Yeminin, Kendileriyle Gerçekleştiği Sigalar
Allah'tan Başkasiyla Yemin Etme
Kişinin Başkasına Karşı Allah Adına Yemin Vermesi Veya
Allah Adını Vererek Bir Şey İstemesi
Yemın Keffaretı Nasıl Verilir?
Yemin Keffaretı Ne Zaman Verilir?
Yemin Sayısı Arttıkça Keffâret Sayısı Da Artar
Yeminlerde Geçerli Olan Esaslar
Yeme Ve İçme Üzerine Yemin Etme
Giriş, Çıkış, Oturuş Ve Benzeri İşler Üzerine Yemin Etmek
Bir Kimsenin Çocuğunu Dövmeye Veya Satmamaya-Almamaya Ve
Benzeri Akidleri
ALIŞ-VERİŞ ve BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Yemin kelimesi lügatte
sağ el, güç ve and içmek anlamına gelir. Müşterek olarak bu üç anlamı ifâde
eden kelime daha sonraları "and İçmek" anlamında kullanılmıştır. Zîrâ
câhiliyet döneminde insanlar, and içtiklerinde birbirlerinin sağ ellerini
tutarlardı. Veyahut da and içen kişi, andı ile güç kazandığı için, yemin
kelimesi and içme mânâsında kullanılmıştır. Ayrıca sağ el, sol ele nisbetle
daha güçlüdür.
Yeminin hükmü, duruma
göre değişir. Bazan, meselâ bir vacibin yapılması yemine dayalı olursa, vâcib
olur. Kanı helâl olmayan, yani öldürülmesi caiz olmayan bir insanı Ölümden
kurtarmak için yapılan yemin gibi. Bazan haram olur. Meselâ haram bir işi
yapmaya yemin eden veya yemin edilmesi haram bir şey üzerine yemin eden
kişinin yemini haramdır. Yeminin hükmü bazan bunlardan başka da olabilir.
Mezheblerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştı.
(99) Mâlikîler dediler
ki: And içme kasdı olmasa bile, Allah'ın adıyla veya sıfatlarından biriyle
yapılması hâlinde yeminde aslolan caiz olmaktır. Dînî işlerden birinin şanım
yüceltmek veya dinî bir işe teşvik etmek veyahut da sakıncalı bir davranıştan
başkalarını sakındırmak maksadıyla yemin etmek müstehab olur. Şu da var ki;
zorunluluk olmaksızın çokça yemin etmek, selef-i sâlihinden sonra icâd edilen
bir bid'attır. Yemin mubah olunca, onu bozmak da mubah olur ve keffaret
gerekir. Ancak yemini bozmakta hayır varsa, o takdirde yemini bozmanın hükmüne
tâbi olmak gerekir. Bir vacibi
terketmeye yemin etme veya bir günah işlemeye yemin etme hâlinde, yemini bozmak
vâcib olur. Bir vacibi işlemeye veya bir günahı terketmeye yemin etme hâlinde
hüküm, bunun tersi olur.
Hanbelîler dediler ki:
Yemin, yukarıda da anıldığı gibi, bazan vâcib, bazan haram olduğu gibi, bazan
de mekruh olur. Sözgelimi mekruh bir fiili işlemek veya mendub bir fiili
terketmek için yemin etmek mekruhtur.
"Yemin, (ticâret)
malını sarfeder. (Ama) bereketi yok eder.[1]
hadîsi şerifi gereğince ahş-veriş için yemin etmek, mekruh
yeminlerdendir.Kişinin,taraflardan bizzat biri olsa bile,iki hasımın arasını
bulmak, bir müslümanın kalbindeki kini gidermek, ona veya başkasına gelecek
bir kötülüğü bertaraf etmek gibi bir maslahat dolayısıyla yemin etmesi mendub
olur. Ama bir tâati yapmaya veya bir günahı terketmeye yemin etmek mendub
değildir. Mubah bir işi yapmaya veya terketmeye yemin etmek veya kişinin doğru
söylediği, ya da doğru söylediğini zannettiği bir haber üzerine yemin etmesi,
veyahut da bir tâati işlemeye, ya da bir günahı terketmeye yemin etmesi mubah
olur.
Yemin eğer bir günah
işlemek veya bir vacibi terketmek için yapılmışsa, bozulması vâcib olur.
Böylesine yemin eden kişi yeminini bozar; günâhı işlemez veya vacibi terketmez.
Bunun tersi olursa, meselâ zina etmemeye veya namaz kılmaya yemin ederse,
yeminini bozması haram olur; yemininin gereğini yerine getirmesi vâcib olur.
Vâcib olan namazını kılar veya haram olan zinayı terkeder. Aynı şekilde mendub
bir işi yapmaya veya mekruh bir işi terketmeye yemin eden kişinin yemininin
gereğini yapması mendub olur. Bunun tersi olursa, meselâ mendub bir İşi
terketmeye veya mekruh bir işi yapmaya yemin ederse, yemininin gereğini yapması
mekruh olur; bozması ise mendub olur. Ama mubah bir işi yapmaya veya yapmamaya
yemin eden kişinin, yemininin gereğini yerine getirmesi veya yeminini bozması
mubah olur. Ama bozmaması, bozmasından yeğdir. Çünkü yemini muhafaza etmek daha
uygundur.
Şâfiîler dediler ki:
"Allah'ı yeminlerinize
hedef yapmayın.[2]âyet-i kerîmesi gereğince
yeminde asıl olan mekruhluktur.
Bir vacibin ona bağlı
olması durumunda yemin, vâcib olur. Sayfanın üst tarafında da belirtildiği
gibi, bir günah işlemek için yapılan yemin haramdır. Mekruh olmayan mubah bir
iş için olursa, meselâ bir tâati işlemek
veya mekruh bir
davranışı terketmek veya hâkim huzurunda görülen bir davada doğru olan bir şey
için yemin etmek mubah olur. Ya da te'kîd edilmeye ihtiyacı olan bir hususu
te'kîd etmek için yemin etmek mubahtır. Meselâ peygamber Efendimiz buyurmuşlar
ki:
"Allah'a andolsun
ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz."
Bir işin önemini
arttırmak için yemin etmek de mubah olur. Buna da Peygamber (s.a.v.)
Efendimizin şu hadîs-i şerifini örnek olarak gösterebiliriz:
"Allah'a andolsun
ki, benim, bildiklerimi bilseydiniz elbetteki az güler, çok ağlardınız.[3]
Yemin, mendub bir
fiilin İşlenmesi veya mekruh bir fiilin terkedilmesi kendisine bağlı olduğunda
mendub olur.
Yemini bozmaya
gelince; bunun için beş hüküm sözkonusu olur. Yemini bozmak bazan vâcib olur.
Sözgelimi bir günahı işlemeye veya bir vacibi terketmeye yemin etme hâlinde,
yemini bozmak vâcibtir. Söz gelimi, içki içmeye veya namaz kılmamaya yemin eden
kişinin, yeminini bozması ve kef-fâret ödemesi farz olur. Yemini bozmak bazan
haram olur. Yukarıdaki örneğin tersine, namaz kılmaya veya zina etmemeye yemin
eden kişinin, bu yeminin gereğini yerine getirmesi farz olur. Yeminini bozması
ise haramdır. Yemini bozmak bazan mendub olur. Meselâ mendub bir fiili terketmeye
veya mekruh bir fiili işlemeye yemin eden kişinin, yeminini bozması mendub
olur. Yemini bozmak bazan mekruh olur. Meselâ mekruh bir fiili terketmeye veya
mendub bir fiili işlemeye yemin eden kişinin yeminini bozması mekruh olur.
Yeme-içme gibi mubah bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişinin yeminini
bozması, evlâ olan hükme ters düşer. Bu kişinin, Allah admın saygınlığını
korumak için yemininin gereğini yerine getirmesi daha uygundur. Yeminini bozan
kişi, her halükârda keffâret ödemekle yükümlü olur.
Hanefîler dediler ki:
Allah adına veya sıfatlarından birine yemin etmekte aslolan, caiz olmaktır. Ama
fazlaca yemin etmemek evlâdır. Sonra anne-babayla bir günlüğüne veya bir
aylığına konuşmamak gibi günah bir fiili işlemeye yemin etme hâlinde yemini
bozmak vâcib olur. İçki içmemek gibi bir günahı terketmek için yemin edilmesi
hâlinde yeminin gereğini yerine getirmek farz olur. Aynı şekilde vâcib bir
fiili işlemek için yemin edilirse, yeminin gereğini yapmak vâcib olur. Vâcib
bir fiili terk etmek için yemin edilirse, yemini bozmak vâcib olur, vâcib fiil
de terkedilmez. Yapılmaması evlâ olan bir işi yapmaya, meselâ bu gün soğan
yemeye yemin edilirse; veya yapılması evlâ olan bir işi yapmaya, meselâ bugün
kuşluk namazını kılmaya yemin edilirse veyahut da yapılması ile yapılmaması
şeriat nazarında aynı olan bir işi yapmaya (veya yapmamaya), meselâ ekmek
yememeye (veya yemeye) yemin edilirse, bu yeminlerin gereğini yerine getirmek
veya yemini bozmak hususunda ihtilâf edilerek iki görüş ileri sürülmüştür.
1- Birinci
misâlde yemini bozmak evlâ olur. Yani bugün soğan yemeye yemin eden kişinin,
yeminini bozup soğan yememesi daha uygundur. İkinci misâlde yeminin gereğini
yerine getirmek daha uygun olur. Kuşluk namazını kılmaya yemin eden kişinin,
yeminin gereğim yerine getirmesi evlâdır. Üçüncü misâlde de yeminin gereğini
yerine getirmek evlâdır. Ekmek yemeye yemin edenin ekmeği yemesi, yememeye
yemin edenin de yememesi evlâ olur.
2- Yüce
Allah'ın: "Yeminlerinizi muhafaza edin[4]
buyruğu uyarınca her halükârda yeminin gereğini yerine getirmek vâcib olur.
Yemin edilen hususun vâcib veya haram oluşuna göre yemini bozmak veya
bozmamak, vâcib ya da haram olur. Diğer hususlar için yapılan yeminlere
gelince, gereğini yerine getirmek vâcib olur ki, bu görüş daha uygundur. Belli
bir zamanla kayıtlanmaması durumunda, yeminin bozulması düşünülemez.
"Şöyle yapacağım'* veya "bugün yapacağım, ya da "bu
ayyapacağım" demek gibi. Böyle bir kayıt konulmadığı takdirde kişi, ancak
hayatının sonunda yeminini bozmuş olur ve ölüm anında keffâret ödenmesini
vasiyet eder. Üzerine yemin edilen şey bundan Önce yok olursa, yemin edene
keffâret vâcib olur.
Allah adına veya
sıfatlarından birine yemin etmek meşrudur. Meşruluğunun hikmeti de, içinde
Allah'ı ululama ve yüceltme olmakla birlikte ahde vefaya teşvik etmektir.
Meşruluğu; Kitab, Sünnet ve İcmâ delilleriyle sabittir, kitaptaki delil, şu
âyet-i kerîmedir:
"Allah, sehven ve
kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bile
bile yaptığınız yeminler yüzünden sizi sorumlu tutar.[5]
Sünnetteki delillere
gelince, bunlar fazlasıyla mevcudtur. Ebû Dâvud tan rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:
"Allah'a andolsun
ki ben Kureyşle savaşacağım.[6] Ebu
Dâvûd der ki: Peygamber (s.a.v.) bu yeminini üç kez tekrarladı. Sonunda da
"inşâallah" dedi.
Buhârîve Müslim'in
sahihlerinde rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.):
Hayır! kalpleri
döndürene yemin olsun ki. [7]diyerek
yemin ederdi. Bazan da Nefsim
kudret elinde olana andolsun ki..." diyerek yemin ederdi. Ayrıca
müslümanlar yeminin meşru olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.
Yemin; lağv, mûn'akide
ve ğamûs gibi kısımlara ayrılır: Lağv yemininin ne günahı, ne de keffâreti
vardır. Münakide yemininin, bozulması hâlinde keffâreti vardır. Ğamûs
yemininin günâhı vardır. Bu yemine keffâretin faydası olmaz. Bütün bunlara
ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(100) Hanefîler
dediler ki: Yemin-i Ğamûs: Kişinin yalan kastederek, yalan yere Allah adına
yemin etmesidir. Üzerine yemin edilen şeyin, içinde bulunulan zamandan önce
işlenmiş bir fiil olması şart değildir. Ama bazan öyle de olabilir. Örneğin
Muhammed'i dövmüş olduğunu bilen bir kişinin, "Vallahi Muhammed'i
dövmedim" diyerek ettiği yemin ğamûs yeminidir. Üzerine yemin edilen şey,
içinde bulunulan zamandaki bir ful de olmayabilir. Meselâ gümüş olduğunu bile
bile bir eşya için kişinin, "Vallahi bu, şu anda altındır" diyerek
ettiği yemin, Ğamûs yeminidir. Yine bin lira borçlu olduğunu bile bile,
"Vallahi falanın benden bin lira alacağı yoktur" diyerek yemin eden
kişinin yemini, ğamûs yeminidir. Yemin-i ğamûsta çoğunlukla, üzerine yemin
edilen şey, mazi bir fiil olur. Yalan kasteden kişi, yaptım veya yapmadım
diyerek çoğunlukla geçmiş zaman kipjni kullanır. Ğamûs yemini, Allah adına
yemin etmekten başka durumlarda düşünülemez. Çünkü bu yeminin keffâreti yoktur.
Sahibi günahkâr olduğu için tövbe etmesi gerekir. Allah adından başka şeylerle
yemin etmeye gelince, meselâ talâk İle yemin eden kişinin yemini tahakkuk eder;
talâkı da elden gider. Yanı hanımı boşanmış olur. Lağv yemini ile de talâk
elden gider. Ğamûs yemininin büyük günahlardan olup olmadığı hususunda ihtilâf
meydana geldiği için iki görüş İleri sürülmüştür.
Birinci görüşe göre,
ğamûs yemini, Allah adı hiçe sayıldığı gerekçesiyle
büyük günahlardandır.
İkinci görüşe göre,
eğer bir hakkın kesilmesine veya müstahak olmayan bir kişiye eziyet edilmesine
veyahut da suçsuz bir kişinin cezalandırılmasına ve benzeri haksızlıklara neden
olacaksa, ğamûs yemini büyük günahlardan olur. Bu tür haksızlıklara neden
olmayacaksa büyük değil de küçük günahlardan olur.
Lağv yeminine gelince,
bu, iki şeyi kapsar:
1-
Kişi-doğru olduğuna inanarak veya zannederek bir iş için yemin eder de sonra
yalan söylemiş olduğu açığa çıkarsa, yemini lağv (geçersiz) olur. Meselâ, doğru
söylediğine inanarak veya zannederek "dün falan kişinin evine
girmedim" diye yemin ettiği halde o eve girmiş olan kişinin, veya aynı
şekilde cebinde parası olduğu halde "üzerimde para yoktur" diye yemin
eden kişinin yemini lağv (geçersiz) olur. Kişinin zannımn zayıf veya kuvvetli
olması arasında bir fark yoktur.
2- Kişi
kasıtsız olarak veya başka bir şeyi kasdetmiş olmasına rağmen dilinin kayarak
"hayır Vallahi..." veya "evet Vallahi..." demekle yemin etmesi
gibi durumlarda yemin lağv (geçersiz) olur.
Hanefîlere göre lağv
yemini, verilen misâllerde görüldüğü gibi, sâdece mazi ve şimdiki zaman
kipleriyle yapılır. Gelecek zaman kipiyle, meselâ "Allah'a andolsun ki,
yarın yolculuğa çıkacağım" diyerek yemin eden kişinin yemini, mün'akide
yemin olur. Yemini bozmayı kasdetmiş olsun olmasın, bu yemini bozan kişinin
keffâret ödemesi vâcib olur. Ğamûs yemini ise böyle değildir. O, gelecek
zamanda olur. Çünkü onda esas olanı yalanı kasdet-mektir. Girmeyi kasdettiği
halde, "yarın falanın evine girmeyeceğime Allah adına andolsun" diye
yemin eden kişi, bununla yalanı kasdettiği için, yemini ğamûs olur.
Lağv yeminiyle and
içen kişi dünyada ve âhirette hesaba çekilmez ve günahkâr olmaz; keffâretle de yükümlü
olmaz. Lağv yemini sâdece Allah Teâlâ'ya yemin etmekle tahakkuk eder. Allah'tan
başkasına yemin etme durumunda, yeminin eseri kalır. Sözgelimi hanımını
boşamaya veya kölesini azâd etmeye veyahut bir sadaka vermeye and eden kişinin
hanımı boş olur. Kölesi azâd olur. Adağı da yerine getirmesi zorunlu olur.
Mün'akide yemine
gelince bu, Allah adına veya Allah'ın sıfatlarından birine and içmekle tahakkuk
eder.
Mâlikîler dediler ki:
Ğamûs yemini iki şeyi kapsar:
1- Kişinin
yalanı kastederek yalan yere yemin etmesi. Bu şekilde yemin eden kişi, cehennem
ateşine veya cehenneme girmeye sebeb olan günaha batar. Bu yeminin keffâreti
yoktur. Çünkü günahı, keffâretin fayda edemiye-ceği kadar büyüktür. Bu şekilde
yemin eden kişi tevbe edip, yapabildiği kadarıyla oruç tutarak veya sadaka
vererek ve benzeri işleri yaparak Allah'a ibâdet
eder; O'na yaklaşmaya çalışır.
2- Şüphe
veya zayıf bir zanna dayanarak yemin etmeye gelince, bu şöyle olur: Bir kişi,
karşılaşıp karşılaşmadığını bilmediği bir kimse hakkında, "vallahi dün
falan adamla karşılaşmadım" diyerek yemin ederse şu gibi durumlar
sözkonusu olur: Bu yemini yaptıktan sonra ya doğru söylediği veya yalan
söylediği açığa çıkar, veyahut hiç bir şey açığa çıkmaz. Eğer yalan söylediği
açığa çıkar veya hiç bir şey açığa çıkmazsa ve şüphesi, ya da zayıf zan-nı
üzere kalırsa, tamamen kasıtlı olarak yalan söylemişçesine günahkâr olur. Ama
doğru söylediği açığa çıkarsa buna ilişkin olarak iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci görüşe göre
doğru olarak yemin etmiştir ve kendisi de hiç günahkâr olmaz. | .
İkinci görüşe
göre,'günahkâr olmaktan kurtulamaz. Zîrâ günahkârlığı, kesin olarak bilmediği
bir şey için yemine cesaret edip yeltenmesi nedeniyle meydana gelmiştir ki,
bunun da tevbeden başka bir keffâreti yoktur. Doğru olduğu anlaşılsa bile hüküm
değişmez. Şu da var ki; şüphe ya da zayıf zanna dayanarak yemin eden kişinin
günahı, kasıtlı olarak yalan yere yemin edenin günahı kadar büyük olmaz. Ama
kesin olarak ya da kuvvetli zanna dayanarak bilinen bir şey için yemin edilir
de bilâhare bu yeminin aksi ortaya çıkarsa, yemin, ğamûs olmayıp lağv
(geçersiz) olur. Sonra, geçmiş zamanla ilgili bir şey üzerine yemin edilirse,
yalan da olsa keffâret gerekmez. Bunda ittifak vardır. Meselâ kesin olarak
yaptığını bildiği bir iş için, "vallahi öyle yapmadım" diye yemin
eden kişinin keffâret vermesi gerekmez. Aynı şekilde şüphe veya zanla
yaptığını bildiği bir iş için yemin eden kişi de keffâretle yükümlü olmaz.
Üzerine yemin edilen
şey gelecek zamanla ilgili olursa, meselâ vukuu mümkün olmayan bir işi yapmaya
veya hiç olmayacak bir şeyin olacağına yemin edilirse durum ne olacaktır? Vukuu
mümkün olmayan bir işi yapmaya; "vallahi ben göğe çıkacağım" diye
yemin etmeyi örnek olarak da, ölü olduğunu bildiği bir şahıs için kişinin,
"vallahi falan adamı öldüreceğim" veya "vallahi yarın güneş
doğmayacaktır" diye yemin etmesini örnek olarak gösterebiliriz. Ki bu
hususta ihtilâf vardır. Bazı kimseler bunun, keffâreti olmayan ğamûs yemini
olduğu görüşündedirler. Bazı kimseler de bu yeminin kefareti olduğunuVJâmûs
yemininin geçmiş zamanla ilintili olduğunu; gelecek zamanla ilintili olması
hâlinde ğamûs yemini olmayacağını ileri sürmüşlerdir ki, mûtemed olan da bu
görüştür. Ğamûs yemini talâkla da olur. Kasıtlı olarak talâk üzerine yemin eden
kişinin talâkı elden gider, hanımı boş olur ve kendisi de günaha girer.
Lağv yemini, kişinin
yemin ederken kesin olarak veya kuvvetli bir zanla doğru olduğuna inandığı bir
şeye yemin etmesi; sonra da bu yeminin tersinin meydana çıkmasıdır. Meselâ
üzerinde para olmadığına kesinlikle veya kuvvetli
zanla inanan kişinin, "vallahi üzerimde para yoktur" diye yemin
etmesi, sonra da üzerinde para bulunması hâlinde, yaptığı yemin Iağv (geçersiz)
olur ki, bu yemininden ötürü sorumlu olmaz. Ayrıca üzerine yemin edilen iş
geçmiş zamanla ilintili olursa, keffaret gerekmez ki, bunda ittifak vardır,
meselâ gerçekten gelmediğine inandığı, ama aslında gelmiş olan Mu-hammed'le
ilgili olarak bir kişi, "vallahi Muhammed gelmedi" derse yemini Iağv
olur, keffâret ödemesi de vacib olmaz. Üzerine yemin edilen iş, gelecek zamanla
İlintili olursa, meselâ gerçekten gelmiyeceğine inanarak, "vallahi
Muhammed yarın gelmeyecektir" diye yemin eden bir kişinin yeminiyle ilgili
olarak ihtilâfa düşülmüştür. Bazıları, gelecek zaman üzerine edilen yeminin
Iağv yemini olmayacağını, zîrâ âkibeti bilinmeyen gelecek zamanla İlgili olarak
yemin eden kişinin cüret gösterip haddi aştığı ve dolayısıyla cezasının da
keffâret olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ama geçmiş zamanla ilgili olarak
yemin etmek böyle değildir. Çünkü maziyle ilgili bir iş İçin yemin eden kişi,
geçmişle ilgili bilgisine dayanarak yemin eder. Gelecek zaman ise, kişinin
bilgisi kapsamında değildir.
Bazıları da gelecekle
ilgili edilen yemin için, mazi ve hâl ile ilgili yeminlerde olduğu gibi
keffâret gerekmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Allah adından başka şey
üzerine Iağv yemini etmenin bir faydası olmaz. Meselâ bir kişi talâk, köle azâd
etme veya sadaka adama gibi şeylerle yemin ederse veya bu sayılan şeylerden
biri üzerine yaptığı yeminin Iağv olması hâlinde yemini yine tahakkuk eder.
Talâka yemin etmişse hanımı boşanır. Azâd etmeye yemin etmişse kölesi azâd
olur. Mübhem, yani belirsiz de olsa adağını yerine getirmesi gerekir.
Şâfiîler dediler ki:
Yemin, Iağv ve mün'akide olmak üzere iki kısma ayrılır. Lağv yemini üç hususu
kapsar:
1- Kişinin
dilinin, yemini kasdetmediği bir söze kayması. Dili kayıp da, 'vallahi
Muhammed'i döveceğim" demesi gibi. Yalan söylediğine İlişkin bir delil
olmayan kişi bu yemini kasdetmediğini iddia ederse sözü tasdik edilir. Ancak
talâk, itak (köle azâd etmek) ve îlâ konusundaki yeminlerde bu mazeretler
kabul edilmez. Çünkü bu yeminlerde başkalarının hakkı sözkonusu olmaktadır.
2- Kişinin,
hiçbir şey kasdetmeksizin dili yemin cümlesine kayarsa, meselâ kızgınken dili
kayıp da, "hayır vallahi" veya "evet vallahi" diyerek yemin
etmesi hâlinde yemini lağv olur.
3- Yemin,
asıl konuşmaya ek olarak fazladan söylenirse lağv olur. Meselâ konuşmasının
sonunda bazan, "hayır vallahi", bazan da "evet vallahi"
demesi veya bu ikisini biraraya getirerek "Hayır vallahi, evet
vallahi" demesi hâlinde yemini lağv (geçersiz) olur. Mutemed olan görüş
budur.
Mün'akide yeminine
gelince, bu, yemin edilen şeyin doğrulanması amacıyla Allah adına veya Allah'ın
sıfatlarından birine yemin etmektir. Ki bunda da bazı şartlar aranır. Mün'akide
yemininde, lağv yemininin aksine olarak üzerine yemin edilen şeyin doğrulanması
kasdedilmelidir.
Şâfiîlere göre
yeminin, mün'akide olmasıyla lağv olması arasında; geçmiş zamanla ilintili
olmasıyla gelecek zamanla ilintili olması arasında bir fark yoktur. Lağv
yemininin gelecek zamanla ilintili olması sahih olur. Meselâ, "yarın
Muhammed'in evine gireceğim" demek isteyen kişinin, (yanlışlıkla veya dili
kayarak), "vallahi yarın yolculuğa çıkacağım" diye yemin etmesi
hâlinde bu yemini lağv olur. Yine bunun gibi, lağv yemininin geçmiş zamanla
ilintili olması da sahih olur. Meselâ nar yemedim demek isteyen kişinin,
"vallahi dün elma yemedim" diyerek yemin etmesi hâlinde yemini Iağv
olur. Mün'akide yemininde geçmiş veya gelecek zamanla ilintili olması sahih
olur. Meselâ "vallahi böyle yapmadım" veya "yaptım" demek
sahih olduğu gibi, "vallahi böyle yapmayacağım" veya
"...yapacağım" demek de sahih olur. Bu şekilde yemin eden kişinin,
yemininin gereğini her halükârda yerine getirmesi, aksi takdirde keffâret
ödemesi vacib olur. Başka mezheblerin ğa-mûs diye adlandırdıkları yemin, ister
geçmiş zamanla, ister gelecek zamanla ilintili olsun, bu mezhebe göre keffâreti
gerekli kılar. Lağv yemini içinse keffâret gerekmez. Yemin eden kişi de,
yemininden ötürü sorumlu tutulmaz. Bu yemin, geçmiş veya gelecek zamanla
ilintili'olsa bile farketmez.
Hanbelîler dediler ki:
Yemin; mün'akide, lağv ve ğamûs yemini olmak üzere üç kısma ayrılır. Mün'akide;
"vallahi yarın itikâfa gireceğim" veya "artık hiç zina
etmeyeceğime Allah adına andolsun" demek gibi, gelecekte bir işi yapmaya
veya yapmamaya yemin etmektir. Üzerine yemin edilen şey imkânsız da olsa, bir
şey üzerine gelecekte yapılması veya yapılmaması hususunda yemin edilirse,
yemin tahakkuk eder.
Lağv yemini üç durumu
kapsar:
1- Yemin
kasıtsız olarak kişinin ağzından çıkmış olur. Sözgelimi konuşma esnasında,
"hayır vallahi", "evet vallahi" demesi gibi. Bu yemini,
gelecek zamanla ilintili olsa bile lağv (geçersiz) olur.
2- Kişi
doğru olduğunu zannettiği bir şey için yemin eder de, sonra bu yeminin tersi
bir durum açığa çıkacak olursa, Iağv olur. Bu yemin Allah adıyla, adak veya
zıhar ile yapılırsa Iağv (geçersiz) olur. Ama talâk ve ıtak ile yapılırsa
geçerli olur.
3- Kişi, doğru olduğunu zannettiği, gelecekteki
bir iş için yemin eder de olay, dediği gibi olmazsa, yemini lağv olur. Meselâ
kendisine itaat edeceğini zannettiği bir kişi için yemin eder de o kişi
kendisine itaat etmezse veya yemin edenin maksadı olduğunu bilmeksizin itaat
ederse yemin Iağv olur. Yemin eden, sorumlu tutulmayip keffâretle yükümlü
olmaz.
öamûs, geçmişle
ilintili bir olayla ilgili olarak kasıtlı şekilde yalan yere yemin etmektir. Bu
yeminin keffâreti yoktur. Sahibi günaha, sonra da cehenneme battığı için bu
yemine ğamûs yemini adı verilmiştir.
Yeminin tahakkuku için
bazı şartlar gereklidir:
1-Yemin
eden, mükellef olmalıdır. Çocuğun ve delinin yemini tahakkuk etmez, geçerli
değildir.
2-Yemin
eden, kendi serbest iradesiyle yemin etmiş olmalıdır.
Zorlanarak yemin eden
kişinin yemini tahakkuk etmez. Böyle bir kişi, zorlanarak yeminini bozsa da,
yeminini bozmuş sayılmaz. Unutan veya ya-nılan kişi de bu hususlarda herhangi
bir hüküm altına girmez.
3- Yemin eden,
yemine kasdetmiş olmalıdır. Dili kayarak yemin eden kişinin yemini geçerli
olmaz.
4- Yemin
kalıpları bahsinde de anlatılacağı gibi, edilen yemin Allah'ın adlarından veya
sıfatlarından biri ile yapılmış olmalıdır.
5- Yemin
edilen şey akıl ve âdet açısından veya sâdece âdet açısından ister istemez
olması gereken bir olgu olmamalıdır. Böyle bir şeye yemin etme durumunda
edilen yemin gerçekleşmez; lağv (geçersiz) olur.
Birincinin örneği:
"Vallahi bu cisim bir yer tutmuştur" demek gibidir. Bu bir yemin değildir.
Çünkü cismin yer tutması, aklen ve âdeten ister istemez olması gereken bir
olgudur.
İkincinin örneği:
"Vallahi güneş doğudan doğar" veya, "vallahi öleceğim"
demek gibidir. Ki bunlar da yemin değildir. Çünkü güneşin doğudan doğması
âdeten ister istemez olması gereken bir olgudur. Ölüm de öyle... Yine bunun
gibi bir kişi; "vallahi göğe çıkmam" veya "vallahi bu taşı
altın'a çevirmem" veyahut "vallahi dünü geri getirmem" diye yemin
ederse, yemini gerçekleşmez. Çünkü göğe çıkamamak, taşı altın'a çevirememek,
dünü geri getirememek âdeten zorunlu bir olgudur. Bunlar dışında edilen
yeminler gerçekleşirler. Kİ bu da dört maddede toparlanabilir:
1- Yemin
edilen iş, aklen ve âdeten mümkün olmalıdır. "Eve girmeyeceğime..."
veya "eve gireceğime Allah adına and olsun" diye yemin etmek gibi. Bu
yemin tahakkuk eder. Çünkü eve girmek, aklen ve âdeten mümkündür.
2- Üzerine
yemin edilen şey sâdece âdeten imkânsız olmalıdır. "Vallahi göğe
çıkacağım" veya "vallahi dağı yükleneceğim" demek gibi. Kişi,
sırf bu yemini etmekle yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde ölü biri için,
"vallahi falanı öldüreceğim" diyen kişi de sırf yemin etmekle
yeminini bozmuş olur.
3- Yemin
edilen iş aklen ve âdeten imkânsız olmalıdır. Meselâ "vallahi falan
kişinin yaşamıyla ölümünü bir araya getireceğim" demek gibi. İki zıt şeyi
bir araya getirmek, aklen ve âdeten imkânsızdır. Sırf bu yemini etmekle yemin
bozulmuş olur.
4- Yemin
edilen İş, şer'ân zorunlu veya yasak olmalıdır. Zorunlu olanın örneği:
"Vallahi öğlen namazını kılacağım"; yasak olanın örneği: "Vallahi
içki İçeceğim" demektir ki, bu iki yemin de gerçekleşir.
5- Yeminde
istisna edatı bulunmamalıdır. Meselâ, "Allah dilediği takdirde vallahi
şöyle yapmam" veya "vallahi şöyle yapmam, meğer ki Allah
dilesin" şeklinde yemin eden kişinin yemini gerçekleşmez. İstisnanın hüküm
ve şartları hususunda mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmış.
6- Yemini
telâffuz etmelidir. Telâffuz etmeksizin sâdece kalpten geçirilen yemin
gerçekleşmez.
Yeminle ilgili olarak
mezhebler bazı ek şartlar ileri sürmüşlerdir.
(101) Hanefîler
dediler ki; Başkası tarafından zorlanarak yemin eden kişinin yemini
geçerlidir. Yemini bozduğu takdirde keffâret ödemesi vâcİb olur. Yemini
bozarken mecburiyet hissetse de keffâret ödemesi vâcîb olur. Başkasının zor kullanarak,
yeminin tersi bir hareketi ona uygulaması durumunda yemini bozulmuş olmaz.
Meselâ su içmeyeceğine yemin eden kişinin boğazına, başkası zor kullanarak su
akıtacak olursa, yemini bozulmaz. Unutarak yemininin aksini yapan kişi,
yeminini bozmuş olur. Meselâ yemin etmeyeceğine yemin eden kişi, unutup da
yemin ederse, yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Delirme ve
baygınlık hâlinde yeminin aksini yapan kişi de yeminini bozmuş olur; keffâret
Ödemesi gerekir. Ama delirme veya baygınlık hâlinde yemin eden kişinin yemini
gerçekleşmez. Zîrâ yeminin gerçekleşmesi için, yemin edenin akıllı olması
şarttır. Hatâ edenin yemini de gerçekleşir. Bu, zühul eseri yemin eden
kişidir.
Mâlikîler dediler ki:
Zorlama sonucu ettirilen yemin geçerli olmaz. Zorlama olmaksızın gerçekleşen
yemin, ya "vallahi ekmek yiyeceğim" demek gibi bîr işi yapmak için
edilir ki, buna hins yemini denir. Veya "eve girmeyeceğim" demek
gibi, bir işi yapmamak için edilir ki, buna da berr yemini denir.Yemin-i
berr'de kişi yeminini bozmaya,yani yukarıdaki misâle göre eve girmeye
zorlanırsa keffâret ödemesi gerekmez. Bu zorlama akılsız bir varlık tarafından
gelse bile hüküm aynıdır. Sözgelimi, eve girmeyeceğine yemin eden kişi, bir
hayvana binmiş olur da hayvan serkeşlik eder ve zorla onu eve sokarsa;
hayvandan inmeye veya onu durdurmaya imkân bulamazsa, eve girdiğinden dolayı
keffâret ödemesi gerekmez. Ama bir zarara uğramaksızın inmesi veya başını
tutması veya üzerindeyken ayaklarım vurması mümkün olur da yapmazsa, hayvanın
zoruyla da girmiş olsa yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Aynı
şekilde başkası, kendisini zorla eve sokarsa ve kendisi de zarar gömleksizin
çıkma imkânına sahip olur da çıkmazsa yeminini bozmuş olur; keffâret ödemesi
gerekir. Yemin-i hins'te, yani bir işi yapmaya yemin etmede kişi, zorlayıcı
bir güç tarafından, yemininin gereğini yapmaktan engellenirse, durumun ne
olacağı hususunda ihtilâf vuku bulmuştur: Bazısı bu durumda yeminin bozulmuş
olacağını ve keffâret ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ki meşhur olan görüş
budur. Bazıları da bu durumda yeminin bozulmuş olmayacağını söylemişlerdir ki,
bu görüş kıyâsa uygundur. Yemin-i berr'de, yani bir işi yapmamaya yemin eden
kişi, zorlanarak yemininin aksini yaparsa yemini bozulmaz. Bu hükümde ittifak
vardır. Yemini hins'te, zorlama sonucu yeminin aksi bir hareket işlenmektedir.
Çünkü eve girmemeye yemin eden kişi yeminini çözmüş olmaktadır. Ama yemin-i
berr'de durum bunun tersinedir. Bunda yemini bozmak, fiilin terki ile olur.
Fiili terketmenin sebepleri çoktur. Bu nedenle hükmü sıkı tutulmuştur. Fiili
işlemenin sebebleri İse azdır. Bu nedenle hükmü geniş tutulmuştur. Zorlama
sonucu yeminin bozulmuş sayılmaması için altı şart gereklidir:
1-Yemin
ederken, yeminin aksini yapmaya zorlandığını bilmemelidir.
2- Kendisini
(yemini, bozmaya) zorlamaları için başkasına emretme-meüdir.
3- Üzerine
yemin ettiği kişiyi, bizzat kendisi zorlayıcı olmamalıdır. Meselâ hanımının
eve girmemesi için yemin eden kişi, sonra onu eve girmeye zorlarsa yeminini
bozmuş olur. Ama başkası hanımını eve girmeye zorlarsa yemini bozulmuş olmaz.
4- Zorlama,
şer'î olmamalıdır. Şer'î olursa yemin bozulur. Meselâ, hapse girmemeye yemin
eden kişi, bilâhare şer'î bir dâva yüzünden hapse girerse, yemini bozulmuş
olur. Aynı şekilde "Bu borcu bu ay içinde Ödemeyeceğim" diye yemin
eden kişi, hakimin zorlaması dolayısıyla öderse yeminini bozmuş olur.
5- Yemin
ederken "bu işi gönüllü de olsam, gönülsüz de olsam yapmayacağıma..."
kaydını koymuş olmamak şarttır. Ama, "falanın evine gönüllü de olsam,
gönülsüz de olsam girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, bilâhare o şahsın
evine zorlanarak girerse, yeminini bozmuş olur.
6- Zorlama
durumu kalktıktan sonra, yemini bozacak bir harekete giri-şilmemelidir. Meselâ
zorla eve girdirilen kişi, zorlama durumu kalktıktan sonra gönüllü olarak o eve
bir daha girerse yemini ozulmuş olur; keffâret ödemesi gerekir. Unutarak da
olsa yeminin aksini işleme hâlinde, yemin bozulur. Meselâ "şu şeyi
yemiyeceğime..." diye yemin eden kişi, sonra bu yeminini unutup o şeyi yerse,
yeminini bozmuş olur. Ama yeminine "unutma hâli dışında..." veya
"unutmadığım sürece..." gibi kayıtlan eklemiş olursa, o şeyi unutarak
yerse yeminini bozmuş sayılmaz. Çünkü yeminini kayıtlamıştır. Hatâ ve
bilgisizlik de unutma gibidir. Hatâya örnek: "Falanın evine
girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, başkasının evi-olduğuna inanarak o
kişinin evine girerse yeminini bozmuş olur. Bilgisizliğe örnek: Bu gece şu eve
gireceğim diye yemin eden kişi, bilmeyerek bu gece eve girmesi gerekmediğine
İnanarak eve girmez de vakit geçerse, yeminini bozmuş olur. Bilmemesi de
mazeret sayılmaz.
(102) Hanefıler
dediler ki: Yemin edilen iş âdeten imkansızsa, bir vakitle kayıtlanmadığı
takdirde sırf yemin etmekle yemin bozulmuş olur. Ama vakitle kayıtlanırsa, o
vakit geçmedikçe yemin bozulmuş olmaz. Meselâ, "vallahi bir sene sonra
göğe çıkacağım" diyen kişinin yemini bir sene geçmedikçe bozulmaz.
Hanefîler dediler ki:
Ölü birini kasdederek "falanı öldüreceğime Allah'a andolsun" diye
yemin eden kişi, yemin ederken o kişinin ölü olduğunu ya bilir veya bilmez.
Bilmeyerek yemin eder de sonra onun Ölü olduğu anlaşılırsa, yemini bozulmuş
sayılmaz. Çünkü o, o kişide Önceden meveud olan ve halâ da meveud olduğuna
inandığı hayatı üzerine yemin etmiştir. Ama ölü olduğunu bilerek yemin ederse,
yeminini bozmuş olur. Zîrâ onun yemini her ne kadar âdeten imkânsız bir şey
üzerine edilmişse de, Allah'ın o kişiye yeniden hayat vermesinin mümkün olması
bakımından, aslında mümkün olan bir şeydir. Ama testi meselesi bunun gibi
değildir. Testi meselesi şu şekilde ifâde edilebilir: Bir kişi zaman
belirtmeksizin, "bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin eder de
içindeki suyu, yemin eden kişi veya bir başkası dökerse, veyahut da testi
kendiliğinden düşüp suyu dökülürse, yemin sahibinin yemini bozulmuş olur. İki
mesele arasındaki fark şudur: İkinci meselede testideki suyun aynısının geri
getirilmesi aslen mümkün değildir. Her ne kadar testiye başka bir su
doldurulması mümkünse de önceden dökülüp de gitmiş olan suyun geri getirilmesi
aklen mümkün değildir. Cenab-ı Allah testide bir su yaratacak olursa bu su,
içilmek üzere üstüne yemin edilen suyun aynısı olmaz. Yemin esnasında testide
bulunan su ise akıp gitmiştir. Birinci meseleye gelince, aslında ölü olup da
öldürülmesi için yemin edilen kişiye, hayat geri gelirse yine aynı kişi
dirilmiş olacaktır. Kişinin varlığı değişmiş olmayacaktır. Şunu bil ki: testi
meselesinde dört durum söz konusu olabilir:
1- Testide
su yokken, belli bir süre İçin yemin etmek. Meselâ kişinin, testide su yokken,
"vallahi bulgun bu testideki suyu içeceğim" diye yemin etmesi gibi.
2- Testide
su varken suyunu belli bir süre içinde içmeye yemin ettikten sonra su dökülürse
yemin bozulmuş olmaz. Çünkü birinci durumda yemin zaten gerçekleşmemiştir.
(Çünkü su dökülmüştür.) Yemin her ne kadar testide suyun bulunması anma
rastlamış ve gerçekleşmişse de, suyun dökülmesi nedeniyle yemin iptal edilmiş
olmaktadır.
3- Testide
su bulunmaz ve yemin de belli bir süreyle sınırlandırılmış olmaz. Örneğin
testide su yokken "vallahi bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin
etmek gibi. Bu durumda da yemin bozulmaz. Çünkü testide su bulunmadığı için
yemin aslında tahakkuk etmemiştir. Yemin eden kişi, testide su bulunduğunu
bilse de bilmese de, bu üç durumda yemin bozulmaz.
4- Testide
su bulunur ve yemin de süresiz olur. Örneğin belli bir süreyle, "vallahi
bu testinin suyunu içeceğim" diye yemin etmek gibi. Testi içinde su yarken
bu şekilde yemin eden kişi, suyun varlığını bilse de bilmese de, testideki su
kendiliğinden dökülüp gitse veya yemin edenin kendisi veyahut başkası dökse,
yemin bozulmuş olur. Bundan şu meseleler çıkar:
Meselâ bir kişi,
"yarın falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eder de, yarına
varmadan borçlu veya alacaklıdan biri ölürse yemin bozulmaz. Çünkü yemin,
tahakkuk ettikten sonra iptal olmuştur. Bir kişi hanımına, "yarın namaz
kılmazsan benden boşsun" deyip de ertesi gün namazı edâ etmesi mümkün olan
vaktin geçmesinden önce veya namazın bir rek'atini kıldıktan sonra hayız hâli
görülürse, esahh olan görüşe göre yemini bozulmuş olur. Çünkü üzerine yemin
edilen şeyin, yani namazın, hayız kanarna-sıyla birlikte (sahîh olsun olmasın)
kılınması mümkündür. Şundan ki: Şeriat sahibinin hayızlıyken de namaz kılmayı
meşru saymasını engelleyecek bir şey yoktur. Ama testi meselesi böyle değildir.
Çünkü testide üzerine yemin edilen şeyin (suyun) geri getirilmesi asla mümkün
değildir. Bu nedenle yeminin bozulduğuna hükmedilmiştir. Aynı şekilde bir kişi,
gündüzleyin yemek yedikten sonra, "vallahi bugün oruç tutacağım" diye
yemin ederse yemini gerçekleşir ve yeminini bozmuş olur. Çünkü (unutma
hâlinden dolayı) yemekle birlikte oruçlu olmak da mümkündür. Oruçlu kişi
unutarak yese de oruçlu sayılır. Bu durumda yemekle beraber oruca başlaması
mümkün olur. Sabah olduktan sonra bir kişi hanımına, "eğer geceleyin
seninle cinsel ilişki yap-madıysam sen söylesin der de bununla niyeti herhangi
bir gece için olursa, niyeti gelecek geceye çevrilir. Eğer geçen geceyi
kasdetmişse yemini gerçekleşmez ve (tabiî) bozulmaz. Aynı şekilde fecrin
doğuşundan sonra, "vallahi bu gece burada uyumayacağım" diye yemin
eden kişi, fecrin doğduğunu bilmezse, yemini bozulmuş olmaz.
Adamın biri hanımına,
"falan yerden aldığın eşyayı tekrar yerine bırakmazsan benden boşsun der
de, aslında hanım böyle bir eşyayı oradan almamış, eşya da yerinde duruyor
olursa, yemini bozulmaz. Çünkü üzerine yemin edilen durum, vukûbulmuş değildir.
Yani, yerinden alınmamış bir eşyayı tekrar eski yerine koymak mümkün değildir.
Bir kişi, falan adama,
Zeyd ismindeki şahıstan izin almadıkça bir şey vermeyeceğine yemin ederse ve
Zeyd de hayatta değilse, falana bir şey verdiği takdirde yemini bozulmaz.
Bir kişi borcunu yarın
ödeyeceğine yemin eder de bugün öderse, yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bu
ekmek parçasını yarın yemeye yemin eder de bugün yerse, yeminini bozmuş olmaz;
veya falan şahsı yarın öldüreceğine yemin eder de adam bugün ölürse yemini
bozulmuş olmaz. Ama yemin eden kişi, yarınki işini yapamadan önce, bugün
delirirse, yeminini bozmuş olur.
Malikîler dediler ki:
Kişinin yapmaya yemin ettiği işi engelleyen bir şey çıkarsa, şu gibi durumlar
sözkonusu olur:
a) Engel
aklî olabilir. Meselâ, bir kişi falanı öldürmeye yemin eder, bir de bakar ki
adam ölmüştür. Veya belli bir güvercini öldürmeye yemin edery bir de ballar ki
güvercin ölmüştür. Buradaki adam veya güvercinin ölümü, onun yemininin gereğini
yapmasını engelleyen aklî bir şeydir.
b) Engel âdî
olabilir. Meselâ belli bir güvercini kesmeye yemin eden kişi, bir de bakar ki
o güvercin çalınmıştır. Burada güvercinin çalınmış olmasa yeminin gereğinin
yapılmasını engelleyen âdî bir şeydir.
c) Engel
şer'î olabilir. Bu gece hanımıyla cinsel ilişkide bulunmaya yemin eden kişi,
hanımının geceleyin hayızlı olduğunu görürse, hanımın ha-yızlı oluşu, yeminin
gereğinin yapılmasını engelleyen şer'î bir mâni olur.
Şu halde yeminin
gereğinin yapılmasını engelleyen şeyler aklî, adî ve şer'î olmak üzere üç kısma
ayrılır. Engel aklî olup yeminden sonra meydana gelmez, yemin süreli olmaz ve
kişi de yeminin gereğini yapmakta ihmalkâr davranmazsa yeminini bozmuş olmaz.
Meselâ bir kişi, "vallahi şu güvercini keseceğim" dîye yemin ettikten sonra, kesmekte
ihmalkârlık eder de güvercin de (başka bir sebebten) ölürse, yeminini bozmuş
olur. Ama "vallahi şu güvercini yarın keseceğim" diye yemin eder,
yarın olduğunda ilk iş olarak güvercini kesmeye gider de güvercini ölü olarak
bulursa, yemini bozmuş olmaz. Fakat güvercinin ölümü yeminden önce vukûbulmuş
ise; yeminin gereğini yapmak için süre koymuş olsun olmasın, ihmalkârlık etsin
etmesin, mutlak surette yeminini bozmuş olmaz.
Engel adî olursa;
meselâ, kesilmesine yemin edilen güvercin çahnmışsa ve çalınması da yeminden
önce vukûbulmuşsa; yeminin gereğini yapmakta ihmalkâr davranılmış olsun olmasın
veya yemin süreli olsun olmasın, bozulmuş olmaz. Ama çalınma olayı yeminden
sonra vukûbulmuşsa; yeminin gereğini yapmakta ihmalkâr davranılmış olsun
olmasın ve yemin de süreli olsun olmasın mutlak surette yemin bozulmuş olur.
Engel şer'î olursa;
meselâ hanımıyla bu gece cinsel ilişkide bulunmaya yemin eden kişi, geceleyin
onun hayızlı olduğunu görünce, yemini mutlak olarak bozulur. Yemini, hayız
kanamasının başlamasından önce edip yeminden sonra hayız görülüp bütün gece de
devam etse, veya yemini hayızdan sonra etmiş olsa da hüküm aynı olur. Yani
şer'i engel yeminden önce de olsa, sonra da olsa yemini bozar. Ama kişi hanımıyla
cinsel ilişkide bulunmaya yemin eder de belli bir zaman kaydı koymazsa, kadının
hayızlı olduğunu görünce, kanama hâlinin sona ermesini ve temizlenmesini
bekler, sonra da yeminin gereğini yapar. Yemini de böylelikle bozulmuş olmaz.
Ama kadın hayizlıyken kocası, (yemin gereğidir deyip: onunla cinsel ilişki
kurarsa, yeminin gereğinin yapılıp yapılmadığı hususunda görüş ayrılığına
düşülmüştür. Bazıları, yeminin bozulmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü,
yapılmasına yemin edilen cinsel ilişki, lügat anlamı itibariyle yerini
bulmuştur. Bazıları da cinsel ilişkinin şer'î anlamdaki hükmüne muhalefet
edildiği gerekçesiyle yemininin bozulmuş olacağını ileri sürmüşlerdir. Tabiî bu
İhtilâf, yeminin hayızdan sonra edilmesi hâlinde sözkonusudur. Ama yemin, hayız
kanamasının görülmesinden önce edilir de ihmalkârlık nedeniyle gereği yerine
getirilmez ve hayız kanaması başlarsa, bozulmuş olur. Ki bunda ittifak vardır.
Hanbelîler dediler ki:
Bir kişi falanı öldürmek üzere yemin eder de o kişi ölü olursa, yeminden önce
ölü olduğunu bilse de, bilmese de yemi-nİ mutlak olarak bozulur. Aynı şekilde
içinde su bulunmayan testi için, "vallahi bu testideki suyu içeceğim"
diye yemin ederse, içinde su olmadığını bilse de bilmese de, mutlak olarak
yemini bozulur. Yine bunun gibi, "şu hayvanı yarın döveceğim" diye
yemin eder de, dövmeden önce hayvan ölürse, (yarınki günde) hayvanı
dövebileceği bir zaman geçmiş olmasa bile yemini bozulur. Bu kabilden olarak
"yarın bu yemeği yiyeceğim" diye yemin eder de yarından önce bu
yiyecek telef olursa yemini bozulur. Yemek, ister isteğiyle telef edilmiş
olsun, ister rızâsı dışında telef edilmiş olsun, hüküm aynıdır. Aynı şekilde
"bugün bu suyu içeceğim" veya "bu çocuğu döveceğim" diye
yemin eder de yeminin gereğini yapmadan
su telef olursa veya çocuk ölürse, yemini suyun telef olması ve çocuğun ölümü
anında bozulur. Buna benzer olarak yemin ederken zaman kaydı koymazsa, meselâ
*'vallahi bu ekmeği yiyeceğim" diye yemin eder de yemeden önce o ekmek
teief olursa, telef olma anında yemini bozulur. "Vallahi yarın onu
döveceğim" diye yemin eder de yarından önce döverse, yeminin gereğini
yapmış olmaz. Aynı şekilde Cuma günü oruç tutmaya yemin eden kişi Perşembe
günü tutarsa, yeminin gereğini yapmış olmaz. Yarın olmazdan Önce yemin eden
kişi ölür veya delirirse de yarınki gün geçerse yemin bozulmuş olmaz.
Şâfiîler dediler ki:
Ölü olan bir kişiyi kasdederek "falanı öldüreceğim" diye yemin eden
kişi, mutlak surette yeminini bozmuş olur. Bir kişi, "vallahi bu yemeği
yarın yiyeceğim" diye yemin eder de, yemek kendiliğinden telef olur veya
başkası tarafından telef edilir ve kendisi de telef edilmesini önlemeye
muktedir olduğu halde bunu önlemezse; yarınki gün yemeği yemeyip, yemek
yiyebileceği bir zamanm geçmesiyle yemini bozulmuş olur. Günün sonunda o yemek
bozulmuş olsa da yemediği,takdirde, yeminini bozduğuna hükmedilir. Yemin eden
kişi yarınki günde ölürse, ölmeden önce yemek yiyebileceği bir zamanm
geçmesiyle yemini bozulmuş olur. Günün sonunda ölse bile bu zamanın geçmesinin
hemen ardından yemininin bozulduğuna hükmedilir. Aynı şekilde bizzat kendisi
yarından önce yemeği telef ederse, telef etme anmda yeminini bozduğuna
hükmedilmez. Ama yarınki günde yemek yiyebileceği bir zamanın geçmesinden
sonra yeminini bozduğuna hükmedilir. Yapılmasına yemin edilen iş, süresi
içinde yapılması mümkün olur da ertelenir veya öne alınırsa yemin yine bozulmuş
olur. Falan kişinin borcunu gün batımı esnasında ödemeye yemin eden kişi, bu
borcu gün batımı esnasında ödeme imkânına sâhib olduğu halde daha önce öderse,
yeminini bozmuş olur. Ödeme vaktinden önce, ödeme eyleminin ön hareketleri olan
tartma ve ölçme işlemlerine başlar da astl ödemeyi vaktinj biraz geçirerek
yaparsa yeminini bozmuş sayılmaz.
Hanefîler dediler ki:
Yapılmasına yemin edilen iş akıl ve âdet bakımından mümkün olmayan bir iş ise,
yemin (zâten) gerçekleşmez ve bağlayıcı olarak kalmakta devam etmez.
(103) Mâlikîler
dediler ki: istisna ya "Allah dilerse" sözüyle veya "illâ"
(ancak) edatı, ya da benzeri edatlardan biriyle olur. "Allah dilerse"
sözüyle istisna, yalnızca Allah adına yemin etme durumunda ve belirsiz adama durumunda
fayda verir. Belirsiz adamadan kasıt, adanılan şeyin belirlenme-mesidir. Meselâ
bir kişi, "Allah dilerse vallahi böyle yapmam" veya "Vallahi ben
bu işi yapmam, meğer ki Allah dilesin" diye yemin eder de bu işi yine
yaparsa, bazı şartlar çerçevesinde keffaret ödemez. Ki bu şartlara ileride değinilecektir.
Aynı şekilde, "üzerime adak olsun ki, Allah dilediği takdirde böyle
yapmayacağım" veya "üzerime adak olsun ki, böyle yapmayacağım, meğer
ki Allah dilesin" derse keffaret ödemesi, ancak bazı şartlarla gerekli
olur. Ama "hanımımı bpşayayım ki, Allah dilerse bu işi yapacağım",
veya "...yapmayacağım" diye yemin eder de yeminini bozarsa, hanımı
boş olur ve "Allah dilerse" istisnasının da kendisine bir faydası
olmaz. Yemin ederken "Allah murad ederse", "Allah takdir
etmişse", "Allah kaza ederse" gibi istisna edatlarını
kullanmanın, "Allah dilerse" sözü gibi bir fayda sağlayıp
sağlamayacağı hususunda görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazıları, bu son istisna
sözlerinin, tıpkı "Allah dilerse" sözüyle aynı fonksiyona sâhib
olduklarını söylemişlerdir. Meselâ bir kişi, "Allah murad ederse, vallahi
bu işi yapmayacağım" veya "Allah takdir etmişse vallahi bu işi
yapmayacağım" veyahut "Allah kaza ederse vallahi bu işi
yapmayacağım" diye yemin eder de yeminini bozarsa, kuvvetli görüşe göre
keffaret ödemesi gerekmez. Bazıları ise yemin ederken istisnanın ancak,
"Allah dilerse" sözüyle yapılabileceğini söylemişlerdir.
İllâ (ancak) ve
benzeri edatlardan biriyle yapılan İstisna, bütün yeminlerde fayda verir. Bir
kişi sözgelimi, "vallahi Zeyd ile konuşmayacağım. Ancak Perşembe günü
müstesna" veya "düğün yaptırdığı günden başka günlerde Vallahi Zeyd
ile konuşmayacağım" veya "geldiği gün dışında... konuşmayacağım"
veya "kederli olduğu gün dışında, diğer günlerde konuşmayacağım"
veyahut "hasta olduğu gün değil, diğer günlerde...-konuşmayacağım"
veyahutta "ölümünden başka günlerde... konuşmayacağım" diye yemin
ederse bu istisnaları geçerli olur. Aynı şekilde bir kişi hanımına "bir
defadan başka, eve girersen üç talâkla benden boşsun" derse, bütün bu
istisnalar, şu sayacağımız şartlar çerçevesinde geçerli olurlar: Geçmiş
zamanla veya gelecek zamanla ilintili olsa, mün'akide veya ğamûs olsa da
yeminin bütün detaylarında istisna geçerlidir. Gamûs yemininde istisnanın
geçerli olup fayda vermesi demek, günahkâr ©imayı önlemesi demektir. Bir kişi
denizin tümünü içeceğine veya dağı omuzlayacağına, ya da (zaten) ölü birini
öldüreceğine yemin eder de sonra, "Allah dilerse" veya
"ancak" veya benzeri edatlardan biriyle istisna kaydı koyacak olursa
günahkâr olmaz. Yemine şart, nitelik ve
müddet gibi kayıtlan eklemek de onu, "illâ" ve benzeri edatlardan biri
ile istisnâlı kılmak gibidir. Sözgelimi bir kişi, "eğer Zeyd içindeyse
onun evine girmem" veya "Zeyd'in büyük evine girmem" veya
"şu vakte kadar...", ya da "kendisi yok iken..." veya
"kendisi hasta iken..." veyahut "bu ay içinde onun evine
girmeyeceğim" diye yemin ederse, bu istisnaları geçerli olur. Yalnız,
istisnanın sahîh olabilmesi İçin beş şart gereklidir:
1- İster
"Allah dilerse" sözüyle, ister başka bir edatla olsun, istisna edilen
şey, kendisinden istisna edilen şeye bitişik olarak söylenmelidir. Ancak Öksürme,
aksırma, esneme ve nefes kesilmesi gibi önlenmesi imkânsız bir ânza
dolayısıyla, bitişik olarak söylenemezse bunun bir sakıncası olmaz. Ama bir
şeyi hatırlamak veya selâma mukabelede bulunmak ve benzeri şeyler için arada
susulursa, istisna geçerli olmaz.
2- İstisnayı telâffuz ederken, istisna sözünü
söylemeye niyet etmelidir. Ama niyetsiz olarak diline gelip söylerse, bu
istisna jster "Allah dilerse sözüyle olsun, ister "illâ" ve
benzeri edatlardan biriyle olsun, geçerli olmaz.
3- İstisna
ile yemini iptal etmeyi kasdetmelidir. Bu kasıt, yemini telâffuz etmeden önce
veya yemini telâffuz etme esnasında olsa da aynı hükmü ifâde eder ve ittifakla
geçerli olur. Ama bu kasıt, yemin lâfzını telâffuz edip tamamladıktan sonra
olursa; istisna önceki şekilde, kendisinden istisna edilen şeye
bitiştirilirse, meşhur görüşe göre geçerli olur ve bir anlam ifâde eder. Bu
bitiştirme başkasının hatırlatması üzerine yapılırsa da geçerli olur. Meselâ
yemin etmekte olan kişiye, bir başkası "Allah dilerse" diyerek
hatırlatmada bulunur, o da yemini çözmek kasdıyla bu hatırlatmaya uyup araya
fasıla koymaksızın istisna kaydını koyarsa,istisnâsı geçerli olur ve fayda verir.
Ama yemini çözmeyi kasdetmeksizin veya başka hiç bir şeyi kasdetmek-sizin sırf
teberrük maksadıyla "Allah dilerse" derse bu istisnası fayda vermez.
4- Yemin
eden kişi, istisna sözünü gizli de olsa telâffuz etmelidir. Gizli de olsa
telâffuz etmek, satış ve icar gibi, başkasının hukukunu ilgilendiren hususlar
üzerine yapılanlar dışındaki yeminlerde geçerli olur ve fayda sağlar. Çünkü bu
gibi konulardaki yeminler yemin edenin niyetine bağlı olur ki, o da istisnaya
razı olmaz.
5- İkinci
kez istisna ile hükümden çıkardığı şeyi, birincide niyetinde tutmamalıdır.
İstisna edilecek şeyi önceden yeminin kapsamına alır da sonra onu hükümden
istisna ederse, bu istisnası fayda vermez. Aksine, istisna edeceği şeyi,
yeminden önce hüküm dışı etmelidir. Adamın biri, "her helâl bana haram
olsun ki bu işi yapmayacağım" diye yemin eder de, bu yemini etmeden önce hanımını
bu hükmün dışında tutmayı niyet eder, bilâhare yemininin gereğini yapmazsa,
hanımı yine kendisi için helâl olmakta devam eder. Ama yeminden önce niyetinde
hanımını da, kendine haram edindiği helâller kapsamına sokar da yemini
telâffuz ettikten hemen sonra onu bu hükümden istisnâ ederse, istisnası-fayda
vermez. Fikihçılar buna, "muhaşât meselesi" adını verirler. Çünkü
yemin eden koca, hanımını yeminden önce yemin kapsamından çıkarmıştır. Hanımı
yeminin kapsamından çıkınca da yemin zâten lağv (geçersiz) olur.Zîra hanım ve
câriye dışındaki helâlleri haram kılma yemini geçersizdir.
Şâfiîler dediler ki:
İstisna, beş şart muvacehesinde bütün yemin ve akitlerde geçerli olup fayda
verir::
1- İstisna
edilen şey, örfe göre kendisinden istisna edilene bitişik olmalıdır. Öyle ki
örfe göre her ikisi bir sözmüş gibi telâkki edilmelidir. Nefes sektesi,
tutulma, ses kesilmesi ve az bir öksürme nedeniyle ikisi arasına fasıla
girmesinin bir sakıncası olmaz. Ama uzun süren bir öksürük, az da olsa mevzu
dışı bir konuşma; nefes sektesi ve ses kesilmesinden fazlaca susma gibi
nedenlerle aralarıma fasıla girmesi sakıncalı olur.
2- İstisna
ile yeminin hükmünü kaldırmayı kasdetmelidir. Eğer bunu kas-detmezse,
istisnanın faydası olmaz.
3- Yemin
sözünü tamamlamadan istisnaya niyet etmelidir.
4- İstisna
edilen, kendisinden istisna edilen şeyin tümünü kapsamama-Iıdır. Mesela
"üç talâk müstesna, eğer bu işi yaparsam karım üç talâkla benden boş
olsun" diyen kişinin bu istisnası fayda vermez. Çünkü istisna edilen,
kendisinden istisna edilen şeyin tümünü kapsamına almıştır.
5-
Karışıklıklar olmadığında ve normal duyduğunda istisnayı, kendine duyurabilecek
bîr sesle söylemelidir.
Hanefîler dediler ki:
İster "Allah dilerse" sözüyle olsun, ister başka edatlardan biriyle
olsun, yeminin (gerçekleşmesi için) istisnasız olması şarttır. Sözgelimi,
"Allah dilerse bu işi yapmayacağım" veya "bu işi yapmayacağım,
meğer ki Allah dilesin" veya "Allah dilediği sürece bu işi
yapmayacağım" veya "bana başka türlü görünmediği takdirde bu işi
yapmayacağım" veyahut "başka işi beğendiğim takdirde
yapmıyacağim" dediği bu işleri yapan kişi, yeminini bozmuş sayılmaz.
Aynı şekilde,
"Allah bana yardım ederse..." veyahut "Allah'ın nasib kılmasıyla
bu işi yapmiyacağim" diye yemin ettikten sonra yapmıyacağım dediği bu
işleri yapan kişi yeminini bozmuş olmaz; keffâret ödemesi de gerekmez.
Hanefîlere göre istisna, Allah adına ve diğer şeyler üzerine yemin etmede fayda
verir. Ancak boşamada istisna geçerli olmaz ve faydası olmaz. ''Allah bana
yardım ederse..." veya "Allah'ın yardımıyla..." diye talâk
üze-nne yemin eden kişi, bu sözle jstisnâyı kasdederse, istisnası kendisiyle
Allah arasında olan hususta fayda verir. Ama yargı merciinde fayda sağlamaz.
(Boşanmaya engel olamaz.) istisna'nın sahîh olması için gerekli bazı şartlar
vardır:
1- İstisna
sözünü, harflerini kendi duyacak kadar seslice telâffuz etmelidir. Kendine
duyuramadığı takdirde sahîh kavle göre istisnası geçerli olmaz! Ancak sağırlık
nedeniyle duyamazsa istisnası sahîh olur.
2- İstisna
edilen söz kendisinden istisna edilene bitişik olmalıdır. Zaruret olmaksızın
aralarına bir fasıla konulursa istisnanın faydası olmaz. Ama bu fasıla soluk
alma, aksırma öksürme ve dilde ağırlık olup dilin dolaşmasının uzun sürmesi
gibi nedenlerden ötürü olup da sonra, "Allah dilerse" diye istisna
kaydı koyan kişinin istisnası geçerli olur. İstisnayı kasdetmek şart değildir.
Bir kişi hanımına, "Sen boşsun" der de diline bir istisna sözü gelirse
ve bunu kasdetmeksizin söylerse istisnası geçerli olur ve hanımı boş olmaz.
Hanefî mezhebinin kuvvetli görüşü budur.
3- İstisna
edilen, kendisinden istisna edilenden fazla olursa, meselâ bir kişi hanımına,
"Dört talâk müstesna, sen üç talâkla benden boşsun" demesi gibi.
4- İstisna
edilen, kendisinden istisna edilenle eşit miktarda olmalıdır. Bütünü, bütünden
başka bir lafızla istisna etme durumunda istisna sahîh olur. Meselâ bir kişi,
"Zeynep, Fâtıma ve Selma dışındaki karılarım boş olsun." der de
(zâten) bunlardan fazla karısı olmazsa; bütünü, bütünden başka lâfızlarla
istisna ettiği gerekçesiyle istisnası sahîh olur. Hanefîler yeminin şartlarına
şu hususu da eklemişlerdir:
Yapılmayacağı veya
yapılacağı söylenen sözle yemin lâfzı arasına susma ve benzeri bir fasıla
konulmamalıdır. Bir kişi başkasına yemin ettirmek istediğinde ona,
"vallahi söyle" der, o da söyler, sonra da ona, "böyle yapmadım
de der de, o da söylerse, bu, gerçekleşen bir yemin olmaz. Çünkü ikinci şahıs,
birincinin sözünü nakletmiş olmaktadır. Yemin lafzıyla üzerine yemin edilen
husus arasında susmak da bir fasıladır. Aynı şekilde "Allah'ın ahdi ve
Rasûlün ahdi üzerine söz veriyorum ki bu işi yapacağım" diyen kişi o işi
yapmazsa yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ "Rasûlün ahdi" tamlaması,
"Allah'ın ahdi... üzerine söz veriyorum ki" üzerine yemin edilen
husus arasına fasıla olarak girmiştir, "Rasûlün ahdi" ise yemin
değildir.
Hanefîler, müslümanhğı
da yeminin şartlarına eklemişlerdir. Müslümanlık unsuru keffâret, namaz ve
oruç gibi ibâdetleri gerekli kılan bir şarttır ki, yemin eden için de lâzım
olan bir şarttır.
Hanbelîler dediler ki:
Allah adına yemin etmek, zıhar ve adak'üzerine yemin etmek gibi, keffâret
giren bütün yeminlerde istisnanın faydası olur. Ama talâkta faydası olmaz. Bir
kişi, "Allah dilerse vallahi bu işi yapmam veya "bu işi yaparsam
üzerimde bir adak bulunsun, meğer ki Allah dilesin" diye yemin ederse
yemini gerçekleşmez. Yemin eden kişinin, dileme mânâsını kastederek
"Allah murad ederse demesi de, "Allah dilerse demesi gibi olur ki, bu
istisnanın faydası olur. Ama "Allah murad ederse sözünden "Allah
emrederse" veya "Allah severse gibi mânâları kastederse bu istisnası
fayda vermez. Aynı şekilde Allah'ın dilemesi veya murad etmesiyle, o işin şarta
bağlanmasını değil, fakat gerçekleşmesini kastederse, istisnası fayda vermez.
İstisnanın sahîh olması için şu şartlar gereklidir:
1- İstisna
edilen, kendisinden istisna edilene bitişik olmalıdır. Araya fasıla girerse,
istisnanın faydası olmaz. Ancak soluk alma, öksürme, aksırma, esneme ve kusma
gibi nedenlerle araya giren kısa fasıla hükmen bitişik sayılır.
2- Yemin
eden kişi, telâffuz ederek istisna sözünü konuşmalıdır. Mazlum olma hali
dışında, kendi içinden söylemesinin bir faydası olmaz.
3- Üzerine
yemin ettiği hususla ilgili sözü tamamlamadan istisnayı kas-detmiş olmalıdır.
Önce böyle bir niyeti olmaksızın yemini tamamlar da sonra istisna etme
isteğini duyarsa, istisnanın faydası olmaz. Aynı şekilde yeminini kesin olarak
bağlamak ister, ama kasdı olmaksızın dili kayıp istisna ederse veya istisnayı
âdet haline getirmiş olup da dili kayarak kasıtsız olarak istisna yaparsa, istisnasının faydası
olmaz, yani yemini
tahakkuk eder.
Yemin, Allah adıyla
gerçekleşir. "Vallahi, billahi, tallahi" demek gibi. Allah'ın
sıfatlarından biriyle de gerçekleşir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı
görüşleri aşağıda açıklanmıştıK104).
(104) Haneffler dediler
ki: Yemin iki nevide gerçekleşir:
Birincisi:
"Vallahi" ve "billahi" gibi Yüce Allah'ın isimlerinden
birini söyleyerek yemin etmektir. Bu iki kısma ayrılır: a) Allah'a has olan ve
Allah'tan başkasına verilemeyen "Allah", "Rahman" gibi
isimler. Bu isimlerle yemin etmek; niyete gerek duyulmaksızın ve örfe
bakmaksızın mutlak olarak gerçekleşir, b) Sâdece Allah'a özgü olmayan, icâbında
başkalarına da verilebilen Alîm, Halîm, Mâlik ve benzeri isimler gibi isimler.
Bu isimlerle yapılan
yeminlerin hükmüne gelince: Yemin eden kişi bu isimleri ya yemin amacıyla, ya
yemin dışında bir Şeyi kasdederek veyahut da hiçbir şeyi kasdetmeden kullanır.
Eğer bununla yemini kasdetmişse, ihtilafsız olarak yemini gerçekleşir. Yeminden
başka bir Şeyi kasdetmişse, yemin gerçekleşmez. Çünkü bu ismi anan, sırf
konuşma niyetini gütmüş olabilir. Eğer böyle bir iddiada bulunursa sözüne
itibar edir. Ancak bu işte talâk ve ilâ gibi başkasının hukukunu ilgilendiren
bir durum sözkonusu olursa hüküm ne olacaktır? Meselâ bir kişi, "eğer
yemin edersem karım benden boş olsun" veya "...dört aydan fazla bir
süre karıma yanaşmayacağım*' der de sonra bu isimlerden biriyle yemin eder ve
fakat ben bununla yemini kasdetmedim" diyecek olursa bu sözü, yargı mercii
önünde muteber sayılmaz. Ama kendisiyle
Allah arasında muteber olur.
Bu isimlerden biriyle
yemin eden kişi, eğer hiç bir şeyi kasdetmemişse, kuvvetli görüşe göre yemini
gerçekleşir. Çünkü kasem, yemini tâyine delâlet eder. Bir kişi "Bismillahi
kalkmam" veya "Vesmillahi sana bir dirhem vereceğim" derse nitekim
bazı hristiyanlar da bu şekilde yemin ederler bazıları bunun yemin
sayılmayacağını söylemişlerdir. Çünkü örfe göre böyle bir yemin kalıbı yoktur.
Bazı âlimler bunun yemin olmadığı hükmünü benimsemiş, bazı âlimler de bunun
yemin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü isim ve müsemmâ (isim sahibi) aynıdır.
İkincisi: Allah'ın
sıfatlarından, yani kudret, izzet ve azamet gibi salt sıfatlarından biriyle
yemin etmektir. Alîm gibi, hem zât, hem de sıfata delâlet eden kelimelerle
yapılan yeminlere ilişkin hüküm, birinci nevide anlatılmıştır. Sıfatın, zât
veya fiil sıfatı olması arasında bir fark yoktur. Yalnız sıfatla edilen yeminin
gerçekleşmesi için, insanların onunla yemin edilmesine âşinâ olmaları şarttır.
Çünkü yeminlerin gerçekleşmesi, örf kurallarına dayalıdır. Doğru olan görüş de
budur.
Kur'ân-ı Kerîm ve
Allah kelâmı ile yapılan yemin, gerçekleşir. Çünkü bu da İzzet ve Celâl gibi
ilâhi sıfatlardan biridir. Nefsî veya lafzî kelâm oluşu bir yana, Allah kelâmı
ile yemin edilişine insanlar âşinâdırlar. Halk arasından bazı kimselerin
yaptığı gibi, bir kişi, "Bu mushaf hakkı için" diye yemin ederse,
yemini gerçekleşmez. Ama "bu Mushaf'ın içindekiler üzerine yemin
ederim" derse, yemini gerçekleşir. Allah'ın rahmeti, ilmi, rızâsı,
ğa-zâbı, öfkesi, azabı, nefsi, şerîati, dîni, hududu, sıfatı ile
"sübhânallah" gibi kendisiyle yemin edilmesine alışılmamış
kelimelerden biriyle yapılan yeminler yemin olarak gerçekleşmez.
ŞAFIILER: Kendisiyle
yeminin gerçekleşeceği kelime ve kalıpların dört nevi olduğunu söylemişlerdir.
Birinci nevi:
Başkasına ad veya sıfat olarak takılması caiz olmayıp sırf Allah'a mahsus ad
veya sıfatlarla yemin etmek. Bu ad veya sıfatlar, "Rabbi'l-Alemin"
gibi türemiş olabileceği gibi "Allah" lâfza-i Celâli gibi türememİş
de olabilirler. "Rahman" ve "Rahîm" gibi Allah'ın
"esmâ-i hüsnâ"smdan olabilir. "Halkın halikı (yaratıcısı)"
veya "nefsim kudret elinde olan" gibi başka kalıplar da olabilir.
ikinci nevi: Hem
Allah'a, hem yaratıklara isim ve sıfat olarak takılabilen ama çoğunlukla Allah
için kullanılan kelimelerle yemin etmektir. Örneğin, "Rahîm",
"Rezzâk", "Rab" ve "Halik" gibi. Bunlar Allah
için söylendiklerinde "yaratıklar" kelimesiyle tamlama yapmaksızın
yalın olarak, ama insanlar için kullanıldıklarında kayıtlı olarak söylenirler.
Örneğin: Yalanın yaratıcısı (Halikı), kalbi merhametli (rahîm), ordunun
erzakçısı (rezzâkı), evin sahibi (rabbi) gibi.
Üçüncü nevi: Mevcûd,
Alîm, Hayy (diri) gibi, hem Allah hem de başkalan için kullanılan ve Allah'tan
başkaları için kullanılırken de hiç bir kayda tâbi olmayan kelimelerle yemin
etmektir.
Kişi, bu üç neviden
kelimelerle yemin ederken, yemini kasdederse yemini gerçekleşir. Ama yemini
kasdetmezse yemini gerçekleşmez. Burada üç durum sözkonusu olur: Yemin
kelimesini telâffuz eden kişi, ya yemini veya yemin etmemeyi kasteder veyahut
da hiç bir niyeti olmaksızın gelişi güzel yemin eder. Eğer yemini kastederse
veya gelişigüzel yemin ederse, her üç nevide de yemini gerçekleşir. Ama yemin
etmemeyi kasdetmişse, her üç nevide de yemini gerçekleşmez ve yemini
kasdetmediğine ilişkin beyânı da kabul edilir. Meselâ bir kişi, "O,
Allah'tır" demeyi kasdettiği halde, "Vallahi böyle yapmadım"
diyecek olursa yemini gerçekleşmez ve bu husustaki beyânı da doğru kabul
edilir. Ancak bu yemini; boşama, azâd etme ve ilâ ile ilgili olursa, beyânı
kabul edilmez. Meselâ bir kişi hanımına hitaben: "Eğer Allah'a yemin
edersem sen benden boşsun" veya "Allah'a yemin edersem dört aydan
fazla süreyle hanımıma yanaşmayacağım" der de sonra Allah'a yemin ederse
ve "ben bununla yemini kasdetmedim" diyecek olursa, her ne kadar
manen günahkâr olmasa bile, bu beyânına yargı merciince itibar edilmez. Bununla
ilgili olarak üç ayrı durum daha sözkonusu olur: Yemin eden kişi yemin
kelimesiyle ya Allah'ı veya başka bir varlığı kasdetmiş olur, veyahut da hiç
bir şeyi kasdetmiş olmaz. Eğer yemin kelimesiyle Allah'ı kasdetmişse her üç
nevide de yemini gerçekleşir. Eğer Allah'tan başkasını kasdetmişse sâdece
birinci nevide yemini gerçekleşmiş olur. Diğer iki nevide gerçekleşmez. Çünkü
başkası kasdedilmiş olsa bile, Allah'a özgü isim ve sıfatlar yine O'na döner.
Allahla başka varlıklar için müştereken kullanılan kelimelerse böyle
değildirler. Müşterek kelimelerle yemin edilirken Allah kastedilmezse yemin
gerçekleşmez. Ama hiç bir şey kasdedilmezse ilk iki nevide, yani sâdece Allah
İçin kullanılan isim ve sıfatlarla veya hem, Allah hem de yaratıklar için
kullanılan, fakat çoğunlukla Allah için kullanılan isim ve sıfatlarla yemin
ederse yemini gerçekleşir. Üçüncü türe gelince ki bunlar da eşit olarak hem
Allah hem de yaratıklar için kullanılan isim ve sıfatlardır, bunlarla yemin
ederken yalnızca Allah'ı kasdetmezse yemini gerçekleşmez. Çünkü bunlar eşit
olarak her ikisi için kullanıldıklarından, kinayeye çok benzerler. Bunlar,
niyet olmaksızın yemin olarak gerçekleşmezler.
Dördüncü nevi:
Kişinin; Allah'ın İlim, Kudret, İzzet, Kelâm, Dileme, Azamet ve Hakk gibi zatî
sıfatlarından biriyle yemin etmesidir. Yaratma, rızık verme gibi fiilî
sıfatlarından biriyle yemin etmek, yemin olarak gerçekleşmez. Allah'ın selbî
sıfatlarından[8] biriyle yemin etme
hâlinde, bunun yemin olarak gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda görüş
ayrılığı yardır. Sıfatlardan biriyle yemin eden kişi, bu sıfatın lâfzının
içerdiği başka bir mânâyı kasdetmiş olursa yemini gerçekleşmez. Meselâ, İlim
sıfatıyla yemin ederken, ilmi değil de malûmu; Kudret sıfatıyla yemin ederken
kudreti değil de makduru (güç yetirilen şeyi); Bakî sıfatıyla yemin ederken
bakiyi değil de O'nun eserlerinin zuhurunu; Azamet ve Kibriya sıfatlarıyla
yemin ederken bu sıfatlan değil de, bunların zorbaları helak etmek gibi
eserlerini kastederse; izzet sıfatıyla yemin ederken bu sıfatı değil de bunun
eseri olan Yüce Allah'a zarar verememeyi; kelâm sıfatıyla yemin ederken kelâmı
değil de bu sıfatın eseri olan harf, ses ve benzeri şeyleri kasdederse yemini
gerçekleşmez. Allah'ın Kitabı'na, Allah'ın Yemini'ne, Kur'ân-ı Kerim'e,
Mushaf'a, Tevrat'a ve İncil'e yemin etme hâlinde, yemin gerçekleşir. Ancak
Kur'ân'-dan hutbe ve namaz kastedilirse, yemin gerçekleşmez. Çünkü Kur'ân, namaz
ve hutbe anlamlarına da gelmektedir. Örneğin
"Kur'an okunduğu
zaman, derhal onu dinleyin ve susun ki (Allah'ın rahmetiyle) esirgenmiş
olasınız"[9] âyet-i kerimesindeki
"Kur'ân" kelimesiyle hutbe kastedilmiştir.
"Güneşin (ufukta
aşağı) kaymasından gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl ve sabah'ın
Kur'ân'im (namazını) da (unutma).[10] âyetinde
de, "sabahın Kur*anı"yla, sabah namazı kasdedilmiştir. İşte buradaki
"Kur'an" kelimesiyle yemin edilirse, yemin gerçekleşmez. Mushaf
üzerine yemin ederken de Mushaf'ın kağıdı ve cildi kasdedilirse, yemin
gerçekleşmez. Aynı şekilde Allah Kelâmı'yla yemin ederken "kelâm"
ile, ses ve harfleri kasteden veya "Kur'ân" ile lâfız ve nakışları
kasteden kişinin yemini gerçekleşmez.
"Uksimü
billahi" (Allah adına kasem ederim ki...) veya "ahlifü billahi"
(Allah adına yemin ederim ki) veya "aksemtü billahi" (Allah adına
kasem ettim ki...) veyahut da "haleftü billahi" (Allah adına yemin
ettim ki...) diyen kişinin yemini gerçekleşir. Ancak bu sözüyle, geçmişte
yapmış olduğu veya gelecekte yapacağı bir işi haber vermeyi kastederse,
kuvvetli görüşe göre yemini gerçekleşmez. Bazı kimseler, "ahlifü"
veya "uksimu" kelimeleriyle sarahat vermeyi kasdeden kişinin, bu
sözünün yemin olmayacağı görüşündedirler.
Malikîler dediler ki:
Gerçekleşen yemin cümlesi, Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sından olan isimlerinden biri
ile kurulmalıdır. Bu isim ister "Allah" adı gibi sırf zâta mahsus
olsun; ister "Rahmânü'r-Rahîm" gibi hem zâtına hem sıfatlarından
birine mahsûs olsun, durum değişmez. Aynı şekilde Allah'ın sıfatlarından
herhangi biriyle edilen yemin de gerçekleşir. Bu, ister vücûd sıfatı gibi nefsî
bir sıfat olsun, ister kudret, hayat ve ilim gibi mânevi sıfatlarından biri
olsun, gerçekleşir. Kıdem, Beka, Vahdaniyet gibi selbî sıfatlarından biriyle
edilen yeminin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda Mâlikîler görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Bunların hakiki sıfatlar olduklarını savunanlar,
bunlardan biriyle edilen yeminin gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Bunların
Allah'a nisbetle göreceli durumlar olduklarını savunanlarsa, bunlardan biriyle
edilen yeminin, yemin olmadığını söylemişlerdir.
Yaratma, Rızik Verme,
Öldürme gibi fiilî sıfatlara gelince, bunlardan biriyle edilen yeminin, yemin
olmadığı ittifakla sabittir.
Yemin ederken yemini
telâffuz etmek gereklidir. Kuvvetli görüşe göre yemin, içten söylemekle
gerçekleşmez. Yemini hükmen zikretmek yeterli olur. Sözgelimi
"ahlifü", (yemin ederim ki...) "uksimü" (kasem ederim
ki...), 'eşhedü" (tanıklık ederim ki...) deyip de, Yüce îsmi zikretmeme
hâlinde eğer yemin kasdedilmişse, burada "Allah" lâfzı takdir etmekle
(varmış gibi kabul etmekle) yetinilir. "Allah", "Hallahi",
"Eymüllahi", "Hakkullahi", "Allah'ın azametine",
"Allah'ın celâline", "Allah'ın irâdesine", "Allah'ın
kefaletine" gibi sözlerle yemin gerçekleşir. Allah'ın kelâmı kadîmini kastederek
Kur'ân, Kelâm ve Mushaf üzerine yemin etmekle de yemin gerçekleşir. Ama
mushafia, kağıt veya yazı kastedilirse veya hiç bir şey kastedilmezse yemin
gerçekleşmez. Allah'ın güç ve kuvvet sıfatını kastederek "Allah'ın izzetine
yemin ederim ki..." demekle de yemin gerçekleşir. Ama bu sözle, Allah'ın
kullarında yaratmış olduğu onlara özgü güç ve kuvveti kastederse, yemin olmaz.
Olmadığı gibi bu şekilde yemin etmek de caiz değildir.
"Allah'ın emâneti
ve ahdi üzerine" ve "Allah'ın ahdi üzerine..." demek de
böyledir. Buradaki "emânet" ve "ahd" ile Allah'ın kelâmı
kastedilirse, yemin olur. Ama yukarıda geçen "emânet"le Yüce
Allah'ın di
"Biz emaneti arz
(ve teklif) ettik.[11]
sözüyle işaret ettiği emânet, ahd ile de bilinen ahd kastedilirse, yemin
gerçekleşmez. Gerçekleşmediği gibi bu şekilde yemin etmek de caiz olmaz.
"Allah adına
azmederim ki..." sözüyle de yemin gerçekleşir. Zîrâ buradaki azmetme,
"kasdetme" mânâsını taşımaktadır. Burada azmetme fiilinden sonra,
Allah adını zikretmek de gereklidir. Ama "ahlİfü",
"uksimü", "eşhedü" fiillerinden sonra Allah adını zikretmek
zorunlu değildir. Bu fiillerden sonra, Allah adını takdir etmek (varmış gibi
kabul etmek) yeterli olur. "Üzerime ahdin olsun ki böyle yapmadım"
veya "...Böyle yapacağım" demekle yemin gerçekleşmez. Aynı şekilde
"sana söz veriyorum ki bu işi yapacağım" veya "...bu işi terk
edeceğim" diyen kişinin bu sözü yemin olarak gerçekleşmez. "Senin
üzerine Allah'a azmettim ki, böyle yapmayasm" veya "...Kesinlikle bu
işi yapmayasın" diyen kişinin sözü, yemin olarak gerçekleşmez. "Haşa
Allah'tan ki böyle yapmadım" veyahut "Allah korusun ki böyle yapmadım"
veyahut "Allah korusun ki (Maazallah) elbette bu işi yapacağım" gibi
sözler yemin olarak gerçekleşmez, "Dönüşüm Allah'adır ki. manasına gelen
"Maadallah" sözüyle de yemin gerçekleşmez.
"Allah gözetici,
koruyucudur", veya "Allah kefildir" diyen kişi, bu sözüyle
haber vermeyi kasdederse, sözü yemin olarak gerçekleşmez. Ama yemini
kasdederse, yemin olur. Lâfza-i Celâli, baş tarafında kasem harfini takdir
ederek, "Allahi" şeklinde esreli okuyan kişinin sözü, bununla yemin
etmeyi kasdetmezse bile, yemin olarak gerçekleşir. Yemin sözü olan
"Vallahi" kelimesiyle, üzerine yemin edilen şey arasına "kefi 'veya
"koruyucu" gibi kelimelerle fasıla koymanın bir sakıncası olmaz.
Mâlikîlere göre bu şekilde fasıla koymak, yeminin gerçekleşmesine zarar vermez.
Bir kişi, "Allah bilir" demekle yemini kasdederse, bu sözü yemin
olarak gerçekleşir. Aksi takdirde yemin olmaz;
Hanbelîler dediler ki:
Yemin iki şeyle gerçekleşir:
Birincisi:
"Vallahi", "billahi", "tallahi" gibi, Allah
adıyla yemin etmektir. Bu isim sırf Allah'a özgü olduğu için, bununla başka
şey kastedilse bile mutlak olarak yemin gerçekleşir. Başkası için de
kullanılabilen, fakat kayıtsız olarak kullanıldığında Allah'a özgü olduğu
bilinen "Azîm", "Rahîm", "Rab" ve
"Mevlâ" gibi isimlerle Allah kastedilirse veya hiç bir şey
kastedilmezse, yemin gerçekleşir. Ama Allah'tan başkası kastedilirse, yemin
olarak gerçekleşmez. Kayıtsız olarak kullanıldığında Allah için kullanılmış
sayılmayan, ama Allah için kullanılma ihtimâli bulunan mevcûd şey, Hayy, Alîm,
Mü'min, Vâhid, Mükrim ve Şâkir gibi sıfatlardan biriyle yemin ederken Allah
kastedilirse, yemin olarak gerçekleşir. Çünkü bu lâfızların muhtemel anlamları
kastedilmiştir. Ama bu sıfatlarla Allah'tan başkası kasdedilir veya hiç bir şey
kasdedilmezse yemin olarak gerçekleşmez. Allah adıyla tamlanan bir şeyle yemin
etmeye gelince bu, şu kelimelerle olur: "Allah hakkı için",
"Allah'ın ahdi üzerine", "Allah adına", "Allah'ın
yeminleriyle", "Allah'ın misâkıyla", "Allah'ın
celâline", "Allah'ın büyüklüğüne". Bunlarla edilen yeminler,
bozulduğunda keffâret vermek vâcib olur. Aynı şekilde bir kişi, "Allah'ın
ahdi ve misâkı üzerine..." derse, ahd ve misâk kelimelerini Allah'a izafe
ettiği için yemini gerçekleşir. "Allah'ın emâneti üzerine..." demekle
yemin gerçekleşir. Ama bu mekruhtur. Bu mekruhluk üzerinde anlaşmazlığa
düşülmüştür. Bazıları bunun tahrîmen, bazilanysa tenzîhen mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Bir kişi "ahde, misâka, emânete" diyerek bu kelimeleri
Allah adına izafe etmeksizin telâffuz ederse, bununla Allah'ın sıfatını
kasdetmedikçe yemin olarak gerçekleşmez. Bir kişi yemin kastı olmaksızın dahi,
Allah'ın hayatının sonsuzluğu anlamına gelen "Le Umrüllahi" dahi
diyecek olursa yemini gerçekleşir.
İkincisi: Rahman,
kadîm, ezelî, yaratıkların halikı, rezzâk'ül-âlemîn, Rabbü'l-âlemîn, her
şeyi*Çilen, yerin ve göğün rabbi, hiç ölmeyecek diri, ken-disinden Önce hiç bir
şeyin var olmadığı ilk, din gününün sahibi, Allah'ın azameti, kudreti, izzeti,
irâdesi, ilmi, ceberûtu, vechi gibi Allah'ın sıfatlarıyla yemin etme hâlinde,
yemin kasdedilmese bile yemin gerçekleşir. Bunlarla, Allah'tan başkası,
sözgelimi kudret kelimesiyle makdur, ilim kelimesiyle malum kasdedilirse yine
yemin olarak gerçekleşir. Çünkü bu kelimelerin anlamları açıktır. Ayrıca
niyete gerek yoktur.
Allah'ın Kelâm'ı
üzerine edilen yemin gerçekleşir. Çünkü Kelâm, Allah'ın sıfatlarından biridir.
Mushaf üzerine edilen yemin de kerâhetsiz olarak gerçekleşir. Zîrâ yemin eden
kişi, Mushaf ile, içinde yazılı olan şeyleri kasdetmiştir ki, o da Kur'an'dır.
Aynı şekilde Kur'ân veya Kur'ân'dan bir sûre, ya da bir âyet veyahut Kur'ân
hakkı üzerine edilen yemin de gerçekleşir. Yine bunun gibi Tevrat, Zebur,
İncil, Fürkan, İbrahîm ve Musa (a.s.) in suhûfu üzerine edilen yemin de
gerçekleşir. Bunlar, Allah kelâmıdır. Bu takdirde edilen yemin, bu kitaplardan
tahrif edilmeyene gider.
"Ahlifü
billahi" (Allah adına yemin ederim ki...), "uksimü billahi" (Allah
adına kasem ederim ki...), "eşhedü billahi", (Allah adına tanıklık
ederim ki...), "a'zimü billahi" (Allah adına azmederim ki...)
demekle yemin gerçekleşir. Bu cümlelerdeki yüklemleri, geçmiş zaman kipiyle
kullanma hâlinde de yemin gerçekleşir. Bu cümlelerde Allah adı amlmazsa yemin
gerçekleşmez. Ancak Allah'a izafe etme kasdi olursa yemin gerçekleşir. Bir kişi,
"Allah'a kasem ettim ki..." veya benzeri bir sözüyle geçmiş zamanla
ilgili olarak haber vermeyi kasdettiğini söylerse bu beyânı, şer'î mahkemece kabul
edilir.
"Allah'tan yardım
dilerim", "Allah'a sığınırım", "Allah'a veya ilmine veya
izzetine tevekkül ederim", "Allah kutludur",
"Sübhânallah".ve benzeri sözlerle yemin kasdedilmiş olsa bile yemin
gerçekleşmez.
Allah'tan
başkasıyla,örneğin peygamber, Kâ'be, Cibril, velî ve diğer kadri yüce varlıklar
üzerine edilen yemin gerçekleşmez. Bunlar üzerine edilen yeminin aksini yapmak,
keffâreti gerektirmez. Bunlardan biri üzerine yemin eden kişi, bu yeminiyle
tazim ve yüceltme hususunda başka varlıkları Allah'a ortak koşmayı kastederse,
bu yaptığı şirk olur. Peygamber ve Rasûl İle yemin ederken aşağılama ve
küçümsemeyi kasdederse kâfir olur. Ama bütün bu varlıklar üzerine yemin ederken
salt yeminden başka bir şeyi kasdetmezse, hükmün ne olacağına ilişkin
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(105) Hanefîler dediler
ki: "Böyle yaparsam karım benden boş düşsün" veya "Karım boş
olsun ki, böyle yapmayacağım" diyerek şartlı yemin eden kişi, bu yeminiyle
hasmını inandırmayı kasdederse bu, kerâhetsiz olarak caizdir. Eğer maksat bu
değilse veya yemin, geçmiş zamanla ilgiliyse mekruh olur. "Baban
üzerine..." veya "hayatın üzerine..." gibi sözlerle yemin etmek
de mekruhtur.
Şâfiîler dediler ki:
Allah'tan başka varlıklar üzerine hiçbir şey (şirk ve küçümseme gibi)
kasdedilmeyerek yemin etmek mekruhtur. Talâk üzerine yemin etmek de mekruhtur.
Hanbelîler dediler ki:
Peygamber, ya da velî üzerine bile olsa, Allah'ın ad ve sıfatlarından başka
şeyle yemin etmek haramdır. Allah'tan gayrı şeyler üzerine yemin eden kişi,
yaptığı aşırılıktan ötürü pişman olup tövbe etmeli ve Allah'tan bağışlanma
talebinde bulunmalıdır. Bu tür yeminler için keffâret gerekli değildir. Boşama
ve azâd etme üzerine yemin etmek mekruhtur.
Mâlikîler dediler ki:
Peygamber ve Kâ'be gibi şer'an kadri yüce varlıklar üzerine yemin etmekle
ilgili olarak, haram ya da mekruh olduğunu savunan iki görüş vardır ki,
bunların en meşhuruna göre bu tür yeminler haramdır. Câhiliyet devrinde
üzerlerine yemin edilen, tapmaya mahsus dikili taşlarla kanlar gibi şer'an
kadri düşük olan şeyler üzerine veya Allah dışında tapınılan nesneler üzerine
yemin etmeye gelince; bu şeyleri yeminle yüceltme kasdı olmazsa bu yemin haram,
yüceltme kasdı olursa küfürdür. Babaların, eşrafın ve sultanın başı ve hayatı
üzerine yemin etmenin haram olduğu hususunda ihtilâf etmemek gerekir.
Bir kişi başkasına,
"senin üzerine Allah adına kasem ederim ki..." veya "Allah adına
yemin ederim ki bu işi mutlaka yapacaksın" ya da
"...yapmayacaksın" dediğinde hükmün ne olacağı konusunda mezheb-lerin
detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(106) Hanefîler dediler ki: Bir kişi
başkasına, "vallahi bu işi muhakkak yapacaksın" veya "billahi
elbette bu işi yapacaksın" diyerek muhatabına yemin verdirmek ister de
kendisi yemin etmek istemezse, bu sözü yemin olmaz ve ikisine de bir şey
gerekmez. Eğer bu sözüyle kendisi yemin etmek isterse veya hiç bir niyeti
olmazsa, yemin olur ve muhatabı buna itaat etmezse yemini bozulmuş olur.
(Keffâret ödemesi gerekir.) Eğer, "kasem ettim ki sen bıüşi muhakkak
yapacaksın" veya "Allah adına kasem ettim ki..." veya
"Allah adına tanıklık ederim ki..." veya "Allah adına yemin
ederim ki..." veyahut da "Allah'a azmederim ki, sen muhakkak şöyle
yapacaksın" diyen kişi, bu cümlelerinde muhatabına "senin
üzerine" ibaresini kullansa da kullanmasa da, yemini gerçekleşir ve yemin
edeni bağlayıcı olur. Muhataba ise hiç bir zorunluluk yüklemez. Ancak yemin
eden kişi, bu sözüyle yemini değil de soru sormayı kastederse, yemin etmiş
sayılmaz.
Mâlikîler dediler ki:
Bir kişi, adamın biri üzerine yemin ederek "senin üzerine Allah adına
yemin ettim ki, bu işi muhakkak yapacaksın" veya "bu İşi yapma"
der de muhatabı ona itaat etmezse kendisi yeminini bozmuş olur; keffâret
ödemesi gerekir. Muhataba ise bir şey gerekmez. Aynı şekilde muhatabına,
"Senin üzerine kasem ettim ki..." der de o kişi kendine itaat
etmezse, yemin edenin keffâret ödemesi gerekir. Ancak bununla, yeminden başka
bir şeyi kasdetmiş olursa, durumunun ne olacağı hususunda İhtilâf vardır. Meşhur
görüşe göre, bir şey gerekmez. Bu yemini, hiç bir şeye niyet etmeksizin
yapması hâlinde de aynı durum sözkonusu olur. Bir kişi başkasına, Allah adım
anmaksızın, "senin üzerine yemin ettim ki..." derse ve yemine de
niyet etmezse, (karşı tarafın itaat etmemesi durumunda) keffâret ödemesi
gerekmez. Aynı şekilde* "Allah adıyla senin üzerine azm ederim ki..."
veya "Allah adıyla sana azmettim ki..." veyahut da, "Allah adına
senden istedim" der ve bu sözüyle yemini kasdetmezse, doğru görüşe göre bu
söz yemin olmaz. Allah adına bir şey isteyenin veya Allah adına kasem ederek
bir işin yapılmasını isteyenin talebini yerine getirmek ve kasemin gereğini tabiî bunu yapmaya şer'î bir engel yoksa ve
eşya isteyen dilenci de ısrar edip insanları sıkıntıya düşürmeyecekse yerine
getirmek mendub olur. Bu hususta yapılan yemin, keffâreti gerektirici bir
yeminse, gereğini karşı tarafın yapması bir noktada zorunlu olur.
Şâfiiler dediler ki:
Bir kişi kendi şahsı için yemini kastederek bir başkasına "Allah adına
senin üzerine kasem ederim ki..." veya "Allah adına senden bu işi
yapmanı diliyorum" derse bu sözü yemin olur. Ama bu sözüyle muhatabının
yeminini kastederse veya onun şefaatini, yani herhangi bir işi için tavassutunu
kasdederse veya hiç bir şeyi kasdetmezse bu sözü yemin olmaz. Bir kimse, yemek
yemesi zorunlu olan bir kimsenin yemesini gerçekleştirmeyi kastederek ona
yemin verirse, bu yemin geçerli olur. Ama bir kişi başkasına, "Senin
yanında Allah'tan tavassut dilerim ki yemek yiyesin" derse ve bu sözüyle
de muhatabının Allah adına yemin etmiş olmasını sağlamayı kasdederse, bu yemin
olmaz. Çünkü bu durumda ne kendisi, ne de muhatabı yemin etmiş değildirler. Bu
söze bir kayıt konulmadığı takdirde sırf şefaat talebinde bulunulmuş olur. Bu
gibi sözler yemin olarak gerçekleşirlerse muhatabın, yemini kendi nefsi için
kasdetmiş olması durumunda gereğini yapması sünnet olur.
Hanbelîler dediler ki:
Bir kişi başkasının üzerine kasem ederek "vallahi sen bu işi
yapacaksın" veya "yapmayacaksın" der de muhatabı itaat etmezse,
yemin edenin, yemini bozulmuş olduğu için keffâret ödemesi gerekir. İtaat
etmeyene bir şey gerekmez. Kuvvetli görüş budur. Bir kişi bir başkasına,
"Allah adına senden bu işi yapmanı dilerim" der ve bununla yemini
kastederse, sözü yemin olur. Muhatabı kendisine itaat etmezse, kendisinin
keffâret ödemesi gerekir. Ama bu sözüyle şefaat ve tavassutu kastederse yemin
olmaz. Karşı tarafın verdiği yemine uymak sünnet olduğu gibi, Allah aşkına
istenen şeyleri vermek de sünnet olur.
Keffâreti gerektiren
şeyler:
Bazı durumlardan ötürü
yemin keffâreti ödemek vâcib olur ki, bu hususta mezheblerin detaylı görüşleri
aşağıya alınmıştır.
(107) Hanbelîler
dediler ki: Yemin keffâreti şu durumlarda gerekir:
1- Önce
belirtilen şartlar çerçevesinde gerçekleşen yemini bozmak.
2- Nezr-i
mutlak. Nitelik ve niceliği belirtilmemiş adak. Bir kişi, "şöyle veya
böyle yaparsam" kaydını koysun koymasın, "üzerime adak olsun"
veya "Allah'ın, üzerime adağı olsun" derse bu adağın nitelik ve
niceliğini belirtmediği için, bu adağa "nezr-i mutlak" denir. Adakta
bulunanın nitelik ve niceliğini belirtmediği için, yemin keffâreti ödemesi
gerekir. Ama adakta bulunurken belli bir şeyi yapmayı niyet ederse, o işi
yapması gerekir.
3- Bir kişi
kendisine hanımından başka helâl olan şeyleri haram edinirse, sözgelimi hanımı
olmayan bekâr birinin, "Allah'ın helâl kıldığı şeyler bana haram
olsun" derse, yemin keffâreti ödemesi gerekir ve hiç bir helâl şey de
kendisine haram olmaz. Aynı şekilde "bu yemek bana haram olsun"
derse, yemin keffâreti ödemesi gerekir; yemek de kendisine haram olmaz.
4- Bir
kimse, "eğer bu işi yaparsam yeminim olsun" der de o işi yapmazsa
keffâret ödemesi gerekir. Aynı şekilde, "eğer böyle yaparsam, malım
yoksulların olsun" der de bu sözüyle yemini kastederse yemin olur ve
aksini yaparsa yeminini bozmuş olur, keffâret ödemesi gerekir.
5- Bir kişi
İslâm'dan başka bir din üzerine yemin ederse, sözgelimi, "eğer bu işi
yaparsam yahûdî veya hıristiyan, kâfir, ateşperest veya haça tapan, Allah'tan
uzak biri olayım; veya zinayı, içkiyi, namazı terketmeyi, orucu tutmamayı
helâl sayan biri olayım" der ve bu yeminin tersini yaparsa yemin keffâreti
ödemesi gerekir. Bazı âlimler, bu durumda, keffâret ödemek gerekmeyeceğini,
ancak haram bir fiil işlediği gerekçesiyle tevbe etmesinin icâb edeceği
görüşünü ileri sürmüşlerdir.
6- Bir kişi,
yemin kasdederek eğer böyle yapmazsam müslümanların yeminlerini yerine
getireyim" der ve o işi yapmazsa yemin keffâreti ödemesi gerekir. Eğer o
sözüyle namazı, ziharı veya adağı niyet etmişse, niyeti gibi olur. Çünkü
müslümanların yemini, bir kinaye olup onunla Allah'a yemin, adak, boşama, zihar
ve azâd etme gibi anlamlar kastedilebilir.
Malıkıler, yemin
keffâretinin dört durumdan ötürü gerekeceğini söylemişlerdir:
1- Mübhem
Nezir. Adakta bulunulup da adağın nitelik ve niceliğinin belirtilmemesine
"mübhem nezir" denir. Sözgelimi adamın biri, "eğer böyle
yaparsam Allah için üzerimde adak olsun" veya "üzerimde Allah için
bir adak olsun." der de bu sözünü yerine getirmezse yemin keffâreti ödemesi
gerekir. Aynı şekilde adamın biri, "eğer Allah hastama şifâ verirse Allah
için üzerimde adak olsun" veya "üzerimde Allah için bir adak
olsun" der de Allah, hastasına şifâ ihsan ederse yemin keffâreti ödemesi
gerekir. Muayyen Nezir ise adanılan şeyin belirtildiği adaktır. Örneğin
"şu kadar gün oruç tutmak" veya "şu miktarda sadaka vermek
adağım olsun" demek gibi. Bu durumda söz veya niyetle belirlenen adağın
yerine getirilmesi gerekir.
2- Yemin
siğasında. Meselâ bir kişi, "eğer böyle yaparsam üzerime yemin
olsun" veya "üzerime Allah'ın yemini olsun" der de bu sözünün
gereğini yapmazsa yemin l^effâreti ödemesi gerekir.
3- Olumsuz
cümle tizerine kurulan gerçekleşmiş yemin-i berri bozma hâlinde (keffâret
ödemek gerekir). Buna yemin-İ berr denir. Meselâ, "vallahi eve
girmeyeceğim" diye yemin eden kişi, eve girmedikçe yeminini bozmuş olmayıp
berâet içinde kalır.
4- Hins üzerine gerçekleşmiş yemini bozma
hâlinde (keffâret ödemek gerekir). Bu yemin olumlu cümle üzerine kurulmuştur.
Örneğin: "vallahi bu işi yapacağım" veya, "eğer böyle
yapmazsam" gibi. Buna yemin-i hins adı veriliyor. Çünkü yemin eden kişi,
yemininde sözünü ettiği şeyi yapıncaya kadar yeminini bozmuş gibidir.
Bir kişi,
"vallahi yolculuğa çıkacağım" diye yemin ederse, yolculuğa çıkması
kendisinden istenir ve çıkıncaya dek, yeminini bozmuş (gibi) sayılır. Aynı
şekilde bir kişi, "eğer yolculuğa çıkrnazsam benim için şöyle şöyle
olsun" derse, yine aynı hükme tâbi olur. Yemin-i hinsin bu şekilde âcil
bağlayıcı bir yemin olması için zamanla kayıtlandırılmaması gerekir. Meselâ bir
kişi, "vallahi bir ay sonra yolculuğa çıkacağım" derse, bu yemini bir
ay süreyle yemin-i berr olur. Bir ay sona erince, eğer yolculuğa çıkmamişsa,
çıkmasını engelleyen şer'i veya âdi bir manî de yoksa yeminini bozmuş olur. Ama
şer'î veya âdi bir engel varsa yeminini bozmuş olmaz. Aklî engele gelince bu,
muteber değildir. Mutlak yemin siğalanyla edilen yeminler, ancak ölüm hâlinde
bozulurlar. Diyelim ki, bir kişi, "vallahi yolculuğa çıkacağım" veya
"vallahi falan adamla konuşmayacağım" derse, ölmedikçe yeminini
bozmuş olmaz. Aynı şekilde bir kişi, "hanımımı mutlak boşayacağım"
derse (ve bo-şamazsa) ancak, hanımının vefatıyla yemini bozulmuş olur. Veya,
"eğer bu İŞİ yapmazsam yahûdî ya da hıristiyan olayım" diyerek
İslâm'dan başka bir din üzerine yemin eden kişi, bu yemininin gereğini yerine
getirmezse keffâret ödemesi gerekmez. Yalnız bu şekilde yemin etmek haramdır.
Bu tür sözleri, yemin dışında konuşan kişi, şaka da yapmış olsa mürted olur.
Hanefîler dediler ki:
Şu hususlardan ötürü yemin keffâreti ödemek vâcib olur:
1- Önce
belirtilmiş şartlar çerçevesinde gerçekleşen yemini bozma durumunda keffâret
ödemek vâcib olur. Yemini bozmadan keffâret vâcib olrnaz. Yemini bozmadan
verilen keffâret sahih değildir.
2- Gayr-ı
muayyen nezirlerde. "Adağım
olsun ki böyle
bir işi yapmıyacağım" veya
"yapacağım" diyen kişi, bu sözünü yerine getirmezse, âdeta yemin
keffâretini adamış gibi keffâret ödemesi gerekir. Adak olarak bir şeyi
belirlememişse, yemin keffâreti öder. Adak olarak bir şeyî belirle-mişse, o
şeyi yapmak gerekir.
3- Allah
adını anmaksızın, "üzerime yemin
olsun ki bu işi mutlaka yapacağım" diyen bir kimsenin bu sözü yemin olarak
gerçekleşir ve sözünü tutmadığı takdirde keffâreti ödemesi gerekir. Ancak, zimmetinde
bîr yemin bulunduğunu haber vermeyi kasdetmedikçe keffâret ödemesi gerekmez.
4- Helâl
şeyi, kişinin kendine haram edinmesi. Örneğin adamın biri, "bu yemek bana
haram olsun" derse, yemek kendisine haram olmaz. Ama yemesi durumunda da
keffâret ödemesi gerekir. Fakat, "bu yemeği yersem bana haram olsun"
deyip de yerse kendisine bir şey gerekmez. Çünkü birinci durumda, bilfiil
mevcûd olan bir yemeği haram etmiştir. İkinci durumdaysa o yemeği, ancak
yedikten sonra haram etmiştir ve haram ettiği vakitte de yemek mevcûd değildir.
Aynı şekilde bir haramı kendisine haram edinmek de bu hükme tâbidir. Diyelim ki
bir kişi, "şarap bana haramdır" demekle yemini kasdetmiş olursa,
(şarap içmesi hâlinde) keffâret ödemesi gerekir. Ama bu sözüyle, haber vermeyi
kasdederse veya hiç bir şeyi kasdetmezse keffâret ödemesi gerekmez.
"Falanın malı bana haramdır" demek de bu statüye tâbidir.
5- "Her
helâl şey veya Allah'ın helâl kıldığı her şey veyahut müslüman-Iarın helâl
gördüğü her şey bana haramdır" diyen kişinin hanımı varsa, müf-tâbih
görüşe göre bir bâin talâkla boşanmış olur. Eğer birden fazla hanımı varsa,
hepsi de birer bâin talâkla boşanmış olurlar. Eğer bu sözüyle üç talâkı
kasdetmişse, üçer talâkla boşanmış olurlar. Eğer bu sözü söylerken karısı
olmayıp bekârsa, sözü yemin olarak gerçekleşir. Sâdece yemc-içme nedeniyle
yeminini bozmuş olur. Yemini eğer geleceğe yönelikse ve yalanı kasdetmişse
yemini ğamûs olur. Eğer yalanı kasdetmemişse, yemini lağv (geçersiz) olur.
6- "Böyle
yaparsam Allah'tan uzak olayım" diyen kişi, bu sözüyle yemini kasdeder ve
yeminin gereğini de yapmazsa keffâret ödemesi gerekir. Aynı şekilde "eğer
böyle yaparsam Rasûlullah'tan veya Kur'an'dan veya Ki-tâbullah'tan veya
Kur'an'ın bir âyetinden veya bütün âyetlerinden beri olayım" derse ve yemininin
gereğini de yapmazsa, bozulan yemininden dolayı keffâret ödemesi gerekir. Yine
bunun gibi, "dört kitaptan berî olayım" diyen kişi de aynı hükme tâbi
olur. "Berî olayım" sözleri tekrarlandıkça yemin de tekerrür etmiş
olur. Meselâ bir kişi, "eğer bu işi yaparsam Allah'tan beri olayım;
Rasûlünden beri olayım" dediği halde yine o işi yaparsa, iki yemini bozmuş
olur. Eğer bu yeminine, "Allah ve Rasûlü de benden beri olsun" sözünü
eklerse dört yemin etmiş olur. Bir kişi yemininde "İslâm'dan beri
olayım" veya "kıbleden veya ramazan orucundan veya namazdan veyahut
mü'minlerden beri olayım" derse bu sözü yemin olur ki, aksini yapma
durumunda keffâret ödemesi gerekir.
7- Bir kişi,
"eğer bu işi yaparsam yahûdî ve hıristiyan olayım" derse, veya
"hıristiyan olduğuma tanıklık edin", veyahut "ben kâfirlerin
ortağıyım", ya da "kâfirim" der de sözünün tersini yaparsa ve
yemini de geleceğe yönelikse keffâret ödemesi gerekir. Yemini geçmiş zamanla
ilgiliyse ve yalan olduğunu biliyorsa, ğamûs yemin olur. Bu şekilde yemin eden
kişi, bunun yemin olduğuna inanırsa, sahîh kavle göre mürted olmaz, ama bu
şekilde yemin etmekle, veya koştuğu şartı yerine getirmemekle mürted olacağına
inanıyorsa; bu şekildeki yemin nedeniyle küfre rızâ gösterdiği için mürted
olur.
8- Bir kişi,
"eğer böyle dersem, orucum yahûdîlerin olsun" der ve bununla tâati
kastederse, bu sözü yemin olur. Ama bu sözüyle sevabı kastederse yemin olmaz.
"Eğer böyle yaparsam, gökte ilâh yoktur" veya "Allah'ı veya
meleklerini tanık tutarım ki" veyahut, "Mustafa'nın şefaatinden yoksun
olayım ki" gibi sözler yemin sayılmaz ve aksini yapmak da keffâret gerektirmez.
Şâfiîler dediler ki:
Gerekli şartları taşıyarak gerçekleşen mün'akide yeminin ve yemin-i ğamûsun
gerekleri yerine getirilmediği takdirde keffâret gerekir. Ycmin-i ğamûs,
kişinin: "Falan kimse üzerinde şu kadar alacağım vardır" deyip bu
sözünü yalan yere tekrarlayarak yemin etmesidir. Ama "falan şahısla
konuşursam, üzerimde bir adak olsun" deyip de o şahısla konuşursa,
yaptığı bu adağa "nezr-i Iicâc" adı verilir. Bu sözünün aksine
hareket etmesi hâlinde üç husus sözkonusu olur:
1- Bu
durumda yemin keffâreti ödemesi gerekir.
2- Yapacağını
vâdettiği şeyi yapması gerekir.
3- Yapacağını
vâdettiği şeyi yapabileceği gibi, yemin keffâreti de ödeyebilir. Kuvvetli olan
görüş budur.
Bir kişi, ibâdet
sayılmayan bir şeyi adarsa, sözgelimi "şunu yemek veya şunu içmek adağım
olsun" deyip de sözünün aksini yaparsa, yemin keffâreti ödemekle yükümlü
olur. Aynı şekilde, "şuraya girersem yemin keffâreti üzerime vâcib
olsun" veya "şuraya girersem adak keffâreti üzerime vacıb olsun"
diyen kişi, girmeyeceğim dediği yere girerse yemin keffâreti ödemesi gerekir.
Yine bir kişi, "eğer şuraya girersem üzerime bir adak vâcib ojsun der de
adağını belirlemezse, ibâdet sayılan işlerden birini yapabileceği gibi yemin
keffâreti de ödeyebilir. Ama, "Allah hastama şifâ ihsan ederse üzerime
bir adak vâcib olsun" derse, ibâdet sayılan işlerden birini yapması gere kir
ve yaptığı ibâdeti de adak olarak tâyin eder. Çünkü bu durumdaki adak, yerine
getirilmesi gereken bir adaktır ve dolayısıyla yerine yemin keffâreti ödemek
yeterli olmaz. Eğer bu durumda, "üzerime yemin olsun" diyecek olursa
bu, yemin-i lağv olur ki, hiç bir şeyi gerektirmez. Aynı şekilde bir kişi,
"eğer böyle yaparsam yahûdî olayım veya İslâm'dan, ya da Allah'tan veya
Kur'ân'dan veya Rasûlullah'tan berî olayım" derse, bu sözü gerçekleşmiş
bir yemin olmaz. Aksine bu yemin geçersiz olup hiç bir şeyi gerekli kılmaz.
Sonra bu kişi eğer bu yeminle, kendisinin yapılan işle alakası olmadığını
kasdetmiş veya hiç bir şeyi kasdetmemişse kâfir olmaz. Fakat günahkâr olur ki
tevbe edip kelime-i şehâdet getirmesi gerekir. Ama bu yeminiyle gerçekten
Allah ve Rasûlünden beri (uzak) olmaya râzıhğını kastetmişse kâfir olur.
Yemin keffâreti on
yoksulu doyurmak veya giydirmek, yahut da bir köleyi hürriyetine
kavuşturmaktır. Bu üçü arasındaki sıraya uyma zorunluluğu yoktur. Yeminini
bozmuş olan kişi, bu üçünden birini yapma serbestisine sahiptir. Bunlardan birine
güç yetiremeyen kimse, üç gün oruç tutar. Oruç ancak bu üç şeyden birini
yapmaktan âciz olunduktan sonra keffâret olarak geçerli olur. Böyle olunca
yemin keffâretinde hem sıraya uymama serbestisi, hem de sıraya uyma zorunluluğu
mevcûd olmaktadır. Yeminini bozan kişi; on yoksulu yedirmek, giydirmek ve bir
köle azâd etmekten birini kendi arzusuyla tercih ederek yapabilir. Ama oruç
tutma İşinde serbest değildir. Bunlardan her birinin izahı ve şartlan hususunda
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(108) Hanefîler, yemin
keffâreti olarak on yoksula yemek vermenin sahîh olması için şu şartların
gerekli olduğunu söylemişlerdir:
1- On
yoksuldan her birine yarımşar sa' (1,667 kg) buğday veya birer sa (3,334 kg)
arpa verilmelidir. Buğday unu da buğday tanesi hükmünde olup yarım sa'
verilmesi yeterli olur. Yine arpa unu da arpa tanesi hükmünde olup bir sa'
verilmesi yeterli olur. Yiyecek cinslerinin tümü için nass konulmuştur. Şu
halde hakkında nass bulunan bir yiyecek maddesinin yerine daha fazla değerde
olsa bile, hakkında nass bulunan başka bir yiyeceğin konulması uygun olmaz.
Meselâ yarım sa' miktarındaki iyi cins hurmayı, daha fazla değerde olmasına
rağmen yarım sa' buğdayın yerine vermek yeterli olmaz. Yarım sa', I 1/3 Mısır
kadehine eşit bir ölçektir. On yoksuldan her birine Öğle ve akşam öğünlerinde
yemek yedirmek te, bu yemekleri ona mülk olarak vermek gibidir.
2-Yemin
keffâretinin tümü bir kişiye, aynı günde bir defada verilemeyeceği gibi, aynı
gün içinde müteferrik olarak on defada da verilemez. Yani, bu keffâretin
tamamını, aynı gün içinde meselâ yarımşar saat arayla aynı
yoksul kişiye vermek
sahih olmaz. Ama günde yarım sa' olarak, on gün içinde yemin keffâretinin
tamamını aynı yoksula vermek sahîh olur. Çünkü her gün ihtiyacın yenilenmesi,.aynı
yoksulun başka başka yoksullar gibi telâkki edilmesini sağlamaktadır. Bu
durumda yemin keffâreti, sanki başka başka yoksullara verilmiş gibi
olmaktadır.
3- On
yoksulun her birine öğle ve akşam yemeği verilmelidir. Yoksulun birine öğlen,
birine de akşam yemeği verilmesi yeterli olmaz. Çünkü bu durumda on kişinin
yiyeceği yirmi kişiye dağıtılmış olmaktadır ki, bu sahîh değildir. Aynı
şekilde bir yoksulun yiyeceğini iki yoksula paylaştırmak da sahîh olmaz. Ancak
bazı yoksullara verileni keffâret saymayıp diğerlerine verilene ilâve yaparak
tamamlama durumunda sahîh olur. Bir yoksula öğle yemeği yedirilmesi ve akşdnl
yemeğinin de kıymetinin ödenmesi geçerli olur.
4- Öğle ve
akşam öğünleri aynı günde yedirilmelidir. Bir yoksula bir gün öğle yemeğini,
bir başka gün de akşam yemeğini vermek yeterli olmaz. Yeterli olur diyenler de
vardır. Şu halde Ramazanda keffâret ödemesi gereken bir kimsenin, (gündüzleyin
yenilemediğinden ötürü) öğle yemeği yerine başka bir gün akşam yemeği vermesi
halinde keffâreti geçerli olur.
5- Keffâret
olarak yoksula arpa veya darı ekmeği veriliyorsa, doyması için ekmeğin yanısıra
katık da verilmesi gerekir. Buğday ekmeğindeyse katık vermek şart değildir.
Ama verilmesi müstehabtır.
6- Yiyecek
verilen on yoksulun içinde, sütten henüz kesilmiş bir çocuk bulunmamalıdır.
Ayrıca içlerinde yemekten önce karnını doyurmuş biri de olmamalıdır.
On yoksulu giydirmeye
gelince bunun için de gerekli bazı şartlar vardır:
1- Verilen
giysi, orta halli kimselerin giyebileceği türden olmalıdır.
2- Üç aydan
daha fazla yararlanılabilecek ölçüde sağlam ve dayanıklı olmalıdır. Eski olsun
yeni olsun, bu süre kadar dayanamayacak ölçüde ince olan giysiler, keffâret
olarak yeterli olmazlar.
3- Verilen
giysi, bedenin tümünü ya da çoğunu örtmelidir. Entari, cübbe, gömlek, çar,
kaftan ve sarkıtılarak kendisiyle örtünüîebilen boy gömleğinin keffâret olarak
verilmesi yeterli olur. Doğru görüşe göre keffâret için sarık ve pantalon
verilmesi yeterli olmaz. Yoksul kadına elbiseyle birlikte baş örtüsü verilmesi
de zorunludur. Bİr yoksula pantalon gibi vücûdunun çoğunu örtmeyen bir giysi
verilir de bu giysinin kıymeti yarım sa' buğday veya bir sahurmanınkine eşit
olursa, keffâret olarak geçerli olur. Mezhebin kuvvetli görüşüne göre, giysi
verirken yemek yedirmeye niyet etmek şart değildir. Ama kefaretin asıl
itibariyle sahîh olması için niyet şarttır. Sadaka yoksulun elinde bulunduğu
sürece giysi veya yiyeceği mülk olarak vermeden önce veya sonra niyet edilmesi
sahîh olur. Ama yanında bulunan bir yiyeceği hazır olan yoksullara yedirdikten
sonra, bunu keffâret olarak yedirmiş olduğuna niyet etmesi sahîh olmaz. Çünkü
bu durumda yiyecek, artık yoksulun elinde değil (midesinde) dir.
Köle azâd ederek
keffâret vermede de aynı durum sözkonusudur. Köleyi azâd ettikten sonra
yapılan keffâret niyeti sahîh olmaz. Keffâreti, kendisine zekât verilmesi caiz
olmayan kimselere vermek sahîh olmaz. Ancak yoksul zımmîler bundan istisna
edilmiş olup bu keffâretin onlara verilmesi sahîh olur. Yalnız, müslüman
yoksullara verilmesi elbetteki daha faziletli bir davranıştır.
Köle azâd ederek yemin
keffâreti ödemenin şartlarına gelince; keffâret verecek kişi, bir köleyi tam
olarak özgürlüğüne kavuşturmalıdır. Bu köle, kendisinin mülkiyetinde olmalıdır.
Azâd etme, niyetle birlikte olmalıdır. Azâd edilen kölenin mü'mİn olması şart
değildir.
Oruç tutmaya gelince;
bu oruçların üç gün süreyle peşpeşe tutulmaları şarttır. Orucu tutan kadın,
oruç esnasında aybaşı hâli görürse keffâreti bâtıl olur. Bu keffâretin sahîh
olması için, kişinin önce belirtilen üç maddeden birini yapmaktan âciz olması
şarttır. Bu acizlik, yeminin bozulması anında değil, yemin keffâretinin
ödenmesi zamanında nazar-i itibâra alınır. Bir kimsenin yeminini bozduğu
esnada malı olur da, sonra bu malı elden giderse, keffâret olarak oruç tutar.
Sonra o mal geri dönse bile tuttuğu oruç, keffâret olarak geçerli olur. Çünkü
keffâreti ödeme esnasında, diğer üç maddeden birini yapmaktan âciz kalmıştır.
Bu acizliğin de, üç günlük orucun tamamlanması zamanına kadar devam etmesi şarttır.
Âciz ve sıkışık durumdaki kişi iki gün oruç tutar da henüz üçüncü günün
orucunu tutmadan mal sahibi olursa artık keffâret olarak oruç tutması yeterli
olmaz. Kendi geçimine yetecek kadarından fazla mala sâhib olan kişi, keffâret
ödemeye muktedir olur. Kişinin geçimine yetecek mala gelince bu; içinde
barındığı evinin, giydiğinde avret yerini örtecek elbisesinin ve bir günlük
azığının bulunmasıdır. Elinde bulunan mal kadar borcu olur ve yemin
keffâretini ödemeden önce elindeki malla borcunu öderse, keffâret olarak üç gün
oruç tutar. Eğer borcunu ödemezse, bir görüşe göre o malla keffâreti öder, bir
başka görüşe göre de oruç tutar (ve o malla borcunu öder). Eli dar olan kocanın
keffâret için oruç tutacak olan hanımım oruçtan menetme hakkı vardır.
Mâlikîler dediler ki:
Keffâret maksadıyla yoksullara yiyecek verme hususunda bazı şartlar aranır.
Şöyle ki:
1- Yoksul
veya miskine bir müd miktarındaki yiyeceği mülk olarak vermektir. Bir müd; çok
açılmayacak ve çok yumulmayacak şekildeki normal avuçla iki avuç dolusu kadar
olan yiyecek miktarıdır. Ki bu da ölçek olarak Üçte bir Mısır kadehine eşit bir
miktardır. Nitekim bu ölçü, oruç keffâreti bahsinde de anlatılmıştı. Keffâret
olarak verilecek yiyecek, fitır sadakası olarak verilebilen yiyecek
cinslerinden biri olmalıdır. Bu tür gıda maddeleri dokuz çeşittir: Buğday,
arpa, kuru üzüm, dan, pirinç, çökelek, karaca dan, Peygamber arpası ve selt
(buğdayı andıran bir hububat çeşididir). Şehir sâkinleri dışındakilerin bir
müdden fazla vermeleri mendub olur. Ama şehirlilerin, mallan az olduğu için
fazla vermeleri mendub olmaz. Bir müd yerine, Mısır nalından küçük olan iki
Bağdadî rıtıh miktarınca ekmek de mülk olarak verilebilir. Kuvetlİ görüşe göre
ekmeği katıksız olarak vermek, yeterli sayılır. Ama katıkla vermek mendub olur.
Hurma ve bakla da katıktır. Yoksulların her birine birer öğle ve birer akşam
öğünü yiyecek verilebileceği gibi, ikişer öğle veya ikişer akşam öğünü yiyecek
vermek de yeterli olur. Bunların peşpeşe olup olmaması ve aralarındaki
fasılanın uzun sürüp sürmemesi farket-mez. On yoksulun hepsine bir arada veya
ayrı ayrı yiyecek vermek ve bunların yemede eşit olup olmamaları da farketmez.
Bazı âlimler, yemede birbirine yakın derecede olmaları gerektiğini şart
koşmuşlardır.
2-
Yoksulların hür ve müslüman olmaları şarttır. Keffâret yiyeceğini veren kişi,
verdiği yoksulun geçimini temin etmekle yükümlü olmamalıdır. Şu halde kişinin,
yoksul olan eşine veya çocuğuna keffâret vermesi caiz olmaz. Ama kadının, kendi
keffâret inden, yoksul olan kocasına veya çocuğuna vermesi caizdir. Çünkü o,
bunların geçimlerini sağlamaktan sorumlu değildir.
3- Bir
yoksula bir kaç kez keffâret yiyeceğinden vermek caiz olmaz, ha-nefîlerin de
dedikleri gibi, mesela on günde on müddü (müd: 832 gr) aynı yoksula vermek caiz
olmaz. Giysi vermede de bu şart geçerlidir.
4-Hisseleri
eksiltmemek şarttır. Aksine, her yoksula tam bir hisse vermek gereklidir.
Sözgelimi her birine yarımşar olarak, on müdlük yiyeceği yirmi yoksula
paylaştırmak caiz olmaz. Ancak bu yirmi yoksulun içinden onuna, yarımşar müd
daha verirse, keffâreti vermiş olur.
5-
Keffâretin iki çeşitten karma halde verilmemesi gerekir. Keffâretin bir kısmını
yiyecek, bir kısmını da giysi olarak vermek; meselâ beş yoksula yiyecek, beş
yoksula da giyecek vermek caiz olmaz. Ancak bu iki beşten birine verilenler
lağvedilip diğerlerininki tamamlanırsa caiz olur. Meselâ beş kişiye verilen
giysiler lağvedilirse, başkaca beş kişiye daha yiyecek vermek vâcib olur. Bunun
tersi de mümkündür. Ama aynı sınıftan yiyeceği keffâret olarak vermede karma
yapmak yani yoksulların bazısına müddlerle (ölçeklerle) bazılarınaysa
rıtıllarla (ağırlık ölçüleriyle) vermek caiz olur. Karma yaparak vermede
yiyeceğin yoksulun elinde halâ kalmış olması şart değildir. Eksiklikleri,
yoksulun elindeki yiyecek tüketildikten sonra bile olsa, tamamlamak gerekir.
Mükerrer olarak verilen, yani ondan az yoksula verilen kef-fârette de hüküm
aynıdır. Keffâretin ondan fazla yoksula dağıtılması nedeniyle bazı kimseler,
önceden verilmiş (eksik) yiyeceklerin halâ yoksulun elinde bulunmasını şart
koşmuşlardır. Ama kuvvetli görüşe göre bu şart değildir.
Erkeğe keffâret olarak
verilen giysinin, onun bedeninin tümünü örten bir elbise veya namaz kılarken
bürünmesi mümkün olan bir boy gömleği olması gerekir. Namazda onunla örtünmesi
mümkün olmayan bir gömlek ya da sarık vermek, keffâret için yeterli değildir.
Kadına keffâret olarak verilen giysinin hem bir örtücü gömlek hem de
beraberinde bir baş örtüsü olması gerekir. Bunun, belde halkının giymekte
olduğu orta kalitede bir giysi olması şart değildir. Orta kaliteden düşük olsa
da yeterli olur.
Keffâret olarak
verilen yiyeceğe gelince, mûtemed görüşe göre bu yiyeceğin, keffâret verenin
değil de belde halkının yediği yiyecekten olması şarttır.
Keffâret verecek kişi,
bir çocuğu giydirecek olursa, ona da büyüğe vereceği giysilerin aynısını
vermelidir. Mûtemed görüş bu doğrultudadır. Yine bir çocuğa verilen yiyecek,
büyüklere verilen kadar olmalıdır. Bu çocuk yiyeceğe muhtaç olmayan süt çocuğu
da olsa durum aynıdır. Şu halde çocuğa da tıpkı büyüklere verdiği gibi iki
rıtıl veya bir müd ekmek vermelidir. Mûtemed görüş budur.
Keffâret olarak köle
azâd edilecekse bu kölenin mü'min ve ayıplardan salim bir köle olması şarttır.
Keffâret vereceği zaman iflâs etmiş olup satacak bir şeyi olmayan, dolayısıyla
da yiyecek vermekten, giydirmekten, köle azâd etmekten âciz olan kimsenin üç
gün oruç tutması gerekir. Bu üç günlük orucun peşpeşe tutulması vâcib değil
mendubtur.
Şaflîler dediler ki:
Yemin keffâreti olarak yiyecek vermede şu şartların tahakkuku gereklidir:
1- On
yoksulun her birine bir müd miktarı yiyecek vermelidir. Bir müd; 1 1/3 ntıl
veya Mısır kadehiyle yarım kadeh ve sekizde bir kiledir. Muteber olan rıtıl,
128 4/7 dirhem (361 gr) dir.
2- Keffâret
olarak verilen yiyecek, keffâret veren kişinin bulunduğu belde halkının
çoğunlukla tüketmekte olduğu yiyeceklerden olmalıdır. Keffâreti veren kişi, bu
yiyeceği kendi namına da verse, başkasının namına da verse bu nitelikteki bir
yiyecek maddesini vermelidir. Bir kavle göre denilmiş ki: Başkası bu keffâreti
(vekâleten) ödediği takdirde verilen yiyecek, asıl keffâret vermekle yükümlü
olanın beldesinde çoğunlukla tüketilmekte olan yiyecek türünden olmalıdır.
Keffâret olarak hurma ve çökelek verilmesi yeterli olmaz. Ancak fıtır sadakası
bölümünde de açıklandığı gibi, bunlar belde halkının çoğunlukla tüketmekte
oldukları yiyeceklerden iseler, keffâret olarak verilebilirler. Keffâret olarak
verilebilecek gıda maddelerini üstünlük sırasına göre şöylece sıralayabiliriz:
Buğday, selt (buğdayı andıran bir tahıl), peygamber arpası, arpa, dan, pirinç,
nohut, mercimek, bakla, hurma, kuru üzüm, çökelek, süt ve son olarak da peynir.
Eğer belde ahâlisi, fıtır sadakasında mufassal olarak anlatılan yiyeceklerden
başkasını, sözgelimi eti, çoğunlukla tüketmeyi âdet hâline getirmişlerse etin,
keffâret olarak verilmesi yeterli olmaz.
3- On
yoksulun her birine tam bir müd miktarı yiyecek verilmelidir. On müddü, onbir
yoksula paylaştırmak, ya da beş yoksula giysi, beş yoksula da yiyecek vermek,
keffâretin sahîh olması için yeterli olmaz. Giymek için verilen nesnelerin
gömlek, sarık, başörtüsü, İhram, futa gibi giyilmesi âdet olan ve giysi olarak
adlandınlabilen şeyler olması şarttır. Bu giysilerden on
tane alıp on yoksula dağıtmak yeterli
olur. Mest, eldiven, ayakkabı, kuşak ve takkenin verilmesi yeterli olmaz.
Verilen giysinin, kendisinden yararlanılması mümkün olacak derecede sağlam ve
dayanıklı olması şart, fakat yeni olması şart değildir. Yıpranmamış olmak
kaydıyla giyilmiş, hatta yıkanmış olsa bile yeterli olur,
Keffâret için köle
azâd etmeye gelince: azâd edilen kölenin mü'min olması, çalışıp para
kazanmasına engel kusurlardan salim bulunması şarttır.
Ömrünün ekseri
zamanında kendisi ve geçiminden sorumlu olduğu kimselerin yeterli azığından
fazla bir şeye sâhib olmaması nedeniyle yiyecek vermekten, giydirmekten veya
köle azâd etmekten âciz olan kişi, nisâb miktarı mala sâhib olsa bile keffâret
olarak üç gün oruç tutar. Çünkü nisâb miktarı mal, gerek kendisinin gerek
geçimlerinden sorumlu olduğu kimselerin ömürlerinin ekseri zamanlarında
kendileri için yeterli olmayabilir. Bu orucu tutarken, keffâret orucu olduğuna
niyet etmek şarttır. Ama peşpeşe tutulması, kuvvetli görüşe göre şart değildir.
Hanbelîler dediler ki:
Keffâret yiyeceği verirken, küçük de olsalar, hür ve müslüman olan on yoksula
birer müd buğday vermek şarttır. Bir müd, 1 1/3 Irak ntılıdır ve bir Irak rıtıh
da 128 dirheme eşittir. Birer ölçek buğday verileceği gibi, yarımşar sa' hurma,
arpa veya kuru üzüm veyahut çökelek de verilebilir. Yarım sa', Mısır ölçeğiyle
bir kadeh mikdanna eşittir. Bu sayılan gıda maddelerinden biri yerine
yoksullara ekmek veya fazlaca bayatlamış, rutubet çekmiş, kurtlanmış tahıl
vermek caiz olmaz. Keffâret amacıyla azık verilen yoksulların arasında,
keffâret verenin geçindirmekle yükümlü olduğu hanımı, başkasınca geçimi temin
edilmeyen kız kardeşi, anne, baba, dede gibi aslı, oğlu, kızı, torunu gibi
fer'i bulunmamalıdır. Nitekim bunlar, oruç keffâreti bölümünde de
anlatılmıştır.
Keffâret olarak
verilen giysinin, namazda örtülmesi şart koşulan avret yerlerini kapatacak
nitelikte olması gereklidir. Erkeğe eski de olsa dayanıklılığını yitirmemiş
giysiyi vermek sahîh olur. Çürüyüp dayanıklılığını yitirmiş olan giysiyi
vermenin bir faydası olmaz. Yine erkeğe, avret yerlerini örtecek miktardan
fazla olan, içinde namaz kılacağı bir gömlek vermek yeterli olur. Ama ona
sâdece bir peştemal vermek yeterli olmaz. Erkeğe panta-lon vermek yeterli olur.
Keffâret giysisi olarak kadına, içinde namaz kılabileceği, avreti örtücü bir
gömlek ve bir başörtüsü vermelidir. Bedenini ve başını Örten tek parça giysi
vermek de yeterli olur.
Verilen keffâretin
aynı cinsten maddelerle ödenmesi şart değildir. Meselâ yoksulların bir kısmına
buğday, bir kısmına hurma vermek veya bir kısmını giydirmek, bir kısmına
yiyecek maddesi vermek caizdir.
Keffâret maksadıyla
azâd edilen kölenin mü'min ve ayıplardan sâhm olması şarttır. Yemek vermekten
veya giydirmekten, ya da köle azâd etmekten âciz olan kimsenin, peşpeşe üç gün
oruç tutması gerekir. Ama orada ha yız kanaması görülürse, üç günün peşpeşe
tutulması zorunlu olmaz. Kişinin emsâllerinînki gibi barınacağı bîr evi,
bineceği ve hizmetine ihtiyaç duyacağı bir hizmetçisinden fazla olarak aslî
ihtiyacından artık, mala sâhib olması durumunda, keffâretini oruçtan başka
şeylerle ödemesi vâcib olur. Keffâret verdiği takdirde ticâretini aksatacak
fazladan malını veya ihtiyaç duyduğu ev eşyalarını, ya da hanımının hülyelerinİ
satarak keffâret yermesi gerekmez. Böyle
kimsenin, keffâretini oruç
tutarak edâ etmesi
gerekir.
Yemin keffâretini,
yemini bozmadan önce vermek sahih olduğu gibi, bozduktan sonra vermek de
sahihtir. Mezheplerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştı.
(109) Hanefîler dediler
ki: İster oruç tutarak, ister diğer üç şeyden biriyle (ki bunlar yiyecek
verme, giyecek verme ve köle azâd etmektir) olsun, yemini bozmadan önce
keffâret vermek mutlak surette sahîh olmaz. Çünkü bunlara göre keffâretin
sebebi, yemini bozmaktır. Müsebbebin sebebten önce gelmesi sahîh değildir.
Yemini bozmadan önce keffâret olarak yoksullara bir şey veren kişinin, verdiği
şeyi onlardan tekrar geri alması caiz olmaz. Çünkü onlara vermiş olması, başka
bir şeyin yanısıra ki o da keffâret vermektir-Allah rızâsı için bir hayır yapma
niteliğindedir. (Her ne kadar keffâret olarak geçerli olmasa da) yoksullara
vermiş olmakla hayır işlemiş ve sevab kazanmıştır. Bu sadakayı geri alarak
hayrı bozmaya hakkı yoktur. Bozulan yeminin, keffâretini acele şekilde vermek vâcibtir.
Keffâretin ertelenmesi hâlinde günahkâr olunur ve bu yükümlülük ölümle de
kalkmaz.
Mâlikîler dediler ki:
Mübhem nezir veya yeminle veya keffâret sözü vermekle veya "billahi"
demekle de olsa gerçekleşmiş yemini bozmadan önce keffâret vermek sahîh olur.
Bu yeminin, olumlu veya olumsuz cümleyle kurulmuş olması, hükmü değiştirmez.
Ancak yemin, yemin-i berr sigasıy-la (olumsuz cümleyle) kurulmuşsa (vallahi bu
eve girmem demek gibi); keffâreti, yemini bozmadan önce vermek câİz olsa da, en
iyisi, yemini bozduktan sonra vermektir. Yemin, yemin-i hins (yani olumlu
cümleyle kurulmuş) ise (vallahi sefere çıkacağım demek gibi) ve yapılması
yeminle taahhüt edilen iş için bir süre de konulmuşsa, yine aynı hüküm
sözkonusudur. Ama verilen süre geçmedikçe, keffâreti vermemek müstehabtır.
Keffâreti, yemini
bozduktan hemen sonra vermek, kuvvetli görüşe göre vâcibtir. Keffâret vermenin
vücûb şartı, yemini bozmak, sebebi ise yemindir. Hükmün sebebi, şartına
tekaddüm ederse hükmün de bu-sebebten sonra gelmesi caiz olur. (Yani keffâret,
yemini bozmadan önce ve fakat yeminden sonra verilebilir. Keffâretin yeminden
(ki o, sebebtir) Önceye ahnmasıysa ittifakla caiz değildir. Önceki şartlar
çerçevesinde keffâret vermek vâcib olur ki, bu şartlardan biri (yemin ettirme
amacıyla) zorlama olmamasıdır.
Şâfiîler yemin
keffâretinin, yemin etmek ve yemini bozmaktan ibaret iki sebebi olduğunu
söylemişlerdir. Keffâretin, bu iki sebeb vuku bulmadan verilmesi caizdir.
Tabiî eğer keffâret, oruç tutma dışında bir yolla edâ ediliyorsa bu olabilir.
Oruç tutarak edâ ediliyorsa, oruç bedensel bir ibâdet olduğundan ötürü,
keffâretin sebebten önceye alınması caiz olmaz. Hiç gereği yokken orucu, vücûb
vaktinden önceye almak, Ramazan orucunda da olduğu gibi sahîh değildir. Bedenî
ibadetin vücûb vaktinden önceye alınması ancak bir ihtiyaç nedeniyle caiz
olur. Örneğin iki namazı, cem-i takdim şeklinde bir arada kılmak gibi.
Ramazanda gündüzleyin oruçluyken cinsel ilişkide bulunma keffâreti gibi tek
sebebli keffâretlerin, sebeblerinden Önceye ahnmalariysa caiz değildir. Yemin
keffâreti önceden verilir de keffâret sebebi olan yemin bozulmazsa, keffâreti
vermiş olan kişi; geri almayı şart koşmuşsa veya (alan) yoksul, bunun önceden
(vâcib olmaksızın) verildiğini bilirse keffâreti geri alabilir. Aksi takdirde
geri alması sahîh olmaz. Bir vacibi terketmek veya haram bir işi yapmak gibi
haram bir yemin bozmayla da olsa yemini bozmadan Önce keffâreti vermek caiz
olur.
Hanbelîler dediler ki:
Yemin ve adakların bozulması durumunda keffâretlerinin acilen verilmesi vâcib
olur. Yemin eden kişi, yeminini bozmadan önce de keffâret verebilir ve bu
keffâret, yeminin bozulmasından sonrası için geçerli olup, yemini önceden
çözer. Çünkü keffâretin sebebi yemindir. Vücûb şartı da yeminin bozulmasıdır.
Keffâretin şarttan (yemini bozmadan) önce verilmesi caiz, ama sebebten (yemin
etmeden) önce verilmesi caiz değildir. Çünkü bir şeyin sebebinden önce var
olması mümkün değildir. İçki içmemeye yemin eden kişinin yemini gibi, bozulması
haram bir yemin bile olsa keffâretin, yemini bozmadan önce verilmesi caiz olur.
Oruç tutma veya diğer şekillerle de olsa keffâretin, yemini bozmadan önce
verilmesi caizdir.
Yeminlerin birden
fazla olması durumunda keffâretler de yeminler savısınca birden fazla, olur.
(110) Hanefîler dediler
ki: Bu meselede iki görüş vardır:
1-İster aynı
yerde, isterse ayrı ayrı yerlerde edilmiş olsunlar, yeminlerin birden fazla
olması durumunda keffâretler de o nisbette artar. "İkinci yeminle birinci
yeminin aynısını kasdettim" diyen kimsenin sözüne itibâr edilmez.
2-Yeminler
birden fazla olunca iç içe.girerler ve keffâretleri birden fazla olmaz. Bir
tek keffâretle hepsinin sorumluluğundan çıkılır. Bu, İmam Mu-hammed'in
görüşüdür. Bazıları da bunu benimsemişlerdir.
Hanbelîler dediler ki:
Yeminin tekerrür etmesi ile şu durumlardan biri söz konusu olur:
İkinci yeminin
keffâreti ya birinci yemin keffâretiyle aynı cinsten olur, ya da aynı cinsten
olmaz. Eğer aynı cinstense ikisi iç içe girer ve bunun için tek keffâret vermek
gerekir. Meselâ "vallahi yemem", ''vallahi içmem", "vallahi
giymem" diye yemin edip de, bu yeminleri bozan kişinin tek keffâret
vermesi gerekir. Çünkü bu yeminlerin keffâretleri aynı cinsten oldukları için,
iç içe girerler. Bu yeminlerin hepsi de bozulmuş olsa veya bir kısmı bozulmuş
olup da diğerlerinin gereği yerine getirilmiş olsa hüküm yine aynıdır. Aynı
şekilde bir kişi adakta bulunmaya yemin eder de sonra bu yeminini ikinci ve
üçüncü kez tekrarlayıp bu yeminlerini de bozarsa, tek keffâret ödemesi gerekir.
Aynı cinsten oldukları için, bu yeminlerin keffâretleri iç içe girer. Allah
adına yemin edip de sonra zihar üzerine yemin eden kişiye gelince, ayrı
cinslerden oldukları için, bunların keffâretleri iç içe girmez ve her biri için
ayrı ayrı keffâret ödemesi gerekir. Sebebi, konusu ve kalıbı aynı olan yemini
tekrarlamaya gelince; meselâ "vallahi yemem", "vallahi
yemem" diye yemin eden kişinin tek keffâret ödemesi gerekir. Çünkü bu
yeminlerin sebebi aynıdır ki, o da görüldüğü gibi te'kidtir.
Mâlikîler dediler ki:
Keffâret şu hususlardan ötürü birden fazla olur:
1- Tekrar
edilen yeminin amacı, yemini bozmak olmalıdır. Sözgelimi: "Vallahi Zeyd
ile konuşmam" şeklindeki bir yemini her tekrar edişinde yemini bozmaya
niyetlenen kişi, yeminini her bozuşta keffâreti de tekerrür eder. Zeyd ile her
konuştukça keffâret ödemesi gerekir.
2- Yeminin
bozulmasının tekerrürü, sâdece kelimelerden değil de örften anlaşılmalıdır.
Diyelim ki, vitri terk eden kişi, terketmesi nedeniyle kınanır da terketmemeye
yemin ederse, her terkettikçe keffâret ödemesi gerekir. Çünkü örf, bir defa
bile olsa vitri terketmeyeceğine delâlet etmektedir. Bu kişi vitri her
terkettiğİnde sanki; "vitri her terkettikçe bana keffâret vâcib
olsun" demiş gibi olmaktadır.
3- "Vallahi
girmem", "vallahi girmem", "vallahi girmem" demek gibi
aynı şey üzerine defalarca yemin edip her defasında keffâretin fazlalaşmasına
niyet etmek. Bu durumdaki bir kişinin, girmem dediği yere girmesi halinde,
yemininin üç kez tekrarlanmış olması nedeniyle, üç keffâret vermesi gerekir.
Ama defalarca yemin etmekle, keffâretlerin artmasını değil de tekidi kasdederse
keffâretleri fazlalaşmaz. Bu, ittifakla sabittir.
Yemini tekrarlamakla
yemini yeniden kurma kasdı güdülürse bunda ihtilâf vukûbulmuştur. Yemin edilen
yerler aynı da olsa, ayrı da olsa keffâretlerin sayısı artmaz. Aynı şekilde
"vallahi girmem yemem", "...giymem" gibi muhtelif şeyler
üzerine yemin eden kişi, bunlarla keffâretlerin fazlalaşmasını kasdetmişse,
müteaddit keffâretler ödemesi gerekir. Ama bunlarla, keffâretlerin birden fazla
olmasını değil de yeminin yeniden kurulmasını niyet etmiş olursa, yukarıda
anılan ihtilâf burada da sözkonusu olur. Te'kid de burada geçerli değildir.
Çünkü te'kîd, üzerine yemin edilen şeylerin aynı olması durumunda sözkonusu
olur.
4- Çoğul
olduğu için tekrara delâlet eden bir lâfızla yemin etmek. Sözgelimi, "eğer
böyle yaparsam üzerime yeminler veya keffâretler vacib olsun" demek gibi.
"Yeminler" veya "keffâretler" lâfzını kullanmakla eğer daha
fazlasına niyet etmemişse, çoğulun en az sayısı olan üç keffâret ödemesi gerekir.
Eğer "...üzerime on yemin veya keffâret vâcib olsun" demiş olsaydı on
keffâret ödemesi gerekir.
5- Konumu
açısından tekrara delâlet eden bir lâfızla yemin etmek. Sözgelimi, "bu
işi yaptıkça..." veya "Her ne zaman bu işi yaparsam üzerime yemin, ya
da keffâret vâcib olsun" diyen kişi, yemininin aksini her yapışta keffâret
ödemekle yükümlü olur. Çünkü "Her ne zaman yaparsam" ve "yaptıkça..."
cümlesi ve edatları konum itibariyle tekerrürü ifade ederler. Ama "bu İşi
yaparsam" veya "yaptığım zaman üzerime keffâret vâcib olsun"
diyen kişinin, yemininin aksini ilk defa işlediğinde keffâret ödemesi gerekir.
Çünkü yemini, birinci fiille çözülmüş olur. Kuvvetli görüş budur. "Kur'ân,
Tevrat, İncil hakkı için bu işi yapmayacağım" deyip de yapan kişi, sâdece
bir keffâret öder. Çünkü bu kitapların üçü de Allah kelâmıdırlar ki, kelâm da
Allah'ın sıfatlarından biridir. Kuvvetli görüş, budur. Bir kişi, "vallahi
yarın ve yarından sonra onunla konuşmayacağım" diye, sonra ikinci kez;
"vallahi yarın onunla konuşmayacağım" diye yemin eder ve yarın da
konuşursa yine bir keffâret Ödemesi gerekir. Çünkü ikinci yeminin müteallakı
(üzerine yemin edilen şey), birinci yeminin müteallakının bir bölümüdür.
Birinci yemin, yarın ve yarından sonrasını kapsamaktadır. İkincisi ise sâdece
yarını kapsamaktadır ki, o da birinci yeminin müteallakının bir bölümüdür. Ama
önce yarın konuşmayacağı üzerine, sonra hem yarın, hem de yarından sonra
konuşmama üzerine yemin eden kişi, eğer yarın konuşursa iki keffâret ödemesi
vâcib olur. Zira ikinci yemin, birinci yeminin müteallakının bir bölümü
değildir. Ama yarın konuşmaz da, yarından sonra konuşursa bir keffâret ödemesi
gerekir.
Şâfiiler dediler ki:
Kaseme yemininin, diğer dört çeşit yeminin ve ğamûs yemininin tekerrürü ile
keffâretler de tekerrür eder. Gamûs yemininde, bir kişi yalan olarak başkası
üzerinde alacağı bulunduğuna yemin eder ve bu yeminini de tekrarlarsa, mükerrer
keffâret ödemesi gerekir. Adamın biri başka birine, "vallahi her uğradıkça
sana selâm vereceğim" diyerek yemin eder ve ona uğradığı her seferinde
selâm vermezse keffâret ödemesi vâcib olur. Ama "vallahi eve girmem"
diye yemin eden kişi, bu yeminini tekrarlarsa, aralarında fasıla olsa bile
bütün girişleri için keffâret ödemişse, tekrar keffâret ödemesi gerekir.
Fetva ve mahkeme
açısından yeminlerin geçerli sayılması veya bozulması hususunda muteber olan
esaslar şunlardır:
a) Niyet,
b) Örf,
c) Kelimenin
lügat veya şer'î anlamı,
d) Yemin
etmeye sevkeden sebeb. Bütün bunlarla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri
aşağıya alınmıştı.
(111) Hanefîler
dediler ki: Yukarıda sayılan esaslar, şu tafsîlât çerçevesinde yeminlerde
geçerli olurlar.
1- Örf:
Hanefîlere göre bu, yeminin temelini teşkil eden ana unsurdur ve diğerlerinden
önce gelir. Bunun açıklamasına gelince, yeminde zikredilen lâfzın, insanlarca
bilinen mânâsına itibâr edilir. Örf ister özel, ister genel olsun, esas olarak
kabul edilir. Kelimenin lügat veya şer'î anlamı bir tarafa bırakılır. Örneğin:
"Vallahi baş yemiyeceğim" diye yemin eden kişi; koyun ve sığır gibi,
pazarlarda satılması âdet hâline gelmiş başlardan birini yediği anda yeminini
bozmuş olur. Çünkü insanların yenilmesini kasdettikleri başlar, bu başlardır.
Bu kişi, kaz ve Ördek başıyla serçe ve balık başını yerse, yeminini bozmuş
olmaz. Ancak insanlar, bu sonuncuların başlarını pazarlarda yalnız olarak
satmayı teamül hâline getirmişlerse, bunları yiyen kişi de, yeminini bozmuş
olur. Zâten "baş" kelimesi, lügat anlamı bakımından da bunları
kapsamına almaktadır. Ancak bu lügat mânâsı, yalnız olarak muteber değildir.
Bilindiği gibi muteber olan, örfen anlaşılan mânâdır. Aynı şekilde bir kişi,
"vallahi ben kazığa binmem" diye yemin ederse, Kur'ân-ı Kerim'de
dağlar da kazık olarak adlandırılmış olmakla birlikte, dağa çıktığında yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü kazık, örfe göre dağdan başka şeyler için isim olarak
kullanılır. Çünkü yeminde, kelimeyi örfen kastedilen anlamda kullanmak gerekir.
Başka bir kelimeyi eklemeksizin yemin cümlesinden, örfe göre kastedilen mânâ
anlaşılırsa muteber olmaz. Örneğin: "vallahi kapıdan çıkmayacağım"
diye yemin eden kişi, evin tavanından çıkarsa yeminini bozmuş olmaz. Örfe göre
bu kişinin anılan sözünden, her ne kadar ne kapıdan ne de tavandan çıkmayacağı
anlaşılırsa da, tavandan çıkmakla yemini bozulmuş olmaz. Çünkü, yemin ederken,
tavandan çıkmayacağı anlamını imâ eden bir kelimeyi kullanmış değildir.
Dolayısıyla tavandan çıkması, yeminin bozulması hususunda geçerli bir neden değildir.
Çünkü örf, söylenmeyen sözü söylenmiş saymaz. Aynı şekilde adamın biri, falan
şahsı kırbaçla dövmeyeceğine yemin eder de onu sopayla döverse, yeminini bozmuş
olmaz. Her ne kadar örfen o kişiye, ne kırbaç ne de sopayla dövüp eziyet
etmiyeceği mânâsı anlaşılsa bile, onu sopayla dövmesi, yemininin bozulması için
geçerli bir neden olmaz. Yani, sopa kelimesi yeminde geçmediği için, söylenmiş
sayılmaz. Yine bunun gibi, "bu eşyayı on liraya satmam" diye yemin
eden kişi, dokuz liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz. Bu kişinin o eşyayı her
ne kadar örfe göre on liradan fazlasına satmayı ve dokuz liraya, ya da daha
aşağısına satmamayı kasdettiği anlaşılsa bile bu maksadı, yemin cümlesindeki
kelimelerle ifâde edilmiş değildir. Çünkü o, yemin ederken sadece "On
lira" demiştir ve on lira başka, dokuz lira başkadır. Aynı şekilde bir
eşyayı on liraya satmiyacağına yemin eden kişi, o eşyayı onbir liraya satarsa,
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o yemin etmekle, on liradan fazlasını istediğini,
sâdece on liraya satmayacağını
kasdetmiştir. On sayısı, sâdece on sayısı için kullanılır. Başka bir sayıyla
birlikte olması hâlinde yine on sayısı için kullanılmış olur. 'Onbir'
sayısında olduğu gibi Örf bunu, on sayısı için ayrı olarak kullanır. Çünkü
onun maksadı odur. Böyle olunca da yemini bozulmuş olmaz. Ama şu eşyayı on
liraya satın almam diye yemin eden kişi, onbir liraya satın alırsa yeminini
bozmuş olur. Çünkü o sözüyle, örfe göre o eşyayı, on liradan fazlasına değil de
on liradan eksiğine satın almayı kasdettiği anlaşılmakta ve zaten söylediği
söz de buna işaret etmektedir. Çünkü on rakamı, yalnızca on rakamına veya
kendisine bitişik olan başka bir on rakamına isim olarak kullanılmaktadır.
Onbir liraya satın almakla yeminini bozmuş olur. Çünkü burada on rakamı, başka
bir rakamla (yani bir rakamıyla) bitişik olarak bulunmaktadır. Yemini bozma
şartı üzerine fazlalık yapmak, yemini bozmaya engel olmaz. On liraya satın
almam diye yemin eden kişi, yedi liraya satın alırsa yemirimi bozmuş olmaz.
Çünkü burada (yani yedi sayısında) on rakamı ne yalın olarak ne de başka bir
rakama bitişik olarak mevcûd değildir. Bundan da anlaşılıyor ki; yeminler örfî
lâfızlar ve bu lâfızların delâlet ettikleri maksatlar üzerine kurulurlar. Bu
lâfızlardan ziyâde olan örfî maksatlara gelince bunlar geçerli değildirler.
"Bu eşyayı on liraya satmam" diye yemin eden kişi, onbir liraya
satarsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü onun örfe göre maksadı, o eşyayı on
liradan fazlasına satmaktır ve o maksat hasıl olmuştur. Yemininin lâfzı da
buna delâlet etmektedir. Satıcının örfen maksadı, o eşyayı sadece on liraya
satmamaktır. Ama on bir liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz. On liraya satın
almamaya yemin edip de onbir liraya satın alan kişinin durumu bunun
tersinedir. Onun, örfen anlaşılan, maksadı, o eşyayı on liraya veya daha
fazlasına satın almamaktır. Çünkü o eşyanın fiyatını düşürmeyi kasdetmiştir.
Fiyatı, onbir lira verip arttırmakla yeminini bozmuş olur. On liraya
almayacağına yemin edip de dokuz liraya satına-lan kişi, yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü dokuz rakamında ne yalın, ne de başka rakama bitişik bir on rakamı
bulunmamaktadır, aynı şekilde on liraya satmam diye yemin eden kişi, dokuz
liraya satarsa yeminini bozmuş olmaz.
Ortak anlamlardan
birini belirlemeye gelince bu şöyle olur: Bir kişi "karım bugün çıkarsa
benden boştur" der de bu çıkışla, yolculuğa çıkmasını kastederse sözü dinî
bakımdan onaylanır. Çünkü 'çıkma' kelimesi; yolculuğa çıkma, evden çıkma ve
mescidden çıkma gibi ortak anlamlar ifâde eden bir kelimedir. Yukarıdaki boşama
sözünü çıkma şartına bağlayan kişi bu üç muhtemel anlamdan birini kasdetmiş
olabilir ve buna ilişkin açıklaması da dînen onaylanır; ama mahkemece
onaylanmaz. Aynı şekilde falan kişiyle bir arada oturmamaya yemin eden kişi; bu
sözüyle, falan adamla özel bîr yerde oturmayı kasdettiğint açıklarsa, bu
açıklaması dînen onaylanır. Çünkü oturma kelimesi, özel bir evde oturma
anlamına geldiği gibi, herhangi bir evde oturma anlamına da gelebilir. Eğer
oturmama yemini ile, özel bir evde oturmayı kasdettiğini açıklarsa, bu
açıklaması onaylanır. Çünkü bu, ortak anlam ifâde eden oturma kelimesinin
muhtemel anlamlarından bindir.
Karısını boşamayı,
çıkma şartına bağlayan kişi, çıkma kelimesiyle, meselâ Şam yolculuğuna
çıkmasını kasdettiğini açıklarsa, bu açıklaması onaylanmaz. Yine bunun gibi,
falan kişiyle bir arada oturmamaya yemin eden kişi, bununla kiralık bir yerde
değil de, kendi mülkü olan bir yerde oturma-mayı kasdettiğini açıklarsa, bu
açıklaması onaylanmaz. Çünkü bu kelimeler o anlamlara delâlet etmedikleri gibi,
o anlamlan ifâde etme ihtimalleri de yoktur. Lâfız, örfen mecaz olarak başka
bir anlamda kullanılmazsa, örfî mânâ geçerli olabilir. Meselâ "şu eve
ayağımı sokmam" diye yemin eden kişinin bu yeminindeki kelimeler, o
kişinin sâdece ayağını o eve koymiyacağı anlamını ifâde etmektedir. Bu ise,
örfen kasdedilen bir anlam değildir. Aksine bu söz, mutlak olarak o eve girme
anlamını ifâde etmektedir. Yemin eden kişi sadece ayağını o eve koyacak olursa
yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde, "vallahi bu ağaçtan ve bu ağacın
meyvesinden bir şey yemiyeceğim" diye yemin eden kişinin bu sözü, ağaçtan
elde edilen parayı yeme anlamını ifâde eder. Ama ağacı yiyecek olursa yemini
bozulmuş olmaz. Çünkü ağacın kendisini yemek, örfün kasdettiği bir anlam
değildir. Bu durumda söze itibâr edilmez.
2- Niyet:
Yeminde kullanılan kelimelerin halkça bilinmese bile, muhtemel anlamlarından
birini belirleme alanında niyet işlerlik kazanır. Meselâ niyet olarak örümcek
evini tutarak ev yıkmayacağına yemin eden kişi, örümcek evini yıkarsa yeminini
bozmuş olur. Örümcek evi, her ne kadar örfe göre ev olarak telâkki
edilmemekteyse de, yemin eden kişi ev kelimesinin muhtemel anlamlarından biri
olan örümcek evini niyetinde tutmuştur. Bu nedenle de niyetine göre muamele
görür. Niyet, geneli özelleştirir. Allah adına yemin eden kişi eğer mazlumsa,
niyeti muteber olur. Bir kişi bir işi yaptırmak için zulmen bir başkasına yemin
ettirir de, yemin eden kişi o zâlimin istediğinin aksini yaparsa, yemini
bozmuş olmaz. Mazlum değil de kendisi zalim-se, yemin ettirenin niyeti muteber
olur.
Boşama meselesiyle
ilgili yeminler de böyledir. Yemin eden eğer mazlumsa, niyeti dînî açıdan
muteber olur. Aksi takdirde yemini bozma sonuçlarına dînî açıdan muhatab olur
ve sorumluluktan kurtulamaz. Mahkemece hiç bir durumda sorumluluktan
kurtulamaz. Örf bakımından durum böyle olmayıp din ve mahkeme alanlarına göre
niyet, yemini özelleştirir. Aynı şekilde niyet, nevilerinden birini kastederek
cinsi de özelleştirir. Niyet, sarfe-dilen kelimenin muhtemel ortak anlamlarından
birini belirlemede de etkendir.
Niyetle özeli
genelleştirmeye gelince bu, bir kişinin özel anlamlı bir kelimeyi kullanıp
onunla geneli kasdetmesİdİr. Meselâ falanın suyunu içme-meye yemin eden bir
kişi, bu sözüyle onun başa kakmaya neden olacak her malıyla alâkalı olarak
onunla olan ilişkisini kesmeyi kastederse bu niyeti fayda vermez. Çünkü
"su" kelimesi, anlam olarak diğer eşyaları içermez.
Niyet ile geneli
özelleştirmeye örnek verecek olursak bu, kişinin yemek
yememeye ve bir şey içmemeye yemin etmesi
ve bu yeminiyle de belli bir yemeği ve belli bir içeceği yememeye veya
içmemeye niyet etmesini gösterebiliriz. Ki bu kişinin sözkonusu niyeti yargı
makamı önünde değil de dînce muteber sayılır. "Yemek" kelimesini
söylemeksizin "yememeye" yemin eden kişi» bu yeminiyle belli bir
yemeği yememeye niyet ederse, bu niyeti ne yargı makamınca ne de dince muteber
sayılır. Çünkü bu kişi, yemininde genel kelimeyi (yemeği) söylememiştir. Aynı
şekilde bir kişi, "vallahi ona elli vuracağım" diye yemin eder de bu
sözüyle ona belli bir kırbaçla vurmaya niyet ederse, başka herhangi bir şeyle
vurduğunda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü kırbaçtan bahsetmediği için onu
özelleştirmesi sahîh değildir. Niyet, ancak söylenen kelimeler üzerinde etkili
olur. Bu durumda niyeti geçerli sayılmaz. Geneli özelleştirme niyeti; geneli,
kapsadığı bazı birimlere tahsis etme durumunda fayda verir. Ama geneli,
kendisiyle ilgili bazı şeylere tahsis etme durumunda sözkoiusu niyetin faydası
olmaz. "Vallahi yemek yemem" diye yemin eden kişi, bu yemindeki yemek
kelimesini, yemeğin birimlerinden biri olan ete tahsis etmeye niyet ederse bu
niyeti geçerli olur. Çünkü yemeğin kapsamında bulunan kısımlar çoktur. Meselâ
ekmek, et, meyve v.s. Genel kelimeyle (yemek kelimesiyle) bu kısımlardan birini
niyet ederse bu niyeti sahîh olur. Ama bu genelin kapsamı dışında olmakla
birlikte ilgisi olan bir şeyi kastederse, bu kasdı (niyeti) geçerli olmaz.
Sözgelimi belli bir zaman veya belli bir yerde yemek yememeye niyet eden
kişinin bu niyeti fayda vermez. Çünkü yer ve zaman, (her ne kadar yemekle
ilintili olsalar bile) yemeğin kapsadığı birimler dışında birer olgudurlar.
Dolayısıyla bunların kastedilmeleri fayda vermez.
Nevilerinden birini
kastederek cinsi özelleştirmenin örneğine gelince; bu, kişinin kadınla
evlenmemeye yemin edip kadın sözünden de, arap kadım gibi belli bir nevi
kasdetmesidir. Ki bu şekilde yemin eden kişinin kasdı (niyeti) dînen
onaylanır. Çünkü insanlar; Arap, Habeş, Zenci, Rûm, Türk gibi nevilere
ayrılırlar. Şu halde bir cinsi, kendi nevilerinden biriyle özellemek sahîh
olur. Buna, bir nevi kendi sınıflarından biriyle özelleştirmek de diyebilirsiniz.
Ama zorunlu niteliklerinden bir nitelikle bir cinsi özelleştirmeye gelince
bunda, niyetin faydası olmaz. Meselâ kadını; Mısırlı veya Iraklı ve Şamlı
olmakla özelleştirmede niyetin ne yargı önünde, ne de din nazarında faydası
olmaz. Çünkü bu nitelikler, kadın kelimesinin ifâde ettiği aslî anlamlar
değildirler. Bu nitelikler, kadını yer belirterek belli bir yerle özelleştirmektir
ki, bunda niyetin faydası olmaz.
3- Lügat
Anlamı: Yeminde lügat anlamı, örfle beraber muteber olmaz. Ancak lügatle örf
anlamı arasında müşterek olursa, örftendir diye lügat anlamı muteber olur.
Önce de açıklandığı gibi şer'î anlam da böyledir.
4- Yemine
iten sebep: Üzerine yemin edilen şeyde bulunan bir nitelik sebebiyle yemin
edilir de sonra bu nitelik ortadan kalkarsa, yemin bozulmuş olmaz. Bu nitelik
sebebiyle yemin edilir de sonra bu nitelik ortadan kalkarsa, yemin bozulmuş
olmaz. Bu nitelik ortadan kalkmazsa veya yemin etme esnasında hiç yoksa yemin
bozulmuş olur. Önce var olup da sonra ortadan kalkan nitelikle ilgili misâl
şudur: Yaş iken şu üzümü yemiyeceğim diye yemin eden kişi, üzüm kuruduktan
sonra, yani kuru üzüm olarak yerse yeminini bozmuş olmaz. Ama yaşlığı gitmeden
yerse yemini bozmuş olur. Ki bu zaten bilinmektedir.
Yemin vaktinde mevcûd
olmayan niteliğe gelince, buna şu örneği verebiliriz: "Vallahi bu çocukla
konuşmayacağım" veya "vallahi bu kuzunun etini yemiyeceğim"
gibi. Yemin eden kişi, yaşlandığında çocukla konuşursa veya büyüyüp koç
olduktan sonra o kuzunun etini yerse, yeminini bozmuş olur. Şundan ki: Çocukta
ve kuzudaki küçüklük niteliği, ancak işaret etmekle lağv olur ve sadece işaret
edilen şey için muteber olur ki o da hem büyüklük hem küçüklük hâlinde bakidir.
Bu itibarla da yemin etme vaktinde mevcûd olmadığı için ona bakılmaz. Yemine
iten etken, küçüklükten başka bir se-bebse yemin ona döner. Meselâ
beyinsizliğinden ötürü veya ırzına zarar gelmesinden korktuğu için bir çocukla
konuşmamaya yemin eden kişi, yaşlandıktan sonra onunla konuşursa, sebeb ortadan
kalktığı İçin yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o nitelik, yemin etme vaktinde
mevcutken sonra ortadan kalkmıştır. İşaret de mevcûd değildir. Onun için,
yemin bozulmuş olmaz. Bu Mâlikîler nezdindeki yeminin bisat (sebeb, etken) ına
benzer.
5- Ayakta
durma, oturma, giyme, binme ve bir meskende barınma gibi, bir zaman boyu
sürebilecek şeyler üzerine yemin etmek. Bu sayılan ve bunlara benzer işlerin
belli bir zaman devam etmeleri sahihtir. Meselâ, bir saat ayakta durdu veya bir
gün oturdu. Veya iki gün giydi veyahut bir ay meskende oturdu, ya da ikâmet
etti... gibi. Bir zaman boyu devam edecek olan bir işi yapma halindeyken o işi
yapmamaya yemin eden, meselâ ayakta durmaktayken ayakta durmamaya veya
oturmaktayken oturmamaya, veyahut ikâmet etmekteyken ikâmet etmemeye yemin
eden kişinin durumu hakkında ihtilâf vardır. Bazıları bu kişinin her halükârda
yeminini bozmuş sayılmayacağını; bazıları da yemin ettiği şeyi derhal yapması
ve ancak yapmaya imkân bulacağı kadar bir sürenin kendisine tanınacağı
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Binek üzerindeyken binmemeye yemin eden kişinin
derhal binekten inmesi, aksi takdirde yeminini bozmuş olacağı, bu ikinci
grubun görüşüdür. Aynı şekilde ayakta durmaktayken, ayakta durmamaya yemin
eden kişi derhal oturmalıdır. Aksi takdirde yemini bozulur. Zaten bilfiil yapmadığı
halde bir işi yapmamaya yemin etmeye gelince; sözgelimi bir kimse yaya olduğu
halde binmemeye yemin eder de sonra binerse; binmeye başlamak ve binmenin devam
etmesiyle yemini bozulmuş olur. İnme imkânı olduğu her anda yeminini bozmuş
olur. Bazıları derler ki: Her ne halde olursa olsun, yalnız binmeye başlamakla
yeminini bozmuş olur. Bu görüşü bazı âlimler de yeğlemişlerdir. Gerçek şu ki,
bütün bu anlatılanlarda muteber olan örftür. Binmenin, ayakta durmanın,
oturmanın devamı eğer örfe göre binme, ayakta
durma ve oturma olarak adlandınlıyorsa, bu takdirde anılan eylemleri devam
ettirmekle yemin bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.
Bir zaman boyu devam
etmeyen giriş, çıkış, temizlenme ve evlenme gibi eylemlere gelince kişi,
bilfiil bu eylemleri yapma halindeyken yapmamaya yemin ederse yemini ittifakla
bozulmaz. Sözgelimi evliyken evlenmemeye veya temizken temizlenmemeye veya evin
içindeyken eve girmemeye veyahut evin dışındayken evden çıkmamaya yemin eden
kişi, içinde bulunduğu durumu sürdürmekle yeminini bozmuş sayılmaz. Yeminle
ilgili olarak diğer bazı esaslar daha vardır ki, münâsebet oldukça ileride
onlara da değineceğiz.
Mâlikîler, yeminlerde geçerli
esasların beş tane olduğunu söylemişlerdir.
1- Niyet:
Geçerlilİk-husûsunda niyet, diğer esasların başında gelir. Niyet ile genel
kavram özelteştirilir. Kayıtsız kavramlara kayıt konulur ve kapalı anlamlı
kelimelere açıklık getirilir. Genel kavramdan amaç, kendisine uyan bütün
kelimeleri sınırsız olarak kapsamına alan kavramdır. "Vallahi yağ
yemem" gibi. Bu cümledeki yağ kelimesi genel olup koyun yağım, sığır,
deve, manda ve benzeri hayvanların yağını kapsar. Bu yemini ile kişi, genel anlamdaki
yağı özelleştirmeye niyet ederse iki durum sözkonusu olur:
Ya sadece koyun yağını
yemeyi kendine haram etmiş, diğer yağlan yemeyi ise mubah olarak bırakmıştır.
Ya da sâdece koyun yağını yemeyi kendine haram etmiş, ama diğer yağları mubah
olarak bırakmayı hiç düşünmemiştir. Bu iki durumda da niyetinin faydası olur.
Birinci durumda niyetin faydalı olacağında ihtilâf yoktur. Çünkü genel kavramın
hakîkaten gerekli kıldığı şeye muhalefet etmiştir. Şundan ki: Genel kavram
onun, bütün nevileriyle yağı kendi şahsına haram etmesini gerekli kılmaktadır.
Niyet ise onun, koyun yağı dışındaki yağlan kendi için mubah kılmasını gerekli
kılmaktadır ki, bu durumda genel kavramla niyet arasında gerçek bir zıtlık
vardır. Zaten bazı kimseler, bu zıtlığın varlığını şart koşmuşlardır. Bu durumda
da anılan zıtlaşma, gerçekleştiği için niyet fayda verir. Bunda ihtilâf yoktur.
İkinci duruma gelince, mütemed görüşe göre niyet, bunda da fayda verir. Şundan
ki: Genel kavram, özel bir anlamla özelleştirilmektedir. Buradaki genel kavram
yağdır. Bu kavram koyun yağı ile özelleştirilmiştir. Genel kavramla bu
kavramın alt birimleri arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü koyun yağı, özel olup
genel olan yağ kelimesinin alt birimlerinden biridir. Aralarında bir zıtlık
yoktur, ama başkalık vardır. Ki o da yeterlidir. Mütemed görüşe göre
aralarında gerçek zıtlığın bulunması şart değildir.
Kayıtsız mutlak lâfza
gelince, bunu şöylece örneklendirebiliriz: "Vallahi erkekle
konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, bu cümledeki erkek, kelimesiyle
cahil bir erkeği veya mescidde, ya da geceleyin bir erkekle konuşmamayı
niyetinde bulundurursa; âlim bir erkekle veya mescid dışında ya da gündüzleyin
bir erkekle konuşursa, yeminini bozmuş olmaz.Aynı şekilde bir erkeğe ikram
etmeye yemin eden kişi, bu cümledeki erkekten Zeyd adlı bir erkeği kastederse,
başka bir erkeğe ikram ettiği takdirde yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü
erkek kelimesi mutlak olup onu Zeyd ile ka-yıtlandırmıştır. Böyle yapmakla da,
"Zeyd'e ikram edeceğim" şeklinde yemin etmiş sayılır.
Kapalı anlamlı
kelimeye gelince, bunun için şu örneği verebiliriz: İki eşi olan ve ikisinin de
adı Zeyneb olan bir koca, "Zeynep benden boştur" derse bu sözü kapalı
anlamlıdır. "Zeynep demekle falanın kızı Zeyneb'i kasdettim" derse o
zaman belirttiği adamın kızı olan Zeynep boşanmış olur. Sonra eğer yemin,
boşama ve benzeri şeyler üzerine edilmişse, genel veya kayıtsız olan mutlak
kelimenin örfe göre, kendi niyet ettiği şeyle niyet etmediği şeye eşit olarak
delâlet etme ihtimali bulunmalıdır. Sözgelimi, karısı sağ olduğu sürece
üzerine evlenmemek üzere talâkla yemin eden kişi, bu sözüyle hanımının kendi
nikâhında bulunduğu süreyi kasdetmiş olduğunu söylerse, bu sözü yargı makamınca
onaylanır. Bu durumda hanımını bâin bir talâkla boşar ve üzerine yeni bir kadınla
daha evlenirse, eski karısının, kendi nikâhında bulunduğu sürece evlenmemeye
yemin etmek niyetini güttüğünü iddia ederse bu iddiası, mahkemece kabul edilir.
Şundan ki: "Kadının hayatı" müfred ve kendisine muzaf kılınmış bir
kelime olup, sağ olduğu zamanların tümünü kapsamına alır. Hem kocasının
nikâhında olduğu zamanları, hem başka zamanları kapsar. Kendi nikâhında
bulunduğu zamanı kasdetmiş ise, geneli Özelleştirmiş olur. Hayat kelimesi de
hem nikâhında bulunduğu, hem bulunmadığı zamanlara eşit olarak delâlet
etmektedir. Eğer söylenen kelime eşit olarak iki tarafa delâlet etmiyorsa niyet
ettiği şey, kelimenin dış anlamına yakın olabileceği gibi ona fazlaca muhalif
de olabilir. Eğer yakınsa, niyetinin o olduğuna ilişkin sözü, müftü nazarında
makbul olur. Yemini ister Allah adı üzerine, ister boşama, ister azâd etmeye
ilişkin olsun mutlak olarak müftü nazarında kabul edilir. Eğer yemini Allah adı
üzerineyse sözü, kadı nazarında da makbul olur. Ama yemini, boşama ve azâd
etmeye ilişkin olursa sözü, kadı nazarında makbul olmaz.
Niyet ettiği şey,
kelimenin dış anlamına çok muhâlifse, sözü ne kadı, ne de müftü nazarında
makbul olur. İki tarafın eşit olmasına yakın muhalefetin örneği, önce de
verildiği gibi şudur: Koyun yağını yememeye niyet ederek "vallahi yağ
yemem" diyen kişinin durumunu ele alalım. Buradaki yağ kelimesi, hem niyet
ettiği koyun yağına hem de başka yağlara atfedilebilecek genel bir anlam
taşır. Her ne kadar kelimenin dış anlamı manda gibi çoğunlukla koyundan başka
hayvanların, yağları için kullanılmakta ise de, koyun yağı da bu anlamdan-uzak
değildir. Burada yağ kelimesini, ister başka yağların çıkarılmasına niyet
edilsin, ister edilmesin, özel anlamında kullanılması sahîh olur. Önce de
geçtiği gibi mûtemed görüş budur. Tabiî bütün bunlar, manda veya inek yağının
çoğunlukla kullanıldığı yörelerde sözkonusudur. Ama çoğunlukla koyun yağının
kullanıldığı durumlarda niyet ettiği şey, kelimenin dış anlamına eşit olur.
Niyet edilen şeyin,
kelimenin dış anlamına çok muhalif olmasına örnek olarak şunu gösterebiliriz:
"Karım boştur veya haramdır" diyen kişi, bu sözüyle, ölmüş olan
karısını kasdederse veyahut hanımının yetim malı yediğini kasdederse bu kasdı
ve niyeti, kelimenin dış anlamından uzaktır. Ne yargı makamınca, ne de dince
muteber sayılmaz. Ancak niyetinin bu olduğuna ilişkin karîne bulunursa sözü
onaylanır.
2- Bisat-ı
yemin: Bu, yemine iten etken demektir. Sarih niyet bulunmazsa veya
zaptolunmazsa, yemine iten etken muteber olur. Çünkü etken de niyet
hükmündedir. Aynen niyet gibi etken de geneli özelleştirir; kayıtsız mutlak
kavramları kayıtlandırır. Örneğin: Kasap önünde kalabalık bulunduğundan ötürü,
o gece et almamaya yemin eden kişi, kalabalığın dağılmasından sonra o kasaptan
veya kalabalık olmayan başka bir kasaptan et ahrsa, yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ
kendisini yemin etmeye iten etken, kalabalıktır ve bu etken de yeminin hükmünü
özelleştirmektedir. Aynı şekilde bir tabibin, "hasta hayvanın eti
zararlıdır" dediğini işiteakişi, et yememeye yemin ederse, sağlıklı
hayvanın etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemininin sebebi, hasta
hayvana özgüdür. Aynı şekilde "falanın evini satın alacağım" diye
yemin eden kişi, sahibinin misil değeriyle evi satmaya yanaşmaması durumunda
yeminini bozmuş olmaz. Sahîh olan görüş budur. Zîrâ yemini, ev sahibinin
rızasıyla kayıtlıdır. Yine bunun gibi, malını satmaya yemin eden kişi, malına
değerinden az fiyat verilmesi durumunda satmazsa yeminini bozmuş olmaz.
Yoksullara harcamak üzere halktan zekât toplayan bir kimseye, "kendine bir
pay ayırmak için böyle yapıyorsun" denilir ve o da, zekât vermemeye yemin
eder, bu yeminiyle de hiç bir şeye niyet etmezse malının zekâtını verirken
yeminini bozmuş olmaz. Ancak başka insanların zekâtım verdiğinde yeminini
bozmuş olur. Yine bir kişi akidlerden bir akdi (mukavele kağıdını) yitirir de
şahitlere, yeni bir mukavele yazsınlar diye eskisini yitirdiğine talâk üzerine
yemin eder ve sonra da eskisi evde bulunursa, hanımı boşanmış olmaz.
3- Örf: Bu,
fiilî ve sözlü olmak üzere iki kısma ayrılır. Sözlü örf, telâffuz edilen bir
kelime ile örfe göre ne anlaşihyorsa o demektir. Meselâ dabbe (binek hayvanı)
sözünden örfe göre eşek anlaşılır. Beyaz demekle köle, elbise demekle gömlek
anlaşılır. Dabbe almamaya yemin eden kişi, at satın alırsa, yeminini bozmuş
olmaz. Ama eşek satın almakla yeminini bozmuş olur. Köle almamaya yemin eden
kişi, siyahı alırsa yeminini bozmuş olmaz. Veya elbise almamaya yemin eden
kişi, sarık satın alırsa yeminini bozmuş olmaz.
Fiilî örfe gelince bu,
insanların kullanmayı veya işlemeyi teamül hâline getirmiş oldukları şeydir.
Sözgelimi halkı yalnızca arpa ekmeği yemeyi iti-yad hâline getirmiş bir beldede
yaşayan kimse ekmek yememeye yemin etmişse, ekmek kelimesi hem arpa hem de
buğday ekmeğini kapsamasına rağmen,
buğday ekmeğini yediğinde yeminini bozmuş olmaz. Çünkü fiili örfe göre ekmek
kelimesi, yalnızca arpa ekmeğine özgüdür. Bazıları fiili örfün kelimeyi
özelleştiremeyeceğini söylemişlerdir. Dolayısıyla ekmek yememeye yemin eden
kişi, buğday ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Ama kuvvetli görüş,
birincisidir. Niyet ve bisat (yani yemin edilmesini gerekli kılan etken)
olmayınca, yeminde örf muteber olur.
4- Şer'î
anlam: Namaz kılmamaya veya temİzlenmemeye, yahut da zekât vermemeye yemin
eden kişinin yemini, anılan kelimelerle ilgili şer'î rükünler için anlam ifâde
eder. Lügat anlamını ifâde etmez. Bu kişi öğle veya ikindi namazını kılarsa,
yeminini bozmuş olur. Diğer misâller de böyle... Kuvvetli görüşe göre şer'î
anlam, lügat anlamına tercih edilir.
5- Lügat
anlamı: Bineğe binmemeye yemin eden kişi, karada yürüyen bir hayvana binerse,
bu timsah bile olsa, yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde elbise giymemeye yemin
eden kişi, sarık takmakla yeminini bozmuş olur. Anılan dört esastan birinin
mevcûd olmaması durumunda, yeminde lügat anlamı muteber olur.
hanbelîler dediler ki:
Yeminde öncelikle:
1- Niyet
muteber olur. Yemin eden kişinin niyetine İki şartla başvurulur:
a) Yemin
eden kişi zâlim olmamalıdır. Eğer zâlimse niyeti muteber olmaz. O takdirde,
yemin ettirenin niyeti muteber olur.
b) Yemin
lâfzı, niyetini anlam olarak kapsamalıdır. Eğer lâfzı, niyetini yakın veya orta
bir ihtimalle kapsamaktaysa, sözü yargı ve fetva makamınca onaylanır. Ama uzak
bir ihtimalle kapsamaktaysa, sözü dînen onaylanır. Yani kendisiyle Allah
arasında olan konularda geçerli olur. Ama lâfzı niyet ettiği anlamı kapsamazsa,
sözgelimi ekmek yememeye yemin eden kişi, bu yeminiyle eve girmemeye niyet
ederse, niyeti geçerli olmaz. Niyetin muteber olduğu yemin nevi'leri şunlardır:
aa) Genel
lâfızla özel anlama niyet etmek. Sözgelimi et yememeye yemin etme durumunda,
et kelimesinin kapsamında koyun eti, sığır eti, deve eti, tavuk eti gibi ve
daha bir çok et çeşitleri vardır. Kişi genel lâfız olan "et"
kelimesiyle bu çeşitlerden birini yememeye niyet ederse, bu niyeti sahih olur
ve niyetinin bu doğrultuda olduğuna ilişkin iddiası da kabul edilir.
bb) Bir işi
yapmaya veya yapmamaya yemin ederken belli bir vakit içinde yapıp yapmamaya
niyet etmek. Meselâ, "vallahi öğle yemem" diye yemin eden kişi, bu
günün öğle yemeğini yememeye niyet ederse veya içinde bulunduğu saati
kasdederek "vallahi yemedim" diye yemin eden kişinin, bu yemini
ederken güttüğü niyet, kastettiği vakit için muteber olur.
cc)
Dinleyenin anlayacağından başka mânâdaki bir şeye niyet ederek yemin etmek.
Meselâ hanımına "sen üç defa boşsun" diyen kişi, bu sözüyle hanımının
bağlardan veya sözgelimi terzilik gibi bir işten boşanıp kurtulduğunu kasteder.se,
niyeti her ne kadar yargı merciince muteber sayılmazsa da hanımı boşanmış
olmaz. Çünkü boşama kelimesi, uzak bir ihtimâlle de olsa onun niyet ettiği
mânâyı kapsamaktadır.
dd) Yemin ederken özel
kelimeyle genel anlamı kasdetmek. Meselâ, "su-sasam da vallahi falan
kişinin suyunu içmeyeceğim" diye yemin eden kişi, bu sözüyle o şahsın başa
kakmaya yolaçacak yemeğini yememeye ve giysisini giymemeye de niyet ederse bu
niyeti muteber olur. Çünkü özel kelimeyi genel anlamda kullanmak sahihtir. (Bu
durumda o kişinin yemeğini yerse veya giysisini giyerse yeminini bozmuş olur.)
Ama evinin gölgesinde veya lambasının ışığında oturursa yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü yeminindeki kelime, bu tür anlamlan kapsamaz. Aynı şekilde falan evde
eşiyle birlikte oturmayacağına yemin eden kişi, bu yeminiyle eşine cefâda
bulunmaya ve onunla oturup kalkmamaya niyet ederse, bu niyeti muteber olur.
Çünkü özel kelimeyle genel anlamı ;kasdetmiştir.
2- Yeminin
sebebi gözönüne alınır. Yemin eden kişi, sarfettiğİ kelimenin ne dış anlamı ve
ne de muhtemel bir anlamıyla herhangi bir şeye niyet etmemişse, kendisini
yemine iten sebebe bakılır. Şöyle ki: Bir kişinin bir başkasından alacağı olur
da ödemesi için sıkıştırır ve o da, "hakkını yarın Ödeyeceğim" diye
yemin eder, fakat yarından önce öderse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yeminin
sebebi ödemenin çabuklaştırılmasını gerekli kılmaktadır. Sebeb de niy&e
delâlet etmektedir. Ama niyeti ve yemininin sebebi olmaz ise; yeminle
belirtilen vadeden önce öderse yeminini bozmuş olur. Buna göre yarından önce
veya yarından sonra öderse yeminini bozmuş olur.
3- Üzerine
yemin edilen şeyin, tüm özellikleri ortadan kalkacak şekilde niteliği değişir,
sonra da ikinci kez aynı nitelikleri yeniden kazanırsa, yemin geçerli olur.
Örneğin: "şu ağacın şu dalı altında gölgelenmeyeceğim" diye yemin
eden kişi, o dalın kırılması ve sonra tekrar yerine tutturulması durumunda altına
girip gölgelenirse yeminini
bozmuş olur. "Şu
kalemle yazmayacağım" diye yemin eden kişi, o kalemi kırıp tekrar
onarır ve sonra da onunla yazarsa yeminini bozmuş olur. "Bu eve
girmem" diye yemin eden kişi, o evi yıkıp yeniden inşa eder, sonra da
içine girerse yeminini bozmuş olur.
4- Üzerine
yemin edilen şey, tüm özellikleri kaybolmayacak biçimde bir nitelik değişimine
uğrarsa; meselâ kızarmış et yememeye yemin eden kişi, haşlanmış et yerse,
yeminini bozmuş olur. Ama gömlek şeklindeki bir giysiyi giymemeye yemin eden
kişi, sonra o giysiyi gömlek şeklinden çıkarıp başka bir biçime sokarak
giyerse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü gömlek olarak giyme hâli, o giysi için
değil de onu giyen kişiyle ilgili bir kayıttır.
5- Bütün
bunlardan sonra ismin işaret ettiği şey muteber olur ki, bu da örfî, şer'î ve
lügavî olmak üzere üç kısımdır. Gerçek olan da iügavî anlamıdır. Ama
mûteberlik açısından şer'î anlamı Öne alınır. Meselâ, hiç bir şeye niyet
etmeksizin namaz kılmamaya yemin eden kişinin yemini, lügavî salât
olan duayı değil, şer'î salât olan namazı
ifâde eder. Bu kişi cenaze namazını kılmakla da yeminini bozmuş olur. Çünkü
cenaze namazı, şer'î salâttır. İfti-tah tekbiri almakla yemini bozulur. Çünkü
bu tekbiri almakla namaza girmiş sayılır. Ama, "vallahi hiçbir namaz
kılmayacağım" diye yemin eden kişi, iki secdesiyle birlikte bir rek'at
kılmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ancak bu kadarına namaz adı verilir ve
sahîh bir namaz kılmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Sözgelimi abdestsiz veya iftitah
tekbiri almadan namaz kılarsa yeminini bozmuş olmaz. Diğer akidler de böyledir.
Fâsid akİdle yemin bozulmaz. Ancak hac böyle değildir. Bir kişi
haccetmeyeceğine dair yemin eder, sonra fâsid de olsa hacca giderse, yeminini
bozmuş olur. Şu da var ki örfî mânâ, lügavî mânâdan önce gelir. Bir kişi,
alacaklısının hakkını yarın ödemeye yemin eder de bu yemini ederken borcu
geciktirmeye niyetlenir ve ancak yarından önce borcu öderse yine yeminini
bozmuş olur. Çünkü yemin, onun niyeti üzerine kurulmuştur. Fakat kendisi,
niyetine muhalefet etmiştir.
"Şu malı yüz
liraya satacağım" diye yemin eden kişi, o malı yüz liraya veya daha
fazlasına satarsa yeminini bozmuş olmaz. Ama yüz liradan eksik bir fiyatla
satarsa yeminini bozmuş olur. Zira içinde bulunduğu durumun karineleri onun
daha fazla fiyat istediğine delâlet etmektedir. Bir mal için "yüz liraya
satın almam" diye yemin eden kişi, o malı yüz liraya veya daha aşağısına
satın alırsa yeminini bozmuş olmaz. Ama daha fazlasına alırsa, birinci durumun
tersine, yeminini bozmuş olur. Çünkü içinde bulunduğu durumun karineleri onun,
o malı daha aşağısına almak istediğine delâlet etmektedirler. Başa kakma
nedeniyle, "şu elbiseyi vallahi giymeyeceğim" diyen kişi, bilâhare o
elbiseyi satıp parasıyla başka bir elbise alıp giyerse, yeminini bozmuş olur.
Minnet olmayacak bir şekilde o elbiseyi satın alırsa veya başkası satın alıp
kendisine giydirirse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü sebeb ortadan kalkmıştır, ki,
o da başa kakmadır.
6- İşaretle
belirleme. Yemin eden kişinin, niyeti ve yemininin sebebi olmazsa o takdirde
işarete bakılır. Çünkü işaret maksadı belirler; yemin eden kişinin maksadının
ne olduğuna kelimenin mânâya olan delâletinden daha fazla delâlet eder. Belirli
bir şey için yemin edilirse, meselâ bir kişi; "vallahi bu yumurtayı
yemiyeceğim" diye yemin etmiş ve kelimenin muhtemel anlamlarından birine
de niyet etmemişse, veya yemini bir sebebe dayanmıyorsa, o yumurtayı yemekle
yeminini bozmuş olur. Üzerine yemin edilen belirli şeyin niteliği yok olursa,
meselâ yenmemesine yemin edilen yumurta civcive dönüşürse, bu varsayım üç
kısımda mütalaa edilir:
a) Üzerine
yemin edilen şey, yumurta örneğinde olduğu gibi, niteliği tamamen ortadan
kalkar, adı değişip parçaları da başka bir şeye (civcive) dönüşür veya buğday
ekilip başağa, veyahut şarap sirkeye dönüşür. Bu durumlarda yumurtayı yememeye
yemin eden kişi; civcivi, buğdayı yememeye yemin eden kişi başağı yerse ve
şarabı içmemeye yemin eden kişi sirkeyi içerse yeminini bozmuş olur.
b) Üzerine
yemin edilen şeyin parçaları yerinde kaldığı halde niteliği yok olup isminin
ortadan kalkması, meselâ "ratb" adı verilen taze hurmanın ku-ruyarak
"temr" adını alması veya "ratb"ın ezilerek
pekmezleştirilmesi, ya da "maraba" denen .'bir tatlı yapılıp ismini
ve niteliğini kaybetmesi, fakat aslî cüzlerinin var olmakta devam etmesi. Şu
halde hurmayı taze "ratb" halindeyken yememeye yemin eden bir kimse,
onu "temr" ya da "maraba" hâlinde yerse yeminini bozmuş
olur. Aynı şekilde "şu çocukla konuşmam" diye yemin eden kişi,
yaşlandığında o çocuk ile konuşursa yeminini bozmuş olur. Her ne kadar çocuğun
"çocuk" olma ad ve niteliği ortadan kalkmışsa da vücûdunun cüzleri
hâlâ var olmakta devam etmektedir. Yine bunun gibi, "bu kuzunun etini
yemem" diye yemin eden kişi, onu koç olduktan sonra yerse, yeminini
bozmuş/olur, "şu buğdayı yemem" diye yemin eden kişi, onu un hâline
geldikten' ve ezilip parçalandıktan sonra yerse yeminini bozmuş olur.
c) İzafenin değişmesi. Falanın evine girmem diye
yemin eden kişi, ev sahibinin evi başkasına satmasından sonra o eve girerse
yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "vallahi Ali'nin hanımıyla
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, Ali'nin hanımını boşamasından
sonra o kadınla konuşursa yeminini bozmuş olur.
Şâfiîler dediler ki:
Yeminler eğer Allah adı üzerine and içerek yapılmışsa, örfe, örfün anladığı
mânâya göre gerçekleşirler. Edilen yemin cümlesindeki kelimeler, mecaz da
olsalar bilinen anlamlarını ifâde ederler. Bu mecazlar ister bilinen, ister
bilinmeyen mecazlar olsunlar, aynı hüküm geçerlidir.
Edilen yemin talâk
üzerine ise o zaman yemin cümlesindeki kelimeler, örfe bakılmaksızın lügat
anlamlarını ifâde etmiş sayılırlar. Sözgelimi, "vallahi bu ağaçtan
yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, ağaç kelimesinin gerçekte ağacın odun
ve yaprağı anlamını ifâde etmesine rağmen, anılan ağacın meyvesini yerse
yeminini bozmuş olur. Ama örfe göre ağaç kesilmesi, meyveyi de anlam olarak
kapsamına almaktadır. Aynı şekilde bir emîr (devlet yetkilisi) kendi evini
yapmamaya yemin eder de başka birisi evini yaparsa yeminini bozmuş olur. Yine
bu emîr, saçını traş etmemeye yemin eder de kendisinin emriyle başkası saçını
traş ederse, başka bir şeye niyet etmemiş ise örfe nazaran yeminini bozmuş
olur. Mûtemed görüş budur. Ama başka bir şeye niyet etmişse, niyetine göre amel
olunur. Aynı şekilde "vallahi şu yumurtayı yemem" diyen kişi, o
yumurtayı çiğnemeksizin yutarsa yeminini bozmuş olur. Çünkü örfe göre yutmak,
yemek demektir. Ama "şu yumurtayı yersem, karım boş olsun" dîye
talâk üzerine yemin eden kişi, o yumurtayı çiğnemeksizin yutarsa hanımı
boşanmış olmaz. Çünkü çiğnemeksizin yutmak, lügate göre yemek demek değildir.
Talâk üzerine yemin etmek, bilindiği gibi örf üzerine değil, lügat üzerine
kurulur. Niyete gelince bu, yeminde sarf edilen kelimenin taşıması muhtemel olmayan
bir anlama niyet etmedikçe, muteber olur. Önceki örneklerde de geçtiği gibi
bir kişi, "vallahi ben bu işi yapmadım" der de. bu sözüyle, "O,
Allah'tır" demeye niyet ederse, yemini geçerli olmaz. Yine bunun gibi bir
kişi, "Billahi ben bu işi yapacağım" der de bu sözüyle Allah'tan
yardım dilemeye niyet ederse, sözü mahkemece değil de diyâneten kabul edilir.
Çünkü kadı huzurunda olmadıkça tevriye (sözün ilk anda anlaşılan mânâsını
değil de başka mânâyı kasdetmek) yeminde sahihtir. Yeminde sarfedilen kelimeden
anlaşılması mümkün olmayan bir manaya niyet etmek fayda vermez. Meselâ
"ve'I-cenabî'r-RefF" (yüce kata) diyen kişi, bu sözüyle Allah'a yemin
etmeye niyet ederse yemini gerçekleşmez. Çünkü "cenâb" kelimesi, insanın
evinin avlusu mânâsını taşır ki, bu mânâ da Allah hakkında mümkün değildir.
Mümkün ve muhtemel olmayan mânâlara niyet etmek, geçersizdir.
Namaz kilmamaya yemin
eden kişi, cenaze namazı kılmakla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü cenaze namazı,
her ne kadar şer'an namaz ise de, ör-fen namaz sayılmaz. Yeminde de örf tercih
edilir. Bu kişi rükûlu ve secdeli de olsa fâsid bir namaz kılmakla da yeminini
bozmuş olmaz. Diğer akitler de böyledir. Hac akdi dışında, bir akdi yapmamaya
yemin eden kişi, o ak-din sahihini yapmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Ama
haccetmemeye yemin eden kişi, fâsid de olsa haccetmekle yeminini bozmuş olur.
Bu ve bundan sonraki
konuda, önce belirtilmiş olan esaslar üzerine kurulu birtakım meseleleri ele
alacağız. Bu meselelerin bir kısmı da diğerleri için esas teşkil edecektir.
Bazıları da başka esaslar üzerine kurulacaktır. Bu meselelerle ilgili olarak
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(112) Mâlikîler dediler
ki: "Bu ekmeği yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, o ekmekten bir lokma
yiyecek olursa, yeminini bozmuş olur. "Bu ekmeğin hepsini
yemiyeceğim" diye yemin etmiş olsa bile, bir lokma yemekle yeminini bozmuş
olur. Meşhur olan görüş budur. Tabiî ettiği bu yeminin bir sebebi yoksa ve
kendisini bu şekilde yemin etmeye iten bir etken bulunmuyorsa ve bu yolda bir
niyeti yoksa hüküm böyledir. Aksi takdirde niyetine göre hareket eder. Ama,
"bu ekmeği yiyeceğim" diye yemin eden kişi, o ekmeğin tümünü yemezse,
yeminini bozmuş olur. Hepsini yiyeceğim demiş olmasa bile, bir lokma yemekle,
yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Özetle diyeceğimiz şu ki: Bir kişi, birkaç
parçası olan bir şeyi yapmamaya yemin ederse; o parçalardan her birini yaptıkça
yeminini bozmuş olur. Yapmamaya yemin ederken; hepsini yapmayacağım veya bir
kısmını yapmayacağım demiş olsa da, niyeti bu doğrultuda olmadıkça yeminini
bozmuş olur. Bir kaç parçası olan bir şeyi yapmaya yemin eden kişi, o şeyin
parçalarından birini terkettiği takdirde, eğer niyet etmemişse veya maksadım
doğrulayan bir karine bulunmaz ise yeminini bozmuş olur. Meselâ akşam yemeğini
yememeye yemin eden bir kişi, eğer gecenin tümünde yememeye yemin etmemişse,
gecenin son diliminde sahur yemeği yemekle yeminini bozmuş olmaz. Et yememeye
yemin eden bir kişi, eğer bütün et çeşitlerini yememeye niyet etmişse veya bu
doğrultuda yemin etmesini gerekli kılan bir sebeb varsa, balık ve kuş eti
yemekle yeminini bozmuş olur. Ama et yemiyeceğim diye yemin ettiğinde, balık
ve kuş etini yemeye niyet etmişse, bunların etini yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Yumurta yememeye yemin eden kişi, balık yumurtası yerse, hatta timsah
veya deniz kaplumbağasının yumurtasını yerse yeminini bozmuş olur. Bal yememeye
yemin eden kişi, yaş hurma ve incir gibi taze meyvelerden elde edilen baİı
(reçeli) yerse, yeminini bozmuş olur. Ama yumurta yememeye yemin eden kişi, bu
yeminiyle tavuk yumurtası yemiyeceği kaydım koyarsa, balık veya timsah
yumurtası yemekle yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde bal yememeye yemin eden
kişi; şeker kamışının balını yemiyeceği kaydını koyarsa, diğer taze meyvelerden
elde edilen reçeli yemekle yeminini bozmuş olmaz. Veyahut da örfe göre, et
derken davar etinden başka et, yumurta derken tavuk yumurtasından başka
yumurta, bal derken şeker kamışı balından, şekerden veya arı balından başka bal
anlaşılmıyorsa; et yememeye yemin eden kişi, balık etini yerse yemini bozulmaz.
Yumurta yememeye yemin eden kişi, balık yumurtası yerse yemini bozulmaz. Bal
yememeye yemin eden kişinin, taze meyvelerden elde edilen reçeli yemekle yemini
bozulmaz. Ancak özellikle yememeye yemin ettiği şeyleri yemesi yeminini bozar.
Meselâ ekmek yememeye yemin eden bir kişi, şehriye, makarna veya pasta yerse,
şimdiki örfümüze göre yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bunlar, örfümüze göre ekmek
adını almazlar. Aynı şekilde şehriye, pasta veya bunlara benzer bazı özel hamur
işlerini yememeye yemin eden kişi, ekmek yerse yemini bozulmaz. Davar eti
yememeye yemin eden bir kişi, koyun ve keçi eti yemekle yeminini bozmuş olur.
Tavuk eti yememeye yemin eden bir kişi, tavuk ve horoz eti yemekle yeminini
bozmuş olur. Yağ yememeye yemin eden bir kişi, yağın tadını ağzında hissetsin
etmesin, yağla yapılmış bir pasta veya yemeği yemekle, yeminini bozmuş olur.
Meşhur olan görüş budur. Aynı şekilde safran bitkisi yememeye yemin eden bir
kişi, İçinde eriyip yok olsa bile, bir yiyeceğin İçinde pişirilmiş olarak onu
yediği takdirde yeminini bozmuş olur. Ama sirke, limon veya portakal yememeye
yemin eden bir kişinin bir yemeğin içinde pişirilerek eriyip yok olan limon
veya portakalı yediği takdirde yemini bozulmaz. Ama bu portakaldan yemiyeceğim
veya bu sirkeden içmiyeceğim diye yemin eden bir kişi, bir yemeğin içinde
eriyecek şekilde pişirilmiş olsalar da bunları yemekle yeminini bozar. Et
yememeye yemin eden bir kişi, iç yağı yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü iç
yağı, etin cüzüdür. Ama iç yağı yememeye yemin eden bir kişi, et yerse yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü et, iç yağının cüzü değildir. Şundan ki; Allah,
İsrâiloğullarına iç yağını haram kılmıştı. İç yağı, eti kapsamadığı için, et
yemeyi onlara yasaklamamıştı. Bu tal'dan (Tap, hurmanın ilk aşamasıdır)
yemiyeceğim diye yemin eden bir kişi, taze veya kuru olarak beleh iken (beleh,
hurmanın ikinci aşamasıdır), ya da acve iken (olgunlaştıktan sonra) yerse
yeminini bozmuş olur. Nitekim bu hurmadan elde edilen şıra ve benzeri şeyleri
yemekle de yeminini bozmuş olur.
"Bu buğdaydan
yemiyeceğim diye yemin eden kişi, bu buğdayı veya bundan elde edilen un,
şehriye, yağlı ekmek, pasta gibi şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur.
"Bu sütten yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, bundan elde edilen
kaymak, yağ ve peyniri yemekle yeminini bozmuş olur. "Bu ağacın
hurmasından yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, önceden var olan ve
sonra meydana gelen hurmalarını yemekle yeminini bozmuş olur. "Bu mandanın
sütünden içmiyeceğim" diye yemin eden kişinin durumu da aynıdır. Ama
"dan" ekini anmayarak bu ağacın hurmasını yemiyeceğim diye yemin eden
kişinin durumu hakkında görüş ayrılığı vukubulmuştur. Bazıları o ağacın
hurmasından elde edilen şeyleri yemekle yeminin bozulmuş olmayacağını,
bazılarıysa, bozulmuş olacağını söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, hurmadan
elde edilen veya hurmadan yapılan yiyeceklerin gerçekten asılları olan hurmaya
yakın yiyecekler olma durumunda, onları yiyenin yemininin bozulmuş olacağını
söylemektedirler. Tabiî bu şekilde yemin eden kişi, eğer bu hurmadan yapılan
yiyecekleri de yememeye niyet etmişse, bunları yemekle yeminini bozmuş olur.
Eğer yemeye niyet etmişse veya kendisini bu yönde yemin etmeye sevkeden bir
sebeb meydana gelmişse, o zaman bu niyetine göre veya bu sebeb doğrultusunda
hareket ederek o hurmadan yapılan yiyecekleri yiyebilir. "Şu"
demeksizin tal'ı (hurmanın çiçek durumundaki ilk aşaması) yememeye veya bir
tal'ı yememeye yemin eden kişi, bu tal'dan meydana gelen taze hurmayı veya bu
hurmadan elde edilen şıra ve benzen şeyleri yemekle, yeminini bozmuş olmaz.
Aynı şekilde sütü veya bir sütü içmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, sütten
elde edilen şeyleri yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak beş durumda yemini
bozulur: Yenilmemesine yemin edilen şeyden elde edilen yiyecekler,
yapıldıkları şeye yakın iseler o takdirde onları yemekle de yemin bozulmuş olur
ki, az önce de belirtildiği gibi bunları beş grupta toplayabiliriz:
1- Kuru üzüm
veya bir kuru üzümü yememeye yemin eden bir kişi, ondan yapılan şırayı içmekle
yeminini bozmuş olur.
2- Et veya
bir eti yememeye yemin eden bir kişi, iç yağı yemekle yeminini bozmuş olur.
3- Et veya
bîr eti yememeye yemin eden bir kişi, etle yapılan çorbayı içmekle yeminini
bozmuş olur.
4- Buğday
veya bir buğdayı yememeye yemin eden bir kişi, ondan yapılan ekmeği yemekle
yeminini bozmuş olur.
5- Üzüm veya
bir üzümü yememeye yemin eden bir kişi, ondan yapılan
şırayı içmekle yeminini bozmuş olur. Bu,
kuru üzümde verilen örnek gibidir. Hatta aralarındaki mesafe çok daha
yakındır.
Kişinin yememeye yemin
ettiği şey için "şunu..." veya "şundan yemiyeceğim" demese
bile, o şeylerden elde edilen şeyleri yerse, yemini bu anılan beş durumda
bozulur. Buğday yememeye yemin eden kişi, "şunu" veya "şundan..."
kaydını koymamış olsa bile, o buğdayın tohum olarak ekildikten sonra ondan
üreyen buğdayı yemesi hâlinde yeminini bozmuş olur. Yemin ederken ister bu iki
kelimeyi birarada kullansın, ister birini kullanıp diğerini kullanmasın, ister
marife veya nekire şeklinde kullansın, hüküm aynı olur. Bu buğdayı yemeyip
satsa ve o parayla başka tahıl alarak yese bile, yeminini bozmuş olur. Tabiî bu
yemini ederken, başkasının kendisi üzerindeki minnetini kesmeye niyet ederse,
yeminini bozmuş olur. Sözgelimi adamın biri kendisine, "safna buğday yedirmeseydim
acından ölecektin der de o, bu minneti kesmek'için buğday yememeye yemin eder
ve sonra da yerse yeminini bozmuş olur. Ama düşük kaliteli olduğu için yememeye
yemin eder de ondan üretilen buğdayı yerse veya onu satıp parasıyla başka
buğday satın alıp yerse, yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde buğdaydan yapılan
bir yiyeceği, iyi yapılmadığı gerekçesiyle yememeye yemin ederse, o buğdaydan
yapılan iyi kaliteli bir ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Aç bırakarak
nefsine baskı yapma kasdıyla bir şey yememeye yemin eden bir kimse, kendisiyle
gıdalanılan süt ve benzeri şeyleri içmekle yeminini bozmuş olur. Ama sırf
yememek için yememeye yemin eden kişi, bunu içerse yeminini bozmuş olmaz.
Nitekim yememeye yemin eden kişi, zemzem suyunu içmekle de yeminini bozmuş
olmaz. Ama nefsini aç bırakma kasdıyla yememeye yemin eden kişi, doymak
amacıyla içerse yeminini bozmuş olur.
Şunu yemeyeceğim veya
içmeyeceğim diye yemin eden kişi, o yiyeceği veya içeceği diliyle tadar da
tattığı şey boğazından aşağı inmezse, yeminini bozmuş olmaz. Ama aşağıya
inerse, bozmuş olur. Bir kişi Mehmed'in yemeğini yemem diye yemin eder de
Mehmed'in ölümünden sonra onun malını yiyecek olursa yeminini bozmuş olmaz.
Tabiî bu yeminini, Mehmed'in kendisine, "eğer ben olmasaydım seni
yedirecek birini bulamazdın" diyerek başa kakması nedeniyle, bu minnetini
kesmek için yapmışsa ölümünden sonra onun malından yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Fâsid muamelelerle mal topladığı gerekçesiyle birinin yemeğini yememeye
yemin eden bir kişi, onun ölümünden sonra malını yerse yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü ölümünden sonra malı miras kalmakla pislikten arınmış olur. Ama bu iki
sebeb dışında bir şahsın yemeğini yememeye yemin edilir de ölümünden sonra o
şahsın malı yenilirse, yemin iki şartla bozulmaz:
1- Ölünün
bırakmış olduğu malda başkalarının alacağı bulunmamalıdır. Ölümünden önce
malını yememeye yemin eden kişi; ölünün mahndaki başka kimselerin alacakları
ödenmeden ve bu mal mirasçılara paylaştırılmadan yerse, yeminini bozmuş olur.
Ama borçlar ödendikten sonra kalan mali, mirasçılara paylaşılmadan önce de
olsa, yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz.
2- Malının
yenilmemesine yemin edilen müteveffa şahıs, ancak terekenin satılması
durumunda ödenebilecek muayyen olmayan belirli bir şeyin malından verilmesini
vasiyet etmiş olmamalıdır. Meselâ müteveffa, ancak terekenin satılması
durumunda ödenebilecek olan yüz dinarın herhangi birî-ne verilmesini vasiyet
etmişse, yeminli kişi bu vasiyetin yerine getirilmesinden önce ölünün malından
yerse, yeminini bozmuş olur. Ama müteveffa, vârislerine muayyen bir şeyi,
meselâ belli bir evi vermelerini veya terekenin satımını gerektirmeyen bir
hisse-i şayiayı, sözgelimi terekenin dörtte birini vermelerini vasiyet ederse o
zaman, müteveffanın malından yememeye niyet etmiş olan kişi, vasiyetin yerine
getirilmesinden önce malından yerse yeminini bozmuş olmaz.
Hanefîler dediler ki:
Kişinin yememeye yemin ettiği şey, yemek ve meyve gibi yenen şeylerdense
bunları çiğnesin çiğnemesin, tatsın tatmasın midesine ulaştırmakla yeminini
bozmuş olur. Yumurta yememeye yemin eden kişi, onu kabuklu veya kabuksuz
yemekle yeminini bozmuş olur. Çiğnemez ama yutmazsa yemini bozulmuş olmaz.
Kişinin yememeye yemin ettiği şey, süt gibi içilebilen sıvılardansa, sâdece
bunları içmekle veya üzerlerine çay gibi başka bir sıvıyı katarak içmekle
yeminini bozmuş olmaz. Ama bu sıvılara ekmek veya hurma gibi yenilir şeyi
katarak yerse yeminini bozmuş olur.
Yağ yememeye yemin
eden bir kişi, yağlı bir yemek yerse yeminini bozmuş olmaz. Ancak yediği
şeydeki yağ, o şey sıkıldığında damlayacak kadar apaçık görülmekteyse, yeminini
bozmuş olur. Ama böyle olmazsa, yağın tadını ağzında hissetse bile yeminini
bozmuş olmaz. Aynı şekilde süt yememeye yemin eden bir kişi, sütü pirinçle
beraber pişirerek yer ve yapılan bu sütlaç sıkıldığında süt damlarsa, yeminini
bozmuş olur. Ama süt damlamazsa, sütlacı yemekle yeminini bozmuş olmaz. Sirke
ve bal gibi diğer sıvılar da bu hükme tabidirler. Bunları yememeye yemin eden
kişi, sırf bunları içmekle yeminini bozmuş olmaz. Başka yiyeceklerle birlikte
pişirilip de, önce belirtilen şekilde, o yiyeceklerin içinde yiyeceğin
sıkılması durumunda damlamayacak şekilde eriyip kaybolan şeylerin yenilmesi
yemini bozmuş olmaz. Aksi takdirde bozulur. Üzüm yememeye yemin eden bir kişi,
üzümü emmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü emmek, yemek değildir. Aynı şekilde
üzüm içmemeye yemin eden de üzümü emmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü emmek,
içmek demek değildir. Yine bunun gibi nar yememeye yemin eden bir kişi, narı
emip de tükürürse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu içmek değildir; aksine
içmek, sıvıyı ağza almaktır. Ama burada ağza almalı nar, sıvı değil katıdır.
Ama narı sıkıp da suyunu ağzına alan kişi, eğer narı içmemeye yemin etmişse yeminini
bozmuş olur. Emse bile, içmemeye yemin eden kişinin yemini bozulur. Üzüm
yememeye yemin eden bir kişi, üzümü sıkıp da tortusunu yerse yeminini bozmuş
olur. Çünkü tortu yenilebilir şeydir. Sıkılması, onu yenilir olmaktan çıkarmaz.
"Şu şekeri yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, o şekeri emmekle
yeminini bozmuş olmaz. Ancak emmek, örfe göre yemek sayıhyorsa, o zaman emmekle
de yemin bozulmuş olur. Şu yiyeceği tadmı-yacağım diye yemin eden bir kişi, onu
çiğnese ve ağzında çözülerek tad almasını gerekli kılan bir parçasını yese,
yeminini bozmuş olur. Ama ağzında tad almasını gerekli kılan bir parçası
çözülmez ve öylece yutarsa, yeminini bozmuş olmaz. "Şu şeyi
yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onu tatmakla yeminini bozmuş
olmaz. Zîrâ bilinmektedir ki; yemek, yenilecek şeyi mideye indirmek demektir.
Tatmaksa, bir şeyin tadını sâdece ağız vasıtasıyla algılamaktır. "Bu
hurma ağacından yemiyeceğim" diye yemin eden bîr kişi, o ağacın hurmasını
veya cümmasmı (hurma yağını) veya bunlardan yapılan bir şeyi; meselâ hurma
şırasından yapılan ekmeğimsi pestili veya bu şıradan yapılan başka bir yiyeceği
yerse, yeminini bozmuş olur. Ancak hurmadan, hurmanın yağından veya şırasından
yapılan yiyecek, ayrıca bir işlemden geçirilerek kimyasal özelliğini yitirmiş
olmamalıdır ki, yendiği takdirde yemin bozulmuş olsun. Aynı şekilde bu kişi,
hurmanın kendiliğinden akıve-ren balım yemekle de yeminini bozmuş olur. Ama bu
kişi, pişirme nedeniyle kimyasal özelliğini değiştiren hurmayı yemekle yeminini
bozmuş olmaz. Ne-biz, sirke, pişirildikten sonra yaprak ve ayrıca bir ustalığa
ihtiyaç gösteren bunlara benzer diğer yiyecekleri de yerse yeminini bozmuş
olmaz. Meyvesiz bir ağacı göstererek "şu ağaçtan yemiyeceğim" diye
yemin eden bir kişi, o ağaç satıldıktan sonra parasıyla alınan bir şeyi yemekle
yeminini bozmuş olur. Ama bu koyundan yemiyeceğim diye yemin eden bir kişi, o
koyunun yağından ve sütünden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde, üzüm
ye-mİyeceğim diye yemin eden bir kişi, üzümün şırasını veya kurutulmuşunu yemekle
yeminini bozmuş olmaz. "Şu unu yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi,
o undan yapılan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Bunda formül şudur:
Yenilmemesine yemin edilen nesne, eğer yenilir şeylerdense yemin direkt olarak
o şeye ve ondan meydana gelen şeylere sarf olur. Sözgelimi koyun yememeye yemin
eden bir kişinin yemini, koyun yenilir şeylerden olduğu için, hem koyuna ve
hem de koyunun süt ve yağına sarf olur. Yenilmemesine yemin edilen şeylerin
ayrıca bir işlemle şekil değiştirmesi şartıyla, o şeylere sarf olur. Meselâ
hurma ağacını yememeye yemin etmek gibi. Bilindiği gibi hurma ağacının kendisi
yenilmez. Yenilmemesine yemin edilen nesneden başka şeyler elde edilmiyorsa o
takdirde yemin, o nesnenin satımıyla elde edilen paraya sarf olur. Yenilmeyen
şeylerden olup da yenilmemesine yemin edilen nesnenin yenilmesi; meselâ
yenilmemesine yemin edilen hurma ağacının bir parçasının yutulması durumunda
yeminin bozulup bozulmayacağı hususunda ihtilâf vukûbulmuştür. Bazıları, eğer
buna niyet etmişse yemini bozulmaz derken, bazıları da, mutlak surette yemini
bozulur demişlerdir. Çünkü burada gerçek tahakkuk etmemiştir. Dolayısıyla
mecaza göre hareket edip ağacı yememek vâcibtir.
"Şu ağaçtan
yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o ağaçtan bir parça kesip başka bir
ağaca aşılarsa şu durumlar sözkonusu olur: Ya her iki ağaç da aynı türden olur
veya ayrı nevilerden olurlar. Eğer ikisi de aynı türdense yememeye yemin ettiği
ağacın parçasını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o, artık örfe göre diğer
ağacın parçası olmuştur. Eğer ayrı türlerdense, meselâ biri. elma, diğeri armut
ağacıysa "elma ağacından yemiyeceğim" diye yemin eden kimse onun bir
dalını alıp armut ağacına aşıladığı takdirde, aşılanmış ağacın meyvesinden
yemekle yeminini bozmuş olur. Ama elma adını vermeyip sâdece elma ağacını
göstererek, "bu ağaçtan yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, elma
ağacının dalıyla aşılanan armut ağacının meyvesinden yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü örfen elma ağacı, artık armut ağacının bir parçası olmuştur.
Süt yememeye yemin
eden bir kişi, peynirleştikten sonra o sütü peynir haline geldikten sonra
yediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde onu yoğunlaştıktan sonra
yemekle de yeminini bozmuş olmaz. Nitekim "şu üzümden yemiyeceğim"
diye yemin eden bir kişi, kuruduktan sonra onu yerse yeminini bozmuş olmaz.
Yine bunun gibi belİrtmeksizin ve işaret etmeksizin, "üzüm
yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi de kuru üzüm yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Kuru üzüm yememeye yemin eden biri taze üzüm yemekle, belli bir
yumurtayı göstererek "şu yumurtadan yemiyeceğim" diye yemin eden bir
kişi o yumurtadan çıkan pilici yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu şaraptan
içmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, sirkeye dönüştükten sonra aynı
şarabı içerse yeminini bozmuş olmaz. "Şu ağacın çiçeğini yemiyeceğim"
diye yemin eden bir kişi, o çiçekleri, bademe, ya da eriğe dönüştükten sonra
yemekle yeminini bozmuş olmaz. Henüz olgunlaşmamış kuru vaziyetteki hurmayı
yememeye yemin eden kişi, olgunlaştıktan sonra onu yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Çocukla konuşmamaya, kuzuyu yememeye yemin eden kişi, yaşlı biriyle
konuşursa veya koç etini yerse yeminini bozmuş olmaz. Ki bu da az önce verilen
hurma örneğinin aynısıdır. Çünkü koça kuzu denmeyeceği gibi, yaşlıya da çocuk
denmez. Ama işaret ederek, "şu çocukla konuşmayacağım" veya "şu
kuzuyu yemeyeceğim" diye yemin eden kişinin durumu bundan farklı olup,
yaşlandıktan sonra o çocukla konuşur veya büyüyüp koç olduktan sonra o kuzuyu
yerse yeminim bozmuş olur. Yeminin asılları bahsinde bu hususta geçerli formül
verilmiştir.
Yaş hurma yememeye
yemin eden bir kişi, çoğunluğu yaş, bir kısmı da kuru olan hurmayı yemekle
yeminini bozmuş olur. Yine bunun gibi kuru hurma yememeye yemin eden bir kişi,
çoğunluğu kuru, bir kısmı da yaş olan hurmayı yemekle yeminini bozmuş olur. Bu
iki meselenin aksinde ise ihtilâf vardır: Yaş hurma yememeye yemin eden bir
kişi, az bir tarafı yaş, geri kalan kısmı kuru olan hurmayı yemekle bazılarına
göre yeminini bozmuş, bazılarına göre ise bozmamış olur. Aynı şekilde kuru
hurma yememeye yemin eden bir kişi, az bir tarafı yaş, geri kalan kısmı kuru
olan hurmayı yemekle bazılarına göre yeminini bozmuş, bazılarına göre ise
bozmamış olur.
Yaş hurma satın
almamaya yemin eden bir kişi, üzerinde yaş ve kuru
hurma bulunan, fakat kurusu daha fazla
olan salkımı satın almakla yeminini bozmuş olmaz. Et yememeye yemin eden bir
kişi, balık yemekle yeminfni bozmuş olmaz. Ancak yemin ederken balık yememeye
de niyet etmişse ve örfe göre balık da et olarak adlandırıhyorsa, o zaman balık
yemekle de yeminini bozmuş olur.;Et yememeye yemin eden kişi, çorba yemekle
yeminini bozmuş olmaz. Ancak et yememeye yemin ederken, çorba yememeye de niyet
etmişse veya çorba yerken onda etin tadım hissederse yeminini bozmuş olur.
İster haşlanmış, ister kızartılmış, ister güneşte kurutulmuş olsunlar et
kelimesi; deve, sığır, manda, koyun, keçi ve kuşların etini kapsar. Et yememeye
yemin eden kişi, çiğ et yemekle kuvvetli görüşe göre yeminini bozmuş olmaz.
Aynı şekilde bu kişi, domuz veya insan eti yemekle de yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü her ne kadar et kelimesi pişmemiş eti, domuz ve insan etini kapsamına
alıyorsa da kuvvetli görüşe göre bunlar örfe göre yenilmezler. Et kelimesi
işkembe, ciğer ve dalağı kapsamına almaz. Et yememeye yemin eden kişi bunları
yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak yöredeki örfe göre bunlar et diye
adlandırılıyorlarsa, bunları yemekle yemin bozulur. Baş ve ayaklara gelince; et
satın almamaya yemin eden bir kişi, bunları satın almakla yeminini bozmuş
olmaz. Ama et yememeye yemin eden bir kişi, bunları yemekle doğru görüşe göre
yeminini bozmuş olur. Çünkü birincide örfe göre, baş ve ayakları satın alan
kişi, et satın alıyorum demez de, baş ve ayak satın alıyorum der. İkincideyse
baş ve ayak yiyen kişiye örfe göre 'et yedi* denilir. Zîrâ baş; hem eti, hem
diğer şeyleri İçerir. "Sığır eti yemiyeceğim" diye yemin eden bir
kişi, manda eti yemekle sahîh görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde
"koyun eti yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, keçi eti yemekle
yeminini bozmuş olmaz.
İç yağı yememeye yemin
eden kişi, karın ve bağırsak yağlarını yemekle yeminini bozmuş olur. Bunda
ittifak vardır. Et üzerindeki yağı yemekle kuvvetli görüşe göre yeminini
bozmuş olmaz. Koyun kuyruğu yemekle de yeminini bozmuş olmaz. Çünkü buna iç
yağı denmiyeceği gibi, et de denmez. Et satın almamaya yemin eden de koyun
kuyruğunu satın almakla yeminini bozmuş olmaz.
Buğday yememeye yemin
etme durumunda üç şey sözkonusu olur:
1- Buğday
yığınına işaret ederek, "şu buğdaydan yemeyeceğim" diye yemin eden
kişi, onu ıslatmaksızm veya ateşte.pişirmeksizin yemekle yeminini bozmuş
olmaz. O buğday yığınının ununu, kavudunu veya ekmeğini yerse veya çiğ olarak
yemesi halinde de yeminini bozmuş olmaz. Ancak yememe yeminini ederken bunları
da yememeye niyet etmişse, o takdirde yeminini bozmuş olur.
2- Buğday
yığınını gösterir ama 'buğday' kelimesini telâffuz etmeden, "Şundan
yemiyeceğim" diye yemin ederse, o buğdayı çiğ olarak yediği takdirde
yeminini bozmuş olur. Ekmeğini yemekle de yeminini bozmuş olur. Zîrâ ad
vermeksizin işaret etme halinde, işaret edilen şeyin (buğdayın) kendişi, ister
aslî halinde kalsın, ister (ekmek gibi) başka bir ad alsın yeminde muteber
olur.
3-
Belİrtmeksizin sâdece "buğday yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi,
çiğ de olsa buğday yemekle yeminini bozmuş olur. Ama buğday ekmeğini, ununu
veya kavudunu yemekle yeminini bozmuş olmaz. Buğdayı ekip ondan sağlanan ürünü
yemekle yeminini bozmuş olur. Tabiî eğer yemiyece-ğim diye yemin ederken
*buğday' kelimesini belirtmeksizin telâffuz etmişse... Ama bu şekilde telâffuz
etmemişse, ondan sağlanan ürünü yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu undan
yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, işaret ettiği undan yapılan şehriye,
makarna, yağlı ekmek ve benzeri yiyecekleri yemekle yeminini bozmuş olur. Sade
olarak unu başka bir şeyle karıştırmaksızın yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Sahîh görüş budur. Ekmek yememeye yemin eden biri, yaşadığı belde halkınca
ekmek olarak tanınan ekmeği yemekle yeminini bozmuş olur. Belde halkı sâdece
buğday ekmeği yemek-teyse, kendisi sözgelimi dan, pirinç veya arpadan yapılan
ekmeği yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bunun tersi de olabilir. Belde halkı
buğday ekmeğini değil de başka tahıllardan yapılan ekmekleri yiyor
olabilirler. Özel örf, yeminlerde muteberdir. Yufka da ekmekten sayılır.
Baklava, börek, simit, peksimet, boğaca, fatir (kaymaklı veya kremalı pasta),
züiâbiye (ince açılmış hamurun üzerine zeytin yağı döküp pişirdikten sonra
üzerine tatlı dökülerek yapılan bir nevi tatlı) ekmekten sayılmaz. Bütün
bunlar, örfe göre ekmek sayılmazlar. Ekmek yememeye yemin eden kişi, bunları
yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Falanca kadının ekmeğini yemem" diye
yemin eden kişi, eğer bu yeminiyle onun malı olan ekmeği yememeyi kasdederse,
başkası hamuru yoğurup pişirse bile, onun malı olan ekmeği yemekle yeminini
bozmuş olur. Ama bu yeminiyle o kadının yapmış olduğu ekmeği yememeyi
kasdederse, kendisinin malı olup başkası tarafından yapılan ekmeği yemekle
yeminini bozmuş olmaz. Yalnız o kadının, pişmesi için fırına koyduğu ekmeği
yerse yemini bozulur. O kadının yoğurup
ekmek parçaları hâline getirdiği, fakat başkası tarafından fırına konulan ekmek
onun malı sayılmaz. Böyle bir ekmeği yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Pişmiş şeyi yememeye
yemin eden bir kişi, eğer bu yeminiyle pişmiş şeylerin tümünü yememeye niyet
etmişse, niyetine göre amel eder. Yani pişirilmiş şeylerin tümünü yemez. Ama
böyle bir niyeti yoksa, yemini yalnızca pişirilmiş et için geçerli olur. Havuç,
ya da patates kızartması veya benzeri şeyleri yemekle yemini bozulmaz. Çünkü
örfe göre pişirilmiş şeyden, yalnızca pişmiş et kasdolunur. Haşlanmış şeyleri
yememeye yemin eden bir kişinin yemini, suyla beraber haşlanmış etler için
sözkonusu olur.Böyle bir haşlamayı veya et çorbasını yemekle yemin bozulur.
Etle haşlanmamış başka şeyleri yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak örf, eğer
etsiz haşlanan şeylere de haşlanmış diyorsa, ondan yemekle yeminini bozmuş
olur. Yemek yememeye yemin eden bir kişi, ancak haşlanmış ve kaynatılmış
şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Meselâ meyve ve peynir, her ne kadar
sözlük anlamda yemek iseler de, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
örfe göre yemek, sâdece haşlanıp kaynatılan yiyeceklerdir. Baş yememeye yemin
eden bir kişinin durumuna gelince örfe bakılır: Meselâ Mısır örfüne göre baş,
adet olarak çarşılarda satılan koyun, manda ve sığır gibi hayvanların başlandır.
Baş yememeye edilen yemin bu başlar için geçerli olur. Çarşılarda çiğ olarak
satılmayan at ve kuş başlarını yemekle yeminini bozmuş olmaz. At başını ve diğer
başları satmayı âdet hâline getirmiş olan beldelerdeyse, bu gibi başları
yemekle yemin bozulmuş olur. Müftâbih görüşe göre lügat anlamına bakılmaksızın
bu gibi şeylerde muteber olan örftür. Meyve yememeye yemin eden bîr kişinin
yemînİ, Örfen meyve diye adlandırılan bütün şeyler için geçerli olur. Örneğin:
İncir, üzüm, elma, kavun, erik, nar, portakal, hurma, şeftali, ayva ve armut
gibi. Bütün bunlar örfen meyve diye adlandırılırlar. Ama ceviz, badem ve
fındık, örfe göre meyve değil, eğlencelik diye adlandırılırlar. | '
Tatlı yememeye yemin
eden kişi; incir ve üzüm gibi meyvelerle ağzı tat-lılaştıran kadayıf, künefe ve
benzeri şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü örfe göre bu gibi şeyler
yemeğin sonunda alınır ve tatlı diye adlandırılırlar. Asıl tatlıya gelince bu,
şeker veya balın tahin, ya da nişastayla birlikte pişirilen şekline verilen
addır.
Katık yememeye yemin
eden bir kişi; tuz, sirke, zeytinyağı, pişirilmiş mercimek, pişirilmiş sebze
gibi içine ekmek batırılan, ya da doğranan yiyecekleri yemedikçe yeminini
bozmuş olmaz. Tek olarak yenilebilen et, hurma, kuru üzüm ve diğer meyveleri
yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Öğlen yemeğini
yememeye yemin eden kişi, yan tokluk veren şeyleri yemekle yeminini bozmuş
olur. Bu yeminin bozulması için, bu yemeğin sürekli bir yeyişle yenmesi
gerekir. İki lokma yeyip de fasıla sayılacak kadar bekleyen, sonra iki lokma
daha yiyen kişi bu öğle yemeğini yemiş sayılmaz. Yine bu yeminin bozulması
için, belde halkının çoğunlukla öğle yemeği olarak yemeyi âdet hâline
getirdiği yiyeceği yemek şarttır. Bedevi bir kişi, öğle yemeği yememeye yemin
etmişse, süt İçmekle yeminini bozmuş olur. Çünkü çöl sakini olan bedevîler,
öğle yemeği olarak süt içmeyi âdet hâline getirmişlerdir. Öğle yemeğini
yememeye yemin eden kişi, eğer kentli biri ise, ekmek yemedikçe yeminini bozmuş
olmaz. Sözgelimi ekmeksiz olarak et, hurma, pirinç veya sebze yerse yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü bu tür yiyecekler, örfe göre çoğunlukla yalnızca
yenilmezler. Bazı kimselerin Örfüne göre öğle yemeğinin vakti, güneşin
doğuşundan itibaren başlayıp zevale kadar devam eder. Mısır örfüne göre ise,
güneşin doğuşundan kuşluk vaktine kadar geçen süre içinde yenen yemeğe
kahvaltı denir. Kuşluk vaktinden ikindiye kadar geçen zaman içinde yenen yemeğe
ise Öğle yemeği denir. Şamlıların örfü de böyledir. Akşam yemeği de, ikindiden
itibaren başlayıp, gece yarısına kadar uzanan zaman dilimi içinde yenilir/Sahur
yemeği ise, gece yansından itibaren fecrin doğuşuna kadar geçen zaman içinde
yenilir.
Nehir, havuz ve kanal
ağzı gibi, uzanılarak su içilebilen yerlerden su İç-memeye yemin eden bir kişi,
buralardan avuçlayarak ya da bir kapla alarak su içerse yeminini bozmuş olmaz.
Her ne şekilde olursa olsun ondan içme-meye niyet etmişse, eğilip ağzıyla
içtiği takdirde yeminini bozmuş olur. Eğer o şekilde niyet etmişse, her ne
şekilde içerse içsin, yemini bozulur.
Şâfiîler dediler ki:
Allah adını anarak baş yememeye yemin eden bir kişi; çarşıda normal olarak
satilagelen sığır gibi büyük baş hayvanlarla, koyun gihi küçük baş hayvanların
başlarını yemediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Kuş, balık ve benzeri
hayvanların başlarını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak halk, bu gibi
hayvanların başlarını yemeyi alışkanlık hâline getirmiş ise bu alışkanlık da
mûtemed görüşe göre, yemin eden kişinin kendi beldesinin veya başka
beldelerinin halkı için sözkonusu olsa bile aynı hüküm sözkonusu olur ve yiyen
kişinin yemini bozulur.
Belİrtmeksizin sadece
"başlar yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, en azından üç tane baş yemedikçe
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü çoğulun en az sayısı üçtür. Belirleyerek ''başları
yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, bir baş yemekle yeminini bozmuş olur.
Ama bîr tanenin bir kısmını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Hatîb ve İbn
Abdî'I-Hakk, bir tanenin bir kısmını yemekle de yeminin bozulmuş olacağını
söylemişlerdir. Tıpkı bu mesele gibi, "kadınlarla evlenmiyeceğim"
diye Allah adına yemin eden kişi, üç kadınla evlenmedikçe yeminini bozmuş
olmaz. Kadınlar kelimesinin arapçasının başına lâm-ı ta'rîf ekleyerek mârife
şeklinde, kadınlarla evlenmeyeceğine yemin eden kişi, bir kadınla evlense bile
yeminini bozmuş olur. Bu şekilde mârifeli olarak, "kadınlarla
evlenmiyeceğim" diye talâk üzerine yemin eden kişi, veya yine mârifeli
olarak, "başlan yemiyeceğim diye talâk üzerine yemin eden kişi, üç tane
baş yemedikçe veya üç kadınla evlenmedikçe talâkı vâkî olmaz. (Hanımı boşanmış olmaz.)
'Kadınlar veya 'başlar kelimelerini belirsiz olarak telâffuz etse bile aynı
hüküm sözkonusu olur.
"Öğle yemeği
yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, yemeği zevalden önce yemedikçe
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öğle yemeğinin vakti, fecrin doğuşundan itibaren
başlayıp, güneşin zevaline kadar devam eder. Öğle yemeğinde yemininin
bozulmasına neden olacak yeme miktarı, yarı tokluğun üzerinde olacak kadar
yemektir. Akşam yemeği yememeye yemin eden kişi, zevalden sonra ve yan tokluğun
üzerinde yemediği takdirde yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ akşam yemeğinin vakti,
zevalden itibaren başlayıp gece yarısına dek devam eder. Sahur yemeği yememeye
yemin eden kişi, gece yarısından sonra yemediği takdirde yeminini bozmuş olmaz.
Et yememeye yemin eden
bir kişi, yenmesi helâl olan bir eti pişmeden yese bile yeminini bozmuş olur.
Kesilmemiş bir canlı hayvanı veya yenmesi helâl olmayan vahşî bir hayvanın
etini yemekle yeminini bozmuş olmaz. Kuvvetli görüşe göre dil ve baş eti de
etten sayılır. Zayıf görüşe göre bunlar etten sayılmazlar. Günümüzde örf de bu
zayıf görüşü kuvvetlendirmektedir. İşkembe, akciğer, karaciğer, dalak ve yüreğe
gelince, bunlara et denmez. Çünkü ÖTfe göre bunlar et sayılmazlar. Balık ve
çekirge de böyledir. Bunlar da etten sayamadıkları için, et yememeye yemin
etmiş kişi, bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bütün bu hükümler, "et
yemem" diye yemin eden kişinin belli bir işaret,ve kayıt koyup da eti
belirlememesi durumunda sözkonusu olurlar. Ama yemin ederken belli bir eti
yememeye kasdeden kişi, kendi kasıt ve niyetine göre muamele görür.
Sırt ve böğürlerdeki
yağlar da et kapsamına girerler. Karın ve bağırsakların üzerindeki yağlara
gelince; bunlar etten sayılmazlar. Et yememeye ye-, min eden bir kişi bunları
yemekle yeminini bozmuş olmaz. İç yağı yememeye yemin eden bir kişi, sırt ve
böğürdeki yağları yemekle yeminini bozmuş olmaz. Karın ve bağırsak üzerindeki
yağlan yemekle, yeminini bozmuş olur. İç yağı ve et, kuyrukla .hörgücü
kapsamazlar. Kuyruk ve hörgüç et olarak adlandırılmayacaklan!gîbi, iç yağı
olarak da adlandırılmazlar. Ayrıca et ve iç yağı da biribirlerini kapsamazlar.
Genel anlamdaki hayvanı yağ, her ikisini de kapsar. Yağ yememeye yemin eden bir
kişi, kuyruk ve hörgücü; sırtta, böğürde, karın ve barsak üzerindeki iç yağını,
etten ayrı durumdaki sâde yağı yemekle yeminini bozmuş olur. Badem, ceviz ve
susam yağı gibi hayvanı olmayan yağlara gelince, bunların yağ kapsamına girip
girmedikleri konusunda ihtilâf vardır. Zefr (etli ve sütlü) yememeye yemin
eden bir kişi, et, hayvanı yağ, yumurta ve balık yumurtası yemekle yeminini
bozmuş olur. Balık veya çekirge ölüsünü yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Sığır eti yememeye
yemin eden bir kişi, sığır veya manda veyahut yabanî sığır eti yemekle
yeminini bozmuş olur. Çünkü sığır kelimesi, bunların ikisini de kapsamına alır.
Ama manda eti yememeye yemin eden kişi, sığır eti yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Koyun eti yememeye yemin eden kişi, keçi eti yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Aynı şekilde keçi eti yememeye yemin eden bir kişi, koyun eti yemekle
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü koyun ve keçi, her ne kadar aynı cinsten
olmalarını gerekli kılan davar adı altında toplanmaktaysalar da, koyun ve keçi
kelimelerinden biri diğeri İçin ad olarak kullanılmaz.
Ekmek yememeye yemin
eden bir kişi, bütün nevileriyle ekmek yemekle yeminini bozmuş olur. Bu ekmek
ister buğdaydan, ister arpadan, ister darı veya pirinçten, ister bakla veya patatesten
veya benzeri şeylerden yapılmış olsun, yemin edenin beldesinde alışılagelen
yapış tarzından başka tarzda yapılmış da olsa, kendi örfünde ona ekmek denmese
de, onu yediği takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü artık onda ekmeğin lügat
anlamı görülmüş olmaktadır. Eğer onu ekmek adının kapsamı altına girmez
zannıyla yerse, bazılarına göre yeminini bozmuş olmaz. Ancak bu meselede örfe
göre hareket etmemiş olur. Önce de belirtildiği gibi, Allah adına yapılan
yeminler örf temeli üzerine kurulurlar. Zîrâ bu hususta geçerli olan örf, baş
ve yumurta meselesinde olduğu gibi kapsamlı ve kurallara uygun olan Örftür.
Kapsamlı ve kurallara uygun
olmayan örfe gelince, ekmek meselesinde de görüldüğü gibi bu, beldelere göre
değişik olur. Bu beldede darı ekmeği, öbüründe buğday ekmeği, bîr
başkasındaysa patates ekmeği yenir. Ekmekte örfe değil, kelimenin sözlük
anlamına bakılır. Ekmeği çorbanın içine doğrayıp erittikten sonra içen kişinin
yemini bozulmaz. İçine doğranmış ekmekle birlikte pişirilen ve bulamaç gibi olan
çorba, içindeki malzemelerin bütün cüzleri birbirine karışarak yenirse, yemin
bozulmuş olmaz. Ama lokmalar bulamaç hâline gelmeyip birbirinden ayrı vaziyette
kalırlarsa, bunların yenilmesi yemini bozmuş olur.
Sonraları yağ veya
zeytinyağıyla kavrulmuş olsa bile, önce ekmek olarak pişirilen şeyler, ekmek
kapsamına girerler. Künefe, kadayıf, baklava ve börek gibi. Ama henüz ham iken
yağla kavrulup sonra ekmek gibi pişirilen şeyler, ekmek kapsamına girmezler.
Zülabiye ve kadı okması gibi. Ekmek yememeye yemin etmiş bir kişi, bunları
yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yufka ve peksimetler de ekmek kapsamına
girerler. Ama un ve yağla karıştırılıp yapılanları kapsamaz.
Haşlama veya kaynatma
şeklinde pişirilen şeyleri yememeye yemin eden bir kişi, içinde zeytinyağı, yağ
ve diğer hayvanı yağlar bulunan yemekleri yemedikçe yeminini bozmuş olmaz.
"Şu şeyi yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o şeyi çiğnemeksizin
yutarsa, örfe göre yeminini bozmuş olur. Çünkü yutmak, örfe göre yemek
demektir. Ama, "şu şeyi yersem karım boş olsun" diye talâkla yemin
eden bir kişinin, o şeyi çiğnemeksizin yutmakla hanımı boşanmış olmaz. Çünkü
talâk, lügati esas alır. Çiğnemeksizin yutmak, lügate göre yemek demek
değildir.
Yemek yememeye yemin
eden bir kişi, azık (kendisini ayakta tutacak kadar yemek) veya meyve yemekle
yeminini bozmuş olur. Çünkü yemek kelimesi, hem azığı ve hem de meyveyi
kapsamına alır. Ama ilâç yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemek kelimesi
yemin babında ilâç kelimesini kapsamına almaz. Zîrâ yeminlerde muteber olan
örftür. Satış babına ge-ünce onda yemek kelimesi ilâçları da kapsamına alır.
Zîrâ satış muameleleri, lügati esas alır.
Meyve yememeye yemin
eden bir kişi, kuru veya yaş meyve yemekle; sözgelimi yaş hurma, üzüm, nar,
kuru üzüm, kuru hurma, limon, arabistan kirazı, karpuz, fıstık ve fındık
yemekle yeminini bozmuş olur. Tatlılar da meyve kapsamına girerler. İçinde
ekşilik bulunmayan bal ve şekerle yapılmış tatlıları yiyen kişi, meyve
yememeye yemin etmiş ise, yeminini bozmuş olur. Sâdece bala veya" sâdece
şekere tatlı denmez. Tatlı, her ikisiyle birlikte yapılan şeye denir. Tatlı
yememeye yemin eden bir kişi, ateş üzerinde tek başına pişirilmiş balı veya
nişastayla karışık olarak pişirilen balı yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak
iki veya daha fazla cins ile birleştirilerek yapılan tatlıyı yemekle yeminini
bozmuş olur. Kurutulmuş hurma yememeye yemin eden bir kişi, taze hurma yemekle
veya taze hurma yememeye yemin eden bir
kişi kuru hurma yemekle yeminini bozmuş olmaz. Üzüm yememeye yemin eden bir kişi,
kuru üzüm yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bunun aksi de mümkündür. Üzüm veya nar
yememeye yemin eden bir kişi, bunların suyunu İçmekle veya bunları emip
tükürmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü içmek ve emmek, yemek sayılmaz.
Yumurta yememeye yemin eden bir kişi, hangi hayvanınki olursa olsun yumurta
yemekle yeminini bozmuş olur. Bu hayvan tavuk ve devekuşu gibi eti yenen bir
hayvan olabildiği gibi, zehirli olmadıktan sonra kartal gibi eti yenmeyen bir
hayvan da olabilir. Zehirli hayvanın yumurtasını yemek, zararlı olduğu için
haramdır. Yumurta yememeye yemin eden bir kişinin yemininin bozulması şu
şartla olur: Yumurta, canlıyken hayvandan çıkmış olmalıdır. Yumurta, canlıyken,
veya ölüyken hayvandan çıksa bile hayvandan ayrı olarak yenmelidir. Meselâ
balık yumurtasını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü balık, canlıyken yumurtlayıp
da yumurtasını su <Jı§ına bırakmaz. Aksine, karnı yarılarak yumurtası
çıkarılır. Çekirge yumurtası da böyledir. O, çekirgeden ayrı olarak değil, çekirgeyle
beraber yenir. Çekirgeden ayrı olarak yenilirse, yemin bozulmuş olur. Kesilen
tavuktan çıkarılan kabuğu sertleşmemiş yumurta da böyle olup yenilmesi halinde
yemin bozulmaz. Çünkü tavuk canlıyken, kabuğu sertleşmemiş yumurtanın ondan
çıkması mümkün değildir. Ama kabuğu sertleştikten sonra, tavuğun kesilmesiyle
çıkan yumurtayı yemekle yemin bozulmuş olur. Çünkü bu şekildeki (kabuğu sert
yumurta), canlıyken de tavuktan çıkar.
Meyve, hıyar, havuç,
patlıcan ve acur meyve kapsamına girmez. Meyve yememeye yemin eden bir kişi,
bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz.
"Şu buğdayı
yemeyeceğim" diye yemin eden kişi, o buğdayı aslî şekliyle, meselâ çiğ
olarak veya kaynatarak veya ateşte kavurarak yerse, yeminini bozmuş olur. Ama o
buğdayın öğütülerek ununu veya ekmeğini veya unundan yapılan başka bir
yiyeceği yerse, artık buğday ismi ortadan kalkmış olduğu için yeminini bozmuş
olmaz. Buğday adını anmaksızın "şunu yemeyeceğim" diye, buğday
yığınını göstererek yemin eder de aslî şekliyle o buğdayı yerse veya o buğdayın
öğütülerek ununu, ekmeğini veyahut unundan yapılma başka bir yiyeceği yerse
yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde "şu taze hurmayı yemiyeceğim" diye
yemin eden bir kişi, o hurmanın kurutulmuşunu yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Yine bunun gibi "şu çocukla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi,
bulûğa erdikten sonra onunla konuşursa, çocukluk vasfı ortadan kalkmış olduğu
için, yeminini bozmuş olmaz.
"Şu ağaçtan
yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi o ağacın meyvesi veya cümmarı
(hurmadan çıkan beyazımsı bir sıvı) gibi yenilen bir şeyini yemekle yeminini
bozmuş olur. Ama odununu ve yaprağını yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
bunlar, örfe göre yenilen şeylerden değildirler.
"Şu inekten
yemiyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onun sütünü veya
danasının etini yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Ancak işkenbe veya eti gibi o ineğin yenilir kısımlarını yemekle
yeminini bozmuş olur. Bir sıvıyı yememeye yemin eden bir kişi, onu ekmekle
birlikte yerse yeminini bozmuş olur. Şayet içerse yeminini bozmuş olmaz. Ama
bir sıvıyı içmemeye yemin eden bir
kişi, onu ekmekle beraber yerse yeminini bozmuş olmaz.
Yağ yememeye yemin
eden bir kişi, yağlı bulamaç ve benzeri bir şeyi yeme hâlinde, eğer yağın
maddesi bulamaç içinde açıkça görülüyorsa yeminini bozmuş olur. Ama yağ,
bulamaç içinde eriyip açıkça görülmezse yeminini bozmuş olmaz. Yağı içmekle
yeminini bozmuş olmaz.
Hanbelîler dediler ki:
Et yememeye yemin eden bir kişi iç yağı, ilik, karaciğer, dalak, yürek,
işkembe, bağırsak, kuyruk, beyin, taşlık, böbrek, paça, başeti, yanak eti, dil
veya bunlara benzer et adını almayan, kendine özgü ad ve niteliği olan şeyleri
yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak yemin eden kişi, yemin ederken yağdan
uzak durmaya niyet etmişse, yağ yemekle de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde
yağı yememeyi gerekli kılan bir sebebten ötürü yemin etmişse, yağ yemekle yine
yeminini bozmuş olur.
Et yememeye yemin eden
bir kişi bunlar domuz eti, ölü hayvan eti veya gasbedilmiş et gibi haram da
olsa et yemekle yeminini bozmuş olur. Kuş eti, balık eti, av eti yemekle de
yeminini bozmuş olur. Çünkü bunların tümüne et adı verilir.
İç yağı yememeye yemin
eden bir kişi, hayvanın ateşte eriyen kısımlarını yemekle yeminini bozmuş
olur. Meselâ bu kişi, sırt veya böğür yağlarını veya sırf iç yağını veya yağlı
eti, kuyruk ya da hörgücü yemekle yeminini bozmuş olur. Ama yağsız kara et
yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Süt yememeye yemin
eden bir kişi, deve, sığır, davar, insan ve av sütünü yemekle yeminini bozmuş
olur. Yediği süt ister normal sıvı halde olsun, ister dondurulmuş veya yoğurt
hâlinde olsun, yemekle yeminini bozmuş olur. Ama kaymak, tereyağı, çökelek veya
ağız veya peynir yemekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak bu yediği şeylerde sütün
tadını açıkça hissederse yeminini bozmuş olur. Kaymak yememeye yemin eden bir
kişi, peynir veya sütten yapılmış çökelek gibi bir şeyi yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü bu yediğine kaymak denmez. Tereyağı yememeye yemin eden bir kişi
kaymak yemekle yeminini bozmuş olmaz. Bu kişi tereyağını yalnız olarak yerse
veya yediği bulamaç, ya da yemek içinde tereyağının tadını açıkça hissederse yeminini
bozmuş olur. Tadını açıkça hissetmezse yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde süt
yememeye yemin eden bir kişi, sütle pişirilmiş bir yemek yer de o yemekte süt
açıkça görülürse, yeminini bozmuş olur. Meyve yememeye yemin eden bir kişi
üzüm, taze hurma, nar, ayva, armut, elma, şeftali, turunç, arabistan kirazı,
muz, karpuz, kavun, incir, zerdali, innap, badem, fındık, şekerpare gibi kuru,
ya da yaş meyve adını alan şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur. Hıyar, acur,
marul ve zeytin yemekle; ekşimtrak olan dere
köknarını, ayı şeftalisini ve hoşa gitmeyen her ağaç meyvesini; havuç, şalgam,
turp, bakla gibi meyve adını almayan sebzeleri yemekle de yeminini bozmuş
olmaz. Olgunlaşmamış hurma yememeye yemin eden bir kişi, bir tarafı ham, bir
tarafı olgunlaşmış veya az bir kısmı olgunlaşıp geri kalan kısmı olgunlaşmamış
olan hurmayı yemekle yeminini bozmuş olur. Nitekim ayrı ayrı yarı olgun, yan
olgunlaşmamış hurma yemekle de yeminini bozmuş olur. Ama kuru tarafını yeyip
yaş tarafını bırakmakla yeminini bozmuş olmaz. Yaş tarafı, hurmanın dalları
arasında kalan kısımdır. Bu sonra beleh ve bürr gibi aşamalar geçirir. Bürr,
uzunlamasına kırmızı veya sarı renge bürünme aşamasına denir ki, sopra da yaş
hurma olur. Sonuncu aşama ise temr denen kuru hurmadır.
Üzüm yememeye yemin
eden bir kişi, kuru üzüm; oğlak yememeye yemin eden bir kişi, teke yemekle
yeminini bozmuş olmaz. "Şu İnekten yemeyeceğim diye yemin eden bir kişi,
onun sütünü veya yavrusunu yemekle yeminini bozmuş olmaz. "Şu undan
yemeyeceğim diye yemin eden bir kişi, onu ekmek olarak yerse yeminini bozmuş
olur. "Şu şeyi yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, çiğnemeksizîn
onu yutmakla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü gerçek yemek, çiğnedikten sonra
yemeği yutmaktır. "Öğle yemeği yemeyeceğim" diye yemin eden bir
kişi, zevalden sonra yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öğle yemeğinin vakti,
güneşin doğusuyla zevali arasında yenir. Zevalden sonra yenene, akşam yemeği
denir. Akşam yemeği yememeye yemin eden bir kişi, gece yarısından sonra yemek
yemekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü akşam yemeği, zeval ile gece yarısı
arasında yenir.
Sahur yemeği yememeye
yemin eden bir kişi, gece yarısıyla gece sonu arasında yemekle yeminini bozmuş
olur. Bütün bu yemekleri, yandan fazla tokluk verecek şekilde yemekle yemin
bozulur. Ama yarı veya yarıdan az tokluk verecek kadar yemekle yemin bozulmaz.
Katık yememeye yemin
eden bir kişi; çorba, yemek, zeytin, yumurta, tuz, hurma, kuru üzüm gibi, âdete
göre içine ekmek doğranarak yenilen şeyleri yemekle yeminini bozmuş olur.
Azıklanmamaya yemin eden bir kişi; ekmek yemekle; arpa, buğday, dan ve un gibi
tahılları yemekle; hurma, kuru üzüm, zerdali, incir, dut, et, süt ve benzeri
meyveleri yemekle yeminini bozmuş olur. Üzüm ve sirke yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Yemek yememeye yemin eden bir kişi, yenilip içilen azık, katık, tatlı,
katı, sıvı şeyleri ve âdet gereği yenilen bitkileri yemekle yeminini bozmuş
olur. Su, ilâç, ağaç yaprağı veya hızar artıklarını yemekle yeminini bozmuş
olmaz. Bütün bu meselelerde, önce belirtilen usullere göre hareket etmek
gerekir.
Giriş, çıkış ve oturuş
konuları üzerine yemin etmenin hükmüyle ilgili olarak mezheblerin tafsilâtlı görüşleri
aşağıya alınmıştır.
(113) HANEFÎLER
dediler ki: Eve girmemeye yemin eden bir kişi, Kabe'ye, mescide, yahûdîlerin
havrasına, hiristiyanların kilisesine girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
buralar, gecelemek için hazırlanmış değildirler. Bu kişi, gecelemeye elverişli
olmadığı takdirde hole veya kapı üzerindeki gölgeliğin altına girmekle de
yeminini bozmuş olmaz.
Herhangi bir evi
belirtmeksizin "eve girmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, binası
olmayan harap bir eve girerse yeminini bozmuş olmaz. Ama belirterek "şu
eve girmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, çöl hâline gelmiş, harap bir ev bile
olsa, buraya girmekle yeminini bozmuş olur. Evin sofasına girmekle de yeminini
bozmuş olur. Çünkü üstü açık olsa bile yazın orada gecelemek mümkündür. Bir eve
girmemeye yemin eden bir kişi, sonra başka bir evden gelip de o evin damına
çıkar ve üzerinde durursa, bir kavle göre yeminini bozmuş olur. Çünkü evden
maksat, alttan olsun üstten olsun, kişinin etrafının kuşatılmış olmasıdır.
Böyle bir duvarla çevrilmiş yerin içine giren kişi, eve girmiş olur. İster
alttan girsin, ister üstten girsin, her iki şekilde de girmiş olur. Bazıları
da, evin çatısı trabzan veya duvarlarla örtülü olmadıkça oraya giren yeminli
kişinin yemini bozulmaz demişlerdir. Çünkü Örfe göre eve girmek ancak bunlarla
mümkün olur. Çatının duvardan Örtüsü olmayınca oraya giren, eve girmiş
sayılmaz. Ve evin içinde değil, havasında durmuş olur. Kuvvetli görüşe göre bu
gibi meselelerde muteber olan Örftür. Örfe göre dama, duvara veya ağaca çıkmak,
bunlar her ne kadar evin içinde değilse bile eve girmek sayıldığından, buralara
çıkan yeminli kişinin yemini bozulmuş olur. Aksi takdirde dışarıda kalacak
şekilde eşikte durmuş olan kişi, evin içine girmiş sayılmaz. Eve girmeme yemini
de varsa, yemini bozulmaz. Ama kapı kapanıp kilitlendiği takdirde içerde
kalacak şekilde eşikte durmuş olan kişi, eve girmiş sayılır ve varsa yemini de
bozulur. Adamın biri, "muktedir olursam yarın sana gelirim" diye bir
kişiye yemin eder de ertesi gün hastalık, unutma veya delirme nedeni olmadığı,
ya da hâkim tarafından alıkonulmadığı takdirde, o kişiye gitmesi gerekir. Böyle
bir engeli olmaksızın gitmediği takdirde yeminini bozmuş olur. Bir kimse kendi
izni veya rızâsı veya bilgisi veya emri olmaksızın hanımının evden çıkmaması
üzerine yemin ederse, hanımı da onun izni, emri, rızâsı veya bilgisi
olmaksızın evden çıkarsa kocanın yeminini bozmuş olur. Böyle olunca da evden
her çıkışında kocasından izin alması ve iznin de onun tarafınca anlaşılır
olması şarttır. Kocanın izin vermek istemediğini imâ eden bir karine de
olmamalıdır. Meselâ kocası kendisine: "Çık... eğer çıkarsan Allah seni
rezîl etsin" veya
"senin cezan azâb olsun!" veya kendisini tehdit etmek amacıyla,
"Çık!.." derse ve kadın da çıkarsa yemini bozulmuş olur. Ama kocası
kendisine, "git de dışarıdan şu şeyi satın al" derse bu, onun için
bir çıkış izni olur. Kadın, annesinin evine gitmek için izin alıp evden çıkar
da sonra kardeşinin evine giderse, koeamn yemini bozulmuş olmaz. Çünkü
kadının, onun rızasını, bilmesi şart değildir. Ama izin ve emir bunun hilâfına
olup kadın kocasının izin veya emri olduğunu ya bizzat ondan veya elçisinden
işitip öğrenmek mecburiyetindedir.
,
Mehmed'in izni
olmaksızın Ahmetle konuşmamaya yemin eden bir kişi, Ahmet'le konuşmak için,
Mehmet'ten sadece bir kez izin almaya muhtaç olur. Aynı şekilde Abdullah'ın
izni olmaksızın kendi evinden çıkmamaya yemin eden bir kişi, çıkmak için
Abdullah'tan sadece bir kez izin almaya muhtaç olur. Yine bir kişi hanımına,
"sana izin verinceye kadar evden çıkma" veya "evden
çıkmayacaksın meğer ki ben sana izin vereyim" derse, hanımın evden çıkması
için bir kez izin vermesi yeterli olur. Ancak her çıkış için izin alması
gerektiğini kasdettim derse, bu sözü, yargı merciince onaylanır. Çünkü o, kendi
şahsı için zorlama yapmıştır.
"Şu şehirde veya
şu beldede veya şu köyde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, şahsen
oradan çıkmakla yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Tabiî çıkarken de
geri dönüşe niyet etmemelidir. Aksi takdirde halâ oranın sakini sayılır.
"Falan kişiyle beraber oturmayacağım" diye yemin eden bir kimse, her
biri aynı evin ayrı ayrı odalarında oturmakla yeminini bozmuş olur. Ancak
oturdukları ev, hara gibi büyük olursa, yeminini bozmuş olmaz. Eğer araya bir
duvar fasılası koyarak evi paylaşırlarsa ve bu ev belirli bir evse, yani
"seninle şu evde oturmam" diyerek yemin etmişse, her biri bir tarafta
otursa, fasılanın faydası olmaz; yemîni bozulur. Eğer yemin ederken
"şu..." diyerek evi belirlememişse, her biri bir tarafta oturmakla
yemini bozulmuş olmaz.
"Falan kişiyle
bir ay birarada oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, onunla bir saat
süreyle bir arada otursa bile yeminini bozmuş olur. Çünkü oturmak, her ne
kadar müddetle ölçülebilen ve zamanın uzamasıyla uzayabilen bir eylemse de bu
müddet, oturmanın az veya çokluğu kapsaması için bir kayıt olmaz. Aksine
müddet, kişinin bir ay süreyle kendini o kişiyle birarada oturmaktan menetmesi
için bir kayıt olur. Bir saat süreyle de olsa o kişiyle bir arada oturmakla
yeminini bozmuş olur. Ama "falan kişiyle bir arada bir ay süreyle ikâmet
etmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, onunla bir arada tam bir ay süreyle
ikâmet etmedikçe yeminini bozmuş olmaz. "Şu mekândan çıkmayacağım"
diye yemin eden bir kişiyi, başkası zor kullanarak kaldırıp oradan çıkarırsa,
yemini bozulmuş olmaz. Ama kendisinin izniyle başkası onu kaldırıp çıkarırsa,
yemini bozulur. "Yolculuğa çıkacağım" diye yemin eden bir kişi,
bulunduğu yerden sefer niyetiyle çıkması ve beldesinin mamur yerlerini aşıp
geride bırakmasıyla yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Tabiî gideceği
yerle, beldesinin mâmur olan dış kısımları arasında onsekiz saatlik bir sefer
müddeti bulunması şarttır. "Hanımım falan kimsenin düğününde hazır
olmayacak" diye yemin eden bir kişinin hanımı, düğün başlamadan düğün
yerine gidip bekler de ondan sonra gelin gelirse, düğün sonuna kadar orada
kalsa bile yeminini bozmuş olmaz.
Şu evde oturmayacağım
diye yemin eden bir kişi ailesini ve eşyasını orada bırakarak yalnız başına
evden çıktığında, evde bırakmış olduğu eşyalar kendi ev ihtiyaçlarını
karşılayacak eşyalar ise yeminini bozmuş olur. Ama evde bırakmış olduğu eşyalar,
bir evde oturmaya yetecek kadar değil iseler yeminini bozmuş olmaz. Bu kişi
başkasına tâbi olarak o evde kalmaktaysa bile —mesela çocuğun babasına tâbi
olarak evde kalması gibi-oradan tek başına çıkıp gitmekle yeminini bozmuş
olmaz. Müftâbih olan görüş budur. Aynı şekilde kadın, kocasıyla birlikte
çıkmaya yanaşmaz ve kocası evden yalnız basma çıkarsa, yemininin gereğini
yerine getirmiş olur. Ama hırsız ve benzeri şeylerin korkusu nedeniyle
çıkamazsa, mazur sayılır. Bu korku gidinceye kadar çıkmayıp beklerse, yeminini
bozmuş olmaz. Yine bunun gibi kapıyı üzerine kilitlerler ve o da açamazsa veya
oturmak için başka bir ev aramakla meşgul olursa, ya da eşyasını taşımakla
uğraştığı için günlerce eski evinde kalırsa, eşya taşımak için bir hayvan kiralamaya
muktedir olsa bile yeminini bozmuş olmaz. Birkaç evi olan bir şahsın adını
vererek, falan kişinin evine girmem diye yemin eden bir kişi, o şahsın boş
evlerinden birine girerse, yemininin akıbeti ile ilgili olarak iki rivayet
vardır:
1- Bu kişi
mutlak surette yeminini bozmuş olur. Çünkü her ne kadar içinde kimseler
oturmasa da o şahsın mülkü olan bir eve girmiştir.
2- O şahsın
olsa bile, başkası tarafından kiralanmış olan o eve girmekle yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü aidiyet, kiraya vermekle ve teslim etmekle bâtıl olur. Nitekim bu
görüşte olanlara göre aidiyet, satışla da bâtıl olur. Ama başka birisinin
içinde oturmadığı o şahsa ait eve girmekle, mutlak surette yeminini bozmuş
olur. Çünkü evin, o şahsa aidiyeti hâlâ devam etmektedir.
Zeyd'in evine girmem
diye yemin eden bir kişi, Zeyd'in ölümünden sonra o eve girmekle yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü evin bedeli kadar borçlu da olsa Zeyd öldükten sonra o ev,
kendisinin mülkiyetinden çıkıp vârislere intikal etmektedir. Müftâbih olan
görüş budur. Her ne kadar borç nedeniyle ölü Zeyd'in hükmü bakî kalmışsa da o
ev, her bakımdan onun mülkü olmaktan çıkmıştır. Elbisesini giyerek dışarı
çıkmaya hazırlanan hanımına, "eğer dışarı çıkarsan benden boşsun diyen
kişinin hanımı, çıkmaktan vazgeçip oturur da bir saat sonra çıkıp giderse
yemini bozulmuş olmaz. Kadın çıkmadan önce, giymiş olduğu gezi elbisesini çıkarıp
şeklini değiştirmiş olsada olmasa da hüküm aynı olup boşanmış olmaz. Ama
babasının evinde olan bir kadına kocası: "Şu anda kalkıp kendi evimize
gitmezsen boşsun" derse ve kadın da o anda kalkıp gezi elbiselerini giyer
ve dışarı çıkarsa; fakat sonra geri dönüp henüz kocası oradan çıkıncaya kadar
babasının evinde oturursa ve
kocasından sonra çıkıp kendi evine giderse, boşanmış olmaz. Ancak kadın, önce
çıkmak isterken bulunduğu şekil ve kılığını değiştirmiş olmamalıdır. Eğer
elbisesini çıkarıp değiştirirse boşanmış olur.
İki durum arasındaki
farkı şöylece ifâde edebiliriz: Birinci durumda boşama andının konusu, kadının
evden çıkmamasıdır. Ki bu, çıkışı terketmektir. Boşanmaması ise, çıkışın zıddmı
yapmakla, yani çıkıştan yüz çevirip evde oturmakla mümkün olabilir. Şu halde
kadın, kocasının üzerine talâkla and içtiği çıkıştan vazgeçip evde oturmakla,
boşanmaktan kurtulmuş olur. İster üzerindeki gezi elbisesini çıkarsın, ister
çıkarmasın farketmez. Elbisesini çıkarsa da çıkarmasa da, evden çıkmadıktan
sonra boşanmış olmaz. Ama ikinci durum bunun tersinedir. İkinci durumda talâkla
üzerine and içilen şey, kadının evden çıkıp gitmesidir. Ki bu da olumlu bir
eylem olup, boşanmaktan kurtulmak için o müsb^t.eylemi yapmak, yani evden çıkıp
gitmek gerekir. Yalnız, kadın gitmeye Hazırlanarak oturur ve gitme niyetiyle
beklerse, gitmekten yüz çevirmiş olmaz. Aksine, hükmen gitmekte sayılır. Ancak
gitmekten yüz çevirmeyip gidici bir şahsın hükmünde olduğunu belirleyen
kılık-kıyâfet içinde bulunması şarttır. Ama gidici olduğunu belirleyen
kılık-kıyâfetini değiştirirse, zahiren dışarı çıkıp eve gitmekten vazgeçmiş
sayılır. Bu yemine yemin-i fevr (âcil yemin) denir. Bu yeminde âcillik süresi
bir saatle takdir edilir.
Üzerine and içilen
eylemin yapılıp yapılmaması bakımından yeminler üç kısma ayrılırlar:
1- Lâfız ve
mânâ yönünden müebbed yeminler. Bunlara mutlak yeminler de denilir.
2- Lâfız ve
mânâ yönünden muvakkat (süreli) yeminler.
3- Lâfız
yönünden müebbed, ama mânâ yönünden muvakkat yeminler.
İşte bu, yemin-i
fevrin tâ kendisidir. Yukarıdaki misâlde olduğu gibi âcil bir işle kayıtlanırsa
âcil olur veya şimdiki zamanla ilgili bir söze cevap mâhiyetinde olur. Meselâ
adamın biri bir başkasına, "gel benimle birlikte öğle yemeği ye" der
de, o, "eğer seninle birlikte öğle yemeği yersem karım boş olsun"
diye yemin ederse, bu yeminin lâfzı, bir vakitle kayıtlı olmayıp mutlaktır.
Ama mânâsı, içinde bulunduğu zamanla kayıtlıdır. Çünkü bu yemin, "gel
benimle birlikte öğle yemeği ye" sözünün bir karşılığı olarak söylenmiştir.
Bu sözü söyleyen kişiyle öğle yemeği yerse karısı boş olur. Başka türlü,
meselâ kendi başına öğle yemeği yerse karısı boş olmaz. İster o kişinin davet
ettiği yemeği, ister başka bir yemeği yesin, karısı boş olmaz. Ancak kendisini
davet eden kişi, "gel de benimle birlikte öğle -yemeği olarak şu yemeği
ye" derse, kendi başına da olsa o yemeği yemekle karısı boşanmış olur.
Kendisini öğle yemeğine davet eden adama, "vallahi bugün öğle yemeği
yemeyeceğim" diye yemin ederse, her ne şekilde olursa olsun öğle yemeği
yemekle yeminini bozmuş olur. Çünkü konuşmasında cevaptan fazlasını söylemis
olmaktadır. Bu durumda yemini yeniden başlatmış olmaktadır. Ancak bununla başka
şeye niyet ettiğini söylerse, sözü diyâneten onaylanır. Edilen yeminin
adiliğine deiâlet eden bir İpucu bulunmazsa o zaman cümle başındaki izâ
âcilliğe 'in' edatı ise geniş zamana delâlet eder. Yani "şu işi yaparsam
şöyle olsun" derse âcilliğe, "bu işi yaptığım takdirde şöyle
olsun" derse geniş zamana delâlet eder. Meselâ, "eğer evden çikarsam
üzerime kurban vâcib olsun" diyen kişi, evden çıktığı takdirde acilen
kurban kesmelidir. Ama "evden çıktığım takdirde iki gün oruç tutayım"
diyen kişi, evden çıkarsa, iki gün orucu bilâhare herhangi bir zamanda
tutabilir. Bu misâlin yeri her ne kadar yemek üzerine yapılan yeminler bahsi
ise de burada yemin-i fevr dolayısıyla anılmıştır.
Mâlîkîler dediler ki:
Eve girmemeye yemin eden bir kişi hamama, kahvehaneye, dükkâna, firma, üzüm
sıkılan yere, vekâlete, hapishaneye girmekle yeminini bozmuş olur. Ancak örfe
göre ev kelimesiyle kişinin sâdece kendi hanımlarıyla oturduğu yerler
kastediliyorsa, yukarıda sıralanan yerlerden birine girmekle yeminini bozmuş
olmaz. Yalnız, konut olarak hanımlarıyla birlikte oturduğu eve girmekle
yeminini bozmuş olur. Falan kimsenin, bir evdeyken yanma girmemeye yemin eden
bir kimse; kendi komşusunun evine girip de o adamı karşısında görürse,
yemininin bir sebebi veya önce de belirtildiği gibi bİsatı (yemini gerektiren
sebeb) yoksa yeminini bozmuş olmaz. Falan kimse kendi evindeyken yanına
girmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, o adamın komşusunun evine girer de onu
karşısında bulursa yeminini bozmuş olur. Çünkü komşusunun evi kendi evine
benzer. Zîrâ komşunun komşu üzerinde hukuku vardır. Yemin ederken özellikle
binaya benzeyen ev kasdedilmemişse veya içinde bulunan sâhibleri üzerine
yıkılmakta olan bir evi görerek "eve girmem" diye yemin etmek gibi
yeminin bisatı olmazsa çünkü bununla binâvârî evler kasdedilmiş olmaktadır-ev
kelimesi kıldan yapılan çadırları da kapsamına alır.
Evdeyken falan
kimsenin yanına girmem diye yemin eden birisi, o kimse hapisteyken, mahkûm
olarak onun bulunduğu yere suç işleyip de hakettiği için-girerse yeminini
bozmuş olur. Ama suçsuz olarak tutuklanıp yanma girerse yeminini bozmuş olmaz.
Murad evine girmekteyken, "Murad'ın evine girmem" diye yemin eden bir
kişi, Murad'ın evinin içine girmeye devam ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü
içeriye girmekte devam etmesi, yeniden içeri girmesi gibi sayılır. Ama evin
İçinde beklemekteyken eve girmem diye yemin eden bir kimse, beklemekte devam
etmekle yeminini bozmuş olmaz.
Bineğe binmişken
binmemeye, giyinik olduğu halde elbiseyi giymemeye, içinde oturduğu eve girmemeye
yemin eden bir kimse; binmeyi, giymeyi veya oturmayı terketmeye muktedir iken
bunları yapmaya devam etmekle yeminini bozmuş olur. Sözgelimi iki günlük
mesafedeki bir yolculuğa çıkan bir
kişi bindiği binek üzerindeyken, "vallahi şu bineğe bineceğim" diye
yemin ederse, yolculuk mesafesinin tümünde o bineğe binmedikçe yeminin gereğini
yerine getirmiş olmaz. Geceleyin veya zaruret vakitlerinde binekten inmesi,
yeminine bir zarar vermez. Giyinik olduğu elbiseyi kasdederek "şu elbiseyi
giyeceğim" diye yemin eden bir kişi, giyilmiş sayılacağı zannedilen bir
süre miktarı o elbiseyi giymedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz.
Hanımına, "iznim olmadan evden çıkmayacaksın" diye yemin eden bîr
kişi, izin vermedikçe ve hanımı da verilen izni bilmedikçe evden çıktığı
takdirde kocasının yemini bozulur. Hanımına, "evden çıkmayacaksın, meğer
ki sana izin vereyim" derse, evden çıkarken kadının, kocasının izin vermiş
olduğunu bilmesi şart değildir. Koca izin verir, ama kadın izin verildiğini
bilmezse, dışarı çıkmakla kocanın yemini bozulmuş olmaz. Verilen iznin de sarih
olması gerekir. Kadın dışarı çıkar, kocası bunu bilir de menetmezse, çıktığını
bilmesi izin sayılmaz.
Sözgelimi babasının
evine gitmesi dışında, hanımına dışarı çıkmaya izin vermemeye yemin eden bir
kişi, babasının evine gitmesi için izin verir de hanımı babasının evinden
fazla olarak başkasının da evine giderse; başkasının evine gidişi babasının
evine gidişinden ister önce ister sonra olsun veya baba evine gitmeyip yalnızca
başkasının evine gitsin, kocası bu fazlalığın olacağını bilmez veya olduktan
sonra bilirse, yemini bozulmuş olmaz. Ama kadının baba evi ziyaretinden fazla
ziyaret yapmakta olduğu anda bilgisi olur da kadım bundan alıkoymazsa yeminini
bozmuş olur. Çünkü bu anda bilgisinin olması, kadının yapmakta olduğu işe izin
verdiği anlamına gelir. Birinci meseledeyse durum böyle değildir.
Kadının çıktığını
kocanın bilmesi izin sayılmaz. Şundan ki: Birinci meselede yemin, olumsuz
cümle yapısı üzerine kurulmuştur. O nedenle çekin-celi davranmak gerekir.
İkinci meseledeyse yemin, olumlu cümle yapısı üzerine kurulmuştur. En ufak bir
nedenle yemin bozulabilir. Kendi izni olmaksızın hanımının evden çıkmaması
üzerine yemin eden bir kişi, baba evine gitmesi için izin verir de, hanımı kardeşinin
evine de giderse, kocası bundan haberdar olsa da olmasa da mûtemed görüşe göre
yemini bozulmuş olur.
Kendi mülkü olan evi
göstererek, "şu evde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, daha
sonra o evi başkasına satıp kirayla içinde oturursa veya iğreti olarak içinde
oturursa yeminini bozmuş olur. Ancak kendi mülkü olarak içinde oturmamaya
niyet etmişse, bu durumda kirayla ve iğreti olarak İçinde oturması, yemininin
bozulmasına neden olmaz. Aynı şekilde falan kişinin şu evinde oturmamaya yemin
eden bir kişi, o evin üçüncü bir şahsa satılmasından sonra içinde oturmakla da
yeminini bozmuş olur. Ancak yemin ederken o evin falanın mülkü olarak içinde
oturmamaya niyet etmişse, üçüncü şahsa satıldıktan sonra içinde oturmakla
yeminini bozmuş olmaz. Bu iki meselede evlerin baş tarafına "şu"
işaret zamirini koyduğu için yeminli kişinin yemini bozulmuş olmaktadır. İşaret
zamiri, muayyenlik ifâde
eder. Mülkiyetin başkasına geçmesiyle muayyenlik ortadan kalkmaz. Ama
"şu" işaret zamirini kullanmaksızm falan kişinin evinde oturmamaya
yemin eden bir kişi, üçüncü bir şahsa satıldıktan sonra o evin içinde oturmakla
yeminini bozmuş olmaz. "Şu eve girmeyeceğim" diye yemin eden bir
kişi, o evin harâb olup yola karışmasından sonra oraya girmekle yeminini bozmuş
olmaz. O evin mescid yapılmasıyla da oraya girmekle yeminini bozmuş olmaz. O
ev, yıkılarak yerinde ikinci kez ev yapılır da oraya girerse yeminini bozmuş
olur. Oranın tahribini emretmekle de yeminini bozmuş olur. Evdeyken falan
kişinin evine girmemeye yemin eden bir kişi, mesciddeyken yanına girmekle
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü mescide girmek şer'an istenilen bir davranıştır.
Bu nedenle de mescide girmesi, kendi irâdesi dışında olmuş gibidir. Falan
kişinin yanına girmem diye yemin eden bir kişinin, kas-dettiği kişinin kendisi
onun yanma gelip bulunduğu yere girerse, yemin eden kişi oturduğu yerde kalmaya
devam etse bile yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemin eden kişi, falanın yanına
girmemiştir.
içinde oturmakta
olduğu evi göstererek "şu evde oturmam" diye yemin eden bir kişinin,
o evden taşınması vâcib olur. Geceleyin de olsa, taşınma imkânı olduğu halde
hâlâ içinde kalırsa yeminini bozmuş olur. Bir zâlimden veya hırsızdan korktuğu
için taşınması mümkün olmazsa, yeminini bozmuş olmaz. Ama kendine uygun bir ev
bulamadığı veya bulduğu halde evin kirasının çok olması nedeniyle evden
çıkmaması mazeret olarak kabul edümez. Kıldan yapılma bir çadır da olsa oraya
taşınması vâcib olur. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Ağır davranmaksızın
normal olarak eve taşınma işiyle meşgulken yeminden sonra iki gün veya daha
fazla ikâmet etse, yeminini bozmuş olmaz. Yine eşyasını taşıyacak kimse
bulamadığı için ikâmet etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Evden çıkıp da
oturmak için ikinci kez oraya dönerse yeminini bozmuş olur. Çünkü o şekilde
yemin etmesi, umumîliği ifâde eder. Ama şu evden taşınacağım diye yemin
ederse, taşındıktan onbeş gün sonra oraya geri dönmesi caiz olur. Bu evde
kalmayacağım veya bu evde ikâmet etmeyeceğim diye yemin etmek de, mûtemed
görüşe göre aynıdır. Bu sigalarla yemin ettiğinde evde kalmakla yeminini
bozmuş olmaz. Ancak zaman kaydı koymuşsa, o zaman boyunca oturmaması gerekir.
Çünkü, "vallahi şu işi yapacağım" diye yemin eden kimsenin o işi
geniş zaman içinde yapması gerekir. Acilen yapma zorunluluğu yoktur. Meşhur
olan görüş de budur.
"Falan kişiyle şu
evde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, hâlen o kişiyle birlikte
oturmaktaysa; ikisinden biri, örfen bir arada oturma durumunu ortadan
kaldıracak şekilde oradan taşınmadıkça veya araya bir duvar çekmedikçe
yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Araya çekilen duvarın taş veya
tuğladan yapılmış kuvvetli bir duvar, ya da hurma ağacı dalından yapılmış
zayıf bir duvar olması yeterli olur.
Birinci şahıs,
"onunla bir evde oturmam" diye yemin ettiğinde her ikisi
de bir arada iseler, yemini ister mutlak
olsun, ister, "şu harada onunla bir Jikte oturmam" şeklinde olsun,
ikisinden birinin mutlaka oradan taşınması gerekir.
"Falan kişiyle şu
beldede oturmam" diye yemin eden bir kişinin, bir fersah (5040 m.)
uzaklıktaki bir mesafede oturup ikâmet etmesi gerekir. "Onunla bir arada
oturmam" yeminiyle, eğer ondan uzak durmayı kasdet-mişse, onu ziyaret
etmesi hâlinde yeminini bozmuş olur. Ama yemini, çocuklarla veya kadınlarla
çekişmekten ve münâkaşadan dolayı olmuşsa, örfe göre çok sayılmayacak şekilde
onu ziyaret ederse yemini bozulmuş olmaz. Ziyaretin çokluğu nedeniyle yemini
bozulur. Oturmamaya yemin ettiği evden çıktığı halde bazı eşyasını orada
bırakırsa, yeminini bozmuş olur. Ama evde oturmamaya yemin eden kişi, orada bir
şeyini saklarsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü saklamak, oturmak değildir.
Şâfiîler dediler ki:
"Şu evde oturmayacağım" diye yemin eden bir kişi, özürsüz olarak
orada beklemekle yeminini bozmuş olur. Eğer bu kişi sürekli olarak o evde
oturmaktaysa, ayrılmak niyetiyle, sürekli oturmuyor-sa, sözgelimi gezinti için
oraya girmişse, ayrılmaya niyet etmeksizin oradan çıkması gerekir. Bu şekilde
çıkmakla yeminini bozmuş olmaz. Ailesi ve eşyası orada kalmış olsa da olmasa
da farketmez. Eşyasını toparlamak, ailesini çıkarmak, elbisesini giymek,
kapılarını kilitlemek, canından ya da malından korkmak veya çıkışını başkasının
engellemesi gibi mazeretler dolayısıyla evde kalmakla yemini bozulmuş olmaz.
Ancak eşya taşıma ve benzeri işleri yaptırmak için emsal ücretle kendisi için
bir vekil bulduğu halde yine evden çıkmazsa, yeminini bozmuş olur.
Başkalarından gizlenilmesi gereken eşyaları taşımada başkasını vekil etmeye
muktedir olma şartı aranmaz. Taşımada başkasını vekil etmeye muktedir olsa bile
bu eşyaları kendi taşımakla yeminini bozmuş olmaz. "Falan kişiyle bir
arada oturmam" diye yemin eder de ikisi hâlâ orada bulunurlarsa,
beklemekle yeminini bozmuş olur. Ancak yemininin ardısıra yıkılmaya başlayan
bir binayla meşgul olduğu için beklerse, kuvvetli görüşe göre yemini bozulmuş
olmaz. Herhangi bir yeri niyet etmeksizin "falan kişiyle bir arada
oturmam" diye yemin eden bir kişi, her nerede olursa olsun onunla bir
arada oturmakla yeminini bozmuş olur. Ancak ikisinin odaları küçük de olsa bir
handa bulunursa, birbirine bitişik ve merdivenleri aynı olduğu takdirde yemini
bozulur. Ama her birisi, mutfak, banyo ve merdiveni ayrı olan birbirinden ayrı
odalarda kalırlarsa, yeminini bozmuş olmaz. İçinde bulunduğu halde, "şu
eve girmeyeceğim" veya dışında bulunduğu halde, "şu evden
çıkmayacağım" veya temiz iken "temizlenmeyeceğim" veyahut da
koku sürünmüşken, "koku sürünmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, bu
durumda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu durumların sürdürülmesi, Örfe göre
eylem sayılmaz. Bunda uygulanacak formül şudur: Üzerine yemin edilen şey
ayakta durmak, oturmak, ikâmet etmek, binmek, giymek, ortak olmak gibi zamanla
birlikte uzayacak
olgulardansa, yapılmamasına yemin edilen şey, yapıldığı takdirde yemin bozulmuş
olur. Çünkü bu sayılan olgular, zamanla birlikte uzarlar. Örneğin: Bir saat
ayakta durdum, bir gün oturdum, bir ay ikâmet ettim; onunla bir yıl ortaklık
ettim, gibi. Ama üzerine yemin edilen olgu; giriş, çıkış, temizlenme ve koku
sürünme gibi zamanla birlikte uzamayan şeylerdense yemin eden kişi, bu
olguların içinde bulunup da bunları yapmamaya yemin etse bile bulunduğu hâli
devam ettirmekle yeminini bozmuş olmaz. Oruçluyken oruç tutmamaya, namazdayken
namaz kılmamaya yemin eden bir kişi, tutmakta olduğu oruca veya kılmakta olduğu
namaza devam etmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bunlar, "bir ay oruç
tuttum", "bir gün namaz kıldım" demek gibi her ne kadar zamanla
takdir edilen fiiller iseler de, bu gibi işlerde muteber olan şey niyettir ve
niyet de zamanla takdir edilemez. Yapmam diye yemin ettiği bir işe devam
etmekle yeminini bozan bir kişi, ikinci kez o işi yapmamaya yemin eder de
yapmaya devam ederse, yeniden keffâret ödemesi gerekir. Çünkü birinci yemini,
ilk devam edişiyle çözülmüş olmaktadır. Hâlen ortağı bulunduğu bir kişiyi
kastederek onunla ortak olmam diye yemin eden bir kimse ortaklığı devam
ettirirse, yeminini bozmuş olur. "Şu evin mülkiyetinde, kardeşimle ortak
olmam" diye yemin eden bir kişinin babası ölür ve dolayısıyla bu ev
kendisiyle kardeşine miras kalırsa, eğer kendisi paylaşmaya muktedir olduğu
halde paylaşmaz ve müşterek halde bırakırsa yeminini bozmuş olur. Ama
paylaşmaya muktedir olamazsa, mazeretinden dolayı yeminini bozmuş olmaz. Faian
kişinin evine girmem diye yemin eden bir kişi, bilmeyerek onun evine girerse
yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde falan kişiye selâm vermem diye yemin eden
bir kişi, karanlıkta tanımaksızın ona selâm verirse, yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü yeminde sorumluluk, önce de belirtildiği gibi, yeminin aksini bilerek,
kasıtlıca ve arzuya bağlı olarak yapma halinde doğar.
Hanbelîler dediler ki:
Eve girmem diye yemin eden bir kişi, her ne halde olursa olsun eve girmekle
yeminini bozmuş olur. Yaya olarak veya süvari olarak veya başkası tarafından
omuzlanarak da olsa eve girmekle yeminini bozmuş olur. Bu kişi kendini, eve
bitişik bir suya atar da o su kendilini eve sürükleyip götürürse, yine
yeminini bozmuş olur. Duvardan inerek, duvarı delerek, kemer altından veya
kapıdan geçerek de olsa eve girmekle yeminini bozmuş olur. Tabiî bu yemin eve
kendi arzusuyla girme durumunda bozulmuş olur. Ama dövülerek, malı
gasbedilerek, ölümle tehdîd edilerek veya benzeri şekillerde girmeye
zorlanarak eve girerse yeminini bozmuş olmaz. Önce de belirtildiği gibi yeminin
bozulması için zorlamanın olmaması şarttır. Kendi isteği olmaksızın başkası
tarafından zorla eve sokulan kimsenin yemini, eğer muktedir olduğu halde
engellemezse bozulur. Ama girmeye yanaşmaz ve engellemede bulunurse yeminini
bozmuş olmaz. Zorla eve sokulduktan, zorlama ve baskı ortadan kalktıktan sonra
hâla evin içinde kalmaya devam ederse yeminini bozmuş olur.
Bir kimse evin içinde
oturduğu halde oturmamaya veya başkasıyla birlikte oturmaktayken onunla
beraber oturmamaya yemin ederse, derhal oradan çıkmadığı takdirde yeminini
bozmuş olur. Ancak çıktığında canına zarar geleceğinden korkarsa, korkunun
ortadan kalkmasına ve çıkma imkânını elde etmesine kadar orada bekleyebilir. Bu
bekleme, bir zararı bertaraf etme maksadıyla olduğu için yasaklanamaz. Evden
çıkışı da normal âdete uygun olmalıdır. Meselâ geceleyin çıkması gerekmez. Bu
evde ailesi ve eşyası olur da onları yanına almaksızın kendi başına çıkarsa,
yeminini bozmuş olur. Hem kendisi çıkmalı, hem de ailesini ve eşyasını
çıkarmalıdır. Ancak hanımı ya da evdeki çoluk çocuğu kendisiyle birlikte
çıkmaya yanaşmaz ve onları çıkmaya da zorlayamazsa, kendi başına çıkmakla
yeminini bozmuş olmaz. Çıkmaya, yemin ettiği halde evde kalmaya zorlanır veya
gece yarısı, bir ev bulamayacağı bir zamanca çıkmaya yemin ederse, veya kiralık
ev bulma imkânına sâhib olamazsa, ^veya çıkmasına engel olmak için başkası
tarafından kapılar üstüne kilitlenir de açmaya muktedir olamaz ve yine de çıkma
niyetiyle orada kalırsa yeminini bozmuş olmaz. Yalnız ihmalkârlık etmeksizin
âdete göre taşıma işine başlamış olması da şarttır. Başladıktan sonra, taşıma
işi bir kaç gün de sürse, orada kalmakla yeminini bozmuş olmaz. Normal
istirahat zamanlarında ve namaz vakitlerinde taşıma işini sürdürmesi gerekmez.
Taşındıktan sonra, hasta ziyareti amacıyla o eve gelmekle yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü ziyaret etmek, o evde oturup ikâmet etmek değildir.
"Falan kişiyle
bir arada oturmam" diye yemin eden bir kişi (oradan taşmmaksızın sâdece)
aralarına bir perde veya örtü koyarsa, yeminini bozmuş olur. Ama evin içinde
iki oda bulunur da her odanın kapısı, banyo, tuvalet ve merdiven gibi ek
tesisleri ayrı olursa ve her biri ayrı odalarda otururlarsa yeminini bozmuş
olmaz. Bütün bu durumlarda yeminli kişinin, eğer aksi istikamette bir niyeti
veya yemininin sebebi olmazsa yeminini bozmuş olmaz. "Şu beldeden
çıkacağım" diye yemin eden bir kişi, ailesini yanına almaksızın çıkmakla
yeminini bozmuş olmaz. Ama "şu evden çıkacağım" diye yemin eder de
kendi başına yalnız olarak çıkarsa, önce de belirtildiği gibi yeminini bozmuş
olur. Beldeden çıkmaya yemin eden kişi, beldeden çıktıktan sonra geri dönmekle
yeminini bozmuş olmaz. Beldeye geri dönebilir.
Evin içindeyken
"eve girmem" diye yemin eden bir kişi, yeminini bozmuş olur. Binek
üzerindeyken, "bineğe binmem" veya giyinik iken "giyinmem"
veya ayakta durmaktayken, "ayakta durmam", veya örtülü iken
"örtünmem", veyahut kıbleye yönelik iken "kıbleye yönelmem"
diye yemin eden bir kişi yapmam diye yemin ettiği ve hâlen yapmakta olduğu bu
fiillerden birini yapmaya devam etmekle yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde bir
şeyi tutmakta olduğu halde "tutmam", veya birisiyle ortak iken
"onunla ortak olmam" diye yemin eden bir kişi yeminini bozmuş olur.
Çünkü eylemi devam ettirmek, yeni baştan yapmak gibidir. "Evdeyken falanın
yanına
girmem" diye
yemin eden bir kişinin yanma öbürü gelip girer de yemin eden onunla birlikte
oturursa, yeminini bozmuş olur. Çünkü oturmaya devam etmek, haramlık açısından
yeniden oturmak gibidir. Ancak yemin edenin aksi istikâmette bir niyeti veya
yemininin sebebi olursa, ona göre muamele görür.
Eve girmemeye yemin
eden bir kişi bedevî de olsa kentli de olsa-mescide, hamama, Kabe'ye, haymaya,
deriden veya kıldan yapılan bir eve girmekle yeminini bozmuş olur. Ama evin
holüne veya sofasına girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü buralara ev
denilmez. Ancak yemin edenin aksi yönde bir niyeti veya yemininin bir sebebi
olursa ona göre davranır.
"Falan kişinin
evine girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın kendi oturduğu veya
başkasına kiraya vermiş olduğu evine girmekle yeminini bozmuş olur. O
şahsın-mülkiyetinde olmayıp kira ile içinde oturmakta olduğu eve girmekle de
yeminini bozmuş olur. Ama o şahıs kendisine emânet olarak verilen bir evde
oturmaktaysa oraya girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü emânet verme kişiye,
malın menfaatine sâhib olma hakkını vermez. Şu halde içinde emaneten oturduğu
ev, o şahsın mülkü olmaz.
"Falan kişinin
konutuna girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın emaneten veya kira
ile, ya da karışık şekilde de olsa oturmakta olduğu her yere girmekle yeminini
bozmuş olur. İçinde oturmadığı bir mülküne girmekle yemini bozulmaz.
"Falanın mülküne girmem" diye yemin eden bir kişi, o şahsın kiralamış
olduğu mekânına girmekle yeminini bozmuş olmaz. "Eve girmem" diye
yemin eden bir kişi, evin damına girmekle yeminini bozmuş olur. Ama evin duvarı
veya kapısının kemeri üzerinde durmakla yeminini bozmuş olmaz. Ancak yemininin
bir sebebi olursa, sebep lâfzın umumundan önce gelir. Eğer yeminin sebebi, ev
halkını terketmek ve onları görme-mekse; yol olduğu için damından geçerse
yemini bozulmaz. Aynı şekilde yeminiyle, evin içine girmemeye niyet etmişse,
damından geçmekle yemini bozulmaz. Çünkü niyet, genel lâfzı özelleştirir.
Ayağını eve koymayacağına veya eve ayak basmayacağına veya eve girmeyeceğine yemin
eden kişi; yürüyerek de olsa, süvari de olsa eve girmekle, önce de
belirtildiği gibi yeminini bozmuş olur.
Bu konuyla ilgili
olarak mezheblere göre detaylı meseleler aşağıda ayrı ayrı ele alınmıştır.
(114) Mâlîkîler dediler
ki: Bir kişi belli günlerde, aylarda veya senelerde falan adamla konuşmamaya
yemin eder de, yeminden sonra gelen herhangi bir zaman içinde o şahısla
konuşursa yeminini bozmuş olur. Bu, yemin edenin belli bir zamana niyet
etmemesi durumundadır. Ama belli bir zaman konuşmamaya niyet ederse, o niyet
sahîh olur. Belirtmeksizin bir takım günler, aylar ve seneler boyunca falan
adamla konuşmamaya niyet eden kişinin, yemininde gün demişse üç gün, ay demişse
üç ay, yıl demişse üç yıl konuşmadığı takdirde yemininin gereğini yerine
getirmiş olur. Bu sürelerden önce konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Gün
hakkındaki yemini gündüz-Ieyin olmuşsa, içinde bulunulan o gün, günlerden
sayılmaz ve o gün de konuşmaz. Yemini geceleyin olmuşsa, ertesi gün o günlerden
sayılır. "Falanla konuşmayacağım" diyerek bir kayıt koymaz veya bir
niyette bulunmaksızın yemin ederse, bu yemini üç gün için geçerli olur. Üç
günden sonra konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ser'an küsmek, üç
günden fazla olmamalıdır. Küsmeye yemin edenin bu dinî kurala uyması gerekir
ki, kuvvetli olan görüş de budur. Bazıları da derler ki: Bu şekilde yemin eden
kişinin, sözlü örfe göre hareket ederek o şahısla bir ay küsülü kalması
gerekir.
"Falan kişiyle
bir zaman konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin gününden
itibarenijbir yıl boyunca o şahısla konuşmaması gerekir. Aynı şekilde bir kişi,
zaman kelimesinin başına "Iâm-ı ta'rif" koyarak "falan kişiyle
zaman boyunca konuşmayacağım" veya asr, dehr, zamanla konuşmayacağım diye
yemin ederse, yine yemin gününü müteâkib bir yıl boyunca onunla konuşmaması
gerekir. Tabiî zaman, asr ve dehr kelimeleri örfe göre yaygın olarak bir
senelik süre anlamında kullanmıyorlarsa, bir sene süreyle, aksi takdirde bu
kelimelerin lügate göre belirtilen sürelerinin en azı kadar o şahısla
konuşmaması gerekir.
Kelimelerin başına
"lâm-i ta'rif" koyup mârifeleştirerek "falan kişiyle zaman, asır
veya dehr boyunca" konuşmamaya yemin eden kişinin, o şahısla süresiz
olarak konuşmaması gerekir. Ama falan kişiyle zamanlar, asırlar veya dehrler
boyu konuşmamaya yemin eden kişi, bu kelimelerin başına "lam-ı
ta'rif" koymaksızm belgisiz olarak telâffuz ederse, o şahısla üç yıl
süreyle konuşmaması gerekir.
' Falan kişiyle
konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa mektup yazmakla yeminini bozmuş olur.
Mektubu kendisinin yazmasıyla başkasının yazması arasında fark yoktur. Veya
başkasına emrederek yazdırması, kâtibin de yazdıktan sonra ona okuyup anlaması
hâlinde yine yeminini bozmuş olur. Konuşmama yemininin, mektupla bozulması iki
şartla olur:
1- Mektup,
okusun okumasın, kendisiyle konuşmamaya yemin edilen kişiye ulaşnfcş olmalıdır.
Bazıları derler ki: Kendisiyle konuşmamaya yemin edilen kişinin o mektubu
okuması veya başkasının kendisine okuması gerekir. Ona ulaşması niyetiyle
yazmış olsa bile, yazılan mektup kendisine ulaşmadığı takdirde yeminlinin
yemini bozulmaz.
2-Yazılan
mektup, hükmen de olsa yeminlinuı izniylekarşı tarafa ulaşmış olmalıdır.
Meselâ ulağın mektubu aldığını ve karşı tarafa götüreceğini bildiği halde sesini
çıkarmazsa izin vermiş sayılır. Ama mektubu yazıp ulağa verir ve götürmesini
söyler; fakat bundan hemen sonra götürmemesini emreder, o da mektubu okursa
yeminlinin yemini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde ona yazar, sonra geri döndüğünü
bildiren bir mektubu ona atar, da muhatabı okursa yeminlinin yemini bozulmaz.
Ama hanımını boşamak isteyen bir kişinin boşama kağıdını hanımına göndermek
kasdıyla yazması sâdece hanımın boşanmasına sebep olur. İki mesele arasındaki
fark şudur: Koca, boşama fiilini yapmakta bağımsızdır. Başkasıyla karşılıklı
konuşma gereksinimi duymaz. Konuşma işine gelince, konuşmamaya yemin eden
kişi, bağımsız olmayıp kendisiyle karşılıklı konuşmak için bir kişinin
varlığına ihtiyaç duyar. Şu halde anılan şartlar olmaksızın, karşı tarafa
mektup yazmakla yeminini bozmuş olmaz. Yine bunun gibi, başkasıyla konuşmamaya
yemin eden kişi, konuşmamaya yemin ettiği şahsa ulak aracılığıyla bir mesaj
gönderir de ulak, mesajı ona teblîg ederse yeminini bozmuş olur. Elçi ona
ulaşsa bile, tebliğ etmedikçe yemini bozulmaz. Muhatabı, mesajı götürmeyi ulağa
emrettiğini duyarsa, yeminlinin yemini, yine bozulmuş olur. Ama sâdece karşılıklı
konuşmamaya niyet ettiğini söylerse, bu sözü mektup ve ulak meselelerinde fetva
açısından kabul edilir. Dolayısıyla her iki meselede de yeminini bozmuş olmaz.
Edilen yemin, talâkla da ilgili olsa, başka şeylerle de ilgili olsa hüküm
aynıdır. Niyetinin bu yönde olduğuna ilişkin sözü, mektup gönderme meselesinde
olursa ve yemini de talâk ve köle azâd etmekle İlgili ise yargı merciince kabul
edilmez.
Başkasıyla konuşmamaya
yemin eden kişi, eğer bu yeminiyle o şahısla yüz yüze konuşmamaya niyet ederse,
sözü, ulak ve mektup gönderme meselesinde fetva açısından kabul edilir. Ettiği
yemin talâk veya başka alanlarla da ilgili olsa, o şahısla yüz yüze
konuşmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Ettiği yemin talâk veya başka alanla da
ilgili olsa, ulak gönderme meselesinde de sözü yargı merciince kabul edilir.
Mektup gönderme m eşelesin deyse sözü, yargı bakımından kabul edilmez.
Kendisiyle konuşmamaya
yemin edilen kişi mektup yazarak yemin edene gönderir ve o da mektubu okursa,
doğru olan görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yeminli kişi, bu durumda o
şahısla konuşmuş değildir. Konuşan, mektubu gönderendir. Kitap okumamaya veya
sâdece okumamaya yemin eden kişi, dilini oynatmaksızın kalbiyle okursa,
yeminini bozmuş olmaz.
Falan kimseyle
konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa, anlayacağı şekilde işarette bulunursa,
bazılarına göre yemini bozulmuş, bazılarına göre bozulmamış olur. Falan
kimseyle konuşmayacağım diye yemin eden bir kişi, onunla normal olarak
işitemeyeceği uzak bîr mesafeden konuşursa yeminini bozmuş olmaz. Ama normal
olarak işitebileceği bir mesafeden konuşursa; herhangi bir işle meşguliyet,
uyku .veya sağırlık gibi nedenlerle işitmese bile yeminini bozmuş olur. Çünkü
bu engeller ortadan kalkacak olursa, sesi, normal olarak işitebilecektir.
Falan kişiyle
konuşmamaya yemin eden bir kişi, o şahsın Kur'ân-ı Kerîm okuması esnasında
takıntısını açıp yanlışını düzeltirse, namaz dâhilinde
olsun, namaz hâricinde olsun yemini
bozulur. Takıntısını açması, vâcib de olsa yemini bozulur. Şöyle ki: Kendisiyle
konuşmamaya yemin ettiği kişi imam olur da Fâtiha'yı okurken takılırsa,
arkasında duran kişilerden birinin, takıntısını açması vâcibolur. Nitekim
namaz bahsinde de bu konuya temas edilmişti. Falan kimseyle konuşmamaya yemin
eden kişiye, konuşmamaya yemin ettiği kişi imam olarak cemaatle birlikte namaz
kıldırırsa, namaz selâmım verirken, ona da selâm vermeye niyet etmekle yeminini
bozmuş olmaz. Konuşmamaya yemin eden kişi, o şahsa imamlık ederek bir cemaatle
birlikte kendilerine namaz kıldırırsa; namazdan çıkma kasdıyla selâmını verirken
ardındaki cemaate de selâm vermeye niyet ederse yemini bozulmaz. Konuşmamaya
yemin ettiği şahıs, sağ tarafında da olsa sol tarafında da olsa farketmez. Ama
namaz^ışında ona selâm verirse bu selâm örfe göre konuşma sayılacağından
dolayt yeminini bozmuş olur. Namazdayken imamın hatâsını ve takıntısını
açmakla selâm verme arasındaki farka gelince; takıntı açılırken imama âdeta,
"şöyle de denmiş oluyor. Oysa selâmda böyle bir anlam yoktur.
Hanefîler dediler ki:
Hîn ve zaman kelimelerinin başına "lâm-ı ta'rif" koyarak
"vallahi falan kimseyle, zamanla konuşmayacağım" veya belgisiz
olarak, "vallahi falan kimseyle, zamanlarla (veya hinlerle)
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, aradan altı ay geçmeden o şahısla
konuşursa yeminini bozmuş olur. Altı ay geçtikten sonra konuşursa yeminini
bozmuş olmaz. Bu, "konuşmayacağım" şeklinde olumsuz cümleli yeminlerin
örneğiydi. Olumlu cümleli yeminlere gelince, şöyle bir örnek verebiliriz:
"vallahi bir zaman veya bir hîn miktarı oruç tutacağım", ya da
"vallahi zaman veya hîn miktarı oruç tutacağım" diyerek yemin eden
bir kişi altı aydan daha az oruç tuttuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Oruç
misâlinde, yemin eden kişinin yeminden hemen sonra oruca başlaması şart değildir.
Altı ay süreyle tutmak kaydıyla oruca herhangi bir zaman başlayabilir. Belgili
veya belgisiz olarak hîn ve zaman kelimelerini kullanmakla belli bir zamana
niyet ettiğini söylerse, sözü kabul edilir. Çünkü bununla, sözün gerçek
anlamına niyet etmiş olmaktadır. Hîn ve zaman kelimesi, zamanın azı için de
çoğu için de kullanılabilir. Dehr boyunca falanla konuşmamaya yemin eden kişi,
dehr kelimesinin başına "lâm-ı ta'rif" koymuşsa, ömrü boyunca o
şahısla konuşmamalıdır. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Dehr kelimesinin
başına "lam-ı ta'rif" koymaksızın belgisiz olarak "bir dehr boyunca
falanla konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin vaktinden itibaren
altı ay süreyle onunla konuşmaması gerekir. Başına "lâm-ı ta'rif koysun,
koymasın, belgili belgisiz, "ebedî olarak falan kimseyle
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, ömrü boyunca onunla konuştuğu
takdirde yeminini bozmuş olur. Başına "lâm-ı ta'rif" koyarak
"falan kimseyle ömür boyunca konuşmayacağım" diye yemin eden bir
kişi, ömrü boyunca o şahısla konuşmamalıdır. Aksi takdirde yeminini bozmuş
olur. "Bir ömür boyunca falan
kimseyle konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, ömür kelimesinin başına
"lâm-ı ta'rif" koymamışsa, altı ay süreyle o şahısla konuşmamalıdır.
Tıpkı hîn kelimesiyle yemin etmede olduğu gibi. Kuvvetli olan görüş budur.
Bütün bunlar, yemin eden kişinin aksi yönde bir niyeti olmaması durumunda
sözkonusudur. Aksi takdirde niyetine göre hareket eder.
"Vallahi falan
kimseyle çok günler boyunca konuşmayacağım" veya "falan kimseyle
günler, aylar, yıllar, cumalar veya zamanlar boyunca konuşmayacağım" diye
yemin eden kişinin yemini, her neviden on taneye sarf olunur. Yani yemini
günlerle ilgiliyse on gün boyunca, aylarsa on ay boyunca... on sene boyunca, on
cuma boyunca, beş sene boyunca konuşmaması gerekir. Bu sürelerden önce
konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Şu mânâda ki: Cumalar boyunca oruç
tutacağım diye yemin eden kişi, her haftanın cuma gününde oruç tutmalı ve
böylece on cumayı tamamlamalıdır. "Zamanlar boyunca falan kimseyle
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, beş sene geçmeden o şahısla
konuşursa yeminini bozmuş olur. Zîrâ bilinmektedir ki; her bir zaman altı aya
eşittir. On zaman ise altışar aydan beş sene tutarında olur. Hîn ve dehr
kelimeleri de zaman gibidir. Önce de belirtildiği gibi her bir hîn ve dehr,
altı aydır. Başlarına "Iâm-i ta'rif" koy-maksızm ve çoklukla
nitelemeksîzİn, falan kimseyle günlerce, aylarca, senelerce ve zamanlarca
konuşmayacağım diye yemin, eden kişinin yemini bunlardan her türün üçer tanesi
için kullanılır. Meselâ günlerce konuşmayacağım diye yemin eden kişi, üç
günden önce konuşursa yeminini bozmuş olur. Cumalarca konuşmayacağım diye yemin
eden kişinin, yeminden itibaren üç cuma boyunca; aylarca konuşmayacağım diye
yemin edenin üç ay süreyle; zamanlarca konuşmayacağım diye yemin eden kişininse
onsekiz ay süreyle konuşmaması gerekir. Daha önce konuştuğu takdirde yeminini bozmuş
olur. Tabiî bu durumların hepsinde, yeminin aksi istikametinde bir niyeti yoksa
bu şekilde hareket eder. Aksi takdirde niyetine göre hareket eder.
Baş taraflarına
"lâm-ı ta'rif" koyarak mârife şeklinde, erkeklerle, kadınlarla veya
yoksullarla, fakirlerle konuşmamaya yemin eden bir kişi; bunların çoğuluyla
konuşmamaya niyet etmemişse birer tanesiyle konuştuğu takdirde yeminini bozmuş
olur. Ama bu kişi bütün erkeklerle, bütün kadınlarla veya bütün yoksullarla
konuşmamaya niyet etmişse, niyetinin bu olduğuna ilişkin sözü hem fetva, hem
de yargı bakımından onaylanır. Ebediyyen de yemini bozulmaz. Başlarına
"lâm-ı ta'rif" koymaksızın çoğul olarak erkeklerle, kadınlarla ve
yoksullarla konuşmamaya yemin eden bir kişi, çoğulun en azı sayılabilecek üç
erkek, üç kadın veya üç yoksulla konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Eğer
üçten fazlasıyla konuşmamaya yemin ettiğini ve niyetinin bu yolda olduğunu
söylerse, sözü yargı merciince onaylanır. Bu kişi, bir ferdle de konuşmamaya
niyet edebilir. Çünkü.çoğulu söylemekle tekili kasdetmesi caizdir. Ama çoğulu
söylemekle iki kişiyi kasdetmesi caiz olmaz. Falan şahsın hanımlarıyla veya
kardeşleriyle veya dostlarıyla konuşmamaya; ya da onun bineklerine binmemeye,
elbiselerini giymemeye yemin eden bir kişinin o şahsa nisbet ederek sayılarla
ve benzeri şeylerle sınırlandı çoğul kelimeler telâffuz etmesi durumunda,
telâffuz etmiş olduğu kelimeleri iki kısma ayırmak mümkündür:
a) Bunların
insandan başka çoğullarında, çoğulun en az sayısı olan üç ile yetinilir. Yani
falan şahsın bineklerine binmeye veya onun elbiselerini giymemeye yemin eden
kişi; üç tane bineğine binmekle, ya da üç elbisesini giymekle yeminini bozmuş
olur. Tabiî o şahsın üçten fazla bineği veya elbisesi varsa... Eğer üçten az
iseler, zâten onlara binmekle veya giymekle yemini bozulmaz.
b)
İnsanlardan teşekkül eden çoğullara, meselâ, falan şahsın hanımlarıyla veya
kardeşleriyle veya dostlarıyla konuşmamaya yemin etme durumuna gelince, yemin edeŞ kişi, bunlardan her birinin bütün
bireyleriyle konuşmadığı takdirde yeminini bozmuş olmaz.
Bu şıklardaki çoğullar
arasındaki farka gelince diyeceğimiz şu ki: Birinci şıktaki çoğulların O şahsa
nisbetinde mülkiyet sözkonusudur. Bineklerle ve elbiselerle ilişkiyi kesip
küsmek maksat olamaz. Asıl küsme maksadı onların sâhibleriyledir. Edilen yemin,
o şahsın mülkiyetinde olan eşyalara sirayet etmektedir. Bu durumda o eşyalar
çoğul olarak anıldıklarından, çoğulun en az sayısı olan üç sayısı sözkonusu
olmaktadır.
İkinci şıktaki
çoğullara gelince, bunlar, o şahsa nisbet edilerek özel kişilikler
kazanmışlardır. Böyle olunca da edilen yemin, anılan çoğulun tüm bireylerini
kapsar. Yemin sahibi, yemin ederken andığı çoğulun tüm bireyleriyle
konuşmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Gerçek şu ki, bu hüküm örfe aykırıdır. Bildiğimiz
kadarıyla çoğul, bireylere bölünür. Yemin eden kişi, çoğulun bireylerinden
sadece bir tanesiyle bile konuşsa yemini (örfe göre) bozulur.
Ademoğluyla veya Mısır
halkıyla veya şu kavimle konuşmam diye yemin eden bir kişi, bu çoğulların
bireylerinden bir tanesiyle bile konuşursa yeminini bozmuş olur. Çünkü bu
çoğullar (belli bir şahsa nisbet edilemedikleri için) sınırlandırılıp sayıya
bağlanamazlar. Bunlar, "lâm-ı tarifle anılan (cinsi istiğrak edip
kapsayan) çoğullardır.
Falan şahısla
aybaşında konuşmamaya yemin eden bir kişinin, ayın birinci gün ve gecesinde o
şahısla konuşmaması gerekir. Ayın evveli sözünden, yarıdan azı (14 gün)
anlaşılır. Ayın sonu sözünden ise yarıdan fazlası (günden sonraki kısmı)
anlaşılır. Sözgelimi, ayın evvelinin son gününde oruç tutmaya niyet eden bir
kişinin, onbeşinci günde; ayın sonunun ilk günü oruç tutmaya yemin eden bir
kişinin de onaltıncı günde oruç tutması gerekir.
Falan şahısla yazın
veya kışın konuşmamaya yemin eden bir kişinin, yaşamakta olduğu belde halkının
bu konularda bilinen bir hesabı varsa, (mevsim belirlemede) o hesaba uyması
gerekir. Böyle bir hesâbları yoksa kış
mevsimi; kürk, şal ve
benzeri kalın elbiselerin giyildiği, yaz mevsimi ise bu tür elbiselere ihtiyaç
duyulmadığı zamandır.
"Falan şahısla konuşmayacağım"
diye yemin eden bir kişi, ne zaman onunla konuşursa yeminini bozmuş olur.
Onunla bir veya iki günlüğüne konuşmamaya ve özel bir yerde konuşmamaya niyet
etmiş olsa bile, her nerede ve ne zaman onunla konuşursa yeminini bozmuş olur.
Bu niyeti de ne fetva, ne de yargı merciince onaylanmaz. Çünkü bu kişi,
telâffuz etmediği genel bir şeyi özelleştirmeye niyet etmiştir ki, önce de
belirtildiği gibi niyet, lâfızlardan başka şeylerde geçerli olmaz.
"Falan şahısla
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, uyumakta olan şahsa seslenerek
uykusundan uyandırırsa yeminini bozmuş olur. Uykusundan uyandırmazsa, seçkin
olan görüşe göre yeminini bozmuş olmaz. Uyanıkken seslendiğinde, seslenilen
kimse kendisini duymayacak kadar uzakta olursa yeminini bozmuş olmaz. Kulak
verdiği takdirde sesini duyacak kadar yakınında olursa, sağırlık veya bir işle
meşguliyet dolayısıyla işitmese bile, yeminini bozmuş olur. Ama iyice kulak
verdiği halde uzaklık nedeniyle du-yamazsa, yeminim bozmuş olmaz. Konuşmama
yeminine bitişik olarak konuşursa yine yeminini bozmuş olmaz. Meselâ hanımına,
"seninle konuşursam boş ol, çık dışarı" diyen kocanın hanımı
"çık dışarı" sözü nedeniyle boşanmış olmaz. Çünkü bu cümle,
"boş ol" yeminine bitişik olarak söylenmiştir. Tabiî "çık
dışarı" sözünü, yeminden ayrı bir konuşma niyetiyle söylememiş olmak
şarttır. Aksi takdirde hanım boşanmış olur. Ama hanımına "seninle
konuşursam boş ol ve çık dışarı" diyen kişinin hanımı boşanmış olur. Çünkü
burada, "boş ol" yemininden sonra araya fasıla koyarak "çık
dışarı" demiştir.
Herhangi bir şeye
hitab ederek bu hitabını, kendisiyle konuşmamaya yeminli olduğu şahsa duyurmak
isteyen kişi, yeminini bozmuş olmaz. Meselâ "ey duvar! Kulak ver,
dinle" demekle yeminini bozmuş olmaz. Ancak duvarla birlikte, kendisiyle
konuşmamaya yeminli olduğu şahsa da hitab etmeyi kastederse yeminini bozmuş
olur. Kendisiyle konuşmamaya yeminli olduğu şahsın da aralarında bulunduğu bir
topluluğa selâm verirse yeminini bozmuş olur. Ancak ona selâm vermeyi
kasdetmediğini söylerse bu sözü, yargı makamınca değil de fetva makamınca
onaylanır. Namazdayken selâm verirse, konuşmamaya yeminli olduğu şahıs sol
tarafında olsa bile, yeminini bozmuş olmaz. Kendisiyle konuşmamaya yeminli
olduğu şahıs imamlık ederken bir hatâsından Ötürü unutarak kendisine hitaben
"sübhânallah" derse veya okumadaki bir takıntısını açarsa yeminini
bozmuş olmaz. Ama bunları namaz dışında yaparsa yeminini bozmuş olur.
Falan şahısla
konuşmamaya yemin eden bir kişi, ona bir mektup yazar, ya da mesajını taşıyan
bir ulak gönderirse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu, örfe göre konuşma
sayılmaz. Yeminler ise örfe göre kurulurlar. Falan şahsa haber vermeyeceğim
diye yemin etse de aynı hüküm geçerli olur. Zira konuşma ve haber verme sadece dil ile olur. Ama falan
şahsa demiyeceğim diye yemin eden bir kişi, ona mektup yazsa veya mesaj taşıyan
bir ulak gönderse, yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda İhtilâf
vukûbulmuştur. Falan şahısla konuşmamaya yemin eden bir kişinin, anlıyacağı
şekilde ona işaret etmesi, örfe gö.re konuşmak sayılmaz. "Falan kimseye
şöyle haber vermeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o kimseye mektup
yazmakla yeminini bozmuş olduğu gibi, diliyle konuşmakla da yeminini bozmuş
olur. Ama ona eliyle, ya da başıyla işaret ederse yeminini bozmuş olmaz. Falan
şahsın sırrını ifşa etmeyeceğim veya açığa çıkarmayacağım veya onu kimseye bildirmeyeceğîm
diye yemin eden bir kişi; konuşarak da olsa, yazarak veya işaret ederek de
olsa, sırrını açıklarsa yeminini bozmuş olur.
"Falan kimseyle
bir ay konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişinin, yemin gününden
itibâreh. o şahısla otuz gün konuşmaması gerekir. Zîra hâlinin delâleti, yani
kızgıhfığı, yemininin gereğini âcilerr yerine getirmesini gerekli kılmaktadır.
Bir aylığına oruç tutmaya yemin eden kişinin durumuysa bunun tersinedir. Bu
kişinin, herhangi bir tarihten başlayarak otuz gün oruç tutması gerekir. Çünkü
yemininin hemen yürürlüğe konulmasını gerektiren bir sebep mevcud değildir.
"Falan şahısla bu
ay konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, ayın geri kalan günlerinde
onunla konuşmaması gerekir. Sene, gün ve gece için de böyle... Geceleyin,
"falan şahısla bir gün konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişinin, o
gecenin kalan kısmında ve ertesi günde o şahısla konuşmaması gerekir.
Gündüzleyin "falan şahısla bir gün konuşmayacağım" diye yemin eden
kişinin, o andan itibaren ertesi gün aynı vakte kadar, yani yirmidört saat
süreyle o şahısla konuşmaması gerekir. "Falan kimseyle ne bu gün, ne
yarın, ne de yarından sonraki gün konuşmayacağım" diye yemin eden kişi,
geceleri onunla konuşabilir. Çünkü yemini üç tanedir. Yemin ederken cümledeki
olumsuzluk ekleri olan 'ne' Ieri tekrarlamazsa yemini bir tane sayılır.
Konuşmamaya yemin eden
bir kişi, Kur'ân-i Kerîm okursa veya tesbi hatta bulunursa ve bunları
namazdayken yaparsa ittifakla yemini bozulmaz. Eğer namaz dışındayken yapmışsa,
gerçek olan bu hususta örfe müracaat etmektir. Kur'ân-ı Kerîm okumak, tesbihat
ve benzeri şeyler örfe göre konuşma sayılıyorsa, yeminini bozmuş olur, yoksa
bozmuş olmaz. Meselâ Mısır örfüne göre bunlar konuşma sayılmamaktadır.
Falan kimseyle
konuşmamaya yemin eden bir kişi, imamlık yapan o kimseye tâbi olarak namaza
durur da, bir hatasından ötürü ona hitaben "sübhânallah" derse, veya
aynı kişi imamlık yaparken takılıp kalır da kendisine tâbi olan yelHinli şahıs
takıntısını açarsa yeminini bozmuş olmaz. Yeminli kişi, kendisiyle konuşmamaya
yemin ettiği şahsın da aralarında bulunduğu bir cemaate imamlık ederken namazın
sonunda vermiş olduğu selâmların ne birincisiyle ne de ikincisiyle yeminini
bozmuş olmaz. Seçkin olan
görüş budur. Kişinin kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şahıs, imam olarak
kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaate namaz kıldınrsa, namazın sonunda
selâm verirken kişi, kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şahsa (imama) selâmla
mukabele etmekle yeminini bozmuş olmaz. Ama konuşmamaya yemin eden kişi namaz
dışındayken, konuşmamaya yemin ettiği şahsın da aralarında bulunduğu bir
cemaate selâm verirse; o şahıs selâmı duysa da duymasa da yeminini bozmuş olur.
Ancak selâm verirken, "yalnız o şahsa değil" diye istisna ederse,
yeminini bozmuş olmaz. Öyle değil de, "yalnız bîr kişiye değil" diye
istisna ederse, o şahsı kasdettiğini söylemesi hâlinde sözü onaylanır. Aynı
şekilde o şahsın dışındaki topluluğa selâm vermeye kalben niyet ederse, buna
ilişkin beyanı sâdece fetva makamınca onaylanır. Yargı makamınca onaylanmaz.
Falan şahsın kitabını
veya yazısını okumayacağım diye yemin eden bir kişi, o kitaba bakıp da
okumaksızın anlarsa yeminini bozmuş olmaz. Bir rivayete göre yemini bozulur ki
bu, örfe daha uygundur. "Falan şahısla konuştuğum gün benden boşsun"
diye karısına hitaben talâk üzerine yemin eden kişinin, o şahısla gece ve
gündüz konuşmaması gerekir. Eğer bu yeminiyle sâdece gündüzleyin konuşmamaya
niyet ettiğini söylerse, ifâdesi hem fetva, hem yargı makamınca onaylanır.
Karısına hitaben, "falan şahısla konuştuğum gece benden boşsun"
diyen kişinin sâdece gecelen o şahısla konuşmaması gerekir.
"Babası gelinceye
kadar falanla konuşursam karım boş olsun" diye talâk üzerine yemin eden
kişi, babası gelmeden o şahısla konuşursa karısı boşanır. Çünkü burada, o
şahsın babasının gelişini, konuşmamanın son sınırı yapmıştır. Babasının
gelişinden sonra konuşursa karısı boşanmaz. Ama bir kişi, "karım boş olsun
illâki falan şahıs gelsin" derse, o şahsın gelmesiyle karısı boşanmaz.
Şundan ki: Birinci misâlde "babası gelinceye kadar falan şahısla
konuşursam" cümlesinin arapça aslındaki "illâ" kelimesi, her ne
kadar 'stisnâ edatı ise de, gaye (sınır) ve şart edatı olarak emaneten
kullanılabilir. Tabiî ikisi arasında ortak bir nitelik bulunması da gereklidir.
Bu ortak nite-İikse her iki edatın, cümle içinde kendilerinden sonra gelen
hükme aykırı olmalarıdır. illâ' edatı gaye için kullanıldığında, o gayenin
(sınırın) gelmesinden önce yeminin aksi yönünde hareket edilirse yemin bozulmuş
olur. Ama o gayeye (sınıra) ulaşıldıktan sonra yeminin aksi yönünde davranılsa
da hiç bir şey gerekmez.
İkinci misâle, yani
"karım boş olsun. İllâ ki falan şahıs gelsin" misâline gelince,
buradaki illâ, gaye için değil şart için kullanılmıştır. Bu da boşama için bir
kayıt olarak kullanılması sebebinden ileri gelmektedir. "Karım boş
olsun..'." diyen kişi sanki; "karım boş olsun ve boşanması da falan
şahsın gelmesine dek devam etsin. O gelince de boşanma durumu ortadan
kalksın" demek istemiştir. Oysa boşama sürelendirme kabul etmeyen bir olgudur.
Bu nedenle de o şahsın gelmesiyle değil, bilâkis ölümüyle boşanmış
olur. "Abdullah izin vermedikçe
Murat'la konuşmayacağım", diye yemin eden bir kişinin yemininin hükmü izin
alamadan Abdullah ölürse düşer. Bunda uygulanacak formül şudur: Yemin eden
kişi, yemininde sınırlama yapar da, ölüm ve benzeri nedenlerle o sınır ortadan
kalkarsa, yemin hükmünü yitirir. Bilindiği gibi süreli yeminin kalıcılığı, onun
gereğim yerine getirmenin tasavvura sığması şartına bağlıdır. Falan ve falan
şahıslarla konuşmamaya yemin eden, veya falan ve falan şahıslarla konuşmak
bana haram olsun diyen kişi, iki meselede de her iki şahısla konuşmadıkça
yeminini bozmuş olmaz. Sâdece birisiyle konuşursa, yine yeminini bozmuş olmaz.
Ancak bu şekilde yemin ederken onlardan sâdece biriyle konuşmamaya niyet
ederse, niyet ettiği şahısla konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü
işi kendisi için zorlaştıran, yine bizzat kendisidir. Oradaki 'ne' edatım
tekrarlayarak "ne falanla, ne de falanla konuşmayacağım" diye yemin
eden bir kişi, onlardan biriyle konuştuğu takdirde yeminini bozmuş olur. Aynı
şekilde "ne yiyecek, ne de içecek tadmıyacağım" diye talâkla yemin
eden bir kişi, bunlardan birini tattığı takdirde yeminini bozmuş olur. Çünkü
bu yeminlerde 'ne edatını tekrarlamak, iki yemin mesabesinde olmamaktadır.
'Ne' edatını tekrarlamaksızın yemin etmiş olsaydı; hem yemeği ve hem de içeceği
tadma-dıkça yemini bozulmuş olmayacaktı. Yalnızca bir tek kardeşi olduğu halde,
birden fazla kardeşi olduğuna inandığı bir kimse için, "falan şahsın
kardeşleriyle konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, onun tek
kardeşiyle konuşursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o, yemin ederken bir taneyle
konuşmamayı kasdetmemiştir. Dolayısıyla yemini, çoğul üzerinde kalmıştır. Ama
bir tek kardeşi olduğunu bilmiş olsaydı ve onunla konuşsaydı yeminini bozmuş
olurdu. Çünkü o, çoğulu söylemekle tekili kasdetmiş olabilir ki, bu da
sahihtir.
Sâdece bir tek çöreği
olan bir ekmeği göstererek, "üç çöreği dışında şu ekmekten
yemeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, o tek çöreği yemekle yeminini
bozmuş olmaz. Evinde oturmakta olan bir şahsı kastederek, "evde olduğu
sürece o şahısla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi, o şahsın,
oturmayı iptal edecek şekilde, anılan evden çıkmasından sonra kendisiyle
konuşur da, bilâhare o şahıs yine kendi evine dönerse yemin çözülmüş olur.
Bundan sonra konuşsa bile hiç bir ceza terettüb etmez. Evde oturmakta olan
hanımı için, "o, evde oturduğu müddetçe benden boştur" der de hanımı,
eşyalarını taşıyarak oturmayı iptal edecek şekilde hemen evden çıkar ve sonra
da eve tekrar geri dönerse yemin çözülür ve hükmünü yitirir.
Yemin hükmünün son
bulduğu bir sınır olması bakımından "sürece", "olduğunca",
anlamlarına gelen "mâzâle",."mâ kâne" yüklemleri de, müddetçe,
"mâ dâme" kelimesinin statüsüne tabidirler. Halk arasında söylenegelen,
"sen şöyle oturduğun zaman boyunca" cümlesi de bu gruba katılır.
"Falanın mülkiyetinde olduğu müddetçe şu yemeği yemeyeceğim" diye yemin
etme durumunda o şahıs, yiyeceğin bir kısmını satarsa, geri kalan kısmini yiyen
yeminli kişi, yeminini bozmuş olmaz. Zîrâ yeminin bozulması, o yemeğin tümüyle
sahibinin mülkiyetinde kalması şartına bağlıdır ki, bu şart da ihlâl
edilmiştir. Eşiyle ve dostuyla konuşmamaya veya evine girmemeye yemin eden bir
kişi; eşini boşadıktan, dostuyla düşman olduktan veya evini sattıktan sonra
bile, eski eşi ve eski dostuna işaret ederse, meselâ "şu, falanın
eşidir" veya "şu, falanın dostudur" diyerek işaretle gösterirse
yeminini bozmuş olur. Çünkü yemininde nitelik, işaretle geçerliliğini yitirir.
Sonradan yok olması, aslen varolmaması gibidir. Ama boşadıktan sonra eski
eşine, aralarına düşmanlık girdikten sonra, eski dostuna işaret etmez de onlarla
konuşursa yeminini bozmuş olmaz. Ev ve diğer mülkiyet altına alınabilen binek,
elbise ve benzeri şeylere gelince bunlara işaret etsin etmesin, kullanmakla
yeminini bozmuş olmaz. Meselâ "falanın şu evi" diyerek işaret etme
durumunda yeminini, falan kişiye mülkiyet bağıyla bağlanmış olan belirli bir
şeye mahsus kılmıştır. Ki mülkiyet bağı satış yoluyla ortadan kalkınca yeminin
de hükmü kalkar. "Falanın evine girmem" diyerek belgisiz ve işâretsiz
olarak yemin etme durumunda, yeminini belirli bir nesneye değil de, girme
eylemine bağlamış olmaktadır. Dolayisiyle bu girme eylemi de eve
uygulanacaktır. Ev ise mülkiyet bağıyla falana bağlıdır. Bu bağ mevcud olduğu
sürece o eve girerse yeminini bozmuş olur. Satış yoluyla mülkiyeti ortadan
kalktıktan sonra eve girmekle yeminini bozmuş olmaz.
HANBELÎLER dediler ki:
Falanla konuşmamaya yemin eden bir kişi, ona bir mektup ya da ulak gönderirse
yeminini bozmuş olur. Konuşmamaktan, yüz yüze konuşmamayı kasdederse; mektup
yazıp göndermekle veya ulak göndermekle yeminini bozmuş olmaz. Bu hüküm
ittifakla sabittir. Konuş-mamakdan, yüz yüze konuşmamayı kasdetmemişse; ona
mektup ve ulak gönderme durumunda yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda
ihtilâf vukûbulmuştur. Bazıları da bu durumda yeminin bozulacağını söylemişler,
bazilarıysa konuşmamaya yemin ederken mektup ya da ulak göndermemeye de niyet
etmemesini veya yeminin o şahısla konuşmamasını gerekli kılan bir sebebinin
bulunması şartıyla yeminin bozulmayacağı görüşünü doğrulamışlardır. Bu durumda
o şahsa mektup ya da elçi göndermekle yeminini bozmuş olur. İşaret etmesine
gelince, bazıları bozulur, bazılarıysa bozulmaz demişlerdir.
İnsanla konuşmamaya
yemin eden bir kişi kadın-erkek, büyük-küçük, akılh-deli hangi insanla
konuşacak olursa olsun yeminini bozmuş olur. Zeyd ile konuşmamaya veya ona
selâm vermemeye yemin eden bir kişi, azarlayarak kendisine "defol,
sus!" derse yeminini bozmuş olur. Ancak bundan başka bir sözü kasdetmişse
yeminini bozmuş olmaz. Zeyd'le konuşmamaya yemin eden kişi imam olarak, Zeyd'in
de aralarında bulunduğu bir cemaate namaz kıldırır da namazın selâmını
verirken, cemaate de vermeye niyet etmekle yeminini bozmuş olmaz. Veyahut Zeyd
imamlık yaparken, ona tâbi olan ve kendisiyle konuşmamaya yemin eden kişi
Zeyd'in kıraatteki takıntısını açarsa yeminini
bozmuş olmaz. Falan kimseyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, o şahsa seslenir
ve o da sesini duyacak kadar yakın bir mesafede bulunursa, dalgınlık veya
meşguliyet gibi bir arıza nedeniyle sesini işitmese bile-yeminini bozmuş olur.
Ama sesini duyamayacak kadar uzak bir mesafede bulunursa yeminini bozmuş olmaz.
"Falanla
konuşmayacağım" diye yemin eden kişi, ona selâm vermekle yeminini bozmuş
olur. Kendisiyle konuşmamak üzere talâk veya itak ile yemin ettiği şahsın da
aralarında bulunduğu bir topluluğa, aralarında onun bulunduğunu bilmeden dahi
selâm verirse karısı boş olur veya kölesi azâd olur. Ama kendisiyle konuşmamaya
talâk ve itaktan başka şeyler üzerine yemin ettiği şahsın aralarmda bulunduğu
bir topluluğa selâm verir de, aralarında onun bulunduğunu bilmezse, yeminini
bozmuş olmaz. Bu durumda tıpkı unutmuş bir kimse gibi olur. Ama onun da
aralarında bulunduğunu bilir ve selâm verirken onu selâmaan ayrı tutmaya niyet
etmez, ya da diliyle onu istisna etmezse, meselâ falan şahıs dışında size selâm
olsun" demezse, yemini talâk ve itak üzerine de olsa başka şey üzerine de
olsa yeminini bozmuş olur. Falan şahsa karşı kendisinin ilk konuşan
olmayacağına yemin eden bir kişi ile o şahıs aynı anda beraberce konuşurlarsa,
yeminlinin yemini bozulmaz. Falan şahısla bir zaman konuşmamaya yemin eden
kişinin, belirli bir süre konuşmamaya niyet etmediği takdirde altı ay süreyle
onunla konuşmaması gerekir. Ama altı aydan az veya daha fazla bir müddet
konuşmamaya niyet etmişse, niyetine göre hareket eder. Baş tarafına "Iâm-ı
ta'rif" koyarak "falan şahısla, zamanla konuşmayacağım" diye
yemin eden kişinin de, "hîn" kelimesinde olduğu gibi, altı ay
süreyle onunla konuşmaması gerekir. Ama belgisiz olarak falan kimseyle bir
zaman, dehr, bir uzaklık miktarı, çok uzunca, uzunca, bir vakit, bir ömür, bir
çağ boyunca konuşmamaya yemin eden kişinin yemini en az zaman için geçerli
olur. Fakat falan şahısla ebediyyen veya dehr boyunca veya ömür boyunca
konuşmamaya yemin eden kişinin, zaman belirten kelimelerin başına "lâm-ı
ta'rif" koyması durumunda, süresiz olarak o şahısla konuşmaması gerekir.
Çünkü bu kelimelerin başına konan "lâm-ı ta'rif'ler, istiğrak içindir.
Yani zamanın tümünü kapsarlar. Falanla aylarca konuşmamaya yemin eden kişinin,
onunla üç ay konuşmaması gerekir. Günler de böyledir. "Seneye kadar
onunla konuşmayacağım" diye yemin eden kişinin, yemin anından itibaren tam
bir sene süreyle onunla konuşmaması gerekir. Sene içinde yemin etmişse, ertesi
sene aynı vakte kadar onunla konuşmamalıdır. Falanla üç gün konuşmamaya yemin
eden kişinin bu yemini, geceleri de kapsar. Buna göre, geceleriyle birlikte üç
gün onunla konuşmaması gerekir. Aynı şekilde üç gece konuşmamaya yemin eden
kişinin de günleriyle birlikte üç gece konuşmaması gerekir.
ŞAFİÎLER dediler ki:
Konuşmamaya yemin eden bir kişi, namazı bâtıl kılmayan, Kur'ân, zikir ve duâ
gibrt haram olmayan sözleri telâffuz etmekle yeminini bozmuş olmaz. Tabiî
bunları telâffuz ederken, Allah ve Rasûlün den başkasını muhatab etmemesi
şarttır. Aksi takdirde yeminini bozmuş olur. Anlaşılmaz bir harfi telâffuz
etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu harfle namaz bozulmaz. Kendi nefsine
duyurması veya duyacak kadar bir sesle telâffuz edip de bir arıza nedeniyle
işitememesi şartıyla, anlaşılır bir harfi telâffuz etmekle yeminim bozmuş olur.
Ama böyle olmayınca yemini bozulmaz. Namaz kılmakta olanın kıraatte takılması
durumunda onun takıntısını açarsa ve bununla sâdece açmayı kasdeder, ya da hiç
bir şey kasdetmezse yine yeminini bozmuş olur. Ama takıntısını açmakla sâdece
Kur'ân okumayı kastederse veya okumakla beraber açmayı kastederse yeminini
bozmuş olmaz.
Falan şahısla
konuşmamaya yemin eden bîr kişi, ona selâm vermekle yeminini bozmuş olur.
Tabiî, verdiği selâmı ona duyurması veya duymasının mümkün olacağı bir yerde
bulunduğu halde bir arıza nedeniyle duymaması şarttır. Duyduğu selâmı da bir
bakımdan olsa da anlaması şarttır. Namaz selâmını verirken ona da vermeyi
kasdederse, yine yeminini bozmuş olur. Ama onu kasdetmeyip namazdan çıkmayı
kasdeder veya hiç bir şey kasdetmezse yemini bozulmaz. Ona mektup veya ulak
göndermekle, ya da el veya başka şeyle işaret etmekle de yeminini bozmuş olmaz.
Meramını ona bir âyet okuyarak anlatır, ama bununla sâdece okumayı kastederse
veya okumakla birlikte meramını da anlatmayı kasdederse yeminini bozmuş olmaz.
Falanın hanımıyla veya kölesiyle konuşmamaya yemin eden bir kişi, o kimsenin
hanımını boşamasından veya kölesini azâd etmesinden sonra onunla konuşursa
yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde falanın evine girmemeye yemin eden bir
kişi, falanın o evin tamamını ya da bir kısmını satmasından sonra o eve girerse
yeminini bozmuş olmaz. Ama bu yeminleri ederken, "falanın şu hanımıyla
konuşmayacağım" veya "falanın şu evine girmeyeceğim" diyerek
nesnelerin başına işaret zamirlerini koyar ve yemin ederken de bu kadının,
falanın nikâhında kaldığı süreye veya bu evin falanın mülkiyetinde kaldığı
süreye niyet ederse; falanın o evi muhayyerlik şartını koymaksızın bağlayıcı
bir satış akdiyle satmasından sonra o eve girerse veya falanın o karısını bâin
talakla boşamasından sonra o kadınla konuşursa, yeminini bozmuş olmaz. Ama
anılan sürelere niyet etmemişse, yeminini bozmuş olur.
Bu konuyla ilgili
muhtelif meseleler mezheblere göre aşağıda ele alınmıştır.
(115) Malikîler
dediler ki: Çocuğuna yirmi kırbaç vurmaya yemin eden bir kişi, yirmi kırbacı
bir araya getirerek tümüyle bir darbe şeklinde vurursa, yemininin gereğini
yerine getirmiş olmaz. Aksine, âdete göre yirmi kırbact müteferrik olarak
vurması gerekir. Sonra o darbe, eğer bir tek darbenin acısını hissettiriyorsa
bir darbe olarak sayılır. Aksi takdirde darbe sayılmaz.
Hanımını öpmemeye
yemin eden bir erkeğin hanımı kendisini öper ve o da karısı için aynı arzuyu
duyarsa yemini bozulur. Eğer hanımı onu dudaktan öperse erkeğin yemini
bozulur. Yanaktan öperse bozulmaz.
Hanımı üzerine,
hanımının kendisini öpmemesi için yemin eden bir kişinin hanımı, kocasını
öperse kocanın yemini mutlak surette bozulur. Koca gevşeyip kendini bıraksa da
bırakmasa da dudaktan da öpse başka taraftan da öpse yemini bozulur. Hanımını
öpmemeye yemin eden koca, onu dudaktan da öpse, başka tarafından da öpse
yeminini bozmuş olur.
Bir kişinin bir
başkasından alacağı olur da, ona hitaben senden hakkımı almayıncaya veya
hakkımı sana ödetmeyinceye veya hakkımı senden tesellüm etmeyinceye jcadar
senden ayrılmayacağım veya sen benden ayrılmayacaksın diye yemin etmesi
durumunda alacaklı, borçluyu sıkı tutmadığı için veya sıkı tutup da kendisini
zorlayarak ya da İğfal ederek kaçar da hakkım alamazsa yemini bozulmuş olur.
Borçlu, alacaklıyı
başkasına havale eder de o kişi havaleyi kabul ederse, kabul eden kişi
borçlunun huzurunda alacaklının hakkını ödese bile bir rivayete göre yine bu
yeterli olmaz. Ve alacaklının yemini bozulmuş olur. Ama örfte buna muhalefet
olmazsa hüküm böyle olur. Mısır örfünde bu gibi durumlarda havaleyle
yetinilmesi öngörülmektedir. Bilindiği gibi yeminler, örf esâsı üzerine
kurulurlar.
Falan işi öğrendikten
sonra onu falan adama haber vermeye veya öğretmeye yemin eden bir kî§i, o işi
öğrendikten sonra falana haber vermez veya öğretmez de, falan o işi başkasından
haber alıp öğrenirse; yine ona bildirmekle yükümlü olur. Yemininin gereğini
yerine getirmesi için falana ya şifahen, ya ulak, ya da mektup aracılığıyla
bildirmesi gerekir. Bu şekillerden biriyle ona bildirirse yemininin gereğini
yerine getirmiş olur. Yemin eden kişi, o işi başkasının falana bildirdiğini
duyarsa, bir rivayete göre bu, onun yemininin gereğini yerine getirmesi
açısından yeterli olur. Maksat elde edildiği için falana bildirmekle yükümlü
olmaz. Diğer bir rivayete göre ise bu, onun yemininin gereğini yerine getirmesi
açısından yeterli olmaz.
Bir kişinin rehinde
bir elbisesi olsa ve bir başkası da iğreti olarak kendisinden elbise istese; o
da elbisesinin olmadığına yemin etse, eğer sıkıntıda olduğu için elbiseyi
rehinden çıkaramıyorsa veya borcu âcil olmayan borç-lardansa ittifakla yeminini
bozmuş olmaz. Eğer elbiseyi rehinden çıkarabilecek gücü varsa ve yeminiyle de
rehindekinden başka elbisesi olmadığına niyet etmişse, yeminini bozmuş
olmayacağına dair yine ittifak vardır. Bu yeminiyle eğer iğreti verebilecek
elbisesi olmadığına niyet etmişse ve elbisenin değeri de borcunu karşılıyorsa
yine yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde elbisesinin değeri, borç miktarının
üstünde olsa bile yemini, mûtemed görüşe göre bozulmuş olmaz.
Falan kimseye
elbisesini veya evini iğreti olarak vermemeye yemin eden bir kişi sadaka, hibe,
vakıf, evde oturma gibi fayda temin eden çeşitli yollarla evini veya
elbisesini ona verirse, yeminini bozmuş olur. Yeminiyle özel olarak iğreti
vermemeyi kasdettiğini söylerse, bu sözü fetva makamınca mutlak olarak kabul
edilir. Yemini eğer boşama, ya da muayyen bir ıtk (azâd) üzerine ise mezkûr
sözü yargı merciince kabul edilmez. Durum bunun tersi olursa, meselâ bir kimse
falana sadaka vermemeye veya bir şeyi ona hibe etmemeye yemin ederse o şahsa
bir şeyi iğreti olarak verir de yeminiyle hibe ve sadakanın hakikatini
kasdettiğini yoksa bunların mutlak faydalarını vermemeyi kas-detmediğini iddia
ederse, iğreti verme nedeniyle yeminini bozmuş olmaz. Talâk veya muayyen bir
azâd üzerine yemin etmiş olsa bile mezkûr iddiası, yargı merciince kabul
edilir. Falana şunu sadaka vermeyeceğim diye yemin eden kişi, o şeyi ona
bağışlar da, "sadaka vermeyeceğim derken sadakanın hakikatini kasdettim,
yoksa bu şeyin faydasını vermemeyi kasdetmedim" derse ve yemini de boşama
ve muayyen bir azâd ise, iddiası, kadı huzurunda kabul edilir. Yine durum
bunun aksi olursa, meselâ "şu şeyi falana hibe etmeyeceğim diye yemin eden
kişi o şeyi sadaka olarak ona verirse ve yemin ederken özellikle hibeyi
kasdettim derse; eğer yemini boşama ve muayyen bir azâd üzerine ise bu iddiası
kadı nezdinde kabul edilmez. Ama bütün bu durumlarda müftü nezdinde kabul
edilir.
Sefere çıkmaya yemin
eden bir kişinin bir niyeti veya yemininin bir sebebi olmazsa, yeminini şer'î
anlama yorarak namazı kısaltmayı gerekli kılacak kadar bir mesaiye gitmesi
gerekir. Zîrâ önce de belirtildiği gibi kuvvetli görüşe göre şer'î anlam,
sözlük anlama tercih edilir. Seferinin sona erdiği yerde de onbeş gün
beklemelidir. Şu anlamda ki: Yolculuğa çıkmış olduğu beldeye veya namazı
kısaltmayı gerekli kılan mesafedeki bir başka yere dön-memelidir. Onbeş günden
önce dönerse yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Ama namazı kısaltmayı
gerekli kılan mesafeye vardıktan sonra sefere onbeş gün daha devam ederse,
yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ayrıca onbeş gün beklemesi gerekmez;
ama bir ayı doldurması mendub olur. Şu beldeden taşınacağım diye yemin eden bir
kişinin, arada namazı kısaltmayı gerekli kılacak uzaklıktaki başka bir beldeye
taşınması gerekir. Daha yakın mesafedeki bir beldeye taşınmakla yemininin gereğini
yerine getirmiş olmaz. Taşındıktan sonra onbeş gün beklemesi gerekir. Bir ayı
tamamlaması mendub olur. Şu evden veya şu haradan taşınacağım diye yemin eden
bir kişinin başka bir eve veya başka bir haraya taşınması yeterli olur. İki
evin veya iki haranın arasında namazı kısaltmayı gerekli kılan bir mesafenin bulunması
şart değildir. Ancak taşındığı evde veya harada onbeş gün kalması gerekir. Bir
ayı tamamlaması ise mendub olur. Bu, komşusunu kaçırtmayı kasdettİği zaman
böyledir. Ama komşusundan hoşlanmadığı için taşınmaya yemin ederse, taşındıktan
sonra hangi vakitte dönerse yeminini bozmuş olur.
Yemininin ucunu boş
bırakan; meselâ, belde, hara veya ev kelimelerini söy-lemeksizin sâdece
taşınmaya yemin etfen kişi belde, hara veya ev kelimelerinden birini
söylemediği gibi, bunlardan birine niyet de etmezse veya maksadını belirleyen
bir yemin sebebi de yoksa, namazı kısaltmayı gerekli kılan mesafedeki bir yere
gitmesi ve orada onbeş gün kalmadan Önce geri dönmemesi gerekir. Aksi takdirde
önceki misâlde de belirtildiği gibi yemininin gereğim yerine getirmiş olmaz.
"On gün sonra
falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, dokuz gün sonra
sahibinin haberi olmaksızın başkasının malına kasdedip alır ve bununla hakkını
ödemeye yemin ettiği kişiye olan borcunu öderse, durum ne olacaktır? Bu
meselede biraz tafsîlât vardır. Şöyle ki: Mal sahibi, vâdenin gelmesinden önce
veya sonra durumdan haberdar olabilir. On günün tamamlanmasından önce durumu
bilir de yeminlinin (aynı zamanda borçlunun) malını almasınafizin verirse
yemin bozulmaz. Aynı şekilde alacaklı da vâde bitiminden Önce alacaklıya
müsamaha ederse (meselâ vâdeyi uzatırsa) yine yemin bozulmaz. Ama mal sahibi,
on günden sonra durumu öğrenirse buna ilişkin bir kaç kavil vardır ki,
bunların doğruya en yakın olanı, malının alınmasına mal sahibi izin verse de
vermese de yeminlinin, yani borçlunun yemininin mutlak olarak bozulacağıdır.
Aynı şekilde yeminli, içinde kendisinin de hissesinin bulunduğu, geri kalan
kısmıninsa başkasına âit olduğu, borcun cinsinden olmayan bir malı alıp onu
borç yerine verirse yeminini bozmuş olur. Bu maldaki kendi hissesi borcunu
kapatacak miktarda olsa bile yeminini bozmuş olur. Çünkü alacaklı, bu malın
tümünü almadığı takdirde razı olmayacaktır. Malın bir kısmı gidince rızâ
ortadan kalkacaktır. Yine bunun gibi borcunu, ayıplı bir şeyle öderse, meselâ
içinde bakır veya kurşun karışımı bulunduğu anlaşılan gümüşle öder de hak
sahibi buna razı olmazsa, yeminini bozmuş olur. Ama hak sahibi razı olursa
yeminini bozmuş olmaz. Fakat borç olarak ödediği nesne, teamüldeki ölçü, tartı
veya sayıdan eksik olursa, hak sahibi razı olsa da yeminini bozmuş olur.
Falan şahsa tazmin
ettirmemeye yemin eden bir kişi onun vekîlinc tazmin ettirirse durum ne
olacaktır? Bu meseleyle ilgili tafsîlâtı şöylece sıralayabiliriz: Yemin eden
kişi, vekilin, o şahsın vekîli olduğunu ya bilir veya bilmez. Onun vekîli
olduğunu bilir de müvekkiline bir şey satın aldığı veya borç aldığı zaman
vekile tazmin ettirmekle yeminini bozmuş olur. Bu vekîl, müvekkilinin yakını,
dostu ve nesebinden biri olsun olmasın, ya da yemin eden kişi, vekille müvekkil
arasında böyle bir bağın bulunduğunu bilsin bilmesin mutlak surette yemin
bozulur. Ama vekil kendi namına bir şey satın alır veya borç alır da yeminli
kişi ona tazmin ettirirse yeminini bozmuş olmaz. Tazminatı aldığında falan
şahsın vekili olduğunu bilse bile yeminini bozmuş olmaz. Vekili olduğunu bilmez
de müvekkili için satın almış olduğu bir şey için ona tazmin ettirirse; vekil
de müvekkilin yakını, dostu veya nesebinden biri olursa yeminini bozmuş olur.
Aralarında yakınlık, veya
dostluk bağı bulunduğunu bilmezse bir rivayete göre yemini bozulmuş, diğer bir
rivayete göre bozulmamış olur. Yemini boşama ve benzeri şeyler üzerine etmişse
ve vekîl ile müvekkil arasındaki bu bağdan haberi olmadığını iddia ederse,
eğer bu bağ meşhur olup herkesçe bilinmiyorsa iddiası ikinci görüşe göre kadı
nezdinde kabul edilir. Eğer vekil ile müvekkil arasındaki bağ meşhur ve
herkesçe biliniyorsa iddiası kadı nezdinde kabul edilmez. Bu bağ meşhur olsa da
olmasa da iddiası fetva makamınca kabul edilir.
Zeyd'e bir şey
satmamaya veya simsarlık yoluyla onun adına satış işini yürütmemeye yemin eden
bir kişi, Zeyd'in vekiline satarsa veya vekili için bir satış işini yürütürse,
bu vekil de Zeyd'in yakını veya dostu olursa, yemin eden kişi, onun Zeyd'in
vekili olduğunu bilmese bile yeminini bozmuş olur. Aralarında yakınlık olduğunu
bilmesi durumunda birinci meseledeki ihtilâfın aynısı sözkonusu olur. Ama
onun, Zeyd'in vekili olduğunu bilirse, Zeyd'Ie vekili arasında anılan bağlar
bulunsun, bulunmasın yeminini bozmuş olur. Yemin eden kişi vekile: "Ben
Zeyd'e bir şey satmamaya yemin ettim. Korkarım ki sen de onun vekilisin dese
ve vekîl de; "Satışın banadır. Ona değildir" dese; fakat sonra, o
satışın Zeyd için olduğu belgelerden anlaşılsa satış akdi geçerli olur. Ancak
satıcının yemini bozulmuş olur. Ama satarken, "eğer Zeyd için alıyorsan
seninle aramda satış yoktur" derse yemini bozulmuş olmaz. Bu durumda
mûtemed görüşe göre satış akdi de geçerli olmaz.
Muhammed, Ali'ye bir
sır verip-gizleyip kimseye söylememesi için yemin ettirirse; sonra da Muhammed
aynı sırrı Halid'e tevdi etse, Hâlid de Ali'ye giderek sırrı açıklasa ve Ali,
"Muhammed'in bu sırrı benden başkasına anlatacağını sanmazdım" dese
yeminini bozmuş olur. Çünkü maksadı haber vermek olmasa dahi böyle konuşması,
haber vermektir.
"Şu işi
yapmayıncaya kadar karımla konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişi,
yemininin hemen ardından ona "git veya buradan ayrıl" derse, yeminini
bozmuş olur. yemininin bozulması, başka bir konuşma yapmasına bağlı kalmayıp
hemen o anda bozulur. "Konuşmaya kendisi başlamadıkça falan kimseyle
konuşmayacağım" diye yemin eden bir kişiye falan şahıs, "ben sana
aldırış etmem" demiş olsa, bu onun söze başlamış sayıldığını göstermez.
Yeminli kimse onun bu sözlerinden sonra konuşacak olursa, yeminini bozmuş olur.
"Şu vakitte
falanın hakkım ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, alacaklısına (fâsid
oluşu hususunda ittifak edilen) fâsid bir satışla bir mal satar ve malın
parasını borcuna saydırırsa, yemini bozulur mu bozulmaz mı? Bu meselede
tafsîlât vardır: Malı alacaklıya teslim eder ve vâdenin gelmesinden önce o mal
alacaklının elinden gitmiş te olabilir, elinde kalmış ta olabilir. Vâdenin
gelmesinden önce alacaklının elinden gitmiş olursa ve borcu karşılayacak
değerdeyse yemini bozulmuş olmaz. Borcu karşılayacak değerde olmazsa, vâde
gelinceye kadar farkı öderse yine yemini bozulmuş olmaz. Eğer
malı vâdenin gelişinden önce alacaklıya
teslim etmezse, bu da o malı vâdeden önce ona teslim etmemesi veya vâdeden
sonra ona teslim etmesiyle olur. Bu durumda yemininin bozulup bozulmayacağı
hususunda ihtilâf vardır: Bazılarınca benimsenen görüşe göre malın değeri
borcu karşılıyorsa yemin bozulmaz. Karşılamıyorsa yemin bozulur. "Şu
vakitte falanın hakkını ödeyeceğim" dîye yeniin eden bir kişi, vâde
geçinceye dek borcunu ödemez de alacaklı borcu kendisine hibe eder ve o da
kabul ederse yeminini bozmuş olur. Ama vâdenin tamamlanmasından önce borcunu
öder de alacaklı ona hibe eder ve o da kabul ederse, doğru görüşe göre yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü sırf hibeyi
kabul etmek, yeminin
bozulmasını gerektirmez.
"Şu vakitfe
falanın hakkını ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişinin bir yakını,
kendisinin izni olmaksızın borcunu öder de bunu vâdenin tamamlanmasından önce
öğrenip kabullenirse yemini bozulmaz. Ama vâdenin tamamlanmasından önce bundan
haberdar olmaz ve kendisi de vâde geçinceye dek ödemezse yeminini bozmuş olur.
Mezkûr yakını bu borcu ister borçlunun malından, ister kendi malından ödemiş
olsun, borçlunun umûmî vekili veya sâdece borç ödemede vekili değilse yemin
bozulmuş olur. Umumî vekili veya borç ödemede vekili ise yemini bozulmuş
olmaz. Ama bu borcunu alım-satımdaki vekili veya akarının haracını kabzetmede,
et, sabun, sebze ve benzeri ev ihtiyaçlarını satın almadaki vekili, veya
mahkemelerde kendi namına yürütülecek işlerdeki vekili öderse yeminini bozmuş
olur. Aslında borcu, sahibine ödediği ve kendisi üzerinde bir hakkının
kalmadığını hatırlarsa, ya da alacaklının hakkını aldığına dâir, kadı
huzurunda şâhİdler şâ-hidlik ederlerse; (yeminin gereğini yerine getirmek için)
vâdenin gelmesinden önce borç sahibi parayı borçluya iade etmeli ve ikinci kez
ondan almalıdır.
Evlenmeye yemin eden
bir kişi, kendisine lâyık olmayan düşük seviyeli bir kadınla evlenirse,
yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Meselâ fahişe bir kadınla evlenirse
veya kendisi varlıklı olur da yoksul bir kadınla evlenirse, zifafa girmiş olsa
bile yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Aynı şekilde gerdekten önce veya
gerdekten sonra feshedilecek fâsid bir nikâhla, meselâ mut'a nikahıyla, veya
şiğar nikahıyla (değişik yaparak mehir ödemeksizin evlenme) veya mahrem
kadınlardan birini nikahlayarak evlenmekle de yemininin gereğini yerine
getirmiş olmaz. Yemin ederken evlenme vaktini belirleyerek sözgelimi, "bu
ay evleneceğim" diye yemin ederse, vakit geçinceye dek, sosyal mevki ve
değer yönünden kendisine benzer bir kadınla sahîh nikâh akdi yapıp evlenmediği
takdirde yeminini bozmuş olur. Yemininin gereğini yerine getirmiş olması için
kadının gerek kendisine, gerek soyuna rağbet ederek evlenmiş olması şart
değildir. Sırf yemininin gereğini yerine getirmiş olmak maksadıyla da olsa
onunla evlenmiş olması yeterli olur.
Para ve mal için hiç
kimseyi keÇİ etmemeye yemin eden bir kişi, daman-ı veçhile, yani borçlunun
kendisini getirip alacaklıya teslim etme hususunda bir şahsı kefil ederse,
yeminini bozmuş plur. Çünkü o kefil, borçluyu alacaklıya götürüp teslim
etmekten âciz kalırsa borcu ödemekle yükümlü olacaktır. Ancak kefil ederken,
"borçluyu, alacaklıya götürüp teslim etmekten âciz kaldığı takdirde
kefilin kendisi mâlî sorumluluk kabul etmez" şartını koyarsa, bu durumda
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu kefalet sâdece borcu taleb etme kefaletidir ki,
mâlî sorumlulukla yükümlü değildir. Mal, para veya başka bir kayıt koymaksızın
"kefil olmam" diye yemin eden bir kişi, her türlü kefaletle yeminini
bozmuş olur.
Zeyd'e tazmin
ettirmeyeceğim, diye yemin eden bir kişi, Zeyd'in vekilini kendi adına değil
de Zeyd adına aldığı bir şeyde tazmin ederse yeminini bozmuş olur. Bir kişi
müşteriye bir mal satar; satıcı, malın bedelini almadan müşteri, kendisine
fiyattan biraz düşürmesini ister de satıcı, hakkından az bir kısmım dahi
kendisine bırakmamaya yemin ederse; müşteri bunun üzerine malı kendisine geri
verir ve satıcı da malı kabul eder (ve ikale eder)se; satıcının yemini bozulur mu bozulmaz mı?
İkâlenin (satılan malı
geri vermenin) birinci satışı reddetmek olduğu görüşünü benimseyenlere göre;
geri verme esnasında o mal ilk satıldığı zamandaki değerine eşit değerde de
olsa, daha düşük değerde de olsa satıcının yemini mutlak surette bozulmaz.Çünkü
edilen yeminin mûcib sebebi,satıcının "eğer benim kazanmış olduğum bir
hakkım varsa, ondan asla fedakarlık etmem" anlayışıdır. Satış akdi
çözüldüğüne ve mal da geri geldiğine göre, satıcının müşteri üzerinde hiç bir
hakkı kalmamış demektir. Dolayısıyla yemini bozulmuş olmaz. Ama ikâlenin,
satılan malın geri verilmesi değil de, ayrı bir satış akdi olduğu görüşünü
benimseyenlere göre, ikâle esnasında o malın değeri önceki satış değerine
gerçekten eşit veya daha fazla ise, satıcının yemini bozulmuş olmaz. Ama daha
az ise, müşteri değer farkını satıcıya vermediği takdirde yemini bozulur. Değer
farkını verirse, yemini bozulmaz. Çünkü yine, müşteride bir hakkı kalmamış
olmaktadır. Ancak müşteri değer farkını, satıcıya verirken aynı zamanda hibeye
niyet etmiş olmamalıdır. Aksi takdirde yine yemin bozulur.
Talâk veya başka
şeyler üzerine yemin ederek falan şahsın hakkını ancak kendisine erteleme
yaptığı takdirde falanca vakitte ödemeye söz veren kişi, alacaklının erteleme
yapmadan ölmesi durumunda; reşîd bir vârisi olup da ikinci bir vâdeye
ertelerse, borçlu birinci vâdede ödemediği takdirde yeminini bozmuş olmaz.
Reşîd olan vârisi ikinci bir vâdeye ertelemez, borçlu da daha önce
kararlaştırılan vâdede ödemezse yeminini bozmuş olur. Müteveffa alacaklının bu
alacağının tamamı karşılığında borcunun olması durumunda reşîd vârisinin
ertelemesi de fayda etmez. Falan şahsın hakkını ancak kendisine erteleme
yaptığı takdirde falan zamanda ödemeye yemin eden kişi, alacaklının erteleme
yapmadan ölüp küçük yaşta mirasçılar veya sefihlikleri, ya da delilikleri,
nedeniyle kısıtlı mirasçılar bırakması durumunda, müteveffanın vasisi,ikinci
bir vâdeye ertelerse borçlunun yemini bozulmaz. Vasîbu ertelemeyi, borcun inkâr
edilmesi veya borçlunun düşmanlık etmesinden çekinme gibi çocuk veya
kısıtlıların yararı için de yapsa, başka nedenlerle de yapsa geçerli olur.
Ancak vasînin, küçüklerin veya kısıtlıların yararını göz ardı ederek başka bir
vâdeye ertelemesi haram olur.
Vasînin ertelemesi
npdeniyle borçlunun yemininin bozulmaması için müteveffanın,
terekesinin.tamamını kapsayacak kadar borcunun olmaması şarttır. Eğer terekenin
tamamım kapsayacak kadar borcu olursa o zaman söz, alacaklıların olur. Onların,
yemin eden borçlu nezdinde geciken borcu miktarında ölünün zimmetini ibra
etmeleri şartıyla yeminlinin borcunu ikinci bir vâdeye ertelemeleri caiz olur.
Böyle yapmadıkları takdirde yeminlinin borcunu ertelemeleri, onun yemininin
bozulmaması için yeterli olmaz. Borcunu kendisine bıraksalar bile yemini
bozulur. Ayrıca bütün alacaklıların ertelemeyi kabul etmeleri şarttır. Şayet
bir kısmı erteler de bir kısmı ertelemezse, ertelemeyenlere acilen ejdemek
gerekir.
Hanefîler dediler ki:
Çocuğuna yüz kırbaç vurmaya yemin eden bir kişinin bunu yapmak istememesi
halinde, vuruşların acıtması şartıyla onu hafif darbelerle dövmesiyle yemininin
gereği yerine gelmiş olur. Acıtmadığı takdirde yeminin gereğini yerine
getirmiş olmaz. İki bölümlü bir kırbaçla elli defa vurursa, bu yüz vuruş
yerine geçer. Her iki bölümün de dövülene isabet etmesi şartıyla yeminin gereği
yerine getirilmiş olur. Yüz kırbacı veya sopayı toplayıp baş taraflarını
düzelttikten sonra, her'birinin başı dövülene isabet edecek şekilde bir defada
vurursa yeminin gereğini yerine getirmiş olur. Ama kırbaçların yan taraflarıyla
vurur da baş kısımlarını düzeltmez ve üst üste gelirlerse, ya da dövülenin
vücûduna isabet etmezlerse, yüz darbe vurmuş sayılmaz. Sâdece kaç darbe isabet
ettirmişse o kadarı sayılır. Bir kişi kendi küçük kız çocuğuna yirmi kırbaç, ya
da sopa vurmaya yemin etmiş İse, hurma dalından yirmi tanesini bir araya
getirerek bir vuruşla vurursa, yemininin gereğim yerine getirmiş olur.
Hanımına vurmamaya
yemin eden bir kişi, ona kızarak çimdikler, ısırır, boğazını sıkar veya
kılıçla canını acıtırsa yeminini bozmuş olur. Ama bunu oynaşma maksadıyla
yaparsa yeminini bozmuş olmaz. Hanımını döv-memeye yemin eden bir kişi, kızını
döverken vurduğu darbe hanımına isabet ederse, mûtemed görüşe göre yeminini
bozmuş olmaz. Aynı şekilde hanımını dövmemeye yemin eden bir kişi, elbisesini
silkelerken elbisesi yüzüne değer de hanımını incitirse yeminini bozmuş olmaz.
Çocuğunu öldü-rünceye dek dövmeye yemin eden bir kişi, onu şiddetli bir vuruşla
döverse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Çünkü bu tür yeminler
çoğunlukla mübalağalı mânâda geçerli olurlar. Oğlunu dövmeye niyetlenen bir
kişi, kimsenin kendisine engel olmamasına yemin eder de bir iki sopa vurduktan
sonra adamın biri gelip kendisine engel olursa ve kendisi daha fazla vurmak
niyetindeyse, yeminini bozmuş olu;-.
Bir kimse, alacaklı
olduğu kişiden hakkını alıncaya kadar ayrılmamaya yemin ederse; ondan ayrılmış
olmaması için aralarında perde veya mescid sütunlarından
biri de bulunsa onu görecek veya muhafaza edecek şekilde yakınında oturması
veya birisi dükkanın içinde diğeri de dışında olacak şekilde oturması gerekir.
Hakkını taleb eden kişi, uyur veya dalar veyahut başka bir şahıs onu meşgul
eder de borçlu kaçarsa, yemin eden kişinin yemini bozulmuş olmaz. Ama borçlu
kaçar da onu yakalamaya muktedir olduğu halde yakalamazsa, yemini bozulur.
Falandan hakkımı
alacağım veya tesellüm edeceğim diye yemin eden bir kişinin yemininin gereği,
gerek kendisi alsın, gerek kendisinin adına vekili alsın, yerine gelmiş olur.
Bu yeminiyle bizzat kendisinin almasına niyet ettiğini söylerse; niyetine göre
davranır ve bu sözü de hem fetva ve hem de yargıca kabul edilir. Bu kişi,
alacağını borçlunun, emriyle vekilinden veya kefilinden almakla da yemininin
gereğini yerine getirmiş olur. Borçlunun borcunu havale etmiş olduğu şahıstan
almakla da yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Alacaklı hakkım, almaya
yemin ettiği şahıstan başka birinden veya borçlunun emri olmaksızın kefilinden
veya havale ettiği şahıstan alırsa, yeminini bozmuş olur. Borçlusundan, kendi
alacağı tutarında bir malı gasbederse, yemininin gereğini yerine getirmiş olur.
Bir kişi süre koymaksı-zın falan şahıstan borcunu tahsil etmeye yemin eder de
sonra onu borçtan ibra eder veya ona bağışta bulunursa, alacaklının yemini
bozulmuş olur.
"Şu vakitte
hakkımı falan şahıstan alacağım" diye yemin eden kişinin, vâde gelmeden
önce borçluyu ibra etmesi durumunda, yemini düşer. Belirtilen vâde gelince de
yemini bozulmuş olmaz. "Şu vakitte falan kimsenin hakkını
ödeyeceğim" diye yemin eden bir kişi, vâdesi gelince ayıplı şeylerle de
olsa borcunu ödeyince yeminini bozmuş olmaz. Meselâ alacaklıya, muameleye
engel olmayan ve kolaylık gösteren tüccarlar tarafından kabul edilen hileli
paralar (ki bunlara züyuf yani kalp para denir) vererek ödeme yapması veyahut
züyuftan daha fazla hile karıştırılmış paralar (Benherice denen bu kalp
paraları müsamahakâr tüccarlardan başkaları kabul etmezler) vererek ödemesi
halinde de yeminini bozmuş olmaz. Ama çok fazla miktarda hile karıştırılan ve
"setuka" adı verilen altı üstü gümüş, ortası bakır ve kurşun olan
paralarla Ödeyecek olursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü
setukalar, para cinsinden sayılmazlar. Bu kişi alacaklısına başkasının
ispatlanmış hakkını vermekle de yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bir
borçlu bu üç şekilden biriyle, yani züyûf paralarla veya benherice paralarla
veyahut başkasının mülkü olarak ispatlanmış bir malla borcunu ödedikten sonra,
yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Bu ödeme aracı olan paralar veya mal,
geçerli olmadıkları için bilâhare kendisine geri çevrilseler bile yemini
bozulmaz.
"Falan kimsedeki
hakkımı şu vakitte alacağım" diye yemin eden bir kişiye borçlusu bir mal
satar da parasını borcuna saydırırsa, yemin eden alacaklı o malı teslim alsa
da, almasa da yeminini bozmuş olmaz. Teslim almadan o mal helak olursa satış
akdi infisah eder. Borç geri gelir ama yemin bozulmaz. Borçlu, fâsid bir satış
akdiyle alacaklısı olan, yeminli şahsa bir mal satar da alacaklı onu teslim
alırsa ve o malın değeri kendi alacağına eşit ise yemini bozulmuş olmaz. Aksi
takdirde bozulur. Süre koymaksızm, falan şahsın borcunu ödemeye yemin eden
kişinin alacaklısı borcu kendisine bağışlarsa, yemininin gereğini yerine
getirmiş olmaz. Çünkü ödemek borçlunun, bağışlamaksa alacaklının işidir ve bu
durumda Ödeme işini borçlu yerine getirmemiştir. "Falanın borcunu yarın
ödeyeceğim" diye yemin eden kişinin alacaklısı, yarından önce ona
bağışlarsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü öde-nilmesi üzerine yemin edilen borç,
bağışlamakla düşmüş, yapılmasına yemin edilen iş de bu nedenle
imkansızlaşmıştı. Önce de belirtildiği üzere, yeminin geçerliliğini koruması
için, yapılmasına yemin edilen işin yapılabilir bir iş olması şarttır. Nitekim
bu husus, yeminin gerçekleşebilmesi için de şarttır. Şunu satmayacağım* veya
almayacağım diye yemin eden bir kişinin o eşyayı almak veya satmak işini
başkasına emretmesiyle yemini bozulmuş olmaz. Emredilen kişi, yeminlinin
vekili, yakını veya dostu olsa da olmasa da, yemini bu nedenle bozulmaz. Selem
akdi de ahş veriş kapsamına girer. Buğday satmamaya yemin eden bir kişi, selem
akdi yapmayı teklif eden bir şahsa, hasat zamanı seksen bin lira karşılığında
bir ton buğday vermeyi taahhüd ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü peşinen
müşteriye teslim etmemiş olsa bile, bilâhare teslim etmek üzere buğday
satmıştır. Aynı şekilde elbise veya bir ürün satın almamaya yemin eden bir kişi,
bunların parasını peşin vererek kendilerini bilâhare teslim almak üzere selem
akdi yaparsa, yeminini bozmuş olur. Çünkü bu kişi için "satın
almıştır" cümlesini kullanmak mümkündür. Bu alışverişte son vâde, malın
teslim alınış zamanıdır. Bir malı satmamaya yemin eden kişi, satın almış
olduğu malı sahibine bey' (satış) kelimesini kullanarak ikâle ederse (geri
verirse) ittifakla yeminini bozmuş olur. Sattığı malı tekrar satın almamaya
yemin eden bir kişiye, müşteri kendisinden satın almış olduğu malı bey'
(satış) kelimesini kullanarak ikale ederse (geri verirse) yani ona, "şu
malı benden satın al" derse yemin ittifakla bozulur. Ama bu geri verme
işlemini satış kelimesini kullanarak değil de; fe-sihleşme yoluyla yaparlarsa
veya müşteri malı satıcıya, satıcı da parayı müşteriye terkederek mütareke
yaparlarsa veya müşteri malı satıcıya, satıcı da parayı müşteriye geri verirse,
bu işlemler ahm-satımın kapsamına girmezler. Ama malın geri verilmesi ikâle
(geri verme) lafzıyla olursa, meselâ müşteri, satın aldığı malı satıcısına
götürerek; "bu malın satışını bana ikâle et" der ve o da "kabul
ettim" derse ve bu geri verme esnasında malın değeri, ilk satışındaki
değerinden az olmazsa yemin bozulmaz. Ama ilk satışındaki fiyatından cins ve
miktar bakımından eksik olursa yemin bozulur. Bir rivayete göre de bu yemin
bozulmaz. Çünkü bu, her halükârda bir ikâledir. Alıp-satmamaya yemin eden bir
kişiwteslim almasa bile fâsid olarak bu akidleri yapsa dahi yeminini bozmuş
olur. Satıcının veya müşterinin muhayyer bırakıldığı satış akdini yapmakla da
yeminini bozmuş olur. Fuzûli satış akdi ( yani haberi olmaksızın başkası
tarafından kendisi adına yapılan akdi onaylaması) ile de yeminini bozmuş olur.
Bâtıl satış akdiyle yemini bozulmaz. Ayrıca fıkıhçılar müvekkilin, vekili adına
yapmakla yemininin bozulacağı işlerle, bozulmayacağı işler İçin bir formül de
belirlemişlerdir. Şöyle ki:
Vekilin yapmasıyla ona
emreden müvekkilin yemininin bozulmayacağı akidler; doğacak sonuçların bizzat
akdi yapana âit olacağı ve bu akdi yapan vekilin sözkonusu akdi müvekkiline
nisbet etmeye gerek duymadığı akillerdir. Vekilin bu işleri yapmasıyla
müvekkilin yemini bozulmaz. Bunlara örnek olarak ahm-satım, icar vermek, icara
tutmak, maldan fedakârlık ederek sulh olmak, ortaklar arasında mal paylaşmak
gibi akitleri gösterebiliriz. Mahkemede tartışmak, iddialara cevap vermek gibi
işleri yapmamaya yemin etmiş olur da vekili bunları yaparsa, bazı fıkıhçilara
göre bu durumda müvekkilin yemini bozulmaz. Çünkü bu da satış akdinden
farksızdır. Bazı fıkıhçılara göre bu durumda müvekkilin yemini bozulur. Bu
işleri yaparken vekil, bunları müvekkili için yaptığını belirtmeye ayrıca gerek
duymayacaktır. Çünkü zaten vekil bu işi yaparken, "müvekkilim nâmına
iddia ederim ki..." demektedir. Ama müftâbih olan görüşe göre, mahkemede
iddialara cevap vermemeye yemin eden bir kişi, bu işi yapması için memuruna
emretmekle yeminini bozmuş olmaz. Faydasının aslı sâdece mahallinde
durup-kalan akidler de bu gruba girerler. Meselâ çocuğunu dövmemeye yemin eden
bir kişi, dövmesi için vekiline emrederse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü dövmenin
faydası sırf çocuğa mahsus olmaktadır ki o da terbiye görmesidir. Ancak örf,
eğer bunun tersi bir anlayışta değilse yemini bozulmaz. Örfe göre memurun
vurması âmire nisbet ediliyorsa; meselâ baba, oğluna "yarın sana dayak
atacağım" der de sonra mürebbîsine onu dövmesini emreder ve o da döverse,
bu dayak babaya nisbet edilir ve bu olay için de, "baba, oğlunu
dövdü" denilir. İşte burada olduğu gibi çocuğunu dövmemeye yemin eden bir
kişi, mürebbîsine emrederek onu dövdürürse, yeminini bozmuş olur. Çünkü
mürebbînin dövmesi ona nisbet edilir. Yemin eden kişi yetki sahibi olursa,
diğer akitleri de gerek kendisi yapmakla, gerek vekiline yaptırmakla, örfe göre
yeminini bozmuş olur. Memurun yapmasıyla emredenin yemininin bozulmayacağı
akitler işte bunlardır.
Kendisinden doğan
sonuçların yapana değil de yaptırana âit olduğu akid-lere gelince, bunlardan
birini yapmamaya yemin eden kişi, vekiline yaptırmakla yeminini bozmuş olur.
Tabiî kendisi yapmakla da yeminini bozmuş olur. Bunlar, yukarıda sayılanlar
dışında kalan akidlerdir. Örneğin nikâh akdi, bu gruptan sayılır. Nikâh
akdinden doğan sonuçlar, akdi yapan vekile değil de müvekkile âit olur.
Sözgelimi nikâh akdinin birer sonucu olan mehir, nafaka, kasm[12] ve
diğer eşlik haklarını kocadan isteyecek olan nikâhta onun vekilliğini yapan
şahıs değil, kadındır. Bu nedenle nikâh akdini.yapan vekil,
kendisine vekâlet verene nisbet edilir.
Vekil, nikâh akdini yaparken, "falan hanımı müvekkilime eş olarak kabul
ettim" der. Böyle bir akdi yapmamaya yemin eden kişi, yapması için
müvekkiline emir verir de müvekkili onun adına sahih bir akid yaparsa yemini
bozulmuş olur. Fâsid akid yaparsa mutlak surette yemini bozulmaz.
İstikraz da bu
akidlerdendir. İstikraz, bir kişinin bir başkasından ödünç para istemesidir.
Başkasından ödünç istememeye yemin eden bir kişi, adamın birine kendisi için
ödünç para istemek üzere bir ulak gönderir ve ulak da gidip; "falan şahıs
senden şu kadar para ödünç istiyor" derse, o adam ödünç vermese bile,
kendisini oraya göndermiş olanın yemini bozulur. Ama ulak, "bana şu kadar
ödünç para ver" derse, bu, ulağı gönderen için istikraz olmaz. Ulak için
bir borçtur. Bu nedenle de borç vermede ve borç almada başkasına vekâlet
vermek sahih olur. Meselâ adamın biri diğerine, "bana şu kadar borç
ver" der de sonra o borcu almak için başkasına vekâlet verirse, bu sahih
olur. İstikrazda ise vekâlet olmaz. Aksine az önce verilen misâldeki ulak,
kendisini gönderenin sâdece meramını ifâde etmiş olmaktadır. Çünkü kendisini
gönderen kişi için o şahsa, "falan kişi senden şu kadar para ödünç
istiyor" demektedir. İstikrazda ödünç istemeyi, ulağın, kendisini gönderen
adına yapması gerekir. Bu durumda o şahıs, parayı ulağa verirse borçlu, ulağı
gönderen kimsedir. Şayet ulak o parayı yitirirse kendisini gönderen sorumlu
olur. Ama borçlarda durum bunun aksinedir. Bunda para, vekilinin mülkiyetine
geçmektedir. Dilerse parayı müvekkiline vermeyebilir. Bu nedenle yeminlinin
yemini, istikraz muamelesinde bozulduğu halde borç (karz) muamelesinde
bozulmuyor. Hîbe de bu akidlerdendir. "Falana şu malı hîbe
etmeyeceğim" veya "özellikle şu malı hîbe etmeyeceğim" veya
kayıt koymaksızın "hîbe etmeyeceğim" diye yemin eden bir kişi; bizzat
kendisi hîbe ederse veya kendisi adına vekili hîbe ederse, karşı taraf hibeyi
kabul etse de etmese de; hîbe edilen malı teslim alsa da almasa da veya bu hîbe
akdi sahîh olsa da olmasa da yeminini bozmuş olur.
Aynı şekilde,
"falana şu malı hîbe edeceğim" diye yemin eden bir kişi, karşı taraf
hîbeyi kabul etmese bile, hîbe'etmekle yemininin gereğini yerine getirmiş olur.
Yalnız birinci misâlde yeminin bozulması, ikinci misâlde yeminin gereğinin
yerine getirilmesi için, hîbe edilecek şahsın hazır bulunması şarttır. Hîbe
etmemeye yemin eden kişi, hazırda bulunmayan bir kişiye hîbe ederse yeminini
bozmuş olmaz. "Şu malı falana hîbe etmeyeceğim" diye yemin eden bir
kişi, o malı bir bedel karşılığında ona hîbe ederse yeminini bozmuş olur. Ama
o malı bir bedel karşılığında o şahsa hîbe etmesi için bir başkasını vekil
ederse, yeminini bozmuş olmaz.
"Falana şu malı
hîbe edersem karım boş olsun" diye yemin eden kışı» o malı hîbe ettiği
takdirde, o şahıs kabul etmese de hanımı boşanır. Bilindiği gibi karşı tarafın
hîbeyi kabul etmesi, yeminin bozulması veya gereğinin yerine getirilmesi
açısından şart değildir. Ama "şu malı falana satmayacağım"
diyerek yemin eden kişinin durumu bunun
tersinedir. Bu kişi, malını o şahsa satar da o kabul edip almazsa yemini
bozulmuş olmaz. Aynı şekilde satacağına yemin eder ve satar da, o şahıs kabul
etmezse yeminini bozmuş olmaz. Aradaki fark şudur: Hîbe akdi teberrûdur ki bu
akit teberrûu yapanla tamamlanır. Dolayısıyla bu akdin bağlanması için icâbın
(Hibe ettim, sözünün) söylenmesi yeterli olur. Ama satış akdi bunun
tersinedir. Bu,' karşılıklı bedelleşme akdidir. Dolayısıyla iki tarafın da
(satıcı-müşteri) bu akitte bulunması şarttır. Yani icâb ve kabulün mevcûd
olması (sattım-aldım, sözlerinin söylenmesi) zorunludur. Sadaka vermek de bu
akidler grubunda mütâlâa edilir. Sadaka vermemeye yemin eden kişi, bizzat
kendisinin veya vekilinin sadaka vermesiyle yeminini bozmuş olur. Karşı taraf
bu sadakayı kabul etse de etmese de, teslim alsa da almasa da yemin bozulur.
Sadaka almamaya yemin eden bir kişi, sadakaları namına alması için birisini
vekîl etmekle yeminini bozmuş olur. Sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, bir
yoksula hîbe ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü burada önemli olan -kelime
değil, anlamdır. Ama özellikle hîbeye niyet etmişse bu durumda yeminini bozmuş
olmaz.
Hîbe etmemeye yemin
eden bir kişi; zengin birine sadaka vermekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
zengine sadaka vermek, hîbe değildir. Bunda geri dönüş imkânı yoktur. Talâk da
bu akİdlerdendir. Hanımını boşamamaya yemin eden bir kişi, sonra kendi namına
boşaması için bir erkeği vekîl tâyin ederse, yeminini bozmuş olur. Bir kişi
hanımına "eğer eve girersen benden boşsun." der, sonra da talâk
üzerine yemin etmemeye yemin eder, bunun arkasından da hanımı eve girerse
birinci yemini bozulur. İkinci yemini bozulmaz. Ama ilk başta, talâk üzerine
yemin etmemeye yemin eder, sonra da hanımına hitaben "eve girersen benden
boşsun" der ve hanımı da eve girerse, her iki yemini de: bozulmuş olur.
Borç ödeme ve tahsil etme işi de bu cümledendir. "Bu gün borçlularımdan
borç tahsil etmeyeceğim" diye yemin eden bir kişinin alacağını vekili
tahsil ederse, yemini bozulmuş olur. Ama yemin etmeden önce tahsil etmesi için
onu vekil tâyin eder, sonra da yemin eder ve yeminin ardısıra vekili tahsilat
yaparsa bir rivayete göre yemini bozulmuş olur, diğer bir rivayete göre ise
bozulmaz.
Hayvan boğazlamak da
bu tür işlerden sayılır. Koyun boğazlamamaya yemin eden bir kişi, kendi
vekiline emrederek boğazlatırsa yemin eden bir kişi, kendi vekiline emrederek
boğazlatırsa yeminini bozmuş olur. Emânete verme ve iğreti verme işleri de bu
tür akitlerdendir. Falan kimsenin yanma bir şey vermemeye veya ona iğreti
olarak bir şey vermemeye yemin eden bir kişinin vekili bu işleri yaparsa,
kendisinin yemini bozulur. İğreti olarak istemek de böyledir. Meselâ iğreti
istememeye yemin eden bir kişi, adamın birine ulak göndererek onun
aracılığıyla iğreti olarak bir şey istetirse, yeminini bozmuş olur. Yani ulak,
gittiği adama: "Falan şahıs senden şu eşyayı iğreti olarak İstiyor"
derse o şahsın yemini bozulur. Ama "şu eşyayı bana iğreti
olarak ver" derse, kendisini
gönderenin yemini bozulmaz. Çünkü bu durumda o eşyanın menfaatine, kendisini
gönderen değil de bizzat kendisi sâhib olacaktır. Giyinme fiili de bu
işlerdendir. Hiç bir giysi giymemeye yemin eden bir kişi bu yeminine bir kayıt
koysun koymasın, vekili bu İşi yapacak olursa yemini bozulur. Kefenlemek,
giydirmekten sayılmaz. Başkasına elbise giy-, dirmemeye yemin eden bir kişi onu
kefenlemekle yeminini bozmuş sayılmaz. Yükleme işi de böyledir. Meselâ Zeyd'e
eşya veya başka bir şey yüklememe-ye yemin eden bir kişi, o eşyayı Zeyd'e
vekilinin yüklemesiyle yeminini bozmuş olur.
İnsanın bizzat
yapmayıp başkasına emrederek yaptırdığı inşaatçılık ve terzilik gibi işler de
bu akidler gibidir. Meselâ şu duvarı yapmayacağım veya şu elbiseyi dikmeyeceğim
veya sünnet olmayacağım veya başımı tıraş etmeyeceğim veya dişimi çekmeyeceğim
diye yemin eden kişi, bunları başkasına emrederek yaptırmakla yeminini bozmuş
olur.
Şâfiîler dediler ki:
Falanı döveceğim diye yemin eden bir kişi, ona tokat veya yumruk vurursa veya
elinden başka bir şeyle iterse ve ona vurma denebilecek bir işi yaparsa,
yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama onu ısırır veya çimdikler veya
saçını yolar veya vurmaksızın kırbacı vücûdunun üzerine koyarsa, yemininin
gereğini yerine getirmiş olmaz. Vururken acıtmak şart değildir. Şart olan,
darbelerin aslında şiddetli olmasıdır. Vurulan şahıs, bedeni üzerindeki kalın
bir giysi veya perde nedeniyle acı çekmese bile yeminin gereği yerine getirilmiş
olur. Hafif darbelere gelince bunlar, ne bilfiil ve ne de bilkuvve acıtmazlar.
Falanı şiddetli bir vuruşla döveceğim diye yemin eden bir kişi, darbeleriyle
bilfiil acıtmadığı takdirde, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Had ve
ta'zirde ise suçluyu bilfiil acıtmak şarttır. Aynı şekilde şiddetli bir vuruşla
falanı dövmeye niyet eden bir kişi, ona bilfiil acıtıcı darbe vurmadığı
takdirde, yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Bir kimseyi dayakla
okşamaya yemin eden bir kişi, örfe göre onu dayakla okşamadiğı takdirde
yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü boşanma dışındaki yeminlerde
örfe itibar edilir.
"Falana yüz
kırbaç veya yüz sopa vuracağım" diye yemin eden bir kişi, yüz kırbacı veya
yüz sopayı bir araya getirip demet hâlinde bağlayarak o şahsa bir darbe
vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. "Falana yüz sopa
vuracağım" diye yemin eden bir kişi o şahsa, üzerinde yüz dal bulunan bir
ağaç parçasıyla vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama
"falana yüz kırbaç vuracağım" diye yemin eden bir kişi, üzerinde yüz
budak bulunan bir üzüm salkımıyla vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş
olmaz. Çünkü üzüm salkımıyla kırbaç birbirinden ayrı şeylerdirler. Yüz sopa
vurmaya yemin eden bir kişi, demet hâline getirmiş olduğu yüz sopayla bir vuruş
vurduğunda, bunların tümünün o şahsa isabet edip etmediğinden şüpheye düşerse,
zahire göre amel eder, yemininin gereğini yerine getirir. Aynı şekilde yüz
sopanın tümünün isabet etmediği düşüncesi ağırlık kazansa da
zahire göre amel eder ve yemininin
gereğini yerine getirir. Mûtemed olan görüş budur. Çünkü aslolan, keffâret
zimmetinden beri olmak ve hükmü zahir sebebe havale etmektir ki,o da vurmadır.
Kırbaç veya sopaların bedene değecek şekilde vurulması, zahirî bir sebeptir.Sopaların
veya kırbaçların, dövülen şahsın bedenine değmesi, isabet etmiş olduklarının
bir emâresidir. Bunların isabet etmemiş olduğudüşüncesi ağırlık kazansa bile
hüküm değişmez. Ama "falanı yüz defa döveceğim" diye yemin eden bir
kişi, yüz kırbacı bir araya getirip demet yaparak o şahsa bir kez vurmakla,
yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz. Çünkü bu durumda ona sadece bir kez
vurmuş olmaktadır. Oysa kendisi, yüz kez vurmaya yemin etmiştir. Bu nedenle de
yemininin gereğini yerine getirmiş olmaz.
Hakkını alıncaya kadar
borçlusundan ayrılmamaya yemin eden bir kişi, (borcunu tahsil etmeden) ondan
ayrılacak olursa, iki şartla yeminini bozmuş olur.
1- Kendi
isteğiyle borçlusunun yanından ayrılmış olmalıdır. Ama oradan ayrılmaya
başkası tarafından zorlanırsa, yeminini bozmuş olmaz.
2- Borçlunun
yanından ayrılırken, ayrılmama yemini hatırında bulunmalıdır. Şayet bu
yeminini unutarak ayrıhrsa, yeminini bozmuş olmaz. Kendisi değil de borçlusu
oradan aynlırsa, ister ona ayrılma iznini kendisi vermiş olsun ve isterse izin
vermediği halde, peşine düşme imkânı olup da peşine düşmesin, yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü kendisinin ayrılmaması için yemin etmiştir. Başkasının ayrılması
nedeniyle yeminini bozmuş olmaz. Her ne halde olursa olsun alacaklı, borçlusundan
aynlırsa yeminini bozmuş olur. Meselâ ikisi birlikte yürümekteyken borçlu durur
ve yemin sahibi (alacaklı) geçip giderse yeminini bozmuş olur. Veya ikisi
birlikte yürürken yemin sahibi onu izlemezse yeminini bozmuş olur. Aynı
şekilde borçlunun iflâs ettiği açığa çıkar veya borçluyu takib etmesi için
kendi yerine vekâlet edecek birine havale ettikten sonra yanından aynlırsa
yeminini bozmuş olur. Yine bunun gibi yanından aynlmasa bile borçtan
vazgeçerek borçluyu ibra etmekle de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde sahih
olmadığını bilerek bir tazmin edici şahıs, hakkına karşılık olarak kendisine
bir tazminat öderse, yine yeminini bozmuş olur. Ama bilmediği için sahih
zannederek tazmin edici bir şahıs, hakkına karşılık olarak ona bir tazminat
öderse yeminini bozmuş olmaz.
Hakkını alıncaya kadar
borçlusundan ayrılmamaya yemin eden bir kişi, hakkını alıp oradan ayrıldıktan
sonra verilen paranın bakır veya hileli olduğunu anlarsa, bilmeme mazereti
dolayısıyla yeminini bozmuş sayılmaz. Ama kendisine.ödenen bu paraların bakır
veya hileli olduklarını daha önceden bilirse yeminini bozmuş olur. Verilen
paraların düşük kaliteli olduğunu anlarsa, yemini bozulmaz. Çünkü düşük
kaliteli olmaları, bu paraların ödeme işlemlerinde kullanılmalarına engel
teşkil etmez.
Şu işi yapmayacağım,
meselâ satmayacağım, almayacağım, rehin veya
sadaka vermeyeceğim
diye yemin eden bir kişi, başkasını kendine vekil eder de o vekil bu işleri
yaparsa, müvekkilin yemini bozulmaz. Çünkü müvekkil yemin ederken bu işleri,
vekilinin değil de bizzat kendisinin yapmayacağına yemin etmiştir. Ancak yemin
ederken bu işleri ne kendisinin, ne de vekilinin yapmayacağına niyet etmişse bu
durumda vekilinin yapmasıyla da yemini bozmuş olur.
Evlenmemeye yemin eden
kişinin durumu bundan müstesnadır. Bu kişi gerek bizzat kendisi, gerek vekili
evlenmeyi kendisinin adına kabul ederse yemini bozulmuş olur. Çünkü evlenmede
vekil, bir elçiden ibarettir. Dolayısıyla evlenmeyi kabul ederken vekil,
müvekkilinin adını verecektir. Evlenmemeye yemin eden kişi, müvekkili adına
evlenmeyi kabul ederse yeminini bozmuş olmaz. Yalnız ne kendi adına, ne de
müvekkilinin adına evlenmeyi kabul etmemeye niyet etmişse, o zaman evlenmeyi
müvekkili adına kabul etmekle de yeminini bozm/ış olur. Ric'i talâkla boşamiş
olduğu hanımına geri dönmemeye yemin ed6n bir kişi, geri dönme işini yapmak
üzere yerine birini vekil tayin ederse, mûtemed görüşe göre yeminini bozmuş
olur.
Evlenmemeye yemin eden
bir kadın, kendisini evlendirmesi için velisine izin verir de velisi onu
evlendirirse yeminini bozmuş olur. Ama iznini almaksızın mücbir[13]
velisi onu evlendirirse, yeminini bozmuş olmaz.
Hîbe etmemeye yemin
eden bir kişi, hediye vermek veya Allah rızâsı için sadaka vermekle yeminini
bozmuş olur. Çünkü hîbe, iki anlama gelir: Bunlardan birincisi genel anlamdır
ki; sadaka hediye ve rükünlü hibeyi kapsamına alır. Rükünlü hîbe, hayatta iken
bir eşyayı başkasına mülk olarak vermektir. İkincisi ise özel anlamdır ki;
sâdece rükünlü hîbeye özgüdür. Sadaka ve hibeyi kapsamına almaz. Ki bu da
ikram ve sevâb maksadı güdül-meksizin, icâb ve kabule gerek görülmeksizin
hayatta iken bir malı gönüllü olarak başkasına mülk olarak vermektir. Rükünlü
hîbe, işte bu anlama gelmektedir. Hîbe etmemeye yemin eden bir kişi, sadaka
verir veya hediye ederse, hibenin sadaka anlamında da kullanıldığı gerekçesiyle
yeminini bozmuş olur. Ama sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, hîbe eder veya
sadaka verirse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü sadaka kelimesi rükünlü hîbe için
kullanılmaz. Hediye anlamında da kullanılmaz. Bu nedenle Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) e sadaka değil de hîbe ve hediye vermek helâl kılınmıştır.
Hîbe vermemeye yemin
eden bir kişi, başkasına iğreti mal vermekle veya vakfetmekle yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü iğreti vermede veya vakfetmede başkasına mülkiyet verme durumu
sözkonusu değildir. Aynı şekilde bir kişiye bir eşyayı hîbe eder de o kişi
kendisine hîbe edilen eşyayı teslim almazsa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o
eşyayı, anılan şahsa, her ne kadar mülk olarak vermişse de bu, tam bir
mülkiyet sayılmaz. Zîrâ, hediyeyi teslim almamıştır. Yemininin bozulması için,
hediyenin teslim alınması şarttır. O kişiye gönül rızâsı olmaksızın anılan
eşyayı, tam bir mülkiyetle vermekle de yeminini bozmuş olmaz. Örneğin o eşyayı
malının zekâtı olarak veya adak, ya da keffâret olarak vermekle yeminini bozmuş
olmaz. Ölümünden sonra bir eşyasının herhangi bir adama verilmesini vasiyet
etmekle de yeminini bozmuş olmaz. Vasiyet yoluyla kendi malını, başkasına her
ne kadar tam bir mülk olarak vermiş olmaktaysa da, bu vermesi kendisi hayattayken
değil, aksine ölümünden sonra vukûbulmaktadır. Zeyd ismindeki bir şahsın satın
almış olduğu bir yiyeceği satın almamaya veya yememeye yemin eden bir kişi,
sâdece Zeyd'in satın almış olduğu yiyecek maddesini satın almak veya yemekle yeminini
bozmuş olmaz. Bu meselede Zeyd'in o yiyecek maddesini, parasını peşin verip
bilâhare teslim almak şeklinde "selem" yoluyla alması veya
sahibinden kâr vermeksizin maliyetine alması anlamındaki tevliye şeklinde
alması veyahut belli bir miktar kâr vererek "murabaha" şeklinde
alması arasında bir fark yoktur. Bu kişi, Zeyd'in vekilinin satın almış olduğu
eve girmemeye yemin eden bir kişi, komşuluk "şufâ"sı yoluyla Zeyd'in
satın almış olduğu bir eve Hanefî bir kadi'nm hükmetmesinden sonra girebilir. Veya
o evin bir kısmını şufâ yoluyla, geri kalan kısmını da normal satın alma
yoluyla satın alması durumunda da o eve girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
bu şekildeki bir satın alma, örfe göre satın alma sayılmamaktadır.
Hanbelîler dediler ki:
"Falan şahsa yüz kırbaç veya yüz sopa vuracağım" veya "falan
şahsa yüz darbe vuracağım" veyahut "falan şahsa yüz kez
vuracağım" diye yemin eden bir kişi; yüz kırbaç veya yüz sopayı bir demet
hâlinde toplayıp onlarla falan şahsa bir kez vurursa, yemininin gereğini yerine
getirmiş olmaz. Ancak ona acıtacak şekilde yüz darbe vurursa, yemininin
gereğini yerine getirmiş olur. Ama "falan şahsa yüz kırbaç ile
vuracağım" der ve demet hâline getirilmiş yüz kırbaç ile o şahsa bir kez
vurursa, yemininin gereğini yerine getirmiş olur.
Hanımını dövmeye yemin
eden bir kişi, onu ısırır veya çimdikler veya boğazını sıkar veya tüyünü-saçını
yolarsa ve bunları oynaşmak, lezzet almak amacıyla yaparsa, yemininin gereğini
yerine getirmiş olmaz. Ama ona acı vermek amacıyla yaparsa, yemininin gereğini
yerine getirmiş olur. Bir mal için onun şahsına kefil olursa, yani borcunu
ödeyemediği takdirde mâlî sorumluluk kabul etmemek üzere gerektiğinde sâdece
şahsını ihzar etmek şartıyla kefil olursa, yeminini bozmuş olmaz. Ama borcunu
ödeyemediği takdirde mâlî sorumluluk kabul etmeyeceğini söylemezse, yeminini
bozmuş olur. Çünkü borçlu borcunu ödeyemediği takdirde, onu kefil ödeyecektir.
Ki bu da meselenin mâlî kefalete kadar uzamasına yol açacaktır. Oysa yemin
sahibi, o şahsa mal için kefil olmamaya yemin etmişti.
Zeyd'e borçlu olan bir
şahıs, Zeyd'in hakkını ödemeye yemin eder de Zeyd, borçlusunu ibra ederse o
zaman mezkûr kişi, yemininin gereğini yerine getirmiş sayılır. Bu kişi,
Zeyd'in kendisini ibra etmeden ölmesi halinde mirasçılarına öderse, yine yemininin gereğini yerine
getirmiş olur. Çünkü vârislerine ödemesi, Zeyd'e ödemesi gibidir. Falanın
borcunu yarın ödemeye yemin eden bir kişi, o şahsın borcunu bugünün veya
yarının geçmesinden önce öderse yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde alacaklının
ölümü durumunda vârislere ödemekle de yeminini bozmuş olmaz. Alacaklısı,
hakkını ödeyinceye kadar Zeyd'den ayrılmamaya yemin eder de ancak kendi elinde
olmayarak Zeyd kendisinden kurtulup kaçarsa, veya dövülme tehdidi gibi bir
baskı nedeniyle kendisi oradan kaçarsa yeminini bozmuş olmaz. Veya Zeyd,
borcunun yerine kendisine bir ticâret eşyası verirse yine yemini bozulmuş
olmaz. Ama kendi arzusuyla oradan aynlırsa, meselâ yakasına yapışmaya, ya da
peşine düşmeye muktedir olmakla birlikte Zeyd oradan kaçar ve kendisi de hiç
bir tepki göstermezse yeminini bozmuş olur. Bu durumda Zeyd'i borçtan ibra etse
de, etmese de yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde Zeyd'in oradan ayrılmsfsina
izin verirse yine yeminini bozmuş olur. Zeyd'-den tahsil etmesi için bir
başkasını yerine bırakıp da oradan aynlırsa yeminini bozmuş olur.
Borcu kadar parayı
alacaklısından tahsil eden bir kişi, borcunu almış olduğunu zanneder de sonra
bu paranın düşük kaliteli olduğunu veya başkasının parası olduğunu anlarsa;
yemini eğer boşama ve azâd etme üzerine İse, hanımı boşanır veya köle azâd
etmesi gerekir. Yemini Allah adına ise veya adak üzerineyse yeminini bozmuş
olmaz. Zeyd'den hakkını alıncaya kadar ayrılmayacağına yemin eden bir kişi,
hakkını almak için orada kendisine vekâleten birini bırakırsa, vekilin borcu
tahsil etmesinden önce alacaklı oradan aynlırsa yeminini bozmuş olur. İkimiz de
ayrılmayacağız diye yemin eder de borcunu tahsil etmezden önce başkası gelip
ayrılmaları için ikisini veya birisini zorlar ve ayrılmalarına sebep olursa
yeminini bozmuş olmaz. Ama yemin eden alacaklının arzusu üzerine ayrılacak
olurlarsa, yeminini bozmuş olur.
"Şu deveyi satın
almayacağım" diye yemin eden bir kişi, değerinin bir kısmını ödeyerek o
deveye sahibiyle ortak olursa yeminini bozmuş olur. O deveyi kârsız olarak
maliyetine, veya parasını peşin vererek deveyi bilâhare teslim almak şartıyla
selem şeklinde satın alırsa, yine yeminini bozmuş olur. Satmamaya yemin eden
bir kişi, malını fâsid bir satış akdiyle satarsa yeminini bozmuş olmaz. Ama
satılması sahih olmayan malı, sözgelimi şarabı satmamaya yemin eden bir kişi
onu fâsid bir satışla satmış bile olsa yeminini bozmuş olur.
Falanı evlendirmemeye
yemin eden bir kişi, onu fâsid bir nikâhla eylen" dirirse yeminini bozmuş
olmaz. Ama haccetmemeye yemin eden bir kişi, fasid de olsa haccetmekle yeminini
bozmuş olur. Satmamaya yemin eden bir kişi, içinde muhayyerlik bulunan bir
akidle satış yaparsa, bu satış şer'î kurallara uygun olduğu için, yeminini
bozmuş olur. "Şunu satmayacağım" diye yemin eden bir kişi, o eşyayı
birisine satar da o şahıs bu satışı kabul etmezse,
yeminini bozmuş olmaz. Aynı şekilde
falanı evlendirmemeye yemin eden bir kişi, onu evlendirir de o kabul etmezse,
yeminini bozmuş olmaz. Yine, "şu evi kiraya vermeyeceğim" diye yemin
eden bir kişi, o evi bir kişiye kiraya verir de o kabul etmezse, yeminini
bozmuş olmaz. Ama Zeyd'e hiç bir şey hîbe etmemeye, vasiyet etmemeye, sadaka
vermemeye veya iğreti vermemeye yemin eder de sonra Zeyd'e hîbe eder veya onun
lehine vasiyette bulunur veya ona sadaka verir veya hediye eder veyahut iğreti
bir şey verirse, Zeyd bunu kabul etmese bile, yeminli kişinin yemini bozulur.
Zeyd'e sadaka vermemeye yemin eder de sonra ona hîbe ederse, yeminini bozmuş
olmaz. Zeyd'e bir şey hîbe etmemeye yemin eden bir kişi onun bir borcunu
düşürür veya adağından, keffâretinden, fitresinden, zekâtından bir şey verir
veya ona iğreti bir şey verir veyahut onun lehine vasiyette bulunursa,
yeminini bozmuş olmaz. Ama tatavvû olarak sadaka verirse yeminini bozmuş olur.
Çünkü ta-tavvû sadakaları, hîbe türündendir. Aynı şekilde ona hediye eder veya
vakfederse yine yeminini bozmuş olur. Yine bunun gibi ona bir şey satar da
parasının bir kısmını bahşiş olarak verir veya hîbe ederse yeminini bozmuş
olur. Zeyd'e sadaka vermemeye yemin eden bir kişi, onun çoluk çocuğuna bir
şeyler yedirmekle yeminini bozmuş olmaz.
Evlenmeye yemin eden
bir kişi, sahîh bir nikâh akdiyle evlenmedikçe yemininin gereğini yerine
getirmiş olmaz. Hiç bir niyeti veya yemininin bir sebebi olmaksızın, hanımının
üzerine ikinci bir hanım getirerek evleneceğine yemin eden bir kişi; hanımının
dengi olan veya kendisiyle gerdeğe girmekle eski hanımının gamlanıp üzüleceği
kadar seviyeli bir kadınla evlcnmedikçe yemininin gereğini yerine getirmiş
olmaz. Meselâ zenci bir kocakarıyla evlenirse, yemininin gereğini yerine
getirmiş olmaz.
Sana hakkını verinceye
kadar senden ayrılmayacağım diye yemin eden bir kişiyi, sözünü ettiği hak bir
borç ise ve borç sahibi de kendisini İbra ederse, yemini bozulmuş olmaz. Ama
sözünü ettiği hak, emânet ve iğreti olarak bırakılmış bir eşya ise ve sahibi
kendisine hîbe eder, o da kabul ederse yeminini bozmuş olur. Çünkü burada o
şahsın hakkını (eşyasını) vererek yemininin gereğini yerine getirmesine kendi
arzusuyla engel olmuş olmaktadır. Bu hîbeyi kabul etmeseydi, hîbe işlemi
gerçekleşmeyecekti. Fakat anılan eşyayı sahibi, kendisinden teslim aldıktan
sonra yine kendisine hîbe edecek olursa, yeminini bozmuş olmaz.
4'Senin, benim
tarafımda bir hakkın olduğu sürece senden ayrılmayacağım" diye yemin eden
bir kişiyi, alacaklısı ibra eder veya alacaklısının kendisindeki hakkı bir
eşya olduğu için o eşyayı kendisine hîbe ederse veya alacağını ödemek üzere onu
başkasına havale ederse yemin sahibinin yemini bozulmuş olmaz. Bu yemini ile
etmiş olduğu niyeti, kullandığı kelimelerin taşıyabileceği mânâlardan ise
yeminine göre amel eder. Zeyd için bir satış işlemini yürütmemeyc yemin eden
bir kişi, kendisinden habersiz olarak Zeyd birini vekîl tutup satması için
atını kendisine teslim eder de o kişi yemin sahibine gelir ve atın Zeyd'e âit
olduğunu söylemeksizin satmasını ister ve o da satarsa yeminini bozmuş olmaz.
Ancak bu kişi, hanımını boşama veya köle azâd etme üzerine yemin etmişse bu
takdirde hanımı boşanır veya kölesi azâd olur.
"Zeyd'in satın
aldığı bir şeyi satın almam" diye yemin eden bir kimse, Zeyd'in Amr ile
beraber ortaklaşa satın almış olduğu bir şeyi satın almakla yeminini bozmuş
olur. Ancak bu yeminiyle Zeyd'in tek başına satın almış olduğu eşyayı satın
almamaya niyet etmiş ise, niyetine göre hareket eder. Zeyd'in satın aldığı bir
yiyeceği yememeye yemin eden bir kişi, başka birinin satın alarak Zeyd'in satın
aldığına karıştırdığı yiyecek maddesinden yerse, yediği miktar o kişinin aldığı
yiyecek miktarı kadar veya daha az ise, yeminini bozmuş olmaz. Ama onun satın
aldığından daha fazla ise yeminini bozmuş olur. Zeyd'in satın aldığı bir şeyi
yememeye yemin eden bir kişi, Zeyd m hurma veya kuru üzüm gibi bir yiyecek
maddesini kendisinden satın almasından sonra; ikâle edip (Zeyd'den geri alıp)
yerse yeminini bozmuş olmaz. Çünkü ikâle, satışı iptal eden bir fesihtir. Zeyd,
o yiyeceği vekâleten veya başka bir yolla başkası adına alır da yemin etmiş
olan satıcı onu yerse yemini bozulur. Aynı şekilde Zeyd'in satın alıp
başkasına satmış olduğu bir yiyeceği,
Zeyd'in satışından sonra
yerse yine yeminini
bozmuş olur.
Adak (nezir), mükellef
kişinin, şerîat koyucusu tarafından yapmakla emrolunmadığı bir şeyi, ifâ etmek
üzere kendi üzerine vâcib kılmasıdır.
Yapılan adak sahîhse
ve aşağıda belirtilecek şartlan da üzerinde taşıyorsa, yapan kimse tarafından
ifâ edilmesi vâcib olur. Adağın vâcib oluşuna şu nasslar İşaret etmektedir:
Adaklarını yerine
getirsinler.[14]
"Kim Allah'a
itaat etmeyi adarsa, O'na itaat etsin ve kim de Allah'a isyan etmeyi adarsa,
O'na isyan etmesin.[15]
Bu hüküm, yani adağın
vâcibliği, bir şeyin adanmasından sonra yürürlüğe girer. Çünkü bir şey yapmayı
adayan kimse, adadığı şeyi kendi üzerine vâcib kılmıştır. Fakat henüz ortada
bir adak yokken adakta bulunmaya teşebbüs etmeye gelince; bunun caiz olup
olmadığı hususunda mezheblerin tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Adakta bulunan
kişinin, yaptığı adağı Allah için yapması gerekir. Bir velî veya Allah'a yakın,
ermiş biri için adakta bulunmak helâl olmaz. Böyle zâtlara adanan adaklar
bâtıl olur.
(116) Hanbeliler
dediler ki: Adanan şey ibâdet dahi olsa adakta bulunmak mekruhtur. Çünkü
Peygamber (s.a.v,); adağın hayır getirmeyeceğini, ancak cimrinin malının
dışarıya o sayede çıkacağını, gelecek kazaları geri
çevirmeyeceğini, adak sahibinin de o
sayede yeni bir şey elde edemeyeceğini, olacak bir olayı ortadan
kaldırmayacağını söylemiştir. Ancak adanan bir adağm da, ileride verilecek
tafsilât çerçevesinde yerine getirilmesi vâcib olur.
Mâlikîler dediler ki:
Şartsız olan mutlak adakta bulunmak mendub-tur. Ki bu; kişinin bir nimeti elde
etmesi veya bir belâdan kurtulmasından sonra Allah'a şükran ifâdesi olarak
kendi üzerine vâcib kıldığı bir adaktır. Meselâ bir sıkıntıdan kurtulan veya
hastası şifâya kavuşan, Allah tarafından bir servet ya da ilimle
nzıklandırılan bir kişinin şükran ifâdesi olarak Allah'a bir ibâdette bulunmayı
adamasına mutlak adak denir. Bu tür adaklar mendub, onları yerine getirmek ise
farzdır. Buna "nezr-i mutlak" denir.
Şarta bağlı olan
mukayyed adaklara gelince: Bu, kişinin "Allah hastama şifâ verirse şöyle
yaparım gibi, gelecekte olması istenen ve fakat olmasında kulun müdahalesi
olmayan bir işin olmasını şart koşarak adakta bulunmaktır. "Nezr-i
mukayyed" denen bu adakları adama hususunda fı-kıhçılar görüş ayrılığına
düşerek kimi mekruh, kimi de caizdir demişlerdir. Adakta bulunan kişi bu adağm,
olmasını istediği şeyin meydana gelmesine fayda vereceği ne inanmazsa, bu adaklarda
bulunmak mekruh veya caiz olur. Ama bu adağın, olmasını istediği şeyin meydana
gelmesine fayda vereceğine inanırsa adakta bulunması haram olur. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) Müslim'in rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şeriflerinde
şöyle buyurmuşlardır:
Adakta bulunmayın!
Çünkü adak, (Allah'ın takdir buyurmuş olduğu) hiç bir kazâyi geri çevirmez.[16]
Adağının kendisine
fayda sağlayacağına inanan kişi, Peygamber (s.a.v.) in kutlu sözüne muhalefet
etmiş olur. Ancak bir işin olması için adakta bulunulur da o iş olursa, adağı
yerine getirmek vâcib olur. "Sen şöyle yaparsan ben de şöyle
yaparım" diyerek bir kulun yapacağı bir iş için adakta bulunmak kesinlikle
mekruhtur. Mekruh olan bir işi yapmayı adamak da mekruhtur. Meselâ her Perşembe
günü oruç tutmayı adamak, nefse ağır geldiği için mekruh olur. Ama adadıktan
sonra da şartın tahakkuku durumunda her halükârda ifâ edilmeleri vâcib olur.
Yapılmasına güç yetmeyecek şeyleri adamaksa haramdır.
Hanefîler dediler ki:
ileride açıklanacak şartlan taşıyan sahîh adak meşru olan bir kurbet (Allah'a
yaklaşma) tir. Kurbet olması ise namaz, oruç ve hac gibi kurbet vesilesi olan
şeylerin bu adaktan ayrılmamasından ötürüdür. Meşru olması ise, ifâ edilmesine
ilişkin emrin vârid olmasından ötürüdür.
Şâflîler dediler ki:
Teberrür adağını adamak bir ibâdettir. Çünkü bu adak, Allah için bir
münâcattır. Bu nedenle de kâfirin böyle bir adakta bulunması sahîh olmaz.
Nezr-i Iücac denen, bir işin olmasını veya olmama sini şart koşarak adakta
bulunmaya gelince; bu, Peygamber (s.a.v.) in şu yasağından ötürü mekruhtur:
"Adakta
bulunmayın! Çünkü adak (Allah'ın takdir buyurmuş olduğu)
hiçbir kazâyi geri çevirmez.[17]
Mezheblere göre
adaklar tafsilâtlı bir takım kısımlara ayrılırlar. Bunlara ilişkin açıklama
aşağıda verilmiştir.
(117) Şâfiîler dediler
ki: Adaklar iki kısma ayrılır:
1-Teberrür
adağı: Bu, kişinin namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir ibâdeti yapmayı
adamasıdır. Teberrür kelimesi, sevâb ve iyilik anlamına gelen "birr"
kelimesinden alınmıştır. Çünkü teberrür adağında bulunan kişi bununla sevâb ve
Allah'a yaklaşmayı gaye edinmektedir. Teberrür adağı da iki kısma ayrılır:
a) Adağı,
arzu edilen bir işin meydana gelmesi şartına bağlamak. Meselâ: "Allah,
hastama şifâ verirse Allah için namaz kılacağım" veya "oruç
tutacağım" demek gibi. Buna mücâzât adağı (Nezr-i mücâzât) denir. Çünkü
bu bir ceza (mükâfat) karşılığında adanan bir adaktır.
b) Adağı
herhangi bir şarta bağlamamak. Meselâ hiç bir sebep yokken "Allah rızâsı
için namaz kılmak (veya) oruç tutmak, üzerime adak olsun" demek gibi.
2- Lücâc
adağı (Nezr-i lücâc): Bu, tartışma sonucu adanan bir adaktır. Çünkü bu adak,
çoğunlukla tartışma ve öfkelenme nedeniyle adanır. Bu, üç kısma ayrılır:
a) Bir şeyi menetmek maksadıyla adanır. Meselâ
"falan şahısla konuşursam Allah için şu işi yapayım" demek gibi. Bu
adağı adayan kişi, bu sözüyle, o şahısla konuşmamayı kasdetmektedir. Başkasını
bir İşi yapmaktan menetmek amacıyla adakta bulunmak da bunun gibidir. Örneğin:
"falan kişi Şu işi yaparsa, şöyle yapmak adağım olsun" demek gibi.
b) Bir kimse, kendini bir işe teşvik etmek için
adakta bulunur. Meselâ, "eve girmezsem, Allah için şu işi yapmak bana
vâcib olsun" demek gibi. Veya bu adak, başkasının bir işi yapmasını teşvik
etmek maksadıyla adanır. Meselâ, "falan şahıs bu işi yapmazsa, Allah için
şu işi yapmak bana vâcib olsun" demek gibi.
c) Bir
haberi tahkik etmek amacıyla adanır. Meselâ, "eğer bu iş benim
dediğim veya falanın dediği gibi değil
ise Allah için şöyle yapmak bana vâ-cib olsun" demek gibi.
Adak genel olarak beş
kısma ayrılır. Bunların iki kısmı teberrür adağında, üç kısmı ise lücâc
adağındadır, Teberrür adağını her iki kısmıyla da ifâ etmek gerekir. Adayan
kişinin, adağı şarta bağlı olmayıp belirli bir vakitle sınırlandırilmamişsa,
adadığı şeyi aynen yerine getirmesi gerekir. Bunu âcil olarak değil de dilediği
zamanda ifâ edebilir. Şarta bağlı adağı da aynı şekilde şartın tahakkuku anında
âcil olarak değil, dilediği bir zamanda ifâ edebilir.
Teberrür adağının
sıhhat şartlan şunlardır: A. Adayan kişiyle ilgili şartlar:
1- İslâmiyet:
Kâfirin böyle bir adakta bulunması sahih olmaz. Çünkü bu adak, ibâdete benzer
bir münacâttır. Lücâc adağıysa böyle değildir. Onda, adayanın müslüman olması
şart değildir.
2-
Serbestlik ve muhayyerlik: Zorlanarak adayan kişinin adağı sahih olmaz.
3- Adayan
kişinin, adadığı şey üzerinde geçerli tasarruf yetkisinin olması. Çocuk ve
deli gibi tasarruf ehliyeti olmayan kişilerin adakları sahih olmaz. Ama
sarhoşun durumu bunlardan farklı olup onun adağı sahih olur. Sefâheti nedeniyle
kısıtlı bulunan kişi de çocuk ve deli statüsündedir. Bu durumdaki birinin mâlî
bir adakta bulunması sahih olmaz. Ama namaz ve oruç gibi bedenî bir ibâdette
bulunmayı adarsa, sahih olur. İflâs nedeniyle kısıtlı bulunan bir kişi aynî
(elde bulunan) mallarla kurbette bulunmayı (Allah'a yaklaştırıcı hayır işleri
yapmayı) adarsa, adağı sahih olmaz. Ama uhdesindeki bir malla (ileride
kazanacağı bir malla) kurbette bulunmayı adarsa, adağı sahih olur.
B. Adanan
adakla ilgili şartlar:
1- Adanan
şey ister nafile, isterse farz-ı kifâye olsun, şer'î asıllarla tâyin ve
gerekli kılınmamış bir kurbet olmalıdır. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'dcn belli bir
sûreyi okumak, namazda kıraati uzatmak veya farz namazları kılmak gibi.
Cemaatle kılınması sünnet olan nafile namazlar da beyledirler. Bu gibi şeyleri
yapmayı adamak sahihtir. Böyle demekle de aslen kurbet sayılmayan haram,
mekruh ve mubah şeyler bu kuralın kapsamı dışına çıkmış olmaktadır. Meselâ
haramı adamak sahih olmaz. Çünkü zâtı itibariyle haramı işlemek, günah ve isyandır.
Bir hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Ne Allah'a isyan
etmede, ne de ademoğlunun sâhib olduğu şeyde adak vardır.[18]
Mâsiyet adağında
adanan şeyin, "eğer falanı öldürürsem şu kadar namaz kılmak adağım
olsun" örneğinde görüldüğü gibi, aslen tâat olup mâsiyet şartına
bağlanması ile; adanan şeyin "şarap içmek Allah için adağım olsun"
örneğinde görüldüğü gibi aslen mâsiyet olan bir şey olması arasında fark
yoktur. Aynı şekilde mâsiyet adağında adanan şeyin, yukarıdaki misâllerde
görüldüğü gibi bir günahın işlenmesi şeklinde olmasıyla, beş vakit namazı veya
zekâtı terkederek bir farzın işlenmemesi şeklinde olması arasında da fark
yoktur. Bütün bu durumlarda adak gerçekleşmez. Zâtı itibariyle mâsiyet olan
şeyler haram kapsamına girdikleri gibi, gasbedilmiş bir yerde namaz kılmak
gibi geçici bir durum dolayısıyla mâsiyet olan şeyler de haram kapsamına
girerler. Sahîh görüşe göre bu tür şeyleri adamak gerçekleşmez. Mekruh
vakitlerde narrfaz kılmayı adamak da böyledir.
Mekruha gelince Bu da
iki kısma ayrılır:
1- Asıl
itibariyle mekruh: Namazda etrafa bakmak gibi.
2- Geçici
nedenle mekruh: Cuma, Cumartesi veya Pazar günü oruç tutmak gibi.
Geçici nedenle mekruh
olan şeyi adamakla, adak sahih ve geçerli olur. Asıl itibariyle mekruh bir şeyi
adamaya gelince bazıları, bu adağın geçerli olduğunu ve ifâ edilmesi
gerektiğini, bazılarıysa geçerli olmayacağını ve ifâ etmenin gerekmeyeceğini
söylemişlerdir ki, tercihe şayan olan da bu görüştür. Çünkü adak, insanın
Allah'a yaklaşmasına vasıtadır. Mekruhlarla Allah'a yaklaşmaksa mümkün
değildir. Meselâ ömür boyu oruç tutmayı adayan kişinin adağı geçerli olmaz.
Ancak bir hakkın kaçırılmaması veya bir zarar vermesinden korkulmaması şartıyla
bu orucu tutmaya muktedir olan kimsenin adağı gerçekleşir ve bu adağı ifâ
etmesi gerekir. Aksi takdirde bu şekilde oruç tutmak mekruh olur ve bu minval
üzre oruç tutmayı adamakla da adak gerçekleşmez; ifâ edilmesi gerekmez.
Mubaha gelince, o da
iki kısma ayrılır:
1-"Et
yemeyeceğim" veya "bir mil kadar yürüyeceğim" veyahut "süt
içeceğim" demek gibi. Bu tür adaklar üzerinde ihtilâf vukübulmuştur. Bazıları,
şayet bu adak ifâ edilmezse, yemin keffâreti ödemek gerekir demişlerdir.
Bazıları da, bunun bir adak olarak gerçekleşmemiş olması nedeniyle, yapılmaması
hâlinde hiç bir şey gerekmeyeceği görüşündedirler. Kuvvetli olan görüş de bu
ikincisidir.
2- Bir şeyi
yapmaya teşvik veya bir şeyi yapmayı yasaklama veya bir haberi tahkik etme
anlamlarını içeren veya Allah adına izafe edilen bir adama sözüyle adakta bulunmak.
Meselâ "eve girmezsem..." veya "Mehmet ile konuşursam..."
veya "bu iş eğer benim dediğim gibi değilse Allah için Şöyle yapmak bana
vâcib olsun" veya hiç bir sebep yokken pişmemiş çörek
yemek, Allah için üzerime vâcib
olsun" demek gibi. Bu durumlarda ya söylenen sözün gereği olan adak ifâ
edilir veya yemin keffâreti ödenir.
Farz-ı ayn olan bir
şeyi adayan, meselâ "öğle namazını kılmak, adağım olsun" diyen
kişinin bu sözü adak olarak gerçekleşmez. Çünkü öğle namazı, zaten serî bir
hüküm olarak emredilmiştir.
Lücâc adağına gelince,
adak sahibi, dilerse adağını ifâ eder; dilerse yemin keffâreti öder.
Hanbelîler dediler ki:
Mün'akid olan (gerçekleşen) adaklar altı kısımdır:
1- Mutlak
adak (Nezr-i mutlak): "Üzerime adak olsun veya "Allah'ın üzerime adağı
olsun" deyip de belirli bir şeyi adamayı niyet etmeyen kişi, bu sözlerinin
baş tarafına "eğer bu işi yaparsam" kaydını koysun, koymasın, yemin
keffâreti ödemekle yükümlü olur. Çünkü İbn Mâce ile Tirmîzî'-nin rivayet
ettikleri bir hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Adak keffâreti,
zikrolunmadığı zaman yemin keffâretidir.[19]
2- Lücâc ve
gazap adağı: Kişinin adağını bir şartla bağlaması durumunda adamış olduğu
adaktır ki, bu durumda adak sahibi kişi, adağını bağlamış olduğu o işin yapılmasına
kendini teşvik veya o işi yapmaktan'kendini men'etmek veyahut adağını bağlamış
olduğu şey bir haber ise, o haberi tasdik etmek amacını güder. Meselâ
"eğer seninle konuşursam şu kadar gün oruç tutmak adağım olsun" diyen
kişi, kendini o şahısla konuşmaktan menetmek istemektedir. "Seni
dövmezsem şu kadar rekât namaz kılmak adağım olsun" diyen kişi kendini, o
şahsı dövmeye teşvik etmektedir. "Eğer bu söylediklerim doğru değilse şu
kadar gün oruç tutmak adağım olsun" diyen kişi, vermiş olduğu haberin tasdikini
İstemektedir. Bu tür adakları adayan kişi, adağını bağlamış olduğu şartın
gerçekleşmesi durumunda, dilerse yemin keffâreti öder, dilerse adağını ifâ
eder.
3- Mubah
adak: "Elbisemi giymek Allah için bana vâcib olsun" veya
"bineğime binmek Allah için bana vâcib olsun" diyerek adakta bulunan
kişi, dilerse elbisesini giyer veya bineğine biner. Dilerse yemin keffâreti
öder. Mubah adak, tıpkı mubah yemin gibidir. Sözgelimi yemek yemeye veya bir
meşrubat içmeye yemin eden bir kişi, ya bu işleri yapar veya yemin keffâreti
öder.
4- Mekruh
adak: Hanımı boşama, soğan-sarımsak yeme, sünneti ter-ketme ve benzeri şeyleri
yapmayı adamak gibi. Bu tür adakları adayan kişinin yemin keffâreti ödemesi
müstehab olur. Ama mekruh bir fiil olan adağını ifâ ederse keffâret ödemesine
gerek kalmaz. Çünkü adağını ifâ etmiştir.
5- Mâsiyet
adağı: İçki içmeyi, hayızlı ve nifaslı günde, bayram ve teşrik günlerinde oruç
tutmayı adamak gibi. Bu tür adakları adayan kişinin, adağını ifâ etmesi caiz
olmaz. Adadığı orucu başka günlerde tutmalı ve ayrıca keffâret ödemelidir. Ama
adağını, aynı günlerde oruç tutarak yerine getirirse keffâret ödemesi
gerekmez. Fakat günahkâr olur.
6- Teberrür
(takarrüp) adağı: "Teberrere" fiili, "takarrebe" fiiliyle
eş anlamlıdır ve her ikisi de, kişiyi Allah'a yaklaştırın sevâb, hayır ve
hasenatı işlemek anlamını ifâde ederler. Teberrür adağı; namaz kılmayı, oruç
tutmayı, sadaka vermeyi, itikâfa girmeyi, hasta ziyaret etmeyi, haccetmeyi,
umre yapmayı, abdest yenilemeyi, her iki bayram ve Cuma için gusletmeyi, farz
olsun nafile olsun adamaktır. Eğer bunlar arasından adanan şey nafile ise,
sahih bir adak olarak gerçekleşir ki bunda ihtilâf yoktur. Bu adak,
"Allah, hastama şifâ verirse veya malım salimen kurtulursa şunu yapmak
Allah için adağım olsun" demek £ibi şarta bağlı da olsa veya hiç bir sebep
yokken, "Allah için şu kadar oruç tutmak bana vâcib olsun" demek gibi
şartsız ve mutlak da olsa aynı hükmü taşır. Teberrür adağı üç kısma ayrılır:
a) Elde
edilmesi istenen bir nimet veya uzaklaştırılması istenen bir musibet
karşılığında adanan adak.
b) Herhangi
bir şart koşulmaksızm, "şu kadar gün oruç tutmak veya şu kadar rek'at
namaz kılmak, Allah için adağım olsun" demek gibi bir ibâdeti üstlenerek
adanan adak.
c) Hasta
ziyaret etmek ve köle azâd etmek gibi aslen vâcib olmayan bir taati adamak. Bu
üç çeşit adağın da ifâ edilmesi gereklidir.
Öğle namazı, ömürde
bir kez yapılan hac ve Ramazan orucu gibi bir farzı adamaya gelince, bu adağın
sıhhati konusunda görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazı fıkıhçılar, "farz veya
vacibi adamada, adak gerçekleşmez; çünkü adak demek üstlenmek demektir. Zaten
gerekli bir işi üstlenmek sahih değildir" demişlerdir. Yapılması imkânsız
bir işi adamak da böyledir. Meselâ, "dün oruç tutmak, Allah için adağım
olsun" denilmesi hâlinde adak gerçekleşmez.
Bazı fıkihçilarsa farz
veya vâcib olan bir şeyi adamak geçerli olur demişlerdir. Bu tür adakta
bulunan bir kişi adağını yerine getirirse ne alâ. Aksi takdirde yemin
keffâreti ödemesi gerekir. Adak keffâretini ödemek acilen vâcib olur.
Çeşitli nevileriyle
adağın sahih olması için şu şartlar gereklidir:
1- Adakta
bulunan kişi mükellef olmalıdır. Çocuğun adakta bulunması sahih olmaz.
2- Kişi
kendi arzusuyla adakta bulunmuş olmalıdır. Zorlanarak adakta bulunan kişinin
adağı sahih olmaz.
3- Adak,
sözle adanmahdır. İşaretle adakta bulunmak yeterli olmaz. Ancak dilsiz kişinin,
anlaşılır işaretle adakta bulunması sahih olur.
Mâlikîler dediler ki:
Adak birkaç kısma ayrılır:
1- Mâsiyet
adağı: İçki içmek veya domuz eti yemek gibi haram bir fiil işlemeyi adamak veya
Ramazan bayramında, ya da kurban bayramında oruç tutmak gibi belli vakitte
işlenmesi şeriat koyucusu tarafından yasaklanmış bir ibâdeti yapmayı veya
mekruh bir fiil işlemeyi adamak gibi.
2- Mubah bir
işi yapmayı adamak.
3- Namaz
kılmak ve oruç tutmak gibi bir ibâdetle bulunmayı adamak.
Mâsiyet adağı haramda
haram, mekruhta ise mekruhtur. Mekruhtaki adağı adayan kişi adağını ifâ etmez.
Ancak kurban bayramının dördüncü günü oruç tutar ve zamanından ve yerinden önce
adamış olduğu hac ihramına girer. Bunlar mekruhturlar. Ama adanınca da
yapılmaları gerekir. Adak nedeniyle de ihtiyaten rnekruhluklan geçersiz
sayılır. Fakat geçici bir sebeb-ten ötürü haram kılınan Ramazan veya kurban
bayramlarında oruç tutma adağı üç kısma ayrılır:
1- Bu
günlerde oruç tutmayı adamış olan kişi, bayramlarda oruç tutmanın haram
olduğunu bilirse, adağının cinsinden bir taati yapması müste-hab olur.
2- Bu
günlerde oruç tutmanın haram olduğunu bilmez ve kendi nefsine galebe çalıp
lezzetlerden onu alıkoyarak bu günlerde oruç tutmanın diğer günlere nisbetle
daha faziletli olacağını zanneder. Bu durumdaki bir kişinin, adamış olduğu
orucu kaza etmesi vâcİb olmadığı gibi müstehab da olmaz.
3- Bu
günlerde oruç tutmanın tıpkı diğer günlerde olduğu gibi caiz olacağını zanneder.
Bu durumla ilgili olarak bazıları bu kişinin, adak orucunu başka bir zaman kaza
etmesi gerektiğini; bazilanysa kaza etmesinin gerekmeyeceğini söylemişlerdir.
Mubah adağa gelince
bu, yemek yeme ve içilecek şeyleri içmeyi adamak gibi mubahtır. Bu şekilde
adanan adağı ifâ etmek zorunlu değildir. Taat nezri ise iki kısma ayrılır:
1- Bir
kurbeti işlemek amacıyla da olsa, nefsi bir işten menetmek, cezalandırmak ve
onu adakla dizginlemek amacıyla da olsa kızgınlık hâlinde adakta bulunmak.
Buna lücâc adağı da denir. Örneğin "falan şahısla konuşursam, şunu yapmak
Allah için adağım olsun" demek gibi. Bu adağı ifâ etmek vâ-cibtir.
Bazıları bu tür adakta bulunan kişinin adağı ifâ etmekle yemin keffâ-reti
ödemek arasında muhayyer olduğunu söylemişlerdir. Ama meşhur görüşe göre bu
adağın ifâ edilmesi vâcibtir. Önce de belirtildiği gibi, aslında bu tür adakta
bulunmak mekruhtur.
2- Normal
durumda kişinin kendi arzusuyla adakta bulunması. Bu adağı ifâ etmek gerekmez.
Ancak namaz, oruç, sadaka ve benzeri devamlı kurbet olarak yapılması şartıyla
sünnet, rağîbc ve mendub gibi işlenmesi kesin bir emir olmaksızın istenen adağı ifâ etmek gerekir. Ama
nikâh ve hîbe gibi ba-zan kurbet bazan da kurbet olmayan adağı ifâ etmek
gerekmez. Kendi asıl statüsü dolayısıyla yapılması zaten zorunlu olan farzlar
da adak nedeniyle zorunlu olmazlar. Bu neviden adaklar, şartsız (mutlak) olur
ise, önce de söylendiği gibi adanmalarrmüstehab olur.
Olmuş bir işe, şükran
ifâdesi olmaksızın, şu kadar gün oruç tutmayı veya şu meblağda sadaka vermeyi
adamak mubahtır. Ve böyle bir adağı ifâ etmek de vacİbtir. "Allah hastama
şifâ verirse veya bana şunu kısmet ederse veya beni şu vartadan kurtarırsa şu
kadar sadaka vermek adağım olsun" demek gibi olması beklenen bir şeyin
olmasını şart koşarak adakta bulunmaya gelince, bu adakların ifâsı vâcibtir. Bu
tür adakta bulunmanın caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vukûbulmuştur.
Adağın sahih olması için gerekli şartlar şunlardır:
1- Adak
adayan kişi müslüman biri olmalıdır. (Küfür halindeyken) adak adayan kâfirin,
müslüman olduktan sonra adağını ifâ etmesi mendub olur.
2- Adak adayan kişi mükellef biri olmalıdır.
Adak adayan bir çocuk ise, bulûğa erdikten sonra adağını ifâ etmesi müstehab
olur.
3- Adanan
şey, adanmazdan önce vâcib olmayan bir kurbet olmalıdır. Önce de belirtildiği
gibi haram, mekruh veya mubah bir işi adamak sahih olmaz. Adakta bulunmak için
belli bir cümle kalıbı şart değildir. Adama kelimesi telâffuz edilmese bile,
taahhüd ve üstlenmeye delâlet eden herhangi bir lâfızla adakta bulunulabilir ve
bu şekilde adanan adağın ifâ edilmesi de zorunlu olur. Hiç konuşmaksızın sâdece
niyetle adakta bulunma hâlinde bu adağın ifâsının zorunlu olup olmadığı
hususunda görüş ayrılığı belirmiştir. Mûtemed olan görüşe göre; dille
söylenmedikçe sâdece kalben niyet ederek adakta bulunma durumunda adağın ifâsı
zorunlu olmaz.
Hanefîler dediler ki:
Adak İki kısma ayrılır: Şarta bağlı olan, şarta bağlı olmayan.
Şarta bağlı olan
adaklar da iki kısma ayrılır:
1- Olması
istenen bir şeyin olmasını şart koşarak adakta bulunmak. "Allah, hastama
şifâ verirse şunu yapmak, Allah için adağım olsun" örneğinde olduğu gibi.
Burada adak, hastanın şifâya kavuşması şartına bağlanmıştır ve bu şartın
tahakkuku da adak sahibi tarafından arzulanmaktadır. Bu şartın tahakkuku
durumunda, ileride anlatılacak şartlar da gerçekleşirse adağın ifâsı gerekli
olur.
2- Olması
istenmeyen bir şeyin olmasını şart koşarak adakta bulunmak. "Eve girersem
veya falanla konuşursam, şöyle yapmak adağım olsun" gibi. Şâfiîler
nezdinde buna Lücâc adağı denir. Çünkü bundan maksat, kişinin kendini bir işi
yapmaktan alıkoymasıdır. Bu adağın hükmüne gelince; adak sahibi, dilerse
adağını ifâ eder; dilerse yemin keffâreti öder. Doğru olan görüş budur.
Bazıları da derler ki: Diğerleri gibi bu adağın da ifâsı vâcibtir. Adağın
bağlandığı şartın taat veya masiyet olması arasında bir fark yoktur. Örneğin,
"Zina edersem veya şarap içersem, şunu yapmak adağım olsun" demek
gibi.
Adağın sıhhat
şartlarına gelince bunlar, yedi tanedir:
1-Esahh
kavle göre adanan adak cinsinden oruç, namaz ve sadaka gibi bir farz veya
ıstılahı bir vâcib bulunmalıdır. Nafile olarak oruç tutmayı adayan kişinin bu
adağı ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü orucun cinsinden, farz olan oruç vardır.
Ramazan orucu gibi. Aynı şekilde nafile namaz kılmayı adayan kişinin de adağım
ifâ etmesi vâcib olur. Çünkü namazın cinsinden, farz olan namaz vardır. Beş
vakit namaz gibi. Aynı şekilde sadaka vermeyi adayan kişinin de bu adağını ifâ
etmesi vâcib olur. Çünkü sadakanın cinsinden, farz olan sadaka vardır. Zekât gibi.
Yalnız itikâf, kendi cinsinden vâcib bir iti-kâf olmamakla birlikte adandığı
takdirde, ifâ edilmesi vâcib olur. Çünkü itikâfın adanması durumunda ifâsının
vâcib olduğu hususunda icmâ vukû-bulmuştur.
Hasta ziyareti,
Rasûlullah (s.a.v.) in mescidi de olsa Mescid-i Haram veya Mescid-i Aksa da
olsa, mescide girmek gibi adanan adağın cinsinden bir farz veya ıstılahı bir
vâcib bulunmayınca, o zaman adak sahibinin, adağını ifâ etmesi vâcib olmaz.
Çünkü bu adağının cinsinden, kendisinden yapması istenen bir farz mevcûd
değildir. Namazın ardısıra teşbih çekmeyi veya duâ etmeyi adayan kişinin de bu
adağını ifâ etmesi vâcib olmaz. Çünkü bu adağın cinsinden bir farz mevcûd
değildir. Ama tekbir almayı adayan kişinin bu adağını ifâ etmesi vâcibtir.
Çünkü tekbirin cinsinden, farz olan tekbir vardır ki, o da iftitah tekbiridir.
Peygamber Efendimize salât getirmeyi adayan kişinin adağını ifâ etmesi vâcib
olur. Çünkü salâtın cinsinden, farz olan salât vardır ki, o da ömürde bir kez,
Peygamber Efendimize salât getirmektir.
2- Adanan
adak, direkt olarak istenen bir ibâdet olmalıdır. İbâdete ve-sîle olan şeyleri
adamak sahih olmaz. Örneğin, abdest, gusûl, Mushaf'a dokunma, ezan okumak,
cenazeyi teşyî etmek, hasta ziyareti, mescid inşa etmek gibi şeyleri adamak
sahih olmaz. Bu sayılanlar her ne kadar insanı Allah'a yaklaştıran şeyler
iseler de direkt olarak insandan istenen şeyler değildirler. Ancak direkt
olarak istenen şeylerin vesileleridirler. Adağın sahih olmasının genel formülü
şudur: Adanan şey, kendi cinsinden bir farzın mevcûd olduğu bir ibâdet
olmalıdır.
3- Adanan
şey, asıl itibariyle bir mâsiyet olmamalıdır. Bir şahsı öldürmeyi veya içki
içmeyi veyahut zina etmeyi adayan bir kişinin adağı, yemin hükmünde olup,
sözünü yerine getirmediği takdirde yemin keffâreti ödemesi gerekir. Ama
Ramazan veya kurban bayramında oruç tutmayı adayan kİ-şi, asıl itibariyle değil
de ânzî bir nedenle haram kılınan bir şeyi adamıştır.
Oruç asıl itibariyle
bir taattir. Bayramda tutulmasının haram oluşu, şeriat koyucusunun
yasaklamasıyla arızî olmuştur. Bu adak sahîhtir, fakat lağvedilir. Bayram
gününde oruç tutmak haram olduğu için bu orucun, başka bir zaman kaza edilmesi
vâcib olur. Abdestsiz olarak iki rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin adağı da
böyledir. Bunun adağı sahihtir. Çünkü namazın adanması sahihtir. Yalnız bu
adağın 'abdestsizlik' kaydı lağvedilir. Bu kişinin abdestli olarak iki rek'at
namaz kılması vâcib olur. Zîrâ meşrutu (namazı) üstlenmek, şartı (abdesti)
üstlenmek demektir. Bu nedenle abdest alması da gerekir. Aynı şekilde bir
rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin de iki rek'at kılması vâcib olur. Yine
bunun gibi üç rek'at namaz kılmayı adayan kimsenin de dört rek'at kılması vâcib
olur.
4- Kişinin
adağının, adamaktan önce kendisine farz olmaması gerekir. Meselâ Önceden hac
iBâdetini edâ etmemiş birisi, haccetmeyi adarsa, normal hac ibâdetini edâ
etmekten başka bir şeyle yükümlü olmaz.
5- Kişinin
adakla üstlendiği şey, kendi servetinden fazla olmamalıdır. Meselâ yüz altını
olan bir kişi, bin altın sadaka vermeyi adarsa, sâdece yüz altın vermekle
yükümlü olur.
6- Adak,
yapılması mümkün bir şey olmalıdır. "Dün oruç tutmak adağım olsun"
diyerek imkânsız bir şeyi adayan kişinin adağı sahih olmaz. Ha-yizh kadının
hayızlılık günlerinde oruç tutmayı adaması bâtıldır. Çünkü hayızlıhk günlerinde
kadının oruç tutması, şer'an imkânsızdır. Aynı şekilde "yarın oruç
tutacağım" diye adakta bulunan bir kadında, bu sözü söyledikten sonra
hayız kanaması başlarsa, adağı bâtıl olur. Bu, İmam Muhammed'e göredir. İmam
Ebû Yûsuf ise, adadıktan sonra hayız kanaması gören kadının bu orucunu başka
bir zamanda kaza etmesi gerektiğini söylemiştir.
7- Adanan adak, başkasının mülkiyetinde bulunan
bir malla ilgili olmamalıdır.
Mutlak adaklar zaman,
mekân, dirhem ve fakirlik ile kayitlanamaz. Meselâ "Cuma günü şu dirhemi
Mehmed'e sadaka olarak vereceğim" diyerek adakta bulunan bir kişi Perşembe
veya Cumartesi günü başka bir dirhemi başka bir adama sadaka olarak verirse
caiz olur. Aynı şekilde itikâfa girmek veya oruç tutmak için ileriki bir ayı
tâyin eden bir kişi, acele edip bunları önceki bir tarihe alarak yaparsa adağı
sahih olur. Yine bunun gibi ileriki senelerin birinde haccetmeyi adayan bir
kişinin bu haccı, önceki bir seneye alıp ifâ etmesi sahih olur.
Bir şarta bağlı olarak
adanan mukayyed adaklara gelince, bunlarda sâdece vakit taayyün eder. Çünkü
adanan adağın, bağlandığı şartın tahakkukundan önceye alınması sahih olmaz.
Ama şartın tahakkukundan sonraya ertelenmesi ve sonraki bir zaman içinde ifâ
edilmesi caiz olur. Bu adakta fakirin, dirhemin ve yerin belirlenmesi gerekli
değildir. Belirlense bile adanan dirhemden başka bir dirhemi vermek, kendisine
verilmesi adanan fakirden başka bir fakire verilmesi caiz olur. Meselâ Mekke
fakirlerine sadaka vermeyi adayan bir kişinin adağı mutlak da olsa mukayyet de
olsa, başka beldelerin fakirlerine sadaka vermekle adağını ifâ etmiş olur.
Adakta bulunmak dil
işidir. Kıyasa göre adakta bulunmak; ancak "Allah için şu işi yapmak bana
vâcib olsun" veya "şu işi yapmak bana vâcib olsun" demekle
tahakkuk eder. Ama "eğer bu hastalıktan kurtulursam şu kadar gün oruç
tutayım" diye kişinin bu sözü kıyasa göre değil de, istih-san'a göre adak
olarak tahakkuk eder.
Bey' lügatte bif jnalm
bir başka malla değiştirilmesidir. Bu, tıpkı parayla değiştirilmesi gibidir.
Değiştirilen İki maldan birine mebi' (satılan), diğerine ise semen (bedel)
denir. Lügate göre mebi' ile semen'-in, şer'an kendilerinden yararlanılması
mubah olan temiz şeyler olmalarıyla, yararlanılması mubah olmayan necis şeyler
olmaları arasında bir fark sözkonusu değildir. Meselâ içkinin lügate göre mebi'
veya semen olması sahihtir. Ama ileride de görüleceği gibi bu, şer'an sahîh
olmaz. Aynı zamanda bey', bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi demek;
selâma karşılık vererek selâmı selâmla değiştirmeyi, ziyarete karşı iâde-i
ziyarette bulunarak ziyareti ziyaretle değiştirmeyi, iyiliğe karşı iyilik
ederek iyiliği iyilikle değiştirmeyi kapsamına alan geniş anlamlı bir
kelimedir. Bu tanıma göre bütün bu sayılan değiş-tokuşlar alım-satım diye
adlandırılırlar.
Elbette bu tanımlama
mecazîdir.
Bazı fıkihçilaröey'in
lügat anlamının, bir malı bir mal karşılığında başkasına mülk olarak vermek
olduğunu söylemişlerdir ki bu, birinci tanımla aynı anlama gelmektedir. Ancak
bu, Jbey'in sâdece gerçek anlamını ifâde etmektedir. Yani bu tanıma göre iâde-i
ziyaret ve benzerleri alış verişin kapsamına girmemektedirler. Bazılarının
naklettiğine göre bey' kelimesi lügatte; bir bedel karşılığında zâtı mülkiyetten
çıkarmak anlamına gelir ki, bu da ikinci tanımdaki mânâya göredir. Çünkü zâtın
mülkiyetten çıkarılması, başkasını mala sâhib kılmak demektir. İcar ve benzeri
yollarla başkasını malın yararına sâhib kılmak, lügate göre bey1 (satış)
anlamına gelmez.
Satın almanın
karşılığı olan "şîrâ"' kelimesine gelince bu, bir bedel ödeyerek zâtı
mala dahil etmektir. Veya bir mal vererek bir mala sâhib olmaktır. Şu da var
ki, lügat, bey' kelimesini şirâ' kelimesinin yerine, şirâj kelimesini de bey'
kelimesinin yerine kullanmaktadır. Satıcının işine bey' ve şirâ' denir. Nitekim
müşterinin yaptığı işe de bey' ve şirâ' denmektedir. Meselâ;
"Onu değersiz bir
fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar[20]
âyet-i kerimesindeki "şirâ"' kelimesi, satma anlamında kullanılmıştır.
Yine bunun gibi iştira ve ibtiyâ kelimeleri, lügat açısından hem satıcının
yaptığı, hem de müşterinin yaptığı şey için kullanılmaktadır. Yalnız örf, bey'
kelimesini satıcının yaptığı işe mahsûs kılmıştır ki satmak, zâtı mülkten
çıkarmaktır. Yine örf, şirâ' kelimesini de müşterinin yaptığı işe mahsûs
kılmıştır. İştira ve ibtiyâ kelimelerini de müşterinin yaptığı işe, yani satın
almaya mahsûs kılmıştır. Satın almak, zâtı mala dâhi! etmektir.
Sonra bey' kelimesi
kendi başına İki mef'ûl üzerine müteaddi olur. evi sana sattım" cümlesinde
olduğu gibi bey' fiili, biri diğeri kelimesi olmak üzere iki mef'ûl üzerinde
müteaddî olmuştur. Bey' kelimesi, bazan ikinci mef'ulûn başını tekid için
"min, ilâ ve ala" harfleri getirilerek kullanılır. Şu cümlede olduğu gibi:
Görüldüğü üzere
birinci cümlede ikinci mefûlün başına harfi ikinci cümledeki ikinci mefûlun
başına min harfi, üçüncü cümlede ise ikinci mefûlün başına dan münkaltb harfi
getirilmiştir.
Bey'in şer'î tanımı ve
kısımlarına gelince, mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
(1I8) Haneffler dediler
ki: Fıkıhçılann ıstılahına göre bey' kelimesi iki anlama gelmektedir:
Birincisi özel
anlamıdır ki, buna göre bey', eşyanın altın, gümüş ve benzeri nakitler
karşılığında satımıdır. Bey' kelimesi kullanıldığında yalnızca bu anlamı ifâde
eder.
İkincisi genel
anlamıdır ki, özel anlamı da içinde olmak üzere on iki kısma ayrılır. Şundan
ki: Ya zâtı itibariyle bey (satış)in anlamına bakılır ki, o da bir mal
karşılığında bir malı başkasına mülk olarak vermektir. Veya alâkalı olduğu mal
bakımından bey'in anlamına bakılır veya fiyat bakımından bey'in anlamına
bakılır. Bu sayılan durumların her üçünde de bey' (satış) dört kısma ayrılır.
Yani ifâde ettiği anlam bakımından bey' kelimesi; nafiz, mevkuf, fâsid ve
bâtıl gibi dört kısma ayrılır. Şöyle ki: Bey kelimesi, satışın yapıldığı anda
mülkiyeti ifâde ederse,-nafiz (geçerli) olur. Satışın yapıldığı anda değil de
bilâhare akdi yapanlardan birinin iznine bağlı olarak mülkiyeti ifâde ederse
mevkuf, (askıda kalmış bir satış) olur» Bey' kelimesi, malı tesellüm esnasında
mülkiyeti ifâde ederse fâsid bir satış olur. Veya bey' kelimesi asla mülkiyeti
ifâde etmezse, bu satış bâtıl olur.
Satılan mal (mebi')
açısından bey'e (satışa) bakacak olursak yine dört kısımla; mukâyeze, sarf,
selem ve bey'i mutlak ile karşılaşırız. Şöyle ki: Bey'de bir mal başka bir
malla değiştirilerek satış işlemine altın ve gümüş gibi nakitler
karıştırılmamış ise buna mukâyeze denir. Mukâyeze bir eşyanın başka bir eşya
ile takasedilmesidir. Bu eşyaların her İkisine de hem mebi', hem semen demek
mümkündür.
Satışta işleme giren
şeyler para ise, yani bir para başka bir parayla satılıyorsa, buna sarf denir.
Sarf; altın, gümüş ve benzeri paraların kendi emsalleriyle satılmasıdır. Buna
borcun borçla (nakdin nakidle) satılması da denir. Ya da satılan ayın, bilahare
teslim edilmek üzere parası peşin alınır. Buna selem denir. Satılan şey
(mebî'), peşin ya da bilâhare verilecek bir nakid karşılığında verilen bir mal
olursa, buna mutlak bey' (satış) denir. Önce de söylediğimiz gibi bey'
kelimesi söylendiğinde, çoğunlukla bu mânâ anlaşılır. Bey' kelimesiyle bundan
ba|ka bir anlam kastediliyorsa o zaman, kastedilen şey neyse onunla ilgili
kaydı koymak gerekir. Sarf, selem vb. gibi.
Fiyat bakımından bey'
kelimesine göz atacak olursak, bunun dört kısma ayrıldığını görürüz. Tevliye,
murabaha, zay'a ve müsâveme. Şöyle ki: Evvel emirde malın satın alınmış olduğu
fiyata ya bakılır, ya bakılmaz. Eğer ilk alış fiyatına bakılarak eksik veya
fazla olmaksızın aynı fiyata satılırsa buna "bey'-i tevliye"
(sermâyesine satış) denir. Sermâyeden fazlasına satılırsa buna "bey'-i
murabaha" (kârına satış), sermâyeden eksiğine satılırsa "bey'-i
zay'a" (zararına satış) denir. Ama ilk alış fiyatını bir tarafa bırakıp pazarlık
ederek, tarafların üzerinde anlaştıkları bir fiyatla satmaya gelince buna
"bey'bî'l-müsâveme" (pazarlıkla satış) denir.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, özel anlamıyla bey'; bilinen belli bir şekilde malı, nakidle
değiştirmektir. Bey'in genel anlamına gelince, bu; bilinen belli bir şekilde
malı mal ile değiştirmektir. Mal, nakitleri ve eşyaları kapsamına alan bir
kelimedir. Anlatmış olduğumuz bütün kısımlarıyla bey'ler (satışlar) bey
kelimesinin bu genel tanımı içine girerler.
Mal, insan tabiatının
eğimli olduğu ve İhtiyaç anında yararlanmak için sakladığı şeydir. Şeriat
gözünde iki özelliği taşımayan malın bir değeri olmaz:
1- İhtiyaç
anında kendisinden yararlanma özelliği bulunmalıdır.
2- Kendisinden
yararlanılması şer'an mubah olmalıdır. Tek bir buğday tanesi gibi kendisinden
yararlanma özelliği bulunmayan bir şey, muteber bir mal değildir. Şer'an mubah
olmayan şeyler de muteber birer mal olamazlar. Şarap ve domuz eti gibi... Her
ne kadar bazı insanlar bunlardan yararlanıyorlarsa da, şeriat nazarında bunlar
mubah değildirler. Dolayısıyla şeriat nazarında mal sayılmazlar. Şarap satan
kişinin satışı, satış olarak tahakkuk etmez. Ama temiz bir şeyi şarap vererek
satın alma durumunda satış tahakkuk eder. Bedelinin şarap olması, satışı
etkilemez. Bu durumda temiz şeyi' satın alacak olan müşteri, onun bedeli olan
şarabı, mal sahibine vermekle yükümlü
olur. Bununla da anlaşılmış oluyor ki tanımdaki mal; eşya olsun nakid olsun
şeriat nazarında değeri olan bir mal demektir. Böyle olunca da sarf, selem, murabaha,
tevliye ve mukâyaza'yı kapsamına alır.
Bu tanım, malî bir
bedel karşılığında olmak şartıyla hibeyi kapsamına almaktadır. Bazılarının
zannettikleri gibi bu şekildeki bir hibeyi tanımın dışına çıkarmak sahîh
olmaz. Çünkü her ne kadar bu tesellümden önce bir hî-be ise de, tesellümden
sonra bir bey' (satış) dir. Bu, şu şekilde olur; Adamın biri, "bana yüzbin
lira vermesi şartıyla bu evi falan şahsa hîbe ettim" derse, yüzbin lirayı
almazdan önce bu sözü, hîbe hükmündedir. Bunun sahih olması için, hîbenin
sıhhat şartları gerekir. Ama bölünmeye ihtimali olan cadde hakkında böyle
yapmak sahih olmaz. Bunda tesellümden Önce mülkiyet sabit olmaz. Akdin
taraflarından her birinin teslimden geri durması caizdir. Ama tesellümden sonra
bunun hükmü, satışın (bey'in) hükmü gibi olur ve bunda Şuf'a hakkı da sabit
olur. Taraflar, ayıplı olursa almış olduklarını geri verme hakkına sâhib
olurlar. Bunların yanısıra diğer bazı satış ahkâmı bunda da geçerli olur.
Açıkça görüldüğü gibi bu, bey'in kapsamına girmektedir. Evet bu muameleye
tesellümden önce bakıldığında hîbe gibi görünür. Ama "kendine özgü
şekliyle" kaydını koymakla hîbe kapsamından çıkmış olmaktadır.
İki kişinin
birbirlerine mal teberru etmelerine gelince, meselâ adamın biri bir diğerine
bir malı teberru eder, öbürü de ona bîr mal teberru ederse .bu ikisinin
teberrûu, az da olsa mübadele sayılacağından bey' tanımı kapsamına girer.
Çünkü ilk teberru eden, her ne kadar bir şeyin karşılığı olmaksızın teberru
etmişse de, ikinci şahıs birincinin teberrûuna karşılık olarak teberruda
bulunmuştur. Bunda tek taraflı bir mübadele vardır. "Kendine özgü
şekliyle" kaydı bunu tanım dışına çıkarmaktadır. Çünkü aslına bakılırsa
bu satış değil, hibedir. Hîbe bahsinde de görüleceği gibi buradaki örnekte
taraflardan her biri teberrûundan cayabilir.
Zorlanarak satan
kişinin bey'i (satışı) da tanım kapsamına girer. Çünkü zorlanan kişi, malını
başka bir malla mübadele etmiştir. Zorlanan kişinin satışı, gerçekleşen
satışlar kısmında mütalaa edilmektedir. Ancak bu satışın geçerliliğine gelince,
bu fasittir. Yakında da açıklanacağı gibi zorlama durumunun ortadan
kalkmasından sonra, o kişi bu satışa razı olup izin verirse satış geçerli olur.
"Razı olması" kaydını tanıma eklemek, zorlanan kişinin satışının
geçerli olmayacağını ifâde etmek içindir. Çünkü "rızâ" satışın geçerliliği
için şarttır, ama satışın şer'î kavramının bir cüz'ü değildir. Nitekim bu
husus, yakında anlatılacak olan satış şartlan kısmında ele alınacaktır. Bununla
da anlaşılıyor ki, fayda verir anlamına gelen 'müfid' kaydını satışın tanımına
eklemeye gerek yoktur. Nitekim bazı kimseler bey'i (satışı); "Kendine
özgü fayda verir bir şekilde bir malı bir malla mübadele etmektir" şeklinde
tanımlamışlardır. Bu şekilde tanımlamaktan amaçlan da, sİkkeli bir nakdi,
ağırlık ve nitelik bakımından kendine eşit bir nakitle satmak gibi fayda verici
olmayan satışı, satış kapsamından çıkarmaktır. Örneğin iki kuruşluk bir nakit
parçasını, kendi misliyle satmak gibi. Bu satışdan bir fayda sağlanmayacağı
için sahih değildir. Ama nitelikleri ayrı olursa, meselâ bu paralardan biri
sarı veya siyah kaplamalı olursa, bir fayda sağladığı için bu satış sahih olur.
Ama bu paralar miktar bakımından değişik olurlarsa, sözgelimi biri iki
kuruşluk! diğeri ise beş kuruşluk parça olursa bu satış caiz olmaz. Zîrâ bunda
ribâ vardır. "Fayda verici'* kaydının tanıma eklenmesi gerekmez demiştik.
Zîrâ bu fayda verici olmayan satışta gerçekleşir ve satışın tanımına girer.
Çünkü bu, bir malın başka bir malla mübâdelesidir. Ancak bu, fâsid bir
satıştır. Tanım ise hem sahih olanı, hem de fâsid olanı kapsar. Tanımda geçen
"kendine özgü şeklinde" kaydından maksat, icâb ve kabuldür. Ki
bunların açıklaması ileride yapılacaktır.
Mâlikîler dedilej ki:
Fıkıh ıstılahına göre bey'in iki çeşit tanımı vardır. Bunlardan biri, ileride
de anlatılacak olan selem, sarf ve benzeri kısımları da içine alacak şekilde
bey'in bütün ferdlerini içeren tanımdır. İkincisi İse bey'in bu ferdlerinden
sâdece birinin tanımıdır ki, o da kayıtsız olarak söylendiğinde bey'
kelimesinden örfe göre anlaşılan mânâdır. Birincisi, bey'in özel anlamdaki
tanımıdır. Genel anlamdaki tanımına gelince, "bey"'; "eşyanın
menfaati ve lezzetlerinden yararlanma üzerine değil de (bizzat eşyanın kendisi
üzerine) yapılan muâvaza (karşılıklı bedelleşme) akdidir." Tanımdaki
'muâvaza akdidir" sözü, tarafların (satıcı ve müşterinin) biribirlerine
vermiş oldukları bedeller üzerine yapılan akid anlamını ifâde etmektedir. Çünkü
taraflardan her biri, bir diğerine bir bedel vermektedir. Tanımda geçen
"eşyanın menfaati üzerine değil de" sözüyle bey' (satış) akdinin para
veya eşyanın bizzat kendileri üzerine yapılan bir akid olduğu bu paranın veya
eşyanın işletilerek sağlanan verimi ve menfaati üzerine yapılan bir akid olmadığı
anlamı ifâde edilmektedir.
Tanımdaki
"lezzetlerinden yararlanma üzerine değil" sözüyle, akdin bizzat eşya
ve para üzerine yapılan bir akid olduğu belirtilmektedir.
Bu tanım bey'in bütün
kısımlarını kapsamaktadır. Şu halde altını gümüşle veya gümüşü altınla satmak
dediğimiz sarf ve sayıda eşit olmak şartıyla altını altmla, ya da gümüşü
gümüşle satmak dediğimiz mübadele de bu tanımın kapsamına girer. Karşılıklı
tartma anlamına gelen murâtele de bu tanımın kapsamına girer.
"Murâtele", ağırlıkta eşit olmaları şartıyla altını altınla, ya da gümüşü
gümüşle satmak demektir. Selem de bu tanımın kapsamına girer.
"Selem": Taraflardan birinin peşin bir mal vererek karşılığında
başka cinsten bir malı ilerikİ bir tarihte teslim almak üzere yapmış oldukları
akittir. Bir bedel karşılığında yapılan hibe de ki buna hİbe-i sevâb, yani
bedelli hîbe adı verilir-bu tanımın kapsamına girer. Malın alınış fiyatına,
kârsız olarak satılması demek olan ,tevliye satışı, şirket, ikâle ve şuf'a da
bu kapsama girer ki, bunun geniş açıklaması ileride yapılacaktır. Bütün bu
sayılanlar, anılan tanımın kapsamına girerler. Çünkü anılan tanıma göre
satış akdi; taraflardan her birinin
diğerine, bedel olarak menfaat değil de bir eşya vermek üzere yaptıkları
akittir. İcar akdi bu tanımın dışında kalmaktadır. Çünkü icar akdi, eşyalar
üzerine değil de (eşyalardan sağlanan) menfaatler üzerine yapılır. Hayvan
kiralama akdi de böyledir. Bu akid, hayvanın bizzat kendisi üzerine değil de
hayvandan sağlanacak menfaat üzerine yapılmaktadır. Satış akdinin tanımına
konulan "eşyanın lezzetinden yararlanma üzerine değil de..."
kaydıyla, nikâh akdi bu tanımın kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü nikâh,
eşyanın (kadın veya erkeğin) lezzetinden yararlanma üzerine yapılan bir
akiddir.
Bey'in (satışın) özel
anlamıyla tanımına gelince, bey "Eşyanın menfaatleri ve lezzetlerinden
yararlanma üzerine olmaksızın mukayeseli olarak yapılan, bedellerinden biri
altın veya gümüş olmayan, muayyen (zimmetteki bir borç olmayan) akittir."
Bu tanım, Önceki tanımın aynısı olup sâdece üç kayıt ilâvesiyle yapılmış bir
tanımdır:
Birinci kayıt: Tanımda
geçen "mukayeseli olarak" kaydıyla bu akdin, müşâhehe ve müğâlebe
esasına dayanarak yapılan bir akid olduğu ifâde edilmektedir. Zîrâ akdi yapan
taraflardan her biri, karşısındakine gâlib gelmeyi arzulamaktadır. Bu kaydı
koymakla hîbe-i sevâb akdi, tanım dışına çıkmaktadır. Çünkü hîbe sahibi, şart
koştuğu bedelin kendisine ödenmesi durumunda hibeyi yapmaya mecbur olur.
Cimrilik (müşâhehe) yapıp hîbe etmemezlik edemez. Bu kişi, "bana, bedel
olarak yüz dinar vermesi durumunda bu evi Zeyd'e hîbe ettim" derse, yüz
dinarı kabul etmek mecburiyetinde olur. Yüz dinardan fazlasıyla icâb olunmaz.
Anılan kaydın konulmasıyla tevliye, mübadele ve şuf'a yoluyla almak da bu
tanımın kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü bunlarda mukayese yoktur. Mübadeleye
gelince bu; kendine özgü şartlar çerçevesinde aynı sınıftan olan sikkeli ve
damgalı bir nakdin başka bir nakitle satılmasıdır. İleride de anlatılacağı gibi
bu akitte, tarafların birbirine gâlib gelmesi durumu sözkonusu değildir.
Tevliyeye gelince bu; malın, ilk alınış fiyatına satılmasıdır ki, bunda da
müğâlebe yoktur. Şuf'a yoluyla almaya gelince bu da; eşyanın, ilk alınmış
olduğu fiyatla satılmasıdır ki, bunda da müğâlebe yoktur.
İkinci kayıt: Bey'in
tanımına konan "bedellerinden birinin ne altın, ne de gümüş olmadığı"
kaydı ile sarf ve murâtele akitleri, satış akdinin kapsamı dışına çıkarılmış
olmaktadır. Çünkü sarfta bedellerden biri altın, diğeri ise gümüştür.
Murâtelede ise bedellerin her ikisi de altın veya gümüştür.
Üçüncü kayıt: Bey'in
tanımına konan "bedellerinden birinin muayyen olup, zimmetteki bir borç
olmaması" kaydı ile de selem akdi, bu tanımın kapsamı dışına çıkarılmış
olmaktadır. Bu demektir ki; bey' (satış) akdinde mebi'in (satılacak şeyin)
zimmette bulunan bir borç olmaması gerekir. Aksine bu şeyin alıcının ister
huzurunda bulunsun, ister gıyabında bulunsun bir borç olmaması gerekir.
Gıyabında olunca da müşteri, o eşyanın ya vasfını öğrenmiş olmalı veya daha
önce o eşyayı görmüş olmalıdır. Veya bunlardan
hiç biri olmamıştır
da, eşyayı görme muhayyerliğini şart koşmuştur. Oysa selem akdi, bütün bu
anlatılanların tersi mâhiyettedir. Çünkü selemde satılacak eşya, hazırda
bulunmayıp zimmette mevcûd olan bir eşyadır. Tanımda geçen 'muayyen' kelimesi
ise, zimmette borç olarak bulunan şey değildir. Bundan maksat, altın ve
gümüştür. Satış akdinde altın veya gümüşün akit anında kabzedilmeleri şart
değildir. Aksine bunların, zimmette bulunan birer borç olmaları da sahih olur.
Bu anlatılanlarla
bey'in Özel anlamdaki tanımı, yani eşyanın nakid karşılığında satılması
şeklindeki tanımı tamamlanmış olmaktadır. Çünkü bey' kelimesi söylenince, ilk
olarak bu tanım akla gelmektedir.
Bütün bunlar bir yana,
Mâlikîler muhtelif yönlerden bey'i bir çok kısımlara ayırmışlardır ve bey'in
genel anlamıyla iki kısma ayrıldığını söylemişlerdir:
1- Menfaatlerin
bdy'i (satışı).
2- Malların
bey'i (satışı). Menfaatlerin satışı da beş kısma ayrılır:
1- Cansız
şeylerin menfaatlerinin satışı. Buna ev ve arazileri kiralamak da denir.
2- Akılsız
canlıların (hayvanların) sağladıkları menfaatlerin satışı. Buna binek ve yük
taşıyan hayvanların kiralanması da denir.
3-
İnsanların tenasül organlarını ilgilendiren menfaatlerinin satışı. Nikâh ve
hul' (mal karşılığında boşanmak) gibi.
4- İnsanların
tenasül organlarını ilgilendirmeyen menfaatlerinin satışı. İnsanı herhangi bir
işte çalıştırmak üzere icar etmek gibi.
5- Eşyaların menfaatlerinin satışı. Buna
çoğunlukla icar adı verilir. Malların (ayınların) satışına gelince; bu satış,
değişik yönlerden birçok
kısma ayrılır. Satış,
bedellerinden birinin veya ikisinin ileriki bir tarihte ödenmesi açısından
dört kısma ayrılır:
1- Peşin
satış. Bu satışta para ve eşya, akid anında ödenir. Ne ikisi, ne de biri,
ileriki bir tarihe ertelenmez.
2- Borcun
borçla satışı. Bu satışta, hem alınacak hem verilecek şey ileriki bir tarihe
ertelenir. Yasak satışlar bahsinde de anlatılacağı gibi bu, yasaklanmış bir
satıştır.
3- Borca
satış. Bu satışta verilen malın bedeli olan para bilâhare alınacaktır.
4- Selem: Bu
alışverişte sâdece satılan şey, ileriki bir tarihte teslim edilir.
Satış (bey'),
bedellerinden birinin altın ya da gümüş olması yönünden üç kısma ayrılır:
1- Aynın
(altın veya gümüş) aynla satılması.
2- Eşyanın
eşya ile satılması.
3- Eşyanın
aynla (altın veya gümüşle) satılması.
Aynın aynla satılması
da sarf, mübadele ve murâtele olmak üzere üç kısma ayrılır:
Sarf: Satışta iki
bedelin cinsleri ayrı olur. Meselâ bu bedellerden biri altın, diğeri gümüş
olur,
Murâteh: Satışta iki
bedelin cinsleri aynı olur ve satış da ağırlık ölçüsüyle yapılır. Meselâ aynı
ağırlıkta altının altınla, gümüşün gümüşle satılması gibi.
Mübadele: Satışta iki
bedelin cinsleri aynı olur ve satış da ağırlık Ölçüsüyle değil, sayı ile olur.
Müsemmeni (satılan
eşyayı) görme açısından da satış iki kısma ayrılır:
1- Hazırın
satışı: Bu satışta, satılan eşya göz Önünde mevcûd veya mev-cûd hükmünde olur.
2- Gaibin
satışı: Bu satışta, eşya gözönünde mevcûd olmadığı gibi, hükmen de göz önünde
mevcûd olmaz.
Akdin kesinliği
açısından da satış, iki kısma ayrılır:
1- Kesin
satış. Bu satışta taraflardan hiç birine akdi bozma muhayyerliği tanınmaz.
Buna kesin satış denmiştir. Çünkü taraflardan her biri, diğerinin muhayyerlik
hakkını kesmiştir.
2- Muhayyer
satış. Bu satışta taraflardan her biri, diğerine muhayyerlik hakkı tanımıştır.
Satılan malın, ilk
almış fiyatını gözönüne alıp almama bakımından da satışlar dört kısma ayrılır:
1- Murabaha
satışı. Bu satışta satılan eşya, sermayesinin üzerine bir miktar kâr konularak
satılır.
2- Müsâveme
satışı. Bu pazarlık yaparak yapılan satıştır.
3- Müzayede
satışı. Arttırma yaparak yapılan satıştır.
4- îsti'man
satışı. Bunun açıklaması ileride gelecektir.
Kendisine arız olan
durumlar bakımından da satış sahîh ve fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır:
Hanbelîler dediler ki:
Şer'an bey'in (satışın) anlamı; malın malla mübadelesi veya ribâ, ya da karz
dışındaki mubah bir menfaatin mubah bir menfaatle ebedî bir şekilde mübadele
edilmesidir. "Malın malla mübadelesi" kaydı, taraflardan bedel veren
kişinin akdi anlamım ifâde etmektedir ki, bu da bir şeyi başka bir şeye bedel
olarak vermekten ibarettir. Mal kelimesi, nakid ve diğer eşyayı kapsamına alır.
Böyle olunca, bir eşyanın başka bir eşya
ile takas edilmesi de bu kapsama girer.
Malın muayyen hazır,
niteliği belli olması veya zimmetteki bir borç olması bu bakımdan farklı sonuç
doğurmaz. Tanımdaki "Ebedî şekilde" kaydı mübadeleye ilişkin bir
kayıt olup bununla icar ve iğretiye karşı iğreti verme işlemleri kapsam dışına
çıkarılmaktadır. Yine tanımda geçen "ribâ ve karz (borç) dışındaki"
kaydıyla da ribâ ve karz, kapsam dışına çıkarılmış olmaktadır. .
Şâfiîler dediler ki:
Şer'î ıstılahta bey' (satış); bir malın kendine özgü şekilde diğer bir malla
değiştirilmesidir. Yani bir malın başka bir malla değiştirilmesi akdine satış
(bey') akdi denir. Buradaki değiştirmeden maksat, bedellerin karşılıklı olarak
verilmesidir. Yani tarafların her biri, karşı tarafa malını vererek
karşılığında mal alacaktır. Bu tanımla hîbe, satış akdinin kapsamı dışına
çıkmaktadır. Çünkü hîbe, kişinin sağlığında bedelsiz olarak bir malı başkasına
mülk olarak vermesidir. Tanımı yaparken "malın malla değiştirilmesi"
demekle, nikâh akdi satışın kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü nikâh
verilen malın karşılığında alınan şey, mal değil, maldan başka bir şeydir.
Tanımda geçen
"kendine özgü şekilde" kaydı ile iki şey kasdedilmektedir.
1- Satış
akdi eşyanın mülkiyetini veya sürekli olarak menfaatin mülkiyetini (örneğin
geçiş hakkı) ifâde etmelidir. Bu kaydı koymakla da icar akdi, kapsam dışına
çıkarılmış olmaktadır. Çünkü icar ile, belli bir bedel karşılığında geçici bir
süre için menfaate sâhib olunabilmektedir.
2- Satış
akdi kurbet (sevaba vesîle olacak) şeklinde cereyan etmemelidir. Bu kaydı
koymakla da karz-ı hasen, satış kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü
karz ile, mislini iade etmek şartıyla karşı taraf bir mala sahip kılınmaktadır.
Satış akdi sahih ve
fâsid olmak bakımından iki kısma ayrılır. Sahih satış akdi, şart ve rükünleri
eksiksiz olan akiddir. Bu şart ve rükünlerden biri eksik olunca satış akdi
fâsid olur. Sahih ve fâsid akidlerden her biri de caiz ve haram olma yönünden
iki kısma ayrılırlar. Sahih ama haram olana örnek olarak, ticâret kervanını
şehir dışında karşılayarak onlardan mal alma akdini gösterebiliriz. Fâsid ve
haram olana örnek olarak da habl-i hable satışını gösterebiliriz. Bu, gebe
hayvanın doğuracağı yavruyu, ortada hiç bir şey yokken satmaktır ki, bunun
açıklaması, fâsid satışlar bölümünde yapılacaktır. Sahih satış akidleri de bir
kaç kısma ayrılır:
1- Gözönünde
görünen eşyanın satışı.
2- Niteliği
belirtilerek ileriki bir tarihte teslimi taahhüd edilen zimmetteki bir malın,
parasının peşin alınarak satılması ki buna selem denir. Zimmet kelimesi fıkıh
terminolojisinde iki anlama gelir: Birincisi; zât, yani satıcının zâtıdır. Bu,
ahid ve emanla ilgili olduğu için zimmet denilmiştir ki lügat anlamı da budur.
İkincisi; satıcının şahsıyla varolan manevî bir husustur ki şer'î bakımdan
gerekliliği, mükellef açısından da yükümlülüğü ifâde eder. Kişinin zimmeti
manevî bir niteliktir ve bu nitelik, ancak kişiyie varolur. Şârî, kişinin
üstlendiği şeyi yapmasını, zimmeti dolayısıyla, kendisine gerekli kılar.
3- Sarf: Bir
paranın, kendi cinsinden olan veya olmayan başka bir parayla satılmasıdır.
Ancak bir paranın, karşılığında satıldığı para kendi cinsinden olursa, b'u
akdin sahih olması için üç şart gerekli olur:
a) Satış,
vadeli değil, peşin olmalıdır.
b) Her iki
taraf da paraları aynı anda karşılıklı olarak teslim almalıdırlar.
c) Satılan
parayla alınan para birbirinin misli olmalıdır. Paranın, karşılığında
satıldığı para, aynı cinsten olursa o zaman sadece 'a' ve 'b' şıkların-daki
şartlara uyulması gerekli olur.
4- Murabaha
satışı: Bu, bir malı, alındığı ilk fiyatın üzerine kâr koyarak yapılan
satıştır. Bir satıcının, "bu malı aldığım fiyatın her on lirası için bir
lira kârla veya aldığım fiyatın üzerine bir lira kârla sattım" diyerek yaptığı
satışa murabaha denir.
5- Bey-i
işrâk: Bu, kişinin şöyle demesiyle olur: "Aldığımın üçte biriyle seni
akitte ortak ettim". Eğer bunu deyip de üçte bir veya başka bir şey
de-mezse, "ortak ettim" sözü yarı yarıya ortak ettiği anlamına gelir.
6- Bey-i
muhatte: Bu da: "Aldığım fiyata sattım" deyip her on dirhemde bir
dirhem iskonto yaparak eksik fiyata satmasıdir.
7- Tevliye
satışı: Bu, malın ilk alındığı fiyata satılmasıdır. İki taraf malın ilk alınış
fiyatını bilir ve satıcı da "aldığım fiyata sana tevliye ettim"
dİ-yerek satarsa, buna tevliye satışı denir.
8- Hayvanın
hayvanla satılmasıdır. Başkaları buna mukâyaza adını verirler. Etleri yense de
yenmese de, cinsleri aynı olsa da, olmasa da bu satış sahih olur. Yalnız bu
satışa ribâ karıştırılmaması şarttır. Bu da şöyle olur: Hayvanların her ikisi
de eti yenilen aynı cinsten hayvanlar olur ve her ikisinin de sütü ya da
yumurtası olursa, o zaman ribâ karışır. Ama anılan şeyler kendilerinde bulunsa
da etleri yenilenlerden olmadıktan sonra ribâ sözko-nusu olmaz.
9- Muhayyerlik
şartıyla satış. Kendisinde muhayyerlik şartı bulunması sahih olan akidlerle
sahih olmayan akidlerin açıklaması, ileride yeri gelince yapılacaktır.
10- Ayıplardan beri olma şartıyla yapılan satış.
Fâsîd satışa gelince;
bu da bir çok kısımlara ayrılmaktadır ,ki, ileride yeri geldikçe bu kısımlar
hakkında gereken açıklamalar yapılacaktır.
Bey'in, bey' (satış)
olarak hükmü mübahliktır. Ancak bazı durumlarda geçici bir nedenle vâcib olur.
Bu da yemeye veya içmeye zorunlu ihtiyaç duyulması anında otur. İnsanın,
kendini ölümden koruyacak şeyi satın alması vâcib, kendi nefsini koruyacak şeyi
satması ise haramdır.
Satış, bazan da mendub
olur. Meselâ satılmasında zarar sözkonusu olmayan bir şeyi, kişinin satmaya
yemin etmesi durumunda, bu yemininin gereği olarak o şeyi satması mendub olur.
Satış, bazan da mekruh
olur. Satılması mekruh bir şeyi satmak mekruhtur. Satışın haram olduğu
durumlar da vardır. İleride açıklanacak olan, satışı haram olan şeyleri satmak
haramdır.
Satışın mubah olmasına
gelince; bu, dinde zarurî olarak bilinen şeylerdendir ve bu konuda ayrıca bir
delile ihtiyaç yoktur. Ancak gerek Allah'ın kitabında, gerek Rasûiullah'ın
sünnetinde bu konuda bir çok deliller mevcûddur. Konuyla ilgili âyet-İ
kerîmeleri şöylece sıralayabiliriz:
"Allah,
alışverişi helâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır.[21]
"Ey İmân edenler,
birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız
ticâret olursa başka.[22]
"Alış-veriş
yaptığınız zaman da şâhid tutun.[23]
Bu âyet-i kerîmeler
her ne kadar bey'in (satışın) helâl olmasından başka amaçlarla nazil
olmuşiarsa da bey'in he!â! olduğunu açıkça ifâde etmektedirler.
Birinci âyet-i kerîme,
faizin haram kılınması için gönderilmiştir. İkinci âyet-i kerîme, insanları,
biribirlerinin mallarını bâtıl nedenlerle yemekten menetmek için
sevkolunmuştur. Üçüncü âyet-i kerime ise, alışveriş esnasında şâhid bulundurmak
için gönderilmiştir.
Satışın mubah olduğuna
ilişkin sünnetteki delillere gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:
Bir hadîs-i
şerîflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Sizden birinizin,
ipini alıp sırtı üzerinde bir demet odun getirip satması ve onunla yüz (suyunu
dökmekten) korunması, insanlardan dilenip de kendisine vermeleri veya vermemelerinden
daha hayırlıdır.[24]
Bu hadîs-i şerifte,
insanın bu dünya hayatında çalışmasının vâcib olduğuna işaret vardır.
Başkalarından isteyip dilenmeye güvenerek rızkını aramayı ihmal etmesi helâl
olmaz. Şerefli olsun, hakir olsun, büyük olsun küçük olsun insanın çalışmaktan
geri durup tenbellik etmesi de helâl değildir. Aksine, imkân bulduğu kadarıyla
çalışması gerekir.
Yine bir hadîs-i
şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
"Altın altınla,
gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla
birbirine eşit olarak, birbirinin misli olarak, el ele teslim ederek (satılır).
Kim arttırır veya arttırmayı isterse ribâ eder. Bu cinsler muhtelif olurlarsa,
dilediğiniz gibi satınız.[25]
"Dilediğiniz gibi
satınız" sözü, satışın mubah olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Yasaklanan
satışların hangileri olduklarına ilişkin açıklama ileride gelecektir.
Yine bir hadîs-i
şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Kazancın en
faziletlisi mebrur satış ve kişinin kendi eliyle işlediğidir.[26]
Mebrur satış,
sahibinin dürüst davranarak hile ve hıyanette bulunmadığı ve Allah'a isyan etmediği
bir satıştır. Satışın helâl oluşunun hikmeti; insanlar arasında menfaat
değişimlerine imkân tanıması ve aralarında yardımlaşmayı tahakkuk ettirmiş
olması; böylece de insanların geçimlerini düzene koymaları ve her birinin geçim
vasıtalarından gücü nisbetinde olanları elde etmeye çalışmaları şeklinde
açıklanabilir. Bu vesileyle kimi insanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu
beden kuvveti sayesinde yeri sürerler; Allah'ın kendisine ilham etmiş olduğu
tarımsal bilgilerle de ekip biçerler ve ürünlerini tarımdan para kazanamayan,
ama başka bir yoldan para
kazanabilen birilerine satarlar. Öte taraftan bazı insanlar uzak diyarlardan
ticâret malı getirip, bunlardan yararlanabilecek kimselere satarlar. Beri
taraftan bazı insanlar, başkalarının muhtaç oldukları bir takım sanatlardan
iyi anlarlar. Yapmış oldukları eşyaları başkalarına satarlar. Medeniyet ve
kültürün en önemli sebeblerinden, bu dünya hayatında çalışmaya iten vasıtaların
en büyüklerinden biri de alış-veriştir.
Bey'in rükünleri altı
tanedir. Sîga, âkid, ma'kûdün aleyh. Bu üçünün her biri de ikişer tanedir.
Çünkü âkid (akdi yapan), ya satıcıdır, ya da müşteri. Ma'kûdün aleyh (akdin
konusu) ya mal, ya da bu mala ödenen bedeldir. Sîga ise ya İcâbtır, ya da
kabul: Böylece rükünlerin sayısı altıya ulaşmaktadır. |
Rükün; her ne kadar
mâhiyetine dâhil olmasa bile, bir şeyin var olmak için kendisine dayalı olduğu
şeydir. Bu, sırf bir terimdir. Çünkü bir şeyin gerçek rüknü, kendisine dâhil
olan şeydir. Bey'in aslı da, o mevcûd olmayınca akdi yapanların satıcı ve
müşteri sıfatlarını alamayacakları sîgadır. Bu sayılan rükünlerden her birinin
kendine özgü hüküm ve şartlan vardır ki bunu aşağıdaki sıraya göre
açıklayacağız:
Satışta sîga, satıcı
ve müşterinin, yapılan akde razı olduklarına delâlet eden şeydir ki, iki
tanedir.
1- Söz veya
söz yerine geçerli olan ulak, ya da mektuptur. Adamın biri bîr başkasına
gönderdiği mektupta "evimi sana şu fiyata sattım" diye yazar veya bu
sözünü ulak aracılığıyla ona gönderir ve o kişi de yazıyı okuduğu, ya da haberi
ulaktan aldığı aynı mecliste (yerde) kabul ederse, bu satış sahih olur. Ancak
mektubu okuduktan veya ulaktan haberi aldıktan sonra kabul etmez de araya
fasıla koyarsa, satış akdi sahih olmaz.
Yalnız, eşya göz
önündeyken yapılan satışlarda satıcının "sattım" demesinden sonra
müşterinin biraz ara verdikten sonra "kabul ettim" demesi gibi, az
bir fasıla koyarsa, bunun bir sakıncası olmaz.
2- Muâtât:
Bu, konuşmaksızın alıp-vermektir. Fiyatı belli olan bir malı, satıcısından alıp
parasını vermek gibi. Bu durumda müşteri, malı teslim almakla o mala sahip
olur. Bu muamelede satılan eşyanın örfe göre müteferrik olarak satın alınan
pahasının az; ekmek ve yumurta gibi bir eşya olmasıyla, pahası yüksek değerli
bir elbise olması arasında bir fark yoktur. Sözlü sîgaya gelince bu, malı mülk
olarak başkasına vermeye ve mala mâlik olmaya delâlet eden bir lâfızdır.
"Sattım", "satın aldım" gibi. Satıcının sözüne "icâb,
müşterinin sözüne "kabul" denir. Bazı durumlarda kabul, icâbtan önce
gelebilir. "Bu malı bana sat" gibi. İcâb ve kabulün açıklamasına
ilişkin olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
İcâb ve kabul için
gerekli bazı şartlar vardır:
1- İcâb; miktar, evsâf, nakit, hulul ve vâde
bakımından kabule uygun olmalıdır. Satıcı, "bu evi bin liraya
sattım" der de müşteri, "onu beş yüz liraya kabul ettim" derse,
satış akdi gerçekleşmez. Aynı şekilde satıcı "evimi bin altına
sattım" der de müşteri, "onu bin banknota kabul ettim" derse
satış akdi gerçekleşmez. Ancak müşterinin dediği "bin" her yönden
satıcının dediği "bin"in misli olursa o zaman satış akdi gerçekleşir.
2- İcâb ve
kabul aynı mecliste vukûbulmalıdır. Satıcı "bunu sana bin liraya
sattım" der ve müşterinin kabulünden önce ikisi de bulundukları yerden
ayrılırlarsa, satış akdi gerçekleşmez.
3- İcâb ve
kabul arasına alışverişten caymaya delâlet eden bir fasıla konulmamalıdır. Ama
örfe göre alışverişten yüz çevirmeye delâlet etmeyen az bir fasıla, icâb ile
kabul arasına girerse, bunun, akdin gerçekleşmesine bir zararı olmaz.
4- Akdi
yapanlar, birbirlerinin konuşmasını işitebilmelidirler. Satış akdi, şahitler
huzurunda yapılırsa, şahitlerin işitmeleri yeterli olur. Bu takdirde
taraflardan biri, diğer tarafın konuşmasını işitmediğini iddia ederse, iddiası
doğrulanmaz. Sözgelimi satıcı "bu malı şu fiyata sattım" der, müşteri
de "kabul ettim" derse ve biribirlerinden ayrıldıktan sonra satıcı,
"müşterinin kabulünü işitmedim" veya müşteri, "fiyatın ne kadar
olduğunu işitmedim" diye iddiada bulunurlarsa, şahit getirmemeleri
durumunda bu İddiaları doğrulanmaz.
(119) Hanefîler dediler
ki: Bey'in icâb ve kabulden ibaret tek rüknü vardır. Bu ikisi, satıcıyla
müşteri arasında mülkiyet mübadelesine delâlet eden söz veya fiildir. Bazıları
demişlerdir ki; Bey'in icâb (kabul) ve alıp-vermek şeklinde iki rüknü vardır.
Her halükârda Hanefîler bu hususta gerçek rükne bakmışlardır ki, buna göre
rükün; şeyin içine dâhil olan aslî unsurudur.
(120) Şâfîîler dediler
ki: Bey ancak, sözlü sîğa veya onun yerine geçen mektub, ya da ulakla veya
dilsizin bilinen işaretiyle gerçekleşir. Kişinin rızâsına delâlet eden
davranışlar anlamına gelen "muâtât" ile bey' (satış) gerçekleşmez.
İhya sahibi, az ve önemsiz eşyanın muâtât ile satımının caiz olduğunu
söylemiştir. Çünkü bu gibi şeylerde normal olarak icâb ve kabul
zor olur.
(121) Hanefîler
dediler ki; İcâb, akit taraflarından birinin önce söylemiş olduğu sözdür. Bu
taraf satıcı da olabilir: "Şu fiyata sana sattım" gibi. Müşteri de
olabilir. "Bunu senden bin liraya satın aldım" demesi gibi ki, buna
karşı satıcı da "onu sana sattım" der. Kabul ise, alışverişte ikinci
olarak söylenen sözdür.
(122) Hanefîler
dediler ki: Satmak ve satın almak, mülk olarak vermeye ve mal sahibi olmaya
delâlet eden iki lâfızla tahakkuk eder. "Sattım, satın aldım, verdim,
sarfettim, aldım, razı oldum, bu malı şu fiyata sana verdim" gibi. Satmak
ve satın almak akdi, selem, hîbe ve ivaz (karşılık) lâfızlanyla da tahakkuk
eder. "Bunu sana şu fiyatta selem'e verdim" veya "bunu sana şu
fiyatla hîbe ettim" veyahut "atımı senin atma ivaz (karşılık)
kıldım" diyen kişiye, muhatabı da "ben de..." diye cevap
verirse, ahş-veriş tahakkuk eder. Sonra eğer satış yüklemi mazi olarak
kullanılırsa veya "sana şu anda satıyorum" demek gibi gelecek zamana
muhtemel olmayan muzâri olarak kullanılırsa, bu durumda herhangi bir niyete
ihtiyaç duyulmaksizın satış tahakkuk eder.
Bazı fıkıhçılar ise
her halükârda, yani satış yüklemi mazi olarak da kullanılsa, muzarî olarak da
kullanılsa satışın tahakkuk etmesi için niyetin gerekli olduğunu
söylemişlerdir. Satış yüklemi şimdiki ve gelecek zamana muhtemel olursa veya
baş tarafına "sin-sevfe", harfleri konularak sırf gelecek zaman ifâde
ederse, satış akdi, icâbın şimdiki zaman için niyet edilerek söylenmesi
durumunda ancak tahakkuk edebilir. Bu durumda hem icâb, hem de kabul lâfızları
gelecek zaman kipiyle de söylen-seler veya biri geçmiş zaman diğeri ise gelecek
zaman kipiyle söylenseler, hüküm aynı olur. Satıcı "bu elbiseyi sana şu
fiyata satıyorum" der ve müşteri de "satın alıyorum" derse,
satış akdi tahakkuk etmez. Ancak bu ikisi de şimdiki zaman için icâba niyet
ederlerse satış akdi tahakkuk eder. Aynı şekilde taraflardan biri, "satarım" veya
"satacağım" der de diğeri "satın aldım" derse, satış akdi
tahakkuk etmez. Müşteri emir kipini kullanarak "bu elbiseyi bana
sat" der ve bu sözüyle şimdiki zaman için icâba niyet ederse satış
tahakkuk etmez. Ancak satıcı kendisine, 'sattım" der ve müşteri de
"satın aldım" sözüyle buna ceVâb verirse, satış gerçekleşir. Emir
kipiyle satışın geçerli olması için üç lâfız gereklidir. Çünkü birinci lâfız
mülgadır, yani yok gibidir. Zîrâ satış, emir kipiyle asla gerçekleşmez. Ancak
emir kipi, şimdiki zamana delâlet ederse o zaman olur. Meselâ satıcı, "bu
elbiseyi şu fiyata benden al" der de müşteri, "onu aldım"
derse, bu emir kipiyle satış gerçekleşir. Çünkü satıcının "benden al"
emri, "bu malı sana sattım. Onu al" anlamını ifâde etmektedir. Satış
yüklemine soru edatı veya benzeri bir edat eklenirse; sözgelimi, "bana
satar mısın?" veya "keşke bana satsan" demekle satış gerçekleşmez.
Satıcı ve müşteriden her birisi, aynı mecliste bulundukları sürece, diğeri
kabul etmedikçe ahş-verişten cayabilir. Meselâ satıcı, "bunu sana şu
fiyata sattım" der de diğeri kabul cevâbını vermezse sözünden cayabilir.
Aynı şekilde müşteri, satıcıya "bunu şu fiyata senden satın aldım"
der de satıcı, "sana sattım" demezse, müşteri söylediği sözden
cayabilir. Buna, mecliste kabul muhayyerliği denir.
Mâlikîler dediler ki:
Satış akdi, rızâya delâlet eden "sattım", "satın aldım" ve
benzeri sözlerle gerçekleşir. Sonra eğer satış yüklemi geçmiş zaman kipiyle
kullanılmışsa, meselâ satıcı "bu malı sattım", müşteri de "satın
aldım" demişse bu akid gerçekleşmiştir ve bağlayıcıdır. Taraflardan biri, diğerinin
rızâsından ne önce, ne de sonra bu alışverişten cayamaz. hatta bu akidle
alışveriş yapmayı kasdetmemiş olduğuna yemin etse bile cayamaz. Ama satış
yüklemi emir kipinde kullanılmışsa; meselâ müşteri "bu malı şu fiyata bana
sat" demiş, satıcı da "sattım" demişse bu satış akdi
gerçekleşir. Ancak tarafları bağlayıcı olup olmadığı hususunda ihtilâf
vukûbulmuştur. Bazı fıkıhçılar bu durumda müşterinin, satın almayı kasdetmedim
diyerek yemin etmesi şartıyla alışverişten cayma hakkına sâhib olduğunu
söylemişlerdir. Bazı fıkıhçılar ise bu şekilde gerçekleşen satış akdi gibi
bağlayıcı olduğunu ve taraflardan birinin cayma hakkına sâhib olmadığım
söylemişlerdir. Mûtemed olan görüş budur.
Satış yüklemi muzâri
kipinde kullanılmışsa, meselâ satıcı "bu eşyayı bu fiyata satıyorum"
demiş de müşteri buna razı olmuşsa bu satış akdi; geri dönerek ben satmayı
değil, sâdece şakalaşmayı veya pazarhk etmeyi kasdet-tim diyerek sözünü yeminle
pekiştirmesi durumunda satıcıyı bağlamaz. Müşterinin razı olmasından sonra
geri döner ve satışı kasdetmediğine yemin ederse ne âlâ. Aksi takdirde malını
satmakla yükümlü olur. Veya satışı kasdettiğine ilişkin bir karine bulunursa,
satışı kasdetmediğine yemin etse bile, satmakla yükümlü olur. Bu da müşterinin
kendisine şöyle demesiyle olur: "Ey falan şu eşyanı bana on liraya
sat" def de satıcı "hayır" derse; müşteri, "onbir liraya
sat" der de satıcı yine "hayır" ve sonra da, "on iki liraya
satarım" derse, müşteri de
"kabul ettim" derse, bu durumda satış akdi bağlayıcı olur ve caymaya
hakkı olmaz. Maksadım satmak değildi deyip yemin etse bile bu yemininin bir
faydası olmaz. Çünkü satıcıyla müşteri arasındaki karşılıklı konuşma, işin
şaka ve oyuna gelir yanı olmadığını kanıtlamaktadır. Aynı şekilde müşteri
"bu malı şu fiyata satın alıyorum" der ve satıcı da buna razı
olduktan sonra müşteri bu alışverişten cayacaksa, o zaman caymaya hakkı olur.
Satın almada ciddi olduğuna ilişkin bir karîne bulunmaz ve maksadının satın
alma olmadığına yemin ederse cayabilir. Aksi takdirde, malı satın almakla
yükümlü olur. Özetle, satıcı olsun, müşteri olsun muzârî kipindeki satış
yüklemini ilk olarak kullanan taraf, satış akdiyle bağlı olmaz; akitten cayma
hakkına sâhib olur. Karşı tarafın rızâsından sonra cayacak olursa yemin etmekle
yükümlü olur. Karşı tarafın alışverişe rızâsından önce cayacak olursa, buna
hakkı vardır. Ve yeminle de yükümlü değildir. Tabiî bütün bunlar, satış veya
satın almanın varlığına veya yokluğuna delâlet eden bir delîl bulunmaması
hâlinde sözkonusu olurlar. Ama bir delil mevcud olursa, ona göre hareket edilir.
Adamın biri başkasına,
"bu malı kaça satarsın?" diye sorar, o da "on liraya..."
derse ve soran kişi de "aldım" derse; ancak satıcı, satmaya yanaşmayarak
"ben malın değerini anlamak veya şaka yapmak istiyordum" derse, bu
durumda karinelere başvurmak gerekir. Mûtemed görüş budur. Önceki şekilde
aralarında karşılıklı konuşma ve pazarlık geçmesi gibi alışverişin ciddiliğine
ilişkin bir karîne bulunursa, satıcı, malı satmakla yükümlü olmayacağı gibi,
yeminle de yükümlü tutulmaz. İkisinden birinin üzerine delil bulunmazsa satıcı,
eğer müşterinin rızâsından sonra caymışsa, cayabilir. Ama yeminle yükümlü olur.
Şâfiîler dediler kİ:
Satmak ve satın almak, maksadı anlaşılır bir şekilde ifâde edersek bir malı
başkasına mülk etmeye delâlet eden her lâfızla tahakkuk eder ki, bu lâfızlar
sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sarih olan lâfızlar,
alım-satıma delâlet eden ve başka şeylere delâlet etme ihtimâli olmayan
lâfızlardır. Meselâ, "bu malı şu fiyata sana sattım" veya "onu
senden şu fiyata satın aldım" gibi, kinayeye gelince bu, satıştan başka
anlama da delâlet eden lâfızdır. Meselâ, "bu elbiseye karşı şu elbiseyi
sana verdim" veya "bu binek karşılığında şu bineği sana verdim"
gibi. Bu söz hem satış, hem de iğreti verme anlamlarını ifâde eder. Her iki
anlamı verme İhtimali de vardır. Eğer bunu söylemekle satmayı ve satın almayı
kas-detmişse, akid sahih olur. İhtimaüi lâfız eğer fiyat sözcüğüyle bitişik
olarak andırsa, sarih lâfız statüsüne girer. Örneğin "bu evi yüz dinara
sana hîbe ettim" gibi. Bu örnekte hîbe lâfzı, eğer parayla bir arada
telâffuz edilmeseydi asıl hîbe olarak gerçekleşecekti. Parayla bir arada
söylenince satış olarak tahakkuk etmiş oldu. Başkasını mülk sahibi etmeye
delâlet eden lâfızlar da aynı şekilde bedelle bir arada söylenince satışa
açıkça delâlet ederler. Meselâ, "bu evi şu kadar paraya sana yaptım"
veya "bunu şu fiyata sana ivaz (karşılık)
verdim" veyahut "bunu şu fiyata sana sarfettim" denilince, bu
cümlelerde para ve fiyattan söz edildiği için, açıkça satışa delâlet ederler.
Yine bunun gibi müşteri, "satın aldım ve kabul ettim" derse bu sözü,
satın almaya açıkça delâlet eder. Ama yalnızca "mülk edindim" demesi
böyle değildir. Çünkü bu kelime bir, kinayedir ki, hem satın alarak mülk
edinme, hem de hîbe yoluyla mülk edinme anlamlarını ifâde etme ihtimali vardır.
Satış akdi sarih lâfızlarla helâl olarak gerçekleştiği gibi, kinayeli
lâfızlarla da helâl olarak gerçekleşebilir. Fakat sarih lâfızlar daha kesin
olup anlaşmazlığa giden yolları tıkar ve husûmetleri de en güzel bir şekilde bertaraf
eder. "Sana satıyorum diyerek satıcının icâbta muzârî kipini kullanması
veya "kabul ediyorum" diyerek müşterinin kabulde muzârî kipini
kullanması, kinayeden sayılır ve her iki durumda da satış akdi niyetle sahih
olur, her ne kadar niyet her sığada gerekli ise de... Nitekim bu husus şartlar
bahsinde de anlatılacaktır.
Şâfiîlere göre
niyetle,' lâfzın mânâsını kasdetme arasında fark vardır. Kabulün icâbtan öne
alınması sahih olur. Meselâ müşteri satıcıya: "Bana şu malı şu fiyata
sat" derse, buradaki 'bana sat' sözü icâb talebi anlamındadır ki, kabul
yerine geçerli olur. Şu halde icâb talebi, emir kipiyle olursa, kabulün
fertlerinden sayılması sahih olur. Ama icâb talebi, "bu malı şu fiyata
bana satar mısın?" gibi soru şeklinde olursa, bunu kabul makamında saymak
sahih olmaz. Satma veya satın alma sözlerini dileme anlamındaki
"meşîet" lafzıyla kayıtlandırmanın akdin sıhhatine bir zararı olmaz.
Örneğin: "Dilersen bunu benden şu fiyatla satın al" gibi. Ancak
bunun için de dört şart gereklidir:
1- Bu kaydı,
ister satıcı olsun, ister müşteri olsun, ilk söze başlayan telâffuz etmelidir.
2- Bu kaydı
sözüne ekleyen kişi, tekil muhâtab zamiriyle telâffuz etmeli, "in
şi'te" demelidir. Çoğul olarak telâffuz ederse faydası olmaz.
3- Eğer
nahivci ise muhâtab zamiri olan 'ta' harfini üstünlü olarak telâffuz
etmelidir, "in şi'te" gibi.
4- Meşîet
kaydını, icâbta olsun kabulde olsun sözün sonuna eklemelidir.
Bu şartlardan biri
ihlâl edilirse, alış-veriş bâtıl olur. Sözün sonuna *în-şâallah", kaydı
veya akdîn gerekli kılmadığı bir kayıt konulursa, meselâ "falan
dilerse" kaydı konulursa, akid bâtıl olur.
Hanbelîler dediler ki:
Satış akdi, satmak ve satın almak anlamını İfâde eden her lâfızla gerçekleşir.
Satış akdiyle ilgili sözlü sîğa, belirli lâfızlardan ibaret değildir. Aksine
satış akdî, satıcının icâbıyla, "sana sattım, sana mülk ettim, seni
üzerine koydum, seni ortak ettim ve şu bedelle onu sana hîbe ettim, veya şu
bedelle bunu sana verdim" gibi sözleri söylemesi ve müşterinin de
"kabul ettim, razı oldum, satın aldım, mülk edindim, aldım veya
değiştirdim" gibi sözleri söyleyerek kabulü ile gerçekleşir. Satış akdi,
selem veya selef
Iâfızlarıyla sahîh olur mu, olmaz mı? "Şu malı şu bedelle sana selem
olarak veya selef olarak verdim" deme hâlinde satış akdi, bazı kimselere
göre sahih, bazı kimselere göre de sahih değildir. Kabulün icâbtan öne alınması
caiz olur. Ama emir kipiyle, "bunu şu fiyata bana sat şeklinde olmalıdır.
Mazi veya muzâri kipiyle olursa istifham, temenni ve tereccî'den soyutlanmış
olmalıdır. Müşteri, "bana şu fiyatla satıyorsun" veya "bu malı
şu fiyatla bana satıyorsun" der de satıcı, "sattım" diye cevap
verirse akîd sahih olur. Ama "bana sattın mı?" veya "bana satar
mısın?" veya "ne olur bana satsana" veyahut "keşke bana satsan"
derse, akîd sahih olmaz. Satma ve satın alma sözlerinin, meşîetle (Allah'ın
dilemesiyle) kayıtlanmasının bir zararı olmaz. Satıcı, "Allah dilerse
sattım" derse veya müşteri, "Allah dilerse satın aldım" derse bu
satış akdi sahih olur. Akid tamamlandıktan sonra bile, akid yaptıkları yerden
ayrılmadıkça taraflar akidden cayabilirler. İleride de açıklanacağı üzere akid
meclisinden ayrılmadıkça muhayyerlikleri vardır.
(123) Hanefîler
dediler ki: İcâb ve kabul arasına konulması muaf olan az miktardaki fasıla;
satıcının "bu elbiseyi sana on liraya sattım" demesini müteakiben,
elinde su bardağı bulunan müşterinin o bardaktaki suyu içtikten sonra
"kabul ettim" demesi gibidir. Ki bu fasılanın, akdin gerçekleşmesine
zararı olmaz. Müşterinin elinde su dolu bardak değil de bir lokma yiyecek olup
o lokmayı yuttuktan sonra kabul etmesi de yine bunun gibidir. Ama yemek veya
uyku ile meşgul olursa, akid meclisi değişir. Yine bunun gibi ona, "bu
malı şu fiyatla sana sattım" der de müşteri ona cevâb vermez, sonra herhangi
bir ihtiyaç nedeniyle başkasıyla konuşursa bu, satışın kendisiyle birlikte
fayda vermeyeceği bir fasıla olur.
Şâfiîler dediler ki:
îcâb ile kabul arasına az olsun çok olsun, konu dışı bîr konuşma girerse, bu
affedilmeyen blf fasıla olur. Ama uzun da olsa ve mâhiyeti taraflarca önceden
bilinse de, satılan malın sınırlarıyla ilgili olan konuşmanın icâb ve kabul
arasına fasıla olarak girmesi, zarar vermez. Azıcık susma fasılası da icâbla
kabul arasına girerse bunun bir zararı olmaz. Uzunca susmaya gelince bu,
kabulden yüz çevirme hissini verdiği için muaf sayılmaz. Alışverişin yapıldığı
meclisten ayrılmadıkları sürece satıcı da, müşteri de cayma hakkına
sahiptirler. Çünkü, şart koşmasalar bile mecliste bulundukları sürece akitten
cayma muhayyerlikleri vardır. Hattâ cayma muhayyerliğinin olmamasını şart
koşarlarsa alış-veriş akdi bâtıl olur.
Satıcı olsun, müşteri
olsun, akdi yapan kişide bir takım şartların bulunması gerekir.
1- Akdi
yapan kiş!,;'mümeyyiz olmalıdır. Mümeyyiz olmayan çocuğun yaptığı akid
gerçekleşmez. Deli de böyledir. Satışı ve satışın doğuracağı sonuçları bilen,
akıllı kimselerin konuşurken maksatlarının ne olduğunu anlayan ve onlara güzel
cevap verebilen mümeyyiz cocuk ve bunağa gelince, bunların alım-satımlan
gerçekleşir. Ancak velîsinin özellikle sattığı veya satın aldığı bu şeye
ilişkin İzin vermemesi hâlinde akid, yürürlüğe girmez. Velînin genel izni,
yeterli olmaz. Velîsinin izniyle, mümeyyiz bir çocuk bir eşya satın alırsa, bu
alış-veriş akdi, bağlayıcı olarak gerçekleşir, velînin reddetme yetkisi olmaz.
Ama mümeyyiz bir çocuk, velîsinden izin almaksızın kendiliğinden gidip bir
eşya satın alırsa, alışveriş akdi gerçekleşir. Fakat bu akid ancak velisinin
veya bulûğa erdikten sonra kendisinin uygun görmesiyle yürürlüğe girer.
2- Akdi
yapan reşid olmalıdır. Bu, satış akdinin yürürlüğe girmesi için şarttır.
Mümeyyiz olsun olmasın çocuğun satış akdi, yürürlüğe girmez. Deli, bunak ve
sefihin satış akidleri de böyledir. Yalnız, mümeyyiz çocuğun alış ve satış akdi,
velîsinin izniyle geçerli olur. Mümeyyiz olmayan çocuğun alış-veriş akdi, bâtıl
olarak vâki olur. Mümeyyiz çocuğun âmâ veya gözü gören biri olması farketmeyip
aynı hüküm sözkonusu olur.
3- Akdi
yapan, İrâdesinde serbest olmalıdır. Zorlanarak baskı altına alman kişinin
alışveriş akdi gerçekleşmez. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey imân edenler,
mallarınızı, karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticâretten başka haksız
nedenler ve yollarla (bâtılca) yemeyin.[27]
Rasûlullah (s.a.v.) de buyururlar ki:
"Alış-veriş, ancak
karşılıklı anlaşmadan doğandır.[28]
Konuyla ilgili olarak
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(124) Hanbelîler
dediler ki: Mümeyyiz olmasa, velîsi de izin vermese, çocuğun az ve önemsiz
şeyleri satması, satın alması sahihtir. Zîra rivayet olunduğuna göre Ebû Derdâ
(r.a.) hazretleri, çocuğun birinden bir serçe alıp onu salıvermişti. Sefih de
böyledir... Vasisinin iznini almaksızın bir bağ bakla veya kibrit gibi az ve
pahasız şeyleri satması veya alması sahîh olur. Çok miktardaki şeylere gelince,
velîsi izin verse dahi mümeyyiz olmayan çocuğun bu gibi şeyler üzerinde
tasarrufta bulunması sahih olmaz. Mümeyyiz çocukla sefihin, velîlerinin
izniyle ahm-satım akdi yapmaları sahih olur. Yalnız bir yararı yokken velînin
olur olmaz Şeylere izin vermesi haramdır.
(125) Şâfiîler dediler ki: Dört kişinin satış akdi
gerçekleşmez: 1- Mümeyyiz olsun olmasın, çocuk. 2- Deli. 3- Mükellef de olsa,
köle. 4- Âmâ. Bir kişi, bu saydıklarımızdan birine bir şey satarsa, satış akdi
bâtıl olur. Bunlardan almış olduğu parayı da kendilerine iade etmesi gerekir. O
para, onun yanında onlar nâmına garantidedir. Ama bu sayılan dört gruptaki
kimseler bir mal satıp müşteriden almış oldukları parayı zayi ederlerse sorumlu
olmazlar. Sahibinin kesesinden gitmiş sayılır. Velîsi izin verse de çocuğun
satışı gerçekleşmez. Ama efendisi izin verirse kölenin, akıllı ve mükellef
olması şartıyla satması ve satın alması sahih olur.
(126) Hanbelîler dediler
ki: Alış-veriş akdini yapan taraflar zahiren ve bâtınen serbest iradeli olmalıdırlar.
Bir kimsenin, malını, gasbetmek isteyen zâlim birinden kurtarmak veya komşunun
şerrinden sakınmak amacıyla, kendisine satmak ve bu malı geri almak ve
karşılığında almış olduğu parayı da iade etmek üzere bir başka şahısla
anlaşması gibi, kişi sâdece zahiren serbest iradeli olursa bu alış-veriş akdi
bâtıl olarak vâki olur ve gerçekleşmez. Çünkü bu iki kişi zahiren her ne kadar
kendi serbest iradeleriyle akid yapmışlarsa da, bâtınen (işin iç yüzü
bakımından) bu ahş-verişi yapmayı arzulamamaktadırlar. Buna "bey-i
telcie" ve "bey-i emân", yani sığınma satışı denir. Bu iki
kişinin akid yaparken, "bu, telcie satışıdır" demeleri şart değildir.
Bir kişi, kendisinden almış olduğu paraya karşılık olarak içinde barınmak,
kiraya vermek, binmek ve sütünü sağmak şeklinde yararlanmak üzere bir malı
başkasına teslim ederse, bu ribâ olur. Çünkü bu, menfaat karşılığı olarak bir
miktar parayı başkasına belli bir vâdeye kadar vermektir ki, bu
da kazanç karşılığı
karz olmaktadır. Bu nedenle de her bakımdan bâtıl olmaktadır.
Şakacının bey'i
(satışı) da telcie satışı gibidir. Çünkü şaka yapan kişi, satışın aslını
kasdetmiş değildir. Dolayısıyla manen serbest iradeli değildir. Telcie ve
şakacıktan satışlarda akdi yapanın iddiası, gerçekten satış yapmayı
kasdetmediğine ilişkin bir delilin bulunması hâlinde yeminle birlikte kabul
edilir. Eğer böyle bir delili yoksa, beyyine ibraz etmediği takdirde iddiası
kabul edilmez.
Ama yaptığı satışın
telcie ve emân satışı olduğunu müşteriye söyleyip de onunla anlaşmaksızın, bir
zâlimden kurtarmak amacıyla malını satan kişinin satış akdi, sahih olarak
gerçekleşir. Çünkü bu durumdaki satış akdi, zorlama olmaksızın vukûbulmuştur.
Adamın biri bir satıcıyı eşya getirmeye zorlar da bu satıcı getirdiği eşyayı,
kendisini mal getirmeye zorlayana satarsa, satış akdi sahih olur. Çünkü o
kişi, satıcıyı satmaya değil de, satmanın sebebi olan mal getirmeye
zorlamıştır. Ki bu durumda ondan mal satın almak mekruhtur. Zîrâ alınsa da
emsal bedelle alınmamaktadır. Adamın biri bir başkasının malını istilâ ederek
kendisine satmasını ister, ancak o da satmayı reddeder ve müstevli de
kendisine satmadığı takdirde bu malın onun olduğunu itiraf etmeyeceğini
söylerse, mal sahibi mecburiyet karşısında kaldığı için ona satarsa, bu satış
akdi bâtıl olur. Çünkü satıcı, malını satmaya zorlanmıştır. Borcunu ödemesi
için hâkim tarafından zorlanarak malını satması istenen kişi, zorlanmış
sayılmaz. Çünkü bu, haklı bir zorlamadır. Satış akdini iptal eden zorlama,
haksız yere yapılan zorlamadır.
Hanefîler dediler ki:
Kişinin zorlanarak yaptığı akidler gerçekleşir. Zîrâ bu mezhebe göre, kişinin
zorlanarak telâffuz etmesiyle de akidler gerçekleşir. Ancak kişinin zorlanarak
telâffuz ettiği sözlerin bir kısmı, akdin muhtemel olarak feshedilmesi anlamını
taşır. Bir kısmıysa bu anlamları taşımaz. Fesih ihtimalini taşıyanlar, satış
ve icarla ilgili lâfızlardır. Fesih ihtimalini taşımayanlarsa talâk, ıtak
(köle azadı), nikâh ve nezir (adak) ile alâkalı olanlardır. Zâlim birisi,
adamın birini malını satmaya zorlarsa, bu satış akdi fâsid olarak gerçekleşir.
Müşteri de buna, fâsid bir mülk olarak sâhib olur. Zorlanarak satan kişi,
zorlamanın kalkmasından sonra bu satışı uygun görüp onaylayabileceği gibi,
malını bulduğu yerde geri de alabilir. Ama talâk, nikâh veya adakta bulunmaya
zorlanan kişi, zorlanarak da olsa bu işleri yaparsa, artık dönüşü mümkün
olmayan bir yola girmiş olur. Meselâ zor karşısında kalarak boşamış olduğu
karısı, başka bir kocayla evlenecek olursa, bu evliliğe mâni olamaz.
Borcunu ödemesi için
malını satmaya kadı tarafından zorlanan kişi, fahiş bir aldanmayla malım
satarsa bu satış akdi fâsid olur.
Satışa zorlamanın
tahakkuku için kişinin; malını satmaya, müşteriye malını teslim etmeye ve
sattığı malın bedelini teslim almaya zorlanması şarttır.
Sâdece satışa zorlanan, sonra da malını kendi arzusuyla müşteriye teslim eden kişi, zorlanmış sayılmaz. Çünkü malı kendi arzusuyla teslim etmesi, satışı onaylaması anlamına gelir. Aynı şekilde malının bedelini de kendi arzusuyla teslim alması durumunda satışa zorlanmış sayılmaz. Kendisini, malım satmaya mecbur eden bir işi yapmaya zorlanan kişi, zorlanmış sayılmaz. Meselâ temin etmeye muktedir olamayacağı bir malı getirmeye zorlanan kişi, bu malı getirmek için mülkünü satmak mecburiyetinde kalırsa, bu durumda satış yapmaya zorlanmış sayılmaz ve satış akdi de geçerli olur. Bir kişi, satmaya zorlanarak satmış olduğu malını geri almak istediğinde, almış olduğu bedeli şayet elinde mevcûd olarak duruyorsa iade etmekle yükümlü olur. Ama elinden çıkıp sarfedilmişse, kendisinden bir şey alınmaz.
Fâsidlik bakımından telcie satışıyla şaka yaparak satanın satışı da, zorlanarak satış yapan kişinin satışı gibidir. Şaka yapan kişi her ne kadar kendi arzusu ile akid sözünü telâffuz etmişse de, satış hükmünün kesinleşmesine razı olmamakta ve bunu hoş karşılamamaktadır. İhtiyardan (bir işi arzu ile yapmaktan) ötürü rızâ gerekmez. Zîrâ ihtiyar, bir işi yapmayı kasdedip irâde etmek, rızâ ise o işi iyi ve güzel görmektir. Şaka yaparak satış yapan kişi, aslında zorlanmaktadır. Çünkü bir işi yapmaya zorlanan kişi, o işi ihtiyarıyla (kendi kasıt ve iradesiyle) yapar ama o işe razı olmaz.
Telcİe akdine gelince bu, içi, dışının aynı olmayan bir İşi yapmaktır. Bu, şu şekilde olur: Adamın biri, bir başkasına, meselâ "evimi korumakta, senin forsundan yararlanmak için evimi sana ilcâ ediyorum" derse, telcie satışı yapmış olur ki, bunun anlamı şudur: Falanın zulmünden kaçmak için sana sığınıyorum. Satıcıyla alıcı, bu şekilde anlaşarak telcie satışı yaparlarsa, satış akdi fâsid olur.
Mâlikîler dediler ki: Bey'in geçerliliğine engel olan zorlama, haksız yere yapılan zorlamadır ve iki kısma ayrılır:
1- Satmaya zorlamak: Bu, zâlim birinin, kişiyi, malının tümünü veya bir kısmını satmaya zorlamasıdır.
2- Kişiyi, malını satmak mecburiyetinde bırakan bir işi yapmaya zorlamak. Meselâ temin etmeye güç yetiremeyeeeğİ bir malı getirmeye zorlanan kişi, bu malı temin edip getirmek için, kendi mülkünü satmak zorunda ka-lır. Bu kişi, direkt olarak kendi mülkünü satmaya zorlanmamış, ama kendi mülkünü satmasına neden olan bir işi yapmaya zorlanmıştır.
Birinci durumdaki zorlama nedeniyle yapılan satış akdi, bağlayıcı bir akid değildir. Satıcı, ne zaman imkân bulursa, malını geri alma hakkına sâ-hib olur. Ama malına karşılık aldığı parayı, muhafazasında taksiri olmayacak şekilde muhafaza ederek henüz yanında mevcudsa iade etmesi gerekir. Ama bu şekilde muhafaza ettiği halde telef olduğuna dâir belge ibraz ederse, parayı iade etmesi gerekmez. Aksine, parayı ödemeksizin malını geri alır. Satışa neden olacak bir işi yapmaya zorlanan kişinin yaptığı satış akdine gelince, bununla ilgili olarak görüş ayrılığı vukûbulmuştur. Bazıları bu tür zorlama nedeniyle yapılan satış akdinin de önceki gibi bağlayıcı olmadığını, diğer bazılarıysa bağlayıcı olduğunu söylemişlerdir.
Bu mezhebe göre meşhur olan, birinci görüştür. İkinciye gelince, uygulamada olan görüş budur. Çünkü bunda satıcının yararı sözkonusudur. Diyelim ki; zâlimin biri bîr kişiden, temin etmeye muktedir olamayacağı bir malı ister ve bu nedenle de onu zindana atarsa, mazlumun yanında bir eşya olur da onu sattığı takdirde zâlime, istediği malı temin edip zindan azabından kurtulacaksa ve biz de bu kişinin yapacağı satış akdi kendisini bağlayıcı değildir dersek, onun malını satın almaya kimse yanaşmayacaktır. Bu da zindandaki mazlumun aleyhine olacaktır. Bunun için Mâliki imamlarının çoğu, bu satış akdinin maslahat nedeniyle bağlayıcı olduğuna dâir fetva vermişlerdir. Bu satış akdinin bağlayıcı olmadığını ileri süren kavle göre, satıcı, malını geri almak istediğinde, bedel olarak almış olduğu parayı iade edecektir. Mûtemed olan görüş budur.
Haklı nedenlerle zorlamaya gelince; bu, akdİn geçerliliğine engel teşkil etmez. Aksine, böyle bir zorlamanın yapılması vâcibtir. Meselâ devlet başkanı, valilerinden birini, halktan zulmen almış olduğu malları tekrar kendilerine vermek İçin elinde bulunan eşyalarını satmaya zorlarsa, bu zorlama, dînen yapılması istenilen bir zorlamadır. Ancak valinin elinde, halktan gas-betmiş olduğu bir eşya olduğu gibi duruyorsa, malını satmaya zorlamaksı-zm onu sahiplerine iade eder. Aynı şekilde kadı, alacaklıların haklarını ödemesi için, borçluyu mülkünü satmaya zorlarsa, bu haklı bir zorlama olur ve satış akdinin geçerliliğine engel olmaz.
Şâfiîler dediler ki: Zorlanan kişinin satış akdi direkt olarak gerçekleşmez. Ancak zorlama durumunda akdi yapmayı kasdeder ve niyet ederse, akdi gerçekleşir. Çünkü bu durumda zorlanmış sayılmaz.
Zorlama iki kısımdır:
1- Haksız
olarak zorlama. Kendisiyle birlikte akdin gerçekleşmediği zorlama budur.
Zorlayan kişi satıcıyı, malı teslime ve malının karşılığı olan parayı almaya
zorlasa da zorlamasa da hüküm değişmez. Çünkü satıcı, akid sığası bâtıl olmakla
birlikte kendi ihtiyarı ile malı teslim etse veya parasını alsa bile bu satış
akdi muteber olmaz. Çünkü satış akdi sahih bir sîğa ile gerçekleşmemiştir.
Kişi, malını satmak mecburiyetinde kaldığı bir işi yapmaya zorlanırsa, meselâ
zâlim bir kişi, adamın birini, yanında bulunmayan bir malı getirmeye zorlarsa
ve bu nedenle malını satmak mecburiyetinde kalırsa, bu durumda doğru olan
görüşe göre akdi sahih olur. Çünkü bu kişi, direkt olarak malını satmaya
değil, fakat malını satmaya sebep olan bir işi yapmaya zorlanmıştır. Zorlanarak
satış yapan kişi, bedel olarak aldığı parayı iade etmek şartıyla, malını geri
alma hakkına sâhibtir. Ancak ihmâli olmaksızın o mal yok olmuş ise, ödemekle
yükümlü tutulamaz.
2- Haklı olarak zorlama. Meselâ hâkim veya yetkili söz sahibi bir kişi, başkasının hakkını ödemesi için, borçluyu malını satmaya zorlarsa, bu zorlama satış akdine zarar vermez. Bu zorlama altında yapılan satış akdi sahih ve geçerli olur. Şaka olarak satış yapan kişinin akdine gelince, buna ilişkin iki görüş vardır ki, en doğrusu, söylediği kelimeye bakarak, satış akdinin gerçekleşmiş olduğu görüşüdür.
[1] Buhari Bûyû, 26; Müslim, İmân, 117
[2] Bakara: 224
[3] Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsüf, 1
[4] Mâide: 89
[5] Mâide: 89
[6] Ebû Dâvud, Eymân, 17
[7] Buhârî, Eymân, 3
[8] Kıdem, Beka, Muhâfctelün lit-tıavâdis. Kıyam bizzat,
Vahdaniyet sıfailarına "sıfat-ı selbiye" adı verilir.
[9] A'râf:204
[10] isrâ: 78
[11] Ahzâb;72
[12] Kasm: Birden fazla kadnla evli olan erkeğin,
hanımlarımı, yamnda anıyla gecelemesi. (Çeviren)
[13] Mücbir Velî, zorlama yetkisine sahip olan velîdir.
(Çeviren)
[14] Hacc: 29
[15] Buhârî.Eymân.28;Muvattâ,Nüzûrı8
[16] Müslim, Nezr, 5; Tirmîzî, Nüzûr,11
[17] Müslim, Nezr, 5; Tirmîzî, Nüzûr, 11
[18] Müslim, Nezir, 8; Ebû Dâvud, Eyman, 32
[19] Müslim, Nczr, 12; Ebû Dâvud, Eymân, 25; Tirmizî, Nüzür, 4
[20] Yûsuf: 20
[21] Bakara: 275
[22] Nisa: 29
[23] Bakara: 282
[24] Buhân, zekât, 5; Müslim, Zekât, 107
[25] Buharı, Büyü, 78; bn Mâce, Ticârât, 48
[26] Ahmed b.Hanbel, Müsned, 3/466, 4/141
[27] Nîsâ: 29
[28] bn Mâce,Ticârât, 18; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/536