DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLAM FIKHI. 2

Hac Ve Umre. 2

(2.Ciltten Devam) 2

Umre Bahisleri 2

Tanımı: 2

Umre'nin Şartları Ve Rükünleri 2

Umre'nin Mîkatı 2

Umrenin Vacibleri Sünnetler Ve Umreyi Bozan Şeyler 4

Kıran, Temettü, İfrâd Ve Bunlarla İlgili Bahisler 4

Hedy Konular! 10

Tanımı: 10

Kısımları: 10

Hedy Kesmenin Yeri Ve Zamanı 10

Hedy Ve Benzerlerinden Yeme Bahsi 11

Hedy'de Aranan Şartlar 12

İhsâr Ve Fevât 13

İhsan. 13

Fevât: 13

Başkasinin Yerine Hac. 16

Peygamber (S.A.V.)'İn Kabrini Ziyaret 19

Kurban Bahisleri 22

Tanımı: 22

Hükmü: 22

Kurbanın Şartlari 22

Kurban Keserken Besmelenin Terkedilmesi 26

Kurbanın Mendub Ve Mekruhları 26

Hayvan Nasıl Kesilir 28

(Zekat) 28

HELÂLLER VE HARAMLAR.. 32

Yenmesi Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler 32

İçilmesi Haram Olan Ve Olmayan Şeyler 35

Giyilmesi Veya Kullanılması Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler 37

Altın Ve Gümüşten Giyim Ve Kullanımı Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler 39

Av Ve Boğazlanan Hayvanlar Bahsi 41

Şartlan: 42

Avlanılmas1 Ve Avlanarak Yenilmesi Helâl Olan Hayvanla İlgili Şartlar 42

Avcıda Aranan Şartlar 44

Av Âletinde Aranan Şartlar 48

Velîme (Düğün Yemeği) 50

Tanımı 50

Velîme Ve Diğer Yemeklerin Hükmü. 50

Velîme Ve Diğer Yemekler İçin Yapılan Davetlere İcabetin Hükmü. 52

Resim Ve Heykellerin Hükmü. 55

Şarkının Hükmü. 56

Tüy Ve Saçları Kesmek Ve Tırnakları Kısaltmak. 57

Saç Boyama. 58

At Yarışları, Diğer Yarışlar, Ok Ve Benzeri Atıcılık Yarışmaları 59

Selâm Vermek. 62

Selâmın Ve Selâma Karşılık Vermenin Hükmü. 62

Aksırana Hayır Duada Bulunmak (Teşmit-İ Âtıs) 64


DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLAM FIKHI

 

Hac Ve Umre

(2.Ciltten Devam)

 

Umre Bahisleri

 

Tanımı:

 

Umre nin sözlük anlamı"ziyâretmtir. Şeriatta ise, daha son­ra açıklanacak olan özel şekilleriyle Beytullah'ı ziyaret etmektir.

Hükmü ve delili:

Umre, fevrî (âcil) veya tehirli olarak ve ayrıntıları daha önce "Hac" bahsinde geçtiği üzere, hayatta bir kere yapılması farz-i ayn olan bir iba­dettir. Ancak Mâlikîler ve Hanefîler bu görüşe muhalefet etmişlerdir*1*.

Umre'nin farz oluşunun delili şu âyet-i kerîmedir:

"Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. (Bakara: 196).

 

(1) Mâlikî Ve Hanefîler dediler ki: Şu hadîs-i şerif gereğince, ha­yatta bir kere umre yapmak farz değil, m'üekked bir sünnettir:

"Hac farz, umre ise tatavvûdur" (ibn Mâce, Menâsik, 44).

AllahüTeâla'nın: "Allah için haccı ve umreyi tamamlayın" buyruğu ise, farziyeti değil, başlanılmış olan bir umrenin tamamlanmasının zorunlu olduğunu anlatmaktadır. Çünkü nafile de olsa, başlanılan bir ibadeti sonuç­landırmak vâcibdir. Rasûlullah'm Hz.Âişe'nin sorusuna verdiği cevap da um­renin farzlığma işaret etmez. Çünkü hadîste geçen ( ^U ) kelimesi, hem vaciblik, hem de nafileliği ifade etmektedir. Vaciblik hacca, nâfileiik de um­reye nisbetledir. Bu da "hac farz, umre ise tatavvû (nafile) dur" hadisinden anlaşılmaktadır. Haccın farz oluşuna ise Âl-i İmran sûresinin 97. ayetindeki "Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" cümlesi ile, hac bahsinin baş tarafında zikrettiğimiz diğer deliller işaret etmektedir.

 

Bu âyet, "haccı ve umreyi, bütün şartları ve rükünleriyle yerine getiriniz" anlamındadır. Tıpkı bunun gibi, Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadîs-i şerif de Umre'nin farz oluşuna işaret etmektedir:

"Âişe sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü, kadınlar üzerine farz kılınmış bir ci-had var mıdır?' Rasûlullah: 'Evet, onlar için, içinde kıtal (vuruşma ve öl­dürme) olmayan farz bir cihad vardır: Hac ve Umre' diye cevap verdi"

(İbn Mâce, Menâsik, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/165).

Ebû Rezîn el-Ukeylî'den rivayet edilen bir hadîste de, onun Rasûlul­lah (s.a.v.)'a: "Babam çok yaşlı, ne hacca, ne umreye ve ne de yolculuğa güç yetiremiyor (ne yapmalıyım)" diye sorması üzerine, Peygamber Efen­dimiz şu cevabı vermiştir:

"Babanın yerine hac ve umre yap" (EbûDâvud, Menâsik, 25; Tirmîzî, Hac, 87). Birçok kereler yapılan umrenin birden fazlası nafile olur.

 

Umre'nin Şartları Ve Rükünleri

 

Umre'nin şartları da haccın şartlarıyla aynıdır. Bu konudaki açıkla­malar daha önce hac bahsinde ayrıntılı olarak geçmişti.

Umre'nin rükünlerine gelince, Mâlikîve Hanbelîlere göre üç tanedir: 1- İhram, 2- Tavaf, 3- Safa ile Merve arasında Sa'y. Şâfiîler bunlara iki rükün daha eklemişlerdir. Hanefîler'e göre ise Umre'nin tek bir rüknü vardı.

 

(2) Şâfiîler dediler ki: Umre'nin rükünleri beş tanedir: 1- İhram, 2-Tavaf, 3- Safa ile Merve arasında Sa'y» 4- Tıraş, 5- Bu rükünler arasında tertibe (sıraya) uymak.

HANEFÎLER dediler ki: Umre'nin yalnızca bir rüknü vardır ki, bu, Ta­vafın yarıdan fazlasını, yani en az dört şavtını yapmaktır. Bu mezhebe göre İhram, umrenin şartıdır. Safa ile Merve arasında sa'y ise, daha önce hac bah­sinde geçtiği gibi, vâcibtir. Tıraş olmak veya saçı kısaltmak da rükün değil, sa'y gibi vâcibtir.

 

Umre'nin Mîkatı

 

Umre'nin, biri zamana ilişkin, diğeri de mekâna ilişkin olmak üzere iki mîkatı vardır. Zamana ilişkin mîkat, senenin tümüdür ve Umre için se­nenin bütün zamanlarında ihrama girmek kerâhetsiz olarak sahihtir. An­cak bazı durumlar bunun dışında olup mezheplerin bu konudaki ayrıntılı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(3) Hanefîler dediler ki: Kuvvetli görüşe göre, arefe günü zevalden Önce ve sonra, umre için ihrama girmek tahrîmen mekruhtur. Kurban bayramı­nın dört gününde de durum aynı olup umre için ihrama girmek tahrîmen mekruhtur. Yİne bunun gibi, ister orayı vatan edinmiş olsun, isterse dışar­dan gelerek mukîm halde olsun, hac yapmaya niyet etmiş Mekkelilerin hac ayları içinde umre için ihrama girmeleri mekruhtur. Bu vakitlerden birinde ihrama giren kişinin -tahrîmen mekruh olmakla birlikte- umreye başla­ması gerekir. Bu durumda günahtan kurtulmak için İhramı terkederek daha sonra bunu kaza etmesi ve terkten dolayı da kurban kesmesi vacib olur. Ter-kedilmediği takdirde, başlanılan umrenin bitirilmesi, günah olmakla birlik­te sahih olur. Ama bunun için de bir dem gerekir.

Tahrîmen mekruh olan bir diğer husus da, İki umrenin ihramlarım bir­leştirmektir. Umre için ihrama giren bir kimse, (umreyi bitirmeden) yalnız­ca tavafın bir şavtını yaptıktan veya tavafın tüm şavtlannı yerine getirdikten sonra veyahut da henüz tavafa hiç başlamadan önce İkinci bir umre için ih­rama girerse, terketmeye niyet etmemiş bile olsa, ikinci umre kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ancak bu umreyi daha sonra kaza etmesi ve başlan­gıçta bu umreyi terkettiği için de dem kesmesi gerekir. Birinci umre için ta­vaf ve sa'yi yaptıktan ve geriye sadece tıraş olma işi kaldıktan sonra ikinci bir umre için ihrama girerse, bu umreyi tam olarak sonuçlandırmadan ter-kedemez. İki ihramı bir araya getirdiği için de ayrıca dem kesmesi gerekir. Ayrıca iki ihramı birleştirdiği için bir dem kesmesi vacib olur. İkinciyi ta­mamlamadan birincisi için tıraş olursa, bir kurban daha kesmesi gerekir. Ama .kinciyi tamamladıktan sonra birinci için tıraş olursa ayrı bir kurban kesme­si gerekmez. Bir kişi hac için ihrama girer, sonra kudüm tavafım yapmadan umre için de ihrama girerse, hacc-ı kıran yapmış olur. Fakat bu iyi bir dav­ranış olmaz. Bununla birlikte hem haccı, hem umreyi yerine getirmesi gere­kir. Davranışının iyi olmamasının nedeni, umrenin, haccın peşi sıra yapılmak üzere meşru kılınmamış olmasıdır. Sünnet olan Kıran şekli, hac ve umre için birlikte İhrama girilmesi veya umrenin ihramına haccınkinden önce girilme­sidir. Önce hac ihramına girip de kudüm tavafından önce, umre için ihrama giren kişinin umreyi terketmemesi ve bir şükür kurbanı kesmesi gerekir. Bu umre, um resullerini yapmadan önce hac için Arafat'ta vakfe yapmakla bâ­tıl olur. Ama hac için kudüm tavafmı yaptıktan sonra umre için ihrama gi ren kimsenin umreyi terketmesi mendub olur. Terketmesinden dolayı ayrıca kurban kesmesi ve bu umreyi sonra kaza etmesi gerekir. Eğer umreyi terket-mez de hac ve umreyi devam ettirip sonuçlandınrsa, menduba muhalefet et­miş olur. Bu muhalefeti telâfi edip hatayı düzeltmek için kurban kesmesi gerekir.

Mâlikîler dediler ki: Umre için senenin her vaktinde ihrama girmek sahihtir. Ancak hac veya başka bir umrenin ihramında bulunan bir kişinin, içinde bulunduğu hac veya umre amellerini sona erdirmeden umre için ihra­ma girmesi sahîh olmaz. Hac amellerinin sona erdirilmesi de Arafat'ta vak­fede bulunmak, tavaf etmek, sa'y etmek, kurban bayramının dördüncü günü cemreleri taşlamak veya taşlama yapılmadığı takdirde o gün, güneşin zeva­linden sonra taşlama vaktinin geçmiş olmasıyla gerçekleşir. Umre İçin o gün ihrama girmek isteyen kişinin, ihrama girmeyi gün batımından sonraya er­telemesi mendubtur. Gün batımından önce ve fakat cemreleri taşlama za­manının geçmesinden sonra ihrama girmek kerahetle birlikte sahîh olur. Girilse bile gün batmcaya kadar bu umrenin amellerini yapmaya başlanamaz. Bu amellerden bir kısmı gün batımından önce yapılırsa, meselâ tavaf edilir veya sa'y edilirse bunlar geçerli olmazlar. Gün batımından sonra bu amellerin ye­niden yapılması gerekir. Arefe gününde, teşrik günlerinde veya diğer gün­lerde umre için ihrama girmek mekruh değildir. İki hac veya iki umre için ihrama giren kişinin ikinci haccı veya umresi geçersiz olur, yani gerçekleş­miş olmaz. Hac için ihrama girdikten sonra umre için de ihrama giren kişi­nin umresi geçersiz olur.

Hanbelîler dediler ki: Senenin her vaktinde umre yapmak sahîh olur. Ne teşrik günlerinde ve ne de diğer günlerde mekruh değildir. Ancak bir kişi Önce hac için, sonra da umre için ihrama girerse, umre ihramı sahîh olmayıp geçersiz olur. Bu durumda hacc-ı kıran da yapmış olmaz. İkinci ihramdan Ötürü bir şey yapması da gerekmez. İki umre için ihrama giren kişinin bir umresi geçerli, diğeri Iağvolur. İki hac için ihrama girmek de böyledir.

Şâfiîler umrenin bütün vakitlerde kerâhetsiz olarak sahîh olacağını söylediler. Yalnız, hac için ihramda bulunan bir kişinin umre için ihrama girmesi sahîh olmaz; ihrama girse bile bu geçersizdir. Nitekim iki hac veya iki umre için ihrama giren kişinin bir ihramı geçerli olur ve diğeri de iağvolur.

 

Mekâna İlişkin mîkata gelince, bu da daha önce belirtilen hac mîkatı gibidir. Yalnız, ister yerlisi, ister yabancısı olsun Mekke'de bulunanların umre için ihram mîkatı "hıil", yani avlanmanın yasak olduğu harem sını­rının dışındaki yerlerdir.

Mekke'de bulunanlar için harem dışındaki mîkatiarın en fazîletlisi Mâ-likî ve Şâfiîlere göre Cîrâne, Hanefîlerle Hanbelîlere göre ise Ten'îm ve bundan sonra Cîrâne'dir. Cîrâne, Mekke ile Taif arasındaki bir yerdir. Ten'­îm ise şimdi Âişe mescidleri diye adlandırılan yerdir.Mekke'de bulunanlar umre ihramına girmek için harem dışına çıkıp öylece ihrama girmelidirler. Hacda ise bunun tersine olarak harem dâhilinde ihrama gi­rerler. Önceki tafsilât çerçevesinde Mekkelîlerİn, hac İçin ihram mîkatı ha­remdir. Mekkeli bir kişi umre için harem dışına çıkmaksızın içerde ihrama girerse, ihramı sahîh olur. Yalnız umre ihramının mîkatına gitmediği için kurban kesmesi gerekir. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler.

 

(4) Mâlikîler dediler ki: Umre için haremde ihrama giren kişiye kur­ban düşmez. Ancak tavaf ve sa'y yapmadan önce harem dışına çıkması ge­rekir. Çünkü her ihramda harem ile hiirin (harem dışı) birleştirilmesi zorunludur. Harem dahilinde ihrama girip de tavaf ve sa'y yaptıktan sonra harem dışına çıkan kişinin bu tavaf ve sa'yi geçersiz olur. Harem dışına çık­tıktan sonra bu tavaf ve sa'yİrı mutlaka iade edilmesi gerekir.

 

Tavaf ve sa'y yapmadan önce harem dışına çıkıp mîkatta ihrama gi­ren kişiye hiç bir ceza gerekmez. Umreyi çok defalar yapmak mendub­tur. Ramazanda yapmaksa te'kidli (sünnet) olur. Mâlikîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde görüş birliği etmişlerdir.

Abdullah İbn Abbas (r.a.) in rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere:

"Ramazanda bir umre yapmak, bir hacca bedeldir.[1]

 

(5) Mâlikîler dediler ki: Aynı sene içinde umreyi tekrarlamak mekruh­tur. Ancak hac aylarından önce Mekke'ye girmiş olan kişi için umreyi tek­rarlamak mekruh değildir. Böyle bir kişinin mîkatı ihramsız olarak geçmesi haramdır. Nitekim önce de bu hususa değinilmiştir. Bu durumdaki kişinin umreyi tekrar etmesi mekruh olmaz. Hatta aynı sene içinde daha önce umre yapmış olsa bile Mekke'ye girerken umre için ihramlanarak girmelidir. Hac aylarında Mekke'ye giren kimse, umre için değil de hac için ihramlanarak girmelidir. Çünkü bu durumda hac için ihrama girmek mekruh değildir. Ama mevsiminden Önce hac için ihrama girmek mekruhtur. Başka bir sene ikinci bir umre yapmaya gelince bu mendubtur. Bu umreyle de hac mevsiminde Mekke'de ikâmeti kasdetmelidir. Ki insanların omuzlarındaki sünnet-i kifâ-ye sakıt olmuş olsun. .Çünkü hac mevsiminde her sene Mekke'de ikâmet et­mek insanlar için sünnet-i kifâyedir.

Umre için sene başı, Muharrem ayıdır. Mâlikî mezhebine göre umrenin

Ramazanda yapılmasıyla başka aylarca yapılması arasında bir fark yoktur. Umrenin Ramazanda yapılması te'kidli (sünnet) değildir.

 

Umrenin Vacibleri Sünnetler Ve Umreyi Bozan Şeyler

 

Hac için vâcib olan şeyler, umre İçin de vâcibtir. Yine hac İçin sün­net olan şeyler, umre için de sünnettir. Özet olarak diyebiliriz ki farzlar, vâcîbler, sünnetler, haramlar, mekruhlar, müfsidle, ihsâr ve diğer ba­kımlardan umre de hac gibidir.

Bunun yanında umre, bazı noktalarda hacca benzememektedir. Ör­neğin umrenin belir/i bir vakti yoktur. Dolayısıyla vaktihin kaçırılması da söz konusu değildir. Umre için Arafat'ta vakfe, Müzdelife'ye inmek ve cem­releri taşlamak yoktur. Hac sebebiyle iki namaz bir arada kılınır diyen üç mezheb imamına göre umrede iki namaz birleştirılmez. Şâfiîler hac ve um­renin, İki namazın bir arada kılınması için sebep teşkil etmediği görüşün­dedirler. Onlara göre bunun asıl sebebi seferfliktir. Umrede kudüm tavafı ve hutbe yoktur. Mîkatı da herkes için harem dışındadır. Ama hacda böy­le değildir. İhram bahsinde de geçtiği gibi hac için Mekkelilerin mîkatı ha­remdir.

Mâlik? ve Hanefîlere göre umre, farz olmayıp müekked sünnet olma­sı açısından da hacdan ayrılmaktadır. Umrenin hacdan ayrıldığı bu nok­talara Hanefîler iki husus daha eklemişlerdir.

 

(6)   Mâlikîler dediler ki: Haccı bozan cinsel ilişki ve benzeri şeyler um­reyi de bozarlar. Ancak ifsad edici şeyler, Safa ile Merve arasındaki sa'y ile umrenin tamamlanmasından önce vukûbulurlarsa umreyi bozarlar. Umre bo­zulunca tamamlanması ve acilen kaza edilmesi vâcîb olur. Umre bozulduğu için de kurban kesilmesi gerekir ve kurban kesiminin umrenin kazası zama­nına ertelenmesi icâb eder. Ama sa'y'den sonra ve fakat tıraştan önce cinsel ilişki ve benzeri bir durum vukübulursa umre bozulmaz; kurban kesmek ge­rekir. Mezî ve benzeri şeylerin gelmesinden ötürü de kurban kesmek gerekir. O

(7) Hanefîler dediler kî: Haccın aksine olarak umrenin bozulması nede­niyle bedene (deve veya sığır) kesmek vâcib olmaz. Umre tavafının cünüb olarak yapılması nedeniyle de bedene kesmek vâcib olmaz. Sâdece bir davar kesmek gerekir. Umrede, hac için yapılan veda tavafı da yoktur.

 

Kıran, Temettü, İfrâd Ve Bunlarla İlgili Bahisler

 

Hac ve umre yapmak isteyen kişinin üç şekilde ihrama girmesi caizdir:

1- İfrâd; Bu, kişinin yalnızca hac İçin ihrama girmesi, hac amelferini tamamladıktan sonra da umre İçin İhrama girmesi ve umrenin tavafı

ile sa'yini yapmasıdır.

2- Kıran: Hakîkaten, ya da hükmen hac ile umreyi aynı ihramda bir araya getirmektir.

3- Temettü: Önce umreyi sonra da aynı yıl içinde haccı yapmaktır. Mezheblerin bütün bunlarla ilgili ayrıntılı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(8) Şâfiîler dediler ki: Hac ve umre üç şekilde edâ edilebilir:

1- Îfrâd: Bir kimsenin hac mevsiminde kendi beldesinin mîkatında hac için ihrama girmesi; hac amellerini bütünüyle tamamladıktan sonra da um­re için ihrama girmesidir.

2- Temettü: Kişinin kendi beldesinin mîkatı olmasa da hac ayların­da yanından geçtiği mîkatta umre için ihrama girmesi; umreyi tamamladık­tan sonra da Mekke'de veya umre ihramına girdiği mîkatta veya o mesafedeki başka bir mîkatta veyşjıut da kendisine en yakın olan mîkatta hac İçin ihra­ma girmesidir. Uğradığı mîkatı geçtikten sonra umre ihramına giren ve um­reyi tamamladıktan sonra da hac için ihrama giren kimse, yine temettü yapmış olur. İhrama girmek istemekle birlikte, mîkatı ihramsiz geçtiği için günah­kâr olur ve kurban kesmesi gerekir. Bu kişiye, temettü yapmış denir. Çünkü iki ibâdet (hac ve umre) arasında ihramın mahzurlarından temettü etmiştir. 3- Kıran: Kişinin ister kendi beldesinin mîkatı, isterse yolu üzerinde bulunan bir mîkat olsun, orada hac ve umre için bir arada ihrama girmesi­dir. Eğer bu kişi Mekke'deyse ve orada hac ve umre için ihrama girerse kı­ran yapmış olur. Umre ihramına girmesi için harem dışına çıkması gerekmez. Çünkü umre, hacca tâbi olup onun içine mündemiçtir. Kişi, ister hac ayla­rında olsun, ister olmasın önce umre için İhrama girer ve umre tavafına baş­lamadan da hac mevsimi başlar ve hac ihramına girerse kıran yapmış olur. Haccın umreye eklenmesi, Önce de belirtildiği gibi kişinin umre tavafına baş­lamadan önce hacca niyet etmesi şeklinde olur. Ama umrenin hacca eklen­mesi sahîh olmaz; geçersizdir.

Haccın bu üç çeşidinden en fazîletlisi, ifrâd şeklinde yapılanıdır. İfrâd haccı, eğer o sene umre yapılmışsa daha fazîletli olur. Ama umre, hac yapı­lan seneden sonraya bırakılırsa, o takdirde ifrâd haccının fazîleti az olur. Çünkü umrenin, hac senesinden sonraya ertelenmesi mekruhtur. Kıran yapamn, yalnızca hac amellerini yapması gerekir. Peygamber Efendimizin aşa­ğıda aktaracağımız hadîsine göre, kıran yapan kişinin, hac ve umre için bir tavaf ve bir sa'y yapması yeterli olur:

Temettü yapanlarla kıran yapanların kurban kesmeleri gerekir. Yüce Al­lah bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Her kim hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayı­na gelen kurbanı keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on gün oruç tutar.[2]

Bu âyet-i kerîme temettü yapanın kurban kesmesi gerektiğine işaret et­mektedir. Kıran yapanın kurban kesmesinin zorunluluğuna gelince, bu da Buhârî ve Müslim'in Hz.Âişe (r.a.) den naklettikleri şu rivayete istinâd et­mektedir:

"Peygamber (s.a.v.) kurban bayramında hanımları için sığır kesti. Çünkü Onlar kiran yapmışlardı.[3]

Kıran ve temettü haccını yapanların kurban kesmeleri şu şartlarla vâcib olur:

1- Kıran veya temettü yapan kişinin Mescid-i Haram'da bulunanlardan olmaması gerekir. Mescid-i Haram'da bulunanlardan maksat, oradaki mes­kenler arasında meskeni bulunan kimse demektir. Harem'in mesafesi iki ko­naktan azdır. Bu mesafedeki alan içinde bulunup da kıran veya temettü haccı yapanların kurban kesmeleri gerekmez.

2- Temettü haccı yapan kişinin umresi, hac aylarında vukûbulmuş ol­malıdır. Hac aylarından önce umre yapmış olan kişi, bu umresini ister hac aylarından önce tamamlamış olsun, ister hac ayları içinde tamamlamış ol­sun kurban kesmesi vâcib olmaz. Çünkü o kişi, hac mevsiminde umreyle haccı bir arada yapmış sayılmakta ve ifrâd şeklinde haccedene benzemektedir.

3- Aynı sene içinde haccetmiş olmalıdır. Hac ayları içinde umre yapıp da başka bir sene hacceden veya hiç haccetmeyen kişinin kurban kesmesi vâcib olmaz.

4- Temettü yapan kişi, umreyi tamamladıktan sonra tekrar hac ihramı­na girmek için ilk ihrama girdiği mîkata veya başka bir mîkata geri dönme-melİdir. Kıran yapan da Mekke'ye girdikten sonra, Arafat'ta vakfe veya kudüm tavafı gibi bir ibâdette de başlamadan önce mîkata dönmemelidir.

Temettü yapan kişi, hac İhramına girmek için mîkata dönerse kurban kesmesi gerekmez. Aynı şekilde kıran yapan kişi de hac ve umre için birlikte ihrama girdikten veya haccı umreye ekledikten sonra herhangi bir mîkata dönerse kurban kesmesi vâcib olmaz.

Temettü yapanın kurban kesmesinin vâcib olduğu vakit, hac için ihra­ma girdiği vakittir. Bu .vakitten önceye alması da sahîh olur. Şu halde umre­yi tamamladıktan sonra kesebilir. Ama kurban bayramının birinci günü kesmesi daha faziletli olur. Diğer ceza kurbanlarında olduğu gibi, bu kurba­nın vaktinin sonu sınırsızdır. Ya hiç bulamadığı veya bulup da parasını öde­mekten âciz kaldığı veya emsalinden fazla fiyat istendiği veyahut da ona vereceği paraya muhtaç olduğu gerekçesiyle haremde kurban kesmeye muk­tedir olamayan kişinin bütün bu durumlarda kurbana bedel olarak on gün oruç tutması gerekir. Bu on günün üçü hacda, yedisi de memleketine dön­dükten sonra tutulur. Hacdaki üç günü de, hac ihramına girdikten sonra tut­malıdır. Hac ihramına girmeden tuttuğu takdirde geçersiz olur. Ayrıca, arefe gününden önce de tutmuş olması sünnettir. Zîrâ sünnete göre arefe günü oruç­lu olmamak gerekir. Üç günlük orucu, teşrik günlerinden sonraya ertelediği takdirde günahkâr olur ve tuttuğu oruç da kaza olur. Ertelemesi nedeniyle kurban kesmesi gerekmez. Geri kalan yedi günün orucunu ise yurduna veya yurt edinmek istediği yere döndükten sonra tutmalıdır. Sözgelimi Mekke'yi yurd edinirse yedi gün orucunu orada tutar. Hac amellerini tamamlamış ol­mak şartıyla yurduna döndükten sonra yedi gün oruç tutması geçerli olur. Ama tavaf veya sa'y yapmadan yurduna dönerse oruç tutması geçersiz olur. Fakat hac amellerinden olan tıraş» yapmadan yurduna dönerse, yurdunda tıraş olduktan sonra oruç tutması geçerli olur.

Mâlikîler dediler ki: Hac ve umre yapmak isteyen kişi, bunlar için üç şekilde ihrama girebilir:

1- İfrâd: Bu, bir kimsenin yalnızca hac için ihrama girmesidir. Hac amellerini tamamladıktan sonra umreye başlar.

2- Temettü: Bu da kişinin önce yalnızca umre ihramına girmesi; hac aylarında umre rükünlerinden en az birini yapması ve sonra da aynı sene içinde hac etmesidir. Hac aylan, Ramazanın son günü güneşin batması anında başlar. Buna göre Ramazanın son günü umre ihramına girip umre amellerini bay­ram gecesi tamamlayarak aynı sene hacceden kişi temettü yapmış olur. Ama umre amellerini Ramazanın son günü güneşin batımından Önce tamamlar da aynı sene haccederse temettü yapmış olmaz. Çünkü umre rükünlerinden hiç birini hac adayları içinde yapmamıştır.

3-  Kıran: Bunun iki şekli vardır:

a)  Hac ve umre için birlikte ihrama girmek.

b) Önce umre için ihrama girmek, sonra da umre tavafının iki rek'atlik namazını kılmadan haccı umrenin üzerine eklemek. Bu ekleme, ister umre tavafına başlamadan önce, ister başladıktan sonra olsun, başladıktan sonra aa ister tamamlanmasından önce» ister tamamlanmasından sonra ve fakat iki rek'atlİk namazını kılmadan önce olsun -bu durumların hangisinde olursa olsun- kişi, kıran yapmış olur. Şu var ki, umre tavafım yaptıktan sonra ve fakat iki rek'atlik namazını kılmadan önce haccın umreye eklenmesi mek­ruh olur. Tavafına başladıktan sonra haccı umreye ekleme halinde onu na­file olarak tamamlar. Umre için gerekli olan tavaf, hac tavafına dahil olur. Çünkü kıran yapana bir tavaf ve bir sa'y yeter. Aynı şekilde tavaftan sonra ve iki rekat namaz kılmadan Önce haccı umreye eklemesi halinde, yapılan tavaf nafileye dönüşür. Ama umre tavafından ve namazından sonra haccı umreye ekleyen kişinin hac ihramı lağvolur, gerçekleşmez. Yine bunun gibi fâsid bir umre üzerine eklenen haccın, ihramı da lağvolur, gerçekleşmez. Bu durumdaki kişinin fâsid umreyi tamamlaması ve sonra da acilen kaza etme­si vâcib olur. Haccın umreye eklenmesi iki şartla sahîh olur:

1- Haccın umreye eklenmesi, umre tavafının iki rek'atlik namazının kı­lınmasından önce yapılmalıdır.

2- Haccın eklendiği umre, sahîh bir umre olmalıdır. Bu şartlardan biri gerçekleşmediği takdirde haccın umreye eklenmesi sahîh olmaz; eklenen haccın ihramı geçerli olmaz. Ama önce hac ihramına giren kişinin haccma umre ek­lemesine gelince, bu sahîh olmaz. Geçersiz ve lağvolur. Zîrâ kuvvetli (hac) üzerine zayıfı (umreyi) eklemek doğru olmaz.

Bu sayılanlar içinde en faziletlisi ifrâd, sonra kıran, en sonra da temet­tü hacadır. Kıran yapan kişinin hac ve umre için tek şey yapması gerekir ki, bu da, hac amelleridir. Buna göre bu şahıs için bir tavaf, bir sa'y, bir tıraş, hem hac hem umre için yeterli olur. En sonunda da kıran kurbanı kes­mesi gerekir. Temettü yapan için de kurban kesmek gerekir. Zaten bu, âyet-i kerîmeyle de sabittir:

"Her kim hac zamanına kadar, umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen kurbanı keser.[4]

Peygamber (s.a.v.) in sünnetinde de kıran yapanın kurban kesmesinin vâcib olduğu ifâde edilmiştir. Temettü veya kıran yapanların kurban kes­meleri iki şartla vâcib olur:

1- Kıran veya temettü yapan kişi, kıran veya temettü zamanlarında, ya­ni kıranın iki şeklinden biriyle hac ve umre için ihrama girdiği zamanda, um­renin diğer şeklinde veya temettüde umre ihramına girdiği zamanda, Mekke'yi veya Mekke hükmündeki bir yeri vatan edinmiş olmamalıdır. Mekke hük­mündeki yerden maksat, Mekke'den sefere çıkan kişinin orayı geçmedikçe namazlarını kısaltmaya başlamayacağı yerlerdir. Kıran veya temettü haccını yapmakta olan kişi, o esnada Mekke'yi veya Mekke hükmündeki bir yeri vatan edinmiş ise, kurban kesmesi gerekmez. Zîrâ bu kişi, iki seferden biri­nin (yani taşrada bulunmuş olsaydı, ayrıca hac ya da umre için Mekke'ye yapacağı yolculuklardan birinin) kendisinden sakıt olması gibi bir avantaj­dan yararlanmış değildir. Zaten kıran veya temettü yapan kişi, bu iki yolculuktan birinden kurtulduğu için kurban kesmekle yükümlü olmaktadır. Âyet-i kerîmede de buna şöyle değinilmektedir:

"Bu (hüküm), ailesi (ikâmetgâhı) Mescid-i Harâm'da bulunmayanlar İçindir.[5]

Burada Mescid-i Harâm'dan maksat, Mekke veya Mekke hükmündeki yerlerdir.

2- Aynı sene içinde haccetmiş olmalıdır. Aynı sene içinde haccetmesine engel bir durum çıkarsa, meselâ kıran veya temettü yaptıktan sonra bir düş­man tarafından veya başka bir sebeble aynı sene haccetmesi engellenir de bu engel nedeniyle ihramdan çıkarsa kurban kesmesi gerekmez.

Temettü yapanın kurban kesmesinin vâcib olması için bu ikisinden ayrı olarak üçüncü bir şart daha gereklidir: Bu da kişinin umre amellerini yap­tıktan sonra ve hac ihramına girmeden önce memleketine veya aynı uzaklık­taki bir yere geri dönmemesidir. Şu da var ki; temettü kurbanı, sâdece hac ihramına girmekle vâcib olur. Geri dönüldüğü takdirde bu da gerçekleşmiş olmaz. Bu durumdaki kişinin kurban kesmesinin vâcİbliği geniş sürelidir. Kur­ban bayramının birinci günü, cemrenin taşlanmasıyla da süresi daralır. Anı­lan cemreyi taşladıktan sonra vefat eden temettü yapmış kişinin vârislerinin, onun terekesiyle kurban almaları zorunlu olur. Ama taşlamadan önce vefat ederse vârislerinin; ne onun terekesinin tümünden ne de üçte birinden kur­ban almaları zorunlu olmaz. Temettü kurbanının umre ihramından sonra, hac ihramından önce kesilmesi yeterli olur. Kurban kesmekten âciz olan ki­şinin kurban yerine on gün oruç tutması vâcib olur. Bu on günün üçünü hacda, yedisini de memleketine döndüğünde tutmalıdır. Yüce Allah buyuruyor ki: "(Kurban) bulamayan kimse üç gün hac'da, yedi gün de döndüğünüz za­man olmak üzere tam on gün oruç tutar.[6] Kurban kesmekten âciz olunması da, ya kurbanın var olmaması veya alacak paranın bulunmaması veyahut da kurban parası mevcûd olmasına rağmen bu paraya özel harca­malar için ihtiyaç olması nedeniyle olur. Hacdaki üç gün orucun vakti, hac ihramına girildiği andan itibaren başlar ve kurban bayramına kadar devam eder.

Kurban bayramının birinci gününden önce bu üç günü tutmamış olan kişinin, bayramın birinci gününden sonraki üç gününde tutması vâcib olur. Ki bu günlere teşrik günleri denir. Bu orucu, mazeret olmaksızın teşrik gün­lerine ertelemek mekruhtur. Teşrik günlerinden de sonraya bırakan kişi, is­ter diğer yedi güne eklesin, ister eklemesin dilediği herhangi bir vakitte tutar. Yedi günlük orucun vakti ise cemreleri taşlamayı bitirerek hac amellerini ta­mamlamakla, memlekete dönülmüş olsa da olmasa da girer. Âyet-i kerîme­deki, dönüşten maksat, hac amellerini bitirme durumudur. Ama bu orucu, sılaya fiilen dönüşe ertelemek mendub olur. Hac amellerini tamamlamadan tutmak yeterli olmaz. İster vakfeden Önce, ister vakfeden sonra olsun hü­küm aynıdır. Hac veya umredeki bir noksanlıklarından ötürü; meselâ mîka-tı ihramsiz geçerek ihramın vâciblerinden birini terkeden veya mezîsi akan veyahut da ihram suçları bahsinde anılan, kurban gerektirici suçlardan biri­ni işleyen ve dolayısıyla kurban kesmesi vâcib olan kimseler; sonra bu kur­banı kesmekten âciz olurlarsa önce belirtilen tafsîlât çerçevesinde kurbana bedel olarak on gün oruç tutmalıdırlar. Bu on günün üçünü, kurban kesme­yi gerekli kılan sebebin Arafat vakfesinden önce vukûbulması hâlinde, teş-rîk günlerinden önce veya teşrîk günlerinde tutmalıdır. Ama kurban kesmeyi gerekli kılan sebep, Arefe gününde veya daha sonra vukubulmuşsa bu üç günlük orucu, yalnızca teşrik günlerinden sonra tutmalıdır. Üç günlük oru­ca başladıktan sonra kurban kesmeye muktedir olan kişinin, kurban kesme­ye dönmesi mendub olur. Tutmakta olduğu orucu nafile olarak tamamlar. Ama üç günlük orucu tamamladıktan sonra kurban kesmeye muktedir olur­sa kurban kesmeye dönmesi mendub olmaz. Ama döndüğü takdirde kurba­nı geçerli olur. Oruç tutmaz. (Yani geriye kalan yedi günlük orucu tutmaz.) Çünkü aslolan kurban kesmektir.

Hanbelîler dediler ki; İhrama girmek isteyen kişi, üç yoldan bi­rini uygulama seçeneğine sâhibtir:

a- Temettü, b- İfrâd, c- Kıran. Bunların en faziletlisi temettü, sonra if-râd, daha sonra da kırandır.

Temettü: Hac ayları içinde umre ihramına girmek ve bu ihramdan çıkmakla umre amellerini tamamlamaktır. Hac ayları içinde ihrama girilmediği takdirde temettü yapılmış olmaz. Ayrıca temettü'nün gerçekleşmesi İçin ay­nı sene içinde haccedilmesı de şarttır. Zîrâ aşağıda nakledeceğimiz âyet-i ke­rimenin zahirinden de umre ile haccın peşpeşe yapılması ve aralarına fasıla konumlamasının,temettü için şart olduğu anIaşılmaktadır:* Herkim hac(za-manın)a kadar umre ile faydalanmak isterse.[7]

İfrâd: Kişinin yalnızca hac için ihrama girmesi, hac amellerini tamam­ladıktan sonra, eğer zimmetinde kalmışsa vâcib olan umre için ihrama gir­mesidir.

Kıran: Bu da kişinin hacc ve umre için birlikte ihrama girmesidir ve­ya umre ihramına girip, tavafına başlamadan önce, haccı umre üzerine ekle-mesidir. Ancak beraberinde kurbanı varsa, umre sa'yini yaptıktan sonra olsa bile haccı umre üzerine eklemek sahih olur. Ve böyle yapmakla da kıran ya­pılmış olur. Hacc ayları dışında umre ihramına girilmiş olsa bile haccı umre­ye eklemek sahih olur. Ama önce hacc ihramına girip sonra umre ihramına girerek umreyi hacca eklemek sahih olmaz. Bu ihramı geçersiz olur. Kıran yapmış da sayılmaz. Kıran yapan kişi, yalnızca hac için gereken amellerden fazlasını yapmaz; bir tavaf ve bir sa'y yapar. Temettü yapanın şu âyet-i kerîme uyarınca kurban kesmesi vâcibtir:

"Her kim hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen kurbanı keser.[8]

Yalnız şunu belirtelim ki; bu, ceza kurbanı değil, ibâdet kurbanıdır. Ve bu kurbanı kesmek de yedi şartla vâcib olur:

1- Temettü yapan kişi, Mekke ahâlisinden veya orayı yurt edinmiş biri ya da harem halkından olmamalıdır. Ayrıca kendisiyle harem arasında, se-ferîlikte namazı kısaltmayı gerekli kılacak kadar bir mesafe bulunmamalı­dır. Eğer bu söylediklerimizin tersi olan bir durum söz konusuysa kurban kesmesi vâcib olmaz.

2- Temettü yapan kişi, umresini hac aylarında yapmış olmalıdır.

3- Önce de belirtildiği gibi aynı sene içinde haccetmelidir.

4-Umreyle hac arasında, namazı kısaltmayı gerekli kılacak uzaklıktaki bir yere sefere gitmemelidir. Eğer bu kadar veya daha fazla uzaklıktaki bir yere sefer eder de sonra hac ihramına girerse kurban kesmesi gerekmez.

5- Hac ihramına girmeden, umre ihramından çıkmış olmalıdır. Umre İhramından çıkmadan hac ihramına girerse temettü değil de kıran yapmış olur. Dolayısıyla kıran kurbanı kesmesi vâcib olur.

6- Umre ihramına, kendi beldesine özgü mîkatta veya kendisiyle Mek­ke arasında namazı kısaltmayı gerekli kılacak bir mesafenin bulunduğu yer­de girmelidir. Eğer buralardan sonra ihrama girerse, Mescid-i Haram halkının statüsüne girer. Yalnız, mîkatı ihramsız olarak geçmesi nedeniyle kurban kes­mesi vâcib olur.

7- Temettü'ye umre başlangıcında veya umre esnasında niyet etmelidir. Temettü ve kıran kurbanı, kurban bayramının birinci günü fecrin doğma­sıyla vâcib olur. Kıran yapan kişi eğer Mescid-i Haram halkından değilse ayrıca nüsûk kurbanı kesmekle de yükümlüdür. Fâsid olmaları halinde kıran ve temettünün kurbanları sakıt olmaz. Haccın kaçırılmasıyla da sakıt olmaz. Kıran yapan kişi, vaktini kaçırdığı haccı kaza ederken iki kurban kesmeli-dir. Biri, birinci kıranı; diğeri ikinci kıranı içindir. Temettü yapan kişi kur­banı sevkederse de umre ihramından çıkamaz. Umre tavafını ve sa'ymi yapmış olsa da tıraş olarak ihramdan çıkmadan önce hac için ihrama girer. Kurban bayramının birinci günü, kurbanı kestikten sonra hem umrenin, hem haccın ihramından çıkar. İster hac ayları içinde olsun, isterse olmasın, kendisiyle birlikte kurbanı bulunsa bile umre yapan kişi, gereken işleri tamamladıktan sonra, temettü yapanın tersine ihramdan çıkar. Eğer beraberinde kurbanı varsa, onu Merve yanında keser. Harem'in herhangi bir yerinde kesmesi de caiz olur. Satılık kurban bulamadığı veya bulduğu halde parasını temin ede­mediği için kurban kesmekten âciz kalan kişinin, kurbana bedel olarak on gün oruç tutması gerekir. Bunun üç gününü hac aylarında, kalan yedi gününü de memleketine döndüğünde tutar. Üç günlük orucun son gününün are-feye rastlaması çok daha faziletli olur. Bu üç günlük orucu kurban bayramının birinci gününden önce tutmamış olan kişinin, bayramın son üç günü olan Minâ günlerinde tutması gerekir. Bu nedenle kurban kesmesi icâb etmez. Minâ günlerinde de tutmazsa on günü tam olarak bir arada tutması gerekir. Hac-cın vâciblerinden birini vaktinden sonraya ertelediği için de kurban kesmesi vâcİb olur. Üç günlük orucu umre ihramına girdikten sonra ve hac ihramına girmeden önce tutması caiz olur. Ama umre ihramına girmeden önce tutma­sı caiz olmaz. Üç günlük orucun vücûb vaktine gelince bu, kurbanın vücûb vaktidir ki, kurban bayramının birinci günü fecrin doğması anıdır. Geri ka­lan yedi günlük orucu hac ihramına girdikten sonra ve hac amellerini tamam­lamadan önce tutmak sahîh olmaz. Minâ günlerinde, Minâ günlerinden sonra ve ziyaret tavafından önce de tutulması sahîh olmaz. Ama ziyaret tavafın­dan ve sa'y'den sonra tutulması sahîh olur. Üç ve yedi günlük oruçların her gün peşpeşe, ya da aralıklı tutulması vâcib değildir. Üzerine bu orucun vâ-cib olmasından sonra kişi, kurban bulursa, oruçtan kurbana intikal etmese, oruca başlamamış olsa bile vâcib olmaz. İsterse kurban keser, isterse oruç tutar.

Hanefîler dediler ki: İhrama girmek isteyen kişi, ifrad, kıran ve te-mettü'den birini yapma seçeneğine sâhibtir. Yalnız, kıran, diğer ikisinden daha faziletlidir. Temettü de ifraddan daha faziletlidir. Kıran, ihramın sa­kıncalı durumlarına düşülmesinden korkulmadığı takdirde diğer ikisinden daha fazîletü olur. Çünkü kıran haccında, ihramda kalınması gerekli günle­rin sayısı çoktur. İhramh kişi, bu sakıncalı durumlardan birine düşmekten korktuğu takdirde, ihramhlık günlerinin az olması nedeniyle, temettü haccı daha faziletli olur. Bu durumda insan kendine hâkim olabilir.

İfrada gelince bu, yalnızca hac için ihrama girmektir. Kıran lügatte, iki şeyi bir araya getirmek anlamını ifâde eder. Istılahta ise hakîkaten veya hük­men hac ve umre için birlikte ihrama girmektir. İkisinin hakîkaten bir araya getirilmesi, hac ile umrenin aynı anda tek ihramla bir araya getirilmesidir. Hükmen ikisinin bir araya getirilmesi ise hac ihramına, umre ihramından sonra girmek ve bilâhare ikisinin fiillerini bir arada yapmak demektir. Şöyle ki: Önce umre için ihrama girilir. Bundan sonra umre tavafının dört şavtını yapmadan hac ihramına girilir. Umre tavafının dört şavtını yaptıktan sonra hac ihramına giren kişi, kıran değil de temettü yapmış olur. Tabiî eğer tava­fını hac ayları içinde yapmışsa... Aksi takdirde ne kıran ne de temettü yap­mış olur. Ama önce hac için ihrama girer de, sonra kudüm tavafından önce umreye niyet ederse kıran yapmış olur. Ama bu, iyi bir davranış değildir. Kudüm tavafından sonra umreye niyet ederse kurban kesmesi gerekir. Kı­ran yapan kişinin, mîkatta veya mîkattan Önce ihrama girmesi sahîh olur. lhramsız olarak mîkatı geçenin bir kurban kesmesi gerekir. Ancak ihramh olarak mîkata dönerse bu cezadan kurtulur. Hac aylarında veya daha önceden ihrama girmek sahîh olur. Fakat hac aylarından önce ihrama girmekte mekruhluk vardır. Kıran yapan kişinin hem hac hem de umre amellerini hac aylan içinde yapması, yani umre tavafım veya bu tavafın dört şavtını, sa'yi-njn tamamını ve hac sa'yini hac ayları içinde yapması zorunludur. Niyette şöyle demesi sünnettir: :

"Allah'ım! Ben umre ve hac yapmak istiyorum. Onları bana kolaylaştır ve benden kabul buyur."

Bu niyette, hacdan önce umreyi söylemesi müstehabtır. Amelde umreyi öne almasıysa vâcibtir. Çünkü hac amelleri, umre amelleri için yeterli olmaz. Şu halde önce umre için yeci tur (şavt) tavaf etmeli. Bu tavafın tamamının, ya da yarıdan çoğunun hac ayları içinde'yapılması şartıyla, ilk üç turunda remel yapılmalıdır. Bu durumdaki bir kişi, umre tavafını yaparken hac ta­vafına niyet etse bile, tavafı umre tavafı olarak geçerli olur. Zîrâ kişi, niyet etsin veya etmesin, vakti içerisinde bir tavafta bulunursa o tavaf aslına göre geçerli olur. Sonra sa'y edilir. Böylece umre ameli tamamlanmış olur. An­cak hac ihramında da bulunduğu için ihramdan çıkamaz. Şu halde ihram­dan çıkabilmesi, hac amellerini de tamamlamasına bağlı kalır. Bu arada tıraş olursa, iki ihrama karşı suç işlediği gerekçesiyle iki kurban kesmesi gerekir.

Umre amellerini tamamladıktan sonra hac amellerine başlar. (Kıran ya­pan kişi) önce umre için, sonra hac için tavaf eder; bunun ardı sıra umre için, sonra da hac için sa'y ederse sahîh olur. Ama bu iyi bir davranış değil­dir. Bu nedenle kurban de gerekmez. Kıran için yedi şart gereklidir:

1- Umre tavafının tümünü veya yarıdan çoğunu yapmadan önce hac ih­ramına girilmelidir. Ama umre tavafının çoğunun yapılmasından sonra hac ihramına girilirse kıran yapılmış olmaz.

2-  Umrenin fâsid olmasından önce hac için ihrama girilmelidir.

3- Umre tavafının tümü veya yarıdan çoğu, Arafat'ta vakfeden önce yapılmalıdır. Arefe günü zevalden sonra vakfeye kadar bu tavafı yapmamış olanın umresi kalkar; kıranı boşa gider. Umre için gerekli olan kurban kes­me yükümlülüğü de düşer. Ama umre tavafının yarıdan çoğunu yaptıktan sonra Arafat'ta vakfe yapan, tavafının kalan kısmım ziyaret tavafından ön­ce tamamlar.

4- Hac ve umreyi fâsid olmaktan korumalıdır. Sözgelimi Arafat'ta vak­feden önce cinsel ilişkide bulunursa veya bu ilişkiyi umre tavafının yarıdan Çoğunu ifâ etmeden önce yaparsa kıranı bâtıl olur; kurban kesme yükümlü­lüğü düşer.

5- Umre tavafının tamamını veya yarıdan çoğunu hac ayları içinde yap­malıdır. Bu tavafın yarıdan çoğunu hac ayları girmeden önce yaparsa kıran yapmış olmaz.

6- Mekkeli olmamalıdır. Mekkeli'Ierin kıranı sahîh olmaz. Meğer ki hac ayları girmeden önce Mekke'den çıkıp başka tarafa gitmiş olsunlar.

7-  Haccı kaçırmamalıdır. Aksi takdirde kıran yapmış olmaz. Kurban kesme yükümlülüğü de düşer. Kıran'in sahîh olması için, kişinin, ev halkına varmayı kasdetmiş olmaması şart koşulmaz. Umre tavafını yapıp umre ihramından çıkmaksızın memleketine dönen kişinin kıranı sahîh olur.

Şer'an temettünün tanımına gelince bu, ilkin hac aylarında, ya da önce umre ihramına girmek; umre tavafının yarıdan çoğunu hac aylarında yap­mak şartıyla hakîkaten veya hükmen bir seferde hac için de ihrama girmek­tir. Bu da umreden sonra asla beldesine dönmemesi veya döndükten sonra Mekke'ye ikinci kez geri dönmesi iki sebebten ötürü kendisinden istenme­siyle olur:

1- Kurbanı Mekke'ye sevketmiş olması. Çünkü kurban, bayramın bi­rinci gününden önce ihramdan çıkmaya engel olur.

2- Tıraş olmadan memleketine dönmüş olması. Bu durumda, tıraşın ha­remde yapılmasının vâcib oluşu nedeniyle, tiarem'e dönmesi kaçınılmazdır ve memleketine dönen kişi, ihram içinde kalmış olur. Memleketinde tıraş ol­madan hacca dönerse temettü yapmış olur. Çünkü onun memleketine inme­si sahîh değildir. Memleketinde tıraş olursa temettüsü bâtıl olur. Kurban sevkederek umre yapan kişi, ya kurbanını bayramın birinci gününe erteler veya ertelemez. Bayramın birinci gününe ertelerse temettüsü sahîh olur. Mem­leketine dönsün veya dönmesin kendisine bu kurbandan başka bir şey lâzım gelmez. Acele eder de bayramın birinci gününden önce keserse, bu durumda ya memleketine dönmüş veya dönmemiştir. İster o sene içinde haccetsin is­ter etmesin, memleketine dönmüşse temettüsü bâtıl olur. Başka bir şey ge­rekmez. Memleketine dönmemiş ve aynı sene içinde de haccetmemişse, yine kendisine bir şey lâzım gelmez. Eğer aynı sene haccederse biri temettü, diğe­ri de zamanından önce ihramdan çıktığı için iki kurban kesmesi gerekir. Te­mettünün sahîh olması için bazı şartlar gereklidir:

1- Umre tavafının tamamını veya yandan çoğunu hac ayları İçinde yap­malıdır.

2-  Umre İhramım haccmkinden öne almalıdır.

3- Umre tavafının tamamını veya yandan çoğunu hac ihramından önce yapmalıdır.

4-  Umre, bozulmuş olmamalıdır.

5-  Hac, bozulmuş olmamalıdır.

6- Önce de belirtildiği gibi sahih bir dönüşle ehline dönmeyi kasdetmiş olmamalıdır.

7- Hac ve umre aynı sene içinde edâ edilmelidir. Hac ayları içinde umre tavafını yapıp başka bir sene hacceden kişi temettü yapmış sayılmaz. Hac yapıncaya kadar memleketine dönmeyip ihramda kalsa bile hüküm değişmez.

8- Mekke, yurt edinilmiş olmamalıdır. Umre yaptıktan sonra sürekli ola­rak Mekke'de ikamete niyetlenen kişi temettü yapmış sayılmaz. Aksi takdir­de sayılır.

9- Mekke'de İhramsızken hac ayları girmiş olmamalıdır. Çünkü bu du­rumda Mekkeliler gibi temettüye ehil olmaz. Hac ayları dışında umre tava­fının tamamını veya yandan çoğunu yapmış olup da ihramhyken hac ayları girmiş olmamalıdır.

Temettü yapmakta olan kişi, umre amellerini tamamladıktan sonra di­lerse tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkabilir. Zilhiccenin se­kizinci (terviye) gününe .kadar ihramsız kalır. Çünkü terviye günü, Mekkelilerin İhrama giriş günleridir. İhramsızlığı Zilhicce'nin dokuzuncu gü­nüne, yani arefe gününe ertelemesi de, Arafat'ta zamanında vakfe yapabilecekse, caiz olur.

Kıran yapanın da, temettü yapanın da kurban bayramının ilk günü akabe cemresini taşladıktan sonra kurban kesmeleri vâcib olur. Âyet-i kerîmede buna işaretle şöyle buyurulmaktadır:

"Her kim hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen kurbanı keser. Fakat kesecek kurbanı bulamayan kimse üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere, tam on gün oruç tutar.[9]

Kıran da anlam bakımından temettü gibidir. Bulunduğu takdirde kıran için de kurban kesilir, kesilmediği takdirde kurbana bedel olarak, aralıklı da olsa -peşpeşe olması daha faziletlidir- hac aylarında üç gün oruç tutu­lur. Bu orucun umre ihramından çıktıktan sonra tutulması şarttır. Daha ön­ce tutulması geçersizdir. Ayrıca hac amelleri tamamlandıktan sonra da yedi gün oruç tutmak vâcibtir. Bunların peşpeşe tutulması daha fazîietlidir. Ön­ceki üç günlük orucun, kurban bayramına üç gün kalıncaya dek ertelenme­si, bu süreden önce elde edildiği takdirde kurban kesmenin caiz olup oruca gerek kalmayacağı dolayısıyla daha faziletli olur. Yedi günlük oruca gelin­ce; bunu, hac amelleri tamamlandıktan sonra teşrik günleri gibi yasak va­kitler dışındaki vakitlerin herhangi birinde tutmak mümkündür. Yasak vakitlerde tutulması halinde geçersiz olur. İlk etaptaki üç günlük orucu, kurban bayramına kadar tutmayan kişi, artık oruç tutamaz; kurban kesmesi ge­rekir. Kurban kesmeye muktedir olmazsa ihramdan çıkar. Fakat biri kıran veya temettü için, diğeri de kurban kesmeksizin ihramdan çıktığı için, zim­metine iki kurban geçer. Tıraş veya saçı kısaltmakla hac ihramından çıkma­dan önce kurban kesmeye muktedir olan kişinin orucu bâtıl olur ve kurban kesmesi gerekir. Bilindiği gibi harem dâhilinde ikamet eden kimselerin kıran veya temettü yapmaları şu nakledeceğimiz âyet-i kerîmede de bildirildiği gi­bi sahîh olmaz:

"Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Haram (cîvarın)da oturmayanlar içindir."[10]

 Âyet-i kerîmede Mescid-i Haram'da ikamet edenlerden maksat, mîkatlar bölgesinde oturanlardır.

 

Hedy Konular!

 

Tanımı:

 

Hedy; efdâliyet sırasına göre deve, sığır ve davardan olmak üzere ha-rem'e gönderilen hayvandır. Ancak develerden beş yaşını tamamlayıp al­tıncı seneye girenler; sığırlardan iki yaşını tamamlayıp üçüncü seneye girenler hedy olabilirler. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler.

Koyun olsun, keçi olsun, küçük başlardan hedy olabilecek hayvanla­ra gelince; mezheblerin bunlara ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(9) Mâlikîler dediler ki: Sığırların hedy olabilmeleri için üç yaşım ta­mamlayıp, bir günle de olsa dördüncü seneye girmiş olmaları şarttır.

(10) Şâfiîler dediler ki:   Koyunun hedy olanının  esahh   kavle   göre tam bir seneyi doldurmuş olması veya öndeki dişleri düşmüş ise altı ayını tamam­lamış olması gereklidir. Keçinin de iki yaşım tamamlamış olması gerekir.

Mâlikîler dediler ki: Koyunun bir günle de olsa bir yaşım tamam­ladıktan sonra, iki yaşma girmiş olanı; keçinin de bir yaşını tamamladıktan sonra, bir ay gibi açık seçik bir süreyle iki yaşma girmiş olanı hedy olabilir.

Hanbelîler dediler ki: Koyunların altı ayı doldurmuş olanı, keçile­rin de bir yaşını tam olarak doldurmuş olanı hedy olabilir.

Hanefîler dediler ki: Koyun veya keçi olsun, tam bir yaşını doldur­mayan davar, hedy olamaz. Ancak koyunun altı ayı geçip de semizliği dola­yısıyla bir yaşmdakiyle arasında bir fark görülemezse hedy edilmesi caiz olur.

 

Kısımları:

 

Hedy üç kısma ayrılır:

1- Temettü ve kıran hedyi (kurbanı) gibi hac ve umre amellerinden biri dolayısıyla vâcib olan hedy. Hanefîler buna "dem-i şükür" adtnı verir­ler. Hac veya umredeki vâciblerden birinin terki dolasıyla vâcib olan hedy de bu kısma girer.

2- Adak hedyi. Bu da vâcibtir. Ama adaktan ötürü vâcibtir.

3- Tatavvû hedyi. Bu da ihramlı kişinin kesmiş olduğu teberru mahi­yetindeki kurbandır.

 

Hedy Kesmenin Yeri Ve Zamanı

 

Hedyin ne zaman ve nerede kesileceği hususunda mezheblerin ileri sürdükleri detaylı görüşler aşağıya alınmıştır.

 

(11) Hanbelîler dediler ki: Bütün çeşitleriyle hedy kesmenin ilk vakti kurban bayramının birinci günü, hutbeden önce olsa bile bayram namazı­nın kılınmasından sonradır. Ama hutbeden sonraya bırakılması daha fazi­letli olur. Son vakti de teşrîk günlerinin ikincisinin, yani bayramın üçüncü gününün sonudur. Kurban kesme günleri üçtür: Bayramın birinci, İkinci ve üçüncü günü. Bayramın ikinci ve üçüncü günlerinin gecelerinde kesmek mek­ruhtur. En faziletlisi bayramın birinci günü kesmektir. Vaktinden önce kesi­lirse geçerli olmaz ve yerine yenisini kesmek vâcib olur. Vakti geçerse ve eğer tatavvü hedyi ise, artık daha sonra kesilmesine gerek kalmaz. Ama vâcib ise kaza olarak kesilmesi vâcib olur.

Hedyin kesim yeri ise haremdir. Haremin neresinde kesilirse kesilsin ge­çerli olur. Ancak umre yapan için en faziletli kesim yeri Merve'dir. Hac ya­pan içinse Minâ'dır. Harem dışında kesilirse geçerli olmaz. Ancak, hareme ulaşmadan gücü kesilir de yürüyemezse, takılıp kaldığı yerde kesilir (ve ge­çerli olur).

Hanefîler dediler ki: Kıran ve temettü hedyleri yalnızca kurban bay­ramının ilk üç günü içinde kesilebilir. Kesim de akabe cemresini taşladıktan sonra yapılır. Bayramdan Önce kesilirse geçerli olmaz. Bayramın ilk üç gü­nünden sonra kesilirse geçerli olur. Yalnız, kesim günlerinden sonraya erte­lendiği için ayrıca bir hedy daha kesilmesi gerekir. Kıran ve temettü hedyleri dışındaki hedylerİn kesilmesi zamanla kayıtlı değildir. Kesim yeri ise mutlak olarak haremdir. Kesim eğer, kurban bayramının ilk üç günü içinde olacak­sa Minâ'da kesilmesi sünnettir. Eğer diğer günlerde olacaksa Mekke'de ke­silmesi daha faziletli olur. Yalnız, adak edilmiş sığır veya develerin kesiminin haremde yapılması zorunlu değildir.

Şafııler dediler ki: Adak dolayısıyla vâcib olan hedy ile mendub olan hedyin kesim vakti; bayramın birinci günü güneşin doğmasını müteakip, bay­ram namazının kılınması ve normal İki hutbenin okunmasından hemen sonra girer ve teşrîk günlerinin sonuncusunda, güneşin batmasına kadar devam eder. Bu zaman aralığı içinde geceleri ve gündüzleri kesmek caiz olur. Yal­nız, zaruret olmaksızın geceleri kesmek mekruhtur. Meselâ yoksullar, gece­leyin yiyecek sıkıntısı duyarlarsa o zaman hedyi kesmek mekruh olmaz. Teşrik günlerinin geçmesinden sonra kurban kesilmemiş ise ve adaksa kaza olarak kesilmesi gerekir. Adak değilse vakti geçmiş olur; kesilmez. Kesilirse hedy olarak değil de salt et İçin kesilmiş olur. Hac fiillerinden sakıncalı birini yap­mak nedeniyle vâcib olan hedye gelince onun kesim vakti, sebebinin vuku­undan sonradır. Yalnız fevat -Arefe vakfesi vaktinin kaçırılmış olması- kurbanı bundan istisna olarak kaza haccında kesilir. Temettü yapanın kes­mesi vâcib olan hedyin kesim vakti, hacc ihramına girme vaktidir. Umre ta­mamlandıktan sonra, hac ihramına girmeden önce kesilmesi de caiz olur. Kesimin son vakti yoktuf. En faziletlisi, kurban bayramının birinci günü kes­mektir. Kesim yeri ise haremdir. Başka yerde kesilmesi caiz olmaz. Harem'-in neresinde kesilirse kesilsin geçerli olur. Yalnız, umre yapanın Mekke'de kesmesi sünnettir. Çünkü onun ihramdan çıkış yeri orasıdır. Mekke'de de en faziletli kesim yeri Merve'nin yanıdır. Mahsur kalmış kişinin kesim ye-riyse, mahsur kaldığı yerdir. Ama en faziletlisi, hedyini hareme göndermesi-dir. Hacıların hedyi Minâ'da kesmeleri sünnettir. Çünkü onların ihramdan çıkış yerleri orasıdır.

Mâlikîler dediler ki: Hedyin kesim vakti, bayramın birinci günü baş­lar. Akabe cemresinin taşlanmasından sonra kesilmesi mendub olur. Cem­reyi taşlama vakti de, kurban bayramının birinci günü fecrin doğmasıyla başlar. Ama gün doğuncaya kadar ertelemek mendubtur. Bayramın üçüncü gününün sonuna kadar uzanır. Kesim günleri; bayramın birinci, ikinci ve üçüncü günleri olmak üzere üçtür. Bu günler geçse bile yine kesilmesi gere­kir. Hedyin kesim yerine gelince burası Minâ'dır. Tabiî bunun için de üç şart gereklidir:

1- Hac ihrammdayken hedy sevkedîlmiş olmalı,

2- Kurban bayramının ilk gecesinin bir bölümünde beraberinde hedyi olarak Arafat'ta vakfe yapmalı. Veya Ten'im gibi harem dışı bir yerde hed­yi durdurmalı. Naibinin, kendisinin yerine vakfe yapması, kendisinin vakfe yapmasının yerine geçer.

3- Yukarıda belirtilen üç günden birinde hedyi kesmek istemelidir.

Bu şartlardan biri ihlâl edilirse, meselâ umre ihrammdayken onu sevke-derse veya Mekke'den satın alırsa veyahut ne kendisi ne de naibi bayramın ilk gecesi Arafat'ta hedy ile birlikte bir süre durmazsa, veyahut da üç kesim gününden sonra kesmek isterse, kesim yeri Mekke olur. Başka yerde kesme­si de caiz olmaz. Mekke'nin her tarafı, kesim için elverişlidir. Ama en fazi­letli kesim yeri, Merve yanıdır. Yukarıdaki şartları yerine getirmekle beraber hedyi Mekke'de kesen kişinin hedyi, günahkâr olmakla birlikte geçerli olur.

Günahkâr olunur. Çünkü Minâ'da kesmek vâcib olduğu halde bu vâcib ter­kedilmiştir.

 

Hedy Ve Benzerlerinden Yeme Bahsi

 

Hedy sahibinin, mezheblerdeki tafsilât çerçevesinde onun etinden ye­mesi caizdir. Buna ilişkin tafsilât, aşağıda gösterilmiştir.

 

(12) Hanefîler dediler ki: Önce de söylendiği gibi, şükür kurbanı denen kıran veya temettü hedyinin sahibi, mendub olarak etinden yer. Tatavvû hed-yinin etinden de sahibinin yemesi mendubtur. Ancak yolda kırılıp ölmek üzere olan hedyi keserek; gerdanlığım, fakirlerce tatavvû kurbanı olarak bilinsin diye, kanıyla boyayıp kesilmiş vaziyette bırakmak vâcibtir. Adak kurbanına gelince, o sadaka olduğu için etinden yemek caiz olmaz. Çünkü o, fakirlerin hakkıdır. Yenildiği takdirde yenilen et miktarının bedelini ödemek gerekir. Kefaret kurbanlarına gelince bunlar, bir eksikliği onarmak için kesilirler. İhsâr hedyi de böyledir. Bunların etlerini de sahiblerinin yemesi caiz değildir; ye­dikleri takdirde, yedikleri et miktarının bedelini ödemekle yükümlü olurlar. Etini sahiblerinin yemesi caiz olan kurbanlara gelince, bunların etlerinin üç kısma bölünerek bir bölümünü yemek, bir bölümünü sadaka olarak dağıt­mak, bir bölümünü de hediye vermek müstehab olur.

Hedy sahibi, kurbanın sırtındaki çulunu, derisini ve kemiklerini de sa­daka olarak dağıtır. Kasap ücretini, kurbanın etinden vermez. Hedy sahibi­nin, hedyin sütünden yararlanması caiz değildir. Yararlandığı takdirde, aldığı süt bedelini fakirlere tazminat olarak öder.

Malikîler dediler ki: Hac veya umrede kesilen hedyler, av cezası kur-banlarıyla eziyet fidyelerinden bazılarının etlerini sahiplerinin yemesi caiz, bazılarınınki ise caiz değildir. Bu açıdan bunlar dört kısma ayrılırlar:

1-Alışılagelmiş kesim yeri olan Mekke veya Minâ'ya sağlam olarak ulaşıp kesilmiş olsun veya bu kesim yerlerinden birine ulaşmadan yürüyemiyecek kadar hastalanıp yoldan kesilmiş olsun mutlak olarak etlerinin yenmesi caiz olmayanlar. Bunlar üç çeşittir:

a) Söz veya niyetle yoksullar için belirtilerek adanan muayyen nezir kur­banları. Bu da şöyle demekle olur: "Bu hayvanı yoksullar için kesmeyi Al­lah rızâsı için adadım." Ya da yoksullara etini dağıtmayı niyet ederek, "Bu hayvanı Allah rızâsı İçin kesmeyi üzerime ahdettim."

b)  Yoksullara vermek üzere kesilen tatavvû kurbanı.

c) Hedyi kasdetmeksizin kesilen eza fidye (kurban) leri. Bu üç çeşit kur­banın etini, sahiblerinin yemesi mutlak surette caiz değildir. Yoksulların ye­meleri için adanan muayyen nezir hayvanının etini yemek haramdır. Bu kurban, kesim yeri olan Mekke'ye veya Minâ'ya ulaşmadan hastalıktan ötürü zorunlu olarak kesilirse, bu takdirde etini yemek caiz olsa bile, yerine başka bir kurbanı Mekke veya Minâ'da kesmek gerekmez. Ama bu hayvanlar sağ salim Mekke'ye veya Minâ'ya ulaşıp da oralarda kesildikleri takdirde, sâ-hiblerince etlerinin yenmesi caiz olmaz. Çünkü o, yoksullar içindir.

Tatavvû hedyini de, yoksullara mahsus kılındığı için sahiplerinin yeme­leri caiz değildir.                             .

Ezâ fidyesi olarak kesilen kurbana gelince bu; ihramlmın, üzerindeki toz ve kirleri gidererek, rahatlama sağlaması gibi sebeplerden ötürü kesilen bir kurban olup, hedy olarak kesilmediği takdirde sahibinin ondan yemesi caiz olmaz.

2- Kesim yerine ulaşmadan yolda takılıp zorunlu olarak kesilen ve yen­mesinin sâhibleri içinde câi.z olduğu hayvandır. Ama böyle bir hayvan sağ-salim kesim yerine ulaşırsa etini sahibinin yemesi caiz olmaz. Ki bu, yoksul­lara mahsûs kılınmış gayr-ı muayyen nezir kurbanıdır. Bu da şöyle demekle olur: "Bu kurbanı yoksullara dağıtmak üzere hedy olarak kesmek, Allah için adağım olsun." Hedy niyetiyle kesilen ezâ fidyesi ve av cezası olarak kesilen kurban.

Bu üç çeşit kurban, kesim yerine ulaşmadan yolda takılıp kesilirse, sâ-hiblerinİn onların etini yemesi caiz olur. Çünkü onun bedeli olarak sahibi­nin ayrıca asıl kesim yerinde bir kurban daha kesmesi gerekir. Ama bu kurbanlar, mutad kesim yerine sağ-sâlîm ulaştıkları takdirde etlerini sâhîb-Ierinin yemesi caiz olmaz. Çünkü adak olarak kesilen kurban, yoksulların hakkıdır. İhramayken kir ve toz gibi şeyleri gidermek için kesilen kurban, rahatlamanın bedelidir. Av cezası olarak kesilen kurban ise, avlanılan hay­vanın bedelidir.

3- Kesim yerine ulaşmadan etlerinin yenmesi caiz olmayan ve fakat ulaş­tıktan sonra yenmesi caiz olan kurbanlar. Ki bunlar, yoksullara mahsus kı­lınmayan tatavvû hedyi ile muayyen nezir kurbanıdır. Bu kurbanlar, mutad kesim yerine ulaşmadan kesildikleri takdirde, etlerinin sâhiblerince yenmesi helâl olmaz. Çünkü bu kurbanlara bedel olarak, mutad kesim yerinde ayrı­ca kurban kesmek vâcib olmaz. Eğer bu takdirde sahiblerinin onlardan ye­meleri caiz olsaydı, yolda takılıp kesilmeleri hususunda sahiblerinin sebeb olduğu sanılabilecek ve sırf etlerini yemek için kesmekle itham edilecekti. Ama bu hayvanlar mutad kesim yerine sağ-sâlim ulaştıktan sonra kesilirse, sahiblerinin onlardan yemeleri caiz olur. Çünkü bunlar, yoksullara mahsus kılınmamışlardır.

4- Mutad kesim yerine ulaşmadan önce de kesilse, ulaştıktan sonra da kesilse, sahiblerinin, etlerini yemeleri caiz olanlar. Bunlar da, yukarıda be­lirtilen  üç kısım kurbanlar dışında kalanlardır. Örneğin: Haccm vâciblerin-aen bîrinin terkedilmesi nedeniyle kesilmesi vâcib olan hedy... Yoksullara mahsus kılınmamış gayr-ı muayyen nezir kurbanı... Kıran ve temettü kurbanları... Bu kurbanların etlerini sâhiblerinin yemeleri mutlak surette caiz­dir. Yemesi caiz olduğuna göre; azık olarak bir kısmını ayırması, zengin ve yoksullara yedirmesi de caizdir. Yenilmesi yasaklanan kurbanın etinden sa­hibi yiyecek olursa, yediği miktarın bedelini tam bir kurbanla öder. Ancak yoksullara mahsûs kılman muayyen nezir kurbanının etini yiyen sahibi, yedi­ği et miktarının kıymeti kadar tazminat öder. Mûtemed olan görüş budur, hayvanın yuları ve sırtındaki çulu da eti hükmündedir. Sahibince eti yenme­si caiz olmayan kurbanın yularım ve çulunu da sahibinin alması caiz olmaz. Tıpkı et gibi onları da yoksullara vermesi gerekir. Eğer bu gibi şeylerden bi­rini almışsa ve henüz elinde bulunmaktaysa onu yoksullara geri vermesi; za­yi veya telef olmuşsa, kıymetini vermesi gerekir. Sâhiblerince eti yenmesi caiz olan kurbanın yular ve çulunu da sahibi alabilir. Taklid veya iş'ar edildikten sonra hedyin sütünden yararlanmak mekruhtur. Çünkü o hayvan artık, Al­lah'a ibâdet gayesiyle kişinin malından çıkarılmış olmaktadır. Sütün alın­ması, yavrusuna veya anasına zarar vermediği zaman mekruh, aksi takdirde haram olur. Hedye binmek ve zaruret olmaksızın ona bir şey yüklemek de mekruhtur.

Hanbelîler dediler ki: Hedy sahibi, tatavvû olarak kestiği hedyin etini yiyebilir, başkalarına hediye ve sadaka olarak dağıtabilir. Buna göre kurban etinin üçte birini yer; üçte birini yakınlarına hediye, geri kalan üçte birini de yoksullara sadaka olarak dağıtır. Tıpkı kurban gibi... Ama böyle yapmayıp etin tamamım yerse, üçte birinin değerini yoksullara ödemesi ge­rekir. Vâcib olan hedye gelince, onun etini sahibinin yemesi caiz olmaz. Bu hedyin vâcibliği, bir nezirden dolayı olsa bile hüküm değişmez. Meselâ "Bu, hedyimdir" diyerek veya kurbanı taklid veya iş'ar ederek belirlemekle de ol­sa, istisna olarak sahibi tarafından yenmesi caiz olur. Etinin yenmesi caiz olmayan hedyin etini sahibi yerse, yediği etin bedelini yine et olarak yoksul­lara dağıtır. Hedy sahibinin, hedyin derisini ve çulunu satması haramdır. Ama onlardan yararlanması caizdir. Kasap ücretini de bu gibi şeylerle veya etle ödemek haramdır. Yavrularından artması şartıyla kurbanın sütünden yarar­lanmak caizdir. Yavrularının ihtiyacı olan sütü içmekse haram olup bedelini ödemek gerekir.

Şafiîler dediler ki: Vâcib olsun, tatavvû olsun, hedyin herhangi bir şeyini sahibinin satması caiz değildir. Vâcib olan, hedyin derisine varıncaya kadar her şeyini sadaka olarak dağıtmaktır. Hiç bir şeyini, sahibinin alması caiz değildir. Eğer tatavvû hedyi ise, onun derisinden yararlanmak, yemek ve hediye etmek için bir kısım etini ve iç yağını alıkoyup saklayabilir. Az da olsa etinin bir kısmını sadaka olarak dağıtması vâcibtir. Ama dağıttığı bu etin örfe göre kıymetsiz, tatsız ve çiğ olmaması şarttır. Sahibinin, etini yemesi caiz olana gelince o, tatavvû hedyidir. Sahibinin, etini yemesi caiz olmayansa vâcib hedy'dir.

 

Hedy'de Aranan Şartlar

 

Hedyin, kurban olma yeterliliğini engelleyen bütün ayıplardan salim olması şarttır. Bir veya iki gözü kör, kemiğinde ilik kalmamış derecede zayıf, kendi cinsinden olan bir hayvanın yürüyüşüne benzer bir şekilde Vürüyemeyecek derecede topal, hastalığı açık seçik şekilde görünen hasta ve kurban bahsinde anlatılacak olan bunlara benzer ayıpları olan hayvanlar hedy edilemezler,

 

İhsâr Ve Fevât

 

İhsan

 

Lügatte men'etmek, engellemek anlamını ifâde eder. Istılahta ise, ih-ramlı kişiyi hac amellerini edâ etmeden, ihramın gereklerini yerine getir­mekten engellemektir,

 

Fevât:

 

İhramlı kişinin, Arafat'ta vakfe yapma vaktini kaçırmasıdır. İhsâr ve fevât hükümlerine ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alın­mıştır.

 

(13) Hanefîler dediler ki: Hac ibâdetinin amellerini tamamlamayı engel­leyen sebepler, şer'î ve hissî olmak üzere iki kısma ayrılır:

1- Şer'î olan sebepler: Kadının ihrama girdikten sonra boşanma veya ölüm nedeniyle kocasını veya mahremini kaybetmesidir. Kocasının, hanımını ta­tavvû haccmdan men etmesi de böyledir. Yürümeye muktedir olamayan ha­cı adayının, nafakasını (yol harçlığını) yitirmesi de bu cümledendir.

2- Hissî olan sebepler: Bu da insan veya insandan başka bir düşmanın, ihramlımn, hac ibâdetlerini edâ etmek üzere gideceği yolu kesmesi, veya ih-ramlıda hastalık ve hapis gibi bir arazın vâki olmasıdır.

îhsânn hükmü: Hac yapması engellenen kişi, bir hedyi veya hedy tutarı olan parayı, onunla hedy alınıp kesilmek üzere hareme göndermelidir. Hed­yin kesilmesinden önce ihramdan çıkmak caiz olmaz. Durumun belirgin ol­ması için de, hedyi gönderen kişiyle hedyi götüren kişinin kesim günü hususunda anlaşmaları gerekir ki, ihramlıhk hâli pek uzamasın. Bu durum­daki kişi, hedyin kesilmesinden önce ihram yasaklarından birini çiğnerse, ih-sârda olmayan normal ihramlı kimseler gibi gereken cezaya çarptırılır. İhsârdaki kişi, hedyini götüren kişiyle kesim için sözleştîkleri gün gelince ihramdan çıkar ve sonra hedyin kesilmemiş olduğu anlaşılırsa, vaktinden ön­ce ihramdan çıktığı için ayrıca bir kurban kesmesi gerekir. Ama hedyi götüren kişi, onu sözleşme gününden önce keserse, bu caiz olur. İhramdan çıkış için tıraş olmak şart değildir. Ama tıraş olmak iyi olur. Hedy göndererek ihram­dan çıkan ihsârlı kişi, eğer ifrâd haccma aday idiyse ve hac süresi geçinceye kadar ihsâr kalkmazsa, ertesi sene yeniden bir hac ve bir umre yapması ge­rekir. Eğer sadece umre adayı idiyse ertesi sene yalnızca onun yerine bir um­re yapar. Eğer kıran haccma aday idiyse, iki kurban kesmekle ihramdan çıkar. Bir sonraki sene de iki umre ve bir hac yapar. Bu anlatılanlar, ihsârlı kişinin hedy göndererek ihramdan çıkmasıyla ilgilidir.

Eğer umre ile ihramdan çıkarsa ve yalnızca ifrâd haccma aday idiyse, ertesi sene yalnızca bir hac yapması gerekir. Eğer kıran haccma aday idiyse, ertesi sene bir hac ve bir umre yapması gerekir. Hedyi gönderdikten sonra üzerinden ihsâr kalkan kişi, ya ihramhlığm geri kalan hususlarını ve hedy ile ilgili işlemleri tamamlamaya, veya bu ikisinden birinin gereklerini tamam­lamaya imkân bulabilir veyahut da bu imkânlardan hiç birini bulamaz. Eğer imkân bulursa, ibadetinin geri kalan kısmını tamamlamaya koyulur ve hedy hususunda da dilediğini yapar. Eğer yalnızca hedy ile ilgili işlemleri yürüt­meye imkân bulursa, asıl maksat elden kaçırılmış olduğundan artık hedyin peşi sıra gitmek gerekmez. Umre yapmakla ihramdan çıkar. Eğer nüsükü (hac amellerini) yapmaya imkân bulursa bunları yapmaya devam etmesi ve­ya ihramdan çıkması caiz olur. Fakat sonuncu durumda olursa, ihsâr kalk­tıktan sonra ihramdan çıkar. Dilerse umre yaparak ihramdan çıkar. Vakfe zamanı dışında vakfe yaparak haca elden kaçıran kimse tavaf ve sa'y edip ihramdan çıkmalıdır. Bu kişi, ertesi sene haccı kaza eder. Bu nedenle kur­ban kesmesi de gerekmez.

Hanbelîler dediler ki: Hac ihramında bulunan bir kişinin üzerine kurban bayramının birinci gününün fecri doğmuş da, mazereti olsun olma­sın vaktinde Arafat'ta vakfede bulunmamışsa, o sene haccı kaçırmış olur. Hac ihramı da, eğer ertesi sene onunla haccetmek maksadıyla içinde kalma­yı yeğlemezse umre ihramına dönüşür. Hacdan dönüşen bu umre, (umrenin farz olduğunu savunanlara göre) umretü'l-islâm yani farz olan umre yerine geçerli olmaz. Bu durumda haccı kaçırmış olan kişinin, nafile de olsa o hac-cini kaza etmesi gerekir. Haccı kaçırmış olan kişinin, hedyi, kaza haccmi yap­tığı zamana erteleyerek o zaman kesmesi gerekir. Vâcib olduğu vakitte (ki o vakit kurban bayramının ilk günü fecrin doğuş vaktidir) hedy bulamayan kişinin temettü yapanlarınki gibi oruç tutması gerekir. Kâbe-i Muazzama' ya gitmekten alıkonulan kimsenin -ki buna muhsar adı verilir- ister Ara­fat'ta vakfe yaptıktan önce, ister sonra ahkonulsun, ya da menedilmesi umre ihrammdayken olmuş olsun ihramdan çıkmak niyetiyle hedy kesmesi gere­kir. Kesecek hayvan bulamayan kişinin on gün oruç tutması gerekir. Oruç tutmakla ihramdan çıkar. Bir ihtiyaç nedeniyle de ihramdan çıkmak mubah olur. Bu da bir müslümana veya kâfire veya savaş için çok miktarda mal vermek veyahut da müslüman için değil de kâfir için az miktarda mal ver­mek gibi bir ihtiyaç olur. Haccın vaktinin kaçırılmasından önce ihramdan çıkan veya ihramhyken deliren ya da bayılan kişiye kaza gerekmez. Hac vakti kaçırıldıktan sonra ihsârdan kurtulan kişinin haccı kaza etmesi gerekir. Zi­yaret tavafından menedilen kişi ancak Arafat'da vakfe yapmış, cemreleri taş­lamış ve tıraş olmuşsa ziyaret tavafını yaptıktan ve sa'yettikten sonra ihramdan çıkabilir. Yalnızca sa'yden alıkonulmuş olan kişi de ancak bu şekilde ihram­dan çıkabilir. Çünkü şeriat, bütün yasaklan haram kılan ihramdan, şartla­rının tümüne riâyet edildikten sonra çıkılabileceğini karara bağlamıştır. Bu da sadece kadınları haram kılar. Vâciblerden birini yapmaktan veya cemre­leri taşlamaktan alıkonulan kişi ihramdan çıkmış olmaz. Kendi iradesiyle va­cibi terketmiş olduğundan dolayı kendisine kurban lâzım gelir. Hac ihramında bulunan bir kişi Arafat'taj vakfe yapma imkânını elde edemez veya Mekke'­ye kavuşma fırsatını bulursa, umre amelini işleyerek ihramdan çıkar, başka bir şey yapması da gerekmez. Arafat'ta vakfe yapmayı kaçırıp da daha ön­ceden tavaf ve sa'y etmiş olan kişinin, yeniden tavaf ve sa'y ederek ihram­dan çıkması vâcib olur. Hastalanarak veya yol harçlığını yitirerek veya yolu çıkaramayarak hacdan geri kalan kişi, Kâbe-i Muazzama'ya ulaşıncaya ka­dar ihramlı kalır. Çünkü ihramdan çıkmakla, bir halden daha güzel bir hale geçme istifâdesine mazhar olmamaktadır. Haccı kaçıran kişi, umre yaparak ihramdan çıkar. Beraberindeki hedyi de yalnızca haremde keser. Düşman tarafından muhasara edilmiş gibi değildir.

Buraya kadar anlatılan hususların tümünde küçük çocuklar da bâlîğ olan­larla aynı hükümlere tabidirler. Bir kişi ihrama girdiği ilk anda; "Hac (veya umre) ibâdetine niyet ettim. Allah'ım! Sen onu bana kolaylaştır. Ve benden kabul buyur. Birisi beni hapsederse, hapsedildiğim yer, ihramdan çıkış ye­rim olsun" derse, buraya kadar sayılan durumların tümünde cezasız olarak ihramdan çıkabilir. Kendisine kaza da gerekmez.

Şafiîler dediler ki: Hacı adayı, Arafat'ın bir yerinde vakfe etmeden önce kurban bayramının birinci günü fecir doğarsa haccı kaçırmış olur. Yalnız hac ihrammdaysa ve kıran haccma adaysa bu kişinin bir hedy kesmesi vâcib olur. Arafat vakfesini kaçıran kişinin umre yaparak ihramdan çıkması vâ­cib olur. Yani bu kişi vakfe dışındaki hac amellerini ihramdan çıkma niye­tiyle yapar. Tavaf eder, sa'y etmemişse sa'yi de yapar. Haccı kaçırmış olduğu için, Minâ ve Müzdelife'de geceleme, cemreleri taşlama zorunluluğu kalkar. Umre niyeti olmaksızın tıraş olur. Yapılan bu umre, (umrenin farz olduğu­nu savunanlara göre) umretü'l-islâm, yani farz olan umre yerine geçerli ol­maz. Nafile de olsa, mazeretsiz de olsa, kaçırmış olduğu haccı ertesi sene, mâlî durumu elverişli olmasa, kendisiyle Mekke arasında İki konaklık bir mesafe de olsa acilen kaza etmesi vâcib olur. Kaza ile beraber, temettü kur­banı gibi bir kurban kesmesi de gerekir. Yalnız bunu, haccın kaçırıldığı sene kesmek sahih olmaz. Kıran haccım yapmakta olan bir kişi, Arafat vakfesini kaçırırsa kendisine üç kurban lâzım gelir:

a) Vakfeyi kaçırma kurbanı.

b) Kıran kurbanı.

c) Kaza kurbanı. Kaza ederken kıran yapmayıp ifrâd haccı yapsa bile bu kurbanı kesmesi vâcib olur. Çünkü ihrama girmekle, kıran haccına bağ­lanmış olur.

Arafat vakfesinin kaçırılması ihsâr nedeni ile olmuşsa; meselâ düşman saldırısı veya bir yöneticinin zulmen, ya da ödeyemediği bir borç için, (sı­kıntı içinde bulunduğunu isbatlayan bir belgenin de yanında bulunmaması hâlinde) hapsetmesi şeklinde mahsur kalmışsa ve hacı adayiysa hacca ulaşa­cak kadar bir süre içinde, umre adayıysa üç gün içinde bu ihsârın kalkacağı­na gâlib zanla kanaat getirmezse, ihramdan çıkmak için kurban keser. Sonra da tıraş olur ve hem kurban hem tıraşla ihramdan çıkmaya niyet eder. Tabiî eğer kurban bulursa... Eğer kurban bulamazsa ve fakirliğinden ötürü (kur­bân yerine) dağıtmak için yiyecek de bulamazsa yalnız tıraş olarak ihram­dan çıkar.

Mahsur kalmış umre adayının, ihramdan çıkma hususunda sabretmesi evlâdır. Hacı adayının da eğer zaman müsaitse ihramdan çıkmakta acele et­memesi uygundur. Aksi takdirde, haccı kaçırma korkusu nedeniyle acele et­mesi evlâ olur. Eğer hacda ise ve ihsârın da hacca ulaşmaya zaman kalacak bir süre içinde ortadan kalkacağına veya umredeyse ihsârın üç gün içinde ortadan kalkacağına gâlib zanla kanaat getirilirse ihramdan çıkmak caiz olmaz.

İhramdan çıkmayı caiz kılan mazeretlerden biri de hastalıktır. Bir kim­se ihrama girerken, *'hastalandığımda ihramdan çıkmış olurum" derse, salt hastalanmakla ihramdan çıkmış olur. Ama "hastalanırsam ihramdan çıkarım" derse bu bir şart cümlesi olduğu için bundaki ihramdan çıkış şartı hedye bağlı olursa; hedyi keserek, sonra da tıraş olarak her ikisiyle birlikte ihramdan çıkmaya niyet eder. Ama hedyi şart koşmaz veya hedyi kesmeyi başlangıçtayken reddederse yalnız tıraş olmakla ihramdan çıkar.

Yolu kaybetmek ve yol harçlığının tükenmesi de ihramdan çıkmayı mu­bah kılan mazeretlerdendir. Mahsur kalan kişi, mahsur kaldığı yerde, - harem dışındaki bir yerde olsa bile- kurbanını keser veya kesilmesi için hareme gönderir. Ama gönderdikten sonra, kesildiğini Öğrenmeden ihramdan çık­ması caiz olmaz. Kurbanı gönderirken de haremden başka yere göndermek caiz olmaz. Eğer haremde mahsur kalırsa orada kesmesi mecburi olur. Yapmakta olduğu hac veya umre nafile ise kaza etmesi gerekmez. Eğer farz ise, daha önceleri olduğu gibi zimmetinde kalmakta devam eder. Arafat'ta vak­fe yapmaktan men edilip de Mekke'ye girmesine karışılmayan kişinin Mek­ke'ye girip umre yaparak ihramdan çıkması vâcib olur. Arafat'a gitmesine değil de Mekke'ye girmesine engel olunan kişinin Arafat'ta vakfe yapıp ih­ramdan çıkması gerekir, her iki durumda da kaza gerekmez. Kuvvetli görüş budur. İhsârda, kurban olabilen bir davar kesmek vâcibtir. Hissen veya şer'an kurban kesmekten âciz olan kişi, fıtır sadakası olarak verilebilen gıda mad­delerinden bir davar değeri miktarınca oranın yoksullarına dağıtır. Bunu da yapmaktan âciz olursa, her yarım sagıda maddesi karşılığında bir gün oruç tutar. Bu işte, yani ihsârda kendisinin bir eylem ve kastı söz konusu olmadı­ğından fidye vermesi vâcib olmaz.

Mâlikîler dediler ki: İhsâr, hac veya umre amellerini yapmaktan menetmektir. Meselâ umre yapacak kimsenin Mekke'ye girmesinin yasak­lanması. Tıpkı Hudeybiye senesinde olduğu gibi. O zaman müşrikler, Peygamber (s.a.v.) i umre için ihrama girdikten sonra Mekke'ye girmekten menetmişlerdi. Yine bunuKgibi, haccedecek birinin beyti tavaf etmekten veya Safa ile Merve arasında sVy etmekten veya Arafat'ta vakfe yapmaktan ve­yahut da bunların tümünü yapmaktan menedilmesine de ihsâr denir. Bu men ediş ister zulmen olsun, ister hakla olsun, aynı sonucu doğurur. Zulmen ih-sâra örnek: Kâfirlerin müslümanlarla Mekke arasına girerek yolu kesmeleri veya müslümanlar arasına fitne girerek âsî zümre hükmü ele geçirip; müslü-man halkla Mekke ve civarındaki kutsal topraklar arasındaki ulaşımı kes­meleri gibi. îhsârm hakka dayalı olarak yapılmasına örnek: Borçlunun ödemeye muktedir olmasına rağmen zimmetindeki borcu ödemekte ağır dav­ranması ve borcunu ödemesi için de hapsedilmesi gibi. İşte bu kişi, hacca gitmekten haklı olarak menedilmiş olmaktadır.

Fevat; Fevat, Arafat'ta vakfe yapmaya engel bir hastalık ya da, o hac mevsiminde hacıların Zilhiccenin 8. günü vakfe yapmaları ve hatalarını an­cak vakfe vakti bittikten sonra anlamaları (Daha önce de geçtiği gibi bu onun­cu gecedir) gibi nedenlerle haccı eda edememelerine denir. İşte haccı elden kaçırmak bu iki şekilde olur. Çünkü hacı, Arafat vakfesine yetiştikten son­ra hacca kavuşmuş olur. Vakfeden sonraki tavaf ile sa'yin her zaman yapılması sahihtir. Bunların belirli bir vakti yoktur.

Umre yapmakta olan bir kişi, umre ibâdetini edâ etmek için gitmesi ge­reken yerlere gitmekten alıkonulursa, veya hac ihramında bulunan bir kişi hem Kabe'ye, hem Arafat'a gitmekten alıkonulursa ve bu ahkonuluşu da zulmen olursa niyetle ihramdan çıkması, yani ihramdan çıkmaya niyet ede­rek ihram yasaklarını kendisine helâl hale getirmesi daha faziletlidir. İhram­dan çıkmaya niyet ederek ihramdan çıktıktan sonra artık serbest olur. Kadınla cinsel ilişki kurabilir, avlanabilir, koku sürünebilir; ihramlıya yasak olan şey­lerin tümünü yapabilir... İhramdan çıkmak için tıraş olması sünnet olur. Be­raberinde hedy varsa ve Mekke'ye gönderme imkanı da yoksa bulunduğu yerde kesmelidir. Mekke'ye gönderebilme imkanına sahipse, göndermesi ge­rekir. Ama beraberinde hedyi yoksa, kesmesi vâcib olmaz. Bununla ilgili ola­rak âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız kola­yınıza gelen kurbanı (gönderin).[11]

Buradaki hedyin vâcib olması; mahsur kalan kişinin nafile niyetiyle sevkederek daha Önce beraberinde hedy bulunması durumuyla ilgilidir. Mahsur kalan kişinin ihramdan çıkması, üç şartla mubah olur:

1- Mahsur kalan kişi, herhangi bir engelleme ile karşılaşacağını, ihrama girmeden önce bilmemelidir. İhrama böyle bir engellemeyle karşılaşacağını bilerek girerse, meselâ ihrama girerken ileride karşısına bir düşmanın çıkıp kendisini hac veya umre yapmaktan alıkoyacağını bilirse; mahsur kalma ha­linde ihramdan çıkması mubah olmaz. Aksine, ertesi seneye kalsa bile ibâ­detini edâ etmek için ihramda kalması gerekir. Çünkü bu işe kendisi girmiştir.

2- Hac vaktinin çıkmasından önce engelin ortadan kalkacağından ümit kesilmelidir. Yani mahsur kalan kişi, karşısındaki engelin Arafat vakfesinin vaktinin kaçırılmasından önce ortadan kalkmayacağını bilmeli veya zannet-melidir. Engelin ortadan kalkacağından ümidini kesmediği takdirde, kalka­cağı ümidiyle ihramda beklemesi gerekir.

3- İhram esnasında hacca ulaşmak için vakit geniş olmalıdır. Öyle ki, engellenmemiş olması halinde hac ibâdetini edâ etmeye kavuşması mümkün olmalıdır. Ama mahsur kalmayacağını varsayarak, normal olarak hac amel­lerini tamamlayamayacak olduğu halde ihsârla karşılaşırsa ihramdan çıkması mubah olmaz. Çünkü bu kişinin, daha ihram başlangıcında, ertesi seneye kalacağı kaçınılmaz şekilde ortadadır.

Eğer engelleme, meselâ alacaklı olan kişinin, hac veya umre yolunda olan borçlusunu hapsetmesi gibi haklı bir sebebe dayanıyorsa, bu borçlu, eğer borcunu ödemeye muktedir ise ihramdan çıkması helâl olmaz. Çünkü bu engelden kurtulup hac veya umre yoluna devam etmesi mümkündür. Bor­cunu ödemediği takdirde ihramda kalmakta devam eder. Borcunu ödemek­ten âciz ise zulmen men edilen kimse gibi olur. Onun için en faziletli olan, niyet ederek ihramdan çıkmaktır. Dilerse ihramda kalmakta devam da ede­bilir. Ama efdâl olan davranışa ters düşmüş olur. Bir kimse Arafat'ta vakfe yaptıktan sonra Müzdelife, Minâ, Safâ-Merve gibi Kabe'den sonraki ibâdet yerlerine gitmekten ahkonulursa da haccı tamamlanmış olur. Ancak ziyaret tavafım ve kudüm tavafının ardı sıra sa'y etmemişse sa'yi ifâ etmeden ih­ramdan çıkması câİz olmaz. Müzdelife'ye inmeyi, cemreleri taşlamayı, taş­lama gecelerinde Minâ'da gecelemeyi kaçıracak kadar mahsur kalan kişinin bütün bunların her biri başlı başına birer vâcib olmaları dolayısıyla, hepsi için bir kurban kesmesi gerekir. Bu kısımdaki engelleme, hapis veya başka bir engelleme şeklinde de olsa; zulmen veya haklı bir sebeple de olsa herhangi bir fark sözkonusu olmayıp, haccı tamamlayıncaya kadar -ki bu sene­lerce sürse bile-ihramda kalmak gereklidir.

Herhangi bir sebeple Arafat'a gitmekten engellenen kişi, Kâbe-i Muaz-zama'ya ulaşma imkânına sâhibse ihramdan çıkabileceği gibi, ertesi seneye kadar öylece de kalabilir. Eğer Mekke'den uzaktaysa, onun için ihramdan çıkmak daha faziletli olur. İhramlı olarak kalması, evlâ olan davranışın ter­si olur. Eğer Mekke'ye yakınsa ve Mekke'ye girerse ihramlı olarak kalması mekruh olur. Sonra bu kısımdaki engellemelerden ötürü ihramdan çıkmak, Mekke'den uzakta olunmaması hâlinde umre yapmakla olur. Mekke'den uzakta olunursa niyet etmekle ihramdan çıkılır; umre yapmakla yükümlü olun­maz. Harem bölgesinde önce hac ihramına girmiş olan kişinin, mahsur kal­ma nedeniyle umre yaparak ihramdan çıkması için, umre ihramındayken Harem dışına çıkması gerekir. Zîrâ her ihramda harem ile harem dışının (hıll) birleştirilmesi vâcibtir. Mahsur kalan kişinin üzerinden farz olan İslâm hac­cı ve umresi sakıt olmaz. Hac veya umre yapmaktan engellenerek ihramdan çıkan kişinin haccı kaza etmesi vâcib, umreyi kaza etmesi ise sünnet olur. Engellenme nedeniyle yapamadığı hac veya umreyi kaza ederken de bir kur­ban kesmesi gerekir. Muayyen olmayan nezir de bu durumdaki kişinin zim­metinden düşmez. Ama muayyen olan nezir böyle değildir. Böyle bir hac veya umre ibâdeti, engelleme nedeniyle yapılamadığı takdirde kaza etmek gerekmez. Hac veya umre ihramına girerken, ileride herhangi bir engelleme olduğu takdirde ihramdan çıkılmış olacağına niyet edilirse; yani, "Allah'­ım! ihramdan çıkış yerim, hapsedildiğim yer olacaktır" denilirse bunun bir faydası olmaz. Engelleme olması hâlinde ihramdan çıkmak için yeniden ni­yet etmek gerekir. Ya da önce belirtilen tafsilât çerçevesinde umre yapılır. Engelleyen kâfir bile olsa, yolu açma karşılığında istediğini vermek caizdir. Çünkü haccın engellenmesindeki zillet, baç (haraç) verme zilletinden çok daha şiddetlidir. Hac ihrammdaki bir kişi, kurban bayramının ilk günü akabe cem­resini taşladıktan sonra mahsur kalırsa, kadınlara yanaşma ve avlanma dı­şında, ihrâmlıyken yasak olan şeylerin tümünü yapabilir. Yalnız koku sürünmesi mekruh olur. Buna küçük helâl oluş denir. Büyük helâl oluş -ki onunla cinsel ilişki ve avlanma dâhil olmak üzere her şey serbest olur.- Zi­yaret tavafıyla gerçekleşir. Tabiî eğer sa'yi daha önce Kudüm tavafının ardı sıra yapmışsa. Aksi takdirde ihramdan tam olarak çıkmış olmaz. Ancak Zi­yaret tavafının ardı sıra sa'y de yaparsa her şey kendisine serbest olur. Eğer tıraş olmuş ve Akabe cemresini taşlamış veya tıraş olmamış ve taşlamamış da vakitleri geçmişse... vakitleri de kurban bayramının ilk günüdür. Tıraş­tan ve taşlamadan önce cinsel ilişkide bulunursa bir kurban kesmesi gerekir. Ama avlanırsa bir şey gerekmez. İhramın başka mahzurlarını yaparsa da her­hangi bîr şey gerekmez.

 

Başkasinin Yerine Hac

 

İbâdetler üç kısma ayrılırlar:

1- Sırf bedenî olanlar. Namaz ve oruç gibi. Bunları yapmaktan mak­sat, noksanlıklardan münezzeh Yüce Allah'a bizzat boyun büküp huşu ve hudû içinde tezellül etmektir. Bunda malın hiç bir rolü yoktur.

2- Sırf mâlî olanlar. Zekât ve sadaka gibi. Bundan maksat, kişinin yok-stıllara mâlî faydalar sağlamasıdır.

3- Mâlî ve bedenî olan. Hac gibi. Bunda tavaf, sa'y ve benzerî davra­nışlarla Allah'a boyun bükülmekte, ayrıca bu uğurda bir miktar para da sarfedilmektedir.

Birinci kısım ibâdetler niyabet kabul etmez. Yani bu ibâdetleri asıl yü­kümlünün yerine başkalarının yapmaları, sözgelimi başkasının yerine na­maz kılmak veya oruç tutmak, caiz olmaz. Yapılsa da fayda vermez. İkinci kısım ibâdetlerse niyabet kabul ederler. Şu halde mal sahibinin malının zekâtını vermesi veya sadaka dağıtması için yerine başkasını vekil tâyin etmesi caiz olur. Üçüncü kısım ibâdete, yani hacca gelince bunun niya­bet kabul edip etmeyeceği hususunda mezheblerin ayrıntılı görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

 

(14) Mâlikîler dediler ki: Hac her ne kadar hem mâlî ve hem de bedenî bir ibadet ise de, bedenî yönü ağır bastığından ötürü niyabet kabul etmez. Kendisine hac farz olan kimsenin, ister sağlıklı olsun, ister iyileşmesi umu­lan bir hasta olsun haccetmek üzere yerine başkasını vekil tâyin etmesi caiz olmaz, yerine farz haccı ifâ etmek üzere birini kiralarsa, kira akdi fâsid olur. Kiralanan kişi, görevini yapıp hac amellerini tamamıyla edâ ederse ecr-i mi-sîl alır. Ama hâkimin, bunun farkına vararak akdi feshetmesi sonucu, kira­lanan kişi hac amellerini tamamıyla edâ edemezse, kendisine hiç bir ücret vermek gerekmez.

Hastalığının iyileşmesi umulmayan biri veya farz olan haccı edâ etmiş olan biri, tatavvû olarak yerine haccetmek üzere bir kişiyi kiralarsa, bu icar akdi sahih olmakla birlikte mekruh olur. Umre yapmak üzere bir kişiyi icar etmek de, sahîh olmakla birlikte mekruh olur. Zîrâ umre farz değil, sünnet­tir. Bizzat haccetmekten âciz olan ve hayatının hiç bir senesinde de haccet­meye muktedir olmamış bir kişinin üzerinden hac, kesin olarak sakıt olur. Ücret vermeye muktedir olsa bile, yerine haccetmek üzere başka birini icar etmesi gerekmez. Bir kişi ister sağlıklı olsun, ister hasta olsun, kendi yerine yaptırmak istediği hac ister farz, ister; nafile olsun yerine haccetmek üzere bir kişiyi icar ederse, yapılan hacın hiçbir sevabı olmaz. Aksine o, onu edâ etmek üzere kiralanmış kimsenin amel defterine nafile olarak yazılır. Kira­layan kişi ise ancak, kiraladığı adama, onu kiralayarak yaptığı yardımın ve onun yaptığı duaların bereketini ve sevabını kazanır. Söz gelimi: Vasiyeti gereği bir kişinin Ölümünden sonra yerine haccedilir veya vasiyeti olmadığı halde ölümünden sonra varisler^0nun yerine haccetmek üzere birini kiralarlarsa, o haccın sevabı, ne farz ne1 de nafile olarak ölünün amel defterine asla yazıl­maz. Eğer muktedir olduğu halde sağlığında edâ etmemişse farz olan hac zimmetinde kalmakta devam eder. Ancak kiralık kişiye yapılan yardımın ve onun hacda yaptığı duaların bereket ve sevabından istifade eder. Hac için vasiyette bulunmak mekruhtur. Ama vasiyet edilirse varislerin, yoksul ve miskinlere yardım yapılmasına ilişkin mekruh olmayan bir vasiyetiyle çatış­madığı takdirde ölünün malının üçte birinden karşılayarak bu vasiyeti yeri­ne getirmeleri vâcib olur. Ama ölünün hac vasiyeti yanında mekruh olmayan bir başka vasiyeti daha varsa ve terekenin üçte biri bu iki vasiyeti yerine ge­tirmeye yeterli değilse diğer vasiyet öne alınır ve hac vasiyeti lağvedilir. Bu­nu şöylece örneklendirebiliriz: Bir kişi, ölümünden sonra yerine haccedilmesini ve ayrıca malından da yoksullara beşyüzbin lira verilmesini vasiyet etmiş di­yelim. Haccettirmek de beşyüzbin lira tutsa ve miras olarak bırakmış oldu­ğu terekenin üçte biri de yalnızca beşyüzbin liradan ibaret olsa, bu durumda terekesinin üçte biri ancak, iki vasiyetten birini yerine getirmeye rnüsâid olur. Böylece bununla ya haccettirmek veya yoksullara beşyüzbin lira dağıtmak mümkün olur; ikisini birden yerine getirmek ise mümkün olmaz. Durum böyle olunca yoksullara beşyüzbin lira dağıtılır. Farz olsun olmasın hac vasiyeti geçersiz sayılır. Kuvvetli görüş budur. Eğer hac vasiyeti başka bir vasiyetle çatışmazsa, önce de belirtildiği gibi yerine getirilir. Ölü, eğer bir yer beürt-memişse öldüğü yerden bir adam kiralanarak yerine haccettirilir. Ama eğer Mekke'den bir adam kiralayarak benim yerime ona haccettirin" diye yer belirterek vasiyette bulunmuşsa şartına uymak kaçınılmaz olur. Onun yeri­ne haccetmesi için Mekke'den bir adam kiralanır; öldüğü yerden adam kira­lanmaz. Eğer terekenin üçte biri, belirttiği yerden adam kiralanarak haccettirilmesine veya belirtmemiş olduğu için öldüğü yerden adam kirala­narak haccettirilmesine yetmez; ama (Mekke'ye yakın) başka bir yerden adam kiralayarak haccettirilmesine yeterse o zaman mümkün olan şekilde yerine haccettirilir. Böylece vasiyeti imkân mertebesinde yerine getirilmiş olur. Yine bu cümleden olmak üzere bir kişi üçyüzbin lira kadar bir parayı bir tara­fa ayırarak yerine haccedilmesini vasiyet eder; fakat bu para öldüğü yerden veya kiralanmasını belirttiği yerden adam kiralanıp da yerine haccettirilme-sine yetmezse, o zaman bu paranın yeterli olacağı (Mekke'ye yakın) bir yer­den bir adam kiralanarak ona haccettirilir. Terekenin üçte biri veya hac için ayrılmış olan para, bir defa haccettirdikten sonra artarsa, artan kısım miras olarak vârislere verilir. Ancak bir kimse, "terekenin üçte biriyle veya hac için ayırmış olduğum bu parayla -diyelim ki bir milyon lira olsun- benim için haccettirin" diye vasiyette bulunmuşsa, vârislerin, bu paranın yettiği oran­da birkaç kişi kiralayarak, onun yerine bunlara birer kez haccettirmeleri ge­rekir. Üçte birlik tereke veya hac için ayrılan para iki hacca yetecek kadarsa vârisler iki kişi kiralarlar bunlardan her biri, ölünün yerine birer defa hacce­derler. Bütün bunlar kuvvetli görüşe göre bir sene içinde olmalıdır. İki hac­dan sonra geriye yine para artar, fakat bu para, bir defa daha haccettirmeye yetmezse, miras olarak vârislere dağıtılır. Bu hüküm, terekenin üçte birinin veya hac için ayrılmış olan paranın üç veya daha fazla hacca yeterli olması durumunda da sözkonusudur.

Hanefîler dediler ki: Hac, niyabet kabul eden ibâdetlerdendir. Ken­disi haccetmekten âciz olan kimsenin, haccetmek üzere yerine bir kişiyi naib tâyin etmesi vâcibtir. Kişinin, kendi yerine başkasını hacca göndermesinin sahih olması için bazı şartlar vardır:

1- Normal olarak ölüme kadar devam etmesi muhtemel olan, iyileşmesi umulmayan bir hastalık veya körlük, kötürümlük gibi bir acizlik hali bulun­malıdır. Haccetmekten âciz olan ve hayatının sonuna kadar da hacca güç yetireceğinden umudunu kesen kimse yerine haccetmesi için bir nâib tutar ve bu nâib de onun yerine haccederse, bundan sonra mazereti ortadan kal­kıp haccetmeye muktedir olsa bile farz olan hac zimmetinden düşmüş olur. Ancak iyileşmesi umulan bir hasta veya tutuklu, haccetmek üzere yerine bir kişiyi hacca gönderir ve o da onun yerine haccettikten sonra mazereti orta­dan kalkarsa, farz olan hac zimmetinden düşmüş olmaz.

2- Başkasının yerine hacceden kişi, hacca kendisini nâib olarak gönde­ren kimsenin yerine niyet etmelidir. Meselâ, "falanın yerine ihrama giriyo­rum", "falanın yerine telbiye ediyorum" demelidir. Kalben niyet etmek de yeterlidir. Nâib hacca kendi adına niyet ederse, yapılan hac, onu göndere­nin adına tahakkuk etmez.

3- Yapılan masrafların çoğu, yerine haccedilen kişinin parasıyla yapıl­malıdır. Bir kişi ölümünden sonra kendi yerine haccedilmesi için vasiyette bulunur da bir başkası teberruda bulunarak onun yerine haccederse bu hac, vasiyet eden adına gerçekleşmiş olmaz. Ama vasiyyet etmez de vârislerden biri veya bir başkası teberru ederek kendi malıyla onun yerine haccederse, bu hacem, inşaallah, ölü adına kabul edileceği umulur. Bir kişi kendi parasıyla, vasiyette bulunan ölünün parasını birleştirerek haccederse, bu hac, ölü adına gerçekleşir. Bedel olarak hacceden kişiye verilen para masrafları kar-şilamamışsa, kalan masrafları kendisini gönderenden alır.

4- Naibe ücret şartı konulmamalıdır. Ama hac masrafının kendisine ve­rileceği garanti edilmelidir. Hacda sarfedilmek üzere kendisine verilen para­dan gerekli harcamalar yapıldıktan sonra bir kısım para artarsa, bu paranın kendisini hacca gönderene geri verilmesi gerekir. Ancak bu para bizzat gön­deren tarafından, ya da reşîd ve bağışlamaya ehîl vârisleri tarafından kendi­sine bağışlanırsa, o zaman parayı alabilir. Naibe ücreti şart koşmaya gelince, -ki bu da ona, "yerime haccetmen İçin seni şu kadar ücretle kiraladım" demekle olur- bu caiz olmaz ve böyle bir anlaşmaya dayalı olarak yapılan hac, hiçbirinin adına gerçekleşmez. Bu icar da diğer ibâdetler için yapılan icar gibi geçersiz olur. Ancak ilim öğretmek, müezzinlik ve imamlık gibi şeyler, zaruret nedeniyle bundan istisna olarak ücretle caiz olurlar.

5- Bedel olarak hacca giden kişi, kendisini gönderenin şartlarına riâyet etmelidir. Sözgelimi gönderen kimse ifrâd haccı yapmasını ister de o kıran veya temettü haccı yaparsa, yapılan hac gönderenin adına gerçekleşmez. Bu durumda harcanmak üzere kendisine verilen parayı, gönderene iade etmesi gerekir. Ama bedel olarak kendisini gönderen kişi umre yapılmasını emre­der, o da onun adına umre yaptıktan sonra kendi adına da haccederse; ya­hut da kendisini gönderen kişi, haccetmesini emreder, o da onun adına haccettikten sonra kendi adına da umre yaparsa, bu caiz olur. Birinci du­rumda umre, bedel olarak gönderen ve hac da giden adına gerçekleşmiş olur. ikinci durumdaysa hac bedel olarak gönderen ve umre de giden adına ger­çekleşmiştir. Ancak birinci durumda bedel olarak giden kimsenin hac için ikâmet ettiği süre içindeki masraflar, ikinci durumda da umre için ikâmet ettiği esnada yaptığı masraflar kendi parasıyla olur. Ancak kendi şahsını il­gilendiren amellerin tamamlanmasından sonraki masraflar, kendisini bedel olarak gönderenin parasından yapılmaya başlanır. Kendi şahsına mahsus amel, kendisini bedel olarak gönderen adına yapması gereken amelden ön­ceye alınırsa, meselâ kendisini bedel olarak gönderen kişi, kendi adına hac­cetmesini istediği halde o ilk olarak kendisi adına bir umre yapıp sonra onun adına haccederse, bu sahîh olmaz. Masraflar için kendisine verilen paraları iade etmesi gerekir.

6- Bedel olarak giden kişi yalnızca tek hac için ihrama girmelidir. Mese­la kendisini gönderen kişi adına hac için ihrama girip, sonra bir de kendi adına hac için ihrama girerse, ne kendisinin ne de kendisini gönderenin hac­cı geçerli olmaz. Ancak kendi adına yaptığı haccı lağvederse; birinci hacc kendisini gönderenin adına tahakkuk eder. İki kişi, kendi adlarına haccet­mek üzere bir şahsı bedel olarak hacca göndermeleri ve onun da her ikisinin adına birlikte ihrama girmesi sahih olmaz. Masraf için kendisine vermiş ol­dukları paraları iade etmesi gerekir.

7- Bedel olarak hacca gönderen kişiyle, giden kişinin her ikisinin de müs-lüman ve akıllı kimseler olmaları gerekir. Kâfir ve deli adına haccetmek sa-hîh olmaz. Ancak bir kimsede, üzerine haccın farz olmasından sonra delilik vukûbulmuşsa, adına haccetmek sahîh olur.

8- Nâib mümeyyiz olmalıdır. Mümeyyiz olmayan çocuğun başkası adı­na haccetmesi sahîh olmaz. Mürâhik, yani bulûğ çağına yaklaşmış olanın başkası adına haccetmesi sahîh olur. Kadının, kölenin ve daha önce kendi adına haccetmemiş kimselerin başkası adına haccetmeleri de sahîhtir.

Bütün bu şartlar, farz olan haccın başkası adına yapılması hâlinde ara­nırlar. Nafile haccın başkası adına yapılması hâlinde, bedel gönderenle gi­denin müslüman ve akıllı olmaları, gidenin mümeyyiz olması ve icar akdinin mevzubahis edilmemesi gibi şartlar aranır.

Bedel olarak gönderilen kişi, Arafat vakfesinden önce haccı ifsâd eden bir davranışta bulunursa, kendisine masraf olarak verilen paralan, kendisi­ni gönderen kişiye iade etmesi gerekir. Bunu Arafat vakfesinden sonra ya­parsa, paraları iade etmesi gerekmez. Çünkü haccın en büyük rüknü olan Arafat vakfesini yapmıştır. İhram suçlarının kefaretleri, naibe aittir. Çünkü bu suçların sebebi kendisidir. İhsâr kurbanına gelince o, kendisini gönderen kişiye   aittir.   Çünkü   giden   kişinin   bu   işte   bir   seçeneği   yoktur.

Bir kişi ölümünden sonra kendi namına haccedilmesini vasiyet ettiği, bu iş için gerekli olan parayı bir tarafa ayırdığı ve ayrıca hac için kiralana­cak adamın nereden kiralanacağını belirttiği takdirde, şartlarına riâyet ede­rek vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Hac için nereden adam kiralanacağı belirtilmez ve terekenin üçte biri de masrafları karşılayacak kadar olursa, kendi beldesinden bir adam kiralanarak hacca gönderilmelidir. Terekesinin üçte biri bu masarfı karşılamıyacak olan kimse için, masrafın yeteceği uzak­lıktaki (Mekke'ye yakın) bir yerden adam kiralanarak hacca gönderilmeli­dir. Ama terekesinin üçte bîri haccettirilmesine hiç yetmeyen birinin vasiyeti geçersiz olacaktır. Terekesinin üçte biri, birden fazla hacca yeterli olduğu halde, ölen kimse vasiyetinde bir defa haccedilmesini belirtmişse, bir defa haccettirilir ve artan para vârislerin olur. Eğer bir defa haccedilmesini be-lirtmemİşse bir sene içinde onun adına bir kaç hac yaptırılır. Böyle yapılma­sı ayrı ayrı senelerde birkaç kez haccettîrilmesinden daha faziletli olur.

Şâfiîler dediler ki: Hac, niyabet (vekillik) kabul eden ibâdetlerden­dir. Haccetmekten âciz olan kişinin, ya kiralayarak veya gerekli masrafları­nı üstlenerek yerine bir başkasına haccettirmesi vâcib olur. Acizlik, bir felâketten veya yaşlılıktan, ya da iki âdil doktorun veyahut da, eğer kendisi­nin tıp ilmine vukufu varsa, kendisinin iyileşilmesinden umut kestiği hasta­lıktan ötürü olur. Acizliğin ölçüsü, âdeten tahammül edilemeyen çok fazla meşakkate katlanılmadıkça binek üzerinde durulamaması ve durmaktan da umut kesilmesi hâlidir. Şu da var ki, bedel olarak başkasını hacca göndermek bazan acilen vâcib olur. Bu da kişinin üzerine haccın vâcib olması ve haccetme imkânına sahip olmasından sonra haccetmekten âciz kalması du­rumunda olur. Başkasını bedel olarak hacca göndermek bazan geniş süreli olarak vâcib olur. Bu da kişinin üzerine haccın vâcib olmasından önce veya vâcib olmasıyla beraber veyahut da vâcib olmasından sonra ve fakat haccet­me imkânına sâhib olmaması durumunda, âciz kalmasıyla olur. Haccetmekten âciz olan kişiyle Mekke arasında iki konaklık bir mesafe bulunmalıdır. Ken­disiyle Mekke arasındaki mesafe bundan az olursa veya kendisi Mekke'de ise yerine başkasını göndermesi caiz olmaz. Bu durumda zorluklara katlan­ması mümkün olursa bizzat kendisinin haccetmesi vâcib olur. Eğer zorluk­lara katlanacak güçte olmazsa, vefatından sonra parası terekesinden ödenmek üzere onun adına başkasına haccettirilir. Ama hastalığı gücünü tüketir ve hareket edemeyecek hâle gelirse, aradaki mesafe iki konaktan kısa olsa bile, yerine başkasına haccettirir. Bedel olarak giden kişinin, daha önce kendi adına haccetmiş birinin, başkasının namına haccetmesi caiz olmaz. Bedel olarak birisini haccetmek üzere icar eden kişiyle, icar edilen kişinin haccın farz ve nafile amellerini bilmeleri, akdin sıhhati açısından şarttır. Öyle ki bedel ola­rak hacceden kişi, haccın sünnetlerinden birini terkedecek olursa o nisbette ücretinden eksiltme yapılır. İcar edilen kişinin hac amellerine başlamaya muk­tedir olması da, akdin sıhhati için şarttır. Herhangi bir mazeret dolayısıyla bu amellere başlamaya muktedir olamayan kişinin icar edilmesi sahîh olmaz. Akİd yaparken mîkattan bahsetmek şart değildir. İhrama girilecek mîkatı belirtirlerse; bedel olarak haccedenin kendisini gönderen kişinin beldesine mahsus mîkatta veya o mesafedeki bir mîkatta ihrama girmesi vâcib olur. Eğer akitte hangi mîkatta ihrama girileceğini belirtmezlerse, icar edilen kişi­nin, icar edenin beldesine mahsus mîkattan başka bir mîkatta ihrama girme­si -bu mîkat, onunkinden daha kısa bir mesafede olsa bile- caiz olur. Naibin, nâmına haccedeceği kişiyi tanıması şart değildir. Ama haccederken onun nâmına haccetmeye niyet etmesi şarttır.

Haccetmekten âciz olan kişi, naibin yerine haccetmesinden sonra iyile­şir ve acizliği ortadan kalkarsa, kendi nâmına bizzat haccetmesi gerekir. Çünkü ıcâr akdinin fasidliği açığa çıkmıştır. Bu durumda naibin yaptığı hac da nâ-ıb nâmına gerçekleşir ve kendisine bir ücret vermek de gerekmez. Aksine, verilmiş olan ücret geri istenir. Diriler için niyâbeten haccetmek caiz olduğu gibi, ölüler için de niyâbeten haccetmek caiz olur. Şu halde ölü için niyâbe­ten haccetmek, onun vasisine, yoksa vârisine vâcib olur. Bunlar bulunmaz­sa hâkim, masrafı terekesinden karşılamak üzere bir kişiyi acelece nâib tâyin ederek hacca gönderir. Terekesi yoksa niyâbeten haccettirmek vacip olmaz. Ama vârisin, veya vâris izin vermese bile yabancı birinin bizzat kendisinin veya niyâbeten başkasına ölü namına haccettirmesi sünnet olur. Yalnız ölü­nün mürted olmaması, adakla da olsa hac veya umrenin vâcib olmaları şart­tır. Eğer hac veya umre ona vâcib değilse, terekesinden onun namına haccettirilmez. Ölü her ne kadar sağlığında hac ile muhatab olmamışsa bile başkalarının onun nâmına haccetmeleri veya ettirmeleri caizdir.

Bütün bu anlattıklarımız, farz olan haca eda etmemiş biri hakkında söz konusu olur. Farz olan haccı edâ etmiş ve yalnızca kendisinden nafile hac­cetmesi beklenen kimseler vasiyet etmedikleri takdirde nâmlarına hac veya umre yapmak caiz olmaz. Nâib, haccı ifsâd ederse kendi namına kaza etme­si gerekir. Kaza ettiğinde de o hac, kendi namına gerçekleşir. Kendisini nâîb tâyin edene de, almış olduğu ücreti iade etmelidir. Veya haccı kaza ettiği se­neden başka bir sene onun adına haccetmesi, ya da kaza ettiği sene başka birini nâib tâyin ederek, kendisini nâib olarak göndermiş olanın nâmına hac­cettirmesi gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Hac ve umre, niyabet kabul eden ibâdetler­dendir. Bir kişi, kendisine vâcib olan hac veya umreyi edâ etmekten âciz olursa, kendi adına başkasına acilen hac veya umre ettirmesi vâcib olur. Acizlik sebeblerini şöylece sıralayabiliriz: Âfet; iyileşmesi umulmayan hastalık; şid­detli meşakkate katlanmadan binek üzerinde durulamayacak kadar ağır gövdeli olmak; olağanüstü zorluğa katlanmadan binek üzerinde durulama­yacak kadar zayıf olmak. Kadının kendisiyle beraber haccedeceği mahrem bir erkeğinin bulunmaması da bu cümledeki acizlik sebeblerinden sayılır. Bedel olarak gönderilen naibin erkek olması şart değildir. Kadının da nâib olması caizdir.

Âciz olan kişi iyileşip kendi başına hac veya umre yapmaya muktedir olursa; naibi ister hac veya umre amellerini tamamladıktan sonra veya bu amellere başladıktan sonra veyahut da bu amelleri tamamlamadan önce ay­rıca kendisinin bizzat hac veya umre yapması gerekmez. Ama, naibin hac veya umre ihramına girmesinden önce iyileşip sağlığına kavuşursa, bu amel­leri bizzat kendisinin yapması gerekir. Naibin onun namına yapacağı hac veya umre onun nâmına gerçekleşmez. Acizlik sebebinin ortadan kalkacağı ümid edilen kişinin de başkasını hac veya umre için kendine nâib yapması caiz ol­maz. Bu kişinin acizlik sebebi ortadan kalktığında kendi nâmına bizzat hac veya umre yapması vâcib olur. Âciz kişi, naibe ücret vermeye muktedir ol­duğu halde,-bir nâib bulamazsa, kendisine hac vâcib olmaz. Daha sonra nâ­ib bulduğunda, ancak ücret vermeye muktedir olduğu zaman nâib tâyin etmek kendisine vâcib olur. İster bir mazeretten ötürü ister mazeretsiz olarak farz haccı edâ etmeden vefat eden kimse vasiyet etmemiş olsa bile, bütün malın­dan çıkarılacak bir parayla nâmına hac ve umre yaptırılır. Vefat ettiği yer­den değil de, kendisine haccm vâcib olduğu yerden bir nâib tutularak onun namına haccettirilir. Arada namazı kısaltmayı gerekli kılmayacak kadar kı­sa bir mesafe olunca, beldesi dışındaki bir adamın kiralanarak hacca gönde­rilmesi de caiz olur. Ama aradaki mesafe, namazı kısaltmayı gerekli kılan mesafeden fazla olursa, böyle yapmak câİz olmaz ve naibin haccı da onun namına gerçekleşmez. Velîsinin izni olmasa bile, yabancı birinin yerine haccetmesi hâlinde ölünün zimmetindeki hac borcu düşer.

Nâib olarak başkası adına hacceden kişinin, farz haccı edâ etmiş olma­sı ve zimmetinde kaza ve adak haccının bulunmaması şarttır. Bu tür bir hac borcu olan kimsenin haccetmek üzere nâib tâyin edilmesi sahîh olmaz. Böy­le birisinin kendisini nâib tayin eden kişiden hac için almış olduğu ücreti geri vermesi gerekir. Bu hususta umre de hac gibidir. Farz olan umreyi yapma­mış veya zimmetinde adak, ya da kaza bir umre bulunan kişinin başkasının namına umre yapması sahîh olmaz. Zimmetinde umre kalmış olsa bile, farz haccı edâ etmiş birinin başkası namına haccetmesi sahîh olur. Yine aynı şe­kilde, zimmetinde hac kalmış olsa bile, umre yapmış birinin başkası namına umre yapması sahîh olur.

Naibin, kendisine emredileni yapması gerekir. Kendisini bedel olarak gönderen kimse, haccetmesini istediği halde o umre yapar veya umre yap­masını istediği halde o haccederse, bu caiz olmaz ve yapılan da, kendisini gönderenin nâmına gerçekleşmez. Almış olduğu ücreti kendisini nâib tâyin edene geri vermesi gerekir.

Bu anlattıklarımız, hayattaki bir kimsenin yerine hac veya umre yapıl­ması durumunda söz konusu olur. Ölüye gelince, naibin onun adına yapa­cağı ameller, vârisinin izni olmasa bile, hac olsun umre olsun, onun adına gerçekleşir. Naibin hac veya umreyi edâ ederken, kendisini nâib tâyin eden için, niyet etmesi yeterli olur. Niyette onun adını anması şart değildir. Naib, örfe göre emsâllerininki kadar bir ücret alır. fazlasını geri verir. Mekke'de ikâmeti uzun sürse bile dönüş nafakasını alır. Ancak Mekke'yi bir saat ka­dar kısa bir zaman için bile olsa yurt edindiği takdirde Mekke'den dönüş nafakasını taleb edemez. Nâib, haccı ifsâd ederse kaza etmesi gerekir; ayrı­ca aldığı parayı kendisini naib olarak gönderene iade etmelidir. Çünkü bu durumda hac onun namına gerçekleşmiş değildir. Kendi taksiri nedeniyle haccı kaçırmış olması da aynı hükme tâbi olur. Ama taksiri olmazsa nafakayı alır. Nâib yolda hastalanır ve dönerse dönüşünün masrafını alır. Eğer kendisini nâib tâyin eden kişi kıran veya temettü yapmasına izin vermişse, bunların kurbanı da tâyin edene âit olur. İzin vermemişse kendisine âit olur. İhram suçlarını  işleme  nedeniyle  terettüb  eden  kefaretler  de  naibe  aittir.

 

Peygamber (S.A.V.)'İn Kabrini Ziyaret

 

Şüphesiz ki Peygamber (s.a.v.) Efendimizin kabrini ziyaret etmek, ibâ­detlerin en yücesi ve en kıymetlisidir. Allah katında peygamberlerin en hayırlısı olan Hz.Muhammed (s.a.v.)i bağrına basmış toprak parçasının kendine mahsus sânı, şerefi ve meziyeti vardır ki, onu vasfetmekten ka­lem âciz kalır. Kabirleri ziyaret etmenin en sağlıklı ve en doğru maksadı, güzel nasihatler alıp âhireti hatırlamaktır. Nitekim kabir ziyaretine izin ve­ren hadîste de bu hususa değinilmiştir. Kabir ziyareti, şeriat sahibinin de benimsediği sahih bir maksada dayandığına göre bütün yönlerden övgü­ye değer bir hareket olacaktır. Açıkça bilinmektedir ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin kabrini ziyaret etmek, basiret sahibi insanların gönüllerinde, diğer ibâdetlere nisbetle çok daha muazzam bir tesir meydana getirir. Pey­gamber Efendimizin kabrinin yanı başında durup, Onun Allah'a davet, in­sanları şirk karanlığından çıkarıp hidâyet aydınlığına kavuşturmak, ahlâkî üstünlükleri tüm dünyaya yaymak, ortalığı kuşatıp kol gezmekte olan boz­gunculuğu ortadan kaldırmak, insan toplumundan zararları def edip fay­daları temin etmek esâsına dayalı İslâm dinini yerleştirmek uğruna karşılaştığı zorluk ve sıkıntıları düşünen bir kişinin kalbi, Allah yolunda hak­kıyla cihad eden bu peygamber için sevgiyle dolup taşacaktır. O'nun vaz'-etmiş olduğu kuralların tümüne uymak, O'na ve O'nu elçi gönderen Allah'a isyan etmekten uzak durmak gerekir. İşte bunların gerçekleştirilmesi, en büyük kurtuluşun tâ kendisidir.

Muhammed Mustafa (s.a.v.) in kabrini ve vahyin yeryüzüne indiği yer­leri müşahede etmek, Allah'ın dinini savunmak amacıyla ihlâsla çalışan­ların türbelerini ziyaret etmek, ibâdetlerin en üstünü olmaya lâyıktır. Çünkü bunların türbelerini ziyaret edenler, anlamlı İbret dersleri almakta ve bun­ları kendilerine örnek edinmeleri umulmaktadır. Çünkü bunlar, mal-mülk lezzetinin etkisinde kalmaksızın dünya hayatına ve zînetlerine ilişkin ar­zuların cazibesine kapılmadan, sırf Allah yolunda mallarını harcamış; can­larını feda etmişler; mallarının çoğundan el çekmişler, malların tadından yüz çevirmiş; ilây-ı kelimetullah uğruna, Allah yoluna bitmek tükenmek bilmeyen bir şevkle cihada girişmişler ve Allah'ın dinine destek olmuşlar­dır. Eğer müslümanlar bu kabirlerde bulunan kimselerin, kendi zamanla­rında saltanat süren Romalıları ve İranlıları, kaale alınmayacak kadar cılız maddi kuvvetleriyle hezîmete uğratırken tutundukları manevî güce, iman kuvvetine tutunacak olsalar bambaşka bir veçheye bürünecekler, hiç kimse de kendilerine egemen olamayacaktır. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in ve onun İslâmiyet'in yücelmesi uğruna çaba sarfeden ashabının mezarlarını ziyaret etmek; sırf Allah'a kulluk edip O'nun ve elçisinin emirlerine riâyet eden, yasakladıklarından uzak duran ame!-i sâlih sahibi ihlâslı kimsele­rin kalblerine çok tesir eden yüce ve anlamlı bir ibâdettir.

Peygamber Efendimizin kabrini ziyarette bu güzel öğütten başka bir şey bulunmasa bile O'nun gönülleri kendine râm eden bu azametli eseri, sapıklıklardan arı bir din olan İslâmiyet'in teşvik ettiği sahîh amellerden biri olmak için yeter de artar bile. Beytullah'ı tavaf ettikten sonra Rasûlul-lah'ın kabrini ziyaret imkânına sâhib olan bir müslümanın kalbi, nasıl olur da onu ziyaret etmeye koşmadan sükûnet bulabilir? Mekke'de olup da vahyin iniş yeri olan Medine'ye yakın bulunan gücü-kuvveti yerinde bir mü'min, onu ziyaret etmemeye nasıl razı olabilir? Kâbeyi ve Rasûlullah'-ın türbesini ziyaret için nasıl olur da gönlü tiril tiril titremez?... Şu da var ki Hz.İbrahim (a.s.)ın yapmış olduğu duâ, Medineliler için de gerçekleş­miştir. Cenâb-ı Allah O'nun duasını şu şekilde bildirmektedir:

"Ey Rabbimiz! Ben, evlâdımdan bir kısmını senin mukaddes olan evi­nin (Kabe'nin) yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Bundan böyle, insanların bir kısmının gö­nüllerini onlara meylettir. (Kendi istekleriyle yanlarına gelip Kabe'yi tavaf etsinler.) O belde halkına da bazı meyveleri nâsib et. Umulur ki şükreder­ler.[12]

Medine halkı da bu duanın kapsamı içindedir. Medine İslâmin izzet bulduğu bir beldedir. İslâmiyet, Medine'nin ensâr ve muhacirlerden olu­şan ahâlisinin omuzları üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Medine halkı, kendileriyle menfaat alış-verişinde bulunacak olan ziyaretçilere muhtaç­tır. Ziyaretçiler ora halkına ihsanda bulunup ma'mur hâle gelmesine kat­kıda bulunacaklardır. Orada menfaat mübadelesinde bulunmak, en kutsal ve en yüce işlerdendir. Mekke'ye gidip de Medine'yi ziyaret etmemek, İs­lâm'ın kaynağı olan vahyin iniş yerlerini gezmemek olur şey değildir. Bu konuda senedi sahih olan veya olmayan birçok hadîs-i şerîf mevcuddur. İşin aslına bakılacak olursa, Medine'yi ziyaretle ilgili olarak İslâm'ın ve dî­nî kuralların teşvik ettiği faydaları ve güzellikleri anlatmış olduğumuz için bu hadîslerden ayrıca söz etmeye gerek kalmamaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımızın yanı sıra fıkıhçılar, Rasûlullah'ın kabr-i şerîfini ve diğer mescidleri ziyarete ilişkin bir takım adabı açıklamışlardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz: Ziyaret için Peygamber (s.a.v.)jn türbe­sine yönelen kişi, yol boyunca bolca salât ve selâmda bulunur. Mekke'­den Medine'ye giderken yol üzerinde uğradığı mescidlerde ki bunlar yirmi tanedir- imkân bulduğu kadarıyla namaz kılar. Medine uzaktan göründü­ğünde şöyle der:

"Allah'ım! Bu, senin peygamberinin haremidir. Onu benim için ate­şe karşı bir korunak, azaba ve kötü hesaba karşı da sığınak eyle."

Mümkün olduğu takdirde Medine'ye girmeden önce ve girdikten sonra gusledip koku sürünmeli; en güzel elbiselerini giymeli, Medine'ye de te­vazu, sekînet ve ağırbaşlılıkla girmelidir. Medine'ye girdiğinde de şöyle demelidir:

"Ey göklerin ve onların altında olanların, yerlerin ve onların üstünde olanların, rüzgârların ve onların savurduklarının rabbi olan Allah'ım! Bu beldenin hayrını, ahâlisinin ve içinde bulunan şeylerin hayrını senden di­liyorum. Bu beldenin şerrinden, ahâlisinin ve içinde bulunan şeylerin şer­rinden sana sığınıyorum. Allah'ım! Bu, senin rasûlünün haremidir. Oraya girişimi, ateşe karşı benim için bir korunak, azaba ve kötü hesaba karşı da benim için bir sığınak eyle."

Mescîd-i Nebeviye girerken de, diğer mescidlere girerken yaptığı gi­bi, önce sağ ayağını içeri atar ve şu duayı okur:

"Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât eyle! (Rahmet eyle.) Allah'ım! Günâhlarımı bağışla, bana rahmet kapılarını aç. Allah'ım, buaün beni sana yönelenlerin en makbulü, sana yaklaşanların en yakını, çoluk-çocuk geçindirenlerin en başarılısı eyle! Ben senin hoşnutluğunu taleb ediyorum."

Bu duayı okuduktan sonra, Mescıd-i Nebevinin direği sağ omuzunun hizasına gelecek şekilde durup minber yanında İki rekât namaz kılar. Bu­rası Peygamber (s.a.v.) efendimizin namaz kılarken durduğu yerdir ve kabir ile minber arasıdır. Namazdan sonra, kendisini buraya gelmeye mu­vaffak ettiği için Allah'a şükür secdesi yapar; istediği bir duayı okur. Bun­dan sonra kalkıp Peygamber Efendimizin kabrine yönelir, kabrin baş tarafında kıbleye yönelik olarak durur, üç veya dört zira' kadar yaklaşır. Bundan fazla yaklaşmamalı, elini türbenin duvarına koymamalı; tıpkı na­mazda durur gibi durmalıdır. O'nun yüksek ve değerli şahsiyetini, [ahdin­de uyuyormuş gibi göz önüne getirip canlandırmalıdır. Sesini duyduğunu da kesin olarak bilmeli, sonra da şöyle demelidir:

"Ey Allah'ın peygamberi! Sana selâm olsun. Allah'ın rahmet ve be­reketi üzerine olsun. Tanıklık ederim ki, sen O'nun elçisisin. İlâhi mesajı tebliğ ettin. Emâneti sahiplerine teslim ettin. Ümmete nasihatte bulundun. Allah, övülmüş ve Övgüye lâyık bir halde ruhunu teslim alıncaya kadar, O'nun emrine cihad ettin. Büyüğümüze ve küçüğümüze yaptığın iyilikle­rinden ötürü Allah sana mükâfatların en hayırlısını versin. Salâtın en fazi­letlisi ve en temiziyle, tahiyyetîn (selâmın) en mükemmeli ve en bereketlisiyle sana salat ve selâmda bulunsun. Allah'ım! kıyamet günün­de peygamberimizi, peygamberler içinde sana en yakın eyle. Onun bar­dağıyla bize (kevser suyunu) içir. Bizleri O'nun şefaatinden hissedar eyle. Kıyamet günü bizi O'na yoldaş eyle. Allah'ım! Bu ziyaretimizi, Peygam­ber Efendimizin kabriyle son beraberliğimiz eyleme. Ey celâl ve İkram sa­hibi Allah'ım! Tekrar ziyaret etmekliğimizi bize nasîb eyle."

Bu duayı okurken sesini yükseltmez; fazla da kısmaz. Kendisiyle bir­likte Rasûlullah (s.a.v.)a selâm gönderenlerin selâmını da tebliğ eder:

"Ey Allah'ın rasûlü! Falan oğlu falandan sana selâm olsun. Rabbin-den (taraf afva mazhariyeti için) senden şefaat diliyor, ona ve tüm müslü-manlara şefaat eyle."

Bundan sonra yüzü hizasında durup kıbleye sırt çevirir ve dilediği şe-, kilde ona salât okur. Bunun peşi sıra bir zira' kadar dönüp Hz.Ebu Bekir (r.a.)İn başı hizasına gelir ve der ki:

"Selâm sana ey Rasûlullah'ın halîfesi... Selâm sana ey Rasûlullah'-ın mağara arkadaşı... Selâm sana ey Rasûlullah'ın seferdeki yoldaşı... Se­lâm sana ey Rasûlullah'ın sırlarını güvenerek açtığı sırdaşı... Peygamberin ümmetine imam olarak yaptığın iyiliklerden ötürü Allah sana mükâfatla­rın en faziletlisini versin. Onun ardılı olarak en güzel bir şekilde halifelik yaptın... Onun yoluna ve yöntemine en hayırlı yol olarak uydun. İrtidat edenlerle, bid'atçilerle savaştın... İslâmi her tarafa yaydın... Kopmuş bağları birleştirdin... Her zaman hakkı ayakta tuttun. Ölünceye kadar haklılara yar­dım ettin. Selâm sana. Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Allah'­ım! Bizi bu dünyadan, onun sevgisi içimizde olarak göçür! Onu ziyaret için harcadığımız emeği boşa çıkarma. Ey kerem sahibi, rahmetinle..."

Bu duayı okuduktan sonra dönüp Hz.Ömer (r.a.) in kabrinin hizasına gelir, şunları söyler:

"Selâm sana ey mü'minlerin emîri. Selâm sana ey İslâmı açığa vu­ran. Selâm sana ey putları kıran. Allah seni bize mükâfatların en fazîletli-si olarak verdi. Seni halîfe edinenden Allah razı olsun. İslâmiyete ve müslümanlara sağken de, ölüyken de yardım ettin. Yetimleri tekeffül et­tin Kopmuş akrabalık bağlarını yeniden kurdun. İslâmiyet, seninle güç kazandı. Müslümanlar için beğenilen, doğru yolda giden ve başkalarını doğru yola götüren bir imam oldun. Onların düzensizliklerini intizama sok­tun. Yoksulların ihtiyaçlarını giderdin. Onların kırık ve gediklerini onardın. Selâm sana. Allah'ın rahmet ve bereketi üzerine olsun."

Bundan sonra yarım arşın kadar geri döner ve der ki:

"Selâm size ey Rasûlullah'ın arkadaşları, dostları, iki veziri, iki da­nışmanı, dini ayakta tutmak için iki yardımcısı... Ve ondan sonra müslü-manlann maslahatını gerçekleştirenler. Allah size, mükâfatların en güzelini

versin.

Bundan sonra da kendi şahsı, ebeveyni, kendisinden duâ isteyenler ve bütün müslümanlar İçin duâ eder. Daha sonra Rasûlullah'ın mübarek başının yanına gelerek ilk önceki gibi durur ve der ki:

"Allah'ım, sen buyurdun ki -zâten senin sözün de gerçektir. "Eğer onlar, nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de günahlarına Allah'­tan mağfiret dileseler, peygamber de kendileri için mağfiret dileseydi el­bette ki Allah'ı tövbeleri fazlasıyla kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı." İşte biz de senin buyruğunu işiterek, emrine itaat edecek, peygamberin­den de şefaat dileyerek sana geldik. Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalbleri-mizde bir kin bırakma. Rabbimiz, muhakkak ki sen çok şefkatli ve merha­metlisin. Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, âhirette de iyilik ver. Ve bizi  (cehennem) ateşinin azabından koru. İzzet sahibi rabbin, onların (yakı­şıksız) nitelemelerinden münezzehtir. Bütün mürsel peygamberlere se­lâm olsun. Âlemlerin Rabbı Allah'a da hamd olsun."

Bundan sonra da aklına gelen başka duaları okur. Ve Ebu Lübâbe'-nin kendini bağlayıp, Allah tarafından affediiinceye kadar Öylece kaldığı "Ebû Lübâbe" sütununa gelir.Kabr-i şerîf ile minber arasında bulunan bu sütunun yanında iki rek'at namaz kılıp tövbe eder ve dilediği duaları okur. Daha sonra ravzaya gelir-ki burası kare biçiminde bir havuz gibidir-. Ken­disine nasîb olan miktarda namaz kılar. Dua edip Allah'a bolca teşbih ve senada bulunur, bağışlanmasını taleb eder. Bunu müteakiben minbere gelerek, Peygamber Efendimizin hutbe irâd ederken elini üzerine koymuş olduğu nar ağacının üzerine elini koyar -ki Rasûlullah'm bereketine nail olsun-. Bunu yaparken Rasûlullaha salât ve selâmda bulunur. Dilediği du­aları okur. Allah'ın gazab ve kızgınlığından, şefkat ve merhametine sığı­nır. Bundan sonra Hannâne sütûnu'nun yanına gelir. Bu sütunun altında, önceleri Peygamber Efendimizin hutbe okurken elini dayadığı ve minber yapılıp da minbere çıkmakla yaslanmayı terketmesinden ötürü ağlayıp in­leyen ağacın kalıntısı gömülüdür.

Peygamber (s.a.v.) in kabr-i şerifini ziyaretten sonra Bakî mezarlığı­na çıkmak, görülecek ve ziyaret edilecek yerlere gitmek müstehab olur. Bakî mezarlığına giden kişi Hz.Abbas'm ve beraberinde Hz.Ali'nin oğlu Hasan'ın, Zeynel Abidin'in ve oğlu Muhammed Bâkır'ın ve onun oğlu Ca­fer Sâdık'ın mezarlarını ziyaret etmelidir. Ayrıca Emîr'ui-mü'minin Hz.Os-man (r.a.) in, Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim'in, Rasûlullah (s.a.v.) in eşlerinin ve bir çok sahabelerle tabiîlerin, özellikle İmam Mâlik ile Nâ-fî'in mezarları da ziyaret edilmelidir. Perşembe günü Uhud şehidlerinin, Özellikle şehidlerin efendisi Hz.Hamza (r.a.) nın mezarının ziyaret edilmesi müstehab olur. Ziyaret esnasında şöyle denmelidir:

"Sabrettiğiniz için selâm olsun. Ahiret saadeti ne güzeldir!.. Ey mü'minler kavminin yurdu, size selâm olsun. İnşâallah bizler de size kavuşa­cağız."

Bundan sonra da âyete'l-kürsî ve ihlâs sûresi okunmalıdır.

Kubâ Mescidi'ne cumartesi günü gitmek müstehab olur. Orada şu duâ okunur:

"Ey medet dileyenlere medet kılan. Yardım dileyenlere yardım eden. Sıkıntıya düşenlerin sıkıntısını kaldıran. Müşkül durumda kalanların çağ­rısına karşılık veren! Muhammed (s.a.v.) e ve âline rahmet eyle. Bu ma­kamda rasûlünün hüzün ve sıkıntısını giderdiğin gibi benirndejıuzun ye sıkıntımı gider. Ey şefkati sonsuz olan ve bol nîmet veren. İyiliği çok, ın-sânı sürekli olan. Ey merhamet edicilerin en merhametlisi."

Medine'de bulunulduğu sürece namazların hepsini, Mescid-i Nebe-vî'de kılmak müstehab olur. Memlekete dönüleceği zaman iki rek'at na­maz kılarak mescidle vedalaşmak; hoşa giden duaları okumak; bundan sonra da kabr-i şerîfş giderek istenilen duaları okumak müstehab olur. Allah, dualara icabet edendir.

 

Kurban Bahisleri

 

Tanımı:

 

Udhiye veya bu kelime. kurban ha 'ade, kesilen davara denir. Onunla yükümlü olan taşının hac amellerin, eda etme hâ|inde olup olmaması arasında, üç konusu değildir. Mâlikîler buna muhâ- - 'bade in, eda etekte olan kişiden kurban kesmenin ini söylemişlerdir.

Bundan başka bazı hadîsler daha vardır. İcmâ'a gelince, müslüman-larrn tümü, kurbanın meşru olduğu üzerinde icmâ' etmişlerdir.

 

Hükmü:

 

Kurban hükmen sünnettir. Kurban kesmek, müekked bir sünnet-i ayn olup kesen sevâb kazanır. Kesmeyen cehennem ateşiyle azâblandırılmaz. Hükmün bu kadarı üzerinde gerçek bir ittifak vardır. Ancak Hanefîler, kurban kesmenin müekked bir sünnet-i ayn olduğunu, kesmeyen kişinin ce­hennem ateşiyle azaplandırılmayacağını, ancak Peygamber (s.a.v.) in şefaatinden mahrum kalacağını söylemişlerdir. Ki bunun için vacib teri­mini kullanmaktadırlar. Şâfiîler derler ki: Kurban kesmek ev halkının tü­mü için değil, yalnız ferd için sünnet-i ayndır.

 

(15) ŞÂFİÎLER dediler ki: Kurban kesmek ferd için sünnet-i ayndır. Ev hal­kının ve geçimleri aynı kişi tarafından karşılanan birkaç ev halkı içinse sünnet-i kifâyedir. Yâni geçimlerini sağlayan kişi kurban keserse aile halkı, yüküm­lülükten kurtulur. Bu hüküm, kurbanın onların her biri için sünnet olması­na ters düşmez.

 

Kurbanın Şartlari

 

Kurbanın şartları İki kısma ayrılır:

a - Sünnet oluş şartları,

b - Sıhhat şartları.

a) Sünnet oluş şartlan:

1- Kurban kesmeye muktedir olunmalıdır. Âciz olan kişinin kurban kes­mesi sünnet değildir. Muktedir olmanın tanımı hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(16) Hanefîler dediler ki: lkiyüz dirhem gümüşü olan veya meskenin­den, giyiminden ve ihtiyaç duyduğu eşyalardan artık olarak iki yüz dirhem tutarında eşyaya sâhib olan kişi kurbana muktedir olur. Bir kişinin gelir sağ­lamakta olduğu bir akan olur da ondan yıllık zahiresini elde ederse ve bu­nunla beraber fazladan anılan miktardaki nisaba sâhib olursa kurban kesmesi gerekir. Bazıları der ki: Bu akardan aylık zahiresini elde ederse, kurban kes­mesi gerekir. Eğer akar vakıf ise ondan sağlanılan gelir, nisâb miktarına va­rırsa kurban kesmek gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Ödeme imkânına sâhib olan kimse borç ederek de olsa kurban parasını temin edebiliyorsa, kurban kesmeye muktedir de­mektir.

Mâlikîler dediler ki: Sene içinde zarurî bir sebebten dolayı kurba­na verdiği paraya muhtaç olmayan kişi, kurban kesmeye muktedir sayılır. Ama sene içinde o paraya muhtaç olacaksa kurban kesmesi sünnet olmaz. Borç edebilecekse etmelidir. Fakat bazıları borç etmemesi gerektiğini söyle­mişlerdir.

Şafîîler dediler ki: Kurban bayramı süresince kendi şahsının ve ge­çimlerinden sorumlu olduğu kimselerin ihtiyaçlarından fazla olarak kurban parasını temin edebilen kişi, kurbana muktedir demektir. İhtiyaçtan mak­sat, âdete göre kişinin simit, balık, kahvaltılık ve adete göre bunlara benzer şeylerinin olmasıdır.

 

2- Hürriyet: Kölenin kurban kesmesi sünnet değildir, Mâlikîler kurba­nın şartlarına bir şart daha ekleyerek, kurban kesenin, Mekkelİ olsa bile hac ibâdetini edâ etmekte olan biri olmaması gerektiğini söylemişlerdir. Hacıdan başka yolcuların kurban kesmeleri sünnettir.

Hanefîler de kurbanın şartlarına bir şart daha ekleyerek, kurbanke-senin mukîm olması gerektiğini de söylemişlerdir. Misafirin kurban kes­mesi gerekli değildir. Ama gönüllü olarak keserse, bu kurban olarak gerçekleşir. Bir kişi kurban niyetiyle bir hayvan satın alır da kesim vaktin­den önce sefere çıkarsa, onu satar; kurban kesmesi vâcib olmaz. Kurban kesim vaktinin girmesiyle, kesmeden önce sefere çıkan kişi de kurban kes­mekle yükümlü olmaz. Mekke ahâlisinden olduğu gerekçesiyle, misafir olmayan hacının kurban kesmesi vâcib olur.

Baliğ olmaya gelince bu, kurbanın sünnet oluşu için şart değildir. Kur­ban İçin mâlî durumu müsait olan çocuğa, yetim bile olsa, kurban kes­mek sünnet olur. Velîsi, onun yerine keser. Mâlikîlerle Hanbelîler bu görüştedirler.Hanefîlerle Şâfiîlerİn buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(17)  Hanefîler dediler ki: Baliğ olmak, kurbanın vâcib olması için şart değildir. İmam Ebû Hanife ile İmam Ebu Yûsuf'a göre, malı olan. çocuğa da kurban vâcibdir. Velisi, varsa çocuğun malından kurban keser. Baba, kü­çük çocuğunun yerine kurban kesmez. İmam Muhammed'e göre, baliğ ol­mak şarttır; malı olan çocuğa kurban vâcib olmaz. Babanın, çocuğu için kurban kesmesinin vâcib olup olmadığı hususunda sahîh addedilen iki kavil vardır. Deli de çocuk hükmündedir.

Şafiîler dediler ki: Küçük çocuğun kurban kesmesi sünnet değildir. Sünnet olması için baliğ olmak şarttır. Akıllılık da böyledir.

 

b) Kurbanın sıhhat şartlan:

1- Ayıplardan salim olmak. Aşağıda mezheblerce belirtilen ayıplarla ayıplı olan hayvanın kurban edilmesi sahîh olmaz.

 

 (18)  Hanefîler dediler ki: İki veya bir gözü kör olan, kemiklerinde ilik kalmayacak derecede zayıf olan, kesim yerine yürüyemiyecek kadar topal olan hayvanın kurban edilmesi sahîh olmaz. Ama üç ayakla yürüyüp, yürü­mede ondan destele almak için dördüncü ayağı yere koyan hayvan kurban için yeterli olur.

Kulağı veya kuyruğu veya tenasül organı kesik olup, bu organlarının üçte birinden fazlası gitmiş hayvanların kurban edilmeleri sahîh olmaz. Ama üçte ikisi durup da sâdece üçte biri gitmiş ise kurban edilmeleri sahîh olur. Dişleri dökülmüş hayvanın dişlerinin yarıdan fazlası kalmamış, yaratılıştan kulaksız, meme başlan kesik, sütü kesilmiş, yaratılıştan tenasül organı ol­mayan, pisliklerle beslenip de cinsine göre değişen bir süre hapsedilip temiz yiyeceklerle beslenmeyen hayvanın kurban edilmesi sahîh olmaz. Yaratılış­tan boynuzu olmayan veya boynuzunun bir kısmı kırık hayvanın kurban edil­mesi sahîhtir. Ama bu Arıklığı iliğine ulaşan hayvan kurban edilemez. Deliliği otlamasına engel olmadan hayvanın kurban edilmesi sahîhtir. Aksi takdirde sahîh olmaz. Uyuz hayvan, eğer semiz ise kurban edilebilir. Uyuzluk nede­niyle zayıflarsa kurban edilmesi sahîh olmaz. Küçük hayvan da kurban edi­lemez. Küçüklüğün sınırı, koyun ve keçi için bir yaşından küçük olmaktır. Ancak koyun, semiz ve iri cüsseli olursa, altı aylıkken kurban edilebilir. Yalnız bu durumdaki bir koyun, bir yaşındakiyle bir araya getirilir de ondan ayır-dedilemezse kurban edilebilir. Keçi ise bir yaşını doldurup bir günle de olsa ikinci seneye girmeden kurban edilemez. Sığır ve mandaya gelince, bunların iki yaşından küçükleri kurban edilemezler. İki seneyi doldurup üçüncüye gir­meleri, kurban edilmelerinin sıhhati açısından şarttır. Develerin de beş ya­şından küçükleri kurban edilemez. Devenin kurban edilebilmesi için beş yaşını doldurup altı yaşına girmiş olması şarttır.

Koyun veya keçi bir kişi için kurban edilebilir. Sığır veya deve, her biri­ne yedide bîri verilmek şartıyla, yedi kişi için kurban edilebilir. Bu yedi kişi­den birinin hissesi yedide birden az olursa, kurban onun için geçerli olmaz.

Mâlikîler dediler ki: İki veya bir gözü kör olan hayvanın kurban edilmesi sahîh olmaz. Körlükte ölçü, gözün sureti yerinde kalsa bile ışığının sönmü$ olmasıdır. Benzerleri olan sıhhatli hayvanlar gibi hareket edemeyen hasta hayvan da kurban edilemez. Ama hastalığı hafif olursa bir sakıncası olmaz. Açıkça görünecek kadar uyuz olan hayvan da kurban edilemez. Alı-şılagelmeyen yiyecekleri yemekle midesine dokunan ve bu nedenle ishal ol­mayan hayvan kurban edilemez. İshal olursa kurban edilmesi sahîh olur. Sürekli deli olan hayvanın da kurban edilmesi sahîh olmaz. Ama deliliği sü­rekli olmayan hayvan kurban edilebilir. Deliliğinden ötürü yerinde dönen ve sürüye tâbi olmayan hayvan da kurban edilemez. Zayıflığı, iliklerinin tü­kenmesi kertesine varan ve açık-seçik bir şekilde görünen hayvan da kurban edilemez. Benzerleri gibi yürümekten âciz olacak derecede topal olan hay­van kurban edilemez. El ve ayak gibi organlarından biri kesik olan hayva­nın, bu kesikliği yaratılıştan veya sonradan gelme olsa da, kesilen organ veya zâid olsa da, kurban edilmesi sahîh olmaz. Ama hayvanın testislerinin kesikliği bundan istisna olarak muaf sayılmıştır. Buruk hayvan kurban edi­lebilir. Böyle yapmakla ete fayda sağlanır. Burukluğun yaratılıştan veya son­radan olması arasında bîr fark yoktur. Kulağı gerçekten çok küçük olan, kuyruğu kesik olan hayvanlar kurban edilemezler. Bu kesikliğin yaratılıştan veya sonradan olması arasında bir fark yoktur. Sesi kesilmiş olan hayvan da kurban edilemez. Ancak bu, geçici bir arızadan dolayı olursa, engel sa­yılmaz. Meselâ devenin, hamileliğinin üzerinden bir kaç ay geçerse sesi kısı­lır. Bu durumdayken sesinin kısıklığı, kurban edilmesine engel olmaz. Ağzı fena kokan hayvanın da kurban edilmesi sahîh olmaz. Ancak bu kokma, yaratılıştan olursa bir sakıncası olmaz. Nitekim bu hal bazı develerde de gö­rülür. Memesi kurumuş, kulağının üçte birinden fazlası yarılmış olan hay­vanlar kurban edilemezler. Bu yarıklık, üçte bir kadar olursa kurban edilebilir. İki veya daha fazla dişi kırılmış hayvan da kurban edilemez. Ama tek dişi kırılmış hayvanın kurban edilmesi sahihtir. Aynı şekilde yaşlılık ve değişik­lik nedeniyle dişleri gitmiş olan hayvan, kurban edilebilir. Kuyruğunun üçte birden fazlası kesik hayvan kurban edilemez. Üçte bîri kadar kesilmiş olma­sı ise, kurban edilmeye engel olmaz. Biri ehlî, diğeri yabanî çiftten doğan hayvan kurban edilemez. Örneğin baba davar olur, ana da geyik olursa; ve­ya bunun tersi olursa bunlardan doğan hayvanların kurban edilmeleri esahh kavle göre caiz olmaz. Yaratılıştan boynuzsuz olan hayvan kurban edilebi­lir. Ama boynuzlan sonradan kökten kırılmış olan hayvanın kurban edilip edilemeyeceği hususunda iki görüş vardır. Tabiî bu, boynuzların yerlerinin kanlı veya kanamakta olmaması durumunda böyledir. Eğer boynuz yerle­rinde kanama varsa, bu hususta tek bir görüş vardır ki o da; böyle bir hay­vanın kurban edilmesinin sahîh olmayacağıdır. Hastalıktan değil de, fazla yağlı ve etli olmaktan ötürü yerinden kalkamayan hayvanın kurban edilme­si sahihtir. Koyunun bir (arabî) seneyi doldurmuş olanı, kurban edilebilir. Bir seneyi doldurmuş olması sırtındaki yünün, dik duruşundan sonra yat­masından belli olur. Keçinin bir seneyi doldurarak, bir ay gibi bir süreyi de açık seçik bir şekilde ikinci seneden almış olanı, sığırın üç yaşında olanı ile devenin beş yaşında olanı kurban edilebilir. Yaşlarda muteber olan, bazı ay­ları eksik olsa bile kamerî senedir.

Şâfiîler dediler ki: Etini, yağını veya yenilir başka şeylerini (sakata­tını) eksiltecek ayıplardan biri ile ayıplı olan, iki veya tek gözü kör olan hay­vanların kurban edilmeleri sahîh olmaz. Körlükte ölçü, göz ışığının sönmüş olmasıdır. Gözlerinin birinde çok miktarda beyazlık bulunan hayvan da kur­ban edilemez. Az miktarda olursa sakıncası olmaz. Çoğunlukla yakarmakla birlikte gözleri zayıf olan hayvan kurban edilebilir. Emsallerinin meraya gi­derken kendisini geçip geride bırakacakları kadar belirgin derecede topal olan hayvan kurban edilemez. Topallığı, kesme anında, hatta nefes ve yemek bo­rularını keserken meydana gelse, yine kurban edilemez. Açıkça hastalığı görülen hayvan da kurban edilemez. Bu da onun hastalanma nedeniyle zayıflaması ve etinin bozulmasıyla olur. Az miktardaki hastalığın, kurban edilmeye bir zararı olmaz. îlikleri boşalacak derecede zayıf olan hayvan kur­ban edilemez. Meraya arkasını dönüp çok az miktarda otlanan ve bu neden­le de zayıflayan hayvan kurban edilemez. Az da olsa uyuzluğu olan hayvan kurban edilemez. Çünkü uyuzluğun ete zararı vardır. Kulağının tamamı ve­ya bir kısmı veya, tenasül organı kesik hayvanlar kurban edilemezler. Kü­çüklüğünde tenasül organının bir kısmının kesilmesi, bundan muaf sayılır. Çünkü bu, onu etlenmeye zorlar. Kuyruksuz olarak yaratılmış hayvana ge­lince; bu, memesiz olarak yaratılmış olanla tenasül organsız yaratılmış hay­van gibi, kurban olmaya yeterlidir. Ama kulaksız olarak yaratılmış olan böyle değildir. Kurban edilemez. Kulağı yarılmış veya delinmiş olan hayvanın bu nedenle kulağının bir k|smı gitmemişse kurban edilmesi sahîh olur. Burul­muş hayvanın kurban edilmesi sahîhtir. Burmak da üç şartla caiz olur:

1- Burulan, eti yenilen bir hayvan olmalıdır.

2- Burma işi, hayvanın küçüklüğünde yapılmış olmalıdır.

3- Burma işi normal bir zamanda yapılmalıdır. Aksi takdirde burmak haramdır.

Kırılan yer kanasa bile, bu kırılma nedeniyle eti eksilmemiş olması ha­linde boynuzu kınlan hayvan kurban edilebilir. Boynuzlusunu kurban etmek her ne kadar daha faziletli ise de, yaratılıştan boynuzsuz olan hayvanı kur­ban etmek de sahîh olur. Yaratılıştan dişsiz olan hayvan kurban edilebilir. Sonradan gelen bir arıza nedeniyle dişlerini kaybeden hayvan kurban edile­mez. Aynı şekilde, yem yemesini olumsuz yönde etkilediği takdirde, dişleri­nin bazısı gitmiş olan hayvan da kurban edilemez. Ama yem yemesini etkilemezse kurban edilebilir.

Koyunun tam olarak bir yaşını doldurmuş veya altı aydan sonra olmak şartıyla ön dişleri düşmüş olanı kurban edilebilir. Keçinin iki tam yılını dol­durmuş olanı kurban edilebilir. Sığır ve mandanın da iki tam yılını, devele­rin ise tam beş yaşını doldurmuş olanları kurban edilebilirler. Biri yabanî, diğeri ehli çiftten doğan hayvan, kurban olmaya yeterli değildir.

Hanbelîler dediler ki: Gözleri sûreten yerinde kalsa bile, göz nuru gitmiş olan bakar-körle, gözü tamamen batmış olan kör hayvanın kurban edilmesi sahîh olmaz. Yerinde duran gözünün üzerinde beyazlık bulunan hay­vanın kurban edilmesiyse sahîhtir. İlikleri boşalmış olan zayıf hayvan, em-salıyle birlikte meraya yürüyerek gidemeyecek derecede topal hayvan, boynuzu kırık hayvan kurban edilemez. Uyuzluk ve benzeri, etinin bozulmasına se­bebiyet veren bir hastalığa yakalanmış olan, kulağının ya da boynuzunun çoğu kopmuş olan hayvan kurban edilemez. Ama kulağı delinen veya yan­lan, yahut da yarısı veya daha azı kesilen hayvanın, kurban edilmesi mekruh olmakla birlikte sahîhtir. Bu hususta boynuz da kulak gibidir. Memeleri ku­rumuş, ön dişleri dökülmüş, boynuz kılıfı kırılmış, tenasül organının yarı dan fazlası yok olmuş hayvanlar kurban edilemezler. Tenasül organının yarası veya daha azı gitmiş olan hayvan kurban edilebilir. Yaratılıştan boynuzsuz olanla, kulakları aşın derecede küçük ya da yaratılıştan kulaksız, kuyruk­suz veya kuyruğu kesilmiş ve hayaları çıkarılmış olan hayvanların kurban edilmeleri sahîhtir. Hayalarıyla birlikte zekeri kesilmiş olan hayvana gelin­ce, onun kurban edilmesi sahîh değildir. Gebe olan-hayvan da buraya kadar belirtilen hükümlerde diğerleri gibidir. Yabanî veya biri yabanî diğeri ehlî çiftten doğan hayvan da kurban edilemez. Koyunların altı ayını doldurmuş olanları kurban edilebilir. Bunun yeterliliği, sırtındaki yünün yatık hâle gel­mesiyle belli olur. Keçilerin tam bir, sığırların tam iki ve develerin tam beş yaşım doldurup altıncı seneye girenleri kurban edilebilir. Belirtilen yaşlar­dan küçük olan hayvanlar kurban edilemezler.

 

2- Kurbanın sıhhat şartlarından İkincisi, belirli vakitte kesilmesidir. Vak­tinden önce veya sonra kesilen kurban sahîh olmaz. Mezheblerin bu hu­sustaki açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

 (19) Hanefîler dediler ki: Udhiye, yani kurbanın vakti, kurban bayra­mının birinci günü fecrin doğmasıyla girer ve üçüncü gününün gün batımın-dan az öncesine kadar devam eder. Aslında bu vakit, şehirde kesecek olanla köyde kesecek olana göre değişmez. Ama şehirde kesecek olanın, hutbeden önce olsa bile bayram namazından sonra kesmesi, kurbanın sıhhati açısın­dan şarttır. Ancak hutbeden sonraya ertelenmesi daha faziletlidir. Şehirde oturan bir kişi, kurbanı bayram namazından önce keserse sahîh olmaz. Kes­tiği hayvanı sırf et olarak yer. Bayram namazı kişinin bulunduğu şehirde kı-hnmazsa, namaz vakti geçinceye kadar beklenir. Namazın vakti de güneşin (doğduktan sonra bir mızrak boyu) yükselmesinden itibaren başlar ve güne­şin zeval noktasına gelmesine kadar devam eder. Kurbanı bu vakitten sonra kesmek gerekir. Köyde oturan kişi için bu şart değildir. Köylü, kurbanım bayramın birinci günü fecrin doğmasından sonra kesebilir. İnsanlar bayram gününün tesbitinde hatâya düşerek bayram namazını kılar, kurbanlarını ke­ser, sonra da o günün bayram olmadığı anlaşılırsa, namazları da kurbanları da geçerli olur. Bir kişi, kurbanlık hayvanını kesmez, kesim vakti de geçer­se, onu canlı olarak sadaka vermesi gerekir.

Malikîler dediler ki: imamdan başkasının kurban kesme vakti, bay­ramın birinci günü imamın kurbanını kesip tamamlamasından sonra başlar. İmamın kurban kesme vakti ise, bayram namazı hutbesini irâd ettikten son­ra başlar. İmamın kurban kesmemesi hâlinde başkalarının kesim vakti, ima-mm kurban kesebileceği kadar bir vaktin geçmesinden sonra başlar ve bayramın üçüncü gününün sonuna kadar devam eder. Güneşin batmasıyla vakit sona ermiş olur. İkinci günü kurban kesecek olan kişinin, imamın kur­ban kesebileceği kadar bir zamanın geçmesini beklemesi gerekmez. Güneşin doğmasından ve bir mızrak boyu kadar yükselmesinden sonra kesebilir. Fe cirden sonra kesse de geçerli olur. Birinci gün, kasten imamdan önce kesen kişinin kurbanı geçerli olmaz. Yeniden bir kurban kesmesi gerekir. Kasten olmamasına gelince, bu da şöyle olur: Kişi, kurbanı kesip kesmediği belli olmayan en yakın imamın durumunu araştırdıktan sonra kurban kestiğini zannederek kendi de keser ve sonra da kendisinin imamdan önce kestiği an­laşılırsa kurbanı geçerli olur. İmam, meşru bir mazeretten dolayı kurban kes­meyi ertelerse, başkaları onu, zevale yakın bir zamana kadar bekler. Öyle ki zevale, kurban kesebilecek kadar bir zaman kalmış olmalıdır. Bu vakte kadar bekleyen kişi, imam kesmese bile kendi kurbanını keser.

Hanbelîler dediler ki: Kurban kesme vakti, bayramın birinci gü­nü, bayram namazının kılınmasından sonra ve hutbenin okunmasından ön­ce başlar. Ama en faziletlisi, namazın ve hutbenin bitmesinden sonra kesilmesidir. Bayram namazı aynı şehirde bir kaç yerde kılmıyorsa, her ta­rafta namazın tamamlanmasını beklemek gerekmez. Bİr yerde kılınan, di­ğerlerinden önce tamamlanırsa, o namazdan sonra kesmek caiz olur. Bayram namazı kılınmayan, göçebe ve bedevîler gibi bayramları olmayan bir yerde bulunuluyorsa kurban kesme vakti, bayram namazı kılınacak kadar bir za­manın geçmesiyle başlar. Eğer güneşin zevale varması nedeniyle bayram na­mazı kaçırılmışsa, kurban zeval vaktinde kesilir. Kurban kesmenin son vakti, teşrik günlerinin İkincisidir. Bumezhebe göre kesim vakti, bayramın birinci günü ile, bundan sonraki iki gündür. Birinci günden sonraki iki teşrik gün­lerinin gecelerinde de kurban kesilebilir. Ama gündüzleyin kesmek daha fa-zîletlidir.

Şafiîıier dediler kî: Kurban kesme vakti, bayramın birinci günü, -bir mızrak boyu yükselmese bile- güneş doğduktan sonra iki rek'at namaz kılıp iki hutbeyi okuyacak kadar zamanın geçmesini müteakiben başlar. Ama en faziletlisi, bu sürenin, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden sonra geç­mesidir. Kesim vakti, teşrik günlerinin üçüncüsünün sonuna kadar devam eder. Vakti girdikten sonra kesimin gece veya gündüz yapılması caizdir. An­cak gündüzleyin kurban kesmeye engel bir meşguliyetin bulunması veya yok­sulların et almak için geceleyin daha kolayca gelebilmeleri gibi maslahat olursa, geceleyin kurban kesmek mekruh olmaz. Aksi takdirde mekruh olur.

 

Bazı mezhebler, kurbanın sıhhat şartlarına bazı şartlar daha eklemiş­lerdir ki, bu ek şartlar aşağıda anlatılmıştır. Parasında olsun, sevâbın da olsun kurbana ortak olmak, Mâlikîler dışındaki diğer mezheblerin ittifakıyla sahîhti.

Kurbanlık hayvan sığır veya deve ise, ortaklık sahîh olabilir. Her biri­nin payı yedide birden az olmamak kaydıyla, yedi kişinin, sığır veya de­vede ortak olmaları sahihtir. Yedi kişiden fazla olurlarsa sahîh olmaz. Ama yedi kişiden daha az olurlarsa sahîh olur. Deve, sığır, manda, koyun ve keçiden başka hayvanlar kurban edilemezler. Kurban edilebilecekler ara­sında hangisinin daha efdâl olacağına ilişkin mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(20) Malikîler, kurbanın sıhhat şartlarına, gündüzleyin kesilmesi şartı­nı eklemişlerdir. Geceleyin kesilirse kurban sahîh olmaz. Bu şart, bayramın ilk gününe nisbetle ihtilafsız olarak gereklidir. Diğer günlerine gelince kur­banın geceleyin kesilmesinin sahîh olup olmayacağı hususunda ihtilâf var­dır. Meşhur olan görüşe göre, ilk günden sonraki günlerin gecelerinde kesilen kurban yeterli olmaz.

İkinci ek sıhhat şartına gelince, kurban kesen, müslüman biri olmalıdır. Ehl-i kitap birinin kestiği kurban geçerli olmaz. Sırf et olarak yenilebilir.

Ayrıca kurban kesen kişinin kurbanına, başkaları ortak olmamalıdır. Aynı konutta beraber oturan ve geçimlerinden sorumlu olduğu kimseler, pa­rasında değil de sevabında kurbanına ortak olabilirler. Aksi takdirde sahîh olmaz. Mâlikîlerin meşhur görüşü budur.

Hanefîler kurbanın sıhhat şartlarına, bayramın birinci veya üçün­cü günü kesilmesi hâlinde, gündüzleyin kesilmesini eklemişlerdir. Birinci ve­ya dördüncü günü geceleyin kesilmesi hâlinde sahih olmaz. Ortadaki iki gecede kesilmesi ise tenzîhen mekruhtur.

(21) Mâlikîler dediler ki: Kurbanın parasını vermeye ortak olmak sahîh değildir. Ama önceki dipnottaki şartlar çerçevesinde sevabına ortak olmak sahihtir.

(22) Hanefîler dediler ki: Bir koyun kurban etmek, değer ve etleri eşit olduğu takdirde, sığırın ve devenin yedide birinden daha faziletlidir. Yine para ve değer bakımından eşit olurlarsa koç, koyundan daha faziletlidir. Değer bakımından eşit olurlarsa dişi keçi, tekeden daha faziletlidir. Dişi deve ve sığır, değer bakımından eşit olurlarsa erkeklerinden daha faziletlidirler.

Şafııler dediler ki: Kurbanın en faziletlisi, bir kişi için yedi koyun veya keçi veyahut da bir deve ya da sığırdır. Kurbanın kemâl derecesinin sı­nırı yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Kurbanın en faziletlisi, eğer ortaksiz olarak yapılacaksa bir deve veya bir sığır, sonra bir davar, sonra ortaklaşa kurban edilen erkek veya dişi bir deve,,sonra ortaklaşa kurban edilen bir sığırdır. Bunların tümünün en faziletlisi en semiz olanı, sonra en pahalı olanıdır. Bun­ların çrkeğiyle dişisi aynı seviyededir.

Mâlikîler dediler ki: Kurbanın en faziletlisi mutlak olarak koyun, sonra keçi, sonra sığır ve sonra da devedir. Kuvvetli görüşe göre sığır, deve­ye tercih edilir. Buruk olan daha semiz değilse, erkek olanı kurban etmek daha faziletli olur. Eğer buruk semizse, semiz olan erkekten daha faziletli olur.

 

Kurban Keserken Besmelenin Terkedilmesi

 

Kesilen bütün hayvanların helâl olması için, keserken besmele çekil­mesi şarttır. Şâfiîler dışındaki diğer mezhebler bu hükümde ittifak etmişlerdi. Kesilen hayvan, kurbanlık olsun olmasın, keserken besmele çekmek şarttır. Kurbanı, kasıtlı olarak besmele çekmeksizin kesen kişi­nin kestiği hayvanın eti yenilmez. Ama unutarak besmeleyi terkeden kişi­nin kestiği hayvanın eti yenilebilir. Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanların etleri yenilemez. Allah'tan başkasının adına kesmek demek, hayvanı keserken, kendisine tapınılan şeyin adını yüksek sesle anmaktır. Müşrikler, putları için kurban keserken, adına kesilen putun adını yüksek sesle anmayı âdet hâline getirmişlerdi.

 

(23)  Şâfiîler dediler ki: Kesilen hayvanların etlerinin helâl olması için ke­sim esnasında besmele çekilmesi şart değildir. Keserken kasıtlı olarak bes­mele çekmeyen kişinin kestiği hayvanın eti yenilebilir. Ama besmeleyi kasten terketmek mekruhtur. Etinin yenmesi haram olanlar, Allah'tan başkasının adına, sözgelimi putlar için kesilen hayvanlardır.

 

Kurbanın Mendub Ve Mekruhları

 

Kurbanın mendub ve mekruhlarına ilişkin olarak mezheblerin tafsi­lâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(24) Mâlikîler dediler ki: Bayram namazını kılan kişinin kurbanı açığa çıkarması mendub olur. Böyle yapmamak sâdece imam için mekruhtur. Kur­banlığın, kurban edilen hayvanların en iyisi, en üstünü ve en mükemmeli ol­ması mendubtur. Kurbanın; sıhhatine engel olmayan ayıplardan salim bulunması, helâl maldan temin edilmiş olması, kulağında yuvarlak delik bu­lunmaması ve yarık olmaması, ön veya arka tarafından kulağının kesik ol­maması mendubtur.

Kurbanın semiz olması, değilse semiz olmasına çaba sarfedilmesi, çift boynuzlu, erkek ve beyaz olması, buruk daha semiz değilse erkek olması, koyun olması, koyun yoksa keçi olması mendub olur. Kurban kesmek iste­yenin tıraş olmayı ve tırnak kesmeyi, bayramın birinci günü kurban kesim sonrasına ertelemesi, kurbanı kendi eliyle kesmesi mendubtur. Vârisin, mi­ras bırakanın ölümden önce adak olmayarak belirlediği kurbanını kesmesi mendubtur. Eğer adaksa kesmesi vâcibtir.

Kesilen kurbanın belli ölçüde olmaksızın etini hem yemek, hem sadaka ve hem de hediye olarak dağıtmak mendubtur. Kurban sahibi, yeme, sada­ka ve hediye verme miktarını dilediği gibi ayarlayabilir. Kesilmeden önce kurbanlık hayvandan sürekli olmayan bir hayatla doğan yavruyu kesmek sünnet olur. Vücud yapısı tamamlanmış ve tüyü de bitmişse eti yenilebilir. Kurba­nın kesilmesinden sonra sürekli bir hayatla doğan yavrunun kesilmesi ise vâ-cîbtir. Kurbanlık hayvanın yününü kırkmak iki şartla mekruh olur:

1- Kurbanı satın alırken, yününü kırkmaya niyet edilmemiş ise, kırk­mak mekruh olur. Ama satın alırken yününü mubah bir kullanım için kul­lanma niyetiyle kırkmaya niyet etmişse, kırkılması kerâhetsiz olarak caizdir. Satmayı niyet etmişse kırkması mekruh olur.

2- Kırktığı yününün mislinin veya misline yakın miktardaki yünün kesi­me kadar bitmemesi hâlinde, kırkılması mekruh olur. Aksi takdirde mek­ruh olmaz. Adak kurbanlarının yünlerini kırkmak, mutlak surette haramdır. Bazıları adak kurbanlarının da diğerlerinin hükmüne tâbi olduğunu söyle­mişlerdir.

Hanefîler dediler ki: Kişinin kendi kurbanının etinden bir kısmını yemesi ve saklaması, bir kısmını sadaka olarak dağıtması mendub olur. En faziletlisi ise, üçte birini sadaka olarak dağıtması, üçte birini kendi yemesi için ayırması, üçte birini de yakınlarıyla dostlarına vermesidir. Böyle yap­mayıp tamamını kendine ayırırsa, yine caiz olur. Çünkü kurban ibâdeti, sırf kan akıtmakla yerini bulmuştur. Tabiî bu anlattığımız, kurbanın adak kur­banı olmaması durumunda söz konusudur. Eğer adak kurbanıysa, sahibi ta­rafından yenmesi mutlak surette haram olur; tamamını sadaka olarak dağıtması îcâb eder. Kesilmeyip de, vakti geçtiği için tamamının bayramdan sonra sadaka olarak dağıtılması gereken kurbanlık da bu hükme tâbidir. Bir kişi kurban etme amacıyla satın aldığı hayvanı, kesim vakti geçinceye dek hapseder de vakit geçerse, onu canlı olarak sadaka vermesi vâcib olur; etin­den yemesi de haram olur. Kesimden Önce kurbanlıktan doğan yavrunun kur­ban sahibi tarafından yenilmesi de haramdır. Bu yavru da anasıyla birlikte kesilerek tamamı sadaka olarak dağıtılır. Yerse, yediği miktarın değerini sa­daka olarak vermesi gerekir. Bu yavruyu canlı olarak sadaka vermek müstehab olur. Kurbanlıktan ölü olarak doğan yavrunun kesilip kesilmemesine ilişkin ihtilâflar ileride anlatılacaktır.

Ölünün vasiyeti üzerine kesilen kurbanın etinî de sahibi yiyemez. Yedi ortak adına kesilen kurbanın ortaklarından biri, kendi hissesİyle geçmiş kurban kazasına niyet etmişse etinden yiyemez. Çünkü bu kurbanların tümünü sa­daka olarak dağıtmak vâcibtir. Kurban sahibinin geçimini temin etmekle yü­kümlü olduğu kimselerin sayısı çoksa, bir genişlik olsun diye etini sadaka olarak dağıtmaması mendub olur. Eğer kurbanla yükümlü kimse kesmeyi biliyorsa, kurbanını kendi eliyle kesmeli; bilmiyorsa bizzat hazır bulunmalı ve kesime başkasını memur etmelidir. birinin kesmesi mekruhtur. Mecûsi veya putperes­tin kestiği hayvanın eti helâl olmaz. Kurban derisini satmak veya et, peynir, sirke ve benzeri tüketilecek şeylerle değiştirmek mekruhtur. Ama kalbur, kova ve benzeri uzun zaman kalacak bir şeyle değiştirilmesi, meselâ kalbur, kır­ba sofra ve benzeri şeyler yaparak ondan yararlanmak da caiz olur. Derisi­ni 'satmanın mekruh değil, fakat bâtıl bir ahş-veriş olduğu söylenmiştir. Kesimden önce yararlanmak amacıyla yününü kırkmak mekruhtur. Kırkı-hrsa sadaka olarak vermek gerekir. Kurbanlık hayvana binmek veya kiraya vermek mekruhtur. Böyle yapıldığı takdirde, alınan ücreti sadaka olarak ver­mek gerekir. Kesimden önce sütünden yararlanmak da mekruhtur. Kasabın ücretini, kurbanın bir parçasını verme şeklinde ödemek mekruhtur. Kurban bayramının iki orta gecesinde kurbanı kesmek tenzîhen mekruhtur. Önce de belirtildiği gibi, ilk ve son gece kesmek sahîh değildir. Kurbanı keserken kıbleye yöneltmek, bıçağı bilemek, zorunluluk olmadıkça azâb vermemek sünnet ge­reğidir. Kurbanın yününü satmak, sütünü içmek mekruhtur. Ehl-i kitab ol­sun, mecûsi olsun evine göndererek kâfire kurbandan bir şeyler yedirmek mekruhtur. Ama kâfir, misafir olarak evine gelirse veya kendisi yemektey­ken kâfir kendisine uğrarsa, ona kurban etinden yedirmek kuvvetli görüşe göre mekruh olmaz.

Böbürlenmekten korkulursa, kurbanın değer ve sayısında aşırılığa kaç­mak mekruh olur. Ama bundan sevab kazanma amacı güdülürse mendub olur. Müteveffa bir kimse, kendine âît vakfiyesinde şart koşmamışsa, yerine kurban kesmek mekruh olur. Ama şart koşmuşsa kesmek vâcib olur. Bu du­rumda; caiz olsun, mekruh olsun, şartına uymak gerekir. Ölümünden önce bir kurbanı belirlemişse onu kesmek mendub olur. Atire kurbanını kesmek mekruhtur. Atire Receb ayında kesilir. Câhilîyet döneminde müşrikler bu kurbanı, putlarına keserlerdi. İslâmiyet'in ilk zamanlarında bu caizdi; son­ra udhiye (îslâmî kurban) ile neshedildi.

Kurbanın belirtilmemiş olması hâlinde kendinden daha az değerde veya kendine eşit değerde bir hayvanla değiştirilmesi mekruhtur. Eğer kurbanlık, belirtilmişse değiştirilmesi sahîh olmaz.

Şafiîler dediler ki: Tavlanması ister kendi fiiliyle, ister başkalarının fiiliyle olsun kurbanın semiz olması sünnettir. Boynuzsuz veya boynuzları kırık olmamalıdır. Bayram namazından sonra kesilmelidir. Kesen, müslü-man biri olmalıdır. Gündüzleyin kesilmelidir. İhtiyaç nedeniyle olmadıkça geceleyin kesilmesi mekruhtur. Kesim için yumuşak bir yer aranmalıdır. Çün­kü bu, onun için daha kolay olur. Kesen kişi hem kendisi kıbleye yönelmeli, hem de kurbanı yöneltmelidir. Besmele çekmelidir. Besmeleyi kasten terket-mek mekruhtur. Peygamber Efendimize salat ve selâm getirmeli. Besmele­den sonra üç defa tekbir almalı ve şöyle demelidir:

"Allah'ım! Bu sendendir ve sanadır. Benden kabul buyur."

Devenin boğazı göğüs bitiminden (nahr suretiyle) kesilir. Başını ayir-mamahdır. Davar ve sığırları boğazlayarak kesmeli, boyun damarları kesil­melidir. Deveyi sol ayağı bağlı olarak ayakta; sığır ve davarı ise sol taraflarına yatırarak kesmek ve bıçağı bilemek sünnettir. Bıçağı, kurbanın gözü önün­de bilemek ise mekruhtur. Kurbanı, diğer bir kurbanın gözü önünde kes­mek te mekruhtur.

Hanbelıler dediler ki: Kurbanın üçte birini yemek, üçte birini, ve­rilen kimse zengin bile olsa, hediye etmek, üçte birini de yoksullara sadaka olarak dağıtmak sünnettir. Kurbanın, kurban edilmek üzere tâyin edilmiş veya adak edilmiş veya başka türden bir kurban olması bu hüküm açısından aynıdır. Ancak tâyin edilmiş veya adanmış kurbanın etinden kâfire hediye vermek caiz olmaz. Nafile kurbanın etini kâfire hediye etmek caizdir. Etin iyisini sadaka olarak vermek, orta durumda olanını hediye etmek, düşük ka­liteli olanını da yemek müstehabtır. Kurban eğer bir yetiminse velîsinin o etten hediye etmesi, sadaka vermesi caiz olmaz. Bilakis onun için saklar. Eğer hayvanın yavrusu yoksa sütünden içebilir. Aksi takdirde', yavrunun içece­ğinden eksilttiği kadarı kendisine haram olur ve değerini ödemekle yükümlü olur. Ama yavrunun içeceğinden fazla olursa içebilir. Eğer, daha fazla se-mizlenmesini sağlama gibi bir faydası olacaksa, kurbanın yününü kırkmak caiz olur. Ama kalması kendisini sıcaktan ve soğuktan koruma gibi bir fay­da sağlayacaksa kırkılması caiz olmaz. Kasabın ücretini kurbandan bir şey vererek ödemek caiz değildir. Ama isterse vermesi hâlinde sadaka veya he­diye olarak verebilir. Kurbanın derisini ve sırt çulunu veya başka bir şeyini satmak haramdır. Derisinden ve sırt çulundan yararlanılabilir. Üzerinde na­maz kılar, kalbur ve benzeri bir şey yapar, veya sadaka olarak verir. Kurban olarak belirlenmiş bir hayvan o sırada veya belirtildikten sonra gebe kalır ve sonra doğurursa, yavrusu da kendisiyle beraber kesilir. Anasının karnın­dan ölü çıkan cenini veya boğazlanmış bir hayvanın hareketi gibi kendisinde hareket bulunarak çıkan yavruyu kesmek mendubtur. Ama kendisinde yer­leşik bir hayat bulunarak doğan yavruyu kesmek vâcibtir. Tüyü bitmiş ol­sun olmasın, ceninin kesilmesi, anasının kesilmesidir. Deveyi sol ayağı bağlı olarak ayakta, nahr suretiyle (boynu boğaz dibinden) kesmek sünnettir. Kur­banı keserken, diğer hayvanlara yapılan muameleleri yapmak sünnettir. Bu muameleler Zebh bahsinde anlatılacaktır.

 

Hayvan Nasıl Kesilir

 

(Zekat)

 

Zâl harfiyle okunan "zekât" kelimesi, eti hela! olan bir hay­vanı yemek maksadıyla boğazlamak, yaralayarak öldürmek veya (deve­de olduğu gibi) boynfunu göğüs ucundan kesmek anlamına gelir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(25 Hanefîler dediler ki: Şer'î kesim zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki şekilde olur: Zarurî kesim, hayvanın vücûdunun herhangi bir tarafını yara­lamakla olur. Bu çeşit kesim, ehlileşmemi? hayvanlarda yapılır. Sözgelimi bir davar veya sığır veya deve ehli olmaktan çıkıp, yabânîleşîr de kesilmesi güçleşirse, sahibi bir ok atıp vücûdunun herhangi bir tarafını yaralar da ka­nını akıtıp öldürürse etini yemek helâl olur. Aynı şekilde bir deve ipi kırıp kaçar, sahibi de ancak bir topluluk olmayınca onu tek başına yakalayamaz­sa, yaralayıcı bir şeyi ona atabilir. Yaralanıp kanı akar ve bu yara ile ölürse etini yemek helâl olur. Yine bu cümleden olarak bir hayvan bir kişiye saldı­rır da o kişi kendini korumak amacıyla ona bir şeyler fırlatıp öldürürse, ya­ralanıp kanı aktığı takdirde etini yemek helâl olur. Kuyuya bir hayvan düştüğünde onu kesmek zorlaşırsa, ona bir şeyler atılıp yaralanır ve bu yara nedeniyle öldüğü bilinir veyahut da bu yarayla mı yoksa başka bir nedenle mi öldüğü bilinmezse, etini yemek helâl olur. Ama bu yaradan başka bir ne­denle öldüğü bilinirse o zaman etini yemek helâl olmaz. Bir kimse, doğurma anında sıkışan bir ineğin yavrusunu elini içine sokarak keserse o yavrunun etini yemek helâl olur. Kesmeye başvurmadan yaralarsa, yine etini yemek helâl olur. Ama ne kesmeye ne de yaralamaya imkân bulunmazsa, annesi kesilse bile yavrunun etini yemek helâl olmaz. Çünkü, Ebû Hanîfe'ye göre ananın kesilmesi, yavrunun kesilmesi demek değildir. İmâmeyn'e göre, eğer yavrunun bedenî yapısı tam olarak teşekkül etmişse, anasının kesilmesi do­layısıyla onun da etini yemek helâl olur. Bu hüküm şu hadîsle de teyid edil­miştir:

"Cenîni kesmek, anasını kesmektir.[13]

İmâm A'zâm, bu hadîsi teşbih mânâsına yormuştur. Yâni ona göre, yav­runun kesilmesi, anasının kesilmesi gibidir.

İhtiyarî kesime gelince bu, boğazın başlangıcıyla göğsün başlangıcı ara­sında yemek borusu, nefes borusu ve boynun iki tarafında bulunan iki bü­yük damarı kesmekle olur. Bu dördünden üçünü kesmek de yeterlidir. Çünkü tümünün hükmü, çoğunluğunun hükmü için de geçerli olur. Buna göre iki damarla birlikte nefes veya yemek borusunu kesmek, ya da yemek ve nefes borusuyla birlikte iki damardan birisini kesmek zorunludur. Bazıları da iki damardan biriyle beraber yemek ve nefes borusunun kesilmesini zorunlu gör­müşlerdir. Kesim bu şekilde gerçekleşince şer'î olur. Kesilen hayvanın etini yemek de helâl olur. Kesimin boğazdaki düğümün altından veya üstünden yapılması arasında hiç bir fark yoktur.

Kesimin şartlarına gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Kesen kişi müslüman veya yahûdî ve hrîstiyan gibi kitabî biri olmalı­dır. Sabiîler, Hz.îsa (a.s.) 1 kabul ettikleri için hristiyanlardan sayılırlar. Sa-mîrîler de Hz.Musa (a.s.) in şerîatiyle amel ettikleri için yahûdilerden sayılırlar. Bütün bu saydıklarımızın kestikleri hayvanların etini yemek helâldir. Bun­lardan başka putperest, ateşperest ve mürtedlerin kestikleri hayvanların eti haramdır. Hiç bir kitaba inanmayan dürzîlerin kestikleri de haramdır. Hristiyan biri keserken, îsa (a.s.) in âdına keserse o hayvanın eti haram olur.

2- Harem'de avlanan hayvan kesilmemelîdir. Çünkü harem'de avlanan hayvanı kesmek, ihramda olmayan kimseler için bile haramdır.

3- Kesim esnasında besmelenin kasten terkedilmesi hâlinde kesilen hay­vanın eti haram olur. Ama unutarak terkedilirse helâldir. Besmeleyle ilgili şartlarsa şunlardır:

a) Besmele hâlis bir zikir olarak yapılmalıdır. Bu da Allah'ın isimlerin­den birini zikretmekle olur. Bunun "Allahu ekber", "Allah'û a'zam" gibi sıfatlarla beraber veya "Allah", ya da "Rahman" gibi sıfatsız olarak zikre­dilmesi arasında bir fark yoktur. Allah adını teşbih veya tehlille birlikte zik­retmek de aynı hükme tâbidir.  "Allah'ım beni afvet" anlamına gelen "Allahümmağfir Iî" diyerek Allah adım duâ ile beraber zikretme hâlinde kesilen hayvanın eti helâl olmaz. Keserken "Bismillahi Allahü Ekber" de­mek müstehabtır.

b) Kesen kişi keserken, silâhı atan kişi atarken veya av köpeğini av üze­rine salarken bizzat besmele çekmelidir. Besmeleyi bu işi yapandan başkası çekerse, o et helâl olmaz. Besmelenin hemen ardından, yer değiştirilmeden kesim yapılmalıdır. Besmeleyi çektikten sonra yeme ve içmeyle meşgul olu­nursa ve aradaki fasıla da uzun sürerse, kesilen hayvanın eti helâl olmaz. Ama kısa sürerse helâl olur. Uzunluğun ölçüsü de, bu işi yapana bakan birinin, aradaki fasılayı çok uzun bulmasıdır. Besmeleyle, meselâ işin başlangı­cında teberrüken olsun diye başka bir niyetle besmele çekilirse, kesilen hayvanın eti helâl olmaz. Ama kalbinde hiç bir niyet olmaksızın besmele çe­kerse helâl olur. Besmele çekmesini bilen ve fakat besmelenin kesimin helâl olması için şart olduğunu bilnieyen çocuğun besmele çekerek kestiği hayva­nın eti helâl olur. Besmeleyi aklında tutabilen sarhoş ve deli de bu hükme tâbidir. Bütün bunlar, kesme işini becerebilir ve kesim anında Allah'ın adım zikrederlerse kestikleri hayvanın eti helâl olur. Dilsizin ve sünnet olmamış kimsenin kestiği hayvanın eti de kerâhetsiz olarak helâl olur.

Kesilmesi şart koşulan damarları kesip kan akıtan şeylerden herhangi biriyle kesim yapmak sahîh olur. Şu halde bıçakla, kamış kabuğuyla, bıçak gibi keskin kenarlı beyaz taşla, tırnak ve diş dışındaki diğer kesici şeylerle kesim yapmak caizdir. Diş ve tırnak, vücûda bitişik olurlarsa onlarla kes­mek caiz olmaz. Ama vücuttan ayrı olurlarsa, onlarla da kesim yapılabilir. Ancak hayvana azâb çektirdiklerinden dolayı kesimi bunlarla yapmakta ke­rahet vardır. Kör bıçakla kesim yapmak da mekruhtur.

Büyük bir adama yakın olup ona yaranmak ve onu onurlandırmak için kesilen hayvanın eti, Allah'tan başkası nâmına kesildiği gerekçesiyle helâl olmaz; yenilemez. Ama ikram maksadıyla misafir için kesilen hayvan helâl­dir. Bu kesilen hayvandan başka bir şey misafire ikram edilse bile hüküm aynıdır.                     . .

Mâlikîler dediler ki: Şer'î zekât (kesim) ihtiyarî olarak, kara hay­vanının etini yemeyi helâl kılan bir sebebtir. Şer'î kesim dört şekilde olur:

I- Kesmek: Bu kesim şekli sığır, manda, koyun, keçi, kuşlar ve zürâfâ dışındaki yabanî hayvanlar için uygulanır. Zürâfâ nahr suretiyle kesilir. Kesme işi; niyet edilerek keskin bir şeyle nefes borusunun ve ön taraftan olmak üzere boynun iki yanındaki damarların kesilmesi diye tanımlanabilir. Yemek bo­rusunun kesilmesi şart değildir. Kesimi yapanın müslüman veya ehl-i kitab biri olması, kesim işini tamamlamadan önce kendi arzusuyla elini uzun süre hayvanın üzerinden kaldırmaması şarttır. Ehl-i kitab birinin kestiği hayva­nın helâl olması için bazı şartlar gereklidir:

a)  Kestiği hayvan dinimizce onun için helâl kılınmış olmalıdır.

b)  Keserken Allah'tan başkasının adını anmamalıdır.

c) Ehl-i kitab olan kesici, eğer ölü hayvanın etini helâl kabul eden kim­se ise, kesimi, kesim hükümlerini bilen mümeyyiz bir müslümanın huzurun­da yapmalıdır. Meselâ yahûdi biri deve, zürâfâ, kaz ve ördek gibi parmakları birbirinden ayrı olmayan tırnaklı hayvanlardan birini keserse, kestiği bu hay­vanın eti helâl olmaz. Çünkü yahûdîler bu tür hayvanların yenmesini helâl saymazlar. Dînimizde de bunların, onlar için haram kılındığı sabittir. Kes­tikleri takdirde helâl olmaz. Güvercin ve tavuk gibi, şerîatlerince de kendile-nne helâl olan bir hayvanı keserlerse, o hayvanın eti helâl olur.

2- Nahr: Bu kesim şekli deve, fil ve zürâfâya uygulanır. At, katır, sığır, manda ve yabanî eşeklere uygulanması mekruhtur. Bu kesim; mümeyyiz olan müslüman veya ehl-i kitab birinin niyet ederek boyunla göğsün birleştiği yer­den elini uzun süre üzerinden kaldirmaksızın kesmesidir, şeklinde tanımla­nabilir.

3- Akr: Bu kesim şekli de kuş veya başka bir şey olsun, ancak çok zor­lanmadan sonra güç yetirilebilecek olan vahşi hayvanlara uygulanır. Akr; mümeyyiz bir müslümanın besmele çekip niyet ederek vahşi bir hayvanı ke­sici bir şeyle veya av için eğitilmiş bir hayvanla yaralamasıdır. Kâfirin akr etmesi sahîh olmaz. Bazıları, ehl-i kitab birinin normal kesimi sahîh olduğu gibi, akretmesi de sahîh olur demişlerdir. Çocuğun, delinin veya sarhoşun akretmesi sahîh olmaz. Sözgelimi bir inek, koyun veya bir deve ürküp ka­çarsa akredilmesi sahîh olmaz. Bir hayvan, kuyuya düşme gibi kesilmesi müm­kün olmayan bir halde bulunduğunda akredilmesi zorunlu olsa bile, akredildiği takdirde etini yemek helâl olmaz. Değnekle ve keskin kenarlı olmayan taşla akretmek sahîh olmaz. Kesici şeylerden daha kuvvetli olduğu için, kurşunla akretmek sahihtir.

4- Öldürücü bir fiil: Bu da çekirge ve kurtçuk gibi kansız hayvanlara uygulanır. Bu da ateşte yakarak, dişlerle keserek, değnekle vurarak veya bun­lara benzer şekillerle uygulanır. Yalnız bunları yaparken de kesme niyeti bu­lunmalıdır. Bu dört çeşit kesimin yapılması esnasında, muktedir olan ve hatırında tutan müslümanın besmele çekmesi şarttır. Unutan veya dilsiz ol­ma gibi bir sebepten dolayı söylemekten âciz olan birinin söyleyememesi hâ­linde de kestiği hayvanın eti helâl olur.

Şafiıler dediler ki: Şer'î kesim, nefes ve yemek borularının birlikte kesilmesidir. Bunlardan biri kesilmemiş olursa, kesilen hayvan helâl olmaz. Ölümüne sebebiyet verecek bir hâli bulunursa kesilmesinden önce hayvanda yerleşik bir hayat mevcûd bulunmalıdır. Aksi takdirde böyle bir şart aran­maz. Ölümcül olmayan bir hastalıkla hasta olan hayvan; son nefesinde de kesilse, kesilirken kanı akmasa ve kendisinde şiddetli bir hareket görülmese bile, helâl olur ve eti yenilebilir. Yerleşik hayattan maksat, beraberinde iste­ğe bağlı hareketlerin bulunması ve bunun da hayatın var olduğuna gâlib zanla kanaat getirilmesini gerekli kılan delillerle anlaşılması gerekir. Bu delillere örnek olarak nefes ve yemek borusunun kesilmesinden sonra kan fışkırma­sını ve şiddetli hareketi gösterebiliriz. Yemek ve nefes borusunun boğazdaki düğümün altından veya üstünden kesilmesi arasında bir fark yoktur. Ancak biri altta, diğeri üstte olmak üzere onda, tam iki dâire meydana gelmelidir. Aksi takdirde kesilen hayvanın eti helâl olmaz. Çünkü bu şer'î kesme değil, gelişi-güzel kesip parçalama olur. Boynun iki tarafındaki damarları kesmekse sünnettir. Başın tümünü kesmek de yeterli olur. Ama bu mekruhtur.

Bu anlatılan şekildeki kesim, kendisine güç yetirilebilen ehlî hayvanlara uygulanır. Ama yabânîleşen bir davarı veya sığırı, ürküp kaçan bir deveyi, çöldeki ceylânı, kuyuya düşüp de kesilmesi için kendisine el yetmeyen hay­vanı kesmek, akr şeklinde, yani canını çıkaracak şekilde vücûdunun herhangi bir tarafım yaralamakla olur. Şu halde tırnağını veya, deve ise, tabanını ya­ralayarak veya hafifçe tırmalayarak akretmenin bir faydası olmaz. Kesimin helâl olması için bazı şartlar gereklidir:

1- Hayvanın bizzat kendisi veya cinsi kastedilmelidir. Bir kişi öldürücü bir âleti veya taşı, eti yenmeyen bir hayvan zannıyla atar da sonra hedefinin eti yenen bir hayvan olduğu açıkça çıkarsa, etini yemesi helâl olur. Çünkü o silahını, bizzat hedefin kendisini kastederek atmıştır. Yine bunun gibi ge­yik sürüsüne yaralayıcı bir şeyi fırlatır da bir tanesine isabet ederse veya bel­li bir geyiği hedef alır da başka birisine isabet ederse, geyik cinsini kastederek atmış olduğundan, avladığı geyiğin etini yemesi helâl olur. Ama atacağı hay­vanın kendisini veya cinsini kasdetmeksizin atarsa, vurduğu hayvan helâl ol­maz. Meselâ eldeki bıçağın düşerek bir hayvana isabet etmesi ve hayvanın bu şekilde kesilmesi veya bıçakla hayvanın bir tarafım kaşırken kesilecek yerine isabet ederek kesilmesi veyahut da kılıçla bir başkasına saldırıldığı halde, kı­lıcın hayvana isabet edip kesmesi durumlarında, bu hayvanların kesilmeleri kastedilmediği için, etlerini yemek helâl olmaz.

2- Hayvanın ruhunu acelece teslimi için öncelik, nefes ve yemek boru­sunu kesmeye verilmelidir. Meselâ bir kişi bu boruları kesmekle, diğeri de barsaklarını çıkarmak veya böğrüne vurmakla uğraşırsa eti helâl olmaz.

3- Hayvanın ölümüne sebebiyet verecek bir hastalığın bulunması duru­munda, kesiminden önce kendisinde yerleşik bir hayat bulunmalıdır. Örne­ğin bir hayvan yaralanır veya bulunduğu yerin tavanı üzerine çöker veya bunlara benzer bir durumla karşılaşır da öylece kendisinde yerleşik hayat mev­cut olarak kalırsa, kesilmesi hâlinde eti helâl olur. Bu durumdaki bir hayva­nın kesilmediği takdirde bir saat sonra öleceği bilinse bile, kesilmesi hâlinde kanı fışkırır veya şiddetlice hareket ederek kendisinde yerleşik hayat bulun­duğu anlaşılırsa, etini yemek helâl olur. Aksi takdirde helâl olmaz. Çünkü onda ölüme neden olacak bir hal mevcuttur ki, o da yaralanmış veya üzeri­ne tavanın çökmüş olmasıdır. Bu durumdaki hayvanda kesimden önce yer­leşik hayat bulunduğunun yakînen bilinmesi şart değildir. Zannedilmesi yeterlidir. Kesimden önce hayvan açlık veya hastalık dolayısıyla görme ve isteğe bağlı hareket etme gücünü yitirir de öylece kesilirse; kendisinden kan fışkırmasa veya şiddetlice hareket etmese de etini yemek helâl olur. Karnı şışınceye kadar bir şey yiyerek son nefese gelen ve bu durumda kesilen hay­vanın, kendisinden kan fışkırması veya şiddetli bir hareket görülmediği tak­dirde mûtemed görüşe göre etini yemek helâl olmaz.

4- Kesilen hayvan, etinin yenilmesi helâl olan hayvanlardan olmalıdır. Hayatta kalmaktan zarar görmesi nedeniyle onu rahata kavuşturmak için olsa bile eti yenmeyen bir hayvanı kesmek caiz olmaz.

5- Tahta, kamış, altın ve gümüşle de olsa, keskin olan bir âletle kesmelidîr. Ancak tırnak, diş ve bunlardan başka kemiklerle de kesim yapmak ca­iz olmaz. Bir hayvan, kesici olmayan bir şeyle, meselâ tüfekle veya delici ucu olmayan kör bir okla vurulursa, ya da ağla boğularak öldürülürse yenmesi haram olur.

6- Kesim bir defada yapılmalıdır. Meselâ nefes borusunu kestikten son­ra bir süre durup sonra kesimi tamamlama hâlinde, eğer ikinci fiil, örfe göre birinci fiilden ayrı ise ikinciye başlamadan önce hayvanda yerleşik bir haya­tın bulunması şart koşulur. Ama ikinci fiil örfe göre birinciden ayrı sayıl­mazsa o zaman hayvanda yerleşik hayatın bulunması şart koşulmaz. Bu da bıçağı hayvanın boğazından kaldırıp tekrar acelece oraya koymak veya kö-reldiği için atıp acele bir başka bıçağı almak veyahut elindeki bıçağın düşüp tekrar onu yerden acelece kaldırmak, ya da başka bir bıçağı almak veya bı­çağı ters çevirip geri kalan kesimi onunla yapmak şeklinde örneklendirilebi-lir. Bu durumların tümündeki davranışlar caizdir. Çünkü birinci fiil ile ikinci fiil arasında bir fasıla yoktur.

7- Kesen kişi ihramlı olmamalıdır. Kesilen hayvan da yabanî bir kara avı olmamalıdır. Durum böyle olunca kesilen hayvanın eti helâl olmaz.

8- Kesen, müslüman veya kitabî bir kişi olmalıdır. Mecûsî, putperest veya mürted olmamalıdır. Yahudi ve hristiyanın kestiği hayvanın eti, tıpkı müslümanın kestiği gibi helâl olur. Bu cümleden olarak deli, sarhoş ve mü­meyyiz olmayan birinin kestiği hayvan da helâldir. Bunların bu kestikleri, kendisine güç yetİrilemeyen bir hayvan olsa bile kerahetle birlikte helâl olur. Amâ kimselerin kestikleri de kerahetle birlikte helâl olur.

Kesim esnasında besmele çekmek şart değildir; fakat sünnettir. Kesim anında Allah'ın adı, "Bismillah ve ismi Muhammed" diyerek başkasının-kiyle birlikte anıhrsa, eğer bu ortak koşma kastıyla yapılmışsa küfürdür; ke­silen hayvanın eti de haram olur. Eğer ortak koşma maksadıyla yapılmazsa eti helâl olur. Bunu teberrük maksadıyla yapılması mekruhtur. Eğer mutlak olarak yâni belli bir maksat olmaksızın yaparsa şirk vehmini verdiği için ha­ram olur.

Hanbelîler dediler ki: Şer'î ıstılahta zekât (kesme) karada yaşayan, eti yenilen ve kendisine güç yetirilebilen bir hayvanı kesmek veya nahr et­mektir. Çekirge gibi kesilmeyen veya nahredilmeyen hayvanlar bundan is­tisna edilmiştir. Şer'î kesim, nefes ve yemek borularını kesmekle gerçekleşir. Nahr ise, göğüsle boğazın kökü arasındaki çukurdan kesmekle gerçekleşir. Boğazın, iki yanındaki damarları kesmek şart değildir. Ama kesilmeleri da­ha uygun olur. Bir hayvanı kesmek veya nahretmek zorlaşırsa ok veya ben­zeri yaralayıcı bir şeyi vücûdunun bir tarafına vurup yaralayarak ve böylece öldürerek akredilir. Bu takdirde, tıpkı avlanmış hayvan gibi, etini yemek helâl olur. Bir deve ürküp kaçar ve yakalamak mümkün olmazsa veya eti yenebi­len bir hayvan kuyuya düşer de kesilmesi imkânsizlaşırsa, akredilir. Bunun etini yemek, kendisinde akr kaydıyla açılan yara nedeniyle ölmesi şartıyla helâl olur. Akredilmesi kastıyla vücûdunda açılan yara öldürücü olsa bile, eğer bu nedenle değil de başka bir sebeble ölmüşse etini yemek helâl olmaz. Hayvanı kesen kimsede aranan şartların ona yaralayıcı bir silâhı atanda da bulunması gereklidir. Öyleyse ateşperest bir kişi, hayvana yaralayıcı bir nes­neyi fırlatarak onu öldürürse, o hayvanın etini yemek helâl olmaz. Kesilen hayvanın helâl olması için dört şart gereklidir:

1- Keserken, elin hareket ettirilmeye başlanması anında besmele çekil­melidir. Besmelenin yerine hiç bir şey geçerli olmaz. "Bismillah" demeden yalnızca Allah'ı teşbih etmek yeterli olmaz. Arapçaya muktedîr olunsa bile besmeleyi başka dille çekmek caiz olur. "Bismillahi vallahu ekber" diyerek besmelenin yanı sıra tekbir getirmek sünnettir. Kesen kişi, dilsizse başıyla göğe imâ eder; eliyle de besmele anlamına gelecek işarette bulunur. Öyle ki, kendisine bakan biri, onun besmele çekmek istediğini anlamalıdır. Dilsizin kesim yaparken böyle yapması, kestiği hayvanın etinin helâl olması için ye­terlidir. Kesen kişi kasıtlı olarak veya bilmediği için besmeleyi okumazsa, kestiği hayvan helâl olmaz. Zîrâ bu, Kur'ân'ın emridir:

"Üzerlerine Allah'ın ismi zikredilmemiş olan hayvanlar(ın etlerin)den yemeyin.[14]

Keserken unutarak besmele çekmeyen kişinin kestiği hayvan helâldir. Bunun delili de Şeddad İbn Sa'd'ın Rasülullah (s.a.v.) dan rivayet etmiş ol­duğu şu hadîs-i şeriftir:

"Müslümanın, kasıtlı olmamak şartıyla, besmele çekmese bile kestiği (hayvan) helâldir."

Besmelenin, kesilen hayvan İçin çekilmesi şarttır. Meselâ bir koyunu kes­mek için besmele çeken bir kişi, bu besmeleyle başka bir hayvanı keserse ikin­cisi helâl olmaz. Besmeleyle kesim arasına az bir fasılanın girmesi zarar vermez. Meselâ besmele çekip de bir şey konuşan ve sonra da kesim yapan kişinin kestiği hayvan helâl olur. Bir kimse kesmek için koyunu yanı üzerine yatırıp besmele çeker, sonra elindeki bıçağı atıp başkasını alır ve onunla ke­serse, kestiği hayvan helâl olur. Selama karşılık vermesi veya su içmesi de böyledir. Ehl-i kitab bir kişi de kesme açısından müslüman gibidir. Yalnız, kesim esnasında Hz.îsâ'nın adını anarsa kestiği hayvan helâl olmaz. Kesen kişinin besmele çekip çekmediği veya Allah'ın adını mı yoksa başkasının mı adını andığı bilinmezse kesilen hayvan helâldir.

2- Kesen, nahreden veya akreden kişi ehliyetli olmalıdır. Yani;

a) Akıllı olup bu işi yapmaya niyet etmelidir. Meselâ elindeki bıçak da­varın nefes borusu üzerine düşüp keserse, kesme kastı olmadığı için hayva­nın eti helâl olmaz.

b) Kesen kişi müslüman veya harbî de olsa, Benî Tağlib hristiyanların-dan da olsa, ehl-i kitap biri olmalıdır. Kesen kişinin erkek veya kadın olma­sı, hür veya köle olması, cünüb veya hayızlı veyahut da nifash olması, âmâ veya fâsık bîri olması farketmeyİp kesilen hayvanın eti helâl olur. Delinin, sarhoşun ve mümeyyiz olmayan çocuğun kestikleri hayvanın eti helâl olmaz. Çünkü bunların bu işi yapmaya kasıt ve niyetleri yoktur. On yaşından kü­çük olsa bile mümeyyiz çocuğun kestiği hayvanın eti helâldir. Mürted, ate­şperest, putperest, zındık ve dürzîlerle hiç bir kitaba inanmayanların kestikleri hayvanın eti haramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle şöyle buyurul-maktadır: "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir.[15]

Bu âyetle, kitap ehlinden başkasının yiyecekleri helâl değildir demek is­tenmektedir.

3- Hayvanı kesen veya sivri ucuyla delen kesici bir aletle kesmelidir. An­cak bu, ağırlığı nedeniyle kesen veya parçalayan bir âlet olmamalıdır. Kes­kin âletin bıçak, kılıç, ok başlığı ve benzeri demirden yapılmış olmasıyla taştan, tahtadan veya kemikten yapılmış olması farketmez. Yalnız diş veya tırnak­tan yapılmış olmamalıdır. Çünkü bunlarla kesim yapmak, ister vücûda biti­şik olsunlar ister vücudtan ayrı olsunlar caiz değildir.

4-Yemek ve nefes boruları kesilmelidir. Ehl-i kitap birisi, kendi şerîa-tince yemesi haram kılınmış ve şerîatimizce de bu durumu tesbit edilmiş olan bir hayvanı keserse, yine onun etini yemek helâl olur Sözgelimi yahûdî bir kişi; deve, kaz ve devekuşu gibi tırnaklı ve parmaklat birbirinden ayrık ol­mayan bir hayvanı keserse onu yememiz helâl olur. Yüce Allah da bu gibi hayvanların onlara haram kılındığını haber vermektedir. Aynı şekilde ken­disi için haram olduğuna inandığı ve bizce kendisi için onun haram olmadığı bilinen bir hayvanı keserse onu da yiyebiliriz. Sözgelimi ciğeri kaburgaları­na bitişik bir hayvanı keserse etini yiyebiliriz. Bu hayvan onlara göre yen­mesi haram olan bîr hayvandır ve yapışık diye adlandırırlar.

 

 

Devenin ve deve gibi uzun boyunlu hayvanların nahredilerek kesil­meleri, Mâlikîler dışındaki diğer mezheblere göre sünnettir. Mâlİkilerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır. Davar ve sığır gibi diğer hayvanlar sa normai kesimlerle kesilirler.

Kesimden önce bıçak ve benzeri kesici âletlerin hayvanın gözünden uzak bir yerde bilenmeleri sünnettir. Hayvanlardan biri, diğerinin gözü önünde kesilmemelidir. Kesilecek olan davar veya sığırsa so! yanı üzeri­ne yatırılmalı, sonra da şu duâ okunmalıdır:

Hayvanin canı çıkmadan boynunu kırmak, derisini yüzmek, bir uzvu­nu koparmak veya tüyünü yolmak mekruhtur. Kıbleye yöneltmemek ve hiç bir fayda sağlamayacak eziyetlerde bulunmak da mekruhtur.

Bu konu ve yenilmesi caiz olan veya olmayan yiyeceklerle, giyilmesi caiz olan veya olmayan giyecekler hakkındaki geniş açıklamaları bundan sonraki bölümde sunacağız.

 

(26) Mâlikîler dediler ki: Deve, fil ve zürâfânın nahredilerek kesilmeleri vâcibtir. Normal kesimle kesilirlerse yenmeleri haram olur. Mâlikî mezhe­bine göre fil ve zürâfâ, eti yenen hayvanlardandır. Bunlardan başka hayvanlarınsa normal kesimle kesilmeleri gerekir. Sözgelimi davarların, ya­banî hayvanların ve kuşların normal kesimle kesilmeleri gerekir. Bunlar nah­redilerek kesilirlerse etleri yenmez. İki durum da caizdir. Sığır, manda, at, katır ve yabanî eşeğin normal kesimle kesilmeleri daha iyi olur. Bütün bu anlatılan hükümler, kolaylık anları için söz konusudur. Zorluk ve zaruret anlanndaysa, meselâ kesme âletinin bulunmaması veya hayvanın çukura  de nahredilmesi vâcibken nahr edilememesi veya kesilmesi vâcibken ke-sılememesi gibi bir hal doğarsa, o zaman her iki durumun aksini yapmak caiz olur. Nahredilmesi gereken kesilebilir; kesilmesi gereken de nahredile-, bilir. Çünkü bunda zaruret vardır. Yine de doğrusunu en iyi Allah bilir. Şerîat sahibi Muhammed (s.a.v.) e O'nun âl ve ashabına Allah rahmet etsin. Ve O'nu meşakkatlerden emîn buyursun. Âmîn.

 

HELÂLLER VE HARAMLAR

 

Yenmesi Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler

 

Avlanmak için pençelerini kullanan şahin, doğan, kartal, akbaba ve benzeri kuşların etini yemek haramdır. Ama güvercin gibi, avlanmak için pençesini kullanmayan kuşların etini yemek helâldir.

Kesici dişleri olan ve başkalarına saldıran aslan, kaplan, kurt, ayı, fil, maymun, pars, çaka! ile evcil veya yabani kedinin eti haramdır. Ama kesici dişleri olduğu halde onlarla başkalarına saldırmayan deve gibi hay­vanların etleri helâldir.

Kuzgun, çavuş kuşu, kırlangıç, göçeğen (bu, kuşları avlayan ve et­ten başka bir şey yemeyen, büyükbaşlı bir kuştur.), baykuş, yarasa, gece kuşu, akbaba, saksağan ve leşlerle geçinen karganın etini yemek haramdır. Ama rengi siyah, gagası ve ayakları kırmızı olan tarla kargası helaldir.

Ğaddaf denilen iri bir cins karganın da etini yemek haramdır. Buna Kayz adı verilir. Ve sıcak mevsimde gelir. Kanatları geniş ve uzundur. Hayvanlardan ehlî olan eşeğin eti haramdıK30*. Ama yabanî eşeğin eti helâldir. Anası eşek olan katırın eti de haramdır. Anası inek olan katı­rın veya babası yabanî eşek, anası da at olan katırın eti ise helâldir. Çün­kü böyle bir katır, eti helâl olan iki hayvandan doğmuştur. Gelincik denen hayvanın eti de haramdıK31). Hayvanlardan at<32), zürâfa<33>, geyik, bütün çeşitleriyle yabanî sığır, büyük ve küçük kirpi'34), tavşan ve arap tavşanı-nın<35> etini yemek helâldir. Cerbu' denilen arap tavşanının, zürâfanın ter­sine arka ayaklan ön ayaklarından daha uzundur. Kuyruğuyla kulakları da çok uzundur. KeleK36', sırtlan*37), tilki*38*, sincap ile samuK39) -Bunlar Türk tilkilerinden İki türdür-, fenek (bu da bir nevi tilki olup, cildi yumu­şak olduğu için derisinden kürk yapılır) eti helâl olan hayvanlardandır.

Bütün türleriyle serçeler, bıldırcın, kanber, sığırcık, bağırtlak, balık­çıl bülbül, papağan*40), deve kuşu, tavus<41>, turna, kaz, ördek ve bilinen diğer kuşların eti helâldir. Çekirgenin yenilmesi de câizdiK42).

Meyveleri ve aynı zamanda peyniri kurduyla birlikte yemek helâl olur. Mişş (bir çeşit peynir) ve emsâlî de böyledir. Aynı kabilden olarak içine bit düşen bakla ve buğday da, ayiklanmaksızın biliyle beraber yenilebilir. Mezheplerin buna dair geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır*43).

Akrep, yılan, fare, kurbağa, karınca ve benzeri yer haşerelerini ye­mek haramdır*44*.

Kara ve deniz kaplumbağasını yemel- haramdır*45).

Domuz İle köpeğin, şer'î kesimden başka bir yolla canı çıkmış olan ölü hayvanın etini yemek haramdıK46).

Ciğer ve dalak dışındaki kanlar, boğularak ölmüş hayvan, bir aletle vurularak öldürülen hayvan, yüksek bir yerden düşüp ölen hayvan, baş­ka biri tarafından boynuzlanarak öldürülen hayvan haramdır, yenilemez. Ancak bu sayılan hayvanlar, kendilerinde henüz hayat varken kesilirler-se, mezheblerin aşağıda belirtilen tafsilâtlı görüşleri çerçevesinde helâl olur; yenilebilirler*47).

Bedene ve akla zarar veren afyon, esrar, kokain ve bütün çeşitleriyle zararlı uyuşturucular ile zehirleri kullanmak şiddetle haramdır.

Domuz veya insan şeklinde olup balık suretinde olmasalar bile de­nizde yaşayan hayvanları yemek helâldir*48). Nitekim yılan balığını yemek helâldiK49). Timsah dışındaki diğer balık çeşitlerini yemek de helâldir. Tim­sah ise haramdır.

Necasetle beslenen hayvanların etini yemek helâldir*50). Ama yediği necasetten ötürü kokusu kötüleşir veya etinin tadı değişirse yenmesi mek­ruh olur. Bu hayvanların süt ve yumurtaları da etlerinin hükmüne tâbi olup, tadları değişirse yenmeleri mekruh olur.

Bu durumdaki hayvanları kesmeden önce, pis kokuları gidinceye ka­dar hapsetmek sünnettir, pislikle beslenen bir devenin etini yemenin mek­ruh olmaması için, kırk gün bir tarafa bağlanıp hapsedilerek temiz yemie beslenmesi; yine bu durumdaki sığırın aynı şekilde otuz gün; davarın ye­di gün; tavuğunsa üç gün hapsedilmesi ve temiz yemle beslenmesi gere­kir. Çünkü devenin durumu hakkında Abdullah İbn Ömer' (r.a.) in hadîsi; deveden başka hayvanlar hakkında da diğer râvilerin hadîsi vârîd olmuştur.

 

(26) Mâlikîler dediler ki: Başkalarının hukukunun taalluk etmediği bü­tün temiz hayvanlar helâldir. Şu halde kartal, doğan ve benzeri kuşların eti­ni yemek caizdir.

(27) Mâlîkîler dediler ki: Yukarıda ilgili maddede sayılan aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etini yemek mekruhtur. Ancak, maymunla ilgili ola­rak iki görüş vardır. Bir görüşe göre maymunun etini yemek haram, diğeri­ne göre mekruhtur. Mûtemed olan, ikinci görüştür. Bir çeşit küçük maymun olan nesnas da bu hükme tâbidir.

(28) Mâlîkîler dediler ki: Çavuşkuşunun etini yemek kerahetle birlikte helâldir. Kırlangıç ve akbaba da aynı şekilde helâl olur. Gece kuşunun etini yemekse mekruhtur; ancak haram olduğunu söyleyenler de vardır. Her iki görüş de meşhurdur.

Hanefîler dediler ki: Kırlangıç ve baykuşun eti helâldir. Çavuş ku­şuyla göçeğen kuşunun etini yemek mekruhtur. Yarasayla ilgili iki görüş var­dır. Birine göre etini yemek mekruh, diğerine göre haramdır.

(29) Hanefîler dediler ki: Saksağanın etini yemek mekruhtur. Çünkü o, bazan tahıl ve bazan da leş yer.

Mâlîkîler dediler ki: Bütün türleriyle, karganın etini yemek helâldir.

(30) Mâlikîler dediler ki: Ehlî eşek, at ve katır hakkında iki görüş var­dır. Meşhur görüşe göre etleri haramdır. İkinci görüşe göre katırla eşeğin eti mekruhtur. At eti ise mekruh olmakla birlikte mubahtır.

(31) Şâfiîler dediler ki: gelinciğin etini yemek helâldir.

(32) Hanefîler dediler ki: Müftâbih kavle göre at etini yemek, tenzihen mekruhtur.

(33) Şâfiîler dediler ki: Mûtemed görüşe göre zürâfanın etini yemek ha­ramdır.

(34) Hanefî ve Hanbelîler dediler ki: Büyük olsun, küçük olsun ki­rpinin etini yemek haramdır.

(35) Hanefîler dediler ki: Arap tavşanının etini yemek haramdır.

(36) Hanefîler dediler ki: Kelerin eti haramdır. Çünkü o, murdar şey­lerdendir. Onun helâl oluşu hakkında vârid olan hükümler, "Onlar için te­miz şeyleri helâl kılar; murdar şeyleri de haram kılar"[16]âyet-i kerîmesinin nüzulünden öncesine matuftur.

(37) Hanefîler dediler ki: Parçalayıcı dişi olduğu için sırtlanın eti ha­ramdır.

(38) Hanbelî ve Hanefîler dediler ki: Tilkinin etini yemek haramdır.

(39) Hanbelî ve Hanefîler dediler ki: Sincap, samur ve fenekin eti ha­ramdır.

(40) Şâfiîler dediler ki: Papağan eti yemek haramdır.

(41) Şâfiîler dediler ki: Tavus kuşunun etini yemek haramdır.

(42) Mâlikîler dediler ki: Ancak kesmeye niyet etme halinde çekirgeyi yemek helâl olur. Önce de belirtildiği gibi, onun benzerlerinin kesimi, niyet­le beraber onu öldürecek bir fiilin işlenmesidir. (Ateşte pişirmek gibi) Ölü bir çekirge bulunduğunda, önu yemek helâl olmaz.

(43) Hanefîler dediler ki: Kendisine ruh üfürülmemiş olan kurtçuklar, ister müstakil olsunlar, ister başka bir şeyle beraber olsunlar (içinde bulun­dukları yiyecekle birlikte) yenilebilirler. Kendisine ruh üfürülmüş olan kurt­çuğa gelince, ister canlı olsun, ister ölü olsun, ister müstakil olsun, ister başkasıyla beraber olsun yenilmesi caiz olmaz. Tahıl biti de aynı hükme tâbidir.

Şâfiîler dediler ki: Peynir ve meyvelerin kurdu, eğer kendilerinden kaynaklanıyorsa içinde bulunduğu şeyle birlikte yenmesi helâl olur. Ancak bal arısı böyle olmayıp, balla karışmış ise ufalanıp parçalanmaması duru­munda yenilmesi caiz olmaz. Arının yenilmesi hususunda ölüsü ile dirisi, ayık­lanması zor olanla olmayanı arasında cevaz bakımından bir fark yoktur. Arı, (konması istenmeyen) bir yerden uzak olup kenarda kalsa veya başkası tara­fından bir kenara itilir de sonra, kovulduğu o yere koruma imkânına rağ­men geri dönse (ve orada bulunan şeyin içine düşse) bu durumda dahi yenilmesi caiz olmaz, nitekim (başka bir şeye karışmaksızın) yalnızca arıyı yemek te hiç bir hâlde caiz olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Kurtçuk ve bitlerin, yenilen yiyeceklere bağ­lı olarak onlarla beraber yenilmeleri caiz olur. Buna göre meyveyi kurduyla beraber, aynı şekilde peynir ve sirkeyi de içinde bulunan şeylerle beraber ye­mek caiz olur. Ama bit ve kurtçukları yalnızca yemek caiz değildir.

Mâlîkîler dediler ki: Meyve kurduyla mişş (bir çeşit peynir)in kurt­çuğu gibi, yiyeceklerden oluşan kurtçuklar, canlı olsun olmasın mutlak su­rette yenilebilirler. Bu hususta hiç bir tafsilâta gerek yoktur. Eğer kurtçuklar yiyecekten oluşmamış ve aynı zamanda canlı iseler, bunları yiyebilmek için, kesilmelerine niyet ederek öldürücü fiili uygulamak vâcib olur. Ama ölü ise­ler ve ayıklanmaları da mümkünse yemeğin içinden alınıp atılır. Eğer ayık-lanamaz ve yemeğin miktarı da kendilerinden çok olursa yemekle birlikteyenilebilirler. Eğer yemek, daha az veya eşitse yenilmeleri caiz olmaz. Eğer hangisinin daha çok olduğuna karar verilemeyip şüpheye düşülürse yine ye­nilebilir. Çünkü yemeği, şüpheye dayanarak atmak doğru olmaz.

Bütün bu anlatılanlar, yiyeceğin insana zarar vermeyeceği, iştahın ka­bul edebileceği durumlarda sözkonusudur. Aksi takdirde böylesi yiyecekleri yemek caiz olmaz.

(44) Mâlikîler'e göre zarar veren yiyeceklerin haramlığı hususunda hiç tartışma yoktur. Şu halde zararlı haşereleri yemenin caiz olmaması hususunda tek söz vardır. Ama bir kavim bu gibi şeyleri yemeyi alışkanlık hâline getir­miş de bunlardan zarar görmüyorlar ve mideleri de kabul ediyorsa meşhur kavle göre yemeleri haram olmaz. Sözgelimi yılanı kesmek mümkün olursa ve mide onu hiç bir zarar görmeyerek kabul ederse, yenmesi helâl olur. Yıla­nın kesilmesi şu şekilde olur: Baş tarafından bir kısım, kuyruk tarafından da bir kısım kesilir. Öyle ki kendisinde hiç zehir bırakılmaz. Bu takdirde he­lâl olur. Diğer haşereler de yılan gibidir. Bazı Mâlİkîlerden nakledilen görü­şe göre haşereler mutlak olarak haramdır. Çünkü haşereler murdardır. Bu daha uygun bir görüştür. Haşerelerin helâl olduğunu ileri süren meşhur gö­rüşe göre bunları kesmeyi kasdetmeden yemek helâl olmaz. Kesilmeleri de, onlara ateş, sıcak su veya dişlerle öldürücü bir fül tatbik edilmesiyle olur.

(45) Hanbelî ve mâlikîler dediler ki:Deniz kaplumbağasını kestikten sonra yemek helâl olur. Kara kaplumbağasına gelince o, Hanbelîlerin kuv­vetli görüşüne göre haramdır.

(45) Malıkıler'in, köpek etine ilişkin olarak iki görüşü vardır. Bunlar­dan birinci görüşe göre mekruh, ikincisine göre de haramdır. İkincisi daha meşhurdur. Köpek etini yemenin helâl olduğunu hiç bir kimse söylememiş­tir. İmam Malik'in; "Köpek etini yemek helâldir" dediğini söyleyen kişi, te'dib edilir (cezalandırılır).

(47) Malikller dediler ki: Boğularak veya bir âletle vurularak ölen az­gın hayvanla, yukarıda sayılan şekillerde ölüm kertesine gelen hayvanların etlerini yemenin helâl olması için; öldürücü darbenin onların omurga ve omu­riliklerini etkileyerek oralarda özün kesilmiş ve hayat umudu kalmaz hâle gelmemiş olmaları gerekir. Eğer omurga ve omurilikleri kırılıp bakılır ve iç­lerinde özün kesilmediği görülürse, keserek etlerini yemek helâl olur. Çün­kü bu takdirde yaşama imkânları vardır. Ama öldürücü darbenin etkisiyle beyinleri dağılırsa, yani Özleri veya kafatasının içinde bulunan şeylerden ba­zısı dışarı çıkarsa, yaşama umudu kalmadığı için etleri haram olur. Aynı şe­kilde karın boşluğu dağılır, yani karında bulunan ciğer, kalb, dalak ve benzeri organlardan biri, tekrar yerine konulamayacak şekilde dışarı çıkar veya ba­ğırsakları dökülüp parçalanırsa ölü gibi olur. Kendisinde hareket kalsa bile, kesme işlemi tatbik edilmez.

Bunlardan başka, eti yenen hayvanlar kesildiklerinde iki halde bulunurlar: Ya hastalıklı olurlar veya sağlıklı olurlar. Eğer iyileşmesi umulmayan bir has­talık halinde iseler, kesijmeleri iki şartla sahîh olur:

1- Kesilecek hayvan,' beyni dağılarak veya özü kesilerek öldürücü bir darbeye maruz kalmış olmamalıdır.

2- Kesimden sonra kuvvetli bir harekette bulunmalı veya kanı fışkır-malıdır.

Her ne halde olursa olsun bunlar, vücûda zarar vermedikleri takdirde helâl olabilirler. Ama kesilen hayvan sağhklıysa kendisinden kanın fışkır­ması şart olmayıp, ayağını uzatması veya yumması durumunda kanının ak­ması yeterli olur. Kan akmaksızın sâdece ayağını uzatması veya yumması yeterli olmaz. Aynı şekilde kan akmaksızın titremesi veya gözünü açması ya da yumması yeterli olmaz.

Hanefîler dediler ki: Boğulmak üzere olan, yüksekten düşüp ölmek üzere olan ve diğer durumlardaki ölümcül hayvanlar, gizli de olsa kendile­rinde hayat mevcûd olursa, kesildikleri takdirde etlerini yemek helâl olur. Hasta bir davarın kesilmesi hâlinde, yaşadığı eğer kesimden önce bilinirse; kesim esnasında kanı çıkmasa ve hareket etmese de, eti mutlak olarak helâl olur. Ama kesimden önce yaşayıp yaşamadığı bilinmezse, kesim esnasında kanı çıkar veya hareket ederse eti helâl olur. Hareket etmez veya kanı çık­maz da ağzını açarsa etini yemek helâl olmaz. Ama ağzını kapatırsa, yenil­mesi helâl olur. Gözünü açarsa yenilmez; yumarsa yenilir. Ayağını uzatırsa yenilmez; dikleşirse yenilir. Tabiî yenilmesi hâlirde vücûda zarar vermeye­cekse yenilmesi helâl olur. Aksi takdirde hiç bir surette yenilmesi helâl olmaz.

Şâfîîler dediler ki: Hayvanın etinin helâl olması için, zanla da olsa kesimden önce kendisinde yerleşik hayatın bulunması şarttır. Şâfiîlerin bu husustaki detaylı görüşleri, önceki cildin sonunda, kesimin şartları bölümünde anlatılmıştır.

Hanbelîler dediler ki: Boşulmak üzere ve diğer sayılan durumlar nedeniyle ölmek üzere olan hayvan, yaşama imkânı olmayan bir duruma gelmiş olsa bile; az da olsa, ayaklan, göz kirpimi veya kuyruğuyla hareket et­mesiyle, kendisinde yerleşik hayatın mevcûd olduğu bilinirse kesilmekle eti helâl olur. Yalnız bu hareket, kesüen hayvanın yapmakta olduğu hareket­lerden daha canlı olmalıdır. Eğer hayvan, kesilmekteplan bir hayvanın yap­tığı hareketler safhasına ulaşmışsa, (helâl olması için) kesimin faydası olmaz. Yine bunun gibi nefes borusu kesilen veya karnındaki ciğer, dalak ve benze­ri organları dışarı çıkan hayvan, ölü hükmünde olduğundan dolayı, helâl ol­ması için kesimin bir faydası olmaz. Leş hükmündedir.

(48) Hanefîler dediler ki: Balık suretinde olmayan deniz hayvanlarım ye­mek helâl olmaz. Deniz insanı, deniz domuzu, deniz atı ve benzerlerini ye­mek helâl değildir. Yalnız yılan balığı bundan müstesna olarak helâldir. Bütün balık türleri de helâldir. Yalnız, suda kendiliğinden ölüp sırtı alta, karnı üs­te gelen balık haramdır; yenilemez.

Malîkîler dediler ki: Hiçbiri istisna edilmeksizin bütün deniz hay­vanlarını yemek helâldir.

(49) Hanbelîler dediler ki: Yılan balığını yemek helâl değildir. Çünkü yılan balığı bu mezhebe göre murdar varlıklardandır.

(50) Hanbelîler dediler ki: Yediği şeylerin çoğu necasetlerden oluşan hayvanın eti ve sütü haramdın. Terinin binene bulaşması nedeniyle binilmesi de haram olur. Helâl olması için, üç gün üç gece hapsedilerek bir tarafa bağ­lanması ve yalnızca temiz yiyeceklerle beslenmesi gerekir.

Malikîler: Bunların meşhur görüşüne göre, pislikle beslenen hay­vanın etini yemek helâl ama sütlerini içmek mekruhtur.

 

İçilmesi Haram Olan Ve Olmayan Şeyler

 

İçkinin (rakı, şarap, vjski ve benzeri içkilerin) içilmesi şiddetle haramdır. Ahlâkî, bedenî ve içtimaî zararlara sebep olduklarından dolayı bunlar İs­lâmiyet nazarında suçların en ağırı, büyük günahların da en çirkinlerin-dendir. İçkinin haramlığı Allah'ın kitabı, peygamberin sünneti, müslümanların icmâ'ıyla sabittir. Buna ilişkin olarak Kur'ân-i Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Ey imân edenler! içki, kumar, (tapmaya mahsûs) dikili taşlar, fal ok­ları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onun için bun(lar)dan kaçının ki, kurtu­luşa eresiniz. Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak İster. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi?.[17]

Bu âyet-i kerîmede içkinin haram olduğuna ilişkin on tane delîl vardır ki, bu da yasaklamanın en şiddetli ve en beiîğ bir örneğidir:

1- İçki; kumar, fal okları ve tapmaya mahsus dikili taşlarla bir arada anılmıştır. Böyle olunca içki de haramhkta onlar gibi olmaktadır.

2- İçki, murdar olarak adlandırılmıştır. Murdar ise haram anlamına gel­mektedir.

3- İçki, şeytan amellerinden sayılmıştır.

4- Ondan kaçınılması emredilmiştir.

5- Murada ermek, ondan kaçınma şartına bağlanmıştır.

6- Şeytan, onunla, insanlar arasına düşmanlık düşürmeyi istemektedir.

7-Yine şeytan, onunla, insanlar arasına kin düşürmeyi istemektedir.

8- Şeytan, içki vasıtasıyla insanları, Allah'ı zikretmekten alıkoymak istemektedir.

9- Yine şeytan, insanları, içki vasıtasıyla namaz kılmaktan alıkoymak istemektedir.

10- Âyet-İ Kerîmenin sonundaki, "Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz de­ğil mi?" sorusuyla da beliğ bir yasaklama üslûbu kullanılmıştır ki, bu üs­lûpla, bir tehdjt ve korkutma ilân edilmektedir.

Sünnete gelince bu alandaki kitaplar, içkinin haram olduğunu bildi­ren ve ona yaklaşmaktan sakındıran hadîslerle doludur. Bunlardan sade­ce, Rasûlullah (s.a.v.) in şu sözünü nakletmekle yetineceğiz:

"Zina eden, mü'min olarak zina etmez ve içki İçen, mü'min olarak İçki İçmez..[18]

Müslümanlarla imamları; içkinin haram olduğu, büyük günahların en alçaltıcısı ve cürümlerin de en şiddetlisinden olduğu hususunda icmâ et­mişlerdir.

Hamr, aklı karıştıran ve sarhoş edip aklı kaybettiren şeydir. Şu hal­de ister ateşte kaynatılan üzümden veya hurmadan, ister bal, buğday ve­ya arpadan, ister sütten veya diğer yiyeceklerden veyahut da insanı sarhoşluk derecesine ulaştıran herhangi bir şey olsun, aklı kaybettiren her şey hamrdır. Peygamber (s.a.v.) çoğu sarhoş eden herşeyin, az miktarı­nın da -sarhoş etmese bile- haram olduğunu açıklamışlardır. Buna ilişkin hadîsin lafzı da şudur:

"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.[19]

Üzümden elde edilen sarhoş edici içkiler birkaç çeşittir:

1- Hamr: Bu, üzüm şırasının kaynatılarak sertleştirilmesi ve sarhoş edici hâle getirilmesiyle elde edilir.

2- Bazik: Üçte ikisinden azı gidinceye kadar pişirilip sarhoş edici du­ruma getirilen üzümden elde edilir.

3- Munassaf: Yarısı gidinceye kadar pişirilen üzümün sertleşerek sar­hoş edici hâle gelmesiyle elde edilir.

4- Müselles: Üçte ikisi gidip, üçte biri kalıncaya kadar pişirilip sert-leştirilen üzümün sarhoş edici hâle gelmesiyle elde edilir. Bunun azı de­ğil de çoğu sarhoş eder.

Hurmadan elde edilen sarhoş edici şeyler de birkaç çeşittir:

1- Seker: Taze hurmayı suya koyup, tadı gidinceye ve sertleşip sar­hoş edici hâle gelinceye kadar bekletmekle elde edilir. Bu, ateşte kayna-tılmaksızın yapılır.

2- Fadîh: Kuru hurmayı suya koyup, tadı gidinceye ve sertleşip sar­hoş edici hâle gelinceye kadar bekletmekle elde edilir. Fadîh isminin mas­tarı olan "Fadh" kelimesi, kırmak anlamına gelmektedir. Fadîh yapanlar, kuru hurmayı kırarak suya koydukları İçin bu isim kullanılmıştır.

3- Nebîz: Hurmanın azıcık pişirilip sertleştirilmesi ve böylece sarhoş edici hâle gelmesiyle elde edilir. Bunun azı değil, çoğu sarhoş eder.

Buraya kadar sayılanların çoğu da, bir damla kadarcık olan azı da haram kılınmıştır. Kuru üzümün kaynatılarak sertleşmesi ve sarhoş edici hâle gelmesiyle elde edilen Nakî de haramdır. Kuru üzümle hurma karışı­mının da aynı şekilde kaynatılarak sertleştirilmesi ve dolayısıyle sarhoş edici hale getirilmesiyle elde edilen içki de haramdır. Bal, incir ve arpa­nın azıcık pişirijerek sertleşmeleri ve sarhoş edici hâle gelmeleriyle elde edilen nebîzleri de haramdır. Bunların azı da, çoğu gibi haramdır. Bu içkiler, mecburiyet ve çaresizlik karşısında kalmayan ve zorlanmayan akıllı ve mükellef insanlara haramdır. İçki içmenin haram olması gibi, Peygam­ber Efendimizin şu hadîsinden ötürü, içki satmak da haramdır:

"İçilmesi haram olan şeyin satılması da haram edilmiştir.[20]

Enes İbn Mâlik (r.a.) den rivayet edilen bir başka hâdis-i şerîfte de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

 

(51) HANEFÎLER dediler ki: Bira ve benzeri içkileri içen bazı kimseler, bu içkilerin az miktarda alınmasının Hanefî Mezhebine göre helâl olduğunu zan­netmektedirler. Gerçek şu ki; bu içkilerin azı da, çoğu da sahîh ve müftabih görüşe göre diğer mezhebler gibi Hanefî Mezhebince de haramdır. Hatta bu içkiler, Hanefîlerin reylerinin icmâıyla haramdır. Bu konudaki ihtilâf, üç me­selede vuku bulmuştur:

1- Müselles: Üzümün üçte ikisi gidip, üçte biri kalıncaya kadar pişirilip sertleşmesi ve sarhoş edici hâle gelmesiyle elde edilir ki, buna "Tıla" adı da verilir.

2- Hurma Nebizi: Hurmanın azıcık pişirilerek sertleşmesiyle elde edilen ve azının değil, çoğunun sarhoş edici olduğu bir içkidir.

3- Arpa, buğday ve benzeri anılan şeylerden elde edilen ve azının değil, çoğunun sarhoş edici olduğu bir içkiden Ebu Hanîfe ve Ebu Yûsuf'a göre az miktarda alınırsa haram olmaz. Çoğunun alınması haramdır. İmam Mu-hammed ise bu içkilerin de, diğerleri gibi azı ve çoğu haramdır. Hanefîİer dışındaki üç mezheb imamı da bu görüştedirler. MuhammedMn görüşü sa­hîh olup, mezhebin müftabih görüşüdür. Bu taktirde Hanefî mezhebi, Mu-hammed'İn mezhebidir. Şu da var ki, sarhoş edici olmayan bu üç içkinin az miktarı zayıf bedeni kuvvetlendirmek için değil de bazı içkİcilerin yaptığı gi­bi eğlence ve teselli maksadıyla içilirse; bir damla da olsa çoğu gibi haram olur. Bu hükümde ittifak vardır. Bira ve bütün içki çeşitlerinin azı da, çoğu da din ulemâsı nazarında ve bütün müslümanlarca şeriata uygun şekilde ha­ram olarak değerlendirilmiştir.

 

"Rasûlullah (s.a.) hamr (içki) hakkında on kişiye lanet etmiştir: Onu sıkana, sıktırana, içene, taşıyana, kendisine taşınan kimseye, sakisine, satıcısına, parasını yiyene, satın alana ve kendisi için satın alman kimse­ye.[21]

Mûtemed görüşe göre, içkiyle tedavi olunmak da haramdır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisine "içki ilâçtır" diyen birine şöyle demişti:

"O ilâç değil, olsa olsa bir hastalıktır." (Müslim, Eşribe, 12). Yine Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlar ki:

"Azîz ve Celîl olan yüce Allah, şüphesiz derdi de devasını da (yeryü­züne) indirmiştir. Ve her bir hastalık için bir ilâç yaratmıştır. Haram şey­lerle tedavi olmayın.

İçilmesi helal olan içkilere gelince, mezheplerin bunlara ilişkin gö­rüşleri aşağıya alınmıştır.

Asma kabağı, zift ile kaplanmış kab veya oyulmuş ağaç içinde ya da kesilen ağaç kökünde oyulan oyuk içinde nebiz yapmak helaldir. Burala­ra hurma, üzüm, kuru üzüm v.b. konularak nebiz yapılır.

Peygamber (s.a.v.) önceleri bu gibi kaplarda nebiz yapılmasını ya­saklamış, sonra da bü yasağını neshetmişti.

 

(52)  Şâfiîler dediler ki: Büyük tiryak gibi, içinde eriyip yok olan bir şeyle karışmamış olan sâde içkiyle tedavi olunmak haramdır. Az miktarda sâde ve fakat sarhoş edici olmayan içkinin, başka temiz bir ilâcın o işi görememe­si nedeniyle zorunlu olarak kullanılması gerekirse tedavinin tercihli oluşun­dan ötürü ilâç olarak kullanılması caiz olur. Tabiî bu da, adalet sahibi müslüman bir tabibin tavsiyesi hâlinde caiz olur. Boğazda takılan lokmayı yutabilmek için de bu nitelikteki İçkiyi kullanmak caiz olur. Bu gibi hâllerde bu nitelikteki içkiyi kullanmak bazan da vâcib olur. İçki dışında kalan diğer necis şeylerle tedavi olunmak da aynen içki gibi, kendisinde eriyip yok olan bir şeyle karışık ise ve yerini tutacak, başka bir temiz ilâç da yoksa o zaman tedavide kullanılması caiz olur. Aksi takdirde haramdır.

(53)  Malikîler dediler ki: Üzüm suyunu, ilk sıkılması anında, sertleşip sarhoş edici hâle gelmeden önce içmek helâldir. Fukâı İçmek de helâldir. Fukâ: Buğday ve hurmadan elde edilen bir içkidir. Bazıları bunun, kuru üzüm ve benzerlerinin içine atılarak içinde çözüldüğü su olduğunu söylemişlerdir. Sobya içkisini içmek de helâldir. Bu; pirincin çok sıcak suda pişirilerek erimesi, saf hale gelerek sarhoş edicilik özelliğini suda bırakarak tatlılaşması sonucu el­de edilen bir içkidir. Bunun mayası da kaynatılarak katılaşan ve ilk kayna­ma anında sarhoş edici özelliği giderilen üzüm suyudur. Buna marabba adı verilir. Bu kaynatmanın, sözgelimi "üçte ikisi gidinceye kadar kaynatılır" gibi bir sınırı yoktur. Bunda ölçü, sarhoş ediciliğinin gitmiş olmasıdır.

Sarhoş edici olmasından emin olmayınca bu içkileri içmek helâl olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Sertleşip sarhoş edici hâle gelmemiş veya üze­rinden üç gün geçmemiş olmak şartıyla üzüm şırasını içmek helâldir. Ama üç gün geçmeden kendiliğinden kaymağını atar ve fokurdarsa, sarhoş etme­se bile içilmesi haram olur. Eğer haram hale gelmeden önce pişirilir de üçte ikisi gider ve sarhoş edici olmazsa helâl olur. Sarhoş edici olursa azı da çoğu da haram olur.          

Bazıları üçte ikisinin gitmesinin şart olmadığını söylemişlerdir. Esas öl­çü, sarhoş edici özelliğinin gitmesidir. Huşşaf da helâldir. Buna nebiz de denir. Bu, hurma veya kuru üzümün tatlı olsun diye suya atılmasıyla olur. Kaynatılıp sertleşmese bile üzerinden üç gün geçmemiş olması veya üç gün geçmese bile kaynatılıp sertleşmemiş olması şarttır. Aksi taktirde üzerinden üç gün geçtikten sonra, sarhoş etmese bile haram olur. Kendiliğinden fokur-dayıp kaynamadan önce pişirilir veya üzerinden üç gün geçip de harub şara­bı ve marabba içkisi gibi olur. Ki pişirmekle üçte ikisi gitmese bile içilmesinde sakınca olmaz. Sıkılmadan önce kendiliğinden sertleşip kaynayan üzümün yenmesi, sarhoş edici veya zararlı olmazsa helâl olur.

Hanefîler dediler ki: Anılan bu içkiler, sarhoş edici olmamak kay­dıyla Hanbelî ve Mâlikîlere göre helâldir. Hanefîlere göre, sarhoş edici şey­lerin azının da çoğunun da haram olduğu İmam Muhammed'e âit olan kavle dayanmaktadır ki, mûtemed olan görüş de budur.

Şâfiîler dediler ki: Yaş veya kuru hurmadan, darı, arpa ve benzeri şeylerden elde edilen içkiler; sarhoş etmeyeceklerinden emîn olunur ve ken­dilerinde şiddetli bir fokurdama da olmazsa içilmeleri helâl olur. Eğer, kay­mağını yüzüne vurarak şiddetli bir fokurdama olduğu anlaşılırsa bu, bilinen kişk de olsa haramdır. İçene had cezası tatbik edilir. Bu haldeki içki de ne­casete dönüşmüş olur.

(54) Malikîler dediler ki: Yukarıda sayılan kaplarda nebiz yapma yasa­ğı neshedilmemiştir. Mûtemed görüşe göre Mâlikîlerce, bu kaplarda nebiz yapmak yasağı, kerahet mertebesindedir. Bu kaplarda yapılan nebiz, ister hurmayla birlikte kuru üzümün konulmasıyla iki çeşitten olsun, ister bir çe­şitten olsun, nebiz yapmak mekruhtur. Bunlardan gayrı kaplarda iki çeşit­ten nebiz yapmak mekruhtur. Bu da, meselâ kuru hurma ve üzümü kırıp iyice kıydıktan, ya da parçaladıktan sonra üzerine su dökmekle olur. Bunun da nebiz yapılma zamanı uzarsa sakıncalı olur, yasak kapsamına girer. Ama sarhoş edicilik vasfını kazanacak kadar uzun sürmezse kerâhetsiz olarak ca­iz olur. Hastalar için tek kapta yapılan kuru üzüm, papatya ve zerdali nebizi de, sarhoş edicilik vasfını kazanacağı tahmin edilecek kadar uzun süre için­de yapılmazsa bu gruba dâhil edilir. Yani onu da içmek kerâhetsiz caiz olur.

 

Giyilmesi Veya Kullanılması Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler

 

Bir kimsenin haram mal ile satın alınan veya hile, hıyanet, ya da gasp yoluyla elde edilen bir elbiseyi giymesi haram olur. Buna ilişkin olarak Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlar ki:

"Haramdan (elde edilmiş) bir gömleği giyen kişinin, bu gömleği ken­dinden uzaklaştınncaya kadar namazını ve de orucunu Allah kabul etmez." Övünmek veya kendini beğendirmek maksadıyla giyilen elbiseler de ha­ramdır. Giyilmesi helâl olanla olmayan elbiseler hakkında mezheblerin de­taylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(55) Şâfiîler dediler ki: Erkeklerin ipek elbise giymeleri haramdır. İpek iki çeşittir:

a) ibrişim: Bu, böceğin koza içinde ölmesinden sonra çıkarılır.

b) Kazz: Böceğin sağken kendisinden çıkarılır.

İpek anlamına gelen "harîr" kelimesi bu çeşitlerin ikisini de kapsar. İle­ride açıklanacak bazı durumlar dışında, erkeklerin her iki çeşidiyle ipeği gi­yinmesi ve kullanması haramdır. Erkeklerin, arada ayırıcı bir perde bulunmaksızın, ipekten yapılmış bir sergi üzerinde oturmaları veya ipekten yapılmış bir yastığa yaslanmaları da haramdır. Ama sözgelimi, ipekten ya­pılmış bir serginin üzerine pamuktan dokunmuş bir bez serilirse, ipeğe dikil­miş olmasa bile üzerine oturmak helâl oîur. Yün veya pamukla astarlanmış olan ipeği, dikişli olursa giyinmek haramdır. Aynı şekilde ipek, başka bir giysiye astar olursa, dikişli olduğu takdirde giyilmesi helâl olur. Bu giysinin helâl oluşu, ipeğin başka giysiye astar olmasından ötürüdür. İpeğin astar ol­ması ise caizdir.

Erkeğin ısınmak için ipek elbise giymesi veya ipek-sergi üzerinde otur­ması, ya da ipek yastığa yaslanması helâl olmaz. Ancak elbisede dikilmiş bir astar olduğu; sergi veya yastıkta dikişli olmasa bile arada bir perde bulun­duğu zaman helâl olur. Hanımıyla beraber de olsa erkeğin, ipekten yapılmış astarsız bir cibinlik içinde uyuması haramdır. Aynı şekilde erkeğin, ipekten yapılmış çadırın altına girmesi de haramdır. Erkeğin ipek üzerine yazı yaz­ması, veya üzerine herhangi bir nakış işlemesi haramdır. Bir mazeret olmak­sızın, sevinç ve zînet günlerinde duvarları ipekli şeylerle kaplamak da haramdır. Kabe'nin altın ve gümüş işlemesiz ipekle Örtülmesi ise helâldir. Kuvvetli görüşe göre hayvanlara ipekli şeyler giydirmek helâl değildir. Ço­cuklara ve delilere ipek elbise giydirmek caizdir ki, bunda tek görüş vardır. Erkeğin ipekten mendil edinip kullanması haramdır. Kadının erkeğin bede­nindeki bir şeyi silmek için ipek mendil kullanması ise caizdir. İpeği kullan­mak, istisna olarak bazı durumlarda helâldir:

Mushaf kesesinin ipekten yapılması caizdir. Ama para kesesinin ipek­ten yapılması, mûtemed görüşe göre haramdır. Mushafı asmak için takılan şeridin ipekten yapılması helâldir. Bıçak ve kılıcın askı şeritlerinin de ipek­ten yapılması helâldir, "farazi, anahtar ve teşbih iplerinin ipekten olması he­lâldir. İpinin aslından ise, teşbihin püskülünün de ipekten yapılması helâldir. Püskül ipten ayrı ise, ipekten olması hâlinde mûtemed görüşe göre haram olur. Testi, ibrik ve küplerin örtülerinin ipekten yapılması caizdir. Erkeğin sarık örtüsünün ipekten yapılması haramdır. Ama sarığı kadın kullanacak­sa, örtüsünün ipekten yapılması, uçkurun ve fes, ya da takke bağının ipek­ten yapılması caizdir.Mürekkep hokkası kılıfının da ipekten olması bu hükme tabidir.

Erkeğin zaruret nedeniyle veya ihtiyaçtan ötürü ipek elbise giymesi caiz olur. Uyuzluğu veya biti gidermek için, namazda avret yerlerini örtebilmek için, başka bir giysi bulamadığı takdirde avret yerlerini insanların gözünden korumak İçin erkeğin ipek giysiler giymesi caiz olur. Kimsenin bulunmadığı ıssız yerde başka giysi bulamayan erkeğin ipek elbise giymesi caizdir. Ama başka giysi bulursa ipekliyi giymesi helâl olmaz. Erkeğin bir kısmı ipek, bir kısmı da yün, ya da pamuk veya keten veya bunlara benzer başka bir şeyden dokunmuş olan elbiseyi giymesi, ipeğin bu sayılan doku maddelerine eşit, ya da az olması şartıyla caiz olur. Ama ipek çoğunlukta olursa giymesi helâl olmaz. Erkeğin, elbisesine ipekten nakış yaptırması ve nakış işletmesi caiz­dir. Yalnız nakısın dört parmak eninden fazla olmaması gerekir. Müslim'­in, Peygamber (s.a.v.)'in bu nitelikteki elbiseyi giydiğine ilişkin iki rivayeti, yukarıdaki ölçüyü aşmadığı takdirde ipek nakışlı elbiselerin giyilebileceğine delâlet etmektedir. Kadınlara gelince onların ipek elbise giymeleri, ipek ya­taklara girmeleri, çeşitli kullanım şekilleriyle ipeklileri kullanmaları helâldir. İpek, bâlîğ olmamış çocukla deliler için de helâldir. Erseliklerse bu hususta erkeklerin statüsüne tabidirler.

Tamamı veya büyük bir kısmı safran bitkisiyle boyanmış olan örfe gö­re kendisine; "Bu safranla boyanmıştır" denilebilen elbiseyi giymek de ha­ramdır. Ama safran boyasının bazı damlacıklarının bulaşmış olduğu elbise böyle olmayıp giyilebilir. Aynı kayıtlar çerçevesinde aspurla boyanmış giy­siyi giymek mekruhtur. Ama aspur boyasının bazı damlacıklarının bulaşmış olduğu giysiyi giymek mekruh değildir. Aspur, bilinen sarı renkli bir bitki­dir. Bu sayılanlardan başka ister siyah, ister beyaz, ister san, ister kırmızı, ister çizgili desenli, ister desensiz olan, hangi renkte olursa olsun her renk giysiyi giymek ne haram, ne de mekruhtur.

Namazda ve temiz giysiler içinde edâ edilmesi şart olan diğer ibâdetler­de, afvedilmeyen vasıftaki necâsetli veya asıl itibariyle necis giysileri giymek de haramdır.

Hanbelîler dediler ki: İster elbise şeklinde, ister başka şekillerde olsun, ipekli kullanmak erkeklere haramdır. Giyilen elbise ipekle astarlı ol­sa veya giyilen ipek elbise başka maddelerle astarlı da olsa, erkekler için ha­ramdır. Şalvar veya don uçkurunun, teşbih ipinin ve benzerî şeylerin ipekten olması yine haramdır. Yalnız, düğme veya püskül gibi başka şeylere tâbi olan nesnelerin ipekten yapılması caizdir.

İpek sergi üzerine oturmak, ipeğe yaslanmak, ipek yastık kullanmak, ipekli şeyleri duvara asmak, duvarları ipek örtülerle örtmek haramdır. Yal­nız Kabe duvarlarını ipek örtülerle örtmek haram değildir. Erkeğin, yarıdan azı veya en fazla yarısı ipek, diğer kısmı yün, pamuk ve keten gibi başka maddelerden mamul elbiseyi giymesi helâldir. Ama çoğunluğu ipek olursa haramdır. Ancak ipek daha ağır olur da diğer maddeler görünüm bakımın­dan daha fazla yer tutarlarsa bu takdirde giyilmesi helâl olur. Kumaşın boy­lamasına ipleri ipek, enlemesine ipleriyse başka maddelerden olursa, meşhur görüşe göre bu kumaş da Hanbelîlere göre haramdır. Ama bazı Hanbelîler bu nitelikteki kumaşın giysi olarak giyilmesinin caiz olduğunu söylemişler­dir. Hâlis ipek anlamına gelen dibâc da ipek hükmündedir.

Buraya kadar anlatılan hususlarda erselikler, çocuk ve deliler de erkek­lerin statüsüne tabidirler. Onlara ipek elbiseler giydirmek haramdır. Bitleri gidermek veya ipek giysi giymenin yararlı olacağı bir hastalığı izâle etmek, mubah maksatlı bir savaşta ihtiyaç duyulmasa bile miğfer ve zırh astarı için ipek giymek veya kullanmak caizdir. Sıcaktan veya soğuktan korunmak, ya da düşmana karşı muhafaza olunmak ve benzeri sebebler için ipek giymek mubahtır. Erkeğin, dört parmak genişliğinden fazla olmamak şartıyla elbi­sesini ipekle nakışlayıp süslemesi mubahtır. Bu ölçü, normal büyüklükteki dört parmağın yanyana getirilip yumulması hâlinde kapladığı yer kadardır. Aynı ölçüyü aşmaması şartıyla, erkeğin elbisesini ipekle yamaması mubah­tır. Erkeğin yine aynı ölçüde olmak üzere boynun çıkış yerinin etrafındaki yakasına ipek şerit geçirmesi de caizdir. Mushaf kesesinin ipekten olması, ipekle dikiş dikilmesi, ipek düğmeler kullanılması caizdir. Palto ve yatak as­tarlarının ipekten olması mubahtır. Çünkü bu astarlar bizzat giysi ve yatak değildirler. Bu astarlarla, insanların gözlerinden gizlenmektedir. Dolayısıy­la bunda bir övünmek ve böbürlenme sözkonusu değildir.

Erkeğin safran bitkisiyle boyanmış elbiseyi, hâlis kırmızı renkteki giysiyi giymesi mekruhtur. Hâlis kırmızı renkli bir astarla astarlansa bile, başka renklerin karışık olduğu kırmızı renkli bir giysiyi giymek mekruh değildir. Safran bitkisiyle boyanmış bir giysiyi, gelinlerin baş örtüsü şeklinde başa ko­nulup salıverilen ve taylesan denen başlığı giymek mekruhtur. Kadına gelin­ce onun, ipek giysi giymesi ve her türlü kullanım şekliyle kullanması helâldir. Hangi renkle boyalı olursa olsun her renkteki elbiseyi giymesi de aynı şekil­de helâldir.                                      

Hanefîler dediler ki: İpek böceğinden elde edilen ipekten yapılmış elbiseyi erkeğin zaruret dışında giymesi haramdır. Ama ipeği sergi olarak kul­lanması, üzerinde yatması, yastık olarak kullanması meşhur görüşe göre ca­izdir. Uzunluğu parmak boyunu aşsa bile, eni dört parmak genişliğinde olan ipek parçasını kullanması da. caizdir. Elbise süs ve nakısının, fes ve takke düğmesinin veya bağının, dört parmak genişliğinden fazla olmaması kaydıyla ipekten olması caizdir. Elb'ise kenarına dört parmak genişliğinde ipek bant konulması da caizdir. Cübbenin yakasına, kaftanın eteğine vurulan ipek şe­rit de, belirtilen ölçüden fazla olmamak şartıyla helâldir. Aynı şekilde şalvar veya don uçkurunun yukarıda belirtilen ölçüyü aşmaması şartıyla ipekten yapılması caizdir. Uçkurun ipekten yapılmasıysa, sahîh görüşe göre mekruh olmakla birlikte helâl olur. İpeğin gömleğin alt tarafına pervaz kılınmasın­da bir sakınca yoktur. Ama gömleğe astar olarak İpek kullanılması mekruhtur.

Hanefî mezhebinin meşhur görüşüne göre, arada bir perde bulunarak da giyilse, ipekten mamul giysiler erkeklere haramdır. Ebû Hanîfe'den nak­ledildiğine göre ipekli giysi, vücûda temas ederse giyilmesi haram olur. Ama ipekli giysi ile vücûd arasında bir perde bulunursa haram olmaz. Bu, büyük bir ruhsattır. Erkeklerin hâlis ipek (Dibâç) ten yapılmış cibinlik içinde uyu­maları caizdir.

İpekten yapılmış veya üzerinde dört parmak miktarından fazla olan ipekle işlenmiş nakışlı, kalensüveadı verilen külah ve takkeleri giymek mekruhtur.

İpekten yapılmış para keselerini kullanmak helâldir. Muska ve benzeri vücûda asılan şeylerin keseleri ipekten yapılmış olursa erkeklerin bunları ta­kınmaları mekruh olur.

İpekten yapılmış seccade üzerinde namaz kılmak kerahetsiz olarak ca­izdir. Saatin kulpuna takılan, teşbihe geçirilen ipin, terazi ve anahtar ipinin, mürekkep hokkası kılıfının ipekten olması caizdir. Aynı şekilde ipek kağıt üze­rine yazı yazmak, mushaf çantasının ipekten olması, kapı ve pencerelere çe­kilen perdelerin ipekten olması meşhur görüşe göre caizdir. Çocuğun yattığı yerin ve yatağının üzerine ipek divan örtüsü koymak caizdir. Ama ipek kı­lıflı yorganı örtünmek mekruhtur.

Mâlikîler dediler ki: Baliğ olan erkeklerin ipek elbiseler giymeleri haramdır. Küçüklerin bunları giymelerine gelince; bazısı helâl, bazısı haram ve bazısı da mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu mezhebe göre uyuz hastalığını veya bitleri gidermek, ya da benzeri maksatlarla ipek elbiseler giymek caiz değildir. Savaşta ipek giymek de caiz değildir. Hanımı ipek sergi üzeri­ne oturan bir erkeğin de ona tâbi olarak, birlikte ipek sergi üzerinde otur­ması haramdır. Bazı kimseler, erkeğin hanımına tâbi olarak onunla birlikte oturmasının caiz olacağını söylemişlerdir. Divan örtüsünün, ipek sergi üze­rine konulması, haramlığı ortadan kaldırmaz.

İpekle astarlanmış, ipekle çarşaflanmış, ipekle yazılmış giysiyi giymek helâl değildir. Ama İpek miktarı bir parmak miktarından daha az olursa he­lâldir. Bundan fazla olup bir parmakla dört parmak genişliği kadar olursa giyilmesi mekruh olur. Bazıları, bu kadar olunca da giymenin caiz olacağını söylemişlerdir. Dört parmak genişliğinden fazla olursa giyilmesi haram olur. Üzerinde oturmayıp da ipeği kapı ve pencerelere perde olarak asmak, kerâhetsiz olarak caizdir. Mushafı ipek üzerine yazmak da kerahetsiz olarak ca­izdir. Ama boylam ipleri ipekten, enlem ipleri yün, pamuk, ya da ketenden dokunmuş kumaştan giysi giymek, doğru görüşe göre mekruhtur. Kadınla­rın ipek giysi giyinmeleri ve ipekten yapılmış eşyayı kullanmaları helâldir. (El ve yüz gibi) organları silmek için böbürlenmeye kaçmaksızm ipek men­dil kullanmak helâldir. Yemek yerken kişinin önüne koyduğu peşkirin ipek­ten olması mekruhtur.

Boylam ipleri ipek, enlem ipleri yün, pamuk, keten ve benzeri madde­lerden olan kumaşı giymek helâldir. Enlem ipleri ipek, boylam ipleri ise pa­muk olan kumaşı giymek sâdece savaş hâlinde helâl olur. Hem enlem, hem boylam ipleri ipek olan kumaştan yapılmış giysiyi sâdece savaş hâlinde giy­mek helâl olur. Ne var ki böyle bir giysi içinde namaz kılınamaz. Fakat, düş­man saldırısından korkulursa, bunlarla namaz da kılınabilir. İpek giysiyi savaşta giymek iki sebebten dolayı helâl olur:

1- Silâhın zararını önleyecek derecede kalın olması.

2- Düşmana karşı heybetli görünmek ve onların kalbinde korku peyda etmek.

Bu iki şartın gerçekleşmemesi durumunda, ipekli giysileri barış zama­nında giymek helâl olmadığı gibi, savaş zamanında giymek de helâl olmaz.

Erkeğin sarı ve kırmızı renkte safranla boyalı elbiseyi giymesi, meşhur kavle göre mekruhtur. Bazıları, diğer renkteki elbiseleri giymek mekruh ol­madığı gibi, sarı ve kırmızı renkteki elbiseleri giymenin de mekruh olmadığı görüşündedirler. Kadınlara gelince, onların ipek giysiler giymeleri ve her türlü kullanım şekliyle, ipek eşya kullanmaları helâl olur. Her renkteki elbiseleri giymeleri de helâl olur.

 

Altın Ve Gümüşten Giyim Ve Kullanımı Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler

 

Altın ve gümüşü kullanmak erkeğe de kadına da haramdır. Altın ve gümüşü kullanmanın erkeğe ve kadına yasaklanmasının sebebi oldukça açıktır. Bu iki madeni kullanmakla; insanların nakit olarak kullandıkları al­tın ve gümüş miktarı piyasadan çekilmekte, geçimlerini büyük çapta gay­retler sarfettikten sonra ancak zar-zor temin edebilen yoksulların kalbi kırılmaktadır. Büyük sıkıntılar içinde olan yoksullar, başkalarının bu ma­denleri aşırı derecede israf ettiklerini, bunları hiç umursamaksızın yanla­rında alıkoyduklarını Görmektedirler. Bu durumu gören yoksulların kalbi ürpermekte, bu da gönüllerine çok kötü bir etki yapmaktadır. Bu nedenle de İslâm dîni, gerekli bazı haller dışında altın ve gümüşü kullanmayı ka­dın ve erkeklere haram kılmıştır. Meselâ süslenmek için kadının altın ve gümüş kullanmasına müsâade edilmiştir. Çünkü kadın, süslenmeye zo­runlu olarak muhtaçtır. Bu sebeple de dilediği kadar artın ve gümüşle süs­lenebilir. Erkeklerin gümüş yüzük takınmaları mubahtır. Zîrâ erkek, adını üzerine yazdırmak ve mühür olarak kullanmak için yüzüğe ihtiyaç duyar. Böyle yaparak yüzüğünü kullanması kolay olur. Parmağında taşımakla da (yitirmekten) emîn olur. İleride de açıklanacağı üzere, piyasada bu ma­denlerin azalmasına neden olmayacak kadar az miktardaki altın ve gü­müşü kullanmak da mubahtır.

Altın ve gümüş kaplar edinmek haramdır. Erkek veya kadının bu kap­larda yeyip-içmeleri, Peygamber (s.a.v.)'in şu yasağından ötürü haram kı­lınmıştır:

"Altın ve gümüş kaplarda içmeyin ve (yine bu madenlerden yapılmış tabaklarda) yemeyin. Çünkü bunlar, dünyada onlar (Allah'ı tanımayanlar) âhirette İse Sizler İçindir.[22]

Altın ve gümüş kaplardaki yağ ve kokuyu sürünmek de haramdır. Bu kaplan kullanmak haram olduğu gibi, kullanmaksızın mal edinip bulun durmak da haramdır. Ama kullanması helâl olan kimselere kiraya vermek maksadıyla mal edinmek müstesnadır. Altın ve gümüş kaşıklarla yemek, altın veya gümüşten yapılmış sürme mili, ayna, divit kalemi, tarak, buhur­danlık ve ibrik edinmek haramdır. Altın veya gümüşten yapılmış kahve fincanı, saat kabı, nargile şişesi ve benzen eşyaları edinmek de haramdır. Altın veya gümüş madenlerinden yapılmış olup da kullanılması helâl olan eşyaya gelince, mezheblerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(56) Hanefîler dediler ki: Kişinin, evini altın ve gümüş kapla süslemesi caizdir. Yalnız, bunları kullanmaması ve böbürlenme aracı yapmaması şart­tır. Böbürlenmeye kaçmaksızm, önce de belirtildiği gibi, ipek sergi üzerine oturması, ipekli yastıklara yaslanması da caizdir.

(57) Mâlikîler dediler ki: Erkeğin kılıcını altın veya gümüşle süslemesin­de bir sakınca yoktur. Bu süs, kabza gibi kılıca bitişik bir parça da olsa, kın gibi kılıçtan ayrı bir parça da olsa farketmeyip aynı hükme tâbidir. Kadının ise, kılıcını bu madenlerle süslemesi haramdır. Çünkü onun sâdece bu ma­denlerden vücûda takınılan şeyleri kullanması mubahtır. Kılıçtan başka di­ğer savaş âletlerini süslemek de haramdır. Mushaf cildini, ta'zim etmek kastıyla dıştan altın veya gümüşle süslemekte bir sakınca yoktur. Ama altın ve gümüşle iç kısmını süslemek, bu madenlerle ona yazı yazmak veya cüzle­re ayırmak mekruhtur. Mushaf dışındaki kitapları bu iki madenle süslemek-se mutlak surette haramdır.

Dişi düşen kimsenin, onun yerine altın veya gümüş bir diş takması ca­izdir. Burnu kesilen kişinin de, bu madenlerden yapılmış bir burun taktır­ması caizdir. Erkeğin iki dirhem ağırlığında gümüş yüzük takınması caizdir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ağırlığı iki dirhem olan gümüş bir yüzük takın­mıştı. Bizim de O'na uymayı kastederek ve hepsinin toplam ağırlıkları iki dirhem olsa bile, birden fazla olmamak şartıyla gümüş yüzük takınmamız caiz olur. iki dirhemden fazla olan gümüş yüzüğü (bir tane olsa bile) takın­mak haramdır. Aynı şekilde bir kısmı altın, bir kısmı gümüş olan yüzüğü de, altın kısmı gümüşten az olsa bile, takınmak haramdır. Gümüş yüzüğü sol elin serçe parmağına takmak müstehabtır. Sağ ele takmak mekruhtur. Başka bir madenden yapılmış olup altın veya gümüşle kaplanan kablarla il­gili olarak biri yasaklayan, diğeri mubah kılan iki görüş vardır. Bunlardan ikisi de aynı ağırlıktadır. Altın veya gümüşten yapılmış olup bakır veya kur­şunla kaplanan kablarla ilgili olarak biri yasaklayan, diğeri mubah kılan İki görüş vardır. Ama itimâda şayan olan:yasaklayan görüştür. Ağaç ve benzeri bir şeyden yapılıp da kırılmış olan ve altın ya da gümüş bir telle lehimlenen veya tutturulan kablarla ilgili olarak da biri yasaklayan, diğeri de mekruh olduğunu söyleyen iki görüş vardır, ki her ikisi de ağırlık bakımından aynıdır.

Duvara asmak için altın, ya da gümüş halka takılan kap da bu hükme tâbidir. İnci veya yakut gibi cevherlerden yapılan kaplara gelince, bunlarla ilgili olarak biri yasaklayan, diğeri mubah kılan iki görüş vardır ki, her ikisi de aynı ağırlıktadır.

Bıçak, hançer, gem ve benzeri nesnelerin altın veya gümüşle kaplanma­sı hususunda da önceki ihtilaf söz konusudur. Bıçak sapının ve benzeri şeylerin gümüşten olmasına gelince, bunların haramlığı ihtilafsız bir şekilde kesindir. Erkeğin ve kadının demir ve bakır yüzükler takınmaları mekruh­tur. Akik ve diğer cevherlerden yapılan yüzükleri takmaksa caizdir.

Şâfiîler dediler kir Erkeğin ve kadının altın veya gümüşten yapılma burun taktırması; aynı şekilde dişi düşenin, düşen diş yerine altın veya gü­müşten yapılma diş taktırması; parmak ucu kopan birinin, altın veya gümüşten yapılma parmak ucunu taktırması caizdir,

Mushafı gümüşle süslemek erkeğe de kadına da caizdir.Altınla süslemekse yalnızca kadına caizdir. Süslemek, üzerine ince parçacıklar yapıştırmaktır. Mushaf'ı altın ve gümüşle kaplamak caiz değildir. Arada hiç bir fark olmak­sızın erkeğin de, kadının da Mushaf'ı altın veya gümüşle yazmaları, mûtemed görüşe göre caizdir/,'Ateşe yaklaştırıldığında bir parçası eriyip kopmayacak şekilde, kalınca demir veya kurşunla kaplanmış olan altın veya gümüş kabları kullanmak caizdir. Kadının değil, fakat erkeğin savaş âletini gümüşle süslemesi, ya da kaplaması caizdir. Kapları gümüş zincir veya - küçük olması şartıyla- gümüş levha ile onarmak caizdir. Kullanılması zo­runlu olan kabı büyükçe bir gümüş levhayla onarmak mekruhtur. Kullanıl­ması zorunlu olmayan bir kab için böyle yapmak haramdır. Büyükçe levhadan kasıt, kabın bir yanını kaplayacak bir büyüklükte olmasıdır. Küçük levha ise, bundan daha az yer tutan levhadır. Büyüklük ve küçüklükte ölçüyü tesbittebaş vurulacak merciin örf olduğu söylenmiştir. Erkeğin, kullanması helâl olan kimselere kiraya vermek amacıyla, altın ve gümüş ziynetleri bulundur­ması, Şafiî mezhebine göre ihtilafsız olarak caizdir.

Erkeğin gümüş yüzük takması helâldir. Hatta ağırlık, yer ve zaman ba­kımından emsaline uyarak ve israfa, kaçmamak halinde gümüş yüzük takın­ması sünnet olur. Emsalinin normal adedinden fazla (ağırlıkta) olursa haramdır. Gümüş yüzüğü sağ elin serçe parmağına takmak daha fazîletli-dir. Yüzüğün kaşım avuç içi tarafına çevirmek sünnettir.

Altın yüzük takmak mutlak surette haramdır. Esahh olan görüşe göre demir, bakır ve kurşundan yapılmış yüzüğü takmak, kerahetsiz olarak caizdir.

Hanefîler dediler ki: Altın, ya da gümüş bir kaba konulan yemeği yiyecek plan kişinin, lokmayı almak için yalnız elini veya kaşığını kaba dal­dırması sakıncalı olmaz. Altın veya gümüş kabı elle tutup kullanmak tahri-men mekruhtur. Meselâ hamamda gümüşten yapılmış maşrapayla su alıp başına döken kimsenin davranışı tahrîmen mekruh olur. Altın veya gümüşle yaldızlanmış bir kapta yemek ve içmek, gümüşlü ya da altınlı kısmını ağza getirmemek şartıyla caizdir. Kırık yerleri altın veya gümüşle tutturulmuş olan kapları, kürsüleri ve karyolaları, altınlı veya gümüşlü yerlerine dokunulma-ması hâlinde kullanmak da caizdir. Ayna ve benzeri şeylerin kulpunu altın ya da gümüşten yaptırmanın bir sakıncası yoktur. Atın gemi veya eğerini altın veya gümüşle süslemek, altınlı ya da gümüşlü yerin üzerine oturma-mak kaydıyla, caiz olur.

Altın ve gümüşle nakışlanmış elbiseyi giymek caizdir. Erimesi hâlinde kıymet tutacak kadar altın veya gümüşün elde edilemiyeceği ölçüde altın ya da gümüşle kaplanmış eşyaları kullanmak da aynı şekilde caizdir. Altın ve­ya gümüşü bıçağın kesici kısmına veya kılıcın kabzasına koymak, bunları kullanırken, elin altınlı ya da gümüşlü yere değdirilmemesi şartıyla mekruh olmaz. Kılıcı, kılıcın askı kayışını altın ya da gümüşle süslemekte bir sakın­ca yoktur. Kemerin ise, gümüşle süslenmesi böyledir, ama altınla süslenme­si tahrîmen mekruhtur.Bıçak, makas, kalemlik, mürekkep hokkası ve aynanın altınla süslenmesi tahrîmen mekruhtur. Ama bunların gümüşle süslenmele­rine ilişkin iki görüş vardır. Saat, kapı ve benzeri şeylerin çivi ve civatalan-mn altından, ya da gümüşten olmasında bir sakınca yoktur. Ama kapının altın veya gümüşten yapılması tahrîmen mekruhtur. Savaş âletlerine altın veya gümüş konulmasında sakınca yoktur. Silâhın altın veya gümüşle kaplanma­sında da bir sakınca yoktur. Altın veya gümüşle kaplı kablardan yararlan­mak; akîk, billur, cam, zeberced ve kurşundan yapılma kapları edinmek ve bunlardan yararlanmakta da bir sakınca yoktur.

Erkeğin, erkeklerce takılması âdet olan şekilde yapılmış olması şartıy­la, gümüş yüzük edinmesi caizdir. Sözgelimi çift kaşlı olma ve benzeri şekil­lerde kadın yüzüğü şeklinde yapılan gümüş yüzüğü takmak, erkek için tahrîmen mekruhtur. Gümüş dışında; demir, bakır ve kurşun gibi maden­lerden yapılma yüzükleri erkeklerin-de, kadınların da takmaları mekruhtur. Akikten yapılma yüzüğü takmaya gelince, bu konuda ihtilâf vardır. Doğru olan görüşe göre caizdir. Yüzüğün kaşındaki deliği altın çiviyle doldurmak­ta bir sakınca yoktur. Gümüş yüzüğün bir miskal miktarından fazla olması doğru olmaz. Erkeğin, hâkim ve kadı olma gibi bir özellikten dolayı, adını yüzüğüne yazdırarak mühür yapması gibi bir ihtiyacın belirmesi nedeniyle gümüş yüzük edinmesi sünnet olur. Yüzüğünü de sol elin serçe parmağına takar. Sağ elinkine takması da caizdir.

Dişleri gümüş telle bağlamak ihtilafsız olarak caizdir. Altın telle bağla­maya gelince, bunun caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Düşen ve­ya çekilen dişin yerine gümüş diş taktırmak caizdir. Altın diş taktırmanın caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır.

Hanbelîler dediler ki: Temiz madenlerden yapılma kaplan edin­mek mubahtır. Bu madenler cevher, billur, yakut ve zümrüt gibi pahalı ol­salar da, ağaç, demir ve bakır gibi pahalı olmasalar da mubahtır. Ancak altın ve gümüşten yapılma kaplan edinmek haramdır. Yine bu iki madenden ya­pılma kapları kullanmak da haramdır. Kırık veya çatlak olup da altın veya gümüşle lehimlenip tutturulmuş kapları kullanmak erkeğe de kadına da ha­ramdır. Altın ve gümüşten yapılma sürme mili edinmek ve bu madenlerden biriyle kaplanmış kapları kullanmak haramdır. Altın veya gümüşten yapı­lan (masa ve sandalye gibi) yemek yeme araçlarını kullanmak da haramdır. Bu madenlerle nakışlanmış kaplan kullanmak haramdır. Az da olsa elbise de bulunan altını kullanmak haramdır. Sâdece yüzük kaşının altından olması caizdir.

 

Av Ve Boğazlanan Hayvanlar Bahsi

 

Allah'ın, yemesini helâl kıldığı temiz şeylerden biri de av hayvanları­dır. Av, az ileride açıklaması yapılacak şartlar doğrultusunda avlanılan, eti yenir hayvanlardır.' Bu, avlanma nedeniyle insanlara, ekinlerinin telef edilmesi veya evlerinde rahatsız edilmeleri şeklinde bir zarar verilmediği veya sırf oyun, ya da eğlence olsun diye yapılmadığı takdirde mubahtır. Aksi taktirde haramdır.

Delili:

Av etini yemenin caiz oluşu; Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitab'tan delil olarak şu âyet-i kerîmeleri gösterebiliriz:

"(Ey rasûlüm) sana, kendilerine hangi şeylerin helâl kılındığını soru­yorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğret­tiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarından yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın. (Besmele çekin).[23]

''ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" [24]İkinci âyetteki avlanma emri, avlanmanın helâl olduğunu ifâde et­mektedir.

Sünnetteki delile gelince, bu hususa örnek olarak birkaç hadîs gös­terebiliriz:

Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre Ebû Sa'lebe (r.a.) demiştir ki: Ya Rasûlallah: Ben av yerinde bulunuyorum. Yayımla veya eğitil­memiş, ya da eğitilmiş köpeğimle avlanıyorum. Yapmam gereken, en uy­gun davranış ne olmalıdır? Rasûlullah (s.a.v.) dedi ki:

"Yayınla avladığın ve üzerine besmele çektiğini ye. Eğitilmiş köpe­ğinle avladığın ve üzerine besmele çektiğini ye. Eğitilmemiş köpeğinle av­ladığın ve kesmesine kavuştuğunu da ye.[25]

Buhârî ve Müslim, Adiyy İbn Hâtim'in şöyle dediğini rivayet etmişler­dir: Rasûlullah (s.a.v.) a mi'razla avlanan hayvanın durumunu sordum. (Mi'raz: Kanat geçirilmemiş, ortası kalın, iki ucu keskin değil de, hedefe enlemesine İsabet eder). Bana cevâb olarak dedi ki:

"Ona keskin ucuyla isabet ettirdiğinde ye. Enlemesine isabet ettirir-sen yeme. Çünkü o, ağaçla vurularak öldürülmüştür.[26]

Müslim, Adiyy İbn Hâtim'den naklen Rasûlullah (s.a.v.) in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir:

"Okunu attığında Allah'ın adını an. (Besmele çek). Hayvanı ölü ola­rak bulursan ye. Ancak suya düşüp de ölmüş olarak bulursan (yeme). Çün­kü onu suyun mu öldürdüğünü, yoksa senin okunun mu öldürdüğünü bilemezsin.[27]

Bu rivayetler, avla ilgili olarak sünnet-i seniyyede vârid olan hadîs-i şeriflerden birkaçıdır. Görüldüğü gibi bu rivayetler, az sonra açıklaması yapılacak olan av ahkâmının büyük bir kısmını içermektedirler. Aşağıda belirtilen şartlar çerçevesinde av hayvanlarının etlerini yemenin helâl ol­duğu hususunda müslümanlar icmâ etmişlerdir.

 

Şartlan:

 

Avlanan hayvanların etinin helâl olması için bazı şartlar aranır ki, bu şartların bir kısmı avcıyı, bir kısmı avlamlması helâl olan hayvanı, bir kıs­mı da av köpeği veya ok gibi av âletini ilgilendirir.

 

Avlanılmas1 Ve Avlanarak Yenilmesi Helâl Olan Hayvanla İlgili Şartlar

 

Avlamlması helâl olan hayvanın etini yemek ya helâldir, ya da değil­dir. Eti yenmeyen hayvanlardansa avlamlması, şerrini defetmek amacıyla helâl olur. Bu amaçla öldürülmesi de helâldir. Diş ve tırnak gibi, yararlanılması mubah olan parçalarından yararlanmak için de avlamlma­sı hela! olur. Eğer eti yenen hayvanlardansa, avlamlması şu şartlarla he­lâl olur:

1- Yaratılışının gereği yabanî olan; geyik, yabanî eşek, yabanî sığır, yabanî tavşan gibi, ne gece, ne de gündüz insanlara yanaşmayan ve ül­fet etmeyen hayvanları avlamak helâl olur. Bunlar ehlîleşip tekrar yabânî-leşseler yine avlanmaları helâl olur. Ama ehlîleştikten sonra öylece kalırlarsa etlerini yemek, ancak şer'î olan norma! kesimle helâl olabilir.

Deve, sığır ve davar gibi ehli hayvanların etlerini yemek, ancak şer'î kesimle helâl olur. Avlanarak etlerini yemek helâl olmaz. Bunlardan biri yabânîleşirse, sözgelimi deve, sığır veya bir koyun ürküp kaçar da ya­kalanmasından âciz kaknırsa, akrederek etini yemek helâl olur. Akr; ok ve benzeri bir şeyi f&rtatarak hayvanın vücûdunun herhangi bir tarafını yaralamaktır. Tabiî bu darbeyle kanının akması, ölmesi, bu darbeyi vuran kişinin de kesmeye ehîl olması ve kesmeye niyet etmesi şarttır. Örneğin bir hayvan kuyu veya benzeri bir yere düşer de oormal kesim yerinde ke­silmesi mümkün olmazsa, vücûdunun herhangi bir tarafına ok veya ben­zeri bir şeyle vurmak helâl olur buna zaruri kesim adı verilir.

2- Hayvan serkeş olup kendisine güç yetirilememelidir. Kendisine güç yetirilebilen tavuk, evcil kaz, ördek ve ev güvercinlerini avlayarak etlerini yemek helâl olmaz. Çünkü bunlar ehlî olup kendilerine güç yetirilebilir. Ama dağ güvercinleri yabanî olup kendilerine güç yetirilemediği için, bun­ları avlayarak etlerini yemek helâl olur.

3- Avlanacak hayvan başkasının mülkü olmamalıdır. Başkasına âit bir hayvanı avlamak haramdır. Avlayarak bunların etlerini yemek helâl olmaz.

4-Avlanacak hayvan kurt, kartal, yırtıcı hayvan gibi sivri kesici dişle­riyle veya pençesiyle saldırıp parçalayan veya eti yenmeyen diğer hay­vanlardan biri olmamalıdır.

5- Avlanılan hayvana henüz hayattayken ulaşılmış olmamalıdır. He­nüz hayattayken ulaşılıp yakalanan hayvanın etinin helâl olabilmesi için şer'î kesimle kesilmesi gerekir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

Avlanan hayvanla İlgili olarak bazıları ek bir şart daha ileri sürmüş­lerdir ki, bu şart aşağıda belirtilmiştir.

 

(58) Hanefîler dediler ki: Bir davar sahrada ürküp kaçarsa, diğer yabanî sığır ve develer hükmüne girer. Ama şehir içinde kaçarsa akredilmekle etini yemek helâl olmaz. Deve ve sığırın aksine, yakalanması zor olmaz. Böyle ürküp kaçan bir davarı yakalamak için bir insan topluluğunun yardımına gerek yoktur. Ama bir deve ve benzeri bir hayvan kaçar da, ancak bir toplu­luğun yardımıyla yakalanması mümkün olursa ona ok ve benzeri bir şey atarak akretmek caiz olur.

(59 ) Mâlikîler dediler ki: Aslen evcil bir hayvanın, bu hayvan ister yabânîleşip sonra yine evcil olsun, ister yabanîliğinde devam etsin, normal şer'î kesimden başka bir yolla etini yemek helâl olmaz. Meselâ, başını alıp kaçan bir deve veya sığırı, ya da bunlar gibi bir hayvanı bir kimse ok atarak akrederse, yaralanıp ölen bu hayvanın eti helâl olmaz. Aynı şekilde bir hayvan kuyuya düşerse, ancak şer'î kesimle kesilmesi hâlinde etini yemek helâl olur. Bazı kimseler yabânîleşen sığırı bu hükmün dışında tutmuşlar ve böyle bir sığırı akretmekle etinin helâl olacağını söylemişlerdir. Çünkü bunun karşılı­ğı olan yabanî sığırın, avlayarak etini yemek helâl olmaktadır. Ehli bir sığır yabânîleşirse akretmekle eti helâl olur. Çünkü benzeri olan yabanî sığırın da avlanmakla etini yemek helâl olmaktadır. Ev güvercini yabânîleşirse bazısı aylamakla etinin helâl olacağını, bazısı da helâl olmayacağını söylemişler­dir. Mûtemed olan görüş helâl olmayacağı doğrultusundadır.

(60) Hanbeliler dediler ki: Avcı, avladığı hayvana ulaştığında onda yer­leşik olmayan bir hayat olduğunu, yani boğazlanmakta olan bir hayvanın hareketlerini yapmakta olduğunu görürse, kesmesine gerek kalmaz. Çünkü silâhı ona atmış olması, kesim yerine geçer. Bazı şartlarla etini yemesi helâl olur. Avladığı hayvana ulaştığında onda, boğazlanmakta olan bir hayvanın hareketlerinden fazla yerleşik bir hayat görür, fakat kesmeye zaman bula­mazsa, yine bazı şartlarla etini yemek helâl olur. Ama avladığı hayvana ulaş­tığında onda yerleşik bir hayat görür ve kesecek kadar zamanı da olursa etini yemek, ancak şer'î kesimle helâl olur. Çünkü bu durumda ona güç yetirebi­lir olmaktadır. Böyle olunca da, güç yetirilebilen diğer hayvanların statüsü­ne girer. Bu durumda kesmek için beraberinde bir âlet bulunmaz da hayvan o haliyle ölürse, etini yemek helâl olmaz. Çünkü o, helâl olması ancak şer'î kesimle sağlanabilen diğer hayvanların hükmüne girmiştir. Avcının, bera­berindeki köpeğini üzerine saldığı ve köpeğin de süratle üzerine atılıp öldür­düğü avın etini yemek helâl olur.

Hanefîler dediler ki: Kişi avladığı hayvana ulaştığında onda, bir gün veya daha az süre yaşamak gibi, boğazlanmakta olan bir hayvanın hareket­lerinden daha fazla hareket görürse, şer'î kesimle kesmedikçe eti helâl ol­maz. Hayvana ulaştığında av köpeğinin karnını deşmiş veya okun kalbine saplanmış olması gibi onda boğazlanmakta oîan bir hayvanın hareketlerin­den başka bir şey göremezse; şer'î kesimle kesmeden etini yemek helâl olur. Öyle ki bu durumdan sonra suya düşse bile eti helâl olur. Çünkü kendisinde boğazlanmakta olan hayvanın hareketlerinden başka hareket kalmamasın­dan sonra ölümünü sudan bilmek artık mümkün olmaz. Avcının bu durum­da onu kesme imkânının olup olmaması arasında hüküm bakımından bir fark yoktur. Ama uçurumdan düşen hayvanın durumu bunun tersinedir. Böyle bir hayvan, kendisinde boğazlanmakta olan bir hayvanın hareketi görülür­ken kesilirse eti helâl olur. Çünkü onda, hayatın net bir şekilde görülmesi şart değildir ve sâdece mutlak hayatın var olması yeterli olur. Bazıları da derler ki: Avlanan hayvan da böyledir. Avlanan hayvanda gizli de olsa hayat bulu­nursa, boğazlanmakta olan hayvanın hareketinden başka bir hareket kendi­sinde bulunmasa bile kesilmesi zorunludur. Bütün bu anlatılanlar avcının, hayvana ulaşıp onu alması hâlinde sözkonusudur. Ama ulaşıp da almaz ve kesmesine yetecek kadar bir süre kendi hâline bırakır ve ölürse eti yenemez. Ölmezse eti yenilebilir.

Şâfiîler dediler ki: Avcı, avladığı hayvana sağ olarak ulaşıp nefes borusunun kesilmiş ya da bağırsaklarının çıkmış olduğunu, kendisinde bo­ğazlanmakta olan hayvanın hareketlerinden başka bir hareket bulunmadığı­nı görürse, kesmeksizin eti helâl olur. Ölümü de av aletiyle olur. Ama hayvanın rahatlaması için bıçağı boğazına sürüp kesmek mendub olur. Hayvana ulaş­tığında onda, boğazlanmakta olan hayvanın hareketlerinden fazla yerleşik bir hayat görürse, iki durum sözkonusudur: Kendisinin taksiri olmaksızın onu kesmesi mümkün olur veya olmaz. Eğer kendisinin taksiri olmaksızın onu kesme imkânını elde edemez ve hayvan da ölürse, eti helâl olur. Kesme­si mümkün olduğu halde kesmeyip kendi hâline bıraktıktan sonra veya ken­di ihmâli ve taksiri nedeniyle kesme imkânını elde edemez ve hayvan da ölürse, eti helâl olur. Kesmesi mümkün olduğu halde kesmeyip kendi hâline bırak­tıktan sonra, veya kendi ihmâli ve taksiri nedeniyle kesme imkânını bulama­dan ölürse, etini yemek helâl olmaz. Kendi taksiri olmaksızın kesme imkânını bulamamasına şu olayı örnek gösterebiliriz: Avcı onu kesmek için kesme âletini aramakla meşgul iken, kesemeden ölürse veya kesmek için yakalamışken vü­cûdunda geri kalmış olan kuvveti sarfederek elinden kaçtıktan sonra ölürse veya kesmeye yetecek zaman bulamazsa, (kesmeden) etini yemesi helâl olur.

Avcının kendi taksiri nedeniyle kesme imkânını bulamamasına da, av­cının beraberinde kesme âletinin bulunmaması veya olduğu halde kaybedil­mesini gösterebiliriz. Aynı şekilde, bıçağı bilemekle uğraşmaktayken hayvan ölürse yine eti helâl olmaz. Çünkü bıçağı daha önceden bilemeyi ihmâl et­miştir. Bıçağı bulur da eğilmiş olduğunu görür ve kesmek için doğrultma işiyle meşgul iken ölürse eti helâl olur. Yine kesmeden önce kıbleye döndürmek için uğraşırken ölen hayvanın etini yemek helâldir.

Malıkıler dediler ki: Avcı, avladığı hayvana sağken, ulaştığında, onun ciğerinin, böbrek veya dalağının çıkmış veya bağırsaklarının delinmiş, ya da beyninin dışarı fırlamış olduğunu görür ve böylece hayvanın öldürücü bir darbe yediğini ve bu darbenin de hayvanı kaçınılmaz olarak ölüme götü­rücü olduğunu anlarsa, kesmeksizin dahi eti helâl olur. Ama avcı, avladığı hayvana ulaştığında, onun yediği darbenin öldürücü olmadığını görürse, şer'î kesimle kesmeksizin eti helâl olmaz. Kesmekte ihmâli olursa, meselâ kınına sokulmuş bıçağı çıkarmakla meşgulken hayvan ölürse, eti haram olur. Aynı Şekilde daha önce kavuşturması için bıçağı başkasına verip gönderir de ken­disi geldiğinde o adamı bulamaz ve kesmeden önce hayvan ölürse eti haram olur. Yine bunun gibi av köpeğini hayvanın üzerine gönderdikten sonra onu takİb etmekte geç davrandığı için avı ölü olarak bulursa; onu taleb etmek için gayret gösterdiği takdirde sağ olarak ele geçirip kesebileceği ihtimali ne­deniyle etini yemek helâl olmaz. Ama gayret gösterseydi de ona sağ olarak ulaşamayacağı hususu kesinlikle belli olursa etini yemek helâl olur.

 

Avcıda Aranan Şartlar

 

Avcıda bulunması gereken şartlan şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Avcı, müslüman veya Kitab Ehlî bir kişi olmalıdır. Mürted, putpe­rest, ateşperest ve hiç bir dîne mensub olmayan birinin kestiği hayvanın eti helâl olmadığı gibi, avladığı hayvanın da eti helâl olmaz. Kitab Ehlî bi­rinin kestiği veya avladığı hayvanın eti, mezheblerce belirtilen tafsilâtlı şart­lar çerçevesinde helâl olur.

2- Avcida aranan şartların ikincisi, onun akıllı ve mümeyyiz olmasıdı. Mümeyyiz olmayan çocuğun avladığı helâl değildir. Deli ve sarhoş da böyledir. Bunların kestikleri hayvan.da helâl olmaz.

3- Avcı, yaralayıcı âleti veya köpeği hayvanın üzerine atarken veya gönderirken Allah'ın adını anmalıdır. Kasıtlı olarak veya bilgisizlik Allah adını anmazsa, avladığı ya da kestiği hayvan helâl olmaz. Besmele çekmeyi unutan kişinin avladığı hayvan da, kestiği hayvan gibi helâl olur. Besmele için, aşağıda mezheblere göre açıklanan birta-. kim şartlar aranı.

4- Avcının, avlanması için köpeği ve benzeri bir hayvanı av üzerine gönderişi, mezheplerin aşağıda belirtilen tafsilatı çerçevesinde olmalidı.

5- Avcı ya da kesici, avlama ya da kesme işini görürken hayvanın eti-hin helâl olmasına niyet etmelidir. Buna niyet etmezse, sözgelimi herhangi bir âletle hayvana vurur da bu âlet onun boğazına isabet edip ölürse eti helâl olmaz. Çünkü bu darbeyle etini helâl kılmaya niyet etmiş değildir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(61) Hanefîler; avlanan hayvanla ilgili olarak beşinci bir şart daha ileri sürmüşlerdir İd, bu şart, avlanan hayvanın, deniz insanı, denizatı, deniz do­muzu ve benzeri balık suretinde olmayan deniz hayvanlarından olmaması­dır. Çünkü Hanefîlere göre bu hayvanları yemek helâl değildir. Yalnız su yılanı bu hükmün dışında tutulmuştur. Bu, her ne kadar kara yılanı şeklin­de olsa da avlanması ve yenilmesi helâldir. Avlayarak etinin yenilmesi helâl olan hayvanla İlgili şartlar beş tanedir.

1- Bu hayvan, haşerattan olmamalıdır.

2- (Balık dışındaki) su hayvanlarından olmamalıdır.

3- Ayakları veya kanatlarının yardımıyla (kaçıp) kendini koruyabilen hayvanlardan olmalıdır.

4- Kesici sivri dişleri ve pençesi bulunan bir hayvan olmalıdır.

5- Sağken kendisine ulaşamadan önce av hayvanı veya ok gibi yaralayı­cı bir âletle ölmelidir. Aksi taktirde şer'î biçimde kesilmesi vâcib olur.

(62)  Mâlikîler dediler ki: Kitab Ehli bir kişinin kestiği hayvanın eti he­lâl olur. Avladığına gelince; eğer hayvan onun darbesiyle ölürse veya vur­muş olduğu darbe öldürücü olursa o hayvanın eti helâl olmaz. Hayvanda meydana getirdiği yara öldürücü olmaz da ona sağken ulaşırsa, kitabîlerin usulüyle kesse bile, o hayvanın eti helâl olur. Mâlikîlerden bazı kimseler derler ki: Kitabînin avladığı hayvan, onun darbesiyle ölse de ölmese de, tıpkı nor­mal şekilde kestiği hayvanın eti gibi helâl olur. Kitabî bir kişinin kestiği hay­vanın etinin helâl olması için üç şart gereklidir.

1- Kestiği hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmemelidir. Haç, put ve İsa Peygamber (a.s.) gibi, Allah'tan başka birinin adını anarak kesilen ve bu isimleri de, kesmek gibi eti helâl kılıcı bir unsur olarak kabul ederek veya 'teberrüken bir ilâhın anısına' diyerek kesilen hayvanın eti haram olur. Bu hayvan ister bir ilâh için kurban olmak üzere, isterse sırf yemek kastıyla kesilmiş olsun, yenilemez. Ama keserken Allah'ın adı anılır da kurbanın se-vâbi bir puta hediye edilirse -nitekim bazı müslümanlar da evliya için bu tarzda kurban kesmektedirler- bu hayvanın etini yemek kerahetle birlikte caiz olur. Ne Allah'ın, ne de başka bir varlığın adı anılmadan kesilen hayva­nın etini yemek kerâhetsiz olarak caizdir. Çünkü Kitab Ehli kimselerin, ke­simde Allah adını anmaları (besmele çekmeleri) şart değildir. Bazı kimseler derler ki: Kitabî kimsenin ilâhlara kurban olarak kestiği hayvanın eti haramdır. Çünkü böylesi bir et: "Kendilerine kitap verilen kimselerin yiyecekleri size helâldir" âyeti kerîmesiyle bize helâl kılman yiyeceklerden değildir. Çünkü onlar kestikleri bu kurbanı yemeyip, ilâhlarına bırakmaktadırlar. Ama ye­mek için kestikleri hayvanı, üzerine Allah'tan başkasının adını anmış olsa­lar bile yemek, kerahetle birlikte helâl olur.

2- Kitabînin kestiği hayvanın etinin helâl olması için, kendi malı olması gerekir. Bir müslümana ait hayvanı keserse onun etini yememiz her ne ka­dar helâl olursa da, kuvvetli görüşe göre mekruhtur.

3- Haramlığı dinimizce de sabit olan bir hayvanı kesmemelidir. Şu hal­de yahûdî birinin, tırnaklı olup parmaklan birbirinden ayrık olmayan perde ayaklı kaz ve ördeği, deve ve zürâfayı kesmesi hâlinde onu yememiz helâl olmaz. Çünkü bu hayvanlar onlara göre haramdır. Kur'ân-ı Kerîm, bu hay­vanları Allah'ın onlara haram kıldığını haber vermektedir. Dinimizce onla­ra haram olduğu sabit olmayan güvercin, tavuk ve benzeri hayvanları kitabîler keserlerse etlerini yememiz helâl olur. Kestikleri hayvanın kendilerine haram olduğunu haber verirler, ama bu haramlık dinimizce de onlar hakkında sa­bit olmazsa, yememiz kerahetle birlikte helâl olur. Kitabî kimse ölü hayva­nın etinin helâl olduğu kanısındaysa, bunu kesme ahkâmını bilen bir müslümanın huzurunda keserse etini yemek bizlere helâl olur. Ama kendi başına kesmişse helâl olmaz.

Şartları yerine getiren Kitap Ehli kimsenin, kestiği hayvanların helâl ol­ması hükmünden kurban müstesnadır. Kurbanı kesen kişinin, kendisinde ibâ­det ehliyeti bulunan müslüman biri olması şarttır. Böyle bir müslüman şahıs, kurbanı kesmede tanımadığı bir kişiyi vekîl eder de, sonra o vekilin gayr-i müslim olduğu anlaşılırsa, kestiği hayvan kurban olarak geçerli olmaz.

Kurbanda kesme işini müslümanın yapması şarttır. Kestikten sonra yü­züp, parçalama ve benzeri işleri yapan kimsenin müslüman olması ise, şart değildir. Şunu söylemekte de fayda vardır ki; kesmeleri helâl olmayan kim­seleri altı maddede toparlamak mümkündür:

1- Mümeyyiz olmayan çocuk

2- Mümeyyiz olmayan sarhoş

3- Deli

4- Ateşperest

5- Mürted

6- Zındık.

Kesmeleri mekruh olmakla birlikte helâl olanları da altı maddede to­parlamak mümkündür:

1- Mümeyyiz çocuk

2- Erselik

3- Kadın

4- Buruk

5- Sünnetsiz

6- Fasık

Kesmelerinin kerahetle veya kerâhetsiz olarak helâl olduğu hususunda ihtilâf vukûbulmuş olan kimseleri de altı maddede toparlamamız mümkündür:

1- Namazı terkeden

2- Hatâ ve isabet eden sarhoş

3- Kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf olan bid'atçi'

4- Arap nasrânîsi (Hıristiyan Arap)

5- Kesmesi için kendisine izin veren müslüman için kesen Nasrânî

6- A'cemi, ya'ni buluğdan önce İslâm'a icabet eden kimse.

Mümeyyiz çocukla kadının kesmesi meşhur görüşe göre4cerâhetsiz ola­rak caiz olur. Zâhİr kavle göre kesmesi mekruh olan kimsenin avlanması da, yani avladığı hayvanın etinin yenilmesi de mekruhtur.

Hanefîler dediler ki: Yahûdî olsun hıristiyan olsun, Kitap Ehlî kim­selerin kestikleri hayvanların helâl olması için; keserken haç, İsa ve Uzeyf gibi Allah'tan başka varlıkların adlarını anmaması gerekir. Kesimde bir müs­lüman hazır bulunur da onun yalnızca Mesih adını veya Allah'ın adıyla be­raber Mesih adını andığını işitirse, o eti yemesi haram olur. Ama hiç bir şey işitmezse, hakkında hüsnüzanda bulunarak kitabînin gizlice Allah adını an­dığım takdir edip yemesi helâl olur. Kesim yerinde hazır bulunmaz ve bir şey söylediğini işitmezse; kesen kişi ister "Allah, üçün üçüncüsüdür" desin; ister Hz.Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna inansın, ister inanmasın etini ye­mesi hak görüşe göre helâl olur. Ama zaruret olmadığı takdirde yememesi daha uygundur. Hıristiyanın arap nasrânîsi, Benî Tağlib nasrânisi, frank­lardan, ermenîlerden veya İsa (a.s.)'ı kabul eden Sabiîlerden olması arasın­da bir fark yoktur. Yahûdînin de Samirî veya diğer zümreden olması arasında bir fark yoktur. Gayr-ı müslimlerin kendi kiliseleri için kestikleri hayvanın etini yemek mekruhtur.

Şafiîler dediler ki: Üzerine Allah adım ansın anmasın, kitabî kimse­nin kestiği hayvanın eti helâl olur. Ama keserken haç, Mesih, Uzeyr ve baş­kalarının adlarını anmamaları şarttır. Aksi takdirde yenmesi haram olur. Kiliseleri için kesmiş oldukları hayvanın etini yemek de helâl olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Kitabînin kestiği hayvanın helâl olması için, üzerine müslümanlar gibi Allah adını anıp besmele çekmesi şarttır. Kasıtlı olarak besmeleyi terkeder/veya Allah'tan başkasının adını anarsa, kestiği hay­vanı yemek helâl olmaz, besmele çekip çekmediğini bilmezse, kestiği hayva­nın eti helâl olur. Kendi bayramı veya kilisesi için bir müslümana kestirirse ve müslüman da keserken besmele çekerse eti kerahetle birlikte helâl olur. Kitabî biri de besmele çekerek keserse, aynı şekilde helâl olur. Ama Allah'­tan başkasının adını anar veya kasıtlı olarak besmeleyi çekmezse eti haram olur.

(63) Hanefî Ve Şafiîler dediler ki: Mümeyyiz olmayan çocuğun, sar­hoşun ve delinin avları helâl olur. Ama bunların tümü için bir kasıt nevinin var olması şarttır. Nitekim kesmeyi bilirlerse bunların kestikleri hayvanlar da helâldir. Ancak Hanefller, bu kimselerin besmeleyi bilmelerini şart koş­muşlardır. Bunlar etin helâl olması için besmele çekmenin şart olduğunu bilmeyip besmele çekmeseler bile, besmeleyi bilmeleri şarttır. Âmâ kimsenin kesmesi mekruh olmakla birlikte caiz olur. Ama avı helâl değildir.

Şâfîîler bu şartı ileri sürmemişlerdir. Çünkü onlara göre besmele çek­mek şart değildir. Şafiî'ler, yukarıda vasfı belirtilen kimselerin kestikleri hay­vanların mekruh olduğunu söylemişlerdir.

(64) Şafiîler dediler ki: Avcının köpeği salarken veya oku fırlatırken bes­mele çekmesi şart değildir. Zaten kesim esnasında da besmele şart değildir. Ama bu esnada besmele çekmek müekked olarak müstehabtır. Kasten veya sehven besmele çekilmezse gerek avlanan ve gerekse kesilen hayvan, Şâfiîle-re göre ihtilafsız olarak helâl olur.

Hanefîler dediler ki: Çocuğun, deli ve sarhoşun besmele çekmeleri şart değildir.

(65) Hanefîler dedilep İd: Besmele için bazı şartlar gereklidir ki, bu şart­ların bir kısmı avlanmayı, diğer bir Îmida kesmeyi ilgilendirir. Avlanmayla ilgili olanları üç tanedir.

1- Besmeleyi, avcının bizzat kendisi çekmelidir. Başkası çekerse, avla­dığı hayvanı yemek helâl olmaz.

2- Besmele, av köpeğini salarken veya ok ve benzeri silâhı atarken aynı anda çekilmelidir. Av köpeğini salarken kasıtlı olarak besmele çekmez de sonra besmeleyle beraber ona seslenirse, köpek bu sese itaat etse bile, avla­dığı hayvanın eti yenilemez. Oku atarken veya köpeği gönderirken, besmele çekerse okun veya köpeğin isabet edip yakaladığı hayvan kendisinin kasdet-tiği hayvandan başkası olsa bile yenilmesi helâl olur. Tabiî kendisinin kas­tettiği hayvana da isabet ederse yenilmesi helâl olur. Çünkü avlanmalarda besmele, av âletinin üzerine çekilir, ki o da yerine getirilmiştir. Bu şart yeri­ne getirildikten sonra avlanan hayvan helâl olur. Sözgelimi avcı, bir ceylan avlaması için besmele çekerek köpeğini saldırtır da o, bir tavşan avlarsa ye­nilmesi helâl olur. Ama normal kesimlerde hüküm bunun tersinedir. Kesim­lerde besmele, (kesim âletinin üzerine değil) kesilecek hayvanın üzerine çekilir. Örneğin (adamın biri) kesmek için bir davarı yanı üzre yatırırsa, sonra onu bırakıp başka bir davarı yere yatırırsa, ilk besmeleyle yetinerek, ikinci bes­meleyi çekmeksizin kesmesi helâl olmaz. Aksine, yeniden besmele çekmesi zorunlu olur. Çünkü kesimlerde besmele, kesim aletinin üzerine değil, hay­vanın üzerine çekilir. Bir kişi keseceği hayvanın üzerine besmele çeker, son­ra da kesimi elindeki bıçağı atıp başka bir bıçağı alarak yaparsa, ikinci kez besmele çekmeksizin kestiği bu hayvanın eti helâl olur. Çünkü besmele, ke­sim âletinin üzerine değil de kesilecek hayvanın üzerine çekilmelidir. Ama (avlanmada hüküm bunun tersine olup) okun üzerine besmele çeker de son­ra onu bırakıp başka bir oku eline alır, besmele çekmeksizin ava atarsa, av­ladığı hayvanın eti helâl olmaz.

3- Besmeleyi, avcının bizzat kendisi çekmelidir. Besmeleyi avcıdan baş­kası çekerse, avladığı hayvanın eti helâl olmaz. Kesimde de besmeleyi, biz­zat kesen kişinin çekmesi şarttır. Teşbih ve tehlîlde bulunması yeterli olur. Yine bir sıfata bitişik olarak "Allahû ekber", "Allahü a'zam"; veya bir sı­fata bitişik olmaksızın "Allah", "er-Rahman" diyerek Allah'ın isimlerin­den herhangi birini söylemekle halis zikirde bulunması da yeterli olur. Keserken "Bismillahi Allahü ekber" demesi müstehab olur. Kesme esnasın­da, bizzat kesen kişinin besmele çekmesi gerekir. Kesimin de meclis değiştir-meksizin besmelenin hemen ardı sıra yapılması icâb eder. Besmeleden sonra bir şeyler yiyerek veya içerek uzun bir fasıla koyarsa, yeniden besmele çek­meksizin kestiği hayvanın eti helâl olmaz. Fasılanın uzunluğunun ölçüsü, bu fasılayı besmeleyle kesim arasına koyana bakan bir kişinin çok görmesiyle sabit olur. Besmele çeken kişinin, işin başlangıcında teberrük gibi başka bir şeyi kaşdetmemesi şarttır: Böyle yaptığı takdirde kestiği hayvanın eti helâl olmaz.

Şafiıler dediler ki: Önce de söylendiği gibi besmele çekmek şart ol­mayıp sünnettir. Allah'ın adının yanisıra başka bir adı anmamak şarttır. Me­selâ "Allah'ın ve Muhammed'in adıyla" demek olan "Bismillah ve ismü Muhammed" diyen kişi, bu sözüyle Allah'a ortak koşmayı kasdetmişse kâfir olur. Kestiği hayvan da haram olur. Ama bu sözüyle Allah'a ortak koş­mayı kasdetmez de Allah'tan başkasının adını teberrüken zikretmeyi kastederse, kestiği hayvanın etini yemek mekruh olmakla birlikte helâl olur. Bu sözü, hiç bir şey kastetmeksizin mutlak olarak söylerse, şirki vehmettir­diği gerekçesiyle, kestiği hayvanın eti helâl olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Av köpeğini av üzerine gönderirken besmele çekmek şart olduğu gibi, gerek boğazlama, gerek nahr şeklinde normal ke­simlerde de besmele şarttır. Yalnız bu şart müslümanları ilgilendirir. Kitap ehli kimselerin besmele^çekmeleri şart değildir. Besmeleden maksat, özellik­le "Bismillah" demek«dlmayip sâdece Allah'ı anmaktır. Ama en faziletlisi "Bismillahi vallahü ekber" demektir.

Hanbelîler dediler ki: Avlanmak için oku atarken veya köpeği gön­derirken, kesmek, nahr veya akr etmek için de elin hareketi esnasında "Bismillah" demek şarttır. Başka hiç bir söz "Bismillâh"ın yerine geçerli olmaz. Önce de geçtiği gibi en faziletlisi "Bismillahi vallahü Ekber" demek­tir. Besmeleyi az önceye almak veya az sonraya bırakmanın bir sakıncası ol­maz. Meselâ, av köpeğini besmele çekmeksizin gönderir ve epeyi geçtikten sonra besmele çeker ve köpeği de onun seslenmesine göre hareket ederse, avladığı hayvan helâl olur, besmelenin geciktirilmiş olmasının bir sakıncası da olmaz. Ama besmeleyi kasıtlı olarak çekmeyen kişinin avı ve kestiği hay­vanın eti helâl olmaz. Unutarak veya bilgisizlikten dolayı besmeleyi terke-den kişinin avı değil de kestiği hayvan helâl olur. Çünkü kesimler çok sayıda olduğu için besmele çekmek de unutulabilir. Ama avlanmalar böyle olma­yıp, avlanırken besmele çekmemek müsamahayla karşılanmaz. Kişi belli bir av için besmele çeker de köpeği veya oku başka bir ava isabet ederse, avla­nan o hayvanın eti helâl olur. Ama üzerine besmele çekmeksizin ava atarsa, avlanan hayvanın eti helâl olmaz. Çünkü kesimlerde hayvanın üzerine, av­larda    ise    av    âletinin    üzerine    besmele    çekmek    gereklidir.

(66) Mâlikîler: Av hayvanını av üzerine göndermenin keyfiyeti hususun­da bu mezhebin kuvvetli iki görüşü vardır:

1- Av hayvanını, sahibi, eliyle tutmuş veya bu hayvan ona bağlanmış olmalıdır. Bağlanışı ya ayağının altına veya kemerine olur. Sahibine bağlan­mış olmayıp serbest durumda olursa; sahibi onu av üzerine gönderdiğinde avladığı hayvanın yenilmesi caiz olmaz.

2- Bağlı olması şart değildir. Av hayvanı çözük vaziyette olur ve sahibi de onu av üzerine gönderirse avladığı1 hayvanın yenilmesi helâl olur.

Av hayvanı, sahibinin hizmetçisinin elinde olur da, efendisi hizmetçiye, onu av üzerine göndermesini emreder ve o da gönderirse, avladığı hayvanın eti helâl olur. Çünkü hizmetçinin eli, efendinin eli hükmündedir. Bunda em­redenin niyeti ve besmelesi yeterli olur. hizmetçinin de bu durumda müslü-manlığı şart değildir. Ona emredenin, yani efendisinin niyeti yeterli olduğundan ötürü hayvanı göndermek, hükmen efendiye aittir. Niyetle ilgi­li açıklama yakında yapılacaktır.

Hanefîler dediler ki: Çözülmüş vaziyette de olsa avcı hayvan, avcı­nın kendisi tarafından av üzerine gönderilmiş olmalıdır. Köpek ve benzeri avcı bir hayvan sahibinden kopar da sâhibi-tarafmdan gönderilmek sizin gi­dip bir hayvanı avlar ve öldürürse o hayvanın etini yemek helâl olmaz. Ama sahibinden kopar da sahibi ona seslenir, o da süratlenerek ve avı araştırma­da fazlasıyla gayret ederek sahibine itaat ederse avladığı hayvanın eti helâl olur. Fakat sahibi ona seslenmez veya seslenir de o itaat etmezse, gönderme şartı gerçekleşmediği için avladığı hayvanın eti helâl olmaz; yenilemez. Yine avcı hayvan kendi başına sahibinden kopup bir avın üzerine gider; sahibi ona seslenmez ama başka bir müsîüman seslenir, onun sesine itaat ederse avladığı hayvanın eti, istihsan gereği helâl olur. Müsltimamn seslenmesine itaat etmezse veya ateşperest biri kendisine seslenirse, avladığı hayvan helâl olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Avcı hayvanın av üzerine gönderilişi, bizzat avcı tarafından olmalıdır. Av köpeğinin kendiliğinden gidip avlanarak bir hayvanı öldürmesi hâlinde o hayvanın eti helâl olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Av köpeği, sahibi göndermeksizin kendi başına gidip avlanarak bir hayvan öldürürse, avı helâl olmaz. Kendiliğinden ava doğ­ru koşup gider de durdurmak için sahibi kendisine seslenir ve o da durursa; bundan sonra sahibi onu teşvik eder ve ava doğru koşar da onu öldürürse, avı ihtilafsız olarak helâl olur. Ama hayvan kendiliğinden ava gider de ses­lendiği takdirde durmazsa, sahibinin seslenmesi nedeniyle ava doğru koşu­sunu ister arıtırsın, ister arttırmasın av helâl değildir; yenilemez. Yine avcı hayvan, ava doğru koşarken sahibi onu durdurmak için seslenmeyip avla­ması için teşvikte bulunursa ve bu teşvikten Ötürü hızlanmazsa kesinlikle av helâl olmaz. Ama hızını arttıracak olursa avının helâl olup olmadığı husu­sunda iki görüş vardır ki, doğrusu helâl olmadığı yönündedir. Durması için seslenir de durmazsa ve (ister istemez) onu av için teşvik ederse avladığı hay­van helâl olmaz.

(67) Mâlikîler dediler ki: Avcı, ya da kesim işini yapan kimse müslüman ise, kestiği, ya da avladığı hayvanın etinin helâllığma hükmen ya da ha­kîkaten niyet etmesi şart olur. Hükmen Niyet, kişinin, eti yemenin helâlliğini mülâhaza etmese bile, şer'î kesime niyet etmesidir. Bu niyet, yemenin helâl olmasına niyet etme hükmündedir. Çünkü şer'î kesimin, yemenin helâl ol­ması için bir sebeb olmaktan başka bir fonksiyonu yoktur. Bu da helâl kıl­maya kesin olarak niyet etmekle yerine getirilmiş olur. Ama avlanılan, ya da kesilen hayvanın helâllığından şüpheye düşerse eti haram olur. Kesen ve­ya avlayan kişi Kitap Ehli biri ise, helâl kılmaya kalben niyet etmese bile kes­me, ya da avlama fiilini kasdetmesİ yeterli olur. Çünkü o, ölü hayvan etini yemenin mübahlığma inananlardansa, önce de belirtildiği gibi kesme ahkâ­mını bilen müsîüman bir kişinin huzurunda keserse kestiği hayvanın eti he­lâl olur. Zîrâ kesmekle etin helâllığına inanma; mânâsındaki niyet, Kitap Ehli kesiciler için şart eğildir. Mükellef bir kimsenin şer'î kesim niyeti ol­maksızın, meselâ hiç bıVşeye niyet etmeden, ya da oynayıp eğlenmeye niyet ederek avlanması haram olur. Ama köpeği ava gönderme eğitimi yaptırmak, meyve yemek gibi konfor hususunda çoluk-çocuğuna genişlik getirmek gibi şer'î bir maksatla avlanacak olursa caiz olur. Sıkıntı gidermek ve avlanmayı geçim sağlayan bir ticâret için sanat hâline getirmek gayesiyle avlanma hu­susuna gelince, bazıları bunun caiz olduğunu, bazıları ise yasak olduğunu söylemişlerdir.

Hanefîler dediler ki: Besmele çekmek nass ile şart kılınmıştır. Ta­hakkuku da ancak niyetle olur. Şu halde keserken, ya da avlarken niyet zo­runlu olmaktadır. Bu nedenle de kasıt ve niyeti olmayan sürekli delilik içindeki kimsenin kesmesi sahîh olmaz. Şart olduğunu bilmediği için besmele çekme­se bile; kendisinde kasıt ve niyet bulunabilen, besmelenin lâfzını aklında tu­tan, şer'î kesim usûlünü bilen bunak kişinin kestiği hayvanın eti helâl olur. Besmele çekmesini bilmeyen, besmele çekmesini unutanın hükmündedir. Bu hüküm açısından çocuk ve sarhoş da bunak gibidir. "Bismillah" deyip de (etin helâl olmasına) niyette bulunmayan kişinin kestiği hayvan, onun dış durumuna yorularak besmeleyi, o hayvan için söylediği kabul edilerek helâl olur. "el-hamdü lillâh", "sübhânallah" veya "lâ ilahe illallah" diyen kişi­nin bu cümlelerle besmeleyi kasdetmesi gerekir. Çünkü bunlar, besmelenin kinaye (kapalı söz) leridirler. Kinâyedeyse niyetin mevcud olması zorunludur.

Hanbelîler dediler ki: Şer'î kesimin kasdedilmesi, etin helâlliği açı­sından gereklidir. Diyelim ki bir kılıç, hayvanın üzerine düşer de onu öldü­rürse, olayda kesme kastı olmadığı için etini yemek helâl olmaz. Keserken, şer'î kesime niyet edildiği için ayrıca etini yemeye niyet etmek gerekli değildir.

Şâfiîler dediler ki: Avcının, ya da kesicinin avlama ya da kesme ey­lemini -zannında hatâ etse bile- avlayacağı ya da keseceği hayvanın biz­zat üzerine tatbik etmeyi kasdetmesi şarttır. Yine bu kişilerin -isabette hatâ etseler bile- eylemlerini, bir hayvan cinsinden sâdece biri üzerine tatbik et­meyi kasdetmeleri şarttır. Birincinin örneği: Avcı, cansız zannettiği bir he defe silahını atar, sonra da iş açığa çıkar ve bu darbesi ile bir hayvanın öldüğünü görürse, o hayvanın yenilmesi helâl olur. Çünkü avcı zannında hatâ etmiş olsa bile, belli bir cismi hedef almıştır. İkincinin örneği: Avcı bir geyik sürüsünü hedef alarak atış yapar da onlardan birine isabet ederse, isabet alan geyiğin etini yemek helâl olur. Çünkü avcı, geyik cinsini hedef almış, ama isabette hatâ etmiştir. Aynı şekilde bir hayvanı hedef alıp atışı yapar da baş­kasına isabet ederse, isabet alan hayvanın eti helâl olur. Atış yaparken belli bir cisim veya cins hedef alınmazsa, isabet alan hayvan helâl olmaz. Sözgeli­mi kişinin elindeki bıçak düşüp bir hayvana isabet eder de onu keserse, eti helâl olmaz. Kesmeyi kasdetmek değil de, salt olarak hayvana karşı bir ey­lemde bulunmaya kast etmek şarttır. Meselâ bir hayvan bir kişiye saldırır da, o kişi kılıcıyla vurup hayvanı öldürürse, her ne kadar kesmeyi kasdet-mese bile etini yemek helâl olur. Çünkü muteber olan husus, ona karşı bir eylemde bulunmayı kasdetmektir ki, o da yerine getirilmiş olmaktadır.

 

Av Âletinde Aranan Şartlar

 

Av âletleri canlı ve cansız olmak üzere iki kısma ayrılır. Cansız olan­lar, avcının avladığı hayvana attığı ok ve benzeri âletlerdir. Canlı olanlar da av köpekleri ile avcılığa alıştırılmış aslan, kaplan ve pars gibi yırtıcı hayvanlardır, şahin grubundan olan yırtıcı kuşlar da böyledirler.

Cansız av âletlerinde aranan şartlar şunlardır:

1- Av âleti, avlanan hayvana sivri ucuyla veya ucundaki sivri demirle isabet etmelidir. Hayvana bıçak, kılıç, mızrak veya ok atılır da sivri ucu veya ucundaki delici demirle isabet edip öldürülürse avın eti helâl olur. Ama enlemesine isabet eder de aletin ağırlık darbesiyle ölürse; avcı he­nüz sağken yetişip kesemediği takdirde avın eti helâl olmaz. Yine böyle­ce hayvana kesici tarafı olmayan bir değnek, taş veya tahta parçası fırlatılır da bunların darbesiyle ölürse, eti helâl olmaz. Aynı şekilde, bir tuzak ve­ya ağ içine bir hayvan düşerek boğulur ve kesmeden önce ölürse, eti he­lâl olmaz. Tüfekle atılan kurşun veya saçmayla ölen hayvanın eti de helâl olmaz. Hayvan iri cüsseli olduğu veya kendisinde henüz yerleşik bir hayat varken avcının ulaşıp kesmesi şeklinde darbeye tahammül ederse eti helâl olur. Atıcı maharetli ise tüfekle avlanması, hayvanın darbeye ta­hammül edip onunla ölmemesi (ve atıcının henüz sağken ulaşıp kesme­si) şartıyla caizdir.

2- Av âleti, hayvanı yaralayıp kanını akıtmalıdır. Bu yara, bedeninin hangi tarafında açılırsa açılsın fark etmez. Kulağında dahi olabilir.

3- Atılan ok ve benzeri av âletinin, başka bir sebebin katılımı olmak­sızın yalnız kendi başına hayvanı öldürdüğü kesin olarak anlaşılmalıdır. Avcı, hayvana oku atar, ok da ona öldürücü olmayan bir darbe isabet etti­rir ve yaşaması mümkün olursa, bundan sonra da normal olarak kendisi­ni boğabilecek bir suya düşüp ölürse helâl olmaz. Zîrâ suya düşmesi sebebiyle ölmüş olduğu ihtimâli vardır. Bu durumdaki hayvanın ölümün­de iki sebeb biraraya gelfniş olmaktadır. Bunlardan biri, etini yemeyi mu­bah kılar ki o, okla yaralanmış olmasıdır. Diğer sebebse etini yemeyi men eder ki o da suda boğulmuş olmasıdır. Bu takdirde, ihtiyat gereği olarak menedici sebep mubah kılıcı sebebe tercih edilmiş olmaktadır. Aynı şe­kilde bir ava ok atar da o hayvan bir dağa veya tepeye, sonra da buralar­dan aşağıya düşerse, bu durumdaki hayvanlar normal olarak öleceklerinden dolayı eti helâl olmaz.

Atılan ok, hayvanın başta gelen organlarından birine İsabet edip, onu parçalar ve kendisinde, boğazlanmakta olan bir hayvanın hareketlerinden başka bir hareket görülmeyecek şekilde ölüm sabit olursa, bundan sonra suya düşer veya normal olarak ölümüne sebeb olacak yüksek bir yerden düşerse yine eti helâl olur. Yalnız, sakınılması mümkün olmayan bazı durumlar bundan istisna edilmiştir. Meselâ havada uçmakta olan bir ku­şa av âleti fırlatılır da, o kuş yere veya yere atılmış bir kiremit parçasının üzerine düşerse; ölümüne düşmesinin sebeb olduğu ihtimâline bakılmak­sızın eti helâl olur. Çünkü bu ihtimâl nazar-ı itibâra alınacak olursa, son­suza dek hiç bir av helâl olmayacaktır. Yine bunun gibi havada veya su üstünde uçmakta olan bir kuşa av âleti fırlatılır da kuş suya düşerse, eğer suya batmamışsa ve darbe yalnız başına hayatına son verici nitelikte de­ğilse, helâl olur. Ama suya batarsa, boğularak öldüğü ihtimâli gözönüne alınarak helâl olmaz.

Fırlatılan av âleti bir hayvana isabet ederek onu ikiye bölerse, her iki parçası da yenılebiIir.Aynı şekilde fırlatılan av âleti bir hayvanın yalnızca başını veya gövdesinin yarısını veyahut da başıyla birlikte gövdesinin bir kısmını keser de bu haliyle yaşaması düşünülemezse, hem kestiği kısım ve hem de geri kalan kısım yenilebilir. Ama el, ayak, baldır ve kuyruk ta­rafından üçte biri kesmek gibi o haliyle de yaşaması düşünülebilen bir or­ganını keser de hayvan ölürse veya henüz sağken kendisine ulaşıp keserse etini yemek helâl olur. Yalnız kendisinden kesilmiş olan o kısmı yemek haramdır. Çünkü canlıdan koparılan parça ölü hükmündedir. Yal­nız kesildiği halde tam olarak gövdeden kopmamış ve, hayvan sağ kal­saydı tekrar ona kaynayacak şekilde bitişik olursa yenilmesi helâl olur. Çünkü bu durumda hayvanın kesimi, kendisine bitişik olan organın da ke­simi hükmündedir. Ama önceki hâline dönmesi düşünülemeyecek şekil­de sâdece bir damarla, ya da deriyle asıl gövdeye bitişik kalmışsa durum tam aksi olur. Kesilen kısım helâl olmaz.

Avcı hayvanlarda aranan şartlara gelince mezheblerin bu husustaki detaylı açıklamaları aşağıya .alınmıştır.

 

(68) Mâlikîler dediler ki: Tüfek kurşunuyla avlanma hakkında mütekaddimîn âlimlerden hiç bir nass nakledilmemİştir. Ama güvenilir müteahhirîn âlimlerden bazıları demişler ki: Tüfek kurşunuyla avlanılan ve ölen hayvan­ların etlerini yemek helâl olur. Çünkü kurşun; kan akıtmakta, diğer av âlet­lerine nisbetle ölümü daha da çabuklaştırmaktadır. Şer'î zekâttan (kesimden) maksat, hayvanın azab çekmekten kurtulup, rahatını bulması için ölümünü çabuklaştırmaktır. Ölümü hangi yöntemle çabuklaştırılacaksa o yöntemi uy­gulamak elbette ki daha güzel olacaktır. Avlanan hayvanın ydnlarak yara­lanması şart değildir. Delinerek yaralanması da (helâllik açısından) sahîhtir.

Hanefîler dediler ki: Bu meselede asıl önemli nokta; avlanılan hayvanın ölümünün ağırlık darbesiyle değil, yaralama sebebiyle meydana geldi­ği hususunda şüphe bulunmamasıdır. Avlanılan hayvanın ağırlık darbesiyle öldüğü kesin olarak bilinir ya da bu hususta şüpheye düşülürse, etini yemek helâl olmaz. Ancak önce de bahsedildiği gibi, avcı henüz onda yerleşik ha­yat varken yetişip keserse eti helâl olur.

Tüfek kurşunuyla avlanan hayvana gelince şunu demek gerekir ki: Kur­şun her ne kadar bedeni delip kanı akıtırsa da hayvanın, kurşunun süratin­den doğan ağırlığından mı yoksa kurşunun açtığı yaradan mı öldüğü hususunda şüpheye düşülebilir. Böyle bir şüphenin baş göstermesi hâlinde avlanılan hayvanın eti helâl olmaz. Ama kurşunun süratinden doğan ağırlı­ğından değil de, kendisinde açtığı yaradan dolayı öldüğü kesinlikle anlaşılır­sa eti helâl olur.

Saçma da kurşun gibidir. Saçmayla vurulan büyük bir hayvanın, saç­manın atım süratinden doğan ağırlığından dolayı öldüğü düşünülmezse eti helâl olur. Zîrâ bu hayvanın ölümü şüphe yok ki, yaralanmadan ötürüdür. Saçmayla vurulan zayıf serçeler gibi küçük bir hayvanın, saçmanın atım sü­ratinden doğan ağırlığından dolayı öldüğü düşünülürse, eti helâl olmaz. Saç­manın atım süratinden doğan ağırlığından değil de yaralanma sebebiyle öldüğü kesinleşmedikçe etini yemek helâl olmaz.

(69) Hanefîler: Avlanılan hayvanın kanının akıp akmaması gerektiği hu­susunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bazıları, kanın akıtılması mutlak ola­rak şart değildir demişlerdir. Bunlara göre küçük de-olsa hayvanda yara açılması yeterlidir. Bazılarıysa hayvandaki yara büyük de olsa, küçük de ol-S?icanmin akıtılması mutlak olarak şarttır demişlerdir. Diğer bazıları da taf­silâta girişerek, eğer avlanan hayvandaki yara büyükse kanının akıtılması şart değildir demişlerdir. Ama küçükse kanının akıtılması zorunludur.

(70) Malikîler dediler ki: Avlanılan hayvanın helâl olması için eğer hasta değilse cildi yanlmasa bile kanının akıtılması şarttır, hasta İse kanının akıtıl­ması değil de cildinin yarılması şarttır. Cildi yarılmazsa helâl olmaz.

(71) Hanbelîler dediler ki: Bir kuşa av âleti fırlatıldığında o hayvan, normal olarak kendisini boğup öldürebilecek olan bir suya düşer ve ölürse; atılan âletle başta gelen organlarından biri parçalanmış olsa bile, hiç bir hâl­de eti helâl olmaz. Ancak havada uçmakta olan bir kuşa silâh atılır da dü­şerse muaf olur. Nitekim havadan yere düşen de muaf olarak helâl olur. Bedeniyle suya düşen ve ancak başı su dışında kalan kuşun eti, her halükâr­da helâl olur.

(72) Şafiîler dediler ki: Hayvanın eli, ayağı veya onsuz yaşaması müm­kün olan bir kısmı kesilir ve fakat bu darbe nedeniyle ölürse, hem kopan el veya ayak, hem de asıl gövde yenilebilir. Yalnız bu darbeden doğan yara­nın, hayvanın son nefesini yaşamaktayken ona ulaşmaması ve ölümüne se­beb olacak başka biri tarafından da yaralanmamış olması şarttır. Ama avcının bu darbesiyle ölmez de başka bir darbeyle ölürse, organlarının geri kalan kısımları yenilebilir. Henüz sağken gövdesinden koparılan kısım yenilemez. Av âletinin sağken isabet ettiği hayvanın organlarının geri kalan kısımları yenilebilir.                   

(73) Hanbelîler dediler ki: Organ, hayvanın derisine bitişik kalırsa, bağlı olduğu hayvanın etini yemenin helâl olmasıyla birlikte yenilebilir. Tıpkı hay­vanın diğer organları gibidir.

(74) Hanbelîler dediler ki:  Avcı hayvanlar iki çeşittir: Birincisi; sivri dişleriyle avlanan avcı hayvanlar: Pars, köpek ve kendileriyle avlanilması mümkün olan hayvanlar gibi. İkincisi; pençeleriyle avlanan avcı hayvanlar: Doğan, çavuş kuşu, tavşancıl, şahin ve diğerleri gibi. Yalnız, her iki tür hay­vanların avlarının mubah olması için eğitilmiş olmaları gereklidir. Kur'ân-ı Kerîmde buna şöyle değinilmektedir:

"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin.[28]

Birinci çeşit av hayvanlarının -ki bunlar köpek ve benzerleridir- eği­tilmiş olduğu üç şekilde bilinir:

1- Ava gönderirken sahibine itaat etmelidir.

2- İster avı görme hâlinde olsun, ister görmesin, sahibinin seslenmesine göre hareket etmelidir.

3- Avladığı hayvanı yememelidir.

Bilinmelidir ki bu şartlar özellikle köpekte aranır. Pars ve benzeri avcı hayvanlara gelince, bunların sahihlerinin seslenmesi imkânsız olduğunda ye­meyi terketmesi yeterli olur. Hattâ bir defa yemeyi bırakması dahi yeterli olur. Avladığı hayvandan yiyecek olursa, artık o avın kalan kısmını yemek haramdır. Ama bu sebeble de eğitilmiş olmaktan çıkmaz. Meselâ daha sonra bir hayvanı avlar da ondan yemezse, insanların o avı yemeleri helâl olur. Köpek, avladığı hayvanın kanını İçer, fakat etini yemezse, insanların o avın etini yemeleri haram olmaz.

İkinci çeşit avcı hayvanların eğitimi iki şekilde olur:

1- Ava gönderirken ve geri çağırırken sahibine itaat etmelidir. Avdan yemeyi terketmesi onun için şart değildir. Avladığı hayvanın bir kısmını ye­se bile geri kalan kısım helâldir.

2- Pençeli olan bu hayvanlar avı yaralamalıdırlar. Eğer onu vurduktan veya boğduktan sonra öldürürse, avı helâl olmaz.

Bu mezhebten olanlar derler ki: Siyah köpeğin avı helâl olmaz. Zahir anlamıyla amel ettikleri bir hadîs dolayısıyla, aynı zamanda bu nitelikteki bir köpeğin tutulup mal edinilmesi de haramdır. Aynı şekilde, domuzun avı da helâl değildir.

Şâfiîler dediler ki: Avcı hayvanın eğitilmiş olduğu dört şart doğrul­tusunda anlaşıldı:

1- Ava göndermenin ilk etabında sahibinin seslenmesine itaat etmelidir. İlk etapta sahibi seslendiğinde ona itaat etmezse, eğitilmiş sayılmaz. Aynı şekilde koşmaya başladıktan ve hızını artırdıktan sonra sahibi ona durması için seslendiğinde ona itaat etmezse, sahîh görüşe göre eğitilmiş sayılmaz.

2- Sahibinin ava göndermesiyle gitmeli, yani onu bu işe teşvik etmesi hâlinde harekete geçmelidir.

3- Avı tutup olduğu gibi sahibine bırakmalıdır.

4- Avladığı hayvandan yememelidir.

Bu şartlar avcı köpek ve onun gibi yırtıcı av hayvanlarını ilgilendir­mektedir.

Avcı kuşlara gelince; bunların, sâhiblerince ava teşvik edilmeleri hâlin­de harekete geçmeleri ve avladıkları hayvanı da yememeleri mûtemed görü­şe göre şart koşulmuştur. Ava doğru uçmaya başladıktan sonra, sâhiblerince durmaları için seslenilmesi hâlinde durmaları şart değildir. Bu hayvanların eğitilmiş olduklarına kuvvetli zanla kanaat getirilinceye kadar bu şartların tekrarlanması da şarttır. Ve eğitilmiş olup olmadıklarını tesbit için de avcı hayvanlarla ilgili bilgi ve deneyimi olanların görüşlerine başvurulmalıdır. Eği­tilmiş olduğu hakkında karar verdikleri avcı hayvanların etleri yenilebilir. Hayvanların bu şartları hâiz olmaları bir veya iki denemeyle tahakkuk et­mez. Mûtemed olan görüş budur. Bu şartlardan birini yitiren avcı hayvanın avı helâl olmaz. Ancak avcı kişi, hayvanın avladığı ava henüz sağken ulaşıp da onu keserse, eti helâl olur. Hayvanın, avladığı hayvanı yaralaması, etinin helâl olması için şart değildir. Avını kendi ağırlığı ile veya bir duvara çarparak öldürürse, ya da bir taşa vurarak veyahut da yere çarparak ve benzeri şekillerde öldürürse, yine helâl olur. Avcı köpek eğitilmiş olur da avladığı hayvandan bir parçayı yediği anlaşılırsa, Şafiî'nin sarih ifâdesine göre avı helâl olmaz; yenilemez. Yeniden eğitilmesi şart koşulur. Avladığı hayvanın kanını yalaması, onun eğitilmişliğine zarar vermez. Avcı köpeğin av hayva­nını ısırdığı yeri, köpeklerle ilgili diğer bütün necasetler gibi toprak ve suyla yıkamak gereklidir. Bir görüşe göre de ısırdığı yeri bölüp ayırarak atmak ge­rekir. Bazıları da, muaf pisliklerden olup yıkanması gerekmez demişlerdir. Temiz olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Hanefîler dedilfer ki: Avcı hayvanın eğitilmişliğînin tahakkuku için; avladığı hayvanı yakalayıp sahibine alıkoyması, ondan yememesi, sahibi ta­rafından çağırıldığında emrine uyması, onu av üzerine göndermek İstediğin­de gitmesi şarttır. Bu şartların her biri üç defa tekrar etmiş olmadıkça eğitilmiş sayılmaz. Sahîh olan görüş budur. Üç defa tekrarladıktan sonra dördüncü­de yakaladığı hayvanın eti helâl olur demişlerdir. Bu anlatılanlar, köpek ve benzeri avcı hayvanlarla ilgilidir.

Şahin, doğan ve çakır kuşu gibi avlayıcı kuşlara gelince, bunların, avla­dıkları hayvanların etlerini yememeleri şart değildir. Sâhiblerinin çağırma­sıyla onun çağrısına uymaları durumunda eğitilmiş sayılırlar. Sahibinin üçüncü çağrısında, ete tamah etmeksizin çağrısına uyan kuşun eti helâl olur. Ama ete tamah ederek çağrısına uyarsa eğitilmiş sayılmaz. Birinci ve ikinci çağrı da sahibine itaat etmeyen hayvanın eğitilmişliğine bir zarar gelmez. Ama üçün­cü kez çağrısına icabet etmezse, eğitilmiş sayılmaz.

Mûtemed görüşe göre avcı hayvanların, avladıkları hayvanları yarala­maları şarttır. Avcı kuşun, avladığı hayvanı boğması veya kendi ağırlığı al­tında ezerek öldürmesi hâlinde avını yemek helâl olmaz. Yalnız doğan ve şahin kuşları, bu avcı kuşlardan istisna edilmiş olup bunların, avladıkları hay­vanı kendi ağırlıkları altında ezerek veya boğarak öldürmeleri halinde de o hayvanın eti ittifakla helâl olur. Aletle avlama halinde av hayvanının kanı­nın akıtılması hususunda varid olan ihtilaf burada da söz konusudur.

Malikîler dediler ki: Eğitilmiş avcı kuş, ava gönderildiğinde duran hayvandır. Ancak doğan, bundan müstesnadır. Eğitilmiş kuşun bir defa emre uymaması, onu eğitilmiş olmaktan çıkarmaz. Bir kez itaat etmekle de eğitil­miş sayılmaz. Aksine bu hususta muteber olan, örftür. Avcı kuşun, avladığı hayvanı yaralaması ve kanını akıtması şarttır. Ancak avladığı hayvan has-taysa, kanını akıtmasa bile cildini yarması yeterli olur. Avladığı hayvanı göv­desi altına alıp ezerek veya yere çarparak veya buna benzer yollara başvururak öldürürse, hayvanın eti helâl olmaz.

 

Velîme (Düğün Yemeği)

 

Tanımı

 

"Velîme", lüğatta özellikle "urs", yani düğün yemeği anlamına gel­mektedir. Hakikat olarak başka anlama gelmez. Urs, evlenme akdi ve zi­faf anlamını ifâde eder. Fıkıhçılar "urs" kelimesiyle zifafı, yani gerdeğe girmeyi kasdetmektedirler. Onlara göre velîmeden maksat gerdeğe gire­rek evlendiği hanımla hayatı birleştirme ve evlilik müessesesini kurma şe­refine verilen yemeğe davettir. Sevinçli olaylar dolayısıyla düzenlenen ve insanların âdet olarak çağırıldıkları şölenlere gelince, bunların velîmeden başka adları vardır. Bunlara gerçekte velîme adı verilemez. Bunlar, bir çok çeşitlere ayrılmaktadırlar. Örneğin; evlenme akdi esnasında verilen yemeğe imlâk, yani eşe sâhib olma yemeği denir. Buna şundan yemeği de.denir. Bu kelime, "muşandahat", yani başkalarını geride bırakıp öne geçen at cümlesindeki muşandah kelimesinden alınmadır. Çünkü bu ye­mek, evlenme akdi ve gerdekten öne alınmaktadır, /'zar yemeği de bun­lardandır. Bu yemek, sünnet merasimlerinde verilir. Hurs yemeği de bunlardandır. Bu yemek, kadının doğum sancılarından ve doğumdan sa­limen kurtulması için verilir. Arapçada "toz" manasına gelen nak' keli­mesinden alınan nakî' yemeği de bunlardandır. Bu, yolculuktan dönüş için verilir. Çocuğun Kur'ân-ı Kerîm'İ hatmetmesi münâsebetiyle verilen hizak yemeği de bunlardandır. Bu kelime, "Hızk" mastarından türemiş olup ço­cuğun zekâ ve maharetine İşaret eder. Matemlerde yapılan vadîme, ev yapımı için verilen vekîre yemeği ve akîka yemeği de bunlardandır.

 

Velîme Ve Diğer Yemeklerin Hükmü

 

İnsanların davet edildikleri düğün yemeği olan velîme, bilindiği gibi müekked sünnettir. Erkeğin gerdeğe girme esnasında, hoşuna giden ve emsalinin yapmaya muktedir olduğu yemekleri vermesi sünnet olur. Sözgelimi davetlilere bir hayvan kesmeye muktedir ise, en azından onlar İçin bir koyun kesmesi gerekir. Çünkü bu, hayvan kesmeye muktedir olan kişiden istenenin en az miktarıdır. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Abdurrahman İbn Avf (r.a.) hazretlerine;

"Bir koyun (keserek) bile olsa, velîme yemeği yap[29] buyruğunu vermişlerdir.

Davetlilere hayvan kesmeye muktedir olmayan kişi kendi imkânları­na göre yemek vermekle yetinir. Yine Buhârî'nin rivayet ettiğine göre:

"Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bazı hanımları ile evlendiğinde onla­ra, arpadan iki müd yiyecek ile velîme yapmıştır.[30]

Sevinçli olayların vukuu esnasında yapılan velîmeden başka yemek­lerin ki bunların isimleri yukarıda anılmıştır hükmüne gelince, mezheblerin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(75) Mâlîkîler dediler ki: Velîme mendubtur. Sahîh olan görüşe göre ne vâcib ne de sünnettir.

(76) Şâfiîler dediler ki: İster düğün, ister sünnet, ister seferden dönüş için olsun, sevinçli olayların vukûbulmasi esnasında ziyafet düzenlemek ve baş­kalarını buna çağırmak sünnettir. Sünnet olma hükmü, sâdece düğün yeme­ğine özgü değildir. Zaten "velîme", düğün yemeği anlamına geldiği gibi, diğer yemekler anlamına da gelmektedir. Ama daha çok düğün yemeği anlamına kullanılmaktadır. Seferden dönüşte, tabiî bu sefer örfe göre bazı uzak mın­tıkalardan gelmek gibi uzun mesafeli ise, yemek vermek sünnettir. Ama ya­kın bir seferden dönen kişinin yemek vermesi sünnet değildir. Ölüm dolayısıyla verilen vadîme yemeğine gelince, bu yemeğin, ölünün komşuları tarafından yapılması sünnettir.

Hanefîler dediler ki: Sünnet olan, düğün yemeğidir. Velîme denen bu yemeği damat, gerdeğe girerek hanımıyla evlilik müessesesini kurarken yapıp komşu, akraba ve dostlarını davet eder. Onlara hayvan kesip yemek yapar. Evlenme yemeği dışındaki yemeklere, meselâ sünnet ve anılan diğer sevinçli olaylar için yapılan yemeklere davet etmek, dince sakıncalı hususla­ra yer verilmemesi şartıyla caizdir. Matem için yapılan yemeklere gelince, bu yemekleri ölünün sâhibleri dışında başkalarımn birinci matem gününde yapıp onlara götürmesi ve onlarla birlikte yemesi hâlinde caizdir. Çünkü ölünün sâhibleri kendi üzüntüleriyle meşgul oldukları için yemek yapamaz­lar. İkinci ve daha sonraki günlerde başkalarının yemek yapması mekruh­tur. Musîbet günlerinde üç gün ziyafet tertiplemek mubah değildir. Yapılması durumunda yenilmesinde bir sakınca yoktur. Kasır, yani âciz kimsenin ma­lından olmamak şartıyla fakirler için yemek yapılmasında sakınca yoktur. MÂLİKÎLER dediler ki: Mendub olan, yalnızca velîmedir. Sünnet ve diğer durumlar İçin yapılan yemekler vâcib veya müstehab değil, ancak caizdir.

HANBELÎLER dediler ki: Sünnet olan, özellikle düğün yemeğine ça­ğırmaktır. Anılan diğer hususlar için yapılan yemeklere çağırmak, matem yemeği dışında caizdir. Matem yemeğine çağırmak mekruhtur. Sünnet ye­meğine çağırma hususunda, biri mekruhtur, diğeri caizdir diyen iki görüş vardır. Akika yemeğine çağırmak ise sünnettir.

 

Düğün Yemeğinin Vakti

 

Velîmenin, yani düğün yemeğinin ne zaman yapılması gerektiği hu­susunda, mezheblerin görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(77) MÂLİKÎLER dediler ki: Velîmenin (düğün yemeğinin) vakti, önce ve­ya sonra, gerdeğe girme zamanıdır. Bazıları, gerdeğe girmeden önce bu ye­meğin verilmesinin müstahab olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu yemekten maksat, nikâhı herkese duyurmaktır. Nikâhın herkese duyurulması da ger­dekten önce olursa daha münâsibtir. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayete gö­re, bu yemek gerdeğe girdikten sonra verilmelidir. Bu rivayetten kasıt, gerdekten önce verilememesi hâlinde gerdekten sonra yapılmasıdır. Yeme­ğin tekrarı mekruhtur. Mendub olansa sâdece bir tek yemeğe davettir. Bi­rinci kez davet edilenlerle ikinci kez davet edilenler ayrı kimseler iseler, sofrayı birkaç kez kurmanın sakıncası olmaz.

HANEFÎLER dediler ki: Düğün yemeğinin vakti, gerdeğe girme zama­nıdır. Bu yemeğe davet, gerdek sonrasına, hatta gerdekten bir gün sonraya kadar devam edebilir. Bundan sonra düğün de biter, düğün yemeği de...

Hanbelîler dediler ki: Düğün yemeğinin vakti geniştir. Bu yemek nikâh akdinin yapılmasından sonra, tâ düğünün sona ermesi zamanına ka­dar yapılabilir. Sınırlı vakti yoktur. Yemeğin gerdekten az önce yapılarak geleneklere uyulmasında hiç bir sakınca yoktur. Düğün yemeği verilmeye baş­landıktan sonra iki gün devam eder. Üçüncü gün verilmesi ise mekruhtur. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"Düğün yemeği, birinci gün haktır. İkinci gün iyidir. Üçüncü gün ise, gösteriş ve desinler içindir."[31]

Şâfiîler dediler ki: Düğün yemeğinin vakti, evlenme akdi ile başlar. Zaman aşımı dolayısıyla vakti geçmez. Bazıları demişlerdir ki: Düğün ye meği bakire eşlerle evleriildiğinde akıtten sonra yedi güne kadar, dul eşlerle evlenildiğİnde de akitten sonra üç güne kadar yapılabilir. Bu zaman geçince­ye kadar yapılmaması hâlinde, kazaya kalmış olur. En faziletlisi, bu yeme­ğin gerdekten hemen sonra verilmesidir.

 

Velîme Ve Diğer Yemekler İçin Yapılan Davetlere İcabetin Hükmü

 

Önce de belirtildiği gibi, özellikle evlenme dolayısıyla yapılan yemek dâvetine icabet etmek farzdi. Bu yemeğe davet edilen kimsenin ziyafet yerine gitmemesi helâl olmaz. Seferden dönüş, sünnet ve benzeri münâ­sebetlerle yapılan yemek davetlerine icabet etmekse sön netti. Dave­te icabet etmenin farz veya vâcib olması bazı şartlara bağlıdır:

1- Davet eden kişi fâsik, açıkça günâh işleyen, zâlim veya övünüp böbürlenmek gibi fâsid maksatlı biri, ya da davetliye tesir ederek onu kö­tü işleri ve günahları işlemekte kendine âlet etmek gibi fasit maksatlı biri olmamalıdır. Meselâ hakkaniyetle hüküm vermesine engel olmak İçin kadı'yi davet etmek gibi.

2- Davetli kişi, cemaatten geri kalmasını mubah kılan hastalık ve ben­zeri şer'î bir mazeret sahibi olmamalıdır.

3- Davetli özel çağrı almalıdır. Sözgelimi daveti tertipleyen kişi, şahıs belirtmeksizin halka "buyurun yemeğe gelin" diyecek olursa dâvetine icabet etmek vâcib olmaz.

4- Düğün yemeği (veya diğer yemekler) haram veya mekruh şeyleri kapsamamalıdır.

Bu şartları taşımayan yemek davetlerine icabet etmek ne farz, ne de sünnettir. İcabetin şartlarıyla İlgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

Davetli kişi, davete icâb ettikten sonra farzı, ya da (yerine göre) sün­neti edâ etmiş olur. Ziyafet yerine gittikten sonra ayrıca yemeği yeme yü­kümlülüğü yoktur. Ziyafet yerine gittikten sonra yemeği yemek, sâdece müstehapti.

Oruçlu bir kişi davet edilirse ziyafet yerine gidip davet sahibine oruç­lu olduğunu haber vermeli, ona hayır duada bulunup, oradan geri dön­melidir. Eğer bu durum ziyafet sahibinin ağırına gider ve davetlinin yemek yememesi ona elem verirse ve davetlinin orucu da nafile ise, orucunu açıp yemeğini yemesi müstehab olur. Çünkü müslüman kardeşini sevindi rip kalbini-kırmaması, nafile oruç tutmasından daha fazla sevâb kazan­masına vesile olur. Ama davetlinin orucu farz İse, hiç bir hâlde orucunu açması sahih olmaz. Ayrıca davet sahibinin, farz orucu tutmuş o!an da­vetlinin mazeretini kabul edip yemek yemesine ısrar etmemesi âdâb ge­reğidir.

 

(78) Hanefîler'in bu konuda iki görüşleri vardır:

a) Şartlan hâiz olduktan sonra ister velîme için, isterse başka münâse­betlerle yapılan yemekler için, yapılan davetlere icabet etmek müekked sün­nettir.

b) Evlenme akdi nedeniyle verilen velîme yemeğine İcabet etmek vâcib derecesine yakın müekked bir sünnettir ki, meşhur olan da bu görüştür. Ve­lîme dışındaki diğer yemek davetlerine icabet etmek, icabet etmemekten da­ha faziletlidir. Bazıları da, "evlenme akdi münâsebetiyle verilen velîme yemeği için yapılan davete icabet etmek vâcib olup, terki caiz değildir" derler.

(79) Mâlikîler dediler ki: Yemek davetine icabet etmek beş kısma ayrılır.

1- İcabeti vâcib olan. Bu, düğün yemeğine icabet etmektir.

2- İcabeti müstehab olan. Bu medübe adı verilen, dostluğu pekiştirmek amacıyla verilen yemek dâvetine icabet etmektir.

3- İcabeti mubah olan. Bu, başkasınca kötülenmeyen güzel bir amaçla yapılan yemek dâvetine icabet etmektir. Akîka yemeğine, seferden dönen ki­şinin verdiği yemeğe, doğum sancılarından ve doğumdan salim olarak kur­tulan   kadının  verdiği  yemeğe,   ev  yaptıranın  verdiği  yemeğe,  sünnet merasiminde verilen yemeğe icabet etmek gibi.

4- İcabeti mekruh olan. Bu övülmek ve böbürlenmek gayesiyle verilen yemek dâvetine icabet etmektir.

5- İcabeti haram olan. Bu, kişinin kendisinden hediye kabul etmesi ha­ram olan biri tarafından yapılan yemek dâvetine icabet etmesidir. Meselâ iki hasımdan birinin yaptığı yemek dâvetine kadı'nın icabet etmesi, buna örnek olarak gösterilebilir.

(80) Hanbelıler dediler ki: Davete icabetin şartlarını şöylece sıralaya­biliriz:

1- Davetli Özel çağrı almalıdır. Ama kişi, başkalarının zımnında çağrıl­mışsa icabeti vâcib olmaz. Bu da şöyle olur: Daveti tertipleyen kişi sözgelimi cemaate; "Ey insanlar. Buyurun yemeğe gelin" derse, bu durumda cemaat­ten hiç kimsenin icabeti vacip olmaz. Aynı şekilde davet tertipleyen kişi ken­di habercisine, "dilediğin, ya da karşılaştığın herkesi davet et" derse yine icabet etmek vâcib olmaz.

2- Davet eden kişi, küsülmesi haram olan müslüman biri olmalıdır. Ama zimmî birisi, kişiyi davet ederse icabet etmek mekruh olur. Aynı şekilde zâ-lİm, fâsık, bid'atçi veya yaptığı davetle böbürlenen kişinin dâvetine icabet etmek gerekli değil, hattâ mekruhtur.

3- Davet sahibinin kazancı temiz ve helâl olmalıdır. Eğer kazancı pis ve murdarsa dâvetine icabet etmek gerekli değil, hattâ haramdır. Ama malı­nın bir kısmı helâl, bir kısmı da haramsa, dâvetine icabet edip yemeğini ye­me ile ilgili olarak bir kaç görüş ileri sürülmüştür.

a) Böylelerinin dâvetine icabet edip yemeğini yemek mekruhtur. Bu gö­rüşü bazıları tercih etmiştir.

b) Böylelerinin dâvetine icabet edip yemeğini yemek haramdır.

c) Böylelerinin dâvetine icabet edip yemeğini yemeyle ilgili tafsilât var­dır: Kazancının çoğu haramsa yemeğini yemek haram, aksi takdirde helâldir.

4- Davetli kişi, yemekte hazır bulunmaya muktedir olmayan biri olma­malıdır. Meselâ hasta veya hasta bakıcı olmamalıdır. Veya kendisinin, ya da başkasının malını korumakla meşgul bulunmamalıdır. Hava şiddetli de­recede sıcak, ya da soğuk veya elbiseleri ıslatacak kadar yağmurlu ve yollar da çamurlu olmamalıdır. Bütün bu durumlarda davete icabet etmek vâcib olmaz. Çünkü bu sayılan haller, cemaate gitmemeyi mubah kılan mazeretlerdir. Böylece de velîmeye icabet etmemek de bu gibi hallerde mubah olmaktadır.

5- Velîmede fuhuş ve yalan sözle insanları güldüren veya utanma per­deleri yırtılmış oyuncu ve kötü kadınların bulunması, ya da sofrada içki, al­tın ve gümüş kapların; ud, zurna ve benzeri çalgı âletlerinin bulunması hâlinde icabet etmek vâcib olmaz. Hattâ haramdır. Ancak bu gibi pisliklere engel olabilecek kişinin, bu davetlerde hazır bulunması ve karşı çıkması vâcib olur. Böyle yapmakla da, iki vacibi, yani hem kötülükleri giderme vecibesini, hem de davete icabet vecîbesini yerine getirmiş olur. Ama davette, anılan sakın­calı durumların mevcud olacağından habersiz bir kişi, davete geldiğinde bu gibi nahoş hallerle karşılaşırsa gücü yettiği takdirde engel olması; aksi tak­dirde geri dönmesi gerekir. Ama davette çirkin ve nahoş hallerin vuku bula­cağını bilir de bu gibi durumları gözüyle görmezse,  oturup yemeğini yiyebileceği-gibi, kalkıp gidebilir de.

6- Velîmenin birinci gününde çağırılmış olmalıdır. İkinci gün çağırılan kişinin icabet etmesi vâcib değil, müstehaptir. Üçüncü gün çağırılan kişinin icabet etmesi ise mekruhtur.

Mâlikîler, evlenme akdi münâsebetiyle verilen yemek dâvetine ica­bet etmek, bazı şartlarla farz olur demişlerdir:

1- Davet edilen kişi, çağrıyı açıkça veya dolaylı olarak.bizzat almış ol­malıdır. Açıkça çağrı almasına, davet sahibinin bizzat kendi ağzıyla veya kendi habercisiyle onu davet etmesini örnek olarak gösterebiliriz. Dolaylı olarak çağrı almasına, davet sahibinin, mahsur kalmış şu vasıftaki mahal sakinleri­ni davet etmek üzere haberci göndermesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu mahal sâkinlerinin her biri dolaylı olarak şahsen çağırılmış olurlar. Davetli­nin şahsı, ne açıkça ve ne de dolaylı olarak belirtilmezse, meselâ davet sahi­bi, kendi habercisine "karşılaştığın herkesi veya mahsur kalmamış yoksulları çağır" diyecek olursa davete icabet vacib olmaz.

2- Yemekte kendileriyle bir arada bulunmaktan dolayı kendi dinine ve mürüvvetine zarar gelmesinden korktuğu rezîl ve sefil kimselerin bulunma­ması gerekir. Kişi bunlardan zarar göreceğinden korkarsa davete icabet et­meyebilir.   Ama   kişisel  duygularından   ötürü   böylelerini   görmekten hoşlanmayan kişinin davete icabet etme yükümlülüğü düşmez.

3- Yemekte şer'an reddedilen durumlar bulunmamalıdır. Meselâ üze­rinde oturduğu minder ipek olmamalı veya üzerine başka bir şey serilmiş ol­sa bile ipek döşek üzerinde oturan birini görmemelidir. Ziyafette altın veya gümüş kablar bulunmamalıdır. Haram içerikli olduğu için dinlenilmesi ya­sak şarkılar okunmamalıdır. Eğer bu çirkinlikler, davetlinin görmediği ve işitmediği bir taraftaysa davete icabet etmesi caiz olur. Aksi takdirde caiz olmaz. Mâsiyeti işitmek de görmek gibi haramdır.

4- Yemek yerinde, dikili vaziyette duran, onlarsız yaşaması düşünüle-meyen görünürdeki organları tam olarak yapılmış, cesedi ve gölgesi olan bir insan, ya da hayvan heykeli bulunmamalıdır. Onlarsız yaşaması mümkün olmayan organları tam olarak yapılmamış, cesedsİz ve gölgesiz resimlere, me­selâ duvarda yapılmış resime gelince bunun zararı olmaz. Çünkü bu şartları taşımakta olan akıl sahibi canlılarla diğerlerinin heykelleri haramdır. Bun­larla ilgili geniş açıklama ileride gelecektir. Şu da var ki; bazı kimseler, sahi­bi yetkili ve iktidar sahibi olup, kötülüğünden korkulan bir kimse ise. düğün yemeğinden şer'an haram şeyler bulunsa da orada hazır bulunmaya ruhsat vermişlerdir.

5- Yemek yerinde fazlaca kalabalık bulunmamalıdır.

6-  Aleyhine müşavere için olsa bile, ziyafet yerinin kapısı yüzüne ka­panmamalıdır. Ama asalaklara engel olmak ve disiplini sağlamak için kapı kapanacak olursa, icabet etmemesi mubah olmaz.

7- Davet eden kişi müslüman biri olmalıdır. Davetli de, icabet etmekten geri kalmasını mubah kılan hastalık ve benzeri bir mazeret sahibi olmamalı­dır. Davet eden kişi fâsık, şirretli ve yemek vermekle övünüp böbürlenen bi­ri, mahremi yanında bulunmayan bîr kadın, veyahut da dâvetine icabet etme hâlinde şüphe uyanmasından korkulan bir kişi olmamalıdır.

Hanefîler, davete icabet etmenin, ancak bazı şartların gerçekleşmesi durumunda sünnet olacağını söylerler:

1- Davet eden kişi fâsık ve günahkâr olduğu açıkça bilinen biri olma­malıdır. Fâsık ve zâlimin dâvetine icabet sünnet değildir. Bilâkis hilâf-ı evlâ­dır. Çünkü helâlden kazanılmış olsa bile, zâlimlerin yemeğini yemekten kaçınmak gerekir.

2- Davet eden kişinin malının çoğu haram olmamalıdır. Bu durumu bi­len kişinin davete icabet etmesi vâcib olmaz. Davet sahibi, yemeğe harcadığı parasının kendisine miras ve benzeri yollarla gelmiş helâl bir para olduğunu haber vermedikçe, davetlinin o yemeği yemesi caiz olmaz. Malının çoğu he-lâlsa, dâvetine icabet edip yemeğini yemekte sakınca yoktur.

3- Düğün yemeğinde içki ve benzeri haram şeyler bulunmamalıdır. Dü­ğün yemeğine davet edilen kişinin, bu yemekte günaha sebebiyet veren hu­susların mevcud olduğunu bilmesi hâlinde davete icabet etmesi sünnet olmaz. Ama bu gibi hususların mevcudiyetinden habersiz olursa, icabet etme yü­kümlülüğü düşmez. Sofrada içki ve heykelin varlığını bilmeden yemeğe gi­den kişi, gittiğinde sofrada bu gibi şeyleri görürse yemeğe oturmaması hatta yüz çevirerek geri dönmesi vâcib olur. Ama günaha sebebiyet veren bu gibi şeyler sofradan uzakta ve fakat kendisinin göreceği, ya da işiteceği bir taraf­ta bulunuyorlarsa; engel olmaya gücü yettiği takdirde engellemesi vâcib olur. Gücü yetmeyen veya lider pozisyonunda biri ise, yine ziyafet yerinden çıkıp gitmesi gerekir. Aksi takdirde oturup yemeği yemesinde bir sakınca olmaz. Ziyafet yerine gitmezden önce bu gibi şeylerin mevcudiyetinden haberdarsa gitmesi helâl olmaz. Ancak oradaki insanlara yön verebilecek etkinliğe sâhibse ve onun hatırı için kötülükten vazgeçeceklerse, o zaman yemeğe git­mesi vâcib olur. Kötülükleri bertaraf etmek İçin oraya gitmesi icâb eder. Yahûdî ve-hıristiyanlann dâvetine icabet etmekte bir sakınca yoktur. Çünkü ister kestiklerini, ister avladıklarını, ister başka şekildeki yemeklerini yemek tümden sakıncalı değildir. Ateşperestlerin, kestikleri hayvanlar dışındaki yi­yeceklerini yemek helâldir. Yalnız kestikleri hayvanların eti haramdır.

4- Davetli kişi, hastalık ve benzeri şer'î bir mazeretle özürlü bulunma­malıdır.

5- Davet sahibi, davetliyi açıkça veya dolaylı olarak şahsen belirterek çağırmalıdır.

6- Yemeğe davet, velîmenin meşru vaktinde yapılmalıdır.

Şâfiîler dedilerfk'i: Velîmeye icabetin vâcib olması, velîmeden başka yemeklere icabetin süririet olması için gerekli olan şartlar şunlardır:

1- Davet sahibi özellikle zenginleri değil, zenginlerle beraber yoksulları da yemeğe çağırmalıdır. Bundan maksat dalkavukluk, ikiyüzlülük, riyakâr­lık yaparak ve böbürlenerek yalnızca zenginleri çağırmaya engel olmaktır. Zîrâ bu, dinimizin benimsemediği bîr davranıştır. Böyle yapan kişinin baş­kası üzerinde hakkı kalmaz. Ama tesadüf eseri olarak, sözgelimi komşuları veya meslektaşları olarak zenginleri çağırmasının bir zararı olmaz.

2- Davet, velîmenin birinci gününde olmalıdır. Üç gün veya daha fazla, meselâ yedi gün ziyafet verme hâlinde, birinci gün dışındaki diğer günlerde davete icabet etmek vâcib olmaz. İkinci günde icabet etmek müstehab, geri kalan günlerdeyse mekruhtur.

3- Davet sahibi müslüman biri olmalıdır. Kâfir ise dâvetine icabet et­mek vâcib olmaz. Ama zımmînin dâvetine icabet etmek gayr-ı müekked sün­nettir.

4- Davet sahibi, mutlak tasarruf ehliyetine sâhib olmalıdır. Davet sahi­bi, kısıtlı ise ve yemek masrafı da kendi parasından karşılanmışsa dâvetine icabet etmek haram olur. Eğer velîsi kendi parasıyla yemek yaptırrmşsa ica­bet etmek vâcib olur.

5- Davet sahibi, bizzat veya habercisi aracılığıyla davet ettiği kimseyi şahsen belirlemelidir.

6- Davet sahibi; davet ettiği kimseyi, kendisinden korktuğu veya ma­kam, ya da forsundan yararlanmak, veyahut da batıl maksatlı bir işte yardı­mını sağlamak amacıyla davet etmemelidir.

7- Davetli, davet sahibinden özür dilememelidir. "Dilediği takdirde da­vet sahibi, onun gelmemesini utandığından değil de gönül rızasıyla kabul et­melidir ki, bu da her ikisinin durumundan anlaşılır.

8- Davet sahibi fâsık, şirretli veya böbürlenen biri olmamalıdır.

9- Davet sahibinin malının çoğu haram olmamalıdır. Eğer malının ço­ğu haramsa, dâvetine icabet etmek mekruhtur. Bulunduğu yemeğin haram olduğunu bilirse, yemesi haram olur. Çünkü haram malı yemek haramdır. Ancak haramla helâl birbirine karışırsa, zaruret şartına dayalı olmaksızın da kullanılması caiz olur. Davet sahibinin malının çoğu haram olmaz da şüp­heli olursa, dâvetine icabet etmek vâcib veya sünnet değil, sadece mubah olur.

10- Davet sahibi, mahremi yanında bulunmayan yabancı bir kadın ol­mamalıdır. Ya da bilfiîl kendisiyle yalnız kahnmasa bile, kendisiyle haram olan yalnız kalma korkusu olan biri olmamalıdır.

11- Davet, velîmenin vaktinde, yanı önce de belirtildiği gibi evlenme akdi vaktinde yapılmalıdır.

12- Davetli kişi, kadı veya kadı pozisyonundaki bir idareci olmamalı­dır. Bu gibi kimselerin kendi yönetim bölgelerinde özellikle davet sahibinin, bunlar nezdinde görülmekte olan bir dâvalarının mevcûd olması hâlinde da­vete icabet etmeleri vâcib olmaz. Hattâ icabetleri haramdır.

13- Davetli, cemâati terketmesini mubah kılan hastalık gibi bir mazeret sahibi olmamalıdır.

14- Davetli kişi, kadın veya tüysüz delikanlılar gibi fitneye sebeb olma­larından korkulan veya davet sahibinin ırzına dil uzatılmasına sebeb olma­larından korkulan kimselerden olmamalıdır.

15-Davet sahibi birden fazla olmamalıdır. Eğer birden fazla olurlarsa, önce davet eden, sonra hısımlık bakımından daha yakın olan.sonra da kom­şuluk bakımından evi daha yakın olan tercih edilir. Bu yeğleme, dâvetçiler. arasında kıyaslama olduğunda yapılır. Eğer davetçiler eşit durumda iseler kura çekilir.

(81)  Mâlîkîler dediler ki: Bu hususta iki görüş vardır:

a) Yemeği yemek vâcib değildir. Vâcib olan, yalnızca davet yerine git­mektir ki, kuvvetli olan görüş de budur.

b) Oruçlular dışındaki davetlilerin, yemeği yemeleri vâcibtir.

(82)  Hanefîler dediler ki: Davetli kişi, oruçlu olur da yerine bir gün kaza edebileceği hususunda kendine güvenirse, (davet sahibi) müslüman kardeşi­nin eziyet çekmesini önlemek amacıyla orucunu açıp yemeğini yiyebilir. Eğer yerine bir gün kaza etme hususunda kendine güvenemezse, davet sahibi ezi­yet görse de orucunu açamaz. Bu hüküm, orucun zevalden önce açılması du­rumunda söz konusudur. Zevalden sonra orucun açılması helâl olmaz. Ancak zevalden sonra olsa dahi, anaya-babaya itaatsizlik sözkonusu olursa oruç açı­labilir.

Mâlîkîler dediler ki: Nafile de olsa, orucu açmak caiz olmaz. An­cak anası veya babası, orucunu açmasını isterse açar. Ama böyle bir durum olmadığı takdirde, kendisi açmaya üç talakla hanımını boşamaya yemin et­miş olsa bile orucunu açamaz. Ancak yeminini bozması (yani orucuna de­vam etmesi) nedeniyle şer'î bir fitnenin vukuundan korkutursa orucunu açar; kaza etmesi de gerekmez. Örneğin yemin eden kişinin (yeminini yerine getir­mediği takdirde) boşamış olacağı hanımına kalbi takılı kalır ve onunla cin­sel ilişki kurmasından korkulursa orucunu açması caiz olur.

 

Resim Ve Heykellerin Hükmü

 

Resim ve heykel meselesinin, düğün yemeği dâvetine icabet etmek­le ilgili yönleri vardır. Yemek yerinde resim veya heykel bulunduğunu bi­len davetlinin, İcabet etme yükümlülüğü düşer mi, düşmez mi? Resim veya heykel haram olup, şer'ân seyredilmesi mubah olmayan cinstense dave­te icabet yükümlülüğü düşer. Ama caiz olanlardansa, yemek yerinde bu­lunsa da davete icâbel yükümlülüğü düşmez. Şundan ki: Resim veya heykel ya güneş, ay, ağaç ve mescid gibi cansız bir varlığa âit olur. Ya da akıllı veya akılsız bir canlıya âit olur. Cansızlarınki ihtilafsız olarak ca­izdir. Canlılannkine gelince mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşa­ğıya alınmıştır.

Şu da var ki bu sayılanlar içinde, Allah'tan başkasına tapmak için ya­pılan heykeller gibi, şer'an fâsid olan bir gaye uğruna yapılanları haram kılınmıştır. Bunları yapanlara en ağır cezalar verilecektir. Aynı şekilde hey­kellere benzeyen, insanı kötü düşüncelere sevkederek haram zevklerini kamçılayan resimler de haramdır. Bu gibi resimleri yapmak, bulundurmak ve bunlarla gönül eğlendirmek haram olup büyük günahlardandır. Ama eğitmek ve eğitilmek gibi sahîh maksatla resim yapmak ve bulundurmak mubahtır, günah değildir. Bu nedenledir ki bazı mezhebler, küçük kız ço­cuklarının oyuncak bebeklerle oynamalarını istisna sayarak, bu gibi oyun­cakların yapılıp satılmasını ve alınmasını caiz görmüşlerdir. Çünkü bundan maksat, kız çocuklarına, çocuk yetiştirme eğitimi vermektir ki bu da anı­lan oyuncakların mubah olması için yeterli bir sebep olmaktadır. Aynı şe­kilde resim, yere serilen bir elbise, sergi veya yastık üzerineişlenmiş olursa yine caiz olur. Çünkü bu durumda resim tahkir edilmiş olur ki, bu da puta benzeme ihtimâlini uzaklaştırmaktadır.

Özetleyecek olursak deriz ki: İslâm dininin resim ve heykeli yasakla­masının amacı, putperestliği ortadan kaldırmak ve her türlü izini silmek­tir. Putperestliğe yaklaştıran veya putperestlik anısını canlandıran her resim ve heykel haramdır. Bunlar dışında kalanlar caizdir. Bu konuda daha aydınlatıcı bilgiler, aşağıda her mezhebe göre detaylı biçimde sunulmuştur.

 

(83) Mâlîkîler dediler ki: Resim veya resim yapma, dört şartla haram olur.

1- Akıllı veya akılsız olsun, canlıların resmini yapmak haramdır. Gemi, camı, minare gibi cansız varlıkların resmini yapmak mutlak surette mubahtır.

2- Yapılan resim, hacmi olması halinde ister ağaç, demir, hamur ve şe­ker gibi kalıcı maddelerden biriyle yapılmış olsun, ister karpuz kabuğu gibi kendi hâline bırakıldığında solup kuruyan ve geriye bir şeyi kalmayan mad delerden biriyle yapılmış olsun haramdır. Bazıları, kalıcı olmayan madde-ierle üç boyutlu resim yapmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Ama kağıt, elbise, duvar, tavan ve benzeri yerlere yapılan hacimsiz (üç boyutlu olma­yan) insan ve hayvan resimlerİyle ilgili olarak ihtilaf vukûbulmuştur. Bazı­ları detaylara inmeksizin bu tür resimlerin mutlak olarak mubah olduğunu söylemişlerdir. Bazıları elbise ve sergi gibi şeyler üzerine yapılan resimlerin mubah olduğunu^ duvarlara yapmanın ise yasak olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da döşeme olarak kullanılan kumaşlar üzerine yapılan resimlerin mu­bah olduğunu, başka yerlere yapılanlarınsa yasak olduğunu söylemişlerdir.

3-Yapılan resmin, gerek hayvan, gerek insanın onsuz yaşayamayacağı görünürdeki organları tam olarak yapılmış olmalıdır. Meselâ yapılan resi-min karnı veya başı delik olursa haram olmaz.

4- Yapılan resmin gölgesi olmalıdır. Yapılan resim hacimli (üç boyutlu) olur da duvarda yapılmış olduğu için gölgesi olmazsa, sadece gölgesiz kı­sımları açıkta olursa haram olmaz.

Bütün bunlardan istisna olarak küçük kız çocuklarının oynadıkları be­bekleri, üç boyutlu da olsa yapıp satmak caizdir. Çünkü bunlardan mak-sad, küçük kızları çocuk eğitimi konusunda yetiştirmektir. Bu anlatılan hususlardan da anlaşılmış oluyor ki, resim ve heykellerin haram kılınmasın­dan amaç, her halükârda putperestliğe benzer durumları ortadan kaldırma­ya yöneliktir.

(84) Şâfiîler dediler ki: Canlı olmayan varlıkların, meselâ ay, güneş, ağaç ve gemi gibi şeylerin resmîni yapmak caizdir. Ama akıllı olsun veya olma­sın, canlıların resmini yapmak helâl olmaz. Bunlardan birinin resmini ya­pan kişinin yaptığı resim ya hacimli olur veya olmaz. Hacimli olmayıp da ayak altında kalan yere veya sergiye veyahut da yaslanılan bir yastığa yapıl­mış olursa onu seyretmekten hoşlanmak caiz olur. Ama duvara veya tavana asılı olan, ya da giyilen bir elbise üzerine yapılan resmi seyretmekten hoşlan­mak caiz olur. Ama duvara veya tavana asılı olan, ya da giyilen bir elbise üzerine yapılan resmi seyredip bundan hoşlanmak caiz olmaz. Çünkü böyle yapmakla resim, putperestliğe benzer şekilde ta'zîm edilip ululanmaktadır. Yapılan resmin hacmi olur da başı veya bel kısmı kesik, ya da karnı delik vaziyette olup yaşaması düşünülemiyecek bir şekilde ise, onu seyretmek caiz olur. Bundan da öğreniyoruz ki, başka haramları içermediği takdirde sine­maya gidip eğlenmenin bir sakıncası olmaz. Zîrâ beyaz perdedeki resimler, eksik olup hacimli değildirler. Kız çocuklarının oyuncakları da istisnâen ca­izdir. Bunları yapıp satmak caizdir. Bazıları, bunların da eksik olması ge­rektiği kaydını getirmişlerdir.

Hanbelîler dediler ki: Canlı olmayan ağaç ve benzeri varlıkların resmini yapmak caizdir. Akıllı veya akılsız canlıların resmini yapmak caiz olmaz. Yalnız bu gibi resimler, yere serilip ayak altında kalan sergiler üzeri­ne yapılırsa, ya da yaslanılan yastıklar üzerine işlenirse caiz olur. Yapılan resim, hacimli olur ama baş veya onsuz yaşaması mümkün olmayan diğer organlarından biri giderilmiş ise mubah olur.

hanefîler dediler ki: Ağaç ve benzeri canlı olmayan varlıkların res­mini yapmak caizdir. Canlıların resmini sergi, yastık, yere serilen sergi veya kağıt üzerine yapmak caizdir. Çünkü bu durumda resim tahkîr edilmiş ol­maktadır. Baş ve benzeri onsuz yaşanılması mümkün olmayan bir organı ek­sik, resmi yapmak caizdir. Kıymetli ve saygınlığı olan bir yere resim koymak veya organları tam olarak teşekkül ettirilmiş resmi yapmak ise caiz değildir.

 

Şarkının Hükmü

 

Şarkı okuyup dinlemenin de düğün yemeğine yapılan davete icabet­le alâkası vardır. Verilen bir düğün yemeğinde gelenekler icâbı şarkı ve oyun varsa, o yemeğe yapılan davete icabet etme yükümlülüğü düşer mi? Bu soruya verecek cevabımız şudur: Bu ziyafette okunan şarkı ve oyna­nan oyunlar, şer'an mubah olmazlarsa davete icabet yükümlülüğü düşer. Ama hafif (Aşırılık olmayan) oyunların ve mubah şarkıların bulunması du­rumunda icabet yükümlülüğü düşmez. Şundan ki: Müsamahakâr İslamîyetin yasa koymadaki hedef ve maksatları ahlâkı güzelleştirmek, nefisleri kötü şehvetin pislik ve günahlarından arındırmak noktasında toparlanmak­tadır. Çirkinlikleri işlemeye vesîle olan herhangi bir fiil, haddizatında gü­zel de olsa haramdır. Sözgelimi şarkı, sesi nağmelerle hareketlendirme açısından hiç günahı olmayan mubah bir davranıştır. Ama bazan şarkı, kendisini haram ya da mekruh kılan bir takım şeylere maruz bırakmakta­dır. Oyun da böyledir.

Şarkı, kişiye helâl olmayan bir kadın, ya da tüysüz bir oğlana arzu duyup günaha girmesine sebebiyet verecekse haram olur. Yine şarkı söy­leme nedeniyle insana içki içmek veya zamanı boşa harcama veyahut da dinî vecîbeleri edâ etmekten vazgeçmek için keyif ve heyecan gelirse ha­ram olur. Ama bu gibi durumlara yol açmaması hâlinde yaşamakta olan belirli bir kadını vasfedip anlatan kelimeleri içeren bir şarkıyı okumak, o kadın hayatta olduğu sürece helâl olmaz. Çünkü bu şarkı, dinleyicileri veya okuyucuyu o kadına karşı şehvetlendirir ve onunla fitnelenmelerine ne­den olur. Ama ölümünden sonra okumak, onunla karşılaşma umudu kal­madığı için mahzurlu olmaz. Tüysüz genç oğlanlar da bu bakımdan kadın gibidirler. İnsanları imrendirecek tarzda içkiyi anlatan kelimeleri içeren şar­kıyı okumak da helâl olmaz. Çünkü bu tür şarkılar, dinleyicileri içki içme­ye ve içki meclislerine katılmaya iter ki, bu da dince büyük bir suçtur. Müslüman olsunlar, zımmî olsunlar insanları hicveden kelimeleri içeren şarkıları okumak helâl değildir. Zîrâ bu, din nazarında haram kılınmıştır. Bu gibi şarkıları okumak ve dinlemek helâl olmaz.

Hikmet ve nasihat içeren; çiçeklerle kokuları vasfedici, yeşillik ve (di­ğer) renkleri tanıtıcı, su ve benzeri şeyleri tasvir edici; haram kılınmış bir fitneye sebebiyet vermeyen gayr-ı muayyen (belirgin olmayan tanınma­yan) bir insanın güzelliğini betimleyici şarkıları okumak mubah olup ya­sak değildir.

Oyun oynamaya gelince, fuhuş ve yalan sözlerden avret yerlerini aç­maktan, insanları alaya almaktan, kadınların kendilerine helâl olmayan erkeklerin huzurunda oynamalarından uzak kalınması şartıyla caiz olur. Nitekim bazı kimseler düğün yemeklerinde oynamaları için kötü kadınları kiralamaktadırlar. Oyun, eğer bu tür kepazelikleri kapsayacak olursa ha­ramdır. Bu oyunları seyredip gönül eğlendirmek ve bu gibi rezaletlerin mev-cûd olduğu düğün yemeklerine yapılan davete icabet etmek helâl olmaz. Bu anlattıklarımız, İsJâmî kuralların gereğidir.

Bu anlattıklarımız, mezheb imamlarının bu konuda söylemiş oldukla­rı sözleri yukarıdaki şekilde yorumlayan düşünür-bilginlerin nakillerinden alınmıştır. Âlimlerin bu alanda söyledikleri sözlere aşağıda yer vermiş bulunmaktayız.

 

(85) Şâfiîler: İmam Gazzâlî, "Ihyâu UIGmi'd-Dîn" adlı eserinde der ki: Sevinç vakti olan bayram gününe kıyasla diğer sevinçli zamanlarda şarkı söylemenin, oyun ve dans etmenin, def çalmanın, süngü-kalkan oyunu oy­namanın, habeş ve zencilerin oyunlarını seyretmenin mubah olduğuna nass-lar delâlet etmektedir. Evlenme düğünleri, bu düğünlerde verilen yemekler, akîka ziyafetleri, sünnet yemekleri, seferden dönüş ziyafetleri ve diğer se­vinç ve ferah sebebi günlerindeki şölenler de bu mânâda ele alınmalıdır. Bü­tün bunlar, şer'ân ferahlanma sebebi sayılmaktadırlar. Dostları ve kardeşleri ziyaret edip onlarla buluşarak, yemek ve sohbet ziyafeti tertipleyerek onlar­la biraraya gelerek -ki bu gibi yerlerde şarkı dinlenir- sevinip ferahlan­mak caiz olur."

Şu da var ki Gazzâlî, şarkıları bir kaç kısma ayırmış olup, bunlardan fitneye veya dince sakıncalı durumlara yol açan veyahut da dince müstehcen sayılan kelimeleri içerenleri ele almış ve bu tür şarkıların haram olduğunu söylemiştir. Gazzâlî'nin yukarıda tırnak içinde nakledilen sözünde, bahset­tiği mubah oyun ve danstan maksat, erkeklerin, şehvetlenmeleri düşünülme­yen, kendi gibi erkekler huzurunda yaptıkları oyun ve danslardır. Kadınların kendilerine helâl olmayan erkekler huzurunda oyun oynamaları veya dans etmelerine gelince, bu, şehvetlerin kabarmasına ve fitneye yol açacağından dolayı icmâ ile haram kılınmıştır. Bunda hayâsızlık ve iffetsizlik vardır. Tüysüz genç delikanlıların kendilerine tutkun ve şehvetlenen kimselerin huzurunda oynamaları da kadınların oynaması gibi haramdır.

Üstad Gazzâlî, oyun ve dansın mübahlığma, Habeşlİ ve zencilerin bir bayram günü Peygamberimizin mescidinde oyun oynadıklarını, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin de buna ses çıkarmayıp, ikrar ettiğini, Hz.Âişe (r.a.) nin de örtülü vaziyette bu oyunları seyredip eğlenmesine izin verdiğini delîl olarak nakletmiştir. Bilindiği gibi böyle olunca oynamak hiç bir şehveti ha­rekete geçirmez. Oyun ve dansın mubah olan çeşidi, kötü şehvetleri hareke­te geçirmeyenlerdir.

Yine İhya adlı eserde, İmâm Şafiî'nin şöyle dediği nakledilmektedir: "Hi­caz âlimlerinden hiç birinin, (fitneye yol açacak şekilde başkalarının güzelli­ğini) vasfeden şarkılar dışındaki diğer şarkıları mekruh saydığını bilmiyorum. Develeri nağmeli yüksek sesler çıkararak yürütmek, güzelleri ve bahar evle­rini nağmeli şarkı ve şiirlerle anmak mubahtır." İmam Gazzâlî der ki: "İmâm Şafiî'den, şarkının bâtıla benzer mekruh bir eğlence olduğuna ilişkin nakle­dilen sözler, şarkının mübahhğını ortadan kaldırmaz. Çünkü İmam Şafiî bu sözüyle şarkının haram olan kısmını kasdetmiştir. Şundan ki, onun eğlence­den kasdı abesliktir. Abes (yani anlamsız şeylerse) haram hususlara neden olmadıkça haram olmaz. Bâtıla benzer olanlar da böyledir." İmâm Gazzâ­lî» şarkının mübahhğı hususunda İhya adh eserinde uzunuzadıya istidlalde bulunmuştur. Dileyenler İhya kitabına başvurabilirler.

Hanefîler dediler ki: Haram olan şarkılar, helâl olmayan kelimele­ri içeren şarkılardır. Örneğin yaşamakta olan kadım ve tüysüz genç delikan Iıyı tasvir eden, insanı içmeye itecek şekilde içkiyi vasfeden, zâlimleri anlatan, hicvetmek kastıyla müslüman veya zımmî birini vasfeden şarkılar haramdır. Ama başkasına edebî delil olsun diye veyahutta bu şarkılardaki fesahat ve belagatı öğrenmek maksadıyla okumak haram değildir. Çiçek ve kokuların tasvirini yapan çiçeklerle ilgili şarkılar; suların, dağların, bulutların ve ben­zeri varlıkların vasfını içeren şarkılar hiç bir bakımdan yasaklanamaz. (Bu anlatılanlar 'Feth'ül-Kadîr'in şehâdetlerindendir.)

Şarkı okumanın mekruh ve dinlemenin de günahkârlığa yol açan hu­suslardan olduğuna ilişkin olarak Ebu Hanîfe'den nakledilen sözler, haram türdeki şarkılara yorulmahdir. Müsabaka bahsinde de anlatılacağı üzere javla ve satranç oynamak; saz, rebap ve kanunun tellerine vurmak; zurna, boru ve benzeri âletleri öttürmek İmâm A'zâm'a göre tahrîmen mekruhtur.

Mâlîkîler dediler ki: Nikâh akdini duyurmak amacıyla halkasız def ve davulları, zurna ve borazanı kullanmak fazlaca Iehviyata yol açmaması şartıyla hem kadınlar, hem de erkekler için caizdir. Bazıları, bu yalnızca ka­dınlar için mubah olur demişlerdir. Bazıları ise, bu âletlerin evlenme akdi, evlenme düğünü ve sevinçli her vakitte kullanılmasının caiz olacağını söyle­miş, yalnızca nikâh akdi ziyafetine özgü olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Şarkı okumaya gelince bu, ensâr cariyelerinin okudukları şu, aşağıda recez bahsindeki şarkı türünden olursa caizdir:

"Size geldik size geldik Bize selâm verin ki sizi selâmlayalım. Siyah buğday tanesi olmasaydı, Vadînize hiç inmezdik."

Hanbelîler dediler ki: Tavla ve satranç oynamak helâl olmadığı gibi ud, zurna, rebap ve davul çalmak da helâl değildir. Bu gibi şeylerin bulun­duğu velîmeye icabet etmek helâl olmaz. Şarkıya gelince, sesi güzelleştirerek terennümde bulunmak aslında mubahtır. Hatta Kur'ân-ı Kerim okuma es­nasında böyle yapmanın müstehab olduğunu söyleyen bazı kimseler de mev­cuttur. Tabiî bunu yaparken de harfleri değiştirme ve fazlalaştırma yönüne gidilmemelidir. Aksi takdirde haramdır. Vaaz, hikmet ve benzeri konular­daki kelimeleri terennüm ederek sesi güzelleştirmek de böyledir. Bazıları, Kur'-ân'ı nağme ile okumanın ve bu şekilde okuyanı dinlemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.

 

Tüy Ve Saçları Kesmek Ve Tırnakları Kısaltmak

 

Tüyler ile saçları gidermenin ve tırnaklan kısaltmanın hükmüne iliş­kin mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(86) Şâfiîler dediler ki: Cuma gününün sünnetlerinden biri, bıyığı, du­dağın kırmızılığı görünecek şekilde kısaltmaktır. Bunun anlamı, tüyleri hafifletip altı görününceye kadar bıyığı kısaltmada mübalağa edilmesidir. Tümden tıraş edilmesi mekruh olduğu gibi dipten kesilmesi de mekruhtur. Ama bir kısmını tıraş edip bir kısmını kısaltması caiz olur. Sakalı tıraş et­mek ve kısaltmakta aşırıya kaçmaksa mekruhtur. Bir tutamdan daha uzun olduğu takdirde fazlalığın kesilmesi normal olur. Özellikle kişinin yaratılış üzere olan normal görüntüsünü bozması, ya da uzun sakalı dolayısıyla lâf işitmesi dolayısıyla, bir tutamdan fazlasını kesmesi normal olur. Cuma gü­nü kişiden istenen sünnetlerden biri de, koltuk altlarındaki tüyleri yolmasıdır. Tüyleri yolabilen kişinin, tıraş etmesi mekruhtur. Ama yolmaktan ötürü acı çeken kişinin tıraş etmesi mekruh olmaz.

Yine cuma günü kişiden istenen sünnetlerden biri de, erkek ise kasık tüylerini tıraş etmesi, kadın ise yolmasıdir. Kocasının emretmesi hâlinde ka­dının, kasık tüylerini gidermesi zorunlu olur. Burundaki kılları yolmak mek­ruhtur. Uzaması hâlinde kesilmesi sünnet olur. Sağlık açısından faydalı olduğu gerekçesiyle tamamen gidermeyip bir kısmını bırakmak sünnet olur. Başta­ki saçlara gelince, bunları tıraş etmek mubahtır. Temiz tutmayı taahhüd eden kişinin saçlarını kesmeyİp olduğu gibi bırakmasında bir sakınca yoktur. An­cak bu, belli bir gruba benzemek ve insanların zihnini karıştırmak maksa­dıyla yapılırsa caiz olmaz.

Cuma günü ihramda bulunmayan kişiden istenen sünnetlerden biri, uza­mış tırnaklarını kesmesidir. Bu hususta Pazartesi ve Perşembe de Cuma gü­nü gibidir. Tırnak kesme keyfiyetinin mûtemed şekli, önce sağ elin işaret parmağından başlayıp, sonra sırasıyla serçe parmağa doğru diğer parmakla­rın tırnaklarını kesmektir. Bundan sonra da başparmağın tırnağı kesilir. Sonra da sol elin serçe parmağından başlayıp sırasıyla baş parmağa doğru tırnak­lar kesilir.

Ayak parmaklarındaki tırnaklara gelince, sağ ayağın serçe parmağının tırnağından başlayarak, ara vermeksizin sol ayağın serçe parmağına doğru sırasıyla hepsi kesilir.

Hanefîler dediler ki: Erkeğin sakalını tıraş etmesi haramdır. Bir tu­tamdan fazla uzun olmaması sünnettir. Bir tutamdan fazlasını kesmek gere­kir. Sakalın etrafını aldırmak, koltuk altlarındaki tüyleri tıraş etmek, beyaz kılları yolmakta bir sakınca yoktur. Bıyığı üst dudağın son çizgisi ile paralel hâle gelinceye kadar kışlatmakta aşırılığa gidilmesi sünnet olur. Bazıları, mu­hakkak sünnet olan, bıyığı tıraş etmektir demişlerdir. Bu söz İmam A'zâm ile iki arkadaşına nisbet edilmiştir. Kasık tüylerini, erkeğin tıraş ederek veya hamam otuyla gidermesi, kadınınsa yolarak gidermesi sünnettir. Koltuk alt­larındaki tüyleri yolarak veya tıraş ederek gidermek sünnettir. Ama en uy­gunu yolarak gidermektir. Sırttaki ve göğüsteki tüyleri tıraş etmekse edebe aykırıdır. Tırnak ve bıyık kesimini, koltuk altı tüylerini yolmayı kırk gece­den fazla geciktirmek tahrîmen mekruhtur.

Erkeğin başındaki saç üzerinde görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazısı, ih-ramlı olmayan erkeğin her Cuma saçını tıraş ettirmesinin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Tıraş etmesinin de, etmemesinin de caiz olduğu söylenilmiş­tir. Tıraş edilmeyip öylece bırakıldığı takdirde taranıp ayırılması sünnet olur. Başın orta kısmının tıraş edilip, gerisinin tüylerinin de bükmeksizin olduğu gibi bırakılması sakıncalı değildir. Çünkü saçları bükmek mekruhtur. Kadı­nın, kocası izin verse bile zaruret olmaksızın saçını tıraş etmesi haramdır. Zîrâ erkeğin kadına benzemesi haram olduğu gibi, kadının da erkeğe benze­mesi ve onun şekline girmesi haramdır. İşte bu nedenledir ki erkeğin, sakalı­nı tıraş etmesi haram kılınmıştır.

İhramlı olmayan kişinin, tırnaklarını kısaltması müstehabtır. Ancak bunu dişiyle değil, başka araç kullanarak yapmalıdır. Tırnak kesmenin belli bir şekil ve günü yoktur. Kesilen tırnağın, saçın, hayizlı kadın bezinin ve kanın yer altına gömülmesi müstehabtır. Bütün bunların temizlik ve edeb gereği olduğu açıkça bilinmektedir.

Mâlikîler dediler ki: Sakalı tıraş etmek haramdır. Bıyığı kısaltmak sünnettir. Bundan maksat, tümünü kısaltmak değildir. Sâdece üst dudağa inen dâiremsi kısmını kısaltmak sünnettir. Bu kısım, dudak ucu görününce-ye dek kısaltılır. Bu kısımdan başka tarafı kısaltmak mekruhtur. Koltuk alt­larındaki tüyleri yolmak sünnettir. Bu tüyleri yolmak, tıraş etmekten ve hamam otuyla gidermekten daha fazîletli olur. Yolmaya sağ koltuktan baş­lanır. Yolduktan sonra ellerini yıkamak sünnettir. Kasık tüylerini tıraş et­mek veya hamam otuyla gidermek kadınlara ve erkeklere sünnettir. Bu tüylerin yolunması, kadınlara da erkeklere de mekruhtur. Göğüste, ellerde, kaba et­lerde ve   oturak   halkasının etrafındaki tüyler gibi bedendeki tüylerin tü­münü tıraş etmek mubahtır. Baştaki saçın bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmak mekruhtur. Ama tümünü tıraş etmek mubahtır. Kadının, güzelli­ğe mâni bütün şeyleri gidermesi vâcib olur. Kocasının rağbet etmemesi hâ­linde, kadının bedenindeki tüyleri gidermesi vâcib olur. Eğer sakalı bitiyorsa sakalını kesmesi de gerekir. Güzel olmasını sağlayan saçlarını olduğu gibi bırakması da gerekir. Şu halde baştaki saçı tıraş etmesi haram olur. İhram­da bulunma zamanı dışında kadın ve erkeklerin tırnaklarını kesmeleri sün­net olur. En kısa süresi de Cuma'dan Cuma'ya kesilmesidir. Dişlerle kesilmesi mekruhtur. Kesilmesinin belli bir zamanı olmadığı gibi, belli bir keyfiyeti de yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Sakalın tıraş edilmesi haramdır. Ancak bir tutamdan uzun kısmını kesmenin sakıncası yoktur. Bu fazlalığı almak mek­ruh olmadığı gibi, olduğu gibi bırakmak da mekruhtur. Bıyığı kısaltmada mübalağa etmek sünnettir. Kişi temiz tutmayı taahhüd edebilirse saçını tıraş etmeyip olduğu gibi bırakır. Tıraş etmeyip yerinde bırakırsa yıkaması ve sağ taraftan başlayarak taraması ve saçlarını ortadan ikiye ayırması gerekir. Sa­çı uzayıp da omuzlarına düşen kişi, bu saçlarını örmelidir. Başında yara bu lunması gibi mazereti olmayan bir kadının saçını tıraş etmesi veya kısaltması mekruhtur. Bİr musibet (için matem tutma) dolayısıyla tıraş etmesi ise ha­ramdır. Kasık tüylerini tıraş etmek, kesmek veya hamam otuyla gidermek sünnettir. Koltuk altındaki tüyleri yolmak; zor gelirse tıraş etmek sünnet olur. Kaş ve yanak tüylerinin alınması ise mekruh olmaz.

İhramda bulunmayan kişinin her halükârda tırnaklarını kısaltması sünnet olur. Tırnak kesmenin belli bir keyfiyeti olduğuna ilişkin hiç bir rivayet gel­memiştir. Tırnak kesmenin ve kasık tıraşının kırk günden fazla geciktirilme­si mekruhtur.

 

Saç Boyama

 

Saç boyamanın hükmüyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.  

 

(87) Mâlikîler dediler ki: Erkeğin ağarmış saç ve tüylerini siyaha boya­ması tenzîhen mekruhtur. Bu mekruhluk düşmanı korkutmak ve ona hey­betli görünmek gibi şer'î bir maksat olmaksızın boyama hâlinde söz konusu olur. Ama öyle bir maksatla olursa sakıncası olmaz, aksine sevaba vesile olur. Evlenmek istediği bir kadını aldatmak gibi fâsid ve kötü bir maksatla boya­mak haram olur. Saç ve sakalı, kına gibi sarı renge büründürecek boya ile boyamak mekruh olmaz. Erkeğin saç ve sakalını kına ve benzeri şeylerle bo­yaması caizdir. Zaruret olmaksızın el ve ayağa kına yakmak, erkekler için caiz değildir. Çünkü süslenmek için kına yakmak kadınlara has bir davra­nıştır. Erkeklerin kendilerini kadınlara benzetmeleri ise caiz değildir.

Hanefîler dediler ki: Erkeğin saç ve sakalına kına yakması müste­habtır. Kadınlara benzeme durumu olduğu için, el ve ayaklarına kına yak­maları ise mekruhtur. Şer'î bir maksatla olmaksızın saçını siyaha boyaması mekruhtur. Düşmana heybetli görünmek gibi şer'î bir maksatla boyaması, övülen bir davranış olur. Kadınlara karşı süslenmek kasdıyla boyaması mek­ruhtur. Bazıları da bunun mekruh olmadığını söylemişlerdir. Ebu Yûsuf de­miştir ki: ''Kadınların benim için süslenmeleri nasıl ki hoşuma gidiyorsa; benim de onlar için süslenmem, onların hoşlarına gider."

Hanbelîler dediler ki: Saç ve sakalı kına ve benzeri safran gibi bo­yalarla boyamak sünnettir. Ama şer'î bir maksat olmaksızın siyaha boya­mak mekruhtur. Şer'î maksatla olunca mekruh olmaz. Ama kişinin evlenmek istediği kadını aldatıp (ona genç ve güzel görünmek gibi) fâsid bir maksatla siyaha boyaması haram olur.

Şâfiîler dediler ki: Saç ve sakalı siyaha boyamak mekruhtur. Savaş ve benzeri yerlerde düşman karşısına çıkıp cengâverlik gösterisinde bulun­mak gibi şer'î bir maksatla saç ve sakalı kına ile boyamak caizdir. Din ehli­ne benzemek gibi fâsid bir maksatla boyamaksa yerilen bir davranış olur.

Yaşlılık görünümü vermek ve bununla da ağırlanma, istediğini elde etmek, şâhidliğinin kabul edilmesi gibi, kötü amaçlarına ulaşma gibi fâsid maksatla saç ve sakalı beyaza boyamak da aynı şekilde mekruhtur. Sakalı beyaza bo­yamak mekruh olduğu gibi, ağarmış tüylerini yolmak da mekruhtur.

 

At Yarışları, Diğer Yarışlar, Ok Ve Benzeri Atıcılık Yarışmaları

 

İslâm dini, etini yemek maksadıyla kesme dışında hayvanlara eziyet edilmesini yasaklamıştır. Şu halde güç yetiremeyeceği yükleri yükleye­rek hayvana eziyet çektirmek helâl olmaz. Onu zorlayarak gücünden faz­la yürüterek azâb çektirmek de helâl olmaz. Yalnız kendi aralarında atları veya atlarla develeri biribirleriyle yarıştırmak istisna edilmiştir. Zîrâ bun­ları yarıştırmak, cihâd için bir tür idman sayılır. Bu nedenle bazı imamlar, cihâd ve ülke savunması için bir yöntem olması hâlinde yarışların farz ol­duğunu söylemişlerdir. Nitekim bu husus, aşağıda mezheblere göre de­taylı bir şekilde açıklanmıştır.

Yine böylece İslâm dini kumarı da şiddetle yasaklamış, bütün türle­riyle haram kılmıştır. Hangi yönden olursa olsun, müslümanları kumara yaklaşmaktan sakındırmış, tüm yolları da müslümanlara kapamıştır. Ama bir çok zamanlar zaruretin gerekli kıldığı umûmi yararını ön plana alarak yarışlarda ödül almayı mubah kılmıştır. Zîrâ değerli ve üstün İslâm Şeria­tının yasamadaki sürekli gayesi; yalnızca maslahatı celbetmek ve mefsedeti defetmektir. Yarışlarda ödül verip alma akdi, mezheblerin aşağıda belirtilen detaylı şartları doğrultusunda sahîh olur.

At ve deve koşuları ile ok atıcılığı gibi yarışmalardan başka yarışma­ların ödül karşılığı yapılması sahih olmaz. Ama gemi maratonları ve ayak koşuları gibi karşılıksız ve ödülsüz yarışlar sahih olur. Koç ve ho roz dövüştürmek veya sığır güreştirmek gibi hayvanlara eziyet veren, in­sanlara hiç fayda sağlamaksızın vaktin zayi olmasına sebeb olan yarışlar ile bu gibi yarışları para kazanma vasıtası yapan bozuk mizaçlı ve zayıf akıllı kimselerin bu yarıştan sağladıkları kazançlar haramdır.

 

(88) Mâlikîler dediler ki: Yarışlar eğer ülke savunması ve cihâd açısın­dan zorunlu ise vâcib olur. Cihadda gâlib olmak için zorunluysa mendub olur. Hiçbir bakımdan zorunlu değilse mubah olur.

Hanbelîler dediler ki: İleride verilecek tafsilât çerçevesinde yarış­ların karşılıklı veya karşılıksız olması caizdir.

Hanefîler dediler ki: Yarışlar, cihada karşı idman ve eğitim mak­sadıyla yapıhrlarsa mendubtur. Herhangi bir maksatla yapılmazlarsa mu­bah olurlar.

Şâfiîler dediler ki: Yarışlar, erkekler için sünnettir. Cihâd açısından gerekli olursa farzdır. Fakat yol kesicilik gibi helâl olmayan bir iş için yapı­lırsa haramdır. Mekruh bir iş için yapılırsa mekruh, mubah bir iş için veya maksatsız olarak yapılırsa mubahtır.

(89) Mâlikîler dediler ki: Yarış akdinin sahîh olması için gerekli şartlar şunlardır:

1- Yarışın başlangıç ve bitim noktası belirtilmelidir. Yarış mesafeleri­nin eşit uzunlukta olması şart değildir. İki mesafeden birinin diğerinden kısa olması sahîh olur.

2- Bineğin at veya deve olarak belirtilmesi şarttır. Bineğin evsâfını be­lirtmek yeterli olmayıp bizzat kendisini belirtmek gereklidir.

3- Verilecek karşılığın veya ödülün belirtilmesi şarttır. Miktarı belli ol­mayan ödül karşılığında veya içki, domuz, ya da ölü hayvan gibi satılması caiz olmayan ödül karşılığında yarışmak sahîh olmaz. Ama elbise dikimi ve­ya belli bir işi yapma veyahut da suçu afvetme ve benzeri bir nevi karşılık sayılan şeyler karşılığında yarışmak sahîh olur.

4-Yapılan yarışma eğer ok atıcılığı yanşmasıysa, atıcının ve hedefe isa­bet etmesi gereken ok sayısının belirtilmesi şarttır. Okun hedefi deldikten sonra orada sabit kalmaması veya hem hedefi delip hem orada sabit kalması ve benzeri şekillerde isabet şeklinin belirtilmesi de şarttır. Görerek veya nite­leyerek okun ve kirişfn belirtilmesi şart değildir. Yarış akdi, bağlayıcı olup taraflardan birinin onu feshetme yetkisi yoktur. Akid yapanın mükellef ve reşîd olması gibi, icar akdinde aranan şartlar, yarış akdinde de aranır. Ya­rışta atılacak okların belirtilmesi şart değildir. Yarışçılardan her biri, diledi­ği oku atabilir.

Yarışçılardan her biri, diğerinin atının koşu ve süratini bilmemelidir. Or­taya konulan ödül, yarışçılar dışında başka biri tarafından bağış olarak ve­rilmelidir. Belli bir şahıs bir miktar para veya başka bir şeyi, atıyla ya da devesiyle yarışı kazanana ödül olarak verirse, kazananın o ödülü alması caiz olur. İki yarışçıdan yalnızca biri sahibinin yarışı kazanması hâlinde ona ve­rilmek üzere bir ödül ortaya koyar, diğeri böyle bir şey yapmaz da yarışı ka­zanırsa kendisi için konulan ödülü alması helâl olur. Ama bu ödülü ortaya koyan şahıs yarışı kazanırsa, (kendi malı olan) bu ödülü (geri) alması helâl olmaz. Bu malı orada hazır bulunanlar alırlar. İki yarışçının her biri, kaza­nanın alması için ortaya bir mal koyarlarsa sahîh olmaz. Çünkü bu durum­daki bir kazanç kumar olur. İki yarışçıdan her biri, kazananın alması İçin ortaya bir mal koyar da üçüncü bir yarışçı da aralarına girerse bu kişi için iki durumdan biri sözkonusudur:

1- Ya atının sürat ve koşusu bilinir de ödül koymuş olan iki yarışçıyı geçip geride bırakır.

2- Ya da o iki yarışçıyı geçemez.

Birinci durumda, yani onları geçip geride bırakması durumunda ödül alması şu hadîsten ötürü sahîh olmaz.

"İkisini geçeceğini bilerek bir atı, iki atın arasına koyan kişinin  yaptığı kumardır.[32]

İkinci durumda kendisi geride kalmış olur. İlk iki yarışçıdan biri ka­zanmıştır. Ortaya konulan ödülü alması helâl olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Ödüllü yarış akdinin sahîh olması için on şart ge­reklidir.

1- Yarış mesafesi belli olmalı. Yarışçıların ikisi de aynı başlangıç yerin­den yarışa başlamalı ve yarış mesafeleri eşit olmalıdır. Yarışma hayvanlarla yapıldığında birinin diğerinden ileride yarışa başlaması veya birinin bitiş nok­tasının diğerinkinden öne alınması caiz olmaz.

2- Yarışma, ok atıcıhğmdaysa atışma şekli belli olmalıdır. Sözgelimi ya­rışçılar, hedefe isabet eden okun hedef üzerinde sabit kalması veya düşmesi veya delip geçmesi şeklinde atış şeklîni açıkça belirtmelidirler.

3- Üzerine yarış akdi yapılan (hayvanlar) savaşta kullanılan at, katır, deve, eşek ve fil gibi hayvanlar olmalıdır. Develerin yarışı kazanmalarına omuzlarıyla hükmedilir. Boyunlanyla değil. Çünkü develer koşarlarken} bo­yunlarını havaya kaldırırlar. Onun için yarışı kazanıp kazanmadıklarını bo-yunlarıyla ayırdetmek  mümkün  değildir.  Atların yarışı  kazanmalarına boyunlanyla hükmedilir. Hedefe ulaştıklarında boynu, diğerine nisbetle ile­ride olan at yarışı kazanmış olur. Bu, birbirine ulaşan atlar için böyledir. Ama aralarında uzun mesafe olan atlardan hangisinin kazandığı, hangisinin kaybettiği kolayca bilinir.

4- Yarış akdi yapılırken yarışçıların, hangi bineğe bineceklerini göstere­rek bizzat belirlemeleri gerekir. Meselâ, "şu iki at üzerinde yarışacağız" de­meleri gibi.

5- Zimmette bulunan yarış hayvanlarının niteliklerini belirtmelidirler. Meselâ, "nitelikleri şu ve bu olan atlar üzerinde yarışacağız" demeleri gibi.

6- Her ikisinin de bir diğerini geçmesi mümkün olmalıdır. Meselâ yarı­şacak hayvanlardan birinin çok zayıf olup geri kalması, diğerinin de kuvvet­li olup yarışı kazanacağı kesin ise yapılan yarış akdi sahîh olmaz.

7- Yarışçıların ikisi de bineklerine binmelidirler. Binmeksizin onları sa­lıverip koştururlarsa, yarış sahîh olmaz.

8- Yarış mesafesi, yorulup güçten kesilmeksizin katedilmesi mümkün olan makul bîr mesafe olmalıdır.

9- Ortaya konan ödül cins, miktar ve nitelik bakımından belirtilmiş ol­malıdır. Ödül veya karşılığın belirli olmaması, meselâ yarışçıların ikisinin, "bir miktar mal karşılığında yarışacağız" demeleri hâlinde yarış sahîh olmaz.

10- Yarış akdini yaparken, akdi bozucu "bir şart koşulmamahdır. Söz­gelimi, yarışçılardan birinin diğerine "eğer beni geçersen, arkadaşlarına ye­dirmen şartıyla bu mal senin olur. derse akid geçersiz olur.

Yapılan yarış ok atıcılığı yarışmasıysa, atışta kullanılacak ok ve yaylain belirtilmesi şart değildir. Belirtilirlerse de atım esnasında başka ok ve ya­yın kullanılması caiz olur. Ama değiştirilmemelerini şart koşarlarsa yarış akdi fâsîd olur.

Yarış akdi, gerekli şartlan yerine getirildikten sonra bağlayıcı olur ve yürürlüğe koymaları için taraflar mecburiyet altına girer. Tek taraftan olur­sa, yarışı kazananın ödül alması caiz olur. Meselâ iki yarışçıdan biri diğeri­ne, "beni geçersen sana ödül olarak şu kadar mal vereceğim, ama ben seni geçersem senden bir şey almayacağım" der de, yarışı ödül koymamış olan kişi kazanırsa, karşı tarafın koyduğu ödülü alır. Ortaya ödül koymuş olan kişi yarışı kazanırsa ortaya kendi koymuş olduğu ödülü geri alır. Yarışçıla­rın ikisi de kazananın alması için ortaya birer miktar mal koyarlarsa bu he­lâl olmaz. Ancak araya helâl kılan, üçüncü bir şahıs girerse, bu helâl olur. Eğer üçüncü şahıs, odları geçerse, iki tarafın da ortaya koymuş oldukları ödülleri alır. Ama kehclisini geride bırakacak olurlarsa, bunlardan ikisi de bir diğerine bir şey vermez. Ama birbirlerinin hemen ardısıra bitim noktası­na gelirlerse, baştaki kişi hem kendi koyduğu malı, hem de rakibinin koydu­ğu malı alır. îlk iki yarışçıdan biri önde olarak yarışı tamamlar da kendisiyle rakibi arasına o üçüncü şahıs girerse yine birinci, kendi ortaya koymuş ol­duğu mal ile rakibinin ortaya koymuş olduğu malı alır. Üçüncüye bir şey verilmez. Üçüncü, geri kalanla beraber bitim noktasına ulaşırsa yine bir şey alamaz.

Hanefıler dediler ki: Ödüllü yarış akdi, meşhur görüşe göre, taraf­ları bağlayıcı bir akid değildir. Gerekli şartları hâiz olduktan sonra ödül al­mak câİz olur. Ödül vaad eden, vermekten yüz çevirirse, vermeye zorlanamaz. Bazıları da bunun bağlayıcı bir akid olduğunu ve yürürlüğe koymaları İçin tarafları zorlamanın gerektiğini söylemişlerdir.

Yarış ödülünü almanın helâl olması için, ödülü sâdece yarışçılardan bi­rinin koymuş olması gerekir. Meselâ yarışçılardan biri, rakibine; "beni ge­çersen sana şu mükâfatı veririm. Ben seni geçersem bir şey almam" demelidir. Yine bu ödülün helâl olması için taraflardan birinin veya, taraflar dışındaki birinin ödül koyması gerekir. Bu da meselâ, "iki yarışçıdan hangisi kazanır­sa ona şu kadar ödül vereceğim" demek gibidir. Ama ortaya yarışçılardan her birinin ödül koyması kumar olduğundan dolayı helâl olmaz. Ancak ara­larına, bunu helâl kılıcı üçüncü bir şahıs girerse, bu iki şartla caiz olur:

1- Üçüncü şahısın atı onlarınkine denk olmalıdır. Öyle ki, onların atla­rını geçebileceği tevehhüm edilmelidir.

2- Yarışçıların ikisi, üçüncüye, yarışı kazandığı takdirde ikisinin de koy­muş oldukları ödülü alacağını; kendileri onu geçecek olurlarsa ondan bir şey almayacaklarını da söylemelidirler. İlk iki kişiden biri, diğerini geçerse ka­zananın ortaya konulan ödülü alacağını da ona söylemelidirler. Bunlar söy­lendikten sonra yarış başlar da üçüncü kişi yarışı kazanırsa, ikisinin ortaya koymuş oldukları ödülü alır. İlk ikiden biri kazanırsa, rakibinin vaad ettiği ödülü alır. İkisi de omuz omuza yarışı tamamlayıp üçüncüyü geride bırakır­larsa, iki kişiden birinin diğerinden alacağı olmaz. Üçüncü kişi İlk ikiden bi­riyle omuz omuza yarışı tamamlarsa geri kalanın ortaya koymuş olduğu ödülü alır. Berabere kaldığı yarışçıdan bir şey alamaz. Aynı şekilde ilk ikiden biri yarışı tamamladıktan sonra diğeri gelirse,'sona kalan, vaad ettiği ödülü, ya­rışı kazanana verir. Üçüncü olarak yarışa girene bir şey verilmez. Yarış me­safesi, atın tahammül edebileceği kadar bir mesafe olmalıdır. Atlardan her birinin diğerini geçmesi muhtemel olmalıdır. Yarış, atlarla yapılıyorsa bo­yunlara itibâr edilir. Yani bitim noktasında boynu ileride olan hayvan yarışı kazanmış olur. Yarış, develerle yapılıyorsa omuzlara itibâr edilir. Bitim nok­tasında omuzu ileride olan deve, yarışı kazanmış olur.

Hanbelîler dediler ki; Bir menfaat veya ödül karşılığında yarış yap­mak sahîhtir. Bu yarış akdi, tarafların yanşa başladıktan sonra bile feshe­debilecekleri caiz (bağlayıcı olmayan) bir akittir. Ancak akdin, taraflardan birinin, yarışı Önde götürüp üstünlüğü elde edeceği açıkça anlaşıldıktan son­ra feshedilmesi caiz olmaz. Sözgelimi yarışın bir kısmında taraflardan biri­nin atı önde olursa, ya da ok atışı yarışmasında taraflardan biri hedefe daha fazla ok isabet ettirmiş ise; puanı geride olanın, akdi feshetmesi caiz olmaz. Ama puanı yüksek olanın feshetmesi caizdir.

Yarış akdinin sahih olması için beş şart gereklidir:

1- Binekler, önceden görülerek belirtilmelidir. Yarış pistindeki başlama çizgileriyle bitim çizgileri aynı olmalıdır. Yarış ok atarak yapılacaksa atıcı­lar belirtilmelidir.

2- Binekler ve yaylar aynı türden olmalıdır. Meselâ arap atıyla hecin atı (ki, yalnız babası arap atı olan attır) arasında yarış yaptırmak sahîh olmaz. Aynı şekilde taraflardan birinin nebi denen arap yayı, diğerinin de neşab de­nen fars yayıyla yarışmaları da sahîh olmaz.

3- Yarış mesafesi belli olmalıdır. Öyle ki her iki yarışçının da yarışa baş­lama ve yarışı bitirme çizgileri belli olmalıdır ki, aralarında anlaşmazlık baş-göstermesin. Zîrâ ikisinden biri, koşunun başında geride kalıp sonunda süratlenebilir. Ok atımı yarışında da atım mesafesi belirtilmiş olmalıdır. Bu mesafe ya adet olarak bilinir veya zira ile takdir edilir. Atmada oku en fazla uzağa atan kazanır diye bir kural yoktur. (İllâ belirtilen mesafeye ulaştırma­sı şarttır.)

4-  Verilecek karşılık ya da ödül, görülerek veya miktar ya da niteliği söylenerek belirtilmelidir. Mubah olması şartıyla Ödülün peşinen veya bilâ­hare verilmesi caizdir. İçki veya domuz karşılığında yarışmak sahih olmaz.

5- Kumar şüphesinden kurtulmak için yarışçılardan her biri değil de, yalnızca biri ortaya ödül koymalıdır. Ödülü devlet başkanının "beyt'ül-mal"den vermesi caizdir. Çünkü bunda cihâda teşvik ve müslümanlara fayda vardır. Aynı şekilde1 yarışçıların dışında başka birinin ortaya ödül koy­ması da sahih olur. Yarışçıların her ikisi de ortaya ödül koyarsa, aralarına hiç ödül koymayan biri girmedikçe ödülleri helâl olmaz. Araya giren bu üçün­cü kişiye, "helâl kılan adı verilir. Bu durumda yarışçılardan biri ödülü ala­bilir. Araya giren üçüncü kişinin, yarışma akdini helâl ve sahih kılması şu şartlarla mümkün olur:

Yarışma atıcılık dalında yapılıyorsa, araya giren üçüncü kişi atıcılıkta ilk iki yarışçıya denk olmalıdır. Yarışma koşu dahndaysa, üçüncü kişinin atı, ya da devesi onlarınkine .denk olmalıdır. Üçüncü kişi yansı kazanırsa, ilk iki kişinin ortaya koymuş oldukları ödülü alır. İlk iki yarışçı, berabere kala­rak üçüncüyü geride bırakırlarsa, biri diğerine bir şey vermeyeceği gibi, üçüncü giren kişi de yarışı kazanamadığı için bir şey alamaz.

İlk iki yarışçıdan biri yarışı kazanırsa, hem kendisinin hem de rakibinin koymuş olduğu ödülü alır. Üçüncüsü, bir şey alamaz. İlk iki yarışçıdan biri yarışı üçüncü ile berabere kalarak kazanırlarsa, geride kalanın ödül olarak ortaya koymuş olduğunu eşit şekilde paylaşarak alırlar. Çünkü yarışı ikisi birlikte kazanmıştır ve dolayısıyla ödülü de ikisi paylaşacaklardır. Ama üç yarışçı berabere kalırlarsa, hiç birisi ödül alamaz. Yarışacak iki atın veya devenin aynı anda bir defada salıverilmesi şarttır. Başlama çizgisinde bu işin düzenlenmesini ve kontrolünü yapan bir kişinin bulunması, bitiş çizgisinde de ikisinden hangisinin daha önde olduğunu zapt edip tesbit eden bir kişinin bulunması gerekir ki, anlaşmazlığa düşülmesin. At gibi boyunları aynı olan hayvanların yarışı kazanmalarında ölçü, başın önde olmasıdır. Ama at ve devenin yarıştırılması hâlinde yarışı kazanmanın ölçüsü, omuzun önde ol­masıdır. Yarışçılardan birisi bu esasları kabul etmez ve kazanmayı belli bir kaç ayaklık mesafeye bağlarsa, yani iki hayvan arasında açıkça belli olacak birkaç ayaklık mesafe bulunması şartını koşarsa, akid sahih olmaz. Yarışçı­ların kendi atının yanısıra başka bir atı daha yarışa sokması, atını süratli koş­maya teşvik amacıyla ardısıra bir atı daha koşturması ve yarış esnasında nara atması haramdır.

(90) Şâfiîler dediler ki: Mûtemed görüşe göre eşek, katır ve fille de ödüllü olarak yarış düzenlemek sahih olur.

(91) Mâlikîler dediler ki: Gemi ve benzeri şeylerle yarış düzenlemek he­lâldir. Aynı şekilde ayak koşusu yarışmaları ve haberleri seri şekilde ulaştır­ma maksadıyla (posta güvercinleri gibi) kuşlar arasında yarış düzenlemek de helâldir. Yine güreş ve ağır yük kaldırma yarışları düzenlemek de helâldir. Ancak bütün bu yarışların helâl olması iki şarta bağlıdır:

1- Bu yarışlar ödülsüz ve karşılıksız olmalıdır.

2- Bu yarışlar bedeni, spora alıştırmak, cihâd ve diğer görevleri yapa­bilmesi için kuvvetlendirmek amacına yönelik olmalıdır. Eğlence veya baş­kalarına üstün gelme amacıyla yapılırsa haram olur. Karşılıksız da olsa tavla ve satranç oynamak haramdır.

Şâfiîler dediler ki: Karşılıksız olarak köpek, sığır ve kuş yarışları dü­zenlemek caizdir. Yelkenli gemilerle yarış yapmak caiz olmaz. Ama buharlı gemilerle, otomobil, denizaltı ve uçaklarla yarış yapmak caiz olur. Çünkü Şâfiîler, kural olarak savaşta yararlı olabilecek her şeyle yarış yapmanın ca­iz olduğunu benimsemişlerdir. Yüzme, güreş, yaya yürüme, tek ayak üze­rinde durma, satranç oynama, top oynama, ağır yük kaldırma, parmakları taraklama gibi yarışları karşılıksız ve ödülsüz .yapmak helâl olur. Kurşun atan tüfeklerle ödül karşılığı yarışmak da helâldir. Çünkü tüfek atmak, ok at­mak gibidir.

Hanefîler dediler ki: Satranç dışında, yukarıda anılan yarışların kar­şılıksız yapılması helâl olur. Satranç, Hanefîlere göre haram olduğu için bun­lardan istisna edilmiştir. Zîrâ satranç, oynayan kişiyi, oyuna aşın düşkün bir hale getirerek meşgul eder. Bu mezhebe göre kuş yarışlarının caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Tüfekle mermi atmak ve taş fırlatmak Ha­nefîlere göre ok atmak gibidir. Bütün bunlar, bedeni güçlendirmek ve spor amacıyla yapılırsa caiz olur. Ama teselli bulmak, ya da vakit geçirmek mak­sadıyla yapılırsa caiz olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Ödülsüz olması şartıyla yaya yürüyerek ya­rışmak; deve, katır, at, fil ve eşek yarışları düzenlemek caizdir. Sahîh kavle göre kuşlar arasında hatta güvercinler arasında da yarış yaptırmak caiz olur. Gemiler arasında, elle veya sapanlarla taş atma yarışı düzenlemek de caiz­dir. Güçlü olanın belirlenmesi için güreş ve ağır taşları kaldırma yarışı dü­zenlemek de caizdir. Özetle, bedene idman veren, cihâd için güçlenmeyi temin eden her alanda yarışmak caizdir. Bunu teyid sadedinde Yüce Allah buyu­rur ki:

"Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüz elverdiği kadar kuvvet ha­zırlayın.[33]

îbn Ömer (r.a.) den sahih olarak rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) muzmir atlar arasında yarış düzenlemiştir. (Muzmir, semirdikten sonra gün­lük ihtiyacı kadar yemle beslenen yarış atıdır.)

Dans ve benzeri oyunları oynamak, şiir meclislerinde oturmak, top, menkala, tavla ve satranç gibi oyunlar oynamak haramdır. Kuvvetli ve tercihe şayan bir maslahat söz konusu olmadıkça, kişiyi harama sürükleyici oyun­lar oynamak da haramdır.

 

Selâm Vermek

 

Selâm anlam olarak selâmet ve emniyeti ifâde eder. Baş­kasına selâm veren bir kişi, ona: "Sana zarar verecek her şeye karşı se­lâmet ve emniyet bırakıyorum" demek istemektedir. Açıkça bilinmektedir ki selâm vermek, üstün ve yüce olan İslâmiyet'in sünnetlerindendir. Çün­kü selâm vermekle, insanlar arasında emniyet ilân edilmiş olmaktadır. Em­niyet, insanların zarûjî.İhtiyaçlarından biri ve onu, şehvetini tatmin edip avını parçalamaktan başka amacı olmayan yırtıcı hayvanlardan ayıran bir özelliğidir. Selâm, İslâmî bir paroladır. Selâm vermekle insanların bir kıs­mı, malına, canına haksız yere taarruz etmekten geri durmak için diğer kısmıyla işâretleşip anlaşmış olurlar. Selâmı vermekle, kötü ve şerli in­sanların İslâmî esasların dışına çıkmış oldukları ilân edilmiş olmaktadır. İslâmî kural ve esaslar, müslümanlar arasında dostluk, kardeşlik, yardım­laşma, birbirlerinin kötülüklerine karşı emniyet ve selâmeti gerekli kılar. Bu nedenle Rasûlullah (s.a.v.), bir çok hadîslerinde selâma teşvikte bu­lunmuştur. Bunlara örnek olarak Abdullah İbn Amr İbn Âs (r.a.) in rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfi nakledebiliriz:

"Adamın biri Rasûlullah (s.a.s.) a: "İslâm'ın hangi şeyi daha hayırlı­dır?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) kendisine şu cevabı verdi: "Tanıdığın ve tanımadığın herkese yemek yedirmen ve selâm vermendır.[34]

Bir başka hadîs-i şeriflerinde de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş­lardır:

"İmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olamazsınız, yerine getirdiğiniz takdirde birbirinizi sevebileceğiniz şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selâmı ifşa edin.[35]

Selâmın Ve Selâma Karşılık Vermenin Hükmü

 

Tek kişinin selâm vermesi sünnet-i ayn, cemaatin selâm vermesi ise sünnet-i kifâyedir. Yani cemaatten biri selâm verdiği takdirde, diğer­leri selâm verme yükümlülüğünden kurtulurlar. Ama hepsinin birer birer sünnet sevabını kazanmaları için ayrı ayrı selâm vermeleri daha faziletli olur. Selâm vermenin iki kalıp cümlesi vardır: Biri, "es-selâmü aleyküm", diğeri ise "selâmün aleyküm" dür. Bunların birincisiyle selâm vermek daha faziletlidir.

"Aleyke's-Selâm" veya "selâmullahi aleyke", şeklinde selâm vermek mekruhtur. Çünkü bu kalıplarla sağ olanlara değil, ölülere selâm verilir. İster bir kişiye olsun, ister cemaate olsun selâm vermede sünnet, yalnız­ca "es-selâmü aleyküm" veya "selâmün aleyküm" demekle yerini bulur..

Selâma karşılık vermeye gelince; bu, tek kişi için farz-ı ayn, cemaat için İse farz-ı kifâyedir. Cemaatten biri verilen selâma karşılık verirse di­ğerleri yükümlülükten kurtulur. Selâma karşılık vermede acele edilmesi vâcibtir. Mazeretsiz olarak selâma geç karşılık veren kişi günahkâr olur. Selâm veren kişinin, karşı tarafın mukabelesini işitmesi gereklidir. İşitmediği takdirde, selâmı alan selâma karşılık verme farzını yerine getirmiş olmaz. Selâm veren kişi sağır İse, alanın, onun anlayacağı şekilde işarette bu­lunması veya dudaklarını oynatması yahut da benzeri şekillerde muka­belede bulunması gerekir. Mukabelede bulunmanın en faziletlisi, "Ve Aleykûmü's-Selâm" demektir. "Selâmün aleyküm" diyerek karşılık ver­mek de sahihtir.

Müslümanın, karşılaştığı kimseyle bir şey konuşmadan önce ona se­lâm vermesi sünnettir. Karşılaşan iki kişi aynı anda selâm verirlerse, her İkisinin de verilen selâma karşılık vermeleri vâcib olur. Karşılık verirken de, selâm vermiş olanın muhakkak surette işitebileceği şekilde sesi yük­seltmek gerekir.

 

(92)  Hanefîler dediler ki: Selâm vermek bazan farzdır. Bu da çölde git­mekte olan suvâri bir kişinin, yaya gitmekte olan biriyle karşılaşması hâlin­de olur. Eman ve güvenlik için, süvarinin selâm vermesi farzdır,

(93)  Mâlikîler dediler ki: Selâmın sünneti ancak "es-selâmü aleyküm" demekle yerine getirilir. "Selâmün aleyküm" diyerek selâm veren, mûtemed görüşe göre selâm vermiş sayılmaz.

Hanbelîler dediler ki: Selâm vermenin sünneti, "es-selâmü aleyke" demekle de yerini bulmuş olur.

 

Bir müslümanın, evine her girişinde, aile efradına selâm vermesi sün­nettir. Kimsenin bulunmadığı bir eve giren kişinin, "Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn" demesi sünnettir. Küçüğün büyüğe, süvarinin ya­ya olana, ayakta olanın oturmakta olana, az sayıda olanların çok sayıda olanlara selâm vermeleri sünnet olur. Bunun tersi yapılırsa da sünnet ye­rini bulmuş sayılır vebuna karşılık vermek de vâcib olur. Ancak bu du­rumda tertib fazileti kaçırılmış olur.

Gıyabta bulunan birinin bir başkasına selâm göndermesi hâlinde, se­lâmına mukabelede bulunmak vâcib olur. Mukabelede bulunurken de önce selâmı getirene, sonra da gönderene selâmla karşılık verilmesi müstehabtır. Mektupla selâm gönderen kişinin de selâmına karşılık vermek vacib olur. Erkeğin yabancı bir kadına selâm vermesi mekruhtur. Ancak bu yaban­cı kadın, çok yaşlı veya genç olduğu halde çirkin görünümlü bir kadın olur­sa, selâm vermek mekrtı olmaz. Mahrem kadınlara gelince, kişinin kendi ailesine selâm verdiği gibi bunlara da selâm vermesi sünnettir. Hamam­dayken selâm vermek, çıplak olana selâm vermek mekruhtur. Karşılık ve­rememekten ötürü günaha girmesine sebep olmamak için, selâma mukabelede bulunmaktan alıkoyabilecek bir işle meşgul olan birine se­lâm vermek mekruhtur. Sesli olarak Kur'ân-ı Kerim okuduğu esnada, ilim müzâkeresi esnasında, ezan okunurken, kamet yapılırken selâm vermek, yargı meclisindeyken kadıya, va'z etmekte iken vaize selâm ver­mek mekruhtur. Herhangi bir kişi bunlara selâm verirse, mukabelede bu­lunmaları vâcib olmaz.

 

(94) Şâfiîler dediler ki: Erkeğin yalnız başına bir yerde bulunan genç ka­dına selâm vermesi haramdır. Aynı şekilde kadının da o selâma karşılıkta bulunması veya erkeğe selâm vermesi haramdır. Bu kadının çirkin veya şeh­vetli olup olmaması durumlarında hüküm aynıdır. Kocakarılar da bu hu­susta erkek gibidirler. Kadın başka erkek veya kadınlarla birarada bulunursa, selam verme ve alma bakımından erkeklerin hükmüne tâbidir.

(95) Şafiî ve Mâlikîler dediler ki: Kur'an okuyana selâm vermek mut­lak surette sünnet değildir. Zikir, duâ, namaz, yemek ve içmekle meşgul olan kimseye de selâm vermek sünnet değildir.

(96) Şâfîîler dediler ki: Ezan ve kamet hâlinde selâm vermek, yargı mec­lisinde kadıya ve yukarıda anılan diğer kimselere selâm vermek mekruh de­ğildir. Şâfiîler, yalnız başına bulunan genç kadın dışında, selâm vermenin haklarında sünnet olduğu kimselerden hiç birini istisna etmemişlerdir. Yal­nız başına bulunan genç kadına selâm vermek haram olduğu gibi onun se­lâm vermesi de haramdır. Bu kadının verdiği selâma erkeğin karşılık vermesi haramdır. Açıkça günah işleyen fâsığa selâm vermek de haramdır. Bilinen erselikler de selâm hususunda genç kadın statüsüne tabidirler. Hatibi dinle­mekte olan kimseye selâm vermek mekruhtur. Ancak selâm verilmesi hâlin­de mukabelede bulunması vâcib olur.

 

Selâm veren kişi, cemaat içinden sâdece birini belirterek yalnızca ona selâm verirse; meselâ, "es-selâmü aleyke ya Muhammed" derse, o kişi­nin selâmına bizzat Muhammed'in karşılık vermesi farz olur. Orada hazır bulunanlardan herhangi birinin mukabelede bulunması, Muhammed'in se­lâma karşılık verme yükümlülüğünü kaldırmaz. Ama Muhammed'e işaret ederek isim vermeksizin "es-selâmü aleyke" der ve buna orada hazır bu­lunanlardan birisi mukabelede bulunursa, Muhammed'in selâma karşılık verme yükümlülüğü kalkar. Çünkü işaretin, cemaatin tümüne yapılmış olma ihtimali vardır. Aynı şekilde işaret etmeksizin "es-selâmü aleyke" der ve buna cemaatten birisi mukabelede bulunursa, diğerlerinin karşılık verme yükümlülüğü düşer. Çünkü tekil hitâbıyla çoğula hitâb etmek sahih olur. Ders vermekle veya ilim dinlemekle meşgul bulunanlara selâm vermek mekruhtur. Yemek yemekte olan bir topluluğa rastlayan kişi, mezheble-rin belirtilen tafsilâtı çerçevesinde onlara selâm verir.

Çocuklara selâm vermek mekruh değildir. Hattâ onlara edebi öğret­mek için selâm vermek daha fazîletlidir. Yükümlü olmadıkları için çocuk­ların selâma karşılık vermeleri vâcib değildir. Mümeyyiz çocuğun verdiği selâma mukabelede bulunmak vâcibtir. Aralarında çocuk bulunan iki mü­kellefe selâm verilir de, bu selâma aralarındaki çocuk mukabelede bulu­nursa, sahîh kavle göre onun mukabelesi geçerli olmaz. Aksine, iki mükelleften birinin mukabelede bulunması vâcib olur. Deliye, sarhoşa, uyuyana, telbiye getirene selâm vermek mekruhtur. Selâm cümlesi, "Ve berekâtühü" kelimesiyle sona erer. Selâm verenin ve mukabelede bulu­nanın bundan fazlasını söylemesi mekruhtur.

 

(97) Hanefîler dediler ki: Yemek ihtiyacı duyan bir kişi yemek yiyen bi­rine rastladığında, eğer selâm verdiği takdirde kendisini yemeğe davet ede­ceğini bilirse, selâm verir. Aksi takdirde selâm vermez.

Mâükîler dediler ki: Önce de belirtildiği gibi, yemek yiyen kişiye mutlak olarak selâm verilir.

Hanbelîler dediler ki: Bu meselede iki görüş vardır:

a) Yemekle meşgul olana selâm vermek mekruhtur. Hanbeîîlere göre ye­mekle meşgul olan da önce selam vermekle yükümlü değildir.

b)  Yemekle meşgul olana selam vermek mekruh değildir.

Şâfîîler dediler ki: Yemek yiyen kişiye selâm verilir. Ama onun mu­kabelede bulunması, ağzında lokma bulunduğundan dolayı mümkün olma­ması halinde vâcib değildir. Bu gibi kimselere, yukarıda istisna edilenler dışında selâm vermek mekruh olmaz.

 

Aksırana Hayır Duada Bulunmak (Teşmit-İ Âtıs)

 

"Teşmit" kelimesi (şin) ile okunduğu gibi, (sin) ile "Teşmit" şeklin­de de okunabilir. Bu, hayır ve bereket duasında bulunma anlamına gelir. Teşmit, aksıran kişiye, "Allah sana rahmet etsin" mânâsına gelen "Yerhamükellah" demektir. Açıkça bilinmektedir ki bunda, yüce İslâm di­ninin bir çok hikmetleri vardır. Bu duayı yapmaktan maksat; insanlar ara­sında dostluğu ilân etmek, ülfet ve kardeşlik ilişkilerini sabit kılmak, her müslümanın diğer kardeşine hayrı ulaştırma konusunda arzulu olduğunu izhâr etmek; kinden, öfkeden, düşmanlıktan, çekememezlikten uzaklaş­tırmak ve büyük küçük bütün işlerde İslâm'ın teşvik ettiği güzel hasletle­re sâhib olmaktır. Aksırana hayır duada bulunmak, selâma mukabelede bulunmak gibi farz-ı kif&yedirf98). Bu da üç şartla vâcib olur:

1- Aksıran kişi, "elhamdülillah" veya "elhamdülillah! rabbi'l-âlemîn", veyahut da "elhamdü lillâhi alâ külli hâl" demelidir. Bu cümlelerden biri­ni söylemediği takdirde kendisi için hayır duada bulunmayı hak etmez. Aksiranın, yukarıdaki cümlelerden birini söyleyerek Allah'a hamdetmesi mendubtur.

2- Aksıran, Allah'a hamdettiğini yanındaki kişiye duyurmalıdır. Duyurmadığı takdirde, kendisi için hayır duada bulunulmayı haketmez.

3- Aksırma olayı namazda cereyan etmiş olmamalıdır. Aksıran kişi na-mazdaysa, kendisi için hayır duada bulunulmasını hak etmez.

İşitenin, aksırana hayır duada bulunması vâcib olduğu gibi; aksıra-nın da ona, "Allah seni ve beni afvetsin" anlamına gelen "Yağfirullahe lî ve lekûm" demesi veya "Allah seni doğru yola kavuşturup hâlini güzelleştirsin" anlamına gelen "Yehdîkûmûllaha ve yeslah" diyerek duâ etmesi vâcib olur. Aksırma tekerrür ederse; birinci, ikinci ve üçüncüde ak­sırana hayır duada bulunulur. Fazlası için hayır duada bulunmak vâcib olmaz. Kadının aksırma meselesindeki hükmü, selâm meselesindeki gi­bidir. Kadın yabancı veya şehvetli bir genç kadınsa; selâmına karşılık ver­mek vâcib olmadığı gibi, aksırması karşısında hayır duada bulunmak da vâcib olmaz. Ama kocakarı veya şehvetli olmayan genç biri ise, aksırma­sı karşısında kendisine hayır duada bulunulabilir. Mahrem kadınlara ge­lince, bunlar erkekler gibi hayır duada bulunabilirler. Aynı şekilde kendi aralarında da biribirlerine hayır duada bulunabilirler.

 

(98) ŞAFIİLER: Aksırana hayır duada bulunmanın sünnet olduğunu söyle­mişlerdir.



[1] (Buhârî, umre, 4;MüsHm, Hacc, 221, 222; Ebû Dâvud, Menâsik, 79; Tirmîzî, Hacc, 93).

[2] Bakara: 196

[3] Buhârî Hacc 124; Müslim Hac 126, 356; Ebu Dâvud Menâsik, 13,23

[4] Bakara: 196

[5] Bakara: 196

[6] Bakara: 196

[7] Bakara: 196

[8] Bakara: 296

[9] Ba­kara: 196

[10] Bakara: 196.

[11] Bakara: 196

[12] İbrâhîm: 137

[13] lbn Mâce, zebâih, 15; Dârimî, Edahî, 17.

[14] En'âm: 121

[15] Mâide: 5

[16] A'râf: 157

[17] Mâide: 90-91

[18] İbn Mâce, Fiten, 3; Nesâî, Eşribe, 42

[19] Ebu Dâvud, Eşribe, 5; Tirmîzî, Eşribe, 3

[20] Müslim, müsâkat, 68; Nesâî, Büyü', 90

[21] Ebû Dâvud, Eşribe, 2; Tirmîzî, Büyü', 58; Ahmed b.Hanbel, Müsned, 2/97

[22] Buhârİ, Eşribe, 28; Müslim, Libâs, 4-5

[23] Mâide: 4

[24] Mâide: 2

[25] Buhâri, zebâih, 4

[26] Tirmizî, sayd, 7; Nesâî, Sayd, 2

[27] Müslim, Sayd, 9

[28] Mâide: 4

[29] Buharı, Büyü, i; müs-iîm. Nikâh, 79

[30] Buhârî, Nikâh, 70

[31] Ebû Dâvud, Efime, 28

[32] Ebü Dâvud, Cihâd, 62; Ahmed b.Hanbel, 2/505

[33] Enfâl:60

[34] BuhArt, imân, 6-20; Müslim, İmân, 63

[35] Müslim, İmân, 93; İbn Mâce, Edeb, 11