3- Üzerine Akid Yapılan Şey (Ma'kûdün Aleyh) 2

Akıtlerde Muhayyerlık. 5

Şart Muhayyerliği 8

Şart Muhayyerliğinin Süresi 11

Satılan Mal, Muhayyerlik Süresi İçinde Satıcının Mülkiyetinden Çıkar Mı?. 12

Satıcı, Muhayyerlik Süresi İçinde Karşı Taraftan Malın Bedelini İsteyebilir Mi?. 15

Bir Kimsenin Bir Çok Eşya Arasından Belirsiz Birini Satın Almaş! 16

Ayıp Muhayyerliği 18

Satılan Malı Geri Verme Hakkını Doğuran Ayıbın Tanımı 18

Ayıbı Dolayısıyla Malı Geri Vermenin Şartları 19

Satılan Mal, Ayıbı Dolayısıyla Derhal Mi, Yoksa Sonra Mı Geri Verilir?. 24

Musarrat Hayvanın Satışı 25

Satılan Malda Gizli Bir Ayıbın Bulunması 26

Satılan Ayıplı Malda Bir Fazlalık Olması 27

Satılan Malın Durumu Hakkinda, Satıcıyla Müşterinin Anlaşamaması 30

Görme Muhayyerliği Ve Ortada Bulunmayan Bir Malın Satımı 33

Fâsid Satışlar 39

Şartlı Satış. 41

Necisin Ve Necislenmiş Şeylerin Satışı 44

Havadaki Kuşun Satılması 45

Satın Alınan Malda Teslim Almadan Önce Tasarrufta Bulunmak. 45

Ribâ. 52

Tanımı ve Kısımları: 52

Nesîe Ribâsının Hükmü Ve Bu Hükmün Delili 52

Ribây-L Fazlın Hükmü. 54

Kendilerinde Ribânın Haram Olduğu Şeyler 54

Tahılların Kendi Cinsleri Ve Başka Cins Şeylerle Satılmaları 56

Meyveyi Kendi Cinsiyle Satmak. 60

Etin Kendi Cinsiyle Satılması 62

Sıvıların Kendi Cinsleri Ve Kendilerinden Çıkarılan Şeylerle Satılmaları 63

Sarf. 66

Geçersizliği Gerektirmeyen Nehyedilmiş Satışlar 67

Murabaha Ve Tevliye. 70

Ğabn-İ Fahiş (Aşırı Şekilde Aldatarak Satmak) 73

Sözü Edilmese Bile Satılık Malın Kapsamına Giren Ve Girmeyen Şeyler 74

Meyvelerin (Simarın) Satışı 78

İki Önemli Not: 83


3- Üzerine Akid Yapılan Şey (Ma'kûdün Aleyh)

 

Satılan ister mal olsun, isterse bu malın bedeli olsun, üzerine akid yapılan şeyin bazı şartları taşıması gerekir:

1- Üzerine akid yapılan şey temiz olmalıdır. Necis şeyin satılan mal, veya bu malın bedeli olması sahih olmaz. Temizlenmesi mümkün olma­yan necis veya necislenmiş bir malı satma durumunda satış akdi gerçekleşmez.

Aynı şekilde necis veya necislenmiş olup da temizlenmesi mümkün olmayan bir şeyin bedel olarak verilmesi durumunda da yapılan alış-veriş sahih olmaz. Meselâ bir kişi temiz bir nesneyi satın alır da bunun bedeli olarak şarap, ya da domuz verirse, yapılan satış akdi gerçekleşmez.

2- Satılan mal, satış anında satıcının mülkü olmalıdır. Mülkiyet altın­da bulunmayan bir malın satılması durumunda yapılan akid gerçekleşmez. Ancak selem akdi bundan müstesnadır. Selem yaparken, ileride mülki­yet altına alınacak bir mal üzerine akid yapmak sahih olmaktadır.

3- Satılan mal, şer'an kendisinden yararlanılan bir ma! olmalıdır. Söz­gelimi, yararı olmayan haşereleri satmak için yapılan akid gerçekleşmez.

4- Satılan mal, satıcı tarafından teslim edilebilecek bir mal olmalıdır. Gasbedümiş bir malı satarken yapılan satış akdi gerçekleşmez. Gasbedi-len mal, her ne kadar asıl sahibinin mülkiyetinde sayılırsa da, onu sattığı adama teslim etmeye muktedir olamaz. Ancak müşteri, onu, gasbeden-den zorla almaya muktedir ise, yapılan akid sahih olur. Kişinin gasbettiği malı, kendi mülkü olmadığı için satması sahih olmaz. Mezheplerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

5- Satılan eşya ve onun bedeli, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde taraflarca belli olmalıdır. Tartışmaya yol açacak şekilde belirsiz bir eşya­nın satılması sahih olmaz. Sözgelimi adamın biri müşteriye, "sahibi oldu­ğum sürüden bir koyun satın al" veya "bu eşyayı, falanın takdir edeceği fiyata benden satın al" derse bu iki durumda da satış akdi sahih olmaz. Mezheblerin bu konuçlaki detaylı görüşleri, "Hiyârû'rrû'ye", (görme mu­hayyerliği) bahsinde verilecektir.

6- Akid, geçici olmamalıdır. "Bu deveyi bir yıllığına sana sattım" gibi. Bunlardan ayrı olarak, mezheblerin ileri sürdükleri bir takım şartlar daha vardır ki, onlar da aşağıda sıralanmıştır.

 

(127) Hanefîler dediler ki: Necislenmiş yağı satmak ve yeme dışında on­dan yararlanmak caizdir. Nitekim toprakla karışık olursa dışkıyı satmak ve ondan yararlanmak da caiz olur. Aslen necis olsa bile, zibili satmak da caiz­dir. Hanefîlerin, satımını yasakladıkları şey; ölü hayvan ve sepilenmeden önce, ölü hayvanın derişidir.Domuz ve içki satımı da, yasaktır. Bunlar derler ki: Ölü hayvan, içki, domuz; alınan mal için bedel olarak ödenirlerse satış akdi bâtıl olmaz. Ama fâsid olarak gerçekleşir. Satın alınan şey, teslim almakla mülkiyet altına alınır. Ama müşterinin, bedeli vermesi gerekir.

(128) Mâlikîler dediler ki: Kişinin, başkası tarafından gasbedilmiş malı­nı satması hâlinde yapılan satış akdi gerçekleşmez. Ancak müşteri bu malı, gasbedenden alabilecek güçte biri olursa, satış akdi gerçekleşir. Ama gasbe-den, hâkimin hükmüne boyun eğmeyen ve hiç kimsenin de elindeki malı ala­mayacağı bir kişi ise ve}fe/hâkimin hükmüne boyun eğer biri olduğu halde aleyhine beyyine bulunduğu halde inkarcı biri olursa, bu durumda mal sahi­binin satış akdi gerçekleşmez. Çünkü üzerinde husûmet bulunan malların sa­tılması yasaktır. Aynı şekilde malı gasbedilen kişi, malını, reddetme niyetinde olan gasbedene satarsa, satış akdi gerçekleşir. Ama gasbeden, reddetme ni­yetinde olmazsa satış gerçekleşmez. Aynı şekilde malı gasbediîen kişi, malı­nı, gasbedenin reddedip etmeyeceğini bilmezse yine bu durumda yaptığı satış akdi sahih olur.

Şâfiîler dediler ki: Gasbedilmiş malın, ne gasbedene, ne de başkası­na satılması, bu malı ne asıl sahibinin ne de başkasının satması durumunda satış akdi gerçekleşmez. Ancak müşteriye teslim etmeye muktedir olursa, sat­ması; teslim almaya muktedir olursa, satın alması durumunda satış akdi ger­çekleşir.

Hanefîler dediler ki: Gasbedilen malın satılması, ancak gasbede­nin satması ve mal sahibinin de tekeffül etmesi, ya da mal sahibinin satması ve gasbedenin de ikrar etmesi durumunda geçerli olur. Gasbeden ikrar et­mez, ama mal sahibinin beyyinesi olur da ondan sonra satarsa, satış gerçek­leşir ve müşteriyi de bağlar. Ama mal sahibinin beyyinesi olmaz ve müşteriye teslim etmeden önce de yok olursa, satış akdi bozulur.

Hanbeüler dediler ki: Gasbedilen malın satımı sahih değildir. Çünkü asıl sahibi satacak olursa, elinde bulunmadığı için teslim etmeye muktedir olamaz. Gasbeden satacak olursa, kendisi mal sahibi değildir. Mal sahibi­nin, gasbedene satması sahih olur. Çünkü satışın sıhhatine engel olan malı teslim edememe engeli, bu durumda sözkonusu değildir. Mal sahibinin, ma­lı gasbedenden almaya muktedir, birine satması da sahihtir. Çünkü bu müş­teri, o malı gasbedenden almaya muktedirdir. Satıştan sonra gasbedenden alamazsa, satışı feshetme hakkına sâhib olur. Gasbedenden alacağını zan­nederek satın alır ve sonra da almaktan âciz olduğu anlaşılırsa, satış akdi sahih olur.

(129) Şâfiîler dediler ki: Bey'in sahih olması için yirmi iki şart gereklidir. Bunlardan onüç tanesi akdin sîğasıyla, dört tanesi akdi yapanla ve beş tane­si de, üzerine akid yapılmış şeyle ilgilidir. Akdin sîğasıyla ilgili şartlar şunlardır:

1- Hitâb. Tarafların her ikisi biribirlerine hitâb etmelidirler. Meselâ "ben Zeyd'e sattım" diyen kişinin satış akdi sahih olmaz.

2- Bu hitâb, muhâtab cümlesinin üzerinde bulunmalıdır. "Sana sattım" gibi. Ama "senin eline sattım" derse sahih olmaz.

3- Satıcıyla müşteriden hangisi söze başlarsa, satılacak malı ve bedelini söylemelidir. Meselâ "bu malı şu fiyatla sana sattım" veya "bu malı şu fi­yatla senden satın aldım" gibi.

4- Satıcı ve müşteri, konuştukları sözün ifâde ettiği anlamı kasdetmeli-dirler. Satmak ve satın almak anlamını kasdetmeksizin dilinden "sattım" veya "satın aldım" cümleleri kayan kişinin akdi sahih olmaz.

5- îcâb ile kabul arasına mevzu dışı bir kelime konulmamalıdır.

6- Îcâb ile kabul arasına, kabule yanaşmama hissini verecek uzun bir suskunluk fasılası konulmamalıdır.

7- Birincisi, ikincisinden önce değişmemelidir. Yani icâbı söyleyen kişi, karşı tarafın kabulünden önce sözünü değiştirmemelidir. Meselâ "sana beş liraya sattım" diyen kişi, karşı tarafın kabulünden önce sözünü değiştererek "hayır, hayır! Sana on liraya sattım derse, akid sahih olmaz.

8- Akdi yapanlardan her birinin sözü diğerince ve orada hazır bulunanlarca işitilmelidir. Akdi yapan karşı taraf işitse bile, orada yakında bulunanlar işitmezlerse yeterli olmaz.

9- İcâb ve kabul, anlam bakımından birbirine uygun olmalıdırlar. Me­selâ satıcı, "sana bin kırk dirheme sattım" der de müşteri, "bin sağlam dir­heme kabul ettim" derse veya tam bunun tersi olursa akid sahih olmaz.

10- Akid sığasını, akdin gerektirmediği bir şarta bağlamamalıdır. Me­selâ, "şu evi sana sattım. Eğer Allah dilerse veya falan dilerse" gibi. Ama "şu evi sana sattım. Eğer sen dilersen..." derse, bu söz, önceki şartlar doğ­rultusunda akde ters düşmez.

11- Satışla ilgili söz, zamanla kayıtlanmamalıdır. Meselâ, "bu deveyi sana bir ay süreyle sattım" diyen kişinin satış akdi sahih olmaz.

12- Kabul sözü, muhâtabtan sâdır olmalıdır. Satıcı, adamın birine, "şu malı sana sattım" der de kendisine hitâb edilenden başkası kabul ederse, sa­tış akdi sahih olmaz.

13- Kabul tamamlanıncaya kadar, akid sîğasim telâffuz edenlerin ehli-yetlilik halleri devam etmelidir. "Sattım" diyen kişi, müşterinin "kabul ettim" demesinden önce delirirse satış akdi bâtıl olur.

Akdi yapanda aranan dört şarta gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Tasarruf serbestisi olmalıdır. Çocuğun, delinin ve sefihlik nedeniyle kısıtlı bulunan kişinin-satışı sahîh değildir.

2- Üzerinde haksız yere bir zorlama bulunmamalıdır. Önce de belirtil­diği gibi zorlanan kişinin satışı sahih değildir.

3- Kendi şahsı için Mushaf-i Şerif ve benzeri şeyleri satın alan kişi müslüman biri olmalıdır.

4- Savaş âleti almak isteyen kişi, müslümanlara karşı savaşan biri ol­mamalıdır.

Üzerine akid yapılan şeyle ilgili beş şarta gelince bunları şöylece sırala­yabiliriz:                  

1- Üzerine akid yapılan şey, temiz olmalıdır. Önce de belirtildiği gibi, necis şeyin satışı sahih olmaz.

2- Şer'an kendisinden yararlanılan bir şey olmalıdır. Mesela şer'an ken­disinden yararlanılamayan bir haşerenin satılması sahih olmaz.

3- Müşteriye teslim edilmesi mümkün olan bir şey olmalıdır. Havada uçmakta olan kuşu, suda yüzmekte olan balığı ve başkasının elinde bulunan gasbedilmiş malı satmak sahih olmaz.

4- Akdi yapan kişi, üzerine akid yaptığı şeyde velayet hakkına sâhib ol­malıdır. Fuzûlî satış sahih olmaz.

5- Üzerine akid yapılan şey, ayn, miktar ve nitelik bakımından taraflar­ca bilinir bir şey olmalıdır. Bütün bunlarla ilgili açıklama, ileride gelecektir.

Hanefîler dediler ki: Bey'in şartlan dört kısma ayrılır: Birinci kı­sım şartlar, bey'in gerçekleşmesiyle ilgilidirler. Bunlar tahakkuk etmeyince bey (ahş-veriş) direkt olarak geçersiz olur. İkinci kısım şartlar, bey'in ge-çerliliğiyle ilgilidirler. Bunlar tahakkuk etmeyince ahş-veriş akdi yürürlüğe girmez. Üçüncü kısım şartlar, bey'in sıhhatiyle ilgilidirler. Bunlar tahakkuk etmeyince ahş-veriş sahih olmaz. Dördüncü kısım şartlar, bey'in bağlayicih-ğıyla ilgilidirler. Bunlar tahakkuk etmeyince ahş-veriş akdi bağlayıcı olmaz.

A. Bey'in gerçekleşmesinin şartları:  Bu şartlar altı gruba ayrılır:

a) Satıcı olsun, müşteri olsun, akdi yapanla ilgili şartlar: Bunlar üç tanedir:

1- Akdi yapan kişi akıllı olmalıdır. Delinin alması, satması akid olarak gerçekleşmez.  Alışverişin anlamını bilen ve alışverişin getireceği sonuçlan idrak eden bunağa gelince, onun satma ve satın alma akidleri gerçekleşir.

2- Akdi yapan mümeyyiz. Mümeyyiz olmayan çocuğun bey'i (ahş-veriş akdi) gerçekleşmez. Bey'in manâsım ve bey'in getireceği sonuçlan bilen mümeyyiz çocuğun satma ve satın alma akidleri gerçekleşir. Yalnız bu alışveriş akdi, velî ya da vasisinin, veyahut bulûğa erdikten sonra kendisinin onaylamasına dek yürürlüğe girmez.

3- Akdi yapanlar müteaddit kimseler olmalıdırlar. Akid, tek kişiyle ger­çekleşmez. Tersine icâbın bir şahıstan, kabulünse bir başka şahıstan sâdır olması gerekir. Ancak akdi yapan, küçük çocuğu namına satın almak iste­yen bir baba ise, bu takdirde kendisinin hem satıcı, hem müşteri olması caiz olur. Vasî ve kadıların durumu da böyledir. Vasînin ahm-satımda açıkça ço­cuğun lehine ve yararına tasarrufta bulunması şarttır. Aynı şekilde satıcı ve müşteri tarafından elçilikle görevlendirilen kişinin kendi kendine satması ve satın alması gerçekleşir.

b) Akidle İlgili olan şart yalnızca icâb'ın kabule uygun olmasıdır. Yani müşteri, satıcının icâbını, tümüyle kabul etmelidir. Meselâ satıcı, "bu evi sana yüz Mısır cüneyhine sattım" derse, müşteri "bu paraya kabul ettim" demedikçe afcid gerçekleşmez. Meselâ "doksanbeş Mısır cüneyhine kabul ettim" derse, satış akdi gerçekleşmez.

c)  Satılan şeyle ilgili şartlar. Bunlar beş tanedir:

1- Satılan şey, mevcud olmalıdır. Gayr-ı mevcûd veya gayr-ı mevcûd hük­münde olan bir şeyi, meselâ gebe hayvanın karnındaki yavruyu satmak du­rumunda satış akdi gerçekleşmez.

2- Satılan şey, mülkiyet kapsamına giren bir şey olmalıdır. Mülk bir ara­zide yeşerse bile, mübahdan (herkesin istifâdesine açık) otlan satma duru­munda, satış akdi gerçekleşmez.

3- Satılan şey, kendi namına satması durumunda satıcının mülkü olma­lıdır. Başkasının namına vekâleten satma durumunda müvekkilin mülkü ol­malıdır. Mülk olmayan, hatta satıştan sonra mülk olacak olan bir şeyi satma durumunda, satış akdi gerçekleşmez. Selem bundan müstesnadır. Çünkü se­lemde, alışveriş akdinden sonra mülkiyet altına girecek olan bir şey satılmak­tadır. Gasbeden bir kişi gasbetmiş olduğu bir malı satar ve fakat asıl mal sahibi ona bedelini tazmin ettirirse, satış akdi gerçekleşir.

4- Satılan mal, şer'an değerli olmalıdır. Şer'an kendisinden yararlanıl­ması mubah olmayan şarap ve benzen şeyleri satma durumunda satış akdi gerçekleşmez. Bir buğday tanesi gibi az bir malı satma durumunda da satış akdi gerçekleşmez. Çünkü bu, değerli bir mal değildir.

5- Satılan mal, satıcı tarafından anında veya ona yakın bir zaman için­de müşteriye teslim edilmelidir.

d) Satılan mal ve bedelle ilgili şarta gelince bu, her iki malın (satılan eşya ve bunun karşılığında verilen bedelin) da mevcud birer şey olmalarıdır. Bunlardan biri mevcûd olmazsa, satış akdi gerçekleşmez.

e) Akid sığasını işitmekle ilgili şarta gelince; bu, akdi yapan tarafların, birıbirlerinin sözlerini işitmeleridir, iki taraf, biribirinin söylediğini işitemezse akid gerçekleşmez. Satış akdi bir mecliste yapılırken orada hazır bulunan­lar, taraflardan birinin sözünü işitirlerse, karşı tarafın daha sonra inkâr edip kulağında ağırlık olduğunu iddia etmesi halinde, bu iddia yargı merciince tasdik edilmez.

f) Akdin yapıldığı yerle ilgili şarta gelince, icâb ve kabulün aynı meclis­te olması şarttır. Eğer meclisler ayrı olurlarsa, akid gerçekleşmez. Meclisten maksat, akdi yapanların durarak veya yürüyerek akid yaptıkları yerdir.

B.  Akdin geçerlilik şartları iki tanedir:

1- Satılan şey, satıcının mülkü olmalı veya o eşya üzerinde velayet yet­kisi olmalıdır. Kişinin mülkü olmayan bir şeyi satması durumunda satış ak­di gerçekleşmeyeceği gibi, geçerli de olmaz.

2- Satılan eşya üzerimde, satıcıdan başka kimsenin hakkı bulunmamalı­dır. Rehine veya kiralık niâlin satımı geçerli değildir. Bu mallar her ne kadar satıcının elinde bulunsa bile başkasının da bu mallar üzerinde hakkı vardır. Dolayısıyla bu satış geçerli değildir.

C.  Akdin sıhhat şartlan iki kısma ayrılır:

1- Satış akidlerinin tamamını kapsayan genel şartlar.

2- Satış akidlerinin tümünü değil de sâdece bir kısmını kapsayan özel şartlar.

Genel şartlar, akdin az önce anlatılan gerçekleşme şartlarıdırlar. Çün­kü gerçekleşmeyen bir akid, aynı zamanda sahih de olmaz. Ama bunun aksi sözkonusu değildir. Yani sahîh olmayan her akdin gerçekleşmediği söylene­mez. Satılan mal müşteri tarafından teslim alınınca, fâsid bir satışla da satıl­mış olsa, akid gerçekleşmiş ve geçerli olur.

Bunlara genel anlamda bir kaç şart daha eklenir:

1- Satış, geçici bir süre için olmamalıdır. Geçici bir süre için yapılan sa­tış akdi sahih olmaz.

2- Satılan mal ve bu mal için verilecek bedel, tartışmaya yol açmayacak şekilde taraflarca bilinmelidir. Taraflar arasında tartışmaya yol açacak şe­kilde mâhiyeti belirsiz bir malı satmak sahih olmaz. Örneğin kişinin sürü­sünden herhangi bir koyunu satması veya fiyatını belirlemeksizin bir eşyayı değeri ile satması gibi.

3- Satışta bir fayda sözkonusu olmalıdır. Bir dirhemi, her bakımdan ken­disine eşit bir dirhemle satmak sahih olmaz.

4- Satış akdi, fâsid şartlardan uzak olmalıdır. Örneğin gebe olması şar­tıyla bir deveyi satın alma durumunda yapılan satış akdi sahih olmaz.

Akdin özel anlamdaki sıhhat şartlarını ise şöylece sıralayabiliriz:

1- Yapılan akid sarf alışverişi ise, taraflar birbirlerinden ayrılmadan önce teslim ve tesellüm olmalıdır.

2- Murabaha, tevliye ve vazie satışlarında, malın ilk alınış fiyatı bilin­melidir.

D. Akdin bağlayıcılık (Iüzûm) şartı, satış akdinde muhayyerlik şartının bulunmamasıdır. Muhayyerlik şartıyla yapılan satış akdi, bağlayıcı olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Bey'in şartlarının bir kısmı akdin sîgası ile, bir kısmı satıcı olsun, müşteri olsun, akdi yapan ile, bir kısmı da, satılan mal olsun, bu mala verilen bedel olsun, üzerine akid yapılan şey ile ilgilidir.

A.  Akdin sîgasiyla ilgili şartlar iki tanedir:

1- Kabul, icâb ile aynı mecliste olmalıdır. Satıcı, "bu evi şu kadar fiyat­la sana sattım" der de aynı meclisteki müşteri, kabul ettiğini belirtmezse; oradan ayrıldıktan sonra artık bu alışverişi kabul edemez.

2-  İcâb ile kabul arasına, örfe göre alışverişten yüz çevirmeye delâlet eden bir fasıla girmemelidir. Örfe göre, icâb alış-verişten yüz çevirmeye de­lâlet eden böyle bir fasıla ile kabul arasına girerse satış akdi, meclis değişti­rilmemiş olsa bile bağlayıcı olmaz. Ama bu iki şart tahakkuk edince satıcı, "sana sattım" derse, müşterinin kabulünden önce bu sözünden cayamaz. Mezhebin mûtemed görüşü budur.

Akdi yapanla ilgili şartlara gelince bunlar iki türdür:

a) Gerçekleşme şartı,

b) Lüzum (bağlayıcılık) şartı.

Gerçekleşme şartı bir tanedir ki o da akdi yapan kişinin, satıcı da olsa müşteri de olsa akıllı olmasıdır. Akdi yapan kişi, mümeyyiz olmayan bir ço­cuk veya deli veya baygın veya hiç bir şeyi ayırdedemiyecek derecede sarhoş olursa akid gerçekleşmez. Sarhoşluk, helâl bir nedenle de olsa haram bir ne­denle de olsa hüküm aynı olur.

Akdin bağlayıcılığı için gerekli şartlara gelince bunlar dört tanedirler:

a) Akdi yapan kişi mükellef biri olmalıdır. Her ne kadar sahih olsa bi­le, mümeyyiz çocuğun akdi bağlayıcı olmaz. Ancak mükellef bir kişi için, vekâleten yaptığı akid bağlayıcı olur.

b) Akdi yapan kişi kısıtlı biri olmamalıdır. Sefihlik ve benzeri nedenler­den ötürü kısıtlanmış kişinin yaptığı satış akdi bağlayıcı olmaz. Velilerinin izin vermesi durumunda kısıtlının ve mümeyyiz çocuğun akdi geçerli olur.

c) Akdi yapan kişi, akdi yapmaya zorlanmış olmamalıdır. Önceki tafsi­lât doğrultusunda, zorlanarak akid yapmış olan kişinin akdi, bağlayıcı olmaz.

d) Akid yapan kişi, ya mal sahibi veya onun vekîli olmalıdır. Fuzulî sa­tış akdi, bağlayıcı olmaz.

B.  Üzerine akid yapılan şeyde aranan şartlara gelince bunlar beş tane­dirler:

1- Akdin konusu olan mal, temiz olmalıdır. Temizlenmesi mümkün olmayan necis veya necislenmiş şeyin satışı sahih olmaz.

2- Akdin, üzerine yapıldığı mal, şer'an kendisinden yararlanılan bir şey olmalıdır. Meselâ lehiv ve eğlence âletlerini satmak sahih olmaz.

3-  Üzerine satış akdi yapılan mal, satışı yasak mallardan olmamalıdır. Av köpeği ve benzeri şeylerin satışı sahih değildir.

4- Üzerine satış akdi yapılan mal, satıcı tarafından müşteriye teslim edi­lebilecek bir mal olmalıdır. Örneğin havada uçmakta olan kuşu veya çölde dolaşmakta olan vahşi hayvanı satmak sahih olmaz.

5- Satış akdine konu edilen mal ile bu malın bedeli, taraflarca mahiyeti belirli olmalıdır. Asıl maddesi, veya niteliği veyahut miktarı meçhul olan be­lirsiz bir nesneyi satmak sahih değildir.

C. Bey'in toplam olarak on iki şartı vardır. Bu anlatılanlardan öğren­miş oluyoruz ki; bağlayıdi;olan her akid sahihtir. Ama sahih olan her akid bağlayıcı değildir. Örneğin mümeyyiz çocuğun akdi gibi. Bu akid, sahihtir. Ama bağlayıcı değildir. Sahih olan her akid gerçekleşmiştir. Bunun tersi de mümkündür.

Hanbelîler dediler ki: Bey' (alış-veriş) ile ilgili bazı şartlar vardır. Bunların bir kısmı akdin sîgasma, bir kısmı akid yapana, bir kısmı da üzeri­ne akid yapılan şeyle ilgilidir.

Sîga ile ilgili şartlar iki tanedir:

1- Müşterinin kabulü (satıcının icabı ile) aynı mecliste olmalıdır. Satıcı­nın "sattım" demesinden sonra, aynı mecliste bulunan müşterinin kabul et­meyerek birbirinden ayrılmaları durumunda satış akdi gerçekleşmez.

2- İcâb ile kabul arasına, örfe göre alışverişten yüz çevirmeye delâlet eden bir fasıla konulmamalıdır.

Akdi yapan kişiyle ilgili şartlar iki tanedirler:

1- İster satıcı olsun, ister müşteri olsun akdi yapan kişi, kendi serbest iradesiyle yapmış olmalıdır. Önce verilen tafsilât çerçevesinde zorlanarak akid yapan kişinin satışı sahih olmaz.

2- Akid yapan kişi baliğ ve rüşdünü ispat etmiş olmalıdır. Çocuğun, de­linin, sarhoşun ve sefihin satışı sahih değildir. Ancak önceki tafsilâtlar doğ­rultusunda  mümeyyiz  çocukla   mümeyyiz  sefih  bu  hükümden  istisna edilmişlerdir.

Satılan mal veya bu mal için verilen bedelde, yani üzerine akid yapılan şeyde aranan şartlara gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Üzerine akid yapılan şeyde ihtiyaç veya zaruret olmaksızın mu­bah bir menfaat bulunmalıdır. Haşereler gibi asla menfaati olmayan, şarap gibi haram kılınmış menfaati olan, köpek gibi ihtiyaç hâlinde mubah men­faati olan, mecburiyet hâlinde leş yeme gibi zaruret nedeniyle mubah men faati olan şeyleri satmak sahih değildir.

2- Üzerine akid yapılan şey, satış esnasında, satıcının tam mülkiyetinde bulunmalıdır.

3- Akid esnasında o malı, müşteriye teslim edebilmelidir. Ürkmüş de­veyi, havada uçmakta olan kuşu, bal arısını satmak sahih değildir. Uçmakta olan kuş, geri dönmeye alışık olsa da olmasa da satılması sahih olmaz. Aynı şekilde büyük sudaki balığı satmak da sahih değildir. Ancak balık, içinde görülecek kadar saf ve berrak olan ve bir-nehire bitişik olmayan bir havuzda bulunur, havuzdan alınması da mümkün olursa satılması sahih olur.

4-  Satılan mal olsun veya bu malın bedeli olsun, üzerine akid yapılan şey, taraflarca malum olmalıdır. Satılması sahih olmayan bilumum şeylerin satın alınan mallar için bedel olarak verilmeleri de sahih olmaz.

 

Akıtlerde Muhayyerlık

 

Alış-veriş ve diğer akitlerde muhayyerlik iki şeyden daha hayırlı ola­nını tercih etmek demektir. Alış veriş akdinde bu iki şey, fesih ve onayla­madır. Akdi yapan kişi bu ikisinden birini tercih etmede muhayyerdir.

Alış-veriş akdinde aslolan, gerekli şartları üzerinde taşıyan akdin, ta­rafları bağlayıcı olmasıdır. Ancak muhayyerlik meselelerinde, üstün bir hik­met nedeniyle ki bu hikmet de tarafların maslahatıdır bu asıldan vazgeçilmiştir. Şerîat koyucu, insanlar arasında dostluğu gerçekleştirmek, nefislerindeki kin ve kızgınlığı bertaraf etmek amacıyla muhayyerliği mu­bah kılmıştır. Çünkü insan, bir eşyayı kendisini çevreleyen belli bir ortam için satar veya satın alır. Bu ortam ortadan kalkınca yaptığı alış-verişten dolayı pişmanlık duyması muhtemeldir. Bu pişmanlığı kin, öfke, husûmet ve çekişme gibi İslâm'ın şiddetle reddetttiği ve insanları sakındırdığı bir­takım kötülük ve mefsedetler takip edecektir. İşte bu nedenle Şerîat ko­yucu, akdi yapan kişiye bir fırsat tanımıştır ki, bu fırsat sayesinde kendi nefsi için ihtiyatlı davranabilecektir. Daha sonra pişman olmasına maze­ret kalmasın diye de sakin bir atmosferde malının değerini ölçebilecektir. Ancak bu da akdin değerini muhafaza etmesi şartıyla kayıtlıdır ki bu mu­hayyerlik süresi, sahih bir sebep olmaksızın akdi nakzedip iptal etmeye ortam hazırlamamalıdır. Şerîat koyucu, bu muhayyerliğin ancak iki şartla sahîh olabileceğini hükme bağlamıştır:

1- Satıcı ile müşteri, ileride de açıklanacak olan bir keyfiyetle muhay­yerlik şartı üzerine anlaşmaya varmalıdırlar.

2- Satılan malda, geri verilmesini gerekli kılacak bir ayıp mevcûd ol­malıdır.

Bundan bir takım teferruatlar daha doğmaktadır ki, bunları muhay­yerliğin kısımları bahsinde mezheblere göre ayrı ayrı anlattık. Akdin ta­mamlanmasından sonra, akid meclisinden ayrılmadan önce, akdi yapan kişinin muhayyerlik hakkı konusuyla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Alış-veriş yapanjar, (akid meclisinden) ayrılmadıkça muhayyerdirler.[1]

Bu hadîsin ifâde ettiği muhayyerliği bazı imamlar kabul ederken, ba­zıları kabul etmemişlerdir. Bununla amel etmeyen imamlar, münâsib bir tevile gitmişlerdir ki, buna ilişkin detaylı açıklamalar aşağıya alınmıştır.

 

(130) Şâfiîler dediler ki: Hıyâr-ı Meclis, yani akdin tamamlanmasından sonra, akid meclisinden ayrılmadıkça tarafların muhayyerlikleri, böyle bir şartı akid esnasında ilerç sürmelerine gerek kalmaksızın bir hak olarak sabit olur. Hatta taraflardan biri, meclis muhayyerliğinin olmamasını şart koşar­sa, alış veriş akdi bâtıl olur. Çünkü asıl itibariyle akid, böyle bir şartın ol­masını gerekli kılar. Zîrâ meclis muhayyerliği ietihadla değil, nassla sabittir ve bu nedenle de akdin gereklerinden biri olmuştur. Akdin gerekli kılmadığı her şart bâtıldır. Muhayyerlik ya bir zarureti bertaraf etmek için olur ki o da noksanlık ve kusur muhayyerliğidir. Veya düşünme için olur ki bunun da iki sebebi vardır: Meclis ve şart. Bu da üç kısımdır. Kendisinde şu beş kaydın bulunduğu her akitte meclis muhayyerliği sabit olur:

1- Yapılan akit muavaza (bedelleşme) akdi olmalıdır. Yani taraflardan her biri, diğerine bir karşılık vermelidir. Bu kaydı koymakla, bedelsiz hîbe kapsam dışına çıkmış olmaktadır. Zîrâ açıkça bilindiği gibi hîbe, bir muava­za akdi değildir. Hîbeden sonra hibeyi teslim alan için, muhayyerlik yoktur. Ama hîbeden önce, hîbe eden kişi geri dönebilir. Hîbe eden sonra da geri dönebilir. Veya hîbe ettiği şeyde fer'i için asıl olursa da dönebilir. Yine aynı şekilde hatîta denen indirme sulhu de kapsam dışına çıkmış olmaktadır. Bu, bir şeyin bir kısmından vazgeçilmesi üzerine yapılan bir sulhtur. Meselâ bir kişinin kendisinden yüz lira alacağı olan birisiyle, yirmi liradan vazgeçip seksen lirayı kendisine ödemek üzere sulh yapması durumunda bu bir akid olur. Ama muavaza akdi olmadığı nedeniyle bu akdin yapılışından sonra muhay­yerlik hakkı olmaz.

2- ivazın fâsid olması nedeniyle akdin fâsid olması. Sözgelimi bir kişi kendi mülkiyetinde olmayan bir malı başkasına satarsa, bu durumda ivaz, (yani taraflardan birinin fiyat karşılığı diğerine verdiği şey) fâsid olduğu için satış akdi de fâsid olur. ivazının fâsid olması nedeniyle fâsid olan her akitte muhayyerlik sahih olur. Ama ivazın fâsid oluşu nedeniyle fâsid olmayan akid-lerde muhayyerlik olmaz. Nikâh ve hul' akidleri gibi. Bir kişi başkasının mül­kiyetindeki bir mal üzerine bir kadınla evlenirse, evlenme (nikâh) akdi fâsid olmaz; mehr-i misil ödemesi gerekir. Aynı şekilde başkasının malını kocasına vererek muhâlea akdi yapan kadının, yapmış olduğu bu akdi fâsid ol­maz. Ancak kocasına vermiş olduğu malın değerini, mal sahibine ödemesi gerekir.

3- Muâvaza akdi, tarafların lâzım mülkleri olan bir eşya üzerine, ya da satış kelimesini kullanarak müebbed bir menfaat üzerine yapılmalıdır.

Tarafların, mülkleri üzerine yapmış oldukları akid, satıcının ve müşte­rinin karşılıklı olarak biribirlerine bir eşya vermeleri şeklinde gerçekleşir.

Tarafların, müebbed bir menfaat üzerine yapmış oldukları akde gelin­ce, bu da kişinin kendi komşusuna, kendi duvarı üzerine tahta koyma hak­kını satmasıdır ki bu, bir hakkın ebediyyen satışıdır.

Bu maddenin baş kısmında "tarafların lâzım mülkleri olan bir eşya üzerine kaydını koymakla şirket ve mudârebe akidleri, kapsam dışına çı­karılmış oldu- Çünkü bu akidlerde tarafların ortaya koymuş oldukları mal­ları, lâzım değil, caizdir. Yine bu kaydı koymakla, rehin de kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü rehindeki mal her ne kadar lazımsa da (yani zorunlu olarak veriliyorsa da) borcun ödenmesi durumunda bu malın rehinden çıka­rılması mümkün olacaktır. Bu kayıt nedeniyle, icar ve müsakât gibi lâzım olmayan bir menfaat üzerine yapılan muâvaza akidleri de kapsam dışına çık­mış olmaktadır. Bütün bu saydığımız akidlerde muhayyerlik hakkı yoktur.

4- Muâvaza akdinde zorla mülk sahibi olma durumu mevcûd olmama­lıdır. Bu kaydı koymakla da şuf'a satışı, kapsam dışına çıkarılmış olmakta­dır. Çünkü şufa'da cebir yoluyla mülkiyet sahibi olma durumu mevcûddur. Dolayısıyla bu akitte muhayyerliğin bir anlamı da olmayacaktır. Bazı kim­seler şufa akdinde şufadarın muhayyerlik hakkının sabit olduğunu söyle­mişlerdir. Yani şuf'adar, şuf'a yoluyla sahip olduğunu elinde tutma veya geri verme muhayyerliğine sâhibtir.

5- Muâvaza akdi, ruhsatlar statüsünde olan havale ve kısmet akidleri gibi olmamalıdır. Zîrâ bunlarda satış olgusu görülmemektedir. Bu formül sayesinde, kendisinde meclis muhayyerliği sabit olan akidleri saymak kolay olur: Mutlak satış akdi, selem, bedelli olmak şartıyla hîbe, yiyeceğin yiyecek karşılığında satılması gibi. Buna, kendisinde ribâ bulunan satış anlamına gelen *Bey-i ribevî' denir. Tevliye veya menfaat karşılığı olmaksızın muâaza sul­hu, taraflardan her birinin, karşılığında menfaat şartı koşmaksizın diğerine bir mal vermesi şeklinde tahakkuk eder ki, bunda da muhayyerlik hakkı var­dır. Ama menfaati şart koşarlarsa, bu durumda yapılan akid, satış değil de icar olur, şöyle ki: Bir kişi, muhatabına, 'evinde bir yıl süreyle barınmama karşılık, sendeki paralarımdan (vazgeçip seninle) sulhettim" derse bu; icar akdi olur ki sahih kavle göre bunda muhayyerlik hakkı olmaz. Anılan şart­ları taşıyan bütün muâvaza akidlerinde meclis muhayyerliği hakkı vardır. Ama sözkonusu şartları taşımayan akidlere gelince, bunları şöylece sıralamamız mümkündür: Nikâh, huF, icar, bedelsiz hîbe, hatîta sulhu, şuf'a, müsakât, şirket, kırad, rehn ve anılan beş şartı taşımayan diğer akidler gibi. Meclis muhayyerliği hakkı iki şeyle düşer:

1- Tarafların satış akdini, kendilerini bağlayıcı bir akid hâline getirdik­lerine açıkça delâlet eden bir kelimeyi söylemeleri. Örneğin; "akdin bağlayı­cılığını yeğledik** veya 'akdi onayladık", "uygun gördük", "muhayyerlik hakkım iptal ettik" veya "muhayyerliği zorla değil, kendi arzumuzla fâsid kıldık" demeleri gibi. Ama muhayyerlik hakkını iptal ettiklerini, açık an­lamlı olmayan bir ifâdeyle açıklarlarsa, meselâ satış akdinden söz etmeksi­zin, "biz muhayyerleştik" derlerse, bu sözleri, hem fesih hem onay anlamını taşır. "Muhayyerleştik'* diyen kişi, bu sözüyle feshi kasdettiğini iddia eder­se, yemin etmesi şartıyla bu iddiası tasdik edilir. Muhayyerlik hakkı, akdin geçerliliğine delâlet eden bir ifâdenin kullanılmasıyla sakıt olabileceği gibi, akid meclisinde satışta tasarruf etmekle de sakıt olabilir. Meselâ müşteri, satın almış olduğu eşyayı, alaiğından başka bir fiyatla satıcıya tekrar satarsa, bu, muhayyerliği düşüren bir icazet olur. Akdi yapanlardan biri, "ihtiyar ettim" derse, akid bağlayıcı olur. Ama öteki böyle demezse diğer söyleyenin mu­hayyerliği bâtıl olur. Taraflardan biri akdin bağlayıcılığını tercih eder, diğe­ri de feshi tercih ederse, fesih durumu yeğlenir.

2- Meclis muhayyerliğini düşüren ikinci sebep; tarafların bedenen, akid meclisinden ayrılmalarıdır. Akdi yapanlardan biri, meclisi terkedip ayrılırsa akid bâtıl olur. Buradaki ayrılmadan maksat, insanların örfen ayrılma say­dıkları bir durumdur. Ayrıca bu ayrılmanın, kişinin kendi isteğiyle olması şarttır. Herhangi bir sebepten dolayı zorla birbirlerinden ayrılıp uzaklaştırı-lırlarsa, muhayyerlik hakları sabit kalır. Meclis muhayyerliğinin süresi sınır­sızdır. Meselâ akdi yaptıkları yerden ayrılmayıp günlerce orada bekleyen tarafların muhayyerlik hakları sakıt olmaz. Şayet bu durumda taraflardan biri ölür veya delirirse, bu hakkı, mirasçılarına intikal eder.

Hanbelîler dediler ki: Akdin tamamlanmasından sonra bile, şart koşmamış olsalar dahî, akid taraflarının meclis muhayyerlik haklan sabit olur. Akdin yapıldığı meclîste bulundukları sürece taraflardan her biri, akdi devam ettirebilecekleri gibi fesh de edebilirler. Mecliste bir ay veya daha fazla bir süre bekleseler bile ayrılmadıkça bu hakları bakî kalır. Ayrıldıkları anda haklan düşer. Yalnız bir canavarın saldırısı veya benzeri bir durum nedeni ile ayrılmak mecburiyetinde kalırlarsa hakları düşmez. Bir zâlimle karşılaş­maları durumunda aynlırlarsa bu haklan yine bakî kalmakta devam eder. Akid tamamlanıp da meclisten aynlırlarsa, yapılan satış akdi bağlayıcı olur. Muhayyerlik şartı olmaz veya satılan malda bir ayıp bulunmazsa, taraflar­dan herhangi biri, akdi feshedemez. Meclis muhayyerliği hakkı şu şeylerde sabit olur:

1- Bilinen fiyatının bir kısmini ödeyerek bir kişinin mülküne ortak ol­mak. Bu, satış şekillerinden biridir. Ama bundan başka ortaklıklarda  hayyerlik yoktur.

2- Muayyen bir mal veya bir nakid olsun, bir mal üzerinde sulh olmak akdinde muhayyerlik vardır.

3- Ev veya hayvan gibi muayyen bir eşya üzerine icar akdi yapmakta muhayyerlik vardır. Elbise dikmek, duvar yapmak gibi bir işi yapmak üzere bir kişiyi kiralayarak zimmetteki bir menfaat üzerine icar akdi yapmada da muhayyerlik vardır. Çünkü icar da bir tür satıştır.

4- Karşılık ödemeyi şart koşarak yapılan hîbe akdinde de muhayyerlik hakkı vardır.

5- Sahih olması için, satılan malın teslimi şart koşulan satış akidlerinde muhayyerlik hakkı vardır. Meselâ sarfta muhayyerlik hakkı vardır. Çünkü sarfta, akdin sahih olması için teslim ve tesellüm şarttır. Selem akdinde de muhayyerlik hakkı vardır. Ölçekle ölçülen ve tartıyla tartılan malların, ken­di emsalleriyle satılması (mübadele) akdinde de muhayyerlik hakkı vardır. Zorla yaptırılan paylaşmalarda muhayyerlik hakkı yoktur. Çünkü bu, hak­kın ifrazıdır. Satış değildir. Bu sayılanlardan başka müsakât, müzâraa, ha­vale, ikâle, şufa, ciale, şirket, vekâlet, mudârebe, âriye, karşılıksız hîbe, ölümden önce vasiyet ve vedia akidlerinde meclis muhayyerliği yoktur. Ni­kâh, hul', rehin, daman, kefalet gibi akidlerde de meclis muhayyerliği yok­tur. Bu akidlerde meclis muhayyerliğinin olmayacağını akid esnasında şart koşma durumunda akid bâtıl olmaz. Sâdece muhayyerlik düşer.

Meclis muhayyerliği dört şeyle düşer:

1- Taraflar, akdi tamamlamadan önce muhayyer olmama şartını koşa­caklardır. Meselâ ''aramızda muhayyerlik hakkı olmaması kaydıyla alış-veriş yaptık" demeleri gibi. Veya taraflardan biri, "aramızda muhayyerlik hakkı olmamak üzere alış-veriş yaptık" der de, diğeri hiç bir şey eklemeksizin sâ­dece "kabul ettim" cevabını verirse, bu durumda meclis muhayyerliği düşer.

2- Akdi tamamladıktan sonra, tarafların muhayyerliği sakıt etmeleri. Meselâ taraflardan biri, "akdi imza etmeyi veya bağlamayı ihtiyar ettim" derse veya taraflardan biri muhayyerliği düşürürse, ya da diğer tarafa "mu­hayyer ol" derse, muhayyerliği düşer. Karşı tarafın muhayyerliği bakî kalır.

3- Akdi yapanların, örfe göre, bedenen meclisten ayrılmış olmaları. Ay­rılmakla satışın kesinleşmesini veya herhangi bir ihtiyaç gidermeyi kasdetse bile taraflardan biri meclisten ayrılırsa satış akdi kesinleşir. Satışı feshetme-yip, kesinleştirmek amacıyla ayrılacak olan tarafın, diğer tarafın izin ver­memesine rağmen meclisten ayrılması haramdır. Zîrâ Nesâî'nin rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlar ki:

"Satış yapanlardan birinin, kendisinden, akdi feshetmeyi isteyeceğin­den korkarak arkadaşından ayrılması helâl olmaz."

4- Akdi yapan taraflardan birinin ölümü. Bu durumda muhayyerlikleri sakıt olur. Çünkü ölüm, en büyük ayrılıktır. Taraflardan birinin diğerinden kaçması durumunda da muhayyerlik sakıt olur. Ama taraflardan biri delirir veya bayıhrsa, muhayyerlik hakkı sakıt olmaz.

Hanefîler d'ediler ki: Bir şart olarak ileri sürülmedikçe akdi yapan kişinin meclis muhayyerliği hakkı sabit olmaz. Meclis muhayyerliğini şart koşmaksızın akdin tamamlanması durumunda, taraflar mecliste kalsalar da, meclisten ayrılsalar da akid kesinleşmiş olur. Muhayyerlik şartını koşmamış olsa da mecliste bulunan akid sahibi için söz muhayyerliği vardır. Satıcı, "sana sattım" der de müşterinin kabul etmesinden önce bu sözünden caymak is­terse, cayma muhayyerliği vardır. Bu mezheb uleması, az önce nakledilen hadîsi bu mânâya yorarak şöyle demişlerdir: Bu hadîs, şart koştukları tak­dirde tarafların meclis muhayyerliği hakkına sâhib olacakları anlamına gel­mektedir.

Mâlikîler dediler ki: Aslında meclis muhayyerliği yoktur. Muhay­yerlik iki kısma ayrılır:

1- Şart muhayyerliği: Buna hıyâr'üş-şart ve hıyar'üt-terevvî, yani dü­şünme muhayyerliği de denir. Bu şartı ileri süren kişi, akdi onaylamak veya reddetmek için düşünür. Muhayyerlik denince, fıkıhçılar örfüne göre bu tür muhayyerlik akla gelir.

2- Noksanlık muhayyerliği. Buna hıyâr-ı hükmî de denir. Bunun sebe­bi; satın alınan malda bir kusur görülmesi veya başkasının bu malda hakkı olduğunun   anlaşilmasıdır.   "Birbirlerinden  ayrılmadıkça   iki   alışverişçi muhayyerdirler" hadîsine gelince, bunun rivayeti her ne kadar sahihse de Medîneliler bunun aksiyle amel etmişlerdir. MedîneliIerİn ameli, sahih de olsa hadîse tercih edilir. Çünkü bu amel, mütevâtir hükmünde olan kesin bir mû-cibtir. Ama hadîs, bunun tersinedir. Hadîs, sahih de olsa, âhâdjivâyetli ha­disler zan ifâde ederler. Böyle olunca MedîneliIerİn ameli, hadîse tercih edilir. Akdi yapan kişi, meclis muhayyerliğini şart koşarsa, satış akdi fâsid olur. Bundan da anlıyoruz ki Hanefîlerle Mâlikîler meclis muhayyerliğinin olma­yışında görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hanefîler derler ki; bu muhayyer­lik, şart koşmakla sabit olur. Mâlikîlerse derler ki; bu muhayyerliği şart olarak ileri sürme durumunda satış akdi fâsid olur.

 

Şart Muhayyerliği

 

Bir kişinin, bir malı satmak veya sattn almak üzere akid yaparken, bu akdi gerçekleştirmek veya feshetmekte muhayyer olacağını şart koş­masına "şart muhayyerliği" denir. Hıyârü'ş-şart sözünün anlamı, şartla sabit olan muhayyerlik demektir. Tarafların ikisinin veya birisinin muhay­yerliği şart koşması sahih olduğu gibi, kendilerinden başka yabancı biri için de bu muhayyerliği şart koşmaları sahih olur. Örneğin; "falan kişinin muhayyer olması şartıyla ben bu malı senden satın aldım" demek gibi.

Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

Şart muhayyerliği, Buhârîve Müslîm'de İbn Ömerfr. tarafından ri­vayet edilen bir hadîs-i şerifle sabittir. İbn Ömer (r.a.) der ki: "Adamın bi­ri, satışlarda aldatıldığını Rasûlullah (s.a.v.) a anlattı. Rasûlullah (s.a.v.) kendisine dedi ki:

"Kendisiyle alış-veriş yaptığın kimseye de ki, aldatma   yok! Sonra sen, satın aldığın her mal için üç gece muhayyersin.[2]

 

(131) Şâfiîler dediler ki: Şart muhayyerliği; alışverişi yapanların ya ikisi veya birisi için olur veyahut da kendilerinden başka bir kimse için olur. İkisi için olması, bu şartı bizzat telâffuz etmeleriyle olur. Meselâ söze ilk başla­yan taraf, "üç gün muhayyer olmam şartıyla bu malı şu fiyata sana sattım" der ve ikinci taraT da "üç gün muhayyer olman şartıyla bu malı şu fiyata senden satın aldım" derse ikisi için de muhayyerlik hakkı doğar.

Şart muhayyerliğinin yalnız birisi için olmasına gelince bu; söze ilk baş­layan tarafın şartı telâffuz etmesi ile olur. İlk söze başlayan taraf, örneğin "üç gün muhayyer olmam şartıyla bu malı şu fiyata sana sattım" der ve karşı taraf da muhayyerlik şartını telâffuz etmeksizin "onun üzerine senden satın aldım" derse, şart muhayyerliği sâdece birinci taraf için hak olarak doğmuş olur. Ancak ikinci tarafın, sükûtla da olsa birinciye muvafakat etmesi gere­kir. Ve yine söze ilk olarak kabul, ya da icâbla başlayan tarafın şart muhay­yerliğini telâffuz etmesi de gereklidir. Örneğin "muhayyer olmak şartıyla şu malı sana sattım" demgsi veya müşterinin "şunu, muhayyerlik şartıyla ba­na sat" demesi gibi. Ama İkinci olarak konuşan taraf, muhayyerlik şartım telâffuz ederse; meselâ satıcı "şu fiyatla bu malı sana sattım" der de müşte­ri, "benim için muhayyerlik hakkı olması şartıyla almayı kabul ettim" der­se, kabulü, satıcının icâbına uygun olmadığı için satış akdi bâtıl olur. Zîrâ bu durumda satıcının icâbı şartsız, müşterinin kabulü ise şartlıdır.

Şart muhayyerliğinin taraflardan başka yabancı biri için olması duru­muna gelince bu, taraflardan birinin veya ikisinin, muhayyerliği, mükellef olması kaydıyla kendileri dışındaki biri için şart koşmalarıyla olur. Örne­ğin, "bu malı, muhayyerlik hakkı babamda olması şartıyla şu kadar fiyatla sattım" demesi gibi. Her üç durumda da muhayyerliğin hangi şahsa âit ol­duğu belirtilmelidir. Meselâ "ikimizden birinin muhayyer olması şartıyla..." denilirse, şahıs belirtilmediği için akid fâsid olur. Kendisi için muhayyerlik hakkı şart koşulan kişi; satıcı da olsa, müşteri veya yabancı biri de olsa veya satıcıyla müşteri birlikte de olsalar, akdi gerçekleştirebileceği gibi feshetme yetkisine de sâhib olur. Muhayyerlik hakkına sâhib olandan başkasının, ak­di feshetmesi mûtemed görüşe göre sahih olmaz. Akdi yapandan başka ya­bancı birinde muhayyerlik olursa, akdi yapanın muhayyerliği düşer. Ancak yabancı şahıs, muhayyerlik süresi içinde ölürse, muhayyerlik hakkı, akid ya­pana intikal eder. Akid yapacak taraflardan birisi başka bir şahsı vekil eder­se, vekilin, müvekkilden izin almaksızın muhayyerliği karşı taraf için şart koşmaya yetkisi olmaz. Müvekkilinden izin almaksızın muhayyerliği karşı taraf için şart koşması durumunda akid bâtıl olur. Ama müvekkilinin izniy­le, gerek müvekkili gerek kendi şahsı için muhayyerliği şart koşabilir.

Malikîler dediler ki: Satıcı, müşteri veya ikisinin dışındaki yabancı biri için şart muhayyerliğinin olması sahihtir. Akdi yapanlar dışında yabancı bir şahıs şart muhayyerliğine sahip olursa, akdi onaylamak veya feshet­mek hakkına sahip olur. Muhayyerliği olmayanların bu işte söz hakları yoktur. Rıza da muhayyerlik gibidir. Muhayyerlik hakkı başkasına âit olmak üzere bir malı satın alan veya başkasına satan kişi için muhayyerlik hakkı kalmaz. Satışı başkasının rızası şartına bağlayan kişi için de aynı durum sözkonusu-dur. Sözgelimi "falan razı olursa bu malı şu fiyatla senden satın aldım" ve­ya "...sattım" diyen kişi, mûtemed görüşe göre bu durumda muhayyerlik hakkını yitirir. Kendisine muhayyerlik hakkı tanınan kişi, söz sahibi olur. Satış akdini meşveret şartına bağlama durumuna gelince, yani, "falana da­nışmak kaydıyla bu malı şu fiyatla sana sattım" veya "...satın aldım" diyen kişi, muhayyerlik hakkını yitirmez. Danışacağını şart koştuğu kimsenin gö­rüşüne başvurmadan da akdi onaylama veya feshetme yetkisine sâhib olur. Rıza ile meşveret sîgalari .arasındaki farka gelince; muhayyerlik veya rızayı başkası için şart koşan İcİşi, kendi rıza ve muhayyerlik hakkından feragat etmiş olmaktadır. Ama başkasına danışmayı şart koşan kişi, başkasının gö­rüşüne dayanmayı şart koşmakla birlikte yine de söz hakkına sahip olmak­tadır. Dilerse kendi başına da karar verebilir.

Kişi kendi yerine birini vekil tayin eder de vekili onun için bir şey satın alırsa, muhayyerlikte ona ortak olur. İkincisi malı teslim alıncaya dek önce­kinin muhayyerliği geçerli olur. Muhayyerliğin sahih olması için satıcının, parayı teslim almamış olması şarttır. Mûtemed olan görüş budur. Nitekim bu husus ileride de açıklanacaktır.

Hanefîler dediler ki: Şart muhayyerliği akdin iki tarafı veya biri ve­yahut ikisi dışındaki yabancı bir şahıs için şart koşulursa sahih olur.

Satıcı veya müşteriden biri, kendileri dışındaki yabancı bir şahıs için mu­hayyerliği şart koşarsa kendisinin muhayyerlik hakkı sakıt olmaz. Aksine, muhayyerlikte ona ortak olur. Muhayyer kılınan yabancı, akdi iptal eder veya onaylar, muhayyerliği kendisine bırakan taraf da kendisine muvafakat ederse, yaptığı tasarruf tartışmasız sahih olur. Ama muvafakat etmezse, meselâ ken­disine muhayyerlik veren taraf akdi fesheder, yabancı da akdi geçerli kılarsa bu durumda önce tasarrufta bulunanın tasarrufu geçerli olur. Her ne kadar fesih, geçerli kılmaktan daha güçlü bir tasarruf olsa da, yabancı ondan önce akdi geçerli kılarsa, yabancının tasarrufu muteber olur. Çünkü yabancı, baş­kasının kendisine zahmet vermediği bir ortamda tasarrufta bulunmuştur. An­cak yabancı ile kendisine muhayyerlik hakkı tanıyan taraf birlikte konuşurlar ve hangisinin daha önce konuştuğu bilinmezse bu durumda fesih, akdin geçerli kılınmasına tercih edilir. Sahih olan görüş budur.

Şart muhayyerliğinin vekil tarafından şaft koşulması da sahih olur. Bir kişi, muhayyerliği şart koşmasını emretmeksizin, kendisine bir malı satın al­ma konusunda bir şahsı vekil tayin eder de o vekil, bir malı gerek müvekki­li, gerek kendi şahsı, gerekse yabancı biri için muhayyerliği şart koşarak satın alırsa, muhayyerlik şartı sahih olur. Ama kendi şahsı için muhayyerliği şart koşarak satın almak üzere vekil tâyin eder de müvekkili için değil de kendi şahsı için muhayyerliği şart koşarak satın alırsa, bu muhayyerlik sahih ol­maz. Bu durumda muhayyerliği şart koşmaksızın satın alırsa, bu satış akdi, müvekkili için değil de kendisi için geçerli olur. Müvekkil, muhayyer olarak satmasını emreder de vekil, muhayyerliği şart koşmaksızın satarsa, bu du­rumda satış akdi direkt olarak bâtıl olur. Bağlayıcılığı ister tek taraftan ol­sun, ister iki taraftan olsun, feshe ihtimali olan bütün akidlerde şart muhayyerliği sahih olur. Bağlayıcı kaydını koymakla vasiyet akdi, kapsam dışına çıkmış oldu. Çünkü vasiyet, bağlayıcı olmayan bir akittir. Zîrâ vasi­yet sahibi, sağ olduğu sürece vasiyetinden cayabilir. Lehine vasiyet edilen de, vasiyeti kabul veya reddetmekte serbesttir. Şu halde vasiyet akdinde mu­hayyerliğin anlamı kalmamaktadır. Âriye ile vediada vasiyet gibidirler.

o "Fesih ihtimâli olan" kaydıyla da feshe ihtimâli olmayan nikâh, talâk ve bedelsiz hul' akidieri de kapsam dışma çıkmış oldu. Nikâh akdinin de feshe ihtimâli olduğu söylenebilir. Çünkü nikâhın, denklik ve bulûğun olmaması, irtidat ve kölelik nedeniyle feshedilmesi, akdin tamamlanmasından önce müm­kündür. Ama akid tamamlandıktan sonra bağlayıcı olur. Ve fesih ihtimâli olmaz, trtidat nedeniyle feshedilmesine gelince bu, akdin tamamlanmasın­dan sonra da olur. Ama akdi yapanların rızasıyla değil. Oysa bizim sözü­müz, otomatikman değil de tarafların rızasıyla feshedilen akidlerle ilgilidir! Kendisinde muhayyerlik şartı bulunması sahih olan akidieri onaltı maddede toplayabiliriz:

1- kâr. Bu, fesih ihtimâli olan bağlayıcı bir akittir.

2- Müzâraa,

3- Müsakât. Müzâraa ile birlikte bu ikisi (bir nevi) icardır.

4- Kısmet. Bu bir bakıma satıştır. Yeri geldiğinde bununla ilgili geniş açıklama inşâallah verilecektir.

5- Mal üzerinde sulh olmak.

6- Zevcenin muhayyerliği şart koşması durumunda bir mal karşılığında hul' etmek. Çünkü bu durumda hul' akdi, kadın tarafından değil de koca tarafından bağlayıcı bir akid olmaktadır. Koca tarafından verilen karşılık yemindir ki, onun fesih ihtimali yoktur. Kadın tarafından verilen karşılık ise bir maldır ki, fesih ihtimâli vardır. Dolayısıyla kadının kendi şahsı için muhayyerliği şart koşması sahih olur.

7- Rehin. Eğer rehin alan kişi, muhayyerliği şart koşarsa, muhayyerlik, bu akitte sahih olur. Çünkü rehin, her ne kadar fesih ihtimâli olan bağlayıcı bir akitse de bu akid, rehin alan için bağlayıcıdır. Rehin bırakan kişi için asla bağlayıcı değildir. Çünkü o, dilediği zaman malını rehin olmaktan çıka­rabilir. Şu halde onun, muhayyerlik şartını ileri sürmesinin bir anlamı yoktur.

8- Şahsa veya mala kefil olmakta da muhayyerlik vardır. Kefalette muhayyerlik   kendisi için kefil olunan kimseyle kefil için vardır.

9- Havale. Havale edilenle, kendisine havale edilen şahıs için muhay­yerlik vardır. Çünkü havale, kendisine havale edilen kişinin rızası şartına bağ­lıdır. Onun muhayyerlik hakkı vardır.

Kefalet ve havalede muhayyerlik süresinin üç günden fazla olması, İmam Âzam'a göre caizdir. Çünkü o bu süreyi, kendi nezdindeki kararaştınlmış süreden istisna etmiştir.                 ;

10- Borçtan ibra etmek. Meselâ alacaklı, "muhayyer olmam kaydıyla seni borçtan ibra ettim" derse, bu sahih olur. Bazıları, ibrada muhayyerliği şart koşmanın bâtıl olduğunu söylemişlerdir.

11- Şuf'a.

12- Vakfetmek (Bu ebu Yûsuf'a göredir). Ebû Hanîfe'ye göre bu, bağ­layıcı olmayan bir akittir. Bu akitte muhayyerlik şartını koşmak anlamsız­dır.   İmam  Muhammed,   bu  akdin  her  ne  kadar  bağlayıcı  olduğunu söylemekteyse de muhayyerlik şartı koşulmamasından yanadır.

13- Bir mal ödemesi karşılığında köle ile efendisi arasında mükâteblik akdi yapmak.

14- Bir mal karşılığında köleyi azâd etmek.

15- İkâle akdi.

16- Satış akdi.

Kendisinde muhayyerlik şartı koşulması sahih olmayan akidlere gelince bunlar on tanedir:

1- Nikâh.

2- Yemin.

3- Adak.

4- Sarf.

5- Selem.

6- Bir mal karşılığı olmaksızın talâk (boşama). Bir mal karşılığı olmak­sızın hul de böyledir.

7-  Vekâlet.

8- Vasiyet.

9-  Karşılıksız hîbe akdî.

10- İkrar: Bir kişi muhayyerlik kabul etmeyen bir ikrarda bulunur da muhayyer olmasını şart koşarsa, muhayyer olmaksızın ikrarından ötürü bağlı olur. Kendisi için ikrarda bulunduğu kişi, onun muhayyerliğini onaylasa da onaylamasa da muhayyer olmaz ve ikrarı ile bağlı olur. Ama muhayyerlik kabul eden bir ikrarda bulunursa, meselâ bir satış akdini yaptığını ikrar ederse muhayyerlik hakkı doğar. Bu muhayyerlik, ikrar açısından değil de satış ak­di açısından sahih olur. Çünkü aslı itibariyle ikrar, muhayyerlik kabul et­mez. Ancak ikinci taraf onu onaylarsa veya sözünü kanıtlarsa, muhayyerliği sahih olur.

Hanbelîler dediler ki: Şart muhayyerliği akdin yapıldığı esnada veya akdin yapılmasından sonra ama, kesinleşmesinden önce sabit olur. Muhay­yerlik şartını koşmaksizın taraflar meclisten ayrıldıktan sonra akid kesinle-şir. Akid kesinleştikten sonra muhayyerlik hakkı sakıt olur. Satış akdini yapanların ikisi veya birisi veya ikisi dışındaki yabancı birisi için muhayyer­liği şart koşmaları sahih olur. Akdin taraflarından birinin kendi şahsı için veya kendi şahsını safdışı etmeksizin akid dışındaki yabancı biri için muhay­yerlik şartını koşması sahih olur. Sözgelimi "kendim için değil, Zeyd için muhayyerliği şart koşuyorum" derse, bu sahih olmaz. Çünkü muhayyerlik, akid taraflarının yararına meşru kılınmıştır. Akid dışındaki yabancınınsa bu işte bir nasibi yoktur. Dolayısıyla yabancının yalnız başına muhayyer olma­sı sahih olmaz. Akdi yapan taraflardan biri, kendini safdışı etmeksizin "Zeyd için muhayyerliği şart koşuyorum" derse, bu muhayyerlik sahih olur. Aynı şekilde hem kendi şahsı ve hem Zeyd için muhayyerliği şart koşarsa, meselâ "ben ve Zeyd muhayyer olmamız şartıyla satın aldım" veya "...sattım" de­me durumunda da muhayyerlik sahih olur. Böyle demekle kendi adına asa­leten, Zeyd adına da vekâleten muhayyerliği şart koşmuş olur ki, hem asil hem de vekil, akdi feshetme veya geçerli kılma hakkına sâhib olurlar.

Bir kişi, kendisi için bir mal satın alması amacıyla birini vekil tâyin eder de o vekil, müvekkili için muhayyerlik şartını koşarak bir mal satın alırsa,  müvekkil için muhayyerlik sabit olur. Müvekkili için değil sâdece kendisi için şart koşarsa veya yabancı biri için şart koşarsa sahih olmaz. Zîrâ bu gibi hu­suslarda vekilin başkasına vekâlet verme yetkisi yoktur.

 

Şart Muhayyerliğinin Süresi

 

Şart muhayyerliğinin süresinin ne kadar devam edeceği hususunda mezheblerin farklı görüşleri aşağıda anlatılmıştır*132).

 

(132) Hanefıler dediler ki: Şart muhayyerliği, süre bakımından üç kıs­ma ayrılır:

1- Birinci kısım, ittifakla fasittir ki o da iki nevidir:

a) Muhayyerliği şart koşarken meçhul bir süreden bahsetmek. Örneğin, "günlerce veya ebediyyen muhayyer olmam şartıyla bu malı satın aldım" demek gibi.

b)  Süreden hiç bahsetmeksizin salt olarak muhayyerliği şart koşmak. Örneğin süreden sözetmeksizin "muhayyer olmam şartıyla bu malı satın aldım" demek gibi. Bu örnekte görüldüğü gibi akidle birlikte süresiz, salt bir muhayyerliği şart koşmak, akdi fâsid kılar. Ama akidle birlikte şart ko-şulmazsa, meselâ adamın biri, müşterisine bir malı, muhayyerlik şartını koş-maksızın satar da, bir müddet sonra o müşteriye rastlayıp süre belirtmeksizin "sen muhayyersin" derse müşteri, kendisine muhayyerlik verilen o meclis­ten (yerden) ayrılmadıkça muhayyerlik hakkına sahip olur. Bundan da an­laşılıyor ki Hanefîlere/göre muhayyerliğin akidle birlikte söylenmesi şart değildir. Aradan uzun bir süre de geçse akitten sonra bile muhayyerlik şartı­nı koşmak fayda verir. Ama akitden önce olursa, meselâ satıcı "yapacağı­mız satış akdinde seni muhayyer kılıyorum" der de bundan bir süre sonra müşteri, ondan bir mal satın alır ve ilk şartla yetinerek muhayyerliği şart koş­mazsa, bu durumda muhayyerlik hakkı sabit olmaz.

2- İkinci kısım şart muhayyerliği ittifakla caizdir ki, bunda üç gün veya daha az bir muhayyerlik süresinden söz edilir.

3- Üçüncü kısım şart muhayyerliğinde ihtilâf vardır ki bu, şöyle demek­le olur: "Bir veya iki ay süreyle muhayyer olmam şartıyla bu malı sattım" veya "...satın aldım" demek gibi. Ebû Hanîfe, bunun fâsid bir şart olduğu­nu söylerken Ebu Yûsuf ile Muhammed, caiz olduğunu söylemişlerdir. Üç günden fazla bir süre için muhayyerliği şart koşmak, sürenin taraflarca bili­nen bir süre olması kaydıyla "İmâmeyn"e göre sahih olur. Ebû Hanîfe'ye göre sahih olmaz; akid ve fâsid veya askıda (mevkuf) kalır. Satıcıyla müşte­riden biri, bu akdi feshedebilirler. Ancak muhayyerlik hakkına sâhib olan kişi, üç gün içinde, dördüncü gecede bile olsa bu akdi onaylayacak olursa, akid sahih duruma dönüşür.

Bu hükümler açısından nakid muhayyerliği de şart muhayyerliği gibi­dir. Nakid muhayyerliği; kişinin, satın aldığı bir malın parasını üç gün için­de ödemediği takdirde malı geri vermeyi peşinen şart koşmasidir. Bu şart sahihtir. Malın bedelini ödemediği takdirde satış fâsid olur. Eski hâlinde du­ruyorsa malı geri vermesi gerekir. Ama o mal üzerinde tasarrufta bulunmuşsa, meselâ satmışsa ve vâdesi gelince parasını ödememişse, birinci satış akdi ke-sınleşir ve bedelini ödemesi gerekir. Eğer yanındaki malın değeri eksilmişse, satıcı muhayyer olur: Dilerse başkaca bir para almaksızın, malını eksik de­ğerli haliyle alır; dilerse malın bedelinin tümünü alır. Ama dört güne kadar parasını ödememe şartıyla bir malı satın alırsa alış-veriş çözülür. Ebû Hanı-fe'ye göre bu şart sahih değildir.

Bu akid, fâsid veya askıya alınmış (mevkuf) durumda vâki olursa ta­raflardan her biri bu akdi feshetme hakkına sahib olurlar. Ancak müşteri, üç gün içinde parayı öderse, akid sahih bir akde dönüşür. Müşteri gibi satıcı için de nakid muhayyerliği vardır. Meselâ satıcı, bir malı satıp parasını al­dıktan sonra üç gün içinde bu parayı iade ettiği takdirde aralarında satış ak­di yapılmış sayılmayacağını şart koşarsa, bu şartı sahih olur. Ama dört güne kadar bir muhayyerlik süresini şart koşarsa, Önceki örnekte de olduğu gibi sahih olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Şart muhayyerliğinin süresi, satılan mala göre dört kısma ayrılır:

1- Akar satışındaki muhayyerlik. Akardan maksat, arazi ve araziye tâ­bi bina ve ağaçlardır. Akar satışlarında muhayyerlik süresi otuz altı veya en fazla otuz sekiz güne kadar uzar. Muhayyerlik süresi bundan daha fazla olursa akid fâsid olur. Bu muhayyerliğin, satın alınan şeyin durumunu denemek, ya da fiyatı düşünmek amacıyla olması arasında bir fark yoktur. Mezheb ehli cumhurun görüşü budur. Ama akarlarda muhayyerlik, fiyatı düşünme amacıyla olunca, muhayyerlik süresi üç gündür diyenler, bu görüşe muha­liftirler.

2- Elbise ve benzeri ticâret mallarının satımındaki muhayyerlik süresi üç günden beş güne kadardır. Bundan daha fazla süreli olursa, akid fâsid olur.

3- Hayvan satımındaki muhayyerlik. Yalnız hayvanlar konusunda me­seleyi biraz detaylandırmak gerekmektedir. Şöyle ki: Hayvanlar, sığır, da­var  ve  kuşlar  gibi   binek  grubundan  değillerse,   bunların   satımındaki muhayyerlik süresi, ticâret eşyalarında olduğu gibi, üç günden beş güne ka­dardır. Binek grubundaki hayvanların satımındaki muhayyerlik süresi, pa­halı veya ucuz olduklarının anlaşılması, ya da binilmesi bilinmekle beraber semiz olup olmadıklarını öğrenmek içinse, yine üç günden beş güne kadar olur. Eğer muhayyerlik süresi binme hâlini öğrenmek içinse, bu şöyle olur: Binme durumunu öğrenmek, ya şehir içinde veya şehir dışında olacaksa mu­hayyerlik, iki beridlik (20160 m.) bir mesafe kadar olur. Daha fazla olamaz. Bazıları, binek hayvanlarının satımındaki muhayyerlik süresi üç gün veya mutlak olarak buna yakın bir süredir derler. Bu muhayyerlik, binmek için de, başka amaçlar için de aynıdır. Gün ve berid ölçülerine gelince bunlar, binek hayvanlarının satımına mahsustur.

4- Köle satımında muhayyerlik süresi, sekiz günden on güne kadardır.

Her gruba göre kararlaştırılmış süreden fazla süreli bir muhayyerliğin şart koşulması durumunda satış akdi fâsid olur. Süresi meçhul olarak mu­hayyerliğin şart koşulmasiyla da akid fâsid olur. Sözgelimi "bu eşyayı sana sattım. Ama yağmur yağıncaya veya seferde bulunan Ahmet gelinceye ka­dar ben muhayyerim" diyen kişi, Ahmed'in geleceği zamanı bilmezse akid fâsid olur.

Satış akdinin kesinleşmesinden önce muhayyerliği şart koşmak sahih ola­cağı gibi, akdin kesinleşmesinden sonra da şart koşmak sahih olur. Adamın biri, başka birine bir mal satar ve satış akdinin tamamlanmasından sonra, bu satışla ilgili olarak müşteriye muhayyerlik tanırsa, ya da müşteri kendisi­ne "bu akdi geçerli kılmak veya reddetmekte muhayyersin" diyerek muhay­yerlik hakkını tanırsa sahih olur ve yeniden yapılmış bir akid gibi sayılır.

Muhayyerlik hakkı satıcı tarafından müşteriye tanındığında satıcı, müş­teriye: "Muhayyerlik sana âit olmak üzere bu malı sana sattım"; müşteri tarafından satıcıya tanındığında ise müşteri, satıcıya; "Muhayyerlik sana âit olmak üzere bu malı benden satın al" demiş gibidir.

Akdin kesinleşmesinden sonra muhayyerliği şart koşmanın sahih olma­sı için müşterinin, parayı satıcıya ödemiş olması gerekir. Mûtemed olan gö­rüş budur. Parayı ödememişse, muhayyerlik şartı sahih olmaz. Çünkü bu durumda para, müştekinin zimmetindeki bir borç olmaktadır. Bu paranın karşılığında kendi ihtiyarı ile bir mal satın almıştır. Akdin feshedilmesi du­rumunda bu malı geri verme ihtimâli vardır. Bu durumda satıcı, sabit olma­yan tehirli bir şey karşılığında kendisi için vâcib olan bir şeyi feshetmiş olmaktadır ki, bu caiz değildir. Satılan malın, muhayyerlik hâlinde akdin tamamlanmasından sonra tazmin edilmesi müşteri için zorunludur. Zîrâ bi­lindiği gibi bu, yeni bir satış akdidir. Muhayyerliği, ister müşteri satıcıya ve­ya isterse satıcı müşteriye tanımış olsun, satılan malda meydana gelen bir noksanlıktan müşteri sorumlu olur.

Şâfiîler dediler ki: Muhayyerlik şartına bitişik olması ve peşpeşe ol­ması kaydıyla muhayyerlik süresi üç gün veya daha az bir süredir. Akdi ya­pan kişi, muhayyerliği "günlerce" veya "ebediyyen" diyerek belirsiz bir süre için şart koşarsa, akid bâtıl olur. "Yarından itibaren muhayyer olmam şar­tıyla bu malı sana sattım" diyerek muhayyerlik süresinin, muhayyerliğin şart koşulduğu âna'bitişik olmaması durumunda da akid bâtıl olur. Yine aynı şekilde muhayyerliğin üç gününden sâdece birinin, muhayyerliğin şart ko­şulduğu âna bitişik olması durumunda da akid bâtıl olur. Meselâ Perşembe günü satış akdi yapıldığında üç günlük muhayyerlik şartı koşulur ve bu üç günden biri sadece Perşembe günü geçerli olur da diğer iki gün cumartesi ve pazar günleri olarak belirlenirse, satış akdi batıl olur. Geceler, günlere dahil edilmez. Akid taraflarından biri "üç gün süreyle muhayyerim" derse, bu muhayyerliği üçüncü günün bitiminde (gün batışında) sona erer. O gü­nün gecesi, muhayyerlik süresine dahil olmaz. Hesap zarureti dolayısıyla sâ­dece birinci ve ikinci günlerin geceleri, muhayyerlik süresine dahil edilirler. Çünkü ikinci güne ulaşmak için, arada birinci günün gecesinin geçmesi gerekir. Üçüncü günün gecesinin de muhayyerlik süresine dâhil edileceği şart koşulursa, akit bâtıl olur.

Hanbelîler dediler ki: Muhayyerlik süresinin belirli olması şarttır. Bu süre için bir sınır yoktur. Akid tarafları dilerlerse bir ay, bir yıl ve daha fazla süre için muhayyerliği şart koşabilirler. Sahih olmayan, bu muhayyer­liğin belirsiz bir süre için taraflarca şart koşulmasıdir. Meselâ satıcı, "bu malı sana sattım. Ama dilediğim zaman veya falan şahıs dilediği zaman veya yağ­mur yağdığı, ya da rüzgâr estiği zaman muhayyerim" derse veya taraflar­dan biri süre belirtmeksizin "ben muhayyerim" derse, veyahut her iki taraf da hasad zamanına dek muhayyerliği şart koşarlarsa, bu durumda muhay­yerlik şartı geçersiz olur. Ama şartın fâsid olmasına rağmen yapılan akid sa­hih olur. Muhayyerliği, peşpeşe olmayan bir süre için şart koşarlarsa; meselâ, günaşırı olarak on gün muhayyer olmayı şart koşarlarsa, muhayyerlik sâde-jge ilk gün için sahih olur. Muhayyerlik süresinin başlangıcı, akdin yapıldığı andan itibaren başlar. Akid meclisinden ayrıldıktan sonra başlamasını şart koşarlarsa, meçhullüğünden dolayı sahih olmaz. Çünkü akid meclisinden ne zaman ayrılacakları belli değildir.

 

Satılan Mal, Muhayyerlik Süresi İçinde Satıcının Mülkiyetinden Çıkar Mı?

 

Satılan mal, muhayyerlik süresi içinde satıcının mülkiyetinden bazı imamlara göre çıkar, bazılarına göre ise çıkmaz. Bu görüşlere ilişkin ge­niş açıklama aşağıda verilmiştir.

 

(133) Hanbelîler dediler ki: Hem şart muhayyerliği ve hem meclis mu­hayyerliği süreleri içinde mülkiyet, müşteriye intikâl eder. Akdi yapanların her ikisi de muhayyer olsalar veya satıcı, ya da müşteriden sâdece biri mu­hayyer olsa bile, bu muhayyerlik süresi içinde mal, satıcının mülkiyetinden çıkar. Satılan mal, anılan her iki muhayyerlik süresi içinde telef olur veya bir kusur nedeniyle değeri eksilirse, bu mal ya ölçekle ölçülerek veya tartıla­rak veya sayılarak veya uzunluğu ölçülerek satılmıştır, ya da hiç tartılma­dan veya sayılmadan veya ölçülmeden satılmıştır. Eğer ölçülerek, tartılarak veya sayılarak satılmış ve müşteri de bunu eliyle teslim almışsa, tazmini müş­teriye âit olur. Çünkü artık o mala sahip olmuş ve eline geçirmiştir ki, artık o malın sorumlusu da kendisi olacaktır. Ama kabzedip teslim almamışsa, satıcı o malı tazmin eder. Eğer bu mal hiçbir şekilde ölçülmeksizin satılmış­sa, tazmin edilmesi iki durumda müşteriye âit olur:

a) Müşteri malı, eline geçirip teslim almış olmalıdır.

b) Malı teslim almamış olduğu halde, bu teslim almama durumu satıcı­nın engellemesinden dolayı olmamalıdır. Teslim almak istediği halde satıcı tarafından engellenirse, bundan satıcı sorumlu olur. Satılan mal, müşteri­nin elinde telef olursa, muhayyerlik düşer ve malın bedelini ödemekle yü­kümlü olur. Muhayyerlik süresi içinde mülkiyetin müşteriye intikal etmesiyle birlikte mülkiyetin sonuçları da müşteriye intikal eder. Meselâ, muhayyerlik şartıyla bir hayvan satın alan kişi, o hayvanın ihtiyaçlarını temin etmekle de yükümlü olur. Alıp satmamaya yemin eden bir kişi, muhayyerliği şart koşarak satsa veya satın alsa, bu işte ahş-veriş niteliği mevcûd olduğu için ye­minini bozmuş olur. Satılan malın mülkiyeti nasıl müşteriye intikal ediyorsa, bu malın karşılığında müşteri tarafından ödenen para üzerindeki mülkiyet de satıcıya intikal eder. Şuf'adar, muhayyerlik şartıyla satılan bir malı, mu­hayyerlik süresi içinde alma hakkına sâhib olamaz. Her ne kadar bu malın mülkiyeti müşteriye intikal etmiş olsa da, bu böyledir. Çünkü muhayyerlik şartı ile satılmış olması, müşterinin o mal üzerinde tasarrufta bulunmasına engeldir. Böyle olunca da müşterinin o mal üzerindeki mülkiyeti, kısır bir mülkiyet olmaktadır. Adamın biri, muhayyer olmak şartıyla bir ev satın alırsa, muhayyerlik süresi geçinceye kadar şuf'adârın o evi almaya hakkı olmaz. Satılan maldan üreyen şeylere gelince, buna ilişkin tafsilât vardır: Satılan mal­dan üreyen şey, ya ona bitişik veya ondan ayrı olur. Meyve, yavru ve süt gibi ondan ayrı ürünler olurlarsa, satılan mal henüz satıcının elinde bulunsa bile bunlar müşteriye ait olurlar. Satıcının yanında telef olmuş, fakat bu sa­tıcının aşırı ihmalkârlığı veya tecâvüzü nedeniyle meydana gelmemişse, müş­teriye tazminat ödemez. Çünkü o mal, satıcının yanında emânettir. Aşırı ihmâli veya tecâvüzü ile telef etmedikçe sorumlu olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Alış verişi yapanlardan yalnızca biri muhayyer olunca, satılan mal satıcının mülkiyetinden çıkar. Muhayyerlik satıcı içinse, satılan mal onun mülkiyetinden çıkmaz. Muhayyerlik müşteri içinse, satılan mal müşterinin mülkiyetine intikal eder. Eğer her ikisi beraberce muhayyer iseler, satılan malın mülkiyeti askıda kalır. Satış tamamlanınca da mülkiye­tin, satış akdinin yapıldığı andan itibaren müşteriye âit olduğu açığa çıkar. Satış akdi feshedilince de o mal, satıcının mülkiyetinden hiç çıkmamış gibi olur. Bu muhayyerliğin, şart muhayyerliği veya meclis muhayyerliği olması arasında bir fark yoktur.

Satılan maldan elde edilen faydalar, süt gibi ondan ayrı da olsa, mu­hayyerlik süresi içinde meydana gelen karnındaki yavrusu gibi ona bitişik de olsa, bu faydaların mülkiyeti muallakta kalır. Muhayyerlik süresi sonun­da asıl mala sâhib olan kişi, bu faydalara sahip olur. Muhayyerlik süresin­den önce meydana gelen karnındaki yavru da anasıyla birlikte satılmış olur ki, onun statüsüne tâbi olur. Karnındaki yavru dışında, satılan mala bitişik faydalara gelince, akdin geçerli kılınması veya reddedilmesi bakımından asıl satılan mala tâbi olurlar.

Satılan malın muhayyerlik süresi içinde semavî bir âfetle telef olması, ya malın teslim alınmasından önce ya da sonra olur. Eğer malın teslim alın­masından önce olursa, ister her ikisi ister birisi muhayyer olsunlar, her halü­kârda satış akdi infisah eder. Matın teslim alınmasından sonra olursa, muhayyerlik ya sâdece satıcı için veya sâdece müşteri için veyahut da her ikisi için olur. Muhayyerlik eğer, satıcı içinse akid infisah eder ve müşteri de öde­diği parayı geri ister (ve alır). Aldığı para, telef olan malın değerinden faz­laysa, satıcı farkı geri almak için müşteriye başvurur. Muhayyerlik eğer müşteri içinse veya her ikisi içinse muhayyerlik devam eder. Müşterinin onaylamasıyla akid tamamlanırsa, satıcı müşteriye malın fiyatını ödemekle yükümlü olur. Eğer müşteri onaylamazsa, mahn değerini vermekle yükümlü olur.

hanefîler dediler ki: Muhayyerlik ya satıcı veya müşteri veyahut her ikisi için olur. Eğer satıcı içinse, satılan mal, muhayyerlik süresi zarfın­da onun mülkiyetinden çıkmaz. Bu hükümde ittifak vardır. Bu mal karşılı­ğında müşterinin ödemiş olduğu paraya gelince, bu para müşterinin mülkiyetinden çıkar ki bunda da ittifak vardır. Müşterinin mülkiyetinden çıkar ama satıcının mülkiyetine girer mi? İşte bunda ihtilâf vardır. Bu du­rumda müşteri onu ya alacak veya satıcının elinde bırakacaktır. Teslim alır da elinde telef olursa, satıcıya kıymetini vermekle yükümlü olur. Kıymetlen­dirmede, malın telef olduğu günün piyasası değil, malı teslim aldığı günkü piyasa esas alınır. Bu durumda müşterinin, kendisinde bir artma, ya da ek­silme meydana gelen malı, satıcıya teslim etmesi gerekir. Bu durumun mey­dana gelişi, satış akdinin devam etmesi veya feshedilmesiyle de olsa hüküm aynıdır. Satıcı, muhayyerlik süresi içinde satış akdini fesheder ve satılan mal müşterinin elinde kalır da sonra telef olursa dahi müşteri, o malın değerini ödemekle yükümlü olur. Ama muhayyerlik süresi geçtiği halde akid feshe­dilmez ve satılan mal da telef olursa, müşteri mahn değerini değil, (kararlaş­tırdıkları) fiyatı öder. Çünkü sürenin dolması nedeniyle muhayyerlik hakkı düşmüş ve satış akdi kesinleşmiş olur. Satılan mal, satıcının dindeyken de­ğerini eksiltecek bir kusura mâruz olursa, satıcının muhayyerlik şartı bozul­maz. Çünkü maldaki bu kusurun meydana gelişi onun eseri değildir. Bu nedenle de o sorumlu olmaz. Bu durumda müşteri muhayyer olur. Dilerse malı, anlaştıkları fiyatla alır, dilerse satış akdini fesheder. Ama malda mey­dana gelen kusur, satıcının fiiliyle olmuşsa, bundan satıcı sorumlu tutulur. Malda meydana getirdiği noksanlık oranında, kendisine ödenecek paradan-eksiltme yapılır. Muhayyerlik kendisinde olduğu zaman, mal, satıcının elin­de telef olursa satış akdi infisah eder. Ne satıcıya, ne de müşteriye bir şey gerekmez.

Muhayyerlik hakkı müşteri veya akdin tarafları dışındaki yabancı bir şahıs için olursa, satın alınan mala karşılık verilen bedel, müşterinin mülki­yetinden çıkmaz. Bu hükümde ittifak vardır. Ama bu durumda satıcının mül­kiyetinden çıkan mebi' (satılan mal), müşterinin mülkiyetine girer mi, girmez mi? Ebû Hanîfe, müşterinin mülkiyetine girmeyeceğini söyler. Çünkü bu mal, satıcıya vereceği paranın da kendi mülkiyetinde olmasıyla birlikte müşteri­nin mülkiyetine girecek olursa her iki bedel, akdi yapanlardan sâdece birisi­nin mülkiyetinde toplanmış olacaktır ki, karşılıklı bedelleşme akitleriyle ilgili olarak şer'î platformda böyle bir kural yoktur. Çünkü karşılıklı bedelleşme (muâvaza) akitleri, malla semenin (bedelinin) mülkiyetlerinin değişiminde ta­raflar arasında eşitliği öngörür. İmameyn ise, satılan mahn, muhayyerlik süresi içinde müşterinin mülkiyetine gireceğini söylemişlerdir. Çünkü (satıcının mülkiyetinden çıktığına göre) müşterinin mülkiyetine de girmeyecek olursa, kim­senin mülkü olmayan bir mal hâline gelecektir. Buna cevaben denir ki: Hayır bu maİ sahipsiz sayılmaz. Çünkü satıcının mülkiyeti, halen bu malla ilintili­dir. Şu da var ki; bu malın müşterinin mülkiyetine girmemesi, mülkiyetle ilgili bazı sonuçların müşteriye intikal etmesine engel olmaz. Bu malla ilgili gerekli harcamaları yapmak müşteriye âit olur ki bunun vâcib olduğu husu­sunda icmâ edilmiştir. Muhayyerlik süresi zarfında müşteri bu mal üzerinde tasarrufta bulunursa, bu tasarrufu caiz olur. Bu tasarrufu, akdi onaylaması demektir. Müşterinin mülkiyetine girse de girmese de hüküm budur. Malı teslim alır da elinde telef olursa, satıcının muhayyerliğindeki durumun tersi­ne olarak mahn değerini değil de, aralarında kararlaştırmış oldukları fiyatı­nı ödemekle yükümlü olur. Çünkü satıcının muhayyer olması durumunda, satılan mal müşterinin elinde telef olursa, malın değerini müşterinin satıcıya ödemesi gerekir. İki durum arasındaki farka gelince; birincisinde mal, müş­terinin elinde telef olmuştur. Böyle olunca da bu malın telef olması İçin ön­ceden malda bir ayıp, bir hastalık ve benzeri bir kusurun meydana gelmiş olması gerekir. Ayıplanan ve kusurlanan malı bu durumda geri vermek ol­maz ve satış akdi malın bedelinin müşteri tarafından ödenmesi gerekli ol­duktan sonra kesinleşir ve geçerli olur ki, bundan sonra mal geri verilemez. Ama muhayyerliğin satıcıya âit olması durumunda hüküm, bunun tersi olur. Malın telef olmasından önce meydana gelen ayıp ve kusur, muhayyerlik sü­resi içinde satıcının malı geri istemesine engel teşkil etmez. Malın telef olma­sıyla satış akdi bâtıl olur ve parası da müşterinin zimmetinde takarrür etmez ve kıymeti sabit olur. Semen ile kıymet arasındaki farka gelince; semen, (ya­ni satın alınan mala karşılık olarak verilen para veya başka bir şey); malın değerinden az da olsa çok da olsa, akid taraflarının üzerinde anlaşmış ol­dukları fiyattır. Kıymete gelince o, bir şeyin ne fazla, ne de eksik olarak ken­disiyle değeri takdir edilen şeydir. Müşterinin dindeyken malda bir kusur meydana gelirse bu kusur, hastalık gibi giderilmesi mümkün bir şey ise ve muhayyerlik süresi içinde durum düzelirse müşterinin muhayyerliği devam eder. Ama malda meydana gelen hastalık düzelmezse, satış akdi kesinleşir. Müşterinin muhayyer olarak satın almış olduğu malda, dindeyken bir ku­sur meydana gelirse ve bu kusurun giderilmesi de mümkün olmazsa, o za­man müşteri malın kıymetini değil de semenini (aralarında anlaşmış oldukları bedelini) ödemekle yükümlü olur. Ama muhayyerlik satıcı İçin olursa, müş­terinin, malın kıymetini ödemesi gerekir. Malda meydana gelen kusurun se­mavî bir âfet nedeniyle veya müşterinin fiiliyle veyahut yabancı birinin fiiliyle olmuş olması arasında hüküm bakımından fark yoktur. Ama muhayyerli­ğin müşteride olması durumunda, malda meydana gelen kusurun, satıcının fiiliyle olması hususunda ihtilâf vukûbulmuştur. İmam Muhammed der ki: Bu durumda müşterinin muhayyerliği, eskisi gibi devam eder. Dilerse satış akdini onaylar, malda meydana gelen noksanlığın değer farkını alır; dilerse satış akdini reddeder. İmam Âzam ile İmam Ebû Yûsuf, bu durumda satış akdinin gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Satılan mal tarla, hayvan veya baş­ka bir eşya gibi kıymet ile takdir edilebilen bir malsa, müşteri, satıcıdan de­ğer eksikliği farkını alır. Satılan mal, diyelim ki gümüş gibi emsali ile takdir edilebilen bir mal İse ve satıcı ya da müşteri bu malda bir kusur meydana getirmişlerse, karşı tarafın bu kusurdan ötürü değer farkını alması helâl ol­maz. Çünkü bu fark, ribâdır. Satılan mal, diyelim ki gümüşten yapılma bir­kaç bilezik ise ve müşteri de muhayyerlik hakkına sahip olarak bunları teslim aldıktan sonra satıcı bunları kıracak olursa bu durumda müşterinin, bedel­de meydana gelen eksikliği para olarak alması helâl olmaz. Ama değer ek­sikliği farkını talep etmeksizin malı teslim alıp akdi kesinleştireceği gibi, malı satıcıya teslim edip, aynı bileziklerin emsallerini veya kıymetlerini tamamen alma muhayyerliğine de sahiptir.

Muhayyerliğin hem satıcı ve hem müşteri için olmasına gelince, bu du­rumda satılan mal satıcının, bu mal karşılığında verilen bedel de müşterinin mülkiyetinden çıkmaz. Bu hüküm, ittifakla sabittir. Taraflardan biri, mu­hayyerlik süresi içinde akdi feshederse satış bozulur. Yine taraflardan biri, onaylarsa kendisine nisbetle akid bağlayıcı olur. Diğer tarafın muhayyerliği devam eder. Muhayyerlik süresinin bitimine kadar taraflardan ne bir onay ve ne de bir fesih vukûbulmaz, aksine her ikisi de susarlarsa, süre bitince akid kesinleşir.

Taraflardan biri onaylar, diğeri feshederse, isler fesih önce olsun, ister onay önce olsun, ikisi arasındaki satış akdi bâtıl olur. Müşterinin teslim al­masından önce mal telef olursa, satış akdi bâtıl olur. Satın alınan malın be­deli bir eşya ise ve satıcı onu teslim almadan telef olursa satış akdi bâtıl olur. Aynı şekilde teslim alındıktan sonra satılan mal veya bedeli telef olursa yine satış akdi bâtıl olur. Ancak teslim alan kişi, teslim aldığı şeyin kıymetini öde­mekle yükümlü olur.

Sonra mebi'de (satılan malda) meydana gelen fazlalıklar, muhayyerlik süresi zarfında askıda kalır. Satış akdi kesinleşirse bu fazlalıklar da asıl mal­la birlikte müşteriye âit olur. Aksi takdirde satıcıya aittir. Satış akdini feshe­den ve etmeyen durumlarla ilgili açıklama, ayıp muhayyerliği bahsinde gelecektir.

Malikîler dediler ki: Muhayyerlik hakkı yalnız satıcı veya yalnız müş­teri veya her ikisi için birlikte olursa, ya da ikisi dışındaki yabancı bir şahıs için olursa satılan mal, muhayyerlik süresi içinde satıcının mülkiyetinden çık­maz. Mûtemed olan görüş budur. Akdin kesinleşmesiyle mülkiyet, satıcıdan müşteriye intikal eder. Sonra muhayyerlik hakkı ya satıcı için, ya müşteri için veya her ikisi için olur. Muhayyerlik hakkı satıcıda olduğu halde müşte­ri, malı teslim almışsa ve bu malın zayi olduğunu iddia ederse, üç durumda bu malın bedelini tazmin etmekle yükümlü olur:

1- Satılan mal kaybedilen bir mal olur. Yani sağlam olarak saklanması mümkün olan bir mal olur. Elbise ve zînet gibi. Bu mallar, sağlam olarak saklanması mümkün olan mallardır. Bu durumda müşteri, teslim almış ol­duğu malın zayi olduğunu iddia eder ve bu iddiasını doğrulayan bir belge ibraz edemezse, malın bedelini tazmin etmekle yükümlü olur. Ama belge ib­raz ederse, tazminatla.yükümlü olmaz. Aksine, satıcı tazminatla yükümlü olur.

2- Satılan mal kaybedilen bir mal olmaz. Yani sağlam olarak saklan­ması mümkün olmayan bir mal olur. Örneğin hayvan gibi. Hayvanı telef etmedikçe veya kesip yemedikçe gözlerden saklamak mümkün olmaz. Bu du­rumda müşteri, teslim almış olduğu bu malın zayi olduğunu iddia eder, ama yalan söylediği beyyine ile sabit olursa; meselâ "falan gün hayvan zayi oldu" diye iddia eder de, tanıklar o günden sonra hayvanı müşterinin yanında gör­düklerine veya onu kesip yediğine, telef ettiğine tanıklık ederlerse bedelini tazmin etmekle yükümlü olur. Satıcı sorumlu olmaz.

3- Satılan mal yine saklanması mümkün olmayan bir mal olur ve teslim aldıktan sonra zayi olduğunu iddia eder, ama doğru veya yalan söylediğine ilişkin bir beyyine bulunmazsa, yemin etmesi gerekir. Yalanla itham edilse de edilmese de yemin etmesi gerekir. Yalnız eğer yalancılıkla itham edilirse, "malın zayi olduğuna ve bunda da kendisinin bir taksiri olmadığına"; eğer yalancılıkla itham edilmezse "taksin olmadığına" yemin etmelidir. Yemin etmeye yanaşmazsa, malın bedelini tazmin etmekle yükümlü olur. Bundan anlaşıldığı üzere, müşteri üç durumda, satıcı ise iki durumda malın bedelini tazmin etmeye mahkûm edilir:

1- Satılan mal, saklanması mümkün olan bir mal olur, ama zayi olduğu hususunda müşteri beyyine getirirse, bu durumda satıcı tazminat ödemekle yükümlü olur.

2- Satılan mal, saklanması mümkün olmayan bir mal olur. Ama zayi olduğunu iddia eden müşterinin yalan söylediğini ispatlayan bir delil bulun­mazsa ve ayrıca yemin de ederse satıcı, tazminat ödemekle yükümlü olur.

Tazminat ödemede, en fazla miktar esas alınır. Eğer satıcıyla müşteri arasında kararlaştırılan fiyat, malın değerinden fazlaysa, tazminat olarak ma­lın fiyatı ödenir. Eğer malın değeri fiyatından fazlaysa, tazminat olarak ma­lın değeri ödenir. Ancak birinci durumda bu uygulamaya gidilmez. Yani satılan mal, gizlenmesi mümkün olan bir mal olup müşteri, zayi olduğunu iddia eder ve iddiasının doğruluğundan yana bir delil bulunmaz ve "taksiri olmadığına" yemin ederse, değerinden az olsa bile tazminat olarak sâdece malın fiyatını öder. Çünkü fiyat, malın değerinden fazla veya ona eşit olur­sa, yemin etmesine gerek kalmaz. Bu durumda yeminin bir faydası olmaz.

Muhayyerlik hakkı müşterinin olur ve teslim aldığı malın zayi olduğu­nu iddia ederse, her halükârda, satıcıyla anlaştıkları fiyatı tazminat olarak öder. Bu fiyat, malın değerinden az da olsa, çok da olsa hüküm budur. Ba­zıları derler ki: Müşteri, satın almayı kasdetmediğine yemin ettiği takdirde, eğer fiyattan az olursa malın değerini tazminat olarak öder. Muhayyerlik hak­kının hem satıcı ve hem de müşteri için olması durumunda hüküm, ağırlığın satıcıda olmasını sağlamak amacıyla tıpkı satıcının muhayyer olduğu durum­daki gibi olur. Çünkü mal sahibi odur. Müşteri daha malı teslim almadan, satıcının malın zayi olduğunu iddia etmesi durumunda, satıcı şayet teslim almışsa, müşteri, verdiği semeni ondan alma hakkına sâhib olur. Aksi tak­dirde olmaz.

Satılan maldan muhayyerlik süresi zarfında sağlanan faydalar; buğday, yumurta ve süt gibi kendisinden ayrı iseler, satıcıya âit olur. Yün ve hayva­nın hamlindeki cenin gibi ona bitişik iseler, müşteriye âit olur. Çünkü bunlar, satılan malın birer parçasıdırlar.

 

Satıcı, Muhayyerlik Süresi İçinde Karşı Taraftan Malın Bedelini İsteyebilir Mi?

 

Adamın biri, kendisi İçin veya müşteri için belli bir süre muhayyerliği şart koşarak bir malı satarsa veya bunun tersi olarak kendisi için veya sa­tıcı için belli bir süre muhayyerliği şart koşarak bir malı satın alırsa, bu muhayyerlik süresi içinde satıcı, müşteriden malın bedelini isteyebilir mi? Yine bu süre içinde müşteri, malın kendisine teslimini satıcıdan isteyebi­lir mi? Mezhebierin konuyla ilgili ayrıntılı görüşleri aşağıda verilmiştik.

 

(134) Malikîler dediler ki: Muhayyerlik süresi içinde satıcının müşteri­den sattığı malın bedelini (semeni) istemeye hakkı yoktur. Satıcı (muhayyer olarak satış akdi yaparken), müşteriye malın bedelini peşin olarak ödemesi­ni şart koşarsa, müşteri peşinen ödemese dahi satış akdi fâsid olur. Çünkü malın bedelini peşin olarak ödemeyi şart koşmak, peşin olarak bilfiil öden­miş olması gibidir. Zîrâ normal olarak şart koşulan şey, şart ile tahakkuk eder. Aynı şekilde satıcıyla müşteri, akdi yapmadan önce bu şart üzerinde anlaştıkları halde akdi yaparken bundan söz etmezlerse yine akid fâsid olur. Çünkü bu durumda verilen paranın, o malın peşinatı mı, yoksa satılan ma­lın karşılığı olarak mı verildiği bilinemez. Zîrâ satış akdinin feshi durumun­da semen, müşteriye geri verilir. Böyle olunca da bu para, geri verilmiş bir peşinat olur. Oysa satıcı bu parayı, sattığı mala karşılık almıştır ki, bu du­rumda, câİz olmayan bir ribâ cereyan etmiş olmaktadır. Satıcı böyle bir şart koşmadığı ve akitten önce de bu hususta müşteriyle konuşmadığı halde, bi­lâhare müşteri razı olarak parayı ödeyecek olursa, caiz olur. Çünkü bu du­rumda töhmet kalkmış olmaktadır. Yine bunun gibi bir kişi malım, kendisine bir miktar borç para vermesi şartıyla adamın birine satarsa, borç vermeyi şart koşmak, akdi fâsid kılar. Muhayyer olarak yapılan satış akdinde satıcı, paranın peşin ödenmesi şartından vazgeçerse ve akdi tamamlamak için "bu şartı düşürdüm" derse, bu sözünün bir faydası olmaz. Çünkü (akid esnasın­da söylenmesi nedeniyle) bu şart, akdin mahiyeti ve aslına yerleşmiş bir şarttır- Fâsid olan bu şart, otomatikman akdi de fâsid kılmıştır. Ama borç para isteme şartında durum bunun tersinedir. Çünkü borç isteme şartı, satış ak­dinin mâhiyeti dışındaki bir şarttır. Malın tesliminden önce satıcı bu şarttan vazgeçerse, akid sahih olur.

Müşterinin muhayyerlik süresi içinde, kendi satın aldığı malı satıcıdan teslim almak istemesine gelince, bu hususta tafsilât vardır. Çünkü muhay­yerlik üç şey içindir:                    ,

1- Semen (satın alınan mal için verilecek bedel) in normal olup olmadı­ğı müşterice bilinmemelidir. Bu durumda müşteri, malın ucuz veya pahalı olduğunu anlamak amacıyla fiyat üzerinde düşünmek için muhayyerliği şart koşarak satın alır.

2- Malın fiyatı müşteri için malum olur. Ama muhayyerliği, satın aldığı mal üzerinde düşünmeK;ve iyice gözden geçirmek amacıyla şart koşarak sa­tın alır.

3- Müşteri, malı denemek amacıyla muhayyerliği şart koşar.

Muhayyerlik eğer fiyat üzerinde düşünmek için şart koşulmuşsa, müş­terinin bu muhayyerlik süresi zarfında malı satıcıdan istemeye hakkı olmaz. Çünkü mal, sahibinin elinde kalsa da, müşteri bunu anlayabilir. Ama mu­hayyerlik, malı iyice gözden geçirmek veya denemek içinse, muhayyerlik sü­resi zarfında malı satıcıdan isteyebilir. Fakat vermesi için satıcıyı zorlayamaz. Ancak, bu süre zarfında satıcıdan malı teslim almayı şart koşmuşsa, teslim etmesi için satıcıyı icbar edebilir.

Hanefîler dediler ki: Bir kişi muhayyerlik şartıyla bir mal satın alırsa, muhayyerlik süresi zarfmda satıcı, bu malın bedelini müşteriden isteyemez. Süresi dolmadıkça istemeye hakkı olmaz. Aynı şekilde müşteri de bu süre zarfında, maiı satıcıdan teslim alma talebinde bulunamaz. Bu amaçla biri-' birlerini zorlamaya hakları yoktur.

Müşteri malın bedelini öderse, satıcı malı teslim etmeye mecbur olur. Eğer muhayyerlik hakkı satıcıda olursa ve mah muhayyerlik süresi zarfında müşteriye teslim etmeye razı olmazsa, teslim etmeyebilir. Ama aldığı bedeli de geri vermeye zorlanır. Müşteri, muhayyerlik süresi zarfında mah teslim alırsa, mal üzerinde tasarrufta bulunması sahih olmaz. Muhayyerlik süresi içinde mal üzerinde tasarrufta bulunursa, tasarrufu geçersiz olur. Aynı şe­kilde satıcı da, satmış olduğu mala karşılık almış olduğu beöel üzerinde (bu bedel bir eşya ise), muhayyerlik süresi zarfında tasarrufta bulunması sahih olmaz. Tasarrufta bulunursa, tasarrufu geçersiz olur. Ama müşterinin tes­lim almasından önce satıcı, sattığı mal üzerinde tasarrufta bulunursa veya müşteri satın aldığı mal için vereceği bedelin üzerinde, satıcının onu teslim almasından önce tasarrufta bulunursa bu tasarruflar caiz olur. Ama akid de feshedilmiş olur. Satılan mal üzerinde, muhayyerlik süresi dışındaki bir zamanda tasarrufta bulunmakla ilgili olarak mezhebierin hükümleri ileride anlatılacaktır.

Şafiıler dediler ki: Muhayyerlik süresi zarfında semen, yani satın alı­nan mal karşılığında verilen bedel, mülkiyete tâbi olur. Satılan malın mülki­yeti akid taraflarından biri lehine olursa, semenin mülkiyeti de karşı tarafın lehine olur. Meselâ muhayyerlik hakkı satıcıda olursa, satmış olduğu mal, bu süre zarfında onun mülkiyetinden çıkmaz. Böylece semen de müşterinin mülkü olur ve satıcı, semeni müşteriden taleb edemez. Müşteri de, satın al­dığı malı satıcıdan isteyemez. Ama muhayyerlik hakkı müşteride olursa, sa­tın aldığı mal kendisinin mülkiyetine geçer. Tabiî bu malın bedeli de satıcının mülkiyetine geçer. Dolayısıyla satıcı, semeni isteme hakkına, müşteri de malı isteme hakkına sahip olurlar.

Hanbelîler dediler ki: Satılan malın bedeli muayyen ise, muhay­yerlik ister şart muhayyerliği, ister meclis muhayyerliği olsun, satıcı muhay­yerlik hakkına sâhib olunca, muhayyerlik süresi zarfında malın bedelini müşteriden teslim alma hakkına sahiptir. Ama satılan malın bedeli ister na-kid, ister ticâret eşyası olsun zimmetteki bir mal ise, satıcı onu isteme hakkı­na sahip olmaz. Aynı şekilde müşteri de muhayyerlik hakkı kendisinde olunca, satıcının açık izni olmaksızın malı teslim alma hakkına sahip olamaz. Satı­lan malın bedeli muayyen olur ve satıcıya teslim edilmemişse, müşterinin onun üzerinde tasarrufta bulunması haram olur. Çünkü o bedel, artık müşterinin mülkü değildir. Nitekim bu bedeli teslim alması hâlinde satıcının da bu be­del üzerinde tasarrufta bulunması haram olur. Çünkü müşterinin bu bedelle ilişkisi henüz kesilmemiştir. Ama muhayyerlik hakkı kendisinde olunca, müş­terinin teslim aldığı mal üzerinde tasarrufta bulunması helâl olur. Önce de açıklandığı gibi tasarrufta bulunması, muhayyerlik hakkını iptal eder.

 

Bir Kimsenin Bir Çok Eşya Arasından Belirsiz Birini Satın Almaş!

 

Adamın biri iki şeyden herhangi birini satın alacak olursa, meselâ İki­sinden beğendiğini seçmek için iki elbiseyi beraberce eline aldığı zaman hangi durumların sözkonusu olacağı hususunda mezheblerin detaylı gö­rüşleri aşağıda belirtilmiştir^35'.

 

(135) Mâlikîler dediler ki: Adamın biri bir başkasından satın alacağı şey­den, meselâ iki elbiseden herhangi birini beğenip seçmek için, iki tanesini birlikte eline alırsa, bu satışta üç şekil sözkonusu olur:

1- Sâdece muhayyerlik satışı. Bu satış akdinde, akdi yapan taraflardan birine malı almak veya geri vermek hususunda düşünebilmesi için muhay­yerlik hakkı tanınır. Örneğin satıcının; "bu iki elbiseden birini sana sattım. Alman veya geri vermen için üç gün süreyle muhayyersin" demesi gibi. Bu şekil satış akdinde de üç durum sözkonusu olmaktadır:

a)  Müşteri her iki elbisenin de zayi olduğunu iddia eder.

b)  İki elbiseden birinin zayi olduğunu iddia eder.

c) Muhayyerlik süresi sona ermiş olmasına rağmen müşteri, iki elbise­den birini henüz seçmemiş olur. Bu meselenin hükmüne gelince; müşteri bu elbiselerin ikisini de kabzederse, bedellerini ödemekle yükümlü olur. Elbise­lerin ikisi veya birisi zayi olursa, satıcıyla anlaşmış olduğu fiyatlarını öde­mekle yükümlü olur. Muhayyerlik süresi sona ermiş olmasına rağmen iki elbiseden birini seçmezse, ikisini de alması zorunlu olur.

2- Sâdece ihtiyar (seçim yapma) satışı. Bu satış, muhayyerlik şartının olmadığı kesin bir satış akdidir. Ama bu akdi yaparken satıcı, müşteriye sa­tın aldığı iki şeyden birini belirleme hakkını tanımaktadır. Bu, satıcının müş­teriye şöyle demesiyle olur: "Bir veya iki gün içinde birisini seçmek üzere bu iki elbiseden birintfon liraya, kesin bir satışla sana sattım."

Sâdece muhayyerlik satışında olduğu gibi bu satışta da üç durum söz-konusudur

a) Müşteri, her iki elbisenin de zayi olduğunu iddia eder.

b) İki elbiseden birinin zayi olduğunu iddia eder.

c) Muhayyerlik süresi dolmuş olmasına rağmen ikisinden birini seçme­miş olur.

Bu durumların her üçünde de müşteri satıcıya, iki elbisenin fiyatını bir­birine ekleyerek yarısını vermekle yükümlü olur. Meselâ zayi ettiği elbisenin fiyatı on, kalan elbisenin fiyatı da beş lira ise, ikisinin toplamı onbeş lira eder ki, bunun yarısını, yani yedibuçuk lirayı ödemekle yükümlü olur.

3- Muhayyerlik ve ihtiyar satışı. Bu satış akdinde satıcı, iki maldan biri­ni belirlemesi için müşteriye seçim hakkı verir. İkisinden birini belirledikten sonra da o malı alması, ya da geri vermesi için kendisine muhayyerlik hakkı tanır. Örneğin; satıcının müşteriye şöyle demesi gibi: "İkisinden birini seç­men kaydıyla bu iki elbiseyi sana on liraya sattım. Birini seçtikten sonra al­mak ya da geri vermek için üç gün süreyle muhayyersin." Bu satış şeklinde de üç durum sözkonusu olmaktadır:

a) Muhayyerlik hakkı müşteride olur ve her iki elbisenin birlikte zayi olduklarını iddia eder. Ama zayi olduklarım belgeleyemez. Bu durumda iki elbiseden sâdece birinin fiyatını ödemekle yükümlü olur. İkinci elbise ise sa­tıcının hesabından zayi olmuş olur.

b) Muhayyerlik hakkı yine müşteride olur ve elbiselerden birinin zayi olduğunu iddia eder. Ama zayi olduğunu ispatlayamaz. Bu durumda müş­teri, zayi olan elbisenin yarı fiyatını ödemekle yükümlü olur. Muhayyerlik süresi henüz dolmamışsa, diğer elbiseyi beğenip alma hakkına da sâhib olur.

c) Muhayyerlik süresi sona ermiş olmasına rağmen ikisinden birini seçmemiş olur ki, bu durumda müşteri hiç bir şeyle yükümlü olmaz. Tabiî bü­tün bu durumlarda muhayyerlik hakkı müşterideyse hüküm budur. Ama muhayyerlik hakkı satıcıda olursa, meselâ satıcı iki elbiseden herhangi biri­ni müşteriye satarsa ve akdi geçerli kılma veya feshetme muhayyerliği de sa­tıcıda olursa, müşteri iki elbisenin de zayi olduğunu iddia ederse bu durumda müşteri sâdece bir elbisenin, fiyatı veya değerinden hangisi çoksa onu satıcı­ya vermekle yükümlü olur. Aynı şekilde müşteri, iki elbiseden birinin zayi olduğunu iddia ederse, bir elbisenin yarı fiyatı veya yarı değerinden hangisi çoksa, onu satıcıya vermekle yükümlü olur. Ama elbisenin zayi olduğu ve zayi olmasında kendisinin bir taksin olmadığına yemin ederse, bu durum­da, elbisenin değerini değil de fiyatını ödemekle yükümlü olur. Bütün bu hü­kümler, müşterinin beyyine getirmemesi durumunda uygulanır. İki elbisenin veya birinin zayi olduğuna ilişkin deliller bulunursa, satıcıya karşı yükümlü­lük altına girmez.

Hanefîler dediler ki: Müşteri satıcıdan elbise ister de satıcı kendisi­ne üç elbise verir ve "bu on liraya", "bu yirmi liraya", "bu da otuz liraya" diyerek her birinin fiyatını açıklar, sonra da: "Bunlardan hoşuna gideni sa­na sattım" der ve müşteri de elbiseleri teslim aldıktan sonra zayi ederse, dört durum sözkonusu olur:

1- Elbiselerin üçü de bir defada zayi olur veya üçü peşpeşe zayi olur. Her iki durumda hangisinin önce zayi olduğu bilinemez. Bu meselenin hük­mü şudur: Müşteri, bütün elbiselerin toplam değerinin üçte birini, satıcıya vermekle yükümlü olur.

2- Elbiselerin hepsi bir defada veya peşpeşe birer birer zayi olurlar. Ama müşteri, hangisinin önce zayi olduğunu bilir. Bu meselenin hükmü şudur: Müşteri, ilkin zayi olan elbisenin değerini satıcıya ödemekle yükümlü olur. Diğer iki elbiseye gelince, onlar müşterinin yanma emânet olarak bırakılmış sayıldıklarından ötürü, zayi olmaları nedeniyle müşteri, tazminata mahkûm edilmez.

3- İki elbise zayi olur. Sâdece bir tanesi geriye kalır. Bu durumda müş­teri satıcıya, zayi olan iki elbiseden her birinin yarı fiyatını ödemekle yükümlü olur. Üçüncü elbiseyi ise satıcıya geri verir. Çünkü bu, onun yanında bir emâ­nettir; iadesi gerekir. Üçüncü elbisede bir kusur ve noksanlık meydana gel­mişse, müşteri tazminat ödemekle yükümlü oîmaz.

4- Bir elbise kaybolur; geriye ikisi kalır. Bu durumda müşteri, zayi olan elbisenin kıymeti ile geriye kalan iki elbiseyi satıcıya vermekle yükümlü olur.

Bu gibi meseleye, "satış pazarlığı üzerine teslim alınmış" adı verilir. Bu meseleyi şöylece özetleyebiliriz: Fiyatını öğrendikten ve onda muâraza etme­dikten sonra, muhayyer olmak şartıyla satın almak amacıyla müşteri, satılık bir malı eline alıp tesellüm eder, sonra da bu mal elinde telef olursa, değeri­ni ödemekle yükümlü olur. Ama müşterinin kendisi o malı telef ederse, doğru olan görüşe göre fiyatını ödemekle yükümlü olur. Değeri, teslim aldığı gün­deki piyasaya göre takjdir edilir. Ama satın alma şeklinde değil de, sâdece bakma şeklinde eline alırsa, meselâ satıcı, "şu elbise on liraya..." der de müş­teri, "ver hele bakayım" veya "ver hele arkadaşım baksın" derse, sonra da elbise zayi olursa, satıcının hesabına zayi olur. Müşteri, bir şey vermekle yü­kümlü olmaz. Çünkü o malı, satın alma pazarlığıyla değil de bakma pazarlığıyla eline almıştır. Ama müşteri, "o elbiseyi ver de beğenirsem alırım" diyerek eline aldıktan sonra zayi olursa, değerini satıcıya vermekle yükümlü olur. Çünkü bu durumda elbiseyi, satın alma pazarlığıyla eline almıştır.

Hanbelîler dediler ki: Birkaç tanesi arasından seçilip de herhangi bir malın satışında muhayyerliğin şart koşulması sahih olmaz. Bir kişi iki elbiseyi birlikte satın alır veya bir deveyle bir eşeği birlikte satın alır ve iki­sinden belirlediği biri için muhayyer olmayı şart koşarsa, bu sahih olur. Ama belîrlemeksizin ikisinden herhangi biri için muhayyer olmayı şart koşarsa, bu sahih olur. Ama belirlemeksizin ikisinden herhangi biri için muhayyer olmayı şart koşarsa, bu sahih olmaz. Satılan malın her ikisini ve her ikisinin de fiyatlarını ayrı ayrı belirlerse, meselâ, şu elbise şu fiyata, şu da şu fiyata derse, satış akdi sahih olur. Ama eşyaları ve fiyatlarını belirlemezse, fiyat meçhul olduğu için satış akdi sahih olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Bir kimse, "bu elbiseyi sana on liraya sattım. Şunu da yirmi liraya..." derse bu, bir akid değil, birden fazla akid olur. Çünkü fiyatların ayrı olması akdin de birden fazla olması sonucunu doğurur. Böyle bir alışverişin sahih olması için müşterinin iki elbiseyi birlikte kabul etmesi gerekir. Sâdece birini kabul ederse, akid sahih olmaz. Satış akdi ancak, ister satıcı, ister müşteri olsun taraflardan söze ilk başlayan kişinin fiyatları aytr-masıyla müteaddid olur. Ama söze ilk başlayan taraf, fiyatları üst üste vu­rur da karşı taraf ayırırsa, akid sâdece bir tek akid olarak gerçekleşir. Akid müteaddit olursa müşteri, iki maldan birinde muhayyerliği şart koşma hak­kına sahip olur ve ayıplı olması nedeniyle diğerini de reddedebilir. Önce an­latılan muhayyerlik hükümlerine tutunabiür.

 

Ayıp Muhayyerliği

 

Müşteri, satın aldığı malda bir ayıp görürse, muhayyerliği şart koş­mamış olsa bile, bu satış akdini geçersiz kılıp feshetme muhayyerliğine sâhib olur ki, buna ayıp muhayyerliği adı verilir. Ayıp muhayyerliği önce iki kısma ayrılır:

1- Satılan maldaki ayıp, satıcının fiili sonucunda meydana gelmiş ol­malıdır. Süte su katmak, zeytin yağına hayvânî yağ katmak gibi. Memele­ri büyük görünsün diye, hayvanı sağmayıp sütünü memesinde bırakmak da böyledir. Bütün bu hileler, müşteriyi aldatmak içindir.

2- Satılan maldaki ayıp, doğal bir ayıp olmalıdır. Bu da iki kısma ayrılır:

1-Bu ayıp, açıkça görülen bir ayıp olabilir. Hayvanın serkeşliği, to­pallığı ve emsalinin normal olarak taşıyabildiği yükü taşımaktan âciz ol­ması gibi.

2- Bu ayıp, malın görünmeyen iç kısmında olabilir. Ceviz ve bademin kabuk altı kısmının, içinin bozuk olması, karpuz ve benzeri şeylerin içinin bozuk çıkması gibi.

 

Satılan Malı Geri Verme Hakkını Doğuran Ayıbın Tanımı

 

Müşteriye, satın aldığı malı geri verme hakkını kazandıran ayıp; satı­lan malın değerini eksilten veya müşterinin bu maldaki sahih bir maksa­dının elden kaçmasına sebep olan bir ayıptır(136). Malın değerini eksilten ayıba; binek hayvanının, üzerine binilirken serkeşlik etmesi ve sahibine itaat etmemesini örnek olarak gösterebiliriz. Yine bu hayvanın, ısırması veya saldırması da böyledir. Ama bacağında veya ayağında küçük bir ke­siğin olması gibi basit bir ayıp müşteriye, geri verme hakkını kazandırmaz. Bunun bir zararı yoktur. Müşterinin sahih bir maksadının elden kaçması­na sebep olan ayıba da şu örneği verebiliriz: Bir kişi, kurban için bir ko­yun satın alır da bu hayvanın kulağında, kurban olmasının sahihliğini engelleyen bir kesinti görürse; bu kesinti her ne kadar malın değerini ek­silten bir ayıp değilse de müşterinin sahih maksadının (kurban etmesinin) elden kaçmasına sebep olan bir ayıptır. Yine bunun gibi bir kişi, giymek için bir elbise veya mest satın alır da kendisine yeterli olamayacak şekil­de dar olduğunu görürse bu darlık, o elbise veya mestin kullanılmasına imkân vermez ve müşterinin satın alma amacı gerçekleşmez. Bu neden­le de geri vermeye hakkı doğar.

 

(136) Mâlikîler dediler ki: Satılan malın geri verilmesi hakkını doğuran ayıpta kural; bu ayıbın, malın değerini eksilten bir ayıp olmasıdır. Meselâ satılan bir hayvanın serkeş olup binicisine itaat etmemesi gibi. Anılan kural gereği, satılan malda görülen ayıbın, o malın cismini eksilten bir ayıp olma­sıdır. Satılan hayvanın burulmuş olması gibi. Tabiî eğer burmak, örfe göre onda bir eksiklik meydana getiriyorsa... Veya bu ayıp, satılan canlının ta­sarruf kabiliyetini eksilten bir ayıp olmalıdır. Meselâ sağ eli zayıf olduğu için solak olması gibi. Veya sonucu korkulu olması, sözgelimi bulaşıcı bir hasta­lığa yakalanmış olması gibi. Bu, sayfanın üst tarafında anlatılanlardan çık­mamaktadır. Bu Hanefîlerle Şâfülerin amel ettikleri bir husustur.

Hanbelîler dediler ki: Satılan malı geri verme hakkını doğuran ayıp­ta, kural gereği olarak ayıbın, o malın aynında (cisminde) bir noksanlık mey­dana getirmesi gerekir. Meselâ satılan hayvanın burulmuş olması gibi. Bununla kıymeti artsa bile bu, hayvan için bir ayıptır. Malı geri verme hakkını doğu­ran ayıp, ticâret erbabının örfüne göre normal olarak malın değerini eksil­ten bir ayıp ta olabilir. Bazı kimseler bu ayıbı; örfün çoğunlukla, malın, ondan salim olmasını gerekli gördükleri bir kusur olarak da tanımlamışlardır. Bu kusur ve noksanlığın, malın kendisinde veya değerinde olması aynı hükme tâbidir. Şu halde hayvanın burulmuş olması, örfen ayıp olarak değerlendi­rilmedikçe, ayıp olarak sayılmaz.

 

Ayıbı Dolayısıyla Malı Geri Vermenin Şartları

 

Ayıplı olması dolayısıyla malı geri vermenin bazı şartlan vardır:

1- Satın alınan malın emsali, çoğunlukla bu ayıptan salim bulunmalı­dır. Böyle demekle de emsalinde çoğunlukla bu ayıbın bulunduğu mal­lar, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Birinci gruptaki mallara örnek olarak deriz ki: Bir kişi, bir at veya bir eşek satın alır da burulmuş olduğunu gö­rürse, bu burukluk o hayvan için bir ayıp sayılır. Çünkü at ve eşeklerin çoğu buruk değildir. B6yle olunca da burukluk, müşterinin o hayvanı sa­tın almasındaki maksadının elden kaçmasına neden olur. Zîrâ müşteri, onu dişisiyle birleştirerek bir yavru elde etmek amacıyla satın almış olabi­lir. Dolayısıyla buruk olduğu takdirde o hayvanı geri verme hakkına sahipti.

ikinci gruptakilere gelince; bir kişi, koyun ve keçi gibi genellikle bu­rulan, eti yenir bir hayvan satın alır da buruk olduğunu görürse, bu bu­rukluk hayvanın geri verilmesini gerekli kılan bir ayıp sayılmaz. Çünkü bu gruptaki hayvanlar genellikle burulurlar. Burulmakla da daha fazla semizleşirler.

2- Satın alınan malda görülen ayıp, fazla zorlanmadan giderilmesi mümkün olmayan bir ayıp olmalıdır. Fazla zorlanmadan giderilebilecek bir ayıp ise, mal geri verilemez. Sözgelimi bir kişi, yıkamakla değeri eksil meyecek necâsetli bir elbiseyi satın alırsa, necis oluşu, bu elbiseyi geri verme hakkını doğuran bir ayıp olmaz.

Çünkü bu ayıbı, zorluk çek­meden gidermek mümkündür. Aynı şekilde eğriliği kolaylıkla düzeltilebi­lecek eğri bir kılıcı satın alan kişi de bu kılıcı geri verme hakkına sahip olmaz.

3- Satılan maldaki ayıp, satıcısının yanmdayken o malda mevcûd ol­malıdır. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

4- Ayıplı malı geri verme şartlarının dördüncüsü, satıcının ayıptan be-raati şart köşmasıdır ki, mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağı­ya alınmıştır.

5- Maldaki ayıp, satış akdini feshetmeden önce yok olmuş olmamalı­dır. Bir kişi, hasta bir hayvan satın alır ve satış akdini feshetmez sonra da hastalığı iyileşirse, bu hastalık nedeniyle artık satışı feshedemez. Çünkü hastalık, malı reddetmeden önce yok olup gitmiştir.

 

(137) Mâlikîler dediler ki: Satılan malın örf ve âdete göre ayıptan salim olması şarttır. Meselâ burukluk her ne kadar fiyatını arttırırsa da, hayvanın geri verilmesi hakkını doğuran bir ayıptır. Ancak satılan hayvan, işte çalıştı­rılacak bir sığır ise, burukluk onun için bir ayıp olmaz. Çünkü âdete göre sığırın sâdece buruk olanı işte çalıştırılır. Aynı şekilde koçun buruk olması da onun için bir ayıp değildir ve geri verilmesine imkân sağlamaz. Bazıları buruk olan sığır ve koçun geri verilmesinin müşterinin hakkı olduğunu söy­lerler. Çünkü burulmamışın eti, burulmuşun etinden daha lezzetli ve daha iyidir. En doğrusu, bu hususta örfün takdirine başvurmaktır.

Hanbelîler dediler ki: Satılan malın cisminin ayıptan, noksanlık­tan salim olması şarttır. Burukluk, mutlak olarak o malda bir noksanlık mey­dana getirir. Satılan malın, ticâret erbabının örfüne göre de noksanlıktan salim olması şarttır. Birinci kuraldan çıkarılan hüküm budur. İkinci kurala gelince burukluk, örf tarafından ayıp olarak nitelenmedikçe ayıp sayılmaz.

(138) Hanbelîler dediler ki: Bü hususta ayıbın kuvvetlilik ve zayıflığı gözönüne alınır. Eğer ayıp, az bir başağrısı veya az bir sıtma gibi zayıf bir ayıpsa, malı geri verme hakkını doğurmaz. Ama ayıp şiddetli olursa, geri verme hakkını doğurur. Buna göre zorluk çekmeksizin ve elbisenin değerine eksiklik getirmeyecek şekilde necasetinin giderilmesi mümkün olan bir elbi­sedeki necaset, onun geri verilmesini gerekli kılan bir ayıp sayılmaz. Çünkü bu durumdaki necaset, zayıf bir ayıp sayılmaktadır.

Mâlikîler dediler ki: Yıkanması elbiseye zarar verse de vermese de, elbisedeki necaset, şayet satıcı tarafından gösterilmemişse, müşteriye geri ver­me hakkım kazandırır.

(139) Hanefîler dediler ki: Bİr kişi bir mal satın alır da değerini eksilte­cek şekilde ayıplı olduğunu görürse ve bunu da satın alırken veya daha önce bilmezse, şu durumlardan biri kaçınılmaz olur: Bu ayıp ya müşterinin teslim almasından önce mal henüz satıcının dindeyken meydana gelmiş olur. Veya müşterinin teslim almasından sonra meydana gelmiş olur. Müşterinin teslim almasından önce, satıcının elindeyken de şu beş durumdan biri cereyan et­miş olabilir:

1- Bu ayıp, akdin yapılmasından sonra satıcının yanmdayken, satıcı ta­rafından mal üzerinde meydana getirilmiş olabilir. Bu durumda müşteri, malı almamak veya alıp da ayıp nedeniyle meydana gelen değer eksikliği oranın­da fiyatını düşürmek muhayyerliğine sahip olur. Bu arada, akidden önce mey­dana gelmiş başka eski bir ayıp bulsa da bulmasa da aynı hüküm sözkonusu olur.

2- Bu ayıp eşyada, müşterinin fiiliyle vukûbulmuş olmalıdır. Bu durumda satıcı, parayı ödememiş olduğu için malı teslim almasını engellemiş de olsa, müşteri malın bedelini tamamiyle ödemekle yükümlü olur. Yine bu müşteri kendi meydana getirdiğinden ayrı olarak satıcı yanında iken malda meyda­na gelmiş başka bir ayıp bulursa; bu ayıp nedeniyle malı geri verebilir. Ma­lın bedelini ödeme yükümlülüğünden kurtulur. Yalnız, malda kendi meydana getirmiş olduğu ayıp oranında bir meblağ ödemesi gerekir.

3- Bu ayıp malda, müşteri ile satıcı dışındaki üçüncü bir şahıs tarafın­dan meydana getirilmiş olabilir. Bu durumda, müşteri muhayyer olur. Di­lerse malı, satıcıyla anlaştıkları fiyatın tamamı üzerinden satın alır. Malda meydana getirdiği değer eksikliği oranında bir meblağı, üçüncü şahıstan alır. Dilerse de malı geri verir ve fiyatını, satıcıya ödeme yükümlülüğünden kurtulur.

4- Bu ayıp, doğa! bir âfet sonucu meydana gelmiş olabilir. Bu durumda müşteri, malı iade ederek verdiği bedelin tamamını geri alma hakkına sahip olduğu gibi dilediğinde de malı kabul ede.bilir. Meydana gelen değer eksikli­ği oranında fiyattan indirim yapar. Bu arada, satıcının yanmdayken malda meydana gelmiş bir ayıp daha görürse, eski ayıp dolayısıyla malı geri verme­si sahîh olmaz. Çünkü malı, iki ayıp nedeniyle geri vermiş olmaktadır. Oysa ki malı, sâdece eski aybi dolayısıyla geri vermek sahih olabilir.

5- Bu ayıp, satılan malın kendisi tarafından meydana gelmiş olabilir. Meselâ satın alınan bir kölenin, kendini ayıplı kılacak bir fiili işlemesi gibi. Bu durumda» dördüncjp şıktaki hükmün aynısı uygulanır.

Satılan malda müşİerinin teslim almasından sonra bir ayıp meydana ge­lirse, yine beş durum sözkonusu olur:

1- Bu ayıp, müşterinin fiiliyle meydana gelmiş olabilir.

2- Doğal bir âfet sonucu meydana gelmiş olabilir.

3- Satılan malın, kendi fiili sonucu meydana gelmiş olabilir.

4- Satıcının fiiliyle meydana gelmiş olabilir.

5- Satıcıyla müşteri dışındaki yabancı bir şahıs tarafından meydana ge­tirilmiş olabilir.

Birinci, ikinci ve üçüncü durumların hükmü: Satılan malda, müşterinin teslim almasından sonra meydana gelen ayıptan ayrı olarak (satıcı yanmdayken meydana gelmiş) eski bir ayıp daha bulunursa, bu eski ayıp nedeniyle malı geri verme hakkı doğmaz. Çünkü yeni ayıp, eskisiyle çatışmış olmaktadır. Müşteri, eski ayıp dolayısıyla malda meydana gelmiş olan değer eksikliği ora­nında bir meblağı satıcıdan isteme hakkına sahip olur. Ancak yeni ayıp do­layısıyla vukûbulan noksanhğıyla birlikte malı almaya razı olursa, sorun kalmaz.

Dördüncü ve beşinci durumların hükmü: Satıcının veya satıcıyla müş­teri dışındaki yabancı bir şahsın, malın müşteriye tesliminden sonra malda bir ayıp meydana getirecek bir fiil işlemelerine gelince; bu ayıptan ayrı ola­rak malda eski bir ayıp daha bulunursa, bu ayıp nedeniyle müşteri, malı geri verme hakkına sahip olmaz. Malda ayıp meydana getiren her kişi, mal üze­rinde suç işledikleri gerekçesi ile meydana getirdikleri değer eksikliği oranın­da tazminat vermekle yükümlü olur. Sonra meydana getirilen ayıp dolayısıyla verilecek fark hissesi, fiyatına nisbetle malın sağlamkenki değeriyle ayıphy-kenki değeri arasındaki fark kadardır. Meselâ bir kişi, değeri aslında yüz li­ra olan bir malı, kırk liraya satın alır. Sonra asıl değerinden on lira eksiltecek bir ayıp meydana gelirse değeri doksan liraya düşmüş olur. Böyle olunca da satın alınmış olduğu fiyatın onda biri (dört lira) düşürülür. Ayıbı meydana getiren kişi dört lira ödemekle yükümlü olur. Diğerleri de bu hesaba kıyas­lanır. Malın değerini takdir edenlerin iki kişi olması, ikisinin de değer takdir ettikleri mal üzerinde vukuf sahibi olması; satıcıyla müşterinin huzurunda "tanıklık ederiz ki..." şeklinde haber vermeleri şarttır.

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşılıyor ki; müşteri, satın aldığı malda bir ayıp bulursa, o ayıp nedeni ile malı geri verir. Mah tutup da, ayıp dolayı­sıyla meydana gelen değer eksikliği farkını talep edemez. Ancak, mah olduğu gibi geri verip, vermiş olduğu bedeli tamamıyla geri alma hakkına sahiptir. Yalnız, yukarıdaki tafsilât çerçevesinde malda ikinci bir ayıp daha meydana gelmiş İse, geri vermek mümkün olmazsa değer farkını talep edebilir. Mese­lâ bir kişi bir elbise satın alır. Sonra dikmek için kesip birbirinden ayırır da bu arada değerini eksiltecek bir aybı olduğunu görürse, kestikten sonra elbi­seyi geri vermek mümkün olmadığı için, değer farkını satıcıdan alma hakkı­na sahip olur. Aynı şekilde bir mirasçı, kendisine miras bırakacak birinden bir mal satın alır da sonra satıcı ölürse, müşteri de satın aldığı malda ona mirasçı olur. Yalnız satıcının ölümünden sonra bu malda bir ayıp bulursa, malı (varsa) başka bir mirasçıya geri veremez. Başka mirasçı yoksa, zaten geri vermesi mümkün olmaz ve bu durumda değer eksikliği farkını alma hakkı da düşer.

Aynı şekilde bir kişi, bir deve satın alır da onu kestikten sonra bağır­saklarının bozuk olduğunu görürse, kesmiş olduğu için deveyi geri vermesi mümkün olmadığından ötürü, müşterinin devedeki bu ayıp dolayısıyla mey­dana gelmiş değer eksikliği farkını satıcıdan istemeye hakkı vardır. Yine bu­nun gibi bir kişi ipek bîr elbise satın alır da, su ile ıslattıktan sonra ayıplı olduğunu görürse, satıcıya geri veremez. Ama değer eksikliğinden doğan farkı isteyebilir. Çünkü ıslatmak, elbisenin değerini eksiltir. İşte böyle eski ayıbı­na ek olarak kendisinde yeni bir ayıp meydana gelerek değeri eksilen mah geri vermek caiz olmaz. Önceki tafsilât doğrultusunda, malda eski ayıp do­layısıyla meydana gelen değer eksikliği farkını müşteri, satıcıdan alabilir.

Malikîler dediler ki: Bir kişi bir mal satın alır ve bu malda bir ayıp görürse, sahibine geri verebilir. Ancak geri vermek bazı durumlarda imkân­sız olur:

1- Satılan mal, ayıplı olduğu bilinmeden ister satıcının elinde olsun, is­ter müşterinin elinde olsun, satış akdinin yapılmasından sonra telef olursa, geri verilmesi imkânsız olur. Telef oluşu müşterinin iradesiyle de olsa  meselâ hayvanı alıp kesmesi gibi irâdesi dışında da olsa meselâ satın al­dığı hayvanı başkasının öldürmesi veya kendiliğinden düşüp ölmesi gibi hüküm aynı olur. Yani telef olduktan sonra hayvanın ayıplı olduğunu gö­rürse gen vermesi sahih olmaz. Zaten, geri vermesi de mümkün değildir. Hük­men telef olmak da bu statüye tâbidir. Meselâ bir kişi, satın aldığı bir malı

başkasına sadaka olarak verir. Sonra bu malın ayıplı olduğunu görürse, bu ayıp nedeniyle satıcısına geri vermesi mümkün olmaz. Çünkü bu mal, her ne kadar bilfiil telef edilmemişse de (sadaka olarak verdiği için) hükmen telef edilmiş gibidir. Hibe etmek de böyledir. Bu durumda müşteri, ayıbın malda meydana getirmiş olduğu değer eksikliği farkım satıcıdan alma hakkına sa­hip olur. Bu da şöyle olur: Satın alınan malın sağlam olunca değerinin ne kadar olacağı, ayıplıyken de değerinin ne kadar tutacağı ayrı ayrı takdir edi­lir. Ayıplı hâle getirmekle malın değeri, sağlamlık zamanındaki değerine nis-betle ne kadar eksilmişse o kadarlık farkı talep etme hakkı doğar. Meselâ bir kişi, ayıplardan salim diye bir mah yüz liraya satın alır. Sonra bu malda, değerini seksen liraya düşürecek bir ayıp bulursa, aradaki yirmi liralık farkı satıcıdan alma hakkına sâhib olur ki, bu, yüz liranın beşte biridir.

2- Satın aldığı malın ayıplı olduğunu anladıktan sonra müşteri, malı al­maya razı olursa, mal gefi; verilmez. Müşterinin razı olduğuna delâlet eden hususlar iki kısma ayrılır:

a) Mutlak rızâya delâlet eden hususlar. Bu hususlar, müşteriyle satıcı­nın malı geri verip vermeme maksadıyla tartıştıkları zamanda olsa da olma­sa da farketmez. Müşterinin satın aldığı elbiseyi (ayıplı olduğunu bildiği halde) kullanması veya satın almış olduğu hayvanı icara vermesi gibi. Bu davranış­lar, satın alınan malda eksiltme meydana getirdikleri için, malı kabul etme­ye müşterinin razı olduğuna delâlet ederler. Bir malı satın alıp (ayıplı olduğunu ve geri verme hakkına sahip olduğunu bilmekle beraber) bu şekilde kulla­nan müşterinin, malı satıcıya geri vermesi sahih olmaz.

b) Satıcıyla müşterinin çekişip tartışmalarından sonra değil de daha ön­ce rızâsına delâlet eden hususlar. Bu da ev veya dükkânda oturmak gibidir. Çekişme zamanında başkasını oturtmaktır. Bir kişi bir ev satın alır, sonra duvarındaki çatlaklık gibi bir ayıp görürse (ki bu çatlak, evin kıymetini azaltır), veya sağlayacağı yararı azaltan bir sebep bulursa evi geri verebilir. Bu ayıp veya sebebi gördükten sonra evde otursa bile, geri verebilir. Çünkü evde otur­mak evin değerini eksiltmez. Müşterinin, içinde oturmak gibi evin değerini eksiltmeyecek işleri yapması hâlinde, geri verme hakkı kaybolmaz. Ama müş­teri bu ayıbı gördükten sonra ilân etmez ve geri vermek için satıcıya başvur­madan evde oturmaya devam ederse, bu evden razı olduğuna delâlet eder ki, bundan sonra malı, sahibine geri verme hakkına sahib olmaz. Bu arada üçüncü bir kısım diyebileceğimiz bir husus daha vardır ki; bu, müşterinin mutlak rızâsına delâlet etmez. Müşterinin, satın aldığı malı kullanmaksızın ondan sağlanan semereden faydalanması, sözgelimi satın aldığı hayvanın sü­tünden-ve yününden yararlanması gibi. Bu yararlanma, malı geri vermek için satıcıyla tartışma zamanında da olsa, başka zamanda da olsa farketmez. Yal­nız iki mesele bundan istisna edilmiştir:

a) Seferde olan bir kimse, satın aldığı binek hayvanında bir ayıp bulun­duğunu gördüğü halde hayvana binip yolculuğuna devam ederse, yolculugun tamamlanmasından sonra sahibine geri verebilir. O hayvana binmeye mecbur olsa da, olmasa da farketmez. Bindiğinden ötürü hayvanda bir za­yıflama ve benzeri bir kusur meydana gelmezse, müşterinin bir tazminat ver­mesi gerekmez. Ama bir zayıflama (ve benzeri bir kusur) meydana gelirse, farkını ödeyerek geri verebileceği gibi, aslî aybının farkını satıcıdan alarak hayvanı yanında da tutabilir. Satıcıya çok yakın olmadığı takdirde, sefer es­nasında geri vermek mecburiyetinde olmaz. Tabiî sefer esnasında çok fazla bir meşakkatle karşılaşmayacaksa geri vermesi gerekir.

b) Bir kişi mukîm olduğu bir şehirde, yine kendisi gibi aynı şehirde mu­kîm olan birinden bir hayvan satın alır, sonra bu hayvanda bir ayıp bulun­duğunu görür de geri vermek İçin binerek o hayvanı sahibine götürürse, bu biniş, onun geri verilmesine mâni olmaz. Aynı şekilde müşteri, bir makam sahibiyse ve hayvanı, binerek sahibinin bulunduğu yere götürürse, bu biniş, o hayvanın geri verilmesine mâni olmaz.

3- Satılan mal sadece köle, satıcı da hâkim veya vâris olur. Efendisinin borcunu ödemek maksadıyla kadı, bir köleyi satarsa, veya kaybolmuş bir kişinin kölesini kadı satarsa ve bu kölenin ayıplı olduğunu kadı bilip de müş­teriye açıklarsa, veya kadı bilmese de müşteri bilir (yine de satın alır) ise, artık müşteri, bu köleyi geri verme hakkına sâhib olmaz. Aynı şekilde bir kişi, borcu ödemek veya vasiyeti yerine getirmek amacıyla, kendisine miras olarak intikal eden bir köleyi satar ve ayıplı olduğunu müşteriye açıklarsa, bundan sonra müşteri, köleyi geri verme hakkına sâhib olamaz. Köleden gayrı eşyaların satımında, ayıptan ibranın bir faydası olmaz. Bir kişi ayıptan beri olmak şartıyla bir hayvan veya bir ticâret eşyası satar da, müşteri bilâhare o malda eski bir ayıp bulunduğunu görürse, malı geri verme hakkına sâhib olur. Ayıptan berî olarak satışının bir faydası olmaz. Bu şart genel veya özel olarak koşulsa, bâtıl bir şarttır. Ama satış akdini bâtıl kılmaz.

4- Satın alınan maldaki ayıp, geri vermeden önce yok olursa, sahibine geri verilemez. Ancak tıp bilginleri, bu ayıbın tekrar geri geleceğinin muhte­mel olduğunu söylerlerse, müşteri malı geri verme hakkına sahip olur.

Hanbelîler dediler kî: Satın alınan malda bir ayıp görülürse, iki durum sözkonusu olur:

1- Satın alınan bu maldaki ayıp, satıcıdan teslim almadan önce meyda­na gelmiş ise, müşteri onu reddetme hakkına sahip olur. Bu ayıp, satış akdi­nin yapılmasından önce veya sonra meydana gelmişse, müşterinin ayıptan haberi olsa veya olmasa da, reddetmeye hakkı vardır. Ancak bu malın taz­mini müşterinin üzerine olursa, yani o malı ölçeksiz veya ölçüsüz veya tartı­sız olarak satın alır ve satıcı vermemezlik etmemesine rağmen müşteri onu teslim almazsa ve bu ayıp da satış akdinin yapılmasından sonra meydana gelmişse, müşterinin mülkiyetindeyken meydana gelmiş sayılır ki, bu durumda satıcı o ayıptan sorumlu tutulmaz. Müşteri, satın almış olduğu malı, ayıplı oluşu nedeniyle geri verirse, gen verme masrafını kendisinin üstlenmesi ge­rekir. Satıcının da, almış olduğu bedeli tamamen geri vermesi gerekir. Satı­cı bedelin tümünü veya bir kısmını müşteriye hîbe etmiş, ya da onu ayıptan ibra etmiş ise; bundan sonra müşteri malı geri verirse, satıcının bedelin tü­münü İsteme hakkı doğar. Bedeli daha önce hibe etmiş olması veya müşteri­yi bedeli vermekten İbra etmiş olması nazar-ı itibâra alınmaz. Müşterinin, satın aldığı malın ayıplı olduğunu gördükten sonra, almış olduğu malı telef ederek veya yiyerek veya başka bir nedenle geri vermesi imkânsız olmasa bi­le bu malı kabul edip yanında tutması ve ayıplı oluşundan dolayı doğan de­ğer farkı oranındaki bir meblağı satıcıdan alma hakkı vardır. Bir kişi bir elbise satın alır ve dikmek için kesip parçalara ayırdıktan sonra ayıplı olduğunu görürse, bu ayıptan dolayı elbisede meydana gelen değer eksikliği farkını sa­tıcıdan alma hakkına sâhib olur. Bu durumda elbiseyi geri vermesi mümkün olmamasına rağmen, değer farkını alma hakkı vardır. Çünkü müşteri ile sa­tıcı, bu elbiseyi belli bir para karşılığında satmak ve satın almak üzerinde anlaşmışlardır. Dolayısıyla da satılan malın (elbisenin) her bir parçası, kar­şılığında ödenen paranın her bir parçasına tekabül etmektedir. Ayıplı oluşu nedeniyle elbisede eksilen parçaya karşılık olarak paranın da bir veya bir kaç parçası eksilir. Satıcının hoşuna gitse de gitmese de, müşteri bu eksilen be­deli satıcıdan alma hakkına sahip olur. Ancak bu bedeli alma nedeniyle bir ribâ muamelesi cereyan edecekse, almak sahih olmaz. Meselâ bir kişi, ağırlı­ğınca dirhem karşılığında süs için yapılmış bir gümüş parçası satın alır da bu gümüşün ayıplı olduğunu görürse, bu durumda ayıplı oluşu nedeniyle gü­müşte meydana gelen değer eksikliği farkını satıcıdan alması helâl olmaz. Çünkü bu ribây-ı fazl olur. Ama gümüşü, aldığı zamanki haliyle tümüyle geri verip, vermiş olduğu dirhemleri de tam olarak alma hakkı vardır. Böyle yapabileceği gibi, gümüşü kabul edip hiç bir fark da istemeyebilir.

2- Müşteri malı teslim aldıktan sonra malda bir ayıp meydana gelir ve­ya ölçeksiz, ölçüsüz, tartısız olarak satın alıp, satıcının vermemezlik etmesi­ne rağmen müşteri teslim almaz da mal satıcının yanındayken bir ayıp meydana gelirse, satıcı, sorumlu olmaz. Bu ayıp nedeniyle, müşterinin malı geri vermesi sahih olmaz. Satıcının yanındayken malda bir ayıp meydana gelir, sonra müşterinin yanındayken bir ayıp daha eklenirse, müşteri razı olup da malı almayı kabul ederse ne alâ. Aksi takdirde durum, hâkime arzedilir. Hâ­kim, satış akdini fesheder. Satıcı, almış olduğu parayı müşteriye geri verir. Müşterinin de, satıcı yanındayken meydana gelen ilk ayıbıyla ayıplı olması halindeyken malın değerini vermesi gerekir. Sonra malın ayıplı olması nede­niyle meydana gelen değer eksikliği farkı, fiyatına nispetle o malın sağlam­ken değeri ile ayıplıyken değeri arasındaki farktır. Bu fark şöyle hesaplanır: Malın sağlam iken değerinin ne kadar olacağı takdir edilir. Sonra da ayıplı iken değerinin ne kadar olacağı takdir edilir. Bu iki değer arasındaki fark, fiyatıyla orantılı olarak hesaplanır. Çıkan sonuca göre hesaplanan meblağı  hak sahibi olan taraf alır. Meselâ bir kişinin yüzelli liraya satın aldığı bir malın değeri yüz liraya iner. Sonra da bu malda bir ayıp meydana gelir ve değerini on lira eksilterek doksan liraya düşürür. Bu durumda sağlamkenki değeri ile ayiphykenki değeri arasındaki fark on lira olur ki, bu yüz liranın onda biridir. Bu fark, malın satın alındığı fiyata nisbet edilirse onbeş lira tutar. (Çünkü yüzelli liranın onda biri onbeş liradır.)

Şâfiîler dediler ki: Bir kişi, satın aldığı malın ayıplı olduğunu gö­rürse ve bu ayıp, o mah teslim almasından önce meydana gelirse, almayıp, reddetme hakkına sahip olur. Bu ayıbın akdin yapılmasından önce veya sonra meydana gelmesi arasında hüküm bakımından fark yoktur. Yeter ki müşte­ri, onu teslim almış olmasın. Bu ayıbın müşterinin malı teslim almasından sonra meydana gelmesi durumuna gelince: Ayıbın sebebi eski İse, müşteri yine geri verebilir. Aksi takdirde geri veremez. Meselâ adamın biri bir köle satın alır ve köle kendisine teslim edilir, ama bu köle, satılmadan önce hır­sızlık yapmış olabilir ve suçu da satılıp müşteriye teslim edildikten sonra sa­bit görülüp eli kesilebilir. Bu durumda elin kesilmesi ayıbından satıcı sorumlu olur. Müşterinin yanındayken malda bir ayıp meydana gelir, sonra müşteri bu malda, daha önce satıcının yanındayken meydana gelmiş olan başka bir ayıp görürse ve bu yeni ayıbın sebebi eskiye dayanmaz, müşterinin eski ayı­bı bulmasından önceye kadar zail olmaz, eski ayıbın bilinmesi de ona bağlı olmazsa, müşteri bu malı geri verme hakkını yitirir. Bu ayıbı bizzat satıcı meydana getirmiş olsa bile yine de geri veremez. Ancak satıcı razı olursa ge­ri verebilir. Bundan sonra bu meselede üç durum sözkonusu olur:

1- Satıcı, müşteriden bir bedel almaksızın akdi feshetmeye razı olur. Müş­teri de eski ayıp nedeniyle satıcıdan bir karşılık talep etmeksizin mah alma­ya razı olur.

2- Bir karşılık vererek satış akdini geçerli kılmak veya feshetmek üze­rinde anlaşırlar. Akid feshedilirse, müşterinin kendi yanındayken malda mey­dana   gelen   ayıptan   ötürü   satıcıya   tazminat   ödemesi   gerekir.   Akid feshedilmezse satıcının malı teslim etmeden önce meydana gelen ayıptan ötürü, değer eksikliği farkını müşteriye ödemesi gerekir.

3-  Satıcıyla müşteri anlaşamazlar. Meselâ biri feshetmeyi, diğeri akdi geçerli kılmayı taleb eder.

Birinci ve ikinci şıktaki anlaşma durumlarında hüküm açıktır. Anlaşa­mamaları durumunda, ister satıcı olsun, ister müşteri olsun, akdi geçerli kıl­mak isteyen tarafın görüşü uygulanır ki, bu durumda satıcının, kendi yanındayken malda meydana gelen ayıp için, müşteriye değer farkı ödemesi gerekir. Satılan mal, kendi cinsinden bir malla satılmışsa; meselâ ekmek, ek­mek ile satılmışsa, bu durumda tek çare, akdi feshetmektir. Müşteri de, kendi yanındayken malda meydana gelen ayıp nedeniyle, satıcıya tazminat öder.

(140) Hanefiler dediler ki: Satılan malda her halükârda zuhur edecek ayıplardan beraatı şart koşmak sahih olur. Bu şart genel olarak da koşulabilir. Özel olarak da koşulabilir. Satıcı kendisinin, maldaki ayıplardan beri ola­cağını, yani ayıplardan sorumlu olmayacağını şart koşabileceği gibi; sattığı matın ayıplardan beri olacağını da şart koşabilir. Birincinin misâli: "Hiç bir ayıbından sorumlu olmayarak..." veya "bir toprak kümesi olarak bu evi sana sattım" veya "kırık ve de parçalanmış olarak bu bineği sana sattım" gibi. Bu şekilde ayıptan beraatı şart koşarak satış yapmak sahih olur. Satıcının bu şekilde şart koşarak sattığı malı alan müşteri, satın aldığı malda bir ayıp ortaya çıkınca geri verrfle hakkına sâhib olamaz. Çünkü, malda görülecek her ayıbı kabul ederek satın almış ve artık, mah kabul etmekten başka bir seçeneği kalmamıştır. Aynı şekilde satıcı husûsî bir ayıbı belirterek ondan beraati şart koşarsa, bu şart koşma evleviyetle sahih olur. Meselâ satıcı, "bu atı satıyorum, ama serkeştir" der de müşteri öylece kabul ederse, artık ser­keşliği nedeniyle atı sahibine geri veremez. Satılan malın ayıplardan beri ol­duğunu şart koşmaya gelince bunu, şöylece örneklendirebiliriz: Satıcı, "bu hayvanı hiç bir aybı olmaksızın sana sattım" der ve belli bir ayıbını açıkla­maz, müşteri de bu şartla hayvanı satın alırsa, hayvanda gördüğü eski bir ayıp dolayısıyla onu geri verebilir. Satıcı "bu hayvanı her dertten beri ola­rak sana sattım" derse, bu hususta "dert" kelimesinin, örf ve âdette ne an­lamda kullanıldığına bakılır. Eğer örfe göre dert kelimesi sâdece iç hastalıkları anlamında kullanılmaktaysa, satın alınan hayvanda her ne türden olursa ol­sun eski bir hastalık bulunduğu belirirse, müşteri onu geri verebilir. Örf eğer dert kelimesini genel hastalıklar anlamında kullanmaktaysa, hayvanda gö­receği herhangi bir eski hastalıktan dolayı onu geri verebilir. Zamanımızda "dert" kelimesi, örfen iç ve dış hastalıklar anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam, aynı zamanda lügate de uygundur. Sonra malın ayıplardan beri bu­lunduğunu şart koşmak; satış akdinin yapılmasından önceki ve satış akdin­den sonra, ama müşterinin teslim almasından önceki ayıpları kapsar.

Bir kimsenin, herhangi bir ayıbından veya belirli bir ayıbından sorumlu olmamayı şart koşarak sattığı bir hayvanda, satış akdi esnasında bir ayıp bulunmaz da, akdin yapılmasından sonra ve müşterinin teslim almasından önce bir ayıp meydana gelirse, bu sonradan olma ayıp nedeniyle müşteri, o hayvanı geri veremez. Önceki eski ayıp nedeniyle müşteri, o hayvanı geri veremez. Çünkü ayıplardan beraati şart koşmak, eski ayıbı da kapsar. Bazı­ları derler ki: Malın ayıplardan salim olduğunu şart koşmak, akid esnasın­da, mevcûd olan ayıplardan başkasını kapsamaz. Akdin yapılışından sonra ve teslim alınışından önce meydana gelen ayıp nedeniyle müşteri, mah geri verme hakkına sahip olur. Nitekim Şâfiîler de bu görüştedirler. Malın ken­disinde mevcûd bütün ayıplardan beraati şart koşmak, sonradan meydana gelen ayıpları kapsamaz. Ki bu hususta icmâ vardır. Bir kişi "şu anda içinde mevcûd olan ve akdin yapılışından sonra, senin teslim almandan önce mey­dana gelecek ayıplardan sorumlu olmamak şartıyla bu malı sana sattım" derse, bu şekildeki şart koşması, mûtemed görüşe göre satış akdini fâsid kılar. Ba­zıları da derler ki: Bu şart icmâ ile akdi fâsid kılar.

Mâlikîler dediler ki: Satılan maldaki ayıptan beraat şartını kayıtla­mak doğru olmaz. Bir kişi, bir hayvan veya bir ticâret eşyası satarken onda bulunacak herhangi bir ayıptan veya belli bir ayıptan beraati şart koşarsa, yani böyle bir ayıbının görülmesi hâlinde sorumlu olmayacağını şart koşar­sa, bu şartın bir faydası olmaz. Henüz satıcının yanındayken malda bir ayıp görülürse, müşteri onu almayıp reddedebilir. Öyle ama bu şekildeki bir şart koşuş, yalnız ayıplarını anlayabileceği bir süre kadar yanında bulundurdu­ğu ve ayıplı olduğunu bilmediği bir kölenin satışında fayda verir. Kölesini, satıştan sonra kendisinde görülecek ayıplardan berî olmak şartıyla satar ve sonra da bu kölede bir ayıp görülürse, müşteri onu geri veremez. Aynı şekil­de, önce de anlatıldığı gibi, hâkim veya vârisin satmış olduğu köle de (bir ayıbının görülmesi hâlinde) geri verilemez.

Şâfiîler dediler ki: Bir kişi, akid esnasında mevcûd ayıplarından be­rî olmayı şart koşarak bir mal satarsa, şu iki durumdan birinin vukûbulması kaçınılmaz olur:

1- Bu ayıplardan kendi şahsının berî olacağını (sorumlu olmayacağım) şart koşar.

2- Satmakta olduğu malın bütün ayıplardan salim olduğunu şart koşar.

Birincisinin örneği: Satıcının, "bulunacak bütün ayıplarından sorumlu olmayacak şekilde beraati şart koşarak bu malı, şu fiyatla sana sattım" de­mesi gibidir. Bunun hükmü şudur: Satılan mal, bir hayvan ise ve satış akdi esnasında sahibince bilinmeyen gizli bir ayıbı mevcûd olursa, sahibi sorum­lu olmaz. Ama satılan mal başka bir eşya ise, sorumlu olur. Denilir ki, bu durumda satıcı, her ayıptan berî olur. Ama satılan malda açıkça görülebilen bir ayıp bulunduğu açığa çıkarsa veya satılan mal, hayvandan başka bir eş­ya İse, ayıplardan beraat şartının bir faydası olmaz. Malda görülecek bütün ayıplardan satıcı sorumlu olur.

İkincinin örneği: Satıcının "bütün ayıplardan berî (salim) olması şar­tıyla bu malı sana sattım" demesi gibidir ki, bunun hükmü de öncekinin hük­mü gibidir. Satıcı, satmış olduğu malda zuhur£den bütün ayıplardan sorumlu olur. Ancak satılan mal, bir hayvan ise ve kendisinde görülen ayıp, satıcısı tarafından bilinemeyen gizli bir ayıp ise, satıcı sorumlu olmaz. Çünkü satı­cı, bilememesi ve aybın gizli oluşu nedeniyle mazurdur. Bazıları, satıcının bu durumda sorumlu olacağını, zahir görüş olarak ileri sürmüşlerdir. Çün kü satıcı, malın bütün ayıplardan berî olduğunu kendi şahsı üzerine şart koş­muştur. Anlaşmazlığı gidermek için onun şartına göre hareket edilir. Ama satış akdinin yapılışından sonra ve fakat müşterinin teslim almasından önce malda meydana gelecek ayıplardan beraati şart koşmak, fâsid bir şarttır. Çün­kü bu, mevcûd olmayan bir şeyi düşürmektir. Fâsid olmakla birlikte bu şart, mûtemed görüşe göre satış akdini fâsid kılmaz. Bundan da anlaşılıyor ki; genel olarak ayıplardan beraati şart koşmak, bir durum dışında fayda ver­mez ki, o durum da az önce anlatıldığı gibi; satılan malın bir hayvan olması ve ondaki ayıbın da satıcı tarafından bilinmeyen gizli bir ayıp olmasıdır. Özel olarak belli bazı ayıplardan beraati şart koşmaya gelince bunda tafsîlât var­dır: Maldaki ayıp, hayvdrida bulunan cild hastalıkları gibi görülen bir ayıp ise, müşterinin kendisine anlatılıp gösterildikten sonra bu ayıba muttali ol­ması şarttır. Ama maldaki ayıp, görülemeyen ayıplardansa, onun müşteriye anlatılıp belirlenmesi yeterli olur. Görmesi gerekmez. Meselâ bir kişinin, "tar­lada çift sürme esnasında yatar olduğunu" şart koşarak bir öküzü satması veya "serkeşlik yaptığını" şart koşarak bir atı satması ve satıldıktan sonra da bu hayvanların böyle olduklarının görülmesi gibi. Satın alma esnasında müşterinin görmemiş olsa bile bu ayıp nedeniyle malı geri vermeye hakkı yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Bir kişi bir ma! satar da bu malda mevcûd bütün ayıplardan beraati şart koşarsa veya satış akdi yapıldıktan sonra, ama müşterinin teslim almasından önce meydana gelecek ayıplardan beraati şart koşarsa, bu şartı fâsid olur. Satın alınan mal, hayvan da olsa, başka bir mal da olsa, maldaki ayıp gizli de olsa açık da olsa, müşteri bilse de bilmese de ne zaman açığa çıkarsa, ayıp dolayısıyla müşteri, malı geri verebilir. Aynı şekilde satıcı, malındaki belirli bir ayıptan beraati şart koşarak sattığı malı; meselâ "serkeşlik ayıbından berî olarak bu atı sana sattım" veya "asilik ayı­bından berî olarak bu deveyi sana sattım" diyerek satılan bir malı, bu ayıbı dolayısıyla müşteri geri verebilir. Çünkü bu şart fâsiddir. Satıcı ayıbı adlan­dırıp belirtir ve müşteri de ona muvafakat ederek onu ibra ederse, artık ayıplı oluşu nedeniyle malı geri veremez. Çünkü ayıbı bilmiş ve ona razı olmuştur. Şunu da belirtelim ki; kişinin, satmakta olduğu malda bildiği bir ayıp varsa, o ayıbı gizlemesi haramdır. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"Müslüman, müslümanın kardeşidir." (Madem öyle) bir müslümanın, ayıbını ona açıklamadığı takdirde (müslüman) kardeşine ayıplı bir malı sat­ması helâl olmaz.[3]

 

Satılan Mal, Ayıbı Dolayısıyla Derhal Mi, Yoksa Sonra Mı Geri Verilir?

 

Ayıplı olduğu anlaşılan satılmış bir malın derhal mi, yoksa sonra mı geri verileceği konusuyla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağı­da anlatılmıştır.

 

(141) Şâfiıler dediler ki: Ayıplı olduğunu öğrendikten sonra satılan ma­lın derhal geri verilmesi gerekir. Ayıplı olduğu öğrenilir de özürsüz olarak ertelenirse, müşterinin geri verme hakkı sakıt olur. Derhal geri vermekten maksat, âdete göre erteleme yapılmamasıdır. Meselâ vakti giren namazı kıl­mak, yemek yemek veya bunlara benzer bir işle meşgul olmak erteleme sa­yılmaz ve ayıplı malı geri verme hakkını düşürmez. Aynı şekilde bir kişinin ayıplı olduğunu anladığı malı geri vermesi, hastalık, hırsızdan ya da yırtıcı bir hayvandan korkma ve benzen bir mazeret nedeniyle gecikirse, bundan sonra geri verme hakkı düşmez. Satıcı kayıp olursa, (malı geri vermek iste­yen) müşterinin, durumu hâkime bildirmesi gerekir. Ayrıca ister hâkimin ya­nına giderken, ister geri vermek üzere satıcının yanına giderken yolda, akdi feshettiğine başkalarını şâhid tutması da gerekir. Ayıplı olduğunu öğrendik­ten sonra malı geri vermesi; satın aldığı hayvanı çalıştırmak, kiraya vermek, satın aldığı elbiseyi giymek, rehine bırakmak gibi akde razı olduğuna delâlet eden bir fiili işlememiş olması durumunda mümkün olur.

Hanefîler dediler ki: Satılan malın, ayıplı olduğu öğrenildikten he­men sonra geri verilmesi şart değildir. Müşteri, malın ayıplı olduğunu ilân eder ve geri vermek için satıcı ile münakaşaya tutuşur ve bir ara münakaşayı terkedip gider; sonra geri gelip tekrar malı satıcıya geri verme isteğinde bu­lunursa, bu normaldir. Malın ayıplı olduğunu öğrendikten sonra maldan razı olduğuna delâlet eden bir davranışta bulunması geri verme hakkını düşürür. Meselâ kişinin, satın almış olduğu elbiseyi, ayıplı olduğunu anladıktan son­ra giymesi; satın almış olduğu bineğe ayıplı olduğunu anladıktan sonra bin­mesi, icara vermesi, rehine bırakması, tamamını veya bir kısmını satması, teslim etmeksizin dahi hîbe etmesi, veya bakiye kalan parasını satıcıya öde­mesi, satıcının "onu satılığa çıkar, kimse almazsa bana geri ver" diyerek em-retmesiyle de olsa satılığa çıkarması, aynı şekilde kİrâya vermek üzere ilânda bulunması, gelir-ini taleb etmesi, sütünü sağıp içmesi gibi. Bütün bu davra­nışlar, kişinin satın aldığı maldan ayıplı da olsa razı olduğuna delâlet ederler. Kişinin içinde oturmazdan önce ayıph olduğunu bildiği evde bilâha­re oturması, o evi geri verme hakkını engeller. Çünkü ayıplı olduğunu öğ­rendikten sonra o eve girip oturması, o evden razı olduğuna delâlet eder.

Ama ayıplı olduğunu bilmezden önce oturmakta olduğu evde, ayıplı oldu­ğunu öğrendikten sonra da oturmaya devam etmesi, geri verme hakkını dü­şürmez.

Satın alınan tarlayı sulamak, ekmek, ürünlerini toplamak da (ayıplı ol­sa dahi) o tarladan râ?ı olmaya delâlet eder. Ama ağacın meyvesinden ye­mek, ondan razı olmaya delâlet etmez. Yine bunun gibi, kişinin kendisine yetip yetmediğini öğrenmek için, kumaşı terziye göstermesi, o kumaştan ra­zı olduğuna delâlet etmez. Malı, değer takdir edici birine, durumunu Öğren­mek amacıyla göstermek de böyledir.

Satıcısına geri vermeye giderken binek hayvanına binmek veya başka hayvan için değil de, o hayvana yem almak için allafa giderken sırtına bin­mek, o hayvandan razı olmaya ve onu beğenmeye delâlet eden bir davranış değildir. Müşteri, çok zorlanarak yürüyebilen bir kişi ise bu durumdaki bir bineğe binebilir. Ayıplı malı geri vermek için satıcının hazırda bulunmaması durumunda müşteri, satıcının hazır olmasına dek o malı yanında tutar. Bu haldeyken müşterinin yanında telef olursa müşteri,satıcıya o malın bedelini vermekle yükümlü olmaz. Sâdece ayıplı oluşu nedeniyle meydana gelen de­ğer eksikliği farkını satıcıya öder.

Mâlikîler dediler ki: Satılan malı, ayıplı olduğunu öğrenir öğren­mez acilen geri vermek şarttır. Âcillik süresi, bu mezhebe göre iki gün ola­rak takdir edilmiştir. Bundan fazla bir süre geçince gecikilmiş ve ayiplılığı nedeniyle malı geri verme muhayyerliği düşmüş olur.Ancak hastalık,mah­pusluk veya zâlimden korkma gibi, malı götürüp geri vermeye engel bir ma­zeretin bulunması hâlinde, İki gün geçse bile ayıplı malı geri verme hakkı düşmez. Şu da var ki; ayıplı malı bir günden daha az bir süre içinde geri ve­ren müşteriden yemin etmesi istenmez. Ama bir veya iki gün içinde geri ve­ren müşteriden, malın ayıplı oluşuna razı olmadığına ve malı geri vermek istediğine ilişkin yemin etmesi istenir. Önce de belirtildiği şekilde ayıphlığı-na razı olduğuna delâlet eden bir davranışta bulunursa, malı geri verme hak­kım yitirir. Mal sahibi yerinde hazır bulunmazsa, müşterinin bu malın ayıplı oluşuna razı olmadığını şahitler huzurunda ifade etmesi müstehab olur. Sonra mal sahibi yakın bir yerde bulunduğu için hazırda değilse, müşteri ayıplı malı, varsa vekiline verir. Vekili yoksa geri vermek için, dilerse mal sahibinin gel­mesini bekler. Dilerse durumu kadıya iletir. Kadı da, mal sahibinin mahke­meye gelmesi için ilânda bulunur veya gıyabında, malın kendisine geri verilmesine hükmeder.

Mal sahibi çok uzak bir diyarda bulunduğu için hazırda değilse; müşte­ri de ayıplı malı götürüp kendisine geri vermekten âcizse, ya onu bekler veya durumu kadıya iletir. Kadı, eğer mal sahibinin yerini biliyor ve geri dönme­sini umuyorsa; emniyet hâlinde on gün, korku halindeyse iki gün bekler. Bun­dan sonra malın geri verilmesine hükmeder. Eğer yerini bilmiyor ve geri dönmesini ummuyorsa, hiç beklemeksizin malın geri verilmesine hükmeder.

Hanbelîler dediler ki: Malın, ayıplı olduğu Öğrenilir öğrenilmez aci­len geri verilmesi şart değildir. Aksine, ayıplı olduğu öğrenildikten bir süre sonra da geri verilebilir. Çünkü geri verme hakkı, vukuu muhakkak bir za­rarı bertaraf etmek için tanınmıştır. Ayıplı da olsa satın alınan maldan razı olmaya delâlet eden bir davranışta bulunmadıkça, müşterinin ayıplı malı geri verme hakkı sakıt olmaz. Meselâ satın aldığı elbiseyi, ayıplı olduğunu öğ­rendikten sonra giymek veya satın alınan eşyayı kiraya vermek veya satm alman bineğe binmek gibi davranışlar, bu mallardan razı olmaya delâlet eder. Ama denemek için veya sahibine geri vermeye götürürken bineğe binmek, kişinin o binekten razı olmasına delâlet etmez. Ayıplı malı geri vermek için satıcının rızâsına ve hazır bulunmasına veya hâkimin hükmüne gerek yok­tur. Geri verme işi, müşterinin malı teslim almasından önce de olsa sonra da olsa hüküm aynıdır. Müşteri, satış akdini feshettiğini ilân ettikten sonra artık, akitten sorumlu olmaz.

 

Musarrat Hayvanın Satışı

 

Ayıplı oluşu nedeniyle, satılan malın geri verilmesi bahsinin baş tara­fında da işaret ettiğimiz gibi tasriye, satıcının müşteriyi aldatmak ve hay­vanın memesinin büyüklüğü nedeniyle sütünün de çok olacağı zannını vermek amacıyla sütünü sağmayıp memesini şişkin göstermesidir. Bu du­rumdaki hayvana da "musarrat" denir. Buna, fiilî aldatma muhayyerliği adı verilir. Böyle yapmak, şer'an yasaklanmıştır. Ebû Hüreyre, Peygam­ber Efendimiz (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Devenin ve koyunun memesinde sütü hapsetmeyin. (Sütü sağılma-yıp da memesinde bırakılan bir hayvanı) satın alan kişi, onun sütünü sağ­dıktan sonra, iki görüşten en hayırlısıyla başbaşa olur. Dilerse yanında tutar. Dilerse bir ölçek hurmayla birlikte geri verir.[4]

Hadîs-i Şerifin metninde geçen "tüserrû" fiili, "tüzekkû" kalıbında olup, sütü devenin veya davarın memesinde hapsetmeyin anlamına gel­mektedir. Yine hadîs-i şerîfin metninde geçen "ibtâe" fiili, satın alma an­lamına gelmektedir. "Bihayri'n-Nazereyn" kelimeleri ise müşterinin, o malı yanında tutmak veya geri verme serbestisine sâhib olduğu mânâsına gel­mektedir.

Musarrat hayvanı geri vermek veya vermemekle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(l42) Şafiıler dediler ki: Musarrat hayvanı satın alan kişi, sütünü sağarsa, bir ölçek hurma ile beraber o hayvanı, sahibine geri verebilir. Sağ-nia dışında bir yolla sütünü tüketirse, meselâ, yavrusunu bırakıp da sütünü emerse, yine aynı hüküm uygulanır. Satın aldığı hayvanın musarrat olduğu­nu öğrendikten sonra ve sütünü telef etmeden önce geri verebilir ve berabe­rinde hiç bir şey vermesi de gerekmez. Nitekim satıcıyla müşteri, geri verilecek olursa hurma dışındaki başka birşeyin verilmesi hususunda anlaşırlarsa, ge­ri verme durumunda müşterinin bir ölçek hurma vermesi gerekmez. Sağdığı sütün bedelini, anlaşma hâlinde para, buğday veya başka bir şeyle ödemesi sahih olur. Hayvanın geri verilmesi anında sağılmış sütünün bedelini vermek için, hayvanın da eti yenen bir hayvan olması gerekir. Eşek gibi, eti yenme­yen hayvanın, musarrat oluşu nedeniyle de olsa geri verilmesi durumunda,sa­ğılmış sütüne karşılık olarak satıcısına bir ölçek hurma vermek gerekmez. Musarrathk, her ne kadar pnun geri verilmesini gerekli kılan bir ayıp ise de, hüküm budur. Eti yenen hayvan da olsa, musarrat hayvanın az miktardaki sağılmış sütünün bedelini ödemek gerekmez. Birden fazla süt sağımı duru­munda sâdece bir ölçek hurma vermek yeterli olur. Satılan deve veya koyun bir kaç ortağın malı ise, sütü sağıldığından dolayı, geri verme esnasında her bir ortağa bir ölçek hurma vermek gerekir. Deve veya koyunu satın alanlar da birkaç ortak iseler, her birisinin birer ölçek hurma vermeleri gerekir.

Mâlikîler dediler ki: Musarrat bir hayvanı satın alan kişi, sütünü sağdıktan sonra geri verirse, satıcıya, beldenin en çok tüketilen gıda madde­lerinden birinden bir ölçek ödemesi de gerekir. Özellikle hurma vermesi ge­rekli değildir. Yalnızca sütü iade etmesi haram olur. Ancak bir ölçek gıda maddesiyle birlikte geri verebilir. Aynı şekilde bir ölçek gıda maddesine be­del olarak para veya başka bir şey vermesi de haram olur.Satm aldığı hayvanı, sütünü sağmayıp musarrat olduğunu öğrenirse, bir ölçek gıda maddesi vermeye yükümlü olmaksızın geri verebilir. Karşılığında bir ölçek gıda mad­desi verilmesi gerekli olan süt, eti yenen hayvanların sütüdür. Eti yenmeyen hayvanların sütleri karşılığında bedel vermek gerekmez. Sütü sağılan hay­van, musarrathk nedeniyle geri verilse bile Çünkü musarrathk, hayvan için bir ayıptır. Birkaç defa süt sağmakla eğer bu, müşterinin hayvandan razı olduğuna delâlet etmez İse yine bir ölçek gıda maddesi vermek yeterli olur.Sütünden yararlanmak için sağması, ondan razı olduğuna delâlet eder. Ama denemek maksadıyla bir kez daha sağması, razı olduğuna delâlet et­mez. Üçüncü kez sağması, razı olduğuna delâlet eder. Ancak bunu da dene­mek amacıyla yaptığını iddia ederse, razı olduğuna delâlet etmez. Ama bu iddiasını yeminle pekiştirmesi gerekir. Çünkü iki kez sağmakla deney tamam­lanmış olmayabilir. Üç defadan fazla sağmaya gelince, artık o hayvandan razı olduğu kesinlikle sabit olur. Üç veya daha az sayıdaki sağımlar, hayva­nın sağım vakitlerinde tekrarlanırsa hesaba katılır.Meselâ bir günde normal olarak iki defa sağılması âdet olan bir hayvan, bir gün içinde üç kez sağılır-sa, iki defa sağılmış olduğu kabul edilir. Aynı satıcıdan tek satış akdiyle bir kaç koyun satın alan kişi,1 koyunların hepsinin musarrat olduklarını görür­se, bunları geri verirken sağmış olduğu her bir koyun İçin birer ölçek gıda maddesi vermelidir. Kuvvetli olan görüş budur.

Hanefîler dediler ki: Musarrat bir hayvanı satın alan kişi, bu ayıbı nedeniyle hayvanı mutlak olarak geri veremez. Yalnız bu ayıp nedeniyle mey­dana gelen değer eksikliği farkını satıcıdan talep edebilir. Hanefîler derler ki; bu konuda nakledilen hadîs-i şerif, her ne kadar aslı itibariyle sahihse de bir başka hususla çatışmaktadır ki, o da Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabit olan kıyâstır. Bu kıyâs, akdi yapanlardan birinin diğerinin hukukuna tecâ­vüz etmesi durumunda zayi etmiş olduğu hakkını misli veya değeri ile taz­min etmesine delâlet eder. Musarrat hayvan meselesinde satıcı, müşteriyi aldatarak hukukuna tecâvüz etmiştir. Dolayısıyla bu ayıp nedeniyle hayvanda meydana gelen değer eksikliği farkını müşteriye ödemesi gerekir. Oysa müş­teri, onun hukukuna tecavüz etmemiştir. Hayvanın sütünü sağarak satıcı­nın hukukuna tecâvüz ettiğini farzedersek, sütün mislini veya kıymetini ödemekle yükümlü kılınmıştır. Oysa hurma, sütün ne misli ne de kıymeti­dir. Böyle olunca da anılan hadîs-i şerif, kıyasa muhalif olmaktadır. Bu ne­denle de kendisiyle amel edilemez. İmam Ebû Yûsuf der ki: Musarrat hayvan geri verilir. Şayet sütü sağilmışsa, sütünün kıymeti satıcıya ödenir.

Hanbelîler dediler ki: Musarrat hayvanı satın alan kişi, bu ayıbı nedeniyle onu geri verir. Mezkûr hadîse dayanarak da, onunla birlikte bir ölçek hurma verir. Hanbelîler buna, tedlis muhayyerliği derler.

 

Satılan Malda Gizli Bir Ayıbın Bulunması

 

Bir kişi,satın aldığı malın gizli bir ayıbı bulunduğunu ve bu ayıbın kar­puz, ceviz, badem ve yumurta gibi yararak, keserek veya kırarak alınan eşyada bir eksiklik meydana getirmeksizin müşteri tarafından görüleme­yecek gizli bir ayıp olduğunu görürse, bu eşyanın içi asla yararlanılama-yacak kadar bozuksa, satış akdi bâtıl olur. Satıcının da şayet tesüm almışsa parayı tümüyle geri vermesi gerekir. Bu eşyanın hiç bir değeri olmadığı İçin müşterinin bir para ödemesi gerekmez. Ama içi bozuk olduğu halde kendisinden yararlanılabilecek bir eşya ise, mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri vardı.

 

(143)  Mâlikîler'in bu konuyla ilgili tafsîlâtı yakında gelecektir.

(144)  Şafiîler dediler ki: Kırarak veya keserek gizli ayıbı açığa çıkan ma­lın bir kısmından yararlanılabilir, bir kısmından da yararlamlamazsa, müş­teri onu geri verebilir. Vermiş olduğu bedeli tümüyle geri alır. Kesmek veya kırmak nedeniyle malda meydana getirmiş olduğu değişiklikten ötürü bir şey vermesi gerekmez. Çünkü bu gizli ayıbı, o malı kırmaksızın anlaması müm­kün değildir. Dolayısıyla kırmakta mazurdur. Aynı şekilde bir hayvan satın alan kişi, kestikten sonra etinin pis kokmakta olduğunu duyarsa ve bunu kesmeden önce anlaması mümkün değilse, kestikten sonra dahi geri verebi­lir. Ama hayvan, cellâle diye adlandırılan pislik yiyen türden bir hayvan olur da etinin pis kokacağım anlarsa ve yine de keserse, artık geri verme hakkını yitirmiş olur.

Satın alınan malın içini anlamak için onu kırmak gerekmediği halde müş­teri onu kırarsa veya az bir kısmını kırmakla anlaşılabildiği halde çok fazla miktarda kırarsa, artık geri verme hakkını yitirmiş olur. Çünkü satın aldığı malda bir ayıp meydana getirmiştir ki, bu ayıbı meydana getirmeden de o malı tecrübe etmesi mümkün idi.

Bir kişi deve kuşu yumurtası gibi içi bozuk ama kabuğu yararlı olan bir eşya satın alırsa, kabuğunu,sahibine geri vererek parasını tümüyle alabilir. Ama tavuk yumurtası ve karpuz gibi, kabuğu işe yaramayan bir eşyayı satın alan kişi, onun içinin bozuk olduğunu anlarsa, satıcısına geri vermeden de parasının tümünü geri alabilir. Çünkü içi bozuk karpuzun ve çürük yumur­tanın bir değeri yoktur.

Mâlikîler dediler ki: Bir kişi gizli ayıbını, onda kırma veya yarma gibi bir değişiklik yapmadıkça anlayamadığı karpuz ve ceviz gibi malı alır ve bunun kırdıktan veya yardıktan sonra ayıplı olduğu ortaya çıkarsa, sahi­bine geri veremez. İçine düşen kurtların açıkça görülmediği kurtlu ağaç da böyledir. Ancak içindeki ayıbı gizli olan bir malı satın alan kişi, ayıplı oldu­ğu takdirde, kırdıktan veya yardıktan sonra da geri verebileceğini satıcıya şart koşarsa veya bu gibi malların ayıplı oldukları takdirde geri verileceği hususunda câri bir örf varsa, geri verebilir. Çünkü bu hususta öriî teamül de şart gibidir. Müşteri, kırdıktan veya yardıktan sonra ayıplı olduğu anla­şılan malı geri veremeyeceği gibi, bu ayıp nedeniyle meydana gelen değer ek­sikliği farkını da satıcıdan taleb edemez.

Satın alınan maldaki gizli ayıbı malda bir değişiklik meydana getirme­den anlamak mümkün olursa, meselâ yumurtanın bozuk olup olmadığı­nı, kırmaya gerek kalmaksızın bazı özel alâmetlerden anlamak mümkün olur. Yumurtanın bir kaç durumu vardır ki her durum için bir hüküm vardır. Yu­murtanın içi ya kokmuştur, ya da kokmuş değildir ama sarısıyla beyazı bir­birine karışmıştır bu iki durumda satıcı, yumurtanın ayıbını gizlemiş veya gizlememiştİr. Yumurtanın içinin kokmuş olduğu anlaşılırsa, satıcı bu ayıbı gizlemiş olsa da, olmasa da satış fâsid olur. Satın aldıktan sonra müşteri, bu yumurtayı pişirmiş veya kırdığı halde pişirmemiş olsa, veya yumurtaya hiç bir şey yapmadan ayıplı olduğunu anlamış olsa hüküm aynıdır. Bu du­rumda müşteri malı geri verir. Satıcı da müşterinin-parasını tümüyle iade eder. Ama yumurtanın kokmamış olup sarısıyla beyazının birbirine karış­mış olduğu anlaşılırsa, satıcı da aldatmak maksadıyla bu ayıbı gizlemiş de­ğilse ve müşteri de yumurtayı kırmadan veya pişirmeden ayıplı olduğunu anlamış ise, yumurtayı almak veya geri vermek muhayyerliğine sahip olur.

Bu durumda ne kendisinin, ne de satıcının herhangi bir tazminat vermesi ge­rekmez. Ama kırdıktan veya pişirdikten sonra ayıplı olduğunu anlarsa, yu­murtayı alabileceği gibi, kırma veya pişirme nedeniyle yumurtada meydana gelen değer eksikliği farkım ödeyerek geri de verebilir. Alacak olursa da eski ayıbı, yani sarısıyla beyazının karışması ayıbından ötürü satıcıdan değer farkı alır. Sözgelimi sağlam yumurtanın değeri on lira, sarısıyla beyazı birbirine karışmış yumurtanın değeri sekiz lira ise, satıcıdan iki lira fark alır ki, bu da on liranın beşte biridir. Satın alındıktan sonra yumurtanın sarısıyla beya­zının birbirine karışmış olduğu ve satıcının da, müşteriyi aldatmak için bu ayıbı gizlediği anlaşılırsa; müşteri eğer yumurtayı kirmışsa veya hiç bir şey yapmamışsa; satıcıdan fark almaksızın yumurtayı olduğu haliyle kabul ede­bileceği gibi, geri verip parasının tamamını da satıcıdan geri alabilir ve bu durumda satıcıya hiç bîr tazminat vermesi gerekmez. Ama yumurtayı pişir-miş ise, geri verme hakkını yitirmiş olur ve önce anlatıldığı şekilde değer far­kını satıcıdan alır. Bütün bu durumlarda müşterinin, yumurtayı satın aldıktan kısa bir süre sonra kırmış olması lâzımdır. Öyle ki, bu süre, yumurtanın de­ğişikliğe uğramayacağı kadar bir süre olmalıdır. Ama satın almasının üze­rinden günler geçtikten sonra, yani yumurtanın kendiliğinden değişime uğrayabileceği kadar bir zaman geçtikten sonra kırar ve ayıplı olduğunu gö­rürse, geri veremez. Zîrâ bu durumda yumurtanın, satıcının yanında mı, yoksa kendisinin yanında mı değişime uğradığı bilinemez.

Hanefîler dediler ki: Satın alınan yumurta, karpuz, ceviz ve badem gibi içindeki gizli ayıbı ancak kırma, yarma veya kesme gibi, o malın cis­minde bir değişiklik meydana getirmekle bilinebilecek bir mal ise şu durum­lardan biri sözkonusu olur: Satın alman malın içi tamamıyla yararsız olacak şekilde bozuk olabilir. Meselâ bir kişi bir yumurta alır da içinin kokmuş ol­duğunu veya salatalık alır da acı olduğunu veyahut ceviz alır da içinin kof olduğunu görürse, bu durumda satış bâtıl olur. Satıcı, almış olduğu parayı tamamıyla müşteriye geri verir. Müşterinin bir şey ödemesi gerekmez. Yine bir kişi ceviz satın alır da içinin boş ve kof olduğunu görürse, bu durumda satış akdi bâtıl olur. Kabuğunun yararlı olup olmadığı dikkate alınmaz. Çünkü kabuğu hiçbir değer ifâde etmez. Aslında satışta cevizin içi muteber olur. Kuvvetli görüş budur. Ama deve kuşu yumurtasında durum bunun aksine­dir. Çünkü deve kuşu yumurtasının kabuğu bir değer taşır. Deve kuşu yu­murtası satın alan bir kişi, bu yumurtanın içinin bozuk olduğunu anlarsa, satış akdi batıl olmaz ve müşteri de geri veremez. Çünkü bu yumurtanın ka­buğundan yararlanılabilir. Yalnız yumurtanın içi bozuk olduğundan ötürü müşteri, değer eksikliği farkını satıcıdan talep edebilir. Ama içi ayıplı olan mal, bazı bakımlardan yararlanılabilecek bir mal ise, meselâ hayvan yemi olarak kullanmaya elverişli olsa dahi müşteri, geri verme hakkına sahib ola­maz. Ama aradaki değer eksikliği farkını satıcıdan talep edebilir. Satın alı­nan malın sağlamı ile bozuğunun değerleri takdir edilir. İki değer arasındaki farkı satıcıdan talep edebilir. Bu farkr alabilmek için ayıplı olduğunu öğren­dikten sonra o maldan bir şey yememiş olması şarttır. Meselâ satın aldığı bir şeyi tadarak bozuk olduğunu anladıktan sonra yine yerse, artık satıcıdan değer eksikliği farkını talep edemez. Aynı şekilde, satın aldığı malın ayıplı olduğunu, kırmadan önce öğrenir, buna rağmen yine kırarsa, malı geri ver­me veya değer eksikliği farkını talep etme hakkını yitirir. Zİrâ ayıplı olduğu­nu öğrendikten sonra kırması, o maldan razı olduğuna delâlet eder.

Adamın biri satın aldığı malın bir kısmının sağlam, bir kısmının bozuk olduğunu anlarsa; satıcıdan bozuk olduğu kısmın bedelini talep edebilir. An­cak maldaki bu bozukluk, kaçınılmaz derecede çok az bir miktarda olursa veya her yüz tanede altı tane gibi, normal olarak ceviz ya da badem gibi malda mutlak olarak bulunan basit bir bozukluksa, bu muaf olur. Yine mutlak su­rette buğdayla beraber bulunan az miktardaki toprak da muaf olup dikkate alınmaz.

Hanbelîler dediler ki: Satın alman malın bir kısmı bozuk, bir kıs­mı sağlam olursa, müşterinin malın bozuk kısmına tekabül eden parasını sa­tıcıdan almaya hakkı vardır. Eğer malın yarısı bozuksa, yan parasını geri alır. Bir kişi satın aldığı malın tümüyle bozuk olduğunu görür ama bu mal, deve kuşu yumurtası ve ceviz gibi kırıldıktan sonra bile değeri olan bir mal-sa müşteri, malı satıcıya geri verebilir. Kırma nedeniyle malda meydana ge­tirmiş olduğu değer eksikliği farkını satıcıya öder. Veya bu malı satın almayı kabul eder. Ama içinin bozukluğu nedeniyle değer eksikliği farkını satıcı­dan talep edebilir. Geriye hiç bir değeri kalmayacak şekilde kırmış ise, içinin çürüklüğü nedeniyle meydana gelen değer eksikliği farkını, satıcıdan talep edebilir.

 

Satılan Ayıplı Malda Bir Fazlalık Olması

 

Satılan ayıplı malda bir fazlalık meydana gelirse, bu fazlalık bazan onun bir parçası olarak kendisine bitişik olabileceği gibi, bazan ondan ayrı da olabilir. Bu fazlalıkların hükümleriyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(145) Şâfiîler dediler ki: Satılan mal veya bu malın bedelinde bir fazlalık vukûbulmasi halinde bu; hayvan ve ekin gibi fazlalaşmaya elverişli bir mal-sa, bu fazlalaşma, bazen asıl mala bitişik olur. Bazan da ondan ayrı olur. Bitişik fazlalıkların tanımında formül, yerinden ayrılması mümkün olmayıp tek başına satılamayan şeylerdir. Örneğin, satın alınan bir hayvanın zayıf­lıktan sonra tavlanması, küçüklükten sonra büyümesi gibi... Tavlanma ve büyüme, hayvana bitişik olup onun ayrılmaz birer parcasıdırlar. Küçücük iken satın alman bir ağacın sonradan büyümesi de böyledir.

Satılan maldan ayrı olarak onun fazlalığının meydana gelmesine gelince bu fazlalık, yerinden ayrılabilir ve bir dereceye kadar da kendi başına sa­tılabilir. Ağacın meyvesi, hayvanın sütü ve yumurtası gibi. Satın alınan mala bitişik olarak meydana gelen fazlalıkların hükmü: Bu gibi fazlalıklar, geri vermede kendi asıllarına tâbi olurlar. Kişinin satın aldığı hayvan tavlanır ve­ya büyür de sonra bu hayvanda bir ayıp görülürse, bu ayıp nedeniyle hay­van geri verilir. Kendisinde meydana gelen büyüme ve tavlanma gibi fazlalıklar da geri vermede ona tâbi olurlar. Hayvanı geri verirken bu fazlalıklarından ötürü müşteri, satıcıdan bir hak taleb edemez.

Satın alınan maldan ayrı olarak meydana gelen fazlalıkların hükmü: Bu fazlalıklar, satılan malın, mülkiyetinde bulunduğu kimseye âit olur. Satılan mal, akidle müşterinin mülkiyetine girmiş ise, malı teslim almadan reddet­miş olsa bile yumurta, süt, yün ve meyve gibi bu fazlalıklar müşterinin mül­kiyetine girerler. Çünkü bu fazlalıklar, mülkiyetin teferruatıdır. Semen, yani satın alınan mala karşılık olarak ödenen para, yahut başka bir eşya da, bu hükümler açısından satın alınan mal gibidir. Eğer satıcı bu semeni mülkiye­tine geçirmişse, bundan ayrı olarak meydana gelen fazlalıklar satıcıya ait olur.

Bir kişi gebe bir hayvan satın alırsa, üç durumdan biri sözkonusu olur:

1- Bu hayvan, satıcının mülkiyetindeyken, satış akdinden önce gebe kal­mış olabilir. Bu durumda doğumdan sonra olsa bile yavru, anasının hük­müne tâbi olur. Ayiplılık nedeniyle anası geri verilirse, yavrusu da beraberinde geri verilir. Doğum nedeniyle anasında bir noksanlık meydana gelse bile bu, ayıphhğı nedeniyle sahibine geri verilmesine engel olmaz. Mûtemed görüş budur.

2- Bu hayvan, satış akdi esnasında gebe kalmış olabilir. Bunun hükmü, satış akdinden önce, satıcının yanındayken gebe kalmış olması gibidir.

3- Bu hayvan, müşterinin mülkiyetindeyken gebe kalmış olabilir. Bu du­rumda yavru, geri verme hususunda anasına tâbi olmaz. Doğduktan sonra bu yavru, müşterinin malı olur.

Hanefîler dediler ki: Satılan malda meydana gelen fazlalıklar, ken­disine bitişik ve kendisinden ayrı olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu iki kıs­mın da her biri, kendi aralarında ikişer kısma ayrılır:

a)  Satılan maldan mütevellid fazlalıklar.

b)  Satılan maldan müteveîlid olmayan fazlalıklar.

Şu halde bu fazlalıklar, dört kısımda toplanmaktadır:

Satılan maldan mütevellid ve ona bitişik olarak meydana gelen fazla­lıklar: Satın alınan hayvanın büyümesi veya tavlanması gibi. Bu fazlalığın hükmüyle ilgili olarak denmiştir ki: Bu fazlalık, satın alınan malda görülen eski bir ayıp dolayısıyla, o malın sahibine geri verilmesine engel teşkil etmez.

Bu fazlalık, müşterinin malı teslim almasından sonra da meydana gelse, sa­tış akdinden sonra ve fakat henüz satıcının yanındayken de meydana gelse, aynı hükme tâbidir. Bir kişi zayıf bir hayvan satın alır da sahibinden teslim aldıktan sonra yanında tavlanırsa veya satın aldıktan sonra fakat sahibin­den henüz teslim almasından önce tavlanırsa ve sonra da bu hayvanın ayıplı olduğu anlaşılırsa, müşteri o hayvanı geri verme hakkına sahip olur. Tav­lanmış olması, geri verilmesini engellemez. Kişinin küçük olarak satın aldığı hayvanın büyümesi de bu hükme tâbidir. Müşteri satın aldığı malın  fazlalaştıktan sonra bile ayıplı olduğunu anlarsa, malı almayı kabuî et­mekle birlikte, ayıp dolayısıyla meydana gelen değer eksikliği farkım satıcı­dan taİeb edebilir. Satıcı, farkı ödemeyip malı geri vermesini isteyemez ve: "Malı ya geri verip paranı tam olarak geri alırsın, ya da hiç bir fark talep etmeksizin olduğu gibi ajmayı kabul edersin" diyemez.

2- Satılan maldan mütevellid olmaksızın ona bitişik olarak meydana gelen fazlalıklar: Satın alınan elbisenin boyanması ve satın alınan arsada bina ya­pılması gibi. Bu örneklerdeki fazlalıklar, satın alınan mala bitişiktir. Ama ondan mütevellid değildirler. Bu fazlalıkların hükmü şudur: Kendisinde ayıp görülen bir malda bu tür fazlalıklar meydana gelirse, geri verilemezler. Bu hususta ittifak vardır. Bir kişi bir arsa satın alır ve üzerinde bina yaparsa veya bir elbise satın alır da boyatırsa, bundan sonra da ayıplı olduklarını görürse, bu ayıplan nedeniyle sahiplerine geri veremez. Hatta satıcının "bu şekilde de geri almayı kabul ederim" demiş olması durumunda bile geri ve­rilmez. Müşteri, bu ayıp nedeniyle satıcıdan, ancak değer eksikliği farkım talep edebilir. Bu fazlalık, müşterinin malı teslim almasından sonra da mey­dana gelse, satın aldıktan sonra ve fakat henüz teslim almadan önce de mey­dana gelse aynı hükme tâbidir. Çünkü teslim almadan önce bu fazlalığı meydana getirmesi, onun mal üzerinde tasarrufta bulunması demektir ve o malı teslim alması anlamına gelir.

3- Satılan maldan mütevellid ve ondan ayrı olan fazlalıklar: Satılan mal bir hayvan ise, onun yavrusu, yünü ve sütü; bir ağaç ise, onun meyvesi gibi. Bu fazlalığın hükmü şudur: Satılan malda böyle bir fazlalık meydana gelir ve ayıph olduğu da, satıcısından teslim alındıktan sonra anlaşılırsa sahibine geri verilemez. Ama satın alınır da henüz teslim almadan fazialaşır ve ayıplı olduğu da anlaşılırsa, sahibine geri verilebilir. Bir kişinin satın aldığı gebe bir hayvan yavruladıktan sonra eski bir ayıbının mevcûd olduğu anlaşılırsa, satıcısından teslim almadan geri verilebilir. Ama satıcıdan teslim aldıktan sonra geri verilemez. Yalnız müşteri, bu ayıbı nedeniyle malda meydana ge­len değer eksikliği farkını satıcıdan talep edebilir. Ama hayvanı satıcıdan teslim almadan önce ayıplı olduğu anlaşılırsa, doğumun vukûbulması, geri veril­mesine engel olmaz. Müşteri dilerse, yavrusuyla birlikte anasını geri verir ve satıcıya vermiş olduğu bedeli tamamıyla geri alır. Dilerse aynı fiyata malı satın almayı kabul eder. Aynı şekilde satın aldığı bir ağaç meyve verir ve sahibinden teslim aldıktan sonra ayıplı olduğu anlaşılırsa, artık geri veremez. Ama meyve vermiş olan bu ağacın ayıplı olduğunu, henüz satıcıdan teslim almadan öğrenirse, meyvesiyle birlikte geri verebilir. Daha önce sütü sağıl­mayan bir hayvanı satın aldıktan sonra sütünü sağmak veya daha önce yü­nü olmayan bir hayvanı satın aldıktan sonra yününün uzaması da böyle olup aynı hükme tâbidir.

4- Satılan maldan mütevellid olmaksızın ve ondan ayrı olarak meydana gelen fazlalıklar: Bunlar, satın alınan malın gelir ve kazancında meydana gelen fazlalıklardır. Örneğin bir köle satın alan kişinin bu kölesinin ticâret yapa­rak mal kazanması veya bir başkasının bu köleye bir mal hîbe etmesi veya sadaka vermesi gibi. Bu tür fazlalıkların hükmü şudur: Satın alınan malda bu tür fazlalıklar meydana geldikten sonra ayıplı olduğu anlaşılır ve bu mal da henüz satıcıdan teslim alınmamış olurlarsa, geri verilebilir ve fazlalıklar da parasız olarak müşteriye kalır. Ama hoş ve temiz bir kazanç sayılmaz. Bir rivayete göre bu fazlalıkların satıcıya âit olacağı söylenmiştir. Bu fazla­lıklar, satıcı için de hoş ve temiz bir kazanç sayılmaz. Ama satın alınan ma­lın, satıcıdan teslim alındıktan sonra ayıplı olduğu anlaşılır ve bu tür fazlalıkları da meydana gelirse, müşteri yine de malı satıcıya geri verebilir. Bu durumda fazlalıklar müşteriye, hoş ve temiz bir kazanç olarak kalır.

Mâlikîler dediler ki: Eski ayıbına vâkıf olmadan satın alınan mal­da, müşterinin yanmdayken meydana gelen fazlalıklar beş kısma ayrılır:

1- Satın alınan mal üzerinde bir değişiklik yapmadan kendisinde mey­dana gelen fazlalıklar: Satın alınan hayvanın tavlanması veya küçük İken bü­yümesi gibi. Bir kişi cılız bir hayvan satın alır da yanında şişmanladıktan sonra, geri verilmesini gerekli kılan bir ayıbının mevcûd olduğu anlaşılırsa; bu durumda geri verilip verilemeyeceği hususunda ihtilâf vukûbulmuştur: Bazıları "bu ayıbı dolayısıyla sahibine geri verilmesine şişmanlığı engel olur" demişlerdir. Böyle olunca da müşteri, sâdece bu ayıp nedeniyle meydana ge­len değer eksikliği farkını satıcıdan talep edebilir. Diğer bazılarına göre ise şişmanlığı, geri verilmesine engel olmaz. Müşteri malı geri verip parasının tümünü alabileceği gibi —hayvanın fazla miktarda tavlanmasından ötürü sa­tıcıya ne bir tazminat verir, ne de ondan bunun için bir bedel isteyebilir—, malı satın almayı kabul de edebilir. Bu durumda maldaki ayıp dolayısıyla meydana gelen değer eksikliği farkını da talep edebilir. Hayvanda meydana gelen az miktardaki tavlanma, onun vücûdunun faydasına olduğu için taz­minatı gerektirmez.

2- Satılan malın cinsinden olup ona nisbet edilen bir fazlalığın meydana gelmesi: Yavru gibi. Bir kişi gebe iken veya kendi yanmdayken gebe kalan bir hayvan satın alır da bu hayvan doğurur ve sonra geri verilmesini gerekli kılan bir ayıbının mevcûd olduğunu anlarsa, yavrusuyla birlikte bu hayvanı sahibine geri verir. Ödemiş olduğu bedeli de tam olarak geri alır. Müşterinin yanında doğan bu yavru; bir cariyenin yavrusu da olsa, inek, deve, davar ve diğer bir hayvan yavrusu da olsa, aynı hükme tâbidir. Satın alman malın doğum nedeniyle değeri eksilirse; eksilen bu değerini yavrusu ya telâfi eder veya edemez. Eğer eksilen değerini yavrusu telâfi ederse, sahibine geri verir­ken müşterinin tazminat ödemesi gerekmez. Eksilen değerini yavrusu telâfi edemezse, geri verirken müşterinin ayrıca değer eksikliği farkını satıcıya öde­mesi gerekir.

3- Satılan mala nisbet edilip onunla ilintisi olan ve fakat onun cinsin­den olmayan bir fazlalığın meydana gelmesi: Hurma ağacının ve diğer ağaç­ların meyvesi gibi. Meyve, yetiştiği ağacın cinsinden değildir. Ama ağaca nisbet edilir ve onunla ilintilidir. Bu fazlalıklarla ilgili olarak şu hükümlerden biri uygulanır:

Satıcı ağacı, satış anında aşılamış ve meyvesinin de kendisine âit olaca­ğını şart koşmuş olur; veyi.;olmaz. Eğer bu şartı koşmuş olarak satar ve son­ra da bu ağacın geri verilmesini gerekli kılan bir ayıp bulunursa, müşteri ağacı geri verirken olgunlaşmış veya kesilmiş de olsa meyvesini de birlikte satıcıya geri verir. Müşteri bu meyveleri yiyerek veya başkalarına hediye ederek bir tasarrufta bulunmuşsa veya bir âfet nedeniyle bu meyveler telef olmuşlarsa; miktarı biliniyorsa müşteri, bir o kadar meyveyi sahibine verir. Eğer miktarı bilinmiyorsa, değerini vermesi gerekir. Meyveleri satmışsa, aldığı paranın mik­tarını biliyorsa, o kadar parayı satıcıya verir. Paranın miktarını hatırlamı­yorsa, satıcıya meyvelerin değerini verir.

Satıcı eğer ağacı aşilamamışsa ve ayıplılığı nedeniyle geri vermeden mey­velerini koparmışsa, bu meyveler müşterinin olur. Ki bu durumda meyveleri satıcıya geri vermez. Meyveyi koparmadan önce ağacı geri verecek olursa, ağaçla birlikte meyveleri de sahibine geri verir. Ancak kızararak veya sarararak meyveler renklenmişse, bu durumda müşteriye âit olurlar.

Satıcı, ağacı satarken meyvelerin kendisine âit olacağını şart koşmamış ise, bu meyveler, satılan malın kapsamına girmez ve satıcının hakkı sayıl­mazlar. Yünde ise durum, bunun tersinedir. Satıcı, kendisine âit olacağını şart koşmasa bile, yün koyunla birlikte mütâlâa edilir. Koyunun geri veril­mesi durumunda, yünü de beraberinde geri verilir. Müşteri bu yünü satış ve­ya benzeri bir yolla tüketmiş ise, koyunu geri verirken eğer biliyorsa aynı ağırlıktaki yünü de geri vermelidir. Ancak koyunda kırpmış olduğu yün ka­dar yeni yünler bitmişse, müşterinin tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü ye­ni yün, tüketilmiş olan eski yünün yerine geçmiş olmaktadır.

Kölenin kazancı da, satılan malın cinsinden olmayan, ama onunla İlin­tili olan fazlalıklardandır. Bir kişinin satm almış olduğu bir köle, ticâret ya­parak para kazanırsa veya bir başkası ona bir mal hîbe ederse, ya da sadaka verirse ve sonra da bu kölede, geri verilmesini gerekli kılan bir ayıp bulunur­sa, müşteri muhayyer olur: Dilerse, kazanmış olduğu malla birlikte bu köle­yi sahibine geri verir; dilerse kazanmış olduğu malla birlikte olduğu gibi almayı kabul eder. Her iki durumda da müşteri, bir tazminat isteyemez. Ancak eğer harcamişsa, tedavi masraflarını satıcıdan alır. Aynı şekilde satın almış olduğu ağacı, meyvesiyle birlikte geri verirse, sulama ve bakım giderlerini, satıcıdan alır.

4- Satın alınan malda müşterinin meydana getirmiş olduğu fazlalıklar: Elbisenin boyanması ve dikilmesi gibi. Bir kişi bir elbise satın alır ve boya­dıktan sonra da geri verilmesini gerekli kılan bir ayıbını görürse, müşteri mu­hayyer olur: Dilerse elbiseyi satın almayı kabul eder ve eski ayıb nedeniyle elbisede meydana gelen değer eksikliği farkını satıcıdan ister; dilerse elbiseyi olduğu gibi geri verir ve parasını da satıcıdan tamamen geri alır. Ayrıca bo­ya masrafının yarısını da satıcıdan alır. Boyasız iken değeri yirmi lira, boya­lıyken değeri yirmi beş lira olarak takdir edilirse, müşteri aradaki boya farkı olan beş lira karşılığında, satıcıdan iki buçuk lira alır.

5- Satılan mala etkisi olmayan fazlalıkların meydana gelmesi: Bu fazla­lıkla, satılan malın pozisyonunda bir yükselme meydana gelir. Sözgelimi bir kişi, satın aldığı köleye bir sanat öğretmesi veya onu güzel bir şekilde eğit­mesi sonucunda her ne kadar değeri artsa da, bu fazlalıklar nazar-ı itibâra alınmaz. Evet, bir kişi satın aldığı köleyi güzel bir şekilde eğittikten sonra, geri verilmesini gerekli kılan bir ayıbının mevcûd olduğunu görürse, muhay­yer olur: Dilerse köleyi geri verir ve satıcıya ödemiş olduğu bedeli geri alır; dilerse de köleyi satın almayı kabul eder. Ayıplı oluşu dolayısıyla meydana gelen değer eksikliği farkını satıcıdan talep edemez.

Hanbelîler dediler ki: Satılan malda meydana gelen fazlalıklar, o mala bitişik ve ondan ayrı olmak üzere iki kısma ayrılırlar: Satılan mala bi­tişik fazlalıklara örnek olarak, satın alınan hayvanın zayıflıktan sonra tav­lanmasını veya küçüklükten sonra büyümesini gösterebiliriz. Bu fazlalığın hükmü şudur: Müşteri satın aldığı malda böyle bir fazlalığın meydana gel­mesinden sonra geri vermeyi gerektiren bir ayıbının bulunduğunu görürse, doğal olarak bu malı fazlalığıyla birlikte sahibine geri verir. Çünkü bu faz­lalığı o maldan ayırmak mümkün değildir. Zorunluluk nedeniyle bu fazla­lık, o mala tâbi olur. Satın alınan mala sanat öğretmek onu eğitmek de, bitişik fazlalıklardandır. Bir kişi, satın aldığı köleye bir sanat öğretir, bundan son­ra da ayıplı olduğunu anlarsa, geri verince doğal olarak öğretmiş olduğu sa­natı da onunla birlikte geri vermiş olur. Açıkça görülmeden önce ağacın meyveleri de, ağacın geri verilmesi durumunda ağaca tâbi olarak onunla bir­likte geri verilmiş olur. Ama meyveler açıkça görüldükten sonra, ağaçtan ayrı bir fazlalık durumuna gelirler ki, bu fazlalıklara ilişkin hüküm az sonra açık­lanacaktır.

Satın alınan mala bitişik fazlalıklardan biri de kişinin tahıl tanesi satın alıp ekmesi ve ekin hâline geldikten sonra, geri vermeyi gerektiren bir ayıbı olduğunu görmes; durumunda, tane olarak değil de ekin olarak geri vermesi gerekir. Aynı şekilde bir yumurta satın alan kişi, bu yumurtanın piliç hâline gelmesinden sonra, ayıplılığı nedeniyle geri vermek isterse, pilici geri verir. Satın alınan mala bitişik fazlalıklardan biri de gebeliktir. Bir kimsenin satın aldığı bir cariye veya dişi bir hayvan, alındıktan sonra gebe kalırsa, ayıp­lılığı nedeniyle geri verdiğinde doğal olarak gebeliğiyle birlikte geri verir. Ama satın aldıktan sonra gebe kalıp doğurursa, bu yavrusu, ondan ayrı bîr fazla­lık olur ki, ayıplılığı nedeniyle geri verilen anasıyla birlikte satıcıya geri ve­rilmez ve müşteride kalır. K'ma bir mazeret durumu olursa, bundan müstesna olur. Meselâ cariyeyi, yaVrusundan ayırmak haram olduğu İçin, cariyenin eski sahibine geri verilmesi durumunda yavrusu da beraberinde verilir.

Satın alman maldan ayrı olarak meydana gelen fazlalıklara gelince; bun­lar, doğumdan sonraki yavru, göze göründükten sonraki meyve, süt ve sa­tın alman malın (kölenin) ticâret ve benzeri yollarla para kazanması gibi fazlalıklardır ki bunların hükmü şudur: Satılan mal, müşterinin uhdesinde bulundukça bu fazlalıklar onun olur. Ayıplılık nedeniyle bu malı geri verir­se, bu ayrı fazlalıklar müşterinin mülkü olur.

 

Satılan Malın Durumu Hakkinda, Satıcıyla Müşterinin Anlaşamaması

 

Ayıplı oluşu nedeniyle geri verilmekte olan bir malın durumu üzerin­de, satıcıyla müşteri anlaşmazlığa düşerlerse hüküm ne olacaktır? Mez-heblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(146) Hanefîler dediler ki: Ayıplı oluşu nedeniyle geri verilen malın du­rumu üzerinde satıcıyla müşterinin ihtilâfı beş kısma ayrılır:

1- Satıcıyla müşterinin, satılan malın sayısında ihtilâf etmeleri. Bir kişi, bir başkasından bir hayvan satın alır; hayvanı teslim aldıktan ve bedelini öde­dikten sonra, geri verilmesini gerektiren bir ayıbı olduğunu görür ve geri ver­mek üzere satıcıya gider.Satıcı, maldaki bu ayıbı kabullenir, ancak der ki: "Ben bu hayvanı beraberinde bir tane daha olarak sana sattım. Şimdi bu durumda paranın hepsini değil de sâdece bu hayvanın payına düşen bedeli sana verebilirim." Müşteri de: "Ben bundan başka bir hayvan senden satın almadım. Vermiş olduğum bedelin tamamım geri ver" derse ve ikisinin de iddialarını doğrulayacak bir delilleri yoksa, bu durumda söz müşterinindir. Çünkü o, inkâr eden bir teslim alıcıdır. Müşteri, hayvanı teslim almış ve sa­tıcının iddia ettiği diğer hayvanı inkâr etmiştir. Yemîn etmesiyle birlikte söz, inkâr edenindir. Yine geri verilen hayvanla ilgili satış akdi, geri verme nede­niyle feshedilmiş olmaktadır ki, bunun parasını ödeme yükümlülüğü müşte­rinin üzerinden kalkmış olmaktadır. Satıcı ise, para ödeme yükümlülüğünün müşterinin üzerinden kalkma sebebinin (geri vermenin) meydana gçlmesfff-den sonra, paranın bir kısmınıalmayı iddia etmektedir. Müşteri ise bunu inkâr etmektedir. Bilindiği gibi, yemin etmesi şartıyla söz, ikâr edenin sözüdür.

2- Satıcıyla müşteri, satılan malın sayısında değil de, teslim alınan ma­lın sayısında ihtilâf ederler: Satılan malın iki binek hayvanı olduğu ve her ikisinin bedelini de satıcının teslim aldığı hususunda anlaşırlar. Bundan son­ra müşteri, iki hayvandan birini geri vermeye gelir. Satıcı kendisine, "satın almış olduğun hayvanların ikisini de teslim aldın. Bir tanesini geri getirdiğin için, sadece bunun karşılığı olan parayı sana iade ediyorum" der ve müşteri de, "ben, geri vermek istediğimden başka bir hayvan teslim almadım" der­se, bu mesele de önceki gibi hükme bağlanır.Söz, müşterinin sözüdür.

3- Satıcıyla müşteri, satılan malın niteliği üzerinde ihtilâf ederler. Me­selâ Mısır'ın yerli dokuması diye aldığı kumaşın Şam dokuması olduğunu gören kişi, satıcıya geri vermeye gelir de satıcı kendisine, "bunun Şam ku­maşı olduğunu sana hatırlatmıştım" der, buna karşı müşteri de, "aksine, bunun Mısır kumaşı olduğunu bana söylemiştin" karşılığında bulunursa, bu mesele şu şekilde hükme bağlanır: Yemin etmesi şartıyla söz, satıcınındır. Çünkü o, fesih hakkını inkâr etmektedir. Sözünü belgelemek ise müşteriye düşer. Çünkü iddia sahibi odur.

4- Satıcıyla müşteri, satılan malın miktarında ihtilâf ederler. Meselâ tartılı bir mal satın alan bir kişi, ağırlığını noksanlaştırarak o malı geri vermek için getirir, satıcı da, "ben bunu sana eksiksiz olarak tartıp verdim" derse, bu meselede söz, daha önce belli miktarda teslim aldığını söylememiş ise, müş­terinin sözüdür.

5- Satıcıyla müşteri, satılan malı belirleme hususunda ihtilâf ederler. Me­selâ bir hayvan satın alan kişi, onu geri vermeye getirdiğinde satıcı, "sana sattığım hayvan bu değildir" der de müşteri, "kesinlikle odur" derse, bu mesele için iki durum sözkonusu olur:

a) Bu geri verme, şart muhayyerliği veya görme muhayyerliği nedeniyle olursa, yemin etmesiyle birlikte söz, müşterinin sözüdür.

b) Bu geri verme, satın alınan maldaki eski bir ayıp nedeniyle olmak-taysa, yemin etmesiyle birlikte söz, müşterinin sözüdür. İki durum arasın­daki farkı şöylece anlatabiliriz: Şart muhayyerliği veya görme muhayyerliği nedeniyle geri verilen mal üzerinde yapılmış olan satış akdi, karşı tarafın rı­zâsına bağlı kalmaksızın feshedilmiş olur. Hatta, bilgisine bile bağlı kalmak­sızın feshedilmiş olur, diyenler de vardır ki, bu hususta ihtilâf vardır. Satış akdinin feshedilmesinden sonra satıcıyla müşteri arasındaki ihtilâf bundan sonra teslim alınan, yani satılan mal üzerinde olur. Bilindiği gibi söz, malı teslim almış olanın sözüdür ki, bu durumda o da müşteridir. Ayıplı oluşu dolayısıyla geri verilen mala gelince, bu mal üzerinde yapılmış ola'n satış ak­dini, yalnız başına müşteri feshedemez. Ama o, geri vermek için getirmiş ol­duğu mal üzerinde yapılan satış akdini feshetme hakkına sahip olduğunu iddia eder. Satıcı da bu hakkı inkâr eder. Bu durumda söz", inkâr edenin sözüdür.

Hanbelîler dediler ki: Satıcıyla müşterinin, satılan mal üzerinde ihtilâf etmeleri, üç durumu kapsar:

1- Satılan malda meydana gelen ayıbın, satıcının yanındayken mi, müş­terinin yanmdayken mi meydana geldiği hususunda ihtilâf ederler. Satıcı, "maldaki ayıp, müşterinin yanındayken meydana gelmiştir" der. Buna kar­şılık müşteri de, "maldaki ayıp, henüz satıcının yanmdayken meydana gelmiştir" der. Bu meselenin de üç şekli vardır:

a) Maldaki ayıp, hem satıcının ve hem de müşterinin yanında vukuu muh­temel bir ayıp olur. Elbisenin delinip yamanması gibi. Satıcı, müşteriye, "el­biseyi benden sağlam olarak teslim aldın. Bu ayıplar, senin yanındayken meydana geldi" der ve müşteri de bunun tersini söylerse; hiç birinin delîli de olmazsa, bu durumda söz, müşterinin sözüdür. Ama elbiseyi bu ayıbıyla birlikte satın aldığına veva bu ayıbın, elbise kendi yanmdayken meydana gel­mediğine dâir, kesinlik!^ yemin etmesi gerekir. Yemin ettikten sonra müşte­ri, kendisi farkında olmaksızın elbise başkasının eline geçerek elinden çıkmış değilse, sahibine geri verebilir. Ama bu şekilde farkında olmayarak elinden çıkmışsa, ne yemin eder ne de geri verebilir.Çünkü elbise, kendi yanından kaybolunca, başkasının yanındayken ayıplı hâle gelmesi muhtemel olur. Bu İhtimâlin mevcudiyeti karşısında kesin ifâdelerle yemin etmesi caiz olmaz.

b) Satılan maldaki ayıbın durumunun, bu ayıbın kesin olarak satıcı ya­nındayken meydana geldiğine ve müşterinin yanındayken vuku bulmasının mümkün olmadığına delâlet etmesi. Sözgelimi bir kişi, başı yaralı olduğu için ayıplı sayılan bir hayvanı satın almış ve yara çıban hâline dönüşmüş olsun. Müşteri bunun farkına satın aldıktan bir veya iki gün geçtikten sonra farkı­na varırsa yaranın çıbanlaşmış olması, onun müşterinin yanındayken mey­dana gelmesi muhtemel olmayan eski bir yara olduğunu kesinlikle kanıtlar ki, bu durumda söz, yeminsiz olarak müşterinindir.

c) Satılan maldaki ayıbın durumunun *b' sıkkındaki durumunun tersi­ne olarak kesinlikle müşterinin yanmdayken meydana geldiğine delâlet et­mesi.   Sözgelimi, bir hayvan   satın   alan   kişi,   bir   müddet   sonra hayvanda,satıcının yanındayken vukuu imkânsız olan yeni bir yara görürse, bu durumda söz, yeminsiz olarak satıcının sözüdür.

2- Satıcıyla müşteri, zimmette borç olmayıp da muayyen olan satılık malın cismi üzerinde ihtilâf ederler. Meselâ bir kişi, satın aldığı zimmette borç ol­mayan, muayyen bir hayvanı geri vermek istediğinde, satıcı kendisine "bu, sattığım hayvan değildir" der, müşteri de, "bu, o hayvandır" cevabını ve­rirse, bu mesele için iki şekil sözkonusu olur:

a) Satılan mal, kendisinde mevcûd eski bir ayıbı nedeniyle geri verilirse, söz, yemin etmesi şartıyla, satıcının sözüdür.

b)  Satılan mal, şart muhayyerliği nedeniyle geri verilirse; meselâ, mu­hayyer olmayı şart koşarak bir hayvan satın alan kişi, bu hayvanı, satıcıya geri vermek için getirirse, bu durumda söz, yemin etmekle beraber müşterinin sözüdür. Bu iki durum arasındaki farkı şöylece ifâde edebiliriz: Ayıplı-lık nedeniyle malın geri verilmesi durumunda satıcı, müşterinin fesih hakkını inkâr etmektedir. Geri verilmesi istenen malın, kendi satmış olduğu mal ol­duğunu da inkâr etmektedir. Bu durumda söz, yemin etmesi şartıyla inkar­cının (satıcının) sözüdür. Şart muhayyerliği nedeniyle malın geri verilmesi durumunda, satıcı, müşterinin fesih hakkını tanımaktadır ki, söz satıcının değil, müşterinin sözüdür.

3- Satıcıyla müşteri, satılan mal karşılığında ödenen muayyen bedel üze­rinde ihtilâf ederler. Meselâ bir kişi, muayyen bir mal satın alır ve bu malın benzeri olan bir malı da bedel olarak satıcısına öder. (Takas yapar). Ancak sonra müşteri, ayıplı lığı dolayısıyla malı geri verir. Satıcı da müşteriden al­dığı malı aynen iade eder. Ne var ki müşteri, bunun kendi malı olmadığını iddia eder. Satıcı ise, kendisinin malı olduğunu söyler ve ikisinin de delilleri bulunmazsa; bu durumda yemin etmesi şartıyla müşterinin sözü muteber olur. Aynı şekilde satılan mal muayyen olmayan bir malsa, yine bu uygulamaya gidilir. Meselâ vadeli olarak zimmette bulunan bir borç ki bu, selemdir satın alan bir kişinin, satın aldığı şey, muayyen değildir. Müşteri, vâdesi gel­diğinde bu malı teslim aldıktan sonra, ayıplıhk nedeniyle geri verirse, satıcı "bu, sana satmış olduğum mal değildir" der, müşteri de bunun o mal oldu­ğunu söylerse, söz müşterinindir.

Mâlikîler dediler ki: Satıcıyla müşterinin, satılan mal üzerinde ihti­lâfa düşmeleri dört kısımda ele alınabilir:

1- Satıcıyla müşteri, malın satışı esnasında maldaki ayıbı görüp görme­dikleri hususunda ihtilâf ederler. Satıcı, müşteriye, "satın almadan önce mal­daki ayıbı gördün ve bilerek aldın" der; müşteri de "bu ayıbı, satın almadan önce ne gördüm ne de bildim" derse, yemin etmeksizin malı geri verebilir. Ancak satıcı, bu ayıbı kendisine gösterip açıkladığını iddia ederse, müşteri­nin yemin etmesi gerekir. Yemin ettikten sonra malı geri verebilir. Yemin etmeye yanaşmaz da satıcı, malı satmadan önce ayıplı olduğunu söylediğine ve ayıbını açıkladığına dâir yemin ederse, artık bundan sonra müşteri, malı geri verme hakkını yitirir. Aynı şekilde müşteri, malı satın almadan önce iyice bakıp kontrol etmesine rağmen, geri vermeyi gerekli kılan bu ayıbı göreme­diğine ilişkin lehinde tanıklık edecek şâhidler bulur, satıcı da kendisine, "satın alırken bu ayıbı farkedip gördün" derse, müşterinin, ayıbı görmemiş oldu­ğuna dâir yemin etmesi gerekir. Yemin ettikten sonra geri verebilir. Eğer ye­min etmeye yanaşmaz da satıcı, ayıbı göstermiş olduğuna dâir yemin ederse, müşteri, malı kabul etmeye mecbur olur.

2- Satıcıyla müşteri, maldaki gizli ayıba müşterinin razı olup olmadığı hususunda ihtilâf ederler. Satıcı, malı satın alırken müşterinin bu gizli ayıbı görmemiş olduğunu itiraf eder. Ama satın aldıktan sonra farkına vardığı halde yine de maldan razı olduğunu söyler. Müşteri ise, "ben bu maldan razı değilim" diyerek razı olmadığını söylerse, üç şekil sözkonusu olur:

a) Satıcının, müşterinin maldan razı olduğu hususundaki iddiası hiç bir mesnedle pekiştirilmiş olmaz. Bu durumda müşteri, yemin etmeksizin malı geri verir.

b) Satıcının, müşterinin maldan razı olduğu hususundaki iddiası, başka bir iddia ile pekiştirilmiş olabilir. Meselâ bir başkasının kendisine haber ver­diğini iddia eder ve haber verenin adını da söylemezse, satıcı, bu ayıbı gör­dükten sonra maldan razı olmadığına dâir, müşteriye yemin ettirebilir. Müşteri yemin etmeden önce, başkasının kendisine bu hususta haber verdiğine dâir satıcıya yemin ettirebilir mi, ettiremez mi? Bu hususta ihtilâf vardır.

c) Satıcı, müşterinin maldaki ayıbı gördükten sonra dahi razı olduğu­nu, başkasının kendisine haber verdiğini söyler ve haber verenin adını da açık­larsa, bu durumda adı açıklanan haberci, ya şahitliğe ehil biridir veya fâsık olduğu için şahitlik yapmaya ehil değildir. Böylelerine Mâlikîler, Allah'ın "gazabına uğramış kirn^e*' derler. Zîrâ böyle biri, günahkârlığı ve fâsıklığı nedeniyle Allah'ın gazabına uğramıştır. Haber veren şâhidliğe ehil ise ve sa­tıcı da onun şahitliğine dayanarak müşterinin, ayıplı da olsa, maldan razı olduğunu ispatlar ve yemin ederse, satış akdi tamam ve geçerli olur. Artık müşterinin maldan razı olmadığına dâir iddiasının bir faydası olmaz. Haber veren şahitliğe ehil olmaz veya ehil olur da satıcı, onun şahitliğine dayana­rak müşterinin maldan razı olduğunu ispatlayamazsa; müşteri, maldan razı olmadığına dâir yemin eder ve malı geri verir. Ancak haber verenin fâsık biri olması durumunda müşterinin yemin etmesi gerekir. Çünkü haber ve­ren, fâsık olsa bile, onun satıcıyı doğrulaması, az da olsa satıcının iddiasını kuvvetlendirir. Eğer haber veren, satıcıyı yalanlarsa, (zaten) müşterinin ye­min etmesine gerek kalmaz. Satıcıyı yalanlayan haberci (şahit) âdil biri de olsa, fasık biri de olsa aynı hüküm geçerli olur.

3- Satıcıyla müşteri, maldaki ayıbın eski olup olmadığı hususunda ihti­lâf ederler. Tabiî eğer bu, gizli ve görünmez bir ayıpsa veya görünürde oldu­ğu halde iyice bakmayınca görülemeyecek bir ayıpsa... Böyle bir ayıbın malda eskiden beri bulunduğunu, yani satın almazdan önce de var olduğunu müş­teri iddia eder, satıcı ise bu ayıbın, müşterinin yamndayken meydana geldi­ğini söylerse, bu meselenin beş şekli vardır:

a) Satıcıyla müşteriden birinin, İddiasını doğrulayacak bir delili bulun­maz. Bu durumda söz, yeminsiz olarak satıcının sözüdür. Malda, şüpheli ayıbın yamsıra başka bir eski ayıp bulunmadıkça satış akdi tamamlanmış olur. Şüpheli ayıbın, müşterinin yamndayken vukûbulmadığına İlişkin sözü muteber olur. Ama yemin etmesi de gerekir.

b) Bilirkişiler maldaki ayıbın müşterinin yamndayken vukûbulduğunu ifâde ederlerse, söz satıcının sözüdür. Yemin etmesine de gerek yoktur.

c) Bilirkişiler maldaki ayıbın, müşterinin yamndayken vukûbulduğunu şüphe ve zan ifâde eden bir sözle bildirirlerse, söz satıcının sözüdür. Ama yemin etmesi gerekir.

d) Bilirkişiler maldaki ayıbın eskiden beri satıcının yanındayken mey­dana gelmiş olduğunu kesin bir ifâde ile belirtirlerse söz, yeminsiz olarak müşterinin sözüdür. Malı geri verebilir.

e)  Bilirkişiler maldaki ayıbın eskiden beri satıcının yanındayken mey­dana gelmiş olduğunu şüphe ve zan ifâde eden bir sözle ifâde ederlerse, söz müşterinin sözüdür. Ama yemin etmesi gerekir. Yemin ettikten sonra malı geri verebilir. Satılan maldaki ayıp, normal bakışla görülebilecek bir ayıp ise, bu durumda delîl ve başka ispatlayıcı şeylere başvurulmaz. Aksine müş­terinin, bu ayıptan haberdar olduğu ve razı olduğu sonucuna varılır. Bu ayı­bın eski bir ayıp olduğuna şâhidler kesin bir ifâdeyle tanıklıkta bulunsalar da bunun bir faydası olmaz.

4- Satıcıyla müşteri, gizli ayıbı reddetme hususunda ihtilâf ederler. Geri verilmesine çalışılan maldaki ayıpla ilgili olarak satıcı: "Bu ayıp, kesinlikle mal benim yanandayken mevcut değildi" der, müşteri de: "Bu ayıp, mal senin yanındayken kesinlikle mevcuttu" derse, bu durumda söz, yeminsiz olarak satıcının sözüdür. Çünkü aslolan, ayıbın mevcut olmamasıdır. Mes-nedsiz olduğuna işaret eden bir delil bulunmadıkça, satıcının sözüne uyulur. Sözüne uyulabilmesİ için, bu durumda satıcının yemin etmesi de gerekir. Ör­neğin bir kişi satış akdi esnasında duyularla hissedilmeyecek derecede ayıplı olan bir hayvan satın alır, bunun farkına ancak kullanma esnasında varırsa; satıcıya geri vermek için geldiğinde satıcı, bu ayıbın kendi yanındayken mev­cudiyetini inkâr eder, müşteri ise mevcûd olduğunu söylerse, yeminsiz ola­rak satıcının sözü muteber olur. Ancak kendisinde bu ayıbın mevcûd olup olmadığını anlaması için bu hayvanı güvenilir bir kimsenin yanına bırakır­da, güvenilir kişi bu ayıbın hayvanda mevcûd olduğunu söylerse, yemin et­mesi şartıyla satıcının sözü muteber olur. Çünkü güvenilir kişi, onun iddiasını zayıflatmıştır. Satıcının iddiası, hayvandaki ayıbı re'sen inkâr etmekten iba­rettir. Satılan maldaki ayıbın eskiliğine veya yeniliğine tanıklık için bir şahi­din bulunması yeterlidir. Çünkü şahidin yaptığı iş, tanıklık değil de, bilirkişiliktir. Yalnız bu bilirkişinin, yalancılıkla lekelenmiş biri olmaması gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Satıcıyla müşteri, maldaki ayıbın eski veya yeni olduğu hususunda ihtilâf ederler. Bu meselede beş durum sözkonusu olur:

1- Satıcıyla müşteri, durumu eski olabileceği gibi yeni de olabileceğine delâlet eden ayıp üzerinde ihtilâf ederler. Birinin iddiasını diğerine karşı doğ­rulayan bir delil de bulunmazsa, yani her ikisinin de iddiasının doğru olaca­ğı muhtemel olursa; bu durumda satıcı, maldaki ayıbın yeni olduğunu ve müşterinin yanındayken meydana geldiğini iddia ederse, yemin etmesi şar­tıyla sözü kabul edilir. Çünkü aslolan, akdin feshedilmesi değil devam etti­rilmesidir. Ancak, müşterinin iddiasının doğru olacağı İhtimali nedeniyle, satıcının yemin etmesi gerektiğini söylemişlerdir.

2-  Bir kişi, sözgelimi "içindeki ayıplardan sorumlu olmamak şartıyla bu hayvanı sana sattım" diyerek ayıplardan berî olma şartıyla malını satmış olur. Bilindiği gibi önce de anlatıldığı şekilde bu şart, satış akdi esnasında hayvanda bilfiil mevcûd olan gizli ayıplardan başka ayıpları kapsamaz. Bu şart ileri sürülmekle birhkte, ayıplardan salim olarak satılan bir hayvanda bilâhare bir ayıp vukûbulur, ama müşteri, hayvanı henüz sahibinden teslim almamış olursa, sahibine geri verir. Bu durumda müşteri, hayvanı geri ver­mek için satıcıya, "bu ayıp, hayvanı satın aldıktan sonra ve fakat senden teslim almadan önce meydana geldi" der, satıcı da kendisine, "bu ayıp, eski bir ayıptır. Zâten ben de ayıplarından sorumlu olmayacağımı şart koşmuş­tum. Dolayısıyla bundan sorumlu değilim" derse, yemin etmesi şartıyla bu sözü muteber olur.

3- Satıcıyla müşteri; iki ayıp üzerinde ihtilâf ederler. Müşteri, her iki ayıbın da eski olduklarını iddia eder; satıcı ise birinin eski, diğerinin yeni olduğunu iddia eder. Bu durumda yemin etmesi şartıyla müşterinin sözü mu­teber olur. Müşteri yemine yanaşmazsa; satıcının yemin yükümlülüğü orta­dan kalkar. Zîrâ satıcının   yemin etmesinde bir fayda yoktur. Müşterinin yemine yanaşmaması, satıcıya bir hak doğurmaz. Müşterinin hakkı, zorla geri verme durumunda düşer ki, bunun hükmü önce de belirtildiği şekilde şöyle olur: Satın alınan mal, müşterinin yanındayken kendisinde bir ayıp mey­dana gelir ve sonra da eskiden olma başka bir ayıbı açığa çıkarsa, bu du­rumda müşteri zorla geri verme hakkına sahip olamaz ve bu meselede de üç şekil sözkonusu olur:

a) Satıcı, malı geri almaya razı olur ve malda meydana gelen yeni ayıp dolayısıyla doğan değer eksikliği farkını müşteriden talep etmez.

b) Müşteri, maldaki eski ayıp dolayısıyla doğan değer eksikliği farkını satıcıdan talep etmeksizin, malı olduğu gibi satın almayı kabul eder. Eğer ikisi de bu şekillerden biriyle anlaşırlarsa caiz olur.

c) Bu iki şekilden biri üzerinde anlaşamazlar da biri akdi feshetmeyi, diğeri de geçerli kılmayı taleb ederse, bu durumda akdi geçerli kılmak iste­yenin görüşü uygulanır ve satıcının da, maldaki eski ayıp dolayısıyla doğan değer eksikliği farkını müşteriye ödemesi gerekir.

4- Satılan maldaki ayıbın durumunun, eski bir ayıp olduğuna delâlet etmesi. Sözgelimi satılan hayvanda çıbanlaşmış bir baş yarası bulunur. Hay­vanın alınışından sonra da en fazla bir gün geçmiş olursa, bu yaranın müşte­rinin yanında oluşup çıbanlaştığı düşünülemez. Bu durumda yeminsiz olarak müşterinin sözü muteber olur.

5-Ayıbın durumunun, yeni bir ayıp olduğuna delâlet etmesi. Satın alı­nan hayvanda, aradan uzun zaman geçtikten sonra kabuğu kurumamış bir yaranın bulunması gibi. Bu durumda yemin etmeksizin, satıcının sözü mu­teber olur.

 

Görme Muhayyerliği Ve Ortada Bulunmayan Bir Malın Satımı

 

Önce verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi satış akdinin sahih ol­ması için satılan mal ve bu mal karşılığında ödenen bedelin, hem satıcı ve hem müşteri tarafından bilinen şeyler olmaları şarttır. İkisi arasında an­laşmazlığa yolaçacak şekilde belirsiz ve meçhul bir satış akdi sahih ol­maz. Müsamahakâr dinimiz, bu kuralı koymakla çok güzel bir amaca yönelmiştir. Çünkü İslâmiyet, insanlar arasında düşmanlıkların yayılma­sını önlemeyi ve aralarındaki anlaşmazlık ve tefrikayı kesip atmayı amaç­lamaktadır. Satış şartlarında da belirtildiği gibi, buraya kadar anlatılan hususlarda dört mezheb görüş birliği etmişlerdir. Ne var ki satışın, bütün yönleriyle açık ve net olmadığı, satılan malın meçhul olduğu, ancak bu meçhullük nedeniyle meydana gelecek anlaşmazlığı bir başka sebeple önlemenin mümkün olduğu bazı satışlarla ilgili olarak görüş ayrılığına düş­müşlerdir. Örneğin ortada hazır olmayan bir malı, görme muhayyerliğini şart koşarak satmak, bu tür satışlardan biridir. Ftkıhçıların büyük çoğun­luğu aşağıda belirtilen tafsilât çerçevesinde bu satışın sahih olduğunu söylemişlerdir.

 

(147) Şâfiîler dediler ki: Satılan mal, alış veriş akdinden ayrı görünmez bir yerde de olsa, meclis içinde olup ta akdi yapanlarca görülmeyen bir yer­de bulunursa, ikisinin veya birinin gıyabında bulunan ve görünmeyen bir malı satmak sahih olmaz. Satılan bu malın cinsini belirleyen bir sıfatla nitelen­mesi ve nitelenmemesi arasında bir fark yoktur. Cinsini belirleyen bir sıfatla nitelenmesinin örneği, satıcının, "sana bir kile floransa veya pencuma buğ­dayı sattım" demesi gibidir. Cinsini belirleyen bir sıfatla nitelenmemesinin örneği ise, satıcının, floransa veya pencuma adlarım söylemeksizin, "sana bir ölçek buğday sattım" demesi gibidir. Öyle veya böyle, satılan mal, satı­cıyla müşterinin görmedikleri bir yerde ise, yapılan satış akdi her halükârda sahih olmaz. Şâfiîlere göre en kuvvetli görüş budur. Bu arada, buna muha­lif bir görüşe de değinmekte yarar vardır. Buna göre, birinci örnekte olduğu gibi, ortada olmayan bir malı, cinsini belirleyen bir sıfatla niteleme duru­munda satmak sahih olur ki bu, müşterinin görme anında geri vermeye mu­hayyer olması kaydıyla cinsini belirleyen bir sıfatla nitelenen, gaipteki bir malı satmanın sahih olduğunu savunan üç mezheb imamının görüşlerine de uygun düşmektedir. Nitekim bu husus, ileride verilecek detaylı açıklamalar­dan da anlaşılacaktır.

Satın alınan malı görmek, tadılan ve koklanan nesnelerde, tadına ve kok­lama yerine geçerli olur. Sözgelimi bal, yağ ve meyve gibi şeylerin satılması, müşterinin tadıp koklamaksızin sâdece görmesiyle yetinmesi durumunda sahih olur. Ancak müşteri, bu malda bir ayıp görürse, geri verme muhayyerliğine sahiptir. Yine satın alınan malı görmek; o malın sayısını, tartısını, ölçüsü­nü, ölçeğini öğrenme yerine geçerli olur. Sözgelimi satıcı, "şu buğday yığı­nını sana sattım" der de, müşteri bu buğdayın kaç kile olduğunu bilemezse, yığını gözden geçirdikten sonra satış akdi sahih olur. Çünkü gözden geçir­dikten sonra buğday yığınının miktarını sezgi ve tahmin ile anlaması müm­kün olur ki bu da, satış akdinin sahih olması için yeterlidir. Ancak müşteri, bu buğday yığınının düz bir alan üzerine konulmuş olduğuna kesin olarak inandığı halde, daha sonra bu yığının bir kısmı yüksek, bir kısmı alçak bir alanın üzerine konulmuş olduğu açığa çıkarsa ve miktar tahmininde alda-nırsa, satış akdi fâsid olur. Ama satın alırken buğday yığınının düz bir alan üzerine konmuş olduğuna kesin olarak inanmaz, fakat öyle olduğunu sanarsa ve sonra bu yığının bir kısmının yüksek, bir kısmının alçak bir alan üzerine konulmuş olduğu açığa çıkarsa, buğdayı sahibine geri verme konusunda mu­hayyer olur. Çünkü buğday yığınını ölçekle ölçmeden satmak mekruhtur. Zîrâ yığının, sezgi ve tahminle ölçülmesi çoğu kez doğru sonuçlar vermeye­bilir. Öyle olur ki, bir buğday yığını sezgi ve tahminle, on kile olarak takdir edilir. Ama bu yığının bir kısmı bir kısmının üzerine yığılmış olması nede­niyle, bir de bakılır ki altı kile imiş. Metreyle ölçülen, sayı ile sayılan, ağır­lıkla tartılan mallara gelince, bunların miktarı bilinmese bile sâdece görerek satın alınmaları sahih olur.

Satılan malın, akid yapıldığı esnada görülmesi şart değildir. Akid esna­sına kadar değişmeyip eski hâli üzere kalmış olması şartıyla, akid yapılma­dan önce görülmesi de yeterli olur. Tarla, kap, demir, bakır ve bunlara benzer değişime uğramayan mallan satmak gibi. Bir kişi bu mallardan birini görür ve aradan bir süre geçtikten sonra tekrar görmeksizİn satın alırsa, akid sa­hih olur. Ama meyve ve yemek gibi çabuk bozulan ve sürekli olarak bulun­duğu halde kalmayan mallara gelince, böyle bir malı gördükten sonra norma! olarak bu gibi şeylerin bozulabileceği bir sürenin geçmesini müteakiben ye­niden görmeksizin satın almak sahih olmaz. Aynı şekilde satılan malın bir kısmını görmek, geri kalan kısmının evsâfına delâlet ediyorsa, tamamını gör­mek şart olmaz. Sözgelimi aynı harmandan yirmi kile buğday almak isteyen bir kişi, bu buğdayın bir kısmım görürse, satış akdi sahih olur. Çünkü buğ­dayın bir kısmım görmek, geri kalan buğdayın evsâfına delâlet eder. Bu sa­tış, "numune ile satış" olarak bilinir. Çünkü müşteri, satıcıya, "yanındaki buğday, arpa veya darının numunesini bana göster" deyince, satıcı görmesi için o malların bir kısmını müşteriye getirir. Müşteri de onu görerek satın alır. Fikıhçılar buna, örnek anlamına gelen "nemuzec" adını verirler. Nu­mune ile satışın sahih olması için, satılan malm cüzlerinin biribirine eşit ol­ması ve satıcının da müşteriye, "yanımdaki buğdayı, numune ile beraber sana sattım" demesi şarttır. Numuneyi satmaksizın öylece müşteriye verir ve geri taraftaki buğdayı numûnesiz olarak ona satarsa, satış akdi sahih olmaz. Çün­kü müşteri bu durumda, görmemiş olduğu bir malı satın almıştır. Aynı şekilde numuneyi ayrı, geri yandaki buğdayı da ayrı akidle aynı müşteriye satarsa, yine satış akdi sahih olmaz. Çünkü bu durumda müşteri ne tama­mını, ne de numune olarak bir kısmını görmediği malı satın almış olmaktadır.

Satılan mal, yararlı kısmını örten bir kabukla örtülü olursa, bunun için bir kaç durum söz konusu olur:

1- Satılan mal, iki kabukla örtülü olur. Kabuklardan biri, yenen veya yararlanılan kısmına bitişik, diğeri debunun üzerinde bulunur ki, bu kabuk­ların ikisi de tabiîdir. Fındık, badem ve kamış gibi. Üstteki kabuk, kendisin­den sonra gelen kabuğu tümüyle örtmekteyse, o zaman, satılan mal görünmez olur. Ama kamışta olduğu gibi, üstteki kabuk, kendisinden sonra gelen ka­buğu tümüyle kaplamıyorsa, satılan mal, görünmüş sayılır. Çünkü kamışın üst kabuğu, kamışın bütün budaklarını örtmez. Zîrâ malın bir kısmını gör­mek, geri tarafının evsâfına delâlet eder. Satın alman malın cisminin tümü­ne veya bir kısmına bitişik olan kabuğu görmekle yetihilebilir. Yalnızca bu kabuğun, o malm devamını sağlayan, soyulduğu takdirde o malı saklama ve depolama imkânını ortadan kaldıran bir kabuk olması şarttır. İki kabu­ğu olup da cismine bitişik olan kabuğunun sertleşmediği nesnelerin de üst kabuğunu görmek yeterli olur. Yeşil bakla gibi. Sertleşmeyen kabuğu, asıl gıda maddesiyle birlikte yenilebilir. Bu durumda o nesnenin üzerinde sanki bir tek kabuk varmış gibi kabul edilir.

2- Satılan malın tabiî bir kabuğu olur, ama malın kalıcı olması ve ko­runması bu kabuğa bağlı olmaz. Sedefindeki inci gibi. İncinin saklanıp mu­hafaza edilmesi, sedef içinde kalmasına bağlı değildir. Torbacığı içindeki misk de böyledir. Miskin kalıcılığı da, torbacık içinde bulunmasına bağlı değil­dir. Çünkü bu gibi şeylerin, kabuklarından çıkarılmadıkça satılmaları sahih olmaz. Kozası içindeki pamuk, bunlardan sayılmaz. Çünkü koza, pamuğu bozulmaya karşı korur. Ama bununla beraber kozanın açılmasından önce satılması, sahih olmaz. Çünkü koza açılmadıkça pamuğun kullanmaya el­verişli olup olmadığı anlaşılamaz.

3- Satılan malın üzerindeki kabuk veya örtü, tabii değil de yapma olur ki, bunun da İki şekli vardır:

a) Kabuğun veya örtünün altında bulunan şeyin kendisini satın almak kastedilir. Yorganın içindeki pamuk gibi. Yorganı satın alırken yüzünü de-ğİl de içindeki pamuğu satın almak kastedilir. Bu durumda yorganın içinde­ki pamuğun tümünü veya bir kısmını görmek gerekir. Kuvvetli olan görüş budur.

b) Kabuğun veya örtünün altındaki şeyi satın almak kastedilmez. Pa­mukla astarlanmış palto gibi. Bu durumda palto satın alırken astarım gör­mek şart olmaz. Açıp bakmadan fika' satın almak da caizdir. Fika', kuru üzümden yapılan bir meşrubattır. Kolaylık olsun diye kutulara konur. Çün­kü kapalı kutuda bulunması, fika'nm bozulmamasına yardım eder. Reçel ve benzeri şeyler de aynı hükme tabidirler.

Satılan malın bir kısmım görmek, malın geri kalan kısmının evsâfına delâlet ediyorsa, bunun yeterli olacağı bilinse bile, bu hususun, malların du­rumlarının değişik olmasıyla değişeceği de bilinmelidir. Sözgelimi bir ev sa­tın alan kişi, evin dış kısmına ve avlusuna bakarsa bu yeterli olmaz. Çünkü buralarını görmek, evin geri kalan kısımlarının evsâflarına delâlet etmez. Şu halde oda, tavan, taban, çatı, duvar ve banyo gibi evin diğer kısımlarını da görmesi gerekir. Bir bahçe satm alan kişinin, bahçenin alan ve sınırını öğ­renmesi yeterli olmaz. Aksine, bu bahçenin ağaçlarını, duvarlarını, sulama kanallarını ve arklarını görmesi de gerekli olur. Bir hayvan satm alan kişi­nin, o hayvanın bir kısmına bakması yeterli olmaz. Aksine, her tarafını gör­mesi gerekir. Ama dişlerini ve dilini görmesi gerekmez. Bir kişi bir elbise satın alırken açıp da içine bakmkzsa, onu görmüş sayılmaz. Elbise nakışlı ise, onu çevirip bakmadıkça görmüş sayılmaz. Cüzleri değişik olan bütün eşyalarda hüküm budur. Çünkü bu gibi şeylerin bir kısmını görmek, geri kalan kısım­larının evsâfına delâlet etmez. Sâdece bir kısmını görerek satm alınırlarsa, tamamı görülmediği için satış akdi sahih olmaz.

Hanefîler dediler ki: Satış akdi yapılan mecliste hazır bulunsa da bulunmasa da, satıcıyla müşteri tarafından görülmeyen gaipteki malın satıl­ması sahih olmaz. Sahih olması için iki şart vardır:

1- Satılan mal, satıcının mülkü olmalıdır.

2- Satılan malla ilgili aşırı derecedeki bilinmezliği açıklığa kavuştura­cak bir açıklamayı satıcı yapmalıdır. Satılan mal, mecliste hazır bulunur da müşterinin gözüne görünmeyecek bir yerde olursa, satıcının ona işaret ede­rek açıklama yapması gerekir. Örneğin, "yanımda bulunan şeyi sana sattım" veya "şu sandık içindeki malı sana sattım demesi gibi.

Satılan mal, mecliste hazır bulunmazsa, satıcının o malm bulunduğu yere İşaret ederek veya niteliğini belirleyerek veya bir şeyle tanılayarak veya sı­nırlarını belirterek açıklamada bulunması gerekir. Malın bulunduğu yere işaret ederek açıklama yapmasına örnek olarak satıcının, "falan evdeki hayvanı sana sattım" demesini ve müşteri tarafından tanınan o evde birden fazla hay­van bulunmamasını gösterebiliriz. Niteliğini belirleyerek satmanın örneği, "bir ölçek floransa buğdayı sana sattım" demesidİr. Bu satışı yaparken kile ve ölçek gibi miktar belirleyici kelimeleri kullanmak zorunludur. Yine ölçekle ölçülen, ağırlıkla tartılan, sayı ile sayılan, metreyle ölçülen malları satarken satılan malın miktarının açıklanması ve cinsini belirleyen bir nitelikle nite-lenmesi-gerekir. Satılan malı tamlama yaparak belirlemenin Örneği, "deve­mi sana sattım" demesi ve bu sözü söyleyen satıcının, o deveden başka bir devesinin olmamasıdır. Sınırını belirterek satmanın örneği de, "şu taraftan şu bahçeyle sınırlı, şu taraftan da ırmakla sınırlı... tarlayı sana sattım" de­mesi gibidir.

Kişinin kendi mülkiyetinde olan gaip bir malı, önce de anlatıldığı gibi, aşırı derecedeki meçhullüğü giderecek şekilde açıklama yapması kaydıyla sat­ması sahihtir. Bu durumda malla ilgili az miktardaki belirsizliğin, satış ak­dine bir zararı olmaz. Çünkü bu az miktardaki belirsizlik, müşterinin görme muhayyerliği ile ortadan kalkmaktadır. Zîrâ müşteri malı bu şekilde satın alınca, malı gördüğünde, satış akdini kabul veya reddetmekte muhayyerdir. Satın alırken, bu muhayyerliği şart koşmasına da gerek yoktur. Çünkü gör­me muhayyerliği müşteri için şartsız bir hak olarak sabit olur. Görünürde olmayan ve niteliği belirtilmeyen, meselâ satış meclisinde hazır olmakla bir­likte torba içinde bulunduğu için müşteri tarafından görülmeyen bir malı satma durumunda satıcı, bu mala işaret ederek açıklamada bulunmazsa satış akdi fâsid olur. Doğru olan görüş budur. Bazı fıkihçılar, bu satışın sahih olacağı­nı söylemişlerdir. Ama mütemed olan, birinci görüştür. Adamın biri, kendi­sine miras kalan bir malı görmeden başkasına satarsa, muhayyerlik hakkı kalmaz. Zîrâ satıcının, görmediği malı satmada muhayyerlik hakkı yoktur. Bununla ilgili olarak sükuti icmâ vardır. Çünkü böyle bir olay, sahabelerin hazır bulundukları bîr mecliste vukûbulmuştur ve orada hazır bulunanlar­dan bîrinin bu hükme muhalefet ettiği de rivayet edilmemiştir.

Görme muhayyerilği dört yerde sabit olur:

1- Zimmette bir borç olmayacak şekilde belirtilen ve lâzım olan bir malda görme muhayyerliği sabit olur. Sözgelimi bir kişi satın alma akdinden he­men sonra teslim almak koşuluyla belli miktarda buğday satın alırsa; teslim alma esnasında buğdayı görme muhayyerliğine sahip olur. Beğenirse kabul, beğenmezse reddeder. Ama satıcının araya vâde koyarak bilâhare teslim et­me muhayyerliği olmaz. Çünkü bu mal, satıcının teslim etmek üzere zimme­tinde bulunan bir borçtur ki, bu satış akdine selem denir. Selemde ise görme muhayyerliği yoktur. Selem akdinde alınacak eşya karşılığında bedel olarak verilen şey para dışındaki bir meta ise, satıcının bunu görme muhayyerliği vardır. Ama bu bedel, dirhem ve dinar gibi hâlis bir para ise, satıcının gör­me muhayyerliği yoktur. Satılan mal, gümüş veya altından yapılma bir kap ise, bunu görme muhayyerliği vardır.

2- İcar akdinde görme muhayyerliği vardır. Bir kişi, sınırlı bir tarlayı, görmeden icar ederse, icar akdini yaptıktan sonra gördüğünde beğenmediği takdirde geri vermeye muhayyer olur.

3- Kısmet (paylaşma) akdinde de görme muhayyerliği vardır. Bir kişi, bir eşyada başkasına ortak olur da görmeden o eşyayı kendisiyle paylaşırsa, bilâhare görünce geri vermekte muhayyer olur. Yalnız, ölçekle ölçülen veya kilo ile tartılan emsali mevcûd eşyaları paylaşmada görme muhayyerliği sa­bit olmaz. Meselâ iki ortak, niteliği belli olan bir buğdayı görmeden payla­şırlarsa, bu paylaşma sahih olmaz. Çünkü malın (buğdayın) bilinmezliğini kaldırmak için gerekli olan görme muhayyerliği, bu gibi şeylerde bir hak olarak mevcûd değildir. Bunlardan başka, emsali bulunmayan ve tek tür olan muhtelif cins ve eşyalarda görme muhayyerliği vardır. Aynı türden elbiselerde ve sadece sığır ve davar gibi mallarda görme muhayyerliği vardır.

4- Mal dâvasında, muayyen bir eşya üzerinde sulh olup anlaşmada da görme muhayyerliği vardır. Bir kişi, başkasında malı olduğunu iddia eder de dâvâlı olan kişi, davacıya görmediği bir eşya vererek sulh olurlarsa; da­vacı o eşyayı gördüğünde, beğenmediği takdirde geri verme muhayyerliğine sahip olur.                                        

Görme muhayyerliği hakkı şu durumlarda düşer:

1- Satılan malda, müşterinin yanındayken bir ayıp meydana gelirse, müş­teri artık onu görme muhayyerliği vesilesiyle geri veremez.

2- Satılan malda bir değişiklik meydana gelirse onu geri vermek artık imkânsız olur. Satın alınan elbiseyi, dikmek için parçalara ayırmak gibi.

3- Satın alınan mal üzerinde, feshi gayr-ı kabil bir tasarrufta bulunmakla da artık o mal, sahibine geri verilemez. Satın alınan köleyi azâd etmek gibi.

4- Satın alman mal üzerinde başkasının hakkını tesbit eden bir tasar­rufta bulunmakla da artık geri vermek imkânsız olur. Satın alınan malı re-hîne koymak gibi. Bir kişi, görmediği bir malı satın alır ve bu malı ister görmeden önce, ister gördükten sonra rehîne koyarsa, artık görme muhay­yerliği vesilesiyle geri verme hakkını yitirir. Aynı şekilde kendi şahsı için mu­hayyerliği şart koşmaksizın bu malı kesin bir satışla satar veya icara verirse, görme muhayyerliği hakkını yitirir. Bu tasarrufu, malı gördükten sonra da yapsa, görmeden önce de yapsa, muhayyerlik hakkını yitirir.

5- Satın alınan ma! üzerinde başkasının hakkını tesbit etmeyen bir ta­sarrufta bulunmak. Yalnız bu tasarrufun muhayyerlik hakkını düşürmesi için satın alınan malı görmezden önce değil de, gördükten sonra yapılması şarttır. Meselâ bir kişi, görmeden satın aldığı bir malı daha sonra, kendi mu­hayyer olması kaydıyla satar. Bu satışı, eğer o malı gördükten sonra yapmışsa görme muhayyerliği hakkını yitirir. Eğer görmeden önce satarsa hakkını yi­tirmez. Diyelim ki bir kişi, görmeden satın aldığı malı satışa arz eder veya bir kimseye hîbe eder de ona teslim etmez. Bu işi, malı görmeden önce yap­mışsa, görme muhayyerliği vesilesiyle sahibine geri verme hakkını yitirir. Aynı şekilde bir kişi, görmediği bir araziyi satın alır. Bitişiğinde bulunan başka bir araziyi de şuf'a yoluyla satın alır. Bu ikinciyi önceki araziyi görmeden satın alırsa görme muhayyerliğini yitirmez. Ama gördükten sonra alırsa, mu­hayyerliği yitirir.

6- Satın alınan malı gördükten sonra teslim almakla da artık görme mu­hayyerliği diye bir şey kalmaz.

7- Satın alınan malı, gördükten sonra bedelini ödemekle yine görme mu­hayyerliği hakkı sona erer.

8- Satıcı, sattığı malın bedeli olan (parayı değil de) muayyen bir malı, kendi evine getirtmek amacıyla bir elçi gönderir ve o da getirirse, bu bedel kendi evinde bulunduğu sürece muhayyerlik hakkını yitirir. Müşterinin evi­ne iade edince muhayyerlik hakkı yeniden doğar.

9- Bir kişi, görmeden satın aldığı bir tarlayı başkasına iğreti olarak ve­rir de iğreti alan onu ekerse veya bir kaç tane elbise satın alan kişi, bunlar­dan birini giyerse, her iki durumda da görme muhayyerliğini yitirir.

Özetle diyebiliriz ki: Şart muhayyerliğini iptal eden her şey, görme mu­hayyerliğini de iptal eder. Yalnız satıcının, satın alman malı görmeden önce muhayyer olarak satışa arzetmesi ve teslim etmeksizin hîbe etmesi gibi du­rumlarda, şart muhayyerliğinin iptaline rağmen görme muhayyerliği sabit kalır. Şu da var ki, görme muhayyerliği bir vakitle sınırlandırılmaz. Kişi, sa­tın aldığı malı gördükten sonra, akdi feshetme imkânı olan bir süre geçtiği halde feshetmezse, doğru olan görüşe göre görme muhayyerliğini yitirmez. Görme muhayyerliği ile yapılan satış, müşterinin "reddettim" demesiyle fes­hedilmiş olur. Ancak bu reddin sahih olması için, satıcının, razı olsa da ol­masa da bundan haberi olması şarttır. Reddin geçerli olması için kadı'nın kararına gerek yoktur. Muhayyerlik, müşterinin satın aldığı mala sahip ol­masını engellemez. Önce belirtilen şekilde, satın aldığı mal üzerinde tasar­rufta bulunursa, tasarrufu geçerli olur. Tasarrufta bulunmakla muhayyerlik hakkı sona erer ve satın aldığı mahn bedelini Ödemesi gerekir. Satın aldığı ma!, elinde telef olursa veya önce belirtilen bir sebeple geri verme imkânı ortadan kalkarsa, yine muhayyerliği düşer ve bedelini ödemesi gerekir.

Satın alınan malın bir kısmını görmek, geri kalan kısmının evsâfına de­lâlet ederse, bir kısmını görmek yeterli olur. Bir kişi, satın alacağı malın bir kısmını akid yapmadan önce görür ve bununla da malın geri kalan kısmı hak­kında bilgi sahibi olursa, artık o malla ilgili olarak görme muhayyerliğini yitirir. Çünkü bu durumda, gördüğü bir malı satın almış olmaktadır. Yal­nız, satın alman mal, ölçekle ölçülen veya tartıyla tartılan ve bütün kısımları birbirine eşit olan bir mal ise, bir kısmını görmek yeterli olur. Müşteri, satın alacağı buğdayın, kuru üzümün, hurmanın, fındığın, kaymağın veya sütün numunesini görür ve bu numune üzerine satın alırsa, görme muhayyerliği hakkına sahip olamaz. Ancak geri taraftaki mal, numuneden daha düşük kaliteli olursa ve bu kalitesizlik, ayıp derecesine varırsa, malı, hem ayıp mu­hayyerliği, hem de görme muhayyerliği vesilesiyle geri verme hakkına sahip olur. Eğer kalitesizliği ayıp derecesine varmıyorsa, yani malın gerideki kıs­mı numuneye nisbetle daha az iyi ise, o zaman müşteri bu malı görme mu­hayyerliği vesilesiyle geri verebilir. Bundan da anlaşılıyor ki; buğday, arpa, süt, hurma, mercimek ve ölçekle ölçülen cüzleri birbirine eşit malların yığın­larının dış kısmına bakmak, görme muhayyerliğinin düşmesi bakımından yeterlidir. Ama badem, ceviz, fındık ve keçiboynuzuyla benzeri yemişleri ka­rıştırarak meydana gelen karıştırma gibi, cüzleri birbirinin aynı olmayan bir mal yığınının dış kısmına bakmak yeterli olmaz.

Etini yemek için satın alınan koyuna el sürmek, yeterli olur. Bu amaçla satın alınan bir koyuna âmâ kişinin el sürmesi, onu görme yerine geçerli olur ve bu, görme muhayyerliği hakkının ortadan kalkması açısından yeterli olur. Ticâret için değil de yetiştirip yavru elde etmek amacıyla satın alınan koyu­nun görülmesi, onun vücûduna bakmakla olur. Sağmal ineği görmek, onun memelerine bakmak şeklinde olur.

Evleri görmekse onların iç kısımlarına, odalarına, şayet varsa diğer müş­temilâtına bakmakla olur. Çünkü evin dış kısmına bakmak, onun içini gör­müş olmaya delâlet etmez. Satın alınacak yağı ve benzeri şeyleri kavanoz dışından görmek yeterli olmaz. Nitekim satın alınacak herhangi bir malı, ay­nada görmek de yeterli değildir. Çünkü aynada gördüğü şey, o malın aynısı değildir. Bir kişi suda gördüğü bir balığı avlamaksızm elde edebilecek bir durumdaysa, bazıları bu/görüşün yeterli olacağını, bazılarıysa yeterli olma­yacağını söylemişlerdir.

Satıcıyla müşteri, satılan malın niteliği üzerinde ihtilâf ederler. Müşte­ri, "mahn geri kısmını, numune ile aynı kalitede görmüyorum" der, satıcı da, "malın geri kısmı, numuneyle aynı kalitededir" derse, bu durumda nu­mune ya mevcuttur veya zayi olmuştur. Eğer numune mevcutsa, (mahn geri kalan kısmıyla birlikte) bilirkişilere gösterilir ve durum açıklık kazanır. Nu­mune eğer zayi olmuş ve malın geri kalan kısmı hazırda mevcut, ama bir torba içinde ise söz, satıcı için, beyyine (belge) de müşteri için olur. Çünkü bu durumda her ikisi hazırda, torba içinde bulunan satılmış mahn aynı mal olduğu üzerinde görüş birliği etmişler; yalnız, bu malın niteliği hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Müşteri bu malın, satılan mahn kendisi olduğu­nu inkâr etmemektedir ki, söz kendisinin olsun. Ama satılan malın gâib ol­ması durumunda hüküm, bunun tersinedir. Çünkü o zaman müşteri, satılan malın bu mal olduğunu inkâr etmekte ve söz de kendisinin olmaktadır.

Mâlikîler dediler ki: Bir kişi müşterinin görmediği, gâibteki bir malı satarsa, iki durum söz konusu olur:

1- Satılan mal, müşterinin gözünün görmediği bir yerde bulunmasına rağmen, akdin yapıldığı yerdedir. Satış akdinin yapıldığı mecliste torba için­deki buğday ve kutu içindeki şeker gibi. Bu durumda satın alınan mal açılıp görülmedikçe satış akdi sahih olmaz. Açılması durumunda o mal bozulacak veya kendisine bir zarar dokunacaksa açılması gerekmez.

2- Satılan mal, satış akdinin yapıldığı mecliste hazır bulunmayıp gaipte olur. Şehir dışında da olsa şehir içinde de olsa, akdin yapıldığı meclise getir­mek zor da olsa kolay da olsa hüküm aynıdır. Bu durumda görmeden satıl­ması sahih olur. Her iki durumda da, görülmeyen malın satışı şu iki şeyden biri gerçekleşmediği takdirde sahih olmaz:

a)  Satılan mal, cins ve türü belirlenecek şekilde tavsif edilmelidir.

b) Müşteri, satın aldığı malla ilgili olarak görme muhayyerliğini şart koşmalıdır.

Müşteri görmeden veya gerek satıcı ve gerekse başkası tarafından ma­lın cins ve türü müşteriye anlatılmadan, kesin olarak yapılan satış, mûtemed görüşe göre fâsid olur. Ama müşteriye tavsif edilirse, satış akdi sahih olur ve görme anında da müşterinin muhayyerliği kalmaz. Ancak mal ayıplı olur veya satıcıdan aldığından başka bir vasıfta bulunursa o başka. Ama müşte­rinin muhayyer olması şartıyla, vasfını anlatmaksızın bir kişi malını satarsa, satış akdi sahih olur ve görme anında da müşteri muhayyer olur. Buğday gibi misilli veya ölçekli, pamuk gibi tartılı, yumurta gibi sayılı mallardan bi­rini satın alırken bir kısmını görmek, geri kalan kısmı da görmek yerine ge­çer. Misilli olmayan, yani ölçeksiz, tartısız veya sayısız olarak değerlendirmeye tâbi tutulan malları satın alırken bunların bir kısmını görmek, tamamını gör­mek yerine geçerli olmaz. Mâliki mezhebinin kuvvetli görüşü budur. Müşte­ri tarafından numunesi görülen buğdayı satmak sahih olur. Tüccarın defterinde veya katalogunda vasfı yazılı bulunan malların vasfını işitmek de numune görmek gibidir.

Satılan mal; nar, ceviz, badem, yumurta ve karpuz gibi kabuklu bir şeyse, her ne kadar içindeki kırılmadıkça anlaşılmasa bile bir kısmını görmek ye­terli olur. Aldıktan sonra müşteri kırar ve İçinin dış görünüşe fazla aykırı olmadığını görürse, zaten sorun yoktur. Ama fazla derecede aykırı olduğu­nu görürse, muhayyer olur: Dilerse malı kabul eder, dilerse geri verir. Satın alırken baktığı kısımda bir ayıp görür de göz yumarsa; bu ayıp bütün mal­larda çoğunlukla görülebilen bit gibi bir ayıp olduğu takdirde sorun yoktur. Çünkü müşteri, bunu önce görmüş ve razı olmuştur. Satın alırken baktığı kısımda ayıp görür, ama geri kalan kısmın ayıplı olmadığını zannederse; me­selâ torbanın üst tarafının ıslak olduğunu, dolayısıyla da malın üst kısmının bu nedenle değiştiğini görür, ama geri kalan alt tarafın değişmediğini zanne­der, ama aldıktan sonra alt tarafının da değişmiş olduğunu görürse, geri verme hakkına sahip olur. Bir kişi satın alacağı bir malı, normal olarak o malın bozulmayacağı kadar bir zaman önce görür de ondan sonra görmeden satın alır ve görme muhayyerliğini de şart koşmazsa, satış akdi sahih olur. Ama normal olarak o malın bozulacağı kadar bir zaman önce görür de ondan sonra akid esnasında görmeden satın alır ve görme muhayyerliğini şart koşmazsa satış akdi sahih olmaz. Satıcıyla müşteri bu hususta anlaşmazlığa düşerler ve müşteri, "bu malın satın aldığım zamanki vasfı değişmiştir" dediği halde satıcı, "değişmemiştir" derse, bilirkişilere başvurulur. Müşterinin bu malı, satın almazdan önce gördüğü zamanla son gördüğü zaman arasında geçen süre zarfında bu malın normal olarak bozulup bozulmayacağı bilirkişiden sorulur. Bilirkişi, bu süre zarfında bozulacağını kesin tarzda ifâde ederse, söz müşterinin, bozulmayacağını kesin tarzda ifâde ederse, söz satıcınındır. Müşteriye de satıcıya da yemin düşmez. Bu süre zarfında malın bozulması­nın veya bozulmamasının muhtemel olduğu, bilirkişi tarafından ifâde edilirse yine aynı hüküm geçerli olur. Yani bilirkişi, malın bu süre zarfında bozulacağının zannedildiğini söylerse, söz müşterinindir. Bilirkişi bu süre zar­fında malın bozulmayacağı zannedilir derse, söz satıcınındır. Yalnız bu du­rumda söz sahibi olan tarafın yemin etmesi de gerekir. Bilirkişi ne kesin, ne şüpheli, ne de ihtimalli bir ifâde kullanmazsa satıcı yemin ederek, malın müş­terinin gördüğü zamandaki vasfını koruduğunu ifâde eder ve satış akdi de tamamlanmış olur.

Satıcıyla müşteri, satın alınan malın katalogda belirtilen evsâfa uyup uy­madığı hususunda ihtilâf ederler. Müşteri, bu malın katalogdaki evsâfa uy­madığını, satıcı da katalogdaki evsâfa uygun mal sattığını; müşterinin geri vermek için getirmiş olduğu bu malın kendi malı olmadığını söylerse, bu du­rumda yeminle birlikte sqz satıcınındır. Sattığı malın kataloga uygun oldu­ğuna yemin ederse sorun^yoktur. Satıcı yemine yanaşmaz da, müşteri, geri getirmiş olduğu bu malın satıcıya âit olduğuna ve kendisinin bu malı değiş­tirmediğine yemin ederse, malı geri verebilir. Müşteri yemine yanaşmazsa malı kabul etmeye mecbur olur ve satıcıya da bir şey gerekmez. Bedelini peşin almayı şart koşarak hazırda bulunmayan bir malı satmak sahih olur mu ol­maz mı? Ve yine hazırda bulunmayan bir malı satın alan kişinin, bedelini peşin ödeme şartı koşulmamasına rağmen, gönüllü olarak peşin ödemesi sa­hih olur mu, olmaz mı? Bu soruların cevâbını vermede bir kaç durumla kar­şılaşılmaktadır:

1- Hazırda bulunmadığı halde satılan mal bir akar olur ve satış akdi de muhayyerlik hakkı tanınmaksızm kesin olur. Bu durumda satıcının, müşte­rinin bedeli peşin ödemesini şart koşması caizdir. Yalnız müşterinin bu ma­lı, satıcıdan başka birinin tavsifi üzerine almış olması şarttır. Satıcının tavsifi üzerine satın alırsa, bedeli peşin ödeme şartının satıcı tarafından koşulması sahih olmaz. Ama bedeli kendi gönül rızasıyla peşin ödemesi sahihtir.

2- Hazırda bulunmadığı halde satılan mal, bir akar olur. Ama müşteri, bu malı denemek ve muhayyer olmak şartıyla satın alır. Bu durumda, müş­terinin bedeli ne gönüllü olarak, ne de satıcı tarafından şart koşulduğu ge­rekçesiyle peşin ödemesi sahih olmaz.

3- Hazırda bulunmadığı halde satılan mal, akardan başka bir mal olur. Bu durumda malın bedelini, peşin ödemeyi şart koşmak, üç şartla sahih olur:

a) Satış akdi, içinde muhayyerlik hakkı bulunmayan kesin bir satış akdi olmalıdır.

b) Müşteri, bu malı satın almadan önce görmüş veya satıcıdan başka birinin tavsifi üzerine satın almış olmalıdır.

c) Satın alınan malın satış akdinin yapıldığı yere, en fazla iki günlük bir uzaklıkta bulunması gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Hazırda bulunmayan bir malı satmak, İki Şartla sahih olur:

1- Satılan mal, selem yapılması sahih olan eşyalardan biri olmalıdır. Bu eşyaları nitelikleriyle belirlemek mümkündür. Ölçekle ölçülen, tartıyla tartı­lan eşyalar gibi. Bunları ölçek ve tartıyla zaptedip belirlemek mümkündür. Şu halde taneleri birbirine eşit olan ve aynı tarladan yetişmiş olan buğdayda selem satışı yapmak sahih olur. Ama birimleri birbirinden değişik olan ve sayı ile sayılan nar ve elma gibi nesnelerde durum bunun tersinedir. Nar ve elmalar hep aynı eşitlikte değil, aksine kimi büyük, kimi de küçük olur. Par­çalan eşit olmayan mücevherler de böyledir.

2- Hazırda bulunmayan malı satmanın sahih olması için o malı, belli ölçülere tâbi kılan sıfatlarla nitelemek şarttır. Bu sıfatların anlatılması veya anlatılmaması durumunda çoğunlukla malın bedelinde değişiklik meydana gelir. Hazırda bulunmayan bir malı satan kişinin, o malın cinsini belirtmesi gerekir. Meselâ hurma satan kişi, "sana hurma sattım" demeli ve sonra da sattığı hurmanın türünü belirtmelidir. Meselâ, "sana asyot hurması veya zağ-lulî hurma veya vahi hurması sattım" demeli, sonra da tanesinin küçük ve­ya büyük olduğunu belirtmelidir. Bundan sonra da san veya kırmızı diye rengini söylemelidir. Selem bahsinde de anlatılacağı gibi, hazırda bulunma­yan diğer malların satışında da bu yöntem uygulanır. Bir kişi görmediği ve­ya niteliklerinin kendisine anlatılmadığı, ya da hakkında eksik bilgi verildiği bir malı satın alırsa, satış akdi sahih olmaz. Bu bakımdan satıcı da müşteri gibidir. Bir kişi, bulunduğu yerden uzak beldedeki bir mala vâris olursa, bu malı görmeden veya nitelikleri tam olarak kendisine anlatılmadan satarsa, satış akdi sahih olmaz.

Hazırda bulunmayıp ta nitelikleri belirtilerek satılan mallar, iki kısma ayrılırlar:

1- Hazırda bulunmadığı halde satılan mal, işaret veya tamlama ve ben­zeri şeylerle belirtilen bir mal olur. Satılan malın, satış akdinin yapıldığı mec­listen uzak ve gıyapta olması ile "kayıp devemi sana sattım" demek gibi mecliste hazır ama örtülü olması arasında fark yoktur. Çuvaldaki buğday, torbadaki saman, sandıktaki şeker gibi. Bu kısımla ilgili bazı hükümler var­dır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

a) Müşteri bu şekilde satın aldığı malda bir ayıp görürse veya satın aldı­ğı zaman belirtilen niteliklere uygun olmadığını anlarsa sahibine geri verme hakkını elde eder ve satış akdi böylece münfesih olur.

b) Müşterinin teslim almasından Önce bu mal telef olursa, satış akdi mün­fesih olur ve zayi olan mal da satıcının kesesinden gider. Müşteri bu mala karşılık, satıcjdan başka bir mal isteyemez. Çünkü onun hakkı, telef olan malda bulunuyordu. Tıpkı hazırdaki malın satışında olduğu gibi, mal telef olunca da satış akdi münfesih olur. Satıcı, "hazırda bulunmayan malı, an­lattığım niteliklere uygun olmadığı takdirde aynı niteliklere sahip başka bir mal verme şartıyla sana sattım" diyerek, zayi olması durumunda o mala bedel olarak başka bir malı müşteriye vermeyi kendi üzerine şart koşarsa, satış akdi bâtıl olur.

c) İcâb ve kabulün tamamlanmasından sonra satıcıyla müşterinin malı ve bedelini teati edip teslim almadan akid meclisinden ayrılmaları caiz olur. Hazırdaki malın satışında da bu hüküm aynen geçerlidir.

2- Tamlama ve işaretle belİrtilmeyip de nitelikleri anlatılarak bir malı satmak. Bu malı satarken, selemde olduğu gibi, bütün yönlerini belirleyecek şekilde niteliklerinin anlatılması şarttır. "Sana beyaz renkli, şişman ve şu kadar yük taşıyabilen... bir deve sattım" demek gibi. Bu tür satış, vadeli olmadığı için gerçek bir selem olmayıp, selem hükmündedir ki, bununla ilgili olarak iki hüküm vardır:

a) Müşteri satın aldığı malın, alırken kendisine anlatılan niteliklere uy­gun olmadığını gördüğümde, geri verme hakkına sahip olur. Geri verince sa­tış akdi münfesih olmaz^ Satıcı, anılan devenin yerine, belirtilen nitelikleri taşıyan başka bir deve verir. Çünkü satış akdi, o devenin üzerine değil de, belirtilen nitelikleri taşıyan bir deve üzerine yapılmıştır.

b)  Satılan malı veya bedelini teslim almadan önce satıcıyla müşterinin akid meclisinden ayrılmaları caiz olmaz. Teslim almadan ayrılırlarsa satış akdi bâtıl olur. Çünkü bu, selem anlamındaki bir akıttır. Yine bu kısım sa­tışlarda satışın, selem ya da selef lafzıyla yapılması da sahih olmaz. Çünkü yapılan satış, bu durumda selef olmamaktadır. Selemde, satılan mal bilaha­re teslim edilme şartıyla satılmadığı takdirde sahih olmamaktadır. Meğer satın alınan mal, peşin olarak değil de belli bir süre sonra teslim edilsin. Çeşitli ülkelerde tüccarlar arasında bu türden alışverişler çokça yapılmaktadır. Tüc­carlar, her şeyi hakkında bilgi verilerek nitelikleri anlatılan mallan görme­den satın almaktadırlar. Bilindiği gibi bu, caizdir.

Numune ile satışa gelince; bu, satıcıdan çok az miktarda buğday isteyip baktıktan sonra, o numunenin cinsindendir diye bir kaç ölçek buğdayı gör­meden satın almaktır ki, bu alış veriş bâtıldır. Çünkü bu durumda müşteri, satın aldığı malı görmüş olmamaktadır. Ama satın alınacak malın görülen bir kısmı, geri kalan kısmın evsâfına delâlet ediyorsa, o zaman hüküm bu­nun aksinedir; ahş-veriş sahih olur. Sözgelimi nakışlanmamış bir elbisenin dış kısmını görmek, onun iç kısmının evsâfına delâlet ettiğinden dolayı, sâ­dece dışına bakarak satın almak sahih olur. Ama değişik nakışlarla nakış­lanmış olup bir kısmını görmenin, diğer kısımlarının evsâfına delâlet etmediği bir elbisenin dışına bakarak satın alınması sahih olmaz. Aynı şekilde bir ki-Şi, taneleri aynı olan bir buğday yığınının dış kısmına bakarsa, taneleri hep aynı olduğu için dış kısmına bakmak, geri kalan kısımlarına bakmaya ihti­yaç bırakmaz. Sâdece dışına bakmak yeterli olur. Ama fındık, badem, hur­ma, ceviz ve keçi boynuzu gibi değişik birimlerden oluşan bir yığının dış yüzüne bakmak, tamamına bakmış olmak için yeterli olmaz. Aksine satış akdinin sahih olabilmesi için, çevirip alt kısmına bakmak gerekir.

Satış akdinin yapılmasından bir süre önce müşteri tarafından görülmüş olan malı, (akid esnasında görmeden) satın almak sahihtir. Meselâ bir kişi, bir malı görür. Aradan zaman geçtikten sonra o malı satın alırsa sahih olur ki bununla ilgili üç şekil vardır:

1- Satın alınan mal, önceki görüşle satın alma zamanları arasında geçen süre zarfında kesin olarak bir değişikliğe uğramayan bir mal olmalıdır.

2- Satın alınan mal, önceki görüşle satın alma zamanları arasında geçen süre zarfında, görünürde değişikliğe uğramayan bir mal olmalıdır. Arada ge­çen süre, kendi durumu nisbetinde her şeye göre ayrı ayrı takdir edilir. Me­selâ meyveler, kısa zaman içinde değişikliğe uğrarlar. Hayvanlar, meyvelere nisbetle daha uzun zaman içinde değişikliğe uğrarlar. Akarlar ise çok daha uzun zaman içinde değişikliğe uğrarlar. Bu meselenin hükmü şudur: Satın alınan mal, yakında da olsa, uzakta da olsa, satıcı, derhal teslim etmeye muk­tedir olmasa da satış akdi her iki durumda da sahih olur. Ama satıcının, o malı hazırlama gücünün bulunması şarttır. Sonra müşteri, malın, eskiden gördüğü hâlini koruduğunu müşahede ederse, kabul etmeye mecbur olur. Ama değişikliğe uğradığını görürse, ayıp muhayyerliğinde olduğu gibi tehir­li olarak akdi feshetme hakkına sahip olur. Ancak, şart muhayyerliğinde de anlatıldığı gibi, müşterinin, malın değişmiş olduğunu gördükten sonra o mal­dan razı olduğuna delâlet eden bir davranışta bulunmamış olması şarttır.

3- Satın alınan mal, önceki görüşle satın alma zamanları arasında geçen süre zarfında yakinen, zannen veya şüpheyle de olsa değişikliğe uğrayan bir mal olursa, satış akdi sahih olmaz. Çünkü bu durumda müşteri, maldaki değişikliği bilmektedir. Satıcıyla müşteri, maldaki nitelik üzerinde anlaşmazlığa düşerlerse; meselâ müşteri, "bu elbiseyi Mısır dokuması diye bana sattın" der; satıcı da "hayır, Şam dokuması diye sana sattım" derse veya müşteri, "akit yapmadan önce görüp de satın aldığım bu mal, nitelik değiştirmiştir" der ve satıcı da, "eski niteliğini korumaktadır" derse, her iki durumda da yemin etmesi kaydıyla söz, müşterinindir.

 

Fâsid Satışlar

 

Satış akidlerinde fâsid ile bâtıl aynı anlamı ifâde eder. Fâsid olan her akid bâtıl, bâtıl olan her akid de fâsiddir. Fâsid veya bâtıl olan akid, önce anlatılmış olan şart ve rükünlerinden biri yerine getirilmeyen akiddi.

Fâsid satışların hepsi haram ve dolayısıyla da insanların bunlardan ka­çınmaları vâcibtir. Bunlara bir çok örnekler verebiliriz: Anasının karnın­daki cenini satmak, fâsid satışlardandır. Meselâ gebe bir devesi olan Kişinin, devenin karnındaki cenini, doğmadan satması, helâl olmayan fâ­sid bir satıştır. Buna "bey'-i melâkîh" denir. Melâkîh, "melkuhe" kelime­sinin çoğuludur. Melkühe, karındaki cenin demektir.

Nİtacü'n-Nİtac" satışı da fasittir. Bu, meselâ gebe bir koyunu olan bir kişinin, bu koyun­dan doğacak yavrunun yavrusunu satmasıdır. Buna, "Hablü'i-Hable" de denir. Bu satış, karındaki cenini satmaya nisbetle çok daha açık bir şekil­de fâsidtir.

Erkek hayvanların sulbündeki dölsuyunu satmak da fâsid satışlardan­dır. Buna "bey'-i mezâmin" denir. Bir kişinin erkek devesi veya eşeği ve­ya öküzü olur da adamın biri, onu kendi yanındaki dişi hayvanın üzerine çektirmek İsterse, sahibinin bu hayvanların menilerini satması helâl ol­maz. Çünkü erkek hayvanların menisi, değerli bir mal değildir. Kaldı ki bu menîyi, müşteriye teslim etmek, sahibinin elinde olmayan bir iştir. Çünkü öyle zamanlar olur ki, dişi hayvan üzerine erkek hayvanın sıçramasına müsâade etmez ve hiç kimse de onu, bu işi yapmaya icbar edemez. Er­kek hayvanın döl suyunu satmak sahih olmadığı gibi, kendi dişisinin üze­rine çektirmek isteyene kiraya vermek de sahih olmaz. Kendi türündeki hayvanların çoğalması ve üremesi bu hayvana bağlı ise, bu gibi işlerde kullanılması için sahibinin iğreti vermesi gerekir. İğreti vermeye yanaş­mazsa, bu İşten bahsetmeksizin başka herhangi bir işte bir müddet çalış­tırmak amacıyla kiralanması sahih olur. Kiraladıktan sonra da kiracı, o hayvanı bu amaçla kullanabilir.

 

(148) Hanefîler dediler ki: Satış akidlerinde fâsid ile bâtıl, birbirinden ayrı şeyler olup, her biri başka anlam ifâde eder. Bâtıl, rükün veya mahal­linde usulsüzlük olan satış akdidir. Akdin rüknü, icâb veya kabuldür. Bu rükün ihlal edilirse, meselâ, icâb veya kabul, aklı olmayan deli veya çocuk tarafından söylenirse, satış akdi bâtıl olur; gerçekleşmez. Satış akdinin mahalli, satılan maldır. Satış akdinin mahalli haleldar olursa, meselâ satılan mal, Ölü bir hayvan, kan veya domuz ise satış akdi bâtıl olur. Fâsid olan akid, rükün ve mahallinden başka bir kısmında usulsüzlük bulunan satış akdidir. Meselâ satın alınan mala bedel olarak verilen şey şarap ise, bu satış akdi fâ­sid olur. Bir kişi, satın alınması sahih olan bir mal satın ahr da bedelini şa­rap olarak öderse, satış a^di fâsid olarak gerçekleşir ve müşterinin malı teslim almasıyla satış akdi geçerli olur, yürürlüğe girer. Ama müşterinin bedel ola­rak, şaraptan başka bir malı satıcıya vermesi gerekir. Çünkü şarabın bedel olması uygun değildir. Satılan malın, müşteriye satıcı tarafından teslim edil­mesine muktedir olunması dolayısıyla bir usulsüzlük bulunursa, yine satış akdi fâsid olur. Meselâ gasbedilmiş bir malı satan kişi, bu malı müşteriye teslim etmeye muktedir olamazsa satış akdi fâsid olur. Satış akdinde, satış akdinin gerektirmediği bir şartı koşmak gibi bir usulsüzlük bulunursa, satış akdi fâsid olur. Bütün bu durumlarda satış akdi, bâtıl değil de fâsid olmak­tadır. Ne aslı ne de vasfı itibariyle meşru olmayan satış akidlerine bâtıl akid denir. Bilindiği gibi akdin aslından maksat, rükün ve mahallidir. Rüknün meşru olması, haleldar olmaması demektir. Mahallinin meşru olması, satı­lan malın değerli olması demektir. Değerli mal, bey'in tanımında anlatılmış­tı. Akdin vasfından maksat, akdin rükün ve mahallinden hâriç olan şeylerdir. Satış akdinin gereğine aykırı bir şart koşmak ve semen (satın alınan mala karşı ödenen bedel) gibi. Semen, akde tâbi bir sıfattır. Satış akdi aynı za­manda her ne kadar semene dayalı ise, aslolan mebi', yani satılan maldır. Bu nedenledir ki satış akdi, semenin telef olmasıyla değil de, mebi'in telef olmasıyla infisah etmektedir. Çünkü semen, asıl maksat değil, sadece eşya­dan yararlanmak için bir araçtır. Bu niteliğiyle de satış akdinin dışındaki bir vasıf olarak kabul edilmektedir.

Fâsid satışın hükmü: Müşterinin malı teslim almasıyla satış gerçekleşir ve mülkiyet ifâde eder. Ama bâtıl satışlarda durum, bunun aksi olup, asla mülkiyet ifâde etmez. Mevkuf (askıdaki) satışa gelince; bu, içinde başkası­nın hakkı bulunan bir malı satmaktır ki, sahih satış kısımlarındandır. Çün­kü mevkuf satış, müşterinin malı teslim alması durumuna bağlı kalmaksızın gerçekleşir.

(149) Hanefîler dediler ki: Karındaki cenini, sulplerdeki dölsuyunu, do­ğacak yavrunun yavrusunu satmak anılan sebepten ötürü fâsid değil, bâtıl­dır. Bilindiği gibi satılan malda halel vâki olması, satış akdinin bâtıl olmasını gerekli kılar.

(150) Mâlikîler dediler ki: Kendi cinsinden dişi bir hayvanı döllemek amacıyla bir iki gün süreyle veya bir iki defa, yahut da müteaddit defalar çiftleştirmek üzere erkek hayvanı kiralamak sahihtir. Çiftleşme sonucu dişi hayvan gebe kalırsa ki bu da dişi hayvanın, artık erkeği kabul etmemesiy­le anlaşılır sahibi, ücret almayı hakeder. Tabiî ücret, kaldığı süreye veya çiftleşme sayısınca olur. Bu ücretler, asıl ücret üzerinden hesaplanır. (Diye­lim ki iki çiftleşme için bin liraya kiraladığı hayvan, dişiyi bir defada gebe bırakırsa, sahibi beşyüz lira ücret alır.) Ama zaman ve sayı belirtmeksizin "gebe bırakıncaya dek" şartı ile kiralamak sahih olmaz. Zîrâ olabilir ki, di­şi hayvan gebe kalmaz ve sahipleri arasında anlaşmazlığa neden olur. Örne­ğin bir kişi, ömür boyu nafakasını temin etmesi karşılığında malını bir kişiye satarsa, yani "yaşadığım sürece bana, emsallerimin nafakası kadar nafaka vermen şartıyla evimi sana sattım" diyen kişinin satışı fâsîd olur. Çünkü sa­tıcının ne kadar zaman yaşayacağı belli değildir. Ama "on sene süreyle na­fakamı temin etmen şartıyla evimi sana sattım" diyerek bilinen-bir süre belirtirse, satış akdi sahih olur. Satıcı bu süre tamamlanmadan ölürse, hak­kı mirasçılarına, mirasçıları yoksa beyt'ül-mâle intikal eder. Ama, "yaşadı­ğım süre boyunca nafakamı vermen şartıyla evimi sana sattım" diyen veya belirsiz bir süre nafaka şartı koşarak satış yapan kişinin akdi sahih olmaz.

 

Şartlı Satış

 

Fâsid satışlardan biri de, satış akdinin gerektirmediği fâsid bir şartı ileri sürerek yapılan satıştır ki mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştı.

 

(151) Hanefîler dediler ki: Şartla yapılan satış, şartın satış akdine biti­şik olması durumunda fâsid olur. Sözgelimi bir kişi, "bana yüz lira ödünç vermen şartıyla şu evimi sana sattım" derse, bu şartı, satış akdini ifsâd eder. Yani müşteri evi teslim alırsa, satış akdi geçerli olur. Evin bedelini satıcıya ödemekle yükümlü olur. Nitekim satış akdi ile ilgili bütün misâllerde hüküm böyledir. Kendisine bitişik olmayan bir şartla yapılan satış akdi tamamlanır ama bilâhare bir şart ileri sürülecek olursa, esahh kavle göre bu şart, satış akdine eklenmiş olmaz. Kendisinde aşağıda sayılacak olan hususlar bulunan şart, fâsid şarttır:

1- Şart, akdin gerektirmediği bir şart olmalıdır. Akdin gerektirmediği şart, bahsi yapümayınca*satış akdinin kelimelerinden anlaşılmayan şart de­rnektir. Akdin gerektirdiğine örnek; satılan malı teslim etmenin satıcı üzeri­ne şart olması, bu malın bedelini ödemenin de müşteri üzerine şart olması gibidir. Satış  akdi, kendi sîgası ile bu şartları gerektirmektedir. Satış akdi yaparken, satılan malı teslim etme, bu malın bedelini ödeme şartı koşulursa bu, satış akdinin gerektirdiği bir şart olur. Satış akdinin gerektirmediğinin örneği, önce de belirtildiği gibi ödünç para alma şartıyla mal satmaktır. Bu örnekteki ödünç alma şartı, ayrıca bahsi yapılmayacak olursa satış akdinin kelimelerinden anlaşılmamaktadır.

2- Şart, satış akdine uygun olmamalıdır. Akdin gerektirmediği de olsa, akde uygun olan şartla beraber yapılan satış akdi sahih olur. 'Akde uygun olmalıdır' sözünün anlamı, satış akdinin gerektirdiği şeyi sağlama almak de­mektir. Sözgelimi bir kişi müşteriye, satacağı malın bedelini tekeffül edecek bir kefil getirmesini şart koşarsa; bu şart, satış akdinin gerektirdiği şeyi (ma­lın bedelini ödemeyi) sağlama almaktadır. Kefilin de işaret veya ad vererek belirtilmesi şarttır. Kefilin, kefil olmayı, satış akdinin yapıldığı mecliste ha­zır olmasıyla, hazır olmayıp tarafların ayrılmalarından önce meclise gelip ke­faleti kabul etmesi arasında bir fark yoktur. Kefil belirlenmez veya ismi verilmezse, satış akdi fâsid olur. Kefil, akid meclisinde hazır bulunur da ke­faleti kabul etmez veya taraflar başka bir işle meşgul olur da sonra meclis­ten ayrılırlarsa ve o, bilâhare kefaleti kabul ederse de, satış akdi fâsid olur. Yine bunun gibi bir kişi, satacağı malın bedelini sağlama almak amacıyla, müşterinin, bir malı rehin bırakması şartıyla bir eşyasını satarsa; bu şart, satışın gereğini sağlama alır. Rehin bırakılan malın da işaret veya isimle be­lirlenmesi şarttır. Rehine bırakılan mal belirsiz olur da sadece müşteri tara­fından adlandırıhrsa ve bu bir meta ise caiz olmaz. Ama ölçek veya tartıya gelip de niteliği belirtilirse satış akdi caiz olur. Rehine bırakılacak mal belir­lenmez veya isİmlendirilmezse, meselâ satıcı, herhangi bir şeyin adını ver­meksizin müşterinin yanına bir şeyi rehine bırakmasını şart koşarsa, satış akdi fâsid olur. Meğer ki her ikisi akid mcelisindeyken, rehine bırakılacak malı belirlemede anlaşırlarsa ve meclisten ayrılmalarından önce müşteri, rehineyi satıcıya teslim ederse, ya da müşteri satın aldığı malın bedelini peşin olarak öderse, her iki durumda da satış akdi caiz olur.

3- Şart, caiz olduğuna İlişkin şer'î nakil bulunan bir şart olmalıdır. (Mu­hayyerlik ve müddet şartları gibi) Her ne kadar akdin gerektirmediği ve ak-de uygun olmadığı bir şart olsa da, caiz olduğuna ilişkin şer'î bir nakil mevcüd olmalıdır. Örneğin mütearef (örfe uyan) şart, bunlardan biridir. Diyelim ki bir kişi, satıcının, eski ayakkabısının söküğünü dikmesi şartıyla yeni bir ayak­kabı satın alırsa veya satıcının, eski takunyasını çivilemesi şartıyla yeni bir takunya satın alırsa bu satış akdi sahih olur. Çünkü örf, bu yolda câridir.

4- Şartta, akdi yapanlardan birinin bir menfaati olmalıdır. Satış yapı­lırken ileri sürülen şartta, akdi yapanlardan birinin menfaati olmazsa, akid fâsid olmaz. Bu şart, akdin gerektirmediği de olsa, akde uygun olmasa da, caiz olduğuna ilişkin   şer'î bir nakil bulunmasa da akdi ifsâd etmez.

Bu anlatılanlardan ortaya çıktığı gibi fâsid şart; akdin gerektirmediği, akde uygun olmayan, caiz olduğuna ilişkin ne şer'î, ne de örfî bir kural bu­lunmayan ve akdin taraflarından birinin yararına olan şarttır. Önce verilen bilgiler ışığında bilinmektedir ki; fâsid satışın hükmü; müşterinin malı tes­lim almasından sonra mülkiyetin sübûtudur. Müşteri, satıcının izniyle malı teslim alırsa, bu izin "satın aldığın malı teslim al" şeklinde açık ifadeli de olabilir. Müşterinin akid meclisinde, satıcının huzurunda teslim alması, sa­tıcının kendisini alıkoymaması şeklinde dolaylı da olabilir ve bu alışverişte de şart muhayyerliği olmaz. Satış akdinin, malın teslim alınışından sonra dahi mülkiyet ifâde etmediği üç durum vardır. Yalnız bunlar, istisnaî durumlardır:

1- Şaka yaparak satanın satışı fâsidtir ve bu satışta, malı teslim almakla müşteri, mala sahip olamaz.

2- Babanın, kendi şahsı için çocuğunun malından bir şey satın alması durumunda, satış akdi fâsid olur. Baba, teslim alsa da o mala sahip olamaz. Ancak ona, kullanmakla sahip olur.

3- Baba, kendi malını çocuğuna satarsa satış akdi fâsid olur. Çocuk onu teslim almakla malın sahibi olamaz.

Bu üç durumda satılan mal, müşterinin elinde emânet olur. Fâsid satış­ta müşteri teslim aldıktan sonra o mal üzerinde tıpkı sahibi gibi tasarruf hak­kına sahip olur. Akar dahi olsa komşusunun onda şuf'a hakkı olmaz. Ancak bazı durumlar bundan müstesnadır: Meselâ onu ne yiyebilir, ne de giyebilir.

Buraya kadar anlatılanlardan öğrenmiş oluyoruz ki; şartla yapılan satış akidleri bazı yerlerde bâtıl olmazlar ki bu yerlerin en önemlileri şunlardır:

1- İşaret veya isimle belirli bir malı rehine bırakma şartıyla yapılan satış bâtıl olmaz.

2- Mecliste hazır bulunan veya hazır olmayıp da akdi yapan tarafların meclisten ayrılmalarından önce gelip kefaleti kabul eden bir kişinin kefil ol­ması şartıyla yapılan satış akdi bâtıl olmaz. Ama mecliste hazır olmayıp, bi­lâhare kefil gösterildiğini öğrenince kefaleti kabul ederse, satış akdi fâsid olur.

3- Satın alman malın bedelini alması için satıcıyı başka kimseye havale ederek yapılan satın almada akid bâtıl olmaz.

4- Satışa başkalarını şâhid tutma şartıyla yapılan satış akdi bâtıl olmaz.

5- Üç gün gibi caiz olan bir süre için muhayyer olma şartıyla yapılan satış akdi bâtıl olmaz.

6- Bedelini peşin ödeme şartıyla yapılan satış bâtıl olmaz. Ama en geç üç gün içinde ödenmediği takdirde, satış akdi yapılmamış sayılır.

7- Bedelini belli bir sâdeye kadar ödeme şartıyla yapılan satış akdi bâtıl olmaz.

8- Ayıplardan beri olma şartıyla yapılan satış batıl olmaz.

9- Satılan meyvelerin koparılmasının müşteriye âit olması şartıyla yapı­lan satış bâtıl olmaz. Aynı şekilde olgunlaştıktan sonra meyvelerin ağaç üze­rinde bırakılması şartıyla ağacı satın almakla da satış akdi bâtıl olmaz. Bu satış akdi, müftâbih görüşe göre sahihtir.

10-  Beğenilen bir niteliğinin mevcûd olması şartıyla bir malı satın al­mak, meselâ süratli olması şartıyla bir binek hayvanını satın almak sahihtir.

11- Yolu, müşteriden başkasına âit olması şartıyla bir tarlayı satmak sa­hihtir.

12- Ayakkabıların ikisini aynı ölçüde olma şartıyla satmak sahihtir.

13- Mesti dikmek şartıyla satmak sahihtir.

Şâfiîler dediler ki: Satış akidlerindeki şartların beş durumu vardır:

1- Şart, akdin gerektirdiği bir şart olmalıdır. Akdin gerektirdiği, şeriat koyucunun akid üzerine terettüp ettirdiği şey demektir. Satış akdi üzerine terettüp eden şeyi teslim alındıktan sonra satılan malın müşterinin mülkiye­tine, bu malın bedelinin de satıcının mülkiyetine geçmesidir. Meselâ satış ak­dini yaparken müşteri satın aldığı malı, satıcı da bu malın bedelini teslim almayı şart koşarlarsa, bu şart akdin gereğidir ve bu şartla yapılan satış akdi sahih olur. Aynı şekilde malında bir ayıp gördüğü takdirde geri vermesi şar­tıyla satış yapan kişinin bu şartı sahih olur. Çünkü şeriat koyucu, satın alı­nan maldan faydalanılmasını akde terettüb ettirmiştir. Ayıplıhksa, bu amaçla Çelişmektedir. Bu şart, akdin gerektirdiği bir şarttır.

2-  İleri sürülen şart akdin sahih olması için ileri sürülmüş bir şart olur. Ağaç üzerindeki meyveleri satarken, meyveleri kesmeyi şart koşmak gibi. Çün­kü kesmeyi şart koşmaksızın olgunlaşmaları göze görünür hâle gelmeyen mey­veleri satmak sahih değildir. Bu durumda akdin sahih olması için anılan şartı koşmak zorunludur.

3- Şartta bir maslahat (yarar) bulunur. Meselâ gebe olması şartıyla bir binek hayvanı satın almak gibi. Bu şartta ek bir maslahat bulunmaktadır. Bir malı, rehinde olmaması şartıyla satın almak da böyledir. Bu şart, satış akdinin yararına koşulmuş bir şarttır.

4- Şart, anlamsız ve geçersiz olur. Meselâ kuru ot yemesi şartıyla bir hayvan satın almak gibi. Bu gibi şartların satış akdine zararı dokunmaz.

5-  art, akdin gerektirmediği ve akdin yararına olmayan, akdin sahih olması için gerekli olmayan veya mülga olan bir şart olur. İşte akde zarar veren fasid şart budur. Ama sözgelimi bir kişi, "evini bana satman veya ba­na şu kadar para ödünç vermen veya bana mâli bir kazanç sağlaman şartıyla bahçemi sana sattım" derse, akid bâtıl olur. Tabiî bu şart, akdi yapma es­nasında ileri sürülürse akid batıl olur. Ama akidden önce yazılı olarak şart koşulsa bile akid batıl olmaz. Yine bir kişi, "biçmen şartıyla ekinimi sana sattım" veya "dikmen şartıyla bu elbiseyi sana sattım" veyahut "taşıman şartıyla bu karpuzları veya odunları sana sattım" diyerek bir şart ileri sürer­se, ya da akdin gerektirmediği, akdin yararına olmayan, akdin sahih olması için gerekli olmayan bir şart ileri sürerse akid bâtıl olur. Bir kişi, bedelini ileri bir tarihte almak üzere belli bir vâdeye kadar mal satar ve müşterinin bir rehin bırakmasını şart koşarsa, meselâ, "şu kadar kilelik falan toprağı veya belirli olan falan arsayı bana rehin bırakman şartıyla bu evi sana borca sattım" derse satış akdi sahih olur. Ama belirlemeksizin "bana bir şey veya bir arsa rehin bırakman şartıyla..." derse, satış akdi fâsid olur. Yine bunun gibi bir kişi, müşterinin kefil getirmesi şartıyla satış yapar da, kefil, bilinen biri olursa akid sahih olur. Eğer kefil bilinmeyen biri ise satış akdi sahih olmaz.

Rehin bırakılan şeyin de satılan mal veya bu malın bedeli olmaması şart­tır. Meselâ, "bedelini bana ödeyinceye kadar elimde rehin kalması şartıyla bu deveyi sana sattım" diyen kişinin satış akdi sahih olmaz. Aynı şekilde müşteri, "bedelinin yanımda rehin kalması şartıyla, senden teslim alıncaya kadar, şu nitelikteki deveyi senden satın aldım" derse satış akdi sahih ol­maz. Satış akdinin bu yolla bâtıl olması için, önceki iki örnekte de belirtildi­ği gibi, satış akdini yaparken bu şartın ileri sürülmesi gerekir. Akdin tamamlanmasından ve satın alınan malı müşterinin teslim almasından sonra rehin şartını koşmakla akid bâtıl olmaz.

Rehin bırakılan şey, müşahede veya sağlamlık sıfatlarıyla nitelemekle belirlenir. Kefile gelince o, müşahede etmek, ya da isim ve nesebi bildiril­mekle, belirlenir. Kefil, nitelemeyle belirlenmiş sayılmaz. Meselâ: "Zengin ve eli bol birini kefil getirmen şartıyla bu malı sana sattım" demekle kefil belirlenmiş olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Satış akdi sırasında ileri sürülen şartın dört du­rumu vardır:

1- İleri sürülen şart, satış akdinin gerektirmediği ve satış akdinin amacı­na ters düşen bir; şart olur. Satıcının, müşteriye, satın alacağı malı, başkası­na satmaması veya hîbe etmemesi veya satın alacağı elbiseyi giymemesi şartıyla satması gibi. Veya müşterinin, satın alacağı malı bilâhare satmak istemesi durumunda satıcının, o malı, sermâyesi ile satın alma hususunda başkasına yeğlenmesi gibi bir şartın koşulması da böyledir. Ki bu caiz değildir. Ama satıcı, müşteriye bir mal satar, sonra da müşteriden ikâle yapmasını (bu sa­tıştan caymasını) isterse ve müşteri de, "başkasına satacak olursan, bu ma­lı, sermayesine satın alma hususunda tercih hakkımın olması şartıyla ikâle yapıyorum" diyerek böyle bir şart koşarsa, akid sahih olur. Bu şart ikâlede caiz, satışta caiz değildir. Satışı ifsâd eder.

2- Semeni (satılan malın bedelini) ihlâl edecek bir şart ileri sürülmüş olur. Meselâ bir kişi, müşterin»?,kendisine bir miktar Ödünç para vermesini şart koşarak malını satarsa, buradaki ödünç verme şartı, semeni ihlâl eder. Çün­kü bu (ödünç para verme işi) satıcıdan olursa, malını eksiğine satmış olur. Eğer müşteriden olursa, malı fazlasına satın almış olur. Bir kişi evini bir başka kişiye satarsa ve sonra da şart koşulmaksızın bir malı borç olarak ona verir­se, bu şart, mûtemed görüşe göre akde zarar vermez. Böyle bir mal vermeyi şart koşmak, satışı ifsâd eder. Bu iki durumda da şartla satış yapmak, akdi ifsâd eder.

3- İleri sürülen şart, akdin gerektirdiği bir şart olur. Söz gelimi, akid yaparken müşterinin, satın aldığı malı satıcının kendisine teslim etmesini şart koşması ve satıcının da bu malın bedelini ödemesini müşteriye şart koşması gibi. Zîrâ bunlar, şartsız olarak da akdin gerektirdiği hususlardır ki, bunları şart olarak ileri sürmek, sâdece işi sağlama almak içindir.

4- İleri sürülen şart, akdin gereği olmadığı gibi, akde aykırı da olmaz. Vadeli satış yapmak, muhayyerlik şartı, rehin bırakma şartı veya garantili olma şartını ileri sürerek satış yapmak gibi. Bütün bu durumlarda satış, sa­hihtir. Aynı şekilde ileri sürülen şart da sahihtir.

Hanbelîler dediler ki: Satış sırasında ileri sürülen şartlar iki kısma ayrılırlar:

1- Sahih ve bağlayıcı olup, ileri sürenin uyması vâcib olan şart. Bu kı­sımdaki şartlar üç türe ayrılırlar:

a) Akdin gerektirdiği, yani şer'î hüküm nedeniyle satışın icâb ettirdiği bir şartı ileri sürmek. Örneğin ahş-veriş yapan iki kişiden birinin, alacağını diğerinden karşılıklı olarak teslim almaları; vadeli satışta satın alınan malın bedelini ödeme vâdesinin gelip çatması; satıcının aldığı bedel üzerinde, müş­terinin de satın aldığı mal üzerinde tasarrufta bulunmaları; satın alınan ma­lı, kendisinde mevcud eski bir ayıp nedeniyle geri vermek ve akid esnasında anılmasa bile şer'an akde terettüb eden bu gibi hususları şart koşmak gibi. Satış akdini yapan taraflardan biri, bu hususlardan birini şart koşarsa, satış akdine zarar vermez. Hiç şart koşulmamış gibi sayılır.

b) Akdin yararına olan bir şart ileri sürülür. Semende bir niteliği şart koşmak gibi. Meselâ semenin (satılan malın bedelinin) tümünün veya bir kıs­mının ileriki bir tarihte ödenmesini şart koşmak gibi. Bunda, müşteriyi ilgi­lendiren bir yarar vardır.  Satıcının, alacağı semeni sağlama bağlamak amacıyla, tümüne veya bir kısmına karşılık olarak bir malın kendi yanına rehin bırakılmasını şart koşması da böyledir. Bunda da satıcıyı ilgilendiren bir yarar vardır. Satıcı, alacağı semeni sağlama bağlamak amacıyla, sattığı malı müşteriye hemen teslim etmeyip rehin olarak da tutabilir. "Alacağım semene karşı, malı rehin tutarak sana sattım" diyen kişinin satışı sahih olur. Çünkü bunda, satıcıyı ilgilendiren bir yarar vardır. Satıcı rehin veya kefili, akdi tamamlamadan önce isteme hakkına sahiptir. Akdin tamamlanmasın­dan sonra böyle bir istekte bulunursa, bu İsteğine cevap verilmez. Satılan mal üzerinde şart koşmak da, akdin yararına olan şartlardandır. Satın alı­nan hayvanın serî ve rahvan yürüyüşlü olmasını, sağmal ve bol sütlü olması­nı; satın alınan parsın avcıl olmasını veya kuşun iyi ötücü ve yumurtlayıcı olmasını veya satın alınan arazinin haracının şu kadar olmasını şart koşmak gibi.

Bütün bu şartlar sahih olup, uyulması gereken şartlardır. Kendisine karşı koşulan şahıs, bu şartlara riâyet ederse, satış akdi bağlayıcı olur. Aksi tak­dirde bu şartı ileri süren kişi, şarta riâyet edilmediği gerekçesiyle satış akdini feshedebilir. Veya şarta riâyet edilmemesi nedeniyle gördüğü zarar oranın­da karşı taraftan tazminat alır. Müşterinin, satın aldığı malı geri vermesi im­kansız olunca, tazminat alma hakkı tek çıkar yol olur.

c) Satıcı, satmakta olduğu mal üzerinde mubah ve bilinen bir menfaati (kendi lehine) şart koşmuş olabilir. Meselâ bir kimsenin içinde bir ay kadar-hk bir süre oturmayı şart koşarak kendi evini satması veya belli bir yere ka­dar binmeyi, ya da eşyasını yüklemeyi şart koşarak kişinin bir deve satması gibi. Bu iki satışta ileri sürülen şart sahih olur. Satıcı, sattığı mal üzerinde kendi lehine şart koşmuş olduğu menfaati başkasına icara verebilir; iğreti olarak verebilir. Yine bunun gibi, müşterinin de, satıcı tarafından sağlan­masını şart koştuğu (kendi lehine olan) özel menfaatler de aynı hükme tâbi­dir. Sözgelimi bir kişi, satın aldığı eşyayı evine taşımasını; satın aldığı elbiseyi dikmesini; satın aldığı ekini biçmesini; satın aldığı meyveyi ağaç üzerinden toplamasını; satın aldığı demiri bıçak yapmasını satıcı üzerine şart koşarsa, bütün bu şartlar sahihtir ve satıcı da bunlara riâyet etmekle yükümlü olur. Ancak belirsiz olurlarsa, yükümlü olmaz. Sözgelimi evi belirsiz yerde olan müşterinin, satın aldığı mah kendi evine taşımasını satıcıya şart koşması fâ-sid bir şarttır. Ama satış akdi sahihtir.

2- Satış akdi sırasında ileri sürülen şartların ikinci kısmı, ileri sürülmesi haram olan şartlardır. Bunlar da üç türe ayrılırlar:

a) Satış akdini yapan taraflardan birinin, şart olarak karşı tarafa başka bir akid daha yapmayı koşması. Meselâ satıcının, evini, kendisine ödünç para vermesi, bir dişi deve satması, arazisini kiraya vermesi, kendisini bir ticâret ya da ziraate ortak etmesi şartıyla bir kimseye satması. Bu satış akdinde ileri sürülen şart, akdi ifsâd eder. Yine bunun gibi bir kişi, "beni kızınla evlen­dirmen, ya da hizmetçimin geçimini temin etmen şartıyla evimi şu fiyatla sa­na sattım" derse, satış akdi fâsid olur.

b) Akdin gereğine t«rs düşen bir şartın ileri sürülmesi. Sözgelimi bir kişi revaç bulması, şayet kesâ uğrarsa geri vermesi şartıyla bir eşya satın alır­sa; veya sattığı takdirde zarar etmemesi, şayet zarara uğrarsa zararın satıcı­ya âit olacağı şartıyla bir mal satın alırsa; veya satıcı, müşterinin satmaması şartıyla veya müşterinin vakfetmesi şartıyla malını satarsa, bu gibi şartlar fâsid olup geçerli olmazlar. Ama satış akdi sahih olup, bu şartların ileri sü­rülmesi nedeniyle bâtıl olmaz.

c)  Satıcının, satış akdini bağlı kıldığı bir şartı ileri sürmesi. Sözgelimi, "şunu bana getirirsen sana sattım" veya "falan razı olursa sana sattım" de­me durumunda ileri sürülen şart, satış akdini fâsid kılar. Ancak, "Allah di­lerse sana sattım" veya "Allah dilerse kabul ettim" deme durumunda satış akdi sahih olur.

 

Necisin Ve Necislenmiş Şeylerin Satışı

 

Fâsid satışlardan biri de necis (murdar) ve necislenmiş şeylerin satı­şıdır. Mezheblerİn buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

 

(152) Mâlikîler dediler ki: Ölünün kemiği, sepilenmiş olsa bile derisi  çünkü sepilemekle ölünün derisi temizlenmez, şarap, domuz ve eti yen­meyen hayvanların tersi gibi necis olan şeylerin satışı sahih değildir. Bu hay; vanlar at, katır ve eşek gibi, etinin yenmesi haram olanlardan da olsalar; yırtıcı canavar, sırtlan, tilki, kurt ve kedi gibi etinin yenmesi mekruh olanlardan da olsalar bunların dışkılarını ve buna benzer şeylerini satmak sahih olmaz. Meşhur görüşe göre içine pislik düşen zeytinyağı ve bal gibi necislenmiş olup temizlenmesi mümkün olmayan şeyleri satmak da sahih değildir. Çünkü bu durumdaki zeytinyağı, yıkamakla temizlenmez. Bazı fıkıhçilar necislenmiş zeytinyağını ve benzeri şeyleri satmanın sahih olduğunu söylemişlerdir. Çünkü necâsetli oluşu, zeytinyağını itlaf etmeyi gerektirmez. Bazı fıkıhçılar, necis­lenmiş zeytinyağını yıkama yoluyla temizlemenin mümkün olacağını söyle­mişlerdir. Elbise gibi temizlenmesi mümkün olan necislenmiş bir şeyi satmak caizdir. Yalnız satıcının, malda bulunan bu necaseti açıklaması gerekir. Ak­si takdirde müşteri, o malı geri vermekte muhayyer olur.

İster av, ister bekleyici köpek olsun, temiz olmasına rağmen köpek sat­mak sahih olmaz. Çünkü köpek satmak, şer'an yasaklanmıştır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz satılan köpeğin bedelini, zinâkâr kadının mehrini ve kâhinin ücretini almayı yasaklamıştır. Bazı Mâlikîler av köpeğinin ve bekleyici köpeğin satılmasının sahih olduğunu söylemişlerdir. Av ve bekleyip koru­mak İçin köpek bulundurmak da mubahtır.

Hanbelîler dediler ki: Şarap, domuz, kan ve dışkı gibi necis şeyleri satmak sahih olmaz. Ama güvercinin ve diğer ehlî hayvanların dışkısı gibi temiz dışkıların satışı sahih olur. Zorunluluk içinde bulunan kimseye dahi ölü hayvanı ve bu hayvanın herhangi bir parçasını satmak sahih olmaz. Yal­nız balık, çekirge ve benzeri hayvanların Ölüleri bundan müstesnadır. Bizzat kendisi necis olan şeylerin, meselâ ölü hayvanın yağını satmak sahih olmaz. Bu yağdan, herhangi bir şeyde yararlanmak da sahih değildir. İçine necaset düşmüş olan yağa gelince, onu satmak helâl olmaz. Ama mescid dışındaki yerlerin aydınlatılmasında kullanılmak üzere o yağdan yararlanılabilir. El­bise ve kap gibi temizlenmesi mümkün olan necâsetli şeyleri satmak sahih­tir. Köpeği satmak sahih değildir. Köpeğin av köpeği ve benzeri bir köpek olmasıyla olmaması bu açıdan farketmez. Av için, ya da davar ve ekini bek­lemesi için köpek bulundurmak mubahtır. Bu maksatlar dışında bulundur­mak ise haramdır. Bu maksatlar için bulundurulması mubah olan köpek de siyah olmamalıdır. Kedi satmanın sahih olup olmadığı hususunda görüş ay­rılığı vardır. Muhtar olan görüşe göre caiz değildir. Fil ve yırtıcı hayvan gibi yırtıcı canavarları ve benzeri hayvanları satmak sahihtir. Çakır ve doğan gi­bi yırtıcı kuşları satmak da caizdir. İpek böceği ve kendisiyle avlanılan kurt­çuk dışında yılan ve akrep gibi haşereleri satmak sahih değildir.

Şâfiîler dediler ki: Şarap, domuz, dışkı ve —av köpeği de olsa— kö­pek gibi necis şeyleri satmak, sahih değildir. Necasetle karışmış temiz bir şe­yi satan kişinin satışı, necis olanı temizden ayıklamak imkansız olursa sahihtir. Meselâ necis kiremitle yapılmış bir evi, dışkıyla gübrelenmiş bir tarlayı, ne­cis kül ile karışık küp, testi ve çanak gibi kapları ve diğer şeyleri satmak sa­hihtir. Bu durumda satış akdinin yalnızca temiz kısmın üzerinde mi olduğu, yoksa necis kısım da ona tâbi olarak akid kapsamına girer mi? Yani satış akdi, tümden hepsinin üzerinde mi vukûbuluyor? Bu hususta ihtilâf vardır. Necis şeyle karışık olarak yapılmış kaplara konulan sıvılar muaf olurlar. Necisi temiz olandan ayıklamak imkânsız değilse, ok üzerindeki kuş kanadının te­leği gibi ise bu durumda ayıklama yapmadan satmak sahih olmaz.

Hanefîler dediler ki: Şarabın, kanın ve domuzun satışı sahih değil­dir. Bunlardan birini satma durumunda satış akdi bâtıl olur. Bedel olarak şarap veya domuz verip karşılığında temiz bir şey satın alma durumunda sa­tış akdi fâsid olur. Müşteri, satın aldığı malı teslim alınca ona mâlik olur ve karşılığında (bu haram şeyleri değil de) meşru bir değeri, bedel olarak ver­mesi gerekir. Nitekim daha önce de bundan söz edilmişti. Aynı şekilde boğulmak, yardan düşmek veya boynuzlanmak gibi nedenlerle öldürülmüş olan hayvanları satmak sahih değildir. Bunların, sepilenmeden Önce derilerini sat­mak da helâl değildir. Sepilendikten sonra satmak sahihtir. Çünkü sepi ile bahsinde de anlatıldığı gibi, sepilenmesi mümkün olmadığı (ve dolayısıyla temizlenemediği) için yılan derisi satmak da helâl değildir. Ama bu, temiz bir mal satın alırken satıcıya bedel olarak verilirse, satış akdi fâsid olur. Nitekim bu hüküm, yukarıda, şarap ve ben­zeri şeylerin bedel olarak verilmesi misâlinde de anlatılmıştır. Necislenmiş şeyi satmak ve yeme deşinda ondan yararlanmak sahihtir. Sepileme işinde, makina parçalarının ya'ğlanmasında, mescid dışındaki yerlerin-aydınlatılma­sında kullanmak üzere necislenmiş yağı satmak sahihtir. Ama ölmüş hayva­nın yağı bundan müstesnadır. Ondan yararlanmak helâl olmaz. Çünkü bu yağ, o leşin bir parçası haline geldiğinden şerîat tarafından haram kılınmış­tır. Şu halde bir mal olarak kabul edilmez. Taharet bahsinde de anlatıldığı gibi, zeytinyağı ve benzeri şeyleri temizlemek mümkündür. Dışkıyı satma du­rumunda satış akdi gerçekleşmez. Dışkıyı satan kişinin satışı bâtıldır. Meğer onu toprakla karıştırmış olsun. Bu durumda gübreleşip mâlî bir değer taşı­ması şartıyla satılması caiz olur. Hayvan tersini buna tezek de denir ve deve fışkısını satmak; bunlardan yararlanmak ve yakıt olarak kullanmak sa­hihtir. Av köpeğinin, bekleyicilik yapan köpeğin ve aslan, kurt, fil gibi yırtı­cı hayvanların ve kendisinden, ya da derisinden yararlanılacaksa domuz dışındaki diğer hayvanların satılması sahihtir. Seçkin olan görüş budur. Ken­dilerinden yararlanılacaksa yılan, akrep gibi haşere ve böceklerin satılması da sahihtir. Bunda formül şudur: Şer'an kendisinde helâl bir menfaat bulu­nan her şeyi satmak caizdir.

 

Havadaki Kuşun Satılması

 

Müşteriye teslim edilmesi mümkün olmadığı için, havadaki kuşu sat­mak, fâsid satışlardan sayılmaktadır. Mezheblerin buna ilişkin detaylı gö­rüşleri aşağıya alınmıştır*153».

 

(153) Şâfiîler dediler ki: Havadaki kuşu satmak sahih değildir. Bu satı­şa, "bey-i garer" denir. Bu, satılan malın müşteriye teslim edilip edilmeme­si arasında tereddüt etmekten ötürü sonucunun meçhul olmasından ibarettir. Ama çoğunlukla bu malı müşteriye teslim etmeye muktedir olunamaz. Anı­lan kuşun havada uçmakta olması gibi. Bu örnekteki kuşun, eski yerine dö­nüp dönmeyeceği şüphelidir. Ama dönmemesi, galip olarak muhtemeldir. Öyleyse, havadayken satışı sahih olmaz. Ama uçmakta olan bal arılarını sat­mak, bunun tersine sahihtir.

Hanefîler dediler ki: Bir kuşu avlayıp elinde tutan, sonra da hava­ya salıveren kişinin, bu durumdayken onu satması fâsîd olur. Çünkü müşte­riye teslim edemez. Ama sattıktan sonra müşteriye teslim edecek olursa; bazıları satışın cevazının geri geleceğini, bazilanysa cevazın geri gelmeyece­ğini söylemişlerdir. Ama avlamadan önce, havada uçan (herhangi) bir kuşu satarsa, satış akdi bâtıl olur. Çünkü ortada aslen bir mülkiyet yoktur. Uçan kuş, güvercin gibi uçtuktan sonra geri dönüp gelen bir kuş ise satışı sahih olur. Çünkü uçtuktan sonra âdeten geri dönüp gelir. Zahir rivayete göre ise bu satış sahih değildir. Gündüzleyin değil de geceleyin güvercinlerin yuva edin­dikleri ve sığındıkları yerleri satmak sahihtir. Çünkü bunlar, gecelemek için geceleyin buralarda toplanırlar. Erzaklarını temin etmek için de gündüzle­yin buralardan dağılıp giderler. Bal arılarına gelince, bunlar toplu bulundukları zaman satılmaları sahih olur.

Mâlikîler dediler ki: Havadaki kuşu satmak sahih değildir. Serçe, tavuk ve güvercin gibi küçük olup biribirinin altına giren ve sayılarını takdir etmek mümkün olmayan kuş yığınlarını satmak da sahih değildir. Ama ha­reketsiz durdukları, ya da uyudukları esnada müşteri, onları çevreleyip sayı­larını anlama imkânına sahip olursa satılmaları sahih olur. Yalnızca yuvadaki güvercini satmak sahih değildir. Çünkü yuvada kaç güvercin bulunduğu bi­linemez. Satın almadan önce sayıları bilinirse, satış akdi sahih olur. Sayılan bilinmese dahi içindekilerle birlikte yuvayı satmak sahihtir. Çünkü içinde bu­lunan şeyler, yuva hükmüne tâbi olurlar.

Hanbelîler dediler ki: Uçtuktan sonra dönme itiyadında olsun ol­masın, havadaki kuşu satmak sahih olmaz. Uçmakta olan bal arılarını sat­mak da sahih değildir. Çünkü bunları, müşteriye teslim etmeye güç yetirilemez. Yuvanın veya kovanın içindeyken daha doğrusu kapalı bir yerdeyken yani tutulup alınması mümkün olan yerdeyken satılması sahih olur. Ama müşte­ri, bunların içerde olduklarım görürse satış sahih olur.

 

Satın Alınan Malda Teslim Almadan Önce Tasarrufta Bulunmak

 

Fâsid satışlardan biri de, müşterinin satın aldığı mal üzerinde, henüz teslim almadan tasarrufta bulunduğu satıştır. Mezheblerin buna ilişkin taî-sîlâtlı görüşleri aşağıya alınmıştı.

Bu anlatılanlardan başka daha bir çok fâsid satış örnekleri vardır ki onlara ilişkin geniş açıklama aşağıda her mezhebe göre anlatılmıştı.

 

 (154) Şafiîler dediler ki: Satıcı, malının bedelini teslim almış olsa bile, sa­tın aldığı malı henüz teslim almamış olan müşterinin onun üzerinde tasar­rufta bulunması sahih olmaz. Menkul veya gayrdı menkul bir mal satın alan kişi, onu teslim almadan satarsa, satışı bâtıl olur. Bu satış, tekrar kendisin­den satın almış olduğu kişiye de olsa bâtıl olur. Çünkü henüz teslim alma­mış olduğu için o mal üzerinde mülkiyeti, zayıf bir mülkiyettir. Dolayısıyla bu mal üzerinde, satış gibi bir tasarrufta bulunamaz. Yalnız üç durum bun­dan istisna edilmiştir:

1- Satın ahnan malı teslim almadan, aynı fiyatla tekrar satıcısına sat­mak sahihtir.

2- Satın alınan mal, müşteri tarafından teslim alınmadan satıcının yanındayken telef olursa, müşterinin o malı satıcıya eski fiyatına satması sa­hih olur. Bu da satıcının, telef olan malın mislini müşteriye vermesi şeklinde gerçekleşir.

3- Bir kişi henüz teslim almadığı bîr malı, bedelini bilâhare ödemek üzere borca satın almışsa, meselâ bir deveyi, parasını bilâhare ödemek üzere yüz-bin liraya borca satın almışsa; deveyi aynı satıcıya aynı fiyatla ve aynı şekilde borca satabilir. Bu satış akdi sahihtir. Bu üç durumda da satış, satış kelimesiyle yapılan bir ikâledir. Gerçek bir satış değildir. Bu nedenle de taşı­nır malın, satıcının mülkiyetinden müşterinin mülkiyetine intikal etmesi; ta­şınmaz malın ise (tarla, hurmalık v.b.) müşterinin üzerine el koyarak sahip olması için tahliye edilmesi şartı gerçekleşmemesine rağmen bu satış sahih olmaktadır. Bundan da, zarnıaıurmzda bilinen kontrat satışlarının hükmü öğ­renilmiş olmaktadır. Satılan malın bedeli para değil de bir eşya olursa, tes­lim almadan önce satıcının onun üzerinde, yukarıda belirtilen şekilde tasarrufta bulunması da sahih olmaz.

Satılan mal ve bu malın bedelinin teslim alınmadan satış yaparak üzer­lerinde tasarrufta bulunmak sahih olmadığı gibi, bunları ne satıcıya, ne de başkalarına rehin bırakarak veya kiraya vererek tasarrufta bulunmak da sa­hih değildir. İster satılan mal, bedelini sağlama almak amacıyla rehin bıra­kılsın; ister bedel, satın alman malı sağlama almak amacıyla rehin bırakılsın, ister bu rehin hiç bir şey karşılığında olmasın, aynı hükme tâbidir. Mûtemed olan görüş budur.

Kişi, vakıf veya paylaşma nedeniyle, teslim almadan da mal üzerinde tasarrufta bulunabilir. Götürü usûlde bir yiyecek maddesi; sözgelimi, ölçek­le ölçmeksizin bir buğday kümesi satın alan kişi, teslim almadan da o buğ­day üzerinde tasarrufta bulunabilir. Ama ölçekle ölçüp de satın alırsa, tasarruf etmeden önce o malı teslim alması gerekir.

Hanefîler dediler ki: Taşınır bir malı satm alıp da teslim almadan önce satmak, fâsîd satışlardandır. İkinci satış, asıl mal sahibine de yapılsa, başkasına da yapılsa aynı hükme tâbidir. Pamuk, elbise veya bir hayvan sa­tın alıp da teslim almadan önce tekrar sahibine veya bir başkasına satmak durumunda, ikinci satış fâsid olur. Satın alan kişi de o malı teslim almakla sahibi olur ve değerini ödemekle yükümlü olur. İlk satış ise kendi hâli üzeri­ne kalır. Zamanımızda bilinen ve taşınır malları kapsayan kontrat satışları da bu cümledendir. Bu malın teslim alınmadan ikinci ele satışı, maliyetine de olsa, daha eksiğine de olsa aynı hükme tâbidir. Arazi, akar, hurmalık, ev gibi taşınmaz ve telef olmasından korkulmayan sabit malları, satın alıp da teslim alnradan önce başkasına satmak, sahihtir. İmam Muhammed, bu satışın sahih olmayacağını söylemiştir. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan ve denizin tecâvüz etmesinden korkulan kıyıdaki araziler de taşınır mal­lardan sayılır. Böyle bir araziyi satın alan kişinin, teslim almadan önce baş­kasına satması câîz olmaz. Satın alındığı halde henüz teslim alınmayan taşınır

 (menkul) malları, satıcısından başkasma hîbe etmek, sadaka olarak vermek, rehin bırakmak, doğru olan görüşe göre sahihtir. Ama satıcısına hîbe edilir ve o da kabul ederse, satış akdi bozulur. Satıcı, elbise gibi taşınır bir malın bedelini teslim almadan önce müşteri malı teslim almış olursa, başkasma sat­ması sahih olur. Tabiî müşterinin bu malı, satıcıdan başkasına satması şar­tıyla sahih olur ki, bu hüküm üzerinde ittifak vardır. Ama tekrar satıcıya satarsa, alış fiyatına veya daha fazlasına sattığı takdirde sahih olur. Alış fi­yatından daha eksiğine satması durumunda bu satış bazı şartlarla fâsid olur:

1- Kişi malını, satın aldığı şahsın kendisine veya vekiline veya oğlu, ya da babası gibi kendisi için şahitlik yapması caiz olmayan yakınlarına satar­sa, bu satış fâsid olur. Müşteri malını, satın aldığı kimseden başka birine satar, hîbe eder veya ona verilmesini vasiyet eder, sonra da satıcı o ikinci şahıstan, kendi sattığı fiyattan daha eksiğine satın alırsa, satış akdi sahih olur. Meselâ Mehmet, bir elbiseyi Abdullah'a on liraya satar. Abdullah da para­sını ödemeden elbiseyi teslim alır, sonra Mehmet, aynı elbiseyi Abdullah'­tan sekiz liraya satın alırsa, satış akdi sahih olmaz. Ama Abdullah, bu elbiseyi Murad'a satar, hîbe eder veya ona verilmesini vasiyet eder, daha sonra Meh­met gelip Murat'tan sekiz liraya satın alırsa, satış akdi sahih olur.

2- Semenlerin cinsi aynı olur. Meselâ parayla satın alman bir malı, müşteri tekrar parayla eski satıcıya daha düşük bir fiyat üzerinden satarsa, sahih ol­maz. Ama parayla satın alınan bir malı, paradan başka bir eşya karşılığında tekrar eski satıcısına satmak sahih olur. Bu durumda bedel olarak verilen eşyanın değeri, o malın fiyatından daha az olsa dahi akid sahihtir.

3- Satın alınan mal, eski hali üzere bulunmalı, yani kendisinde bir nok­sanlık meydana gelmiş olmamalıdır. Ama değerini düşürecek bir noksanlık­la ayıplanacak olursa, fiyatından daha eksiğine de olsa, eski satıcısına satmak sahih olur. Tabiî, ilk satıcının, bu malın bedelini teslim almasından önce bu satış yapılabilir.

Mâlikîler dediler ki: Satın alınan mal, menkul de olsa, arazi, hur­malık ve benzeri bir gayr-i menkul de olsa, teslim almadan müşterinin onun üzerinde satma tasarrufunda bulunması sahihtir. Yalnız buğday ve meyve gibi yiyecek maddelerini satın alma durumunda bunları teslim almadan baş­kalarına satmak sahih olmaz. Ancak bu gibi nesneleri ölçeksiz, tartısız, sa­yısız olarak götürü usûlde satın alma durumunda, bunları teslim almadan satmak sahihtir. Aynı şekilde tartısız olarak meyve satın alan kişi, bu mey­veyi teslim almadan başkasma satabilir. Çünkü sırf tartısız olarak satın al­ma akdiyle bu meyveler, müşterinin uhdesine girmiş olmaktadır. Ama ölçekli veya tartılı olarak yiyecek satın alan kişinin, bunu teslim almadan başkasına satması sahih olmaz. Zîrâ bu tür satışın yasak olduğu hususunda hadîs vârid olmuştur. Yiyecek maddesinin, ölçeklenmeden satılması, hadîs-i şerifle yasaklanmıştır. Bu yasaklamanın illetine ilişkin olarak denilmiştir ki: Bu tür yiyecek maddelerini satın alan müşterinin, teslim almasında işçilerin yararı vardır. Çünkü ölçeklemek, taşımak, tartmak ve benzeri işleri yapmakla işçi­ler kazanç sağlamış olmaktadırlar. Ama böyle bir mal satıldığı halde teslim alınmayıp sahibinin yanında bırakılacak olursa, işçiler yararlanamazlar.

Bu yasaklamanın illetine ilişkin olarak yine denilmiştir ki: Bu, kulluk icâbı uyulması gereken bir emirdir. Bir kişi kendi harmanından bir miktar buğdayı veya kendi bahçesinden bir miktar meyveyi başkasma sadaka ola­rak verirse; kendisine sadaka olarak verilen kişi, bunları teslim almadan baş­kasına satabilir. Hîbe etmek veya ödünç olarak vermek de bu bakımdan sadaka gibidir. Ama kişi, bir yiyecek maddesi satın alır ve bunu teslim al­madan önce sadaka veya ödünç olarak verir veya hîbe ederse, kendisine sa­daka veya ödünç verilen veya hîbe edilen kişinin, bunları teslim almadan satması sahih olmaz. Bundanda anlaşılıyor ki; bir yiyecek satın alan kişi, onu teslim almadan başkasına ödünç olarak verebilir. Yine bu cümleden ol­mak üzere bir yiyecek safın alıp da henüz teslim almamış olan kişi; kendisin­den daha önce ödünç olarak aldığı yiyecek borcunu ödemek amacıyla alacaklısını, satın aldığı malı yanında bulunduran satıcıya havale edebilir. Alacaklısı da satıcıya gidip o yiyeceği teslim alır. Bu, caizdir. Ama bir kişiye bir miktar yiyecek satan kişi, bu yiyeceği ona teslim etmez, bir başkasından da bir miktar yiyecek ödünç olarak alırsa; bu durumda yiyecek sattığı şahsı, yiyeceği ödünç olarak aldığı şahsa havale etmesi sahih olmaz. Meselâ Meh­met, Ali'den bir kile buğday satın alır ama henüz teslim almaz. Hâlid'in de Mehmed'ten bir kile buğday alacağı vardır. Bu durumda Mehmed'in borcu­nu ödemek maksadıyla Ali'den satın aldığı halde teslim almadığı bir kile buğ­dayı alması için Hâlİd'i, Ali'ye havale etmesi sahih olur. Ama Mehmed, Hâlid'e bir kile buğday satar ve Halid de henüz teslim almazsa, Mehmed'in satmış olduğu buğdayı Hâlid'e vermiş olmak için Hâlid'i, Ali'den ödünç al­dığı bir kile buğdayı teslim almak üzere Ali'ye havale etmesi sahih olmaz. Çünkü bu durumda Hâlid, Mehmed'ten satın almış olduğu bir kile buğdayı teslim almadan önce, Mehmed'in Ali'den ödünç aldığı bir kile buğday kar­şılığında satmış olmaktadır ki, bu da caiz değildir.

Hanbelîler dediler ki: Satın alınan mal; ölçekle ölçülüp, tartılan, metreyle ölçülen veya sayılan bir mal değilse, teslim almadan önce başkası­na satarak üzerinde tasarruf edilmesi sahih olur. Ama bu ölçülere gelen bir mal ise, teslim ahnmadan Önce satılması sahih olmaz. Sözgelimi bir kile buğday veya bir kantar demir, bir kaç tane portakal veya yirmi kulaç elbiselik satın alan kişi, bunları sahibinden önce satarsa, satış akdi sahih olmaz. Satılması sahih olmadığı gibi icara verilmesi, bedelsiz dahi olsa hîbe edilmesi, rehine bırakılması, ne onun üzerine havale edilmesi, ne de onunla havale edilmesi sahih olmaz. Ama mehir kılınması, onunla hul' yapılması, vasiyet edilmesi sahih olur. Ölçekle ölçülen şeyleri ve benzerlerini ölçeksiz olarak veya tart­madan götürü usûlde; meselâ belirli bir buğday kümesini ölçüsüz ve tartısız olarak satın alan kişi, o kümeyi teslim almadan Önce satabilir; icara verebilir; rehine koyabilir; bunlara benzer diğer tasarruflarda bulunabilir.

Peşin veya vadeli olarak bir ma! satın alan kişi henüz o malı teslim al­mamışsa, satıcının o malı tekrar müşteriden satın alması haram olur. Satın alırsa bu satış, bazı şartlarla bâtıl olur:

1- Satıcı, bu malı müşteriden bizzat veya vekili aracılığıyla satın alırsa akİd bâtıl olur. Oğlu, babası, eşi veya hizmetçisi satın alırsa, bununla malın asıl satıcıya ulaştırılması amaçlanarak hile yapılmadığı takdirde akid sahih olur. Satıcı bu malı, satmış olduğu kişiden başka birinden satın alırsa yine akid sahih olur.

2- Satıcı, malını, müşteriden aynı fiyatla veya daha fazlasına satın alır­sa, akid sahih olur. Ama sattığı fiyattan eksiğine satın alırsa satış akdi bâtıl olur.

3-  Satıcı malını, sattığı pahanın aynı cinsi bir pahayla müşteriden tek­rar satın alırsa akid bâtıl olur. Aynı cinsten olmazsa, meselâ parayla sattığı malını, bir ticâret eşyasıyla müşteriden tekrar satın alırsa, akid sahih olur. Eğer birinci satıştan maksadı, ikinci satışa kavuşmaksa, satış akdi bâtıl olur. İleride açıklaması yapılacak olan bu meseleye "iyne" meselesi denir.

(155) hanefîler dediler ki: Fâsid satışla bâtıl satış arasındaki fark anla­şıldıktan sonra şimdi de bunlardan her birine özgü örnekler vermeye çalışa­cağız: Bâtıl satış örneklerini ele alırsak, bu, şer'an mal sayılmayan bir şeyi satmaktır. Satışın (bey'in) tanımını yaparken de belirtildiği gibi, bir malın mal sayılabilmesi için onda iki özelliğin bulunması gerekir:

1- İhtiyaç anında kendisinden faydalanma özelliği olmalıdır.

2- Kendi­sinden faydalanılması, şer'an mubah olmalıdır.

Kendisinden faydalanma özelliği olmayan bir şey, meselâ mubah olma­yan şarap, domuz, boğulmuş ve boynuzlanmış olup şeriat nazarında ölü sa­yılan hayvan ve benzeri şeyler dînen mal sayılmazlar. Toprak, akmış kan, tek bir buğday tanesi gibi çok az bir şey asıl itibariyle kendisinden faydalanılamayan bir malı satan kişinin satışı bâtıldır. Aynı şekilde kendisinden fay-dalanılabilen, ama faydalanılması şer'an mubah olmayan şarap, domuz, boğulan ya da boynuzlanarak öldürülen hayvan gibi şeyleri satan kişinin sa­tışı da bâtıldır. Çünkü bu mallardan asıl itibariyle faydalanmak her ne ka­dar mümkünse de, şerîat bunlardan faydalanmayı yasaklamıştır. Dolayısıyla bunlar şer'an birer mal sayılmazlar. Şarap veya boğulmuş bir hayvan vere­rek bir mal satın alan kişi, bu haram malları bedel olarak verdiği için satış akdi fâsid olur. Ama satın alınan mal, müşteri tarafından teslim alınınca ar­tık onun mülkiyetine girer. Müşterinin de bu malın değerini satıcıya ödeme­si gerekir.  Çünkü  haram  mallardan yararlanmak  mubah değildir.  Bu formülden deanlaşildığı üzere, satış akdinin gerçekleşmesi için esas olan husus, satış akdine konu olan malın, şer'î bir değerinin bulunmasıdır. Bazı zaman­larda değeri olmayan, ama daha sonra kendisini değerli kılan özelliğe sahip olan bir malın satışı sahih olur. Ama yine de bu maldan yararlanmanın şer'­an mubah olması şarttır. Meselâ toprağın, ekini gübrelemek veya başka bir İşte kendisinden yararlanılması şer'an mubah olmazsa, meselâ kan, yemeye elverişli hâle getirilse de satışı helâl olmaz. Çünkü şerîat koyucu, onun satı­şını (ve yenmesini) yasaklamıştır. Satışın caiz oluş hükmü, değerli olup ken­disinden yararlanılması şer'an mubah olan mallara dâirdir. Üzerine "besmele" çekilmeksizin kesilen hayvanların satışı da bâtıldır. Tarlayı nadaslamak üzere satmak da bâtıl satışlardandır. Bir kişi, icar ettiği bir tarlayı nadasladıktan sonra iade ederse, bu nadası tarla sahibine satması caiz olmaz. Yine bunun gibi bir kişi, nehire bitişik bir kanal kazarsa, bunu satması câİz olmaz. Ama kiraladığı arazide bir bina yapan veya ağaç diken bir kişi, kira süresi sonun­da bunu arazi sahibine terketmesi şart koşulmamişsa, arazi sahibine satması caiz olur. Mevcûd olmayan bir malı satmak, meselâ binası yıkılmış üst katı satmak da bâtıl satışlardandır. Diyelim ki, iki kişinin ortaklaşa bir binası vardır ve bu binanın alt katı ortaklardan birinin,üst katı da diğerinindir. Bu binanın iki katı veya sâdece üst katı yıkılırsa, bu durumda üst katı satmak caiz olmaz. Çünkü bu durumda satılan mal, yalnızca üstte bina yapma hak­kı olacaktır. Üst katta bina yapma hakkı ise, elle tutulabilen bir mal değil­dir. Bu hak, malla ilgili bir hak da değildir. Aksine hava ile ilgili bir haktır. Hava ise satılabilen bir mal değildir. Şu halde, satılacak şeyin elle tutulabi­len bir mal veya elle tutulabilen malla ilgili bir hak olması gerekir. Ama yı­kılmadan önce üst katı satmak sahih olur. Aynı şekilde yıkılmış olan üst kat, alt katın sahibine âit olursa, zemin kat mal sahibine kalmak şartıyla üst katı satmak sahih olur. Müşteri de üst katta (bina yapıp) yerleşme hakkına sahib olur. Hatta üst kat yıkılırsa önceki gibi bir binayı orada yapma hakkına sa­hip olur.

Mevcûd olmayan şeyleri satma cümlesinden olarak yer altında yetişen, ancak büyümemiş veya büyüyüp de satış esnasında mevcûd olduğu bilinme­yen havuç, turp ve soğanın satışını söyleyebiliriz. Ama biter ve satış esnasın­da mevcûd olduğu da bilinirse, satışı sahih olur ve yok mallar hükmünde olmaz. Yalnız bu malların yerden söküldükten sonra müşterinin bunları görme muhayyerliği vardır. Sonra satılan mal yerde bulunur ve soğan, sarımsak ve havuç gibi ölçeklenen veya tartılan mallardan olur ve müşteri de satıcının izniyle bunlardan az bir kısmını yerden sökerse veya satıcının kendisi, az bir kısmını yerden söküp müşteriye gösterirse, iki durumdan biri sözkonusu olur:

1- Sökülen kısım veya miktar ölçek veya tartıya gelecek bir değere sa­hip olur.

2- Veya çok az bir miktarda olur.

Birinci durumda müşteri, sökülen kısmı görür ve beğenirse, artık muhayyerlik hakkı düşer. Geri kalan mal aynı kalitede İse tamamını alması üze­rine satış akdi bağlanmış olur. Çünkü malın bir kısmını görmesi, tamamını görmesi gibidir.

İkinci durumda müşteri, yerden sökülen kısmı görürse, bu kısım çok az olduğu için, malın tamamını görmüş gibi olmaz. Ama sökülen kısım, yerden söküldükten sonra sayı ile satılan turp gibi bir mal ise, söküldükten sonra görülmesi, değeri olsa dahi muhayyerlik hakkını düşürmez. Çünkü turp ta­neleri, büyüklük ve küçüklük bakımından biribirlerinden farklı olurlar. Ara­larında ölçü eşitliği sağlanamaz. Satıcının izni olmadan müşteri, söküldükten sonra bu malları görürse, muhayyerlik hakkı düşer ve satış akdi bağlayıcı olur. Ancak sökülen, çok az miktarda olursa muhayyerlik hakkı düşmez. Gül ve yasemin gibi yerden tedricen bitip bir kısmı görünen ve bir kısmı gö­rünmeyen şeylerin satışına gelince, bunlar üzerinde fıkıhçılar görüş ayrılığı­na düşmüşlerdir: insanlar arasındaki teamülün bu yolda olması nedeniyle bazı fıkıhçılar, böyle eşyaların satışının caiz oluşu hakkında istihsânen fetva vermişlerdir. Bazı fıkıhçılarsa, bunların mevcûd olmayan eşyalar hükmün­de olduğunu söyleyerek satışının sahih olmayacağını belirtmişlerdir. Kırkıl­madan önce koyunun sırtındaki yünü satmak da bâtıldır. Çünkü bu yün, kırkılmadan önce kendi başına değer ifâde eden bir mal değildir. Diğer kı­sımları gibi hayvan, onunla varlığını sürdürdüğü için hayvanın bir parçası­dır. O yünü akidden önce bile teslim etse, bu satış akdi sahih bir akde dönüşmez. Çünkü bu akid, bâtıl olarak vukûbulmuştur. Yaratılış itibariyle satılan mala bitişik olan her şey bu hükme tâbidir. Hayvanın derisi, hurma­nın ve karpuzun çekirdeği gibi. Bütün bunlar, var olmayan eşyalar gibi sa­yıldıklarından satışları bâtıl olur.

Avlamadan önce balığı, kuruş ve benzeri paralarla satmak da bâtıldır. Bâtıl olması da, satılan malın mevcûd olmayıp müşteriye teslim edilmesine muktedir olunamaması nedeniyledir. Yine avlanılmamış herhangi bir balığı, değerli bir eşya karşılığında satmak da bâtıldır. Mesela, "avlayacağım bir balığı, şu karpuz karşılığında sana sattım" demek veya "şu karpuzu, avla­yacağım herhangi bir balık karşılığında bana sat" demek de bâtıldır. Ama balık belirlenir ve satın alınan da bir eşya olursa; meselâ, bir kişi adamın birine, "bu karpuzu senin için avlayacağım yunus balığı karşılığında bana sat" derse bu akid fâsid olur. (Bâtıl olmaz.) İki durum arasındaki fark şu­dur: Vasfı belirtilmeyen mutlak balığın, avlandıktan sonra mülkiyet altına alınsa bile, satın alman mala bedel kılınması mâkul olmaz. Niteliği belirtilen balığın, satın alınan mala bedel kıhnmasıysa mümkündür. Çünkü niteliği be­lirtilenden başka bir balık avlanacak olursa, o, satın alınan mala bedel kılı­nan olmaz. Nehrin veya su kanalının önünü, köprü ve benzeri bir şeyle kesip, balıkları bent yerine girdirirse ve bu bendi balık avlamak maksadıyla yap­mış ise, oraya giren balıklar kendi mülkü olur. Sonra bu balıkları hilesiz olarak yakalaması mümkünse, satması sahih olur. Çünkü bu balığı, müşteriye teslim etmek mümkündür. Mümkün olmazsa, satışı sahih olmaz. Avlanma ama­cıyla olmaksızın yaparsa; meselâ, sulama amacıyla bir kanal kazarsa, buraya giren balığın önünü tutarsa, balık kendisinin mülkü olur. Aksi takdirde mülkü olmaz ve satması da sahih olmaz. Kanal ağzında veya nehirde avladığı balığı ana kanala veya tâli kanala gönderirse kendi mülkü olur. Suda iken hilesiz­ce onu tutmaya muktedir ise, satması sahih olur.

İçinde balıkların toplandığı su havuzlarını kiraya vermenin sahih olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır: Bazıları bunun caiz olduğunu söylerken bazıları da, meraları kiraya vermenin caiz olmadığı gibi, bunun da kiraya verilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.

Doğru olan görüşe göre, memedeki sütü satmak da bâtıl satışlardandır. Çünkü memedeki nesnenin süt mü yoksa kan mı olduğu veya başka bir şey mi olduğu bilinemez. Bu" durumda memede süt bulunup bulunmadığı şüphelidir.

Sedef içindeki inciyi satmak, doğru olan görüşe göre fâsid değil, bâtıl­dır. Çünkü sedefin içinde incinin bulunup bulunmadığı belli değildir. Ama başak içindeki tanenin, kabuğu içindeki baklanın, kabuğu içindeki hindis-tan cevizinin ve benzeri şeylerin durumları bundan farklı olup satılmaları sa­hihtir. Bunların kabukları, ya da başakları içinde mevcûd oldukları bilinmektedir. Bilmek için de bunların bir kısmını tecrübe etmek mümkündür.

Vakıf malının satışı da bâtıldır. Çünkü vakıf malı, mülk etmeyi ve mülk edinmeyi kabul etmez. Vakıf malının satışı, mûtemed görüşe göre fâsid de­ğil, bâtıldır. Vakıf mala bir mülk eklenirse; meselâ bir kimsenin yarısı vakıf, yarısı mülk bir bahçesi bulunur ve bu bahçeyi satacak olursa; bahçenin mülk olan yarısının satışı sahih, vakıf olan yarısının satışı ise bâtıl olur. Ancak mâmur durumdaki bir mescid başka bir şahsın mülküne eklenerek satılırsa, satışın tümü bâtıl olur. Ama harap durumdaki bir mescid, başka bir şahsın mülküne eklenerek satılırsa, mescidin satışı bâtıl, geri kalan mülkün satışı sahih olur. İçinde mescid ve mezarlık bulunan bir akara sahip olan kişi, mescid ve mezarlığı istisna etmeksizin kendi akarını satacak olursa, bazıları bu satı­şın bâtıl olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu kişi, mâmur durumdaki mesci­di, bir mülke ekleyerek onunla beraber satmıştır. Bazıları ise bu satışın sahih olacağını söylemişlerdir. Çünkü mescid ve mezarlık, adeten satıştan müstes­nadırlar. Burada mescidin mülke eklenmesi durumu sözkonusu değildir. Hattâ bu satış, sâdece mülkte vâkî olmuştur. Aklı ermeyen çocuğun ve delinin sa­tışı da bâtıldır. Mümeyyiz çocuğun ve satışın anlamını kavrayan bunağın sa­tışları gerçekleşir. Ama satışta fahiş bir aldatma olmadıkça velîlerinin izni olmaksızın satış yürürlüğe girmez. Aksi takdirde çocuğun satışı, velîsinin iz­ni olsa bile, sahih olmaz.

İnsan saçını satmak da bâtıl satışlardandır. Çünkü şu hadîs-i şeriften ötürü saçtan yararlanmak caiz olmamaktadır.

"Allah, saçım başkasmınkine iliştirene ve bunu ona yapana lanet etsin.[5]

Deve tüyünden alınan saçlardan, kadınların örgü ve saç bölüklerinde fazlalık olsun diye yararlanmaya ruhsat verilmiştir.

Mülk edinilecek bir malı, mülk edinmeden satmak ta bâtıl satışlardan­dır. Sözgelimi babasının, ya da mirasçısı olacağı bir kişinin ölümüyle bir mi­ras bekleyen kişi, bu mirası kendisine intikal etmeden satarsa; müşteriye teslim etmeye muktedir olamayacağı ortada bulunmayan bir şeyi satmış olur ki, bu satış bâtıldır. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir malı satmak da bu hükme tâbidir. Meselâ memedeki sütü satmak böyledir. Çünkü me­mede sütün bulunmaması muhtemeldir. Nitelendirilerek müşteriye teslim edilmesi taahhüd edilen bir borç durumundaki, ortada olmayan bir malı sat­mak sahihtir. İleride de açıklanacağı gibi bu, selemdir. Vekâlet yoluyla baş­kasının malını satmak sahih ve geçerlidir. Vekâlet olmaksızın başkasının malını satmaya gelince, bu, mal sahibinin onayı ile sahih olur. Buna "bey-i fuzulî" denir.

Yeryüzünde kendiliğinden bitip hayvanların otladıkları mera ve çimen­lik adını alan otların satımı da bâtıldır. Zîrâ hadîs-i şerifte, insanların su, ot ve ateşten ibaret olan üç şeyde ortak oldukları belirtilmiştir. Bu otları sat­mak sahih olmadığı gibi, bunları kiraya vermek de sahih değildir. Sahih ol­mamasına rağmen, fâsid midir, yoksa bâtıl mıdır? işte bunda ihtilâf vardır. Ama sulama ve diğer bakımlarla yerden bitirilen otları satmak sahihtir. Çünkü bunları sulayıp gerekli bakımı yapan kişi, bu otların sahibi olur. Bazı fıkıh-çılar, yetiştiren kişinin bu otlara sahip olamayacağı, dolayısıyla da satama-yacağı görüşünü benimsemişlerdir.

Suya olta atımını satmak da bâtıl satışlardandır. Bir kişi, "suya ataca­ğım bu olta ile çıkacak olanı, şu kadar fiyata sana sattım" veya atacağım şu ok darbesiyle avlayacağım kuşu sana sattım" derse buna avcı darbesinin satışı denir. Bu, kişinin mâlik olmadığı malı satmasıdır. Dalgıcın, dalışını satması da bu cümledendir. Yani suya dalan dalgıcın, dalışında çıkaracağı inci ve benzeri şeyleri önceden satması, bâtıl satışlardandır.

Bedeli vermemenin açıkça belirtildiği satışlar da bâtıldır. Meselâ: "De­veni bana bedelsiz olarak veya meccanen sat diyen kişiye, satıcı, "onu sa­na sattım" derse, bu satış bâtıl olur. Çünkü taraflardan biri, diğerine bir mal vermiş olmamaktadır. Bazıları ise bu satışın gerçekleşeceğini söylemiş­lerdir. Çünkü malın bedelini nefyetmek, satış akdini nefyetmek sayılacağın­dan, bu durumda malın bedelinden hiç söz edilmemiş gibi olur. Malın bedelinden söz etmemenin hükmü; onunla birlikte satış akdi gerçekleşir. İleride de açıklanacağı gibi, bu, fâsid bir satış akdidir. Müşteri, malı teslim almakla ona mâlik olur.

Bütün bu anlatılanlar, bâtıl satışla ilgili bazı misâllerdi. Bu satışın hük­müne gelince; önce de belirtildiği gibi bu satış, mülkiyet ifâde etmez. Müşte­ri teslim alsa da, satın aldığı mala mâlik olamaz. Teslim aldıktan sonra bu mal, müşterinin yanında telef olursa, ne gibi bir yol tutacağı hususunda gö­rüş ayrılığı vukûbulmuştur. Bir görüşe göre müşteri, bu malın bedelini öder. Çünkü önce yapılmış olan bir satın alma pazarlığı üzerine bu malı teslim al­mıştır. Başkaları da bu görüşü yeğlemişlerdir. İkinci bir görüşe göre müşte­ri bu malın bedelini ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu mal, onun yanında emânet gibidir. Akdin bâtıl olmasından sonra sâdece satıcının izniyle malı teslim almış gibi olur ki, bu da nakit olmaksızın tazminatı gerekli kılmaz.

Fasid satışlara gelinep bunlarla ilgili bir çok misâller vardır: Kişinin, vâsisi olduğu yetimin malını, fahiş bir aldatma ile satması, kuvvetli görüşe göre fâsidtir. Mecburiyet karşısında çaresiz kalan kişinin satması ve satın alması da fâsid ahş verişlerdendir. Meselâ borcunu ödemesi için kadı tarafından zor­lanan kişi, malını fahiş bir şekilde aldatılarak emsal değerinden eksiğine sat­mak mecburiyetinde kalarak satarsa, bu satışı fâsid olur. Yemeğe, içeceğe veya bir giyeceğe aşırı derecede muhtaç olan bir kişiye, satıcı, değerinden fazlasına olmadıkça satmaya razı olmaz ve o da mecburiyet karşısında satın alırsa, bu satış akdi de fâsid olur.

Az önce de belirtildiği gibi semenden söz etmeksizin sükûtla geçiştirile­rek yapılan satış akdi fâsid olur. Değer taşıyan bir malı, şarap vererek satın almak da fâsid satışlardandır.

Şâfiîler dediler ki: Fâsid veya bâtıl satış örneklerinden biri de âmâ­nın alış-vcrişidir. Âmâ kişinin bir eşya satması veya satın alması sahih değil­dir. Nitekim onun icarı ve rehni de sahih olmaz. Ama yapması sahih olmayan akidlcri, zaruret nedeniyle vekîlinin yapması sahih olur. Yine böylece onun İçin zimmetteki bir şeyi satın alması sahih olur. Öyleyse onun için selem ver­mesi ve selem alması sahih olur.

Görme muhayyerliğiyle yapılan satışlar da bu kabildendir. Adamın biri görmediği bir eşyayı, görünce muhayyer olması şartıyla satın alırsa, satış akdi fâsid olur. Harap olmaya yüz tutmuş veya asla kendilerinden yararlanıla-mayacak hale gelmiş olsalar da, vakıf malları satılırsa, satış akdi bâtıl olur. Yalnız çürümüş eski hasırlar, kandiller ve önemsiz olan az miktardaki şeyler bundan müstesnadırlar. Faydasız olan bu şeyleri satıp elde edilen parayı va­kıf yararına harcamak daha faydalı olur. Teslim alındıktan sonra rehine bı­rakılan malı satmak da bâtıldır. Bir kişi, adamın birinden rehin aldığı eşyayı, teslim aldıktan sonra satarsa, satışı sahih olmaz. Meğer sahibinin izni olsun. Sahibinden izin almadan satarsa satış bâtıl olur. Teslim almadan satarsa, sa­hibinin izniyle olmasa bile sahih olur. Teslim aldıktan sonra sahibine satar­sa sahih olur. Kurbanlık hayvanı satmak da bu kabildendir. Kurbanlık olarak adanan hayvanı ne kesmeden önce, ne de kestikten sonra satmak sahih ol­maz. Ama nafile bir kurbanlıksa, kesimden sonra satmak sahih olmaz. Satı­cının teslim etmeye muktedir olmaması durumunda müşterinin, satın aldığı malı teslim alamayacağı alış-veriş de bâtıldır. Satıcının teslim etmekten âciz olması; gasbedilmiş bir mal gibi hissî de olsa, rehindeki bir ma! gibi şer'î de olsa aynı hükme tâbidir.

Başağın içindeki buğdayı satmak da batı! satışlardandır. Bu buğdayı sa­hibi ister benzeri bir buğday karşılığında satsın, ister arpa veya dirhem kar­şılığında satsın, bu satış bâtıldır. Başağında gizli bulunan diğer şeyler de buğday gibidirler. Örneğin Şam darısı gibi. Bu darı, kandilleri üzerinde bu­lunan yapraklarla örtülüdür. Yaz dansına gelince; bunu, kesmeden satmak sahihtir. Çünkü bu darının taneleri gizli değildir. Başaktaki buğdayı ve da­lındaki Şam darısını satmanın yasaklanışının illeti, önce de belirtildiği gibi tanelerinin görünmeyişidir. Yer altında gizli bulunan havuç, turp ve soğan da bu hükme tâbidir.

Satıcının, sahibi olmadığı bir malı satması da bâtıldır. Kişinin, hiç bir bakımdan üzerinde tasarruf hakkı bulunmayan bir malı satması, meselâ kar­deşinin veya bir arkadaşının bahçesini satması bâtıldır. Buna "bey-i fuzulî" denir ki, mal sahibi, satış akdine icazet verse de akid batıldır. Aynı cinsten olsa da olmasa da, eti yense de yenmese de canî hayvan karşılığında hazır et satın almak bâtıl ahş-verişlerdendir. Canlı bir kuzu veya balık veya eşek vererek karşılığında kasaptan et satın alma durumunda satış akdi bâtıl olur. Kanalda, arkta ve benzeri yerlerde akmakta olan suyu satmak da bâtıldır. Pınardan ve kuyudan kaynayan suyu yalnız başına satmak da bu hükme tâ­bidir. Bir kişinin, mülkü olan arazide akmakta olan suyu, araziden ayrı ola­rak satması bâtıldır. Arazi ile birlikte satması sahihtir. Sudan ayrı olarak araziyi satması da sahihtir. Satışta, suyun da satışa dâhil olduğu belirtilmez-se, su satılmış olmaz ve sahibinin mülkiyetinde kalır. Hem satış esnasında mevcüd olan su, hem satıştan sonra meydana gelen su, eski sahibinin mülki­yetinde kalır. Yukarıda akar ve kaynayan sular demekle, durgun suları kap­sam dışına çıkarmış olduk. Durgun suları yalnız başına satmak sahihtir.

Kesme (veya toplama) şartı koşulmaksızm, olgunlaştığı görülmeden mey­veleri satmak da bâtıldır. Kesmeyi şart koşmaksızın, yani ağaç üzerinde bı­rakılması şartıyla veya hiç bir şart koşmaksızın hurma ağacı üzerindeki hurmaları, olgunlaştığı görülmeden satın almak da bâtıldır.

Malîkîler dediler ki: Şerîat koyucunun ahş-verişini yasakladığı her şey fâsiddir. Bu, namaz ve oruç gibi ibâdetlerden de, satış ve nikâh gibi akid-lerden de olabilir. Ama bu yasağın, o şeyin aslı veya niteliğine veya kendisi dışında olmakla birlikte kendisiyle ilgili ve lâzımı olan bir hususa ilişkin ol­ması şarttır. Ama bu yasak, o şeyin dışında ve kendisinin lâzımı olmayan bir hususa ilişkin olursa, haram da olsa fâsid olmaz.

Yasağın, şeyin aslıyla ilgili olmasının örneği; kan, leş, domuz ve benze­ridir. Şeriat koyucu, asılları itibariyle bizi bunlardan men etmiştir. Bunlar satılacak olurlarsa satışları haram ve bâtıl o!ur. Yasağın, şeyin niteliğiyle il­gili olmasının Örneği şaraptır. Şeriat koyucu, sarhoş edici oluşu niteliğinden ötürü şarabı yasaklamıştır. Satıldığı takdirde satışı bâtıl olur. Yasağın, şe­yin lâzımı olup dışında bulunan bir hususla ilgili olmasının örneği; bayram günü oruç tutmaktır. Bayram günü oruç tutmak ne aslı, ne de niteliği dola­yısıyla yasaklanmış değildir. Ama bu, orucun dışında ve bu orucun lâzımı (ayrılmaz unsuru) olan bir husustan ötürü yasaklanmıştır ki, o da bayram günü oruç tutmuş olmakla Allah'ın ziyafetinden yüz çevirmektir. Bu anlam, bayram günü tutulan oruca kopmaz şekilde lâzım olmuş, bitişmiştir. Şu hal­de bayram günü oruç tutmak haram ve bâtıldır. Yasağın, şeyin dışında bu-îunan ve o şeyin lâzımı olmayan bir hususla ilgili olmasının örneği, gasbedilmiş bir evde namaz kilmaktfr. Namaz kılmak, ne aslı ne de niteliği dolayısıyla yasaklanmıştır. Kendi dışında ve kendisinin lâzımı olan bir husus dolayısıy­la da yasaklanmış değildir. Yasaklanışı, kendisinin lâzımı olmayan arızî bir durum nedeniyle vukûbulmuştur. Ki o durum da, namazın gasbedilmiş bir evde kılınmasıdır. Her ne kadar kılan kişi günahkâr da olsa, gasbedilmiş ev­de kılınan namaz sahihtir. Gasbedilmiş suyla abdest almak da böyledir. Çünkü suyun gasbedilip telef edilmesi, abdestin olmadığı zamanlarda da vukûbula-bilirler. Başkasının arazisini gasbetmek de namazın kılınmadığı zamanlarda vukûbulabilir. Ancak necs satışı (yalan arttırma yaparak başkasını, malı sa­tın almaya aldatmak) bu kuraldan istisna edilmiştir.

Musarrat hayvanın satışı, kervanları şehir dışında karşılayıp mallarını satın almak da bu kuraldan istisna edilmiştir. Bütün bunlar, fâsid olmadık­ları halde yasaklanmış satışlardır. Çünkü bu alış-verişlerin, yasaklanmış ol­malarına rağmen sahih oldukları hakkında hadîs vârid olmuştur. Bu nedenle de anılan kural ile tahsis edilmişlerdir.

Canlı hayvanı, hazır et karşılığında satmak da fâsid satış örneklerinden­dir. Sözgelimi bir kişi, yanında bulunan kuzusunu kasaba vererek karşılı­ğında hazır et alırsa, bu alış-veriş fâsid olur. Çünkü durumu ve miktarı belli olan et, durumu ve miktarı belli olmayan kuzu karşılığında satılmış olmak­tadır. Çünkü canlı hayvanın etinin iyi mi, kötü mü; az mı çok mu olduğu bilinemez. Kesilen hayvanın derisi yüzüldükten sonraki durumu bunun ak­sinedir. Pişirilmeden etinin iyi veya kötü olduğu bilinir ve hazır et ile değişti­rilmesi sahih olur. Ama kendi cinsinden olmayan bir et ile satılması caizdir. Meselâ canlı kuzuyu vererek karşılığında balık satın almak caizdir. Ancak bu gibi satışlarda akdin sahih olması için, satışın kesin ve peşin olması şart­tır. Çünkü bu gibi eşyalar, yaşamı uzayan canlılardan değildirler.

Garer satışı da fâsid satışlardandır. Garer, iki şey arasında tereddüt et­mektir kî, bu iki şeyden biri maksada uygun, diğeri muhalif olur. Sözgelimi, "bu hayvanı, çarşıda belli olacak değeri üzerinden veya bilirkişilerce takdir edilecek değeri üzerinden sana sattım" demek gibi. Zîrâ bu hayvanın açığa çıkacak değeri, satıcıyla müşterinin maksatlarına uygun olabileceği gibi ters de düşebilir. Satılan malın bedeli meçhul oldukça satış akdi sahih olmaz. Aynı şekilde satıcı, "bu malı, senin hükmedeceğin veya falanın hükmedeceği fi­yat üzerinden; ya da senin razı olacağın veya falanın razı olacağı fiyat üze­rinden sana sattım" demesi hâlinde de satış akdi sahih olmaz. Evin temeli gibi az değerli şeylerin satışında garer, müsamahayla karşılanır. Derinliği ve eni bilinmeksizin evin temelini satın almak, zaruret nedeniyle sahih olur. Ay­ların fazla veya eksik olması ihtimaliyle birlikte aylık olarak ev kiralamak da böyledir. Astarının nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeksizin cübbe ve yor­gan satın almak sahihtir, bu tür satışlarda âdet olarak insanlar, biribirlerini müsamahayla karışlarlar. Havadaki kurşun, sudaki balığın satışında oldu­ğu gibi garer, fazla miktarda olursa satış akdi sahih olmaz.

Fâsid satışlardan biri de, bir malı kesin olarak muhayyerlik hakkını ta­nımaksızın peşin on liraya, vadeli onbeş liraya satmaktır. Müşteri buna, se­sini çıkarmadan razı olup eşyayı teslim alır ve akdin tamamlanmasından sonra iki satıştan birini seçerse, bu satış fâsid olur ki, buna **bir satışta iki satış" denir. Ama satıcı, müşteriye muhayyerlik hakkı tanıyıp, "muhayyerlik hak­kı sende olmak üzere bu malı peşin on liraya, vadeli onbeş liraya sana sattım" derse, satış akdi sahih olur. Birincisinde satışın fâsid olması, satış anında fiyatın meçhul kalmasından; ikincisinde caiz olmasıysa, müşteriye düşünme fırsatının tanınmasından ötürüdür. Yine bunun gibi bir kişinin cins veya ni­telik bakımından muhtelif olan iki maldan birini satması durumunda da ay­nı hüküm sözkonusu olur.

Cins bakımından muhtelif olan iki maldan birinin satımına örnek ola­rak şu akdi gösterebiliriz: Adamın biri, müşteriye, "bu elbise ve hayvandan birini sana yirmi bin liraya sattım" der, akdin tamamlanmasından sonra müş­teri, bu ikisinden birini seçip alırsa ve şart muhayyerliği de yoksa satış akdi fâsid olur. Ama akid esnasında muhayyerlik hakkı şart koşulmuşsa, satış akdi sahih olur. Nitelik bakımından muhtelif olan iki maldan birini satma­ya örnek olarak ise şu satış akdini gösterebiliriz: Bir kişinin muayyen olma­yan elbise ve gömlekten birini satması durumunda, satış sahih olmaz. Çünkü her iki durumda da satılan mal, meçhul kalmaktadır. Meçhulün satışı ise sa­hih değildir. Muhtelif fiyatlarla satın alma durumunda satışın fâsid oluşu, daha da belirginleşir. Çünkü bu durumda hem mal, hem de fiyatı meçhul olmaktadır.

İyilik ve kötülük bakımından iki malın muhtelif oluşuna gelince; diye­lim ki bir kişi, müşterinin beğendiğini alması için muhayyerlik hakkını tanı­yarak biri iyi, diğeri kötü iki küme buğdayı aynı fiyatla satacak olursa, satış akdi sahih olur. Çünkü bu gibi durumlarda normal olarak malın kötüsü de­ğil de iyisi satın alınır.

Bir kişi, ürün veren birkaç tane hurma ağacından birini belirlemeksizin satış sahih olmaz. Ama bir kişinin bahçesi olur da, bu bah-esini meyve veren bir veya birkaç ağacını istisna ederek kendi beğenisiyle mesi şartı satarsa, satış akdi sahih olur. Çünkü satıcı, bahçesinin du­rumunu başkalarına nisbetle çok daha iyi bilir ve kendi beğenisine uygun olan ağaçları seçebilir. Havanın satışı sahihtir. Bu, bir binanın üstünü sat­maktır. Örneğin bir kişinin bir başkasına, "kendi yerinde yapacağın inşaa­tın üzerinde on metrelik havayı bana sat" demesi gibi. Bu satışın sahih olması için, binanın üst ve alt katlarının büyüklük, küçüklük, uzunluk, kısalık gibi boyutları, taş ve tuğla gibi yapı malzemeleri açısından vasıfları belirtilmeli­dir. Vasfının belirtilmesinin zorunlu olduğu şüphesizdir. Vasıf belirtilir kî, üst katın yükselmesi sonucu meydana gelen menfaatler, alt kat ile uyum sağ­lamadığı takdirde anlaşmazlık baş göstermesin. Her iki taraf, yapacakları binanın vasfını belirtirlerse paralarında anlaşmazlık meydana gelmez. Üst katı yaptıran, alttakinin rızâsı olmaksızın anlaşma dışı fazla bir inşaat yapamaz. O, alt katın üzerindeki havanın tümüne sahip olur. Bu satış akdi bağlayıcı olup kefalet altına alınmıştır ve alt katın yıkılmasıyla da fesh olmaz. Alt kat yıkıldığı takdirde, satıcının onu yeniden yapması zorunludur. Onun yerine geçmiş olan mirasçısı, ya da mülkiyet el değiştirmişse yeni sahibi, bunu yapmakla yükümlü olur. Üst kat yıkıldığı takdirde sahibinin, ya da onun yerine geçmiş olan mirasçının veya mülkiyet el değiştirmİşse yeni mâlikin, üst tarafta yeniden inşaat yapma hakları vardır.

Başaktaki buğday gibi, bir kısmı bilinmekle geri kalan kısmı hakkında bilgi edinilebilen mallan satmak sahihtir. Müşteri başağı ovalayıp içindeki buğdayı açığa çıkarma imkânına sâhibtir. Bu buğdayın bir kısmını görmek, geri kalan kısmın vasfı hakkında da bilgi verir. Yalnız bu satışın sahih olma­sı için başaktaki buğdayın biçim, dövme ve savurma işinin yarım aydan faz­la sürmemesi şarttır. Şu da var ki; satılan buğday, tane hâlinde olup da götürü olarak satın alınmışsa, samanından ayıklanmadıkça, satış akdi sahih olmaz. Ama ölçekle satılması, her halükârda sahih olur. Satılan mal bir tahıl olup biçilmeden başağıyla birlikte bulunuyorsa, ya da biçildikten sonra demet­lenmiş vaziyetteyse, götürü usulde satılması sahih olur. Ama harman gibi üst üste yığılı durumdaysa, götürü usulde satılması sahih olmaz.

HANBELÎLER dediler ki: Lahana,turp, havuç, şalgam, soğan ve sa­rımsak gibi, yer altındaki gizli ekinleri satmak, fâsid satış örneklerindendir. Bu sayılanları söküp görmeden satmak sahih olmaz. Ama bunların yer üze­rinde görülen yapraklarını satmak sahihtir. Dokuması tam olsa da, dürül-müş kumaşı satmak da fâsid satışlardandır. Bir kısmı dokunmuş olan kumaşı dokuması tamamlandıktan sonra vermek üzere satmak» durulmuş olmasa ve yaygın vaziyette olsa dahi sahih olmaz. Satıcı, dokumuş olduğu kısmı müş­teriye gönderir; sonra o kısma, geri kalan enlem ve boylam iplerini eklerse ve dokumayı tamamlama şartıyla tümünü satarsa, bu satış sahih olur. Çün­kü bu şartta satıcmm menfaati vardır. Koyunun sırtındaki henüz kırkılmamış yünü satmak, memedeki henüz sağılmamış sütü satmak, şu ağacın tutacağı meyveyi satmak ve şu koyunun doğuracağı yavruyu satmak da fâsid satış­lardandır. Çiçek tomurcuğunu, olgunlaşması göze görünmeyen meyveleri sat­mak, fâsid satışlardandır. Ama olgunlaşması göze göründükten sonra meyveleri satmak sahihtir. İster koparılmış ve isterse henüz koparılmamış olsun, başaktaki tahılı satmak sahihtir. Kabuğu içindeki ceviz, badem ve no­hudu satmak, koparılmış da olsa, henüz ağaç üzerinde de olsa sahihtir. Sa­tış akdinin, önceki sayfalarda belirtilen şart ve rükünlerine muhalif olan hususları taşıyan bütün satışlar, fâsiddir.

 

Ribâ

 

Tanımı ve Kısımları:

 

Sert bir dille yasaklanan fşsid satışlardan biri de ribâdır. Ribâ lügatte "fazlalık" anlamına gelir. Ribâ kelimesinin bu anlamı taşıdığı, şu âyette de görülmektedir:

"Biz onun (yeryüzünün) üzerine suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır.[6] Âyet-i kerîmedeki "rebet" kelimesi kabarmakla tercüme edilebilir ki, buradaki kabarmanın anlamı "fazlalaş­madır.

Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca) daha çoktur diye.[7]

Bu âyet-i kerîmedeki "erbâ" kelimesi ise "sayıca çok" anlamına gel­mektedir. Fıkıh ıstılahına göre "ribâ  karşılığında hiç bir şey verilmeksi­zin aynı cinsten olan iki bedelden birinin fazlalaşmasıdır ki bu da iki kısma ayrılır.

1-Nesîe Ribâsı: Bu, anılan fazlalığın, ödemeyi geciktirme karşılığın­da olmasıdır. Örneğin bir kişinin yazın bir buçuk kile ödemesi karşılığın­da, kışın bir kile buğday satın almasıdır. Satıcıya bedel olarak verilecek buğdayın yarım kilelik fazlası, satın alınan malda bir karşılık bulamamak­ta, bu fazlalık sâdece vâde karşılığında meydana gelmektedir. Nesîe, ya­ni geciktirme ribâsi denmesi de bundan ileri gelmektedir.

2- Ribây-ı fazi: Bu, anılan fazlalığın, ödemenin geciktirmeden soyut­lanması ve hiç bir şeyin karşılığında olmamasıdır. Meselâ bir kişinin bir kile ve on kilo buğday vererek bir kile buğday satın alması ve tarafların ikisinin de kendilerine düşen buğdayı karşılıklı olarak teslim almalarıdır. Yine bir kişinin on miskal işlenmiş altın satın alıp bunun karşılığında on iki miskal işlenmiş altm vermesi de ribây-ı fazi olur.

 

(156) Şâfiîler, ribânın üç kısma ayrıldığını söylemişlerdir:

1- Ribây-ı fazL Karz ribâsı da bu grupta mütâlâa edilir. Sözgelimi ada­mın biri, kendisine bir mal satması veya kızını kendisine eş olarak vermesi veya mâlî bir kazanç sağlaması gibi, fâsid satışlar bahsinde anlatıldığı üzere, bir menfaat karşılığında bir başkasına yirmibin lira ödünç verirse, buna ribây-ı fazl denir;

2- Ribây-ı nesîe. Bu, anlatılmıştır.

3-Ribâ bi'l-yed. Bu, aynı cins şeyleri, meselâ, buğdayla buğdayı karşı­lıklı teslim ve tesellüm etmeksizin satmaktır.

 

Nesîe Ribâsının Hükmü Ve Bu Hükmün Delili

 

Nesîe ribâsınm haram oluşu konusunda, imamlar arasında görüş ay­rılığı yoktur. Bu tartışmasız olarak, büyük günahlardan biridir. Bu haram-lık Allah'ın Kitâb'ı, Rasûlullah'm Sünnet'i ve müsiümanların İcmâ'ı ile sabittir. Konuyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah, alış-verişi helâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır. Kime Rabbi'nden bir öğüt gelir de (faizden) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah'a kalmıştır. Kim de tekrar (faize) dönerse, onlar ateş yaranıdır­lar, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalacaklardır. Allah, ribânın bereketini tamamen giderir. Sadakafsı verilen mal)ları ise arttırır. Allah (ha­ramı helâl tanımakta ısrar eden) günahkâr kâfiri sevmez. İmân eden, iyi amellerde bulunan, namazı(nı) dosdoğru kılan, bir de zekâtını veren kim­selerin, evet) onların Rableri nezdinde mükâfatlan vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Ey imân edenler, (ger­çek) mü'minler iseniz Allah'tan korkun. Faizden (henüz alınmamış olup da) kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah'a ve peygamberine karşı harb(e girmiş olduğunuzu) bilin. Tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir.

Böylece ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.[8]

İşte Allah'ın kitabı!... O, ribâyı şiddetle haram kılmakta ve Rablerine imân edip o'nun azabından korkan kimselerin bedenlerini ürpertecek de­recede yasaklamaktadır. Allah'ın, Ribâcıları (faizcileri) kendisine âsi kul­lar olarak; kendisine ve Rasûlüne karşı savaş açan düşmanlar olarak ilân etmesinden daha şiddetli bir kınama düşünülebilir mi? Yerlerde ve gök­lerde kendisini âciz bırakacak bir varlığın mevcûd olmadığı, kuvvet, kud­ret ve kahredici güç sahibi yüce Allah'a karşı savaş açan bu zayıf ve cılız insanın hâli ne olacaktır? Bu duruma gelen insan, şüphe yok ki, kendi canını helak ve hüsranş mâruz bırakmıştır.

Bu âyet-i kerîmedeki ribânın anlamına gelince, açıkça anlaşıldığı gi­bi bu, câhiliyet döneminde araplar nezdinde geçerli olan ribâdir. Birçok tefsirciler. bu ribâyı açıklama sadedinde demişlerdir ki: Arabın biri, diğe­rine belli bir vâdeye kadar ödünç para verir ve ödeme tarihi geldiğinde borç ödenmediği takdirde alacaklı, borçlusuna şöyle derdi: "Ya borcunu öde veya fazlalaştır." Bu demektir ki, ya borcunu ödersin veya aramızda bilinen nisbette arttırarak ertelersin. Bu arttırma, malın sayısında olabilir­di. Sözgelimi bir deve ödemesi gereken kişi, borcunu ödemediği takdir­de iki deve vererek erteletebilirdi. Bu arttırma bazan devenin yaşı üzerinde de yapılırdı. Örneğin bir yaşını doldurmuş bir deve vermesi gereken kişi, iki veya üç yaşını doldurmuş bir deve ödemek şartıyla erteletebilirdi. Yine bunun gibi câhiliyet dönemi araplarınca bilinen şöyle bir uygulama da vardı: Adamın biri bir başkasına, belli bir vâde sonunda ödemek şartıyla her ay bir miktar faiz alarak borç para verirdi. Ödeme vâdesi geldiğinde ödeye­mediği takdirde, almakta olduğu aylık faizleri almaya devam ederek bir süre daha ertelerlerdi. Mısır'da ve diğer ülkelerdeki bankalarda çoğun­lukla bu tür faiz muameleleri yapılmaktadır ki, Cenâb-ı Allah, bunu müs-İümanlara ve diğer ümmetlere haram kılmıştır. Yahûdî ve hıristiyanları da bundan menetmiştir. Çünkü bununla, sıkışık durumdaki insanlar düşkün bırakılmakta, İnsandaki şefkat ve merhamet duyguları dumura uğratılmak­ta, hayattaki yardımlaşma ve dayanışma alışkanlıkları insanların kalple­rinden çekilip çıkarılmaktadır. Çünkü, bir insan olması bakımından insanın; bir kardeşine karşı şefkat duygusu taşımayan, muhtaçlık durumunu fır­sat bilip sömüren, onu faiz ağına düşüren, ondaki yaşam kalıntılarını silip süpüren, her yönüyle maddi bir varlık hâline gelmesini akıl kabul etmez. Oysa Cenâb-ı Allah, yoksullara yardım elini uzatmaları için zenginlere tav­siyede bulunmuş, zenginlerin malları içindeki belli bir kısmı yoksullara hak olarak belirlemiş, sıkışık durumda kalanların imdadına kavuşmak ve muhtaç duruma düşenlerin yardımına koşmak için "karz-ı hasen"i meşru kılmıştır.

Bütün bunlar bir yana, ribâ (faiz) nedeniyle servetler, sâdece tefecı-Jerin elinde toplanmaktadır. Zayıf iradeliler için şehvet ve ihtiras kapılan açılmakta, ellerindeki servet yok olup gitmekte ve bir çok zararlara yol açılmaktadır ki, bu zararları saymaya kitabımız müsait değildir. Bütün bunla­rı Ahlâk-ı Diniye adlı kitabımızın ikinci cildinde bey'tn hikmeti- teşriîyesi bölümünde genişçe ve tam olarak açıklamış bulunmaktayız.

Âyet-i kerîmeler, nesîe libâsının haram olduğuna kesin bir şekilde de­lâlet etmektedirler. Zamanımızda bilinen şekliyle bir malı (parayı), aylık ve yıllık olarak belli bir yüzde üzerinden faizle vermek de ribâdan sayıl­maktadır. Bu tür faizin caiz olması hususunda bazı kimselerin dinle avun­malarına gelince, bu oldukça dinden uzak bir şeydir. Şekil ve anlam bakımından dinin teşriî hikmetine de aykırıdır. Bazı kimseler, ribânın ha­ram olanının, Kur'ân-ı Kerîm'de de belirtilen şekliyle kat kat arttırılarak alı­nan ribâ olduğu sanısına kapılmışlardır. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa değinilerek şöyle buyurulmaktadır:

in altın ve gümüşle ilgili olarak irâd etmiş olduğu şu hadîs-i şeriftir:

"Ey imân edenler, ribâyı (faizi) öyle kat kat arttırılmış olarak yeme­yin. Allah'tan korkun ki, muradınıza eresiniz.[9]

Ribâyı bu şekilde anlamak açık bir yanılgıdır. Çünkü âyet-i kerîmede işlenmek istenen ana tema; faiz (ribâ) yemekten nefret ettirip sakındırmak, tefecilik yapanların dikkatlerini, faizin kat kat arttırılması nedeniyle fakirin bütün malını yutması ve bu fâsid muamele nedeniyle dünya hayatında iş­siz güçsüz kalarak zamanla faiz borçlarının yığılması sonucu per-perişan hâle gelmesi gibi bir manzaraya çekmektedir. Faiz nedeniyle şen ve mâ­mur durumdaki yerlerin düzeninin zarar göreceği açıkça bilinmektedir. Aklı başındaki bir kimsenin, faizin üç katının yasaklanıp da iki veya bir katının yasaklanmadığını düşünmesi mümkün değildir. "Eğer (tefecilik yapma­maya tövbe ederseniz) sizin için sermayeleriniz vardır" âyet-İ kerîmesini okuduktan sonra artık akıllı bir insanın yukarıdaki âyeti bu şekilde anla­ması tasavvur edilemez.

Bundan daha da garibi, bazı kimseler, kâr karşılığı borç para verme­nin faiz (ribâ) olmadığı sanısına kapılmışlardır. Bunlar derler ki: "Ribâ, bir satış akdidir. İcâb-kabul sığalarının ve bu sîganın yerine geçecek başka bir unsurun mevcud olması gerekir. Günümüzde insanların kâr karşılığı borç para vermeleri satış akdi değildir. Dolayısıyla bu, ribâ olmaz". Şâfiî-ler bunu açıkça belirtmişlerdir. Fıkıhçılar bu gibi muamelelerin akid olma­dığını söylemişler ama, bunun, insanların mallarını haksız nedenlerle yemek olduğunu da söylemişlerdir. Ki bunu demekle yukarıdaki iddia, tu­tarlılığını yitirmektedir. Ribânın haram kılınmasına neden olan zararlar, bu muamelede de tahakkuk etmiştir. Böyle olunca da bunun haramlığı, ribâ­nın haramlığı, günahı da onun günahı gibi olmaktadır. Mesele, sâdece bir şekil meselesinden başka bir şey değildir.

Ribây-ı nesîenin haramlığıyla ilgili hadîslere gelince, bu konuda bir çok sahîh hadîsler vârid olmuştur. Bunlardan biri de Peygamber (s.a.v.)

Altınla altının değiştirilmesi, el be el olmadıkça ribâdır.[10]

Hadîs-i şerifte geçen "ha"' kelimesi, isim-fiillerden olup "al" ve "el ele getir" anlamına gelir. Bu alış-verişte bedeli bilâhare vermek sahîh ol­maz. Şu nedenle ki, "altın altınla, gümüş gümüşle..." hadîsi; altın, gü­müş ve yiyeceklerde ribây-ı fazi ile ribây-ı nesîenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Ribây-ı fazi bahsinde bunun açıklaması yapılacaktır.

 

Ribây-L Fazlın Hükmü

 

Ribây-ı fazi, kabzetmede geciktirme yapmaksızın iki cins maldan bi­rini kendi misliyle satmaktır. Ki bu, her dört mezhebe göre haramdır. Ama bazı sahabeler bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu sahabelerden bi­ri de Abdullah İbn Abbas Hazretleridir. Şu da var ki, bazı kimseler son zamanlarında Abdullah İbn Abbas (r.a.) in bu görüşünden vazgeçtiğini ve ribây-ı fazlın haram olduğunu söylediğini rivayet ederler. Şunu da belirte­lim ki; ribây-ı fazi, muamelelerde çok az vukûbulduğu için pek büyük bir etkisi olmamaktadır. Çünkü bir malı, kendi cinsinden bir mal karşılığında satmak veya satın almak, insanların amaç edindikleri bir şey değildir. Meğer ki iki maldan birinde, taraflardan birinin yararlanacağına inandığı bir faz­lalık olsun. Bu muamele, bazı zayıf akıllıları hîle ve dalavereyle aldatma ihtimali dolayısıyla haram kılınmıştır. Bazı kurnazlar aklı kıt kimseleri al­datarak sözgelimi bir kilelik şu buğdayın kaliteli oluşu nedeniyle üç kile buğdaya bedel olduğunu söyleyerek bu muameleyi güzel gösterebilirler. Veya sanatkârane bir şekilde işlenmiş olan bir altın parçasının kendi ağır­lığının iki misli işlenmemiş altına bedel olduğunu söyleyerek muameleyi güzel gösterebilirler.

Açıkça görüldüğü gibi bu muamelede insanlar aldatılmakta ve zara­ra uğratılmaktadır. Bu muamelenin haram olduğuna şu hadîs-i şerîf delâ­let etmektedir:

"Altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, hurmayı hurmayla, tuzu tuzla, misli misline, dengi dengine, el be el (satın). Bu (malların) cinsler(i) değişik olursa, el be el (peşin) olunca dilediği­niz gibi Satin.[11]

Bu hadîs-i şerîf, anılan cinsteki malların, fazlasıyla beraber kendi cins­lerinden bir malla satılmasının (takas edilmesinin) caiz olmadığına delâ­let etmektedir. Bu alış-verişte, akdi yapan taraflardan her birinin, alacağı malı gecikmesiz ve peşin olarak alması gerekir. Vadeli olunca caiz olmaz. Meselâ bir altın lirayı, bir altın lira ve on kuruş karşılığında satmak, ne el be el, ne de vadeli olarak sahih olmaz. Yine aynı şekilde on miskal ağırlı­ğındaki altın parçasını, oniki miskal ağırlığındaki altın parçası karşılığında satmak sahih değildir. Buğday, arpa ve anılan diğer sınıf malların da bu şekildeki satışları sahih olmaz. Bu tür alış-veriş, özellikle altın ve gümüş­te yasaklanmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) bununla ilgili olarak buyurmuşlardır ki:

Misli misline olmadıkça altını altınla satmayın. Bir miktarını da bir miktarı üzerine fazlalaştırmayın. Misli misline olmadıkça gümüşü gümüş­le satmayın. Bir miktarını da bir miktarı üzerine fazlalaştırmayın. Bunlar­dan hazırda bulunanı, gâib (bilâhare verilecek) olanla satmayın.[12]

Malların cinsleri değişik olursa, değerinden fazlasına veya eksiğine satılması veya satın alınması sahih olur. Sözgelimi değeri kırkbeş bin lira olan bir altını, kırk bin veya elli bin liraya satmak veya satın almak sahih­tir. Nitekim değeri kırkbeş bin lira tutan bir altını, daha eksiğine bozdur­mak da sahihtir. Buna, "sarf" denir. Ki iki tarafın da karşılıklı olarak alacakları malları aynı anda teslim almaları şarttır. Bir altın lirayı gümüşle bozdurmak, aynı mecliste el be el olmadıkça sahih olmaz. Sözgelimi bir altın lirayı yüz gümüş kuruşla bozduran kişi İlk anda doksan gümüş kuru­şu alır da, on gümüş kuruşu ileriki bir zamanda alacak olursa, alış-veriş haram olur. Nitekim bu husus, sarf bahsinde de genişçe açıklanacaktır.

Yiyecek maddelerinde yani buğday, arpa ve hadîs-i şerifte anılan di­ğer yiyecek maddelerinde de aynı şart gereklidir. Onların da karşılıklı değiş tokuşlarında iki tarafın, mallarını el be el teslim almaları şarttır.

Tabiî değiştirilen malların ikisi de yiyecek maddesi olursa... Örneğin buğdayla pirincin değiştirilmesi gibi. Ama değiştirilen malların ikisinden biri yiye­cek maddesi, diğeri para ise, bu alış-verişte bedellerden birinin bilâhare

teslim alınması hâlinde de satış akdi sahih olur. Bu alış-verişte yiyecek maddesi "satın alınan mal" da olsa, meselâ vadeli olarak bir kile buğda­yın beş bin liraya alınması gibi; yiyecek maddesi, satın alman malın be­deli de olsa, aynı hüküm sözkonusudur. Meselâ falan tarihte teslim edilmesi şartıyla beş kile buğday karşılığında beş altın satın almak gibi.

 

(157) Hanefller dediler ki: altın ve gümüş satışlarında tarafların, malla­rını aynı anda el be et teslim almaları şart değildir. Bu malların yalnızca be­lirlenmeleri şarttır. Nitekim bu husus, sarf bahsinde genişçe açıklanacaktır.

 

Kendilerinde Ribânın Haram Olduğu Şeyler

 

Bilindiği gibi nesîe ribâsı, bir cins malın bir kısmıyla veya teslim al­manın geciktirilmesi karşılığında fazla olarak başka bir cins malla satıl­masıdır. Örneğin şu anda hazır bulunan bir kile buğdayı, iki ay sonra ödenecek bir buçuk kile buğday karşılığında satmak veya şu anda hazır bulunan yirmi bin lirayı, bir sene sonra ödenecek yirmibeşbin lira karşılı­ğında satmak gibi. Vejyahut şu anda hazır bulunan bir kile buğdayı, altı ay sonra ödenecek iki kile darı karşılığında satmak gibi. Çünkü darı ile buğday her ne kadar ayrı cins mallardan iseler de, bunların karşılığında satıcıyla müşterinin teslim ve tesellümlerinin aynı anda olması ve ödeme­nin geciktirilmemesi şarttır. Aksi takdirde ribâ olur.  

Durum böyle olunca satılan her cins mala ribâ girer mi? Yoksa ribâ, hadîs-i şerifte anılan buğday, arpa, altın, gümüş, hurma ve tuz gibi belli cins mallara mı girecektir. Hadîs-i şerîfte anılanlara kıyaslama yaparak ri-bânın, bu sayılan cinsler dışındaki mallara da gireceği hususunda dört mezheb imamı arasında ihtilâf yoktur. Yalnız imamlar, anılan eşyalar ara­sındaki fazlalığı haram kılmanın illeti hususunda ihtilâf etmişlerdir ki, bu illetin bulunması durumunda diğerleri de buna kıyaslanabilsin. Nitekim bu, sayfanın alt tarafında detaylı biçimde açıklanmıştır.

Şu da var ki; Zahirîler ribâyı, hadîs-i şerîfte anılan eşyalara mahsus kılmışlardır.

 

(158) HANBELÎLER dediler ki: Aynı cins malların değiştirilmesinde faz­lalığın haram oluşunun illeti, ölçek ve tartıdır. Ölçek ve tartıyla satılan her çeşit mala ribâ girer. Satılan bu tür mallar arasındaki fazlalık, bir hurmanın iki hurma karşılığında satılması gibi, ölçeğe gelmeyecek kadar az da olsa; ister pirinç kadar altının (yarım pirinç tanesi kadar altınla) satılması gibi tartıya gelmeyecek kadar az da olsa; darıyla pirinç gibi yenen bir şey olsa veya pa­muk tohumu, keten tohumu, ipek, demir, kurşun ve bakır gibi yenmeyen bir şey de olsa, aynı hükme tâbidir. Ölçeklenmeyen ve tartılmayan, meselâ sayı ile satılan şeylerde ribâ cereyan etmez. Örneğin bir yumurtanın iki yu­murtayla, bir bıçağın iki bıçakla satılması, aynı cinsten olmalarına rağmen sahihtir. Çünkü bunların nitelikleri farklıdır. Bir rivayete göre bu tür malla­rın da birbirlerinden fazla olarak mübadele edilmelerinin mekruh olduğu söy­lenmiştir.

Hanefîler dediler ki: Aynı cins malların değiştirilmesindeki fazlalı­ğın haram oluşunun illeti, Hanbelîlerin de dedikleri gibi ölçek ve tartıdır. Yalnız Hanefîler demişlerdir ki: Yiyecek maddelerinde ribânın gerçekleşece­ği miktar, yarım sa' (1,667 kg) veya daha fazlasıdır. Aynı cinsten yiyecek maddeleri yarım sa'dan az olursa, biribirlerinden fazla miktarda değiştiril-seler de akid sahih olur. Meselâ bir avuç buğdayı el be el veya vadeli olarak iki avuç buğdayla satın almak caiz olur. Hülâsa, yarım sa'a varıncaya ka­dar, yiyecek maddelerinin değiştirilmelerinde biri diğerinden fazla olsa da satış akdi sahih olur. Sözgelimi bir hurmayı, iki hurma karşılığında satmak sahihtir. Çünkü hurma, ölçekle satılır. Yarım sa'dan az olan yiyecek mad­delerine ribâ girmez. Meşhur olan görüş budur.

Tartılan mallarda ribânın cereyan edeceği miktara gelince bu, altın ve gümüş için bir buğday tanesi kadar olan ağırlıktır. Yiyecek maddeleri için de bir veya iki elma kadar olan miktardır. Sözgelimi bîr elmayı iki elma kar­şılığında satmak sahih olur. Yalnız bu satış akdinin sahih olması için, her iki bedelin de belirtilmesi şarttır. Meselâ satıcı, "belirli olan bu elmayı, şu iki elma karşılığında sana sattım" demelidir. Nitekim bu husus, ileride açık­lanacaktır. Bir nesne yenilsin veya yenilmesin, kendisinde bu illetin tahak­kuk ettiği şeylerde ribâ cereyan eder. Hadîs-i şerîfte anılan buğday ve arpaya; dan, sütleğen, pirinç, kireç, susam gibi ölçekle satılan şeyler de kıyaslanır. Yine hadîs-i şerîfte anılan altın ve gümüşe, kurşun ve bakır gibi tartıyla satı­lan eşyalar da kıyaslanır. Sayı ve metreyle satılıp da ölçek ve tartıyla satıl­mayan şeylerde ribây-ı fazl cereyan etmez. Meselâ bir metre kumaşı aynı cinsten İki metre kumaş karşılığında satmak, açıklaması gelecek olan kab-zetme şartıyla caiz olur. Aynı şekilde bir yumurtayı iki yumurta karşılığın­da, bir karpuzu iki karpuz karşılığında satmak da caizdir. Bunun caiz oluşunun formülü şudur: Satılan mal, kendisi karşılığında ödenen bedelle aynı cins olursa (meselâ, buğdayın buğdayla ve arpanın arpayla satılmasın­da olduğu gibi); ölçek veya tartıyla satılır ve satılan maldan veya bedelinden birinde diğerine nisbetle bir fazlalık olursa; bu fazlalık herhangi bir vâdeyle olsa da olmasa da satış akdi sahih olmaz. Bunda ribây-ı fazl ve ribây-ı nesîe haram kılınmıştır. Bu da buğday, arpa, altın ve benzeri ölçek, ya da tartıyla satılan mallar gibidir. Çünkü bunlarda ölçek veya tartı şeklinde miktar ile cins tahakkuk etmiştir. Ama cins veya miktardan sâdece birinin bulunduğu malda ribây-ı fazl cereyan etmez. Ancak bu gibi mallarda ribây-ı nesîe ha­ram olur. Miktarın değil de sâdece cinsin tahakkuk ettiğine örnek; yumurta­nın yumurtayla, karpuzun karpuzla ve bunlara benzer sayıyla satılan şeylerin satış ve takasıdır. Metreyle satılan kumaş ve benzeri şeyler de bu hükme ta­bidirler. Bu gibi şeylerde cins birliği vardır. Ama miktar birliği yoktur. Ta­biî, bunların ölçek veya tartıyla satılmalarını kastediyorum. Cins birliği olmaksızın miktar birliğinin tahakkuk etmesine gelince; buna örnek olarak buğday ve arpayı gösterebiliriz. Bu ikisi ayrı cinsten olmakla birlikte ölçekle

satılırlar. Bunda ribây-i nesîe haramdır. Ribây-ı nesîe, iki maldan birini, bir süre sonra daha fazlasını alma koşuluyla diğeri ile takas etmektir. Ayrı cins­ten olanlar arasında ribây-ı fazl haram değildir. Bu, teslim alma şartıyla bir malı, başka cinsten bir malla fazlasına satmaktır. Ama aralarında fazlalık olmaksızın bir yiyecek maddesini kendi cinsinden olan bir yiyecek madde­siyle satmada teslim almak, şart değildir.

Şâfiîler dediler ki: Hadîs-i şerîfte anılan eşyalar iki kısma ayrılmak­tadırlar:

1-  Nakidler: Bu, altın ve gümüştür.

2- Yiyecekler: Bunlar, çoğunlukla insan için yemek olması kastedilen şeydir. Yani Cenâb-ı Allah'ın, bunu kendilerine ilham ederek insanlar için yemek olması maksadıyla yaratmış olduğu şeydir. Başka varlıklar bu eşya­larda insanlara ortak olsalar bile, bu böyledir. Meselâ baklanın, hem insan ve hayvanların yediği bir yiyecek olması gibi.

Kendisinde paralık ve yemeklik niteliği bulunan her şeye ribâ girer. Pa­ra olarak kullanılan şeyin cüneyh ve riyal gibi darphanede damgalanmış ol­masıyla, hülyet ve külçe altın gibi damgalanmamış olması arasında bir fark yoktur. Örneğin peşin veya vadeli iki cüneyhi, üç cüneyh karşılığında satın almak sahih olmaz. Aynı şekilde on miskal ağırlığındaki bir altın parçasını, onüç miskal ağırlığındaki bir altın parçasıyla satın almak da, sarf bahsinde ele alınacağı gibi, sahih olmaz. Ticâret mallarına gelince; bunları, biribirin-den fazlası ile satmak sahih olur. Çünkü bunlar nakid niteliğini taşımamak­tadırlar. Anılan haramlık illeti bunlarda gerçekleşmemektedir.

Yiyeceklere gelince bunlar, hadîs-i şerifte anılan üç durumu kapsarlar:

1- Bunlar arpa ve buğday gibi azık için olurlar. Bunlardan maksat, kişi­nin günlük yaşamını sürdürmesi için gidalanmasıdır. Arpa ve buğday anla­mında olan pirinç, darı, nohut ve acı bakla da bu gruba girerler. Tatlı suyun bu grupta ele alınıp alınmayacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Kimilerine göre bu, azıklar grubuna girer. Çünkü beden için zaruridir. Tatlı suyun yiyecek­lerden sayıldığına şu âyet-i kerîmede de şâhid olmaktayız:

"Ve kim onu tadmazsa o bendendir." (Bakara: 249). Kimilerine göre tatlı su, bedeni ıslâh edici olduğundan ötürü, ileride an­latılacak olan tedaviye mülhak olur.

2- Bunlar, meyve yemek için olurlar. Hadîs-i şerifte hurmadan söz edil­miştir. Ama kuru üzüm ve incir de bu grupta mütâlâa edilebilir.

3- Bunlar, yiyecekleri ve bedeni ıslâh etmek için olurlar. Hadîs-i şerifte tuzdan söz edilmiştir. Ama sinameki ve aynı cinsten olup ilâç için kullanılan otlarla ağaç yapraklan da bu grupta mütalaa edilebilirler. Kuru fesleğen de bunlardandır. Bu, ilâç olarak kullanılır. Ama taze fesleğen böyle olmayıp ribâ ile ilgili değildir. Yukarıda "yemek olması kastedilerek yaratılmış olan şeydir" demekle, deri ve kemik gibi her ne kadar yenilse de yemek maksa­dıyla yaratılmış olmayan şeyler, tanım kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Yine bu kaydı koymakla ot, saman ve çekirdek gibi, sırf hayvanlara özgü yiye­cekler de kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bunlar da ribâ ile ilgili değildir. Bundan da anlaşılıyor ki Şâfiîler, kendisinde yiyecek olma niteliği bu­lunan ve para olmaya elverişli olan şeyleri, hadîs-i şerifte anılan altı şeye kı-yaslamişlardır. Bu kıyasın illeti, yemeklik ve paralıktır. Alçı gibi yemeklik vasfı olmayan bir şeyi, kendi cinsinden bir alçı ile, biri diğerinden fazla ola­rak bîr ticâret eşyası gibi satmak sahih olur.

Mâlikîler dediler ki: Altın ve gümüşün kendi cinsleriyle alınıp sa­tılmalarında aradaki fazlalığın haram oluşunun illeti, nakitliktir. Yiyecekte­ki fazlalığın haram oluşunun illeti, ribây-ı fazi ile ribây-ı nesîe'ye göre değişir. Ribây-ı nesîe'deki haramlığm illeti, tedavi şeklinden ayrı olarak sırf yemek olmaktan İbarettir. İnsana özgü bir yiyecek şeydeki ribây-ı nesîe de haram olur. Bu yiyecek biriktirip saklamaya veya günlük azık olarak yenilmeye el­verişli olsa da, olmasa da hüküm aynıdır. Bu da salatalık, karpuz, limon, portakal, turunç, marul, pırasa, havuç, şalgam ve lahana gibi yeşilliklerdir. Elma ve muz gibi meyveler de bu grupta mütâlâa edilebilirler. Bütün bu sa­yılan yiyecek maddelerine ribây-ı fazl değil de ribây-ı nesîe girer. Bu sayılan­lardan her birini gerek kendi cinsinden, gerek başka cinsten olan bir yiyecekle, biri diğerinden fazla olarak alıp satmak sahihtir. Ancak her iki tarafın da, alacakları malları akid meclisinde teslim almaları şarttır. Ama bu şekildeki satışta araya vâde konulması yasaktır. Tarafların akid yaptıkları yerde tes­lim almaları şartıyla bir batman elmayı iki batman elma karşılığında satmak sahihtir. Aynı şekilde tarafların, akid yaptıkları yerde teslim almaları şartıy­la biri diğerinden fazla olarak havucu marul ile satmak da sahih olur.

Ribây-ı fazlın haram oluşunun illeti iki şeydir:

1- Yiyecek şey, muktat olur. Muktat, insanın bünyesini ayakta tutmak için çoğunlukla onunla azıklandığı şeydir. Yani insanın başka bir şey yeme­yip sırf onu yemekle de olsa yaşamını sürdürebilmesidir.

2- Yiyecek şey, biriktirip saklamaya elverişli olur. Bu da yiyeceğin, mez­hebin zahir görüşüne göre süresiz olarak bekletilmekle birlikte bozulmaksı­zın kalması demektir. Bununla da, biriktirip saklamaya elverişli olan yiyecek, altı ay süreyle bozulmaksızın bekletilebilen yiyecektir diyenlere muhalefet edil­miş olmaktadır. En sağlamı, bunda örfe başvurmaktır. Örfün, biriktirip sak­lamaya  elverişlidir  dediği  şey,  biriktirip  saklamaya elverişli  demektir. Kendisinde bu illet bulunan her yiyecek maddesinde ribây-ı fazl haram ol­duğu gibi, ribây-ı nesîe de öncelikle haram olur.

Haramlık illetinin iktiyat ve iddihar ile açıklanması, bu mezhebin mû-temed görüşüdür. Anılan illeti açıklamaya ilişkin bir "takım görüşler daha vardır ki, bunların en meşhuruna göre illeti açıklamada, iktiyat ve iddihara üçüncü bir kayıt daha eklenmelidir ki bu, yiyeceğin, çoğunlukla insan geçi­mi için alınmış olmasıdır. Bu kaydı koymakla da yumurta ve zeytinyağı kap­sam dışında kalmış oldu. Çünkü bunlar çoğunlukla insan geçimi için alınmazlar. Dolayısıyla bunlarda ribâ (fazlalık) yasak değildir. Bilindiği gibi bu mezhebin mûtemed olan görüşü, birinci tarzdaki açıklamadır. Doğrusu şu ki, yumurtayla zeytinyağına ribâ girer. Çünkü bunlar, günlük azık ola­rak yenilirve saklayıp biriktirmeğe de elverişlidirler.

 

Tahılların Kendi Cinsleri Ve Başka Cins Şeylerle Satılmaları

 

Önceki sayfalarda geçen hadîste anılan altı sınıftan olmak üzere buğ­dayın buğdayla, arpanın arpayla satılması da vardır. Bilindiği gibi mez-heb imamları haramlık illetindeki farklı görüş açılarına göre, bu iki türe diğer tahıl türlerini de kıyaslamışlardır. Hadîste de belirtildiği gibi misli mis­line ve el be el olmadıkça buğdayın buğdayla ve aynı şekilde arpanın arpay­la satılması sahih olmaz. Ancak buğday ve arpanın, el be el olduktan sonra farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olur.

Aliş-veriş mecli­sinde karşılıklı ve tesellüm koşuluyla bir kile buğdayın iki kile arpa karşılı­ğında satılması sahih olur. Darı, pirinç, bakla, nohut, acı bakla, mısır, yonca tohumu sütleğen culban, keçi boynuzu ve ölçekle satılan diğer bütün tahıl türleri de buna kıyaslanır. Misli misline olmadıkça bunların biribirleriyle satılmaları sahih olmaz. El be el olduktan sonra başka bir cins tahılla farklı miktarlarda satılmaları sahih olur.

Unun tahıl veya ekmekle satılmasına ve bununla ilgili şeylere gelin­ce, mezheblerin bu hususta tafsilâtlı açıklamaları vardır.

Cinslerin aynı ve ayrı olmaları, mezheblerde mufassal olarak anlatı­lan bazı şeylerle bilinir.

Ölçek ve tartı ile satılan şeyler, müslümanların Peygamber (s.a.v.) za­manındaki âdetleriyle bilinir. Mezheblerİn buna ilişkin tafsilâtı aşağıya alın­mıştır.

 

(159) Mâlikîler dediler ki: Arpa ve buğday, aynı şekilde peygamber arpası aynı cinsdirler. Bu üçü arasında fark yoktur. Çünkü cins birliğinde ölçü, bun­ların sağladıkları menfaatin aynı veya biribirine yakın olmasıdır.

Buğday ve arpa çeşitleri birbirine yakındır. Çünkü bundan maksat azıktır ki, o da, her ne kadar tad ve kalite bakımından farklı da olsa elde edilmek­tedir. Bu üç şeyin el be el ve misli misline olmadıkça biribirleriyle satılması sahih olmaz. Mâlikîlerce tercihe şayan olan görüş budur. Bazıları buğday ve arpanın ayrı iki cins olduğunu söylerler.

(160) Şafiî ve Mâlikîler dediler ki: Yonca, ribây-ı fazlın içine girdiği sı­nıflardan değildir. Zîrâ Şâfiîler nezdinde ribânın illeti taamlıktır. Ki o da, nesnenin insan için çoğunlukla gıda maddesi olmasıdır. Yonca tanesi ise böyle değildir. Mâlikîler nezdinde ribânın illeti, nesnenin (insan için) azık olmaya ve saklayıp bekletmeye elverişli olmasıdır. Yonca ise böyle değildir.

(161) Şâfiîler dediler ki: Kuru sütleğen, Hanefî ve Hanbelîlerin dedikleri gibi Öiçeklik nesnelerden olduğu için değil, fakat ilâç olarak kullanıldığı için ribây-ı fazlın kapsamına girer. Kuru sütleğen, (yemeği) ıslâh eden tuza kıyaslanmıştır. Çünkü o, bedeni ıslâh etmektedir. Taze sütleğene gelince, önce de belirtildiği gibi o, içine ribânın girdiği tahıl sınıflarından değildir.

Mâlikîler dediler ki: Yaş olsun kuru olsun, sütleğene ribâ girmez. Buna ribây-ı nesîenin girip girmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıla­rı bunun ilâç olduğunu, ribây-ı nesîenin de buna girmeyeceğini söylemişler­dir. Diğer bazılarıysa ribây-ı nesîenin buna gireceğini söylemişlerdir.

(162) Mâlikîler dediler ki: Tahıl ve un bir cinstir. Zîrâ öğütmek, bir şe­yi kendi cinsinden çıkarmaz. Çünkü öğütme, cüzleri yerinde kalmakla bir­likte, o şeyin cüzlerini biribirinden ayırmaktan ibarettir. Hamur da un ve tahılla aynı cinstendir. Zîrâ yoğurmak, bir şeyi cinsinden çıkarmaz. Aynı mik­tarda misli misline olmadıkça bunlardan birini diğeriyle satmak sahih olmaz. Eşit miktarda olurlarsa buğdayı, buğday unuyla satmak sahih olur. Eşit mik­tarda olmaları da tartıyla bilinir. Tartı ve ölçekle bilinir diyenler de olmuş­tur. Aynı şekilde un veya buğdayın, misli misline olmadıkça buğday unundan yoğurulmuş hamurla satılması da sahih olmaz. Çünkü bunlar aynı cinstir­ler. Ama cinsler ayrı olursa, meselâ darı ununu buğday tahılı karşılığında satacak olursa, alış-veriş meclisinde karşılıklı teslim ve tesellüm koşuluyla bu iki nesnenin birbirinden fazla miktarlarda birbirleri karşılığında satılma­ları sahih olur. Un ile hamur arasındaki temâsül, hamurda mevcûd olan un miktarını araştırmakla bilinir ve misliyle değiştirilir. Hamurla buğday ara­sındaki temâsül, buğday ve hamurda mevcûd olan un miktarını araştırmak­la bilinir. Ama cins muhtelif olursa; meselâ buğday ununun darıyla satılması durumunda, el be el olunca ikisi farklı miktarlarda olsalar bile alışveriş sa­hih olur.

Ekmeğe gelince bu, un, hamur ve buğdaydan ayrı bir cinstir. Çünkü ekmekçilik sanatı onu, ayrı bir cins yapmıştır. El be el olması koşuluyla farklı miktarlarda ekmekle un, buğday veya hamurun biribirleriyle satılmaları sa­hih olur. Şu da var ki ekmeğin hepsi, asılları muhtelif de olsa aynı cinstir. Buğday ekmeğinin buğday, arpa veya darı ekmeğiyle satılması, el be el ve misli misline olmadıkça sahih olmaz. Çünkü hepsi bir cinstir. Bunların mik­tarlarının farklı olması sahih değildir. Ancak pasta bundan müstesnadır. O, kendi başına bir cinstir. Çünkü ona yağ, susam, mahlep ve süt karışmıştır. El be el olduktan sonra, farklı miktarlarda diğerleriyle satılması sahih olur. Sonra ekmek, buğday gibi tek sınıftan yapılmışsa, bunda misliyet, her birin­deki un miktarını araştırmakla hesaplanır. Her ikisindeki un miktarı eşit olur­sa, ikisi birbirinin misli olurlar. Aksi takdirde hayır. Ama (iki) ekmek, buğday ve arpa gibi kendilerinde ribâ illeti bulunan iki ayrı sınıftan elde edilmişlerse misliyet, içlerindeki un miktarı araştırılmaksızın ekmeklerin tartılmasıyla he­saplanır. Akid satış ise, misliyet ekmekte şart olur. Ama akid karz (ödünç verme) ise, misliyet ekmekte şart olmaz. O zaman bunda esas, sayıdır. Kişi­nin beş ekmek ödünç alması, sonra da tartı bakımından ağır veya hafif de olsa aynı şekilde beş ekmek olarak geri ödemesi örf uyarınca sahih olur. Kom­şuların yaptıkları, ekmek ve hamuru ödünç alıp sonra tam araştırmaksizın mislini geri vermelerinde bir beis yoktur.

Tahılı ıslatmak, onu kendi cinsi dışına çıkarmaz. Ama ıslatılmış tahılı, ıslatılmamış tahılla ne farklı, ne de eşit miktarda satmak asla sahih olmaz. Çünkü denklik gerçekleşmediği için yaşın kuru ile satılması, nitekim bu se­bepten dolayı ıslatılmış şeyin ıslatılmış şeyle satılması sahih olmaz.

Hanefîler dedilerâci: Bir cins tahıldan elde edilmiş unu, kendi cinsi tahılla satmak sahih olmaz. Meselâ buğday ununu buğdayla, aynı şekilde darı ununu darıyla satmak, eşit miktarda olsun olmasın, sahih değildir. Zîrâ bu gibi şeylerde rnisillik gerçekleşmez. Un, ölçekte buğdaydan daha iyi yer­leşir. Fazlalık şüphesi, var olmakta devam eder. Bu şüphe, ancak miktar eşit­liğinin muhakkak olması koşuluyla cinsin kendi misliyle satılması durumunda ortadan kalkar. Bir cins tahıl ununun kendi cinsi olmayan tahılla satılması sahihtir. Örneğin buğday ununun arpayla satılması, el be el olunca sahih olur. Çünkü cinsleri değişiktir. Normal unun yarma ile eşit veya farklı miktarlar­da satılması da, cinsleri aynı olduğu takdirde, anılan ribâ illetinden ötürü sahih olmaz. Ama eşit ölçekte olması koşuluyla aynı cins iki unun biribirle­riyle satılmaları sahih olur. Unun kilo ile un karşılığı satılması ise caiz değil­dir. Ölçekte aynı olmaları hâlinde elenmiş unun, elenmemiş unla satılması sahihtir. Nitekim ölçekte eşit olmaları durumunda iri dövülmüş bir unu, iri dövülmüş bir unla satmak da sahihtir.

Eşit veya farklı miktarlarda ekmeğin buğdayla, buğdayın ekmekle sa­tılması sahih olur. Çünkü ekmek, ekmek oluş sıfatıyla buğdaydan ayrı bir cins hâline gelmiştir. Bunda iki nesnenin karşılıklı teslim alınmaları şart de­ğildir. Sâdece belirleme şartı vardır ki, bu da yakında açıklanacaktır. Aksi­ne peşin verilen yirmi ekmeği, bir ay sonra teslim alınacak olan bir ölçek buğday karşılığında satmak sahihtir, her ne kadar bir kile buğday, bu ek­meklerden fazla ise de... Nitekim bir irdeb (150 kg) buğdayı, birkaç gün sonra teslim alınacak yüz okka ekmek karşılığında satmak da sahihtir. Bu ikinci durumda, yani ekmeğin bilâhare teslim edilmesi durumunda akdin sahih ol­mayacağı söylenilmiştir. Ama müftâbih kavle göre bu akid sahihtir. Buğ­dayda verilen tafsilât çerçevesinde ekmeğin unla, unun da ekmekle satılması aynı şekilde sahih olur.

Ekmeğin ödünç alınması, örneğin kişinin geri vermek üzere komşusun­dan beş ekmek alması sahih olur. Ama müftâbih kavle göre bunun sahih olması için tartı şarttır. Bazıları, hem tartı, hem sayıyla caiz olacağını söyle­mişlerdir.

Islatılmış buğdayın ıslatılmış buğdayla, ıslatılmışın kuruyla; yaş hurmanın yaş hurmayla, kuru hurmanın kuru hurmayla satılması caiz olur. Kavrul­muş buğdayı kavrulmamış buğdayla satma hususunda ihtilâf vardır. Esahh kavle göre ölçek bakımından eşit olsalar bile bu satış caiz olmaz. Kavrulmu­şun kavrulmuşla satılması, miktarca eşit olmaları koşuluyla caiz olur.

Hanbelîler dediler ki: Unun, kendisinden elde edilmiş olduğu ta­hıl ile satılması, mutlak surette sahih olmaz. Buğday ununun buğdayla satıl­ması sahih olmaz. Çünkü bir cinsin, kendi bazısıyla satılması için eşitlik şarttır. Buğdayla buğday unu aynı cinstir. Ama (miktar bakımından) eşit olmaları hemen hemen imkânsızdır. Çünkü tahıl tanesinin cüzleri, öğütmekle dağı­lırlar. Aynı şekilde ekmeğin, elde edilmiş olduğu tahıl tanesiyle satılması, ni­tekim tartıyla da olsa ekmeğin, elde edilmiş olduğu tahılın unuyla satılması da sahih olmaz. Islak buğdayın kuruyla satılması sahih olmaz. Kurutulma­dan önce yaş (firik) buğdayın kuruyla satılması da sahih olmaz. Ekmeğin ekmekle satılmasına gelince, bunların biribirlerine miktarca eşit olmaları du­rumunda sahih olur. Biri diğerinden fazla olursa, sahih olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Cinsin kendi bazısıyla satılabilmesi için üç şart gereklidir:

1- Peşin olması. Vadeli satılması sahih olmaz. Çok kısa bir süre için ol­sa bile veresiye olması şart koşulursa sahih olmaz.

2- Mecliste hakiki teslim-tesellüm. Yani alış-veriş meclisinde satıcının bedeli, müşterinin de satın aldığı şeyi teslim almaları. Aynı mecliste teslim alınsa bile bunda havalenin bir faydası olmaz.

3- Yakîni mümâselet.Satılan ve satın alman nesnelerin emsal olduğu­nun kesin olarak bilinmesi. Bundan şüphe edilirse, alışveriş sahih olmaz. Aynı cinsten şeylerin biribirleriyle satılmalarına gelince, bunda sâdece peşin olma ve karşılıklı teslim tesellüm şarttır. Sarf bahsinde de anlatılacağı gibi bunda emsâllik şartı aranmaz.

Bununla sana açıklanmış oluyor ki, unun kendi cinsiyle satılması, me­selâ buğday ununun buğday unuyla satılması, unda meydana gelebilecek in­celik ve yumuşaklık nedeniyle yakînî mümâseletin imkânsızlığından ötürü sahih olmaz. Çünkü iki bedelden biri diğerinden daha yumuşak olduğu için ölçekte yerleşmeyebilir. Ekmeğin buğday tanesi ve buğday unuyla satılması sahih olmadığı gibi, buğday ununun buğday tanesiyle satılması da sahih ol­maz. Bir cins tahıldan elde edilen ekmeğin o tahılın bazısıyla satılması da aynı şekilde sahih olmaz. Ateşin ikisinden birisine daha fazla tesir etmiş ol­ması nedeniyle aralarında kesin mümâseletin gerçekleşmesi mümkün olma­dığı için buğday ekmeğinin yine buğday ekmeğiyle satılması da sahih olmaz. Ama sözgelimi buğday ekmeğinin arpa ekmeğiyle satılması, ayrı cinsten ol­maları sebebiyle caizdir. Bunların bazısının bazısıyla satılabilmesi için, ke-sİn mümâselet şart değildir.

Buğday ununun darı veya arpa unuyla satılması, cinsleri ayrı olduğu için sahih olur. Cinsleri ayrı olduğunda diğer neviler de böyledir. Bilindiği gibi ayrı cinslerde misillik şartı aranmaz. İri dövülmüş bakla da un gibidir. Bu­nun bazısının bazısıyla satılması caiz olmaz. İri dövülmüş mercimek de böy­ledir. Künefe ve şehriye de ekmek gibidir. Gerçek mümâselet imkânsız olduğu için bu cinslerden birini kendisinin bazısıyla satmak sahih olmaz. Başka bir cinsle satılmalarına gelince, diğer iki şart gerçekleştiğinde alışveriş sahih olur. O iki şart ta hulul ve alışveriş meclisinde karşılıklı teslim tesellümdür.

(163) Hanefîler dediler ki: cins ayrılığı üç şeyle bilinir:

1- Asıl ayrılığı. Buntifî misâli, kalitesiz hurmadan elde edilen sirke ile  buna dakal denir tarda talaşından elde edilen sirkedir. Bunların her ikisi de sirke olmakla birlikte, elde edilmiş oldukları nesneler muhteliftir. Şu hal­de bu sirkeler, iki ayrı cinstirler". Aynı şekilde sığır etiyle kuzu eti, her ne ka­dar bunların ikisine de et ddniliyorsa, yine cinsleri muhteliftir.

2- Satılan şeylerden beklenen maksatların farklı olması. Koyun yünüy-le keçi kılı gibi. Keçi kılının kullanım amacı, koyun yününün kullanım ama­cından farklıdır. Şu halde bunlar, iki ayrı cinstir. Ama etleri aynı cinstir. Çünkü bunlara hep "davar" denir. Sütleri de etleri gibi bir cinstir.

3- Buğdaya nisbetle ekmekte olduğu gibi, iş ve emek fazlalığı. Buğday­la ekmek, ekmek yapmada meydana gelen iş nedeniyle sıfatlarında değişme olduğu için iki ayrı cinstirler. Bununla arpa ve buğdayın iki değişik cins ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü bunlardan her biri, diğerinden ayrı olarak kendi başına var olan birer asıldırlar. Kaldı ki bunların kullanım amaçları da farkıldır. Çünkü buğday, ekmek olmanın yanısıra bazan pasta, kü­nefe ve fatİr yapmak için de taleb edilir. Oysa ki arpa, bu gibi şeylerin yapı­mına elverişli değildir.

Hanbelîler dediler ki: Aynı ad altında toplandıktan sonra kulla­nım amaçları aynı da olsa, ayrı da olsa, iki veya daha çok şey bir cinstir. Birincinin (kullanım amaçları aynı olanların) örneği buğdaydır. Buğdayın Hindî, Saidî, Ba'lî, Buhayrî ve Avusturalî gibi nevileri vardır. Bu nevilerin tümü buğday adı altında toplanmaktadır ve hepsi aynı cinstir. Tuz da böyle­dir, onun da reşidi, münzelavî ve dimyatı gibi nevileri vardır. Ama hepsi tuz adı altında toplanmaktadırlar. Hepsi bir cinstirler. Her ne kadar birini diğe­rinden ayıran özellikleri varsa da buğdayla tuzun kullanım amaçları şüphe­siz ki değişik değildir.

İkincinin kullanım amaçlan farklı olanların örneğine gelince susam yağını gösterebiliriz. Meselâ susam yağının bazısına yasemin yağı, diğer ba­zısına gülyağı, diğer bazısına da menekşe yağı katılırsa; bu, kullanım amacı farklı ama aslı aynı olan muhtelif bir ıtır olur. Bu bir cinstir. Bunu yasemin, menekşe ve gül haline getiren, kendisine katılan kokulardır. Bunlar, onu tek cins olmaktan çıkarmaz. O cins de susam yağıdır.

Mâlikîler dediler ki: Cins birliği, menfaatlerin eşit veya biribirleri-ne yakın olmalarıyla bilinir. Her ne kadar reşidi, münzelavî ve dimyatı gibi nevilere ayrılırsa da, tuzun bütün nevîlerinin menfaati aynıdır ve o da yeme­ği ıslâh etmektir. Buğday da her ne kadar hindî ve mısrî gibi nevîlere de ay­rılsa bütün nevîlerinin menfaati aynıdır. Arpa ve buğdaya gelince bunların menfaatleri birbirine yakındır ki o da bu iki nesne ile insanın azıklanır olmalarıdır.

Cins, kendisinden elde edilmiş olduğu aslın değişik olmasıyla değişik olur. Tabiî eğer ondan kastedilen amaç aynı değilse... Meselâ muhtelif sınıf mad­delerden elde edilen sirkeden kastedilen amaç birdir, o da ekşiliktir. Ekşilik de hem ağaç talaşından elde edilen sirkede, hem de hurmadan elde edilen sirkede mevcûddur. Şu halde sirke, bir cins olmaktadır. Ama kendilerinden kastedilen amaç değişik ise, o zaman değişik cinsler olurlar. Örneğin susam­dan, buy tohumundan, marul tohumundan ve pamuk tohumundan sıkılan yağlar gibi. Bunlar muhtelif cinsler sayılırlar. Bunların el be el olduktan sonra farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olur. Çünkü yağ her ne ka­dar aynı ise de kullanım amacı ve de aslı muhteliftir. Şeker kamışından, pan­cardan ve bal arısından elde edilen bal da yağ gibidir. Bal ve şekere gelince bunlar iki ayrı cinstirler. Bunun açıklaması, yakında ilgili bahiste gelecektir.

Şafiîler dediler ki: İki yiyecek maddesi arasındaki cins birliği, ikisi­nin hakikî bir iştirâkla müşterek oldukları özel bir isimlerinin bulunmasıdır. Yani Hind buğdayı, Avusturalya buğdayı gibi hakikatlerinin bir olmasıdır. Bunlar, hakiki bir iştirâkla müştereken buğday ismini almaktadırlar. Ama isim, buğdaya nisbetle tahıl gibi genel bir isim olursa, o zaman aynı cins ol­maz. Zîrâ tahıl ismi darı ve diğer sınıfları da kapsar. Aynı şekilde tahıl keli­mesine lafzî iştirak ile katılan şeyleri de kapsar. Örneğin yeşil battih (karpuz) ve sarı battih (kavun) nevîleri için battih kelimesinin isim olarak kullanılma­sı gibi. Bu iştirak, lafzîdir. Bunlar, hakikatleri muhtelif olduğu için İki ayrı cinstirler.

(164) Şafiîler dediler ki: Ölçekle satılan şeylerde muteber olan, Hicâzh-ların adetidir. Hicâzlılar, Mekke, Medine, Yemâme ile buralara bağlı Tâif, Cidde, Hayber ve Yenbu gibi kasaba sakinleridir. Diğer insanlar bilâhare tartı veya sayı ile satmış olsalar da, Hicâzlıların ölçekle satmış oldukları şey­ler, ölcekliktirler. Rasûlullah (s.a.v.) zamanında ölçeklenen şeylerin ölçü ve ayarı, ölçektir. Bilâhare başka ölçeklerle ölçeklenseler bile bu hüküm değişmez. Yine o zaman tartılan şeylerin ölçü ve ayarı, bilâhare insanlar bu âdeti değiştirmiş olsalar bile, tartıdır. Peygamber (s.a.v.) zamanında bilinmeyen veya Hicaz mıntıkası dışında kullanılan veyahut Hicaz'da kullanılıp da ba-zan ölçeklenen bazan da tartılan şeylere gelince, satılan şey cirim bakımın­dan normal hurma tanesinden büyükse, onun Ölçüsü tartı olur. Ceviz ve yumurta gibi. Çünkü o zaman Hicaz'da hurmadan iri şeyler için ölçek kul­lanılmazdı. Ama satılan şey hurmayla eşit irilikte veya ondan daha ufaksa, onun için satış esnasında yörenin âdeti geçerli olur. Badem, fındık, fıstık gibi.

Bununla da öğrenmiş oluyoruz ^ölçeklik şeyler, tartıyla biribirleriyle satılamaz (mübadele edilemez) lar. Tartıhk şeyler de, ölçekle biribirleriyle satılamaz (mübadele edilemez) lar. Ölçekle satılan şeyler, ölçek bakımından biribirlerine eşit olduklarında, tartılarının biribirlerinden farklı olmasının bir sakıncası olmaz. Aynı şekilde tartı ile satılan şeyler, tartı bakımından biri­birlerine eşit olduklarında ölçeklerinin biribirlerinden farklı olmasının bir sa­kıncası olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Tartıyla satılan şeylerde muteber olan, Pey­gamber (s.a.v.) zamanındaki Mekkelilerin örfüdür. Onların tartıyla satmakta oldukları şeyler, bilâhare insanlar tarafından değiştirilmiş te olsa tartılıktır. Ölçekle satılan şeylerde muteber olan, Medîne ahâlisinin örfüdür. Zîrâ Abdülmelik İbn Umeyr, Peygamber (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir:

"Ölçek, Medîne ölçeğidir, mîzan da Mekke mizanıdır.[13]

Şu halde Rasûlullah (s.a.v.) zamanında Medine'de ölçekle satılan şey­leri aynı cinsten oldukları takdirde farklı ölçeklerle biribirleriyle satmak haramdır. Tartıyla satılan şeyler de bu hükme tâbidir. O zamanlar bilinme­yen şeylerde ise muteber olan, bu şeylerin satılmakta oldukları yörenin ör­füdür. Hadîs-i şerif, altınla gümüşün tartıyla, arpayla hurmanın da ölçekle satıldıklarını açıklamaktadır. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:

Altın altın ile, tartısı tartısına; arpa arpayla iki müddü iki müd ile, hur­ma hurmayla iki müddü iki müd ile (satılır). Kim arttırır veya fazla alırsa ribâ yapmiş Olur.[14]

Bununla, arpa, un ve diğer tahıllar, kireç, alçı, aynı şekilde hurma çağlası, taze hurma ve diğer hurma çeşitleri, kuru üzüm de böyledir fıstık, fındık, badem, innap, kuru kayısı, zeytin, tuz ölçekle satılan şeylerdendir­ler. Süt, zeytinyağı, sirke, tereyağı, diğer yağlar ve bal gibi sıvılar da böyle­dir. Bazıları balı, tartıyla satılan şeylerden saymışlardır. Bu saydıklarımızın tümü, her ne kadar insanlar bunları tartı veya sayı ile satmayı örf hâline ge-tirmişlerse de, ölçekle satılan şeylerdir..

Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, civa, keten, pamuk, ipek, ibrişim, yün, yapağı eğrilmiş olsun olmasın, inci, cam, ilâç olarak yenilen kiler­meni, et, iç yağı, mum, safran, aspur, alaçehre, peynir, üzüm ve kaymak, tartıyla satılan şeylerdendirler. Ekmek de öyle. Ancak ufalanıp incecik par­çalar hâline gelmişse, ölçekle satılır. Bazıları yağın tartıyla satılmasının mu­bah olacağını söylemişlerdir. Tartı veya ölçekle satılmayan şeylere gelince, örnek olarak şunları sayabiliriz: Kumaş, hayvan, ceviz, yumurta, nar, acur, salatalık, diğer yeşillikler, baklalar, elma, armut, ayva, şeftali ve bütün meyveler.

Hanefîler dediler ki: Ölçeklik ve tartılık şeylerde ihtilâf edilmiştir. Bazıları bu hususta esas olarak örfün kabul edileceğini söylemişlerdir. İn­sanlar bir şeyi ölçekle satmayı örf hâline getirirlerse, o şey ölçeklik olur. Bir şeyi de tartıyla satmayı örf hâline getirirlerse, o şey tartılık olur. Şeriat ko­yucu onun ölçeklik ve tartılık olmasına dâir bir nass koysa da, koymasa da bu hüküm böyledir. Şeriat koyucu hadîste anılan gıda maddesi çeşitlerinin Ölçeklik olduklarını nassla belirtmiştir. Çünkü o zamanın Örfüne göre altın ve gümüş tartılık şeylerdendiler. İnsanlar bunu değiştirerek gıda maddeleri­ni tartıyla, altın ve gümüşü de sayıyla satsalardı, şeriat koyucu bunu mute­ber kabul edecek; gıda maddelerini tartılık, altını da sayılık şeyler olarak kabul edecekti. Bazıları derler ki: Ölçeklik ve tartılık şeyleri bilmede esas, şeriat koyucunun nassıdir. Ölçek olarak biribirlerinden fazla olmalarım haram kıl­dığı şeyler, insanlar tarafından ölçekten başka şeylerle satıisalar dahi devamlı ölçeklik olurlar. Buğday, arpa, hurma ve tuz gibi. Tartı olarak biribirlerin­den fazla olmalarını haram kıldığı şeyler, tartılık olurlar. Altın ve gümüş gi­bi müslümanların asr-ı saadetteki âdetleri de peygamberin nassı gibidir. Hakkında nass bulunmayan ve asr-ı saadette durumu bilinmeyen şeylere ge­lince, bunlarda ölçü, insanların örfüdür. Mezhebin meşhur görüşü, bu İkin­cisidir. Bazıları, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Konunun formülüne en yakın ve hükmü tatbik etmede en kolay olan da odur.

Dan, mısır, yonca, sütleğen gibi ölçekle satılan her şey ve insanların öl­çekle satmayı örf haline getirdikleri her sınıf tahıl, ki bunları tartıyla sat­mayı örf haline getirdiklerinde bunlar tartılık olurlar hadîste anılan buğday ve arpaya kıyaslanırlar. Üzüm, elma, incir, kuru üzüm, armut, ceviz, ba­dem gibi tartıyla satılan şeyler, hurma üzerine kıyaslanırlar.

Mâlikîler dediler ki: İçine ribâ giren cinsin bazısının bazısıyla satıl­ması, ancak şerîatte belirtilen biçimde muteber olur. O da şöyle olur: Tahıllar, ölçekle satılır. Nakidler, et, yağ, bal ve nebatî yağlar tartı ile satılırlar. Eşit miktarda olsalar bile buğdayın buğdayla tartı ile satılması caiz olmaz. Nitekim altının altınla veya yağın yağla veya balın balla ölçekle satılması da caiz olmaz. Ölçü ve tartı âletinin, müd, sa\vesak gibi şer'î ölçü ve tartılara denk olması şart değildir. Fazla veya noksan olarak şer'î ölçü ve tartılara uymasalar bile, insanlar tarafından ölçü ve tartı âleti olarak kullanılmaları âdet hâline getirilmiş olalı, âletleri kullanmak da yeterli olur.

Soğan, sarımsak, tuz ve baharatta olduğu gibi şerîatte, şu ölçekle, şu da tartıyla satılacak diye hakkında bir hüküm bulunmayan şeylerde misil-lik, tartıyla olsun ölçekle olsun miktarını bilmede insanların örfüne göre mu­teber olur.

İnsanların âdeti bir şeyi ölçek veya tartıyla satmak olduğunda, bir şeyi tartması, ya da ölçeklemesi imkânsız olursa; meselâ sefer hâlinde olduğu için ölçek veya tartı bulamazsa, araştırması mümkünse miktarı bilmek için gere­ken araştırmayı  yapması sahih olur.

 

 

Meyveyi Kendi Cinsiyle Satmak

 

Hadîs-i şerifin nassından da anlaşıldığı gibi hurma, içine ribâ giren sınıflardandır. Dolayısıyla onun, misli misline ve el be el olmadıkça kendi cinsiyle satılması sahih olmaz. Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilât çerçe­vesinde meyve de hurma üzerine kıyaslanır.

 

 (165) Mâlikîler dediler ki: Yaş meyvelerin tümü sebze gibidirler. Onla­ra ribây-ı fazl girmez. Çünkü onlar, saklayıp bekletmeye elverişli değildir. Kayısı, zerdali, şeftali, elma, muz, karpuz, kavun, salatalık, limon, havuç, narenciye, kulkas ve depolanıp bekletilmesi mümkün olmayan diğer meyve­lerle sebzeler gibi. Bunlardan her birini kendi cinsiyle veya başka bir cinsle, aynı miktarda veya farklı miktarda satmak, karşılıklı teslim alma koşuluyla sahih olur. Vadeli olarak farklı miktarlarda satmaya gelince, meselâ bir ay sonra alınacak on kavun karşılığında şimdi teslim etmek üzere beş kavun satmak sahih olmaz. Bilindiği gibi yiyecek maddelerinde ribây-ı nesîenin ha-ramhk İlleti, sırf gıda maddesi oluşudur. Yaşıyla kurusuyla hurmanın tümü, hadîsin nassıyla İçine ribâ giren şeylerden sayılmıştır. Zağlul hurması, semen, asyut, vahî, mağribî hurması ve diğerleri gibi türleri değişik de olsa hurma bir cinstir. İki ayrı türden olsalar bile hurmanın bazısını bazısıyla farklı mik­tarlarda satmak caiz olmaz. Sözgelimi bir rıtk zaglul hurmasını, iki rıtl se­man hurmasıyla satmak sahih olmaz. Hurmanın bazısını bazısıyla satmak, ancak misli misline ve el be el olunca sahih olur."Kuru üzüm de hurma gibi­dir. Benati ve diğerleri gibi çeşitli türleri de olsa o bir cinstir. Bunun bazısını bazısıyla farklı miktarlarda satmak sahih olmaz. Kurumadan önceki haliyle üzüm üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları onun, içine ribây-ı fazlın gireceği sınıflardan olduğunu; İzmir üzümü, Feyum üzümü, Amerikan üzümü gibi çeşitli türlere ayrılsa bile, bazısını bazısıyla farklı miktarlarda satmanın caiz olmayacağını söylemişlerdir. Bazılarıysa yaşken depolanıp bekletilmeye el­verişli olmadığı gerekçesiyle üzüme ribây-i fazlın girmeyeceğini söylemişlerdir. Yeni (mahsul) hurmayı eskisiyle satmak caiz olur, mu, olmaz mı? Bu hususta ihtilâf vardır: Bazıları bunun sahih olacağını, bazılarıysa arada denklik gerçekleşmediği için sahih olmayacağını söylemişlerdir. Taze hurmanın kendi misliyle, kurunun da kendi misliyle satılmasına gelince bu caizdir. Ceviz, ba­dem, Hama zerdalisi, Hind zerdalisi, fıstık ve fındık gibi kuru yemişlere ge­lince bunlar muhtelif cinslerdir. Kesinlikle bunlara ribây-ı fazl ve ribây-ı nesîe girer. Çünkü önce de belirtildiği gibi bunlar depolanıp bekletilebilir ve bun­lar azık olarak alınırlar.

Hanefîler dediler ki: Yukarıda anlatıldığı gibi hurmaya kıyasla tartı veya ölçekle satılan bütün meyve ve sebzelere ribâ girer. Sonra hurma ağa­cından elde edilen hurmaların bir kaç sınıfı varsa dahi hurmanın hepsi bir cinstir. Misli misline ve el be el olmadıkça bunların bazısını bazısıyla satmak sahih olmaz. Bu bakımdan hurmanın iyisiyle kötüsü aynı hükme tâbidir. Çün­kü ribâ kapsamındaki şeylerde kaliteli olup olmamak nazar-ı itibâra alın­maz. Bu, ancak öksüzün malında nazar-ı itibâra alınır. Vasî, vesayeti altındaki öksüzün kaliteli malım, aynı cinsten ama kalitesiz bir mal karşılığında satar­sa, caiz olmaz. Taze hurmayı kurusuyla satmak sahih olur. Nitekim ıslatıl­mış buğdayı kuru buğdayla satmak da sahihtir. Aynı şekilde taze hurmayı tazesiyle, kurusunu da kurusuyla satmak, evleviyetle sahih olur.

Suya konulmuş hurmayı kurusuyla satmak sahih olur. Kuru üzüm ve İncir de öyledir. Nitekim hurma ağaçlarının tümünün hurması aynı cinstir. Keza üzüm de her ne kadar çeşitli türleri varsa da bir cinstir. İzmir üzümü, Amerikan üzümü, yerli üzüm, feyum üzümü gibi. Bunların hepsi bir cinstir. Misli misline ve el be el olmadıkça bunların bazısını bazısıyla satmak sahih olmaz. Üzümün yaşını kurusu ile satmak sahih olur mu? Misli misline ve ölçekle olunca kuru üzümü yaş üzümle satmanın sahih olacağı söylenilmiş­tir. Arada denklik bulunmadığı için bu satışın sahih olmayacağını söyleyen­ler de olmuştur. İncir, zerdali, ceviz, armut ve nar gibi kuruluk durumu bulunan her meyvede aynı hal sözkonusudur. Bunların yaşını kurulanyla sat­mak, aynı şekilde yaş olanlarını yaşlarıyla satmak da sahih olur.

Birbirine aykırı olan her ağacın meyvesi, başlı başına bir cinstir. Şu hal­de armut, bir cinstir. Elma bir cinstir. Şeftali bir cinstir. Muz bir cinstir. Di­ğerleri de aynı şekilde birer cinstirler. Öyleyse bunlardan her bir cinsi, kendi cinsinin bazısıyla satmak, misli misline ve el be el olmadıkça sahih olmaz. Bir cinsi başka bir cinsle fazla miktarlarda satmak, karşılıklı teslim ve tesel­lüm koşuluyla sahih olur.

Altın ve gümüşte karşılıklı teslim, tesellümden kasıt; satıcının bedeli müşterinin de satın aldığı şeyi aynı alışveriş meclisinde teslim almasıdır. Yiyece­ğin yiyecekle satılmasında karşılıklı teslim-tesellümden kasıt ise, ister kendi cinsiyle, ister başka cinsle olsun onu belirlemektir. Bir kimse beyaz kumaşı (pafta), misli olan bir kumaş karşılığında sattığında her iki kumaşın belir­lenmesi ve açıklanması şart olur. Alışveriş meclisinde teslim alınmaları, ile­ride açıklanacağı gibi zorunlu değildir.

Portakal gibi sayıyla satılan meyvelere ribây-ı fazl girmez. Bunların ba­zısını bazısıyla farklı miktarlarda satmak caiz olur. Karpuz, kavun ve yaban hardalı da böyledir.

Hanbelîler dediler ki: Türleri değişik de olsa, hurmanın tümü bir cinstir. Asılları muhtelif olan elma ve armut gibi her ağaç meyvesi de, asılla­rı değişik olduğu için iki ayrı cinstirler. Şeftali, kayısı ve bunların benzerleri de ayrı cinstirler. Bunlardan bir cinsi kendi cinsinin bazısıyla satmak, misli misline ve el be el olmadıkça sahih olmaz. Aynı cinsin tazesini kurusuyla, taze üzümü kuru üzümle, kuru hurmayı taze hurmayla, acve denen iyi cins hurmayı normal bir hurmayla satmak sahih olmaz. Ama taze hurmayı ken­di misli taze bir hurmayla eşit miktarda satmak sahih olur. Aynı şekilde yaş üzümü de kendi misli yaş bir üzümle eşit miktarda satmak, sahih olur. Keza taze eriği misli olan taze erikle, dutu dut ile, inciri incir ile eşit miktarda ken­di cinsi ile satmak sahih olur. Çekirdeği çıkarılmış iyi hurmayı, çekirdeği çı­karılmamış iyi hurmayla satmak sahih olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Ribâ, tüm meyve ve sebzelere girer. Çünkü ha-ramhk illeti, önce de anlatıldığı gibi bunların gıda maddesi olmalarıdır. Sonra kuruyabilen meyvelerle sebzelerde denklik, kuruma, yani tam olgunlaşma zamanında muteber olur. Tazenin taze karşılığında satılması sahih olmaz. Zira denklik, ancak kuruma vaktinde tahakkuk eder. Yaş iken denk olup olmadıkları belli değildir. Bu durumdayken biribİrleriyle satılmaları sahih olmaz. Kurumadan önce hurmanın hurmayla, üzümün üzümle, üzümün kuru üzümle satılması sahih olmaz. Çünkü denklik, ancak kurulukta muteber olur.

Kurutulmayan üzüm ve salatalık gibi kuruma durumu olmayan meyve­lere gelince, bunlardan bazısını kendi cinsinden olan biri ile satmak, mutlak surette caiz olmaz.

 

Etin Kendi Cinsiyle Satılması

 

İhtilafsız olarak et, kendisine ribâ giren sınıflardandır. Ancak etin cins­lerini açıklama ve etin bazısını bazısıyla satma hususunda mezhebler ay­kırı görüşler ileri sütjmüşlerdir*166).

 

 (I66) MÂLİKÎLER; etin dört cins olduğunu söylemişlerdir:

1- Dört ayaklıların eti. Bu, yenilen ve yenilmeyen olmak üzere iki kıs­ma ayrılır. Yenilenler yabanî eşek, yabanî sığır, yabanî geyik gibi yabanî de olsalar; deve, koyun, keçi sığır gibi yabanî olmasalar da, hepsi bir cinstirler.

2- Kuş eti. Bütün kuşların etleri bir cinstir. Bunlar akbaba, tavşancıl kuşu ve karga gibi yabanî, ya da güvercin, tavuk, ördek gibi ehlî olabilirler. Devekuşu ve kaz gibi hayvanlar da bunlardandır.

3- Deniz hayvanlarının (balıkların) etleri. Bunlar da türleri her ne ka­dar ayrı olsa bile hep bir cinstirler. Hatta kara hayvanları suretinde olanları, meselâ su yılanı, deniz atı, kalkan balığı da bunlarla birlikte aynı cinstirler.

4- Çekirge eti. Kuvvetli görüşe göre bu ribâ kapsamına girer. Bu dört cins etten bazısını bazısıyla satmak, misli misline ve el be el olmadıkça caiz olmaz. Bir batman koyun etini, iki batman keçi etiyle satmak; yine bir bat­man koyun etini meselâ bir buçuk batman sığır etiyle satmak caiz olmaz. Hamsi balığını istavrit balığıyla veya ördek etini güvercin etiyle farklı mik­tarlarda satmak caiz olmaz. Nitekim kurutulmuş bir kilo eti, kurutulmamış bir kilo etle satmak da caiz olmaz. Teslim ve tesellümün ertelenmesi de caiz olmaz. Aksine müşterinin satın aldığı eti, satıcının da verdiği ete karşı alaca­ğı eti peşin olarak teslim almaları gerekir. Ama bir cins eti, başka cins bir etle farklı miktarlarda satmak sahih olur. Şu halde iki kilo balık eti karşılı­ğında bir kilo koyun eti satın almak, aynı şekilde bir kilo kuş eti karşılığında İki kilo sığır eti satın almak sahihtir. Tabiî bunun sahih olması için tarafla­rın etleri peşin olarak teslim almaları şarttır. Teslim almayı ertelemek sahih olmaz. Nitekim kurutulmuş olanı, başka cinsteki taze biriyle satmak sahih olur. Şu hâlde taze sığır etini, kurutulmuş balık eti karşılığında satmak sa­hih olur. Çünkü ikisinin cinsleri değişiktir.

Özetle aynı cinsten iki eti birbiri karşılığında satmak (takas etmek) an­cak iki şartla caiz olur:

1- Miktar bakımından denk olmalıdırlar. İki etten satılanla satın alınandan biri, diğerinden fazla olursa, ahş-veriş sahih olmaz.

2- Satıcıyla müşteriden her biri, etleri peşinen teslim almalıdırlar.

Etin, başka cins bir etle satılmasına gelince, bunda sâdece bir şart ara­nır ki, o da etlerin karşılıklı olarak peşinen teslim alınmalarıdır. Şu var ki, çekirgede ihtilâf edilmiştir. Bazıları onun yiyecek maddesi olmadığını ve ri­bâ kapsamına girmediğini söylemişlerdir. Diğer bazılarıysa onun yiyecek mad­desi olduğunu tercihe şayan olan da budur ve kuştan ayrı bir cins olduğunu, dolayısıyla anılan dört cins etten biri ile satılmasının sahih olaca­ğını söylemişlerdir. Çekirge etinin misli misline ve el be el olmadıkça çekirge etiyle satılması sahih olmaz.

Bamya, kabak, ıspanak ve benzeri sebzelerle birlikte pişirmek, eti ken­di cinsi dışına çıkarır mı, çıkarmaz mı? Aynı şekilde et üzerinde bazı işler yapılması nedeniyle diğer etlerden ayrı ve değişik bir hale girerse, o et, diğerlerinden ayrı bir cins haline gelir mi, gelmez mi? Bu hususta ihtilâf vardır:

Kemikli et, kemiksiz etle satılacak olursa meşhur görüşe göre kemikler nazar-ı itibâra alınmaksızın her iki etin miktar bakımından eşit olmaları ge­rekir. "Etteki kemik miktarı hesaplanarak tartıdan düşürülmelidir" diyen­ler de olmuştur. Bu, kemiğin yenilir olması durumunda böyledir. Ama yenilmezse, kemiksiz etı.fazla miktarda kemikli etle satmak sahih olur.

Eti, kendi cinsinden olup eti yenilir canlı bir hayvanla satmak sahih de­ğildir. Meselâ koyun etini oğlakla satmak; sığır etini koyunla satmak caiz olmaz. Çünkü et, derinin yüzülmesinden önce miktarca belirsiz, yüzüldük­ten sonra belirlidir. Belirli planı, kendi cinsinden belirsiz bir şeyle satmak caiz olmaz. Ama başka bir cins ile satılması caiz olur. Fakat satılan canlı hayvan, ömrü uzun olanlardansa ve etten başka birçok menfaatleri olup bu menfaatler uğruna edinilip elde bulundurulan hayvanlardansa, peşin ya da veresiye et karşılığında satılması sahih olur. Örneğin deve, sığır, dişi koyun ve keçi gibi. Bunlar uzurî ömürlü olup etten başka faydaları da vardır. Zîrâ deve yük taşıması ve süt için edinilir. Sığır, çift sürmesi ve sütü için edinilir. Dişi koyunlarla keçiler sütleri için, ayrıca dişi koyun yünü İçin edinilir. Ama hayvan, bazı evcil kuşlar gibi uzun süre. yaşaması umulanlardan değilse veya teke gibi etinden başka bir yaran olmayan hayvanlardansa veya etten başka menfaati var ama çok olmayıp az ise, el be el olmadıkça bu hayvanın et kar­şılığında satılması sahih olmaz. Örneğin koyunun burulmuş erkeğinin, etin­den başka sadece yününden yararlanılabilir ki, bu da öncekinin yararına nisbctle azdır. Eti yenen hayvanların etini, eti yenmeyen canlı hayvanlarla satmak, meselâ sığır etini at veya eşek etiyle satmak caiz olur. Eti yenen hay­vanların etini, yenilmesi mekruh hayvanlarla, meselâ kuş etini kurt veya ke­diyle satmak mekruhtur.

Hanefîler dediler ki: Sığır ve manda eti aynı cinstir. Koyun ve keçi eti de aynı cinstir. Bunların dışındakilerin cinsleri, asıllarına göre değişir. Her ne kadar buhati ve arabî gibi muhtelif nevîlere ayrılsa da, deve eti aynı cins­tir. Muhtelif kuş etleri de muhtelif cinslerdir. Muhtelif balık etleri de aynı şekilde muhtelif cinslerdir. Aynı cinsten etleri biribirleriyle satmak, misli mis­line ve el be el olmadıkça sahih olmaz. El be el satılması demek, satılan ile ona karşı bedel olarak verilenin belirlenmesidir. Gıda maddeleri satılırken satılan ile ona karşı bedel olarak verilenin ahş-veriş meclisinde teslim alın­maları, önce de açıkladığımız gibi şart değildir. Bunun sâdece vadeli olarak belirtilmeden satılması haramdır. Çünkü bunda "kadarlık" vardır. Yani cins­leri muhtelif de olsa tartı ile satılır. Önce anlatılanlardan da öğrenildiği gibi kendisinde sâdece "kadarlık" veya sâdece cins birliği bulunan şeylerde ribây-ı fazl mubah, ribây-ı nesıe ise haram kılınmıştır.

Şu halde farklı miktarda sığır etini sığır etiyle satmak, meselâ bir kilo sığır etini iki kilo sığır etiyle satmak, aynı şekilde farklı miktarda koyun eti­ni sığır etiyle satmak sahih olur. Yine eti, kendi cinsinden olsun olmasın, canlı bir hayvanla satmak da sahih olur. Çünkü bu, tartılı olanı tartılı olma­yanla satmaktır ki, her ne şekilde olursa olsun, bu caizdir. Bütün bunlarda farklı miktarlarda satışın sahih olması için el be el, yani satılan şeyle onun karşılığında bedel olarak verilen şeyin belirli olması şarttır.

Kuş etine gelince, tartıyla satılması örf hâline gelmiş ise ribâ kapsamına girer. Yani aynı cinsten kuş etleri, farklı miktarlarda biribirleriyle satılamaz. Ama tartı ile satilmıyorsa, aynı cinsten olsunlar, ayrı cinsten olsunlar farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olur. Kesilmiş olsun olmasın, pişmiş olsun olmasın bir tavuğun etini iki tavuğunkiyle satmak, aynı şekilde bir ta­vuğun etini iki güvercinin etiyle satmak sahih olur.

Balığa gelince; eğer tartıyla satılıyorsa, aynı cins balığın etlerini biribir­leriyle farklı miktarlarda satmak sahih olmaz. Ama cinsleri muhtelif olan balık etlerini, meselâ uskumru balığıyla kefal balığının etlerini farklı mik­tarlarda biribirleriyle satmak sahih olur. Yöre halkınca balık etleri tartıyla satılmıyorsa, aynı cins balık etlerini de farklı miktarlarda biribirleriyle sat­mak sahih olur.

Hanbelîler dediler ki: Koyun ve keçi eti bir cinstir. Sığır ve manda eti de bir cinstir. Bunların dışında kalan etlerse kendi asıl ve isimlerine göre değişik birer cins olurlar. Meselâ arabî, buhatî gibi değişik türleri olsa da deve eti bir cinstir. Sığır eti bir cinstir. Davar eti bir cinstir. Tavuk eti bir cinstir. Ördek eti bir cinstir. Diğerleri de böyle.

Aynı cinsin etlerini farklı miktarlarda biribirleriyle satmak haramdır. Başka cinsten olursa caizdir. Bir kilo koyun etini iki kilo sığır etiyle satmak sahih olur. Aynı şekilde koyunun bir kiloluk baş etini, devenin iki kiloluk baş etiyle satmak, el be el olması şartıyla sahih olur.

İç yağı, ciğer, dalak, baş, paça, yürek, işkembe ve diğerleri muhtelif cins­lerdir. Aynı cinsten olan şeyleri, farklı miktarda biribirleriyle satmak sahih olmaz. Ama başka cinslerle farklı miktarlarda satmak sahih olur. Kesilmiş hazır bir eti, eti yenilir olsun olmasın kendi cinsinden olmayan canlı bir hay­vanla satmak; meselâ bir dananın eti ile iki koyunu veya bir dana ve eşek vererek bir devenin etini farklı miktarlarda satın almak sahih olur. Cumhuru fukahâya göre bunun vadeli satışı haramdır.

şâfiîler dediler ki: Sığır ve manda eti bir cinstir. Koyun ve keçi etiy-se başka bir cinstir. Önce de anlatıldığı gibi el be el ve misli misline olmadık­ça bu cins etleri kendi cinslerinden bir etle satmak sahih olmaz. Ama bu iki etlerden birini diğeri ile farklı miktarlarda satmak sahih olur. Etlerde mü-mâselet, ancak kurumuş olma halinde muteber olur. Et kuruyup kadid hali­ne gelince kendi cinsinden olan bir etle satılması, anlatılan tafsilât çerçevesinde sahih olur. Ama tazeyken satılması, meyveler kısmında da anlatıldığı gibi sahih olmaz.

Eti, kendi cinsinden olsun olmasın veya yenilir olsun olmasın canlı hay­vanla satmak sahih olmaz. Şu halde koyun etini, canlı koyunla satmak; aynı şekilde koyun etini canlı balık veya eşekle satmak sahih olmaz. Koyunun kuyruğu, iç yağı, ciğeri, dalağı ve böbreği de eti gibidir. Bunların canlı hayvanla satılmaları sahih olmaz. Aynı hayvandan olsalar bile bunlar ayrı ayrı cins­lerdir. Şu halde kuyruğu İç'yağı veya ciğer veya dalak veya böbrekle kuru­duktan sonra farklı miktarlarda satmak sahih olur. Paça, beyin, işkembe, yürek, baş, hörgüç ve diğerleri de böyledir. Bunlar, önce anlatılan hükme tâbi olup her biri ayrı birer cinstirler.

Deniz hayvanlarına gelince uskumru, kefal, istavrit gibi balık şeklinde olanları vardır. Bunların hepsinin aynı cins olduğunu söyleyenler bulundu­ğu gibi; bunların ayrı birer cins olduklarını söyleyenler de vardır. Denizin diğer hayvanlarına gelince bunlar, ittifakla muhtelif cinslerdirler. Aynı şe­kilde kuşlar ve serçeler de ayrı birer cinstirler. Şu da var ki aynı cins, ehlî ve yabanî olmak üzere birbirinden ayrılır. Meselâ yabanî sığır, ehlî sığırdan ayrı bir cinstir.  Bu  iki  cinsten doğan sığırsa,  üçüncü bir cins olur.

 

 

Sıvıların Kendi Cinsleri Ve Kendilerinden Çıkarılan Şeylerle Satılmaları

 

Süt, sirke, bitki suyu, yağ ve şıra gibi şeyler, içine ribâ giren ribevî maddeler sınıftndandır. Bu sıvıların, kendilerinden çıkarılmış oldukları asıl­ları da ribâ kapsamına girer. Bu sıvılardan aynı cinsten olanların biribirle­riyle veya kendilerinden değişik olan başka cinslerle satılmalarının caiz olması ve bununla ilgili hususlarda mezheblerin tafsilâtlı açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

(167) Şâfiîler dediler ki: Sıvıların cinsleri, çıkarıldıkları asıllara göre de­ğişir. Diğerinden ayrı bir cinsten çıkarılan sıvı, kendi başına bir cins olur. Meselâ susamdan çıkarılan yağ, kendi başına bîr cinstir. Marul tohumun­dan çıkarılan yağ, bir cinstir. Zeytinden çıkarılan yağ, bir cinstir. Diğerleri de hep böyle. Misli misline ve el be el olduktan sonra aynı cinsten olan sıvı­ları biribirleriyle satmak sahih olur. El be el olduktan sonra ayrı cinsten olan sıvıları farklı miktarlarda biribirleriyle satmak sahih olur. Ancak balık yağı, buy tohumu yağı ve keten tohumu yağı bundan istisna edilmişlerdir. Bun­lar, içine ribâ giren sınıflardan değildirler. Bunları biribirleriyle ve diğer cinsten olan sıvılarla her biçimde satmak sahih olur. Kenevir ağacı ve tohumu da böyledir. Ama kenevir yağı, içine ribâ giren sınıftandır. Öd, misk, gül, ke­ten tohumu, buy küspesi de içine ribâ girmeyenlerdendir. Bunların bazısını bazısıyla her biçimde satmak caiz olur.

Susam veya maruldan veya bunlara benzer şeylerden çıkarılan yağların küspelerine gelince, bunlar ona mugayir cinslerdir. Bazılarını bazılarıyla-sat­mak sahih olur. Ama tahin böyle değildir. O, un gibidir. Cüzleri arasında denklik bulunmadığı için bunların bazısını bazısıyla satmak sahih olmaz. Ken­disine karışan şeyler dolayısıyla satılık mal belirsiz olduğu için dirhemlerle satmak da sahih olmaz. Bir nevî yağa başka neviler karıştırıldığında cinsleri muhtelif olduğu için bu karışım bir kaç cins olur. Susam yağına menekşe veya gül veya yasemin katılırsa, bunlardan birini diğeriyle farklı miktarlar­da satmak sahih olur. Sirke de yağ gibidir. O, kendisinden çıkarıldığı asla göre değişir. Meselâ üzümden çıkarılan sirke bir cinstir. Kuru üzümden çı­karılan sirke, başka bir cinstir. Hurmadan çıkarılan sirke, bir başka cinstir. Sirkeye su katılmaz ise, aynı cinsten olan sirkeleri misli misline ve el be el biribirleriyle satmak sahih olur. Aynı şekilde ayrı cinsten olan sirkeleri fark­lı miktarlarda biribirleriyle satmak, önceki şartlar çerçevesinde sahih olur. Sirkeye su katılırsa, kendi cinsinden bir sirkeyle satılması sahih olmaz. Ama başka cins bir sirkeyle satılması sahih olur. Çünkü ona su katıldığında mû-temed kavle göre, su tath olsa da, olmasa da aralarında denklik olup olma­dığı bilinemez. Muhtelif sınıflardan çıkarılan şıralar da böyledir. Bunlar da, kendilerinden çıkarıldıkları şeylere göre değişik cinsler olurlar. Üzüm şırası, nar suyu, şeker kamışı şırası ve diğer şeylerin şırası gibi. Bunlar, önce anlatı­lan hükme tâbi muhtelif cinslerdir. Üzüm şırasını üzüm ile, aynı şekilde üzüm sirkesini üzümle satmak sahih olmaz. Çünkü kurala göre bir şeyi, kendisin­den elde edilmiş olduğu şeyle satmak sahih değildir. Veya kendisinden elde edilmiş olduğu şeyin içinde bulunduğu bir nesne ile satmak sahih olmaz. Üzüm sirkesini üzüm sırasıyla satmak, ayrı cinslerden oldukları için sahih olur. Ama hurma şırasını hurma ile satmak sahih olmaz. Ancak hurmanın şırasını, sir­kesi ile satmak sahih olur. Denebilir ki: Şıra, sirkenin aslıdır. Bir şey kendi aslıyla satılamayacağına göre, sirkeyi şırayla satmak nasıl sahih olur?

Buna cevaben deriz ki: Ad ve nitelik bakımından aralarında büyük fark­lılık olması bir yana, sirke, şırayı kapsamamaktadır. Kuru üzümü üzüm sır-kesiyle veya üzüm sırasıyla satmaya gelince, bazıları bunun sahih olacağını, bazılarıysa sahih olmayacağını söylemişlerdir.

Süte gelince; o hâlis süt, kaymağı alınmış süt, yoğurt ve ayran gibi tür­lere ayrılır. Bunları ölçekle biribirleriyle satmak, iki şartla sahih olur:

1- Süte su karıştırılmamalıdır. Önce de anlatıldığı gibi suyun varlığı, ikisi arasında denkliğin gerçekleşmesine engeldir. Kaldı ki içine su karıştırıldığın­da sütü parayla dahi hiç bir şekilde satmak sahih olmaz. Çünkü bu takdirde satılan şeyde belirsizlik vardır.

2- Ateşle kaynatılmış olmamalıdır. Hâlis süt, ateşte kaynatılırsa, onun bazısını bazısıyla satmak sahih olmaz. Çünkü ateş iki sütten birinden diğeri­ne nisbetle daha fazla şey götürmüş olabilir. Ama ateş üzerinde sâdece ısıt­mış olmak böyle değildir. İsıtmanın bir zararı olmaz.

Sütten elde edilen peynir, çökelek ve kaymak gibi diğer nevîlere gelin­ce, bu cinslerden birini kendi cinsinden olan bir şeyle satmak sahih olmaz. Peynirin bazısını bazısıyla, çökeleğin bazısını bazısıyla, kaymağın bazısını bazısıyla satmak sahih olmaz. Çünkü çökelekte tuz olduğu için çökelekler arasında denklik olup olmadığını bilmek mümkün değildir. Peynire de maya katıldığı için; kaymakta da mutlaka bir miktar süt bulunduğu için, pey­niri peynirle, kaymağı kaymakla satmak sahih olmaz. Hatta içinde bir miktar süt bulunduğu ve bu nedenle miktarı tam olarak bilenemediği için kaymağı parayla satmak da sahih olmaz. Bunlardan her birini başka bir cinsle sat­mak caiz olur. Ancak diğer cins, bu şeyin kendisinden alınmış olduğu şey olmamalıdır. Şu halde peyniri sütle satmak caiz olmaz. Kaymak ve çökelek de böyledir. Çünkü bunlar da sütten elde edilmişlerdir. Bunlardan her birini diğeriyle satmak, karışan madde çok ve kastedilen şeyin bilinmesine engel olmadıkça sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.

Tereyağını, katı ise, tereyağı ile tartıyla satmak, sıvı ise ölçekle satmak sahih olur. Mûtemed olan görüş budur. Tereyağının kaymakla veya sütle sa­tılması caiz olmaz. Çünkü o, sütten elde edilmiştir. Tath suya gelince o, ri-bevî olup yenilir şeyler cümlesindendir. Âyet-i kerimede buyuruluyor ki:

"Kim ondan tadmazsa o bendendir.[15]

Misli misline ve el be el olmadıkça suyun su ile satılması sahih olmaz. Şekerden çıkarılan bal, şekerden ayrı bir cinstir. Arı balı ise, daha başka bir cinstir. Bu balların bazısını bazılarıyla satmak caizdir.

Hanbelîler dediler ki: Muhtelif cinslerden çıkarılan sıvılar da asıl­ları gibi muhtelif cinslerdir. Şu halde susam yağı bir cinstir. Zeytinyağı bir cinstir. Hurma sirkesi bir cinstir. Üzüm sirkesi bir cinstir. Arı balı bir cins­tir. Şeker balı bir cinstir. Diğerleri de böyle. Misli misline ve el be el olduk­tan sonra aynı cinsten olan sıvıları biribirleriyle satmak sahih olur. Diğer cinslerle farklı miktarlarda satmak da sahih olur. Yalnız üzüm sirkesini ku­ru üzüm sirkesiyle ne misli misline, ne de farklı miktarlarda satmak sahih olmaz. Çünkü kuru üzüm sirkesine mutlaka su katılması gerekir.

Pekmezin pekmezle satılması sahihtir. Pekmez, taze hurmadan çıkan bir sıvıdır. Pekmezin bazısını bazısıyla satmak, aynı cinsten ve el be el ve misli misline olduğu takdirde sahih olur. Ayrı ayrı cinslerden olduğu takdir­de farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olur. Ancak içinde mum bulunan ballan biribirleriyle satmak, aynı şekilde mumsuz balla satmak sa­hih olmaz.

Tereyağını da aynı şekilde biribirleriyle satmak sahihtir. Kaymağın te-reyağıyla satılması, aynı zamanda sütle satılması da sahih olmaz. Çünkü süt, her ikisinin aslidir. Bir şeyin kendi aslıyla satılması sahih olmaz. Peynir ve yağı alınmış süt de bunlar gibidir. Bunların da süt ile satılmaları sahih ol­maz. Ama bu cinslerden her birini diğeriyle satmak eğer bu satılan, karşı­lığında satın alınan şeyden çıkarılmış değilse sahih olur. Kaymağın yağsız sütle satılması, el be el olunca sahih olur. Çünkü cinsleri değişiktir. Yağsız süt, kaymağın aslı değildir. Aynı cins şıraları biribirleriyle satmak sahihtir. Pişirilmiş de olsalar üzüm şırasını üzüm sırasıyla satmak sahih olur. Fakat ikisinden biri pişmiş, diğeri pişmemişse sahih olmaz.

Tuzun ekmeğe karışması gibi, bir cinse başka cinsten bir şey az miktar­da karışırsa bunun zararı olmaz ve bu gibi şeylerin biribirleriyle satılmasına engel olmaz. Hurma sirkesine ve kuru üzüm sirkesine su katılması durumunda da bu su az olduğu için bunun zararı olmaz. Şu halde bu sirkelerden her bi­rinin kendi cinsiyle satılması sahih olur. Çünkü bunlara katılan su, asıl maksat değildir. Su katılan süt ise böyle olmayıp, onun kendi misliyle satılması sa­hih değildir.

Hanefîler dediler ki: Sıvılar, kendilerinden çıkarılmış oldukları asıl­lara göre değişik cinslere ayrılırlar. Susamdan elde edilen yağ, bir cinstir. Maruldan elde edilen yağ bir cinstir. Zeytinden elde edilen yağ, bir cinstir. Diğerleri de böyledir. Bunlardan her birini misli misline olduğu takdirde kendi cinsinden olan bir sıvıyla; farklı miktarda olduğu takdirde başka cinsten bir sıvıyla satmak sahih olur. Tabiî önce belirtilen tâyin (belirleme) şartıyla... Bu cinslerden her birini, kendisinden çıkarılmış olduğu aslı ile satmak; me­selâ susam yağını susamla, üzüm şırasını üzümle, tereyağını sütle satmak sa­hih olur mu, olmaz mı? Cevaben deriz ki: Mevcûd olan hâlis miktar, asılda mevcûd olan miktardan fazlaysa satış sahih olur. Ama daha az veya eşit mik­tardaysa, ya da hâli bilinemiyorsa, satış sahih olmaz. Meselâ on kilo susam yağını iki kile susamla satacak olursak, on kilo yağ, iki kile susamda mev­cûd olan yağdan daha fazla ise satış akdi sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Bu, şırası alındıktan sonra tortunun bir değeri olması durumunda sözkonusudur. Örneğin susam tortusu gibi. Yağı alındıktan sonra susam tor­tusunun hâlâ kıymeti vardır. Ama kıymeti yoksa, meselâ kaymağı tereya-ğıyla satmak gibi, bu satış sahih olmaz. Çünkü kaymak kaynatılıp tereyağı yapıldıktan sonra kıymetli bir artığı kalmaz. Ancak köpüksüz halis tereya­ğının, kendisiyle satıldığı tereyağma eşit değerde olduğu bilinirse, alış-veriş sahih olur. On batman sütü iki batman tereyağıyla satmak da böyledir. On batman süt, iki batman tereyağından daha az tereyağını İhtiva ediyorsa alış­veriş sahih olur. Ama iki batman veya daha fazla tereyağını ihtiva ediyorsa, alışveriş sahih olmaz. Açıkça bilindiği gibi sütün tortusu, -ki o kaymaktır-kıymet taşır. Bu hükmün illeti açıktır. Bu, asılda kendisinde fayda bulunan bir fazlalık vardır ki o da tortudur. Bu fazlalığın karşılığı hesaplanmalıdır. Susam, kendisinde mevcûd yağ kadar bir susam yağıyla satılırsa, susamın tortusu boşa gitmiş olur. Ama tortudan hiç yararlanilamayacaksa üzüm tortusunda olduğu gibi o zaman üzümün, kendisinde mevcûd şıradan az olmayan bir şırayla satılması sahih olur. Üzümdeki şıranın, satın alınan şı­raya eşit olduğu bilindikten sonra, şıra fazla olmasa bile, üzümün üzüm sı­rasıyla satılması sahih olur. Bir nevi yağa, nevini değiştirecek bir şey katılırsa; meselâ susam yağma menekşe yağı veya yasemin veya gül yağı katılırsa, bun siyle bilindiği şeyler bahsinde geçti.

Sirke de yağ gibidir. Sirkeler, kendilerinden çıkarılmış oldukları asılla­ra göre değişik cinsler olurlar. Üzüm sirkesi bir cins, dakal (kötü cins hur­ma) sirkesi bir cins, şarap sirkesi bir cinstir. Şu halde bunların her bir cinsinin kendi cinsinden olan sirkeyle misli misline; başka cinsten bir sirkeyle farklı miktarlarda satılmaları sahih olur. Sirkenin şıra ile farklı miktarlarda satıl­ması sahih olmaz. Çünkü şıra, bir süre sonra sirkeleşir. Bu durumda sirke, farklı miktarda bir sirkeyle satılmış gibi olur. İçinde esans bulunan bir kilo yağı, kokusuz bir kilo yağla satmak sahih olmaz. Çünkü bu durumda bir kilo yağ, bir kilo yağ ve artı esans karşılığında satılmış olmaktadır.

Hâlis sütü, kendi mislince hâlis sütle satmak caiz olur. Nitekim farklı miktardaki peynirle satılmadı da caiz olur. Çünkü ikisinin cinsleri değişiktir. Halis sütün yağsız sütle satılması durumunda, yağsız olan daha fazlaysa alış­veriş sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. İki kilo yağsız sütün bir kilo hâlis sütle satılması sahih olur. Fakat bunun tersi olursa sahih olmaz. Çün­kü hâlis süt, kaymak ihtiva etmektedir. Bu fazlalığın göz önünde bulundu­rulması gerekir.

Su kuyuda veya nehirdeyse satılması sahih olmaz. İnsanların âdet edin­dikleri gibi kuyu suyunu ekmek ve benzeri şeyler karşılığında satmak sahih olmaz. Meğer ki kova veya ipi kiralanmış olsun....O zaman suyun satılması sahih olur. Suyu alıp küpe veya benzeri bir kaba koyarsa, böyle yapan kişi başkalarına nisbetle bu su üzerinde daha fazla hak sahibi olur. Suyun sahibi olur ve bu suyu satması da sahihtir. Bununla ilgili hükümler müsâkât bah­sinde açıklanacaktır.

Mâlikîler dediler ki: Cins, kendisinden elde edilmiş olduğu asla gö­re muhtelif olur. Yağlar, elde edilmiş oldukları asıllara göre muhtelif cinsle­re ayrılırlar. Buy tohumu, susam, şalgam, zeytin, turp tohumu, marul ve keten tohumundan elde edilen yağlarla diğer yağların tümü ribevîdirler. El­de edilmiş oldukları asılların cinsleri muhtelif olduğu için kendileri de muh­telif cinslerdir. Bal da öyle... O da kendisinden elde edilmiş olduğu asıllara göre değişik cinslere ayrılır.

Aynı cinsten olanları misli misline ve el be el olduğu takdirde biribirle­riyle satmak sahih olur. Ayrı cinsten olanları el be el olduğu takdirde farklı miktarda biribirleriyle satmak sahih olur. Değişik sınıf maddelerden elde edilen sirkeler, hep bîr cinstir. Sirkenin sirkeyle farklı miktarda satılması sahih olmaz.

Nebizler de sirke gibidir. Bundan maksat zeyt suyu, meyan kökü suyu, hurma suyu, zerdali suyu, papatya suyu ve incir nebizidir. Ribâ kapsamına giren sınıflardan elde edilen diğer muhtelif içecek nevileri de böyledir. Bun­ların hepsi bir cinstir. Bunların farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olmaz. Keçi boynuzu suyu bunlardan değildir. Çünkü keçi boynuzu ribâ kapsamına giren nesnelerden değildir.

Hurmayla sirke iki ayrı cinstirler. Bunların farklı miktarlarda biribirle-riyle satılmaları sahih olur. Nebizi diyecek olursak o, sirkeyle bir cinstir. Mû-temed görüş budur. Bunların farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları sahih olmaz, fakat misli misline biribirleriyle satılmaları sahih olur. Nebiz, hur­mayla birlikte yine bir cinstir. Ancak bunların ne farklı miktarlarda, ne de misli misline biribirleriyle satılmaları sahih olur.

Süt ve ondan elde edilen şeylere gelince bunlar yedi türdürler: Hâlis süt, kaymak, tereyağı, yağsız süt, çökelek, peynir ve yoğurt. Bu nevilerden her birini, misli misiine kendi neviyle satmak caizdir. Meselâ bir kilo hâlis sütü, bir kilo hâlis sütle satmak; bir kilo kaymağı bir kilo kaymakla satmak caiz­dir. Diğerleri için de böyle. Hâlis sütün kaymakla, tereyağiyla, peynirle, çö­kelekle satılması sahih olmaz. Aynı şekilde kaymağın tereyağıyla, peynir veya çökelekle satılması; tereyağının da peynir veya çökelekle satılması sahih olmaz.

Yağsız sütün veya yoğurdun çökelekle satılmasına gelince; bunun ke­sinlikle sahih olmayacağım söyleyenler olduğu gibi çünkü bu, kuruyu süt ile satmak kabilindendir ki bu caiz değildir sahih olacağını söyleyenler de vardır. Kuvvetli olan görüş birincisidir. Peynirin çökelekle satılması husu­sunda da aynı şekilde ihtilâf edilmiştir. Bazıları bu alış-verişin caiz olduğu­nu söylerken, bazıları da bu alışverişin yasak olduğunu söylemişlerdir.

 

Sarf

 

Sarf altının altınla, gümüşün gümüşle veya bunlardan biri­nin diğeriyle satılmasıdır. Bilindiği gibi sarf, umûmî bey'in kısımlarından biridir. Bey' için rükün olan, sarf için de rükündür. Ancak sarf için, bey'in özel şartlarına ek olarak bazı şartlar daha gereklidir. Bu şartları şöylece sıralayabiliriz:                          

1- Her iki bedel, birbirine eşit olmalıdır. Bunlar lira ve riyal gibi altın, gümüş ve diğer'madenlerden yapılmış sikkeli paralar olabilecekleri gibi, bilezik, halhal, küpe, alyans, gerdanlık ve diğerleri gibi sikkesiz de olabi­lirler. Bir liranın, bir lira ve bir kuruşa, ya da daha fazlasına satılması sa­hih olmaz. Nitekim yirmi miskal ağırlığındaki bir bileziği, nakış ve işçilikleri farklı da olsa yirmibeş miskal ağırlığındaki bir bilezikle satmak ta sahih olmaz.

2- Hulul, bir anlık olsa bile iki bedeli veya birisini teslim almayı ertele­yerek altını altınla veya gümüşü gümüşle satmak sahih olmaz.

3- Alış-veriş meclisinde karşılıklı teslim alma. Yani satıcının bedel kı­lınan şeyi teslim alması; müşterinin de satılık olanı teslim alması. Teslim almazdan her ikisi de bedenen o meclisten ayrılırlarsa akid bâtıl olur.

İki cinsten birini diğeriyle, yani altını gümüşle veya gümüşü altınla satmaya gelince, bunda her iki bedelin biribirine eşit olması şartı aran­maz. Meselâ yüz kuruş değerindeki bir altın cüneyhi, yüzbir gümüş kuru­şa satın almak caiz olur. Bu alış-veriş, iki şartla caiz olur:

a) Hulul. Satışın ertelenmesi sahih olmaz.

b) Alış-veriş meclisinde karşılıklı teslim alma.

Açıklaması daha önce yapılmış olan diğer ribevî sınıflar da bu bakım­dan altın ve gümüş gibidirler.

Kuruşlara; nikel, bronz ve bakır gibi altın ile gümüşten başka maden­lerden yapılan diğer paralara gelince ki bunlara fülüs denir, bunlar hakkında mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

Sarfta bir cinsin, nakid dışındaki başka bir cinse eklenmesi caiz olmaz. Meselâ bir reşat altını ile bir koyunu bir reşat altınına veya İki koyuna ya da iki reşat altınına satmak caiz olmaz. Buna "bir ölçek hur­mayla bir dirhemin bir ölçek hurma ve bir dirheme, ya da iki dirheme satılması" meselesi denir. Çünkü araplar bu meseleye bu örneği verirler. Sundan ki: verilen bedel, satın alınan nesne üzerine paylaştırılır. Alınan bedel, koyunun ve reşat altınının yarısı olur. Satılana da yarım koyun ve varrm'reşat altını mukabil olur. Bunda da bedel olan koyunun yarısının, satılan koyunun yarısından daha fazla veya daha az olma ihtimali vardır. Koyunun tüm değerinin de bir reşat altınından daha çok olma ihtimâli vardır.

Ribâya muhtemel olan şeyleri bırakmak, ihtiyat gereğidir. Ama na­kid cinslerinden birini diğerine eklemek sahih olur. Meselâ bir eski Mı­sır cüneyhini ve bir riyali, kıymet ve tartı bakımından birbirine eşit olan yeni bir Mısır cüneyhi ve bir riyal karşılığında satmak sahih olur. Çünkü sarfta altın ve gümüşten iki cinsi birbirine eklemek caizdir.

 

(I68) Hanefîler dediler ki: Kendilerine ribâ giren diğer sınıflar, meselâ yiyecek maddeleri, alış-veriş meclisinde karşılıklı teslim alma şartı hususun­da altın ve gümüş gibi değildirler. Çünkü altın ve gümüş, tâyin ile belirlene-mezler. Satılan altın veya gümüşe, teslim almadıkça müşteri aynıyla mâlik olamaz. Satıcı husûsiyle şu altın lirayı iki kuruşluk elli parça ile sattığında, müşteri teslim almamışsa bu lirayı değiştirerek yerine başka bir altın li­ra Kayabilir. Kendi misliyle satılan gümüş parçası da böyledir. Çelirlemeyle değil de ancak teslim almayla buna mâlik olunabilir, işte bu nedenle sikkeli olsunlar olmasınlar altın ve gümüş satımında, alışveriş meclisinde karşılıklı teslim almak şart koşulmuştur. Diğer sınıflardaki nesnelerse, tâyin ile belir­lenebilirler. Meselâ bir kimse şu bir ölçek buğdayı şu iki ölçek buğdayla sa­tın aldığında, böylelikle, şu iki buğday belirlenmiş olurlar. Satıcı veya müşterinin bu buğdayların yerine başka buğday koymaları sahih olmaz. Bu nesnelerin alış-veriş meclisinde karşılıklı teslim alınmaları şart değildir. An­cak bunda üç şartın gerçekleşmesi zorunludur:

1- Satılan şeyle bedeli, satıcının ve müşterinin mülkiyetinde bulunmalıdır.

2- Satılan şeyle bedeli belirlenmiş olmalıdır. Her ikisini belirlemeksizin bir ölçek buğdayı bir ölçek buğdayla satarsa, alışveriş sahih olmaz.

3- Satılık şeyin borç olması sahih olmaz. Bu ancak bedelde sahih olur. Bir kimse belirli olan şu bir ölçek buğdayı, gaipte olan kaliteli bir ölçek buğ­day karşılığında satarsa, alış-veriş sahih olur. Ama bu durumda müşterinin, bedeli (gaipteki kaliteli bir ölçek buğdayı) hazır etmesi ve satıcının   da onu alış veriş meclisinde teslim alması şarttır.

Bilindiği gibi satılan şeyle onun bedelinin belirlenmesi şarttır. Borç ise ancak alış-veriş meclisinde teslim alınmakla belirlenebilir. Satıcı bedeli tes­lim alır da, müşteri satılık malı teslim almazsa, bunun bir sakıncası olmaz. Ama satılık mal borç olursa, meseTâ müşteri, "bu iki ölçek arpa karşılığında iyi kalitede bir ölçek hazır bulunmayan buğdayı senden satın aldım" derse, satıcı o bir ölçek buğdayı alış-veriş meclisine getirip müşteriye hazır etse bile aiış-veriş sahih olmaz. Çünkü o, borcu satılık yapmıştır. Halbuki satış anında o hazır değildi. Böyle olunca da müşteri, sanki onun yanında mevcûd olmayan bir şeyi satın almış gibi olur. Ki satış akdi bu haliyle asla sahih olmaz.

(169) Şafiıler dediler ki: Piyasada geçerli olup kendileriyle muamele olun­sa da, olunmasa da mûtemed görüşe göre fülüslere ribâ girmez. Bunların vadeli olarak farklı miktarlarda biribirleriyle satılmaları câİz olur. Meselâ Mısır'ın yirmi sağ kuruşunu, bir ay sonra alınacak olan elli tarife kuruşu kar­şılığında satmak, arada beş kuruşluk fazlalık olmakla birlikte sahih olur.

Hanbelîler dediler ki: Bir kimse altın ve gümüşten başka maden­lerden yapılma olup kendisiyle muamele olunan fülüsler satın alırsa, bu fü-lüsleri bir vâdeye kadar farklı miktarlarda parayla satın alması sahih olur. Şu halde. Mısır'ın otuz sağ kuruşunu, iki ay sonra ödenecek iki riyal karşılı­ğında satın almak sahih olur. Ama bazıları, Hanbelî mezhebinin sahih gö­rüşüne   göre   bu   alışverişte   vâde   bulunmasının   caiz   olmayacağını nakletmişlerdir. Alışveriş meclisinde karşılıklı teslim alma koşuluyla fülüs-Ieri farkh miktarlardaki nakidlerle satın almak sahih olur.

Hanefîler dediler ki: Altın ve gümüşten başka mâdenlerden yapı­lan fülüsler, satılık mala bedel kılındıklarında tâyin ile bel i denemezler. Bunlar, altın ve gümüşten yapılma nakidler gibidirler. Yalnız bunların biribirleriyle farklı miktarlarda satılmaları sahih olur ve bunda her iki tarafın karşılıklı teslim alma şartı da yoktur. Bir kişi sağ kuruşları, ileride ödeyeceği daha fazla miktardaki tarife kuruşlarıyla satın aldığında, bu sağ kuruşları (karşı tarafın) teslim alması halinde alış-veriş sahih olur. Ama karşı tarafın bu kuruş­ları teslim almasından önce ahş-veriş meclisinden ayrıhrlarsa, alış-veriş sahih olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Fülüsler, bakır ve benzeri madenlerden yapı­lırlar. Ticâret eşyası gibidirler. Altın ve gümüşle satın alınmaları caiz olur. Onlarla, içinde altın ve gümüş bulunan zînet eşyalarını satın almak da caiz olur. Ama onun sâdece altın veya gümüşle satın alınmasını diyecek olursak, bu nakid olarak caiz olmaz. İster gümüş altından az olsun, ister bunun aksi olsun, alışveriş caiz olmaz.

(170) Hanefîler dediler ki: Nakid olsun, başkası olsun sarfta bir cinsi baş­ka bir cinse katmak caiz olur. Meselâ bir ölçek buğdayla bir ölçek arpayı, birbuçuk ölçek buğday ve bir ölçek arpa karşılığında satmak sahih olur. Her cins, kendi cinsine sarf olunur. Aynı şekilde bir koyun ve bir reşat altınını, bir koyun ve bir reşat altınına, ya da iki koyun veya iki reşat altınına satmak sahih olur.

(171) Mâlikîler dediler ki: Sarfta altın cinsinin gümüş cinsine eklenmesi de sahih olmaz. Meselâ bir cüneyh ve bir riyali, bir cüneyh ve bir riyale sat­mak sahih olmaz.

 

Geçersizliği Gerektirmeyen Nehyedilmiş Satışlar

 

Nehyedİldiği halde, geçerli olan satış nevileri çoktur:

1- Necş satışı: Bu, kişinin kendisinin bir mala ihtiyacı olmadığı halde, başkasını o malı satın almaya kışkırtmak için, malın kıymetini arttırması­dır. Bu, Peygamber (s.a.v.) in yasaklamış olduğu haram bir davranıştır. İbn Ömer

(r.a.) İn rivayetine göre:

"Rasûlullah (s.a.v.), necş satışından nehy etmiştir.[16]

Satıcı, bazı tüccarların yaptığı gibi yalan yere fiyat arttırımında bulu­nanla anlaşmışsa, bunun günahı her ikisinin üzerine olur. Aralarında böyle bir anlaşma yoksa, sâdece yalan yere fiyat arttıran günahkâr olur. Ama böyle yapmakla mal kendi değerinden fazla fiyatla satılmamışsa, haram olmaz. Bunun hükmüyle ilgili olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

2- Bunlardan biri de kentlinin köylü adına yaptığı satıştır. Bu şöyle olur: Kentli birisi, köylünün getireceği malları toptan satın almayı üstlenir. Sonra da kentli (simsar), bu malları diğer kentlilere peyderpey satar; on­ları sıkıntıya düşürür ve fiyatların yükselmesine yol açar. Bunun hükmüy­le ilgili olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

3- Mezheblerin ileri sürdükleri tafsilât çerçevesinde, (dışarıdan) mal getiren kervanları karşılayarak onlardan mal satın almak da, yasaklanan alışverişlerdendir.

4- Yasaklanan satışlardan biri de, başkasının pazarlığı üzerine pa­zarlık etmektir. Bu şöyle olur: Satıcı ile müşteri, bir malı belli bir fiyatla satma ve satın alma hususunda prensip olarak anlaşır ve razı olurlar; sonra başka birisi gelerek, mal sahibiyle, razı olduğu fiyattan fazlasına pazarlı­ğa girişir ve "bu malı ona satma razı olduğun fiyattan fazlası ile bunu ben senden satın alırım" der. Müşterinin ilke olarak malı satın almaya razı ol­ması, sonra bir başkasının gelerek ona, "bu malı ona geri ver. Ben sana daha iyisini (veya daha ucuza) veririm" demesi de böyledir. Satıcıyla müş­terinin karşılıklı rızâlaşarak satışa meyletmelerinden önce, daha işin ba­şındayken yapılan arttırma ise caizdir. Peygamber (s.a.v.), pazarlık üstüne pazarlık yapmayı şu sözüyle yasaklamıştır:

"Kişi, kardeşinin pazarlığı üstüne pazarlık etmesin.[17]

Bu, fiilden yasaklamayı içermektedir. Bunun hükmünde, mezheble-rin tafsilâtı vardır.

 

(172) Mâlikîler dediler ki: Satıcı, yalan yere fiyat arttıranı bilir; satış ta­mamlanıncaya kadar sesini çıkarmazsa satış sahih olur. Ama durumu far-keden müşteri, malı alıp almamakta serbest olur. Satıcıya geri vermeden önce mal müşterinin yanında zayi olursa, malın satılan fiyatıyla asıl değerinden hangisi daha az ise, onu ödemekle yükümlü olur. Malın değeri teslim alındı­ğı günkü piyasaya göre değil, satış akdinin yapıldığı günkü piyasaya göre hesaplanır. Ama satıcı, malının fiyatının başkalarınca yalan yere arttırıldı­ğından habersizse, müşteri asla muhayyer olamaz.

Şâfiîler dediler ki: Satıcı, yalan yere fiyat arttırımında bulunan ki­şiyle anlaşmalı değilse, müşteri için muhayyerlik ittifakla yoktur. Ama satı­cı anlaşmahysa, bunda ihtilâf vardır. Esahh kavle göre müşteri, yine muhayyer değildir. Çünkü malı bizzat araştırmada kusurlu davranmış; kendisini ve baş­kalarını oyuna getirenlere güvenmiştir. Dolayısıyla hiç bir hakkı yoktur.

Hanefîler dediler ki: Mal, kendi kıymetinden fazla bir fiyata ulaştığında necş satışı tahrîmen mekruh olur.

Hanbelîler dediler ki: Satıcı, yalan yere fiyat arttırımında bulunanla anlaşmış olsun olmasın, necş satışında müşteri muhayyerlik hakkına sahip­tir. Yalnız malı, normalin üzerinde bir fiyatla satın almış olması şarttır. Bu durumda müşteri, malı alıp almamakta serbesttir. Bazıları demişler ki: Müşteri malı tutup geri vermezse, malın asıl değerinden fazla vermiş olduğu bedel farkını satıcıdan alır. Satıcının müşteriye, "bu mal için bana şu kadar fiyat verildi" demesi ve sonra yalan söylediğinin anlaşılması da, necş satışı gibi­dir. Bu durumda müşteri, malı alıp almamakta serbesttir. Yalnız her iki du­rumda da müşterinin malı alırken olayı bilmemesi şarttır. Biliyorsa, muhayyerlik hakkı yoktur. Çünkü kendisi kusurlu davranmıştır.

(173) Mâlikîler dediler ki: Kentli birisinin, köylünün getirdiği mallan sat­mayı üstlenmesi, iki şartla caiz olmaz:

1- Satış, kentli birisine yapılmalıdır. Ama onun gibi bir köylüye yapılır­sa caiz olur.

2- Malın fiyatı kentte bilinmemelidir. Eğer biliniyorsa, satış sahih olur. Şundan ki: Bu yasaklığm illeti, köylüleri, insanlara ucuz fiyatla mal satmak için kendi hallerine bırakmaktır ki, böylece insanlar onlardan yararlanabil­sinler. Ama fiyatları bilirlerse, o zaman kendilerinin satmasiyla simsarların onlar için satması arasında bir fark yoktur. Bunun mutlak surette caiz ol­mayacağını söyleyenler de olmuştur. Fakat kentlilerin köylüler adına satın alması ise caizdir.

Küçük köy sâkinlerinin'de bâdiye sakinleri gibi olup olmadığı hususun­da iki görüş vardır: Kuvvetli görüşe göre, kentlinin, köylünün getirdiği mal­ları satmayı üstlenmesi caizdir. Şehir sakinlerinden biri, köylünün getirdiği mallan satmayı anılan iki şartla birlikte üstlenmesi durumunda satış feshe­dilir. Satılan eşya da henüz tüketilmemişse, satıcıya geri verilir. Eşya tüke-tilmişse satış, malın fiyatı üzerinden geçerli kılınır. Satıcı, müşteri ve simsar, günah işlemiş olup te'dip olunurlar. Fail, bu satışın haremliğini bilmemesi nedeniyle ta'zir olunur.

Hanbelîler dediler ki: Kentlinin köylü için satması haramdır, sa­hih olmaz. Bu alışveriş, beş şartla haram olur ve sahih olmaz:

1- Köylü, eşyayı satmak için getirmiş olmalıdır. Ama depolamak, stok yapmak ya da yemek için getirdiği halde kentli birisinin satması için onu teş­vik etmesi ve satmayı üstlenmesi halinde bu satış caiz olur. Çünkü bunda, kentliler için bir genişletme ve kolaylaştırma vardır. Bâdiye ehlinden kasıt, bedevî olsun olmasın, kent sakini olmayan ve kente gelen kimse demektir.

2- Köylü, malını günün piyasasına uygun fiyatla satmayı kasdetmiş ol­malıdır. Ucuza satmayıp bekletmeyi kastederse memnuiyet, malı satmayı üst­lenen simsar tarafından değil de satıcı tarafından olur.

3- Köylü, piyasadaki fiyatı bilmemelidir. Eğer biliyorsa; kentlinin, ma­lını satmayı üstlenmesi sahih olur. Çünkü o, fiyatı köylüden daha fazla bili­yor değildir.

4- Müşteri de kentlilerden olmalıdır. Ama kendisi gibi köylü birisiyse, kentlinin onun malını satmayı üstlenmesi sahih olur. Çünkü kendisi gibi bir köylüye satmasında kentliler için bir genişletme eseri mevcûd değildir.

5-  İnsanların, onun malına ihtiyaçları olmalıdır. Kentlilerin köylülere satmalanysa caizdir.

Şâfiîler dediler ki: Kentlinin anılan bâdiye sakini için satması ha­ramdır. Bunun küçük günah mı, büyük günah mı olduğu hususunda ihtilâf vardır. Bu alış-verişin günahı, bunun haram olduğunu bilenin üzerinedir. Bu şahıs, köylü de olabilir, kentli de... Bazıları derler ki: Bunun günahı, kentli üzerinedir. Köylüye gelince, onun bunda bir günahı yoktur. Çünkü o, ken­disi için yararlı olan bir işte kentliye muvafakat etmiştir. Dolayısıyla bunda mazurdur.

Kentli, kentte oturan demektir. Kentten kasıt da şehir, kasaba ve reyf-lerdir. Reyf ise içinde her ne kadar arabîlerin kıldan yapılma evleri (çadırla­rı) bulunsa da hem verimli, hem verimsiz tarlaları bulunan yerlerdir. Ama burada kastedilen, bu değildir. Asıl maksat, satmak amacıyla dışarıdan kente mal getiren yabancı kimsedir. Bazıları, buna yabancı kaydını eklemenin şart olmadığını söylemişlerdir. Meselâ kentlilerden birinin depolamış olduğu buğ­day ve benzeri bir malı olur, sonra bunu bir defada satmak üzere çıkarır; bir başkası da ona peyderpey satması için ertelemesini söylerse; bu, kentli de olsa, onun gibi yabancı biri de olsa, malını satmayı üstlenen biri de olsa veya başkası da olsa günahkâr olur. Çünkü yasakhğın illeti, her iki durum­da da tahakkuk etmektedir. Ki o da halkı sıkıntıya düşürmek ve piyasayı yükseltmektir. Bazıları, malı dışarıdan getirenin yabancı olmasının gerekti­ğini mûtemed görüş saymışlardır. İster kentli, ister yabancı olsun, mutlak surette günahkâr olacağını söyleyenlere gelince, bu satış üç şartla haram olur:

1- Mal, yiyecek maddesi gibi kendisine genelde ihtiyaç duyulan bir şey olmalıdır. Kent sâkinlerinin tümü o mala muhtaç olmasalar bile, gayr-ı müslim olsa dahi bir grubun o mala ihtiyaç duyması yeterli olur. Bu yiyecek madde­si, meyve gibi umumun ihtiyaç duymadığı bir şeyse, o zaman bu satış haram olmaz.

2- Dışardan gelen şahıs, malını günün piyasasına uygun bir fiyatla sat­mayı kasdetmelidir. Ama malını perakende satmak istiyorsa, bir şahıs ona, "ben senin malım perakende satmayı üstleniyorum" derse, günahkâr olmaz.

Çünkü böyle diyen şahıs', bu durumda halka zarar vermiş olmamaktadır. Mal sahibini, malını perakende satmaktan men etmenin yolu da yoktur. Çünkü din hudutları çerçevesinde mal sahibi, malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

3- Mal sahibi toptan satmanın mı, yoksa perakende satmanın mı kendi­si için hayırlı olacağı hususunda ona danışmış olmamalıdır. Bu hususta ihti­lâf vardır. Mûtemed görüşe göre, kendisi için hangisinin daha hayırlı olacağını danışması gerekir. Ona "perakende sat" veya "senin için perakende satma­yı üstlenirim" derse, günahkâr olmaz.

Hanefîler dediler ki: Kentliden kasıt, simsar (komisyoncu), bâdi-yeliden kasıt ta, köylü satıcıdır. Kentlinin (simsarın), köylü satıcıyı men ederek ona "sen satma; ben bu işi senden daha iyi bilirim" demesi, köylünün de ona güvenerek getirdiği mallan satması sahih olmaz. Bu, tahrîmen mekruh olup küçük günahlardandır. İnsanların kıtlık içinde bulunmaları ve o mala muhtaç olmaları durumunda bu mekruh olur. Böyle yapmakla insanlara za­rar verilmiş, halka karşı piyasa yükseltilmiş ve sıkıntı verilmiş olur. Halk bol­luk ve genişlik içindeyse, bu satış mekruh olmaz.

(174) Mâlikîler dediler ki: Bir beldeye satılmak üzere başka beldelerden getirilen malları (şehir dışında) karşılamak yasaklanmıştır. Bir kimsenin şe­hir dışında durarak, mallarını satmak üzere şehre getiren satıcıları karşıla­ması ve onlardan mal satın alması helâl olmaz. Çünkü böyle yapmakla belde halkına zarar ve sıkıntı verilmiş olur. ama şehirden altı millik öteye giderse, azık için olsun, ticâret için olsun, malların getirilmekte olduğu bu beldenin mûtemed görüşe göre pazarı olsun olmasın, mal satın alması sahih olur. Ama şehirden uzaklaştığı mesafe altı milden az ise ve beldenin pazarı da bulunu­yorsa, ticâret için dışarıdan mal satın alması caiz olmaz. Fakat bunu kendi azığı için alması caizdir. Beldenin pazarı yoksa, hem ticâret ve hem de azık için satın alması caiz olur. Beldeye ulaşan maldan pazara ulaşmadığı sürece, satın almak asla caiz olmaz. Eğer beldede pazar yoksa, o maldan ticâret ve­ya azık için satın almak mutlak surette caiz olur.

Mal sahibi bir beldede, malı başka bir beldede ise ve malını kendi bu­lunduğu beldenin pazarında satmak için getirmek istiyorsa; beldeye ulaşmaz­dan önce evsâf belirterek malı ondan satın almak caiz olmaz. Şehir dışında karşılanması yasaklanan malın satın alınması sahih olur. Salt satış akdi ne­deniyle de müşteri zamir olur. Fakat satın aldıktan sonra müşteri, o mala sahip olur mu? Yoksa dileyen kendisine ortak olsun diye malı pazar esnafı­na arzetmesi mi gerekir? Bu hususta meşhur iki kavil vardır. Meyveler, ekmekler ve şakacılar yükleri bu eşyalardan istisna olunmuştur.

Hanefîler dediler ki: Beldelerden birinde satmak üzere dışarıdan mal getiren kervanları şehir dışında karşılayarak onlardan mal satın almak tah-rimen mekruhtur. Zîrâ müşteri, ya belde halkının o mala ihtiyacı olmasıyla birlikte malı dışarıdayken karşılayıp satın alır; sonra da fazla fiyatla belde halkına satar ve onlara zarar verir. Ya da mal sahiplerini aldatarak onlar­dan malı ucuz fiyatla satın alır. Her iki durumda da mekruhluk tahakkuk etmektedir.

Şâfîîler dediler ki: Bir beldede satmak üzere mal-taşımakta olan ker­vanları şehir dışında karşılayan ve kervanın şehre ulaşıp fiyatları öğrenmele­rinden önce malları onlardan satın alan kimse günahkâr olur. Mal sahibi, piyasayı öğrendikten sonra iki şartla muhayyer olur:

1-  Malı onlardan, belde piyasasından eksiğine satın almış olur. Belde piyasasına uygun fiyatla satın almışsa, mal sahihleri için muhayyerlik yoktur.

2- Satıcı, fiyatları bilmemelidir. Biliyorsa, müşteri kendisinden piyasa­dan daha aşağı bir fiyatla satın almış olsa bile muhayyer olamaz. Muhay­yerlik  hakkına sahip  olan,  bu  hakkını derhal  kullanmalıdır.  Piyasayı öğrendikten hemen sonra,alışverişi onaylama veya feshetme şeklinde bu hak­kını kullanmazsa, muhayyerlik hakkı düşer. Muhayyer olduğunu bilmediği­ni veya muhayyerlik hakkına sahip olduğunu bildiğini, ancak bu hakkını derhal kullanması gerektiğini bilmediğini iddia ederse, sözü kabul edilir.

Belde dışına, kervanı karşılamak için değil de, gezinti yapmak veya av­lanmak gibi bir amaçla ve dışarıdayken beldesine satmak üzere mal getiren kervandan mal satın alan kimse; eğer bu alışverişin şer'î hükmünü biliyorsa, esahh kavle göre günahkâr olur. Çünkü haramlık illeti tahakkuk etmiştir ki, o da gelenleri aldatmaktır.

Bir beldeye mal satın almak üzere gelen kervanı karşılayarak onlar için simsar sıfatıyla mal satın almanın caiz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, caiz olmadığını söyleyenler de vardır. Mûtemed görüş, caiz olmadığını söyleyen­lerin görüşüdür.

Hanbelîler dediler ki: Beldede satmak üzere mal getiren kervanı (şehir dışında) karşılayarak onlardan mal satın alma hususunda İki görüş var­dır: Bir görüşe göre bu alışveriş mekruh, diğer bir görüşe göre ise haramdır. İkinci kavil evlâdır. Kervandan kasıt, yaya da olsalar dışarıdan mal getiren­lerdir. Bir kimse bunlardan bir şey satın alır veya bunlara bir şey satar, son­ra da alışılagelen ölçünün dışında bunları kandinrsa; kandırılan taraf gerçek

fiyatı öğrendiklerinde alışverişi onaylama veya feshetme muhayyerliğine sa­hip olur.

 (175) Hanefîler dediler ki: Malın bedelini belirlemede müşteriyle satıcı­nın prensip olarak anlaşarak satıcının, malım bu bedelle satmaya meyletme-sj durumunda başkasının pazarlığı üzerine pazarlık etmek, tahrîmen mekruhtur. Ama satıcı, malını belirlenen fiyatla satmaya meyletmezse, ilk müşterinin fiyatı üzerine arttınm yapmak sahih olur. Hatta bunda satıcının yararı bulunduğu ve malın da revaç kazandığı için böyle yapmak övgüye de­ğer bîr davranış olur.

Evlenme talebi de alışveriş akdi gibidir. Tarafların mehir hususunda an­laşmalarından sonra, bir kimsenin başkasının istediği kadınla evlenme tale­binde bulunması mekruh olur. Ama mehir hususunda anlaşmamişlarsa, mekruh olmaz. İcar da böyledir.

Mâlikîler dediler ki: Başkasının pazarlığı üzerine pazarlık yapmak, eğer satıcının fiyata meyletmesinden ve prensipte müşteriyle anlaşmasından önceyse, hîlâf-ı evlâdır. Ama fiyata meyletmesinden sonraysa haramdır.

Şâfiîler dediler ki: Başkasının pazarlığı üzerine pazarlık yapmak, fi­yatın kesinleşmesinden ve tarafların açık olarak rızâlaşmalarından sonra olursa haramdır. Ama satıcı susar veya "başkasına danışıncaya kadar" dediği zaman, açık olarak fiyata razı olmaz. Öyleyse bu durumda sarih kavle göre pazarlık haram olmaz. Ancak (ikinci müşteri) bunu biliyorsa haram olur.

Hanbelîler dediler ki: Satıcının açık olarak fiyata razı olmasından sonra kişinin kendi (din) kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık etmesi haram olur. Bir çoklarının yaptığı gibi, malın satılık olduğu çağrı yapılarak ilân edildiğinde pazarlık yapmak ve müzayede (açık artırma) ye katılmak haram ol­maz. Bu tartışmasız olarak caizdir.

 

Murabaha Ve Tevliye

 

Murabaha sözlükte "ribh" kelimesinden alınma bir mas-dardır. Ribh, fazlalık demektir. Fıkıhçıların ıstılahmdaysa bir eşyayı, mez-heblerde anlatılan tafsilâtlı şartlar çerçevesinde maliyet fiyatına ek bir kârla satmaktır.

Tevliye ye gelince, bu, lügatte başkasını veli ve yetkili kıl­mak anlamına gelen "Vella ğayrehu" fiilinin mastarıdır. Şerîatte ise; malı, fiyatına ekleme yapmaksızın ilk alış fiyatına satmaktır. Bunun hükmü, önce verilen tafsilât çerçevesinde, murabahanın hükmü gibidir, vazîa da bunlar gibidir. Buna "muhatte" denilir. Vazîa: Malı, alış fiyatından eksiği­ne satmaktır.

Bir kimse malını murabaha veya vazîa yoluyla satar, sonra da alış fiyatını ve onunla ilgili şeyleri açıklarken yalan söylediği burhan, ikrar ve­ya başka bir yolla ortaya çıkarsa hüküm ne olur? Buna ilişkin mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(176) Mâlikîler dediler.ki: Murabaha eşyayı, satın alınmış olduğu fiya­ta satıcı ve müşterice bilinen belli bir kâr ilâvesiyle satmaktır ki bu, hilâf-ı evlâdır. Çünkü bu herkes için çok zor olan bazı açıklamaları gerektirmekte­dir. O zaman da bu satış fâsid olarak vâki olmaktadır. Zîrâ satıcı, satılık malı ve alış fiyatına ek olarak yaptığı harcamaları açıklamakla yükümlüdür. Bu da çoğu kez anlaşmazlıklara yol açar. İsti'man satışı da böyledir.

İsti'man satışı, müşterinin satıcıya güvenerek ondan mal satın alması demektir. Bu da ona şöyle demesiyle olur: "Bu malı, başkalarına sattığın gibi bana da sat. Çünkü ben fiyatını bilmiyorum." Müzayede satışı da böy­ledir. Bu, malın fiyatının kesinleşmesinden ve satıcının ikisinden biriyle an­laşmasından önce iki veya daha fazla kişinin bir malı satın almak için fiyat arttırması demektir. Önce de belirtildiği gibi bu arttınm, fiyatın kesinleşme­sinden sonra yapılırsa haram olur.

Murabaha iki şekilde olur:

1- Müşterinin satıcıya, meselâ yüzde on veya daha fazla, ya da daha az kâr vermek üzere onunla pazarlık etmesi. Bunun da iki şekli vardır:

a) Satıcı, malı belli bir fiyata satın almıştır. Alış fiyatına ek olarak ona bir masraf yapmış değildir. Bunun hükmü açıktır. Müşteri, aralarında an­laştıkları hesaba göre kâr miktarını ekleyerek malın bedelini satıcıya Ödeye­cektir.

b) Satıcı, satm aldığı bedele ek olarak malına masraf yapmıştır. Bu da üç durumu kapsar:

bb) Mala yaptığı masraf, mal üzerinde sabit olarak bulunan bir ayın olur. Meselâ beyaz bir kumaş alır ve onu boyar. Veya atılmış yün alır ve onu eğirir. Veya aldığı kumaşı diker veya nakışlar. Boyama, eğirme, nakışlama ve dikme, kumaş üzerinde var olan niteliklerdir. Bunun hükmü şudur: Bu masraflar da malın alış fiyatı gibidir ve o fiyata eklenir. Kâr da bu toplam fiyata göre hesaplanır. Ancak satıcının, malın alış fiyatını açıkladığı gibi, bu masrafları da açıklaması şarttır ve şöyle demesi gerekir: "Kumaşı şu ka­dara satın aldım. Onu şu kadara boyattım veya şu kadara diktirdim veya şu kadara nakışlattım." Bu işleri kendisi yapmışsa, meselâ terzi olduğu için kumaşını kendi dikmiş veya boyacı olduğu için kendisi boyamışşa, kendisi için ücret ve kâr hesaplanmaz.

cc) Mal üzerine yaptığı masraflar, malda mevcûd ve mala mahsus ol­maz. Malı kendi evinde depolama ve taşıma ücreti gibi. Bunun hükmü şu­dur: Bu masraflar fiyatın aslından sayılmaz ve bunlar için kâr da hesaplanmaz. Ama sırf bu malı depolamak için bir ev kirâlamişsa ve bu mal olmadığı tak­dirde o evi kiralamaya ihtiyacı yoksa, o zaman bu kira ücreti de malın alış fiyatına eklenir; fakat bunun için kâr hesaplanmaz. Âdete göre onun mari­fetiyle satm almak zoruhluysa, simsar ücreti de böyledir.

dd) Mal üzerine yaptığı masraflar, malda mevcûd olmaz; ama bu mas­raflar bu mala mahsus olurlar. Bu da kumaşı katlayıp bağlamak ve balyala­mak gibi, âdete göre tüccarın kendi yaptığı işlerden olduğu halde bu işi yaptırmak için adam kirâlamışsa, bu masraf malın ne alış fiyatına eklenir, ne de bu masrafa karşı kâr tahakkuk ettirilir.

Ama hayvana yapılan masraf gibi tüccarın kendi yaptığı işlerden değil­se, bu masraflar fiyatın aslına eklenir. Fakat bunlar için kâr hesaplanmaz. Satıcının bunları da açıklaması şarttır. Satıcı, malında sabit ayın olarak mev­cûd olan boya, dikiş, nakış gibi mevcûd olsun; taşıma ücreti gibi sabit aynı bulunmasın ve o mala özgü olmasın; ya da özgü olsun ama âdete göre satıcı­nın kendi yapması gereken işlerden olsun olmasın bütün masraflar için ken­disine kâr vermesini müşteriye şart koşarsa, bu masrafların tümünü söylediği takdirde şartına uyulur.

Bundan da anlaşılıyor ki, malın alış fiyatını ve malda mevcûd olsun ol­masın yapılan masrafları açıklamak, her halükârda şarttır. Satıcı, müşteri­ye, "yüzde on kâr verdiğin takdirde bu malı sana satarım der, sonra masraflarla birlikte malın alış fiyatını müşteriye söyler; ama bu masraflar­dan alış fiyatına kârla birlikte eklenmesi sahih olanı, kârsız olarak eklenme­si sahih olanı, eklenmesi asla sahih olmayanı açıklamazsa, alış veriş akdi fâsid olarak yapılmış olur. Çünkü, bu durumda müşteri, malın bedelini bileme­mektedir.

2- Murabaha satışının iki şeklinden biri de malın, toplam alış fiyatı üze­rine belirli bir kâr konularak satılmasıdır. Örneğin satıcının "beşyüz lira ve­ya bin lira kârla birlikte, bu malı saün aldığım fiyata sana sattım" demesi gibi. Bu durumda da satıcının alış fiyatını ve ona bağlı olarak mala yaptığı masrafları açıklaması şarttır. Bu masraflar boya ve benzerleri gibi mal üze­rinde mevcûd da olsalar, depolama ve taşıma ücreti gibi mal üzerinde mev­cûd olmasalar da açıklanmalıdır. Kârla beraber alış fiyatına eklenen veya kârsız olarak eklenen veyahut alış fiyatına asla eklenemeyen masraflar da açıklanmalıdır. Bu durumda alışveriş akdi sahih olur. Ama taşıma ücreti ve benzeri alış fiyatına eklenmesi sahih olmayan masraflar, müşteriden alınmaz. Ancak satıcı, bu masrafları da müşteriden almayı şart koşmuşsa, sahih olur.

Malın bedelinin altın veya gümüş olması, ya da kıymetli (değeri takdir edilen) bir nesne olması arasında bir fark yoktur. Meselâ bir kimse, bir ko­yuna bir kumaş satın alırsa, bu kumaşı, satın aldığı koyuna nitelik bakımın­dan denk bir koyunla ve belli bir kâr fazlasıyla satması sahih olur. Ancak müşterinin bedel olarak vermek istediği koyunun kendi yanında bir mülk ol­ması, yanında olmasa da kendisi için tekeffül edilmiş olması, yani koyunu elde etmesinin mümkün olması şarttır. Aksi takdirde alışveriş sahih olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Kârla birlikte malın alış fiyatı da belli olur­sa, anılan murabaha satışı kerâhetsiz olarak sahih olur. Satıcı, "bu evi on-bin lira kârla birlikte, aldığım fiyata -ki odayüzbin liradır- sana sattım" derse sahih olur. Ama "onda bir kârla bu evi sana sattım" der ve alış fiyatı­nı açıklamazsa, alışveriş kerahetle birlikte sahih olur. Satıcının ahş fiyatını ve mala yaptığı masrafları ayrı ayrı açıklaması gerekir. Meselâ malı on lira­ya satın almış ve ona on liralık masraf yapmışsa, bu şekilde açıklama yap­ması; "malı on liraya satın aldım. On liraya da boyattım veya tarttırdım veya ölçtürdüm veya yem verdim" demesi gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Murabaha satışı sahihtir. Bu, satıcının "bu mah on İira kârla birlikte, satın aldığım fiyata -sözgelimi alış fiyatı yüz lira olsun-sana sattım" veya "bu mah alış fiyatının yüzde onu kârla sana sattım" de­mesi şeklinde olabilir. Bu durumda müşteri, satıcının malı kaça satın almış olduğunu ve mala ne kadar masraf ettiğini biliyorsa satış sahih olur. Bu, şu sözün kapsamına girer: "Bu malı, aldığım fiyata ek olarak şu kadar kârla sana sattım" derse masrafını açıklamasa bile sahih olur. Ancak satıcının kendi yaptığı çalışmanın ücretini veya gönüllü birinin parasız olarak yaptığı çalış­mayı açıklamadığı takdirde bu ücretler, maliyet fiyatının kapsamına girmezler. Müşteri masrafları bilmiyorsa, satıcı tarafından açıklanmadığı takdirde bu masraflar, alışveriş akdinin kapsamına girmezler.

Malın alış bedeli bir eşya ise ve müşterinin de bundan haberi yoksa, sa­tıcının bunu da açıklaması gerekir. Örneğin müşteriye, "bu kumaşı sana, ahş fiyatına -ki fiyatı da şu kadar değerde bir eşya idi- sattım" Ama müş­teri bu malın alış bedelini biliyorsa, satıcının bunu ona açıklaması gerekmez. Açıkladığında da alışveriş akdi, sahih olarak gerçekleşir. Açıklama, sâdece haram olan yalanı bertaraf etmek içindir. Malın bedeli nakid veya misliyat-tan ise -ölçeklik tahıllar vs...- açıklanması gerekmez.

Hanefîler dediler ki: Murabaha satışı, yani ahş fiyatına kâr eklene­rek yapılan satış, iki şartla sahih olur:

1- Satılan şey, meta olmalıdır. Nakidlerin (altın ve gümüş paraların) murâbahayla satılması sahih olmaz. Bir kimse iki altın lirayı, yüz yirmi gümüş kuruşa satın alırsa, bunları beş kuruş kârına satması sahih olmaz. Zîrâ önceleri de bir kaç kez anlatıldığı gibi nakidler, tâyin ile belirlenemezler. Satı­cı, "ben bu altın lirayı şu fiyata sana sattım" der, sonra da başka bir altın lirayı sana verir. Çünkü (teslim almadıkça sırf) satın almayla ona mâlik olunmaz.

Satıcı, tüccarların âdetine uygun olarak mala yapmış olduğu masrafları alış fiyatına ekleyebilir. Bu masraflar kumaşın boyanması, dikilmesi, nakış-lanması, yün ile pamuğun bükülüp eğrilmesi, ark ve kanalların kazılması gi­bi mal üzerinde sabit olarşk bulunabilecekleri gibi, aşırıya kaçmamak kaydıyla taşıma ücreti, yem ücreti, simsar ücreti türünden olup satılık malın üzerinde sabit olmayan ve onun dışında kalan şeyler de olabilirler. Satıcının, masraf­ları malın alış fiyatına ekleyeceğini şart koşması ve bunu açıklaması gerekir mi, gerekmez mi? Bu hususta ihtilâf vardır: Kuvvetli görüşe göre, daha ev­vel de işaret ettiğimiz gibi, bunda başvurulacak yer örftür. Tüccarların âde­tine göre alış fiyatına eklenebilen masrafları, alış fiyatına ekler. Âdete göre eklenmeyen masrafları ekleyemez.

2- Semen (malın bedeli) misli bulunur olmalıdır. Cüneyh, riyal ve ben­zeri paralar gibi. Ölçeklik, tartılık ve (irilik bakımından) biribirine yakın olan sayılık nesneler gibi. Biribirinden çok farklı olan sayılık nesnelerse mislî ola­mazlar. Bir kimse on cüneyhe bir deve satın alırsa, onu alış fiyatının üzerine belli bir kâr koyarak satması sahih olur. aynı şekilde deveyi on kile buğday­la satın aldığında onu aynı cinsten bir kile buğday kâr ile satması sahih olur. Yine bunun gibi bir kile buğdayı, ağırlığı üç kilogram olan bir teneke yağ ile satın aldığında o buğdayı, belli miktarda fazla bir yağla kârına satması sahih olur. Ve diğer şeylerin satışı da hep buna kıyaslanabilir.

Malın bedeli mislî değil de kıyemî ise, yani ölçekle satılmayıp hayvan, kumaş ve akar gibi değer konularak satılan bir nesne ise, murabahayla satıl­ması ancak İki şartla sahih olur:  

a) Bu bedel, malın ilk satılışında verilen bedelin aynısı olmalıdır. Örne­ğin Mehmet, Ahmet'ten bir koyun karşılığında bir kumaş satın alır. Sonra Murat, aynı koyunu Ahmet'ten alıp mülk edindikten sonra onu vererek ku­maşı Mehmet'ten satın alır.

b) Kâr belli olmalıdır. Örneğin ona, "bu kumaşı, satın almış olduğun koyun ve on lira (veya bir kile buğday) kârla beraber senden satın aldım" demesi gibi. Ama kâr belli olmazsa, örneğin "bu kumaşı mezkûr koyun ve kumaş bedelinin yüzde beşi kadar bir kârla beraber senden satın aldım" derse, alışveriş sahih olmaz. Çünkü bu durumda kumaşın bedeli belirli değildir.

(177) Hanefîler dediler ki: Satıcının yalan söylediği burhan, ikrar veya yeminden kaçınma şeklinde açığa çıkarsa; müşteri dilerse malı, satın aldığı tam fiyatla alır, dilerse geri verir. Tevliye satışında, satıcının yalanı nedeniy­le yaptığı fazla ödemeyi satıcıdan kesebilir. Murabaha satışındaysa müşteri­nin fiyat kesme hakkı yoktur. Sâdece malı ya geri verir, ya da aldığı tam fiyatla malı satın alır. Bazıları derler ki: Murabaha satışında da fazla fiyatı keser. Meselâ satıcı, sermâyesi on liradır diyerek beş lira kârla, yani onbeş liraya bir kumaş satar da sonra sermayesinin on lira olmayıp sekiz Ura oldu­ğu açığa çıkarsa; müşteri, sermayenin aslından iki lirayı ve bunun karşılığı olarak kârdan da bir lirayı keser. Satılan mal geri verilmeden telef olur veya müşteri tarafından tüketilirse, ya da müşterinin yanmdayken onda bir ayıp meydana gelirse, müşterinin muhayyerlik hakkı düşer ve malın belirtilen fi­yatını tamamıyla ödemesi gerekir.

Mâlikîler dediler ki: Murabahada satıcı doğru bir kimse değilse, ya hileci, ya yalancı, ya da iyiyle kötüyü biribirine karıştırıcı (Müdlis) olur.

Hileci ya da aldatıcı; müşteride, her ne kadar bulunmaması malın değe­rini eksiltmese de, varlığı dolayısıyla mala rağbet edilecek bir niteliğin mal­da mevcûd olduğu vehmini uyandıran kimsedir. Ya da bulunması hâlinde malın rağbet görmemesine neden olacak niteliklerin malda mevcûd olmadı­ğı vehmini müşteride uyandırarak bunun aksini yapandır. Bu da şöyle olur: Yanında uzun zamandan beri bekleyen eski bir mal olduğu halde fabrika­dan yeni gelmiş bir mal imişçesine müşteride vehim uyandırır. Ya da bu ku­maşın falan fabrikadan gelmediği halde falan fabrikadan geldiği vehmini müşteride uyandırır. Yalnız bu aldatmacanın, malın değerini eksiltir olma­ması şarttır. Eğer bu, mal için bir ayipsa ayıp muhayyerliği bahsinde anlatı­lan hükme tâbi olur. Mezkûr hile ve aldatmanın murabaha satışındaki hükmü şudur: Müşteri, malı alıp almamakta serbesttir. Dilerse alır; dilerse geri verir.

Yalancı ise; gerçeğin tersi yönde bildirimde bulunandır. Malın alış fi­yatım, olduğundan fazla söyler. Meselâ yirmiye aldığı halde, otuza almış ol­duğunu söyler. Bu durumda müşteri, satıcının sermayenin aslına eklediği fazlalığı ve bu fazlalığa tekabül eden kârı düşürme hakkına sahiptir ve malı ancak bu (düşürülmüş olan) fiyatla satın almak mecburiyetinde olur. Satıcı bu fiyatı kabul etmezse, müşteri malı alıp almamakta serbest olur.

Malda geri verme hakkını düşürecek bir arıza veya eksiklik meydana gelir, ya da piyasası düşerse; satıcı da müşteriyi aldatmışsa, müşteri, malın fiyatı ile teslim aldığı günkü değerinden hangisi daha azsa, onu vererek malı satın almakla yükümlü olur. Bu mal için kâr takdir edilmez. Satıcının müş­teriye yalan söylemiş olması durumunda müşteri muhayyer olur. Dilerse malı, icarını da katarak gerçek fiyatıyla satın alır. Dilerse satıcıdan teslim almış olduğu günkü değeriyle satın alır. Ancak değeri, onun yalan fiyatı ve kârın­dan fazlaysa, o zaman müşterinin bu fazlalığı Ödemesi gerekmez. Çünkü sa­tıcı, yalan fiyata razı olmuştur. Malın değerinin yükselmesi, ona özel bir hak kazandırmaz. O, malın bedelini yalan ile arttırmıştır.

Tedlis yapan (aybı gizleyen) satıcıya gelince; o, malda ayıp olduğunu biliyor ve gizliyordun Müdlis (tedlis yapan) satıcının murabahadaki hükmü, diğer satışlardaki hükmü gibidir. Muhayyerlik bahislerinde de anlatıldığı gi­bi, müşteri dilerse malı geri verir ve hiç bir yükümlülük altına girmez. Diler­se malı almayı kabul eder ve satıcıdan da bir hak talep edemez. Yalnız murabaha satışında yalan, aldatma ve tedlis vukûbulursa, bu, fâsid satışa benzer. Müşterinin teslim almasından önce mal telef olursa, müşteri o malın bedelini ödemekle yükümlü olmaz. Ama müzayede ve müsâveme (pazarlık ederek) satışlarında yalan, aldatma ve benzeri haller vukûbulur da müşteri­nin teslim almasından önce mal telef olursa, sırf satış akdi dolayısıyla müş­teri, o malın bedelini Ödemekle yükümlü olur.

Hanbelîler dediler ki: Bir kimse bir şeyi tevliye veya murabaha sa­tışıyla satar, sonra da müşteriye yalan sermâye açıklamasında bulunduğu an­laşılırsa, müşteri, murabaha ve tevliyede satıcının asıl sermayeye yalan söyleyerek yaptığı ilâveyi ve 'murabahayla satın almışsa bu ilâveye tekabül eden kârı düşürme hakkına sahip olur. Muvâdaa (zararına satış) da da faz­lalığı düşürür. Düşürdükten sonra kalan fiyatla malı satın almaya mecbur olur. Artık bundan sonra da muhayyerliği kalmaz. Satıcı, "ben malın alış fiyatını söylerken yanıldım. Oysa ki ben daha fazlasına satın almışım" der­se, yemin etmesi koşuluyla söz, satıcınındır. Şöyle ki: Müşteri, onun yemin etmesini ister. O da satış vaktinde, malın alış fiyatının, kendisinin söyledi­ğinden daha çok olduğunu bilmediğine yemin eder. Satıcının yemin etme­sinden sonra müşteri muhayyer olur: Dilerse malı geri verir. Dilerse, satıcının iddia ettiği fazlalığı öder. Satıcı yeminden kaçınırsa, alışveriş akdi hangi fi­yat üzerine yapılmışsa sâdece o kadarını alma hakkına sahip olur. Bazıları kuvvetli kavle göre, dürüstlükle tanınmamış ise, satıcının fazla fiyatla ilgili sözünün, beyyine getirmedikçe kabul edilmemesi gerektiği görüşünü tercih etmişlerdir.

Şafiîler dediler ki: Murabahada satıcımı yalan söylediği açığa çı­karsa, yani satmakta olduğu malı yüz liraya aimis olduğunu söyler, fakat daha eksik bir fiyatla satın almış olduğu bürhafh veya ikrarla açığa çıkarsa, müşteri, asıl sermayeye yapılan ilâveyi ve buna tekabül eden kân düşürme hakkına sahip olur.

Satıcı yanılarak malı daha eksiğine satın almış olduğunu söylediğini id­dia ederse, İddia ettiği fazlalığı alma hakkına sahip olmaz. Ama müşteri onun bu sözünü doğrularsa satıcı, alışveriş akdini yürürlükte bırakmak veya fes­hetmekte muhayyer olur. Şayet müşteri onu yalanlarsa; satıcı da muhtemel bir yanılma yolunu açıklarsa, meselâ, "deftere baktım; fiyatın, söylediğim­den fazla olduğunu gördüm" derse, veya buna benzer sözler söylerse, eğer beyyinesi varsa beyyinesi dinlenir. Beyyine onu doğrularsa, muhayyer olur. Fazlalık onun için sabit olmaz. Ama normal olarak yanılabileceğini haklı çıkaracak bir yol açıklamazsa beyyinesi mutlak surette dinlenmez. Sözünde çelişki bulunduğu için muhtemel bir yanılma gerekçesi açıklasa da, açtkla-masa da beyyînesinin kesinlikle dinlenmemesi gerektiğini söyleyenler ie ol­muştur. Mûtemed olan görüş birincisidir. Satıcı, malın bedelinin, satıcının kendisine söylediğinden daha fazla veya daha eksik olduğunu bilmediğine dâir müşteriye yemin ettirebilir. Müşteri ikrar ederse; hüküm satıcının sözü­nü doğrulaması meselesindeki hükmün aynısı olur. Satıcı muhayyer olur. Ama fiyat fazlalığı onun için sabit olmaz. Müşteri fiyatı bilmediğine yemin ederse akid, hangi fiyat üzerine yapılmışsa, o haliyle kesinleşir. Taraflardan hiç bi­ri muhayyer olmaz. Yeminden kaçınırsa, yemin satıcıya teklif edilir. Yemin ederse; müşteri, malı satıcının yemin etitği fiyatla alabileceği gibi, geri de verebilir.

 

Ğabn-İ Fahiş (Aşırı Şekilde Aldatarak Satmak)

 

İnsanların biribirlerinden kazanmaları İçin satma ve satın alma meş­ru kılınmıştır. Aslında alışverişte taraflardan biri mutlaka diğerini altedecektir. Çünkü satıcıyla müşteriden her biri çok kazanma arzusundadırlar. Şerîat koyucu, insanları alışverişte kazanmaktan menetmiş değildir. Kâr için bir sınırlama da getirmiş değildir. Ama karşı tarafı aldatmayı, malın ayıbını gizlemeyi, kendisinde bulunmayan vasıflarla malı medhetmeyi, iyiyle kötüyü karıştırmayı yasaklamıştır. Bunlardan birini yaparak mal satan ki­şinin müşterisi, satın aldığı malı, muhayyerlik bahislerindeki tafsîlât çer­çevesinde geri verme seçeneğine sahip olur.

Satıcıyla müşteri düşünme fırsatına sahip olsunlar ve biribirlerini al­datıp da pişman olmasınlar diye muhayyerlik meşru kılınmıştır. Böylece satıcıyla müşterinin, biribirlerini fahiş şekilde aldatmamaları için ihtiyatlı davranmaları mümkün olacaktır. Ama bu hal, hile ve tedlis yapmaksızın vukûbulursa hüküm ne olacaktır? Bunun ne kadarı afvedilir, ne kadarı afvedilmez. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alın­mıştır.

 

(l78) Mâlikîler dediler ki: Mezhebin meşhur görüşüne göre, anormal de­recede fazla kârla satıp aldatma nedeniyle, müşteri malı geri veremez. An­cak bazı durumlar bundan istisna edilmiştir.

1- Ğabn-ı fahiş alışverişini yapan satıcıyla müşteri vekil veya vasî olur. hal böyle olunca bu alışveriş reddedilir. Müvekkil veya kısıtlı, malı reddede­bilir. Bİr kimse, kendisi için bir eşya satın almak üzere bîr şahsa vekâlet ve­rir; vekil de onun için ğabn~ı fahiş ile veya satıcı lehine iltimas yaparak bir eşya satın alırsa, müvekkil bu malı, eğer duruyor ve değişikliğe uğramamışsa geri verebilir. Değişikliğe uğramışsa satıcıya müracaat ederek, aldanarak verdiği fazla bedeli geri alır. Satıcıya müracaat etmesi mümkün olmazsa, bu fazlalığı geri almak üzere müşteriye (vekile) müracaat eder.

Aynı şekilde bir kimse başka bir şahsı, kendine âit bir eşyayı satmak üzere vekil tâyin eder, vekili o eşyayı aşın derecede eksik fiyatla satarsa; mü­vekkil, geri alınmasını engelleyecek bir duruma düşmemişse, malını geri ala­bilir. Geri alması mümkün olmazsa, eksik fiyat farkını müşteriden alır.

Müşteriden alamazsa, satıcıya (vekile) müracaat eder. Vasî de vekil gibidir. Kısıtlı, vasinin kendisi için yaptığı alım satımlarda bu gibi durumları farke-derse, anılan hakları kullanabilir.

Ğabn-ı fahişin (aşın aldatmanın) ölçüsünde ihtilâf edilmiştir. Bazıları demişler ki: Bir mal, değerinin üçte biri fazlasına veya üçte biri eksiğine satı­lırsa ğabn (aldatma) olur. Mütemed olan görüşe göre ğabn, malı açık farkla değerinden fazlasına veya eksiğine satmaktır. Fazlalık veya eksiklik, göze ba­tacak derecede olunca, bu ğabn-ı fahiş olur.

2- Müşteri satıcıya teslim olur. Örneğin ona, "bu malı başkalarına sat­tığın gibi bana sat" der. Veya satıcı müşteriye teslim olur. Örneğin ona "bu malı başkalarından satın aldığın gibi benden satın al" der. Bu durumda sa­tıcı veya müşteri, ğabn-ı fahiş ile karşı tarafı aldatırsa, aldatılan taraf malı geri verme hakkına sahip olur.

3- Satıcının müşteriye veya müşterinin satıcıya güven duyması, örneğin biri diğerine "bu malın değeri neyse onunla satayım" veya "...satın alayım?" der, karşı taraf da fazla veya eksik bildirimde bulunursa, aldatılan taraf malı geri verme (satıcı ise geri alma) hakkına sahip olur.

Bazı Mâliki âlimleri, satılan malın değerinin üçte bir fazlasına veya üç­te bir eksiğine satılması durumunda alışverişin feshedilmesi gerektiğini söy­lemişlerdir. Yalnız satıcının, satarken ğabn-ı fahiş ile sattığını veya müşterinin, satın alırken ğabn-İ fahiş ile satın aldığını bilmesi, ayrıca bir yıl geçmeden malın mevcûd ve değişikliğe uğramamış olması şarttır. Bazı İslâm ülkele­rinde bu görüşle amel olunmaktadır.

Hanbelîler dediler ki: Üç durumda ğabn-i fahiş ile satılan mal geri verilir:

1- Mal getiren kervanı şehir dışında karşılamak (ve onlardan ğabn-ı fâ-hîş yaparak mal satın almak)

2- Necş satışı. Kişinin ihtiyâcı olmadığı halde yalan yere fiyat arttırması ve böylece o malı almak isteyenleri aldatması.

3- Satıcı veya müşterinin fiyatları bilmemeleri ve pazarlığı iyi yapama­maları. (Aldatılan tarafın) yemin etmesi koşuluyla malın bedelinin değerini bilmediğine dâir sözü, iddiasını yalanlayacak bir karine bulunmadıkça ka­bul edilir. Ancak bedelin değerini bilmediğine tanıklık eden bir beyyine.bu-lunduğu takdirde sözü kabul edilir, diyenler de vardır. Piyasa hakkında bilgisi olup pazarlığı iyi bilçne gelince; bu şahıs, ğabn-ı fahiş ile aldatılmış olsa da malı reddetme hakkına sahip olmaz. Ğabn-ı fahişin ölçüsü, satılan malın anor­mal ölçüde fazla veya eksikJîyatla satılmasıdır.

Hanefîler dediler ki: Ğabn-i fahiş, değer takdir edicilerin değerlen­dirmesi altına girmeyen aşırı derecedeki aldatmadır. Sözgelimi adamın biri bir eşyayı on liraya satın alır. Bazı bilirkişiler buna beş lira değer takdir eder. Bazıları altı, bazıları da yedi lira değer takdir ederler. Onlardan hiç biri bu eşyanın on lira değerinde olduğunu söylemezse, bu eşyanın satın alma bede­li hiç kimsenin değerlendirmesi altına girmez. Ama değerlendirme altına gi­rerse; örneğin bazıları bu eşyanın sekiz lira değerinde olduğunu, bazıları yedi lira, bazıları da on lira değerinde olduğunu söylerse, bu ğabn-ı fahiş olmaz. Çünkü alış fiyatını bazıları kabul ettikleri için, değerlendirme altına girmiş­tir. Ğabn-ı fahişin hükmü, içinde aldatma olmadıkça satılan malın geri veri­lemeyeceğidir. Meselâ satıcı, müşteriye, "bu yerli pamukludur" deyip dört liraya satar; sonra da iki lira değerindeki Şam pamuklusu olduğu anlaşılır­sa, müşteri malı geri verme hakkına sahip olur.

Aynı şekilde müşteri, satıcıya "bu koyun pazarda onbin lira eder" der, satıcı da onu tasdik eder, sonra da o koyunun yirmibin lira değerinde oldu­ğu anlaşılırsa, satıcı alışverişi feshetme hakkına sahip olur. Müşteri aldatıldığını anlamadan, satın almış olduğu malın bir kısmında tasarruf etmişse, bu mal misilli bir mal olduğu takdirde, müşterinin tasarrufta bulunduğunun mislini getirerek, satın almış olduğu malı tam olarak geri vermesi sahih olur. ödediği bedeli de tam olarak geri alır. Ama satın almış olduğu mal, değeri takdir edilebilen (kıyemî) bir malsa, bu malın tümünde veya bazısında ta­sarrufta bulunmuşsa veya bu malda geri vermeyi engelleyen bir ayıp meyda­na gelmişse, muhayyerlik hakkı düşer.

Şafiîler dediler ki: Ğabn-ı fahişte, iyiyle kötü birbirine karıştırılma­mış veya malın var olan ayıbı gizlenmemiş ise, malın geri verilmesi gerek­mez. Az da olsa çok da olsa, hüküm aynıdır. Şu da var ki, aşın derecede pahalıya satmak veya aşırı derecede ucuza satın almak için satıcıyla müşteri­den her birinin öbürüne şiddet göstermemesi sünnet gereğidir. Bilindiği gibi (şehir dışında) kervanı karşılayarak ğabn-ı fahişle onlardan mal satın alan kişinin alışverişi geçerli olmaz. Mal satıcısı, alışverişten cayma hakkına sa­hiptir!

 

Sözü Edilmese Bile Satılık Malın Kapsamına Giren Ve Girmeyen Şeyler

 

Bir kimse bir ev satın aldığında bu evin binası, kapıları ve eve bitişik plan diğer şeyler, şart koşulmasalar bile evin kapsamına girerler. Aynı şe­kilde bir kimse içinde dikili ağaçlar bulunan tarımsal bir arazi satın aldı­ğında, ağaçlar da bu arazinin kapsamına girerler. Bu hususta mezheblerin tafsilatlı açıklamaları vardır.

 

(179) Hanefîler dediler ki: Bu bahis, üç kurala dayanmaktadır:

1- örfe göre satılık mal adının kapsamına giren her şey, söylenmese bi­le satılan malın kapsamına girer. Bir kimse bir ev satın aldığında, Örfe göre ev (dendir) denilebilecek her şey o evin kapsamına girer ki, o şeylerin açıkla­ması yakında gelecektir.

2- Satılık malın kapsamına girecek olan her şey, ona ayrılmayacak bir şekilde bitişik olmalı, gidermek ve kesmek amacıyla o şeyin içine konulmuş olmamalıdır. Sürekli olarak meyvesinden yararlanmak kastıyla toprağa di­kilen hurma, nar, mandalina ve benzeri sabit ağaçlar gibi. Bunlar meyve ver­seler de vermeseler de, satış akdinin kapsamına girmelerinden söz edilse de edilmese de satılık mala dâhil olurlar. Ama kurumuş ağaçlar böyle değildir. Bunlar sürekli değildirler.   Çünkü kesme dışında bu ağaçlardan yararla­nılamaz.

Bir veya iki sene sonra olsa bile, belli bir zaman sonra sökülmesi kaste­dildiğinde meyvesiz ağaçlar da böyledirler. Örneğin kereste elde etmek için yetiştirilen ağaçlar gibi. Bunlar (satış akdinde) şart koşulmadıkça satılık mala dâhil olmazlar. Sapı üzerinde terkedilemeyen buğday, darı, arpa ve pirinç gibi diğer bitkiler de bunun gibidirler. Bunlar, saplan üzerinde kalsınlar di­ye dikilmezler. Çünkü, biçilmedikçe bunlardan yararlanılamaz. (Satış akdinde) şart koşulmadıkça bunlar satılan mala dâhil olmazlar.

3- Bu iki kısımdan olmayan, hakkında örfî bir uygulama bulunmayan ve satılan mala sabit biçimde bitişik olmayan şeyler. Bunlar iki kısma ayrılırlar:

a) Satılık malın müştemilâtından ve haklarından olan şeyler. Bunların hükmü şudur: Bunlar, müştemilât ve hukuk kelimelerini söylemekle satılık mala dâhil olurlar. Örneğin: "Bu araziyi müştemilât ve hukukuyla beraber satın aldım demek gibi. Müştemilât ve hukuk kelimeleri söylenmedikçe bun­lar, satılık mala dâhil olmazlar. Müştemilâtla hukuk aynı şeydir. O, satılan mal için varlığı zorunlu olan ve o mal olmasa kendisine ihtiyaç hissedilme­yen şeydir. Örneğin tarla için yol ve su hakkı gibi. Müştemilât ve hukuktan sözedilmedikçe satılık malın kapsamına girmeyen yoldan kasıt, satıcının mül­kiyetinde bulunan özel yoldur. Satılan mala bitişik olan umûmî yola ve so­kağa bitişik olan çıkmaz yola gelince; bunlar, satış akdinde kendilerinden sözedilmese bile satılık mala dâhil olurlar.

b) Satılık malın müştemilât ve hukukundan olmayan şeyler. Ağaca nis-betle meyvesi gibi. Meyve, ağacın müştemilâtından değildir. Bir kimse "şu ağacı satın aldım derse, akidte kendisinden söz edilmedikçe, meyve, bu sa-tışm kapsamına girmez. Veya "ağacı, üzerindeki bütün şeylerle birlikte sa­tın aldım demedikçe meyve, bu satışın kapsamına girmez.

Bu bilindikten sonra, anlatılan diğer misâller buna tatbik edilebilir. Bu cümleden olarak, bir kimse bir ev satın aldığında o evin binası, üstü, kapıla­rı, pencerelerindeki pervaz ve çerçeveleri, banyosu, tuvalet ve ağaçtan yapıl­mış merdiven gibi kendisine bitişik olmayan şeyleri, -çünkü örfe göre merdiven evin kapsamına girer-, i aynı şekilde su borularıyla muslukları ve elektrik borularıyla düğmeleri evin kapsamına girerler. Ama elektrik Iâmbaları, örfe göre eve dâhil olmazlar. Anahtarlar ve örfen eve bağlı olan diğer şeyler de evin kapsamına girerler. Yapının saçakları ise, müştemilât ve hu­kuktan söz edilmedikçe satılan eve dahil olmazlar.

Dış tarafını kazan bir kimse, orada kerpiç, tuğla, taş, mermer ve diğer şeyleri bulursa; o yerde bina yapılmışsa bulunan bu şeyler, binaya bitişik şeyler hükmünde olup satılan mala dâhil olur ve müşterinin mülkiyetine girerler. O yerde bina yapılmamışsa, bulunan bu şeyler satıcıya âit olurlar. Satın alı­nan balığın karnından çıkan mücevher de böyledir. Bu mücevher, sedefinin İçindeyse müşterinin olur. Sedefinin içinde değilse, müşteri onu satıcıya ve­rir. Bu mücevher, satıcının yanında yitik mal hükmünde olur. Bir sene sü­reyle bu malı ilân eder; sonra (sahibi çıkmadığı takdirde) sadaka olarak verir.

Ama bir tavuk satıö alınır da karnında bir altın parçası bulunursa, bu satıcıya âit olur. İçindekini yeme maksadıyla istiridye alındığında bunlardan birinin içinde inci bulunursa, bu inci müşterinin olur. Yine bu cümleden olarak bir kimse bir hamam satın alırsa, bu hamamın duvarlarında sabit olarak bu­lunan kurnalar, su tesisatı ve duvarlara tesbit edilmiş olan bakır kazanlar, yapı ve diğer yerde sabit veya yere bitişik olan şeyler, kendilerinden söz edil­mese bile hamama dâhil olurlar. Bununla İlgili olarak bir kimse bir ağaç sa­tın aldığında, şart koşulmadıkça meyvesi ağaca dâhil olmaz. Önce de belirtildiği gibi bu art, satış akdini fâsid kılmayan satışlardandır. Az önce anlatıldığı gibi yerde devamlı olarak kalmayan ekinler de bu kabildendir. Satıcı bunları kesmek ve bedelini teslim aldığında tarla, ağaç gibi sattığı malı müş­teriye teslim etmekle emrolunur. Bu durumda meyvenin gözle görünür dere­cede olgunlaşmaya başlamasıyla başlamaması arasında bir fark yoktur. Meyvesi olgunlaşıncaya dek üzerinde durması için satıcının ağacı müşteri­den icarla alması caiz olmaz. Ancak müşterinin ağacı ariye (iğreti) olarak vermesi caiz olur. Müşteri iğreti olarak vermeye yanaşmazsa satıcı muhay­yer olur. Dilerse meyveleri hemen keser ve satış akdini yürürlüğe koyar. Di­lerse satışı fesheder. Bütün bunlar, satışta sözkonusu olan hükümlerdir. Rehindeyse ağaç, meyve ve bitki, her ne kadar kendilerinden söz edilmese de rehin bırakılan şeye bağlı olarak arazinin rehin bırakılmasının kapsamı­na girerler. Vakıfta ekin değil de ağaç ve bina, arazinin kapsamına girerler. Arazi ikâlesinde ekinler, akdin kapsamına girmezler. Satılan mala tâbi ola­rak satış akdinin kapsamına giren şeyler için ayrıca bedel ödenmez.

Mâlikîler dediler ki: Bir şey üzerine yapılan satış akdi, onunla ilgili şeyleri ya şartla veya örfün uygulamasıyla kapsamına alır. Bir ağaç veya bir bina satın alındığında ağacın veya binanın üzerinde bulunduğu araziden söz edilmezse dahi, satış akdi onu da kapsamına alır. Meğer ki satıcı onun kap­sama girmemesini şart koşsun, veya Örf bu yolda carî olsun.Rehin, hîbe, va­kıf, vasiyet ve sadaka da bu bakımdan bey' gibidir. Bir bina rehin edilirse, önce belirtildiği gibi, ona bağlı olarak arsası da rehin kapsamına girer. Bir kişi başkasına bir binayı hîbe veya vasiyet ettiğinde de aynı hüküm sözkonusu olur.

Bir kimsenin aldığı tarımsal bir araziye satıcı tarafından ekilen buğday, yonca veya darı gibi tahıllar yeşermemişse, satışta tarlaya tâbi olurlar. Me­ğer ki satıcı, bunların satış kapsamına girmemelerini şart koşmuş olsun. Ama bu tohumlar yeşermişse, akdin kapsamına girmeleri şart koşulamamış veya örf bu yolda câri değilse satış akdinin kapsamına girmezler.

Ekinin ardılı, yani yonca gibi biçildikten sonra yeniden biten bitkiler de satış akdinin kapsamına girmezler. Ancak aksi şart koşulmadıkça görü­nür haldeki bitkiler, akdin kapsamına girerler.

Bir kimse bir tarla satın alır da içinde gömülü olarak taş, mermer, ker­piç, tuğla veya direkler bulursa, bunlar müşterinin olmazlar. Sonra satıcı bunların kendisine âit olduğu iddiasında bulunursa ve bulunan bu şeylerin durumu da satıcının miras veya diğer yollarla bunları mülk edinebilmiş ol­masına delâlet ediyorsa bunlar satıcının olurlar.

Ama gömü eski olur da, durumu satıcının onu mülk edinebilmiş olma­sına delâlet etmezse, yitik mal statüsüne girer. Müşteri bir yıl süreyle onu ilân eder. Sahibi çıkmadığı takdirde beytü'1-mâle bırakır. Gömünün sahibi­nin bilinmemesi durumunda da gömü, yitik hükmünde olur. Müşteri tarla­da kuyu veya küp bulursa muhayyer olur: Dilerse alışverişi bozar. Dilerse bunlar dolayısıyla tarlada meydana gelen değer eksikliği farkını satıcıdan talep eder.

Bir kimsenin satın aldığı balığın karnında bir inci bulunur ve bunun baş­kasının mülkü olduğunu bilirse; meselâ inci delinmiş veya sanatsal bir süsle­meyle kaplanmış veya benzeri biçimlerde işlenmişse -ki bunlar incinin bir şahıstan düşmüş olduğuna delâlet ederler- balığın bunu yutmuş olması do­layısıyla inci, yitik hükmünde olur. Müşterinin bunu bir sene müddetle ilân etmesi gerekir. Eğer sahibi çıkmazsa onu beytü'I-mâle bırakır. Ama inci de başkasının mülkü olduğuna delâlet eden bir işaret yoksa ve müşteri de onun başkasının mülkiyetinde olmadığına inanır veya zanneder veya bu hususta şüphelenirse, bazı âlimlerin tercih ettiği görüşe göre bu inci müşteriye kalır. Bazıları incinin satıcıya, âit olmasını daha doğru bulmuşlardır. Bazılanysa bu hususta tafsîlâta girerek eğer balık tartıyla satılmışsa, bu incinin müşteri­nin olduğunu söylemişlerdir. Fakat götürü usûlde satılmışsa, inci satıcının olur.

Bir kimse bir ev satın aldığında satış akdi, akid esnasında bilfiil sabit olarak eve bağlı bulunan şeyleri kapsamına alır. Diğer şeyleri kapsamına al­maz. Her ne kadar bu şeyler evde sabit olarak bulunması gereken şeylerden olsalar bile... Eve bitiştirilmiş kapılar, pencere çerçeveleri, taş veya ağaçtan yapılmış sabit merdivenler, satış akdinin kapsamına girerler. Ama çivilen­memiş olan ağaç merdivenler bir kavle göre, eğer onlarsız evin odalarına ulaşılamıyorsa, akdin kapsamına girerler. Bir kavle göre de satış akdinde şart koşulmadıkları takdirde akdin kapsamına girmezler. Aynı şekilde saçaklar, su kanalları ve evin duvarlarında veya arsasında yapı veya çivileme şeklinde sabit olarak bulunan şeyler de satış akdinin kapsamına girerler. Evde sabit olarak bulunmayan taşınır eşyalarsa satış akdinin kapsamına girmezler. Ev­de bitiştirilmeye ve tesbİt, edilmeye hazır vaziyette bulunan ama bitiştirilme­miş ve tesbit edilmemiş olan kapı ve pencere çerçeveleriyse, satış akdinde evin kapsamına girecekleri söylenmediği takdirde akid kapsamına girmezler. Taş­lar, çimento, döşeme taşları ile kireç ve evin imârı için gerekli olan diğer şey­ler, sabit olmadıkları ve akidte de kendilerinden söz edilmediği takdirde satış akdinin kapsamına girmezle'r.

Bir kimse meyveli bir hurmalık satın aldığında tümü veya çoğu çiftleşti-rilmemişse, meyveler akdin kapsamına girmezler. Çiftleştirmekten kasıt, bi­linen erkek tomurcuğu hurma ağacının üzerine koymaktır. Bu durumda meyveler, satıcıya âit olurlar.

Ancak müşteri, akîd yaparken çiftleştirilenlerin tümünün kendisine âit olmasını şart koşmuşsa, o zaman bu meyvelerin tümü müşterinin olur. Fa­kat sâdece bir kısmının kendisine âit olmasını şart koşması, sahih olmaz. Çün­kü satıcı, olgunlaşma hâli görülmeden meyveleri satmayı kasdetmiştİr. Bir kısmını kastederek, meyveleri ayırmak ise, onların bölünmeye ve müşteriyi alt etmeye kabil olduğunu ifâde eder. Ama tümünün kendisine âit olmasını şart koşarsa, o zaman özellikle müşteriyi altetme kastı olmaksızın hurmalı­ğın kapsamına girerler. Ama hurmalık çiftleştirilmemişse veya çiftleştirilen kısmı yarısından daha az ise, satış akdi meyveleri kapsamına alır ve bu mey­veler müşteriye âit olurlar. Satıcının, bunların kendisine âit olmasını şart koş­ması meşhur kavle göre caiz olmaz.

Bir kişi erik, badem, şeftali veya incir ağacı satın alırken meyvelerinin tümü veya çoğunluğu kendi yerlerinden çıkarak göze görünür hale gelmişse, yani bağlı oldukları daldan ayirdedilecek vaziyette açığa çıkmışlarsa, şart ko­şulmadıkları takdirde satış akdinin kapsamına girmezler. Zîrâ bu gibi ağaç­larda meyvelerin göze görünür şekilde açığa çıkmaları, hurma ağaçlarının çiftleştirilmesi hükmünde olur. Meyvelerden açığa çıkanlar yoksa veya açı­ğa çıkanlar yarıdan az ise, şart koşulmaksızın dahi meyveler satış akdinin kapsamına girerler.

Şâfiîler dediler ki: Satışta isimleri anılmasa dahi başka şeylerin ken­dilerine tâbi olduğu asıllar üç tanedir:

1- Arazi. Bu, ev, köy, bahçe gibi muhtelif kelimelerle ifâde edilir.

2- Ağaç.

3- Hayvan.

Arazi, satıldığında her ne kadar kendilerinden söz edilmese de, binalar ve yeşil ağaçlar onun satışının kapsamına girerler. Ama kurumuş ağaçlar, arazinin satış kapsamına girmezler. Bitki ve diğer sebzelere gelince bunların biçildikten sonra tekrar yeşerenleri ister yonca, maydanoz ve yenilen ot gibi meyvesiz olsunlar -bunlar kesilip kökleri kalınca yeniden biterler. Yonca­nın ikinci kez bitenine rebbe, üçüncü kez bitenine helfe denilir-, ister salatalık ve acur gibi meyveli bitkiler olsunlar, -bunların meyvesi toplandıktan sonra tekrar biterler-, kendilerinden söz edilmeseler dahi satış akdinin kap­samına girerler. Çünkü bu bitkiler bir kez devşirildikten sonra kökleri bırakılır ve yeniden biterler. Bunlar, devamlı ve sabit olan şeylere benzerler. Bu nedenle de bunlara, süreklilik kastıyla ekilen bitkiler denilmiştir. Süreklilik­ten kasıt, emsallerine nisbetle uzun süre kalabilen bitkidir. Bu bir yıllık süre de olabilir.

Ardılı olmayan bitkilere gelince bunlar buğday, arpa, turp, havuç ve benzeri şeyler olup bir defa biçilen ekin ve bitkilerdir. Bunlar satış akdi ya­pılırken söylenmedikleri takdirde, satılan araziye dâhil olmazlar. Satış ak­dinde bunlardan söz edilmezse, müşteri akdi yürürlüğe koymak veya feshetmek muhayyerliğine sâhib olur. Tabiî eğer akid esnasında bunu bilmiyorsa ve bun­ların tarlada kalmalarından mutazarrır olacaksa... Çünkü bunlar, tarlada kaldıkları sürece müşteri tarladan yararlanamaz. Ama zarar bertaraf edilir­se; sözgelimi satıcı bunları müşteriye bırakır veya müşteriye "ben bunları çabucak tarladan söküp çıkaracağım" derse, müşterinin muhayyerlik hakkı olmaz. Bitkilerin tarlada kalmalarından dolayı müşteri satıcıdan ücret almayı haketmez.

Sonra kendilerinden söz edilmese dahi satılan mala dâhil olan bitki ve sebzelerden satış esnasında görünürde olanlar, akdin kapsamına girmezler. Yani müşteriye âit olmazlar. Bir kişi yoncalı bir tarla satın aldığında, satın alma esnasında görünürde olan yeşermiş yoncalar, satıcıya âit olur. İkinci kez yeşerecek olan kökler -ki bunlara rebbe denir- müşteriye âit olurlar. Köklü olup kesildikten sonra tekrar biten diğer bütün otlar ve devşirildikten sonra tekrar bitip devşirİlen salatalık ve acur gibi sebzeler bu hükümde yon­ca gibidirler. Satıştan önce bunları mevcûd olanları satıcıya âit olurlar. Satış akdinden sonra bitenler müşterinin olurlar.

Kesildikten sonra kökü bırakılıp ikinci kez biten nebatattan satıcıya mah­sûs olanların kesilmesini satış akdinde şart koşmak vâcibtir. Devşirildikten sonra tekrar bitip devşirilen semereli bitkilere gelince; bunların yemden bi­tenleri, satıcının hakkı olan mevcûd olanlarla karışırsa, taraflar arasında an­laşmazlığa yol açarlar. Bu nedenle satış akdi esnasında kesilmelerinin şart koşulması vâcib olur. Ama yeniden bitecek olanlarla eskiden mevcûd olan­lar birbirine karışmayacak, dolayısıyla taraflar arasında anlaşmazlığa neden olmayacaklarsa, satış akdi esnasında mevcûd olanların kesimini şart koşmak vâcib olmaz. Şartı koşan ister satıcı, ister müşteri olsun, önce akid icâbını yapan taraftır. Eğer müşteri "hak ettiğin yonca veya salatalıkları kesmen koşuluyla bu tarlanı şu fiyata bana sat" der ve satıcı da onun bu icâbına muvafakat ederse, şartı koşan, müşteri olur. Eğer icâbı önce yapan satıcıy-sa, müşteriye: "Üzerinde hakkettiğim yonca veya salatalıkları kesmem kosuluyla bu tarlamı şu fiyata sana sattım" der, müşteri de onun icâbına muvafakat ederse, şartı koşan satıcı olur. Satıcının hakkettiği ekin ve bitki­lerin kesim zamanı gelmiş olsa da olmasa da, o bitkiler fârisî kamışı veya şeker kamışı da olsalar, farketmeyip hüküm aynıdır. Satış akdinin sahih ol­ması için anılan şartın ileri sürülmesi zorunludur. Ama kesmeyi satıcıya tek­lif etmek şart değildir, bu hususta ihtilâf edilmiştir. Bazıları demişlerdir ki; satıcının kendisinden yararlanması bazı yönlerden de olsa, bitki meydana çık­mış ise, -bu fârisî kamışı da olabilir, başka bir bitki de olabilir- satıcı onu kesmekle mükellef olur. Başka bir kavle göre ise satıcı, her halükârda onu yapmakla mükelleftir.

Tohum, nebatına tâbidir. Yonca, maydanoz, kereviz, salatalık gibi, bi­çildikten sonra tekrar biten bitkilerin tohumlan, her ne kadar satış akdi es­nasında kendilerinden şöz edilmese de tarlanın satışına tâbi olurlar. Ama buğday, turp ve havuç gibi, devşirildikten sonra tekrar bitmeyen ekinlerin tohumlan, tarlanın satış akdine tabi olmazlar. Müşterinin satın aldığı tarla­da bu gibi bitkiler varsa ve bu nedenle tarla zarar görüyorsa, müşteri mu­hayyer olur. Yalnız bunların tarlada kalmalarını kabul ederse, bunlar için satıcıdan ücret almayı haketmez. Bir kişi bir tarla satar, müşteri o tarlada taş olsun, maden olsun gömülü bir şeyler bulursa, bunlar tarlanın satış ak­dine dahil olmazlar. Eve gelince arsa, bİnâ ve ağaç, evin satış akdine dâhil olurlar. Han, avlu, ağıl ve acenta gibi şeyler de ev gibidirler. Bunların satış akidleri bina, arsa ve ağaç gibi bunlarda mevcûd olan şeyleri kapsamına alır. Bir kimse çatının üzerindeki üst kısmı sattığında çatının da binaya nisbetle arsa gibi olması açısından satış akdinin kapsamına girip girmeyeceği husu­sunda ihtilâf vardır. Bazıları girmeyeceğini, ama müşterinin ondan yarar­lanma hakkına sahip olacağını, yıkıldığı takdirde satıcının onu tekrar eski hâline getirmekle yükümlü olmadığını söylemişlerdir. Diğer bazı kimseler-se, çatının da bu satış akdinin kapsamına gireceğini söylemişlerdir.

Aynı şekilde evle birleştirilmiş olan kapılar, pencere çerçeveleri ve sabit havuzlar da evin satışına dâhil olurlar. Ama bunlar eve bitiştirilmemişlerse, akdin kapsamına girmezler. Sabit merdivenlerle raflar da evin satış akdinin kapsamına girerler. Bostan veya köye gelince bunların satışlarına arazi, ağaç ve binaları da dâhil olurlar. Ama bunların etraflarındaki tarlalar ve mezra­lar, satış akdinin kapsamına girmezler.

2- Hayvanlara gelince, bunların nallan ve gemleri satış akdinin kapsa­mına girerler. Ancak devenin burnuna takılan gümüş halkada olduğu gibi bunlar da gümüşten yapılmış iseler, satış akdinin kapsamına girmezler.

3- Ağaca gelince, bu eğer yaş ise yaş dallan da, kuru olsa bile yaprakla­rı ve kökleri   -şayet kesilmeleri şart  koşulmamışsa- satış akdinin kapsamı­na girmezler. Nitekim kuru dallar da satış akdinin kapsamına girmezler. Dikili olduğu yer, ağacın satış akdinin kapsamına girmez. Ancak müşteri, ağacın orada bulunduğu sürece o yerden yararlanma hakkına sahiptir. Ağaç kesildiği zaman, oradan yararlanma hakkı da sona erer. Anılan üç aslın satılma­sı durumunda, sözü edilen teferruatlar, bunların satışlarına tâbi oldukları gibi; hîbe, vakıf, vasiyet, hul' ve benzeri mülkiyeti naklettirici diğer akidler-de de sözü edilen teferruatlar, anılan üç asla tâbi olurlar. Rehin ve âriye gibi mülkiyeti naklettirici olmayan akidlerdeyse sözü edilen teferruatlar, anılan üç asla tâbi olmazlar. Ancak akidde belirtilen şeyler akdin kapsamına girer­ler. Bir arazi rehine bırakıldığında ondaki ağaçlar ve devşirildikten sonra tekrar biten ekinler rehin kapsamına girmezler. Bostanın rehine bırakılması duru­munda ise onun arazi ve ağaçları akdin kapsamına girer. Ama binaları ak­din kapsamına girmezler.

Hanbelîler dediler ki: Kendilerinden teferruat olarak ayrılıp satış­ta söz edilmese bile kendilerine tâbi olunan asıllar şunlardır: Arazi, ev, bah­çe, şırahâne, değirmen vs... Evin satışına arsası, binası, tavam, merdiveni, şayet varsa finası satışa dâhil olur. Finadan kasıt, evin önündeki genişliktir. Ağaç ve asma da evin satışına dâhil olurlar. Merdivenler ve çivilenmiş raf­lar, yerlerine konulmuş faal vaziyetteki kapılar da satış akdinin kapsamına girerler. Yine kaya ve yıkılan duvarın temeline konulmuş taşlar ve arsaya bitişik vaziyetteki kiremitler de satış akdinin kapsamına girerler. Anılan şeyler, satış akdiyle evin kapsamına girdikleri gibi; rehin, hîbe, vakıf, vasiyet ve ik­rar iîe de evin kapsamına girerler.

Sonra arsaya bitişik olan şeyler, ona zarar veriyorlarsa; meselâ arsada­ki kayaların ağaç köklerine zarar vermeleri gibi zarar verici şeyler olurlarsa, bunlar arsa için bir ayıp olurlar. Bu nedenle müşteri muhayyerlik hakkına sahip olur. Dilerse, satın aldığı şeyi geri verir. Dilerse buna karşı satıcıdan bedel talebinde bulunur. Tabiî eğer bu ayıbın mevcudiyetini daha önce bil­miyorsa... Ama biliyorsa muhayyerlik hakkına sahip olamaz. Taşınması kas-dıyla evde bırakılmış olan taşlar, satıcıya aittirler. Satıcının bunları taşıması, konulmuş oldukları yeri düzeltmesi, şayet çukur meydana gelmişse onu ka­patması gerekir. Çünkü o, sattığı şeyi, müşteriye tam olarak teslim etmekle yükümlüdür. Taşların sökülmesi araziye zarar veriyorsa, bu arazi için bir ayıp olur. Dolayısıyla müşteri muhayyer olur.

Hazîne gibi arazide gömülü olarak bulunan şeyler satış akdinin kapsa­mına girmezler. Çünkü bunlar arazinin cüzleri değildirler. Yatak, sergi, çi­vilenmemiş tahtalar, duvara tesbit edilmemiş ahşap nesneler ve diğer taşınır şeyler de satış akdinin kapsamına girmezler. Veya satıcının evde bir eşyası varsa, normal âdete göre o eşyayı taşıması icâb eder. Hemen geceleyin ha­mal toplayıp o eşyayı taşıması için zorlanamaz. Örfen taşıma işi uzarsa -bazıları üç günden fazla olduğu takdirde taşımanın uzamış olabileceğini söylemişlerdir- bu, satılan eşya için bir ayıp olur. Müşteri bunu satın alma­dan önce bilmiyorsa muhayyerlik hakkına sahip olur. Taşıma süresi zarfın­da müşteri, evin veya arsanın meşgul edilmiş olması nedeniyle satıcıdan bir ücret talebinde bulunamaz. Fakat satıcı o eşyaları taşımaya yanaşmazsa, müşteri onu zorlama hakkına sahiptir.

Arâzİ veya bostanın satışına bina ve ağaçlar da %müşteri, arazi veya bostanı hukukuyla satın aldım demese bile% dâhil olurlar. Çünkü bunlar her bakımdan araziye tabidirler. Devamlı olarak kalmaları kasdıyla araziye dikilirler. Kesilmiş ve sökülmüş ağaçlar, arazinin satış akdinin kapsamına girmezler. Bir kimse "bu evi ve binasının üçte birini sana sattım", ya da "bu araziyi ve içinde dikili bulunan şeylerin üçte birini sana sattım" derse, sâde­ce belirttiği kısımlar satış akdinin kapsamına girerler. Satılan arazinin suyu da araziye bağlı olarak satış akdinin kapsamına girer. Yani müşteri, o sudan yararlanma hakkına sahip olur.

Köyün satışına tarla ve mezralar dâhil olmaz. Ancak satış akdi esnasın­da bunlardan söz edilirse veya bunların da satış akdinin kapsamına girdikle­rine ilişkin bir karîne bulunursa, meselâ müşteri, tarlaların da akdin kapsamına girmesi üzerine satıcıyla pazarlık etmişse veya bunların hududundan bahset -mişse veya satıcıya ödediği bedel, hem köy, hem de mezralarına Ödenecek miktardaki bir bedelse, o zaman bunlar da satış akdinin kapsamına girerler. Ama kendilerinden söz edilmese dahi evler, kaleler ve çevredeki surlar, kö­yün satış akdinin kapsamına girerler.

Bir kimse bir ağaç satın aldığında, müşteri onu dikili bulunduğu yerle birlikte satma hakkına sahip olur. Müşteri, ağacın yerinden yararlanma hak­kına sahiptir. Ağacı sulamak veya aşılamak maksadıyla o yere girme hakkı­na da sahiptir. Ağaç söküldüğü veya telef olduğu takdirde, müşteri o yere başka bir ağaç dikemez.

Satın alınan tarlada, biçildikten sonra tekrar, biten yonca, nane, pırasa ve baklagiller gibi bazı bitkiler bulunursa; yine devşirildikten sonra tekrar biten salatalık ve patlıcan gibi sebzelerle, devşirildikten sonra tekrar yeşeren menekşe, nergis, gül, yasemin, sorgun ağacı gibi bitkiler bulunursa, bunla­rın kökleri müşteriye âit olur. Satış akdi esnasında bunların mevcûd olanları satıcıya âit olur. Meğer ki müşteri, bunların da kendisine âit olmalarını şart koşmuş olsun. Satıcıya ait olanları satıştan hemen sonra satıcının kesip dev­şirmesi gerekir.

Buğday, arpa, mercimek, havuç, turp, soğan, sarımsak, darı, mısır ve şeker kamışı gibi devşirildikten sonra tekrar bitmeyen bitkilere gelince, bun­ların içinde sâdece şeker kamışı kesildikten sonra her ne kadar kökü yerde kalıyorsa da ancak tıpkı tohum ekmek kadar yeni bir çalışmayı ifâ ettikten sonra yeniden bitebilir. Fârisî kamışı da şeker kamışı gibidir. İşte bütün bu saydığımız bitkiler, satış akdinin kapsamına girmezler. Aksine bunlar, satı­cının hakkıdırlar. ve hasat zamanına kadar da tarlada kalırlar. Ya da müş­teri bunu şart koşmamışsa, ücretini satıcıdan almamak kaydıyla sökülürler. Bu bilinse de.bilinmese de böyledir. Çünkü bunlar, ancak şart koşulduktan takdirde tarlanın satış akdinin kapsamına girerler.

 

Meyvelerin (Simarın) Satışı

 

"Simâr" kelimesi, semerenin ism-i cins olan çoğuludur. Se­merenin hakîki çoğulu "semerât" şeklindedir. Simar'ın tekili, "cibal" ve "cebel" örneğinde olduğu gibi "semer" kalıbındadır. "Kitab" ve "kütüb" örneğinde olduğu gibi, simar'in çoğulu da "sümür" kalıbında olur. "Sümür" kelimesi de, "unuk" ve "a'nak" örneğinde olduğu gibi "esmar" kalıbındadır. Bütün bu durumlarda, "semere"nin anlamı; yenilmese bile, ağacın üretmiş olduğu şeydir. Örneğin erâk semeri, üzüm semeri (mey­vesi) gibi.

Satılık mal olmaları bakımından meyveler iki kısma ayrılırlar: Meyveler satışta ya ağaçlarına tâbi olurlar. Öyle ki satıştan kasıt, ağa­cın kendisi olur. Bilindiği gibi önce verilen tafsîlât çerçevesinde semere­ler (meyveler) satılan mala dâhil olurlar veya satıştan kasıt başlı başına meyvelerin kendileri olur. Zamanımızda hurmalıkların, üzüm bağlarının ve bahçelerin meyvelerinin satılmasında görüldüğü gibi ağaca bitişik olabi­lecekleri gibi ağaçtan ayrı vaziyette de olabilirler. Mezheblerin bütün bun­lara ilişkin geniş açıklamaları aşağıdadır.

 

(180) Şâfiîler dediler ki: Burada semereden kasıt; gül, yasemin ve fesle­ğen gibi koklanan bitkileri; devşirildikten sonra tekrar biterek yeniden dev-şirilen baklagilleri; kavun, karpuz, patlıcan ve bamyayı kapsayan üründür. Ağacına bağlı olarak satılan semerenin hükmü şudur: Şart koşulduğu tak­dirde bu, şarta göre satıcıya veya müşteriye âît olur. Taraflardan biri susa­rak bir şart ileriye sürmezse, bunun üç kısmı olur:

1- Satılan şeyin, üzerinde hurma çağlası bulunan bir hurmalık olması. Bunun da iki durumu vardır:

a) Çinleştirilmesi nedeniyle semeresinin göze görünür hâle gelmesi. Çift-leştirilmesi nedeniyle göze görünür hâle gelmesi demek, içinde beyaz tomur­cukların bulunduğu çiçek kılıfının yarılması ve onlardan alıp hurma tomurcuğu üzerine konulması, böylece de semeresinin iyi ve kaliteli bir şe­kilde yetişmesidir. Bunun hükmü şudur: Bu semere (meyve) aslına tâbi ola­rak satış akdinin kapsamına girmez, satıcıya ait olur. Gerçek çiftleştirmenin mânâsı, erkek tomurcuğu hurma ağacının tomurcuğu üzerine koymaktır. Ama burada kastedilen mânâ bu olmayıp bilâkis tomurcuğun mutlaka yarılması-dır. Satılan hurmalığın tümünün, çiftleştirmeyle semeresinin göze görünür hale gelmiş olması zorunlu olmayıp, az da olsa bir kısmının çiftieştirilmesi yeterli olur. Tomurcuğun yarılması, zamanı dışında olduğu takdirde hurmalar satıcıya âit olur. Satılan hurmalıkla birlikte müşterinin mülkiyetine geçmez.

b) Hurmalığın hurmalarından bir kısmının göze görünür halde olmalması ve aslen de mevcûd bulunmaması. Bu durumda akidden sonra göze gö­rünür olanlar, müşteriye âit olur. Bunda kesinlikle her ne kadar böyle bir şart ileri sürülmüş olsa bile satıcı için bir hak yoktur; Ama hurmalar mevcud olup göze görünür halde değttseler, bu durumda satıcıya âit olurlar.

2- Satılan şeyin hurma ağacından başka bir ağaç olması. Bunun için de az önce belirtilen iki duruçı sözkonusu olur. Ancak bunun semerelerinin göze görünür hale gelmesi, çiftleştirmeyle olmaz. Çiftleştirme fiili sâdece hurma ağaçlarına özgüdür, ancak aşikâr hâle gelmesiyle bunların semereleri göze görünür olur. Bu ister zerdali gibi çiçeği ve çiçeklerinin saçılma durumu olan bir ağaç olsun, ister dut gibi çiçeksiz bir ağaç olsun, üzerinde göze görünür halde bulunan meyvelerin, semerelerin hükmü bunların satıcıya âit olması­dır. Göze görünmeyenlerse, satılan ağaca tâbi olarak müşterinin mülkiyeti­ne geçerler. Hurma çağlasındaysa hüküm bunun hilâfmadir. Bilindiği gibi onun göze görünür olmayanları, mevcûd oldukları takdirde hurma ağacının tomurcuğunun bazısı yarıldığı zaman satıcıya âit olurlar.

3- Satılan şeyin, iki değişik şey olması. Bunun da üç şekli vardır:

a) Değişiklik, yer bakımından olur. Sözgelimi adamın bîri, iki bahçede bulunan hurma ağaçlarını satın alırsa bu bahçelerden birindeki hurma ağaç­lan, diğerinde mevcûd olan hurma ağaçlarından ayrı olurlar.

b) Değişiklik, tür bakımından olur. Sözgelimi adamın biri, aynı bahçe­de hurma ve üzüm ağaçlan satın alırsa; bunların yerleri bir olsa da kendileri değişik şeylerdir.

c) Değişiklik, akid bakımından olur. Sözgelimi adamın birinin aynı hur­malığı iki akîdde satın alması gibi.

Her üç şekliyle bu üçüncü kısmın hükmü şudur: Göze görünür vaziyet­te olan semereler satıcıya, diğerleri müşteriye âit olur.

Geriye dördüncü bir ,şekil kaldı ki, o da şöyledir: Adamın biri yılda İki defa ürün veren bir ağaç, örneğin incir ağacı satın alırsa, durum ne ola­caktır? Bunun hükmü ikinci kısımda açıklanmıştı. Yani göze görünür du­rumda olan semereler, satıcıya âit olur. Göze görünür durumda olmayanlarsa, müşteriye âit olurlar. Ama hurma ağacı gibi yılda sâdece bir kez ürün veren ağaçlarda hüküm bunun tersinedir. Bunlardan göze görünmeyen, ama mev­cûd olanlar satıcıya âit olurlar. Nitekim bu, önce de belirtilmişti.

Meyvenin tek başına satılmasının hükmüne gelince, bu iki kısma ayrılır:

1- Meyvenin olgunlaştığının gözlenebilir olması. Bu durumda ağacın üze­rinde olsun olmasın, kesilmesi veya ağaç üzerinde bırakılması şart koşulsun, satılması mutlak surette caiz olur. Meyvelerin olgunlaşmasının görülür ol­ması da meyveden meyveye değişen bazı hususlarla bilinir:

a) Renk. Bu hurma çağlası ve innap gibi bazı meyvelerin olgunlaştıkla­rının alâmetidir. Bu gibi meyveler renklenince olgunlaşmış olurlar.

b)  Tad. Şeker kamışının tatlılığı, narın ekşiliği gibi.

c) Olgunlaşıp yumuşama. Kavun ve incir gibi.

d) Kuvvetlenip sertleşme. Buğday ve arpa gibi.

e) Uzama ve dolgunlaşma. Ebegümeci, fasulye ve barbunya gibi.

f) Hacim büyüklüğü. Salatalık gibi.

g) Kılıfın yarılması. Ceviz ve pamuk gibi.

h) Gül ve yaseminde görüldüğü gibi ekinin açılması.

Bir kimse, olgunlaştığı görülen bir semereyi sattığında, satıcının ürünün gelişip olgunlaşması zamanına dek kalan sulamaları da yapması ve ürünü telef olmaktan ve bozulmaktan da koruması gerekir. Satıcı bu sulama işinin müşteri üzerine olmasını şart koşarsa, satış akdi bâtıl olur. Satıcıya düşen sulama işinin yapılmaması nedeniyle ürün telef olursa, satış akdi kendiliğin­den infisah eder.

2- Semerenin olgunlaştığının gözlenememesi. Bu durumda ürünün kö­künden ayrı olarak satılması caiz olmaz. Ancak kök veya ağacı, müşterinin mülkü değilse, kesilmesini şart koşma hâlinde satış akdi caiz olur. Kesilme şartını koşmaksızın meyveleri satmak, sahîh kavle göre caiz olur. Bir kimse, üzerinde gözle görünür halde meyveleri bulunan bir ağaç satın aldığında bu meyveler satıcıya âit olurlar. Bilindiği gibi bu durumda üzerindeki meyvele­rin kesilmesini şart koşmak zorunlu olur. Meyveyi, ağacı satın alan şahsın kendisine satma durumunda kesmenin şart koşulması zorunlu olmaz. Zîrâ o, müşterinin mülkü olan bir ağaçtır. Üzerindeki meyve de aynı şekilde onun mülkiyetine geçmiştir. Şu halde satıcı, onu kesmekle yükümlü olmaz.

Ekini satmaya gelince, olgunlaştığı gözlenebildiğinde satılması kesinlikle caiz olur. Eğer olgunlaştığı bilinemezse, yalnız başına satılması caiz olmaz. Ancak satıcının onu kesmesi veya kökten çıkarmasını şart koşmakla satış akdi caiz olur. Başağında gizli duran taneleri, örneğin buğday, susam, mer­cimek ve nohut gibi tahılların başaklarındaki gizli taneleri, ister taneler ken­di başlarına satılsınlar, ister kökleriyle birlikte satılsınlar sahih oimaz.Ama kökler veya saplar kendi başlarına satıldıklarında, anılan bu şeylerin önce açıklanan şekilde asıl sap veya köke tâbi olarak satış akdinin kapsamına gir­meleri sahih olur. Buğdayın kendi başağı içindeyken samansız hâlis buğday­la satılması sahih olmaz. Zîrâ bu satışa, muhâkele bey'i denilir ki bu, yasaklanmış bir satış çeşididir. Aynı şekilde ağaç üzerindeki taze hurmayı

hazır hurma karşılığında satmak da caiz olmaz. Buna müzâbene bey'i deni­lir ki, bu da yasaklanmış satış çeşitlerindendir. Şu da var ki, ağaç üzerinde duran taze hurma veya üzümü, götürü usûlde hurma ile veya ölçekle ölçülen kuru üzümle satmak.sahih olur. Ağacı üzerindeki taze hurmayı kuru hur­mayla satmak sahih değildir. Çünkü bu, yasaklanan müzâbene satışının ta kendisidir. Ancak ariyyelerde bu yasaklık kalkar. Ariyye satışında ağaç üze­rindeki taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmak sahîh olur. Ariyye, mal sahibinin yemek üzere kendi şahsı için ayırmış olduğu hurma ağacı üze­rindeki hurmalardır. Bir kimsenin bir bahçesi olur da kendi yemesi için bazı ağaçlan ayırırsa, bu ağaçlar üzerindeki taze hurmaları götürü usûlde kuru hurma karşılığında satması caiz olur. Götürüden kasıt şudur: Satıcı, müşte­ri veya diğer şahıslar a^aç üzerindeki hurmayı tahmin ederler. Yani hurma ağacı üzerindeki hurmaların bir irdebe (150 kg.) eşit olması veya daha fazla veya daha az olması durumunda miktarım sezgi ve tahminle takdir ederler. Müşteri bu hurmayı alır ve ona bedel olarak da ölçekle kuru hurma verir. Takdir edilen miktara riâyet eder. Ağaç üzerinde satılan taze hurmanın be­deli de hurma ağacı üzerinde kurutulmuş hurma olursa, bedelin bunda da ölçekle verilmesi şarttır. Yani taze hurma takdir edilir ve onun için bedel olarak verilecek kuru hurma ölçekle belirlenir. Bu kuru hurmanın tahminle takdir edilmesi sahih olmaz. Sözünü ettiğimiz bu satışın sahih olması için dokuz şartın gerçekleşmesi gerekir:

1- Satılan semere, satış esnasında daha fazla olsa bile kurutulmuş haliy­le beş vesaktan (bir vesak 200 kg. kadardır) az olmalıdır.

2- Satılan şeye zekât hakkı takılı olmamalıdır. Aksi takdirde satışı sa­hih olmaz.

3- Satılan şey, taze üzüm veya taze hurma olmalıdır.

4- Yerdeki bedel, ölçekli olmalı; ağaç üzerindeki satılık nesneyse tah­minle  takdir edilmelidir.

5- Yerdeki bedel kuru olmalı, ağaç üzerindekiyse taze olmalıdır.

6- Yaş meyve, ağaç üzerinde bulunmalıdır.

7- Taraflar alışverişin yapıldığı yerden ayrılmadan önce karşılıklı teslim ve tesellümde bulunmalıdırlar. Yani kuru hurma ve kuru üzüm ölçeklenerek teslim edilir. Ağaç, üzerindeki taze üzüm veya taze hurmaysa, müşterinin kesmesi için müşteriye bırakılır. Eğer bu ağaç satış akdinin yapıldığı yerde değilse, her iki tarafın yine de o ağaca ulaşabilecek kadar bir müddet bekle­meleri gerekir.

8-  Meyvenin olgunlaştığı gözle görülebilir olmalıdır.

9- Satılan şey veya bedeliyle birlikte başka cinsten bir şey bulunmamalıdır. Taze hurma ve taze üzüm demekle ceviz, badem ve erik gibi diğer mey­veler kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bunların tazelerini kurularıyla satmak sahih olmaz. Çünkü bunlar dağınık ve birbirinden ayrı vaziyette olup yap­raklarla örtülüdürler. Miktarlarının ağaç üzerindeyken belirlenmesi müm­kün değildir.

Mâlikîler dediler ki: Burada semereden kasıt, hurma çağlası, incir ve nar gibi meyveleri; marul, pırasa, turp gibi sebzeleri; buğday ve arpa gibi tahılları kapsayan şeydir. Bunlardan biri ağacı veya sapı üzerinde olup kesilmemişken satılacak olursa, bu satış akdi için iki durum sözkonusu olur:

1-Semerenin olgunlaştığının gözle görülebilir olması. Olgunlaştığının görülebilir olmasının anlamı, anılan semerelere göre değişir. Hurma çağlası ve innap gibi semerelerin olgunlaşmaları, bunların sararmaları veya kızar­maları hâlinde gözle görülebilir. Kavun, yaban hardalı, acur, karpuz ve bal üzerinde ihtilâf edilmiş ve bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bunların olgunlaşmalarının görülebilmesi, bilfiil sararmalarıyla olur.

b) Bunların olgunlaşmalarının görülebilmesi, tam sararmasa bile, sarı­ya meyletmeleriyle olur. Karpuza gelince bunun olgunlaşmasının görülmesi, ancak içinin kızararak veya sarararak renklenmesiyle olur. Zeytinin olgun­laşmasının görülmesi, kararmaya yüz tutmasıyla olur. Kara üzüm de zeytin gibidir. Diğer meyve türlerinin olgunlaşmalarının görülmesi, bunların deği­şik renklerinin meydana gelmesi ve kendilerinde bir tadın oluşmasıyla olur.

Bütün bunlarda kesildikten bir zaman geçtikten sonra kendilerinden ya­rarlanılabilir olmaları esas alınır. Örneğin muzu ele alalım. Muzun henüz olgunlaşmadan yeşilken satılması sahihtir. Çünkü kesildikten sonra saman veya kepek içine konulursa olgunlaşır. Mandalinalar da böyledir.

Çiçeğin olgunlaştığının görülmesi, tomurcuklarının açılmasıyla ve ya­semin ile diğerlerinde olduğu gibi yapraklarının ortaya çıkmasıyla olur. Bak­lagillerin, sebzelerin; lahana, havuç, turp, soğan, pancar ve benzerlerinin olgunlaşmalarının görülmesi, yapraklarının tam teşekkül ederek kendilerin­den yararlanılabilmesi ve sökülmeleriyle bozulmamalan hâlinde olur.

Buğday ve tahılların olgunlaşmalarının görülmesi, tanelerinin kuruma­sı ve artık yerden su içer olmamalarıyla, yani sulandıklarında suyun artık kendilerine fayda vermemesiyle olur. Bunlardan olgunlaşması görülenlerin hükmü şudur: Bunların, henüz ağaçlan üzerindeyken tartısız ölçeksiz götü­rü olarak satılmaları sahih olur. Kendi başlarına veya ağaçlarıyla birlikte sa­tılmaları da sahihtir. Kendi başlarına satıldıklarında kesilmelerinin veya ağaç üzerinde bırakılmalarının şart koşulması arasında hiç bir fark yoktur. An­cak satılan hurmanın, kılıfı veya yapraklan içinde saklı olmaması, Örneğin hurma çağlasında ve üzümde olduğu gibi apaçık görünür vaziyette olmaları gerekir. Buğday ve arpa gibi başakları içinde gizli olurlarsa veya cevizle ba­dem gibi kabuklan içinde saklı olurlarsa, bunların kabuksuz olarak götürü usûlde satılmaları caiz olmaz.

Şu halde başağı içindeki buğdayı başaksız olarak satın almak sahih ol-

maz. Örneğin bir kimsenin satıcıya, "bu tarladaki buğdayı samansız olarak, tartısız ve ölçeksiz, götürü usûlde satın aldım" demesi gibi. Bu alışveriş sa­hih olmaz. Meğer ki buğday kurumuş olup, sulandığı takdiısöe su kendisine fayda vermez hâle gelmiş olsun. Bu durumda başaktaki buğdayı, samanın­dan ayrı olarak götürü usûlde satın almak caiz olur. Ceviz, badem, fasulya, barbunya ve diğer kabuklular da bu bakımdan buğday gibidirler. Bunların kabuksuz olarak götürü usûlde satılmaları, ağaç üzerinde de olsalar, ağaç­tan (veya kökten) koparılmış da olsalar sahih olmaz. Ancak kurutup, sulan­dıkları takdirde sudan yararlanmaz hâle geldiklerinde, kabuksuz olarak götürü usûlde satılmaları sahih olur. Kabuksuz olarak ölçek veya tartıyla satılması, her halükârda sahih olur.

2- Birinci durumun tersine, semerelerin olgunlaşmalarının gözle görü­lebilir olmamaları. Bunun hükmü şudur; bu durumdaki semerelerin satılması, üç şekilde sahih olur:

a) Meyvenin ağacıyla, ekinin de tarlasıyla birlikte olması. Olgunlaşma­sı görülmeden meyvenin ağacıyla, ekinin de tarlasıyla birlikte satılması sa­hih olur.

b) Meyve ve ekinden söz edilmeksizin asim (ağaç veya tarlanın) satıl­ması, sonra da daha önce belirttiğimiz gibi olgunlaşması görülmeyen meyve veya ekinin asla eklenmesi.

c) Aslı satılmaksızın meyve veya ekinin satılması. Bunun sahih olması için üç şartın tahakkuku gerekir:

1- Semerenin derhal kesilmesi şart koşulmalıdir. Tarlada veya ağaçta bırakılması sahih olmaz. Ancak kısa bir zaman için bırakılabilir. Öyle ki, semere bu kısa zaman içinde durum değiştirmemen ve aşama kaydetmemelidir. Semerenin, olgunîaşmcaya dek aslı üzerinde bırakılması şart koşulursa, akid sahih olmaz. Akid mutlak olarak yapılırsa, yani semerenin kesilmesi veya kesilmemesi şart koşulmazsa, yine akid sahih olmaz.

2- Semere, üzüm koruğunda olduğu gibi olgunlaşmadan kendisinden ya­rarlanılabilir olmalıdır. Böyle olmazsa, satışı sahih olmaz. Çünkü bu, malı zayi etmek ve hiledir. Bu olsun diğerleri olsun, bu şart, her satılan semere için gereklidir.

3- Zorunluluk derecesine varmasa bile, olgunlaştığı görülmeyen seme­renin satılmasına ihtiyaç duyulması. Bu haldeyken satılmasının belde halkı tarafından bilinir olup olmaması arasında bir fark yoktur.

Bir kimse olgunlaşması görülmeyen bir semereyi, kesilmesi şartıyla sa­tın aldıktan sonra, bu semerenin ağacını veya kökünü de satın alırsa, seme­reyi ağacı veya kökü üzerinde bırakması caiz olur. Ama semereyi ağacı veya kökü üzerinde bırakma şartıyla satın aldıktan sonra bu semerenin ağacını veya kökünü satın alırsa, semereyi ağacı veya kökü üzerinde bırakmak caiz olmaz. Çünkü semerenin satılması, evvel emirde fâsid olarak vukûbulmuştur.

Satış akdi feshedildiğinde hurma, ağacın üzerindeyse onu tekeffül et­mek, satıcının üzerine olur. Ama bu şey hurma ise ve müşteri onu devşirmişse, ortada mevcûdsa onu geri vermesi gerekir. Mevcûd olmadığı için aynısını geri veremezse, -eğer biliyorsa- mislini satıcıya verir. Bilmiyorsa değerini verir. Ama ağaç üzerindeki taze hurmaysa, değerini satıcıya verme­si gerekir. Bütün bunlar, hurmayı ağaç üzerinde bırakma şartıyla satın alma durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Hiç bir şart ileri sürmeksizin sa­tın alıp sonra devşirdiğinde, satış akdi, akidde sözü edilen bedel üzerine ge­çerli olur. Satıcı veya müşteri, bir yükümlülük altına girmez. Semerenin ağaç üzerinde satışının sahih olabilmesi için, bütün ağaçlardaki semerelerin olgun­laştıklarının görülebilir olması şart değildir. Bir kimsenin hurma, nar, üzüm, incir, mandalina gibi değişik tür ağaçlardan oluşan bir bahçesi olur da, bu bahçedeki ağaç türlerinden birindeki meyvelerin olgunlaştığı görülürse, bu türün diğer ağaçlarındaki meyvelerin olgunlaştıkları görülmese bile, satılmaları sahih olur. Bir ağaçtaki narların olgunlaştıkları görülürse, olgunlaştıkları gö­rülmese bile diğer narların tümünü de satmak sahih olur. Tabiî olgunlaştığı görülen narların, yanıbaşındaki diğer ağaçlardaki meyvelerin olgunlaşmala­rından önce tükenmemesi şarttır. Ama bir ağaç çok erkenden meyve verirse, öyle ki yambaşındaki ağaçların meyvelerinin olgunlaşmasından Önce kendi­sindeki meyveler tükenirse, diğerlerinin satılması sahih olmaz. Diğer cins­lerde de aynı hüküm sözkonusudur.

Diğer cinslere gelince, meselâ üzümün olgunlaştığı görülür de incirin ol­gunlaştığı görülmezse; bir kavle göre olgunlaştığı görülmeyen incirin, kendi cinsinden olmayan üzümün olgunlaştığının görülmesiyle satışı sahih olur. Di­ğer bir görüşe göre bu incirin satılması sahih olmaz. Aynı şekilde bir belde­deki bahçelerden birinde semere cinslerinden birinin olgunlaştığı görüldüğünde, diğerleri olgunlaşmamışsa, olgunlaşmayanların satılıp satıla­mayacağı hususunda ihtilâf vukûbulmuştur. Olgunlaştığı görülen semerele­re kıyasla, olgunlaştığı görülmeyenlerin satılması sahih olur mu, olmaz mı? Bu hususta ihtilâf vardır.

Sonra yasemin, yonca gibi ekinlerle salatalık, acur ve kabak gibi sebze­lerin, devşirildikten sonra tekrar bitenleri, semeresinin sonu gelinceye dek müşteriye âit olur. Bunun sınırlandırılmış bir zamanı yoktur.

Ribâ bahsinde verilen bilgilerden öğrendiğimize göre taze hurmanın kuru hurma karşılığında satılması sahih olmaz. Yalnız, araya satışları bu hüküm­den istisna edilmiştir. Araya satışında bazı özel koşullarla taze hurmanın kuru hurmayla satılması sahih olur. "Araya", "ariyye" kelimesinin çoğuludur. Ariyye, hurmanın tazesiyle üzümün tazesi gibi, ağaçlan ve kökleri üzerinde bırakıldıklarında kuruyan, kuru olarak da kullanılan meyveleri hîbe etmek­tir. Bunlar kuruyken kullanılabildikleri gibi ceviz, üzüm, zeytin, badem, fındık ve kurutulmaya elverişli incir gibi tazeyken de kullanılabilirler. Mısır bahçe­lerindeki gibi kurutulmaya elverişli olmayan incir böyle değildir. O kurumaz ve "araya" satışının hükmüne tâbi olmaz. Muz da böyledir. O da kurumaz. Nar, şeftali, elma ve kökleri üzerinde bırakıldıklarında kurumayan, kuru ola­rak kendilerinden yararlanılmayan diğer meyveler de böyledir. Araya satışı, yedi şartla sahih olur:

1- Müşteri, semereyi hîbe edenin kendisi veya onun yerine geçen biri ol­malıdır. Adamın biri bir başkasına ağaç üzerindeki taze hurmayı hîbe eder­se, hîbe edenin, kendisine hîbe ettiği şahıstan bizzat veya kendi yerine geçen biri aracılığıyla -o, mîras, satın alma veya benzeri bir yolla hurmalığa mâ-) Hk olan kimsedir- satın alması sahih olur. Bu taze hurma için verilecek be-delinse ölçekle verilen kuru hurma olması sahih olur. Şöyle ki: Ağaç üzerindeki taze hurmalar sezgi ve tahminle takdir edilir. Meselâ: "Şu ağaç üzerindeki taze hurma bir irdebe (150 kg'a) eşittir" denilir. Sonra ne fazla, ne eksik; tam bir irdeb kuru hurma^ ona bedel olarak verilir. Ağaç üzerindeki taze hurmalar devşirildiğinde, tahmin edilenden daha fazla miktarda olduğu gö­rülürse, müşterinin fazlalığı satıcıya iade etmesi gerekir. Tahmin edilenden az olduğu tesbit edilirse, müşteri bu taze hurmaları satıcıya verir ve ödemiş olduğu bedeli geri alır. Daha başka bir şeyle yükümlü olmaz. Daha az oldu­ğu tesbit edilmezse, müşterinin onu tam olarak geri vermesi, eksilen kısmı tazmin etmesi gerekir. Hîbe edilen ariyyede taze hurmayı kuru hurma karşı­lığında satın almak sahih olmaz. Meğer ki müşteri, hîbe edenin kendisi veya onun yerine geçen biri olsun. Nitekim bu hususu daha önce de öğrenmiştik. Meşhur kavle göre taze hurmayı altın ve gümüş nakillerle ve ticâret metâıyla satın almak sahih olur.

2- Hîbe eden, semereyi hîbe ederken: "Bu semereyi sana ariyye ettim" demeli veya buna benzer bir sözü söylemelidir. Ama: "Sana hîbe ettim" derse, caiz olmaz. Çünkü bu ruhsat, ariyyeye özgüdür.

3- Hîbe zamanında değil de, götürü usûlde satın alırken semerenin ol­gunlaştığı görülebilmelidir. Olgunlaştığı görülmezse, satışı sahih olmaz.

4- Götürü usûlde satın alınıyorsa, kendi türünden bir semereyle satın alınmalıdır. Meselâ ağaç üzerindeki taze cevizi, kuru hurmayla satmak caiz olmaz.

5- Müşteri, malın bedelini normal alışılagelen kesim zamanında satıcı­ya vermelidir. Satıcı, bedelin hemen ödenmesini şart koşarsa, bilfiil acilen almasa bile, satış akdi bâtıl olur.

6- Bedel, müşterinin zimmetinde borç olmalıdır. Husûsî bir bahçenin meyvelerinin bedel olarak belirlenmesi sahih olmaz.

7- Müşteri, ariyyeyi belli miktardan, -ki bu miktar, beş vesak veya bun­dan daha azıdır- fazla etmemelidir. Vesakla ilgili açıklama, zekât bahsinde geçmişti. O bahiste zekâtın beş vesaktan az olan semerelerden verilmesinin vâcib olmayacağı anlatılmıştı.

Hanefîler dediler ki: Semerenin üç hâli vardır:

1- Semerenin salkım hâline gelmemesi, göze görünür hâle gelmemesi ve çiçeğinden ayırdedilememesi. Bu durumda satışı mutlak surette sahih olmaz. Çünkü yok hükmündedir. Bilindiği gibi mevcûd olmayan şeylerin satışı sa­hih değildir.

2- Semerenin göze görünür olması, meydana çıkmış olması. Yani çiçek dökmüş olması. Tabiî erik ve zerdali gibi çiçeği olan semerelerdense... Bu durumda semerenin olgunlaştığı gözlenebilir veya gözlenemez. Eğer gözle-nebilirse, satışı mutlak surette sahih olur. Gözlenebilir olması, onun semavi felaketlerden ve bozulmaktan yana emniyet içinde olmasıdır. Semavi felâ­ketler ve diğer nedenlerle bozulmaya maruz kalabileceği devreleri aştıktan sonra olgunlaştığı gözlenebilir. Ama olgunlaşmış olduğu gözlenemezse, ağaç üzerinde bırakılması şartıyla satılması sahih olmaz. Çünkü satış akdi bu şar­tı gerektirmemektedir. Bu şart, başkasının mülkiyetindeki bir ağacı meşgul etmeyi gerekli kılmaktadır ki, bu da mülkiyete aykırı bir husustur. Semere­nin ağaç üzerinde bırakılması ve ayrıca kesilmesi şart koşulmaz; aksine bu şartlar ağza alınmayıp susulursa, bu, iki şekli kapsar:

a) Semerenin, hayvan yemi olsa bile kendisinden yararlanılabilir olma­sı. Bu durumda satışı sahih olur. Çünkü bunun sâdece sap veya ağaç üzerin­de bırakılması koşuluyla alışveriş fâsid olur.

b) Semerenin asla kendisinden yararlanılabilir olmaması. Bu durumda satılmasının sahih olup olmayacağı hususunda İhtilâf edilmiştir. Sahih kav­le göre satılması caizdir. Çünkü o bir maldır. Bu durumda kendisinden ya­rarlanılması her ne kadar mümkün değilse de, daha sonra yararlanılabilecek hâle gelecektir. Bu durumda alışverişi caiz kılmak isteyen kişinin böyle bir hileye başvurması ittifakta sahih olur. Şöyle ki: Meyveden önce ağaç yap­raklarını satın alır. Böylece semereler, yani meyveler de ağaç yapraklarına tâbi olarak satış akdinin kapsamına girerler. Bu durumda semerelerin ve yap­rakların ağaç üzerinde bırakılmaları şart koşulmadığı takdirde akid ittifakla sahih olur.

3- Semerelerin tümünün değil de bir kısmının salkimlaşıp göze görünür hâle gelmesi. Bunun da dört şekli vardır:

a) Sâdece mevcûd olanların satılması. Mevcûd olmayanların satışları­nın, mevcûd oluncaya dek ertelenmesi. Bu durumda satış akdi sahih olur ve olgunlaştığı göze görünür olanlarla olmayanların satışlarının hükümleri­ne tâbi olurlar ki bu, daha önce de anlatılmıştı.

b) Sâdece mevcûd olanların tüm bedeliyle ve de mevcûd olacakların be­deliyle satılması. Sonra satıcının müşteriye, akidden sonra oluşacak semere­leri mubah kılması. Bu akdin hükmü de öncekinînki gibidir.

c) Mevcûd olmayanlardan söz etmeksizin ve semerelerin kesilmesi, ya da ağaç veya kökü üzerinde bırakılması şart koşulmaksızın yalnızca mevcûd olanların satılması. Bu da iki şekli kapsar:

1- Müşteri satın aldığı malı teslim alır. Sonra bu mal, teslim aldıktan sonra yeni semereler verir. Bu durumda satış akdi fâsid olmaz. Akidden sonra meydana gelen semereler, satış akdi esnasında göze görünür olan semereler­le karıştıkları için satıcı, sonradan meydana gelen bu semerelerde müşteriye ortak olur. Akidden sonra meydana gelen semerelerin miktarı hususunda ye­min etmesi koşuluyla söz müşterinin olur. Çünkü bu semereler onun elinde-dirler. Patlıcan, kavun ve acur gibi toplandıktan sonra yeniden ürün veren sebzeler de ağaç üzerindeki meyveler hükmündedirler.

2- Malın teslim alınmasından önce ikinci parti semerelerin meydana gel­mesi. Bu durumda satış akdi fâsid olur. Çünkü satılan malın ikinci parti olarak biten semerelerle karışması dolayısıyla satış akdi esnasında müşteriye teslim edilmesi mümkün olmamşktadir. Bu bir nevi, satılık malın teslimden önce telef olmasına benzemektedir.

d) Mevcûd olanı da olmayanı da satmak. Bu hususta ihtilâf vardır. Ba­zıları bu durumdaki satış akdinin fâsid olacağını söylemişlerdir. Çünkü mev­cûd olmayan şeyin satılması yasaklanmıştır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ancak selemde zaruret nedeniyle mevcûd olmayan şeyin satılmasına ruhsat tanımıştır. B'u kavil, zâhirür-rivâye bir kavildir. Bazıları demişlerdir ki: İn­sanlar bu şekilde muamele ettiklerinden dolayı satış akdi sahih olur. İnsan­lara kendi âdetlerini bıraktırmak zordur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) insanların zaruretleri ve sıkıntının üzerlerinden kaldırılması amacıyla selem alış verişini caiz kıldığına göre burada da aynı durum söz konusudur. Bun­dan da açıkça anlaşılıyor ki, zamanımızda bahçelerini satan insanların dinî kurallara uymaları kolaylıkla mümkün olacaktır. Bu hususta onlar için hiç bir zorluk yoktur. Açıkladığımız bu satış akdi şekillerinde, onlara yetecek şe­kilde bilgiler verilmiştir. Çünkü bütün bu anlattığımız şekillerde, satıcıyla satın alan arasında meydana gelen anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve birbirine düş­man olmalarına sebep olan mikrobun kökünü kazımak amacı gözönünde bu­lundurulmuştur. İnsanları doğru yola erdirecek olan ancak Allah'tır.

 

İki Önemli Not:

 

1- Bundan önceki bahiste öğrenmiş olduğumuza göre ağacın üzerinde bulunan meyve, satış hususunda ağaca tâbi olmaz. Yalnız müşteri bunu şart koştuğu takdirde ağaca tâbi olur. Böyle bir şart, müşteri tarafından koşul­madığı takdirde, meyve satıcının hakkıdır. İster te'bir (aşılama) edilmiş ol­sun, ister edilmesin. Gül, yasemin ve benzeri gibi koklanır bitkiler de semerenin kapsamına girerler. Ekinlere gelince, bunların orakla biçilir duruma gelme­den önce satılmalarının caiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları caiz olacağını, bazılarıysa câİz olmayacağını söylemişlerdir. Ama en uygun olan görüş, satış akdinden sonra büyüyecekleri umuduyla satılmalarının caiz olmasıdır. Ekin biter ve bir değer kazanır sonra da üzerinde bu­lunduğu tarla satılırsa, şart koşulmadığı takdirde o ekin satış akdinin kapsamına girer. Ama ekin biter de henüz bir değere sahip olmazsa, bazıları bu ekinin şart koşulmasa bile satış akdi kapsamına gireceğini söylemişler, bazıları da şart koşulmadığı takdirde satış akdi kapsamına girmeyeceği gö­rüşünü ileri sürmüşlerdir. En doğrusu, şart koşulmaksızın dahi satış akdinin kapsamına gireceğidir. Aynı şekilde yoncanın ikinci kez biteni ve üçüncü kez biteni ile, kesildikten sonra yeniden biten ekinler de bu hükme tabidirler. Bazıları demişlerdir ki; bunların tarlaları satıldığında, kendileri de tarlaya bağlı olarak satış akdinin kapsamına girer. Diğer bazılarıysa tarlaya tâbi olarak satış akdinin kapsamına girmez demişlerdir.

2- Ribâ bahislerinde de geçtiği gibi, ister araya alışverişlerinde ve isterse diğer alışverişlerde olsun, taze hurmanın kuru hurmayla satılması caiz olur.

Hanbelîler dediler ki: Olgunlaştıkları görülmediği sürece semere­lerin satılması sahih olmaz..Aynı şekilde taneleri sertleşmedikçe ekinlerin, tahılların satılmaları da sahih olmaz. Hurmanın olgunlaştığının gözlenebil-mesi, onun tam kıvamına gelerek güzelce yenilebilir hâle gelmesidir. Tahıl­ların olgunlaşmalarıyla, tanelerinin sertleşmesi veya beyazlaşmasıyla olur. Şu da var ki: Olgunlaşması görülmeyen semerelerin satılması, bazı şartlarla sahih olur:

1-Semerenin derhal kesilmesinin şart koşulması. Kişinin semereyi, ol-gunlaşıncaya dek üzerinde bırakmak amacıyla ağacı icar etmesi veya İğreti alması sahih olmaz.

2- Kesim esnasında semerenin yararlanılabilir halde olması.

3- Semere, hisse-i şâyiah olmamalıdır. Sözgelimi bir kimsenin bir hur­malığın yarısına sahip olması durumunda olgunlaşmadan önce hurmaları sat­ması sahih olmaz.   Çünkü bu kişi kendi mülkiyetinde bulunan burmaları, ancak kendi mülkiyetinde olmayanların kesilmesiyle kesme imkânını elde ede­bilir. Ama kendi mülkiyetinde olmayanları da kesme hakkına sahip değildir.

4- Olgunlaştığı görülmeyen meyvelerin ağaçla birlikte veya olgunlaştığı görülmeyen ekinlerin tarlayla birlikte satılması, ya da ağaçlan önce bir şah­sa sattıktan sonra, ağaçtaki semereleri de aynı şahsa satmak.

Devşirildikten sonra yeniden biten sebze ve ürünlerin satılması, ancak devşirildikçe satma şeklinde sahih olur. Yani bu ürünlerin ancak hâl-i hazır­da mevcûd olanları satılabilir. Ama satış akdinden sonra meydana gelecek olan ürünleri satmak, tarlayla birlikte satılmadıkları takdirde sahih olmaz. Örneğin salatalık ve acur gibi. Bunların kendi kökleriyle birlikte satılmaları sahih olur. Çünkü bu durumda ürünler, köklerine bağlı olarak satış akdinin kapsamına girmektedirler. Pamuk da tahıl gibidir. Kozasının içi yaş ve zayıf olup sertleşmemişse, satılması tıpkı taze ve yeşil tahılın satılmasında olduğu gibi sahih olmaz. Ancak derhal kesilmesi koşuluyla satılırsa sahih olur. İçi sertleşince satılması, sapı üzerinde bırakılması koşuluyla mutlak surette caiz olur. Tıpkı ekinin tanelerinin sertleşmesi durumunda satışının sahih olması gibi. Patlıcan da pamuk gibidir.

Semere veya ekinin, olgunlaştığı gözlenebildiğinde kesilmesini veya ye­rinde bırakılmasını şart koşmaksızın dahi satılması mutlak surette caiz olur. Bir kimse tomurcukları yarılmış (tomurcuk, salkımın beyaz kılıfıdır) bir hurmalığı sattığında semereler satıcıya âit olur. Hurma çöpleri, dalları ve lifle-riyse ona âit olmaz. Bilfiil aşılama şart değildir. Bu aşılama, erkek tomurcuğu ağacın tomurcuğu üzerine koymaktır. Bu durumda satıcı, ol­gunlaşıp iyice tatlılaşıncaya kadar hurmayı ağaç üzerinde bırakma hakkına sahip olur. Ancak bu da İki şartla olur:

1- Müşteri, hurmaların derhal kesilmesini şart koşmuş olmamalıdır.

2- Hurmaların bırakılmaları hâlinde, ağaçlar için bir zarar meydana gel­memelidir.

Bu iki şart gerçekleşmediği takdirde satıcı, ağaç üzerindeki hurmaları kesmeye zorlanır. Rehin, hîbe, icar, hul' ve mehir de bu hükümler açısından bey' akdi gibidirler. Bir kimse, bir hurmalığı hîbe eder veya icara verir veya onu hul' bedeli yapar veya mehir olarak verir de, üzerinde hurmalar bulu­nursa, bu hurmaların ağaca tâbi olmasında ve diğer hususlarda satış akdinin hükümleri sözkonusu olur.



[1] Müslim, Büyü, 43; Buhâri, Büyü, 19

[2] Nesâî.Büyû, 12; Ebû Dâvûd, Büyü, 66

[3] tbn Mâce, Ticârât, 45

[4] Buharı. Büyü, 64

[5] Buhârî, Libâs, 83,85,87; Müslim, Libâs, 115,117,119

[6] Hacc:5

[7] Nahi:92

[8] Bakara: 275-279

[9] Âw imrân: 130

[10] Buhârî, Bü­yü, 54-76; İbn Mâce, Ticârât, 48

[11] Buhârî, Büyü, 78; tbn Mâce, Tlcârât, 48

[12] Müslim, Müsâkât, 75,77,91; Buhârî, Büyü, 77,78,81

[13] EM Dâvûd, Bü­yü, 8; Nesâî, Büyü, 54

[14] Buhârî, Büyü, 78; İbn Mâce, Ticârâl, 48

[15] Bakara: 249

[16] Buhârî, Büyü, 60; ibn Mâce, Ticârât, 14

[17] Buhârî, Büyü, 58;Tirmîzî, Büyü, 54