YEMİN BAHSİ. 2

(Kitâbü'l-Yemîn) 2

Tanımı: 2

Hükmü: 2

Delili: 3

Yeminin Kısımları 3

Yeminin Şartları 6

Yeminin, Kendileriyle Gerçekleştiği Sigalar 11

Allah'tan Başkasiyla Yemin Etme. 14

Kişinin Başkasına Karşı Allah Adına Yemin Vermesi Veya Allah Adını Vererek Bir Şey İstemesi 15

Yemin Keffâreti 15

Yemın Keffaretı Nasıl Verilir?. 17

Yemin Keffaretı Ne Zaman Verilir?. 20

Yemin Sayısı Arttıkça Keffâret Sayısı Da Artar 21

Yeminlerde Geçerli Olan Esaslar 22

Yeme Ve İçme Üzerine Yemin Etme. 28

Giriş, Çıkış, Oturuş Ve Benzeri İşler Üzerine Yemin Etmek. 36

Konuşmama Üzerine Yemin Etme. 41

Bir Kimsenin Çocuğunu Dövmeye Veya Satmamaya-Almamaya Ve Benzeri Akidleri 47

Yapıp Yapmamaya Yemin Etmesi 47

ADAK (NEZİR) KONULARI. 56

Tanımı: 56

Hükmü ve Delili: 56

Adağın Kısımları 57

ALIŞ-VERİŞ ve BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER.. 61

(Kitâbü'1-Buyû) 61

Bey'in Tanımı 61

Bey'ın Hukmu Ve Delili 66

Bey'in Rükünleri 67

1- Sîga. 67

2- Akdi Yapan (Âkid) 70


YEMİN BAHSİ

(Kitâbü'l-Yemîn)

 

Tanımı:

 

Yemin kelimesi lügatte sağ el, güç ve and içmek anlamına gelir. Müş­terek olarak bu üç anlamı ifâde eden kelime daha sonraları "and İçmek" anlamında kullanılmıştır. Zîrâ câhiliyet döneminde insanlar, and içtikle­rinde birbirlerinin sağ ellerini tutarlardı. Veyahut da and içen kişi, andı ile güç kazandığı için, yemin kelimesi and içme mânâsında kullanılmıştır. Ay­rıca sağ el, sol ele nisbetle daha güçlüdür.

 

Hükmü:

 

Yeminin hükmü, duruma göre değişir. Bazan, meselâ bir vacibin ya­pılması yemine dayalı olursa, vâcib olur. Kanı helâl olmayan, yani öldü­rülmesi caiz olmayan bir insanı Ölümden kurtarmak için yapılan yemin gibi. Bazan haram olur. Meselâ haram bir işi yapmaya yemin eden veya ye­min edilmesi haram bir şey üzerine yemin eden kişinin yemini haramdır. Yeminin hükmü bazan bunlardan başka da olabilir. Mezheblerin buna iliş­kin görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(99) Mâlikîler dediler ki: And içme kasdı olmasa bile, Allah'ın adıyla veya sıfatlarından biriyle yapılması hâlinde yeminde aslolan caiz olmaktır. Dînî işlerden birinin şanım yüceltmek veya dinî bir işe teşvik etmek veyahut da sakıncalı bir davranıştan başkalarını sakındırmak maksadıyla yemin et­mek müstehab olur. Şu da var ki; zorunluluk olmaksızın çokça yemin et­mek, selef-i sâlihinden sonra icâd edilen bir bid'attır. Yemin mubah olunca, onu bozmak da mubah olur ve keffaret gerekir. Ancak yemini bozmakta hayır varsa, o takdirde yemini bozmanın hükmüne tâbi olmak gerekir. Bir vacibi terketmeye yemin etme veya bir günah işlemeye yemin etme hâlinde, yemini bozmak vâcib olur. Bir vacibi işlemeye veya bir günahı terketmeye yemin etme hâlinde hüküm, bunun tersi olur.

Hanbelîler dediler ki: Yemin, yukarıda da anıldığı gibi, bazan vâ­cib, bazan haram olduğu gibi, bazan de mekruh olur. Sözgelimi mekruh bir fiili işlemek veya mendub bir fiili terketmek için yemin etmek mekruhtur.

"Yemin, (ticâret) malını sarfeder. (Ama) bereketi yok eder.[1] hadîsi şerifi gereğince ahş-veriş için yemin etmek, mekruh yeminlerdendir.Kişinin,taraflardan bizzat biri olsa bile,iki hasımın arasını bulmak, bir müslümanın kalbindeki kini gidermek, ona veya başka­sına gelecek bir kötülüğü bertaraf etmek gibi bir maslahat dolayısıyla yemin etmesi mendub olur. Ama bir tâati yapmaya veya bir günahı terketmeye ye­min etmek mendub değildir. Mubah bir işi yapmaya veya terketmeye yemin etmek veya kişinin doğru söylediği, ya da doğru söylediğini zannettiği bir haber üzerine yemin etmesi, veyahut da bir tâati işlemeye, ya da bir günahı terketmeye yemin etmesi mubah olur.

Yemin eğer bir günah işlemek veya bir vacibi terketmek için yapılmış­sa, bozulması vâcib olur. Böylesine yemin eden kişi yeminini bozar; günâhı işlemez veya vacibi terketmez. Bunun tersi olursa, meselâ zina etmemeye ve­ya namaz kılmaya yemin ederse, yeminini bozması haram olur; yemininin gereğini yerine getirmesi vâcib olur. Vâcib olan namazını kılar veya haram olan zinayı terkeder. Aynı şekilde mendub bir işi yapmaya veya mekruh bir işi terketmeye yemin eden kişinin yemininin gereğini yapması mendub olur. Bunun tersi olursa, meselâ mendub bir İşi terketmeye veya mekruh bir işi yapmaya yemin ederse, yemininin gereğini yapması mekruh olur; bozması ise mendub olur. Ama mubah bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişinin, yemininin gereğini yerine getirmesi veya yeminini bozması mubah olur. Ama bozmaması, bozmasından yeğdir. Çünkü yemini muhafaza etmek daha uygundur.

Şâfiîler dediler ki:

"Allah'ı yeminlerinize hedef yapmayın.[2]âyet-i kerîmesi ge­reğince yeminde asıl olan mekruhluktur.

Bir vacibin ona bağlı olması durumunda yemin, vâcib olur. Sayfanın üst tarafında da belirtildiği gibi, bir günah işlemek için yapılan yemin ha­ramdır. Mekruh olmayan mubah bir iş için olursa, meselâ bir tâati işlemek

veya mekruh bir davranışı terketmek veya hâkim huzurunda görülen bir da­vada doğru olan bir şey için yemin etmek mubah olur. Ya da te'kîd edilme­ye ihtiyacı olan bir hususu te'kîd etmek için yemin etmek mubahtır. Meselâ peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki:

"Allah'a andolsun ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz."

Bir işin önemini arttırmak için yemin etmek de mubah olur. Buna da Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu hadîs-i şerifini örnek olarak gösterebiliriz:

"Allah'a andolsun ki, benim, bildiklerimi bilseydiniz elbetteki az gü­ler, çok ağlardınız.[3]

Yemin, mendub bir fiilin İşlenmesi veya mekruh bir fiilin terkedilmesi kendisine bağlı olduğunda mendub olur.

Yemini bozmaya gelince; bunun için beş hüküm sözkonusu olur. Yemi­ni bozmak bazan vâcib olur. Sözgelimi bir günahı işlemeye veya bir vacibi terketmeye yemin etme hâlinde, yemini bozmak vâcibtir. Söz gelimi, içki içmeye veya namaz kılmamaya yemin eden kişinin, yeminini bozması ve kef-fâret ödemesi farz olur. Yemini bozmak bazan haram olur. Yukarıdaki örneğin tersine, namaz kılmaya veya zina etmemeye yemin eden kişinin, bu yeminin gereğini yerine getirmesi farz olur. Yeminini bozması ise haramdır. Yemini bozmak bazan mendub olur. Meselâ mendub bir fiili terketmeye veya mek­ruh bir fiili işlemeye yemin eden kişinin, yeminini bozması mendub olur. Ye­mini bozmak bazan mekruh olur. Meselâ mekruh bir fiili terketmeye veya mendub bir fiili işlemeye yemin eden kişinin yeminini bozması mekruh olur. Yeme-içme gibi mubah bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişinin yeminini bozması, evlâ olan hükme ters düşer. Bu kişinin, Allah admın say­gınlığını korumak için yemininin gereğini yerine getirmesi daha uygundur. Yeminini bozan kişi, her halükârda keffâret ödemekle yükümlü olur.

Hanefîler dediler ki: Allah adına veya sıfatlarından birine yemin etmekte aslolan, caiz olmaktır. Ama fazlaca yemin etmemek evlâdır. Sonra anne-babayla bir günlüğüne veya bir aylığına konuşmamak gibi günah bir fiili işlemeye yemin etme hâlinde yemini bozmak vâcib olur. İçki içmemek gibi bir günahı terketmek için yemin edilmesi hâlinde yeminin gereğini yeri­ne getirmek farz olur. Aynı şekilde vâcib bir fiili işlemek için yemin edilirse, yeminin gereğini yapmak vâcib olur. Vâcib bir fiili terk etmek için yemin edilirse, yemini bozmak vâcib olur, vâcib fiil de terkedilmez. Yapılmaması evlâ olan bir işi yapmaya, meselâ bu gün soğan yemeye yemin edilirse; veya yapılması evlâ olan bir işi yapmaya, meselâ bugün kuşluk namazını kılmaya yemin edilirse veyahut da yapılması ile yapılmaması şeriat nazarında aynı olan bir işi yapmaya (veya yapmamaya), meselâ ekmek yememeye (veya ye­meye) yemin edilirse, bu yeminlerin gereğini yerine getirmek veya yemini boz­mak hususunda ihtilâf edilerek iki görüş ileri sürülmüştür.

1- Birinci misâlde yemini bozmak evlâ olur. Yani bugün soğan yemeye yemin eden kişinin, yeminini bozup soğan yememesi daha uygundur. İkinci misâlde yeminin gereğini yerine getirmek daha uygun olur. Kuşluk namazı­nı kılmaya yemin eden kişinin, yeminin gereğim yerine getirmesi evlâdır. Üçün­cü misâlde de yeminin gereğini yerine getirmek evlâdır. Ekmek yemeye yemin edenin ekmeği yemesi, yememeye yemin edenin de yememesi evlâ olur.

2- Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizi muhafaza edin[4] buyruğu uya­rınca her halükârda yeminin gereğini yerine getirmek vâcib olur. Yemin edi­len hususun vâcib veya haram oluşuna göre yemini bozmak veya bozmamak, vâcib ya da haram olur. Diğer hususlar için yapılan yeminlere gelince, gere­ğini yerine getirmek vâcib olur ki, bu görüş daha uygundur. Belli bir zaman­la kayıtlanmaması durumunda, yeminin bozulması düşünülemez. "Şöyle yapacağım'* veya "bugün yapacağım, ya da "bu ayyapacağım" demek gibi. Böyle bir kayıt konulmadığı takdirde kişi, ancak hayatının sonunda ye­minini bozmuş olur ve ölüm anında keffâret ödenmesini vasiyet eder. Üzeri­ne yemin edilen şey bundan Önce yok olursa, yemin edene keffâret vâcib olur.

 

Delili:

 

Allah adına veya sıfatlarından birine yemin etmek meşrudur. Meşru­luğunun hikmeti de, içinde Allah'ı ululama ve yüceltme olmakla birlikte ahde vefaya teşvik etmektir. Meşruluğu; Kitab, Sünnet ve İcmâ delilleriy­le sabittir, kitaptaki delil, şu âyet-i kerîmedir:

"Allah, sehven ve kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminler yüzünden sizi sorum­lu tutar.[5]

Sünnetteki delillere gelince, bunlar fazlasıyla mevcudtur. Ebû Dâvud tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:

"Allah'a andolsun ki ben Kureyşle savaşacağım.[6] Ebu Dâvûd der ki: Peygamber (s.a.v.) bu yeminini üç kez tekrarladı. Sonunda da "inşâallah" dedi.

Buhârîve Müslim'in sahihlerinde rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.):

Hayır! kalpleri döndürene yemin olsun ki. [7]diyerek yemin ederdi. Bazan da Nefsim kudret elinde olana andolsun ki..." diyerek yemin ederdi. Ayrıca müslümanlar yeminin meşru olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.

 

Yeminin Kısımları

 

Yemin; lağv, mûn'akide ve ğamûs gibi kısımlara ayrılır: Lağv yemini­nin ne günahı, ne de keffâreti vardır. Münakide yemininin, bozulması hâ­linde keffâreti vardır. Ğamûs yemininin günâhı vardır. Bu yemine keffâretin faydası olmaz. Bütün bunlara ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(100) Hanefîler dediler ki: Yemin-i Ğamûs: Kişinin yalan kastederek, ya­lan yere Allah adına yemin etmesidir. Üzerine yemin edilen şeyin, içinde bu­lunulan zamandan önce işlenmiş bir fiil olması şart değildir. Ama bazan öyle de olabilir. Örneğin Muhammed'i dövmüş olduğunu bilen bir kişinin, "Val­lahi Muhammed'i dövmedim" diyerek ettiği yemin ğamûs yeminidir. Üzeri­ne yemin edilen şey, içinde bulunulan zamandaki bir ful de olmayabilir. Meselâ gümüş olduğunu bile bile bir eşya için kişinin, "Vallahi bu, şu anda altındır" diyerek ettiği yemin, Ğamûs yeminidir. Yine bin lira borçlu olduğunu bile bile, "Vallahi falanın benden bin lira alacağı yoktur" diyerek yemin eden kişinin yemini, ğamûs yeminidir. Yemin-i ğamûsta çoğunlukla, üzerine ye­min edilen şey, mazi bir fiil olur. Yalan kasteden kişi, yaptım veya yapma­dım diyerek çoğunlukla geçmiş zaman kipjni kullanır. Ğamûs yemini, Allah adına yemin etmekten başka durumlarda düşünülemez. Çünkü bu yeminin keffâreti yoktur. Sahibi günahkâr olduğu için tövbe etmesi gerekir. Allah adından başka şeylerle yemin etmeye gelince, meselâ talâk İle yemin eden kişinin yemini tahakkuk eder; talâkı da elden gider. Yanı hanımı boşanmış olur. Lağv yemini ile de talâk elden gider. Ğamûs yemininin büyük günah­lardan olup olmadığı hususunda ihtilâf meydana geldiği için iki görüş İleri sürülmüştür.

Birinci görüşe göre, ğamûs yemini, Allah adı hiçe sayıldığı gerekçesiyle büyük günahlardandır.

İkinci görüşe göre, eğer bir hakkın kesilmesine veya müstahak olmayan bir kişiye eziyet edilmesine veyahut da suçsuz bir kişinin cezalandırılmasına ve benzeri haksızlıklara neden olacaksa, ğamûs yemini büyük günahlardan olur. Bu tür haksızlıklara neden olmayacaksa büyük değil de küçük günah­lardan olur.

Lağv yeminine gelince, bu, iki şeyi kapsar:

1- Kişi-doğru olduğuna inanarak veya zannederek bir iş için yemin eder de sonra yalan söylemiş olduğu açığa çıkarsa, yemini lağv (geçersiz) olur. Meselâ, doğru söylediğine inanarak veya zannederek "dün falan kişinin evi­ne girmedim" diye yemin ettiği halde o eve girmiş olan kişinin, veya aynı şekilde cebinde parası olduğu halde "üzerimde para yoktur" diye yemin eden kişinin yemini lağv (geçersiz) olur. Kişinin zannımn zayıf veya kuvvetli ol­ması arasında bir fark yoktur.

2- Kişi kasıtsız olarak veya başka bir şeyi kasdetmiş olmasına rağmen dilinin kayarak "hayır Vallahi..." veya "evet Vallahi..." demekle yemin et­mesi gibi durumlarda yemin lağv (geçersiz) olur.

Hanefîlere göre lağv yemini, verilen misâllerde görüldüğü gibi, sâdece mazi ve şimdiki zaman kipleriyle yapılır. Gelecek zaman kipiyle, meselâ "Al­lah'a andolsun ki, yarın yolculuğa çıkacağım" diyerek yemin eden kişinin yemini, mün'akide yemin olur. Yemini bozmayı kasdetmiş olsun olmasın, bu yemini bozan kişinin keffâret ödemesi vâcib olur. Ğamûs yemini ise böy­le değildir. O, gelecek zamanda olur. Çünkü onda esas olanı yalanı kasdet-mektir. Girmeyi kasdettiği halde, "yarın falanın evine girmeyeceğime Allah adına andolsun" diye yemin eden kişi, bununla yalanı kasdettiği için, yemi­ni ğamûs olur.

Lağv yeminiyle and içen kişi dünyada ve âhirette hesaba çekilmez ve günahkâr olmaz; keffâretle de yükümlü olmaz. Lağv yemini sâdece Allah Teâlâ'ya yemin etmekle tahakkuk eder. Allah'tan başkasına yemin etme du­rumunda, yeminin eseri kalır. Sözgelimi hanımını boşamaya veya kölesini azâd etmeye veyahut bir sadaka vermeye and eden kişinin hanımı boş olur. Kölesi azâd olur. Adağı da yerine getirmesi zorunlu olur.

Mün'akide yemine gelince bu, Allah adına veya Allah'ın sıfatlarından birine and içmekle tahakkuk eder.

Mâlikîler dediler ki: Ğamûs yemini iki şeyi kapsar:

1- Kişinin yalanı kastederek yalan yere yemin etmesi. Bu şekilde yemin eden kişi, cehennem ateşine veya cehenneme girmeye sebeb olan günaha ba­tar. Bu yeminin keffâreti yoktur. Çünkü günahı, keffâretin fayda edemiye-ceği kadar büyüktür. Bu şekilde yemin eden kişi tevbe edip, yapabildiği kadarıyla oruç tutarak veya sadaka vererek ve benzeri işleri yaparak Allah'a ibâdet eder; O'na yaklaşmaya çalışır.

2- Şüphe veya zayıf bir zanna dayanarak yemin etmeye gelince, bu şöy­le olur: Bir kişi, karşılaşıp karşılaşmadığını bilmediği bir kimse hakkında, "vallahi dün falan adamla karşılaşmadım" diyerek yemin ederse şu gibi du­rumlar sözkonusu olur: Bu yemini yaptıktan sonra ya doğru söylediği veya yalan söylediği açığa çıkar, veyahut hiç bir şey açığa çıkmaz. Eğer yalan söy­lediği açığa çıkar veya hiç bir şey açığa çıkmazsa ve şüphesi, ya da zayıf zan-nı üzere kalırsa, tamamen kasıtlı olarak yalan söylemişçesine günahkâr olur. Ama doğru söylediği açığa çıkarsa buna ilişkin olarak iki görüş ileri sürül­müştür:

Birinci görüşe göre doğru olarak yemin etmiştir ve kendisi de hiç gü­nahkâr olmaz.           | .

İkinci görüşe göre,'günahkâr olmaktan kurtulamaz. Zîrâ günahkârlığı, kesin olarak bilmediği bir şey için yemine cesaret edip yeltenmesi nedeniyle meydana gelmiştir ki, bunun da tevbeden başka bir keffâreti yoktur. Doğru olduğu anlaşılsa bile hüküm değişmez. Şu da var ki; şüphe ya da zayıf zanna dayanarak yemin eden kişinin günahı, kasıtlı olarak yalan yere yemin ede­nin günahı kadar büyük olmaz. Ama kesin olarak ya da kuvvetli zanna da­yanarak bilinen bir şey için yemin edilir de bilâhare bu yeminin aksi ortaya çıkarsa, yemin, ğamûs olmayıp lağv (geçersiz) olur. Sonra, geçmiş zamanla ilgili bir şey üzerine yemin edilirse, yalan da olsa keffâret gerekmez. Bunda ittifak vardır. Meselâ kesin olarak yaptığını bildiği bir iş için, "vallahi öyle yapmadım" diye yemin eden kişinin keffâret vermesi gerekmez. Aynı şekil­de şüphe veya zanla yaptığını bildiği bir iş için yemin eden kişi de keffâretle yükümlü olmaz.

Üzerine yemin edilen şey gelecek zamanla ilgili olursa, meselâ vukuu mümkün olmayan bir işi yapmaya veya hiç olmayacak bir şeyin olacağına yemin edilirse durum ne olacaktır? Vukuu mümkün olmayan bir işi yapma­ya; "vallahi ben göğe çıkacağım" diye yemin etmeyi örnek olarak da, ölü olduğunu bildiği bir şahıs için kişinin, "vallahi falan adamı öldüreceğim" veya "vallahi yarın güneş doğmayacaktır" diye yemin etmesini örnek ola­rak gösterebiliriz. Ki bu hususta ihtilâf vardır. Bazı kimseler bunun, keffâ­reti olmayan ğamûs yemini olduğu görüşündedirler. Bazı kimseler de bu yeminin kefareti olduğunuVJâmûs yemininin geçmiş zamanla ilintili olduğu­nu; gelecek zamanla ilintili olması hâlinde ğamûs yemini olmayacağını ileri sürmüşlerdir ki, mûtemed olan da bu görüştür. Ğamûs yemini talâkla da olur. Kasıtlı olarak talâk üzerine yemin eden kişinin talâkı elden gider, hanımı boş olur ve kendisi de günaha girer.

Lağv yemini, kişinin yemin ederken kesin olarak veya kuvvetli bir zan­la doğru olduğuna inandığı bir şeye yemin etmesi; sonra da bu yeminin ter­sinin meydana çıkmasıdır. Meselâ üzerinde para olmadığına kesinlikle veya kuvvetli zanla inanan kişinin, "vallahi üzerimde para yoktur" diye yemin etmesi, sonra da üzerinde para bulunması hâlinde, yaptığı yemin Iağv (ge­çersiz) olur ki, bu yemininden ötürü sorumlu olmaz. Ayrıca üzerine yemin edilen iş geçmiş zamanla ilintili olursa, keffaret gerekmez ki, bunda ittifak vardır, meselâ gerçekten gelmediğine inandığı, ama aslında gelmiş olan Mu-hammed'le ilgili olarak bir kişi, "vallahi Muhammed gelmedi" derse yemi­ni Iağv olur, keffâret ödemesi de vacib olmaz. Üzerine yemin edilen iş, gelecek zamanla İlintili olursa, meselâ gerçekten gelmiyeceğine inanarak, "vallahi Muhammed yarın gelmeyecektir" diye yemin eden bir kişinin yeminiyle ilgi­li olarak ihtilâfa düşülmüştür. Bazıları, gelecek zaman üzerine edilen yemi­nin Iağv yemini olmayacağını, zîrâ âkibeti bilinmeyen gelecek zamanla İlgili olarak yemin eden kişinin cüret gösterip haddi aştığı ve dolayısıyla cezasının da keffâret olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ama geçmiş zamanla ilgili olarak yemin etmek böyle değildir. Çünkü maziyle ilgili bir iş İçin yemin eden kişi, geçmişle ilgili bilgisine dayanarak yemin eder. Gelecek zaman ise, kişi­nin bilgisi kapsamında değildir.

Bazıları da gelecekle ilgili edilen yemin için, mazi ve hâl ile ilgili yemin­lerde olduğu gibi keffâret gerekmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Allah adından başka şey üzerine Iağv yemini etmenin bir faydası olmaz. Meselâ bir kişi talâk, köle azâd etme veya sadaka adama gibi şeylerle yemin ederse veya bu sayılan şeylerden biri üzerine yaptığı yeminin Iağv olması hâlinde yemini yine tahakkuk eder. Talâka yemin etmişse hanımı boşanır. Azâd et­meye yemin etmişse kölesi azâd olur. Mübhem, yani belirsiz de olsa adağını yerine getirmesi gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Yemin, Iağv ve mün'akide olmak üzere iki kısma ayrılır. Lağv yemini üç hususu kapsar:

1- Kişinin dilinin, yemini kasdetmediği bir söze kayması. Dili kayıp da, 'vallahi Muhammed'i döveceğim" demesi gibi. Yalan söylediğine İlişkin bir delil olmayan kişi bu yemini kasdetmediğini iddia ederse sözü tasdik edilir. Ancak talâk, itak (köle azâd etmek) ve îlâ konusundaki yeminlerde bu maze­retler kabul edilmez. Çünkü bu yeminlerde başkalarının hakkı sözkonusu olmaktadır.

2- Kişinin, hiçbir şey kasdetmeksizin dili yemin cümlesine kayarsa, me­selâ kızgınken dili kayıp da, "hayır vallahi" veya "evet vallahi" diyerek ye­min etmesi hâlinde yemini lağv olur.

3- Yemin, asıl konuşmaya ek olarak fazladan söylenirse lağv olur. Me­selâ konuşmasının sonunda bazan, "hayır vallahi", bazan da "evet vallahi" demesi veya bu ikisini biraraya getirerek "Hayır vallahi, evet vallahi" de­mesi hâlinde yemini lağv (geçersiz) olur. Mutemed olan görüş budur.

Mün'akide yeminine gelince, bu, yemin edilen şeyin doğrulanması ama­cıyla Allah adına veya Allah'ın sıfatlarından birine yemin etmektir. Ki bunda da bazı şartlar aranır. Mün'akide yemininde, lağv yemininin aksine olarak üzerine yemin edilen şeyin doğrulanması kasdedilmelidir.

Şâfiîlere göre yeminin, mün'akide olmasıyla lağv olması arasında; geç­miş zamanla ilintili olmasıyla gelecek zamanla ilintili olması arasında bir fark yoktur. Lağv yemininin gelecek zamanla ilintili olması sahih olur. Meselâ, "yarın Muhammed'in evine gireceğim" demek isteyen kişinin, (yanlışlıkla veya dili kayarak), "vallahi yarın yolculuğa çıkacağım" diye yemin etmesi hâlinde bu yemini lağv olur. Yine bunun gibi, lağv yemininin geçmiş zaman­la ilintili olması da sahih olur. Meselâ nar yemedim demek isteyen kişinin, "vallahi dün elma yemedim" diyerek yemin etmesi hâlinde yemini Iağv olur. Mün'akide yemininde geçmiş veya gelecek zamanla ilintili olması sahih olur. Meselâ "vallahi böyle yapmadım" veya "yaptım" demek sahih olduğu gibi, "vallahi böyle yapmayacağım" veya "...yapacağım" demek de sahih olur. Bu şekilde yemin eden kişinin, yemininin gereğini her halükârda yerine ge­tirmesi, aksi takdirde keffâret ödemesi vacib olur. Başka mezheblerin ğa-mûs diye adlandırdıkları yemin, ister geçmiş zamanla, ister gelecek zamanla ilintili olsun, bu mezhebe göre keffâreti gerekli kılar. Lağv yemini içinse kef­fâret gerekmez. Yemin eden kişi de, yemininden ötürü sorumlu tutulmaz. Bu yemin, geçmiş veya gelecek zamanla ilintili'olsa bile farketmez.

Hanbelîler dediler ki: Yemin; mün'akide, lağv ve ğamûs yemini olmak üzere üç kısma ayrılır. Mün'akide; "vallahi yarın itikâfa gireceğim" veya "artık hiç zina etmeyeceğime Allah adına andolsun" demek gibi, gele­cekte bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin etmektir. Üzerine yemin edi­len şey imkânsız da olsa, bir şey üzerine gelecekte yapılması veya yapılmaması hususunda yemin edilirse, yemin tahakkuk eder.

Lağv yemini üç durumu kapsar:

1- Yemin kasıtsız olarak kişinin ağzından çıkmış olur. Sözgelimi konuşma esnasında, "hayır vallahi", "evet vallahi" demesi gibi. Bu yemini, gelecek zamanla ilintili olsa bile lağv (geçersiz) olur.

2- Kişi doğru olduğunu zannettiği bir şey için yemin eder de, sonra bu yeminin tersi bir durum açığa çıkacak olursa, Iağv olur. Bu yemin Allah adıyla, adak veya zıhar ile yapılırsa Iağv (geçersiz) olur. Ama talâk ve ıtak ile yapı­lırsa geçerli olur.

3-  Kişi, doğru olduğunu zannettiği, gelecekteki bir iş için yemin eder de olay, dediği gibi olmazsa, yemini lağv olur. Meselâ kendisine itaat edece­ğini zannettiği bir kişi için yemin eder de o kişi kendisine itaat etmezse veya yemin edenin maksadı olduğunu bilmeksizin itaat ederse yemin Iağv olur. Yemin eden, sorumlu tutulmayip keffâretle yükümlü olmaz.

öamûs, geçmişle ilintili bir olayla ilgili olarak kasıtlı şekilde yalan yere yemin etmektir. Bu yeminin keffâreti yoktur. Sahibi günaha, sonra da ce­henneme battığı için bu yemine ğamûs yemini adı verilmiştir.

 

Yeminin Şartları

 

Yeminin tahakkuku için bazı şartlar gereklidir:

1-Yemin eden, mükellef olmalıdır. Çocuğun ve delinin yemini tahak­kuk etmez, geçerli değildir.

2-Yemin eden, kendi serbest iradesiyle yemin etmiş olmalıdır.

Zorlanarak yemin eden kişinin yemini tahakkuk etmez. Böyle bir kişi, zor­lanarak yeminini bozsa da, yeminini bozmuş sayılmaz. Unutan veya ya-nılan kişi de bu hususlarda herhangi bir hüküm altına girmez.

3- Yemin eden, yemine kasdetmiş olmalıdır. Dili kayarak yemin eden kişinin yemini geçerli olmaz.

4- Yemin kalıpları bahsinde de anlatılacağı gibi, edilen yemin Allah'­ın adlarından veya sıfatlarından biri ile yapılmış olmalıdır.

5- Yemin edilen şey akıl ve âdet açısından veya sâdece âdet açısın­dan ister istemez olması gereken bir olgu olmamalıdır. Böyle bir şeye ye­min etme durumunda edilen yemin gerçekleşmez; lağv (geçersiz) olur.

Birincinin örneği: "Vallahi bu cisim bir yer tutmuştur" demek gibidir. Bu bir yemin değildir. Çünkü cismin yer tutması, aklen ve âdeten ister istemez olması gereken bir olgudur.

İkincinin örneği: "Vallahi güneş doğudan doğar" veya, "vallahi öleceğim" demek gibidir. Ki bunlar da yemin değildir. Çünkü güneşin do­ğudan doğması âdeten ister istemez olması gereken bir olgudur. Ölüm de öyle... Yine bunun gibi bir kişi; "vallahi göğe çıkmam" veya "vallahi bu taşı altın'a çevirmem" veyahut "vallahi dünü geri getirmem" diye ye­min ederse, yemini gerçekleşmez. Çünkü göğe çıkamamak, taşı altın'a çevirememek, dünü geri getirememek âdeten zorunlu bir olgudur. Bun­lar dışında edilen yeminler gerçekleşirler. Kİ bu da dört maddede toparla­nabilir:

1- Yemin edilen iş, aklen ve âdeten mümkün olmalıdır. "Eve girme­yeceğime..." veya "eve gireceğime Allah adına and olsun" diye yemin etmek gibi. Bu yemin tahakkuk eder. Çünkü eve girmek, aklen ve âdeten mümkündür.

2- Üzerine yemin edilen şey sâdece âdeten imkânsız olmalıdır. "Val­lahi göğe çıkacağım" veya "vallahi dağı yükleneceğim" demek gibi. Ki­şi, sırf bu yemini etmekle yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde ölü biri için, "vallahi falanı öldüreceğim" diyen kişi de sırf yemin etmekle yeminini boz­muş olur.

3- Yemin edilen iş aklen ve âdeten imkânsız olmalıdır. Meselâ "val­lahi falan kişinin yaşamıyla ölümünü bir araya getireceğim" demek gibi. İki zıt şeyi bir araya getirmek, aklen ve âdeten imkânsızdır. Sırf bu yemini etmekle yemin bozulmuş olur.

4- Yemin edilen İş, şer'ân zorunlu veya yasak olmalıdır. Zorunlu ola­nın örneği: "Vallahi öğlen namazını kılacağım"; yasak olanın örneği: "Val­lahi içki İçeceğim" demektir ki, bu iki yemin de gerçekleşir.

5- Yeminde istisna edatı bulunmamalıdır. Meselâ, "Allah dilediği tak­dirde vallahi şöyle yapmam" veya "vallahi şöyle yapmam, meğer ki Al­lah dilesin" şeklinde yemin eden kişinin yemini gerçekleşmez. İstisnanın hüküm ve şartları hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alın­mış.

6- Yemini telâffuz etmelidir. Telâffuz etmeksizin sâdece kalpten ge­çirilen yemin gerçekleşmez.

Yeminle ilgili olarak mezhebler bazı ek şartlar ileri sürmüşlerdir.

 

(101) Hanefîler dediler ki; Başkası tarafından zorlanarak yemin eden ki­şinin yemini geçerlidir. Yemini bozduğu takdirde keffâret ödemesi vâcİb olur. Yemini bozarken mecburiyet hissetse de keffâret ödemesi vâcîb olur. Baş­kasının zor kullanarak, yeminin tersi bir hareketi ona uygulaması durumun­da yemini bozulmuş olmaz. Meselâ su içmeyeceğine yemin eden kişinin boğazına, başkası zor kullanarak su akıtacak olursa, yemini bozulmaz. Unu­tarak yemininin aksini yapan kişi, yeminini bozmuş olur. Meselâ yemin et­meyeceğine yemin eden kişi, unutup da yemin ederse, yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Delirme ve baygınlık hâlinde yeminin aksini ya­pan kişi de yeminini bozmuş olur; keffâret Ödemesi gerekir. Ama delirme veya baygınlık hâlinde yemin eden kişinin yemini gerçekleşmez. Zîrâ yemi­nin gerçekleşmesi için, yemin edenin akıllı olması şarttır. Hatâ edenin yemi­ni de gerçekleşir. Bu, zühul eseri yemin eden kişidir.

Mâlikîler dediler ki: Zorlama sonucu ettirilen yemin geçerli olmaz. Zorlama olmaksızın gerçekleşen yemin, ya "vallahi ekmek yiyeceğim" de­mek gibi bîr işi yapmak için edilir ki, buna hins yemini denir. Veya "eve girmeyeceğim" demek gibi, bir işi yapmamak için edilir ki, buna da berr yemini denir.Yemin-i berr'de kişi yeminini bozmaya,yani yukarıdaki misâle göre eve girmeye zorlanırsa keffâret ödemesi gerekmez. Bu zorlama akılsız bir varlık tarafından gelse bile hüküm aynıdır. Sözgelimi, eve girmeyeceğine yemin eden kişi, bir hayvana binmiş olur da hayvan serkeşlik eder ve zorla onu eve sokarsa; hayvandan inmeye veya onu durdurmaya imkân bulamaz­sa, eve girdiğinden dolayı keffâret ödemesi gerekmez. Ama bir zarara uğramaksızın inmesi veya başını tutması veya üzerindeyken ayaklarım vurması mümkün olur da yapmazsa, hayvanın zoruyla da girmiş olsa yeminini boz­muş olur; keffâret ödemesi gerekir. Aynı şekilde başkası, kendisini zorla eve sokarsa ve kendisi de zarar gömleksizin çıkma imkânına sahip olur da çık­mazsa yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Yemin-i hins'te, ya­ni bir işi yapmaya yemin etmede kişi, zorlayıcı bir güç tarafından, yemininin gereğini yapmaktan engellenirse, durumun ne olacağı hususunda ihtilâf vu­ku bulmuştur: Bazısı bu durumda yeminin bozulmuş olacağını ve keffâret ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ki meşhur olan görüş budur. Bazıları da bu durumda yeminin bozulmuş olmayacağını söylemişlerdir ki, bu görüş kıyâsa uygundur. Yemin-i berr'de, yani bir işi yapmamaya yemin eden kişi, zorlanarak yemininin aksini yaparsa yemini bozulmaz. Bu hükümde ittifak vardır. Yemini hins'te, zorlama sonucu yeminin aksi bir hareket işlenmektedir. Çünkü eve girmemeye yemin eden kişi yeminini çözmüş olmaktadır. Ama yemin-i berr'de durum bunun tersinedir. Bunda yemini bozmak, fiilin terki ile olur. Fiili terketmenin sebepleri çoktur. Bu nedenle hükmü sıkı tutulmuştur. Fiili işlemenin sebebleri İse azdır. Bu nedenle hükmü geniş tutulmuştur. Zor­lama sonucu yeminin bozulmuş sayılmaması için altı şart gereklidir:

1-Yemin ederken, yeminin aksini yapmaya zorlandığını bilmemelidir.

2- Kendisini (yemini, bozmaya) zorlamaları için başkasına emretme-meüdir.

3- Üzerine yemin ettiği kişiyi, bizzat kendisi zorlayıcı olmamalıdır. Me­selâ hanımının eve girmemesi için yemin eden kişi, sonra onu eve girmeye zorlarsa yeminini bozmuş olur. Ama başkası hanımını eve girmeye zorlarsa yemini bozulmuş olmaz.

4- Zorlama, şer'î olmamalıdır. Şer'î olursa yemin bozulur. Meselâ, hapse girmemeye yemin eden kişi, bilâhare şer'î bir dâva yüzünden hapse girerse, yemini bozulmuş olur. Aynı şekilde "Bu borcu bu ay içinde Ödemeyeceğim" diye yemin eden kişi, hakimin zorlaması dolayısıyla öderse yeminini bozmuş olur.

5- Yemin ederken "bu işi gönüllü de olsam, gönülsüz de olsam yapma­yacağıma..." kaydını koymuş olmamak şarttır. Ama, "falanın evine gönül­lü de olsam, gönülsüz de olsam girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, bilâhare o şahsın evine zorlanarak girerse, yeminini bozmuş olur.

6- Zorlama durumu kalktıktan sonra, yemini bozacak bir harekete giri-şilmemelidir. Meselâ zorla eve girdirilen kişi, zorlama durumu kalktıktan sonra gönüllü olarak o eve bir daha girerse yemini ozulmuş olur; keffâret öde­mesi gerekir. Unutarak da olsa yeminin aksini işleme hâlinde, yemin bozu­lur. Meselâ "şu şeyi yemiyeceğime..." diye yemin eden kişi, sonra bu yeminini unutup o şeyi yerse, yeminini bozmuş olur. Ama yeminine "unutma hâli dı­şında..." veya "unutmadığım sürece..." gibi kayıtlan eklemiş olursa, o şeyi unutarak yerse yeminini bozmuş sayılmaz. Çünkü yeminini kayıtlamıştır. Hatâ ve bilgisizlik de unutma gibidir. Hatâya örnek: "Falanın evine girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, başkasının evi-olduğuna inanarak o kişinin evine girer­se yeminini bozmuş olur. Bilgisizliğe örnek: Bu gece şu eve gireceğim diye yemin eden kişi, bilmeyerek bu gece eve girmesi gerekmediğine İnanarak eve girmez de vakit geçerse, yeminini bozmuş olur. Bilmemesi de mazeret sayıl­maz.

(102) Hanefıler dediler ki: Yemin edilen iş âdeten imkansızsa, bir vakit­le kayıtlanmadığı takdirde sırf yemin etmekle yemin bozulmuş olur. Ama vakitle kayıtlanırsa, o vakit geçmedikçe yemin bozulmuş olmaz. Meselâ, "val­lahi bir sene sonra göğe çıkacağım" diyen kişinin yemini bir sene geçmedik­çe bozulmaz.

Hanefîler dediler ki: Ölü birini kasdederek "falanı öldüreceğime Allah'a andolsun" diye yemin eden kişi, yemin ederken o kişinin ölü oldu­ğunu ya bilir veya bilmez. Bilmeyerek yemin eder de sonra onun Ölü olduğu anlaşılırsa, yemini bozulmuş sayılmaz. Çünkü o, o kişide Önceden meveud olan ve halâ da meveud olduğuna inandığı hayatı üzerine yemin etmiştir. Ama ölü olduğunu bilerek yemin ederse, yeminini bozmuş olur. Zîrâ onun yemi­ni her ne kadar âdeten imkânsız bir şey üzerine edilmişse de, Allah'ın o kişi­ye yeniden hayat vermesinin mümkün olması bakımından, aslında mümkün olan bir şeydir. Ama testi meselesi bunun gibi değildir. Testi meselesi şu şe­kilde ifâde edilebilir: Bir kişi zaman belirtmeksizin, "bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin eder de içindeki suyu, yemin eden kişi veya bir başkası dökerse, veyahut da testi kendiliğinden düşüp suyu dökülürse, yemin sa­hibinin yemini bozulmuş olur. İki mesele arasındaki fark şudur: İkinci meselede testideki suyun aynısının geri getirilmesi aslen mümkün değildir. Her ne kadar testiye başka bir su doldurulması mümkünse de önceden dö­külüp de gitmiş olan suyun geri getirilmesi aklen mümkün değildir. Cenab-ı Allah testide bir su yaratacak olursa bu su, içilmek üzere üstüne yemin edi­len suyun aynısı olmaz. Yemin esnasında testide bulunan su ise akıp gitmiştir. Birinci meseleye gelince, aslında ölü olup da öldürülmesi için yemin edilen kişiye, hayat geri gelirse yine aynı kişi dirilmiş olacaktır. Kişinin varlığı de­ğişmiş olmayacaktır. Şunu bil ki: testi meselesinde dört durum söz konusu olabilir:

1- Testide su yokken, belli bir süre İçin yemin etmek. Meselâ kişinin, testide su yokken, "vallahi bulgun bu testideki suyu içeceğim" diye yemin etmesi gibi.

2- Testide su varken suyunu belli bir süre içinde içmeye yemin ettikten sonra su dökülürse yemin bozulmuş olmaz. Çünkü birinci durumda yemin zaten gerçekleşmemiştir. (Çünkü su dökülmüştür.) Yemin her ne kadar tes­tide suyun bulunması anma rastlamış ve gerçekleşmişse de, suyun dökülme­si nedeniyle yemin iptal edilmiş olmaktadır.

3- Testide su bulunmaz ve yemin de belli bir süreyle sınırlandırılmış ol­maz. Örneğin testide su yokken "vallahi bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin etmek gibi. Bu durumda da yemin bozulmaz. Çünkü testide su bu­lunmadığı için yemin aslında tahakkuk etmemiştir. Yemin eden kişi, testide su bulunduğunu bilse de bilmese de, bu üç durumda yemin bozulmaz.

4- Testide su bulunur ve yemin de süresiz olur. Örneğin belli bir süreyle, "vallahi bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin etmek gibi. Testi içinde su yarken bu şekilde yemin eden kişi, suyun varlığını bilse de bilmese de, testideki su kendiliğinden dökülüp gitse veya yemin edenin kendisi veyahut başkası dökse, yemin bozulmuş olur. Bundan şu meseleler çıkar:

Meselâ bir kişi, "yarın falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eder de, yarına varmadan borçlu veya alacaklıdan biri ölürse yemin bozulmaz. Çünkü yemin, tahakkuk ettikten sonra iptal olmuştur. Bir kişi hanımına, "yarın namaz kılmazsan benden boşsun" deyip de ertesi gün namazı edâ etmesi mümkün olan vaktin geçmesinden önce veya namazın bir rek'atini kıldıktan sonra hayız hâli görülürse, esahh olan görüşe göre yemini bozul­muş olur. Çünkü üzerine yemin edilen şeyin, yani namazın, hayız kanarna-sıyla birlikte (sahîh olsun olmasın) kılınması mümkündür. Şundan ki: Şeriat sahibinin hayızlıyken de namaz kılmayı meşru saymasını engelleyecek bir şey yoktur. Ama testi meselesi böyle değildir. Çünkü testide üzerine yemin edi­len şeyin (suyun) geri getirilmesi asla mümkün değildir. Bu nedenle yeminin bozulduğuna hükmedilmiştir. Aynı şekilde bir kişi, gündüzleyin yemek yedikten sonra, "vallahi bugün oruç tutacağım" diye yemin ederse yemini ger­çekleşir ve yeminini bozmuş olur. Çünkü (unutma hâlinden dolayı) yemekle birlikte oruçlu olmak da mümkündür. Oruçlu kişi unutarak yese de oruçlu sayılır. Bu durumda yemekle beraber oruca başlaması mümkün olur. Sabah olduktan sonra bir kişi hanımına, "eğer geceleyin seninle cinsel ilişki yap-madıysam sen söylesin der de bununla niyeti herhangi bir gece için olursa, niyeti gelecek geceye çevrilir. Eğer geçen geceyi kasdetmişse yemini gerçek­leşmez ve (tabiî) bozulmaz. Aynı şekilde fecrin doğuşundan sonra, "vallahi bu gece burada uyumayacağım" diye yemin eden kişi, fecrin doğduğunu bil­mezse, yemini bozulmuş olmaz.

Adamın biri hanımına, "falan yerden aldığın eşyayı tekrar yerine bı­rakmazsan benden boşsun der de, aslında hanım böyle bir eşyayı oradan almamış, eşya da yerinde duruyor olursa, yemini bozulmaz. Çünkü üzerine yemin edilen durum, vukûbulmuş değildir. Yani, yerinden alınmamış bir eş­yayı tekrar eski yerine koymak mümkün değildir.

Bir kişi, falan adama, Zeyd ismindeki şahıstan izin almadıkça bir şey vermeyeceğine yemin ederse ve Zeyd de hayatta değilse, falana bir şey verdi­ği takdirde yemini bozulmaz.

Bir kişi borcunu yarın ödeyeceğine yemin eder de bugün öderse, yemi­nini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bu ekmek parçasını yarın yemeye yemin eder de bugün yerse, yeminini bozmuş olmaz; veya falan şahsı yarın öldüre­ceğine yemin eder de adam bugün ölürse yemini bozulmuş olmaz. Ama ye­min eden kişi, yarınki işini yapamadan önce, bugün delirirse, yeminini bozmuş olur.

Malikîler dediler ki: Kişinin yapmaya yemin ettiği işi engelleyen bir şey çıkarsa, şu gibi durumlar sözkonusu olur:

a) Engel aklî olabilir. Meselâ, bir kişi falanı öldürmeye yemin eder, bir de bakar ki adam ölmüştür. Veya belli bir güvercini öldürmeye yemin edery bir de ballar ki güvercin ölmüştür. Buradaki adam veya güvercinin ölümü, onun yemininin gereğini yapmasını engelleyen aklî bir şeydir.

b) Engel âdî olabilir. Meselâ belli bir güvercini kesmeye yemin eden ki­şi, bir de bakar ki o güvercin çalınmıştır. Burada güvercinin çalınmış olmasa yeminin gereğinin yapılmasını engelleyen âdî bir şeydir.

c) Engel şer'î olabilir. Bu gece hanımıyla cinsel ilişkide bulunmaya ye­min eden kişi, hanımının geceleyin hayızlı olduğunu görürse, hanımın ha-yızlı oluşu, yeminin gereğinin yapılmasını engelleyen şer'î bir mâni olur.

Şu halde yeminin gereğinin yapılmasını engelleyen şeyler aklî, adî ve şer'î olmak üzere üç kısma ayrılır. Engel aklî olup yeminden sonra meydana gel­mez, yemin süreli olmaz ve kişi de yeminin gereğini yapmakta ihmalkâr dav­ranmazsa yeminini bozmuş olmaz. Meselâ bir kişi, "vallahi şu güvercini keseceğim" dîye yemin ettikten sonra, kesmekte ihmalkârlık eder de güver­cin de (başka bir sebebten) ölürse, yeminini bozmuş olur. Ama "vallahi şu güvercini yarın keseceğim" diye yemin eder, yarın olduğunda ilk iş olarak güvercini kesmeye gider de güvercini ölü olarak bulursa, yemini bozmuş ol­maz. Fakat güvercinin ölümü yeminden önce vukûbulmuş ise; yeminin ge­reğini yapmak için süre koymuş olsun olmasın, ihmalkârlık etsin etmesin, mutlak surette yeminini bozmuş olmaz.

Engel adî olursa; meselâ, kesilmesine yemin edilen güvercin çahnmışsa ve çalınması da yeminden önce vukûbulmuşsa; yeminin gereğini yapmakta ihmalkâr davranılmış olsun olmasın veya yemin süreli olsun olmasın, bozul­muş olmaz. Ama çalınma olayı yeminden sonra vukûbulmuşsa; yeminin ge­reğini yapmakta ihmalkâr davranılmış olsun olmasın ve yemin de süreli olsun olmasın mutlak surette yemin bozulmuş olur.

Engel şer'î olursa; meselâ hanımıyla bu gece cinsel ilişkide bulunmaya yemin eden kişi, geceleyin onun hayızlı olduğunu görünce, yemini mutlak olarak bozulur. Yemini, hayız kanamasının başlamasından önce edip yemin­den sonra hayız görülüp bütün gece de devam etse, veya yemini hayızdan sonra etmiş olsa da hüküm aynı olur. Yani şer'i engel yeminden önce de ol­sa, sonra da olsa yemini bozar. Ama kişi hanımıyla cinsel ilişkide bulunmaya yemin eder de belli bir zaman kaydı koymazsa, kadının hayızlı olduğunu görünce, kanama hâlinin sona ermesini ve temizlenmesini bekler, sonra da yeminin gereğini yapar. Yemini de böylelikle bozulmuş olmaz. Ama kadın hayizlıyken kocası, (yemin gereğidir deyip: onunla cinsel ilişki kurarsa, ye­minin gereğinin yapılıp yapılmadığı hususunda görüş ayrılığına düşülmüş­tür. Bazıları, yeminin bozulmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü, yapılmasına yemin edilen cinsel ilişki, lügat anlamı itibariyle yerini bulmuştur. Bazıları da cinsel ilişkinin şer'î anlamdaki hükmüne muhalefet edildiği gerekçesiyle yemininin bozulmuş olacağını ileri sürmüşlerdir. Tabiî bu İhtilâf, yeminin hayızdan sonra edilmesi hâlinde sözkonusudur. Ama yemin, hayız kanama­sının görülmesinden önce edilir de ihmalkârlık nedeniyle gereği yerine geti­rilmez ve hayız kanaması başlarsa, bozulmuş olur. Ki bunda ittifak vardır.

Hanbelîler dediler ki: Bir kişi falanı öldürmek üzere yemin eder de o kişi ölü olursa, yeminden önce ölü olduğunu bilse de, bilmese de yemi-nİ mutlak olarak bozulur. Aynı şekilde içinde su bulunmayan testi için, "vallahi bu testideki suyu içeceğim" diye yemin ederse, içinde su olmadığını bilse de bilmese de, mutlak olarak yemini bozulur. Yine bunun gibi, "şu hayvanı yarın döveceğim" diye yemin eder de, dövmeden önce hayvan ölürse, (ya­rınki günde) hayvanı dövebileceği bir zaman geçmiş olmasa bile yemini bo­zulur. Bu kabilden olarak "yarın bu yemeği yiyeceğim" diye yemin eder de yarından önce bu yiyecek telef olursa yemini bozulur. Yemek, ister isteğiyle telef edilmiş olsun, ister rızâsı dışında telef edilmiş olsun, hüküm aynıdır. Aynı şekilde "bugün bu suyu içeceğim" veya "bu çocuğu döveceğim" diye yemin eder de yeminin gereğini yapmadan su telef olursa veya çocuk ölürse, yemini suyun telef olması ve çocuğun ölümü anında bozulur. Buna benzer olarak yemin ederken zaman kaydı koymazsa, meselâ *'vallahi bu ekmeği yiyeceğim" diye yemin eder de yemeden önce o ekmek teief olursa, telef ol­ma anında yemini bozulur. "Vallahi yarın onu döveceğim" diye yemin eder de yarından önce döverse, yeminin gereğini yapmış olmaz. Aynı şekilde Cu­ma günü oruç tutmaya yemin eden kişi Perşembe günü tutarsa, yeminin ge­reğini yapmış olmaz. Yarın olmazdan Önce yemin eden kişi ölür veya delirirse de yarınki gün geçerse yemin bozulmuş olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Ölü olan bir kişiyi kasdederek "falanı öldüreceğim" diye yemin eden kişi, mutlak surette yeminini bozmuş olur. Bir kişi, "vallahi bu yemeği yarın yiyeceğim" diye yemin eder de, yemek ken­diliğinden telef olur veya başkası tarafından telef edilir ve kendisi de telef edilmesini önlemeye muktedir olduğu halde bunu önlemezse; yarınki gün ye­meği yemeyip, yemek yiyebileceği bir zamanm geçmesiyle yemini bozulmuş olur. Günün sonunda o yemek bozulmuş olsa da yemediği,takdirde, yemini­ni bozduğuna hükmedilir. Yemin eden kişi yarınki günde ölürse, ölmeden önce yemek yiyebileceği bir zamanm geçmesiyle yemini bozulmuş olur. Gü­nün sonunda ölse bile bu zamanın geçmesinin hemen ardından yemininin bozulduğuna hükmedilir. Aynı şekilde bizzat kendisi yarından önce yemeği telef ederse, telef etme anmda yeminini bozduğuna hükmedilmez. Ama ya­rınki günde yemek yiyebileceği bir zamanın geçmesinden sonra yeminini boz­duğuna hükmedilir. Yapılmasına yemin edilen iş, süresi içinde yapılması mümkün olur da ertelenir veya öne alınırsa yemin yine bozulmuş olur. Fa­lan kişinin borcunu gün batımı esnasında ödemeye yemin eden kişi, bu bor­cu gün batımı esnasında ödeme imkânına sâhib olduğu halde daha önce öderse, yeminini bozmuş olur. Ödeme vaktinden önce, ödeme eyleminin ön hareketleri olan tartma ve ölçme işlemlerine başlar da astl ödemeyi vaktinj biraz geçirerek yaparsa yeminini bozmuş sayılmaz.

Hanefîler dediler ki: Yapılmasına yemin edilen iş akıl ve âdet bakı­mından mümkün olmayan bir iş ise, yemin (zâten) gerçekleşmez ve bağlayı­cı olarak kalmakta devam etmez.

(103) Mâlikîler dediler ki: istisna ya "Allah dilerse" sözüyle veya "illâ" (ancak) edatı, ya da benzeri edatlardan biriyle olur. "Allah dilerse" sözüyle istisna, yalnızca Allah adına yemin etme durumunda ve belirsiz adama du­rumunda fayda verir. Belirsiz adamadan kasıt, adanılan şeyin belirlenme-mesidir. Meselâ bir kişi, "Allah dilerse vallahi böyle yapmam" veya "Vallahi ben bu işi yapmam, meğer ki Allah dilesin" diye yemin eder de bu işi yine yaparsa, bazı şartlar çerçevesinde keffaret ödemez. Ki bu şartlara ileride de­ğinilecektir. Aynı şekilde, "üzerime adak olsun ki, Allah dilediği takdirde böyle yapmayacağım" veya "üzerime adak olsun ki, böyle yapmayacağım, meğer ki Allah dilesin" derse keffaret ödemesi, ancak bazı şartlarla gerekli olur. Ama "hanımımı bpşayayım ki, Allah dilerse bu işi yapacağım", veya "...yapmayacağım" diye yemin eder de yeminini bozarsa, hanımı boş olur ve "Allah dilerse" istisnasının da kendisine bir faydası olmaz. Yemin eder­ken "Allah murad ederse", "Allah takdir etmişse", "Allah kaza ederse" gibi istisna edatlarını kullanmanın, "Allah dilerse" sözü gibi bir fayda sağ­layıp sağlamayacağı hususunda görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazıları, bu son istisna sözlerinin, tıpkı "Allah dilerse" sözüyle aynı fonksiyona sâhib olduklarını söylemişlerdir. Meselâ bir kişi, "Allah murad ederse, vallahi bu işi yapmayacağım" veya "Allah takdir etmişse vallahi bu işi yapmayacağım" veyahut "Allah kaza ederse vallahi bu işi yapmayacağım" diye yemin eder de yeminini bozarsa, kuvvetli görüşe göre keffaret ödemesi gerekmez. Bazı­ları ise yemin ederken istisnanın ancak, "Allah dilerse" sözüyle yapılabile­ceğini söylemişlerdir.

İllâ (ancak) ve benzeri edatlardan biriyle yapılan İstisna, bütün yemin­lerde fayda verir. Bir kişi sözgelimi, "vallahi Zeyd ile konuşmayacağım. Ancak Perşembe günü müstesna" veya "düğün yaptırdığı günden başka günlerde Vallahi Zeyd ile konuşmayacağım" veya "geldiği gün dışında... konuşmayacağım" veya "kederli olduğu gün dışında, diğer günlerde konuşmayacağım" veyahut "hasta olduğu gün değil, diğer günlerde...-konuşmayacağım" veyahutta "ölümünden başka günlerde... konuşmayacağım" diye yemin ederse bu istisnaları geçerli olur. Aynı şekil­de bir kişi hanımına "bir defadan başka, eve girersen üç talâkla benden boşsun" derse, bütün bu istisnalar, şu sayacağımız şartlar çerçevesinde ge­çerli olurlar: Geçmiş zamanla veya gelecek zamanla ilintili olsa, mün'akide veya ğamûs olsa da yeminin bütün detaylarında istisna geçerlidir. Gamûs ye­mininde istisnanın geçerli olup fayda vermesi demek, günahkâr ©imayı ön­lemesi demektir. Bir kişi denizin tümünü içeceğine veya dağı omuzlayacağına, ya da (zaten) ölü birini öldüreceğine yemin eder de sonra, "Allah dilerse" veya "ancak" veya benzeri edatlardan biriyle istisna kaydı koyacak olursa günahkâr olmaz. Yemine şart, nitelik ve müddet gibi kayıtlan eklemek de onu, "illâ" ve benzeri edatlardan biri ile istisnâlı kılmak gibidir. Sözgelimi bir kişi, "eğer Zeyd içindeyse onun evine girmem" veya "Zeyd'in büyük evine girmem" veya "şu vakte kadar...", ya da "kendisi yok iken..." veya "ken­disi hasta iken..." veyahut "bu ay içinde onun evine girmeyeceğim" diye yemin ederse, bu istisnaları geçerli olur. Yalnız, istisnanın sahîh olabilmesi İçin beş şart gereklidir:

1- İster "Allah dilerse" sözüyle, ister başka bir edatla olsun, istisna edilen şey, kendisinden istisna edilen şeye bitişik olarak söylenmelidir. Ancak Ök­sürme, aksırma, esneme ve nefes kesilmesi gibi önlenmesi imkânsız bir ânza dolayısıyla, bitişik olarak söylenemezse bunun bir sakıncası olmaz. Ama bir şeyi hatırlamak veya selâma mukabelede bulunmak ve benzeri şeyler için arada susulursa, istisna geçerli olmaz.

2-  İstisnayı telâffuz ederken, istisna sözünü söylemeye niyet etmelidir. Ama niyetsiz olarak diline gelip söylerse, bu istisna jster "Allah dilerse sö­züyle olsun, ister "illâ" ve benzeri edatlardan biriyle olsun, geçerli olmaz.

3- İstisna ile yemini iptal etmeyi kasdetmelidir. Bu kasıt, yemini telâf­fuz etmeden önce veya yemini telâffuz etme esnasında olsa da aynı hükmü ifâde eder ve ittifakla geçerli olur. Ama bu kasıt, yemin lâfzını telâffuz edip tamamladıktan sonra olursa; istisna önceki şekilde, kendisinden istisna edi­len şeye bitiştirilirse, meşhur görüşe göre geçerli olur ve bir anlam ifâde eder. Bu bitiştirme başkasının hatırlatması üzerine yapılırsa da geçerli olur. Mese­lâ yemin etmekte olan kişiye, bir başkası "Allah dilerse" diyerek hatırlat­mada bulunur, o da yemini çözmek kasdıyla bu hatırlatmaya uyup araya fasıla koymaksızın istisna kaydını koyarsa,istisnâsı geçerli olur ve fayda verir. Ama yemini çözmeyi kasdetmeksizin veya başka hiç bir şeyi kasdetmek-sizin sırf teberrük maksadıyla "Allah dilerse" derse bu istisnası fayda vermez.

4- Yemin eden kişi, istisna sözünü gizli de olsa telâffuz etmelidir. Gizli de olsa telâffuz etmek, satış ve icar gibi, başkasının hukukunu ilgilendiren hususlar üzerine yapılanlar dışındaki yeminlerde geçerli olur ve fayda sağ­lar. Çünkü bu gibi konulardaki yeminler yemin edenin niyetine bağlı olur ki, o da istisnaya razı olmaz.

5- İkinci kez istisna ile hükümden çıkardığı şeyi, birincide niyetinde tut­mamalıdır. İstisna edilecek şeyi önceden yeminin kapsamına alır da sonra onu hükümden istisna ederse, bu istisnası fayda vermez. Aksine, istisna edeceği şeyi, yeminden önce hüküm dışı etmelidir. Adamın biri, "her helâl bana ha­ram olsun ki bu işi yapmayacağım" diye yemin eder de, bu yemini etmeden önce hanımını bu hükmün dışında tutmayı niyet eder, bilâhare yemininin gereğini yapmazsa, hanımı yine kendisi için helâl olmakta devam eder. Ama yeminden önce niyetinde hanımını da, kendine haram edindiği helâller kap­samına sokar da yemini telâffuz ettikten hemen sonra onu bu hükümden istisnâ ederse, istisnası-fayda vermez. Fikihçılar buna, "muhaşât meselesi" adını verirler. Çünkü yemin eden koca, hanımını yeminden önce yemin kap­samından çıkarmıştır. Hanımı yeminin kapsamından çıkınca da yemin zâ­ten lağv (geçersiz) olur.Zîra hanım ve câriye dışındaki helâlleri haram kılma yemini geçersizdir.

Şâfiîler dediler ki: İstisna, beş şart muvacehesinde bütün yemin ve akitlerde geçerli olup fayda verir::

1- İstisna edilen şey, örfe göre kendisinden istisna edilene bitişik olma­lıdır. Öyle ki örfe göre her ikisi bir sözmüş gibi telâkki edilmelidir. Nefes sektesi, tutulma, ses kesilmesi ve az bir öksürme nedeniyle ikisi arasına fası­la girmesinin bir sakıncası olmaz. Ama uzun süren bir öksürük, az da olsa mevzu dışı bir konuşma; nefes sektesi ve ses kesilmesinden fazlaca susma gibi nedenlerle aralarıma fasıla girmesi sakıncalı olur.

2- İstisna ile yeminin hükmünü kaldırmayı kasdetmelidir. Eğer bunu kas-detmezse, istisnanın faydası olmaz.

3- Yemin sözünü tamamlamadan istisnaya niyet etmelidir.

4- İstisna edilen, kendisinden istisna edilen şeyin tümünü kapsamama-Iıdır. Mesela "üç talâk müstesna, eğer bu işi yaparsam karım üç talâkla ben­den boş olsun" diyen kişinin bu istisnası fayda vermez. Çünkü istisna edilen, kendisinden istisna edilen şeyin tümünü kapsamına almıştır.

5- Karışıklıklar olmadığında ve normal duyduğunda istisnayı, kendine duyurabilecek bîr sesle söylemelidir.

Hanefîler dediler ki: İster "Allah dilerse" sözüyle olsun, ister baş­ka edatlardan biriyle olsun, yeminin (gerçekleşmesi için) istisnasız olması şart­tır. Sözgelimi, "Allah dilerse bu işi yapmayacağım" veya "bu işi yapmayacağım, meğer ki Allah dilesin" veya "Allah dilediği sürece bu işi yapmayacağım" veya "bana başka türlü görünmediği takdirde bu işi yapmayacağım" veyahut "başka işi beğendiğim takdirde yapmıyacağim" de­diği bu işleri yapan kişi, yeminini bozmuş sayılmaz.

Aynı şekilde, "Allah bana yardım ederse..." veyahut "Allah'ın nasib kılmasıyla bu işi yapmiyacağim" diye yemin ettikten sonra yapmıyacağım dediği bu işleri yapan kişi yeminini bozmuş olmaz; keffâret ödemesi de ge­rekmez. Hanefîlere göre istisna, Allah adına ve diğer şeyler üzerine yemin etmede fayda verir. Ancak boşamada istisna geçerli olmaz ve faydası olmaz. ''Allah bana yardım ederse..." veya "Allah'ın yardımıyla..." diye talâk üze-nne yemin eden kişi, bu sözle jstisnâyı kasdederse, istisnası kendisiyle Allah arasında olan hususta fayda verir. Ama yargı merciinde fayda sağlamaz. (Bo­şanmaya engel olamaz.) istisna'nın sahîh olması için gerekli bazı şartlar vardır:

1- İstisna sözünü, harflerini kendi duyacak kadar seslice telâffuz etme­lidir. Kendine duyuramadığı takdirde sahîh kavle göre istisnası geçerli olmaz! Ancak sağırlık nedeniyle duyamazsa istisnası sahîh olur.

2- İstisna edilen söz kendisinden istisna edilene bitişik olmalıdır. Zaru­ret olmaksızın aralarına bir fasıla konulursa istisnanın faydası olmaz. Ama bu fasıla soluk alma, aksırma öksürme ve dilde ağırlık olup dilin dolaşması­nın uzun sürmesi gibi nedenlerden ötürü olup da sonra, "Allah dilerse" di­ye istisna kaydı koyan kişinin istisnası geçerli olur. İstisnayı kasdetmek şart değildir. Bir kişi hanımına, "Sen boşsun" der de diline bir istisna sözü gelir­se ve bunu kasdetmeksizin söylerse istisnası geçerli olur ve hanımı boş ol­maz. Hanefî mezhebinin kuvvetli görüşü budur.

3- İstisna edilen, kendisinden istisna edilenden fazla olursa, meselâ bir kişi hanımına, "Dört talâk müstesna, sen üç talâkla benden boşsun" deme­si gibi.

4- İstisna edilen, kendisinden istisna edilenle eşit miktarda olmalıdır. Bü­tünü, bütünden başka bir lafızla istisna etme durumunda istisna sahîh olur. Meselâ bir kişi, "Zeynep, Fâtıma ve Selma dışındaki karılarım boş olsun." der de (zâten) bunlardan fazla karısı olmazsa; bütünü, bütünden başka lâ­fızlarla istisna ettiği gerekçesiyle istisnası sahîh olur. Hanefîler yeminin şart­larına şu hususu da eklemişlerdir:

Yapılmayacağı veya yapılacağı söylenen sözle yemin lâfzı arasına sus­ma ve benzeri bir fasıla konulmamalıdır. Bir kişi başkasına yemin ettirmek istediğinde ona, "vallahi söyle" der, o da söyler, sonra da ona, "böyle yap­madım de der de, o da söylerse, bu, gerçekleşen bir yemin olmaz. Çünkü ikinci şahıs, birincinin sözünü nakletmiş olmaktadır. Yemin lafzıyla üzerine yemin edilen husus arasında susmak da bir fasıladır. Aynı şekilde "Allah'ın ahdi ve Rasûlün ahdi üzerine söz veriyorum ki bu işi yapacağım" diyen kişi o işi yapmazsa yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ "Rasûlün ahdi" tamlaması, "Allah'ın ahdi... üzerine söz veriyorum ki" üzerine yemin edilen husus ara­sına fasıla olarak girmiştir, "Rasûlün ahdi" ise yemin değildir.

Hanefîler, müslümanhğı da yeminin şartlarına eklemişlerdir. Müslüman­lık unsuru keffâret, namaz ve oruç gibi ibâdetleri gerekli kılan bir şarttır ki, yemin eden için de lâzım olan bir şarttır.

Hanbelîler dediler ki: Allah adına yemin etmek, zıhar ve adak'üze­rine yemin etmek gibi, keffâret giren bütün yeminlerde istisnanın faydası olur. Ama talâkta faydası olmaz. Bir kişi, "Allah dilerse vallahi bu işi yapmam veya "bu işi yaparsam üzerimde bir adak bulunsun, meğer ki Al­lah dilesin" diye yemin ederse yemini gerçekleşmez. Yemin eden kişinin, di­leme mânâsını kastederek "Allah murad ederse demesi de, "Allah dilerse demesi gibi olur ki, bu istisnanın faydası olur. Ama "Allah murad ederse sözünden "Allah emrederse" veya "Allah severse gibi mânâları kasteder­se bu istisnası fayda vermez. Aynı şekilde Allah'ın dilemesi veya murad etmesiyle, o işin şarta bağlanmasını değil, fakat gerçekleşmesini kastederse, istisnası fayda vermez. İstisnanın sahîh olması için şu şartlar gereklidir:

1- İstisna edilen, kendisinden istisna edilene bitişik olmalıdır. Araya fa­sıla girerse, istisnanın faydası olmaz. Ancak soluk alma, öksürme, aksırma, esneme ve kusma gibi nedenlerle araya giren kısa fasıla hükmen bitişik sayılır.

2- Yemin eden kişi, telâffuz ederek istisna sözünü konuşmalıdır. Maz­lum olma hali dışında, kendi içinden söylemesinin bir faydası olmaz.

3- Üzerine yemin ettiği hususla ilgili sözü tamamlamadan istisnayı kas-detmiş olmalıdır. Önce böyle bir niyeti olmaksızın yemini tamamlar da son­ra istisna etme isteğini duyarsa, istisnanın faydası olmaz. Aynı şekilde yeminini kesin olarak bağlamak ister, ama kasdı olmaksızın dili kayıp istisna ederse veya istisnayı âdet haline getirmiş olup da dili kayarak kasıtsız olarak istisna yaparsa,   istisnasının   faydası   olmaz,   yani   yemini   tahakkuk   eder.

 

Yeminin, Kendileriyle Gerçekleştiği Sigalar

 

Yemin, Allah adıyla gerçekleşir. "Vallahi, billahi, tallahi" demek gi­bi. Allah'ın sıfatlarından biriyle de gerçekleşir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıda açıklanmıştıK104).

 

(104) Haneffler dediler ki: Yemin iki nevide gerçekleşir:

Birincisi: "Vallahi" ve "billahi" gibi Yüce Allah'ın isimlerinden birini söyleyerek yemin etmektir. Bu iki kısma ayrılır: a) Allah'a has olan ve Al­lah'tan başkasına verilemeyen "Allah", "Rahman" gibi isimler. Bu isim­lerle yemin etmek; niyete gerek duyulmaksızın ve örfe bakmaksızın mutlak olarak gerçekleşir, b) Sâdece Allah'a özgü olmayan, icâbında başkalarına da verilebilen Alîm, Halîm, Mâlik ve benzeri isimler gibi isimler.

Bu isimlerle yapılan yeminlerin hükmüne gelince: Yemin eden kişi bu isimleri ya yemin amacıyla, ya yemin dışında bir Şeyi kasdederek veyahut da hiçbir şeyi kasdetmeden kullanır. Eğer bununla yemini kasdetmişse, ihtilafsız olarak yemini gerçekleşir. Yeminden başka bir Şeyi kasdetmişse, yemin gerçekleşmez. Çünkü bu ismi anan, sırf konuşma niyetini gütmüş olabilir. Eğer böyle bir iddiada bulunursa sözüne itibar edir. Ancak bu işte talâk ve ilâ gibi başkasının hukukunu ilgilendiren bir du­rum sözkonusu olursa hüküm ne olacaktır? Meselâ bir kişi, "eğer yemin edersem karım benden boş olsun" veya "...dört aydan fazla bir süre karıma yanaşmayacağım*' der de sonra bu isimlerden biriyle yemin eder ve fakat ben bununla yemini kasdetmedim" diyecek olursa bu sözü, yargı mercii önünde muteber sayılmaz. Ama kendisiyle Allah arasında muteber olur.

Bu isimlerden biriyle yemin eden kişi, eğer hiç bir şeyi kasdetmemişse, kuvvetli görüşe göre yemini gerçekleşir. Çünkü kasem, yemini tâyine delâlet eder. Bir kişi "Bismillahi kalkmam" veya "Vesmillahi sana bir dirhem vereceğim" derse nitekim bazı hristiyanlar da bu şekilde yemin ederler bazıları bunun yemin sayılmayacağını söylemişlerdir. Çünkü örfe göre böy­le bir yemin kalıbı yoktur. Bazı âlimler bunun yemin olmadığı hükmünü benimsemiş, bazı âlimler de bunun yemin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü isim ve müsemmâ (isim sahibi) aynıdır.

İkincisi: Allah'ın sıfatlarından, yani kudret, izzet ve azamet gibi salt sı­fatlarından biriyle yemin etmektir. Alîm gibi, hem zât, hem de sıfata delâlet eden kelimelerle yapılan yeminlere ilişkin hüküm, birinci nevide anlatılmıştır. Sıfatın, zât veya fiil sıfatı olması arasında bir fark yoktur. Yalnız sıfatla edilen yeminin gerçekleşmesi için, insanların onunla yemin edilmesine âşinâ olmaları şarttır. Çünkü yeminlerin gerçekleşmesi, örf kurallarına dayalıdır. Doğru olan görüş de budur.

Kur'ân-ı Kerîm ve Allah kelâmı ile yapılan yemin, gerçekleşir. Çünkü bu da İzzet ve Celâl gibi ilâhi sıfatlardan biridir. Nefsî veya lafzî kelâm olu­şu bir yana, Allah kelâmı ile yemin edilişine insanlar âşinâdırlar. Halk ara­sından bazı kimselerin yaptığı gibi, bir kişi, "Bu mushaf hakkı için" diye yemin ederse, yemini gerçekleşmez. Ama "bu Mushaf'ın içindekiler üzerine yemin ederim" derse, yemini gerçekleşir. Allah'ın rahmeti, ilmi, rızâsı, ğa-zâbı, öfkesi, azabı, nefsi, şerîati, dîni, hududu, sıfatı ile "sübhânallah" gibi kendisiyle yemin edilmesine alışılmamış kelimelerden biriyle yapılan yemin­ler yemin olarak gerçekleşmez.

ŞAFIILER: Kendisiyle yeminin gerçekleşeceği kelime ve kalıpların dört nevi olduğunu söylemişlerdir.

Birinci nevi: Başkasına ad veya sıfat olarak takılması caiz olmayıp sırf Allah'a mahsus ad veya sıfatlarla yemin etmek. Bu ad veya sıfatlar, "Rabbi'l-Alemin" gibi türemiş olabileceği gibi "Allah" lâfza-i Celâli gibi türememİş de olabilirler. "Rahman" ve "Rahîm" gibi Allah'ın "esmâ-i hüsnâ"smdan olabilir. "Halkın halikı (yaratıcısı)" veya "nefsim kudret elinde olan" gibi başka kalıplar da olabilir.

ikinci nevi: Hem Allah'a, hem yaratıklara isim ve sıfat olarak takılabi­len ama çoğunlukla Allah için kullanılan kelimelerle yemin etmektir. Örne­ğin, "Rahîm", "Rezzâk", "Rab" ve "Halik" gibi. Bunlar Allah için söylendiklerinde "yaratıklar" kelimesiyle tamlama yapmaksızın yalın ola­rak, ama insanlar için kullanıldıklarında kayıtlı olarak söylenirler. Örneğin: Yalanın yaratıcısı (Halikı), kalbi merhametli (rahîm), ordunun erzakçısı (rezzâkı), evin sahibi (rabbi) gibi.

Üçüncü nevi: Mevcûd, Alîm, Hayy (diri) gibi, hem Allah hem de başkalan için kullanılan ve Allah'tan başkaları için kullanılırken de hiç bir kay­da tâbi olmayan kelimelerle yemin etmektir.

Kişi, bu üç neviden kelimelerle yemin ederken, yemini kasdederse ye­mini gerçekleşir. Ama yemini kasdetmezse yemini gerçekleşmez. Burada üç durum sözkonusu olur: Yemin kelimesini telâffuz eden kişi, ya yemini veya yemin etmemeyi kasteder veyahut da hiç bir niyeti olmaksızın gelişi güzel yemin eder. Eğer yemini kastederse veya gelişigüzel yemin ederse, her üç ne­vide de yemini gerçekleşir. Ama yemin etmemeyi kasdetmişse, her üç nevide de yemini gerçekleşmez ve yemini kasdetmediğine ilişkin beyânı da kabul edilir. Meselâ bir kişi, "O, Allah'tır" demeyi kasdettiği halde, "Vallahi böyle yapmadım" diyecek olursa yemini gerçekleşmez ve bu husustaki beyânı da doğru kabul edilir. Ancak bu yemini; boşama, azâd etme ve ilâ ile ilgili olur­sa, beyânı kabul edilmez. Meselâ bir kişi hanımına hitaben: "Eğer Allah'a yemin edersem sen benden boşsun" veya "Allah'a yemin edersem dört ay­dan fazla süreyle hanımıma yanaşmayacağım" der de sonra Allah'a yemin ederse ve "ben bununla yemini kasdetmedim" diyecek olursa, her ne kadar manen günahkâr olmasa bile, bu beyânına yargı merciince itibar edilmez. Bununla ilgili olarak üç ayrı durum daha sözkonusu olur: Yemin eden kişi yemin kelimesiyle ya Allah'ı veya başka bir varlığı kasdetmiş olur, veyahut da hiç bir şeyi kasdetmiş olmaz. Eğer yemin kelimesiyle Allah'ı kasdetmişse her üç nevide de yemini gerçekleşir. Eğer Allah'tan başkasını kasdetmişse sâdece birinci nevide yemini gerçekleşmiş olur. Diğer iki nevide gerçekleş­mez. Çünkü başkası kasdedilmiş olsa bile, Allah'a özgü isim ve sıfatlar yine O'na döner. Allahla başka varlıklar için müştereken kullanılan kelimelerse böyle değildirler. Müşterek kelimelerle yemin edilirken Allah kastedilmezse yemin gerçekleşmez. Ama hiç bir şey kasdedilmezse ilk iki nevide, yani sâ­dece Allah İçin kullanılan isim ve sıfatlarla veya hem, Allah hem de yaratık­lar için kullanılan, fakat çoğunlukla Allah için kullanılan isim ve sıfatlarla yemin ederse yemini gerçekleşir. Üçüncü türe gelince ki bunlar da eşit ola­rak hem Allah hem de yaratıklar için kullanılan isim ve sıfatlardır, bun­larla yemin ederken yalnızca Allah'ı kasdetmezse yemini gerçekleşmez. Çünkü bunlar eşit olarak her ikisi için kullanıldıklarından, kinayeye çok benzerler. Bunlar, niyet olmaksızın yemin olarak gerçekleşmezler.

Dördüncü nevi: Kişinin; Allah'ın İlim, Kudret, İzzet, Kelâm, Dileme, Azamet ve Hakk gibi zatî sıfatlarından biriyle yemin etmesidir. Yaratma, rızık verme gibi fiilî sıfatlarından biriyle yemin etmek, yemin olarak gerçekleşmez. Allah'ın selbî sıfatlarından[8] biriyle yemin etme hâlinde, bunun ye­min olarak gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda görüş ayrılığı yardır. Sıfatlardan biriyle yemin eden kişi, bu sıfatın lâfzının içerdiği başka bir mâ­nâyı kasdetmiş olursa yemini gerçekleşmez. Meselâ, İlim sıfatıyla yemin ederken, ilmi değil de malûmu; Kudret sıfatıyla yemin ederken kudreti değil de makduru (güç yetirilen şeyi); Bakî sıfatıyla yemin ederken bakiyi değil de O'nun eserlerinin zuhurunu; Azamet ve Kibriya sıfatlarıyla yemin ederken bu sıfatlan değil de, bunların zorbaları helak etmek gibi eserlerini kasteder­se; izzet sıfatıyla yemin ederken bu sıfatı değil de bunun eseri olan Yüce Al­lah'a zarar verememeyi; kelâm sıfatıyla yemin ederken kelâmı değil de bu sıfatın eseri olan harf, ses ve benzeri şeyleri kasdederse yemini gerçekleşmez. Allah'ın Kitabı'na, Allah'ın Yemini'ne, Kur'ân-ı Kerim'e, Mushaf'a, Tevrat'a ve İncil'e yemin etme hâlinde, yemin gerçekleşir. Ancak Kur'ân'-dan hutbe ve namaz kastedilirse, yemin gerçekleşmez. Çünkü Kur'ân, na­maz ve hutbe anlamlarına da gelmektedir. Örneğin

"Kur'an okunduğu zaman, derhal onu dinleyin ve susun ki (Allah'ın rahmetiyle) esirgenmiş olasınız"[9] âyet-i kerimesindeki "Kur'ân" ke­limesiyle hutbe kastedilmiştir.

"Güneşin (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına kadar gü­zelce namaz kıl ve sabah'ın Kur'ân'im (namazını) da (unutma).[10] âye­tinde de, "sabahın Kur*anı"yla, sabah namazı kasdedilmiştir. İşte buradaki "Kur'an" kelimesiyle yemin edilirse, yemin gerçekleşmez. Mushaf üzerine yemin ederken de Mushaf'ın kağıdı ve cildi kasdedilirse, yemin gerçekleş­mez. Aynı şekilde Allah Kelâmı'yla yemin ederken "kelâm" ile, ses ve harf­leri kasteden veya "Kur'ân" ile lâfız ve nakışları kasteden kişinin yemini gerçekleşmez.

"Uksimü billahi" (Allah adına kasem ederim ki...) veya "ahlifü billahi" (Allah adına yemin ederim ki) veya "aksemtü billahi" (Allah adına kasem ettim ki...) veyahut da "haleftü billahi" (Allah adına yemin ettim ki...) diyen kişinin yemini gerçekleşir. Ancak bu sözüyle, geçmişte yapmış olduğu veya gelecekte yapacağı bir işi haber vermeyi kastederse, kuvvetli görüşe gö­re yemini gerçekleşmez. Bazı kimseler, "ahlifü" veya "uksimu" kelimele­riyle sarahat vermeyi kasdeden kişinin, bu sözünün yemin olmayacağı görüşündedirler.

Malikîler dediler ki: Gerçekleşen yemin cümlesi, Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sından olan isimlerinden biri ile kurulmalıdır. Bu isim ister "Allah" adı gibi sırf zâta mahsus olsun; ister "Rahmânü'r-Rahîm" gibi hem zâtına hem sıfatlarından birine mahsûs olsun, durum değişmez. Aynı şekilde Al­lah'ın sıfatlarından herhangi biriyle edilen yemin de gerçekleşir. Bu, ister vücûd sıfatı gibi nefsî bir sıfat olsun, ister kudret, hayat ve ilim gibi mânevi sıfatlarından biri olsun, gerçekleşir. Kıdem, Beka, Vahdaniyet gibi selbî sıfatların­dan biriyle edilen yeminin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda Mâlikîler görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bunların hakiki sıfatlar olduklarını savunan­lar, bunlardan biriyle edilen yeminin gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Bunla­rın Allah'a nisbetle göreceli durumlar olduklarını savunanlarsa, bunlardan biriyle edilen yeminin, yemin olmadığını söylemişlerdir.

Yaratma, Rızik Verme, Öldürme gibi fiilî sıfatlara gelince, bunlardan biriyle edilen yeminin, yemin olmadığı ittifakla sabittir.

Yemin ederken yemini telâffuz etmek gereklidir. Kuvvetli görüşe göre yemin, içten söylemekle gerçekleşmez. Yemini hükmen zikretmek yeterli olur. Sözgelimi "ahlifü", (yemin ederim ki...) "uksimü" (kasem ederim ki...), 'eşhedü" (tanıklık ederim ki...) deyip de, Yüce îsmi zikretmeme hâlinde eğer yemin kasdedilmişse, burada "Allah" lâfzı takdir etmekle (varmış gibi ka­bul etmekle) yetinilir. "Allah", "Hallahi", "Eymüllahi", "Hakkullahi", "Allah'ın azametine", "Allah'ın celâline", "Allah'ın irâdesine", "Allah'­ın kefaletine" gibi sözlerle yemin gerçekleşir. Allah'ın kelâmı kadîmini kas­tederek Kur'ân, Kelâm ve Mushaf üzerine yemin etmekle de yemin gerçekleşir. Ama mushafia, kağıt veya yazı kastedilirse veya hiç bir şey kastedilmezse yemin gerçekleşmez. Allah'ın güç ve kuvvet sıfatını kastederek "Allah'ın iz­zetine yemin ederim ki..." demekle de yemin gerçekleşir. Ama bu sözle, Al­lah'ın kullarında yaratmış olduğu onlara özgü güç ve kuvveti kastederse, yemin olmaz. Olmadığı gibi bu şekilde yemin etmek de caiz değildir.

"Allah'ın emâneti ve ahdi üzerine" ve "Allah'ın ahdi üzerine..." de­mek de böyledir. Buradaki "emânet" ve "ahd" ile Allah'ın kelâmı kastedi­lirse, yemin olur. Ama yukarıda geçen "emânet"le Yüce Allah'ın di

"Biz emaneti arz (ve teklif) ettik.[11] sözüyle işaret ettiği emâ­net, ahd ile de bilinen ahd kastedilirse, yemin gerçekleşmez. Gerçekleşmedi­ği gibi bu şekilde yemin etmek de caiz olmaz.

"Allah adına azmederim ki..." sözüyle de yemin gerçekleşir. Zîrâ bu­radaki azmetme, "kasdetme" mânâsını taşımaktadır. Burada azmetme fii­linden sonra, Allah adını zikretmek de gereklidir. Ama "ahlİfü", "uksimü", "eşhedü" fiillerinden sonra Allah adını zikretmek zorunlu değildir. Bu fiil­lerden sonra, Allah adını takdir etmek (varmış gibi kabul etmek) yeterli olur. "Üzerime ahdin olsun ki böyle yapmadım" veya "...Böyle yapacağım" de­mekle yemin gerçekleşmez. Aynı şekilde "sana söz veriyorum ki bu işi yapacağım" veya "...bu işi terk edeceğim" diyen kişinin bu sözü yemin ola­rak gerçekleşmez. "Senin üzerine Allah'a azmettim ki, böyle yapmayasm" veya "...Kesinlikle bu işi yapmayasın" diyen kişinin sözü, yemin olarak gerçekleşmez. "Haşa Allah'tan ki böyle yapmadım" veyahut "Allah korusun ki böyle yapmadım" veyahut "Allah korusun ki (Maazallah) elbette bu işi yapacağım" gibi sözler yemin olarak gerçekleşmez, "Dönüşüm Allah'adır ki. manasına gelen "Maadallah" sözüyle de yemin gerçekleşmez.

"Allah gözetici, koruyucudur", veya "Allah kefildir" diyen kişi, bu sö­züyle haber vermeyi kasdederse, sözü yemin olarak gerçekleşmez. Ama ye­mini kasdederse, yemin olur. Lâfza-i Celâli, baş tarafında kasem harfini takdir ederek, "Allahi" şeklinde esreli okuyan kişinin sözü, bununla yemin etmeyi kasdetmezse bile, yemin olarak gerçekleşir. Yemin sözü olan "Vallahi" ke­limesiyle, üzerine yemin edilen şey arasına "kefi 'veya "koruyucu" gibi ke­limelerle fasıla koymanın bir sakıncası olmaz. Mâlikîlere göre bu şekilde fasıla koymak, yeminin gerçekleşmesine zarar vermez. Bir kişi, "Allah bilir" de­mekle yemini kasdederse, bu sözü yemin olarak gerçekleşir. Aksi takdirde yemin olmaz;

Hanbelîler dediler ki: Yemin iki şeyle gerçekleşir:

Birincisi: "Vallahi", "billahi", "tallahi" gibi, Allah adıyla yemin et­mektir. Bu isim sırf Allah'a özgü olduğu için, bununla başka şey kastedilse bile mutlak olarak yemin gerçekleşir. Başkası için de kullanılabilen, fakat kayıtsız olarak kullanıldığında Allah'a özgü olduğu bilinen "Azîm", "Rahîm", "Rab" ve "Mevlâ" gibi isimlerle Allah kastedilirse veya hiç bir şey kastedilmezse, yemin gerçekleşir. Ama Allah'tan başkası kastedilirse, yemin olarak gerçekleşmez. Kayıtsız olarak kullanıldığında Allah için kullanılmış sayılmayan, ama Allah için kullanılma ihtimâli bulunan mevcûd şey, Hayy, Alîm, Mü'min, Vâhid, Mükrim ve Şâkir gibi sıfatlardan biriyle yemin eder­ken Allah kastedilirse, yemin olarak gerçekleşir. Çünkü bu lâfızların muh­temel anlamları kastedilmiştir. Ama bu sıfatlarla Allah'tan başkası kasdedilir veya hiç bir şey kasdedilmezse yemin olarak gerçekleşmez. Allah adıyla tam­lanan bir şeyle yemin etmeye gelince bu, şu kelimelerle olur: "Allah hakkı için", "Allah'ın ahdi üzerine", "Allah adına", "Allah'ın yeminleriyle", "Al­lah'ın misâkıyla", "Allah'ın celâline", "Allah'ın büyüklüğüne". Bunlarla edilen yeminler, bozulduğunda keffâret vermek vâcib olur. Aynı şekilde bir kişi, "Allah'ın ahdi ve misâkı üzerine..." derse, ahd ve misâk kelimelerini Allah'a izafe ettiği için yemini gerçekleşir. "Allah'ın emâneti üzerine..." de­mekle yemin gerçekleşir. Ama bu mekruhtur. Bu mekruhluk üzerinde an­laşmazlığa düşülmüştür. Bazıları bunun tahrîmen, bazilanysa tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bir kişi "ahde, misâka, emânete" diyerek bu keli­meleri Allah adına izafe etmeksizin telâffuz ederse, bununla Allah'ın sıfatı­nı kasdetmedikçe yemin olarak gerçekleşmez. Bir kişi yemin kastı olmaksızın dahi, Allah'ın hayatının sonsuzluğu anlamına gelen "Le Umrüllahi" dahi diyecek olursa yemini gerçekleşir.

İkincisi: Rahman, kadîm, ezelî, yaratıkların halikı, rezzâk'ül-âlemîn, Rabbü'l-âlemîn, her şeyi*Çilen, yerin ve göğün rabbi, hiç ölmeyecek diri, ken-disinden Önce hiç bir şeyin var olmadığı ilk, din gününün sahibi, Allah'ın azameti, kudreti, izzeti, irâdesi, ilmi, ceberûtu, vechi gibi Allah'ın sıfatla­rıyla yemin etme hâlinde, yemin kasdedilmese bile yemin gerçekleşir. Bun­larla, Allah'tan başkası, sözgelimi kudret kelimesiyle makdur, ilim kelimesiyle malum kasdedilirse yine yemin olarak gerçekleşir. Çünkü bu kelimelerin an­lamları açıktır. Ayrıca niyete gerek yoktur.

Allah'ın Kelâm'ı üzerine edilen yemin gerçekleşir. Çünkü Kelâm, Al­lah'ın sıfatlarından biridir. Mushaf üzerine edilen yemin de kerâhetsiz ola­rak gerçekleşir. Zîrâ yemin eden kişi, Mushaf ile, içinde yazılı olan şeyleri kasdetmiştir ki, o da Kur'an'dır. Aynı şekilde Kur'ân veya Kur'ân'dan bir sûre, ya da bir âyet veyahut Kur'ân hakkı üzerine edilen yemin de gerçekle­şir. Yine bunun gibi Tevrat, Zebur, İncil, Fürkan, İbrahîm ve Musa (a.s.) in suhûfu üzerine edilen yemin de gerçekleşir. Bunlar, Allah kelâmıdır. Bu takdirde edilen yemin, bu kitaplardan tahrif edilmeyene gider.

"Ahlifü billahi" (Allah adına yemin ederim ki...), "uksimü billahi" (Al­lah adına kasem ederim ki...), "eşhedü billahi", (Allah adına tanıklık ede­rim ki...), "a'zimü billahi" (Allah adına azmederim ki...) demekle yemin gerçekleşir. Bu cümlelerdeki yüklemleri, geçmiş zaman kipiyle kullanma hâ­linde de yemin gerçekleşir. Bu cümlelerde Allah adı amlmazsa yemin ger­çekleşmez. Ancak Allah'a izafe etme kasdi olursa yemin gerçekleşir. Bir kişi, "Allah'a kasem ettim ki..." veya benzeri bir sözüyle geçmiş zamanla ilgili olarak haber vermeyi kasdettiğini söylerse bu beyânı, şer'î mahkemece ka­bul edilir.

"Allah'tan yardım dilerim", "Allah'a sığınırım", "Allah'a veya ilmi­ne veya izzetine tevekkül ederim", "Allah kutludur", "Sübhânallah".ve ben­zeri sözlerle yemin kasdedilmiş olsa bile yemin gerçekleşmez.

 

Allah'tan Başkasiyla Yemin Etme

 

Allah'tan başkasıyla,örneğin peygamber, Kâ'be, Cibril, velî ve diğer kadri yüce varlıklar üzerine edilen yemin gerçekleşmez. Bunlar üzerine edilen yeminin aksini yapmak, keffâreti gerektirmez. Bunlardan biri üze­rine yemin eden kişi, bu yeminiyle tazim ve yüceltme hususunda başka varlıkları Allah'a ortak koşmayı kastederse, bu yaptığı şirk olur. Peygam­ber ve Rasûl İle yemin ederken aşağılama ve küçümsemeyi kasdederse kâfir olur. Ama bütün bu varlıklar üzerine yemin ederken salt yeminden başka bir şeyi kasdetmezse, hükmün ne olacağına ilişkin mezheblerin de­taylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(105) Hanefîler dediler ki: "Böyle yaparsam karım benden boş düşsün" veya "Karım boş olsun ki, böyle yapmayacağım" diyerek şartlı yemin eden kişi, bu yeminiyle hasmını inandırmayı kasdederse bu, kerâhetsiz olarak ca­izdir. Eğer maksat bu değilse veya yemin, geçmiş zamanla ilgiliyse mekruh olur. "Baban üzerine..." veya "hayatın üzerine..." gibi sözlerle yemin et­mek de mekruhtur.

Şâfiîler dediler ki: Allah'tan başka varlıklar üzerine hiçbir şey (şirk ve küçümseme gibi) kasdedilmeyerek yemin etmek mekruhtur. Talâk üzeri­ne yemin etmek de mekruhtur.

Hanbelîler dediler ki: Peygamber, ya da velî üzerine bile olsa, Al­lah'ın ad ve sıfatlarından başka şeyle yemin etmek haramdır. Allah'tan gayrı şeyler üzerine yemin eden kişi, yaptığı aşırılıktan ötürü pişman olup tövbe etmeli ve Allah'tan bağışlanma talebinde bulunmalıdır. Bu tür yeminler için keffâret gerekli değildir. Boşama ve azâd etme üzerine yemin etmek mek­ruhtur.

Mâlikîler dediler ki: Peygamber ve Kâ'be gibi şer'an kadri yüce var­lıklar üzerine yemin etmekle ilgili olarak, haram ya da mekruh olduğunu sa­vunan iki görüş vardır ki, bunların en meşhuruna göre bu tür yeminler haramdır. Câhiliyet devrinde üzerlerine yemin edilen, tapmaya mahsus di­kili taşlarla kanlar gibi şer'an kadri düşük olan şeyler üzerine veya Allah dı­şında tapınılan nesneler üzerine yemin etmeye gelince; bu şeyleri yeminle yüceltme kasdı olmazsa bu yemin haram, yüceltme kasdı olursa küfürdür. Babaların, eşrafın ve sultanın başı ve hayatı üzerine yemin etmenin haram olduğu hususunda ihtilâf etmemek gerekir.

 

 

 

Kişinin Başkasına Karşı Allah Adına Yemin Vermesi Veya Allah Adını Vererek Bir Şey İstemesi

 

Bir kişi başkasına, "senin üzerine Allah adına kasem ederim ki..." veya "Allah adına yemin ederim ki bu işi mutlaka yapacaksın" ya da "...yapmayacaksın" dediğinde hükmün ne olacağı konusunda mezheb-lerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

 (106) Hanefîler dediler ki: Bir kişi başkasına, "vallahi bu işi muhakkak yapacaksın" veya "billahi elbette bu işi yapacaksın" diyerek muhatabına yemin verdirmek ister de kendisi yemin etmek istemezse, bu sözü yemin ol­maz ve ikisine de bir şey gerekmez. Eğer bu sözüyle kendisi yemin etmek isterse veya hiç bir niyeti olmazsa, yemin olur ve muhatabı buna itaat et­mezse yemini bozulmuş olur. (Keffâret ödemesi gerekir.) Eğer, "kasem et­tim ki sen bıüşi muhakkak yapacaksın" veya "Allah adına kasem ettim ki..." veya "Allah adına tanıklık ederim ki..." veya "Allah adına yemin ederim ki..." veyahut da "Allah'a azmederim ki, sen muhakkak şöyle yapacaksın" diyen kişi, bu cümlelerinde muhatabına "senin üzerine" ibaresini kullansa da kullanmasa da, yemini gerçekleşir ve yemin edeni bağlayıcı olur. Muhataba ise hiç bir zorunluluk yüklemez. Ancak yemin eden kişi, bu sözüyle ye­mini değil de soru sormayı kastederse, yemin etmiş sayılmaz.

Mâlikîler dediler ki: Bir kişi, adamın biri üzerine yemin ederek "se­nin üzerine Allah adına yemin ettim ki, bu işi muhakkak yapacaksın" veya "bu İşi yapma" der de muhatabı ona itaat etmezse kendisi yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Muhataba ise bir şey gerekmez. Aynı şekilde muhatabına, "Senin üzerine kasem ettim ki..." der de o kişi kendine itaat etmezse, yemin edenin keffâret ödemesi gerekir. Ancak bununla, yeminden başka bir şeyi kasdetmiş olursa, durumunun ne olacağı hususunda İhtilâf var­dır. Meşhur görüşe göre, bir şey gerekmez. Bu yemini, hiç bir şeye niyet et­meksizin yapması hâlinde de aynı durum sözkonusu olur. Bir kişi başkasına, Allah adım anmaksızın, "senin üzerine yemin ettim ki..." derse ve yemine de niyet etmezse, (karşı tarafın itaat etmemesi durumunda) keffâret ödeme­si gerekmez. Aynı şekilde* "Allah adıyla senin üzerine azm ederim ki..." veya "Allah adıyla sana azmettim ki..." veyahut da, "Allah adına senden istedim" der ve bu sözüyle yemini kasdetmezse, doğru görüşe göre bu söz yemin olmaz. Allah adına bir şey isteyenin veya Allah adına kasem ederek bir işin yapılmasını isteyenin talebini yerine getirmek ve kasemin gereğini  tabiî bunu yapmaya şer'î bir engel yoksa ve eşya isteyen dilenci de ısrar edip insanları sıkıntıya düşürmeyecekse yerine getirmek mendub olur. Bu hu­susta yapılan yemin, keffâreti gerektirici bir yeminse, gereğini karşı tarafın yapması bir noktada zorunlu olur.

Şâfiiler dediler ki: Bir kişi kendi şahsı için yemini kastederek bir baş­kasına "Allah adına senin üzerine kasem ederim ki..." veya "Allah adına senden bu işi yapmanı diliyorum" derse bu sözü yemin olur. Ama bu sözüy­le muhatabının yeminini kastederse veya onun şefaatini, yani herhangi bir işi için tavassutunu kasdederse veya hiç bir şeyi kasdetmezse bu sözü yemin olmaz. Bir kimse, yemek yemesi zorunlu olan bir kimsenin yemesini gerçek­leştirmeyi kastederek ona yemin verirse, bu yemin geçerli olur. Ama bir kişi başkasına, "Senin yanında Allah'tan tavassut dilerim ki yemek yiyesin" derse ve bu sözüyle de muhatabının Allah adına yemin etmiş olmasını sağlamayı kasdederse, bu yemin olmaz. Çünkü bu durumda ne kendisi, ne de muhata­bı yemin etmiş değildirler. Bu söze bir kayıt konulmadığı takdirde sırf şefa­at talebinde bulunulmuş olur. Bu gibi sözler yemin olarak gerçekleşirlerse muhatabın, yemini kendi nefsi için kasdetmiş olması durumunda gereğini yapması sünnet olur.

Hanbelîler dediler ki: Bir kişi başkasının üzerine kasem ederek "val­lahi sen bu işi yapacaksın" veya "yapmayacaksın" der de muhatabı itaat etmezse, yemin edenin, yemini bozulmuş olduğu için keffâret ödemesi gere­kir. İtaat etmeyene bir şey gerekmez. Kuvvetli görüş budur. Bir kişi bir baş­kasına, "Allah adına senden bu işi yapmanı dilerim" der ve bununla yemini kastederse, sözü yemin olur. Muhatabı kendisine itaat etmezse, kendisinin keffâret ödemesi gerekir. Ama bu sözüyle şefaat ve tavassutu kastederse ye­min olmaz. Karşı tarafın verdiği yemine uymak sünnet olduğu gibi, Allah aşkına istenen şeyleri vermek de sünnet olur.

 

Yemin Keffâreti

 

Keffâreti gerektiren şeyler:

Bazı durumlardan ötürü yemin keffâreti ödemek vâcib olur ki, bu hu­susta mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(107) Hanbelîler dediler ki: Yemin keffâreti şu durumlarda gerekir:

1- Önce belirtilen şartlar çerçevesinde gerçekleşen yemini bozmak.

2- Nezr-i mutlak. Nitelik ve niceliği belirtilmemiş adak. Bir kişi, "şöyle veya böyle yaparsam" kaydını koysun koymasın, "üzerime adak olsun" veya "Allah'ın, üzerime adağı olsun" derse bu adağın nitelik ve niceliğini belirt­mediği için, bu adağa "nezr-i mutlak" denir. Adakta bulunanın nitelik ve niceliğini belirtmediği için, yemin keffâreti ödemesi gerekir. Ama adakta bu­lunurken belli bir şeyi yapmayı niyet ederse, o işi yapması gerekir.

3- Bir kişi kendisine hanımından başka helâl olan şeyleri haram edinir­se, sözgelimi hanımı olmayan bekâr birinin, "Allah'ın helâl kıldığı şeyler bana haram olsun" derse, yemin keffâreti ödemesi gerekir ve hiç bir helâl şey de kendisine haram olmaz. Aynı şekilde "bu yemek bana haram olsun" derse, yemin keffâreti ödemesi gerekir; yemek de kendisine haram olmaz.

4- Bir kimse, "eğer bu işi yaparsam yeminim olsun" der de o işi yap­mazsa keffâret ödemesi gerekir. Aynı şekilde, "eğer böyle yaparsam, malım yoksulların olsun" der de bu sözüyle yemini kastederse yemin olur ve aksini yaparsa yeminini bozmuş olur, keffâret ödemesi gerekir.

5- Bir kişi İslâm'dan başka bir din üzerine yemin ederse, sözgelimi, "eğer bu işi yaparsam yahûdî veya hıristiyan, kâfir, ateşperest veya haça tapan, Allah'tan uzak biri olayım; veya zinayı, içkiyi, namazı terketmeyi, orucu tut­mamayı helâl sayan biri olayım" der ve bu yeminin tersini yaparsa yemin keffâreti ödemesi gerekir. Bazı âlimler, bu durumda, keffâret ödemek ge­rekmeyeceğini, ancak haram bir fiil işlediği gerekçesiyle tevbe etmesinin icâb edeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir.

6- Bir kişi, yemin kasdederek eğer böyle yapmazsam müslümanların ye­minlerini yerine getireyim" der ve o işi yapmazsa yemin keffâreti ödemesi gerekir. Eğer o sözüyle namazı, ziharı veya adağı niyet etmişse, niyeti gibi olur. Çünkü müslümanların yemini, bir kinaye olup onunla Allah'a yemin, adak, boşama, zihar ve azâd etme gibi anlamlar kastedilebilir.

Malıkıler, yemin keffâretinin dört durumdan ötürü gerekeceğini söy­lemişlerdir:

1- Mübhem Nezir. Adakta bulunulup da adağın nitelik ve niceliğinin belirtilmemesine "mübhem nezir" denir. Sözgelimi adamın biri, "eğer böy­le yaparsam Allah için üzerimde adak olsun" veya "üzerimde Allah için bir adak olsun." der de bu sözünü yerine getirmezse yemin keffâreti ödemesi gerekir. Aynı şekilde adamın biri, "eğer Allah hastama şifâ verirse Allah için üzerimde adak olsun" veya "üzerimde Allah için bir adak olsun" der de Allah, hastasına şifâ ihsan ederse yemin keffâreti ödemesi gerekir. Mu­ayyen Nezir ise adanılan şeyin belirtildiği adaktır. Örneğin "şu kadar gün oruç tutmak" veya "şu miktarda sadaka vermek adağım olsun" demek gi­bi. Bu durumda söz veya niyetle belirlenen adağın yerine getirilmesi gerekir.

2- Yemin siğasında. Meselâ bir kişi, "eğer böyle yaparsam üzerime ye­min olsun" veya "üzerime Allah'ın yemini olsun" der de bu sözünün gere­ğini yapmazsa yemin l^effâreti ödemesi gerekir.

3- Olumsuz cümle tizerine kurulan gerçekleşmiş yemin-i berri bozma hâ­linde (keffâret ödemek gerekir). Buna yemin-İ berr denir. Meselâ, "vallahi eve girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, eve girmedikçe yeminini bozmuş olmayıp berâet içinde kalır.

4-  Hins üzerine gerçekleşmiş yemini bozma hâlinde (keffâret ödemek gerekir). Bu yemin olumlu cümle üzerine kurulmuştur. Örneğin: "vallahi bu işi yapacağım" veya, "eğer böyle yapmazsam" gibi. Buna yemin-i hins adı veriliyor. Çünkü yemin eden kişi, yemininde sözünü ettiği şeyi yapıncaya kadar yeminini bozmuş gibidir.

Bir kişi, "vallahi yolculuğa çıkacağım" diye yemin ederse, yolculuğa çıkması kendisinden istenir ve çıkıncaya dek, yeminini bozmuş (gibi) sayılır. Aynı şekilde bir kişi, "eğer yolculuğa çıkrnazsam benim için şöyle şöyle olsun" derse, yine aynı hükme tâbi olur. Yemin-i hinsin bu şekilde âcil bağlayıcı bir yemin olması için zamanla kayıtlandırılmaması gerekir. Meselâ bir kişi, "vallahi bir ay sonra yolculuğa çıkacağım" derse, bu yemini bir ay süreyle yemin-i berr olur. Bir ay sona erince, eğer yolculuğa çıkmamişsa, çıkmasını engelleyen şer'i veya âdi bir manî de yoksa yeminini bozmuş olur. Ama şer'î veya âdi bir engel varsa yeminini bozmuş olmaz. Aklî engele gelince bu, mu­teber değildir. Mutlak yemin siğalanyla edilen yeminler, ancak ölüm hâlin­de bozulurlar. Diyelim ki, bir kişi, "vallahi yolculuğa çıkacağım" veya "vallahi falan adamla konuşmayacağım" derse, ölmedikçe yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bir kişi, "hanımımı mutlak boşayacağım" derse (ve bo-şamazsa) ancak, hanımının vefatıyla yemini bozulmuş olur. Veya, "eğer bu İŞİ yapmazsam yahûdî ya da hıristiyan olayım" diyerek İslâm'dan başka bir din üzerine yemin eden kişi, bu yemininin gereğini yerine getirmezse keffâ­ret ödemesi gerekmez. Yalnız bu şekilde yemin etmek haramdır. Bu tür söz­leri, yemin dışında konuşan kişi, şaka da yapmış olsa mürted olur.

Hanefîler dediler ki: Şu hususlardan ötürü yemin keffâreti ödemek vâcib olur:

1- Önce belirtilmiş şartlar çerçevesinde gerçekleşen yemini bozma duru­munda keffâret ödemek vâcib olur. Yemini bozmadan keffâret vâcib olrnaz. Yemini bozmadan verilen keffâret sahih değildir.

2-  Gayr-ı   muayyen   nezirlerde.   "Adağım  olsun   ki   böyle  bir  işi yapmıyacağım" veya "yapacağım" diyen kişi, bu sözünü yerine getirmezse, âdeta yemin keffâretini adamış gibi keffâret ödemesi gerekir. Adak olarak bir şeyi belirlememişse, yemin keffâreti öder. Adak olarak bir şeyî belirle-mişse, o şeyi yapmak gerekir.

3- Allah adını anmaksızın,    "üzerime yemin olsun ki bu işi mutlaka yapacağım" diyen bir kimsenin bu sözü yemin olarak gerçekleşir ve sözünü tutmadığı takdirde keffâreti ödemesi gerekir. Ancak, zimmetinde bîr yemin bulunduğunu haber vermeyi kasdetmedikçe keffâret ödemesi gerekmez.

4- Helâl şeyi, kişinin kendine haram edinmesi. Örneğin adamın biri, "bu yemek bana haram olsun" derse, yemek kendisine haram olmaz. Ama ye­mesi durumunda da keffâret ödemesi gerekir. Fakat, "bu yemeği yersem bana haram olsun" deyip de yerse kendisine bir şey gerekmez. Çünkü birinci du­rumda, bilfiil mevcûd olan bir yemeği haram etmiştir. İkinci durumdaysa o yemeği, ancak yedikten sonra haram etmiştir ve haram ettiği vakitte de yemek mevcûd değildir. Aynı şekilde bir haramı kendisine haram edinmek de bu hükme tâbidir. Diyelim ki bir kişi, "şarap bana haramdır" demekle yemini kasdetmiş olursa, (şarap içmesi hâlinde) keffâret ödemesi gerekir. Ama bu sözüyle, haber vermeyi kasdederse veya hiç bir şeyi kasdetmezse keffâret ödemesi gerekmez. "Falanın malı bana haramdır" demek de bu statüye tâbidir.

5- "Her helâl şey veya Allah'ın helâl kıldığı her şey veyahut müslüman-Iarın helâl gördüğü her şey bana haramdır" diyen kişinin hanımı varsa, müf-tâbih görüşe göre bir bâin talâkla boşanmış olur. Eğer birden fazla hanımı varsa, hepsi de birer bâin talâkla boşanmış olurlar. Eğer bu sözüyle üç talâ­kı kasdetmişse, üçer talâkla boşanmış olurlar. Eğer bu sözü söylerken karısı olmayıp bekârsa, sözü yemin olarak gerçekleşir. Sâdece yemc-içme nedeniy­le yeminini bozmuş olur. Yemini eğer geleceğe yönelikse ve yalanı kasdet­mişse yemini ğamûs olur. Eğer yalanı kasdetmemişse, yemini lağv (geçersiz) olur.

6- "Böyle yaparsam Allah'tan uzak olayım" diyen kişi, bu sözüyle ye­mini kasdeder ve yeminin gereğini de yapmazsa keffâret ödemesi gerekir. Aynı şekilde "eğer böyle yaparsam Rasûlullah'tan veya Kur'an'dan veya Ki-tâbullah'tan veya Kur'an'ın bir âyetinden veya bütün âyetlerinden beri olayım" derse ve yemininin gereğini de yapmazsa, bozulan yemininden do­layı keffâret ödemesi gerekir. Yine bunun gibi, "dört kitaptan berî olayım" diyen kişi de aynı hükme tâbi olur. "Berî olayım" sözleri tekrarlandıkça yemin de tekerrür etmiş olur. Meselâ bir kişi, "eğer bu işi yaparsam Allah'tan beri olayım; Rasûlünden beri olayım" dediği halde yine o işi yaparsa, iki yemini bozmuş olur. Eğer bu yeminine, "Allah ve Rasûlü de benden beri olsun" sözünü eklerse dört yemin etmiş olur. Bir kişi yemininde "İslâm'dan beri olayım" veya "kıbleden veya ramazan orucundan veya namazdan ve­yahut mü'minlerden beri olayım" derse bu sözü yemin olur ki, aksini yap­ma durumunda keffâret ödemesi gerekir.

7- Bir kişi, "eğer bu işi yaparsam yahûdî ve hıristiyan olayım" derse, veya "hıristiyan olduğuma tanıklık edin", veyahut "ben kâfirlerin ortağı­yım", ya da "kâfirim" der de sözünün tersini yaparsa ve yemini de geleceğe yönelikse keffâret ödemesi gerekir. Yemini geçmiş zamanla ilgiliyse ve ya­lan olduğunu biliyorsa, ğamûs yemin olur. Bu şekilde yemin eden kişi, bu­nun yemin olduğuna inanırsa, sahîh kavle göre mürted olmaz, ama bu şekilde yemin etmekle, veya koştuğu şartı yerine getirmemekle mürted olacağına ina­nıyorsa; bu şekildeki yemin nedeniyle küfre rızâ gösterdiği için mürted olur.

8- Bir kişi, "eğer böyle dersem, orucum yahûdîlerin olsun" der ve bu­nunla tâati kastederse, bu sözü yemin olur. Ama bu sözüyle sevabı kaste­derse yemin olmaz. "Eğer böyle yaparsam, gökte ilâh yoktur" veya "Allah'ı veya meleklerini tanık tutarım ki" veyahut, "Mustafa'nın şefaatinden yok­sun olayım ki" gibi sözler yemin sayılmaz ve aksini yapmak da keffâret ge­rektirmez.

Şâfiîler dediler ki: Gerekli şartları taşıyarak gerçekleşen mün'akide yeminin ve yemin-i ğamûsun gerekleri yerine getirilmediği takdirde keffâret gerekir. Ycmin-i ğamûs, kişinin: "Falan kimse üzerinde şu kadar alacağım vardır" deyip bu sözünü yalan yere tekrarlayarak yemin etmesidir. Ama "fa­lan şahısla konuşursam, üzerimde bir adak olsun" deyip de o şahısla konu­şursa, yaptığı bu adağa "nezr-i Iicâc" adı verilir. Bu sözünün aksine hareket etmesi hâlinde üç husus sözkonusu olur:

1- Bu durumda yemin keffâreti ödemesi gerekir.

2- Yapacağını vâdettiği şeyi yapması gerekir.

3- Yapacağını vâdettiği şeyi yapabileceği gibi, yemin keffâreti de öde­yebilir. Kuvvetli olan görüş budur.

Bir kişi, ibâdet sayılmayan bir şeyi adarsa, sözgelimi "şunu yemek veya şunu içmek adağım olsun" deyip de sözünün aksini yaparsa, yemin keffâre­ti ödemekle yükümlü olur. Aynı şekilde, "şuraya girersem yemin keffâreti üzerime vâcib olsun" veya "şuraya girersem adak keffâreti üzerime vacıb olsun" diyen kişi, girmeyeceğim dediği yere girerse yemin keffâreti ödemesi gerekir. Yine bir kişi, "eğer şuraya girersem üzerime bir adak vâcib ojsun der de adağını belirlemezse, ibâdet sayılan işlerden birini yapabileceği gibi yemin keffâreti de ödeyebilir. Ama, "Allah hastama şifâ ihsan ederse üzeri­me bir adak vâcib olsun" derse, ibâdet sayılan işlerden birini yapması gere kir ve yaptığı ibâdeti de adak olarak tâyin eder. Çünkü bu durumdaki adak, yerine getirilmesi gereken bir adaktır ve dolayısıyla yerine yemin keffâreti ödemek yeterli olmaz. Eğer bu durumda, "üzerime yemin olsun" diyecek olursa bu, yemin-i lağv olur ki, hiç bir şeyi gerektirmez. Aynı şekilde bir ki­şi, "eğer böyle yaparsam yahûdî olayım veya İslâm'dan, ya da Allah'tan ve­ya Kur'ân'dan veya Rasûlullah'tan berî olayım" derse, bu sözü gerçekleşmiş bir yemin olmaz. Aksine bu yemin geçersiz olup hiç bir şeyi gerekli kılmaz. Sonra bu kişi eğer bu yeminle, kendisinin yapılan işle alakası olmadığını kasdetmiş veya hiç bir şeyi kasdetmemişse kâfir olmaz. Fakat günahkâr olur ki tevbe edip kelime-i şehâdet getirmesi gerekir. Ama bu yeminiyle gerçek­ten Allah ve Rasûlünden beri (uzak) olmaya râzıhğını kastetmişse kâfir olur.

 

Yemın Keffaretı Nasıl Verilir?

 

Yemin keffâreti on yoksulu doyurmak veya giydirmek, yahut da bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Bu üçü arasındaki sıraya uyma zorun­luluğu yoktur. Yeminini bozmuş olan kişi, bu üçünden birini yapma ser­bestisine sahiptir. Bunlardan birine güç yetiremeyen kimse, üç gün oruç tutar. Oruç ancak bu üç şeyden birini yapmaktan âciz olunduktan sonra keffâret olarak geçerli olur. Böyle olunca yemin keffâretinde hem sıraya uymama serbestisi, hem de sıraya uyma zorunluluğu mevcûd olmakta­dır. Yeminini bozan kişi; on yoksulu yedirmek, giydirmek ve bir köle azâd etmekten birini kendi arzusuyla tercih ederek yapabilir. Ama oruç tutma İşinde serbest değildir. Bunlardan her birinin izahı ve şartlan hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(108) Hanefîler, yemin keffâreti olarak on yoksula yemek vermenin sa­hîh olması için şu şartların gerekli olduğunu söylemişlerdir:

1- On yoksuldan her birine yarımşar sa' (1,667 kg) buğday veya birer sa (3,334 kg) arpa verilmelidir. Buğday unu da buğday tanesi hükmünde olup yarım sa' verilmesi yeterli olur. Yine arpa unu da arpa tanesi hükmün­de olup bir sa' verilmesi yeterli olur. Yiyecek cinslerinin tümü için nass ko­nulmuştur. Şu halde hakkında nass bulunan bir yiyecek maddesinin yerine daha fazla değerde olsa bile, hakkında nass bulunan başka bir yiyeceğin ko­nulması uygun olmaz. Meselâ yarım sa' miktarındaki iyi cins hurmayı, daha fazla değerde olmasına rağmen yarım sa' buğdayın yerine vermek yeterli ol­maz. Yarım sa', I 1/3 Mısır kadehine eşit bir ölçektir. On yoksuldan her birine Öğle ve akşam öğünlerinde yemek yedirmek te, bu yemekleri ona mülk olarak vermek gibidir.

2-Yemin keffâretinin tümü bir kişiye, aynı günde bir defada verileme­yeceği gibi, aynı gün içinde müteferrik olarak on defada da verilemez. Yani, bu keffâretin tamamını, aynı gün içinde meselâ yarımşar saat arayla aynı

yoksul kişiye vermek sahih olmaz. Ama günde yarım sa' olarak, on gün içinde yemin keffâretinin tamamını aynı yoksula vermek sahîh olur. Çünkü her gün ihtiyacın yenilenmesi,.aynı yoksulun başka başka yoksullar gibi telâkki edil­mesini sağlamaktadır. Bu durumda yemin keffâreti, sanki başka başka yok­sullara verilmiş gibi olmaktadır.

3- On yoksulun her birine öğle ve akşam yemeği verilmelidir. Yoksulun birine öğlen, birine de akşam yemeği verilmesi yeterli olmaz. Çünkü bu du­rumda on kişinin yiyeceği yirmi kişiye dağıtılmış olmaktadır ki, bu sahîh de­ğildir. Aynı şekilde bir yoksulun yiyeceğini iki yoksula paylaştırmak da sahîh olmaz. Ancak bazı yoksullara verileni keffâret saymayıp diğerlerine verile­ne ilâve yaparak tamamlama durumunda sahîh olur. Bir yoksula öğle yeme­ği yedirilmesi ve akşdnl yemeğinin de kıymetinin ödenmesi geçerli olur.

4- Öğle ve akşam öğünleri aynı günde yedirilmelidir. Bir yoksula bir gün öğle yemeğini, bir başka gün de akşam yemeğini vermek yeterli olmaz. Ye­terli olur diyenler de vardır. Şu halde Ramazanda keffâret ödemesi gereken bir kimsenin, (gündüzleyin yenilemediğinden ötürü) öğle yemeği yerine baş­ka bir gün akşam yemeği vermesi halinde keffâreti geçerli olur.

5- Keffâret olarak yoksula arpa veya darı ekmeği veriliyorsa, doyması için ekmeğin yanısıra katık da verilmesi gerekir. Buğday ekmeğindeyse ka­tık vermek şart değildir. Ama verilmesi müstehabtır.

6- Yiyecek verilen on yoksulun içinde, sütten henüz kesilmiş bir çocuk bulunmamalıdır. Ayrıca içlerinde yemekten önce karnını doyurmuş biri de olmamalıdır.

On yoksulu giydirmeye gelince bunun için de gerekli bazı şartlar vardır:

1- Verilen giysi, orta halli kimselerin giyebileceği türden olmalıdır.

2- Üç aydan daha fazla yararlanılabilecek ölçüde sağlam ve dayanıklı olmalıdır. Eski olsun yeni olsun, bu süre kadar dayanamayacak ölçüde ince olan giysiler, keffâret olarak yeterli olmazlar.

3- Verilen giysi, bedenin tümünü ya da çoğunu örtmelidir. Entari, cübbe, gömlek, çar, kaftan ve sarkıtılarak kendisiyle örtünüîebilen boy gömle­ğinin keffâret olarak verilmesi yeterli olur. Doğru görüşe göre keffâret için sarık ve pantalon verilmesi yeterli olmaz. Yoksul kadına elbiseyle birlikte baş örtüsü verilmesi de zorunludur. Bİr yoksula pantalon gibi vücûdunun çoğunu örtmeyen bir giysi verilir de bu giysinin kıymeti yarım sa' buğday veya bir sahurmanınkine eşit olursa, keffâret olarak geçerli olur. Mezhe­bin kuvvetli görüşüne göre, giysi verirken yemek yedirmeye niyet etmek şart değildir. Ama kefaretin asıl itibariyle sahîh olması için niyet şarttır. Sada­ka yoksulun elinde bulunduğu sürece giysi veya yiyeceği mülk olarak verme­den önce veya sonra niyet edilmesi sahîh olur. Ama yanında bulunan bir yiyeceği hazır olan yoksullara yedirdikten sonra, bunu keffâret olarak ye­dirmiş olduğuna niyet etmesi sahîh olmaz. Çünkü bu durumda yiyecek, artık yoksulun elinde değil (midesinde) dir.

Köle azâd ederek keffâret vermede de aynı durum sözkonusudur. Köle­yi azâd ettikten sonra yapılan keffâret niyeti sahîh olmaz. Keffâreti, kendi­sine zekât verilmesi caiz olmayan kimselere vermek sahîh olmaz. Ancak yoksul zımmîler bundan istisna edilmiş olup bu keffâretin onlara verilmesi sahîh olur. Yalnız, müslüman yoksullara verilmesi elbetteki daha faziletli bir dav­ranıştır.

Köle azâd ederek yemin keffâreti ödemenin şartlarına gelince; keffâret verecek kişi, bir köleyi tam olarak özgürlüğüne kavuşturmalıdır. Bu köle, kendisinin mülkiyetinde olmalıdır. Azâd etme, niyetle birlikte olmalıdır. Azâd edilen kölenin mü'mİn olması şart değildir.

Oruç tutmaya gelince; bu oruçların üç gün süreyle peşpeşe tutulmaları şarttır. Orucu tutan kadın, oruç esnasında aybaşı hâli görürse keffâreti bâtıl olur. Bu keffâretin sahîh olması için, kişinin önce belirtilen üç maddeden birini yapmaktan âciz olması şarttır. Bu acizlik, yeminin bozulması anında değil, yemin keffâretinin ödenmesi zamanında nazar-i itibâra alınır. Bir kim­senin yeminini bozduğu esnada malı olur da, sonra bu malı elden giderse, keffâret olarak oruç tutar. Sonra o mal geri dönse bile tuttuğu oruç, keffâ­ret olarak geçerli olur. Çünkü keffâreti ödeme esnasında, diğer üç madde­den birini yapmaktan âciz kalmıştır. Bu acizliğin de, üç günlük orucun tamamlanması zamanına kadar devam etmesi şarttır. Âciz ve sıkışık durum­daki kişi iki gün oruç tutar da henüz üçüncü günün orucunu tutmadan mal sahibi olursa artık keffâret olarak oruç tutması yeterli olmaz. Kendi geçimine yetecek kadarından fazla mala sâhib olan kişi, keffâret ödemeye mukte­dir olur. Kişinin geçimine yetecek mala gelince bu; içinde barındığı evinin, giydiğinde avret yerini örtecek elbisesinin ve bir günlük azığının bulunması­dır. Elinde bulunan mal kadar borcu olur ve yemin keffâretini ödemeden önce elindeki malla borcunu öderse, keffâret olarak üç gün oruç tutar. Eğer borcunu ödemezse, bir görüşe göre o malla keffâreti öder, bir başka görüşe göre de oruç tutar (ve o malla borcunu öder). Eli dar olan kocanın keffâret için oruç tutacak olan hanımım oruçtan menetme hakkı vardır.

Mâlikîler dediler ki: Keffâret maksadıyla yoksullara yiyecek ver­me hususunda bazı şartlar aranır. Şöyle ki:

1- Yoksul veya miskine bir müd miktarındaki yiyeceği mülk olarak ver­mektir. Bir müd; çok açılmayacak ve çok yumulmayacak şekildeki normal avuçla iki avuç dolusu kadar olan yiyecek miktarıdır. Ki bu da ölçek olarak Üçte bir Mısır kadehine eşit bir miktardır. Nitekim bu ölçü, oruç keffâreti bahsinde de anlatılmıştı. Keffâret olarak verilecek yiyecek, fitır sadakası olarak verilebilen yiyecek cinslerinden biri olmalıdır. Bu tür gıda maddeleri dokuz çeşittir: Buğday, arpa, kuru üzüm, dan, pirinç, çökelek, karaca dan, Pey­gamber arpası ve selt (buğdayı andıran bir hububat çeşididir). Şehir sâkinleri dışındakilerin bir müdden fazla vermeleri mendub olur. Ama şehirlilerin, mallan az olduğu için fazla vermeleri mendub olmaz. Bir müd yerine, Mısır nalından küçük olan iki Bağdadî rıtıh miktarınca ekmek de mülk olarak ve­rilebilir. Kuvetlİ görüşe göre ekmeği katıksız olarak vermek, yeterli sayılır. Ama katıkla vermek mendub olur. Hurma ve bakla da katıktır. Yoksulların her birine birer öğle ve birer akşam öğünü yiyecek verilebileceği gibi, ikişer öğle veya ikişer akşam öğünü yiyecek vermek de yeterli olur. Bunların peş­peşe olup olmaması ve aralarındaki fasılanın uzun sürüp sürmemesi farket-mez. On yoksulun hepsine bir arada veya ayrı ayrı yiyecek vermek ve bunların yemede eşit olup olmamaları da farketmez. Bazı âlimler, yemede birbirine yakın derecede olmaları gerektiğini şart koşmuşlardır.

2- Yoksulların hür ve müslüman olmaları şarttır. Keffâret yiyeceğini veren kişi, verdiği yoksulun geçimini temin etmekle yükümlü olmamalıdır. Şu hal­de kişinin, yoksul olan eşine veya çocuğuna keffâret vermesi caiz olmaz. Ama kadının, kendi keffâret inden, yoksul olan kocasına veya çocuğuna vermesi caizdir. Çünkü o, bunların geçimlerini sağlamaktan sorumlu değildir.

3- Bir yoksula bir kaç kez keffâret yiyeceğinden vermek caiz olmaz, ha-nefîlerin de dedikleri gibi, mesela on günde on müddü (müd: 832 gr) aynı yoksula vermek caiz olmaz. Giysi vermede de bu şart geçerlidir.

4-Hisseleri eksiltmemek şarttır. Aksine, her yoksula tam bir hisse ver­mek gereklidir. Sözgelimi her birine yarımşar olarak, on müdlük yiyeceği yirmi yoksula paylaştırmak caiz olmaz. Ancak bu yirmi yoksulun içinden onuna, yarımşar müd daha verirse, keffâreti vermiş olur.

5- Keffâretin iki çeşitten karma halde verilmemesi gerekir. Keffâretin bir kısmını yiyecek, bir kısmını da giysi olarak vermek; meselâ beş yoksula yiyecek, beş yoksula da giyecek vermek caiz olmaz. Ancak bu iki beşten bi­rine verilenler lağvedilip diğerlerininki tamamlanırsa caiz olur. Meselâ beş kişiye verilen giysiler lağvedilirse, başkaca beş kişiye daha yiyecek vermek vâcib olur. Bunun tersi de mümkündür. Ama aynı sınıftan yiyeceği keffâret olarak vermede karma yapmak yani yoksulların bazısına müddlerle (ölçek­lerle) bazılarınaysa rıtıllarla (ağırlık ölçüleriyle) vermek caiz olur. Karma ya­parak vermede yiyeceğin yoksulun elinde halâ kalmış olması şart değildir. Eksiklikleri, yoksulun elindeki yiyecek tüketildikten sonra bile olsa, tamam­lamak gerekir. Mükerrer olarak verilen, yani ondan az yoksula verilen kef-fârette de hüküm aynıdır. Keffâretin ondan fazla yoksula dağıtılması nedeniyle bazı kimseler, önceden verilmiş (eksik) yiyeceklerin halâ yoksulun elinde bu­lunmasını şart koşmuşlardır. Ama kuvvetli görüşe göre bu şart değildir.

Erkeğe keffâret olarak verilen giysinin, onun bedeninin tümünü örten bir elbise veya namaz kılarken bürünmesi mümkün olan bir boy gömleği ol­ması gerekir. Namazda onunla örtünmesi mümkün olmayan bir gömlek ya da sarık vermek, keffâret için yeterli değildir. Kadına keffâret olarak verilen giysinin hem bir örtücü gömlek hem de beraberinde bir baş örtüsü olma­sı gerekir. Bunun, belde halkının giymekte olduğu orta kalitede bir giysi olması şart değildir. Orta kaliteden düşük olsa da yeterli olur.

Keffâret olarak verilen yiyeceğe gelince, mûtemed görüşe göre bu yiye­ceğin, keffâret verenin değil de belde halkının yediği yiyecekten olması şarttır.

Keffâret verecek kişi, bir çocuğu giydirecek olursa, ona da büyüğe ve­receği giysilerin aynısını vermelidir. Mûtemed görüş bu doğrultudadır. Yine bir çocuğa verilen yiyecek, büyüklere verilen kadar olmalıdır. Bu çocuk yi­yeceğe muhtaç olmayan süt çocuğu da olsa durum aynıdır. Şu halde çocuğa da tıpkı büyüklere verdiği gibi iki rıtıl veya bir müd ekmek vermelidir. Mû­temed görüş budur.

Keffâret olarak köle azâd edilecekse bu kölenin mü'min ve ayıplardan salim bir köle olması şarttır. Keffâret vereceği zaman iflâs etmiş olup sata­cak bir şeyi olmayan, dolayısıyla da yiyecek vermekten, giydirmekten, köle azâd etmekten âciz olan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir. Bu üç gün­lük orucun peşpeşe tutulması vâcib değil mendubtur.

Şaflîler dediler ki: Yemin keffâreti olarak yiyecek vermede şu şart­ların tahakkuku gereklidir:

1- On yoksulun her birine bir müd miktarı yiyecek vermelidir. Bir müd; 1 1/3 ntıl veya Mısır kadehiyle yarım kadeh ve sekizde bir kiledir. Muteber olan rıtıl, 128 4/7 dirhem (361 gr) dir.

2- Keffâret olarak verilen yiyecek, keffâret veren kişinin bulunduğu belde halkının çoğunlukla tüketmekte olduğu yiyeceklerden olmalıdır. Keffâreti veren kişi, bu yiyeceği kendi namına da verse, başkasının namına da verse bu nitelikteki bir yiyecek maddesini vermelidir. Bir kavle göre denilmiş ki: Başkası bu keffâreti (vekâleten) ödediği takdirde verilen yiyecek, asıl keffâ­ret vermekle yükümlü olanın beldesinde çoğunlukla tüketilmekte olan yiye­cek türünden olmalıdır. Keffâret olarak hurma ve çökelek verilmesi yeterli olmaz. Ancak fıtır sadakası bölümünde de açıklandığı gibi, bunlar belde hal­kının çoğunlukla tüketmekte oldukları yiyeceklerden iseler, keffâret olarak verilebilirler. Keffâret olarak verilebilecek gıda maddelerini üstünlük sırası­na göre şöylece sıralayabiliriz: Buğday, selt (buğdayı andıran bir tahıl), pey­gamber arpası, arpa, dan, pirinç, nohut, mercimek, bakla, hurma, kuru üzüm, çökelek, süt ve son olarak da peynir. Eğer belde ahâlisi, fıtır sadakasında mufassal olarak anlatılan yiyeceklerden başkasını, sözgelimi eti, çoğunlukla tüketmeyi âdet hâline getirmişlerse etin, keffâret olarak verilmesi yeterli olmaz.

3- On yoksulun her birine tam bir müd miktarı yiyecek verilmelidir. On müddü, onbir yoksula paylaştırmak, ya da beş yoksula giysi, beş yoksula da yiyecek vermek, keffâretin sahîh olması için yeterli olmaz. Giymek için verilen nesnelerin gömlek, sarık, başörtüsü, İhram, futa gibi giyilmesi âdet olan ve giysi olarak adlandınlabilen şeyler olması şarttır. Bu giysilerden on tane alıp on yoksula dağıtmak yeterli olur. Mest, eldiven, ayakkabı, kuşak ve takkenin verilmesi yeterli olmaz. Verilen giysinin, kendisinden yararla­nılması mümkün olacak derecede sağlam ve dayanıklı olması şart, fakat ye­ni olması şart değildir. Yıpranmamış olmak kaydıyla giyilmiş, hatta yıkanmış olsa bile yeterli olur,

Keffâret için köle azâd etmeye gelince: azâd edilen kölenin mü'min ol­ması, çalışıp para kazanmasına engel kusurlardan salim bulunması şarttır.

Ömrünün ekseri zamanında kendisi ve geçiminden sorumlu olduğu kim­selerin yeterli azığından fazla bir şeye sâhib olmaması nedeniyle yiyecek ver­mekten, giydirmekten veya köle azâd etmekten âciz olan kişi, nisâb miktarı mala sâhib olsa bile keffâret olarak üç gün oruç tutar. Çünkü nisâb miktarı mal, gerek kendisinin gerek geçimlerinden sorumlu olduğu kimselerin ömür­lerinin ekseri zamanlarında kendileri için yeterli olmayabilir. Bu orucu tu­tarken, keffâret orucu olduğuna niyet etmek şarttır. Ama peşpeşe tutulması, kuvvetli görüşe göre şart değildir.

Hanbelîler dediler ki: Keffâret yiyeceği verirken, küçük de olsa­lar, hür ve müslüman olan on yoksula birer müd buğday vermek şarttır. Bir müd, 1 1/3 Irak ntılıdır ve bir Irak rıtıh da 128 dirheme eşittir. Birer ölçek buğday verileceği gibi, yarımşar sa' hurma, arpa veya kuru üzüm veyahut çökelek de verilebilir. Yarım sa', Mısır ölçeğiyle bir kadeh mikdanna eşittir. Bu sayılan gıda maddelerinden biri yerine yoksullara ekmek veya fazlaca ba­yatlamış, rutubet çekmiş, kurtlanmış tahıl vermek caiz olmaz. Keffâret ama­cıyla azık verilen yoksulların arasında, keffâret verenin geçindirmekle yükümlü olduğu hanımı, başkasınca geçimi temin edilmeyen kız kardeşi, anne, baba, dede gibi aslı, oğlu, kızı, torunu gibi fer'i bulunmamalıdır. Nitekim bunlar, oruç keffâreti bölümünde de anlatılmıştır.

Keffâret olarak verilen giysinin, namazda örtülmesi şart koşulan avret yerlerini kapatacak nitelikte olması gereklidir. Erkeğe eski de olsa dayanık­lılığını yitirmemiş giysiyi vermek sahîh olur. Çürüyüp dayanıklılığını yitir­miş olan giysiyi vermenin bir faydası olmaz. Yine erkeğe, avret yerlerini örtecek miktardan fazla olan, içinde namaz kılacağı bir gömlek vermek ye­terli olur. Ama ona sâdece bir peştemal vermek yeterli olmaz. Erkeğe panta-lon vermek yeterli olur. Keffâret giysisi olarak kadına, içinde namaz kılabileceği, avreti örtücü bir gömlek ve bir başörtüsü vermelidir. Bedenini ve başını Örten tek parça giysi vermek de yeterli olur.

Verilen keffâretin aynı cinsten maddelerle ödenmesi şart değildir. Me­selâ yoksulların bir kısmına buğday, bir kısmına hurma vermek veya bir kıs­mını giydirmek, bir kısmına yiyecek maddesi vermek caizdir.

Keffâret maksadıyla azâd edilen kölenin mü'min ve ayıplardan sâhm olması şarttır. Yemek vermekten veya giydirmekten, ya da köle azâd etmek­ten âciz olan kimsenin, peşpeşe üç gün oruç tutması gerekir. Ama orada ha yız kanaması görülürse, üç günün peşpeşe tutulması zorunlu olmaz. Kişinin emsâllerinînki gibi barınacağı bîr evi, bineceği ve hizmetine ihtiyaç duyacağı bir hizmetçisinden fazla olarak aslî ihtiyacından artık, mala sâhib olması du­rumunda, keffâretini oruçtan başka şeylerle ödemesi vâcib olur. Keffâret ver­diği takdirde ticâretini aksatacak fazladan malını veya ihtiyaç duyduğu ev eşyalarını, ya da hanımının hülyelerinİ satarak keffâret yermesi gerekmez. Böyle   kimsenin,   keffâretini   oruç   tutarak   edâ   etmesi   gerekir.

 

Yemin Keffaretı Ne Zaman Verilir?

 

Yemin keffâretini, yemini bozmadan önce vermek sahih olduğu gibi, bozduktan sonra vermek de sahihtir. Mezheplerin buna ilişkin detaylı gö­rüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(109) Hanefîler dediler ki: İster oruç tutarak, ister diğer üç şeyden bi­riyle (ki bunlar yiyecek verme, giyecek verme ve köle azâd etmektir) olsun, yemini bozmadan önce keffâret vermek mutlak surette sahîh olmaz. Çünkü bunlara göre keffâretin sebebi, yemini bozmaktır. Müsebbebin sebebten önce gelmesi sahîh değildir. Yemini bozmadan önce keffâret olarak yoksullara bir şey veren kişinin, verdiği şeyi onlardan tekrar geri alması caiz olmaz. Çünkü onlara vermiş olması, başka bir şeyin yanısıra ki o da keffâret vermektir-Allah rızâsı için bir hayır yapma niteliğindedir. (Her ne kadar keffâret ola­rak geçerli olmasa da) yoksullara vermiş olmakla hayır işlemiş ve sevab ka­zanmıştır. Bu sadakayı geri alarak hayrı bozmaya hakkı yoktur. Bozulan yeminin, keffâretini acele şekilde vermek vâcibtir. Keffâretin ertelenmesi hâ­linde günahkâr olunur ve bu yükümlülük ölümle de kalkmaz.

Mâlikîler dediler ki: Mübhem nezir veya yeminle veya keffâret sö­zü vermekle veya "billahi" demekle de olsa gerçekleşmiş yemini bozmadan önce keffâret vermek sahîh olur. Bu yeminin, olumlu veya olumsuz cümley­le kurulmuş olması, hükmü değiştirmez. Ancak yemin, yemin-i berr sigasıy-la (olumsuz cümleyle) kurulmuşsa (vallahi bu eve girmem demek gibi); keffâreti, yemini bozmadan önce vermek câİz olsa da, en iyisi, yemini boz­duktan sonra vermektir. Yemin, yemin-i hins (yani olumlu cümleyle kurul­muş) ise (vallahi sefere çıkacağım demek gibi) ve yapılması yeminle taahhüt edilen iş için bir süre de konulmuşsa, yine aynı hüküm sözkonusudur. Ama verilen süre geçmedikçe, keffâreti vermemek müstehabtır.

Keffâreti, yemini bozduktan hemen sonra vermek, kuvvetli görüşe gö­re vâcibtir. Keffâret vermenin vücûb şartı, yemini bozmak, sebebi ise yemindir. Hükmün sebebi, şartına tekaddüm ederse hükmün de bu-sebebten sonra gel­mesi caiz olur. (Yani keffâret, yemini bozmadan önce ve fakat yeminden sonra verilebilir. Keffâretin yeminden (ki o, sebebtir) Önceye ahnmasıysa it­tifakla caiz değildir. Önceki şartlar çerçevesinde keffâret vermek vâcib olur ki, bu şartlardan biri (yemin ettirme amacıyla) zorlama olmamasıdır.

Şâfiîler yemin keffâretinin, yemin etmek ve yemini bozmaktan iba­ret iki sebebi olduğunu söylemişlerdir. Keffâretin, bu iki sebeb vuku bulma­dan verilmesi caizdir. Tabiî eğer keffâret, oruç tutma dışında bir yolla edâ ediliyorsa bu olabilir. Oruç tutarak edâ ediliyorsa, oruç bedensel bir ibâdet olduğundan ötürü, keffâretin sebebten önceye alınması caiz olmaz. Hiç ge­reği yokken orucu, vücûb vaktinden önceye almak, Ramazan orucunda da olduğu gibi sahîh değildir. Bedenî ibadetin vücûb vaktinden önceye alınma­sı ancak bir ihtiyaç nedeniyle caiz olur. Örneğin iki namazı, cem-i takdim şeklinde bir arada kılmak gibi. Ramazanda gündüzleyin oruçluyken cinsel ilişkide bulunma keffâreti gibi tek sebebli keffâretlerin, sebeblerinden Önce­ye ahnmalariysa caiz değildir. Yemin keffâreti önceden verilir de keffâret sebebi olan yemin bozulmazsa, keffâreti vermiş olan kişi; geri almayı şart koşmuşsa veya (alan) yoksul, bunun önceden (vâcib olmaksızın) verildiğini bilirse keffâreti geri alabilir. Aksi takdirde geri alması sahîh olmaz. Bir va­cibi terketmek veya haram bir işi yapmak gibi haram bir yemin bozmayla da olsa yemini bozmadan Önce keffâreti vermek caiz olur.

Hanbelîler dediler ki: Yemin ve adakların bozulması durumunda keffâretlerinin acilen verilmesi vâcib olur. Yemin eden kişi, yeminini boz­madan önce de keffâret verebilir ve bu keffâret, yeminin bozulmasından son­rası için geçerli olup, yemini önceden çözer. Çünkü keffâretin sebebi yemindir. Vücûb şartı da yeminin bozulmasıdır. Keffâretin şarttan (yemini bozmadan) önce verilmesi caiz, ama sebebten (yemin etmeden) önce verilmesi caiz de­ğildir. Çünkü bir şeyin sebebinden önce var olması mümkün değildir. İçki içmemeye yemin eden kişinin yemini gibi, bozulması haram bir yemin bile olsa keffâretin, yemini bozmadan önce verilmesi caiz olur. Oruç tutma veya diğer şekillerle de olsa keffâretin, yemini bozmadan önce verilmesi caizdir.

 

Yemin Sayısı Arttıkça Keffâret Sayısı Da Artar

 

Yeminlerin birden fazla olması durumunda keffâretler de yeminler savısınca birden fazla, olur.

 

 

(110) Hanefîler dediler ki: Bu meselede iki görüş vardır:

1-İster aynı yerde, isterse ayrı ayrı yerlerde edilmiş olsunlar, yeminle­rin birden fazla olması durumunda keffâretler de o nisbette artar. "İkinci yeminle birinci yeminin aynısını kasdettim" diyen kimsenin sözüne itibâr edilmez.

2-Yeminler birden fazla olunca iç içe.girerler ve keffâretleri birden faz­la olmaz. Bir tek keffâretle hepsinin sorumluluğundan çıkılır. Bu, İmam Mu-hammed'in görüşüdür. Bazıları da bunu benimsemişlerdir.

Hanbelîler dediler ki: Yeminin tekerrür etmesi ile şu durumlardan biri söz konusu olur:

İkinci yeminin keffâreti ya birinci yemin keffâretiyle aynı cinsten olur, ya da aynı cinsten olmaz. Eğer aynı cinstense ikisi iç içe girer ve bunun için tek keffâret vermek gerekir. Meselâ "vallahi yemem", ''vallahi içmem", "val­lahi giymem" diye yemin edip de, bu yeminleri bozan kişinin tek keffâret vermesi gerekir. Çünkü bu yeminlerin keffâretleri aynı cinsten oldukları için, iç içe girerler. Bu yeminlerin hepsi de bozulmuş olsa veya bir kısmı bozul­muş olup da diğerlerinin gereği yerine getirilmiş olsa hüküm yine aynıdır. Aynı şekilde bir kişi adakta bulunmaya yemin eder de sonra bu yeminini ikinci ve üçüncü kez tekrarlayıp bu yeminlerini de bozarsa, tek keffâret ödemesi gerekir. Aynı cinsten oldukları için, bu yeminlerin keffâretleri iç içe girer. Allah adına yemin edip de sonra zihar üzerine yemin eden kişiye gelince, ay­rı cinslerden oldukları için, bunların keffâretleri iç içe girmez ve her biri için ayrı ayrı keffâret ödemesi gerekir. Sebebi, konusu ve kalıbı aynı olan yemi­ni tekrarlamaya gelince; meselâ "vallahi yemem", "vallahi yemem" diye ye­min eden kişinin tek keffâret ödemesi gerekir. Çünkü bu yeminlerin sebebi aynıdır ki, o da görüldüğü gibi te'kidtir.

Mâlikîler dediler ki: Keffâret şu hususlardan ötürü birden fazla olur:

1- Tekrar edilen yeminin amacı, yemini bozmak olmalıdır. Sözgelimi: "Vallahi Zeyd ile konuşmam" şeklindeki bir yemini her tekrar edişinde ye­mini bozmaya niyetlenen kişi, yeminini her bozuşta keffâreti de tekerrür eder. Zeyd ile her konuştukça keffâret ödemesi gerekir.

2- Yeminin bozulmasının tekerrürü, sâdece kelimelerden değil de örf­ten anlaşılmalıdır. Diyelim ki, vitri terk eden kişi, terketmesi nedeniyle kı­nanır da terketmemeye yemin ederse, her terkettikçe keffâret ödemesi gerekir. Çünkü örf, bir defa bile olsa vitri terketmeyeceğine delâlet etmektedir. Bu kişi vitri her terkettiğİnde sanki; "vitri her terkettikçe bana keffâret vâcib olsun" demiş gibi olmaktadır.

3- "Vallahi girmem", "vallahi girmem", "vallahi girmem" demek gi­bi aynı şey üzerine defalarca yemin edip her defasında keffâretin fazlalaş­masına niyet etmek. Bu durumdaki bir kişinin, girmem dediği yere girmesi halinde, yemininin üç kez tekrarlanmış olması nedeniyle, üç keffâret verme­si gerekir. Ama defalarca yemin etmekle, keffâretlerin artmasını değil de tekidi kasdederse keffâretleri fazlalaşmaz. Bu, ittifakla sabittir.

Yemini tekrarlamakla yemini yeniden kurma kasdı güdülürse bunda ih­tilâf vukûbulmuştur. Yemin edilen yerler aynı da olsa, ayrı da olsa keffâret­lerin sayısı artmaz. Aynı şekilde "vallahi girmem yemem", "...giymem" gibi muhtelif şeyler üzerine yemin eden kişi, bunlarla keffâretlerin fazlalaş­masını kasdetmişse, müteaddit keffâretler ödemesi gerekir. Ama bunlarla, keffâretlerin birden fazla olmasını değil de yeminin yeniden kurulmasını ni­yet etmiş olursa, yukarıda anılan ihtilâf burada da sözkonusu olur. Te'kid de burada geçerli değildir. Çünkü te'kîd, üzerine yemin edilen şeylerin aynı olması durumunda sözkonusu olur.

4- Çoğul olduğu için tekrara delâlet eden bir lâfızla yemin etmek. Sözgelimi, "eğer böyle yaparsam üzerime yeminler veya keffâretler vacib olsun" demek gibi. "Yeminler" veya "keffâretler" lâfzını kullanmakla eğer daha fazlasına niyet etmemişse, çoğulun en az sayısı olan üç keffâret ödemesi ge­rekir. Eğer "...üzerime on yemin veya keffâret vâcib olsun" demiş olsaydı on keffâret ödemesi gerekir.

5- Konumu açısından tekrara delâlet eden bir lâfızla yemin etmek. Söz­gelimi, "bu işi yaptıkça..." veya "Her ne zaman bu işi yaparsam üzerime yemin, ya da keffâret vâcib olsun" diyen kişi, yemininin aksini her yapışta keffâret ödemekle yükümlü olur. Çünkü "Her ne zaman yaparsam" ve "yap­tıkça..." cümlesi ve edatları konum itibariyle tekerrürü ifade ederler. Ama "bu İşi yaparsam" veya "yaptığım zaman üzerime keffâret vâcib olsun" diyen kişinin, yemininin aksini ilk defa işlediğinde keffâret ödemesi gerekir. Çünkü yemini, birinci fiille çözülmüş olur. Kuvvetli görüş budur. "Kur'ân, Tevrat, İncil hakkı için bu işi yapmayacağım" deyip de yapan kişi, sâdece bir keffâret öder. Çünkü bu kitapların üçü de Allah kelâmıdırlar ki, kelâm da Allah'ın sıfatlarından biridir. Kuvvetli görüş, budur. Bir kişi, "vallahi yarın ve yarından sonra onunla konuşmayacağım" diye, sonra ikinci kez; "vallahi yarın onunla konuşmayacağım" diye yemin eder ve yarın da konu­şursa yine bir keffâret Ödemesi gerekir. Çünkü ikinci yeminin müteallakı (üze­rine yemin edilen şey), birinci yeminin müteallakının bir bölümüdür. Birinci yemin, yarın ve yarından sonrasını kapsamaktadır. İkincisi ise sâdece yarını kapsamaktadır ki, o da birinci yeminin müteallakının bir bölümüdür. Ama önce yarın konuşmayacağı üzerine, sonra hem yarın, hem de yarından son­ra konuşmama üzerine yemin eden kişi, eğer yarın konuşursa iki keffâret ödemesi vâcib olur. Zira ikinci yemin, birinci yeminin müteallakının bir bö­lümü değildir. Ama yarın konuşmaz da, yarından sonra konuşursa bir kef­fâret ödemesi gerekir.

Şâfiiler dediler ki: Kaseme yemininin, diğer dört çeşit yeminin ve ğamûs yemininin tekerrürü ile keffâretler de tekerrür eder. Gamûs yeminin­de, bir kişi yalan olarak başkası üzerinde alacağı bulunduğuna yemin eder ve bu yeminini de tekrarlarsa, mükerrer keffâret ödemesi gerekir. Adamın biri başka birine, "vallahi her uğradıkça sana selâm vereceğim" diyerek ye­min eder ve ona uğradığı her seferinde selâm vermezse keffâret ödemesi vâ­cib olur. Ama "vallahi eve girmem" diye yemin eden kişi, bu yeminini tekrarlarsa, aralarında fasıla olsa bile bütün girişleri için keffâret ödemişse, tekrar keffâret ödemesi gerekir.

 

Yeminlerde Geçerli Olan Esaslar

 

Fetva ve mahkeme açısından yeminlerin geçerli sayılması veya bo­zulması hususunda muteber olan esaslar şunlardır:

a) Niyet,

b) Örf,

c) Kelimenin lügat veya şer'î anlamı,

d) Yemin etmeye sevkeden sebeb. Bütün bunlarla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(111) Hanefîler dediler ki: Yukarıda sayılan esaslar, şu tafsîlât çerçeve­sinde yeminlerde geçerli olurlar.

1- Örf: Hanefîlere göre bu, yeminin temelini teşkil eden ana unsurdur ve diğerlerinden önce gelir. Bunun açıklamasına gelince, yeminde zikredilen lâfzın, insanlarca bilinen mânâsına itibâr edilir. Örf ister özel, ister genel ol­sun, esas olarak kabul edilir. Kelimenin lügat veya şer'î anlamı bir tarafa bırakılır. Örneğin: "Vallahi baş yemiyeceğim" diye yemin eden kişi; koyun ve sığır gibi, pazarlarda satılması âdet hâline gelmiş başlardan birini yediği anda yeminini bozmuş olur. Çünkü insanların yenilmesini kasdettikleri baş­lar, bu başlardır. Bu kişi, kaz ve Ördek başıyla serçe ve balık başını yerse, yeminini bozmuş olmaz. Ancak insanlar, bu sonuncuların başlarını pazar­larda yalnız olarak satmayı teamül hâline getirmişlerse, bunları yiyen kişi de, yeminini bozmuş olur. Zâten "baş" kelimesi, lügat anlamı bakımından da bunları kapsamına almaktadır. Ancak bu lügat mânâsı, yalnız olarak mu­teber değildir. Bilindiği gibi muteber olan, örfen anlaşılan mânâdır. Aynı şekilde bir kişi, "vallahi ben kazığa binmem" diye yemin ederse, Kur'ân-ı Kerim'de dağlar da kazık olarak adlandırılmış olmakla birlikte, dağa çıktığında yeminini bozmuş olmaz. Çünkü kazık, örfe göre dağdan başka şeyler için isim olarak kullanılır. Çünkü yeminde, kelimeyi örfen kastedilen anlamda kullanmak gerekir. Başka bir kelimeyi eklemeksizin yemin cümlesinden, ör­fe göre kastedilen mânâ anlaşılırsa muteber olmaz. Örneğin: "vallahi kapı­dan çıkmayacağım" diye yemin eden kişi, evin tavanından çıkarsa yeminini bozmuş olmaz. Örfe göre bu kişinin anılan sözünden, her ne kadar ne kapı­dan ne de tavandan çıkmayacağı anlaşılırsa da, tavandan çıkmakla yemini bozulmuş olmaz. Çünkü, yemin ederken, tavandan çıkmayacağı anlamını imâ eden bir kelimeyi kullanmış değildir. Dolayısıyla tavandan çıkması, ye­minin bozulması hususunda geçerli bir neden değildir. Çünkü örf, söylen­meyen sözü söylenmiş saymaz. Aynı şekilde adamın biri, falan şahsı kırbaçla dövmeyeceğine yemin eder de onu sopayla döverse, yeminini bozmuş olmaz. Her ne kadar örfen o kişiye, ne kırbaç ne de sopayla dövüp eziyet etmiyeceği mânâsı anlaşılsa bile, onu sopayla dövmesi, yemininin bozulması için ge­çerli bir neden olmaz. Yani, sopa kelimesi yeminde geçmediği için, söylenmiş sayılmaz. Yine bunun gibi, "bu eşyayı on liraya satmam" diye yemin eden kişi, dokuz liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz. Bu kişinin o eşyayı her ne kadar örfe göre on liradan fazlasına satmayı ve dokuz liraya, ya da daha aşağısına satmamayı kasdettiği anlaşılsa bile bu maksadı, yemin cümlesin­deki kelimelerle ifâde edilmiş değildir. Çünkü o, yemin ederken sadece "On lira" demiştir ve on lira başka, dokuz lira başkadır. Aynı şekilde bir eşyayı on liraya satmiyacağına yemin eden kişi, o eşyayı onbir liraya satarsa, yemi­nini bozmuş olmaz. Çünkü o yemin etmekle, on liradan fazlasını istediğini, sâdece on liraya satmayacağını kasdetmiştir. On sayısı, sâdece on sayısı için kullanılır. Başka bir sayıyla birlikte olması hâlinde yine on sayısı için kulla­nılmış olur. 'Onbir' sayısında olduğu gibi Örf bunu, on sayısı için ayrı ola­rak kullanır. Çünkü onun maksadı odur. Böyle olunca da yemini bozulmuş olmaz. Ama şu eşyayı on liraya satın almam diye yemin eden kişi, onbir li­raya satın alırsa yeminini bozmuş olur. Çünkü o sözüyle, örfe göre o eşyayı, on liradan fazlasına değil de on liradan eksiğine satın almayı kasdettiği an­laşılmakta ve zaten söylediği söz de buna işaret etmektedir. Çünkü on raka­mı, yalnızca on rakamına veya kendisine bitişik olan başka bir on rakamına isim olarak kullanılmaktadır. Onbir liraya satın almakla yeminini bozmuş olur. Çünkü burada on rakamı, başka bir rakamla (yani bir rakamıyla) biti­şik olarak bulunmaktadır. Yemini bozma şartı üzerine fazlalık yapmak, ye­mini bozmaya engel olmaz. On liraya satın almam diye yemin eden kişi, yedi liraya satın alırsa yemirimi bozmuş olmaz. Çünkü burada (yani yedi sayısın­da) on rakamı ne yalın olarak ne de başka bir rakama bitişik olarak mevcûd değildir. Bundan da anlaşılıyor ki; yeminler örfî lâfızlar ve bu lâfızların de­lâlet ettikleri maksatlar üzerine kurulurlar. Bu lâfızlardan ziyâde olan örfî maksatlara gelince bunlar geçerli değildirler. "Bu eşyayı on liraya satmam" diye yemin eden kişi, onbir liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü onun örfe göre maksadı, o eşyayı on liradan fazlasına satmaktır ve o mak­sat hasıl olmuştur. Yemininin lâfzı da buna delâlet etmektedir. Satıcının ör­fen maksadı, o eşyayı sadece on liraya satmamaktır. Ama on bir liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz. On liraya satın almamaya yemin edip de onbir lira­ya satın alan kişinin durumu bunun tersinedir. Onun, örfen anlaşılan, mak­sadı, o eşyayı on liraya veya daha fazlasına satın almamaktır. Çünkü o eşyanın fiyatını düşürmeyi kasdetmiştir. Fiyatı, onbir lira verip arttırmakla yemini­ni bozmuş olur. On liraya almayacağına yemin edip de dokuz liraya satına-lan kişi, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü dokuz rakamında ne yalın, ne de başka rakama bitişik bir on rakamı bulunmamaktadır, aynı şekilde on lira­ya satmam diye yemin eden kişi, dokuz liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz.

Ortak anlamlardan birini belirlemeye gelince bu şöyle olur: Bir kişi "ka­rım bugün çıkarsa benden boştur" der de bu çıkışla, yolculuğa çıkmasını kastederse sözü dinî bakımdan onaylanır. Çünkü 'çıkma' kelimesi; yolculu­ğa çıkma, evden çıkma ve mescidden çıkma gibi ortak anlamlar ifâde eden bir kelimedir. Yukarıdaki boşama sözünü çıkma şartına bağlayan kişi bu üç muhtemel anlamdan birini kasdetmiş olabilir ve buna ilişkin açıklaması da dînen onaylanır; ama mahkemece onaylanmaz. Aynı şekilde falan kişiyle bir arada oturmamaya yemin eden kişi; bu sözüyle, falan adamla özel bîr yerde oturmayı kasdettiğint açıklarsa, bu açıklaması dînen onaylanır. Çünkü oturma kelimesi, özel bir evde oturma anlamına geldiği gibi, herhangi bir evde otur­ma anlamına da gelebilir. Eğer oturmama yemini ile, özel bir evde oturmayı kasdettiğini açıklarsa, bu açıklaması onaylanır. Çünkü bu, ortak anlam ifâde eden oturma kelimesinin muhtemel anlamlarından bindir.

Karısını boşamayı, çıkma şartına bağlayan kişi, çıkma kelimesiyle, me­selâ Şam yolculuğuna çıkmasını kasdettiğini açıklarsa, bu açıklaması onay­lanmaz. Yine bunun gibi, falan kişiyle bir arada oturmamaya yemin eden kişi, bununla kiralık bir yerde değil de, kendi mülkü olan bir yerde oturma-mayı kasdettiğini açıklarsa, bu açıklaması onaylanmaz. Çünkü bu kelimeler o anlamlara delâlet etmedikleri gibi, o anlamlan ifâde etme ihtimalleri de yoktur. Lâfız, örfen mecaz olarak başka bir anlamda kullanılmazsa, örfî mânâ geçerli olabilir. Meselâ "şu eve ayağımı sokmam" diye yemin eden kişinin bu yeminindeki kelimeler, o kişinin sâdece ayağını o eve koymiyacağı anla­mını ifâde etmektedir. Bu ise, örfen kasdedilen bir anlam değildir. Aksine bu söz, mutlak olarak o eve girme anlamını ifâde etmektedir. Yemin eden kişi sadece ayağını o eve koyacak olursa yeminini bozmuş olmaz. Aynı şe­kilde, "vallahi bu ağaçtan ve bu ağacın meyvesinden bir şey yemiyeceğim" diye yemin eden kişinin bu sözü, ağaçtan elde edilen parayı yeme anlamını ifâde eder. Ama ağacı yiyecek olursa yemini bozulmuş olmaz. Çünkü ağa­cın kendisini yemek, örfün kasdettiği bir anlam değildir. Bu durumda söze itibâr edilmez.

2- Niyet: Yeminde kullanılan kelimelerin halkça bilinmese bile, muhte­mel anlamlarından birini belirleme alanında niyet işlerlik kazanır. Meselâ niyet olarak örümcek evini tutarak ev yıkmayacağına yemin eden kişi, örümcek evini yıkarsa yeminini bozmuş olur. Örümcek evi, her ne kadar örfe göre ev olarak telâkki edilmemekteyse de, yemin eden kişi ev kelimesinin muhte­mel anlamlarından biri olan örümcek evini niyetinde tutmuştur. Bu nedenle de niyetine göre muamele görür. Niyet, geneli özelleştirir. Allah adına ye­min eden kişi eğer mazlumsa, niyeti muteber olur. Bir kişi bir işi yaptırmak için zulmen bir başkasına yemin ettirir de, yemin eden kişi o zâlimin istedi­ğinin aksini yaparsa, yemini bozmuş olmaz. Mazlum değil de kendisi zalim-se, yemin ettirenin niyeti muteber olur.

Boşama meselesiyle ilgili yeminler de böyledir. Yemin eden eğer maz­lumsa, niyeti dînî açıdan muteber olur. Aksi takdirde yemini bozma sonuç­larına dînî açıdan muhatab olur ve sorumluluktan kurtulamaz. Mahkemece hiç bir durumda sorumluluktan kurtulamaz. Örf bakımından durum böyle olmayıp din ve mahkeme alanlarına göre niyet, yemini özelleştirir. Aynı şe­kilde niyet, nevilerinden birini kastederek cinsi de özelleştirir. Niyet, sarfe-dilen kelimenin muhtemel ortak anlamlarından birini belirlemede de etkendir.

Niyetle özeli genelleştirmeye gelince bu, bir kişinin özel anlamlı bir ke­limeyi kullanıp onunla geneli kasdetmesİdİr. Meselâ falanın suyunu içme-meye yemin eden bir kişi, bu sözüyle onun başa kakmaya neden olacak her malıyla alâkalı olarak onunla olan ilişkisini kesmeyi kastederse bu niyeti fayda vermez. Çünkü "su" kelimesi, anlam olarak diğer eşyaları içermez.

Niyet ile geneli özelleştirmeye örnek verecek olursak bu, kişinin yemek yememeye ve bir şey içmemeye yemin etmesi ve bu yeminiyle de belli bir ye­meği ve belli bir içeceği yememeye veya içmemeye niyet etmesini gösterebili­riz. Ki bu kişinin sözkonusu niyeti yargı makamı önünde değil de dînce muteber sayılır. "Yemek" kelimesini söylemeksizin "yememeye" yemin eden kişi» bu yeminiyle belli bir yemeği yememeye niyet ederse, bu niyeti ne yargı makamınca ne de dince muteber sayılır. Çünkü bu kişi, yemininde genel ke­limeyi (yemeği) söylememiştir. Aynı şekilde bir kişi, "vallahi ona elli vuracağım" diye yemin eder de bu sözüyle ona belli bir kırbaçla vurmaya niyet ederse, başka herhangi bir şeyle vurduğunda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü kırbaçtan bahsetmediği için onu özelleştirmesi sahîh değildir. Niyet, ancak söylenen kelimeler üzerinde etkili olur. Bu durumda niyeti geçerli sa­yılmaz. Geneli özelleştirme niyeti; geneli, kapsadığı bazı birimlere tahsis et­me durumunda fayda verir. Ama geneli, kendisiyle ilgili bazı şeylere tahsis etme durumunda sözkoiusu niyetin faydası olmaz. "Vallahi yemek yemem" diye yemin eden kişi, bu yemindeki yemek kelimesini, yemeğin birimlerin­den biri olan ete tahsis etmeye niyet ederse bu niyeti geçerli olur. Çünkü ye­meğin kapsamında bulunan kısımlar çoktur. Meselâ ekmek, et, meyve v.s. Genel kelimeyle (yemek kelimesiyle) bu kısımlardan birini niyet ederse bu niyeti sahîh olur. Ama bu genelin kapsamı dışında olmakla birlikte ilgisi olan bir şeyi kastederse, bu kasdı (niyeti) geçerli olmaz. Sözgelimi belli bir zaman veya belli bir yerde yemek yememeye niyet eden kişinin bu niyeti fayda ver­mez. Çünkü yer ve zaman, (her ne kadar yemekle ilintili olsalar bile) yeme­ğin kapsadığı birimler dışında birer olgudurlar. Dolayısıyla bunların kastedilmeleri fayda vermez.

Nevilerinden birini kastederek cinsi özelleştirmenin örneğine gelince; bu, kişinin kadınla evlenmemeye yemin edip kadın sözünden de, arap kadım gi­bi belli bir nevi kasdetmesidir. Ki bu şekilde yemin eden kişinin kasdı (niye­ti) dînen onaylanır. Çünkü insanlar; Arap, Habeş, Zenci, Rûm, Türk gibi nevilere ayrılırlar. Şu halde bir cinsi, kendi nevilerinden biriyle özellemek sahîh olur. Buna, bir nevi kendi sınıflarından biriyle özelleştirmek de diye­bilirsiniz. Ama zorunlu niteliklerinden bir nitelikle bir cinsi özelleştirmeye gelince bunda, niyetin faydası olmaz. Meselâ kadını; Mısırlı veya Iraklı ve Şamlı olmakla özelleştirmede niyetin ne yargı önünde, ne de din nazarında faydası olmaz. Çünkü bu nitelikler, kadın kelimesinin ifâde ettiği aslî an­lamlar değildirler. Bu nitelikler, kadını yer belirterek belli bir yerle özelleş­tirmektir ki, bunda niyetin faydası olmaz.

3- Lügat Anlamı: Yeminde lügat anlamı, örfle beraber muteber olmaz. Ancak lügatle örf anlamı arasında müşterek olursa, örftendir diye lügat an­lamı muteber olur. Önce de açıklandığı gibi şer'î anlam da böyledir.

4- Yemine iten sebep: Üzerine yemin edilen şeyde bulunan bir nitelik sebebiyle yemin edilir de sonra bu nitelik ortadan kalkarsa, yemin bozulmuş olmaz. Bu nitelik sebebiyle yemin edilir de sonra bu nitelik ortadan kalkarsa, yemin bozulmuş olmaz. Bu nitelik ortadan kalkmazsa veya yemin etme esnasında hiç yoksa yemin bozulmuş olur. Önce var olup da sonra ortadan kalkan nitelikle ilgili misâl şudur: Yaş iken şu üzümü yemiyeceğim diye ye­min eden kişi, üzüm kuruduktan sonra, yani kuru üzüm olarak yerse yemi­nini bozmuş olmaz. Ama yaşlığı gitmeden yerse yemini bozmuş olur. Ki bu zaten bilinmektedir.

Yemin vaktinde mevcûd olmayan niteliğe gelince, buna şu örneği vere­biliriz: "Vallahi bu çocukla konuşmayacağım" veya "vallahi bu kuzunun etini yemiyeceğim" gibi. Yemin eden kişi, yaşlandığında çocukla konuşursa veya büyüyüp koç olduktan sonra o kuzunun etini yerse, yeminini bozmuş olur. Şundan ki: Çocukta ve kuzudaki küçüklük niteliği, ancak işaret etmekle lağv olur ve sadece işaret edilen şey için muteber olur ki o da hem büyüklük hem küçüklük hâlinde bakidir. Bu itibarla da yemin etme vaktinde mevcûd olmadığı için ona bakılmaz. Yemine iten etken, küçüklükten başka bir se-bebse yemin ona döner. Meselâ beyinsizliğinden ötürü veya ırzına zarar gel­mesinden korktuğu için bir çocukla konuşmamaya yemin eden kişi, yaşlandıktan sonra onunla konuşursa, sebeb ortadan kalktığı İçin yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o nitelik, yemin etme vaktinde mevcutken sonra or­tadan kalkmıştır. İşaret de mevcûd değildir. Onun için, yemin bozulmuş ol­maz. Bu Mâlikîler nezdindeki yeminin bisat (sebeb, etken) ına benzer.

5- Ayakta durma, oturma, giyme, binme ve bir meskende barınma gi­bi, bir zaman boyu sürebilecek şeyler üzerine yemin etmek. Bu sayılan ve bunlara benzer işlerin belli bir zaman devam etmeleri sahihtir. Meselâ, bir saat ayakta durdu veya bir gün oturdu. Veya iki gün giydi veyahut bir ay meskende oturdu, ya da ikâmet etti... gibi. Bir zaman boyu devam edecek olan bir işi yapma halindeyken o işi yapmamaya yemin eden, meselâ ayakta durmaktayken ayakta durmamaya veya oturmaktayken oturmamaya, veya­hut ikâmet etmekteyken ikâmet etmemeye yemin eden kişinin durumu hak­kında ihtilâf vardır. Bazıları bu kişinin her halükârda yeminini bozmuş sayılmayacağını; bazıları da yemin ettiği şeyi derhal yapması ve ancak yap­maya imkân bulacağı kadar bir sürenin kendisine tanınacağı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Binek üzerindeyken binmemeye yemin eden kişinin derhal bi­nekten inmesi, aksi takdirde yeminini bozmuş olacağı, bu ikinci grubun gö­rüşüdür. Aynı şekilde ayakta durmaktayken, ayakta durmamaya yemin eden kişi derhal oturmalıdır. Aksi takdirde yemini bozulur. Zaten bilfiil yapma­dığı halde bir işi yapmamaya yemin etmeye gelince; sözgelimi bir kimse ya­ya olduğu halde binmemeye yemin eder de sonra binerse; binmeye başlamak ve binmenin devam etmesiyle yemini bozulmuş olur. İnme imkânı olduğu her anda yeminini bozmuş olur. Bazıları derler ki: Her ne halde olursa ol­sun, yalnız binmeye başlamakla yeminini bozmuş olur. Bu görüşü bazı âlimler de yeğlemişlerdir. Gerçek şu ki, bütün bu anlatılanlarda muteber olan örf­tür. Binmenin, ayakta durmanın, oturmanın devamı eğer örfe göre binme, ayakta durma ve oturma olarak adlandınlıyorsa, bu takdirde anılan eylem­leri devam ettirmekle yemin bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.

Bir zaman boyu devam etmeyen giriş, çıkış, temizlenme ve evlenme gibi eylemlere gelince kişi, bilfiil bu eylemleri yapma halindeyken yapmamaya yemin ederse yemini ittifakla bozulmaz. Sözgelimi evliyken evlenmemeye veya temizken temizlenmemeye veya evin içindeyken eve girmemeye veyahut evin dışındayken evden çıkmamaya yemin eden kişi, içinde bulunduğu durumu sürdürmekle yeminini bozmuş sayılmaz. Yeminle ilgili olarak diğer bazı esaslar daha vardır ki, münâsebet oldukça ileride onlara da değineceğiz.

Mâlikîler, yeminlerde geçerli esasların beş tane olduğunu söylemiş­lerdir.

1- Niyet: Geçerlilİk-husûsunda niyet, diğer esasların başında gelir. Ni­yet ile genel kavram özelteştirilir. Kayıtsız kavramlara kayıt konulur ve ka­palı anlamlı kelimelere açıklık getirilir. Genel kavramdan amaç, kendisine uyan bütün kelimeleri sınırsız olarak kapsamına alan kavramdır. "Vallahi yağ yemem" gibi. Bu cümledeki yağ kelimesi genel olup koyun yağım, sığır, deve, manda ve benzeri hayvanların yağını kapsar. Bu yemini ile kişi, genel anlamdaki yağı özelleştirmeye niyet ederse iki durum sözkonusu olur:

Ya sadece koyun yağını yemeyi kendine haram etmiş, diğer yağlan ye­meyi ise mubah olarak bırakmıştır. Ya da sâdece koyun yağını yemeyi ken­dine haram etmiş, ama diğer yağları mubah olarak bırakmayı hiç düşünmemiştir. Bu iki durumda da niyetinin faydası olur. Birinci durumda niyetin faydalı olacağında ihtilâf yoktur. Çünkü genel kavramın hakîkaten gerekli kıldığı şeye muhalefet etmiştir. Şundan ki: Genel kavram onun, bü­tün nevileriyle yağı kendi şahsına haram etmesini gerekli kılmaktadır. Niyet ise onun, koyun yağı dışındaki yağlan kendi için mubah kılmasını gerekli kılmaktadır ki, bu durumda genel kavramla niyet arasında gerçek bir zıtlık vardır. Zaten bazı kimseler, bu zıtlığın varlığını şart koşmuşlardır. Bu du­rumda da anılan zıtlaşma, gerçekleştiği için niyet fayda verir. Bunda ihtilâf yoktur. İkinci duruma gelince, mütemed görüşe göre niyet, bunda da fayda verir. Şundan ki: Genel kavram, özel bir anlamla özelleştirilmektedir. Bura­daki genel kavram yağdır. Bu kavram koyun yağı ile özelleştirilmiştir. Ge­nel kavramla bu kavramın alt birimleri arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü koyun yağı, özel olup genel olan yağ kelimesinin alt birimlerinden biridir. Aralarında bir zıtlık yoktur, ama başkalık vardır. Ki o da yeterlidir. Müte­med görüşe göre aralarında gerçek zıtlığın bulunması şart değildir.

Kayıtsız mutlak lâfza gelince, bunu şöylece örneklendirebiliriz: "Valla­hi erkekle konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, bu cümledeki erkek, ke­limesiyle cahil bir erkeği veya mescidde, ya da geceleyin bir erkekle konuşmamayı niyetinde bulundurursa; âlim bir erkekle veya mescid dışında ya da gündüzleyin bir erkekle konuşursa, yeminini bozmuş olmaz.Aynı şekilde bir erkeğe ikram etmeye yemin eden kişi, bu cümledeki erkekten Zeyd adlı bir erkeği kastederse, başka bir erkeğe ikram ettiği takdirde yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü erkek kelimesi mutlak olup onu Zeyd ile ka-yıtlandırmıştır. Böyle yapmakla da, "Zeyd'e ikram edeceğim" şeklinde ye­min etmiş sayılır.

Kapalı anlamlı kelimeye gelince, bunun için şu örneği verebiliriz: İki eşi olan ve ikisinin de adı Zeyneb olan bir koca, "Zeynep benden boştur" derse bu sözü kapalı anlamlıdır. "Zeynep demekle falanın kızı Zeyneb'i kasdettim" derse o zaman belirttiği adamın kızı olan Zeynep boşanmış olur. Sonra eğer yemin, boşama ve benzeri şeyler üzerine edilmişse, genel veya kayıtsız olan mutlak kelimenin örfe göre, kendi niyet ettiği şeyle niyet etmediği şeye eşit olarak delâlet etme ihtimali bulunmalıdır. Sözgelimi, karısı sağ olduğu süre­ce üzerine evlenmemek üzere talâkla yemin eden kişi, bu sözüyle hanımının kendi nikâhında bulunduğu süreyi kasdetmiş olduğunu söylerse, bu sözü yargı makamınca onaylanır. Bu durumda hanımını bâin bir talâkla boşar ve üze­rine yeni bir kadınla daha evlenirse, eski karısının, kendi nikâhında bulun­duğu sürece evlenmemeye yemin etmek niyetini güttüğünü iddia ederse bu iddiası, mahkemece kabul edilir. Şundan ki: "Kadının hayatı" müfred ve kendisine muzaf kılınmış bir kelime olup, sağ olduğu zamanların tümünü kapsamına alır. Hem kocasının nikâhında olduğu zamanları, hem başka za­manları kapsar. Kendi nikâhında bulunduğu zamanı kasdetmiş ise, geneli Özelleştirmiş olur. Hayat kelimesi de hem nikâhında bulunduğu, hem bu­lunmadığı zamanlara eşit olarak delâlet etmektedir. Eğer söylenen kelime eşit olarak iki tarafa delâlet etmiyorsa niyet ettiği şey, kelimenin dış anlamına yakın olabileceği gibi ona fazlaca muhalif de olabilir. Eğer yakınsa, niyeti­nin o olduğuna ilişkin sözü, müftü nazarında makbul olur. Yemini ister Al­lah adı üzerine, ister boşama, ister azâd etmeye ilişkin olsun mutlak olarak müftü nazarında kabul edilir. Eğer yemini Allah adı üzerineyse sözü, kadı nazarında da makbul olur. Ama yemini, boşama ve azâd etmeye ilişkin olursa sözü, kadı nazarında makbul olmaz.

Niyet ettiği şey, kelimenin dış anlamına çok muhâlifse, sözü ne kadı, ne de müftü nazarında makbul olur. İki tarafın eşit olmasına yakın muhale­fetin örneği, önce de verildiği gibi şudur: Koyun yağını yememeye niyet ede­rek "vallahi yağ yemem" diyen kişinin durumunu ele alalım. Buradaki yağ kelimesi, hem niyet ettiği koyun yağına hem de başka yağlara atfedilebile­cek genel bir anlam taşır. Her ne kadar kelimenin dış anlamı manda gibi ço­ğunlukla koyundan başka hayvanların, yağları için kullanılmakta ise de, koyun yağı da bu anlamdan-uzak değildir. Burada yağ kelimesini, ister başka yağ­ların çıkarılmasına niyet edilsin, ister edilmesin, özel anlamında kullanılma­sı sahîh olur. Önce de geçtiği gibi mûtemed görüş budur. Tabiî bütün bunlar, manda veya inek yağının çoğunlukla kullanıldığı yörelerde sözkonusudur. Ama çoğunlukla koyun yağının kullanıldığı durumlarda niyet ettiği şey, kelimenin dış anlamına eşit olur.

Niyet edilen şeyin, kelimenin dış anlamına çok muhalif olmasına örnek olarak şunu gösterebiliriz: "Karım boştur veya haramdır" diyen kişi, bu sö­züyle, ölmüş olan karısını kasdederse veyahut hanımının yetim malı yediği­ni kasdederse bu kasdı ve niyeti, kelimenin dış anlamından uzaktır. Ne yargı makamınca, ne de dince muteber sayılmaz. Ancak niyetinin bu olduğuna iliş­kin karîne bulunursa sözü onaylanır.

2- Bisat-ı yemin: Bu, yemine iten etken demektir. Sarih niyet bulunmazsa veya zaptolunmazsa, yemine iten etken muteber olur. Çünkü etken de niyet hükmündedir. Aynen niyet gibi etken de geneli özelleştirir; kayıtsız mutlak kavramları kayıtlandırır. Örneğin: Kasap önünde kalabalık bulunduğundan ötürü, o gece et almamaya yemin eden kişi, kalabalığın dağılmasından son­ra o kasaptan veya kalabalık olmayan başka bir kasaptan et ahrsa, yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ kendisini yemin etmeye iten etken, kalabalıktır ve bu etken de yeminin hükmünü özelleştirmektedir. Aynı şekilde bir tabibin, "hasta hayvanın eti zararlıdır" dediğini işiteakişi, et yememeye yemin ederse, sağ­lıklı hayvanın etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemininin se­bebi, hasta hayvana özgüdür. Aynı şekilde "falanın evini satın alacağım" diye yemin eden kişi, sahibinin misil değeriyle evi satmaya yanaşmaması du­rumunda yeminini bozmuş olmaz. Sahîh olan görüş budur. Zîrâ yemini, ev sahibinin rızasıyla kayıtlıdır. Yine bunun gibi, malını satmaya yemin eden kişi, malına değerinden az fiyat verilmesi durumunda satmazsa yeminini boz­muş olmaz. Yoksullara harcamak üzere halktan zekât toplayan bir kimseye, "kendine bir pay ayırmak için böyle yapıyorsun" denilir ve o da, zekât ver­memeye yemin eder, bu yeminiyle de hiç bir şeye niyet etmezse malının ze­kâtını verirken yeminini bozmuş olmaz. Ancak başka insanların zekâtım verdiğinde yeminini bozmuş olur. Yine bir kişi akidlerden bir akdi (mukave­le kağıdını) yitirir de şahitlere, yeni bir mukavele yazsınlar diye eskisini yi­tirdiğine talâk üzerine yemin eder ve sonra da eskisi evde bulunursa, hanımı boşanmış olmaz.

3- Örf: Bu, fiilî ve sözlü olmak üzere iki kısma ayrılır. Sözlü örf, telâf­fuz edilen bir kelime ile örfe göre ne anlaşihyorsa o demektir. Meselâ dabbe (binek hayvanı) sözünden örfe göre eşek anlaşılır. Beyaz demekle köle, elbi­se demekle gömlek anlaşılır. Dabbe almamaya yemin eden kişi, at satın alır­sa, yeminini bozmuş olmaz. Ama eşek satın almakla yeminini bozmuş olur. Köle almamaya yemin eden kişi, siyahı alırsa yeminini bozmuş olmaz. Veya elbise almamaya yemin eden kişi, sarık satın alırsa yeminini bozmuş olmaz.

Fiilî örfe gelince bu, insanların kullanmayı veya işlemeyi teamül hâline getirmiş oldukları şeydir. Sözgelimi halkı yalnızca arpa ekmeği yemeyi iti-yad hâline getirmiş bir beldede yaşayan kimse ekmek yememeye yemin et­mişse, ekmek kelimesi hem arpa hem de buğday ekmeğini kapsamasına rağmen, buğday ekmeğini yediğinde yeminini bozmuş olmaz. Çünkü fiili örfe göre ekmek kelimesi, yalnızca arpa ekmeğine özgüdür. Bazıları fiili örfün kelimeyi özelleştiremeyeceğini söylemişlerdir. Dolayısıyla ekmek yememeye yemin eden kişi, buğday ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Ama kuv­vetli görüş, birincisidir. Niyet ve bisat (yani yemin edilmesini gerekli kılan etken) olmayınca, yeminde örf muteber olur.

4- Şer'î anlam: Namaz kılmamaya veya temİzlenmemeye, yahut da ze­kât vermemeye yemin eden kişinin yemini, anılan kelimelerle ilgili şer'î rü­künler için anlam ifâde eder. Lügat anlamını ifâde etmez. Bu kişi öğle veya ikindi namazını kılarsa, yeminini bozmuş olur. Diğer misâller de böyle... Kuv­vetli görüşe göre şer'î anlam, lügat anlamına tercih edilir.

5- Lügat anlamı: Bineğe binmemeye yemin eden kişi, karada yürüyen bir hayvana binerse, bu timsah bile olsa, yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde elbise giymemeye yemin eden kişi, sarık takmakla yeminini bozmuş olur. Anılan dört esastan birinin mevcûd olmaması durumunda, yeminde lügat anlamı muteber olur.

hanbelîler dediler ki: Yeminde öncelikle:

1- Niyet muteber olur. Yemin eden kişinin niyetine İki şartla başvurulur:

a) Yemin eden kişi zâlim olmamalıdır. Eğer zâlimse niyeti muteber ol­maz. O takdirde, yemin ettirenin niyeti muteber olur.

b) Yemin lâfzı, niyetini anlam olarak kapsamalıdır. Eğer lâfzı, niyetini yakın veya orta bir ihtimalle kapsamaktaysa, sözü yargı ve fetva makamın­ca onaylanır. Ama uzak bir ihtimalle kapsamaktaysa, sözü dînen onaylanır. Yani kendisiyle Allah arasında olan konularda geçerli olur. Ama lâfzı niyet ettiği anlamı kapsamazsa, sözgelimi ekmek yememeye yemin eden kişi, bu yeminiyle eve girmemeye niyet ederse, niyeti geçerli olmaz. Niyetin muteber olduğu yemin nevi'leri şunlardır:

aa) Genel lâfızla özel anlama niyet etmek. Sözgelimi et yememeye ye­min etme durumunda, et kelimesinin kapsamında koyun eti, sığır eti, deve eti, tavuk eti gibi ve daha bir çok et çeşitleri vardır. Kişi genel lâfız olan "et" kelimesiyle bu çeşitlerden birini yememeye niyet ederse, bu niyeti sahih olur ve niyetinin bu doğrultuda olduğuna ilişkin iddiası da kabul edilir.

bb) Bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin ederken belli bir vakit için­de yapıp yapmamaya niyet etmek. Meselâ, "vallahi öğle yemem" diye ye­min eden kişi, bu günün öğle yemeğini yememeye niyet ederse veya içinde bulunduğu saati kasdederek "vallahi yemedim" diye yemin eden kişinin, bu yemini ederken güttüğü niyet, kastettiği vakit için muteber olur.

cc) Dinleyenin anlayacağından başka mânâdaki bir şeye niyet ederek ye­min etmek. Meselâ hanımına "sen üç defa boşsun" diyen kişi, bu sözüyle hanımının bağlardan veya sözgelimi terzilik gibi bir işten boşanıp kurtulduğunu kasteder.se, niyeti her ne kadar yargı merciince muteber sayılmazsa da hanımı boşanmış olmaz. Çünkü boşama kelimesi, uzak bir ihtimâlle de olsa onun niyet ettiği mânâyı kapsamaktadır.

dd) Yemin ederken özel kelimeyle genel anlamı kasdetmek. Meselâ, "su-sasam da vallahi falan kişinin suyunu içmeyeceğim" diye yemin eden kişi, bu sözüyle o şahsın başa kakmaya yolaçacak yemeğini yememeye ve giysisi­ni giymemeye de niyet ederse bu niyeti muteber olur. Çünkü özel kelimeyi genel anlamda kullanmak sahihtir. (Bu durumda o kişinin yemeğini yerse veya giysisini giyerse yeminini bozmuş olur.) Ama evinin gölgesinde veya lam­basının ışığında oturursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yeminindeki keli­me, bu tür anlamlan kapsamaz. Aynı şekilde falan evde eşiyle birlikte oturmayacağına yemin eden kişi, bu yeminiyle eşine cefâda bulunmaya ve onunla oturup kalkmamaya niyet ederse, bu niyeti muteber olur. Çünkü özel kelimeyle genel anlamı ;kasdetmiştir.

2- Yeminin sebebi gözönüne alınır. Yemin eden kişi, sarfettiğİ kelime­nin ne dış anlamı ve ne de muhtemel bir anlamıyla herhangi bir şeye niyet etmemişse, kendisini yemine iten sebebe bakılır. Şöyle ki: Bir kişinin bir baş­kasından alacağı olur da ödemesi için sıkıştırır ve o da, "hakkını yarın Ödeyeceğim" diye yemin eder, fakat yarından önce öderse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yeminin sebebi ödemenin çabuklaştırılmasını gerekli kılmak­tadır. Sebeb de niy&e delâlet etmektedir. Ama niyeti ve yemininin sebebi olmaz ise; yeminle belirtilen vadeden önce öderse yeminini bozmuş olur. Buna göre yarından önce veya yarından sonra öderse yeminini bozmuş olur.

3- Üzerine yemin edilen şeyin, tüm özellikleri ortadan kalkacak şekilde niteliği değişir, sonra da ikinci kez aynı nitelikleri yeniden kazanırsa, yemin geçerli olur. Örneğin: "şu ağacın şu dalı altında gölgelenmeyeceğim" diye yemin eden kişi, o dalın kırılması ve sonra tekrar yerine tutturulması duru­munda  altına  girip  gölgelenirse  yeminini  bozmuş  olur.   "Şu  kalemle yazmayacağım" diye yemin eden kişi, o kalemi kırıp tekrar onarır ve sonra da onunla yazarsa yeminini bozmuş olur. "Bu eve girmem" diye yemin eden kişi, o evi yıkıp yeniden inşa eder, sonra da içine girerse yeminini bozmuş olur.

4- Üzerine yemin edilen şey, tüm özellikleri kaybolmayacak biçimde bir nitelik değişimine uğrarsa; meselâ kızarmış et yememeye yemin eden kişi, haşlanmış et yerse, yeminini bozmuş olur. Ama gömlek şeklindeki bir giysi­yi giymemeye yemin eden kişi, sonra o giysiyi gömlek şeklinden çıkarıp baş­ka bir biçime sokarak giyerse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü gömlek olarak giyme hâli, o giysi için değil de onu giyen kişiyle ilgili bir kayıttır.

5- Bütün bunlardan sonra ismin işaret ettiği şey muteber olur ki, bu da örfî, şer'î ve lügavî olmak üzere üç kısımdır. Gerçek olan da iügavî anlamı­dır. Ama mûteberlik açısından şer'î anlamı Öne alınır. Meselâ, hiç bir şeye niyet etmeksizin namaz kılmamaya yemin eden kişinin yemini, lügavî salât olan duayı değil, şer'î salât olan namazı ifâde eder. Bu kişi cenaze namazını kılmakla da yeminini bozmuş olur. Çünkü cenaze namazı, şer'î salâttır. İfti-tah tekbiri almakla yemini bozulur. Çünkü bu tekbiri almakla namaza gir­miş sayılır. Ama, "vallahi hiçbir namaz kılmayacağım" diye yemin eden kişi, iki secdesiyle birlikte bir rek'at kılmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ancak bu kadarına namaz adı verilir ve sahîh bir namaz kılmadıkça yemini­ni bozmuş olmaz. Sözgelimi abdestsiz veya iftitah tekbiri almadan namaz kılarsa yeminini bozmuş olmaz. Diğer akidler de böyledir. Fâsid akİdle ye­min bozulmaz. Ancak hac böyle değildir. Bir kişi haccetmeyeceğine dair ye­min eder, sonra fâsid de olsa hacca giderse, yeminini bozmuş olur. Şu da var ki örfî mânâ, lügavî mânâdan önce gelir. Bir kişi, alacaklısının hakkını yarın ödemeye yemin eder de bu yemini ederken borcu geciktirmeye niyetle­nir ve ancak yarından önce borcu öderse yine yeminini bozmuş olur. Çünkü yemin, onun niyeti üzerine kurulmuştur. Fakat kendisi, niyetine muhalefet etmiştir.

"Şu malı yüz liraya satacağım" diye yemin eden kişi, o malı yüz liraya veya daha fazlasına satarsa yeminini bozmuş olmaz. Ama yüz liradan eksik bir fiyatla satarsa yeminini bozmuş olur. Zira içinde bulunduğu durumun karineleri onun daha fazla fiyat istediğine delâlet etmektedir. Bir mal için "yüz liraya satın almam" diye yemin eden kişi, o malı yüz liraya veya daha aşağısına satın alırsa yeminini bozmuş olmaz. Ama daha fazlasına alırsa, bi­rinci durumun tersine, yeminini bozmuş olur. Çünkü içinde bulunduğu du­rumun karineleri onun, o malı daha aşağısına almak istediğine delâlet etmektedirler. Başa kakma nedeniyle, "şu elbiseyi vallahi giymeyeceğim" diyen kişi, bilâhare o elbiseyi satıp parasıyla başka bir elbise alıp giyerse, yeminini bozmuş olur. Minnet olmayacak bir şekilde o elbiseyi satın alırsa veya başkası satın alıp kendisine giydirirse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü sebeb ortadan kalkmıştır, ki, o da başa kakmadır.

6- İşaretle belirleme. Yemin eden kişinin, niyeti ve yemininin sebebi ol­mazsa o takdirde işarete bakılır. Çünkü işaret maksadı belirler; yemin eden kişinin maksadının ne olduğuna kelimenin mânâya olan delâletinden daha fazla delâlet eder. Belirli bir şey için yemin edilirse, meselâ bir kişi; "vallahi bu yumurtayı yemiyeceğim" diye yemin etmiş ve kelimenin muhtemel an­lamlarından birine de niyet etmemişse, veya yemini bir sebebe dayanmıyor­sa, o yumurtayı yemekle yeminini bozmuş olur. Üzerine yemin edilen belirli şeyin niteliği yok olursa, meselâ yenmemesine yemin edilen yumurta civcive dönüşürse, bu varsayım üç kısımda mütalaa edilir:

a) Üzerine yemin edilen şey, yumurta örneğinde olduğu gibi, niteliği ta­mamen ortadan kalkar, adı değişip parçaları da başka bir şeye (civcive) dö­nüşür veya buğday ekilip başağa, veyahut şarap sirkeye dönüşür. Bu durumlarda yumurtayı yememeye yemin eden kişi; civcivi, buğdayı yeme­meye yemin eden kişi başağı yerse ve şarabı içmemeye yemin eden kişi sirkeyi içerse yeminini bozmuş olur.

b) Üzerine yemin edilen şeyin parçaları yerinde kaldığı halde niteliği yok olup isminin ortadan kalkması, meselâ "ratb" adı verilen taze hurmanın ku-ruyarak "temr" adını alması veya "ratb"ın ezilerek pekmezleştirilmesi, ya da "maraba" denen .'bir tatlı yapılıp ismini ve niteliğini kaybetmesi, fakat aslî cüzlerinin var olmakta devam etmesi. Şu halde hurmayı taze "ratb" ha­lindeyken yememeye yemin eden bir kimse, onu "temr" ya da "maraba" hâlinde yerse yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "şu çocukla konuşmam" diye yemin eden kişi, yaşlandığında o çocuk ile konuşursa yeminini bozmuş olur. Her ne kadar çocuğun "çocuk" olma ad ve niteliği ortadan kalkmışsa da vücûdunun cüzleri hâlâ var olmakta devam etmektedir. Yine bunun gibi, "bu kuzunun etini yemem" diye yemin eden kişi, onu koç olduktan sonra yerse, yeminini bozmuş/olur, "şu buğdayı yemem" diye yemin eden kişi, onu un hâline geldikten' ve ezilip parçalandıktan sonra yerse yeminini boz­muş olur.

c)  İzafenin değişmesi. Falanın evine girmem diye yemin eden kişi, ev sahibinin evi başkasına satmasından sonra o eve girerse yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "vallahi Ali'nin hanımıyla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, Ali'nin hanımını boşamasından sonra o kadınla konuşursa yemini­ni bozmuş olur.

Şâfiîler dediler ki: Yeminler eğer Allah adı üzerine and içerek yapıl­mışsa, örfe, örfün anladığı mânâya göre gerçekleşirler. Edilen yemin cümle­sindeki kelimeler, mecaz da olsalar bilinen anlamlarını ifâde ederler. Bu mecazlar ister bilinen, ister bilinmeyen mecazlar olsunlar, aynı hüküm ge­çerlidir.

Edilen yemin talâk üzerine ise o zaman yemin cümlesindeki kelimeler, örfe bakılmaksızın lügat anlamlarını ifâde etmiş sayılırlar. Sözgelimi, "val­lahi bu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, ağaç kelimesinin ger­çekte ağacın odun ve yaprağı anlamını ifâde etmesine rağmen, anılan ağacın meyvesini yerse yeminini bozmuş olur. Ama örfe göre ağaç kesilmesi, mey­veyi de anlam olarak kapsamına almaktadır. Aynı şekilde bir emîr (devlet yetkilisi) kendi evini yapmamaya yemin eder de başka birisi evini yaparsa yeminini bozmuş olur. Yine bu emîr, saçını traş etmemeye yemin eder de kendisinin emriyle başkası saçını traş ederse, başka bir şeye niyet etmemiş ise örfe nazaran yeminini bozmuş olur. Mûtemed görüş budur. Ama başka bir şeye niyet etmişse, niyetine göre amel olunur. Aynı şekilde "vallahi şu yumurtayı yemem" diyen kişi, o yumurtayı çiğnemeksizin yutarsa yeminini bozmuş olur. Çünkü örfe göre yutmak, yemek demektir. Ama "şu yumur­tayı yersem, karım boş olsun" dîye talâk üzerine yemin eden kişi, o yumur­tayı çiğnemeksizin yutarsa hanımı boşanmış olmaz. Çünkü çiğnemeksizin yutmak, lügate göre yemek demek değildir. Talâk üzerine yemin etmek, bi­lindiği gibi örf üzerine değil, lügat üzerine kurulur. Niyete gelince bu, yeminde sarf edilen kelimenin taşıması muhtemel ol­mayan bir anlama niyet etmedikçe, muteber olur. Önceki örneklerde de geç­tiği gibi bir kişi, "vallahi ben bu işi yapmadım" der de. bu sözüyle, "O, Allah'tır" demeye niyet ederse, yemini geçerli olmaz. Yine bunun gibi bir kişi, "Billahi ben bu işi yapacağım" der de bu sözüyle Allah'tan yardım di­lemeye niyet ederse, sözü mahkemece değil de diyâneten kabul edilir. Çün­kü kadı huzurunda olmadıkça tevriye (sözün ilk anda anlaşılan mânâsını değil de başka mânâyı kasdetmek) yeminde sahihtir. Yeminde sarfedilen kelime­den anlaşılması mümkün olmayan bir manaya niyet etmek fayda vermez. Meselâ "ve'I-cenabî'r-RefF" (yüce kata) diyen kişi, bu sözüyle Allah'a ye­min etmeye niyet ederse yemini gerçekleşmez. Çünkü "cenâb" kelimesi, in­sanın evinin avlusu mânâsını taşır ki, bu mânâ da Allah hakkında mümkün değildir. Mümkün ve muhtemel olmayan mânâlara niyet etmek, geçersizdir.

Namaz kilmamaya yemin eden kişi, cenaze namazı kılmakla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü cenaze namazı, her ne kadar şer'an namaz ise de, ör-fen namaz sayılmaz. Yeminde de örf tercih edilir. Bu kişi rükûlu ve secdeli de olsa fâsid bir namaz kılmakla da yeminini bozmuş olmaz. Diğer akitler de böyledir. Hac akdi dışında, bir akdi yapmamaya yemin eden kişi, o ak-din sahihini yapmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Ama haccetmemeye ye­min eden kişi, fâsid de olsa haccetmekle yeminini bozmuş olur.

 

Yeme Ve İçme Üzerine Yemin Etme

 

Bu ve bundan sonraki konuda, önce belirtilmiş olan esaslar üzerine kurulu birtakım meseleleri ele alacağız. Bu meselelerin bir kısmı da di­ğerleri için esas teşkil edecektir. Bazıları da başka esaslar üzerine kuru­lacaktır. Bu meselelerle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(112) Mâlikîler dediler ki: "Bu ekmeği yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, o ekmekten bir lokma yiyecek olursa, yeminini bozmuş olur. "Bu ek­meğin hepsini yemiyeceğim" diye yemin etmiş olsa bile, bir lokma yemekle yeminini bozmuş olur. Meşhur olan görüş budur. Tabiî ettiği bu yeminin bir sebebi yoksa ve kendisini bu şekilde yemin etmeye iten bir etken bulun­muyorsa ve bu yolda bir niyeti yoksa hüküm böyledir. Aksi takdirde niyeti­ne göre hareket eder. Ama, "bu ekmeği yiyeceğim" diye yemin eden kişi, o ekmeğin tümünü yemezse, yeminini bozmuş olur. Hepsini yiyeceğim de­miş olmasa bile, bir lokma yemekle, yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Özetle diyeceğimiz şu ki: Bir kişi, birkaç parçası olan bir şeyi yapmamaya yemin ederse; o parçalardan her birini yaptıkça yeminini bozmuş olur. Yapmama­ya yemin ederken; hepsini yapmayacağım veya bir kısmını yapmayacağım demiş olsa da, niyeti bu doğrultuda olmadıkça yeminini bozmuş olur. Bir kaç parçası olan bir şeyi yapmaya yemin eden kişi, o şeyin parçalarından birini terkettiği takdirde, eğer niyet etmemişse veya maksadım doğ­rulayan bir karine bulunmaz ise yeminini bozmuş olur. Meselâ akşam yemeğini yememeye yemin eden bir kişi, eğer gecenin tümünde yememeye yemin et­memişse, gecenin son diliminde sahur yemeği yemekle yeminini bozmuş ol­maz. Et yememeye yemin eden bir kişi, eğer bütün et çeşitlerini yememeye niyet etmişse veya bu doğrultuda yemin etmesini gerekli kılan bir sebeb var­sa, balık ve kuş eti yemekle yeminini bozmuş olur. Ama et yemiyeceğim di­ye yemin ettiğinde, balık ve kuş etini yemeye niyet etmişse, bunların etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yumurta yememeye yemin eden kişi, ba­lık yumurtası yerse, hatta timsah veya deniz kaplumbağasının yumurtasını yerse yeminini bozmuş olur. Bal yememeye yemin eden kişi, yaş hurma ve incir gibi taze meyvelerden elde edilen baİı (reçeli) yerse, yeminini bozmuş olur. Ama yumurta yememeye yemin eden kişi, bu yeminiyle tavuk yumur­tası yemiyeceği kaydım koyarsa, balık veya timsah yumurtası yemekle yemi­nini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bal yememeye yemin eden kişi; şeker kamışının balını yemiyeceği kaydını koyarsa, diğer taze meyvelerden elde edi­len reçeli yemekle yeminini bozmuş olmaz. Veyahut da örfe göre, et derken davar etinden başka et, yumurta derken tavuk yumurtasından başka yumurta, bal derken şeker kamışı balından, şekerden veya arı balından başka bal anlaşılmıyorsa; et yememeye yemin eden kişi, balık etini yerse yemini bozul­maz. Yumurta yememeye yemin eden kişi, balık yumurtası yerse yemini bozulmaz. Bal yememeye yemin eden kişinin, taze meyvelerden elde edilen reçeli yemekle yemini bozulmaz. Ancak özellikle yememeye yemin ettiği şeyleri yemesi yeminini bozar. Meselâ ekmek yememeye yemin eden bir kişi, şehri­ye, makarna veya pasta yerse, şimdiki örfümüze göre yeminini bozmuş ol­maz. Çünkü bunlar, örfümüze göre ekmek adını almazlar. Aynı şekilde şehriye, pasta veya bunlara benzer bazı özel hamur işlerini yememeye yemin eden kişi, ekmek yerse yemini bozulmaz. Davar eti yememeye yemin eden bir kişi, koyun ve keçi eti yemekle yeminini bozmuş olur. Tavuk eti yeme­meye yemin eden bir kişi, tavuk ve horoz eti yemekle yeminini bozmuş olur. Yağ yememeye yemin eden bir kişi, yağın tadını ağzında hissetsin etmesin, yağla yapılmış bir pasta veya yemeği yemekle, yeminini bozmuş olur. Meş­hur olan görüş budur. Aynı şekilde safran bitkisi yememeye yemin eden bir kişi, İçinde eriyip yok olsa bile, bir yiyeceğin İçinde pişirilmiş olarak onu ye­diği takdirde yeminini bozmuş olur. Ama sirke, limon veya portakal yeme­meye yemin eden bir kişinin bir yemeğin içinde pişirilerek eriyip yok olan limon veya portakalı yediği takdirde yemini bozulmaz. Ama bu portakal­dan yemiyeceğim veya bu sirkeden içmiyeceğim diye yemin eden bir kişi, bir yemeğin içinde eriyecek şekilde pişirilmiş olsalar da bunları yemekle yemini­ni bozar. Et yememeye yemin eden bir kişi, iç yağı yemekle yeminini boz­muş olur. Çünkü iç yağı, etin cüzüdür. Ama iç yağı yememeye yemin eden bir kişi, et yerse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü et, iç yağının cüzü değildir. Şundan ki; Allah, İsrâiloğullarına iç yağını haram kılmıştı. İç yağı, eti kapsamadığı için, et yemeyi onlara yasaklamamıştı. Bu tal'dan (Tap, hurmanın ilk aşamasıdır) yemiyeceğim diye yemin eden bir kişi, taze veya kuru olarak beleh iken (beleh, hurmanın ikinci aşamasıdır), ya da acve iken (olgunlaş­tıktan sonra) yerse yeminini bozmuş olur. Nitekim bu hurmadan elde edilen şıra ve benzeri şeyleri yemekle de yeminini bozmuş olur.

"Bu buğdaydan yemiyeceğim diye yemin eden kişi, bu buğdayı veya bundan elde edilen un, şehriye, yağlı ekmek, pasta gibi şeyleri yemekle ye­minini bozmuş olur. "Bu sütten yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, bun­dan elde edilen kaymak, yağ ve peyniri yemekle yeminini bozmuş olur. "Bu ağacın hurmasından yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, önceden var olan ve sonra meydana gelen hurmalarını yemekle yeminini bozmuş olur. "Bu mandanın sütünden içmiyeceğim" diye yemin eden kişinin durumu da aynı­dır. Ama "dan" ekini anmayarak bu ağacın hurmasını yemiyeceğim diye yemin eden kişinin durumu hakkında görüş ayrılığı vukubulmuştur. Bazıla­rı o ağacın hurmasından elde edilen şeyleri yemekle yeminin bozulmuş ol­mayacağını, bazılarıysa, bozulmuş olacağını söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, hurmadan elde edilen veya hurmadan yapılan yiyeceklerin gerçek­ten asılları olan hurmaya yakın yiyecekler olma durumunda, onları yiyenin yemininin bozulmuş olacağını söylemektedirler. Tabiî bu şekilde yemin eden kişi, eğer bu hurmadan yapılan yiyecekleri de yememeye niyet etmişse, bun­ları yemekle yeminini bozmuş olur. Eğer yemeye niyet etmişse veya kendisi­ni bu yönde yemin etmeye sevkeden bir sebeb meydana gelmişse, o zaman bu niyetine göre veya bu sebeb doğrultusunda hareket ederek o hurmadan yapılan yiyecekleri yiyebilir. "Şu" demeksizin tal'ı (hurmanın çiçek duru­mundaki ilk aşaması) yememeye veya bir tal'ı yememeye yemin eden kişi, bu tal'dan meydana gelen taze hurmayı veya bu hurmadan elde edilen şıra ve benzen şeyleri yemekle, yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde sütü veya bir sütü içmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, sütten elde edilen şeyleri ye­mekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak beş durumda yemini bozulur: Yenil­memesine yemin edilen şeyden elde edilen yiyecekler, yapıldıkları şeye yakın iseler o takdirde onları yemekle de yemin bozulmuş olur ki, az önce de belir­tildiği gibi bunları beş grupta toplayabiliriz:

1- Kuru üzüm veya bir kuru üzümü yememeye yemin eden bir kişi, on­dan yapılan şırayı içmekle yeminini bozmuş olur.

2- Et veya bir eti yememeye yemin eden bir kişi, iç yağı yemekle yemini­ni bozmuş olur.

3- Et veya bîr eti yememeye yemin eden bir kişi, etle yapılan çorbayı içmekle yeminini bozmuş olur.

4- Buğday veya bir buğdayı yememeye yemin eden bir kişi, ondan yapı­lan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur.

5- Üzüm veya bir üzümü yememeye yemin eden bir kişi, ondan yapılan şırayı içmekle yeminini bozmuş olur. Bu, kuru üzümde verilen örnek gibi­dir. Hatta aralarındaki mesafe çok daha yakındır.

Kişinin yememeye yemin ettiği şey için "şunu..." veya "şundan yemiyeceğim" demese bile, o şeylerden elde edilen şeyleri yerse, yemini bu anılan beş durumda bozulur. Buğday yememeye yemin eden kişi, "şunu" veya "şundan..." kaydını koymamış olsa bile, o buğdayın tohum olarak ekil­dikten sonra ondan üreyen buğdayı yemesi hâlinde yeminini bozmuş olur. Yemin ederken ister bu iki kelimeyi birarada kullansın, ister birini kullanıp diğerini kullanmasın, ister marife veya nekire şeklinde kullansın, hüküm ay­nı olur. Bu buğdayı yemeyip satsa ve o parayla başka tahıl alarak yese bile, yeminini bozmuş olur. Tabiî bu yemini ederken, başkasının kendisi üzerin­deki minnetini kesmeye niyet ederse, yeminini bozmuş olur. Sözgelimi ada­mın biri kendisine, "safna buğday yedirmeseydim acından ölecektin der de o, bu minneti kesmek'için buğday yememeye yemin eder ve sonra da yerse yeminini bozmuş olur. Ama düşük kaliteli olduğu için yememeye yemin eder de ondan üretilen buğdayı yerse veya onu satıp parasıyla başka buğday satın alıp yerse, yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde buğdaydan yapılan bir yi­yeceği, iyi yapılmadığı gerekçesiyle yememeye yemin ederse, o buğdaydan yapılan iyi kaliteli bir ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Aç bırakarak nefsine baskı yapma kasdıyla bir şey yememeye yemin eden bir kimse, kendisiyle gıdalanılan süt ve benzeri şeyleri içmekle yeminini bozmuş olur. Ama sırf yememek için yememeye yemin eden kişi, bunu içerse yemi­nini bozmuş olmaz. Nitekim yememeye yemin eden kişi, zemzem suyunu iç­mekle de yeminini bozmuş olmaz. Ama nefsini aç bırakma kasdıyla yememeye yemin eden kişi, doymak amacıyla içerse yeminini bozmuş olur.

Şunu yemeyeceğim veya içmeyeceğim diye yemin eden kişi, o yiyeceği veya içeceği diliyle tadar da tattığı şey boğazından aşağı inmezse, yeminini bozmuş olmaz. Ama aşağıya inerse, bozmuş olur. Bir kişi Mehmed'in ye­meğini yemem diye yemin eder de Mehmed'in ölümünden sonra onun malı­nı yiyecek olursa yeminini bozmuş olmaz. Tabiî bu yeminini, Mehmed'in kendisine, "eğer ben olmasaydım seni yedirecek birini bulamazdın" diyerek başa kakması nedeniyle, bu minnetini kesmek için yapmışsa ölümünden sonra onun malından yemekle yeminini bozmuş olmaz. Fâsid muamelelerle mal topladığı gerekçesiyle birinin yemeğini yememeye yemin eden bir kişi, onun ölümünden sonra malını yerse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ölümünden sonra malı miras kalmakla pislikten arınmış olur. Ama bu iki sebeb dışında bir şahsın yemeğini yememeye yemin edilir de ölümünden sonra o şahsın malı yenilirse, yemin iki şartla bozulmaz:

1- Ölünün bırakmış olduğu malda başkalarının alacağı bulunmamalı­dır. Ölümünden önce malını yememeye yemin eden kişi; ölünün mahndaki başka kimselerin alacakları ödenmeden ve bu mal mirasçılara paylaştırılma­dan yerse, yeminini bozmuş olur. Ama borçlar ödendikten sonra kalan mali, mirasçılara paylaşılmadan önce de olsa, yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz.

2- Malının yenilmemesine yemin edilen müteveffa şahıs, ancak tereke­nin satılması durumunda ödenebilecek muayyen olmayan belirli bir şeyin ma­lından verilmesini vasiyet etmiş olmamalıdır. Meselâ müteveffa, ancak terekenin satılması durumunda ödenebilecek olan yüz dinarın herhangi birî-ne verilmesini vasiyet etmişse, yeminli kişi bu vasiyetin yerine getirilmesin­den önce ölünün malından yerse, yeminini bozmuş olur. Ama müteveffa, vârislerine muayyen bir şeyi, meselâ belli bir evi vermelerini veya terekenin satımını gerektirmeyen bir hisse-i şayiayı, sözgelimi terekenin dörtte birini vermelerini vasiyet ederse o zaman, müteveffanın malından yememeye niyet etmiş olan kişi, vasiyetin yerine getirilmesinden önce malından yerse yemi­nini bozmuş olmaz.

Hanefîler dediler ki: Kişinin yememeye yemin ettiği şey, yemek ve meyve gibi yenen şeylerdense bunları çiğnesin çiğnemesin, tatsın tatmasın mi­desine ulaştırmakla yeminini bozmuş olur. Yumurta yememeye yemin eden kişi, onu kabuklu veya kabuksuz yemekle yeminini bozmuş olur. Çiğnemez ama yutmazsa yemini bozulmuş olmaz. Kişinin yememeye yemin ettiği şey, süt gibi içilebilen sıvılardansa, sâdece bunları içmekle veya üzerlerine çay gi­bi başka bir sıvıyı katarak içmekle yeminini bozmuş olmaz. Ama bu sıvılara ekmek veya hurma gibi yenilir şeyi katarak yerse yeminini bozmuş olur.

Yağ yememeye yemin eden bir kişi, yağlı bir yemek yerse yeminini boz­muş olmaz. Ancak yediği şeydeki yağ, o şey sıkıldığında damlayacak kadar apaçık görülmekteyse, yeminini bozmuş olur. Ama böyle olmazsa, yağın ta­dını ağzında hissetse bile yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde süt yememe­ye yemin eden bir kişi, sütü pirinçle beraber pişirerek yer ve yapılan bu sütlaç sıkıldığında süt damlarsa, yeminini bozmuş olur. Ama süt damlamazsa, sütlacı yemekle yeminini bozmuş olmaz. Sirke ve bal gibi diğer sıvılar da bu hükme tabidirler. Bunları yememeye yemin eden kişi, sırf bunları içmekle yeminini bozmuş olmaz. Başka yiyeceklerle birlikte pişirilip de, önce belirtilen şekil­de, o yiyeceklerin içinde yiyeceğin sıkılması durumunda damlamayacak şe­kilde eriyip kaybolan şeylerin yenilmesi yemini bozmuş olmaz. Aksi takdirde bozulur. Üzüm yememeye yemin eden bir kişi, üzümü emmekle yeminini boz­muş olmaz. Çünkü emmek, yemek değildir. Aynı şekilde üzüm içmemeye yemin eden de üzümü emmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü emmek, iç­mek demek değildir. Yine bunun gibi nar yememeye yemin eden bir kişi, na­rı emip de tükürürse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu içmek değildir; aksine içmek, sıvıyı ağza almaktır. Ama burada ağza almalı nar, sıvı değil katıdır. Ama narı sıkıp da suyunu ağzına alan kişi, eğer narı içmemeye yemin etmiş­se yeminini bozmuş olur. Emse bile, içmemeye yemin eden kişinin yemini bozulur. Üzüm yememeye yemin eden bir kişi, üzümü sıkıp da tortusunu yerse yeminini bozmuş olur. Çünkü tortu yenilebilir şeydir. Sıkılması, onu yenilir olmaktan çıkarmaz. "Şu şekeri yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, o şekeri emmekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak emmek, örfe göre yemek sayıhyorsa, o zaman emmekle de yemin bozulmuş olur. Şu yiyeceği tadmı-yacağım diye yemin eden bir kişi, onu çiğnese ve ağzında çözülerek tad al­masını gerekli kılan bir parçasını yese, yeminini bozmuş olur. Ama ağzında tad almasını gerekli kılan bir parçası çözülmez ve öylece yutarsa, yeminini bozmuş olmaz. "Şu şeyi yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onu tat­makla yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ bilinmektedir ki; yemek, yenilecek şeyi mideye indirmek demektir. Tatmaksa, bir şeyin tadını sâdece ağız vasıtasıy­la algılamaktır. "Bu hurma ağacından yemiyeceğim" diye yemin eden bîr kişi, o ağacın hurmasını veya cümmasmı (hurma yağını) veya bunlardan ya­pılan bir şeyi; meselâ hurma şırasından yapılan ekmeğimsi pestili veya bu şıradan yapılan başka bir yiyeceği yerse, yeminini bozmuş olur. Ancak hur­madan, hurmanın yağından veya şırasından yapılan yiyecek, ayrıca bir iş­lemden geçirilerek kimyasal özelliğini yitirmiş olmamalıdır ki, yendiği takdirde yemin bozulmuş olsun. Aynı şekilde bu kişi, hurmanın kendiliğinden akıve-ren balım yemekle de yeminini bozmuş olur. Ama bu kişi, pişirme nedeniyle kimyasal özelliğini değiştiren hurmayı yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ne-biz, sirke, pişirildikten sonra yaprak ve ayrıca bir ustalığa ihtiyaç gösteren bunlara benzer diğer yiyecekleri de yerse yeminini bozmuş olmaz. Meyvesiz bir ağacı göstererek "şu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o ağaç satıldıktan sonra parasıyla alınan bir şeyi yemekle yeminini bozmuş olur. Ama bu koyundan yemiyeceğim diye yemin eden bir kişi, o koyunun yağın­dan ve sütünden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde, üzüm ye-mİyeceğim diye yemin eden bir kişi, üzümün şırasını veya kurutulmuşunu yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu unu yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o undan yapılan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Bunda for­mül şudur: Yenilmemesine yemin edilen nesne, eğer yenilir şeylerdense ye­min direkt olarak o şeye ve ondan meydana gelen şeylere sarf olur. Sözgelimi koyun yememeye yemin eden bir kişinin yemini, koyun yenilir şeylerden ol­duğu için, hem koyuna ve hem de koyunun süt ve yağına sarf olur. Yenilme­mesine yemin edilen şeylerin ayrıca bir işlemle şekil değiştirmesi şartıyla, o şeylere sarf olur. Meselâ hurma ağacını yememeye yemin etmek gibi. Bilin­diği gibi hurma ağacının kendisi yenilmez. Yenilmemesine yemin edilen nes­neden başka şeyler elde edilmiyorsa o takdirde yemin, o nesnenin satımıyla elde edilen paraya sarf olur. Yenilmeyen şeylerden olup da yenilmemesine yemin edilen nesnenin yenilmesi; meselâ yenilmemesine yemin edilen hurma ağacının bir parçasının yutulması durumunda yeminin bozulup bozulmaya­cağı hususunda ihtilâf vukûbulmuştür. Bazıları, eğer buna niyet etmişse ye­mini bozulmaz derken, bazıları da, mutlak surette yemini bozulur demişlerdir. Çünkü burada gerçek tahakkuk etmemiştir. Dolayısıyla mecaza göre hare­ket edip ağacı yememek vâcibtir.

"Şu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o ağaçtan bir parça kesip başka bir ağaca aşılarsa şu durumlar sözkonusu olur: Ya her iki ağaç da aynı türden olur veya ayrı nevilerden olurlar. Eğer ikisi de aynı türdense yememeye yemin ettiği ağacın parçasını yemekle yeminini bozmuş ol­maz. Çünkü o, artık örfe göre diğer ağacın parçası olmuştur. Eğer ayrı türlerdense, meselâ biri. elma, diğeri armut ağacıysa "elma ağacından yemiyeceğim" diye yemin eden kimse onun bir dalını alıp armut ağacına aşı­ladığı takdirde, aşılanmış ağacın meyvesinden yemekle yeminini bozmuş olur. Ama elma adını vermeyip sâdece elma ağacını göstererek, "bu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, elma ağacının dalıyla aşılanan ar­mut ağacının meyvesinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü örfen elma ağacı, artık armut ağacının bir parçası olmuştur.

Süt yememeye yemin eden bir kişi, peynirleştikten sonra o sütü peynir haline geldikten sonra yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde onu yoğunlaştıktan sonra yemekle de yeminini bozmuş olmaz. Nitekim "şu üzümden yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, kuruduktan sonra onu yerse yeminini bozmuş olmaz. Yine bunun gibi belİrtmeksizin ve işaret etmeksi­zin, "üzüm yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi de kuru üzüm yemekle yeminini bozmuş olmaz. Kuru üzüm yememeye yemin eden biri taze üzüm yemekle, belli bir yumurtayı göstererek "şu yumurtadan yemiyeceğim" di­ye yemin eden bir kişi o yumurtadan çıkan pilici yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu şaraptan içmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, sirkeye dönüş­tükten sonra aynı şarabı içerse yeminini bozmuş olmaz. "Şu ağacın çiçeğini yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o çiçekleri, bademe, ya da eriğe dö­nüştükten sonra yemekle yeminini bozmuş olmaz. Henüz olgunlaşmamış kuru vaziyetteki hurmayı yememeye yemin eden kişi, olgunlaştıktan sonra onu ye­mekle yeminini bozmuş olmaz. Çocukla konuşmamaya, kuzuyu yememeye yemin eden kişi, yaşlı biriyle konuşursa veya koç etini yerse yeminini boz­muş olmaz. Ki bu da az önce verilen hurma örneğinin aynısıdır. Çünkü ko­ça kuzu denmeyeceği gibi, yaşlıya da çocuk denmez. Ama işaret ederek, "şu çocukla konuşmayacağım" veya "şu kuzuyu yemeyeceğim" diye yemin eden kişinin durumu bundan farklı olup, yaşlandıktan sonra o çocukla konuşur veya büyüyüp koç olduktan sonra o kuzuyu yerse yeminim bozmuş olur. Ye­minin asılları bahsinde bu hususta geçerli formül verilmiştir.

Yaş hurma yememeye yemin eden bir kişi, çoğunluğu yaş, bir kısmı da kuru olan hurmayı yemekle yeminini bozmuş olur. Yine bunun gibi kuru hurma yememeye yemin eden bir kişi, çoğunluğu kuru, bir kısmı da yaş olan hurmayı yemekle yeminini bozmuş olur. Bu iki meselenin aksinde ise ihtilâf vardır: Yaş hurma yememeye yemin eden bir kişi, az bir tarafı yaş, geri ka­lan kısmı kuru olan hurmayı yemekle bazılarına göre yeminini bozmuş, ba­zılarına göre ise bozmamış olur. Aynı şekilde kuru hurma yememeye yemin eden bir kişi, az bir tarafı yaş, geri kalan kısmı kuru olan hurmayı yemekle bazılarına göre yeminini bozmuş, bazılarına göre ise bozmamış olur.

Yaş hurma satın almamaya yemin eden bir kişi, üzerinde yaş ve kuru hurma bulunan, fakat kurusu daha fazla olan salkımı satın almakla yemini­ni bozmuş olmaz. Et yememeye yemin eden bir kişi, balık yemekle yeminfni bozmuş olmaz. Ancak yemin ederken balık yememeye de niyet etmişse ve örfe göre balık da et olarak adlandırıhyorsa, o zaman balık yemekle de ye­minini bozmuş olur.;Et yememeye yemin eden kişi, çorba yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak et yememeye yemin ederken, çorba yememeye de ni­yet etmişse veya çorba yerken onda etin tadım hissederse yeminini bozmuş olur. İster haşlanmış, ister kızartılmış, ister güneşte kurutulmuş olsunlar et kelimesi; deve, sığır, manda, koyun, keçi ve kuşların etini kapsar. Et yeme­meye yemin eden kişi, çiğ et yemekle kuvvetli görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bu kişi, domuz veya insan eti yemekle de yeminini boz­muş olmaz. Çünkü her ne kadar et kelimesi pişmemiş eti, domuz ve insan etini kapsamına alıyorsa da kuvvetli görüşe göre bunlar örfe göre yenilmez­ler. Et kelimesi işkembe, ciğer ve dalağı kapsamına almaz. Et yememeye ye­min eden kişi bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak yöredeki örfe göre bunlar et diye adlandırılıyorlarsa, bunları yemekle yemin bozulur. Baş ve ayaklara gelince; et satın almamaya yemin eden bir kişi, bunları satın al­makla yeminini bozmuş olmaz. Ama et yememeye yemin eden bir kişi, bun­ları yemekle doğru görüşe göre yeminini bozmuş olur. Çünkü birincide örfe göre, baş ve ayakları satın alan kişi, et satın alıyorum demez de, baş ve ayak satın alıyorum der. İkincideyse baş ve ayak yiyen kişiye örfe göre 'et yedi* denilir. Zîrâ baş; hem eti, hem diğer şeyleri İçerir. "Sığır eti yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, manda eti yemekle sahîh görüşe göre yeminini boz­muş olmaz. Aynı şekilde "koyun eti yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, keçi eti yemekle yeminini bozmuş olmaz.

İç yağı yememeye yemin eden kişi, karın ve bağırsak yağlarını yemekle yeminini bozmuş olur. Bunda ittifak vardır. Et üzerindeki yağı yemekle kuv­vetli görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Koyun kuyruğu yemekle de yemi­nini bozmuş olmaz. Çünkü buna iç yağı denmiyeceği gibi, et de denmez. Et satın almamaya yemin eden de koyun kuyruğunu satın almakla yeminini boz­muş olmaz.

Buğday yememeye yemin etme durumunda üç şey sözkonusu olur:

1- Buğday yığınına işaret ederek, "şu buğdaydan yemeyeceğim" diye yemin eden kişi, onu ıslatmaksızm veya ateşte.pişirmeksizin yemekle yemi­nini bozmuş olmaz. O buğday yığınının ununu, kavudunu veya ekmeğini yerse veya çiğ olarak yemesi halinde de yeminini bozmuş olmaz. Ancak yememe yeminini ederken bunları da yememeye niyet etmişse, o takdirde yeminini bozmuş olur.

2- Buğday yığınını gösterir ama 'buğday' kelimesini telâffuz etmeden, "Şundan yemiyeceğim" diye yemin ederse, o buğdayı çiğ olarak yediği tak­dirde yeminini bozmuş olur. Ekmeğini yemekle de yeminini bozmuş olur. Zîrâ ad vermeksizin işaret etme halinde, işaret edilen şeyin (buğdayın) kendişi, ister aslî halinde kalsın, ister (ekmek gibi) başka bir ad alsın yeminde muteber olur.

3- Belİrtmeksizin sâdece "buğday yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, çiğ de olsa buğday yemekle yeminini bozmuş olur. Ama buğday ekme­ğini, ununu veya kavudunu yemekle yeminini bozmuş olmaz. Buğdayı ekip ondan sağlanan ürünü yemekle yeminini bozmuş olur. Tabiî eğer yemiyece-ğim diye yemin ederken *buğday' kelimesini belirtmeksizin telâffuz etmiş­se... Ama bu şekilde telâffuz etmemişse, ondan sağlanan ürünü yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu undan yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, işaret ettiği undan yapılan şehriye, makarna, yağlı ekmek ve benzeri yiyecekleri yemekle yeminini bozmuş olur. Sade olarak unu başka bir şeyle karıştırmak­sızın yemekle yeminini bozmuş olmaz. Sahîh görüş budur. Ekmek yememe­ye yemin eden biri, yaşadığı belde halkınca ekmek olarak tanınan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Belde halkı sâdece buğday ekmeği yemek-teyse, kendisi sözgelimi dan, pirinç veya arpadan yapılan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bunun tersi de olabilir. Belde halkı buğday ekme­ğini değil de başka tahıllardan yapılan ekmekleri yiyor olabilirler. Özel örf, yeminlerde muteberdir. Yufka da ekmekten sayılır. Baklava, börek, simit, peksimet, boğaca, fatir (kaymaklı veya kremalı pasta), züiâbiye (ince açıl­mış hamurun üzerine zeytin yağı döküp pişirdikten sonra üzerine tatlı dökü­lerek yapılan bir nevi tatlı) ekmekten sayılmaz. Bütün bunlar, örfe göre ekmek sayılmazlar. Ekmek yememeye yemin eden kişi, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Falanca kadının ekmeğini yemem" diye yemin eden kişi, eğer bu yeminiyle onun malı olan ekmeği yememeyi kasdederse, başkası ha­muru yoğurup pişirse bile, onun malı olan ekmeği yemekle yeminini boz­muş olur. Ama bu yeminiyle o kadının yapmış olduğu ekmeği yememeyi kasdederse, kendisinin malı olup başkası tarafından yapılan ekmeği yemek­le yeminini bozmuş olmaz. Yalnız o kadının, pişmesi için fırına koyduğu ek­meği yerse yemini bozulur. O kadının   yoğurup ekmek parçaları hâline getirdiği, fakat başkası tarafından fırına konulan ekmek onun malı sayıl­maz. Böyle bir ekmeği yemekle yeminini bozmuş olmaz.

Pişmiş şeyi yememeye yemin eden bir kişi, eğer bu yeminiyle pişmiş şey­lerin tümünü yememeye niyet etmişse, niyetine göre amel eder. Yani pişiril­miş şeylerin tümünü yemez. Ama böyle bir niyeti yoksa, yemini yalnızca pişirilmiş et için geçerli olur. Havuç, ya da patates kızartması veya benzeri şeyleri yemekle yemini bozulmaz. Çünkü örfe göre pişirilmiş şeyden, yalnız­ca pişmiş et kasdolunur. Haşlanmış şeyleri yememeye yemin eden bir kişinin yemini, suyla beraber haşlanmış etler için sözkonusu olur.Böyle bir haşla­mayı veya et çorbasını yemekle yemin bozulur. Etle haşlanmamış başka şey­leri yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak örf, eğer etsiz haşlanan şeylere de haşlanmış diyorsa, ondan yemekle yeminini bozmuş olur. Yemek yeme­meye yemin eden bir kişi, ancak haşlanmış ve kaynatılmış şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Meselâ meyve ve peynir, her ne kadar sözlük anlamda yemek iseler de, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü örfe göre yemek, sâdece haşlanıp kaynatılan yiyeceklerdir. Baş yememeye yemin eden bir kişinin durumuna gelince örfe bakılır: Meselâ Mısır örfüne göre baş, adet olarak çarşılarda satılan koyun, manda ve sığır gibi hayvanların başla­ndır. Baş yememeye edilen yemin bu başlar için geçerli olur. Çarşılarda çiğ olarak satılmayan at ve kuş başlarını yemekle yeminini bozmuş olmaz. At başını ve diğer başları satmayı âdet hâline getirmiş olan beldelerdeyse, bu gibi başları yemekle yemin bozulmuş olur. Müftâbih görüşe göre lügat anla­mına bakılmaksızın bu gibi şeylerde muteber olan örftür. Meyve yememeye yemin eden bîr kişinin yemînİ, Örfen meyve diye adlandırılan bütün şeyler için geçerli olur. Örneğin: İncir, üzüm, elma, kavun, erik, nar, portakal, hur­ma, şeftali, ayva ve armut gibi. Bütün bunlar örfen meyve diye adlandırılır­lar. Ama ceviz, badem ve fındık, örfe göre meyve değil, eğlencelik diye adlandırılırlar.            | '

Tatlı yememeye yemin eden kişi; incir ve üzüm gibi meyvelerle ağzı tat-lılaştıran kadayıf, künefe ve benzeri şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü örfe göre bu gibi şeyler yemeğin sonunda alınır ve tatlı diye adlandı­rılırlar. Asıl tatlıya gelince bu, şeker veya balın tahin, ya da nişastayla bir­likte pişirilen şekline verilen addır.

Katık yememeye yemin eden bir kişi; tuz, sirke, zeytinyağı, pişirilmiş mercimek, pişirilmiş sebze gibi içine ekmek batırılan, ya da doğranan yiye­cekleri yemedikçe yeminini bozmuş olmaz. Tek olarak yenilebilen et, hur­ma, kuru üzüm ve diğer meyveleri yemekle yeminini bozmuş olmaz.

Öğlen yemeğini yememeye yemin eden kişi, yan tokluk veren şeyleri ye­mekle yeminini bozmuş olur. Bu yeminin bozulması için, bu yemeğin sürek­li bir yeyişle yenmesi gerekir. İki lokma yeyip de fasıla sayılacak kadar bekleyen, sonra iki lokma daha yiyen kişi bu öğle yemeğini yemiş sayılmaz. Yine bu yeminin bozulması için, belde halkının çoğunlukla öğle yemeği ola­rak yemeyi âdet hâline getirdiği yiyeceği yemek şarttır. Bedevi bir kişi, öğle yemeği yememeye yemin etmişse, süt İçmekle yeminini bozmuş olur. Çünkü çöl sakini olan bedevîler, öğle yemeği olarak süt içmeyi âdet hâline getirmiş­lerdir. Öğle yemeğini yememeye yemin eden kişi, eğer kentli biri ise, ekmek yemedikçe yeminini bozmuş olmaz. Sözgelimi ekmeksiz olarak et, hurma, pirinç veya sebze yerse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu tür yiyecekler, örfe göre çoğunlukla yalnızca yenilmezler. Bazı kimselerin Örfüne göre öğle yemeğinin vakti, güneşin doğuşundan itibaren başlayıp zevale kadar devam eder. Mısır örfüne göre ise, güneşin doğuşundan kuşluk vaktine kadar ge­çen süre içinde yenen yemeğe kahvaltı denir. Kuşluk vaktinden ikindiye ka­dar geçen zaman içinde yenen yemeğe ise Öğle yemeği denir. Şamlıların örfü de böyledir. Akşam yemeği de, ikindiden itibaren başlayıp, gece yarısına kadar uzanan zaman dilimi içinde yenilir/Sahur yemeği ise, gece yansından itiba­ren fecrin doğuşuna kadar geçen zaman içinde yenilir.

Nehir, havuz ve kanal ağzı gibi, uzanılarak su içilebilen yerlerden su İç-memeye yemin eden bir kişi, buralardan avuçlayarak ya da bir kapla alarak su içerse yeminini bozmuş olmaz. Her ne şekilde olursa olsun ondan içme-meye niyet etmişse, eğilip ağzıyla içtiği takdirde yeminini bozmuş olur. Eğer o şekilde niyet etmişse, her ne şekilde içerse içsin, yemini bozulur.

Şâfiîler dediler ki: Allah adını anarak baş yememeye yemin eden bir kişi; çarşıda normal olarak satilagelen sığır gibi büyük baş hayvanlarla, ko­yun gihi küçük baş hayvanların başlarını yemediği takdirde yeminini boz­muş olmaz. Kuş, balık ve benzeri hayvanların başlarını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak halk, bu gibi hayvanların başlarını yemeyi alışkanlık hâline getirmiş ise bu alışkanlık da mûtemed görüşe göre, yemin eden kişi­nin kendi beldesinin veya başka beldelerinin halkı için sözkonusu olsa bile aynı hüküm sözkonusu olur ve yiyen kişinin yemini bozulur.

Belİrtmeksizin sadece "başlar yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, en azından üç tane baş yemedikçe yeminini bozmuş olmaz. Çünkü çoğulun en az sayısı üçtür. Belirleyerek ''başları yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, bir baş yemekle yeminini bozmuş olur. Ama bîr tanenin bir kısmını yemekle ye­minini bozmuş olmaz. Hatîb ve İbn Abdî'I-Hakk, bir tanenin bir kısmını yemekle de yeminin bozulmuş olacağını söylemişlerdir. Tıpkı bu mesele gi­bi, "kadınlarla evlenmiyeceğim" diye Allah adına yemin eden kişi, üç ka­dınla evlenmedikçe yeminini bozmuş olmaz. Kadınlar kelimesinin arapçasının başına lâm-ı ta'rîf ekleyerek mârife şeklinde, kadınlarla evlenmeyeceğine ye­min eden kişi, bir kadınla evlense bile yeminini bozmuş olur. Bu şekilde mârifeli olarak, "kadınlarla evlenmiyeceğim" diye talâk üzerine yemin eden kişi, veya yine mârifeli olarak, "başlan yemiyeceğim diye talâk üzerine yemin eden kişi, üç tane baş yemedikçe veya üç kadınla evlenmedikçe talâkı vâkî olmaz. (Hanımı boşanmış olmaz.) 'Kadınlar veya 'başlar kelimelerini be­lirsiz olarak telâffuz etse bile aynı hüküm sözkonusu olur.

"Öğle yemeği yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, yemeği zevalden ön­ce yemedikçe yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öğle yemeğinin vakti, fecrin doğuşundan itibaren başlayıp, güneşin zevaline kadar devam eder. Öğle ye­meğinde yemininin bozulmasına neden olacak yeme miktarı, yarı tokluğun üzerinde olacak kadar yemektir. Akşam yemeği yememeye yemin eden kişi, zevalden sonra ve yan tokluğun üzerinde yemediği takdirde yeminini boz­muş olmaz. Zîrâ akşam yemeğinin vakti, zevalden itibaren başlayıp gece ya­rısına dek devam eder. Sahur yemeği yememeye yemin eden kişi, gece yarısından sonra yemediği takdirde yeminini bozmuş olmaz.

Et yememeye yemin eden bir kişi, yenmesi helâl olan bir eti pişmeden yese bile yeminini bozmuş olur. Kesilmemiş bir canlı hayvanı veya yenmesi helâl olmayan vahşî bir hayvanın etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Kuv­vetli görüşe göre dil ve baş eti de etten sayılır. Zayıf görüşe göre bunlar etten sayılmazlar. Günümüzde örf de bu zayıf görüşü kuvvetlendirmektedir. İşkembe, akciğer, karaciğer, dalak ve yüreğe gelince, bunlara et denmez. Çünkü ÖTfe göre bunlar et sayılmazlar. Balık ve çekirge de böyledir. Bunlar da et­ten sayamadıkları için, et yememeye yemin etmiş kişi, bunları yemekle ye­minini bozmuş olmaz. Bütün bu hükümler, "et yemem" diye yemin eden kişinin belli bir işaret,ve kayıt koyup da eti belirlememesi durumunda söz­konusu olurlar. Ama yemin ederken belli bir eti yememeye kasdeden kişi, kendi kasıt ve niyetine göre muamele görür.

Sırt ve böğürlerdeki yağlar da et kapsamına girerler. Karın ve bağırsak­ların üzerindeki yağlara gelince; bunlar etten sayılmazlar. Et yememeye ye-, min eden bir kişi bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. İç yağı yememeye yemin eden bir kişi, sırt ve böğürdeki yağları yemekle yeminini bozmuş ol­maz. Karın ve bağırsak üzerindeki yağlan yemekle, yeminini bozmuş olur. İç yağı ve et, kuyrukla .hörgücü kapsamazlar. Kuyruk ve hörgüç et olarak adlandırılmayacaklan!gîbi, iç yağı olarak da adlandırılmazlar. Ayrıca et ve iç yağı da biribirlerini kapsamazlar. Genel anlamdaki hayvanı yağ, her ikisini de kapsar. Yağ yememeye yemin eden bir kişi, kuyruk ve hörgücü; sırtta, böğürde, karın ve barsak üzerindeki iç yağını, etten ayrı durumdaki sâde yağı yemekle yeminini bozmuş olur. Badem, ceviz ve susam yağı gibi hayvanı olmayan yağlara gelince, bunların yağ kapsamına girip girmedikle­ri konusunda ihtilâf vardır. Zefr (etli ve sütlü) yememeye yemin eden bir ki­şi, et, hayvanı yağ, yumurta ve balık yumurtası yemekle yeminini bozmuş olur. Balık veya çekirge ölüsünü yemekle yeminini bozmuş olmaz.

Sığır eti yememeye yemin eden bir kişi, sığır veya manda veyahut yaba­nî sığır eti yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü sığır kelimesi, bunların ikisini de kapsamına alır. Ama manda eti yememeye yemin eden kişi, sığır eti yemekle yeminini bozmuş olmaz. Koyun eti yememeye yemin eden kişi, keçi eti yemekle yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde keçi eti yememeye ye­min eden bir kişi, koyun eti yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü koyun ve keçi, her ne kadar aynı cinsten olmalarını gerekli kılan davar adı altında toplanmaktaysalar da, koyun ve keçi kelimelerinden biri diğeri İçin ad ola­rak kullanılmaz.

Ekmek yememeye yemin eden bir kişi, bütün nevileriyle ekmek yemek­le yeminini bozmuş olur. Bu ekmek ister buğdaydan, ister arpadan, ister da­rı veya pirinçten, ister bakla veya patatesten veya benzeri şeylerden yapılmış olsun, yemin edenin beldesinde alışılagelen yapış tarzından başka tarzda ya­pılmış da olsa, kendi örfünde ona ekmek denmese de, onu yediği takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü artık onda ekmeğin lügat anlamı görülmüş olmaktadır. Eğer onu ekmek adının kapsamı altına girmez zannıyla yerse, bazılarına göre yeminini bozmuş olmaz. Ancak bu meselede örfe göre hare­ket etmemiş olur. Önce de belirtildiği gibi, Allah adına yapılan yeminler örf temeli üzerine kurulurlar. Zîrâ bu hususta geçerli olan örf, baş ve yumurta meselesinde olduğu gibi kapsamlı ve kurallara uygun olan Örftür. Kapsamlı ve kurallara uygun olmayan örfe gelince, ekmek meselesinde de görüldüğü gibi bu, beldelere göre değişik olur. Bu beldede darı ekmeği, öbüründe buğ­day ekmeği, bîr başkasındaysa patates ekmeği yenir. Ekmekte örfe değil, ke­limenin sözlük anlamına bakılır. Ekmeği çorbanın içine doğrayıp erittikten sonra içen kişinin yemini bozulmaz. İçine doğranmış ekmekle birlikte pişiri­len ve bulamaç gibi olan çorba, içindeki malzemelerin bütün cüzleri birbiri­ne karışarak yenirse, yemin bozulmuş olmaz. Ama lokmalar bulamaç hâline gelmeyip birbirinden ayrı vaziyette kalırlarsa, bunların yenilmesi yemini boz­muş olur.

Sonraları yağ veya zeytinyağıyla kavrulmuş olsa bile, önce ekmek ola­rak pişirilen şeyler, ekmek kapsamına girerler. Künefe, kadayıf, baklava ve börek gibi. Ama henüz ham iken yağla kavrulup sonra ekmek gibi pişirilen şeyler, ekmek kapsamına girmezler. Zülabiye ve kadı okması gibi. Ekmek yememeye yemin etmiş bir kişi, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yuf­ka ve peksimetler de ekmek kapsamına girerler. Ama un ve yağla karıştırılıp yapılanları kapsamaz.

Haşlama veya kaynatma şeklinde pişirilen şeyleri yememeye yemin eden bir kişi, içinde zeytinyağı, yağ ve diğer hayvanı yağlar bulunan yemekleri yemedikçe yeminini bozmuş olmaz. "Şu şeyi yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o şeyi çiğnemeksizin yutarsa, örfe göre yeminini bozmuş olur. Çün­kü yutmak, örfe göre yemek demektir. Ama, "şu şeyi yersem karım boş olsun" diye talâkla yemin eden bir kişinin, o şeyi çiğnemeksizin yutmakla hanımı boşanmış olmaz. Çünkü talâk, lügati esas alır. Çiğnemeksizin yut­mak, lügate göre yemek demek değildir.

Yemek yememeye yemin eden bir kişi, azık (kendisini ayakta tutacak kadar yemek) veya meyve yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü yemek kelimesi, hem azığı ve hem de meyveyi kapsamına alır. Ama ilâç yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemek kelimesi yemin babında ilâç kelime­sini kapsamına almaz. Zîrâ yeminlerde muteber olan örftür. Satış babına ge-ünce onda yemek kelimesi ilâçları da kapsamına alır. Zîrâ satış muameleleri, lügati esas alır.

Meyve yememeye yemin eden bir kişi, kuru veya yaş meyve yemekle; sözgelimi yaş hurma, üzüm, nar, kuru üzüm, kuru hurma, limon, arabistan kirazı, karpuz, fıstık ve fındık yemekle yeminini bozmuş olur. Tatlılar da meyve kapsamına girerler. İçinde ekşilik bulunmayan bal ve şekerle yapıl­mış tatlıları yiyen kişi, meyve yememeye yemin etmiş ise, yeminini bozmuş olur. Sâdece bala veya" sâdece şekere tatlı denmez. Tatlı, her ikisiyle birlikte yapılan şeye denir. Tatlı yememeye yemin eden bir kişi, ateş üzerinde tek başına pişirilmiş balı veya nişastayla karışık olarak pişirilen balı yemekle ye­minini bozmuş olmaz. Ancak iki veya daha fazla cins ile birleştirilerek yapı­lan tatlıyı yemekle yeminini bozmuş olur. Kurutulmuş hurma yememeye yemin eden bir kişi, taze hurma yemekle veya taze hurma yememeye yemin eden bir kişi kuru hurma yemekle yeminini bozmuş olmaz. Üzüm yememeye ye­min eden bir kişi, kuru üzüm yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bunun aksi de mümkündür. Üzüm veya nar yememeye yemin eden bir kişi, bunların su­yunu İçmekle veya bunları emip tükürmekle yeminini bozmuş olmaz. Çün­kü içmek ve emmek, yemek sayılmaz. Yumurta yememeye yemin eden bir kişi, hangi hayvanınki olursa olsun yumurta yemekle yeminini bozmuş olur. Bu hayvan tavuk ve devekuşu gibi eti yenen bir hayvan olabildiği gibi, zehir­li olmadıktan sonra kartal gibi eti yenmeyen bir hayvan da olabilir. Zehirli hayvanın yumurtasını yemek, zararlı olduğu için haramdır. Yumurta yeme­meye yemin eden bir kişinin yemininin bozulması şu şartla olur: Yumurta, canlıyken hayvandan çıkmış olmalıdır. Yumurta, canlıyken, veya ölüyken hayvandan çıksa bile hayvandan ayrı olarak yenmelidir. Meselâ balık yu­murtasını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü balık, canlıyken yumurt­layıp da yumurtasını su <Jı§ına bırakmaz. Aksine, karnı yarılarak yumurtası çıkarılır. Çekirge yumurtası da böyledir. O, çekirgeden ayrı olarak değil, çe­kirgeyle beraber yenir. Çekirgeden ayrı olarak yenilirse, yemin bozulmuş olur. Kesilen tavuktan çıkarılan kabuğu sertleşmemiş yumurta da böyle olup ye­nilmesi halinde yemin bozulmaz. Çünkü tavuk canlıyken, kabuğu sertleşmemiş yumurtanın ondan çıkması mümkün değildir. Ama kabuğu sertleştikten sonra, tavuğun kesilmesiyle çıkan yumurtayı yemekle yemin bozulmuş olur. Çün­kü bu şekildeki (kabuğu sert yumurta), canlıyken de tavuktan çıkar.

Meyve, hıyar, havuç, patlıcan ve acur meyve kapsamına girmez. Meyve yememeye yemin eden bir kişi, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz.

"Şu buğdayı yemeyeceğim" diye yemin eden kişi, o buğdayı aslî şekliy­le, meselâ çiğ olarak veya kaynatarak veya ateşte kavurarak yerse, yeminini bozmuş olur. Ama o buğdayın öğütülerek ununu veya ekmeğini veya unun­dan yapılan başka bir yiyeceği yerse, artık buğday ismi ortadan kalkmış ol­duğu için yeminini bozmuş olmaz. Buğday adını anmaksızın "şunu yemeyeceğim" diye, buğday yığınını göstererek yemin eder de aslî şekliyle o buğdayı yerse veya o buğdayın öğütülerek ununu, ekmeğini veyahut unun­dan yapılma başka bir yiyeceği yerse yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "şu taze hurmayı yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o hurmanın kurutul­muşunu yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yine bunun gibi "şu çocukla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, bulûğa erdikten sonra onunla konuşursa, çocukluk vasfı ortadan kalkmış olduğu için, yeminini bozmuş olmaz.

"Şu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi o ağacın meyvesi veya cümmarı (hurmadan çıkan beyazımsı bir sıvı) gibi yenilen bir şeyini ye­mekle yeminini bozmuş olur. Ama odununu ve yaprağını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bunlar, örfe göre yenilen şeylerden değildirler.

"Şu inekten yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onun sütünü veya danasının etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak işkenbe veya eti gi­bi o ineğin yenilir kısımlarını yemekle yeminini bozmuş olur. Bir sıvıyı ye­memeye yemin eden bir kişi, onu ekmekle birlikte yerse yeminini bozmuş olur. Şayet içerse yeminini bozmuş olmaz. Ama bir sıvıyı içmemeye yemin eden   bir kişi, onu ekmekle beraber yerse yeminini bozmuş olmaz.

Yağ yememeye yemin eden bir kişi, yağlı bulamaç ve benzeri bir şeyi yeme hâlinde, eğer yağın maddesi bulamaç içinde açıkça görülüyorsa yemi­nini bozmuş olur. Ama yağ, bulamaç içinde eriyip açıkça görülmezse yemi­nini bozmuş olmaz. Yağı içmekle yeminini bozmuş olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Et yememeye yemin eden bir kişi iç yağı, ilik, karaciğer, dalak, yürek, işkembe, bağırsak, kuyruk, beyin, taşlık, böbrek, paça, başeti, yanak eti, dil veya bunlara benzer et adını almayan, kendine özgü ad ve niteliği olan şeyleri yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak ye­min eden kişi, yemin ederken yağdan uzak durmaya niyet etmişse, yağ ye­mekle de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde yağı yememeyi gerekli kılan bir sebebten ötürü yemin etmişse, yağ yemekle yine yeminini bozmuş olur.

Et yememeye yemin eden bir kişi bunlar domuz eti, ölü hayvan eti veya gasbedilmiş et gibi haram da olsa et yemekle yeminini bozmuş olur. Kuş eti, balık eti, av eti yemekle de yeminini bozmuş olur. Çünkü bunların tümüne et adı verilir.

İç yağı yememeye yemin eden bir kişi, hayvanın ateşte eriyen kısımları­nı yemekle yeminini bozmuş olur. Meselâ bu kişi, sırt veya böğür yağlarını veya sırf iç yağını veya yağlı eti, kuyruk ya da hörgücü yemekle yeminini bozmuş olur. Ama yağsız kara et yemekle yeminini bozmuş olmaz.

Süt yememeye yemin eden bir kişi, deve, sığır, davar, insan ve av sütü­nü yemekle yeminini bozmuş olur. Yediği süt ister normal sıvı halde olsun, ister dondurulmuş veya yoğurt hâlinde olsun, yemekle yeminini bozmuş olur. Ama kaymak, tereyağı, çökelek veya ağız veya peynir yemekle yeminini boz­muş olmaz. Ancak bu yediği şeylerde sütün tadını açıkça hissederse yemini­ni bozmuş olur. Kaymak yememeye yemin eden bir kişi, peynir veya sütten yapılmış çökelek gibi bir şeyi yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu yediğine kaymak denmez. Tereyağı yememeye yemin eden bir kişi kaymak yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bu kişi tereyağını yalnız olarak yerse veya yediği bulamaç, ya da yemek içinde tereyağının tadını açıkça hissederse ye­minini bozmuş olur. Tadını açıkça hissetmezse yeminini bozmuş olmaz. Ay­nı şekilde süt yememeye yemin eden bir kişi, sütle pişirilmiş bir yemek yer de o yemekte süt açıkça görülürse, yeminini bozmuş olur. Meyve yememeye yemin eden bir kişi üzüm, taze hurma, nar, ayva, armut, elma, şeftali, tu­runç, arabistan kirazı, muz, karpuz, kavun, incir, zerdali, innap, badem, fındık, şekerpare gibi kuru, ya da yaş meyve adını alan şeyleri yemekle ye­minini bozmuş olur. Hıyar, acur, marul ve zeytin yemekle; ekşimtrak olan dere köknarını, ayı şeftalisini ve hoşa gitmeyen her ağaç meyvesini; havuç, şalgam, turp, bakla gibi meyve adını almayan sebzeleri yemekle de yeminini bozmuş olmaz. Olgunlaşmamış hurma yememeye yemin eden bir kişi, bir tarafı ham, bir tarafı olgunlaşmış veya az bir kısmı olgunlaşıp geri kalan kısmı olgunlaşmamış olan hurmayı yemekle yeminini bozmuş olur. Nitekim ayrı ayrı yarı olgun, yan olgunlaşmamış hurma yemekle de yeminini bozmuş olur. Ama kuru tarafını yeyip yaş tarafını bırakmakla yeminini bozmuş olmaz. Yaş tarafı, hurmanın dalları arasında kalan kısımdır. Bu sonra beleh ve bürr gibi aşamalar geçirir. Bürr, uzunlamasına kırmızı veya sarı renge bürünme aşamasına denir ki, sopra da yaş hurma olur. Sonuncu aşama ise temr de­nen kuru hurmadır.

Üzüm yememeye yemin eden bir kişi, kuru üzüm; oğlak yememeye ye­min eden bir kişi, teke yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu İnekten yemeyeceğim diye yemin eden bir kişi, onun sütünü veya yavrusunu ye­mekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu undan yemeyeceğim diye yemin eden bir kişi, onu ekmek olarak yerse yeminini bozmuş olur. "Şu şeyi yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, çiğnemeksizîn onu yutmakla yemi­nini bozmuş olmaz. Çünkü gerçek yemek, çiğnedikten sonra yemeği yutmak­tır. "Öğle yemeği yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, zevalden sonra yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öğle yemeğinin vakti, güneşin do­ğusuyla zevali arasında yenir. Zevalden sonra yenene, akşam yemeği denir. Akşam yemeği yememeye yemin eden bir kişi, gece yarısından sonra yemek yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü akşam yemeği, zeval ile gece yarısı arasında yenir.

Sahur yemeği yememeye yemin eden bir kişi, gece yarısıyla gece sonu arasında yemekle yeminini bozmuş olur. Bütün bu yemekleri, yandan fazla tokluk verecek şekilde yemekle yemin bozulur. Ama yarı veya yarıdan az tokluk verecek kadar yemekle yemin bozulmaz.

Katık yememeye yemin eden bir kişi; çorba, yemek, zeytin, yumurta, tuz, hurma, kuru üzüm gibi, âdete göre içine ekmek doğranarak yenilen şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Azıklanmamaya yemin eden bir kişi; ekmek yemekle; arpa, buğday, dan ve un gibi tahılları yemekle; hurma, kuru üzüm, zerdali, incir, dut, et, süt ve benzeri meyveleri yemekle yeminini bozmuş olur. Üzüm ve sirke yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yemek yememeye yemin eden bir kişi, yenilip içilen azık, katık, tatlı, katı, sıvı şeyleri ve âdet gereği yenilen bitkileri yemekle yeminini bozmuş olur. Su, ilâç, ağaç yaprağı veya hızar artıklarını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bütün bu meselelerde, önce belirtilen usullere göre hareket etmek gerekir.

 

Giriş, Çıkış, Oturuş Ve Benzeri İşler Üzerine Yemin Etmek

 

Giriş, çıkış ve oturuş konuları üzerine yemin etmenin hükmüyle ilgili olarak mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(113) HANEFÎLER dediler ki: Eve girmemeye yemin eden bir kişi, Kabe'­ye, mescide, yahûdîlerin havrasına, hiristiyanların kilisesine girmekle yemi­nini bozmuş olmaz. Çünkü buralar, gecelemek için hazırlanmış değildirler. Bu kişi, gecelemeye elverişli olmadığı takdirde hole veya kapı üzerindeki göl­geliğin altına girmekle de yeminini bozmuş olmaz.

Herhangi bir evi belirtmeksizin "eve girmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, binası olmayan harap bir eve girerse yeminini bozmuş olmaz. Ama belirterek "şu eve girmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, çöl hâline gelmiş, harap bir ev bile olsa, buraya girmekle yeminini bozmuş olur. Evin so­fasına girmekle de yeminini bozmuş olur. Çünkü üstü açık olsa bile yazın orada gecelemek mümkündür. Bir eve girmemeye yemin eden bir kişi, sonra başka bir evden gelip de o evin damına çıkar ve üzerinde durursa, bir kavle göre yeminini bozmuş olur. Çünkü evden maksat, alttan olsun üstten olsun, kişinin etrafının kuşatılmış olmasıdır. Böyle bir duvarla çevrilmiş yerin içine giren kişi, eve girmiş olur. İster alttan girsin, ister üstten girsin, her iki şekil­de de girmiş olur. Bazıları da, evin çatısı trabzan veya duvarlarla örtülü ol­madıkça oraya giren yeminli kişinin yemini bozulmaz demişlerdir. Çünkü Örfe göre eve girmek ancak bunlarla mümkün olur. Çatının duvardan Örtü­sü olmayınca oraya giren, eve girmiş sayılmaz. Ve evin içinde değil, hava­sında durmuş olur. Kuvvetli görüşe göre bu gibi meselelerde muteber olan Örftür. Örfe göre dama, duvara veya ağaca çıkmak, bunlar her ne kadar evin içinde değilse bile eve girmek sayıldığından, buralara çıkan yeminli kişinin yemini bozulmuş olur. Aksi takdirde dışarıda kalacak şekilde eşikte durmuş olan kişi, evin içine girmiş sayılmaz. Eve girmeme yemini de varsa, yemini bozulmaz. Ama kapı kapanıp kilitlendiği takdirde içerde kalacak şekilde eşikte durmuş olan kişi, eve girmiş sayılır ve varsa yemini de bozulur. Adamın bi­ri, "muktedir olursam yarın sana gelirim" diye bir kişiye yemin eder de er­tesi gün hastalık, unutma veya delirme nedeni olmadığı, ya da hâkim tarafından alıkonulmadığı takdirde, o kişiye gitmesi gerekir. Böyle bir enge­li olmaksızın gitmediği takdirde yeminini bozmuş olur. Bir kimse kendi izni veya rızâsı veya bilgisi veya emri olmaksızın hanımının evden çıkmaması üze­rine yemin ederse, hanımı da onun izni, emri, rızâsı veya bilgisi olmaksızın evden çıkarsa kocanın yeminini bozmuş olur. Böyle olunca da evden her çı­kışında kocasından izin alması ve iznin de onun tarafınca anlaşılır olması şarttır. Kocanın izin vermek istemediğini imâ eden bir karine de olmamalı­dır. Meselâ kocası kendisine: "Çık... eğer çıkarsan Allah seni rezîl etsin" veya "senin cezan azâb olsun!" veya kendisini tehdit etmek amacıyla, "Çık!.." derse ve kadın da çıkarsa yemini bozulmuş olur. Ama kocası ken­disine, "git de dışarıdan şu şeyi satın al" derse bu, onun için bir çıkış izni olur. Kadın, annesinin evine gitmek için izin alıp evden çıkar da sonra kar­deşinin evine giderse, koeamn yemini bozulmuş olmaz. Çünkü kadının, onun rızasını, bilmesi şart değildir. Ama izin ve emir bunun hilâfına olup kadın kocasının izin veya emri olduğunu ya bizzat ondan veya elçisinden işitip öğ­renmek mecburiyetindedir.             ,

Mehmed'in izni olmaksızın Ahmetle konuşmamaya yemin eden bir ki­şi, Ahmet'le konuşmak için, Mehmet'ten sadece bir kez izin almaya muhtaç olur. Aynı şekilde Abdullah'ın izni olmaksızın kendi evinden çıkmamaya ye­min eden bir kişi, çıkmak için Abdullah'tan sadece bir kez izin almaya muh­taç olur. Yine bir kişi hanımına, "sana izin verinceye kadar evden çıkma" veya "evden çıkmayacaksın meğer ki ben sana izin vereyim" derse, hanımın evden çıkması için bir kez izin vermesi yeterli olur. Ancak her çıkış için izin alması gerektiğini kasdettim derse, bu sözü, yargı merciince onaylanır. Çünkü o, kendi şahsı için zorlama yapmıştır.

"Şu şehirde veya şu beldede veya şu köyde oturmayacağım" diye ye­min eden bir kişi, şahsen oradan çıkmakla yemininin gereğini yerine getir­miş olur. Tabiî çıkarken de geri dönüşe niyet etmemelidir. Aksi takdirde halâ oranın sakini sayılır. "Falan kişiyle beraber oturmayacağım" diye yemin eden bir kimse, her biri aynı evin ayrı ayrı odalarında oturmakla yeminini boz­muş olur. Ancak oturdukları ev, hara gibi büyük olursa, yeminini bozmuş olmaz. Eğer araya bir duvar fasılası koyarak evi paylaşırlarsa ve bu ev belir­li bir evse, yani "seninle şu evde oturmam" diyerek yemin etmişse, her biri bir tarafta otursa, fasılanın faydası olmaz; yemîni bozulur. Eğer yemin eder­ken "şu..." diyerek evi belirlememişse, her biri bir tarafta oturmakla yemi­ni bozulmuş olmaz.

"Falan kişiyle bir ay birarada oturmayacağım" diye yemin eden bir ki­şi, onunla bir saat süreyle bir arada otursa bile yeminini bozmuş olur. Çün­kü oturmak, her ne kadar müddetle ölçülebilen ve zamanın uzamasıyla uzayabilen bir eylemse de bu müddet, oturmanın az veya çokluğu kapsama­sı için bir kayıt olmaz. Aksine müddet, kişinin bir ay süreyle kendini o kişiy­le birarada oturmaktan menetmesi için bir kayıt olur. Bir saat süreyle de olsa o kişiyle bir arada oturmakla yeminini bozmuş olur. Ama "falan kişiyle bir arada bir ay süreyle ikâmet etmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onunla bir arada tam bir ay süreyle ikâmet etmedikçe yeminini bozmuş olmaz. "Şu mekândan çıkmayacağım" diye yemin eden bir kişiyi, başkası zor kullana­rak kaldırıp oradan çıkarırsa, yemini bozulmuş olmaz. Ama kendisinin iz­niyle başkası onu kaldırıp çıkarırsa, yemini bozulur. "Yolculuğa çıkacağım" diye yemin eden bir kişi, bulunduğu yerden sefer niyetiyle çıkması ve belde­sinin mamur yerlerini aşıp geride bırakmasıyla yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Tabiî gideceği yerle, beldesinin mâmur olan dış kısımları arasında onsekiz saatlik bir sefer müddeti bulunması şarttır. "Hanımım falan kimse­nin düğününde hazır olmayacak" diye yemin eden bir kişinin hanımı, dü­ğün başlamadan düğün yerine gidip bekler de ondan sonra gelin gelirse, düğün sonuna kadar orada kalsa bile yeminini bozmuş olmaz.

Şu evde oturmayacağım diye yemin eden bir kişi ailesini ve eşyasını orada bırakarak yalnız başına evden çıktığında, evde bırakmış olduğu eşyalar ken­di ev ihtiyaçlarını karşılayacak eşyalar ise yeminini bozmuş olur. Ama evde bırakmış olduğu eşyalar, bir evde oturmaya yetecek kadar değil iseler yemi­nini bozmuş olmaz. Bu kişi başkasına tâbi olarak o evde kalmaktaysa bile —mesela çocuğun babasına tâbi olarak evde kalması gibi-oradan tek başı­na çıkıp gitmekle yeminini bozmuş olmaz. Müftâbih olan görüş budur. Ay­nı şekilde kadın, kocasıyla birlikte çıkmaya yanaşmaz ve kocası evden yalnız basma çıkarsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama hırsız ve ben­zeri şeylerin korkusu nedeniyle çıkamazsa, mazur sayılır. Bu korku gidince­ye kadar çıkmayıp beklerse, yeminini bozmuş olmaz. Yine bunun gibi kapıyı üzerine kilitlerler ve o da açamazsa veya oturmak için başka bir ev aramakla meşgul olursa, ya da eşyasını taşımakla uğraştığı için günlerce eski evinde kalırsa, eşya taşımak için bir hayvan kiralamaya muktedir olsa bile yeminini bozmuş olmaz. Birkaç evi olan bir şahsın adını vererek, falan kişinin evine girmem diye yemin eden bir kişi, o şahsın boş evlerinden birine girerse, ye­mininin akıbeti ile ilgili olarak iki rivayet vardır:

1- Bu kişi mutlak surette yeminini bozmuş olur. Çünkü her ne kadar içinde kimseler oturmasa da o şahsın mülkü olan bir eve girmiştir.

2- O şahsın olsa bile, başkası tarafından kiralanmış olan o eve girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü aidiyet, kiraya vermekle ve teslim etmekle bâtıl olur. Nitekim bu görüşte olanlara göre aidiyet, satışla da bâtıl olur. Ama başka birisinin içinde oturmadığı o şahsa ait eve girmekle, mutlak surette yeminini bozmuş olur. Çünkü evin, o şahsa aidiyeti hâlâ devam etmektedir.

Zeyd'in evine girmem diye yemin eden bir kişi, Zeyd'in ölümünden sonra o eve girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü evin bedeli kadar borçlu da olsa Zeyd öldükten sonra o ev, kendisinin mülkiyetinden çıkıp vârislere inti­kal etmektedir. Müftâbih olan görüş budur. Her ne kadar borç nedeniyle ölü Zeyd'in hükmü bakî kalmışsa da o ev, her bakımdan onun mülkü ol­maktan çıkmıştır. Elbisesini giyerek dışarı çıkmaya hazırlanan hanımına, "eğer dışarı çıkarsan benden boşsun diyen kişinin hanımı, çıkmaktan vazgeçip oturur da bir saat sonra çıkıp giderse yemini bozulmuş olmaz. Kadın çıkma­dan önce, giymiş olduğu gezi elbisesini çıkarıp şeklini değiştirmiş olsada ol­masa da hüküm aynı olup boşanmış olmaz. Ama babasının evinde olan bir kadına kocası: "Şu anda kalkıp kendi evimize gitmezsen boşsun" derse ve kadın da o anda kalkıp gezi elbiselerini giyer ve dışarı çıkarsa; fakat sonra geri dönüp henüz kocası oradan çıkıncaya kadar babasının evinde oturursa ve kocasından sonra çıkıp kendi evine giderse, boşanmış olmaz. Ancak ka­dın, önce çıkmak isterken bulunduğu şekil ve kılığını değiştirmiş olmamalı­dır. Eğer elbisesini çıkarıp değiştirirse boşanmış olur.

İki durum arasındaki farkı şöylece ifâde edebiliriz: Birinci durumda bo­şama andının konusu, kadının evden çıkmamasıdır. Ki bu, çıkışı terketmektir. Boşanmaması ise, çıkışın zıddmı yapmakla, yani çıkıştan yüz çevirip evde oturmakla mümkün olabilir. Şu halde kadın, kocasının üzerine talâkla and içtiği çıkıştan vazgeçip evde oturmakla, boşanmaktan kurtulmuş olur. İster üzerindeki gezi elbisesini çıkarsın, ister çıkarmasın farketmez. Elbisesini çı­karsa da çıkarmasa da, evden çıkmadıktan sonra boşanmış olmaz. Ama ikinci durum bunun tersinedir. İkinci durumda talâkla üzerine and içilen şey, ka­dının evden çıkıp gitmesidir. Ki bu da olumlu bir eylem olup, boşanmaktan kurtulmak için o müsb^t.eylemi yapmak, yani evden çıkıp gitmek gerekir. Yalnız, kadın gitmeye Hazırlanarak oturur ve gitme niyetiyle beklerse, git­mekten yüz çevirmiş olmaz. Aksine, hükmen gitmekte sayılır. Ancak gitmek­ten yüz çevirmeyip gidici bir şahsın hükmünde olduğunu belirleyen kılık-kıyâfet içinde bulunması şarttır. Ama gidici olduğunu belirleyen kılık-kıyâfetini değiştirirse, zahiren dışarı çıkıp eve gitmekten vazgeçmiş sayılır. Bu yemine yemin-i fevr (âcil yemin) denir. Bu yeminde âcillik süresi bir sa­atle takdir edilir.

Üzerine and içilen eylemin yapılıp yapılmaması bakımından yeminler üç kısma ayrılırlar:

1- Lâfız ve mânâ yönünden müebbed yeminler. Bunlara mutlak yemin­ler de denilir.

2- Lâfız ve mânâ yönünden muvakkat (süreli) yeminler.

3- Lâfız yönünden müebbed, ama mânâ yönünden muvakkat yeminler.

İşte bu, yemin-i fevrin tâ kendisidir. Yukarıdaki misâlde olduğu gibi âcil bir işle kayıtlanırsa âcil olur veya şimdiki zamanla ilgili bir söze cevap mâhi­yetinde olur. Meselâ adamın biri bir başkasına, "gel benimle birlikte öğle yemeği ye" der de, o, "eğer seninle birlikte öğle yemeği yersem karım boş olsun" diye yemin ederse, bu yeminin lâfzı, bir vakitle kayıtlı olmayıp mut­laktır. Ama mânâsı, içinde bulunduğu zamanla kayıtlıdır. Çünkü bu yemin, "gel benimle birlikte öğle yemeği ye" sözünün bir karşılığı olarak söylen­miştir. Bu sözü söyleyen kişiyle öğle yemeği yerse karısı boş olur. Başka tür­lü, meselâ kendi başına öğle yemeği yerse karısı boş olmaz. İster o kişinin davet ettiği yemeği, ister başka bir yemeği yesin, karısı boş olmaz. Ancak kendisini davet eden kişi, "gel de benimle birlikte öğle -yemeği olarak şu ye­meği ye" derse, kendi başına da olsa o yemeği yemekle karısı boşanmış olur. Kendisini öğle yemeğine davet eden adama, "vallahi bugün öğle yemeği yemeyeceğim" diye yemin ederse, her ne şekilde olursa olsun öğle yemeği yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü konuşmasında cevaptan fazlasını söylemis olmaktadır. Bu durumda yemini yeniden başlatmış olmaktadır. An­cak bununla başka şeye niyet ettiğini söylerse, sözü diyâneten onaylanır. Edilen yeminin adiliğine deiâlet eden bir İpucu bulunmazsa o zaman cümle başındaki izâ âcilliğe 'in' edatı ise geniş zamana delâlet eder. Yani "şu işi yaparsam şöyle olsun" derse âcilliğe, "bu işi yaptığım takdirde şöyle olsun" derse geniş zamana delâlet eder. Meselâ, "eğer evden çikarsam üze­rime kurban vâcib olsun" diyen kişi, evden çıktığı takdirde acilen kurban kesmelidir. Ama "evden çıktığım takdirde iki gün oruç tutayım" diyen kişi, evden çıkarsa, iki gün orucu bilâhare herhangi bir zamanda tutabilir. Bu mi­sâlin yeri her ne kadar yemek üzerine yapılan yeminler bahsi ise de burada yemin-i fevr dolayısıyla anılmıştır.

Mâlîkîler dediler ki: Eve girmemeye yemin eden bir kişi hamama, kahvehaneye, dükkâna, firma, üzüm sıkılan yere, vekâlete, hapishaneye gir­mekle yeminini bozmuş olur. Ancak örfe göre ev kelimesiyle kişinin sâdece kendi hanımlarıyla oturduğu yerler kastediliyorsa, yukarıda sıralanan yer­lerden birine girmekle yeminini bozmuş olmaz. Yalnız, konut olarak hanım­larıyla birlikte oturduğu eve girmekle yeminini bozmuş olur. Falan kimsenin, bir evdeyken yanma girmemeye yemin eden bir kimse; kendi komşusunun evine girip de o adamı karşısında görürse, yemininin bir sebebi veya önce de belirtildiği gibi bİsatı (yemini gerektiren sebeb) yoksa yeminini bozmuş olmaz. Falan kimse kendi evindeyken yanına girmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, o adamın komşusunun evine girer de onu karşısında bulursa yemi­nini bozmuş olur. Çünkü komşusunun evi kendi evine benzer. Zîrâ komşu­nun komşu üzerinde hukuku vardır. Yemin ederken özellikle binaya benzeyen ev kasdedilmemişse veya içinde bulunan sâhibleri üzerine yıkılmakta olan bir evi görerek "eve girmem" diye yemin etmek gibi yeminin bisatı olmazsa çünkü bununla binâvârî evler kasdedilmiş olmaktadır-ev kelimesi kıl­dan yapılan çadırları da kapsamına alır.

Evdeyken falan kimsenin yanına girmem diye yemin eden birisi, o kim­se hapisteyken, mahkûm olarak onun bulunduğu yere suç işleyip de hakettiği için-girerse yeminini bozmuş olur. Ama suçsuz olarak tutuklanıp yanma girerse yeminini bozmuş olmaz. Murad evine girmekteyken, "Murad'ın evine girmem" diye yemin eden bir kişi, Murad'ın evinin içine girme­ye devam ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü içeriye girmekte devam etmesi, yeniden içeri girmesi gibi sayılır. Ama evin İçinde beklemekteyken eve gir­mem diye yemin eden bir kimse, beklemekte devam etmekle yeminini boz­muş olmaz.

Bineğe binmişken binmemeye, giyinik olduğu halde elbiseyi giymeme­ye, içinde oturduğu eve girmemeye yemin eden bir kimse; binmeyi, giymeyi veya oturmayı terketmeye muktedir iken bunları yapmaya devam etmekle yeminini bozmuş olur. Sözgelimi iki günlük mesafedeki bir yolculuğa çıkan bir kişi bindiği binek üzerindeyken, "vallahi şu bineğe bineceğim" diye ye­min ederse, yolculuk mesafesinin tümünde o bineğe binmedikçe yeminin ge­reğini yerine getirmiş olmaz. Geceleyin veya zaruret vakitlerinde binekten inmesi, yeminine bir zarar vermez. Giyinik olduğu elbiseyi kasdederek "şu elbiseyi giyeceğim" diye yemin eden bir kişi, giyilmiş sayılacağı zannedilen bir süre miktarı o elbiseyi giymedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş ol­maz. Hanımına, "iznim olmadan evden çıkmayacaksın" diye yemin eden bîr kişi, izin vermedikçe ve hanımı da verilen izni bilmedikçe evden çıktığı takdirde kocasının yemini bozulur. Hanımına, "evden çıkmayacaksın, me­ğer ki sana izin vereyim" derse, evden çıkarken kadının, kocasının izin ver­miş olduğunu bilmesi şart değildir. Koca izin verir, ama kadın izin verildiğini bilmezse, dışarı çıkmakla kocanın yemini bozulmuş olmaz. Verilen iznin de sarih olması gerekir. Kadın dışarı çıkar, kocası bunu bilir de menetmezse, çıktığını bilmesi izin sayılmaz.

Sözgelimi babasının evine gitmesi dışında, hanımına dışarı çıkmaya izin vermemeye yemin eden bir kişi, babasının evine gitmesi için izin verir de ha­nımı babasının evinden fazla olarak başkasının da evine giderse; başkasının evine gidişi babasının evine gidişinden ister önce ister sonra olsun veya baba evine gitmeyip yalnızca başkasının evine gitsin, kocası bu fazlalığın olacağı­nı bilmez veya olduktan sonra bilirse, yemini bozulmuş olmaz. Ama kadı­nın baba evi ziyaretinden fazla ziyaret yapmakta olduğu anda bilgisi olur da kadım bundan alıkoymazsa yeminini bozmuş olur. Çünkü bu anda bilgi­sinin olması, kadının yapmakta olduğu işe izin verdiği anlamına gelir. Birin­ci meseledeyse durum böyle değildir.

Kadının çıktığını kocanın bilmesi izin sayılmaz. Şundan ki: Birinci me­selede yemin, olumsuz cümle yapısı üzerine kurulmuştur. O nedenle çekin-celi davranmak gerekir. İkinci meseledeyse yemin, olumlu cümle yapısı üzerine kurulmuştur. En ufak bir nedenle yemin bozulabilir. Kendi izni olmaksızın hanımının evden çıkmaması üzerine yemin eden bir kişi, baba evine gitmesi için izin verir de, hanımı kardeşinin evine de giderse, kocası bundan haber­dar olsa da olmasa da mûtemed görüşe göre yemini bozulmuş olur.

Kendi mülkü olan evi göstererek, "şu evde oturmayacağım" diye ye­min eden bir kişi, daha sonra o evi başkasına satıp kirayla içinde oturursa veya iğreti olarak içinde oturursa yeminini bozmuş olur. Ancak kendi mül­kü olarak içinde oturmamaya niyet etmişse, bu durumda kirayla ve iğreti olarak İçinde oturması, yemininin bozulmasına neden olmaz. Aynı şekilde falan kişinin şu evinde oturmamaya yemin eden bir kişi, o evin üçüncü bir şahsa satılmasından sonra içinde oturmakla da yeminini bozmuş olur. An­cak yemin ederken o evin falanın mülkü olarak içinde oturmamaya niyet et­mişse, üçüncü şahsa satıldıktan sonra içinde oturmakla yeminini bozmuş olmaz. Bu iki meselede evlerin baş tarafına "şu" işaret zamirini koyduğu için yeminli kişinin yemini bozulmuş olmaktadır. İşaret zamiri, muayyenlik ifâde eder. Mülkiyetin başkasına geçmesiyle muayyenlik ortadan kalkmaz. Ama "şu" işaret zamirini kullanmaksızm falan kişinin evinde oturmamaya yemin eden bir kişi, üçüncü bir şahsa satıldıktan sonra o evin içinde otur­makla yeminini bozmuş olmaz. "Şu eve girmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o evin harâb olup yola karışmasından sonra oraya girmekle yeminini bozmuş olmaz. O evin mescid yapılmasıyla da oraya girmekle yeminini boz­muş olmaz. O ev, yıkılarak yerinde ikinci kez ev yapılır da oraya girerse ye­minini bozmuş olur. Oranın tahribini emretmekle de yeminini bozmuş olur. Evdeyken falan kişinin evine girmemeye yemin eden bir kişi, mesciddeyken yanına girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü mescide girmek şer'an iste­nilen bir davranıştır. Bu nedenle de mescide girmesi, kendi irâdesi dışında olmuş gibidir. Falan kişinin yanına girmem diye yemin eden bir kişinin, kas-dettiği kişinin kendisi onun yanma gelip bulunduğu yere girerse, yemin eden kişi oturduğu yerde kalmaya devam etse bile yeminini bozmuş olmaz. Çün­kü yemin eden kişi, falanın yanına girmemiştir.

içinde oturmakta olduğu evi göstererek "şu evde oturmam" diye ye­min eden bir kişinin, o evden taşınması vâcib olur. Geceleyin de olsa, taşın­ma imkânı olduğu halde hâlâ içinde kalırsa yeminini bozmuş olur. Bir zâlimden veya hırsızdan korktuğu için taşınması mümkün olmazsa, yemini­ni bozmuş olmaz. Ama kendine uygun bir ev bulamadığı veya bulduğu hal­de evin kirasının çok olması nedeniyle evden çıkmaması mazeret olarak kabul edümez. Kıldan yapılma bir çadır da olsa oraya taşınması vâcib olur. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Ağır davranmaksızın normal olarak eve ta­şınma işiyle meşgulken yeminden sonra iki gün veya daha fazla ikâmet etse, yeminini bozmuş olmaz. Yine eşyasını taşıyacak kimse bulamadığı için ikâ­met etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Evden çıkıp da oturmak için ikinci kez oraya dönerse yeminini bozmuş olur. Çünkü o şekilde yemin etmesi, umu­mîliği ifâde eder. Ama şu evden taşınacağım diye yemin ederse, taşındıktan onbeş gün sonra oraya geri dönmesi caiz olur. Bu evde kalmayacağım veya bu evde ikâmet etmeyeceğim diye yemin etmek de, mûtemed görüşe göre ay­nıdır. Bu sigalarla yemin ettiğinde evde kalmakla yeminini bozmuş olmaz. Ancak zaman kaydı koymuşsa, o zaman boyunca oturmaması gerekir. Çünkü, "vallahi şu işi yapacağım" diye yemin eden kimsenin o işi geniş zaman için­de yapması gerekir. Acilen yapma zorunluluğu yoktur. Meşhur olan görüş de budur.

"Falan kişiyle şu evde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, hâlen o kişiyle birlikte oturmaktaysa; ikisinden biri, örfen bir arada oturma duru­munu ortadan kaldıracak şekilde oradan taşınmadıkça veya araya bir duvar çekmedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Araya çekilen duva­rın taş veya tuğladan yapılmış kuvvetli bir duvar, ya da hurma ağacı dalın­dan yapılmış zayıf bir duvar olması yeterli olur.

Birinci şahıs, "onunla bir evde oturmam" diye yemin ettiğinde her ikisi de bir arada iseler, yemini ister mutlak olsun, ister, "şu harada onunla bir Jikte oturmam" şeklinde olsun, ikisinden birinin mutlaka oradan taşınması gerekir.

"Falan kişiyle şu beldede oturmam" diye yemin eden bir kişinin, bir fersah (5040 m.) uzaklıktaki bir mesafede oturup ikâmet etmesi gerekir. "Onunla bir arada oturmam" yeminiyle, eğer ondan uzak durmayı kasdet-mişse, onu ziyaret etmesi hâlinde yeminini bozmuş olur. Ama yemini, ço­cuklarla veya kadınlarla çekişmekten ve münâkaşadan dolayı olmuşsa, örfe göre çok sayılmayacak şekilde onu ziyaret ederse yemini bozulmuş olmaz. Ziyaretin çokluğu nedeniyle yemini bozulur. Oturmamaya yemin ettiği ev­den çıktığı halde bazı eşyasını orada bırakırsa, yeminini bozmuş olur. Ama evde oturmamaya yemin eden kişi, orada bir şeyini saklarsa yeminini boz­muş olmaz. Çünkü saklamak, oturmak değildir.

Şâfiîler dediler ki: "Şu evde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, özürsüz olarak orada beklemekle yeminini bozmuş olur. Eğer bu kişi sürekli olarak o evde oturmaktaysa, ayrılmak niyetiyle, sürekli oturmuyor-sa, sözgelimi gezinti için oraya girmişse, ayrılmaya niyet etmeksizin oradan çıkması gerekir. Bu şekilde çıkmakla yeminini bozmuş olmaz. Ailesi ve eş­yası orada kalmış olsa da olmasa da farketmez. Eşyasını toparlamak, ailesi­ni çıkarmak, elbisesini giymek, kapılarını kilitlemek, canından ya da malından korkmak veya çıkışını başkasının engellemesi gibi mazeretler dolayısıyla ev­de kalmakla yemini bozulmuş olmaz. Ancak eşya taşıma ve benzeri işleri yap­tırmak için emsal ücretle kendisi için bir vekil bulduğu halde yine evden çıkmazsa, yeminini bozmuş olur. Başkalarından gizlenilmesi gereken eşya­ları taşımada başkasını vekil etmeye muktedir olma şartı aranmaz. Taşıma­da başkasını vekil etmeye muktedir olsa bile bu eşyaları kendi taşımakla yeminini bozmuş olmaz. "Falan kişiyle bir arada oturmam" diye yemin eder de ikisi hâlâ orada bulunurlarsa, beklemekle yeminini bozmuş olur. Ancak yemininin ardısıra yıkılmaya başlayan bir binayla meşgul olduğu için bek­lerse, kuvvetli görüşe göre yemini bozulmuş olmaz. Herhangi bir yeri niyet etmeksizin "falan kişiyle bir arada oturmam" diye yemin eden bir kişi, her nerede olursa olsun onunla bir arada oturmakla yeminini bozmuş olur. An­cak ikisinin odaları küçük de olsa bir handa bulunursa, birbirine bitişik ve merdivenleri aynı olduğu takdirde yemini bozulur. Ama her birisi, mutfak, banyo ve merdiveni ayrı olan birbirinden ayrı odalarda kalırlarsa, yeminini bozmuş olmaz. İçinde bulunduğu halde, "şu eve girmeyeceğim" veya dışın­da bulunduğu halde, "şu evden çıkmayacağım" veya temiz iken "temizlenmeyeceğim" veyahut da koku sürünmüşken, "koku sürünmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, bu durumda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu durumların sürdürülmesi, Örfe göre eylem sayılmaz. Bun­da uygulanacak formül şudur: Üzerine yemin edilen şey ayakta durmak, otur­mak, ikâmet etmek, binmek, giymek, ortak olmak gibi zamanla birlikte uzayacak olgulardansa, yapılmamasına yemin edilen şey, yapıldığı takdirde yemin bozulmuş olur. Çünkü bu sayılan olgular, zamanla birlikte uzarlar. Örneğin: Bir saat ayakta durdum, bir gün oturdum, bir ay ikâmet ettim; onun­la bir yıl ortaklık ettim, gibi. Ama üzerine yemin edilen olgu; giriş, çıkış, temizlenme ve koku sürünme gibi zamanla birlikte uzamayan şeylerdense ye­min eden kişi, bu olguların içinde bulunup da bunları yapmamaya yemin etse bile bulunduğu hâli devam ettirmekle yeminini bozmuş olmaz. Oruç­luyken oruç tutmamaya, namazdayken namaz kılmamaya yemin eden bir kişi, tutmakta olduğu oruca veya kılmakta olduğu namaza devam etmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bunlar, "bir ay oruç tuttum", "bir gün na­maz kıldım" demek gibi her ne kadar zamanla takdir edilen fiiller iseler de, bu gibi işlerde muteber olan şey niyettir ve niyet de zamanla takdir edile­mez. Yapmam diye yemin ettiği bir işe devam etmekle yeminini bozan bir kişi, ikinci kez o işi yapmamaya yemin eder de yapmaya devam ederse, yeni­den keffâret ödemesi gerekir. Çünkü birinci yemini, ilk devam edişiyle çö­zülmüş olmaktadır. Hâlen ortağı bulunduğu bir kişiyi kastederek onunla ortak olmam diye yemin eden bir kimse ortaklığı devam ettirirse, yeminini boz­muş olur. "Şu evin mülkiyetinde, kardeşimle ortak olmam" diye yemin eden bir kişinin babası ölür ve dolayısıyla bu ev kendisiyle kardeşine miras kalır­sa, eğer kendisi paylaşmaya muktedir olduğu halde paylaşmaz ve müşterek halde bırakırsa yeminini bozmuş olur. Ama paylaşmaya muktedir olamaz­sa, mazeretinden dolayı yeminini bozmuş olmaz. Faian kişinin evine girmem diye yemin eden bir kişi, bilmeyerek onun evine girerse yeminini bozmuş ol­maz. Aynı şekilde falan kişiye selâm vermem diye yemin eden bir kişi, ka­ranlıkta tanımaksızın ona selâm verirse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yeminde sorumluluk, önce de belirtildiği gibi, yeminin aksini bilerek, kasıt­lıca ve arzuya bağlı olarak yapma halinde doğar.

Hanbelîler dediler ki: Eve girmem diye yemin eden bir kişi, her ne halde olursa olsun eve girmekle yeminini bozmuş olur. Yaya olarak veya süvari olarak veya başkası tarafından omuzlanarak da olsa eve girmekle ye­minini bozmuş olur. Bu kişi kendini, eve bitişik bir suya atar da o su kendi­lini eve sürükleyip götürürse, yine yeminini bozmuş olur. Duvardan inerek, duvarı delerek, kemer altından veya kapıdan geçerek de olsa eve girmekle yeminini bozmuş olur. Tabiî bu yemin eve kendi arzusuyla girme durumun­da bozulmuş olur. Ama dövülerek, malı gasbedilerek, ölümle tehdîd edile­rek veya benzeri şekillerde girmeye zorlanarak eve girerse yeminini bozmuş olmaz. Önce de belirtildiği gibi yeminin bozulması için zorlamanın olmama­sı şarttır. Kendi isteği olmaksızın başkası tarafından zorla eve sokulan kim­senin yemini, eğer muktedir olduğu halde engellemezse bozulur. Ama girmeye yanaşmaz ve engellemede bulunurse yeminini bozmuş olmaz. Zorla eve so­kulduktan, zorlama ve baskı ortadan kalktıktan sonra hâla evin içinde kal­maya devam ederse yeminini bozmuş olur.

Bir kimse evin içinde oturduğu halde oturmamaya veya başkasıyla bir­likte oturmaktayken onunla beraber oturmamaya yemin ederse, derhal ora­dan çıkmadığı takdirde yeminini bozmuş olur. Ancak çıktığında canına zarar geleceğinden korkarsa, korkunun ortadan kalkmasına ve çıkma imkânını elde etmesine kadar orada bekleyebilir. Bu bekleme, bir zararı bertaraf etme mak­sadıyla olduğu için yasaklanamaz. Evden çıkışı da normal âdete uygun ol­malıdır. Meselâ geceleyin çıkması gerekmez. Bu evde ailesi ve eşyası olur da onları yanına almaksızın kendi başına çıkarsa, yeminini bozmuş olur. Hem kendisi çıkmalı, hem de ailesini ve eşyasını çıkarmalıdır. Ancak hanımı ya da evdeki çoluk çocuğu kendisiyle birlikte çıkmaya yanaşmaz ve onları çık­maya da zorlayamazsa, kendi başına çıkmakla yeminini bozmuş olmaz. Çık­maya, yemin ettiği halde evde kalmaya zorlanır veya gece yarısı, bir ev bulamayacağı bir zamanca çıkmaya yemin ederse, veya kiralık ev bulma im­kânına sâhib olamazsa, ^veya çıkmasına engel olmak için başkası tarafından kapılar üstüne kilitlenir de açmaya muktedir olamaz ve yine de çıkma niye­tiyle orada kalırsa yeminini bozmuş olmaz. Yalnız ihmalkârlık etmeksizin âdete göre taşıma işine başlamış olması da şarttır. Başladıktan sonra, taşı­ma işi bir kaç gün de sürse, orada kalmakla yeminini bozmuş olmaz. Nor­mal istirahat zamanlarında ve namaz vakitlerinde taşıma işini sürdürmesi gerekmez. Taşındıktan sonra, hasta ziyareti amacıyla o eve gelmekle yemi­nini bozmuş olmaz. Çünkü ziyaret etmek, o evde oturup ikâmet etmek de­ğildir.

"Falan kişiyle bir arada oturmam" diye yemin eden bir kişi (oradan taşmmaksızın sâdece) aralarına bir perde veya örtü koyarsa, yeminini boz­muş olur. Ama evin içinde iki oda bulunur da her odanın kapısı, banyo, tu­valet ve merdiven gibi ek tesisleri ayrı olursa ve her biri ayrı odalarda otururlarsa yeminini bozmuş olmaz. Bütün bu durumlarda yeminli kişinin, eğer aksi istikamette bir niyeti veya yemininin sebebi olmazsa yeminini boz­muş olmaz. "Şu beldeden çıkacağım" diye yemin eden bir kişi, ailesini ya­nına almaksızın çıkmakla yeminini bozmuş olmaz. Ama "şu evden çıkacağım" diye yemin eder de kendi başına yalnız olarak çıkarsa, önce de belirtildiği gibi yeminini bozmuş olur. Beldeden çıkmaya yemin eden kişi, beldeden çık­tıktan sonra geri dönmekle yeminini bozmuş olmaz. Beldeye geri dönebilir.

Evin içindeyken "eve girmem" diye yemin eden bir kişi, yeminini boz­muş olur. Binek üzerindeyken, "bineğe binmem" veya giyinik iken "giyinmem" veya ayakta durmaktayken, "ayakta durmam", veya örtülü iken "örtünmem", veyahut kıbleye yönelik iken "kıbleye yönelmem" diye yemin eden bir kişi yapmam diye yemin ettiği ve hâlen yapmakta olduğu bu fiillerden birini yapmaya devam etmekle yeminini bozmuş olur. Aynı şekil­de bir şeyi tutmakta olduğu halde "tutmam", veya birisiyle ortak iken "onun­la ortak olmam" diye yemin eden bir kişi yeminini bozmuş olur. Çünkü eylemi devam ettirmek, yeni baştan yapmak gibidir. "Evdeyken falanın yanına

girmem" diye yemin eden bir kişinin yanma öbürü gelip girer de yemin eden onunla birlikte oturursa, yeminini bozmuş olur. Çünkü oturmaya devam et­mek, haramlık açısından yeniden oturmak gibidir. Ancak yemin edenin aksi istikâmette bir niyeti veya yemininin sebebi olursa, ona göre muamele görür.

Eve girmemeye yemin eden bir kişi bedevî de olsa kentli de olsa-mes­cide, hamama, Kabe'ye, haymaya, deriden veya kıldan yapılan bir eve gir­mekle yeminini bozmuş olur. Ama evin holüne veya sofasına girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü buralara ev denilmez. Ancak yemin edenin aksi yönde bir niyeti veya yemininin bir sebebi olursa ona göre davranır.

"Falan kişinin evine girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın kendi oturduğu veya başkasına kiraya vermiş olduğu evine girmekle yeminini boz­muş olur. O şahsın-mülkiyetinde olmayıp kira ile içinde oturmakta olduğu eve girmekle de yeminini bozmuş olur. Ama o şahıs kendisine emânet ola­rak verilen bir evde oturmaktaysa oraya girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü emânet verme kişiye, malın menfaatine sâhib olma hakkını vermez. Şu halde içinde emaneten oturduğu ev, o şahsın mülkü olmaz.

"Falan kişinin konutuna girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın emaneten veya kira ile, ya da karışık şekilde de olsa oturmakta olduğu her yere girmekle yeminini bozmuş olur. İçinde oturmadığı bir mülküne girmekle yemini bozulmaz. "Falanın mülküne girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın kiralamış olduğu mekânına girmekle yeminini bozmuş olmaz. "Eve girmem" diye yemin eden bir kişi, evin damına girmekle yeminini bozmuş olur. Ama evin duvarı veya kapısının kemeri üzerinde durmakla yeminini bozmuş olmaz. Ancak yemininin bir sebebi olursa, sebep lâfzın umumun­dan önce gelir. Eğer yeminin sebebi, ev halkını terketmek ve onları görme-mekse; yol olduğu için damından geçerse yemini bozulmaz. Aynı şekilde yeminiyle, evin içine girmemeye niyet etmişse, damından geçmekle yemini bozulmaz. Çünkü niyet, genel lâfzı özelleştirir. Ayağını eve koymayacağına veya eve ayak basmayacağına veya eve girmeyeceğine yemin eden kişi; yürü­yerek de olsa, süvari de olsa eve girmekle, önce de belirtildiği gibi yeminini bozmuş olur.

 

Konuşmama Üzerine Yemin Etme

 

Bu konuyla ilgili olarak mezheblere göre detaylı meseleler aşağıda ayrı ayrı ele alınmıştır.

 

(114) Mâlîkîler dediler ki: Bir kişi belli günlerde, aylarda veya senelerde falan adamla konuşmamaya yemin eder de, yeminden sonra gelen herhangi bir zaman içinde o şahısla konuşursa yeminini bozmuş olur. Bu, yemin ede­nin belli bir zamana niyet etmemesi durumundadır. Ama belli bir zaman ko­nuşmamaya niyet ederse, o niyet sahîh olur. Belirtmeksizin bir takım günler, aylar ve seneler boyunca falan adamla konuşmamaya niyet eden kişinin, yemininde gün demişse üç gün, ay demişse üç ay, yıl demişse üç yıl konuşma­dığı takdirde yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bu sürelerden önce konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Gün hakkındaki yemini gündüz-Ieyin olmuşsa, içinde bulunulan o gün, günlerden sayılmaz ve o gün de ko­nuşmaz. Yemini geceleyin olmuşsa, ertesi gün o günlerden sayılır. "Falanla konuşmayacağım" diyerek bir kayıt koymaz veya bir niyette bulunmaksızın yemin ederse, bu yemini üç gün için geçerli olur. Üç günden sonra konuştu­ğu takdirde yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ser'an küsmek, üç günden faz­la olmamalıdır. Küsmeye yemin edenin bu dinî kurala uyması gerekir ki, kuvvetli olan görüş de budur. Bazıları da derler ki: Bu şekilde yemin eden kişinin, sözlü örfe göre hareket ederek o şahısla bir ay küsülü kalması gerekir.

"Falan kişiyle bir zaman konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin gününden itibarenijbir yıl boyunca o şahısla konuşmaması gerekir. Aynı şekilde bir kişi, zaman kelimesinin başına "Iâm-ı ta'rif" koyarak "falan kişiyle zaman boyunca konuşmayacağım" veya asr, dehr, zamanla konuşma­yacağım diye yemin ederse, yine yemin gününü müteâkib bir yıl boyunca onunla konuşmaması gerekir. Tabiî zaman, asr ve dehr kelimeleri örfe göre yaygın olarak bir senelik süre anlamında kullanmıyorlarsa, bir sene süreyle, aksi takdirde bu kelimelerin lügate göre belirtilen sürelerinin en azı kadar o şahısla konuşmaması gerekir.

Kelimelerin başına "lâm-i ta'rif" koyup mârifeleştirerek "falan kişiyle zaman, asır veya dehr boyunca" konuşmamaya yemin eden kişinin, o şahıs­la süresiz olarak konuşmaması gerekir. Ama falan kişiyle zamanlar, asırlar veya dehrler boyu konuşmamaya yemin eden kişi, bu kelimelerin başına "lam-ı ta'rif" koymaksızm belgisiz olarak telâffuz ederse, o şahısla üç yıl süreyle konuşmaması gerekir.

' Falan kişiyle konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa mektup yazmakla yeminini bozmuş olur. Mektubu kendisinin yazmasıyla başkasının yazması arasında fark yoktur. Veya başkasına emrederek yazdırması, kâtibin de yaz­dıktan sonra ona okuyup anlaması hâlinde yine yeminini bozmuş olur. Ko­nuşmama yemininin, mektupla bozulması iki şartla olur:

1- Mektup, okusun okumasın, kendisiyle konuşmamaya yemin edilen kişiye ulaşnfcş olmalıdır. Bazıları derler ki: Kendisiyle konuşmamaya yemin edilen kişinin o mektubu okuması veya başkasının kendisine okuması gere­kir. Ona ulaşması niyetiyle yazmış olsa bile, yazılan mektup kendisine ulaş­madığı takdirde yeminlinin yemini bozulmaz.

2-Yazılan mektup, hükmen de olsa yeminlinuı izniylekarşı tarafa ulaş­mış olmalıdır. Meselâ ulağın mektubu aldığını ve karşı tarafa götüreceğini bildiği halde sesini çıkarmazsa izin vermiş sayılır. Ama mektubu yazıp ulağa verir ve götürmesini söyler; fakat bundan hemen sonra götürmemesini em­reder, o da mektubu okursa yeminlinin yemini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde ona yazar, sonra geri döndüğünü bildiren bir mektubu ona atar, da muhatabı okursa yeminlinin yemini bozulmaz. Ama hanımını boşamak is­teyen bir kişinin boşama kağıdını hanımına göndermek kasdıyla yazması sâ­dece hanımın boşanmasına sebep olur. İki mesele arasındaki fark şudur: Koca, boşama fiilini yapmakta bağımsızdır. Başkasıyla karşılıklı konuşma gerek­sinimi duymaz. Konuşma işine gelince, konuşmamaya yemin eden kişi, ba­ğımsız olmayıp kendisiyle karşılıklı konuşmak için bir kişinin varlığına ihtiyaç duyar. Şu halde anılan şartlar olmaksızın, karşı tarafa mektup yazmakla ye­minini bozmuş olmaz. Yine bunun gibi, başkasıyla konuşmamaya yemin eden kişi, konuşmamaya yemin ettiği şahsa ulak aracılığıyla bir mesaj gönderir de ulak, mesajı ona teblîg ederse yeminini bozmuş olur. Elçi ona ulaşsa bile, tebliğ etmedikçe yemini bozulmaz. Muhatabı, mesajı götürmeyi ulağa em­rettiğini duyarsa, yeminlinin yemini, yine bozulmuş olur. Ama sâdece karşı­lıklı konuşmamaya niyet ettiğini söylerse, bu sözü mektup ve ulak meselelerinde fetva açısından kabul edilir. Dolayısıyla her iki meselede de yeminini bozmuş olmaz. Edilen yemin, talâkla da ilgili olsa, başka şeylerle de ilgili olsa hüküm aynıdır. Niyetinin bu yönde olduğuna ilişkin sözü, mek­tup gönderme meselesinde olursa ve yemini de talâk ve köle azâd etmekle İlgili ise yargı merciince kabul edilmez.

Başkasıyla konuşmamaya yemin eden kişi, eğer bu yeminiyle o şahısla yüz yüze konuşmamaya niyet ederse, sözü, ulak ve mektup gönderme mese­lesinde fetva açısından kabul edilir. Ettiği yemin talâk veya başka alanlarla da ilgili olsa, o şahısla yüz yüze konuşmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Et­tiği yemin talâk veya başka alanla da ilgili olsa, ulak gönderme meselesinde de sözü yargı merciince kabul edilir. Mektup gönderme m eşelesin deyse sö­zü, yargı bakımından kabul edilmez.

Kendisiyle konuşmamaya yemin edilen kişi mektup yazarak yemin ede­ne gönderir ve o da mektubu okursa, doğru olan görüşe göre yeminini boz­muş olmaz. Çünkü yeminli kişi, bu durumda o şahısla konuşmuş değildir. Konuşan, mektubu gönderendir. Kitap okumamaya veya sâdece okumama­ya yemin eden kişi, dilini oynatmaksızın kalbiyle okursa, yeminini bozmuş olmaz.

Falan kimseyle konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa, anlayacağı şe­kilde işarette bulunursa, bazılarına göre yemini bozulmuş, bazılarına göre bozulmamış olur. Falan kimseyle konuşmayacağım diye yemin eden bir ki­şi, onunla normal olarak işitemeyeceği uzak bîr mesafeden konuşursa yemi­nini bozmuş olmaz. Ama normal olarak işitebileceği bir mesafeden konuşursa; herhangi bir işle meşguliyet, uyku .veya sağırlık gibi nedenlerle işitmese bile yeminini bozmuş olur. Çünkü bu engeller ortadan kalkacak olursa, sesi, nor­mal olarak işitebilecektir.

Falan kişiyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, o şahsın Kur'ân-ı Ke­rîm okuması esnasında takıntısını açıp yanlışını düzeltirse, namaz dâhilinde olsun, namaz hâricinde olsun yemini bozulur. Takıntısını açması, vâcib de olsa yemini bozulur. Şöyle ki: Kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği kişi imam olur da Fâtiha'yı okurken takılırsa, arkasında duran kişilerden birinin, ta­kıntısını açması vâcibolur. Nitekim namaz bahsinde de bu konuya temas edilmişti. Falan kimseyle konuşmamaya yemin eden kişiye, konuşmamaya yemin ettiği kişi imam olarak cemaatle birlikte namaz kıldırırsa, namaz se­lâmım verirken, ona da selâm vermeye niyet etmekle yeminini bozmuş ol­maz. Konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa imamlık ederek bir cemaatle birlikte kendilerine namaz kıldırırsa; namazdan çıkma kasdıyla selâmını ve­rirken ardındaki cemaate de selâm vermeye niyet ederse yemini bozulmaz. Konuşmamaya yemin ettiği şahıs, sağ tarafında da olsa sol tarafında da olsa farketmez. Ama namaz^ışında ona selâm verirse bu selâm örfe göre konuş­ma sayılacağından dolayt yeminini bozmuş olur. Namazdayken imamın ha­tâsını ve takıntısını açmakla selâm verme arasındaki farka gelince; takıntı açılırken imama âdeta, "şöyle de denmiş oluyor. Oysa selâmda böyle bir anlam yoktur.

Hanefîler dediler ki: Hîn ve zaman kelimelerinin başına "lâm-ı ta'rif" koyarak "vallahi falan kimseyle, zamanla konuşmayacağım" veya belgisiz olarak, "vallahi falan kimseyle, zamanlarla (veya hinlerle) konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, aradan altı ay geçmeden o şa­hısla konuşursa yeminini bozmuş olur. Altı ay geçtikten sonra konuşursa ye­minini bozmuş olmaz. Bu, "konuşmayacağım" şeklinde olumsuz cümleli yeminlerin örneğiydi. Olumlu cümleli yeminlere gelince, şöyle bir örnek ve­rebiliriz: "vallahi bir zaman veya bir hîn miktarı oruç tutacağım", ya da "val­lahi zaman veya hîn miktarı oruç tutacağım" diyerek yemin eden bir kişi altı aydan daha az oruç tuttuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Oruç misâ­linde, yemin eden kişinin yeminden hemen sonra oruca başlaması şart değil­dir. Altı ay süreyle tutmak kaydıyla oruca herhangi bir zaman başlayabilir. Belgili veya belgisiz olarak hîn ve zaman kelimelerini kullanmakla belli bir zamana niyet ettiğini söylerse, sözü kabul edilir. Çünkü bununla, sözün ger­çek anlamına niyet etmiş olmaktadır. Hîn ve zaman kelimesi, zamanın azı için de çoğu için de kullanılabilir. Dehr boyunca falanla konuşmamaya ye­min eden kişi, dehr kelimesinin başına "lâm-ı ta'rif" koymuşsa, ömrü bo­yunca o şahısla konuşmamalıdır. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Dehr kelimesinin başına "lam-ı ta'rif" koymaksızın belgisiz olarak "bir dehr bo­yunca falanla konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin vaktinden itibaren altı ay süreyle onunla konuşmaması gerekir. Başına "lâm-ı ta'rif koysun, koymasın, belgili belgisiz, "ebedî olarak falan kimseyle konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, ömrü boyunca onunla konuş­tuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Başına "lâm-ı ta'rif" koyarak "falan kimseyle ömür boyunca konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, ömrü boyunca o şahısla konuşmamalıdır. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. "Bir ömür boyunca falan kimseyle konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, ömür kelimesinin başına "lâm-ı ta'rif" koymamışsa, altı ay süreyle o şahısla ko­nuşmamalıdır. Tıpkı hîn kelimesiyle yemin etmede olduğu gibi. Kuvvetli olan görüş budur. Bütün bunlar, yemin eden kişinin aksi yönde bir niyeti olma­ması durumunda sözkonusudur. Aksi takdirde niyetine göre hareket eder.

"Vallahi falan kimseyle çok günler boyunca konuşmayacağım" veya "falan kimseyle günler, aylar, yıllar, cumalar veya zamanlar boyunca konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin yemini, her neviden on taneye sarf olunur. Yani yemini günlerle ilgiliyse on gün boyunca, aylarsa on ay boyunca... on sene boyunca, on cuma boyunca, beş sene boyunca konuş­maması gerekir. Bu sürelerden önce konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Şu mânâda ki: Cumalar boyunca oruç tutacağım diye yemin eden kişi, her haftanın cuma gününde oruç tutmalı ve böylece on cumayı tamamlama­lıdır. "Zamanlar boyunca falan kimseyle konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, beş sene geçmeden o şahısla konuşursa yeminini bozmuş olur. Zîrâ bilinmektedir ki; her bir zaman altı aya eşittir. On zaman ise altışar aydan beş sene tutarında olur. Hîn ve dehr kelimeleri de zaman gibidir. Önce de belirtildiği gibi her bir hîn ve dehr, altı aydır. Başlarına "Iâm-i ta'rif" koy-maksızm ve çoklukla nitelemeksîzİn, falan kimseyle günlerce, aylarca, sene­lerce ve zamanlarca konuşmayacağım diye yemin, eden kişinin yemini bunlardan her türün üçer tanesi için kullanılır. Meselâ günlerce konuşmaya­cağım diye yemin eden kişi, üç günden önce konuşursa yeminini bozmuş olur. Cumalarca konuşmayacağım diye yemin eden kişinin, yeminden itibaren üç cuma boyunca; aylarca konuşmayacağım diye yemin edenin üç ay süreyle; zamanlarca konuşmayacağım diye yemin eden kişininse onsekiz ay süreyle konuşmaması gerekir. Daha önce konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Tabiî bu durumların hepsinde, yeminin aksi istikametinde bir niyeti yoksa bu şekilde hareket eder. Aksi takdirde niyetine göre hareket eder.

Baş taraflarına "lâm-ı ta'rif" koyarak mârife şeklinde, erkeklerle, ka­dınlarla veya yoksullarla, fakirlerle konuşmamaya yemin eden bir kişi; bun­ların çoğuluyla konuşmamaya niyet etmemişse birer tanesiyle konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Ama bu kişi bütün erkeklerle, bütün kadın­larla veya bütün yoksullarla konuşmamaya niyet etmişse, niyetinin bu oldu­ğuna ilişkin sözü hem fetva, hem de yargı bakımından onaylanır. Ebediyyen de yemini bozulmaz. Başlarına "lâm-ı ta'rif" koymaksızın çoğul olarak er­keklerle, kadınlarla ve yoksullarla konuşmamaya yemin eden bir kişi, çoğu­lun en azı sayılabilecek üç erkek, üç kadın veya üç yoksulla konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Eğer üçten fazlasıyla konuşmamaya yemin ettiğini ve niyetinin bu yolda olduğunu söylerse, sözü yargı merciince onaylanır. Bu kişi, bir ferdle de konuşmamaya niyet edebilir. Çünkü.çoğulu söylemekle tekili kasdetmesi caizdir. Ama çoğulu söylemekle iki kişiyi kasdetmesi caiz olmaz. Falan şahsın hanımlarıyla veya kardeşleriyle veya dostlarıyla konuşmamaya; ya da onun bineklerine binmemeye, elbiselerini giymemeye yemin eden bir kişinin o şahsa nisbet ederek sayılarla ve benzeri şeylerle sınırlandı çoğul kelimeler telâffuz etmesi durumunda, telâffuz etmiş olduğu kelimeleri iki kısma ayırmak mümkündür:

a) Bunların insandan başka çoğullarında, çoğulun en az sayısı olan üç ile yetinilir. Yani falan şahsın bineklerine binmeye veya onun elbiselerini giy­memeye yemin eden kişi; üç tane bineğine binmekle, ya da üç elbisesini giy­mekle yeminini bozmuş olur. Tabiî o şahsın üçten fazla bineği veya elbisesi varsa... Eğer üçten az iseler, zâten onlara binmekle veya giymekle yemini bozulmaz.

b) İnsanlardan teşekkül eden çoğullara, meselâ, falan şahsın hanımla­rıyla veya kardeşleriyle veya dostlarıyla konuşmamaya yemin etme durumu­na gelince,  yemin edeŞ kişi,  bunlardan her birinin  bütün  bireyleriyle konuşmadığı takdirde yeminini bozmuş olmaz.

Bu şıklardaki çoğullar arasındaki farka gelince diyeceğimiz şu ki: Bi­rinci şıktaki çoğulların O şahsa nisbetinde mülkiyet sözkonusudur. Binekler­le ve elbiselerle ilişkiyi kesip küsmek maksat olamaz. Asıl küsme maksadı onların sâhibleriyledir. Edilen yemin, o şahsın mülkiyetinde olan eşyalara sirayet etmektedir. Bu durumda o eşyalar çoğul olarak anıldıklarından, ço­ğulun en az sayısı olan üç sayısı sözkonusu olmaktadır.

İkinci şıktaki çoğullara gelince, bunlar, o şahsa nisbet edilerek özel ki­şilikler kazanmışlardır. Böyle olunca da edilen yemin, anılan çoğulun tüm bireylerini kapsar. Yemin sahibi, yemin ederken andığı çoğulun tüm bireyleriyle konuşmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Gerçek şu ki, bu hüküm örfe aykırıdır. Bildiğimiz kadarıyla çoğul, bireylere bölünür. Yemin eden kişi, ço­ğulun bireylerinden sadece bir tanesiyle bile konuşsa yemini (örfe göre) bozulur.

Ademoğluyla veya Mısır halkıyla veya şu kavimle konuşmam diye ye­min eden bir kişi, bu çoğulların bireylerinden bir tanesiyle bile konuşursa yeminini bozmuş olur. Çünkü bu çoğullar (belli bir şahsa nisbet edilemedik­leri için) sınırlandırılıp sayıya bağlanamazlar. Bunlar, "lâm-ı tarifle anılan (cinsi istiğrak edip kapsayan) çoğullardır.

Falan şahısla aybaşında konuşmamaya yemin eden bir kişinin, ayın bi­rinci gün ve gecesinde o şahısla konuşmaması gerekir. Ayın evveli sözün­den, yarıdan azı (14 gün) anlaşılır. Ayın sonu sözünden ise yarıdan fazlası (günden sonraki kısmı) anlaşılır. Sözgelimi, ayın evvelinin son gününde oruç tutmaya niyet eden bir kişinin, onbeşinci günde; ayın sonunun ilk günü oruç tutmaya yemin eden bir kişinin de onaltıncı günde oruç tutması gerekir.

Falan şahısla yazın veya kışın konuşmamaya yemin eden bir kişinin, ya­şamakta olduğu belde halkının bu konularda bilinen bir hesabı varsa, (mev­sim belirlemede) o hesaba uyması gerekir. Böyle bir hesâbları yoksa kış

mevsimi; kürk, şal ve benzeri kalın elbiselerin giyildiği, yaz mevsimi ise bu tür elbiselere ihtiyaç duyulmadığı zamandır.

"Falan şahısla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, ne zaman onunla konuşursa yeminini bozmuş olur. Onunla bir veya iki günlüğüne ko­nuşmamaya ve özel bir yerde konuşmamaya niyet etmiş olsa bile, her nerede ve ne zaman onunla konuşursa yeminini bozmuş olur. Bu niyeti de ne fetva, ne de yargı merciince onaylanmaz. Çünkü bu kişi, telâffuz etmediği genel bir şeyi özelleştirmeye niyet etmiştir ki, önce de belirtildiği gibi niyet, lâfız­lardan başka şeylerde geçerli olmaz.

"Falan şahısla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, uyumakta olan şahsa seslenerek uykusundan uyandırırsa yeminini bozmuş olur. Uy­kusundan uyandırmazsa, seçkin olan görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Uyanıkken seslendiğinde, seslenilen kimse kendisini duymayacak kadar uzakta olursa yeminini bozmuş olmaz. Kulak verdiği takdirde sesini duyacak kadar yakınında olursa, sağırlık veya bir işle meşguliyet dolayısıyla işitmese bile, yeminini bozmuş olur. Ama iyice kulak verdiği halde uzaklık nedeniyle du-yamazsa, yeminim bozmuş olmaz. Konuşmama yeminine bitişik olarak ko­nuşursa yine yeminini bozmuş olmaz. Meselâ hanımına, "seninle konuşursam boş ol, çık dışarı" diyen kocanın hanımı "çık dışarı" sözü nedeniyle boşan­mış olmaz. Çünkü bu cümle, "boş ol" yeminine bitişik olarak söylenmiştir. Tabiî "çık dışarı" sözünü, yeminden ayrı bir konuşma niyetiyle söylememiş olmak şarttır. Aksi takdirde hanım boşanmış olur. Ama hanımına "seninle konuşursam boş ol ve çık dışarı" diyen kişinin hanımı boşanmış olur. Çün­kü burada, "boş ol" yemininden sonra araya fasıla koyarak "çık dışarı" demiştir.

Herhangi bir şeye hitab ederek bu hitabını, kendisiyle konuşmamaya yeminli olduğu şahsa duyurmak isteyen kişi, yeminini bozmuş olmaz. Mese­lâ "ey duvar! Kulak ver, dinle" demekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak duvarla birlikte, kendisiyle konuşmamaya yeminli olduğu şahsa da hitab et­meyi kastederse yeminini bozmuş olur. Kendisiyle konuşmamaya yeminli ol­duğu şahsın da aralarında bulunduğu bir topluluğa selâm verirse yeminini bozmuş olur. Ancak ona selâm vermeyi kasdetmediğini söylerse bu sözü, yargı makamınca değil de fetva makamınca onaylanır. Namazdayken selâm ve­rirse, konuşmamaya yeminli olduğu şahıs sol tarafında olsa bile, yeminini bozmuş olmaz. Kendisiyle konuşmamaya yeminli olduğu şahıs imamlık eder­ken bir hatâsından Ötürü unutarak kendisine hitaben "sübhânallah" derse veya okumadaki bir takıntısını açarsa yeminini bozmuş olmaz. Ama bunları namaz dışında yaparsa yeminini bozmuş olur.

Falan şahısla konuşmamaya yemin eden bir kişi, ona bir mektup yazar, ya da mesajını taşıyan bir ulak gönderirse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu, örfe göre konuşma sayılmaz. Yeminler ise örfe göre kurulurlar. Falan şahsa haber vermeyeceğim diye yemin etse de aynı hüküm geçerli olur. Zira konuşma ve haber verme sadece dil ile olur. Ama falan şahsa demiyeceğim diye yemin eden bir kişi, ona mektup yazsa veya mesaj taşıyan bir ulak gön­derse, yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda İhtilâf vukûbulmuştur. Falan şahısla konuşmamaya yemin eden bir kişinin, anlıyacağı şekilde ona işaret etmesi, örfe gö.re konuşmak sayılmaz. "Falan kimseye şöyle haber vermeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o kimseye mektup yazmakla yemi­nini bozmuş olduğu gibi, diliyle konuşmakla da yeminini bozmuş olur. Ama ona eliyle, ya da başıyla işaret ederse yeminini bozmuş olmaz. Falan şahsın sırrını ifşa etmeyeceğim veya açığa çıkarmayacağım veya onu kimseye bildirmeyeceğîm diye yemin eden bir kişi; konuşarak da olsa, yazarak veya işa­ret ederek de olsa, sırrını açıklarsa yeminini bozmuş olur.

"Falan kimseyle bir ay konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişinin, yemin gününden itibâreh. o şahısla otuz gün konuşmaması gerekir. Zîra hâ­linin delâleti, yani kızgıhfığı, yemininin gereğini âcilerr yerine getirmesini gerekli kılmaktadır. Bir aylığına oruç tutmaya yemin eden kişinin durumuysa bunun tersinedir. Bu kişinin, herhangi bir tarihten başlayarak otuz gün oruç tutması gerekir. Çünkü yemininin hemen yürürlüğe konulmasını gerektiren bir sebep mevcud değildir.

"Falan şahısla bu ay konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, ayın geri kalan günlerinde onunla konuşmaması gerekir. Sene, gün ve gece için de böyle... Geceleyin, "falan şahısla bir gün konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişinin, o gecenin kalan kısmında ve ertesi günde o şahısla konuş­maması gerekir. Gündüzleyin "falan şahısla bir gün konuşmayacağım" di­ye yemin eden kişinin, o andan itibaren ertesi gün aynı vakte kadar, yani yirmidört saat süreyle o şahısla konuşmaması gerekir. "Falan kimseyle ne bu gün, ne yarın, ne de yarından sonraki gün konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, geceleri onunla konuşabilir. Çünkü yemini üç tanedir. Yemin eder­ken cümledeki olumsuzluk ekleri olan 'ne' Ieri tekrarlamazsa yemini bir ta­ne sayılır.

Konuşmamaya yemin eden bir kişi, Kur'ân-i Kerîm okursa veya tesbi hatta bulunursa ve bunları namazdayken yaparsa ittifakla yemini bozulmaz. Eğer namaz dışındayken yapmışsa, gerçek olan bu hususta örfe müracaat etmektir. Kur'ân-ı Kerîm okumak, tesbihat ve benzeri şeyler örfe göre ko­nuşma sayılıyorsa, yeminini bozmuş olur, yoksa bozmuş olmaz. Meselâ Mı­sır örfüne göre bunlar konuşma sayılmamaktadır.

Falan kimseyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, imamlık yapan o kim­seye tâbi olarak namaza durur da, bir hatasından ötürü ona hitaben "sübhânallah" derse, veya aynı kişi imamlık yaparken takılıp kalır da ken­disine tâbi olan yelHinli şahıs takıntısını açarsa yeminini bozmuş olmaz. Ye­minli kişi, kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şahsın da aralarında bulunduğu bir cemaate imamlık ederken namazın sonunda vermiş olduğu selâmların ne birincisiyle ne de ikincisiyle yeminini bozmuş olmaz. Seçkin olan görüş budur. Kişinin kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şahıs, imam olarak kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaate namaz kıldınrsa, nama­zın sonunda selâm verirken kişi, kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şah­sa (imama) selâmla mukabele etmekle yeminini bozmuş olmaz. Ama konuşmamaya yemin eden kişi namaz dışındayken, konuşmamaya yemin ettiği şahsın da aralarında bulunduğu bir cemaate selâm verirse; o şahıs selâmı duysa da duymasa da yeminini bozmuş olur. Ancak selâm verirken, "yalnız o şah­sa değil" diye istisna ederse, yeminini bozmuş olmaz. Öyle değil de, "yalnız bîr kişiye değil" diye istisna ederse, o şahsı kasdettiğini söylemesi hâlinde sözü onaylanır. Aynı şekilde o şahsın dışındaki topluluğa selâm vermeye kal­ben niyet ederse, buna ilişkin beyanı sâdece fetva makamınca onaylanır. Yargı makamınca onaylanmaz.

Falan şahsın kitabını veya yazısını okumayacağım diye yemin eden bir kişi, o kitaba bakıp da okumaksızın anlarsa yeminini bozmuş olmaz. Bir ri­vayete göre yemini bozulur ki bu, örfe daha uygundur. "Falan şahısla ko­nuştuğum gün benden boşsun" diye karısına hitaben talâk üzerine yemin eden kişinin, o şahısla gece ve gündüz konuşmaması gerekir. Eğer bu yeminiyle sâdece gündüzleyin konuşmamaya niyet ettiğini söylerse, ifâdesi hem fetva, hem yargı makamınca onaylanır. Karısına hitaben, "falan şahısla konuştu­ğum gece benden boşsun" diyen kişinin sâdece gecelen o şahısla konuşma­ması gerekir.

"Babası gelinceye kadar falanla konuşursam karım boş olsun" diye ta­lâk üzerine yemin eden kişi, babası gelmeden o şahısla konuşursa karısı bo­şanır. Çünkü burada, o şahsın babasının gelişini, konuşmamanın son sınırı yapmıştır. Babasının gelişinden sonra konuşursa karısı boşanmaz. Ama bir kişi, "karım boş olsun illâki falan şahıs gelsin" derse, o şahsın gelmesiyle karısı boşanmaz. Şundan ki: Birinci misâlde "babası gelinceye kadar falan şahısla konuşursam" cümlesinin arapça aslındaki "illâ" kelimesi, her ne kadar 'stisnâ edatı ise de, gaye (sınır) ve şart edatı olarak emaneten kullanılabilir. Tabiî ikisi arasında ortak bir nitelik bulunması da gereklidir. Bu ortak nite-İikse her iki edatın, cümle içinde kendilerinden sonra gelen hükme aykırı ol­malarıdır. illâ' edatı gaye için kullanıldığında, o gayenin (sınırın) gelmesinden önce yeminin aksi yönünde hareket edilirse yemin bozulmuş olur. Ama o gayeye (sınıra) ulaşıldıktan sonra yeminin aksi yönünde davranılsa da hiç bir şey gerekmez.

İkinci misâle, yani "karım boş olsun. İllâ ki falan şahıs gelsin" misâli­ne gelince, buradaki illâ, gaye için değil şart için kullanılmıştır. Bu da boşa­ma için bir kayıt olarak kullanılması sebebinden ileri gelmektedir. "Karım boş olsun..'." diyen kişi sanki; "karım boş olsun ve boşanması da falan şah­sın gelmesine dek devam etsin. O gelince de boşanma durumu ortadan kalksın" demek istemiştir. Oysa boşama sürelendirme kabul etmeyen bir ol­gudur. Bu nedenle de o şahsın gelmesiyle değil, bilâkis ölümüyle boşanmış olur. "Abdullah izin vermedikçe Murat'la konuşmayacağım", diye yemin eden bir kişinin yemininin hükmü izin alamadan Abdullah ölürse düşer. Bunda uygulanacak formül şudur: Yemin eden kişi, yemininde sınırlama yapar da, ölüm ve benzeri nedenlerle o sınır ortadan kalkarsa, yemin hükmünü yitirir. Bilindiği gibi süreli yeminin kalıcılığı, onun gereğim yerine getirmenin ta­savvura sığması şartına bağlıdır. Falan ve falan şahıslarla konuşmamaya ye­min eden, veya falan ve falan şahıslarla konuşmak bana haram olsun diyen kişi, iki meselede de her iki şahısla konuşmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Sâdece birisiyle konuşursa, yine yeminini bozmuş olmaz. Ancak bu şekilde yemin ederken onlardan sâdece biriyle konuşmamaya niyet ederse, niyet et­tiği şahısla konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü işi kendisi için zorlaştıran, yine bizzat kendisidir. Oradaki 'ne' edatım tekrarlayarak "ne falanla, ne de falanla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, onlardan biriyle konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "ne yiyecek, ne de içecek tadmıyacağım" diye talâkla yemin eden bir kişi, bunlardan bi­rini tattığı takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü bu yeminlerde 'ne edatı­nı tekrarlamak, iki yemin mesabesinde olmamaktadır. 'Ne' edatını tekrarlamaksızın yemin etmiş olsaydı; hem yemeği ve hem de içeceği tadma-dıkça yemini bozulmuş olmayacaktı. Yalnızca bir tek kardeşi olduğu halde, birden fazla kardeşi olduğuna inandığı bir kimse için, "falan şahsın kardeş­leriyle konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, onun tek kardeşiyle ko­nuşursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o, yemin ederken bir taneyle konuşmamayı kasdetmemiştir. Dolayısıyla yemini, çoğul üzerinde kalmış­tır. Ama bir tek kardeşi olduğunu bilmiş olsaydı ve onunla konuşsaydı ye­minini bozmuş olurdu. Çünkü o, çoğulu söylemekle tekili kasdetmiş olabilir ki, bu da sahihtir.

Sâdece bir tek çöreği olan bir ekmeği göstererek, "üç çöreği dışında şu ekmekten yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o tek çöreği yemekle ye­minini bozmuş olmaz. Evinde oturmakta olan bir şahsı kastederek, "evde olduğu sürece o şahısla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, o şah­sın, oturmayı iptal edecek şekilde, anılan evden çıkmasından sonra kendi­siyle konuşur da, bilâhare o şahıs yine kendi evine dönerse yemin çözülmüş olur. Bundan sonra konuşsa bile hiç bir ceza terettüb etmez. Evde oturmak­ta olan hanımı için, "o, evde oturduğu müddetçe benden boştur" der de ha­nımı, eşyalarını taşıyarak oturmayı iptal edecek şekilde hemen evden çıkar ve sonra da eve tekrar geri dönerse yemin çözülür ve hükmünü yitirir.

Yemin hükmünün son bulduğu bir sınır olması bakımından "sürece", "olduğunca", anlamlarına gelen "mâzâle",."mâ kâne" yüklemleri de, müd­detçe, "mâ dâme" kelimesinin statüsüne tabidirler. Halk arasında söylene­gelen, "sen şöyle oturduğun zaman boyunca" cümlesi de bu gruba katılır. "Falanın mülkiyetinde olduğu müddetçe şu yemeği yemeyeceğim" diye ye­min etme durumunda o şahıs, yiyeceğin bir kısmını satarsa, geri kalan kısmini yiyen yeminli kişi, yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ yeminin bozulması, o yemeğin tümüyle sahibinin mülkiyetinde kalması şartına bağlıdır ki, bu şart da ihlâl edilmiştir. Eşiyle ve dostuyla konuşmamaya veya evine girme­meye yemin eden bir kişi; eşini boşadıktan, dostuyla düşman olduktan veya evini sattıktan sonra bile, eski eşi ve eski dostuna işaret ederse, meselâ "şu, falanın eşidir" veya "şu, falanın dostudur" diyerek işaretle gösterirse yemi­nini bozmuş olur. Çünkü yemininde nitelik, işaretle geçerliliğini yitirir. Son­radan yok olması, aslen varolmaması gibidir. Ama boşadıktan sonra eski eşine, aralarına düşmanlık girdikten sonra, eski dostuna işaret etmez de on­larla konuşursa yeminini bozmuş olmaz. Ev ve diğer mülkiyet altına alına­bilen binek, elbise ve benzeri şeylere gelince bunlara işaret etsin etmesin, kullanmakla yeminini bozmuş olmaz. Meselâ "falanın şu evi" diyerek işa­ret etme durumunda yeminini, falan kişiye mülkiyet bağıyla bağlanmış olan belirli bir şeye mahsus kılmıştır. Ki mülkiyet bağı satış yoluyla ortadan kal­kınca yeminin de hükmü kalkar. "Falanın evine girmem" diyerek belgisiz ve işâretsiz olarak yemin etme durumunda, yeminini belirli bir nesneye değil de, girme eylemine bağlamış olmaktadır. Dolayisiyle bu girme eylemi de eve uygulanacaktır. Ev ise mülkiyet bağıyla falana bağlıdır. Bu bağ mevcud ol­duğu sürece o eve girerse yeminini bozmuş olur. Satış yoluyla mülkiyeti or­tadan kalktıktan sonra eve girmekle yeminini bozmuş olmaz.

HANBELÎLER dediler ki: Falanla konuşmamaya yemin eden bir kişi, ona bir mektup ya da ulak gönderirse yeminini bozmuş olur. Konuşmamak­tan, yüz yüze konuşmamayı kasdederse; mektup yazıp göndermekle veya ulak göndermekle yeminini bozmuş olmaz. Bu hüküm ittifakla sabittir. Konuş-mamakdan, yüz yüze konuşmamayı kasdetmemişse; ona mektup ve ulak gön­derme durumunda yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda ihtilâf vukûbulmuştur. Bazıları da bu durumda yeminin bozulacağını söylemişler, bazilarıysa konuşmamaya yemin ederken mektup ya da ulak göndermeme­ye de niyet etmemesini veya yeminin o şahısla konuşmamasını gerekli kılan bir sebebinin bulunması şartıyla yeminin bozulmayacağı görüşünü doğrulamışlardır. Bu durumda o şahsa mektup ya da elçi göndermekle yeminini boz­muş olur. İşaret etmesine gelince, bazıları bozulur, bazılarıysa bozulmaz demişlerdir.

İnsanla konuşmamaya yemin eden bir kişi kadın-erkek, büyük-küçük, akılh-deli hangi insanla konuşacak olursa olsun yeminini bozmuş olur. Zeyd ile konuşmamaya veya ona selâm vermemeye yemin eden bir kişi, azarlayarak kendisine "defol, sus!" derse yeminini bozmuş olur. Ancak bundan başka bir sözü kasdetmişse yeminini bozmuş olmaz. Zeyd'le konuşmamaya yemin eden kişi imam olarak, Zeyd'in de aralarında bulunduğu bir cemaate namaz kıldırır da namazın selâmını verirken, cemaate de vermeye niyet etmekle ye­minini bozmuş olmaz. Veyahut Zeyd imamlık yaparken, ona tâbi olan ve kendisiyle konuşmamaya yemin eden kişi Zeyd'in kıraatteki takıntısını açarsa yeminini bozmuş olmaz. Falan kimseyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, o şahsa seslenir ve o da sesini duyacak kadar yakın bir mesafede bulunursa, dalgınlık veya meşguliyet gibi bir arıza nedeniyle sesini işitmese bile-ye­minini bozmuş olur. Ama sesini duyamayacak kadar uzak bir mesafede bulunursa yeminini bozmuş olmaz.

"Falanla konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, ona selâm vermekle yeminini bozmuş olur. Kendisiyle konuşmamak üzere talâk veya itak ile ye­min ettiği şahsın da aralarında bulunduğu bir topluluğa, aralarında onun bu­lunduğunu bilmeden dahi selâm verirse karısı boş olur veya kölesi azâd olur. Ama kendisiyle konuşmamaya talâk ve itaktan başka şeyler üzerine yemin ettiği şahsın aralarmda bulunduğu bir topluluğa selâm verir de, aralarında onun bulunduğunu bilmezse, yeminini bozmuş olmaz. Bu durumda tıpkı unut­muş bir kimse gibi olur. Ama onun da aralarında bulunduğunu bilir ve se­lâm verirken onu selâmaan ayrı tutmaya niyet etmez, ya da diliyle onu istisna etmezse, meselâ falan şahıs dışında size selâm olsun" demezse, yemini talâk ve itak üzerine de olsa başka şey üzerine de olsa yeminini bozmuş olur. Fa­lan şahsa karşı kendisinin ilk konuşan olmayacağına yemin eden bir kişi ile o şahıs aynı anda beraberce konuşurlarsa, yeminlinin yemini bozulmaz. Fa­lan şahısla bir zaman konuşmamaya yemin eden kişinin, belirli bir süre ko­nuşmamaya niyet etmediği takdirde altı ay süreyle onunla konuşmaması gerekir. Ama altı aydan az veya daha fazla bir müddet konuşmamaya niyet etmişse, niyetine göre hareket eder. Baş tarafına "Iâm-ı ta'rif" koyarak "falan şahısla, zamanla konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin de, "hîn" keli­mesinde olduğu gibi, altı ay süreyle onunla konuşmaması gerekir. Ama bel­gisiz olarak falan kimseyle bir zaman, dehr, bir uzaklık miktarı, çok uzunca, uzunca, bir vakit, bir ömür, bir çağ boyunca konuşmamaya yemin eden ki­şinin yemini en az zaman için geçerli olur. Fakat falan şahısla ebediyyen ve­ya dehr boyunca veya ömür boyunca konuşmamaya yemin eden kişinin, zaman belirten kelimelerin başına "lâm-ı ta'rif" koyması durumunda, süre­siz olarak o şahısla konuşmaması gerekir. Çünkü bu kelimelerin başına ko­nan "lâm-ı ta'rif'ler, istiğrak içindir. Yani zamanın tümünü kapsarlar. Falanla aylarca konuşmamaya yemin eden kişinin, onunla üç ay konuşma­ması gerekir. Günler de böyledir. "Seneye kadar onunla konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin anından itibaren tam bir sene süreyle onunla konuşmaması gerekir. Sene içinde yemin etmişse, ertesi sene aynı vakte ka­dar onunla konuşmamalıdır. Falanla üç gün konuşmamaya yemin eden ki­şinin bu yemini, geceleri de kapsar. Buna göre, geceleriyle birlikte üç gün onunla konuşmaması gerekir. Aynı şekilde üç gece konuşmamaya yemin eden kişinin de günleriyle birlikte üç gece konuşmaması gerekir.

ŞAFİÎLER dediler ki: Konuşmamaya yemin eden bir kişi, namazı bâtıl kılmayan, Kur'ân, zikir ve duâ gibrt haram olmayan sözleri telâffuz etmekle yeminini bozmuş olmaz. Tabiî bunları telâffuz ederken, Allah ve Rasûlün den başkasını muhatab etmemesi şarttır. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Anlaşılmaz bir harfi telâffuz etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu harfle namaz bozulmaz. Kendi nefsine duyurması veya duyacak kadar bir sesle telâffuz edip de bir arıza nedeniyle işitememesi şartıyla, anlaşılır bir harfi telâffuz etmekle yeminim bozmuş olur. Ama böyle olmayınca yemini bozul­maz. Namaz kılmakta olanın kıraatte takılması durumunda onun takıntısı­nı açarsa ve bununla sâdece açmayı kasdeder, ya da hiç bir şey kasdetmezse yine yeminini bozmuş olur. Ama takıntısını açmakla sâdece Kur'ân okuma­yı kastederse veya okumakla beraber açmayı kastederse yeminini bozmuş olmaz.

Falan şahısla konuşmamaya yemin eden bîr kişi, ona selâm vermekle yeminini bozmuş olur. Tabiî, verdiği selâmı ona duyurması veya duyması­nın mümkün olacağı bir yerde bulunduğu halde bir arıza nedeniyle duyma­ması şarttır. Duyduğu selâmı da bir bakımdan olsa da anlaması şarttır. Namaz selâmını verirken ona da vermeyi kasdederse, yine yeminini bozmuş olur. Ama onu kasdetmeyip namazdan çıkmayı kasdeder veya hiç bir şey kasdet­mezse yemini bozulmaz. Ona mektup veya ulak göndermekle, ya da el veya başka şeyle işaret etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Meramını ona bir âyet okuyarak anlatır, ama bununla sâdece okumayı kastederse veya okumakla birlikte meramını da anlatmayı kasdederse yeminini bozmuş olmaz. Fala­nın hanımıyla veya kölesiyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, o kimsenin hanımını boşamasından veya kölesini azâd etmesinden sonra onunla konu­şursa yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde falanın evine girmemeye yemin eden bir kişi, falanın o evin tamamını ya da bir kısmını satmasından sonra o eve girerse yeminini bozmuş olmaz. Ama bu yeminleri ederken, "falanın şu hanımıyla konuşmayacağım" veya "falanın şu evine girmeyeceğim" di­yerek nesnelerin başına işaret zamirlerini koyar ve yemin ederken de bu ka­dının, falanın nikâhında kaldığı süreye veya bu evin falanın mülkiyetinde kaldığı süreye niyet ederse; falanın o evi muhayyerlik şartını koymaksızın bağlayıcı bir satış akdiyle satmasından sonra o eve girerse veya falanın o ka­rısını bâin talakla boşamasından sonra o kadınla konuşursa, yeminini boz­muş olmaz. Ama anılan sürelere niyet etmemişse, yeminini bozmuş olur.

 

Bir Kimsenin Çocuğunu Dövmeye Veya Satmamaya-Almamaya Ve Benzeri Akidleri

Yapıp Yapmamaya Yemin Etmesi

 

Bu konuyla ilgili muhtelif meseleler mezheblere göre aşağıda ele alın­mıştır.

 

(115) Malikîler dediler ki: Çocuğuna yirmi kırbaç vurmaya yemin eden bir kişi, yirmi kırbacı bir araya getirerek tümüyle bir darbe şeklinde vurur­sa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Aksine, âdete göre yirmi kırbact müteferrik olarak vurması gerekir. Sonra o darbe, eğer bir tek darbenin acısını hissettiriyorsa bir darbe olarak sayılır. Aksi takdirde darbe sayılmaz.

Hanımını öpmemeye yemin eden bir erkeğin hanımı kendisini öper ve o da karısı için aynı arzuyu duyarsa yemini bozulur. Eğer hanımı onu du­daktan öperse erkeğin yemini bozulur. Yanaktan öperse bozulmaz.

Hanımı üzerine, hanımının kendisini öpmemesi için yemin eden bir ki­şinin hanımı, kocasını öperse kocanın yemini mutlak surette bozulur. Koca gevşeyip kendini bıraksa da bırakmasa da dudaktan da öpse başka taraftan da öpse yemini bozulur. Hanımını öpmemeye yemin eden koca, onu dudak­tan da öpse, başka tarafından da öpse yeminini bozmuş olur.

Bir kişinin bir başkasından alacağı olur da, ona hitaben senden hakkı­mı almayıncaya veya hakkımı sana ödetmeyinceye veya hakkımı senden te­sellüm etmeyinceye jcadar senden ayrılmayacağım veya sen benden ayrılmayacaksın diye yemin etmesi durumunda alacaklı, borçluyu sıkı tut­madığı için veya sıkı tutup da kendisini zorlayarak ya da İğfal ederek kaçar da hakkım alamazsa yemini bozulmuş olur.

Borçlu, alacaklıyı başkasına havale eder de o kişi havaleyi kabul eder­se, kabul eden kişi borçlunun huzurunda alacaklının hakkını ödese bile bir rivayete göre yine bu yeterli olmaz. Ve alacaklının yemini bozulmuş olur. Ama örfte buna muhalefet olmazsa hüküm böyle olur. Mısır örfünde bu gi­bi durumlarda havaleyle yetinilmesi öngörülmektedir. Bilindiği gibi yemin­ler, örf esâsı üzerine kurulurlar.

Falan işi öğrendikten sonra onu falan adama haber vermeye veya öğ­retmeye yemin eden bir kî§i, o işi öğrendikten sonra falana haber vermez veya öğretmez de, falan o işi başkasından haber alıp öğrenirse; yine ona bil­dirmekle yükümlü olur. Yemininin gereğini yerine getirmesi için falana ya şifahen, ya ulak, ya da mektup aracılığıyla bildirmesi gerekir. Bu şekiller­den biriyle ona bildirirse yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Yemin eden kişi, o işi başkasının falana bildirdiğini duyarsa, bir rivayete göre bu, onun yemininin gereğini yerine getirmesi açısından yeterli olur. Maksat elde edil­diği için falana bildirmekle yükümlü olmaz. Diğer bir rivayete göre ise bu, onun yemininin gereğini yerine getirmesi açısından yeterli olmaz.

Bir kişinin rehinde bir elbisesi olsa ve bir başkası da iğreti olarak kendi­sinden elbise istese; o da elbisesinin olmadığına yemin etse, eğer sıkıntıda olduğu için elbiseyi rehinden çıkaramıyorsa veya borcu âcil olmayan borç-lardansa ittifakla yeminini bozmuş olmaz. Eğer elbiseyi rehinden çıkarabi­lecek gücü varsa ve yeminiyle de rehindekinden başka elbisesi olmadığına niyet etmişse, yeminini bozmuş olmayacağına dair yine ittifak vardır. Bu ye­miniyle eğer iğreti verebilecek elbisesi olmadığına niyet etmişse ve elbisenin değeri de borcunu karşılıyorsa yine yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde elbisesinin değeri, borç miktarının üstünde olsa bile yemini, mûtemed görüşe göre bozulmuş olmaz.

Falan kimseye elbisesini veya evini iğreti olarak vermemeye yemin eden bir kişi sadaka, hibe, vakıf, evde oturma gibi fayda temin eden çeşitli yollar­la evini veya elbisesini ona verirse, yeminini bozmuş olur. Yeminiyle özel olarak iğreti vermemeyi kasdettiğini söylerse, bu sözü fetva makamınca mutlak olarak kabul edilir. Yemini eğer boşama, ya da muayyen bir ıtk (azâd) üze­rine ise mezkûr sözü yargı merciince kabul edilmez. Durum bunun tersi olursa, meselâ bir kimse falana sadaka vermemeye veya bir şeyi ona hibe etmemeye yemin ederse o şahsa bir şeyi iğreti olarak verir de yeminiyle hibe ve sadaka­nın hakikatini kasdettiğini yoksa bunların mutlak faydalarını vermemeyi kas-detmediğini iddia ederse, iğreti verme nedeniyle yeminini bozmuş olmaz. Talâk veya muayyen bir azâd üzerine yemin etmiş olsa bile mezkûr iddiası, yargı merciince kabul edilir. Falana şunu sadaka vermeyeceğim diye yemin eden kişi, o şeyi ona bağışlar da, "sadaka vermeyeceğim derken sadakanın haki­katini kasdettim, yoksa bu şeyin faydasını vermemeyi kasdetmedim" derse ve yemini de boşama ve muayyen bir azâd ise, iddiası, kadı huzurunda ka­bul edilir. Yine durum bunun aksi olursa, meselâ "şu şeyi falana hibe etmeyeceğim diye yemin eden kişi o şeyi sadaka olarak ona verirse ve ye­min ederken özellikle hibeyi kasdettim derse; eğer yemini boşama ve muay­yen bir azâd üzerine ise bu iddiası kadı nezdinde kabul edilmez. Ama bütün bu durumlarda müftü nezdinde kabul edilir.

Sefere çıkmaya yemin eden bir kişinin bir niyeti veya yemininin bir se­bebi olmazsa, yeminini şer'î anlama yorarak namazı kısaltmayı gerekli kıla­cak kadar bir mesaiye gitmesi gerekir. Zîrâ önce de belirtildiği gibi kuvvetli görüşe göre şer'î anlam, sözlük anlama tercih edilir. Seferinin sona erdiği yerde de onbeş gün beklemelidir. Şu anlamda ki: Yolculuğa çıkmış olduğu beldeye veya namazı kısaltmayı gerekli kılan mesafedeki bir başka yere dön-memelidir. Onbeş günden önce dönerse yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Ama namazı kısaltmayı gerekli kılan mesafeye vardıktan sonra sefe­re onbeş gün daha devam ederse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ayrıca onbeş gün beklemesi gerekmez; ama bir ayı doldurması mendub olur. Şu beldeden taşınacağım diye yemin eden bir kişinin, arada namazı kısalt­mayı gerekli kılacak uzaklıktaki başka bir beldeye taşınması gerekir. Daha yakın mesafedeki bir beldeye taşınmakla yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Taşındıktan sonra onbeş gün beklemesi gerekir. Bir ayı tamamlama­sı mendub olur. Şu evden veya şu haradan taşınacağım diye yemin eden bir kişinin başka bir eve veya başka bir haraya taşınması yeterli olur. İki evin veya iki haranın arasında namazı kısaltmayı gerekli kılan bir mesafenin bu­lunması şart değildir. Ancak taşındığı evde veya harada onbeş gün kalması gerekir. Bir ayı tamamlaması ise mendub olur. Bu, komşusunu kaçırtmayı kasdettİği zaman böyledir. Ama komşusundan hoşlanmadığı için taşınmaya yemin ederse, taşındıktan sonra hangi vakitte dönerse yeminini bozmuş olur.

Yemininin ucunu boş bırakan; meselâ, belde, hara veya ev kelimelerini söy-lemeksizin sâdece taşınmaya yemin etfen kişi belde, hara veya ev kelimele­rinden birini söylemediği gibi, bunlardan birine niyet de etmezse veya maksadını belirleyen bir yemin sebebi de yoksa, namazı kısaltmayı gerekli kılan mesafedeki bir yere gitmesi ve orada onbeş gün kalmadan Önce geri dönmemesi gerekir. Aksi takdirde önceki misâlde de belirtildiği gibi yemini­nin gereğim yerine getirmiş olmaz.

"On gün sonra falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, dokuz gün sonra sahibinin haberi olmaksızın başkasının malına kasdedip alır ve bununla hakkını ödemeye yemin ettiği kişiye olan borcunu öderse, du­rum ne olacaktır? Bu meselede biraz tafsîlât vardır. Şöyle ki: Mal sahibi, vâdenin gelmesinden önce veya sonra durumdan haberdar olabilir. On gü­nün tamamlanmasından önce durumu bilir de yeminlinin (aynı zamanda borç­lunun) malını almasınafizin verirse yemin bozulmaz. Aynı şekilde alacaklı da vâde bitiminden Önce alacaklıya müsamaha ederse (meselâ vâdeyi uzatır­sa) yine yemin bozulmaz. Ama mal sahibi, on günden sonra durumu öğre­nirse buna ilişkin bir kaç kavil vardır ki, bunların doğruya en yakın olanı, malının alınmasına mal sahibi izin verse de vermese de yeminlinin, yani borç­lunun yemininin mutlak olarak bozulacağıdır. Aynı şekilde yeminli, içinde kendisinin de hissesinin bulunduğu, geri kalan kısmıninsa başkasına âit ol­duğu, borcun cinsinden olmayan bir malı alıp onu borç yerine verirse yemi­nini bozmuş olur. Bu maldaki kendi hissesi borcunu kapatacak miktarda olsa bile yeminini bozmuş olur. Çünkü alacaklı, bu malın tümünü almadığı tak­dirde razı olmayacaktır. Malın bir kısmı gidince rızâ ortadan kalkacaktır. Yine bunun gibi borcunu, ayıplı bir şeyle öderse, meselâ içinde bakır veya kurşun karışımı bulunduğu anlaşılan gümüşle öder de hak sahibi buna razı olmazsa, yeminini bozmuş olur. Ama hak sahibi razı olursa yeminini boz­muş olmaz. Fakat borç olarak ödediği nesne, teamüldeki ölçü, tartı veya sa­yıdan eksik olursa, hak sahibi razı olsa da yeminini bozmuş olur.

Falan şahsa tazmin ettirmemeye yemin eden bir kişi onun vekîlinc taz­min ettirirse durum ne olacaktır? Bu meseleyle ilgili tafsîlâtı şöylece sırala­yabiliriz: Yemin eden kişi, vekilin, o şahsın vekîli olduğunu ya bilir veya bilmez. Onun vekîli olduğunu bilir de müvekkiline bir şey satın aldığı veya borç aldığı zaman vekile tazmin ettirmekle yeminini bozmuş olur. Bu vekîl, müvekkilinin yakını, dostu ve nesebinden biri olsun olmasın, ya da yemin eden kişi, vekille müvekkil arasında böyle bir bağın bulunduğunu bilsin bil­mesin mutlak surette yemin bozulur. Ama vekil kendi namına bir şey satın alır veya borç alır da yeminli kişi ona tazmin ettirirse yeminini bozmuş ol­maz. Tazminatı aldığında falan şahsın vekili olduğunu bilse bile yeminini bozmuş olmaz. Vekili olduğunu bilmez de müvekkili için satın almış olduğu bir şey için ona tazmin ettirirse; vekil de müvekkilin yakını, dostu veya nese­binden biri olursa yeminini bozmuş olur. Aralarında yakınlık, veya dostluk bağı bulunduğunu bilmezse bir rivayete göre yemini bozulmuş, diğer bir rivayete göre bozulmamış olur. Yemini boşama ve benzeri şeyler üzerine etmişse ve vekîl ile müvekkil arasındaki bu bağdan haberi olmadığı­nı iddia ederse, eğer bu bağ meşhur olup herkesçe bilinmiyorsa iddiası ikinci görüşe göre kadı nezdinde kabul edilir. Eğer vekil ile müvekkil arasındaki bağ meşhur ve herkesçe biliniyorsa iddiası kadı nezdinde kabul edilmez. Bu bağ meşhur olsa da olmasa da iddiası fetva makamınca kabul edilir.

Zeyd'e bir şey satmamaya veya simsarlık yoluyla onun adına satış işini yürütmemeye yemin eden bir kişi, Zeyd'in vekiline satarsa veya vekili için bir satış işini yürütürse, bu vekil de Zeyd'in yakını veya dostu olursa, yemin eden kişi, onun Zeyd'in vekili olduğunu bilmese bile yeminini bozmuş olur. Aralarında yakınlık olduğunu bilmesi durumunda birinci meseledeki ihtilâ­fın aynısı sözkonusu olur. Ama onun, Zeyd'in vekili olduğunu bilirse, Zeyd'Ie vekili arasında anılan bağlar bulunsun, bulunmasın yeminini bozmuş olur. Yemin eden kişi vekile: "Ben Zeyd'e bir şey satmamaya yemin ettim. Kor­karım ki sen de onun vekilisin dese ve vekîl de; "Satışın banadır. Ona değildir" dese; fakat sonra, o satışın Zeyd için olduğu belgelerden anlaşılsa satış akdi geçerli olur. Ancak satıcının yemini bozulmuş olur. Ama satar­ken, "eğer Zeyd için alıyorsan seninle aramda satış yoktur" derse yemini bozulmuş olmaz. Bu durumda mûtemed görüşe göre satış akdi de geçerli olmaz.

Muhammed, Ali'ye bir sır verip-gizleyip kimseye söylememesi için ye­min ettirirse; sonra da Muhammed aynı sırrı Halid'e tevdi etse, Hâlid de Ali'ye giderek sırrı açıklasa ve Ali, "Muhammed'in bu sırrı benden başkasına an­latacağını sanmazdım" dese yeminini bozmuş olur. Çünkü maksadı haber vermek olmasa dahi böyle konuşması, haber vermektir.

"Şu işi yapmayıncaya kadar karımla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, yemininin hemen ardından ona "git veya buradan ayrıl" derse, ye­minini bozmuş olur. yemininin bozulması, başka bir konuşma yapmasına bağlı kalmayıp hemen o anda bozulur. "Konuşmaya kendisi başlamadıkça falan kimseyle konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişiye falan şahıs, "ben sana aldırış etmem" demiş olsa, bu onun söze başlamış sayıldığını göster­mez. Yeminli kimse onun bu sözlerinden sonra konuşacak olursa, yeminini bozmuş olur.

"Şu vakitte falanın hakkım ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, ala­caklısına (fâsid oluşu hususunda ittifak edilen) fâsid bir satışla bir mal satar ve malın parasını borcuna saydırırsa, yemini bozulur mu bozulmaz mı? Bu meselede tafsîlât vardır: Malı alacaklıya teslim eder ve vâdenin gelmesinden önce o mal alacaklının elinden gitmiş te olabilir, elinde kalmış ta olabilir. Vâdenin gelmesinden önce alacaklının elinden gitmiş olursa ve borcu karşı­layacak değerdeyse yemini bozulmuş olmaz. Borcu karşılayacak değerde ol­mazsa, vâde gelinceye kadar farkı öderse yine yemini bozulmuş olmaz. Eğer malı vâdenin gelişinden önce alacaklıya teslim etmezse, bu da o malı vâde­den önce ona teslim etmemesi veya vâdeden sonra ona teslim etmesiyle olur. Bu durumda yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda ihtilâf vardır: Ba­zılarınca benimsenen görüşe göre malın değeri borcu karşılıyorsa yemin bo­zulmaz. Karşılamıyorsa yemin bozulur. "Şu vakitte falanın hakkını ödeyeceğim" dîye yeniin eden bir kişi, vâde geçinceye dek borcunu ödemez de alacaklı borcu kendisine hibe eder ve o da kabul ederse yeminini bozmuş olur. Ama vâdenin tamamlanmasından önce borcunu öder de alacaklı ona hibe eder ve o da kabul ederse, doğru görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Çünkü   sırf  hibeyi   kabul  etmek,   yeminin   bozulmasını  gerektirmez.

"Şu vakitfe falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişinin bir yakını, kendisinin izni olmaksızın borcunu öder de bunu vâdenin tamam­lanmasından önce öğrenip kabullenirse yemini bozulmaz. Ama vâdenin ta­mamlanmasından önce bundan haberdar olmaz ve kendisi de vâde geçinceye dek ödemezse yeminini bozmuş olur. Mezkûr yakını bu borcu ister borçlu­nun malından, ister kendi malından ödemiş olsun, borçlunun umûmî vekili veya sâdece borç ödemede vekili değilse yemin bozulmuş olur. Umumî veki­li veya borç ödemede vekili ise yemini bozulmuş olmaz. Ama bu borcunu alım-satımdaki vekili veya akarının haracını kabzetmede, et, sabun, sebze ve benzeri ev ihtiyaçlarını satın almadaki vekili, veya mahkemelerde kendi namına yürütülecek işlerdeki vekili öderse yeminini bozmuş olur. Aslında borcu, sahibine ödediği ve kendisi üzerinde bir hakkının kalmadığını hatır­larsa, ya da alacaklının hakkını aldığına dâir, kadı huzurunda şâhİdler şâ-hidlik ederlerse; (yeminin gereğini yerine getirmek için) vâdenin gelmesinden önce borç sahibi parayı borçluya iade etmeli ve ikinci kez ondan almalıdır.

Evlenmeye yemin eden bir kişi, kendisine lâyık olmayan düşük seviyeli bir kadınla evlenirse, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Meselâ fahi­şe bir kadınla evlenirse veya kendisi varlıklı olur da yoksul bir kadınla evle­nirse, zifafa girmiş olsa bile yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Aynı şekilde gerdekten önce veya gerdekten sonra feshedilecek fâsid bir nikâhla, meselâ mut'a nikahıyla, veya şiğar nikahıyla (değişik yaparak mehir ödemek­sizin evlenme) veya mahrem kadınlardan birini nikahlayarak evlenmekle de yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Yemin ederken evlenme vaktini be­lirleyerek sözgelimi, "bu ay evleneceğim" diye yemin ederse, vakit geçince­ye dek, sosyal mevki ve değer yönünden kendisine benzer bir kadınla sahîh nikâh akdi yapıp evlenmediği takdirde yeminini bozmuş olur. Yemininin ge­reğini yerine getirmiş olması için kadının gerek kendisine, gerek soyuna rağ­bet ederek evlenmiş olması şart değildir. Sırf yemininin gereğini yerine getirmiş olmak maksadıyla da olsa onunla evlenmiş olması yeterli olur.

Para ve mal için hiç kimseyi keÇİ etmemeye yemin eden bir kişi, daman-ı veçhile, yani borçlunun kendisini getirip alacaklıya teslim etme hususunda bir şahsı kefil ederse, yeminini bozmuş plur. Çünkü o kefil, borçluyu alacaklıya götürüp teslim etmekten âciz kalırsa borcu ödemekle yükümlü ola­caktır. Ancak kefil ederken, "borçluyu, alacaklıya götürüp teslim etmekten âciz kaldığı takdirde kefilin kendisi mâlî sorumluluk kabul etmez" şartını koyarsa, bu durumda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu kefalet sâdece borcu taleb etme kefaletidir ki, mâlî sorumlulukla yükümlü değildir. Mal, para ve­ya başka bir kayıt koymaksızın "kefil olmam" diye yemin eden bir kişi, her türlü kefaletle yeminini bozmuş olur.

Zeyd'e tazmin ettirmeyeceğim, diye yemin eden bir kişi, Zeyd'in vekili­ni kendi adına değil de Zeyd adına aldığı bir şeyde tazmin ederse yeminini bozmuş olur. Bir kişi müşteriye bir mal satar; satıcı, malın bedelini almadan müşteri, kendisine fiyattan biraz düşürmesini ister de satıcı, hakkından az bir kısmım dahi kendisine bırakmamaya yemin ederse; müşteri bunun üzeri­ne malı kendisine geri verir ve satıcı da malı kabul eder (ve ikale eder)se; satıcının  yemini bozulur mu bozulmaz mı?

İkâlenin (satılan malı geri vermenin) birinci satışı reddetmek olduğu gö­rüşünü benimseyenlere göre; geri verme esnasında o mal ilk satıldığı zaman­daki değerine eşit değerde de olsa, daha düşük değerde de olsa satıcının yemini mutlak surette bozulmaz.Çünkü edilen yeminin mûcib sebebi,satıcı­nın "eğer benim kazanmış olduğum bir hakkım varsa, ondan asla fedakar­lık etmem" anlayışıdır. Satış akdi çözüldüğüne ve mal da geri geldiğine göre, satıcının müşteri üzerinde hiç bir hakkı kalmamış demektir. Dolayısıyla ye­mini bozulmuş olmaz. Ama ikâlenin, satılan malın geri verilmesi değil de, ayrı bir satış akdi olduğu görüşünü benimseyenlere göre, ikâle esnasında o malın değeri önceki satış değerine gerçekten eşit veya daha fazla ise, satıcı­nın yemini bozulmuş olmaz. Ama daha az ise, müşteri değer farkını satıcıya vermediği takdirde yemini bozulur. Değer farkını verirse, yemini bozulmaz. Çünkü yine, müşteride bir hakkı kalmamış olmaktadır. Ancak müşteri de­ğer farkını, satıcıya verirken aynı zamanda hibeye niyet etmiş olmamalıdır. Aksi takdirde yine yemin bozulur.

Talâk veya başka şeyler üzerine yemin ederek falan şahsın hakkını an­cak kendisine erteleme yaptığı takdirde falanca vakitte ödemeye söz veren kişi, alacaklının erteleme yapmadan ölmesi durumunda; reşîd bir vârisi olup da ikinci bir vâdeye ertelerse, borçlu birinci vâdede ödemediği takdirde ye­minini bozmuş olmaz. Reşîd olan vârisi ikinci bir vâdeye ertelemez, borçlu da daha önce kararlaştırılan vâdede ödemezse yeminini bozmuş olur. Müte­veffa alacaklının bu alacağının tamamı karşılığında borcunun olması duru­munda reşîd vârisinin ertelemesi de fayda etmez. Falan şahsın hakkını ancak kendisine erteleme yaptığı takdirde falan zamanda ödemeye yemin eden ki­şi, alacaklının erteleme yapmadan ölüp küçük yaşta mirasçılar veya sefihlikleri, ya da delilikleri, nedeniyle kısıtlı mirasçılar bırakması durumunda, müteveffanın vasisi,ikinci bir vâdeye ertelerse borçlunun yemini bozulmaz. Vasîbu ertelemeyi, borcun inkâr edilmesi veya borçlunun düşmanlık etmesinden çekinme gibi çocuk veya kısıtlıların yararı için de yapsa, başka ne­denlerle de yapsa geçerli olur. Ancak vasînin, küçüklerin veya kısıtlıların yararını göz ardı ederek başka bir vâdeye ertelemesi haram olur.

Vasînin ertelemesi npdeniyle borçlunun yemininin bozulmaması için mü­teveffanın, terekesinin.tamamını kapsayacak kadar borcunun olmaması şart­tır. Eğer terekenin tamamım kapsayacak kadar borcu olursa o zaman söz, alacaklıların olur. Onların, yemin eden borçlu nezdinde geciken borcu mik­tarında ölünün zimmetini ibra etmeleri şartıyla yeminlinin borcunu ikinci bir vâdeye ertelemeleri caiz olur. Böyle yapmadıkları takdirde yeminlinin bor­cunu ertelemeleri, onun yemininin bozulmaması için yeterli olmaz. Borcunu kendisine bıraksalar bile yemini bozulur. Ayrıca bütün alacaklıların ertele­meyi kabul etmeleri şarttır. Şayet bir kısmı erteler de bir kısmı ertelemezse, ertelemeyenlere acilen ejdemek gerekir.

Hanefîler dediler ki: Çocuğuna yüz kırbaç vurmaya yemin eden bir kişinin bunu yapmak istememesi halinde, vuruşların acıtması şartıyla onu hafif darbelerle dövmesiyle yemininin gereği yerine gelmiş olur. Acıtma­dığı takdirde yeminin gereğini yerine getirmiş olmaz. İki bölümlü bir kır­baçla elli defa vurursa, bu yüz vuruş yerine geçer. Her iki bölümün de dövülene isabet etmesi şartıyla yeminin gereği yerine getirilmiş olur. Yüz kırbacı veya sopayı toplayıp baş taraflarını düzelttikten sonra, her'birinin başı dövülene isabet edecek şekilde bir defada vurursa yeminin gereğini yerine getirmiş olur. Ama kırbaçların yan taraflarıyla vurur da baş kısımlarını düzeltmez ve üst üste gelirlerse, ya da dövülenin vücûduna isabet etmezlerse, yüz darbe vur­muş sayılmaz. Sâdece kaç darbe isabet ettirmişse o kadarı sayılır. Bir kişi kendi küçük kız çocuğuna yirmi kırbaç, ya da sopa vurmaya yemin etmiş İse, hurma dalından yirmi tanesini bir araya getirerek bir vuruşla vurursa, yemininin gereğim yerine getirmiş olur.

Hanımına vurmamaya yemin eden bir kişi, ona kızarak çimdikler, ısı­rır, boğazını sıkar veya kılıçla canını acıtırsa yeminini bozmuş olur. Ama bunu oynaşma maksadıyla yaparsa yeminini bozmuş olmaz. Hanımını döv-memeye yemin eden bir kişi, kızını döverken vurduğu darbe hanımına isa­bet ederse, mûtemed görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde hanımını dövmemeye yemin eden bir kişi, elbisesini silkelerken elbisesi yü­züne değer de hanımını incitirse yeminini bozmuş olmaz. Çocuğunu öldü-rünceye dek dövmeye yemin eden bir kişi, onu şiddetli bir vuruşla döverse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Çünkü bu tür yeminler çoğunlukla mübalağalı mânâda geçerli olurlar. Oğlunu dövmeye niyetlenen bir kişi, kim­senin kendisine engel olmamasına yemin eder de bir iki sopa vurduktan son­ra adamın biri gelip kendisine engel olursa ve kendisi daha fazla vurmak niyetindeyse, yeminini bozmuş olu;-.

Bir kimse, alacaklı olduğu kişiden hakkını alıncaya kadar ayrılmamaya yemin ederse; ondan ayrılmış olmaması için aralarında perde veya mescid sütunlarından biri de bulunsa onu görecek veya muhafaza edecek şekilde yakınında oturması veya birisi dükkanın içinde diğeri de dışında olacak şekil­de oturması gerekir. Hakkını taleb eden kişi, uyur veya dalar veyahut başka bir şahıs onu meşgul eder de borçlu kaçarsa, yemin eden kişinin yemini bo­zulmuş olmaz. Ama borçlu kaçar da onu yakalamaya muktedir olduğu hal­de yakalamazsa, yemini bozulur.

Falandan hakkımı alacağım veya tesellüm edeceğim diye yemin eden bir kişinin yemininin gereği, gerek kendisi alsın, gerek kendisinin adına vekili alsın, yerine gelmiş olur. Bu yeminiyle bizzat kendisinin almasına niyet etti­ğini söylerse; niyetine göre davranır ve bu sözü de hem fetva ve hem de yar­gıca kabul edilir. Bu kişi, alacağını borçlunun, emriyle vekilinden veya kefilinden almakla da yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Borçlunun bor­cunu havale etmiş olduğu şahıstan almakla da yemininin gereğini yerine ge­tirmiş olur. Alacaklı hakkım, almaya yemin ettiği şahıstan başka birinden veya borçlunun emri olmaksızın kefilinden veya havale ettiği şahıstan alır­sa, yeminini bozmuş olur. Borçlusundan, kendi alacağı tutarında bir malı gasbederse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bir kişi süre koymaksı-zın falan şahıstan borcunu tahsil etmeye yemin eder de sonra onu borçtan ibra eder veya ona bağışta bulunursa, alacaklının yemini bozulmuş olur.

"Şu vakitte hakkımı falan şahıstan alacağım" diye yemin eden kişinin, vâde gelmeden önce borçluyu ibra etmesi durumunda, yemini düşer. Belirti­len vâde gelince de yemini bozulmuş olmaz. "Şu vakitte falan kimsenin hak­kını ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, vâdesi gelince ayıplı şeylerle de olsa borcunu ödeyince yeminini bozmuş olmaz. Meselâ alacaklıya, muame­leye engel olmayan ve kolaylık gösteren tüccarlar tarafından kabul edilen hileli paralar (ki bunlara züyuf yani kalp para denir) vererek ödeme yapma­sı veyahut züyuftan daha fazla hile karıştırılmış paralar (Benherice denen bu kalp paraları müsamahakâr tüccarlardan başkaları kabul etmezler) vere­rek ödemesi halinde de yeminini bozmuş olmaz. Ama çok fazla miktarda hile karıştırılan ve "setuka" adı verilen altı üstü gümüş, ortası bakır ve kur­şun olan paralarla Ödeyecek olursa, yemininin gereğini yerine getirmiş ol­maz. Çünkü setukalar, para cinsinden sayılmazlar. Bu kişi alacaklısına başkasının ispatlanmış hakkını vermekle de yemininin gereğini yerine getir­miş olur. Bir borçlu bu üç şekilden biriyle, yani züyûf paralarla veya benhe­rice paralarla veyahut başkasının mülkü olarak ispatlanmış bir malla borcunu ödedikten sonra, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bu ödeme aracı olan paralar veya mal, geçerli olmadıkları için bilâhare kendisine geri çevrilseler bile yemini bozulmaz.

"Falan kimsedeki hakkımı şu vakitte alacağım" diye yemin eden bir ki­şiye borçlusu bir mal satar da parasını borcuna saydırırsa, yemin eden ala­caklı o malı teslim alsa da, almasa da yeminini bozmuş olmaz. Teslim almadan o mal helak olursa satış akdi infisah eder. Borç geri gelir ama yemin bozulmaz. Borçlu, fâsid bir satış akdiyle alacaklısı olan, yeminli şahsa bir mal sa­tar da alacaklı onu teslim alırsa ve o malın değeri kendi alacağına eşit ise yemini bozulmuş olmaz. Aksi takdirde bozulur. Süre koymaksızm, falan şah­sın borcunu ödemeye yemin eden kişinin alacaklısı borcu kendisine bağış­larsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü ödemek borçlunun, bağışlamaksa alacaklının işidir ve bu durumda Ödeme işini borçlu yerine ge­tirmemiştir. "Falanın borcunu yarın ödeyeceğim" diye yemin eden kişinin alacaklısı, yarından önce ona bağışlarsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öde-nilmesi üzerine yemin edilen borç, bağışlamakla düşmüş, yapılmasına yemin edilen iş de bu nedenle imkansızlaşmıştı. Önce de belirtildiği üzere, yemi­nin geçerliliğini koruması için, yapılmasına yemin edilen işin yapılabilir bir iş olması şarttır. Nitekim bu husus, yeminin gerçekleşebilmesi için de şarttır. Şunu satmayacağım* veya almayacağım diye yemin eden bir kişinin o eş­yayı almak veya satmak işini başkasına emretmesiyle yemini bozulmuş ol­maz. Emredilen kişi, yeminlinin vekili, yakını veya dostu olsa da olmasa da, yemini bu nedenle bozulmaz. Selem akdi de ahş veriş kapsamına girer. Buğday satmamaya yemin eden bir kişi, selem akdi yapmayı teklif eden bir şahsa, hasat zamanı seksen bin lira karşılığında bir ton buğday vermeyi taahhüd ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü peşinen müşteriye teslim etme­miş olsa bile, bilâhare teslim etmek üzere buğday satmıştır. Aynı şekilde elbise veya bir ürün satın almamaya yemin eden bir kişi, bunların parasını peşin vererek kendilerini bilâhare teslim almak üzere selem akdi yaparsa, yemini­ni bozmuş olur. Çünkü bu kişi için "satın almıştır" cümlesini kullanmak mümkündür. Bu alışverişte son vâde, malın teslim alınış zamanıdır. Bir ma­lı satmamaya yemin eden kişi, satın almış olduğu malı sahibine bey' (satış) kelimesini kullanarak ikâle ederse (geri verirse) ittifakla yeminini bozmuş olur. Sattığı malı tekrar satın almamaya yemin eden bir kişiye, müşteri kendisin­den satın almış olduğu malı bey' (satış) kelimesini kullanarak ikale ederse (geri verirse) yani ona, "şu malı benden satın al" derse yemin ittifakla bo­zulur. Ama bu geri verme işlemini satış kelimesini kullanarak değil de; fe-sihleşme yoluyla yaparlarsa veya müşteri malı satıcıya, satıcı da parayı müşteriye terkederek mütareke yaparlarsa veya müşteri malı satıcıya, satıcı da parayı müşteriye geri verirse, bu işlemler ahm-satımın kapsamına girmezler. Ama malın geri verilmesi ikâle (geri verme) lafzıyla olursa, meselâ müşteri, satın aldığı malı satıcısına götürerek; "bu malın satışını bana ikâle et" der ve o da "kabul ettim" derse ve bu geri verme esnasında malın değeri, ilk satışındaki değerinden az olmazsa yemin bozulmaz. Ama ilk satışındaki fi­yatından cins ve miktar bakımından eksik olursa yemin bozulur. Bir rivaye­te göre de bu yemin bozulmaz. Çünkü bu, her halükârda bir ikâledir. Alıp-satmamaya yemin eden bir kişiwteslim almasa bile fâsid olarak bu akidleri yapsa dahi yeminini bozmuş olur. Satıcının veya müşterinin muhayyer bıra­kıldığı satış akdini yapmakla da yeminini bozmuş olur. Fuzûli satış akdi ( yani haberi olmaksızın başkası tarafından kendisi adına yapılan akdi onaylama­sı) ile de yeminini bozmuş olur. Bâtıl satış akdiyle yemini bozulmaz. Ayrıca fıkıhçılar müvekkilin, vekili adına yapmakla yemininin bozulacağı işlerle, bozulmayacağı işler İçin bir formül de belirlemişlerdir. Şöyle ki:

Vekilin yapmasıyla ona emreden müvekkilin yemininin bozulmayacağı akidler; doğacak sonuçların bizzat akdi yapana âit olacağı ve bu akdi yapan vekilin sözkonusu akdi müvekkiline nisbet etmeye gerek duymadığı akillerdir. Vekilin bu işleri yapmasıyla müvekkilin yemini bozulmaz. Bunlara ör­nek olarak ahm-satım, icar vermek, icara tutmak, maldan fedakârlık ederek sulh olmak, ortaklar arasında mal paylaşmak gibi akitleri gösterebiliriz. Mah­kemede tartışmak, iddialara cevap vermek gibi işleri yapmamaya yemin et­miş olur da vekili bunları yaparsa, bazı fıkıhçilara göre bu durumda müvekkilin yemini bozulmaz. Çünkü bu da satış akdinden farksızdır. Bazı fıkıhçılara göre bu durumda müvekkilin yemini bozulur. Bu işleri yaparken vekil, bunları müvekkili için yaptığını belirtmeye ayrıca gerek duymayacak­tır. Çünkü zaten vekil bu işi yaparken, "müvekkilim nâmına iddia ederim ki..." demektedir. Ama müftâbih olan görüşe göre, mahkemede iddialara cevap vermemeye yemin eden bir kişi, bu işi yapması için memuruna emret­mekle yeminini bozmuş olmaz. Faydasının aslı sâdece mahallinde durup-kalan akidler de bu gruba girerler. Meselâ çocuğunu dövmemeye yemin eden bir kişi, dövmesi için vekiline emrederse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü döv­menin faydası sırf çocuğa mahsus olmaktadır ki o da terbiye görmesidir. An­cak örf, eğer bunun tersi bir anlayışta değilse yemini bozulmaz. Örfe göre memurun vurması âmire nisbet ediliyorsa; meselâ baba, oğluna "yarın sana dayak atacağım" der de sonra mürebbîsine onu dövmesini emreder ve o da döverse, bu dayak babaya nisbet edilir ve bu olay için de, "baba, oğlunu dövdü" denilir. İşte burada olduğu gibi çocuğunu dövmemeye yemin eden bir kişi, mürebbîsine emrederek onu dövdürürse, yeminini bozmuş olur. Çün­kü mürebbînin dövmesi ona nisbet edilir. Yemin eden kişi yetki sahibi olur­sa, diğer akitleri de gerek kendisi yapmakla, gerek vekiline yaptırmakla, örfe göre yeminini bozmuş olur. Memurun yapmasıyla emredenin yemininin bo­zulmayacağı akitler işte bunlardır.

Kendisinden doğan sonuçların yapana değil de yaptırana âit olduğu akid-lere gelince, bunlardan birini yapmamaya yemin eden kişi, vekiline yaptır­makla yeminini bozmuş olur. Tabiî kendisi yapmakla da yeminini bozmuş olur. Bunlar, yukarıda sayılanlar dışında kalan akidlerdir. Örneğin nikâh akdi, bu gruptan sayılır. Nikâh akdinden doğan sonuçlar, akdi yapan vekile değil de müvekkile âit olur. Sözgelimi nikâh akdinin birer sonucu olan mehir, na­faka, kasm[12] ve diğer eşlik haklarını kocadan isteyecek olan nikâhta onun vekilliğini yapan şahıs değil, kadındır. Bu nedenle nikâh akdini.yapan vekil, kendisine vekâlet verene nisbet edilir. Vekil, nikâh akdini yaparken, "falan hanımı müvekkilime eş olarak kabul ettim" der. Böyle bir akdi yapmamaya yemin eden kişi, yapması için müvekkiline emir verir de müvekkili onun adına sahih bir akid yaparsa yemini bozulmuş olur. Fâsid akid yaparsa mutlak su­rette yemini bozulmaz.

İstikraz da bu akidlerdendir. İstikraz, bir kişinin bir başkasından ödünç para istemesidir. Başkasından ödünç istememeye yemin eden bir kişi, ada­mın birine kendisi için ödünç para istemek üzere bir ulak gönderir ve ulak da gidip; "falan şahıs senden şu kadar para ödünç istiyor" derse, o adam ödünç vermese bile, kendisini oraya göndermiş olanın yemini bozulur. Ama ulak, "bana şu kadar ödünç para ver" derse, bu, ulağı gönderen için istik­raz olmaz. Ulak için bir borçtur. Bu nedenle de borç vermede ve borç alma­da başkasına vekâlet vermek sahih olur. Meselâ adamın biri diğerine, "bana şu kadar borç ver" der de sonra o borcu almak için başkasına vekâlet verir­se, bu sahih olur. İstikrazda ise vekâlet olmaz. Aksine az önce verilen misâl­deki ulak, kendisini gönderenin sâdece meramını ifâde etmiş olmaktadır. Çünkü kendisini gönderen kişi için o şahsa, "falan kişi senden şu kadar pa­ra ödünç istiyor" demektedir. İstikrazda ödünç istemeyi, ulağın, kendisini gönderen adına yapması gerekir. Bu durumda o şahıs, parayı ulağa verirse borçlu, ulağı gönderen kimsedir. Şayet ulak o parayı yitirirse kendisini gön­deren sorumlu olur. Ama borçlarda durum bunun aksinedir. Bunda para, vekilinin mülkiyetine geçmektedir. Dilerse parayı müvekkiline vermeyebilir. Bu nedenle yeminlinin yemini, istikraz muamelesinde bozulduğu halde borç (karz) muamelesinde bozulmuyor. Hîbe de bu akidlerdendir. "Falana şu malı hîbe etmeyeceğim" veya "özellikle şu malı hîbe etmeyeceğim" veya kayıt koymaksızın "hîbe etmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi; bizzat kendisi hîbe ederse veya kendisi adına vekili hîbe ederse, karşı taraf hibeyi kabul etse de etmese de; hîbe edilen malı teslim alsa da almasa da veya bu hîbe akdi sahîh olsa da olmasa da yeminini bozmuş olur.

Aynı şekilde, "falana şu malı hîbe edeceğim" diye yemin eden bir kişi, karşı taraf hîbeyi kabul etmese bile, hîbe'etmekle yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Yalnız birinci misâlde yeminin bozulması, ikinci misâlde ye­minin gereğinin yerine getirilmesi için, hîbe edilecek şahsın hazır bulunması şarttır. Hîbe etmemeye yemin eden kişi, hazırda bulunmayan bir kişiye hîbe ederse yeminini bozmuş olmaz. "Şu malı falana hîbe etmeyeceğim" diye ye­min eden bir kişi, o malı bir bedel karşılığında ona hîbe ederse yeminini boz­muş olur. Ama o malı bir bedel karşılığında o şahsa hîbe etmesi için bir başkasını vekil ederse, yeminini bozmuş olmaz.

"Falana şu malı hîbe edersem karım boş olsun" diye yemin eden kışı» o malı hîbe ettiği takdirde, o şahıs kabul etmese de hanımı boşanır. Bilindiği gibi karşı tarafın hîbeyi kabul etmesi, yeminin bozulması veya gereğinin yerine getirilmesi açısından şart değildir. Ama "şu malı falana satmayacağım" diyerek yemin eden kişinin durumu bunun tersinedir. Bu kişi, malını o şah­sa satar da o kabul edip almazsa yemini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde sata­cağına yemin eder ve satar da, o şahıs kabul etmezse yeminini bozmuş olmaz. Aradaki fark şudur: Hîbe akdi teberrûdur ki bu akit teberrûu yapanla ta­mamlanır. Dolayısıyla bu akdin bağlanması için icâbın (Hibe ettim, sözü­nün) söylenmesi yeterli olur. Ama satış akdi bunun tersinedir. Bu,' karşılıklı bedelleşme akdidir. Dolayısıyla iki tarafın da (satıcı-müşteri) bu akitte bu­lunması şarttır. Yani icâb ve kabulün mevcûd olması (sattım-aldım, sözleri­nin söylenmesi) zorunludur. Sadaka vermek de bu akidler grubunda mütâlâa edilir. Sadaka vermemeye yemin eden kişi, bizzat kendisinin veya vekilinin sadaka vermesiyle yeminini bozmuş olur. Karşı taraf bu sadakayı kabul etse de etmese de, teslim alsa da almasa da yemin bozulur. Sadaka almamaya yemin eden bir kişi, sadakaları namına alması için birisini vekîl etmekle ye­minini bozmuş olur. Sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, bir yoksula hî­be ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü burada önemli olan -kelime değil, anlamdır. Ama özellikle hîbeye niyet etmişse bu durumda yeminini bozmuş olmaz.

Hîbe etmemeye yemin eden bir kişi; zengin birine sadaka vermekle ye­minini bozmuş olmaz. Çünkü zengine sadaka vermek, hîbe değildir. Bunda geri dönüş imkânı yoktur. Talâk da bu akİdlerdendir. Hanımını boşamamaya yemin eden bir kişi, sonra kendi namına boşaması için bir erkeği vekîl tâyin ederse, yeminini bozmuş olur. Bir kişi hanımına "eğer eve girersen ben­den boşsun." der, sonra da talâk üzerine yemin etmemeye yemin eder, bu­nun arkasından da hanımı eve girerse birinci yemini bozulur. İkinci yemini bozulmaz. Ama ilk başta, talâk üzerine yemin etmemeye yemin eder, sonra da hanımına hitaben "eve girersen benden boşsun" der ve hanımı da eve girerse, her iki yemini de: bozulmuş olur. Borç ödeme ve tahsil etme işi de bu cümledendir. "Bu gün borçlularımdan borç tahsil etmeyeceğim" diye ye­min eden bir kişinin alacağını vekili tahsil ederse, yemini bozulmuş olur. Ama yemin etmeden önce tahsil etmesi için onu vekil tâyin eder, sonra da yemin eder ve yeminin ardısıra vekili tahsilat yaparsa bir rivayete göre yemini bo­zulmuş olur, diğer bir rivayete göre ise bozulmaz.

Hayvan boğazlamak da bu tür işlerden sayılır. Koyun boğazlamamaya yemin eden bir kişi, kendi vekiline emrederek boğazlatırsa yemin eden bir kişi, kendi vekiline emrederek boğazlatırsa yeminini bozmuş olur. Emânete verme ve iğreti verme işleri de bu tür akitlerdendir. Falan kimsenin yanma bir şey vermemeye veya ona iğreti olarak bir şey vermemeye yemin eden bir kişinin vekili bu işleri yaparsa, kendisinin yemini bozulur. İğreti olarak iste­mek de böyledir. Meselâ iğreti istememeye yemin eden bir kişi, adamın biri­ne ulak göndererek onun aracılığıyla iğreti olarak bir şey istetirse, yeminini bozmuş olur. Yani ulak, gittiği adama: "Falan şahıs senden şu eşyayı iğreti olarak İstiyor" derse o şahsın yemini bozulur. Ama "şu eşyayı bana iğreti olarak ver" derse, kendisini gönderenin yemini bozulmaz. Çünkü bu durumda o eşyanın menfaatine, kendisini gönderen değil de bizzat kendisi sâhib ola­caktır. Giyinme fiili de bu işlerdendir. Hiç bir giysi giymemeye yemin eden bir kişi bu yeminine bir kayıt koysun koymasın, vekili bu İşi yapacak olursa yemini bozulur. Kefenlemek, giydirmekten sayılmaz. Başkasına elbise giy-, dirmemeye yemin eden bir kişi onu kefenlemekle yeminini bozmuş sayılmaz. Yükleme işi de böyledir. Meselâ Zeyd'e eşya veya başka bir şey yüklememe-ye yemin eden bir kişi, o eşyayı Zeyd'e vekilinin yüklemesiyle yeminini boz­muş olur.

İnsanın bizzat yapmayıp başkasına emrederek yaptırdığı inşaatçılık ve terzilik gibi işler de bu akidler gibidir. Meselâ şu duvarı yapmayacağım veya şu elbiseyi dikmeyeceğim veya sünnet olmayacağım veya başımı tıraş etme­yeceğim veya dişimi çekmeyeceğim diye yemin eden kişi, bunları başkasına emrederek yaptırmakla yeminini bozmuş olur.

Şâfiîler dediler ki: Falanı döveceğim diye yemin eden bir kişi, ona tokat veya yumruk vurursa veya elinden başka bir şeyle iterse ve ona vurma denebilecek bir işi yaparsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama onu ısırır veya çimdikler veya saçını yolar veya vurmaksızın kırbacı vücûdunun üzerine koyarsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Vururken acıt­mak şart değildir. Şart olan, darbelerin aslında şiddetli olmasıdır. Vurulan şahıs, bedeni üzerindeki kalın bir giysi veya perde nedeniyle acı çekmese bile yeminin gereği yerine getirilmiş olur. Hafif darbelere gelince bunlar, ne bil­fiil ve ne de bilkuvve acıtmazlar. Falanı şiddetli bir vuruşla döveceğim diye yemin eden bir kişi, darbeleriyle bilfiil acıtmadığı takdirde, yemininin gere­ğini yerine getirmiş olmaz. Had ve ta'zirde ise suçluyu bilfiil acıtmak şarttır. Aynı şekilde şiddetli bir vuruşla falanı dövmeye niyet eden bir kişi, ona bil­fiil acıtıcı darbe vurmadığı takdirde, yemininin gereğini yerine getirmiş ol­maz. Bir kimseyi dayakla okşamaya yemin eden bir kişi, örfe göre onu dayakla okşamadiğı takdirde yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü boşanma dışındaki yeminlerde örfe itibar edilir.

"Falana yüz kırbaç veya yüz sopa vuracağım" diye yemin eden bir kişi, yüz kırbacı veya yüz sopayı bir araya getirip demet hâlinde bağlayarak o şahsa bir darbe vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. "Falana yüz so­pa vuracağım" diye yemin eden bir kişi o şahsa, üzerinde yüz dal bulunan bir ağaç parçasıyla vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama "falana yüz kırbaç vuracağım" diye yemin eden bir kişi, üzerinde yüz bu­dak bulunan bir üzüm salkımıyla vurursa, yemininin gereğini yerine getir­miş olmaz. Çünkü üzüm salkımıyla kırbaç birbirinden ayrı şeylerdirler. Yüz sopa vurmaya yemin eden bir kişi, demet hâline getirmiş olduğu yüz sopayla bir vuruş vurduğunda, bunların tümünün o şahsa isabet edip etmediğinden şüpheye düşerse, zahire göre amel eder, yemininin gereğini yerine getirir. Aynı şekilde yüz sopanın tümünün isabet etmediği düşüncesi ağırlık kazansa da zahire göre amel eder ve yemininin gereğini yerine getirir. Mûtemed olan görüş budur. Çünkü aslolan, keffâret zimmetinden beri olmak ve hükmü zahir se­bebe havale etmektir ki,o da vurmadır. Kırbaç veya sopaların bedene de­ğecek şekilde vurulması, zahirî bir sebeptir.Sopaların veya kırbaçların, dö­vülen şahsın bedenine değmesi, isabet etmiş olduklarının bir emâresidir. Bunların isabet etmemiş olduğudüşüncesi ağırlık kazansa bile hüküm değiş­mez. Ama "falanı yüz defa döveceğim" diye yemin eden bir kişi, yüz kırba­cı bir araya getirip demet yaparak o şahsa bir kez vurmakla, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü bu durumda ona sadece bir kez vurmuş ol­maktadır. Oysa kendisi, yüz kez vurmaya yemin etmiştir. Bu nedenle de ye­mininin gereğini yerine getirmiş olmaz.

Hakkını alıncaya kadar borçlusundan ayrılmamaya yemin eden bir ki­şi, (borcunu tahsil etmeden) ondan ayrılacak olursa, iki şartla yeminini boz­muş olur.

1- Kendi isteğiyle borçlusunun yanından ayrılmış olmalıdır. Ama ora­dan ayrılmaya başkası tarafından zorlanırsa, yeminini bozmuş olmaz.

2- Borçlunun yanından ayrılırken, ayrılmama yemini hatırında bulun­malıdır. Şayet bu yeminini unutarak ayrıhrsa, yeminini bozmuş olmaz. Kendisi değil de borçlusu oradan aynlırsa, ister ona ayrılma iznini kendisi vermiş olsun ve isterse izin vermediği halde, peşine düşme imkânı olup da peşine düşmesin, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü kendisinin ayrılmaması için ye­min etmiştir. Başkasının ayrılması nedeniyle yeminini bozmuş olmaz. Her ne halde olursa olsun alacaklı, borçlusundan aynlırsa yeminini bozmuş olur. Meselâ ikisi birlikte yürümekteyken borçlu durur ve yemin sahibi (alacaklı) geçip giderse yeminini bozmuş olur. Veya ikisi birlikte yürürken yemin sahi­bi onu izlemezse yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde borçlunun iflâs ettiği açığa çıkar veya borçluyu takib etmesi için kendi yerine vekâlet edecek biri­ne havale ettikten sonra yanından aynlırsa yeminini bozmuş olur. Yine bu­nun gibi yanından aynlmasa bile borçtan vazgeçerek borçluyu ibra etmekle de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde sahih olmadığını bilerek bir tazmin edici şahıs, hakkına karşılık olarak kendisine bir tazminat öderse, yine ye­minini bozmuş olur. Ama bilmediği için sahih zannederek tazmin edici bir şahıs, hakkına karşılık olarak ona bir tazminat öderse yeminini bozmuş olmaz.

Hakkını alıncaya kadar borçlusundan ayrılmamaya yemin eden bir ki­şi, hakkını alıp oradan ayrıldıktan sonra verilen paranın bakır veya hileli ol­duğunu anlarsa, bilmeme mazereti dolayısıyla yeminini bozmuş sayılmaz. Ama kendisine.ödenen bu paraların bakır veya hileli olduklarını daha önce­den bilirse yeminini bozmuş olur. Verilen paraların düşük kaliteli olduğunu anlarsa, yemini bozulmaz. Çünkü düşük kaliteli olmaları, bu paraların öde­me işlemlerinde kullanılmalarına engel teşkil etmez.

Şu işi yapmayacağım, meselâ satmayacağım, almayacağım, rehin veya

sadaka vermeyeceğim diye yemin eden bir kişi, başkasını kendine vekil eder de o vekil bu işleri yaparsa, müvekkilin yemini bozulmaz. Çünkü müvekkil yemin ederken bu işleri, vekilinin değil de bizzat kendisinin yapmayacağına yemin etmiştir. Ancak yemin ederken bu işleri ne kendisinin, ne de vekilinin yapmayacağına niyet etmişse bu durumda vekilinin yapmasıyla da yemini bozmuş olur.

Evlenmemeye yemin eden kişinin durumu bundan müstesnadır. Bu kişi gerek bizzat kendisi, gerek vekili evlenmeyi kendisinin adına kabul ederse yemini bozulmuş olur. Çünkü evlenmede vekil, bir elçiden ibarettir. Dolayı­sıyla evlenmeyi kabul ederken vekil, müvekkilinin adını verecektir. Evlen­memeye yemin eden kişi, müvekkili adına evlenmeyi kabul ederse yeminini bozmuş olmaz. Yalnız ne kendi adına, ne de müvekkilinin adına evlenmeyi kabul etmemeye niyet etmişse, o zaman evlenmeyi müvekkili adına kabul etmekle de yeminini bozm/ış olur. Ric'i talâkla boşamiş olduğu hanımına geri dönmemeye yemin ed6n bir kişi, geri dönme işini yapmak üzere yerine birini vekil tayin ederse, mûtemed görüşe göre yeminini bozmuş olur.

Evlenmemeye yemin eden bir kadın, kendisini evlendirmesi için velisine izin verir de velisi onu evlendirirse yeminini bozmuş olur. Ama iznini almak­sızın mücbir[13] velisi onu evlendirirse, yeminini bozmuş olmaz.

Hîbe etmemeye yemin eden bir kişi, hediye vermek veya Allah rızâsı için sadaka vermekle yeminini bozmuş olur. Çünkü hîbe, iki anlama gelir: Bun­lardan birincisi genel anlamdır ki; sadaka hediye ve rükünlü hibeyi kapsa­mına alır. Rükünlü hîbe, hayatta iken bir eşyayı başkasına mülk olarak vermektir. İkincisi ise özel anlamdır ki; sâdece rükünlü hîbeye özgüdür. Sa­daka ve hibeyi kapsamına almaz. Ki bu da ikram ve sevâb maksadı güdül-meksizin, icâb ve kabule gerek görülmeksizin hayatta iken bir malı gönüllü olarak başkasına mülk olarak vermektir. Rükünlü hîbe, işte bu anlama gel­mektedir. Hîbe etmemeye yemin eden bir kişi, sadaka verir veya hediye ederse, hibenin sadaka anlamında da kullanıldığı gerekçesiyle yeminini bozmuş olur. Ama sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, hîbe eder veya sadaka verirse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü sadaka kelimesi rükünlü hîbe için kullanıl­maz. Hediye anlamında da kullanılmaz. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) e sadaka değil de hîbe ve hediye vermek helâl kılınmıştır.

Hîbe vermemeye yemin eden bir kişi, başkasına iğreti mal vermekle ve­ya vakfetmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü iğreti vermede veya vakfet­mede başkasına mülkiyet verme durumu sözkonusu değildir. Aynı şekilde bir kişiye bir eşyayı hîbe eder de o kişi kendisine hîbe edilen eşyayı teslim almazsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o eşyayı, anılan şahsa, her ne ka­dar mülk olarak vermişse de bu, tam bir mülkiyet sayılmaz. Zîrâ, hediyeyi teslim almamıştır. Yemininin bozulması için, hediyenin teslim alınması şarttır. O kişiye gönül rızâsı olmaksızın anılan eşyayı, tam bir mülkiyetle ver­mekle de yeminini bozmuş olmaz. Örneğin o eşyayı malının zekâtı olarak veya adak, ya da keffâret olarak vermekle yeminini bozmuş olmaz. Ölümün­den sonra bir eşyasının herhangi bir adama verilmesini vasiyet etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Vasiyet yoluyla kendi malını, başkasına her ne ka­dar tam bir mülk olarak vermiş olmaktaysa da, bu vermesi kendisi hayat­tayken değil, aksine ölümünden sonra vukûbulmaktadır. Zeyd ismindeki bir şahsın satın almış olduğu bir yiyeceği satın almamaya veya yememeye yemin eden bir kişi, sâdece Zeyd'in satın almış olduğu yiyecek maddesini satın al­mak veya yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bu meselede Zeyd'in o yiyecek maddesini, parasını peşin verip bilâhare teslim almak şeklinde "selem" yo­luyla alması veya sahibinden kâr vermeksizin maliyetine alması anlamında­ki tevliye şeklinde alması veyahut belli bir miktar kâr vererek "murabaha" şeklinde alması arasında bir fark yoktur. Bu kişi, Zeyd'in vekilinin satın al­mış olduğu eve girmemeye yemin eden bir kişi, komşuluk "şufâ"sı yoluyla Zeyd'in satın almış olduğu bir eve Hanefî bir kadi'nm hükmetmesinden sonra girebilir. Veya o evin bir kısmını şufâ yoluyla, geri kalan kısmını da normal satın alma yoluyla satın alması durumunda da o eve girmekle yeminini boz­muş olmaz. Çünkü bu şekildeki bir satın alma, örfe göre satın alma sayıl­mamaktadır.

Hanbelîler dediler ki: "Falan şahsa yüz kırbaç veya yüz sopa vuracağım" veya "falan şahsa yüz darbe vuracağım" veyahut "falan şahsa yüz kez vuracağım" diye yemin eden bir kişi; yüz kırbaç veya yüz sopayı bir demet hâlinde toplayıp onlarla falan şahsa bir kez vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Ancak ona acıtacak şekilde yüz darbe vurur­sa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama "falan şahsa yüz kırbaç ile vuracağım" der ve demet hâline getirilmiş yüz kırbaç ile o şahsa bir kez vu­rursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur.

Hanımını dövmeye yemin eden bir kişi, onu ısırır veya çimdikler veya boğazını sıkar veya tüyünü-saçını yolarsa ve bunları oynaşmak, lezzet almak amacıyla yaparsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Ama ona acı vermek amacıyla yaparsa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bir mal için onun şahsına kefil olursa, yani borcunu ödeyemediği takdirde mâlî so­rumluluk kabul etmemek üzere gerektiğinde sâdece şahsını ihzar etmek şar­tıyla kefil olursa, yeminini bozmuş olmaz. Ama borcunu ödeyemediği takdirde mâlî sorumluluk kabul etmeyeceğini söylemezse, yeminini bozmuş olur. Çünkü borçlu borcunu ödeyemediği takdirde, onu kefil ödeyecektir. Ki bu da meselenin mâlî kefalete kadar uzamasına yol açacaktır. Oysa ye­min sahibi, o şahsa mal için kefil olmamaya yemin etmişti.

Zeyd'e borçlu olan bir şahıs, Zeyd'in hakkını ödemeye yemin eder de Zeyd, borçlusunu ibra ederse o zaman mezkûr kişi, yemininin gereğini yeri­ne getirmiş sayılır. Bu kişi, Zeyd'in kendisini ibra etmeden ölmesi halinde mirasçılarına öderse, yine yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Çünkü vâ­rislerine ödemesi, Zeyd'e ödemesi gibidir. Falanın borcunu yarın ödemeye yemin eden bir kişi, o şahsın borcunu bugünün veya yarının geçmesinden önce öderse yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde alacaklının ölümü duru­munda vârislere ödemekle de yeminini bozmuş olmaz. Alacaklısı, hakkını ödeyinceye kadar Zeyd'den ayrılmamaya yemin eder de ancak kendi elinde olmayarak Zeyd kendisinden kurtulup kaçarsa, veya dövülme tehdidi gibi bir baskı nedeniyle kendisi oradan kaçarsa yeminini bozmuş olmaz. Veya Zeyd, borcunun yerine kendisine bir ticâret eşyası verirse yine yemini bozul­muş olmaz. Ama kendi arzusuyla oradan aynlırsa, meselâ yakasına yapış­maya, ya da peşine düşmeye muktedir olmakla birlikte Zeyd oradan kaçar ve kendisi de hiç bir tepki göstermezse yeminini bozmuş olur. Bu durumda Zeyd'i borçtan ibra etse de, etmese de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde Zeyd'in oradan ayrılmsfsina izin verirse yine yeminini bozmuş olur. Zeyd'-den tahsil etmesi için bir başkasını yerine bırakıp da oradan aynlırsa yemi­nini bozmuş olur.

Borcu kadar parayı alacaklısından tahsil eden bir kişi, borcunu almış olduğunu zanneder de sonra bu paranın düşük kaliteli olduğunu veya baş­kasının parası olduğunu anlarsa; yemini eğer boşama ve azâd etme üzerine İse, hanımı boşanır veya köle azâd etmesi gerekir. Yemini Allah adına ise veya adak üzerineyse yeminini bozmuş olmaz. Zeyd'den hakkını alıncaya ka­dar ayrılmayacağına yemin eden bir kişi, hakkını almak için orada kendisi­ne vekâleten birini bırakırsa, vekilin borcu tahsil etmesinden önce alacaklı oradan aynlırsa yeminini bozmuş olur. İkimiz de ayrılmayacağız diye yemin eder de borcunu tahsil etmezden önce başkası gelip ayrılmaları için ikisini veya birisini zorlar ve ayrılmalarına sebep olursa yeminini bozmuş olmaz. Ama yemin eden alacaklının arzusu üzerine ayrılacak olurlarsa, yeminini boz­muş olur.

"Şu deveyi satın almayacağım" diye yemin eden bir kişi, değerinin bir kısmını ödeyerek o deveye sahibiyle ortak olursa yeminini bozmuş olur. O deveyi kârsız olarak maliyetine, veya parasını peşin vererek deveyi bilâhare teslim almak şartıyla selem şeklinde satın alırsa, yine yeminini bozmuş olur. Satmamaya yemin eden bir kişi, malını fâsid bir satış akdiyle satarsa yemi­nini bozmuş olmaz. Ama satılması sahih olmayan malı, sözgelimi şarabı sat­mamaya yemin eden bir kişi onu fâsid bir satışla satmış bile olsa yeminini bozmuş olur.

Falanı evlendirmemeye yemin eden bir kişi, onu fâsid bir nikâhla eylen" dirirse yeminini bozmuş olmaz. Ama haccetmemeye yemin eden bir kişi, fasid de olsa haccetmekle yeminini bozmuş olur. Satmamaya yemin eden bir kişi, içinde muhayyerlik bulunan bir akidle satış yaparsa, bu satış şer'î ku­rallara uygun olduğu için, yeminini bozmuş olur. "Şunu satmayacağım" diye yemin eden bir kişi, o eşyayı birisine satar da o şahıs bu satışı kabul etmezse, yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde falanı evlendirmemeye yemin eden bir kişi, onu evlendirir de o kabul etmezse, yeminini bozmuş olmaz. Yine, "şu evi kiraya vermeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o evi bir kişiye kiraya verir de o kabul etmezse, yeminini bozmuş olmaz. Ama Zeyd'e hiç bir şey hîbe etmemeye, vasiyet etmemeye, sadaka vermemeye veya iğreti vermeme­ye yemin eder de sonra Zeyd'e hîbe eder veya onun lehine vasiyette bulunur veya ona sadaka verir veya hediye eder veyahut iğreti bir şey verirse, Zeyd bunu kabul etmese bile, yeminli kişinin yemini bozulur. Zeyd'e sadaka ver­memeye yemin eder de sonra ona hîbe ederse, yeminini bozmuş olmaz. Zeyd'e bir şey hîbe etmemeye yemin eden bir kişi onun bir borcunu düşürür veya adağından, keffâretinden, fitresinden, zekâtından bir şey verir veya ona iğ­reti bir şey verir veyahut onun lehine vasiyette bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Ama tatavvû olarak sadaka verirse yeminini bozmuş olur. Çünkü ta-tavvû sadakaları, hîbe türündendir. Aynı şekilde ona hediye eder veya vak­federse yine yeminini bozmuş olur. Yine bunun gibi ona bir şey satar da parasının bir kısmını bahşiş olarak verir veya hîbe ederse yeminini bozmuş olur. Zeyd'e sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, onun çoluk çocuğuna bir şeyler yedirmekle yeminini bozmuş olmaz.

Evlenmeye yemin eden bir kişi, sahîh bir nikâh akdiyle evlenmedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Hiç bir niyeti veya yemininin bir sebebi olmaksızın, hanımının üzerine ikinci bir hanım getirerek evleneceği­ne yemin eden bir kişi; hanımının dengi olan veya kendisiyle gerdeğe girmekle eski hanımının gamlanıp üzüleceği kadar seviyeli bir kadınla evlcnmedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Meselâ zenci bir kocakarıyla evle­nirse, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz.

Sana hakkını verinceye kadar senden ayrılmayacağım diye yemin eden bir kişiyi, sözünü ettiği hak bir borç ise ve borç sahibi de kendisini İbra eder­se, yemini bozulmuş olmaz. Ama sözünü ettiği hak, emânet ve iğreti olarak bırakılmış bir eşya ise ve sahibi kendisine hîbe eder, o da kabul ederse yemi­nini bozmuş olur. Çünkü burada o şahsın hakkını (eşyasını) vererek yemini­nin gereğini yerine getirmesine kendi arzusuyla engel olmuş olmaktadır. Bu hîbeyi kabul etmeseydi, hîbe işlemi gerçekleşmeyecekti. Fakat anılan eşyayı sahibi, kendisinden teslim aldıktan sonra yine kendisine hîbe edecek olursa, yeminini bozmuş olmaz.

4'Senin, benim tarafımda bir hakkın olduğu sürece senden ayrılmayacağım" diye yemin eden bir kişiyi, alacaklısı ibra eder veya ala­caklısının kendisindeki hakkı bir eşya olduğu için o eşyayı kendisine hîbe ederse veya alacağını ödemek üzere onu başkasına havale ederse yemin sahi­binin yemini bozulmuş olmaz. Bu yemini ile etmiş olduğu niyeti, kullandığı kelimelerin taşıyabileceği mânâlardan ise yeminine göre amel eder. Zeyd için bir satış işlemini yürütmemeyc yemin eden bir kişi, kendisinden habersiz olarak Zeyd birini vekîl tutup satması için atını kendisine teslim eder de o kişi yemin sahibine gelir ve atın Zeyd'e âit olduğunu söylemeksizin satmasını ister ve o da satarsa yeminini bozmuş olmaz. Ancak bu kişi, hanımını boşama veya köle azâd etme üzerine yemin etmişse bu takdirde hanımı boşanır veya kölesi azâd olur.

"Zeyd'in satın aldığı bir şeyi satın almam" diye yemin eden bir kimse, Zeyd'in Amr ile beraber ortaklaşa satın almış olduğu bir şeyi satın almakla yeminini bozmuş olur. Ancak bu yeminiyle Zeyd'in tek başına satın almış olduğu eşyayı satın almamaya niyet etmiş ise, niyetine göre hareket eder. Zeyd'in satın aldığı bir yiyeceği yememeye yemin eden bir kişi, başka birinin satın alarak Zeyd'in satın aldığına karıştırdığı yiyecek maddesinden yerse, yediği miktar o kişinin aldığı yiyecek miktarı kadar veya daha az ise, yemi­nini bozmuş olmaz. Ama onun satın aldığından daha fazla ise yeminini boz­muş olur. Zeyd'in satın aldığı bir şeyi yememeye yemin eden bir kişi, Zeyd m hurma veya kuru üzüm gibi bir yiyecek maddesini kendisinden satın alma­sından sonra; ikâle edip (Zeyd'den geri alıp) yerse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ikâle, satışı iptal eden bir fesihtir. Zeyd, o yiyeceği vekâleten veya başka bir yolla başkası adına alır da yemin etmiş olan satıcı onu yerse yemi­ni bozulur. Aynı şekilde Zeyd'in satın alıp başkasına satmış olduğu bir yiye­ceği,   Zeyd'in   satışından   sonra   yerse   yine   yeminini   bozmuş   olur.

 

ADAK (NEZİR) KONULARI

 

Tanımı:

 

Adak (nezir), mükellef kişinin, şerîat koyucusu tarafından yapmakla emrolunmadığı bir şeyi, ifâ etmek üzere kendi üzerine vâcib kılmasıdır.

 

Hükmü ve Delili:

 

Yapılan adak sahîhse ve aşağıda belirtilecek şartlan da üzerinde ta­şıyorsa, yapan kimse tarafından ifâ edilmesi vâcib olur. Adağın vâcib olu­şuna şu nasslar İşaret etmektedir:

Adaklarını yerine getirsinler.[14]

"Kim Allah'a itaat etmeyi adarsa, O'na itaat etsin ve kim de Allah'a isyan etmeyi adarsa, O'na isyan etmesin.[15]

Bu hüküm, yani adağın vâcibliği, bir şeyin adanmasından sonra yü­rürlüğe girer. Çünkü bir şey yapmayı adayan kimse, adadığı şeyi kendi üzerine vâcib kılmıştır. Fakat henüz ortada bir adak yokken adakta bu­lunmaya teşebbüs etmeye gelince; bunun caiz olup olmadığı hususunda mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

Adakta bulunan kişinin, yaptığı adağı Allah için yapması gerekir. Bir velî veya Allah'a yakın, ermiş biri için adakta bulunmak helâl olmaz. Böy­le zâtlara adanan adaklar bâtıl olur.

 

(116) Hanbeliler dediler ki: Adanan şey ibâdet dahi olsa adakta bulun­mak mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a.v,); adağın hayır getirmeyeceğini, ancak cimrinin malının dışarıya o sayede çıkacağını, gelecek kazaları geri çevirmeyeceğini, adak sahibinin de o sayede yeni bir şey elde edemeyeceğini, olacak bir olayı ortadan kaldırmayacağını söylemiştir. Ancak adanan bir ada­ğm da, ileride verilecek tafsilât çerçevesinde yerine getirilmesi vâcib olur.

Mâlikîler dediler ki: Şartsız olan mutlak adakta bulunmak mendub-tur. Ki bu; kişinin bir nimeti elde etmesi veya bir belâdan kurtulmasından sonra Allah'a şükran ifâdesi olarak kendi üzerine vâcib kıldığı bir adaktır. Meselâ bir sıkıntıdan kurtulan veya hastası şifâya kavuşan, Allah tarafın­dan bir servet ya da ilimle nzıklandırılan bir kişinin şükran ifâdesi olarak Allah'a bir ibâdette bulunmayı adamasına mutlak adak denir. Bu tür adak­lar mendub, onları yerine getirmek ise farzdır. Buna "nezr-i mutlak" denir.

Şarta bağlı olan mukayyed adaklara gelince: Bu, kişinin "Allah hasta­ma şifâ verirse şöyle yaparım gibi, gelecekte olması istenen ve fakat olma­sında kulun müdahalesi olmayan bir işin olmasını şart koşarak adakta bulunmaktır. "Nezr-i mukayyed" denen bu adakları adama hususunda fı-kıhçılar görüş ayrılığına düşerek kimi mekruh, kimi de caizdir demişlerdir. Adakta bulunan kişi bu adağm, olmasını istediği şeyin meydana gelmesine fayda vereceği ne inanmazsa, bu adaklarda bulunmak mekruh veya caiz olur. Ama bu adağın, olmasını istediği şeyin meydana gelmesine fayda vereceğine inanırsa adakta bulunması haram olur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Müslim'­in rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

Adakta bulunmayın! Çünkü adak, (Allah'ın takdir buyurmuş oldu­ğu) hiç bir kazâyi geri çevirmez.[16]

Adağının kendisine fayda sağlayacağına inanan kişi, Peygamber (s.a.v.) in kutlu sözüne muhalefet etmiş olur. Ancak bir işin olması için adakta bu­lunulur da o iş olursa, adağı yerine getirmek vâcib olur. "Sen şöyle yapar­san ben de şöyle yaparım" diyerek bir kulun yapacağı bir iş için adakta bulunmak kesinlikle mekruhtur. Mekruh olan bir işi yapmayı adamak da mekruhtur. Meselâ her Perşembe günü oruç tutmayı adamak, nefse ağır geldiği için mekruh olur. Ama adadıktan sonra da şartın tahakkuku durumunda her halükârda ifâ edilmeleri vâcib olur. Yapılmasına güç yetmeyecek şeyleri adamaksa haramdır.

Hanefîler dediler ki: ileride açıklanacak şartlan taşıyan sahîh adak meşru olan bir kurbet (Allah'a yaklaşma) tir. Kurbet olması ise namaz, oruç ve hac gibi kurbet vesilesi olan şeylerin bu adaktan ayrılmamasından ötürü­dür. Meşru olması ise, ifâ edilmesine ilişkin emrin vârid olmasından ötürüdür.

Şâflîler dediler ki: Teberrür adağını adamak bir ibâdettir. Çünkü bu adak, Allah için bir münâcattır. Bu nedenle de kâfirin böyle bir adakta bulunması sahîh olmaz. Nezr-i Iücac denen, bir işin olmasını veya olmama sini şart koşarak adakta bulunmaya gelince; bu, Peygamber (s.a.v.) in şu yasağından ötürü mekruhtur:

"Adakta bulunmayın! Çünkü adak (Allah'ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir kazâyi geri çevirmez.[17]

 

Adağın Kısımları

 

Mezheblere göre adaklar tafsilâtlı bir takım kısımlara ayrılırlar. Bun­lara ilişkin açıklama aşağıda verilmiştir.

 

(117) Şâfiîler dediler ki: Adaklar iki kısma ayrılır:

1-Teberrür adağı: Bu, kişinin namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir ibâ­deti yapmayı adamasıdır. Teberrür kelimesi, sevâb ve iyilik anlamına gelen "birr" kelimesinden alınmıştır. Çünkü teberrür adağında bulunan kişi bu­nunla sevâb ve Allah'a yaklaşmayı gaye edinmektedir. Teberrür adağı da iki kısma ayrılır:

a) Adağı, arzu edilen bir işin meydana gelmesi şartına bağlamak. Mese­lâ: "Allah, hastama şifâ verirse Allah için namaz kılacağım" veya "oruç tutacağım" demek gibi. Buna mücâzât adağı (Nezr-i mücâzât) denir. Çün­kü bu bir ceza (mükâfat) karşılığında adanan bir adaktır.

b) Adağı herhangi bir şarta bağlamamak. Meselâ hiç bir sebep yokken "Allah rızâsı için namaz kılmak (veya) oruç tutmak, üzerime adak olsun" demek gibi.

2- Lücâc adağı (Nezr-i lücâc): Bu, tartışma sonucu adanan bir adaktır. Çünkü bu adak, çoğunlukla tartışma ve öfkelenme nedeniyle adanır. Bu, üç kısma ayrılır:

a)  Bir şeyi menetmek maksadıyla adanır. Meselâ "falan şahısla konu­şursam Allah için şu işi yapayım" demek gibi. Bu adağı adayan kişi, bu sö­züyle, o şahısla konuşmamayı kasdetmektedir. Başkasını bir İşi yapmaktan menetmek amacıyla adakta bulunmak da bunun gibidir. Örneğin: "falan kişi Şu işi yaparsa, şöyle yapmak adağım olsun" demek gibi.

b)  Bir kimse, kendini bir işe teşvik etmek için adakta bulunur. Meselâ, "eve girmezsem, Allah için şu işi yapmak bana vâcib olsun" demek gibi. Veya bu adak, başkasının bir işi yapmasını teşvik etmek maksadıyla adanır. Meselâ, "falan şahıs bu işi yapmazsa, Allah için şu işi yapmak bana vâcib olsun" demek gibi.                     

c) Bir haberi tahkik etmek amacıyla adanır. Meselâ, "eğer bu iş benim dediğim veya falanın dediği gibi değil ise Allah için şöyle yapmak bana vâ-cib olsun" demek gibi.

Adak genel olarak beş kısma ayrılır. Bunların iki kısmı teberrür ada­ğında, üç kısmı ise lücâc adağındadır, Teberrür adağını her iki kısmıyla da ifâ etmek gerekir. Adayan kişinin, adağı şarta bağlı olmayıp belirli bir va­kitle sınırlandırilmamişsa, adadığı şeyi aynen yerine getirmesi gerekir. Bunu âcil olarak değil de dilediği zamanda ifâ edebilir. Şarta bağlı adağı da aynı şekilde şartın tahakkuku anında âcil olarak değil, dilediği bir zamanda ifâ edebilir.

Teberrür adağının sıhhat şartlan şunlardır: A. Adayan kişiyle ilgili şartlar:

1- İslâmiyet: Kâfirin böyle bir adakta bulunması sahih olmaz. Çünkü bu adak, ibâdete benzer bir münacâttır. Lücâc adağıysa böyle değildir. On­da, adayanın müslüman olması şart değildir.

2- Serbestlik ve muhayyerlik: Zorlanarak adayan kişinin adağı sahih olmaz.

3- Adayan kişinin, adadığı şey üzerinde geçerli tasarruf yetkisinin ol­ması. Çocuk ve deli gibi tasarruf ehliyeti olmayan kişilerin adakları sahih olmaz. Ama sarhoşun durumu bunlardan farklı olup onun adağı sahih olur. Sefâheti nedeniyle kısıtlı bulunan kişi de çocuk ve deli statüsündedir. Bu du­rumdaki birinin mâlî bir adakta bulunması sahih olmaz. Ama namaz ve oruç gibi bedenî bir ibâdette bulunmayı adarsa, sahih olur. İflâs nedeniyle kısıtlı bulunan bir kişi aynî (elde bulunan) mallarla kurbette bulunmayı (Allah'a yaklaştırıcı hayır işleri yapmayı) adarsa, adağı sahih olmaz. Ama uhdesin­deki bir malla (ileride kazanacağı bir malla) kurbette bulunmayı adarsa, adağı sahih olur.

B. Adanan adakla ilgili şartlar:

1- Adanan şey ister nafile, isterse farz-ı kifâye olsun, şer'î asıllarla tâ­yin ve gerekli kılınmamış bir kurbet olmalıdır. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'dcn belli bir sûreyi okumak, namazda kıraati uzatmak veya farz namazları kıl­mak gibi. Cemaatle kılınması sünnet olan nafile namazlar da beyledirler. Bu gibi şeyleri yapmayı adamak sahihtir. Böyle demekle de aslen kurbet sa­yılmayan haram, mekruh ve mubah şeyler bu kuralın kapsamı dışına çıkmış olmaktadır. Meselâ haramı adamak sahih olmaz. Çünkü zâtı itibariyle ha­ramı işlemek, günah ve isyandır. Bir hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"Ne Allah'a isyan etmede, ne de ademoğlunun sâhib olduğu şeyde adak vardır.[18]

Mâsiyet adağında adanan şeyin, "eğer falanı öldürürsem şu kadar na­maz kılmak adağım olsun" örneğinde görüldüğü gibi, aslen tâat olup mâsi­yet şartına bağlanması ile; adanan şeyin "şarap içmek Allah için adağım olsun" örneğinde görüldüğü gibi aslen mâsiyet olan bir şey olması arasında fark yoktur. Aynı şekilde mâsiyet adağında adanan şeyin, yukarıdaki misâl­lerde görüldüğü gibi bir günahın işlenmesi şeklinde olmasıyla, beş vakit na­mazı veya zekâtı terkederek bir farzın işlenmemesi şeklinde olması arasında da fark yoktur. Bütün bu durumlarda adak gerçekleşmez. Zâtı itibariyle mâ­siyet olan şeyler haram kapsamına girdikleri gibi, gasbedilmiş bir yerde na­maz kılmak gibi geçici bir durum dolayısıyla mâsiyet olan şeyler de haram kapsamına girerler. Sahîh görüşe göre bu tür şeyleri adamak gerçekleşmez. Mekruh vakitlerde narrfaz kılmayı adamak da böyledir.

Mekruha gelince Bu da iki kısma ayrılır:

1- Asıl itibariyle mekruh: Namazda etrafa bakmak gibi.

2- Geçici nedenle mekruh: Cuma, Cumartesi veya Pazar günü oruç tut­mak gibi.

Geçici nedenle mekruh olan şeyi adamakla, adak sahih ve geçerli olur. Asıl itibariyle mekruh bir şeyi adamaya gelince bazıları, bu adağın geçerli olduğunu ve ifâ edilmesi gerektiğini, bazılarıysa geçerli olmayacağını ve ifâ etmenin gerekmeyeceğini söylemişlerdir ki, tercihe şayan olan da bu görüş­tür. Çünkü adak, insanın Allah'a yaklaşmasına vasıtadır. Mekruhlarla Al­lah'a yaklaşmaksa mümkün değildir. Meselâ ömür boyu oruç tutmayı adayan kişinin adağı geçerli olmaz. Ancak bir hakkın kaçırılmaması veya bir zarar vermesinden korkulmaması şartıyla bu orucu tutmaya muktedir olan kim­senin adağı gerçekleşir ve bu adağı ifâ etmesi gerekir. Aksi takdirde bu şe­kilde oruç tutmak mekruh olur ve bu minval üzre oruç tutmayı adamakla da adak gerçekleşmez; ifâ edilmesi gerekmez.

Mubaha gelince, o da iki kısma ayrılır:

1-"Et yemeyeceğim" veya "bir mil kadar yürüyeceğim" veyahut "süt içeceğim" demek gibi. Bu tür adaklar üzerinde ihtilâf vukübulmuştur. Bazı­ları, şayet bu adak ifâ edilmezse, yemin keffâreti ödemek gerekir demişler­dir. Bazıları da, bunun bir adak olarak gerçekleşmemiş olması nedeniyle, yapılmaması hâlinde hiç bir şey gerekmeyeceği görüşündedirler. Kuvvetli olan görüş de bu ikincisidir.

2- Bir şeyi yapmaya teşvik veya bir şeyi yapmayı yasaklama veya bir haberi tahkik etme anlamlarını içeren veya Allah adına izafe edilen bir ada­ma sözüyle adakta bulunmak. Meselâ "eve girmezsem..." veya "Mehmet ile konuşursam..." veya "bu iş eğer benim dediğim gibi değilse Allah için Şöyle yapmak bana vâcib olsun" veya hiç bir sebep yokken pişmemiş çörek yemek, Allah için üzerime vâcib olsun" demek gibi. Bu durumlarda ya söylenen sözün gereği olan adak ifâ edilir veya yemin keffâreti ödenir.

Farz-ı ayn olan bir şeyi adayan, meselâ "öğle namazını kılmak, adağım olsun" diyen kişinin bu sözü adak olarak gerçekleşmez. Çünkü öğle nama­zı, zaten serî bir hüküm olarak emredilmiştir.

Lücâc adağına gelince, adak sahibi, dilerse adağını ifâ eder; dilerse ye­min keffâreti öder.

Hanbelîler dediler ki: Mün'akid olan (gerçekleşen) adaklar altı kı­sımdır:

1- Mutlak adak (Nezr-i mutlak): "Üzerime adak olsun veya "Allah'­ın üzerime adağı olsun" deyip de belirli bir şeyi adamayı niyet etmeyen kişi, bu sözlerinin baş tarafına "eğer bu işi yaparsam" kaydını koysun, koyma­sın, yemin keffâreti ödemekle yükümlü olur. Çünkü İbn Mâce ile Tirmîzî'-nin rivayet ettikleri bir hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Adak keffâreti, zikrolunmadığı zaman yemin keffâretidir.[19]

2- Lücâc ve gazap adağı: Kişinin adağını bir şartla bağlaması durumun­da adamış olduğu adaktır ki, bu durumda adak sahibi kişi, adağını bağla­mış olduğu o işin yapılmasına kendini teşvik veya o işi yapmaktan'kendini men'etmek veyahut adağını bağlamış olduğu şey bir haber ise, o haberi tas­dik etmek amacını güder. Meselâ "eğer seninle konuşursam şu kadar gün oruç tutmak adağım olsun" diyen kişi, kendini o şahısla konuşmaktan me­netmek istemektedir. "Seni dövmezsem şu kadar rekât namaz kılmak ada­ğım olsun" diyen kişi kendini, o şahsı dövmeye teşvik etmektedir. "Eğer bu söylediklerim doğru değilse şu kadar gün oruç tutmak adağım olsun" diyen kişi, vermiş olduğu haberin tasdikini İstemektedir. Bu tür adakları adayan kişi, adağını bağlamış olduğu şartın gerçekleşmesi durumunda, dilerse ye­min keffâreti öder, dilerse adağını ifâ eder.

3- Mubah adak: "Elbisemi giymek Allah için bana vâcib olsun" veya "bineğime binmek Allah için bana vâcib olsun" diyerek adakta bulunan ki­şi, dilerse elbisesini giyer veya bineğine biner. Dilerse yemin keffâreti öder. Mubah adak, tıpkı mubah yemin gibidir. Sözgelimi yemek yemeye veya bir meşrubat içmeye yemin eden bir kişi, ya bu işleri yapar veya yemin keffâreti öder.

4- Mekruh adak: Hanımı boşama, soğan-sarımsak yeme, sünneti ter-ketme ve benzeri şeyleri yapmayı adamak gibi. Bu tür adakları adayan kişi­nin yemin keffâreti ödemesi müstehab olur. Ama mekruh bir fiil olan adağını ifâ ederse keffâret ödemesine gerek kalmaz. Çünkü adağını ifâ etmiştir.

5- Mâsiyet adağı: İçki içmeyi, hayızlı ve nifaslı günde, bayram ve teşrik günlerinde oruç tutmayı adamak gibi. Bu tür adakları adayan kişinin, ada­ğını ifâ etmesi caiz olmaz. Adadığı orucu başka günlerde tutmalı ve ayrıca keffâret ödemelidir. Ama adağını, aynı günlerde oruç tutarak yerine getirir­se keffâret ödemesi gerekmez. Fakat günahkâr olur.

6- Teberrür (takarrüp) adağı: "Teberrere" fiili, "takarrebe" fiiliyle eş anlamlıdır ve her ikisi de, kişiyi Allah'a yaklaştırın sevâb, hayır ve hasenatı işlemek anlamını ifâde ederler. Teberrür adağı; namaz kılmayı, oruç tutma­yı, sadaka vermeyi, itikâfa girmeyi, hasta ziyaret etmeyi, haccetmeyi, umre yapmayı, abdest yenilemeyi, her iki bayram ve Cuma için gusletmeyi, farz olsun nafile olsun adamaktır. Eğer bunlar arasından adanan şey nafile ise, sahih bir adak olarak gerçekleşir ki bunda ihtilâf yoktur. Bu adak, "Allah, hastama şifâ verirse veya malım salimen kurtulursa şunu yapmak Allah için adağım olsun" demek £ibi şarta bağlı da olsa veya hiç bir sebep yokken, "Allah için şu kadar oruç tutmak bana vâcib olsun" demek gibi şartsız ve mutlak da olsa aynı hükmü taşır. Teberrür adağı üç kısma ayrılır:

a) Elde edilmesi istenen bir nimet veya uzaklaştırılması istenen bir mu­sibet karşılığında adanan adak.

b) Herhangi bir şart koşulmaksızm, "şu kadar gün oruç tutmak veya şu kadar rek'at namaz kılmak, Allah için adağım olsun" demek gibi bir ibâ­deti üstlenerek adanan adak.

c) Hasta ziyaret etmek ve köle azâd etmek gibi aslen vâcib olmayan bir taati adamak. Bu üç çeşit adağın da ifâ edilmesi gereklidir.

Öğle namazı, ömürde bir kez yapılan hac ve Ramazan orucu gibi bir farzı adamaya gelince, bu adağın sıhhati konusunda görüş ayrılığına düşül­müştür. Bazı fıkıhçılar, "farz veya vacibi adamada, adak gerçekleşmez; çünkü adak demek üstlenmek demektir. Zaten gerekli bir işi üstlenmek sahih değildir" demişlerdir. Yapılması imkânsız bir işi adamak da böyledir. Me­selâ, "dün oruç tutmak, Allah için adağım olsun" denilmesi hâlinde adak gerçekleşmez.

Bazı fıkihçilarsa farz veya vâcib olan bir şeyi adamak geçerli olur de­mişlerdir. Bu tür adakta bulunan bir kişi adağını yerine getirirse ne alâ. Ak­si takdirde yemin keffâreti ödemesi gerekir. Adak keffâretini ödemek acilen vâcib olur.

Çeşitli nevileriyle adağın sahih olması için şu şartlar gereklidir:

1- Adakta bulunan kişi mükellef olmalıdır. Çocuğun adakta bulunması sahih olmaz.

2- Kişi kendi arzusuyla adakta bulunmuş olmalıdır. Zorlanarak adakta bulunan kişinin adağı sahih olmaz.

3- Adak, sözle adanmahdır. İşaretle adakta bulunmak yeterli olmaz. Ancak dilsiz kişinin, anlaşılır işaretle adakta bulunması sahih olur.

Mâlikîler dediler ki: Adak birkaç kısma ayrılır:

1- Mâsiyet adağı: İçki içmek veya domuz eti yemek gibi haram bir fiil işlemeyi adamak veya Ramazan bayramında, ya da kurban bayramında oruç tutmak gibi belli vakitte işlenmesi şeriat koyucusu tarafından yasaklanmış bir ibâdeti yapmayı veya mekruh bir fiil işlemeyi adamak gibi.

2- Mubah bir işi yapmayı adamak.

3- Namaz kılmak ve oruç tutmak gibi bir ibâdetle bulunmayı adamak.

Mâsiyet adağı haramda haram, mekruhta ise mekruhtur. Mekruhtaki adağı adayan kişi adağını ifâ etmez. Ancak kurban bayramının dördüncü günü oruç tutar ve zamanından ve yerinden önce adamış olduğu hac ihramı­na girer. Bunlar mekruhturlar. Ama adanınca da yapılmaları gerekir. Adak nedeniyle de ihtiyaten rnekruhluklan geçersiz sayılır. Fakat geçici bir sebeb-ten ötürü haram kılınan Ramazan veya kurban bayramlarında oruç tutma adağı üç kısma ayrılır:

1- Bu günlerde oruç tutmayı adamış olan kişi, bayramlarda oruç tut­manın haram olduğunu bilirse, adağının cinsinden bir taati yapması müste-hab olur.

2- Bu günlerde oruç tutmanın haram olduğunu bilmez ve kendi nefsine galebe çalıp lezzetlerden onu alıkoyarak bu günlerde oruç tutmanın diğer gün­lere nisbetle daha faziletli olacağını zanneder. Bu durumdaki bir kişinin, ada­mış olduğu orucu kaza etmesi vâcİb olmadığı gibi müstehab da olmaz.

3- Bu günlerde oruç tutmanın tıpkı diğer günlerde olduğu gibi caiz ola­cağını zanneder. Bu durumla ilgili olarak bazıları bu kişinin, adak orucunu başka bir zaman kaza etmesi gerektiğini; bazilanysa kaza etmesinin gerekmeyeceğini söylemişlerdir.

Mubah adağa gelince bu, yemek yeme ve içilecek şeyleri içmeyi adamak gibi mubahtır. Bu şekilde adanan adağı ifâ etmek zorunlu değildir. Taat nezri ise iki kısma ayrılır:

1- Bir kurbeti işlemek amacıyla da olsa, nefsi bir işten menetmek, ceza­landırmak ve onu adakla dizginlemek amacıyla da olsa kızgınlık hâlinde adak­ta bulunmak. Buna lücâc adağı da denir. Örneğin "falan şahısla konuşursam, şunu yapmak Allah için adağım olsun" demek gibi. Bu adağı ifâ etmek vâ-cibtir. Bazıları bu tür adakta bulunan kişinin adağı ifâ etmekle yemin keffâ-reti ödemek arasında muhayyer olduğunu söylemişlerdir. Ama meşhur görüşe göre bu adağın ifâ edilmesi vâcibtir. Önce de belirtildiği gibi, aslında bu tür adakta bulunmak mekruhtur.

2- Normal durumda kişinin kendi arzusuyla adakta bulunması. Bu adağı ifâ etmek gerekmez. Ancak namaz, oruç, sadaka ve benzeri devamlı kurbet olarak yapılması şartıyla sünnet, rağîbc ve mendub gibi işlenmesi kesin bir emir olmaksızın istenen adağı ifâ etmek gerekir. Ama nikâh ve hîbe gibi ba-zan kurbet bazan da kurbet olmayan adağı ifâ etmek gerekmez. Kendi asıl statüsü dolayısıyla yapılması zaten zorunlu olan farzlar da adak nedeniyle zorunlu olmazlar. Bu neviden adaklar, şartsız (mutlak) olur ise, önce de söy­lendiği gibi adanmalarrmüstehab olur.

Olmuş bir işe, şükran ifâdesi olmaksızın, şu kadar gün oruç tutmayı ve­ya şu meblağda sadaka vermeyi adamak mubahtır. Ve böyle bir adağı ifâ etmek de vacİbtir. "Allah hastama şifâ verirse veya bana şunu kısmet ederse veya beni şu vartadan kurtarırsa şu kadar sadaka vermek adağım olsun" de­mek gibi olması beklenen bir şeyin olmasını şart koşarak adakta bulunmaya gelince, bu adakların ifâsı vâcibtir. Bu tür adakta bulunmanın caiz olup ol­madığı hususunda ihtilâf vukûbulmuştur. Adağın sahih olması için gerekli şartlar şunlardır:

1- Adak adayan kişi müslüman biri olmalıdır. (Küfür halindeyken) adak adayan kâfirin, müslüman olduktan sonra adağını ifâ etmesi mendub olur.

2-  Adak adayan kişi mükellef biri olmalıdır. Adak adayan bir çocuk ise, bulûğa erdikten sonra adağını ifâ etmesi müstehab olur.

3- Adanan şey, adanmazdan önce vâcib olmayan bir kurbet olmalıdır. Önce de belirtildiği gibi haram, mekruh veya mubah bir işi adamak sahih olmaz. Adakta bulunmak için belli bir cümle kalıbı şart değildir. Adama ke­limesi telâffuz edilmese bile, taahhüd ve üstlenmeye delâlet eden herhangi bir lâfızla adakta bulunulabilir ve bu şekilde adanan adağın ifâ edilmesi de zorunlu olur. Hiç konuşmaksızın sâdece niyetle adakta bulunma hâlinde bu adağın ifâsının zorunlu olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı belirmiştir. Mûtemed olan görüşe göre; dille söylenmedikçe sâdece kalben niyet ederek adakta bulunma durumunda adağın ifâsı zorunlu olmaz.

Hanefîler dediler ki: Adak İki kısma ayrılır: Şarta bağlı olan, şarta bağlı olmayan.

Şarta bağlı olan adaklar da iki kısma ayrılır:

1- Olması istenen bir şeyin olmasını şart koşarak adakta bulunmak. "Al­lah, hastama şifâ verirse şunu yapmak, Allah için adağım olsun" örneğinde olduğu gibi. Burada adak, hastanın şifâya kavuşması şartına bağlanmıştır ve bu şartın tahakkuku da adak sahibi tarafından arzulanmaktadır. Bu şar­tın tahakkuku durumunda, ileride anlatılacak şartlar da gerçekleşirse ada­ğın ifâsı gerekli olur.

2- Olması istenmeyen bir şeyin olmasını şart koşarak adakta bulunmak. "Eve girersem veya falanla konuşursam, şöyle yapmak adağım olsun" gibi. Şâfiîler nezdinde buna Lücâc adağı denir. Çünkü bundan maksat, kişinin kendini bir işi yapmaktan alıkoymasıdır. Bu adağın hükmüne gelince; adak sahibi, dilerse adağını ifâ eder; dilerse yemin keffâreti öder. Doğru olan görüş budur. Bazıları da derler ki: Diğerleri gibi bu adağın da ifâsı vâcibtir. Adağın bağlandığı şartın taat veya masiyet olması arasında bir fark yoktur. Örneğin, "Zina edersem veya şarap içersem, şunu yapmak adağım olsun" demek gibi.

Adağın sıhhat şartlarına gelince bunlar, yedi tanedir:

1-Esahh kavle göre adanan adak cinsinden oruç, namaz ve sadaka gibi bir farz veya ıstılahı bir vâcib bulunmalıdır. Nafile olarak oruç tutmayı ada­yan kişinin bu adağı ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü orucun cinsinden, farz olan oruç vardır. Ramazan orucu gibi. Aynı şekilde nafile namaz kılmayı adayan kişinin de adağım ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü namazın cinsinden, farz olan namaz vardır. Beş vakit namaz gibi. Aynı şekilde sadaka vermeyi adayan kişinin de bu adağını ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü sadakanın cinsinden, farz olan sadaka vardır. Zekât gibi. Yalnız itikâf, kendi cinsinden vâcib bir iti-kâf olmamakla birlikte adandığı takdirde, ifâ edilmesi vâcib olur. Çünkü itikâfın adanması durumunda ifâsının vâcib olduğu hususunda icmâ vukû-bulmuştur.

Hasta ziyareti, Rasûlullah (s.a.v.) in mescidi de olsa Mescid-i Haram veya Mescid-i Aksa da olsa, mescide girmek gibi adanan adağın cinsinden bir farz veya ıstılahı bir vâcib bulunmayınca, o zaman adak sahibinin, ada­ğını ifâ etmesi vâcib olmaz. Çünkü bu adağının cinsinden, kendisinden yap­ması istenen bir farz mevcûd değildir. Namazın ardısıra teşbih çekmeyi veya duâ etmeyi adayan kişinin de bu adağını ifâ etmesi vâcib olmaz. Çünkü bu adağın cinsinden bir farz mevcûd değildir. Ama tekbir almayı adayan kişi­nin bu adağını ifâ etmesi vâcibtir. Çünkü tekbirin cinsinden, farz olan tek­bir vardır ki, o da iftitah tekbiridir. Peygamber Efendimize salât getirmeyi adayan kişinin adağını ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü salâtın cinsinden, farz olan salât vardır ki, o da ömürde bir kez, Peygamber Efendimize salât getir­mektir.

2- Adanan adak, direkt olarak istenen bir ibâdet olmalıdır. İbâdete ve-sîle olan şeyleri adamak sahih olmaz. Örneğin, abdest, gusûl, Mushaf'a do­kunma, ezan okumak, cenazeyi teşyî etmek, hasta ziyareti, mescid inşa etmek gibi şeyleri adamak sahih olmaz. Bu sayılanlar her ne kadar insanı Allah'a yaklaştıran şeyler iseler de direkt olarak insandan istenen şeyler değildirler. Ancak direkt olarak istenen şeylerin vesileleridirler. Adağın sahih olmasının genel formülü şudur: Adanan şey, kendi cinsinden bir farzın mevcûd oldu­ğu bir ibâdet olmalıdır.

3- Adanan şey, asıl itibariyle bir mâsiyet olmamalıdır. Bir şahsı öldür­meyi veya içki içmeyi veyahut zina etmeyi adayan bir kişinin adağı, yemin hükmünde olup, sözünü yerine getirmediği takdirde yemin keffâreti ödeme­si gerekir. Ama Ramazan veya kurban bayramında oruç tutmayı adayan kİ-şi, asıl itibariyle değil de ânzî bir nedenle haram kılınan bir şeyi adamıştır.

Oruç asıl itibariyle bir taattir. Bayramda tutulmasının haram oluşu, şeriat koyucusunun yasaklamasıyla arızî olmuştur. Bu adak sahîhtir, fakat lağve­dilir. Bayram gününde oruç tutmak haram olduğu için bu orucun, başka bir zaman kaza edilmesi vâcib olur. Abdestsiz olarak iki rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin adağı da böyledir. Bunun adağı sahihtir. Çünkü namazın adanması sahihtir. Yalnız bu adağın 'abdestsizlik' kaydı lağvedilir. Bu kişi­nin abdestli olarak iki rek'at namaz kılması vâcib olur. Zîrâ meşrutu (nama­zı) üstlenmek, şartı (abdesti) üstlenmek demektir. Bu nedenle abdest alması da gerekir. Aynı şekilde bir rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin de iki rek'at kılması vâcib olur. Yine bunun gibi üç rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin de dört rek'at kılması vâcib olur.

4- Kişinin adağının, adamaktan önce kendisine farz olmaması gerekir. Meselâ Önceden hac iBâdetini edâ etmemiş birisi, haccetmeyi adarsa, nor­mal hac ibâdetini edâ etmekten başka bir şeyle yükümlü olmaz.

5- Kişinin adakla üstlendiği şey, kendi servetinden fazla olmamalıdır. Meselâ yüz altını olan bir kişi, bin altın sadaka vermeyi adarsa, sâdece yüz altın vermekle yükümlü olur.

6- Adak, yapılması mümkün bir şey olmalıdır. "Dün oruç tutmak ada­ğım olsun" diyerek imkânsız bir şeyi adayan kişinin adağı sahih olmaz. Ha-yizh kadının hayızlılık günlerinde oruç tutmayı adaması bâtıldır. Çünkü hayızlıhk günlerinde kadının oruç tutması, şer'an imkânsızdır. Aynı şekilde "yarın oruç tutacağım" diye adakta bulunan bir kadında, bu sözü söyledik­ten sonra hayız kanaması başlarsa, adağı bâtıl olur. Bu, İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yûsuf ise, adadıktan sonra hayız kanaması gören kadı­nın bu orucunu başka bir zamanda kaza etmesi gerektiğini söylemiştir.

7-  Adanan adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili ol­mamalıdır.

Mutlak adaklar zaman, mekân, dirhem ve fakirlik ile kayitlanamaz. Me­selâ "Cuma günü şu dirhemi Mehmed'e sadaka olarak vereceğim" diyerek adakta bulunan bir kişi Perşembe veya Cumartesi günü başka bir dirhemi başka bir adama sadaka olarak verirse caiz olur. Aynı şekilde itikâfa girmek veya oruç tutmak için ileriki bir ayı tâyin eden bir kişi, acele edip bunları önceki bir tarihe alarak yaparsa adağı sahih olur. Yine bunun gibi ileriki se­nelerin birinde haccetmeyi adayan bir kişinin bu haccı, önceki bir seneye alıp ifâ etmesi sahih olur.

Bir şarta bağlı olarak adanan mukayyed adaklara gelince, bunlarda sâ­dece vakit taayyün eder. Çünkü adanan adağın, bağlandığı şartın tahakku­kundan önceye alınması sahih olmaz. Ama şartın tahakkukundan sonraya ertelenmesi ve sonraki bir zaman içinde ifâ edilmesi caiz olur. Bu adakta fa­kirin, dirhemin ve yerin belirlenmesi gerekli değildir. Belirlense bile adanan dirhemden başka bir dirhemi vermek, kendisine verilmesi adanan fakirden başka bir fakire verilmesi caiz olur. Meselâ Mekke fakirlerine sadaka ver­meyi adayan bir kişinin adağı mutlak da olsa mukayyet de olsa, başka bel­delerin fakirlerine sadaka vermekle adağını ifâ etmiş olur.

Adakta bulunmak dil işidir. Kıyasa göre adakta bulunmak; ancak "Al­lah için şu işi yapmak bana vâcib olsun" veya "şu işi yapmak bana vâcib olsun" demekle tahakkuk eder. Ama "eğer bu hastalıktan kurtulursam şu kadar gün oruç tutayım" diye kişinin bu sözü kıyasa göre değil de, istih-san'a göre adak olarak tahakkuk eder.

 

ALIŞ-VERİŞ ve BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER

(Kitâbü'1-Buyû)

 

Bey'in Tanımı

 

Bey' lügatte bif jnalm bir başka malla değiştirilmesidir. Bu, tıpkı parayla değiştirilmesi gibidir. Değiştirilen İki maldan birine mebi' (satılan), diğerine ise semen (bedel) denir. Lügate göre mebi' ile semen'-in, şer'an kendilerinden yararlanılması mubah olan temiz şeyler olmala­rıyla, yararlanılması mubah olmayan necis şeyler olmaları arasında bir fark sözkonusu değildir. Meselâ içkinin lügate göre mebi' veya semen olması sahihtir. Ama ileride de görüleceği gibi bu, şer'an sahîh olmaz. Aynı za­manda bey', bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi demek; selâma kar­şılık vererek selâmı selâmla değiştirmeyi, ziyarete karşı iâde-i ziyarette bulunarak ziyareti ziyaretle değiştirmeyi, iyiliğe karşı iyilik ederek iyiliği iyilikle değiştirmeyi kapsamına alan geniş anlamlı bir kelimedir. Bu tanı­ma göre bütün bu sayılan değiş-tokuşlar alım-satım diye adlandırılırlar.

Elbette bu tanımlama mecazîdir.

Bazı fıkihçilaröey'in lügat anlamının, bir malı bir mal karşılığında baş­kasına mülk olarak vermek olduğunu söylemişlerdir ki bu, birinci tanımla aynı anlama gelmektedir. Ancak bu, Jbey'in sâdece gerçek anlamını ifâde etmektedir. Yani bu tanıma göre iâde-i ziyaret ve benzerleri alış verişin kapsamına girmemektedirler. Bazılarının naklettiğine göre bey' kelimesi lügatte; bir bedel karşılığında zâtı mülkiyetten çıkarmak anlamına gelir ki, bu da ikinci tanımdaki mânâya göredir. Çünkü zâtın mülkiyetten çıkarıl­ması, başkasını mala sâhib kılmak demektir. İcar ve benzeri yollarla baş­kasını malın yararına sâhib kılmak, lügate göre bey1 (satış) anlamına gelmez.

Satın almanın karşılığı olan "şîrâ"' kelimesine gelince bu, bir bedel ödeyerek zâtı mala dahil etmektir. Veya bir mal vererek bir mala sâhib olmaktır. Şu da var ki, lügat, bey' kelimesini şirâ' kelimesinin yerine, şirâj kelimesini de bey' kelimesinin yerine kullanmaktadır. Satıcının işine bey' ve şirâ' denir. Nitekim müşterinin yaptığı işe de bey' ve şirâ' denmekte­dir. Meselâ;

"Onu değersiz bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar[20] âyet-i kerimesindeki "şirâ"' kelimesi, satma anlamında kullanılmıştır. Yine bu­nun gibi iştira ve ibtiyâ kelimeleri, lügat açısından hem satıcının yaptığı, hem de müşterinin yaptığı şey için kullanılmaktadır. Yalnız örf, bey' keli­mesini satıcının yaptığı işe mahsûs kılmıştır ki satmak, zâtı mülkten çıkar­maktır. Yine örf, şirâ' kelimesini de müşterinin yaptığı işe mahsûs kılmıştır. İştira ve ibtiyâ kelimelerini de müşterinin yaptığı işe, yani satın almaya mahsûs kılmıştır. Satın almak, zâtı mala dâhi! etmektir.

Sonra bey' kelimesi kendi başına İki mef'ûl üzerine müteaddi olur. evi sana sattım" cümlesinde olduğu gibi bey' fiili, biri diğeri kelimesi olmak üzere iki mef'ûl üzerinde müteaddî olmuş­tur. Bey' kelimesi, bazan ikinci mef'ulûn başını tekid için "min, ilâ ve ala" harfleri getirilerek kullanılır. Şu cümlede olduğu gibi:

Görüldüğü üzere birinci cümlede ikinci mefûlün başına harfi ikinci cümledeki ikinci mefûlun başına min harfi, üçüncü cümlede ise ikinci mef­ûlün başına dan münkaltb harfi getirilmiştir.

Bey'in şer'î tanımı ve kısımlarına gelince, mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(1I8) Haneffler dediler ki: Fıkıhçılann ıstılahına göre bey' kelimesi iki anlama gelmektedir:

Birincisi özel anlamıdır ki, buna göre bey', eşyanın altın, gümüş ve benzeri nakitler karşılığında satımıdır. Bey' kelimesi kullanıldığında yalnızca bu an­lamı ifâde eder.

İkincisi genel anlamıdır ki, özel anlamı da içinde olmak üzere on iki kısma ayrılır. Şundan ki: Ya zâtı itibariyle bey (satış)in anlamına bakılır ki, o da bir mal karşılığında bir malı başkasına mülk olarak vermektir. Veya alâkalı olduğu mal bakımından bey'in anlamına bakılır veya fiyat bakımından bey'in anlamına bakılır. Bu sayılan durumların her üçünde de bey' (satış) dört kıs­ma ayrılır. Yani ifâde ettiği anlam bakımından bey' kelimesi; nafiz, mev­kuf, fâsid ve bâtıl gibi dört kısma ayrılır. Şöyle ki: Bey kelimesi, satışın yapıldığı anda mülkiyeti ifâde ederse,-nafiz (geçerli) olur. Satışın yapıldığı anda değil de bilâhare akdi yapanlardan birinin iznine bağlı olarak mülkiye­ti ifâde ederse mevkuf, (askıda kalmış bir satış) olur» Bey' kelimesi, malı te­sellüm esnasında mülkiyeti ifâde ederse fâsid bir satış olur. Veya bey' kelimesi asla mülkiyeti ifâde etmezse, bu satış bâtıl olur.

Satılan mal (mebi') açısından bey'e (satışa) bakacak olursak yine dört kısımla; mukâyeze, sarf, selem ve bey'i mutlak ile karşılaşırız. Şöyle ki: Bey'de bir mal başka bir malla değiştirilerek satış işlemine altın ve gümüş gibi na­kitler karıştırılmamış ise buna mukâyeze denir. Mukâyeze bir eşyanın başka bir eşya ile takasedilmesidir. Bu eşyaların her İkisine de hem mebi', hem semen demek mümkündür.

Satışta işleme giren şeyler para ise, yani bir para başka bir parayla satı­lıyorsa, buna sarf denir. Sarf; altın, gümüş ve benzeri paraların kendi em­salleriyle satılmasıdır. Buna borcun borçla (nakdin nakidle) satılması da denir. Ya da satılan ayın, bilahare teslim edilmek üzere parası peşin alınır. Buna selem denir. Satılan şey (mebî'), peşin ya da bilâhare verilecek bir nakid kar­şılığında verilen bir mal olursa, buna mutlak bey' (satış) denir. Önce de söy­lediğimiz gibi bey' kelimesi söylendiğinde, çoğunlukla bu mânâ anlaşılır. Bey' kelimesiyle bundan ba|ka bir anlam kastediliyorsa o zaman, kastedilen şey neyse onunla ilgili kaydı koymak gerekir. Sarf, selem vb. gibi.

Fiyat bakımından bey' kelimesine göz atacak olursak, bunun dört kıs­ma ayrıldığını görürüz. Tevliye, murabaha, zay'a ve müsâveme. Şöyle ki: Evvel emirde malın satın alınmış olduğu fiyata ya bakılır, ya bakılmaz. Eğer ilk alış fiyatına bakılarak eksik veya fazla olmaksızın aynı fiyata satılırsa buna "bey'-i tevliye" (sermâyesine satış) denir. Sermâyeden fazlasına satılırsa buna "bey'-i murabaha" (kârına satış), sermâyeden eksiğine satılırsa "bey'-i zay'a" (zararına satış) denir. Ama ilk alış fiyatını bir tarafa bırakıp pazarlık ede­rek, tarafların üzerinde anlaştıkları bir fiyatla satmaya gelince buna "bey'bî'l-müsâveme" (pazarlıkla satış) denir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, özel anlamıyla bey'; bilinen belli bir şe­kilde malı, nakidle değiştirmektir. Bey'in genel anlamına gelince, bu; bili­nen belli bir şekilde malı mal ile değiştirmektir. Mal, nakitleri ve eşyaları kapsamına alan bir kelimedir. Anlatmış olduğumuz bütün kısımlarıyla bey'ler (satışlar) bey kelimesinin bu genel tanımı içine girerler.

Mal, insan tabiatının eğimli olduğu ve İhtiyaç anında yararlanmak için sakladığı şeydir. Şeriat gözünde iki özelliği taşımayan malın bir değeri olmaz:

1- İhtiyaç anında kendisinden yararlanma özelliği bulunmalıdır.

2- Kendisinden yararlanılması şer'an mubah olmalıdır. Tek bir buğday tanesi gibi kendisinden yararlanma özelliği bulunmayan bir şey, muteber bir mal değildir. Şer'an mubah olmayan şeyler de muteber birer mal olamazlar. Şarap ve domuz eti gibi... Her ne kadar bazı insanlar bunlardan yararlanı­yorlarsa da, şeriat nazarında bunlar mubah değildirler. Dolayısıyla şeriat na­zarında mal sayılmazlar. Şarap satan kişinin satışı, satış olarak tahakkuk etmez. Ama temiz bir şeyi şarap vererek satın alma durumunda satış tahak­kuk eder. Bedelinin şarap olması, satışı etkilemez. Bu durumda temiz şeyi' satın alacak olan müşteri, onun bedeli olan şarabı, mal sahibine vermekle yükümlü olur. Bununla da anlaşılmış oluyor ki tanımdaki mal; eşya olsun nakid olsun şeriat nazarında değeri olan bir mal demektir. Böyle olunca da sarf, selem, murabaha, tevliye ve mukâyaza'yı kapsamına alır.

Bu tanım, malî bir bedel karşılığında olmak şartıyla hibeyi kapsamına almaktadır. Bazılarının zannettikleri gibi bu şekildeki bir hibeyi tanımın dı­şına çıkarmak sahîh olmaz. Çünkü her ne kadar bu tesellümden önce bir hî-be ise de, tesellümden sonra bir bey' (satış) dir. Bu, şu şekilde olur; Adamın biri, "bana yüzbin lira vermesi şartıyla bu evi falan şahsa hîbe ettim" derse, yüzbin lirayı almazdan önce bu sözü, hîbe hükmündedir. Bunun sahih ol­ması için, hîbenin sıhhat şartları gerekir. Ama bölünmeye ihtimali olan cad­de hakkında böyle yapmak sahih olmaz. Bunda tesellümden Önce mülkiyet sabit olmaz. Akdin taraflarından her birinin teslimden geri durması caizdir. Ama tesellümden sonra bunun hükmü, satışın (bey'in) hükmü gibi olur ve bunda Şuf'a hakkı da sabit olur. Taraflar, ayıplı olursa almış olduklarını geri verme hakkına sâhib olurlar. Bunların yanısıra diğer bazı satış ahkâmı bunda da geçerli olur. Açıkça görüldüğü gibi bu, bey'in kapsamına girmek­tedir. Evet bu muameleye tesellümden önce bakıldığında hîbe gibi görünür. Ama "kendine özgü şekliyle" kaydını koymakla hîbe kapsamından çıkmış olmaktadır.

İki kişinin birbirlerine mal teberru etmelerine gelince, meselâ adamın biri bir diğerine bir malı teberru eder, öbürü de ona bîr mal teberru ederse .bu ikisinin teberrûu, az da olsa mübadele sayılacağından bey' tanımı kapsa­mına girer. Çünkü ilk teberru eden, her ne kadar bir şeyin karşılığı olmaksı­zın teberru etmişse de, ikinci şahıs birincinin teberrûuna karşılık olarak teberruda bulunmuştur. Bunda tek taraflı bir mübadele vardır. "Kendine özgü şekliyle" kaydı bunu tanım dışına çıkarmaktadır. Çünkü aslına bakı­lırsa bu satış değil, hibedir. Hîbe bahsinde de görüleceği gibi buradaki ör­nekte taraflardan her biri teberrûundan cayabilir.

Zorlanarak satan kişinin bey'i (satışı) da tanım kapsamına girer. Çün­kü zorlanan kişi, malını başka bir malla mübadele etmiştir. Zorlanan kişi­nin satışı, gerçekleşen satışlar kısmında mütalaa edilmektedir. Ancak bu satışın geçerliliğine gelince, bu fasittir. Yakında da açıklanacağı gibi zorlama duru­munun ortadan kalkmasından sonra, o kişi bu satışa razı olup izin verirse satış geçerli olur. "Razı olması" kaydını tanıma eklemek, zorlanan kişinin satışının geçerli olmayacağını ifâde etmek içindir. Çünkü "rızâ" satışın ge­çerliliği için şarttır, ama satışın şer'î kavramının bir cüz'ü değildir. Nitekim bu husus, yakında anlatılacak olan satış şartlan kısmında ele alınacaktır. Bu­nunla da anlaşılıyor ki, fayda verir anlamına gelen 'müfid' kaydını satışın tanımına eklemeye gerek yoktur. Nitekim bazı kimseler bey'i (satışı); "Ken­dine özgü fayda verir bir şekilde bir malı bir malla mübadele etmektir" şek­linde tanımlamışlardır. Bu şekilde tanımlamaktan amaçlan da, sİkkeli bir nakdi, ağırlık ve nitelik bakımından kendine eşit bir nakitle satmak gibi fayda verici olmayan satışı, satış kapsamından çıkarmaktır. Örneğin iki kuruş­luk bir nakit parçasını, kendi misliyle satmak gibi. Bu satışdan bir fayda sağlanmayacağı için sahih değildir. Ama nitelikleri ayrı olursa, meselâ bu paralardan biri sarı veya siyah kaplamalı olursa, bir fayda sağladığı için bu satış sahih olur. Ama bu paralar miktar bakımından değişik olurlarsa, söz­gelimi biri iki kuruşluk! diğeri ise beş kuruşluk parça olursa bu satış caiz ol­maz. Zîrâ bunda ribâ vardır. "Fayda verici'* kaydının tanıma eklenmesi gerekmez demiştik. Zîrâ bu fayda verici olmayan satışta gerçekleşir ve satı­şın tanımına girer. Çünkü bu, bir malın başka bir malla mübâdelesidir. An­cak bu, fâsid bir satıştır. Tanım ise hem sahih olanı, hem de fâsid olanı kapsar. Tanımda geçen "kendine özgü şeklinde" kaydından maksat, icâb ve kabul­dür. Ki bunların açıklaması ileride yapılacaktır.

Mâlikîler dedilej ki: Fıkıh ıstılahına göre bey'in iki çeşit tanımı var­dır. Bunlardan biri, ileride de anlatılacak olan selem, sarf ve benzeri kısım­ları da içine alacak şekilde bey'in bütün ferdlerini içeren tanımdır. İkincisi İse bey'in bu ferdlerinden sâdece birinin tanımıdır ki, o da kayıtsız olarak söylendiğinde bey' kelimesinden örfe göre anlaşılan mânâdır. Birincisi, bey'in özel anlamdaki tanımıdır. Genel anlamdaki tanımına gelince, "bey"'; "eş­yanın menfaati ve lezzetlerinden yararlanma üzerine değil de (bizzat eşyanın kendisi üzerine) yapılan muâvaza (karşılıklı bedelleşme) akdidir." Tanım­daki 'muâvaza akdidir" sözü, tarafların (satıcı ve müşterinin) biribirlerine vermiş oldukları bedeller üzerine yapılan akid anlamını ifâde etmektedir. Çün­kü taraflardan her biri, bir diğerine bir bedel vermektedir. Tanımda geçen "eşyanın menfaati üzerine değil de" sözüyle bey' (satış) akdinin para veya eşyanın bizzat kendileri üzerine yapılan bir akid olduğu bu paranın veya eş­yanın işletilerek sağlanan verimi ve menfaati üzerine yapılan bir akid olma­dığı anlamı ifâde edilmektedir.

Tanımdaki "lezzetlerinden yararlanma üzerine değil" sözüyle, akdin biz­zat eşya ve para üzerine yapılan bir akid olduğu belirtilmektedir.

Bu tanım bey'in bütün kısımlarını kapsamaktadır. Şu halde altını gü­müşle veya gümüşü altınla satmak dediğimiz sarf ve sayıda eşit olmak şar­tıyla altını altmla, ya da gümüşü gümüşle satmak dediğimiz mübadele de bu tanımın kapsamına girer. Karşılıklı tartma anlamına gelen murâtele de bu tanımın kapsamına girer. "Murâtele", ağırlıkta eşit olmaları şartıyla altını altınla, ya da gümüşü gümüşle satmak demektir. Selem de bu tanımın kap­samına girer. "Selem": Taraflardan birinin peşin bir mal vererek karşılığın­da başka cinsten bir malı ilerikİ bir tarihte teslim almak üzere yapmış oldukları akittir. Bir bedel karşılığında yapılan hibe de ki buna hİbe-i sevâb, yani bedelli hîbe adı verilir-bu tanımın kapsamına girer. Malın alınış fiyatına, kârsız olarak satılması demek olan ,tevliye satışı, şirket, ikâle ve şuf'a da bu kapsama girer ki, bunun geniş açıklaması ileride yapılacaktır. Bütün bu sayılanlar, anılan tanımın kapsamına girerler. Çünkü anılan tanıma göre satış akdi; taraflardan her birinin diğerine, bedel olarak menfaat değil de bir eşya vermek üzere yaptıkları akittir. İcar akdi bu tanımın dışında kal­maktadır. Çünkü icar akdi, eşyalar üzerine değil de (eşyalardan sağlanan) menfaatler üzerine yapılır. Hayvan kiralama akdi de böyledir. Bu akid, hay­vanın bizzat kendisi üzerine değil de hayvandan sağlanacak menfaat üzerine yapılmaktadır. Satış akdinin tanımına konulan "eşyanın lezzetinden yarar­lanma üzerine değil de..." kaydıyla, nikâh akdi bu tanımın kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü nikâh, eşyanın (kadın veya erkeğin) lezzetinden yarar­lanma üzerine yapılan bir akiddir.

Bey'in (satışın) özel anlamıyla tanımına gelince, bey "Eşyanın menfa­atleri ve lezzetlerinden yararlanma üzerine olmaksızın mukayeseli olarak ya­pılan, bedellerinden biri altın veya gümüş olmayan, muayyen (zimmetteki bir borç olmayan) akittir." Bu tanım, Önceki tanımın aynısı olup sâdece üç kayıt ilâvesiyle yapılmış bir tanımdır:

Birinci kayıt: Tanımda geçen "mukayeseli olarak" kaydıyla bu akdin, müşâhehe ve müğâlebe esasına dayanarak yapılan bir akid olduğu ifâde edil­mektedir. Zîrâ akdi yapan taraflardan her biri, karşısındakine gâlib gelmeyi arzulamaktadır. Bu kaydı koymakla hîbe-i sevâb akdi, tanım dışına çıkmak­tadır. Çünkü hîbe sahibi, şart koştuğu bedelin kendisine ödenmesi durumunda hibeyi yapmaya mecbur olur. Cimrilik (müşâhehe) yapıp hîbe etmemezlik edemez. Bu kişi, "bana, bedel olarak yüz dinar vermesi durumunda bu evi Zeyd'e hîbe ettim" derse, yüz dinarı kabul etmek mecburiyetinde olur. Yüz dinardan fazlasıyla icâb olunmaz. Anılan kaydın konulmasıyla tevliye, mü­badele ve şuf'a yoluyla almak da bu tanımın kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü bunlarda mukayese yoktur. Mübadeleye gelince bu; kendine özgü şart­lar çerçevesinde aynı sınıftan olan sikkeli ve damgalı bir nakdin başka bir nakitle satılmasıdır. İleride de anlatılacağı gibi bu akitte, tarafların birbirine gâlib gelmesi durumu sözkonusu değildir. Tevliyeye gelince bu; malın, ilk alınış fiyatına satılmasıdır ki, bunda da müğâlebe yoktur. Şuf'a yoluyla al­maya gelince bu da; eşyanın, ilk alınmış olduğu fiyatla satılmasıdır ki, bun­da da müğâlebe yoktur.

İkinci kayıt: Bey'in tanımına konan "bedellerinden birinin ne altın, ne de gümüş olmadığı" kaydı ile sarf ve murâtele akitleri, satış akdinin kapsa­mı dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü sarfta bedellerden biri altın, diğeri ise gümüştür. Murâtelede ise bedellerin her ikisi de altın veya gümüştür.

Üçüncü kayıt: Bey'in tanımına konan "bedellerinden birinin muayyen olup, zimmetteki bir borç olmaması" kaydı ile de selem akdi, bu tanımın kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Bu demektir ki; bey' (satış) akdinde mebi'in (satılacak şeyin) zimmette bulunan bir borç olmaması gerekir. Ak­sine bu şeyin alıcının ister huzurunda bulunsun, ister gıyabında bulunsun bir borç olmaması gerekir. Gıyabında olunca da müşteri, o eşyanın ya vasfını öğrenmiş olmalı veya daha önce o eşyayı görmüş olmalıdır. Veya bunlardan

hiç biri olmamıştır da, eşyayı görme muhayyerliğini şart koşmuştur. Oysa selem akdi, bütün bu anlatılanların tersi mâhiyettedir. Çünkü selemde satı­lacak eşya, hazırda bulunmayıp zimmette mevcûd olan bir eşyadır. Tanım­da geçen 'muayyen' kelimesi ise, zimmette borç olarak bulunan şey değildir. Bundan maksat, altın ve gümüştür. Satış akdinde altın veya gümüşün akit anında kabzedilmeleri şart değildir. Aksine bunların, zimmette bulunan bi­rer borç olmaları da sahih olur.

Bu anlatılanlarla bey'in Özel anlamdaki tanımı, yani eşyanın nakid kar­şılığında satılması şeklindeki tanımı tamamlanmış olmaktadır. Çünkü bey' kelimesi söylenince, ilk olarak bu tanım akla gelmektedir.

Bütün bunlar bir yana, Mâlikîler muhtelif yönlerden bey'i bir çok kı­sımlara ayırmışlardır ve bey'in genel anlamıyla iki kısma ayrıldığını söyle­mişlerdir:                  

1- Menfaatlerin bdy'i (satışı).

2- Malların bey'i (satışı). Menfaatlerin satışı da beş kısma ayrılır:

1- Cansız şeylerin menfaatlerinin satışı. Buna ev ve arazileri kiralamak da denir.

2- Akılsız canlıların (hayvanların) sağladıkları menfaatlerin satışı. Bu­na binek ve yük taşıyan hayvanların kiralanması da denir.

3- İnsanların tenasül organlarını ilgilendiren menfaatlerinin satışı. Ni­kâh ve hul' (mal karşılığında boşanmak) gibi.

4- İnsanların tenasül organlarını ilgilendirmeyen menfaatlerinin satışı. İnsanı herhangi bir işte çalıştırmak üzere icar etmek gibi.

5-  Eşyaların menfaatlerinin satışı. Buna çoğunlukla icar adı verilir. Malların (ayınların) satışına gelince; bu satış, değişik yönlerden birçok

kısma ayrılır. Satış, bedellerinden birinin veya ikisinin ileriki bir tarihte öden­mesi açısından dört kısma ayrılır:

1- Peşin satış. Bu satışta para ve eşya, akid anında ödenir. Ne ikisi, ne de biri, ileriki bir tarihe ertelenmez.

2- Borcun borçla satışı. Bu satışta, hem alınacak hem verilecek şey ileri­ki bir tarihe ertelenir. Yasak satışlar bahsinde de anlatılacağı gibi bu, yasak­lanmış bir satıştır.

3- Borca satış. Bu satışta verilen malın bedeli olan para bilâhare alına­caktır.

4- Selem: Bu alışverişte sâdece satılan şey, ileriki bir tarihte teslim edilir.

Satış (bey'), bedellerinden birinin altın ya da gümüş olması yönünden üç kısma ayrılır:

1- Aynın (altın veya gümüş) aynla satılması.

2- Eşyanın eşya ile satılması.

3- Eşyanın aynla (altın veya gümüşle) satılması.

Aynın aynla satılması da sarf, mübadele ve murâtele olmak üzere üç kısma ayrılır:

Sarf: Satışta iki bedelin cinsleri ayrı olur. Meselâ bu bedellerden biri altın, diğeri gümüş olur,

Murâteh: Satışta iki bedelin cinsleri aynı olur ve satış da ağırlık ölçü­süyle yapılır. Meselâ aynı ağırlıkta altının altınla, gümüşün gümüşle satıl­ması gibi.

Mübadele: Satışta iki bedelin cinsleri aynı olur ve satış da ağırlık Ölçü­süyle değil, sayı ile olur.

Müsemmeni (satılan eşyayı) görme açısından da satış iki kısma ayrılır:

1- Hazırın satışı: Bu satışta, satılan eşya göz Önünde mevcûd veya mev-cûd hükmünde olur.

2- Gaibin satışı: Bu satışta, eşya gözönünde mevcûd olmadığı gibi, hük­men de göz önünde mevcûd olmaz.

Akdin kesinliği açısından da satış, iki kısma ayrılır:

1- Kesin satış. Bu satışta taraflardan hiç birine akdi bozma muhayyerli­ği tanınmaz. Buna kesin satış denmiştir. Çünkü taraflardan her biri, diğeri­nin muhayyerlik hakkını kesmiştir.

2- Muhayyer satış. Bu satışta taraflardan her biri, diğerine muhayyerlik hakkı tanımıştır.

Satılan malın, ilk almış fiyatını gözönüne alıp almama bakımından da satışlar dört kısma ayrılır:

1- Murabaha satışı. Bu satışta satılan eşya, sermayesinin üzerine bir mik­tar kâr konularak satılır.

2- Müsâveme satışı. Bu pazarlık yaparak yapılan satıştır.

3- Müzayede satışı. Arttırma yaparak yapılan satıştır.

4- îsti'man satışı. Bunun açıklaması ileride gelecektir.

Kendisine arız olan durumlar bakımından da satış sahîh ve fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır:

Hanbelîler dediler ki: Şer'an bey'in (satışın) anlamı; malın malla mübadelesi veya ribâ, ya da karz dışındaki mubah bir menfaatin mubah bir menfaatle ebedî bir şekilde mübadele edilmesidir. "Malın malla mübadelesi" kaydı, taraflardan bedel veren kişinin akdi anlamım ifâde etmektedir ki, bu da bir şeyi başka bir şeye bedel olarak vermekten ibarettir. Mal kelimesi, nakid ve diğer eşyayı kapsamına alır. Böyle olunca, bir eşyanın başka bir eşya ile takas edilmesi de bu kapsama girer.

Malın muayyen hazır, niteliği belli olması veya zimmetteki bir borç ol­ması bu bakımdan farklı sonuç doğurmaz. Tanımdaki "Ebedî şekilde" kaydı mübadeleye ilişkin bir kayıt olup bununla icar ve iğretiye karşı iğreti verme işlemleri kapsam dışına çıkarılmaktadır. Yine tanımda geçen "ribâ ve karz (borç) dışındaki" kaydıyla da ribâ ve karz, kapsam dışına çıkarılmış ol­maktadır.                                        .

Şâfiîler dediler ki: Şer'î ıstılahta bey' (satış); bir malın kendine öz­gü şekilde diğer bir malla değiştirilmesidir. Yani bir malın başka bir malla değiştirilmesi akdine satış (bey') akdi denir. Buradaki değiştirmeden mak­sat, bedellerin karşılıklı olarak verilmesidir. Yani tarafların her biri, karşı tarafa malını vererek karşılığında mal alacaktır. Bu tanımla hîbe, satış akdi­nin kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü hîbe, kişinin sağlığında bedelsiz olarak bir malı başkasına mülk olarak vermesidir. Tanımı yaparken "malın malla değiştirilmesi" demekle, nikâh akdi satışın kapsamı dışına çıkarılmış olmak­tadır. Çünkü nikâh verilen malın karşılığında alınan şey, mal değil, maldan başka bir şeydir.

Tanımda geçen "kendine özgü şekilde" kaydı ile iki şey kasdedilmektedir.

1- Satış akdi eşyanın mülkiyetini veya sürekli olarak menfaatin mülki­yetini (örneğin geçiş hakkı) ifâde etmelidir. Bu kaydı koymakla da icar ak­di, kapsam dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü icar ile, belli bir bedel karşılığında geçici bir süre için menfaate sâhib olunabilmektedir.

2- Satış akdi kurbet (sevaba vesîle olacak) şeklinde cereyan etmemeli­dir. Bu kaydı koymakla da karz-ı hasen, satış kapsamı dışına çıkarılmış ol­maktadır. Çünkü karz ile, mislini iade etmek şartıyla karşı taraf bir mala sahip kılınmaktadır.

Satış akdi sahih ve fâsid olmak bakımından iki kısma ayrılır. Sahih sa­tış akdi, şart ve rükünleri eksiksiz olan akiddir. Bu şart ve rükünlerden biri eksik olunca satış akdi fâsid olur. Sahih ve fâsid akidlerden her biri de caiz ve haram olma yönünden iki kısma ayrılırlar. Sahih ama haram olana örnek olarak, ticâret kervanını şehir dışında karşılayarak onlardan mal alma akdi­ni gösterebiliriz. Fâsid ve haram olana örnek olarak da habl-i hable satışını gösterebiliriz. Bu, gebe hayvanın doğuracağı yavruyu, ortada hiç bir şey yok­ken satmaktır ki, bunun açıklaması, fâsid satışlar bölümünde yapılacaktır. Sahih satış akidleri de bir kaç kısma ayrılır:

1- Gözönünde görünen eşyanın satışı.

2- Niteliği belirtilerek ileriki bir tarihte teslimi taahhüd edilen zimmet­teki bir malın, parasının peşin alınarak satılması ki buna selem denir. Zim­met kelimesi fıkıh terminolojisinde iki anlama gelir: Birincisi; zât, yani satıcının zâtıdır. Bu, ahid ve emanla ilgili olduğu için zimmet denilmiştir ki lügat anlamı da budur. İkincisi; satıcının şahsıyla varolan manevî bir husus­tur ki şer'î bakımdan gerekliliği, mükellef açısından da yükümlülüğü ifâde eder. Kişinin zimmeti manevî bir niteliktir ve bu nitelik, ancak kişiyie varo­lur. Şârî, kişinin üstlendiği şeyi yapmasını, zimmeti dolayısıyla, kendisine gerekli kılar.

3- Sarf: Bir paranın, kendi cinsinden olan veya olmayan başka bir pa­rayla satılmasıdır. Ancak bir paranın, karşılığında satıldığı para kendi cin­sinden olursa, b'u akdin sahih olması için üç şart gerekli olur:

a) Satış, vadeli değil, peşin olmalıdır.

b) Her iki taraf da paraları aynı anda karşılıklı olarak teslim almalıdırlar.

c) Satılan parayla alınan para birbirinin misli olmalıdır. Paranın, karşı­lığında satıldığı para, aynı cinsten olursa o zaman sadece 'a' ve 'b' şıkların-daki şartlara uyulması gerekli olur.

4- Murabaha satışı: Bu, bir malı, alındığı ilk fiyatın üzerine kâr koya­rak yapılan satıştır. Bir satıcının, "bu malı aldığım fiyatın her on lirası için bir lira kârla veya aldığım fiyatın üzerine bir lira kârla sattım" diyerek yap­tığı satışa murabaha denir.

5- Bey-i işrâk: Bu, kişinin şöyle demesiyle olur: "Aldığımın üçte biriyle seni akitte ortak ettim". Eğer bunu deyip de üçte bir veya başka bir şey de-mezse, "ortak ettim" sözü yarı yarıya ortak ettiği anlamına gelir.

6- Bey-i muhatte: Bu da: "Aldığım fiyata sattım" deyip her on dirhem­de bir dirhem iskonto yaparak eksik fiyata satmasıdir.

7- Tevliye satışı: Bu, malın ilk alındığı fiyata satılmasıdır. İki taraf ma­lın ilk alınış fiyatını bilir ve satıcı da "aldığım fiyata sana tevliye ettim" dİ-yerek satarsa, buna tevliye satışı denir.

8- Hayvanın hayvanla satılmasıdır. Başkaları buna mukâyaza adını ve­rirler. Etleri yense de yenmese de, cinsleri aynı olsa da, olmasa da bu satış sahih olur. Yalnız bu satışa ribâ karıştırılmaması şarttır. Bu da şöyle olur: Hayvanların her ikisi de eti yenilen aynı cinsten hayvanlar olur ve her ikisi­nin de sütü ya da yumurtası olursa, o zaman ribâ karışır. Ama anılan şeyler kendilerinde bulunsa da etleri yenilenlerden olmadıktan sonra ribâ sözko-nusu olmaz.

9- Muhayyerlik şartıyla satış. Kendisinde muhayyerlik şartı bulunması sahih olan akidlerle sahih olmayan akidlerin açıklaması, ileride yeri gelince yapılacaktır.

10-  Ayıplardan beri olma şartıyla yapılan satış.

Fâsîd satışa gelince; bu da bir çok kısımlara ayrılmaktadır ,ki, ileride yeri geldikçe bu kısımlar hakkında gereken açıklamalar yapılacaktır.

 

Bey'ın Hukmu Ve Delili

 

Bey'in, bey' (satış) olarak hükmü mübahliktır. Ancak bazı durumlar­da geçici bir nedenle vâcib olur. Bu da yemeye veya içmeye zorunlu ihti­yaç duyulması anında otur. İnsanın, kendini ölümden koruyacak şeyi satın alması vâcib, kendi nefsini koruyacak şeyi satması ise haramdır.

Satış, bazan da mendub olur. Meselâ satılmasında zarar sözkonusu olmayan bir şeyi, kişinin satmaya yemin etmesi durumunda, bu yemini­nin gereği olarak o şeyi satması mendub olur.

Satış, bazan da mekruh olur. Satılması mekruh bir şeyi satmak mek­ruhtur. Satışın haram olduğu durumlar da vardır. İleride açıklanacak olan, satışı haram olan şeyleri satmak haramdır.

Satışın mubah olmasına gelince; bu, dinde zarurî olarak bilinen şey­lerdendir ve bu konuda ayrıca bir delile ihtiyaç yoktur. Ancak gerek Al­lah'ın kitabında, gerek Rasûiullah'ın sünnetinde bu konuda bir çok deliller mevcûddur. Konuyla ilgili âyet-İ kerîmeleri şöylece sıralayabiliriz:

"Allah, alışverişi helâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır.[21]

"Ey İmân edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız ticâret olursa başka.[22]

"Alış-veriş yaptığınız zaman da şâhid tutun.[23]

Bu âyet-i kerîmeler her ne kadar bey'in (satışın) helâl olmasından baş­ka amaçlarla nazil olmuşiarsa da bey'in he!â! olduğunu açıkça ifâde et­mektedirler.

Birinci âyet-i kerîme, faizin haram kılınması için gönderilmiştir. İkinci âyet-i kerîme, insanları, biribirlerinin mallarını bâtıl nedenlerle yemekten menetmek için sevkolunmuştur. Üçüncü âyet-i kerime ise, alışveriş esnasında şâhid bulundurmak için gönderilmiştir.

Satışın mubah olduğuna ilişkin sünnetteki delillere gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:

Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"Sizden birinizin, ipini alıp sırtı üzerinde bir demet odun getirip sat­ması ve onunla yüz (suyunu dökmekten) korunması, insanlardan dilenip de kendisine vermeleri veya vermemelerinden daha hayırlıdır.[24]

Bu hadîs-i şerifte, insanın bu dünya hayatında çalışmasının vâcib ol­duğuna işaret vardır. Başkalarından isteyip dilenmeye güvenerek rızkını aramayı ihmal etmesi helâl olmaz. Şerefli olsun, hakir olsun, büyük olsun küçük olsun insanın çalışmaktan geri durup tenbellik etmesi de helâl de­ğildir. Aksine, imkân bulduğu kadarıyla çalışması gerekir.

Yine bir hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:

"Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hur­ma hurmayla, tuz tuzla birbirine eşit olarak, birbirinin misli olarak, el ele teslim ederek (satılır). Kim arttırır veya arttırmayı isterse ribâ eder. Bu cinsler muhtelif olurlarsa, dilediğiniz gibi satınız.[25]

"Dilediğiniz gibi satınız" sözü, satışın mubah olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Yasaklanan satışların hangileri olduklarına ilişkin açıklama ile­ride gelecektir.

Yine bir hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"Kazancın en faziletlisi mebrur satış ve kişinin kendi eliyle işlediği­dir.[26]

Mebrur satış, sahibinin dürüst davranarak hile ve hıyanette bulunma­dığı ve Allah'a isyan etmediği bir satıştır. Satışın helâl oluşunun hikmeti; insanlar arasında menfaat değişimlerine imkân tanıması ve aralarında yar­dımlaşmayı tahakkuk ettirmiş olması; böylece de insanların geçimlerini düzene koymaları ve her birinin geçim vasıtalarından gücü nisbetinde olan­ları elde etmeye çalışmaları şeklinde açıklanabilir. Bu vesileyle kimi in­sanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu beden kuvveti sayesinde yeri sürerler; Allah'ın kendisine ilham etmiş olduğu tarımsal bilgilerle de ekip biçerler ve ürünlerini tarımdan para kazanamayan, ama başka bir yoldan para kazanabilen birilerine satarlar. Öte taraftan bazı insanlar uzak diyar­lardan ticâret malı getirip, bunlardan yararlanabilecek kimselere satarlar. Beri taraftan bazı insanlar, başkalarının muhtaç oldukları bir takım sanat­lardan iyi anlarlar. Yapmış oldukları eşyaları başkalarına satarlar. Mede­niyet ve kültürün en önemli sebeblerinden, bu dünya hayatında çalışmaya iten vasıtaların en büyüklerinden biri de alış-veriştir.

 

Bey'in Rükünleri

 

Bey'in rükünleri altı tanedir. Sîga, âkid, ma'kûdün aleyh. Bu üçü­nün her biri de ikişer tanedir. Çünkü âkid (akdi yapan), ya satıcıdır, ya da müşteri. Ma'kûdün aleyh (akdin konusu) ya mal, ya da bu mala öde­nen bedeldir. Sîga ise ya İcâbtır, ya da kabul: Böylece rükünlerin sayısı altıya ulaşmaktadır.    |

Rükün; her ne kadar mâhiyetine dâhil olmasa bile, bir şeyin var ol­mak için kendisine dayalı olduğu şeydir. Bu, sırf bir terimdir. Çünkü bir şeyin gerçek rüknü, kendisine dâhil olan şeydir. Bey'in aslı da, o mevcûd olmayınca akdi yapanların satıcı ve müşteri sıfatlarını alamayacakları sîgadır. Bu sayılan rükünlerden her birinin kendine özgü hüküm ve şartlan vardır ki bunu aşağıdaki sıraya göre açıklayacağız:

 

1- Sîga

 

Satışta sîga, satıcı ve müşterinin, yapılan akde razı olduklarına delâ­let eden şeydir ki, iki tanedir.

1- Söz veya söz yerine geçerli olan ulak, ya da mektuptur. Adamın biri bîr başkasına gönderdiği mektupta "evimi sana şu fiyata sattım" di­ye yazar veya bu sözünü ulak aracılığıyla ona gönderir ve o kişi de yazıyı okuduğu, ya da haberi ulaktan aldığı aynı mecliste (yerde) kabul ederse, bu satış sahih olur. Ancak mektubu okuduktan veya ulaktan haberi aldık­tan sonra kabul etmez de araya fasıla koyarsa, satış akdi sahih olmaz.

Yalnız, eşya göz önündeyken yapılan satışlarda satıcının "sattım" deme­sinden sonra müşterinin biraz ara verdikten sonra "kabul ettim" demesi gibi, az bir fasıla koyarsa, bunun bir sakıncası olmaz.

2- Muâtât: Bu, konuşmaksızın alıp-vermektir. Fiyatı belli olan bir ma­lı, satıcısından alıp parasını vermek gibi. Bu durumda müşteri, malı tes­lim almakla o mala sahip olur. Bu muamelede satılan eşyanın örfe göre müteferrik olarak satın alınan pahasının az; ekmek ve yumurta gibi bir eşya olmasıyla, pahası yüksek değerli bir elbise olması arasında bir fark yok­tur. Sözlü sîgaya gelince bu, malı mülk olarak başkasına vermeye ve ma­la mâlik olmaya delâlet eden bir lâfızdır. "Sattım", "satın aldım" gibi. Satıcının sözüne "icâb, müşterinin sözüne "kabul" denir. Bazı du­rumlarda kabul, icâbtan önce gelebilir. "Bu malı bana sat" gibi. İcâb ve kabulün açıklamasına ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağı­ya alınmıştır.

İcâb ve kabul için gerekli bazı şartlar vardır:

1-  İcâb; miktar, evsâf, nakit, hulul ve vâde bakımından kabule uy­gun olmalıdır. Satıcı, "bu evi bin liraya sattım" der de müşteri, "onu beş yüz liraya kabul ettim" derse, satış akdi gerçekleşmez. Aynı şekilde satı­cı "evimi bin altına sattım" der de müşteri, "onu bin banknota kabul ettim" derse satış akdi gerçekleşmez. Ancak müşterinin dediği "bin" her yön­den satıcının dediği "bin"in misli olursa o zaman satış akdi gerçekleşir.

2- İcâb ve kabul aynı mecliste vukûbulmalıdır. Satıcı "bunu sana bin liraya sattım" der ve müşterinin kabulünden önce ikisi de bulundukları yerden ayrılırlarsa, satış akdi gerçekleşmez.

3- İcâb ve kabul arasına alışverişten caymaya delâlet eden bir fasıla konulmamalıdır. Ama örfe göre alışverişten yüz çevirmeye delâlet etme­yen az bir fasıla, icâb ile kabul arasına girerse, bunun, akdin gerçekleş­mesine bir zararı olmaz.

4- Akdi yapanlar, birbirlerinin konuşmasını işitebilmelidirler. Satış akdi, şahitler huzurunda yapılırsa, şahitlerin işitmeleri yeterli olur. Bu takdirde taraflardan biri, diğer tarafın konuşmasını işitmediğini iddia ederse, iddi­ası doğrulanmaz. Sözgelimi satıcı "bu malı şu fiyata sattım" der, müşteri de "kabul ettim" derse ve biribirlerinden ayrıldıktan sonra satıcı, "müş­terinin kabulünü işitmedim" veya müşteri, "fiyatın ne kadar olduğunu işitmedim" diye iddiada bulunurlarsa, şahit getirmemeleri durumunda bu İddiaları doğrulanmaz.                  

 

(119) Hanefîler dediler ki: Bey'in icâb ve kabulden ibaret tek rüknü var­dır. Bu ikisi, satıcıyla müşteri arasında mülkiyet mübadelesine delâlet eden söz veya fiildir. Bazıları demişlerdir ki; Bey'in icâb (kabul) ve alıp-vermek şeklinde iki rüknü vardır. Her halükârda Hanefîler bu hususta gerçek rükne bakmışlardır ki, buna göre rükün; şeyin içine dâhil olan aslî unsurudur.

(120) Şâfîîler dediler ki: Bey ancak, sözlü sîğa veya onun yerine geçen mektub, ya da ulakla veya dilsizin bilinen işaretiyle gerçekleşir. Kişinin rızâ­sına delâlet eden davranışlar anlamına gelen "muâtât" ile bey' (satış) ger­çekleşmez. İhya sahibi, az ve önemsiz eşyanın muâtât ile satımının caiz olduğunu söylemiştir. Çünkü bu gibi şeylerde normal olarak icâb ve kabul zor olur.

(121) Hanefîler dediler ki; İcâb, akit taraflarından birinin önce söylemiş olduğu sözdür. Bu taraf satıcı da olabilir: "Şu fiyata sana sattım" gibi. Müşteri de olabilir. "Bunu senden bin liraya satın aldım" demesi gibi ki, buna karşı satıcı da "onu sana sattım" der. Kabul ise, alışverişte ikinci olarak söylenen sözdür.

(122) Hanefîler dediler ki: Satmak ve satın almak, mülk olarak verme­ye ve mal sahibi olmaya delâlet eden iki lâfızla tahakkuk eder. "Sattım, sa­tın aldım, verdim, sarfettim, aldım, razı oldum, bu malı şu fiyata sana verdim" gibi. Satmak ve satın almak akdi, selem, hîbe ve ivaz (karşılık) lâfızlanyla da tahakkuk eder. "Bunu sana şu fiyatta selem'e verdim" veya "bunu sana şu fiyatla hîbe ettim" veyahut "atımı senin atma ivaz (karşılık) kıldım" di­yen kişiye, muhatabı da "ben de..." diye cevap verirse, ahş-veriş tahakkuk eder. Sonra eğer satış yüklemi mazi olarak kullanılırsa veya "sana şu anda satıyorum" demek gibi gelecek zamana muhtemel olmayan muzâri olarak kullanılırsa, bu durumda herhangi bir niyete ihtiyaç duyulmaksizın satış ta­hakkuk eder.

Bazı fıkıhçılar ise her halükârda, yani satış yüklemi mazi olarak da kul­lanılsa, muzarî olarak da kullanılsa satışın tahakkuk etmesi için niyetin ge­rekli olduğunu söylemişlerdir. Satış yüklemi şimdiki ve gelecek zamana muhtemel olursa veya baş tarafına "sin-sevfe", harfleri konularak sırf gelecek zaman ifâde ederse, satış akdi, icâbın şimdiki za­man için niyet edilerek söylenmesi durumunda ancak tahakkuk edebilir. Bu durumda hem icâb, hem de kabul lâfızları gelecek zaman kipiyle de söylen-seler veya biri geçmiş zaman diğeri ise gelecek zaman kipiyle söylenseler, hü­küm aynı olur. Satıcı "bu elbiseyi sana şu fiyata satıyorum" der ve müşteri de "satın alıyorum" derse, satış akdi tahakkuk etmez. Ancak bu ikisi de şim­diki zaman için icâba niyet ederlerse satış akdi tahakkuk eder. Aynı şekilde taraflardan biri, "satarım" veya "satacağım" der de diğeri "satın aldım" derse, satış akdi tahakkuk etmez. Müşteri emir kipini kullanarak "bu elbi­seyi bana sat" der ve bu sözüyle şimdiki zaman için icâba niyet ederse satış tahakkuk etmez. Ancak satıcı kendisine, 'sattım" der ve müşteri de "satın aldım" sözüyle buna ceVâb verirse, satış gerçekleşir. Emir kipiyle satışın ge­çerli olması için üç lâfız gereklidir. Çünkü birinci lâfız mülgadır, yani yok gibidir. Zîrâ satış, emir kipiyle asla gerçekleşmez. Ancak emir kipi, şimdiki zamana delâlet ederse o zaman olur. Meselâ satıcı, "bu elbiseyi şu fiyata ben­den al" der de müşteri, "onu aldım" derse, bu emir kipiyle satış gerçekleşir. Çünkü satıcının "benden al" emri, "bu malı sana sattım. Onu al" anlamını ifâde etmektedir. Satış yüklemine soru edatı veya benzeri bir edat eklenirse; sözgelimi, "bana satar mısın?" veya "keşke bana satsan" demekle satış ger­çekleşmez. Satıcı ve müşteriden her birisi, aynı mecliste bulundukları süre­ce, diğeri kabul etmedikçe ahş-verişten cayabilir. Meselâ satıcı, "bunu sana şu fiyata sattım" der de diğeri kabul cevâbını vermezse sözünden cayabilir. Aynı şekilde müşteri, satıcıya "bunu şu fiyata senden satın aldım" der de satıcı, "sana sattım" demezse, müşteri söylediği sözden cayabilir. Buna, mec­liste kabul muhayyerliği denir.

Mâlikîler dediler ki: Satış akdi, rızâya delâlet eden "sattım", "sa­tın aldım" ve benzeri sözlerle gerçekleşir. Sonra eğer satış yüklemi geçmiş zaman kipiyle kullanılmışsa, meselâ satıcı "bu malı sattım", müşteri de "satın aldım" demişse bu akid gerçekleşmiştir ve bağlayıcıdır. Taraflardan biri, di­ğerinin rızâsından ne önce, ne de sonra bu alışverişten cayamaz. hatta bu akidle alışveriş yapmayı kasdetmemiş olduğuna yemin etse bile cayamaz. Ama satış yüklemi emir kipinde kullanılmışsa; meselâ müşteri "bu malı şu fiyata bana sat" demiş, satıcı da "sattım" demişse bu satış akdi gerçekleşir. An­cak tarafları bağlayıcı olup olmadığı hususunda ihtilâf vukûbulmuştur. Ba­zı fıkıhçılar bu durumda müşterinin, satın almayı kasdetmedim diyerek yemin etmesi şartıyla alışverişten cayma hakkına sâhib olduğunu söylemişlerdir. Bazı fıkıhçılar ise bu şekilde gerçekleşen satış akdi gibi bağlayıcı olduğunu ve ta­raflardan birinin cayma hakkına sâhib olmadığım söylemişlerdir. Mûtemed olan görüş budur.

Satış yüklemi muzâri kipinde kullanılmışsa, meselâ satıcı "bu eşyayı bu fiyata satıyorum" demiş de müşteri buna razı olmuşsa bu satış akdi; geri dönerek ben satmayı değil, sâdece şakalaşmayı veya pazarhk etmeyi kasdet-tim diyerek sözünü yeminle pekiştirmesi durumunda satıcıyı bağlamaz. Müş­terinin razı olmasından sonra geri döner ve satışı kasdetmediğine yemin ederse ne âlâ. Aksi takdirde malını satmakla yükümlü olur. Veya satışı kasdettiğine ilişkin bir karine bulunursa, satışı kasdetmediğine yemin etse bile, sat­makla yükümlü olur. Bu da müşterinin kendisine şöyle demesiyle olur: "Ey falan şu eşyanı bana on liraya sat" def de satıcı "hayır" derse; müşteri, "onbir liraya sat" der de satıcı yine "hayır" ve sonra da, "on iki liraya satarım" derse, müşteri de "kabul ettim" derse, bu durumda satış akdi bağlayıcı olur ve caymaya hakkı olmaz. Maksadım satmak değildi deyip yemin etse bile bu yemininin bir faydası olmaz. Çünkü satıcıyla müşteri arasındaki karşı­lıklı konuşma, işin şaka ve oyuna gelir yanı olmadığını kanıtlamaktadır. Aynı şekilde müşteri "bu malı şu fiyata satın alıyorum" der ve satıcı da buna razı olduktan sonra müşteri bu alışverişten cayacaksa, o zaman caymaya hakkı olur. Satın almada ciddi olduğuna ilişkin bir karîne bulunmaz ve maksadı­nın satın alma olmadığına yemin ederse cayabilir. Aksi takdirde, malı satın almakla yükümlü olur. Özetle, satıcı olsun, müşteri olsun muzârî kipindeki satış yüklemini ilk olarak kullanan taraf, satış akdiyle bağlı olmaz; akitten cayma hakkına sâhib olur. Karşı tarafın rızâsından sonra cayacak olursa yemin etmekle yükümlü olur. Karşı tarafın alışverişe rızâsından önce cayacak olursa, buna hakkı vardır. Ve yeminle de yükümlü değildir. Tabiî bütün bun­lar, satış veya satın almanın varlığına veya yokluğuna delâlet eden bir delîl bulunmaması hâlinde sözkonusu olurlar. Ama bir delil mevcud olursa, ona göre hareket edilir.

Adamın biri başkasına, "bu malı kaça satarsın?" diye sorar, o da "on liraya..." derse ve soran kişi de "aldım" derse; ancak satıcı, satmaya ya­naşmayarak "ben malın değerini anlamak veya şaka yapmak istiyordum" derse, bu durumda karinelere başvurmak gerekir. Mûtemed görüş budur. Önceki şekilde aralarında karşılıklı konuşma ve pazarlık geçmesi gibi alışve­rişin ciddiliğine ilişkin bir karîne bulunursa, satıcı, malı satmakla yükümlü olmayacağı gibi, yeminle de yükümlü tutulmaz. İkisinden birinin üzerine delil bulunmazsa satıcı, eğer müşterinin rızâsından sonra caymışsa, cayabilir. Ama yeminle yükümlü olur.

Şâfiîler dediler kİ: Satmak ve satın almak, maksadı anlaşılır bir şe­kilde ifâde edersek bir malı başkasına mülk etmeye delâlet eden her lâfızla tahakkuk eder ki, bu lâfızlar sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır­lar. Sarih olan lâfızlar, alım-satıma delâlet eden ve başka şeylere delâlet et­me ihtimâli olmayan lâfızlardır. Meselâ, "bu malı şu fiyata sana sattım" veya "onu senden şu fiyata satın aldım" gibi, kinayeye gelince bu, satıştan başka anlama da delâlet eden lâfızdır. Meselâ, "bu elbiseye karşı şu elbiseyi sana verdim" veya "bu binek karşılığında şu bineği sana verdim" gibi. Bu söz hem satış, hem de iğreti verme anlamlarını ifâde eder. Her iki anlamı verme İhtimali de vardır. Eğer bunu söylemekle satmayı ve satın almayı kas-detmişse, akid sahih olur. İhtimaüi lâfız eğer fiyat sözcüğüyle bitişik olarak andırsa, sarih lâfız statüsüne girer. Örneğin "bu evi yüz dinara sana hîbe ettim" gibi. Bu örnekte hîbe lâfzı, eğer parayla bir arada telâffuz edilmesey­di asıl hîbe olarak gerçekleşecekti. Parayla bir arada söylenince satış olarak tahakkuk etmiş oldu. Başkasını mülk sahibi etmeye delâlet eden lâfızlar da aynı şekilde bedelle bir arada söylenince satışa açıkça delâlet ederler. Mese­lâ, "bu evi şu kadar paraya sana yaptım" veya "bunu şu fiyata sana ivaz (karşılık) verdim" veyahut "bunu şu fiyata sana sarfettim" denilince, bu cümlelerde para ve fiyattan söz edildiği için, açıkça satışa delâlet ederler. Yine bunun gibi müşteri, "satın aldım ve kabul ettim" derse bu sözü, satın alma­ya açıkça delâlet eder. Ama yalnızca "mülk edindim" demesi böyle değil­dir. Çünkü bu kelime bir, kinayedir ki, hem satın alarak mülk edinme, hem de hîbe yoluyla mülk edinme anlamlarını ifâde etme ihtimali vardır. Satış akdi sarih lâfızlarla helâl olarak gerçekleştiği gibi, kinayeli lâfızlarla da he­lâl olarak gerçekleşebilir. Fakat sarih lâfızlar daha kesin olup anlaşmazlığa giden yolları tıkar ve husûmetleri de en güzel bir şekilde bertaraf eder. "Sa­na satıyorum diyerek satıcının icâbta muzârî kipini kullanması veya "ka­bul ediyorum" diyerek müşterinin kabulde muzârî kipini kullanması, kinayeden sayılır ve her iki durumda da satış akdi niyetle sahih olur, her ne kadar niyet her sığada gerekli ise de... Nitekim bu husus şartlar bahsinde de anlatılacaktır.         

Şâfiîlere göre niyetle,' lâfzın mânâsını kasdetme arasında fark vardır. Kabulün icâbtan öne alınması sahih olur. Meselâ müşteri satıcıya: "Bana şu malı şu fiyata sat" derse, buradaki 'bana sat' sözü icâb talebi anlamında­dır ki, kabul yerine geçerli olur. Şu halde icâb talebi, emir kipiyle olursa, kabulün fertlerinden sayılması sahih olur. Ama icâb talebi, "bu malı şu fi­yata bana satar mısın?" gibi soru şeklinde olursa, bunu kabul makamında saymak sahih olmaz. Satma veya satın alma sözlerini dileme anlamındaki "meşîet" lafzıyla kayıtlandırmanın akdin sıhhatine bir zararı olmaz. Örne­ğin: "Dilersen bunu benden şu fiyatla satın al" gibi. Ancak bunun için de dört şart gereklidir:

1- Bu kaydı, ister satıcı olsun, ister müşteri olsun, ilk söze başlayan te­lâffuz etmelidir.

2- Bu kaydı sözüne ekleyen kişi, tekil muhâtab zamiriyle telâffuz etme­li, "in şi'te" demelidir. Çoğul olarak telâffuz ederse faydası olmaz.

3- Eğer nahivci ise muhâtab zamiri olan 'ta' harfini üstünlü olarak te­lâffuz etmelidir, "in şi'te" gibi.

4- Meşîet kaydını, icâbta olsun kabulde olsun sözün sonuna eklemelidir.

Bu şartlardan biri ihlâl edilirse, alış-veriş bâtıl olur. Sözün sonuna *în-şâallah", kaydı veya akdîn gerekli kılmadığı bir kayıt konulursa, meselâ "falan dilerse" kaydı konulursa, akid bâtıl olur.

Hanbelîler dediler ki: Satış akdi, satmak ve satın almak anlamını İfâde eden her lâfızla gerçekleşir. Satış akdiyle ilgili sözlü sîğa, belirli lâfız­lardan ibaret değildir. Aksine satış akdî, satıcının icâbıyla, "sana sattım, sa­na mülk ettim, seni üzerine koydum, seni ortak ettim ve şu bedelle onu sana hîbe ettim, veya şu bedelle bunu sana verdim" gibi sözleri söylemesi ve müş­terinin de "kabul ettim, razı oldum, satın aldım, mülk edindim, aldım veya değiştirdim" gibi sözleri söyleyerek kabulü ile gerçekleşir. Satış akdi, selem veya selef Iâfızlarıyla sahîh olur mu, olmaz mı? "Şu malı şu bedelle sana selem olarak veya selef olarak verdim" deme hâlinde satış akdi, bazı kimse­lere göre sahih, bazı kimselere göre de sahih değildir. Kabulün icâbtan öne alınması caiz olur. Ama emir kipiyle, "bunu şu fiyata bana sat şeklinde olmalıdır. Mazi veya muzâri kipiyle olursa istifham, temenni ve tereccî'den soyutlanmış olmalıdır. Müşteri, "bana şu fiyatla satıyorsun" veya "bu malı şu fiyatla bana satıyorsun" der de satıcı, "sattım" diye cevap verirse akîd sahih olur. Ama "bana sattın mı?" veya "bana satar mısın?" veya "ne olur bana satsana" veyahut "keşke bana satsan" derse, akîd sahih olmaz. Sat­ma ve satın alma sözlerinin, meşîetle (Allah'ın dilemesiyle) kayıtlanmasının bir zararı olmaz. Satıcı, "Allah dilerse sattım" derse veya müşteri, "Allah dilerse satın aldım" derse bu satış akdi sahih olur. Akid tamamlandıktan sonra bile, akid yaptıkları yerden ayrılmadıkça taraflar akidden cayabilir­ler. İleride de açıklanacağı üzere akid meclisinden ayrılmadıkça muhayyer­likleri vardır.

(123) Hanefîler dediler ki: İcâb ve kabul arasına konulması muaf olan az miktardaki fasıla; satıcının "bu elbiseyi sana on liraya sattım" demesini müteakiben, elinde su bardağı bulunan müşterinin o bardaktaki suyu içtik­ten sonra "kabul ettim" demesi gibidir. Ki bu fasılanın, akdin gerçekleşme­sine zararı olmaz. Müşterinin elinde su dolu bardak değil de bir lokma yiyecek olup o lokmayı yuttuktan sonra kabul etmesi de yine bunun gibidir. Ama yemek veya uyku ile meşgul olursa, akid meclisi değişir. Yine bunun gibi ona, "bu malı şu fiyatla sana sattım" der de müşteri ona cevâb vermez, sonra herhangi bir ihtiyaç nedeniyle başkasıyla konuşursa bu, satışın kendisiyle bir­likte fayda vermeyeceği bir fasıla olur.

Şâfiîler dediler ki: îcâb ile kabul arasına az olsun çok olsun, konu dışı bîr konuşma girerse, bu affedilmeyen blf fasıla olur. Ama uzun da olsa ve mâhiyeti taraflarca önceden bilinse de, satılan malın sınırlarıyla ilgili olan konuşmanın icâb ve kabul arasına fasıla olarak girmesi, zarar vermez. Azı­cık susma fasılası da icâbla kabul arasına girerse bunun bir zararı olmaz. Uzunca susmaya gelince bu, kabulden yüz çevirme hissini verdiği için muaf sayılmaz. Alışverişin yapıldığı meclisten ayrılmadıkları sürece satıcı da, müşteri de cayma hakkına sahiptirler. Çünkü, şart koşmasalar bile mecliste bulun­dukları sürece akitten cayma muhayyerlikleri vardır. Hattâ cayma muhay­yerliğinin olmamasını şart koşarlarsa alış-veriş akdi bâtıl olur.

 

2- Akdi Yapan (Âkid)

 

Satıcı olsun, müşteri olsun, akdi yapan kişide bir takım şartların bu­lunması gerekir.

1- Akdi yapan kiş!,;'mümeyyiz olmalıdır. Mümeyyiz olmayan çocuğun yaptığı akid gerçekleşmez. Deli de böyledir. Satışı ve satışın do­ğuracağı sonuçları bilen, akıllı kimselerin konuşurken maksatlarının ne olduğunu anlayan ve onlara güzel cevap verebilen mümeyyiz cocuk ve bunağa gelince, bunların alım-satımlan gerçekleşir. Ancak velîsinin özel­likle sattığı veya satın aldığı bu şeye ilişkin İzin vermemesi hâlinde akid, yürürlüğe girmez. Velînin genel izni, yeterli olmaz. Velîsinin izniyle, mü­meyyiz bir çocuk bir eşya satın alırsa, bu alış-veriş akdi, bağlayıcı olarak gerçekleşir, velînin reddetme yetkisi olmaz. Ama mümeyyiz bir çocuk, ve­lîsinden izin almaksızın kendiliğinden gidip bir eşya satın alırsa, alışveriş akdi gerçekleşir. Fakat bu akid ancak velisinin veya bulûğa erdikten son­ra kendisinin uygun görmesiyle yürürlüğe girer.

2- Akdi yapan reşid olmalıdır. Bu, satış akdinin yürürlüğe girmesi için şarttır. Mümeyyiz olsun olmasın çocuğun satış akdi, yürürlüğe girmez. Deli, bunak ve sefihin satış akidleri de böyledir. Yalnız, mümeyyiz çocuğun alış ve satış akdi, velîsinin izniyle geçerli olur. Mümeyyiz olmayan çocuğun alış-veriş akdi, bâtıl olarak vâki olur. Mümeyyiz çocuğun âmâ veya gözü gören biri olması farketmeyip aynı hüküm sözkonusu olur.

3- Akdi yapan, İrâdesinde serbest olmalıdır. Zorlanarak baskı altına alman kişinin alışveriş akdi gerçekleşmez. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Ey imân edenler, mallarınızı, karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticâ­retten başka haksız nedenler ve yollarla (bâtılca) yemeyin.[27] Rasûlullah (s.a.v.) de buyururlar ki:

"Alış-veriş, ancak karşılıklı anlaşmadan doğandır.[28]

Konuyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(124) Hanbelîler dediler ki: Mümeyyiz olmasa, velîsi de izin vermese, çocuğun az ve önemsiz şeyleri satması, satın alması sahihtir. Zîra rivayet olun­duğuna göre Ebû Derdâ (r.a.) hazretleri, çocuğun birinden bir serçe alıp onu salıvermişti. Sefih de böyledir... Vasisinin iznini almaksızın bir bağ bakla veya kibrit gibi az ve pahasız şeyleri satması veya alması sahîh olur. Çok miktardaki şeylere gelince, velîsi izin verse dahi mümeyyiz olmayan çocu­ğun bu gibi şeyler üzerinde tasarrufta bulunması sahih olmaz. Mümeyyiz ço­cukla sefihin, velîlerinin izniyle ahm-satım akdi yapmaları sahih olur. Yalnız bir yararı yokken velînin olur olmaz Şeylere izin vermesi haramdır.

(125)  Şâfiîler dediler ki: Dört kişinin satış akdi gerçekleşmez: 1- Mümeyyiz olsun olmasın, çocuk. 2- Deli. 3- Mükellef de olsa, köle. 4- Âmâ. Bir kişi, bu saydıklarımızdan birine bir şey satarsa, satış akdi bâtıl olur. Bunlardan almış olduğu parayı da kendilerine iade etmesi gerekir. O para, onun yanın­da onlar nâmına garantidedir. Ama bu sayılan dört gruptaki kimseler bir mal satıp müşteriden almış oldukları parayı zayi ederlerse sorumlu olmaz­lar. Sahibinin kesesinden gitmiş sayılır. Velîsi izin verse de çocuğun satışı gerçekleşmez. Ama efendisi izin verirse kölenin, akıllı ve mükellef olması şartıyla satması ve satın alması sahih olur.

(126) Hanbelîler dediler ki: Alış-veriş akdini yapan taraflar zahiren ve bâtınen serbest iradeli olmalıdırlar. Bir kimsenin, malını, gasbetmek isteyen zâlim birinden kurtarmak veya komşunun şerrinden sakınmak amacıyla, ken­disine satmak ve bu malı geri almak ve karşılığında almış olduğu parayı da iade etmek üzere bir başka şahısla anlaşması gibi, kişi sâdece zahiren serbest iradeli olursa bu alış-veriş akdi bâtıl olarak vâki olur ve gerçekleşmez. Çün­kü bu iki kişi zahiren her ne kadar kendi serbest iradeleriyle akid yapmışlar­sa da, bâtınen (işin iç yüzü bakımından) bu ahş-verişi yapmayı arzulamamaktadırlar. Buna "bey-i telcie" ve "bey-i emân", yani sığınma satışı denir. Bu iki kişinin akid yaparken, "bu, telcie satışıdır" demeleri şart değildir. Bir kişi, kendisinden almış olduğu paraya karşılık olarak içinde ba­rınmak, kiraya vermek, binmek ve sütünü sağmak şeklinde yararlanmak üzere bir malı başkasına teslim ederse, bu ribâ olur. Çünkü bu, menfaat karşılığı olarak bir miktar parayı başkasına belli bir vâdeye kadar vermektir ki, bu

da kazanç karşılığı karz olmaktadır. Bu nedenle de her bakımdan bâtıl ol­maktadır.

Şakacının bey'i (satışı) da telcie satışı gibidir. Çünkü şaka yapan kişi, satışın aslını kasdetmiş değildir. Dolayısıyla manen serbest iradeli değildir. Telcie ve şakacıktan satışlarda akdi yapanın iddiası, gerçekten satış yapma­yı kasdetmediğine ilişkin bir delilin bulunması hâlinde yeminle birlikte ka­bul edilir. Eğer böyle bir delili yoksa, beyyine ibraz etmediği takdirde iddiası kabul edilmez.                          

Ama yaptığı satışın telcie ve emân satışı olduğunu müşteriye söyleyip de onunla anlaşmaksızın, bir zâlimden kurtarmak amacıyla malını satan ki­şinin satış akdi, sahih olarak gerçekleşir. Çünkü bu durumdaki satış akdi, zorlama olmaksızın vukûbulmuştur. Adamın biri bir satıcıyı eşya getirmeye zorlar da bu satıcı getirdiği eşyayı, kendisini mal getirmeye zorlayana satar­sa, satış akdi sahih olur. Çünkü o kişi, satıcıyı satmaya değil de, satmanın sebebi olan mal getirmeye zorlamıştır. Ki bu durumda ondan mal satın al­mak mekruhtur. Zîrâ alınsa da emsal bedelle alınmamaktadır. Adamın biri bir başkasının malını istilâ ederek kendisine satmasını ister, ancak o da sat­mayı reddeder ve müstevli de kendisine satmadığı takdirde bu malın onun olduğunu itiraf etmeyeceğini söylerse, mal sahibi mecburiyet karşısında kal­dığı için ona satarsa, bu satış akdi bâtıl olur. Çünkü satıcı, malını satmaya zorlanmıştır. Borcunu ödemesi için hâkim tarafından zorlanarak malını sat­ması istenen kişi, zorlanmış sayılmaz. Çünkü bu, haklı bir zorlamadır. Satış akdini iptal eden zorlama, haksız yere yapılan zorlamadır.

Hanefîler dediler ki: Kişinin zorlanarak yaptığı akidler gerçekleşir. Zîrâ bu mezhebe göre, kişinin zorlanarak telâffuz etmesiyle de akidler ger­çekleşir. Ancak kişinin zorlanarak telâffuz ettiği sözlerin bir kısmı, akdin muhtemel olarak feshedilmesi anlamını taşır. Bir kısmıysa bu anlamları ta­şımaz. Fesih ihtimalini taşıyanlar, satış ve icarla ilgili lâfızlardır. Fesih ihti­malini taşımayanlarsa talâk, ıtak (köle azadı), nikâh ve nezir (adak) ile alâkalı olanlardır. Zâlim birisi, adamın birini malını satmaya zorlarsa, bu satış ak­di fâsid olarak gerçekleşir. Müşteri de buna, fâsid bir mülk olarak sâhib olur. Zorlanarak satan kişi, zorlamanın kalkmasından sonra bu satışı uygun gö­rüp onaylayabileceği gibi, malını bulduğu yerde geri de alabilir. Ama talâk, nikâh veya adakta bulunmaya zorlanan kişi, zorlanarak da olsa bu işleri ya­parsa, artık dönüşü mümkün olmayan bir yola girmiş olur. Meselâ zor kar­şısında kalarak boşamış olduğu karısı, başka bir kocayla evlenecek olursa, bu evliliğe mâni olamaz.

Borcunu ödemesi için malını satmaya kadı tarafından zorlanan kişi, fa­hiş bir aldanmayla malım satarsa bu satış akdi fâsid olur.

Satışa zorlamanın tahakkuku için kişinin; malını satmaya, müşteriye ma­lını teslim etmeye ve sattığı malın bedelini teslim almaya zorlanması şarttır.

Sâdece satışa zorlanan, sonra da malını kendi arzusuyla müşteriye teslim eden kişi, zorlanmış sayılmaz. Çünkü malı kendi arzusuyla teslim etmesi, satışı onaylaması anlamına gelir. Aynı şekilde malının bedelini de kendi arzusuyla teslim alması durumunda satışa zorlanmış sayılmaz. Kendisini, malım sat­maya mecbur eden bir işi yapmaya zorlanan kişi, zorlanmış sayılmaz. Mese­lâ temin etmeye muktedir olamayacağı bir malı getirmeye zorlanan kişi, bu malı getirmek için mülkünü satmak mecburiyetinde kalırsa, bu durumda sa­tış yapmaya zorlanmış sayılmaz ve satış akdi de geçerli olur. Bir kişi, satma­ya zorlanarak satmış olduğu malını geri almak istediğinde, almış olduğu bedeli şayet elinde mevcûd olarak duruyorsa iade etmekle yükümlü olur. Ama elinden çıkıp sarfedilmişse, kendisinden bir şey alınmaz.

Fâsidlik bakımından telcie satışıyla şaka yaparak satanın satışı da, zor­lanarak satış yapan kişinin satışı gibidir. Şaka yapan kişi her ne kadar kendi arzusu ile akid sözünü telâffuz etmişse de, satış hükmünün kesinleşmesine razı olmamakta ve bunu hoş karşılamamaktadır. İhtiyardan (bir işi arzu ile yapmaktan) ötürü rızâ gerekmez. Zîrâ ihtiyar, bir işi yapmayı kasdedip irâ­de etmek, rızâ ise o işi iyi ve güzel görmektir. Şaka yaparak satış yapan kişi, aslında zorlanmaktadır. Çünkü bir işi yapmaya zorlanan kişi, o işi ihtiyarıy­la (kendi kasıt ve iradesiyle) yapar ama o işe razı olmaz.

Telcİe akdine gelince bu, içi, dışının aynı olmayan bir İşi yapmaktır. Bu, şu şekilde olur: Adamın biri, bir başkasına, meselâ "evimi korumakta, se­nin forsundan yararlanmak için evimi sana ilcâ ediyorum" derse, telcie sa­tışı yapmış olur ki, bunun anlamı şudur: Falanın zulmünden kaçmak için sana sığınıyorum. Satıcıyla alıcı, bu şekilde anlaşarak telcie satışı yaparlar­sa, satış akdi fâsid olur.

Mâlikîler dediler ki: Bey'in geçerliliğine engel olan zorlama, hak­sız yere yapılan zorlamadır ve iki kısma ayrılır:

1- Satmaya zorlamak: Bu, zâlim birinin, kişiyi, malının tümünü veya bir kısmını satmaya zorlamasıdır.

2- Kişiyi, malını satmak mecburiyetinde bırakan bir işi yapmaya zorla­mak. Meselâ temin etmeye güç yetiremeyeeeğİ bir malı getirmeye zorlanan kişi, bu malı temin edip getirmek için, kendi mülkünü satmak zorunda ka-lır. Bu kişi, direkt olarak kendi mülkünü satmaya zorlanmamış, ama kendi mülkünü satmasına neden olan bir işi yapmaya zorlanmıştır.

Birinci durumdaki zorlama nedeniyle yapılan satış akdi, bağlayıcı bir akid değildir. Satıcı, ne zaman imkân bulursa, malını geri alma hakkına sâ-hib olur. Ama malına karşılık aldığı parayı, muhafazasında taksiri olmaya­cak şekilde muhafaza ederek henüz yanında mevcudsa iade etmesi gerekir. Ama bu şekilde muhafaza ettiği halde telef olduğuna dâir belge ibraz eder­se, parayı iade etmesi gerekmez. Aksine, parayı ödemeksizin malını geri alır. Satışa neden olacak bir işi yapmaya zorlanan kişinin yaptığı satış akdine gelince, bununla ilgili olarak görüş ayrılığı vukûbulmuştur. Bazıları bu tür zor­lama nedeniyle yapılan satış akdinin de önceki gibi bağlayıcı olmadığını, diğer bazılarıysa bağlayıcı olduğunu söylemişlerdir.

Bu mezhebe göre meşhur olan, birinci görüştür. İkinciye gelince, uygu­lamada olan görüş budur. Çünkü bunda satıcının yararı sözkonusudur. Di­yelim ki; zâlimin biri bîr kişiden, temin etmeye muktedir olamayacağı bir malı ister ve bu nedenle de onu zindana atarsa, mazlumun yanında bir eşya olur da onu sattığı takdirde zâlime, istediği malı temin edip zindan azabın­dan kurtulacaksa ve biz de bu kişinin yapacağı satış akdi kendisini bağlayıcı değildir dersek, onun malını satın almaya kimse yanaşmayacaktır. Bu da zin­dandaki mazlumun aleyhine olacaktır. Bunun için Mâliki imamlarının ço­ğu, bu satış akdinin maslahat nedeniyle bağlayıcı olduğuna dâir fetva vermişlerdir. Bu satış akdinin bağlayıcı olmadığını ileri süren kavle göre, sa­tıcı, malını geri almak istediğinde, bedel olarak almış olduğu parayı iade ede­cektir. Mûtemed olan görüş budur.

Haklı nedenlerle zorlamaya gelince; bu, akdİn geçerliliğine engel teşkil etmez. Aksine, böyle bir zorlamanın yapılması vâcibtir. Meselâ devlet baş­kanı, valilerinden birini, halktan zulmen almış olduğu malları tekrar kendi­lerine vermek İçin elinde bulunan eşyalarını satmaya zorlarsa, bu zorlama, dînen yapılması istenilen bir zorlamadır. Ancak valinin elinde, halktan gas-betmiş olduğu bir eşya olduğu gibi duruyorsa, malını satmaya zorlamaksı-zm onu sahiplerine iade eder. Aynı şekilde kadı, alacaklıların haklarını ödemesi için, borçluyu mülkünü satmaya zorlarsa, bu haklı bir zorlama olur ve satış akdinin geçerliliğine engel olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Zorlanan kişinin satış akdi direkt olarak gerçek­leşmez. Ancak zorlama durumunda akdi yapmayı kasdeder ve niyet ederse, akdi gerçekleşir. Çünkü bu durumda zorlanmış sayılmaz.

Zorlama iki kısımdır:

1- Haksız olarak zorlama. Kendisiyle birlikte akdin gerçekleşmediği zor­lama budur. Zorlayan kişi satıcıyı, malı teslime ve malının karşılığı olan pa­rayı almaya zorlasa da zorlamasa da hüküm değişmez. Çünkü satıcı, akid sığası bâtıl olmakla birlikte kendi ihtiyarı ile malı teslim etse veya parasını alsa bile bu satış akdi muteber olmaz. Çünkü satış akdi sahih bir sîğa ile ger­çekleşmemiştir. Kişi, malını satmak mecburiyetinde kaldığı bir işi yapmaya zorlanırsa, meselâ zâlim bir kişi, adamın birini, yanında bulunmayan bir malı getirmeye zorlarsa ve bu nedenle malını satmak mecburiyetinde kalırsa, bu durumda doğru olan görüşe göre akdi sahih olur. Çünkü bu kişi, direkt ola­rak malını satmaya değil, fakat malını satmaya sebep olan bir işi yapmaya zorlanmıştır. Zorlanarak satış yapan kişi, bedel olarak aldığı parayı iade et­mek şartıyla, malını geri alma hakkına sâhibtir. Ancak ihmâli olmaksızın o mal yok olmuş ise, ödemekle yükümlü tutulamaz.

2- Haklı olarak zorlama. Meselâ hâkim veya yetkili söz sahibi bir kişi, başkasının hakkını ödemesi için, borçluyu malını satmaya zorlarsa, bu zor­lama satış akdine zarar vermez. Bu zorlama altında yapılan satış akdi sahih ve geçerli olur. Şaka olarak satış yapan kişinin akdine gelince, buna ilişkin iki görüş vardır ki, en doğrusu, söylediği kelimeye bakarak, satış akdinin gerçekleşmiş olduğu görüşüdür.

 



[1] Buhari Bûyû, 26; Müslim, İmân, 117

[2] Bakara: 224

[3] Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsüf, 1

[4] Mâide: 89

[5] Mâide: 89

[6] Ebû Dâvud, Eymân, 17

[7] Buhârî, Eymân, 3

[8] Kıdem, Beka, Muhâfctelün lit-tıavâdis. Kıyam bizzat, Vahdaniyet sıfailarına "sıfat-ı selbiye" adı verilir.

[9] A'râf:204

[10] isrâ: 78

[11] Ahzâb;72

[12] Kasm: Birden fazla kadnla evli olan erkeğin, hanımlarımı, yamnda anıyla gecelemesi. (Çeviren)

[13] Mücbir Velî, zorlama yetkisine sahip olan velîdir. (Çeviren)

[14] Hacc: 29

[15] Buhârî.Eymân.28;Muvattâ,Nüzûrı8

[16] Müslim, Nezr, 5; Tirmîzî, Nüzûr,11

[17] Müslim, Nezr, 5; Tirmîzî, Nüzûr, 11

[18] Müslim, Nezir, 8; Ebû Dâvud, Eyman, 32

[19] Müslim, Nczr, 12; Ebû Dâvud, Eymân, 25; Tirmizî, Nüzür, 4

[20] Yûsuf: 20

[21] Bakara: 275

[22] Nisa: 29

[23] Bakara: 282

[24] Buhân, ze­kât, 5; Müslim, Zekât, 107

[25] Buharı, Büyü, 78; bn Mâce, Ticârât, 48

[26] Ahmed b.Hanbel, Müsned, 3/466, 4/141

[27] Nîsâ: 29

[28] bn Mâce,Ticârât, 18; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/536