellerini semâya doğru kaldırarak şu duayı okumalıdır:
“Tanıklık ederim ki
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, birdir, ortağı hiç yoktur. Yine
tanıklık ederim ki, Efendimiz Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Allah'ım, beni
tövbe edenlerden Ve temizlenenlerden kıl. Allah'ım, seni noksan sıfatlardan
tenzih eder ve sana övgülerimi arz ederim. Senden başka ilâh olmadığına tanıklık
eder, senden afvü mağfiret ister ve sana dönerim.”
Bu duayı okuduktan
sonra da “Kadr” sûresini okumalıdır.
Bu duaların bir
kısmına Hanefîler muvafakat etmişler, ancak bunları sünnetlerden
saymamışlardır. Müstehab ve mendub olduklarını söylemişlerdir. Mâlikîlerse
ileride de anlatılacağı gibi bunları ne müstehab ne de faziletlerden
saymamışlardır.
k. Misvak kullanmak: Şafiîler her ne ile olursa olsun dişleri temizlemeyi yeterli
görmüşlerdir. Bunlar demişler ki: îster diş temizleme aracı, erak ağacının dalı
olsun, ister fırça olsun dişleri temizledikten sonra yeterli olur. Yalnız
dişleri parmakla temizlemenin misvak yerine geçerli olmayacağı görüşündedirler.
Abdest alacak şahıs, misvâklamayi ellerim yıkamadan önce de yapabilir. Bunu
yaparken misvâklamaya niyet etmelidir. Misvâklama esnasında şu duayı okuması
sünnettir:
“Allah'ım, dişlerimi
onunla beyazlat. Damağımı kuvvetlendir. Küçük dilimi de onunla sabit kıl. Ve
onu benim için bereket vesilesi yap. Ey merhamet edicilerin en merhametlisi.”
Misvâklamaya ağzın sağ
tarafından başlanır. Sonra sol taraf misvâklanır. Azı dişlerinin baş
taraflarına, sonra boğazın tavan kısmına, sonra dilin yüzeyine sürülür. Dişleri
enlemesine misvâklamak sünnettir. Misvak sağ ele alınır. Serçe parmakla alt
tarafından, işaret parmağı, orta parmak ve yanındaki parmakla da üst kısmından
tutular. Kirlendiğinde veya kokusu değiştiğinde üç defa yıkanması gerekir.
Uzunluğunun bir karıştan fazla olması ise mekruhtur.
1. Abdest
suyu bazan avuçlanacak geniş bir kaptaysa yıkamaya organların ön kısmından
başlanması sünnettir. Ama eğer su musluk, ibrik ve benzeri bir yerden
çıkmaktaysa veya bir başkası tarafından abdest alanın eline dökülüyorsa, bu
durumda organların geri kısmından itibaren yıkamaya başlanması sünnet olur. Bu
durumda kollar, dirseklerden bileklere doğru yıkanır. Ayaklarsa mafsal yumru
kemiklerinden parmaklara doğru yıkanır.
m. Yüzünü
yıkamak için iki avucuyla birlikte suyu avuçlamalı ve de suyu yüzüne
çarpmamalıdır.
n. Sakalı
sık olanlar, sakallarını hilâllemelidirler.
o.
Meshederken başın tümünü meshetmeli. Kulakların iç ve dışının yeni suyla
meshedilmesi sünnettir. Abdest organlarını yıkarken ovmalıdır.
p. Önce sağ
taraftaki organları yıkamalıdır.
r. Gurre ve
tahcîli uzatmalıdır.
Gurre: Yüzün
yıkanmasında farz olan kısımdan fazla olarak başın ön kısmından bir miktarının
ve boynun yan taraflarından birazının yıkanmasıdır.
Tahcîl:
Kolları yıkarken dirseklerden biraz daha yukarısını, ayakları yıkarken de
mafsal yumru kemiklerinin biraz daha üst taraflarını yıkamaktır.
s. Abdestteki
fiil ve sözleri üçlemelidir. (Niyet hariç).
ş. Sidik
akıntısı olanlardan başkasının muvâlâtı uygulaması sünnettir. Yâni organlardan
biri kurumadan diğerini yıkamaya geçmelidir. Sidik akıntısı ve benzeri sürekli
abdest bozucu özürleri bulunan kimselerin muvâlâtı uygulamaları vâcibtir.
t. Abdest
alırken ihtiyâç olmadıkça Allah'ı zikirden başka dünya kelâmı söylememelidir.
u. Su
döktürmek gibi ihtiyâç yokken başkasından yardım istememelidir.
ü. İhtiyâç
olmadıkça abdest organlarını kurulamamalıdır.
v. İhtiyâç
olmadıkça eldeki artık suyu silkelememelidir.
y. Abdestten
artan suyu içmelidir.
z. Geniş
yüzüğü oynatmalıdır. Alt tarafına su geçmeyen dar yüzüğü, altına su geçinceye
kadar oynatmak gerekir. Bu hususta yüzüğün mubah veya haram veyahut da mekruh
yüzüklerden olması hükmü değiştirmez. Bu görüşe Hânefîler muvafık, Mâlikîler
ise muhaliftirler.
Hanbeliler dediler ki: Abdestin sünnetleri, mendublan veya müs-tehabları
aşağıda sıralanmıştır:
a. Kıbleye
yönelmek.
b. Mazmaza
esnasında ağzı misvâklamak. Dişleri temizlemek için dişleri enlemesine, damağı
kuvvetlendirmek için dişleri diklemesine misvâklamak mendubtur. Sol elle
tutularak dişler, damak etleri ve ağzın içi misvâklamr. Misvak ağacının diş
etlerine zarar vermemesi için yumuşak olması gerekir. Kuru olması mekruhtur.
Bütün vakitlerde mİsvâklanmak sünnettir. Ancak oruçlunun zeval vaktinden sonra
kuru veya nemli misvakı kullanması mekruhtur. Zevalden önce ise nemli de olsa
misvak kullanması mubahtır. Her namaz vaktinde, uykudan uyanıldığında, ağzın
kokusu değiştiğinde, abdest alındığında, Kur'an-ı Kerîm okunacağında, mescide
girildiğinde, kişinin kendi evine girmesi esnasında, midenin içindeki
yemeklerin bitip midenin boşalması hâlinde, dişler sarardığında muhakkak
surette misvaklanmak gerekir. Misvak yaparken önce süt dişlerinden başlayarak
azı dişlerine kadar ağzın sağ tarafı, sonra yine aynı şekilde sol tarafı
misvâklamr. Reyhanla nar ağacı, kamış ve benzeri diş etlerine zarar verecek
şeylerle misvaklanmak mekruhtur.
c. Avuçları
üç defa yıkamak.
d. Yüzü
yıkamadan önce mazmaza ve istinşak yapmak. Oruçlu olmayanın mazmaza ve
istinşakta mübalağa yapması sünnettir;
e. Üzerinden
su geçen organları ovmak.
f. Üzerinde
tüy, girinti ve çıkıntılar bulunması nedeniyle yüzü yıkarken bol su kullanmak.
g. Sık
sakallan yıkarken hilâllemek.
h. Ovmaya gerek
görülmeden aralarına suyun girebildiği el ve ayak parmaklarını hilâllemek. Eğer
su, ovmakla aralarına girebiliyorsa bu durumda hilâllenmeleri vâcib olur.
i. Kulakları
meshederken suyu yenilemek.
j. İkili organlardanönce sağ tarafta olanı yıkamak.
k. Gurre ve
tahcîlî uzatmak.
l. Her
organı ikinci ve üçüncü kez yıkamak. Tabiî eğer birinci yıkayışta su, organın
her tarafını kaplamışşa... Diyelim ki birinci yıkayışta kaplamayıp ikincisinde
veya üçüncüsünde kaplamışşa farz yerini bulur. Ama sünnet, yerini bulmaz.
m. Yüz
yıkanırken abdest için yaptığı niyeti, abdestin sonuna kadar kalbte tutmak.
n.
Avuçlarını yıkarken, abdestin sünnetlerine niyet etmek.
o. Niyet
ederken kelimeleri gizlice söyleyip sadece kendisinin duyabileceği şekilde
dudakları oynatmak. Niyet ederken (kelimeleri söylemek için) başkasından yardım
istememek.
p. Abdesti
bitirir bitirmez gözleri semâya dikip şu duayı okumak da sünnettir:
“Tanıklık ederini kî Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Yine tanıklık ederim ki Efendimiz Muhammed, O'nun kulu ve
elçisidir. Allah'ım, beni tövbe edenlerden ve temizlenen kimselerden kıl. Beni
sâlih kullarından eyle. Allah'ım! Seni noksanlıklardan ve eksikliklerden tenzih
ederim. Ve sana övgülerimi arz ederim. Senden başka ilâh olmadığına tanıklık
eder, senden afvü mağfiret diler ve sana dönerim.”[59]
Önce de anlatıldığı
gibi bazı mezheb İmamları sünnet, mendub, müs-tehab, tatavvu', nafile ve
fazilet kelimelerini aynı anlamda kullanmakta, bazıları da sünnet kelimesini
bunlardan ayırmaktadırlar. Bundan önceki sayfalarda abdestin sünnetlerini
anlattık. Burada da sünnet ile mendub ve diğer kavramları birbirinden ayıran
mezheb İmamlarına göre abdestin mendublarını anlatmaya çalışacağız.
Hanbelî ve Şafiiler dediler ki: Sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu' kelimeleri aynı
anlamı ifade etmekte olup, bunların gereklerini yerine getiren sevâb kazanır.
Yerine getirmeyenlerse ceza görmezler. Bu iki mezhebe göre abdestin
sünnetlerini saymış olduğumuzdan artık geriye aynı anlamı ifade etmekte olan
mendub ve müstehab gibi hususlar kalmamaktadır.
Malikiler dediler ki: Abdest için sadece bir takım sünnet ve faziletler
vardır. Bunları terkedenler cezalandırılmazlar. Ancak yapanlar sevâb kazanacakları
gibi, sünnetin sevabı da faziletin sevabına göre daha fazladır. Önceki
bahislerde abdestin sünnetlerini sayıp anlatmıştık. Şimdi de faziletlerini ele
alacağız:
a. Temiz
yerde abdest almak. Heladaki temiz sudan abdest almak, tenzîhen mekruh olmakla
birlikte sahihtir. Hela henüz kullanılmamış olup temiz olsa bile yine aynı
hükme tâbidir. Zîra Mâlikîler, necaset için hazırlanmış yerde, henüz
kullanılmamış olsa bile abdest alınmasını mekruh saymışlardır.
b. Organları
yıkarken mümkün olduğu kadar az su harcamak. Tabiî, suyu kullanırken organın
üzerinde yürüyüp her tarafını kaplaması gerekir. Ayrıca yıkanan organdan suyun
damlaması gerekli değildir.
c. İkili
organlarda önce sağ taraftakini yıkamak.
d. Üstü açık
olup içinden suyun avuçlanacağı kabı sağ tarafa koymalıdır. Eğer kabın üstü
kapalıysa ve su, içinden akıtılacaksa (ibrik gibi) sol tarafa koymalıdır.
e. Organları
yıkarken, önce ön kısımlarından yıkamaya başlamak. Meselâ yüzü, üst tarafından
yıkamaya başlamalı. Başı ön tarafından meshet-meye başlamalı. El ve ayaklan ise
parmaklardan yıkamaya başlamalıdır.
f. Yıkanan
organları ikinci ve üçüncü defa yıkamalı. Birinci yıkayışta organın tamamı
suyla kaplanmamişsa, bu durumda ikinci yıkayıştan sonra iki defa daha
yıkamalıdır. Zîrâ birinci yıkayış, geçerli olmamıştır. Eğer ikinci yıkayışta
organın tümü suyla kaplanmamış ise üçüncü yıkayıştan sonra iki defa daha
yıkamalıdır. Zîrâ su, organın her tarafını kaplamadığı için ikinci yıkayış da
geçersiz sayılmaktadır.
g. Abdestten
önce erak ağacı veya herhangi bir ağaç dalıyla, bunlar da bulunmuyorsa parmakla
misvâklanmak. Misvâklanmayi sağ elle yapıp ağzın sağ tarafından başlamalı,
dişlerin temizlenmesi için enlemesine, damak etinin kuvvetlenmesi için de
diklemesine misvâklanmak gerekir. Misvâğın bir karıştan uzun olmaması, misvak
kullanırken avuçla kabzedilmemesi gerekir. Birinci misvaktan sonra aradan
epeyi zaman geçmişse namaz kılarken yeniden misvâklanmak gerekir. Kur'an
okunacağı zaman, uykudan uyanıl-dığında, yeme içme ve diğer şeylerden ötürü
ağız kokusunun bozulması hâlinde misvâklanmak sünnet olur.
h. Abdestin
ilk başlangıcında besmele çekmek ve ihtiyâç olmaksızın da zikir dışında
herhangi bir söz sarfetmemek.
i.
Sünnetlerle farzların tertibine uymak. Meselâ yüzü yıkamadan önce elleri
bileklere kadar yıkayıp mazmaza ve istinşak yapmak. Başı meshe-derken suyu
yenilemek.
Hanefiler dediler ki:
Abdestin mendubları -ki bunlara müstehabları, faziletleri, nafileleri veya
adabı da diyebilirsiniz- şu aşağıdaki şekilde sıralanmıştır:
1. Abdest
alırken yüksek bir yerde oturmak. Böyle yapmakla müsta'mel suyun
serpintilerinden korunulmuş olur.
2. Abdest
yeri temiz olmalıdır.
3. Güneşte
ısıtılmış suyla abdest almamalıdır.
4. Abdest
alırken kıbleye yönelmelidir.
5.
Organlarını yıkayıp temizlerken başkasından yardım istememeli-dir. Ama su
getirtmek veya ele su döktürmek şeklinde başkasından yardım istenmesinin bir
sakıncası yoktur.
6. İhtiyâç
olmadan zikir” dışında başka bir şey konuşmamalıdır.
7. Niyeti
hem dille, hem kalble yapmalıdır.
8. Her
organı yıkarken veya meshederken besmeleyle beraber niyet de etmelidir.
9.
Başkasının kullanmasına izin vermeyerek bir kabı sırf kendi şahsı için abdest
kabı olarak ayirmamalıdır.
10. Abdest
kabının balçık ve benzeri maddelerden olması. Eğer abdest kabının kulpu varsa
üç defa yıkanması gerekir.
11. Su, üstü
açık ve avuçlanacak bir kaptaysa bu kabı sağ tarafa koymalıdır. Üstü örtülü
ibrik gibi kaplardaysa sol tarafa koymalıdır.
12. Abdest
almadan temizleyici suyu hazır bulundurmalıdır.
13. Gasbedilmiş
bir yerdeki sudan abdest almamalıdır. Ve oranın toprağıyla teyemmüm
etmemelidir,
14. Her
organı yıkarken kelime-i şehâdet getirmelidir.
15. Mazmaza
ve istinşak yaparken suyu sağ elle avuçlamahdir. Sol elle de burundan dışarıya
atılmalıdır.
16. Mazmaza
ve istinşak suyunu, abdest suyunun içinde bulunduğu kaba almamalıdır.
17. Alt
tarafına suyun geçtiği yüzüğü oynatmalıdır. Şayet su, kendiliğinden altına
geçmiyorsa bu durumda yüzüğü oynatmak farzdır.
18. İkili
organlardan önce sağ taraftakini yıkamalıdır.
19. Gurre ve
tahcîli uzatmalıdır.
20.
Kulakları meshederken serçe parmağı kulak denklerinin içine sokmalıdır.
21. Gözleri
yıkayarak korunmalarına özen göstermelidir.
22. Boynu,
ellerin sırtıyla meshetmelidir. Şundan ki ellerin sırtında bulunan su müsta’met
değildir. Boğazı meshetmekse bid'attir.
23. Sağ elin
saygınlığından ötürü, ayakların tabanını sol elle yıkamalıdır.
24.
Ellerdeki su kalıntısını silkelememelidir.
25.
Organlardaki ıslaklığı mendil ve benzeri şeylerle kurulamamalıdır. Ve bunda da
aşırılığa gitmemelidir.
26.
Abdestten arta kalan suyu ayağa kalkıp kıbleye yönelerek içmelidir.
27. Abdesti
tamamladığında eğer kerahet vakti değilse iki rek'at namaz kılmalıdır.
28.
Abdestten hemen sonra üç defa Kadir Sûresi'ni okumalıdır. Daha sonra da ayağa
kalkıp kıbleye yönelerek şu duâyı okumalıdır:
“Tanıklık ederim ki
Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Ve yine tanıklık ederim
ki Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Allah' ım, beni tövbe edenlerden ve
temizlenenlerden eyle.”
29.
Organların üst taraflarını alt taraflarından önce yıkamalıdır.
30. Abdest
alırken okunacak dualar sırasıyla şunlardır:
a. Abdeste
başlarken;
“Ulu Allah'ın adıyla
başlarım. İslâm dinini bize bağışladığından ötürü Allah'a hamdolsun.” der, daha
sonra da kelime-i şehâdet getirip salât okur.
b. Mazmaza
anında ise;
“Allah'ım, Kur'an
okumada, seni zikretmemde, sana şükretmemde ve güzelce ibâdet etmemde bana
yardım et.” c. İstinşak ânındaysa;
“Allah'ım, bana Cennet
kokusunu koklat. Cehennem kokusunu koklatma.”
d. Yüzünü
yıkarken;
“Allah'ım, bir takım yüzlerin
ak, bir takım yüzlerin de kara olacağı günde yüzümü ak et”.
e. Sağ
kolunu yıkarken;
“Allah'ım, kitabı sağ
tarafımdan ver ve beni kolay bir şekilde hesaba çek.
f. Sol
kolunu yıkarken;
“Allah'ım, kitabı ne
solumdan ve ne de arkamdan verme.
g. Başını
mesh ederken;
“Allah'ım, senin
arşının gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı günde beni arşının altında
gölgelendir.”
h. Kulaklarını
meshederken;
“Allah'ım, beni söz
dinleyenlerden ve onun güzeline uyanlardan kıl.”
ı. Boynunu
meshederken;
“Allah'ım, boynumu
ateşten azâd eyle.”
j. Sağ ayak
yıkanırken;
“Allah'ım! Sağ
Ayakların kaydığı günde ayaklarımı sırat üstünde sabit kıl.”
k. Sol ayak
yıkanırken de;
“Allah'ım! Günâhımı
afvolunmuş, çalışmamı şükre lâyık, ticâretimi hiç helak olmayacak bir ticâret kıl.”[60]
Abdestin mekruhlarına
gelince; yeterinden fazla su dökerek israf etmek abdestin mekruhlarındandır.
Tabiî bu su mubah olur veya abdest alanın mülkünde olursa israfı mekruh olur.
Ama mescidlerde abdest almak için vakfedilmiş bir suyu israf etmek haramdır.
Kerahetin tanımı ve abdestin mekruhlarının izahı hususuna gelince, bununla
ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Kerahet, tenzîhen ve tahrîmen olmak üzere iki kısma
ayrılır. Tahrîmen mekruh, harama yakın olanıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Derece bakımından farzdan aşağıda bulunan bir vacibi -ki buna sünnet-i müekkede
de denir- terk etmekten ötürü tahrîmen mekruh işlenmiş olur. Tenzîhen mekruh'a
gelince bunu yapmaktan ötürü azâb görülmez. Ancak yapmamakla az da olsa sevâb
kazanılır. Ki bunun karşılığında mendub, müstehab ve diğer gayr-ı müekked
sünnetler bulunmaktadır. Abdestle ilgili tahrîmen mekruhlar, müekked
sünnetlerden birini terketmekle işlenmiş olurlar. Ki bu müekked sünnetler
geçen bahîslerde anlatılmıştır.
Abdestle ilgili
tenzîhen mekruhlara gelince, bunlar mendub, müstehab veya faziletlerden birini
terk etmekle işlenmiş olurlar. Şunu da söylemek gerekir ki: Hanefîler,
üzerlerine diğerleri de kıyaslansın diye bazı mekruhları saymışlardır. Şöyle
ki:
Yüzü yıkarken suyu
kuvvetlice yüze çarpmak. Bunu halk tabakasından bilgisiz bazı kimseler
yaparlar. Suyu avuçlayarak şiddetlice yüzlerine çarparlar. Sanki canlarına
kasıtları varmış gibi... Bu, yapılması mekruh olan bir davranıştır.
Sol elle mazmaza ve
istînşak yapmak.
Sağ elle sümkürmek.
Başı veya kulakları
üçer defa ayrı ayrı sularla meshetmek. Aslında meshte istenen şudur: Baş
meshedilirken yeni suyla meshedilmeli. Bu meshten sonra avuçta veya
parmaklarda ıslaklık kalmışsa bu suyla ikinci kez meshedilmeli, sonra da aynı
suyla kulaklar mesh edilmelidir. Ayrıca yeni su almamalıdır. Aksi takdirde
mekruh bir davranışa girilmiş olur.
Abdest için kendi
şahsına ayrı bir kap tahsîs etmek. Ve yine bunun gibi abdest almak için kendine
bir yer tahsîs etmek. Hanefîlerin kitaplarında yer alan bu mekruh, yine onların
kurallarıyla bazı şartlara bağlanmıştır: Kişi, kendisine hastalık bulaşmasından
korkarsa veya abdest kabını kendi muhafazası altına almakla necasetten
koruyacağını sanarsa ve daha buna benzer bazı sebeplerle böyle yapacak olursa
mekruh işlemiş olmaz. Hattâ böyle yapmadığı takdirde kendisine zarar ulaşacağım
sanarsa tedbirini alması gerekir.
Yüzü ve elleri üçten
fazla yıkamak: Bunu yapan, abdestte fazla yıkamanın şer'an istenen bir
davranış olduğuna inanırsa bu tahrîmen mekruh olur. Eğer şer'an istenen bir
davranış olduğuna inandığından değil de temizlik veya -sıcak mevsimdeyse-
serinlenmek kasdıyla yapacak olursa bu tenzîhen mekruh olur. Çünkü temizlenme
ve serinlemenin zamanı ibâdetinkinden ayrıdır.
Abdestte suyu israf
etmek tenzîhen mekruh olduğu gibi kıt kullanmak da tenzîhen mekruhtur.
Hanefîlere göre kıt kullanmanın ölçüsü, yıkanan organlardan suyun damlamasının
görülmemesidir. İleride de görüleceği üzere Mâlikîler, bu görüşe muhaliftirler.
Necis yerde abdest almak.
Böylesi bir yerde abdest alana, necasete su döküp sıçraması sonucu/necasetin
bulaşmasından korkulur.
Kişi kendi malı olan
suyu israf ederse mekruh olur. Mescidlerde abdest almak için vakfedilen sulan
israf etmek ise haramdır.
Mâlikîler: Abdestin
mekruhları, “abdestle ilgili sünnetleri terk etmektir” derler. Ki bu sünnetler
daha önce anlatılmıştı. Bilindiği gibi Mâlikîlerin nazarında, sünnetin terk edilişinden
ötürü azaba müstahak olunmaz. Bununla beraber müekked ve gayr-ı müekked olmak
üzere iki kısma ayrılırlar. Ki gayr-ı müekked olana fazîlet de derler. Bunlar,
keraheti tahrîmî ve tenzîhî gibi kısımlara ayırmazlar. Bu mezhebteki geçer
kurala göre bir yerde mekruh terimi kullanıldığında bu, tenzîhen mekruh
demektir. Ki bu, evlâ olan hükme muhalif olan bir davranış demektir. Mâlikîler,
abdestin mekruhları cümlesinden olmak üzere şunları saymışlardır:
Suyu yeterinden fazla
dökerek israf etmek:
Yıkanan organları üç
defadan fazla yıkamak.
Meshedilen organları
da bir defadan fazla meshetmek. Fazla yıkayış ve meshin abdestten sayıldığına
inanmak da mekruhtur. Eğer serinlemek veya temizlenmek kasdıyla fazla yıkar ve
meshederse, bu su da vakıf suyu değilse mekruh olmaz. Vakıf suyu ise haram
olur. Başkasının izinsiz kullanılan suyu ise yine haram olur.
Boynu meshetmek de
mekruhtur. Çünkü bu, dinin emretmediği bir fazlalıktır. Bu hususta boyunla
boğazın hükmü aynıdır. Ancak “yeni su almaksızın, kulaklardan sonra boynu
meshetmek sünnettir” diyen Hanefîler bu görüşe karşıdırlar. Boğazı meshetmekse
Hanefîlere göre bid'attir. Ne var ki bunun mekruhluğuna ilişkin bir nassları
mevcûd değildir.
Necis bir yerde ve
necaset bırakmak için hazırlanmış bir yerde abdest almak. Bu yer yeni tuvalet
gibi kullanılmamış olsa bile burada abdest almak yine mekruhtur.
Abdest alırken Allah'ı
zikir dışında bir söz konuşmak. Bunun mekruh olduğu hususunda mezhepler ittifak
etmişlerdir. Ancak Şâfîîler, bunun mekruh olmadığını ve fakat konuşmamanın daha
iyi olacağını ileri sürmüşlerdir.
Şafiiler dediler ki: Mekruh, şâriin yapılmamasını kesin olmayarak taleb ettiği bir
davranıştır. Bunu işleyen, azaba müstahak olmasa da işlemeyen sevâb kazanır.
Bunlara göre abdestin mekruhları, vâcibliği hususunda görüş ayrılığı bulunan
sünnetleri terketmekten ibarettir. Vâcibliğinde görüş ayrılığı bulunan
sünnetlere bazıları farz, bazıları da sünnettir demişlerdir. Müekked sünnetler
de böyledir. Bunlardan başkasını (meselâ müstehab ve faziletleri) terketmek
evlâ olana muhaliftir (tenzîhen mekruhtur).
Abdest alırken suyu
israf etmek, tenzîhen mekruhtur. Vakfedilmiş suyu israf etmekse haramdır.
Ancak bu su, havuz veya şadırvanda olursa -su, tekrar içine döndüğü
gerekçesiyle- harâmlıktan çıkıp tenzîhen mekruh olur.
Abdest alırken
konuşmak tenzîhen mekruhtur.
Oruçlunun mazmaza ve
istinşak yaparken mübalağaya kaçması da mekruhtur.
Necis bir yerde abdest
almak da mekruhtur.
Boynun iki tarafını
meshetmeye gelince, Şâfiîlere göre bu mekruh olmayıp hattâ bazılarına göre
sünnettir.
Yıkanan organları üç
defadan fazla yıkamak. Meshedilen organları da üçten fazla meshetmek mekruhtur.
Şâfiîler, meshedilen organların da yıkanan organlar gibi üç kez meshedilmesini
isterler. Ancak mest üzerine bir defadan fazla meshetmek mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: Mekruh; vitir, sabah namazının sünneti ve teravih
gibi müekked sünnetleri terketmektir. Bunların dışındaki sünnetleri terketmekse
evlâ olana muhaliftir (tenzihen mekruhtur). Önceki bahiste anlatılan
sünnetleri terketmek de böyledir. Ancak kesin olmayan bir yasak bulunursa bu
durumda sünneti terk etmek mekruh olur.
Abdest alırken
kullanılmakta olan su, mubah bir su ise bunu israf etmek mekruhtur.
Kullanılmakta olan su eğer vakıf suyu ise bu durumda israf edilmesi haram olur.
Yıkanan organları üç
defadan fazla yıkamak. Meshedilen organlarıysa bir defadan fazla meshetmek. Ama
bu fazla yıkama ve mesh, temizlik veya serinleme kastıyla yapılırsa mekruh olmaz.
Boynu suyla meshetmek, oruçlunun mazmaza ve istinşakta aşırılığa kaçması, necis
bir yerde abdest almak, abdest alırken Allah'ı zikir dışında konuşmak da
tenzihen mekruhtur.[61]
Abdesti bozan şeyler
bazı kısımlara ayrılırlar. Şöyle ki:
A. Önden ve
arkadan çıkan şeyler: Bunlar alışıla-gelen ve alışıla-gelmeyen şeyler olmak
üzere iki kısma ayrılırlar.
B. Ön ve
arkadan çıkan şeylerden olmamalarına rağmen onların hükmüne tabi olan haller.
Meselâ aklını kaybetmek, şehvetle kadına dokunmak, tüysüz delikanlılara
dokunmak gibi. Bunlar, bazı şartlar doğrultusunda abdesti bozarlar.
Mâlikîler:
Alışılmamış lezzette çıkan menî guslü gerektirmeyip sadece abdesti bozar
demişlerdir. Üç mezheb İmamı bu görüşe karşı olup kişinin sıcak suya
girdiğinde lezzetlenip menîsinin akmasını da buna örnek olarak
göstermişlerdir.
Şâfiîler:
Lezzetli ve lezzetsiz olarak çıkan menî guslü icâb ettirir demişlerdir.
Kişinin önünden çıkan sıvının menî olduğu kesin olarak bilinirse gusül yapması
zorunlu olur. Guslü gerektirmekle birlikte abdesti bozmaz.
Arada bir perde veya
engel olmaksızın penisi ellemek. Bunu yapmakla abdest, bazı mezheblere göre
bozulur. Bazılarına göre ise bozulmaz.
Ön ve arkanın
dışındaki yerlerden çıkan şeyler. Örneğin kan gibi. Kanın abdesti bozup
bozmayacağı hususunda mezheblerin tafsilâtlı görüşleri vardır.
Abdesti bozan bu
şeyleri şu şekilde açıklamamız mümkündür:
A. Ön ve
arkadan çıkan şeyler nedeniyle abdestin bozulması:
1.
Alışılagelmiş şekilde ön ve arkadan çıkan şeyler. Bunların bir kısmı sadece
abdesti bozar, bir kısmı da guslü gerektirir. Sadece abdesti bozup guslü
gerektirmeyenlere örnek olarak sidik, mezî ve vedîyi gösterebiliriz. Sidiği
tanımlamaya gerek yoktur. Mezî ise, sarı renkli ince bir sıvı olup çoğunlukla
lezzet anında önden çıkar. Vedî'ye gelince bu, menîye benzer. Katı ve beyaz
renkte bir sıvıdır. Ki çoğunlukla idrardan sonra önden (penisten) çıkar. Hadî
de vedî suyu gibidir. Ki bu doğumdan önce gebe kadının ön tarafından çıkan
beyaz bir sıvıdır.
Lezzet olmaksızın menî
akması da guslü gerektirmeyip sadece abdesti bozar. Menî, bilinen bir sıvı
olduğu için tanımlamaya gerek yoktur.
Buraya kadar
saydığımız sıvılar, hep ön taraftan çıkarlar. Arka taraftan alışılagelmiş
şekilde çıkanlara gelince bunlar dışkı ve yellenmeden ibarettir.
2. Alışılagelmişin
dışında ön ve arkadan çıkan şeyler de abdesti bozarlar. Önden veya arkadan
kurtçuk, taş, kan, irin ve cerehat akması abdesti bozar. Meselâ kurtçuk, çakıl
taşı, irin ve cerahat ön veya arkadan çıkacak olursa abdesti bozmaz. Tabiî,
abdesti bozmaması için çakıl taşı veya kurtçuğun dışarıdan yutulmuş olmayıp
midede kendiliğinden oluşması şarttır. Ama kurtçuk veya çakütaşi yutulmuş olup
normal çıkış yerinden çıkacak olursa abdesti bozar. Çünkü yutmak normal
değildir.
Mâlîkîler:
Alışılagelen çıkış yerleri olan ön ve arkadan alışılagelen şevlerin çıkması
dışında hiçbir şey abdesti bozmaz, demişlerdir. Alışılagelen çıkış yerlerinden
alışılagelen şeylerin sıhhat ve afiyet zamanında çıkmaları
B. Önden
veya arkadan çıkmadıkları halde, tıpkı onlar gibi abdesti bozan şeyler. Bunlar,
bilindiği gibi dört kısma ayrılmaktadırlar:
1. Abdest
alan kişinin delirerek veya sar'aya düşerek veya bayılarak veya içki, esrar,
ya da afyon alarak aklını yitirmesi. Uyku da bu grupta mütâlâa edilmekte olup
bizzat abdesti bozmaz. Ancak uyku hâlinde (yellenmek veya kadına dokunmak gibi)
abdest bozucu durumların cereyan edebileceği İhtimâlinden ötürü, mezheblerin
abdest bozucu oluşuna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbelîler:
Uykunun bizzat kendisi abdesti bozar demişlerdir. Uyku, çok kısa süreli
olmadığı takdirde mak'adın içinden bir şey çıkmayacak şekilde birşeye dayayıp
emniyete alırsa dahi abdesti bozulur.
Şafiiler dediler ki:
Uyumakta olan kişi, mak'adını sağlam bir yere oturtmadığı takdirde, mak'adından
abdest bozucu bir şeyin çıkmadığından emin olsa bile yine de abdesti bozulur.
Hanefîler: Şafiî
ve Hanbelîlere muhalefet ederek dediler ki: Sahîh olan görüşe göre uyku,
abdesti bozmaz. Ancak üç durumda abdesti bozar:
1. Yan
tarafa uzanarak uyumak.
2. Sırt üstü
uzanarak uyumak.
3.
Uyluklardan birinin üzerine durarak uyumak.
Çünkü bu şekilde
oturan kişinin mafsalları gevşer, dolayısıyla da mak'adına hâkim olamaz. Ama
oturarak uyusa, mak’adını da bir yere dayayarak sağlama alsa esah olan kavle
göre abdesti bozulmaz. Bu durumda yastık ve benzeri bir şeye dayanmış olur da,
bu yastık başkası tarafından çekildiği takdirde uyuyan kişi düşer ve mak'adı da
dayandığı yerden ayrıhrsa abdesti bozulur. Ama oturuşunda bir değişiklik
meydana gelmezse abdesti bozulmaz.
Ayakta veya namaz
rûkûu gibi tam rükû hâlinde uyuyan kişinin abdesti bozulmaz. Zîrâ bu
durumlarda insanın vücudundaki organlar biribirlerine bağlı ve tutkun olurlar.
Yanında konuşanların seslerini duyabilecek kadar hafif bir uyku uyumakta olan
kişinin, uzanmış olmasına rağmen abdesti yine bozulmaz. Ama konuşanların
seslerini işitemiyecek kadar ağır bir uykuda olursa abdesti bozulur. Uykunun
ancak uzanarak vuku bulması hâlinde abdestin bozulacağına ilişkin delil, şu
hadîs-i şeriftir:
“Abdest, ancak uzanarak uyuyan kimseye vâcib olur.
Zîrâ uzanma hâlinde mafsallar gevşer.”
[62]
Hanefîler sırtı üstü
uyuyanla uyluklarından birinin üzerine ağırlığını vererek uyuyan kişileri de
uzanarak uyuyan kimselere kıyaslamalardır. Çünkü uzanarak uyuyanın abdestinin
bozulmasındaki sebeb, mafsallarının gevşemesidir. Bu sebeb, sırtı üstü
uyuyanla, uyluklarından birinin üzerine durup uyuyan kimsede mevcûdtur.
Kendisinde yellenme gevşekliği veya sidik akıntısı bulunan özürlü kimselerin
abdestleri uyku ile bozulmaz. Zîrâ uyanık iken ön ve arkalarından çıkan bu
şeyler, abdestlerini bozmadıklarına göre uyku hâlinde hiç bozmazlar.
Şâfîîler: Kişi
oturarak veya bir binite binerek oturağını oturduğu yere dayayıp arada boşluk
bırakmadan uyusa abdesti bozulmaz. Ama sırtüstü veya yangelerek uyuşa,
oturağıyla oturduğu yer arasında vücûdu zayıf olması dolayısıyla arada bir
boşluk da kalırsa uyumakla abdesti bozulmuş olur.
Uyuklama abdesti
bozmaz. Uyuklama, uykudan ayrı olup beyinde meydana gelen bir ağırlıktır. Ki
uyuklayan kişi, yanında konuşulanları anlamasa bile konuşanların seslerini
işitir.
Hanbeliler dediler ki: Her ne hal ve şekilde olursa olsun uyku, abdesti
bozar. Ancak örfe göre az sayılan oturma ve ayakta durma hâlindeki hafif uyku
abdesti bozmaz.
Malikiler dediler ki: Uyku, ağır olduktan sonra kısa sürsün uzun sürsün,
kişi uzanmış olsun oturmuş olsun, secde hâlinde olsun ayakta dursun, abdesti
bozar. Bunun yanında kısa da sürse uzun da sürse, hafif uyku abdesti bozmaz.
Ancak uzun süren hafif uykudan sonra abdest almak mendubtur. Kısa süreli ağır
uyku: Uyuyan kişi, eğer bir bez dürüp mak'adının (oturağının) kaba etleri
arasına koyup mak'adını tıkamaz ve üzerine oturmazsa ve uyuduktan sonra
tıkaçsız olarak uyanırsa abdesti bozar.
Uzun süreli ağır uyku: Uyuyan kişi oturağını tıkamış olsa bile kesinlikle
abdesti bozar. Uyumakta olan kişi etrafındaki sesleri işitmezse oturağı üzerine
oturup dizlerini yan yana getirerek iki eliyle dizlerini tutar da ellerinin
çözüldüğünün farkına varmazsa, elindeki bir şeyin yere düştüğünün farkına
varmazsa, ağzından salyasının aktığım hissetmezse ağır uykuda demektir.
2. Ön ve
arkadan çıkmadığı halde, onlar gibi abdesti bozan şeylerin ikincisi, kadın
olsun tüysüz genç erkek olsun, şehvetli birinin bunlara dokunmasıdır. Fıkıhçılar,
işi terminolojiye dökerek dokunmanın bazan elle, bazan da vücûdun herhangi bir
tarafıyla olabileceğini, “Lems”in, yani ellemenin ise sadece elle olabileceğini
ileri sürmüşlerdir. Bunların herbirinin kendine özgü hükümleri vardır. Şehvetli
birinin ellemesi mezheblere göre ileri sürülen şartlar doğrultusunda abdesti
bozar.
Şafiiler dediler ki: Yabancı bir kadına dokunmak veya onu ellemek, mutlak surette abdesti
bozar. Elleyen erkek yaşlı, kadın da ihtiyar ve çirkin olsa ve bunlar
birbirlerine dokunmaktan lezzet duymasalar bile yine abdest-leri bozulur. Şafiî
mezhebinde yerleşik kural budur. Elleyen veya dokunan erkek, genç de olsa,
yaşlı da olsa hüküm aynıdır. Bazıları diyebilirler ki: Yaşlı ve çirkin kadını
ellemekten ne tad alınabilir ki bunu yapmakla abdest bozulsun? Bunlara
verilecek cevab şudur: Kadın, yaşadığı sürece mutlaka kendisinden tad alıp
yararlanacak birisi bulunur. Kadına dokunmanın abdesti bozması, erkekle
kadının tenleri arasında bir perde bulunmaması şartına bağlıdır. Abdestin
bozulmaması için arada ince de olsa bir perde bulunması yeterlidir. Tozların
üst üste gelmesiyle arada bir kir tabakasının oluşması bile perde yerine
geçerli olur. Ama ikisinin vücûdları arasındaki ter tabakası perde yerine
geçerli olmaz.
Bir erkeğin başka bir
erkeği ellemesi veya arada perde olmaksızın dahî vücûdlarının birbirine
dokunması abdesti bozmaz. Ellenilen veya dokunulan erkek, tüysüz güzel bir
genç olsa abdest yine bozulmaz. Ama bundan dolayı abdest almak sünnet olur.
Kadının kadını, erseliğin erseliği (Hunsa, çift cinsiyetli) ellemesi veya
tenlerinin birbirine dokunması abdestlerini bozmaz. Erselikle erkek veya
kadının elleri veya tenleri birbirlerininkine dokunacak olsa yine abdestleri
bozulmaz.
Selim tabiatlı
kimselerce, dokunan erkekle dokunulan kadının şehvet haddine vardıkları
bildirildiğinde abdestleri bozulur.
Kadının tüyleri,
tırnak ve dişlerine dokunmakla lezzet duyulsa bile abdest bozulmaz. Çünkü
lezzet duyulmaması, bu nesnelerin özelliğindendir. Denebilir ki: İnsanlar,
kadının bazı yerlerine nisbetle dişlerinden daha fazla lezzet almaktadırlar.
Lezzet duymamak bunların özelliğindendir demek akla uyar mı? Şâfiîler bu
soruya şu cevâbı vermektedirler: Ağıza dokunmak bir tarafa bırakılacak olursa,
dişleri birer kemik parçası olarak ele alacak olursak bunlardan ne lezzet
alınabilir?
Ölüyü ellemek ve ona
dokunmak da abdesti bozar. Mahrem, yani kişiye nikâhlanması ebediyyen haram
olan bir kadına dokunmak veya onu ellemek abdesti bozmaz. Kan bağı, süt bağı
ve hısımlılık bağlarından ötürü bazı kadınların nikâhı ebediyyen insana haram
olabilir. (Anne, kızkardeş, teyze, halâ, kayınvalide, süt ana ve sütbacısı
gibi.) Bunlara dokunmakla abdest bozulmaz. Bazı. kadınların nikâhlanması ebediyyen
değil de geçici olarak haram olur. Baldız, hanımın teyze ve halâsı gibi.
Bunlar, hanımın boşanmasından veya ölümünden sonra nikâhlanabilirler. Bunlara
dokunmak abdesti bozar. Şüphe ile cinsel ilişki kurulan kadının annesine ve
kızına dokunmakla abdest bozulur. Bunların ikisini nikahlamak her ne kadar
harâmsa da bu harâmlık, hısımlık, neseb ve süt bağlarından ötürü doğmamıştır.
Hanbeliler dediler ki: Arada perde olmaksızın şehvetle bir kadım ellemek
veya ona dokunmak abdesti bozar. Bu kadın mahrem olsun yabancı olsun, diri
olsun ölü olsun, küçük olsun büyük olsun fark etmeyip aynı sonuca varır. Yalnız
küçük kızların âdete göre şehvetli olmaları gerekir. Bu hususta kadın da erkek
gibidir. Eğer bir kadın bir erkeği elleyecek olursa veya ona dokunacak olursa
mezkûr şartlarla abdesti bozulur.
Abdestin bozulması
için tüy, diş ve tırnak dışında vücûdun diğer kısımlarının ellenmesi şartı
vardır. Sözgelimi bu saydığımız nesneler ellenecek olursa abdest bozulmaz.
Dokunulan veya ellenilen kişi bunlardan bir lezzet duysa bile abdesti bozulmaz.
Erkek erkeği ellerse, ellenen tüysüz bir genç olsa bile yine abdesti bozulmaz. Kadın
kadını, erselik erseliği ellerse, elleyen bundan bir lezzet duysa bile bile
abdesti bozulmaz.
Bu anlattıklarımızdan
sonra, arada perde olmaksızın âdeten şehvetli olduğu bilinen kadını -bu kadın
yaşlı ve çirkin olsa bile- elleme veya dokunmanın abdesti bozması hususunda
Hanbelîlerle Şâfiîlerin görüş birliği içinde oldukları anlaşılmış olur. Bu iki
mezheb, yalnız mahrem kadınları elleme hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanbelîler derler ki: Mahrem de olsa bir kadını ellemek abdesti bozar.
Ellenen veya dokunulan kadın, elleye-nin annesi de olsa kızkardeşi de olsa
abdesti bozulur. Şâfiîler buna karşıdırlar.
Erkeğin erkeği
ellemesiyle ellenen, tüysüz güzel bir genç olsa bile abdestin bozulmayacağı
hususunda görüş birliği edilmiştir. Yalnız Şâfiîler, bunu yapanın abdest
almasının sünnet olacağı kaydını koymuşlardır. Kadının tüyü, tırnağı ve
dişlerinin ellenmesinin abdesti bozmayacağı hususunda da görüş birliği
edilmiştir... Ancak Şâfiîlerin anlatmış oldukları hafif bazı detaylarda
aralarında bir görüş ayrılığı olmuştur. Ki bu nedenle de her iki mezhebin
görüşlerini ayrı ayrı anlatmayı uygun gördük.
Malikiler dediler ki: Abdestli biri kendisinden başka birine, eliyle veya
vücûdunun herhangi bir tarafıyla dokunacak olursa abdesti bozulur. Ancak
abdestin bozulması için gerek dokunanda, gerek dokunulanda bazı şartların gerçekleşmesi
îcâb eder:
1. Baliğ
olacak.
2. Lezzet
kasdiyle dokunacak. Veya dokununca lezzet duymuş olacak. Lezzet kasdiyle
dokunup lezzet duymasa bile yine abdesti bozulur. Bunun tersi için de aynı
hüküm geçerlidir.
3. Dokunduğu
kimse çıplak veya hafif bir örtüyle örtünmüş olacak. Örtü kalın olursa abdest
bozulmaz. Örtü kalın olur da içindeki şahsın bir organını tutup eliyle
avuçlayacak olur veya lezzet kasdiyle bunu yaparsa abdesti bozulur. Lezzet
kasdiyle yapmayıp lezzet duyarsa yine abdesti bozulur.
4. Dokunduğu
kimse âdeten şehvetli biri olacak. Örneğin beş yaşındaki şehvetsiz küçük bir
kız çocuğunu ellemek abdesti bozmayacağı gibi, erkeklerin kendisinde
tamahlarının kalmadığı yaşlı kadını ellemek de abdesti bozmaz.
5. Saç ve
tüyler de vücudun parçalarından sayılmaktadırlar. Lezzet alma kasdiyle kadının
saçlarına dokunulacak olursa abdest bozulur. Lezzet kasdi olmaksızın dokunur da
lezzet duyacak olursa yine abdesti bozulur. Ama kadın, kendi eliyle kendi saçma
dokunacak olursa abdesti bozulmaz. Aynı şekilde erkeğin saçı kadının saçına,
tırnağı kadının tırnağına dokunacak olursa bunlarda duyu olmadığı gerekçesiyle
abdesti bozulmaz.
6.
Dokunmakla abdestin bozuluşu, lezzet kasdi veya lezzet duyma sebebinden
ötürüdür. Dokunulan kadının yabancı bir kadın olmasıyla kendi eşi olması
arasında fark olmadığı gibi, dokunulanın tüysüz bir delikanlı olmasıyla sakalı
yeni bitmekte olup insana lezzet veren bir genç olması arasında fark olmayıp
hepsi abdestin bozulmasına neden olurlar.
7. Dokunulan
kızkardeş, veya onun kızı, hala veya teyze gibi mahrem bir kadınsa ve dokunan
da şehvetli olup lezzet almayı kasdeder ve fakat lezzet duymazsa abdesti
bozulmaz. Ama dokunduğu kadın yabancı biriyse, lezzet kasdi olmazsa bile
abdesti bozulur.
8. Ağızdan öpmek
de dokunma ve ellemenin hükmüne tâbidir. Lezzet kasdiyle öpen veya zorla
öptürmek gibi lezzet kasdi olmaksızın öper ve fakat lezzet duyarsa abdesti
bozulur. Kişi kendi nefsindeki maksada göre birine acıyıp öper de lezzet
duymazsa abdesti bozulmaz. Eğer lezzet duyarsa abdesti bozulur. Bütün bu
saydığımız şartlar dokunana nisbetledir. Dokunulana gelince o da, baliğ ise ve
kendisine dokunulup ellendiğinde lezzet duyarsa abdesti bozulur. Eğer
kendisine dokunulduğunda veya ellendiğinde lezzet duymayı kasdederde zâten dokunan
durumuna geçer. Ki yukarıda geçen hükümlere tâbi olur. Düşünmekle veya
dokunmaksızın bakmakla lezzet kasdi olsa veya lezzet duyulsa bile veya fuhuşa
dâir kötü söz söylese bile abdesti bozulmaz. Eğer düşünme veya bakma sebebiyle
mezîsi gelirse abdesti bozulur. Menisi gelirse de gusül yapılması gerekir.
Hanefîler: Bedenin
hangi tarafıyla olursa olsun, dokunan veya dokunulan çıplak da olsa abdest
bozulmaz, derler. Kişi, abdestli olur; ikisi de çıplak ve hanımına bitişik
olarak aynı yatağa uzanacak olurlarsa, abdestleri bozulmaz. Ancak kendilerinden
mezi ve benzeri bir şeyler akarsa veya ikisinin tenasül organları üst üste
gelecek olursa abdestleri bozulur. Tabiî ayrıca erkeğin penisinin sertleşmesi
ve arada vücûdlarının ısısını engelleyecek bir perdenin bulunmaması hâlinde
erkeğin abdesti bozulur. Kadın ise, erkeğiyle yanyana gelip, tenasül organının
onunki ile üst üste gelmesi hâlinde abdesti bozulur. İki kadın çıplak olarak
birbirlerine sarılıp bitişirler ve cinsel organları da birbirine temas ederse abdestleri
bozulur. Hamamlarda olduğu gibi iki erkek, kalabalıktan ötürü çıplak olarak
yanyana gelip bitişecek olurlarsa, dokunanın penisi sertleşmedikçe abdestleri
bozulmaz.
Böylece Hanefîlerin bu
hükümde diğer İmamlardan ayrı görüşe sâhib oldukları öğrenilmiş oldu. Mâlîkîler
abdestin bozulmasını, lezzet kasdına veya lezzet duyma şartına bağladılar.
Şehvetsiz ihtiyar kadını ellemekle abdestin bozulmayacağını söyleyerek de,
bozulur diyen Şafiî ve Hanbelîlere muhalefet etmiş oldular. Güzel ve tüysüz
delikanlıları ellemekle abdestin bozulmayacağını söyleyerek Hanefîler,
Mâlikîlere muhalefet ettiler. Hanbelîlerle Şâfiîler de bozulmaz dediler.
Dokunulan çıplak olmadıkça ve üzerindeki örtüsü de ince ve hafif olmadıkça
dokunmanın abdesti bozmayacağını söyleyerek bazı şartlarla diğer mezheplerle
görüş birliği yaptılar. Ancak Malikiler
dediler ki: Dokunulan, elbisesini giyinikse ve abdestli biri de onun vücûdunu
eliyle tutacak olursa abdesti bozulur.
Kadının saçını tutmada
ihtilâfa düşmüşlerdir. Mâlikîler derler ki: Erkek, kadının saçma lezzet
kasdiyle dokunur veya lezzet kasdiyle olmaksızın dokunur da lezzet duyarsa
abdesti bozulur. Çünkü saçların lezzet verdikleri tartışma götürmez bir şekilde
kesindir. Ama kadınlar, kendi saçlarıyla erkeklere dokunacak olurlarsa
kendilerinin abdestleri bozulmaz. Çünkü onlar, bundan bir şey hissetmezler.
Hanbelî ve Şâfiîlerse, saça dokunmanın abdesti bozmayacağı görüşündedirler.
3. Önden ve
arkadan çıkan şeyler gibi abdesti bozan şeylerin üçüncüsü ellemektir. Kişi,
eliyle ya kendi vücûduna veya başkasının vücûduna dokunur. Başkasının vücûduna
dokunmakla ilgili hükümler geçen bölümde anlatıldı. Kişinin kendi vücûdunu
ellemesine gelince, bundan lezzet duyacağı alışılmış bir durum değildir. Ama
baz; hadîsler, kişinin kendi penisini ellemesinin abdestini bozacağına delâlet
etmektedirler. Diğer bazı hadîslerdeyse, bunu yapmakla abdestin bozulmayacağı ifade
edilmektedir. İşte bu nedenle mezhebler, bu konuda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir.
Kişinin kendi penisini
ellemesiyle abdestinin bozulmayacağı görüşünde olanlar, bazı hadîsleri delil
olarak ileri sürmektedirler. Bunlardan biri İbn Mâce dışındaki diğer Sünen
sahiplerinin rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerîftir:
Rasûlullah (s.a.s.)
namazdayken penisini elleyen bir erkeğin durumu hakkında sorulduğunda şu
cevabı vermiştir:
“O, senin vücudundaki bir parça etten başka bir şey
değildir.” [63]
İbn Hibban da bu
hadîsi. Sahîh'inde rivayet etmiştir. Tirmizî ise, “Bu mevzuda rivayet edilen en
güzel hadîs budur” demiştir.
Penisi ellemek abdesti
bozar diyenler de birçok hadîs-i şerîfi delîl olarak ileri sürmektedirler. Ki
bunlardan biri şu hadîs-i şeriftir:
“Kim penisini ellerse abdest alsın.” [64]
Üç mezheb İmamı,
penisi ellemenin abdesti bozacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerse
bu hususta onlara muhalefet etmişlerdir. Bu mezhebe göre, penisi ellemekten
ötürü abdest bozulmaz. Hanefîlerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Avuç içiyle de olsa, parmakların iç taraflarıyla da
olsa, şehvetle de olsa penisi ellemek abdesti bozmaz. Zîrâ bedevîvâri birisi
Rasûlüllah (s.a.s.) a gelerek
“Ya Rasûlallah!
Namazdayken penisini elleyen bir adamın durumu hakkında ne dersin?” diye
sormuştu da Rasûlüllah, kendisine şu cevâbı vermişti:
“O, senin vücûdundan bir parça veya etten bir
parçadır.” [65]
Yine de penisi elleyen
birinin, âlimlerin ihtilâfından kurtulmak için abdest alması müstehab olur.
Çünkü ittifaklara uyularak yapılan ibâdet, ihtilâflara kaçılarak yapılan
ibâdetten daha hayırlıdır. Ama ittifaklara uyayım derken, kişinin kendi
mezhebine göre mekruh davranışlarda bulunmaması da şarttır.
Bu anlatılanlar bir
tarafa, Rasûlüllah (s.a.s.) in:
“Kim penisini ellerse abdest alsın” mealindeki buyruğunda geçen abdest kelimesini
Hanefîler, lügat manâsında kabul etmişlerdir. Ki bu da ellerin yıkanması
demektir. Penisini ellemiş olan bir kişi, namaz kılmak istediğinde mendûben
ellerini yıkamalıdır.
Kişi, vücûdunun
herhangi bir yerini, hatta mak'adındaki deliğin etrafını bile elleyecek olursa
abdesti bozulmaz. Kadın da elini, kendi tenasül organına değdirecek olursa
abdesti bozulmaz. Ancak parmağını veya iğne uçu gibi bir şeyi vaginaya sokarsa
bu durumda abdesti bozulur. Çünkü bu durumda sanki içeriye bir şey girip
kaybolmuş olmaktadır. Parmağının sadece bir kısmını sokar da parmak
görünmeyecek şekilde olmazsa, ama geri çekerken parmağında ıslaklık ve koku
olursa abdesti bozulur. Aksi takdirde bozulmaz. Aynı şekilde kadın, parmağını
veya bir parça pamuğu vaginasının önüne koyar da pamuk veya parmak ıslanacak
olursa abdesti bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.
Malikiler dediler ki: Penisi ellemekten ötürü ancak bazı şartların
gerçekleşmesi hâlinde abdest bozulur:
1. Kişi
kendi penisini ellerse abdesti bozulur. Başkasının penisini ellerse, başkasına
dokunma hükümleri cereyan eder.
2. Kendi
penisini elleyen baliğ ise abdesti bozulur. Erselik dahî kendi penisini
ellediğinde abdesti bozulur. Çocuk, kendi penisini ellediği takdirde abdesti
bozulmaz.
3. Ellerken
arada bir örtü veya engel bulunmazsa abdesti bozulur.
4. Avuç içi
veya elin yan tarafları veya parmakların alt ve yan kısımları veya baş
taraflarıyla penisi ellerse abdesti bozulur. Diğer parmaklardan farksız olan
duyma ve görmede onlar gibi olan fazla parmakla da penis ellenecek olursa
abdest yine bozulur. Ama baldır veya kol, penise değecek olursa abdest
bozulmaz. Bir ağaç dalıyla penise dokunulursa veya arada bir perde bulunmakla
penis ellenecek olursa abdest yine bozulmaz.
Yukarıdaki şartların
gerçekleşmesi hâlinde lezzet alınsın alınmasın, kasıtla olsun, unutarak olsun,
penis ellendiği takdirde abdest bozulur. Bir kadının kendi tenasül organını
ellemesiyle abdesti bozulmaz. Parmağını soksa ve bundan zevk alsa bile durum
değişmez. Kişinin mak'ad mahallini ellemesi veya zaruret olmadan yapılması
haram bile olsa parmağını bu deliğe sokmasıyla abdesti bozulmaz. Penis kesilmiş
olsa, kesildiği yeri ellemek, teslisleri ve kasık bölgesini ellemek, yapana
lezzet vermiş olsa bile abdesti bozmaz. Başkalarının mak'ad deliğini veya
vaginasını ellemek halinde, başkasına dokunma hükümleri geçerli olur. Bununla
ilgili hükümler, önceki bahiste anlatılmıştır.
Şafiiler dediler ki: Vücûda bitişik veya vücûdtan ayrılıp da henüz parçalanmamış olan
penisi ellemekle abdest bozulur. Her ne kadar vücûdtan ayrıldıktan sonra penis
ismini yitirirse de ellemekle abdest bozulur. Penisin kesildiği yeri ellemek
de bazı şartlarla abdesti bozar:
1. Arada
perde ve benzeri bir engel bulunmazsa.
2. Elleme,
avuç içi veya parmakların alt kısımlanyla yapılırsa. Avuç içiyle parmakların
alt kısımlarının sınırı, avuç ve parmaklar üst üste geldiğinde görünmeyen
kısımlardır. Elin ve parmakların aralarıyla ve yan taraflarıyla penis
ellendiğinde abdest bozulmaz.
Hanbelîler:
Bunlar da Şâfiîler gibi, penisin kişiye ait olmasını şart koşmazlar. Başkasının
penisini ellemenin de kişinin kendi penisini ellemesi hükmünde olacağı
düşüncesindedirler. Bu nedenle demişlerdir ki: Kişi, gerek kendi penisini
gerek başkasının penisini ellerse; ellediği penis küçük bir çocuğun veya bir
ölünün penisi olsa bile abdesti bozulur. Penisi ellenenin değil de penisi
elleyenin abdesti bozulur. Kadın, kendi vaginasını elleyince abdesti bozulacağı
gibi başka birisi de elleyecek olursa elleyenin de abdesti bozulur. Mak'ad
deliğini ellemek de vaginayi ellemenin hükmüne tâbidir. Ama testisleri ve kasık
bölgesini ellemekle abdest bozulmaz.
Ön ve arka dışında
vücûdun herhangi bir yerinden çıkan necaset, çok olduğu takdirde abdesti bozar.
Çokluk ve azlık, kişinin bünyesinin kuvvet veya dermansızlığı ile şişmanlık
veya zayıfliğıyla ölçülür. Meselâ zayıf birinden kan akarsa bu kan, onun
bünyesine göre çok görülürse abdesti bozulur. Çok görülmezse abdesti bozulmaz.
Kusmak da bu hükme tâbidir.
4. Ön ve
arkadan çıkmadığı halde abdesti bozan şeylerin dördüncüsü, çıbandan veya
yaradan çıkan irin ve kandır. Ki bunlar necis olup abdest bozucudurlar.
İrtidâttan dolayı da abdest bozulur. Dinden çıkan bir kişi eğer abdestli ise
abdesti bozulur. Şiddetli derecede gazaplanan câhiller, çoğu kez dîne söverek
bu duruma düşmektedirler. Bunlar küfrü gerektirici sözleri hiç aldırmaksızın
sarfetmekte, sonra da pişman olmaktadırlar. Bunlar bu fiili işlerken şayet
abdestli iseler abdestleri bozulur. En aşağılık irtidât cerîmelerinin sâlih
amelleri boşa savurup heba edeceği bilinirse, insanlar kendilerine hâkim olup
bu vartaya düşmekten kurtulurlar. Ve hiçbir yararı olmayan, tersine birçok
zararlara sebeb olan bu kelimeleri söylememek için dillerini tutarlar.
Hanefîler:
İrtidâttan dolayı kişinin her ne kadar işlemiş olduğu sâlih ameller boşa gitse
de ve mâlî tasarruf yetkisi elinden alınsa da abdestinin bozulmayacağı
görüşündedirler.
Şâfiîler:
İrtidat eden kişi, eğer sidik akıntısı özründen salim ise abdesti bozulmaz,
ama salim değilse, temizliği zayıf olduğundan ötürü abdesti bozulur.
Hanefiler dediler ki: Namazda kahkahayla gülmek abdesti bozar. Bu hususta
birçok hadîsler mevcûd olup, bunlardan TaberânFnin Ebû Musa'dan rivayet etmiş
olduğu hadîsi örnek olarak gösterebiliriz:
“Rasûlullah (s.a.s.),
bir ara halka namaz kıldırıyordu. Gözleri arızalı bir adam içeri girdi.
Mesciddeki çukura ayağı kayıp düşünce de orada namazda bulunanların çoğu
kendisine güldüler. Bunun üzerine Resülüllah (s.a.s.), namazdayken gülenlerin
abdestlerini ve namazlarını yenilemelerini emretti. [66]
Namazda kahkahayla
gülmek, deve eti yemek ve ölü yıkamak abdest bozmaz. Hades hâlinden şüphe
etmekle abdest bozulmaz. Bunun da iki şekli vardır:
1. Kişi,
abdest aldığını kesin olarak bilecek. Ancak abdest aldıktan sonra hades hâlinin
vuku bulup bulmadığı hususunda şüphe ederse bu şüpheden ötürü abdesti bozulmaz.
Çünkü bu kişi, abdestten sonra hadesin vukûbulup bulmadığından şüphe etmektedir.
Şüphe ise tahareti gidermez.
2. Kişi,
abdest aldığını da, kendisinden hades hâlinin vukû bulduğunu da kesin olarak
bilecek. Ancak hades hâlinin vukuundan önce mi sonra mı abdest aldığı hususunda
şüpheye düşecek olursa, bu durumda iki şekille karşılaşılacaktır:
a. Bu kişi
şüphelenmekte olduğu ve hangisinin daha önce vukû bulduğunu bilmediği abdestten
ve hadesten önceki durumunu hatırlamaya çalışacaktır. Eğer abdesfen önce hades
hâlinin vukû bulduğunu hatırlayacak olursa abdesti var sayılır. Çünkü
hatırladığından ötürü birinci hades hâlinden sonra abdest almış olduğu hususu
sabit olmaktadır.
Kahkaha; kişinin
yanmdakilerinin işiteceği kadar yüksek sesle -uzun sürmese bile- gülmesidir. Bu
gülüş, abdesti bozar. Ama sadece kendisinin işitebileceği kadar bir sesle
namazdayken gülmesi hâlinde yalnız namazı bozulur. Abdesti bozulmaz. Namaz
kılan baliğ ise, kadın olsun erkek olsun, kasıtlı olsun unutmuş olsun
kahkahayla gülecek olursa (hem namazı hem de) abdesti bozulur. Yok eğer çocuksa
bozulmaz. Ayrıca kahkahayla gülmek, secdeli ve rükû'lu namazlarda vekûbulursa
bu saydığımız hükümler söz konusu olur. Diyelim ki tilâvet secdesini edâ
etmekte olan biri kahkahayla gülecek olursa sadece secdesi bozulur. Abdesti
bozulmaz. Namazını bitirmek üzere olan birisi, selâm yerine kahkahayla gülecek
olursa abdesti bozulur. Namazı sahîh olur. Hanefîlere göre selâmdan başka
şeylerle de namazdan çıkılabilir. Ancak selâm yerine kahkahayla gülen, Allah'a
yalvaracağına terbiyesizlik etmiş ve vâcib olan selâmı terk etmiştir.
Hanbelîler:
Deve etini yemekten ve ölüyü yıkamaktan ötürü abdest bozulur demişlerdir.
Malikiler dediler ki: Hades veya hadese sebeb hâllerin vukû bulduğundan
şüphe edilince abdest bozulur. Meselâ bir şahıs, abdest aldıktan sonra
yellenmekten veya penisini ellemekten dolayı abdesti bozulduktan sonra abdest
alıp almadığından veya abdest ile hades hâlinin hangisinin daha önce
vukûbulduğundan şüphe edecek olursa abdesti bozulur. Çünkü berâet-i zimmet
ancak yakîn ile hâsıl olur. Yani zimmetten kurtulmak, ancak kesin hükümlerle
mümkün olur. Şüphedeki adamda ise yakînden eser yoktur.
Hadesli bir kişi
abdest alarak hades hâlini ortadan kaldırdıktan sonra ikinci kez kendisinde
hades hâlinin vukûbulup bulmadığından şüphe edecek olursa ne yapmalıdır? Yalnız
Hanefîlere göre şüphenin, yakîne zararı olmayacağını hatırlatmakta da fayda
vardır. Evet, durumu belirtilen kişi için bir örnek vermeye çalışalım: Bir kişi
öğleden sonra abdest aldığını kesin olarak bildiği gibi, öğleden sonra da
kendisinde hades hâlinin vukûbulduğunu kesin olarak biliyor. Ancak hadesin
önce vukûbulup abdes-ti sonra aldığı (ve dolayısıyla abdestli olduğujnu
kestiremediği gibi; abdesti önce alıp hadesin sonra vukû bulduğu (ve
dolayısıyla abdestsiz olduğu)nu kestirememektedir. Bu durumda öğleden önceki
durumunu değerlendirecektir. Şöyle ki: Eğer öğleden önce abdestsiz idiyse,
öğleden sonra abdestli sayılır. Çünkü bu kişinin hades hâlinin öğleden önce
vukû-bulduğuna ve abdestini de öğleden sonra aldığına kesin olarak kanaat
getirilmiş olur. Öğleden sonra vukû bulan ikinci hades hâlinin abdestten önce
mi, sonra mı vukûbulduğu hususunda şüpheye düşecek olursa abdestli sayılır.
Çünkü şüphe ile abdest bozulmaz.
b. Kişi eğer
öğleden önce abdestli olduğunu, sonra yine abdest aldığını ve hades hâlinin
vukûbulduğunu hatırlayacak olursa bu durumda birkaç şekil ortaya çıkmaktadır.
Şöyle ki:
Eğer abdest yenilemek,
âdeti ise fecirden sonra kesin abdestsiz olduğuna hükmedilir. Çünkü fecirden
önce abdestli olduğu kesinlikle bilinmektedir. Bundan sonra da abdest
yenilemiş ve de hades hâli vukû bulmuştur.
Hanbeliler dediler ki: Abdest tazelemek itiyadında olsa bile bu kişi, önceki
hâlinin tersine göre amel eder. Yani önce abdestsiz ise abdestli olduğuna;
abdestli ise abdestsiz olduğuna itibâr edilir.
Ancak kendisi,
bunlardan hangisinin daha önce, hangisinin daha sonra olduğunu bilememektedir.
Bu şüphe, abdesti bozacak bir şüphe olarak kabul edilmez. Çünkü daha önce
birinci abdesti aldığı kesin, hades hâlinin vukuu da kesindir. İkinci abdesti ise,
kendisinden sonra hades vukûbulan birinci abdesti yenilemek İçin aldığı kabul
edilir. Böylece de ikinci abdesti, vukuu kesin olan hades hâlini ortadan
kaldırmak için almadığı anlaşılmış olur.
Eğer abdest yenilemek
âdeti değilse, abdestli sayılır..Çünkü ikinci abdest, şüpheli olan hades
hâlini ortadan kaldırmış olmaktadır. Bütün bu anlatılanlar, abdestin
tamamlanmasından sonra akla gelebilecek olan şüphelerle İlgilidir. Ama abdest
esnasında, bir organı yıkayıp yıkamadığında şüpheye düşecek ulursa şüphelendiği
organı yeniden yıkar.
Gayet açık olarak
bilinmektedir ki biz, bu ilmî incelikleri, ilim talebelerine faydalı olur
ümidiyle burada anlatmaktayız. Avam tabakasına mensub kimselerin, zorunluluk
olmadıkça bu incelikleri bilmelerine gerek yoktur. Meselâ bir kişi, suyun kıt
olduğu bir yerde olur, yaşlılık, zayıflık ve soğuktan ötürü abdesti iade
etmesi zorlaşır ve teyemmüm etmesi de mubah olmaz bir durumdaysa, bu anlattığımız
inceliklerden haberdar olmalıdır. Âlimler, toplumun bir kısmının veya tümünün
yararlanacağını hesaba katarak dînî hükümlerden her hangi birini açıklamaktan
geri durmazlar.[67]
İstincâ, önden ve
arkadan çıkan pislikleri gidermek ve bunların çıkış yerlerini su, taş ve benzeri
şeylerle temizlemektir. İstincâ kelimesinin yerine bazan “istitâbe”'veya “isticmar”
kelimeleri de kullanılmaktadır. Ancak isticmar, sadece taşlarla yapılan
temizliğe özgü bir terimdir. Bu kelime arapçada, küçük çakıl taşları anlamına
gelen 'cimar' dan türemiştir. İstitâbe denmesi ise, kişi pisliklerden
temizlenince gönlü ferah olup müsterih olduğundan ötürüdür.
İstincâ demesi de şu
sebepten ileri gelmektedir: İstincâ, “Necevtü'ş-şecerete”, yani “ağacı kestim”
cümlesindeki “necevtü” fiilinin südâsî mezîdlerinden olan “istif'al” babının
masdandır. Kesmek, yani necaseti kesmek anlamını ifade etmektedir. İstincânm
suyla yapılması asıldır. Bizden önceki ümmetlerde istincâ, sadece suyla yapılırdı.
Rivayet olunur ki suyla ilk istincâyı yapan, Hz. İbrahim (a.s.) dır. Ama İslâm
dîni bir kolaylık ve müsâhama eseri olarak istincânm taşla ve benzeri, mak'ada
zarar vermeyecek diğer şeylerle de yanılmasına ruhsat vermiştir.[68]
Anlattığımız mânâda
istincâ farzdır..
Hanefiler dediler ki: İstincâ veya onun yerine geçen isticmar, kadınlar ve
erkekler için müekked bir sünnettir. Müekked sünnetin özelliği gereği, istincâ
yapmayan, kuvvetli görüşe göre kerahete girmiş olur. Necaset, çıkış deliğinin
etrafına yayilmadıkça istincânm su, küçük taş ve benzeri şeylerle yapılması
müekked sünnettir. Çıkış yerinden maksat, Hanefîlere göre insan ayakta
durduğunda oturağın (mak'adın) kapanıp görünmeyen deliği ile penisin ucundaki
deliktir. Bu çıkış yerlerinden çıkan pisliğin alışılagelen dışkı ve idrar gibi
bir pislik olmasıyla kan ve irin gibi alışılagelmeyen bir pislik olması
arasında fark yoktur. Bu pislikler, sözü edilen çıkış delikleriyle
oturağın dışına
yayılacak olurlarsa durumu değerlendirmek gerekir. Yayılan necaset, bir
dirhemin genişliğinden daha fazla ise bu pisliği yalnız su ile gidermek farz
olur. Bu durum artık istincâyı değil de necaseti giderme konusunu
ilgilendirmektedir. Necasetin giderilmesi için de su kullanmak gereklidir;
farzdır. Yine aynı şekilde penisin baş tarafına sidik yayılır ve bu sidik bir
dirhem miktarından daha fazla olursa suyla temizlenmesi farz olur. Taşla
temizlemekle yetinilmemelidir. Sahîh olan görüş budur. Sünnet edilmemiş bir
penisin başındaki kılıfa da bulaşan sidik bir dirhem miktarından fazla olursa
suyla yıkanması farz olur. Taşla temizlemek yeterli olmaz. Bu görüş, İmam Âzam
ile Ebû Yûsuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre ise, çıkış deliğinin dışına
yayılan necaset bir dirhem miktarından az da olsa çok da olsa yıkamlması vâcib
olur. Bunu yaparken çıkış deliğinin tam üzerinde bulunan pislikleri yıkamanın
da vâcib olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü etrafa yayılan pislik, çıkış
deliğinin tam üstündeki pislikten yayılmıştır. Her ne kadar İmam Âzam ile Ebû
Yûsuf'un görüşleri esas olarak alınıyorsa da, İmam Muhammed'in bu görüşü
ihtiyata daha yakındır.
Suyun bol olduğu
mıntıkalarda ihtiyata uymak için pisliği suyla yıkayıp temizlemek gerekir.
Pislikler ve pis kokular ancak su ile temizlenip giderilebilir. Çöl gibi suyun
kıt olduğu yerlerdeyse İmam Âzam ile Ebû Yûsuf'un görüşlerine uyulacağı
açıktır. Su bulunmasına rağmen kullanılması bazı sebeblerden ötürü
imkânsızlaşıyorsa da bu görüşe uymak gerekir. Özetle Hanefîlerin bu konudaki
görüşlerinin şu noktalarda toplanmakta olduğunu söyleyebiliriz:
Çıkış deliğinin
üzerinde bulunan dışkı ve idrar gibi alışılagelmiş pisliklerle mezî,vedî ve
kan gibi alışılagelmemiş pisliklerin su veya başka şeyle giderilmesi müekked
sünnettir. Ki buna istincâ, isticmar veya istitâbe denmektedir. Çıkış
deliğinin etrafına yayılan pislikleri gidermekse farzdır. Ki buna istincâ değil
de, necasetin giderilmesi denir. Bu necasetin miktarı bir dirhemden fazla
olunca suyla giderilmesi şart mıdır, değil midir? Bu hususta İmam Muhammed ile
İmam Âzam ve Ebû Yûsuf arasında görüş ayrılığı mevcuddur. İmam Muhammed der ki:
Çıkış deliğinin dışına yayılan pislik bir dirhenı miktarından az olsa bile
suyla yıkanılmahdır. İmam Âzam ile Ebû Yûsuf der ki: Bu pislik, bir dirhem
miktarını aşmayınca suyla yıkamlması vâcib olmaz. İstibrâ dışında kadınla erkek
aynı hükümlere tabidirler. İstibrâ, çıkış mahallinde sidik veya dışkı
kalıntısının bulunmadığına galip bir zanla kanâat getirmektir. Bu anlamda
istibrâ, kadına vâcib değildir. Ancak dışkı veya idrarını tamamladıktan sonra
az bir zaman beklemeli, bilâhare istincâ veya isticmar yapmalı veya her
ikisini bir arada yapmalıdır.
Bir kişi isticmar
yaptıktan sonra çıkış yerinde necasetin eseri kalır da terledikten sonra o
eser, çamaşırına bulaşacak olursa; bulaşık miktarı bir dirhemden fazla olsa
bile çamaşır necis olmaz. Ama isticmar yapan kişinin çıkış deliğinde pislik
eseri kalır da o kişi, az miktardaki bir suyun meselâ küçük bir su kabının
içine oturursa oturduğu suyu ve kabı necis eder. Bunu söylemekle istincâmn,
yani sadece çıkış deliğinin üzerindeki pisliği gidermenin farz değil de sünnet
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü çıkış deliğinin etrafına yayılma olduğunda bu,
istincâ olmaktan çıkıp necaseti giderme hükümlerine tâbi olur. Yalnızca küçük
abdest yapılıp sidik, penis deliğinin etrafına yayılmadığı takdirde istincâ
yapmak müstehab olur. Ama sidik, penis deliğinin etrafına yayılacak olursa bu
durumda yapılacak olan istincâ değil de necaseti gidermektir. Sırf yellenmekten
ötürü istincâ yapmaksa bid'attir.
Katı necasetlerde
dirhem miktarı, yirmi kırattır. Sıvı necâsetlerdeyse dirhem miktarı, avuç
dibinin dolusu kadar olmasıdır. Bir kırat, kabuğu olmayan beş arpa tanesi
ağırlığına mukabildir. Ayrıca bir kırat, orta yollu bir keçiboynuzu meyvesinin bir
çekirdeğinin ağırlığına da mukabildir. Yine bu çekirdeklerden her biri
beldemizdeki buğday tanelerinden dört tanesinin ağırlığına denk gelir. Sonuç
olarak da bir dirhem, keçiboynuzu meyvesinin çekirdeklerinden onaltı tanesi
kadar bir ağırlıktır. Bu anlatılanlardan sonra kişi, bir dirhemin miktarını
yaklaşık olarak takdir edebilir. Tabiî takdir ederken de ihtiyatı elden
bırakmamalıdır.
Malikiler dediler ki:
İstincâda aslolan mendubluktur. Def-i hacette bulunan kişinin, çıkış deliğinin
üzerindeki pisliği suyla olsun taşla olsun gidermesi mendubtur. Ancak suyla
giderilmesi birkaç durumda vâcib olur:
1. Bakire
olsun olmasın bir kadın, oturarak küçük abdest yaptığında tenasül organından
çıkan şeyi suyla yıkaması vâcib olur. Çıkan bu pislik, çıktığı deliğin etrafına
tassa da taşmasa da hüküm aynıdır. Suyla giderilmesi vâcibtir. Yalnız küçük
abdesti hergün en az bir defa tenasül organının dışına yayılıyorsa bu, sidik
akıntısı olan özürlü kimselerin durumuna benzer. Ki bu durumda bulunan
kadınlar, suyla yıkamaktan muaf tutulurlar.
2. Önden
veya arkadan çıkan pisliğin aşırı derecede etrafa yayılması durumunda da suyla
yıkamak vâcib olur. Normalin dışındaki bu yayılmanın ölçüsünü şöyle tesbit
edebiliriz:
Büyük abdest
yapıldığında dışkının butlara kadar yayılması aşırı derecede bir yayılmadır.
Küçük abdest yapıldığında ise sidiğin, penisin baş tarafındaki sünnet yerini
tamamıyla kaplaması aşırı derecede bir yayılmadır. Bu durumda organın tümünü
suyla yıkamak vâcib olur. Sadece pislik yayılan yeri yıkamak yeterli olmaz.
3. Alışılagelmiş
lezzetiyle penisten mezînin çıkması durumunda da temizlenmeye niyet edilerek
penisin tümünü yıkamak vâcib olur. Ama niyet etmeden yıkayacak olursa mûtemed
olan görüşe göre namazı sahîh olur. Niyet ederek penisin bir kısmını yıkayacak
olursa bazıları namazı sahîh olur dt..niş, bazıları da sahîh olmaz demişlerdir.
4.
Cünüplükten ötürü gusül îcâbeden hâllerde menînin çıkması. Bunun iki şekli
vardır:
a. Bu
durumdaki kişi, gusle yetecek kadar suyun bulunmadığı bir yerde olursa gusül
yerine teyemmüm eder. Ancak penisinin üzerindeki meniyi suyla yıkayıp temizler.
Penisin tamamını suyla yıkamaya gerek yoktur. Gusül yapmak zararlı olur
korkusundaki hasta adam da aynı hükme tâbi olup penisinin üzerindeki meniyi suyla
yıkar ve sonra da teyemmüm eder.
b. Akıntı
hâlinda,menmin bir defa bile olsa hergün sızıntı hâlinde akması. Bu durumdaki
kişi, mazur sayılıp meninin necasetinden muaf tutulur. Ne suyla ve ne de taşla
istincâ yapması gerekmez. Bu şartların tahakkuku durumunda birinci şıkta da
aynı hüküm uygulanır.
5. Hayız ve
nifas hâlinin sona ermesi anındaki kadının ayrıca gusül yapmasına engel bir
mazeretinin doğması durumunda sadece tenasül organını suyla yıkaması ve gusül
yerine teyemmüm etmesi gerekir. Yeterli su yoksa, suyla istincâsı da vâcib
olmaz. Su varken sadece çakıl taşlarıyla istincâ yapması yeterli olmaz.
Yellenmeden ötürü istincâ yapmak da mekruhtur.
Nâdir olarak da olsa
kan, vedî, mezî gibi önden veya arkadan çıkan her türlü necis şeylerden ötürü
de istincâ yapmak zorunludur. Ayrıca çıkmakta olan bu pisliklerin, istincâdan
önce kesilmiş olmaları gereklidir. Aksi takdirde yapılan istincâ geçersizdir,
bâtıl olur. (Hanbelî ve Şâfiîler bu görüştedirler.)[69]
Bilindiği gibi şeriat
koyucu, kazây-ı hacetle ilgili olarak bazı hükümler koymuştur. Ki bunların bir
kısmı, bu pisliklerin çıkış yerlerinin temizlenmesine ilişkindir. Suyla
yapıldığında bu temizlenmeye “istincâ”, sudan başka taş ve benzeri şeylerle
yapıldığında da “isticmâr” adı verilmektedir. İstincâyla ilgili hükümleri her
mezhebe göre ayrı ayrı anlattık. Böylece geriye, kazây-ı hacetle ilgili
davranışların usûl ve erkânını anlatmak kalmış oluyor. Bu arada bir kısım
insanların bu konuyla ilgili olarak ortaya attıkları bir itiraza da değinmek
istiyorum. Diyorlar ki: “Kazây-ı hacet, insanın pozisyonuna ve içinde
bulunduğu kendine özgü ortama bağlı olan tabii hâllerden biridir. Bu işi
yaparken bazı şer'i kayıtlara bağlı kalmak, insanı gereksiz bazı zorluklara
katlanmaya sürükler.”
Bu ve buna benzer
itirazları ileri sürenler, her halükârlarında şer'î yükümlülüklerden sıyrılıp
kurtulmayı amaçlamaktadırlar. Yoksa şeriat sahibinin hayız hâli ve cinsel
ilişkilere ilişkin koymuş olduğu hükümlerle bu hükümler arasında bir fark
olduğunu mu iddia ediyorlar?
Bizler için ne güzel
bir mutluluk vesilesidir ki, İslâmiyet'in bütün bu konularla ilgili vaz'etmiş
olduğu hükümlerin hepsi de akla, sağlık kurallarına ve sosyal düzenin gerekli
kıldığı temizlik prensiplerine tam tamına uymaktadır. Bizler burada İslâm
dîninin vaz'etmiş olduğu hükümlerin se
beb ve illetlerini her
ne kadar araşttrmıyorsak da bilinmelidir ki bunlar, sadece insanın kendisini
ilgilendiren özel hükümlerdir. Ve acizlik halleri dışında insanın yapmaktan
kaçınamıyaeağı ibâdetlerdir. Bütün bunlara rağmen yine de İslâmiyet akla uygun
olan şeylerin tümünü kabullenmiş ve insanların sosyal durumlarıyla sağlıklarına
uygun ibâdetleri onlara görev olarak yüklemiştir. Bütün bunlardan sonra kim
kalkıp da, “dışkı ve idrardan ötürü temizlenmek gereksizdir” veya, “kazây-ı
hacetle ilgili usûl ve erkâna uymak faydasızdır” diyebilir?
İslâm dininin
hükümlerinin tümü, toplumun yararınadır; insanlar için ilâhî bir ihsandır. Bu
kayıtların tümü, insanların yararına olup hiç kimsenin bunlara zarar vermeye
de gücü yetmeyecektir.
Şimdi de kazây-ı
hacetle ilgili olarak konulan hükümlerin tümünü vâcib, haram, mendub ve mekruh
sırasına göre ele alacağız.
1. İstincâ
esnasında yapılması vâcib olan işler: İstincâ esnasında istibrâ yapmak
vâcibtir.
İstibrâ: Ön
veya arka çıkış yerlerinde sidik veya dışkının kalan artığını çıkarmak ve çıkış
yerlerinde artık olarak hiç bir şeyin kalmadığına kuvvetli zanla karar
vermektir. Bazı insaniar, penisin içinde artakalan sidik birikintisini bir iki
adımlık yürüyüşle veya ayağa kalkmakla veyahut da kendine özgü bir takım
hareketlerle dışarı atmayı âdet edinmişlerdir. İstincâ yapmak isteyen kişinin
istibrâ yapması gerekir. Sidik sızıntısının kesildiğine karar vermedikçe
abdest alması caiz olmaz. Bu durumda abdest alır da bir damla sidik damlarsa
abdestinin bir faydası olmayıp boşa gider. Penisin içinde kaldığını tahmin
ettiği sidik birikintisini çıkarıp geriye hiç bir sızıntı ve birikinti
kalmadığına kuvvetli zanla karar verdikten sonra abdest alması gerekir. Bu,
ittifakla vâcibtir. Bazıları demişlerdir ki: Pisliğin çıkış yerinde bir miktar
birikinti kaldığına kuvvetli zanla karar verilmedikçe istibrâ yapmak vâcib
olmaz. Bazılarıyla çıkış mahallinde bir miktar birikinti kalmadığına kanaat
getirebilmek için istibrâ yapmak vâcibtir demişlerdir.
Şâfiîler:
Pisliğin çıkış yerinde bir miktar birikinti kaldığına kuvvetli zanla karar
verilmedikçe istibrâ yapmak vâcib olmaz diyenler sadece Şafiîlerdir.
2. Kazây-ı
hacet yapılması haram olan yerler: Mezarların üzerinde kazây-ı hacette
bulunmak haramdır. Bunun haramlık sebebi gayet açıktır.
Hanefîler:
Mezarlar üstünde kazây-ı hacette bulunmak tahrîmen mekruhtur demişlerdir. Her
halükârda bunu yapanın günahkâr olacağı hususunda diğerleriyle görüş birliği
etmişlerdir. Ancak diğer mezhebler bu günâhın şiddetli bir günâh olduğunu da
kaydetmişlerdir. Ve bunun sebebi de yukarıda anlatılmıştır.
Mezarlıklar, ibret ve
nasihat alma yerleridir. İnsanların avret mahallerini açarak bunların üstünü,
kendinden çıkan pisliklerle kirletmeleri edebe aykırıdır. Sahîh rivayete göre
Peygamber (s.a.s.), âhireti hatırlamaları için, ümmetini kabirleri ziyaret
etmeye teşvik etmiştir. İbret ve nasîhat almak için ziyaret edilen yerlerin,
büyük veya küçük abdest yeri olarak kullanılmaları ahmaklık ve cahillik değil
de nedir? İşte mezarların üzerinde kazayı hacette bulunmak, bu sebebten ötürü
yasaklanmıştır. Bu mânâyı kapalı bir şekilde dile getiren hadîslere örnek
olarak Müslim'in ve Ebû Dâvûd'un rivayet etmiş oldukları şu hadîs-i şerîfi
dikkatlere sunmakta yarar vardır:
“Sizden birinizin, yanmakta olan bir ateş közü üzerine
oturup da elbisesinin yanması ve sonra da (ateşin), derisine ulaşması, elbette
kabir üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” [70]
Bazı âlimler bu
hadîsin, kazây-ı hacet maksadıyla mezar üstüne oturmanın yasak olduğu anlamına
geldiğini söylemişlerdir. Ama hadîste buna işaret edecek bir unsur yoktur.
Aslında hadîsin ifade etmek istediği husus, vakit geçirmek ve teselli bulmak
için mezarların üzerine oturmaktır. Nitekim bazı câhil köylüler de böyle
yapmaktadırlar. Bunlar mezarlıklarda güneşlenmekte ve bazı mezarların
gölgesinden istifade etmekte, buralarda birbirleriyle tıpkı şehirlilerin
lokallerde ve kahvehanelerde yaptıkları gibi çene çalıp sohbette
bulunmaktadırlar. Kuşkusuz bu davranışlar, mezarları ziyaret etmekle elde
edileceği umulan nasihat, ibret ve haşyete ters düşmektedir. Üstelik bu
sebeble mezarlar da pervasızca tahkîr ediliyor. Rasûlullah'ın İbn Mâce
tarafından rivayet edilen şu hadîs-i şerîfi konuya ne güzel bir açıklık
getirmektedir:
“Yanmakta olan bir ateş közünün veya şiddetli derecede
sıcak bir yerin üstünde yürümem veya delinen ayakkabımı ayaklarımın derisiyle
yamalamam, kabir üstünde yürümemden daha hayırlıdır.” [71]
3. Durgun
suda kazây-i hacet yapmak caiz değildir. Sahabeden Hz. Câbir (r.a.) in rivayet
ettiği bir hadîse göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz; durgun suya idrar
yapılmasını yasaklamıştır. Dışkı da idrar gibi bu yasağın kapsamına alınmıştır.
Çünkü o daha pis ve dolayısıyla yasağı da daha şiddetlidir.
Durgun suya idrar
yapma yasağıyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Az olan durgun suda kazây-ı hacette bulunmak
haramdır. Ama büyük bahçelerdeki büyük göllerde ve geniş havuzlarda idrar
yapmak haram olmaz. Ancak bu göller ve büyük havuzlar başkasının mülkü olur da
kullanılmalarına sahibince izin verilmemiş veya verilmiş de, içine pislenmesine
izin verilmemişse, içine idrar yapmak haram olur. Eğer su akar ise, içine idrar
yapmak haram değildir. Ancak bu akar su da başkasının olup izin vermemişse
veya vakıf suyu ise içine idrar yapması haram olur.
Hanefiler dediler ki: Az miktarda olan durgun suda kazây-ı hacette
bulunmak şiddetle haram kılınmıştır. Eğer su çok ise bu, tahrîmen mekruh olur.
Eğer su akar ise, içine idrar yapmak tenzîhen mekruhtur. Su her ne kadar çok
olsa da başkasının mülkü olur ve içine idrar yapılmasına izin verilmezse veya
bu su vakıf malı ise içine pislemek haramdır.
Hanbeliler dediler ki: Az veya çok, durgun veya akar suda büyük abdest
bozmak haramdır. Genişliği ve içine düşen pisliklerin görünmemesi bir tarafa,
yolculuk yapıldığında sefer zorlukları göz önüne alınarak denizde büyük abdest
bozmak haram olmamaktadır. Durgun suya idrar akıtmak haram değil ama mekruhtur.
Az miktardaki akar suya da idrar akıtmak mekruhtur. Çok miktardaki suya idrar
akıtmaksa mekruh değildir. Ancak bu suyun vakıf suyu olmaması veya başka
birinin özel mülkiyetinde bulunuyorsa sahibinin izin vermiş olması gerekir.
Aksi takdîrde bu sularda kazây-ı hacette bulunmak haram olur.
Şafiiler dediler ki: Az olsun, çok olsun suda kazây-ı hacette bulunmak haram değildir. Sadece
mekruhtur. Ancak bu su, başkasının mülkiyetinde bulunuyor da sahibince
kullanımına izin verilmiyorsa veya biriktirilmiş fakat geniş olmayan bir su
ise bunda kazây-ı hacette bulunmak haram olur. Yalnız Şâfiîler geceyle gündüz
arasında bir ayırım yaparak demişler ki: Durgun olsun akar olsun, gündüzleyin
az suda kazây-ı hacet yapmak mekruhtur. Ama geceleyin az da olsa çok da olsa
suya idrar yapmak mekruhtur.
İslâm fıkhının
vaz'etmiş olduğu bu hüküm, ilmin kabullendiği ve selim aklın benimsediği en
güzel hükümlerden biridir. Kendisinden yararlanmak İçin hazırlanan suya
pislemek, nefretle kınanan çirkin huylardan biridir. Ayrıca bazı salgın
hastalıkların da etrafa yayılmalarına neden olur. İslâmiyet'in yüceliklerinden
biri de ibâdetlerin, insanların yararına olarak vaz'edilmiş olmalarıdır.
4. Suyun
geliş yerlerinde, insanların gelip geçtikleri yerlerde ve gölgelendikleri
mevkilerde kazây-ı hacette bulunmak haramdır.
Hanefî ve Şafiiler dediler ki: Bu gibi yerlerde kazây-ı hacette bulunmak mekruhtur.
Ancak bu yerler, vakıf malı veya başkasının mülkiyetinde ise haram olur.
İnsanların gelip geçmekte oldukları umumî yerlerde, suların geliş yerlerinde ve
gölgeliklerde kazây-ı hacette bulunmanın yasak olduğu hususunda mezheb İmamları
ittifak etmişlerdir. Ancak Şafiî ve Hane-fîler bu yasağı mekruh olarak; Mâlikî
ve Hanbelîlerse haram olarak ifade etmişlerdir. Ancak her iki görüş de bu fiili
yapmanın sonucuna göre karar verilmesini kabullenmişlerdir. Meselâ kazây-ı
hacet yapmaktan ötürü insanlara şiddetli bir zarar dokunuyor veya genel sağlık
durumlarını olumsuz yönde etkiliyorsa bu, icmâ' ile haram kılınmıştır. Zîrâ
insanlara zarar vermek ve onlara eziyette bulunmak kesin ve sert bir biçimde
yasaklanmıştır. Mekruh olduğunu söyleyenlerse her hâlde, tuvalet bulunmayan
ıssız ve geniş yerlerde kazây-ı hacette bulunmayı kasdetmiş olacaklar. Ki
bunun pek şiddetli bir zararı olmasa gerektir.
Bu husûsta Müslim ile
Ebû Davud'un rivayet etmiş oldukları bir hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“İki lanet edici
şeyden sakının. Dediler ki:
“Ya Rasûlallah! Nedir
bu iki lanet edici şey?” Buyurdular ki:
“İnsanların yollarında veya gölgeliklerinde def-i
hacette bulunandır.” [72]
Bir kişinin hadîste
belirtilen bu iki yerde kazây-i hacette bulunması onun lanetlenmesine sebeb
olur. Çünkü yollarda kazây-ı hacette bulunanlar, sövüp saymalara maruz
kalmaktadırlar. Oysaki bu ezâ verici ve tiksindirici işi yapmasalar, bu tür
hakaretlere maruz kalmayacaklardır. Bu konudaki bir başka hadîsi de Muaz bin
Cebel (r.a.) rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki:
“Üç lanet yerinden sakınınız: Suların geliş yerleri,
yol üzeri ve gölgelikler.” [73]
“Lanet yerinden”
denmesinin sebebi, buralarda def-i hacette bulunanlara başkasının lanet
okuyacağından ötürüdür.
5. Kazây-ı
hacette bulunurken kişinin, önünü veya arkasını kıbleye çevirmesi haramdır.
Hanefiler dediler ki: Kazây-ı hacet esnasında kıbleye yönelmek veya sırt
çevirmek ister bu iş için yapılmış bir bina dahilinde olsun, ister dışarıda
olsun tahrîmen mekruhtur. Eğer unutarak bu şekillerden birine göre oturur da
sonra hatırlayacak olursa mümkün olduğu kadar başka tarafa yönelmeye
çalışmalıdır. Mümkün olursa, yasak yöne doğru yapılmış olan tuvalete oturmamak
gerekir. İdrâr yapmak, dışkı yapmak, istincâ ve isticmar yapmanın bu husustaki
hükmü aynı olup hepsi de tahrîmen mekruhtur. Bu hususta Hanefîler delil olarak
şöyle bir hadîs naklederler:
“(Tuvalet için hazırlanmış olan geniş ve) alçak çukura
geldiğinizde ne idrar ne de dışkı yapmak için kıbleye yönelmeyin ve de
sırtınızı çevirmeyin.”[74]
Şu anlamda ki bir
kişi, idrarını veya dışkısını yaparken yüzünü kıbleye yöneltirse veya arkasını
çevirirse günahkâr olur. Doğu veya batıya yönelmesi gerekir. Tabîî def-i haceti
dışarıda yapma hâlinde bu hükümler cereyan eder. Tuvalet binası gibi kapalı
bir yerde yapıldığında kıbleye yönelmek veya sırt çevirmek haram olmaz.
Şâfiîler, Mâlikî ve Hanbelîler bu görüştedirler. Def-i haceti tamamladıktan
sonra kıbleye yönelik veya dönük olarak istincâ veya İstİcmar yapmak haram
değil, ama mekruhtur. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüştedirler.
Şafiiler dediler ki: İstincâ veya isticmar esnasında kıbleye yönelmek veya sırtı çevirmek
yasaklanmamıştır. Bu yasak, sadece kazây-ı hacetle ilgilidir.
6. Kazây-ı
hacet yapmakta olanın rüzgârın estiği tarafa yönelmesi mekruhtur. Ama idrar
yapılırken rüzgârın estiği tarafa yönelik olarak oturmak caiz olmaz. Çünkü bu
durumda idrarının serpintileri, kendisinin üzerine savrulur. Bu hükmün
konulmasında, idrarını yapmakta olan kişinin menfaati gözetilmiş olmaktadır.
Doğal olarak insanın, elbisenini ve bedenini kirleten şeylerden nefret edip
uzak durması gerekir. Şerîat sahibi, insanların menfaatlerini gözetmek ve
onları temizliğe teşvik etmek için bu olumsuz davranışları mekruh saymıştır.
7. Kazây-ı
hacet yapmakta olan birinin konuşması mekruhtur. Bunu yapmakla konuşmanın
değeri küçük düşürülmüş olmakta, Allah'ın, peygamberin adlarını ve diğer
kutsal sözleri söyleme olasılığına bile aldırış edilmemektedir. Aslında bu
esnada gereksiz yere konuşmak mekruhtur. İhtiyâç duyulduğu takdirde konuşmak
mekruh olmaz. Meselâ ibrik veya necaseti kurulamak için bez istemek için
konuşma gibi. Bu maksatla konuşmak mekruh olmaz. Bir çocuğu tehlikeye düşmekten
veya bir malı telef olmaktan kurtarmak için konuşmak da elzem olduğu
gerekçesiyle mekruh olmaz.
8. Kazây-ı
hacet yapan, güneşe ve aya doğru yönelmemelidir. Çünkü bunların ikisi,
insanlığın istifade ettiği nimetlerden birer nimet ve Allah'ın varlığına
delâlet eden birer kanıttırlar. Allah'ın nimetlerine gereken saygıyı göstermek
ve kıymetlerini takdîr etmek İslâm Şerîatı'nın kurallarındandır.
Malikiler dediler ki: Kazây-ı hacet yapanın güneşe ve aya doğru yönelmesi
tahrîmen mekruh değildir. Ama en iyisi, bunu yapmamaktır. Çünkü yapılması
tenzihen mekruhtur.
9. İstincâyı
sol elle yapmak mendubtur. Çünkü yemek yeme ve benzeri işlerde umumiyetle sağ
el kullanılmaktadır. Sol eli pisliğe değdirmeden önce parmakları ıslatmak da
mendubtur. Bunu yapmakla pislik, parmaklara kuvvetlice yapışmaz. İstincâ
bittikten sonra da sol eli, temizleyici bir şeyle yıkamak mendub olur.
Necaseti tamamıyla gidermek mümkün olsun diye istincâ esnasında azıcık da
istirhâ yapmak mendub olur.
Şafiiler dediler ki: îstincâ anında istirhâ, yani kişinin kendini serbest bırakması
vâcibtir. Çünkü istincâ yapan ancak bu şekilde kendisinden çıkan pisliği
temizleyebilir.
Hanefiler: İstincâ
yapan, oruçlu değilse istirhâ yapması mendup olur demişlerdir. Zîrâ oruçluyken
alt taraftan içeriye su kaçması orucu bozar. Bir ihtimâl de olsa oruçluyken
bunu yapmamak gerekir.[75]
Kendisiyle istincâ
sahîh olan suda iki şart aranır:
1. Bu,
temizleyici bir su olmalıdır. Sadece temiz bir suyla istincâ yapılması sahîh
olmaz. Nitekim bu suyla necasetin giderilmesi de sahîh olmaz.
Hanefiler dediler ki: Temizleyici suyla istincâ yapmak vâcib değildir. Sadece
temiz suyla istincâ yapmak yeterli olur. Evet, temizleyici suyla yapmak daha
faziletlidir. Çünkü bu suyun, necaseti giderdiği husûsunda mezhebler arasında
görüş birliği mevcudtur. Üzerinde görüş birliğine varılan hükümlere uymak,
Hanefîlere göre erdemli bir davranıştır.
2. Su,
necaseti giderecek miktarda olmalıdır. Necasetin çıkış yerini tekrar eski
temiz hâline getirmeye yetecek kadar olmadığı takdirde bu su kullanılmamalıdır.
İstincâ yapan bir
kimse önce ön tarafını mı yoksa arka tarafını mı yıkayacaktır? Bu hususta
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Necaseti giderme ve temizlemede ön tarafa öncelik
vermek mendubtur. Ancak elini ıslatıp da oturağı (mak'adı) na değdirdiğinde
sidiğinin damlaması âdet hâline gelmişse bu durumda mak'adını öncelikle
yıkaması mendub olur.
Hanefîler:
Bu mevzuda iki görüşleri vardır: Ama müftâbih olanı İmam Âzam'ın görüşüdür. Ki
buna göre öncelikle mak'adı yıkamak gerekir. Çünkü arka tarafın pisliği, ön
tarafınkine oranla daha tiksindiricidir. Ayrıca otraktaki çıkış deliğini ve
etrafını ovarken sidik damlayabilir. Bu durumda ön tarafı önce yıkamanın bir
faydası olmaz.
Şafiiler dediler ki: Suyla istincâ yapıldığında ilkin ön tarafı yıkamak, taşla isticmar
yapıldığında ise ilkin arka tarafı yıkamak mendup olur.
Hanbeliler dediler ki: İstincâ veya isticmar yapmak isteyen bir kişi, erkek
veya bakire bir kızsa ilkin ön tarafı yıkaması sünnettir. Eğer bakire olmayan
bir kadınsa temizliğe dilediği taraftan başlayabilir.
Taş ve benzeri
maddelere gelince bunlar, su bulunsa bile yine de su yerine geçerler. Ancak
istincâda su kullanmak daha faziletlidir. Daha da iyisi, su ile taşlan bir
arada kullanmaktır. Sadece taşla isticmar yapılması hususunda mezheblerin
tafsilâtlı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: İsticmarı toprak, eski bez, taş, kuru çamur parçaları
gibi temiz şeylerle yapmak sünnettir. Kemik, hayvan dışkısı ve benzeri gibi,
kendileriyle isticmar yapılması yasaklanan şeylerle isticmar yapmak, tahrîmen
mekruhtur. Bunlarla isticmar edilmesini Rasûlullah (s.a.s.) yasaklamıştır.
İnsan ve hayvan yiyecekleri de böyledir. Şer'an saygın sayılan şeylerle de
isticmar etmek tahrîmen mekruhtur. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde sabit
olduğu gibi malı zayi etmek, yasaklanmış bir husustur. Kâfir veya ölü de olsa
insan vücudunun bir parçası, üzerine huruf-u mukataa ile yazılmış olsa bile
yazılı kağıtlar, yazı yazmaya elverişli boş kâğıtlar şer'an saygın olan
şeylerin kapsamına gir.erler. îsticmar etmekle telef olan veya değeri eksilen,
mâlî değeri olan şeylerle isticmar etmek mekruhtur. Ama bu vasıftaki bir şeyle
isticmar edildikten sonra, bunlar yıkanıp kurulandığı takdîrde eski hâllerine
dönerlerse mekruhluk durumu ortadan kalkar. Tuğla, balçık, cam, kömür ve üstü
düz kaygan taş ile isticmar etmek mekruhtur. Bu maddelerin kullanılmaları
zarar veriyorsa tahrîmen mekruhtur. Çünkü zararlı şeyleri kullanmak caiz
değildir. Ama zararlı değilse, necaset yerini tam olarak arındırmadıkları
gerekçesiyle kullanılmaları tenzîhen mekruhtur. Başkasının duvarına mak'adını
sürerek isticmar etmek tahrîmen mekruhtur. Zira başkasının malına tecâvüz
etmek caiz değildir. Ama kendi mülkü olan bir duvarla isticmar etmesinde
kerahet yoktur. Kira ile tuttuğu binanın duvarı da kişinin kendi mülkünün
duvarı gibidir. Yukarıda sayılan şeylerden biriyle isticmar etmek, serdedilen tafsilâta
göre tenzîhen mekruh olmakla birlikte yine de yeterli olur. Ayrıca bu bahsin
baş tarafında, sadece suyla istincâ yapılması gereken durumlarla taş ve
benzeri şeylerle isticmarın yeterli olduğu durumlar anlatılmıştır.
Şâfiîler: Kendisiyle
isticmar edilecek nesnenin katı ve temiz olmasını şart koşmuşlardır. Necis bir
şeyle isticmar etmek sahîh olmaz. İsticmar edilecek şey, necaseti söküp atacak
bir şey olmalıdır. Yassı ve gevşek bir şeyle isticmar yapmak sahîh olmaz.
İsticmarda kullanılacak nesne, ıslak bir şey olmalıdır. Meselâ terle ıslanmış
bir şeyle isticmar etmek sahîh olmaz. Şer'an saygın bir şey olmamalıdır...
Ekmek, kemik, fıkıh ve hadîs gibi içinde şer'ı ilimler yazılı olan kitaplar
veya sarf-nahiv, hesab, tıp ve aruz gibi bunlara vesile sayılan ilimlerin
yazılı bulunduğu kitaplar şer'an saygın şeylerden olup bunlarla isticmar etmek
caiz olmaz. Bu ilimlerden başka şeylerin yazılı olduğu kitaplarsa şer'an
saygın sayılmazlar. Üstün kişiliği olan birisinin ismi kastedilerek üzerinde
Ebû Bekir, Ömer gibi isimlerin yazılı bulunduğu şeyler, mescide ait şeyler
(bunlar mescidden ayrı olsalar bile ait oldukları sürece) şer'an saygıya
lâyıktırlar. Kanı heder edilen biri bile olsa sırf şekline nazaran insan
olduğundan ötürü vücûdunun parçalan da şer'an saygındır. Bu sayılan şeylerden
herhangi biriyle isticmar etmek caiz olmaz.
Ön veya arkadan çıkan
necasetlerle de ilgili bazı şartlar vardır. Şöyle ki:
a. Vücûddan
çıkan bu necaset kuru olmamalıdır. Zîrâ kurumuş olan pisliği taşla gidermeye
çalışmanın bir faydası olmaz.
b. Vücûddan
çıkmış olan bu necasetin üzerine başka bir necasetin veya ter gibi başka bir
temiz şeyin katılmaması.
c. Dışkı
kaba etlere kadar, idrar da sünnet yerine kadar yayılmamalı-dır. Bu kayıt
erkeklerle ilgilidir. Kadınlara gelince isticmarı yapan bakire bir kızsa,
necaset, oturduğu zaman görünen yere kadar yayılmamış olmalıdır. Bakire olmayan
bir kadınsa, dâhilde bundan sonrasına kadar yayılmamış olmalıdır. Belirtilen
sınırı aşan necasetin sadece suyla yıkanması gerekir. Tıpkı sünnetsiz erkeğin
idrarının, sünnet kılıfına bulaşması hâlinde sadece suyla yıkanması gerektiği
gibi.
d. Taşla
isticmar edildiğinde üç defadan az silmemeli. Her defasında da necaset
mahallinin tamamı silinmelidir. Her silişte taşın bir başka tarafını da kullanmak
mümkündür. Silmeyi üç defadan eksik yapmak yeterli olmaz. Necasetin çıkış yeri
üç silişle temizlenmemişse, temizleninceye kadar silmeye devam edilmelidir.
Ancak necasetten geriye suyun giderebileceği bir eser veya kiremit kırıntıları
kalırsa bunun pek zararı olmaz.
Malikiler dediler ki: Beş şartı hâiz olan şeylerle isticmar etmek caiz
olur:
1. Taş,
pamuk, yün gibi kuru bir şey olmalıdır. Yünün de davara bitişik olmaması
gerekir. Aksi takdirde mekruh olur. Çamur gibi kuru olmayan bir şeyle de isticmar
etmek caiz olmaz. Çünkü bu, necaseti etrafa daha da yayar. Çamurla isticmar
edilmesi durumunda necaset yerini suyla yıkamak artık zorunlu olur. Eğer
yıkamadan abdest alıp namaz kılınacak olursa, necasetle birlikte namaz
kılınmış olur. Ki bunun hükmü, necasetin giderilmesi bahsinde anlatılmıştı.
2. Kendisiyle
isticmar yapılacak şey temiz olmalıdır. Ölü kemiği, eti yenmeyen hayvanların
tersleri gibi necis şeylerden biriyle isticmar etmek caiz olmaz. Eğer bu
şeylerden katı biri ile isticmar edilecek olursa, isticmarda bundan bir parça
kopmamışsa ve necaset yerini de temizlemişse günahkâr olmakla birlikte bu
isticmar yeterli görülür.
3. Kendisiyle
isticmar yapılacak şey, necaseti temizleyici bir nesne olmalıdır. Meselâ cam
ve fârisî kamışı gibi düz ve pürüzsüz nesnelerle isticmar yapmak caiz
olmaz.
4.
Kendisiyle isticmar edilen şey, eziyet verici olmamalıdır. Meselâ bıçak gibi
keskin ağızlı nesnelerle kenarlı taşlar ve kırık cam parçalarıyla isticmar
etmek caiz olmaz.
5.
Kendisiyle isticmar edilen şey, şer'an saygın olmamalıdır. Meselâ insan
yiyeceği bunlardandır. Tuz, ilaç ve kâğıt da insan yiyeceklerinden sayılmaktadır.
Çünkü kâğıtta az da olsa nişasta vardır. Mektub da şer'an saygın olan
şeylerdendir. Çünkü mektubun içindeki harflerin saygınlığı vardır. Başkalarının
hukukunu ilgilendiren şeyler de ister vakfa, ister özel mülkiyete ait olsun
şer'an saygındırlar. Meselâ vakıf veya başkasının özel mülkü olan bir duvarla
isticmar etmek haramdır. Ama kişinin kendi mülkü olan duvarla isticmar etmesi
mekruhtur. Temiz olan kemik ve hayvan dışkılarıyla isticmar etmek de mekruhtur.
Ama bunlarla veya diğer mekruh veya haram olan şeylerle isticmar etmek günâh
olmakla birlikte yeterli olur. Temizlenmek içiri illâ da suyun kullanılması
gerekli olan durumların izahı, istincâ bahsinde yapıldı.
Hanbeliler dediler ki: Kendisiyle isticmar edilecek şeyde aranan bazı
şartlar vardır. Şöyle ki:
1.
Kendisiyle isticmar edilecek şey, temiz ve mubah olmalıdır. O hâlde
gasbedilmiş bir şeyle isticmar etmek caiz olmaz.
2. Pisliği
temizleyen bir şey olmalıdır. Yani pisliği temizledikten sonra geriye kalan
eserin sadece suyla temizlenebilecek bir kalıntı olması gerekir. Cam ve
benzeri düz, pürüzsüz nesnelerle isticmar etmek sahîh olmaz.
3. İsticmarda
kullanılacak şey katı olmalıdır. Meselâ çamur, hayvan tersi, kemik, insan veya
hayvan yiyecekleriyle isticmar etmek caiz olmaz.
4. İsticmarda
kullanılacak şey, şer'an saygın olmayan bir şey olmalıdır. Meselâ üzerinde “Allah”
lâfza-i celâli yazılı olan bir kâğıt parçası, hadîs veya diğer şer'î ilim
kitaplarıyla, kullanılmaları şer'an mubah olan ilim kitapları hürmete lâyık
olduklarından ötürü bunlarla isticmar yapılamaz. Ama şer'an kullanılmaları
yasaklanmış kitaplarla isticmar yapılabilir. Çünkü bunların saygınlıkları
yoktur.
5. Bir
hayvanın eliyle veya henüz kırkılmamış olan üzerindeki yünüyle isticmar etmek
caiz değildir.
6. Altın ve
gümüş gibi kullanımı yasaklanmış şeylerle de isticmar yapılamaz.
7. Necaset
mahallini en az üç defa silmek de şarttır. Her silişte de necaset mahallinin
tamamı silinmelidir. Bir defada temizlense bile yine de üç-lemek şarttır.
8. Çıkış
deliği, kendisinden çıkmayan başka bir şeyle pislenmiş olmamalıdır.
9. Necasetin
normal sınırın dışına aşmamış olması gerekir. Aştığı takdirde suyla yıkanması
gerekir. Ki bu zorunludur.
10. Çıkış
deliğinden çıkan necasetin hukne (şırıngayla vurulan ilaç) artığı olmaması
gerekir. Hukne artığı ise suyla yıkanması zorunlu olur.
11. Çıkış
deliğinden çıkan necaset, isticmardan önce kurumamış olmalıdır. Kuruduğu
takdîrde sadece suyla yıkanması gerekir. Kadının tenasül organının içi de dışı
gibidir. Ancak orasını suyla yıkamak vâcib değildir. Ama kazây-ı hacet
yaparken, otururken açığa çıkan kısmını yıkamak vâcib olur.[76]
Bilindiği gibi İslâmiyet,
insanların omuzlarındaki zorluk ve sıkıntıları kaldıran açık seçik nasslarla
gelmiştir. Buna ilişkin olarak Yüce Allah (c.c.) buyurur ki:
“Din işlerinde üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” [77]
İçinde zorluk ve
sıkıntı olan şeyleri yapmak, mükellefe vâcib değildir. Özürlere örnek olarak,
insanı işten geri bırakmayan hastalıkları gösterebiliriz. Meselâ mesane
zayıflığından kaynaklanan ve kesintisiz olarak her zaman veya çoğu zaman sidik
damlaması veya mezî ve vedî gibi sıvıların damlaması diyebileceğimiz akıntı
hastalığı, sürekli ishal hastalığı, kan ve irin damlaması şeklinde görülen
kanlı dizanteri hastalığı bunun örneklerindendir. Bu hastalıklara müptelâ olan
kimseler, abdest ve benzeri temizleme işlemlerinde hastalıklarına özgü bir
muameleye tâbi tutulurlar. Ki bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bu konuyu üç şıkta ele almak gerekir:
1. Akıntı
hastalığının tanımı,
2. Hükmü,
3. Özürlünün
yapması gereken davranışlar.
1. Tanımı:
Akıntı hastalığı olan kimsede sidik damlaması, yellenme gevşekliği, rahimden
olur olmaz kan akması, sürekli ishal ve bunlara benzer bilinen hallerden biri
veya birkaçı meydana gelebilir. Bu sakatlıklardan birine düşen kimse özürlü
sayılır. Ve bu özrü, hastalığının hemen başlangıcında sabit olmaz, ancak bu
haller peş peşe ve sürekli olarak her namaz vaktinde görülürse bunlara müptelâ
olan kişi özürlü sayılır. Eğer sürekli olmazsa özürlü sayılmaz. Aynı şekilde
özrünün kalkması da damlamanın, bir farz namazının vakti boyunca baştan sona
kadar hiç görülmemesiyle sabit olur. Özrün, sabit olduktan sonra devam etmesi
için, damlamanın bazı vakitlerde olsa bile vukûbulmasi kâfi olur. Meselâ öğle
vaktinin başlangıcından sonuna kadar sidik damlaması olursa özürlü olur.
Böylece özrü sabit olduktan sonra damlama, tam bir vakit boyunca kesilse bile
bu kişi özürlü kalmakta devam eder. Yani özürlülüğü satfît olduktan sonra
ikindi vaktinin başlangıcından çıkışma kadar damlama görülmezse yine özürlü
kalmakta devam eder. Ha-nefîlere göre özürlünün tanımı işte bundan ibarettir.
2. Özürlünün Hükmü: Bu durumdaki bir şahıs, her vakit için abdest alır. Bu abdestle de
dilediği kadar farz veya nafile namaz kılabilir. Aynı vakit içinde kılacağı
her farz için abdest almasına gerek yoktur. Farzolan vakit çıkınca da özründen
önceki hadesinden ötürü abdesti bozulur. Şöyle ki: Bu kişi, kendisinde özrün
sabit olmasından önce abdestli olmuş olsaydı, vaktin çıkışıyla abdesti
bozulmayacaktı. Ancak vücûdun başka bir yerinden kanama olması veya yellenme
gibi başka bir sebeble abdesti bozulabilecekti. Bütün bunlardan anlaşılıyor
ki; abdestin bozulmasının şartı, farz olan vaktin çıkmasıdır. Ama bayram
namazını kılmak için güneşin doğuşundan sonra abdest alınır da bilahere öğlen
vaktinin girmesiyle abdest bozulmaz. Çünkü öğlen vaktinin girmesi abdesti
bozmayacağı gibi, bayram namazı vaktinin çıkması da abdesti bozmaz. Çünkü bu,
farz bir namazın vakti değildir. Tersine bu, mühmel bir vakittir. Öğle
vaktinin çıkıp ikindi vaktinin girişine kadar bayram namazının abdesti ile
dilediği kadar namaz kılabilir. Öğle vakti çıkınca da abdesti bozulur. Özürlü
kişi, güneşin doğuşundan önce abdest alırsa güneşin doğmasıyla farz vakti
çıktığından ötürü abdesti bozulur. Öğle namazından sonra abdest alırsa ikindi
vakti girdiğinde, öğlen vafcti sona ermiş olduğu için abdesti bozulur.
3. Özürlü kimsenin görevi: Özürlünün görevi kendisinde bulunan özrü zarar
vermeyecek şekilde gidermeye veya azaltmaya çalışmaktır. Gücü yettiği
kadarıyla bunu doktorlara tedavi ettirmektir. Eğer bunu doktorlar vasıtasıyla
tedavi ettirmesi mümkünse bundan geri durması günahkâr olmasına neden olur.
Zîrâ fıkıh âlimleri, bu tür hastalıklara mübtelâ olanların bu hastalıklarını
tedavi ettirmeleri ve imkânlarının elverdiği kadarıyla vücûdlarını koruyup
savunmalarının gerekli olduğunu sarahatle ifade etmişlerdir. Buna dayanarak
diyebiliriz ki: Gücü yettiği halde bu hastalıklarını tedavi ettirmeyip
şiddetlenmesine ve ağırlaşmasına sebebiyet verenler günahkâr olurlar. Bir şey
bağlamak veya olur olmaz rahminden sızıntı yapan kadının yaptığı gibi mahfaza
kullanmak akıntıyı önlüyor veya azaltıyorsa bunu yapmak vâcib olur. Eğer ayakta
namaz kılmaktan ötürü idrar veya kan damlıyorsa bu durumda oturarak namaz
kılmak gerekir. Eğer rükû ve secdelerden ötürü damlama oluyorsa, rükû ve secde
yapılmaksızın sadece işaretle namaz kılınır. Özürlü kimsenin akıntısından bir
şeyler elbisesine bulaşırsa veya kılmak istediği namazı henüz bitirmeden
yeniden akıntı olacağına inanıyorsa bu bulaşığı yıkaması vâcib olmaz. Ama
namazını tamamlayıncaya kadar yeniden akacağını tahmin etmezse bu bulaşığı
yıkaması vâcib olur.
Hanbeliler dediler ki: Sidik veya mezî akıntısı veya yellenme gevşekliği
olan özürlü kimselerin abdesti bazı şartlarla bozulmaz. Şöyle ki:
1. Pislik
akan yeri yıkayıp bir bez parçası veya benzeri bir şeyle bağlaması, mümkün
mertebe akıntıyı durduracak pamuk parçalarını içine tıkaması ve akıntıyı
dışarıya kaçırmamaya çalışması gerekir. Eğer bu sayılan önlemleri almadan bir
akıntı vukû bulursa abdesti bozulur. Ama her türlü önlemi aldıktan sonra yine
de akıntı olursa abdesti bozulmaz. Pislik akan yeri yıkayıp orasını bağladıktan
sonra bunu her namaz kılışta yenilemesi gerekmez.
2. Sızıntı
veya akıntı devamlı olmalıdır. Eğer bu sızıntı veya akıntı aynı vakitte yeniden
abdest alıp namaz kılacak kadar bir süre kesilirse ve bu, her zaman görülebilen
bir hâl ise namazını bu kesinti zamanında kılması gerekir. Ve bu kişi, özürlü
de sayılmaz. Eğer abdest alıp namaz kılmaya yetecek süreli olan bu kesinti
kendisinde âdet hâline gelmemiş ve fakat geçici olarak vukû bulmuşsa abdesti
bozulur.
3. Vaktin
girmesidir. Özürlü kişi vaktin girmesinden önce abdest alırsa abdesti sahîh
olmaz. Ancak bir kaza namazı veya cenaze namazı için abdest alırsa abdesti
sahîh olur. Elinde olmayan bu akıntılar vuku buldukça her vakit için abdest
alması vâcib olur. Bu akıntılar vukubulmazsa ve abdest bozucu başka bir durum
da meydana gelmezse abdesti bozulmaz. Özürlü kişi, almış olduğu abdestle
dilediği kadar farz ve nafile namaz kılabilir. Eğer ayakta durmasından ötürü
akıntı oluyorsa namazını oturarak kılar. Eğer rükû ve secdeye gitmekten ötürü
akıntı olsa bile namaz kılarken yine rükû ve secdeyi yerine getirir. İşaretle
namaz kılmak bu gibi hâllerde yeterli olmaz. Malikiler dediler ki: Hastalık hâlinde insandan akan idrar ve benzeri
şeylerin akıntısı abdesti, bazı şartların gerçekleşmesi ile bozmazlar:
1. Bu özür
kişide, namaz vaktinin çoğunda veya en az yarısı kadar bir zamanda devamlı
olarak bulunmamalıdır. Meselâ sabahleyin sidik akıntısı görülür, iki saat
sonra da kesilirse bu durumdaki bir kimse özürlü sayılmaz. Akıntısı
kesilinceye kadar sabretmeli ve sonra da öğle için abdest almalıdır. Yellenme
boşluğu olan ve kendisinde sürekli ishal bulunan da böyledir. Bu özürler,
namaz vaktinin yarısı veya daha fazla bir sürede devam ederlerse sahipleri
özürlü sayılır. Yoksa sayılmazlar.
2. Akıntıların
düzensiz olmaktan ötürü hangi zamanlarda geldiğini kişi aklında tutamamalıdır.
Bu özürlerin hangi saatlerde vukûbulduğunu aklında tutabilen kişi bu saatlerde
abdest almamalıdır. Meselâ öğle vaktinin sonlarına doğru akıntının kesileceğini
bilirse, öğle namazını bu saate kadar geciktirip abdestini alır ve namazını
kılar. Aynı şekilde akıntının, öğlenin ilk vaktinde kesileceğini bilirse
namazını geciktirmeden hemen bu saatte kılmalıdır. Namazı, özürsüz kimselerin
yapabildiği gibi vaktin sonuna ertelemesi mubah olmaz. Eğer akıntı öğle
vaktinin tümünde devam ediyor ve ikindi vaktinin de sadece son kısmında
kesiliyorsa, öğle namazını bu vakte erteleyip ikindi namazıyla birlikte “cem-i
te'hîr” yaparak kılmalıdır.
Eğer akıntı ikindi
vaktinin tümünde devam ediyor ve öğle vaktinin sadece son kısmında
görülmüyorsa, ikindi namazını öne alarak öğle namazıyla birlikte “cem-i takdim”
yaparak kılmalıdır.
3. Özürlü
kişi kendisindeki bu özrü ilâçla tedavi ederek veya evlenerek ortadan
kaldırmaya muktedir olamamalıdır. Eğer gücü yeter de yapmazsa özürlü sayılmaz.
Tedaviyi terk etmekten ötürü günahkâr da olur. Tedaviye başlayacak olursa,
tedavi günlerinde muaf tutulur.
Kendisinde mezî
akıntısı görülen kimsenin mezîsi, bir hastalıktan ötürü ve alışılagelmiş
lezzeti duyulmaksızın akıyorsa özür sayılır. Ama bir hastalıktan ötürü
değilse, bekârlıktan ötürü ve alışılagelmiş lezzetiyle akıyorsa, örneğin bir
kadına bakmaktan veya onu düşünmekten ötürü akıyorsa özür sayılmaz. Her aktıkça
da abdesti bozar. Bu durumda sürekli olarak aksa bile yine özür sayılmaz.
Bu sayılan şartların
gerçekleşmesi hâlinde akıntılardan ötürü abdestin bozulmayacağı, Mâlikî
mezhebinin meşhur görüşüdür.
Hastalar için
hafifletici bir hüküm sayılabilecek olan bir başka görüşleri daha vardır ki,
bu görüş meşhur değildir. Bunu şöyle ifade edebiliriz: Bu sayılan şartlar
gerçekleşmeseler bile, akıntılardan ötürü abdest bozulmaz. Ancak bu akıntılar
sürekli değilse abdest tazelemek müstehab olur. Ama bu akıntılar sürekli vukû bulmakta
iseler abdest tazelemek müstehab olmaz. Özürlü kimselerin zorluk ve sıkıntı
anlarında her ne kadar meşhur değilse de bu görüşü taklid etmeleri sahîh olur.
Çünkü bu, birçok insanın durumuna uygun düşmektedir. Bunu taklid etmelerine bir
engel de yoktur.
Şafiiler dediler ki: Kendisinde akıntı görüleri özürlü kişinin, akıntı yerini tıkayıp
bağlayarak korunması vâcibtir. Bu önlemi aldıktan sonra abdest alır, ancak
bilâhare harhangi bir akıntı meydana gelirse bunun namaz kılmaya ve diğer
ibadetleri yapabilmeye zararı olmaz. Özürlü kimsenin abdestinin namaza
elverişli olması için birtakım şartların gerçekleşmesi gerekir. Şöyle ki:
1. Abdestten
önce istincâ yapılmalıdır.
2. İstincâyı
yapar yapmaz yukarıda anlatılan korunma önlemini hemen almalıdır. Korunma
önlemi de alınır alınmaz hemen abdest alınmalıdır. Bunu biraz daha açalım:
Önce istincâ yapılacak. İstincâdan hemen sonra aradan zaman geçmeksizin,
akıntı gelen veya dışkı süzülen yeri temiz bir bezle tıkayıp bağlamalıdır. Ama
bu bağ, zarar verici bir bağ olmayıp doktorun pansuman bağını andırmalıdır.
Bunu yapar yapmaz da acilen abdeste başlanmalıdır. Öyle ki, istincâ ile bağlama
arasına fasıla konulmayacağı gibi bağlama ile abdest arasına da herhangi bir
fasıla konmamalıdır.
3. Abdest
organlarından biri kurumadan hemen öbürünü yıkamaya geçmelidir. Meselâ önce
yüzü, sonra araya fasıla koymaksızın acelece elleri yıkamalıdır.
4. Abdest
alır almaz araya fasıla koymaksızın hemen namaza durmalıdır. Çünkü abdestten
sonra başka bir işe başlanacak olursa abdest bâtıl olur. Ancak araya mescide
gitmek gibi namazla ilgili bir işi sokacak olursa bunun pek zararı olmaz.
Meselâ istincâyı evinde yapıp gerekli yeri bağladıktan sonra abdestini alıp mescide
giderse bunun pek zararı olmaz. Abdest aldıktan sonra yürüyerek mescide
gitmesinin abdest için bir sakıncası yoktur. Yine abdest alır ve fakat cemâati
veya cuma namazını beklerse bunun da zararı olmaz.
5. Bütün bu
saydığımız işleri vaktin girmesinden sonra yapmalıdır. Vaktin girmesinden önce
yapılan istincâ ve alınan abdestin geçerlilikleri yoktur. Özürlü kimse,
anlattığımız şekilde aldığı abdestle sadece bir farz namazını kılabilir. Her
farzı kılmak için, bu saydığımız işleri yeniden yapması gerekir. Nafile
namazlara gelince, bu abdestiyle kıldığı farz namazın yanısıra dilediği kadar
nafile namaz kılabilir. Nafileleri farzdan önce kılabileceği gibi, farzdan
sonra da kılabilir.
Niyet bahsinde de
anlattığımız gibi özürlü kişi, abdest alırken bununla, namaz kılmayı kendine
mubah etmeye niyet etmelidir. Meselâ, “Bu abdestimle şâriin, namaz kılmayı bana
mubah etmesine niyet ettim” demelidir. Bu abdest, gerçek bir abdest olmayıp,
damlayan sidik ve benzeri şeylerden ötürü bozulmaktadır. Ancak İslâm dîni,
müsamaha göstererek bu abdestle namaz kılınmasına müsâade etmiştir. Böylece
özürlü kimseler, sevâbtan yoksun kalmamış olmaktadırlar. Çünkü İslâm hukuku,
insanların maslahatlarını, dünya ve âhiret menfaatlerini gözetmeye büyük îtinâ
göstermektedir.[78]
Ğayn harfinin ötresiyle
“gusül” olarak telâffuz edilen “gusül” kelimesi lügatte, insanın vücudunun
üzerine su döküp ovması mânâsına gelir. “Ğayn” harfinin esresiyle “ğisl” olarak
telâffuz edilen kelime ise lügatte, yıkamada kullanılan sabun ve benzeri
temizlik maddeleri demektir. Ğayn harfinin üstünüyle “ğasl” olarak telâffuz
edilen kelime ise lügatte, yıkamada kullanılan su demektir.
Istılahta ise gusül,
temizleyici suyu kendine özgü şekliyle tüm vücûd üzerinde kullanmak demektir. “Tüm
vücûd üzerinde” kaydını koymakla abdesti bu tanımın dışına çıkarmış oluyoruz.
Çünkü abdestte su, sadece vücûdun birkaç organı üzerinde kullanılmaktadır.
Guslün gerek lügat,
gerekse ıstılah anlamlarının açıklanışında okuyucunun herhangi bir güçlükle
karşılacağını sanmıyorum. Zîrâ bu kitap, hem avama hem de havasa özgüdür.
Herkes, kendisine gerekli olanı içinden çıkarıp alır. Avam tabakasının bu ilmî
terimleri anlaması zorunlu değildir. Bunlar, sadece kendilerini ilgilendiren
farz, sünnet ve mendublara bakıp okumalı ve bunu da iyice zihinlerinde
tutmalıdırlar.[79]
Guslü gerekli kılan
hallerin sayısı altıdır. Bunları sırasıyla anlatmaya çalışalım. Şöyle ki:
1. Ön veya
arkaya penisin başını girdirmek. Meni aksın akmasın, sadece bu değdirmeden
ötürü gusül farz olur. Girdirme nedeniyle guslün farzoluş nedenleri mezheblere
göre detaylı bir şekilde aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Penisin baş kısmı veya (başı kesilen penisten) geriye
kalan kısmının baş kadarı ön veya arka organa girdirilip gizlenecek olursa ve
arada penis ile o organın ısısının birbirine geçmesini engelleyecek kaim bir
perde bulunmazsa, meni aksın akmasın gusül farz olur. Yalnız gusül, bu işi
yapanların baliğ olmaları hâlinde farz olur. Meselâ on yaşındaki bir çocuk,
penisini bâliğa bir kadının vaginasma girdirecek olursa bu durumda gusül,
yalnız kadına farz olur. Gusül yapmaya alışsın diye bu çocuğa da gusül yapması
emredilmelidir. Tıpkı baliğ olmamış çocuğa, alışması için namaz kılmanın
emredilişi gibi... Bu hususta kız çocuğu da oğlan çocuğu gibidir. Baliğ bir
erkeğin penisinin başının, ölü bir kadının vaginasına veya bir hayvanın tenasül
organının içine girdirilip gizlenmesinden ötürü gusül yapmak farz olmaz. Aynı
şekilde penisin başı erselik (çift cinsiyetli) birinin vaginasına girdirilip
gizlenirse gusül yine farz olmaz. Yine bunun gibi erselik biri, kendi penisini
başkasının ön veya arka organına girdirecek olursa her ikisine de gusül yapmak
farz olmaz. Ama erselik olmayan birisi penisini, bir erseliğin arka organına
girdirecek olursa bunlardan hangisi baliğ ise gusül yapmak ona farz olur.
Şafiîler dediler ki: Penisin başı veya başı kesilen penisin geri kalan kısmından baş
kadarı, ön veya arka organa girdirilecek olursa, bunu yapanlar baliğ olsunlar
olmasınlar her ikisinin de gusül yapması farz olur. Velîsinin, çocuğa
gusletmeyi emretmesi gerekir. Çocuk, kendiğilinden gusül yaparsa bu, onun için
yeterli olur. Aksi takdirde baliğ olduktan sonra gusletmesi farz olur.
Organına penis girdirilen şahıs, cinsel ilişkiye müsait olsun olmasın, penisin
başında iki organın ısısının birbirine geçmesini engelleyen bir perde bulunsun
bulunmasın, organına penis girdirilen hayvan olsun insan olsun, canlı olsun ölü
olsun gusül farz olur. Erseliğin ön tarafına değil de arka tarafına penis
girdirilecek olursa yine gusül farz olur. Ama erselik, kendi penisini
başkasının ön veya arkasına girdirecek olursa her ikisine de gusül farz olur.
Ancak penis, ön taraftan girdirildiği takdirde tam olarak cinsel ilişki deliğinin
içine girdirilirse gusül farz olur. Yok sadece tenasül organının iki dudakçığı
arasına girdirilecek olursa menî gelmeden gusül icâb etmez.
Malikiler dediler ki: Penisin başı, canlı olsun ölü olsun; erkek, kadın,
erselik veya hayvanın ön veya arka organına girdirilecek olursa cünüp olunur.
Ve dolayısıyla da gusül gerekli olur. Penisi sokan, cinsel ilişkiyi yapacak
güçte ve mükellef ise; kendisine girdirilen de bu ilişkiye müsait ise yapana
gusül gerekir. Yapan ve yapılan mükellef iseler, yapılana da gusül gerekli
olur. Bir çocuk penisini bir kadına girdirecek olursa kadının menîsi akmazsa,
kadının gusletmesi gerekmez. Penisin başında lezzet almaya engel bir perde
olursa, bunu yapan baliğ olsa bile cünüb olmaz. Ayrıca penis, kadının sünnet
mahallinden öteye gidecek olursa da cünüb olunur ye gusül gerekir. Buna
gerekçe de Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerifidir:
“İkî Sünnet yeri birleştiğinde gusül gerekir.” [80]
Hanbeliler dediler ki: Penisin başı ince bile olsa perdesiz olarak cinsel
ilişkiye müsait birinin Ön veya arka organına girdirilirse, erkek on yaşından,
kız da 9 yaşından küçük olmazsa yapana da, yapılana da gusül gerekir. Yapılan,
hayvan veya bir ölü olsa bile penisin baş kısmı, deliğin içine girerse gusül
gerekir. Erselik, kendi penisini başkasının ön veya arkasına girdirecek olursa
ikisine de gusül gerekli olmaz. Aynı şekilde başkası da penisini erseliğin
vaginasma girdirecek olursa ikisine de gusül gerekmez. Ama erseliğin arka
organına girdirecek olursa aslî bir delik olduğundan ötürü gusül, her ikisine
de gerekli olur. Aslında bu gibi meseleleri anlatmakta büyük bir fayda söz
konusu değildir. Çünkü bunların bir çoğu pek nâdir olarak vukû bulmaktadır.
Anlatmamak istiyordum. Ancak bazı yerlerde ve durumlarda bu hükümlerin
bilinmesine ihtiyâç duyulacağı düşüncesiyle anlatmadan geçemedim.
2. Guslü
gerekli kılan hallerin ikincisi, erkek veya kadının menîsinin akmasıdır.
Kadınların da menîsi vardır. Ancak bunların menîsi, tenasül organının dışına
çıkmaz. Bunu inkâr edenler, duyularla hissedilen her-şeyi inkâr etmiş olorlar.
Menînin gelişi iki durumda olur:
a. Uyanık
iken menî gelmesi.
b. Uykuda
iken menî gelmesi.
Uyanık iken cinsel
ilişkiden başka nedenlerle gelen menî bazan lezzetle gelir. Bazan da bir
hastalıktan veya acıdan ötürü gelir. Oynaşmak, çıplak bedenle sarılmak, öpmek,
kucaklamak, bakmak, düşünmek ve benzeri sebeplerden ötürü lezzetle gelen menî
guslü gerekli kılar. Lezzetle beraber gelmesiyle, lezzet duyulup sakinleştikten
sonra gelmesi arasında hüküm bakımından bir fark olmayıp her iki şekilde de
gusül gerekli olur. Yine aynı şekilde hanımıyla oynaşıp onu öptükten sonra
lezzet duymayan bir ekeğin bundan hemen sonra menisinin akması hâlinde gusül
yapması gerekli olur. Ama bir hastalıktan ötürü veya sırta vurulan şiddetli
bir darbeden ötürü ve benzeri nedenlerle menî akacak olursa gusül gerekli
olmaz. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Menînin alışılagelmiş şekilde mûtâd yoldan gelmesi bir şartla guslü
gerekli kılar. Bu şart da: Çıktıktan sonra meni olduğunun tahakkuk etmesidir.
Menî ister lezzetle ister lezzetsiz aksın, ister alışılagelmiş bir sebebten
ötürü, ister bir hastalık veya sırta vurulan bir darbe gibi alışılagelmemiş bir
sebeple aksın, hüküm değişmeyip gusül gerekli olur. Bu nedenle demişler ki:
Erkek, hanımıyla cinsel ilişki kurduğunda menîsi akmaz ve ilişkiden ötürü
guslünü yaptıktan bir süre sonra menisi lezzetsiz olarak akarsa guslü
yenilemesi gerekir. Çünkü guslü mûcib sebeplerden biri de menî akmasidır. Ancak
bu durum kadında vukûbulursa bunun tafsilâtı olur. Şöyle ki: Kadın, cinsel
ilişkiden ötürü guslünü yaptıktan sonra kendisinden menî aktığını görürse
bakılır: Eğer gusülden önce menisi akmışsa, kocasının menisiyle karışmış
olduğundan ötürü guslü yeniler. Yok eğer gusülden önce menîsi akmamışsa guslü
yenilemesi gerekmez. Çünkü görmüş olduğu bu su, kocasının suyudur. Gusülden
sonra dışarı aktı diye kadının guslünü yenilemesi gerekmez.
Hanbeliler dediler ki: Menînin bilfiil çıkması guslü gerekli kılmaz.
Guslün gerekli olmasının şartı: Erkeğin, menî akarken bu suyun kendi sulbünden
(omurgasından) kopup geldiğini hissetmesi; kadının da, kendisinden akan bu
suyun göğüs tahtası kemiğinden kopup geldiğini hissetmesidir.
Hanbelîlere göre
gusül, bu mıntıkalardan koptuktan sonra menî vücûdun dışına çıkmasa bile
farzolur. Sözgelimi bir erkek, hanımıyla cinsel ilişki kurduğunda menîsi akmasa
ve guslünü yapsa ancak gusülden sonra menîsi lezzetle akacak olursa guslü
yenilemesi gerekir. Ama lezzetsiz olarak akarsa gusül gerekmeyip sadece abdesti
bozulur. Bir hastalıktan veya sırta vurulan bir darbeden ötürü akarsa da gusül
gerekli oimaz. Bu anlatılanlardan sonra Hanbelılerın cinsel ilişki dışında
menînin guslü gerektirmesi için lezzetle çıkmasını şart koştuklarını anlamış
oluyoruz. Menînin, tenasül organının dışına çıkması şart olmayıp yerinden
kopması yeterli olur. Yerinden kopuşu da bilinen bir olaydır. Şâfiîler bunun
tersi görüşte olup menînin lezzetle akmasını şart koşmamaktadırlar. Sadece
penisin dışına veya kadının tenasül organının içine kadar gelmesini ve bu
gelen sıvının da menî olduğunun tahakkuk etmesini guslün gerekliliği için
yeterli saymaktadırlar.
Hanefiler dediler ki: Cinsel ilişki dışındaki sebeblerden herhangi biriyle
menînin lezzetle akmasının iki durumu vardır:
a. Şehvetle
ve de fışkırarak tenasül organının dışına çıkması. Bir kişi, eşini kucaklayıp
da penisini onun vaginasına girdirmeden menîsi akacak olursa gusül yapması
gerekir. Yeri gelince anlatılacağı gibi penisin vaginaya girdirilmesi hâlinde
menî akmasa bile gusül gerekir. Menî, asıl makam olan belden veya (kadınlarda)
göğüs tahtası kemiğinden şehvetle koptuğunda lezzet duyulacak olursa dışarı
çıkıp görünmese bile, dışarı çıkmış sayılır. Menî, lezzetle yerinden kopar,
sonra da tutulup dişarıya bırakılmazsa, ancak bu tutulan menî daha sonra
lezzetsiz olarak çıkarsa guslü gerekli kılar. Guslün farz olması, menînin asıl
yerinden kopup tenasül organından dışarı çıkması şartına bağlıdır. Asıl
yerinden kopup da dışarı çıkmaması hâlinde gusül gerekli olmaz.
b. Cinsel
ilişki veya başka bir nedenle asıl yerinden kopan menînin bir kısmının dışarı
çıkması hâlinde, kişi idrarını yapmadan gusül yaparsa daha sonra da menînin
içte kalan artığı dışarı çıkarsa tmam Âzam ile İmam Muhammed’e göre guslü
yenilemesi gerekir. Ebû Yûsuf'a göre yenilemesi gerekmez. Bu durumdaki kişinin
İmam Azam'a göre guslünü yenilemesi vâcibtir. İmam Muhammet'e göre bu kişi
birinci guslü yapmadan önce idrarını yapmamış veya birkaç adımlık yürüyüş
yapmamış veyahut da menînin çıkışından sonra bir müddet beklememişse guslünü
yenilemelidir. Eğer bunlardan birini yerine getirip de guslünü yapar, sonra da
menîsi akacak olursa guslü yenilemesi gerekmez. Bu hususta icmaı vardır. Bir
kadın kocasıyla cinsel ilişki kurduktan sonra yıkanırsa ancak sonra menisi
dışarı çıkarsa guslü iade etmesi gerekmez.
Sırta vurmaktan veya
menî akıntısına yolaçan bir hastalıktan ötürü lezzetsiz olarak menî akacak
olursa gusül gerekli olmaz.
Bu anlatılanlardan
sonra Hanefîlerin bu hükümde Şafiî ve Hanbelîlerle görüş ayrılığı içinde
olduktan anlaşılmış oluyor. Çünkü Hanefîler guslün farzlığı için menînin
tenasül organının dışına çıkmasını şart koşmaktadırlar. Hanbelîlerse guslün
farz olması için menînin, erkeğin belinden ve kadının göğüs tahtası kemiğinden
lezzetle kopmasını bu lezzet meninin dışarı çıkmasına kadar devam etmese bile
yeterli görmektedirler. Şâfiîlerse lezzetle olmasa bile menînin dışarı
çıkmasını şart koşmaktadırlar.
Malikiler dediler ki: Cinsel ilişi olmaksızın menî, alışılagelen lezzeti
gittikten sonra tenasül organından dışarı akacak olursa gusül farz olur. Menînin
çıkışından önce yıkanıp yıkanmaması bu hükmü değiştirmez. Eğer bu lezzet,
cinsel ilişkiden, meselâ penisi vaginaya girdirmekten ötürü duyulmuş ve fakat
o esnada menî akmamış da lezzet gittikten sonra menî akmışsa, önce de gusül
yapmışsa yeniden gusül yapması gerekmez.
3. Guslü
gerekli kılan hallerin üçüncüsü, uyku hâlinde menî akmasıdır. Ki buna ihtilâm
denmektedir. İhtilâm olduktan sonra uykusundan uyanan bir kişi iç çamaşırında,
vücudunda veya tenasül organının dışında ıslaklık görürse gusül yapması
gerekir. Ancak bu ıslaklığın menî olmadığına kesin kanaat hâsıl olursa
gusletmesi gerekmez. Ama bu ıslaklığın menî mi, mezî mi, vedî mi olduğunda
şüpheye düşerse uykuda lezzet duyduğunu hatırlayıp hatırlamamasına bakmaksızın
gusül yapması farz olur.
Şafiiler dediler ki: Uykuda iken ihtilâm olduktan sonra uyanan kişi, üzerindeki ıslaklığın
menî mi mezî mi olduğu hususunda şüpheye düşerse gusül yapması kendisine zarurî
olmaz. Dilerse menîdir deyip gusleder. Dilerse de mezîdir deyip temizler ve
abdest alır. Kararını verdikten sonra aradan zaman geçer ve eski kararını
değiştirirse, birinci kararına göre kıldığı namazları ve diğer şeyleri iade
etmesi gerekmez.
4. Guslü gerekli
kılan hallerin dördüncüsü, hayız ve nifas kanıdır. Bunda mezheblerin görüş
birliği vardır. Hayız ve nifas kanı kendisinde görülen kadın, bunların
kesilmesini müteâkib gusletmek mecburiyetindedir. Kansız gerçekleşen doğum da
nifas hükmündedir. Meselâ bir kadın temiz ise, yani henüz kanı akmıyorsa doğum
yaptıktan sonra da kendisinde kan görülmezse sırf doğumdan ötürü gusletmesi
farz olur.
Hanbeliler dediler ki: Kansız gerçekleşen doğumdan ötürü gusül yapmak farz
değildir.
5. Guslü
gerekli kılan hallerin beşincisi, şehid olmamak kaydıyla müslüman kişinin
ölümüdür. Çünkü şehidi yıkamak farz değildir. Cenaze bahsinde şehidin ne demek
olduğu ve ne gibi hükümlere tâbi olduğu anlatılacaktır.
Hanefiler dediler ki: Ölen müslümanın yıkanması baliğ olması şartına
bağlıdır. Hanefîlerce “bağî”, kendi arzusu uyarınca sosyal düzeni yıkmak için
âdil devlet başkanına karşı isyan eden ve İslâm cemâatinden ayrılan kişidir.
Kendi kuvvetlerine dayanarak zorbahk yapanlar, adalet ehliyle vuruşanlar
Hanefîler nazarında “bağî” sayılırlar. Ama bunun yanında, meselâ bir hırsız
şebekesi bir köye musallat olup orada zorbahk yaparlarsa bu anlamda “bağî”
sayılmazlar. Böylelerinden ölenlerin cenazeleri yıkanır.
6. Guslü
gerekli kılan hallerin altıncısı, bir kâfirin cünüb iken müslüman olmasıdır.
Ama cünüb değilken müslüman olması hâlinde gusül yapması sadece mendub olur.
Hanbeliler dediler ki: Bir kâfir cünüb olsun olmasın müslüman olduğunda
gusletmesi vâcib olur.[81]
Guslün şartları üç
kısma ayrılır:
Yalnız vücûbunun
şartlan: Kendisine abdest almak vâcib olan kişiye cünüblükten ötürü gusletmek
de vâcib olur.
Yalnız sıhhatinin
şartlan: Abdest alması sahîh olan kişinin guslü de sahîh olur.
Hanbeliler dediler ki:
îhtilâm olan kişi, uyandıktan sonra üzerindeki ıslaklığın menî olup olmadığı
hususunda şüpheye düşerse bakılır: Eğer uyumadan önce güzele bakma veya düşünme
gibi lezzet sebebi şeylerden biri vukûbulmuş ise üzerindeki ıslaklığın menî
olmadığına karar vererek gusletmez. Eğer uyumadan önce bir güzele bakma veya
onu düşünme gibi lezzet verici sebeblerden biri vukûbulmuş ise gusül yapması
farz olur.
Hem vücûbunun hem de sıhhatinin şartları: Bütün bu şartlar, abdestin şartları bahsinde
anlatılmıştır. İsteyenler oraya müracaat edebilirler. Bunun yanında guslün bazı
şartları, abdestinkinden ayrılmaktadır. Meselâ “İslâm'ın şartı gibi. Ehl-i
kitaptan olan kadının gusletmesinde bu şart aranmaz. Diyelim ki müslüman bir
erkek, kitap ehli olan bir kadınla evlenir de bu kadının hayız ve nifas hâli
sona erdikten sonra gusletmesi hâlinde kocası kendisiyle cinsel ilişki
kurabilir. Aksi takdirde kuramaz.
Hanefiler dediler ki: Hayzın en çok müddeti on gündür. Nifasın en çok
müddeti ise kırk gündür. Hayız kanı on günün bitiminden, nifas kanı da kırk
günün bitiminden sonra kesilecek olursa kadın yıkanmamış olsa da, müslüman
olsun, kitap ehli olan bir gayr-ı müslim olsun, kocası kendisiyle cinsel
ilişki kurabilir. Ama kan, bu müddetlerin bitiminden önce kesilecek olursa,
meselâ hayız kanı yedi günün bitiminden sonra veya nifas kanı otuz günün
bitiminden sonra veya daha kısa sürede kesilecek olursa gusül yapmadan kocası
kendisiyle temasta bulunamaz. Veya kanın kesilmesini müteakip tam bir namaz
vakti geçinceye kadar kocasıyla cinsel ilişki kuramaz. Diyelim ki öğle vaktinin
girişinden sonra kan kesildi. Öğle vakti çıkmayıncaya ve öğle namazı da
kendisinin zimmetine girinceye kadar kocası kendisine yanaşamaz. Eğer kan,
öğle vaktinin sonlarına doğru kesilir, geriye de gusül yapıp iftitah tekbiri
getirmeye yetecek kadar zaman kalırsa kocası kendisine yanaşabilir. Bunları
yapmaya yetecek kadar zaman yoksa kocası yanaşamaz. Ancak gusleder veya ikindi
vaktinin tamamı geçtikten sonra kan görmezse, kocası kendisiyle cinsel ilişki
kurabilir. Kadının müslüman veya kitap ehli olması arasında bir fark yoktur.
Her ne kadar müslüman
değilse de, gusletmek bu kadın için meşrudur. Bazı mezhepler guslün, abdestin
şartlarından değişik bazı şartları olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ki bunları
aşağıda ele alacağız.
Hanbeliler dediler ki: Abdestte olduğu gibi gusülden önce istincâ veya
isticmar yapmak şart değildir.
Şafiiler dediler ki: Abdestte olduğu gibi gusülde de sıhhat şartı olarak mümeyyizlik
aranmaz. Kadının kanı kesilip gusül yapmasından sonra kocasının kendisiyle
cinsel ilişki kurması helâl olur.[82]
Bu farzları önce her
mezhebe göre toplu olarak ele alacak, sonra da üzerinde ittifak edilenlerle
ihtilâf edilenlere ayrı ayrı dikkat çekeceğiz. Çünkü bu farzlar böylece daha
kolay anlaşılır ve daha rahatlıkla da zihinde tutulabilirler.
Hanefîler:
Bunlar, guslün farzlarının üç tane olduğunu söylediler:
1. Mazmaza,
2. İstinşak,
3. Tüm
vücûdu suyla yıkamak.
Özet olarak sayılan bu
farzların her birine özgü hükümleri mevcûd olup bunları birer birer gözden
geçirelim:
1. Mazmaza: Temizleyici
suyu ağza vermekten ibarettir. Ağıza alman su ağız içinde çalkalanmasa veya
tekrar dışarı atılmasa da, yutulsa da farz yerini bulmuş olur. Ancak suyun,
ağzın her tarafına isabet etmesi şarttır. Gusül yapacak olan kişinin dişlerinin
arasında boşluk varsa ve bu boşlukta yemek artığı da kalmış olsa bile, yapılan
gusül geçerli olur. Ama ihtiyat bakımından en uygun olan davranış, dişler
arasında ve diş etleri üstünde bulunan kirlerle yemek artıklarını çıkarıp
temizlemektir.
2. İstinşak:
Abdestte anlatılan şekliyle burun içine su vermektir. Burun içinde kurumuş
sümük veya kir varsa bunlar temizlenip giderilmediği takdirde yapılan gusül
sahîh olmaz. Bu hüküm, müslümanlan sürekli temizliğe sevkeden bir etkendir.
Burundaki bu pislikleri çıkarıp temizlemenin ve altlarını yıkamanın vâcib
olması şeriat koyucunun, bedene fayda veren iç ve dış temizliğe ne kadar özen
gösterdiğine ilişkin mükemmel bir delildir.
3. Cünüblük
nedeniyle yapılan gusülde tüm vücûdu suyla yıkamak, üzerinde ittifak edilen bir
farzdır. Vücûdun çok küçük bir parçasına su isabet etmeyecek olursa gusül
geçersiz olur. Gusül yapmak isteyen kişi, vücûdunun üzerinde bulunup da suyun
cilde ulaşmasına engel olan şeyleri gidermelidir. Meselâ tırnaklarının
arasında suyun deriye ulaşmasını engelleyen pislikler olursa bu şahıs, ister
köylü ister kentli olsun guslü geçersiz olur. Ama tırnaklar arasında toprak,
çamur ve benzeri kirler bulunursa kişi bundan muaf tutulur. Guslü de sahîh
olur. Ama bazı mesleklerde çalışan işçilerin tırnakları arasında bulunan
kirlerin guslü etkileyip etkilemeyeceği hususunda eserlerde görüş ayrılıkları
mevcûdtur. Meselâ devamlı olarak hamur yoğuran ekmekçinin tırnakları arasında
hamur bulunmasıyla boyacının tırnakları arasında yapışık ve cirmi olan boya
parçalarının bulunması bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ki bunları
temizleyip gidermek çok güçtür.
Bazı fıkıhçılar bu
durumdaki kimselerin tırnak aralarında kalan şeylerin guslü geçersiz
kılacağını söylemektedirler. Bazıları da zaruret dolayısıyla bu kimselerin
gusüllerinin sahîh olacağını söylemektedirler. Çünkü şeriat, zaruret
durumlarını genel hükümlerden her zaman istisna etmiştir. Bu gibi kimseler de
güçlük ve zaruret içinde olduklarından ötürü zorlanmamalıdırlar. Fıtrata uygun
olan İslâm dinine yaraşan da budur.
Gusül yaparken
kadının, saç örgülerini çözmesi gerekmez. Ancak suyu, saç diplerine kadar
ulaştırması gerekir. Şakakları üzerine inen zülfünü yıkamaya gerek yoktur.
Saçları örülü değilse ve su dibine kadar ulaşmıyorsa bu durumda suyu saçlarının
arasına girdirmesi gerekir. Kadın, başına cismi olan ve biraz da katı durumda
bulunan bir esansı sürecek olursa ve bu esans, gusül esnasında suyun saç
diplerine kadar ulaşmasına engel olursa bunu giderip temizlemesi gerekir. Ki
su, saç dibine ulaşsın. Kadın, dar yüzükler, bilezik ve küpeler takınmışsa,
suyun alt tarafına ulaşması için bunları oynatması vâcibtir. Eğer suyu alt
taraflarına ulaştırmıyorsa bu durumda çıkarılmaları gerekir. Kulak delik olup
içinde küpe yoksa gusül esnasında bu deliğe suyu girdirmek gerekli olur. Su bu
deliğe kendiliğinden girerse ne ala. Aksi takdirde her ne ile mümkün olacaksa
suyu onunla girdirmek gerekli olur. Kadının gusül esnasında parmağını vaginasına
girdirmesine gerek yoktur. Ama erkeğin, gusül esnasında suyu sakal tüylerinin
arasına ve diplerine ulaştırması vâcibtir. Tüyleri örülü olsa da olmasa da
hüküm aynıdır. Gusül esnasında göbek ve benzeri çukur yerlere de suyu
ulaştırmak vâcibtir. Parmağı göbek çukuruna koyup hareketlendirmek gerekir.
Sünnet olmamış kişinin, suyu penisinin baş tarafındaki kılıfının altına
ulaştırması vâcib olmayıp sadece müstehabtır.
Mâlikîler:
Guslün farzlarının beş tane olduğunu söylemişlerdir:
1. Niyet:
Abdestte anlatılan hükümleriyle birlikte niyet, gusülde de farzdır. Gusle
başladıktan sonra örfe göre aradan çok kısa bir zaman geçince de niyet
edilirse, gecikmiş olunmasına rağmen sahîh olur. Gusülde niyetin zamanı,
vücûdun ilk yıkanmaya başlanması zamanıdır. Abdestin farzları bölümünde de
anlatıldığı gibi niyet, Hanefilere göre müekked bir sünnettir. Hanbelîlerse
niyetin, gusül için bir sıhhat şartı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Niyetsiz
olarak yapılan gusül sahîh olmaz. Bununla beraber niyet, guslün asıl rüknü
değildir.
Şâfiîlerse niyetin
farz olduğu hususunda Mâlikîlerle sözbirliği etmişlerdir. Ancak Şâfiîler
niyeti, vücûdun ilk organının yıkanmaya başlanmasından sonraya ertelemek caiz
değildir demişlerdir.
2. Vücûdun tümünü suyla kaplamak: Ağız,
burun, kulak deliği ve gözler vücûdun yıkanması gereken yerlerinden
sayılmamıştır. Bunlara göre vücûdun dış kısmının tümünü yıkamak farzdır. İçi
olan organların içini yıkamak farz değildir. Mazmaza ve istinşak gibi ağız ve
burunun içini yıkamak farz değildir. Sadece sünnettir. Ama bunun yanında
vücudda kırışıklıklar varsa aralarına su girsin diye bunları hareketlendirmek
gerekir.
3. Muvalât:
Buna çabuk davranmak da diyebiliriz. Gusül yapan kişinin hatırında kalması ve
yapmaya da gücünün yetmesi halinde bir organındaki su kurumadan öbürünü
yıkamaya geçmesidir. Ki bu husus, abdest bahsinde de anlatılmıştır.
4. Vücûdun tümünü suyla ovmak: Suyu vücûda dökme esnasında ovmak şart değildir. Su
vücûda dökülüp yere damladıktan sonra da bu ovma yapılabilir. Yeterki vücûda
dökülen su kurumamış olsun. Ovmanın özellikle elle yapılması da şart değildir.
Vücûdunun bir kısmını kolu ile veya ayaklarından birini diğerinin üstüne
koyarak da ovarsa yeterli olur. Mendil, havlu ve benzeri şeylerle ovmak da
mûtemed olan görüşe göre yeterlidir. Meselâ havlunun bir ucunu sağ eline, diğer
ucunu sol eline alır ve böylece sırtını ve vücudunun diğer taraflarını ovarsa,
eliyle ovmaya gücü yetse bile yine de yeterli olur. Yeterki vücuddaki su, daha
önce kurumuş olmasın. Mûtemed olan görüş budur. Yine bunun gibi eline bir kese
alıp vücûdunu böylece ovarsa tartışmasız olarak guslü sahih olur. Zîrâ bu, elle
ovmadır. Kendi eliyle veya bir bez parçasıyla vücûdunun tümünü veya bir kısmını
ovmaktan âciz olan bir kişiden ovma yükümlülüğü düşer. Böyle birinin, vücûdunu
başkasına ovdurması gerekmez.
5. Saçları hilâllemek: Sık olan sakal tüylerini hilâlleme hakkında ihtilâf
vardır. Bazıları bunun farz olduğunu, bazilarıysa mendub olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Vücuddaki tüy ve saçlara gelince, bunları sık olsun seyrek olsun
hilâllemek ittifakla farzdır. Kadında olsun, erkekte olsun kaş, kirpik, koltuk
altı ve kasık tüyleri de hilâllenmesi farz olan tüylerdendir. Saçlar örülü
olursa bunlar ya iple, veya ipsiz olarak örülmüştür. Eğer iple örülmüşse ve bu
iplerin sayısı üç telden fazlaysa veya üç telse gusül esnasında bu örgünün çözülmesi
gerekir. Ama bu ipler üç telden az ise ve sık olarak da örülmemiş-se
çözülmeleri vâcib olmaz. Ama sık olarak örülmüşse ve su da saçların dibindeki
deriye ulaşmıyorsa, ipli olsun ipsiz olsun, örgünün çözülmesi vâcib olur.
Özetleyecek olursak
deriz ki: Örgü üç veya daha fazla sayıda iple örülmüş ise tartışmasız olarak
gusül esnasında çözülmesi gerekli olur. Çünkü böyle bir örgü, suyun deriye
ulaşmasına engel olur. Örgü sık olduktan sonra ipli olsun ipsiz olsun, yine
çözülmesi gerekir. Ama gevşek örülmüşse çözülmesi gerekmez. Yalnız süslenen
gelinin durumu istisna edilmiştir. Onun örülen saçları, başına sürülen
kokularla parfümler ve diğer süs malzemeleri telef olmasın diye gusül esnasında
başını yıkamayıp sadece vücudunu yıkamakla yetinir. Bu süslere zarar vermeyecek
şekilde başını mesheder. Eğer vücudunun her tarafına güzel kokular ve parfümler
sürünmüş ise ve yıkandığı takdirde bunların telef olmasından korkuyorsa ve
gusletmesi de gerekiyorsa bu vecibe kendisinden sakıt olur. Ve teyemmüm eder.
Dar ve geniş yüzüğün hükmü abdest bahsinde anlatılmıştı. Burada da aynı
hükümler geçerlidir. Yüzük eğer darsa, fakat kullanılması mubah olan bir
yüzükse ve su da altına geçmiyorsa sadece yüzüğü yıkamakla yetinilir. Çıkarmak
gerekli değildir.
Şafiiler dediler ki: Guslün farzları iki tanedir: Niyet ve bedenin tümünü suyla kaplamak
(yıkamak).
1. Niyet:
Gusle başlarken vücûdun ilk yıkanılacak yeri yıkamaya girişildiğinde niyet
edilmelidir. Bedeninin ilk organını yıkamaya başlamadan daha önce niyet edecek
olan kişinin guslü bâtıl olur. Nitekim bu husus, abdest bahsinde de
anlatılmıştı.
2. Bedenin tümünü suyla kaplamak: Bedenin üzerindeki kıllar sık olsun seyrek olsun, bu
farzın kapsamına girer. İç ve dışlarını yıkamak farzdır. Farz olan, suyun
kılların arasına girmesidir. Sık oldukları takdirde dipteki deriye suyun
ulaşması farz değildir, içine suyun sızmasına engel olan örgüleri çözmek de
farzdır. Örgünün kadında veya erkekte olması aynı hükme tâbidir. Ama kendi
tabiatı gereği özürsüz olduğu halde giriftleşen saçların arasına su girmiyorsa
bu durumdaki bir kişi muaf tutulur. Su ne kadar saç aralarına girebiliyorsa o
kadarıyla yetinilir. Suyun, bedenin her tarafına nüfuz etmesi farzdır. Bedenin
çok az bir kısmı kuru kalırsa gusül geçersiz olur. Göbek çukuru ve yaraların
bıraktığı çukurumsu yerlere kadar suyu ulaştırmak da gerekli değildir.
Bedendeki çukur yerlere tulumba ve boru gibi şeylerle suyu ulaştırma zorunluluğu
yoktur. Gaye, hiçbir zorlanmaya katlanmadan suyu bu gibi çukur yerlere
ulaştırmaktır. Hamur, mum ve göz çapağı gibi suyun deriye ulaşmasını engelleyen
şeylerin ortadan kaldırılıp giderilmesi gerekir. Yerinden çıkarmadıkça altına
su geçmeyen dar yüzüğü çıkarmak da gereklidir. Kadının, kulağındaki küpeyi de
oynatması gerekir. Kulağı delik ve fakat içinde küpe olmayan kadının, suyu bu
deliğin içine girdirmesi gereklidir. Çünkü Şâfiîlere göre farz olan, bedenin
dış kısmını yıkamaktır. Kulak deliği ise bedenin dış kısmından olmayıp içinden
sayılmaktadır. Kulak deliğinin sadece görünen kısmını yıkamak gerekir. Ama iç
tarafını yıkamak gerekli değildir. Sünnetsiz kişinin penisinin başındaki
kılıfının altına da suyu ulaştırmak gerekir. Eğer kesilmeden altına suyu
ulaştırmak mümkün olmuyorsa kesilmesi vâcib olur. Eğer kesilmesi sakıncalıysa
bu kişinin durumu, abdest için su bulamayan, teyemmüm için de toprak bulamayan
kişinin durumuna benzemektedir. BöyleSine, iki temizleyiciyi yitiren kişi
derler. Sünnetsiz olarak ölen kişi, üzerine namaz kılmadan defnedilir. Mûtemed
olan görüş budur. Bazıları derler ki: Böyle birini bir kişi teyemmüm ettirir.
Ve namazını kılar. Böylece sünnet olmanın Şâfiîlere göre vâcib olduğu
anlaşılmış olmaktadır. Ki bu da, çağımızda bir sağlık gereğidir. Sünnet
olmayan, câhil ve de murdardır.
Hanbeliler dediler ki: Guslün bir tek farzı vardır. O da bedenin tümünü su
ile kaplamaktır. Ağız ve burun da bedenin (yıkanması gereken) kısımlarındandır.
Abdestte olduğu gibi gusülde de bunların içini yıkamak farzdır. Bedenin
üzerindeki tüylerin, içlerine su girecek şekilde iç ve dışlarını yıkamak da
gereklidir. Sık oldukları takdîrde suyun, dipteki deriye ulaşması zorunlu
değildir. Gusül yapacak olan erkeğin, örgülerini çözmesi gerekir. Kadınlarsa
zorluk ve sıkıntıya neden olduğundan ötürü cünüplükten temizlenmek maksadıyla
gusül yaptıklarında örgülerini çözmek zorunda değildirler. Diplerine su gitsin
diye bu örgüierinj oynatıp hareket ettirmeleri gerekir. Örgülerini çözmeleri
ise vâcİb olmayıp menduptur. Tabiî bu, cünüblükten ötürü yapılan gusüller için
söz konusudur. Hayız kanının kesilmesinden ötürü yapılan gusüllerde örgülerini
çözmeleri vâcibtir. Çünkü bu, sık sık tekerrür eden bir hal değildir.
Dolayısıyla bunda sıkıntı ve zorluk sözkonusu değildir. Sünnetsizin penisinin
başındaki kılıfın içi de bedenin dışından sayılıp yıkanılması vâcibtir. Ama
altına su geçmiyorsa kesilmesi vâcibtir. Kesilmesi de sakmeahysa yıkanılması
vâcib olmaktan çıkar.
Yüzük ve benzeri
takıların altına suyu ulaştırmak vâcibtir.
Guslün başlangıcında “besmele”
çekmek de farzdır. Ancak bunun farz olması için iki şart gereklidir:
a. Gusül
yapacak kişi, “besmele” çekmesini bilmelidir.
b. Guslün
evvelinde “besmele” çekmeyi hatırlamaladır.
Şu halde “besmele”
çekmesini bilmeyen çekmez. Guslün evvelinde unutan da çekmez. Dolayısıyla farz
da düşmüş olur. “Besmele”yle ilgili hükümde diğer İmamlar Hanbelilere
katılmamışlardır.[83]
Bedenin tümünün suyla
kaplanmasının farz olduğu hususunda dört İmam ittifak etmişlerdir. Ancak ağız
ve burnun içinin yıkanması hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hanefîlerle
Hanbelîler bu ikisinin, bedenin dış kısmından olduklarını ve dolayısıyla
mazmazayla istinşakm farz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanbelîlerin ağız
ve burnun içinin yıkanmasının abdestte de farz olduğu görüşünde oldukları da
bilinmektedir. Ancak Hanefîler bu görüşlerinde onlara muvafakat etmemişlerdir.
Şâfiîlerle Mâlikîler sadece bedenin tümünün yıkanmasının farz olduğunu;
mazmazayla istinşakm ne gusüîde ne de abdestte farz olmadığım söylemişlerdir.
Ameliyat çukuru ve diğer yaraların bırakmış olduğu çukurumsu izler gibi vücûdun
su ulaştırılabilecek her tarafına suyun ulaştırılmasının zorunlu olduğu
hususunda dört İmam ittifak etmişlerdir. Aynı şekilde vücûddaki deliklere
enjektör ve boru gibi şeylerle su ulaştırmanın zorunlu olmadığı hususunda da
ittifak etmişlerdir. Sözgelimi, adamın biri kurşunla yaralanacak olursa bu
yara iyileştikten sonra yeri delik olarak kalsa, gusül esnasında herhangi bir
zorluğa katlanmaksızın bu deliğe mümkün mertebe su ulaştırmaya çalışmalıdır.
Dört mezhebin İmamları bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Ancak Şâfiîler,
küpe takılan kulak deliğini bedenin dışından değil de içinden saymışlardır.
Mümkün olsa bile suyu buraya girdirmeye gerek yoktur. Hamur, mum ve göz çapağı
gibi suyun deriye ulaşmasına engel olan şeyleri gidermenin gerekliliği
hususunda da ittifak etmişlerdir. Ancak Haneliler, zorluk ve sıkıntıları bertaraf
etmek gayesiyle, parmak uçlarına ve tırnak altlarına yapışık olan şeyleri
gidermeleri güç olduğu takdirde, ekmekçi ve boyacı gibi sanatkârlara muafiyet
tanımışlardır. Ama diğer mezhebler, bu gibi şeylerin illâ da giderilmesi
gerektiği düşüncesindedirler.
Altındaki deriye suyun
ulaşabileceği kadar seyrek olan saçları hilâllc-menin vâcib olduğu hususunda
görüş birliği mevcuttur. Saçların sık olması hâlinde ise Mâlikîler, suyun
alttaki deriye ulaşıncaya kadar saçların hilâllenmesinin vâcib olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Diğer üç mezhebin İmamları ise vâcib olan, suyun saç aralarına
girmesini sağlamaktır, demişlerdir. Bu durumda gusül yapan kişi, saçların dış
kısmını yıkayacak ve aralarına su girsin diye de saçlarını hareketlendirecektir.
Suyun sık saç dibindeki deriye ulaşması vâcib değildir.
Örgülü saçlara
gelince, İmamların hepsi de bu hususta görüş ayrılrğına düşmüşlerdir.
Hanefîler, “gusül esnasında bu örgülerin çözülmesi değil de, suyun saç
diplerine ulaştırılması vâcibtir” demişlerdir. Örülmemiş saçları, aralarına su
girsin diye hareketlendirmek vâcibtir. Kadının başında, suyun saç diplerine
ulaşmasını engelleyen koku ve parfümler varsa bunlar ruhsata tâbi olmayıp, bu
kadın gelinlik hâlinde olsa bile saçmdakileri temizleyip gidermesi vâcibtir.
Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
Mâlikîlerse bunlara muhalefet ederek; gelin olan bir kadının başındaki süsleri
ve kokulan gusül esnasında yıkamayıp olduğu gibi bırakmasına ruhsat
vermişlerdir. Ki bu güzel bir ruhsattır. Şafiiler dediler ki: Örgülerin içine
su geçmesi için çözülmesi gerekiyorsa çözmek vâcib olur. Gerekmiyorsa vâcib
olmaz. Hanbelîler, erkeklerin gusül için örgülerini mutlaka açmaları gerekir
demişlerdir. Kadınlarsa cünüblükten ötürü yaptıkları gusüllerde değil de hayız
ve nifastan çıkarken yaptıkları gusüllerde örgülerim çözmek
mecburiyetindedirler. Çünkü cünüblükten ötürü yapılan her gusül için örgüleri
çözmek çok zok bir iştir.
Mâlikîler tek
başlarına kalarak guslün farzlarının beş tane olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bilindiği gibi gusülde niyet, Şâfiîlerce farz olarak kabul edilmiştir. Bu
hususta Şâfiîlerle Mâlikîler söz birliği etmişlerdir. Hanbelîlere gelince
bunlar, abdestte de olduğu gibi niyetin, farz değil de şart olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Hanefîlerse gusüîde niyetin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Malikîlerin
niyet dışında söylemiş oldukları gusül farzları, diğer mezheb İmamlarına göre
sünnettir.[84]
Abdest bahsinde her
mezhebe göre sünnet, mendub ve mekruhun tanımlarını ayrı ayrı yapmıştık.
Dileyenler o kısma bakabilirler. Burada guslün sünnet ve mendublarını detaylı
bir şekilde anlatacağız. Mekruhlarına gelince bu da, sünnetlerinden birini terk
etmekten ibarettir. Bunları aşağıdaki satırlarda her mezhebe göre genişçe
anlatmaya çalışacağız.
Hanbelîler:
Bunlara göre guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Gusülden
önce abdest almak. Bilindiği gibi bunlara göre mazmaza ve istinşak farzdır.
2. Vücûdun
üzerindeki pislikleri gidermek.
3. Her
organın yıkayışını üçlemek.
4. Sağ
tarafı sol taraftan önce yıkamak.
5. Muvâlât
(çabuk davranmak): Yıkanan bir organın suyu kurumadan diğerini yıkamaya
başlamak.
6. Yıkanan
yerleri ovmak.
7. Ayakları,
gusül yapılan yerden başka tarafta yeniden yıkamak. Meselâ bir leğende gusül
yapılıyorsa ve ayaklar da su altında kalmışsa, gusül tamamlandıktan sonra leğen
dışında ayaklar yeniden yıkanmalıdır.
8. Guslün
başlangıcında, kişi eğer biliyorsa ve de hatırında ise “besmele” çekmesi
farzdır. Ama bilmeyen veya bilip de guslün başlangıcında söylemeyi
hatırlamayan kimseden bu farz düşer. Bu nedenle Hanbelîler bunu ne guslün, ne
de abdestin farzları bölümünde anlatmadılar.
Hanbelîlere göre
sünnetle mendub arasında bir fark yoktur. Abdest bahsinde de anlatıldığı gibi
bu hususta Şâfiîlerle hemfikirdirler.
Hanefîler:
Guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:
1. Gusle
başlarken kalben niyet edip dille de; “Cünüblükten temizlenmek için gusletmeye
niyet ettim” denmelidir.
2. Başlarken
“besmele” çekilmelidir.
3. Eller,
bileklere kadar yıkanmalıdır.
4. Üzerinde
pislik olmasa bile tenasül organı yıkanmalıdır.
5. Gusle
başlamadan önce vücût üzerindeki pislikler yıkanmalıdır.
6. Gusle
başlamadan önce tıpkı namaz abdesti gibi abdest alınmalıdır. Ancak leğen gibi
içinde su biriken çukurumsu bir yerde yıkamlıyorsa, ayaklan yıkama işi gusülden
sonraya ertelenmelidir. Ama yüksekçe bir taşın üzerinde durulmuşsa veya
takunya gibi su seviyesinin üstündeki bir şey giyilmişse ayaklar, o anda
yıkanmalı ve sonraya bırakılmamalıdır. Çünkü birinci durumda, yani çukurumsu
yerde yıkanılırken bedenin üstünden dökülen sular, ayakların üzerine gelip
yığılmakta, muhtemelen bu suyun içinde bazı pislikler de bulunmaktadır. Bu
sebebten ötürü böylesi yerde gusledilirken ayakların sonraya bırakılarak ayrı bir
yerde yıkanması sünnet olmuştur.
7. Bedenden
önce başı üç defa yıkamalıdır. Birinci yıkayış farz, ikinci ve üçüncü
yıkayışlarsa sünnettir.
8. Yıkanan
yerler ovulmalıdır.
9. Sağ
taraf, sol taraftan önce yıkanmalıdır.
10. Yıkanan
her yer üç defa yıkanmalıdır.
11. Bu
sıralamaya riâyet edilmelidir.
12. Abdestte
sünnet olan her şey, gusülde de sünnettir.
13. Abdestte
mendub olan her şey, gusülde de menduptur. Ancak abdestte okunan dualar bundan
istisna edilmiştir. Gusül yapmakta olan kişi, muhtemelen pisliğe bulaşık suyun
içinde durmakta olduğundan bu duaları okumamalıdır.
Şâfiîler: Bunlar
da guslün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:
1. Gusle
niyetle beraber “besmele” çekilmelidir.
2. Abdestte olduğu gibi eller, bileklere kadar
yıkanmalıdır.
3. Gusülden
önce tam bir abdest alınmalıdır. Mazmaza ve istinşak da sünnettir. Gusülden
önce abdest alınır da gusle başlanırken abdest bozulursa, yeniden abdest
alınmasına gerek kalmaz. Çünkü sünnet, yerine getirilmiştir. Bazı Şâfiîler
demişlerdir ki: Gusle başlamadan abdest bozulursa yeniden abdest alınması
gerekir.
4. Her
yıkayışta bedenin, el ulaşabilen yerleri ovulmalıdır.
5. Muvâlât:
Bir organın suyu kurumadan diğerinin yıkanmasına geçilmelidir.
6. Önce baş
yıkanmalıdır.
7. Yıkamaya
sağ taraftan başlanmalıdır.
8. Suyun
deriye ulaşmasına engel olmayan şeyler vücûddan giderilmelidir. Engel olan
şeyler varsa onların giderilmeleri zâten vâcibtir.
9. Gizli
yerlerde gusül yapılsa bile avret yerleri kapatılmalıdır.
10. Yıkanan
her yer üçer defa yıkanmalıdır.
11. Saçlar
ve parmaklar hilâllenmelidir.
12. Gusülden
önce koltuk altı ve kasık kılları ile tırnaklar kesilme-meli.
13. Yine
gusülden önce abdest duaları okunmamalı.
14. Mazeret
olmadıkça başkasının yardımı istenilmemelidir.
15. Gusül
suyu sıçrantısmm isabet etmeyeceği bir yerde bulunulmalıdır.
16. Gusül
yaparken kıbleye yönelinmelidir.
17. Organlar
üzerinde kalan su damlacıkları silkelenmemelidir.
18. Gerek
görülmedikçe gusül esnasında konuşulmamalıdır.
19. İhramda
olmayan, oruçlu olmayan ve kocasının ölümü nedeniyle zinetten men olunmayan
kadın gusül esnasında, bulabilirse üzerine misk veya ıtır sürülmüş bir pamuk
parçasını tenasül organına koymalıdır.
20. Alt
kısımlardan önce üst kısımlar yıkanılmalıdır. Ancak erkekler abdestten önce
penislerini yıkamalıdırlar. Ki abdestten sonra elleri penislerine değip de
abdestleri bozulmasın. Tenasül organı yıkanırken, hades hâlinin bunların
üzerinden kaldırılmasına niyet edilmelidir.
Daha önce de
anlatıldığı gibi Şâfiîlere göre sünnetle mendup aynı şeylerdir.
Malikiler:
Bunlar guslün sünnetlerini dört tane olarak belirlemişlerdir:
1.
Abdestteki gibi gusülde de eller bileklere kadar yıkanmalıdır.
2. Mazmaza
ve istinşak yapılmalıdır.
3. İstinsar:
Burundaki su dışarı atılmalıdır.
4. Kulak
delikleri meshedilmelidir.
Bunlara göre guslün
mendupları ise on tanedir:
1. Gusle
başlarken “besmele” çekilmelidir.
2. Tenasül
organında veya vücûdun diğer yerlerinde suyun deriye ulaşmasına engel olmayan
kirler ve pislikler giderilmelidir. Suyun deriye ulaşmasına engel olan
kirlerle pislikleri gidermekse vâcibtir.
3. Temiz bir
yerde gusledilmelidir.
4. Bundan
sonra da abdest organları üçer kez yıkanmalıdır.
5. Bedenin
üst tarafları, alt taraflarından önce yıkanmalıdır. Ancak tenasül organı bu
hükmün dışında olup öncelikle onun yıkanması müstehabtır. Abdestten önce
penisin yıkanması şu sebeble gerekiyor ki: Abdestten sonra penise el değip de
abdest bozulmasın. Kadınların elleri kendi tenasül organlarına değerse, her ne
kadar abdestleri bozulmazsa da bu hususta onlar da erkeklere tâbi olup tenasül
organlarını önceden yıkamaları müstehab olmuştur.
6. Baş her
defasında, su tamamını kaplayacak şekilde üç kez yıkanmalıdır.
7. Bedenin
sağ tarafı, sol tarafından önce yıkanmalıdır.
8. Su,
organları yıkamaya vetecek kadar az dökülmelidir.
9. Gusül
niyeti, gusül tamamlanıncaya kadar kalbte tutulmalıdır.
10. Allah'ı
zikir dışında veya gereksiz yere konuşmamalıdır. [85]
Guslü gerekli kılan
haller bölümünde, guslü îcâb ettiren ve onu yapılması kaçınılmaz bir farz
hâline getiren etkenleri anlatmıştık. Bu bölümde de gusül yapmayı sünnet veya
mendub kılan durumları mezheblere göre ayrı ayrı ele alacağız.
Malikiler dediler ki: Sünnet olan gusüller üç tanedir:
1. Cuma
namazı kılacak kişinin cuma güslü. Bu gusül her ne kadar zorunlu değilse de,
cuma günü şafak attıktan sonra ve camiye gidilmeden hemen önce yapılırsa sahîh
olur. Eğer şafaktan önce yapıhlırsa veya camiye gitmezden çok önce yapılırsa
sahîh olmaz. Sünnet yerini bulmuş olmaz. Sünnetin yerine gelmesi için guslü
yenilemek gerekir.
2. İki
bayram için yapılan gusül. Meşhur olan görüşe göre bu gusül mendup ise de râcih
(tercih edilen) olan görüşe göre sünnettir. Vakti, gecenin altı diliminin
sonuncusunda başlar. Bayram gününün şafağından sonra olmasıysa mendubtur.
Bayram namazgahına gitmeden hemen önce yapılması şart değildir. Çünkü bu gusül,
namaz için değil bayram içindir. Namaz kılmayanın bile bu guslü yapması şer'an
istenmiştir.
3. Hayız ve
nifaslı da olsa ihrama giren kadının gusletmesi. Mâlikîlere göre mendub
gusüller ise sekiz tanedir:
1. Ölü
yıkayanın gusletmesi.
2. Mekke'ye
girenken tavaf edecek olanın gusletmesi. Hayız ve nifaslı kadının bu guslü yapması
mendub değildir.
3. Arafat'ta
vakfe için gusletmek. Bu guslü hayız ve nifaslı kadınların yapmaları
müstehabtır.
4. Medîne-i
Münevvere'ye (orada bulunan Efendimize salât-ü selâm olsun) girerken gusletmek.
5. İhtida
eden bir “gayr-ı müslim”in, ayrıca guslü gerekli kılan bir durum kendisinde
meydana gelmemişse gusletmesi.
6. Namaz
kılmakla emrolunan küçük kız, baliğ biri tarafından cinsel ilişkiye sokulmuşsa
gusletmesi.
7. Namaz
kılmakla emrolunan küçük oğlan çocuğu, cinsel ilişkiye müsait birisiyle cinsel ilişkiye
girmişse gusletmesi.
8. İstihâze
kanı kesilen bir kadının gusletmesi.
Hanefîler:
Bunlara göre sünnet olan gusüller dört tanedir:
1. Cuma
namazını kılmak isteyen birisinin cuma guslü. Bu gusül, cuma günü için değil,
cuma namazı içindir. Sözgelimi cuma günü fecirden sonra gusleder, sonra da
abdesti bozulur, abdest alır ve camiye giderse sünnet yerini bulmuş olmaz.
2. İki
bayram namazı için yapılan gusül. Bu gusüller de cuma guslü gibi bayram günü
için değil bayram namazı içindir.
3. Hacc veya
umre için ihrama girerken yapılan gusül.
4.
Arafat'taki vakfe için yapılan gusül.
Mendub olan gusüllere
gelince bunları da şöylece sıralayabiliriz:
1.
Delilikten, baygınlıktan veya sarhoşluktan ayılanların gusletmesi. Tabiî bu
gibi kimseler ayıldıklarında vücûdlarında veya iç çamaşırlarında bir ıslaklık
görmezlerse gusletmeleri mendub olur. Ama herhangi bir ıslaklık görür ve bunun
menî olduğuna kesin kanâat getirirlerse veya bunun menî veya mezî olduğunda
şüpheye düşerlerse gusletmeleri vâcib olur. Ama gördükleri bu ıslaklığın mezî
veya vedî olduğu hususunda şüpheye düşerlerse gusletmeleri vâcib olmaz. Tıpkı
uykudan uyanan kimsenin vücûdunda veya iç çamaşırında ıslaklık görmesi gibi...
2. Hacamat
(kupa) vurdurduktan sonra gusletmek.
3. Berâet
gecesinde gusletmek. Arefe gecesinde, Kadir Gecesi'nde, Müzdelife'de Kurban
Bayrami'nın birinci gününün sabahında, Kurban Bay-rami'nm birinci günü şeytan
taşlamak için Mina'ya girildiğinde, tavaf-ı ziyaret için Mekke'ye girildiğinde
gusletmek mendub olur.
4. Güneş
tutulması, ay tutulması, yağmur duasına çıkılması esnasında gusletmek de
mendubtur.
5. Şiddetli
karanlıktan, şiddetli kasırgalardan ve büyük korkulardan emîn olmak için
gusletmek mendubtur.
6. Rasûlullah
(s.a.s.)’ın, sakini olmakla şereflendirdiği Medîne-i Münevvere'ye girerken de
gusletmek mendubtur.
7. İnsanların
toplu bulunduğu büyük mahşerî cemâatlere girerken gusletmek mendubtur.
8. Yeni bir
elbise giyenin, ölü yıkayanın, günâhından ötürü tövbe edecek olanın, yolculuktan
dönenin, istihâze hâlinden çıkan kadının gusletmesi mendubtur. Cünüb olmaksızın
bir “gayr-i müslim”in İslâm'a girerken gusletmesi de mendubtur. Ama cünüb iken İslâm'a
girecek olan bir “gayr-ı müslim”in gusletmesi vâcibtir. Hanefîler, bu saydığımız
gusüllerin yanısıra bir takım gusüller daha saymışlardır ki bunlar, vâcib olan
gusüllerdir. Bunlara örnek olarak da şunları sıralayabiliriz:
a. Ölüye
guslettirmek vâcibtir. Daha doğrusu bir farz-i kifâyedir.
b. Bazıları
da, cünübken müslüman olan bir “gayr-i müslim”in yıkanmasının farz olduğunu
kabul etmişlerdir.
c. İhtilâm
görerek baliğ olan bir kişinin gusletmesi vâcibtir. Daha doğrusu bu, farz olan
bir gusüldür.
d. Hayız
kanı kesildikten sonra müslüman olan “gayr-ı müslime” bir kadının gusletmesi vâcib
değil mendubtur.
e. Cünübken
müslüman olanla cünüb değilken müslüman olan arasında bir fark yapmak için,
cünüb değilken müslüman olan bir “gayr-i müslim”in gusletmesi mendub
kılınmıştır. Cünüblük, müslüman olmakla ortadan kalkacak bir nitelik değildir.
Bu durumda cünübken İslâm'a girecek olan birinin gusletmesi farzdır. Ama
müslüman olmadan hayız kanı kesilen ve bilâhare İslâm'a giren bir kadının
gusletmesi mendubtur.
Şâfiîler: Bunlar
derler ki: Farz olan gusüller dışındaki bütün gusüller dışındaki bütün
gusüller sünnettir. Zîrâ bunlara göre mendubla sünnet arasında hiçbir fark
yoktur. Şâfiîlere göre sünnet olan gusülleri şöylece sıralayabiliriz:
1. Cumaya
gitmek isteyenin gusletmesi. Bu guslün vakti, cuma gününün fecr-i sâdıkının
doğuşundan îtibâren başlayıp, İmamın cuma namazını kıldırıp selâm verişine
kadar devam eder. Cuma için guslettikten sonra herhangi bir hades hâli
vukûbulup abdest bozulacak olursa yeniden gusletmeye gerek kalmaz.
2. Ölüyü
yıkayanın gusletmesi. Ölüyü yıkayanın temiz olsun olmasın gusletmesi sünnettir
..Bunun vakti de ölüyü yıkadıktan hemen sonra başlayıp başka bir işe
yötielinceye kadar devam eder. Kişi, ölüyü yıkamayıp teyemmüm ettirse bile
yine de kendisinin gusletmesi sünnet olur.
3. İki
bayram için yapılan gusüller. Kişi bayram namazını kılmak istemese bile bu,
bir temizlenme ve süslenme niteliğinde olduğundan ötürü gusletmek sünnet olur.
Bunun vakti de bayramın birinci gününün gece yarısından başlayıp aynı günün
gün batımına kadar devam eder.
4.
Cünüblükten temiz olarak müslüman olan bir “gayr-ı müslim”in de gusletmesi
sünnettir. Ama cünübken müslüman olan birinin gusletmesi vâcibtir. Her ne kadar
İslâm'dan önce küfür halindeyken gusletmiş olsa da bu bir dayanak ve âdet
olmadığından geçersiz sayılır. Bu guslün vakti de, kişinin İslâm'a girmesinden
hemen sonra başlar ve başka bir işe yönelinceye kadar devam eder. Veya sonsuza
değin de devam edebilir, diyenler de olmuştur.
5. Yağmur
duası, ay ve güneş tutulmaları için namaz kılmadan gusletmek de sünnettir.
Kişi, evinde olsa bile namaz kılmadan gusletmelidir. Bunun vakti de yağmur
duası namazı için kişinin, evinde tek başına veya dışarıda cemâatle namaz
kılmayı dilediği anda başlar. Ay ve güneş tutulmaları hâlindeki guslün vakti de
ay ve güneşin tutulmaya başlamaları anından başlayıp tamamıyla açılmalarına
kadar devam eder.
6.
Delilikten veya baygınlık geçirmekten ötürü gusletmek. Delilik veya baygınlık
bir an için olsa bile ayıldıktan hemen sonra gusletmek sünnettir. Tabiî bu
esnada tenasül organından guslü zorunlu kılıcı herhangi bir sıvı akmamış ise.
Aksi takdirde gusletmek vâcib olur.
7.
Arafat'taki vakfe için gusletmek. Bunun vakti de arefe gününün fecrinin
doğuşundan başlayıp gün batımına kadar devam eder.
8.
Müzdelife'de vakfe için gusletmek. Eğer Arafat'taki vakfe için gusledilmemişse
burada gusletmek sünnet olur. Yok eğer Arafat'taki vakfe için gusledilmişse o
gusül, burası için de yeterli olur. Bunun vakti de arefe gününün gurubunda
başlar.
9. Meş'ar-i
Harâm'daki vakfe için gusletmek. Bunun gerekçesi de hacc bahsinde
anlatılacaktır.
10. Kurban
kesimi günleri dışında şeytanı üç kez taşlamak için gusletmek.
11. Ter veya
kirden ötürü vücûd kokusunun değişmesi hâlinde gusletmek.
12. Hayır
cemiyetleri toplantısına katılmak için gusletmek. Bu da İslâm dîninin güzel
örneklerinden biridir. Zîrâ insan oğlunun başkalarına eziyet verici şeyleri
üzerinde taşıması, insanlık şerefine yaraşmaz.
13. Hacamat
(kupa) vurdurduktan ve kan aldırdıktan sonra gusletmek. Çünkü bu durumda
gusül, bedene eski zindeliğini kazandırır. Ve kaybettiği şeylerin bir kısmını
tekrar ona geri verir.
14. İtikâfa
girerken gusletmek. Çünkü bu gusül, insanın kendi mevlâsıyla başbaşa kalması
anında onu temiz ve nazîf kılar.
15.
Rasûlullah (s.a.s.) in şehri olan Medîne-i Müneyvere'ye girerken gusletmek.
16. Ramazan
gecelerinde gusletmek.
17. Bulûğ
yaşına eren çocuğu guslettirmek. Bu çocuk şayet bulûğ alâmetleri kendisinde
görülerek bulûğa ermişse gusletmesi zâten kendisine vâcibtir. Ki bu daha önce
de anlatılmıştı.
18.
Yağmurdan veya Nil'in taşmasından ötürü dereler, sel suları dolup etrafa
sirayet ettiğinde gusletmek. Çünkü bunu yapmakla kişi, Allah'a olan şükrünü
ilân etmiş olmaktadır.
19. Kadının
iddetinin sona ermesi hâlinde gusletmesi. Çünkü kadın, iddeti tamamlandığında,
artık nişanlanma ve evlenme adayı olmaktadır. Ki bu durumdaki bir kadının temiz
ve nazîf olması güzel olur.
Hanbelîler:
Bunlar sünnet olan gusüllere 16 tane örnek vermişlerdir:
1. Cuma
günü, cuma namazı kılacak kimsenin gusletmesi sünnettir. Almış olduğu bu
gusülle cuma namazını kılar.
2. Bayram
günü alınan gusül. Bir şahıs, almış olduğu bu gusülle bayram namazını kılar.
Bu iki gusül de günün değil, namazın gusülleridirler. Buna göre bir kişinin
sözü edilen günlerde fecirden önce aldığı guslün bir mânâsı olmadığı gibi,
namazdan sonra aldığı gusüllerin de bir mânâsı olmaz.
3. Ay ve
güneş tutulmalarında kılınacak namaz için gusül etmek.
4. Yağmur
duasına giderken kılınacak namaz için gusül etmek.
5. Ölüyü
yıkayanın gusletmesi.
6. Delilik
hâlinden ayılan kişinin gusletmesi.
7. Baygınlıktan
ayılan kişinin gusletmesi. Yalnız delirme ve bayılma esnasında guslü farz
kılıcı herhangi bir sıvının tenasül organlarından akmamış olması da şarttır.
Şayet akmış ise gusletmeleri zâten farzdır.
8. İstihâze
hâlindeki bir kadının her namaz vakti için gusletmesi.
9. Hacc veya
umre için ihrama giren kişinin gusletmesi.
10. Harem-i
Şerife girmek isteyen kişinin gusletmesi.
11. Mekke-i
Mükerreme'ye girmek isteyen kişinin gusletmesi.
12.
Arafat'ta vakfe için gusledilmesi.
13.
Müzdelife'deki vakfe için gusledilmesi.
14. Şeytan
taşlamak için gusledilmesi.
15. Tavâf-ı
ziyaret için gusledilmesi.
16. Veda
tavafı için gusledilmesi.[86]
Cünüb kişinin,
abdestle yapılması mümkün olan şer'î fiilleri gusletmeden önce yapması haramdır.
Buna göre cünübken farz veya nafile namaz kılması helâl olmaz. Ancak su
bulamaz veya bulur da hastalık ve benzeri mazeretlerden ötürü kulianamazsa,
teyemmüm ederek cünüblükten kurtulur ve namazlarını kılabilir. Ki bu hususu
teyemmüm bahsinde de ele alacağız. Farz veya nafile oruçlara gelince; cünüb
kişinin bu gibi ibâdetleri yapması sahîh olur. Sözgelimi adamın biri
Ramazanda, fecr-i sâdığın doğuşundan önce hanımıyla cinsel ilişki kurar da
gusletmezse orucu sahih olur. Nitekim bunu oruç bahislerinde de ayrıca
anlatacağız. Cünüb kişinin yapması helâl olmayan dinî davranışlara örnek olarak
şu hususları sayabiliriz:
a. Kur'an-ı
Kerim okumak: Cünüp kişinin Kur'an-ı Kerîm okuması haramdır. Bu bakımdan
Mushaf'ı ellemesi de öncelikle haram olmaktadır. Zîrâ Mushaf'ı ellemek,
abdestsiz dahî haram olmaktadır.
b. Mescide
girmek: Cünüb kişi mescide de giremez. Ancak şunu da kaydetmekte yarar vardır
ki: Şerîat sahibi, cünüb kişinin az miktarda Kur'an-ı Kerîm okumasına rahsat
vermiştir.
Mescide girme konusuna
gelince mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıda sunulmuştur.
Malikiler dediler ki: Cünüb kişinin Kur'an okuması şu şartlarla caiz olur:
Kur'an-ı Kerim'den bir âyet veya bir âyet miktarındaki bir kısmı ancak iki
durumda okuyabilir:
1. Bununla
düşmandan ve benzen (canavar gibi) şeylerden korunmayı kasdeder ise
okuyabilir.
2. Şer'î
hükümlerden birini anlatırken bir âyet-i kerimeyi delil olarak okuyabilir.
Bunların dışında
Kur'an-ı Kerim'den az olsun, çok olsun hiçbir âyet cünüb iken okunamaz.
Mescide girmeye
gelince: Cünüb kişinin, içinde beklemek veya içinden geçmek kasdiyle mescide
girmesine iki durumda ruhsat tanınmıştır:
1. Kişinin
gusletmek için mescidden başka bir yerde su bulamaması veya mescid dışındaki
bir yerde suyun bulunduğu bilinir de ancak mescidden geçilmesi hâlinde oraya
gidilebîlecekse bu durumda gusül kasdiyle mescidden geçerek su yerine gitmeye
müsâade verilmiştir. Bu durum, özellikle sıhhî su tesîsati olmayan köylerde
çoğunlukla vukûbulmaktadır. Ama şimdiki zamanda sıhhî su tesisatları hemen
hemen her tarafta kurulmuştur. Eskisi gibi sarnıç veya kaya kovuklarına
ihtiyâç kalmamıştır diyebiliriz. Hemen hemen her evde suyu kolaylıkla bulmak
mümkün olmaktadır. Bu durumda kişilerin, mescid içinden geçmeden gusletmelerine
imkân bulunmaktadır. Mescidlerin dahi özel su yerleri vardır. Ki bunlara
ulaşmak için mescidin içinden geçmeye gerek kalmamaktadır. Ama mescidin
dışında değil de sadece içinde olursa bu durumdaki kişinin mescide girip
gusletmesine müsâ-de vardır. Yalnız mescide girmeden önce teyemmüm edip öylece
mescide girmesi gerekir.
2. Cünüp
olan bir kişinin, dışarıda kaldığı takdîrda kendisine bir ezâ ve cefâ
ulaşmasından korkarsa ve mescidden başka bir sığınak da bulamazsa bu durumdaki
kişinin teyemmüm edip mescide girmesi ve korktuğu durumların ortadan
kalkmasına dek mescidde beklemesi veya uyumasında bir sakınca yoktur.
Bu anlattıklarımız,
kişinin kendi şehrinde, hastalıklardan salim olarak mukîm bulunmasıyla
ilgilidir. Ama kişi, misafir, hasta veya cünüb olur da su kullanma imkânını
bulamazsa teyemmüm edip mescide girmesi ve namaz kılması caizdir. Ancak bu
durumlarda mescidde fazlaca beklememesi gerekir. Yalnız zaruret miktarı
beklemesine izin vardır. Kişi mesciddeyken ihtilâm olursa bu durumda acilen
mescidden çıkması ve mümkünse teyemmüm etmesi gerekir. Âcil olarak çıkması
şer'an makbul olan bir davranıştır.
Özetleyecek olursak
diyebiliriz ki: Cünüb kişinin mescide girmesi normal durumlarda haramdır.
Ancak zaruret hâllerinde girmesine müsamaha gösterilmiştir.
Hanefiler dediler ki: Cünüb kişinin iki durum dışında az olsun çok olsun
Kur'an-ı Kerîm okuması haramdır:
1. Önemli
olan bir işe başlarken cünüb kişinin Kur'an'dan olmasına rağmen “besmele”
çekmesi caizdir.
2. Bir şahsı
çağırmak veya birisini övmek maksadıyla Kur'an-ı Kerîm'den kısa bir âyet okumak
da caizdir. Meselâ cünüb kişinin:
“Ey Rabbim! Beni ve anamı babamı afveyle.” [87]Veya;
“Onun (Muhammed'in) beraberinde bulunanlar, kâfirlere
karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.”[88] gibi âyetleri okumasına müsâade verilmiştir. Yine
bunun gibi cünüb kişinin mescide girmesi zaruret dışında haramdır. Bu gibi
durumlarda zaruretler, zamana ve ortama göre takdir edilebilirler. Meselâ
gusletmek için mescidden başka yerde su bulunmaması hâlinde -ki bu, birçok yerlerde
rastlanan bir durumdur. Kişinin mescide girip su yerine kadar gitmesi ve orada
gusletmesi caiz olmaktadır. Ancak bu durumdaki bir şahsın mescide girmeden önce
teyemmüm etmesi gerekir. Cünüb kişi dışarıda kaldığı takdirde kendisine bir zarar
ulaşmasından korkarsa Mâlikîlerin dediği gibi mescide girmesinde bir sakınca
olmaz. Ancak mescide teyemmüm ettikten sonra girmesi caiz olur. Özetleyecek
olursak şöyle diyebiliriz: Cünüb kişinin mescide girmesi için teyemmüm etmesi
bazan vâcib olur. Bazan da mendub olur. Teyemmüm etmesi iki durumda vâcib olur:
1. Cünüblük,
kendisine mescid dışındayken vâki olur ve sonra da mescide girme zorunluluğu
doğarsa bu durumda teyemmüm etmesi vâcib olur.
2. Temiz
iken mescidde uyur ve uyku hâlinde de hamamcı olur, sonra da dışarıya çıktığı
takdirde kendisine bir zarar ulaşmasından korktuğu için mescidde kalma
zorunluluğu olursa yine teyemmüm etmesi vâcib olur. Bu iki durum dışında cünüp
kişinin teyemmüm etmesi vâcib değil de sadece mendub olur. Meselâ mesciddeyken
cünüb olan ve teyemmüm etmek için dışarı çıkan kişinin teyemmüm etmesi, veya
cünübken mescide girme mecburiyeti olan kişinin dışarıda teyemmüm etme imkânı
olmadığı için mescide girmesi ve çıktıktan sonra teyemmüm etmesi mendub olur.
Her halükârda bu teyemmümle Kur'an okumak veya namaz kılmak caiz olmaz.
Mescidin damı da mescidin hükmündedir. Ama cünübün mescidle ilgili dışarı
kısımlara teyem-mümsüz girmesi caizdir. Bayram ve cenaze namazlarının kılındığı
namazgahlarla (sofilerin ibadethaneleri olan) hankâhlar da mescid hükmündedirler.
Okullardaki mescidler herkese açık iseler veya dışarıya kapalı olur da
kendisine yetecek kadar cemâati olursa bunlar da diğer mescidlerin hükmüne
tâbi olurlar. Ama hem dışarıya kapalı hem de kendilerine yetecek kadar cemaatları
olmayanlar, diğer mescidlerin hükmüne tâbi olmazlar.
Şafiiler dediler ki: Cünübün bir tek harf bile olsa okuma kasdiyle Kur'an-ı Kerîm okuması
haramdır. Ama zikir kasdederek veya olur olmaz farkında olmadan bir âyet
okuyacak olursa bu, haram olmaz. Zikir niyetiyle okumaya örnek olarak yemek
yerken “besmele” çekmek veya bir bineğe binerken:
“Bunları bizim emrimize veren Allah, noksanlıklardan
münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.” [89]
âyet-i kerîmesini
okumayı gösterebiliriz. Ayrıca iki temizleyici, yani su ve toprağı bulamayan
kişinin zaruret dolayısıyla kendisine mubah kılınan namazda Kur'an okuması
caiz olur. Hayız ve nifaslı kadınlar da aynı hükümlere tabidirler. Mescidden
geçmeye gelince cünüb, hayızlı ve nifaslı kadının, beklemeksizin,
dolaşmaksızın, mescidi pislemeksizin içinden geçmeleri caizdir. Meselâ
bunlardan birinin, mescidin bir kapısından girip öbüründen çıkması caizdir.
Ama girdiği kapıdan tekrar çıkması, mescidin içinde dolaşmak sayıldığından
haram olur. Yalnız bir kapıdan girip öbüründen çıkmak niyetiyle içeri girer de
farkında olmaksızın aynı kapıdan tekrar çıkacak olursa bu, haram olmaz.
Mescidde uyurken ihtilâm olan bir kişinin de zaruret hâlinde, meselâ kapılar
kapalı olur veya dışarı çıktığı takdirde kendi canına veya malına bir tehlike
geleceğinden korkarsa mescidde beklemesi caizdir. Ancak su bulamazsa, mescidin
toprağından başka bir toprakla teyemmüm etmesi gerekir. Abdeste yetecek kadar
su bulursa abdest alması gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Cünüb olan kişinin özürsüz olarak, kısa bir âyet veya
uzun bir âyetten kısa bir âyet kadarım okuması mubahtır. Ancak bundan fazlasını
okumak haramdır. Kur'an-ı Kerîm'in lâfzına uygun zikir yapmak ise caizdir.
Meselâ yemek yerken “besmele” çekmek veya bir bineğe binerken,:
“Bunları bizim emrimize veren Allah, noksanlıklardan
münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.”[90] âyet-i kerîmesini okumak caizdir. Mescidin içinden
geçmek ve beklemeksizin içinde dolaşmak hususuna gelince cünüb, hayızlı veya
nifash bir insanın kan gelirken bile mescidin kirlenmemesinden emin olursa
dolaşmasına veya içinden geçmesine engel hiçbir hâl yoktur. Cünüb kişinin
abdest alıp mescidde beklemesi zaruret yokken bile caizdir. Hayızlı veya
nifash kadınların kanı kesilmeden abdestsiz olarak mescidde beklemeleri caiz
değildir.[91]
Bir kadın kendisinde
hayız kanaması görür, âdetinin bitiminde kanama kesilir de artık ömrü boyunca
bir daha kanama görmeyecek olursa bu kadın temiz sayılır.
Bir kadın bir gün
kanama görür, sonra bu kanaması kesilir; bir gün geçince yine kendisinde kanama
görürse, aradan geçen bu kesinti süresi içinde de Şafiî ve Hanefî mezhebine
göre hayızlı sayılır.
Malikiler dediler ki: Bir kadın bir anlık bile olsa kendinde kanama görür
de bu kanaması kesilirse ikinci bir kanama görünceye kadar aradan geçen süre
içinde temiz sayılır. Bu süre içinde, temiz kadınların yapabilecekleri bütün
işleri yapabilir.
Hanbelîler:
Mâlikîlere muvafakat ederek iki kan arasında geçen kesinti süresini temizlik
olarak kabul etmişlerdir. Ancak bilindiği gibi bu mezhebe göre hayzın en az
müddeti bir gün bir gecedir. Meselâ bir kadın, bir günün sadece gündüzünde veya
gündüzünün az bir kısmında kanama görürse hayızlı sayılmaz.
İstihâze, hayız ve
nifas vakitleri dışında kadının rahminden akan kandır. Hayız müddetini aşan
kanamalarla bu hayız müddetinden az sayılan süreler içindeki kanamjajar, hayız
yaşına varmadan küçüklük döneminde görülen kanamalar istihâze kanıdırlar.
Şafiiler dediler ki: Âdet görmeye yeni başlayan istihâzeli kadın, eğer kanları birbirinden
ayırdedebiliyorsa, bu kadının görmekte olduğu kuvvetli kan hayız kanıdır. Ancak
bu kuvvetli kanın, en az müddetinden noksan süreli olmaması ve en fazla
müddetini de aşmaması şarttır.
Bu durumdaki kadının
görmekte olduğu zayıf kanamalar hayız kanı olmayıp temiz olma hükmüne tâbi
olur. Ancak bu zayıf kanların da hayızdan temizliğin en az müddetinden noksan
olmaması ve akışının da peşpeşe olması şarttır. Kadm bir gün kırmızı kan aktığını,
bir gün de siyah kan aktığını görürse, kanları biribirinden ayırdetme şartım
yitirmiş olur. Eğer bu iki durumda ayırdetme şartı bozulursa, hayzı bir gün bir
gece olarak takdîr edilir. Ayın geri kalan kısmında temiz olduğuna hükmedilir.
Nitekim yeni âdet görmeye başlayan kadın, kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden
ayirdedemiyorsa, bu uygulamaya baş vurulur. Eğer ayırdedebiliyorsa kuvvetli kanı
hayız sayılır. Ama kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırd edemiyor, âdetinide
ne zaman başlavıp ne zaman sona ereceği biliniyorsa, bu durumda âdetine göre
hareket edilir. Adet süresi içindeki kanamalar hayız kanı sayılır. Âdet süresi
dışındaki kanamalar ise istihâze kanı sayılır.
Hanbeliler dediler ki: Istihâzeli kadın ya âdet görmeye yeni başlamıştır. Veya
eskiden beri âdet görmektedir. Adet görmekte olan kadın, kuvvetli kanla zayıf
kanı birbirinden ayırdetse yine âdetine göre hareket eder. Âdet görmeye yeni
başlayan kadınsa, kuvvetli kanla zayıf kanı birbirinden ayırdedebiliyorsa ve
kuvvetli kanı bir gün bir geceden eksik olmazsa hayız sayılır. Bu kanın 15 günü
geçmemesi de gereklidir. Eğer âdet görmeye yeni başlayan kadın kuvvetli kanla
zayıf kanı birbirinden ayırdedemiyorsa, bir gün bir gece süreyle akan kanının
hayız kanı olduğuna hükmeder. Sonra guslünü yapar. Temiz kadınların
yapabildikleri bütün işleri de yapabilir. Bu hüküm, âdet görmeye yeni başlamış
kadının birinci, ikinci ve üçüncü aylarında uygulanır. Dördüncü ayda ise hayzın
galip hükmü uygulanmaya başlanır. Ki bu da normal olarak altı veya yedi gün
olarak takdîr edilir. Bu süreler içindeki kanlar hayız, bu süreler dışındaki
kanlar ise istihâze sayılırlar.
Malikiler dediler ki: İstihâzeli kadın, kendisinden akan kanı tanırsa bu
kan hayız kanı sayılır. Kanı tanıması ise kokusuyla, rengiyle, katılığıyla veya
akarken duyulan acısıyla mümkün olur. Tabiî akan kanın hayız olabilmesi için
temizliğin en az süresi olan onbeş günden sonra akmış olması gerekir. Kadın,
kendisinden akan kanın hayız olup olmadığını seçemez veya kanlan birbirinden
ayırdedecek seçme yeteneğine sâhib olur da ancak akan bu kan temizlenmenin en
az müddeti olan onbeş günden önce görülürse, istihâze sayılır. Ki bu durumdaki
kadın, ömrü boyunca bu durumda olsa bile temiz sayılır. Âdetinin kaç gün
olacağı belirsiz olan, her ayın kaçıncı günlerinde âdet gördüğünü kesin olarak
bilemeyen kadının hayız müddeti sünnet-i beyzâ ile tesbit edilebilir.[92]
Kanların hayız veya istihâze olduğunu birbirinden ayırdedecek güçte olan
kadın, ihtiyat payı olarak âdetine üç gün eklemek mecburiyetinde olmayıp sadece
kendi âdetine göre hareket eder. Ancak hayız olduğuna kesin olarak kanâat
getirdiği kanlar için âdetine üç gün eklemesi ihtiyat gereği olur.
Hanefiler dediler ki:
îstihâzeli kadın, ya yeni âdet görmeye başlamıştır. Ki hayzının veya nifasınm
başlangıcında olur da kanı davam eder. Veyahut da eskiden beri âdet görmektedir
de kendisinden normal bir kanama ve normal bir temizlenme süreleri geçmiş
olur. Veyahut da eskiden beri âdet görmektedir de her ayın kaçıncı günlerinde
ve kaç gün süreyle âdet gördüğünü unutur ve tereddüt içinde olur. Şimdi bunları
izah etmeye çalışalım: Âdet görmeye yeni başlayan kadınm kanaması devam ederse
bu kadının hayızı on gün, temizliği de her ayın yirmi günü olarak takdîr
edilir. Nifası da, kırk gün kanama müddeti, ondan sonraki yirmi gün de temizlik
süresi olarak kabul edilir. Bundan sonra gelen hayızlar için de her ay on gün
takdir edilir. Eskiden beri âdet görmekte olup her ayın kaçıncı günlerinde ve
kaç gün süre ile kanama gördüğünü bilen kadının hayızıyla temizliği kendisinin
âdetine göre takdîr edilir. Ancak temizlenme süresi altı ay olursa, id-deti
tamamlamaya nisbetle bu altı aydan bir anlık bir süre eksiltilerek âdetine
göre hüküm verilir. Ama ortada iddet tamamlama sorunu yoksa normal âdetine göre
hükmedilir.
Her ayın kaçıncı
günlerinde ve kaç gün süreyle âdet gördüğünü unutan ve tereddüt içinde kalan
kadının Hanefî mezhebine göre durumu biraz müşkül olduğundan bu kadınla ilgili
hükümleri öğrenmek isteyenler başka kitaplara başvurmalıdırlar.
Kadından akan kanın
istihâze kanı olabilmesi için o kadının hayız yaşına varmış olması şart
değildir. Yaşı dokuzdan veya yediden az olan küçük kızlardan akan kanlar
istihâze kanıdır. Kendisinde istihâze kanamaları görülen kadın, özürlü
kimseler hükmüne girer. Kendisinde sürekli idrar akıntısı görülen veya müzmin
bir ishale müptelâ olan ve özürlüler bahsinde anlatılan bunlara benzer özürleri
taşıyan kimselerin hükmüne tâbi olur. Bu durumdaki kadınlar, hayızlı ve nifaslı
kadınların yapamayacağı şeyleri yapabilirler. Örneğin Kur'an okuyabilir,
mescide girebilir, Mushaf'a dokunabilir, îtikâfa girebilir, Kabe'yi tavaf
edebilirler. Gusle değil de abdeste bağlı olarak yapılabilen namaz ibadetini
ifâ edebilirler. İstihâzeli kadının hayız müddetini takdîr hususunda mezhebler
arasında görüş ayrılığı mevcuddur.[93]
Tanımı:
Nifas,
Malikiler dediler ki: Doğumla beraber veya doğumdan sonra akan kan nifas
kanıdır. İkiz doğuran kadının birinci çocuğuyla birlikte veya daha sonra veya
ikinci çocuğunun doğumundan önce akan kan nifas kanıdır. Doğumdan önce akan
kanlarsa bunlara göre nifas değil hayız kanıdır.
Hanbeliler dediler ki: Doğumdan iki veya üç gün önce doğum sancısıyla
birlikte kadından akan kan nifas kanıdır. Bunun yanında doğumla birlikte veya
doğumdan sonra akan kanlar da nifas kanıdır.
Şafiiler dediler ki: Kadından akan kanın nifas kanı olduğunun kesinleşmesi için, rahmin
tam olarak çocuktan boşalmasından sonra akması şarttır. Ama çocuğun bir kısmı
veya vücudunun çoğu dışarıya çıkmışken akan kan nifas kanı değildir. Doğumdan
sonra sözünden maksat, doğumla bu kanın arasına onbeş veya daha fazla günlük bir
fasılanın girmemesi demektir. Şayet doğumdan onbeş gün veya daha fazla bir
süre sonra bir kanama görülürse bu, nifas kanı değil de hayız kanı olur. Çocukla
beraber akan kanla doğum sancılarından önce akan kanlar nifas kanı olmayıp
başka kanlardır. Bu esnada kadın eğer âdet döneminde ise akan kan hayız
kanıdır. Çünkü Şâfîîlere göre gebe kadın da hayız görebilir. Ama akan kan, âdet
döneminde değilse bir hastalıktan ötürü akmakta olan kan sayılır.
Hanefiler dediler ki: Doğum esnasında çocuğun vücûdunun çoğu dışarıya
çıkmış iken akan kan, tıpkı çocuğun tümünün dışarıya çıkmasından sonra akan
kan gibi nifas kanıdır. Ama çocuğun vücûdunun az bir kısmı dışarıya çıkmış
iken veya hiç çıkmamış iken akan kanlar, hastalıktan kaynaklanan kanlardır. Bu
durumda kadın, nifaslı olmayıp temiz sayılır ve ibâdetlerini de yapabilir.
Doğumu güçleşen kadının
karnı yarılarak çocuğu çıkarılacak olursa bu durumda (şayet ortada bir iddet
sorunu varsa) iddet tamamlansa bile kadın nifaslı sayılmaz.
Düşük çocuğa gelince;
eğer onun parmak, tırnak, saç veya benzeri vücûdu ile ilgili bazı kısımlar
teşekkül etmişse normal bir çocuk hükmündedir. Ki bu sebeble akan kan da nifas
kanı olur. Ama düşük çocuğun tırnak, parmak ve benzeri vücûdunun parçaları
teşekkül etmeyip sözgelimi et parçası veya kan pıhtısı hâlinde dışarıya
çıkacak olursa, bu olay, da kadının âdet zamanına rastlamış ise çıkan kan,
hayız kanı sayılır. Ama âdet zamanına rastlamamış ise çıkan kan, bir hastalık
veya sakatlıktan kaynaklanan bir kan olur. Bir kadın ikiz doğurursa bunun nifas
müddeti birinci doğumdan îtibâren başlar.
Şafiiler dediler ki: Çocuğun organlarının bir kısmının teşekkül etmiş olması nifas için
şart değildir. Kadın bir et parçası veya kan pıhtısı düşürür de ebeler, bunun
bir insan aslı olduğunu söylerlerse bu olaydan sonra akan kan, nifas kanı
sayılır.
Kadın ikiz doğuracak
olursa nifas müddetinin başlangıcı ikinci doğumdan îtibâren başlar. Birinci
doğumdan sonra görülen kanlar nifas kanı sayılmaz. Bu kanamalar, hayız
süresine rastlarsa hayız sayılır. Hayız süresine rastlamazsa hastalık ve özür
kanı sayılırlar.
Malikiler dediler ki: Kadın ikiz doğurur da iki doğum arasında altmış
günlük bir süre bulunursa -ki bu, nifas için azamî bir süredir- her çocuk için
müstakil bir nifas müddeti kabul edilir. Ama altmış günden daha az bir süre
olursa bu durumda nifas başlangıcı, birinci doğumdan itibâren kabul edilir.
İki doğum arasında
nifasın azami süresi geçse bile yine birinci doğum nifas için başlangıç olarak
kabul edilir. Sözgelimi ikinci doğum, birincisinden, kırk gün sonra
gerçekleşirse ikinci doğumdan sonra akan kan, nifas kanı değil de bir hastalık
veya özürden kaynaklanan kan olarak kabul edilir. Nifasın en az müddeti için
sınır yoktur. Bir an kanama görmekle bile kadın, nifas görmüş sayılır.
Doğumdan hemen sonra kanı kesilen veya kansız olarak doğum yapan kadının nifası
tamamlanmış olur. Temiz kadınların yapabilecekleri bütün işleri yapabilirler.
Nifas kanları arasında
bozulan temizliklere, (ki bir gün kanama gördükten sonra temiz olunur da, bir
gün sonra yeniden kanama vuku bulursa buna “bozulan temizlik” adı verilir)
gelince, mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Nifas kanamaları arasına giren bozuk temizlik
süreleri onbeş günü bulsa bile yine nifas kanı sayılır.
Şafiiler dediler ki: Nifas kanları arasına giren temizlik süreleri onbeş günü aşarsa
temizlik hükmünde olur. Onbeş günden az olursa nifas hükmünde olur. Bundan
sonra görülen kanlarsa hayız kanı olurlar. Doğumdan sonra hiç kanama görülmez
de onbeş güne kadar temiz kalınırsa aradan geçen bütün zaman içinde kadın
temiz sayılır. Bundan sonra görülen kanlar, hayız kanamaları sayılır. Bu
durumdaki kadın, nifas geçirmemiş olur.
Malikiler dediler ki: Nifas kanamaları arasında görülen temizliklerin
süresi onbeş günü bulursa kadın, bu süre içinde temiz sayılır. Bundan sonra
görülen kanamalarsa hayız sayılır. Ama nifas kanamaları arasındaki temizlik günleri
yarım aydan az olursa nifas sayılır. Aradaki temizlik günleri hesaptan
düşülerek kanama günleri birbirine eklenerek altmış günü bulursa bu durumda
kadının nifası sona ermiş olur. Bundan sonra temiz olup namazını kılabilir,
orucunu tutabilir.
Hanbeliler dediler ki: Nifas kanamaları arasına giren temizlik süreleri de
temizlikten sayılır. Bu gibi günlerde kadın temiz olup ibâdetlerini yapmalıdır.
Malikiler dediler ki: İstihâze kanamaları gören kadının hayız yaşına ermiş
olması gerekir. Bu yaşa ermeyen küçüklerde görülen kanlar, ne hayız ne de
nifas sayılmaz. Bunlar hastalık veya sakatlıktan kaynaklanırlar.[94]
Hayızlı veya nifaslı
bir kadının, cünüb kişinin yapması haram olan işleri yapması haram olur.
Örneğin namaz kılamaz, Mushaf'a dokunamaz, ezberden olsa bile Kur'an-ı Kerîm
okuyamaz. Hayızlı ve nifaslı kadınlar, cünüb kişiden fazla olarak bazı işleri
daha yapamazlar. Buna örnek olarak orucu gösterebiliriz. Hayızlı veya nifaslı
kadın farz olsun nafile olsun oruca niyet edemez. Etse bile sahîh olmaz.
Ramazanda oruç tutmaya yeltenen hayızlı veya nifash bir kadın, kendi canına
eziyet etmiş olur. Dolayısıyla günahkâr olur. Bu da çirkin bir cehaletin
eserinden başka ne olabilir?
Hayızlı veya nifaslı
kadınların Ramazan ayında tutamadıkları oruçları bilâhare kaza etmeleri
gerekir. Ama hayızlı veya nifaslı iken kılamadıkları namazları bilâhare kaza
etmezler. Çünkü namaz, hergün tekrarlanan bir ibâdettir. Bu nedenle kaza
edilmesi de zor olur. Yüce Allah ise zorluk ve meşakkatleri insanların
omuzlarından kaldırmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de bununla ilgili olarak
şöyle buyurulmaktadır:
“(Allah) din (işlerin)de sizin üzerinize bir güçlük
yüklemedi.” [95]Hayızlı
veya nifaslı kadınlar îtikâfa da giremezler. Girseler bile sahîh olmaz. Hayızlı
veya nifaslıyken haram olmasına rağmen kadınlar boşanırlarsa talâkları geçerli
olur. Ancak böyle yapan erkeğe hâkim, hanımına ric'at etmesini de emredebilir.
Üç hayız veya temizlik süresiyle iddet beklemekte olan kadını boşamak da
haramdır. Hayızlı kadını boşamanın hükmüne ilişkin detaylı bilgileri edinmek
İsteyenler, bu kitabın talâkla ilgili bölümüne müracaat edebilirler.
Hayızlı veya nifaslı
kadınlarla kocaları cinsel ilişkide bulunamazlar. Kanama kesilip de
gusletmedikleri takdirde kocaları kendileriyle cinsel ilişkide bulunurlarsa
haram işlemiş olurlar. Kanama müddeti sona erer ve kanama kesilir de
gusletmeleri gerektiği halde gusletmekten âciz kalırlarsa kadınların teyemmüm
etmeleri vâcib olur.
Hanefiler dediler ki: Hayzın en son müddeti olan on gün geçtikten sonra,
nifasın da en son müddeti olan kırk gün geçtikten sonra kadın gusletmemiş olsa
bile, kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurması helâldir.
Hayızlı veya nifaslı
kadının göbeğiyle dizleri arasındaki kısım ile kocası oynayamaz.
Hanbeliler dediler ki: Erkeğin arada bir perde olmaksızın hayızlı veya
nifaslı karısının vücûdunun bütün taraflarıyla oynaması helâldir. Bu durumdaki
hammıyla sadece cinsel ilişkide bulunamaz. Bulunsa bile bu, büyük günâhlardan
sayılmaz. Bu günâha bulaşan erkeğin günâhının afvı için gücü yeterse bir veya
yarım dinar sadaka vermesi zorunlu olmaz. Sadece tövbe etmesi vâcib olur. Bu
durumdaki hanımla cinsel ilişkide bulunulması hâlinde ikisinden birisine bir
hastalık veya şiddetli bir eziyet gelecek olursa bu durumda büyük günâh
işlenmiş olur. Bu hususta fikıhçılar icma’ etmişlerdir.
Kocasının bu kısımla
oynaması helâl olmaz. Hanımını bu iş için zorlaması da helâl olmaz. Ancak
kadın, göbeğiyle dizleri arasına bir örtü koyar da bu örtü iki vücûdun ısısının
birbirine geçmesine engel olursa bunda bir sakınca sözkonusu olmaz. İki vücûdun
ısısını birbirine geçiren ince örtüler bu haramlığı ortadan kaldırmaya yeterli
olmazlar. Erkeğin, hayızlı kârısının dizlerle göbek arası dışında kalan vücûdunun
başka taraflarıyla oynaması caizdir.
Malikiler dediler ki: Kanama esnasındaki hayızlı kadınla cinsel ilişki
kurmak ittifakla haram olur. Yalnız erkeğin, bu durumdaki hammıyla arada bir
örtü bulunmaksızın ve penisini de hanımının tenasül organına girdirmeksizin, sadece
oynamak kastiyle dizleriyle göbeği arasındaki kısımla oynaması caiz olur mu,
olmaz mı diye bir sorun ortaya çıkmaktadır. Mâlikîlerin bir kısım ulemâsı,
Hanbelîlerin görüşüne uyarak bu şartlar altında erkeğin hammıyla oynamasına
ruhsat tanımışlardır, ama bu mezhebe göre meşhur olan görüş, arada perde olsa
bile, bu durumdaki hammıyla oynayamayacağı görüşüdür. Zîrâ bu oynaşma
sonucunda cinsel ilişkiye gitme sakıncası ve ihtimâli mevcuddur. Bu durumdaki
erkek veya kadın, heyecanlanarak kendilerini tutamayabilirler. Mâlikîler
mezheblerini, kişiyi harama götüren sebeplerden uzak kalma esâsı üzerine
kurmuşlardır. Ki buna “sedd-i zerai” adını vermişlerdir.
Bütün bunlardan ayrı
olarak bilinmektedir ki: Hayızlı kadınla cinsel ilişki kurmanın yasaklanması,
İslâm fıkhının güzel taraflarından birini yansıtmaktadır. Tabibler, hayızlı
kadınla cinsel ilişki kurulması halinde bu ilişkinin tenasül organları üzerinde
şiddetli zararlara yol açacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bununla beraber
bazı mezhebler bu sakıncayı önemsemememişlerdir. Örneğin Hanefîler, hayızlı
kadının kanaması kesilir ve kesintiden sonra tam bir namaz vakti geçmesini
müteâkib gusl etmese bile kendisiyle cinsel ilişki kurmanın mübâh olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü kadının bütün hayız süresi boyunca sürekli bir şekilde
kanama görmediği herkesçe bilinen bir husustur. Mâlikîler bir an için bile
kanama kesilir de kadın guslederse kendisiyle cinsel ilişki kurulmasına müsâde
etmişlerdir. Zâten birçok kadınların kanamaları hayız müddeti içinde bazı
aralıklarla kesilebilir. Ayrıca Mâlikîler, ilâçla da olsa kadının kanamasının
durdurulması halinde kendisiyle cinsel ilişkide bulunabileceği görüşündedirler.
Yani kanamanın kendiliğinden kesilmesi şart değildir demektedirler. Fazla
şehvetli olup da sabredemeyen kimselerin hanımlarındaki kanamayı bu yöntemle
durdurmaları tavsiye edilebilir.[96]
Tanımı: Mesh
kelimesi lügatte, eli bir şeyin üzerine sürmek anlamına gelir. Bir kişi elini
bir şeyin üzerine sürerse ona, bu şeyi meshetti denir. İstılahtaki mânâsına
gelince mesh, özel olarak yapılmış olan mestler üzerine ıslaklığı isabet
ettirmekten ibarettir. Özel olarak yapılmış olan bu mestlerin bazı şartları
taşıması ve belirli sürelere bağlı kalınarak meshedilmeleri gerekir.
Hükmü:
Mestler üzerine meshetmek, asıl itibariyle caizdir. Şeriat sahibi, mestler
üzerine meshetmeyi erkeklerle kadınlar için caiz görmüştür. Gerek mukîmük
gerekse misafirlik esnasında olsun bu, mükellefler için şerîat koyucunun
tanımış olduğu bir ruhsattır.
“Ruhsat'ın lügat
anlamı ise kolaylık kelimesiyle ifade edilebilir. Istılâhî mânâsına gelince bu,
şer'î bir delîle muhalif olarak gelen başka bir delîl ile sabit olan bir
hükümdür. Zıddı bulunmayan şer'î bir delille sabit olan hükümlere ise “azîmet”
denir. Bu durumlar göz önüne alınarak mestler üzerine meshetmek bazan vâcib
olur. Meselâ bir kişi, mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkadığı takdirde namaz
vaktini kaçıracağından korkarsa bu durumda mestler üzerine meshetrnesi vâcib
olur. Yine aynı şekilde mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkadığı takdirde
namazdan başka bir farza, örneğin Arafat'taki vakfeye yetişememekten korkarsa
yine mestler üzerine meshetmesi vâcib olur. Buna benzer olarak ayaklarını
yıkamaya yetecek kadar su bulamayan kişinin mestler üzerine meshetmesi vâcib
olur. Ama bu durumlar dışında mestler üzerine meshetmek ruhsat sayılmaktadır.
Ki bu durumda kişinin ayaklarını yıkaması meshetmesinden daha faziletli olur.
Hanbeliler dediler ki: Mestler üzerine meshetmek, mestleri çıkarıp da
ayakları yıkamaktan daha faziletlidir. Zîra yüce Allah, insanların şerîatçe
kendilerine tanınan ruhsatlara sarılmalarını ve böylelikle ilâhî nimetlerin
bilincine vararak şükretmelerini arzular; bundan da hoşlanır. Bazı Hanefî
alimleri de bu görüşe muvafakat etmişlerdir.[97]
Üzerine meshedilmesi
sahîh olan mest, kişinin ayaklarına giydiği ve mafsal yumru kemiklerini de
içine alan mestlerdir. Bu mestler ister deriden, ister yünden, ister tüyden, ister
kıldan, ister ketenden veya bunlara benzer malzemelerden yapılmış olsunlar
hepsi aynı hükme tâbi olurlar.
Malikiler dediler ki: Deriden yapılmayan mestler üzerine meshetmek sahîh
olmaz. Ancak alt ve üstü deriden yapılıp da yan tarafları keçeden veya ketenden
yap:lmış olursa bu caiz olur demişlerdir. Nitekim bazı ayakkabılar vardır ki
alt ve üstü deriden, yan tarafları da kumaştan yapılır. Bilindiği gibi
Mâlikîler, deriden yapılan mestin de dikişli olarak yapılmasını şart koşarlar.
Şayet deriden yapılan mest, yapıştırıcı bir ilâçla dikişsiz olarak biribirine
raptedilmiş olursa onlara göre bu, mest sayılmaz; üzerine meshedilmesi de
sahîh olmaz.
Deriden başka
malzemelerle yapılanlara cevreb denir. Ki bu, halk arasında çorap diye bilinen
şeydir. Çorabın mest sayılabilmesi için ancak kendisinde üç şartın bulunması
gerekir:
1. Ayağa
giyilen çorap kalın olmalıdır. Ki üzerine isabet eden su, alt tarafına isabet
etmesin.
2. Herhangi
bir bağa ihtiyâç duyulmadan ayakta kendiliğinden durmalıdır.
3. İçindeki
ayaklan gösterecek kadar şeffaf olmamalıdır. Ayrıca mafsal yumru kemiklerini
kapatacak kadar da uzun olmalıdır. Sözgelimi adamın biri ayaklarında
kendiliğinden durabilecek kadar kalın bir çorap giyer de, bu çorap içinde
bulunan şeyi gösterecek kadar şeffaf bir maddeden yapılmış olursa buna mest
denilemez; mestin hükmüne de tâbi olmaz. Ancak yukarıda sayılan şartlar bir
çorapta tahakkuk ederse o çorap, deriden yapılmış mest gibi telâkki edilerek
onun hükmüne tâbi olur. Ayrıca mestin altına deri dikilmesi de şart değildir.
Bu anlatılanlardan
sonra yünden yapılan kalın çorapların, açıklaması yapılan şartları taşıdıkları
takdirde şer'î mest hükmüne tâbi olacağı anlaşılmış olmaktadır.[98]
Mestler üzerine
meshetmenin hükmü tevatür derecesine varan birçok sahîh hadîslerle sabit
olmuştur. “İstizkâr” adlı eserde denilmiştir ki: Mestler üzerine meshetmekle
ilgili olarak kırk kadar sahabe, Peygamber (s.a.s.) Efendimizden çeşitli rivayetlerde
bulunmuşlardır. Muhaddis Hasen der ki:
“Ashâbdan yetmiş kadar
zât, Rasûlullah (s.a.s.)’in mestler üzerine meshettiğine ilişkin olarak bana
rivayette bulundular. Bu konudaki sahîh hadîslerden biri de, Kütüb-i Sitte İmamlarının
rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şeriftir kî, buna göre: Cerîr b. Abdullah
el-Becelî ismindeki sahabe; küçük abdestini yapıp sonra da abdest almış ve
mestlerinin üzerine meshetmişti. Kendisine,
“Mesh mi yapıyorsun?”
diye sorulduğunda,
“Evet... Rasûlullah
(s.a.s.) in, küçük abdestini yaptıktan sonra, abdest alıp mestlerinin üzerine
meshettiğini bizzat gördüm” diye cevab vermişti.”
Bu hadîsi Zeylâî de
Nasbü'r-Râye adlı kitabında nakleder ve der ki: “Bu hadîs, bazılarını hayrete
düşürmüştür. Çünkü Cerîr bin Abdullah el-Becelî'nin müslüman oluşu, abdestle
ilgili hükmü içeren Mâide sûresinin nüzulünden sonra vukû bulmuştur. Bilindiği
gibi Mâide süresindeki abdestle ilgili hükmü belirten âyet-i kerîme şudur:
“Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınızı meshedip
her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın.” [99]
Bu âyet-i kerîme,
abdest alırken ayakların suyla yıkanmasının zorunluluğunu açıkça ifade
etmektedir. Ancak bir delîl olan bu âyete muarız bulunan ve tevatür derecesine
oluşan birçok sahîh hadisler de mevcuddur. Ki bu sahîh hadîslerin, Mâide
sûresinin mezkûr altıncı âyetinin nüzulünden sonra Peygamber (s.a.s.)
Efendimizin mübarek ağızlarından vârid olduğu kesinlikle bilinmektedir.
Peygamber (s.a.s.) in
buyurmuş olduğu bu sahîh hadîsler hüküm olarak ifade etmektedirler ki:
Ayaklarda mest bulunmadığı zaman su ile yıkanmaları farzdır. Ama ayaklarda
mest bulunduğu zamanlarda suyla yıkanmaları farz değildir. Aksine mest bulunduğu
zaman yıkama yerine meshetmek farzın yerini bulması için yeterli olur. Bu sahîh
hadîslere örnek olarak Buhârî'nin, Muğire bin Şu'be'den rivayet ettiği şu
hadîs-i şerîfleri nakletmekle yetineceğiz:
Peygamber Efendimiz
defi hacet için dışarı çıkmışlardı. Muğire de içinde su bulunan matrayla peşi
sıra gitti. Peygamber Efendimiz defi hacetini yaptıktan sonra Muğire, eline su
döktü. O da abdestini alıp mestleri üzerine de meshetti.” [100]
Buhârî buna bağlı
olarak yine Muğire'den şöyle bir rivayette bulunur:
“Muğire şöyle dedi:
“Peygamber Efendimizle
birlikte bir yolculuğa çıkmıştık. Yoldayken O'nun mestlerini çıkarmak istedim.
Bunun üzerine bana:
“Bırak onları. Çünkü ben onları temiz olarak giydim.” dedi ve sonra da mestlerinin üzerine meshetti.” [101]
Bu hadîslerin yanı sıra
daha birçok sahîh hadisler vardır ki, bunları Buhârî Müslim ve diğerleri sahîh
rivâyetçilerden nakletmişlerdir.[102]
Bilindiği gibi mest,
deriden veya yünden yapılıp belirtilen şartlan üzerinde taşıyan ve ayaklara
giyilen nesnelerdir. Kendisine mest denmesi sahîh olan şeylerin üzerine,
ayakları yıkama yerine geçerli olarak meshedilmesi uygun olur. Mestlerle ilgili
şartları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mest,
mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayakları örtmelidir. Mafsal yumru
kemiklerinin üst kısmını örtmesine gelince bu gerekli değildir. Mestin,
ayakların tümünü kapatır bir şekilde, yani üzerinde düğme ve fermuarla
kapanabilen yarıksiz bir şey olarak yapılmış olması gerekli değildir. Aksine
üst taraftan yarık olup kopçalarla veya fermuarla kapanabilir şekilde olması
da sahîhtir. Bu durumda aranan şart, ayağı kapatmasıdır. İster önceden kapalı
bir şekilde yapılsın veya üst tarafı yarık olup kopçalarla veya fermuarla
kapanacak şekilde olsun, her iki durumda da üzerine meshedilmesi sahîh olur.
2. Mestin,
mafsal yumru kemiklerini az da olsa açıkta bırakmayacak şekilde olması
gerekir. Mestte, ayağın bir kısmını gösterecek kadar delik bulunursa üzerine
meshedilmesi sahîh olmaz. Şu nedenle ki, ayaklar yıkandığı takdirde, faraza az
bir kısmı yıkanmayip kuru olarak bırakılırsa abdest bâtıl olur. Aynı şekilde
mestlerin de ayakların tümünü kapatacak şekilde olması zorunludur. Eğer
ayakların çok az bir kısmı dahi açıkta kalır da mestlerle örtülmezse meshetmek,
yıkamanın yerine geçerli olmaz. Hanbeli ve Şâfiîler bu görüştedirler.111).
Hanefiler dediler ki: Mest, mafsal yumru kemikleriyle birlikte ayağı
kaplamazsa, sözgelimi mestlerden birinde bir delik olur da ayaklardan üç parmak
miktarında olursa, bu deliğin mesh için bir zararı olmayacağına göre, bu
durumdaki bir mestin üzerine meshetmek sahîh olur. Ama mestteki delik ayak
parmaklarından üç küçük parmak miktarından daha çok olursa bunun meshe zararı
olur. Ve böyle bir mest üzerine meshetmek de sahîh olmaz. Ama iki mestteki
delikler, üç küçük ayak parmağından fazla olsa bile bu iki mestin delikleri üst
üste toplanmazlar. Ancak sözünü ettiğimiz miktardan fazla olan delikler bir
tek mestte bulunursa mesh geçersiz olur. Bu miktardan az olan deliklerin mesh
için bir zararı sözkonusu değildir.
Malikiler dediler ki: Bir mestte ayağın üçte biri kadar veya daha fazla
miktarda delik olursa bu durumda üzerine meshedilmesi sahîh olmaz. Ama delikler
ayağın üçte birinden az olursa üzerine meshedilmesi sahîh olur. Hanefilerle Mâlikîler,
mestte delik olması ve ayağın da görünmesi halinde bunun mesh için zararı
olmayacağında anlaşmışlardır. Ancak bu deliklerin miktarı hususunda görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Mâlikîler, ayağın üçte biri kadar olan deliklere
müsamaha ile bakarlarken Hanefîler, sadece ayağın üç küçük parmağı kadar olan
deliklere müsamaha etmişlerdir.
3. Mestlerle
ilgili şartların üçüncüsüne gelince bu, mestler içerisinde az bir yürüyüş de
olsa yürünülmesinin mümkün olması ve bir mesafe kat edilebilmesi gereklidir.
Ama mestler geniş olur da ayakların birazı veya çoğu görünürse bu, meshetmenin
sahîh olmasına zarar vermez. Yeter ki ayaklarda iken az da olsa onlarla bir
miktar yürünülebilsin. Hanefî ve Şâfiîler bu görüştedirler.
Malikiler dediler ki: Mest geniş olup da üstten bakıldığında ayağın bir
kısmı veya tümü görüldüğü takdirde bunun mesh için bir zararı olmaz. Ancak
fazla geniş olmasından ötürü içinde ayak yerleşemez veya ayağın büyük bir
çoğunluğu içine yerleşip oturmazsa bu durumdaki bir mest çok geniş olduğu ve
ayakla doldurulmadığı gerekçesiyle meshe elverişli olmaz. Bunlarla yürümek
mümkün olsa bile yine de üzerlerine meshedilmesi sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Mest geniş olur da üstten bakıldığında ayağın
abdestte yıkanması farz olan kısımlarından bazısı görünecek olursa bu
nitelikteki bir mest üzerine meshedilmesi sahîh olmaz.
4. Ayağa
giyilen mestler, helâl yoldan elde edilmiş olmalıdır. Çalınmış veya
gasbedilmiş veya haram kılınmış bir şüpheyle elde edilen bir mestin üzerine
meshetmek Hanbelî ve Mâlikî mezhebine göre sahîh değildir.
Hanefî ve Şafiiler dediler ki: Gasbedilen, çalınan ve buna benzer yollarla mal
edinilen mestler üzerine meshetmek -bunları giymek her ne kadar haram ise de-
sahîh olur. Zîra bunların giyilmesi ve mülk edinilmesi her ne kadar şer'î
değilse de meshin sıhhatine ters düşmez. Buna benzer olarak gasb edilen veya
çalınan suyla da abdest alınması sahîh olur. Ama bunu yapan da günahkâr olur.
Çalman veya gasbedilen şeyleri, Allah'a yaklaşmak kasdiyle yapılan ibâdet ve
benzeri işlerde kullanmak sahîh olmaz diyenlerin delilleri gerçekten kuvvetlidir.
5. Ayağa
giyilen mestler temiz olmalıdırlar. Necâsetli olarak giyilen mestler üzerine
meshetmek sahîh olmaz. Bunların az bir kısmına necaset değmiş olsa bile
üzerlerine meshedilemez. Bu hususta mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Temiz olmayan mestler üzerine meshetmek sahîh olmaz.
Meste bir necaset isabet etmiş olsa, onun üzerine yapılan mesh de bâtıl olur.
Şu nedenle ki: Elbiseye veya bedene isabet eden necaseti gidermek sünnettir,
denilmektedir. Oysa mestin kendine özgü bir hükmü olması dolayısıyla ona isabet
eden necaset hiçbir durumda afva uğramaz.
Şafiiler dediler ki:
Meste, kendisinden afvedilen bir necaset isabet ettiğinde bunun meshe bir
zararı olmaz. Ama meste, kendisinden afvedilmeyen bir necaset bulaştığı
takdirde temizlenmeden bu mest üzerine meshetmek sahîh olmaz.
Hanefiler dediler ki: Mestin temiz olması, meshin sıhhat şartı değildir.
Bir meste necaset bulaştığı takdirde üzerine meshetmek sahîh olur. Ancak bu
mestle birlikte namaz kılmak sahîh olmaz. Meste isabet eden bu necaset,
kendisinden afvedilen bir necaset ise bununla namaz da kılınabilir. Yalnız bu
durumdaki mestin temiz olan kısmı meshedilebilir.
Hanbeliler dediler ki: Necis olan mestin üzerine meshetmek iki şartla sahîh
olur.
a. Kendisine
isabet eden bu necaset, yere gelen taban kısmında veya iç kısmında olmalıdır.
Dış yüzüne, üst kısmına, yan tarafına isabet eden necasetler meshe zarar
verirler.
b. Necaset
bulaşan mesti ayağında bulunduran kişinin temizlemesi mümkün olmamalıdır. Ama
ayağındayken yıkaması halinde bir zarar meydana gelmeyecekse, bu durumdaki
mestin üzerinde bulunan necaseti gidermek vâcib olur. Ama ayağındaki mestin
üzerindeki pislikleri gidermeye muktedir olur da ancak giderilmesinde
kullanılacak malzemeyi bulamazsa bu necasetle birlikte namaz kılması, Mushaf'a
dokunması ve buna benzer abdest-liyken yapılması mümkün olan işleri yapması
sahîh olur.
6.
Mestler, tam bir temizlikten, yani tam olarak abdest alındıktan sonra ayağa
giyilmiş olmalıdır. Sözgelimi bir kişi. önce ayaklarını yıkar da mestlerini
giyer ve bundan sonra abdestini tamamlayacak olursa bu sahîh olmaz. Ancak
bütün mezhebler bunda ittifak etmiş olmayıp sadece Mâlikî ve Hanbelîler bu
hükümde görüş birliği etmişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Tam bir abdest aldıktan sonra giymek, meshin sıhhat
şartlarından değildir. Aksine bir şahıs, abdestte ayağının yıkanılması farz
olan kısmını yıkayıp mestini giyer ve kendisinde abdest bozucu herhangi bir
durum görülmeden abdestini de tamamlarsa bu kişinin abdesti de, meshi de sahîh
sayılır. Ancak abdestini, mesti giydikten sonra tamamlaması şarttır. Şöyle ki:
Mestten sonra aldığı abdestle, yıkanılması farz olan organlarından birisinin
az bir kısmı dahi ıslatılmamış olmamalıdır. Veya suyla meshedilmesi farz olan kısımların
meshedilmemiş bir tarafları da kalmamış olmalıdır.
7. Mestler,
su ile yapılan bir temizlikten sonra ayağa giyilmiş olmalıdır. Meselâ teyemmüm
yapıldıktan sonra giyilen mestler üzerine meshetmek sahîh olmaz. Yapılan bu
teyemmüm de ister su bulunmadığı, isterse su bulunup da hastalıktan ötürü
kullanılamadığı için yapılmış olsun aynı hükme tâbidir. Ki bu hususta mezhebler
arasında ittifak mevcûd olup sadece Şâfiîler buna muhalefet etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Teyemmümden sonra giyilen mestler üzerine meshetmek caiz olur. Ancak
alınan bu teyemmümün, bir hastalık nedeniyle su kullanılamadığından ötürü
alınmış olması şarttır. Ama su bulunamaması nedeniyle alman teyemmümden sonra
giyilen mest üzerine meshetmek sahîh olmaz. Meselâ bir kişi, abdest almak için
su bulamayıp da teyemmüm eder, sonra da mestini giyerse, bu mest üzerine
meshetmesi caiz olmaz. Yani bir kişi su bulamayıp teyemmüm eder ve bundan sonra
mestini de giyerse, bilâhere su bulduğunda mestlerinin üzerine meshetmesi caiz
olmaz. Aksine bu mestleri çıkarıp tam bir abdest alması gerekir. Ama su mevcûd
olmasına rağmen bir hastalıktan ötürü o suyu kullanamayıp da teyemmümden sonra
mestini giyerse, hastalığı veya özrü ortadan kalkmış olsa bile, abdestini
alırken bu mestlerin üzerine meshetmek sahîh olur. Teyemmüm esnasında kişinin
ayaklarıyla bir ilgisi olmadığından ötürü, bunların teyemmüm esnasında giyilip
üzerlerine meshedilmesi gerekmez, diye bir iddiada bulunmak doğru olmasa
gerekir. Nitekim bu husus teyemmüm bahsinde de ayrıca anlatılacaktır.
8.
Meshedilmesi farz olan yerde suyun meste ulaşmasını engelleyen hamur ve
benzeri maddeler bulunmamalıdır.
9. Mesti
ayağına giyen kişi, bu mestle birlikte belirli bir mesafeyi de
yürüyebilmelidir. Öyleki, bu mestler yürüme esnasında ayaktan çıkarılırsa veya
ayağında bulunduran kişi, bunlarla yol yürüyüp mesafe katedemiyecek durumda
olursa bunların üzerine meshedilmesi sahih olmaz.
Bunlarla katedilmesi
gereken mesafenin ölçüsü hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Mesti giyen kişi onunla birlikte bir fersah veya
daha fazla bir mesafeyi yürüyüp katedemezse üzerine meshetmesi sahîh olmaz.
Bunlarla yürüyebilmek için ayrıca üzerlerine çizme veya kundura giyilmeden
yürüyüşe elverişli olmaları gerekir. Bir fersah, üç mil, yani oniki bin adım
uzunluğundaki bir mesafedir. Ayakkabısız veya çizmesiz olarak bunlarla bir
fersah (5040 m.) yürümek mümkün olmazsa üzerlerine meshetmek sahîh olmaz.
Şafiiler dediler ki: Mest giyen kişi ya misafir veya mukîm olur. Misafir ise mesti, metîn
olmadıkça üzerine meshetmesi sahîh olmaz. Metîn olan mest, ayakkabısız olarak
üç gün, üç gece kendisiyle yürünülebilen mesttir. Yani kişi, gerek mukîm iken,
gerek yolculukta bu mestler ayağında olarak ihtiyâcım giderebilmek için
bunlarla yürüyüp dolaşabilmesinin mümkün olması gerekir. Yoksa bahsedilen bu
mesafenin illa da yürünülmesi şart değildir. Sadece bu mestlerin, bu kadarlık
bir mesafeyi vürümeye dayanıklı olmaları şarttır. Kişi mukîm olur da
ayağındaki mestler yolculuğa dayanacak kadar metîn olursa üzerlerine
meshedebilir. Mesh süresi de yirmidört saatle sınırlıdır. Mukîmin, üzerine
meshedebileceği mest, yolcunun üç gün üç gece süreli olarak üzerinde
yürüyebileceği ve bu yürüyüşe dayanan bir mest olmalıdır.
Malikiler dediler ki: Mest üzerine meshetmenin sahîh olması için bu mestler
ile belirli bir müddet yürümenin mümkün olması şart değildir. Sadece mestin
deriden yapılmış olması gerekir ki, bu da tabiaüyle böylesi mestlerle yol
gidilebileceğinin başka türlü bir ifadesidir. Ayrıca bu mezhebe göre mestin çok
geniş ve büyük olmaması, bunun yanında giyilemiyecek veya zorla giyilip de
kendisiyle yürünemeyecek kadar dar olmaması da gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Mest üzerine meshetmenin sahîh olabilmesi için,
ayakta iken kendisiyle yürünülebilen bir mest olması gerekir. Ancak ne kadar
yürünülebilmesi gerektiğine ilişkin belli bir mesafe takdir edilmemiştir. Sadece
örfe göre belli bir miktar yürünülebilmesi şarttır. Örfe göre bu mestler ile
yürünülebilir, dendikten sonra üzerlerine meshedilmesi sahîh olur.
Mestler üzerine
meshetmenin sahîh olabilmesi için diğer bazı şartlar daha vardır ki, bunları da
mezheblere göre detaylı bir şekilde aşağıda ele almış bulunmaktayız.
Hanefîler:
Bunlar, meshin sahîh olabilmesi için bazı şartlar daha öne sürmüşlerdir. Ki bu
şartları şöylece sıralayabiliriz:
1. Mestte,
meshetmeye engel delikler bulunmamalıdır. Bilindiği gibi meshe engel delikler,
ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarını aşmamalıdır.
2. Mestlerin
dış yüzünde meshedilen kısım, el parmaklarıyla üç küçük parmak kadar
olmalıdır. Mest geniş olsa bile, elin içine sokularak meshedilmesi mesh için
yeterli olmayacağı gibi; yan taraflarını, topuğunu, boğaz kısmını ve tabanını
meshetmek de yeterli olmaz.
3. Mesih
yaparken eldeki parmakların üçüyle meshedilmelidir. Bir tek parmak ile
meshetmek, bu parmaktaki ıslaklığın farz miktardaki meshi tamamlayamadan
kurumasından korkulduğu için sahîh olmaz. Ama tek parmakla üç ayrı yere ve her
defasında parmak ıslatılarak meshedilirse bu mesh, sahîh olur. Yine aynı
şekilde meshedilmesi farz olan yeri parmak uçlarıyla meshetmek de sahîh olur.
Bu esnada parmak uçlarından su damlaması da şarttır. Aksi takdîrde yapılan mesh
sahîh olmaz. Ayrıca meshin elle yapılması da şart değildir. Söz gelimi meshedilmesi
farz olan yere yağmur yağmak veya su dökmekle yeteri kadar su isabet ederse bu
durumda meshin farz-hğı yerine gelmiş olur.
4. Mestler
üzerine mesh yapılırken meshedilen yerin alt tarafı ayakla doldurulmuş
olmalıdır. Sözgelimi uzun bir mest giyilir de, burun kısmı çok geniş ve uzun
olması dolayısıyle iç kısmı ayakla doldurulmadiğından ötürü bu boşluğun üzerine
meshetmek sahîh olmaz.
5. Ayağı
herhangi bir nedenle kesilen kişinin ayaklarından geriye üç parmak kadar bir
kısmının kalması, meshin sahîh olması açısından şarttır. Ama mafsal yumru
kemiklerinin üst tarafından kesilmiş bir tek ayakla kalan kişi bu durumda, tek
ayağa giymiş olduğu mest üzerine meshedebilir.
Şâfiîler:
Mestle ilgili anılan şartlara birtakım şartlar daha eklemişlerdir. Ki bu şartları
da şöylece sıralayabiliriz:
1. Ayağa
kırıklık veya çıkıklık nedeniyle bir bağ sarılmış olursa, bu bağ üzerine
giyilen mest üzerine meshetmek sahîh olmaz.
2. Mestin
içindeki ayaklar ve bu ayaklara giyilen çoraplar temiz olmalıdır.
3. Mest
üzerine mesh yapılırken meste isabet eden suyun, iç taraflara, yâni ayaklara
da ulaşmaması gerekir. Ancak dikiş yerlerinden içeriye sızan sular, Şâfİîlerce
muaf sayılmıştır.
Mâlîkîler:
Mestlerle ilgili olarak anılan şartlara birtakım şartlar daha ilâve etmişlerdir.
Ki bunları da şöylece sıralayabiliriz:
1. Ayağa
giyilen mestin tümü, önce de anlatıldığı gibi deriden yapılmış olmalıdır.
2. Mestler,
dikişli olmalıdır.
3. Süslenmek
ve güzel görünmek maksadıyla giyilmiş olmamalıdır. Aksine bunları ayağa
giyerken sünnete uymak, soğuktan, sıcaktan, akrepten ve benzeri şeylerdeft
korunmak amacı güdülmüş olmalıdır. Ama bu mestleri, pirelerden korunmak veya
yıkamanın zorluklarından kurtulmak veya ayaklara yakılmış olan kınanın boyasını
muhafaza etmek gayesiyle giyilirse bunlar üzerine meshetmek sahîh olmaz. Çünkü
bunda refah gayesi güdülmüş olmaktadır. Bu şartlara diğer mezheblerden hiç
kimse muvafakat etmemiştir.[103]
Şeriat sahibi abdestte
ayakları yıkarken tümünün yıkanmasını farz kılmıştır. Meshetmek, yıkama yerine
geçtiğine göre normal olarak da mestlerin her tarafının meshedilmesi
gerekirdi. Ama bir kolaylık göstererek mestlerin tümünün meshedilmesini
zorunlu kılmamıştır. Şu nedenle ki, mestler üzerine meshetmek özel bir
ruhsattır. Şeriat sahibi bu ruhsatıyla da, insanlara fazlasıyla merhamet
gösterdiğini isbatlamış olmaktadır. Mestlerin meshedilmesi farz olan miktarı
hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Mestlerin üst kısımlarının tümünü meshetmek vâcibtir.
Alt kısımlarını meshetmekse müstehabtır. Mâlikîlerin bazısı, bunun da vâcib
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Öyleki: Mestin altını meshetmeyen kişinin,
namazını kılmışsa ve henüz ihtiyarî vakitte ise namazını iade etmesi
gerektiğini ifade etmişlerdir. İhtiyarî vakitle ilgili açıklama, namaz vakitleri
bölümünde yapılacaktır. Mestin alt tarafından maksat, yere gelen taban
kısmıdır. İç kısmı değildir. Mest geniş olursa içine eli sokup meshetmek mekruh
olur.
Hanefiler dediler ki: Mestin dış yüzünün, elin üç küçük parmağının
uzunluğu ve genişliği kadarını meshetmek farzdır. Ancak meshedilen bu kısmı da
ayak ile doldurulmuş olmalıdır.
Şafiiler dediler ki: Mestin üst kısmının yüzünü meshetmekle, farz olan mesh yerini bulmuş
olur. Başı meshetmeye kıyasla, ıslak parmağı hiç sürdürmeksizin mestin üzerine
indirmek de yeterli olur. Ama mestin ön yüzünün dışında topuk kısmı veya yan
tarafları veya alt taraflarını meshetmek yeterli olmaz. Fakat mafsal yumru
kemiklerinin hizasında olan kısımları meshetmek yeterli olabilir. Yalnız şunu
da söylemek gerekir ki: Mestin üzerinde tüy bulunur da bu tüyler mesh
yapılırken ıslaklığın mest derisine ulaşmasına engel olurlarsa veya sadece
tüyleri meshetmek kasdedilirse de, su kendiliğinden mestin derisine ulaşırsa
yine mesh sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Mestin üst taraflarının çoğunun meshedilmesi
farzdır. Alt taraflarını meshetmekse müstehabtır. Abdestini alıp da meshetmeyi
unutan için, aradan muvâlât (organlardan biri kurumadan diğerini yıkamaya geçme
zorunluluğu) süresi geçse bile bundan sonra yalnız mestin altım meshetmek
yeterli olur. Fakat abdest alınır da mestin alt tarafı kasten meshedilmezse,
aradan fazla zaman geçmemışse yine yalnız altını meshetmekle yetinilebilir.
Aradan uzun zaman geçmişse abdesti yenilemek mendub olur. Aynı şekilde alt
tarafı meshedilmeden kılınan namaz, ihtiyarî vakitte bulunuluyorsa iade
edilmesi mendub olur.[104]
Bir kişi mest olmaya
elverişli kalın bir çorabın üzerine mest giyerse veya mest üzerine başka bir
mest giyerse bu iki mest de yumuşak deriden yapılmış olursa veyahut da mest
üzerine bir kundura giyerse bu durumda üstteki ayakkabıya meshetmek,
mezheblerin altta kaydedilen detaylı şartlarına uyulduğu takdirde caiz olur.
Hanefiler dediler ki: Mestin üzerine giyilen ayakkabının üzerine mesh etmek
üç şartla sahîh olur:
1. Mestin
üzerine giyilen ayakkabı deriden yapılmış olmalıdır. Deriden yapılmayıp da
meshedildiğinde su, alttaki meste ulaşacak olursa bu da yeterli olur. Aksi
takdirde yeterli olmaz.
2. Mestin
üzerine giyilen ayakkabı veya mestle yalnız başına yürünebilmelidir. Eğer
kendisiyle yürünülemezse meshe elverişli olmaz. Ancak alttaki meste su
ulaşacak olursa bu durumda meshe elverişli olur.
3. Mestin
üzerine giyilen ikinci ayakkabı, temiz olarak giyilmiş olmalıdır. öyleki, üste
giyilen ayakkabıya ve alttaki meste yapılan mesh, hades hâlinden önce yapılmış
olmalıdır.
Şâfiîler: Bu
hususta tafsilâta girişerek derler ki: Alttaki mestle onun üzerine giyilen
ayakkabı zayıf olursa üzerlerine meshetmek sahîh olmayıp ayaklan yıkamak vâcib
olur. Eğer alttaki zayıf olur da meshe elverişli olmazsa hüküm, üstteki meste
aktarılır. Altta giyilen de zaten mest sayılmaz. Eğer alttaki mest kuvvetli,
üstteki zayıf olursa veya her ikisi de kuvvetli olursa, üsttekine meshetmek
-suyun alttakine ulaşacağı kesin ise- sahîh olur. Bu mesh yapılırken alttakini
de meshetme niyeti olmalı veya her ikisini meshetme kasdı bulunmalıdır. Ama sadece
üsttekini veya alttakini meshetmeyi kasteder de su alttakine ulaşmazsa bu mesh
sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Bir kişi hades hâli vukubulmadan mest üzerine mest
giyer, bunlardan biri veya ikisi de delik olursa veya bu mestlerdeki delikler,
ayağın her tarafına denk gelirse sadece üsttekini meshetmek yeterli olur. İki
mesti üst üste giyen kişinin, elini üstteki mestin üstünden sokarak altta
bulunan mesti -eğer bu sağlamsa- meshetmesi sahîh olur. Yine Hanbelî mezhebinden
olanlar şöyle demişlerdir: İki mesti üst üste giyen kişi, bunlardan üstte
bulunanı meshedecek, sonra da bu mesti çıkaracak olursa, bu durumda alttakini
de çıkarıp ayaklarını yıkaması vâcib olur.
Malikiler dediler ki: Üst üste mest giyen kişinin, hüküm bakımından
üsttekini meshetmesi gereklidir. Eğer üsttekini çıkaracak olursa, alttakini
derhal meshetmesi vâcib olur. Bu iki mesh arasında da kişi, eğer hatırlar ve
gücü yeterse, abdestte geçerli olan muvâlât hükümlerini uygulamalıdır.[105]
Sünnet olan mesh şu
şekilde yapılır: Mesh yapan kişi, sağ elinin oar inaklarını sağ mestinin burun
tarafına koymalı, bunun yanında sol elinin parmaklarını da sol mestinin burun
tarafına koyup her iki elinin parmaklarını mestlerin burun kısmından yukarıya geri
çekmeli, geri çekerkende parmaklarını azıcık ayrık tutarak mest üzerine sudan
çizgiler bırakmalıdır.
Malikiler dediler ki: Meshte keyfiyet sünnet olmayıp mendubtur. Mesh
yapacak kişi, sağ elini sağ ayağının parmaklarının uç kısmına; sol elini de
sağ ayağının parmaklarının alt kısmına koyar. Böylece iki eliyle sağ ayağındaki
mesti meshedip mafsal yumru kemiklerine kadar ellerini sürer. Sol ayağındaki
meste de bunun aksini uygular. Yani, sol elini sol ayağının parmak uçlarının
üst kısmına, sağ elini de sol ayağının parmak uçlarının alt kısmına koyup iki
elini geriye doğru mesh şeklinde çekerek mafsal yumru kemiklerine kadar sürer.
Meshini de böylece tamamlamış olur.
Şafiiler dediler ki: Sünnet olan meshin keyfiyeti şöyle olur: Mesh yapacak kişi, sol elinin
parmak uçlarını birbirinden ayrık vaziyette topuğunun altına koyar. Sağ elinin
parmak uçlarını da yine ayrık vaziyette ayak parmaklarının üst kısmına koyar.
Sonra da sağ elini bacak kısmına kadar geriye çeker. Sol elini de alt taraftan
parmakların ucuna kadar sürerek mesheder. Meshin de ıslak çizgiler hâlinde
görülmesi gerekir.[106]
Mukîm olanın mesh müddeti
bir gün bir gecedir.
Hanbelî ve Şâfiîler: Seferi, namazı kısaltacak kadar mubah bir sefer olarak
kayıtlamışlardır. Sözgelimi bir kişi doksan km. den daha kısa mesafeli bir
sefere çıkacak olursa veya çıktığı sefer mubah değil de ma'siyetle ilgili bir
sefer olursa bu kişinin mesh müddeti, mukîm kimsenin mesh müddeti kadar olur.
Yani ancak bir gün bir gece müddetle meshedebilir. Ayrıca Şâfiîler ikinci bir
kayıt koyarak, bu seferin de niyetle yapılmış bir sefer olması şartını ileri
sürmüşlerdir. Buna göre, niyet etmeden yola çıkan kimse seferi sayılmaz..Bu
durumdaki kişi, tıpkı mukîm gibi ancak bir gün bir gece müddetle meshedebilir.
Misafirin meshi ise üç
gün, üç gece müddetle geçerli olur. Misafirin çıktığı yolculuk, ister namazı
kısaltan mubah bir sefer olsun, ister olmasın, mest üzerine mesheden kişi,
ister özür sahibi olsun ister olmasın hüküm bakımından bir değişikliğe gerek
kalmaz.
Malikiler dediler ki: Mestler üzerine meshetmek, bir müddete bağlı olmayıp
mestlerin sadece guslü gerekli kılan hallerde ayaklardan çıkarılmaları
îcâbeder. Ancak cuma namazına gitmek isteyenlerin, gusletmek istemeseler bile
mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkamaları mendub olur. Ama cuma günü
çıkarmazlarsa, mesti ilk olarak hangi gün giymişlerse her hafta aynı gün
çıkarmaları mendub olur.
Hanefiler dediler ki: Bu müddet, özür sahibi olmayanlar için geçerlidir.
Ama bir kişi özürlüyken abdest alır, mestini de özrün kesilmesi anında giyerse
bu kişinin hükmü, sağlam kimselerin hükmü gibi olur. Yani meshi mezkûr müddetin
sona ermesine kadar geçerli olur. Ama özrünün kesilmediği bir anda, meselâ
akıntının vukû bulduğu anda abdest alıp mestini giyecek olursa bu kişinin
meshi her vaktin çıkması anında bozulur. Ve abdesti başka bir şeyle bozulmamişsa
mestlerini çıkarıp sadece ayaklarını yıkaması îcâb eder.
Şafiiler dediler ki: Bu müddet özür sahibi olmayan kimseler için muteberdir. Özürlü
kimseler mest giymişlerse, mestlerini, her farz namazın vaktinde çıkarıp
abdest alırken ayaklarını yıkamalıdırlar. Ama nafile namazlar için abdest
alırken mestlerinin üzerine meshetmeleri caiz olur. Ayaklarını çıkarıp
yıkamaları gerekmez.
Buna delîl olarak da
Şureyh bin Hanî (r.a.) nin rivayetini gösterebiliriz: Şureyh diyor ki:
“Ben, Hz. Aişe (r.a.)
ye mestler üzerine meshetme hususunda soru sordum. Bana,
“Ali'ye sor. Çünkü o,
Peygamberle beraber sefere çıkardı” dedi. Ben de bunun üzerine gidip Hz. Ali'ye
sordum. Hz. Ali bana şu cevabı verdi. Rasûlullah (s.a.s.), meshin müddetini
misafir için üç gün üç gece- mukîm içinse bir gün bir gece kıldı.” [107]
Meshin müddeti,
mestlerin ayaklara giyilmesini müteakip bir hades hâlinin vukuundan sonra
başla.
Şâfiîler:
Hades hususunda tafsilâta girmişlerdir. Şöyle ki: Eğer hades hâli, bir kimseye
dokunma, penisi elleme veya uyuma gibi kendi isteğiyle meydana gelmişse mesh
müddetinin başlangıcını, hades halinin vukûunun evveli olarak kabul
etmişlerdir. Fakat hades hâli elde olmayarak vuku bulmuşsa; meselâ oturak
(mak'ad)tan veya tenasül organından bir necaset çıkmışsa, bu durumda mesh
süresinin başlangıcı, hades vukûunun sonundan itibaren başlar.
Sözgelimi adamın biri
öğle vakti abdest alıp mestini giyer, bu abdesti yatsıya kadar devam eder ve
yatsıda bozulursa meshin müddeti öğle vaktinden değil de yatsı vaktinden itibaren
başlamış olur.[108]
Mestler üzerine
yapılan meshle ilgili bazı mekruhlar vardır ki, bunları şöylece
sıralayabiliriz:
a. Meshi
birden fazla yapmak.
b. Meshetme
yerine mestleri yıkamak. Mestleri yıkayan kimsenin, bu durumda hades hâlini
ortadan kaldırmaya niyet etmesi mekruh olur. Ama sırf temizlemek veya üzerinde
bulunan bir necaseti gidermek kasdıyla yıkaması mekruh değildir. Ancak bu mesh
yerine geçmez. Bu yıkayıştan sonra yine mestin üzerine meshetmek vâcib olur.
Hanefiler dediler ki: Mesh niyeti olmaksızın mestler yıkanacak olursa bu
yıkama mesh yerine geçerli olur. Söz gelimi bir kişi, temizlemek kasdiyle veya
herhangi bir niyeti olmaksızın mestim yıkarsa bu yıkama mekruh olmakla birlikte
yine de mesh yerine geçerli olur.[109]
Mesh birkaç durumda
bozulur. Şöyle ki:
a. Guslü
gerektiren cünüblük veya hayız ve nifas kanaması gibi hallerden birinin
vukubulması ile mesh bozulur.
b. Mestler
ayaktan çıkarılmakla mesh bozulur. Ayakların bir kısmı mestin boğazına kadar çıkarsa
yine mesh bozulur.
Hanefiler dediler ki: Mesh, ancak ayakların çoğunun mestin boğazına kadar
çıkarılmasıyla bozulur. Sahîh olan görüş de budur. Ama ayakların az bir kısmı,
mestin boğazına kadar çıkarsa bu durumda mesh bozulmaz.
Malikiler dediler ki: Mûtemed olan görüşe göre ayakların tümü mestin
boğazına kadar çıkarılmadıkça mesh bozulmaz. Ayakların tümü mestin boğazına
kadar çıkarıldıktan sonra kişi acele olarak ayaklarını yıkamaya koşarsa abdesti
sağlam olarak kalır. Ama unutur da ayaklarını yıkamakta acele davranmazsa,
aradan geçen zaman kısa da olsa, uzun da olsa yine sadece ayaklarını yıkamakla
yetinir. Kasden acele davranmayıp da ayağını yıkamayacak olur, aradan geçen
zaman da uzun olmazsa yine sadece ayaklarını yıkamakla yetinir. Abdesti de
sağlam kalır.
c. Mestte
delikler meydana gelirse mesh bozulur. Bununla ilgili olarak mezheblerin
detavlı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Ayakların yıkanılması farz olan kısımlarından biri çorap veya sargıyla
kapatılmış olur ve mestin delinmesiyle de görünecek şekilde olursa mesh
bozulur. Bu nitelikteki bir delik, kişinin abdestli olması esnasında meydana
gelirse, niyet ederek sadece ayaklarını yıkaması vâcib olur. Abdesti iade
etmesi gerekmez. Ama bu nitelikteki bir delik, kişinin namaz kılması esnasında
meydana gelecek olursa namaz bozulur. Yine bu kişinin de niyet ederek sadece
ayaklarını yıkaması ve sonra da yeniden namaza durması gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Mestte ayakların ancak küçük bir kısmını gösterecek
kadar az bir delik meydana gelse, bu delik dikiş yerlerinde olsa bile yine mesh
sahîh olmaz. Ancak bu delik, yürüme hâlinde derinin üst üste gelerek ayakların
yıkanması farz olan kısmını kapatırsa meshe zarar vermez. Mestlerde bu gibi
deliklerin meydana gelmesi, mesh süresinin tamamlanması, cünüblük hâlinin
vukubulması, yahut da özürlü kimsenin özrünün ortadan kalkması gibi
nedenlerden ötürü kişi, ayağındaki mesti çıkarıp tam bir abdest almalıdır.
Yalnızca ayaklarını yıkaması yeterli olmaz. Zîrâ meshle, bir hades hâli ortadan
kaldırılmıştır. Mesh bozulunca da, eskiden kaldırılmış olan hades yine geri
gelmiş olur. Ki hadesin de Hanbelîlere göre parçalara ayrılması mümkün olmaz.
Malikiler dediler ki: Kişi abdestliyken mestte, ayakların üçte biri veya
daha fazla büyüklükte bir delik meydana gelmesi hâlinde, sadece mesh bozulur.
Bu durumda çabucak mestlerin çıkarılıp ayakların yıkanması gerekir. Eğer
unutur veya acizliğinden ötürü bir gecikme vukû bulursa abdesti bozulmaz. Yine sadece
ayaklarını yıkaması yeterli olur. Ama kasden acele etmeyip ayaklarını
yıkamayacak olur, aradan geçen zaman da uzarsa abdesti bozulur. Uzun bir zaman
geçmezse yine yalnızca ayaklarını yıkaması yeterli olur. Namazdayken mestte bu
nitelikte bir delik meydana gelecek olursa namazını yarıda kesip mestlerini
çıkarması ve ayaklarını acele olarak yıkaması gerekir.
Hanefiler dediler ki: Mestte, meshetmeye engel delikler bulunmaması
hâlinde üzerine meshedilmesi sahîh olur. Meshetmeye engel deliğin miktarı da,
ayak parmaklarından üç küçük parmak miktarını aşan büyüklük kadarıdır. Ayrıca
mestlerdeki delikler, kişinin yürümesi esnasında açılıp da ayağından, üç küçük
ayak parmağı büyüklüğünde bir kısım görünecek olursa bu delik meshe engel olur.
Ama delik uzunlamasına olur da, yürüme esnasında açılmaz ve ayak
parmaklarından üç küçük parmak miktarı kısım görünmezse bu deliğin meshe zararı
dokunmaz. Aynı şekilde meste deriden veya bez parçasından -bu ince olsa bile-
bir astar dikilmiş olur da bu astarda meydana gelen bir delikten ayak
parmaklarından üç küçük parmak miktarı bir kısım görünecek olursa yine zarar
vermez. Ama deriden başka bir astarla astarlanmış olur ve alt tarafı da çorap
ve sargı gibi dikişsiz olup ayak parmaklarından üç küçük parmak kadarı
görünecek olursa bu delikler meshi bozar. Bu deliklerin, mestin ayakkabıya
gelen kısmında olmasıyla dış yüzünde olması veya topuk kısmında bulunması
arasında bir fark olmayıp hepsi aynı hükme tâbi olurlar. Ama bu delikler mafsal
yumru kemiklerinin üst tarafındaki boğaz kısmında olurlarsa meshin sıhhatine
mâni olmazlar. Mestlerden birisinde, birden fazla delik bulunup da bunlar üst
üste getirildikleri takdirde üç küçük ayak parmağı miktarına varırlarsa meshin
sıhhatine engel olurlar. Bu miktardan az olurlarsa engel olmazlar. Ama bu
delikler iki mestte olsa ve ikisinin toplamı da sözü edilen miktara ulaşsa, o
zaman meshin sıhhatine engel olmazlar. Söz gelimi bir mestte bir ayak parmağı
kadar, diğerinde de iki ayak parmağı kadar delik bulunsa, bunların ikisinin
toplamı üç küçük ayak parmağı kadar olmalarına rağmen meshin sıhhatine engel
olmazlar. Mestlerde üst üste toplama hükmüne giren delikler, kendisine çuvaldız
girebilen deliklerdir. Bunlardan daha küçük delikler hesaba katılmaz. Muaf
sayılan deliklerin bulunduğu mestler üzerine mesh etmek sahîh olur. Ancak
yapılan meshin, bizzat üzerine yapılması şarttır. Deliklerin altında görülen
yerlerin üzerine yapılan mesh geçersiz olur. Meshedüdikten sonra bir mest
üzerinde üç küçük ayak parmağı kadar delik meydana gelirse mesh bozulur. Ve
kişi eğer abdestliyse ayaklarını yıkaması vâcib olur. Bir kişi abdestli iken
yine meshi bozucu bir durumla karşılaşırsa ayaklarını yıkaması gerekir: abdesti
yeni baştan alması îcâb etmez. Namaz kılmakta iken böyle bir durumla
karşılaşılacak olursa mesh bozulduğu için namaz da bozulmuş olur. Bu durumdaki
bir kişinin ayaklarını yıkadıktan sonra namazı iade etmesi gerekir. Meshetmede
niyet şart değildir.
d. Şüpheli
de olsa mesh müddetinin sona ermesi hâlinde mesh bozulur.
Malikiler dediler ki: Müddetin sona ermesiyle mesh bozulmaz. Zîrâ bu
mezhebe göre mesh için müddet önemli değildir.[110]
Teyemmüm, lügatte
kasdetmek ve yeltenmek anlamına gelir. Bu mânâda kullanıldığını şu âyet-i
kerîme de ispatlamaktadır:
“Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pis
(kötü) şeyleri vermeye yeltenmeyin.” [111]
Bu âyet-i kerîmedeki “teyemmemû”
kelimesi, kasdetmek ve yeltenmek anlamına gelmektedir.
Teyemmümün ıstılah
anlamına gelince, bu; temizleyici niteliğe sahip özel toprakla yüzü ve elleri
anlatılan özel şekilde meshetmek demektir.
Malikiler ve Şâfiîler: Bu tanıma “niyet”
kelimesini de eklemişlerdir. Zîrâ bunlara göre niyet, teyemmümün bir rüknüdür.
Burada meshetmekten
amaç, yüzü ve elleri toprağa sürmek ve kirletmek demek değildir. Maksat, elleri
temizleyici toprağın veya taşın ya da bunlara benzer bir şeyin üzerine koyup
gerekli yerleri meshetmektir. Teyemmüm, su bulunmadığı veya bulunup da bazı
sebeplerden ötürü kullanılamadığı zamanlarda meşru olur. Meşruluğu da Kitap,
Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitab'tan delîlimiz şudur:
“Eğer hasta olmuşsanız veyahut bir sefer
üzerindeyseniz veya içinizden biri ayak yolundan gelmişse, veyahut da
kadınlara dokunmuşsanız ve bu hâlde su da bulamamışsaniz o vakit tertemiz bir
toprakla teyemmüm edin. Binâenaleyh (niyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize
sürün. Allah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez.” [112]
Bu âyet-i kerîme, su
bulunmadığı veya bulunup da bazı nedenlerden ötürü kullanılamadığı hallerde
insanların teyemmüm edebileceklerine işaret etmektedir.
Teyemmümün hikmetine
gelince: Yüce Allah; kendilerini ibâdetle mükellef kıldığı müslüman kulları
üzerinden zorluk ve sıkıntıyı kaldırmıştır. Bazıları diyebilir ki, zorluğu
kaldırma prensibi, su bulunmadığı veya bulunup da kullanılamadığı zamanlarda teyemmüm
mükellefiyetinin de konulmamasını gerektirir. Zîrâ teyemmüm mükellefiyeti de
başlı başına bir zorluk ve sıkıntıdır. Bu söz bozuk ve kuraldışı bir sözdür.
Çünkü zorluğu ve sıkıntıyı kaldırmanın anlamı, Cenâb-i Allah'ın insanları
güçlerinin yetebileceği işlerle mükellef kılmasıdır. Abdest alma veya gusül
yapmaktan âciz olan kişi teyemmüm yapmaya muktedir olur. Bu durumda Allah
Teâlâ'nın emrine uyması vâcibtir. İbâdetini de kendisine açıklanan şekilde yapması
gerekir. Zîrâ ibâdetlerin ana hedefi, Allah'ın emirlerine uymak, kalblere O'nun
yüceliğini hissettirip anlatmaktır. İbâdetlerde kendisine yönelinecek tek
varlık O'dur. Ayrıca açıkça anlaşılmaktadır ki, insanların emrolundukları
ibâdetlerin bir kısmı da kulların fayda ve maslâhatınadır. Sözgelimi gusül
abdesti, abdest, namazlardaki hareketler, oruçluyken lezzetlerden uzak durmak
ve daha bunlara benzer bir takım ibâdetler insan vücûduna birçok faydalar
sağlar. Diğer bazı ibâdetlerde de gizli faydalar vardır ki, bunları yapmakla
kişinin kalbi temizlenir; ruhu kirlerden arınır. Ayrıca bunlar, insana maddî
menfâatler de temin ederler. Çünkü Rabbinden korkup, O'nun emirlerine itaat
eden kişinin, insanlarla olan ilişkisi de normale dönüp güzelleşir. Onların
kötülüklerinden emîn olur. Kendilerinden bir takım faydalar da sağlar. Bu da
insanın hayatı boyunca arzuladığı bir durumdur. İlâhî emirlere uymak, İnsan
topluluklarının fayda ve maslahatını her bakımdan garanti altına alır.
Teyemmümün, insanı mutluluğa götüren ibâdetlerin bir aracı olduğu şüphe götürmez
bir gerçektir.
Toplumun mutluluğunu
gerçekleştiren ve İnsanların ahlâkını güzelleştiren İslâm dîninin amaçlarından
habersiz bazı kimseler, bazan toprağın zararlı mikroplarla karışmış olduğunu,
dolayısıyla toprakla yüzü ve elleri meshetmenin de, faydayı bir yana
bırakalım, zararlı olacağını zannederler.
Bu iddiada bulunanlar
teyemmümün mânâsını ve amacını anlamayan kimselerdir. Zîrâ, şeriat koyucu,
teyemmüm edilecek toprağın pisliklerden arınmış ve temizleyici bir toprak
olmasını şart koşmuştur. Ayrıca toprağın yerden alınıp yüze sürülmesi de
zorunlu değildir. Aksine farz olan husus, ancak abdest ve gusle dayalı olarak
yapılması mümkün olan ibâdetleri, su bulunamadığı durumlarda mubah kılacak
teyemmümü, istenen şekilde yapmaktır. Elleri temiz kuma; temiz, düz ve kaygan
taşlara, çakıllara ve benzeri şeylere sürmek, zararlı mikropların insana
bulaşmasına neden olur diyenlerin, herşeyden önce ellerini ekmeğe, meyve ve
sebzelere de sürmemeleri gerekir. Yine bunların görüşüne göre hareket edilecek
olursa, insanların ellerini madenlere sürmemeleri, hayvan derilerini
tabaklamamaları, ayakkabı yapmamaları, tahtaları ellememeleri gerekir. Bu
sayılanların tümünde de mikrop bulunabilir. O halde bunlara yanaşmamak
gerekir!
Bu ve buna benzer
sözler, dinî yükümlülüklerden sıyrılıp kurtulmak ve sonu harap ve helak olan
şehvet yollarına dalmak isteyen kimselerin sözleridir. Ki bunu da ancak bahtsız
gönüller arzular. Yoksa bizler, yerleri gübreleyen, ekinlerin abasını
haşerelerden ve zararlı otlardan temizleyen nice işçileri görmüşüz ki, dinle
alay eden ve dini hiçe sayan bu heriflerden çok daha güçlü, sağlıklı ve rahat
bir yaşantı içindedirler. Mikroplar, acaba bunları niye parçalamıyorlar?
Ayrıca şunu da söylemekte yarar vardır ki: İslâm dîni, sürekli olarak temiz ve
nazîf olmaya teşvik eder; pisliklerden uzak durmayı emreder. Hastalıklara sebeb
olan vesîlelere yanaşmamalarını tenbihler. Bu nedenle de teyemmüm eden
kişinin, üzerine elini sürdüğü toprağın temiz bir elbise veya mendil gibi
pisliklerden arınmış olmasını şart koşar. Şayet toprak pis ve kirli ise,
onunla teyemmüm yapmak sahîh olmaz.
Bir hususa daha
değinmeden geçemiyeceğim: Teyemmüm niçin abdest organlarından sadece ikisi
üzerinde uygulanıyor? Yani teyemmümün kapsamına neden sadece ellerle yüz
giriyor?
Buna verilecek
cevabımız şudur: Teyemmümden maksad zorluğu hafifletmektir. Şu halde abdest
organlarından sadece ikisiyle teyemmüm yapmak yeterli olur. Şu nedenle ki
ellerle yüz, abdest alırken mutlaka her zaman yıkanırlar. Baş ise her zaman
meshedilir. Ayaklara gelince bunlar mestli değilken yıkanır, mestli iken
meshedilir. Bu nedenle Yüce Allah, her zaman yıkanılmaları gereken ellerle yüzü
teyemmümün kapsamına almış bulunmaktadır. Ki hafifletme ve zorluğu giderme
prensibi burada da göze çarpmaktadır.
Teyemmümün
farziyetinin sünnetteki deliline gelince bu hususta birçok hadîs-i şerifler
mevcuttur. Biz bunlardan sadece Buhârî ile Müslim'in, İmrân bin Husayn'dan
rivayet etmiş oldukları hadîsi nakletmekle yetineceğiz:
Rasûlullah (s.a.s.), cemâatin yanında
bulunmasına rağmen kenara çekilip de onlarla birlikte namaz kılmayan bir kişiyi
gördüğünde kendisine yanaşıp sordu:
“Neden cemâatle birlikte namaz kılmıyorsun?” Adam dedi ki:
“Ya Rasûlallah! Bana
cünüblük isabet etti. Gusletmek için su da bulamadım.” Bunun üzerine Rasûlallah
(s.a.s.) kendisine şu cevâbı verdi:
“O halde (teyemmüm için) sana temiz toprak gerekli.
Temiz toprak(la teyemmüm etmek) senin için yeterli olur”.[113]
Bu yüzden müslümanlar,
her ne kadar teyemmümün nedenleri ve yere ait eşyaların hangisiyle teyemmüm
edebilecekleri hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerse de, prensip olarak
teyemmümün abdest ve gusül yerine geçerli olacağı hususunda icmâ etmişlerdir.[114]
Teyemmüm farz ve
mendub olmak üzere iki kısma ayrılır.
Hanefiler:
Teyemmüme vâcib teyemmüm diye bir kısım daha eklemişlerdir. Abdestin
sünnetleri bahsinde de geçtiği gibi bilinmektedir ki: Hanefîlere göre vâcib,
farza nispetle daha zayıf olan bir hükümdür. Su bulunmadığı takdirde tavaf
için teyemmüm etmek vâcib olur. Ama abdestsiz veya teyemmümsüz olarak tavaf
etmek sahîh olur. Yalnız farzı terketmekten ötürü irtikâb edilen günâha
nisbetle bu kişi daha az bir günâha girmiş olur.
Teyemmüm, namaz
kılmak, Mushaf'a dokunmak ve bunlara benzer gusülsüz ya da abdestsiz yapılması
caiz olmayan ibâdetleri yapabilmek için su bulunmadığı takdîrde farz olur.
Nafile namaz kılmak
isteyip de abdest almak için su bulamayan kişinin, abdest yerine teyemmüm edip
namaz kılması mendub olur. Nafile namaz mendub olduğuna göre, bu namaz için
yapılan teyemmüm de mendub olur. Yani bu nedenle teyemmüm eden kişi, bir
mendub sevabı kazanmış olur. Her ne kadar teyemmüm yapmak, namazın bir sıhhat
şartı ve bunsuz namaz kılmak sahîh olmasa da sevâb kazanılmasını sağlar. Ama
bunun yanında kişi teyemmüm etmez ve kılmak istediği nafile namazı da kılmazsa
herhangi bir cezayla karşılaşması sözkonusu değildir.
Teyemmümün sahîh
olabilmesi için gerekli olan sıhhat şartları şunlardır:
1. Vaktin girmesi: Farz namazın vakti
girmeden teyemmüm etmek sahîh olmaz.
Hanefiler:
Teyemmümün farz vaktin girmesinden önce de alındığı takdîrde sahîh
olabileceğini söylemişlerdir.
2. Niyet: Teyemmümün sahîh olması için
niyet gereklidir.
Mâlîkî ve Şâfiîler: Niyetin şart değil de rükün olduğunu söylemektedirler. Nitekim bu
husus, daha önce de söylenmiştir.
3. İslâmiyet: Müslüman olmayanın teyemmümü
sahîh değildir.
4. Su
olmadığında bulmak için aranmalıdır.
5. Teyemmüm
edilecek olan organların üzerinde mum ve yağ gibi meshî engelleyici bir pejrde
bulunmamalıdır.
6. Hayız ve
nifas hâli bulunmamalıdır.
7. İleride
anlatılacak sebeblerden ötürü bazı özürlerin de bulunmaması gereklidir.
Ayrıca abdest ve
gusülde olduğu gibi teyemmümün de vücûb şartları vardır. Bu şartlar, aşağıda
mezheblere göre ayrı ayrı açıklanmıştır.
Malikiler dediler ki: Teyemmümün şartları üç kısımdır:
1. Vücûb
şartları,
2. Sıhhat
şartları,
3. Hem
vücûb, hem sıhhat şartları.
Vücûb şartları dört
tanedir:
1- Baliğ
olmak,
2- Yapılmaması
için başkası tarafından zorlanılmamak,
3- Temiz
toprağı kullanmaya muktedir olmak. Temiz toprağı teyemmümde kullanmaktan âciz
olan kişiden teyemmümün farzlığı düşer,
4. Abdesti
bozan şeylerden birinin vukûbulması.
Sıhhat şartları ise üç
tanedir:
1-
İslâmiyet,
2- Meshedilecek
organların üzerinde meshe engel bir şey bulunmaması,
3- Teyemmüm
ederken teyemmüme zıt (abdest ve teyemmüm bozucu) bir hâlin meydana gelmemesi.
Hem vücûb, hem
sıhhatinin şartlarına gelince bunlar da altı tanedir:
1- Farz
vaktin girmiş olması,
2- Akıllılık,
3- İlâhî
davetin yükümlüye ulaşmış olması,
4- Hayız ve
nifas kanamalarının kesilmiş olması,
5- Uyku veya
unutkanlık hâlinin bulunmaması,
6- Temiz
toprak bulunması.
Malîkîler: Su
bulunmaması hâlinde suyun araştırılmasını teyemmümün şartlarından
saymamışlardır. Ancak bazı hallerde suyun araştırılmasının îcâb edebileceğini
söylemişlerdir. Sebebler bahsinde anlatılmış olmasını yeterli görerek özrün
bulunmasından ayrıca bahsetmemişlerdir. Bu şartlar, abdestte de aranan
şartlardır. Ancak burada farz vaktin girmesi, teyemmüm için hem vücûb, hem de
sıhhat şartıdır. Ama abdestte bu, sadece vücûb şartı olarak kabul edilmiştir.
Hanefîler:
Bunlar, suyla yapılan temizlikte olduğu gibi teyemmümde de sadece sıhhat
şartlarını saymakla yetinmişlerdir. Yalnız abdest bahsinde de geçtiği gibi
bunlar, teyemmümün şartlarını Mâlikîlerin de anlattıkları gibi üç kısma
ayırmanın mümkün olabileceğini ifade etmişlerdir. Yani teyemmümün, yalnız
vücûbunun, yalnız sıhhatinin, hem sıhhatinin hem vücübunun şartları olmak üzere
üç kısım şartı vardır.
Hem vücûbunun hem de
sıhhatinin şartları, iki ayrı açıdan şart koşulan hususlardır: Sözgelimi hayız
ve nifas hâlini ele alalım: Teyemmüm edecek veya abdest alacak kimsede ilâhî
hitap açısından, bu hallerin bulunmaması vücûb şartı olmaktadır. Hayızlı ve
nifaslı kadın için abdest almak ve dolayısıyla teyemmüm etmek mükellefiyeti
yoktur. Hayız ve nifas hâlinin bulunmaması, vâcib bir ibâdeti edâ etme
açısından aynı zamanda sıhhat şartıdır. Çünkü hayızlı veya nifaslı kadının
aldığı abdest ile ibâdet yapması mümkün olmadığına göre, teyemmümü de sahîh
olmaz. Çünkü şahinlik, yapılan ön işle sonra gelen işin yapılabilmesi demektir.
Ama bunun yanında hayızlı ve nifaslı kadınların, namaz âdetini hatırlamak için
namaz vakitlerinde abdest almaları (dolayısıyla teyemmüm etmeleri) mestehab
olur. Ancak bunlarla ibâdet yapılamadığı gerekçesiyle sahîh sayılamazlar. Şu
halde Hanefîlere göre teyemmümün şartlarım şu şekilde gruplandırabiliriz:
a. Yalnız
vücûbunun şartları: Bu şartlar üç tanedir:
1. Baliğ
olmak,
2. Temiz
toprağı teyemmümde kullanabilmek,
3. Namaz
kılmaya engel bir hades hâlinin mevcûd olması.
Vakte gelince bu,
teyemmümün edâsmm şartlarından olup vücûbunun şartlarından sayılmamaktadır. Şu
halde vakit girmeden teyemmüm etmek vâcib olmaz. Vaktin girmesiyle teyemmümün
yapılması geniş bir vâcib hükmüne girer. Vaktin daralmasıyla da, yapılması
âciliyet kazanan bir hüküm hâline gelir. Bu hüküm, abdest ve gusül için de
geçerlidir. Vaktin abdest için vücûb şartı olarak sayılması tesamüh (müsamaha,
hoşgörü) nedeniyledir.
b. Yalnız
sıhhatinin şartları: Bunlar yedi tanedir:
1. Niyet.
2. Abdest
için gerekli suyun bulunmaması veya bulunup da kullanılamaması.
3. Teyemmüm
edilecek organlar üzerinde mum ve yağ gibi engellerin bulunmaması.
4. Teyemmüm
eylemine zıt bir durumun bulunmaması.
5. Mest
yaparken beş parmağını veya elinden daha fazla bir kısmını kullanması. Ama
bizzat elle mesh etmek şart değildir. Başka şeyle de mesh edilmesi, ileride de
anlatılacağı gibi yeterli olur.
6. Su
bulunmaması hâlinde, bulunabileceği samlırsa araştırılmalıdır.
7. Yüzün ve
ellerin her tarafı mesh edilmelidir.
c. Hem
sıhhat hem de vücûbunun şartları: Bu şartlar dört tanedir:
1. İslâmiyet:
Kâfirin teyemmüm etmesi, şer'î mükellefiyetlerle yükümlü olmaması dolayısıyla
vâcib değildir. Teyemmüm etse bile, niyet ehliyetine sâhib olmaması sebebiyle
sahîh olmaz.
2. Hayız ve
nifas hallerinin mevcûd olmaması gerekir.
3.
Akıllılık.
4.
Temizleyici toprağın mevcûd olması. Bu nitelikteki toprağı bulamayan kimsenin
teyemmüm etmesi vâcib olmaz. Temiz olan başka şeyle teyemmüm etmesi de sahîh
olmaz. Sözgelimi bir yere necaset isabet eder de sonra bu necaset kurursa bu
yerin üzerinde, temiz olması nedeniyle namaz kılınması sahîh olur. Ancak
temizleyici olmadığından ötürü teyemmüm yapılması sahîh olmaz.
Şâfiîler:
Teyemmümün şartlarını, vücüb ve sıhhat şartlan olmak üzere iki gruba
ayırmaksızm bir arada, sekiz tane olarak saymışlardır:
1. Abdest
için gerekli suyun bulunmaması veya bulunup da kullanılamaması nedeninin
mevcûd olması.
2. Vaktin
girdiğinin bilinmesi. Namaz vakti girmeden yapılan teyemmüm sahîh olmaz.
3. Vücutta
necaset varsa ve bu necaset de kendisinden afvolunan necasetlerden değilse
teyemmüm yapmadan önce bunları gidermek gerekir. Bu necasetler giderilmeden yapılan
teyemmüm sahîh olmaz.
4.
İslâmiyet. Ancak hayız ve nifası kesilmiş olan Ehl-i Kitab bir kadının,
kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurabilmesi için, zorunluluk nedeniyle
teyemmüm yapması sahîh olur.
5. Hayız ve
nifas hâlinin sona ermiş olması. Ancak hayız ve nifaslı kadının ihramda
bulunması hâlinde teyemmüm etmesi, ihram için sünnet olan gusül yerine geçerli
olacağından sahîh olur.
6. Mümeyyiz
olmak. Ancak deli bir kadının, kocasının kendisiyle cinsel ilişki kurabilmesi
için teyemmüm etmesi sahîh olur.
7. Toprakla
meshedilecek organ üzerinde meshe engel bir şey bulunmamalıdır.
8. Yokluğu
esnasında suyun arttırılması teyemmüm için şarttır.
Hanbelîler:
Teyemmümün şartlarını sıhhat ve vücûb şartları olmak
üzere iki gruba
ayırmaksızm bir arada saymışlardır. Şöyle ki:
1. Vakitli
olduktan sonra ister farz olsun, ister olmasın, namaz vaktinin girmesi. Cenaze
namazı da hükmen vakitli olması nedeniyle bu hükme tâbi olup vakti; cenazenin
yıkanilmasi veya teyemmüm ettirilmesini müteakip başlar. Bundan önce cenaze
namazını kılmak için alınan teyemmüm sahîh olmaz.
2. Bazı
sebeblerden ötürü suyu kullanmanın mümkün olmaması. Bu sebeblerin izahı ileride
yapılacaktır.
3.
Yakılmamış olan temizleyici toprağın bulunması. Bu toprağın da, kişinin
teyemmüm organlarına bulaşacak bir tozunun olması şarttır.
4. Niyet.
5. Akıllı
olmak.
6. Mümeyyiz
olmak.
7. Müslüman
olmak.
8. Teyemmüm
organları üzerinde meshe engel bir şey bulunmamak.
9. Teyemmüme
zıt bir durumun teyemmüm esnasında bulunmaması.
10.
Teyemmümden önce istincâ veya isticmar yapmış olmak.[115]
Teyemmümü meşru kılan
sebebler iki esâsa dayanmaktadır:
1. Suyun
bulunmaması: Su ya hiç bulunmaz, veya bulunur da abdeste, ya da gusle yetecek
miktarda olmaz.
Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: Temizlenmeye yetecek kadar su bulunmaz ise de mevcûd
suyla vücûdun yıkanılabilen yerleri yıkanır. Geri kalan kısmı da teyemmüm
edilir.
2. Su
bulunduğu halde kullanmaktan âciz olunması veya âciz olunmayıp da, her hangi
bir ihtiyaçtan ötürü kullanılamaması. Sözgelimi gusül veya abdest için yeter
miktarda su bulunur, ama kullanma imkânı olmaz veya kullanma imkânı olur da
içme gereksinimi nedeniyle kullanılamaz. Nitekim bu sebebin izahı da ileride
yapılacaktır.
Şimdi de suyu
kullanmaktan âciz olmakla ilgili sebebleri bir yana bırakalım da suyu
bulamayan kişinin durumunu ele alalım: Suyu bulamayan kişi; farz namazlar,
cenaze namazı, cuma namazı, bayram namazı, tavaf ve nafile namazı -kişi farzı
kılmayıp da sadece nafileye niyet etse bile ve benzeri suyla yapılan temizlikle
edâ edilebilecek olan ibâdetleri teyemmümle de edâ edebilir.
Malikiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi mukîm ve sağlıklı ise cenaze
namazı için teyemmüm edemez. Ancak kendisinin cenaze namazını kıldırması
gerekir veya kendisinden başka bu işi yapabilecek abdestli biri bulunmazsa
teyemmüm etmesi sahîh olur. Bir farz namaz için teyemmüm etmiş olan kişi, buna
bağlı olarak aynı teyemmümle cenaze namazını da kılabilir. Hasta veya misafir
bir kimse, cenaze namazını kendisinden başka kıldıracak biri bulunsun,
bulunmasın teyemmümle cenaze namazını kılabilir ve kıldırabilir.
Malikiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi sağlıklı ve mukîm biri ise
farzlara tâbi olmayan müstakil nafile namazlar için teyemmüm edebilir. Ancak
misafir ve hastalar böyle değildirler.
Suyu bulamayan kişinin
sağlıklı veya hasta olması, mukîm yeya misafir olması, sefer mesafesinin de
doksan kilometreden az veya çok olması, seferinin mubah veya memnu olması veya
sefer esnasında masiyet işlemesi aynı olup hüküm bakımından bir derişiklik
gerektirmez.
Suyu bulup da bazı
şer'î sebeblerden ötürü onu kullanmaktan âciz olan bir kimse, suyu bulamayan
kimsenin hükmüne tâbi olup abdestle yapılabilen bütün ibâdetleri teyemmümle
edâ edebilir. Acizlik sebeblerine örnek olarak şunları gösterebiliriz: Bir
kişi, suyu kullanmaktan ötürü hasta olacağını veya hasta ise hastalığının
artacağını ve şifâsının gecikeceğini zanneder ve bu zartriında tecrübelerine
veya müslüman mütehassıs bir doktorun haberine dayanırsa suyu kullanmayıp
teyemmüm edebilir. Aynı şekilde kendisi ile su arasında bulunan bir düşmanın
gerek şahsına, gerek malına ve gerekse ırzına tecâvüz etmesinden korkarsa, -bu
düşman ister insan olsun, ister yırtıcı bir hayvan olsun- yine suyu kullanmayıp
teyemmüm eder.
Şafiiler dediler ki: Sefere çıkan kişi bu seferinde âsi ise, suyu da bulamazsa teyemmüm
edip namazını kılar. Sonra da bu namazı iade eder. Ama hastalık ve benzeri
sebeplerden ötürü suyu kullanmaktan âciz olursa teyemmüm etmesi sahîh olmaz.
Ancak bu durumdaki âsi misafir, isyanından tövbe ederse teyemmüm edip namaz
kılar ve sonra bu namazı iade etmesi de gerekmez.
Malikiler dediler ki: Bu işten anlayan müslüman bir doktorun olmaması
hâlinde bu hususta kâfir bir doktorun haberine de îtimad edilebilir. Yine aynı
şekilde kendi şahsî tecrübelerine veya karakter bakımından kendisine uyan
kimselerin kişisel deneyimlerine de âdî karineler olarak dayanabilir.
Şafiiler dediler ki: Teyemmüm edecek kişiye îtimad telkin ettikten sonra
kâfir de olsa mütehassıs doktorun bu konuda haber vermesi yeterli görülür. Ama
kişisel deneyimlerin bu hususta geçerlilikleri yoktur. Ancak kişi, tıptan
anlarsa bu hususta kendi şahsıyla ilgili olarak deneyimlerine dayanabilir. Ama
doktor değil veya tıptan da anlamıyorsa teyemmüm edip namaz kılması caiz olur.
Bilâhare iyileştikten sonra da namazını iade etmesi gerekir.
Su bulunur da, o
esnada veya daha sonra ihtiyaç doğacak olursa, şüpheye değil de zanna dayanarak
susamaktan korkarsa veya kendinden başka bir insanın veya öldürülmesi helâl
olmayan bir hayvanın, saldırgan olmayan köpeğin helak olacak şekilde
susamasından veya şiddetli bir eziyete uğramasından korkarsa, bu durumda o
suyu kullanmayıp teyemmüm eder ve suyu da muhafaza eder.
Hanbeliler dediler ki: Siyah köpek de saldırgan köpek gibidir. Susuzluktan
ölse bile onun için su saklanmaz.
Yine aynı şekilde
hamur yoğurmak, yemek pişirmek veya afvedilmeyen bir necaseti gidermek için
suya ihtiyâç doğarsa kuyuda ve benzeri (sarnıç gibi) yerlerdeki suyu, rnevcûd
olmayan su hükmüne koyduğu gerekçesiyle; kova veya ip bulunmadığı takdirde,
suyun şiddetli soğukluğu nedeniyle kullanılması hâlinde zarar doğacağına
kuvvetli bir zanla kanâat eder ve bu suyu ısıtmaktan da âciz olursa yine
teyemmüm eder. Suyun bulunmaması hâlinde araştırılmasına ilişkin olarak
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Şafiiler dediler ki: Bu necasetin kişinin bedeni üzerinde olması şarttır. Eğer elbisesinin
üzerinde bulunursa, necaset yerinde kalmakla birlikte abdest alır. Teyemmüm
etmez. Elbisesinden başka örtünecek bir şeyi bulunmaz ise de çıplak olarak
namazını kılar. Ve bu namazını daha sonra iade etmesine de gerek kalmaz.
Malikiler dediler ki: Su âletini veya suyu elde etmek için kullanılan
aracı bulamayan kişi teyemmüm edemez. Ancak vakti içerisinde bu alet ve edevatı
bulamayacağına kesin hüküm verirse veya zanla karar verirse teyemmüm edebilir.
Hanefiler dediler ki: Suyun şiddetli derecede soğuk olmasından ötürü
korkulması hâlinde teyemmüm edilemez. Ancak kişide büyük hades hâli vukubulup
gusletmesi gerekiyorsa bu korkudan ötürü teyemmüm edebilir. Çünkü soğuk suyla
gusletmekte tehlike söz konusudur. Ama kişide küçük hades hâli yani
abdestsizlik durumu varsa teyemmüm edemez. Ancak abdest alması hâlinde bir
zarara uğrayacağı muhakkak ise teyemmüm edebilir.
Şafiiler dediler ki: Kişi, suyu ısıtmaktan veya yıkandıktan sonra kendini
ısıtmaktan âciz olursa ister büyük hades hâlinde, ister küçük hades halinde
olsun şiddetli soğuk olması nedeniyle suyu kullanmaktan korkarsa teyemmüm
edebilir. Ancak bilâhare namazını iade etmesi vâcib olur.
Malikiler dediler ki: Suyun kendisinden iki mil veya daha fazla bir (iki
mil = 3360 m.) uzaklıkta bulunduğuna kesin hüküm verir veya zannederse suyu
araştırmasına gerek kalmaz. Ama suyun iki milden az bir mesafede bulunduğuna
kesin kanâat getirir veya zanneder yahut da bu hususta bir şüpheye düşerse o
zaman, eğer bir güçlüğe ve zahmete de uğramayacaksa suyu arar. Yok eğer bir
güçlüğe ve zahmete uğrayacaksa süvari de olsa suyu aramasına gerek kalmaz.
Fakat yine aynı şekilde suyu kendisine verme hususunda cimrilik etmeyeceklerine
inandığı veya zannettiği yahut da şüphe ettiği veya vehmettiği arkadaşlarından
da su istemesi gerekir. Suyu kendisine vereceklerine inandığı veya zannettiği
hâlde istemeyip de teyemmüm etmişse namazı kesinlikle iade etmesi gerekir. Suyu
vereceklerinden şüphe ettiği için teyemmüm etmişse ve henüz vakit de
çıkmamişsa iade etmesi lâzım gelir. Ama suyu kendisine vereceklerini vehmetmiş
de teyemmüm etmişse bu sebepten dolayı namazı iade etmesi mutlak olarak
gerekmez. Bu iki durumda namazı iade etmenin şartı, onların yanında suyun
bulunup bulunmadığının belirlenmesidir. Eğer onlarda su bulunmadığı
anlaşılırsa namazı iade etmesi lâzım gelmez. Eğer memleketinden uzakta değil
ise, borçla da olsa kendisine ihtiyâç duymayacağı bir parayla ve normal bir
fiyatla suyu satın alması gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Suyu bulamayan kişinin, onu kendi yükündeki eşyaları
arasında, eşyalarına yakın yerlerde veya kendilerinde bulunmadığı kesin olmayan
yol arkadaşlarının yanında araması vâcib olur. Eğer suyu istemeden veya
aramadan teyemmüm etmişse bu teyemüm sahîh olmaz. Ama su uzakta olursa araması
vâcib olmaz. Buradaki uzaklıktan maksat, örfe göre uzak sayılan bir mesafedir.
Hanefiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi eğer şehirde ise, yakınında su
bulunduğunu zannetsin veya etmesin, teyemmümden önce suyu araştırması vâcib
olur. Ama suyu bulamayan kişi seferi ise, suyun kendisine bir milden daha az
bir mesafede olduğunu zannederse ve ararken canına, ya da malına bir zarar
gelmeyeceğinden emîn olursa suyu araması vâcib olur. Ama suyun bir mil veya
daha fazla uzaklıktaki bir mesafede bulunduğunu zannederse, -tehlike sözkonusu
olsun olmasın- suyu araştırması vâcib olmaz. Ayrıca kişinin suyu kendisinin
ararnasıyla başkasına aratması arasında da bir fark yoktur. Kendilerinden
istemesi hâlinde vereceklerini zannettiği arkadaşlarından su istemesi de
vâcibtir. Suyu istemeden önce teyemmüm ederse bu teyemmümü sahîh olmaz. Suyu
vereceklerinden şüphe edip de teyemmüm eder ve namazını kılarsa, sonra da
kendilerinden istediğinde verirlerse namazı iade etmesi gerekir. Ama namaza
başlamadan önce kendisine suyu vermezler de namazdan sonra verecek olurlarsa
kılmış olduğu bu namazı iade etmesi gerekmez. Eğer bu arkadaşları suyu ancak parayla
vermeye niyetli iseler ve onu suyun kıt bulunduğu yakın mıntıkalardan birindeki
piyasayla veya az fazlasıyla satacak olurlarsa; eğer ihtiyâcından fazla bir
parayla alabiliyorsa bu durumda suyu satın alması ona vâcib olur. Ama normal
fiyatından çok daha pahalıya satmaya kalkarlarsa bu durumda suyu onlardan
satın alması vâcib olmaz. Teyemmüm edip namazını kılabilir.
Şafiiler dediler ki: Suyu bulamayan kişi, onu, vaktin girmesinden önce ister kendi yük
eşyaları arasında, ister kervandaki arkadaşlarından isteyip aramakla
yükümlüdür. Bu durumdaki kişi, ya bizzat kendisi seslenerek su ister veya
güvendiği birine izin vererek onunla ilânat yaptırabilir. Teker teker her
birine sordurur. Ancak vakit daralmışsa teyemmüm edip namazını kılabilir.
Vakte saygıdan ötürü herkesten ayrı ayrı istemesine gerek kalmaz. Eğer içinde
bulunduğu mıntıkada su çoğunlukla bulunabiliyorsa bu durumda teyemmümle kılmış
olduğu namazı iade etmesi gerekir. Aksi takdirde gerekmez. Bütün bunlardan
sonra da suyu bulamazsa kendisi için üç durum söz konusu olur:
1. Suyun,
kişinin seslendiğinde imdat alabilecek bir mesafede bulunmasıdır. Bu mesafe
kişinin, suyun yanından imdat için seslendiğinde, arkadaşları her ne kadar
kendi işleriyle meşgul olsalar bile bu çağrıyı işitip kendisine yardıma
koşabilecekleri bir mesafedir. Ayrıca bazı kimseler bu mesafeyi, normal bir
gözün, şahısları birbirinden ayırdedebilecek şekilde görebileceği son noktaya
kadar olan mesafe diye tanımlamışlardır.
2. Kişiyle
su arasında yakın bir mesafe bulunmasıdır. Yani kişiyle su arasında yarım
fersahlık (2520 m.) veya daha az uzunlukta bir mesafe bulunmalıdır.
3. Kişi ile
su arasında uzak bir mesafenin bulunmasıdır. Yani kişi ile su arasında 2520 m.
den fazla bir mesafe bulunmalıdır. Seslenildiğinde imdat alınabilecek mesafeye
gelince kişi, bu mesafede suyun bulunduğuna ya kesin kanâat getirir veya
tereddüde düşer. Eğer kesin kanâat getirirse bu durumda kendi canının, malının
veya menfâatlerinin tehlikeye düşeceği söz konusu olmazsa suyu araması vâcib
olur.
Vaktin çıkmasından
emîn olunması şartı sözkonusu değildir. Bu mesafede suyun bulunup
bulunmayacağı hususunda tereddüde düşerse kendi canının, malının ve
menfâatlerinin tehlikeye düşmesinden, arkadaşlarından kopmamaktan ve vaktin
çıkmamasından emîn olursa suyu araştırması vâcib olur.
Yakın mesafeye gelince
kişi, eğer bu mesafe içerisinde suyun varlığına kesin kanâat getirir; canına,
malına veya menfâatlerine bir tehlike gelmeyeceğinden de emîn olursa suyu
araması vâcib olur. Bu bölgede suyun çoğunlukla bulunabileceği biliniyorsa
vaktin kaçırılmayacağından emîn olması şart değildir. Ama bulunduğu bölgede
suyun çoğunlukla bulunduğu bilinmiyorsa vaktin kaçırılmayacağından emîn olması
da şarttır.
Uzak mesafeye gelince
suyu bulamayan kişi, bu mesafe içerisinde suyun bulunacağı hususunda kesin bir
kanâat sahibi olsa bile suyu araması vâcib olmaz.
Bir kişi suyu bulur ve
kullanmaya muktedîr olur, fakat suyu kullandığı takdirde vaktin çıkmasından
korkarsa yani, abdest aldığı takdirde vakti kaçıracağına; ama teyemmüm ettiği
takdirde vakte yetişebileceğine kanâat getirirse bu kişinin yapacağı
teyemmümün sahîh olup olmayacağı hususunda mezheplerin detaylı görüşleri
aşağıda sunulmuştur.
Şafiiler dediler ki: Su mutlak olarak bulunduktan sonra vaktin çıkması endişesiyle
teyemmüm etmek doğru olmaz. Zîrâ suyun olmaması, teyemmümün caiz olmasını
sağlamaktadır. Su bulunduğu takdîrde teyemmüm caiz olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Vaktin kaçırılması korkusuyla teyemmüm yapmak caiz
olmaz. Ancak teyemmüm yapan kişi misafir olur, yakınında su bulunduğunu
bilmesine rağmen suya gidip abdest alması hâlinde vaktin çıkmasından korkar
ise, bu durumda teyemmüm edip namazını kılar. Bilâhare namazını iade etmesine
de gerek kalmaz. Aynı şekilde misafir olan bir şahıs suya ulaşır, ancak suyla
abdest alması hâlinde vaktin daralmasından korkarsa veya suyun sılayla
dağıtılması nedeniyle sıra kendisine gelinceye kadar vaktin çıkmasından endişe
ederse teyemmüm edip namazını kılar ve bilâhare namazını iade etmesine de gerek
kalmaz.
Hanefiler dediler ki: Bu takdirde kılman namazla ilgili olarak üç durum söz
konusu olur:
1. Vakte
bağlı olmayan nafile namazlar. Bu namazların vakitlerinin kaçırılması diye bir
korku sözkonusu değildir.
2. Cenaze ve
bayram namazları gibi bedeli bulunmayan ve dolayısıyla vaktinin
kaçırılmasından ötürü endişe söz konusu olan namazlar.
3. Cuma ve
beş vakit farz namaz gibi bedeli olmakla birlikte vaktinin geçmesinden ötürü
endişe sözkonusu olan namazlar. Cumanın bedeli öğle namazıdır. Beş vakit
namazın bedeli ise, şâir zamanlarda kılınan kaza namazlarıdır. Nafilelere
gelince bunlar için su bulunması hâlinde teyemmüm edilmesi caiz değildir. Ancak
kılınacak olan nafile; öğle, akşam ve yatsı namazlarından sonra kılınan vakte
bağlı sünnetler iseler, bunların tehîr edilmeleri dolayısıyla abdest alındığı
takdirde vaktin çıkmasından korkulursa bu durumda teyemmüm yaparak vakte
ulaşmak caiz olur. Cenaze ve bayram namazlarına gelince İçişi, suyun bulunması
hâlinde abdest alacak olursa bunların vaktinin geçmesinden korktuğu takdîrde
teyemmüm etmesi caiz olur.
Cumaya gelince; suyun
bulunması hâlinde abdest alınacak olursa cumanın vaktinin geçmesinden korksa
bile kişi, yine abdestini alır ve vakti geçirir, sonra da cuma yerine öğle
namazını kılar. Farz olan vakit namazları da cuma hükmündedirler. Kişi bunlar
için teyemmüm edip namazını kılarsa bilâhare iadesi gerekir.
Malikiler dediler ki: Kişi küçük hades hâlinde abdestin dört organını
yıkamak veya büyük hades hâlinde vücûdun tümünü suyla yıkamaktan ötürü vaktin
kaçırılmasından korkarsa teyemmüm ile namazını kılar. Bilâhare iadesi de
gerekmez. Cuma namazı için abdest alındığı takdîrde vaktin çıkmasından
korkulursa teyemmüm edildiği takdîrde bu teyemmümün sahîh olup olmayacağı
hususunda iki görüş mevcud olup bunlardan meşhur olan görüşe göre kişi, bu
durumda cuma namazı için teyemmüm etmemelidir. Cenaze namazına gelince, suyu
bulamayan kişi bu namazı kılmak için teyemmüm edemez. Ancak kendisinden başka
bu namazı kıldıracak kimse bulunmazsa teyemmüm etmesi caiz olur. Nitekim bu husus,
daha önce de anlatılmıştır.[116]
Teyemmümün rükünlerini
şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Niyet:
Teyemmümde niyetin kendine özgü bir keyfiyeti mevcûd olup mezheblerin bu
husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Teyemmümde niyet şarttır. Rükün değildir. Abdestte
ise niyet sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde olsun, abdestte olsun niyet, rükün olmayıp
şarttır,
Malikiler dediler ki: Kişi teyemmüm ederken bu teyemmümle, namazı veya
Mushaf'a dokunmayı mubah kılmayı veya ancak abdestle yapılabilecek herhangi
bir ibâdeti yapmayı yahut hades hâlinin engel olduğu işlerden birini
yapabilmeyi yahut da teyemmümün farzlığına niyet etmelidir. Bir kişi sadece
hades hâlini ortadan kaldırmaya niyet ederse bu teyemmüm bâtıl olur. Çünkü bu
mezhebe göre teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırmaz. Teyemmüm edecek olan
kişi, hadesin engel olduğu bir hususu veya namaz kılmayı mubah kılmak için
niyet ederken büyük hadesle küçük hades hâlini birbirinden ayırd etmelidir. Bu,
şarttır. Diyelim ki kişi, cünüb olur da yapacağı teyemmümle cünüblük hâlini
düşünmeksizin namaz kılmaya veya herhangi bir ibâdeti yapmaya niyet ederse ve
bu teyemmümü yapıp da namaz kılarsa; almış olduğu bu teyemmüm geçerli
olmadığından namazı da iade etmesi vâcib olur. Ama sadece teyemmümün farzlığına
niyet ederek teyemmüm ederse bu teyemmüm sahîh olur. Bu durumdaki kişi cünüb
olup büyük hades hâlini ortadan kaldırmayı kasdetmediği takdirde bile almış
olduğu bu teyemmüm sahîh olur. Çünkü teyemmümün farzlığına niyet etmek, hem
küçük, hem büyük hades hâlinin ortadan kalkmasına yeterli olur. Sonra kişi bir
farz namaz için niyet ederek teyemmüm yaparsa bununla farz namazlardan sadece
birini kılabilir. Bunun yanında dilediği kadar sünnet ve nafile namaz kılabilir,
vâcib olmayan tavafları yapabilir, vacib olmayan iki rek'atlık tavaf namazını
kılabilir, Mushaf'a dokunabilir ve Kur'an-ı Kerîm okuyabilir. Teyemmüm eden
kişi sağlıklı ve mukîm ise ve bu teyemmümüyle bir farz namaz kılmışsa, bundan
sonra kıldığı farz namaz (cem-i takdim veya cem-i te'hîr şeklinde olup) aynı
vakitte kılınsa bile bâtıl olur. Farz namaz kılmak niyetiyle teyemmüm eden
kişi, kıldığı farz namazın yamsıra nâfîle namaz da kılmak isterse önce farzı,
sonra nafileyi kılmalıdır. Aksini yaparak önce nafileyi kılarsa bu namazı
sahîh olur. Ancak bundan sonra farz namazı kılarsa bu farz namaz sahîh olmaz.
Bunun için bir teyemmüm daha yapması gerekir. Ama farza tâbi olmayan bağımsız
bir nafile veya sünnet namazını kılmak niyetiyle teyemmüm eden kişi, bu nafile
namazları kılmanın yamsıra Mushaf'a dokunabilir, Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir.
Buna benzer abdestle yapılması mümkûn olan nafile ibâdetleri de yapabilir.
Yalnız bununla farz namazları kılması sahîh olmaz. Bu saydığımız hükümler,
sağlıklı ve mukîm olmayan kimseleri ilgilendirir. Sağlıklı ve mukim kimselere
gelince; bunlar bir farza tâbi olmayan nafile namazlar için bile teyemmüm edemezler.
Sözgelimi Kur'an-ı Kerîm okumak, sultanın huzuruna girmek ve buna benzer
abdestle yapılabilen işler için teyemmüm edemez. Etse de sahîh olmaz.
Hanefiler dediler ki: Namazın kendisiyle sahîh olabileceği bir teyemmüm
için üç şeyden birine niyet etmek gerekir:
1.
Kendisinde bulunan hades hâlinden temizlenmesi. Bu durumdaki kişinin büyük veya
küçük hades hallerinden hangisinden temizlenmeye kasd ettiğini belirlemesi
gerekmez. Kişi, cünüb olsa da bu teyemmümle sadece küçük hades hâlini ortadan
kaldırmaya niyet etse bile teyemmüm, yine geçerli olur.
2. Kişi,
almakta olduğu bu teyemmümle namaz kılmayı mubah edinmeye veya hades hâlini
ortadan kaldırmaya da niyet edebilir, Zîrâ Hanefî mezhebine göre teyemmüm,
hades hâlini ortadan kaldırabilir.
3. Kişi,
almakta olduğu bu teyemmümle temiz olmaksızın yapılamayacak olan ibâdetlerden
birini yapmayı kasdetmelidir. Örneğin, namaz için teyemmüm ettiğine veya
secde-i tilâvet için teyemmüm ettiğine niyet etmelidir. Ama yapmakta olduğu bu
teyemmümle namaz kılmayı mubah edinmeyi veya kendisinde bulunan hades hâlini
ortadan kaldırmaya niyet etmezse bu teyemmüm ile kılacağı namaz sahîh olmaz.
Veya ibâdet olmayan bir şeyi, yahut da asıl ibâdet olmayıp da ibâdet aracı
olan bir şeyi yapmaya niyet eder veyahut da tahâretsiz (abdestsiz) de olsa
sahîh olacak bir ibâdeti kastederse, bu teyemmümle kılacağı namaz sahîh olmaz.
Şimdi bu hususları
biraz daha izah etmeye çalışalım: Sözgelimi kişi, teyemmüm ederken Mushaf'a
dokunmaya niyet etsin. Mushaf'a dokunmak aslında bir ibâdet değildir. Mushaf'a
dokunmakla kişi, bir sevâb işleyip Allah'a yaklaşmış olmaz. Ancak Musharı
okumak bir ibâdettir. İşte Mushaf'a dokunmak niyetiyle yapılan teyemmümle
kılman namaz sahîh olmaz. Diyelim ki, teyemmüm eden kişi, ezan okumak veya
kamet getirmek için teyemmüme niyet etmiş olsun. Bunlar, aslında istenen birer
ibâdet değildirler. Sadece birer duyuru niteliğindedirler ve abdestsiz de
yapılabilirler, işte kişi, bunları yapmak niyetiyle teyemmüm etmişse, bu
teyemmümle kılacağı namaz sahîh olmaz. Yine kişinin, abdestsiz iken Kur'an
okuma niyetiyle teyemmüm etmiş olduğunu düşünelim: Burada Kur'an-ı Kerîm okumak,
zâtı itibariyle istenen bir ibâdettir. Yalnız abdestsiz iken de okunması caiz
olur. Kur'an-ı Kerîm okumak niyetiyle teyemmüm eden kişinin durumu, tıpkı selâm
vermek için teyemmüm eden bir kişinin durumuna benzemektedir. Buna göre bir
kişinin almış olduğu bu teyemmüm ile namaz kılması sahîh olmaz.
Şafiîler dediler ki: Teyemmüm edecek kişinin namaz ve benzeri ibâdetleri edâ edebilmek
için teyemmüme niyet etmesi gerekir. Yoksa hades hâlini ortadan kaldırmak için
teyemmüme niyet etmesi sahîh olmaz. Zîrâ bu mezhebe göre teyemmüm, hades hâlini
ortadan kaldırmaz. Ayrıca salt teyemmüme niyet etmek de sahîh olmaz. Çünkü
zâtı itibariyle teyemmüm, istenen bir ibâdet olmayıp, zarurî bir temizlenmeden
başka bir şey değildir. Namaz kılmayı mubah edinmek veya başka bir ibâdeti edâ
etmek kasdıyle teyemmüme niyet eden kişi için üç durum söz konusudur.
1. Teyemmüm
etmekte olan kişi, farz bir namazı kılmaya veya farz bir tavafı yapmaya veya
cuma hutbesini irâd etmeye niyet edebilir.
2. Teyemmüm
etmekte olan kişi, bu teyemmümü ile nafile bir namazı kılmaya, farz olmayan
bir tavafı yapmaya veya cenaze namazını kılmaya niyet edebilir.
3. Teyemmüm
etmekte olan kişi bu teyemmümü ile, tilâvet secdesini veya şükür secdesini
yapmaya veya Mushaf'a dokunmaya veya Kur'an okumaya niyet edebilir.
Birinci şıkka göre
teyemmüme niyet eden kişi bu teyemmümü ile birinci derecede farz bir namazı
kılabilir. Önceden kasdettiği farz bir namazı kılmayıp da başka bir farz namazı
kılabilir. Buna ek olarak da dilediği kadar nafile namaz kılabilir. Ayrıca
ikinci ve üçüncü şıkta sayılan, yapılması taharete dayalı olan ibâdetleri de
yapabilir.
İkinci şıkka göre
teyemmüme niyet eden kişi, yine ikinci ve üçüncü şıklarda sayılan ibadetleri
bu teyemmümle yapabilir. Bu teyemmümle dilediği kadar nafile namaz da
kılabilir. Mushaf-ı Şerîf e dokunabilir. Ancak farz namazı kılamaz. Farz olan
tavafı ifâ edemez.. Cuma hutbesini irâd edemez.
Üçüncü şıkka göre
teyemmüm eden kişiye gelince; bu, almış olduğu teyemmümle sadece üçüncü şıkta
sayılan ibâdetleri yapabilir. Bunlardan herhangi birine önceden niyet etmiş
olsa bile, yine de dilediğini yapabilir. Şafiî mezhebine göre teyemmüm etmekte
olan kişinin, kendisindeki hades hallerinden herhangi birini belirlemesi
gerekmez. Meselâ cünüb bir kişi, teyemmüm ederken, “küçük hades hâlinin mâni
olduğu namazı mubah edinmeye niyet ettim” derse ve bu sözü söylerken de
gerçekten küçük hades hâlinde bulunduğunu zannederse, bu zannının yanlış olduğu
anlaşılsa bile, bu teyemmümü, namaz kılması için yeterli olur. Ama bu niyeti
yaparken kasıtlı olarak böyle söylemiş olursa niyeti oyuncak hâline getirdiği
gerekçesiyle bu teyemmümle kıldığı namaz sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Teyemmümün sahîh olması için niyet şarttır. Niyeti
yaparken de kişi, neyi mubah edineceğini belirtmelidir. Sözgelimi bu teyemmümle
namaz mı kılacağını, tavaf mı edeceğini, farz mı, yoksa, nafile mi edâ edeceğini
küçük hades hâlinden mi, yoksa büyük hades halinden ötürü mü ibâdetleri; mubah
edineceğini, veyahut da bedenindeki bir necaseti mi temizleyeceğini
belirtmelidir. Bu mezhebe göre beden üzerindeki bir necasetten ötürü de
teyemmüm edilebilir. Ama beden üzerindeki bir necaset için teyemmüm etmeden
önce bu necaseti elden geldiğince hafifletmeye çalışmak gerekir. Elbise
üzerindeki necasetle bir yer üzerindeki bir necasete gelince, bunları
temizlemek niyetiyle teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ayrıca hades hâlini ortadan
kaldırma niyetiyle teyemmüm etmek de sahîh olmaz. Zîrâ bu mezhebe göre
teyemmüm, hades hâlini ortadan kaldırmaz. Ancak bu halde iken teyemmüm,
ibâdetlerin yapılabilmesi için bir ruhsat sağlar.
Bir kişide hem küçük,
hem de büyük hades hâli bir arada bulunur ve ayrıca bedeninde bir necaset de
bulunursa ve kişi teyemmüm ederken sadece bunlardan birinden ötürü ibâdeti
mubah edinmeye niyet ederse bu niyetiyle almış olduğu teyemmüm yeterli olmaz. Örneğin
teyemmüm ederken, cünüblükten ötürü öğle namazını mubah edinmeye niyet ettim
der de küçük hadesten ötürü de mubah edinmeyi niyetinde tutmazsa, bu teyemmüm
ile namaz kılması sahîh olmaz. Çünkü yapmış olduğu bu niyetle sadece cünüblük
engelini ortadan kaldırmış olduğundan dolayı, ancak cünüblüğün engel olduğu
işleri yapabilir. Örneğin Kur’an-ı Kerîm okuyabilir. Abdestsizlik engelini
ortadan kaldırmadığı için namaz kılması sahîh olmaz. Yine aynı şekilde hem
cünüb, hem abdestsiz bir kişi, teyemmüm ederken sadece abdestsizliğin engel
olduğu ibâdetleri mubah edinmeyi kastederse bu kişinin yapmış olduğu teyemmüm,
cünüblük engelini ortadan kaldırmaz. Ama yapmakta olduğu bu teyemmümle küçük
ve büyük hades hallerinin ve bedeninde bulunan necasetin engel olduğu
ibâdetlerin tümünü mubah edinmeyi kastederse bu niyeti, kendisinde, ibâdetlere
engel olan bütün mânileri ortadan kaldırmak için yeterli olur. Her biri için
ayn ayrı niyet etmesine gerek yoktur. Bir kişi, yapmakta olduğu teyemmümle bir
ibâdeti yapmayı kastederse onun almış olduğu bu teyemmümle o ibâdeti, onun
mislini ve onun seviyesinden daha aşağıdaki ibâdetleri yapması mümkündür. Kendisi
için teyemmüm edilen şeylerin en üstünü; farz, adak, farz-ı kifâye, nafile,
nafile tavaf, Mushaf'a dokunma, Kur’an-ı Kerîm okuma, mescidde bekleme,
kanaması kesilen hayızlı kadınla cinsel ilişki kurma şeklinde sıralanabilir.
Bir kişi, teyemmüm
ederken vasıf belirtmeksizin mutlak olarak namaz kılmaya veya tavafa niyet
ederse bu teyemmümle sadece nafile namazı kılabilir veya nafile tavafını
yapabilir.
Niyetin vakti,
ellerin, kendisiyle teyemmüm edilecek olan şeyin üzerine indirildiği andır.
Şafiiler dediler ki: Niyetin, ellerin kendisiyle teyemmüm edilecek şeyin üzerine konması
anında yapılmış olması yeterli olmaz. Aksine ellerin, toprağı alıp azıcık yüze
sürülmesi anında yapılması vâcibtir. Çünkü teyemmümde ilk olarak yüz
meshedilir.
Hanbeliler dediler ki: Niyetin, yüzü meshetmekle birlikte yapılması şart değildir.
Aksine, yüz meshedilmeden az önce de niyet edilebilir. Bu husus, bütün
ibâdetler için geçerlidir.
2. Teyemmümün
rükünlerinden ikincisi, temizleyici toprağın mevcut olmasıdır. Bu, kendisine
necaset değmemiş olan bir topraktır. Kendisine necaset değmiş olan toprakla
teyemmüm etmek sahîh olmaz. Bu toprak üzerindeki necasetin cismi ve eseri
gitmiş olsa bile, yine de teyemmümün sıhhatine engel olur. Temizleyici
toprağın mâhiyetine ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Şafiiler dediler ki: Temizleyici topraktan maksat, üzerinde toz bulunan topraktır. Tozlu
kumlar da temizleyici topraktan sayılır. Gerek temizleyici toprağın, gerekse
kumun üzerinde toz bulunmadığı takdirde bunlarla teyemmüm etmek sahîh olmaz.
Toprağın yakılmış veya yakılmamış olması, teyemmümün sıhhati açısından bir
farklılık meydana getirmez. Ancak yakılmış olan toprak, kül hâline gelmemiş
olmalıdır. Yine toprağm bitki yetiştirmeye elverişli olmasıyla olmaması
arasında, teyemmümün sıhhati açısından bir fark sözkonusu değildir. Şâfiîler
kuru çamurun da dövülmesi hâlinde toz olursa, bunu da topraktan saymışlardır.
Toprak veya kum, kiremit parçaları ya da unla karıştırılırlarsa karıştırılan bu
nesneler her ne kadar az olsalar da bu karışımla teyemmüm etmek sahîh olmaz.
Ayrıca teyemmüm edilecek temizleyici toprağın Müsta’mel olmaması da şarttır. Müsta’melden
kastımız, teyemmüm esnasında meshedilen organdan artakalan veya organın
üzerinden yere serpilen topraktır.
Hanbeliler dediler ki: Temizleyici topraktan maksat, pâk olan topraktır.
Ayrıca teyemmüm edilecek olan bu nitelikteki toprağın da mubah bir toprak
olması gerekir. Örneğin gasbedilen temizleyici bir toprakla teyemmüm etmek
sahîh olmaz. Teyemmüm edilecek toprağın yakılmamış olması da gerekir. Kiremit
ve benzeri, dövülüp ufalanan şeylerle de teyemmüm edilemez. Çünkü bunlar,
yakılmış olmaları nedeniyle topraklık özelliğini yitirmişlerdir.
Hanbelîler, bu
toprakların tozlarının mesh organlarına ilişmesini de şart koşmuşlardır. Çünkü
bunlara göre tozu olmayan toprakla mesh yapılamaz. Temizleyici ve fakat tozsuz
toprağa kireç ve alçı gibi bir şey karışacak olursa bu toprağın hükmü,
temizleyici suya başka temiz bir şeyin karışması gibi olur. Bu durumdaki
karışımda çoğunluk toprakta ise bununla teyemmüm etmek caiz olur. Eğer
çoğunluk, toprağa kansan buğday ve arpa gibi tozsuz bir şeyde olursa bununla
teyemmüm etmek caiz olmaz. Kurutulması mümkün olmayan çamurla da teyemmüm
etmek sahîh olmaz. Ancak vaktin çıkmasından önce kurutulması mümkün olursa
onunla teyemmüm etmek caiz olur. Vaktin çıkmasından sonra kurutulması mümkün
olursa, onunla teyemmüm etmek sahîh olmaz.
Hanefiler dediler ki: Temizleyici toprak, yer cinsinden olan şeylere denir.
Buna göre toprakla, kumla, çakılla, düz ve kaygan olsa bile taşla, yerden
oluşan tuzlu toprak kitleleri ile teyemmüm etmek caiz olur. Ama kitleleşmiş
olan suya gelince -ki bu da kardır- bununla teyemmüm etmek, yerin parçalarından
sayılmadığı gerekçesiyle sahîh olmaz. Aynı şekilde ağaçlarla, cam parçalarıyla,
taşınan madenlerle de teyemmüm etmek sahîh olmaz. Ama ocağında bulunan madenin
üzerindeki toprakla teyemmüm edilebilir. Eskimiş de olsa inci ile, unla, külle,
kireçle, zırnıkla, kükürtle, firuzeyle, sürmeyle, aşı çamuru ile teyemmüm etmek
caiz olmaz. Yanmış tuğlayla teyemmüm edilebilir. Yere ait olmayan bir şey,
toprağa karışır da bu şeyin karışımdaki payı daha fazla olursa bununla
teyemmüm sahîh olmaz. Ama toprakla bu karışan şey aynı miktarda olur veya
toprak daha fazla olursa o zaman bu karışımla teyemmüm etmek sahîh olur.
Malikiler dediler ki: Saîd kelimesinden maksad, yükselen, yani yerin
cüzleri arasından çıkıp yükselen şey demektir, ki, bu da toprağı, kumu, taşı,
kar ve benzeri şeyleri kapsamına alır. Ama diğerlerine nisbetle daha fa-zîletli
olduğu gerekçesiyle, bulunması hâlinde toprakla teyemmüm etmek daha iyi olur.
Kar da her ne kadar donup kitleleşmiş bir su ise de, yerin parçalarından olan
taşa çok benzemektedir. înce çamur da böyledir. Ancak bununla teyemmüm ederken
elleri çok hafif bir şekilde üzerine koymak gerekir. Veya meshetmeden önce
kurutulması gerekir. Ki organları kirletmesin. Kireç de böyledir. Fıkıhçılar
kireci, yandıktan sonra kireç hâline gelen taş olarak tanımlamışlardır. Ama
yandıktan sonra kireçle teyemmüm etmek caiz olmaz. Madenlerle de teyemmüm
edilebilir. Ancak altın, gümüş ve mücevherler bundan müstesnadır. Yine aynı
şekilde şap ve tuz gibi ocağından alınıp taşınmış olan madenlerle de teyemmüm
etmek caiz olmaz. Yakılmış tuğlayla da teyemmüm etmek caiz olmaz. Ama yanmamış
olur da necis veya fazla miktardaki (saman) gibi bir şeyle karışmamışsa
teyemmümde kullanılması sahîh olur. Temiz olup da çok olan şeyin izahına
gelince bu, çoğunlukla çamurun miktarı kadar olan (saman gibi) şeydir. Bu
durumda temiz olan bu şeyin teyemmüm açısından toprağa bir zararı dokunmaz.
Yere ait olmayan ağaç, ot ve benzeri şeylerle teyemmüm etmeye gelince, bu caiz
olmaz. Ancak vakit daralır da teyemmüm edilecek başka bir şey de bulunmazsa,
bazı âlimler bu durumda bunlarla teyemmüm edilmesine cevaz vermişlerdir. Temizleyici
toprağın müsta’mel olması, teyemmümde ellerin bir defa ona vurulmasıyla, yani
avuçların bu toprak üzerine konulmasıyla olur.
3. Teyemmümün
rükünlerinden üçüncüsü, bir tek elle veya parmakla da olsa, yüzün tümünü
meshetmektir.
Hanefiler dediler ki: Mesh elle yapıldığı takdirde, elin tümü veya çoğu ile
yapılması şarttır. Elle veya elin yerine geçerli olan bir şeyle de yapılsa
mesh farzdır. Ellerin ve yüzün meshle kaplanması rükün olmayıp şarttır. Mesh,
iki vuruşla veya iki vuruşun yerine geçerli olan vuruşla yapılır. Söz gelimi
teyemmüm yapacak olanın yüzüne toz isabet eder de elini bu tozun üzerine sürüp
yüzünü meshederse bu, birinci vuruşun yerine geçer. İki vuruş veya iki vuruşun
yerine geçerli olan vuruşlar, teyemmümün rükünlerinden sayılmaktadır. Her ne
kadar âyet-i kerîmede bundan söz edilmemisse de, bu hususta şöyle bir hadîs-i
şerif mevcuddur.
“Teyemmüm, iki vuruştur.” [117]
Ne kadar uzun olursa
olsun, sakal da yüzün kapsamına girer. Burun kemerleri arasında bulunan aralık
ile gözkapağı çukurlarıyla şakak aralarındaki kısım, kulak kökünün altında
kalan ve şakakla kulak arasında kalan beyazlık da yüzün kapsamına girer.
Teyemmüm eden kişi, vücûdunun çukur yerlerini araştırmaz.
Hanefiler dediler ki: Abdestte yıkamlması vâcib olan sakal tüyleri,yüzün
cildinin hizasında bulunan tüylerdir. Ki bunları teyemmümde de meshetmek
vâcibtir. Sakalın uzayan kısımlarını meshetmek vâcib değildir.
4. Teyemmümün
rükünlerinin dördüncüsü elleri dirseklerle beraber meshetmektir.
Mâlîkî ve Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde farz olan, elleri bilekler kadar
meshetmektir. Dirseklere kadar meshetmek ise, ileride de anlatılacağı gibi
sünnettir.
Meshe engel yüzük ve
bilezik gibi şeyleri çıkararak altlarını meshetmek vâcibtir. Bunları
hareketlendirmek, teyemmümde yeterli olmaz.
Hanefiler dediler ki: Dar yüzük ve bileziği hareket ettirmek teyemmümde de
yeterli olur. Hareket ettirmekten maksat, altına tozu ulaştırmak olmayıp, sadece
orasını meshetmektir.
Ama abdestte böyle bir
zorunluluk yoktur. Bu saydıklarımızın yanısıra bazı mezhebler, teyemmüm için
birtakım farzlar daha ilâve etmişlerdir.
Mâlîkîler:
Teyemmümün farzlarına, teyemmüm organları arasında; teyemmüm ile teyemmümün
kendisi için yapılmakta olduğu namaz ve benzeri ibâdetler arasında muvâlât
(çabuk davranma) hükmünü de eklemişlerdir. Sözgelimi teyemmüm etmekte olan
kişi, unutarak da olsa teyemmüm organları arasında veya teyemmümle kendisi için
teyemmüm etmekte olduğu namaz ve benzeri ibâdet arasında muvâlâtı ihlâl edecek
kadar uzun zaman aralığı koyarsa teyemmümü sahîh olmaz.
Bu mezhebe göre
teyemmümün farzları dört tanedir:
1. Niyet.
2. İlk
vuruş. Önce de anlatıldığı gibi bu vuruşta temizleyici toprak kullanılır.
3. Yüzün ve
bileklere kadar ellerin meshle kaplanması.
4. Muvâlât.
Hanbelîler: Teyemmümün
farzlarına, küçük hadesten ötürü yapılması durumunda tertib ve muvâlât
unsurlarını da eklemişlerdir. Ama teyemmüm, büyük hadesten veya vücûd üzerinde
bulunan bir necasetten ötürü yapılacak olursa tertib ve muvâlât farz olmaz. Bu
mezhebe göre de, teyemmümmün farzları dört tanedir:
1. Ağız ve
kulağın iç kısımlanyla, hafif tüylerin alt kısmındaki deri dışında yüzün
tümünün meshedilmesi.
2. Bileklere
kadar ellerin mesh edilmesi.
3. Tertib.
4. Muvâlât.
Bunlardan son ikisi,
küçük hadesten ötürü yapılan teyemmüm için söz konusudur.
Şâfiîler: Teyemmümün
farzlarına şu hususları eklemişlerdir:
1. Teyemmüme
yüzden başlayıp sonra elleri meshetmekle tertibe riâyet etmek. Bu teyemmüm
küçük hades hâlinden ötürü de olsa büyük hâlinden ötürü de olsa aynı farz söz
konusudur.
2. Toprağın
yüz ve ellere nakledilmesi. Diyelim ki; toprağın tozu yüze veya ellere uçsa,
kişi bu toz savruntusu içinde yüzünü hareket ettirse ve bu esnada teyemmüme de
niyet etse, teyemmümü, nakil farzının gerçekleşmemesi nedeniyle sahîh olmaz.
3. Tozlu
olan temizleyici toprak. Kişi toprağı teyemmüm organlarına naklederken bu
vasıftaki bir topraktan nakledilmelidir. Ayrıca toprak nakledilirken de bunun
iki vuruşla yapılması şarttır. Şâfîîlere göre teyemmümün farzları yedi tanedir:
1. Niyet.
2. Yüzün
meshedilmesi.
3. Dirseklerle
beraber ellerin meshedilmesi.
4. Tertib.
5. Toprağın
teyemmüm organlarına nakledilmesi.
6. Tozu olan
temizleyici toprakla teyemmüm edilmesi.
7. Toprağın,
teyemmüm organlarına nakledilmesinin kasdedilmesi.
Hanefîler:
Teyemmümün farzlarına hiçbir şey eklememişlerdir. Zîrâ bunlara göre teyemmümün
rükünleri mesh ile iki vuruştan ibarettir. Mesh, zaten âyette, teyemmümün
mâhiyetinden sayılmıştır. İki vuruşa gelince geçen sayfalarda anılan hadîse
dayanılarak her ne kadar teyemmümün mâhiyetinden değilseler de yapılması
gerekli olan şartlardandırlar.[118]
Teyemmümün
sünnetlerine gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:
1. “Besmele”
çekmek. Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek vâcibtir. Kasden
terkedilmesi hâlinde teyemmüm bâtıl olur. Bilinmediği veya unutulduğu takdirde
bu vâciblik düşer.
Malikiler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek, sünnet olmayıp
mendubtur.
Şafiiler dediler ki: Teyemmüm için “besmele” çekmek, sünnettir. Ama teyemmüm edecek olan
kişi cünüb ise, tilâvet kasdiyle “besmele” çekemez. Ancak zikir kasdı ile veya
kasıtsız olarak “besmele” çekebilir.
Hanefiler dediler ki: Teyemmüm edecek kişinin, cünübken tilâvet veya zikir
kasdiyle veya hiçbir şeye kasdetmeksizin “besmele” çekmesi sünnet olur.
2. Tertibe
riâyet etmek.
Şâfîî ve Hanbeliler dediler ki: Daha önce de anlatıldığı gibi teyemmümde tertib
farzdır.
3. Diğer
sünnetler de mezheblere göre ayrı ayrı aşağıda anlatılmıştır.
Hanefîler: Teyemmümün
sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:
1. Toprağa
avucun içiyle vurmak.
2. Ellerin önünü
ve arkasını çevirmek.
3. Elleri
silkelemek.
4.
Parmakları ayrık tutmak.
5. “Besmele”
çekmek.
6. Tertibe
riâyet etmek.
7. Muvâlât
(çabuk davranmak).
8. Sakal ve
parmakları hilâllemek.
9. Yüzüğü
hareket ettirmek.
10. Sağdan
başlamak.
11.
Parmakların arasına toprak girmesi için vuruşu özellikle temiz toprağın üzerine
yapmak.
12. Anlatılan
biçimde meshetmek. Yani, elleri temiz toprağın üzerine vurup silkelemek. Sonra
da bir öne bir arkaya çevirip bunlarla yüzü kaplayacak şekilde meshetmek.
Meshten sonra elleri ikinci defa toprağa vurmak. Öncekinde olduğu gibi elleri
silkelemek. Avuçların içiyle kollan dirseklere kadar meshetmek.
13. Misvak
kullanmak.
Şâfiîler:
Teyemmümün sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:
1. “Besmele”
çekmek.
2. Misvak
kullanmak. Misvakın vakti de “besmele” den sonra ve toprağı organlara
nakletmeden öncedir.
3. Elleri
silkelemek. Şayet ellerde fazla toz varsa üfürerek bu tozlan gidermek.
4. Sol elden
önce sağ eli meshetmek.
5. Kıbleye
yönelmek.
6. Yüzü
meshederken üst taraftan başlamak.
7. Elleri
meshederken parmaklardan başlamak. Yani başparmak dışındaki sol el parmaklarını,
yine başparmak dışındaki sağ el parmaklarının üstüne koyup sağ elin parmak
uçlarını sol elin işaret parmağının dışına çıkmayacak şekilde yerleştirmek.
Sonra da sağ elini bileklere kadar meshettikten sonra sol elin parmak uçlarını
sağ kolun kenarına doğru yumar ve kollarına kadar böylece mesheder. Daha sonra
avucunun içiyle de kolunun iç tarafım mesheder. Bunu yaparken de başparmağını
kaldırır. Bileğe vardıktan sonra da sol elinin başparmağını sağ elinin
başparmağının üzerine sürerek mesheder. Bundan sonra da sol elini aynı şekilde
mesheder. Bunun peşi sıra da mendub olarak avuçlarının birini diğeriyle
mesheder.
Kişi eğer sağlıklı ise
yüzü ile ellerinin meshi arasında muvâlât yapmalıdır. (İkisinin meshi arasında
fasıla koymamalıdır.) Eğer özürlüyse abdestte olduğu gibi, teyemmümde de
muvâlât ile yükümlü olmaz.
8. Her
vuruştan önce parmaklan ayrık tutmak, ilk vuruşta yüzüğü parmaktan çıkarmak
sünnettir. İkinci vuruşta çıkarmak ise vâcibtir. İkinci vuruşta parmaklarını
ayrık tutmuşsa ellerini meshettikten sonra parmaklarını hilâllemesi sünnettir.
Ama ayrık tutmamışsa, parmaklarını hilâllemesi vâcibtir.
9. Gurre ve
tahcil de sünnettir. Yani yüzü ve elleri meshederken farz olan miktardan biraz
daha fazlasını meshetmek. Meshi tamamlamadan önce elleri ilgili organın
üzerinden kaldırmamak da sünnettir.
10. Abdestte
yüz ve eller yıkanırken okunması istenen duaları, teyemmümde de yüzü ve elleri
meshederken okumak. Abdestten sonra okunması istenen duayı teyemmümün bitiminde
de okumak sünnettir.
Mâlîkîler:
teyemmümün sünnetlerini dört olarak belirlemişlerdir:
1. Tertib.
Yani ellerden önce yüzü meshetmek. Eğer kişi bunun aksini yapıp önce ellerini,
sonra yüzünü meshetmiş ve bu teyemmümle namaz kılmamışsa meshi iade etmelidir.
Eğer namaz kılmışsa namazı yerini bulmuş olup iadesine gerek kalmaz.
2. Elleri
bileklerden dirseklere kadar meshetmek.
3. Eller
için ikinci vuruşu yenilemek.
4. Ellerine
bulaşan tozu, meshedilmek istenen organa nakletmek. Yani eline bulaşan bu
tozlan yüzünü veya ellerini meshetmeden önce başka bir tarafa sürmemesi
sünnettir.
Hanbelîler:
Teyemmümün sünnetleriyle ilgili olarak sadece bir tek sünnetin olduğunu
söylemişlerdir. Ki o da teyemmümün, muhtar olan vaktin sonuna kadar
geciktirilmesidir. Tabiî bu da, suyun vakit içerisinde bulunacağının bilinmesi
veya zannedilmesi yahut bu ikisinin aynı eşitlikte olması hâlinde teyemmümün
muhtar vaktin sonuna ertelenmesi ile sünnet olur. Ama bunu yapmayıp da vaktin
ilk başlangıcında teyemmüm edilip namaz kılınırsa, vakit içinde daha sonra su
bulunduğunda da namaz sahîh olup iade edilmesine gerek kalmaz.[119]
Teyemmümün
mendublarıyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbelî ve Şâfîîler: Sünnet olanın mendub olduğunu da söylerler. Daha önce sünnet olarak
geçen hususlar mendub ve müstahab olarak da adlandırılabilirler.
Hanefiler dediler ki: Suyu bulacağım gâlib zanla ümid eden kişi, teyemmümü
müstehab vaktin çıkış öncesine kadar erteleyebilir. Ama bir kişi, su
vereceğine dair vaatte bulunursa, vaktin çıkmasından korkulsa bile teyemmümü
ertelemek mendub olur.
Malikiler dediler ki: Teyemmümün mendublarını şöylece sıralayabiliriz:
1. “Besmele”
çekmek.
2. Misvak
kullanmak.
3. Teyemmüm
esnasında Allah.'ın zikrinden başka şeyler konuşmamak.
4. Kıbleye
yönelmek.
5. Sağ elin
dış kısmını sol elin iç kısmına koymak. Sol elin iç kısmıyla (avuçta) sağ eli
tutup dirseklere kadar sürerek meshetmek.
Bundan sonra da
dirseğin iç kısmından başlayıp parmak uçlarına kadar eli meshetmek. Aynı
şekilde sol kolu da meshetmek.
6. Teyemmümün,
suyun bulunmasından ümit kesildiği veya ihtiyarî vakit içinde suyu kullanışa
engelinin kalkmasından ümit kesildiği durumda ihtiyarî vaktin başlangıcında
yapılması. Ama suyun bulunacağından veya bu vakit içinde suyu kullanma
engelinin ortadan kalkacağından şüphe edildiği takdirde teyemmümü ihtiyarî
vaktin ortasında yapmak. Çünkü bu durumda vaktin başlangıç faziletiyle, suyla
taharetin (abdestin) fazileti karşı karşıya gelip çatışmakta ve bunların
ikisine de ağırlık verilmesi gerektiğine göre ihtiyarî vaktin ortasında
teyemmüm etmek mendub olur. ihtiyarî vaktin sona ermesinden önce suyun
bulunacağı veya suyu kullanmaya engel (hastalık gibi) bir hâlin ortadan
kalkacağı ümid edilirse umulan su ile abdest almanın fazileti ağırlık
kazandığından ötürü, teyemmümü ihtiyarî vaktin sonuna kadar ertelemek mendub
olur. Su ile abdest alma ümidi olsa bile her halükârda zarurî vakte kadar
ertelemek haram olur.[120]
Teyemmümün kendine
göre mekruhları olup bunlar aşağıda mezheblere göre detaylı bir şekilde
anlatılmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Teyemmümde meshi tekrarlamak, toprağı ağza ve burna
girdirmek, elleri iki defadan fazla toprağa vurmak, üfürüldüğünde tamamen
gidecek kadar az olması halinde eldeki toprağı üfürmek mekruhtur. Eğer toprak üfürüldüğünde
tamamen gidecek ve tozu dahi kalmayacak kadar az olursa ve üfürmeden sonra
bununla meshedilmişse, elleri yeniden toprağa vurmak vâcib olur.
Şafiiler dediler ki: Teyemmümde toprağı çok kullanmak mekruhtur. Zîrâ bilindiği gibi
teyemmümden maksat, şeriat koyucunun emrine itaat ederek elleri toprağın
üzerine koymaktır. Buna göre toprağı fazlaca ele almak ve her organı bir
defadan fazla meshetmek mekruhtur. Bir fiilden, yani namazdan sonra teyemmümü
yenilemek mekruhtur. Teyemmümü tamamladıktan sonra elleri silkelemek de
mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Teyemmümde meshi birden fazla yapmak mekruhtur.
Allah'ın zikrinden başka sözleri söylemek mekruhtur. Abdestte, gurre ve tahcîl
diye adlandırılan gereğinden fazla yeri meshetmek de mekruhtur. Hanefiler dediler ki: Teyemmümde meshi
tekrarlamak ve daha önce anlatılan sünnetlerden birini terk etmek mekruhtur.[121]
Abdest bahsinde
anlatılan abdest bozucu şeyler, teyemmümü de bozarlar. Büyük hadesten ötürü
(cünüblükten dolayı) teyemmüm eden kişi, teyemmümünün bozulması hâlinde tekrar
büyük hades hâline dönmez. Ancak guslü gerektirici başka bir durum meydana
gelirse o zaman tekrar büyük hades hâline dönmüş olur. Ama abdest bozucu bir
durum meydana gelmekle sadece küçük hades hâline dönmüş olur. Bir kişi
cünüblükten ötürü teyemmüm eder de sonra bunun teyemmümü bozulacak olursa, sadece
küçük hadesle teyemmümü bozulduğundan dolayı, cünüplüğe geri dönmüş olmaz. Bu
durumdaki kişinin Kur'an-ı Kerîm okuması, mescidde beklemesi caiz olur. Abdest
bozucu hususların yanısıra teyemmümü bozucu başka bir husus daha vardır ki, o
da teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıdır. Sözgelimi su bulamayanın
suyu bulması, suyu kullanmaktan âciz kalan kişinin, kendisini âciz bırakan sebebin
ortadan kalkması gibi.
Malikiler dediler ki: Cünüblükten ötürü teyemmüm eden bir kişide küçük
hades hallerinden biri dahi meydana gelirse bu kişinin teyemmümü hem küçük,
hem de büyük hades hâli geri dönerek bozulur. Yani hem abdestsiz hem de cünüb
olmuş olur. Abdest bozucu hususlar her ne kadar guslü iptal etmezlerse de
cünüblükten ötürü yapılmış olan teyemmümü iptal ederler. Bu durumdaki kişinin,
teyemmümü yenileyinceye kadar cünüb kişiye haram olan işleri işlememesi
gerekir. Aksi takdirde haram işlemiş olur.
Malikiler dediler ki: Suyun bulunması veya kullanılmasına muktedir
olunması hâlinde namaza da başlanmamış ise teyemmüm bozulur. Ayrıca bu suyla
taharet yapılıp gerekli organlar üzerinde kullanıldıktan sonra ihtiyarî vaktin
elverişli olup, namazın da bir rek'atine yetişilebilmesi şarttır. Eğer namaza
başlandıktan sonra su bulunur veya suyun kullanılmasına muktedir olunursa dahî
teyemmüm bozulmaz. Aksine, vakit geniş olsa da başlanmış olan namaza devam
etmek vâcib olur. Şöyle ki: Bir yolcu, yükünde su bulunduğunu unutarak teyemmüm
edip namaza başlar, sonra da yükünde su bulunduğunu hatırlarsa ve vakit de
geniş olur abdest aldıktan sonra namazın en azından bir rek'atine yetişeceğini
tahmin ederse başlamış olduğu bu namaz ve dolayısıyla teyemmüm bâtıl olur.
Yetişemiyecek olursa bâtıl olmaz. Namazı kıldıktan sonra yükünde su bulunduğunu
hatırlarsa kendisinde, kusurlu davranma şaibesi bulunduğundan sadece vakit
içinde namazı iade etmesi gerekir.
Hanbelîler:
Teyemmümü bozan şeylere vaktin çıkmasını da eklemişlerdir. Bu durumda teyemmüm,
ister büyük hadesten, ister küçük hadesten veya isterse beden üstündeki bir
necasetten Ötürü alınmış olsun; cuma namazında olmadıktan sonra, vaktin
çıkmasıyla bozulur. Cuma namazı vaktinin çıkmasıyla teyemmüm bozulmaz. Mestin
veya üzerine meshedilen mest benzeri şeylerin; -eğer bunlar kişinin
üzerindeyken hadesten sonra teyemmüm edilmiş ise- daha önce bunlar üzerine
meshedilmiş olsa da olmasa da çıkarılmaları hâlinde teyemmüm bozulur.
Şâfîîler:
Teyemmümü bozan hususlara, çocuğunki gibi sûreten de olsa dinden çıkma olayım
eklemişlerdir. Ayrıca teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıyla da kişi,
eğer iftitah tekbirini almamış ise teyemmüm bozulur. Ama iftitah tekbirini
aldıktan sonra namaza girmiş olduğundan teyemmümü geçerli olur. Namazını
kılar. Bilahere namazını iade etmesine de gerek kalmaz. Ancak bu namazım
tamamlayıp selâm verdikten sonra teyemmümü bozulur. Yalnız iade etmesi gerekli
bir namazı kılmaktaysa bu durumda hem namazı hem de teyemmümü bozulur.[122]
Şiddetli derecede
hasta olan veya kendisiyle teyemmüm edilebilecek bir şeyin bulunmadığı bir
yere hapsedilen kişinin, abdest almaktan da, teyemmüm etmekten de âciz olduğu
için, namaz vakti içerisinde abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılması
vâcib olur. Ancak hasta olan kişi, ayakta kılmaya muktedir olamazsa oturarak
kılar. Bunu da yapamazsa işaretle kılar. Abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz
kılınmasından kasıt, her ne şekilde olursa olsun bütün durumlarda ve göstermeye
muktedir olduğu her halükârda Allah'a karşı huşûunu yerine getirmenin kişi
üzerine vedîbe haline gelmesidir. Ayrıca bu kişi, abdestli veya teyemmümlü
olarak bu İbâdeti yapanlar kadar, hatta daha fazla sevâb kazanır. Çünkü Rabbine
karşı boyun eğip teslimiyet gösteren, bunu da hasta ve yorgun olarak vücûduna
tatbik ettiren kişi, elbette Allah'ın hoşnutluğuna ve merhametine daha yakın
olacaktır.
Suyu veya kendisiyle
teyemmüm edilebilecek bir şeyi bulamayan kişinin tahareti ve namazı hususunda
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Su ve temizleyici toprağı, veya bunların hükmünde
olan şeyleri bulamayan kişi, namaz vaktinin girmesi esnasında şekilden ibaret
bir namaz kılar. Secdeye varır, rükûa gider, kıbleye yönelir. Ama namazdayken
Kur'an-ı Kerîm okuyamaz. Sübhaneke ve tahiyyât'i da okuyamaz. Bunu yaparken de
ister cünüb olsun, ister abdestsiz olsun namaza niyet de edemez. Bu şekilden
ibaret olan namaz ile kişinin farz namazı sakıt olmayıp zimmetinde kalmakta
devam eder. Suyu bulunca abdest alır veya temizleyici toprağı bulunca teyemmüm
eder; namazını kılar. Bu iki temizleyiciden birini bulamayan kişinin cünüb
olsa bile şekilden ibaret olan bu namazı kılması caizdir.
Malikiler dediler ki: Namaz iki temizleyiciyi, yani su ve toprağı bulamayan
kişiden tümüyle sakıt olur. Bu kişi namazını vakit içinde kılamayacağı gibi
daha sonra da kaza etmesi gerekmez. Mutemed olan görüş budur. Mâlikîler bu
görüşlerinde,
“Allah, temiz olmaksızın kılınan namazı kabul etmez” [123]hadîs-i
şerifine dayanmış olsalar gerektir. Ancak, bu hadîs-i şerifte namazın tekrar
kılınamayacağı hususuna delâlet eden bir unsur mevcut değildir. Hanefîler de
temiz olmaksızın kılınan namazın makbul olacağını zâten söylememişlerdir. Aksine,
bu namazın yeniden kılınması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Suyu veya toprağı bulamayan veyahut bulup da kullanamayan kişi, ya
cünüb olur veya abdestsiz olur. Eğer abdestsiz ise niyet ederek gerçek bir
namaz kılar ve bu namazında da Kur'an-ı Kerîm'den gerekli yerlerin tümünü değil
de sadece Fâtiha'yı okumakla yetinir. Bilâhare suyu bulması hâlinde namazını
iade etmesi vâcib olur. Cünüb kişi suyu bulduğunda gusledip abdesti almak,
sonra da abdestsiz ve teyemmümsüz kıldığı namazı iade etmekle yükümlüdür.
Abdestsiz kişi de suyu bulduğunda abdest alıp, teyemmümsüz ve abdestsiz
kıldığı namazı iade etmekle yükümlüdür. Ama cünüblükten ötürü büyük hades
hâlinde veya abdestsizlikten ötürü küçük hades hâlinde olan kişinin, suyu
değil de toprağı veya toprak cinsinden olan bir şeyi bulması hâlinde önceden
teyemmümsüz ve abdestsiz olarak kıldığı namazı iade etmek için teyemmüm
etmesine gerek yoktur. Ancak bu kişi, bulunduğu yerde su bulamayacağına galip
bir zanla hüküm verirse veya bu bölgede suyun bulunup bulumayacağı hususunda
şüpheye düşerse teyemmüm edip namazı iade etmesi gerekir.
Hanbeliler dediler ki: İki temizleyici (su ve toprağı) bulamayan kişi
abdestsiz ve teyemmümsüz olarak gerçek bir namaz kılar ve bu namazım da sonra
iade etmez. Ancak kılmakta olduğu namazda, sadece farzlarla ve namazın sıhhat
şartlarıyla yetinmelidir. Sünnet ve mendub olan şeyleri yapmaması gerekir.[124]
Tanımı:
Fıkıhçıların ıstılahında cebire
hastalanan bir organın üzerine sarılan sargı bezi veya bu organın
üzerine konulan ilâç demektir. Sarılan bu bağm ağaç veya hurma dalıyla
raptedilmesi şart olmadığı gibi, sargı sarılan organın kırık olması da şart
değildir. Bu konuda esâs alınan husus, organın kırık, çıkık, romatizma ve
benzeri durumlardan herhangi biri nedeniyle hasta olmasıdır. Şu halde
fıkıhçılara göre cebire; hasta olan organa sarılan bağ, veya bu organ üzerine
konulan ilâçtır.
Hükmü: Şer'î
yükümlülüklere muhâtab olan bir kişinin abdest veya gusül alırken, yıkaması
gereken organlarından birinde bir cebire sargısı veya ilâcı bulunması hâlinde,
bu organı yıkamaktan ötürü zarar görecek veya acı hissedecekse bu sargının veya
ilâcın üzerine meshetmesi farz olur. Cebire ile ilgili olarak anlattığımız bu
hükme Şâfiîler ve bir kısım Ha-nefîlerden başka muhalefet eden olmamıştır. Bu
mezhebterin konu ile ilgili görüşleri aşağıda anlatılmıştık.
Şafiiler dediler ki: Hasta olan organ ya sargılı olur, ya üzerinde ilâç bulunur veya
üzerinde hiçbir şey bulunmaz. Eğer sargılı ise bu durumda üç şeyi yapması vâcib
olur:
1. Hasta
organın sağlam kısmını yıkayacaktır.
2. Üzerinde
sargı bulunan hasta kısmın üzerine meshedecektir. Bu mesh, çoğunlukla sağlam
olan kısmın üzerine sarılan sargının üzerine yapılmakla, alttaki yeri yıkamaya
bedel olur. Ama sargı, sadece hasta olan kısmın üzerine sarılmış da sağlam
olan kısımların üzerine taşmamışsa, bu durumda sargının üzerine meshetmek
vâcib olmaz. Yine aynı şekilde sargının altında bulunan sağlam kısmı yıkamak
mümkün olduğu takdirde hasta kısmı meshetmeye de gerek kalmaz.
3. Hasta
kısmı yıkamaya bedel olarak teyemmüm edecektir. Sonra kişi eğer cünüb ise bu üç
madde arasındaki sıraya uyması vâcib olmaz. Söz-konusu sıra şöyledir: Sağlam
kısım yıkanacak, sargının üzerine meshedilecek ve bundan sonra da teyemmüm
edilecektir. Ama kişi, cünüb olduğunda bu tertibe riâyet etmeyip dilediği
şıktan herhangi birini önce, diğerini sonra yapabilir. Ama cünüb değilse önce
sağlam yeri yıkayacak, sonra sargılı yeri meshedecek, bundan sonra da teyemmüm
edecektir. Yani, yıkama işini teyemmümden önce yapmak şarttır. Ama sargı
üzerine meshetmek, yıkamadan veya teyemmümden önce de yapılabilir.
Hasta organlar birden
fazlaysa, bu organlar sayısınca teyemmüm etmek vâcib olur. Ancak bütün
organlarda hastalık söz konusu ise bunların tümünün yerine bir defa teyemmüm
etmek yeterli olur. Yine bunun gibi, eğer hastalık ,tertibte peşpeşe gelen yüz
ve kollar gibi iki organda bulunmaktaysa ve bunların da tümünü kaplamışsa yine
bunların yerine bir tek teyemmüm etmek; bundan sonra sağlam kısmı yıkamak; daha
sonra da sargının üzerini meshetmek yeterli olur. Sargının üzerini meshetmek,
cebire ile sarılı sağlam yerleri yıkama yerine geçerli olur.
Bu anlatılanlar, hasta
organın sargılı olmasıyla ilgilidir. Ama hasta organ sargılı olmazsa bu durumda
sağlam olan kısım yıkanacak; hasta kısım içinse yıkama yerine geçerli olmak
üzere teyemmüm edilecektir. Çünkü Şâfiîlere göre mesh, meşru değildir. Ancak
hasta organın üzerindeki sargının kapattığı sağlam kısımları yıkamaya bedel
olarak meshetmek, mestler mesabesinde olduğundan ötürü caiz olur. Ama organ
açık olur da yıkanması mümkün olmazsa, bunun meshedilmesinin bir anlamı olmaz.
Yıkamaya bedel olarak sadece teyemmüm etmek yeterli olur. Eğer hastalık,
teyemmüm organlarından birindeyse ve bunu toprakla meshetmek mümkün olmamakta
veya zararlı olmaktaysa bu durumda sözkonusu hastalıklı organı meshetme
yükümlülüğü düşer. Yalnız bu durumda kılınan namaz hastalığın iyileşmesinden
sora iade edilmelidir.
Hanefiler dediler ki: Cebire üzerine meshetmenin hükmüyle ilgili olarak iki
görüş vardır:
1. Bu
organın üzerinde bulunan sargının meshedilmesi farz olmayıp vâcibtir. Abdest
bahsinde de anlatıldığı gibi, farzla vâcib arasında fark olması Hanefîlere
göredir. Bu nedenle hasta kişi, hastalıklı organını meshetmeksizin namaz
kılacak olursa, bu namazı sahîh olmakla birlikte bilâhare iade etmesi vâcib
olur. îâde etmeyecek olursa vacibi terketmiş olur ki; bu nedenle Peygamber
(s.a.s.) jn şefaatinden yoksun kalır. Her ne kadar bu kişinin cehennem
azabıyla azablandırılması sözkonusu değilse de, Peygamber Efendimizin
şefaatinden yoksun kalması da az bir ceza değildir.
2. Cebire
üzerine meshetmek farzdır. Bu durumda, hastalıklı organın üzerindeki sargının
meshedilmemesi hâlinde kılınan namaz sahîh olmaz. Mâlikî ve Hanbelîler de bu
görüştedir. Hanefîlerce ileri sürülen bu görüşlerin ikisi de sahîh olup
mükellefin bunlardan herhangi birine uyması caiz olur.
Hastalıklı organın
üzerine konulan cebire, ister bez parçası olsun veya isterse ilâç olsun,
meshedilebilmesi için iki şart gereklidir:
1.
Hastalıklı organın yıkanması hâlinde zarar doğacaksa, yani acısı artacak veya
iyileşmesi gecikecekse, bu durumdaki organın üzerine konulan ilâcın da bir
sargısı yoksa ve bu yüzden meshetmek de sakıncalı olacaksa; üzerine zarar
vermeyecek bir sargı sarıldıktan sonra meshedilmesi gerekir. Ki bu husus, daha
önce de anlatılmıştı.
2. Cebirenin
tümünü meshetmek. Yani sağlam kısmı yıkadıktan sonra hastalıklı kısmın
tamamını meshetmek şarttır. Bu anlattığımız, cebirenin sadece hastalıklı kısım
üzerine sarılmasıyla ilgilidir. Ama cebire, bağlama zorunluluğu nedeniyle
hastalıklı kısmın dışına taşmışsa bu durumda tümünün, yani hem sağlam yerin
üzerindeki sargının, hem de hastalıklı kısım üzerindeki sargının meshedilmesi
vâcib olur.
Hanefiler dediler ki: Cebirenin üstünü tümüyle meshetmek şart değildir.
Aksine, cebirenin yarıdan fazlasını meshetmek yeterli olur. Sözgelimi yara elde
ise ve bunun üzerine de sargı sanlmışsa bu sargının yarıdan fazlasını
meshetmek yeterli olur. Bu anlattığımız, sargının hastalıklı kısmın dışına
tasmasıyla ilgilidir. Bu durumdaki sargının çözülmesi zararlı olduğu gibi
zararsız da olabilir. Eğer çözülmesinden ötürü bir zarar doğmayacaksa çözülmesi;
altını yıkamanın bir zararı olmayacaksa yıkanması vâcib olur. Eğer yıkamanın
zararı olacaksa hastalıklı yeri meshetmek vâcib olur. Etraftaki sağlam kısmı da
yıkamak gerekir. Sargı yerini meshetmek zarar veriyorsa bu durumda etrafını
yıkamak gerekir. Bundan sonra da sargıyı tekrar sarıp üzerini meshetmek îcâb
eder. Ama sargıyı çözmek zararlıysa sadece sargının üzerim meshetmek vâcib
olur; çözülmesi gerekmez. Sargının altını yıkamak veya meshetmek mümkün
oluyorsa.bu durumda sargının kapatmış olduğu sağlam kısımları meshetmek vâcib
olur.
Hanbeliler dediler ki: Temizlik hâlinde sargı sarılmışsa ve bu sargı da
hastalıklı yerin dışına taşmışsa, üzerini suyla meshetmek, artan kısımlar için
de teyemmüm etmek gerekir. Ama sargı, temiz olmaksızın (abdestsız iken)
sanlmışsa teyemmüm etmek vâcib olur. Bu sargının üzerine meshetmek câiz olmaz.
Hastalıklı organlar birden fazlaysa bunların sayısınca teyemmüm etmek zorunlu
olur. Yalnız hastalık, gusül veya abdest organlarının tumunu kaplamış olursa bu
takdirde sadece tek bir teyemmüm almak gerekir. Bu teyemmümde, küçük hadesten
ötürü alınan abdestle ilgili muvâlât kuralı uygulanır.
Hastalıklı organ, baş
gibi mesh edilen bir organsa bununla ilgili olarak mezheblerin ileri sürdükleri
çeşitli görüşler aşağıda anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Hastalık veya yara, başın tümünü kaplayacak olursa
baş, yıkanan organlar hükmüne girer. Eğer yara veya hastalık, başın tümünü
kaplamamışsa bu takdirde başın mümkün olan kısmı meshedilir. Geri kalan mesh de
sargı üzerinde tamamlanır. Ama meshedilmesi mümkün olmazsa bu takdirde baş,
yıkanan diğer organların hükmüne girer.
Şafiiler dediler ki: Başın sağlam bir kısmı kalacak olursa orasını mes-hetmek vâcib olur.
Aksi takdirde teyemmüm edilir.
Hanefiler dediler ki: Başın bir kısmı sağlam olarak kalır ve bu sağlam
kısım da, meshin vâcib olduğu dörtte biri kadar olursa, bu durumda cebire
üzerine meshe gerek kalmaksızın sağlam kısmı meshedilir. Ama yara, başın tümünü
kaplayacak olursa bu durumda baş, yıkanan diğer organların hükmüne tâbi olur.
Eğer yaraya bir zarar gelmeyecekse mesh yapılır; zarar gelecekse sargı ve
benzeri şeyler üzerine mesh yapılır.
Hanbeliler dediler ki: Yara, başın tümünü kaplar da üzerini mesh etmek
mümkün olmazsa bu durumda başa sarılan sargı üzerine meshedilir. Ve bu meshin,
sargının tümünü kaplaması gerekir. Eğer bu sargıyı abdestsiz veya cünüb iken
bağlamışsa bunun için teyemmüm etmesi gerekli olur. Nitekim bu husus daha önce
de anlatılmıştı. Eğer yara, başın tümünü kaplamamışsa, sağlam kalan yerleri
meshedilir. Geri kalan mesih de başa sarılan sargı üzerinde tamamlanır. Zîrâ
başa sarılan sargı da baş hükmündedir. Sağlam kalan kısmı da aslı üzere
bırakılarak meshedilir. (Zîrâ Hanbelîlere göre abdestte başın tümünü meshetmek
farzdır).[125]
Cebire üzerine yapılan
mesh, bu cebirenin yerinden düşmesi veya yerinden çekilip alınmasıyla bozulur.
Mezheblerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: İyileşmeden ötürü sargı, bağlı bulunduğu yerden
düşerse; kişi de eğer abdestli olmakta devam etmek isterse bu durumda sargının
altını yıkama veya mesh etmede asla göre hareket etmesi vâcib olur. Sargının
düşmesi hâlinde kişi, muvâlâtın farzlığma uyarak acilen sargının altım yıkar
veya mesheder. Ama sargının düşmesinden sonra kişi unutup da aradan uzun bir
zaman geçerse ve bundan sonra sargının altını yıkar veya meshederse bunun,
muvâlâtın farzlığına bir zararı olmaz. Abdesti de sahîh olur. Ama
iyileşmeksizin sargı düşecek olursa onu hemen yerine bağlayıp üzerini meshetmek
gerekir. Bunu yaparken de muvâlâtın farzlığını ihlâl etmemek için çabuk
davranmak gerekir. Eğer kişi namazdayken sargı düşecek olursa veya başkası
tarafından çekilip alınırsa altını temizledikten sonra tekrar yerine koymak
vâcib olur. Eğer bu, iyileşmeden ötürü olmuşsa böyledir. İyileşmeksizin düşecek
olursa onu tekrar yerine koyup üzerine meshetmek gerekir.
Şafiiler dediler ki: Sargı, iyileşme sonucu namazdayken düşerse sadece namaz bozulur; abdest
bozulmaz. Sargı da tekrar yerine bağlanarak üzerine meshedilir. Eğer üzerinde
kir ve pislik görülürse bunu temizlemek gerekir.
Hanefiler dediler ki: Kişinin namazda veya namaz dışında olması hâlinde
sargı, iyileşmeksizin düşecek olursa üzerine yapılan mesh bozulmaz. Ama
namazdayken iyileşmeden ötürü sargısı düşmüşse ve düşmesi de son ka'deden
teşehhüt miktarı kadar önce olmuşsa namazı bozulur. Bu durumda sargının yerini
temizleyip namazı iade etmesi gerekir. Ama son ka'dede teşehhüt miktarı
geçtikten sonra düşerse İmam Âzam bu namazın bâtıl olacağını, İmam Muhammed ile
Ebû Yûsuf ise sahîh olacağını ifade etmişlerdir. Çünkü bu durumdaki namaz,
artık tamamlanmış sayılmaktadır. Sargının düşmesi de, son ka'dede teşehhüt
miktarı geçtikten sonra konuşmak veya abdestin bozulması mesabesinde olup
bunların vukuu da sözü edilen zamanda olursa kılman namaz tamamlanmış olur.
Hanbeliler dediler ki: Sargının düşmesi hâlinde -bu düşüş ister iyileşmeden
ötürü olsun, ister iyileşmeksizin olsun- abdestin tümü bozulur. Ancak bu
düşme, iyileşmeden ötürü olmuşsa sadece abdest alması gerekir. Eğer
iyileşmeksizin düşmüşse bu durumdaki kişi, hem abdestini hem de teyemmümünü
iade eder.[126]
Şartlarına uyulduğu
takdîrde cebire üzerine yapılan meshle kılınan namaz sahîh olur. Yaranın
iyileşmesinden sonra bu meshle kılınan namaz da iade edilmez.
Şafiiler dediler ki: Aşağıdaki üç durumdan ötürü namazı iade etmek vâcib olur:
1. Eğer cebire,
teyemmüm organlarında ise.
2. Cebire,
teyemmüm organlarında olmaz da bağlandığı yerde tutamak için gerekli olan
kısımdan fazlasını içine almış ise.
3. Yine cebire,
teyemmüm organlarında olmaz da bağlandığı yerde tutamak için gerekli kısım
kadarını içine almış, ama hades hâlinde iken bağlanmış ise; bu üç durumdaki
meshlerle kılınan namazların iade edilmeleri vâcib olur.[127]
Buraya kadar anlatılan
temizlik (taharet) bahisleri, tüm olarak namazın bir vesîlesidir. Bilindiği
gibi bu vesîielerin hepsi de insan toplumunun yararınadır. Bunların ana teması:
Vücûdu ve ibâdet yerlerini pis kokulara ve hastalıklara kaynak vazifesi gören
pisliklerden uzak tutarak temiz bulundurmaktır. Her ne kadar bazı vesilelerde
bu anlam sezilmiyorsa da, muhakkak ki bu apaçık bir hikmetten ötürüdür. Bu
hikmet de şudur ki; ibâdetlerden maksad emirlerine uyup yasaklarından uzak
durarak noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah'a itaat edip boyun eğmektir.
Namaza gelince bu,
İslâm Dîni'nin en önemli rükünlerinden biri olup Allah Teâla bunu, sadece
kendisine kulluk etsinler ve ibâdet hususunda, yaratıklardan birini kendisine
ortak etmesinler diye kullarına farz kılmıştır.
“Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitlenmiş bir
farz oldu” [128]buyurarak
namazın, dışına aşılması caiz olmayan vakitlerle sınırlı bir farz olduğunu
beyan etmiştir. Rasûluilah (s.a.s.) da bu meyanda buyurmuşlardır ki:
“Beş namaz vardır ki; Allah onları kullan üzerine
yaz(ıp farz kıl)mıştır. Kim ki bunları (yerine) getirir, haklarını hafife
almaksızın bunlardan (bazısını) zayi etmezse Allah katında kendisini cennete
koymak için (verilmiş) bir söz vardır.”
[129]
Namazın sânını
yücelten, vaktinde edâ edilmesine teşvik eden, namazla ilgili emri
önemsememekten ve kılmasında tenbeilik göstermekten meneden birçok hadîs-i
şerîf mevcut olup bunların birkaçını örnek olarak gösterebiliriz. Şöyle ki:
Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdu ki:
“Beş vakit namaz, birinizin kapısı önündeki suyu bol
ve tatlı olan bir nehir gibidir. Bu kişi, günde beş defa bu nehire girerse
ondaki kirlerden geriye bir şey kalır mı dersiniz?” Dediler ki:
“Ya Rasûlallah, hiçbir
şey kalmaz.” Bunun üzerine buyurdular ki:
“İşte beş vakit namaz da, suyun kirleri giderdiği gibi
günâhları giderir.” [130]
Bu hadîsin ifade
ettiğine göre, günde beş kez arı suyla yıkanmasının vücûddaki kirleri giderip
saflığa kavuşturması gibi, kılınan beş vakit namaz da nefsi günahlardan
arındırıp saf ve temiz kılmaktadır.
“Rasûlullah (s.a.s.)’a:
“Ey Allah'ın Rasûlü,
amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye sordular. O da:
“Vaktinde kılınan namazdır,” buyurdu” [131]
Şu hâlde namaz, dinî
işlerin en faziletlisi, değer bakımından en seçkini, şeref bakımından da en
üstünüdür. Bütün bunlar da namazın vaktinde edâ edilmesine teşvîk bakımından
kişiye yeter de artar bile.
Namazı terkedeni
ürkütüp korkutmaya gelince, bu gibi kimselere de Rasûlullah'ın şu mübarek
sözleri yeterli olur:
“Namazı olmayanın İslâm'da payı yoktur.” [132]
“Kişi ile küfür arasında namazı terketme (çizgisi)
vardır.” [133]
Bu hadîslerde
tenbelliğe müptelâ olarak, müslümanı kâfirlerden ayırd eden bir özellik
durumundaki namazı terk eden müslüman için şiddetli bir zecir ve kınama vardır.
Bazı Mâlikî İmamları, namazı kasten terkeden kişinin kâfir olduğunu
söylemişlerdir. Her halükârda dîn âlimleri, namazın İslâm'ın temel taşlarından
biri olduğu hususunda görüş birliği yapmışlardır. Namazı terkeden,kişi, dinin
en kuvvetli temellerinden birini yıkmış olur. İnsanların namaz Kılmalarından
güdülen amacın, âlemleri yaratan Allah'ın yüceliğini kalplere hissettirmek
olduğunu bilmeleri gerekir. Namaz kılan kişi bu şuurla ibâdetini edâ ederken
son derecede bir korku ve haşyet içerisinde bulunarak emirlere uyar,
yasaklardan da kaçınır. Bunu yapmakla da tüm insan nevi için sayılamıyacak
kadar hayır ve menfaatler sağlamış olacaktır. Çünkü sâlih amelleri işleyip,
kötülüklerden sakınan kimselerden sadece hayır ve iyilik beklenir. Kalbi,
Rabbinden gâfii olup nefsânî şehvetler ve bedenî lezzetlerle meşgul bulunarak
namaz kılan kişi, her ne kadar bazı İmamlara göre farzı yerine getirirse de
aslında namazdan beklenen semereyi elde edemez. Çünkü gerçek olarak kılınan
namaz asıl tanımını Yüce Allah'ın şu âyet-i kerîmesinde bulmaktadır:
“Mü’minler muhakkak felah bulmuştur. (Korktuklarından
emîn, umduklarına nâil olmuşlardır.) Öyle Mü’minler ki onlar, namazlarında
huşûa riayetkardırlar.” [134]
Namazın gerçek hedefi,
yerleri ve gökleri yaratan Yüce Allah'ı huşu' ve tam bir teslimiyet içerisinde
ululamak, ebedî azameti ve sermedî izzeti önünde eğilerek kadrini yüce
kılmaktır. Bir kişi namaz kılarken kalbi sadece Allah'ın korkusuyla dolu
olmadıkça gerçek namaz kılmış olamaz. Bu durumdaki kişi rabbine el açıp
yalvarırken bile yalancı vesveselerden, zararlı hatırlamalardan kendini
alıkoyamaz. Zillet ve huşu içerisinde Rabbinden korkarak huzurunda durup el
açar. İşte bu kişi kahredici güce, sonsuz hâkimiyete, reddedilemez bir irâdeye
sâhib mabuduna boyun bükmekle kalbini cilâlandırır. Böylece de günahlarından
tövbe edip rabbine dönmüş olur. Bu kişinin iç ve dış amelleri sâlih olur.
Rabbiyle olan alâkası kuvvetlenir. Kullarla olan alâkası da düzelerek normal
seviyeye gelir.
Dinin hududunu
çiğneyip Rabbinin yasakladığı sınırın ötesine de gitmez. Nitekim bu hususta
yüce Allah buyurur ki:
“Şüphesiz ki namaz, edebsizlikten, akıl ve şerîate
uymayan her şeyden allkoyar.” [135]
Edebsizlikten, akıl ve
şerîate uymayan her şeyden alıkoyan namaz, kişinin kılarken Rabbini ululadığı,
O'ndan korktuğu, rahmetini umduğu bir namazdır. Herkesin kılmış olduğu namazdan
alacağı pay, o namazı kılarken Allah'tan korktuğu ve O'nun haşyetiyle kalbinin
etkilendiği nisbette olacaktır. Zîrâ noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah,
kullarının dış görünüşlerine değil, kalplerine bakar. Bu nedenle de buyurmuştur
ki:
“Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl.” [136]Kalbi
Rabbinden gafil olan kişi, O'nu hatırlayıp anamaz; böylelikle de gerçek bir
namazı kılamaz. Bu meyanda, Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuşlardır ki:
“Kalbi bedeniyle birlikte namaza hazır durmayan
kişinin namazına Allah (önem vererek) bakmaz.”
İşte din nazarında
geçerli olan namaz, niteliklerini saymış olduğumuz bu namazdır. Bu anlamdaki
bir namaz, kişinin nefsini terbiye etmesi bakımından çok güzel etkilere sâhib
bulunmaktadır. O, insanların ahlâkını düzeltir. Çünkü namazın her bölümünde
ahlâkî erdemleri geliştirmek için bir çeşit idman; güzel huylar edinmek için
alıştırmalar mevcut bulunmaktadır. Namazla ilgili işlerin nefsi terbiye etme
hususundaki etkilerinden bir kısmını anlatmakta yarar olduğu kanısındayım. Şöyle
ki:
1. Niyet:
Bu, kalbin, Allah'ın emrettiği şekilde, ihlâs içinde sadece O'na yönelerek tam
bir şekilde namazı edâ etmeye azmetmesidir. Bu işi günde beş kez yapan kişinin
ruhuna ihlasın yerleşeceği ve bunun da onun en erdemli niteliklerinden biri
hâline geleceği şüphesizdir. Bu da kişinin ve toplumun hayatında çok güzel
etkiler meydana getirecektir. Fert ve toplum hayatında söz ve işle ilgili
olarak ihlâstan daha faydalı bir şey olabilir mi? İnsanlar sözlerinde ve
fiillerinde birbirlerine ihlâslı olarak davranırlarsa hem kendilerinin, hem de
Allah'ın hoşnut olacağı bir hayat yaşamış olurlar. Dolayısıyla da dünya ve
âhirette durumları iyiye gider; her bakımdan da kurtuluşa erip başarıya
ulaşırlar.
2. Kıyam:
Namaz kılan kişi, kendisini yaratanın huzurunda boyun büküp yalvarmak için
ayakta durduğunda, Allah'ın kendisine şahdamarından daha yakın olduğunu
hisseder. Allah da onun söylediklerini elbette işitir. Kalbindeki niyeti de
bilir. Bu işi gece gündüz yapan kişinin kalbi, kendisini yaratanın varlığıyla
dolup taşar. O'nun emirlerine uyup yasaklarından da kaçınır. İnsanların
hukukuna saygısızlık etmeyeceği gibi, onların canlarına da kasdetmez;
mallarına zulmen tasallutta bulunmaz; dinlerine ve ırzlarına tecâvüz etmez.
3. Kıraat:
Yani namazda Kur'an-ı Kerîm'den gerektiği kadar âyetler okumak. Bununla ilgili
hükümler her mezheb İmamına göre ilende ayrı ayrı anlatılacaktır. Ancak, Kur'an-ı
Kerîm'i okumakta olan kişinin, kalbi gafil olarak yalnızca dilini oynatması
anlamsız olur. Aksine, Kur'an-ı Kerîm'i okurken anlamınıda düşünerek gerekli
öğütleri atmalıdır. Kelimeleri telâffuz edip dilini oynatırken kendisini
yaratan Allah'ı hatırlamalı, kalbi de O'nun egemenlik ve yüceliği karşısında
korkup ürkmelidir. Nitekim bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur:
“Mü’minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman
yürekleri titrer. Karşılarında âyetleri okununca (bu), onların imânını
arttırır” [137]
Kur'an-ı Kerîm'i
okurken Allah'ın rahmet ve ihsan gibi sıfatları anıldığında kendi nefsinin de
bu değerli sıfatlarla ahlâklanıp ahlâklanmadıgını düşünüp bilmelidir. Zîrâ
Rasûlullah (s.a.s.) buyururlar ki:
“Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın. O, noksanlıklardan münezzeh
olup kerem, afvve mağfiret sahibidir. Âdildir, (çünkü) azıcık da olsa
insanlara zulm etmez.”
İnsanoğlu bu ahlâkla
ahlâklanmağa mecburdur. Okuduğu âyetlerde bu değerli sıfatlar geçtiği zaman
bunların mânâsını düşünüp idrâk etmelidir. Çünkü insan ruhu bunları gündüz ve
gece birçok defalar tekrarlamakla, bunlardan etkilenmektedir. Bu güzel
sıfatların etkisi altına girdiğinde, elbette ki bu güzelim sıfatlara sâhib
olmak isteyecektir. Bu nedenle namaz kılmak, insanın nefsini ve ahlâkını
terbiye bakımından çok önemli bir yere sahiptir.
4. Rükû ve Sücud: Bunların ikisi de yerleri, gökleri, yerlerle gökler masında mevcut
bulunan varlıkları yaratan mülk sahibi Yüce Allah'ı ululama alâmetlerindendir.
Rabbinin huzurunda namaz kılarken rükûa varan kişinin sadece özel şekliyle
sırtını eğmesi yeterli olmaz. Bunun yanında kendisinin zelîl bir kul olduğunu
kalbine hissettirmelidir. İzzet ve azamet sahibi, kudreti sonsuz, ululuğu
sınırsız olan Rabbinin huzurunda eğilmekte olduğunun bilincine de varmalıdır.
Bu anlam, namaz kılan kişinin kalbine damgasını vuracak olursa, kalbi her zaman
Rabbine karşı korku içinde olur ve O'nun hoşlanmadığı işlerin hiçbirini yapmaz.
Aynı şekilde Rabbinin huzurunda secdeye varan kişi, alnını yere koyarken
kendisini yaratana kulluk ettiğini ilân etmektedir. Bu durumda kalbi,
kulluğunun zilletini hisseder, Rabbinin azametini idrâk ederse elbette ki
artık O'ndan korkar ve O'na karşı haşyet içinde olur. İşte bu anlattığımız
şekillerle kişinin nefsi, terbiye göreceği gibi, edepsizlikten, aklın ve dinin
kabul etmeyeceği şeylerden de uzak durur. Namazla ilgili olarak sosyal açıdan
fayda sağlayıcı bazı önemli hususlar daha vardır ki, bunların başında cemaatleşme
olgusu gelmektedir. İslâm Dini, namazı cemâatle kılmayı esas almıştır. Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz de;
“Cemâatle kılınan namaz,, tek başına kılınan namazdan
yirmi yedi derece daha faziletlidir.”
buyurarak cemaatleşmenin önemini belirtmiştir.
Namaz için araya
gelindiğinde birbirlerine eşit, düzgün ve sık saflar oluşturulur. Bu saflar
içerisindeki insanların gönülleri birbirine ısınır. Aralarında eğer bir
nefretleşme, kin ve kızgınlık varsa, bu yaklaşma sayesinde giderilmiş olur.
İşte cemâatle namaz kılınmasının en başta gelen hikmetlerinden biri de, bu
namazın müslümanlar arasında gerçekleşmesi istenen birlik için baş faktör
olmasıdır. Azîz kitabında Yüce Allah, cemaatleşmenin önemine değinerek şöyle
buyurur:
“Hepiniz toptan, sımsıkı Allah'ın ipine sarılın;
parçalanıp ayrılmayın.”[138]
Namazı edâ etmek için
cemâat tertib edildiğinde, Allah'ın da ifade buyurduğu,
“Müm'inler, ancak kardeştirler” [139]âyetindeki
kardeşlik yâdedilmektedir. Aynı Rabbe ibâdet etmek için bir araya gelen
müminler kardeş olduklarını unutmamalı, büyüklerine saygı, küçüklerine merhamet
göstermeli; zenginler fakirlere ihsanda bulunmalı, güçlü olanlar zayıflara
destek olmalı, sağlıklı olanlar hastaları ziyaret etmelidirler. Zîrâ Rasûlullah
(s.a.s.), bir hadîs-i şeriflerinde buyururlar ki:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. İşkence de etmez. Kim
bir kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim
dünya işiyle ilgili olarak darda kalan kardeşinin sıkıntısını giderirse Allah
da kıyamet gününde dara düşen o kişinin sıkıntısını giderir. Kim bir müslümanın
aybını gizlerse, âhirette Allah da onunkini gizler.” [140]
Eğer namazın kapsadığı
faydaların tümünü anlatmaya kalkarsak bu, sayfalar dolusu bir kompozisyon
teşkil eder. Bu nedenle sözü burada noktalıyor ve Allah'ın bizi, İslâm'a
hizmette muvaffak kılmasını diliyoruz. Şüphesiz O, duaları işitendir.[141]
Namaz, lügatte hayır
duada bulunma anlamını ifade eder.
“Onlara duâ et.” [142]yani onların üzerine
rahmet kanatlarını ger âyet-i kerîmesinde de “salât” kelimesi hayır duada
bulunmak anlamında kullanılmıştır. Fıkıhçıların ıstılahına göre namaz, iftitah
tekbiri ile başlayıp selâmla sona eren, kendine mahsûs şartları bulunan sözler
ve fiillerdir. Bu tanım, iftitah tekbiriyle başlayıp selâmla sona eren tüm namazları
kapsamına almaktadır. Tilâvet secdesi ise bu kapsam dışında kalmaktadır.
Tilâvet secdesi, secde âyetleri duyulduğunda edâ edilen tekbirsiz ve selâmsız
bir tek secdedir. Ki yeri geldiğinde bununla ilgili açıklama yapılacaktır.
Hanefî ve Şâfiîlere göre tilâvet secdesine namaz denilmez.
Mâliki ve Hanbelîler: Bunlar, namazı iftitah tekbiri ve selamı bulunan
fiilî bir kurbet (yakınlaşma), veya tek bir secdeden ibaret bir kurbet olarak
tanımlamışlardır. Buradaki “kurbet” kelimesi, kişiyi Allah'a yaklaştıran iş
demektir. Fiilî kaydı da organların yapmış olduğu rükû ve secde gibi eylemleri,
dilin okuyup tesbih çekme eylemlerini ve kalbin huşu ye hudu (teslimiyet) gibi
eylemlerini içerir. Mâlikî ve Hanbelîlerin namazla ilgili bu tanımına Hanefî ve
Şâfiîler muhalefet etmemişlerdir. Yalnız aralarındaki anlaşmazlık, secdenin yalnız
da olsa şer'î bir namaz olarak adlandırılması hususunda vukûbulmuştur. Bu
husustaki anlaşmazlığın nedeni açıktır.[143]
Namazın nevîleriyle
ilgili olarak mezheblerin ayrıntılı görüşleri aşağıda sunulmuştur.
Hanefiler dediler ki: Namazın dört çeşidi vardır:
1. Farz-ı
ayn olan namazlar: Beş vakit namaz
gibi..
2. Farz-ı
kifâye olan namazlar: Cenaze namazı gibi.
3. Vâcib
olan namaz: Vitir namazı ve başlandıktan sonra herhangi bir nedenle bozulan
nafile namazların kazası ile iki bayram namazları gibi.
4. Nafile
namazlar: Bunlar da ister sünnet, ister nafile olsunlar aynı gurupta
değerlendirilirler. Tilâvet secdesine gelince bu, Hanefîlere göre zaten namaz
sayılmamaktadır.
Malikîler dediler ki: Namazlar beş çeşittir: Bu çeşitler de ya rükû, sücûd,
kıraat, iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içerirler veya içermezler.
İçeren çeşitler de üçe ayrılır:
1. Farz
namazlar: Beş vakit farz namazı gibi.
2. Nafile ve
sünnet namazlar.
3. Rağibe
(bol ecir umulan) namazlar: Buna örnek olarak fecirde kılman iki rek'at namazı
gösterebiliriz.
Rükû, sücûd, kıraat,
iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içermeyen namazaları gelince bunlar da
ikiye ayrılır:
a. Sadece
secdeyi içeren namaz: Tilâvet secdesi gibi.
b. Tekbir ve
selâmı içerip de rükû ve sücûd gibi bölümleri içermeyen namazlar: Cenaze namazı
gibi.
Şafiîler dediler ki: Namaz iki çeşide ayrılır:
1. Rükû,
sücûd ve kıraat gibi bölümleri içeren namazlar ki; bunlar da kendi aralarında
ikiye ayrılır:
a. Beş vakit
farz namazlar,
b. Nafile
namazlar.
2. Rükû ve
sücûdsuz olup da iftitah tekbiri ve selâmı bulunan namazlar: Cenaze namazı
gibi. Hanefilerin ileri sürdükleri vâcib namazlar ile Mâlikîlerin ileri
sürdükleri rağibe namazları bu mezhebte mevcut değildir. Şâfiiler, Hanbelî ve
Mâlikîlerin yaptıkları gibi tilâvet secdesini namaz olarak adlandırmazlar. Bu
mezhebin birinci kısmı namazları kendi arasında iki şıkka ayrıldığı için toplam
olarak üç kısım namazı kabul etmiş olmaktadırlar.
Hanbeliler dediler ki: Namaz dört kısma ayrılır:
Bunlardan ikisi, rükû,
sücûd, iftitah tekbiri ve selâm gibi bölümleri içeren namazlardır. Bunlarla
birlikte dört kısım namaz şunlardır:
1. Beş vakit
farz namazlar
2. Sünnet
namazlar
3. Tekbir,
selâm ve kıraati içerip de rükû ve sücûdu içermeyen namazlar: Cenaze namazı
gibi.
4. Sadece
secdeyi içeren namaz: Tilâvet secdesi gibi. Hem bu mezhebe hem de Mâlikîlere
göre tilâvet secdesi namaz sayılır.[144]
Namazla ilgili olarak
bazı sıhhat şartları vardır ki; bunlar olmaksızın namaz sahîh olmaz.,Namazla
ilgili bazı vücûb şartları da vardır ki; bunlar olmayınca namaz kişiye vâcib
olmaz. Bu şartların sayısı ve izahı hususunda mezheblerin ıstılahları
birbirinden ayrı olduğundan bunları detaylı bir şekilde aşağıda ele almış
bulunmaktayız.
Malikîler dediler ki: Namazın şartları üç kısma ayrılır:
1. Vücûb
şartları,
2. Sıhhat
şartları,
3. Vücûb ve
sıhhat'ın birlikte bulunduğu şartlar.
Vücûb şartları ikiye
ayrılır:
1. Baliğ
olmak. Namaz çocuğa vâcib değildir. Ancak yedi yaşına vardığında namaz kılması
emredilir. On yaşına vardığında da namazı kılmaya alışması gayesiyle
gerektiğinde hafif bir şekilde dövülür. Şer'î yükümlülüklerin tümü maslahatı,
yani faydaları temin etmek ve mefsedeti, yani zararları defetmek esâsına göre
vaz edildiklerinden ötürü akıl sahibi kimseler mükellefiyet dönemine girdikten
sonra bu yükümlülükleri yerine getirme hususunda herhangi bir sıkıntı ve
güçlükle karşılaşmazlar. Âdetin de kendine göre hükümleri vardır. İnsanoğlu,
namazını, hem maddî ve hem terbiyevî bazı faydaları olduğunu bilir ki bu da
onu, namazı edâ etmeye sevketme bakımından yeterli olur. Namaz kılmaya
alışmayan kişi, onu kılma hususunda tenbellik gösterir.
2. Vücûb
şartlarından ikincisi, namazı terk etmeye zorlanmamaktır. Meselâ zâlim bir
kişi, mükellefi namaz kılmamaya itmemeli; kıldığı takdirde hapse atmak,
dövmek, öldürmek, elini kelepçelemek, insan topluluğu içinde şerefiyle oynayıp
onurunu kırarak yüzünü tokatlamakla tehdit etmemelidir. Bir kişi zorlanma
durumunda namazı terkederse günahkâr olmaz. Hatta bu zorlama ve tehdit sürdüğü
müddetçe kendisine namaz vâcib de olmaz. Zîrâ bu zorlanan kişi, Rasûlullah
(s.a.s)in de buyurduğu gibi yükümlü olmaz:
“Ümmetimden, hata, unutma ve zorlandıkları şey(den
ötürü işledikleri günâhlar) kaldırıldı.”
[145]
Bu mezhebe göre
zorlanan kişi, ibâdetini dış görünüşüyle yapmakla mükellef değildir. Mümkün
olduğu kadarıyla gerekli temizliği yapmaya, yapabildiği kadarıyla iftitâh
tekbirini almaya, kıraatini ifâ etmeye çalışacak, hasta ve âciz kimseler gibi
işaretle de olsa namazım kılmaya çalışacaktır. Hülâsa gücü yettiği kadarıyla ibâdetini
yapması vâcibtir. Gücü yetmediği kısımların vâcibliği ise düşmektedir.
İkinci şart olan
sıhhat şartları beş tanedir.
1. Hadesten
temizlik
2.
Necasetten temizlik
3. İslâmiyet
4. Kıbleye
yönelmek
5. Avret
yerlerini kapatmak
Üçüncü şarta gelince
bunlar, hem sıhhati, hem de vücûb şartlarının bir arada bulunduğu şartlardır.
Bunlar da altı tanedir:
1. Peygamber
(s.a.s.)’in çağrısının ulaşmış olması. Kendisine bu çağrı ulaşmayan kimsenin
namaz kılması vâcib değildir. Böyle birinin kılması da sahîh olmaz.
2. Akıllı
olmak.
3. Namaz
vaktinin girmiş olması.
4. Su veya
toprağı kaybetmemek. Yani abdest alacak kadar su veya teyemmüm edecek kadar
toprak bulunması.
5. Uyku ve
gaflet hâlinin olmaması.
6. Hayız ve
nifas hallerinin olmaması.
Bu şartlarla,
Mâlikîlerin sıhhat şartlarına İslâmiyet'i eklediklerini öğrenmiş olmaktayız.
Bunlar, İslâmiyet'i vücûb şartlarından saymamışlardır. Yani bunlara göre
kâfirlere namaz vâcibtir. Ancak İslâm'a girmedikçe kılacakları namaz sahîh olmaz.
Mâlikîlerin bu görüşüne başka mezheblerden katılan kimse olmamıştır. Zîrâ öbür
mezhebler İslâmiyet'i vücûb şartlarından saymışlardır. Yine bunlar, tahareti de
hadesten ve necasetten olmak üzere iki ayrı şart olarak saymışlardır. Namazı
terke zorlanmama şartını da vücûb şartlarına eklemişlerdir.
Şâfiîler: Bunlar
namazın şartlarını vücûb ve sıhhat şartlan olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
Bunlara göre vücûbunun şartları altıdır:
1. Peygamber
(s.a.s.)in çağrısının yükümlüye ulaşmış olması.
2. İslâmiyet.
Kâfirin namaz kılması vâcib değildir. Bununla beraber kâfirlik azabına ek
olarak namazdan ötürü de azab çekecektir. Yine bunun gibi İslâmiyet'ten irtidat
edip küfre giren kişi de namaz vecîbesiyle yükümlüdür. Çünkü o, ilk durumu
itibarıyla müslümandır.
3. Akıllı
olmak.
4. Baliğ
olmak,
5. Hayız ve
nifastan uzak bulunmak,
6. Sadece
işitme veya görme hususunda da olsa duyu organlarının özürsüz olması.
Sıhhat şartlarına gelince
bunlar da yedi tanedir:
1. Vücûdun
iki hadesten de (büyük hades denen cünüblükten, küçük hades denen
abdestsizlikten) temiz olması,
2. Vücûdun,
elbisenin ve namaz kılınacak yerin pisliklerden temiz olması,
3. Avret
yerlerinin kapalı olması,
4. Kıbleye
yönelmek,
5. Vaktin
girdiğinin bilinmesi. Zanla da olsa vaktin girdiğinin bilinmesi ile kişinin
kıldığı namaz sahîh olur. Bu husustaki bilmenin de üç derecesi vardır:
a. Kişinin
bizzat kendisinin bilmesi veya sağlam saatlerle vaktin girdiğini bilen
güvenilir kimselerin haber, vermesi, yahut da saati olan mescid-Ierdeki
müezzinlerin ezan seslerinin duvulması.
b. İctihâd:
Yani bir takım araç ve delillerden yararlanarak vaktin girip girmediğinin
araştırılması.
c. Kendisi
bilmeyip de bu hususta araştırma yapan kimseleri taklîd edip onlara uyması.
Bu saydığımız üç
sıraya gözü gören kimselerin riâyet etmesi gerekir. A’mâ kimselere gelince
bunlar sadece taklîdle yerinebilirler.
6. Namaz
kılma şeklinin bilinmesi.
7. Namazı
bozucu şeylerin terk edilmesi.
Şâfiîler, Mâlikîlere
nisbetle, namazın sıhhat şartlarına üç şart daha eklemişlerdir. Bunlar da
yukarıda saydığımız şartlardan, namazın kılınış şeklinin bilinmesidir. Namaz
kılan kişi eğer avam îabakasındansa namazın farzlarından herhangi birinin
sünnet olduğunu sanmamalıdır. Kişi bu hususları bilecek kadar ilimle meşgul
olmuş kimselerdense namazın keyfiyetiyle ilgili olarak farz ve sünneti
birbirinden ayirdedecek kadar bilgiye sâhib olmalıdır. Bu ilâvelerden ikincisi
de yine yukarıda anmış olduğumuz namazı iptal edici, yani namazı tamamlayıncaya
kadar namaza zıt bir durumun bulunmamasıdır. Son ilâve de, beş vakit farz
namazların vakitlerinin girdiğinin bilinmesidir.
Yine Şâfiîler vücûb
şartlarına İslâmiyet'i de eklemişlerdir. Ancak bunlar, daha önce müslüman iken
küfre girmiş olmayan kâfirin namaz vecibe-siyle yükümlü olmadığını söylerler.
Yani kâfir her ne kadar âhirette küfür azabına ek olarak namaz azâbmı da
çekecek olsa bile dünyada kendisinden namaz kılması istenmez. Mürtede gelince,
bu dünyadayken namaz kılması kendisinden istenir. Ayrıca âhirette bundan ötürü
azâb görecesi muhakkaktır. Şu da var ki; Şâfiîler kâfirlerin namaz kılmaları
hâlinde bu namazlarının geçersiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü İslâmiyet aynı
zamanda namaz için bir sıhhat şartı olarak kabul edilmektedir.
Hanefîler: Namazın
şartlarım bunlar da Şâfiîler gibi vücûb ve sıhhat şartları olmak üzere iki
kısma ayırmışlardır: Buna göre vücûb şartları beş tanedir:
1. Peygamber
(s.a.s.) in çağrısının yükümlüye ulaşmış olması
2. İslâmiyet
3.
Akıllılık,
4. Baliğ
olmak
5. Hayız ve
nifaz hâllerinden temiz olmak.
Hanefîlerin birçokları
İslâmiyet şartıyla yetinerek peygamberin çağrısının ulaşmış olması şartını
ileri sürmemişlerdir.
Sıhhat şartlarına
gelince bunlar da altı tanedir:
1. Vücûd,
hades hâllerinden ve necasetten temiz olmalıdır
2. Elbise,
necasetten temiz olmalıdır
3. Namaz kılınacak
yer, necasetten temiz olmalıdır
4. Avret
yerleri kapalı olmalıdır
5. Niyet
edilmelidir
6. Kıbleye
yönelinmelidir.
Bunlar da Şâfiîler
gibi vücûb şartlarına İslâmiyet'i eklemişlerdir. Ancak bunlar demişlerdir ki;
kâfir, namazı terkettiğinden ötürü mutlaka küfür azabına ek bir azâb görmez.
Zâten bundan da anlaşılıyor ki, kâfirin küfür azabına ek bir azâb çekeceği
hususu da amelî olmayan teorik bir meseledir. Çünkü küfürden ötürü çekilecek
azâb, azabların en şiddetlisidir. Akla gelecek bütün azâb çeşitleri şiddet
bakımından ondan daha düşük olacaktır. Bu azâb, küfür azabının içine girecek
kadar veya ondan çok daha küçük olabilir. Bunlar, Peygamber (s.a.s.)
Efendimizin:
“Ameller ancak niyetler iledir” [146] hadîs-i
şerifine uyarak, namazın niyetsiz olarak sahîh olmayacağı noktasından
hareketle niyeti de namazın sıhhat şartlarına eklemişlerdir. Zîrâ niyet
sayesinde ibâdetler âdetlerden ve bazı ibadetler de yine bu sayede biribirinden
ayırdedilebilirler. Niyetin şart olarak sayılması hususunda Hanbelîler de bu
mezhebe muvafakat etmişlerdir. Şâfiîlerse bunu bir rükün olarak saymışlardır.
Meşhur olan görüşe göre Malikîler de bu yolda hareket etmişlerdir. Ki namazın
rükünleri bahsinde bu husus anlatılacaktır. Niyet bahsinde anlatılan bilgiler
sayesinde öğrenilmiştir ki; şartla rükün arasında bir fark olup bunların ikisi
de olmayınca yapılan ibâdet sahîh olmaz. Dört mezhebin de ittifakıyla niyetsiz
kılınan namaz sahîh değildir. Niyetin namaz dışında olması ve namazın aslından
sayılmamasıyla birlikte namazın kendisine bağlı bulunduğu bir şart olması veya
namazın bir parçası olafak kendisine bağlandığı bir rüknü olduğu hususuna
gelince; bu, teorik incelikleri öğrenmek isteyen ilim talebesini ilgilendiren
bir husustur. Şunu da kaydedelim ki; Hanefîler, vaktin girmesini ne vücûb ne de
sıhhat şartlarından saymışlardır. Bunlar derler ki; vaktin girmesi namazın
değil de edasının sıhhat şartlarındandır. Ki teyemmümde bu husus anlatılmıştı.
Hanbelîler: Bumar
diğer mezhebler gibi vücûb şartı ve sıhhat şartı olarak iki kısma ayırmamış;
hepsi bir arada dokuz şart ileri sürmüşlerdir:
1.
İslâmiyet,
2. Akıllı
olmak,
3. Mümeyyiz
olmak,
4. Muktedîr
olma durumunda hadesten temiz olmak,
5. Avret
yerlerini kapatmak,
6. Vücutta,
elbisede ve namaz kılınan yerde necasetten eser bulunmaması,
7. Kıbleye
yönelmek,
8. Niyet,
9. Vaktin girmesi.
Hanbelîler, bunların
tümünün, namazın sıhhat şartları olduğunu söylerler.[147]
Beş vakit namaz,,
Mirâc gecesi, yani hicretten bir sene önce Mekke-i Mükerreme'de belirli
vakitler için farz kılınmıştır. Belirli olan bu beş vakit; öğle, ikindi,
akşam, yatsı ve sabah vakitleridlir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, bunlardan
ilk olarak öğle namazını kılmıştır. Bu anılan farz namazların kılınmaması
durumunda kişinin müslümanlığının gerçekleşemeyeceği hususuna gelince; bu,
Kitab, Sünnet ve din âlimlerinin İcmâ'ıyla sabit olmuş bir husustur. Bunların
farzlığını inkâr eden İslâm'dan çıkar. Bunun kesinliği hususunda herhangi bir
ihtilâf yoktur. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyet-i kelimeyle bunların
mâna ve ehemmiyetini özlü bir şekilde izah etmiştir:
“Şüphesiz namaz, Mü’minler üzerine vakitlenmiş bir
farz oldu.” [148]
Bu namazlar, belirli
vakitlerde müslümanlara farz kılınmıştır ki, Yüce Allah da bunu açıklaması için
Rasûllah (s.a.s.) a emir vermiştir. Ayrıca Mü’minlerin namaz kılmakla yükümlü
oldukları, Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde belirtilmiştir. Bazıları;
“Allah'ın Kitab'ında sâbiî olan bildiriye göre namaz, sadece farz olarak
bildirilmiştir. Ama beş vakit olması ve özel bir keyfiyetle kılınması hususunda
Kur'an'da bir delîl mevcut değildir” diyebilmektedirler. Bunlara verilecek
cevabımız şudur: Kur'an-ı Kerîm Rasûlullah (s.a.s.)’a, Mü’minlere farz olarak
Allah katından indirilen hükümleri açıklamasını ve insanların da Peygamber
tarafından verilen emirlere uymalarını âmir birçok hükümleri içermektedir.
Nitekim Yüce Allah:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size ne yasak
ettiyse ondan sakının” [149]buyurmaktadır.
Rasûlullah (s.a.s.) in
Allah katından getirmiş olduğu hükümlerin tümü bu açıdan Kitab'ta sabittir.
Beş vakit namazların
farz oluşunun sünnetteki deliline gelince, bu hususta tevatür derecesinde
birçok hadîs-i şerifler mevcûd olup bunlara bir-iki örnek vermekle yetineceğiz:
Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdu ki:
“Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir geçse de
her gün bu nehirde beş kez yıkansa bu adamın üzerinde kirden bir şey kalır mı?
Ne dersiniz?” Dediler ki:
“Hayır. Kirlerinden
bir şey kalmaz.” Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki:
“İşte beş vakit namaz da bu nehir gibidir. Allah
bunlarla günahları giderir.” [150]
Şu hadis de namazların
beş vakit olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Edu Hureyre (r.a.) de Rasûlullah
(s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Beş vakit namazla cumadan cumaya kılınan cuma
namazları, arada büyük günahlara teşebbüs edilmedikçe, küçük günahlar için
kefarettir.”[151]
Sonuç olarak müslüman
din liderleri, farz namazların beş vakit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Bunlar da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Bu liderler, beş
vaktin belirlenmesi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları, sözgelimi
vaktin zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki kısma ayrıldığını söylemişlerdir. Ki
bunlar Mâlikîlerdir. Bazıları da, öğle vakti her şeyin gölgesinin kendi
boyunun misline varmasına kadar devam eder demişlerdir. Bazıları da derler ki:
Herşeyin gölgesi, kendisinin iki misline varıncaya kadar devam eder.[152]
Namazın şartları
bölümünde de anlatıldığı gibi, vaktin girmesi namazın şartlarındandır. Namaz,
vakit girmeden önce yükümlüye vâcib olmaz. Yalnız Hanefîler, vaktin girmesini
namazın ne vücûb, ne de sıhhat şartlarından saymazlar. Bunlar, vaktin
girmesinin, namazın edasının şartlarından olduğunu söylemişlerdir. Yani namazın
edâ edilmesi, vakit girmeden sahîh olmaz demek istemektedirler. Bu, açıkça
anlaşılan bir husustur. Hanefîler diğer mezheblerle de görüş birliği ederek
namazın, vakit girmeden mükellefe vâcib olmayacağını söylemişlerdir. Namazın
vakti girince yükümlü, namazı edâ etme hususunda süreli bir yükümlülük altına
girer. Yani vaktin girmesiyle hemen ilk anda namazı kılması sahih olup borçtan
kurtulacağı gibi; vaktin ilk anında kılmadığı takdîrde biraz gecikmesi nedeniyle
de günahkâr olmayacağını ifade ederler. Ancak bu geciktirmede, vaktin abdest
alınıp namaz kılınmasına veya cünüblük anında gusledip namaz kılınmasına
yetecek kadar bir zaman kalmalıdır. Namazın tümünü vakit içerisinde edâ ederse
şeriat koyucunun isteğine uygun bir şekilde namazını kılmış ve borçtan da
kurtulmuş olur. Vaktin çıkmasından sonra namazını kılacak olursa bu namaz sahîh
olur. Yalnız vaktini geçirdiği gerekçesiyle büyük günâha girer. Namazın bir
kısmınım vakit içerisinde, diğer kısmını da vaktin çıkmasından sonra kılarsa,
bazı mezheb İmamları derler ki; bunu yapan kişi günahkâr olur.
Bazıları da günahkâr
olmayacağını söylerler. Şunu da belirtelim ki: Mezheb İmamları ittifak ederek;
vakit içerisinde namazın bir kısmına ulaşan kişinin, bu namazını kaza olarak
değil de edâ olarak kılmış olduğunu söylemişlerdir. Ki bu tür bir edâ da bazı
mezheb İmamlarına göre yine günahkâr olmaya engel olmaz. Mezheblerin bu
husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Namaz kılacak bir kişi, ihtiyarî -akitte namazın bir
rek'atına kavuşur da bundan sonra ihtiyarî vakit çıkıp geri kalan kısmını
zarurî vakitte tamamlayacak olursa günahkâr olmaz. Ama ihtiyarî vakitte bir
rek'atini tamamlayamayacak olursa, bu namazın tümünü ister zarurî vakitte
kılsın, ister bazısını zarurî vakitte, bazısını da zarurî vaktin çıkmasından
sonra kılsın yine günahkâr olur.
Hanefiler dediler ki: Bir kişi, vakit çıkmadan iftitâh tekbiriyle de olsa
namazın bir bölümüne kavuşacak olursa bu kişinin kıldığı namaz edâ olarak
kılınmış olur. Ancak bunlar derler ki: Vaktin çıkmasından önce kişi, namazını
tamamlayamayacak olursa günahkâr olur. Yalnız bu günahı, büyük değil de küçük
günahlardandır. Yakında anlatılacağı gibi Hanefîler, Mâlikîlerin yaptıkları
gibi vakti, zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki kısma ayırmazlar.
Şafiiler dediler ki: Kişi vakit içerisinde namazın bir rek'atini tamamlayamayacak olursa
bunun kıldığı namaz, edâ değil kaza olarak kılınmış olur. Vakit içerisinde bir
rek'ati tamamlar da sonra vakit çıkarsa bu kişi günahkâr olur. Ancak bu
günahı, kaza olarak kılana nisbetle daha az olur. Şâfiîler, Hanefîlerle görüş
birliği yaparak, namazın belirlenen vakit içerisinde edâ edilmesinin zorunlu
olduğunu ileri sürerler. Yine bunlar da Mâlikîlerin yaptığı gibi namazın
vaktini, ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmazlar. Mâlikîlerle
görüş birliği yaptıkları bir tek husus vardır ki; o da kişinin ihtiyarî vakit
içerisinde namazın bir rek'atini tamamlayamaması hâlinde, kıldığı namazın edâ
olarak kılınmış sayılamayacağıdır.
Hanbeliler dediler ki: İftitah tekbirine ulaşan kişi, namaza ulaşmış
sayılır. Diyelim ki bir şahıs, vaktin sonunda namaz için kamet getirir, sonra
iftitah tekbirini alıp namazım tamamladıktan sonra vaktin çıktığını görürse
bunun namazı, Hanefîlerin de dedikleri gibi edâ olarak kılınmış sayılır.
Vaktin çıkmasından önce iftitah tekbirine ulaştığı gerekçesiyle de günahkâr
olmaz. Hanbelîler bu hususta Hanefîlerle görüş birliği yaparak vakit
içerisinde iftitah tekbirine ulaşan kişinin namazın tümüne ulaşmış olduğu ve
dolayısıyla da namazın edâ olarak kılınmış olduğunu ileri sürerler. Ancak
bunlar, bu kişinin namazını kaza olarak değil de edâ olarak kılması nedeniyle
günahkâr olmayacağını söylemektedirler. Bu anlatılanlarla, konumuz olan bu
meseledeki ittifaklı ve ihtilaflı hususları açık seçik bir şekilde anlamış
olmaktayız.[153]
Namaz vakitleri beş
şeyle bilinir:
1.
Astronomik hesablara dayalı saatler: Bunlar, köy ve şehirlerde fazlasıyla
bulunmaktadır. Şer'î vakitleri bilme hususunda bunlara dayanılmaktadır.
2. Güneşin
zevali: Güneşin, göğün orta noktasına gelerek tepede durması. Zevalden sonra
meydana gelen gölge. Bu gölgeyle öğle ve ikindi vakitleri bilinir.
3. Güneşin
batması: Bununla dp akşam namazının vakti bilinir.
4. Gurûb
yerindeki kırmızılığın gitmesi veya bir başka görüşe göre de beyazlığın
gitmesi. Ki, bununla da yatsı namazının vakti bilinir.
5. Ufukta
görülen beyazlık ki; bununla da sabah namazının vakti bilinir. Bu vakitlere Tirmizî
ve Nesaî'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet etmiş oldukları sahîh bir hadîs
işaret etmektedir. Câbir bin Abdullah der ki:
“Güneşin, öyle vakti
tam tepe noktasına gelmesi esnasında Cebrail, Peygamber (s.a.s)'e gelerek dedi
ki:
“Ya Muhammed kalk.
Güneşin zevalden azıcık (batıya) meyletmesi anında öğle namazını kıl”. Bir
müddet bekledikten sonra kişinin ayakta dururken gölgesi kendi misline ulaştığı
anda da yine Peygamber (s.a.s.)'e gelerek,
(“Ya Muhammed kalk,
ikindi namazını kıl” dedi. Bir müddet bekleyip güneşin batması esnasında yine
Peygambere gelerek,
“Ya Muhammed, kalk ve
akşam namazını kıl”dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de güneşin
batmasından hemen sonra kalkıp akşam namazını kıldı. Sonra yine bir müddet
bekledikten ve gurbdaki şafak kaybolduktan sonra gelerek,
“Ya Muhammed, kalk ve
yatsı namazını kıl” dedi. Peygamber Efendimiz de kalkıp yatsı namazını kıldı.
Daha sonra tan yeri ağarıp ortalığa yayıldığında da Peygamber (s.a.s.)
Efendimize gelerek:
“Ya Muhammed, kalk ve
sabah namazını kıl” dedi.” [154]
Buraya kadar aktarmış
olduğumuz şu rivayet, her vaktin başlangıcını bildirmektedir. Ayrıca bu
rivayetin devamı da mevcûd olup ne zamana kadar devam edip ne zaman sona
ereceğini de açıklamaktadır. Biz bu rivayetin devamını metin olarak değil de
anlam olarak aktarmaya çalışacağız. Şöyle ki: Cebrail (a.s.) ertesi gün yine
Peygamber Efendimize gelerek her şeyin gölgesi kendi misline varması esnasında
öğle namazını kılmasını, her şeyin gölgesinin iki misline varması esnasında da
ikindi namazını kılmasını; akşam namazını da ilk vaktinde kılmasını, gecenin
ilk üçte birinin bitmesi vaktinde de yatsı namazını kılmasını, ortalık iyice aydınlandığı
esnada da sabah namazını kılmasını emretmişti. Bundan sonra da Peygamber
(s.a.s.) Efendimize:
“Dün söylemiş olduğum
vakitlerle bugün söylemiş olduğum vakitlerin araları tüm namaz vakitleridir.”
demişti.
Bu ve buna benzer
hadîsler, bizlere farz namazların vakitlerini, astronomik güneş takviminin ve
saatlerinin esâsı olan tabiî alâmetlerle açıklamaktadırlar. Bundan sonra da
mezheb İmamlarının namaz vakitlerinin belirlenmesi hususunda detaylı
görüşlerini anlatmaya çalışacağız. Yalnız şunu yine hatırlatalım ki bazıları,
namaz vakitlerini ihtiyarî ve zarurî olarak ikiye ayırmakta, bazılarıysa böyle
bir taksîmat yapmamaktadırlar.
Mâlikîler: Vakti,
ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İhtiyarî vakit,
yükümlünün o vakit içinde edâ etme serbestisine sahib olduğu bir zamandır.
Zarurî vakit de bundan sonra gelmektedir. Zarurî denmesinin sebebi, bu vaktin;
dalgınlık, hayız görme, bayılma, delirme ve benzeri zaruret hallerine
benzemesinden ileri gelmektedir. Bu saydığımız zaruretlere mâruz kimselerin,
namazlarını zarurî vakit içinde kılmaları günahkâr olmalarına neden olmaz. Ama
bunlardan başka hiçbir özrü olmayan kişilerin bu vakitte namaz kılmaları,
günaha girmelerine neden olur. Ancak ihtiyarî vakit içinde bir rek'at namaz
kılmış olurlar da namazın geri kalan kısmı zarurî vakte aşacak olursa bundan
ötürü günahkâr olmazlar. Ki namazların ihtiyarî ve zarurî vakitleri daha sonra
izah edilecektir.
Hanbelîler:
İkindi vaktini ihtiyarî ve zarurî olmak iki kısma ayırırlar. İhtiyarî vakit,
herşeyin gölgesinin iki misline varmasına kadar devam eden vakittir. Zarurî
vakit ise, bundan sonra gün batımma kadar devam eden vakittir. Bu mezhebe göre
her ne kadar edâ sayılsa da, ikindi namazını zarurî vakte bırakmak haramdır.
İleride anlatılacağı gibi yatsı namazı da, vakit bakımından ikindi namazı
gibidir.[155]
Öğle namazının vakti,
güneşin zeval noktasına varmasından hemen sonra başlar. Yani bu vakit, güneşin
tam tepeden batıya doğru meyletmesi anında başlayıp herşeyin gölgesinin kendi
misline varmasına kadar devam eder.
Malikiler dediler ki: Bu, öğle namazının ihtiyarî vaktidir. Zarurî vaktine
gelince bu, ikindinin ihtiyarî vaktinin girmesinden, ikindi namazı sığacak
kadar bir zaman müstesna olarak günbatımına kadar devam eder.
Bu vaktin başladığını
bilmek için de düzgün bir çıta parçası öğle vaktinden önce güneşlik bir yere
dikilir. Bu çıtanın, tabii ki öğle vaktinden önce kendine göre bir gölgesi
olur. Güneş, tam tepe noktasına gelinceye kadar gölgesi azar azar küçülür. Tam
tepeye geldiğinde çok az bir gölge kalır. Bu esnada da gölge azıcık duraklar.
Bu duraklamada gölgenin ucuna bir işaret konur. Ama çıtanın, ekvator bölgesinde
olduğu gibi güneşin tam tepe noktasına varması anında hiç gölgesi kalmazsa, o
zaman çıtanın dibine işaret konulur. Bu işaretten sonra gölge, artmaya
başladığında güneşin tepeden batıya doğru meylettiği anlaşılır. İşte bu esnada
öğlenin ilk vakti başlamış olur. İşaretlenen çizgiden itibaren çıtanın gölgesi
artmaya devam eder ve işaret yerine ek olarak gölge, çıtanın boyu kadar
uzayıncaya dek sürer; çıtanın boyunu aştığında da öğle vakti çıkmış olur.[156]
İkindi namazının
vakti, her şeyin gölgesinin zeval anındaki gölgesine ek olarak kendi mislini
aşması anında başlayıp gün batımına kadar devam eder.
Malikiler dediler ki: İkindi namazı için de zarurî ve ihtiyarî olmak üzere
iki vakit vardır. Zarurî vakti, güneşin kendisinin değil de, yerlere ve
duvarlara vuran ışınlarının sararmasıyla başlar. Çünkü güneşin kendisi batmayıncaya
kadar sararmaz. Bu zarurî vakit, güneşin batmasına kadar devam eder. İhtiyarî
vakte gelince bu, herşeyin gölgesinin kendi mislini aşması anından başlayarak
güneşin yerlere ve duvarlara isabet eden ışınlarının sararmasına kadar devam
eder. Meşhur olan görüşe göre öğle ile ikindi vakitleri arasında mukîmlikte
dört, misafirlikte de iki rek'at kadar ortak bir zaman vardır. Bu iki vaktin
ortaklıklan acaba öğle vaktinin sonundadir da ikindi namazı mı öğle vaktinin
sonuna dahil olmaktadır? Yoksa bu ortak zaman, ikindi vaktinin ilk
başlangıcındadır da öğle namazı mı ikindinin ilk başlangıç vaktine dahil
olmaktadır?
Bu hususta iki meşhur
görüş vardır. Şöyle ki: Bir kişi ikindi namazını öğlenin son vaktinde kılar ve
namazını da her şeyin gölgesinin kendi misline vardığı anda tamamlarsa, bunun
namazı ilk görüşe göre sahîh, ikinci görüşe göre bâtıl olur. Yine bir kişi öğle
namazını ikindi vaktinin ilk başlangıcında kılarsa, birinci kavle göre günahkâr
olur. Çünkü öğle namazını ihtiyârî vaktin dışına aşırarak geciktirmiş
olmaktadır. İkinci kavle göreyse günahkâr olmaz. Zîrâ öğle ile ikindi arasında
ortak olan ihtiyarî vakitte öğle namazını kılmıştır. Bu nedenle namazı da
sahihtir.
Hanbelîler: Az
önce de anlatıldığı gibi ikindinin zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki vakti
olduğunu söylemişlerdir.[157]
Akşam namazının vakti,
güneş kursunun ufukta kaybolmasıyla başlayıp kırmızı şafağın yine ufukta
kaybolmasıyla sona erer.
Hanefiler dediler ki: Batı ufkunda, gün batımında peşpeşe gelen üç durum
görülür:
a.
Kırmızılık,
b. Beyazlık,
c. Siyahlık.
İmam Âzam'a göre vakit
için geçerli olan şafak beyazlıktır. Bu beyazlığın kaybolması ve siyahlığın
görülmesiyle akşam namazının vakti sona erer. İmam Ebû Yûsuf ile İmam
Muhammed'e göre şafak, kırmızı olan şafaktır. Diğer mezheblerin İmamları da bu
hususta görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Akşam namazının ihtiyarî vakti uzatılamaz. Aksine bu,
daraltılmış bir vakittir. Bu namazın ihtiyarî vakti, her iki hades hâlinden ve
necasetten temizlenmek, avret yerlerini kapamak, ezan okuyup kamet getirmek
gibi şartlan ifâ etmek için gerekli olan sürenin yanı sıra namazı kılabilecek
kadar süreyi kapsayan bir zamandır. Şu halde sözü edilen şartları daha önceden
îfâ etmiş olan kişi, akşam namazını, vaktin başlamasından itibaren bu şartlan
îfâ etmeye yetecek kadar bir süre geciktirebilir. Tabiî bu geciktirme de, sözü
edilen şartların normal olarak yerine getirilebileceği kadar bir süreyle
takdir edilmelidir. Bu hususta itidalli davranmak gerekir. Meselâ vesveseli
bir kişinin fazla uzatmasıyla çok acele davranan bir kişinin kısaltması muteber
sayılmaz. Zarurî vakte gelince bu, ihtiyarî vaktin peşi sıra başlar ve fecrin
doğuşuna kadar devam eder. Astronomi ilmiyle uğraşanlar derler ki: Namaz
saatleri, cumhur-u ulemânın belirtmiş oldukları vakitlere göre ayarlanmıştır.
Bir kişi astronomik zamandan önce namazını kılarsa, kıldığı namaz bâtıl olur.
Her halükârda ihtiyat açısından namazı bu vakte kadar veya sonrasına tehir
etmek caizdir.[158]
Yatsı namazının vakti,
ufuktaki şafağın kaybolmasıyla başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam
eder.
Hanbeliler dediler ki: Yatsı namazının da ikindide olduğu gibi, ihtiyarî ve
zarurî olmak üzere iki vakti vardır. İhtiyarî vakit; ufuktaki kırmızılığın
kaybolmasıyla başlayıp gecenin ilk üçte birinin sona ermesine kadar devam
eder. Zarurî vakit ise gecenin ikinci üçte birinin başlamasından itibaren
başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam eder. Yatsı namazım zarurî vakte
bırakan kişi, namazı her ne kadar edâ sayılsa da günâha girer. Sabah, öğle ve
akşam namazlarına gelince bunların zarurî vakitleri yoktur.
Mâlikîler dediler ki: Yatsı namazının ihtiyarî vakti, batı ufkundaki
kırmızı şafağın kaybolmasıyla başlayıp gecenin ilk üçte birinin sona ermesine
kadar devam eder. Zarurî vakti de ihtiyarî vaktin hemen ardı sıra başlayıp
fecrin doğuşuna kadar devam eder. Kişi özürlü olmadıkça yatsı namazını zarurî
vakte bırakmakla günahkâr olur.[159]
Sabah namazının vakti,
fecr-i sâdığın doğmasından itibaren başlar. “Fecr-i sâdık”, güneşin önü sıra
gelen, doğu ufkunda yayılarak tüm ufku kaplayan ve yaygın bir şekilde göğe
yükselen ışıktır. “Fecr-i kâzib”e gelince buna itibar edilmez. Ki bu da
güneşin önü sıra gelen ve fakat yayılmayan ince bir çizgi şeklinde göğe doğru
yükselen ve yan taraflarında da karanlık bulunan ışıktır. Bu fecir, kara kurdun
kuyruğuna benzer. Çünkü kara kurdun kuyruğunun alt tarafı beyaz olup bu
beyazlığın iki tarafı siyahtır. Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar
devam eder.
Malikiler dediler ki: Sabah namazının iki vakti vardır:
a. İhtiyarî vakit: Bu, fecr-i sâdığın doğmasından itibaren başlar, açık bir aydınlığın
meydana gelmesine kadar devam eder. Açık aydınlıktan maksat, tavansız olan bir
yerde normal gözün yüzleri görebileceği ve seçebileceği bir aydınlıktır. Yine
bu aydınlıkta da yıldızlar görünmezler.
b. Zarurî vakit: Bu da ihtiyarî vaktin ardı sıra başlayıp güneşin doğuşuna kadar devam
eder. Bu, Mâlikîlerin kuvvetli ve meşhur bir görüşüdür. Yine Mâlikîlere göre
sabah namazının zaruret vakti olmadığını söyleyenler de vardır. Ki, bu meşhur
ve fakat kuvvetli olmayan bir görüştür. Birinci görüş daha kuvvetlidir.[160]
Namazları belirtilen
vakitlerinde edâ etmenin müstehablık ve kerâhiyet gibi başka hükümleri de
vardır ki bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Vaktin en faziletlisi ilk başlangıcıdır. Çünkü
Rasülullah (s.a.s.):
“Vaktin evveli, Allah'ın rızâsıdır” [161]buyurmuşlardır.
Yine bir başka hadis-i şeriflerinde:
“Amellerin en faziletlisi, ilk vaktinde kılınan
namazdır” [162]buyurmuşlardır.
Şu halde namaz,
vaktinin girmesi mutlak olarak tahakkuk ettikten sonra yaz mevsiminde olsun
kış mevsiminde olsun, kılınacak namaz sabah namazı olsun veya başka bir namaz
olsun, tek başına kılınsın, cemaatle kılınsın, ihtiyarî vaktin başlangıcında
kılmak mendubtur. “Namazı ilk vaktinde acele olarak kılmak gerekir” derken bu,
kesinlikle tehir edilemez demek değildir. Bundan maksat, namazı vaktin ilki
sayılabilen sürenin dışına aşırma-maktır. Yine bu söylemiş olduğumuz hususa, farz
namazlardan önce kılınan nafile namazların da engel olacağı düşünülemez. Öğle
namazını, başka namaz kılacak birini bekleyen bir cemaatin tehir etmesini ve
her şeyin gölgesinin kendisinin çeyreğine kadar ulaşmasına dek beklemesinin
mendub olduğu bilinen bir husustur. Bu tehir etme, şiddetli derecedeki
sıcaklarda her şeyin gölgesinin kendi yansı miktarına ulaşması anına kadar
yapılabilir.
Hanefîler:
Güneş ısısının kırılmasına, duvarların gölgelerinin yere düşmesine, bu sayede
mescidlere kolayca gidilinceye kadar öğle namazım serîn bir vakte kadar tehir
etmek müstehab olur. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
“Öğle namazını serin
vakte kadar erteleyiniz. Çünkü sıcaklığın şiddeti, cehennemin kaynamasındandır”
[163]
Kışa gelince öğle
namazını vaktin evvelinde kılmak daha faziletli olur. Yalnız hava bulutlu
olursa bu durumda vaktin girmemiş olmasından endişe edildiği takdirde azıcık
geciktirmek daha iyi olur. Şimdi mescidlerde yaz olsun kış olsun vaktin ilk
başlangıcında namaz kılınmaktadır. Bu durumlarda cemaati kaçırmamak için
mescidin İmamına uymak gerekir. İmam, müstehâbı terk etse bile yine bu hususta
kendisine uyulması gerekir.
İkindi namazına
gelince bunu, güneş kursunun renginin değişmeyeceği şekilde vaktin
başlangıcından biraz sonraya tehir etmek müstehab olur. Ama tehir edip de
farkında olmaksızın güneş kursunun rengi sararırsa bu durumda tahrîmen mekruh
işlenmiş olur. Tabiî bu söylediğimiz, havanın bulutlu olmadığı zamanlarda
uygulanmalıdır. Hava bulutlu olursa kerahet vaktine girilmemesi için ikindi
namazını vaktin ilk başlangıcında kılmak müstehab olur. Akşam namazına gelince
bunu da vaktin ilk başlangıcında mutlak olarak, acele kılmak müstehabtır. Zîrâ
Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
“Şüphesiz ki benim ümmetim, yahûdîlere benzemeye sebeb
olduğu için akşam namazını yıldızların görünmesine kadar geciktirmedikçe hayır
üzere bulunmakta devam edecektir.” [164]
Ancak havanın bulutlu
olması hâlinde vaktin girdiğinin tahakkuk etmesi amacıyla akşam namazını
azıcık geciktirmek müstehab olur.
Yatsı namazına
gelfrjce bunu da gecenin ilk üçte birinin sona ermesine az kalıncaya dek
geciktirmek müstehab olur. Bu hususta da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ümmetime sıkıntı vermiş olmasaydım yatsı namazını
gecenin üçte birine veya yarısına kadar geciktirirdim.”
Bu hususta şayet
geciktirildiği takdirde cemâati kaçırma endişesi mevcutsa, en faziletlisi
cemaate uymaktır.
Sabah namazına gelince
bunu da ortalığın aydınlanmasına kadar tehir etmek müstehab olur. Öyle ki
güneşin doğmasından önce yeniden abdest alıp sünnete uygun bir şekilde sabah
namazım kılacak kadar bir süre bırakmak gerekir. Zîrâ Rasûlüllah (s.a.s.)
buyurmuşlardır ki:
“Sabah namazını aydınlığa kadar geciktirin. Çünkü öyle
yapmak, sevâb bakımından daha üstündür.”
[165]
Hanefîlere göre
kerahet vakitleri beş tanedir:
1. Güneşin
doğuş vakti.
2. Güneşin
doğuşundan önce, namaz kılınamayacak kadar olan vakit. Sözgelimi bir kişi,
güneşin doğuşundan önce sabah namazını kılmaya başlar da namazını tamamlamadan
önce gün doğacak olursa namazı bâtıl olur.
3. Güneşin
tam tepe noktasında bulunduğu zeval vakti.
4. Güneşin
batış vakti.
5. Güneşin
batmasından önceki vakit. İkindi namazı kılındıktan sonra başka namaz
kılınması tahrîmen mekruhtur. Ama vaktin girmesinden sonra da olsa, ikindi
namazını kılmadan önce güneşin gözleri kamaştırmayacak kadar değişmesine değin
başka namazları kılması mekruh olmaz.
Şafiiler dediler ki: Namazın vakitleri sekiz kısma ayrılır:
1. Fazilet vakti: Bu, vaktin
başlangıcından itibaren kırkbeş dakika sonrasına kadar devam eder. Bu süre
içinde kişi, namazın sebebleri olan taharetini tamamlayabilir. Buna fazîlet
vakti denmesinin sebebi, bu süre içinde kılman namazın bilâhare kılınacak olan
namazlara nisbetle daha faziletli olmasından ötürüdür. Bu süre, bütün namaz
vakitlerinde mevcuttur.
2. İhtiyarî vakit: Bu da vaktin girişinden başlayıp, vaktin sonundan, namaz kılacak
kadarlık bir süre öncesine dek devam eder. Bu süre içinde kılman namazlar, daha
sonra kılınan namazlardan daha faziletli olurlar. Ancak daha önce kılman
namazlara nisbetle daha az faziletlidir. İhtiyarî vakit denmesinin sebebi,
kendisinden sonraki vakte nisbetle tercih edilmesinden ötürüdür. Bu vakit öğle
namazında, ikindi vaktinden önce öğle namazı kılınabilecek bir vakte dek devam
eder. Yine bu vakit, ikindide, her şeyin gölgesinin ikinûsline varmasına kadar
devam eder. Akşam namazında da fazîlet vaktinin sona ermesine kadar devam
eder. Yatsı namazında da gecenin ilk üçte birinin sona ermesine kadar devam
eder. Sabah namazında ortalığın aydınlanmasına kadar devam eder.
3. Kerâhetsiz olarak caiz olma vakti: Bu da ihtiyarî vakte eşit bir vakit olması nedeniyle
onun hükmüne tâbidir. Ancak bu vakit ikindide, güneşin sararmasına kadar devam
eder. Yatsıda fecr-i kâzibin doğmasına kadar devam eder. Sabah namazında da gün
doğuşundan önceki kızıllığa kadar devam eder.
4. Haram vakit:
Bu, namaz vaktinin sonunda, namaz kılacak kadar bir sürenin kalmadığı vakittir.
Ki bu daha Önce de anlatılmıştır.
5. Zaruret vakti: Bu, kendisinden hayız, nifas, delirme, bayılma ve benzeri hallerin
kalktığı kişi için muteber olan vaktin sonudur. Bu süre, kişinin iftitah
tekbirine yetecek kadar olan bir süredir. Bu durumda vaktin çıkmasıyla da
namaz, kişinin zimmetinde kalır ve kaza etmesi vâcib olur. Sözünü ettiğimiz bu
özürler, vaktin sonunda kişinin üzerinden kalkar da iftitah tekbirini alacak
kadar bir süre kalırsa bu kişinin o namazı ve onunla birlikte cem-i tehir
yapmış olduğu namazı kaza etmesi vâcib olur. Meselâ öğle namazım özür
nedeniyle kılamamış, ikindinin de son vaktinde iftitah tekbirini alacak kadar
bir zaman kalmaması anında özür gitmişse bu durumda hem öğle, hem ikindi
namazlarını kaza etmesi vâcib olur. Yine aynı şekilde akşam ve yatsı namazları
için de bu hüküm sözkonusudur. Yalnız cem-i tehir yapılan bu iki namazın bir
arada kaza edilmeleri için ikinci vaktin sonunda abdest alıp iki namazı kılacak
kadar bir sürenin mevcut olması şarttır. Diyelim ki: Hayız hali ikindi
vaktinin sonunda ortadan kalkmışsa bu kadının öğlen ve ikindi namazını, akşam
namazı vaktinde kılması vâcib olur. Tabiî bu hayzın kesilmesi hem öğle, hem
ikindi ve hem de akşam namazını kılmak için gerekli temizliği yapıp ve bu
namazları kılmaya yetecek bir zamanın olması da gerekir.
6. İdrâk vakti:
Bu da vaktin başlangıcıyla mânîin meydana gelmesi arasında mahsur kalan
vakittir. Örneğin bir kadın, namaz vaktinin girmesinden itibaren abdest alıp
namaz kılacak kadar bir süre geçer de abdest alıp namaz kılmazsa ve hayız
kanaması da başlarsa temizlendikten sonra bu namazı kaza etmesi vâcib olur.
7. Özür vakti:
Bu da sözgelimi sefer hâlinde öğle ile ikindi veya akşamla yatsı namazları
arasında cem-i takdîm veya cem-i te'hîr etme vaktidir.
8. Kerahetle benaber caiz olma vakti: Bu vakit, öğle namazı için söz konusu olmaz. İkindi
namazında bu vaktin başlangıcı, güneşin sararmasından itibaren başlar. Vaktin
sonunda namaz kılacak kadar bir sürenin kalmamasına dek devam eder. Akşam
namazında ise bunun başlangıcı, vaktin girişinden kırkbeş dakika sonra başlar.
Yatsıdan önce, akşam namazını kılacak kadar bir sürenin kalmasına dek devam
eder. Yatsı namazındaysa bu vaktin başlangıcı, fecr-i kâzibin doğmasından
itibaren başlayıp fecr-i sâdıktan önce yatsı namazını kılabilecek kadar bir
sürenin kalmasına dek devam eder. Sabah namazındaysa bu vakit, güneşin
doğuşundan önceki kızıllığın görünmesinden itibaren başlar. Güneşin doğuşundan
önce sabah namazını kılabilecek kadar bir sürenin kalmasına dek devam eder.
Fazîlet vaktinde namaz kılmanın müstehab oluşundan bazı hususlar istisna
edilmiştir. Şöyle ki:
a. Sıcak
mıntıkalarda öğle namazını fazîlet vaktinde kılmayıp, duvarların gölgelerinin
yere vurmasına kadar tehir etmek mendub olur. Cemaatle mescitte namaz kılmak
isteyen kişi bunu yapabilir. Yine aynı şekilde mescid, çok uzak olduğu; oraya
gidildiği takdirde insandaki huşûun mükemmelliğinin erimesinden korkarak
namazını tek başına kılmak isteyen kişi de öğle namazını serin vakte kadar
erteleyebilir.
b. Cemaati
bekleyen kişinin de namazı fazîlet vaktinde kılmayıp tehir etmesi mendub olur.
c. Vaktin
başlangıcında abdest almak için su bulamamış olan kişinin abdest nedeniyle
namazı geciktirmesi de böyledir.
d. Haccın
fevtinden veya ölünün dağılıp parçalanmasından korkulduğu takdirde veya
boğulmakta olan birini kurtarmak gibi amaçlarla namazı tamamen vaktinden
çıkarmak bazan vâcib bile olmaktadır.
Hanbeliler dediler ki: Öğle namazını vaktin başlangıcında kılmak daha
faziletlidir. Yalnız üç durum bundan istisna edilmiştir:
1. Sıcak
vakitte, hararetin düşmesine kadar öğle namazını ister cemâatle ister tek
başına veya ister evde kılınsın tehir etmek sünnettir.
2. Hava
bulutluyken öğleyi cemaatle kılmak isteyenin, namazı ikindiye yakın bir zamana
ertelemesi sünnettir. Bunu yapan kişi, hem öğle hem ikindi için bir defa
cemâate gitmiş olur.
3. Hacda
olan kişinin şeytanı taşlamak istemesi hâlinde öğle namazını tehir etmesi
sünnettir. Tabiî bu, cuma dışındaki günlerde sünnettir. Cuma günlerinde ve her
halükârda cuma namazını öne almak sünnet olur. ikindiye gelince bu namazı her
halükârda ihtiyarî vaktin başlangıcında acele edip kılmak daha faziletlidir.
Akşam namazına gelince bunu da acele olarak vaktin başlangıcında kılmak daha
faziletlidir. Ancak bulutlu günlerde cemâatle namaz kılmak isteyen kişinin bu
namazı yatsıya yakın bir zamana dek tehir etmesi sünnet olur. Böylece hem akşam
hem de yatsı için bir defa evinden çıkmış olur. Veya akşam namazıyla yatsı
namazını cem-i te'hir etme müsaadesine sahip bir kişi bu iki namazı
birleştirdiği takdîrde kendisi için dans kolay olacaksa bu akşam namazını
yatsıya kadar tehir edebilir. Yine hac ibâdetini edâ etmekte olan ihramdaki
kişinin Müzdelife'ye giderken cem-i tehir etmesine müsâade olunmuş ise, akşam
namazından önce Müzdelife'ye varmadıkça akşam namazını tehir etmesi sünnet
olur. Ama akşam namazından önce Müzdelife'ye varmışsa vaktinde kılması
gerekir.
Yatsı namazına gelince
bunu gecenin ilk üçte birinin sonuna kadar ertelemek daha faziletlidir. Ancak
akşam namazı yatsıyla birlikte kılınmak üzere cem-i tehir edilmişse bu durumda
akşam namazım yatsıyla birlikte vaktin başlangıcında kılmak gerekir. Yatsıyı
tehir etmek bazı namaz kılanlara zor geliyorsa tehir etmek mekruh olur. Yine
tehir etmek zor geliyorsa ilk vakitte kılmak daha faziletli olur. Sabah
namazını ise her halükârda, acele olarak vaktin başlangıcında kılmak daha
faziletli olur.
Bu anlatılanların yanı
sıra şu hususa da değinmek gerekir ki: Farz namazları bazı durumlarda caiz
olan vaktin sonunda namazı kılabilecek kadar bir sürenin kalmasına dek dehir
etmek vâcib olur. Meselâ namaz kılacak olan bir kişinin babası cemâatle namaz
kılmak üzere namazı tehir etmesini emrederse bu durumda o kişinin bu emri
yerine getirmesi vâcib olur. Ama cemâatten başka bir nedenle emrederse tehir
etmemesi gerekir. Yine namazın vakti gelmekle birlikte kişinin arzuladığı ve
iştahla yiyeceği bir yemek hazır olursa bu durumda yine namazı tehir etmek daha
faziletli olur. Veya farz namazın vakti gelir de güneş tutulmasıyla ilgili
küsûf namazı veya benzeri ay tutulması dediğimiz hüsûf namazı kılınacak olur
da vaktin geçmesinden korkulmazsa yine farz namazı tehir etmek daha faziletli
olur.[166]
Namazın şartlarından
ikincisi de avret yerlerini kapalı tutmaktır. Şârîin namazda kapatılmasını
emrettiği avret mahallerinin açık olması hâlinde kılınan namaz safaîh olmaz.
Ancak bir kişi, avret yerini kapatacak bir örtü bulamazsa, avret yerleri açık
olarak kılmış olduğu namaz sahîh olur.
Mâlikîler:
Avret yerlerini kapatmanın şart olması hususunda, kişinin bu şartı hatırlamasını
da ek bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Sözgelimi unutarak avret yerleri
açık bir şekilde namaz kılan kişinin namazı sahih olur.
Avret yerinin ölçüsü
erkeğe, hür kadına ve cariyeye göre değişir Bununla ilgili olarak mezheblerin
detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Erkeğin namazdaki avret ölçüsü, göbekle diz arasıdır.
Yine bu mezhebe göre göbek, avret mahallinden sayılmamakta, diz ise avret
mahalline dâhil edilmektedir. Cariyeler de bu hususta erkekler gibidirler.
Ancak bunların fazla olarak karınlarının tümü ve sırtları da avret mahalline
dâhildir. Yan taraflarına gelince bunların karın etrafında olan kısımları
karından; sırt etrafında olan kısımları sırttan sayılır. Hür kadının avret
mahallinin ölçüsü, kulaklarının üstünden, aşağı inen saçları da dahil olmak
üzere bütün bedenidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.):
“Kadın avrettir.” [168]buyurmuşlardır. Yalnız
kadının avuç içleri avret sayılmaz. Ellerinin sırtı da avret sayılır.
Ayaklarının dış yüzü avretten sayılmamakta, tabanıysa avretten sayılmaktadır.
Şafiiler dediler ki: Erkeğin ve cariyenin avret mahallerinin ölçüsü dizle göbek arasıdır.
Dizler, avret mahallinden saymamaktadırlar. Ancak araları avretten sayılır.
Yine de dizlere yakın kısımların iyice örtülebilmesi için, dizlerin de
örtülmesi gerekir. Hür kadının avret mahallinin ölçüsü, kulakların üstünden
aşağıya inen saçlar da dâhil olmak üzere, bütün bedenidir. Yalnız yüz ve avuç
içleriyle dışları bundan istisna edilmişlerdir.
Hanbelîler dediler ki: Avret ölçüsü erkek için olsun, câriye veya hür kadın
için olsun, tıpkı Şâfiîlerin dediği gibidir. Ancak bunlar, hür kadının sadece
yüzünü avret mahallinden istisna etmişlerdir. Kadının yüzünden başka bütün
tarafları avret sayılmaktadır.
Malikiler dediler ki: Kadın ve erkek için namazla ilgili olarak avret yeri
ölçüsü, muğalleze ve muhaffefe olmak üzere iki kısma ayrılır. Bunların da her
birinin kendine göre hükmü vardır. Erkeğin muğalleze avreti; penis, testisler,
mak'ad deliğinin halkası olan kısımlardır. Bunların dışında olan göbekle diz
arası kısımlar ve bu kısma arka taraftan denk düşen kısımlar muhaffefe avret
mahallidirler.
Hür kadının göğsüyle,
göğsünün etrafı ve arka taraftan bu kısma denk gelen kısımlar dışında bulunan
kısımlar, muğalleze avret mahallidirler. Yine hür kadının göğsü ve arka
taraftan göğsüne denk gelen kısım, boyun, baş, dizlerle ayak parmakları
arasında bulunan kısım, muhaffefe avret mahallidirler. Hür kadının yüzü,
ellerinin içi ve dışı kesinlikle avret mahalli sayılmamaktadır. Cariyenin muhaffefe
avret mahalli, erkeğinki gibidir. Yalnız cariyenin uylukları ve bunların arka
taraftaki aralıkları erkeğinkinden ayrı olarak muğalleze avret mahallinden
sayılmaktadır. Yine cariyenin tenasül organı ve kasığı, muğalleze avret
mahallinden sayılmaktadır.
Gerek satın alarak,
gerek emânet isteyerek ve gerekse emânet olarak verenden -hibe olarak verenden
değil- kabul ederek avret mahallini bir örtüyle kapatmaya muktedir olduğu hâlde
muğalleze avretinin tümü veya çok az da olsa bir kısmı açık olarak namaz kılan
kişinin, eğer bu açıklık hatırındaysa namazı bâtıl olur. Kılmış olduğu bu
namazı vakit kalsın veya çıkmış olsun süresiz olarak mutlak surette iade etmesi
gerekir. Yine bu durumdaki kişi, muhaffefe avret mahallini açık bırakarak namaz
kılmışsa namazı bâtıl olmaz. Her ne kadar muhaffefe de olsa, avret mahallini
namazda açması haram veya mekruh ve, bu açık kısma bakmak harâmsa da yine
kıldığı namaz bâtıl olmaz. Ancak bu şekilde namaz kılmış olanın, vakit kalmışsa
örtünerek yeniden namaz kılması müstehab olur. Meselâ hür kadın, başı veya boynu,
omuzu, kolu, memesi, göğsü veya sırt tarafından göğsüne denk gelen kısmı, dizi
veya bacaktan ayak parmaklarının ucuna kadar olan kısmı -tabiî ayakların altı
muhaffefe avret mahallinden olsa bile yine buna dâhil değildir- açık olarak
kılmış ise ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur. Erkeğe gelince
bu, eğer kasığı veya uylukları veya oturak (mak'ad) deliğinin etrafındaki kısmı
açık olarak namaz kılmışsa ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur.
Ama baldırları açık olarak kılmışsa, kasığının üstünden göbeğine kadar olan
kısmın tümü veya bir kısmı, arka taraftan da uyluklarının üst kısmı açık
olarak namaz kılmışsa namazını iade etmesi gerekmez.
Namazın sıhhat şartı
olan setr-i avretin, namaza başlanmasından namazın bitirilmesine kadar
muhafaza edilmesi zorunludur.
Hanbeliler dediler ki: Kişinin namazdayken kendi kasdı olmaksızın avret
yerlerinden az bir kısmı açılırsa bu açıklık, uzun bir süre devam etse bile
namazı bozulmaz. Ama rüzgâr ve benzeri nedenlerden ötürü çok miktarda veya tümü
açılır da fazla uğraşmaksızın hemen kapatılırsa namazı bozulmaz. Bu açıklık
uzun süre devam ederse namaz bozulur. Fakat namaz kılmakta olan kişi, avret
mahallerinden bir kısmım veya çoğunu kasıtlı olarak açarsa açıklık süresi
ister uzun, ister kısa sürsün namazı kesinlikle bozulur.
Hanefiler dediler ki: Namazdayken ön veya arka organlarla bunların çevresi
olan muğalleze avret organlarının dörtte biri açılırsa veya ön ve arka
organların dışındaki muhaffefe avret yerlerinden bir kısmı açılırsa bu açıklık,
kişinin kendi kasdı olmaksızın da olsa, sözgelimi rüzgâr ve benzeri
nedenlerden ötürü olursa ve bu açıklık, namazın bir rüknü kadar devam ederse
namaz bozulur. Yine kendi eylemiyle avret mahallini açarsa, bu açıklık süresi
namazın bir rüknünü edâ edecek kadar bir süreden az olursa yine namazı mutlak
olarak bozulur. Namaza başlamadan önce avret mahallinin dörtte biri açık
olursa bu durumda namaza girmesi memnu' olur.
Malikiler dediler ki: Namazdayken muğalleze avretin açılması mutlak olarak
namazı bozar. Namaza girerken avret mahalleri kapalı olarak girilir, ancak
namaz esnasında bu yerleri kapatan örtü düşerse namaz bozulur. Namazı vakti
içinde olsun, dışında olsun muhakkak iade etmek gerekir. Meşhur olan görüş de
budur.
Şafiiler dediler ki:
Kişinin namazdayken avret mahalli açılır ve bunu kapatmaya gücü yeter de
kapatmazsa namazı bozulur. Ancak rüzgâr esmesi nedeniyle avret mahalli açılır
da bunu fazla bir uğraş vermeksizin derhal kapatırsa namazı bozulmaz. Yine
aynı şekilde unutarak avret mahallini açar da derhal kapatırsa namazı bozulmaz.
Ama rüzgâr esmesi nedeni ile değil de, bir hayvan veya mümeyyiz olmayan bir
çocuk tarafından namaz kılmakta olan bir kişinin avret mahalli açılırsa bu
durumda namaz bozulur.
Avret yerlerini örten
elbise ve benzeri şeylerin kalın olması gerekir. Tenin rengini belirten ince örtüler,
avret mahallini kapama hususunda yeterli olmazlar. Bu örtüler ister sadece
bakmakla avret yerlerini gösterecek kadar ince olsunlar, isterse kasıtlı
olarak bakmakla avret mahallerini gösterecek kadar ince olsunlar aynı hükme
tâbi olurlar. Vücuda giyilen elbisenin, vücut hatlarını belli edecek kadar
vücûda bitişmiş olması setr-i avrete zarar vermez. Bir kişi avret yerlerini
kapatacak bir şeyi asla bulamazsa çıplak olarak namaz kılar.
Malikiler dediler ki: Namaz kılmakta olan kişinin giydiği elbisenin
altındaki tenin ilk bakışta görülmemesi şarttır. Ama elbisenin altındaki tene
dikkatlice bakıldıktan sona görmek mümkün oluyorsa bunun namaza bir zararı
olmaz. Sadece bu kadar incelikteki bir elbiseyle namaz kılmak mekruhtur. Bu
elbiseyle kılınan namazın vakit içinde tekrar kılınması mendub olur.
Malikiler dediler ki: Avret mahallini yağmur ve rüzgâr nedeniyle
olmaksızın, haram veya mekruh bir şekilde gösterecek türden bir elbiseyle
kılınan namazın vakit içerisinde yeniden kılınması (iadesi) vâcib olur. Vakit
çıktıktan sonra artık iade etmek gerekmez. Elbise rüzgâr esmesi veya yağmur
yağması nedeniyle vücûdun avret yerlerinin hatlarını belli edecek olursa, bu
durumda kılınan namazda bir mekruhluk söz konusu olmadığı gibi, bu namazı iade
etmek de gerekmez.
Kıldığı namaz da sahîh
olur.
Hanefî ve Hanbeliler dediler ki: Vücûdun avret mahallerini örtecek bir elbisenin
bulunması mümkün değilse en faziletlisi, kişinin oturarak, rükû ve sücûda
gitmeyip işaretle yetinerek, baldırlarını da birbirine yumarak namaz kılması
gerekir. Hanefîler, bu durumdaki kişinin örtünme bakımından ayağını kıbleye
doğru uzatmasını ek bir tedbir olarak öne sürmüşlerdir.
Domuz derisi gibi,
asıl itibariyle necis olan veya kendisine afvedilmeyen bir necasetin bulaştığı bir
elbise gibi necislenmiş olan bir örtü bulsa bile bununla örtünmesi caiz olmayıp
yine çıplak olarak namaz kılması gerekir.
Malikiler dediler ki: Asıl itibariyle necis olan veya sonradan necis olan
bir örtüyü bulan kişi, bunları giyinerek namazını kılar; daha sonra da bu
namazı iade etmesi vacib değildir. Yalnız vakit içinde temiz bir elbise bulursa
iade etmesi mendub olur. İpek elbise içinde namaz kılan kişi de bu hükme tâbi
olur.
Hanbeliler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, sonradan başka nedenlerle
necis olmuş olan elbiseyi giyinerek namazını kılar. Sonra da bu namazı iade
etmesi vâcib olur. Ama asıl itibariyle necis olan bir elbiseyi bulan kişi, bunu
giyemez. Namazı çıplak olarak kılar. Ve bu namazı da daha sonra iade etmez.
Sözgelimi ipekten
yapılmış bir elbise gibi, (erkek için) kullanılması haram olan bir örtüyü
bulan kişi, bunu giyer ve zaruret nedeniyle de bununla birlikte namazını kılar;
sonra da namazını iade etmesi gerekmez. Avret mahallinin sadece bir kısmını
örten bir elbise veva örtü bulursa bunu, avret mahallinden ne kadarını
örtebilecekse o şekilde kullanır. Tabiî bunu yaparken de ön ve arka organlarını
kapatma hususuna öncelik vermelidir. Kişi karanlıktaysa ve başka bir örtü de
bulamamışsa örtünmesi gerekmez.
Malikiler dediler ki: Bu durumdaki kişinin karanlıkla örtünerek namaz
kılması gerekir. Bunlara göre karanlık da, başka örtü bulunmadığı takdirde
örtü olarak kabul edilir. Eğer karanlıkla örtünmez de aydınlık bir yerde
çıplak olarak namaz kılarsa, namazı sahîh olur. Ama günahkâr da olur. Bu namazı
vakit içerisinde iade etmesi mendub olur.
Bir örtü veya elbise
bulamayan kişi, vakit çıkmadan önce bunları bulabileceğini ümit ederse,
namazını vaktin sonuna dek ertelemesi mendub olur.
Şâfiîler:
Vaktin sonuna dek ertelemesi vâcib olur dediler.
Avret mahallerini üst
veya yan taraflardan örtmek şarttır; alt taraftan değil... Sözgelimi kişinin
elbisesi üst taraftan veya yandan yarık olursa başkasının veya kendisinin bu
aralıklardan avret mahallini görmesi mümkün olduktan sonra; bilfiil bakılıp da
görülmese bile namazı bozulur. Ama alt taraftan bakıldığında avret yeri
görülecekse bunun namaza zararı olmaz.
Hanefî ve Malikiler dediler ki: Kişinin bu durumda avret yerini kendinden gizlemesi
şart değildir. Meselâ yaka kısmından bakarak avret yerini görecek olursa
namazı bozulmaz. Yalnız böyle yapmak mekruh olur.[169]
Şer'î hitaplarla
yükümlü olan bir kişinin, namaz dışında da kendisinin veya bakması helâl
olmayan başkalarının görebileceği avret yerlerini kapatması vâcibtir. Ancak
tedavi gibi zorunluluklar nedeniyle zaruret miktarı avret yerini açmakta
sakınca yoktur. Yine aynı şekilde istincâ yapmak, boy abdesti almak veya def-i
hacete gitmek için ıssız yerlerde avret mahallini açmak caizdir. Ancak bunu
yaparken de başkalarının görmemesi gerekir.
Malikiler dediler ki: Mükellef kişinin, kimsenin bulunmadığı ıssız bir
yerde de olsa ihtiyâç olmaksızın avret yerini açması mekruh olur. Issız yerde
avret ölçüsü, ön ve arka organlar, uyluklar ve kasık gibi kısımlardan
ibarettir. Bu gibi yerlerdeki kadımn veya erkeğin baldırlarını açmaları ve kadının
karnını açması mekruh olmaz.
Şâfiîler: İhtiyâç
olmaksızın kişinin kendi avret yerlerine bakması mekruh olur demişlerdir.
Namaz dışındayken hür
kadının avret mahallinin ölçüsü, yanında yabancı kimsenin bulunmadığı ıssız
bir yerde veyahut da mahreminin ya da müslüman kadınların bulundukları yerde
göbekle diz arasıdır.
Malikiler dediler ki: Kadının, mahremi olan erkeklerin yanında avret
mahalli, yüzü ve etrafı, yani baş, boyun ve ellerle ayaklar dışında kalan tüm
vücûdudur.
Hanbeliler dediler ki: Kadının mahremi olan erkeklerin yanında avret
mahalli, bütün vücûdudur. Ancak yüz, boyun, baş, eller, ayaklar ve bacak kısmı
bundan istisna edilmiştir.
Hanbeliler:
Müslüman kadınla gayr-ı müslim kadın arasında bir ayırım yapmamışlardır. Şu
halde müslüman kadın, gayr-ı müslim kadının yanında vücûdunun her hangi bir
yerini açabilir. Yalnız göbekle dizler arasındaki kısmı açması helâl olmaz.
Bunların yanındayken
dizle göbek arası dışında kalan kısımları açması helâldir. Ama ıssız bir
yerdeyken yabancı bir erkeğin yanında veya müslüman olmayan kadınlar bulunduğu
takdirde yüzü ve elleri dışında kalan yerlerinin tümü avret mahalli sayılır.
Yüzü ve elleri fitne korkusu olmadığı zamanlarda açık bulundurmakta bir sakınca
bulunmadığı gibi, buralara başkalarının bakması da helâldir.
Şafiiler dediler ki: Kadının yüzü ve elleri, yabancı erkeğe nisbetle avret sayılır. Ama
kâfir kadına karşı müslüman kadının yüzü ve elleri avret sayılmaz. Müslüman
kadının kendi evinde hizmet ederken boyun ve kolları gibi açıkta kalan
organları da aynı hükme tâbidir. Avret ölçüsü hususunda kötü ahlâklı kadınlar
da gayr-ı müslim kadınlar gibidirler.
Erkeğin namaz
dışındaki avret mahallinin ölçüsüne gelince, bu da göbekle diz arasındaki
kısımlardır. Buraların dışında kalan yerlere fitne korkusu bulunmadığı zaman
bakmakta bir sakınca yoktur.
Mâlîkî ve Şafiiler dediler ki: Namaz dışında erkeğin avret ölçüsü, kendisine
bakana göre değişir. Erkeğin kendi mahremlerine ve başka erkeklere karşı avret
mahalli, dizleriyle göbek arası olan kısımdır. Yabancı kadına nisbetle ise
erkeğin tüm vücûdu avret sayılır. Yalnız Mâlikîler bu durumda erkeğin yüzünü
ve yüzünün etrafı denilen baş kısmını, ellerini ve ayaklarını avret yeri
saymamışlardır. Bu durumda lezzet alma korkusundan emin olunduğu takdirde
yabancı kadının, erkeğin bu taraflarına bakmasında bir sakınca yoktur. Ama
lezzet alma korkusu olursa bakması yasaktır. Yalnız Şâfiîler bu hususta
Mâlikîlerden ayrılarak; lezzet alma korkusu olsun olmasın yabancı kadının,
erkeğin bu kısımlarına bakmasının haram olduğunu söylemişlerdir.
Kadının ve erkeğin
avret mahallerine dahil kısımlardan birine bakmak haramdır. Bu kısımlar,
erkeğin veya kadının ister vücûduna bitişik olsunlar, isterse vücutlarından
koparılmış olsunlar aynı hükümlere tabidirler. Meselâ kadının saçı kesilmiş
veya erkeğin kasık kılları traş edilmiş, ya da kadının kolu veya erkeğin
baldırı kesilmiş olursa bunlara bakmak yine haramdır.
Hanbelîler:
Vücuttan ayrılmış olan avret yerlerine bakmak, ayrılık nedeniyle haramlığın
ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle caizdir, demişlerdir.
Malikiler dediler ki: Vücuttan ayrılmış olan avret kapsamındaki organın
sahibi hayatta ise bakmak caizdir. Hayatta değilse bakmak haramdır.
Kadının sesi avret
sayılmaz. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hanımları, sahabelerle
konuşurlardı. Sahabeler de dinî hükümleri onlardan dinlerlerdi. Ancak fitne
korkusu bulunduğu takdirde kadının sesinin; Kur'an okurken de olsa dinlenilmesi
haram olur. Tüysüz çocuğa bakmak da -bakana göre güzel yüzlüyse-, bundan lezzet
alma ve gözleri faydalandırma gayesi güdülmekteyse haram olur. Ama lezzet alma
kasdı olmaksızın ve fitne korkusu da bulunmazsa tüysüz çocuğa bakmak caizdir.
Küçük çocuğun avret mahallinin ölçüsüne gelince, bununla ilgili olarak
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Erkek olsun, kadın olsun, ergenlik çağına gelmiş olsun olmasın, küçük
çocuğun namazdaki avret mahalli, mükellef kişinin namazdaki avret mahallinden
farksızdır. Ama namaz dışına gelince ergenlik çağma ulaşmış olan erkek veya kızların avret mahalleri
yine namaz dışındaki baliğ kimselerin avret mahallerinden farksızdır. Ergenlik
çağına yaklaşmamış olan küçük, erkek ise bunun avreti; eğer başkalarının
avretim gördüğünde bunu şehvetsiz olarak güzel bir şekilde anlatıp tavsif
edebiliyorsa mahremlerin avreti gibidir. Ama başkalarının avretini gördüğünde
bunu şehvetli bir şekilde ve güzel olarak anlatıp tavsif edebiliyorsa bunun
avreti, baliğ kimselerin avreti gibidir. Başkalarının avretini gördüğünde bunu
düzgün bir şekilde anlatamıyorsa bunun avret mahalli yok gibi kabul edilir. Yine
de ön ve arka organlarına, kendisini eğitip besleyenden başkasının bakması
haram olur.
Ergenlik çağına
ulaşmamış olan küçük, kız çocuğu ise selim tabiatlı kimselere göre şehvetli
hâle gelmişse bunun avret mahallinin ölçüsü, bâliğa kadının avret ölçüsü
gibidir. Ama selim tabiatlılara göre şehvetli hâle gelmemişse bunun avreti yok
sayılır. Ancak yine de bunu eğitip besleyenden başkasının, tenasül organına ve
mak'adına bakması haram olur.
Malikiler dediler ki: Namaz dışındayken küçük çocuğun avret mahalli,
erkeklik ve dişiliğe, bir de yaşa göre değişir. Sekiz yaşındaki veya sekiz yaşından
küçük erkek çocuğun avreti yok sayılır. Kadınlar bunların vücudlarının her
tarafına sağken bakabilecekleri gibi, öldüklerinde yıkayabilirler de. Dokuz
yaşla oniki yaş arasındaki erkek çocukların vücudlarının tümüne bakmak da
kadınlar için caizdir. Onüç ve daha yukarı yaşlardaki erkek çocuklara gelince,
bunların avreti ergenlik çağındaki erkekler gibidir. İki yıl sekiz aylık
oluncaya kadar kız çocuklarının avreti yok sayılır. Üç yaş ile dört yaş
arasındaki kız çocuklarının ise, bakma açısından avretleri yok sayılır. Yani bu
yaşlardaki çocukların vücudlarının her tarafına bakmak caizdir. Ancak dokunma
açısından bunların avret ölçüleri, tıpkı ergenlik çağındaki kadınların avreti
gibidir. Yani bir erkek, bu yaştaki bir kız çocuğunu yıkayamaz. Şehvet
uyandıracak çağa, meselâ altı yaşına gelmiş bir kız çocuğu da, yetişkin kadın
gibidir. Bir erkeğin, altı yaşındaki bir kız çocuğunun avret mahalline bakması
caiz olmadığı gibi, onu yıkaması da caiz olmaz.
Küçük yaştaki bir
erkek çocuğun namazdaki avret ölçüsü, ön ve arka avret organıyla kasık ve
uyluklarıdır. Bunların örtülmesi mendub olur. Küçük yaştaki kız çocuğunun
avreti ise göbekle diz arasındaki kısımlardır. Velîsinin, namaz kılarken bu
kısımlarını örtmesi konusunda emir vermesi vâcibtir. Ayrıca tabiî olarak, namaz
kılmasını emretmesi de vâcibtir. Dizlerle göbek arasındaki kısımlar dışındaki
yerlere gelince; hür bir kadın için, vücudunun bu bölümlerini örtmesi vâcibtir.
Ama altı yaşındaki kız çocuklarının vücudlarının bu kısımlarını kapatması
sadece mendubtur.
Hanefıler dediler ki: Erkek olsun, kız olsun küçüklerin avreti yoktur.
Bunu yaş olarak da dört ve daha aşağı yaş çocukları olarak belirlemişlerdir.
Bu yaşlardaki çocuklara bakmak ve bunlara dokunmak mubahtır. Ayrıca bunların
şehvetli duruma gelmedikleri müddetçe sadece ön ve arka organları avret
sayılır. Şehvet sınırına ulaştıklarında avretleri, baliğ kimselerin avreti gibi
olur. İster erkek ister kadın olsunlar, ister namazda olsunlar ister namaz
dışında olsunlar avret mahalli ölçüsüne riâyet etmeleri gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Yedi yaşına varmayan küçüğün avreti yok sayılır,
hükümsüzdür. Böylelerinin vücûduna bakmak ve dokunmak mubahtır. Yedi yaşını
aşıp da dokuza merdiven dayayan çocuk erkek ise, avret mahalli hem namazda, hem
namaz dışında ön ve arka organlarıdır. Eğer kız çocuğu ise namazla ilgili avret
mahalli, göbekle diz arasıdır. Namaz dışında da mahremlerine karşı avret
mahalli aynıdır. Yabancılara karşı ise yüz, boyun, baş, dirseklere kadar eller,
bacak ve ayaklar dışında vücûdunun her tarafı avret mahallidir.
Kendisine bakılması
haram olan şeylere, arada bir perde bulunmaksızın şehvetsiz de olsa dokunmak
haramdır.[170]
Kıble'nin tanımı: Kible, Kabe'nin yönü veya bizzat kendisi demektir. Mekke'de veya
Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden bir kişinin -şayet mümkünse- kesin olarak
bizzat Kabe'ye yönelmesi, kıldığı namazın sahîh olması için şarttır. Ama kesin
olarak kıbleye yönelmesi mümkün değilse bu durumda Kabe'nin yapısına yönelme
hususunda ictihâd etmesi gerekir. Ancak Mekke'nin içinde ise Kabe yönüne
yönelmesi yeterli olmaz. Ayrıca yüksekte ve alçaktaysa Kabe'nin hizasına gelen
havaya yönelmesi de yeterli olur. Bir kişi Mekke'de, Kabe'den yüksekte olan
bir dağda veya yüksek bir binada namaz kılarken Kabe'nin bizzat yapısına yönelmesi
mümkün olmazsa, bu durumda Kabe'nin bitişik hizasında bulunan havaya yönelmesi
yeterli olur. Yine aynı şekilde Kabe'den aşağılardaki bir yerde bulunan bir
kişinin Kabe'nin alt tarafına gelen bitişik hizasındaki havaya yönelmesi,
tıpkı binasına yönelmiş gibi kabul edilir. Mâlikîler dışında üç mezhebin imâmı,
bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerin bu konudaki görüşü aşağıda
anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Mekke'de veya Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden
kişinin, Kabe'nin yapısına yönelmesi vâcibtir. Yönelirken de vücudunun tümü
ile Kabe'nin hizasında olması gerekir. Kabe'nin hizasındaki havaya yönelmesi yeterli
olmaz. Yalnız bunlar derler ki: Ebû Kubeys Dağı'ndaki bir kişinin Kabe'nin
hizasındaki havaya yönelmesi yeterli görüldüğünden orada kıldığı namaz sahîh
olur. Bu, zayıf bir görüştür.
Peygamber (s.a.s.)'in
bulunduğu Medine'deki bir kişinin, namaz kılarken Mescid-i Nebevî'nin
mihrabına yönelmesi vâcibtir. Şu nedenle ki; Mescid-i Nebevî'nin mihrabı bizzat
Kabe'ye yöneliktir. Çünkü bu mihrab yapılırken vahye göre yerleştirilmiştir. Bu
nedenle de hiç sapma olmaksızın Kabe'nin bizzat yapısının hizasında
bulunmaktadır. Mekke'den uzakta olan bir kişiye gelince bunun; Kabe vönüne
yönelmesi şarttır. Kâbe'nin bizzat yapısına yönelmesi zorunlu değildir. Aksine
bu kişinin, Kabe'nin yapısının sağına veya soluna intikâl etmesi de sahîh
olur. Bunun yanısıra Kabe'nin yönünden azıcık bir sapmanın, namaza bir zararı
olmaz. Çünkü önemli olan, kişinin yüzünün bir kısmının Kabe yönüne yönelik olmasıdır.
Söz gelimi Mısır'da namaz kılan bir kişi, sağa sapmaksızın doğuya yöneldiğinde
kıbleye yönelmiş olur. Her ne kadar kıble Mısır'da, sağ tarafa doğru az bir
sapma gösterirse de, bu sapmanın namaza bir zararı dokunmaz. Çünkü tam olarak
doğuya yönelindiğinde, kişinin yüzü bütünüyle Kabe'den sapmış olmaz. Ayrıca
yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir kimsenin yüzünün bir kısmının Kabe'ye
doğru yönelmiş olması yeterlidir. Şafiîler dışındaki diğer üç mezheb İmamı bu
hususta görüş birliği içindedirler. Şafiîlerin bu konudaki görüşleri ise
aşağıya alınmıştır.
Şafiîler dediler ki: Kabe'nin yakınında olsun uzağında olsun, namaz kılacak kişinin bizzat
Kabe'nin yapısına veya yukarıda da açıkladığımız gibi Kabe'nin bitişik
hizasındaki havaya yönelmesi vâcibtir. Kabe'ye yakın olan kişinin Kabe'nin
yapısına veya havasına görerek, ya da dokunarak yakın ifade eder bir şekilde
yönelmesi vâcibtir. Kabe'den uzakta olan kişinin mûtemed görüşe göre Kabe
yönüne değil de bizzat yapısına zanla yönelmesi gerekir. Ayrıca namaz kılan
kişi ister ayakta, ister oturmakta olsun göğsü kıbleden azıcık saparsa nanazı
bozulur. Buna göre bir kişinin namazdayken göğsü kıbleden saparsa namazı
bozulur. Ama sadece yüzü saparsa bozulmaz. Zorunluluk nedeniyle uzanarak namaz
kılmakta plan kişinin göğsü veya yüzü kıbleden saparsa namazı bozulur. Sırtüstü
namaz kılmakta olan kişinin ayak tabanları kıbleden saparsa namazı yine
bozulur.
Hatîm ile şadırvan
Kabe'den sayılmazlar. Hatîm ile şadırvan, Mekke'lilerce bilinmektedir. Ki hac
bölümünde bunları inşâallah açıklayacağız. Mekke'de bulunan bir kişi, hatîm'e
veya şadırvana yönelirse bu durumda kıldığı namaz, Hanbelîler dışındaki üç
mezheb İmamına göre sahîh olmaz. Hanbelîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Şadırvan veya Hatimden altı zira' ile bir zira'ın az
bir kısmından fazlası Kabe'den sayılır. Bu kısmın bir tarafına yönelerek namaz
kılanın namazı sahîh olur.[171]
Kıbleye yönelmenin,
namazın sıhhat şartlarından biri olduğu Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Kitaptaki delilimiz şudur:
“Biz senin
yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi
elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram
yönüne çevir.” [172]
Sünnetteki delîle
gelince; bu konuda birçok hadîs-i şerîf mevcut olup bunlardan bir-iki tanesini
sunmakla yetineceğiz: Abdullah bin Ömer'den rivayet:
“Günlerden bir gün müslümanlar, Küba'da sabah
namazını kılmaktaydılar. Adamın biri cemâate gelerek dedi ki: “Dün gece
Rasûlullah (s.a.s.) a vahiy gelerek Kabe'ye yönelmesi emredildi. Siz de Kabe'ye
yönelin.” Şam'a yönelik olarak namaz kılmakta olan cemâat, hemen Kabe'ye yöneldi.”
[173]
Enes bin Mâlik (r.a.)
den rivayet:
“Rasûlullah (s.a.s.),
Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılardı.
“Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola
çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye
çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir”[174] âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bunu duyan adamın biri,
Seleme oğulları mahallesi'ne gitti. Onlar da sabah namazının henüz bir
rekâtını kılmışlardı. Ki haber getiren adam, kendilerine şöyle seslendi:
“Haberiniz olsun yön
değiştirildi.” Bunu duyanlar, namazda oldukları gibi Kabe'ye yöneldiler.” [175]
Müslümanlar, kıbleye
yönelmenin, namazın sıhhat şartlarından biri ' îduğu hususunda icmâ
etmişlerdir.[176]
Kıble, mezheblere göre
değişik hususlarla bilinir. Bunları çizginin alt tarafında derli toplu bir
şekilde anlatmış bulunmaktayız..
Böylece dağılmaksızın
hıfzedilmeleri mümkün olacaktır. Ayrıca bunları anlatırken de ittifaklı ve
ihtilaflı olanlarını belirleyeceğiz.
Hanefiler dediler ki: Kıbleyi bilmeyip de bilip öğrenmek isteyen kişi, ya
bir şehirde veya bir köyde bulunur. Veyahut da sahrada veya müslümanlarla
meskûn olmayan yerlerde bulunur. Bu iki durumda da kişiyi ilgilendiren bazı
hükümler mevcuttur. Eğer bu kişi, müslümanların yaşamakta oldukları bir
şehirdeyse ve kıbleyi de bilmiyorsa kendisiyle ilgili üç durum sözkonusu olur:
1. Bu
şehirde sahabe veya tabiîlerin yapmış oldukları mihrabh eski mescidlerin
bulunması. Şam'daki Emevî Camii, Mısır'daki Amr İbn el-Âs Camii gibi. Bu
durumda kıbleyi bilmeyen kişinin sözünü ettiğimiz bu tarihî camilerin
mihrablanna yönelmesi gerekir. Bu gibi mescitler olduktan sonra ayrıca kıbleyi
araştırmak sahîh olmaz. Arasa da kendi kafasına göre kıbleden başka tarafa
yönelerek namaz kılacak olursa, kıldığı namazı sahîh olmaz. Ancak Şâfîîler bu
hükme muhalefet ederek bu gibi tarihî camilerin olmasına rağmen kıbleyi
bilmeyen kişi, kutub yıldızı ve benzeri şeylerle kıbleyi arayabilir,
demişlerdir. Bu görüşte Mâlikîlerle uyum sağlamışlardır. Sahabe ve tabiîlerin
yapmış oldukları eski camilerdeki mihrablar gibi, bu mihrablara bakılarak aynı
yönde yapılan mihrablarla da kişi, kıbleyi araştırmada kendine mesned
bulabilir.
2. Sahabe ve
tabiîler devrinde yapılan mihrabların bulunmadığı bir yerde bulunulduğu
takdirde kıbleyi öğrenmek için sormak gerekir. Sorina-nın da üç şartı vardır:
a. Kıbleyi
öğrenmek isteyen kişinin, seslendiğinde sesini duyabilecek kadar yakınında bir
kimsenin bulunması hâlinde, bu kişiden sorması normaldir. Kıbleyi sormak için
ayrıca adam aramaya gerek yoktur.
b. Kıbleyi
sorduğu kişinin, kıbleyi bilen birisi olması gerekir. Çünkü kıbleyi bilmeyenden
bu konuda soru sormanın bir faydası olmaz.
c. Sorduğu
kimse, şahitliği kabul edilen kimselerden olmalıdır. Kâfirden, fâsıktan ve
çocuktan, şahitlikleri kabul edilmediği için soru sormak doğru olmaz. Yine bu
kimseler, sorulmaksızın kendiliklerinden haber verecek olurlarsa kıbleyi
öğrenmek isteyen kişi, bunların doğru söylediklerine galip bir zanla kanaat
getirecek olursa vermiş oldukları bilgi muteber sayılır. Kıble hususunda âdil
bir tek kişiden sormak yeterli olur. Sormak için de adam bulunduğu takdirde
sorulur. Bulunmadığı takdirde ayrıca adam aramak caiz değildir.
3. Kıbleyi
bilmeyen ve fakat öğrenmek isteyen kişinin araştırması gerekir. Şöyle ki:
Hangi tarafın kıble olduğuna kesin zanla kanaat getirirse oraya yönelerek namaz
kılar. Galip zanla kanaat getirdikten sonra hangi tarafa yönelerek namaz kılmış
olursa olsun kıldığı namaz sahih olur.
Buraya kadar anlattı klanınız,
kişinin bir şehirde veya köyde olmasıyla ilgiliydi. Ama kişi sahrada veya
gayr-ı müslimlerin meskûn olduğu bir yerde bulunursa bu durumda astronomi
bilgisi varsa, bu bilgisine dayanarak, veyahut da güneşe veya aya bakarak
kıbleyi tesbit etmelidir. Bunlarla da tesbit edemezse, kıbleyi bilen birine
rastlarsa ondan sorması gerekir. Ancak sorup da cevab alamazsa kendi bilgi
kapasitesiyle kıbleyi tesbit etmeye çalışır. Aklına göre kıble olduğuna karar
verdiği yöne yönelerek namaz kılar. Önce kendisinden sorup da cevap alamadığı
kişi, yanlış yöne doğru namaz kıldığını söylerse namazını iade etmesine gerek
kalmaz.
Malikiler dediler ki: Namaz kılacak olan kişi, kıbleyi bilmediği bir yerde
bulunur ve bu yerde de eskiden yapılmış mihrablı bir mescid olursa bu mihraba
yönelerek namaz kılması vâcib olur. Eskiden yapılma mihrablar şunlardır:
1. Peygamber
(s.a.s.) Efendimizin Mescid-i Nebevî'sindeki mihrab.
2. Şam'daki
Emevî Câmii'nin mihrabı.
3.
Mısır'daki Amr İbn el-Âs Câmii'nin mihrabı.
4. Kayrevân
Mescidi'nin mihrabı.
Bir kişi kendi
kafasına göre kıbleyi tesbit eder de tesbit etmiş olduğu yön, bu mihrablardan
başka taraflara yönelik olursa kıldığı namaz bâtıl olur. Ama bir kişi bu
mihrabların bulunmadığı başka şehirlerde bulunur da buralarda bilgili kimselerin
yerleştirmiş oldukları mihrablar bulunursa, araştırma yeteneği olan kimselerin
bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caizdir, vâcib değildir. Araştırma
yeteneği olmayan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcibtir.
Köy mescidlerindeki mihrablara gelince, araştırma yeteneği olan kimselerin bu
mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz olmaz. Aksine namaz kılmadan önce
durumu tesbit etmesi gerekir. Araştırma yeteneği olmayan kimselerin taklid
edecekleri bir müctehid bulunmadığı takdirde şu mihrablara yönelerek namaz
kılmaları vâcib olur:
1. Yukarıda
saydığımız dört yerdeki mihrablı mescitler. Kişinin bu mihrablardan başka
tarafa yönelerek namaz kılması caiz olmaz.
2. Sağlam
kurallara ve doğru yöne dayalı olarak yapılan şehir mescidlerindeki mihrablar.
Araştırıp inceleme yeteneğine sahib olan kişilerin bu mihrablara yönelerek
namaz kılmaları vâcib değildir. Aksine bunlara yönelmeyi bırakıp kendi
bilgilerine göre araştırmaları gerekir. Bunun yanında sözkonusu mihraba da
yönelerek namaz kılmak caizdir.
3. Köy
mescidlerinde bulunan mihrablar. Araştırma yeteneğine sâhıb kimselerin bu
mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz olmaz. Bunların dışındaki kimselerin
bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcibtir.
Bu anlattıklarımız,
mihrabh yerlerde bulunan kimseleri ilgilendirmektedir. Eğer bir kişi, mihrablı
olmayan bir yerdeyse ve kıble yönünü araştırması da mümkün ise, araştırması
vâcib olur. Kıble alâmetlerini bulmadığı takdirde başkasına sorabilir. Sorduğu
kişinin, kadın veya köle de olsa kıblenin delillerini bilmesi, adalet sahibi
ve mükellef biri olması gerekir. Ki bu da araştırma ve ictihad yeteneğine sahib
olan kimselerle ilgilidir. Eğer kişi, araştırma ve ictihad yeteneğinden
yoksunsa; mükellef, âdil ve kıbleyi bilen bir kişiye sorması vâcib olur.
Soracak birini bulamadığı takdirde kendi tercih edeceği bir tarafa yönelerek
namazım kılar ve kıldığı namaz da sahih olur.
İşte böylece
Mâlikîlerin, eskiden yapılma mihrablara yönelmenin zorunluluğu hususunda
Hanefîlerle görüş birliği yaptıkları anlaşılmış olmaktadır. Ancak Mâlikîler,
eskiden yapılma mihrabları dört tane olarak belirlemişlerdir. Hanefîlerse,
sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları tüm mihrablar, kıbleyle ilgili
delillerin hepsinden önce gelir demişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîler, kıbleyi
sorup araştırma hususunda görüş birliği edememişlerdir. Hanefîler, kişi,
mihrabların bulunmadığı bir mıntıkada ise önce soru sorması gerekir; eğer
kıbleyi soracak birini bulamazsa araştırması icâbeder, demektedirler. Mâlikîlerse
araştırma yeteneğine sâhib olan kişinin kendi araştırmasını yapması ve kıble
alâmetleri bulunmadığı takdirde başkalarına kıbleyi sorması gerekir
demişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Kıblenin mertebeleri dörttür:
1. Kişinin
kendiliğinden kıbleyi bilmesidir. Bir kişi, kıbleyi kendiliğinden bilme
imkânına sahib ise bu durumda kıbleyi kendi imkânlarıyla bilip öğrenmesi ve
başkalarına da sormaması gerekir. Meselâ mescidin içindeki bir âmâ, mescidin
duvarına dokunup el yordamıyla kıbleyi öğrenmek imkânına sahipse başkalarına
sormadan kıbleyi tespit etmesi gerekir.
2. Kıble
yönünü bilmeyen kişi, kıbleyi bilen güvenilir bir kimseye sormalıdır. Soruyu
cevablandıran kişinin, kıble yönünü iyice bilmesi gerekir. Tabiî kişi,
kendiliğinden kıbleyi bilip öğrenme imkânına sahib değilse güvendiği
kimselerden bunu sorması normaldir. Aksi takdirde soramaz. Pusula ve benzeri
âletler, kıbleyi tesbit etme bakımından güvenilir kimseler hük-mündedirler.
Kutub yıldızı, güneş, ay ve müslümanlarm yaşadığı büyük şehirlerdeki mihrablar
da güvenilir kimseler hükmündedirler. Müslümanlarm yaşadıkları küçük
şehirlerdeki mihrablar, eğer müslümanlarm yönelerek namaz kıldıkları
mihrablarsa bunlar da güvjenilir kimseler hükmüne tâbi olurlar. Özetleyecek
olursak kıbleyle ilgili ikinci mertebe; güvenilir kimselerden soru sorulmasını,
pusulaya, kutup yıldızına veya mihraba baş vurulması hususunu kapsamaktadır.
Sözünü ettiğimiz bu mihrablar da ister sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları
eskiden kalma mihrablar olsun veya çoktan beri kendisine güvenilerek namaz
kılınan mihrablar olsun aynı hükme tabidirler.
Ama halkın bazı yol
kenarlarında veya mezralarda kullanmakta oldukları küçük namazgahlar daki
mihrablar da muteber sayılmazlar.
3. İctihad
etmek. Kişi, güvenilir birini bulup da soramadığı, veya kıbleyi tesbit edecek
bir araç bulamadığı veyahut da büyük ya da küçük bir mescidde mihrab bulamadığı
takdirde ictihad ederek kendi bilgisine göre kıbleyi tesbit etmesi gerekir.
Meselâ öğle namazını kılarken kendi bilgisiyle ictihad edip kıble diye bir
tarafa yönelecek olursa; sonra ikindi vakti olduğunda öğleyin yaptığı içtihadı
unutursa yemden ictihad ederek kıbleyi tesbit etmesi gerekir.
4. İctihad
eden birini taklid etmek. Yani bir kişi, güvenilir bir kimseden sorarak veya
bir mihrabı bularak veya başka bir şeyle kıbleyi tesbit edemezse, kıbleyi
öğrenme hususunda, ictihad eden birini taklid edebilir. Onun yöneldiği tarafa
yönelerek onun gibi namaz kılabilir.
Bu anlattıklarımızla
Şâfîîlerin, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrablar hususunda
Mâlikî ve Hanefîlere muhalefet ettiklerini öğrenmiş olmaktayız. Çünkü
Mâlikîler, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrabların bir
kısmının mevcud olması hâlinde, kıbleyi tesbit etmek için başka vâsıtalara baş
vurulmasını caiz görmemişlerdir. Hanefîlerse sahabe ve tabiîlerin yapmış
oldukları mescidlerdeki mihrabların tümünün mevcud olması hâlinde kıble tesbiti
için başka vâsıtalara baş vurulmasını caiz görmemişlerdir. Şâfiîlere gelince
bunlar demişlerdir ki: Sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki
mihrablar, kıbleyi tesbit hususunda baş vurulan pusula ve kutub yıldızı gibi
diğer vâsıtalardan farksızdırlar. Yalnız Şâfiîler, tertib hususunda Hanefîlere
muvafakat etmişlerdir. Bunlar derler ki: Bir kişinin, kıbleyi bilmediği
takdirde sorması, soracak birini bulamadığı takdirde kendi bilgisiyle ictihad
etmesi gerekir. Ancak Şâfiîler, “îctihad yapanı taklid etmek” diye, Hanefîlere
nisbetle bir yöntem daha eklemişlerdir.
Hanbeliler dediler ki: Kişi, kıbleyi bilmez fakat müslümanlarm yapmış
oldukları, kıbleye delâlet eden bir mihrabın bulunduğu şehirdeyse, bunu da
müslümanlarm yaptığını biliyorsa, sonra namaz kılarken buraya yönelmesi vâcib
olur. Her ne halde olursa olsun bu mihrabtan başka tarafa yönelmesi caiz olmaz.
Ancak azıcık olmak
kaydıyla bu mihrabtan başka tarafa sapması caiz olur. Harap bir şehirde, meselâ
tarihî eser kalıntısı durumuna gelmiş bir yerdeki bir mihraba rastlarsa bu
mihraba yönelmesi caiz olmaz. Ancak bunun müslümanlarca yapılan bir mescidin
içinde olduğu tahakkuk ederse buna doğru namaz kılması caiz olur. Bir kişi,
yönelmek için bir mihrab bulamazsa kapıları çalarak da olsa, kendisine soracak
birini araştırarak da olsa kıbleyi sorması gerekir. Sorarken de ancak erkek
veya kadın, ya da köle olsun, âdil kimselere güvenmelidir. Ayrıca kıble konusunda
kendisine bilgi veren kişinin kıbleye ilişkin yakîni bilgi sahibi olması
hâlinde verdiği habere göre hareket etmesi vâcib olur. Bundan sonra kendi
başına karar vermesi caiz olmaz.
Kıble hakkında
kendisine bilgi veren kişi, kıblenin delillerini zan ile de bilirse, kendisine
soru soran kişinin yine ona uyması zorunlu olur. Ancak vakit, kendisinin
araştırmasına yetecek kadar geniş değilse... Eğer geniş olursa bu hususta bilgi
edinip kendi içtihadına göre hareket etmesi vâcib olur. Bir kişi sefer hâlinde
olur da kıbleyi soracağı birini bulamazsa, kendisi de kıblenin delilerine
ilişkin bilgi sahibi ise bu delillere dayanarak araştırması, sonuçta da kendi
bilgisiyle ictihad etmesi gerekir. İctihad eder de, kendi gâlib zannıyla bir
yöne kıble diye yönelip namaz kılacak olursa namazı sahîh olur. Kendi gâlib
zannıyla kıble olduğuna karar verdiği bir yönü bırakıp da başka tarafa
yönelecek olursa kıldığı namaz sahîh olmaz. Bilâhare bu yönün kıble olduğu
anlaşılsa bile yine namazı sahîh olmaz.
Bu yüce anlamların
müslümanlar nazarında her ne hususta olursa olsun içtihadın değerini ifade
ettiği görülmektedir. Bir kişinin gözünde perde bulunur da ictihad etme
gücünden yoksun olursa, veya başka nedenlerden ötürü kıblenin yönünü tesbit
etmekten âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir tarafa yönelerek namazı kılar.
Daha sonra namazını iade etmesine de gerek kalmaz.
Bu anlattıklarımızla
kıbleyi bilmeyen kişinin, şayet varsa mihrablara yönelmesi gerektiği
anlaşılmış olmaktadır. Bu kişi eğer mihrab bulamazsa, kıbleyi bilen birine
sorması vâcib olur. Böyle birini bulamazsa kendisi içtihada muktedirse ictihad
etmesi, değilse müctehid birini taklid etmesi gerekir. Müctehid birini de
bulamadığı takdirde kendi imkânlarına göre belli bir yön tesbit edib o yöne
doğru namaz kılar. Kıbleyi bilmeyen kişi, araştırma işinde bu tertibe uymazsa
namazı bâtıl olur. Bilâhare namazını iade etmesi gerekir. Namaz kıldığı tarafın
kıble olduğu anlaşılsa bile kendisine farz olan tertibe uymadığı için namazını
iade etmesi gerekir.
Buraya kadar kıble
tesbitiyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşlerini aktarmış olduk. Bu
vesileyle kıble delillerinin mezheb İmamlarına göre şu noktalarda
toparlandığını öğrenmiş olmaktayız:
1. Daha önce
tafsilâtlı olarak anlattığımız şekildeki mescidlerde bulunan mihrablar.
2. Mihrabların
bulunmaması durumunda kıbleyle ilgili olarak âdil kimselerin verdikleri
haberler.
3. Âdil
kimselerin bulunmaması hâlinde araştırıp ictihad etmek. Bazı kimseleri
araştırıp ictihad etme hususunun, âdil kimselerin haberinden önceye alınması
gerektiğini söylemişlerdir.
Kıbleyle ilgili bazı
hususlar daha vardır ki onları da şöylece sıralayabiliriz:
1. Kıble
hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişinin hükmü
nedir?
2. Kıble
tesbiti araştırması yapıp da bu araştırma sonucu belli bir tarafa yönelerek
namaz kılan kişi, namazdayken veya namazdan sonra yaptığı tesbitte yakînen veya
zannen hata yaptığını anlarsa hüküm ne olacaktır? Bu kişi namazda olursa ne
gibi bir hükme, namazını bitirmişse ne gibi bir hükme tâbi olacaktır?
3. Yapabileceği
halde kıble tesbiti için ictihad etmeyen ve böylece namaz kılan kişinin hükmü
nedir?
Şimdi bu soruları
cevaplandırmaya çalışalım:
1. Kıble
tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişi,
kendi gücünü sarfederek elinden geleni yapmıştır. Bu durumdaki kişi, hangi
tarafa yönelirse yönelsin kıldığı namaz sahîh olur. Üç mezheb İmamının ittifâkına
göre namazını iade etmesi de gerekmez. Ancak Şâfiîler bu hükme muhalefet
ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır. Onların bu hükümle ilgili
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih
edemeyen kişi, üç mezheb İmamının da dedikleri gibi, dilediği tarafa yönelerek
namaz kılabilir. Ancak bu kişinin, namazını bilâhare iade etmesi gerekir.
2. Araştırma
yapıp belli bir yöne doğru namaz kılan kimse, bilâhare namaz esnâsındayken
tesbitte hata ettiği yakînen veya zannen anlaşılırsa namazdayken kesin olarak
veya zannederek kanaat getirdiği tarafa kıble diye yönelir. Namazını bu tarafa
yönelmiş olarak tamamlar. Meselâ bir kişi, öğle namazının bir rek'atini önceki
içtihadına göre kılar da namazdayken birinci rek'atten sonra hata ettiğini
anlarsa kıble olduğuna karar verdiği tarafa yönelir. Namazını da bu şekilde
tamamlar. Hanefî ve Hanbelîler bu görüştedir. Şafiî ve Mâlikîlerse bunlara muhalefet
etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa
yönelerek namaz kılan kişinin namazdayken tesbitte hata ettiği açığa çıkarsa,
iki şartla namazı kesmesi gerekir:
a. Eğer
gözleri görüyorsa keser. Âmâ kişi bu durumda namazı kesmeyip devam eder. Yalnız
kıble olduğu anlaşılan tarafa dönerek namazım kılmaya devam eder. Bunu yapmadığı
takdirde diğer mezheblere göre de namazı bozulur. Mezheblerin âmâ hakkında
ittifakı, gözü gören kimse hakkında ise ihtilâfı vardır.
b. Namaz
kılan kişi âmâ olsun, gözleri gören olsun, kıbleden az miktarda sapacak olursa
namazı bozulmaz. Yalnız namazdayken hemen kıbleye dönmesi gerekir. Bunu
yapmadığı takdirde namazı sahîh olur. Ama günahkâr olur.
Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa yönelerek namaz
kılan kişinin namazdayken, tesbitte hata ettiği yakînen anlaşılırsa namazı
bozulur. Bu kişi, ister âmâ, ister gözü gören biri olsun namaza yeniden
başlamalıdır. Tesbitte hata ettiği zannedilirse namazı bozulmaz. Örneğin kıble
tesbiti hususunda araştırma ve ictihad yaptıktan sonra namaza başlar;
namazdayken güvenilir biri gelerek muayene sonucu kendisinin kıbleye yönelik
olmadığını bildirirse, kendi ilk içtihadı fayda vermeyip namazı bozulur. Bu
kişi âmâ da olsa gören biri de olsa aynı hükme tâbi olur. Şâfiîler bunu
söylemekle âmâ ile gören kişiyi bu hükümde birbirinden ayıran Mâlikîlere
muhalefet etmiş olmaktadırlar. Yine Şâfiîler bununla, namazdayken doğru olduğu
belirlenen kıble tarafına dönmenin mümkün olduğunu söyleyen Hanefî ve
Hanbelîlere de muhalefet etmiş olmaktadırlar.
Ama ictihad edip belli
bir tarafa yöneldikten sonra namazını kılıp tamamlayan kişi, kendisinin yön
tesbiti hususunda hata ettiğini yakînen veya zannen anlarsa namazı yine sahîh
olur. Üç mezheb İmamının ittifakıyla da bu namazını iade etmesi gerekmez.
Yalnız Şâfiîler bu hususta aykırı görüşe sahibtirler. Ayrıca Mâlikîlerin de bu
konuda az bir tafsilâtı vardır ki bunu da aşağıda belirtmiş bulunmaktayız.
Şafiiler dediler ki: Bir kişi kıbleyi tesbit hususunda ictihad eder ve bu içtihadının
sonucunda kıble diye bir tarafa yönelerek namazını kılar da, namazı
tamamladıktan sonra bu yönün kıble olmadığı kesinlikle anlaşılırsa kılmış
olduğu namaz bâtıl olur. Sonra da iade edilmesi gerekir. Ancak namazım
kıldıktan sonra namaz kıldığı yönün kıble olmadığını zannederse bu zannın
namaza zararı olmaz.
Malikiler dediler ki: Bir kimse kıble tesbiti hususunda ictihad ettikten
sonra, belirlediği bir tarafa yönelerek namaz kılar, namazdan sonra da hata
ettiğini anlarsa namazı sahîh olur. Hata ettiği kesinlikle anlaşılırsa veya hata
ettiğini zannederse yine namazı sahîh olur. Yalnız, kıble tarafına doğru namaz
kılmadığı açığa çıkan kişinin eğer gözleri görüyorsa ve namaz vakti de henüz
çıkmamış ise namazı iade etmesi mendub olur. Mâlikîler, bu hükümde Hanefîlerle
Hanbelîlere muhalefet etmişlerdir.
3. Muktedir
olduğu halde ictihad yapmayan veya başka bir müctehidi taklîd etmeyen kişi,
kendi başına ictihadsız olarak namaz kılarsa bu namazı sahih olmaz. Bilâhare
namaz kıldığı yönün kıble olduğu anlaşılırsa bile bu namazı sahîh olmaz. Üç
mezheb İmamı bu hususta müttefiktirler. Hanefîlerse bu hususta onlara
muhalefet etmişlerdir ki; onların görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bir kişi içtihada muktedir olur, fakat kıble olduğuna
inandığı bir tarafa yönelerek ictihad etmeksizin namaz kılar, sonra bu tarafın
gerçekten kıble olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. Ama gerek
namazdayken, gerekse namazı tamamladıktan sonra hata ettiği anlaşılır ise
namazı bâtıl olur ve iade etmesi vâcib olur. Kıble hususunda şüpheye düşer,
araştırma yapmaksızın namaz kılar da, bilâhare namaz kıldığı bu yönün kıble
olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. İadesi de gerekmez. Eğer bu
durum namaz esnasında açığa çıkmışsa kıldığı namaz bâtıl olup yeniden başlaması
vâcib olur.
4. Kıblenin
delilleri bölümünde anlattığımız hükümlerle kıbleyi bulması mümkün olan kişi,
ictihad etme iktidarı olması hâlinde başkasını taklîd edemez. Ama temelli
olarak ietihaddan âciz olan kişinin, bulduğu takdirde kıbleyi bilen bir
müetehidin içtihadına uyması caiz olur. Böyle birini bulamadığı takdirde
dilediği tarafa yönelerek namazını kılar, daha sonra da bu namazını iade
etmesine gerek kalmaz. Bu görüş, Hanbelîler ile Hanefîlere aittir. Mâlikîlerle
Şâfiîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: İctihad edecek kişi, delillerin çatışması nedeniyle
içtihattan âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir tarafa yönelerek namazı kılar
ve başka bir müctehidi taklid etmesine de gerek kalmaz. Başka müctehidin isabet
ettiği açığa çıkarsa mutlak surette ona uyması gerekir. Nitekim vakit dar
olduğunda başka müctehidin isabet edip etmediği bilinmezse de yine ona uymak
gerekir. Müctehid kişi havanın bulutlu olması veya hapiste bulunması
dolayısıyla delillerin gizlenmesi sebebiyle içtihaddan âciz kalırsa mukallid
kimsenin hükmünde olup başka bir müctehîdi taklidle veya mevcut bir mihraba
yönelerek namaz kılar. Taklid edeceği bir müctehidi veya yöneleceği bir mihrabı
bulamayan kişi, dilediği tarafa yönelerek namazını kılar. Namazı da sahîh olur.
Şafiiler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, kendisini ictihad etmekten âciz bırakacak
nedenlerin ortadan kalkacağını sanarsa vaktin sonuna dek namazını
ertelemelidir. Bu nedenlerin kalkacağını sanmadığı takdirde namazını vaktin
evvelinde kılar. Her iki durumda da namazını daha sonra iade etmesi gerekir.[177]
Bu bahsin, fıkhî
meseleler kapsamına girmeyeceği akla gelebilir. Kıblenin bulunmasında
başvurulan birer yöntem olmaları nedeniyle hakîkatte bu, fıkhın kapsamına
girer. Bazıları bu yöntemleri bilmenin sünnet olduğunu söylemektedirler. Çünkü
bunlardan başka daha birçok kıble bulma yöntemi vardır ki, herkes onları
bilebilir. Şu halde kıbleyi güneş veya kutub yıldıziyla bulmak zorunlu
değildir.
Bazıları da deniz
yolculuğu yapmakta olanların başka vâsıtaları yoksa güneş veya kutub
yıldızıyla kıbleyi tesbit etmeleri gerekir demişlerdir. İbâdetlerde olsun
muamelelerde veya diğer işlerde olsun reel olarak İslâm Dîni, toplum yararına
olan ilimlerle bağlantılıdır. Güneş veya yıldızların kıbleye delâlet eden
alâmetlerden oldukları artık anlaşılmıştır. Kıbleyi güneşle her tarafta tesbit
etmek mümkündür. Çünkü güneşin doğuş yeri doğuyu, batış yeri de batıyı
belirler. Doğuyla batı böylece bilindikten sonra kuzeyle güney de tesbit edilebilir.
Ki bu yolla her cihetteki insanların kıbleyi bulmaları mümkün olur. Mısır'daki
insana göre kıble, azıcık sağa meylederek doğu tarafıdır. Zîrâ Mısır'a göre
Kabe, doğuya biraz daha yakın ojmakla birlikte güneydoğu istikametindedir.
Kutup yıldızına
gelince bu, küçük ayı yıldız kümesinde bulunan küçük bir yıldızdır. Her
tarafta buna bakarak kıble bulunabilir. Sözgelimi Mısır'daki bir kişi, namaz
kılacağı zaman bu yıldızı sol kulağının azıcık arkasına alır. Asyut, Fevve,
Reşid, Dimyat, İskenderiyye gibi şehirlerde de aynı usûlle kıble tesbiti
yapılabilir. Tunus ve Endülüs gibi yerlerde de aynı şekilde tesbit edilir. Irak
ve Mezopotamya'da namaz kılacak kişi, yıldızı sağ kulağının ardına alır.
Medine-i Münevvere, Kudüs, Gazze, Baalbek, Tarsus ve bunların civarında bulunup
da namaz kılacak kişi, bu yıldızı, sol omuzuna meyledecek şekilde istikâmet
alması gerekir. Cezire, Ermeniyye, Musul ve bunların civarında namaz kılacak
olan kişi, bu yıldızı sırtındaki omurga kemiklerinin hizasına alır. Bağdat, Küfe,
Harezm ve Acem ülkesindeki Hülvan'da ve bunlara yakın mıntıkalarda namaz
kılacak kişi, bu yıldızı sağ yanağının hizasına alır. Basra, Isfahan, Faris,
Kirman ve bunların civarındaki mıntıkalarda namaz kılacak olan kişi, bu
yıldızı sağ kulağının üzerine gelecek şekilde istikâmet alır. Taif, Arafat,
Müzdelife ve Minâ'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sağ omuzunun üzerine alır.
Yemen'de namaz kılacak kişi, sol tarafına gelecek şekilde bu yıldızı önüne
alır. Şam'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sol tarafına gelecek şekilde arkasına
alır. Necran'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı arkasına gelecek şekilde
istikâmet alıp namaz kılar.
Sağlam olduğu takdirde
pusula da kıbleyi bulma delillerinden sayılmaktadır. Özetleyecek olursak deriz
ki: Kıble, mıntıkalara göre değişir. Kıblenin bulunması, Mekke'nin ekvator
çizgisine ve batıya olan uzaklığının bilinmesi, ayrıca Mekke'den uzakta bulunan
ve kıblesi tesbit edilmek istenen mıntıkanın Mekke'ye, dolayısıyla ekvator
çizgisine ve batıya olan uzaklığı hesab ve geometrik kurallara göre tesbit
edilebilir. Bundan sonra yapılan hesablarla kıblenin semti tâyin edilebilir.
Bu anlatmış olduğumuz
husus da konuyu tamamlayıcı bir unsur olarak ilâve edilmiş olmaktadır. Avam
tabakasından bunu anlamakta güçlük çekenler, bu hususu okumayabilirler.
Bunların sadece kendilerince bilinen mihrablara ve diğer önemli kıble
alâmetlerine müracaat etmeleri yeterli olur. [178]
Namaz kılacak herkesin
kıbleye yönelmesi iki şartla vacib olur.
Mâlikîler:
Üçüncü bir şart olarak hatırlamayı öne sürmüşlerdir. Unutup da kıbleden başka
tarafa yönelerek namaz kılan kişinin namazının sahîh olacağını, ama vakti
çıkmadan namazı iade etmesinin mendub olduğunu söylemişlerdir.
a. Muktedir
olmak,
b. Güvenlik içinde
bulunmak.
Sözgelimi bir kişi festalıktan
ve benzeri nedenlerden ötürü kıbleye yönelemez ve kendisini kıbleye çevirecek
birini bulamazsa kıbleye yönelme zorunluluğu düşer.
Hanefiler dediler ki: Kıbleye yönelmekten âciz hasta biri, kendisini
kıbleye çevirecek biri bulunsa bile kıbleye yönelme mecburiyetinde olmaz.
Bu kişi, yönelebildiği
tarafa doğru namazını kılar. Yine aynı şekilde bir kişi kıbleye yöneldiği
takdirde düşmanın tecavüzünden korkarsa, bu düşman da ister insan olsun, ister
bir canavar olsun, ister canına, ister malına kestetsin farketmeyip kıbleye
yönelme zorunluluğu düşer. Yine de bu kişi, yönelebildiği tarafa doğru
namazını kılar. Her iki durumdaki kişinin de kılmış olduğu namaz daha sonra
iade edilmek zorunluluğu altında değildir.[179]
Bilindiği gibi Kabe,
müslümanların kıblesidir. Oraya yönelmeden kılınan namazlar sahîh olmaz.
Maksat, belli bir yönü kutsamak olmayıp, emretmiş olduğu şekilde yalnızca
Allah'a ibâdet etmektir. Bu nedenle Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlardan birtakım beyinsizler: “Onları daha önce
üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?”deyicekler. De ki: “Doğu da
Allah'ındır. Batı da... Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir.” [180]
Belli bir yöne
yönelmek, Allah'ın huzurunda boyun büküp O'nun emrine imtisal etmek esas
gayedir. Bu husustaki hikmeti öğrenmek isteyen kişinin; kıble tarafında Kâbe-i
Muazzama binasının bulunduğunu, insanların ibâdet esnasında buraya yönelmelerinin
Allah tarafından emredildiğini, bunun sonucunda da bazı genel faydaların
sağlandığını, Allah'a itaat edip ondan korkarak insanların nefislerinin
terbiye edildiğini, Mekke-i Mükerreme gibi kurak bir yerde, ekinsiz ve gelirsiz
olan insanların böylelikle canlandırılacaklarını anlaması çok zor olmasa gerektir.
Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)'in ifadesini anlatırken Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Rabbimiz! Gerçekten ben çocuklarımdan bir kısmını
beyt-i haramın (korunmuş ve kutlu evinin) yanında ekini olmayan bir vadiye
yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye (öyle yaptım.) Böylelikle
Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıl. Ve onları
birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” [181]
Kabe'nin bulunduğu bu
toprağın, üzerinde nice peygamberler çıkarak insanlara maddî ve manevî
faydalar sunan şerîatler getirmeleri ve buralarda tapınılmakta olan putları
yok etmeleri nedeniyle kutsal oluşunu bir tarafa bırakalım; her şeyden önce
yüce Allah; daha önce Mescid-i Aksâ'ya yönelip namaz kılan insanların yüzlerini
Kabe'ye çevirip namaz kılmalarını emretmiştir. Her halükârda İslâm'daki
ibâdetlerin yegâne hedefi bir ve tek olan Yüce Allah'ın şerefine şerefler
katmak, her ne kadar kadri yüce ve mertebesi üstün olsa bile bir yaratığı O'na
ortak etmekten uzak tutup O'nu kutsamaktır. Nitekim bu hususta Kur'an-ı
Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır;
“Doğu da Allah'ındır. Batıda... Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphe yok ki Allah, kuşatan ve bilendir.” [182]
Buraya kadar
anlattıklarımız, Yüce Allah'ın namaz kılan kimselerin kıbleye yönelmelerini
emrettiğini açıkça ortaya koyuyor. Kabe'nin içinde farz olsun nafile olsun,
namaz kılarken her ne kadar kıbleye yönelinmiş olduğu sayılmakta ve namaz da
böylelikle sahîh olmakta ise de, bu yönelme tam bir yönelme değildir. Bu sebeble
de Kabe içinde kılınan namaz hususunda mezhebler ayrı görüşler ileri
sürmüşlerdir.
Hanbeliler dediler ki: Kâbe'nin ne içinde ne de damında namaz kılmak sahîh
olmaz. Ancak Kâbe'nin içinde namaz kılacak kişinin, sırtını duvara dayayacak
şekilde geride durması, arkasında duvardan başka bir şey bulunmayacak şekilde
vaziyet alması veya Kabe dışında durup da secdeyi Kabe'nin içinde yapması
hâlinde kılınan namaz sahîh olur. Nafile ve adak namazlara gelince; bunları
Kabe'nin içinde kılmak sahîh olur. Yine bu namazları Kabe'nin damında kılarken
kişi, Kabe'nin duvarının kenarına secde etmediği takdirde sahih olur. Ama
Kabe'nin duvarının kenarına secde edecek olursa mutlak olarak sahîh olmaz. Zîrâ
bu durumdaki kişi, Kabe'ye yönelmiş sayılmamaktadır.
Malikiler dediler ki: Şiddetle mekruh olmakla birlikte Kabe'nin içinde farz
namaz kılmak sabîh olur. Ancak vakit içinde bu namazı iade etmek menduptur.
Nafile namaza gelince, bu eğer müekked olmayan bir sünnetse Kabe içinde
kılınması mendub olur. Eğer müekked bir sünnetse Kabe içinde kılınması mekruh
olur. Ama iade etmesine gerek kalmaz. Kabe'nin damında kılman namaz, eğer farz
ise bâtıl olur. Müekked olmayan bir sünnetse sahîh olur. Müekked sünnetin sahîh
olup olmadığı hususunda birbirine denk ve eşit iki görüş mevcuttur.
Hanefiler dediler ki: Kabe'nin içinde kılınan namazlarla damında kılınan
namazlar mutlak olarak sahîhtir. Ancak damında kılınan namaz, Kabe'ye karşı
bir saygısızlık olması nedeniyle mekruh olur.
Şafiiler dediler ki: Kabe'nin içinde kılınan namaz farz olsun nafile olsun sahîh olur.
Ancak Kabe'nin içindeki kişi, Kabe'nin açık bulunduğu esnada kapışma yönelerek
namaz kılarsa namazı sahîh olmaz. Damında kılınan namaza gelince bunun sahîh
olması için, namaz kılanın önünde zîra'ın üçte biri uzunluğunda bir şeyin
dikili olması şarttır. [183]
Bir hayvana binmiş
olan kişi, canından veya malından korktuğu veya kafileden kopmakla kendisine
bir zarar ilişeceği veya hayvandan indiği takdirde bir daha binmesinin mümkün
olamayacağından endişe ettiği durumda hayvanın üzerindeyken hangi tarafa
yönelmesi mümkün ise o tarafa yönelerek farz namazını kılar.
Mâlikîler:
Sırf zarar korkusu, hayvan üzerinde kılman farz namazın sahîh olması için
yeterli olmaz dediler. Ayrıca hayvan üzerinde imâ ile kılınan namazlar da
ancak kâfirle savaşildığı veya hırsızla mücâdele edildiği veya parçalayıcı bir
hayvandan korkulduğu, veyahut da hastalık nedeniyle hayvandan inilemediği ve
çok çamurlu bir yerde gidilirken hayvandan inmenin çok zor olacağı, ya da
hayvandan ininceye kadar ihtiyarî vaktin çıkacağından korkulduğu takdirde
hayvan üzerinde imâyla kılınan namaz, kıbleye yönelinmemiş olsa bile sahîh
olur. Korkudan emin olma durumundaysa bu namazı iade etmek mendub olur.
Yerine getiremediği
namaz rükünleri de kendisinden düşer. Daha sonra bu namazı iade etmesi de
gerekmez. Ama gücü ve güvenliği bulunursa; hayvanın üzerinde kılacağı farz
namaz, ancak bazı şartları ve rükünleri yerine getirdiği takdirde yerde kılmış
olduğu namaz gibi sahîh olur. Bu durumda hayvanın üzerinde tam bir namaz kılma
imkânına sâhib olursa, hayvan yürümekte de olsa kılmış olduğu namaz sahîh olur.
Şafiiler dediler ki: Hayvanın üzerinde farz namaz kılmak, (yürümekte olsun olmasın) bu
hayvanın yuları mümeyyiz birinin elinde olmadıkça yerde kılınan namaz gibi
şartlara uyularak kılınmamışsa caiz olmaz. Güvenlik içinde olup olmama,
hayvandan inip inememe durumlarının bu hususa hiçbir etkisi olmaz. Ancak
yukarıda geçen hallerden ötürü korkusu bulunan kişi, gücü yettiği kadarıyla
namazını kılar. Sonra iâde etmesi de gerekmez.
Hanefiler dediler ki: Mazeret olmaksızın bütün şartlara riâyet edilse de,
duran veya yürüyen hayvanın üzerinde kılınan farz namazlar sahîh olmaz. Ancak
hayvan duruyorsa ve üzerindeki yük için yere çakılı iki ağaç bulunuyorsa
hayvanın sırtındaki bu yük üzerinde kılınan namaz sahîh olur. Özünü kimseye
gelince bu, gücü yettiği kadar namazını imâyla kılar. Zîrâ özürlünün farzı
imâdır. Hayvanı durdurmaya gücü yeterse, hayvan yürürken üzerinde namaz
kılması sahîh olmaz. Bütün çeşitleriyle vâcib de farz gibidir.
Gemideki bir kişi,
farz olsun nafile olsun namaz kılmak istediğinde, gücü yeterse kıbleye dönmesi
gerekir. Kıbleden başka tarafa yönelmesi bu durumda caiz olmaz. Öyle ki, namaz
kılarken gemi başka tarafa yönelecek olursa, kendisinin de namazda iken
kıbleye dönmesi vâcib olur. Gemide namaz kılan kişi, kıbleye yönelmeye muktedîr
olmazsa yapabildiği başka tarafa yönelip namazını kılar. Yapamadığı takdirde
secde etme zorunluluğu da düşer. Bu bahsettiğimiz durumlar, gemi veya trenin
durağa varmasından sonra vakit içinde namaz kılacak bir sürenin kalmayacağı
ihtimâli içindir. Bu şartlar gözönüne alınarak gemide kılınan namazın daha
sonra iade edilmesi gerekmez. Tren ve uçak da gemi hükmündedir.
Şafiiler dediler ki: Gemide kılman nafile namazlar için de kıbleye yönelmek vâcibtir. Eğer
kıbleye yönelmek mümkün olmuyorsa nafileyi terk etmek gerekir. Bu söylediğimiz,
kaptandan başkaları içindir. Kaptana gelince o, gücü yettiği takdirde kıbleye
yönelir. Aksi takdirde kuvvetli olan görüşe göre, gücü yettiği tarafa
yönelerek namazını kılar. Farza gelince, bunu kılarken kıbleye yönelmek, mutlak
surette vâcibtir.[184]
Abdestin farzları
bahsinde de anlattığımız gibi farz ve rükün, mezheb İmamlarının ittifakına göre
aynı anlama gelmektedirler. Burada rükün, şâri'in taleb etmiş olduğu ibâdetin
bir parçasıdır. Bu parça olmayınca da ibâdet gerçekleşmez. Namazın farzları
demek, yine aynı şekilde rükünde olduğu gibi namazın parçaları demektir. Ki bu
parçalar olmayınca namaz gerçekleşmez. Şöyle ki: Rükün veya farzdan biri, ifâ
edilmediği takdirde kılınan namaza namaz denilmez. Sözgelimi iftitah tekbiri,
namazın farz veya rükünlerinden biridir. Bu demektir ki iftitah tekbiri
alınmadığı takdirde kılınan namaz, namaz sayılmaz. İşte bu anlam, mükellefin
yapmakla sevâb kazandığı, terketmeden ötürü de azaba çarptırılacağı farz namazların
parçalarını kapsamına almaktadır. Farz namazların parçalarını kapsamına aldığı
gibi, kılınmaması hâlinde mükellefin hesaba çekilmeyeceği nafile namazların
parçalarını da kapsamına almaktadir.Şu halde bu parçaları kapsayan namaza,
namaz denilmez. İşte iftitah tekbiri, diğer bütün namazlarda hiç bir fark
gözetilmeksizin farz olan bir bölümdür.[185]
Farz, şâri'in
yapılmasını kesin olarak istediği, yapmakla sevâb kazanılan, terketmekle de
ceza görülen şeydir. Bu, ister ibâdetin tür ü olsun, isterse bir bölümü olsun
aynı hükme tâbi olur. Beş vakit nâmaz gibi. Bu namazları vakitlerinde eda etmekle
kişi sevâb kazanır. Terk etmekten ötürüde azaba müstehak olur. Şerîat koyucu bu
namazları özel bölümlere ayırmıştır. Ki bu bölümlerden her biri namazın tam
olarak yerini bulması için mevcudiyetleri zorunlu olan hususlardır. Bu nedenle
sözünü ettiğimiz bölümlere namazın farzları dendiği gibi, rükünleri de denir.
Namazın tümüne farz dendiği gibi, İslâm'ın rükünlerinden bir rükün de denir.
İslâm'ın rükünlerine gelince bunlar; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek,
hacca gitmektir. Bu rükünlerin başında da Allah'tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed (s.a.s.)'in de O'nun elçisi olduğuna tanıklık etmek gelmektedir. İşte
az da olsa, farz ve
rüknün anlamına açıklık getirilmiş olmaktadır.[186]
Biraz önce yapılan
açıklamayla farzların, namazın bölümleri oldukları anlaşılmış oldu. Ki bu
bölümlerden biri yerine getirilmediği takdirde namazın gerçekleşmeyeceği
bilinmektedir. Bu bölümlerin her biri, mezheblere göre ayrı ayrı alt tarafta
anlatılmıştır.
Hanefîler:
Rükünleri aslî ve zâid olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Aslî rükün, âciz kalma
hâlinde, yükümlünün omuzundan tam olarak düşen rükündür. Aciz kalan
mükelleften, bu rüknün bedelini de yerine getirmesi istenmez. Yani aslî rükün,
yükümlünün âciz olması durumunda bedelsiz olarak omuzundan düşen rükündür.
Zâid olan rükne gelince bu, bazı durumlarda yükümlü muktedir de olsa omuzundan
düşer. Meselâ kıraat gibi. Kıraat, Hanefîlere göre namazın rükünlerinden
biridir. Bununla beraber İmama uyan kişi; şeriat koyucunun, İmama uyanın
okumasını yasaklaması nedeniyle bu rüknü yerine getirmez.
Bu anlattıklarımızı
özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Namazın sahîh olmasının kendisine dayalı
olduğu şeyler, namazın bölümleridir. Ki bunlar da dört tanedirler. Son kâdede
teşehhüt miktarı beklemek de buna eklenir. Kuvvetli görüşe göre son ka'de zâid
rükündür. Yine bazı unsurlar da vardır ki, namazın içinde bulunmalarına rağmen
namazın bölümleri sayılmazlar. Kıraat gibi... Kıraat, namazda kıyam esnasında
yerine getirilen bir husus olması dolayısıyla olsa bile namazın içine dâhil
değildir. Buna namazın devam şartı da denilebilir. Namaz dışında bazı hususlar
da vardır ki, bunlara namazın sıhhat şartları denir. Hanefîlere göre üzerinde
görüş birliği sağlanan namaz rükünleri, ister aslî olsun, ister zâid olsun dört
tanedir: Aslî rükünler; kıyam, rükû ve secdedir. Zâid rükün ise sadece
kıraattir. Bu dört rükne namazın aslı gözüyle bakılır. Şöyle ki: Bir kişi
muktedir olmakla birlikte bu rükünlerden birini terkedecek olursa namazı edâ
etmiş sayılmaz. Bu kişiye, namazı kılmış gözüyle bakılamaz.
Yine bazı hususlar da
vardır ki; namazın sahîh olması için bunların yerine getirilmesi zorunludur.
Ama buna rağmen namazın dışında bulunurlar. Bunlar da iki kısma ayrılırlar:
1. Namazın
mâhiyeti dışında olanlar. Ki bunlar da hadesten ve necasetten temiz olma,
avret yerini kapama, kıbleye yönelme, vaktin girmesi, niyet ve iftitah
tekbiridir. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi bunlar da namaza başlamanın sahîh
olması için gerekli şartlardır.
2. Namazın
içinde olmakla birlikte namazın aslından olmayan Dazı hususlar da vardır ki,
bunları şöylece sıralayabiliriz: Kıyam esnasında kıraat. Rükûya kıyamdan sonra
gitmek. Secdeye de rükûdan sonra gitmek. İşte bunlar, namazın devam etmesinin
sıhhat şartlarıdır. Hanefîler, bazen bunlara farz da demektedirler. Tabiî farz
derken şartı kastetmektedirler. Son ka'deye gelince, burada teşehhüd miktarı
oturmak, kendi icmâ'larına göre farzdır. Ancak bunlar, bunun aslî veya zâid bir
rükün olduğu hususunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kuvvetli
görüşlerine göre bu, zâid bir rükündür. Zîrâ bu yerine getirilmeksizin de
namazın mâhiyeti gerçekleşebilir. Diyelim ki adamın biri namaz kılmamaya yemin
ederse, başını secdeden kaldırdıktan sonra oturmasa bile yeminini bozmuş olur.
Zîrâ bu durumda ka'deye varmaksızın da namazın mâhiyeti gerçekleşmiş olmaktadır.
Namaza zıt bir şeyle, meselâ birisine selâm vermek veya birisiyle konuşmak
gibi işleri yapmakla namazdan çıkmaya gelince bu, namazı temelli iptal eder.
Çünkü bazı Hanefîler, son ka'deyi namazın farzlarından saymışlardır. Ama en
doğrusu, bunun vâcib olduğudur.
Malikiler dediler ki: Namazın farzları on beş tanedir:
1. Niyet.
2. İftitah
tekbiri.
3. Nafilelerde
değil de farzlarda iftitah tekbiri için ayağa kalkmak. Çünkü nafile kılacak
olan kişi, ayağa kalkmaya gücü yetse bile oturarak iftitah tekbirini alırsa
namazı sahîh olur.
4. Fatihayı
okumak.
5. Yine farz
namazda olunduğunda Fâtiha'yı ayakta okumak.
6. Rükû'a
gitmek.
7. Rükû'dan
kalkmak.
8. Secdeye
gitmek.
9. Secdeden
kalkmak.
10. Selâm
vermek.
11. Selâm
miktarı oturmak.
12. İki hareket
arasında sükûn.
13. Rükû ve
secdeye giderken ve bunlardan kalkarken ta'dîl-i erkâna riâyet etmek.
14. Namazı
edâ ederken tertîbe riâyet etmek.
15. İmama
uyarak namaz kılanın İmama uymaya niyet etmesi.
Bu anlatılanlar Mâliki
ve Hanefîlerin bu farzlardan dört tanesinde ittifak ettiklerini ortaya
koymaktadır. Bu farzlar şunlardır:
1. Muktedîr
olan kişinin kıyamda durması.
2. Rükû.
3. Secde.
4. Kıraate
gelince
Hanefîler derler ki: Farz olan illâ Fâtiha'yı okumak değil de, herhangi bir sûreyi
okumaktır.
Mâlikîler derler ki: Kıraattan maksat, Fâtiha'yı okumaktır. Namaz kılmakta olan bir kişi,
kasıtlı olarak Fâtiha'yı terk ederse namaz kılmış olmaz. Bu hususta Şâfiilerle
Hanbelîler, Mâlikîlere muvafakat etmişlerdir. Nitekim bu husus, onların
mezheblerinde de açıklanmıştır.
Şâfiîler: Namazın
farzlarını on üç tane olarak belirlemişlerdir. Bunlardan beş tanesi sözlü
farzlar, sekiz tanesi de fiilî farzlardır. Sözlü olanları şunlardır:
1. İftitah
tekbiri.
2. Fâtiha'yı
okumak.
3. Son
teşehhüd.
4. Teşehhütten
sonra Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirmek.
5. Birinci
selâm.
Fiilî farzlara gelince
bunları da şöylece sıralayabiliriz:
1. Niyet.
2. Farz
namazı kılmakta olan kişinin muktedîr olması hâlinde kıyamda (ayakta) durması.
3. Rükûa
gitmek.
4. Rükûdan
kalkarken tam doğrulmak.
5. Birinci
ve ikinci secde.
6. İki secde
arasında oturmak.
7. Son
ka'de.
8. Rükünler
arasındaki sıraya uymak.
İki hareket arasındaki
sükûna (Tum'anînet) gelince bu, rükûun, rükûdan kalkarkan tam doğrulmanın,
secdenin ve secdeden sonra tam doğrulmanın yerine getirilmesi bakımından
zorunlu olan bir şarttır. Kuvvetli olan görüşe göre bu, zâid bir rükün
değildir.
Hanbelîler:
Namazın farzlarım on dört tane olarak belirlemişlerdir. Bunları şöylece
sıralayabiliriz:
1. Farz
namazları kılarken ayakta durmak.
2. İftitah
tekbiri.
3. Fatiha
okumak.
4. Rükûa
varmak.
5. Rükûdan
kalkmak.
6. Ta'dîl-i
erkâna riâyet etmek.
7. Secdeye
gitmek.
8. Secdeden
kalkmak.
9. İki secde
arasında oturmak.
10. Son
teşehhüd.
11. Son
teşehhüd ve iki selâm için oturmak.
12. Fiilî
rükünlerin her birisinde tum'anînete riâyet etmek.
13. Farzlar
arasmdaki tertîbe riâyet etmek.
14. Namazın sonunda
sağa ve sola selâm vermek.[187]
Niyet'i; ibâdet
edşrken yalnızca Allah'a yaklaşmak kasdi ile kalbin Allah'a yönelmesi diye
tanımlayabiliriz. Niyet ayrıca kesin irâde şeklinde de tanımlanabilir. Çünkü
namaz kılan kişi, bir ve tek olan Allah rızası için ibâdet etmeyi irâde
etmektedir. Kişi, namaz kılacağı zaman kalbiyle namazı kasd etmeksizin sadece
diliyle niyette bulunursa namaz kılmış olmaz. Şöyle ki: Bir kişi, insanlar
nazarında övgüye lâyık olmak gibi dünyevî bir maksat için namaz kılarsa bunun
kıldığı namaz sahîh olmaz. Çünkü onun, insanlar tarafından övülmediği takdirde
namazı terk etmesi muhakkaktır. Aynı şekilde bir mala sahip olmak, şeref
kazanmak veya herhangi bir arzusunu yerine getirmek amacıyla namaz kılarsa
yine namazı bâtıl olur. Şu halde insanların bu mânâyı iyice anlamaları, dünyevî
maksatlardan biri için namaz kılanın namazının bâtıl olacağını idrâk etmeleri
gerekir. Dünyevî maksatlardan biri için namaz kılan kişi, riyakâr ve
suçluların azabına çarptırılacaktır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Oysaki onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler
(Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmekten başkasıyla
emrolunmadılar.”[188]
Hanefiler dediler ki: Niyet, namazın şartlarından biridir. Bunun şart oluşu
da icmâ ile sabittir. Yoksa yukarıda geçen Beyyine sûresinin 5. âyetinden ötürü
değildir. Zîrâ bu âyetten kasdedilen mânâ, tevhidle ilgilidir. Yine niyetin
şart oluşu, “Ameller, ancak niyetlerle
kâim olurlar” hadîsinden ötürü de değildir. Çünkü bu hadîste sadece
amellerin sevabına değinilmiştir. Amellerin sıhhat şartlarına değinilmemiştir.
Gerçek şu ki; bu
deliller, Hanefîlerin söyledikleri mânâyı içerdikleri gibi başkalarının
söyledikleri mânâyı da içermektedir. Âyet-i kerîmenin anlamını düşünecek
olursak şu kanâate varabiliriz: Allah'a yapılan ibâdetler sadece tevhid
olgusuna hasredilemez. Aynı zamanda Allah'a ibâdet edilirken hâlis niyetin şart
olduğu da bu âyetten anlaşılmaktadır. Çünkü bazı müşrikler Allah'a ibadet
etmekle birlikte başkalarını da O'na ortak koşarlardı. Özellikle “kitap ehli”
de bu âyet-i kerîmeden hemen sonraki âyette müşriklerle birlikte anılmışlardır.
Çünkü kitap ehli Allah'a ibâdet ederken bazı peygamberleri de mâbudluk
açısından O'na ortak koşarlardı. Hadîs-i şerifin anlamı üzerinde düşünecek
olursak şu kanâate varırız: Amellerin sevâbları yok edilip silindiği takdirde
hiçbir faydası olmayacaktır. O zaman Hanefîlerin ileri sürdükleri sözün bir
anlamı da olmayacaktır. Çünkü onlara göre bir amel, sevabı giderilmekle birlikte
sahîh de olabilir. Gerçi onlar bu eleştirimizi; “kişinin bu amellerden
kurtulması da bir faydadır” diye cevaplandırabilirler. Ama hadîs-i şerîf,
onların bu görüşlerine delâlet etmemektedir. Aksine, görüşlerinin tersine
delâlet etmektedir. Çünkü hadîsin zahirî anlamı, niyetin sevâb ve sıhhat
açısından ameller için şart olduğuna delâlet etmektedir. Hanefîlerin hadîsdeki
anlamı sadece sevaba tahsîs etmeleri delilsiz bir tahakkümden başka bir şey
değildir.
Namaz kılacak olan
kişinin niyeti hâlis olmaz ve bu ibâdetini sırf Allah rızâsı için yapmazsa,
âyet-i kerîmede geçen emre muhalefet etmiş olur. Dolayısıyla namazı da sahîh
olmaz. İşte niyetin bu anlama geldiği hususunda İmamlar ittifak etmişlerdir.
Namaz esnasında kişinin hatırına işlerinden bazı şeyler, gelecek olursa bunlar
namazı bozmaz. Ancak namaz kılmakta olan kişi, Rabbinin korkusuyla dopdolu
olarak bu vesveselere elden geldiğince karşı durup savaş açmalıdır. Namaz
esnasında Allah'ın huzurunda boyun bükmekten başka bir şeyi hatıra getirmemelidir.
Ancak bunu yapmaktan âciz olup gönlünü dünya işlerinden sıyıramayan kişi, namazda
bu gibi şeyler zihnini meşgul edecek olsa bile yine hesaba çekilip sorguya tâbi
tutulmaz. Yalnız bu kimsenin, sözünü ettiğimiz vesveselere karşı mücadelesini
devam ettirmesi gerekir. Ki ihlâslıca amel edenlerin sevabını kazanabilsin.
Özetleyecek olursak
buraya kadar anlattıklarımız iki noktada toparlanmaktadır:
1. Dinin
kabul etmeyeceği başka şeylere dayanmaksızın sırf Allah rızâsı için namaz
kılmaya niyet etmek.
2. Kalb
huzuru. Kalbin dünya işlerini düşünmekle meşgul bulunmaması. Birinci durum
niyetle ilgili olduğundan bunun mutlak surette namaz için yapılması
zorunludur. İkinci duruma gelince bu da kalb huzurudur; Namazın sıhhat
şartlarından değildir. Allah'ın huzurunda duran, yaratıcısının dergâhına
yönelen kişinin namazla ilgisi olmayan tüm şeylerden gönlünü arındırması
gerekir. Bunu yapmaktan âciz olan kişinin namazdaki sevabı eksik olmaz. Zîrâ
bu kişi, elinden geleni yapmıştır. Allah da İnsana, elinden gelmeyen şeyleri
yüklemekten elbette ki münezzehtir.[189]
Namazda niyetin
hükmüne gelince; dört mezhebin İmamı, niyetsiz olarak kılınan namazın sahîh
olmayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak bunlardan bazısı
niyetin, namazın rükünlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Şöyle ki: Bir
kişi niyet etmeksizin namaz kılacak olursa ona mutlak olarak namaz kılmıştır
denilemez. Mezheb İmamlarından bazıları da niyetin namaz için sıhhat şartı
olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre niyetsiz olarak kılınan namaz, kılınmış
sayılır; ama bâtıldır. Aslında İmamlar arasındaki bu görüş ayrılığını öğrenmek
isteyenlere, namazın neyle sahîh olup neyle sahîh olmayacağını bilmek pek fayda
sağlayacak değildir. Bunu öğrenmek fıkhî incelemelerde bulunan kişiler için
faydalı olur. Ama fıkhî incelikleri öğrenmek istemeyenlere şu kadarını söylemek
yeterli olur: “Niyet, namaz için gereklidir. Eğer niyetsiz olarak namaz kılacak
olursan kıldığın namaz, bütün mezheblerin ittifakına göre bâtıl olur. Niyetin,
namazın kısımlarından biri veya sıhhat şartlarından biri olduğu hususunda senin
için bir fark sözkonusu değildir.”
Her mezhebin
ıstılahını öğrenmek isteyen ilim talebelerine gelince; bunların, Mâlikî ve
Şâfiîlerin, niyetin namazın rükünlerinden biri olduğu hususunda ittifak
ettiklerini; niyetsiz olarak namaz kılan kişinin asla namaz kılmış
olmayacağını bilmeleri gerekir. Ayrıca Hanefî ve Hanbelîlerin, niyetin, namazın
şartlarından biri olduğu hususunda görüş birliğine vardıklarını bilmeleri de
gerekir. Şöyle ki: Niyet etmeksizin namaz kılmış olan kişi, namaz kılmış
sayılır. Ancak kıldığı bu namaz geçersizdir.
İşte bu anlatılan
mânâda niyetin farz veya şart olduğu, her iki halde de vazgeçilmez bir unsur
olduğu anlaşılmış olmaktadır. Şimdi de niyetle ilgili tafsîlâta gelelim:[190]
Kılınacak namaz beş
vakit namaz gibi ya farz-ı ayn olur veya cenaze namazı gibi farz-ı kifâye olur.
Yahut da adak namaz olur veya müekked sünnet olur. Veyahut da gayr-ı müekked
bir sünnet olur. Farz namazda niyetin ne şekilde yapılacağına gelince bu
hususta mezheblerin detaylı görüşleri mevcut olup aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bu bahisle ilgili olarak birkaç noktaya değinmek
gerekir:
1. Şer'î
yükümlülüklere muhatap olan kişinin, Allah tarafından kendisine günde beş
vakit namaz kılmanın farz kılındığını bilmelidir. Eğer mükellef kişi, farz
namazlardan habersiz olur, bu namazların farz olduğunu bilmezse bunları vakit
içerisinde edâ etse bile sahîh olmaz. Ancak İmamla birlikte kılar da İmamın
namazına niyet ederse kıldığı namaz sahîh olur. Bir kişi, kıldığı namazın farz
olduğunu bilir de yalnız farz, vâcib ve sünnetleri birbirinden ayırdedemeden
hepsim farz niyetine kılacak olursa kıldığı namazlar sahîh olur. Halk arasında
bu tipte birçok insan bulunmaktadır. Yalnız bu kategorideki insanların bu
şekilde kıldıkları namazlar her ne kadar sahîh ise de dinî konulardaki
cahilliklerini sürdürmeksizin farzla diğer şeyler arasındaki farkı öğrenmeleri
gerekir. Özellikle bu zamanda mescid ve benzeri yerlerde verilen fıkıh
derslerine katılarak bu gibi dinî konuları öğrenmeleri hiç de zor değildir.
2. Niyetin
keyfiyeti: Farz namazda niyet şu şekilde yapılır: Namaz kılacak kişi, kılacağı
namazın sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından hangisi olduğunu
kalbiyle bilmelidir. Bunu bildikten sonra namazın sıhhati için gerekli olan
niyeti yerine getirmiş olur. Sonra eğer namaz, vakti içinde kılmıyorsa bu
durumda vakti belirlemesi yeterli olur; başka bir şey eklemesine gerek kalmaz.
Şöyle ki: “Öğle namazını kılmaya niyet ettim”, “ikindi namazını” veya başka bir
namazı kılmaya niyet ettim derse namazı sahîh olur. İllâ da “bu günün öğle
namazını” veya “bu vaktin öğle namazını kılmaya niyet ettim” demesi gerekmez.
Bazıları demişlerdir
ki: Kişinin öğle namazını kılarken illâ da “bu günün öğle namazını” veya “bu
vaktin öğle namazını kılmaya niyet ettim” demesi gerekir. Şu sebeble ki: Vaktin
namazı, bu vakit içerisinde kılınacak başka bir farzın kazasıyla da
karışabilir. Meselâ öğle namazını kılmaya niyet ettim diyen kişinin bu sözü,
namaz kıldığı günün Öğle namazına niyet ettiği mânâsına gelebileceği gibi,
kazaya kalmış başka t»ir öğle namazına niyet ettiği mânâsına da gelebilir. Her
iki görüş de sahîh olmakla birlikte en ihtiyatlısı kişinin, “Bu günün öğle
namazını kılmaya niyet ettim”, veya “bu günün ikindi namazım kılmaya niyet
ettim” demesidir.
Bu anlattıklarımız,
namazın kendi vakti içinde kılınmasıyla ilgiliydi. Ama namaz, vakti dışında
kılınmaktaysa ve kılan kişi de bundan habersiz ise, “öğle namazını kılmaya
niyet ettim” diyerek bir kayıt koymaksızın niyet ederse bu niyeti yetersiz
olur. Kuvvetli olan görüş de budur. Eğer vaktin çıktığını biliyorsa aynı
şekilde niyet etmesi, bazı Hanefîlere göre yeterli olur. Bazıları da demişler
ki: Hayır, her halükârda ihtiyat bakımından “bu günün öğle namazını kılmaya
niyet ettim” veya “bu günün ikindi namazım kılmaya niyet ettim” demesi
gerekir. Yine bir kişi sadece “Farz namazım kılmaya niyet ettim” diyerek vakit
de belirlemezse bu niyeti yeterli olmaz. Eğer namazı vakit içinde kılacaksa, “bu
vaktin farzını kılmaya niyet ettim” demesi gerekir. Bu durumda eğer namaz
vakit içinde kılmıyorsa namazı sahîh olur. Ama vakit çıkmış da vaktin
çıktığından haberi yoksa, “vaktin farz namazını kılmaya niyet ettim” diyecek
olursa kıldığı namaz sahîh olmaz.
Özetleyecek olursak
deriz ki: Kişi, namazı vakti içinde kılıyorsa niyet ederken vakti tayin etmek
mecburiyetindedir. Sözgelimi öğle namazını.kılacaksa, “öğle namazının farzını
kılmaya...”, ikindi namazını kılacaksa, “ikindi namazının farzını kılmaya niyet
ettim” demesi gerekir. Bazıları derler ki: Sadece vakti belirtmek yetmez.
Aksine gün kaydını da koymak icâb eder. Yani, “bu günün öğle namazını...” veya,
“bu günün ikindi namazını...” veyahut da “bu günün akşam namazını kılmaya niyet
ettim” demesi gerekir. Yine aynı şekilde vakit çıkmış olduğu halde vaktin
çıktığından haberi olmayan bir kişi, namazını vakit içinde kılan gibi niyet
edecektir. Yani sadece “öğle namazını kılmaya niyet ettim” veya “ikindi manazını
kılmaya niyet ettim” diyerek başka bir ekleme yapmasa bile kuvvetli görüşe
göre niyeti yeterli olur. Ama vakit çıktığı halde vaktin çıktığından haberi
yoksa, yine aynı şekilde niyet etmesi yeterli olur. Bazıları da derler ki: Bu
kişi, “öğle, namazını kılmaya...” veya “ikindi namazım kılmaya niyet ettim”
diyerek herhangi bir ekleme yapmasa bile niyeti yeterli olur. Bazıları da, illâ
gün kaydını koyması gerekir demişlerdir.
Bu anlattıklarımıza
göre kişi, gün kaydım koymadan öğle, ikindi veya akşam vakitlerini de
söylemeksizin sadece farz namaza niyet ederek namaza başlayacak olursa niyeti
yeterli olmaz. Bu hususta ittifak vardır. Ama vakit içerisinde namazını kılacak
olursa sadece, “vaktin farz namazını kılmaya niyet ettim” diyecek olursa bu
niyeti sahîh olur.
3. Cenaze
namazında ve diğer vâcib namazlarda yapılacak olan niyete gelince; bu niyet,
diğer bazı farz namazlarda olduğu gibi bu namazlar için de sıhhat şartıdır.
Cenaze namazını kılacak olan kimsenin, “cenaze namazına niyet ettim” demesi
yeterli olur. Ama tam niyet, kişinin “hem cenaze namazına, hem ölüye duâ
etmeye niyet ettim” diyerek yapılanıdır. Cuma namazını kılacak kişinin de, “cuma
namazım kılmaya niyet ettim” demesi yeterli olur. Hanefîlere göre niyet, farz
namazlar için bir sıhhat şartı olduğu gibi, vitir ve iki rek'atlık tavaf namazı
gibi vâcib namazlar için de bir sıhhat şartıdır. Aynı şekilde nafile namaza
başlandıktan sonra herhangi bir nedenden ötürü bu namaz bozulursa yeniden
kılınması vâcib olur. Yeniden kılınacağı zaman bu namazın sahih olabilmesi
için niyet edilmesi şarttır. Özetleyecek olursak deriz ki: Niyet; farz-ı ayn,
farz-ı kifâye, vâcib ve adak namazlar için zarurî olarak gereklidir. Nafile
namazlara gelince bunlar için niyet şart değildir.
Malikiler dediler ki: Farz namaza niyet edilirken hangi namaz olduğu
belirtilmelidir. Meselâ, “öğle namazını kılmaya...” veya “ikindi namazını
kılmaya niyet ettim” demek zorunludur. Eğer kişinin kıldığı namaz farz bir
namazsa ve niyet ederken de hangi vaktin namazı olduğunu belirtmezse namaz
sahîh olmaz. Nafilelerle ilgili niyetin hükmü ileride açıklanacaktır.
Şafiiler dediler ki: Farz namazlar için niyet şarttır. Ayrıca niyetin kendisi için de dört
tane şart gereklidir:
1. Namazın
farzlığına niyet edilecektir. Yani namaz kılacak kişi, kılacağı namazın farzlığına
kasdetmelidir.
2. Namaz
kılma fiilini kasdetmelidir. Yani icmâlen de olsa namaz niyetini, namazın
bölümlerinde hazır olarak kalbinde tutmalıdır. Şâfiîler bu ikinci şıkkı şu
sebebten ötürü şart olarak ileri sürmüşlerdir ki; namaz kılacak kişi, namazla
alâkalı olmayan fiilleri namazdan ayırd etsin.
3. Kılınacak
namaz öğle veya ikindi, ya da akşam namazı şeklinde belirtilmelidir.
4. Namazın
farzlığına, namazın fiilini yapmaya, kılacağı namazın vaktini belirtmeye niyet
ederken bu niyet, iftitah tekbirinin bir bölümüne bitişik olarak yapılmalıdır.
Bu saydığımız
şartlardan biri tahakkuk etmediği takdirde niyet bâtıl olur. Çünkü niyet,
namazın farzlarından biridir. Bazı kimseler bu hususta belki zorlukla
karşılaşabilirler. Gerçek şudur ki: Yaratanın huzurunda duran kişi, yapacağı
ibâdet ve yalvarmadan önce bir dalgınlık içinde bulunmamalıdır. Şu hâlde ilk
etapta kılacağı namazın farzhğına niyet etmelidir. Ondan sonra bu namaz için
niyet ederken iftitah tekbirinin bütün cüzlerine bu niyeti bitiştirmelidir.
Nitekim bazı Şâfiîler bu görüştedir. Ki, bunda sıkıntı ve zorluk vardır.
Rükûlu, secdeli, kiyâmlı ve teşehhütlü namazlarda iftitah tekbirinin ilk
bölümüne niyeti bitiştirmek ve ondan sonra da niyeti namazın sonuna dek kalpte
tutmak yeterli olur. Niyetin, iftitah tekbirinin baş kısmına bitiştirilmesi,
kişinin evvel emirde Rabbinden korkup O'na karşı huşu içinde olmasını sağlar.
Bir kişi farz bir
namazı kıldıktan sonra cemâat hazır olup da cemâatle birlikte yeniden kılmak
dilerse yine namazının niyetini aynı şartlar doğrultusunda yapması gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Farz namaza niyet edilirken vaktinin belirtilmesi
zorunludur. Öğle namazını kılmaya veya ikindi namazını yahut cuma namazını
kılmaya niyet ettim demek yeterli olmaz. Yine namazın farzlığıyla vaktini
belirttikten sonra başka bir şeyi eklemeye, meselâ gün kaydını belirtmeye gerek
yoktur.
Niyet ederken namazın
bazı bölümlerini kalbde hazır bulundurmak ve niyetin şartları:
Niyetin keyfiyeti
bahsinde de anlatıldığı gibi üç mezheb İmamı, namazın kıyam, kıraat, rükû ve
secde gibi bölümlerini kalbte hazır bulundurmanın namazın sıhhat şartı
olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. An-cak Şâfiîler; niyet esnasında
namazın tüm rükünlerini kalbte hazır bulundurmak yeterli olur demişlerdir.
Bunu ileri sürmekle de diğer mezheblere muhalefette bulunmuşlardır. Niyet
edildikten sonra bu niyeti, namazın sonuna dek kalbte tutmaya gelince, bu da
niyetin sıhhati açısından gereklidir. Şöyle ki: Bir kişi, namazdayken namazdan
çıkmak ister ve namaza giriş niyetini iptal ederse, namazına devam etse bile bu
namaz bâtıl olur. Çünkü devam esnasında niyetsiz olarak namaz kılmaktadır.
Meselâ bir kimse, sahîh bir niyetle namaza başlar, başladıktan sonra da başka
birisinin kendisine seslenmesinden dolayı namazdan çıkmaya niyet ederek adamın
çağrısına cevâb vermek isterse, bilfiil kesmese bile namazı bozulur. Çünkü
niyetin sahîh olabilmesi için kişinin namaz esnasında niyete ters düşen bir
davranışta bulunmaması icâb eder. Açıkça görüldüğü gibi, namazdan çıkmaya
kasdetmek namaza giriş niyetine ters düşen bir davranıştır. Daha önce abdestin
farzları kısmında da geçtiği gibi niyetin sahîh olabilmesi için müslüman olma,
mümeyyiz olma, yapılacak ibâdeti edâ etmeye kesin karar verme gibi bazı şartları
vardır. Bir ibâdeti edâ etmeye niyet eden kişi, tereddütsüz ve kesin olarak
karar vermek zorundadır. İşte niyetle ilgili saymış olduğumuz bu şartlar
hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Ancak Şâfiîler namazla ilgili
niyete, kişinin namaz fiillerini kasdetmesi ve kılacağı namazın farzlığına
niyet etmesini eklemişlerdir. Yine abdestle ilgili niyette de niyetin,
abdestin farz olan ilk organını (yüzü) yıkamaya başlarken yapılmasını şart
koşmuşlardır. İslâmiyet'e gelince, bunun da niyetin sıhhat şartlarından olduğu
hususunda mezhebler ittifak etmişlerdir. Çünkü gayr-i müslim birinin kılacağı
namaz sahîh olmaz. Bu husûss namazın şartları bölümünde de anlatılmıştır.[191]
Kişinin namaz kılacağı
zaman niyet ederken bu niyetini dille de ikrar etmesi sünnettir. Sözgelimi öğle
namazını kılmaya niyet edecek kişi, “öğle namazının farzını kılmaya niyet ettim”
demelidir. Çünkü dille söylenen bu söz kalbi uyarır. Bir kişi, öğle namazını
kılacağı zaman kalbiyle öğle namazını kılmaya niyet eder, diliyle de
yanlışlıkla, “ikindi namazını kılmaya niyet ettim” diyecek olursa bunun pek
zararı olmaz. Çünkü niyette muteber olan kaibtir. Dille söylenen söz, aslında
niyet sayılmaz. Ancak kalbi uyarma açısından faydası olur. Kalbin niyeti geçerli
olduğuna göre, dilin yapacağı hatanın pek zararı olmaz. Şafiî ve Hanbelîler bu
hususta ittifak etmişlerdir. Mâliki ve Hanefîlere gelince onların bu husustaki
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Vesveseli olmayan kimselerin namaz niyetini dille
ikrar etmeleri meşru değildir. Mâlikîler, vesveseli olmayan kimsenin niyeti
dille ikrar etmesinin tenzîhen mekruh, vesveseli olanın ise dille ikrar etmesinin
mendub olduğunu söylemişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Niyeti dille ikrar etmek bid'attır. Ancak vesveseli
kişinin, vesvesesini gidermesi için niyeti dille ikrar etmesi müstahsendir.[192]
Kişinin namaz kılarken
namazın edasına veya kazasına niyet etmesi gerekli değildir. Sözgelimi, öğle
namazını vakti içinde kılacak bir kişinin; “öğle namazını edâ olarak kılmaya
niyet ettim” demesi şart değildir. Vakti çıktıktan sonra da, “öğle namazını
kaza olarak kılmaya niyet ettim” demesi şart değildir. Kişi sadece kalbiyle
niyet eder; dili, kalbindeki niyete göre konuşursa ve niyeti de gerçeğe uygunsa
kıldığı namaz sahîh olur. Ama bu niyet, sözgelimi, vaktin çıkmasından sonra
öğle namazını edâ olarak kılmaya niyet etme şeklinde gerçeğe uymazsa ve öğle
vaktinin çıktığını bile bile kasıtlı olarak ters konuşursa, kıldığı namaz
bâtıl olur. Çünkü bunda İbâdeti açıkça oyuncak yerine koyma durumu sözkonusu
olmaktadır. Ancak bu kişi vaktin çıktığını bilmeyerek böyle bir niyette
bulunursa kıldığı namaz sahîh olur. Bir kişi yanılarak akşam namazıma dört
rek'at veya yatsı namazını beş rek'at olarak kılmaya niyet ederse ŞâfİÎ ve Hanbelî
mezheblerine göre kıldığı namaz bâtıl olur. Hanefîlerle Mâlikîlere gelince,
onların bu konudaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bir kişi öğle namazının farzını beş rek'at veya üç
rek'at olarak kılmaya niyet eder de dördüncü rek'atin sonunda oturup normal
şekilde namazını tamamlarsa kıldığı namaz sahîh olur. Beş veya üç sözleri
geçersiz olur.
Mâlîkîler dediler ki: Bu şekilde niyet eden kişi bunu kasıtlı olarak
söylememişse namazı bozulmaz. Sözgelimi yanılarak öğle namazını beş rek'at
olarak kılmaya niyet eden kişinin, doğru olarak kılması hâlinde namazı sahih
olur.[193]
Nafile namaz
kılınacağı zaman yapılacak olan niyetin hükmü ve yapılış şekline ilişkin
olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Nafile namaz ister sünnet olsun ister olmasın, niyet
edilirken belirtilmesi şart değildir. Sadece mutlak olarak namaza niyet
edilmesi yeterli olur. Ancak sünnet namaz kılınacağı zaman Rasûlullah (s.a.s.)’a
uyma açısından, ihtiyat gereği olarak sünnet olduğu belirtilerek namaza niyet
edilmesi icâb eder. Yine bunun gibi teravih namazı kılınacağı zaman, teravih
namazına niyet etmek; vakit sünneti kılınacağı zaman vakit sünnetine niyet
etmek veya geceleyin kılınan namazlar için sünnet olduğu belirtilerek niyet
etmek ihtiyat açısından daha uygun olur. Bir kişi bir cemâatin namaz kılmakta
olduğunu görür de onların teravih namazını mı, yoksa farz bir namazı mı
kıldıklarını bilmezse ve kendisi de onlarla birlikte namaz kılmak dilerse farz
namaza niyet etmelidir. Namazdan sonra onların bir farz namaz kıldıkları
anlaşılırsa niyeti zaten farza olduğundan ötürü sahîh olur, ama teravih
namazını kılmış oldukları anlaşılırsa yine bu niyetle namazı nafile olarak
sahîh olur.
Hanbeliler dediler ki: Vakte bağlı sünnetler kılınırken niyet esnasında
belirtilmeleri şart değildir. Sözgelimi “ikindi namazının sünnetini” veya “öğle
namazının sünnetini kılmaya niyet ettim” demek şart değildir. Ama teravih
kılarken, “teravih namazını kılmaya niyet ettim” diyerek belirtmek şarttır.
Herhangi bir vakte bağlı olmayan mutlak nafile namazlara gelince, bunların
niyetleri esnasında belirtilmeleri şart değildir. Sadece mutlak olarak namaza
niyet etmek yeterli olur.
Şafiiler dediler ki: Nafile namaz, vakte bağlı farz namazlarla birlikte kılınan sünnetler
ve kuşluk namazı gibi nafileler olabileceği gibi, belirli bir vakti olmayıp da
belirli bir nedenden ötürü kılınan namazlar olabilir. Yağmur duasına
çıkılırken kılınan namaz gibi. Veyahut da mutlak olarak nafile şeklinde kılınan
namazlar gibi.
Eğer kılınacak nafile
namaz, belirli bir vakte bağlı ise, veya bir nedenden ötürü kılmıyorsa bunun
niyet esnasında belirtilmesi ve sünnetliği kastedilmelidir. Meselâ öğle
namazının ilk sünnetini kılacak bir kişi, “öğle namazının ilk sünnetini
kılmaya niyet ettim” demeli veya öğle namazının son sünnetini kılacak bir kişi,
“öğle namazının son sünnetini kılmaya niyet ettim” demelidir. Yine bu niyet
yapılırken iftitah tekbirinin bir bölümüne bitişik olarak yapılması da şarttır.
Nafile namaz için yapılan niyette, namazın nâfileliğine niyet etmek zorunlu
olmayıp müstehabtır. Kılınacak namaz mutlak bir nafile ise bu durumda mutlak
olarak namaza niyet edilmesi yeterli olur. Yalnız bu niyet yapılırken iftitah
tekbirinin bir bölümüne bitişik olmalıdır. Nafile namazlar kılınırken niyet
esnasında belirtilmeleri veya nâfileliklerine niyet edilmesi gerekli değildir.
Belli bir sebebten ötürü kılınan nafile namazlar da bu hususta mutlak nafile
namazlar hükmündedir. Tahiyyetü'l-mescid namazı da bir sebebten ötürü kılınan
nafile namazlardandır. Bunun sebebi de kişinin mescide girmesidir. Ancak
mescide girer girmez başka bir namaza başlanacak olursa tahiyyetü'l-mescid
namazı da kılınmış sayılır.
Malikiler dediler ki: Farz olmayan namazlar üç kısma ayrılır:
1. Vitir
namazı, bayram namazları, istiskâ namazı, güneş tutulması (küsûf) namazı gibi
müekked sünnetler. Bunlara niyet edilirken belirtilmeleri gerekir. Meselâ
vitir namazını kılacak kişi, “niyet ettim vitir namazını kılmaya” veya bayram
namazım kılacak olan kişi, “niyet ettim bayram namazını kılmaya” demelidir.
2. Sabah
namazında kılınan iki rek'atlik rağîbe namazı gibi. Bu namaza niyet edilirken
de, “niyet ettim sabahın rağîbe namazını kılmaya” demelidir.
3. Vakit
namazlarına bağlı ratîbe namazlarla, kuşluk namazı, teravih ve teheccüd namazı
gibi mendub namazlar. Bunları kılmaya niyet ederken mutlak olarak namaz kılmaya
niyet etmek yeterli olur. Ayrıca niyette belirtilmeleri şart değildir. Zîrâ
vakit içerisinde kılınmaları onları zâten belirlemiş olmaktadır.[194]
Mâlikî, Hanefî ve
Hanbelî İmamları, namaz niyetinin iftitah tekbirinden az önce yapılması
hâlinde de sahih olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Yalnız Şâfiîler
bunlara muhalefet ederek demişlerdir ki: Namaz için yapılan niyetin iftitah
tekbirine bitişik olması zorunludur. Şöyle ki: Bir kişi niyet ettikten sonra
iftitah tekbirini alır da tekbiri bitirinceye kadar niyetini sürdürmezse bunun
niyeti bâtıl olur. Bu konuyla ilgili olarak her mezhebin görüşü aşağıda ele
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Aralarına yeme, içme ve namazı bozan konuşma gibi
namazla alâkasız bir fasılanın girmemesi şartıyla niyetin iftitah tekbirinden
önce yapılması sahîh olur. Ama aralarına namaza doğru yürüme veya abdest alma
gibi namazla alâkalı bir fasıla girerse bunun bir zararı olmaz. Meselâ bir kişi
öğle namazım kılmaya niyet ettikten sonra abdest almaya başlar da abdestini
tamamlar tamamlamaz mescide gidip niyetsiz olarak namaz kılarsa bu namazı
sahîh olur. Daha önce geçen bahislerde de anlatıldığı gibi niyetten maksat,
sırf Allah için namaz kılmayı istemektir ve bu hususta dünyevî işlerden bir
şeyi namazın gayesine katmamaktır. Bir kişi bu şekilde niyetini yapıp da araya
bir fasıla koymaksızın namaza başlayacak olursa en ideâl şekliyle ibâdetini edâ
etmiş olur. Bu sahîh niyet ile namaza başlayan kişi, başka birinin kendisini
görmesi hâlinde övülmek kastıyla namazını uzatırsa bu uzatmadan ötürü ayrıca
sevâb kazanamaz. Namazı da bâtıl olmaz. Namazın asıl sevabını da kazanır. Çünkü
namaza hâlis niyetle başlamış ve sırf Allah rızası için kılmıştır. Bu, bazı
Hanefîlerin görüşüdür. Anlam olarak bunlar dediler ki: Namaza riya girmez. Bu
sözleriyle hâlis niyetîn, namazın sıhhati içm yeterli olduğunu ifade
etmektedirler. Hâlis niyetle başladıktan sonra meydana gelen arızî riyanın
namaza bir zararı olmaz. Ancak bu, kötü bir huy ve faydasız bir şeydir. Ki
bunda da ittifak vardır.
Vaktin girmesinden
önce namaza niyet edilmesi sahîh olur mu? Meselâ bir kişi vaktin girmesinden az
önce niyet edip abdest alır da dünya kelâmı konuşmaksızın mescide gider,
mescidte oturup vaktin girmesiyle namaza başlarsa bu niyeti sahîh olur mu? İmam
Âzam'a göre vaktin girmesinden önce yağılan niyet sahîh olabilir. Zîra niyet
şarttır. Şart da meşruttan (namazdan) önce yapılabilir. Niyetin namazdan önce
yapılması da doğaldır. Şunu da diyelim ki: Hanefî âlimleri, niyetin fasılasız
olarak iftitah tekbirine bitiştirilmesinin daha fazîletli olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Hanefî mezhebindeki kimselerin buna uyup niyet ile
iftitah tekbiri arasına bir fasıla koymamaları gerekir. İhtilâfı ortadan
kaldırmak için en iyisi de budur.
Hanbeliler dediler ki: Niyetin iftitah tekbirinden az önce yapılması, şayet
vakit girmiş ise sahîh olur. Nitekim Ebû Hanîfe'den de bu yolda bir görüş
nakledilmiştir. Bir kişi, vakti girmeden önce namaza niyet ederse niyeti sahîh
olmaz. Çünkü niyetin vakit içinde yapılması şarttır. Vakit içinde yapılan
niyet, namazdan az önce de olsa sahîh olur. Hanefîler de bu görüştedirler.
Ancak Hanbelîler derler ki: Niyetle iftitah tekbiri arasına namazla ilgisi
olmayan bir söz konulacak olursa niyet bozulmuş clmaz. Sözgelimi bir kişi
namaza niyet eder de, namaza başlamadan dünya kelâmı konuşup ondan sonra
iftitah tekbirini alacak olursa kıldığı namaz sahîh olur. Ancak niyetin vaktin
girmesinden sonra yapılması şarttır. Çünkü bazıları niyetin rükün olduğunu
iddia etmektedirler. Bu muhalefete düşmemek için vaktin girmesinden sonra
niyet etmek gerekli olmaktadır. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki; bu mezhebe
göre, niyetin iftitah tekbirine bitiştirilmesi daha fazîletlidir. Hanefîler de
bu görüştedirler.
Malikiler dediler ki: Niyetin örfe göre iftitah tekbirinden az önce yapılması
niyetin sıhhatine zarar vermez. Meselâ bir kişi, mescide yakın bir yerde namaza
niyet eder de mescide girdikten sonra yeniden niyet etmeyi unutup tekbir alırsa
kıldığı namaz sahîh olur. Bazı Mâlikîler derler ki: Niyetin iftitah tekbirinden
önce yapılması mutlak olarak sahîh olmaz. Bu durumda kılman namaz da bâtıl
olur. Ancak bunların en kuvvetli görüşleri birinci görüştür. Yine Mâlikîler,
niyetin örfe göre namazdan uzun bir zaman önce yapılması hâlinde bâtıl olacağı
hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bu ihtilâfı; niyetin iftitah tekbirine
bitiştirilmesinin Mâlikîlerce önemli olduğunu, unutma dışında bir zaruret
olmaksızın bunu ihmâl etmenin doğru olmadığını ifade etmek gayesi ile anlatmış
bulunuyoruz.
Şafiiler dediler ki: Niyetin iftitah tekbirine bitiştirilmesi zorunludur. Şöyle ki: Bir
kişi, iftitah tekbirinden az önce veya az sonra niyet ederse kıldığı namaz
sahîh olmaz. Nitekim bu hususu niyetin keyfiyeti bölümünde, Şâfiîlerin görüşleri
meyanında anlatmıştık.[195]
İmama uyan kişinin
namazının sahîh olabilmesi için, namazın başlangıcında İmama uymaya niyet
etmesi şarttır. Bir kişi tek başına iftitah tekbirini alıp namaza başlar,
bilahare bir İmamın farz kıldırdığını görürse namazdayken ona uymaya niyet
etmesi halinde Hanefî ve Mâlikîlere göre namazı sahîh olmaz. Şafiî ve
Hanbelîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Cuma namazıyla yağmurdan ötürü cem-i takdim yapılan namaz ve iade
edilen namazlar dışında bir kişi, namaz kılmakta iken bir İmamı görüp de ona
uymaya niyet ederse kıldığı namaz sahîh olur.
Hanbeliler dediler ki: İmama uyan kişinin namazının sahîh olabilmesi için
namazın başlangıcında İmama uymaya niyet etmesi şarttır. Ancak mesbuk olan
kişi, İmamının selâm vermesinden sonra bir başka mesbûka uymaya niyet edebilir.
Ancak bu, cuma namazı dışındaki namazlarda mümkündür. Yine bunun gibi bir
mukîm, misafir bir İmama uyarak, namazını kılar da misafir İmam iki rek'atın
sonunda selâm verirse, mukîm, geri kalan namazı tamamlaken kendisi gibi mukîm
birine tâbi olmaya namaz esnasında niyet edebilir.
İmama gelince, onun İmam
olmaya niyet etmesi bazı durumlar dışında şart değildir. Ki bu durumlar da mezheblere
göre değişik olmaktadır.
Hanbeliler dediler ki: İmamın, bütün kıldırdığı namazlarda İmamlığa niyet
etmesi şarttır. Bu niyetini de namazın başlangıcında yapması gerekir. Ancak
önce zikretmiş olduğumuz iki durum bundan istisna edilmiştir.
Malikiler dediler ki:
Sahîh olması için kılınması zorunlu olan her namazda İmamın İmamlığa niyet
etmesi şarttır. Bu namazlar şunlardır:
1. Cuma
namazı.
2.Yağmurlu
gecelerde cem-i takdim ile kılınan yatsı ve akşam namazları.
3. Korku
namazı.
4. İstihlâf[196]
namazı.
Cuma namazını
kıldırmakta olan İmam, İmamlığa niyet etmezse hem kendisinin, hem kendisine
uyan cemâatin namazı bâtıl olur. Cem-i takdim olarak kılınan namazlarda İmam, İmamlığa
niyet etmezse ikinci namaz bâtıl olur. Korku namazını kıldırmakta olan İmam, İmamlığa
niyet etmezse, İmama uymuş olan birinci grubun namazı bâtıl olur. Çünkü bu
grup, ayrılma yeri olmayan bir yerde İmamdan ayrılmıştır. İmamın ve ikinci
grubun namazı sahîh olur.
İstihlâf namazına
gelince, eğer İmamın yerine geçip namaz kıldıran kişi, İmamlığa niyet etmişse
kendisinin ve cemâatin namazı sahîh olur. Ama İmamlığa niyet etmemişse
kendisinin namazı sahîh, cemâatinki ise bâtıl olur,
Hanefiler dediler ki: Sadece bir tek durumda İmamlığa niyet etmek
gereklidir. Bu da kişinin, kadınlara namaz kıldıracağı zaman İmamlığa niyet
etmesidir. Kadınların cemâat olarak kendisine uymalarının sahîh olması için bu
kişinin İmamlığa niyet etmesi şarttır. İmamlığa niyet etmediği takdirde
muhazaât nedeniyle namaz bozulur.
Şafiiler dediler ki:
İmamın dört durumda İmamlığa niyet etmesi vâcibtir:
1. Cuma
namazını kıldıran kişinin İmamlığa niyet etmesi gerekir.
2. Yağmur
nedeniyle ikindinin öğle ile birlikte, yatsının da akşamla birlikte cem-i
takdim yapılarak kıldırılması hâlinde İmamın, bu şekilde kılınan namazların sadece
ikincisinde İmamlığa niyet etmesi zorunludur. Birinci namazda İmamlığa niyet
etmesi zorunlu değildir. Çünkü bu namaz zaten vaktinde kılınmaktadır.
3. Vakit
içerisinde cemâatle iade edilen bir namazı kıldıran kişinin İmamlığa niyet
etmesi şarttır.
4. Cemâatle
kılınması adanan namazı kıldıran kişinin, günahtan kurtulmak için İmamlığa
niyet etmesi vâcibtir. Bu son durumdaki namazı kıldıran kişi, İmamlığa niyet
etmese bile namaz sahîh olur. Ancak yeniden niyet edilerek cemâatle iade
edilinceye kadar günahkâr kalmakta devam eder.[197]
Bu tekbir, üç mezheb İmamına
göre namazın farzlarından biridir. Hanefîlerse bunun farz değil de şart
olduğunu söylemişlerdir. Her halükârda iftitah tekbiri alınmaksızın kılınan
namazın sahîh olmayacağı hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir.
Bilindiği gibi, şart da farz gibi yapılması zorunlu olan hususlardandır.
Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Sahîh olan kavle göre iftitah tekbiri, namazın
rükünlerinden olmayıp sadece sıhhat şartlarından biridir. Namaz için şart olan
temizlik ve setr-i avret gibi şartların iftitah tekbiri için de gerekli olduğunu
söyleyenler bulunmaktadır. Eğer iftitah tekbiri kendi başına bir şart olmuş
olsaydı ayrıca bu şartların da kendisi için gerekli olduğu söylenemezdi. Şu
hâlde iftitah tekbiri, bu görüşte olanlara göre namazın rüknüdür. Namaza
niyetin şart olduğunu ileri sürenlere göre abdestsiz kişinin veya avreti açık
kişinin niyet etmesi sahîh olmaktadır. Bu iddialara şöyle cevâb verebiliriz:
İftitah tekbiri, namazın rükünlerinden biri olan kıyâm'a bitişiktir. Bu nedenle
de namaz için gerekli olan temizlik ve benzeri şartlar, iftitah tekbiri için de
gerekli olmaktadır. Aslında bu anlatılanlar, fıkıh felsefesinden ibaret olup
ilim talebelerinden başkalarına fayda sağlamaz. İlim talebeleriyse bu fıkhî
felsefenin temeli üzerine fıkhî hükümleri kurma imkânını elde edeceklerinden
bunun onlara yararlı olacağı şüphesizdir. Yoksa avam tabakasından olan
kimselere, iftitah tekbiri bütün mezheblerin ittifakıyla namaz için gerekli
olan bir husustur, demekle yetinebiliriz.[198]
Tanımı:
İftitah tekbiri
alındıktan sonra kişi namaz içine girmiş olmaktadır. Ki bundan sonra namaza zıt
bir iş yapması haram olur. denildiğinde kişinin, aşılması haram olan bir sınıra
girdiği anlamı ifade edilmek istenir. Namaz kılan kişi bu tekbiri aldıktan
sonra namazdan başka işleri yapamaz. Yapması haram olur. Bu sebepten ötürü bu
tekbire ihram, taharrüm veya tahrîm tekbiri de denilir. Üç mezheb İmamı görüş
birliği ederek demişlerdir ki: Namaz kılan kişi, İftitah tekbirini alacağı
zaman “Allahü ekber” demelidir. Ki bunun da kendisine özgü bazı şartları
vardır. Bunları yakında izah edeceğiz. Yalnız Hanefîler, üç mezhebe muhalefet
ederek demişlerdir ki: İftitah tekbirini bu lâfızla söylemek zorunlu değildir.
Onların da iftitah tekbirine ilişkin görüşleri yakında ele alınacaktır.[199]
Müslümanlar, namazı
Allah'ın adıyla başlatmanın zorunlu olduğu hususunda icmâ' etmişlerdir.
Allah'ın adı anılmaksızın başlatılan namaz sahîh olmaz. Bu icmâ'ı destekleyen
birçok sahîh hadisler mevcûddur. Örnek olarak Ebû Dâvûd.Tirmîzî ve İbn
Mâce'nin rivayet etmiş oldukları şu hadisi zikredebiliriz ki bu konudaki en
sahîh ve en vecîz olan hadîs budur:
“Namazın anahtarı temizleyici şeydir. Tahrîmi (başka
işleri yapmaktan men edeni) tekbirdir. Tahlili (başka işleri yapmayı helâl
kılanı) ise selâm vermektir.” [200]
Bazıları iftitah
tekbirinin farzlığına şu âyeti delîl olarak ileri sürmüşlerdir:
“Rabbini tekbir et (yücelt).” [201]
Bu âyet-ı kerîme'den
şu şekilde delî! çıkarılmaktadır: “Tekbir et” sözü bir emirdir. Her emir de
vücûbu, yine delîl zorunluluğu ifade eder. Tekbir getirmek, müslümanların
icmâ'ına göre sadece namazda farzdır. Bu da iftitah tekbirinin farzlığına
delâlet etmektedir. Her halükârda İslâm âlimlerinden hiçbiri, iftitah
tekbirinin namaz için gerekli olduğuna aykırı bir görüş ileri sürmemiştir. Bu
tekbir ister farz olsun, ister şart olsun alınmadığı takdirde kılınan namaz sahîh
olmaz.[202]
Üç mezheb İmamı,
iftitah tekbirinin iki kelimeden ibaret olduğu hususunda görüş birliği
sağlamışlardır. Ki bu iki kelime de özellikle “Allahü Ekber” kelimeleridir. Bu
cümleden başkasıyla namaza başlanacak olursa namaz sahîh olmaz. Ne var ki
Hanefîler bu hususta üç mezhebe muhalefet etmişlerdir. Onların buna dâir
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Namaza: “Allahü Ekber” sözüyle başlamak şart
değildir. Bu sözle başlamak her ne kadar vâcibse de söylenmediği takdirde
namaz bâtıl olmaz. Ancak namaz kılan kişi, bunu söylemediği için günahkâr
olur. Bilindiği gibi Hanefîlere göre vâcib, farza göre mertebece daha
aşağıdadır. Vacibi terk eden, cehennem azabına müstahak olacak kadar günahkâr
olmaz. Ancak Peygamber Efendimizin hesab gününde yapacağı şefaatten yoksun
kalır. Ki bu da bir mü’mini suç işlemekten alıkoyma hususunda yeterli bir
engeldir.
Böylece de Hanefîlerin
nazarında “Allahü Ekber” lafzıyla namaza başlamanın, istenilen bir husus
olduğu anlaşılmış olmaktadır. Kİ zaten diğer mez-heblerce de bu, istenilen bir
husustur. Ancak Hanefîlerin muhalefeti, bunu söylemeyenin namazının bâtıl
olmayacağı husûsundadir. Yalnız terk edilmesi, namazın iadesini gerektirir.
İade edilmediği takdirde namazın farzlığı, omuzundan düşer. Ancak bundan ötürü
müstahak olunacak ceza, cehennem azabı değildir.
Hanefîlere göre
iftitâh esnasında söylenmesi sahîh olan sözler, duayı kapsamayan, sadece bir,
tek ve eşsiz olan Allah'ı ululamak anlamını taşıyan kelimeler olmalıdır. Meselâ
kişi namaza başlarken “sübhânallah”, “elhamdü lillah”, “lâ ilahe illallah”, “Allahü
rahîm” veya “Allahü kerîm” veyahut da bunlara benzer, özellikle Allah'ı ta'zim
anlamını ifade eden kelimeleri söyleyecek olursa namazı sahîh olur. Ama bir
kişi “estağfirullah” veya “Euzü bülah” ya da “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâh” diyerek namaza başlayacak olursa namazı sahîh olmaz. Zîrâ bu
kelimeler, Allah'ı ululamaktan başka anlamları taşımaktadırlar. Meselâ “estağfirullah”
af talebinde bulunma, “Eûzu billah” ise Allah'a sığınma anlamını taşımaktadır.
Yine kerîm, rahîm ve benzeri ta'zim ifade eden kelimelerin Allah lafzâ-i celâli
ile bir arada söylenmeleri zorunludur. Sadece “kerîm” veya “rahîm” demekle
namaza başlayan kimsenin namazı sahîh olmaz. Ama sıfatsız olarak yalnızca
Allah'ın zâtına delâlet eden kelimeleri söyleyerek, meselâ “Allah” veya “Rab”
veya”Rahmân” isimlerini söyleyerek namaza başlayan kimsenin namazı Ebû
Hanîfeye göre sahîh olur. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'e göre ise sahîh
olmaz. Yukarıda geçen delillere gelince bunlar da bu hususa delâlet
etmektedirler. “Rabbini “tekbir” et
(yücelt)” [203]âyet-ı
kerîmesine gelince bu, özellikle tekbir kelimesini ifade etmektedir. Rabbini
ta'zîm et, O'nu yücelt anlamını taşımaktadır. Hadîs-i şerîfte geçen “tekbir”
kelimesiyle de özellikle tekbirin vâcib olduğu belirtilmektedir. Zîrâ
Rasullullah (s.a.s.) de sürekli olarak bu şekilde tekbir getirirlerdi. Tekbiri
hiç bir zaman terkettiği görülmemişti.
Bu anlattıklarımız,
Hanefîlerin görüşü idi. Bilindiği gibi üç mezheb İmamı, namaza başlarken
getirilecek tekbirin, “Allahü Ekber” kelimelerinden ibaret olduğu hususunda
görüş birliği etmişlerdir. Zaten delillerden de açıkça bu anlaşılmaktadır.
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de, uygulamaları ile bizzat bu görüşü te'yid
buyurmuşlardır.[204]
İftitah tekbirinin
şartları her mezhebe göre kendi sınırları çerçevesinde aşağıya alınmıştır.
Böylece, mezheblerin görüşlerini öğrenmek isteyenler, bu şartları kolayca bir
arada bulup hafızalarına yerleştirebilirler.
Şafiiler dediler ki: İftitah tekbirinin sahîh
olabilmesi için on dört tane şart vardır. Bunlardan biri yerine getirilmediği
takdirde namaza başlanmış sayılmaz. Bu şartları şöylece sıralayabiliriz:
1. Tekbir,
bilindiği takdirde arapça alınmalıdır. Kişi, Arapçayı bilmez ve öğrenmekten de âciz
kalırsa bildiği dille tekbir alması sahîh olur.
2. Kılınan
namaz farz ise ve kişi de muktedir ise tekbiri ayakta almalıdır. Ama kılınan
namaz nafile ise iftitah tekbirini oturmuş vaziyette almak sahîh olduğu gibi,
bu namazı oturarak kılmak da sahîhtir. Kişi eğilmiş vaziyetteyken kıyama
yakınsa aldığı iftitah tekbiri sahîh olur. Eğilmiş vaziyetteyken rükûa daha
yakınsa aldığı tekbir sahîh olmaz. Bu hususta Şâfiîler, Hanefi ve Hanbelîlere
muvafakat, Mâlikîlere ise muhalefet etmişlerdir. Zîrâ Mâlikîler derler ki:
Eğilmiş vaziyetteyken alman tekbir, sadece bir durumda sahîh olur. Ki o da
mesbûk olan kişinin bu vaziyette İmama ulaşıp uymaya niyet etmesi ve tekbir
almasıdır. Şâfiîler derler ki; bu durumdaki kişinin rükû hâlinde İmama
ulaşması zorunlu değildir. Aksine İmam, kendisinden önce rükûa varmış ise İmama
uyacak kişi bu durumda tekbir alıp kendi başına rükûa gitse namazı sahîh olur.
Ki bunun izahı da ileride yapılacaktır.
3. Tekbir
alırken “Allah” lafza-i celâlini ve “Ekber” kelimesini telâffuz etmelidir.
4. “Allah” lafza-i
celâlinin hemzesini uzatmamalıdır. Yani “Aaallahü Ekber” şeklinde telâffuz
etmemelidir. Çünkü bu telâffuz, istifham anlamım taşıdığından tekbir alan
kişi, “Aaallahü Ekber” dediğinde “Allah en büyüktür” değil de “Allah en büyük
müdür?” demiş olmaktadır.
5. Ekber
kelimesini telâffuz ederken “ba” harfini uzatarak “ekbaar” dememelidir. Bu
telâffuz ile namaz sahîh olmaz. “Ekbaar” derken büyük davul, “ikbaar” derken de
bir çeşit hayız mânâsı kastedilmiş olur. Bunu bilerek söyleyen kişi, hâşâ
Allah'a sövmüş olur ki, dînden çıkar.
6. “Ekber”
kelimesinin “ba” harfini şeddeli olarak telâffuz etmemelidir. “Allahü Ekibber”
diyerek tekbir alan kişi, namaza girmiş olmaz.
7. “Allah”
kelimesiyle “ekber” kelimesi arasına sâkîn bir “vav” koymamalıdır. Bu araya
harekeli bir “vav” da koymamalıdır. “Allahuû ekber” veya “Allahü vekber”
diyerek tekbir alan kişinin namazı başlamış olmaz.
8. “Allah”
lafza-i celâlinden önce “vav” harfini telâffuz etmemelidir. “Vallahü ekber”
diyen kişinin de namazı başlamış sayılmaz.
9. “Allah”
kelimesiyle “ekber” kelimesi arasında uzun veya kısa bir duraklama
yapılmamalıdır. Mûtemed görüş budur. Şöyle ki: “Allah” dedikten sonra azıcık
susup arkasından “ekber” denilecek olursa namaza girilmiş olunmaz. “Allah”
kelimesini telâffuz ettikten sonra uzun bir müddet susup ondan sonra “ekber”
diyecek olursa bu durumda zâten namaza başlamış sayılmaz. “Ekber” kelimesinin
başına lâm-ı ta'rîf koymanın bir zararı olmaz,Kişi, “Allahü'l-Ekber”diyecek olursa
tekbiri sahîh olur.Aynı şekilde Allah'a lâyık olduğu bir vasfı takacak olursa
bunun da bir zararı olmaz. Şöyle ki: “Allahü'l-azîmü'l-Ekber” veya “Allahü'r-Rahmânü'r-Rahîmü
Ekber” diyecek olursa yine tekbiri sahîh olur. Ama Allah'a iki kelimelik bir
vasıftan fazla bir tavsifte bulunursa, bu tekbiri uzatacağından namaza başlamış
sayılmaz. Şöyle ki: “Allahü'l-Azîmü'l-kerîmü'r-rahîmü Ekber” diyecek olursa bu
tekbiri sahîh olmaz.
“Allah” lafza-i celâli
ile “ekber” kelimesi arasına bir zamir veya nida edatını koyacak olursa yine
tekbiri sahîh olmaz. Meselâ “Allahü hüve ekber” veya “Allahü yâ rahmanü ekber”
diyecek olursa tekbiri sahîh olmaz.
10. Kişi,
aldığı tekbiri kendisi işitmelidir. Eğer gizlice tekbir alır da kendisi duymazsa
tekbiri sahîh olmaz. Ancak sağır veya dilsiz olan veya gürültü ya da kavga
yapılan bir yerde tekbir alan kişinin aldığı tekbiri duyması şart değildir.
Yalnız dilsiz ve sağırların, aldıkları tekbiri mümkün mertebe becerilerini
kullanarak almaları gerekir. Meselâ dilsizlik arızî bir durumsa kişi, dilini
veya dudaklarını tekbirde oynatabiliyorsa bu kadarını yapması vâcib olur.
11. Vaktin
girmesi. Kişi eğer farz namaz veya vakte bağlı nafile bir namaz veya bir sebebe
bağlı nafile bir namazı kılacaksa bunların iftitah tekbirini alırken vaktin
girmiş olması da şarttır.
12. İftitah
tekbirim alırken kıbleye yönelik olmalıdır. Eğer kıbleye yönelmenin farzlığı
bir kişiden sakıt olmuşsa bu kişinin iftitah tekbirini alırken kıbleye
yönelmesi şart olmaz.
13. Kişi eğer
namazını İmama uyarak kılacaksa, İmamın tekbir almasından sonra kendisi
iftitah tekbirini almalıdır.
14. Tekbiri,
kıraatin sahih olduğu bir yerde almalıdır. Kıraatin sahîh olduğu yerler,
ileride anlatılacaktır.
Hanefiler dediler ki: İftitah tekbirinin yirmi şartı vardır:
1. Vakit
girmiş olmalıdır. Kılınacak namaz, farz bir namazsa bunun iftitah tekbirini
vaktin girmesinden sonra almalıdır. Vaktin girmesinden önce alınan iftitah
tekbiri bâtıl olur.
2. Namaz
kılan kişi, vaktin girdiğini yakînen bilmelidir. Veya girdiğine galip bir
zanla kanaat getirmelidir. Ama vaktin girdiği hususunda şüphe eder de buna
rağmen iftitah tekbirini alırsa, vaktin girmiş olduğu daha sonra anlaşılsa
bile aldığı tekbir sahîh olmaz.
3. İftitah
tekbirini alırken avret yerleri örtülü olmalıdır. Avret yerlerine ilişkin
açıklama, namaz bahsinde geçmiştir. Kişi avreti açıkken iftitah tekbirini alır
da sonra kapatacak olursa kıldığı namaz sahîh olur.
4. İftitah
tekbirini alan kişinin büyük ve küçük hadesten ve de necasetten temiz olması
gereklidir. Vücûdunda veya elbisesinde veya namaz kılacağı yerde afvedilmeyen
bir necasetin bulunması hâlinde kişinin almış olduğu iftitah tekbiri sahîh
olmaz. Kendisinden afvedilmeyen veya afvedilen necasetlerle ilgili açıklama
taharet bahislerinde yapılmıştır. Kişi kendisinin üzerinde necaset olduğunu
zanneder de buna rağmen tekbir alırsa, daha sonra temiz olduğu anlaşılsa bile
tekbiri bâtıl olur.
5. Farz veya
vâcib bir namazı veya sabah namazının iki rek'atlik sünnetini kılacak kişinin
iftitah tekbirim ayakta alması gerekir. Diğer nafilelere gelince bunlarınkini
ayapa almak zorunlu değildir. Bu namazların iftitah tekbirini oturarak almak da
sahîh olur. Kişi, iftitah tekbirini alırken eğik vaziyette bulunur da bu
eğikliği kıyam hâline yakınsa herhangi bir sakınca sözkonusu olmaz. Ama bu
ezikliği rükû hâline yakın olursa tekbire zaran olur. Tabiî bu anlattığımız
husus, kişinin ayakta durmaya muktedîr olması hâlini ilgilendirmektedir. Bir
kişi rükû hâlinde İmama ulaşır da İmamın arkasında iftitah tekbirini alırsa,
tekbir alırken ayaktaysa tekbiri sahîh olur. Ama “Allah” derken ayakta, “ekber”
derken de rükûda olursa namazı sahîh olmaz. Namazın başlangıcında İmama
kavuşan kişi, İmam “Allahü ekber” cümlesini tamamlamadan kendisi, Allah diyecek
olursa yine tekbiri ve dolayısıyla namazı sahîh olmaz.
6. İftitah
tekbirini almakta olan kişi, namazın aslına, meselâ namazın farzına niyet
etmelidir.
7. İftitah
tekbirini almakta olan kişi, kılacağı namazın öğle veya ikindi veya akşam
namazı olduğunu belirtmelidir. Eğer belirtmeden iftitah tekbirini alacak
olursa namazı sahîh olmaz.
8. İftitah
tekbirini alan kişi, iki rek'atlik tavaf namazını veya adak, bayram
namazlarını, vitir namazını kılarken veya daha önce nafile olarak başlayıp da
herhangi bir sebebten ötürü bozulan bir namazı iade ederken bu namazların vâcib
olduğunu da belirtmelidir. Çünkü bu sayılan namazların tümü vacibtir. İftitah
tekbirlerini alırken de vâcib olduklarını belirtmek gerekir. Diğer nafilelere
gelince, zâten önce de söylendiği gibi bunları iftitah tekbiri esnasında
belirtmek şart değildir.
9. İftitah
tekbirini alırken bizzat kendisi bu sesi duymalıdır. Fısıltı hâlinde veya içten
tekbir alan kişinin tekbiri sahîh olmaz. Namazın euzü besmelesi, kıraatleri, tesbihleri
ve salavâtı da bu açıdan iftitah tekbirinin hükmüne tabidirler. Yemin ve talâk
da fısıltı hâlinde veya içten söylendikleri takdirde Hanefîlere göre geçerli
sayılmazlar. Ancak bunlarla ilgili söz söyleyen kişi, kendi duyacağı kadar bir
sesle söylemelidir, aksi takdirde bunlar geçerli sayılmazlar.
10. İftitah
tekbiri alan kişinin bir zikir cümlesi telâffuz etmesi gerekir. Sözgelimi, “Allahü
ekber” veya “Sübhanallah” veya “El-hümdü lillah” demesi şarttır. Cümle olarak
değil de bir tek kelimeyi telâffuz eden kişinin iftitah tekbiri sahîh olmaz. Ki
bununla ilgili geniş açıklama, iftitah tekbirinin şekli bölümünde yapılmıştır.
11. İftitah
tekbiri alan kişinin telâffuz edeceği zikir cümlesi sırf Allah'a mahsûs bir
zikir olmalıdır. Eğer bu zikir cümlesi namaz kılan kişinin af talebinde bulunma
gibi bir ihtiyâcım kapsayacak olursa tekbir sahîh olmaz.
12. İftitah
tekbiri yerine “besmele” çekmek sahîh olmaz.
13. Lafza-i
celâlin sonundaki “h” harfi mutlak surette telâffuz edilmelidir. Telâffuz
edilmediği takdirde tekbir ve dolayısıyla namaz bâtıl olur.
14. Lafza-i
celâlin ikinci “lâm”ı biraz uzatılmalıdır. Uzatılmadığı takdirde alınan
tekbirin sahîh olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Yine bir hayvan
keserken alman tekbirde de lafza-i celâlin ikinci “lâm”ı uzatılmadığı takdirde
kesilen hayvanın etinin helâl olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı
bulunmaktadır. Şu halde ihtiyat gereği olarak ikinci “lâm”ı uzatmak gerekir.
15. “Allah”
kelimesinin başındaki hemze ile “ekber” kelimesinin başındaki hemzeyi
uzatmamak gerekir. Meselâ tekbir alan kişi, “Aaallahü eeekber” diyecek olursa
namazı sahîh olmaz. Çünkü hemzenin uzatılmasında istifham mânâsı mevcüddur. Bu
şekilde tekbir alan kişi hâşâ, “Allah en büyük müdür?” demekte olduğundan
Rabbînin varlığından ve büyüklüğünden şüpheye düşmüş olmaktadır. Ki bu durumda
kıldığı namaz sahîh olmaz. Eğer bunu kasıtlı olarak söylerse kâfir olur.
Bilmeyerek bu hemzeyi uzatanlar fahiş bir hataya düşmüş olmaktadırlar. Her ne
kadar maksatları Allah'a nida olsa bile bunda vehim kokusu olduğundan ötürü bu,
çok büyük bir hata olmaktadır. Ama kasıtlı olarak istifham manâsını
niyetlerinde bulunduracak olurlarsa dinden çıkmış olurlar. Her halükârda
hemzenin uzatılmasıyla alınan tekbirden ötürü namaz bâtıl olur. Bilindiği gibi
Şâfiîler de bu hükümde Hânefîlere muvafakat etmişlerdir.
16. “Ekber”
kelimesinin “ba” harfi de uzatılmamalıdır. Tekbir alan kişi, “Allahü ekbâr”
diyecek olursa kıldığı namaz bâtıl olur. Çünkü “ekbâr” kelimesi, “kebr”
kelimesinin çoğulu olup büyük davul demektir. “İkbâr” denilecek olursa bu da
hayız kanının bir başka adı demek olur. Bunları bilerek ve bu mânâları
kasdederek telâffuz eden kişi küfre girer. Her halükârda bu şekilde telâffuz
edilen tekbirler namazı iptal ederler.
17. Niyetle
iftitah tekbiri arasına namazla ilgisi olmayan bir fasıla konmamalıdır. Meselâ
bir kişi namaza niyet eder de bundan sonra namazla ilgisi olmayan bir iş
yaparsa, diyelim ki konuşur veya dişlerinin arasında kalan
nohut kadarcık yemek
kalıntısını yerse veya bir şey içerse veya kasıtlı olarak öksürürse bundan
sonra da yeniden niyet etmeksizin iftitah tekbirini alırsa kıldığı namaz sahîh
olmaz. Ama niyetle iftitah tekbiri arasına yolda giderken kimseyle konuşmayarak
veya başka bir iş yapmayarak mescide yürüyüp gitme gibi namazla ilgili bir
fasıla koyarsa kıldığı namaz sahîh olur. Nitekim bu husus, niyet bahsinde de
açıklanmıştır.
18. İftitah
tekbiri niyetten önceye alınmamalıdır. Bir kişi önce iftitah tekbirini alır,
sonra namaza niyet ederse namazı sahîh olmaz. İftitah tekbiri sahîh olmayan
kişinin namazı da tümden bâtıl olur. Zîrâ bilindiği gibi iftitah tekbiri,
namazın şartlarından bir tanesidir.
19. İftitah
tekbirini alacak kişi, farzı vâcib ve nafilelerden ayırd edebilmelidir.
20. Yine bu
kişi, hadesten ve necasetten temiz olmanın gerekliliğine itikâd etmelidir.
Hanefîler, iftitah tekbirinin arapça alınmasının şart olmadığını
söylemişlerdir. Başka bir dille alınan iftitah tekbiri, geçerli olup bununla
kılınan namaz sahîh olur. Kişi Arapça tekbir almaya muktedir de olsa âciz de
olsa, Arapçadan başka bir dille iftitah tekbiri alırsa kılacağı namaz sahîh
olur. Ancak bildiği halde Arapçadan başka bir dille iftitah tekbirini alması
tahrîmen mekruhtur.
Malikiler dediler ki: İftitah tekbirinin on şartı vardır:
1. Kişi muktedir
olduğu takdirde iftitah tekbirini Arapça almalıdır. Ama Arap olmayan bir
kişinin bu tekbiri alması tümden vâcib olmaz. Sadece niyetle namaza girerek
veya bildiği dile tercüme ederek iftitah tekbirini alacak olursa kuvvetli
görüşe göre namazı bâtıl olmaz. Ama arapça tekbir getirebilecek kişinin mutlak
surette Allahü ekber diyerek tekbir alması zorunludur. Başka bir lâfızla Arapça
olsa bile tekbir getirilmesi caiz olmaz. Mâlikîler, bu görüşleriyle Şafiî ve
Hânefîlere muhalefet etmişlerdir. Ancak Şâfiîler, “Allah” lafzıyla “ekber” lâfzı
arasına bir fasıla konulmasının caiz olabileceğini söylemişlerdir. Meselâ
tekbir alan kişi, “Allahür-rahmanü ekber” diyecek olursa iftitah tekbiri sahîh
olur. Yine Şâfiîler Arapçaya muktedir olmayan kişinin, iftitah tekbirini
arapçadan başka dille almasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir. Ki bu
hususta Şâfiîler, Mâlikîlere muhalefet etmişlerdir. Hânefîlere gelince bunlar,
Arapçaya muktedir olmayan kişinin, iftitah tekbirini Arapçadan başka dille
almasını da kerahetsiz olarak caiz görmüşlerdir. Arapçaya muktedir olan
kişinin durumuna gelince demişlerdir kî; kişi arapçadan başka dille iftitah
tekbirini alırsa namazı tahrîmen mekruh olmakla birlikte yine de sahîh olur.
2. İftitah
tekbirini alacak kişi, farz namazını kilacaksa gücü yettiği takdirde ayakta
tekbir almalıdır. Eğer eğilmiş vaziyetteyken bu eğikliği ister ayakta durmaya
yakın olsun, ister rükûa yakın olsun mutlak surette namazı bâtıl olur. Ancak
mesbûk olarak İmama tâbi olacak kişi, İmam rükûdan kalkmadan önce eğilerek
tekbir alırsa bu durumda alınan tekbiri sahîh olur. Yalnız bu rek'ati kılmış
sayılmayıp, İmamın selâmından sonra iade etmesi gerekir. Eğer İmam rükûdayken
kendisi ayakta tekbir alıp da rükûa varırsa, İmam da henüz rükûdan kalkmamışsa
bu rek'atı İmamla birlikte kılmış sayılır. Bu hususta iki görüş olmakla
birlikte en kuvvetlisi, sözü edilen bu rek'atin, İmamla birlikte kılınmış
olduğu doğrultusundadır. Yalnız bu kişinin iftitah tekbirini tek olarak almaya
niyet etmesi veya rükû ile birlikte almaya niyet etmesi gerekir. Sadece rükûa
niyet ederse namaza girmiş sayılmaz. Bu durumda namazını kesmesi de doğru
olmaz. Tersine, İmamla birlikte namaza devam etmesi, İmama saygı nedeniyle
gerekli olur. İmam selâm verdikten sonra da yeniden kılması îcâb eder.
3. Lafza-i
celâli, “ekber” kelimesinden önce telâffuz etmelidir. Yani, “Allahü Ekber”
diyerek tekbir almalıdır. “Ekber Allah” diyecek olursa bu tekbiri bütün
Mâlikîlere göre ittifakla sahîh olmaz.
4. İstifham
(soru) manâsım kastederek lafza-i celâlin başındaki hemze uzatılmamalıdır. Ama
istifham kastıyla değil de nida (çağrı) kastıyla veya hiç bir kasıt gütmeksizin
hemzeyi uzatacak olursa, Mâlikîlere göre bunun bir zararı olmaz.
5. Büyük
davul manasım kastederek “Ekbâr” diyerek “ba” harfi uzatılmamalıdır. Bunu
kasıtlı olarak söyleyen kişi hâşâ, Allah'a sövmüş olur. Ama bunu kasdetmeyerek
söyleyecek olursa bir sakıncası olmaz. Bu hususta Mâlikîler, üç mezheb İmamına
muhalefet etmişlerdir. Çünkü üç mezheb İmamı, bu şekilde alman tekbirin bâtıl
olacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir.
6. Lafza-i
celâlin ikinci “lâm”mı medd-i tabiî kadar uzatmak gerekir. Bu hususta
mezheblerin görüş birliği vardır.
7. Lafza-i
celâlin sonundaki “he” harfi mutlak olarak telâffuz edilmelidir. “H” siz
olarak “Alla ekber” diyen kişinin tekbiri sahîh olmaz. Bu hususta ittifak
vardır. Ama lafza-i celâlin sonundaki “h”yı uzatarak bir “vav” harfinin meydana
gelmesi hâlinde alınan tekbir, Hanefi ve Mâlikîlere göre sahih olur. Şafiî ve
Hanbelîlerse buna muhalefet etmişlerdir.
Şâfiîler derler ki: Namaz kılan kişi eğer avam tabakasındansa bu, onun için afvedilecek
bir hatadır. Eğer avamdan değilse bu onun için afvedilecek bir hata olmaz. Bunu
yaptığı takdirde tekbiri bâtıl olur.
Hanbelîler derler ki: Bu şekilde telâffuz ederek tekbir alan kişinin, her
halükârda mutlak olarak tekbiri bâtıl olur.
8. Lafza-i
celâl ile “ekber” kelimesinin arasına bir sessizlik fasılası konmamalıdır.
Şöyle ki: “Allah” deyip sustuktan bir müddet sonra “ekber” kelimesini telâffuz
eden kişinin aradaki susuşu, örfe göre uzun sürmüşse bütün mezheblerin
İttifakına göre tekbire zararı olur. Susması kısa sürmüşse bir zararı olmaz.
Mâlikîler kısa susmanın ölçüsünü örfün takdirine bırakmışlardır. Şâfiîlere
gelince bunlar, derler ki: Kısa susma süresi, kişinin soluk almak için
durakladığı süredir. Veya kekeleyen kişinin kelimeyi düzgün çıkarmak için
beklediği süredir. Hanefî ve Hanbelîlere gelince bunlar derler ki: Aradaki
susma süresi kişinin az da olsa konuşabileceği bir zaman kadarsa bu, tekbir
için sakıncalı olur.
9. “Allah”
lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına az olsun çok olsun bir harfle de
olsa fasıla konmamalıdır. Meselâ bir kişi, “Allahü'l-Ekber” diyecek olursa
tekbiri sahîh olmaz. Bu hükümde Hanbelî ve Mâlikîler ittifak etmişlerdir.
Hanefîlere gelince bunlar, “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına
lâm-ı tarifin fasıla olarak konulmasını câİz görmüşlerdir. “Allahü'l-ekber”
veya “Allahü'l-Kebir” diyerek iftitah tekbirini alan kişinin tekbiri sahîh
olur. Aynı şekilde “Allahü kebir” diyenin de tekbiri sahih olur. Şâfiîlere
gelince; bilindiği gibi bunlar lafza-i celâl ile “ekber” kelimesi arasına
Allah'ın sıfatlarından bazılarının, iki kelimeyi geçmemek kaydıyla, fasıla
olarak konulmasını caiz görmüşlerdir. Meselâ “Allahü'r-Rahmanü'r-Rahîmü ekber”
diyen kişinin tekbiri sahîh olur. Nitekim bu husus, Şafiî mezhebinde daha önce
açıklanmıştı.
10. İftitah
tekbirini alan kişi dilini hareket ettirmelidir. Dilini hareket ettirmeksizin
içten tekbir alan kişinin tekbiri sahîh olmaz. Tekbir alırken kendisinin
duyacağı kadar yüksek sesle alması bu mezhebe göre şart değildir. Dilsiz
kişinin tekbir alma zorunluluğu bu mezhebe göre yoktur. Sadece niyet etmesi
yeterli olur. Bu görüşleriyle de Mâlikîler, üç mezhebe muhalefet etmişlerdir.
Çünkü her üç mezheb de tekbir alan kişinin kendi duyacağı kadar yüksek sesle
almasını şart koşmuşlardır. Sadece dilini oynatarak tekbir alan kişinin
tekbirinin bâtıl olacağını söylemişlerdir. Ancak dilsiz olan kişi Hanefî ve
Hanbelî mezheblerine göre bu yükümlülükten muaf tutulmuştur. Şâfiîlere gelince,
bunlar derler ki: Dilsiz kişi tekbir alırken mümkün mertebe dilini ve
dudaklarını hareket ettirmelidir. Şunu da söyleyelim ki; kıbleye yönelme, avret
yerlerini örtme, temizlik ve benzeri gibi namazın sıhhati için gerekli olan
şartlar, iftitah tekbiri için de gereklidir.
Hanbeliler dediler ki: İftitah tekbirinin dokuz şartı vardır:
1. İftitah
tekbiri, “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesinden teşekkül etmelidir. “Allahü
Ekber” cümlesinden başka bir cümle ile tekbir alan kişinin namazı bâtıl olur.
Hanbelîlerle Mâlikîler, bu cümleden başka cümleyle alınacak tekbirin geçerli
olmayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Meselâ namaz kılacak kişi, “Ekber
Allah” veya “Allahü'l-Ekber” veya “Allahü'1-kebir” veya “ Allahü'l-Celîl” veya
bunlardan başka Allah'ı ululayan ifadeleri kullanarak tekbir alırsa tekbiri
bâtıl olur. Yine aynı şekilde sadece Allah diyenin tekbjri de bâtıl olur.
Allahü ekber dedikten sonra tekbire Allah'ın sıfatlarından birini ekleyen kişi
meselâ, “Allahü Ekber ve a'zam” veya “Allahü ekber ve eceli” diyen kişinin
namazı mekruh olmakla birlikte sahîh olur.
Yine bunun gibi “Allahü
ekberü kebiren” diyen kişinin de namazı kerâhetle birlikte sahîh olur.
Bilindiği gibi Şâfiîler derler ki: “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi
arasına, Allah'ın sıfatlarından bir veya iki kelimeyi eklemek, meselâ “Allahü'r-Rahmânü'r-Rahîmü
ekber” demek tekbire zarar vermez.
Hanefîler de derler ki: “Allah” lafza-i celâli ile “ekber” kelimesi arasına
lâm-ı tarif koymak tekbire zarar vermez. Meselâ “Allahü'l-Ekber” diyenin
tekbiri Hanefîlere göre sahîh olur. Yİne aynı şekilde “Allahü kebir” diyenin de
tekbiri Hanefîlere göre geçerli sayılır.
2. İftitah
tekbirini alan kişinin, muktedir olması hâlinde ayakta tekbir alması gerekir.
Tekbir alırken kişinin tam dik olarak durması da zorunlu değildir. Eğik
vaziyetteyken alınan tekbir sahîh olur. Ancak rükû hâline yakın olursa tekbir
sahîh olmaz. Yine tümden rükû halinde veya oturarak alınırsa veyahut da
tekbirin bir kısmı ayakta, diğer kısmı da rükû hâlinde veya oturarak alınırsa
kılınan namaz farz da olsa, vâcib de olsa nafile olarak gerçekleşir. Eğer vakti
varsa bu namazı nafile olarak tamamlar. Vakti darsa namazı kesip yeniden ayakta
tekbir alarak namaza başlaması vâcib olur.
3. “Allah”
lafza-i celâlinin hemzesi uzatılmamalıdır.
4. Ekber
kelimesinin “ba”sı, “ekbaar” diyerek uzatılmamalıdır. Mâlikîlerin bu husustaki
muhalefetleri ve “ekbaar” kelimesinin ne anlama geldiği önceki sayfalarda
açıklanmıştır.
5. İftitah
tekbirinin arapça telâffuz edilmesi gerekir. Arapça öğrenmekten âciz kalan
kişi, Şâfiîlerin de dedikleri gibi iftitah tekbirini, bildiği dille alır. Kendi
bildiği dille de olsa iftitah tekbirini terkeden kişi, verilen emri yerine
getirmediği takdirde namazı sahîh olmaz. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler.
Kişi, Arapça veya başka dille tekbir almaktan âciz olursa, dilsiz kimsenin de
muaf tutulması gibi iftitah tekbirini almaktan muaf tutulur. Eğer sadece “Allah”
lâfzını söyleyip de “ekber” lâfzını telâffuz edemezse yapabildiği kadarıyla tekbir
alması gerekir. Dilsiz kişinin tekbir alırken dilini oynatması vâcib değildir.
Çünkü şeriat koyucu onu bu zorlukla yükümlü kılmamıştır. Dilsizin bu uğurda
çabalaması anlamsızdır. Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler.
6. “Allah”
Iafza-i celâlinin “ha” harfini uzatarak sonunda “vav”ın meydana getirilmesi
hâlinde alınan tekbir geçersiz olur.
7. “Alla
ekber” diyerek Iafza-i celâlin sonundaki “ha”yı telaffuz etmeyen kişinin
iftitah tekbiri sahîh olmaz.
8. Lafza-i
celâl ile “ekber” kelimesinin arasına “'vav” harfi konmamalıdır. “Allahü
vekber” diyenin tekbiri sahîh olmaz.
9. Lafza-i
celâl ile “ekber” kelimesinin arasına az da olsa bir söz söyleyecek kadar
sessizlik fasılası konmamalıdır. Namaz için şart olan kıbleye yönelme, avret
yerini örtme, temizlik ve benzeri şartlar, iftitah tekbiri için de gerekli olan
şartlardır.[205]
Namazın farzlarının
üçüncüsü kıyam (ayakta durma) dır. Muktedir olduktan sonra, farz namazını
kılmakta olan kişinin bütün rek'atleri ayakta kılmasının farz oluşu hususunda
mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Ama kişi bir hastalık veya benzeri bir
sebebten ötürü kıyamdan âciz kalırsa bu durumda sözü edilen yükümlülükten muaf
olur. Yapabildiği kadarıyla ve yapabildiği şekilde namazını kılar. Nitekim bu
husus, hasta kimselerin namazı bahsinde de ele alınacaktır. Sünnet, mendup ve
benzeri namazlara gelince bunları ayakta kılmak farz değildir. Aksine, namaz
kılan kişi, muktedir de olsa bunları oturarak kılabilir. Bu hüküm üzerinde de
mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hanefilerin farz olmayan bazı sünnet
namazlara ilişkin tafsîlâtları vardır ki,onları da aşağıda anlatmış bulunmaktayız.
Hanefiler dediler ki: Beş vakit farz namazlarda kıyam farz olduğu gibi,
vitir namazında da kıyam farzdır. Bu namazın oturarak kılınması sahîh olmaz.
Adak namazlarıyla sabah namazının iki rek'atlık sünneti de bu cümledendir.
Bunların da oturarak kılınmaları sahîh olmaz.
Namaz kılan kişi,
farz, sünnet veya mendub olan kıraati ifâ etmek için ayakta durduğu müddetçe
kendisi için kıyam farzdır. Yine kıyam esnasında kendisinden yapması istenilen
işler için de ayakta durması farzdır. Bu hususta Şafiî ve Hanbelîler görüş
birliği etmişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere gelince onların bu husustaki
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Farz olan kıyam miktarı, kıraate yetecek kadar olan
kıyamdır. Ki farz olan kıraat; bir uzun âyet veya üç kısa âyettir. Bununla
ilgili açıklama, Fâtiha'nm okunması bahsinde yapılacaktır. Bu kadardan fazlası
eğer bir vacibin edasından ötürü ise, kıyam vâcib olur. Eğer bir mendubun
edasından ötürü ise kıyam mendub olur. Hanefîler derler ki: Bu hüküm, kıraatin
vukuundan öncesine ilişkindir. Ama kıraati ayaktayken uzatan kişinin kıyamı,
okuduğu sürece farz olur. Bu haldeyken Kur'an-ı Kerim'in tümünü okuyacak olsa bile,
kıyamda durması farz olur. Bir kişi, ayaktayken bir âyet okur da oturduktan
sonra geri kalan kıraati tamamlayacak olursa sahîh olmaz. Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîler arasında bu meselede meydana gelen anlaşmazlık, kıyamın uzatılıp
kısaltılmasiyla kazanılacak sevabın değişik olmasına ilişkindir. Şâfiîlerle
Hanbelîler derler ki: Namazdaki kişi kıyamı uzatacak olursa farz sevabını alır.
Namazın sünnetlerinden birini terk ederek kıyamı kısaltacak olursa, sünneti
terketmekten ötürü cezâlandırılmasa bile kıyamı kısaltmaktan ötürü
cezalandırılır. Hanefîlere gelince bunlar derler ki: Kişi gereğinden fazla
olarak kıyamı uzatırsa farz sevabı kazanır.
Bir sünneti terk etmekle
kıyamı kısaltacak olursa günahkâr olmaz. Şâfiîlerle Hanbelîler bu görüşte
Hanefîlere muvafakat etselerdi aralarında ihtilâf kalmayacaktı.
Malikiler dediler ki: Farz namazlarda iftitah tekbiri alınırken, Fatiha
okunurken, rükûa eğilinecekken kıyama durmak farzdır. Zammı sûre okurken
kıyamda durmak sünnettir. Meselâ zammı sûre okurken bir şeye yaslanır da bu
dayanak giderildiği takdirde kendisi düşecek olsa bile namazı bozulmaz. Ama
Fatiha okurken veya rükûa eğilinirken böyle bir şeye dayanan kişinin namazı
bozulur. Mâlikîler, diğer mezheblerle görüş birliği ederek zammı sûre okurken
kıyam, her ne kadar farz değilse bile oturarak okuyan kişinin namazın şeklini
değiştirmiş olduğu gerekçesiyle namazının bâtıl olacağını söylemişlerdir.[206]
Namazın farzlarının
dördüncüsü, Fâtiha'nın okunmasıdır. Fatiha ile ilgili beş husus vardır. Bunları
şöylece açıklayabiliriz:
1. Fâtiha'yı
namazda okumak, bütün mezheblerin ittifakıyla farz mıdır, değil midir?
2. Farz
olsun, nafile olsun namazın bütün rek'atlerinde Fatiha okumak farz mıdır,
değil midir?
3. Münferid
olsun, İmam veya İmama uyan olsun namaz kılmakta olan kişilerin tümünün Fatiha
okumaları farz mıdır, değil midir?
4. Fatihayı
okumaktan âciz olan kişinin hükmü ne olacaktır?
5. Fatihayı
okuyan kişinin bizzat kendisinin, bu okuduğunu işitmesi farz mıdır, değil
midir? Okuyan kişi dilini oynatıp da telâffuz ettiğini duymazsa Fatihası sahîh
olur mu, olmaz mı?
Şimdi de, sorulan bu
soruları sırasıyla cevablandırmaya çalışalım:
1, 2. Namaz,
farz oisun olmasın bütün rek'atlarında Fatiha okumak farzdır. Kasıtlı olarak
namazın bir rek'atında Fatiha okumayan kişinin namazı bâtıl olur. Unutarak
terk edene gelince; bu kişi, Fatiha okumadığı rek'ati, sehiv secdesi bahsinde
anlatılacak şekilde iade etmelidir. Hanefîler, üç mezhebe muhalefet ederek
demişlerdir ki: Namazda Fatihanın okunması farz değil, vâcibtir; sünnet-i
müekkede de denilebilir. Şu halde Fatihayı kasıtlı olarak terk eden kişinin
namazı bâtıl olmaz. Hanefîlerin buna ilişkin delilleri ve tafsilâtı aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Farz olan, özellikle Fatihayı okumak değil de mutlak
olarak Kur'an okumaktır. Bunu teyid meyâmnda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Fatihanın okunmasının
farz olduğunu ileri sürenler, Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerîfini delîl
olarak göstermektedirler:
“O halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun.” [207]
Burada maksat,
Kur'an-ı Kerîm'in herhangi bir yerini okumaktır. İnsana emredilen de budur.
Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerİnde rivayet edilen bir hadîse göre Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Namaza kalktığın
zaman abdestini tam al, ondan sonra kıbleye yönel. Daha sonra da
Kur'an'dan sana kolay geleni oku.” [208]
Bir başka hadîs-i
şeriflerinde de Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar:
“Kıraat olmaksızın namaz olmaz.” [209]
Farz namazların iki
rek'atinde kıraat farzdır. Bu iki rek'atin de önceki iki rek'at olması
vâcibtir. Nitekim bu ilk iki rek'atta Fatihanın okunması da vâcibtir. Dört
rek'atli farz namazlarda ilk iki rek'atte okumayan kişi, sonraki iki rek'atte
okumalıdır. Böyle yaptığı takdirde namazı sahîh olur. Ancak vacibi terketmiş
olur. Fatihayı unutarak okumayan kişinin sehiv secdesi yapması gerekir. Sehiv
secdesi yapmayan kişinin namazı iade etmesi icâb eder. Tıpkı bir vacibi kasten
terk eden kişinin de namazı iade etmesi gerektiği gibi. İâde etmeyen kişi,
namazı sahîh olmakla birlikte günahkâr olur. Farz namazların üçüncü ve
dördüncü rek'atlerine gelince, bunlarda Fatihayı okumak sünnettir. Nafile
namazların bütün restlerinde Fatihayı okumak vâcibtir. Nafile namazların her
iki rek'ati müstakil birer namaz olarak kabul edilirler. Bu iki rek'ati başka
rek'atlerle birleştiren, meselâ bir selâmla dört rek'at nafile kılan kişi, yine
her dört rek'atte Fatiha okumak zorundadır. Hanefîler vitir namazını da bu
hususta nafile namazların hükmüne tâbi kılmışlardır. Dolayısıyla vitrin de
bütün rek'atlarinde Fatiha okumak vacibtir. Farz olan kıraat miktarı üç kısa
âyet veya bunlara denk gelen uzun bir âyettir. En ihtiyatlı görüş budur.
“Fâtihat'ül-kitabı
okumayan kişinin namazı olmaz.” [210]
3. İmama
uyan kimsenin Fatihayı okumasının farz olup olmadığı hususunda mezheblerin
detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: İmama uyan kişinin, Fatihayı İmamın ardı sıra okuması farzdır..Ancak İmam,
Fatihanın bir kısmını veya tümünü okuduktan sonra İmama kavuşup da tâbi olan
kişini Fatihasını İmam üstlenir. Eğer İmam üstlenmeye ehilse... Yani kendisinin
abdestsiz olduğu sonradan anla-şılmamışsa Fatihasını üstlenir. Veyahut da
farzdan zâid bir rek'atte İmama uyan kişinin Fatihasını da İmam üstlenir.
Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın peşisıra Fatihayı okuması
tahrîmen mekruh olur. Bu namaz ister İmamın seslice kıraatte bulunduğu bir
namaz olsun, ister sessizce kıraatte bulunduğu bir namaz olsun aynı hükme
tâbidir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“İmamı olan kişinin, İmamının kıraati, kendisinin de
kırâetidir.” [211]
Şunu da kaydedelim ki:
İmama uyan kişinin okumasını sahabenin ileri gelenlerinden seksen kadar kişi
menetmiştir. Ki bunların başında Hz. Ali ile Abdullah bin Abbâs, Abdullah İbn
Mes'ûd ve Abdullah İbn Ömer gelmektedir. Yine bazı sahabelerden rivayet edilen
habere göre İmamın arkasında namaz kılmakta olan kişinin Fatihayı okuması
namazı bozar. Ancak bu, sahîh bir haber değildir. İhtiyata en yakın ve en
kuvvetli olan görüş, bunun tahrîmen mekruh bir davranış olduğudur.
Malikiler dediler ki: Sessizce kıraatte bulunulan namazlarda İmamın
peşisıra kıraatte bulunmak mendubtur. Seslice kıraatte bulunulan namazlarda
ise İmamın peşi sıra Fatihayı okumak mekruhtur. Yalnız, İmama uyan kişi, bunu İmama
muhalefet kastiyle okumazsa, okuması mendub olur.
Hânbelîler dediler ki: Sessizce kıraatte bulunulan namazlarda İmamın
peşisıra cemâatin de Fatiha okuması müstehab olur. Yine seslice kıraatte
bulunulan namazlarda, İmamın âyet aralarında sükût etmesi esnasında cemâatin
Fatiha okuması müstehab olur. Ancak seslice kıraatte bulunulan namazlarda im^m
okurken, cemâatin Fatiha okuması mekruh olur.
4. Fatihayı
okumaktan âciz olan kişinin durumuna gelince, Şâfiîlerle Hanbelîler, Fatihayı
namazda okumaktan âciz kalan kişinin, gücü yettiği takdirde Kur'an-ı Kerîm'in
Fatihaya harf ve âyet bakımından eşit herhangi bir âyetini okuması gerektiğinde
ittifak etmişlerdir. Bu kişinin ezberinde bir veya daha fazla âyet olur da,
Fatihadan noksan olursa, bu âyeti Fatihaya denk gelinceye kadar tekrarlar.
Kur'an-ı Kerîm'den hiçbir şey okumayan kişinin Allah'ı zikretmesi gerekir.
Meselâ Fatiha miktarınca “Allah” lafza-i celâlini tekrarlaması gerekir. Bunu da
yapmaktan âciz kalan kişi, Fatiha okuyacak kadar susmalıdır. Bunu da yapmazsa
Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre namazı bâtıl olur. Bu iki mezhebe göre
Fatihayı, Arapçadan başka okumak mutlak olarak caiz olmaz. Bu söylenilen
şıklardan birini yapmayan kişinin namazı bâtıl olur. Mâliki ve Hanefî
mezheblerinin bu husustaki görüşleri ise aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Fatihayı Arapça okumaktan âciz kalan kişi başka bir
dille okuyabilir. Bu durumdaki kişinin namazı sahîh olur.
Malikiler dediler ki: Fatihayı güzelce okuyamayan kişinin, mümkün mertebe
Fatihayı öğrenmesi gerekir. Buna imkân bulamayan kişinin, Fatihayı güzelce
okuyan birine uyması gerekir. Böyle birini bulamayan kişinin, iftitah
tekbiriyle rükû arasına bir fasıla koyması mendub olur. Bu fasılanın da
zikrullahtan ibaret olması mendubtur. Ancak dilsiz olmayanların, Fatihayı iyi
okuyanlara uymaları vâcİbtir. Dilsizin ise böyle bir zorunluluğu yoktur.
5. Fatihayı
okuyan kişinin, bunu kendi duyacak kadar yüksek bir sesle okumasının şart olup
olmadığı hususuna gelince, üç mezheb İmamı ittifak ederek; kendisi duyacak
kadar yüksek sesle okumayanın Fatiha okumuş sayılmayacağını söylemişlerdir.
Mâlikîler buna muhalefet ederek Fatiha okuyan kişinin kendi duymasa bile
dilini hareket ettirmesinin yeterli olacağını söylemişlerdir. Bilindiği gibi
Hanefîler de Fatiha okumanın farz olmadığını, dolayısıyla kendi duyacak kadar
yüksek sesle okumayanın namazının bâtıl olmayacağını, yalnız vacibi terketmiş
olacağını söylemişlerdir.
Malikiler dediler ki: Kişinin kendi duyacağı kadar yüksek sesle Fatiha
okuması vâcib değildir. Sadece dilini hareket ettirmesi yeterlidir. Ama ihtilâf
alanına düşmemek için kendi duyacağı kadar yüksek sesle okuması daha iyi olur.[212]
Namazın farzlarının
beşincisi rükûdur. Yapabilecek güçte olan herkes için bütün namazlarda rükû
farzdır. Ne ki mezheb İmamları, namazın sıhhatini sağlayacak olan rükû miktarı
hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mezheblerin bu konudaki detaylı
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Rükû, başın eğilmesiyle yapılmış sayılır. Kişi rükûa
yakın olacak şekilde eğilirse namazı sahîh olur. Rükûun tam şekli, sırtla baş
ve kuyruk sokumunun aynı seviyeye gelmesi durumunda gerçekleşir. Bu
söylediğimiz, ayakta namaz kılan kişinin rükûudur. Oturarak namaz kılan kişinin
rükûuna gelince bunun kişi; sırtla birlikte başın eğilmesi halinde gerçekleşir.
Bu kişinin rükûu ancak alnının, dizlerinin ön kısmına gelmesi halinde tam
olarak gerçekleşir.
Hanbeliler dediler ki: Ayakta namaz kılan kişinin rükûu, ellerini dizlerine
dayayarak eğilmesiyle meydana gelir. Tabiî bu kişi orta yaratılışta olup,
elleri ne uzun, ne de kısa olursa böyledir. Orta yaratılışta olmayan kişi,
mümkün olduğu kadar ellerini dizlerine dayayarak rükûa varır. Bu kişilerin
rükûlarımn mükemmel olması için başlarıyla sırtlarını dümdüz aynı hizaya
getirmeleri gerekir. Başı, sırtına nisbetle ne aşağıda ne de yukarıda olmalıdır.
Oturarak namaz kılan kişinin rükûa giderken yüzünü dizlerinin önündeki yere
mümkün mertebe yaklaştırarak karşı karşıya getirmelidir. Tam olarak ve en
yakın bir şekilde yüzüyle dizlerinin önündeki yeri karşılaştıracak olan kişi.
tam rükûa varmış olur.
Şafiiler dediler ki: Normal yaratılıştaki bir kişinin rükûu, en azından eğilmesiyle
meydana gelir. Şöyle ki: Bir kişi, kuyruk sokumu kısmını alçaltmaksızın, başım
kaldırmaksızın, göğsünü de ileriye vermeksizin rükûa gitmek kasdıyla avuçlarım
dizlerine dayayarak rükûunu gerçekleştirmiş olur. Rükûun en mükemmel şekli,
kişinin sırtıyla boynunu aynı seviyeye getirmesi hâlinde gerçekleşir. Oturarak
namaz kılan kişinin rükûunun en az hâli, eğilerek alnını dizlerinin ön kısmıyla
aynı hizaya getirmesidir. En mükemmel şekli de, eğilerek alnını secde yeriyle
aynı hizaya getirmesidir. Yalnız alnını secde yerine temas ettirmemesi de
gerekir.
Malikîler dediler ki: Rükûun en az haddi, orta uzunluktaki kollara sâhib
kişinin eğilerek avuçlarım dizlerine yaklaştırmasıdır. Bu durumdaki kişi,
ellerini değdirdiği takdirde, değdiği yerin en azından dizlere yakın olan uyluk
başına gelmesi gerekir. Elleri dizlerinin üzerine indirip tutturmak, sırtı da
dümdüz hâle getirmek rükû için mendubtur.[213]
Üzerindeki ittifak
edilen namaz farzlarından altıncısı secdedir. Namaz kılan kişinin her rek'atte
iki kez secde etmesi farzdır. Yalnız secdenin ne şekilde gerçekleşeceğinin
miktarı hususunda mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Malikiler dediler ki: Secdenin en azından alnın bir kısmıyla yapılması
farzdır. Bilindiği gibi insanın alnı, kaşlarının arasından başın ön tarafındaki
saç bitimi sınırına kadardır. Bir kişi, başının yan taraflarından biriyle
secde edecek olursa bu secdesi geçerli olmaz. Secdeye varan kişinin, burnunu
da yere değdirmesi mendubtur. Burnunu yere değdirmeyen kişinin; burnun yere
değdirilmesinin vâcib olduğunu ileri sürenlere uymak açısından vakit
içerisinde namazını iade etmesi gerekir. Bu durumda vaktin sının, öğle ve
ikindi için güneşin sararmasına kadar devam eder. Güneşin sararmasından sonra
namazın iade edilmesine gerek kalmaz. Akşam, yatsı ve sabah namazlarındaysa
vaktin sınırı fecrin ve güneşin doğuşuna kadar devam eder. Gün doğduktan sonra
namazın iade edilmesine gerek kalmaz. Bir kişi alnı üzerine değil de burnu
üzerine secde ederse farzı yerine getirmiş olmaz. Alnı üzerine secde etmekten
âciz olan kişi, farzı yerine getirmek için secdeyi imâ ile yapar. Secdeye
varırken ellerin, dizlerin ve ayak uçlarının yere gelmesi sünnettir. Alnın
tümünün yere yapıştırılması mendubtur.
Hanefiler dediler ki: Farz olan secde miktarı, kişinin alnının az bir
kısmını yere değdirmesiyle gerçekleşir. Sadece burnu üzerine secde eden kişi
şayet özürlü değilse secde etmiş sayılmaz. Kuvvetli görüş budur. Yanağın veya
çenenin üzerine secde etmek, özür olsun olmasın yeterli olmaz. Secdeye varırken
ellerden, dizlerden, ayak uçlarından birer tanesini yere değdirmek zorunludur.
Ayak uçlarını, bir tek parmakla da olsa yere değdirmek şarttır. Alnın çoğunun
yere konulması ise vâcibtir. Tam secde; iki elin tümünün, dizlerin ve ayak uçlarıyla
alın ve burnun tamamen yere değdirilmesiyle gerçekleşir.
Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: Secdede farz olan miktar, sözü edilen yedi organdan
herbirinin bir kısmının yere değdirilmesiyle yerine getirilmiş olur. Bu
meyânda Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın,
iki el, iki diz ve İki ayak uçları.” [214]
Hanbelîler derler ki: Secde, bu sayılan organlara ek olarak burnun bir
kısmının da yere gelmemesi hâlinde gerçekleşmez. Şâfiîler derler ki: Secdede
avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere gelmesi şarttır.
Secdenin sahîh
olabilmesi için alnın, üzerinde istikrar bulacağı hasır ve halı gibi şeyler
üzerine secde yapılması şarttır. Alnın, üzerinde istikrar bulamayacağı atılmış
pamuk gibi şeyler üzerine secde etmek sahîh olmaz. Alın, üzerinde istikrar
bulmadığı takdirde saman, pirinç ve darı da pamuk hükmüne girer. Eğer üzerinde
istikrar bulacaksa bu sayılan şeylerin tümü üzerine secde etmek sahîh olur.
Secde yaparken alnı, avuçların üzerine koymamak da şarttır. Aksi takdirde
kılınan namaz, üç mezhebe göre bâtıl olur. Yalnız Hanefîler bu hükme muhalif
olup bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Secde hâlinde alnı avuç üzerine koymanın zararı
olmaz. Yalnız bunu yapmak mekruhtur.
Kişinin giyinik olduğu
veya kendisinin üzerinde bulunup da hareketine bağlı olarak hareket eden şeyin
üzerine alnını koymasının bir zararı olmaz. Yalnız üç mezhebe göre bu, mekruh
bir davranış olur. Şâfiîlerse buna muhalefet etmişlerdir. Ki onların buna ilişkin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Secdede alnı, sözü edilen şeyin üzerine koymak şarttır. Aksi takdirde
kılman namaz bâtıl olur. Yalnız bu şey çok uzun olur da, namaz kılan kişinin
hareket etmesiyle birlikte hareket etmezse namaz bâtıl olmaz. Eldeki mendil de
ayrı bir nesne olduğundan ötürü üzerine secde edilmesi hâlinde bunun namaza
bir zararı olmaz.
Sarığın kıvrımı
üzerine de secde etmenin bir zararı olmaz. Bir kişi, üzerinde büyük bir şal
bulunan sarığı başına koyar da, bu, alnının bir kısmını kapatırsa ve sonra da
bunun üzerine secde ederse kıldığı namaz üç mezhebe göre sahîh olur. Şâfiîler
ise bu hükme muhalefet edip aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.
Şafiiler dediler ki: Sarık veya sarığa benzer sargılar, alnın tümünü kapladıkları takdirde
bunların üzerine secde etmenin namaza zararı dokunur. Açık alın üzerine secde
etmeyen kişi, eğer bunu kasıtlı olarak yapıyorsa namazı bâtıl olur. Ama bir
özürden ötürü, meselâ alnında yara olup da üzerindeki sargıyı çözmenin fazla
meşakkat getireceğinden korkarsa, sargı üzerine secde etmesi sahîh olur.
Secdede alnın
konulacağı yerin, dizlerin konduğu yere göre yüksekte olmaması gerekir. Namazı
bozacak yüksekliğin ölçüsü hususunda mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefiler dediler ki: Alnın secde yerinden yüksekliğinin yarım zira’dan
fazla olmaması gerekir. Ancak fazla kalabalık bir cemâatte namaz kılan kişinin
durumu bundan müstesnadır. Kalabalık bir cemâatte namaz kılan kişi, önündeki
şahsın sırtına secde edebilir. Bu durumda alnını koymuş olduğu yer, dizlerini
koyduğu yerden yüksek olmaktadır. Öndeki kişinin sırtına secde etmenin sahîh
olması için üç şart gereklidir:
1. Alnı,
zeminde koyacak bir yer bulunmamalıdır.
2. Öndeki
kişiyle arkadaki, aynı namazı kılmakta olmalıdırlar.
3. Öndekinin
sırtına secde edecek olanın dizleri yere gelmelidir.
Bu üç şarttan biri
gerçekleşmeden öndekinin sırtına secde edenin namazı bâtıl olur.
Hanbeliler dediler ki: Kişiyi namaz kılma şeklinden çıkaran secde yerinin
yüksekliği namazı bozar.
Şafiiler dediler ki: Secde yerinin, dizlerin konduğu yerden yüksek olması namazı bozar.
Ancak kuyruk sokumu ve etrafı, baş ve omuzlardan daha yükseğe kaldırılırsa bu
durumda namaz sahîh olur. Şâfiîlere göre bunun dayanağı bedenin tenkisidir.
Bedenin tenkisi, secde halindeyken bedenin alt kısımlarını üst kısımlardan
daha yükseğe kaldırmaktır. Tabiî bu, özürlü olmayan kimseler için, secde
yerinin yüksekliği durumunda geçerlidir. Hâmile kadın, yüksek yere secde
ederken tenkis yapacak olduğunda bir zararın meydana gelmesinden korkarsa
tenkis yapmaz.
Malikiler dediler ki: Yükseklik yere bitişikse, mûtemed görüşe göre bu
yüksek kısım üzerine secde etmek sahîh olmaz. Eğer anahtar veya küçük kutu
gibi az yükseklikteki bir şeyin üzerine secde edilirse, tenzîhen mekruh
olmakla birlikte yine de namaz sahîh olur.[215]
Namazın bu dört farzı,
birbirilerine bitiştirilerek ele alınmaktadır. Bunların farz oluşu hususunda
üç mezheb görüş birliği etmişlerdir. Ne ki Hanefîler bu hususta muhalefet
ederek demişlerdir ki: Rükûdan kalkmak, i'tidal ve tum'anînet, namazın
vâciblerindendir. Farz değildirler. Bunları yerine getirmeyenin namazı bâtıl
olmaz. Ne ki günahkâr olur. Secdeden kalkmaya gelince bu, farzdır. Bu farzlarla
ilgili olarak her mezhebin detaylı görüşü aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Rükûdan kalkmak, i'tidâl ve tum'anînet, namazın
farzlarından değil de vâciblerindendir. Ancak Hanefîler, bunda biraz daha
detaya inerek demişlerdir ki: “Tum'anînet”, mafsallar itminan buluncaya kadar
organların hareket etmemesidir. Bu durumda her organ kendi yerine oturur. Bunun
da en azından bir kez “sübhânallah” diyecek kadar sürmesi gerekir ki;
tum'anînet rükû ve secde için, kendi başına müstakil diğer rükünler için
vâcibtir. Hanefîler buna tadîl-i erkân da derler. Rükûdan kalkmada vâcib
miktar, kalkma anlamını taşıyan bir hareketle yerini bulur. Bu ıdan fazlasını
yapmaya da itidal denilir. Ki bu da meşhur kavle göre sünnettir. Secdeden
kalkmaya gelince bu farzdır. Bu farzlığın miktarı da, kişinin oturmaya yakın
olacak kadar kalkmasıdır. Bundan fazlasını yapıp tam olarak oturmaya gelince
meşhur görüşe göre bu sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Rükûdan kalkmak, kişinin rükûdan önceki hâline dönmesiyle olur. Kişi
ayaktayken rükûa gitmişse tekrar ayağa kalkıp dikilmesiyle; oturarak namaz
kılan kişi oturur vaziyetteyken rükûa gitmişse rükûdan kalkması, tekrar
oturmasıyla tahakkuk eder. Tabiî bunu yaparken, yani rükûdan kalkıp secdeye
gitmeden önce tum'anînet şartını yerine getirmesi gerekir. Şâfiîler buna
itidal da derler.
Secdeden kalkmaya
gelince Şâfiîler buna iki secde arasında oturma da derler. Bu, kişinin secdeden
kalkıp, tam olarak oturması, her organının yerli yerine gelmesiyle
gerçekleşir. Her organ yerli yerine oturup da kişi, düzgün bir şekilde
durmadığı takdirde namazı sahîh olmaz. Kişi oturmaya yakın bir halde olsa bile
yine namazı sahîh olmaz. Rükû ve secdeden kalktıktan sonra yapılan itidali de
fazla uzatmamak şarttır. Meselâ rükûdan kalktıktan sonra bir Fatiha okuyacak
kadar veya rükû esnasındaki zikirlerden birini okuyacak kadar beklerse;
secdeden sonra da secdedeki zikirlerden birini veya tahiyyâtü'nün en az
miktarım okuyacak kadar beklerse namazı bâtıl olur. Rükûdan veya secdeden
kalkarken, rükû veya secdeden kalkma niyetinden başka bir niyetle kalkmamak da
şarttır. Meselâ bir şeyden ürküp de başını secdeden veya rükûdan kaldıran
kişinin rükûu veya secdesi geçerli olmaz. Aksine, rükûdan kalkmışsa derhal
rükûa; secdeden kalkmişsa derhal secdeye gitmesi vâcib olur. Eğer bu rükû veya
secdede önceden itmi'nan yapmışsa yeniden yapması gerekmez. Rükûu veya secdeyi
yeniledikten sonra itidali de yenilemesi gerekir.
Malikiler dediler ki: Rükûdan kalkma, kişinin sırtım eğiklikten itidale
doğru kaldırmasıyla yerini bulur. Secdeden kalkmaya gelince bu, mûtemed olan
görüşe göre kişinin elleri yerde kalsa bile, alnını yerden kaldırmasıyla
gerçekleşir.
İtidale gelince bu,
kişinin rükûa veya secdeye gitmeden önceki hâline dönmesi demektir. Ki bu,
rükünler arasına fasıla koymak için müstakil bir rükündür. Rükûdan ve secdeden
sonra itidal vâcibtir. Selâm ve iftitah tekbiri esnasında da vâcibtir.
Tum'anînete gelince bu da, namazın bütün rükünlerinde uygulanması gerekli olan
müstakil bir rükündür. Bunun haddi de, rükû veya secdeye gittikten veya
bunlardan kalktıktan sonra organların eskisi gibi yerli yerine gelmesiyle
tahakkuk eder. Ki bütün bunlar, namaz için ayrılmaz birer rükündürler.
Hanbeliler dediler ki: Rükûdan kalkmak, kişinin elleri dizlerine varmayacak
kadar rükûdan ayrılmasıyla olur. Rükûdan ayrılmanın itidali, kişinin ayakta
dimdik dikilmesiyle, yani her organın asıl yerine gelmesiyle ger çekleşir.
Secdeden kalkmaya gelince;.bu da alnın, yerden kaldırılmasıyla olur. Secdeden
kalkmanın itidali ise, kişinin tam olarak oturması ve organlarının aslî yerine
gelmesiyle gerçekleşir. Bilindiği gibi Mâlikîler, rükû ve secdeden kalkmanın,
tum'anînetin ve itidalin namazın farzlarından olduğu hususunda Şâfiîlerle
görüş birliği etmişlerdir.[216]
Son ka'denin namazın
farzlarından biri olduğu hususunda mezheb İmamları görüş birliği etmişlerdir.
Ancak bu ka'denin süresi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna ilişkin
ihtilâflar aşağıda belirtilmiştir.
Hanefiler dediler ki: Son ka'denin farz olan süresi, sahîh olan görüşe
göre teşehhüd okuyacak kadardır. Bunun delili de Abdullah İbn Amr İbn Âs'ın
rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şeriftir:
“Son secdeden başını kaldırıp da teşehhüd miktarınca
oturdun mu namazın tamamlanmış olur.”
[217]
Malikiler dediler ki: Son ka'dede itidalle birlikte, farz olan selâmı
verecek kadar oturmak farzdır. Ayrıca teşehhüd miktarınca oturmak da sahîh
olan kavle göre mendubtur. Mendub duâ miktarınca oturmak da mendubtur. Cemâatle
namaz kılan kişinin, İmamın selâm vermesinden sonra selâm vermeyip de duaya
devam etmesi gibi mekruh bir duayı okuyacak kadar oturması da mekruhtur.
Şafiiler dediler ki: Son ka'dede teşehhüd okuyacak, Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât
getirecek ve birinci selâmı verecek kadar oturmak farzdır. Tıpkı Fâtiha'yı
okuyacak kadar kıyamda durmak farz olduğu gibi son ka'dede teşehhüd okuyacak,
Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirecek ve birinci selâmı verecek kadar
oturmak farzdır. Bundan fazlasını yapmak, meselâ duâ için oturmaya devam
etmek, ikinci selâmı vermek için oturmaya devam etmek mendubtur.
Hanbeliler dediler ki: Son ka'dede tahiyyâtü'yü okuyacak ve iki selâmı
verecek kadar oturmak farzdır.[218]
Son ka'dede teşehhüd,
yani tahiyyatüyü okumak Şafiî Mezhebine göre farzdır. Hanefî ve Mâlikî
Mezheblerine gelince onların konuyla ilgili görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Son ka'dede teşehhüd farz olmayıp vâcibtir.
Mâlikîler:
Son ka'dede teşehhüdün sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Teşehhüdün metnine
gelince mezhebler bu hususta görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna ilişkin
ayrıntılar aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:
“Ta'zîmler, salâtlar
ve güzel şeyler Allah'adır. Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri ey
Peygamber, sana olsun. Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarına olsun. Allah'tan
başka ilâh olmadığına tanıklık ederim. Ve yine Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi
olduğuna da tanıklık ederim.”
Bu metni Abdullah İbn
Mes'ûd (r.a.) rivayet etmiştir. Bunu okumak, Abdullah îbn Abbâs (r.a.)’ın rivayet
etmiş olduğu metni okumaktan daha uygundur.
Malikiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:
bu metni okumak
mendubtur. Bundan başka rivayet edilen diğer metinleri okumak, mendubun
hilâfına olsa da sünnet, yerini bulur.
Şafiiler dediler ki: Teşehhüdün metni şudur:
Şâfiîler derler ki: kadar okuyan bir kişi de farzı yerine getirmiş olur. Ama önceki
metinde kaydedilen bundan fazla kelimeleri okumak daha faziletli olur. Farz
olan tahiyyâtü'yü okumanın sahîh olması için kişi, muktedir ise arapça okuması
şarttır. Kelimelerini peşpeşe okuması da şarttır. Gürültülü ve benzeri
engeller yoksa okuduğu metni kendisinin de duyması gerekir. Kelimeler
arasındaki sıraya uymak da zorunludur. Kasıtlı olarak sıraya uyulmadığı
takdirde namaz bozulur. Kasıtlı olmayınca bozulmaz.
Teşehhüdden sonra
Föygamber (s.a.s.) Efendimize salât okumak da namazın müstakil rükünlerinden biridir.
Salâtın en azı: veya kadar olanıdır.
Bu anlatılanlardan
sonra, kaydedilen metinlerin bir kısmını okumak, Şâfiîlere göre farzdır.
Mâlikîlere gelince bunlar sünnet olduğunu söylemişlerdir. Şöyle ki: Bir kişi
son ka'dede teşehhüd miktarı oturur ve hiçbir şey konuşup söylemezse namazı
kerahetle birlikte sahîh olur.
Hanefîler derler ki: Son ka'dede teşehhüd okumayan kişinin namazı tahrîmen mekruh olmakla
birlikte sahîh olur.
Hanbelîler dediler ki: teşehhüdün metni şudur:
Bu metni okumak en
fazîletlisidir. Bunun yanısıra Peygamber Efendimizden nakledilen diğer
teşehhüd metinlerini de, meselâ İbn Abbâs'ın (r.a.) rivayet etmiş olduğu
teşehhüdü okumak da caiz olur. Teşehhüdün okunması farz olan miktarı şudur:
Yalnız şunu söyliyelim
ki, Peygamber Efendimize salât okunurken illâ da bu kalıpla okumak zorunlu
değildir.[219]
Tamamlanan namazdan
selâm vererek çıkmanın farz olduğu, selâm vermeden çıkılması hâlinde namazın
bâtıl olacağı hususunda üç mezheb İmamı görüş birliği etmişlerdir. Hanefîler
buna muhalefet ederek demişler ki: Tamamlandıktan sonra abdest bozulmasıyla da
olsa namaza ters düşen bir iş yapmakla namazdan çıkılabilir. Yalnız selâm lâfzı
farz olmayıp vâcibtir. Üç mezheb İmamınca istenilen selâmın hangi kalıpta
olması gerektiği hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Selâm lafzıyla namazdan çıkmak farz değil vâcibtir.
Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.), Abdullah İbn Mes'ud'a teşehhüdü öğretirken kendisine
şöyle demişti:
“Bunu söylediğin (okuduğun) zaman namazını tamamlamış
olursun. Kalkmak istersen kalkarsın. Oturmak istersen oturursun.” [220]
Abdullah'a bunu
söylerken selâm lafzıyla namazdan çıkmasını emretmemişti. Ayrıca namazdan sadece
“selâm” kelimesini söyleyip “aleyküm” kelimesini söylemeden de çıkılabilir.
Bunun yanısıra kişi, selâm lafzını söylemese, hattâ abdesti bozulsa veya
kendisi bozarsa namazdan çıkar ve namazı da sahîh olur. Ancak günahkâr olur.
Bu nedenle de namazı iade etmesi vâcib olur. İade etmediği takdirde ayrıca
günahkâr olur.
Hanbeliler dediler ki:
Namaz kılan kişinin namazdan çıkmak için
-Esselâmü aleyküm ve rahmetüllah- cümlesini iki kez söylemesi farzdır.
Ayrıca selâm verirken mutlak olarak bu metni, kelime sırasına göre okumak
zorunludur. Yoksa namaz bâtıl olur.
Şafiiler dediler ki: Selâm cümlesindeki kelimeler arasındaki sıraya uymak şart değildir.
Söz gelimi adamın biri, “Aleykümü's-Selâm” diyerek namazdan çıkacak olursa
namazı, kerahetle birlikte sahîh olur.
Malikiler dediler ki: Namazdan çıkmak için, “es-selâmü aleyküm” demek
zorunludur. Bu kelimeler arasındaki sıraya uymak ve illa da bu kalıpla
söylemek zorunludur. Bu mezhebe göre kişi, bir kez selâm vererek de namazdan
çıkmış sayılır. Yalnız, selâm vermekten âciz olan, selâm vermeye dili dönmeyen
kişi selâm vermek mecburiyetinden muaf tutulur.[221]
Rükünler arası sıraya
gelince bu da namazın farzlarından biridir. Şöyle ki: Namaz kılan kişi önce
kıyamı, sonra rüküu, rükûdan sonra secdeyi yerine getirmek zorundadır. Namaz
kılan bir kişi secdeyi rükûdan önce yaparsa veya secdeyi kıyamdan önce yaparsa
veyahut da buna benzer diğer rükünler arasında uyulması gerekli sırayı ihlâl
ederse namazı ittifakla bâtıl olur. Ancak Hanefîler derler ki; Rükünler arası
sıra farz olmayıp şarttır. Hanefîler, bilindiği gibi Fâtiha'nın okunması
hususunda da diğer mez-heblere muhalefet ederek bunun bir rükün olmadığını
söylemişlerdir. Rükünler arasındaki sırayla ilgili olarak Hanefîlerin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Rükünler arası sıraya uymak farz olmayıp namazın
sıhhat şartlarından bindir. Her halükârda bu sıraya uymak zorunludur. Ancak
Hanefîler derler ki: Namaz kılan bir kişi, kıyamın farzlığım yerine getirmeden
rükûa varır da ondan sonra secdeye gider ve ayağa kalkarsa bu rükûu muteber
olmaz. Bunu lağvedip tekrar rükûa varır ve secde ederse namazının bu rek'atı
geçerli olur. Bunu yamlarak yapmışsa sehiv secdesi yapması da gerekir. Eğer
kasten yapmışsa namazı bâtıl olur. Kıyamda durmaksızın rükûa varan kişi
hakkındaki hüküm bundan ibarettir. Kıyamda durup da Kur'an-ı Kerîm'den gerekli
miktarı okumaksızın rükûa varan kişinin namazı sahîh olur. Çünkü kıraat,
namazın bütün rek'atlarında değil de sadece iki rek'atında farzdır. Sözgelimi
ilk iki rek'atta kıraatte bulunmayan kişi, son iki rek'atta bu farzı yerine
getirir.[222]
Üç mezheb İmamı, iki
secde arasında oturmanın farz olduğunu ittifakla belirtmişlerdir. Mesela namaz
kılan bir kişi, birinci secdeye gittikten sonra başını kaldırıp da oturmaz ve
ikinci secdeye giderse namazı sahih olmaz. Hanefîler buna muhalefet ederek iki
secde arasında oturmanın, namazın farzlarından olmadığını söylemişlerdir. Ki bu
husustaki tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İki secde arasında oturmak farz değildir. Bu
oturuşun, mertebece farzdan daha aşağı vâcib mi, yoksa gayr-ı müekked sünnet
mi olduğu hususunda ihtilâf vardır. Bazı Hanefîler bunun vâcib olduğunu
söylemişlerdir ki deliller de bunu gerektirir. Bazıları da sünnet olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
İki secde arasındaki
oturmanın ve daha önce geçen bazı hususların farz olduğunu söyleyenler, Buhârî
ve Müslim'de rivayet edilen şu hadîse delîl olarak dayanmaktadırlar. Peygamber
Efendimiz, namazı eksik kılan bir adamı görmüş; namazı nasıl kılacağını
öğretmek için kendisine demişti ki:
“Namaza durduğunda tekbir al. Sonrada Kur'andan sana
kolay geleni oku. (Bazı rivayetlerde
ise, “Ümm'ül-Kur'an'ı (Fâtiha'yi) oku”
dediği nakledilir.) Sonra rükûu mutmain
oluncaya kadar yap. Sonra dimdik oluncaya kadar rükûdan kalk. Ondan sonra
secdeye var. Ve mutmain oluncaya dek secdede kal. Ondan sonra da doğruluncaya
kadar kalk. Bundan böyle bunu tüm namazlarında yap.” [223]
Bilindiği gibi
Hanefîler, İki secde arasında oturmanın ve kıyamda Fâtiha'nın farz olduğunu
söyleyen üç mezhebe muhalefet etmişlerdir. Bununla ilgili olarak derler ki:
Yukarıda geçen hadîs, bunların farz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu hadîs,
Peygamberimizin o adama farz, vâcib ve sünnetleri kapsayan tam bir namazı
öğretmek istediğine delâlet etmektedir. İttifakla farz olarak kabul edilen
niyet ve son ka'de, meselâ bu hadîste anilmamtştır. “Eûzü besmele” gibi diğer
birçok hususlar da bu hadîste anılmamışlardır. Bütün bunlar, Peygamberimizin o
adama pratik olarak namazı öğretmek istediğine delâlet etmektedir. Zâten
öğrendikten sonra da neyin farz, neyin vâcib, neyin sünnet olduğunu anlama
imkânına kavuşacaktı. Diğer mezheb İmamları derler ki: Peygamberimizin bu sayılan
hususları o adamdan istemesi, bunların farz olduklarını kanıtlar. Diğer
farzları anmayışının sebebi, adamın onları söylemeye gerek kalmadan
kendiliğinden yapmış olmasıdır. Bu güzel bir fikir... Eğer hadîste buna
ilişkin bir delil varsa ne alâ. Ama hani delîl nerede? Yalnız şu da var ki:
İhtiyat açısından üç mezhebin görüşüne uymak gerekir. Hanefîler özellikle
derler ki: İki secde arasında oturmak vâcibtir. Bu, uygulanmadığı takdirde
kılınan namaz, günâha girilmekle birlikte sahih olur.[224]
Birçok defalar
anlattığımiz gibi Mâlikîlerle Şâfiiler, vâcib ile farzın aynı anlama geldiği,
hac bahsi dışında bunların anlamlarının ayrı olmadığı hususunda görüş birliği
etmişlerdir. Buna göre farzın anlamı, terk edilmesi hâlinde haccı bâtıl eden
şeydir. Vacibe gelince bunu terketmekle hac bâtıl olmaz. Yalnız, terkedenin
kurban kesmesi îcâb eder. Nitekim bu hususun izahı da hac bahsinde gelecektir.
Şu hâlde Mâlikîlerle Şâfiîlere göre namazın vâcibleri yoktur. Sadece farz ve
sünnetleri vardır. Namazın farzları daha önce anlatıldığına göre geriye sünnetleri
kalmaktadır ki, onları da yakında ele alacağız. Hanefîlerle Hanbelîlerse
namazın bir takım vâcibleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mezheblerin buna
ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Namazın vâcibleri terk edildiği takdirde namaz bâtıl
olmaz. Yalnız dalgınlık sonucu bu vâcibleri terkeden kişinin selâmdan sonra
sehiv secdesi yapması gerekir. Kasden bir vacibi terkeden kişinin namazı iade
etmesi vâcib olur. İade etmediği takdirde namazı sahîh olmakla birlikte
günahkâr olur. Hanefi'lere göre vacibin sübûtunun delili, Peygamber (s.a.s.)
Efendimizin bu fiilleri devamlı olarak yapmasıdır. Buna göre Hanefî mezhebi
açısından namazın vâcibleri şunlardır:
1. Nafile
namazların her rek'atinde, farzların da ilk iki rek'atlerinde Fâtiha'nın
okunması: aynı zamanda da zamm-ı sûreden önce okunması. Öyleyse zamm-ı sûre,
Fâtiha'dan önce okunursa sehiv secdesi yapmak gerekir.
2. Vitirle
nafile namazlarının bütün rek'atlerinde, farzların da ilk iki rek'atinde
Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûrenin okunması. Vacibin yerine gelmesi için Kur'an-ı
Kerîm'in en kısa sûresi veya ona denk olan üç kısa âyetinin okunması veyahut
da bu miktarda uzun bir âyetin okunması gerekir. Üç kısa âyete örnek olarak
Müddessir sûresinin, on kelimeden ibaret olan 21, 22 ve 23. ayetlerini
gösterebiliriz:
Bunlar, şeddeliler de
iki sayıldığı takdirde, otuz harften ibarettirler. Bu üç kısa âyete denk uzun
bir âyetin okunması, her rek'at için vacibin yerine gelmesine yeterli olur.
Yine bunun gibi, âyet'ül-kürsî'den: kadarını okumak da yeterli olur.
3. Namazla
ilgili fiilleri fazlalaştırmamak. Meselâ istenilen miktardan fazla secde
yapmamak gerekir. Her rek'atta iki secdeden fazla secde yapılması halinde
fazlalıklar lağvedilir. Dolayısıyla kişi, bunu eğer unutarak yapmışsa sehiv secdesi
yapması gerekir.
4. Rükû,
secde ve benzeri aslî rükünlerde itmi'nân'ı yerine getirmek. Hanefîlere göre
vâcib olan itmi'nân, en azından bir kez “sübhanallah” diyecek kadar, her
organın asıl yerine yerleşerek sükûn bulmasıyla gerçekleşir.
5. Nafile de
olsa bütün namazların ilk ka'de'sinde oturmak.
6. Abdullah
İbn Mes'ûd'un rivayet etmiş olduğu teşehhüdü ka'de (oturuş) halindeyken
okumak. Birinci ka'dede teşehhüdü okuduktan hemen sonra üçüncü rek'ate kalkmak
da vâcibtir. Birinci ka'dede teşehhütten sonra Peygamber Efendimize salât
okunursa ve bu da bir dalgınlık eseri olmuşsa sehiv secdesi yapmak îcâb eder.
Ama kasıt nedeniyle salât okunmuşsa, namaz sahih olmakla birlikte iade
edilmesi vâcibtir.
7. Namazın
bitiminde iki defa (sağa ve sola) selâm vermek.
8. Vitrin
üçüncü rekatinde Fatiha ve Zamm-ı Sûreden sonra Kunut duasını okumak.
9. İki
bayram namazının her rekatında üçer tekbir almak.
10. Sabah
namazında, bayram namazlarında, cuma ve teravih namazlarında, Ramazanda
cemâatle kılınan vitir namazlarında, akşam ve yatsının ilk iki rek'atlerinde İmamın
seslice kıraatte bulunması vâcibtir. Bu namazlardan tek başına kılınabilenleri
kılmakta olan bir kişi dilerse seslice, dilerse sessizce kıraatta bulunur. En
faziletlisi seslice okumasıdır. Yine İmamın seslice kıraatta bulunması vâcib
olan namazları da, tek başına kılan kişi, sessizce kıraatte bulunarak kılar.
11. Gündüzün
kılınan nafile namazlarda, öğle ve ikindi farzlarında, akşamın üçüncü rek'atinde,
yatsının üçüncü ve dördüncü rek'atlerinde, güneş tutulması, ay tutulması
namazlarında İmamın ve tek başına namaz kılan kişinin sessizce kıraatte
bulunması vâcibtir.
12. İmama
uyarak namaz kılmakta olan kişi, İmamın kıyamda durması esnasında hiçbir şey
okumamalıdır.
13. Secde
ederken burnun uç kısmını alınla beraber yere temas ettirmek.
14. Namazı
özellikle “Allahü Ekber” diye tekbir alarak başlatmak. Bu cümleyi söylemekten
âciz olan veya düzgünce telâffuz edemeyen kişinin namazı, Allah'ın isimlerinden
herhangi biriyle başlatması da sahîh olur.
15. Bayram namazının
ikinci rek'atinde rükûa giderken tekbir almak. Bu tekbir, vâcib olan bayram
tekbirlerine bitişik olduğu gerekçesiyle vâcib olmuştur.
16. İctihad
edilmesi sahîh olan hususlarda İmama uymak. Bununla ilgili açıklama İmamet
bahsinde yapılacaktır.
17. Rükûdan
kalkmak ve ta'dîl-i erkâna riâyet etmek de vâcibtir.
Hanbeliler dediler ki: Namazın vâcibleri farzdan daha azdır. Bilindiği
halde kasıtlı olarak namazın vâciblerinden biri terkedilirse namaz bâtıl olur.
Ama bilinmediği veya unutularak terk edilmesi halinde namaz bâtıl olmaz. Bu
durumda sehiv secdesi yapılması gerekir. Bu mezhebe göre namazın vâciblerini
şöylece sıralayabiliriz:
1. İftitah
tekbiriyle, İmama rükû halinde ulaşan kişinin rükû tekbiri dışında kalan
namazın diğer bütün tekbirleri vâcibtir. Daha önce de anlatıldığı gibi iftitah
tekbiri farzdır. Rükû hâlinde İmama ulaşan kişinin rükû için aldığı tekbir
sünnettir.
2. İmam ve
ona uyan kimselerin rükûdan kalkarken
-semi'allahü limen hamideh- demeleri.
3. Her namaz
kılan kişinin buna ek olarak -Rabbena ve leke'1-hamd- demeleri. İftitah
tekbirinden başka tekbirlerle “semi'allahü limen hamideh” ve “Rabbena ve leke'1-hamd”
cümlelerini söylemenin yeri, bir rükne intikalin başlangıcıyla sonu arasında
olmalıdır. Burada bunlardan önce bir şeyin yapılması caiz olmaz.
4. Rükûda
bir defa -Sübhâne rabbiye'1-azîm-demek.
5. Secdede
bir defa -Sübhâne rabbiye'1-a'lâ demek.
6. İki secde
arasında -Rabbiğfir lî- demek.
7. Birinci
teşehhütte oturmak. Bu oturuşun suresi en azından son teşehhütte, salâvat okuma
dışındaki oturuşun süresi kadar olmalıdır. Birinci teşehhütte, İmamı sehiv
sonucu üçüncü rek'ata kalkmayan kişi için oturmak vâcibtir.
8. Sehiv
sonucu İmamı, üçüncü rek'ata kalkan kişi, mecburen İmamıyla birlikte ayağa
kalkar. Teşehhüdde oturmanın vâcibliği zimmetinden düşer.[225]
Daha önceleri de
anlatıldığı gibi Hanbelîlerle Şâfiîler, sünnet ile mendub, müstehab ve
tatavvu'un aynı anlama geldikleri, bunları işleyenin sevâb kazanacağı,
terkedeninse âhirette hesaba çekilmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Namazın sünnetlerinin tümümü veya bir kısmını terk eden kişiye âhirette Cenâb-ı
Allah hesâb sormaz. Yalnız terketmekten ötürü bunları İşleme savâbından mahrum
olur. Ki bu hususta Mâlikîler de bu iki mezhebe muvafakat etmişlerdir. Yalnız
Mâlikîler, sünnetle mendub, müstehab ve tatavvu'un ayrı anlamlara geldiklerini
kabul etmişlerdir. Daha önceki bahiste de mezheblerin bunları, ne anlamda ele
aldıklarını anlatmıştık. Şunu da söylemekte yarar vardır ki; Müslüman bir
kimsenin sünnetleri hafife almaması îcâb eder. Zîrâ namazdan maksat, kâinatı
yaratan Yüce Allah'a yaklaşmaktır. Buna göre sünnetleri yapmakta kesin ve
mutlak faydalar vardır. Bu faydaların başında cehennem azabından kurtulmak,
cennet nimetlerinden istifade etmek gelmektedir. Bu durumda aklı başında bir
kimsenin, namazın sünnetlerini hafife alıp terk etmesi doğru olmaz. Bunları
terkeden sevâbdan yoksun kalır. Yoksunluğun da bir ceza olduğu, aklı başında
kimselerce bilinen açık bir husustur. Çünkü sevâbtan yoksun olan, cennet
nimetlerinden tam olarak yararlanamaz. Mükellefin şeriat koyucu tarafından
konulan emirleri farz olsun sünnet olsun yerine getirmesi önemli
hususlardandır. Adamın biri çıkıp da, “Şeriat koyucu namaz fiillerinin bir
kısmını farz, bir kısmını da zorunlu olmayan unsurlar olarak belirlemiştir.
Bunun sebebi nedir?” diyecek olursa kendisine verilecek cevâbımız şu
olacaktır:
Merhametlilerin en
merhametlisi olan Yüce Allah, kullarının yükünü hafifletmek dilemiş, bu nedenle
onları sayısız nimetlere kavuşturmak ve sonsuz sevablara nail etmek için bazı
fiilleri yapıp yapmamakta kendilerini serbest bırakmıştır. Eğer bu fiilleri
kendi istekleriyle terkederlerse sadece sevâbtan yoksun kalırlar. Cehennem
azâbıyla da azablandırılmazlar. Bu da insanların omuzlarından sıkıntı ve
güçlükleri kaldıran İslâmiyet'in en güzel ve en mükemmel bir yönünü
yansıtmaktadır. Böylelikle de insanlar, güzelliğe rağbet edecek, iyiliklere de imreneceklerdir.[226]
Bu başlık altında
namazın sünnetlerini her mezhebe göre ayrı ayrı ve topluca ele alacağız. Ki,
okuyucular baktıklarında kolayca bulup hafızalarına yerleştirebilsinler.
Hanefîler:
Namazın sünnetlerini şu şekilde sıralamışlardır:
1. İftitah
tekbiri için erkek ve cariyenin, ellerini kulak hizasına getirmeleri. Hür
kadının da omuz hizasına getirmesi.
2.
Parmakları birbirine bitiştirmeksizin ve de ayırmaksızın, olduğu gibi kendi
hâlinde bırakmak.
3. Erkeğin,
sağ elini sol elinin üzerine koyarak göbek altında bağlaması. Kadının, aynı
şekilde göğsünün üstünde bağlaması.
4. Sübhâneke
duasını okumak.
5. Kıraat
için eûzü çekmek.
6. Her
rek'atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmek.
7.
Fâtiha'dan sonra “âmîn” demek.
8. Rükûdan
kalktıktan sonra “Rabbena leke'1-hamd” demek.
9. “Sübhâneke”,
“âmîn” ve “Rabbena leke'l-hamd”ı sessizce okumak.
10. İftitah
tekbirinin başından sonuna dek itidalde bulunmak.
11. İmam
tekbir alırken, “Semiallahü limen hamideh” derken yüksek sesle okumalıdır.
12. Kıyamda
ayakların arasını dört parmak genişliğinde açık bulundurmak.
13.
Kıraatin, önce verilen tafsilâta göre uzun âyetlerden olması.
14. Rükûa ve
seleye giderken tekbir almak.
15. Rükûda
üç defa “Sübhane rabbiyel azîm” demek.
16. Secdede
üç defa “Sübhane rabbiyel a'lâ” demek.
17. Rükûda
elleri dizlerin üzerine koymak.
18. Rükûda
elleri dizlerin üzerine koyarken erkeğin el parmaklarının arasını açması.
19. Yine
erkeğin bu durumdayken bacaklarını dik tutması.
20. Rükû
esnasında sırtı dümdüz tutmak.
21. Rükûda
başla kuyruk sokumunu aynı seviyeye getirmek.
22. Rükûdan
kalkarken tam doğrulmak.
23. Secdeden
kalkarken tam oturmak.
24. Secdeye
giderken önce dizleri, sonra elleri, en sonunda da alnı yere koymak. Secdeden
kalkarken de bunun tersini yapmak.
25. Secde
halinde yüzü iki elin ortasına veya omuzların hizasına getirmek.
26. Secde
esnasında karnı baldırlardan, dirsekleri böğürlerden, kollan da yerden uzak
tutmalıdır.
27. Secde
esnasında kadın, karnını baldırlarına yapıştırmalıdır.
28. İki
secde arasında oturmak.
29. İki
secde arasında oturma esnasında elleri baldırların üzerine koymak. (Teşehhüd
esnasında da bunu yapmak sünnettir.)
30. Teşehhüd
ve diğer hususlar için oturma esnasında erkeğin sol ayağını yatırarak sağ
ayağının da parmaklarını aileye doğru dikerek oturması.
31. Kadının
uylukları üzerine oturması. Baldırlarından birini de diğerinin üzerine
koyması. Sol ayağını, sağ uyluğunun altından çıkarması.
32. Şehâdet
getirirken işaret parmağının kaldırılması.
33. İlk iki
rek'atten sonraki rek'atlerde Fatiha okunması.
34. Son
ka'dede Peygamber Efendimize salavât getirilmesi.
35. Bu
salavâttan sonra kitap ve sünnetin lâfızlarına benzer dualar okunması.
36. Selâm
verirken önce sağa, sonra sola verilmesi.
37. İmam
selâm verirken ardındaki cemâate, muhafaza meleklerine ve cinlerin sâlih
kimselerine selâm vermeye niyet etmelidir.
38. İmama
tâbi olan kişi, İmam sağındaysa sağ tarafa selâm verirken, İmam; eğer
solundaysa sol tarafa selam verirken, İmam; eğer hİzâsındaysa her iki tarafa
selâm verirken İmama selâm verdiğini; onun yanı sıra cemâate, muhafaza
meleklerine, cinlerin sâlîh kimselerine selâm verdiğini niyetinde tutmalıdır.
39. Tek
başına namaz kılan kişi, sadece muhafaza meleklerine selâm verdiğine niyet
etmelidir.
40. İkinci
selâmı verirken birinci selâma göre sesini biraz kısmalıdır.
41. Cemâatle
namaz kılan kişi selâmını, İmamınkinden sonraya bırakmamalıdır.
42. Selâm
verirken önce sağdan başlamalıdır.
43. İmama
sonradan tâbi olan kişi, namazını tamamlamak için İmamın selamını beklemeli ve İmamın
üzerinde sehiv secdesi olup olmadığını anlamalıdır.
Malikiler dediler ki: Namazın sünnetleri on dört tanedir:
1. Vakti
geniş olan farz namazlar kılınırken bunların birinci ve ikinci rek'atlerinde
Fâtiha'ya ek olarak Kur'an-ı Kerîm'den bir kısım okunmalıdır.
2. Bu fazla
âyetleri okurken kıyamda durulması.
3. Bu fazla
âyetlerin okunduğu namazların kıraati sesli ise, bu âyetlerin de sesli
okunması.
4. Bu
namazların kıraati sessiz ise bu âyetlerin de sessiz okunması.
5. İftitah
tekbiri dışında kalan, namazın tüm tekbirleri sünnettir. İftitah tekbiri ise
farzdır.
6. Bütün
tesmi'ler, yani “Semiallahü limen hamideh” demek sünnettir.
7. Bütün
teşehhüdler sünnettir.
8. Teşehhüd
için oturuşlar sünnettir.
9. Son
teşehhüdden sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.
10. Secde
yaparken ayakların yüzü, dizler ve mafsal yumru kemiklerinin yere
değdirilmesi.
11. İmama
uyan kişi, imâmın selâmına karşılık vermelidir. Yine sol tarafında bulunup da İmamla
birlikte en azından bir rek'at kılmış olanın da selâmına karşılık vermelidir.
12. Namazdan
çıkma selâmı olan birinci selâmı yüksek sesle vermelidir.
13. İmam
yüksek sesle okurken ona uyan kişi sükût etmelidir.
14. Vâcib
miktardaki tum'aninetten fazlasını yapmak sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Namaza dâhil olan sünnetler iki kısma ayrılır: Bunların bir kısmına “hey'et”,
bir kısmına da “eb'az” denilir. Birincinin çoğulu “hey'ât”, ikincinin tekili
ise “ba’z’dır. Hey'etlere gelince Şâfiîler, bunları belli sayıda
saymamışlardır. Bunların sadece namazın rükünlerinden ve de “ba'z”larından
olmayan sünnetler olduğunu söylemişlerdir. “Eb'az”a gelince, bunları kasıtlı
olarak terkeden kişi, sehiv secdesi yapmakla eksikliğini telâfi eder. Eb'azdan
olan sünnetler yirmi tanedir:
1. Sabah
namazının son rek'atinin rükûundan kalktıktan sonra “Kunut” duası okumak.
Ramazanın ikinci yarısında kılınan vitirlerde de Kunut okunması. Bu iki
aamazdan başka, kılınmakta olan bir namaz esnasında herhangi bir musibetin
meydana gelmesi nedeniyle Kunut okumak her ne kadar sünnetse de eb'azdan
sayılmaz.
2. Kunut
okurken kıyamda durmak.
3. Kunut'tan
sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.
4. Salavât
esnasında da kıyamda durmak.
5.
Salavâttan sonra Peygamber Efendimize selâm göndermek.
6. Selâm
için de kıyamda durmak.
7. Peygamber
Efendimizin âline salavât getirmek.
8. Bu
salavât için de kıyamda durmak.
9. Peygamber
Efendimizin ashabına salavât okumak.
10. Bu
salavât için de kıyamda durmak.
11.
Peygamber Efendimizin âline selâm göndermek.
12. Bu selâm
için de kıyamda durmak.
13.
Peygamber Efendimizin ashabına selâm göndermek,
14. Bu selâm
için de kıyamda durmak.
15. Üç ve
dört rek'atli namazlarda birinci teşehhüdde bulunmak.
16. Bu
teşehhüd için oturmak.
17.
Teşehhüdden sonra Peygamber Efendimize salavât getirmek.
18. Bu
salavât için de oturmak.
19. Son
teşehhüdden sonra da Peygamber Efendimizin âline salavât okumak.
20. Bu
salavât için de oturmak.
Bu sayılan sünnetlere
eb'az denmesinin sebebi, bunların namazın rükünlerine benzemelerinden
ötürüdür. Yani bu sünnetler, namazın bir nevi “ba’zı”sı sayılmaktadırlar.
Bunlardan birini dalgınlık sonucu terkeden kişi, yeniden tekrarlar ve bu
eksikliği sehiv secdesiyle telâfi eder.
Hey'et diye
adlandırılan diğer sünnetlere gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:
1. Herhangi
bir şeyin olması nedeniyle erkeğin namazda iken sırf uyarıyı
kasdetmeksizin “Sübhânallah” demesi.
Sadece uyarıyı kasdederek “Sübhânallah”
diyenin namazı bozulur. Yine bu durumda kadınların da uyarmak maksadıyla
ellerini birbirine vurması. Ancak kadınlar, bunu yaparken oyun olsun diye bunu
yapmamalıdırlar. Aksi takdirde namazları bozulur. Ama bildirmek kasdıyla bunu
yapmalarının bir sakıncası olmaz. Hattâ bunu üç defadan fazla yapmalarının da
bir zararı olmaz. Yalnız ellerini birbirine vururken peşpeşe yapmaları ve
elleri birbirinden uzaklaştırarak alkış tutar gibi birbirine vurmamaları
gerekir. Aksi takdirde namazları bâtıl olur.
2. Bütün
namazlarda kalb huzuru ve orgaların sükûnu dediğimiz huşu' hâlinin mevcûd
olması. Namaz kılan kişi, Allah'ın huzurunda olduğunun ve Allah'ın kendisini
gördüğünün bilincinde olmalıdır.
3. Namazını
ayakta kılan kişinin istirahat celsesi yapması da sünnettir. Bunun şekli,
ikinci secdeden sonra hafifçe oturup onun peşi sıra müteakip rek'ate
kalkmaktır. Bunun miktarı da tum'aninet süresi kadar olmalıdır. İki secde
arasında oturma süresinden fazla olmasının da bir sakıncası olmaz. Bunu İmam
yapmadığı takdirde cemâatten olan kişi uygulayabilir.
4. Birinci
selâmı verirken namazdan çıkmaya niyet etmelidir. Eğer selâm vermeden önce
namazdan çıkmaya niyet edilecek olursa namaz bâtıl olur. Selâm esnasında veya
selâmdan sonra namazdan çıkmaya niyet edilirse, sünnet yerini bulmaz.
5. Sağ elin
avucunu sol elin üzerine koymak. Sağ elin parmaklarıyla sol elin bileğim
tutmak. Hatta bunu yaparken bileklerle birlikte kolun da bir kısmım tutmak.
Mûtemed olan görüşe göre bu sünnettir. Ama Mâlikîlerin dedikleri gibi bu şekli
uygulamayip da ellerini yan taraflarına sarkıtan kişinin namazına bir zarar
gelmez. Yalnız, Şâfiîler bu şekli müstehab saymışlardır. Ki, bunda insanın
kalbini muhafaza altına aldığına bir nevi işaret vardır. Çünkü insan, bir şeyin
elden çıkmasından korktuğunda onu elleriyle muhafaza altına alır. Namazda
elleri bu şekilde kalbin üzerinde bağlamak hikmet gereği olmaktadır.
6. Namaz
kılan kişi, iftitah tekbirinden sonra şu duayı okumalıdır:
“Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana hanîf (birleyici) ve
müslim olarak çevirdim. Ben O'na ortak koşanlardan değilim.” [227]
“Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve
ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla
emrolundum. Ve ben müslüman olanların ilkiyim.” [228]
Bu duaya iftitah
(açılış) duası denilir. Farz ve nafile namazlarda, tek olarak kılan kişinin
bunu okuması müstc'aabtır. İmamın, İmama uyan kişilerin de bu duayı okumaları
müstehabtır. İmam Fatihaya başlamış olsa, bu duayı okumak beş şartla birlikte
müstehab olur:
a. Kılınan
namaz, cenaze namazı olmamalıdır. Eğer cenaze namazıysa bu duâ okunmaz. Sadece “eûzü”
çekilir.
b. Namazın
edâ vaktinin çıkacağı endişesi bulunmamalıdır. Eğer vaktin, iftitah duasını
okumaksızın bir rek'at kılacak kadar kaldığını bilirse bu duayı okuması caiz
olmaz.
c. İmama
uyan kişi bu duayı okuduğu takdirde Fâtiha'nın bir kısmını kaçıracağından
korkarsa okumamalıdır.
d. İmama
uyan kişi, kıyam halindeyken İmama kavuşmuşsa bu duayı okuyabilir. Rükûdan
kalkıp doğrulma hâlinde İmama kavuşan kişi bu duayı okumaz.
e. Bu duayı,
eûzü besmele çekip Fâtiha'ya başlamadan önce okumak gerekir. Eğer kasten veya
unutarak eûzü besmele çekip Fâtiha'ya başlanmışsa bu duayı okumak için geri
dönmek doğru olmaz.
7. Her
rek'atin başında “eûzü” çekmek. İftitah duasından sonra her kıraat için eûzü
çekmek sünnettir. Allah'a sığınma lafızlarını içeren bütün cümlelerle eûzü
çekilebilir. En faziletlisi ise “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” demektir.
Bazıları derler ki bu cümledeki “Allah” lafza-i celâline, “semî'il-alîm”
sıfatlarını eklemek sünnettir. Buna göre, -Eûzübillahi's-semî'ıl-alîmi
mineşşeytânirracîm- demek daha faziletli olur.
8. Namaz
kılan kişi, İmamsa veya tek başına kılıyorsa kıraati seslice yapmalıdır. İmama
uyan kişinin kıraati sessizce yapması sünnettir. Yabancı birinin duyma ihtimali
olmazsa, kadın ve erseliklerin de seslice kıraatte bulunmaları sünnettir.
Yabancı birinin bulunması hâlinde kadın veya erseliklerin seslice kıraatte
bulunmaları caiz olmaz. Aksine, sessizce okumaları gerekir. Ki sesleri,
başkaları tarafından duyulmasın. Şâfiîlere göre sessizliğin sının, namaz kılan
kişinin kendi duyabileceği kadar bir sesle okumasıdır. Kişi tek başına
kılıyorsa, seslice okumanın ilk iki rek'atte olduğu açıkça bilinen bir
husustur. İmama sonradan tâbi olan kişinin kıraatiyle ilgili açıklama ileride
yapılacaktır.
9. Te’min:
Fâtiha'dan sonra “âmin” demek. Kişi Fatiha’dan sonra âmîn demeyip rükûa gidecek
olursa bu sünneti kaçırmış olur. Amin demek için tekrar geriye dönmesi doğru
olmaz. Yine Fâtiha'dan sonra yanılarak da olsa bile bir sûre okumaya başlayan
kişi, âmîn demek için geri dönemez. Ancak Fatiha'dan sonra ve benzeri kısa bir cümle telâffuz etmiş ise
âmîn demek için geri dönebilir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimizin böyle
yaptığı rivayet edilmiştir. Fâtiha'yı okuduktan sonra susan kişi, “âmin” deme
fırsatını kaçırmış değildir. Kişi İmama uyarak namaz kilmaktaysa, bu namaz da
sesli kıraatli namazlardan biriyse İmamın “âmîn” demesiyle birlikte kendisi de
“âmîn” demelidir. Kılman namaz, sessiz kıraatti namazlardansa, İmamla birlikte “âmîn”
demesi doğru olmaz. Seslice kıraatte bulunulan namazlarda İmam “âmîn” demez
veya mendub vaktinden sonraya bırakırsa kişi tek başına “âmîn” der. Zîrâ
meâlen Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
“İmam âmin dediğinde siz de deyin. Âmin'in vakti girdiğinde, İmam
bilfiil âmin demez, ya da vaktini geciktirirse siz âmin deyin” [229]
10. Tam bir
sûre olmasa bile Kur'ân-ı Kerim'den bir miktar okumak Şâfiîlere göre tam bir
sûreyi okumak, sûrenin bir kısmını okumaktan daha faziletlidir. Ancak sûrenin
bir kısmı, diğer kısa sûrelerden fazla olursa burada fazilet yitirilmiş olmaz.
Meselâ:
Âyetinden,başlayarak
Bakara Sûresinin sonuna kadar okuyan kişi; Kureyş, Fil veya İhlâs sûresini
okumaya nisbetle daha fazla sevâb kazanır. Zîrâ Bakara sûresinin sonundaki bu
iki âyet, küçük sûrelerden daha fazladır. Şâfiîlerin mûtemed görüşleri bu
paraleldedir. Bazıları da derler ki: Okunan sûre kısa da olsa, uzun bir âyete
nisbetle daha faziletlidir. Sûrenin en azı üç âyetli olanıdır. Ama namaz kılan
kişinin üç âyeti okuması zorunlu değildir. Şâfiîlere göre sünnetin aslı, bir
âyet okumakla da olsa gerçekleşmiş olur. En faziletlisi, Kur'an'dan tam bir
sûredir ki bunun en azından üç âyet olması gerekir. Bundan daha fazla sevâb
kazanmak isteniyorsa daha uzun sûreleri okumak icâb eder. Şâfiîlere göre
birinci rek'atte Fâtiha’dan sonra okunan sûrelerin, ikinci rek'atte okunanlara
nisbetle daha uzun olması mendubtur. Ancak durum bunun tersini gerekli kılarsa
o zaman bunun tersini yapmak îcâb eder. Meselâ namaz kıldırmakta olan bir İmam,
bayram veya cuma namazını kıldırmakta ise, cemâat da çok kalabalıksa; cemaate
yetişemeyen, kimselere imkân sağlamak için ikinci rek'atteki zamm-ı sûreyi
birinci rek'atinkine nisbetle uzatması sünnet olur. Bu sünnetin yerine gelmesi
için, Fâtiha'yı okuduktan sonra zamm-ı sûreyi okumak gerekir. Ama kişi ister İmam
olsun, ister tek başına kılmakta olsun, önce zamm-ı sûreyi, sonra Fâtiha'yı
okursa, Fatiha'dan önce okumuş olduğu bu sûre hesaba katılmaz. Fâtiha’dan sonra
yeniden okuması, sünnetin sevabını elde etmesi açısından gerekli olur.
11. Namaz
kılan kişi İmamsa, Fâtiha'yı tamamladıktan sonra bir süre susmalıdır.
Fâtiha'yı okuduktan sonraki bu susma süresi, eğer kılınan namaz sesli kıraatli
bir namaz ise, cemâatin de Fâtiha'yı okuyabileceği kadar bir süre olmalıdır. Bu
susma süresi zarfında İmamın bir duayla meşgul olması veya sessizce Kur'an
okuması daha faziletli olur.
Şâfiîlerce yapılması
istenen diğer bazı susma aralıkları da vardır ki, bunlar kısa süreli
olduklarından “lâtîf sekteler” denir. Bu sektelerin yerleri şunlardır:
a. İftitah
tekbirinden sonra susmak. Bundan sonra da iftitah duasına
başlamak gerekir.
b. İftitah
duasını tamamladıktan sonra susmak. Bundan sonra “eûzü”
okumak.
c. Eûzü’den
sonra susmak. Bundan sonra “besmele” çekmek.
d. Besmele’den
sonra susmak. Bundan sonra “Fatiha” okumak.
e.
Fatiha'dan sonra susmak. Bundan sonra “âmîn” demek.
f. Âmîn'den
sonra susmak. Bundan sonra “zamm-ı sûre” okumak.
g. Zamm-ı
sûreden sonra susmak. Bundan sonra “rükû”a varmak.
Bu yedi sekte, İmamın
Fâtiha’dan sonraki sektesine, yanı susma aralığına eklenecek olursa sektelerin
sayısı sekize varmış olur. Şâfiîlerce bilinen sektelerin sayısı ise altı
tanedir. Çünkü bunlar, iftitah tekbiri ile iftitah duası arasındaki sekteyi ve
iftitah duâsıyla eûzü arasındaki sekteyi tek sekte olarak kabul etmektedirler.
Yine hem İmamın, hem İmama uyan kişinin Fâtiha'yı okuduktan sonra zamm-ı
sûreyi okumaya başlamadan önce yaptıkları sekteleri de tek sekte saymışlardır.
12. Rükûa
varırken alınan tekbirler de sünnettir. Bu tekbiri tamamıyla rükûa varıncaya
kadar uzatmak da sünnettir. Secde tekbirleri de aynı şekilde yapılmalıdır. Bu
tekbirler de Şâfıî mezhebine göre sünnettir. Kişi eğer İmamsa, bu tekbirleri
cemâatin duyabileceği kadar yüksek sesle almalıdır. Veya İmamın peşi sıra
mübelliğlik yapanların da bu tekbirleri, cemâatin duyabileceği kadar yüksek
sesle almaları sünnettir. Rükûdan kalkarken İmamın, İmama uyanların veya tek
başına kılan kişinin, “Semiallahü limen hamiden” demesi, İmamın bunu söylerken
yüksek sesle telâffuz etmesi, İmama uyan kimselerinse sessizce söylemeleri
sünnettir.
13. Rükûdan
kalkıp tam olarak doğrulduğunda İmamın, İmama uyanın veya tek başına namaz
kılanın, “Rabbena leke'1-hamd” demeleri de sünnettir. Oturarak namaz kılan
kişinin bunu, rükûdan dönerken tam olarak oturması esnasında söylemesi
sünnettir. Yalnız, İmamın, İmama uyanın veya tek başına namaz kılanın “Rabbena
leke'1-hamd” cümlesini sessizce telâffuz etmeleri îcâb eder. İmamın peşi sıra
mübelliğilik yapan kişi, “Rabbena lekel hamd” cümlesini yüksek sesle telâffuz
edecek olursa bu, cahilliğinden ileri gelir.
14. Rükûda “Sübhane
rabbiyel azîm” demek Şâfiîlere göre müekked bir sünnettir. Bazıları derler ki:
Bunu devamlı olarak terkeden kişinin şâhidliği muteber olmaz. Bunu en azından
bir defa söylemek gerekir. Kişi İmam olsun, İmama uyan biri veya tek başına
namaz kılan biri olsun, sünneti kemâle erdirmek bakımından üç defa bu duayı
okumalıdır. Kişi tek başına namaz kılmakta olursa veya namazı uzatmaya razı
olan bir cemâate İmamlık ederse “sübhane rabbiyel azîm”i üç defadan fazla
tekrarlayabilir. Hatta bu durumda onbir defa söylemesi de sünnete uygun olur.
Onbir defadan fazla okumaması gerekir. Tek başına namaz kılan kişinin buna ek
olarak şu duayı okuması da sünnettir.
“Allah’ım! Senin için
rükûa vardım. Sana imân ettim. Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim,
kemiklerim, sinirlerim, saçlarım, tenim ve ayaklarıma tâbi kısımlarım senin
huzurunda huşu içinde olup sana aittirler”[230]
İmamın namaz
kıldırırken bu duayı, mahsur olup da uzatmaya razı olan bir cemâate rükûda
okuması sünnettir.
15. Secdede “Sübhane
rabbiyel a'lâ” demek. Bir kez söylemekle sünnet yerini bulur. Sünneti kemâle
erdirmek açısından en azından üç defa söylemek gerekir. Sünneti kemâle
erdirmek için ise onbir defa söylemek gerekir. Bir kişi İmam olarak mahsur
kalmış bir cemâate namaz kıldınyorsa bundan fazla olarak şu duayı okuması
sünnet olur:
“Allah'ım! Senin için
secde ettim. Sana îmân ettim.. Sana teslim oldum... Yüzüm, kendisini yaratıp
şekillendirene, görmesi için (göz oyuğunu) yarıp gözü yerleştirene, işitmesi
için kulak yerini yarıp kulağı yerleştirene secde etmiştir. Yaratıcıların en
iyisi ve en güzeli olan Allah, ne kadar da kutlu ve yücedir!” [231]
Secdedeyken hayır
talebine dâir dualarda bulunmak sünnettir. Bu hususta Müslim, şöyle bir hadîs
rivayet etmiştir:
“Kulun Rabbine en yakın olduğu zaman secde hâlidir. O
hâlde (secdedeyken) çokça duâ edin.”
[232]
16.
Teşehhüdde otururken elleri baldırların üzerine koymak.
17. Sol
elini açarak parmak uçlarını diz hizasına getirmek.
18.
Teşehhüdde otururken sağ eli yummak. Yalnız işaret parmağını serbest bırakmak
gereklidir. Teşehhüdde “İllallah” derken işaret parmağı kaldırılır.
Kaldırıldıktan sonra bu parmağın hareket ettirilmesi sahîh kavle göre
mekruhtur. Hatta bazıları bu durumda namazın bâtıl olacağını söylemişlerdir.
Çünkü parmağın hareket ettirilmesi, namaz amellerinin dışında sayılmaktadır.
Ne ki bu, zayıf bir görüştür. Sözü edilen davranış, az bir amel sayıldığından
namazı bozmaz.
19. Namazın
oturuşlarında kişi yaygın olarak oturmalıdır. Yani sol ayağının mafsal yumru
kemiğinin üzerine oturması, bu ayağının yüz kısmını yere yatırması; sağ
ayağını dikmesi, bu ayağının parmaklarının ucunu da kıble tarafına yöneltmelidir.
Namaz kılan kişi bu durumda sol ayağını sergi gibi yere serip üzerine
oturmaktadır. Tabiî bu anlattığımız, namaz kılanın bu şekilde oturmasını
engelleyen bir özrün bulunmaması hâlinde söz konusudur. Meselâ şişman vücûdlu
bir kişi bu şekilde oturmaktan âciz kalırsa yapabildiği kadarıyla oturma
müsâadesine sahip olur.
20. İkinci
selâm. Bu selâm Şâfiîlere göre sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: Namazın sünnetleri altmişsekiz tanedir. Bunlar,
sözlü ve fiilî olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sözlü olanlar oniki tanedir:
1. İftitah
duası.
2. Fâtiha'dan
önce “eûzü” okumak.
3. Besmele.
4.
Fâtiha'dan sonra “âmîn” demek.
5.
Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okumak.
6. Önce
anlatıldığı şekilde İmamın, gerekli yerlerde yüksek sesle okuması. İmama tâbi
olan kişinin yüksek sesle okumasıysa mekruhtur.
7. “Rabbena leke'1-hamd”
dedikten sonra:
“Yer dolusu gök
dolusu. Bundan sonra dilediğin şey dolusu” demek.[233]
8. Rükûda birden
fazla “sübhane rabbiyel azîm” demek.
9. Secdede
birden fazla”sübhane rabbiyel a'lâ” demek.
10. İki
secde arasında birden fazla “Rabbiğfırlî” demek.
11. Son
teşehhüdde Peygamber (s.a.s.)'e ve âline salât getirmek. Yine Peygamber
(s.a.s.)'e ve âline bereket duası, yani “Allahümme sallî ve bârik” okumak.
12. Bütün
vitirlerde Kunut duasını okumak.
Fiilî sünnetlere
gelince; bunlara “hey'etler” de denir ki, yaklaşık olarak ellialtı tanedir:
1. İftitah
tekbiriyle birlikte elleri kaldırmak.
2. Elleri
kaldırırken açık bulundurmak.
3. Parmaklar
da birbirlerine bitiştirilmemelidir.
4. Rükûdan
kalkarken eller aynı şekilde kaldırılmalıdır.
5. Bundan
sonra da hemen indirilmelidir.
6. Kıyamda
kıraatte bulunulurken sağ eli sol elin üzerine koymalıdır.
7. Eller,
göbek altında bağlanmalıdır.
8.
Kıyamdayken secde yerine bakılmalıdır.
9. İftitah
tekbiri yüksek sesle alınmalıdır.
10. Kur'an-ı
Kerîm'i tertîl üzere okumalıdır.
11. İmam
olan kişi, namazı ağırlaştirmamahdır.
12. Birinci
rek'ati, ikinciye nisbetle uzatmalıdır. İkinciyi de kısaltmalıdır.
13. Kıyamda
ayak araları azıcık açık tutulmalıdır.
14. Rükûda
dizler elle tutulmalıdır.
15. Ellerle
dizler tutulurken parmak araları açık bırakılmalıdır.
16. Rükû
esnasında sırt dümdüz tutulmalıdır.
17. Baş,
sırt hizasında bulundurulmalıdır.
18. Rükûda
pazular, yan taraflardan uzak tutulmalıdır.
19. Secdeye
giderken ellerden önce dizler yere konulmalıdır.
20. Sonra
eller yere konulmalıdır.
21. Daha
sonra alın ve burun yere temas ettirilmelidir.
22. Secde
organları yere değdirilmelidir.
23. Secde
mahallinde alınla yer, direkt temas ettirilmelidir.
24.
Secdedeyken pazular böğürlerden,
25. Karın
baldırlardan,
26.
Baldırların arka kısımlarının da bacaklardan ayrı ve uzak tutulması icâb eder.
27. İki
dizin arası da açık bulundurulmalıdır.
28. Ayaklar
dik tutulmalıdır.
29. Ayak
parmakları secdede ayrık tutulmalıdır.
30. Eller
omuz hizasında yere konulmalıdır.
31. Eller
tam olarak yere yayılmalıdır.
32. El
parmakları birbirine bitiştirilmelidir.
33. Bu
parmaklar kıbleye yönelik tutulmalıdır.
34. Secdeden
kalkarken önce eller yerden kaldırılmalıdır.
35. Müteâkib
rek'ate kalkılırken ayak parmaklarının ucu üzerinde kalkılmalıdır. Bu işlemi
üçüncü ve dördüncü rek'atlere kalkarken de tekrarlamalıdır.
36.
Namazının kalanına kalkarken ellerle dize dayanmalıdır.
37. İki
secde arasında otururken yaygın oturmalıdır.
38. Birinci
teşehhüdde de aynı şekilde oturmalıdır.
39. İkinci
teşehhüdde ise teverrük şeklinde oturmalıdır.
40. Birinci
teşehhüdde elleri baldırların üzerine koymalıdır.
41. Birinci
teşehhüdde elleri baldırların üzerine koyarken yaymalıdır.
42. İki
secde arasında otururken;
43. Birinci
teşehhüdde otururken;
44. İkinci
teşehhüdde otururken el parmağı yumuk tutulmalıdır;
45. Sağ elin
serçe parmağıyla onun yanındaki parmak dürülecek,
46. Orta
parmakla baş parmak da birbirine getirilecek,
47. İşaret
parmağı da serbest bırakılacaktır.
48. Teşehhüd
esnasında “illallah” derken bu parmakla işaret edilecektir.
49. Açık
tutulan sol el parmakları kıbleye yönelik olmalıdır.
50. Selâma
başlarken önce yüzle kıbleye işaret edilmelidir.
51. Selâm
verirken başla sağa sola dönülmelidir.
52. Selâm
verirken namazdan çıkmaya niyet edilmelidir.
53. Sağa,
sola nisbetle daha fazla dönmelidir.
54. Huşu'
içinde bulunulmalıdır.
Kadına gelince onun
rükû ve secdede sözü edilen; karnı baldırlardan uzak tutmak, pazuları
böğürlerden uzak tutmak gibi hükümlere riâyet etmesi sünnet değildir. Onunla
ilgili sünnet;
55.
Kendisini toparlayıp sağ taraftan,
56.
Ayaklarının meyillerine oturmasıdır. Ki, onun için en faziletli davranış da
budur. Başkasının duyması hâlinde kıraatini de gizlice yapması vâcibtir.
Erselikler de bu hususlarda kadın statüsüne tabidirler.[234]
Ellerin kaldırılması:
Namaza başlarken
elleri kaldırmak sünnettir. Bunun sünnetliği hususunda ittifak vardır Ne ki bu
kaldırmanın keyfiyetine ilişkin olarak mezhebler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefiler dediler ki: İftitah tekbiri esnasında erkeğin, ellerini kulak
hizâsına kadar götürmesi, bunu yaparken de parmaklarını ayrık tutması
sünnettir. Hür kadına gelince onun, ellerini omuz hizâsma kadar kaldırması
sünnettir. Bayram namazlarında alman tekbirlerle Kunut duası için alman tekbir
de iftitah tekbiri gibi olup bunlarda da elleri anılan yere kadar kaldırmak
sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Sünnetin en mükemmel uygulanışı, iftitah tekbiri esnasında rükûa
giderken ve rükûdan kalkarken, birinci teşehhüdden üçüncü rek'ata kalkarken
erkeğin ve kadının ellerini kulak hizasına kadar götürmeleri sünnettir. Bunu
yaparken parmak uçları kulağın üst tarafına, baş parmaklar kulak memelerine,
avuç içleri de omuz hizasına getirilmelidir. Bunların bir kısmım yapmakla da
sünnetin aslı yerini bulur,
Malikiler dediler ki: İftitah tekbiri esnasında elleri omuz hizâsına kadar
kaldırmak mendubtur. Bundan başka yerlerdeyse mekruhtur. İftitah tekbiri
esnasında eller kaldırılırken açık tutulmalı, sırtları göğe, iç tarafları da
yere bakmalıdır. Mâlikîlerin meşhur görüşü budur.
Hanbeliler dediler ki: Kadın ve erkeğin iftitah tekbiri esnasında, rükûa
giderken ve kalkarken ellerini omuz hizasına kaldırmaları sünnettir.
Âmîn demenin hükmü:
Namazın sünnetlerinden
biri de Fâtiha'dan sonra “âmîn” demektir. Bunu söylemenin şartı da; Fâtiha'dan
sonra araya uzun bir sessizliğin girmemesi veya Fâtiha'dan sonra duadan başka
şeylerin konuşulmamasıdır. İmamın, İmama uyanın veya tek başına namaz kılan
kişinin Fâtiha'dan sonra âmîn demesi sünnettir. Bu hususta üç mezheb İmamı
görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerse bunun sünnet olmayıp mendub olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Şâfiîlerle Hanbelîler, sessizce kıraatte bulunulan namazlarda
âmîn'in de sessizce söylenmesi; sesli kıraatte bulunulan namazlardaysa seslice
âmîn denilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre sabah, akşam ve yatsı
namazlarının birinci ve ikinci rek'atlerinde Fâtiha'yı seslice okuduktan sonra
yine seslice “âmîn” demek sünnet gereği olmaktadır. Bu namazların sessiz
kıraatte bulunulan üçüncü ve dördüncü rek'atlerindeyse sessizce Fatiha
okuduktan sonra yine sessizce “âmîn” demek sünnet gereği olmaktadır. Bu
kabilden olmak üzere öğle ve ikindi gibi sessizce kıraatte bulunulan namazlarda
da Fâtiha'dan sonra sessizce “âmîn” demek sünnet olur. Mâlikî ve Hanefîlere
gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefîler dediler ki: Kılınan namaz ister sesli, ister sessiz kıraatte
bulunulan bir namaz olsun, sessizce “âmîn” demek gerekir. Kişi gerek kendi
okuduğu Fâtiha'dan, gerek İmamının okuduğu Fâtiha'dan ve gerekse bitişiğindeki
birinin okuduğu Fâtiha'dan ötürü -Bunların kıraatleri sessiz olsa bile- “âmîn”
demesi sünnet gereğidir.
Malikiler dediler ki: Sadece tek başına namaz kılan kişinin veya İmama tâbi
olan birinin sessizce veya seslice kıraatte bulunulan namazlarda “âmîn” demesi
mendubtur. İmammsa sadece sessiz kıraatte bulunduğu namazda “âmîn” demesi
mendubtur. İmama uyan kişi, seslice kıraatte bulunulan namazlarda İmamın,
“Veled-dâllîn” demesinden sonra “âmîn” demelidir. Sessiz kıraatte bulunulan
namazlardaysa kendisi “Veled-dâllîn” dedikten sonra “âmin” demelidir.
Göbek altında veya göbek üstünde sağ eli sol elin
üstüne koymak:
Kıyam esnasında
göbeğin altında veya üstünde sağ eli sol elin üzerine koymak, üç mezheb İmamına
göre sünnettir. Mâlikîlerse bunun, mendub olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ellerin
bağlanış şekline gelince bu, mezheblere göre aşağıda ayrı ayrı anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Kıyamdayken, göğsün altında veya göbeğin üst kısmında
sağ eli sol elin üzerine koymak sünnet olmayıp mendubtur. Bunun şartı da namaz
kılan kişinin, bu hususta Peygamber (s.a.s)'e uymayı kasdetmesidir. Eğer bu
kasıtla elini bağlayacak olursa mendub olur. Ama sırf kendisine bir destek ve
dayanma olsun diye her ne şekilde yaparsa yapsın mekruh olur. Ama hiçbir
niyeti olmaksızın ellerini bu şekilde üst üste koyacak olursa kuvvetli görüşe
göre mekruh olmaz. Hatta mendub olur. Bu anlattıklarımız, farz namazlarla
ilgiliydi. Nafile namazlara gelince, hiçbir tafsilâta girmeksizin ellerin bu
şekilde bağlanması mendub olur.
Hanbeliler dediler ki: Ellerin bağlanması hususu, namaz kılana göre değişik
keyfiyetler arzeder. Namaz kılan kişi erkekse bunun, sağ elinin avucunu sol
elinin üzerine koyması, serçe parmağıyla başparmağım halka ederek bileğini
kavraması, iki elini de göbeğinin altında tutması sünnettir. Kadına gelince
bunun, ellerini bileklerini kavramaksızın göğsünün üzerine koyması sünnet
olur.
Hanbeliler dediler ki: Kadın ve erkeğin göbek altında olarak sağ elinin
içini sol elinin üstüne koymaları sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Kadın ve erkeğin, sağ elin avucunu sol elin üstüne koyup göğsün
altında ve göbeğin üst kısmında, sol tarafa yakın olarak ellerini bağlamaları
sünnettir. Sağ elinin parmaklarını dilerse sol elinin mafsalı üzerinde açık
tutar; dilerse sol kolu üzerinde yayar.
Tahmîd ve Tesmi':
Bükûdan kalkarken
tahmîd, yani:
“Allâhümme rabbenâ ve
leke'l-hamd” demek sünnettir. Tesmi'e gelince bu da rükûdan kalkarken namaz
kılan kişinin
“Semiallahü limen hamide”
demesidir. Tahmîd ve tesmi'in üzerinde ittifaka varılan kısmı bu kadardır.
Mezhebler arasındaki görüş ayrılığı sadece bu cümlelerin kalıplan üzerinde
meydana gelmiştir. Ki bu da aşağıda detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmam rükûdan kalkarken sadece “Semialla-hû limen
hamide” der ve buna bir şey eklemez. İmama uyan kişi de; “Alla-hümme rabbenâ ve
Ieke'I-hamd” der. En faziletli duâ cümlesi de budur. “Rab benâ ve leke'1-hamd”
veya “Rabbena leke'1-hamd” denilmesi hallerinde sünnet yerini bulmuş olur. En
faziletlisi ise birincisidir. Ondan sonra “Rabbena ve leke'1-hamd” en sonunda
da “Rabbena leke'1-hamd” cümlesi gelir. Tek başına namaz kılan kişi ise hem
“Semiallahü limen hamide” der, hem de, “Allahümme rabbenâ ve leke'l- hamd”
veya, “Rabbena ve leke'1-hamd” veyahut da “Rabbenâ leke'1-hamd” der. Hanefîlere
göre bu, sünnettir.
Malikiler dediler ki: İmamın, İmama uyan kimsenin ve tek başına namaz
kılanın tesmi'i, “Semiallahü limen hamide” diyerek yerine getirmesi sünnettir.
Tahmîde gelince; bu da “Allahümme rabbenâ ve leke'1-hamd” demektir. Bu cümleyi
okumak, sadece tek başına namaz kılan veya İmama uyan kimse için mendubtur.
Sünnet değildir. İmama gelince onun sadece, “Semiallahü limen hamide” demesi
ve buna hiç bir şey eklememesi sünnettir. Aynı şekilde İmama uyan kişi de, “Allahümme
rabbenâ ve leke'1-hamd” veya “Rabbena ve leke'l –hamd” cümlesinden fazla
olarak bir şey okumamalıdır.
Şafiiler dediler ki: Sünnet olan, İmamın, İmama uyan kişinin, tek başına kılanın hem temsi,
hem de tahmîdi bir arada yapmasıdır. Buna göre bu kişilerden biri rükûdan
kalkarken 'Semiallahü limen hamide' ve 'Rabbena leke'1-hamd' demelidir. Yalnız
İmam rükûdan kalkarken “semiallahü limen hamide” cümlesini seslice okumalıdır.
İmama uyan kişinin bu cümleyi seslice okuması sünnete aykırıdır. Meğer ki İmama
uyan kişi, onun peşinden mübelliğlik yapsın... “Rabbenâ leke'1-hamd” cümlesine
gelince, bunu mutlak olarak İmamın da, İmama uyan veya tek başına namaz kılan
kişinin de sessizce okumaları sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: İmam ve tek başına kılan kişi, tesmi' ile tahmîdi
bir arada yapmalıdırlar. Buna göre rükûdan kalkarken hem, 'Semiallahü limen
hamide' hem de “Rabbena velek'el-hamd” cümlelerim okumak sünnet olmaktadır. Bu
cümlelerin kendi aralarındaki kelime sıralarına riâyet etmek te vâcibtir.
Meselâ rükûdan kalkmakta olan bir kişi, ‘men hamidallahe semia lehû” diyecek
olursa, sünnet yerine gelmez. Rükûdan kalkıp da tam doğrulma esnasında “Rabbena
ve leke'1-hamd” demek sünnettir. İmama uyan kişi hiçbir arttırma yapmaksızın
rükûdan kalkarken “Rabbena ve leke'1-hamd” demelidir. “Rabbena leke'1-hamd”
diyecek olursa tahmîd, yerini bulur. Fakat birinci kalıp daha faziletlidir.
Bundan da faziletlisi isteniyorsa “Allahümme rabbenâ ve leke'1-hamd”
demelidir. Bunu söyledikten sonrada “Yer dolusu, gök dolusu, bundan sonra da
dilediğin şey dolusu” demek sünnettir.
İmamın tekbirleri yüksek sesle alması:
İmamın tekbir alırken,
tesmi'de bulunurken, selâm verirken; ardındaki cemâatin duyması için sesini
yükseltmesi sünnettir. Bu hususta Mâlikîler dışındaki üç mezheb ittifak
etmişlerdir. Mâlîkîterse bunun mendub olduğunu söylemişlerdir.
İmamın peşi sıra mübellîğlik:
Mübellîğlik, İmamın
sesinin cemâat tarafından duyulması için, ona uyanlardan birinin veya
kendisinin sesini yükseltmesidir. Ki bu, şu şartla caiz olur: Mübellîğlik yapan
kişi, senini yükseltmekle iftitah tekbirini almayı kasdetmelidir. Sadece
mübellîğlik yapmayı kasdederse namazı gerçekleşmiş olmaz. Bu hükümde mezheblerin
ittifakı vardır. İftitah tekbiriyle birlikte teblîği de kasdedecek olursa,
yani hem namaza hem de mübellîğlik yapmaya niyet ederse bunun, namazına bir
zararı olmaz. İftitah tekbirinden başka tekbirlgniçin mübellîğlik yapmaya
gelince bu işi yapan kişi, sadece mübellîğlik niyetini güderse de namazı bâtıl
olmaz. Ne ki namazın sevabından mahrum olur.
Şafiiler dediler ki: Mübellîğlik yapanın namazı, iftitah tekbiri esnâsında sadece teblîği
kasdederse veya hiçbir şeyi kasdetmezse namazı bâtıl olur. Ama iftitah
tekbirini alırken hem namaza girmeyi, hem de mübellîğlik yapmayı veyahut da sadece
namaza girmeyi kastederse, namazı gerçekleşmiş olur. İftitah tekbiri dışında
da aynı durum söz konusudur. İftitah tekbiri dışındaki tekbirlerde de sadece
teblîği kastederse veya hiçbir şeyi kastetmezse namazı batıl olur. Tebliğle
birlikte zikri de kastederse namazı sahîh olur. Sadece mübellîğlik yapmayı
kasteden kişi eğer avam tabakasındansa namazı bâtıl olmaz.
Hanefiler dediler ki: Cemaatın duyması maksadıyla İmamın tekbir alırken
sesini yükseltmesi sünnettir. Normalden fazla yükseltecek olursa mekruh olur.
Alınan tekbir ister iftitah tekbiri olsun, ister diğer tekbirlerden biri olsun
hüküm aynı olur. Şu da var ki, ister İmam ister İmama uyanlardan biri olsun iftitah
tekbirini alırken namaza girme niyeti olmaksızın mübellîğlik yapmayı
kasdederlerse namazları bâtıl olur. Bunların niyetlerinin bu olduğunu bilerek
bunlara uymuş olanların namazları da bâtıl olur. Yalnız mübellîğlik yapan
kişi, iftitah tekbiriyle birlikte namaza girmeyi ve mübellîğlik yapmayı da
kastedecek olursa bunun zararı olmadığı gibi aksine bu, istenilen bir
husustur. Bu anlattığımız, iftitah tekbiri ile ilgili idi. Diğer tekbirlere
gelince mübellîğlik yapan kişi, bunlarda sırf teblîğ amacını gütse de namazı
bâtıl olmaz. Tesmi' ve tahmîd yapan kişi, sesini yükseltirken tegannîyi ve
insanların beğenisini kazanmayı kastederse kuvvetli görüşe göre namazı bozulur.
Namazın sünnet tekbirleri:
İftitah tekbiri
dışında namazın sünnet olan tekbirleri şunlardır: Rükûa giderken, secdeye
giderken, secdeden kalkarken, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek'atlere
kalkarken alınan tekbirler sünnettir. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hususta ittifak
etmişlerdir. Hanefîlerle Hanbelîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Bu tekbirlerin tümü vâcibtir. Yalnız rükû hâlinde İmama
kavuşan kişinin rükû tekbiri sünnettir. Bu kişi iftitah tekbirini alır da
yeniden tekbir almaksızın rükû'a gidecek olursa namazı sahîh olur.
Hanefiler dediler ki: Bu tekbirlerin tümü, Şafiî ve Mâlikîlerin de
dedikleri gibi sünnettir. Yalnız bayram namazlarının ikinci rek'atindeki rükû
tekbiri bunlardan müstesna olarak vâcibtir. Bilindiği gibi Hanefîlere göre
vâcib, farza nisbetle bir kademe daha geridedir. Bazıları, vacibin müekked
sünnet olduğunu da ileri sürmüşlerdir.
Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okumak:
Öğle, ikindi, akşam ve
yatsı namazlarının farzlarının ilk iki rek'atinde, sabah namazının farzının her
iki rek'atinde Fâtiha'dan sonra zamnvı sûre okumak bütün mezheb İmamlarının
ittifakıyla yapılması istenen bir husustur. Ne ki bunun hükmü üzerinde görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Üç mezheb İmamı bunun sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Hanefîlerse buna muhalefet etmişlerdir. Onların buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Fatihadan sonra bir sûre okumak veya üç kısa ayet
veyahut da uzun bir âyet okumak vâcibtir. Bunu farz namazların ilk iki
rek'atlerinde okumak gerekir. Hanefîlere göre vacibin ne anlama geldiğini daha
önce anlatmıştık.
Fâtiha'dan sonra
okunacak âyetlerin miktarı hususunda da mezhebler ayrı görüşler beyan
etmişlerdir. Şâfiîlerle Mâlikîler, Fâtiha'dan sonra kısa bir sûre veya bir âyet
veyahut da bir âyetin bir kısmının okunmasının yeterli olacağı hususunda görüş birliği
etmişlerdir. Buna göre Fâtiha'dan sonra kısa bir sûre veya bir âyet veyahut da
bir âyetin bir kısmını okuyan kişi, sünnetin aslını yerine getirmiş olur.
Hanefîlerle Hanbelîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Fâtiha'dan sonra okumanın vâcibliği, ancak kısa bir
sûre veya uzun bir âyet, veyahut da üç kısa âyet okumakla yerine getirilmiş
olur.
Hanbeliler dediler ki: Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okurken; okunan âyetin,
kendisinden önceki veya kendisinden sonraki âyete bağlı olmaksızın müstakil
bir anlamı olmalıdır. Meselâ sadece
veya ve bunlara benzer âyetleri
okumak yeterli olmaz.
Farz namazlarda
Fâtiha'dan sonra İmamın ve tek başına namaz kılanın sure okumaları sünnettir.
İmama uyan kişi de, İmamın sesini duymadığı takdirde sünnet gereği olarak o da
Fâtiha'dan sonra sûre okur. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hususta görüş birliği
etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlere gelince onların bu husustaki görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın ardında kıraatte
bulunması mutlak surette caiz olmaz.
Malikiler dediler ki:
İmama uyan kişinin kendisi duymasa veya İmam sükût etse bile seslice kıraatte
bulunulan namazlarda kıraatte bulunması mekruh olur.
Bu anlatılanlar, fafz
mamazla ilgiliydi. Nafile namazlara gelince; bunlar ister iki rek'at hâlinde,
ister tek selâmla dört veya fazla rek'atler hâlinde kılınsınlar, bütün
rek'atlerinde Fâtiha'dan sonra sûre okumak, istenilen bir husustur. Yalnız bu
hükümle ilgili olarak mezhebler ayrı görüşler beyân etmişlerdir. Ki bunları da
aşağıda ele almış bulunmaktayız.
Malikiler dediler ki: Fâtiha'dan sonra Kur'an-ı Kerîm'den âyetler okumak,
nafile namazlarda sünnet olmayıp mendubtur. Bu nafile namazlar, ister iki
rek'at hâlinde kılınsınlar, ister daha fazla rek'atler hâlinde kılınsınlar,
yine aynı hükme tabidirler.
Hanefiler dediler ki: Nafile namazların bütün rek'atlerinde Fâtiha'dan
sonra Kur'an-ı Kerîm'den bir miktar okumak vâcibtir. Sünnet veya mendub
değildir.
Şafiiler dediler ki: Nafile namaz kılan kişi, bu namazı iki rek'atten fazla olarak kılarsa,
kıldığı bu namaz, dört rek'atli farz namazlar gibi olur. Bunların ilk iki
rek'atlerinde Fâtiha'ya ek sûre okumak sünnettir. İki rek'atten sonraki
rek'atlerde sadece Fâtiha'yı okumak yeterli olur.
Hanbeliler dediler ki: Nafile namazların bütün rek'atlerinde Fâtiha'ya ek
olarak kısa bir sûre veya kendi başına müstakil anlamı olan bir âyeti okumak
sünnettir. Bu nafile namaz iki rek'at veya dört rek'at hâlinde kılınsa bile
hüküm aynıdır.
İftitah duası:
Üç mezheb İmamışa göre
iftitah duası sünnettir. Mâlikîler buna muhalefet ederek demişlerdir ki:
Meşhur görüşe göre iftitah duası okumak mekruhtur. Bazı Mâlikîlerse bunun mendub
olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İftitah duasının metni
ve bu duayla ilgili olarak söylenen sözler aşağıda ele alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İftitah duasının metni şudur:
“Ey Rabbim. Seni
heybet ve celâline lâyık bir şekilde noksanlıklardan tenzih ederim. Seni, Sana
lâyık niteliklerle tesbih ederim. Sana hamdederek tesbihte bulunurum. İsminin
hayır ve bereketi devamlı olsun. Senin heybet ve celâlin üstün olsun. Azametin
yükselsin. Senden başka, ilâh yoktur.” [235]
Bu duayı okumak hem İmam,
hem İmama uyan, hem de tek başına namaz kılan kişi için sünnettir. Kılınan
namaz, farz da olsa, nafile de olsa hüküm aynıdır. Yalnız, namaz kılan kişi İmama
uymuş biri ise, İmam da “sübhaneke”yi okuduktan sonra Fâtiha'ya başlamışsa, bu
durumda sübhaneke'yi okumaz. İkinci rek'atte İmama kavuşan kişi, şayet İmam
kıraate başlamamışsa hemen bu arada sübhaneke'yi okuyabilir. Kılınan namaz
ister seslice kıraatli olsun, ister sessizce kıraatli olsun, İmam kıraate
başladıktan sonra, ona uyan kişi sübhaneke'yi okuyamaz. Bu, her rek'at için söz
konusudur. Rükû veya secde hâlinin İmama kavuşan kişi, sübhaneke'yi okuduğu takdirde
İmamın rükûdan veya secdeden kalkmıyacağıni sanarsa sübhaneke'yi okur. İmamın
kalkacağını sanarsa okumaz.
Şafiiler dediler ki: İftitah duasının metni şudur:
“Gökleri ve yeri yaratana yüzümü birleyici ve müslüman
olarak yönelttim. Ben müşriklerden değilim.”[236] “Namazım,
ibâdetim, yaşayışım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah'ındır. O'nun ortağı
yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve müslümanların ilkiyim.” [237]
Namaz kılan kişinin
iftitah tekbirinden sonra bu duayı okuması gerekir.
Hanefîler derler ki: Bu duayı farz namaza niyet etmeden önce okumak gerekir. Bazıları da
nafile namazlara niyet edilip tekbir alındıktan sonra bu duanın okunması
gerektiğini söylerler. Şâfiîler, bu duanın okunması için beş şartın gerekli
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu şartları, Şâfiîlere göre namazın sünnetleri
kısmında saymıştık.
Hanbeliler dediler ki: İftitah duasının metni, Hanefî mezhebinde anlatılan
iftitah duasının metnidir. Bunun yanında Şâfiîlerin iftitah duasını okumak ta
kerâhetsiz olarak caizdir. En faziletlisi, bu iki duadan bazen birini, bazen
de diğerini okumaktır.
Malikiler dediler ki: Buna ilişkin sahîh hadîs bulunmasına rağmen meşhur
görüşe göre iftitah duasını okumak mekruhtur. Zîrâ sahabeler, bu duayı
terketmişlerdir. Şu da var ki, bu mezhebin mensubları İmam Mâlik'in, iftitah
duasını okumanın mendub olduğunu söylediğini de nakletmektedirler. İftitah
duasının metni şudur:[238]
Teavvüz (İstiâze):
Üç mezheb İmamına göre
namazda kıraate başlarken teavvüzde bulunmak, yani “eûzü” çekmek sünnettir.
Mâlikîler buna muhalefet etmişlerdir. Buna göre her mezhebin teavvüzle ilgili
görüşü aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Teavvüz sünnettir. Bu da kişinin iftitah tekbirini
alıp sübhaneke'yi okuduktan sonra “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” demesidir.
Namaz kılan kişi, ister, İmam olsun ister İmama uymuş biri olsun, sadece
birinci rek'atte sünnet gereği olarak teavvüzde bulunur. Ama sonradan İmama
kavuşan kişi, İmamın kıraate başladığını görürse teavvüzde bulunmaz. Zîra bu
mezhebin kuvvetli görüşüne göre eüzü'yü okumak, kıraate tâbidir. Bu durumdaki
kişi, eûzü'yü okuyamaz.
Şafiiler dediler ki: Bütün rek'atlerde eûzü okumak sünnettir. En faziletli eûzü metni de “Eûzübillâhimineşşeytânirracîm”
dir.
Malikiler dediler ki: İster sesli kıraatte, ister sessiz kıraatte bulunulsun,
farz namazlarda eûzü okumak mekruhtur. Nafile namazlarda ise sessizce eûzü
okumak caizdir. Sesli olarak eûzü çekmekse kuvvetli görüşe göre mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: Teavvüzde bulunmak sünnettir. Metni, “Eûzübillahimineşşeytânirracîm”
şeklinde olan eûzüyü birinci rek'atte okumak sünnettir.
Besmele:
Her rek'atta
Fâtiha'dan önce “Bismillahirrahmânirrahîm” diyerek besmele çekmek Hanefî ve
Hanbelîlere göre sünnettir. Şâfiîler bunun farz olduğu görüşündedirler.
Mâlikîlerse mekruh olduğunu ileri sürerler. Mezheblerin buna ilişkin detaylı
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmam ve tek başına namaz kılan kişi, her rek'-atin
başında sessizce besmele çeker. Namaz, seslice kıraatte bulunulan namaz da
olsa, sessizce kıraatte bulunulan namaz da olsa yine besmele çekmek sünnettir.
İmama uyan kişi, tabiî ki besmele çekmez. Zîra İmama uymuş olduğu gerekçesiyle
onun kıraatte bulunması caiz değildir. Besmele, sübhaneke okunup eûzü
çekildikten sonra çekilir. Eûzüyü unutup besmele çeken kişi bunu, eûzüyü
çektikten sonra yeniden iade eder. Sahîh kavle göre besmelesini de iade etmez.
Fatihayla zamm-i sûre arasındaki besmeleye gelince bunu okumak mekruh
değildir. Ama en iyisi okumamaktır. Kılman namaz seslice kıraatte bulunulan bir
namaz veya, sessizce kıraatte bulunulan bir namaz olsun hep aynı hükme tâbidir.
Her ne kadar Kur'an'dan bir parça ise de sahîh olan görüşe göre besmele, ne
Fâtiha'nın ve ne de diğer sûrelerden birinin bir bölümü değildir.
Malikiler dediler ki: Kılınan namaz ister sesli kıraatli olsun, ister
sessiz kıraatli olsun, farz ise besmele çekilmesi mekruhtur. Ancak namaz kılan
kişi, ihtilâftan kurtulmak maksadıyla her Fâtiha'nın evvelinde gizlice besmele
çekerse mendub olur. Bu durumda seslice besmele çekilmesi mekruhtur. Nafile
namazlara gelince, namaz kılan kişinin Fâtiha'dan önce besmele çekmesi caizdir.
Şafiiler dediler ki: Besmelenin, Fâtiha'dan bir âyet olduğu için okunması, sünnet değil
farzdır. Sesli veya sessiz kıraatli namazlarda besmelenin hükmü Fâtiha'nm hükmü
gibidir. Sesli kıraatli namazlarda namaz kılan kişinin, Fâtiha'yı sesli
okuduğu gibi besmeleyi de sesli okuması zorunludur. Besmele okunmadığı takdirde
namaz bâtıl olur.
Hanbeliler dediler ki: Besmele sünnettir. Namaz kılan kişi her rek'atte
gizlice besmele çeker. Ne ki bu, Fâtiha'nın bir ayeti değildir. Kişi, teavvüzden
önce besmele çekerse teavvüzü iade etmesi gerekmez. Yine besmeleyi terk eden
kişi de Fâtiha'ya başlamışsa yeniden besmeleye dönmez. Hanefîler de bu
görüştedirler.
Kıraati uzatmak:
Namazın sünnetlerinden
biri de kıraatin, mezheblere göre belirtilen muhtelif vakitlerde yerine göre “tıvâl-i
mufassal” dan veya “evsat” tan veyahut da “kısar” dan okunmasıdır. Bununla
ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Tıvâl-i mufassal, Hucûrat sûresinden Bürûc sûresine
kadar olan kısımdır. “Evsât”, Bürûc sûresinden Beyyine sûresine kadar olan
kısımdır. “Kısar” ise Beyyine sûresinden Kur'an-ı Kerîm'in sonuna kadar olan
kısımdır. Sabah ve öğle namazlarında “tıvâl-i mufassal'dan okumak sünnettir.
Yalnız, öğleyin okunan miktar, sabahınkinden az olmalıdır. İkindi ve yatsı
namazlarında “evsât”tan, akşam namazında da “kısar”dan okumak sünnettir.
Şafiiler dediler ki: “Tivâl-i mufassal”, Hucûrat sûresinden Nebe sûresine kadar olan
kısımdır. “Evsât”, Nebe sûresinden Duhâ sûresine kadar olan kısımdır. “Kısar”a
gelince bu da, Duhâ sûresinden Kur'an-ı Kerîm'in sonuna kadar olan kısımdır.
Sabah ve öğle namazlarında, “tıvâl-i mufassal'dan okumak sünnettir. Yalnız,
öğleyin okunan miktar, sabahınkinden az olmalıdır. Ancak cuma günü, kılınan
sabah namazları bundan müstesna olup bu namazın birinci rek'atınde, her ne
kadar mufassaldan değilse de Secde sûresini, ikinci rek'atte de özellikle “Hel-Etâ”
(İnsan) sûresini okumak sünnettir. İkindi ve yatsı namazlarında “evsât”tan,
akşam namazında da “kısar’dan okumak sünnettir.
Malikiler dediler ki: “Tıvâl-i mufassal”, Hucûrat sûresinden Nâziat
sûresine kadar olan kısımdır. “Evsât”, Nâziat sonundan Duhâ sûresine kadar olan
kısımdır. “Kısar”a gelince bu da, Duhâ'dan Kur'an-ı Kerîm'in sonuna kadar olan
kısımdır. Sabah ve öğle namazlarında “tıvâl-i mufassal'dan, ikindi ve akşam
namazlarında “kısar”dan, yatsı namazında da “evsaftan okumak sünnet olmayıp
mendubtur.
Hanbeliler dediler ki: “Tıvâl-i mufassal”, Kâf sûresinden Nebe' sûresine
kadar olan kısımdır. “Evsât” ise, Nebe' sûresinden Duhâ sûresine kadar olan
kısımdır. “Kısar”a gelince bu da Duhâ sûresinden Kur'an-ı Kerîm'in sonuna
kadar olan kısımdır. Sabah namazında “tıvâlden”, akşam namazında “kısar”dan,
öğle, ikindi ve yatsı namazlarında da “evsât”tan okumak sünnettir. Sefer ve
hastalık gibi bazı mazeretlerden ötürü sabah ve diğer vakit namazlarında
bundan az okumak mekruh olmaz. Ama böyle bir mazeretin bulunmaması hâlinde sadece
sabah namazlarında mekruh olur.
Namaz kılan kişi tek
başına ve de mukîm ise kıraati uzatması sünnet olur. Eğer misafir ise kıraati
uzatması üç mezhebe göre sünnet değildir. Mâlikîler bu görüşe muhalefet
etmişlerdir. Onların bu husustaki fikirleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Tek başına namaz kılan kişi, ister mukim, ister
misafir olsun kıraati uzatması mendub olur.
Namaz kılan kişi eğer İmamsa,
mezheblere göre aşağıda belirtilen şartlar tahakkuk ettiği takdirde kıraati
uzatması sünnet olur.
Şafiiler dediler ki: İmam, namazı uzatmaya razı olduklarını açıkça belirten bir cemaate
namaz kıldırmaktaysa kıraati uzatması sünnet olur. Ancak cuma sabahının namazı
bundan müstesnadır. Bu namazı kıldıran İmam, hiçbir şarta bağlı olmaksızın
Secde sûresinin tümünü okuyarak kıraati uzatmalıdır. Cemâat buna razı olmasa
bile bu, sünnet gereğidir.
Malikiler dediler ki: İmamın kıraati uzatması dört şartla mendub olur:
1. İmam,
mahsur kalmış bir cemâate namaz kıldırmaktaysa,
2. Cemaat,
gerek kendi dilleriyle, gerek kendi davranışlarıyla İmamın kıraati uzatmasını
istemekteyse,
3. İmam
cemaatın, kıraati uzatmakla ayakta durmaya takat getireceklerini bilir veya
zannederse,
4. Cemaatten
birinin uzun kıraata dayanmasına engel bir özrünün olmadığını İmam bilir veya
zannederse, kıraati uzatabilir. Eğer bu şartlardan biri gerçekleşmezse kıraati
kısaltmak daha faziletli olur.
Hanefiler dediler ki: Cemaate ağır gelmeyeceğini bilen İmamın kıraati
uzatması sünnettir. Ama cemaate ağır geleceğini bildiği takdirde uzatması
mekruh olur. Zîrâ Peygamber Efendimiz, sabah namazını Felâk ve Nâs süreleriyle
kıldırmıştır. Namazı tamamladıktan sonra da kendisine,
“Kısa tuttunuz ya
Rasûlallah” denildiğinde şu cevabı vermişti:
“Bir çocuğun ağladığını duydum. Annesinin fitneye
düşeceğinden korktum.” [239]
Zayıf, hasta ve işi
olan kimseler de bu hükme tabidirler.
Hanbeliler dediler ki: Cemaatin durumuna göre İmamın namazı hafifletmesi
sünnet olur.
Birinci rek'atte ikinciye nisbetle kıraati uzatmak:
Namazın sünnetlerinden
biri de, ikinci rek'ate nisbetle birinci rek'attaki kıraati uzatmaktır. Her iki
rek'atta da aynı miktarda kıraatte bulunan kişi sünneti kaçırmış olur. İkinci
rek'ati birinciye nisbetle uzatan kişi mekruh işlemiş olur. Ancak cuma namazı
bundan müstesnadır. Cuma namazında ikinci rek'ati birinciye nisbetle daha da
uzatmak sünnettir. Birinci rek'ati ikinciye nisbetle uzatmak demek, daha fazla
âyet okumak demektir. Ancak cuma ve bayram namazlarıyla cemâatin kalabalık
olup İmama yetişememe endişesi olma hâli bundan müstesnadır. Bu durumlarda
ikinci rek'atleri birinciye nisbetle daha da uzatmak sünnet olur. Bu hususta Hanefîlerle
Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîlere gelince onların bu
husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Mâlikî ve Hanbeliler dediler ki: İkinci rek'ati zaman bakımından birinciye nisbetle
kısaltmak mendubtur. Cuma ve diğer namaz ayırımı yapmaksızın ikinci rek'atte
birinciye nisbetle daha fazla kıraatte bulunan veya her ikisini eşit kılan
kişi,evlâ olan görüşe muhalefet etmiş olur. Şunu da diyelim ki; Mâlikîler,
sünnetle mendub arasında ayırım yapmamaktadırlar.
Kıyam esnasında ayak aralarını açık tutmak:
Namazın sünnetlerinden
biri de: kıyam esnasında ayakların arasını birbirine bitişmeyecek kadar açık
tutmaktır. Fazla şişman olmayan kişilerin de ayak aralarını fazla açık
tutmaları doğru değildir. Ayak aralarındaki açıklığın ölçüsü mezheblere göre
değişiktir.
Hanefiler dediler ki: Kıyamdayken ayak aralarında dört parmak kadar açıklık
bulundurmak sünnettir. Bundan fazla veya noksan tutmak mekruhtur.
Şafiiler dediler ki: Ayak aralarındaki açıklık bir karış kadar olmalıdır. Bundan fazla
veya noksan tutmak mekruhtur. Ayaklardan birini öne, diğerini geriye koymak da
mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Kıyamda ayak aralarını açık tutmak sünnet olmayıp
mendubtur. Yine bunlara göre ayakları birbirine bitiştirmemek ve örfe göre
fazla miktarda açık bulundurmamak da mendubluk açısından gereklidir.
Rükû ve secdede tesbih:
Namazın sünnetlerinden
biri de kişinin rükû hâlinde “Sübhâne rabbiye'l-azîm”, secde halinde de “Sübhâne
rabbiye'l-a'lâ” demesidir. Sünnetin yerine gelmesi açısından kaç defa tesbih
getirileceği hususunda mezhebler arasında görüş ayrılığı mevcuddur. Ki bunu
aşağıda ele almış bulunmaktayız.
Malikiler dediler ki: Rükû ve secde hâlinde tesbih çekmek mendub olup
belirli bir lafzı yoktur. En faziletlisi, yukarıda anılan tesbih lafzını okumaktır.
Hanefiler dediler ki: Sünnet, ancak üç defa tesbih çekmekle yerini bulur.
Bundan daha az söylenmesi hâlinde sünnet yerine gelmez.
Hanbeliler dediler ki: Mezkûr kalıbıyla tesbihte bulunmak vâcibtir. Bundan
fazlasını söylemek ise sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Hangi tesbih kalıbıyla olursa olsun rükûda tesbihte bulunmakla sünnet
yerine gelir. En faziletlisi ise, mezkûr kalıptaki kelimeleri söylemektir. Bu
tesbihi onbire kadar arttırmak daha mükemmel olur. Yalnız İmamın, hiçbir şarta
bağlı olmayarak üç defa tesbihte bulunması gerekir. Bundan fazlasını yapmaksa,
kendisine uyanların razı olması hâlinde uygun olur.
Malikiler dediler ki: Tesbihin belirli bir sayısı yoktur.
Namaz kılarken elleri dizlerin üzerine koymak:
Namazın sünnetlerinden
biri de kişinin rükû halinde ellerini dizlerinin üzerine koyması ve bu arada
ellerinin parmaklarını ayrık tutmasıdır. Ayrıca erkeğin pazularını da yan
taraflarından uzak tutmasıdır. Zira Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Enes (r.a.)
hazretlerine hitaben buyurmuşlar ki:
“Rükûa vardığında avuçlarını dizlerinin üzerine koy.
Parmaklarını aç, kollarını da yan taraflarından uzak tut.”[240]
Kadına gelince o,
kollarını yan taraflarından uzak tutmayıp aksine daha da bitiştirir. Böylece
örtünmesi daha iyi olur. Bu hususta üç mezheb İmamı ittifak etmişlirdir.
Mâlikîlere gelince onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Rükû hâlinde elleri dizlerin üzerine koymak ve
pazuları böğürlerden uzak tutmak sünnet olmayıp mendubtur. Parmakların
birbirine bitiştirilmesi veya ayrık tutulması hususu, namaz kılanın insiyatifine
bırakılmıştır. Ancak dizlerini iyi tutabilmesi için parmaklarını ayrık tutması
gerekiyorsa öyle yapması îcâb eder.
Rükû esnasında sırtla boynu aynı düzeyde tutmak:
Namazın sünnetlerinden
biri de sırtla boynu rükû esnasında aynı düzeyde tutmaktır. Zîrâ Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz, rükûa vardıklarında sırtını dümdüz tutarlardı. Öyle ki
sırtına su dökülseydi, su yere akmayip sırtında dururdu. Yine buna ek olarak
başla kuyruk sokumu kısmını da aynı düzeyde tutmak gerekir. Çünkü Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz, rükûda iken başını normalden ne yukarı kaldırır ne de
aşağıya eğerdi. Bu sünnet üzerinde mezheblerin görüş birliği mevcûdtur.
Secdeye ne şekilde varılacağı ve ne şekilde
kalkılacağı:
Namazın sünnetlerinden
biri de, secdeye varırken önce dizlerin sonra ellerin, daha sonra da alnın
yere konulmasıdır. Secdeden kalkarken de bunun aksini yapmak gerekir.
Hanefîlerle Hanbelîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Şafiî ve
Mâlikîlere gelince, onların bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak, dizleri
kaldırdıktan sonra da ellere dayanarak yerden kalkmak sünnettir. Namaz kılan
kişi güçlü biri de olsa, kadın da olsa yerden kalkarken ellerine dayanması
sünnettir.
Malikiler dediler ki: Secdeye varırken elleri dizlerden önce yere koymak
mendubtur. Namazın son rek'atine kalkarken de elleri dizlerden sonra yerden
kaldırmak yine sünnettir.
Yalnız bu
anlattıklarımız, özürsüz kimseleri ilgilendirmektedir. Zayıf olan veya mest
giyen kişi, secdeye varırken veya secdeden kalkarken bu kurallara bağlı olmayıp
yapabildiği kadarıyla yetinir. Bu hususta icma' vardır.
Secdede iken ellerin yere konulması:
Namazın bir diğer sünneti
de kişinin secdede iken parmaklarını birbirine bitiştirip kıbleye yönelterek
avuçlarını omuz hizasına koymasıdır. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hususta görüş
birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlere gelince onların buna ilişkin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Secdedeyken elleri omuz hizalarına veya yakınlarına
koymak mendubtur. Bunu yaparken de parmakları birbirine bitiştirip kıbleye
yöneltmek gerekir.
Hanefiler dediler ki: En faziletlisi, kişinin, yüzünü iki elinin arasına
koymasıdır. Ama elleri omuz hizasına koymakla da sünnet yerini bulur.
Yine kişinin secdede
iken karnını baldırlarından ayrık tutması, dirseklerini böğürlerinden uzakta
tutması, kollarını da yerden yüksekte tutması sünnettir. Meğer ki bunu
yapmakla, bitiştiğinde namaz kılan kişiye eziyet vermiş olmasın. Eziyet verdiği
takdirde böyle yapması haram olur. Zîrâ Rasûlullah (s.a.s.), secdeye vardıklarında
karnıyla baldırlarını birbirinden uzak tutardı. Kadına gelince onun, karnını
baldırlarına yapıştırması, örtünmeyi sağlama açısından sünnettir. Bu hususta
mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Yalnız Mâlikîler buna muhalefet ederek aykırı
görüş beyânında bulunmuşlardır. Yine vâcib miktardan fazla olarak itmi'nânda
bulunmak da ittifakla sünnettir.
Malikiler dediler ki: Erkeğin secdede karnını baldırlarından, dirseklerini
dizlerinden uzak tutması, kollarını da böğürlerinden normal bir uzaklıkta
tutması bütün namazlar için mendubtur.
Kıraati sesli yapmak:
İmamın ve tek başına
namaz kılan kişinin akşam ve yatsı namazlarının farzlarının ilk iki
rek'atlerinde, sabah farzının ve cuma namazının her iki rek'atinde kıraati
sesli yapması sünnettir. Mâlikilerle Şâfiîler bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Hanefîlerle Hanbelîlere gelince, onların bu konuya ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmamın sesli kıraatte bulunması vâcibtir. Tek başına
namaz kılan kişi için bu sünnettir. Tek başına namaz kılan kişi sesli kıraatli
namazlarda dilerse kıraatini sesli yapar, dilerse sessiz yapar. Ama sesli
yapması daha faziletli olur. Sesli kıraatli bir namaza sonradan kavuşan,
meselâ cuma veya yatsı veya akşam veya sabah namazlarından birinin bir rek'atini
kaçırdıktan sonra İmama kavuşan kişi, İmamın selâm vermesinden sonra kalkıp da
kılamadığı birinci rek'ati kaza ederken dilerse sessizce kıraatte bulunur,
dilerse seslice kıraatte bulunur. Sesli kıraatli namazlar ister edâ olarak
ister kaza olarak kılınsınlar, bunu kılan kişi yine dilerse sesli kıraatte
bulunur. Dilerse sessiz kıraatte bulunur. Sahîh görüş bu doğrultudadır. Meselâ
yatsı namazını kaza olarak kılmakta olan kişi dilerse sesli kıraatte bulunur.
Dilerse sessiz kıraatte bulunur. Sessiz kıraatli namazlara gelince bunu tek
başına kılan kişi seçim hakkına sâhib olmayıp kıraati sessizce yapmak
zorundadır. Meselâ öğle veya ikindi namazını kılan kişi, sesli kıraatte
bulunursa vacibi terk etmiş olur. Bunun vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü doğrulama
açısından da sehiv secdesi yapması gerekir. İmama uyan kişiye gelince onun, her
halükârda sükût etmesi gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Tek başına namaz kılan kişi, sesli kıraatli
namazlarda dilerse sesli kıraatte, dilerse sessiz kıraatte bulunabilir.
Namazda kıraati sesli veya sessiz yapmanın sınırı:
Yukarıda sayılan
farzlar dışında namaz kılan kişinin kıraati sessiz yapması sünnettir. Bunun
sünnet olduğu hususunda üç mezheb İmamı görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerse
bunun sünnet olmayıp mendub olduğunu söylemişlerdir. Vitir ve benzeri nafile
namazlarda kıraatin sesli veya sessiz yapılması hususunda mezheblerin çeşitli
görüşleri vardır ki, bunları aşağıda ele almış bulunmaktayız.
Malikiler dediler ki: Geceleyin kılınan bütün nafile namazlarda sesli
kıraatte bulunmak, gündüzün kılınan nâfileîerdeyse sessiz kıraatte bulunmak mendubtur.
Yalnız bayram ve yağmur namazları gibi hutbeli nafile namazlarda kıraati sesli
yapmak, gündüzün kılınmasına rağmen mendubtur.
Hanbeliler dediler ki: Bayram, yağmur, güneş tutulması, teravih ve vitir
namazlarında kıraati sesli yapmak sünnettir. Yalnız vitrin, teravihten sonra
kılınması hâlinde kıraatin sesli yapılması sünnet olur. Bunlardan başka kılınan
namazlardaysa kıraati sessiz yapmalıdır.
Şafiiler dediler ki: Bayram namazında, ay tutulması namazında, teravih namazında,
ramazanda kılınan vitir namazında, geceleyin veya sabahleyin kılınan iki
rek'athk tavaf namazında kıraati sesli yapmak sünnet olur. Bunlardan başka
nafilelerde kıraat sessiz yapılmalıdır. Ancak geceleyin kılınan nafilelerde
mutlaka kıraati seslice yapmak sünnet olur. Bu namazlarda bir kez sesli
kıraatte bir kez de sessiz kıraatte bulunarak orta bir yol da tutulabilir.
Hanefiler dediler ki: Ramazanda vitir namazının her rek'atinde, bayram namazlarında
ve teravihte kıraati sesli yapmak vâcibtir. İmam veya tek başına namaz kılan
kişinin güneş tutulması, yağmur namazı ve gündüzleyin kılman nafile
namazlarında sessiz kıraatte bulunması vâcibtir. Geceleyin kılınan nafile
namazlarında da istenirse sesli, istenirse sessiz kıraatte bulunulabilir.
Namazdaki kıraatin
sesli veya sessiz yapılmasının erkeğe ve kadına göre sınırıyla ilgili olarak
mezheblerin görüşleri aşağıda sunulmuştur.
Malikiler dediler ki: Erkeğin sesli kıraatinin en azının sının, yanındaki
birinin duymasıdır. Sesli kıraatin yüksekliğine sınır yoktur. Erkeğin sessiz
kıraatinin en az sınırı, dilini hareket ettirmesidir. Yükseklik sınırı ise
kendi duyabileceği kadardır.
Kadına gelince onun
sesli kıraatinin bir tek derecesi vardır. Ki o da sadece kendi duyabileceği
kadar bir sesle okumasıdır. Sessiz kıraatinin derecesi de mûtemed görüşe göre
dilini hareket ettirmesidir.
Şafiiler dediler ki: Sesli kıraatin en az sınırı, kişinin yanmdakinin bir tek kişi de olsa
sesini duymasıdır. Bu, erkek ve kadına göre değişmez. Yalnız kadın, yabancı
birinin yakınında olması hâlinde sesli kıraatte bulunamaz. Sessiz kıraatinin
en az sınırı da kendi duyabileceği kadar bir sesle okumasıdır. Tabiî bu sesini
de yabancı bir erkeğin işitmemesi gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Sesli kıraatin en azı, kişinin yanmdakinin bir kişi
de olsa duymasıdır. Sessiz kıraatin en azı da kendi duyacağı kadar okumasıdır.
Kadına gelince onun sesli kıraatte bulunması sünnet değildir. Ama yabancı
birinin duymaması hâlinde sesli kıraatte bulunmasının bir sakıncası olmaz.
Yabancı birinin duyması hâlinde sesli kıraatte bulunması haramdır.
Hanefiler dediler ki: Sesli kıraatin en azı, kişinin fazla yakınında
olmayan, meselâ birinci saftaki kimselerin duyması kadar olanıdır. Birinci saftakilerden
bir veya iki kişi (İmamın) sesini duyacak olursa bu yeterli olmaz. Sesli
kıraatin üst sınırı yoktur. Sessiz kıraatin en azı ise, kişinin bizzat
kendisinin veya yakınında bulunan bir veya iki kişinin duyması kadar olmalıdır.
Tashih-i hurûf ile birlikte dilin hareket ettirilmesi sahîh kavle göre sessiz
kıraat için yeterli olmaz. Kadına gelince setr-i avret bahsinde de denildiği
gibi onun sesi, mûtemed görüşe göre avret değildir. Buna göre namazın kıraati
hususunda kadınla erkek arasında bir fark yoktur. Yalnız bu, kadının sesinde
bir nağme veya gevreklik olmaması şartına bağlıdır. Çünkü böyle bir sesi duyan
erkeklerin şehvetleri galeyana gelebilir. Bu takdirde kadının sesi avret
sayılır. Bu nitelikteki sesiyle kıraati de edâ etmesi namazını bozar. Kadının
ezan okumaktan men edilmesi de bu sebebten ileri gelmektedir.
Namazda oturuş şekli:
Namazın sünnetlerinden
biri de, otururken elleri baldırların üzerine koymaktır. Bu durumda parmak
uçları dizin üzerinde olup kıbleye yönelik tutulmalıdır. Şâfiîlerle Hanefîler
bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüşe muhalefet
etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Elleri baldırların üzerine koymak, sünnet olmayıp
mcndubtur.
Hanbelîler:
Sünnetin yerine gelmesi için, parmakları dizlerin üzerinde kıbleye yönelik
tutmaksızın da olsa elleri baldırların üzerine koymak yeterli olur, dediler.
Namazda oturuşun
şekline gelince bununla İlgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Erkeğin ve kadının “ifdâ” şeklinde oturması
mendubtur. “İfdâ” demek, kişinin sol ayağını sol kaba etiyle birlikte yere
koyması ve sol ayağını sağ ayağı tarafına getirmesi, bundan sonra da sağ
ayağını onun üzerine dikerek bu ayağının başparmağının tabanını yere getirerek
oturmasıdır.
Hanefiler dediler ki: Erkeğin sol ayağını yere yatırıp sağ ayağını dikerek
ve bu ayağının da parmaklarını kıbleye yönelik tutarak oturması sünnettir. Bu
oturuşta sağ ayağının parmak tabanları da mümkün mertebe kıbleye yönelik
olmalıdır. Kadmmsa kaba etinin üzerine oturup baldırını baldırının üzerine
koyması, sol ayağını da sağ kaba etinin altından çıkararak “teverrük” şeklinde
oturması sünnettir.
Şâfiîler: “İftiraş”
şeklinde oturmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir: “İftiraş”, sol ayağının iç
kısmı üzerine oturmaktır. Bu oturuşta sol ayak dikilir. Yalnız son kâdede
(oturuşta) bu şekilde oturulmaz. Son kâ'dedeyken “teverrük” yapılması
sünnettir. “Teverrük”, kişinin sol uyluğunu yere koyması, sağ ayağını da
dikmesi şeklindeki oturuşudur. Kişi, eğer sehiv secdesi yapacaksa son kâ'dede
de “iftiraş” şeklinde oturması sünnet olur.
Hanbeliler dediler ki: İki secde arasında ve birinci teşehhüdde “iftiraş”
şeklinde oturmak sünnettir. İftiraş, kişinin sol ayağını yere serip üzerine
oturması, bunun yanında sağ ayağını dikip sol ayağını da onun altından
çıkarması, dikilen sağ ayağının parmaklarının uçlarını kıbleye yönelik
tutmasıdır. Dört ve üç rek'atli namazlarda birinci teşehhüdde teverrük şeklinde
oturmak sünnettir. Teverrük, kişinin sol ayağını yere serip sağ ayağını
dikmesi ve her iki ayağını da sağ taraftan çıkararak kaba etlerini yere
koymasıdır.
Teşehhüdde işaret parmağıyla işarette bulunmak ve
selâmın veriliş şekli:
Namazın sünnetlerinden
biri de mezheblerdeki tafsilâta göre teşehhüd esnasında işaret parmağıyla
işarette bulunmaktır.
Malikiler dediler ki: Teşehhüdde otururken sağ elin işaret parmağı ile baş
parmağı dışındaki parmakları baş parmağın altında dürmek, işaret ve başparmağı
serbest bırakmak, ayrıca işaret parmağım hafif bir hareket ile sağa ve sola
devamlı olarak hareket ettirmek mendubtur.
Hanefiler dediler ki: Sadece sağ elin işaret parmağıyla işaret edilir. Bu
parmak kesik veya sakat olursa sağ veya sol elin diğer parmaklarından biriyle
teşehhüdün sonunda işaret vermek doğru olmaz. Teşehhüdün sonunda Allah'tan
başka tanrılar inkâr edilirken, yani “Lâ ilahe” denirken, işaret parmağı
kaldırılır. “İllallah” denirken de indirilir. Bu durumda parmağın kaldırılması
inkâra, indirilmesi de isbâta işaret olur.
Hanbeliler dediler ki: Sağ elin serçe, yüzük ve orta parmakları dürülerek
başparmakla bitiştirilir. Teşehhüd duası esnasında lafza-i celâl anılırken,
işaret parmağıyla işaret edilir. Yalnız, işaret esnasında parmağın hareket
ettirilmemesi gerekir.
Şafiiler dediler ki: Teşehhüd esnasında işaret parmağından başka diğer parmakların tümü
yumulur. Kelime-i şehâdette derken bu parmakla işarette bulunulur. Parmak
kaldırıldıktan sonra birinci teşehhüdden ayağa kalkıncaya kadar, son teşehhüdde
de selâm verinceye kadar parmak aynı şekilde durdurulur. Bu parmak, sahibince
de gözlenir. Parmakları dürerken başparmakları yana doğru yumup avuç kenarına
koymak, diğer şekillerden daha faziletlidir.
Sağ yanak arkadan
görünecek kadar sağ tarafa dönerek birinci selâmı vermek de sünnettir. Bu
hususta mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Sadece Mâlkîler buna muhalefet
ederek aykırı görüş ileri sürmüşlerdir.
Malikiler dediler ki: İmama uyan kişinin tahlîl selâmını sağ tarafa yapması
mendub olur. Bu selâmla namazdan çıkılır. Bu kişinin İmama selâm vermesi de
sünnettir ki, bu da kıble tarafına doğru olur. Sol tarafında bulunup da
kendisiyle beraber bir rek'at veya daha fazla kılan kimselere de selâm vermesi
sünnettir. İmam veya tek başına namaz kılanlarsa tahlil selâmı denilen bir tek
selâm verirler. Yine bunların, selâma kıble tarafına yönelikken başlayıp
arkadan yüzlerinin profili görünecek kadar sağa dönmeleri ve selâmı da
“Aleyküm” deki “kâf” ve “mim” ile bitirmeleri mendub olur. Tahlil selâmından
başka selâmlarda “selâmün aleyküm” ve “ve aleykes selâm” demek yeterli olur. En
iyisi “ve rahmetüllahi ve berekâtühü”yü eklememektir.
Selâm verirken sağda ve solda bulunanlara da selâm
vermeye niyet etmek:
Namazın sünnetlerinden
biri de namaz kılan kişinin, birinci selâmıyla sağındakilere, ikinci selâmıyla
da solundakilere selâm vermeye niyet etmesidir. Mezheblerin bununla ilgili
detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Selâm verirken kişinin önce sağ, sonra sol tarafına
selâm vermesi sünnettir. Sağ tarafına selâm verirken sağ yanağının, sol tarafına
selâm verirken sol yanağının arkadan görünecek kadar sağa ve sola dönmesi de
sünnettir. Unutarak önce sol tarafa selâm veren kişi, bundan sonra sadece sağ
tarafına selâm verir. Sol tarafına vermiş olduğu selâmı ikinci kez yenilemez.
Ama sağa veya sola dönmeksizin karşı tarafına selâm veren kişi, bundan sonra
sağına ve soluna selâm verir. Selâm veren kişinin “Esselâmü aleyküm ve
rahmetüllâh” demesi sünnettir. İkinci selâmı verirken, sesini birinciye oranla
kısmalıdır. Kişi İmam olarak namaz kıldırıyorsa “aleyküm” kelimesinin sonundaki
“küm” muhatap zamiri ile, kendisiyle birlikte namaz kılan insanları, cinleri ve
melekleri de kasdetmelidir. İmama uyarak namaz kılan kişi, bu muhatap zamiriyle
İmamına ve kendisiyle birlikte namaz kılanlara selâm vermeyi kasdetmelidir.
Tek başına namaz kılan kişi ise bu zamirle, muhafaza meleklerine selâm vermeyi
kasdetmelidir.
Şafiiler dediler ki: Selâmın başından sonuna kadar selâm vermekte olan kişi; meleklerden,
ins ve cinnin Mü’minlerinden kendisine selâm vermeyenleri kasdetmelidir.
Selâmı alırken de İmam ve İmama uyanlardan kendisine selâm verenleri
kasdetmelidir.
Hanbeliler dediler ki: Selâm verirken kişi, namazdan çıkmaya niyet
etmelidir. Verdiği selâmla melekleri ve kendisiyle birlikte namaz kılanları
kasdetmesi sünnet değildir. Ama bu selâmla namazdan çıkmanın yanısıra muhafaza
meleklerine ve kendisiyle birlikte namaz kılanlara selâm vermeye niyet ederse
bunun bir sakıncası olmaz.
Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin birinci selâmıyla namazdan
çıkmayı ve eğer İmam değilse bunun yamsıra meleklere de selâm vermeyi
kasdetmesi mendubtur. Ama İmamsa bu selâmıyla namazdan çıkmaya, meleklere ve
kendisine uyanlara selâm vermeyi de niyetinde bulundurmalıdır. İmamın ve tek
başına namaz kılan kişinin bundan başkasını yapması gerekmez. Önce de geçtiği
gibi, İmama uyan kişinin durumu bunun tersinedir.
Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirmek:
Namazın sünnetlerinden
biri de son teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirmektir. Salâtin en
faziletlisi şudur:
“Allah’ım! Muhammed'e ve Muhammed'in âline; İbrahim'e
ve İbrahim'in âline rahmet ettiğin gibi rahmet et. Muhammed'i ve Muhammed'in
âlini; İbrahim'i ve İbrahîm'in alini iki dünyada kutlu kıldığın gibi kutlu kıl.
Sen övgüye lâyık ve üstün şeref sahibisin.”
Bu kalıpta okunan
salât, Mâlikî ve Hanefîlere göre sünnettir. Şafiî ve Hanbelîlere gelince,
onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiî ve Hanbeliler dediler ki: İkinci teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirmek
farzdır. Nitekim bunun detayları da mezheblerden her birine göre daha önce
anlatılmıştı. Hanbelîlere göre en faziletli salât duası şudur:
Şâfiîlerin müteahhirîn
ulemâsı, salata “seyyid” kelimesini de eklemişlerdir. Yani salât okuyan kişi,
“Seyyidinâ Muhammedin” ve “Seyyidinâ İbrâhîm” demelidir.
Son teşehhüdde duâ:
Namazın sünnetlerinden
biri de Peygamber Efendimize salât gönderildikten sonra duada bulunmaktır.
Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salâttan sonra
kişinin Kur'an lâfızlarına benzer dualarda bulunması sünnettir. Meselâ, “Rabbena Lâ tüziğ kulûbenâ” [241]demek
gibi. Sünnet lâfızlarına benzer duaları okumak da aynı hükme tâbidir. Meselâ şu
duayı okumak gibi:
“Allah'ım! Ben nefsime
çok zulmettim. Günâhları senden başka afvedecek biri yoktur. Kendi katından bir
bağışlayışla beni afvet. Ve bana merhamet et. Çünkü sen kesinlikle çok
bağışlayıcı ve merhamet edicisin.”[242]
Bu esnada insanların
lafızlarına benzer dualarda bulunmak caiz olmaz. Meselâ: “Allah'ım beni falanla
evlendir” veya, “bana şu kadar altın, gümüş ve makam ihsan et” demek gibi. Bu
dualar, teşehhüd miktarı oturmaktan önce okunurlarsa namazı iptal ederler.
Teşehhüd miktarı oturduktan sonra ve selâmdan önce okunurlarsa vâcib kaçırılmış
olur.
Malikiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salât getirdikten
sonra kişi, dünya ve âhiret hayırlarından dilediği bir şeyle duada bulunabilir.
En faziletlisi ise şu duayı okumaktır:
“Allah'ım! Bizi,
ebeveynimizi, İmamlarımızı, bizden önce mümin olarak gelmiş olanları kesin bir
bağışlayışla afveyle. Allah'ım! Yaptığımız, yapacağımız, gizlediğimiz,
açıkladığımız, bizden daha iyi bildiğin şeyden (gizli kalmış suçlarımızdan)
afvet. Rabbimiz, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem
azabından koru.”
Şafiiler dediler ki: Son teşehhüdde Peygamber Efendimize salâttan sonra ve selâmdan önce
dîn ve dünya hayırlarıyla duada bulunmak sünnettir. Haram bir şeyi veya
imkânsız veya muallakta kalmış bir şey için dua etmek caiz olmaz. Aksi takdirde
namaz bâtıl olur. En faziletlisi, Peygamber (s.a.s.) den nakledilen duaları
okumaktır. Meselâ bunlardan biri şudur:
İmam olarak namaz
kıldıran kişinin okuyacağı dualar, teşehhüd ve salâttan daha uzun
olmamalıdırlar.
Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişinin son teşehhüdde Peygamber
(s.a.s.) Efendimize salât getirdikten sonra şu duayı okuması sünnet olur:
“Cehennem ve kabir azabından, hayâtın, ölümün ve
Deccal Mesih'in fitnesinden Allah'a sığınırım.”
Bunun yanısıra
Peygamber Efendimizden nakledilen duaları da okumak sünnettir. Peygamber
(s.a.s.) den nakledilen dualara benzemeseler bile âhiretle ilgili dualarda
bulunmak da sünnettir. Hitâb “kâf’ını (“sep” zapirini) kullanmaksızın
belirli.bir şahıs için de duada bulunulabilir. Hitâb “kaf’ını kullanma hâlinde
namaz bâtıl olur. Meselâ kişinin; “Ey baba, Allah’ımdan dilerim ki seni cennete
koysun” demesi gibi. Ama, “Allah’ım onu cennete koy” derse namazı bozulmaz.
Zîrâ bu cümlede muhâtab zamiri olan “kâf” yoktur. Kişinin teşehhüdde dünyevî
lezzet ve şehvetlerini kasdedici dualarda bulunması da namazı bozar. Meselâ “Allah’ım
bana güzel bir câriye nasib et” veya, “Allah’ım bana leziz yiyecekler nasib et”
demesi halinde namaz bâtıl olur. İmam olarak namaz kıldıran kişi, duayı
uzattığı takdirde cemâate ağır gelmeyecekse bunun bir sakıncası olmaz.[243]
Daha önce de
anlattığımız gibi Şâfiîlerle Hanbelîler, mendubla sünnet ve müstehab terimleri
arasında bir ayırım yapmamışlardır. Onlara göre bu terimlerin tümü aynı anlamı
ifade ederler. Namazın mücmel ve mufassal sünnetleri daha önce anlatılmıştır.
Ki bu sünnetler, onlara göre mendup ve mustehap olarak da adlandırılabilirler.
Mâlikî ve Hanefîlerse mendubla sünnet arasında ayırım yapmakta olduklarından
bunlara göre namazın mendublarını aşağıda sıralamış bulunmaktayız.
Malikiler dediler ki: Namazın mendubları kırksekiz tanedir:
1. Namaz edâ
olarak kılınacaksa edasına, kaza olarak kılınacaksa kazasına niyet edilmelidir.
2. Namazın
kaç rek'at olarak kılınacağına niyet edilmelidir.
3. Huşu':
Allahm azamet ve heybetini, O'ndan başkasına ibâdet edilmeyeceğini kalbte
tutmalıdır. İşte bu, mendubtur. Huşu'un aslı ise vâcibtir.
4. Sadece
iftitah tekbiri esnasında elleri omuz hizasına kadar kaldırmalıdır. Bundan
sonra da vakarla salıverilmelidİr.
5.
Fâtiha'dan sonra bir sûre okumalıdır.
6. Sabah ve
öğle namazlarında kıraat uzatılmalıdır. Bunu yaparken öğle namazının kıraatinin
sabahınkinden az olduğunu düşünmek gerek.
7. İkindi ve
akşam namazlarında kıraat kısa tutulmalıdır.
8. Yatsı
namazında kıraat, orta miktarda olmalıdır.
9. Sûre
bakımından ikinci rek'ati birinciden kısa tutmalıdır. İkinci rek'ati birinciye
eşit tutmak veya ondan uzun etmek, tenzîhen mekruhtur.
10. Namaz
kılan kişi, sessiz kıraatli namazlarda kıraati kendine duyurmalıdır.
11. Sessiz
kıraatli namazlarda İmama uyan kişi kıraatte bulunmalıdır.
12. Hem
sesli hem sessiz kıraptli namazlarda İmama uyan kişi veya tek başına namaz
kılan kişi “amîn” demelidir.
13. Sadece
sessiz kıraatli namazlarda İmam “amîn” demelidir.
14. “Amîn”
sessizce telâffuz edilmelidir.
15. Rükû
esnasında sırt dümdüz tutulmalıdır.
16. Rükû
esnasında eller, dizlere konulmalıdır.
17. Eller,
dizlere iyice tutturulmalıdır.
18. Dizler,
kırılmaksızin dik tutulmalıdır.
19. Rükûda, “Sübhane
rabbiye'1-azîm” diyerek tesbih çekilmelidir.
20. Rükûda
erkekler, dirseklerini böğürlerinden uzak tutmalıdırlar.
21. İmama
uyan veya tek başına namaz kılan kişi, rükûdan kalkarken, “Rabbena lekel hamd”
demelidir.
22. Eğilme
ve kalkma hâlinde tekbir getirmelidir. Yalnız iki kişi cemâat olarak namaz
kılarken kıyama kalkmakla böyle yapmayıp, İmam kendi başına kalkıncaya kadar
ona uyanlar tekbiri bekletirler. İmama uyan kişi, İmam tam olarak kendi başına
kalkmayınca kalkmaz.
23. Secde
hâlinde alın, yere iyice temas ettirilmelidir.
24. Secdeye
varırken eller, dizlerden önce yere konulmalıdır.
25. Secdeden
kalkarken eller, dizlerden sonra yerden kaldırılmalıdır.
26. Secdede
elleri kulak hizalarına veya yakın bir yere koymalıdır.
27. Elleri
yere koyarken parmaklar birbirlerine bitiştirilmelidir.
28. Parmak
uçları kıbleye yöneltilmelidir.
29. Secdede
erkekler dizleriyle dirseklerini birbirlerinden uzak tutmalıdır.
30.
Karınlarını da baldırlarından uzak tutmalıdırlar.
31. Ayrıca
pazularını da böğürlerinden uzak tutmalıdırlar.
32. Bunu
yaparken de orta bir yolu tutmalıdırlar.
33.
Kadınınsa secde hâlinde örtünmeyi iyice yapabilmesi için yumulması gerekir.
34. Secdede
kuyruk sokumu kısmı yukarıya kaldırılmalıdır.
35. Secdede
duâ edilmelidir.
36. Secdede tesbihte
bulunmalıdır.
37. Secdeden
sonraki oturuşta ifdâ şeklinde oturmalıdır.
38.
Otururken eller, baldırların uç kısmına konulmalıdır.
39.
Otururken baldır araları açık tutulmalıdır.
40. Sağ elin
işaret parmağıyla baş parmağı dışındaki parmaklar, teşehhüd oturuşu için mutlak
surette yumulmalıdır.
41. İşaret
parmağı, sürekli olarak sağa-sola hareket ettirilmelidir.
42.
Özellikle sabah namazında Kunut okunmalıdır.
43. Bu dua,
ikinci rekata varmadan okunmalıdır. Ki metni de şudur:
“Allah’ım. Senden yardım dileriz. Senden afv dileriz.
Sana inanır ve sana tevekkül ederiz. Sana boyun büker; günâhlardan sıyrılırız.
Seni inkâr edenleri terkederiz. Allah'ım ancak sana ibadet ederiz. Namazı
senin için kılar, secdeyi sana yaparız. Sana doğru seğirtip koşarız. Rahmetini
umar, büyük azabından korkarız. Şüphesiz senin azabın, kâfirlere erişendir.” (Bu duayı İmam Mâlik rivayet etmiştir).
44. Selâm
vermeden önce duada bulunmalıdır.
45. Bu duâ
sessizce okunmalıdır.
46. Teşehhüd
sessizce okunmalıdır.
47. Duâ,
herkes için yapılmalıdır.
48. Namazdan
çıkmak için sadece sağ tarafa selâm vermelidir.
Hanefiler dediler ki: “Mendup”, “edeb” ve “müstehab” aynı anlama gelir ki,
Peygamber (s.a.s.) Efendimizin devamlı olmaksızın yaptığı işlere denir.
Namazın âdabına gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:
1. Namaz
kılan kişi, kendisini namazdan alıkoyacak bir şeye bakmamalıdır. Meselâ duvarda
asılı levhayı okumamalı veya duvardaki nakışlara zihnini takıp onlarla meşgul
olmamalıdır.
2. Kıyam
hâlinde secde yerine bakmalıdır.
3. Rükû
hâlinde de ayakların üstüne bakmalıdır.
4.
Secdedeyken burun kemerine bakmalıdır.
5. Otururken
de göğüs kısmına bakmalıdır.
6. Selâm
verirken omuzlara bakmalıdır.
7. Elde
olmayarak gelen öksürük, mümkün mertebe giderilmeye çalışılmalıdır. Yapmacık
olan öksürüğe gelince bu, bir özre dayanmadığından ötürü, ileride geğirme
bahsinde de anlatılacağı gibi bir harfi kapsayacak olursa namazı bozar.
8. Namazdayken
gelen esnemeler de mümkün mertebe giderilmeye çalışılmalıdır. Zîrâ Peygamber
(s.a.s.) buyurmuştur ki:
“Namazda esnemek şeytandandır. Sizden biri esneyecek
olursa onu, alt dudağını ısırarak bertaraf etsin. Eğer bu şekilde önleyemezse
ağzını yeni ile veya sol elinin dış kısmıyla kapatsın.” [244]
9. Fatihayla
zamm-ı sûre arasında besmele çekilmelidir.
10. İftitah
tekbirini alırken erkekler ellerini yenlerinden çıkarmalı, kadınlarsa
örtünmeyi sağlama açısından bunu yapmamalıdırlar.
11. Kamet
esnasında “Hayye ala's-salâh” denildiğinde oturan kişiler ayağa kalkmalıdırlar.
12. Kamet
esnasında “Kad kameti's-sâlâh” denildiğinde İmam namaza başlamalı.
13. Namaz
kılan kişi, önünden geçecek birini hafif bir işaretle geçmekten alıkoymalıdır.
Bundan fazlasını yapmak doğru olmaz.[245]
Sütre'nin tanımı:
Sütre, namaz kılan
kişinin önüne kürsü, değnek, kanepe, duvar veya bunlara benzer şeyleri
almasıdır ki; namaz kılarken önden başkasının geçmesine mâni olunabilsin.
Sütrenin duvar ve direk gibi sabit şeylerden olmasıyla, sabit olmayan şeylerden
olması arasında bir fark yoktur. Üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği
etmişlerdir. Yalnız Şâfiîler, onlara muhalefet ederek aykırı görüş beyânında
bulunmuşturlar.
Şafiiler dediler ki: Sütrenin dört mertebesi vardır: Bu mertebeler arasındaki sıraya uymak
gereklidir. Birinci mertebeyi uygulamak mümkün olmadığı takdirde ikinciye veya
üçüncüye veyahut da dördüncüye intikâl etmek sahîh olabilir. Aksi takdirde
sahîh olmaz.
Birinci mertebe: Duvar ve direk gibi sabit ve temiz eşyalarla yapılan sütredir.
İkinci mertebe:
Dikili sopa ve diğer eşyaları sütre miktarı ön tarafa yığmakla olur.
Üçüncü mertebe:
Namaz kılan kişinin seccade, aba ve benzeri şeyleri namaz için önüne sermesidir.
Ki bunların da mescidin sergilerinden olmamaları gerekir. Mescidin sergileri
sütre için yeterli olmaz.
Dördüncü mertebe: Namaz kılan kişinin, ön tarafına uzunlamasına veya enlemesine çizgi
çekmesidir. Uzunlamasına çizmesi daha iyidir. Birinci ve ikinci mertebede
sütrenin, zira'ın üçte ikisi veya daha fazla bir yükseklikte olması şarttır.
Bir de sütre ile namaz kılan kişi arasında ayakta duran kimseye nisbette ayak
parmaklarının uçlarıyla sütre arasında, oturan kimseye nisbetle ise dizleriyle
sütre arasında üç zira'dan fazla bir mesafenin bulunmaması gerekir.
Üçüncü ve dördüncü
mertebelerdeyse sütrelerin kıble tarafına uzamaları, üçte iki veya daha fazla
zira’ uzunluğunda olması da şarttır. Bir de kıble yönüne koyduğu şeyin son
tarafıyla parmak uçları arasında üç zira’dan fazla bir mesafenin bulunmaması
şarttır.
Sütre'nin hükmü:
Sütre koymak
mendubtur. Namaz kılan kişinin bu sayılan sütrelerden birini önüne koyması,
mezheblerin ittifakıyla mendubtur. Bilindiği gibi Şâfiîlerle Hanbelîler, mendubla
sünnet arasında anlam bakımından bir ayırım yapmamaktadırlar; Bunlar, sütrenin
sünnet olduğunu söyledikleri gibi, mendub olduğunu da söylerler. Hanefîlerle
Mâlikîlerse sütrenin mendub olduğunu ve bunun anlam bakımından sünnetten daha
aşağı bir mertebede olduğunu söylerler. Bunlar derler ki: Bir kişi, insanların
gelip geçmekte oldukları bir yolda sütresiz olarak namaz kılar ve bu esnada da
bir kişi önünden geçerse, kendisi yolda namaz kıldığından ve bu hususta tedbir
de almadığından ötürü günahkâr olur. Şâfiîlerle Hanbelîlerse bu durumda namaz
kılan kişinin günahkâr olmadığını, sadece mekruh bir davranışta bulunduğunu
söylerler. Sütre edinmemenin günâh olmayacağı hususunda görüş birliği
etmişlerdir. İmam ve tek başına namaz kılan kişinin sütre edinmesi mendubtur.
İmama uyarak namaz kılmakta olan kişinin sütre edinmesi mendub değildir. Zırâ
İmamın sütresi, İmama uyan kişi için de yeterli olur. Sütreyle ilgili şartlara
gelince bunlar, mezheblere göre değişik olup aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Sütreyle ilgili bazı şartlar vardır:
1. Sütre,
bir zira' veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığının ölçüsü yoktur.
Herhangi bir kalınlık veya incelikteki bir sütreyi öne koymak sahîh olur. Kalem
kalınlığında olsa bile yeterli olur.
2. Sütre,
doğru olmalıdır. Eğri bir şeyi sütre edinmek sahîh olmaz.
3. Namaz
kılan kişinin ayağıyla sütre arasında üç zira’ miktarında bir mesafe
bulunmalıdır.
4. Kişi
sütre edinebileceği bir şeyi bulur da yerin sertliğinden ötürü dikemezse onu ön
tarafına uzunluk veya enlemesine koyması sahîh olur. Enlemesine koyması daha
faziletli olur.
5. Kişi
sütre edinecek bir şey bulamazsa ön tarafına hilâl şeklinde bir çizgi çizer.
Düz veya eğik çizgi çizse de sahîh olur. Ama en faziletlisi hilâl şeklinde
çizilenidir.
6. Bir
insanın sırtını sütre edinmek de sahîh olur. Meselâ namaz kılan kişinin
önünde, arkası dönük biri oturmaktaysa bunun sırtına doğru namaz kılarak sütre
edinmek sahîh olur. Oturan kişinin yüzü namaz kılana yönelikse sütre edinilmesi
sahîh olmaz. Tabiî önde oturanın kâfir bir erkek veya yabancı bir kadın
olmaması da şarttır.
7. Namaz
kılan kişi, sütre olarak, gasbedilmiş veya necis bir şeyi bulursa -gasb eylemi
her ne kadar haramsa da- bunu sütre edinmesi sahîh olur.
Şafiiler dediler ki: Sütre ile alakalı şartlar şunlardır:
1. Sütre, en
azından zira'ın üçte biri uzunluğunda olmalıdır. Kalınlığının ölçüsü ise
yoktur. Hanefî ve Hanbelîler de bu görüştedirler. Mâlikîlere gelince onlar buna
muhalefet etmişlerdir. Ki onların buna ilişkin görüşleri kendi bölümlerinde
anlatılacaktır.
2. Sütre
edinilen şey, doğru ve düzgün olmalıdır. Hanefî ve Hanbelîler de bu
görüştedirler.
3. Namaz
kılan kişinin ayak ucuyla sütre arasında üç zira'lık bir mesafe bulunmalıdır.
Hanefî ve Hanbelîler de bu görüşü paylaşmışlardır. Mâlikîler buna muhalefetle;
namaz kılan kişiyle sütre arasında rükû veya secde mahallinden itibaren bir
koyunun, ya da bir kedinin geçebileceği kadar bir mesafe bulunmalıdır,
demişlerdir.
4. Namaz
kılan kişi, önünden herhangi bir kişinin geçeceğinden endişe etse de, etmese
de1 sünnet gereği olarak sütre edinmelidir. Hanbelîler bu görüştedirler.
Mâlikîlerle Hanefîlerse buna muhaliftirler.
5. Sütre
olmaya elverişli bir şeyi bulan kişi, yerin sertliği dolayısıyla onu yere
dikemezse, ön tarafına uzunlamasına veya enlemesine koyabilir. Enlemesine
koyması, Hanefî ve Hanbelîlerİn de dedikleri gibi daha uygundur. Mâlikîlerse
buna muhalefet ederek sütreyi, uzunlamasına veya enlemesine öne koymak yeterli
olmayıp aksine, yere dikmek zorunludur demişlerdir.
6. Sütre
edinecfe bir şey bulunmazsa, ön tarafa uzunlamasına veya enlemesine düz bir
çizgi çizilir. Uzunlamasına çizilmesi daha uygundur. Şâfiîler, ön tarafa
çizilecek çizginin hilâl gibi kavisli olması daha uygun olur diyen diğer mezheb
İmamlarına muhalefet etmişlerdir.
7. Ön
taraftaki bir insanın sırtını veya cephesini sütre edinmek mutlak surette
sahîh olmaz. Mâlikîlerle Hanefîler buna muhalefet ederek ön taraftaki bir
kişinin sırtının sütre edinilmesinin sahîh olacağını söylemişlerdir. Hanbelîler
de Şâfiîlerin bu görüşüne muhalefet ederek ön taraftaki bir kişinin sırtını
veya yüzünü sütre edinmenin sahîh olacağını söylemişlerdir.
8.
Gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahihtir. Hanefîlerle Mâlikîler de bu görüşü
paylaşmışlardır. Hanbelîlerse buna muhalefet ederek gasbedilmiş bir şeyin
sütre edinilmesinin sahîh olamayacağını, bu sütreye yönelik olarak namaz
kılmanın mekruh olacağını söylemişlerdir.
9. Necis bir
şeyi sütre edinmek de sahihtir. Mâlikîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu
görüşe katılmışlardır. Mâlikîler aslen necis ve sonradan necislenmiş (hela
kamışı gibi) şeyleri sütre edinmek sahîh olmaz demişlerdir.
Mâlikîler:
Sütre ile alâkalı şartları şöylece sıralamışlardır:
1. Sütre,
bir zira’ veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığı da mızrak
kalınlığından az olmamalıdır.
2. Namaz
kılan kişinin rükû veya secde yerinden itibaren sütre arasında bir koyun veya
bir kedi geçebilecek kadar bir mesafe bulunmalıdır,
3. Sütre,
yere dikilmiş olmalıdır. Yerin sertliğinden dolayı dikilemezse onu ön tarafa
uzunlamasına veya enlemesine koymak yeterli olmaz.
4. Önde
oturan adamın yüzünü değil de sırtını sütre edinmek sahih olur. Yalnız ön
taraftakinin kâfir bir erkek veya mahrem olmayan bir kadın olmaması şarttır.
5. Gasbetmek
her ne kadar haramsa da, gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahîh olur. Necis
bir şeyi sütre edinmekse sahîh olmaz.
6. Sütre
edinilecek bir şey bulunmadığı takdirde ön tarafa çizgi çizilebilir. Çizilecek
çizginin hilâl gibi kavisli olması daha iyidir. Edinilen sütrenin duvar veya
değnek veya kürsü olması arasında bir fark sözkonusu değildir. Bu hususta
ittifak vardır.
Hanbelîler: sütre ile alâkalı şartlan şu şekilde
sıralamışlardır:
1. Sütre,
bir zira' veya daha fazla uzunlukta olmalıdır. Kalınlığının belli bir ölçüsü
yoktur. Hanefîlerle Şâfiîler de bu görüştedirler.
2. Sütre,
düzgün ve doğru olmalıdır. Eğik şeyin sütre edinilmesi sahîh olmaz.
3. Sütre
ile, namaz kılanın ayakları arasında üç zira'lık mesafe bulunmalı.
4. Sütreyi,
yer sert olduğu için dikmek mümkün olmazsa bu durumda ön tarafa enlemesine
koymak gerekir. Enlemesine koymak, uzunlamasına koymaktan daha faziletlidir.
5. Sütre
edinecek bir şey bulamayan kişi, önüne hilâl şeklinde bir çizgi çizer. Hilâl
şeklinde olması diğer çizgilerden daha uygundur.
6. Ön
taraftaki birinin yüzünü veya sırtını sütre edinmek sahîh olur. Yalnız ön taraftaki
kişinin müslüman olması ve yabancı bir kadın olmaması şarttır.
7.
Gasbedilmiş bir şeyi sütre edinmek sahîh değildir.
8. Necis bir
şeyi sütre edinmek sahihtir.[246]
Özürsüz olarak, önüne
sütre koymamış olsa bile namaz kılanın önünden geçmek haramdır. İnsanların
fazlaca gelip geçtikleri yerlerde sütresiz namaz kılarak başkalarının, önünden
geçmesine zemin hazırlamak da haramdır. Bu durumda sütreyi terkettiği için
değil de, başka birinin önünden geçmesi nedeniyle günahkâr olur. Sütresiz
olarak namaz kılıp da önünden kimsenin geçmemesi hâlinde günahkâr olmaz. Çünkü
sütre edinmek, asıl itibariyle vâcib değildir. Namaz kılan kişi, başkalarının
geçmesine zemin hazırlar ve önünden geçen de, geniş yer olmasına rağmen
önünden geçerse her ikisi de günahkâr olurlar. Ama namaz kılan, başkalarının
geçmesine zemin hazırlamaz ve önünden geçen de geniş yer bulunmadığından
ötürü önünden geçerse ikisi de günahkâr olmazlar. İkisinden birisi kusurlu
olursa, kusurlu olan günahkâr olur. Mâlikîlerle Hanefîler bu hükümde ittifak
etmişlerdir. Şâfiîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Namaz kılanın önünden geçmek haram değildir. Meğer önünde, anılan
şartları hâiz bir sütre bulunsun. Sütre bulunmaması hâlinde geçmek haram ve
mekruh değilse de iyi bir davranış sayılmaz. Namaz kılan, başkasının önünden
geçmesine zemin hazırlar, sütre edinmez ve biri de önünden geçerse ikisi de
günahkâr olmazlar. Yalnız, namaz kılan kişinin başkalarının gelip geçtikleri
yerlerde namaz kılması, önünden kimse geçmese bile mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: Başkasının geçme ihtiyacında bulunduğu yerde namaz
kılan kişi, önünden biri geçse de geçmese de, mekruh işlemiş olur. Şâfiîler de
bu görüştedirler. Bu mekruh, sadece namaz kılanla ilgilidir. Önünden geçene
gelince, geçeceği başka bir yol olduğu halde yine de önünden geçerse günahkâr
olur.
Saftaki boşluğu
doldurmak için namaz kılanın önünden geçmek câizdir. Bunu yapacak kişi ister
namaz başlamadan önce namaz kılanlarla beraber olmuş olsun, ister namaz
başladığında gelmiş olsun aynı hükme tâbidir. Mâlikîler dışındaki diğer
mezhebter bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Namaza başlamamış kişinin bunu yapması caiz olmaz.
Meğer ki namaz kılanın önünden geçecek başka bir yol olmasın...
Kâbe'yi tavaf etmekte
olanın da namaz kılanın önünden geçmesi, mezheblerdeki tafsilâta göre câizdir.
Malikiler dediler ki: Mescid-i Harâm'da sütre edinmeksizin namaz kılan
kişinin önünden geçmek caizdir. Sütre edinenin önünden geçmek de diğerleri
gibidir. Sütre edinen kimsenin önünden tavaf eden birinin geçmesi mekruhtur.
Sütre edinmeyenin önünden geçmekse mekruh değildir.
Hanefiler dediler ki: Kabe'yi tavaf eden birinin namaz kılan kişinin
önünden geçmesi caizdir. Aynı şekilde Kabe'nin içinde veya Makâm-ı İbrahim'in
ardında namaz kılan kişinin önünde sütre bulunsun bulunmasın geçmek caizdir.
Hanbeliler dediler ki: Mekke'nin hareminde veya herhangi bir yerinde namaz
kılan kişinin önünden geçmek haram değildir.
Şafiiler dediler ki: Kabe'yi tavaf edinin, namaz kılan kişinin önünden geçmesi mutlak
surette caizdir.
Namaz kılanın önünden
geçilmesi haram olan miktarla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Kişi büyük bir mescidde veya sahrada namaz kılıyorsa,
ayaklarının bastığı yerle secde ettiği yer arasından geçmek haramdır. Eğer
küçük bir mescidde kılıyorsa, ayaklarının bastığı yerle kıble duvarı arasından
geçmek haramdır. Bunun ölçüsü de muhtar olan görüşe göre kırk zira'dır.
Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişi, önüne sütre koymuşsa kendisiyle
sütre arasından geçmek haramdır. Sütrenin ötesinden geçmek haram değildir. Eğer
sütresiz olarak namaz kılıyorsa rükû ve secde yerlerinden geçmek haramdır.
Şafiiler dediler ki: Namaz kılanla sütresi arasından geçilmesi haram olan kısım, en azından
üç zira'lık bir mesafedir.
Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişinin önünde sütre varsa, aradaki
mesafe ne kadar uzak olursa olsun, kendisiyle sütre arasından geçmek haramdır.
Eğer önünde sütre yoksa, ayaklarını bastığı yerden üç zira'lık bir mesafe
ötesine kadar aradan geçmek haramdır. Ötesinden geçilebilir.
Namaz kılanın, önünden
geçeni göz, el veya baş işaretiyle geçmekten menetmesi; geri dönmediği
takdirde gücü yettiği kadarıyla onu defetmesi sünnettir. Bunu yaparken de en
kolay olan yöntemi tercih etmelidir. Yalnız, namazı bozacak kadar fazla hareket
etmemek gerekir. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Hanefîlerle Mâlikîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Önden geçeni menetmek, sünnet olmayıp ruhsattır. Şu
halde önden geçecek olanı baş veya göz işaretiyle veya “sübhanallah” diyerek
geri çevirmek mümkündür. Bundan fazlasını yapmak caiz değildir. Kadının
önünden geçecek olanı menetmesi için, ellerini bir veya iki defa birbirine
vurması caizdir.
Malikiler dediler ki:
Namaz kılan kişinin, Önünden geçecek olanı itmesi mendubtur.[247]
Namazın mekruhlarına
gelince, bunları şu ;ekilde sıralamak mümkündür:
1. İhtiyaç
olmaksızın elbiseyle veya sakalla oynamak. Ter silmek veya yüze eziyet veren
toprağı silmek gibi ihtiyâçtan ötürü bazı hareketleri yapmak mekruh değildir.
2. Parmaklan
namazdayken çıtlatmak ve bunları birbirine girdirmek. Peygamber (s.a.s.), İbn
Mâce'nin rivayet etmiş olduğu bir hadîste buyurmuşlardır ki:
“Namazda iken parmaklarını çıtlatma.”[248] Yine namazda iken elleri birbirine girdirip
taraklayan birini gören Peygamber Efendimiz, o kişinin parmaklarının arasını
açmıştı.
3. Namaz
kılan kişinin, elini böğrüne koyması. Eşyasını muhafaza etmek gibi bir ihtiyâcı
olmaksızın sağa veya sola dönüp bakması. Bununla ilgili olarak mezheblerin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Boynu sağa ve sola çevirmek mekruhtur. Ama gözleri
sağa ve sola çevirmek mubahtır. Tam bir rükün süresi kadar göğsü, kıbleden
başka tarafa çevirmek namazı bozar.
Şâfiîler dediler ki: Yüzü sağa ve sola çevirmek mekruhtur. Göğsü çevirmekse mutlak olarak
namazı bozar. Zîrâ bu durumda kıble yönünden sapılmaktadır.
Malikiler dediler ki: Kişinin ayakları kıbleye yönelik olduktan sonra
bütün cesediyle de olsa sağa veya sola dönmesi mutlak olarak mekruhtur. Ama
ayaklarıyla birlikte dönerse namazı bâtıl olur.
Hanbeliler dediler ki: Sağa veya sola bakmak mekruhtur. Kabe'de veya
şiddetli bir korkudan ötürü olmadıkça kıbleye sırt çevirmek veya sağa yahut
sola bedeni çevirmek namazı bozar. Yüzü veya göğsü çevirmek, bedenin tümü
dönmediğinden dolayı namazı bozmaz.
4. İk'â
şeklinde oturmak. [249]Ebû
Hüreyre'den şöyle bir hadis rivayet edelir:
“Rasûlullah (s.a.s.)
beni, secdeyi horozun yem yemesi gibi hafif tutmaktan; köpeğinki gibi (İk'â
şeklinde) oturmaktan ve tilki gibi (sağa-sola) dönmekten men etti” [250]
Bu hükümde mezhtebler
ittifak etmişlerdir. Yalnız Mâlikîler bu ittifakın dışında kalmışlardır.
Malikiler dediler ki: Bu anlamda ik'â şeklinde oturmak haramdır. Haram
olmasına rağmen kuvvetli görüşe göre namazı bozmaz. Mekruh olan ik'â'nın şu
şekilleri vardır: Ayak parmaklarının altını yere getirip ayaklan dikmek; kaba
etleri topukların üzerine getirmek; ayakların üstünü yere getirerek üzerine
oturmak.
5. Yırtıcı
hayvanların yaptığı gibi kolları öne uzatıp yere koymak da namazın
mekruhlarındandır.
6. Kolların
yenini sıvamanın mekruhluğu hususunda da Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler
ittifak etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Kolların yenlerini sıvamak, namaz için yapıldığı
takdirde mekruh olur. Namazdan önce bir ihtiyaç nedeniyle kollar sıvanıp da bu
şekilde namaza girilmişse veya sıvama işi namazdan dolayı olmadığı halde
namazdayken sıvanırsa bile mekruh olmaz.
7.
Namazdayken kaş, göz, el ve benzeri şeylerle İşarette bulunmak; selâm almak ve
benzeri nedenlerden ötürü işarette bulunmak mekruh değildir. Bu hususta Şafiî
ve Hanbelîler görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Selâm almak için bile olsa işarette bulunmak mutlak
olarak mekruhtur. Yalnız, namaz kılan kişi, önünden geçecek birini geri
çevirmek kastıyla işarette bulunursa mekruh olmaz.
Malikiler dediler ki:
Selâm almak kastıyla el veya başla işaret vermek namazdayken vâcibtir. Selâm
vermek için de işaret vermek kuvvetli görüşe göre caizdir. Hafif olmak
kasdıyla bir işaret vermek, eğer bir iş içinse caiz olur. Aksi takdirde caiz
olmaz. Aksıran kimseye “Yerhamükellah”, yani “Allah sana merhamet etsin” demek
de namazdayken caizdir.
8. Namazdan
önce saçları başın arka kısmına bağlayıp bu şekilde namaz kılmak; bunu
namazdayken yapmak amel-i kesîri gerektirdiği takdirde namazı bozar. Mâlikîler
dışındaki diğer mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Saçı namaz için başın arka kısmında bağlamak mekruh
olur. Namaz için olmadığı takdirde bağlamakta kerahet yoktur.
9. Namaz
kılan kişinin önünde veya arkasındaki elbisesini toplaması. Bununla ilgili
olarak Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Yedi kemik üzerine secde etmek, elbise ve saç
avuçlamamakta emrolundum.” [251]
10. İhram
gibi kolları çıkaracak bir deliği olmayan bir örtüye bürünerek namaz kılmak
mekruhtur. Fıkıhçılar bunun için “iştimal-i sema” deyimini kullanırlar.
Kişinin örtünecek başka elbisesi yoksa böyle bir örtüye bürünerek namaz kılması
caizdir. Yahudilerin örtüye bürünmesi gibi de bürünmemelidir. Bu, Mâlikî ve
Hanefîlere göre mekruhtur. Hanbelîve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: İştimal-i sema şeklinde örtüye bürünmek; kişinin
entarisinin ortasını sağ omuzunun altına alıp iki ucunu sol omuzunun üstüne
koyması ve ayrıca bunun altında başka bir elbisenin bulunmaması hâlinde mekruh
olur. Altında başka bir elbise varsa mekruh değildir.
Şafiîler dediler ki: İştimal-i sema şeklinde örtüye bürünmek, namazın mekruhlarından
sayılmaz.
11. İhram ve
entari gibi örtüyü, omuzunun üzerinden, iki ucundan birini diğer omuzuna
getirmeksizin sarkıtmak mekruhtur.
12. Özür
olmaksızın erkeğin ağzını örtmesi de mekruhtur. Şayet bir özürden dolayı örtmüş
ise mekruh olmaz.
13. Gömleği
sağ koltuğun altından alıp sonra ucunu sol omuzuna atmak ve diğer omuzu açık
olarak bırakmak da Hanefî ve Hanbelîlere göre mekruhtur. Mâlikî ve Şâfiîlerin
buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Entariyi omuzların üzerine atmak mendubtur. Hattâ
mescid İmamının bunu yapması gereklidir. Mümkün olduğu takdirde bu entarinin
altı zira' uzunluğunda ve üç zira’ genişliğinde olması mendubtur. Bornoz
şeklinde bir giysi de bunun yerine geçebilir.
Şafiîler:
Anılan gömlek veya entarinin sarkıtılmasmı namazın mekruhlarından
saymamışlardır.
14. Zamm-ı
sûreyi rükû hâlinde tamamlamak mekruhtur. Fâtiha’yı rükû hâlinde tamamlamaya
gelince, Fâtiha'nın okunması farz olduğundan bu şekilde tamamlanması namazı
bozar. Hanefîler dışındaki diğer mezheb İmamları bu hususta ittifak etmişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Rükû hâlinde Fâtiha'yı tamamlamak da zamm-ı sûreyi
tamamlamak gibidir ve mekruhtur. Önce de anlatıldığı gibi, Hanefîlere göre
namazda Fâtiha'yı okumak farz değildir. Ancak zamm-ı sûrenin tersine Fâtiha'yı
rükû esnasında tamamlamak tahrîmen mekruhtur.
15. Namazın
biı rüknünden diğer birine geçerken gerekli zikir veya tekbirleri, zamanından
ve yerinden başka yer ve zamanda telâffuz etmek de mekruhtur. Zîrâ bu zikir
veya tekbirlerin, bir rükünden diğerine geçerken söylenmeye başlanması; geçiş
tamamlandığı anda da telâffuzun tamamlanmasıdır. Buna göre, sözgelimi rükûa
geçiş yapan kişi, geçişi tamamladıktan sonra “Allahü ekber” diyecek olursa veya
rükûdan tam olarak kalkıp doğrulduktan sonra “semiallahü limen hamide” diyecek
olursa mekruh işlemiş olur. Oysa namaz kılan kişiden istenen şey onun, rükûa
geçişi tekbirle doldurmasıdir. Diğer rükünlere de geçişin başlamasıyla
tamamlanması arasını da ilgili zikirle doldurması gerekir. Hanefîlerle Şâfiîier
bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Bunu kasıtlı olarak yapan kişinin namazı bozulur.
Meselâ bir kişi kasıtlı olarak rükûu tamamladıktan sonra rükû tekbiri alırsa
namazı bozulur. Eğer bunu bir dalgınlık veya unutkanlık sonucu yapmışsa sehiv
secdesi yapması vâcib olur. Zîrâ tekbiri veya zikri, geçişin başlangıcıyla
tamamlanması arasında telâffuz etmek vâcibtir.
16. Namazdan
alıkoyacak veya zihni anlamsız şeylere takacak şeyleri görmemek gibi faydalı
bir sebebe dayanmaksızın gözleri yummak da mekruhtur. Bu hususta ittifak
vardır.
17. Namazdayken
gözleri göğe dikmek de mekruhtur. Bu meyanda Peygamber (s.a.s.) Efendimiz
buyurmuşlardır ki:
“Gözlerini namaz kılarken göğe diken kimselere ne
oluyor? Bunlar bu işe bir son vermeliler. Veya gözleri kapılıp alınsın.” [252]
Gözleri namaz kılarken
göğe dikmek Hanefî ve Şâfiîlere göre mutlak olarak mekruhtur. Hanbelî ve Mâlikîlere
gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Eğer bu bakış, gökteki ilâhî âyetlerden ve alâmetlerden
ibret ve nasihat almak içinse mekruh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Geğirmeden ötürü gözleri göğe kaldırmak mekruh sayılmaz.
18. İkinci
rek'atte okunan sûrenin, birinci rek'atte okunan surenin üst tarafında olması
mekruhtur. Meselâ birinci rek'atte İnşirah sûresini okuduktan sonra ikinci
rek'atte Duhâ sûresini okumak veya birinci rek'atte, Şems sûresinin âyetini okuduktan sonra ikinci rek'atte aynı
sûrenin birinci âyeti olan âyetini
okumak gibi. Aynı sûreyi bir rek'atte veya iki rek'atte tekrar okumak, kişinin
ezberinde başka âyetler varsa farz ve nafile namazlarda mekruh olur. Şafiî ve
Mâlikîler bu görüştedirler. Hanbelîlerle Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler:
Bunun sadece farz namazlarda mekruh olduğunu, nafile namazlardaysa tekrar
etmenin mekruh olmayacağını söylemişlerdir.
Hanbeliler:
Bunun mekruh olmadığını, mekruh olan hususun, Fâtiha'yı aynı rek'atte tekrar
etmek ve Kur'an-ı Kerîm'in tümünü nafile değil de farz bir namazda hatmetmek
olduğunu söylemişlerdir.
19.
Mecûsilere benzeme durumu olduğundan ötürü namaz kılanın ön tarafında tandır
veya içinde ateş közü bulunan bir mangalın bulunması da Şâfiîler dışındaki
diğer mezheblerin ittifakıyla mekruhtur.
Şâfiîler:
Tandır veya ocak-mangal gibi şeylere karşı namaz kılmayı mekruh davranışlardan
saymışlardır.
20. Namaz
kılanın karşısında, kendisini meşgul edecek bir canlı resminin bulunması
mekruhtur. Kendisini meşgul etmeyen resmin bulunması Mâlikî ve Şâfiîlere göre
mekruh değildir. Hanefîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Kişiyi meşgul etmese bile canlıların resmine karşı
namaz kılmak; bu resimler namaz kılanın başının üstünde, önünde, ardında,
sağında, solunda, veya hizasında olsa da, mutlak surette mekruhtur.
Mekruhluğun en şiddetlisi resmin, namaz kılanın ön tarafında olması, sonra üst
tarafında, sonra sağında, sonra solunda bulunmasıdır. Yalnız resim, para
üzerindekiler gibi iyice bakıp düşündükten sonra belli olacak kadar küçük ise
mekruh olmaz. Buna göre, üzerinde resim bulunan paralarla birlikte namaz kılmak
mekruh olmamaktadır. Büyük de olsa başı kesik resimlere karşı namaz kılmak
mekruh değildir. Kişiyi meşgul etmeyecekse ağaç resmine doğru namaz kılmak da
mekruh değildir.
Hanbeliler:
Kişinin önünde, iyice bakıp düşündükten sonra belli olacak kadar küçük de olsa
dikili resim bulunması hâlinde namaz kılmak mekruhtur, dediler. Ama arkasında
veya üst tarafında veya sağında veya solunda bulunur veya ön tarafında olmakla
birlikte dikili olmazsa mekruh olmaz.
21. Öndeki
safta boşluk olmasına rağmen geride namaz kılmak, Hanbelîler dışındaki diğer
mezheblerin ittifakıyla mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: Öndeki safta boşluk olması hâlinde geri tarafta tek
başına namaz kılan kişinin namazı bâtıl olur. Ama bu kişinin yanında bir
başkası varsa namazları mekruh olur.
22. Çöplükte,
mezbahada, yol ortasında, hamamda, develerin çöktükleri yerlerde, necasetten
emin olunsa bile namaz kılmak mekruhtur. Şâfiîlerle Hanefîler bu hükümde görüş
birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Necasetten emin olunsa bile çöplükte, mezbahada, yol
ortasında namaz kılmak kerâhetsiz caiz olur. Emin olmaz da, bu emin olmayışı
tahkiki veya zannî olursa namazı bâtıl olur. Emin olmayışı şüpheden ileri
gelirse, buralarda kıldığı namazı sadece vakti varsa iade eder. Yalnız,
mescidin dar olmasından ötürü yol ortasında kılmışsa, necasetten emin olmayışı
da şüpheden ileri geliyorsa iade etmez. Arapça “alel” adı verilen develerin
ikinci defa su içmek için çöktüğü yerde, necasetten emin olunsa bile namaz
kılmak mekruhtur. Kasıtlı olarak kılınmışsa iki görüşten birine göre bu namazı
vakit içinde iade etmek gerekir. Develerin geceledikleri ve öğleden sonra
uyudukları yerlede necasetten emin olduğu takdirde namaz kılmak, mûtemed görüşe
göre mekruh değildir.
Hanbeliler dediler ki: Çöplükte, mezbahada, yol ortasında, hamamda ve
develerin çöktükleri yerlerde hapsedilmek gibi bir mazeret olmaksızın namaz
kılmak haramdır. Kılınan namaz da bâtıldır. Bu gibi yerlerin damları da aynı
hükme tâbidir. Yalnız cenaze namazı bundan müstesnadır. Cenaze namazım bu gibi
yerlerin damında veya mezarlıkta kılmak sahihtir.
23. Mezarlıklarda
namaz kılmak da mezhebierin tafsilâtına göre mekruhtur.
Hanefiler dediler ki: Kişi, huşu içinde namaz kılarken gözü, karşısındaki
kabre iliştiği takdirde huşûuna halel geleceğinden ötürü mezarlıkta namaz
kılması mekruh olur. Ama mezar, arkasında veya üst tarafında bulunursa mutlak
surette mekruh olmaz. Eğer mezarlıkta necaset ve pisliklerden arındırılmış bir
namazgah bulunursa burada kılmayıp mezarlar arasında kılmak mekruh olur.
Peygamberlerin kabirleri yanında namaz kılmak, mutlak surette mekruh değildir.
Hanbeliler dediler ki: Mezarlıkta namaz kılmak mutlak surette namazın
bozulmasına sebeb olur. Mezarlık en azından defin için vakfedilen bir arazide
üç mezarın bulunmasıyla teşekkül eder. Böyle bir arazide üç değil de sadece
bir veya iki mezar bulunursa ve bunlara karşı durmaksızın namaz kılınırsa
kılınan namaz, kerâhetsiz olarak sahîh olur. Ama böyle bir yerde mezara karşı
kılmak mekruh olur.
Şafiiler dediler ki: Üzeri açılmamış mezarlıklarda namaz kılmak mekruhtur. Bu mezarlar,
namaz kılanın ardında veya önünde veya sağında veya solunda veyahut da alt
tarafında bulunsa da buralarda namaz kılmak mekruhtur. Yalnız şehidlerin ve
peygamberlerin mezarları yanında bunları ta'zîm kasdı olmaksızın namaz kılmak
mekruh değildir. Aksi takdirde haramdır. Üzeri açık ve örtüsüz mezarların
yanında namaz kılmak, içlerinde necaset bulunduğu gerekçesiyle bâtıldır.
Malikiler dediler ki: Necasetten
emin olunduğu takdirde mezarlıklarda namaz kılmak herâhetsiz olarak caizdir.
Necasetten emin olunmadığı takdirde çöplüklerde namaz kılmayla ilgili tafsilât
burada da geçerli olur.[253]
Bu bölümde namazın
mekruhlarını, her mezhebe göre toplu olarak .saymış bulunmaktayız. Ki
okuyucular, kolayca okuyup zihinlerine yerleştirebilsinler.
Hanefîler: Namazın
mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:
1. Vacibi
veya müekked sünneti kasden terketmek tahrîmen mekruhtur. Vacibi terketmenin
günâhı, müekked sünneti terketmenin günâhından daha fazladır.
2. Elbise
veya bedenin bir tarafıyla oynamak.
3. Secde
için değil de başka maksatlar için ön taraftaki çakılları bir kez temizlemek.
4.
Parmakları çıtlatmak.
5.
Parmakları birbirine girdirip taraklamak.
6. Elleri
böğürlere koymak.
7. Gözle
değil de boyunla sağa sola dönmek. Gözle sağa sola bakmak mubahtır. Göğüsle
sağa sola dönmekse namazı bozar.
8. İk'â
hâlinde oturmak.
9. Secde
halindeyken kolları yere sermek.
10. Kol
ağızlarını sıvamak.
11. Entari
giymeye muktedir olunmasına rağmen şalvar ve benzeri şeylerle namaz kılmak.
12. İşaretle
selâm almak.
13. Özürsüz
olarak bağdaş kurmak.
14. Saçları
başın arka kısmında bağlamak.
15. Ortasını
açık bırakarak başı mendille bağlamak.
16. Ön veya
arkasındaki elbiseyi secdeye giderken kaldırmak.
17. Entariyi
sarkıtmak.
18. Kolları
çıkaracak deliği olmayan bir elbiseye bürünmek.
19. Elbiseyi
sağ koltuğun altına alıp uçlarını sol omuzun üzerine atmak. Veya bunun tersini
yapmak.
20. Kıraati,
kıyam hâli dışında, (meselâ rükûda) tamamlamak.
21. Nafile
namazların iki rek'at hâlinde kılınanlarında birinci rek'ati uzatmak. Yalnız
Peygamber Efendimizden veya sahabelerden bunun tersine özel bir rivayet varsa
mekruh sayılmaz. Meselâ vitir namazının birinci rek'atinde A'lâ sûresini,
ikinci rek'atinde Kâfirûn sûresini, üçüncü rek'atinde de İhlâs sûresini okumak
gibi. Vitir de kıraat açısından nafile namazlar grubunda mütalaa edilir.
22. Farz
namazların tümünde ittifakla, nafile namazlarda da sahîh olan kavle göre,
ikinci rek'ati birinciden üç âyet miktarı fazla uzatmak.
23. Farz
namazların bir veya iki rek'atinde aynı sûreyi tekrarlamak. Nafile namazlarda
bu mekruh değildir.
24. İkinci
rek'âtte, birinci rek'atte okunanın üst tarafındaki bir sûreyi okumak.
25. Birinci
rek'atte okunan sûreden sonra gelen sûreyi, ikinci rekatte okumayıp ondan bir
sonraki sûreyi okumak. Meselâ birinci rek'atte îhlâs sûresini okuduktan sonra
ikinci rek'atte Felâk sûresini atlayıp Nâs sûresini okumak gibi. Bunun mekruh
olması da Kur'an-ı Kerîm'in bazı sûrelerini tercih, bazılarını da terketme
sebebinden ileri gelmektedir.
26. Kasıtlı
olarak koku koklamak.
27. Elbise
veya yelpaze ile bir veya iki defa yellenmek. İki defadan fazla yapıldığı
takdirde narnaz bozulur.
28. El ya da
ayak parmaklarını secde hâlinde ve diğer hâllerde kıble yönünden saptırmak.
29. Rükû
hâlinde elleri dizlerin üzerine koymamak.
30. İki
secde arasında ve teşehhüd esnasında otururken elleri baldırların üzerine
koymamak.
31. Kıyanı
esnasında sağ eli sol elin üzerine koymamak.
32. Esnemek.
Esneme bastırdığında mümkün mertebe yutmak gerekir. Bunu yapmak için de kıyam
esnasında, meselâ sağ elin dış kısmını veya yenleri ağza dayamak; başka
zamanlardaysa sol elin sırtını ağza dayamak gerekir.
33. Bir
fayda olmaksızın gözleri yummak.
34. Gözleri
göğe dikmek.
35. Gerinmek.
36. Namaza
zıt olan bir hareketi az miktarda yapmak. Namazla ilgili hareketlere gelince
bunlar zaten istenilen hususlardır. Teşehhüd esnasında işaret parmağını
kaldırmak gibi.
37. Özürsüz
olarak biti yakaladıktan sonra öldürmek. Ama bit kendisini ısırdığı takdirde
kanının namaz kılana bulaşmamasına dikkat ederek öldürülmesi mekruh değildir.
38. Ağzı
veya burnu örtmek.
39. Erimeyen
bir şeyi ağza almak. Eğer alman bu şey, namazdaki kişiyi sünnet olan kıraattan
alıkoyuyor veya zihnini meşgul ediyorsa mekruhtur.
40. Sarığın
kenarı üzerine secde etmek.
41.
Mazeretsiz olarak sadece alın üzerine secde etmek, tahrîmen mekruhtur.
42. Namazı
yolda, hamamda, kenefte, mezarlıkta, necasete yakın yerde, sahibinin razı
olmadığı bir yerde kılmak.
43. İdrar,
yellenme veya dışkının sıkıştırması hâlinde namnz kılmak. Bu durumda namaza
başlamış olanın namazı kesmesi mendubtur. Ancak vaktin çıkmasından veya
cerahatin kaçırılmasından korkulursa namaz kesilmez.
44.
Kirlerden korunmayan iş elbisesiyle namaz kılmak.
45. Erkeğin
tenbellik ederek baş açık namaz kılması. Ama zillet ve tazarru' niyetiyle baş
açık kılmak kerahetsiz olarak caizdir.
46. İştah
çekici bir yemeğin hazır olması durumunda namaz kılmak. Yalnız vaktin
çıkmasından veya cemaate ulaşamamasından korkulursa namazı kılmak gerekir.
47. Zînet ve
benzeri zihni meşgul edici veya oyun ve eğlence gibi huşûa halel getirici
şeylerin yanında namaz kılmak. Bunun gibi koşarak namaza gitmek de mekruhtur.
Aksine sünnet olan, ağır ve vakarlı bir edâ ile namaza gitmektir.
48. Okunan
âyet ve tesbihleri parmakla, saymak.
49. İmâmın
tam olarak mihrabın içinde durması. Yalnız, mihrabın dışında kıyamda durur da
secdeyi mihrabın içinde yaparsa mekruh olmaz. Ayrıca camide yer darlığı
nedeniyle İmam, mihrabın içinde namaz kılarsa mekruh olmaz.
50. İmamın
cemaate göre bir zira' yükseklikteki bir yerde namaz kılması. Veya cemaatin
bir zira' alçaklıktaki bir yerde namaz kıldırması.
51. Bir
kişinin mescidde kendine özel bir yer ayırıp âdet olarak devamlı şekilde orada
namaz kılması.
52. Boşluk
bulunan safın gerisinde namaz kılmak.
53. Resimli
elbise içinde namaz kılmak.
54. Resme
yönelik olarak namaza durmak.
55. Tandıra
veya içinde köz bulunan mangala karşı namaz kılmak. Kandile veya lambaya karşı
kılmak mekruh değildir.
56. Uyumakta
olan kimselerin yanında namaz kılmak.
57. Zararsız
bir toprağı namazdayken alından silmek.
58.
Başkalarını değil de illâ belirli bir sûreyi okumayı âdet edinmek. Yalnız,
kolay geldiği için her zaman aynı yeri veya sûreyi okumak mekruh değildir.
Şâfiîler: Namazın
mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:
1. Sırt üstü
uzanarak namaz kılan kişi dışındaki kimselerin göğüslerini değil de yüzlerini
sağa veya sola çevirmeleri. Bir özür nedeniyle sırtüstü namaz kılan kişinin
yüzünü sağa veya sola çevirmesi namazı bozar.
2. İftitah
tekbirini alırken, rükû ve secdeye varırken, birinci ve ikinci teşehhüdde
otururken, birinci teşehhüdden üçüncü rek'ate kalkarken erkeğin, ellerini yen
içinde bırakması. Kadının bırakması ise mekruh değildir.
3. Dilsiz de
olsa ihtiyaç olmadığı durumda kaş, göz ve benzeri şeylerle işarette bulunmak.
Ama selâm almak ve benzeri ihtiyaçlar için bu gibi işaretlerde bulunmak mekruh
değildir. Hülâsa, namazın ciddiyetiyle oynamaksızın işarette bulunmak mekruh
değildir. Aksi takdirde namaz bozulur.
4. Sesli
kıraatli namazlarda sessiz kıraatte bulunmak veya bunun tersini yapmak, bir
ihtiyaçtan ötürü değilse mekruhtur.
5. “Âmîn”
deme dışında, İmama uyan kişinin sesini yükseltmesi.
6. Elleri
ihtiyaç olmaksızın böğüre koymak.
7. Bir
vacibi eksiltmemekle birlikte namazı çabuk kılmak, namazın mekruhlarındandır.
Vâcib eksiltildiği takdirde namaz bâtıl olur.
8. Çıplak
olmayan erkeğin pazularını böğürlerine yapıştırması. Rükû ve secde hâlinde
karnını baldırlarına yapıştırması. Kadın veya çıplak erkeğin bu şekilde
yumulması gerekir.
9. İk'â
şeklinde oturmak da mekruhtur.
10. İtmi'nan
şartını yerine getirmekle birlikte secdeye varırken alnı yere vurmak. îtmi'nan
yerine getirilmediği takdirde namaz bâtıl olur.
11. Hiç
gerek yokken yırtıcı hayvanların yaptığı gibi secde esnasında kolları yere
sermek.
12. Her
zaman camiin aynı yerinde namaz kılmayı îtiyad edinmek. Yalnız İmamın her zaman
mihrabta namaz kılması bundan müstesnadır.
13. Rükûda
başı fazlaca eğmek.
14. Birinci
teşehhüdü uzatmak. Bu teşehhüdü son teşehhüdün sonunda okunması mendub
dualarla da uzatmak mekruhtur. Tabiî bu anlattığımız, İmama uymayarak tek
başına namaz kılan kimseleri ilgilendirmektedir. İmama uyan kişininse bunu
yapması mekruh değildir.
15. Gömleği
sağ koltuğun altına alıp ucunu sol omuzun üzerine atmak ve sağ omuzun üstünü
açık bırakmak.
16.
Parmakları birbirine girdirip taraklamak.
17. Parmakları
çıtlatmak.
18. Vücûdun
üzerine atılan örtüyü yere kadar sarkıtmak.
19. Bir
mazeret olmaksızın gözleri yummak. Ama diyelim ki, saflarda çıplak insanlar
varsa gözleri yummak vâcib olur. Nakışlı bir duvara karşı namaz kılan kişinin
de gözlerini yumması sünnettir.
20.
Namazdayken gözleri göğe dikmek. Aslında göğe bakmak, sadece abdestten sonra
sünnettir.
21.
Namazdayken etrafa saçılan saçları veya elbiseyi toparlamak.
22. İhtiyaç
olmaksızın ağzı el veya başka bir şeyle kapatmak. Ama esnemeyi gidermek gibi
bir sebebten dolayı böyle yapmak mekruh değildir.
23.
Namazdayken ön tarafa, sağa veya sola tükürmek.
24. Defi
hacet dolayısıyla sıkışıkken namaz kılmak.
25. İştah
çeken yiyecek veya içecekleri hazır olduğu esnada namaz kılmak.
26.
İnsanların fazlaca gelip geçtikleri bir yolda namaz kılmak.
27. Hamam
veya kilise gibi günâh işlenen yerlerde veyahutta necasetle ilgisi olan
çöplük, mezbaha, develerin çöktükleri yerler gibi necis mahallerde namaz
kılmak.
28. Kabre
karşı durup namaz kılmak.
29. Tek ayak
üzerinde durarak namaz kılmak.
30. Ayakları
yanyana bitiştirerek namaz kılmak.
31. Uyku
bastırdığında namaz kılmak.
32. Cemâat
hazırken tek başına, saftan ayrı olarak namaz kılmak. Cemâat hazır değilken tek
başına kılmak mekruh değildir.
Bütün bu
anlattıklarımız, vaktin müsait olması hâlinde söz konusudurlar. Aksi takdirde
kerahet söz konusu olmaz.
Malikiler dediler ki: Namazın mekruhlarını şöylece sıralayabiliriz:
1. Aslî farz
namazlarda kıraatten önce eûzü çekmek.
2. Aynı
şekilde Fâtiha'dan veya zamm-ı sûreden önce besmele çekmek. Nafile namazlar
nezredilmiş olsalar bile bunlarda eûzü besmeleyi çekmemek evlâdır. Ama
ihtilâftan kurtulmak için farz ve diğer namazlarda besmele çekmek, en
iyİsidir.
3. Kıraatten
önce veya kıraat esnasında duada bulunmak.
4. Rükûda
duada bulunmak.
5.
Teşehhüdden önce duada bulunmak.
6. Son
teşehhüdden sonra değil de birinci teşehhüdden sonra duada bulunmak.
7. İmamın
selâm yermesinden sonra, İmama uyan kişinin duada bulunmaya devam etmesi.
8. Namazda
okunması istenen duayı seslice okumak.
9. Teşehhüdü
seslice okumak.
10. Namaz
kılan kişinin, kendi elbisesinin üzerine secde etmesi.
11. Sarığın
kıvrımı üzerine secde etmek. Sarığın, üzerine secde edilen kısmı bir veya iki
kıvrımlık kadarsa bundan ötürü namazı iade etmek gerekmez. Bundan fazla olduğu
takdirde namazın vakit içinde iade edilmesi îcâb eder.
12. Namaz
kılan kişinin, namaz kılanlardan başkasının elbisesi üzerine secde etmesi.
13. Mescide
ait olmayan sergi veya yumuşak hasırların üzerine secde etmek Mescide ait
olanların üzerine secde etmek mekruh değildir.
14. Rükû
veya secde esnasında duâ kasdı olmaksızın kıraatte bulunmak.
15. Her
zaman âdet edinerek belli bir duayı okumak.
16. Mühim
bir ihtiyaç olmaksızın namazdayken etrafa bakmak.
17.
Parmakları birbirine girdirip taraklamak ve çıtlatmak.
18. Elleri
böğürlere koymak.
19. Kişiyi
meşgul edecek bir korku bulunmadığı takdirde gözleri yummak.
20. İbret
alma niyeti olmaksızın gözleri göğe dikmek.
21. Tek ayak
üzerinde namaz kılmak. Ama bu bir zorunluluktan ötürü yapılıyorsa mekruh
olmaz.
22.
Ayaklardan birini diğerinin üzerine koymak, veya sürekli olarak bitişik tutmak.
23.
Namazdayken dünya işlerini düşünmek.
24.
Kollarının yenine bir şey saklamak. Veya harflerin çıkmasına engel olmayacak
bir şeyi ağza koymak. Ağza konan şey, harflerin çıkmasına engel olursa namaz
bozulur.
25. Sakal ve
benzeri şeylerle oynamak.
26. Aksıran
kişiye namazdayken “Yerhamükellah” demek.
27. Namaz
kılan kişi aksinp da başkası kendisine “Yerhamükellah” dediğinde buna karşılık
olarak el veya başla işarette bulunmak.
28. Örfe
göre az da olsa zaruret olmaksızın vücûdun herhangi bir yerini kaşımak. Bu bir
zaruretten ötürü olursa mekruh değildir. Örfe göre çok sayılan bir kaşıma ise
namazı iptal eder.
29. Örfe
göre az da olsa keyfî olarak tebessümde bulunmak. Zarûretten dolayı olsa bile
örfe göre çok denecek miktarda tebessümde bulunması namazı bozar.
30. Kasıtlı
olarak hafif bir sünneti, örneğin bir tekbiri veya tesmi'i etmek. Farz
namazların ilk iki rek'atlerinden sonraki rek'atlerde zamm-ı sure veya âyet
okumamak gibi müekked sünnetleri terk etmekse haramdır.
31. Namazla
ilgili bir ihtiyaçtan ötürü erkek veya kadının ellerini birbirine çırpması.
32. Gereksiz
yere sübhanallah demek.
33. Kolları
çıkaracak deliği olmayan bir örtüye bürünmek.
34. Gömleği
sağ koltuğun altına alıp ucunu sol omuzun üzerine atarak ve sağ omuzun üzerini
açık bırakmak.
35. Yere bitişik
olsun olmasın namaz kılan kişinin, üzerine secde ettiği şeyi imâ ile
kaldırması.
36. Üzerine
secde etmek için güneşte veya gölgedeki çakılları taşımak.
37. Arapça
okumaya muktedir olan kişinin başka dille duada bulunması.
Hanbelîler:
Namazın mekruhlarını şu şekilde sıralamışlardır:
1. Çökmüş
bir yerde namaz kılmak.
2. Bâbil
toprağı gibi azâb inmiş bir mıntıkada namaz kılmak.
3.
Değirmende ve damında namaz kılmak.
4. Tuzlu
toprakta namaz kılmak,
5. Gömleği
sarkıtmak.
6. Kolları
çıkaracak deliği olmayan bir örtüye bürünmek.
7. Yüzü, ağız
ve burnu örtmek.
8. Sebepsiz
yere kol ağızlarını sıvamak.
9. Zünnara
benzer kemer bağlamak.
10. Erkeğin
ve kadının gömlek üzerine kemer bağlaması. Bu kemer-i mendil gibi olup zünnara
benzemeseler bile yine mekruhturlar. Kaftan gibi giysilerin üzerine kemer
bağlamakta kerahet yoktur.
11. Vitirden
başka namazlarda, bir musibet yokken Kunut duasını okumak. İmam Âzam'a göre,
cuma namazı dışındaki bütün namazlarda Kunut okunması sünnettir.
12. Azıcık
da olsa gereksiz yere sadece yüzle veya yüzün yanı sıra göğüsle sağa veya sola
dönmek. Ama, tümden kıbleye arka çevrilecek kadar dönüldüğü takdirde namaz
bâtıl olur. Yalnız bu şekildeki bir dönüş, şiddetli bir korku nedeniyle olursa
veya Kabe içinde bulunulursa namaz bâtıl olmaz.
13. Geğirme
hâli dışında gözleri göğe dikmek. Cemâatle namaz kılan kişi, geğirdiği
takdirde yanındakilere eziyet
vermemek için yüzünü göğe kaldırırsa mekruh olmaz.
14. Karşıda
dikili bulunan resme doğru durarak namaz kılmak.
15. Resim
üzerine secde etmek.
16. Namaz
kılanın küçük de olsa para gibi, üzerinde resim bulunan bir şeyi üstünde
taşıması.
17. Bir
insanın veya hayvanın yüzüne karşı namaz kılmak.
18. Kişinin
zihnini meşgul edecek bir şeye karşı namaz kılmak. Meselâ nakışlı duvara karşı
namaz kılmak gibi.
19. Kişinin
zihnini meşgul edecek bir şeyi namaz kılarken üzerinde bulundurması.
20. İçinde
az da olsa lâmba, kandil, yanmakta olan mum gibi ateş bulunan şeylere karşı
namaz kılmak.
21. Ağzı
açmak, dili çıkarmak veya ağza bir şeyler koymak.
22.
İnsanların konuşup sohbet ettikleri bir meclise karşı durarak namaz kılmak.
23. Uyumakta
olan bir kimseye veya kâfire karşı durarak namaz kılmak.
24. İhtiyaç
olmadığı halde bir şeye dayanarak namaz kılmak. Bu dayanılan destek, çekildiği
takdirde kişi düşmezse namaz mekruh olur. Düşerse namaz bâtıl olur.
25. Sıcaklık
ve soğukluk gibi namazın kemâline engel durumlarda namaz kılmak.
26. Secde
hâlinde yırtıcı hayvanlar gibi kolları yere sermek.
27. İk'â
şeklinde oturmak.
28. İdrar,
dışkı veya yellenmenin sıkıştırdığı durumda namaz kılmak.
29. Yeme,
içme veya cinsel ilişkinin arzulandığı bir durumda namaz kılmak.
30. Çakıl
tanelerini bir kenara atmak.
31.
Namazdayken bir şeylerle oynamak.
32. Eli
böğre koymak.
33.
Yelpazeyle serinlemek. Yalnız çok yapmadıkça bir ihtiyaçtan ötürü serinlemek mekruh
değildir.
34. Bazan
bir ayağa, bazan diğerine ağırlık vermek.
35.
Parmakları çıtlatmak. Birbirine girdirip taraklamak.
36. Oturma
hâlinde ağırlığı ellerin üzerine vermek.
37. Kendi
isteğiyle elini arkaya bağlayarak namaz kılmak.
38. Saçları
başın ardında bağlamak.
39. Sarkan
saçları ve elbiseyi toparlamak.
40. Secdeye
giderken elbiseyi elle toparlamak.
41. Secde
ederken alnı belirli bir şey üzerine koymak.
42. Alında
kalan secde izlerini temizlemek.
43. Kıble
tarafında bulunan bir yazıya karşı namaz kılmak.
44. Kıble
tarafına kılıç ve Mushaf gibi şeyler asmak.
45. Özür
olmaksızın secde yerini düzeltmek.
46.
Fâtiha'yi aynı rek'at içinde tekrar okumak. Kılınan namaz farz da olsa aynı
rek'atte içinde birden fazla zamm-ı sûre okumak mekruh değildir.
47. Bir farz
namazda Kur'an-ı Kerîm'in tamamını hatmetmek mekruhtur.[254]
Mescidden geçmek:
İhtiyaç olmaksızın mescidin yol edinilmesi mezheblerin ileri sürmüş oldukları
detaylara göre mekruhtur.
Hanefiler dediler ki: Özür olmaksızın mescidi yol edinmek tahrîmen
mekruhtur. Fakat bir özür nedeniyle caiz olur. Yalnız her gün için girişler
mükerrer de olsa bir defa tahiyyetü'l-mescid namazını kılmak yeterli olur. Özür
olmaksızın birçok defalar geçmekle mescidi yol edinmeyi âdet hâline getiren
kişi günahkâr olur. Bir veya iki defa geçmekle günahkâr olunmaz. Günahtan
kurtulmak için de itikâfa niyet edilmelidir. Mescidde beklenmiyecekse bile
itikâfa niyet etmek yine de gereklidir.
Malikiler dediler ki: Fazla olmadıkça mescidden geçmek caizdir. Mescidin
binası yoldan ileride olduğu takdirde mescidden çok defa geçmek mekruhtur. Aksi
takdirde mekruh olmaz. Mescidden geçecek olanların mutlak olarak tahiyyetü'l-mescid
namazı kılmaları istenmez.
Şafiiler dediler ki: Temiz veya cünüb kimselerin mutlak olarak mescidden geçmeleri
caizdir. Hayizlı kadının mescidden geçmesi, bir ihtiyaçtan ötürü olsa bile
mekruhtur. Bu kadının, mescidi kirletmekten emin olmayarak geçmesi haramdır.
Mescidden geçecek kişinin temiz olması veya yakın bir yerde temizlenmesi mümkün
olduğu takdirde her girişte tahiyyetü'l-mescid namazını kılması sünnet olur.
Hanbeliler dediler ki: Temiz veya cünüb kimselerin mescidden geçmeleri
mekruhtur. Cünüb kimsenin abdestsiz olarak mescidde beklemesi her ne kadar
haramsa da mescidden geçmesi sadece mekruh olur. Aynı şekilde ihtiyâç yokken
hayızlı veya nifaslı kadınların mescidi kirletmiyeceklerinden emin olmaları
hâlinde yine mescidden geçmeleri mekruhtur. Mescidden geçmek bir ihtiyaçtan
ötürü ise bu sayılanların tümünün geçmesi mekruh olmaz. Mescidin kestirme bir
yol olması da bir ihtiyaç sayılabilir. Bu durumda oradan geçmek mekruh olmaz.
Mescidde uyumak ve yemek yemek: Mescidde uyumak, mezheblerin ileri sürdükleri
detaylara göre mekruhtur.
Hanefîler:
İtikâftaki kimselerle yabancıların mescidde uyumalarının mekruh olmadığını
söylemişlerdir. Mescidde uyumak isteyen kişi itikâfa niyet etmeli;
niyetlendiği, ibâdetleri yapmalıdır. Bundan sonra uyumasında kerahet
kalmaz.
Şafiiler dediler ki: Mescidde uyuyan kişi, namaz kılanları şaşırtacak veya yanıltacak
derecede horlamıyor ve yüksek ses çıkarmıyorsa, uyuması mekruh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: İtİkâfta olan ve olmayan kimselerin mescidde
uyumaları mubahtır. Yalnız, uyuyan kimselerin namaz kılanların önlerine
uzanmamaları gerekir. Uyuyan kimselere karşı durarak namaz kılmak mekruh
olduğundan, namaz kılanlar bu durumda uyuyanları uyandırabilirler.
Mâlikîler:
Öğleyin mescidde uyumanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu mescid şehirde de
olsa, çölde de olsa hüküm aynıdır. Gece uykusuna gelince, çöl mescidlerinde
geceleyin uyumak caiz olur. Şehir mescidlerindeyse, evi olmayanların veya
geceleyin evlerine gitmeleri zor olan kimselerin uyumaları mekruhtur. Mescidde
devamlı kalan, kendini ibâdete adayıp başka iş ile meşgul olmayan erkekler için
caizdir. Kadının sürekli olarak mescidde kalmasıysa helâl değildir,
Aynı şekilde itikâfa
girmeyenlerin mescidde yemek yemeleri de mezheblerin aşağıda sunulan detaylı
görüşlerine göre mekruhtur.
Hanefîler:
Pis kokusu olmayan şeyleri yemenin tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Soğan, sarımsak gibi pis kokulu şeyleri mescidde yemek tahrîmen mekruhtur. Bu
gibi şeyleri dışarıdayken yeyip gelenler, mescide girmekten men edilirler.
Ağız kokularıyla namaz kılanlara eziyet veren kimselerle, dilleriyle eziyet
veren kimseler de mescide girmekten men edilmelidirler.
Mâlikîler:
Mescidden başka sığınacak yer bulamayan gariplerin mescide sığınmaları ve
kirli artık bırakmayan hurma gibi şeyleri yemelerinin caiz olduğunu
söylemişlerdir. Kirli artık bırakan yiyecekleri sofra veya bir deri parçası
sererek mescidi kirletmekten emin oldukları takdirde yiyebilirler. Ayrıca bu
yiyeceklerin pis kokulu olmamaları da gerekir. Pis kokulu yiyecekleri mescidde
yemek haramdır.
Şafiiler dediler ki: Mescidde yağ, bal gibi zifirli şeyleri mescidi kirletmemek kaydıyla
yemek mubahtır. Aksi takdirde haramdır. Bunlar her ne kadar temiz yiyecekler
iseler, de mescidi bunlarla kirletmek haramdır. Bakla gibi kirletici olmayan
ve fakat çer-çöp bırakan şeyleri yemek mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: İtikâfta bulunan kişinin, mescidi kirletmemek, kemik
ve benzeri şeyleri mescide atmamak şartıyla her çeşit yiyeceği yemesi mubahtır.
Bu gibi şeyleri attığı takdirde temizlemesi gerekir. Tabiî soğan ve sarımsak
gibi pis kokulu şeyleri yemesi mekruhtur. Bu gibi şeyleri dışarıda yiyen ve
ağzı kokan kimselerin mescide girmeleri mekruhtur. Girdikleri takdirde eziyeti
gidermek amacıyla mescidden çıkarılmaları müstehab olur. Nitekim mescidde
yellenmek de bu sebebten ötürü mekruhtur.
Mescidde sesi yükseltmek: Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâtlı görüşlere
göre mescidde konuşarak veya zikrederek sesi yükseltmek mekruhtur. Mezheblerin
buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Mescidde namaz kılanların zihinlerini karıştırmayacak
ve uyuyanları uyandırmayacaksa, zikir yaparak sesi yükseltmek mekruh değildir.
Aksi takdirde mekruhtur. Hattâ zikredenlerin kalbini îkâz etmek, üzerlerine
gelen uykuyu bertaraf etmek, ibâdet için zindeleşmelerini sağlamak açısından
sesi yükseltmek daha faziletlidir. Helâl olmayan konuşmalarla sesi yükseltmek
tahrîmen mekruhtur. Helâl içerikli konuşmalarla sesi yükseltme hâlinde, namaz
kılanların zihni karıştırılacak olursa mekruh olur. Aksi takdirde mekruh olmaz.
Özellikle konuşmak için mescide girilirse konuşmak, mutlak surette mekruh
olur. Yalnız ibâdet için mescide girildiği takdirde konuşmak mekruh olmaz.
Şafiiler dediler ki: Namaz kılanların, ders verenlerin, okuyanların, ders mütâlâa
edenlerin, uyandırılmaları mesnun olmayan kimselerin zihni karıştırılıp
uykuları kaçırılacak olursa mescidde zikirle sesi yükseltmek mekruh olur. Bu
sayılanlar vuku bulmadığı takdirde mekruh olmaz. Mevzu hadîsleri mütâlâa ederek
veya benzeri helâl olmayan konuşmaları yaparak sesi mescidin içinde yükseltmek
mutlak surette haramdır. Helâl içerikli konuşmalarla mesciddeki kimselerin
zihinleri karıştırılacak olursa, sesi yükseltmek mekruh olur.
Mâlikîler dediler ki: Zikir ve ilimle de olsa
mescidde sesi yükseltmek mekruh olur. Yalnız dört şey bundan istisna
edilmiştir:
1.
Müderrisin, talebelere sesini duyaracak kadar yükseltmesi mekruh değildir.
2. Sesi,
namaz kılanların zihinlerini karıştıracak kadar yükseltmek haramdır.
3. Mekke
veya Minâ mescidlerinde telbiye yaparak sesi yükseltmek mekruh değildir.
4. Düşman
sınırında nöbet bekleyen kişinin tekbir alırken sesini yükseltmesi mekruh
değildir.
Hanbeliler dediler ki: Mescidde namaz kılan kişilerin zihinlerini
karıştırmayacak kadar zikirle sesi yükseltmek mubahtır. Aksi takdirde mekruhtur.
Mescid içerisindezikirden başka mubah konuşmalarla sesi yükseltmek namaz
kılanların zihinlerini karıştırmadığı takdirde mekruh olmaz. Mubah olmayan
konuşmalarla sesi yükseltmekse mutlak surette mekruh olur.
Mescidde alışveriş yapmak: Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâta göre
alım-satım gibi akidleri mescidde yapmak mekruhtur. Buna ilişkin olarak
mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Alım-satım, kira gibi takas akidlerinin mescidde
yapılması mekruhtur. Hibe ve benzeri akidlerin yapilmasıysa mekruh değildir.
Hattâ nikâh akdinin yapılması müstehabtır. İtikâftaki kimsenin kendi şahsı ve
çocuklarıyla ilgili satış akitlerini mescidde yapması mekruh olmaz. Yalmz, akde
konu eşyanın mescidde bulundurulmaması şarttır. Ticâret akidlerine gelince bu,
diğerleri gibi itikâftaki kimse için de mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Alış veriş ve benzeri akidlerin mescidde yapılması
mekruhtur. Yalnız, satılan eşyayı döndürüp bakma olmadığı hâlde bu akidleri
yapmak mekruh olmaz. Simsarlık alarak mescidde satış yapmak haramdır. Hibe ve
benzeri akidlerle nikâh akdini mescidde yapmak caizdir. Hatta nikâh akdini
yapmak mendubtur. Nikâh akdinden maksat, sıhhat Sırtlan dışındaki diğer şartlan
ve fazla konuşmaları söylemeksizin salt olarak îcâb ve kabulden ibarettir.
Hanbeliler dediler ki: Mescidde alım satım ve kira akidlerini yapmak
haramdır. Bu akitler mescidde yapılsalar da geçersiz olurlar. Yalnız, nikâh
akdinin mescidde yapılması sünnettir.
Şafiiler dediler ki: Mescidin alım-satım yeri yapılması, mescidin saygınlığını zedelediği
takdirde haram olur. Saygınlığını zedelemeyerek bir ihtiyaçtan ötürü mescidde
yapılan akitler de, namaz kılanlara sıkıntı verılmediği takdirde mekruh olur.
Sıkıntı verildiği takdirde haram olur. İtikâftaki kimselerin nikâh akidlerini
mescid içerisinde yapmaları caizdir.
Mescidlerin süslenmesi: Mescidin altın ve gümüşten başka şeylerle nakışlanıp
süslenmesi mekruhtur. Altın ve gümüşle süslenip yaldızlanması ise haramdır.
Şâfiîlerle Hanbelüer bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlerin bu
husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Mescidin mihrab, tavan ve duvarlarının altın ve
gümüşle de olsa nakışlanıp yaldızlanması mekruhtur. Mescidin sıvanması ve
yapısının sağlam yapılmasıysa menduptur.
Hanefiler dediler ki: Mescidin mihrabını ve kıble duvarını, vakıf malı
dışındaki helâl bir malla finanse ederek altın suyu kaplamasiyla nakışlamak
mekruhtur. Haram bir mal veya vakıf malıyla finanse ederek nakışlamak haram
olur. Mescidin tavanını ve kıble dışındaki duvarlarını vakıf olmayan helâl bir
malla finanse ederek nakışlamak mekruh olmaz. Yalnız, vakıf malının zâlimlerin
elinde zayi olmasından korkulması veya mescidin binasını koruma amacının
bulunması veya bizzat vakıf sahibinin yapması hâlinde vakıf malıyla finanse
ederek nakışlamakta bir sakınca yoktur.
Necis şeyleri mescide koymak: Bizzat necis veya sonradan necislenmiş bir şeyi kuru
da olsa mescide koymak haramdır. Mescidi necâsetli petrol veya yağla
aydınlatmak, aynı şekilde mescidin binasını necâsetli katkı maddeleriyle inşa
etmek; necis bir şeyle sıvamak caiz değildir. Yine bunun gibi, mescide idrar ve
benzeri pislikleri yapmak, zaruret olmayınca kap içinde olsa bile caiz
değildir. Yalnız, necis ayakkabıyla mescide girmek bundan istisna olup ihtiyâç
hâlinde caizdir. Bu ayakkabılardan necâsetli maddelerin mescide düşüp
bulaşmasından da sakınmak gerekir. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hükümde ittifak
etmişlerdir. Hanefîlere gelince, onların buna ilişkin görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Necis veya sonradan necislenmiş bir şeyi mescide
koymak veya necis olmuş bir petrol veya yağla mescidi aydınlatmak, mescidin
binasını necis katkı maddeleriyle inşa etmek veya meseidde idrar yapmak
tahrîmen mekruhtur.
Hanbeliler dediler ki: Necis bir şeyi veya necislenmiş bir şeyi mescide
koyma hâlinde bunlardan bir pislik mescide düşerse haramdır. Düşmezse haram
olmaz. Necis bir yakıtla meseidde aydınlanmak haramdır. Bir kap içine olsa bile
meseidde idrar yapmak haramdır. Mescidin necis bir katkı maddesiyle inşâ
edilmesi veya necis bir şeyle sıvanması mekruhtur.
Çocukların ve delilerin mescide sokulmaları:
Çocukları ve delileri
mescide koymak, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâta göre mekruhtur.
Hanefiler dediler ki: Çocuk veya delilerin mescidi pisleyeceklerine galip
bir zanla kanaat getirilirse, mescide konulmaları tahrîmen mekruh olur. Aksi
takdirde tenzîhen mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Çocuğun oynamaması veya dur denildiği takdirde
durması hâlinde mescide konulması caizdir. Aksi takdirde haram olur. Aynı
şekilde mescidi pisletmeleri söz konusuysa, çocuğun ve delinin mescide
konulması haram olur.
Şafiiler dediler ki: Mümeyyiz olmayan çocuğun ve
delilerin mescidi kirletmemelerinden, mescide zarar vermemelerinden, avret
yerlerini açmamalarından emîn olunursa mescide konulmaları caiz olur. Mescidi
oyun yeri yapmadığı takdirde mümeyyiz çocuğun mescide konulması caizdir. Aksi
takdirde haram olur.
Hanbeliler dediler ki: İhtiyaç olmaksızın mümeyyiz olmayan çocuğun mescide konulması
mekruhtur. Yazı öğrenmek gibi bir ihtiyaçtan ötürü, çocukların ve delilerin
mescide girmesi mekruh olmaz.
Meseidde tükürmek ve sümkürmek:
Meseidde tükürmek ve
sümkürmek de mekruhtur. Mezheblerin bu hususta ileri sürdükleri detaylı
görüşler aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Mescidde bir çukur kazan, sonra bu çukura tükürüp üstünü toprakla
örten kişi günahkâr olmaz. Eğer çukur kazmadan tükürürse günahkâr olur. Bundan
sonra tükürüğü toprağın altına gömerse, günâhı devam etmez. Aynı şekilde mescidin
sıvasına tüküren kişi de günahkâr olur. Fakat bu sıvayı kazıyıp tükürüğün izini
giderdiği takdirde günâhı devam etmez. Bu sayılan önlemleri almadan tüküren
kişi, haram işlemiş olur.
Hanbeliler dediler ki: Mescidde tükürmek haramdır. Mescidin tabanı toprak
veya çakıl olur da, tükürdükten sonra tükürüğünü yer altına gömerse günahı
devam etmez. Eğer tabanı sıvalıysa, tükürdüğü yeri silmesi vâcıb olur.
Tükürdüğü yeri hasırla örtmesi yeterli olmaz. Tüküren kişi tükürüğünü
görmezse; bu tükürüğü görenin, onu gömerek veya başka bir yolla gidermesi
gerekir.
Malikiler dediler ki: Mescidin tabanı sıvalı olursa, az miktarda tükürmek
mekruh, fazla miktarda tükürmekse haramdır. Mescidin tabanı çakıllarla örtülü
olursa tükürmek mekruh olmaz.
Hanefiler dediler ki: Mescide tükürmek tahrîmen mekruhtur. Mescidin
tükürük, sümük ve balgamdan temiz tutulması vâcibtir. Bu pis şeyler ister
mescidin duvarlarına, ister tabanına, ister hasırların üstüne, ister altına
atılsın hüküm değişmez. Yapan kişinin, bu pisliği temizlemesi vâcibtir Bu
açıdan mescidin tabanının toprak, sıvalı veya şergili olması arasında bir fark
söz konusu değildir.
Mescidde yitik aramak:
Mescidde yitik aramak
da mekruhtur. Buna ilişkin olarak Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Mescidde yitik arayıp soran birini gördüğünüzde ona
deyin ki: “Allah onu sana geri vermesin.” [255]
Şâfiîler dışındaki
diğer mezhebler bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Namaz kılanların zihinlerini karıştırmamak veya uyuyanları
uyandırmamak kaydıyla mescidde yitik aramak mekruhtur. Aksi takdirde haram
olur. Bu hüküm, Mescid-i Haram dışındaki mescidleri ilgilendirir.. Mescid-i
Harâm'da yitik aramak, insanların büyük cemaat halinde bulunmasından ötürü
mekruh olmaz.
Mescidde şiir okumak;
Mezheblerin ileri
sürmüş oldukları tafsilâta göre mescidde şiir okumak da mekruhtur.
Hanefiler dediler ki: Hikmet, vaaz, nasihat, Allah'ın zikri veya takvâlı kimselerin
sıfatlarını içerdiği takdirde, mescidde şiir okumak güzeldir. Eğer eski
eserlere, devirlere ve milletlerin tarihlerine dâir ise mubahtır. Başkalarını
hicvetmeye ve küçük düşürmeye ilişkin şiirleri mescidde okumak haramdır.
Yanaklara, endamlara, bellerin inceliğine, saçlara ilişkin şiirleri okumak,
şehveti uyandırdığı takdirde haramdır. Aksi takdirde mekruh olur.
Hanbeliler dediler ki: Peygamber Efendimizi öven şiirlerle, haram ve mekruh
şeyleri içermeyen şiirleri mescidde okumak mubahtır.
Malikiler dediler ki: Allah'a veya Peygambere övgüyü içeren şiirlerle
hayra teşvik edici şiirleri mescidde okumak güzeldir. Bunlardan başka şiirleri
mescidde okumak caiz değildir.
Şafiiler dediler ki: Mescidde hikmet, öğüt ve bunlara benzer şeriata ters düşmeyen,
konuları içeren ve insanların kafasını bulandirmayan şiirler okumak caizdir.
Başka nitelikteki şiirleri okumaksa haramdır.
Mescidde dilenmek:
Mezheblerin ileri
sürdükleri tafsîlata göre mescidde dilenmek, dilenciye sadaka vermek caiz
değildir.
Mescidde ilim öğretmek:
Namaz kılanların
zihinlerini karıştırmamak kaydıyla mescidde ilim öğretmek, Kur'an-ı Kerîm
okutmak, vaaz vermek ittifakla caizdir. Mescidin damı da mescid hükmündedir.
Mescidde mekruh olan davranış, damında da mekruh, mescidde haram olan davranış
damında da haram olur. Mescid üzerindeki evlerse, mescid hükmünde değildir.
Hanbeliler dediler ki: Mescidde sadaka dilenmek, dilenciye sadaka vermek
mekruhtur. Dilenmeyene ve hatibin kendisi için istediği kimseye sadaka vermek
mubahtır.
Şafiiler dediler ki: Mescidde dilenmek mekruh, namaz kılanların zihinlerini karıştırmaya
sebeb olduğu takdirde ise haramdır.
Malikiler dediler ki: Mescidde dilenmek menedilmeli ve dilenciyede bir şey
verilmemelidir. İhtiyarî olarak sadaka vermekse caizdir.
Hanefîler: Mescidde
dilenmek haram ve dilenciye bir şeyler vermek de mekruhtur, dediler.
Mescidin duvarlarına yazı yazmak:
Mezheblerin ileri
sürdükleri tafsîlata göre mescidin duvarlarına yazı yazmak mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Namaz kılanın zihnini meşgul edeceğinden, Kur'ân-ı
Kerîm ve başka şeylerden de olsa kıble duvarlarına yazı yazmak mekruhtur. Diğer
taraflara yazı-yazmak mekruh değildir.
Şafiiler dediler ki: Mescidin duvarlarına ve tavanına Kur'an-ı Ke-rîm'den âyetler yazmak
mekruh, Kur'an-ı Kerîm yazılı yerleri arka tarafa alarak yaslanmak ise
haramdır.
Hanbeliler dediler ki: Mescidin duvarlarına ve tavanına yazı yazmak
mekruhtur. Bunun masrafını vakıf malından karşılamak haramdır. Vakıf malını
harcayarak yazan, bedelini vakfa ödemek zorundadır. Eğer kendi malıyla
yapmışsa onunla vakıf cihetine dönmüş sayılmaz.
Hanefiler dediler ki: Mescidin duvarlarına yazı yazılmamalıdır. Bunların
yere düşmesi hâlinde, ayakla basılarak hakarete uğramalarından korkulur.
Mescidde abdest almak:
Tükürük ve sümükle
kirletümediği takdirde, mescidde abdest almak caizdir. Kirletilmesi halinde
Şafiî ve Hanbelîlere göre haram olur. Hanefîlerle Mâlikîlere gelince, onların
bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefî ve Mâlikîler: Mescidde abdest almanın mutlak olarak mekruh olduğu görüşündedirler.
Namaz vakitleri dışında mescidin kapatılması:
Namaz vakitleri dışında
mescidin kapatılması, Hanefîler dışındaki üç mezheb İmamına göre mubahtır.
Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Eşyalarının kaybolmasından korkulmadığı takdirde,
namaz vakitleri dışında mescidi kapatmak mekruhtur:
Bazı mescidlerde namaz kılmanın diğerlerine nisbetle
fazîleti:
İslâm Dini, zâtı itibâriyle
bir yeri, başka bir yere üstün kılmamıştır. Yalnız bazı şahıslar arasında
nasıl ki fazîlet farkı varsa, aynı şekilde yerler arasında da fazîlet farkı
vardır, ki bu da bazı manevî özelliklerden kaynaklanır. Bir mescidin
diğerinden üstün olması, onda diğerine nisbetle daha fazla dînî ve edebî
olayların vukû bulmasından ötürüdür. Meselâ Mekke'deki Mescid-i Haram'ı ele
alalım: Burası Kabe merkezidir. Yüce Allah kullarına, özel şekildeki hac
ibâdetini burada edâ etmelerini emretmiştir. Medîne'deki Mescid-i Nebevî'de
ise, vahiy gelmesi gibi büyük bir dînî olay vukûbulmuştur. Dînin önderleri
burada, Rasûlullah'tan, İslâm'ın kurallarını öğrenmişlerdir. İşte bu nedenle
fıkıhçılar, dînî olaylara sahne olma gibi özelliklere sâhib olmalarından
ötürü, bir kısım mescidleri diğerlerine nisbetle daha faziletli saymışlardır.
Mezheblerin bu faziletli mescidler hususundaki tafsilatlı görüşleri aşağıya
alınmıştır. Yine hatırlatalım ki; fazîlet, bu mescitlerin binasına nisbetle
değil, buralarda kılınan namazlara nisbetledir.
Hanefiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Mekke'deki Mescid-i Haram,
ondan sonra Medine'deki Mescid-i Nebevi, daha sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksa ve
Kubâ Mescidi'dir. Bunlardan sonra sırasıyla şunlar gelir: En eski tarihli olan,
sonra alanı en geniş olan, sonra da namaz kılana en yakın olandır. Dînî
dersleri dinlemek için inşâ edilen mescidde namaz kılmak, en eski tarihli
mescidde ve ondan sonra gelen mescidde kılmaktan daha faziletlidir. Mahalle
mescidi, büyük cemâatli mescidden daha faziletlidir. Zîrâ bu mescidin de insan
üzerinde hakkı vardır. Namazı burada kılarak mamur hale getirmek icâb eder.
Mescidde namaz kılan kişinin bu anılan mescidlerde sırasıyla namaz kılması daha
faziletli olur.
Şafiiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi, Mekke'deki Mescid-i Haram, ondan sonra
Mescid-i Nebevî, sonra da Mescid-i Aksâ'dır. Bunlardan sonra da fazilet
sırasına, cemaati en çok olan mescidler girerler. Yalnız, cemaati çok olan bu
mescidlerin İmamı, kendisine uyulması mekruh bir kimse olmamalıdır. Şayet böyle
bir camiin İmamı, kendisine uyulması mekruh bir kimse ise, bundan daha az
cemâatli bir mescidde kılmak daha faziletli olur. Aynı şekilde küçük bir mescid
İmamının, büyük bir cemaatte namaz kılması halinde; kendi görevli olduğu
mescidin kapanmasına sebebiyet verecekse veya kendi mescidinde kıldırmakla
cemâati huzur bulacaksa, kendi az cemâatli mescidinde kılması daha faziletli
olur.
Malikiler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Medîne-i Münevvere'deki
Mcscid-i Nebevî'dir. Ondan sonra Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram ve
Kudüs'teki Mescid-i Aksa gelir. Bunlardan sonraki diğer mescidler, fazilet
bakımından eşittirler. Yalnız şunu söyleyelim ki; kişiye yakın olan mescidde
namaz kılmak, komşuluk hukuku nedeniyle daha faziletli olur.
Hanbeliler dediler ki: Mescidlerin en faziletlisi Mekke-i Mükerreme'deki
Mescid-i Haram, ondan sonra Medîne-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevî, daha sonra
Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dir. Bunlardan sonra gelen mescidlerin tümü fazilet
bakımından birbirlerine eşittirler. Yalnız, kişinin hazır bulunması sayesinde
cemaatin teşekkül edeceği bir mescidde veya kendisinin hazır bulunmaması ile
de cemaatin teşekkül edebileceği, ancak İmamın veya cemaatin kalbinin
kırılacağı bir mescidde namaz kılmak daha faziletli olur. Bundan sonra, yapısı
tarihî olan mescidler ve cemaati çok olan mescidlerle kişiye en uzak olan
mescidler, fazilet sırasına girerler.[256]
Bu başlık altında her
mezhebe göre, namazı bozan hususları toplu olarak anlatacak ve daha sonra da bu
hususlardan üzerinde ittifak edilenlerle, ihtilâf edilenleri genişçe ele
almaya çalışacağız.
Şâfiîler:
Namazı bozan hususları şöylece sıralamışlardır:
1. Geçmiş
bölümlerde anlatılan kısımlarıyla, hades halinin vukû bulması. Bu hal guslü de
gerektirse, abdesti de gerektirse namazı bozar.
2. Namazda
konuşmak. Namazı bozacak konuşmanın miktarına ilişkin detaylar ileride
anlatılacaktır.
3. Namazda
ağlayıp inlemek.
4. Namaz cinsinden
olsun olmasın, fazla miktarda harekette bulunmak. Meselâ; üç defa eli kaldırıp
indirmek veya sağa sola götürüp getirmek, fazla miktarda bir hareket sayılır.
Bu durumda el, peşpeşe götürülüp getirildiğinde sadece bir hareket sayılır.
Araya fasıla konulursa, götürülmesi bir hareket, getirilmesi ayrı bir hareket
sayılır. Ayağın götürülüp getirilmesi, araya fasıla konulmasa bile götürülmesi
bir hareket, getirilmesi ayrı bir hareket sayılır.
5. Niyette
veya namazın sıhhat şartlarından birinde veyahut da niyetin keyfiyetinde
şüpheye düşmek. Meselâ; öğle namazına mı niyet ettiği, yoksa ikindi namazına mı
niyet ettiği hususunda şüpheye düşerse, namazı bozulur. Tabiî bu şüphenin,
namazın rükünlerinden birini edâ edecek kadar devam etmesi halinde namaz bozulur.
Bir rükün edâ edecek kadar devam etmezse, namaz bozulmaz.
6. Tamamıyla
edâ edilmeden namazdan çıkmaya niyet etmek.
7. Namazı
kesmek veya namaza devam etmek hususunda tereddüde düşmek.
8. Namazı
kesmeyi, âdeten imkânsız olan bir şarta bağlamak. Meselâ içinden, “eğer Ahmed
gelirse namazı keserim” diyen kişinin namazı bozulur. Ama iki zıddın bir araya
gelmesi gibi, aklen imkânsız olan bir şarta bağlarsa, bunun namaza bir zararı
olmaz.
9. Namazın
niyetini bir başka namaza çevirmek. Yalnız farz namaz bundan müstesnadır. Farz
namaz kılmakta olan bir kişi tek başınaysa, bir cemaatin teşekkül ettiğini
görmesi halinde onlarla birlikte kılmak isterse, bu niyetini nafileye
çevirebilir.
10. Namaz
esnasında dinden çıkma veya delirme halinin vukû bulması.
11. Örtmeye
muktedir olması halinde namazdayken avret mahallinin açılması. Çıplak olarak
namaza başlayan kişinin, namazdayken örtüneceği bir elbiseyi bulması.
12. Namaz
esnasında bedenine veya elbisesine, ya da gözlerinin içine afvedilmeyen bir
necasetin bulaşması halinde kişi, bu necaseti hemen üzerinden atmazsa namazı
bozulur.
13. Rükûdan
kalkmayı veya iki secde arasında gturmayı uzatmak. Rükûdan kalkma hâlinde
okunması gerekli zikirlerden fazla olarak bir Fatiha okuyacak kadar uzatılırsa
namaz bozulur. İki secde arasındaki oturmaya gelince, burada da okunması
istenilen dualardan sonra, son teşehhüd miktarınca oturulması hâlinde namaz
bozulur. Yalnız son rek'atte, rükûdan kalkmanın uzatılmasıyla, tesbih namazındaki
iki secde arasında oturmanın uzatılması bundan istisna edilmiştir. Bu
uzatmaların namaza bir zararı olmaz.
14. İmama
uyan kişinin mazeretsiz olarak iki fiilî rüknü İmamdan önce veya sonra yapması.
15.
Mahallinden önce kasıtlı olarak (yersiz) selâm vermek.
16. İftitah
niyetiyle iki kez iftitah tekbiri almak.
17. Sözlü de
olsa namazın rükünlerinden birini kasden terk etmek.
18. Mest
üzerine yapılan mesh müddetinin namazdayken sona ermesi. Veyahut da mestin ya
da sargının ayağı örten kısımlarından bir miktarının çözülüp ayağın görünmesi.
19. Kâfirlik
veya başka bir sebepten ötürü, uyulması caiz olmayan kimselere uyarak namaz
kılınması hâlinde namaz bâtıl olur.
20. Kasıtlı
olarak fiilî bir rüknü tekrarlamak.
21.
Yenilecek bir şey olmasa bile, oruç bozucu bir şeyin namazdayken kişinin
karnına gitmesi.
22. Göğsün
kıbleden saptırılması.
23. Fiilî
rükünlerden birini kasıtlı olarak diğerinden önce yapmak.
Mâlikiler:
namazı bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:
1. Namazın
rükünlerinden birini kasıtlı olarak terketmek.
2. Namazın
rükünlerinden birini sehven terk etmek. Bu rüknü terk ettiğini hatırlamayıp da
namazı tamamladığına inanarak selâm verdiği takdirde, aradan örfe göre uzun
bir zaman geçerse kişinin namazı bozulur. Namazı tam olarak kıldığına inanıp,
selâm verdikten sonra aradan az bir zaman geçince hatırlayacak olursa, bu
durumda noksan kıldığı rek'ati lağveder. Yerine bir başka rek'ati kılarak
eksikliği tamamlarsa namazı sahih olur. Eğer namazı tam olarak kıldığına
inanarak değil de, yanlışlıkla selâm verirse veya hiç selâm vermezse; terk edilen
rükün son rek'atte ise onu yerine getirerek namazını tamamlar. Fakat terk edilen
rükün son rek'atten başka rek'atlerde ise ve son rek'atin rükûuna da
varmamışsa, eksik kalan rek'ati tamamlar. Son rek'atin rükûuna varmışsa eksik
kalan rek'ati lağveder, terk edilen rüknü de yerine getirmez. (Rükûun yerine
getirilmesi, başın rükûdan mutmain ve itidalli olarak kaldırılmasıyla olur.
Yalnız rükûun terkinde böyle değildir. Son rek'atin rükûuna gitmek, başı
sadece eğmekle yerini bulur.)
3. Niyeti
terk etmek veya lağvetmek.
4. Rükû veya
secde gibi fiilî bir rüknü kasıtlı olarak fazlaca yapmak.
5. Birinci
ve üçüncü rek'atlerde oturarak fazladan teşehhüdde bulunmak.
6. Kasden
veya unutarak kahkahayla gülmek.
7. Kasıtlı
olarak yeyip içmek.
8. Namazı
düzeltmekten başka bir gaye ile kasıtlı olarak konuşmak. Namazı düzeltmek
kasdıyla az miktarda konuşulursa namaz bâtıl olmaz. Fazla miktarda konuşulursa
namaz bâtıl olur.
9. Kasıtlı
olarak ses çıkarmak.
10. Kasden
ağızla üfürmek.
11. Kasden
az da olsa kusmak.
12. Namazın
tamamlanmasından şüpheli olarak selâm vermek.
13. Abdest
bozucu bir durumun namazdayken meydana gelmesi veya abdestin bozulduğunun
hatırlanması.
14.
Muğallaza avretin tamamının veya bir kısmının açılması.
15. Namaz
kılanın üzerine necaset düşmesi veya düştüğünün namaz esnasında bilinmesi.
16. Namaz
kılan kişinin İmamdan başkasının hatasını düzeltmek için “sübhanallah” demesi.
17. Namaz
cinsinden olmayan bir fiilin fazla miktarda işlenmesi.
18. Namazın
farzını tamamlamaya engel bir durumun meydana gelmesi. Meselâ, namazdaki
itmi'nânı engelleyen idrar sıkıştırması buna örnek olarak gösterilebilir.
19. Öğle ve
ikindi gibi, vakitleri müşterek namazlardan ikincisini kılmakta olan kişinin,
öğleyi kılmadığını hatırlaması halinde namazı bozulur. Bazıları da bozulmayacağını
ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte olanlar az miktarda kazaya kalan namazlarla
ilgili tafsilâtın burada da geçerli olduğunu söylemişlerdir.
20. Namaz
kılan kişi misafir de olsa, kesin olarak yanlışlıkla dört veya üç rek'atlı
namazlara dört rek'at daha eklerse; veya iki rek'atlı namazlarla vitir
namazına iki rek'at daha eklerse namazı bâtıl olur. Rek at sayısı belirli olan
nafilelere, meselâ bayram namazına bir misli daha ekleyenlerin namazları da
bozulur.
21. İmamla
birlikte bir rek'at olsun namaz kılmamış kişi, İmamın sehiv secdesi yapması
hâlinde kendisinin bu secdeyi yapmayarak ayağa kalkması ve üzerinde kalan
namazı tamamlaması gerekirken, İmamla birlikte sehiv secdesi yapması namazı
bozar. Bu secde, selâmdan önce de olsa sonra da olsa namazı bozar. İmamla
birlikte bir rek'at kılmış olan kişi, İmamın sehiv secdesi yapması hâlinde,
eğer bu secde selâmdan önce yapılıyorsa İmama uyarak sehiv secdesi yapar. Ondan
sonra da kalkıp eksik kalan namazını ikmâl eder. Bu secde, selâmdan sonra
yapılıyorsa, bu durumda sehiv secdesini İmamla birlikte yapmayıp erteler;
üzerinde kalan namazı tamamladıktan sonra sehiv secdesini yapar. Eğer eksik
kalan kısmı ikmâl etmeden sehiv secdesini yaparsa namazı bâtıl olur.
22. Hafif
bir sünneti, meselâ bir tekbiri veya tesmii terketmekten veya Kunut gibi bir
müstehabı okumamaktan ötürü selâmdan önce sehiv secdesi yapmak da namazı bozar.
23. Unutarak
namazın sünnetlerinden üç tanesini terketmek ve bunlar için sehiv secdesini
yapmayarak selâm verdikten ve örfe göre aradan uzun bir zaman geçtikten sonra
namaz kılmak bâtıl olur.
Hanbelîler: namazı
bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:
1. Namazın
cinsinden olmayan ve zaruretsiz olarak yapılan fazla miktardaki hareket,
2.
Afvedilmeyen necasetin namaz kılana bulaşıp da derhal giderilmemesi.
3. Kıbleye
sırt çevirmek.
4. Abdest
bozucu bir durumun meydana gelmesi.
5. Rüzgâr ve
benzeri sebeblerle elde olmayarak değil de, kasıtlı olarak avret yerinin
açılması ve derhal kapatılmaması.
6. Özürsüz
olarak bir şeye kuvvetlice yaslanılması ve yaslanılan bu dayanağın da çekilmesi
halinde namaz kılanın düşmesi.
7. Kıraata
başladıktan sonra birinci teşehhüde dönmek. Tabiî eğer bilinip hatırlanırsa
namaz bozulur.
8. Fiilî bir
rüknü, örneğin rükûu kasıtlı olarak fazla yapmak.
9. Bazı rükünleri
kasıtlı olarak diğerlerinden önceye almak.
10. Namazı
tamamlamadan önce kasıtlı olarak selâm vermek.
11. Düzgün
okumaya muktedir olmasına rağmen, mânâyı değiştirecek şekilde hatalı kıraatte
bulunmak. Örneğin Fâtiha'daki “en'amte” kelimesinin sonundaki “te” yi, “tü”
şeklinde okumak. Böyle yapmakla namaz bozulur.
12. Namazı
kesmeye niyet ederek ilk niyeti feshetmek.
13. Niyeti
feshedip etmemekte tereddüt etmek.
14. Bilfiil
feshetmemekle birlikte, niyeti feshetmeye azmetmek.
15. Namaz
amellerinden birini şüpheyle yapmakla, namazın niyetinde şüpheye düşmek. Meselâ
rükû veya secdeye giderken şüpheyle gitmek gibi.
16. İftitah
tekbirinde şüpheye düşmek.
17. Dünya
lezzetleri için duada bulunmak. Sözgelimi Allah'tan, kendisine güzel bir
câriye nasib etmesini dilemesi gibi.
18.
Allah'tan ve Rasûlullah'tan başkasına, hitap zamiri olan “kâf” ile hitabta
bulunmak.
19. Az veya
çok kahkahayla gülmek.
20. Az veya
çok konuşmak.
21. İmamdan
önce hareket etmek.
22. İmamın
namazının bozulması. Bu durumda ona uyanların namazı da bozulur. Ancak İmam,
unutarak abdestsiz namaz kıldırırsa, kimse de farkına varmazsa namaz bozulmaz.
23. İmama
uyan kişinin İmamdan önce kasden selâm vermesi.
24. İmama
uyan kişinin İmamdan önce sehven selâm vermesi ve selâmını da bundan sonra iade
etmemesi.
25. Yemek ve
içmek. Yalnız, unutan veya câhil bir kimsenin az miktarda yeyip içmesinin
namaza bir zararı olmaz. Eğer kasıtlı da olsa nafile namazlarda az miktarda bir
şey içmek de namazı bozmaz.
26. Ağızda
çözülen şeker ve benzeri şeyleri yutmak. Ancak unutarak veya bilmeyerek az
miktarda yutmuşsa namazı bozulmaz.
27. Gereksiz
yere boğazı temizlemek.
28.
Üflerken, üflemekten dolayı iki harf telâffuz edilirse namaz bozulur.
29. Allah
korkusundan başka bir sebeple ağlanması halinde iki harf kadar bir ses
telâffuzu vukûbulursa namaz bozulur. Ama baskın gelen ağlamaktan ötürü namaz
bozulmaz. Aynı şekilde öksürük ve aksırıp esneme kişiye baskın gelir de iki
harf kadar bir ses telâffuzu vukûbulursa namaz bozulmaz.
30. Oturarak
veya ayakta uyuyan kişinin az miktardaki konuşması namazı bâtıl etmez. Ama
oturup veya ayakta durma dışındaki bir halde uyuyan kişinin konuşması namazı
bâtıl eder.
Hanefiler:
namazı bozan şeyleri şu şekilde sıralamışlardır:
1. Tafsilâtı
daha önce geçen açık, yani harfleri düzgün ve işitilen bir konuşma namazı
bozar. Bu konuşma ister kasıtlı olsun, ister yanılarak, ister dalgınlık ve
bilgisizlik sonucu olsun, aynı hükme tâbidir.
2. Rasgele
konuşmalara benzer şekilde dualarda bulunmak. Sözgelimi; “Allah'ım, bana bir
elbise giydir” veya “Allah'ım, falan kadını bana kısmet et” veyahut da, “Allah'ım,
borcumu ödemekliğimi bana nasib eyle” gibi dualarda bulunmak namazı bâtıl eder.
3. Başkasına
tahiyyatta bulunmak kasdıyla, “aleyküm” dememekle beraber “es-selâmü” demekle
namaz bozulur. Bunu unutarak yapma halinde de hüküm aynıdır.
4. Verilen
selâmı unutarak da olsa dille almak. Çünkü bu da ibadet dışındaki konuşmalar
türündendir. Toka yaparak selâm almak da namazı bozar.
5. Fazla
miktarda hareket etmek.
6. Göğsü
kıbleden saptırmak.
7. Dışarıdan
ağza az da olsa bir şey alarak yemek veya içmek, namazı bozar.
8. Nohut
miktarı kadar az da olsa, diş aralarında kalmış yemek kalıntısını yemek de
namazı bozar.
9. Özürsüz
yere boğazı temizlemek. Bunda harf telâffuzu vukû bulduğu için namaz bozulur.
10. Toprağı
üflemek veya sıkıntıyı gidermek için “öf” demek. Aynı şekilde “ah” diye inlemek
de namazı bozar. Hasret belirtmek için “ooh” demek de namazı bâtıl eder.
11.
Vücuttaki bir ağrıdan, mal veya sevgiliyi kaybetmekten ötürü yüksek sesle
ağlamak namazı bozar.
12. Aksıran
kimseye “Yerhamükallah” demek.
13. Allah'ın
dengi var mıdır? diyen kimseye “Lâ ilahe illallah” demek.
14. Kötü
haber verilmesi dolayısıyla “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek namazı
bâtıl eder.
15. Vakit
genişse ve namaz kılan da tertib sahibiyse, bir kazanın zimmetinde kaldığını
hatırlamakla namazı bozulur. Yani kılmakta olduğu farz namazdan sonra beş vakit
kılmazsa namazı bâtıl olur. Kazaların kılınması bahsinde de anlatılacağı gibi
tertib ehli olmayan kimselerin bu durumda namaz kılmaları caizdir.
16.
Sevindirici bir haber alması hâlinde namaz kılan kişinin “Elhamdülillah” demesi
17.
Beğenilen bir şeyi görmesi hâlinde “Sübhânallah” veya “Lâ ilahe illallah”
demesi.
18. Cevâb
kasdıyla Kur'ân-ı Kerîm'den âyetler okuması. Meselâ;
a. Kitab
isteyen bir kimseye [257]âyetini
okuması.
b. Getirdiği
bir şeyi soran kimseye de [258]âyetini
okuması.
c. Bir şeyi
almak için izin isteyen birine [259]âyetini
okuması. Bu âyetlerle ve bunlara benzer diğer âyetleri okumakla cevâb
kastedilmez de sadece haber verme kastedilirse namaz bozulmaz.
19.
Teyemmümle namaz kılan kişinin son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce suyu
görmesi ve kullanmaya muktedir olması halinde namazı bozulur.
20. Kendisi
abdestli olup da, teyemmümlü bir İmamın peşinde farz kılan kimsenin bu durumda
farzı bâtıl olup nafileye dönüşür.
21. Son
ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce mesh müddetinin tamamlanması. Aynı
şekilde az bir amelle de mestlerin çıkarılması namazı bozar.
22. Ümmî bir
kimse okumuş birine tâbi değilse Kur'ân öğrenmesi. Bu öğrenmesi ister birinin
Kur'ân okuyup kendisinin dinlemesi, isterse bizzat kendisinin hatırlamasıyla
olsun, son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce namaz bozulur. Son ka'dede
teşehhüd miktarı oturduktan sonra başkasının okuyup kendisinin dinlemesiyle
öğrenmesi namazını bozmaz.
23. İmâ ile
namaz kılmakta olan kimse, secde ve rükû yapma gücünü bulur da namazının geri
kalan kısmım böylece kılarsa, bunu zayıf olarak kılmış olduğu kısmın üzerine
ekleyerek tamamlaması caiz olmaz.
24. Özürlü
veya ümmî olup İmamlığa ehliyet olmayan bir kimseye İmamın istihlaf etmesi.
25. Sabah
namazını kılarken güneşin doğması. Güneş kursunu görmek mümkün olmadığı
takdirde ışınlarını görmek de namazın bozulması için geçerli bir sebeptir.
26. Bayram namazlarından
birini kılmakta olan kişinin, güneşin tam tepe noktasına gelmesi halinde namazı
bozulur.
27. Cuma
namazını kılmakta olan kişinin, ikindi vaktinin girmesi dolayısıyla sıhhat
şartlarından birini, yani vakti kaçırdığından dolayı namazı bozulur.
28. İyileşen
yaranın üzerinden sargının düşmesi.
29. Özürlü
kimsede, özür sebebi dışında abdest bozucu bir durumun vuku bulması. Veya özür
sebebinin tam bir namaz vakti boyunca görülmesi de namazı bozar.
30. Kasıtlı
olarak abdest bozmak. Ama ileride anlatılacak şartların tahakkuk etmesi
halinde, hades halinin önceden vukubulmuş olması namazı bozmaz. Yani son
ka'dede teşehhüd miktarı bir süre geçtikten sonra hades halinin vuku bulması
namazı bâtıl etmez.
31.
Namazdayken bayılma veya aklını yitirme.
32. Bir
kimseye bakarak namazdayken cünüb olmak.
33. Namazda,
mak'adını sağlama alarak uyuyan bir kişinin, ihtılâm olmakla namazı bâtıl olur.
34.
Namazdayken kadınlarla aynı hizaya gelen kişinin namazı da bozulur. Bu husus,
bundan sonraki namazda kadınların hiza tutmaları bahsinde de izah edilecektir.
35. Kendisinde
hades halî vuku bulmuş kimsenin avretinin görünmesi. Taharet için mecbur da
kalsa, avret yerinin görülmesi halinde namazı bozulur. Örneğin kadının abdest için
kolunu sıvaması zamanında namazı bâtıl olur. Kendisinde hades hâli vukû bulan
bir kimsenin abdest almaya giderken veya dönerken kıraatta bulunması... Uyanık
olması hâlinde hades hâli vukûbulduktan sonra özürsüz olarak bir rükün edâ
edecek kadar beklemesi. Ama izdihamdan ötürü veya burun kanını durdurmak
nedeniyle beklerse namaz bozulmaz. Yakın bir suyu bırakıp da, abdest için
uzaktaki bir suya gidilirse ve arada iki saftan fazla bir mesafe varsa namaz
bozulur.
36. Namaz
kılan kişi, kendisinde namaza zıt bir hades halinin vuku bulduğunu zannederek
özürsüz yere mescidden çıkarsa namazı bozulur. Mescidden çıkmadığı takdirde
namazı bozulmaz. Abdestsiz olduğunu
veya mesh müddetinin sona erdiğini, ya da üzerinde bir kaza namazının kaldığını
veya kendisine bir necasetin bulaştığını zannederek mescidden çıkmakla birlikte
namazdaki yerinden ayrılan kişinin namazı bozulur.
37. İmama
uyan kişinin, İmamdan başka birine, kıraatta takıldığı yeri açması. Zîrâ burada
zarûretsiz öğretme söz konusudur. Ama İmam için açmasına gelince, İmam farz
olan kıraati yapmış olsa bile caizdir.
38. Namazda
başkasının takıntısını açmak veya başkasının emrine uymak da namazı bozar.
39. Kendi
kılmakta olduğu namazından başka bir namaza intikâl etmek niyetiyle tekbir
almak. Meselâ tek başına namaz kılmakta olan bir kişiye, İmama uyması için
seslenildiğinde veya bunun tersi olarak İmama uyarak namaz kılan bir kişinin
tek başına namaz kılması için kendisine seslenildiğinde, namazını değiştirmek
amacıyla tekbir alması namazı bozar. Veyahut da kılmakta olduğu bir farzdan
başka bir farza intikâl etmek veya bir farzdan nafile bir namaza, ya da
nafileden farza intikâl etmek niyetiyle tekbir alırsa namazı bozulur. Tabiî
namaz, bütün bunlar son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce vukubulursa
bozulur. Aksi takdirde muhtar olan görüşe göre bozulmaz.
40. Tekbir
alırken “Allahü” lâfzının hemzesini uzatmak.
41.
Ezberinde olmayan bir yeri Mushaf'a bakarak veya başkasının okumasını
tekrarlayarak okumak.
42. Avret
mahalli açık veya üzerinde namaza engel necasetlerden biri bulunarak bir rükün
edâ etmek veya böyle bir durumda bir rükün edâ edecek kadar zamanın geçmesi de
namazı bozar.
43. İmama
ortak olmayarak İmamdan önce bir rükün edâ etmek.
44. İmama
sonradan kavuşup namaz kılan kişi, İmamın selâm vermesinden sonra veya
teşehhüd miktarı oturup da, İmamın selâm vermesinden önce ayağa kalkarak
üzerinde kalan noksanlığı tamamlamaya başlar da, secdeye vardıktan sonra İmamın,
üzerinde sehiv secdesi olduğunu hatırlayarak secdeye varması halinde, bu
kişinin de İmama tâbi olarak sehiv secdesini yapması namazını bozar.
45. Namazın
aslî secdesinden sonra veya son ka'dede tilâvet secdesini hatırlayıp da secde
edikten sonra oturmayı iade etmemek.
46. Uyuyarak
edâ ettiği rüknü iade etmemek.
47. İmama
sonradan uyan kişinin İmamının, kasıtlı olmasa bile kahkahayla gülmesi.
48. Dört
rek'atli namazı iki rek'atli sanarak birinci teşehhudden sonra selâm vermek.
Meselâ öğle namazının dört rek'atlik farzını kılmakta olan kişi, cuma namazını
kıldığını sanarak birinci teşehhüdden sonra selam verirse namazı bozulur.
49. İmama
uyan kişinin ayaklarının, İmamınkınden ilende olması namazını bozar. Aynı
hizada olursa bozulmaz.[260]
İmama uyduğu halde bir
erkeğin yan tarafında veya önünde namaz kılan bir kadının namazının bâtıl
olmayacağı, aynı şekilde kendisiyle aynı hizada namaz kılan erkeklerin de
namazlarının bozulmayacağı hususunda Hânefîler dışındaki mezhebler görüş
birliği etmişlerdir. Hânefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hânefîler dediler ki: Bir erkeğin yan tarafında veya önünde İmama uyarak
namaz kılmakta olan bir kadının namazı, şu şartların gerçekleşmesiyle
bozulur:
1. Kadının
şehvetli olması. Eğer küçük ve şehvetsız ise, bunun namazda erkeklerle aynı
hizada bulunmasının bir sakıncası olmaz.
2. Kadının
bacak ve topuğunun, namaz kılan erkeklerle aynı hizada bulunması. Bacak ve
topuklarıyla onlardan geride bulunursa namazı sahih olur.
3. Kadının
bir rüknü edâ edecek veya bir rükün süresi kadar erkeklerle beraber aynı
hizada olması. İftitah tekbiri alırken erkeklerle aynı hizada olup sonradan
geriye çekilmesi, namazı bozmaz. Zira iftitah tekbiri namazın bir rüknü
olmadığı gibi, süresi de bir rükün süresi kadar değildir.
4. Bu durum,
cenaze namazında söz konusu değildir. Cenaze namazında kadının erkeklerle aynı
hizada bulunması namazı bozmaz. Aynı şekilde rükûsuz ve secdesiz diğer namazlar
da bu hükme tabidir.
5. Kadının İmama
uyması veya kendisiyle birlikte aynı İmama uyan erkeklerle bir hizada
bulunması, namazı bozar. Fakat kendisi bir
İmamın arkasında, hizasında bulunduğu erkek de başka bir İmamın arkasında olursa
bunun bir sakıncası olmaz.
6. Hizasında
bulunduğu erkekle kendisi arasında bir zira'lık veya dokuz ayaklık bir mesafe
bulunmaması.
7. Erkeğin
kadına, “geri dur” diye işaret etmemesi. Bu işareti yapar da kadın durmazsa
namaz bozulmaz.
8. Erkeğin
kadına İmam olmaya niyet etmesi gerekir. İmam olmaya niyet etmemesi halinde
namaz sahîh olmaz. İmamlığa niyet ettikten sonra kadının kendisiyle aynı hizada
bulunmasının namaza bir zararı olmaz.
9. Namaz
kıldıkları yerin aynı olması halinde bir hizada bulunurlarsa, namazları
bozulur. Fakat kadın yüksek bir yerde namaz kılarsa sahîh olur. Çünkü bu
durumda erkek ile kadın aynı hizaya gelmiş olmazlar. [261]
Namazla ilgisi olmayan
bir konuşmayı kasıtlı olarak sarfetme halin de mezheblerin ittifakıyla namaz
bozulur. Bu hususta Rasûlullah (s.a.s. şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz bu namazda insanların sözlerini konuşmak
uygun olmaz. Namaz ancak; tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktan ibarettir.” [262]
Namazı bozacak
konuşmanın sının, bazı hece harflerini kapsamasıdır. Ki bu durumda en azından
iki harfin telâffuz edilmiş olması, namazın bozulmasına sebep olur. Bu harfler
anlaşılmasa veya bunlardan biri anlaşılsa namaz yine bozulur. Meselâ “ı”
diyerek esreli bir “ayın” telâffuz eden kişi, aslında bir harf telâffuz etmiş
olur. Yalnız bunun lügatte bir mânâsı vardır, ki o da “muhafaza et” demektir.
Anlamı olmayan bir tek harfi telâffuz etmeye gelince; meselâ “c” demek, namazı
bozmaz. Anlamsız olan mühmel bir harfi telâffuz etmek gibi, anlamlı bir veya
daha fazla harfi kapsamayan sesleri çıkarmak da namazı bozmaz. Bu hükümde
Mâlikîler dışında diğer mezhebler ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerin buna ilişkin
görüşleri ise aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Namazı bozan konuşmanın sınırı, anlaşılır bir veya
daha fazla kelimenin telâffuzundan ibarettir. Bazısı anlaşılmasa bile mutlak
surette ses çıkarmanın namazı bozacağını ileri sürmüşlerdir.[263]
Namazla ilgisi olmayan
bir sözü unutarak konuşmak, Hanefî ve Hanbelîlere göre namazı bozar. Şâfiîlerle
Mâlikîler buna muhalefet etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Namazda unutarak konuşan kişinin namazı bozulmaz. Bu konuşma, az
olmak şartıyla selâmdan önce de olsa, sonra da olsa namazı bozmaz. Az
konuşmanın sınırı örfe göre, altı veya daha az sayıdaki kelimedir.
Malikiler dediler ki: Az olduktan sonra unutarak yapılan konuşma, namazı
bozmaz. Az veya çok konuşmanın sınırı, örfün tesbitiyle belirlenir. Yine
namazdaki konuşmanın selâmdan önce veya sonra olması arasında bir fark yoktur.
Bir kişi, namazı
bozacağını bilmeyerek namazla ilgisiz bir konuşmayı yaparsa, üç mezheb İmamının
ittifakına göre namazı bozulur. Bu kişinin âlimsiz olan İslâm ülkelerinden
uzaktaki bir yerde yaşaması veya âlimi olan İslâm ülkelerine ulaşması mümkün
olmayan bir yerde bulunmasıyla, İslâm ülkelerine ulaşması mümkün olan yerlerde
bulunması arasında bir fark sözkonusu değildir. Her halükârda namazı bozulur.
Şâfiîler bazı detaylar ileri sürerek bu görüşe muhalefet etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Câhil kimsenin az miktardaki konuşması namazını bozmaz. Yalnız bu
kişinin İslâm'a yeni girmiş olması veya din âlimlerinden uzak bir yerde
yetişmiş olması, korku veya parasızlıktan, yahut da geçindirmekle yükümlü
olduğu kimseleri zayi etmek endişesiyle kendini âlimlere ulaştıramamış olması
şarttır. Aksi takdirde namazı bozulur. Bilgisizlik mazeret değildir.
Bir başkası tarafından
konuşmaya zorlanan kişinin namazı da ittifakla bozulur. Namazda abdesti bozmayacak
kadar hafif şekilde uyuyan kişi, bu durumda konuşursa, üç mezheb İmamının
ittifakıyla namazı bozulur. Hanbelîler buna muhalefet ederek aykırı görüş
beyânında bulunmuşlardır.
Hanbeliler dediler ki: Bir kimse namazda uyurken konuşursa namazı bâtıl
olmaz.
Bu durumdaki bir
kişinin namazının bozulacağı kuvvetli delillerle desteklenmektedir. Zirâ
namazda uyuyup namazla ilgisi olmayan sözler sarfeden kişi, Rabbinden tam
olarak gafil kalmıştır; ki böyle bir kimsenin namazının da hiçbir kıymeti
kalmaz.[264]
İmam namaz
kıldırırken, namazla ilgili bir şeyi unutur da ona uyanlardan biri, “sen şunu
yapmayı unuttun” derse namazı, üç mezheb imamının ittifakıyla bozulur.
Mâlikîler bu hükme muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.
Malikiler dediler ki: Namazı düzeltmek kasdıyla, ister selâmdan önce,
isterse selâmdan sonra, İmamın veya İmama uyan kişinin veyahut da her ikisinin
konuşmaları namazı bozmaz. İmama uyan kişinin düzeltmek maksadıyla konuşması,
iki şartla namazı bozmaz:
1. Bu
konuşmanın örfe göre, kişiyi namazdan çıkartacak kadar çok olmaması gerekir. Ve
bu konuşmayı yapmak için de ihtiyaç olması şarttır.
2. İmamın,
“sübhânallah” demekteki maksadı anlamaması. İmama uyan kişinin çok konuşması
veya İmamın da “sübhânallah” dendiğinde maksadı anlaması namazı bozar. Meselâ
dört rek'atli namazın iki rek'atindc selâm veren, veyahut da dört rek'ati
kıldırdıktan sonra beşinci rek'ate kalkan İmama “sübhânallah” dendiğinde İmam,
bunun maksadını arılamazsa İmama uyan kişi bu durumda kendisine, “sen iki
rek'atte selâm verdin” veya “beşinci rek'atte kalktın” demesi caiz olur. Bu
anlattıklarımız, İmama uyan kişiyle ilgiliydi. İmama gelince; onun, namazı
düzeltmek amacıyla konuşması halinde namazı üç şartla bozulmaz: Birinci ve
ikinci şartlar, İmama uyan kişiyle ilgili şartların aynısıdır. Üçüncü şarta
gelince o da İmamın, kıldığı namaz hususunda kendi kalbinde şüphenin meydana
gelmemesidir. Kendisine uyanlardan birisinin namazı düzeltmek kasdıyla
konuşmasından şüpheye düşer, kendisi de buna hak verirse şüpheli hususu
bertaraf etmesi ve namazı da kendi kesin kanâatine göre tamamlaması, kimseden
de bir şey sormaması gerekir. Bu durumda cemaatten birine bir şey soracak
olursa namazı bozulur.
Selâm lafzı, namazı
bozmaz. Meselâ öğle namazının farzının iki rek'atini kıldıktan sonra unutarak
selâm veren kişinin namazı bu selâmından ötürü bozulmaz.[265]
Namaz kılan bir
kişinin, tehlikeli duruma düşecek olan âmâyı kurtarmak için konuşması hâlinde
namazı ittifakla bozulur. Bu durumdaki bir kişi, namazı kesip öylece
konuşmalıdır. Yamlarak konuşana gelince bu; dili Kur'an'daki kelimelerden başka
bir kelimeye kayarak telâffuz eden kişidir. Bu durumdaki bir kişinin namazı, Hanefîler
dışındaki diğer mezheblerin ittifakıyla bozulmaz.
Hanefîler:
Yanılarak dili Kur'an-ı Kerîm'in kelimelerinden başka bir kelimeye kayıp
telâffuz eden kişinin namazı bozulur demişlerdir.[266]
Boğazı temizlemek
kasdıyla, yapmacık olarak öksürme hâlinde iki veya daha fazla harf telâffuz
edilirse bakılır: Eğer bu, sesi güzelleştirip harflerin mahreçlerinin düzgün
olması ve okumanın mükemmelleşmesi veya İmamın okumasını düzeltmek gibi bir
ihtiyaçtan ötürü ise, namaz bozulmaz. Aynı şekilde, bunun bir refleksten ötürü
olması da Hanefî ve Hanbelîlere göre namazı bozmaz. Mâlikîlerİe Şâfiîler bu
hususta daha toleranslı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Malikiler dediler ki: Boğazı temizlemek, bazı harflerin telâffuzunu
kapsamadıktan sonra, bir ihtiyaçtan ötürü olsun veya olmasın namazı bozmaz.
Yeter ki bu çok olmasın ve namazı da oyuncak hâline getirmesin. Aksi takdirde
namaz bâtıl olur.
Şafiiler dediler ki: Geri yutulması mümkün olmadığı takdirde boğazı temizlemek için
yapmacık öksürmenin azı afvedilir. Ancak bu, kişide sürekli olarak bulunan bir
hastalık olup namaz kılabilecek kadar bir süre kesilmezse, bunun çoğu da namaza
zarar vermez. Aynı şekilde Fâtiha'yı okumak gibi, namazın sözlü rükünlerinden
birini telâffuz etmek mümkün olmazsa, bunu sağlamak için fazla miktarda
öksürerek boğazı temizlemenin namaza bir zararı olmaz. Ama sünnet olan bir şeyi
okumak mümkün olmazsa, bunu sağlamak için fazla miktarda öksürerek boğazı
temizlemek afvedilir şey değildir.[267]
Namazdayken
işitilebilir harfleri kapsayan inleyip ağlamalar, ahlar ve oflar namazı bozar.
Yalnız bunlar, Allah korkusundan veya hastalıktan ötürü olur da geri
çevrilemezse namazı bozmazlar. Hanefîlerle Hanbelîler, bu hükümde görüş birliği
etmişlerdir. Mâlikîlerle Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri ise aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Ağlayıp inlemeler ve of çekmeler bir ağrıdan veya
Allah korkusundan kaynaklanırsa namazı bozmazlar. Yalnız, bir ağrıdan
kaynaklanan fazla miktardaki inleme namazı bozar. Fazla olmadığı takdirde
konuşma hükmüne tâbi olur. Unutarak ve az miktarda vukû bulursa namazı bozmaz.
Namazı düzeltmekten başka bir gaye için veya kasıtlı olarak yapılırsa namazı
bozar.
Şafiiler dediler ki: İnleme, ah. ve of çekmelerden ötürü iki ve daha fazla harf telâffuz edilirse
şu üç durum söz konusu olur:
1. Bunların
kişiyi zorlaması ve geri çevrilmemesi durumunda örfe göre az miktarda olursa
muaf sayılır. Çok olursa, âhiret korkusundan dolayı olsa bile muaf sayılmaz.
2. Bunlar
kişiye baskın gelmeyip zorlamazsa, azı da çoğu da muaf sayılmaz.
3. Örfe göre
çok olmaları. Bu durumda bunların azı da muaf sayılmaz. Ancak kişide devamlı
olarak bulunursa zaruretten dolayı namaza zararı olmaz. İleride de
anlatılacağı gibi geğirme, aksırma ve esneme de bu hükme tâbidir.[268]
Namazdayken namazla
ilgisi olmayan sözlere benzer duaları okumak, mezheblerin ileri sürdükleri
tafsilat doğrultusunda namazı bozar.
Hanefiler dediler ki: İnsanların sözlerine benzer dualarda bulunmak namazı
bozar. Bunu şöylece formüle edebiliriz: Kur'an-ı Kerîm'de ve Sünnet'te
bulunmayan dualar ve kullardan istenilmesi mümkün olan taleblerdir. Buna göre
namaz kılan kişi Kur'an-ı Kerîm'de ve hadîslerde mevcûd olmayan ve fakat sadece
Allah'tan istenebilecek taleblerde de bulunarak duâ edebilir. Örneğin bol rızık
istemek, mal ve evlâdın bereketli olmasını dilemek gibi. Bunlar sadece
Allah'tan işlenebilen şeyler olduklarından namazdayken bu duaları okumak
namazı bozmaz. Ama kullardan istenmesi mümkün olan istekler için Allah'tan
talebte bulunmak namazı bozar. Örneğin, “Allah'ım, bana bir elma yedir” veya “Allah'ım,
falan kadını bana eş olarak ver” diye duada bulunmak namazı bozar.
Malikiler dediler ki: Namazdayken dünya ve âhiretin hayırlarını taleb ederek
duada bulunmak namazı bozmaz. Ama kullardan istenebilen şeyi Allah'tan istemek
namazı bozar. “Allahım, bana bir elma yedir” diye duâ etmek gibi.
Şafiiler dediler ki: Haram ve imkânsız olan veya şarta bağlı dualar okumak namazı bozar.
Bunların dışında dünya ve âhiret hayırlarından herhangi birini istemek
kasdiyla duada bulunmak caizdir. Yalnız bu tür dualarda bulunurken de Allah ve
Rasûlünden başkasına hitab etmemek şarttır. Allah ve Rasûlünden başkasına
hitabta bulunulduğu takdirde, hitab edilen kişi veya varlık, akıllı da olsa
akılsız da olsa, namaz bozulur. Meselâ aksıran kişiye, “Allah sana merhamet
etsin” anlamına gelen “Yerhamükallah” diyen veya yere hitaben, “Senin de benim
de Rabbim Allah'tır. Senin ve sendeki varlıkların kötülüklerinden Allah'a
sığınırım” diyen kimsenin namazı bozulur.
Hanbeliler dediler ki: Kitab ve sünnette bulunmayan ve âhiretle alâkası
olmayan duaları okumak namazı bozar. Meselâ dünya ihtiyaç ve lezzetlerine
ilişkin şöyle bir duada bulunmak namazı bozar: “Allah'ım! Bana güzel bir
câriye, şahane ve büyük bir saray, güzel süs eşyaları kısmet et”. Hitab zamiri
(Sen:) harfini kullanmak şartıyla belirli bir kişi için duada bulunmak namazı
bozmaz. Meselâ, “Allah'ım falan kişiye rahmet et” denilirse bunun bir
sakıncası olmaz. Ama, “Ey kişi, Allah sana rahmet etsin” denilirse namaz
bozulur.[269]
İmama uyan kişi kendi İmamından
başka bir İmamın hatasını açarsa namazı bozulur. Diyelim ki bir kişi, İmamın
peşinde namaz kılarken kendi yanısıra bir başka İmamın da namaz kıldırmakta
olduğunu görür; İkinci İmam hatalı okur veya okumaktan âciz kalıp takılırsa
diğer kişinin onun hatasını açması caiz olmaz. Çünkü o kendi İmamıyla
bağlantılı olup başka namaz kılanlarla ilgili değildir. Mezheblerin buna
ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmam bir âyeti unutursa, meselâ kıraatte duraklar
veya tereddüde düşerse, kendisine tâbi olanlardan bir kişinin hatasını açması
caiz olur. Hatasını açmak kastıyla kıraatte yol gösteren kişi, bununla,
okumaya değil de sadece İmama rehber olmaya niyet etmelidir. Zîrâ İmamın ardı
sıra kıraatte bulunmak tahrîmen mekruhtur. İmamın kıraatte takılması halinde, İmama
uyan kişinin, açmada acele davranması mekruh olduğu gibi, İmamın da kendisine
uyan kişiyi rehberlik etmeye mecbur bırakması mekruh olur. İmamın takılması
hâlinde bir başka sûreye geçmesi, ya da farz veya vâcib miktarda kıraatte
bulunmuşsa rükûa gitmesi gerekir. İmama uyan kişinin kendi İmamından başkasının
kıraatini veya kendi namazından başka bir namazı tekbaşına kılan kişinin
hatasını açması halinde namazı bozulur. Yalnız bu durumda açma kasdiyla değil
de, kendi kendine okuma niyetiyle okursa namazı bozulmaz. Ama tahrîmen mekruh
bir davranışta bulunmuş olur. Kendi başına namaz kılan kişinin, bir başkasının
takıntısını açmak kasdiyla rehberlik etmesi halinde namazı bozulur. Yalnız, İmam,
kendisine uyanın hatasını açarsa namazı bozulmaz. İmama uyan veya tekbaşına
namaz kılan kişi kıraatte takılır, başkası da kendisinin hatasını açar ve
kendisi de bu rehberliğe uyarsa namazı bozulur. Ama doğru olan kıraati kendiliğinden
hatırlayacak olursa namazı bozulmaz. Aynı şekilde, kıraat hususunda başkasının
emrine itaat eden veya fiilî bir rükünde başkasına uyan kişinin namazı
bozulur. Meselâ ön safta boşluk varsa ve namazdayken kendisine öndeki boşluğu
doldurması emredilir de o da bu emre uyarsa namazı bozulur. Bu durumdaki bir
kişinin, safın doldurulmasına ilişkin emri yerine getirmemesi, aksine bir
müddet bekledikten sonra kendiliğinden bu boşluğu doldurması gerekir.
Malikiler dediler ki: İmamın hatasını açmakla namaz bozulmaz. İmam kıraatte
duraklar da, bu duraklayışla hatasını açma talebinde bulunduğunu belli ederse,
kendisine uyan kişi, hatasını açar. Ama kıraatta duraklayıp da tereddüd
etmeyip açma talebinde bulunmazsa, bu durumda hatasını açmak mekruh olur.
Birinci durumda vâcib olan kıraat, meselâ Fatiha tamamlanmamışsa ve ancak
hatayı açmakla tamamlanacaksa İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması vâcib
olur. Fatiha okunmuş olur da ondan sonraki âyetlerin okunabilmesi için açmak
gerekliyse bu durumda İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması sünnet olur.
Fâtiha'dan sonraki sûrenin tamamlanması, hatanın açılmasına bağlıysa bu
durumda İmama uyan kişinin, İmamın hatasını açması mendub olur. İmama uyan
kişinin namazda olsun olmasın başkasının kıraatteki hatasını açması namazını
bozar.
Şafiiler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamın kiraatta susması şartıyla hatasını açması
caizdir. İmam susmayıp da kıraatta ileri geri gidip gelirse kendisine uyan
kişinin, hatasını açması caiz olmaz. Bu durumda hatasını açarsa kıraatta
muvâlâti gerçekleştirmiş olmaz. Hatasını açan kişinin sadece okumayı
kasdetmesi veya okumayla birlikte açmayı kasdetmesi gereklidir. Sadece açma
kasdını güder veya hiçbir şeye niyet etmeksizin açarsa namazı bozulur. İmamdan
başka kimselerin -bunlar ister İmama uyan diğer kimseler olsun, ister İmama
uymayan kimseler olsun- hatalarını açmak, kıraatta muvâlâtı, yani
fasilasizliğı haleldar etmiş olur. Ki bu durumdaki kişi, bildirmekle birlikte
zikri kasdetmişse kıraate yeniden başlaması îcâb eder. Şayet hatasını
bildirmekle zikri kasdetmemişse namazı bozulur.
Hanbeliler dediler ki: İmama uyan kişinin, İmamının kıraatta takılıp
kalması veya hata etmesi halinde açması caizdir. Fatiha, namazın sıhhatini
sağladığından İmam, Fâtiha'da takılıp kalır veya yanlış okursa kendisine uyan
kişinin açması vâcib olur. İmama uyan kişinin kendi İmamından başka birinin hatasını
namazda olsun olmasın açması, ortada bir ihtiyaç olmadığından ötürü mekruhtur.
Açsa da namazı bozulmaz. Zîrâ hatayı açarken meşru bir kelâm sarf etmiş
olmaktadır.[270]
İmamın namazda
bulunduğunu kendisine bildirmek veya düştüğü hatayı düzeltmek için “sübhânallah”
demek namazı bozmaz. Namazda vârid olmayan tesbih, tehlil ve zikirlerde
bulunmak veya herhangi bir maksadı dile getirmek için Kur'an âyetlerinden
birini okumanın namazı bozacağına ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri
aşağıya alınmıştir.
Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, tesbih veya tekbir ile telâffuzda
bulunur veya Allah adı anıldığında namazdayken “celle celâlühü” derse veya
Peygamber Efendimizin adı anıldığında salât getirirse, Kur'an âyetlerini okuyup
tamamladıktan sonra, “Yüce Allah doğru söyledi” anlamına gelen “Sadakallahü'1-Azîm”
derse veya müezzinin söylediklerini aynıyla tekrar eder, bunlarla da herhangi
bir şeye cevap vermeyi kasdederse namazı bozulur. Hiçbir kasıt gütmese de
namazı bozulur. Zikir, övgü veya okumak kasdıyla okursa namazı bozulmaz. Yine
herhangi bir maksadı ifade etmek, meselâ yanındaki bir kitabı alması için adı
Yahya olan bir kişiye,
“Ey Yahya,
kitabı kuvvetle tut” [271]âyetini
okuyan veya bulunduğu yere girmek için izin isteyen kişiye hitaben
namazdayken;
“Oraya selâmetle emîn olarak girin” [272]âyetini
okuyan veya kendisi namazda olduğu halde ne gibi malların vardır? diye soran
birine hitâben,
“Onlara binmeniz ve süs için katırlar, atlar ve
merkepler...” [273]âyetini
okursa namazı bozulur. Ama bunları sadece okuma kasdıyla telâffuz ederse namazı
bozulmaz.
Aynı şekilde,
namazdayken kötü bir haber işiten kişinin “La havle velâ kuvvete illâ billâh”
demesi veya hoşuna giden bir durumla karşılaşması halinde “sübhânallah” demesi
veyahut da korktuğu bir durumla karşılaşması halinde “Bismillah” demesi veya
bir kişi için duâ ya da bedduada bulunması namazı bozar. Bunları telâffuz
etmekle sırf zikir ve sena gayesini güderse namazı bozulmaz. Aynı şekilde
birinin yapmakta olduğu bir işe engel olmak için tesbih veya tehlil yaparken
sesi yüksetmek de namazı bozar. Ama okuyarak değil de sırf sesi yükseltmekle
bir işe engel olmak isteyen kişinin namazı bozulmaz. İmamın düştüğü hatayı
düzeltmek veya namazda olduğunu hatırlatmak kastıyla tesbihte bulunmak bundan
istisna edilmiş olup namaza zarar vermez. Buna ilişkin olarak Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden birinize namazda bir durum isabet ettiğinde tesbihte
bulunsun.”
Malikiler dediler ki: Mahallinde olmak şartıyla namaz kılmakta olan bir
kişinin başkasına herhangi bir maksadı anlatmak niyetiyle Kur'an-ı Kerimden
âyet okuması namazını bozmaz. Meselâ kıraat esnasında bir kişi, namaz kılanın
yanına girmek için izin ister, bu izin isteği de Fâtiha'yı tamamladığı ana
rastlarsa, Fâtiha'dan sonraki kıraatte:
“Oraya selâmetle emîn olarak giriniz” [274]âyetiyle
başlarsa bunun namaza bir zararı olmaz. Ama izin isteği, mahallinden başka
yerlerde, meselâ rükû veya secde halinde veyahut da Fâtiha'yı tamamlamadan
önce vuku bulursa bu esnada anılan âyeti cevab olarak okumak namazı bozar. Bu
durumda tesbih veya tehlîl ile veya halvele ile, yani; “Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh” demekle namaz bozulmaz. Zîrâ bu gibi lafızları, namazın her kısmında
söylemek mümkündür.
Hanbeliler dediler ki: Tesbih, tehlîl veya zikirle herhangi bir maksadı ifade
etmek namazı bozmaz. Meselâ beğendiği bir şeyi gören kişi “sübhânallah” derse
veya bir musîbetle karşılaşan kişi, “Lahavle velâ kuvvete illâ billâh” derse
veya acı çeken kişi “bismillah” derse, bu gibi durumlarda namazı bozulmaz.
Sadece mekruh bir fiil işlenmiş olur. Ama ismi anıldığında Peygamber
Efendimize salât getirmek, yalnızca nafile namazlarda müstehab olar. Farz
namazlarda salât getirmesi kişiden istenmez. Salât getirse de namazı bozulmaz.
Yine herhangi bir maksadı ifade etmek için Kur'an-i Kerîm'den âyet okumak da
namazı bozmaz. Meselâ namaz kılmakta olan kişinin yanına girmek için izin
isteyen birine “Oraya selâmetle emin
olarak giriniz” [275]mealindeki
âyet-i kerîmeyi okuyan veya ismi Yahya olan bir kimseye Meryem sûresinin 12.
âyetini okuyan kişinin namazı bozulmaz. Ama Kur'an-ı Kerîm'den bazı kelimeleri
telâffuz eder de, bu kelimeler, insanların sözlerinden ayirdedilemezse, meselâ
adı İbrahim olan bir kimseye “Yâ İbrâhîm” diye hitâb eden kişinin namazı
bozulur.
Şafiiler dediler ki: Namaz kılan kişi başkasına bir durumu anlatmak kasdı ile Kur'an-ı
Kerîm'den âyet okursa namazı bozulur. Hiçbir maksat gütmeksizin okusa bile
namazı yine bozulur. Ama okuma kasdıyla birlikte başkasına bir şey anlatmayı da
amaç edinirse namazı bozulmaz. Aynı şekilde, namaz kılmakta olan bir kişi,
kendisinden izin istenmesi halinde “sübhânallah” derse veya İmama uyarak namaz
kılan kişi, kendi İmamının hatasını düzeltmek için tesbihte bulunursa, veyahut
da korktuğu bir durumla karşılaşması halinde “Allah” derse; bu durumda zikri
kasteder veya zikirle birlikte îkâz maksadını güderse namazı bozulmaz. Ama
sadece ikâz maksadını güder veya hiçbir maksada bağlı olmaksızın bunları
telâffuz ederse namazı bozulur. Ama bir âyetin okunduğunu duyduğu anda “Sadakallahü'l-azîm”
derse, veya kötü bir haber duyduğunda “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah”
derse, maksadı ne olursa olsun namazı bozulmaz. Zîrâ bu ifadelerde Allah'a
övgüden başka bir mânâ yoktur. Fakat bunlar okunduğunda kıraatte muvâlât
şartına halel geldiğinden ötürü, kıraate yeniden başlaması îcâb eder. Yine
bunun gibi, müezzinin söylediklerinin aynısını tekrarlayan kişinin de kıraate
yeniden başlaması îcâb eder.
İmama uyan kişi,
imanlının, “Biz ancak sana ibâdet eder ve
ancak senden yardım dileriz” [276]âyetini
okuduğunu duyduğunda aynısını tekrarlar veya onun sözünü hikâye ederek, Allah'dan
yardım diledik” veya, “Allah'tan yardım dileriz” der, bundan da okuma veya duâ
kasdı gütmezse namazı bozulur. Aksi takdirde namazı bozulmaz. Aslında bunları
yapması, yasaklanmış bir bid'attır. Peygamber Efendimizin isminin zikredilmesi
anında “Allahümme salli alâ Muhammed” derse, kıraatte muvâlât şartına halel
getirmiş olur ve kıraate yeniden başlaması icâb eder. Fakat namazı bozulmaz.
Salât getirirken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in ismini anmadan yalnızca
zamirle yetinirse, yani “Allahümme salli aleyh” derse, bu durumda muvâlât
şartına halel gelmeyeceği gibi, namazı da bozulmaz. [277]
Aksıran kimseye hayır
duasında bulunmak da namazı bozan konuşmalardandır. Kişi namazdayken yanıbaşında
aksıran birine hitâb zamiri olan “ke” (sen) harfini kullanarak, “Allah sana
rahmet etsin” anlamına gelen “Yerhamükallah” derse namazı bozulur. Ama hitâb
zamirini kul-lanmaksızin “Yerhamühullah” veya “Yerhamünâllah” derse namazı,
Şafiî ve Hanbelîlere göre bozulmaz. Mâliki ve Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, yanibaşmda aksıran kişiye hayır
duasında bulunursa mutlak surette namazı bozulur. İster kendisine hitâb zamiri
olan “ke” harfiyle
“Yerhamükallah” desin, ister “Yerhamühullâh” desin namazı bozulur.
Namaz kılan kişi, bizzat kendisi aksırır da kendi kendine, “Yerhamünîyallah”
(Allah bana rahmet etsin), veya nefsine hitaben, “Yerhamükallah” derse namazı
bozulmaz.
Malikiler dediler ki: Aksırana dille hayır duada bulunan kişinin namazı
mutlak surette bozulur.[278]
Namaz kılan kişiye
birisi selâm verir, o da diliyle bu selâma karşılık verirse namazı bozulur. Ama
işaretle karşılık verirse namazı bozulmaz. Bunda ittifak vardır. Yalnız, namaz
kılan kişinin işaretle de olsa selâma karşılık vermesi şart değildir. Mâlikîler
bu görüşe muhaliftirler.
Malikiler dediler ki: Kuvvetli görüşe göre namaz kılan kışının selâma
işaretle karşılık vermesi vâcibtir.[279]
Öksürme, aksırma,
esneme ve geğirme ile namaz bozulmaz. Bunlar bazı harfleri içerseler bile
zaruretten dolayı Mâlİkîve Hanbelîlere göre namazı bozmazlar. Şafiî ve
Hanefîlerin bu konuya ilişkin görüşleri ise aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bu sayılan şeyler namazı bozmazlar. Ancak bunlar
vukûbulduklarmda, kişinin kendini tabiatının gerektirdiğinden fazla olarak harf
çıkarmaya zorlamaması gerekir. Meselâ esneyen kişinin normalden fazla olarak
“Haaahh... Haaaahh...” demesi veya aksıran kişinin normal aksırmanın
gerektirmediği harfleri telâffuz etmesi halinde namazı bozulur.
Şafiiler dediler ki: Bu sayılan şeylerin hükmü, inleme ve “oooh” demenin hükmü gibidir. Ki
buna ilişkin tafsilât daha önce verilmiştir. Bunlar kişiye baskın gelir de,
geri çevrilemezlerse örfe göre az olanları muaf sayılır. Ama geri çevrilmesi
mümkün olanları geri çevirmezse namazı bozulur.[280]
Namaz cinsinden
olmayan fazla hareket (amel-i kesîr) namaz: bozar. “Amel-i kesîr”; onu yapana
bakan birine, namazda değilmiş intibaını veren fazla miktardaki harekettir.
Namazı bozan amel-i kesîrin ölçüsü, Mâlikî ve Hanbelîlere göre budur. Şafiî ve
Hanefîlere gelince, onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Amel-i kesiri kesin olarak peşpeşe atılan üç adımla veya bu mânâdaki
büyük bir sıçramayla sınırlandırmışlardır. Peşpeşe atılmasından kasıt,
adımların birini diğerinden ayrı olarak atmamasıdır. Bir mazerete dayalı
olmadığı takdirde amel-i kesîr namazı bozar. Meselâ namaz kılan kişi vakit
daralmasından önce namazın sığabileceği bir zaman boyunca hareket etmeden
sabredemiyeceği bir hastalığa müptelâ ise, bu durumda amel-i kesir namazı
bozar. Vakit daraldıktan sonra kılarken amel-i kesirde bulunsa namazı
bozulmaz.
Hanefiler dediler ki: Amel-i kesîr, onu yapan kişiye bakanın kesin kanaat
getirdiği bir harekettir. Eğer namazda olduğunu veya olmadığını birbirine karıştırırsa
sahih görüşe göre bu, az olan bir ameldir.
Amel-i kesîr kasıtlı
da olsa, unutarak veya yanılarak da olsa, işlendiği takdirde namazı bozar.
Az amele gelince o,
amel-i kesirden daha azdır ve üç mezheb İmamının ittifakıyla onu yapan kişinin
namazı bozulmaz. Mâlikîierİn buna ilişkin görüşü aşağıda verilmiştir.
Malikiler dediler ki: Amel-i kesîrden az olan ameller iki kısımdır.
1. Orta
derecedeki amel. Meselâ kişinin namazdan ayrılması gibi. Bunu kasıtlı olarak
yapanın namazı bozulur. Dalgınlık sonucu Yapanın namazı bozulmaz.
2. Gerçekten
az miktarda olan amel. İşarette bulunmak veya cildi kaşımak gibi. Bunun kasıtlı
veya dalgınlıkla yapılması arasında bir fark olmayıp iki durumda da namaz
bozulmaz.
Rükû ve secde gibi namaz
cinsinden olan bir amel, fazladan yapıldığı takdirde kasıtlı yapılmışsa azı
da, çoğu da namazı bozar. Sehven yapılırsa azı da, çoğu da, mutlak olarak
namazı bozmaz. Namazın sözlü rükünlerinden birini, meselâ Fâtiha'yı fazladan
ikinci defa okumak kasde bağlı olsa da namazı bozmaz. Ancak sehiv secdesini
gerektirir. Mâltkîler dışındaki diğer mezhebler bu hususta görüş birliği
etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Fazla olması hâlinde namaz, kendi cinsinden amellerle
de bozulur. Çokluğun sınırı, dört ve iki rek'atli namazları bir misli
arttırmaktır. Meselâ öğle namazının farzını sekiz rek'at, sabah namazının
farzını dört rek'at kılmak. Üç rek'atlik namazı dört rek'at olarak kılmak gibi.
Bayram namazı, sabah namazının sünneti gibi rek'at sayısı belirli nafileleri
bir misli fazla kılmak da bu hükme tâbidir. Vitir böyle değildir. O, her ne
kadar rek'at sayısı belirli ise de, bir rek'at fazla kılmakla değil de, iki
rek'at fazla kılmakla bâtıl olur. Rek'at sayısı belirli olmayan, iki rek'at
hâlinde kılınan nafile namazlar, fazla kılınmakla bâtıl olmazlar. Nitekim
fazlalık, az olduğu takdirde anılanlardan başka namazları da bâtıl etmezler. Meselâ
dört rek'atli bir namazı iki veya üç rek'at fazlasıyla kılmak gibi.[281]
Kıbleden dönmekle
namaz bozulur. Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin ayaklan kıbleden sapmadıkça,
kendisinin kıbleden dönmesi namazını bozmaz.
Hanbeliler dediler ki: Namaz kılan kişi, tümüyle kıbleden dönmedikçe namazı
bozulmaz.
Hanefiler dediler ki: Kişi mecbur kalarak göğsüyle kıbleden döner ve bu
haliyle namazın bir rüknü kadar beklerse, namazı bozulur. Bir rükün kadar
beklemezse bozulmaz. Bir özürden olmayıp kendi iradesiyle göğsünü kıbleden
çevirirse, bu çevirme, açısı az da olsa çok da olsa, namazı bozar. Bir
mazeretten ötürü çevirirse namazı bozulmaz.
Şafiiler dediler ki: Başkası tarafından zorla çevrilerek bile olsa göğsüyle kıbleden dönen
kişi, hemencecik kıbleye dönse de namazı bozulur. Bilmeyerek veya unutarak
dönen kişi, hemen eski vaziyetini alırsa namazı bozulmaz.
Yine mezheblerin
verdikleri tafsîlât çerçevesi içinde namazdayken yeyip içmek de namazı bozar.
Hanefiler dediler ki: Namazdayken kasıtlı da olsa unutarak da olsa, az
veya çok yeme-içme namazı bozar. Bir susam tanesi bile olsa, ağza alınırsa veya
bir yağmur damlası ağza düşüp yutulursa namaz bozulur. Ama namazdan önce yemek
yeyip de dişler arasında nohuttan az bir kalıntı kalırsa, bunu namazda
yutmakla namaz bozulmaz. Namazdan önce ağızda kalmış nohuttan az miktardaki
yemek kalıntısını en azından üç defa peşpeşe çiğneyip yutmakla namaz bozulur.
Ağızda çözülen şeker ve tatlıyı yutup da mideye ulaştırma halinde namaz yine
bozulur.
Malikiler dediler ki: Kasıtlı olarak çok miktarda yeyip içmek na mazı
bozar. Çok miktardaki yemek, bir lokma kadar olandır. Az miktardaki yemekse
bir “tane” kadar olandır. Diş arasında kalan yemek birikintisi çiğnenerek
yutulsa bile namaz bozulmaz. Çünkü bu durumda çiğnemek, kuvvetli görüşe göre
amel-i kesir sayılmaz. Aynı şekilde yerden alman çiğnemeksizin yutulursa namaz
bozulmaz. Unutarak yemek-içmek, kuvvetli görüşe göre namazı bozmaz. Yalnız
selâmdan sonra sehiv secdesi yapmak gerekir. Ama hem yeme, hem içme vukû bulmuşsa
veya bunlardan sadece birisi vukûbulmuş da yanlışlıkla selâm verilmişse, bu
durumda namaz bozulur.
Şafiiler dediler ki: Az olsun çok olsun, çiğnemeksizin de olsa namaz kılanın midesine inen
yiyecek ve içecekler namazı bozar. Tabiî namaz kılan kişi, namazdayken
zorlanarak da olsa yeme ve içmenin haram olduğunu bilerek yerse namazı
bozulur. Ama unutarak veya namazda haram olduğunu bilmeyerek yeyip içen kişi
mazur sayılır. Veyahut da namazda olduğunu unutarak az miktarda yeyip içenin
namazı bozulmaz. Yutmaksızın çiğnemeye gelince bu, amel-i kesîr hükmüne
tâbidir. Çok olursa namazı bozar; az olursa bozmaz. Diş arasındaki yemek
birikintileri tükürükle beraber boğazdan açağı iner de, eğer yemeği ağzındaki
tükürükten ayırıp dışarı atmazsa bunun namaza bir zararı dokunmaz. Ağızda
eriyen şeker ve benzeri şeyler, mideye gitmekle namazı bozarlar.
Hanbeliler dediler ki: Namazdayken fazlamiktardaki yeme ve içme namazı
bozar. Az miktardaki yeme-içme, unutarak değil de kasıtlı olarak vukû bulursa
namaz bozulur. Diş aralarında kalan yemek birikintileri çiğneme olmaksızın,
tükürükle birlikte mideye inerse namaz bozulmaz. Az veya çok miktardaki
yeme-içmenin ölçüsü, örfün tesbitine göredir. Ağızda şeker ve diğer tatlıların
erimesi hâlinde bunları yutmak da yemeğin hükmüne tâbi olarak namazı bozar.
Ancak bu gibi şeyler unutularak yenilir ve az miktarda olurlarsa namazı
bozmazlar.[282]
Namazdayken abdest,
gusül, teyemmüm, mesh veya cebireyi bozucu bir durum meydana gelir de, namaz
kılan kişi henüz selâm verip namazı tamamlamamış olursa namaz bozulur.
Hanefîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Abdest, teyemmüm, gusül, mesh ve cebireyi bozan bu
durumlar, son ka'dede teşehhüd miktarı oturmadan önce vukûbulursa namazı
bozarlar. Ama son ka'dede teşehhüd miktarı oturduktan sonra vukûbulurlarsa,
kuvvetli görüşe göre namazı bozmazlar.
Namaz kılanın,
kendisinin veya yanıbaşındaki birinin duyabileceği kadar kahkahayla gülmesi de
mutlak surette namazını bozar. Bu kahkaha az da olsa çok da olsa, kasıtlı da
olsa unutarak da olsa, bazı harflerin telâffuzunu içerse de içermese de,
Mâlikî ve Hanbelîlere göre namazı bozar. Hanefî ve Şâfîiler bu hükme muhalefet
etmişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Son ka'dede
teşehhüd miktarı oturmadan önce kahkahayla gülünürse namaz bozulur. Ama son
kadede teşehhüd miktarı oturduktan sonra kahkahayla gülünürse, bu durumda her
ne kadar abdest bozulsa da, namaz tamamlanmış olduğundan bozulmaz.
Şafiiler dediler ki: Kahkahayla gülündüğünde iki veya daha fazla veyahut da anlaşılan bir
harf açığa çıkarsa namaz bozulur. Bu durumda namazın bozulması kahkahadan
değil de, kahkahayla birlikte telâffuz edilen harften ötürüdür. Ki bu da namaz
kılanın kendi insiyatifiyle vukû bulmuştur. Gülmesi baskın gelen kişinin, çok
gülmediği takdirde namazı bozulmaz. Aksi takdirde namazı bozulur.[283]
İmama uyan kişi
kasıtlı olarak İmamdan önce bir rükün edâ ederse namazı bozulur. Meselâ İmam
rükûa gitmeden önce, İmama uyan kişi rükûa gidip rükûdan kalkarsa namazı
bozulur. Bunu sehven yapmışsa tekrar İmama döner. Bu durumda Mâlikî ve
Hanbelîlere göre namazı da bozulmaz. Hanefî ve Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İmama uyan kişi namazın bir rüknünü kasıtlı olarak
veya yanlışlıkla İmamdan önce edâ ederse ve bunu tekrar İmamla birlikte veya İmamdan
sonra iade etmez de, İmamla birlikte selâm verirse namazı bozulur. Ama İmamla
birlikte veya İmamdan sonra iade eder ve İmamla birlikte selâm verirse namazı
bozulmaz. Nitekim bu hususun izahı, cemâatle namaz bahsinde de yapılacaktır.
Şafiiler dediler ki: Özürsüz olarak İmamdan önce iki fiilî rüknü edâ eden kişinin namazı
bozulmaz. Aynı şekilde kasıtlı olarak, kıraat hususunda veya başka bir rükünde
İmamdan geri kalan kişinin de namazı bozulmaz. Nitekim cemaatle namaz bahsinde
de bu husus izah edilecektir.
Teyemmümle namaz
kılmakta olan kişi, kullanmaya muktedir olacağı bir su bulduğu takdirde
namazı, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâta göre bozulur.
Hanbeliler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında
su bulur da onu kullanmaya muktedir olursa mutlak surette namazı bozulur.
Şafiiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında su görürse namazı
bozulmaz. Ancak bu namazı, kaza etme mecburiyeti olan müstağni bir namaz ise
bozulur. Nitekim bunun tafsilâtı teyemmüm bahsinde verilmiştir.
Hanefiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında
kullanabileceği bir su bulursa; bulması da son kâdede teşehhüd miktarı
oturmasından önce ise namazı bozulur. Son kâdede teşehhüd miktarı oturmasından
sonra ise namazı bozulmaz. Zîrâ bu durumda namazı tamamlanmış olmaktadır.
Malikiler dediler ki: Teyemmümlü olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında
su görürse namazı bozulmaz. Ancak daha önceden beraberinde su bulunduğunu
unutarak teyemmüm edip de namaza giren kişi, namaz esnâsında kendini örtecek
bir elbise bulur ve bu örtüyle, avret mahallini amel-i kesirsiz örterse namazı
bozulmaz
Çıplak olarak namaz kılmakta
olan bir kişi, namaz esnasında kendini örtecek bir elbise bulur ve geri kalan
namazını örtülü olarak tamamlar. Ama örtünmesi amel-i kesîrle olursa namazı
bozulur.
Malikiler dediler ki: Çıplak olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında
örtüneceği bir şeyi bulur da bu örtü önünde veya çıkacağı ve gireceği saflar
hâriç olmak üzere iki saflık bir mesafede bulunursa bu örtüyü alıp örtünür.
Bunu yapmadığı takdirde namazı, vakit içerisinde iade etmesi gerekir. Eğer bu
örtü uzaktaysa -bu uzaklığın ölçüsü de anılan (iki saflık) mesafeden uzak
olmasıdır- bunu örtünmek için oraya gitmez ve namazını tamamlar. Vakit
içerisinde namazını iade eder.
Hanefiler dediler ki: Çıplak olarak namaz kılan kişi, namaz esnasında
örtüneceği bir şey bulursa namazı mutlak olarak bozulur. Ama tümüyle necis bir
örtü bulursa kendisi de çıplak olarak kılıyorsa namazı bozulmaz. Böyle bir
kimse bu örtüyü örtünerek namaz kılabileceği gibi, çıplak olarak da kılabilir.
Gördüğü bu elbisenin dörtte biri temiz ise örtünmek gerekir. Ve sırf bunu
görmekle de namazı bozulur.[284]
Namaz kılmakta olan
bir kişinin önceki namazı kılmadığını hatırlaması, meselâ öğle namazını
unutarak ikindi namazını kılmakta olan kişi, “sâhib-i tertîb” ise öğle namazını
kılmadığını hatırlaması hâlinde, ikindi namazı bâtıl olur.
Sahib-i tertîb:
Üzerinde beş veya daha fazla namazın kazaya kalmadığı kimsedir. Geçmiş
namazların kazası bahsinde bunun açıklaması yapılacaktır. Hanefîlerle
Hanbelîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikilerle Şâfiîlerin buna ilişkin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
nasında suyu
hatırlarsa namazı, suyu kullandıktan sonra bir rek'at kılacak kadar namaz vakti
kalacaksa bozulur.
Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişi dört vakitten fazla olmamak kaydıyla
üzerinde kazaya kalmış olan namaz olduğunu hatırlarsa, bu hatırlayışı da
kılmakta olduğu namazın birinci rck'atının iki secdesini edâ etmesinden önce
ise ister tek başına olsun, ister imâm olsun namazı kesmesi vâcib olur. İmama
uyan kişiye gelince o, İmamının kesmesi hâlinde ona uyar. Aksi takdirde
kesemez. Vakit içerisinde namazı menduben iade eder. Üzerinde kaza namazı
kaldığını, birinci rek'atın iki secdesini îfâ ettikten sonra hatırlayan kişi,
bir rek'at daha ekleyerek ikinci rek'atın sonunda selâm verir. Ki bu durumda
kıldığı namaz nafile olur. Akşam namazını kılmakta olan kişi iki rek'atı
tamamladıktan, veya dört rek'atlı bir namazın üç rek'atını tamamladıktan sonra
üzerinde kaza namazı bulunduğunu hatırlarsa namazını kesmeyip tamamlar. Ve
namazı da sahîh olur. Kazaya kalan namazlar beş vakitten fazla iseler, hiçbir
surette namazın kesilmesine sebep olmazlar.
Şafiiler dediler ki: Kaza namazlarının hatırlanması, kılınmakta olan namazı bozmaz. Bu
namazlar bir özürden dolayı kazaya kalmışlarsa bu durumda tertibe riayet etmek
sünnettir. Mazeretsiz olarak kazaya kalmışlarsa, bunlar için tertibe riayet
etmek vâcibtir. Her ikisinin de namazdayken hatırlanmaları namazı bozmaz.[285]
Ümmî bir kişi, namaz
esnasında okuyan birine uymadığı takdirde Kur'an-ı Kerîm'den bir âyet
öğrenirse, Hanefîlerle Hanbelîlere göre namazı bozulur. Mâlikîlerle Şâfiîlerin
buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Ümmî kimse, okuyan birine uyarak namaz kılmakta ise
bu, kıraat bakımından kendisine yeterli olur. Tek başına namaz kılmakta ve
namazdayken Fâtiha'yı öğrenmişse namazını tamamlar. Caiz bir yolla namaza
girdiğinden ötürü namazı da bâtıl olmaz.
Şafiiler dediler ki: Ümmî, namaz esnasında
Kur'an'dan bir şey öğrenirse namazın geri kalan kısmını, öğrendiği kıraatle
tamamlar.[286]
Namazı tamamlamadan
önce kasten selâm verme hâlinde namaz bozulur. Namazı tamamladığına inanarak
sehven selâm veren kişi, selâmdan sonra konuşmamış ve amel-i kesirde
bulunmamışsa namazı bozulmaz.[287]
Bilindiği gibi ezan,
namaz dışında olmakla beraber, namaz için sünnettir. “Ezan” lügatte, bildirmek
ve ilân etmek anlamına gelir. Buna ilişkin olarak Kur'an-ı Kerîm'de şöyle
buyurulmaktadır:
“Allah'tan ve Rasülünden insanlara bir bildiridir” [288]
“İnsanlar içinde hacci ilân et.” [289]
Ezân'ın ıstılahtaki
mânâsı ise, özel kelimeleriyle namaz vaktinin girdiğini bildirmektir. Ezanın
gerekliliğinin delili Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitabtaki delilimiz
şu âyet-i kerîmelerdir:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığı(nız)
zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun.”[290]
“(Ezanla) birbirinizi namaza çağırdığınızda, (onu) bir
eğlence ve oyun (konusu) edinirler.” [291]
Sünnet'teki delilimiz
ise şudur:
“Namaz vakti geldiğinde içinizden birisi, sizin için
ezan okusun.”[292]
Ezan okumanın
keyfiyeti ve ezanın kelimeleri diğer hadîs-i şerîflerde açıklanmıştır.[293]
Ezan Hicret'in birinci
yılında Medîne-i Münevvere'de meşru kılınmıştır. Dinin zaruri unsurlarından
biri olarak bilinir. Meşruluğunu inkâr eden kâfir olur. Meşruluk sebebine
gelince; Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra
müslümanlar, namaz vakitlerini bilmekte güçlük çekiyorlardı. Bu işe çözüm
bulmak maksadıyla bir araya geldiler, birbirlerine danıştılar. Bazısı, namaz
vakti geldiğinde cemaati kaçırmamak için bir işaret dikilmesini, bazısı çan
çalınmasını teklif etti. peygamber Efendimiz çan çalınmasını, hıristiyan âdeti
olduğu için reddetti. Bazıları def çalınmasını, diğer bazıları da ateş
yakılmasını teklif etti. Peygamber Efendimiz bunlardan birincisini Rumların ve
ikincisini de Mecûsîlerin âdeti olduğu için reddetti. Bunun üzerine bir kısım
müslümanlar da sancak dijçjlmesi teklifinde bulundular. Böylece sancağı
görenlerin, namaz vaktinin girdiğini birbirlerine haber vereceklerini söylediler.
Peygamber Efendimiz bu teklifi de beğenmedi. Böylece bu danışma meclisinde
müslümanlar, konu üzerinde bir görüş birliğine varamadılar. Bu nedenle de
Peygamber Efendimiz tasalı olarak meclisten kalkıp gitti. Ashabtan Abdullah İbn
Zeyd (r.a.), Peygamber (s.a.s.) in tasalandığını görünce, o da aynı şekilde
tasalı olarak geceledi. Rüyasında bir meleğin kendisine ezan ve kameti
öğrettiğini gördü. Bu rüyasını Peygamber Efendimize haber verdiğinde buna
muvafık olarak vahiy de gelmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, namaz
kılınırken ezan okunup kamet getirilmesini emretti.
Ahmed İbn Hanbel, Ebû
Dâvûd ve İbn Mâce'nin rivayet etmiş oldukları hadîs bu mealdedir. Tirmîzî de
bu rivayetin bir kısmını naklederek bunun hasen senedli bir hadîs olduğunu
söylemiştir.
Buhârî ve Müslim'in
Sahîhlerinde Enes (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:
“İnsanlar
(müslümanlar) çoğaldıklarında namaz vaktini bilmek için bir şeyler yapılması
gerektiğini düşündüler. Bazısı ateş yakılmasını, bazısı çan çalınmasını teklif
ettiler. Peygamber (s.a.s.), Bilâl (r.a.)'a, ezandaki kelimeleri çiftli
olarak, kametteki kelimeleri ise tekli olarak okumasını emretti.”[294]
Ezanın fazîletine
gelince; bu hususta birçok hadîs mevcûddur: Ebû Hüreyre, Peygamber (s.a.s.) in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“İnsanlar, ezan ve birinci safta bulunan (fazîlet)leri
bilselerdi, bu faziletlere kavuşmak için kura çekmekten başka bir çâre
bulamazlar ve mutlaka kura çekerlerdi.”
[295]
Muâviye (r.a.) de
Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Müezzinler, kıyamet gününde insanların en uzun boyunlusudurlar.”[296]
Ezanın lâfızları
sırasıyla şunlardır:
Dört defa: “Allahü
ekber”
İki defa: “Eşhedü en
lâ ilahe illallah
İki defa: “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah”
İki defa: “Hayye
ala's-Salâh”
İki defa: “Hayye ale'l-felâh”
İki defa: “Allahü
ekber”
Bir defa: “Lâ ilahe
illallah”
Ezan lafızlarının
bunlardan ibaret olduğu hususunda Mâlikîler dışındaki üç mezheb ittifak
etmiştir. Sabah ezanında, “hayye ale'l-felâh” dedikten sonra iki defa “es-salâtü
hayrun min'en-nevm” demek mendubtur. Terki ittifakla mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Ezanın ilk tekbirleri dört tane olmayıp iki tanedir.[297]
Hanefî ve Hanbelîlere
göre bir önceki sayfada anılan cümleler, bir fazlalık yapılmaksızın okunduğunda
ezan yerini bulur ve ezan için bu yeterli olur. Mâlikî ve Şâfiîlerse müezzinin “Eşhedü
en lâ ilahe illallah” ile “Eşhedü enne Muhammeden-Rasûlullah” cümlelerini yüksek
sesle halka duyurmadan önce, kendisinin bu cümleleri sessizce okumasının sünnet
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yalnız Mâlikîler bu şehâdet cümlelerini yüksek
sesle okumaya “tercî”, Şâfiîlerse sessizce okumaya “tercî” adını vermişlerdir.
Bu adlandırmayı yaparken Mâlikîler, herhalde lügata bakmışlardır. Zîrâ “tercî”,
iade etme masasına gelmektedir. Müezzin önce bu iki cümleyi gizli olarak
telâffuz etmekte, sonra yüksek sesle iade etmektedir. İade edilen cümlelere “tercî”
adının verilmesi lügate daha uygundur. Şâfiîlerse her halde ezanın aslını
nazarı itibâra almışlardır. Ezanda iki şehâdet cümlesini yüksek sesle telâffuz
etmek asıldır. Bu cümlelerin sessizce telâffuz edilmesine tercî adını vermek
daha uygun olmaktadır. Çünkü bu iki cümlenin sessizce telâffuz edilmesi,
kendilerinden sonra yüksek sesle telâffuz edilecek şehâdet cümlelerinin bir
nevi hikâyesi durumundadır. Bunu anlamak da zor olmasa gerektir. Buna göre
Şafiî ve Mâlikîlerce tekbirden sonraki ezan lâfızları şu şekilde okunacaktır: “Eşhedü
en lâ ilahe illallah” cümlesini iki defa sessizce, bundan sonra aynı cümleyi
iki defa da yüksek sesle telâffuz etmek gerekir. Sonra “Eşhedü enne Muhammeden
rasûlullah” cümlesini iki defa sessizce, bundan sonra aynı cümleyi iki defa
yüksek sesle telâffuz etmek gerekir. Bunlardan sonra tercîsiz olarak yüksek
sesle iki defa “Hayye ale's-salâh” cümlesini, iki defa da “Hayye ale'l-felâh”,
daha sonra iki defa “Allahü ekber”, en sonunda da “Lâ ilahe illallah” cümlesini
okuyarak ezan tamamlanır. Yalnız, sabah namazında “Hayye ale'l-felâh” tan sonra
iki defa, “namaz uykudan hayırlıdır” anlamına gelen “Es salâtü hayrun
mine'n-nevm” cümlesini okumak mendubtur. Bu cümlenin terk edilmesi hâlinde
ezan kerahetle birlikte sahîh olur. Aynı şekilde tercî yapmaksızın ezan okumak
da mekruhtur. Tercî'in terkedilmesi hâlinde ezan bâtıl olmaz. Şafiî ve
Mâlikîler, tekbir dışında ezanın lafızları üzerinde görüş birliği etmişlerdir.
Şâfiîler ilk tekbirlerin dört defa okunması gerektiğini, Mâlikîlerse iki defa
okunması gerektiğini söylemişlerdir.[298]
Ezanın müekked sünnet
olduğu hususunda Hanbelîler dışındaki diğer mezhebler görüş birliği
etmişlerdir. Hanbelîler ise, farz-ı kifâye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yani
bir kişi ezan okuduğu takdirde diğerleri bu yükümlülükten kurtulmuş olurlar.
Ezanın hükmüne ilişkin olarak mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Cemaat için ezan, sünnet-i kifâyedir. Tek başına namaz kılacak kişi
için sünnet-i ayndır. Bu kişi başkasının okuduğu ezanı duymazsa, kendisinin
ezan okuması sünnet-i ayn olur. Başkasının okuduğu ezanı işitir ve oraya gidip
hazır olan cemaatle birlikte namaz kılarsa, ezan yükümlülüğünden kurtulmuş
olur. Başkasının okuduğu ezanı işitir de oraya gitmez veya gider de namaz
kılmazsa, bu kendisi için yeterli olmaz. Seferîlikte olsun mukîmlikte olsun,
beş vakit farz namazlar için ezan sünnettir. Bu namazlar kazaya kalmış olsalar
bile aynı hükme tabidirler. Bir kimsenin üzerinde kalan birçok kaza namazını
peşpeşe kaza edecekse, bunların ilki için ezan okuması tümü için yeterli olur.
Cenaze namazı, adak namazı ve nafile namazlar için ezan gerekli değildir. Aynı
şekilde öğle ve ikindi, ya da akşam ve yatsı namazlarını yolculuk hâlinde bir
arada kılan kişi, bunlardan sadece birisi için ezan okumakla yetinir.
Hanefiler dediler ki: Ezan, bir mahalle halkı için müekked bir sünnet-i
kifâyedir. Terkedilmesi hâlinde günâhı, vacibin terk edilmesinin günâhı kadar
olur. Sefer ve hazar hâlinde, tek başına veya cemaatle kılınsın, edâ olsun,
kaza olsun, beş vakit farz için ezan okumak sünnettir. Şehir içinde kendi
evinde namaz kılan bir kişinin ezan okumaması mekruh değildir. Çünkü mahallede
okunan ezan kendisi için de kâfi gelir. Cenaze namazı, bayram namazları, güneş
tutulması namazı, yağmur namazı, teravih namazı ve farza bağlı sünnet namazlar
için ezan okumak sünnet değildir. Vitre gelince bu, vâcib bir namaz olmasına
rağmen, sahîh görüşe göre yatsı ezanı ile yetinildiğinden bunun için de ezan
okumak sünnet değildir.
Malikiler dediler ki: Âdet icâbı insanların namaz için toplandıkları yerde
başkalarının kendileriyle birlikte namaz kılmasını bekleyen bir cemaat için
ezan okumak sünnet-i kifâyedir. Ayrıca birbirlerine bitişik olsalar veya
birbirinin üzerine bina edilmiş olsalar da her mescid için ezan okumak
sünnettir. îhtiyârî vakit içinde her farz-ı ayn için ezan okumak; cem-i takdim
veya cem-i te'hîr hâlinde kılınan namazlar da hükmen ihtiyarî vakit içinde
kılındıklarından ötürü, bunlar için de ezan okumak sünnettir. Nafile namazlar,
kazaya kalmış namazlar, cenaze namazları gibi farz-ı kifâye namazlar için ve
de zaruri olan vakitte ezan okumak gerekli olmadığı gibi, mekruhtur.
Başkasının kendileriyle birlikte namaz kılmasını beklemeyen bir cemaat için de
ezan okumak mekruhtur. Ancak böyle bir cemaat veya tek başına namaz kılan bir
kişi, çölde bulunurlarsa ezan okumaları mendub olur. Şehirde ezan okumak,
kifâye olarak vâcibtir. Şehir, içinde Cuma namazı kılman yerleşim mıntıkasına
yerilen isimdir. Bir şehir halkı ezan okumayı terkederse bunun için
kendileriyle savaşılır.
Hanbeliler dediler ki: Köylerde ve şehirlerde hür erkekler için sefer
hâlinde değil de hazar hâlinde beş vakit farz namaz için ezâa okumak farz-ı
kifâyedir. Cenaze namazı, bayram namazları, nafile ye adak namazları için ezan
okunmaz. Mukîm olsun, misafir olsun, üzerinde kazaya “kalan namazları kılmak
isteyen kişi, tek başınaysa, ezan okuması sünnettir. Bu durumdaki bir misafir,
cemaatle de olsa, kazalarını kılarken ezan okumalıdır.[299]
Ezanla ilgili şartları
şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Niyet
etmek: Mâlikî ve Hanbelîlere göre önceki sayfalarda geçen ezan lâfızlarını
niyetsiz ve kasıtsız olarak okumak hâlinde ezan sahîh olmaz. Şâfii ve Hanefîlerse,
niyeti ezan için şart olarak ileri sürmediklerinden, bu şekilde okunan bir
ezan onlara göre sahîh olur.
2. Ezanın
kelimeleri peşpeşe okunmalıdır: Yani ezanın kelimeleri arasına uzun bir
sessizlik ve fazla miktardaki başka konuşmalarla fasıla konmamalıdır. Az
miktardaki başka konuşmalarla fasıla konulması hâlinde, bu konuşma ister haram
içerikli olsun, ister caiz içerikli olsun,, yine ezanı bâtıldılar. Bu hususta
mezheb İmamları arasında görüş birliği mevcûddur. Yalnız Hanbelîler buna
muhalefet ederek derler ki; ezanın lâfızları arasına bir tek kelimeyle de
olsa, haram içerikli konuşmaların sokulması ezanı bâtıl kılar. Meselâ müezzin,
ezan lâfızları arasında birisine bir tek kelimeyle de söverse, Hanbelîlere
göre ezanı bâtıl olur.
3. Ezan
arapça okunmalıdır: Yalnız, müezzin arap değilse gerek kendi nefsi için, gerek
kendisi gibi arap olmayan bir cemaat için ezan okurken, arapçadan başka bir
dille ezan okuyabilir. Kendisi arap olmamakla birlikte, dilini anlamayan bir
cemaat için ezan okuyorsa, bu durumda kendi diliyle ezan okuması sahîh olmaz.
Zîrâ cemaat, kendisinin ne dediğini anlayamaz. Hanbelîler dışındaki diğer
mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Hanbelîler derler ki: Her halükârda
Arapçadan başka dille ezan okumak sahîh değildir.
4. Ezanın
tümünün, namaz vaktinin girmesinden sonra okunması gerekir: Eğer öğle, ikindi,
akşam ve yatsı namazlarının vakti girmeden önce ezan okunursa bu ezan,
mezheblerin ittifakıyla sahîh olmaz. Ama sabah ezanı, vaktin girmesinden önce
okunursa bu ezan, Hanefîler dışındaki üç mezhebin ileri sürmüş oldukları bazı
özel şartların tahakkuk etmesi durumunda sahîh olur. Hanefîler buna muhalefet
ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.
Hanefiler dediler ki: Sabah namazının vakti girmeden okunan ezan da
diğerleri gibi sahîh olmaz. Doğru olan görüşe göre bu, tahrîmen mekruhtur.
Sabah namazının vakti girmeden önce ezan okunabilmesine ilişkin rivayetler,
uyuyanları uyandırmak için bir nevi tesbîh mâhiyetinde yorumlanmalıdır.
Hanbeliler dediler ki: Gece yarısında sabah için ezan okunması mübahtih Zîrâ
yatsı namazının muhtar vaktî, gecenin ikinci yansının başlaması anında sona
erer. Sabah namazı için ezan okuyan kişinin, namaz vaktinin girmesinden çok
önce ezan okuması müstehab değildir. Bu ezam her gece aynı vakitte okumak
müstehabtır. Vaktinden önce okunan bu ezanla yetinilebilir. Ancak Ramazanda bu
ezanla yetinmeyip yeniden okunması gerekir. Ramazan ayında fecirden önce
okunan ezanla yetinmek mekruhtur.
Şafiiler dediler ki: Vakit girmeden önce ezan okumak sahîh değildir. Vaktinden önce okunan
ezanla ibâdet maksadı güdülür veya bu nedenle insanlar programlarını karıştırırlarsa
bu haram olur. Yalnız, sabah ezanı için bu söz konusu değildir. Sabah ezanını
gece yarısında okumak sahîh olur. Zîra sabah için iki ezan okumak sünnettir.
Bunların ilki gece yansında, ikincisi de fecrin doğmasından sonra okunur.
Malikiler dediler ki: Vaktin girmesinden önce ezan okumak sahîh değildir.
İnsanlar, bu durumda programlanm kanştıracaklanndan bunu yapmak haramdır.
Yalnız sabah ezanı bundan müstesnadır. Uyuyanları uyandırmak için gecenin altı
diliminin sonuncusunda ezan okumak mendubtur. Sabah namazı vaktinin girmesinden
sonra bu ezanı iade etmek sünnettir.
5. Tertib:
Ezan lâfızları sırasıyla okunmalıdır. Bu lâfızlar arasındaki sıraya uyulmaz
da, meselâ önce “hayye ale'l-felâh”, sonra “hay-ye ale's-salâh” denilirse,
sırasına uyulmayan kelimeleri iade etmek gerekir. Yani yeniden “hayye
ale's-salâh” deyip ondan sonra “hayye ale'l-felâh” demek îcâb eder. Eğer bu
sırayı yerine getirmek için, sırasından önce okunan kelimeler iade edilmezse
ezan bâtıl olur. Hanefîler dışındaki üç mezheb İmamı bu hükümde ittifak
etmişlerdir. Hanefîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında
bulunmuşlardır.
Hanefiler dediler ki: Tertibsiz olarak okunan ezan, kerahetle birlikte
sahîh olur. Müezzinin tertibe riâyet etmediği cümleleri iade etmesi gerekir.
6. Ezanı bir
kişi okumalıdır: Ezanla ilgili şartların sonuncusu da, ezanı bir tek kişinin
okumasıdır. Meselâ müezzinin biri ezanın bir kısmını okur, ondan sonra gelen
müezzin geri kalan kısmını tamamlarsa, bu ezan sahîh olmaz. Aynı şekilde iki
veya daha fazla sayıda kişi, münavebeli olarak ezan okurlarsa; meselâ bir
müezzin bir cümleyi okur, sonra diğeri başka bir cümleyi okursa ezan sahîh
olmaz. Buna koro hâlinde okunan ezan veya “ezân-ı sultanî” derler ki, bu
cehaletten başka birşey değildir. Böyleleri, ezanın sünnetliğini ibtâl ederler.
Ama bunun yanında iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek bunlardan her
biri diğerinin okuduğu cümleyi tahrif etmeksizin aynıyla iade ederse, bu
durumda her biri tam bir ezan okumuş olur. Ki bu durumda ezanın sünnetliği de
yerini bulur. Bu durumda sadece bir makama bağlı kalınırsa caiz olmayabilir.
Sünnette buna engel bir hüküm bulunmadığından, caiz olması da muhtemeldir.
Genel kurallar, böyle bir ezan okumanın yasak olduğunu belirtmemektedirler.
Çünkü iki veya daha fazla kişinin aynı yerde ezan okumaları, ayrı ayrı yerlerde
ezan okumaları gibidir. Şunu unutmamak gerekir ki; İslâm hukukunun genel esprisi,
dinin ibâdetler için çizmiş olduğu sınırda durulmasını ve bu sınırın
aşılmamasmı öngörmektedir. İslâm'da özellikle bu şekilde ezan okumayı önleyen
bir hüküm bulunmadığından, ihtiyat açısından her halükârda bu şekilde ezan
okunmamalıdır.[300]
a. Müezzin
müslüman olmalıdır: Gayrı müslimin okuduğu ezan sahîh değildir.
b. Müezzin
akıllı olmalıdır: Delinin, sarhoşun ve baygın birinin okuduğu ezan sahîh
değildir.
c. Müezzin
erkek olmalıdır: Kadın ve erseliklerin okuduğu ezan sahîh değildir. Hanefîler
dışındaki diğer mezheb İmamları bu şartlarda ittifak etmişlerdir. Hanefîler,
bunlardan başka bazı şartlar daha ileri sürmüşlerdir. Bu şartlara ilişkin
açıklamalar aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Yukarıda anılan şartlar, ezanın sıhhat şartlarından
değildirler. Kadının, erseliğin, gayr-ı müslimin, delinin ve sarhoşun ezan
okumaları sahihtir. Bunlardan birinin ezan okuması hâlinde, mahalle halkının
üzerinden ezan okumama günahı kalkar. Yalnız, şunu söyleyelim ki; namaz
vaktinin girmesini haber vermesi açısından kâfirin, fâsığm ve delinin verdiği
habere îtimad etmek doğru değildir. Çünkü vaktin girdiğini tasdik açısından
haber veren kişinin, kadın da olsa müslüman, âdil ve vakitleri birbirinden
ayırd edecek kadar akıllı olması şarttır. Bu şartlardan birini taşımayan
kişinin ezan okuması aslında sahihtir. Ama vaktin girdiğini anlama açısından bu
nitelikteki bir müezzine güvenmek doğru olmaz. Cünüb ve fâsığın ezan okuması
nasıl mekruhsa, bu nitelikteki müezzinlerin ezan okuması da mekruhtur.
Bunlardan biri görevli müezzinin yerine ezan okuyacak olursa ezanın iade
edilmesi mendub olur. Ama vaktin girdiğini bilen cemaat için bunlardan biri,
görevli müezzinin bulunmaması hâlinde ezan okursa, okuduğu ezan iade edilmez.
Mümeyyiz olmayan çocuğun okuduğu ezan da sahîh değildir. Bununla mahalle
halkının ezan okumama günahları da üzerlerinden kalkmış olmaz. Kadının ezan
okumasına gelince, sesini duyanların şehvetlerini körükleyecekse okuması caiz
olmaz.
Müezzinin baliğ olması
şart değildir. Mümeyyiz çocuğun kendi başına veya baliğ birinin okuduğu ezana
dayanarak ezan okuması sahîh olur. Mâlikîler dışındaki üç mezheb bu hükümde
görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Müezzinin baliğ olması da şarttır. Mümeyyiz de olsa
çocuğun ezan okuması sahîh değildir. Ancak bu hususta kendisine itimad edilir
veya vaktin girmesi hususunda kendisi, baliğ olan birisine dayanarak ezan
okursa, ezanı sahîh olur. Ezan okuyan kimsenin rivayette âdil olması gerekir.
Fâsık kimselerin, başkalarının ezanına dayanmadıkları takdirde, okudukları
ezan sahîh olmaz.
Ezan cümlelerinin
sonunu sükûnlu okumak şartı yoktur. Meselâ müezzin, “Hayye ale's-salâti” diye
okursa Şafiî ve Hanefilere göre ezan sahîh olur. Mâlikî ve Hanbelîlerin bu
husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefî ve Şâfiîlere
göre, ezan cümlelerinin başında azıcık duraklamak sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: Ezanın cümle sonlarının harekesiz olması şarttır.
Harekeli okuma hâlinde ezan sahîh olmaz. Yalnız tekbirlerin sonlarını harekesiz
okumak mendubtur. Harekeli okundukları takdirde ezanın sıhhatine zarar gelmez.
Mâlikîler de bu görüştedirler. Görevli müezzinin izni olmadan başkasının ezan
okuması sahîh olsa bile haramdır.
Ancak izin alıncaya
kadar namaz vaktinin çıkmasından korkulursa izinsiz okumak caiz olur. Bandan
sonra müezzin gelirse ezam iade etmesi sün-' nettir. Ayrıca ezanın mânâsım
değiştirecek kadar hatalı okumamak da ezanın sıhhat şartıdır. Meselâ “lafza-i
celâl”in hemzesini veya “ekber” kelimesinin (be)sini uzatmak, ezanın sıhhatine
zarar verir. Yanıbaşmdaki insanlar için değil de civarındaki insanlar için ezan
okuyan kimsenin, sesini yükseltmesi rükündür. Yambaşmdakiler için ezan
okuyanın, onların duyacağı kadar bir sesle okumasının, civardaki insanlar için
ezan okuyanın da onların duyacağı kadar yüksek sesle ezan okumasının rükün
olduğu hususunda Hanbelîlerle Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Müezzinin, ezanın her cümlesinin başında duraklaması
şarttır. Ancak birinci tekbir bundan istisna edilmiş olup onun başında
duraklamak şart değil, mendubtur. Meselâ ilk tekbirde peşpeşe “Allahü ekber,
Allahü ekber” diyen kişinin ezanı menduba aykırı olarak sahîh olur.[301]
Ezanın mendublarını şu
şekilde sıralayabiliriz:
Müezzin, her iki hades
hâlinden temiz olmalıdır. Gür ve güzel sesli olmalıdır. Ezan, minare veya
mescidin damı gibi yüksek bir yerde okunmalıdır. Hastalık ve benzeri bir
mazeret yoksa ayakta okunmalıdır. Kıbleye yönelik olarak okunmalıdır. Ama
insanlara duyurabilmek maksadıyla, mezheblerin ileri sürdükleri tafsîlat
çerçevesinde sırtını kıbleye dönerek de okuması caiz olur.
Malikiler dediler ki: Müezzinin ezan
okurken dönmesi mendubtur. İnsanlara duyurmak için bütün bedeniyle dönerek
sırtım kıbleye çe-virse bile ezam sahîh olur. Ezana başlarken kıbleye yönelmesi
gerekir.
Şafiiler dediler ki: Ezan okunan köy örfe göre küçükse, müezzinin dönmeksizin sesini
duymak mümkünse bu durumda kıbleye karşı sabit bir şekilde durup ezan okuması
sünnet olur. Köy örfe göre büyükse, bu durumda müezzinin, halka sesini
duyurabilmesi için dönmesi sünnettir. Minare köyün kıble tarafindaysa müezzinin
kıbleye değil de köye yönelerek ezan okuması sünnettir.
Hanefiler dediler ki: Ezan okurken kıbleye yönelmek sünnettir. Ancak
minarede okurken sesin etrafa yayılması için minare çevresinde, dönmek
sünnettir. Aynı şekilde bir bineğin üzerindeyken ezan okuyan kişinin kıbleye
yönelmesi, sünnet değildir. Yaya yürümekte olan bir kışı ise, ezan. okurken
kıbleye yönelmelidir.
Hanbeliler dediler ki: Müezzinin minarede ve benzeri yerlerde okuduğu bütün
ezanlarında kıbleye yönelmesi sünnettir.
“Hayye ale's-salâh”
derken sağa, “hayye ale'l-felâh” derken sola dönmek mendubtur. Dönerken de yüz
ve boyun çevrilmeli, göğüs ile ayaklar sabit tutulmalıdır. Ki istikbâl-i kıble
muhafaza edilebilsin. Üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
Mâlikîler ise buna muhalefet ederek sağa ve sola dönmenin mendub olmadığını
söylemişlerdir. Ayrıca Hanbelîler de bu dönüşlerin şekline muhalefet ederek
demişlerdir ki: Sağa ve sola dönerken göğüsle dönmek mendubtur. Gövdenin kıble
yönünde bulunması nedeniyle göğsün sağa ve sola çevrilmesinin istikbâl-i
kıbleye bir zararı olmaz.
Ezan cümlelerinin
herbirinin başındaki duraklama da mendubtur. Yalnız, tekbir bundan istisna
edilmiş olup her tekbirin başında değil de, iki tekbirin başında duraklamak
mendubtur. Mezheblerin buna ilişkin ihtilâfları az önce anlatılmıştı.[302]
Müezzin ezan okurken,
cünüb, hayızlı veya nifaslı da olunsa, ezan cümlelerinin aynısını okuyarak
karşılık vermelidir. Bu, mendubtur. Yalnız, “hayye ale's-salâh” ve “hayye
ale'l-felâh” cümlelerinin aynısı tekrarlanmaz da yerine “Lâ havle velâ kuvvete
illâ billah” denilir. Bu hüküm üzerinde mezhebler görüş birliği etmişlerdir.
Yalnız Hanefîler, müezzinin ezanına karşılık veren kimsenin hayızlı veya
nifaslı olmaması gerektiği şartını ileri sürmüşlerdir. Bu durumdaki kimselerin
ezana karşılık vermeleri, diğer mezheblerin hilâfına mendub değildir.
Hanbelîlerse müezzine karşılık verebilmek için, kişinin okunan ezanın farz namazını
kılmamış olmasını şart koşmuşlardır.
Hanbeliler dediler ki: Ezanın kendisi için okunduğu farz namazı cemaatle
kılmamış olan kişinin, o ezana karşılık vermesi mendubtur. Cemaatle kılmış
olan kişi bu ezana muhatab olmadığı için, karşılık vermez.
Hanefiler dediler ki: Sözle ve fiille ezana icabet etmekle yükümlü olmadıkları
için, hayızlı ve nifaslılardan ezana karşılık vermeleri istenmez.
Aynı şekilde sabah ezanını
okuyan müezzin, “Essalâtü hayrun min'en-nevm” dediğinde, karşılık olarak “doğru
söyledin; gerçek söyledin” anlamına gelen “sadakte ve beride” cümlesini okumalıdır.
Bu, mendubtur. Meşru olan ezana karşılık vermek mendubtur. Meşru olmayana
karşılık vermek ise, kişiden istenmez. Bu hususta Mâlikîier dışındaki diğer
mezhebler görüş birliği etmişlerdi.
Malikiler dediler ki: Ezam duyan kişi, müezzinin, “Es-salâtü hayrun min'en-nevm” cümlesine
karşılık vermez. Kuvvetli görüş bu doğrultudadır. Bunlara göre mendub olan, sadece
iki şehâdet cümlesinin sonuna kadar ezana karşılık vermektir.
Cenaze veya nafile de
olsa, namazla meşgul olan bir kimseden, ezana karşılık vermesi istenmez.
Karşılık verdiği takdirde mekruh bir davranışta bulunmuş olur. Namazdayken
ezana karşılık vermek üzere, “sadakte ve berirte” veya “hayye ale's-salâh”,
yahut da “Essalâtü hayrun min'en-nevm” demesi namazı bozar. Ama “Lâ havle velâ
kuvvete illâ biliah” veya “sadakallahü” veyahut da “sadaka rasûlullah” demekle
namaz bozulmaz.
Hanımıyla cinsel
ilişkide bulunan veya def-i hacette bulunan bir kimseden, durumu zikre ters
düştüğü için, ezana karşılık vermesi istenmez. Şâfiîlerle Hanbelîler bu hüküm
üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Mâlikî ve Hanefîlerin buna ilişkin
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Nafile namaz kılmakta olan kişinin ezana karşılık
vermesi mendubtur. Yalnız “hayye ale's-salâh” ve “hayye ale'l-felâh” cümlelerine
karşılıkta, namazı tamamlamak isterse “Lâ havle vela kuvvete illâ billah”
demesi gerekir. Eğer bu cümleleri müezzinin okuduğu şekilde tekrarlarsa, bunu
ister kasıtlı olarak ister bilmeyerek yapsın
namazı bâtıl olur. Farz namazla meşgul olan kişiye gelince; bunun
kıldığı adak farzı da olsa, namazdayken ezana karşılık vermesi mekruh olur. Bu
karşılığı namazı tamamladıktan sonra vermesi mendub olur.
Hanefiler dediler ki: Namaz kılan kişi, ister karşılık yerme niyetiyle
olsun, isterse herhangi bir şeye niyet etmeksizin olsun, ezana karşılık verirse
namazı bozulur. Ama Allah'a ve Rasûlüne övgüde bulunma kasdıyla karşılık
verirse, kıldığı namaz ister farz, ister nafile olsun batıl olmaz.
Ders veren ve alan
kimselerin ezana karşılık vermeleri üç mezheb İmamının ittifakıyla gereklidir.
Hanefîlere gelince, bunlar derler ki: Şer'î ilimleri öğreten veya öğrenenlerden
ezana karşılık vermeleri istenmez. Okuyan, zikir hâlinde olan ve dersini
müzâkere eden kimsenin ezana karşılık vermesi, ittifakla gereklidir. Mâliki ve
Hanbelîlere göre, yemek yiyen kimsenin ezana karşılık vermesi gerekir.
Şâfİîlere göre, ezanda tercî yapılırken de karşılık vermek gereklidir. Yalnız
Şâfıîler, bu karşılığı iki defa vermenin mendub olduğunu söylerler. Mâlikîler
ise, sadece bir defa karşılık vermekle yetinileceği görüşündedirler.
Müezzinler birden
fazla olup da peşpeşe ezan okuyorlarsa, bunlardan her birinin sözüne tek tek
karşılık vermek mendubtur.
Ezana karşılık verme
tamamlandıktan sonra Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât getirmek ve daha sonra
şu duayı okumak mendubtur:
“Allah'ım! Ey bu tam
davetin ve kılınmak üzere olan namazın Rabbi! Hz. Muhammed'e “vesîle”yi ve “fazîlet”i[303]
ihsan et. O'nu kendisine va'd ettiğin “makâm-ı mahmûd”a ulaştır.”[304]
Bir kimse ister kendi
evinde olsun, isterse çölde olsun, cemaatle birlikte kaza namazlarını kılacaksa
yüksek sesle ezan okuması sünnettir. Ama kendi evinde tek başına kaza namazı
kılacaksa, sesini yükseltmeksizin ezan okur. Mescidde kaza namazlarını kılmaya
gelince, cemaatle de olsa mutlak surette okuyamaz. Mâlikîler dışındaki üç mezheb
bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Namaz kılan kişinin, ister evinde ister çölde; ister
cemaatle olsun ister tek başına olsun, kaza namazları için ezan okuması mutlak
surette mekruhtur. Bu kaza namazlarını aynı yerde kılmakla ayrı ayrı yerlerde
kılmak fark etmeyip aynı hükme tâbidir.
Kişinin zimmetinde birçok
kaza namazları olur da bunları bir yerde kılmak isterse, bunlardan ilki için
ezan okur. Diğerleri için okuyup okumamakta serbesttir. Hanefîlerle Hanbelîler,
bu görüşte ittifak etmişlerdir. Mâlikîlere gelince, onlara göre her ne halde
olursa olsun kaza namazları için ezan okumak mekruhtur. Şâfiîler derler ki:
Kaza namazlarının tümünü bir yerde kılacak olan kişinin bunlardan ilki için
ezan okuduktan sonra, diğerleri için ezan okuması haramdır. Ama bunların her
birini ayrı ayrı yerlerde kılacak, olursa,, tabiî ki bunların herbiri için
ayrı ayrı ezan okuması gerekir.[305]
“Teressül”, mühlet
vermek ve ağır davranmak anlamına gelir. Yani müezzinin, ezanın her cümlesini
birbirinden ayırarak ve bir cümleyi bitirdikten sonra sesini kesip ondan
sonraki cümleye aralık koyduktan sonra başlaması demektir. Teressülün anlamıyla
ilgili olarak fıkıhçılann tafsîlâtlı görüşleri aşağıda ele alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Teressül, mühlet vermektir. Yani müezzin, iki cümle
arasına, okuduğu cümle kadar bir sükût aralığı koymalıdır. Yalnız bu sükût iki
tekbir arasında değil de iki tekbirden sonraki cümleler arasında yapılmalıdır.
Malikiler dediler ki: Teressül, ezandaki kelimeleri haddinden fazla
uzatmamak demektir. Örfe göre aşın şekilde olmayan uzatmalar mekruhtur. Aşırı
olanlarsa haramdır. Bu kaydı koymakla ezanın, zamanımızda şarkı gibi okunan
ezanlarla ilgisi olmadığı ve bunun da Mâlikîlere göre haram olduğu anlaşılmış
olmaktadır. Ki bunu yapanlar, şiddetle kınanmışlardır.
Teressülün hükmüne gelince;
Hanefîlerle Mâlikîler sünnet olduğunu, terkedilmesinin de mekruh olduğunu
söyleyerek Şâfiîlerle Hanbelîlere muhalefet etmişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler
derler ki: Ezanda teressül mendubtur. Terk edilmesi ise tenzîhen mekruhtur. Bu
mânâdaki teressüle bazı mezhebler diğer bir takım kayıtlar da eklemişlerdir ki,
bunlar aşağıda gösterilmiştir.
Şafiiler dediler ki: Teressül, ağır okumaktır. Yalnız bu hüküm, tekbir için geçerli
değildir. Tekbirlerin her ikisini, bir sesle aralık vermeksizin okumak
gerekir.
Hanbeliler dediler ki:Teressül, ezanda mühlet vermek ve teenni ile okumak
demektir.[306]
Fâsık kimsenin ezanı: Şafiî ve Hanefîlere göre fâsık kimsenin ezan okuması
kerahetle birlikte sahîhtir. Mâlikî ve Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Fâsığın ezan okuması, başkasının ezanına dayanmadıkça
sahîh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Fâsığın ezanı hiçbir surette sahîh olmaz.
Ezan okurken kıble
yönünden sapmak mekruhtur: Ancak ezanı civardaki insanlara duyurmak kastıyla
müezzinin kıbleden başka tarafa dönmesi mekruh değildir.
Müezzinin abdest gerektirici
küçük hades hâlinde bulunması ve guslü gerekli kılıcı büyük hades hâlinde
bulunması mekruhtur: Ancak büyük hades halinde ezan okuması daha şiddetli
derecede mekruhtur. Mâlikîlerle Şâfiîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
Hanefîlerle Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbeli ve Hanefiler dediler ki: Sadece cünübün
okuması mekruhtur. Küçük hades hâlindeki kimsenin ezan okuması mekruh değildir.
Hanefîler buna ek olarak dediler ki: Cünübün okuduğu ezanın iade edilmesi mendubtur.
Edâ veya kaza şeklinde
de olsa, kadınların namaz için ezan okumaları: Bu, Şâfiîler dışındaki diğer üç
mezhebe göre mekruhtur. Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Kadınların namazı için ezan okuyan kimse eğer bir erkekse, bu mekruh
olmaz. Eğer okuyan bir kadınsa bu, bâtıl olur. Ayrıca kadın ezanı erkeklere
benzemek kasdıyla okursa, bu haram olur. Ama bunu kasdetmeyerek sesini
yükseltmeksizin okursa, o zaman sadece bir zikir olur ki bu da mekruh değildir.[307]
Ezan okurken şer'an
istenmeyen sözlerin az miktarda olanını konuşmak mekruhtur. Müezzinin ezan
okurken selâm almak, aksıran birisine, “Allah sana rahmet eylesin” anlamına
gelen “Yerhamükallah” cümlesiyle duada bulunmak gibi, şer'an bir mahzuru
olmayan sözleri söylemesinin mekruh olup olmadığı hususunda mezheblerin detaylı
görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Selâm almakla da olsa, aksırana “Yerhamükallah”
demekle de olsa ezan esnasında müezzinin az miktarda konuşması mekruhtur.
Müezzinin ezan esnasında da, ezandan sonra da selâm alması, kendisi aksırsa
bile, hayır duada bulunması kendisinden istenmez. Ezan esnasında müezzin bu
nitelikte bir konuşma yaparsa, ezanı iade etmesi gerekir.
Şafiiler dediler ki: Selâm alarak veya aksırana hayır duada bulunarak az miktardaki
konuşmak mekruh değildir. Ancak kuvvetli görüşe göre evlâ olan, konuşmamaktır.
Araya uzun bir fasıla girse de müezzinin, ezan esnasında selâm verene veya
aksırana ezanı tamamladıktan sonra karşılık vermesi vâcibtir.
Hanbeliler dediler ki: Karşılık vermek her ne kadar vâcib değilse de, selâm
verene karşılık vermek, aksırana hayır duada bulunmak mubahtır. Bir insanın
çağrışma karşılık vermek gibi, ezan esnasında şer'î bir ihtiyaç olmadan da
konuşmak caizdir.
Malikiler dediler ki: Ezan esnasında selâm alarak veya aksırana hayır duada
bulunarak az miktarda konuşmak mekruhtur. Bunları ezanı tamamladıktan sonra
yapmak vâcibtir.
Ezan okuyan müezzinin,
bir âmâyı düşeceği tehlikeli durumdan kurtarmak için konuşması vâcibtir. Ama
böyle bir maksat için değilse konuşması mekruhtur. Âmâyı kurtarmak için
konuştuğu söz az ise, ezana kaldığı yerden devam eder. Konuştuğu söz çoksa, o
zaman ezana yeniden başlar. Oturarak ye mazeretsiz olarak bir bineğe binmiş
vaziyette ezan okumak da mekruhtur. Ancak yolcunun, mazeretsiz de olsa, binek
üzerinde ezan okuması mekruh olmaz. Mâlİkîler dışındaki diğer mezheb İmamları
bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerin mûtemed kavline göre mukîm de olsa,
misafir de olsa, bir bineğe binmiş vaziyette ezan okumak mekruh değildir.[308]
Ezandan maksat,
Allah'ın huzurunda gönlü huşu ile doldurup taşırmak olduğuna göre, ezanı
günümüz insanınca bilinen tegannî ve terennümle okumak şerîatin benimsemediği
bir davranıştır. Mezheblerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Tegannî, bir nağmeden diğerine geçmektir. Ezanı bir tek nağmeyle
okuyup sürdürmek sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: Tegannî, ezanı titreterek, neşe ile okumaktır ve bu
şekilde okuyuş mekruhtur.
Hanefiler dediler ki: Kelimeleri bir harf veya hareke ekleyerek
değiştirmeyecek şekilde tegannî ile ezan okumak güzeldir. Kelimeler değiştirildiği
takdirde tegannî ile ezan okumak haramdır. Böyle bir ezanı dinlemek de helâl
değildir.
Malikiler dediler ki: Huşûa ters olduğu için ezanın kelimelerini titreterek, neşeyle okumak
mekruhtur. Bunda örfe göre aşırılığa gidildiği takdirde haram işlenmiş olur.
Hanefî ve Hanbelîlere
göre mümeyyiz çocuğun ezan okuması ve vakitle ilgili olarak kendisine rehberlik
edecek birinin bulunması hâlinde âmânın ezan okuması mekruh değildir. Mâlikî ve
Şâfiîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Önce de söylediğimiz gibi, mümeyyiz çocuğun ezan okuması mekruhtur.
Malikiler dediler ki: Mümeyyiz çocuk ezan veya vaktin girmesi hususunda
bâliğ birine dayanacak olursa, okuduğu ezan sahîh olur. Aksi takdirde sahîh
olmaz.[309]
“İkâmet”, kendine özgü
kelimeleriyle namazın hazır olduğunu bildirmek demektir. İkâmetin lâfızları
şunlardır:
Allahü Ekber,
Eşhedü en lâ ilahe
illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Rasûlullah
Hayye ale's-salâh
Hayye ale'l-felâh
Kad kâmeti's-salâh
Allahü Ekber
Lâ ilahe illallah
İkâmetin lâfızlarının
bunlardan ibaret olduğu hususunda Hanbelîlerle Şâfiîler görüş birliği
etmişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri ise aşağıya
alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: İkâmetin başında dört, sonunda iki tekbir alınır.
Diğer lâfızlarıysa ikişer defa okumak gerekir. Buna göre ikâmetin lâfızları
şunlardır:
Allahü Ekber, Allahü
Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber.
Eşhedü en lâ ilahe
illallah. Eşhedü en lâ ilahe illallah.
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah.
Hayye ale's-salâh,
Hayye ale's-salâh.
Hayye ale'l-felâh,
Hayye ale'l-felâh.
Kad kâmeti's-salâh,
Kad kâmeti's-salâh
Allahü Ekber, Allahü
Ekber.
Lâ ilahe illallah.
Malikiler dediler ki: Tekbirler dışındaki ikâmet lâfızları birer defa okunur.
Yalnız baştaki ve sondaki tekbirler ikişer defa okunmalıdır. Buna göre ikâmetin
lâfızları şunlardır:
Allahü Ekber, Allahü
Ekber.
Eşhedü en lâ ilahe
illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Rasûlullah
Hayye ale's-salâh
Hayye ale'l-felâh
Kad kâmeti's-salâh
Allahü Ekber, Allahü
Ekber,
Lâ ilahe illallah
İkâmetin hükmü:
İkâmet, ezan gibidir ve hükmü de, üç mezheb İmamına göre ezanın hükmünün
aynısıdır. Mâlikîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında
bulunmuşlardır.
Malikiler dediler ki: İkâmetin hükmü ezanın hükmü gibi değildir. Aksine,
yalnız başına namaz kılan bâliğ bir erkek için ikâmet etmek sünnet-i ayndir.
Cemaat hâlinde namaz kılacak bâliğ erkekler içinse sünnet-i kîfâyedir. Kadın ve
çocuk için ikâmet, mendub-u ayndır. Ancak kadın ve çocuklar, bâliğ olan bir
veya daha fazla sayıdaki erkekle beraber namaz kılacak olurlarsa ikâmet
etmeleri mendub olmaz. Bunlar, bâliğ erkeğin ikâmet getirmesi ile yetinirler.[310]
İkâmetin şartları,
daha önce anlatmış olduğumuz ezanın şartlarının aynısıdır. Yalnız iki şart
bundan istisna edilmiştir:
1. İkâmeti
yapacak olanın erkek olması şart değildir. Kadının kendi şahsı için ikâmet
etmesi sahîhtir. Ama kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kıldıkları durumlarda,
kadının erkekler için ikâmet etmesi, Şafiî ve Mâlikî mezheblerine göre sahîh değildir.
Hanefî ve Hanbelîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Anılan şartlar sıhhat şartı olmayıp kemal
şartıdırlar. Bu şartlardan birini yerine getirmemek mekruhtur. Bu durumda ikâmet
de ezan gibidir. Ancak bu şartlardan biri yerine getirilmediği takdirde ezânın
iade edilmesi mendub olur. İkâmetin iade edilmesine ise gerek yoktur. Bundan da
anlaşılıyor ki kadın, erkekler için ikâmet getirirse kerahetle birlikte sahîh
olur.
Hanbeliler dediler ki: İkâmet için erkek olmak şarttır. Kadının ezan okuması
istenmediği gibi, ikâmet getirmesi de istenmez.
2. İkâmetin,
ezandan farklı olarak, örfe göre namaza bitişik olması şarttır. Meselâ bir
kişi namaz için ikâmet eder de daha sonra fazla miktarda konuşur veya bir
şeyler yeyip içer de, bunun peşisıra ikâmetsiz olarak namaz kılarsa, namazı
sahîh olur. Çünkü bu kişi, ikâmetin sünnetini yerine getirmiştir. Hanefîler
dışındaki diğer üç mezheb bu hususta görüş birliği içindedirler.
Hanefiler dediler ki: İkâmetle namaz arasına fazla miktarda konuşma veya bir
şeyler yemek gibi amel-i kesîr fasılası konulduğu takdirde, ikâmetin iade
edilmesi gerekmez. Ama müezzin ikâmet eder de bu ikâmetten sonra İmam, sabah
namazının iki rek'atini kılarsa ikâmet iade edilmez.[311]
Namaz için kamet
getirildiğini duyan ve İmamla birlikte namaz kılacak olan kişinin ne zaman
ayağa kalkacağı hususunda mezheblerin görüşleri birbirlerinden farklıdır. Dört
mezhebin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: İkâmet getirenden başkalarının ikâmet esnasında veya
ikâmetten sonra, eğer güç yetirebiliyorsa, ayağa kalkması caizdir. Bu kalkış,
belirli bir zamanla sınırlandırılmamıştir. İkâmet eden kişinin ise, başlangıçta
ayağa kalkması zaten gereklidir.
Şafiiler dediler ki: İkâmet tamamlandıktan sonra namaza kalkmak sünnettir.
Hanbeliler dediler ki: İkâmet getiren kişinin “Kad kameti's-salâh” dediği
esnada, İmamın ayağa kalktığını gören, cemaatin de ayağa kalkması sünnettir.
Aksi takdirde İmam ayağa kalkıncaya kadar cemaatin de beklemeleri gerekir.
Hanefiler dediler ki: İkâmet eden kişinin, “Hayye ale'l-felâh” dediği zaman
diğerlerinin ayağa kalkmaları icâb eder.[312]
Birkaç husus dışında
ikâmetin sünnetleri de, ezanın anılan sünnetleri gibidir. İstisna edilen
hususlar şunlardır:
Müezzin ezan okurken
yüksek bir yerde okumalıdır. İkâmet eden kişinin yüksek bir yerde ikâmet etmesi
sünnet değildir. Bu hususta Hanbelîler dışındaki diğer üç mezheb görüş birliği
etmişlerdir.
Hanbeliler dediler ki: Çok zor olmadığı takdirde ikâmetin de ezan gibi
yüksek bir yerde okunması sünnettir.
Tercîin gerekli
olduğunu söyleyen Mâlikî ve Şâfiîlere göre ezan okurken tercî yapmak mendubtur.
İkâmet ederken tercî yapmak mendub değildir. Hanefî ve Hanbelîler derler ki:
Ne ezanda ve ne de ikâmette tercî yapılmamalıdır. Ezanı ağır ağır okumak
sünnettir. İkâmeti ise Mâlikîlerin dışındaki üç mezhebin ittifakına göre seri
şekilde okumak sünnettir.
Malikiler dediler ki: Ezam teennî ile okumak istendiği gibi ikâmeti de
teennî ile okumak istenir.
Müezzinin, ezan
okurken işaret parmaklarının ucunu kulak deliklerine koyması sünnettir.
Hanbelî ve Şâfiîler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlİkîlerle
Hanefîler buna muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.
Hanefiler dediler ki: İşaret parmaklarını ezan okurken kulak deliklerine
koymak mendubtur, fakat kamette mendub değildir. Bunu, ezan okurken yapmak
güzel bir davranıştır. Terk edilmesi mekruh değildir.
Malikiler dediler ki: Sesi halka iyi duyurabilmek için, ikâmet getirirken
değil de, ezan okurken parmakları kulak deliklerine koymak caizdir. Sünnet
değildir.
Kaza namazlarını
kılarken, bunların ilki için ezan okumak sünnettir. İkâmette ise böyle olmayıp
hepsi için ayrı ayrı yapılması sünnettir. Mâlikîler dışındaki üç mezheb İmamı
bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Kâza namazları için ezan okumak mutlak surette
mekruhtur. İkâmetse bu hükme tâbi olmayıp her kaza namazı için getirilmesi
namaz kılan kişiden istenir.
Ayrıca ikâmet, hem
erkeklerden hem kadınlardan istenen bir husustur. Ezan ise böyle değildir. Üç
mezheb İmamına göre kadından ezan okuması istenmez. Hanbelîler buna
muhaliftirler.
Hanbeliler dediler ki: Kadının ikâmet etmesi de kendisinden istenmez. Ezan
okuması mekruh olduğu gibi ikâmet etmesi de mekruhtur.
Ayrıca ikâmette ezan
lâfızlarına ek olarak “hayye ale'l-felâh” dedikten sonra “kad kameti's-salâh”
cümlesi de okunur.[313]
Ezan okuduktan sonra
müezzinin, namaz kılacak olan kimselerin mescide gelmelerine kadar oturması
sünnettir. Ancak bunu yapmakla da fazîiet vaktinin dışına çıkmaması gerekir.
Yalnız akşam ezanından sonra hiç oturmaması gerekir. Sair zamanlarda ezanla
ikâmet arasına, üç âyet okuyacak kadar az bir fasıla koyması sünnettir.
Şâfiîlerle Hanefîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîlerin
buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Başkasını beklemekte olan bir cemaatin, farz öncesi
nafileleri kıldıktan sonra, farz namazı vaktin evvelinde kılmaları daha
faziletlidir. Ancak öğle namazı bundan müstesna olup onu, vaktin ilk dörtte
birinin sonuna ertelemek daha faziletlidir. Havalar şiddetli derecede sıcak
olduğu zamanlarda, öğle namazını vaktin yansına dek ertelemek mendub olur.
Başkasını beklemeyen cemaatin veya yalnız başına namaz kılan kişinin, namazını
farzdan önceki nafilelerden sonra, mutlak olarak vaktin evvelinde kılmaları
daha faziletlidir.
Hanbeliler dediler ki: Müezzinin, ezanla ikâmet arasında oturarak, def-i
hacetteki birinin ihtiyâcını göreceği veya abdest almakta olan bir kişinin
abdestini alıp iki rek'at namaz kılacağı kadar bir süre beklemesi sünnettir.
Yalnız, akşam namazı bundan istisna edilmiştir. Müezzinin akşam ezanını
okuduktan sonra, örfe göre çok az bir miktarda oturması sünnettir.[314]
Müezzinlik, İmamlık ve
müderrislik gibi işlerden ötürü ücret almak, Hanefîlerle Şâfiîlere göre
caizdir. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüşe muhâliftirler.
Malikiler dediler ki: Ezan ve ikâmet için ücret almak caizdir. İmamlık için
ücret almaya gelince, bu görev eğer ezan ve ikâmetle birlikte yapılırsa ücret
alınması caiz olur. Yalnız İmamlık için ücret almak, eğer alınan ücret namaz
kılanlardan tahsil ediliyorsa mekruhtur. Ama vakıf veya devlet hazinesinden
ödeniyorsa mekruh değildir.[315]
Yeni doğan çocuğun sağ
kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okumak mendubtur. Aynı şekilde yangın ve
savaş esnasında ezan okumak, misafirin, yani sefere çıkanın ardı sıra ve bir
de kederli kimselerle sar'alı kimselerin kulağına ezan okumak mendubtur.[316]
Ezandan sonra ist$o
müezzinin ister başkalarının Peygamber (s.a.s.) Efendimize salât okumalarının
meşru olduğu hususunda mezhebler arasında görüş birliği mevcuddur. Müslim,
bununla ilgili olarak şöyle bir hadîs-i şerîf rivayet etmektedir:
“Müezzinin sesini duyduğunuzda onun dediklerinin
aynısını deyin. Sonra da bana salât okuyun.” [317]
Burada, “... Sonra da bana salât okuyun” sözü
genel bir emir olduğundan, hem müezzini hem de başkalarını muhatab almaktadır.
Ayrıca okunacak salâtın sessizce olacağı da hadîste kesinlikle belirtilmemiştir.
Müezzin, insanlara bu hadîsteki emri hatırlatmak için ezandan sonra yüksek
sesle satât okursa, güzel bir davranışta bulunmuş olur. Yalnız bu salâtlar
okunurken ibâdet maksadı bir tarafa bırakılarak tegannîde bulunmak, ibâdet
havasının dışına çıkarak şarkı gibi okumak, terk edilmesi gerekli en kötü
bid'atlerden biridir. Nitekim zamanımızda bazı müezzinler böyle yapmaktadırlar.
Şâfiîlerle Hanbelîler ezandan sonra, hadîsteki anlamıyla salât okumanın sünnet
olduğunu açıkça ifade etmişlerdir.
Geceleri ezandan önce tesbih
ve istimdat duaları okumaya gelince, bu caiz değildir. Zîrâ bunu okumakla,
uyumakta olan kimselere eziyette bulunulmuş olur ki, Allah bunu onlara teklif
etmemiştir. Bazıları da bunları okumakia, kişilerin ibâdet için uyarılmaları
sözkonusu olduğundan caiz olduğunu söylemektedirler. Bu uyarı, şer'î rükünler
için yapılmazsa, ne sünnet ve ne de mendub olur. Ama ibâdet için uyarma
kasdıyla yapılırsa meşru olur. Yalnız bunu yaparken şer'î bir zarara yol
açmamak gerekir. Eğer böyle bir durum varsa, terk edilmesi daha uygun olur.
Ancak bundan maksat, Ramazanda halkı uyarmaksa, -ki bunda onlar için fayda
vardır- terk edilmemesi gerekir.
Hanbeliler dediler ki: Gönüllü olarak görev yapacak biri bulunursa, ezan ve
ikâmet için ücret almak haramdır. Gönüllüler bulunmazsa yönetici, bu görevleri
yapanlara, müslümanların bu hizmetlere ihtiyaçları olduğu gerekçesiyle maaş
bağlar.[318]
Mükellefin, farz namazlardan
fazla olarak kesin bir emre dayanmaksızın kılması istenen namazlara nafile
namazlar denir. Bunlar, ya farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan
sünnetler gibi farz namazlara bağlı olurlar, ya da güneş ve ay tutulmaları
esnasında kılınan namazlar, teravih ve yağmur namazı (istiskâ namazı) gibi
farz namazlara bağlı olmazlar.
Farz namazlara bağlı
olanlar; sünnet, mendub, rağîbe ve mezheb-lere göre aşağıda açıklanan diğer
bazı çeşitlere ayrılırlar).
Hanbeliler dediler ki: Farz namazlara bağlı nafile namazlar, ratîbe olan ve
olmayan şeklinde iki kısma ayrılır.
Ratîbeler on
rek'attir: Öğleden önce ve sonra ikişer rek'at, akşarn namazından sonra iki
rek'at, yatsı namazından sonra iki rek'at ve sabah namazından önce iki rek'at.
Abdullah İbn Ömer (r.a.):
“Peygamber (s.a.s.)'den
on rek'at hıfzettim.”[319] dedikten
sonra bu namazları teker teker açıklamıştır. Bu namazlar, “müekked sünnet”tirler.
Bunları kılamayanlar, bilâhare kaza etmelidirler. Ancak kazaya, fazla
miktardaki farzlarla birlikte kalmışlarsa, sıkıntı ve zorluğu giderme
açısından terkedilmeleri daha uygun olur. Yalnız, her ne kadar fazla miktardaki
farzlarla birlikte kazaya kalmış olsa bile, sabah namazının sünneti, bundan
müstesna olup mutlak surette kaza edilmelidir. Farzdan önceki sünnetleri
farzdan sonra kılan kimse, bunları icaza olarak kılmış olur. Vakit çıkmamış
olsa bile kaza sayılır.
Ratîbe olmayan nafile
namazlarsa yirmi rek'attir: Öğle namazından önce ve sonra dörder rek'at, ikindi
namazından önce dört rek'at, akşam namazından sonra dört rek'at, yatsı
namazından sonra dört rek'at.
Akşamın ezâmyla namazı
arasında iki rek*at namaz kılmak da mubahtır.
Bu meyânda Enes (r.a.) der ki:
“Rasûlullah
(s.a.s.)'in zamanında bizler, güneşin batmasından sonra iki rek'at namaz
kılardık.” Enes (r.a.) a, Peygamber Efendimizin bu namazı kılıp kılmadığı
sorulduğunda şöyle demişti:
“Peygamber (s.a.s.),
bizim kıldığımızı görürdü. Bu hususta bize ne bir emir vermiş, ne de bizi
bundan men etmişti.” [320]
Vitir namazını kılıp
oturduktan sonra iki rek'at namaz kılmak mubahtır. En faziletlisi ise ratîbe
namazlarla vitri kılmaktır. Yine, cemaatle kılınması gerekli olmayan
nafileleri, kişinin kendi evinde kılması daha faziletlidir. Farzlarla
sünnetlerin arasına, kıyamda durarak veya konuşarak bir fasıla koymak
sünnettir. Cuma namazından sonra en azından iki rek'at, en fazla da altı rek'at
ratîbe namazı kılınmalıdır. Cumadan önce dört rek'at nafile namaz kılmak
sünnettir. Ki bu ratîbe değildir. Zîrâ Cumanın farzından önce ratîbe yoktur.
Hanefiler dediler ki: Farzlara bağlı nafile namazlar sünnet ve mendub olmak
üzere iki kısma ayrılırlar. Sünnet olanlar beş tanedir:
Birincisi:
Sabah namazından önce iki rek'at. Bu, en kuvvetli bir sünnettir. Dolayısıyla
özürsüz olarak bunu oturmuş veya bir bineğe binmiş olarak kılmak caiz değildir.
Bunun vakti, sabah namazının vaktiyle beraberdir. Sabah namazının vakti
çıktıktan sonra bu sünnet, ancak farzla beraber kılındığı takdirde kaza
edilebilir. Meselâ bir kişi uyuyakahr da gün doğarsa, sabah namazım kaza
ederken önce bu sünneti kaza eder. Sonra da farzı kaza eder. Bu sünnetin kaza
edilme vakti, aynı günün zeval vaktine kadar devam eder. Zevalden sonra kaza
edilmesi caiz olmaz. Bir kişi sabah namazının farzım kıldıktan sonra, ister
gün doğmuş olsun, ister doğmamış olsun artık bu sünneti kaza edemez. Sabahın bu
sünnetini vaktin başlangıcında kişinin kendi evinde kılması sünnettir. Bunun
birinci rek'atinde Kâfinin, ikincisindeyse İhlâs sûrelerini okumak sünnettir.
Bir kişi cemaate gelir de bu sünnetleri kılmadan önce cemaatin farzı kılmakta
olduğunu göjürse; eğer sünneti kıldıktan sonra farza ulaşabileceğine kanaat
getirirse sünneti kılıp ondan sonra İmama tâbi olur. Aksi takdirde sünneti
kılmayarak cemaatle birlikte farza başlar. Farzı kıldıktan sonra, daha önce de
söylediğimiz gibi, sünnetleri kaza edemez. Sabah namazının farzına başlandıktan
sonra cemaate gelen kişinin, bu namazın sünnetinden başka bir nafileyi kılması
caiz olmaz.
İkincisi:
Öğle namazının farzından önce kılınan dört rek'atlik ve tek selâmla kılınan
sünnet. Bu, sabahın sünnetinden sonra gelen en kuvvetli bir sünnet namazdır.
Üçüncüsü:
Öğlenin farzından sonraki iki rek'at. Bu sünnet, Cuma günü dışındaki bütün
günlerde kılınır. Cuma günü ise, Cumanın farzından sonra dört rek'at kılmak
sünnet olduğu gibi, Cumanın farzından önce de dört rek'at kılmak sünnettir.
Dördüncüsü:
Akşam namazının farzından sonra iki rek'at.
Beşincisi:
Yatsı namazından sonra iki rek'at.
Mendub namazlara
gelince bunlar dört tanedirler;
Birincisi:
İkindi namazından önce kılman dört rek'at. Dileyen, bunu iki rek'at olarak da
kılabilir.
İkincisi:
Akşam namazından sonra altı rek'at.
Üçüncüsü:
Yatsı namazının farzından önce dört rek'at. Buna ilişkin olarak Hz. Aişe
(r.a.), şöyle bir rivayette bulunmuştur:
“Rasûlullah (s.a.s.)
Efendimiz, yatsı namazından önce dört, yatsıdan sonra da dört rek'at (nafile)
kılar, bilâhare yatağına uzanırdı.” [321]
Namaz kılan kişi,
bunların dışında dilediği kadar nafile namaz kılabilir. Ayrıca, gündüzleri
kılınan nafile namazların her dört rek'atinde bir selâm vermek sünnettir.
Yalnız, bu namazları mekruh vakitlerde kılmamak gerekir. Gündüzleri kılınan
nafile namazların her iki rek'atinde bir selâm verildiği takdirde, sünnet
yerini bulmaz.
Akşam namazına
gelince, bunun için kılman nafile namazların tümünü tek selâmla kılmak mümkün
olduğu gibi, her iki rek'atinde bir selâm vererek kılmak da mümkündür. Yatsı
namazından önceki nafile ile yatsı namazından sonraki nafileler dörder
rek'attirler. Farz namazla, farzdan sonra kılınan nafileler arasında şu duayı
okumak sünnettir:
“Allah'ım sen
selâmsın. Bütün noksanlıklardan münezzehsin. Dünya ve âhiret selâmeti de senin
yardımınla elde edilebilir. Sen kutlusun. Ey celâl ve ikram ile muttasıf
rabbim.”
Bu duayı veya bu
konuda rivayet edilen başka bir duayı okumak da sünnet olur.
Şafiiler dediler ki: Farzlara bağlı nafileler, müekked olan ve müekked olmayan şeklinde iki
kısma ayrılırlar. Müekked olanlar şunlardır; Sabahın ilk rek'atlık sünneti.
Bunun vakti, sabah namazının vaktidir. Yani, fecr-i sâdığın doğuşundan güneşin
doğuşuna kadardır. Bunları, vaktin çıkmasından veya cemaatin kaçırılmasından
korkulmadığı takdirde farzdan önce kılmak sünnettir. Şayet anılan durumların
vukuundan korkulursa, önce farz sonra bu iki rek'atlik sünnet kılınır. Ki bunda
hiçbir mekruhluk yoktur. Eğer sabahı kılmadan gün doğarsa bunları kaza etmek
gerekir. Bu sünnetin birinci rek'atinde Fâtİha'dan sonra Bakara sûresinin cümlesiyle başlayıp cümlesiyle sona eren, 136. âyetini okumak;
ikinci rek'atinde ise Âl-i İmrân sûresinin cümlesiyle başlayıp cümlesiyle sona eren, 64, âyetini okumak
sünnettir. Bu iki rek'atlik sünnetle sabahın farzı arasına, uzanarak veya
başka tarafa yönelerek veyahut da dünyevî olmayan konuşmaları yaparak fasıla
koymak da sünnettir.
Öğlenin farzından veya
Cuma namazından önce kılınan iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir. Öğlenin
farzından ve Cumadan sonra kılınan iki rek'atlik namaz da müekked
sünnetlerdendir. Öğle namazını kılmayan kişinin, Cumadan sonra iki rek'at
namaz kılması sünnettir. Aksi takdirde öğle sünnetini bunun yerine kılmak,
sünnet yerine geçmez. Akşam namazından sonra kılınan iki rek'atlik namaz da
müekked sünnetlerdendir. Bunun birinci rek'atinde Fâtiha'dan sonra Kâfirûn,
ikincisinde ise îhlâs suresini okumak sünnettir. Yatsı farzından sonra kılınan
iki rek'atlik namaz da müekked sünnetlerdendir.
Anılan bu namazlara
ratîbe namazları denir. Bunların farzdan önce kılınanlarına farz öncesi
ratibeler, farzdan sonra kılınanlarına da farz sonrası ratibeler denir.
Vitir de müekked
sünnetlerdendir. En azı bir rek'attir. Kemâl noktasına ermesinin en alt
derecesi üç rek'at, en üst derecesi ise onbir rek'attir. En faziletlisi, bu
namazın her iki rek'atinde bir selâm vermektir. Vitrin vakti, yatsı namazından
hemen sonra başlar. Yatsı namazı, cem-i takdim şeklinde, akşam namazıyla
birlikte kılınsa bile vitrin vakti, yatsı namazının hemen ardı sıra başlar.
Vakti, fecr-i sâdığın doğuşuna kadar sürer. Bu vakte kadar kılmmadığı takdirde
kazaya kalmış olur.
Müekked olmayan
nafilelere gelince, bunlar oniki rek'attir. Önce saydığımız nafilelerden ayrı
olarak; öğleden önce iki rek'at, öğleden sonra iki rek'at... Bunlar, ratîbe
olmakla beraber müekked sünnet değildirler. Bu hususta Cuma namazı da öğle
gibidir. İkindi namazından önce dört rek'at. Akşam namazından önce iki rek'at.
Bunların hafif olarak kılınmaları ve müezzinin ezanına karşılık verdikten
sonra kılınmaları sünnettir. Bu hususta
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Her iki ezan arasında namaz vardır.” [322]
Buradaki iki ezandan
maksat; birincisi vaktin ezanı, diğeri de ikâmettir. Yatsı namazından önce iki
rek'at olarak kılınan namaz da bu cümledendir.
Malikiler dediler ki:
Farzlara bağlı nafile namazlar, ratîbe olan ve olmayan şeklinde iki kısma
ayrılırlar.
Ratibeler şunlardır:
1. Öğle
vaktinin girmesinden sonra ve farzdan önce kılınan nafile.
2. Öğlenin
farzirfdan sonra kılınan nafile.
3. İkindi
vaktinin girmesinden sonra ve farzdan önce kılınan nafile.
4. Akşam
namazından sonra kılınan nafile.
Bunların kaçar rek'at
olarak kılınacakları belirtilmiş değildir. Ama en faziletlisi, bu nafilelerin
sevabına ilişkin olarak rivayet edilen hadîs-i şerîfe uymaktır. Şöyle ki: Öğle
namazından önce dört, öğle namazından sonra dört, ikindi namazından önce dört
ve akşam namazından sonra altı rek'at kılmak mendubtur. Bu nafile namazlar,
müekked olarak mendubturlar. Akşam namazına gelince, vaktin darlığından ötürü
bu namazdan önce nafile kılmak mekruhtur. Yatsı namazından önce nafile kılmakla
ilgili sarih bir nass mevcûd değildir. Gerçi Peygamber Efendimizin, yukarıda
geçen “Her iki ezan arasında namaz vardır”
hadîsine göre hareket edersek, yatsı farzından Önce de nafile namaz kılmak
müstehab olacaktır. Daha önce de izah ettiğimiz gibi bu hadîste geçen iki
ezandan maksat; biri vaktin ezam, diğeri de ikâmettir.
Ratîbe olmayan
namazlara gelince: Bunları şöylece sıralayabiliriz:
1. Sabah namazının
yamsıra iki rek'at. Bu namaza rağîbe adı verilir. Rağîbe, müstehabtan üst,
müekked sünnettense derece bakımından geri olan namazdır. Vakti, fecr-i sâdığın
doğmasından başlayıp güneşin doğuşuna kadar devam eder. Bundan sonraya kaldığı
takdirde kaza olur. Ki kazası da güneşin zevale ermesine kadar yapılabilir.
Güneş zevale erdikten sonra kaza edilemez. Bu namazın mahalli de sabah
namazıdır. Sabahm farzının kılınmasından sonra bu namazı kılmak, nafile
namazları kılmanın helâl olacağı vakte dek mekruh olur. Nafile namazları
kılmanın helâl olduğu vakit ise; güneşin doğduktan sonra arap mızrağıyla bir
mızrak boyu kadar yükseldiği zamandır. Arap mızrağı, orta ölçüdeki karışla
oniki karış uzunluğundadır. Nafile namazları kılmanın helâl olduğu vakit geldiğinde,
kazaya kalmış olan bu namaz kılınabilir. Sabah namazı kılınmayıp da güneş
doğarsa, bundan sonra kişi, kaza olarak önce sabah namazını kılar. Mûtemed
olan görüş budur. Sabahın iki rek'atinde sadece Fatiha okuyup zamm-ı sûreyi
eklememek mendubtur. (Tabiî bu hüküm, sabahın sünneti için sözkonusudur.)
2. Ratîbe
olmayan sünnetlerden biri de “şef'” namazıdır. Bunun en azı iki rek'attir.
Fazlasının sınırı yoktur. Bu namaz, yatsıdan sonra ve vitirden önce kılınır ki
mendubtur.
3. Vitir
namazı da ratîbe olmayan namazlardandır. Bu, iki rek'atlik tavaf namazından
sonra en kuvvetli müekked sünnetlerden biridir. Bunun vakti, edâ edilmiş yatsı
namazından sonra başlayıp sabah namazının tamamlanmasına kadar devam eder. Bu,
ihtiyarî olan vaktidir. Zarurî vaktine gelince, bu da fecrin doğuşundan
başlayıp sabah namazının tamamlanmasına kadar devam eder. Vitir namazını
özürsüz olarak zarurî vakte ertelemek mekruhtur. Sabah namazını kılmakta olan
bir kimsenin, vitri kılmadığını hatırlaması hâlinde, vitri kılmak için namazı
kesmesi mendub olur. Ancak İmam olarak namaz kıldıran kişinin, sabah namazının
vaktinin çıkmamasından emin olması hâlinde namazı kesmesi caiz olur. Şef
namazının birinci rek'atinde A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde ise Kâfirûn
sûresini okumak mendubtur. Vitir namazında ise Muavvizeteyn ve İhlâs sûrelerini
okumak mendubtur. Nâfîle namazların her iki rek'atinde selâm vermek sünnettir.
Çünkü Peygamber Efendimiz:
“Gece namazları ikişer ikişerdir.”[323] buyurmuştur.
Gündüzleri kılman
nafile namazlarını, geceleri kılman nafile namazlarının hükmüne tâbi kılmak,
yani onları da ikişerli kılmak sünnettir. Çünkü gece kılınanla gündüz kılınan
nafileler arasında herhangi bir fark yoktur.[324]
Dinimiz, farz namazların
kılınmasından sonra bazı özel duaların okunmasını da emretmiştir. Meselâ beş
vakit namazın sonunda otuzüç kez “sübhânallah”, otuzüç kez “elhamdülillah”,
otuzüç kez de “Allahü ekber” demek sünnettir. Az sonra anlatılacağı gibi, bunun
yanısıra diğer bazı zikirleri de yerine getirmek sünnettir. Yalnız bu duaların
ve zikirlerin, farzı tamamlar tamamlamaz mı, yoksa farz sonrası sünnetleri
kıldıktan sonra mı okunması, örneğin öğlenin farzını kıldıktan hemen sonra mı
zikrin yapılacağı, yoksa farzdan sonraki sünnet kılındıktan sonra mı yapılacağı
konusunda mezhebler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlar aşağıda
açıklanmıştır.
Hanefiler dediler ki: Farz namazla sünnet arasına fasıla koymak, tenzîhen
mekruhtur. Ancak; “Allahümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ
ze'1-celâli ve'l-ikrâm” duasını okuyacak kadar bir fasılanın konulmasında
sakınca yoktur. Namazdan sonraki zikirlerle ilgili olarak rivayet edilen
hadîsler, bu fasıla hususuna ters düşmezler. Çünkü sünnetler, farz namazın
eklentisidirler ve farz namazdan ayrı şeyler değildirler. Şu halde sünnetleri
müteakiben üç defa “estağfirullah” dedikten sonra Âyet'el-Kürsî ve Muavvizeteyn
sûrelerini okumak, bundan sonra da otuzüçer defa “sübhânallah”, “elhamdülillah**,
“Allahü ekber” demek ve sonunda da,
“Allah'tan başka
ibâdete lâyık bir tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Övgüler
O'nadır. O'nun gücü her şeye yeter*' duasını okumak müstehab olur. Bundan
sonra da şu duayı okumak gerekir:
“Allah'ım senin
verdiğine kimse mâni olamaz. Senin mâni olduğun şeyi de kimse veremez. Büyüklük
sahibi olanlar fayda veremezler. Büyüklük sadece sendedir.”
Bu duadan sonra:
“Senin Rabbin izzet ve onur sahibidir. Rabbin, onların
niteledikleri (uygunsuz sıfatlardan) münezzehtir” [325]âyetini
okuyarak namaza son verirler.
Malikiler dediler ki: Farz namazlardan sonra kılman ratîbe namazların,
farzdan sonraki zikirleri yaptıktan sonra kılınmaları daha faziletlidir. Yani,
farzdan sonra Âyete'l-Kürsî ve İhlâs sûrelerini okuyup otuzüçer defa “sübhânallah”,
“elhamdülillah”, “Allahü ekber” dedikten sonra, “Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ
şerîke leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr”
duasını okumalıdır. Sünnet namazını bunlardan sonra kılmak daha faziletli
olur.
Şafiiler dediler ki: Farz namazla sünnet namaz arasına, bahse konu zikirleri yaparak fasıla
koymak sünnettir. Bunun için de farz namazından sonra üç kez “estağfurullah”
demeli ve bunun peşi sıra da, “Alla hümme ente's-selâmü ve
minke's-selâm.tebârekteyâ ze'1-celâli ve'1-ikrâm” demeli, sonra otuzüçer defa-
”sübhânallah”,
“elhamdülillah” ve “Allahü ekber” diye tesbih çekmeli, en sonunda da şu duayı
okumalıdır:
Hanbeliler dediler ki: Farz namazdan sonraki sünnetleri kılmadan bu
zikirleri yapmak gerekir. Bunun için de, farzı edâ ettikten sonra üç defa
“estağfirullah” demeli, bunun peşinden de şu duayı okumalıdır:
Bu duayı okuduktan
sonra otuzüçer defa “sübhânallah”, “elhamdülillah” ve “Allahü ekber” diyerek tesbih
çekmelidir. En faziletlisi, bu üç tesbihi bir arada söyleyerek otuzüçer defa
yapmaktır. Örneğin otuzüç defa ve bir arada olarak, “sübhânallah,
elhamdülillah, Allahü ekber” diyerek tesbih çekmeli ve bu şekilde tesbihatı
tamamladıktan sonra da şunları söyleyerek tesbihlerin sayısı toplam olarak
yüze vardırılmalıdır: “Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerike leh. Lehü'l-mülkü
ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külü şey'in kadir.”[326]
Bir kimse, farzını
cemaatle edâ ettikten sonra nafile namaz kılmak dilerse, bu namazı cemaatle
birlikte farzı kıldığı yerde mi kılmalı, yoksa oradan ayrılıp başka yerde mi
kılmalıdır? Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bir kimse farz namazı İmam olarak kaldırmışsa, onun
nafile namaz kılmak için kendi yerinden başka yere geçmesi mekruhtur. İmama
uyarak farz namazı kıldıktan sonra nafile kılacak olan kimseye gelince, olduğu
yerde kılabileceği gibi, başka tarafa geçerek de kılabilir. Kubunda kerahet
sözkonusu değildir. Ama bu kişinin eski yerinden başka tarafa geçerek nafile
kılması daha güzeldir.
Şafiiler dediler ki: Farz namazı kılan kişinin, namazını tamamladıktan sonra, nafile
kılmak için başka yere geçmesi sünnettir. Ancak kalabalık ve benzeri
nedenlerden ötürü başka tarafa geçmesi zor olursa, “farz namazını sona
erdirdim” demek gibi, namaz amelleri dışında bir söz söyleyerek farzdan
ayrıldığını ifade etmesi ve bundan sonra kılmak istediği nafile namaza
başlaması sünnet olur.
Malikiler dediler ki: Bir kimsenin kıldığı nafile namaz, ratîbelerden ise
-ki bunlar, farzlardan sonra kılınması istenen sünnetlerdir-, en faziletlisi,
mescidde kılmasıdır. İster farzı kıldığı yerde kılsın, isterse başka tarafa
geçerek kılsın fark etmez. Kıldığı nafile namaz, kuşluk namazı gibi ratîbe
olmayanlar dansa, en faziletlisi evinde kılmasıdır. Yalnız, Peygamber (s.a.s.)
Efendimizin mescidinde kılınanlar bundan müstesnadır. Medine'deki bir kişinin
nafile namazını, Peygamber Efendimizin kıldığı yerde kılması mendubtur.
Peygamber Efendimiz namazım, mihrabın ön tarafında ve minberin yambaşına
gelecek şekilde mescidin ortasında kılardı.
Hanbeliler dediler ki: Ratîbe olan ve olmayan sünnet namazların her
halükârda evde kılınmaları daha faziletli olur. Yalnız, cemaatle kılınması
gerekli nafile namazlar bu hükme tâbi değildirler. Bunları mescidde kılan
kişi, farzı kıldığı yerde kılabileceği gibi, başka tarafa geçerek de kılabilir.
Şâfiîler, nafile namazların evde kılınmasının daha faziletli olacağı hususunda
Hanbelîlerle görüş birliği etmişlerdir.[327]
Kuşluk namazı üç mezheb
İmamına göre sünnettir. Mâlikîler ise bu görüşe muhaliftirler.
Malikiler dediler ki: Kuşluk namazı, sünnet olmayıp müekked mendubtur.
Kuşluk namazının
vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesi anından başlayıp zevale ulaşmasına
kadar devam eder. Bunun için faziletli vakit, gündüzün dörtte birinin geçmesinden
sonraki vakittir. Mâlikîler bu görüşe de muhaliftirler.
Malikiler dediler ki: En faziletlisi, gün doğuşunu müteakip, ikindiyle gün
batımı arasındaki zaman kadar bir vaktin geçmesinden sonra kuşluk namazı
kılınmalıdır.
Bu namazın en azı iki
rek'at, en çoğu ise sekiz rek'attir. Bir kişi kuşluk namazı niyetiyle kasıtlı
olarak ve bile bile bundan fazla kılarsa, sekiz rek'atten fazlası namaz olarak
gerçekleşmez. Ama unutarak veya bilmeyerek sekiz rek'atten fazla kılarsa, bu
fazla rek'atler Şafiî ve Hanbelîlere göre mutlak olarak nafile yerine geçer.
Mâlikî ve Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Kuşluk namazının en çoğu altı rek'attir. Bir kimse
bundan fazlasını kıldığı takdirde, bunların hepsini tek selâmla kılmaya niyet
etmişse; kuşluk niyetiyle kıldığı namaz, kuşluk yerine geçer. Fazlası da
mutlak olarak nafile yerine geçer. Ancak gündüzleri kılınan nafile namazların
dört rek'atinden fazlasını tek selâmla kılmak mekruhtur. Altı rek'atten fazla
kılmaya gelince; bunlar ikişerli rek'atler hâlinde kılınırlarsa, fazlalıklar
mutlak olarak mekruh olmazlar.
Malikiler dediler ki: Kuşluk namazı sekiz rek'atten fazla kılınırsa sahîh
olur. Doğrusu da, bu fazla kılışın mekruh olmadığıdır.
Bu namazı vakti
çıktıktan sonra kaza etmek, Şâfii ve Hanbelîlere göre sünnettir. Mâlikîlerle
Hanefîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Maliki ve Hanbeliler dediler ki: Sabahın iki
rek'ati dışındaki bütün nafileler, vakitleri geçtikten sonra kaza edilmezler.
Sabahın iki rek'atlik sünneti, aynı günün zeval vaktine kadar kaza edilebilir.[328]
Namaz kılacak bir
kişinin mescide girdiğinde tahiyyeî'ül-mescid niyetiyle iki rek'at namaz kılması
sünnettir. Dilerse bu niyetle iki rek'atten fazla da kılabilir. Şâfiîlerle
Hanbelîler bunda müttefiktirler. Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri
ise aşağıda açıklanmıştır.
Hanefiler dediler ki: Tahiyyet'ül-mescid namazı iki veya dört rek'attir.
Dört rek'at olarak kılınması, iki rek'at olarak kılınmasına niş-betle daha
faziletlidir. Tahiyyet'ül-mescid niyetiyle bundan fazla kılınmaz.
Malikiler dediler ki: Tahiyyet'ül-mescid namazı iki rek'attir. Buna hiçbir
fazlalık yapılamaz. Kuvvetli görüşe göre bu, müekked bir mendubtur. Bazıları
ise bu namazın sünnet olduğunu söylerler.
Tahiyyet'ül-mescid
namazının şartlarına gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:
1. Bir
kimsenin nafile namaz kılmanın mekruh olmadığı vakitlerde mescide girmesi.
Meselâ güneşin doğuşu esnasında veya ikindi namazından sonra mescide giren
kişi, tahiyyet'ül-mescid namazını kılmaz. Ayrıca mescide giren kişinin,
mescidde beklemesi de bu namaz açısından şart değildir. Meselâ mescidden
geçerek başka bir tarafa gitmek isteyen kişinin de, Mâlikîler dışındaki üç
mezheb İmamına göre bu namazı kılması gerekir.
Malikiler dediler ki: Mescide oturmak kasdıyla girenden başkasından
tahiyyet'ül-mescid namazı kılması istenmez. Mescidden geçmek kasdıyla içeriye
giren kişiden de bu namazı kılması istenmez.
2. Mescide
girerken abdestli olmak. Mescide abdestsız olarak niren kişi Şâfiîler dışındaki üç mezheb İmamına göre bu
namazla muhatab değildir.
Şafiiler dediler ki: Abdestsiz olarak mescide giren kimseden, yakın zamanda temizlenme imkânına
sahipse tahiyyet'ül-mescidi kılması istenir. Aksi takdirde kılması istenmez.
3. Mescide
girişin, cemaatle namaz kılındığı bir zamana rastlamaması gerekir. Mescide
giren bir kişi, İmamın cemaate namaz kıldırdığını gördüğünde Mâlikîler
dışındaki üç mezheb İmamına göre bu namazı kılmaz.
Malikiler dediler ki: Bir kimsenin mescide girmesi, görevli İmamın namaza
durması esnasına rastlarsa, bu durumda kendisinden tahiyyet'ül-mescid namazı
kılması istenmez. Ama içeriye girmesi, görevli olmayan bir İmamın namaz
kıldırması ânına rastlarsa, tahiyyet'ül-mescidi kılması caiz olur.
4. Cuma veya
bayram günleri, hatibin hutbe okumak için minbere çıkmasından sonra mescide
giren kişi, Mâlikî ve Hanefîlere göre bu namazı kılmaz. Şafiî ve Hanbelîlerin
buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafi ve Hanbeliler dediler ki: Kişi mescide
girdiğinde İmam minbere çıkmışsa bu durumda oturmadan önce iki hafif rek'atle
tahiyyet'ül-mescid namazını kılması sünnet olur. Bundan fazlasını yapmamalıdır.
Kılmaksızın oturursa, kalkıp da tahiyyet'ül-mescid namazını kılması gerekmez.
Mescid-i Haram,
tahiyyet'ül-mescid namazı açısından diğer bazı mescidlerden ayrılmaktadır. Bu
mescidde sözkonusu namazı kılmak, mezheblere göre bazı özel hükümlere tâbidir.
Malikiler dediler ki: Mescid-i Harâm'a giren kişi, mendub olarak tavaf
etme isteğinde veya kasdında ise tavaf etmesi tahiyye yerine geçer. Ama, söz
gelimi Kabe'yi seyretmek için içeriye giren kişinin tavaf etme niyeti ve isteği
yoksa ve aynı zamanda Mekke'li ise, iki rek'at tahiyye namazım kılar. Mekke'li
değilse tavaf etmesi, tahiyye yerine geçer.
Hanefiler dediler ki: Gerçek şu ki; Mescid-i Haram için iki rek'at namaz
kılmak, tahiyyet'ül-mesciddir. Ama tavaf niyeti ve kasdıyla Mescid-i Harâm'a
giren kişi önce tavaf eder, ondan sonra da iki rek'atlik tavaf namazını kılar.
Böylece tahiyyet'ül-mescid namazı da kılınmış sayılır.
Hanbeliler dediler ki: Mescid-i Harâm'ın tahiyyesi, tavaftır. Tavafı
kasdetmeyen kişi dahi bunu yerine getirme emrine muhâtabtır.
Şafiiler dediler ki: Mescid-i Harâm'a giren kişi, tavaf etme iste-ğindeyse kendisinden iki
tahiyyede bulunması istenir: Biri Beytullah içindir ki bu tahiyye, tavaftır.
Diğeri ise tahiyyet'ül-mesciddir ki, bu da namazdır. Bu durumda en
faziletlisi, önce tavaf yapmak, sonra iki rek'atlik tavaf namazını kılmaktır.
Bunu yapmakla tahiyye namazı zımnen kılınmış sayılır. Tavaftan sonra bu namaz
dört rek'at olarak da kılınabilir. Bunların ilk iki rek'atinde tahiyye, son iki
rek'atindeyse tavaf sünnetine niyet edilir. Bunun aksini yapmak sahîh olmaz.
Tavaf isteği olmaksızın mescide giren kişiden, sadece namaz kılarak tahiyyede
bulunması istenir.
Hades hâli ve benzeri
nedenlerden ötürü tahiyyet'ül-mescid namazını kılamayan kişinin, “Sübhânallahi
velhamdülillahi ve lâ ilahe illallahü vallahü ekber” zikrini dört defa okuması,
üç mezheb İmamına göre mendub olur. Hanbelîler, bunun mendub olmadığını
söylemişlerdir. Mescide girerken rükûlu ve secdeli herhangi bir namazı kılmak
da tahiyyet'ül-mescid namazı yerine geçer. Meselâ üzerinde kaza namazı bulunan
bir kişi, mescide girdiğinde kazasını kılmakla tahiyyet'ül-mescid namazını da
kılmış sayılır. Tabiî buna niyet etmesi de şarttır. Hanefîlerle Şâfiîler derler
ki: Bu durumdaki bir kimse, niyet etmese bile tahiyyet'ül-mescid sevabını kazanır.
Ama tahiyye namazını kılma-maya niyet ederek kaza kılan kişi tahiyye borcundan
kurtulur. Fakat sevabını elde edemez. Mescide girdikten sonra oturan kişi,
tahiyyet'ül-mescid mükellefiyetinden kurtulamaz. Bu hususta Hanefîlerle
Mâlikîler görüş birliği etmişler ve aynı zamanda kişinin, bu davranışıyla
mekruh işlemiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şâfiîler demişlerdir ki: Kasıtlı
olarak oturan kişiden dahi tahiyyet'ül-mescid yükümlülüğü mutlak olarak sakıt
olur. Unutarak veya bilmeyerek oturan kişinin oturuşu, İki rek'at kılacak bir
süreden daha uzun olursa tahiyye sakıt olur. Aksi takdirde kalkıp kılması
gerekir. Hanbelîler demişlerdir ki: Oturması örfe göre uzun sürmüşse tahiyye
namazı sakıt olur.[329]
Abdestten sonra,
yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra iki rekat namaz kılmak
mendubtur. Buna ilişkin olarak Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Yolculuğa çıkmak isteyen hiç kimse, ailesi yanında
kıldığı iki rek'atten daha faziletli bir halef bırakmadı.”[330]
Kâ'b İbn Mâlik
demiştir ki:
“Rasûlullah (s.a.s) seferden
sadece gündüzleyin kuşluk vaktinde dönerdi. Geldiğinde de önce mescide uğrayıp
iki rek'at namaz kılar, sonra da orada otururdu.”
[331]
Geceleyin teheccüd
namazı kılmak da mendubtur. Bunu teyid sadedinde Peygamber (s.a.s.) Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
“Bir koyun sağımı kadar olsa bile geceleyin namaz
kılmak gereklidir.”[332]
Teheccüd namazı,
gündüzleyin kılınan nafilelerden daha faziletlidir. Yine bu hususta Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Farzdan sonra namazların en faziletlisi, geceleyin
kılınan (nafile) namazlardır.” [333]
İki rek'atlik “İstihare”
namazı da mendub namazlardandır. Bununla ilgili olarak Câbir İbn Abdullah
şöyle bir rivayette bulunmaktadır:
“Rasûlullah (s.a.s.),
bize Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi, bütün işlerde istihare yapmayı öğretti.
Bize derdi ki: “Sizden biri herhangi bir
işe niyetlenirse, farzlardan ayrı olarak iki rek'at namaz kılsın. Sonra da şu
duayı okusun: “Allah'ım! Senin ilminle hayır, kudretinle de güç istiyorum.
Senin büyük fazlından taleb ediyorum. Sen güç yetirirsin; ben yetiremem. Sen
bilirsin; ben bilemem. Sen gaybı pek iyi bilensin. Allah'ım! Bu iş; dinim,
geçimim, sonucum (veyahutta şöyle demiştir: şimdiki hâlimle geleceğim) için
hayırlı olacaksa, bunu benim için takdir et ve müyesser kıl. Sonra benim için
onda bereketler nasib et. Yok eğer bu iş dinim, geçimim, sonucum (veyahutta
şöyle demiştir: şimdiki hâlim ve geleceğim) için şerli olacaksa, onu benden,
beni de ondan uzaklaştır. Benim için her nerede olursa olsun hayrı takdîr eyle.
Sonra da beni onunla hoşnud eyle.” Bu duayı okuduktan sonra da işinin ne
olduğunu açıklayıp arzetsin.” [334]
Meşru bir isteği olan
kişinin, dileğinin yerine gelmesi için iki rek'at namaz kılması mendubtur.
Bununla ilgili olarak Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah'tan veya insan oğullarından birinden dilekte
bulunan ve ihtiyâcı olan kişi, güzelce abdest alıp iki rek'at namaz kılsın.
Sonra Allah'a hamdü senada bulunsun. Peygambere de salât getirsin. Bunun
peşisıra da şu duayı okusun: “Allah'tan başka ibâdete lâyık bir ilah yoktur. O,
hilm ve kerem sahibidir. Yüce arşın sahibi Allah, noksanlıklardan münezzehtir.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdü senalar olsun. Ey Rabbim! Senden rahmetinin
sebeplerini, afv ve mağfiretinin vesilelerini, her iyilikten ganimeti, her günahtan
selâmeti istiyorum. Afvetmediğin hiçbir günâhımı, genişletmediğin hiçbir
sıkıntımı, rızâna uygun olup gideremediğim hiçbir ihtiyâcımı geriye bırakma.
Ey merhamet edicilerin en merhametlisi!” [335]
Üç mezheb İmamı, vitir
namazının sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Hanefîlerse bunun vâcib
olduğunu söylemişlerdir. Bilindiği gibi Hanefîlere göre vâcib, derece
bakımından farzdan daha aşağıdadır. Yine bunlara göre vacibi terk etmek, farzı
terk etmek gibi cehennem azabını gerekli kılmaz. Ama Peygamber Efendimizin
şefaatinden mahrum kalmaya sebeb olur. Ki Peygamber (s.a.s.)'in şefaatinden mahrum
kalmak da, o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş insanın şefaatini ümîd eden Mü’minler
için az bir ceza değildir. Mezheblere göre vitrin hükmü aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Vitir vâcibtir. Sonda verilen tek selâmla üç rek'at
olarak kılınır. Her rek'atinde Fâtiha'nın yanısıra bir sûre, veyahut da bir
sûre kadar âyet okunulması vâcibtir. Rasûlullah (s.a.s.)'in, vitrin birinci
rek'atinde Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde Kâfırûn sûresini,
üçüncü rek'atinde ise İhlâs sûresini okuduğu rivayet edilir. Üçüncü rek’atte
kıraat tamamlandıktan sonra elleri kaldırıp iftitah tekbiri gibi tekbir almak
vâcibtir. Yalnız bu tekbiri aldıktan hemen sonra “Sübhâneke” okunmayıp “Kunut”
duası okunur. Kunut ise, Allah'a övgü ve duayı içeren sözler demektir. Ama
sünnet gereği olarak, İbn Mes'ûd'un rivayet etmiş olduğu şu duayı okumak daha
faziletlidir:
“Allah'ım! Senden
yardım, hidâyet ve mağfiret taleb eder, sana imân eder ve sana tevekkülde
bulunur, bütün hayırlarla sana övgüde bulunur, sana şükreder, nankörlük
etmeyiz. Sana karşı itaatsizlik edip günah işleyenleri terkeder ve ondan uzak
dururuz. Allah'ım! Ancak sana ibâdet eder, senin için namaz kılar ve sana secde
ederiz. Sana doğru koşar ve koşarken de hızlı davranırız. Rahmetini umar, azabından
da korkarız. Senin büyük azabın muhakkak ki kâfirlere ulaşacaktır.”
Bu duayı okuduktan
sonra Peygamber Efendimize ve aile efradına salatü selâmda bulunulur.
Vitrin vakti:
Ufuktaki şafağın
kaybolmasından itibaren başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam eder.
Unutarak veya kasıtlı olarak vitri kılmayan kişinin, aradan uzun zaman geçse
bile, kaza etmesi vâcibtir. Tertibin gerekliliği nedeniyle vitri yatsıdan
sonraya bırakmak da vâcibtir. Vitri unutarak yatsıdan önce kılan kişinin,
vitir namazı sahîh olur. Yine aynı şekilde tertibe uyarak önce yatsıyı, sonra
vitri kılan kişinin bilâhare, yatsı namazının fâsid olduğu anlaşılırsa, vitri
sahîh olur. Yalnızca yatsı namazım iade etmesi gerekir. Zîrâ bu durumda
mazeret bulunduğundan ötürü tertib sakıt olur. Ayakta durmaya muktedir olan
kişinin vitri oturarak kılması caiz değildir. Yine vitri özürsüz olarak bir
bineğin üzerinde kılmak da caiz değildir. Vitirde Kunut duasını okumak
vâcibtir. Vitri kılan kişi İmam da olsa, tek basma da olsa veya İmama uyan biri
de olsa, Kunut duasını sessizce okumalıdır. Kunut'u iyice okuyamayan kişi, Kunut
yerine şu duâ âyetini okur:
“Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de
iyi hal ver ve bizi ateşin (cehennemin) azabından koru.”[336]
Bunu da düzgün
okuyamayan kişi üç defa, “Allahümmağfir lenâ” diye duada bulunur. Kunut okumayı
unutarak rükûa varan ve bunu rükû esnasında hatırlayan kişi, rükûdayken Kunut
okumaz ve Kunut okumak için de kıyam hâline geri dönmez. Yalnız selâmdan sonra
sehiv secdesi yapar. Rükûda, Kunut okumadığım hatırlayan kişi kıyam hâline geri
dönüp Kunut duâsını okursa ve rükûu yenilemezse, namazı bozulmaz. Ama
Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûreyi ve Kunut duasını sehven okumayıp rükûa varan
kişi, zamm-ı sûre ve Kunut okumak için rükûdan kıyama döner ve rükûu da iade
eder. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar.
Fatiha, zamm-ı sûre ve
Kunut'u okumayı unutup da rükûa varan kişi, kıyam hâline dönerek Fatiha, zamm-ı
sûre ve Kunut'u okur; rükûu da iade eder. Rükûu iade etmediği takdirde namazı
yine sahîh olur. Her halükârda sehiv secdesi yapması gerekir. Vitir namazı
dışındaki namazlarda Kunut okunmaz. Ancak felâket vukuunda veya zamanın
şiddetli olaylarının meydana gelmesi durumunda sabah namazında Kunut okumak
sünnettir. Diğer vakitlerde okunmaz; mûtemed olan görüş budur. Sabah namazında
Kunut okuyacak kişinin, bunu rükûdan kalktıktan sonra okuması gerekir.
Felâketli zamanlarda tek başına namaz kılan kişinin değil de, İmamın Kunut
okuması sünnet olur. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişi ise, Kunut okumakta
İmamına tâbi olur. Ancak İmam, Kunut'u yüksek sesle okuduğu takdirde ona
uyanlar, “âmîn” derler. Vitrin Ramazan ayı dışında cemaatle kılınması meşru
değildir. Ramazanda cemaatle kılınması müstehabtır. Çünkü her ne kadar vâcibse
de, bazı yönlerden nafilelerin hükmüne tâbidir. Ramazan dışında vitrin
cemaatle kılınması, eğer yalnızca bu namaz dolayısıyla toplanmak için cemaat
çağrılmışsa mekruh olur. Ama bir-iki, veyahut da üç kişi, vitir kılan birine
tâbi olurlarsa -vitrin bu durumda cemaatle kılınmasına bir çağrı sözkonusu
olmadığından- mekruh olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Vitir, müekked sünnettir ve en azı bir rek'attir. Bir
rek'at olarak kılınması mekruh değildir. En çoğu ise onbir rek'attir. Kemâl
derecesinin en azı olan üç rek'at olarak kilmabildiği gibi beş, yedi ve dokuz
rek'at olarak da kihnabilir. Onbir rek'at kılınması hâlinde, bir selâm verilip
en sonunda da tek rek'at olarak kılınır. Ki en faziletlisi de budur. Ama bunun
yanında bir veya iki teşehhüde oturarak tek selâmla da kılınabilir. Şöyle ki:
On rek'ati kıldıktan sonra teşehhüde oturulur; sonra selâm vermeksizin
onbirinci rek'ata kalkılıp bu rek'atin kılınmasından sonra teşehhüde oturulup
selâm verilirse, iki teşehhüd ve bir selâmla kılınmış olur. Veyahut da onbir
rek'ati teşehhüdsüz olarak kılındıktan sonra, onbirinci rek'atin sonunda
teşehhüde oturulup sonra selâm verilerek de kıhnabüir. Dokuz rek'at olarak
kılan kişi, sekizinci rek'atte oturup teşehhüdde bulunduktan sonra, selâm
vermeksizin dokuzuncu rek'ate kalkıp bu rek'atin sonunda teşehhüde oturur ve
selâm vererek namazını tek selâmla tamamlamış olur. Bu daha faziletlidir. Yine
dokuz rek'ati tek teşehhüd ve tek selâmla kılmak da caizdir. îki rek'atte bir
selâm vererek sekiz rek'ati tamamlayıp sonra dokuzuncu rek'ati tek olarak kılıp
selâm vermek de caizdir. Beş veya yedi rek'at olarak kılan kişinin namazının
daha fazîletli olabilmesi için, bunu tek teşehhüd ve tek selâmla kılması daha
fazîletli olur. Ama bunun yanında altıncı rek'atten veya dördüncü rek'atten
sonra oturup selâm vermeksizin ayağa kalkılır ve geri kalan rek'atler kılınıp
da teşehhüde oturulup selâm verilirse, vitir sahîh olur. İki rek'atte bir selâm
vererek kılmak da mümkündür. Vitri üç rek'at olarak kılmak isteyen kişi; iki
rek'ati kıldığında, bunların birincisinde Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini,
ikincisinde Kâfirûn sûresini okuduktan sonra teşehhüdde bulunup selâm verir.
Bundan sonra üçüncü rek'ate kalkarak Fâtiha'dan sonra îhlâs süresini ve Kunut'u
okuyup rek'atini tamamlayarak teşehhüdde bulunduktan sonra selâm verir. En
faziletlisi de budur. Üç rek'ati tek teşehhüd ve tek selâmla kılmak mümkün
olduğu gibi, iki teşehhüd ve tek selâmla -tıpkı akşam namazının farzı gibi- kılmak
da mümkündür. Son rek'atte rükûdan kalktıktan sonra Kunut okumak sünnettir. Ramazan
ve diğer aylar arasında bir ayırım yapmaksızın, bütün sene boyunca bu şekilde
kılınması gerekir. Kunut duasının en faziletlisi şu metindeki cümlelerdir:
“Allah'ım, senden
yardım, hidâyet ve bağışlanma dileriz. Sana tevbe eder, sana imân eder, sana tevekkülde
bulunur, bütün hayırlarla seni överiz. Sana şükreder ve nankörlük etmeyiz.
Allah'ım! Ancak sana ibâdet eder, sana koşar ve koşarken de hızlı davranırız.
Rahmetini umar, azabından korkarız. Senin büyük azabın kâfirlere ulaşıcıdır.
Allah'ım! Hidâyet buyurduğun kimseler içinde bize de hidâyeti nasib eyle.
Afiyet verdiğin kimseler içinde bize de afiyet ihsan eyle. Kendisine dostluk
gösterdiğin kimselerin içinde bize de dostlukta bulun. Verdiğin şeylerde bize
bereket nasib et ve onları bizim için hayırlı kıl. Hükmettiğin kazaların
şerrinden bizi koru. Şüphesiz ki Sen, noksanlıklardan münezzeh olup her şeye
hükmedersin. Ve sana karşı da hükmedilemez. Üstün kıldığın kimse hor ve zelîl
olmaz. Alçalttığın kimse de şeref ve izzet bulamaz. Sen kutlusun. Rabbimizsin!
Sen yücesin. Allah'ım! Biz, gazabından rızâna sığınırız. Cezandan afvma
sığınırız. Seni hakkıyla övemeyiz. Sen kendini övdüğün gibisin.”
Bu duayı okuduktan
sonra Peygamber Efendimize ve aile efradına salâtü selâmda bulunmak gerekir. Bu
duadan başka rivayet edilen bir duayı Kunut olarak okumanın bir sakıncası
yoktur. Kişi, İmam olarak namaz kıldırıyor veya yalnız başına namaz kılıyorsa,
Kunutu yüksek sesle okuması sünnettir. İmama tâbi olarak namaz kılmakta olan
kişiye gelince; o, İmamın Kunut okuması esnasında “âmîn” demekle yetinir. Yine
yalnız başına namaz kılan kişinin, Kunut okurken çoğul zamirlerini tekile
çevirmesi gerekir. Meselâ, “ihdinâ” değil de, “ihdinî” demelidir. İmam ise,
çoğul zamirlerini duadaki aslî şekliyle muhafaza ederek okur. Vitir namazım
kıldıktan sonra selâm veren kişinin üç defa, “sübhâne'l-meliki'l-kuddûs”
diyerek tesbihte bulunması ve sonuncusunda da sesini yükseltmesi sünnettir.
Vitir namazından başka namazlarda Kunut okumak mekruhtur. Meğer ki, müslümanlara
veba dışında bir felâket gelmiş olsun. Devlet başkanının veya vekilinin, Cuma
dışında diğer bütün farzlarda, vukû bulan felâkete uygun bir Kunut duasını
halka okuması sünnettir. Veba musibeti için Kunut okunmaz. Devlet başkanı veya
vekili dışında, başka birinin felâket dolayısıyla namazda Kunut okuması hâlinde
bu kişi, İmam da olsa, yalnız başına kılan biri de olsa, namaz bâtıl olmaz.
Sabah namazında Kunut
okuyan birine tâbi olarak namaz kılan kişi, Kunut okuyan İmamın duasını
işittiği takdirde “âmîn” der. işitmediği takdirde dilediği bir duayı okuması
sünnet olur. Vitir namazını kılan kişi, son rek'atin rükûuna varmadan önce
Kunut duasını okuyabilir. Bu kişi tekbir alıp ellerini kaldırır. Sonra Kunutu
okur. Peşisıra da rükûa varır. Ama en faziletlisi, Kunutu son rek'atin
rükûundan kalktıktan sonra okumaktır. Kunutu okurken elleri açık olarak göğsü
hizasında bulundurmak ve avuç içlerini semâya çevirmek, duâ bittikten sonra da
elleri yüze sürmek sünnettir.
Vitrin vakti, yatsı
namazından sonra başlayıp fecr-i sâdığın doğmasına kadar devam eder. En
faziletlisi de, uykudan uyanacağına güvenen kişinin, vitri gecenin son kısmında
kılmasıdır. Uykudan uyanacağına güvenemeyen kişi, vitrini uyumadan önce kılar.
Vitri kazaya kalan kişinin, bunu şef’ namazıyla birlikte kılması sünnettir.
Ramazanda vitrin cemaatle kılınması da sünnettir. Ramazan dışında cemaatle
kıhnmasıysa mubahtır.
Şafiiler dediler ki:
Vitir, müekked sünnettir. En azı bir rek'at, en çoğuysa onbir rek'attir.
Kasıtlı olarak ve bilerek anılan sayıdan fazla miktarda kılındığı takdirde
fazlalıklar, namaz olarak gerçekleşmez. Ama unutularak veya bilmeyerek fazla
kılındığı takdirde namaz bâtıl olmaz. Fazlalıklar da mutlak olarak nafile
yerine geçerler. Tek rek'atle yetinmek, evlâ olan bir davranış değildir. Vitri
bir rek'atten fazla kılan kişinin, bu namazı bitişik olarak, yani vitrin son
rek'atini kendinden önceki rek'atlere bitiştirerek kılması caizdir. Şöyle ki:
Vitri beş rek'at olarak kılacak olan kişi, iki rek'at kıldıktan sonra selâm
verir, sonraki üç rek'ati de tek selâmla kılar. Bu üç rek'ati de birbirinden
ayırması, yani son rek'ati önceki iki rek'atten ayırarak kılması caizdir. Beş
rek'at olarak kılan kişi, son rek'ati ayırdığı takdirde Önceki dört rek'ati tek
selâmla da kılmış olsa farketmez. Bitişik olarak kılma hâlinde, iki
teşehhüdden fazla oturması caiz olmaz. Vitri kılmanın en faziletli şekli,
birbirinden ayrı olarak kılınanıdır. Vitrin vakti, akşam namazıyla birlikte
cem-i takdim şeklinde kıhnsa bile yatsı namazından sonra başlayıp fecr-i
sâdığın doğuşuna kadar devam eder. Geceleyin uyanacağına güvenen kişinin, vitri
gecenin ilkinden sonraya ertelemesi sünnet olur. Aynı şekilde gece
namazlarından sonraya erteleyip bu namazları vitirle sona erdirmek de
sünnettir. Ramazan ayında vitri cemaatle kılmak ve bu ayın ikinci yarısında
vitrin son rek'atinde Kunut okumak da sünnettir. Yine hergün sabah namazının
ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra Kunutu okumak da sünnettir. Kunut,
Allah’a övgü ve duayı kapsayan bütün sözlerdir. Ancak sünnet olanı, Peygamber
(s.a.s.) Efendimizden rivayet edilen şu duayı okumaktır:
Tek başına namaz kılan
kişi bu duayı okurken tekil zamirlerle okumalıdır. Şöyle ki: “İhdinâ” ve “âfinâ”
şeklinde değil de “indim” ve “âfinî” şeklinde telâffuz ederek duayı kendi şahsı
için yapmalıdır. Yalnız, “Tebârekte rabbenâ'” cümlesindeki çoğul zamirini
tekile çevirmemelidir. Yani, “Tebarekte rabbî” dememelidir. İmam ise duaların
tümünü çoğul zamirleriyle okur. Meselâ, “ihdinî” ve “âfinî” şeklinde değil de, “ihdinâ”
ve “âfînâ” şeklinde okumalıdır. İmamın kıldığı namaz kaza bile olsa Kunutu
sesli okuması sünnettir. Tek başına kılan kişinin namazı edâ olsa bile Kunutu
sessizce okuması sünnettir. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişiye gelince; o,
İmamın okuduğu dualara “âmîn” demelidir. Namaz kılan kişi, Kunutun bir kısmını
okumazsa, bunun için sehiv secdesi yapması gerekir. Vakti geçtikten sonra vitri
kaza etmek de sünnettir. Vakte bağlı bütün nafile namazlar da vitir gibi
kazaya kaldıklarında kaza edilmeleri
sünnet olur.
Bu anlatılanların
yanısıra musîbetvârî şiddet olaylarının vukû bulması, mihnetlerin başa gelmesi
zamanlarında bütün vakit namazlarında Kunut okunabilir. Bu durumda İmam da, tek
başına namaz kılan kişi de -namazları sessiz kıraatli namazlardan olsa bile-
Kunutu sesli okurlar. İmama uyarak namaz kılmakta olan kişi de İmamın duasına
karşılık “âmîn” der. Bu durumda Kunut duasının bir kısmı okunmasa, sehiv secdesi
gerekmez.
Malikiler dediler ki: Vitir, müekked sünnettir. Hattâ iki rek'atlik tavaf
namazı ile Umre namazından sonra en kuvvetli bir sünnet -namazdır. Sünnet
namazların en müekkedi, mutlak olarak vâcib tavafın iki rek'atlik namazıdır.
Bundan sonra, vâcib olmayan tavafın iki rek'atlik namazı, ondan sonra da Ümre
namazı gelir. Bunların hemen arkasından sıraya vitir namazı girer. Ki o da tek
rek'attir. Vitri, şef’ namazına bitiştirmek mekruhtur. Vitir namazında
Fatihadan sonra İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okumak mendubtur. Ve bunları
sesli okumak da zorunludur. Vitre fazladan bir rek'at eklendiği takdirde, sahîh
olan görüşe göre namaz bozulmaz. îki rek'at eklendiği takdirde namaz bâtıl
olur. Vitrin ihtiyarî ve zarurî olmak
üzere iki vakti vardır. İhtiyarî olan vakti, sahîh olarak edâ edilen yatsı
namazından sonra, yani ufuktaki kırmızılığın kaybolmasından sonra başlar.
Yatsı namazını kıldıktan sonra vitri kılan kişinin, vitrinin bilâhare fâsid
olduğu anlaşılırsa, yatsıyı ikinci kez kıldıktan sonra vitri iade eder. Yatsı
namazı akşam namazıyla birlikte cem-i tak-dîm şeklinde kılınırsa, vitri,
ufuktaki kırmızılığın kaybolması zamanına ertelemek gerekir. Bundan önce
kılındığı takdirde sahîh olmaz. Vitrin ihtiyarî vakti, fecr-i sâdığın doğuşuna
dek devam eder. Zarurî vakti ise, fecr-i sâdığın doğuşundan itibaren başlayıp
sabah namazının tamamlanmasına kadar devam eder. Sabah namazım kılmakta olan
kişinin, vitri kılmadığını hatırlaması hâlinde sabah namazını, vitri kılması
için kesmesi mendub olur. Bu kişi İmam da olsa, tek başına namaz kılmakta olan
biri de olsa aynı hükme tâbidir. Vaktin çıkmasından korkulmadığı takdirde İmamın
bu durumda kendi yerine bir başkasını istihlâf etmesi, yani İmam olarak seçmesi
gerekir. İmama tâbi olarak namaz kılan kimse vitri kılmadığını hatırlarsa
namazını kesmesi caiz olduğu gibi, namaza devam etmesi de caiz olur. Vitri
kılmak için sabah namazını kestiği takdirde; önce şef namazını, sonra vitri
kılması îcâb eder. Bundan sonra da sabahın iki rek'atini iade eder. Böylece
şef namazıyla vitir, sabah namazına bitişmiş olur. Vitri özürsüz olarak zarurî
vakte ertelemek mekruhtur. Sabah namazı kılındıktan sonra artık vitri kaza
etmek mümkün olmaz. Çünkü sabahın iki rek'atlik sünneti dışındaki nafileler
kaza edilemezler.
Vitirde Kunut yoktur. Sadece
sabah namazında Kunut okumak mendubtur. Nitekim bu husus daha önce de
anlatılmıştır. Kunutun, rükûa gitmeden önce okunması mendubtur. Unutulup da
rükûa varıldığı takdirde Kunut okumak için artık kıyam hâline dönülmez.
Aksine, rükûdan sonra okunur. Böylece de Kunut okumanın mendubluğu yerine
getirilmiş olur. Yalnız, rükûdan önce okuma mendubluğu kaçırılmış olur. Çünkü
hem Kunut okunması ve hem de rükûdan önce okunması mendubtur. Bu mendublardan
herbiri kendi başına müstakildir. Kunutu okumadığını rükûda hatırlayan kişi,
tekrar kıyama dönerse namaz bâtıl olur. Ayakta durmaya muktedir olan kişinin
vitri oturarak kılması, mûtemed görüşe göre kerahetle birlikte caiz olur.
Oturmaya muktedir olan kişinin de yan gelerek vitri kılması caiz olmaz. Binek
üzerindeyken vitri rükûlu ve secdeli olarak kılmak mutlak surette caiz olur.
Namazı kısaltmayı gerekli kılan bir yolculuk esnasında ise vitri imâ ile kılmak
da caizdir. Seferdeyken binek üzerinde nafile namaz kılan kişi, namazını sefer
yönüne doğru kılar. Şef namazını vitirden önce kılmak, kemâl şartıdır. Vitri,
kendisinden önce şef namazını kılmaksızın edâ etmek mekruhtur. Gecenin son
kısmında uyanmayı alışkanlık hâline getiren kişinin, vitri gecenin son kısmına
ertelemesi mendubtur. Böyle yapmakla da gece namazlarını vitirle sona erdirmiş
olur. Buna ilişkin olarak Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Gece en son namazınız vitir olsun.” [337]
Vitri, yatsı
namazından hemen sonra kılan kişi, bilâhare gecenin son kısmında uyanarak
nafile namaz kıldığı takdirde yeniden vitir kılması mekruh olur. Zîrâ
Peygamber (s.a.s.) Efendimizin:
“Bir gecede iki vitir olmaz” [338]hadîsini,
bu hususta, “Gece en son namazınız vitir
olsun” hadîsine tercih etmemiz gerekmektedir. Şu nedenle ki: Yasaklayıcı
bir hadîsle mubah kılıcı bir hadîs çatıştıklarında yasaklayıcı hadîs tercih
edilir.
Kişi, uykudan
uyandığında güneşin doğmasına sadece abdest alıp iki rek'at namaz kılacak kadar
bir zaman kalmışsa vitri kılmaz. Sabahın yalnızca iki rek'atlik farzını kılar.
Sabahın iki rek'atlik sünnetini ise erteleyerek nafile namazların helâl olduğu
vakitle, güneşin zevale ermesi arasında kılar. Kişi uykudan uyandığında,
güneşin doğmasına, abdest alıp üç rek'at namazla birlikte sabah namazını
kılacak kadar zaman kalmışsa bu durumda, hem vitri, hem sabah namazının farzını
kılar; şef namazını terk eder. Sabah namazının iki rek'atlik sünnetini de,
önceki tafsilâta göre erteler.
Kişi uykudan
uyandığında, güneşin doğuşuna sabah namazıyla birlikte beş rek'at kılacak
kadar zaman kalmışsa, bu durumda hem şef’ namazını, hem vitiri, hem de sabah
namazının farzını kılar. Sabahın iki rek'atlîk sünnetini de yine önceki
tafsilât çerçevesinde erteler. Ama uykudan uyandığında yedi rek'at kılacak
kadar bir zaman kalmışsa, bu namazların tümünü kılar. Şef ve vitir namazı
için, Ramazan ayından başka zamanlarda cemaat gerekli değildir. Teravihte
cemaat mendub olduğu gibi, bu namazlarda da mendubtur.[339]
Teravih namazı üç
mezheb İmamına göre kadın ve erkekler için müekked sünnet-i ayrıdır. Mâlikîler
buna muhalefet ederek kadın olsun erkek olsun her namaz kılan için müekked bir
mendub olduğunu söylemişlerdir Cemaatle kılınması da sünnet-i ayndır. Yani
teravih bir verde cemaatle kılındığı takdirde, kılanların dışındakiler cemaatle
kılma yükümlülüğünden kurtulamazlar. Kişi, teravih namazını kendi evinde valnız
başına kılabilirse de, cemaatli evlerde kılması sünnettir. Yalnızca tek başına
kılan kişi, cemaat sevabını kaçırmış olur. Şâfıîlerle Hanbelîler bu hükümde
ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Mâlikîler: Teravihin
cemaatle kılınmasının mendub olduğu görüşündedirler.
Hanefîler:
Teravihin cemaatle kılınmasının mahalle hallu için sünnet-i kifâye olduğunu,
bir kısmının cemaatle kılmaları hâlinde diğerlerinin cemaatle kılma
yükümlülüğünden kurtulacaklarını söylemişlerdir.
Cemaatle kılınmalının
sünnet oluşu, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin fiilleri ile sabit olmuştur.
Buhârî ile Müslim şu hadîsi rivayet ederler:
“Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz, Ramazanın üçüncü, beşinci ve yedinci gecelerinde evinden çıkıp
mescide gitti; orada müslümanlara namaz kıldırdı. Kıldırdığı namaz (teravih),
sekiz rek'atti. Bunun geri kalan kısmını sahabeler kendi evlerinde
tamamlarlardı. Evlerinde kılarken arı vızıltısı gibi sesleri işitilirdi.”
Bu rivayetten de
anlaşılıyor ki; Peygamber Efendimiz, müslümanlara teravihi, cemaat hâlinde
kılmalarını sünnet kılmıştır. Ama bu namazı yirmi rek'at olarak kendilerine
kıldırmamıştır. Yirmi rek'at olarak kılınışı, kendisinden sonra sahabelerden
günümüze kadar devam edegelmektedir. Teravihi Peygamber Efendimiz, sahabelere
üç geceden fazla kıldırmamıştır. Bu uygulamayı da teravih onlara farz olur
korkusuyla bu şekilde yapmıştır. Nitekim bu husus bazı rivayetlerde açıkça ifade
edilmektedir. Yine yukarıdaki rivayetten anlaşılıyor ki; teravihin rek'atleri,
Peygamber (s.a.s.)'in kıldırmış olduğu sekiz rek'atten ibaret değildir. Çünkü
rivayetin devamında, müslümanların bu namazı kendi evlerinde tamamladıkları ifade
edilmektedir. Hz. Ömer (r.a.)'in, teravihi yirmi rek'at olarak tesbit etmesi de
bu hususu izah etmektedir. O, kendi devrinde mescidde, teravihi yirmi rek'at
olarak toparlamıştır. Buna bütün sahabeler de muvafakat etmekle icmâ meydana
gelmiştir. Kendisinden sonra gelen Râşid halîfelerden hiçbiri bu hükme
muhalefet etmemiştir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Benim sünnetime ve benden sonraki hidâyete ermiş,
doğru yolu gösteren halîfelerimin sünnetine uyun. Bu sünnetlere azı
dişlerinizle yapışın.” [340]
İmam Azam'a, Hz.
Ömer'in teravihle ilgili uygulamasına ilişkin görüşü sorulduğunda şöyle
demişti: “Teravih müekked sünnettir. Ömer (r.a.), onu kendi kafasıyla yirmi
rek'ate çıkarmış değildir. Bu yolda bir bid'at da çıkarmış olmadığı gibi, bu
hususta verdiği hüküm, kendi düşüncesinin bir ürünü de değildir. Yalnızca,
Peygamber (s.a.s.)'in kendisine verdiklerine ve asr-ı saadetteki
uygulamalarına dayanarak bu yolda bir karara varmıştır.”
Ayrıca Ömer İbn
Abdülazîz devrinde teravih, otuzaltı rek'ate kadar yükseltilmiştir. Bundan
maksat, teravihin fazîleti hususunda Mekke'lilere eşit olmaktı. Zîra,
Mekke'liler, teravihin her dört rek'atinden sonra Kabe'yi tavaf ederlerdi. Ömer
İbn Abdülazîz, her tavafın yerine dörder rek'at fazladan teravih kılınmasını
uygun görmüştü. Bu da âlimlerin, meşru kılınmış ibâdetleri arttırma hususunda
yapacakları ictihadların sahih olacağına delâlet etmektedir. Çünkü insan gece
ve gündüz, dilediği kadar nafile namaz kılma serbestisine sahiptir. Bunun
istisnası yalnızca, namaz kılınması yasak olan kerahet vakitleridir. Ömer İbn
Abdülazîz'i'n, yirmi rek'atten fazla kıldığı onaltı rek'ate gelince, bunların
teravih o'lup olmadığı hususunda kelimenin lügat anlamına başvurmak aerekir.
Ama Peygamber (s.a.s.) Efendimizle, O'nun müctehid sahabîlerinin bu yoldaki
uygulâmalarına-göre hareket etmek daha faziletli olur. Teravihin vitir dışında
yirmi rek'at olduğu kesin olarak sabittir.
Malikiler dediler ki: Şef ve vitir namazı dışında, teravih yirmi rek'attir.
Teravihin vakti, yatsı
namazından sonradır. Cem-i takdimin misafirler için caiz olduğunu söyleyenlere
göre, yatsı namazı cem-i takdîm şeklinde akşam namazıyla birlikte kilınsa bile,
teravih yine yatsı namazının peşisıra kilmabilir. Mâlikîler bu görüşe
muhaliftirler.
Malikiler dediler ki: Yatsı namazı, akşam namazıyla birlikte cem-i takdim
şeklinde kılınsa da, teravihi ufuktaki kırmızılığın kayboluşuna dek ertelemek
gerekir. Bu vakitten önce kılınan teravih, mutlak nafile yerine geçer. Teravih
kılma yükümlülüğü de düşmez.
Teravihin vakti,
fecr-i sâdığın doğmasıyla sona erer. Vitirden önce veya sonra kılınması halinde
kerahetsiz olarak sahih olur. Yalnız, vitirden önce kılınması, üç mezheb İmamına
göre daha faziletlidir. Mâlikîler buna muhalefet ederek vitirden sonraya
bırakılmasının mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Malikiler dediler ki: Teravih, yatsıdan sonra ve vitirden önce kılınır.
Vitirden sonraya bırakılması, “Gece en
son namazınız vitir olsun” hadîsi nedeniyle mekruh olur.
Teravihin vakti fecr-i
sâdığın doğmasıyla sona erdiğinden, bu vakit içinde kılınmamış olan teravihin
kaza edilmesi mümkün olmaz. Yatsı namazıyla birlikte kılınmamış veya tek başına
kılınmamış olsa da kaza edilemez. Şafiî dışındaki diğer üç mezheb bu hususta
görüş birliği etmişlerdir.
Şafiiler dediler ki: Vakti çıksa bile, teravih mutlak olarak kaza edilmesi gerekir.[341]
Teravihin her iki
rek'atinin sonunda selâm vermek mendubtur. Tek selâmla teravih kılan kimse, her
iki rek'atte
kerâhetle birlikte
caiz olur. Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler.
Şafiiler dediler ki: Her iki rek'atte bir selâm verilmediği takdirde teravih sahîh olmaz.
Her iki rek'atte bir oturulsun veya oturulmasın, tek selâmla kılman teravih
sahîh değildir. Bu mezhebe göre teravihin, sonlarında selâm verilmesi şartıyla
ikişerli rek'atler hâlinde kılınması zorunludur.
Hanefiler dediler ki:
Teravihin dört rek'ati, tek selâmla kılındığı takdirde, sanki ikişerli
rek'atler hâlinde kılınmış gibi olur. Ki bunda ittifak vardır. Dört rek'atten
fazlasını tek selâmla kılmaya gelince, bunun doğru olmadığı hususunda görüş
ayrılığı vukûbulmuştur. Bazıları, ikişerli olarak kılınmış gibi olduğunu, bazıları
da bu durumda teravihin bozulacağını ileri sürmüşlerdir.
Hanbelîler: Tek
selâmla kılındığı takdirde yirmi rek'atin tam olarak kılınmış sayıldığım, fakat
böyle bir teravihin kerahetle birlikte sahîh olacağını ifade etmişlerdir.
Mâlikîler:
Tek selâmla kılındığı takdirde teravihin sahîh olacağını ve yirmi rek'atin tam
olarak kılınmış kabul edileceğini, ama teşehhüd ve selâm sünneti terkedildiği
için mekruh işlenmiş olacağını söylemişlerdir.
Tek selâmla kılıp da
iki rek'atte bir teşehhüde oturmayan kişinin teravihinin sahih olup olmadığına
gelince; mezhebler bunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Teravih kılan kişinin
salât getirmeksizin oturup istirahat etmesi mendubtur. Bu oturuşla ilgili
olarak mezheplerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bu oturuş mendubtur. Oturuş, dört rek'at kılacak kadar
zaman almalıdır. Teravih kılan kişi, bu oturuşta zikir veya teninle meşgul
olmalı veya susmalıdır.
Malikiler dediler ki: Kıyam hâli uzun sürerse, sahabelere uymuş olmak için
oturup istirahat etmek mendub olur. Aksi takdirde mendub olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Bu oturuş mendub olmakla birlikte terke-, dilmesi
mekruh değildir. Otururken dua etmek, evlâ olan hükme ters düşer.
Şafiiler dediler ki: Selefe uymak için, arada oturmak mendubtur. Ancak bu arada zikir
yapmaya ilişkin bir rivayet mevcud değildir.
Her dört rek'atten
sonra istirahat için oturmak mendubtur. Allah hepsinden razı olsun, sahabeler
böyle yaparlarmış. Zaten “istirahat” anlamını taşıyan “teravih” kelimesi de, bu
sebepten ötürü bahse konu namaza isim olarak verilmiştir.[342]
Ramazanın son
gecesinde hatmedecek şekilde, teravih namazlarında Kur'an-ı Kerîm'in tamamını
okumak sünnettir. İmama uyanlar bundan mutazarrır olacaklarsa, onların
durumlarını gözönüne alarak bundan vazgeçmek daha faziletli olur. İmama
uyanlar sıkılmasınlar diye teravih namazını büsbütün acele kılmak caiz olmadığı
gibi, namazın vasfını ihlâl edecek şekilde süratli kılmak da caiz değildir.
Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Ramazan boyunca İmamın teravihte, Kur'-an'ın tamamını
okuyarak hatmetmesi mendubtur. Bunu yapmamak, evlâ olan hükme ters düşer. Ancak
İmam hafız değilse ve hafız bir İmam da bulunmazsa veya bulunur da asıl İmam
gibi düzgün kıldırmazsa, bu durumda teravihi hatim ile kıldırmak gerekmez.
Teravihin her iki
rek'ati, müstakil birer namazdır. Her birinin evvelinde niyet edip iftitah
tekbirini aldıktan sonra iftitah duasını okumak gerekir. Bu dua, Fâtihâ'dan
önce okunmalıdır. Tabiî iftitah duasını okumanın gerekli olduğunu söyleyenlere
göre bu şekil uygulanır. İftitah duasını okumanın gerekli olmadığını söyleyen
Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: İftitah tekbirinden sonra ve kıraatten önce, arada
iftitah duasını okumak mekruhtur.
Her teşehhüdden sonra
Peygamber Efendimize salâtü selâmda bulunulur. Teravihin en faziletlisi,
ayakta kılınanıdır. Oturarak kılınması da sahîh olur. Yalnız bu, evlâ olan hükme
ters düşer. İmama uyarak kılan kişinin oturup kıyamı geciktirmesi ve İmama
ancak rükû esnasında tâbi olması tenbelliğin tezahürü olduğundan dolayı
mekruhtur. Teravihin mescidde kılınması daha faziletlidir. Çünkü, cemaatle
kılınmaları emredilen namazları mescidde kılmak, Mâlikîler dışındaki üç mezhebin
ittifakıyla daha faziletli olur.
Malikiler dediler ki: Cemaatle de olsa teravih evde kılmak mendubtur. Zîrâ
bu durumda riyadan uzak kalınmaktadır. Yalnız, bunu yapabilmek için üç şartın
bulunması gerekir:
1. Teravihi
kendi evinde kılmakla vücudunda zindelik meydana gelmelidir.
2. Teravihi
kendi evinde kılacak olan kişi, Harameyn, yani Mekke veya Medine ahâlîsinden
olmalıdır.
3. Kendi
evinde kıldığından ötürü mescidler tatil edilmiş ve içlerinde hiç kimse namaz
kılmaz hâle gelmiş olmamalıdır. Bu şartlardan biri ihlâl edildiği takdirde
mescidde kılmak gerekir.[343]
[1] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XIIV-XIV.
[2] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XV-XVI.
[3] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XVII-XVIII.
[4] Kaf: 50/18.
[5] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XIX-XXIII.
[6] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXIV.
[7] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXVII-XXIX.
[8] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: XXX-XXXI.
[9] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 3-4.
[10] (Buharı, Merdâ, Bab: 10-14; Menâkıb, Bab: 25).
[11] Tevbe: 9/28.
[12] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 7-12.
[13] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 12-13.
[14] (İsrâ: 17/71)
[15] (Tevbe: 9/28)
[16] (İbn Mâce, Et'ame, 31)
[17] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 12-17.
[18] Ebû Dâvûd, Taharet, 41; Tirmizî, Taharet, 52.
[19] (Buharî, Kitâbü'z-zekât, Bab:61; Zebâih, Bab: 30)
[20] Nahl: 16/80.
[21] Mide suyundan kasıt, süt oğlak ve danalarının
midelerinden çıkan bir sıvıdır. Bu sıvı, sülün peynire dönüşmesi için
mayalanma işlemine katkı sağlar. Arapça adı “infeha” olan bu sıvıya “mecbene”
diyenler de vardır. (Çeviren).
[22] Buhârî, Vudû', 33, Müslim, Taharet, 89.
[23] Kinan:
Küçük ve kırmızı renkte bir kurtçuk olup sokması şiddetlidir.
[24] Dârîmî, Vudû’, Bâb: 114.
[25] Müslim, Eşribe, 73; Ebû Dâvud, Esribe, 5.
[26] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 18-26.
[27] Hacc: 22/78.
[28] Müslim, Taharet, Bâb: 111; Ebû Dâvud, Taharet, Bâb:
11.
[29] Buhârî, Vudu', Bâb: 66: Zekât. Bâb: 8, 9; Tirmîzî,
Et'ame, Bâb: 38.
[30] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 26-34.
[31] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 20.
[32] Bkz. Buhârî, Vudû’ Bâb: 64; Salât, Bâb: 34; İbn Mâce,
Taharet, Bâb: 82.
[33] Bkz. Buhârî, Edeb, 35, 80; Tirmîzî, Taharet, 112.
[34] Ebû Dâvûd, Taharet, Bâb: 135; Tirmîzî, Cuma, Bâb: 97;
İbn Mâce, Taharet, Bâb: 77.
[35] Kulleteyn:
Eni 48 cm., yüksekliği 96 cm. lik küp şeklindeki bir kap dolusu kadar olan (221
litre) sudur. (Çeviren).
[36] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 34-43.
[37] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 44.
[38] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 44-45.
[39] Ebû Dâvûd, Taharet, Bâb: 38; Nesâî, Taharet, Bâb: 53.
[40] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 45-50..
[41] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 50-51.
[42] Kulleteyn: 221 litre miktarındaki sudur. (Çeviren).
[43] Bir zira': Yaklaşık olarak 32 cm. uzunluğundaki bir
uzunluk ölçüsüdür, (Çeviren)
[44] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 51-59.
[45] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 60.
[46] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 60-62.
[47] Buradaki “temiz su”dan maksat, daha önce “Temiz, fakat
temizleyici olmayan sular” başlığı altında açıklanan gül suyu veya karpuz suyu
gibi sulardır.
[48] Bazı küçük ve büyükbaş hayvanların pisliği, kuru
gübre.
[49] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 62-65.
[50] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 65.
[51] Nesâî, Menâsik, 136; Dârimî, Menâsik, 32.
[52] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 66-69.
[53] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 69-74.
[54] Mâide: 5/6.
[55] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 74-84.
[56] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 84-86.
[57] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 86-87.
[58] Maide: 5/6.
[59] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 87-99.
[60] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 99-103.
[61] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 104-106.
[62] Ebu Dâvud, Taharet, Bâb: 79.
[63] Tirmîzî, Taharet. 118; Nesâî, Taharet, 62.
[64] Ebû Dâvûd, Taharet, 69; Nesâî, Taharet, 118.
[65] Tirmîzî, Taharet, Bâb: 62.
[66] Ebû Dâvûd, Taharet, Bâb: 66; Salât, Bâb: 99; İbn Mâce,
Taharet, Bâb: 139.
[67] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 106-119.
[68] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 119.
[69] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 119-122.
[70] Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvüd, cenâiz, 73.
[71] İbn Mâce, cenâiz, 45.
[72] Müslim, Taharet, 68; Ebû Dâvûd, Taharet, 14.
[73] Ebû Dâvûd, Taharet, 14; İbnMâce, Taharet, 21.
[74] Müslim, Taharet, Bâb: 59; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, c.
2, s. 247.
[75] Abdurrahman
Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul,
1993: 122-128.
[76] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 128-132.
[77] Hacc: 22/78.
[78] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 132-136.
[79] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 137.
[80] Tirmîzî, Taharet, Bâb: 80; Ahmed bin Hanbel, Mûsned,
c. 2, s. 187; c. 6, s. 239.
[81] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 137-142.
[82] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 142-143.
[83] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 143-148.
[84] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 148-149.
[85] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 149-152.
[86] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 152-157.
[87] İbrâhîm: 14/41.
[88] Feth: 48/29.
[89] Zuhruf: 43/13.
[90] Zuhruf: 43/13.
[91] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 157-160.
[92] Sünnet-i Beyzâ (Beyazlık sünneti): Hz. Aişe (r.a.),
bazı kadınların kendisine san ve bulanık renkteki yaşlıklarla lekelenmiş
bezlerini göndererek bu durumda namaz kılıp kılamayacaklarını sorduklarında
onlara: “Acele etmeyin. Ne zaman ki tam beyaz olursa o zaman kılın” demişti. Ki
bunun için sünnet-i beyzâ tâbiri kullanılmıştır. (Çeviren).
[93] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 169-171.
[94] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 171-174.
[95] Hacc: 22/78.
[96] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 174-176.
[97] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 176.
[98] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 177.
[99] Maide: 5/6.
[100] Buhârî, Vudû', 48; Müslim, Taharet, 75.
[101] Buhârî, Vudû', 49; Müslim, Taharet, 79.
[102] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 177-179.
[103] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 179-185.
[104] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 185-186.
[105] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 186-187.
[106] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 187.
[107] Müslim. Taharet, 85.
[108] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 187-189.
[109] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 189.
[110] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 189-192.
[111] Bakara: 2/267.
[112] Mâide: 5/6.
[113] Buhârî, Teyemmüm, Bâb: 6-9; Nesâi, Taharet, Bâb:
198-202.
[114] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 193-196.
[115] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 197-200.
[116] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 200-206.
[117] İbn Mâce, Taharet, Bâb: 92.
[118] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 206-214.
[119] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 214-216.
[120] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 216-217.
[121] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 217.
[122] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 218-219.
[123] Buhârî, vudu’, Bâb: 2; Müslim, Taharet, Bâb: 1.
[124] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 219-220.
[125] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 222-224.
[126] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 224-225.
[127] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 225.
[128] Nisa: 4/103.
[129] Nesâî, Salât, Bâb: 6; Dârimî, Salât, Bâb: 208.
[130] Müslim, Mesâcîd, Bâb: 284.
[131] Ahmed bin Hanbel, 3/451.
[132] Ahmed bin Hanbel, Mûsned, Bâb: 134.
[133] Müslim, imân, Bâb: 134; İbn Mâce, İkâme, Bâb: 77.
[134] Mü’minûn: 23/1-2.
[135] Ankebût: 29/45.
[136] Tâhâ: 20/14.
[137] Enfâl: 8/2.
[138] Âli İmrân: 3/103.
[139] Hucurat: 49/10.
[140] Buhârî, Mezâlim, 3; İkrah, 7; Ebû Dâvûd, İman, 7.
[141] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 229-235.
[142] Tevbe: 9/103.
[143] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 235-236.
[144] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 236-237.
[145] İbn Mâce, Talak, Bâb: 16.
[146] Buhârî, İmam, Bâb: 4; İbn Mâce, Zühd, Bâb: 26.
[147] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 237-241.
[148] Nisa: 4/103.
[149] Haşr: 59/7.
[150] Buhârî, Mevâkit, 6; Müslim, Mesâcid, 283.
[151] Mûslîm, Taharet, 14; Ebû Dâvûd, Taharet, 127.
[152] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 241-243.
[153] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 243-244.
[154] Nesâî, Mevâkit, 17, 45.
[155] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 244-246.
[156] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 246-247.
[157] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 247.
[158] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 248.
[159] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 248-249.
[160] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 249.
[161] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 5.
[162] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 5.
[163] Buhâri, Mevâkit, Bâb: 9; Müslim, Mesâcid, Bâb: 180.
[164] Buhârî, Mevâkit, Bâb: 24.
[165] Dârimî, Salât, Bâb: 21; Nesâî, Mevâkit, Bâb: 27.
[166] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 249-254.
[167] Namazda vücûdun örtülmesi gereken, görünmesi harara
nlan, utanılacak yerlerin or u i “setr-i avret” denir.
[168] Tirmîzî, Rada’; Bâb: 18.
[169] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 255-259.
[170] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 259-262.
[171] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 262-264.
[172] Bakara: 2/144.
[173] Nesâi, Salât, 24.
[174] Bakara: 2/144.
[175] Müslim, Mesâcid, 15.
[176] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 264-265.
[177] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 266-273.
[178] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 273-275.
[179] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 275.
[180] Bakara: 2/142.
[181] İbrahim: 14/37.
[182] Bakara: 2/115.
[183] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 275-277.
[184] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 277-279.
[185] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 280.
[186] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 280-281.
[187] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 281-283.
[188] Beyyine: 98/5.
[189] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı
Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 283-285.
[190] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 285.
[191] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 286-289.
[192] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 2990.
[193] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 290-291.
[194] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 290-292.
[195] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 292-294.
[196] İstihlâf, namaz içinde abdesti bozulan bir İmamın
kendi yerine cemaattan birini geçirip İmam yapmasıdır.
[197] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 294-295.
[198] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 296.
[199] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 296.
[200] Ebû Davud, Taharet, Bâb: 31; İbn Mâce, Taharet, Bâb:
54.
[201] Müddessir: 74/3.
[202] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297.
[203] Müddessir: 74/3.
[204] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297-298.
[205] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 297-306.
[206] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 307-308.
[207] Müzzemmil: 73/20.
[208] Buhârî, vudu’; Bâb: 29; Müslim, Taharet, Bâb: 25.
[209] Müslim, Salât, Bâb: 42.
[210] İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 11; Tirmizî, Mevâkit, Bâb: 69.
[211] İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 13.
[212] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 308-311.
[213] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 311-312.
[214] Buhârî, Ezan, Bab: 133-134.
[215] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 312-315.
[216] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 315-317.
[217] Buhârî, Ezan, Bâb: 127-143; Müslim, Salât, Bâb:
195-240.
[218] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 317.
[219] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 317-319.
[220] Ebû Dâvûd, Salât, Bâb: 178; Nesâî, Tatbik, Bâb: 15.
[221] [221]
Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7.
Baskı, İstanbul, 1993: 320.
[222] [222]
Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7.
Baskı, İstanbul, 1993: 321.
[223] Müslim, Salât, Bâb: 45; Tirmîzî, Salât, Bab: 110,
Nesâî, Talbîk, Bâb: 15.
[224] Abdurrahman
Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul,
1993: 321-322.
[225] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 323-325.
[226] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 325-326.
[227] En'âm: 6/79.
[228] En'âm: 6/162-163.
[229] Buhârî, Ezan, III, 113; Müslim, Salât, 72; Ebû Dâvûd,
Salât, 168.
[230] Ebû Dâvûd, Salât, 119; Müslîm, Müsâfirîn, 201, 203.
[231] Müslîm, Müsâfirîn, 201; Ebû Dâvûd, Sücûd, 7.
[232] Müslim, Salât, 215, Neseî, Tatbik, 78.
[233] Müslim, Salât, 194, 202-206; Tirmîzî, Mevâkıt, 82; İbn
Mâce, İkâmet, 18.
[234] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 326-337.
[235] Müslim, Salât, 52, 217-221; Tirmîzî, Mevâkît, 65;
Nesâî, İftitah, 17-18; İbn Mâce, İkâmet, Bâb: 1, 20.
[236] En'âm: 6/79.
[237] En'âm: 6/162-163.
[238] Görüldüğü gibi Mâlikîler'in kabul ettiği iftitah
duası, Hanefî ve Şâfiîlerin kabul ettikleri duaların birleştirilmesinden
ibarettir. Bu duanın kaynağı ve anlamı için yukarıdaki Hanefi ve Şafiiler
bölümüne bakınız.
[239] Tirmîzî, Salât, 159; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3,
s. 222.
[240] Nesâi, Tatbik, Bâb: 1.
[241] Âl-i İmrân: 3/8.
[242] Buhârî, Ezan, 149; Müslim, Müsâfırîn, 201; Zikr, 47;
Tirmîzî, Daavât, 96.
[243] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 337-359.
[244] Tirmîzî, Salât, Bâb: 156.
[245] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 360-363.
[246] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 363-366.
[247] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 366-368.
[248] İbn Mâce, İkâme, 42.
[249] İk'â: kişinin kaba etlerini yere koyup dizlerini
dikmesidir.
[250] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/211.
[251] Müslim, Salât, Bâb: 227.
[252] Buhârî, Ezan, Bâb: 92; Müslim, Salât, Bâb: 117.
[253] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 368-374.
[254] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 374-382.
[255] Müslim, Mesâcid, 79; İbn Mâce, Mesâcid, 11.
[256] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 382-390.
[257] Meryem: 19/12.
[258] Kehf: 18/62.
[259] Bakara: 2/187.
[260] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 391-399.
[261] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 399-400.
[262] Nesâî, Sehv, 20; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 5, s.
447.
[263] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 400.
[264] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 401.
[265] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 401-402.
[266] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 402.
[267] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 402-403.
[268] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 403-404.
[269] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 404.
[270] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 405-406.
[271] Meryem: 19/12.
[272] Hicr: 15/46.
[273] Nahl: 16/8.
[274] Hicr: 15/46.
[275] Hicr: 15/46.
[276] Fatiha: 1/5.
[277] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 406-409.
[278] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409.
[279] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409.
[280] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 409-410.
[281] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 410-411.
[282] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 411-412.
[283] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 412-413.
[284] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 413-414.
[285] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 414-415.
[286] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 415.
[287] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 415.
[288] Tevbe: 9/3.
[289] Hacc: 15/27.
[290] Cum'a: 62/9.
[291] Mâide: 5/58.
[292] Buhârî,
Ezan; 17-18, 49; Müslim, Mesâcid,
292-293.
[293] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 416.
[294] Buhârî, Ezan, 2; Mevâkit, 21.
[295] Buhârî, Ezan, 9, 32, 73; şehâdât, 30; Müslim, salat,
129, 131; Tirmîzî, Mevâkit, 52; Nesâî, Mevâkit, 22; Ezan, 31.
[296] Bkz. Müsâfirîn, 81; Ahmed İbn Hanbel, 5/312.
Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7.
Baskı, İstanbul, 1993: 417-418.
[297] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 418.
[298] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 419.
[299] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 420-421.
[300] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 421-423.
[301] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 423-425.
[302] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 425-426.
[303] Vesile ve fazîlet: Cennetteki İki yüksek makamın
adıdır. Makâm-ı Mahmûd: Şefâat-ı kübrâ makamıdır. (Çeviren)
[304] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 426-428.
[305] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 428.
[306] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 429.
[307] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 429-430.
[308] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 430.
[309] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 431-432.
[310] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 432-433.
[311] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı
Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 433-434.
[312] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 434.
[313] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 435-436.
[314] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 436.
[315] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 436.
[316] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 437.
[317] Buhârî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 10-11; Muvatta, Nida,
2.
[318] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 437-438.
[319] Buhârî, Teheccüd, 34; Tirmîzi, Mevâkit, 203.
[320] Müslim, Müsâfirîn, 302.
[321] Dârimî, Salât, 43.
[322] Buhârî, Ezan, 14-16; Müslim, Müsâfirîn, 304; Ebû
Dâvud, Tatavvu’, 11.
[323] Buhârî, Salât, 48; Nesâî, Kıyâmü'l-leyl, 26-35
[324] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 439-444.
[325] Saffât: 37/180.
[326] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 444-446.
[327] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 446-447.
[328] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 447-448.
[329] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 448-450.
[330] Taberânî.
[331] Buhârî, Salât: 59; Nesâî, Mesâcid, 38. Abdurrahman
Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul,
1993: 450-451.
[332] Bu hadîsi Taberânî rivayet etmiştir.
[333] Müslim, Siyâm, 202; Tirmîzî, Mevâkit, 207; Nesâî,
Kıyâmü'l-leyl, 6.
[334] Buhârî, Daavât, 48. Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe
Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 451-452.
[335] Tirmîzî, vitr, 17; İbn Mâce, İkâmet, 189.
[336] Bakara: 2/201.
[337] Buhârî, Vitr, 4; Ahmed b. Hanbel, 2/20, 102, 143.
[338] Tirmîzî, Vitr, 13; Nesâî, Leyl, 29.
[339] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 453-461.
[340] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 16.
[341] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 461-463.
[342] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 463-464.
[343] Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I,
Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 465-466.