Mudârebenin Delîli Ve Meşruluğunun Hikmeti 2

Sermâye Sahibi İle İşçinin Hakları 2

Mudâribin Bir Başkasıyla Da Mudârebe Yapması 8

Mudârebede Kârın Paylaşılması 9

Şirket Konuları 10

Tanımı Ve Kısımları 10

Şirketin Rükünleri 18

Ortakların Şirket Malında Ve Diğer Şeylerde Tasarrufta Bulunmaları 22

Ortaklardan Birinin Şirket Malının Telef Olduğunu Ve Benzer Şeyleri İddia Etmesi 25

Icare. 27

Tanımı, Rükünleri Ve Kısımları 27

Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı İcârenin Şartları 30

İcar Edilmesi Caiz Olan Ve Olmayan Şeyler 40

Telefiyet Durumunda İşçinin Tazminat Ödemeyeceği Hususlar 57

Kendisiyle İcar Akdinin Feshe Uğradığı Ve Uğramadığı Şeyler 62

Vekâlet Bahisleri 69

Tanımı 69

Vekâletin Delili Ve Rükünleri 69

Vekâletin Şartları 70


Mudârebenin Delîli Ve Meşruluğunun Hikmeti

 

Mudârebenin delîli, icmâ'dır. Müslümanlar, bu tür muamelenin caiz olduğu hususunda icmâ etmişler ve hiç kimse de bu hükme mu­halefet etmemiştir. Mudârebe, câhiliyet döneminde de biliniyordu. Faydalı olduğu için İslâm da bu muameleyi benimsedi. İslâm, koy­muş olduğu hükümlerin tümünde bu özelliği gözetmiştir. İslâm, her zaman için fayda ve maslahatı araştırır ki; bulup yerleştirsin. Fayda ve maslahatı araştırmaları için insanları teşvik eder. Bozgunculuk­tan ve bozgunculuğa yanaşmaktan sakındırır ki; toplum rahat bir ya­şam sürdürebilsin. Bireyler, biribirleriyle yardimlaşsın ve hepsi de bu yolla hayır ve mutluluğa kavuşabilsinler.

Mudârebe, insanlar için zaruri faydalar taşıyan birakiddir. Böy­le olunca mudârebe, "faydalı işleri teşvik" genel kuralının kapsamı­na girmiş olmaktadır. Bu takdirde mudârebe, faydalı sonuçlar doğuran bir akid olmaktadır. Mudârebenin faydası ne kadar büyük olursa, İs­lâm nazarında mudârebenin gereğine duyulan ihtiyaç da o kadar ar­tar. Bazıları, mudârebenin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bu sözü, mudârebenin sünnetle sabit olduğu veya hükmünün sünnet olduğu şeklinde yorumlamaya gerek yoktur. Çünkü mudârebe, arzuya bağlı bir muamele türüdür; İsteğe bağlıdır; zorunlu değildir. Bu sözü söy­leyen kişinin sözünü, malı işletme ve yoksulu yararlandırma açısın­dan mudârebe sünnettir şeklinde yorumlamak mümkündür. Hatta ihtiyaç olursa, mudârebe, gerçek bir sünnet olur. Meselâ mudârebe sayesinde işsizlerin sayısı azaltılır, ticârette canlılık sağlanır, toplum bireylen arasında mudârebe revaç bulursa, mudârebenin sünnet oluşu kesinlik kazanmaz mı? Bir kişi sermâye sahibi olur da; malını işletip arttırmaktan âciz olur, diğer yandan yoksul ama ticâret yapmaya muk­tedir bir kişi bulunursa; bu durumda mal sahibinin, malını çalıştır­makla, işsiz yoksulun da çalışarak ticâret yapmakla, diğer insanların da ticâret mallarının kendi aralarında tedavül etmesiyle yararlanma­ları sünnet olmaz mı?

Şüphesiz bütün bunlar, İslâm'ın teşvik edip imrendirdiği işler­dendir. Ancak dürüstlük, emânet, doğruluk, ihlâs ve hüsn-ü tasarru­fun kesin olarak işçide bulunması şarttır. Çünkü bu saydığımız meziyetler, sermâye sahibinin müsterih olması ve işçinin başarıya ulaşması için esastırlar. Mudârebenin sünnet olduğunu söyleyen ki­şi, islâmî hükümlerin sâdece toplum yararına vaz' edilmiş oldukları­nı sanmaktadır. Dürüst müslüman, güvenilir bir insandır; ortağına hıyanet etmez. Doğru sözlüdür, yalan söylemez, samimîdir; arkada­şı için kalbinde kötülük taşımaz. İşte bu nitelikteki insana karşı mal sahibi müsterih olur. Malını korumak ve arttırmak hususunda, ona karşı kesin bir güvence içinde olur. Kendisinde bu anlamlı meziyetler bulunmayan insanlarla mudârebe yapmamak gerekir. Çünkü in­sanın, malını hâin, israfçi, veya kötü yolda kullanan birine vermesi doğru olmaz. Zîrâ malı korumak vâcib, zayi etmekse yasaktır. Özet­leyecek olursak: Şeriat koyucunun maksadı; her nerede olursa olsun, insanları faydalı işlere teşvik etmek, yine her nerede olursa olsun, onları kötü ve zararlı şeylerden sakındırmaktır.

İslâm tarihinde vukûbulan ilk mudârebe olayı, Hz.Ömer (r.a.)'in oğulları Abdullah ile Ubeydullah arasında cereyan etmiştir. Kısaca belirtecek olursak Abdullah ile kardeşi, Irak ordusuyla beraber yola çıkmışlardı. O zaman Basra valisi, Ebû Musa el-Eş'arî idi. Ebû Mu­sa'nın yanına indiler. O da kendilerini güzelce karşılayıp ağırladı. Söz arasında kendilerine dedi ki: "Elimden gelirse, sizler için faydalı bir iş yapmak İstiyorum. Meselâ yanımda bir miktar Allah malı vardır. Bunları emîr'ül-mü'minîn Hz.Ömer'e göndermek istiyorum. Sizler, bu malı selef olarak alın. Bununla İrak'ta ticâret amacıyla bir miktar mal satın alır, Medine'ye gidince orada satarsınız. Sermâyeyi Hz.Ömer'e teslim edersiniz. Böylece kârından yararlanmış olursunuz." İki kar­deş de vali Ebû Musa'nın bu sözünü beğenip kabullendiler ve dediği gibi de yaptılar. Aldılar, sattılar, kazandılar. Sermâyeyi babaları Hz.Ömer'e teslim ettiklerinde; Hz.Ömer, kendilerine sordu: Ebû Mu­sa bütün askerlerle mi böyle bir selef muamelesi yaptı, yoksa özel olarak sâdece sizinle mi yaptı? Oğulları, "özel olarak sâdece bizim­le böyle bir muamele yaptı." dediklerinde, kendilerine: "Sizler, emîrü'l-mü'minîn oğulları olduğunuz için sizinle böyle bir muamele yapmıştır" şeklinde karşılık verdi. Hz.Ömer (r.a.) bu sözüyle, Ebû Musa'nın ken­dilerini kayırdığını îma etmek istemişti. Hem sermâyeyi, hem de sağ­ladıkları kârı, beytû'l-mâle teslim etmelerini emretti. Onun bu emri karşısında Abdullah ses çıkarmadı. Ama Ubeydullah:, "Ey mü'min-lerin emîri, böyle yapman gerekmez. Bize teslim edilen mal, bizim so­rumluluğumuz altındaydı. Eğer telef olsaydı, bedelini ödememizi isteyecektin" diyerek itirazda bulundu. Ubeydullah, bu sözüyle, ken­dilerine teslim edilen malın karz (ödünç) olduğunu, karz veren kişi­nin, borçlunun sağladığı kazancı alma hakkına sahip olmayacağını ifâde etmek istemiştir. Hz.Ömer, onun bu sözüne aldırış etmedi. Em­rini tekrarladı. Sermâye ile birlikte kârı da beyt'ül-mâle teslim etme­sini istedi. Ubeydullah ikinci kez itirazda bulundu. Orada hazır bulunanlardan biri: "Ya emîr'ül mü'minîn! Kârın yarısı kendisine, ya­rısı da beyt'ül-mâle olmak üzere bunu bir mudârebe yapsan?" şek­linde bir öneride bulundu. HzjÖrner de, bu teklife uyarak kârın yansını beyt'ül-mâl için aldı. Yarısını da kendilerine bıraktı.

 

Sermâye Sahibi İle İşçinin Hakları

 

Sermâye sahibiyle, işçinin her birine mahsus, özel bazı haklar vardır ki; bunların sınırını aşamazlar. Bu haklar, aşağıda her mezhe­be göre'genişçe açıklanmıştır.

 

(26) Şâfiîler dediler ki: işçiye özgü haklar şunlardır:

1- Satma ve satın alma tasarrufu. Ama bu tasarrufu güzelce kullanması gerekir. Bir malı satılabileceğini zannettiği bir fiyatla satın alması sahih ol­maz. Aksine, satın alacağı maldan kazanç sağlayacağına kuvvetle kanaat ge­tirmesi gerekir. Çünkü rfıudârebeden güdülen amaç budur. Parasını teslim almadan, bir malı, vadeli olarak satması da sahih değildir. Çünkü; olabilir ki para, borçlunun yanında zayi olur, ki bu da sermâye sahibinin zararınadır. Bu durumda işçiyi, böyle bir satışı, yapmaktan menedebilir. Ama peşin paralı bir satışı yapmaktan menedecek olursa, mudârebe akdi fâsid olur. Mal sahibinin iznini aldıktan sonra İşçi, veresiye satış yapabilir. Mal sahibi, ken­disine böyle bir izin verirse, şâhid tutmak veya işi yazıya dökmek kaydıyla veresiye satış yapabilir. Bu kayıtlara riâyet etmeksizin satış yapacak olursa, kendisi sorumlu olur. Yani bu satış nedeniyle sermâye telef olursa, bedelini mal sahibine ödemesi gerekir. Parasını önceden vererek vadeli mal da satın alabilir. (Selem yapabilir), Tabiî bunu yapmak için de mal sahibinin iznini alması şarttır. Meselâ falan ayda teslim almak üzere, parasını peşin vererek yirmi kile buğday satın alabilir.

2- İşçi, elindeki malı ticâret malı karşılığında satabilir. (Takas edebilir). Sözgelimi; yirmi kantar pamuk satın alıp, bunları hazır dokuma mâmulle-riyle takas etmek isteyebilir. Böyle yapması sahihtir. Çünkü bu, bir kazanç vesilesidir. îşçi, kazanca götürücü her işi yapma hakkına sahibtir.

3- Satın aldığı malın ayıplı olduğunu görürse, geri vermesinde yarar varsa, geri verme hakkına sahibtir. Sermâye sahibi malın ayıplı oluşuna razı olup da onu geri vermekten alıkoyamaz. Çünkü; çalışmakta olduğu için, işçi de onun malında hak sahibidir. Ancak maslahat, ayıplı da olsa malın geri ve­rilmemesini gerektiriyorsa, işçinin geri vermesine engel olabilir. Çünkü bu ayıp, kazancını eksiltmemektedir.

Mûtemed olan görüşe göre bu durumda işçi, o malı geri verme hakkına sahip olmaz. Evet denebilir ki işçi, eşya satın almakla yükümlü bir vekil gi­bidir. Malda bir ayıp görünce, mutlak surette onu geri verme hakkına sahip olur. Bu durumda, maldaki ayıp kazanca engel olsa da olmasa da işçi, ayıplı malı geri verme hakkına sahip olur demek sahihtir. Doğrusu şu ki, bu iki durum arasında fark vardır: Mudârebede amaç, kârdır. Maldaki ayıp kâra engel olmadığı takdirde işçi, onu geri verme hakkına sahip olmaz. Mal satın almak için görevlendirilen vekilin durumu bundan farklıdır. Vekil, ayıpsız olarak mal satın almakla görevlidir. Satın aldığı mal ayıphysa, onu mutlak surette geri verme hakkına sahip olur.

Bundan da anlaşılıyor ki esas, fayda ve maslahattır. Maslahat, malın geri verilmesini gerektiriyorsa; işçi geri verilmemesini, mal sahibi de geri ve­rilmesini istiyorsa, mal sahibinin isteği geçerli olur. Malın geri verilmesiyle verilmemesi hemen hemen aynı olur da, maslahat ve yararın ne yanda oldu­ğu bilinemezse, işçinin sözüne göre amel edilir. Çünkü direkt olarak işi elde tutan odur.

İşçi, elindeki mudârebe malından bazısını, sermâye sahibine satarak onunla muamele yapamaz. Mal sahibinin iznini almaksızın, sermâyeden fazla miktarda mal satın alamaz. İzinsiz olarak fazla mal satın alırsa bu fazlalık­lar, onun (işçinin) hesabına sayılır. Mudârebe malından sayılmaz.

Sermâye sahibinin iznini almaksızın; sefere, mudârebe malı ile çıkamaz. Çıktığı takdirde, doğacak zarardan kendisi sorumlu olur. Sermâye sahibin­den kesin müsâade almadan tuzlu denizde sefere çıkamaz. Bundan maksat, tehlikeden sakınmaktır. Seferdeyken, esah kavle göre sermâyeden masraf ya­pamaz. Bir kavle göre sefer nedeniyle kendi normal masrafından fazla olan masrafları sermâyeden karşılayabilir. Meselâ yol kirası, sefer için gerekli gi­yecekler ve bunlara benzer sefer için örfen gerekli olan masrafları sermâye­den karşılar. Bu masraflar, ileride kâr edildiği takdirde kârdan düşülür. Kâr edilmediği takdirde zarar olarak kabul edilir. Bu kavil, her ne kadar zayıfsa da tüccarların örfüne daha yakındır. Ticâret işlerinde bu görüşü uygulamak, daha da kolaydır. Eğer sefer masrafları, akidleşme esnasında şart koşulur-sa, bu kavle göre amel edilir. Kumaşı açıp katlamak, misk ve altın gibi hafif ağırlıklı eşyaları tartmak, normal olarak işçinin görevidir. Pamuk ve tahıl gibi ağır şeylere gelince işçi, bunları tartmak mecburiyetinde değildir. Bu iş­leri yaptırmak için örfe uygun olarak adam kiralar ve ücretini mudârebe ser­mâyesinden öder.Kendi yaptığı işler için ücret alamaz. Kendisinin yapması gereken işler için adam kiralarsa, ücretlerini kendisinin vermesi gerekir.

Sermâye sahibine gelince, Önceden de bilindiği gibi ona özgü hakları şöy­lece sıralayabiliriz:

1- İşçiyi, belirli bir mal satın almaktan men edebilir. İşçi, sözgelimi pa­muk satın almak isterse, sermâye sahibi onu pamuk satın almaktan men ede­bilir. Ancak sermâye sahibinin, işçiye, belirli bir maldan başka şey satın almamasını şart koşması, önce de söylendiği gibi caiz değildir.

2- Sermâye sahibi, işçiyi sefere çıkmaktan men edebilir.

3- İşçiyi, parasını almadan vadeli satış yapmaktan men edebilir.

4- işçiyi, belirli bir kişiyle muamele yapmaktan men edebilir. Ama be­lirli bir kişiyle muamele yapmasını şart koşması caiz olmaz.

Mudârebe akdi fâsid olunca bu fâsidlik;

a- Ya mal sahibinin tasarruf ehliyetine sahip olmayışı nedeniyle olur ki, bu durumda işçinin (mudâribin) tasarruflarından hiç biri geçerli olmaz.

b- Ya da Önce belirtilen şartlardan birinin ihlâli nedeniyle olur. Bu du­rumda, işçinin, yaptığı tasarruflar geçerli olur. Çünkü mal sahibi kendisine tasarruf izni vermiştir. Kazancın tamamı, mal sahibinin olur. İşçiye de ecr-i misil vermesi gerekir. Mal sahibi, kârın tamamının kendisine âit olmasını şart koşar. İşçi de bu şartı kabul ederse, bu durumda işçi, ücret alma hakkı­na sahip olmaz. İşçi, mudârebe sermâyesinden başka bir şeyle bir mal satın alırsa, meselâ kendi şahsına ve adına peşinatsız olarak vadeli bir mal satın alırsa, bununla da kendi şahsına satın almayı kasdederse, bu şeyin kazancı kendisinin olur. Sermâye sahibine ne kâr payı, ne de ücret verir.

Hanefîler dedijer ki: Sermâye sahibine özgü haklan şöylece sırala­yabiliriz:                    

1- Sermâye sahibi, mudârebeyi zamanla sınırlandırabilİr. İşçinin sâdece soğan ya da pamuk zamanında veya sâdece kış ya da yaz mevsiminde veya­hut da sâdece bir sene süreyle çalışmasını şart koşabilir.

2- Mudârebeyi mekânla sınırlandirabilir... Meselâ işçinin sâdece Mısır veya İskenderiye'de çalışmasını şart koşabilir.

3- Mudârebeyi belli bir türle sınırlandırabilİr. Meselâ işçinin (mudâri­bin) sâdece pamuk, tahıl veya davar ticâreti yapmasını şart koşabilir.

4- İşçiyi bir şeyle kayıtlayabilir. Meselâ işçinin, sâdece falan şahısla mu­amele, etmesini veya falan şahıstan başkasına mal satmamasını ve falandan başkasından mal satın almamasını şart koşabilir.

Bu gibi durumlarda işçinin, sermâye sahibi tarafından ileri sürülen şart­lara muhalefet etmesi sahih olmaz. Muhalefet ettiği takdirde gasbedici olur. Mudârebe sermayesiyle bir mal satın alırsa, bu onun hesabına olur. Mal sa­hibinin onunla bir ilgisi olmaz. Sermâyeyi tazmin etmesi gerekir. Yaptığı ça­lışmaya karşılık ücret alamaz. Dönüşü mümkün bir şekilde bir şarta muhalefet eder de sonra bu muhalefetinden dönerse, mudârebe de eski sahih haline dö­ner. Meselâ sermâye sahibinin şart koştuğu belde dışındaki başka bir belde­den mal satın alırsa, bu alış-verişten cayıp da sermâye sahibinin şart koştuğu beldeden satın alırsa, mudârebe akdi eski sahih hâline döner. Sermâye sahi­bi faydalı olmayan bir şart koşamaz. Meselâ, peşin parayla satış yapmaktan işçiyi men edemez. Böyle bir şarta uyulmaz. Çünkü bu şartın kazanca zararı vardır. îşçi de kazanca ortaktır. Evet, ödenmesi garantili olan vadeli satış, peşin satışa nisbetle daha fazla fiyatla uluyorsa; bu durumda sermâye sahi­bi, işçiyi peşin ama ucuz fiyatla satmaktan men edebilir. Çünkü bu men edişte kâr ve fayda vardır. Faydası az bir şart koşarsa, meselâ işçiye: "Kapalı çar­şıda çalış" veya "eski Mısır çarşısında çalış" derse, bu kayıtla amel olun­maz. Ama başka çarşıda çalışmasını yasaklarsa, meselâ: "Şöyle bir çarşıdan başka yerde çalışma" derse, bu kaydı geçerli olur. Çünkü mal sahibi, kendi malı üzerinde velayet hakkına sahihtir. İşçiye bu gibi kayıtlar getirirse, kayıtlamalarına riâyet edilir.

Sermâye sahibi mudârebeyi zaman ve mekânla ve başka şeylerle kayıt­lamazsa -ki buna mutlak mudârebe denir. işçinin yapacağı tasarruflar üç kısma ayrılır:

Birinci Kısım: Mal sahibi: "Dilediğin gibi çalış" diyerek yetkili kılmasa veya açık bir izin vermese de sırf mudârebe akdinden doğan bir yetkiyle işçi,

mudârebe malında bazı tasarruflarda bulunma hakkına sahip olur ki, bu hak­lar şunlardır:

1- Mudârebe malını dilediği herkese satabileceği gibi, dilediği herkesten de mudârebe amacıyla mal satın alabilir. Hattâ akrabalık, karı-kocalık, kö­lelik bağı dolayısıyla kendisi için şâhidlikleri kabul edilmeyen kimselerle de alış-veriş yapabilir. Meselâ evlâdına, eşine, ebeveynine mal satabilir. Yalnız, yabancısı olsun akrabası olsun fahiş fiyatla mal satması sahih olmaz. Böyle yaptığı takdirde mal sahibi kendisine, "dilediğin gibi çalış" demiş olsa bile, şarta muhalefet etmiş sayılır. Bilindiği gibi şarta muhalefet eden de, gasbe-dici kimselerin hükmüne tâbi olur. Piyasadan az bir farkla alıp satma duru­muna gelince ki bu normal olarak halk arasında vukûbulan ve sakınılması mümkün olmayan bir durumdur bir kavle göre sahihtir. Bir kavle göre ise bu memnudur.

2- Mudârib, satın almış olduğu ticâret eşyalarını sermâye sahibine sata­bilir. Ama bu durumda sermâye sahibi muhayyer olur: Dilerse satın aldığı malların bedelini ödeyerek mudârebe akdini devam ettirir. Dilerse bedelleri­ni ödemez. Sermâyeden düşer ki; bu durumda, mudârebe kesilmiş olur. Ama mudârib, sermâye sahibinden ticâret malı satın alırsa, akid fâsid olur.

3- Peşin parayla satabileceği gibi, sattığı eşyanın cinsine göre, halk ara­sında normal karşılanacak bir vâdeye kadar, vadeli olarak da mal satabilir. Halk arasında bilinen normal vâdeden daha uzun bir vâdeye kadar sattığı takdirde bir kavle göre sahihtir. Bir kavle göre sahih değildir.

4- Mudârib, bir mal satar da, müşteri o malda bir ayıp görürse, mudâ­rib o aybı karşılayacak nisbette fiyattan indirim yapabilir. Ama o aybı kar­şılayacak nisbetten daha fazla bir indirim yaparsa, yapılan fazla indirim, mudâribin hesabından düşülür. Ama mudârebe akdi fâsid olmaz.

5- Ticâret işlerinde kullanmak üzere mudârebe sermâyesi ile bir binek satın alabilir. Sermâye sahibinin izni olmaksızın, meselâ bir gemi satın alamaz.

6- Mudârebe sermâyesi ile arazi kiralayıp tohum satın alır ve ekebilir. Ya da kiraladığı araziye hurma ağacı dikebilir. Bu işleri yapacak olursa, akid sahih olur. Elde edilen kâr da, önceden akidleşme esnasında belirledikleri oran dâhilinde aralarında paylaşılır. Ama içinde mudârebe sermayesiyle mü-sâkât yapmak için hurmalık veya bahçe satın alırsa, sahih olmaz. Bu iş için harcadığı parayı, sermâye sahibine iade etmekle yükümlü olur. Bu işi yap­masını sermâye sahibi kendisine teklif etmiş olsa bile iade etmesi gerekir.

7- Kara ve deniz yolculuklarına çıkabilir. Halkın çekindiği seferlere çık­ması, mûtemed görüşe göre sahih değildir.

8- Mudârib, ahm-satı'm İşini yaptırmak üzere,başkasını yerine vekil tâ­yin edebilir.

9- Mudârebe sermâyesini, ücret almaksızın meccânen ticâret malı satın alması için, başkasına tevdî edebilir. Mudârebe sermâyesini, sermâye sahi­binin kendisine de bu şekilde verebilir. Verir de; sermâye sahibi alıp o sermâye ile alım satım yaparsa sahih olur. Mudâribe, yardımcılık yapmış olur. Akidleşme esnasında ileri sürmüş oldukları şartlar da, olduğu gibi geçerli­liklerini korurlar. Bu muamelede malın nakid olmasıyla, ticâret eşyası olması arasında fark yoktur. Sermâye sahibi, malı, mudâribin izni olmaksızın onun evinden alırsa, aldığı şey nakidse, mudârebe bâtıl olur. Ticâret eşyası ile bâtıl olmaz. Ama sermâye bin lira olur da; sahibi onu, aşırı şekilde paha­lıya, meselâ; iki bin liraya satar. Sonra bu iki bin lirayla, değeri dört bin lira olan bir ticâret malı satın alırsa, bu son aldığı malı kendi hesabına satın al­mış olur. İşçiye, yani mudâribe beşyüz lira ödemesi gerekir. Bu beşyüz lira, onun işçiden izin almaksızın, evinden kaldırıp sattığı maldan sağladığı kârın yarısıdır ki; bu yan pay, işçinin hakkıdır. Mudârib kendisine sermâye veren kişiye, mudârebe yapması için sermâye verirse, bu ikinci mudârebe akdi fâ-sİd olur. Birinci mudârebe olduğu gibi yürürlükte kalmakta devam eder. Sağ­lanan kazanç, birinci akidde ileri sürdükleri şartlar çerçevesinde aralarında paylaşılır.

10- Mudârebe malını dilediği kimsenin yanına emânet olarak bırakabilir.

11- Mudârebe malını, dilediği kimsenin yanına rehin olarak bırakabi­lir. Bu mala karşılık rehin alabilir.

12- Eli dar ve geniş olan kimseler üzerine para ile havale kabul edebilir. Zîrâ bütün bunlar ticâretin gereklerinden ve tüccarların yaptığı işlerdendir.

İkinci Kısım: Mudârib, sermâye sahibinin "dilediğin gibi çalış" diye­rek kendisine yetki vermesi durumunda, bazı işleri yapabilir. Şöyle ki:

1- Başkalarıyla da mudârebe akdi yapabilir.

2- Başkasıyla ortaklık yapabilir.

3- Mudârebe sermâyesini kendi malına veya başkalarının malına kata­bilir. Ancak mudârebenin yapıldığı yörede mudâriblerin, kendi mallarıyla mudârebe malım birbirine katmaları âdet ise ve sermâye sahihleri de buna razı oluyorlarsa, sermâye sahibi, "dilediğin gibi çalış" dememiş olsa bile, mudârebe malıyla kendi malım birbirine katması sahih olur. Ama "diledi­ğin gibi çalış" demişse, bu işlerin Jıepsini yapabilir.

Üçüncü Kısım: Mudârib, sermâye sahibinin açık izniyle bazı işleri yapabilir. Şöyle ki: Mudârib, borç alma ve borç verme yetkisine, ancak sermâ­ye sahibinin açık izniyle sahip olur. Salt mudârebe akdi ile veya sermâye sahibinin: "Dilediğin gibi çalış" demesiyle, bu iki yetkiye sahip olamaz. Mut­laka, sermâye sahibinin açıkça izin vermesi şarttır. Borç alması şöyle olur: Meselâ mudârebe sermâyesinin tümüyle mal satın alır. Sonra da borca ola­rak başka mal satın alır. Çünkü artık mudârebe sermâyesini tüketmiştir. Yi­ne bunun gibi mudârebe sermâyesinin tümüyle ticâret eşyası satın alır. Sonra bu eşyaları ıslah etmek için borç altına girer. Meselâ mudârebe sermâyesinin tümüyle kumaş satın alır. Sonra da bu kumaşların ıslahı, düzeltilmesi veya taşınması için borç altına girerse, bu işi gönüllü olarak yapmış sayılır. Me­ğer ki sermâye sahibinden bu iş için izin almış olsun.

Ödünç vermesine gelince, sermâye sahibinin açık iznini almadan, mu­dârebe malını ödünç olarak başkasına verme yetkisine sahip değildir.

Mâlikîler dediler ki: Sermâye sahibi ile işçiden (mudâribten) kay­naklanan fiiller üç kısma ayrılır:

1- Akdi fâsid kılan fiiller. Bu takdirde; şayet ortada bir kazanç varsa işçi, kazançtan kırâz-ı misil alır. Eğer kazanç yoksa bir şey alamaz.

2- Akdi fâsid kılan fiiller. Bu takdirde işçi, alacağı mezkûr kırâz-ı misi-le ek olarak, eğer ticâretten fazla bir iş yapmışsa ve yaptığı iş, ücret verilebi­lir işlerdense ecr-i misil de alır.

3- Akdi fâsid kılan fiiller. Bu takdirde kâr da olsa zarar da olsa işçi ecr-i misil alır. Bunlar anlaşıldıktan sonra bilmek gerekir ki, işçi ile sermâye sa­hibinden her birinin belli bir sının vardır ve bu sının aşmaları sahih olmaz. Muhalefet ettikleri takdirde yapılan muhalefet, birinci veya ikinci kısımdansa ve muhalefet çalışma esnasında görülürse, mudârebe akdi feshe uğramaz. İş de durdurulmaz. Aksine işçi, ticarî çalışmasına devam eder.Kırâz-ı misil alır. Ticâret dışı başka bir iş yapmışsa, ecr-i misil de alır.

Ama muhalefet, üçüncü kısımdansa ve çalışma esnasında görülürse, akid feshe uğrar. Çalışma durdurulur. Kâr da edilse zarar da edilse işçi, ecr-i mi­sil alır.

İşçinin, sermâye sahibi tarafından kısıtlanamayacak bazı yetkileri var­dır. Şöyle ki:

1- İşçi, ticarî çalışmayı zamanla sınırlandirmaksızın çalışma hakkına sa­hihtir. Sermâye sahibi, "bu sermâye ile bir sene ticâret yap" veya "şu an­dan süresi başlamak üzere bir sene bu sermâye ile ticâret yap. Ancak çalışmaya bir ay sonra başla" diyerek şart koşar ve işçi de ticârete başlarsa, kırâz-ı mi­sil alır. Ama sermâye sahibi; "yaz mevsiminden başka zamanda satın alma" veya "kış mevsiminden başka zamanda satma" diyerek çalışma vaktini sınırlandırırsa, akid fâsid olur. İşçi de ecr-i misil alır.

2- İşçi, pazarda sürekli olarak bulunan türdeki eşyaları satın alabilir.

Sermâye sahibi, bazan bulunan bulunmayan şeyleri satın almasını şart ko-şamaz. Böyle bir şart koşar da, işçi ticârete devam ederse, mudârebe akdi fâsid olur. İster onun şart koştuğunu satın alsın, ister başka mal satın alsın, kârdan kırâz-ı misil alır. Mütemed olan görüş budur. Bazıları derler ki: Ser­mâye sahibinin şart koştuğunu satın alırsa, akid fâsid olmaz. Az ama her zaman bulunur bir mal satın almasını şart koşarsa, sahih olur.

tşçi, mudârebe malından ticâret yapmak için satacağı veya satm alacağı mallan, peşin parayla satma ve satın alma hakkına sahihtir. Sermâye sahi­bi, borca satmasını veya satın almasını şart koşamaz. Aksi takdirde akid fâsid olur; işçi de kârdan kırâz-ı misil alır. Bu durumda zarar olursa, bu da işçiye âit olur. Sermâye sahibi, peşin parayla satın almasını şart koşar, ama o borca satın alırsa, akid fâsid olur. Kârdan kırâz-ı misil alır. Zarar edilmiş­se, bu, kendisine âit olur. Sermâye sahibinin iznini almaksızın malı borca satamaz.                     

4- Mudârebe sermayesiyle satın aldığı malların satışına kendisi yetkili­dir. İşçiden izin almaksızın sermâye sahibi malı satarsa, satışı geçerli olmaz. Işçİ, satışı reddedebilir. Çünkü ticâret işlerini çeviren ve işi bizzat elde tutan işçidir. Kâr etmek için, malı hangi ortamda satması gerektiğini ancak kendi­si takdir edebilir.

5- Kefilsiz olarak işçi, mudârebe sermâyesini alma hakkına sahibtir. İş­çinin ihmâli, tefriti olmadan sermâyenin telef olması durumunda bile tazmi­nat ödemesi için mal sahibi, işçinin kefil getirmesini şart koşarsa, akid fâsid olur. İşçi de kârdan kırâz-ı misil alır. Ama işçinin ihmal veya tecâvüzü so­nucu sermâyenin telef olması durumunda, tazminat ödeyecek bir kefil getir­mesini şart koşarsa, önce de belirtildiği gibi bunun akde bir zararı dokunmaz.

İşçi gönüllü olarak kefil getirirse, bir kavle göre sahih olur. Bîr kavle göre sahih olmaz. İşçi için sıralamış olduğumuz bu haklara riâyet edilmediği takdirde, işçi sâdece kırâz-ı misil alır.İşçinin haklarına şu husus da eklen­miştir: İşçiyle sermâye sahibi, mudârebe çalışmasının tamamlanmasından son­ra anlaşmazlığa düşerler ve anlaşmazlıkları çok farklı noktalarda olursa, meselâ birisi: "Benim kârdaki payım üçte ikidir" der, diğeri de: "Hayır, se­nin kârdaki payın sekizde birdir" derse, bu durumda anlaşmazlığı çözümle­mek için işçiye, kırâz-ı misil verilir. Akid her ne kadar eski haliyle sahih olarak kalsa da bu uygulamaya gidilir. Aralarındaki anlaşmazlık, biribirine yakın noktalardaysa, meselâ taraflardan her biri, muhtemel bir kâr payı fazlalığı iddia ediyorlarsa, bu durumda işçinin sözüne göre amel edilir. Ama sâdece sermâye sahibi böyle bir iddiada bulunuyorsa, onun sözüne göre amel edi­lir. İşçi de yalnızca böyle bir iddiada bulunursa, sözüne göre amel edilir. Mu­dârebe çalışmasına başlamadan önce aralarında anlaşmazlık vukûbulursa, her halükârda sermâye sahibinin sözüne göre amel edilir. Çünkü bu durum­da işçi, çalışmaya henüz başlamış değildir. Mudârebe akdi bağlayıcı değil­dir. Sermâye sahibi dilediği oranda kâr payını belirleyebilir.

Kırâz-ı misil ile birlikte ecr-i mislin verildiği meselelere gelince bunlar, sermâye ile ilgilidirler. Mudârebenin tanımı bahsinde yapılan itirazlar ara­sında bunlardan bahsetmiştik. Dileyenler o bahse bakabilirler. İşçinin bazı haklan vardır ki; bunlara muhalefet edildiği, mudârebe çalışması esnasında görüldüğü takdirde akid fâsid olup feshe uğrar. Bu durumda kâr da edilmiş olsa, zarar da edilmiş olsa işçi, ecr-i misil alma hakkına sahip olur. Bu hak­ları şöylece sıralayabiliriz:

1- İşçi, mudârebe çalışmasını tek başına, bağımsız olarak yürütme hak­kına sahibtir. Sermâye sahibi, işçinin yanısıra mudârebe çalışmasına el koy­ma hakkına sahip değildir. Sermâye sahibi, işçiyle birlikte çalışmayı şart koşarsa ve işçi de bu şartla beraber çalışırsa, mudârebe çalışması esnasında akid feshe uğrar. İşçi de sermâye sahibinin kendisi ile birlikte çalışmasını şart koşarsa, akid yine feshe uğrar. Yalnız sermâye sahibinin, işçiyle birlikte kâ-rın bir payım alması karşılığında bir kölenin çalışmasını şart koşması, istis-nâen caizdir. Yalnız bu kölenin, işçi üzerinde deneticilik yapmaması ve alacağı kâr payının da efendisine değil, kendisine âit olması şarttır. Aksi takdirde mudârebe akdi feshe uğrar.

2- İşçi, ticâret malı olan kumaşları dikip elbise yapmak, ticâret için alınmış olan derileri dikip kundura yapmak gibi âdet olmayan işleri yapma mecbu­riyetinde değildir. Bu gibi işleri de yapması, sermâye sahibi tarafından şart koşulursa, akid fâsid olur; ecr-i misil alır. Ticâret için alınmış olan mudâre­be malı tohumları ekip ziraat yapmasını şart koşmak da bu hükme tâbidir. Zîrâ ticâret ayrı şey, ziraat apayrı bir şeydir. Ama mudârebe malım, ekine ve tarıma sarf etmesi şart koşulursa, akid sahih olur. Kumaş toplarını müş­teriye açıp katlamak gibi normal olarak işçiye âit olan ve yorgunluk gerek­tirmeyen hafif işleri, işçinin yapması icâb eder. İşçi, bu işleri yaptırmak için adam kiralarsa, ücreti kendi malından ödemesi gerekir.

3- Mudârebe malında başkaları işçiye ortak olamazlar. Sermâye sahibi, başkalarının da kendisine ortak olmalarım şart koşarsa, akid fâsid olur. Iş-çİ, ecr-i misil alır.

4- İşçi, mudârebe malını kendi malına katma mecburiyetinde değildir. Sermâye sahibi, bunu yapmasını işçiye şart koşarsa, akid fâsid olur. îşçi, ecr-i misil alır. Ama böyle bir şart koşulmadan işçi mudârebe malını kendi malına katarsa bu, bazı şartlarla caiz olur:

a- Bu mal, misli bulunur mallardan olmalıdır. Misli bulunmadığı için, değerle takdir edilen mallardan olmamalıdır. Ki bunlarla ilgili açıklama, bey bahsinde yapılmıştı.

b- Mallan birbirine katmakta, kesin olmayan bir fayda söz konusu ol­malıdır.

e- Mallardan biri ile meşgul olmadan, bu malları birbirine katmış ol­malıdır.

5- İşçi, dilediği her yerde satma ve satın alma hakkına sahibtir. Sermâ­ye sahibi, işçinin falan beldeye kavuşmadan mal satın almamasını, oraya ulaş­tıktan sonra beldenin her neresinde olursa olsun tasarrufta bulunabileceğini şart koşarsa, akid fâsid, olur. İşçi de ecr-r misil alır.

6- Mal sahibine danışmadan tasarrufta bulunmamasını şart koşarsa, akid fâsid olur. İşçi de ecr-i misil alır.

7- îşçi, herhangi bir şahıstan mal satın alabilir. Sermâye sahibi, belirli bir şahıstan satın almasını şart koşarsa, meselâ: "Falandan başkasından sa­tın alma" veya: "Falandan başkasına satma" derse, akid fâsid olur. İşçi de ecr-i misil alır.

8- İşçi, her zaman satma ve satın alma hakkına sahibtir. Sermâye sahi­bi, belirli bir zamanda alim-satımı şart koşarsa, meselâ: "Yaz mevsimi dı­şında satın alma" veya:?' 'Sadece kışın sat" derse akid fâsid olur. İşçi de ecr-i misil alır. İşçinin belli bir yerden veya belli bir çarşıdan başka mahallerde ticâret yapmamasını şart koşmak da böyledir.

Sermâye sahibinin haklarına gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Sermâye sahibi, işçinin deniz yolculuğu yapmamasını, kanal gibi al­çak ve çukur yerlerde konaklamamasını, geceleyin sefere çıkmamasını şart koşabilir. İşçi onun bu üç şartından birine aykırı davranırsa, telef olan mal için tazminat ödemesi, üç şartla gerekli olur:

a- İşçi, sermâye sahibinin koştuğu şartlara riâyet etmeye muktedir ol­malıdır. İşçi, dışarıda olup da kanal gibi çukur ve alçak bîr yere konakla­mak mecburiyetinde kalırsa, deniz yolculuğuyla sefere çıkmaktan veya geceleyin kervanla birlikte yola çıkmaktan başka çâresi olmazsa, tazminat ödemekle yükümlü olmaz.

b- Elindeki mal, yağma veya suya batma sebebleri dışında telef olursa, işçi tazminat öder. Ama işçiden zorla alınıp yağmalanır veya denize düşüp batarsa, ya da semavî bir âfet nedeniyle telef olursa, sorumlu olmaz. Ama bu sebebler dışında telef olursa, meselâ denizden ulaşan rutubet dolayısıyla çürürse, ya da kanal gibi çukur ve alçak bir yerde konaklarken düşüp telef olursa, ya da geceleyin yol gitmekteyken görmediği bir ağaca çarpıp kırılırsa, bu durumda işçinin tazminat ödemesi gerekir.

c- Bu telef olayı, sermâye sahibinin şartına muhalefet ettiği esnada vu-kûbulmahdır. Sözgelimi sermâye sahibinin menettiği deniz yolculuğunu ya­par da denizden çıktıktan veya çukur yerde konaklayıp da oradan ayrıldıktan, veyahut geceleyin yolculuk yapar da gün doğduktan spnra telef olayı vukû-bulursa, işçi tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Sermâye sahibiyle işçi, te­lef olayının şarta muhalefet edildiği anda veya ondan sonra vukûbulduğu konusunda anlaşmazlığa düşerlerse, işçinin sözüne itibar edilir. Onun bu ko­nuda söyledikleri tasdik edilir.

2- Kân az olacağı veya zarar edeceği nedeniyle, belli bir eşyayı satın al­mamasını işçiye şart koşabilir. Bu durumda; işçinin, bu şarta uyması gere­kir. Şarta muhalefet ettiği takdirde, elindeki malı yağmalanarak veya denize düşerek veyahut semavî bir âfet dolayısıyla telef olsa bile mutlak surette taz­minat ödemesi gerekir.

3- Sermâye sahibi onu, henüz mudârebe çalışmasına başlamazdan, ken­disinin malıyla beraber sefere çıkmaktan menedebilir. Çalışmasından önce sefere çıkmaktan onu meneder, yine de sefere çıkarsa, telef olan malın taz­minatını ödemesi gerekir.

4- İltimas ve kayırma olmaksızın başkalarından satın aldığı fiyatla, iş­çiden mudârebe malını satın alabilir. Ama başkalarından satın aldığından eksik bir fiyatla satın alırsa sahih olmaz. Çünkü bu takdirde işçiyi aldatıp zarara uğratmış ve işçinin sağlayacağı kârın bir kısmını elinden almış olur. Ki bunu yapma hakkına sahip değildir.

5- Mudârebe malıyla işçinin başkalarına ortak olmasını menedebilir. Ser­mâye sahibinden izin almaksızın işçi, mudârebe malıyla başkalarına ortak olursa, mudârebe akdi fâsid olur. Telef olma durumunda işçi, tazminat öde­mekle yükümlü olur.

6- İşçinin, mudârebe malını vadeli olarak borca satmasını menedebilir. Sermâye sahibinin iznini almaksızın işçi, böyle bîr satış yaparsa akid fâsid olur. Bu durumda mal telef olursa, işçinin tazminat ödemesi gerekir. İşçinin mudârebe sermâyesini kullanarak başkalarıyla mudârebe yapmasını da me­nedebilir. Sermâye sahibinin izni olmadan böyle bir mudârebe yaparsa, akid fâsid olur. İşçi, ecr-i misil alır.

7- Sermâye sahibi, işçinin itibâr ve saygınlığı bulunmayan bir yerde mu­dârebe sermâyesini ekine sarfetmesini menedebilir. Veya itibar ve saygınlığı bulunmayan bir yerde müsâkât işlerine mudârebe sermâyesini sarfetmesini menedebilir. İşçi onun bu menedişine aldırmayıp da tohum ve çift sürme âletini satın alır, arazi kiralar ve ekerse, akid fâsid olur. Bu ekin yağmalanır veya çahnırsa, bedelini işçi tazmin eder. Amaîtibar ve saygınlık sahibi olduğu bir yerde eker de ekinler çalınır veya yağmalanırsa, tazminat ödemesi gerekmez. Kendi sermayesiyle ticâret yapamayacak derecede işçiyi meşgul edecekse, iş­çinin başkalarından da sermâye alarak mudârebe yapmasını, ilk sermâye sa­hibi menedebilir. Sermâye sahibi kendisine izin verse bile işçinin, mudârebe için borca mal satın alması caiz olmaz. Böyle yapacak olursa, satın aldığı malın bedelini ödemekten kendisi sorumlu olur. O malın kârı da zararı da kendisine âit olur.»Mudârebe sermâyesini, ticâret eşyasına dönüştürme hile­sine gidilmesin diye, işçinin sermâye sahibinden mal satın alması mekruhtur.

Hanbelîler dediler ki: Mudârib (işçi), anlatılan bütün satış çeşitle­riyle satış yapma hakkına sahibtir. Aynı şekilde bütün satın alma çeşitleriyle satın alma hakkına da sahibtir. Meselâ murabaha ve müsâveme ile satış ya pabîlir. Borç taleb etme hakkına sahibtir. Borç tahsili için mahkemeye baş­vurabilir. Kendisinden alacaklı olduğu kimseleri başkasına havale edebilir. Başkasının kendisine yaptığı havaleleri kabul edebilir. Kullanmak üzere mu­dârebe malıyla eşya kiralayabilir. Satın aldığı malı, ayıplı olduğu gerekçe­siyle geri verebilir. Erfıânet verme, rehin bırakma ve rehin alma hakkına sahibtir. Belde ve yolun güvenlik içinde olması şartıyla sefere çıkabilir: Gü­venliğin ekseri zamanlarda bulunduğu bir tarafa giderse ve (güvenliğin her zaman mevcûd olmadığını) biliyorsa, telef olması durumunda, malın bede­lini tazminat olarak öder. Ama bilmiyorsa, tazminat ödemekle yükümlü ol­maz. Malın alış fiyatını veya maliyetini arttıran masrafların bir kısmını, taşıma masrafı gibi gerekli harcamaları ikrar edebilir. Vadeli olarak borca mal sa­tabilir. Borca sattığı malın bedelini tahsil edemezse, zayi olursa, tazminat Ödemesi gerekmez. Ancak güvenilmeyen veya tanımadığı bir kişiye borca sa­tarsa, bu takdirde ifrata kaçtığı için, telef olan malın bedelini ödemesi gerekir.

Mudârebe sermâyesini kullanarak başkasıyla mudârebe yapamaz, or­taklık kuramaz. Mudârebe malını, gerek kendisinin, gerek başkasının malı­na katamaz. İbda, da yapamaz. Yâni kazanç, yine kendisiyle sermâye sahibine âit olmak üzere, mudârebe sermâyesinin bir kısmını başkasının yanına bıra­karak o sermâye ile meccânen ticâret yapmaya ve sağladıkları kazançtan ken­dilerine pay vermeksizin başkasını bedava çalıştırma hakkına sahib değildir. Mudârebe malından başkalarına ödünç veremez. Mudâribin, kumaş topla­rım açıp katlamak, para kesesini bağlamak ve kapamak gibi âdeten yapması normal karşılanan işleri yapması gerekir. Sermâyeyi sahibine teslim etme­den kâr payı alamaz. İki eşya satın alıp da bunlardan birinden kâr, diğerin­den zarar ederse, kârı zarara ekler.

 

Mudâribin Bir Başkasıyla Da Mudârebe Yapması

 

Muhammed, ticâret yapması için Hâlid'e mudârebe olarak bir miktar mal verir. Hâlid de, ticâret yapması için bu malı mudârebe ola­rak, kârın bir bölümü karşılığında başkasına verirse ne gibi bir du­rum ortaya çıkar? Bu meseleyle ilgili olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(27) Hanefîler dediler ki: Mudârib (işçi), başkasıyla da mudârebe yapar­sa, sermâye sahibinden ya izin almıştır veya almamıştır. İzin almaksızın yap­mışsa akid fâsid olur. İkinci mudârib, sermâye ile henüz ticarî çalışmaya başlamâmışsa, birinci mudârib tazminatla yükümlü olmaz. Yukarıda veri­len örnekteki Hâlid, mudârebe yapmak amacıyla aldığı sermâyeyi, yine mu­dârebe yapmak amacıyla başkasına verirse, bu başkası da ticarî çalışmaya başlamadan önce aldığı sermâye elinde telef olursa, Hâlid tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü malı üçüncü şahsa teslim etmesi, emânet bırakma hükmündedir. Mudâribse, aldığı mudârebe malını başkasının yanına emânet bırakma hakkına sahiptir. Şahıs, aldığı sermâye ile bilfiil çalışınca, mu-dârib oluşu kesinlik kazanır. Sermâye sahibinden izin almaksızın mudârib, başkalarıyla mudârebe yapamaz. Ama örnekteki Hâlid, başkasıyla fâsid mu-dârebe yapar da, mudârebe malı, ikinci mudâribin elinde telef olursa, mu­dârib (işçi), tazminatla yükümlü olmaz. Şundan ki: Mudârebe akdinin fâsidliği, mudâribİ ücretli işçi pozisyonuna sokmaktadır. Mudârib, ticarî ça­lışmada kendisi için çalışacak birini kiralama hakkına sahibtir. İkinci mu­dârib, birinci mudârib olan Hâlid'ten ecr-i misil alır. Hâlid de sermâye sahibi ile birlikte, aralarında anlaştıkları oranda kârı paylaşır. Adamın biri, ikinci mudâribten mal gasbederse, o malın bedelini gasbeden kişinin ödemesi ge­rekir. İkinci mudârib, kendisine Hâlid tarafından teslim edilen mudârebe ma­lını telef eder veya başkasına hîbe ederse, sâdece kendisinin bedel tazmin etmesi gerekir. Mudârib, sermâye sahibinin iznini aldıktan sonra başkasıyla mudâ­rebe yaparsa, meselâ örnekteki Hâlid, kendisine mudârebe için sermâye ve­ren Muhammed'den, elindeki sermâyenin tümünü veya bir bölümünü, kârın bir bölümü karşılığında ticâret yaptırmak üzere mudârebe olarak başkasına vermek için izin ister ve sermâye sahibi Muhammed de, kendisine izin verir­se sahih olur. Şu da var ki Muhammed, Hâlîd'e mudârebe sermâyesi verir­ken: "Allah'ın bize nasib edeceği kârı aramızda yan yarıya paylaşırız" diyerek kârın yarısı üzerine akidleşmişse; Hâlid, üçüncü kişiye mudârebe malından sermâye verirken, kârın üçte birini ona vermeyi şart koşmuşsa, bu durumda toplam kârın yarısı sermâye sahibi Muhammed'in, üçte biri de Hâlİd'in ken­disine sermâye verdiği kişinin, geriye kalan sâdece altıda birlik kâr payı Ha-lid'İn olur. Ama sermâye sahibi olan Muhammed, Hâlid'e mudârebe sermâyesi verirken: "Allah'ın sana nasib edeceği kârı aramızda yarı yarıya paylaşırız demişse, bu durumda; Hâlİd'in kendisiyle mudârebe akdi yaptı­ğı üçüncü şahıs, Hâlid'in kendisine vermeyi şart koştuğu üçte birlik kâr pa-ymı alır. geri kalan kân, Hâlid ile Muhammed yarı yarıya paylaşırlar. Böylece her biri üçte bir kâr payı almış olur. Yine bunun gibi sermâye verirken Mu­hammed, Halid'e: "Sağlayacağın kâr aramızda olsun" veya: "Senin için ken­disinde kazanç bulunan şey ikimizin arasında olsun" der, sonra da Hâlid bu sermâyeyi, üçte bir kâr payı karşılığında üçüncü bir şahsa verirse; ikinci mudârib kendisi için şart koşulmuş olan üçte bir kâr payını alır. Geri kalan kârı Muhammed ile Hâlid yarı yarıya paylaşırlar. Yine bu üç kişi, kârın üçte birer payını almış olurlar. Muhammed sermâyeyi Hâlid'e verirken: "Allah'ın bize kısmet edeceği kâr, aramızda yarı yarıya olsun" der de ondan sonra Hâ­lid, aldığı sermâyeyi kârın yarısı karşılığında üçüncü şahsa mudârebe olarak verirse; Muhammed kârın yarısını alır. İkinci mudârib de kârın geri kalan yarısını alır. Hâlid, hiç kâr alamaz.

Şâfiîler dediler ki: Mudârib (işçi), aldığı mudârebe sermâyesini, yi­ne mudârebe olarak ticâret yapması için üçüncü bir şahsa verirse, bunu ya­parken, sermâye sahibinden ya izin almıştır veya almamıştır, izin alarak

1- Birinci mudârib, ikinciyle mudârebe akdi yaparken onun kendisine çalışmada ve kârda ortak olması şartını koşar. Bir kavle göre bu şekilde ya­pılan akid sahihtir. Diğer bir kavle göre fâsiddir. Kuvvetli olan görüş de bu­dur. İkinci mudârebe akdinin fâsid olması durumunda birincisi, olduğu gibi sahih kalmakta devam eder. Sonra ikinci mudârib kârdan pay alamaz. Ak­sine kârı sermâye sahibi ahr. İkinci mudârib, sermâye sahibinin izniyle ça­lışmıştır. Mudâriblerin ikisi beraberce çalışacak olurlarsa, birincisi çalışması oranında kâr payı alır. Geri kalan kârı, sermâye sahibi alır. İkinci mudârib-se, birinciden ecr-i misil alır. Ama birinciye (meccânen) yardım etmeyi kas-detmişse hiç bir şey alma hakkına sahip olamaz.

2- Birinci mudârib, ikincinin tek başına çalışmasını şart koşarak onunla akidleşmişse, yapılan akid sahih olur. Birincisi, böylece devreden çıkmış olur. Yalnız bu durumda akdin sahih olması için, mudârebe sermâyesinin, kendi­siyle akdin sahih olduğu şartları taşıması gerekir. Sözgelimi sermâye, nakıd olmalıdır. Ticâret eşyası değil... Ve daha diğer şartları hâiz olmalıdır. Mu­dârib, kendisine sermâye vermiş olan kişinin iznini almadan, üçüncü bir şa­hısla mudârebe akdi yaparsa; ikinci akid fâsid olur. İkinci mudârib, elindeki mudârebe malıyla bir şey satm.alır veya satar ve buna benzer akidler yapar­sa, yaptığı akidler bâtıl olur. Çünkü akidler fuzûli ve geçersizdir. Kârın üçte biri kendisinindir diye akid bâtıl kılınmamıştır. Sebep bu değildir. Tasarruf­ta bulunduğu mallan tazmin etmesi gerekir. Çünkü kendisi gasbedici hük­mündedir. Birinci mudârib, vermiş olduğu malı ikinciden zorla çekip alabilir ve ilk mudârebe akdine dayanarak o malla ticârete devam etmesi sahih olur. Ama kendi zimmeti üzerine borca satın aldığı malın bedelini, mudârebe ser­mâyesinden ödememişse ve bu, birinci mudâribin şartıysa, ikinci mudâribin satın aldığı eşyanın bütün kârı, birinci mudâribin olur. Ne ikinci mudârib, ne de sermâyenin asıl sahibi bu kârda hak sahibi olamazlar. İkinci mudârib, sâdece ecr-i misil alır. Bu ecr-i misli de birinci mudârib öder. Ama kendi adına bir şey satın alırsa, kârı kendisine âit olur. Birinci mudâribe bir şey Ödemesi gerekmez.

Mâlikîler dediler ki: Mudârib, bir başkasına elindeki sermâyeyi ve­rerek mudârebe yaparsa ve bunu sermâye sahibinin izniyle yapmışsa, yaptı­ğı mudârebe akdi sahih olur. Sermâye sahibinin iznini almadan yapmışsa, yaptığı mudârebe akdi fâsid olur. Diyelim ki Muhammed ticâret yapması için Hâlid'e bir miktar sermâye verir, Muhammed'in iznini almadan Hâlid de mudârebe olarak çalışması için bu sermâyeyi üçüncü bir şahsa verirse, meydana gelecek telefiyatın tazminatını ödemekten Hâlid sorumlu olur. Mu­dârebe mah telef olur veya zarar ederse, sahibine Hâlid'in bedel ödemesi ge­rekir. Kâr edilmesi durumunda Hâlid, kârdan pay alamaz. Elde edilen kâr, ikinci mudârible sermâye sahibi arasında paylaşılır.

Hâlid ile Muhammed kârı yarı yarıya bölüşme şartıyla, mudârebe yapmak üzere akidleşirler. Sonra da Hâlid, kârın üçte ikisini kendisine verme karşılığında, üçüncü bir şahısla mudârebe akdi yaparsa; elde edilen kazanç, ikinci mudârible sermâye sahibi arasında yarı yarıya paylaşılır. Kârın yarı­sıyla üçte biri arasındaki farkı, ikinci mudâribe Hâlid'in kendi kesesinden ödemesi gerekir. Hâlid, bu ikinci mudârible daha az bir kâr oranı, meselâ; üçte bir ile anlaşırsa, kârı sermâye sahibi ile yarı yarıya paylaşmayı şart koş­muş olsalar bile Hâlid, kârdan pay alma hakkına sahip olamaz. Kâr, ikinci mudârible sermâye sahibi arasında paylaşılır. Sermâye sahibi, kârın üçte iki­sini; ikinci mudârib, kârın üçte birini alır. Birinci mudârib, yani Hâlid hiç bir şey alamaz. Kâr sağlanmamışsa, ikinci mudârib, kesinlikle bir şey ala­maz. Zîrâ kural gereği olarak mudârib, kârdan başka bir şey alamaz. Kâr edilmemişse, alacağı da olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Sermâye sahibinin izni olmadan mudârib, elindeki sermâye ile başkasıyla mudârebe yapamaz. Yaptığı takdirde mudâ­rebe akdi fâsid olur. Ama sermâye sahibinden izin alarak bu şekilde ikinci bir mudârebe akdini başkasıyla yapması caiz olur. Hem kendisinin, hem ikinci mudâribin yapacağı tasarruflar sahih olur.

 

 

Mudârebede Kârın Paylaşılması

 

Mudâribin (işçinin), mudârebe malını çalıştırmakla kâr sağlaması durumunda; bu kân sermâye sahibiylenasıl paylaşacağı hususunda mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(28) Hanefîler dediler ki: Sermâye sahibinin, sermâyesini teslim alma­dan mudârebe kârını paylaşmak sahih olmaz. Sermâyeyi sahibinin teslim al­masından önce yapılan kâr paylaşımı, askıda kalır. Sermâye sahibi, sermâyesini teslim alırsa yapılan paylaşım sahih olur. Teslim almazsa, yapı­lan paylaşım bâtıl olur. İşçi, mudârebe sermâyesini çalıştırıp da sözgelimi yÜzbin'Türk lirası kazanırsa, bunun elli bin lirasını sermâye sahibine verir, geri kalan elli bini de kendisi alırsa, yapılan bu paylaşım askıda kalır. Ser­mâye sahibi, sermâyesini teslim alırsa, paylaşım sahih olur. Aksi takdirde paylaşım bâtıl olur. Sermâye sahibinin aldığı elli bin lira, sermâyesine mah­suben verilmiş olur. îşçi de aldığı elli bin lirayı ona vermekle yükümlü olur. Çünkü işçi, bu elli bini sermâyeden almış sayılmaktadır.

İşçi, kendisine verilen mudârebe sermâyesinde tasarrufta bulunur da zayi ederse, mislini sermâye sahibine geri vermesi gerekir. Ta ki sermâyeyi ka­patsın. Elinde arta kalan olursa, kârdır. O kân, ikisi bölüşürler. Sermâye dindeyken telef olur veya eksilirse, bedelini tazmin etmekle yükümlü olmaz. Çünkü bu durumda işçi, emanetçi gibidir. Önce de belirtildiği gibi emanet­çi, yanındaki emânetin zayiinden sorumlu değildir. Mudârebenin kârı pay­laşılır da sermâye, mudâribin elinde kalır ve akid feshedilir, sonra yeni bir mudârebe akdi yapılırsa, paylaşılmış olan kârın paylaşımı geçerlidir. Artık geri verilmez. İşçi, kendisine verilmiş olan mudârebe sermâyesini inkâr eder, sonra da kendisinde yüz (lira veya altın) olduğunu ikrar ederse, mudârebe sermâyesini tazmin etmesi gerekir. İnkârdan sonra mudârebe sermâyesi ile mal satın alırsa, bu mal kendisinin olur. Bundan zarar edecek olursa, zara­rım sermâye sahibi karşılamakla yükümlü olmaz. İkrardan sonra mal satın alırsa, kıyasa göre o mal kendisinin olur. Istihsana göre ise mudârebe akdi­nin varlığı devam eder. İşçi, tazminatla yükümlü olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Sermâye sahibinin, sermâyeyi teslim almasından Önce kârı paylaşmak sahih olur. Yalnız bütün mudârebe mallarının satılma­sından ve sermâyenin paraya dönüştürülmesinden önce kâr paylaşımı yapı­lacak olursa kâr, kârı alanların mülkiyetine tam olarak geçmiş olmaz. Paylaşımdan sonra muöârebede bir zarar meydana gelirse, bu zarar kârdan karşılanır, işçiye düşenzarar payını, işçi, aldığı kârdan karşılar. Sermâye sa­hibine düşen zarar payı ise, sermâye sahibinin aldığı kâr payından mahsub edilir.

Tasfiyeden ve bütün malların satılmasından önce kâr edildiği anlaşılır­sa, bu durumda işçi kâr payına mâlik olur mu, olmaz mı? Yoksa paylaşım­dan sonra mı mâlik olur? Bu hususta iki kavil vardır: Kuvvetli olan kavle göre işçi, sırf kâr edildiğinin anlaşılması durumunda kâr payına mâlik olur. Ayrıca bilindiği gibi kârın mülkiyeti, bütün eşyaların satılarak sermâyenin paraya dönüştürülmesinden ve zarar vukûbulmamasından sonra kesinleşir. Bu durumda zarar vukûbulursa, zararı kapatmak için işçi, almış olduğu kâ­rı vererek telâfide bulunur. Kâr ve zarar meydana çıkmadan önce sermâye sahibi kendi malından bir kısmını geri alırsa, bunun bir sakıncası olmaz. Ge­ride kalan sermâye ile mudârebe devam eder, ya da kâr edildiği anlaşıldık­tan sonra malının bir kısmını geri alırsa, geri aldığı mal, sermâyesinden ve o nisbette de kârından düşülür. Meselâ mudâribin yanındaki sermâyesi yüz-bin, sağlanan kazanç da elli bin lira ise; yetmişbeşbin lira geri aldığı takdir­de elli bin lira sermâyedendir. Yirmİbeşbin lira da kârdan kendi payına düşen yarı hissedir.

Mâlîkîler dediler ki, bunda kural şudur: Ticarî çalışma veya sema­vî bir âfet veyahut hırsızlık nedeniyle sermâyede bir zarar meydana gelirse, bu zarar kârla kapatılır. Yani telefiyat veya zarardan sonra geri kalan eksik sermâye kârla tamamlanır. Bundan sonra artan bir şey olursa, akidleşme es­nasında ileri sürdükleri şartlar doğrultusunda sermâye sahibiyle mudârib ara­sında paylaşılır. Sermâye sahibinin, sermâyesini teslim almasından önce kâr paylaşıhrsa, bu kural işletilir: Kâr almış olan kişi, zarar hâlinde sermâyenin eksiğini kapatmak için aldığı kârı geri verir. Ama sermâye sahibi; hasar, te­lefiyat ve zarardan sonra sermâyesini mudâribten teslim alır, sonra ikinci defa mudârebe yapması için ona sermâye verirse; ikinci mudârebede sağladığı ka­zancı, ilk mudârebede yaptığı zararı kapatmak için işçiden alamaz. Çünkü ikincisi, yeni bir mudârebedir. Birinci mudârebede sermâyenin tümü telef olsa bile, bu telefiyatı kapatmak için işçiden ikinci mudârebede sağladığı ka­zanç alınamaz.

Malın bir kısmı telef olur da, sermâye sahibi bu eksiği kapatmak için işçiye telef olan kadar yeniden mal vermek isterse; bu telef olayı, işçinin mu-dârebe çalışmasına başlamasından sonra vukûbulmuşsa işçi, sermâye sahi­binin vereceği malı kabul etmekle yükümlü olur. Malın tümünün telef olması durumunda da yeniden verilecek malı kabul etmekle yükümlü olur. Ama ser­mâye sahibi, telef dolayısıyla meydana gelen sermâye eksikliğini tamamla­maya hiç bir surette zorlanamaz.

Hanbelîler dediler ki: Sermâye, sahibine teslim edilmeden ve mey­dana gelen zarar, kârla kapatılmadan önce mudârib, kârdan pay alma hak­kına sahip olamaz. Bir mal satın alır da kâr eder, sonra ikinci bir mal satın alıp da ondan zarar ederse; bu zarar, birinci alış-verişin kârıyla kapatılır. Zarar, sermâyeden düşülmez. Sermâye sahibi, sermâyesini teslim alır da ikinci bir kez onu, ticâret yapmak üzere mudâribe verirse, bu ikinci mudârebeden kâr edildiği takdirde; sağlanan kâr, birinci mudârebedeki zararını kapatmak için onun yerine konulamaz. (Yani işçinin kâr payı, birincide zarar ettiği ge­rekçesiyle elinden alınamaz.) Çünkü bu ikincisi, yeni bir mudârebedir. Mu-dârebe mallarının tümünün satılarak, sermâyenin altın veya gümüş paraya çevrilmesi de sermâyeyi, sahibinin b$fiil teslim alması demektir ki; buna ti­câretin tasfiyesi denir. Fıkıhçüar bunun için, sermâyenin nadd olması, yani paraya çevrilmesi deyimini, kullanırlar. Sermâye paraya çevrildikten sonra hesaplaşıp kân paylaşırlar ve sermâye sahibi sermâyesini teslim almayıp, tekrar işçinin yanında bırakıp mudârebe yapması için onunla anlaşırsa, bu ikinci mudârebeden kâr edildiği takdirde bu kâr ile, birincinin zararı kapatılamaz. (Yani işçinin kâr payı, birincide zarar ettiği gerekçesiyle elinden alınamaz.)

 

Şirket Konuları

 

Tanımı Ve Kısımları

 

(Şin) harfinin kesresi ve (ra) harfinin sükûnu ile "şirket" şeklin­de okunabileceği gibi, bazan (şın) harfinin fethası ve (ra) harfinin kes­resi İle "şeriket" şeklinde de okunabilir. Ama en fasih olanı birincisi, yani şirket şeklinde okunandır. Hatta bazıları, 'şirket' şeklinden baş­ka bir okuyuş tarzının sabit olmadığını söylemişlerdir. Lügat anlamı İtibariyle şirket, birbirinden ayırdedilemiyecek şekilde, iki malı birbi­rine katmak demektir. Fıkhî terminoloji bakımından şirketin anlamı, türüne göre değişir. Çünkü şirket, yani ortaklık; şirket-i mufâvada, şirket-i İnan, şirket ebdan, şirket-i vücûh ve diğer nevîlere ayrılır. Mez-heblerin bu husustaki tafsilâtı aşağıda verilmiştir.

 

(29) HANEFÎLER dediler ki: Şirketler öncelikle şirket-i mülk ve şirket-i ukûd olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Şirket-i mülk, ortaklık akdi yapmaksızın, iki veya daha fazla şahsın bir eşyayı (ortaklaşa) mülk edinmeleri demektir. Şirket-i ukûd ise, iki veya daha fazla şahsın bir mal ve bu malın kazancı üze­rinde ortaklık akdi yapmaları demektir ki; bu da ortaklardan birinin:, "Şu hususlarda seninle ortaklık yaptım" demesi, diğerinin de "kabul ettim" de­mesiyle gerçekleşir. Şirket-i ukûd'un bütün kısımlarını, bu genel anlam içer­mektedir. Bu şirketlerden her biri yeri geldiğinde ayrı ayrı tanımlanacaktır.

Şirket-i mülk; şirket-i cebr ve şirket-i ihtiyar olmak üzere iki kısma ay-nlır. Şirket-i cebr, iki veya daha fazla şahsın bir eşyayı mülk edinmede mec­buren bir araya gelmeleri demektir. Meselâ; iki kişinin bir mala mirasçı olup paylarının ellerinde olmayan sebeplerden ötürü, ayıklanamayacak şekilde biribirine karışması, sözgelimi ikisine miras kalan buğdayın birbirine karışması gibi. Veya iki kişinin bir mala mirasçı olup paylarının ancak güçlük ve meşakkatle birbirinden ayıklanabilecek şekilde biribirİne karışması; sözgelimi arpayla buğdayın ya da pirinçle arpanın birbirine karışması gibi. Şirket-i ih­tiyara gelince bu, iki veya daha fazla şahsın kendi serbest iradeleriyle; bir eşyayı mülk edinmede, bir araya gelmeleri demektir. Örneğin; kendi arzula­rıyla mallarını birbirine katmaları veya ortaklaşa bir eşya satın almaları ve­yahut bir başkasının, kendileri lehine bir vasiyette bulunup da ikisinin, bu vasiyet, edilen malı kabul etmeleri gibi. Bütün bunlar; ortakların ihtiyarıyla teşekkül eden mülk şirketleridirler. Şirket-i mülkün rüknü, payların birara-ya gelmesidir. Bir şahsın payı, bir başkasınınkİyle bir araya gelince, şirket-i mülk gerçekleşmiş olur.

Şirket-i mülkü ilgilendiren bazı meseleler vardır ki, bunları şöylece sıra­layabiliriz:

1- İki kişi tarımsal bir araziye ortak olurlar da bu ortaklardan biri kay­bolursa, diğeri, eğer kendisi için faydalı olacaksa arazinin tümünü ekebilir. Kaybolmuş olan ortak bu durumda çıkagelirse, ortağının yararlandığı süre kadarıyla bu arazinin tümünden tek başına yararlanabilir. Müftâbih olan gö­rüş budur. Çünkü kaybolan ortak aklen, arazisinden diğer ortağın yararlan­masına razı olmuş demektir. Ortağın yararlanmasına (zahiren) izin vermemiş olsa bile böyledir. Ortaya çıkınca da, ortağının yararlandığı gibi, tek başına arazinin tümünden yararlanabilir. Ama ekin ekmek araziye zararlıysa ya da ekilmeksizin öylece bırakılması, verim gücünü arttırdığı için daha faydalıy­sa, hazırda bulunan ortak, kesinlikle ekemez. Ektiği takdirde gasbedici kim­selerin hükmüne girer. Eker de kaybolmuş olan ortak çıkagelir ve ekimi kabul etmez, bilâkis sökmek isterse, tarlayı bölüp kendi payım alma hakkına sa­hip olur. Kendi payını alınca da, dilediği gibi oradaki ekinleri söker. Diğer ortağın payındaki ekinler, kendisine bırakılır. Tarlayı ekmiş olan ortağın, ekim nedeniyle tarlada meydana gelen değer eksikliğin farkını, ortağına öde­mesi gerekir. Çünkü ekin ekmekle, ortağının payını gasbetmiş olmaktadır. Yalnız ekin eğer küçükse sökülebilir. Ama yetişmiş veya o seviyeye yaklaş-mışsa sökülmesi doğru olmaz. Ekin eken ortak, ekim dolayısıyla ortağının payına düşen tarlada meydana gelen değer eksikliği farkını ortağına öder. Ekinini de alır.

2- İki kişi bir konuta ortak olur da ikisinden biri kaybolursa, hazırdaki ortak, konutun tamamını oturma için kullanabilir. Tabiî eğer kullanımı, ko­nuta fayda veriyor ve içinde oturulmaksızın terkedilmesi, konutu harap va­ziyete sokmuyorsa, oturma için konutun tamamını kullanabilir. Ama böyle değilse hazırdaki ortak, konutun sâdece kendi payına düşen kısmını kulla­nabilir. Dâireleri ve odaları taksim eder; kendine düşen kısımda ikâmet eder. Ya da kendi hissesine düşecek kadarıyla, konutun tamamında bir süre ikâ­met eder. Sonra konutu, ikâmet ettiği süre kadar tahliye eder. (Sonra yine konuta girerek o süre kadar konutun tamamında ikâmet eder.) Özetleyecek olursak deriz ki; hazırdaki ortağın, hazırda bulunmayan ortak için faydalı olan bütün tasarrufları geçerlidir. Onun için zararlı olan bütün tasarrufları geçersizdir. Bu durumda hazırdaki ortak, hazırda bulunmayanın payım gas­betmiş sayılır. Şu halde hazırdaki ortağın, her ne şekilde olursa olsun, hazır­da bulunmayanın yararını gözetmesi gerekmektedir. Ortaklardan biri, ortaklık malı olan bir evde oturur da o ev, onun oturması nedeniyle harab olursa, oturanın evi onarması gerekir.

3- Ortaklardan biri, kendi rızasıyla malını ortağınınkine katarsa, mese­lâ her ikisinin de birer küme buğdayı olur, bu kümeleri birbirine katmak için anlaşırlar ve katarlar, ya da kendi istekleri olmadan malları birbirine karı­şırsa, bu durumda ortaklardan biri, diğerinin iznini almaksızın kendi payını satamaz. Çünkü bu durumda ortaklardan her biri, buğday tanelerinden her birine tam olarak sahihtir. Ortaklardan her biri, diğerinin hissesine karışık olan hissesini ifraz etmeden ve müşteriye teslim edecek duruma gelmeden satamaz. Ama diğerinin haberi olmaksızın ortaklardan biri, kendi buğdayı­nı diğerininkine katarsa, katan ortak buğdayın tümünü satabilir. Çünkü, kendi payını katmakla, diğerinin de payına sahip olmuş olur. Ama ortağına, his­sesinin mislini vermesi gerekir. Çünkü, haddi aşmıştır.

4- îki kişi bir ev yapımına ortak olurlarsa, inşaat sahası, ya her ikisinin ortak malıdır veya ikisinden sâdece birinin malıdır. Eğer inşaat sahası her ikisinin ortak mahysa, taraflardan birinin binadan kendi payına düşen kıs­mı, ortağı izin versin vermesin yabancı bir şahsa satamaz. Çünkü bu durumda satıcı olan ortak, binadaki payını sattığı müşteriden, arsasını boşaltmasını, tabiî bunun için de binayı yıkmasını isteyecektir. Bu durumda müşteriye en­kazdan başka bir şey kalmayacaktır. Binanın yıkılmasıysa, diğer ortağa za­rar verecektir. Yine bunun gibi; binanın tamamı bir kişinin olur da bu binanın yarısını satarsa, satış fâsİd olur. Çünkü; bu durumda evin yarısını satın alan müşteri, yarı enkazım almak için evî yıkmak isteyebilir ki; bu da binanın ge­ri yarısı kendisine kalan satıcıya zarar verir. Kişinin, binadaki yan payını, ortağına satması sahih olur mu olmaz mı? Bu konuda ihtilâf vardır: Bir kavle göre caiz, diğer bir kavle göre câİz değildir. Çünkü bu durumda satıcının, ortağından; satın almış olduğu binanın yarısını yıkıp da arsadaki yarı payını tahliye edip kendisine teslim etmesini istemesi mümkündür. Buysa diğer or­tak için zararlı olur. Ama arsa ortaklardan sâdece birinin mülkü olursa, or­taklardan birinin, binadaki payını yabancı birine satması aynı durumla karşılaşılacağı gerekçesiyle sahih olmaz.

Arazinin sahibi, alıcının kendisi olsa da olmasa da, taraflardan birinin kendi payını ortağına satması, ihtilafsız olarak sahihtir. Şundan ki: Arsaya sahip olmayanın bina yapmaya hakkı yoktur. Ancak arsa sahibi, bina yap­masına müsâade etmiştir. Müsâadenin ise bilâhare geri alınması sahihtir. Satış, arsa sahibine ise durum bellidir. Ama satış başkasına yapılırsa onun veya arsa sahibinin bu müsâadeyi geri alması sahih olur. Çünkü bu müsâade, ge­ri alınmaya hedeftir. Ama arsa, iki ortaktan başkasına aitse, sözgelimi iğreti veya kira veya vakıf arazisi ise veyahut gasbedilmiş bir arazi ise; iki kişi böy­le bir arsa üzerine bina yapmak için ortak olurlarsa, ortaklardan birinin bi­nadaki payını, ortaklık dışı yabancı birine satması caiz olmaz. Çünkü hisseyi satın alan müşteri, evin satın aldığı kısmını yıkıp enkazını almak isteyebilir. Buysa diğer ortak için zararlı olur. Ortaklardan her biri, kendi payını diğer ortağına satabilir. Tabiî bu satış, bir zarara yol açmayacaksa. Meselâ; iki kişi belli bir süreye kadar bir arsayı iğreti olarak alır, ortaklaşa olarak o arsa üzerinde bina yaparlar. Süre dolduğunda ortaklardan biri, binadaki payını diğer ortağına satabilir. Çünkü bu durumda satıcı, arsaya sahip olmadığı ve arsayla ilgisi bulunmadığından ötürü, binayı yıkmasını ortağından taleb ede­mez. Arsanın kiralık bir arsa ve kira süresinin sona ermiş olması durumun­da da aynı hüküm söz konusudur. Ama arsanın kira süresi henüz dolmamişsa, binadaki payını satması caiz olmaz. Çünkü arsanın yarısında müstecirlik hakkı bulunan, binanın yarı payının satıcısı, müstecirliği altında bulunan arsanın yarısını tahliye edip, kendisine teslim etmesi için» müşteriden satın aldığı bi­nayı yıkmasını isteyebilir. Ancak binayı satmazdan önce, arsanın yarısında­ki müstecirlik hakkına dayanarak, arsanın yarısını da ona icara verirse, satışı sahih olur. Gasbedilmiş arsa üzerinde ortaklaşa bina yapmış olan ortaklar­dan her biri, binadaki payını ortağına veya ortaklık dışı yabancı bir şahsa satabilir. Çünkü böyle bir arsa üzerinde bulunan bina, her zaman için yıkıl­maya mâruzdur. Arsanın vakıf malı olması durumunda (vakıf malını uzun süre bir kişi için alıkoymanın caiz olduğunu söyleyenlere göre) bu arsanın, uzun süre ahkonmasından sonra üzerinde ortaklaşa olarak iki kişi bina ya­parsa, ortaklardan her birinin, binadaki payını diğer ortağına veya yabancı birine satması sahih olur. Çünkü satıcının binadaki payını ve arsayı alıkoy­ma bakımından yerini, müşteri almaktadır ki, bunun diğer ortağa bir zararı olmaz. Alıkonmadan önce binadaki payı satılır da ondan sonra arsa alıko-nursa, fâsidlik illeti ortadan kalktığı için satış sahih hâle dönüşür. Fâsidlik illeti, yıkımın sonucunda meydana gelen zarardır.

5- İki kişi, bölünmesi mümkün olmayan hamam, gemi, kuyu, sulama makinası ve değirmen gibi bölünmekle yararlılığını yitirecek bir mala ortak olurlar. Sonra bu ortaklık mala onarım gerekir. Ortaklardan birisi onarmak ister de diğeri buna yanaşmazsa, onarmak isteyen taraf, durumu kadıya ilet­meden kendi başına onarım yapamaz. Çünkü bu durumda kadı, onarıma yanaşmayan tarafı, onarımda bulunmaya zorlayacaktır. Öyleyse diğer tara­fın kadıdan izin almaksızın, acele davranarak tek başına onarıma girişmesi faydalı olmayacaktır. Çünkü daha henüz zaman vardır. Kadı, diğer ortağı onarıma katılmaya zorlayacaktır. Kadı, onarıma katılmasını emreder, an­cak acizliğinden veya itaatsizliğinden dolayı kadının emrini yerine getirmez­se kadı, onarım isteyene çalışma izni verir. Diğerini, ortaklık maldan yararlanmaktan meneder. Diğer tarafın, onarıma yaptığı masraf ve çabala­rın hakkını çıkarıncaya dek ortaklık maldan tek başına yararlanmasına hükmeder. Müftâbih olan görüş budur. Bölünmesi mümkün olmayan her şeyde bu uygulamaya gidilir. Kadı, onarıma yanaşmayan ortağı onarım için zor­lar. Kadıya durumu intikal ettirmeden ve ortağından izin almadan ortaklık malı tek başına onaran kişi, bu işi gönüllü olarak yapmış sayılacağından, yapmış olduğu masrafları ortağından alma hakkma sahip olamaz.

İki kişi, bölünebilir bir mala ortak olurlar da ortak oldukları mal ona­rımı gerekli kılarsa, iki durum söz konusu olur:

1- Ortaklardan biri, onarmada diğerine muhtaç olur. Şöyle ki: Üst kat­taki evler bîrinin, alt kattakiler diğerinin olmak üzere iki kişi bir binaya or­tak olurlar. Üst kattaki evler onarıma ihtiyaç duyarlar. Her ne kadar ortaklardan her biri binanın bağımsız bir bölümüne sahip iseler de, onarım açısından binalar biribirleriyle bağlantılıdırlar. Bu meselenin hükmü şudur: Kadı, ortağı onanma zoflamaz. Üst katın sahibi, kendi tarafından âciz olup, alt katın ihtiyaç duyduğu masrafı yaparsa, yapmış olduğu masrafı ortağın­dan isteme hakkına sahip olur. Çünkü bu durumda ortağıyla beraber çalış­maya mecburdur. Böyle bir durumda, ilk başta kadıya baş vurmaya gerek yoktur. Ama kişi, yaptığı masrafı ortağından tahsil edemeyince, kadıya baş vurabilir.

Yine bunun gibi iki kişi, bölünebilir bir mala ortak olur da, ortaklar­dan biri mecburen diğeriyle çalışmak durumunda olursa, aynı hüküm söz konusu olur. Meselâ; iki kişi arasında ortaklık bir duvar olur da ortaklar­dan her birinin evinin tavanı bu duvar üzerine dayandırılmış ise duvar yıkıl­dığında bu duvar eğer geniş olup tarafların her biri, payım alacak kadar bölünebilir bir vaziyette ise, ya da kadı izin vermişse, ortaklardan biri, yap­tığı masrafı, onanma yanaşmayan ortaktan alma hakkına sahip olur. Bu du­rumda, onarıma yanaşmayan ortak, onarıma katılmaya zorlanamaz. Çünkü geniş olduğu için duvarı paylaşmak mümkündür. Ortağın İstemesi durumunda duvarı paylaşmaya zorlanır. Müftâbih olan görüş budur. Duvar bölüneme-yecek derecede dar ise, birinci kısımdaki hüküm uygulanır. Yani kadı, ona­nma yanaşmayan ortağı onarıma zorlar. Bu durumda diğer ortağın, meseleyi kadıya arzetmeden onarıma girişmesi sahih olmaz.

2- Ortaklardan her biri, onarım konusunda diğerine muhtaç olmazsa, meselâ iki kişi paylaşılması mümkün olan bir eve ortak olurlar da ortak mül­kiyetlerinde bulunan bu ev harap hâle gelirse, her birisi evi bölme hakkına sahip olur. Diğerinin iznini almaksızın ortaklardan biri, evi tek başına, gönüllü olarak kendiliğinden onarmış olur. Ortağının payı üzerine yap­mış olduğut masraf, kendi cebinden gitmiş olur.

Şunu bilmek gerekir ki kadı, üç durum dışında ortağı onarıma zorlaya­maz. Şöyle ki:

1- Önce de belirtildiği gibi müşterek eşya, ortaklar arasında bölünmesi mümkün olmayan bir eşya olursa, onarıma yanaşmayan ortağı, onarıma kaalması için kadı zorlayabilir.

2- Ortaklardan her ikisi de vesayet altındaki küçükler olur. Vesayet al­tındaki iki küçük çocuk, evlerinin tavanının dayandırılmış olduğu bir duva­ra ortak olurlar. Bilâhare harap hâle gelen bu duvarı, vasilerden biri, onarmak ister ama diğeri onanma yanaşmazsa, bu duvar bölünebilir olsa da olmasa da kadı, onanma yanaşmayan vasîyi, onarıma katılmaya zorlar. Onarıma katılmayan ortak, vesayet altında olmayan büyük biri ise ve müşterek mal da bölünebilir ise kadı, kendisini onarıma katılmaya zorlayamaz. Çünkü bü­yük, zararın mâhiyetini bilmekte ve zarara razı olmaktadır. Küçüğe gelince o, zararın mâhiyetini bilememekte, vasîsi kendisini zarara sokmak istediği için kadı, vasisini onanma katılmaya zorlayabilir. Müşterek mal; bir büyükle bir küçük ortağa âit ise ve zarar da büyük ortağa isabet edecekse, küçük or­tak onarıma katılmaya zorlanamaz. Ama zarar kendisine isabet edecekse, o zaman onanma katılmaya zorlanır.

3- İki kişi, vakıf bir malın ortaklaşa nâzın iseler ve bu vakıf malı da harap hâle geldiği için nazırlardan biri onarım ister, diğeri onanma yanaş­mazsa, vakıf malından gerekli masrafı karşılamak üzere o, onarıma katıl­maya zorlanır. Müftâbih olan görüş budur. Ortaklık eğer bir kısmı vakıf, bir kısmı mülk olan bir ev üzerindeyse zarar eğer vakıf olan kısma isabet etmekteyse, vakfın nâzın onarıma katılmaya zorlanır. Ama zarar eğer mülk olan kısma isabet etmekteyse, onarıma katılmaya zorlanamaz.

Şİrket-i Uküd'a gelince bunlar, üç nev'e ayrılırlar. Çünkü bunlar ya mal ile» ya beden ile, ya da vücûh ile olurlar. Bu üç neviden her biri de mufâvada ve inan olmak üzere ikişer kısma ayrılırlar. Şu halde şirket-i ukûd, toplam olarak altı kısma ayrılır:

Birinci Nevi: Mal ile şirket (ortaklık): Bu, iki veya daha fazla kişiden her birinin, kârdan belirli bir pay almak kaydıyla çalışarak, işletmek üzere ortaya birer miktar mal koyarak anlaşmaları demektir. Şirket-i mal, yukarı­da anılan mufâvada ve inan kısımlarına ayrılır:

1- Malda şirket-i mufâvada: Bu, iki veya daha fazla kişinin mallarında, tasarruflarında ve dinlerinde eşit olmaları şartıyla, bir işte müştereken çalış­mak üzere akidleşmeleri demektir. Ortaklardan her biri, kendisine gerekli bir görev olan alım ve satımlarda diğerinin kefilidir. Yine ortaklardan her biri, kendisini ilgilendiren haklarda diğerinin vekili durumundadır. Mufâ­vada şirketinde, ortaklardan birinin sermâyesinin diğerininkinden az olması sahih değildir. Ama bu da sermâyenin, kendisiyle şirket kurmanın sahih ola­cağı bir mal olması, yani nakid olması şartına bağlıdır.

Ortaklardan birinin sermâyesi; yüzbin Türk lirası, diğerininki elli bin Türk lirası olursa, şirketin kuruluşu sahih olmaz. Nakid mülkiyeti açısından birbirlerine eşit olurlar ama ortaklardan biri akar veya ticâret eşyasına sahip olma dolayısıyla diğerinden temayüz ederse, bu durumda ikisinden birinin

tasarrufunun diğerininkinden az olması sahih olur. Çocukla baliğ arasında, hür üe ticâret iznine sahip köle arasında bu şirketi kurmak sahih olmaz. Ay­rı dinden olanlar arasında meselâ; müslümanla kâfir arasında da bu şirketi kurmak sahih olmaz. Açıkça bilinmektedir ki; tasarruf açısından eşit olmak, din açısından da eşit olmayı gerektiir. Bu, açıklamayı daha da arttırmak için söylenmiştir. Bazıları, ayrı dinden olanlar arasında da bu şirketi kurmanın sahih olacağını, ancak bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şirket akdi­nin, yukarıda da söylendiği gibi kefalet ve vekâleti içermesi gerekir. Kefalet ve vekâleti içermeyen şirket akidleri sahih değildir.

2- Malda şirket-i inan: Bu, iki kişinin buğday veya pamuk ticâreti gibi, bir tek ticâret nevini veya bijtün ticâret nevilerini icra etmek üzere ortaklık akdi yapmalarıdır. Bu ortaklık akdini yaparken kefaletten söz edilmez. Bu şirketin akdi yapılırken sâdece vekâletten söz etmek gerekir. Bu şirket kâfir­le müslüman arasında, çocuk ve ticâret iznine sahip köle ile baliğ ve hür kimse arasında kurulabilir. Ortakların sermâye bakımından eşit olmaları, ileride de açıklanacağı gibi şart değildir.

Şirket-i mufâvada ile şirket-i inan arasındaki farka gelince, mufâvada şirketinde ortaklardan her biri, kefalet ehliyetine sahip olmalıdırlar. Meselâ akıllı, baliğ, hür, dindaş ve eşit sermayeli olmalıdırlar. Bilindiği gibi şirket-i inanda bu şart değildir.

İkinci Nevi: Şirket-i ebdân veya a'mâl (iş ortaklığı). Bu, iki veya daha fazla sanatkârın, sözgelimi iki marangoz veya iki demircinin, ya da biri ma­rangoz diğeri demirci iki kişinin ortaya sermâye koymaksızm, kâr ortaklığı esâsı üzerine ortaklaşa iş kabul etmek üzere anlaşmalarıdır. Bu şirketi kuran ortaklardatı her birinin iş almada, diğerine vekâlet etmesi, vekil iyi iş yapa­bilse de yapamasa da caizdir. Şirketi ebdân, yani iş ortaklığı da mufâvada ve inan olmak üzere iki kısma ayrılır:

1- Mufâvada şeklindeki iş ortaklığı: Bu, iş ortaklığı anlaşması yapılır­ken mufâvada lâfzının veya o anlamda bir kelimenin söylenmesi ile meselâ; ortaklığı kuran sanatkârların eşit olarak iş almayı, kâr ve zarara eşit oranda katılmayı ve de ortaklık nedeni ile ortaklardan her birine gelecek şey]er ba­kımından birinin diğerine kefil olmayı şart koşmalarıyla olur.

2- İnan şeklindeki iş ortaklığı: Bu, sanatkârların iş ortaklığı kurarken; çalışma ve ücret bakımından biribirlerine nisbetle farklı olmayı şart koşma­larıyla olur. Meselâ; taraflardan birinin, çalışmaların üçte ikisini, diğerinin ise üçte birini yapmasını ve elde edilecek kazancı da bu oranda paylaşmayı şart koşmaları gibi. înân kelimesini söylemekle de bu ortaklık kurulabilir.

Üçüncü Nevi: Şirket-i Vücûh. Bu, sermâyesi olmadığı halde, halkın ya­nında kendilerine güveni sağlayacak kredileri olan iki kişinin vadeli olarak borca mal satın almak, kârı da aralarında paylaşmak üzere ortaklık akdi yap­maları demektir. Şirket-i vücûh da, mufâvada ve inan olmak üzere iki kısma ayrılır:

1- Mufâvada ile şirket-i vücûh: Bu, ortaklardan her ikisinin kefalet eh­liyetine sahip olmaları, satın alınan malın ikisi arasında yarı yarıya olması, kârda eşit olmaları ve mufâvada kelimesini, ya da o anlamdaki bir kelimeyi telâffuz etmeleriyle olur. Ortaklardan her birinin diğer ortak lehine olan hak­larda ona vekil olması, ondan istenen şeylerde de onun kefili olması, salt ortaklık akdi ile gerçekleşmiş olur.

2- înân ile şirket-i vücûh: Ortaklıkta, birinci maddedeki kayıtlardan bi­rinin bulunmaması ile kurulan şirket-i vücûh, inan şeklinde kurulmuş olur. Meselâ; ortaklar kefalet ehliyetine sahip olmazlar veya satın alınan şeylerde eşit olmazlar, birisi eşyaların dörtte birini alır da diğeri dörtte üçünü alırsa, ya da ortaklık akdini yaparlarken mufâvadaya delâlet eden bir kelimeyi te­lâffuz etmezlerse, kurdukları şirket-i vücûh, inan şeklinde kurulmuş olur.

Şirketlerin kısımları işte bunlardan ibarettir. Hanefîler mudârebeyi, şirket aksamından saymamışlardır. Bilindiği gibi mudârebe, kâr sağlanması hâlin­de şirket olur. Ama kâr sağlanmayacak olursa, mudârebe bahsinde anlatı­lan durumlara göre değişik pozisyonlar arzeder. Şu da var ki, mudârebe, kıyâs dışı olarak vaz edilmiş bir muamele türüdür. Bu nedenle de diğer şirket kı­sımlarının aksine müstakil bir babta ele alınmıştır. Şirketler, kıyasa uygun muamelelerdir. Kârda ortaklık esasına dayandığı gerekçesiyle bazı mezhebler mudârebeyi, şirket aksamı arasında mütâlâa etmişlerdir.

Mâlikîler dediler ki: Şirketler şu kısımlara ayrılırlar:

Miras Şirketi: Bu, kişilerin miras yoluyla kendilerine intikal eden bir eş­yaya ortaklaşa sahip olmalarıdır. Ganimet Şirketi: Bu, askerlerin ganimete ortaklaşa sahip olmaları de­mektir.

Satın Alıcıların Şirketi: Bu, iki veya daha fazla kişinin, ev ve benzeri bir şeyi ortaklaşa satın almalarıdır ki; Hanefîler buna mülk ortaklığı demek­tedirler.

Şirketin hükmüne gelince, ortaklardan biri diğerinin iznini almadan şirket malı üzerinde tasarrufta bulunamaz. Tasarrufta bulunursa, bir kavle göre gasbedici kişi hükmünde olur. Bir başka kavle göre gasbedici kişi hükmün­de olmaz. Ortaklardan biri, (müşterek) mülkiyetlerinde bulunan bir tarlayı eker veya orada bina yaparsa, birinci kavle göre ekin sökülür veya bina yıkı­lır. İkinci kavle göre ekin veya bina olduğu gibi kendi hâline bırakılır. Diğer ortağa tarladaki yarı payına karşılık, ekin veya bina sahibi kira verir. Yaptı­ğı binanın kıymeti de ortaklık şüphesi dolayısıyla kendi nakki olur.

Bu şirkete ilişkin olarak, yan kol mâhiyetinde bir çok şirket vardır. Bun­ları şöylece sıralayabiliriz:

1- İki veya daha fazla kişi hamam, fırın ve kale gibi bölünmesi mümkün olmayan bir akara ortak olurlar. Sonra da bu akar harap hâle gelir. Or­taklardan biri bu akarı onarmak ister, diğeri onarıma yanaşmazsa, onarıma yanaşmayanın onarıma katılmasına, yoksa bütün hissesini diğer ortağına veya onaracak birine satmasına, kadı tarafından hüküm çıkarılır. Onanma ya­naşmayan, akarın yandan fazlasına sahip olsa bile hüküm aynıdır. Bir gö­rüşe göre de hissesinden, onanma yetecek kadarını satmasına hükmolunur, denmiştir. Ama ortak sayısını azda tutmak bakımından birinci görüş daha kuvvetlidir. Bölünmesi mümkün olmayan akarın, bir kısmının mülk, bir kıs­mının vakıf olması ve kendisi için vakfedilen kişi ya da vakıf nâzın onarıma yanaşmazsa, diğer ortağın onarım yapmasına, vakfa yaptığı masrafı da va­kıf gelirinden tahsil etmesine karar verilir. 'Onarıma yetecek kadar malın bir kısmı satılır' diyenlere gelince, asıl maksad vakıf olmayan malların satı­şında da olduğu gibi ortak sayısını azda tutmak olduğuna göre, vakfın ona­rım masrafını karşılayacak kadarhk kısmının satılmasına hükmolunamaz. Ancak vakfın geliri olmaz veya acele olarak onarım masrafını karşılayacak, parayı temin edecek kadarıyla birkaç yrilığına icar edecek biri bulunmazsa, o zaman vakıf mah satılabilir. Aksi takdirde vakıf malının satılmasına hük­molunamaz. Bu her iki durumda da ancak onarım emri verildikten sonra satılmasına hüküm verilir. Onarım emri verilir de bu emir yerine getirilmez­se satış hükmü verilir.

2- İki kişi, sözgelimi ortaklaşa bir eve sahip olurlar. Bunlardan biri alt katın, diğeri de üst katm sahibidir. Bilâhare alt kat harap hâle gelir veya du­varları zayıflar da üst katı taşıyamayacak duruma gelirse, hâkim alt katın sahibine, evini onarma emrini verir. Emri yerine getirmemesi durumunda evi­ni, onaracak birine satmasına hükmeder. Bu durumdaki evin, önceki şart­larla mülk veya vakıf malı olması arasında fark yoktur.

Alt kat sahibinin, onarım esnasında üst katı askıya almak veya alt ta­raftan destekler koyarak muhafaza etmesi gerekir. Ayrıca kendisiyle alâkalı olduğu için tavanı yapması da gerekir. Anlaşmazlık çıkması hâlinde bu yol­da hüküm verilir. Üst kat sahibinin kendi evine çıkabilmesi için alt kattaki-nin merdiven yapması gerekmez. Alt kat sahibinin; kendi evinin damının üstünü, taş veya betonarme gibi şeylerle döşemesi zorunlu değildir. Anlaş­mazlık çıkması hâlinde, alt kat sahibinin damı yapmasına, üst kat sahibinin de damın üstünü döşemesine hükmolunur. Üst kat ile alt kat arasında müş­terek olup alt katta bulunan tuvaletin süpürülüp temizlenmesine gelince, bu işi yapmada örfe uyulur. Eğer bu alanda bir örf mevcud değilse, zahir görü­şe göre kullanım kadarıyla ortaklaşa temizlenir. Kiralık evlerdeki tuvaletler de böyledir. Bunlann süpürülüp temizlenmesinde Örfe uyulur. Eğer bu alanda bir örf mevcud değilse, bir görüşe göre mülk sahibinin, bir başka görüşe gö­re kiracının süpürüp temizlemesi gerekir. Çarşılarda, yağmurlardan gelen ça­murlara gelince, dükkân sahibleri bu çamurları temizlemek zorunda değildirler. Ama kendileri bu çamurları yolun ortasına yığar da gelip geçenler bundan zarar görürlerse, bu durumdaki dükkân sahibleri temizlemekle yükümlü olurlar.

3- İki kişi, alt kat birinin ve üst kat Öbürünün olmak üzere bir eve or­taklaşa sahip olurlar. Sonra üst katın sahibi kendi evinin üstüne, üçüncü bir kat yapmak isterse, binayı yapma hakkına sahip olamaz. Üçüncü katı yap­mamasına mahkemece karar verilir. Ancak üçüncü katta yapılacak olan bi­na, ne şimdi ne de gelecekte alt kattaki eve zarar vermeyecekse yapmasına müsâade edilir. Zarar verip vermeyeceğini, inşaat işinden anlayan bilirkişi­ler kararlaştırırlar.

4- Üç kişi ortaklaşa bir eve sahip olurlar da bu ev bilâhare yıkılır. Or­taklardan biri evi onarmak ister, diğer ikisi onarmaya yanaşmazsa, bu du­rumda tek başına kalan ortak, evi onarır. Yaptığı masrafların tümünü kapatıncaya kadar evin bütün gelirine el koyar. Bundan sonra elde edilen gelirleri üçü paylaşırlar. Ama bu yola baş vurmadan, masrafını o iki ortak verirlerse, tek başına evin bütün gelirine el koyması sahih olmaz. Ancak dört durumda evin bütün gelirine el koyabilir:

a- Her iki ortağından onarım izni istediği halde onlar buna yanaş­mazlarsa.

b- Her ikisinden izin ister de onlar ses çıkarmazlar, ama onarım başla­dığından buna yanaşmazlarsa.

c- Her ikisinden izin ister de önce buna yanaşmazlar, sonra da onarım başladığında ses çıkarmazlarsa.

d- Onarım için İki ortak ona izin verirler. Sonra onarım malzemelerini satın almadan önce, onarım yapmasına mâni olurlar da bu menedişlerinden sonra onarırsa; onarım giderlerini çıkarıncaya kadar evin bütün gelirine el koyabilir. Bu dört durum dışında, bütün gelire el koyamaz. Onarım için yap­mış olduğu masraflar, o ikisinin zimmetinde borç olur.

5-  Bir kişinin, komşusunun evine bitişik bir duvarı olur da o duvarın ıslah ve onarımı için komşunun evine girmesi gerekirse, bu amaçla komşusu onu kendi evine girmekten men edemez. Mâni olacak olursa, kadı, engel çı­karmamasına, komşusunun duvarı onarmak amacıyla evine girmesine hük­meder. Onarım için ağaç ve tahta koymasına, evinden komşusunun evine bir çamaşır düşer veya bir hayvanı girerse onu oradan çıkarmasına izin ver­mesi gerekir. Aksi takdirde kadı bunu hükme bağlar.

Bir kişinin tuvaletinin haznesi komşusunun evindeyse orayı temizlemek için komşunun evine işçi sokmaya hakkı vardır. Komşu, evine kireç ve ça­mur sokulmasını engelleme hakkına sahiptir. Bu durumda öbürünün bu gi­bi şeyleri hazneye sokmak amacıyla, komşusunun evini kirletmemek için, kendi evinin duvarından bir delik açması gerekir.

6- iki komşu arasında birini örten bir duvar bulunur da, diğeri duvarı yıkar ve bu nedenle öbür komşunun evinin içi açığa çıkarsa, duvarı yıkanın yeniden yapmasına hükmolunur. Ancak zarara yol açacağından korktuğu bir sakatlığı dolayısıyla yıkmişsa veya kendiliğinden yakılmışsa, bu durum­da diğerinin duvarı yeniden yapmasına hükmedilemez. Öbürüne, "istiyor­san evini örtecek kadarını yeniden inşa et" denir.

7- Adamın biri, halkın müştereken kullanmakta olduğu bir yol üzerin­de bina yaparsa, bu bina gelip geçenlere zarar vermese de, bu yol geçiş de verse, çıkmaz da olsa binasının yıktırılmasına karar verilir. Bir kişinin kendi mülkü olan bir ev yıkılır, yeri yol haline gelirse, bu durumda o kişinin ora­daki mülkiyeti kalkmış olmaz. Orada yeniden-bina yapmak isterse, bu iste­ğine engel olunamaz. Fakat aradan uzun bir zaman geçerse -ki bazıları bunu on yıl olarak takdir etmişlerdir- oradaki mülkiyet hakkı ortadan kalkar.

8- Evlerin finâsıncfa, satıcıları oturmaktan menetmemek gerekir. Me­netme durumunda kadı, oturmalarına hükmeder. Finâ, geniş ve geçit veren bir yolda, insanların geçişlerinden fazla olan kısım demektir. Tabii bu kı­sımlarda oturuş, günün bir kısmındaysa engellenemez. Ama günün tama­mında oturuluyorsa menedilir ve kadı bu engellemeye karşı oturmaları için hüküm de veremez. Kuvvetli olan görüş budur. Dükkânların finâsı da böy­ledir. Konuşup sohbet etmek İçin evlerin finâsında oturmaktan menedilir. Çünkü böyle yapmakla zaman boşa harcanmış, gelip geçenler rahatsız edil­miş olur.

îki satıcı bir yerde oturma konusunda çekişirlerse, Önce gelenin otur­masına karar verilir. Mescidte oturmak da böyledir. Ancak sonra gelen, ilim öğretmek veya fetva vermek için gelmişse, istihsânen o, önce gelmiş olanla­ra tercih edilir. Yani önce gelmiş olan kişinin, yerini o müderrise vermesi kendisi için daha faziletli olur.

9- Bir kişi, kendi eviyle komşusunun evi arasındaki duvarda bir pencere açar da bu pencereden, komşu evde oturanların yüzleri görünecek şekilde evin iç kısmı açığa çıkarsa, kadı pencereyi kapatmasına ve duvardaki izleri­ni yok etmesine hükmeder. İzlerini yok etmesine hükmetmesi, bilâhare o iz­leri dayanak yaparak aynı yerde yeniden pencere açılmasına imkân kalmaması içindir. Ama pencereden komşu evde oturanların yüzleri görünmüyor ve pen­cere, hayvanların barındığı bir yerde, ya da mezra tarafına açılmışsa, kapa­tılmasına hükmolunamaz. Çünkü bu pencerenin, karşı tarafa bir zararı yoktur. Komşu, on sene önce açılmış olan ve on seneye kadar ses çıkarmadı­ğı bir pencere için, kapatma isteminde bulunamaz.

10- Komşular kendilerine zarar verecek, evlerini fena hâle sokacak olan hamam, fırın ve aş ocağı gibi etrafa duman yayacak olan tesislerin yapılma­sına engel olabilirler. Yine tabakhane ve mezbaha gibi etrafa pis koku saçan tesislerin yapımına da engel olabilirler. Ama daha önce mevcut olan bu gibi tesislerin yanında ev yapıp komşu olurlarsa, engel olamazlar. Yıktırılmasını isteyemezler.

11- Kişi, kendi evinin yanında harman yeri kurulmasına engel olabilir. Çünkü etrafa savrulan samandan zarar görür. Dükkân da bu bakımdan ev gibidir. Rahip evi, değirmen, kuyu, banyo, tavla ve ahır gibi bitişikteki evle­rin duvarlarına zarar veren tesislerin yapılmasına komşular engel olabilirler. Demirci, bakırcı ve marangozların kendi mesleklerini yürütmeleri engelle­nemez. Meğer ki meslekî faaliyetleri komşuların duvarlarına zarar versin. Ama bu mesleği yürütenlerin sadece kendilerinden rahatsız olmak, çalışmaktan men edilmelerine sebep teşkil etmez. Kumaş döven boyacılar da bu hükme tabidirler.

Evin kapısı karşısına kahvehane veya alışveriş için dükkân açmak da -evdeki insanlara zarar verip onları görünür hale getiriyorsa men edilir. Bir mülk sahibi, komşusunun kapısına karşı da olsa, boşluğa açılan bir yola ka­pı açabilir.

Kişi kendi evine güneşin ve ışığın girmesini engelleyen bir yapının inşâ edilmesine engel olamaz. Ama harmanına güneş ve ışık vurmasını engelle­yen bir yapının inşâ edilmesine engel olabilir.

Kişinin, içinden geçmesi için komşusuna bir kapı açması, kendisine za­rar vermeyecekse mendubtur. Muhtaç durumdaki komşusuna, üzerine tah­ta koyması için, duvarından yararlanma imkânını vermesi de mendubtur. Çünkü bunlar, ahlâkî güzelliklerdendir.

Buraya kadar anlatılanlardan başka şirketlerin meşhur ve yaygın olan kısımları altı tanedir:

a- Mufâvada,

b- İnan,

c- Cebr,

d- Zimem,

e- Amel,

f- Mudârebe.

Bunlardan her birinin özel tanımı vardır. Bazıları tam bir tanım yapa­rak demişlerdir ki: Şirket: Mâlî bir mülkün, iki veya daha fazla mal sahibi arasındaki sübûtudur. Tanıma, 'mâlî bir mülkün sübütu" kaydını koymak­la, neseb ve velayet gibi mâlî olmayan şeylerin sübûtu, kapsam dışına çıka­rılmış oldu. îki kişi arasında sabit olan neseb, mâlî bir şey değildir. Bu iki kişi, şirketlerdeki gibi neseb üzerinde tasarrufta bulunamazlar. Bir köle üze­rindeki velayet hakkının iki kişi arasındaki sübûtu da şirket değildir. "İki mal sahibi arasında" kaydını koymakla, iki vasî veya iki vekil arasında yer-leşen şeyler kapsam dışına çıkmış olmaktadır. Kısıtlı bir kişinin malının iki yasinin elinde bulunması, onları kısıtlının malına ortak kılmaz. Bir kişinin iki vekili de böyledir. Bu iki vasî veya iki vekil, vesayetleri altındaki kişinin veya müvekkillerinin malında, ortakların kendi müşterek mallarında tasar­rufta bulunması gibi tasarrufta bulunamazlar. Çünkü ellerindeki mal, ken­di mülkleri değildir. Miras şirketi olsun, ganimet şirketi olsun, "mufâvada" veya "inan" şeklindeki ticâret şirketi olsun, bütün şirket türleri bu tanımın kapsamına girmektedirler. Elde edilecek mâlî kazanç bakımından bedenî ça­lışma ortaklıkları da tanımın kapsamına girmektedir. Çünkü ortaklar, elde edecekleri kazanca müştereken sahip olurlar. Kredi İle sermayesiz olarak ku­rulan şirket-i zimem (veya vücûh), bu mezhebe göre caiz değildir.

Bazı kimseler ticâret için kurulan her tür mâlî şirketi; ortaklardan -ki bunların sayısı iki tane olabileceği gibi daha fazla da olabilir- her birinin müş­tereken sahip oldukları maltta, diğerine tasarrufta bulunma izni vermesin­den ibaret olarak tanımlamışlardır. Ortaklardan her biri, kendi adına tasarrufta bulunabileceği gibi, ortağının adına da tasarrufta bulunabilir. Ve­kilin aksine ortaklardan her biri, diğerinin malında hem kendi şahsı için, hem ortağı için çalışabilir. Vekil ise, müvekkilinin malında sadece onun için çalışır.

Şimdi şirket kısımlarından her birini ayrı ayrı tanımlamaya çalışalım: Mufâvada Şirketi: Bu, iki veya daha fazla kişinin iki mal ile ticâret yap­mak için bir araya gelerek ortaklık kurmalarıdır. Ortaklardan her biri, kâr­dan eşit miktarda koydukları sermâye nisbetinde pay alır. Ortaklar biribirlerini; satma, satın alma, kiraya verme, kira ile tutma, bir diğeri yok­ken alışveriş yapmak için mutlak tasarrufta bulunma yetkisine sahip .kılma­lıdırlar. Buğday veya arpa gibi sadece bir türde ticâret yapmak veya bütün alanlarda ticâret yapmak üzerine anlaşabilirler. Bazıları derler ki: Bu şirket, tek çeşit ticârete bakarsa, mufâvada değil de inan olur. Zîra mufâvada şir­ketinin, ticâretin bütün türlerini içermesi gerekir. Bu mezhebe göre ortak­lardan birinin, ortaklık dışında mal edinmesi halinde, inan şirketi fâsid olmaz. Meselâ bin lira sermâye ile kurulan bir şirkete ortaklardan her biri beşeryüz lira sermâye koyar da, ortaklardan birinin beşyüz liradan fazla malı olursa, şirket yine sahih olur.

inan Şirketi: Bu, ortaklardan birinin, diğerinin izni olmaksızın ortaklık malda tasarrufta bulunmaması üzerine iki kişinin ortaklık kurmasıdır. Bu şirkette ortaklardan her biri, diğerinin yularını tutmuş gibidir. Öyle ki, or­taklardan biri, diğerinin iznini almaksızın tasarrufta bulunacak olursa, di­ğeri onun bu tasarrufunu reddedebilir. Şirketi kurarken ortaklardan sadece birinin mutlak tasarrufta bulunabileceğini şart koşarlarsa, bir görüşe göre bu, mukayyette inan, mutlakta mufâvada olur. Bir kavle göre de bu şirket fâsid olur ki, zahir olan görüş de budur.

Çalışma Şirketi: (Bazı mezheplerde bu, "şirket-i ebdân" olarak bilinir). Bu, iki veya daha fazla sayıda sanatkârın beraberce çalışmak ve sağlayacak­ları kazancı da çalışmaları oranında paylaşmak üzere ortaklık kurmalarıdır. Yalnız yapılacak işin tek cins olması şarttır. Meselâ iki demirci, iki maran­goz, iki dokumacı ortak olabilir. Ama bir demirciyle bir marangozun ortak-Jık kurması, ya da bir dokumacıyla başka bir sanatkârın ortaklık kurması sahih olmaz. Şu da var ki, birinin sanatı diğerinin sanatına bağlı olan iki kişinin, meselâ denizden inci çıkarmak için dalgıçlık yapan bir kişiyle, ken­disini denizde taşıyıp tutacak olan bir tekne sahibinin ortaklık kurmaları sa­hih olur. Bu şirketteki ortakların eşit çalışma yapmaları da şarttır. Herkes çalışması oranında kâr alır. Yalnız ortaklardan birinin, örfçe normal karşı­lanacak kadar azıcık fazla çalışması halinde şirket sahih olur. Aralarında yar­dımlaşma olmalıdır. Her biri ayrı dükkânda çalışsa bile bunun bir sakıncası olmaz. Ortaklardan her birinin tesviyecilik veya demircilik veya marangoz­luk âleti olursa, bu durumda her birinin, diğerinin âletlerinin yarısını satın almadan ve buna karşılık kendi âletlerinin de yarısını ona satmadan çalış­maya başlaması caiz olmaz. Bu âletlerin karşılıklı olarak yarı yarıya alınıp satılmasıyla ortaklardan her biri, ikisinin elinde mevcut bulunan âletlerin ya­rısına aslî sahip olur. Bir başka kavle göre, âletlerin bu şekilde karşılıklı ola­rak yan yarıya alınıp satılmaması durumunda da ortaklar çalışabilirler. Ama mûtemed olan, birinci görüştür.

Zimem Şirketi: Bu, iki kişinin biribirleriyle dayanışma içine girerek her­hangi bir şeyi peşin para vermeksizin borca satın almak üzere ortaklık an­laşması yapmaları dernektir. Ortaklardan her biri, diğerinin kefilidir. Satın aldıkları malı satarlar. Elde edilen kân aralarında paylaşırlar. Ama muay­yen bir şeyi, meselâ ortaklık anlaşmasını yaparlarken açıkladıkları belirli bir şeyi satm almak üzere anlaşırlar ve yükümlülüklere eşit olarak katlanırlar­sa, ortaklık akdi yine sahih olur. Bazı mezheblerde bu, "şirket-i vücûh" olarak bilinir.

Mâlikîlere göre şirket-i vücûh, kredili ve mütemed bir kişinin, bu nite­likte olmayan halkça tanınmaz bir kişiyle bir araya gelerek, şöhretli olanın, tanınmayanın ticâret malını satması ve onun nâmına satın alması ve bu işe karşılık olarak kârın bir bölümünü almak üzere ortaklık anlaşması yapma­larıdır. Halk nazarında tanınan kişinin şöhretinin, Öbürünün malının satıl­ması için büyük etkisi olur. Mâlikîlere göre bu şirket şekli de yasaktır. Çünkü bunda halk, itibarlı ortağın şerefiyle aldatılmış olmaktadır. Yasaklanmış ol­masına rağmen böyle bir ortaklık kurulursa, itibarlı ortak ecr-i misil alır. İtibarlı ortaktan mal satın almış olanlar, dilerlerse malı geri verebilirler. Di­lerlerse, satm aldıkları fiyata kabul ederler. Eğer satış geçerli olmuşsa, satın alınan malın alış fiyatıyla kıymetinden hangisi daha az ise, müşterinin o ka­darını vermesi gerekir. Şirket-i zimem (zimmet ortaklığı) akdi yapılır da bu akid geçerli olursa, iki ortak, anlaştıkları kâr oranına göre çalışırlar.

Cebr Şirketi: Bu şirket şöyle tanımlanabilir: Bîr kişi bir malı, o malla ticâret yapmayı âdet haline getirmiş bir tacirin huzurunda satm alır ve bu malı kendi şahsı için satın almakta olduğunu o tacire hatırlatmaz, o tacir de bu meseleden bahsetmez, ses çıkarmazsa; bu durumda tacir, malı satın alana ortak olma hakkına sahip olur. (Öbürü buna yanaşmazsa) tacir, onu kendisiyle ortak olmaya zorlama hakkına sahiptir. Mâlikîler derler ki; Örfe dayanarak Hz.Ömer (R.A.) bu şekilde hüküm vermiştir. Bu ortaklık için, üçü malda, üçü de ortak olmak isteyen şahısta olmak üzere altı şartın bu­lunması gereklidir. Malla ilgili şartlar şunlardır:

a- Bu mal, âdet üzere satıldığı çarşıdan satın alınmalıdır.

b- Ticâret için satın alınmalıdır. Alıp bir tarafta saklamak veya ev eşya­sı olarak kullanılmak için satın alınmışsa, başkaları bu malı satın alana or­tak olamazlar.

c- Ticâret için alınmışsa, satm alındığı beldede ticâreti yapılacak olma­lıdır. Ama ticâret içinde olsa başka beldeye götürülecekse, başkaları, onu satm alanı kendileriyle ortak olmaya zorlayamazlar.

Ortak olmak isteyen şahısla ilgili şartlar şunlardır:

a- Bu malın satın alınışı esnasında pazarda hazır bulunmalıdır.

b- Huzurunda satılan bu malın tüccarlarından biri olmalıdır.

c- Satın alınması sırasında konuşmuş olmamalıdır.

Bu arada o malı satm almış olan müşteriyi de ilgilendiren bir şart vardır ki, o da müşterinin, malî satın alırken, ortak olmak isteyen o tacirlere: "Ben bu malı kendi şahsıma satın alıyorum. Başkalarıyla ortak olmak istemiyo­rum. Fiyat arttırmak isteyen varsa arttırsın" dememiş olmalıdır. Eğer böyle demişse orada hazır bulunan tacir, müşteriyi satın aldığı malda kendisiyle ortak olmaya zorlayamaz. Ama kendisiyle ortak olmasını ister de müşteri kabul ederse, mesele kalmaz.

Mudârebe Şirketi: Bu daha önce geniş olarak anlatıldığı için, dileyenler oraya müracaat edebilirler.

Hanbelîler, şirketlerin "şirket-i mal*' ve "şirket-i ukûd" olmak üze­re iki kısma ayrıldığını söylemişlerdir. Şirket-i mal; iki veya daha fazla sayı­daki kişinin, miras, satın alma, hîbe veya bunlara benzer başka bir yolla bir ayn üzerinde hak sahibi olmada bir araya gelmeleri demektir. Ortakların aynı, faydasıyla birlikte mülk edinmeleri veya intifa hakkı olmaksızın sadece mül­kiyetini elde etmeleri veyahut mülkiyet hakkı olmaksızın sadece intifa hak­kını elde etmeleri arasında bir fark yoktur. Burada asıl kastedilmek istenen Şirket-i Ukûd'a gelince bu, tasarrufta bulunma hususunda iki veya daha fazla sayıdaki kişinin bir araya gelmesi demektir. Şirket-i Ukûd; inan, vücûh, eb-dân, mufâvada ve mudârebe şirketleri olmak üzere beş kısma ayrılır:

Şirket-i Inân: Bu, iki veya daha fazla sayıdaki kişinin ortaya koydukla­rı sermâyeyi arttırmak amacıyla beraberce çalışmak, kazancı da anlaşacak­ları oran dâhilinde paylaşmak üzere bir araya gelmeleri demektir. Ya da iki veya daha fazla sayıdaki kişinin ortaya koydukları sermâyeyi sadece birinin çalıştırması ve çalışan ortağın diğerine (ya da diğerlerine) nisbetle kârdan daha fazla pay alması üzerine anlaşarak, bir araya gelmeleri demektir. Çalışan or­tak, çalışmasına karşılık olarak kârdan daha fazla pay almaktadır. Çalıştığı halde, çalışmayan diğer ortaklar kadar kâr payı alması şart koşulursa, bu onun için bir angarya olur ki, böyle bir şart sahih değildir. Çünkü, ücretsiz olarak başkasının malında çalışmış olmaktadır.

Şirket-i Vücûh: Bu, iki veya daha fazla sayıdaki kişinin, halkın kendilerine güvenini sağlayacak kredilerine dayanarak, peşin para vermeksizin borca mal satın almak için bir araya gelmeleri; sonra da satın aldıkları mallan sa­tarak sağladıkları kârı, yarı yarıya veya birine üçte iki, diğerine üçte bir ora­nında paylaşmaları şeklinde kurulan bir ortaklıktır ki, bu mutlak olarak caizdir. Satın alacakları malların cins, miktar veya kıymetini belirleseler de, belirlemeseler de farketmez. Ortaklardan biri diğerine; "her ne satın alırsan aramızda olsun" derse, ortaklık sahih olur.

Şirket-i Ebdân: Bu, iki veya daha fazla sayıdaki sanatkârın bedenen ça­lışmak ve elde edecekleri kazancı aralarında kararlaştırdıkları oran dahilin­de paylaşmak üzere biraraya gelerek ortaklık kurmalarıdır. Ortakların sanatları aynı cinsten de olsa ayrı cinsten de olsa, bu şirket mutlak surette caizdir. Bir demirciyle bir marangozun ortaklık kurmaları caizdir. Bu or-taklafdan her biri ücret alabilir. İşveren de, ikisinden dilediğine ücreti teslim edebilir. Avlanma ve odun toplama gibi herkese mübatı olan malları mülk edinmek için kurulan ortaklıklar da şirket-i ebdândan sayılır.

Mufâvada Şirketi: Bu, ortaklardan her birinin satma, satın alma, mu-dârebe, vekâlet verme, borca satma, müşterek malla birlikte sefere çıkma, rehin verme, rehin alma, kefil olma, tazminat ödeme ve benzeri hususlarda, diğer ortağa kârdan pay vermesiyle birlikte, ortaklık malı işletmek üzere iki veya daha fazla sayıdaki şahıs arasında kurulan ortaklıktır. Yalnız yitik mal bulma, define bulma gibi ender olarak elde edilen kazançların, bu ortaklı­ğın kapsamına alınması sahih olmaz,

Mudârebe şirketine gelince; bununla ilgili açıklamalar, ilgili bölümde verilmiştir.

Şâfiîler, caiz olan şirket türünün sadece şirket-i inan olduğunu söy­lemişlerdir. Bu şirket, iki veya daha fazla sayıdaki kişinin, kendisiyle ticâret yapmak için bir malda ortak olmak üzere bir araya gelmeleri demektir. Bu şirketi kuran ortaklar, ileride açıklanacak şartlar çerçevesinde, sermâyeleri oranında kâr payı alırlar.

Diğer mezheblerde anlatılan şirket nevilerine gelince, onlar bâtıl olmakla birlikte üç kısma ayrılırlar:

1- Şirket-i Ebdân: Bu, her biri bir meslek sahibi olan iki veya daha faz­la sayıdaki kişinin, bedenen çalışmak ve Allah'ın kendilerine nasip kılacağı ücreti paylaşmak üzere ortaklık kurmalarıdır. îki demirci veya iki marango­zun ortaklık kurması gibi ortakların sanatı aynı cins de olsa; bir demirciyle bir marangozun ortaklık kurması gibi ortakların sanatı ayrı cinsten de olsa, bu tür ortaklıkların kurulması caiz değildin. Böyle bir ortaklık kurulursa, hüküm şudur: Ortaklardan her birinin elde ettiği ücret, kendisinin olur. Al­dığı ücretten, ortağına pay vermez. Beraberce yaptıkları işin ücreti, her biri­nin bağımsızken yaptığı çalışma karşılığında, aldığı ücret oranında kendilerine dağıtılır. Meselâ; beraberce bir duvar örerlerse, her biri, sair zamanda hak ettiği günlük ücret oranında rayice uygun ücret alır. Sözgelimi biri günl'ik bin lira, diğeri de iki bin lira alıyorsa, duvar yapımı için alacakları ücret, bu oran dâhilinde kendilerine paylaştırılır.

2- Şirket-i Mufâvada: İki veya daha fazla sayıdaki kişinin, ortaklık ak­dinden önce sermâyelerini birbirine katmaksızın, ortaya sermâye koyarak ortaklık akdi yapmaları demektir. Ortaklık akdini yapmazdan önce sermâ­yelerini birbirine katarlarsa bu, mufâvada değil de caiz olan inan şirketi olur. Hatta, inan şirketine niye't ederek mufâvada şirketi kurduklarını açıklasalar da bu, ortaklık akdini yapmadan önce mallarım birbirine kattıktan sonra sahih olur. Mufâvada ortaklığı malla olabileceği gibi bedenle de veya hem mal hem bedenle de olabilir.

3- Şirket-i Vücuh: Bu, iki veya daha fazla sayıdaki mûtemed insanın, halkın kendilerine beslediği güvene dayanarak, vadeli olarak borca mal sa­tın alıp bu malları satmak ve böylece elde edecekleri kârı, aralarında paylaş­mak üzere ortaklık kurmalarıdır. Ya da şerefli ve tanınmış bir kişiyle silik şahsiyetli birinin biraraya gelerek, sermâyeyi silik şahsiyetli olanın vermesi, bu sermâyeyle mal satın alması, şöhretli olanın da kendi itibarından yarar­lanarak bu mallan satması veya şöhretli ortağın kendi itibarından yararla­narak mal satın alması, silik şahsiyetlinin de bu malları satması şeklinde ortaklık kurmalarıdır ki, bütün bu ortaklıklar bâtıldır.

 

Şirketin Rükünleri

 

Gene! olarak, şirketin rükünleri şunlardır: Akdi yapan iki ortak. Akid sîgası. Akid mahalli, ki bunlar da iki tanedir: Mal ve çalışma.

Şirket-i Ukud'un bir takım şartlan vardır ki; bu şartların bazısı akdi yapanlarla, bazısı akid sîgasiyla, bazısı sermâye ile, bazısı da kârla ilgilidir. Herşirket türünde, bu şartlardan özellikle kendisini il­gilendiren şartlar aranır ki; bunlar aşağıda her mezhebe göre detaylı olarak açıklanmıştır.

 

(30) Hanefîler dediler ki: Şirketin bir tek rüknü vardır ki; o da icâb ve kabuldür. Çünkü şirket, ancak icâp ve kabulle gerçekleşir. İcâb ve kabulün dışındaki akidciler ve mal (bey' bahsinde de geçtiği gibi) akdin mâhiyeti dı-şındadırlar. İcâbın sıfatı şudur: Ortaklardan biri, "şu ve şu hususlarda se­ninle ortaklık yaptım" der, diğeri de "kabul ettim." derse icâb ve kabul gerçekleşmiş olur. Bunu söyleyenin, buğdayda veya pamukta sana ortak ol­dum demesi gibi ona özel bir türden bahsetmesi ile; "ticâretin bütün türle­rinde sana ortak oldum" demesi gibi genel bir ifâde kullanması arasında fark yoktur. Ortaklık kelimesini kullanmazlarsa, meselâ ikisinden biri diğerine: "Ticâret mallarından bu gün her ne satın aldıysan, ikimizin arasında olsun" der de arkadaşı kabul ederse, bu bir ortaklık olur. Ancak ikisinden bin, di­ğerinin iznini almaksızın müşterek malı satamaz. Çünkü ikisi, satışta değil de satın almada ortak olmuşlardır. Şu halde birinin, diğerinden izin alma­dan satması sahih olmaz. Ortaklığı zamanla sınırlandırmak da böyledir. Me­selâ adamın biri diğerine, "bu gün veya bu ay satın alacağın eşyalar, ikimizin arasında olsun" derse, yukarıda anılan ortaklığın hükmüne tâbi olur. İcâb ve kabulün lâfızla olması şart değildir. Adamın biri; bir başkasına, sözgeli­mi bin lira verir ve: "Sen de bu kadar para ortaya koyup, ticâret amacıyla mal satın al, kâr aramızda olsun der, öbürü de hiç konuşmaksizm bu para­yı alıp onun dediğini yaparsa, şirket kurulmuş olur.

Şirket akdi şu şekilde yazılır:

"Bu, falanla falanın yaptıkları ortaklık anlaşmasıdır. Falanla falan, Al­lah'tan sakınıp takvâlı olmak, emâneti edâ etmek üzere; falan şu kadar, fa­lan da şu kadar sermâye vermek ve bu sermâyelerin toplamı da her ikisinin elinde olmak, bu sermâye ile gerek beraberce, gerek tek başlarına satmak ve satın almak, her biri kendi görüşüne göre peşin veya vadeli satmak; kân, sermâyeleri oranında aralarında paylaşmak, zarar edecek olurlarsa onu da sermâyeleri oranında paylaşmak üzere ortaklık akdi yapmışlardır." Bu me­tin yazıldıktan sonra altına tarih atılır.

Her ne kadar bazı kısımları lazım değilse de şirket akdinin tam olarak yazılışı böyledir. Meselâ, ortaklardan her birinin, peşin veya vadeli satış ya­pabileceğini yazıya dökmek gereksizdir. Çünkü ortak, sırf ortaklık akdi ile bu yetkiye sahip olmaktadır. Evet, her ne kadar bazıları, ortağın bunu yap­ması İçin diğer ortaktan izin alması gerektiğini söylemişlerse de bu, zayıf bir görüştür. Sonra kân farklı oranlarda paylaşmayı şart koşmak sahihtir. Şu halde şirket akdini yazarken, herkesin sermâyesi oranında kârdan pay ala­cağını yazmak gereksizdir. Ancak bu husus, anlaşmalarına tesadüf ederse yazılabilir. Taraflardan birinin, kendi sermâyesi oranından daha az kâr al­ması üzerine de anlaşabilirler. Böyle bir anlaşma yapacak olurlarsa, bu hu­susu şirket mukavelesinde belirtmeleri gerekir. Ama zararın sermâye nisbetinde taraflar arasında paylaşılması gerekir. Ortaklardan birinin, kendi sermâye oranından fazla zarara katlanması şart koşulursa, şirket akdi fâsid olur.

(31) Hanefîler dediler ki: Şirketle ilgili şartlar dört kısma ayrılır:

1- Mâlî olsun diğer şeylerle olsun bütün şirket türlerini ilgilendiren şartlar.

2- Mufâvada şeklinde olsun, inan şeklinde olsun mâlî şirketleri ilgilen­diren şartlar.

3- Bütün türleriyle mufâvada şirketini ilgilendiren şartlar.

4- Aynı şekilde inan şirketlerini ilgilendiren şartlar.

Birinci kısım şartlar: Bütün nevileriyle şirketler için iki şey şarttır:

a- Üzerine ortaklık akdi yapılan şeyin, kendisinde vekâlet yapılmasına elverişli olması şarttır. Ki kişiler, meselâ avlanmak veya odun toplamak ve-yahutta herkese serbest olan otları toplamak üzere ortaklık akdi yaparlarsa, akid sahih olmaz. Çünkü bu gibi şeyler, herkesin yararlanmasına açık ve ser­best olan mallardır. Bu gibi mallarla ilgili olarak başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. Şundan ki: Bu gibi mallar, kendilerini elde edenin mülkiyetine geçerler. Bir kişi mubah olan odunları toplar veya balık ya da ceylan avlarsa bunlara, sırf ele geçirmekle sahip olmuş olur. Başkası artık bunlara mâlik olamaz. Ki kendisi adına ele geçireni, bu mallar üzerinde tasarrufta bulun­ma hususunda vekil tâyin edebilsin.

b- Ortaklardan her birinin alacağı kâr payı, yarı veya üçte bir gibi oran olarak belirtilmiş olmalıdır. Kâr payı belirsiz, ya da sayılı olarak belirlen-mişse akid fâsid olur. Ortaklardan biri diğerine, "seninle ortak oldum. Kâ-rm bir kışını senin olsun" derse, sahih olmaz. Çünkü "Kârın bir kısmı senin olsun" derken, kâr payı meçhul bırakılmaktadır ki bu, ikisi arasında anlaş­mazlığa yol açar. "Kârdan yîrmibin lira senin olsun" derken de ortaklık ke­silmiş olmaktadır. Zîra olabilir ki şirket, ancak yirmi bin lira kazanmıştır. Ortaklardan birisi bu yirmibin lirayı alınca, diğeri kâra ortak olamayacak­tır. Bu durumda da şirket kesilmiş olacaktır.

İkinci kısım şartlar: İster mufâvada, ister inan şeklinde olsun, mâlî şir­ketlerle ilgili olan şartlardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

a- Sermâye Türk lirası, riyal ve cüneyh gibi nakitlerden olmalıdır. Ne mufâvada, ne de inan şirketinde sermâyenin ticâret eşyası veya hayvan veya buğday, mercimek gibi ölçekle ölçülen veyahut yağ, bal gibi tartıyla tartılan mallardan olması sahih olmaz. İki kişinin buğdayı biribirine katılacak olur­sa bu, önce de belirtildiği gibi mülk şirketi olur ki bu durumda kâr, mülkleri oranında aralarında paylaşılır. Zarar edecek olurlarsa, zarar da aynı oranda aralarında paylaştırılır. Ama malları, birininki buğday, diğerininki arpa ol­mak gibi ayrı cinslerden olursa, bu mallardan her birinin satılması gününde edeceği fiyata göre aralarında paylaştırılır. Hükümdar mührüyle damgalan­mamış olan altın ve gümüş parçaları da, ticâret metâı hükmüne tabidirler. Ancak damgalanmamış da olsalar bunlarla muamele edilmesi âdet haline gel­mişse, şirket sermâyesi olabilirler. Kadınların süs takıları ve halhallan gibi işlenmiş altın ve gümüşler, ticâret metâı hükmündedirler ki; bu hususta hiç ihtilâf yoktur. Altın ve gümüş madenleri dışındaki madenlerden, bakır ve bronzdan yapılma fülüsler, mudârebe bahsinde de geçtiği gibi eğer kendile­riyle muamele ediliyorsa, şirket sermâyesi olarak kullanılmaları sahih olur. Şunu da söyleyelim ki; ticâret metâmı şirket sermâyesi yapmak bir hile İle sahih olabilir. Şöyle ki: Ortaklardan her biri, mâlik oldukları eşyanın yansı­nı, öbürünün mâlik olduğu eşyanın yansı karşılığında biribirlerîne satarlar. Sonra da sahip oldukları malları birbirlerinkine katarlar. Böylece aralarında ortaklık kurulmuş olur. Öyle ki bunlardan her bîri, izinsiz olarak diğeri­nin malında tasarrufta bulunamaz. Bundan sonra da mufâvada şirketi üzerine akidleşirler. Her biri, kendi malında tasarrufta bulunması için diğerine yet­ki verir.

b- Şirket akdi yapılırken veya mal satın alınırken sermâye hazır olmalı-dnv Adamın biri bir başkasına yüzbin lira verip de kendisine, "sen de bu kadar sermâye vererek mal satın al." der, o adam da mal satın alırken ayrı­ca kendisi de yüzbin lira hazırlarsa, akid sahih olur. Bazıları, diğeri yüzbin lirayı akid meclisinde ortaya koymadan ayrılacak olurlarsa, şirket akdinin sahih olmayacağını söylemişlerdir.

c- Şirket sermâyesi borç olmamalıdır. Bir kişinin bir başkasından ala­cağı olur da borçlusuna: "Sendeki alacağımı veya falandaki alacağımı ser­mâye ederek benimle ortak ol" derse, şirket akdi sahih olmaz. Çünkü borç, gâibteki tür maldır. Bilindiği gibi sermâyenin hazır olması, şirket için şarttır.

Mufâvada şirketini ilgilendiren şartlara gelince bunları şöylece sırala­yabiliriz:

a- İki ortağın veya ortakların sermâyeleri eşit olmalıdır. Mufâvada şir­ketinde ortaklardan birinin yüzbin lira, diğerinin elîibin lira vermesi sahih olmaz. Ortaklardan birinin sermâyesi altın, diğerininki gümüş olup da ayrı cinslerden olursa, bu durumda her birinin sermâyesi, değer bakımından di-ğerininkine eşit olmalıdır. Meselâ birisi bin Suudî Arabistan riyali verirse, diğerinin üç yüz doksanbeşbin Türk lirası veya ikiyüz Amerikan doları ver­mesi gerekir.

b- Ortaklardan birinin, kendisiyle mufâvada şirketi akdedilebilecek gizli, saklı bir mah bulunmamalıdır. Aksine bütün malını ortaya koyması gere­kir. Meselâ, yüzbin lirası olan bir kişinin, ellibin lira ortaya koyarak başka­sıyla mufâvada şirketi kurması sahih olmaz. Aksine yüzbin lira üzerine kurması gerekir. Sahip olduğu sermâyeden daha azıyla akidleşirse, bu şirket-i mufâvada değil de şirket-i inan olur. Böyle bir şirketi kuran ortaklardan bi­ri, diğerinden fazla olarak akarlara veya evlere sahip olabilir. Gâib mallara da sahip olabilir. Meselâ başkasında, henüz teslim almamış olduğu alacağı bulunabilir. Mufâvada şirketinde ise, alacağım tahsil etmesi durumunda şirket bozulur ve şirket-i inana dönüşür. Ortaklardan birinin, şirket sermâye­sinden fazla olarak, başkasının yanında emânet kabilinden altın veya gümüş parası varsa, şirket de mufâvada şirketiyse fâsid olur. Bu şart, sermâyeyle ilgilidir.

c- Ortaklardan her biri, biribirlerine kefil olma ehliyetine sahip olmalı­dırlar. Yani hür, akıllı, baliğ ve dindaş olmalıdırlar. Bu şart, akdi yapanlar­la ilgilidir.

d- Şirket, ticâretin bütün nevîleriyle alâkadar olmalıdır. Sadece pamuk veya buğday ticâreti gibi belli bir ticâret türüne tahsis edilmesi sahih olmaz.

Bu şart da, akdin konusuyla ilgilidir.

Mufâvada şirketinin hükümlerine gelince; bu, ortaklardan her birinin satın alacağı malın şirket üzerine olmasıdır. Meselâ her ortak, kendi aile hal­kının ve şahsının yiyecek ve giyeceğini, yararlanmaları gereken eşyayı, nafa­kalarını, oturmak için ev'kirâsını, hacca ve diğer yerlere gitmek için hayvan kiralama bedelini şirket parasından karşılar. Ortaklardan her birinin, bu gi­bi şeylerden satın aldığı şeyler kendisine mahsus olur. Bununla beraber di­ğer ortak, onun kefili olur. Öyle ki; bu, yiyecek ve giyecek maddelerini satın alan, bunların bedelini ödemesini diğer ortaktan taleb edebilir. Onun da öde­mesi gerekir. Şirket malından yaptığı ödemede kendi payına düşen kısmı da öbür ortaktan alır.

Ortaklardan birine, mjras yoluyla bir mal intikal ederse veya sultan ta­rafından ödüllendirilir ya da hîbe, sadaka veya hediye yoluyla eline bir mal geçerse, diğer ortak bu mallarda kendisine ortak olamaz.

Şirket akdi yapılmazdan önce taraflardan birinin mülk edinilmiş bir malı varsa, diğer ortağın bu malda hakkı olmaz. Meselâ ikisinden biri, muhayyer olmak şartıyla bir deve satın alır, sonra ortağıyla mufâvada şirketi akdeder, muhayyerlik süresi de sona ererse, deve yalnız onun olur. Diğer ortak, deve­de pay sahibi olmaz. Ortaklardan birinin, başkasının yanına emânet bırak­ması da böyledir. Ortaklardan biri, başkasının malını mudârebe olarak çahştırmaktaysa,bu mudârebedenelde edeceği kendi kâr payı .ortağıyla ara­larında bir mufâvada şirketi olur. Ticâret ve benzeri bir sebepten ötürü iki­sinden birinin zimmetinde borç sabit olursa, diğer ortak o borç için kefil sayılır. Ticâret, gasba, helak etmeye, mevcut olan veya telef olmuş olan emânete ve iğreti vermeye benzer. Çünkü; ortaklardan biri bir mal gasbederse, taz­minatını ödemesi gerekir. Tazminat Ödeyişi ona, gasbettiği malı mülk edin­mesini ifâde eder. Sanki ticâretle satın alma yoluyla mülk edinmiş gibi olur. Gasb nedeniyle ödenmesi gereken borç gibi olur. Bu durumda iki ortak, bor­cun ödenmesinde birbirlerini yetkili kılmış ve biribirlerine kefil olmuş olur­lar. Emânet de gasp gibidir. Adamın biri iki ortaktan birinin yanına emânet bir mal bırakır da emâneti almış olan ortak inkâr eder veya tüketir ya da telef ederse, tıpkı ticârette olduğu gibi ortağı kendisinin kefili olur. İğreti mal vermek de emânetin hükmüne tâbidir. Ortaklardan biri diğerinden izin alarak bir mal için başkasına kefil olursa, o malın ödenmesi hususunda di­ğer ortak kefil olan ortağın kefili olur. Ama ortaklardan biri alacaklının is­teğiyle kefil olursa veya ortağından izin almaksızın kefil olursa, diğer ortak bu borçtan sorumlu olmaz. Böyle demekle de mehir borcu, hul' bedeli, ci­nayet diyeti, kasden öldürmede sulh borcu, nafaka borcu gibi ticârete ben­zer olmayan borçlar, kapsam dışında kalmış oldu.Bir ortağın bu gibi borçlarından diğeri sorumlu değildir.

Şu hususu da belirtmekte yarar vardır: Fâsid şartlar dolayısıyla şirket fâsid olmaz. Ancak böylesi şartlar geçersizdir. Meselâ iki kişi, sadece bir ortağın satışını yapması koşuluyla bir hayvan veya bir ticâret malı satın alma­da ortak olurlarsa, şirketleri fâsid olmaz. Ancak bu şartları da geçersizdir. Aynı şekilde sermâyeyi sadece birinin vermesi koşuluyla ortaklık kurarlar­sa, şirket akdi sahih olur. Ama şart fâsiddir. Bütün fâsid şartlar böyle olup şirket akdini fâsid kılmazlar, geçersizdirler.

Mâlikîler, şirket akdini yapanlarda bulunması gereken şartların üç tane olduğunu söylemişlerdir:

a- Hürriyet. Hür bir kimseyle bir kölenin veya iki kölenin şirket akdi yapmaları sahih olmaz. Meğer ki köleler, efendilerinden ticâret izni almış olsunlar. Ticâret izni alınca da hür gibi olurlar.

b- Reşid olmak. İki sefihin veya bir sefih ile bir reşidin şirket akdi yap­maları sahih olmaz.

c- Bulûğ. İki çocuğun veya bir çocukla bir baliğin şirket akdi yapmaları sahih olmaz. Bİr çocuk bir baliğle şirket akdi yaparsa, icâbında çocuk, taz­minat ödemekle yükümlü olmaz. Kölenin hür ile şirket kurması da böyledir. Bunlar, vekâlet verme ve vekâlet yapmanın sıhhat şartlarıdırlar. Bir kişinin hür, reşid, akıllı ve baliğ olmadan başkasına vekâlet vermesi ve vekâlet yap­ması sahih olmaz.

Sîgamn şartlarına gelince; sığanın, söz veya fiille şirkete (ortaklığa) ör-fen delâlet etmesi gereklidir. Sözlü olmasının örneği, ortaklardan her biri­nin: "Biz şu şartlarla ortaklık kurduk" demeleri veya sâdece birinin bu sözü söyleyip, diğerinin razı olarak susması veyahut ortaklardan bîrinin, "Benimle ortak ol" deyip de diğerinin buna razı olmasıdır. Fiîlî olmasının örneği, or­taklardan her birinin kendi malını, ortağının malına katması ve ikisinin ti­câret yapmalarıdır. Söz veya fiille şirket sîgası tahakkuk edince, şirket akdi bağlayıcı olur. Ortaklardan biri, malların birbirine katılmasından önce şir­ketten ayrılmak ister de diğeri kabul etmezse, birincinin ayrılmaya hakkı ol­maz. Ancak satın aldıkları mallar satılır ve sermâye ortaya çıkarsa, o zaman ayrılabilir.

Şirket sermâyesine gelince bu, üç şeyle sahih olur:

1- Sermâye, altın veya gümüş gibi nakidlerden olmalıdır. Bunun için de üç şart gereklidir:

a- ortaklardan birinin verdiği sermâye, diğerininkiyle aynı cinsten ol­malıdır. Meselâ bir orlak, sermâye olarak altın verirse, diğerinin de altın ver­mesi veya ortaklardan biri sermâye olarak altın ve gümüş verirse, diğerinin de aynısını vermesi şarttır. Birinin altın diğerinin gümüş vermesi halinde sa­hih olmaz. Böyle yaptıkları takdirde herkesin sermâyesi kendisinin olur. Kârı da her on için bir olarak bölüşürler.

b- Her ikisinin sermâyesi sarf (bozdurma), tartı, iyilik ve kalitesizlik açı­sından aynı seviyede olmalıdır. Sermâyelerin sarf bakımından aynı olmamaları sahih değildir. Meselâ; ağırlık bakımından aynı olmalarına rağmen bir orta­ğın cüneyhi 95 liraya, diğerinin ki 90 liraya bozdurulursa sahih olmaz. Çün­kü bu fazlalığı lağvetmede anlaşacak olurlarsa, bu defa da sermâye bakımından farklı duruma gelirler. Böyle olunca ortaklardan biri, diğerin­den fazla sermâye vermiş olacaktır ve bu fazlalığı da hesaba katılmış olma­yacaktır. Ki bu da şirketi fâsid kılar. Eğer fazlalığı hesaba katacak olurlarsa, altını altınla, gümüşü gümüşle bozdurmada tartıya karşı tartının nazar-ı îti-bara alınmaması sonucu doğar ki, bu da memnudur.

Tartı bakımından iki sermâye, muhtelif olursa yine sahih olmaz. Kali­tenin iyiliği veya düşüklüğü bakımından muhtelif olurlarsa yine sahih olmaz. Tabiî olarak kaliteli olan altın veya gümüş para, kalitesi ve ayarı düşük ola­na nisbetle daha değerlidir,. Aradaki bu değer fazlalığını hesaba katmamak­ta anlaşırlarsa, bu durumda şirketi fasit kılıcı sermâye farklılığı meydana gelir. Aradaki değer fazlalığını hesaba katacak olurlarsa, altının ayar ve tartısının aynı olması şartını geçersiz kılmış olurlar ki, bu da memnudur.

c- Altın olsun gümüş olsun, şirketin nakid sermâyesinin, şirket akdinin yapılması esnasında hazır bulundurulması gereklidir. Hazırda mevcut olmayan bir sermâye ile şirket akdini yapacak olurlarsa sahih olmaz. Ortaklardan bi­rinin sermâyesi hazır olur, diğerinin ki hazırda olmayıp gâİbte olur ve bu gâibîiği de iki günlük bir mesafede olmak gibi uzak olursa, şirket akdi yine sahih olmaz. Ortaklardan birinin sermâyesinin bir kısmı hazır, bir kısmı olursa, meselâ bin liralık sermâyesinin beşyüz lirası hazır, beşyüz lirası da bir yere konulmuş olur ve her biri biner lira taahhüd ederek ikibin lira sermâye ile ortaklık kurarlarsa, bu durumda yakın mesafedeki beşyüz lirayı getirinceye kadar şirket çalışmasını ertelemek gerekir. Beşyüz lirayı getirme­den şirket çalışmasına başlanacak olursa, yan sermâye vermiş olan ortak, beşyüz lira nİsbetinde, yani üçte bir nisbetinde kâra ortak olur.

2- Sermâyeyi; ortaklardan biri ayın olarak, diğeri ticaret metâı olarak verebilir. Mesela ortaklardan biri altın veya gümüş nakid, diğeri de kumaş, pamuk veya buğday gibi ticaret malı verebilir.

3- Her iki ortağın vereceği sermâye, ticâret metâı olabilir. Meselâ or­taklardan biri pamuk, diğeri de kumaş veya arpa veyahut pirinç verebilir. Ikı ortağın vereceği ticâret mallan aynı cinsten de olabilir. Ayrı cinsten de olabilir. Ancak her ikisi de sermâye olarak, yiyecek maddesi veremezler. Or­taklardan her ikisi de sözgelimi buğday veya arpa veremezler. Yalnız bu bir şekilde caiz olabilir: İkisinden birinin malı yiyecek maddesi, diğerininki de nakid veya ticâret metâı olursa nakid veya ticâret metâı, yiyecek maddesine galip geldiği için caiz olur.

Her halükârda şirket sermâyesi ticâret metâı ise, bu sermâyenin değer takdirinin yapılması gereklidir. Bu durumda şirket sermâyesi değer olarak nazar-ı itibara alınır. Sonra eğer bu ticâret metâı sayılı veya ölçekli veyahut sonra takdir edilir. Çünkü bu mal, teslim almasından sonra müşterinin sorumluluk ve ke­faleti altına girer. Hazırda değil de yakın bir mesafede bulunan mal da bu hükme tâbidir. Bu malın değeri de ele geçirildiği gün itibariyle takdir edilir. Ama bunlardan başka malların değerleri, şirket akdinin yapıldığı günkü ra­yice göre takdir edilir.

Kâr ve zarara gelince; bunların, sermâye nisbetinde ortaklara dağılımı şarttır. Ortaklardan birinin sermâyesi nisbetinden fazla olarak, kâra veya za­rara katılması sahih olmaz.

Şirkette çalışmak da böyledir. Her ortağın kendi sermâyesi nisbetinde çalışması şarttır. Kârda veya çalışmada farklılığı şart koşarlarsa, şirket bâtıl olur. Çalışmaya başlamazlar ve bu sebepten ötürü şirketin bâtıl olduğu an­laşılırsa, akid feshe uğramış olur. Çalışmaya başladıktan sonra şirketin bâtıl olduğu anlaşılırsa, elde edilen kâr, verdikleri sermâye nisbetinde aralarında paylaşılır.

Ortaklardan biri üçte bir, diğeri üçte iki sermâye verir ve kân da yan yarıya aralarında paylaşmak üzere şirket kurarlarsa; bu durumda üçte iki sermâyenin sahibi, diğer ortağa müracaat ederek, kârın kendi sermâyesine göre geriye kalan altıda birini alır. Diğeri de, şirket için yaptığı çalışmanın arta kalan altıda bir kâra tekabül eden ücretini almak üzere, üçte iki kâr ala­na müracaat ederek ücretini alır. Genel akid şirketleri için muteber olan şart­ların özeti budur. Her şirket türüne özgü şartları ise, o türlerin tanımını yaparken nakletmiştik.

Şâfiîler: Buraya kadar anlatılanlardan öğrenmiş oluyoruz ki; bu mez­hebe göre şirket kısımlarından sahih olanı, yalnızca şirket-i inandır. Diğer şirketlerse bâtıldırlar. Bunun sebeb-i hikmeti daha önce anlatılmıştır. Bilin­diği gibi şirketin rükünleri, sîga, iki ortak ve sermâye olmak üzere dört tane­dir. Bu rükünlerden her bîrinin kendine Özgü şartlan vardır:

Sığanın, şirket malıyla ahm satım ve benzeri tasarrufları yapacak olana tasarruf izni verildiğini belirten bir ifâdeyi kapsaması şarttır. Ortaklardan birisi, tasarrufta bulunacaksa sîganın, her birinin diğerine tasarruf izni ver­diğini belirten bir ifâdeyi kapsaması şarttır. Bu da şöyle olur: Ortaklardan her biri diğerine, "biz bu malı şirket yaptık. Ticâret yoluyla alım satım ya­parak bu malda sana tasarruf izni verdim" demesi, öbürünün de: "Kabul ettim" demesi gerekir. Sâdece: "Ortak olduk" demek yeterli olmaz. Aksine mezkûr izne delâlet eden açık bir ifâdenin kullanılması şarttır.

îki ortağa gelince, bunlardan her birinin reşid, baliğ ve hür olması şart­tır. Sefih, deli, çocuk veya ticâret iznine sahip olmayan kölenin yaptığı şir­ket akdi sahih olmaz. Zorlanan veya yetkisi olmayan fuzûlî kimsenin yaptığı şirket akdi de sahih olmaz. A'mâ'nm şirket akdi sahih olur. Ancak tasarru­fu başkasının yapması, mal teslim almada başkası ona vekâlet etmesi gereklidir. Tabiî a'mâ da reşid ve baliğ olmak gibi başkasına vekâlet vermeye ehil olmalıdır.

Şirket sermâyesine gelince, bunun için de bazı şartlar gereklidir.

1- Sermâye, misli bulunur mallardan olmalıdır. Misli bulunur maldan amaç: Tartı veya ölçekle belirlenebilen ve selem akdine konu olabilen mal­lardır. Altın ve gümüş paralar gibi... Bunlar, tartı ile belirlenebilir. Buğday, arpa ve pirinç gibi... Bunlar, ölçekle belirlenebilir. Bunlar dışında ölçek ve tartıya gelmez ticâret metâlarına gelince, onların şirkete sermâye olarak ko­nulmaları sahih olmaz. Ancak ortaklardan biri, karışık olarak kendi malı­nın bir kısmını arkadaşının malının karşılığında satar (takas eder) sa, sonra da ortaklardan her biri, ticâret için diğerine tasarruf izni verirse, bu durum­da cinsleri aynı da olsa ayrı da olsa ticâret metâınin şirkete sermâye yapıl­ması sahih olur.          

2- Şirket akdini yapmadan önce ortakların mallan biribİrinden ayırde-dilemeyecck şekilde biribirine katılmalıdır. Akid yapıldıktan sonra biribirle-rine katılacak olursa, bir kavle göre şirket sahih olur. Bir kavle göre sahih olmaz. Sahih olmaz diyen kavle göre sîganın yenilenmesi gerekir.

3- Ortaklardan her birinin verdiği mal, aynı cinsten olmalıdır. Ortak­lardan birinin sözgelimi altın, diğerinin gümüş vermesi veyahut bunun tersi­ne birinin gümüş diğerinin altın vermesi sahih olmaz. Aynı şekilde ortaklardan birinin on kuruşluk gümüşlerden, diğerinin beş kuruşluk gümüşlerden ver­mesi sahih olmaz. Ancak hîbe veya miras yoluyla muhtelif cins mallara sa­hip olmuşlarsa, bu malların cins bakımından bir olmaları şartı aranmaz. Şart olan, ortaklardan her birinin ticâret yapmak için diğerine tasarruf izni ver­mesidir. Mûtemed olan görüşe göre ortakların ne sermâye, ne de çalışma ba­kımından  eşit   olmaları   şart   değildir.   Ortaklardan   birinin   sermâyesi, diğerininkinden fazla olabilir. Bu durumda; fazla sermâyesinin karşılığında yapmış olduğu çalışma, onun şirkete bir teberru ve bağışı olur. Bu çalışma karşılığında kârdan pay alma hakkına sahip olamaz. Evet, kâr ve zararın, eşit miktarda da çalışmış olsalar, farklı miktarda da çalışmış olsalar, sermâ­yeleri nisbetinde ortaklar arasında paylaştırılması şarttır. Ortaklardan biri yüzbin lira, diğeri ellibin lira vermişse, elli bin liralık sermâye sahibinin üçte bir kâr alması gerekir. Bundan daha fazla veya eksik oranda kâr payı alması şart koşulursa, akid fâsid olur. Böyle olunca da ortaklardan her biri, kendi çalışmasının ecr-i mislini alır. İkisi eşit miktarda sermâye sahibi iseler, biri­nin, arkadaşının malındaki çalışması, diğerinin kendi malındaki çalışması karşılığında olur ve bu, mufâvada şirketi olur.

Hanbelîler dediler ki: Şirketlerde aranan şartlar üç kısma ayrılırlar:

1- Sahih olan şartlar. Bunlar zarara yol açmazlar. Akdin gerçekleşmesi

de bunların bulunmasına bağlı değildir. Ortaklar, sözgelimi şu fiyattan aşa ğısına satmamayı, falan mıntıkadan başka yerde ticâret yapmamayı, malla birlikte sefere çıkmamayı ve bunlara benzer şeyleri şart koşabilirler. Bu şart­ların hepsi, zararsız olup sahihtirler.

2- Akdin gerektirmediği fâsid şartlar. Meselâ bir yıl süreyle akdi feshet -memeyi veya malı illâ da sermâyesine satmayı veyahut malı kendisinden sa­tın alınana satmamayı ve bunlara benzer şeyleri şart koşmak gibi. Bu şartlar, akdin fâsid olmasına neden olmazlar. Kendileriyle de amel olunmaz.

3- Akdin sahih olması için bulunması gereken şartlar: a- Her iki sermâye, iki ortakça bilinir olmalıdır.

b- Her iki sermâye, akidleşme esnasında hazır bulunmalıdır. Gâibte ve­ya zimmette ki bir mal ile -mudârebe malı gibi- şirket kurmak sahih olmaz.

c- Ortaklardan her biri için, yarı veya üçte bir gibi belli oranda kâr payı verileceğini şart koşmak gerekir.

d- Mudârebe bahsinde anlatılan diğer şartlar burada da aranır. Dileyenler, o kısma başvurabilirler.

 

Ortakların Şirket Malında Ve Diğer Şeylerde Tasarrufta Bulunmaları

 

Ortaklardan her biri, alım-satim ve diğer işleri yaparak şirket ser­mayesiyle tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mezheblerin buna iliş­kin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(32) Hanefîler dediler ki: Ortakların tasarrufları, şirketlerin türüne gö­re değişik hükümler arzeder. Mufâvada şirketindeki tasarrufları iki kısma ayrılır:

1- Ortaklardan her birinin şirket malında tasarrufta bulunması.

2- Ortaklardan her birinin, ortağının başkasıyla akidleşmesinden vukû-bulan şeyde tasarrufta bulunması. Birinci kısım birkaç şekilde olur:

a- Ortaklardan her biri, şirket malım az veya yüksek bir fiyatla satabi­lir. Ancak bu satış, normal olarak halk arasında cereyan etmeyen aşın bir aldatmayı içermemelidir. Aksi takdirde satış caiz olmaz. Şirketteki malları, ticâret mallarıyla mı takas edebilir veya bu malları, ticâret mallarının değeri ile mi, yoksa nakiller karşılığında mı satabilir? Bu hususta görüş ayrılığı vardır.

b- Ortaklardan her biri, aşırı aldatmayla olmadıkça şirket malını, oğlu gibi kendisi aleyhindeki tanıklığı kabul edilmeyecek kimselere satabilir.

c- Ortaklardan her biri, şirket malım başkasının yanına emânet bıra­kabilir.

d- Ortaklardan her biri, peşin veya vadeli olarak ahm-satim yapabilirler. Her biri, başkasıyla selem akdi yapabilir. Meselâ parasını peşin verip bilâhare teslim almak veya parasını peşin alıp bilâhare, belli bir süre sonra teslim etmek üzere mal ahp satabilrler.

e- Ortaklardan her biri peşin para vermeksizin vadeli olarak mal satın alabilir ve bu malı da alış fiyatından daha eksiğine peşin parayla satabilir ki, ele geçirdiği hazır paradan yararlanabilsin.

f- Ortaklardan her biri, şirketin borcuna karşılık olarak şirket malını rehine koyabilir. Ancak ortağının, rehin bırakmış olduğu maldaki hakkı ka­dar değeri tazmin etmekle yükümlü olur. Ama rehine koyduğu malın değeri borcundan fazlaysa, o zaman tazmin etmekle yükümlü olmaz. Şirket borcu­na karşılık olarak kendi şahsî malını rehine koyacak olursa, ortağı borçtan kendi payına düşen miktardan sorumlu olur. Gerektiğinde, malını rehine ko­yan ortak, bu kadarhk fneblağı ondan alır.

g- Ortaklardan her biri et, ekmek ve meyve gibi yiyecek maddeleri hedi­ye edebilir. Örfün dışına çıkmamak kaydıyla düğün yemeği verebilir. Altın ve gümüş gibi yiyecek maddesi olmayan şeyleri hediye etmesi ise caiz olmaz.

h- Diğerinin iznini almadan ortaklardan her biri, şirket malıyla sefere çıkabilir. Sahih olan görüş budur. Sonra eğer bu sefere ortağının izniyle çık­mışsa, kendi şahsı için yiyecek ve katık maddeleri satın almaya kira bedelini ödemek amacıyla şirket sermâyesinden masraf edebilir. Tabiî eğer kazanma-mışsa...Ama kazanç sağlamışsa, bu masrafları kazançtan düşer.

i- Ortaklardan her biri, şirket malını mudârebeye verebilir. Meselâ; kâ­rın bir bölümü karşılığında, çalıştırmak ve arta kalan kârı da ortaklar ara­sında paylaşmak üzere ortaklardan biri, şirket malından başkasına, sözgelimi yüzbin Iİra verebilir. Ortaklardan herhangi biri, bir başka şahıstan mudâre­be yapmak üzere sermâye alabilir. Ama bu durumda sağlayacağı mudârebe kazancı, kendi şahsına özgü olur.

j- Ortaklardan her biri, şirket malını vererek başkasıyla şirket-i inan ku­rabilir. Diğer ortaklarından izin alsın almasın, inan şirketini kurması caiz olur. Ortağından izin almadan başkasıyla mufâvada şirketi kuramaz. Bu şir­keti babası ve oğlu gibi bir yakınıyla kurması veya kendisine uzak biriyle kur­ması arasında bir fark yoktur.

k- Ortaklardan her biri, kendi yerine başkasını vekil tâyin edebilir. Şir­ketin bir kısım malını vekile vererek, şirket malıyla ticâret yapmasını ona emredebilir. Diğer ortak bu vekili azledecek olursa, bu vekil eğer ahm-satım ve icar işleriyle görevliyse, yapılan azil geçerli olur. Ama vekil, müvekkil olan ortağın şirket malından sattığı bir eşyadan dolayl kalan bir borcu tahsil et­mekle görevliyse, diğer ortağın azletmeye yetkisi yoktur. Çünkü ortaklar­dan birinin, diğerinin sattığı mal dolayısıyla kalan borcu tahsil etmeye veya o maksatla dava açmaya yetkisi yoktur. Ancak satışı yapmış olan ortak bu işe yetkilidir. Hal böyle olunca, satışı yapmamış olan ortağın, diğeri tarafından borç tahsili için görevlendirilen vekili azletmeye yetkisi de olmaz.

I- Ortaklardan her biri, şirket malından bazı şeyleri iğreti olarak başka­sına verebilir.

m- Ortaklardan her biri, buraya kadar sıralanan maddelerdeki işleri yap­maktan diğerini menedebilir. Eğer kendi payında bu tür tasarruflarda bu­lunmasını menettiği halde diğeri muhalefet ederse, tazminat ödemesi gerekir. Meselâ "Malımla birlikte sefere çıkma" dediği halde diğeri buna aldırma­yıp sefere çıkar ve seferden ötürü mal telef olursa, ortağının payım tazmin etmesi gerekir. Ortaklardan biri, diğerinin iznini almaksızın şirket malından başkasına ödünç veremez. İzinsiz olarak verirse şirket fâsid olmaz, ama di­ğer ortağın payından sorumlu olur.

İkinci kısma gelince bu, ortaklardan birinin, diğer ortağın başkasıyla yapmış olduğu akidler üzerinde tasarrufta bulunmasıdır ki, bunun da bir­kaç şekli vardır:

a- Ortaklardan biri, diğerinin yaptığı bir satışı ikâle ederse (müşterinin satışı geri bozmasını isteyip de kabul ederse) ikâlesi geçerli olur. Meselâ or­taklardan biri, yüz liraya bir mal satar da müşteri ikâle talebinde bulunur, bu satışı yapmamış olan başka bir ortak bu ikâleyi kabul ederse, ikâlesi ge­çerli olur. Selem de satış gibidir.

b- Ortaklardan biri, vadeli olarak şirket malını satar da vefat ederse, diğer ortak, kendi payına düşenden fazlasını müşteriden taleb edemez. Me­selâ borcun yansı kendisinin hakkı ise, borçlu olan müşteri borcun yarısını kendisine ödediğinde onun borcundan kurtulmuş olur. Vefat eden ortağın hakkını, onun mirasçıları taleb ederler.

c- Ortaklardan biri, şirkete ait bir mal satar, sonra onun bedelini müş­teriye bağışlar veya onu borçtan ibra ederse caiz olur. Diğer ortağın payına düşen bedeli kendisinin tazmin etmesi gerekir.

d- Ortaklardan birinin, vâdesi gelmiş şirket alacağını ertelemesi caizdir. Bu ertelemesi, bütün ortaklar için geçerlidir. Borç akdini ortaklardan biri de yapmış olsa, hepsi de yapmış olsa, ortaklardan birisi, erteleyebilir.

e- Ortaklardan birisi bir mal satın alırsa, o malın bedelinin ödenmesi hususunda diğer ortaklar da kendisiyle birlikte Ödeme yükümlülüğü altına girerler. O malı satın almış olan ortak gibi hepsi sorumlu olurlar. Ortaklar­dan her bîri, diğerinin satın almış olduğu eşyayı, satıcısından teslim alabilirler.

f- Ortaklardan her biri, diğerinin satın almış olduğu malda da bu ne­denle o malı geri verme hakkına sahiptir. Ortaklardan biri bir mal satın alır da sonra o malın satıcıya âit olmadığı açığa çıkarsa, ortaklardan her biri, bu malın bedelini satıcıdan taleb edebilir.

f- Ortaklardan biri ikrarda bulunursa, bu ikrarı, hem kendi şahsı, hem de ortakları için geçerli olur. Ancak ikrarda bulunduğu kimseye -meselâ bu kimseler babası ve oğlu gibi kendisi aleyhinde tanıklığı kabul edilmeyen kim­seler iseler- nisbetle töhmet altına almacaksa, bu ikrarı geçerli olmaz.

Ortakların inan şirketindeki tasarruflarına gelince; bu da birkaç madde halinde sıralanabilir:

a- İnan şirketindeki ortaklardan her biri; alım, satım ve kiralama için, kendi yerine başkasını vekil tâyin edebilir. Diğer ortak bu vekili azledebilir. Ama ortaklardan biri, bir borcu tahsil etmek için başkasını vekil tâyin eder­se, diğer ortak bu vekili azledemez. Nitekim mufâvada şirketinde de bu hu­susa değinilmişti. Bâzıları, bunun sâdece mufâvada şirketine özgü bir hüküm olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan başka mufâvada şirketindeki ortaklar için tanınan bütün tasarruf yetkileri, inan şirketindeki ortaklar için de ge­çerlidir. Mufâvada şirketindeki ortakların menedildiği işlerden, İnan şirke­tindeki ortaklar da mefıedilmişlerdir. Ancak bâzı hususlar bundan istisna edilmiştir:

aa- İnan şirketindeki ortaklardan biri, diğerinden izin almaksızın baş­kasıyla ortaklık yapamaz. İki kişi bir araya gelerek inan şirketi kurar, sonra bunlardan biri, ortağından izin almaksızın üçüncü bir kişiyle ortak olursa, elde edilen kazanç üçü arasında paylaşılır. Üçüncü kişi, bu ikinci ortaklık­tan elde edilen kazancın yansını alır. Kârın geri kalan yarısı ise birinci ve ikinci kişiye âiî olur. Ortak olmayan kişi, bir mal satın alırsa, o malın kârı kendisine özgü olur.

bb- înân şirketinde satış işine girmemiş olan ortak, şirkete âit bir eşyayı rehine koyamaz. Şirket borcuna karşılık olarak şirket malını rehine koya­cak olursa, rehineden kendisi sorumlu olur. Başkasının zimmetinde bulunan ikisine âit bir borca karşılık olarak, borçludan bir eşyayı rehin alırsa bu, or­tağı için yeterli olmaz. Rehine kendisinin elinde telef olur ve değeri de borca eşitse alacaktan kendi payına düşen kısım zayi olmuş olur. Ortağı, borçtan kendi payına düşen kısmı tahsil etmek için borçluya başvurur. Rehinenin sahibi olan borçlu da, rehineyi telef etmiş olan ortağa giderek, rehnin değerinin ya­nsını taleb eder. İşi bu kadar uzatmadan da ortak, kendi payını istemek üzere, rehini telef etmiş olan ortağa müracaat edebilir.

cc- Şirkette satış işine karışmış olan ortak, şirket alacağına karşı mal rehin alabileceği gibi.şirket borcuna karşı şirket malını rehine de koyabilir. Ortaklardan biri vadeli olarak borca mal satın alır ve bu borca karşılık ola­rak şirkete âit bir malı rehine koyarsa, bu rehin bırakma işi, her iki ortak nâmına geçerli olur.

Mâlîkîler dediler ki; Mufâvada şirketindeki ortaklardan her biri, şu sayacağımız tasarruflarda bulunma yetkisine sahiptir:

1- Ortaklardan her biri, kendi ticâretini revaçlandıracak kimselerin gön­lünü kazanmak amacıyla şirket malından az miktarda bağışta bulunabilir.

Bu da zamanımızdaki eşantiyonlara ve reklamlara yapılan harcamalara ben­zemektedir. Yİne ortaklardan her biri, fakirin eksiğini gidermek ve gediğini kapatmak amacıyla şirket malından az miktarda sadaka da verebilir. Âlet-edavâtın iğreti olarak verilmesi gibi halk arasında alışılagelen ufak tefek iş­leri de yapabilir.

2- Ortaklardan herhangi biri, kendisi için falan beldeden falan eşyayı satın alması için, başkasına şirket malından bir miktarını verebilir, buna 'ibda denir. inan şirketindeki ortakların bunu yapmaya haklan vardır. Tabiî bu da şirket sermâyesinin geniş olması durumunda sahih olur. Aksi takdir­de ortağın izni olmadan sahih olmaz.

3- Mufâvada ortaklığını yapmakta olan ortaklardan her biri, emânet ver­meyi gerektiren bir mazeret durumunda, şirket malını güvendiği bir kimse­nin yanına emânet olarak bırakabilir. Mazeretsiz olarak emânet bırakması durumunda, emânet bırakan kişi o maldan sorumlu olur.

4- Ortaklardan her biri, malın belirli bir bölümünde mufâvada veya inan şirketi kurabilir. Öyle ki; yeni ortak, ancak belirtilen malda şirket çalışması (ticâret) yapabilir. Eğer şirketin bütün malında birinci ortağın iznini alma­dan çalışırsa, sahih olmaz.

5- Şirket sermâyesi geniş ise ortaklardan biri, şirketin bir kısım malını mudârebe olarak başkasına verebilir. Sermâye geniş değilse, bunu yapmak için ortağından izin alması gerekir. Aksi takdirde sahih olmaz.

6- Eğer ticarî bir fayda varsa, kendisinin veya ortağının satmış olduğu bir malı (geri) kabul edebilir. Eğer ticari bir fayda olmadan (geri) kabul ederse, hissesine düşecek kadarını ortağına vermesi gerekir.

7- îster kendisinin, ister ortağının satın almış olduğu malı, ayıplı da ol­sa, kabul edebilir. Bunun için ortağının iznini almasına gerek yoktur. Bura­ya kadar sıralanan işleri, diğeri menetse de, kabule yanaşmasa da ortaklardan herhangi biri yapabilir.

8- Ortaklardan biri, şirketin borçlu olduğuna dâir ikrarda bulunabilir. Bu ikrarından Ötürü o borç, şirket malından ödenir. Diğer ortağın kendisine düşen payı ödemesi gerekir. Tabiî bunun üç şartı vardır:

a- Lehine ikrarda bulunulan kişi, bu ikrarı onaylamalıdır. Yalanlaya­cak olursa, diğer ortağın bir şey ödemesi gerekmez.

b- Lehine ikrarda bulunulan kişiyle ikrarda bulunan ortak arasında babahk-oğulluk gibi itham nedeni olabilecek bir yakınlık bulunmamalıdır. Lehine ikrarda bulunduğu kimse bu tür yakınlarındansa, diğer ortağın bir şey ödemesi gerekmez. Sâdece ikrarda bulunan ödemekten sorumlu olur.

c- İkrar, şirket kuruluyken kendisine olan nisbeti dolayısıyla itham altı­na alınmayan bir kimse lehine olmalıdır. Şirketin dağılmasından sonra ik­rarda bulunur ve lehdar da onu onaylarsa, kendi payına düşen borcu lehdara ödemesi gerekir. Sonra da ortağının payına düşen borç için şahit mevkiine geçer. Kendisiyle lehdar yemin ederler. Bundan sonra da diğer ortak, kendi payına düşen borcu ödemekle yükümlü olur.

9- Ortağının iznini almaksızın, şirket malını borca satabilir. Ama orta­ğının iznini almaksızın,borca satın alamaz. Aksi takdirde ortağı, red veya kabulden birini seçme muhayyerliğine sahip olur. Reddetmesi durumunda, borca satın alınan malın bedelini sâdece onu satın alan ortak ödemekle yü­kümlü olur. Borca satın alman bu mal, ortaklar arasında belirli de olsa (me­selâ ortaklardan birinin diğerine "falan eşyayı satın al" demesi gibi) belirsiz de olsa (meselâ ortaklardan birinin diğerine "Hoşuna giden şeyleri satın al" demesi gibi) hüküm aynıdır. Ortağı kendisine, belirli bir eşyayı borca satın alması için izin verirse sahih olur. Ama herhangi bir eşyayı borca satın al­ması için izin verirse sahibi olmaz. Çünkü bu zimmet ortaklığı cümlesinden olur. Bilindiği gibi, bu mezhebe göre zimmet ortaklığı caiz değildir.

10- Mufâvada şirketindeki ortaklardan her biri, mudârebe ticâreti yap­mak amacıyla kendi ortağından başka bir kişiden sermâye alabilir. Bu ser­mâyeyi çalıştırmakla elde edeceği kazanç, şahsına âit olur. Ortağının bu kârda hiç payı yoktur. Ama bu mudârebe ticâretini yaparken de birinci şirkette yap­ması gereken işi aksatmaması gerekir. Eğer birinci şirketteki çalışmasını ak­satıyorsa, birinci ortağının kendisine izin vermiş olması şarttır. Yoksa başkasıyla mudârebe yapamaz. Yine bunun gibi ortaklardan biri kendi nez-dinde bulunan emânet bir malla ticâret yaparsa, bunun kârı da zararı da ken­disine âit olur. Ortağı, ne kâra ne da zarara karışır. Ancak ortağı onun bu ticâretinden haberdar olup mâni olmamışsa, kâr ve zarar bakımından onun­la birlikte sorumlu olur.

Şâfiîler dediler ki: Ortaklardan her biri, maslahata uygun tasarruf­larda bulunabilir. Ortaklardan birinin, diğerine zarar verecek tasarruflarda bulunması sahih olmaz. Ortaklardan biri, şirket malına fiyat veren birisiyle prensip olarak anlaşır da ondan sonra o malı, rayiç bedelinden fazla bir fi­yatla satın alacak bir müşteri bulursa, ortaklarının yararı uğruna birinci an­laşmayı bozması gerekir. Ortaklardan biri muhayyerlik şartıyla şirket malını satar da bilâhare muhayyerlik süresi dolmadan daha fazla fiyat veren bir müş­teri bulursa, maslahat dolayısıyla önceki akdi feshedip fazla fiyatla satması gerekir. Ortaklardan hiçbiri, şirket malını borca veya kendi beldesinde teda­vülde bulunmayan bir parayla veyahut kendi beldesinin parasından daha az değerdeki bir parayla satma hakkına sahip değildir. Çünkü bundan ortakla­rın maslahatı zarar görür. Aynı şekilde ortaklardan hiçbiri, halk arasında normal olarak karşılaşılmayan aşırı aldatmayla mal satamaz. Zorunluluk ol­madıkça şirket malıyla birlikte sefere çıkamaz. Tabiî eğer ortakları bu hu­susta kendisine izin verirler de, şirket malıyla birlikte sefere çıkarsa ve bu mal da telef olursa, bedelim tazmin etmesi gerekmez. Aksi takdirde tazmi­nat ödemesi gerekir. Sonra eğer şirket malım borca satar veya kendi belde sinde tedavülde bulunmayan bir parayla ya da, aşın bir aldatmayla satarsa, bu satışı, ortağının payına düşen malda sahih olmaz. Ortağının payına dü­şen kısmı, ortağına teslim etmesi gerekir. Sattığı maldan kendi payına düşen kısmın satışına gelince, bazılarına göre satışın bu kısmı sahihtir. Sahihtir di­yenler; satış akdi, satılan malın bir kısmında sahih, bir kısmında fasit ola­rak ikiye bölünebilir, düşüncesine dayanmaktadırlar ki buna, alışverişin ayırdedilmesi denir. Bazılarına göre bu satış, ortağının payına düşen kısım­da sahih olmadığı gibi kendi payına düşen kısımda da sahih olmaz. Sahih olmaz diyenler, satış akdinin ikiye bölünemeyeceği düşüncesine dayanmak­tadırlar.

Birinci görüşe göre müşteri, aslî ortağın ortağı olmaktadır. Çünkü; o malı kendisine satan ortağın payına sahip olmaktadır. İkinci görüşe göre ise satışın tümü bâtıldır.

Ortaklardan hiç biri, diğerlerinden izin almaksızın, şirket malını başka­sına vererek ücretsiz olarak mal satın aldıramaz. Ücret vermeksizin şirket sermayesiyle başkasına mal satın aldırmaya ibda denir. Ortaklık akdi, ortakların ikisini de bağlamaz. İkisinden biri, dilediği zaman akdi feshedebi­lir, îkisi birlikte feshederlerse, işten azledilmiş olur. Ortaklardan biri, diğerini azlederse, bu azli geçerli olur. Diğer ortak da kendisini azledinceye kadar işbaşında kalır. Ortaklardan birinin ölmesi veya sürekli delirmesi durumun­da şirket, feshe uğrar.

Hanbelîler dediler ki: Ortaklardan her biri, mudârebe bahsinde ge­çen işleri yapamazlar. Mudârebede yapılması yasaklanan işler, şirkette de yasaktır. Dileyenler, mudârebe bahsine başvurabilirler.

 

Ortaklardan Birinin Şirket Malının Telef Olduğunu Ve Benzer Şeyleri İddia Etmesi

 

Prensip olarak ortak, şirket malı üzerinde güvenilir olan bir kişi­dir. Güvenilir kişinin İddialarını ise doğrulamak gerekir. Pak ve terte­miz olan İslâm şeriatının, şirket akdinde gözönünde bulundurulmasını teşvik ettiği birinci esas budur. Bu teme! ilke ihlâl edilecek olursa şirket bozulur; küçük olsun büyük olsun, yaptıkları işlerde ortaklar hezimete ve zaafa uğrarlar. Bu nedenle de Rasûlullah (s.a.v.) efendi­miz buyurmuşlardır ki:

"Allah (c.c.) buyuruyor ki; İkisinden biri arkadaşına hainlik etme­dikçe ben, iki ortağın üçüncüsüyüm. Hainlik ettiğinde aralarından çı­karım.[1]

Bu hadîsin anlamı şudur ki; noksanlıklardan münezzeh olan yü­ce Allah, her birisi arkadaşının malı üzerinde güvenilir olduğu, az ve­ya çok, hiç hainlik etmediği sürece her iki ortağa yardımcı olmakta devam edecektir. Kötü arzu ve emeller ortaklardan birini arkadaşına hainlik etmeye teşvik ederse, Cenâb-t Allah bu yardımından vazge­çer. Allah'ın kendisine yardımcı olduğu bir insan, hem bu dünyada hem ahirette mutlaka başarıya ulaşır ve en güzel sonuçlan elde eder. Ama Rabbinin yardımına mazhar olmayan kimse, hem bu dünyada hem ahirette hüsrana uğrar; helak olmaya mahkum olur. Dürüstlük, ortakların başarıya ulaşması için esastır. Hainlik de, ortakların hezi­mete uğrayıp zarar etmelerinin esas nedenidir. Bu, hiç bir delile ge­rek kalmaksızın his ve müşahede İle bilinen bir gerçektir. Müsait ortamda bulunmasına rağmen yerinde yeller esmekte olan; buna kar­şın ona nisbetle çok daha az sermayeli ve elverişsiz ortamlarda bu­lunduğu halde varlığını gün be gün geliştirerek sürdüren bir çok şirketler görmekteyiz. Varlığını sürdüren şirketler, ortakların anlaş­mada ileri sürdükleri şartlan tam olarak uygulamaları, her hususta dürüstlüğe sarılmaları, her davranışlarında hainlikten uzak durma­ları sayesinde sürdürmektedirler.

Eğer böyle olursa, ortaklardan her birinin kâr, zarar ve bunlara benzer hususlardaki iddiaları doğru kabul edilir. Mezheblerin bu ko­nudaki detaylı açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(33) Hanefîler dediler ki: Kâr ve zararın miktarı, mal kaybedilme­si, malın ortağa verilmesi hususunda ortaklardan her birinin iddiası, yemin ettikten sonra doğrulanır. Öyle ki; öldükten sonra ortağının payını ödediği­ni iddia ederse, yemin ettikten sonra sözü doğrulanır. Görmez mısın ki; ada­mın biri, başkası nezdinde bulunan emânetini teslim alması için bir başkasını vekil olarak görevlendirir ve bilâhare vefat ederse; vekil, müvekkilin vefa­tından önce o emâneti teslim aldığım, müvekkile teslim etmeden kendi elın-deyken telef olduğunu iddia ederse, vârisler onu yalanlasalar bile sözü doğrulanır. Kendisi emin kişi olduğu için tazminat ödemekle yukumlu ol­maz veya müvekkile teslim ettiğini söyleyecek olursa, yine aynı nııkum ge­çerlidir, sözü doğrulanır. Ama bir kişi, alacağını tahsil etmesi için bir obasını vekil tâyin eder, sonra ölür de vekil böyle bir iddiada bulunursa, iddiası Ka­bul edilmez. Borçlu da borçtan kurtulmuş olmaz.

Hükmün bu şekilde verilmiş olması; borçlunun, zimmetini meşgul et­miş olmasından ötürüdür. Borçlu, borcunu hak sahibine ödediğinde, onun da zimmetini meşgul etmiş olur. Böylece borçlu için de alacaklının zımmetinde bir şey sabit olmuş olur. Tıpkı kendi zimmetinin borçla meşgul olması gibi. Böylece her ikisi, yani borçluyla alacaklı, dengi dengine karşı karşıya gelmiş olmaktadırlar. "Borçlar, misilleriyle ödenirler" sözünün anlamı işte budur.Bunda ölü için tazminat vardır.Başkasını tazminatla yükümlü kılma­da vekilin sözü doğrulanmaz. Ancak tazminatı kendi şahsından uzaklaştır­mada ve reddetmede sözü doğrulanır. Bu sebeple de vekil borcu tazmin etmez. Borçlu da kendisine başvurarak bir talepte bulunamaz. Özetleyecek olursak vekil, tazminatı kendi şahsından uzaklaştırılıp, reddetmeye dâir bir iddiada bulunursa, iddiası kabul edilir. Ama başkasını tazminatla yükümlü kılmaya dâir bir iddiada bulunursa, kabul edilmez.

Ortak, şirket malına tecâvüzde bulunursa, tazminat ödemekle yüküm­lü olur. Emanetçi kişi de kendisine emânet edilen mala tecâvüzde bulunursa tazminat ödemekle yükümlü olur. Ortak, diğer ortağının payının ne kadar olduğunu açıklamaksızın öldüğünde de tazminata mahkûm olur. İki kişi or­taklık kurar da bunlardan birisi ticâret yaparak borca mal satar ve ölümün­den önce ortağının bu şirket alacağındaki payım açıklamazsa, borçlunun yanında zayi olmuş olsa bile mirasçılar, diğer ortağın payını tazmin etmekle yükümlü olurlar. Ama ölmezden önce açıklarsa tazminata gerek kalmaz. Or­taklardan biri, diğerini borca mal satmaktan meneder, buna rağmen diğeri satarsa, satıcı ortağın payını ilgilendiren satış geçerli olur. Diğerinin payını ilgilendiren satış, askıda kalır. Diğer ortak satışı onaylarsa, kârı paylaşırlar. Onaylamazsa satış bâtıl olur. Bunun hükmü, mudârebe akdinde sermâye sa­hibinin mudâribi kendi sermayesiyle birlikte sefere çıkmaktan menetmesine rağmen, mudâribin sefere çıkmasının hükmü gibidir ki, bundan önce söz edilmişti.

Şâfiîler dediler ki: Ortak, şirket malı üzerinde güvenilir bir emanet­çi hükmündedir. Ortaklardan her birinin kâr ve zarar miktarı, malın bir kıs­mını ortağına vermiş olma gibi konularda ileri sürdüğü iddia doğrulanır. Şirket malının telef oluşu konusundaki iddiası hususunda bazı tafsilâtlar vardır. Çünkü bir sebep belirtmeksizin veya hırsızlık gibi gizli bir sebep belirterek malın telef olduğunu iddia ederse, bu iddiası yeminsiz olarak doğrulanır. Ama yangın gibi görünür bir sebeple telef olduğunu iddia ederse; yangının vukû-bulduğuna ve bu yangında ticâret malının yandığına delil getirirse iddiası doğ­rulanır. Aksi takdirde doğrulanmaz. Yangının meydana geldiği bilinir, ama bu yangında ticâret malının yanmış olduğu bilinmezse, yemin etmesi şartıy­la iddiası doğrulanır.

Ortaklardan biri, "Şu malı şirket nâmına satın aldım." diye iddia eder; diğeri de "hayır, kendi nâmına satın aldın. Çünkü o malda fiyat fazlalığı vardır" diye iddiada bulunursa, veya iddialar bunun tersine olursa, bu du­rumda mal hangisinin elindeyse onun iddiası doğrulanır. Malı elinde bulun­duran, ikisinin hesaplaşıp paylaştıklarını, elindeki malın da kendisine özgü olduğunu iddia eder de ortağı bunu inkâr ederse, inkâr edenin sözü kabul edilir. Çünkü aslolan paylaşmamaktır.

Mâlikîler dediler ki: Ortaklardan biri, şirket malının semavî bir âfetle telef olduğunu veya yaptığı ticarî çalışmanın sonunda zarar ettiğini iddia eder; diğer ortak bu iddiayı yalanlayarak malı gizlediğini, ne telef ve ne de zararın vuku bulmadığını iddia ederse iki durum sözkonusu olur:

a- Ortağının bir cemaatle bulunması, şayet telef olsaydı, bu cemaatin mutlaka haberdar olacağını, ama cemaatin ondan böyle bir olayın meydana geldiğini duymadığını veya sattığı malın kârlı bir mal olduğunu, zarar etme­sinin mümkün olmadığım söylemesi gibi kendi iddiasını kuvvetlendirici ka­rineler getirir.

b- Veya bu iddiasını kuvvetlendirecek karineler getirmez. Her halükâr­da, iddiayı inkâr edenin s$zü kabul edilir. Sonra iddia sahibinin yalan söyle­diğine dâir karine getirirse, iddiacı telef olan malı veya zararı tazmin eder. Herhangi bir belge veya delil bulunmadığı için ortağının iddiasını çürütebi­lecek karineler getiremezse, diğerine zarar veya telefin vukûbulduğuna dâir yemin ettirilir.

Ortaklardan biri kendi şahsı veya ailesi için bir mal satın aldığını iddia eder; diğeri de o malı şirket namına satın aldığını söyleyerek inkâr ederse ve bu mal da yiyecek ve giyecek eşyası olmak gibi kendisine ve ailesine uy­gunsa, yemin etmesine gerek kalmaksızın birincinin iddiası kabul edilir. Ama o mal kendisine uygun değilse, iddiası doğrulanmaz, satın aldığını da şirkete vermesi gerekir.

Ortaklardan biri, sermâyenin üçte ikisinin kendisine ait olduğunu iddia eder, diğeri de her birinin sermâyesinin yansına sahip olduğunu söylerse, yarıyı iddia edenin sözü doğrulanır. İkisinin yemin etmesinden sonra aralarında yarı yarıya paylaştırılır.Bazıları derler ki: Üçte ikiyi iddia edene yansı; yarıyı id­dia edene üçte biri verilir. Arta kalan tartışma konusu altıda bir ise ikiye bö­lünür. Üçte birin sahibi, bunun üçte birini ve altıda birin yansını alır. Anlaşmazlık, ikiden fazla ortağın arasındaysa mal, şahıs sayısına göre tak­sim edilir.

Ortaklardan biri, diğerinin elinde gördüğü malın şirkete âit olduğunu iddia eder, diğeri de bunu inkâr ederek elindeki malın kendi şahsına âit ol­duğunu söylerse, iki durum söz konusu olur:

a- Her ikisinin, mufâvada ortakları olarak tasarrufta bulunduklarına veya mufâvadayı ikrar ettiklerine dâir bir beyyinenin bulunması veya şirketi her ikisi kurduğu halde, iddiayı inkâr edenin buna ilişkin bir delilinin bulun­maması.

b- İddiayı inkâr eden kişi, öbür ortağın elindeki malın kendisine miras kaldığına veya hîbe edildiğine veya bu gibi yollarla kendi mülkiyetine intikal ettiğine tanıklık eden bir beyyine getirirse, bu durumda o mal, yalnızca iddi­ayı inkâr edene âit olur. O malın şirketten önce kendisine gelip şirkete dâhil olmadığına tamklıkda etse, o mala sahip oluşundan önce varolduğunu söy­ler de o malın şirkete girmediğine tanıklık etmezse, mal şirketin olur.

Hanbelîler dediler ki: Ortak, ortağına nisbetle emindir. Çünkü vekil gibidir. Sermâye ve kârın miktarı, kâr sağlayıp sağlamadığı, iddia ettiği mal telefiyeti hususunda ortağın sözü muteberdir. Meğer ki diğer ortak, aksi is­tikamette tanıklık eden bir beyyine getirsin. O zaman sözü muteber olmaz. Görülür bir sebepten ötürü, malın telef olduğunu iddia ederse, bu iddiasını teyid edici bir beyyine getirmesi gerekir. Sonra da malın o sebeple telef ol­duğuna yemin eder. Kendi şahsı için veya şirket için satın aldığı şeylerde söz, kendisinindir.

 

Icare

 

Tanımı, Rükünleri Ve Kısımları

 

Hemzenin kesresiyle "icâre", bazan hemzenin fethasıyla bazân da zammesiyle "ücâre" şeklinde okunabilirse de en yay­gın olanı, hemzenin kesresiyle "icâre" şeklinde okunanıdır. İcâre kelimesi, "darabe" ve "katele" veznindeki fiilinin simâî masdarıdır. Muzâri, "ye'cürü" şeklindedir. Cim harfinin kes­resi veya zammesiyle"ecire" veya"ecure"ninlügattaki anlamı, yapı­lan işin karşılığıdır. Bazıları icâre'nin simâî masdar olmadığını söylemişlerdir. Çünkü "darabe" gibi olan "ecere" fiilinin kıyâsı mas-darı, aynen darp veznindeki "ecr"dir. Ki "ecr"İn anlamı, cevap ve gü­zel mükâfaattır. "İcâre"nin, onun masdarı olduğu işitilmemiştir. Bilakis o, verilen ücretin adıdır. Az ileride tanımlamamız gereken de medli olan "âcere-yû'cirü"nün masdarı olan "icâr"dır. "Ekreme" vez­nindeki "âcere"nin aslı aceredir. İsm-i faili "mü'cirun"dur; "Mükrimün" gibi. Doğrusi4şu ki; "icâre", ilk başta söylendiği gibi ece­re fiilinin simâî masdarıdır. "Icâr", ekreme veznindeki âcere'nin kı­yası masdarı olduğu gibi; "icâre" de aynı şekilde "darabe" veznindeki "ecere"nin simâî masdarıdır. "Ecr" gibi.

Bu, ücretliye verilen kira bedelidir. Medli olarak "Fâale" veznin­de "Âcere" şeklinde de bu fiil kullanılabilir. Tıpkı "kâtele" gibi. Mas­darı da "fiâl" ve "müfâale" (yani "icar" ve "müâcere") şeklinde olur. Ancak "müfâale" "müâcere" masdarının ev icarında ve benzeri, kar­şılıklı etkilenişin "müfâalenin" düşünülemeyeceği hususlarda kul­lanılması sahih olmaz. Meselâ "âcertû'd-dâre müâcereten" demek, "kateltü mukateleten" vezninde olduğu gibi sahih olmaz. Aksine bun­da, "ekreme" gibi "ef'ale" vezninde "acertü" kalıbını kullanmak ge­rekir. Sonra bu durumda "âcere" fiili iki meful alır. Örneğin, Muhammed'e evi kiraya verdim anlamında, "âcertü Muhammeden ed-dâre" demek gibi. Ama fâale kalıbında kullanılan âcere fiili geçişsizdir. "Müâceretü'l-ecîr" de, bu kökten gelir. Örneğin işçiyi kirayla tuttum anlamında "âcertü'l-ecîre muâcereten" demek gibi. Şu da var ki, cümlenin sonunda "muâcereten" kelimesi söylenmezse; baştaki "âcertü" fiilinin, "ekreme" gibi "ef'ale" vezninde söylenmiş olduğu düşünülebilir. Ecere fiilinin masdarı, "fiâl" ve "müfâale" vezninde, "icar" ve "muâcere" şeklindedir. İcârenin şer'î terminolojideki anla­mına gelince; mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.*

 

(34) Hanefîler dediler ki: İcâre, bir bedel karşılığında, eşyadan kaste­dilen belirli menfaate sahip olmayı ifâde eden bir akidtir.

"Akitdir" sözünün mânâsı, icâb ve kabuldür. İcâb ve kabulün lâfızla olması gerekli değildir. Şöyleki: Bir kişi, başkasından bir yıllığına bir ev ki­ralar, kira süresi dolduğunda sahibi, kiracının evi boşaltmasını ister. Boşalt­madığı takdirde; o gün için şu kadar bedel ödemesi gerekir. Boşaltma çalışmasına başlar ancak belli bir mesafe (süre) ye kadar boşaltması müm­kün olursa, bu süre (mesafe) içinde evin rayice uygun kira bedelini ödemesi gerekir ve bu süre için kiralama lâfzı geçmese bile kira akdi gerçekleşmiş olur. "Menfaate sahip olmayı ifâde eden" sözüyle satış, hîbe ve sadaka akidleri kapsam dışına çıkmış olmaktadır. Çünkü bu akidlerde menfaate değil de eş­yanın kendisine sahip olunmaktadır.

Nikâh akdine gelince bazıları demişlerdir ki: Nikâh, yararlanma hakkı bakımından (kadının) şahsına sahip olmayı ifâde eder. Yani kendisinden ya­rarlanılacak olan (dişilik) organına sahip olmayı ifâde eder. Diğer bazıları da demişler ki: Nikâh, dişilik organından ve kadının bedeninin diğer kısım­larından yararlanma anlamını ifâde eder. Yani erkek, başkalarından ayrı ola­rak tek başına kadından yararlanma hakkma sahiptir.

Bu iki görüş birbirine yakındır. Çünkü koca, karısının şahsına sahip olur diyenler, bu sözleriyle kocanın, cariyelere sahip oluşu gibi hakikî mülkiyetle sahip olduğunu kasdetmemektedirler. Bu sözleriyle sadece kocanın, başka­larından ayrı olarak karısından yararlanma hakkına sahip olduğunu ifâde etmektedirler. Bu nedenle de nikâhı, bir yararlanma akdi olarak tanımla­mışlardır. Yâni nikâh, yararlanma hakkına sahip olduğunu ifâde eder. Sa­hip olmak, mahsus kılınmak mânâsına gelir. Bundan erkeğin, karısından yararlanışının helâl olması lâzım gelir. Her halükârda nikâh akdi, icârenin tanımı dışında kalmaktadır. Ama birinci görüşe göre diyecek olursak; nikâh akdi, kadının şahsını açıkça kocasına mülk kılmak demektir.

İcâre akdine gelince bu, açık veya gizli olarak yararlanma hakkına sa­hip olmaktır. îkinci görüşe göre nikâh akdi, dişilik organının menfaatine sahip olmak değil de, o organdan yararlanma hakkına sahip olmak demektir. Bu iki durum arasında fark vardır. Çünkü menfaate sahip olan, ondan gelecek şeylerin hepsine sahip olur. Oysaki nikâh akdinde durum hiç de böyle değildir. Görülmez mi ki; evli bir kadını bekârdır şüphesiyle bir başkası nikahlayacak olursa, ikinci nikâh fâsid olur ve ikinci kocanın mehr-i misil ödemesi gerekir. Ama evli olduğunu bile bile başkasının nikâhlı karısını nikahlamak haramdır. Böyle yapana had cezası uygulanır ve bu kişinin de mehr-i misil Ödemesi gerekir. Mehri, kocası değil de kadının kendisi alarak mülkiyetine geçirir. Eğer kocası onun dişilik organının sahibi olsaydı, bu mehri kendisi alacaktı. Ama bir kişinin, şüpheyle başkasının câriyesiyle evlilik akdi yap­ması buna benzemez. Bu cariyenin alacağı mehre efendisi sahip olur. Çün­kü efendisi, onun bütün menfaatlerine sahip olduğu gibi, dişilik organına da gerçek bir mülk olarak sahip olur. İcâre akdinin tanımında geçen "belli menfaat" kaydıyla da fâsid icâreler kapsam dışına çıkarılmış olmaktadır.

Fâsid icârelerde, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açacak belirsizlik ve müphemlik vardır. Mçselâ; icar süresi açıklanmayan veya belirlenmesi ge­reken menfaatin belirlenmediği icâreler fasittirler. Kabul edilebilir olan, an­cak şer'î maksadın ilgili olduğu sahih icârelerdir. Tanımda geçen "icar edilen şeyden maksat olarak güdülen" sözünün anlamı şudur: Akde konu menfaa­tin, şeriat ve akıl açısından muteber bir menfaat olması gerekir. Bu kaydın konulmasıyla da şeriat ve akıl nazarında muteber sayılmayan bir amaçla icar edilen şeyler, kapsam dışına çıkarılmış olmaktadır. Meselâ; at süvârisidir de­nilsin diye birkaç günlüğüne bir atın icar edilmesi, veya "bunu ancak koda­manlar giyebilir" denilsin diye bir elbisenin geçici bir süre için icar edilmesi veyahut "zengindir, icar bedelini ödeyebiliyor" denilsin diye içinde oturul-madığı halde bu yerde bir evin icar edilmesi gibi, her ne kadar tjasit insanlar nazarında değer ifâde etse de aklı başındaki insanlar nazarında hiçbir değer ifâde etmeyen ve çocukçasına yapılan icâreler, fasit karelerdendir.

Tanımda geçen "icar edilen şeyden maksat olarak güdülen" sözündeki maksadın, salt bir maksat değil, akıl ve şeriat nazarında muteber olan bir maksat olması gerekir. İşte bu kayıtlara aykırı olarak yapılan icâreler fasit­tir. Müstecir, icar ettiği eşyayı kullanmış olsa da icar bedelini vermekle yü­kümlü olmaz. İcar maksadı, sahih olur ama mübhemlik nedeniyle icar akdi fâsid olursa ve bu durumda müstecir de icar etmiş olduğu eşyayı kullanmış olursa, ücreti ödemesi gerekir.

İcârenin rükünleri icâb ve kabuldür. Bilindiği gibi rükünden amaç, ak­din mâhiyetine dâhil olan şey demektir. Akdin mâhiyeti, akdin kendisiyle gerçekleştiği sıfatıdır. Sıfatın dışındaki şeyler, akdin gerçekleşmesi için ken­disine bağlı olduğu şeylerdir. Örneğin akdi yapan, akdin konusu olan ma'-kûdun aleyh gibi. Bunlar, akdin mâhiyetinin gerçekleşmesi için şart olan şeylerdirler.

İcar akdi, kelimeyle veya kelime yerine geçen davranışlar (muatat)la ger­çekleşir. Kelimeyle gerçekleşmesi durumunda, kullanılan kelimenin geçmiş zaman kipindeki bir fiil olması gerekir. Bu kipteki fiili, akideilerin ikisinin kullanması zorunludur. Örneğin ikisinden bîri, kasırlı veya medli olarak (ecertu) veya âcertu hâzİhi'ddâre yâni "Ben bu evi icara verdim"; diğerinin de "kabul ettim" veya "icarla aldım" demesi gibi. Ama akidcilerden birinin telâffuz ettiği fiil, geçmiş zaman kipinde; diğerininki gelecek zaman kipinde olursa, icar akdi sahih olmaz. Örneğin taraflardan birinin, "Bu evi bana icara ver", diğerinin de "icara verdim" demesi gibi. Bu akid, icar lafzıyla gerçek­leşebileceği gibi, hîbe veya sulh lafzıyla da gerçekleşebilir. Örneğin taraflar­dan birinin, "şu kadar (ücret)le bu evin bir yıllık veya bir aylık faydasını sana hîbe ettim" demesi; diğerinin de "kabul ettim" demesi gibi. Aynı şe­kilde taraflardan birinin "şu kadar (ücret)le bu evin bir yıllık faydası üzeri­ne seninle sulh yaptım" demesi; diğerinin de "kabul ettim" demesi gibi. Bu şekillerde yapılan akid, icar akdi olur. icar akdi, âriye (iğreti) lafzıyla da ger­çekleşir. Zîra bedel karşılığı iğreti vermek, icardır. Meselâ adamın biri, kar­şısındaki şahsa hitaben "bu evin bir aylık menfaatini ellibin Türk lirası karşılığında sana iğreti olarak verdim" derse, bu icar olur. Ama "bu evin bir aylık menfaatini bedelsizce sana iğreti olarak verdim" derse, bu iğreti değil de fasit bir icar olur. Karşı taraf bu evden yararlanacak olursa, rayiç icar bedelini ödemekle yükümlü olur.

İcar akdinin kelime yerine geçen davranışlar (muatat) ile gerçekleşmesi­ne gelince bu, gemiye binmek, hamama girmek, berbere gitmek gibi halk arasında normal bir şekilde akidsiz olarak yapılan kısa süreli ve cüz'î ücretli işlerde caiz olabilir. Bu tür işler akidsiz olarak yapılırsa, icare sahih olur. İcar bedeli her sene aynı düzeyde olmayıp bâzan artıp bâzan azalıyorsa, uzun süreli icarlar muatat ile yapıldığında, ancak seneden seneye, yani bir senelik olarak gerçekleşir. Çünkü uzun süreli icarlar, fiyatların istikrarsızlığı dola­yısıyla, muatat İle yapıldığında, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açar.

Muatat ile gerçekleşen icar akdine şu hususu da örnek gösterebiliriz: Bir kişi belli bir ücretle, belirli bir süre için bir evde kirayla oturur. İcar süresi sona erdiğinde sesini çıkarmaksizın evde oturmaya devam eder. Ev sahibi de sesini çıkarmaksızın kendisinden kira bedelinin bir kısmını alırsa, bunun­la bir senelik icar akdi daha yapılmış sayılır. Artık yeni bir icar akdi yap­maksızın icar bedelini ödemek gerekir.

İcarın kısımlarına gelince, bunun iki kısma ayrıldığını söyleyebiliriz:

1- İcarın bir kısmı, eşyaların menfaati üzerine düzenlenir. Arazi, ev, hay­van, giysi ve benzeri şeylerin icar edilmesi gibi. Bu gibi eşyalar üzerine dü­zenlenen icar akdi, eşyanın sağlayacağı menfaat üzerine düzenlenir. Çünkü arazînin icarından maksat, onu ekip biçmekle faydasından istifâde etmek­tir- Evlerin icarından maksat, barınarak onlardan yaralanmaktır. Hayvan­ların icarından maksat, sırtlarına binmek suretiyle onlardan faydalanmaktır. Kapların ve giysilerin icarından maksat, kullanarak onların faydalarından istifâde etmektir. Şu halde icar akdi, bu eşyaların faydalarıyla ilintilidir.

2- İcarın diğer kısmı iş üzerine düzenlenir. Sözgelimi marangoz, demirci, boyacı ve benzeri meslek sahibi kimseleri çalıştırmak üzere icar etmek gi­bi. Bu durumda yapılan icar akdi, bu gibi meslek sahiplerinin yapacakları işi konu edinmektedir. Bunların yapacakları işlerden elde edilecek faydalara gelince bu, akidleşme dışı' bir durumdur.

Mâlikîler dediler ki: İcar ve kira, eş anlamlıdırlar. Yalnız, insanın ve ev eşyalarıyla giysi ve kap gibi bazı taşınır malların menfaati üzerine ya­pılan, mal olmalarına rağmen diğer şeyleri, meselâ; gemi ve özellikle hayva­nın menfaati üzerine yapılan akİdleşmeleri adlandırmada kira terimini kullanmışlardır. Ev, arazi ve diğer taşınmaz mallar da bu açıdan gemi ve hay­van gibidirler. Bunların menfaatinden yararlanmak üzere yapılan akidlere kira adı verilir. Şu da var ki; Mâlikîler, bazan kirayı icar; icarı da kira mâ­nâsında kullanmaktadırlar. Her halükârda icar; belli bir süreliğine mubah bir şeyin menfaatine, o şeyin menfaatinden doğmayan bir bedel ödeyerek, sahip olmayı ifâde eden bir akid olarak tanımlamışlardır. Kira da icar gibi­dir. Onu da aynen bu şekilde tanımlamışlardır. Bilindiği gibi icarla kira, eş anlamlıdırlar. İhtilâf, adlandırmadadır.               

Tanımda geçen "...sahip olmayı..." sözü; icâre, satış, hîbe, sadaka, ni­kâh, mudârebe, müsâkaat ve cu gibi 'sahip olma' anlamını taşıyan bütün akidleri kapsamaktadır. Bu, helâl kılınmış cariyenin mülk edinilmesini de kapsar. Helâl kılınmış câriye, emânet olarak alınmış bir câriyedir. Ki emâ­net almış olan, onun nikâhını kendine helâl edinmek için üzerine akid yapar.

Tanımda geçen 'şeyin menfaati' kaydıyla satış, hîbe ve sadaka akidleri kapsam dışına çıkmış oldu. Çünkü bu akidler, eşyanın menfaatine değil de bizzat kendisine sahip olma mânâsım ifâde ederler. Buradaki eşyadan mak­sat; insan olsun, hayvan olsun, giysi olsun, kap olsun veya diğer şeyler ol­sun, menfaati icar edilebilen şey demektir. Anılan kaydın tanıma konulması sayesinde nikâh akdi de kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü nikâh akdi, dişilik organına sahip olma anlamını değil, sadece o organdan yararlanma hakkına sahip olma anlamını ifâde etmektedir. Yararlanma hakkına sahip olmak, menfaatlere sahip olma hakkını doğurmaz. Şüphe ile nikahlanan ev-H kadın meselesinde olduğu gibi.. Bu ikinci nikâhtaki mehri birinci kocası değil de kadının kendisi alma hakkına sahiptir.

Nitekim bu, Hanefîler bölümünde geçmişti. Tanımda geçen 'mubah bir şeyin menfaatine' kaydı ile de helâl kılman cariyenin yukarıda bundan bahsedilmişti- menfaatine sahip olmak, kapsam dışına çıkarılmış oldu; Bu cariyeden yararlanmak için yapılan akde icar akdi denemez. Çünkü akitten güdülen maksat, -ki bu da onunla cinsel ilişki kurmaktır- mubah değildir. "Belli bir süreliğine" kaydının tanımda yer almasıyla da cu'l akdi kapsam dışına çıkmış oldu. Meselâ; bir kişi kaybolan atını bulup getirecek olana şu kadar para vereceğim derse, bunda atın ne kadar zamanda bulunup getirile­ceği belli değildir. "İcar edilen şeyin menfaatinden doğmayan bir bedelle" kaydını koymakla mudârebe ve müsâkaat akidleri kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü bu akidlerde ödenen bedei, menfaatin kendisinden doğmakta­dır. Bu akidlcrin taraflardan biri olan işçi, mal sahibinin sermâyesinin veya bahçesinin ücretini, elde ettiği kârdan veya bahçenin meyvelerinden Öde­mektedir.

İcarenin rükünleri üç tanedir:

1- İcara veren ile müsteciri kapsayan akidci.

2- Akdin mahalli olan ücret ve menfaat.

3- Sîga. Bu, bir bedel karşılığında menfaate sahip olmaya delâlet eden lâfızdır veya bu delâlet açısından lafzın yerine geçecek olan bîr davranıştır.

Şâfiîler dediler ki: İcâre, vermeye ve İcara elverişli, kast edilen belli bir menfaat üzerine, belli bir bedel karşılığında akid yapmaktır.

Bu tanımda geçen 'akid' sözünün mânâsı, icâb ve kabuldür. Ki bu da sîgadır. Akid yaparken akdi yapan kişinin mevcud olması gerekir. 'Men­faat üzerine' kaydıyla da, üzerine icar akdi yapılan şeyin menfaati kasdediî-miştir. Örneğin oturmak için icar edilen evin veya ekip biçmek için icar edilen tarlanın menfaati gibi.

Tanımda geçen 'bedel' ikinci tarafın verdiği ve akdin mahalli olan şey­dir. İcardaki bedel (ivaz), satış akdindeki bedelin (semenin) mesabesindedir. Bu tanım, icarın rükünlerini tümüyle kapsamaktadır ki bu rükünler muhta­sar olarak üç; mufassal olarak altı tanedir;

1- Akdi yapan.

a- İcara veren (kiraya veren de diyebiliriz.)

b- Müstecir (kiracı da diyebiliriz).

2- Akid mahalli

a- Ücret

b- Menfaat

3- Akid sîgası.

a- İcâb

b- Kabul.

Tanımda geçen "belli bir menfaat" kaydı ile cu'l, kapsam dışına çıka­rılmış olmaktadır. Çünkü cu'lde akid, belirsiz bir menfaat üzerine yapılmak­tadır. Diyelim ki; adamın biri, kaybolmuş devesini bulup getirecek olan bir kişiye, bir miktar mal vereceğini söylerse, yapılan bu akid, meçhul bir men­faat üzerine düzenlenmiştir. Ki meçhul olan menfaat, yitik deveyi bulup ge­tirmektir. Bu menfaat, kesin değil, meçhuldür. Tanımda geçen 'kastedilen' kaydı ile, koklamak için bir elma icar etmek gibi kıymetli olmayan önemsiz menfaatler kapsam dışına çıkarılmaktadır. Tanımda geçen "vermeye elve­rişli", yani başkalarına ihsan ve ikram etmeye elverişli olması kaydıyla da başkasına ikram etmeye elverişli olmayan şeyler, meselâ; nikâh akdi kap­sam dışına çıkarılmış oldu. Zîra nikâh akdi, dişilik organının menfaati üze­rine yapılan bir akidtir. Dişilik organının menfaatini ise, akdi yapandan (kocadan) başkasına ikram etmek sahih olmaz. Şu da var ki, nikâh akdi, "icar, menfaat üzerine yapılan bir akiddir" sözünün mâhiyetine girmemek­tedir. Çünkü kocanın nikâh akdi ile hak ettiği şey, dişilik organından yarar­lanmaktır. Dişilik organının menfaatine, nikâh akdiyle sahip olmaz. Bunun delili şudur: Evli bir kadına şüphe ile cinsel temasta bulunulursa, o kadın mehri hak eder. Bu mehri de kocası değil, kendisi alır. Dişilik organının men­faati aslında kocanın mülkü değildir. Koca, sâdece ondan yararlanma hak­kına sahiptir.

Tanımda geçen "icara elverişli" kaydıyla da, cinsel ilişkide bulunmak amacıyla cariyelerin ica# edilmesi kapsam dışına çıkarılmış oldu. Cariyele­rin menfaati, yani onlarUan yararlanmak, ücretle helâl olacak bir şey değil­dir. "Bedel karşılığında" kaydını koymakla da iğreti vermeler, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Zîra bir şeyi iğreti alan kişi, o şeye karşı bir bedel ödeme­mektedir. Bedel için "belirlilik" kaydını koymakla, müsâkaat akdi kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü müsâkaat işinde ürünün bahçe sahibine bedel olarak verilecek kısmının, her ne kadar yarı veya üçte bir gibi oran olarak bilinmesi zorunlu ise de miktar olarak ne kadar olacağı belli değildir, biline­memektedir. İcar, aynın icarı ve zimmetin icarı olmak üzere iki kısma ayrılır.

Hanbelîler dediler ki: İcâre, belli bir bedel karşılığında belli bir sü­reliğine, peyderpey elde edilecek mubah ve belli olan bir menfaat üzerine ya­pılan bir akidtir. Burada üzerine akid yapılan şey menfaattir; eşya değildir. Zîra bu akid vasıtasıyla elde edilen şey, menfaat, karşılığında ödenen de üc­rettir. Bu nedenle icar akdi, eşyadan başka hususları içerir.

İcar akdinin eşyaya nisbet edilmesi, eşyanın menfaat mahalli ve kayna­ğı olmasından ötürüdür. Diğer mezheblerde anlatılan bilgiler sayesinde sa­tış, hîbe ve sadaka gibi menfaati değil de eşyayı konu alan akidler ile mubah olmayan menfaatler üzerine düzenlenen akidlerin icar akdinin tanımı dışına çıktığını bilmekteyiz.

karenin rükünleri, satış akdinin rükünleri gibidir:

1- Akdi yapan,

2- Üzerine akid yapılan şey (ma'kûdun aleyh),

3- Sîga.

Sonra akdi yapan, hem icara vereni, hem müsteciri; ma'kûdun aleyh, hem ücreti, hem menfaati; sîga da hem icâbı, hem kabulü kapsamına almak­tadır. İcar akdinin rükünleri hususunda Şafiî ve Mâlikîler de aynı görüştedirler. Bey' bahsinde de geçtiği gibi Hanefîler, rüknün sîga olduğunu söylemektedirler ki, o da ıstılahtır.

Sîgaya gelince bu, akidcilerin amacının ne olduğunu bildiren herhangi bir lâfızla gerçekleşir. Bu, bütün akidler için genel bir kuraldır. Bunda esas prensip, ileride anlaşmazlık ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde, akid­cilerin söyledikleri lâfızdan neyi kasdetmiş olduklarının anlaşılmasıdır. 71-ra, şeriat koyucu akidlerin lâfızlarım tâyin ve tahdid etmemiş, bilâkis serbest bırakmıştır. Ki insanlar, kasdettikleri mânâ ve gayenin ne olduğunu bildiren kelimeleri seçip kullanabilsinler. İcar lâfzını kullanmakla, icar akdi gerçek­leşir. Kullanılan icar lâfzı, "bu evi sana icara verdim" demek gibi bir eşyaya da nisbet edilse; "Bu evin menfaatini sana icara verdim" demek gibi menfa­ate de nisbet edilse akid gerçekleşir. "Bu evi sana kiraya verdim" veya "bu evin menfaatini sana kiraya verdim" demek gibi icar akdi kira lafzıyla da gerçekleşir.

İcar akdi, menfaate nispet edilen mülk lafzıyla da gerçekleşir. Örneğin; "bu evin menfaatini sana mülk ettim" demek gibi. Yine menfaate nisbet edilen satış kelimesiyle de gerçekleşir. Örneğin; "bu evin menfaatini sana sattım" veya "bu evde oturma menfaatini sana sattım" demek gibi. İcar akdi iki kısma

ayrılır:

1- İcar akdi; bilinen bir eşyanın, belirli menfaati üzerine yapılır. Örne­ğin bir kişinin, bir başkasına "bu deveyi...." veya "bu evi sana icara verdim" demesi gibi, icar akdi, zimmette nitelenen bir eşyanın menfaati üzerine de yapılabilir. Örneğin "şu nitelikteki bir deveyi sana icara verdim" demek gibi.

2- İcar akdi, bilinen bir iş üzerine düzenlenir. Örneğin, adamın birinin meslek ve sanat sahibi bir kişiye, "bana şu sandığı yapasın..." veya "bana şu duvarı öresin diye seni icar ettim" demesi durumunda icar akdi, o şahıs­ların emekleri üzerine düzenlenmiş olmaktadır. Amaç her ne kadar bu emek­lerin sonucunda elde edilecek menfaatlerse de akdin mahalli, emektir. Menfaat ona bağlı olarak gelmektedir. Tıpkı müsâkaat akdinde olduğu gibi. Müsâ-kaat akdi yapılırken akid, bahçeye nisbet edilir. Meyvelerin menfaati ise ona bağlı olarak gelmektedir. Nitekim daha Önce de bu hususa değinilmişti.

 

 

Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı İcârenin Şartları

 

İcârenin bir takım şartları vardır ki; mezheblerin bunlarla ilgili geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(35) Hanefîler dediler ki: Satış akdinde olduğu gibi, icâre akdinde ara­nan şartlar da dört kısma ayrılır:

1- Gerçekleşme şartları. Bu şartların bulunmaması halinde icâre akdi

gerçekleşmez.

2- Sıhhat şartları. Bu şartların bulunmaması halinde icâre akdi gerçek­leşse bile sahih olmaz.

3- Bağlayıcılık (lüzum) şartları. Bu şartların bulunmaması halinde icâre akdi bağlayıcı olmaz.

4- Geçerlilik (nefaz) şartlan. Bu şartların bulunmaması halinde icâre akdi geçerli olmaz.

1- Gerçekleşme şartları: Bunları şöylece sıralayabiliriz:

Akıllılık: Delinin ve mümeyyiz olmayan çocuğun düzenlediği icâre akdi gerçekleşmez. Mümeyyiz olan çocuk (çalışmak için) kendi bedenini icara ve­rirse veya mülkiyetindeki bir eşyayı icara verirse; eğer bu gibi işleri yapmak için velîsinden taraf izinliyse, yapmış olduğu icâre akdi, velisinden ayrıca onay almaksızın gerçekleşir. Eğer izinli değilse, yapmış olduğu icâre akdi askıda olarak gerçekleşir. Velîsi onaylamadıkça akid geçerli olmaz. Kısıtlılık altın­daki mümeyyiz çocuk, çalışmak için) kendi bedenini icara verip çalışır ve yaptığı işi müstecire (İş1 verene) teslim ederse, kendi şahsı İçin ücret almayı hak eder.

Köle de bu bakımdan mümeyyiz çocuk gibidir. Yalnız, bu durumda ala­cağı ücret, efendisine âit olur. Çocuk, İcar edildiği işi yaparken bir zarara uğrar veya telef olursa, müstecir (işveren) sorumlu olur; tazminat ödemesi gerekir. Çocuk hatâen ölürse, meselâ; çalışmakta olduğu duvar üzerine yı­kılır ve ölürse, diyeti, müstecirin (işverenin) ailesi tarafından ödenir. O işte hak etmiş olduğu ücreti de müstecir öder. Çalışırken bir zarara uğrarsa müs­tecir tazminat Öder.

Sîganın şartlarına gelince, bunları da şöylece sıralayabiliriz: İcâre akdi­nin tarafları, kendi serbest iradeleriyle akdi yapmış olmalıdırlar. Şu halde zorlanarak veya yanılarak veya unutarak icâre akdini yapanların akidleri, her ne kadar gerçekleşip geçerli de olsa sahih değildir. Bu, ancak fâsid bir akid olur. Bunun hükmü de şudur: îcar edilen şey kullanıldıktan sonra ecr-i misil verilmesi gerekir. Bu ve bundan önceki şart, akdi yapanla ilgilidir.

icar edilen şey, icara veren tarafından müstecire teslim edilebilir nite­likte olmalıdır. Teslim edilebilir olmayan, yitik bir hayvanın icara verilmesi sahih değildir. Bir kişiyi günah işlemek üzere icar etmek sahih değildir. Bu akdi yapan kişi, günah işlemek amacıyla kendi bedenini her ne kadar müste­cire teslim etmeye muktedir ise de, yapılan icâre sahih değildir. Çünkü gü­nah işlemek üzere bedenini İşverene teslim etmesine şer'an muktedir değildir.

Şer'an imkânsız olan şey, hakikaten de imkânsızdır. îcâreden kastedi­len iş, icar edilen kişiye icâreden Önce farz veya vâcib olan bir iş olmamalı­dır. Meselâ, haccettirmek üzere adam icar etmek sahih değildir. İmamlık ve müezzinlik gibi diğer tâatleri yaptırmak üzere adam icar etmeye gelince, icar edilmesi caiz olan ve olmayan şeyler bahsinde bu hususta gerekli açıklama yapılmıştır.

İcâre akdine mahal olan menfaatin, akıllı kimseler nazarında elde edil­mesi arzulanan bir değeri olmalıdır. İcar bedelinin (ücretin) belirlenmiş olması gereklidir. Ücret de bazı kısımlara ayrılır:

1- Nakîtler. Cüneyh, kuruş ve diğer paralar gibi. Ücret nakit olarak ve­rilecekse, akidleşme esnasında miktarının (meselâ on cüneyh gibi); niteliği­nin (meselâ katıksız veya karışık gibi) açıklanması şarttır. İcâre akdinin yapıldığı beldede, sâdece kendisiyle muamele edilen bir tek cins nakit varsa, akidleşme esnasında ondan söz edilmese bile icâre bedeline dâir anlaşmada yalnızca o nakdin cinsi esas alınır. Beldede birden fazla cinsten nakit varsa, akidleşme esnasında nakdin miktar ve niteliği belirlenmezse akid fâsid olur. Nakitte sürenin belirtilmesi şart değildir. Peşin verilebileceği gibi, vadeli olarak da verilebilir. Vadeli olduğunda, tıpkı vadeli satılan malın bedeli gibi borç olur.

2- Ölçekle ölçülen, tartıyla tartılan, miktar bakımından birbirine yakın olan ve sayı ile sayılan malların semen (satılan mala verilen bedel) olmaları, satış bahsinde de söylendiği gibi sahihtir. Semen olması uygun görülen şey­lerin, ücret olması da uygundur. Ücret olarak verilmesi kararlaştırılan öl­çekli, tartılı veya sayılı malların da miktar, nitelik ve vâdelerinin belirlenmesi şarttır.

Şu halde akidleşmede, "falan kişi şu eşyayı on ölçek iyi cins buğday kar­şılığında...' veya "... yirmi kilo beledî yağı karşılığında icar etmiştir" şeklin­de bir ifâdenin yer alması gerekir. Bu ücretin peşin veya bilâhare ödeneceğini de belirtmek zorunludur. Ücret olarak verilecek olan şey, taşıma masrafı ge­rektiriyorsa, meselâ on kilo bakla karşılığında, adamın biri bir tarla icar et­mişse, icarcının icar bedelini (ücreti) teslim alacağı yerin belirtilmesi şarttır. Belirtilmediği takdirde icâre akdi fâsid olur. Ücret olarak verilecek şey için taşıma masrafı gerekmiyorsa, bu şart aranmaz. İcar sahibi, ücreti dilediği yerde teslim alabilir. Bazıları, teslim yerinin belirtilmemesi durumunda icâ­re akdinin fâsid olmayacağını söylemişlerdir.

3- Ücret, bir hayvan da olabilir. Bir kişi, bir deve veya bir sığır karşılı­ğında, kendisine bir yıl süreyle hizmet etmesi için bir şahsı icar ederse, ücret olarak verilecek hayvanın belirli ve "şu sığır" demek gibi kendisine işaret edilen bir hayvan olması şarttır. Böyle olmadığı takdirde akid fâsid olur.

4- Ücret; elbise, kumaş, kap ve benzeri ticâret eşyalarından biri olabi­lir. Böyle bir nesnenin ücret olarak verilmesi taraflarca karara bağlanırsa, miktar, nitelik ve ödeme zamanının belirtilmesi şart olur. Meselâ; peşin ola­rak veya ileriki bir tarihte iyi cins ketenden beş elbise ücret olarak verilecek­tir demek gibi. Akidte, böyle bir açıklamaya yer verilmezse, akid fâsid olur. Ticâret malları, zimmette borç olmazlar. Ancak selem olurlar. Şu halde se­lemde aranan şartlar, ticâret mallarında da aranır. Ticâret mallarına, ölçek­le ölçülen, tartıyla tartılan, sayı ile sayılan mallara işaret etmek, bu mallar hakkında (akidleşme esnasında ek bir) açıklama yapmaya gerek duyurma­maktadır.

Hanefîlerc göre ücretin peşin olarak verilmesi, her halükârda şart değildir. Bu ücret, "şu hazırdaki hayvan" demek gibi borç olmayan bir eşya da olsa, zimmette nitelenen bir borç da olsa hüküm aynıdır. Çünkü ücret, sırf akdi yapmakla mülk edinilmez. Akdi yapar yapmaz teslimi vâcib değil­dir. Sahih olan görüş budur. Şundan ki: Akid, menfaat üzerine düzenlen­miştir. Menfaatse, akid esnasında mevcud olmayıp peyderpey meydana gelmektedir. Ücret, menfaate karşılık verilen bir bedeldir. Menfaat peşin ola­rak elde edilemediğine göre, bedeli olan ücreti de peşinen ödemek gerekmez. Müstecirin, menfaati elde etmesi zamanında ancak ücretin ödenmesi zorun­lu olur. Şu da var ki; ödenmesi durumunda ücrete sahip olunur. Müstecir, icar sahibine ücreti peşin olarak verirse, icar sahibi o ücrete sahip olur. Müs-tecİr, artık onu geri alamaz. Aym şekilde peşin icâre akidlerinde, ücretin pe­şin olarak verilmesi şart koşulursa, bu şartla da ücrete sahip olunur. Adamın biri, akid gününden başlarfıak şartıyla bir başkasından ev icar eder; evi icara veren de ücretin peşin verilmesini şart koşarsa, -zaten günümüzde yapılan icare akidlerinde de durum budur- sahih olur. Evi icara veren, Ücreti öde­meden evde oturmasını menedebilir. Ücreti peşinen vermeyecek olursa akdi feshedebilir.

Denebilir ki bu, akdin gerektirmediği ve taraflardan sadece birinin ya­rarına olan bir şarttır. Böyle bir şart nasıl sahih olabilir? Buna cevaben deriz ki ücret, satılan malın bedeli mesabesindedir. îlke olarak peşin verilmesi ge­rekir. Ama satıcı, bedelin kendisine peşin ödenmesine dair hakkından fera­gat ederse, bilâhare ödenmesine razı olursa, ödeme tarihi beklemesi gerekir. Satın alınan maldaki ayıp muhayyerliği hakkı da müşteri lehine sabittir. Ama müşteri bu haktan feragat ederse, ayıplı da olsa satın aldığı malı kabul et­mekle yükümlü olur. Bizim ücret meselesi de bu statüye tabidir. Müstecir, icar ettiği şeyin menfaatini tam olarak elde etmeden ücret vermeme hakkına sahiptir. Ama bu hakkından feragat ederse, ücreti önceden ödemesi zorunlu olur.

Peşin olmayan icâreye gelince, diyelim ki; adamın biri, akid tarihinden bir veya bir kaç gün sonra ekmek üzere bir tarla veya içinde oturmak üzere bir ev icar eder de icara veren kişi, icar bedelinin (ücretinin) peşin ödenmesi­ni şart koşarsa bile bu, onun ücrete sahip olmasını gerekli kılmaz. Müstecir, bu durumda ücreti peşin ödememe hakkına sahiptir. îcar vâdesi geldiğinde, icara veren kişi müsteciri, icar ettiği eşyayı kullanmaktan menedemez veya akdi feshedemez. Ama icar ettiği eşyayı girmezden önce, icara veren kişi ma­lında dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Şu halde peşinen icar vâdesi gelme­den malını satacak olursa, icâre akdi fâsid olur. Dilerse feshetme hakkı da vardır. Çünkü peşin olmayan icâre -ki buna, geleceğe nisbet edilen icâre ak­di adı verilmektedir- müftâbih kavle göre bağlayıcı değildir. Özetlersek, böyle bir icârede ücrete dört şeyle sahip olunur:

1- İcar edilen şeyin menfaatini tam olarak elde etmekle.

2- Ücretin bilfiil ödenmesiyle.

3- İcâre peşin olup da gelecek zamana nisbet cdilmemişsc, ücretin peşi­nen verilmesi şart koşmakla.

4- Fiilen elde edilmese bile, menfaati elde etme imkânının bulunmasıyla.

Adamın biri belli bîr süre için bir ev icar eder de; kullanma İmkânına sahip olmakla birlikte, o süre içinde o evde oturmazsa, ücreti ödemesi gere­kir. Ama kullanmasını engelleyen bir mâni çıkarsa, meselâ; birisi gasbede-rek zorla o eve el koyar ve oturmasına engel olursa, ücreti ödemesi gerekmez. Yine bunun gibi adamın biri ekin ekmek için bir tarla icar eder de, o tarla sular altında kalır veya sulaması için gerekli olan su kesilirse, ücreti ödemesi gerekmez. Bu durumda icâre akdi feshe uğrar mı, uğramaz mı? Bu konuda iki kavil vardır.

İşçi veya icar edilen nesnenin sahibi, menfaatin tamamıyla elde edilme­sinden önce ücreti talep ederlerse, talebine karşılık, yaptığı iş kadar veya icara verdiği eşyasının kullanıldığı günler nisbetinde bir miktar ücret ödenir. Yal­nız bunda müstecire işin veya nesnenin teslim edilmesi şarttır. Meselâ; bir giysi dikmiş ise, diktiği nİsbette ücret alır. Evlerde yorgancılık ve mînderci-lik yapanlar da, çalıştıkları nisbette ücret alırlar. Çünkü bunların, üzerinde çalışmakta oldukları şeyler (yataklar) sahiplerinin eli altındadır. Onlara tes­lim edilmişlerdir. Ama üzerine iş yapılan nesne, sanatkârın dükkânındaysa, yani sahibine teslim edilmemişse, işi tamamlamadan ücret almayı hak ede­mez. Bazıları da derler ki; üzerinde çalışma yapılan nesne, sahibinin eli al­tında da olsa, sanatkârın dükkânında da olsa, işi tamamlamadan ücret hak edilemez.

2- Sıhhat şartlan: Bunlardan biri, ücret olarak verilecek şeyin, üzerine akid yapılan menfaat ile aynı cinsten bir menfaat olmamasıdır. Meselâ; bir evi içinde oturmak üzere icar etmeye karşı, ücret olarak ev sahibine bir baş­ka evin oturma hakkını vermek veya bir kişiyi müstahdem olarak icar etme­ye karşı, ücret olarak bir başka şahsı ona müstahdem olarak vermek sahih olmaz. Ama menfaatler ayrı cinsten olurlarsa, icâre sahih olur. Meselâ bir ağılı, davarları içinde barındırmak için icar eden kişi, bu ağıla karşı ücret olarak kendi hayvanına binme hakkını ağıl sahibine verirse veya bir evi icar eden bir kişi, ücret olarak kendi devesinden yararlanma hakkını ev sahibine verirse, icâre sahih olur. Cinslerin ayrı olması durumunda icâre, teslim al­manın ertelenmesi ile beraber sahih olur. Sözgelimi; bir kişi, çift sürmesi için komşusuna öküzünü verir de, ona karşılık, binmek için komşusunun mer­kebini veya atını alırsa, icâre sahih olur. Ama kendi öküzünü komşusuna icarla verir, buna karşılık onun öküzünü alırsa, menfaatler aynı cinsten ol­duğu için icâre sahih olmaz. Ama yine de böyle bir icâre yapılırsa, öküzlerin kullanılmasından sonra, her iki taraf da ecr-i misil öder.

Diğer akidlerde olduğu gibi icar akdinde de, akdin gerektirmediği ve akde uygun olmayan şartlar bulunmamalıdır. Akdin mahalli olan menfaat, taraflar

arasında anlaşmazlığa ve tartışmaya meydan vermeyecek şekilde bilinir ol­malıdır. Menfaat, şu hususlarla bilinir:

1- îcâre süresi belirlenmelidir. Süre belli olunca menfaatin miktarı da belli olur. Meselâ; içinde oturmak üzere bir evi bir seneliğine icar etme du­rumunda, müstecİr için o evin menfaati bir yılla sınırlandırılmış olmaktadır. Aynı şekilde bir tarlayı belli bir süreliğine icar etme durumunda tarlanın müs­tecire sağlayacağı menfaat o belli süreyle sınırlı olur. Mülkte müddetin smırı yoktur. Mal sahibi, tarlasını uzun bir süre için icara verebilir. Öyle ki, tarla sahibi ve müstecirin bu icar süresi kadar yaşamayacakları normal olarak bi­linse bile icâre sahih olur. Mûtemed olan görüş budur.

Vakfa gelince, vakıf arazilerinin üç seneden fazla bir süre için (tek akidle) icara verilmesi sahih olmaz. Vakıf malı evlerle, dükkân ve benzeri şeylerin bir seneden fazla bir süre için (tek akidle) icara verilmesi sahih olmaz. Me­ğer ki maslahat, daha uzun bir süre için icara verilmesini gerektirsin... Bu durumda kadı, daha uzun bir süre için icara verebilir. Kadıdan izin almaksı­zın vakıf nâzın bunu yapamaz. Ancak vakıf sahibi, kendi vakfına âit malla­rın, bunlardan daha uzun bir süre için icara verilebileceğine ilişkin bir ifâde kullanmışsa ve bir fayda da varsa, nazır, kadıdan izin almaksızın daha uzun bir süre için icara verebilir. Diyelim kî vakfın sahibi "bu konutun bir yıldan fazla bir süre İçin icara verilmesi caiz olmaz. Meğer ki icara verilmesinde, konutun kendileri için vakfedildiği yoksullar lehine bir fayda söz konusu olsun" gibi bir ifâde kullanmışsa nazır, bu şarta dayanarak vakıf evini bir yıldan fazla bir süre için icara verebilir. Vakıf malını bunlardan daha uzun bir süre için icara vermenin caiz olmaması, icara veren kişinin vakıf sahibi olmaması durumunda söz konusudur. Ama icara veren, vakıf sahibinin ken­disi ise, bundan daha fazla olarak dilediği süre için icara verebilir. Vakıf ma­lım, belirtilen sürelerden daha uzun bir süreliğine icara vermenin caiz olması için bir hile şeklinden bahsetmişlerdir. Şöyle ki: icâre araziler dışındaki va­kıf mallan için birer seneliğine, araziler için üçer seneliğine, eş anlamlı bir kaç tane ardı ardına gelecek akidler halinde düzenlenir. Sonra da meselâ; "Şu evi yirmi seneliğine icara verdim ve her senesi için bir icâre akdi düzenlenmiştir şeklinde bir kayıt konulur veya "şu araziyi dokuz seneliği­ne icara verdim ve her üç senesi için bir icâre akdi düzenlenmiştir" şeklinde bir kayıt konulur. Yalnız peşpeşe yürürlüğe girecek akidlerden bazısının, di­ğer bazılarının da yürürlüğe girmesi için şart olarak ileri sürülmemesi ge­reklidir.

Bu hileye başvurmaktan maksat, birinci akdin bağlayıcı kılınmasıdır. Çünkü hemen yürürlüğe konulacak olan birincisidir.

İkinci ve ikinciden sonraki akidler ise, gelecek zamana yönelik olan akid-lerdir. Çünkü bunlar, zamanı gelip çatmadan düzenlenmişlerdir. Bilindiği gibi gelecek zamana bağlanmış olan akidler, bağlayıcı değildirler. Vakfın nâ­zın, vakıf için zararlı olduğuna kanaat getirirse, birinciden sonraki akidleri feshedebilir. Çünkü müstecir tarafından üzerine el koyulup sahiplik iddia­sında bulunulacağı endişesiyle, vakıf mallarının uzun süreliğine icara veril­mesi menedilmiştir. İcar akidleri müteaddit olur da bunlardan her birinin husûsî bir zamanı ve süresi olursa, sadece birincisi bağlayıcı olur. Diğerleri bağlayıcı olmaz. Bu durumda vakıf sahibinin endişe etmesine gerek ve ma­hal yoktur.

Bazan birincisini yüksek bir fiyatla, diğerlerini az bir fiyatla düzenleye­rek arttırırlar ki müstecir, akdi feshedecek olursa, bunun vakfa bir zararı dokunmasın. Sahih olan görüş şudur ki; bir tek akidle de olsa, bir kaç akid-İe de olsa nazırın, vakıf mallarını belirtilen sürelerden daha uzun bir süre için icara vermesi sahih olmaz. Şayet uzun bir süreliğine icara verirse, akid fâsid olur ve sürenin tümü için icâre, feshe uğrar. Zîra sahih olan görüşe göre akdin bir bölümü fesada uğrarsa, tamamı fâsid olmuş olur.

Bilindiği gibi maslahat, vakıf malının uzun süre icara verilmesini gerek­tiriyorsa; maslahata göre kadı, icar süresini uzatabilir.

Süt emziren kadın, bu işi yapmak için icar edilirse, yine icar süresinin açıklanması gerekir. Evlerde çalışmak üzere icar edilen kimselerin, yapacakları İşlerin neler olacağını açıklamak gerekli değildir. Bu, arazilerin icarında ge­reklidir. İcar akdi yapılırken arazide yapılmak istenen işin ne olacağının açık­lanması şarttır.

2- İcar akdine konu menfaatin kendisiyle bilineceği hususların ikincisi; kuyumculuk, boyacılık, terzilik ve benzeri yapılacak işin mâhiyetinin açık-lanmasıdır. Meselâ; boyanması istenen kumaşın belirlenmesi gerekir. Ağır­lık ve hafiflik, iyilik ve kalitesizlik bakımından değişik oluyorsa boyanın renk ve miktarının açıklanması da gerekir. Kuyumculukta da aynı durum söz ko­nusu olduğundan, yapılacak nesnenin bilezik mi, yoksa yüzük mü olduğu­nun açıklanması; Örfe uygun olarak, bu nesneler üzerinde yapılacak:işçiliğin ve sanatın açıklanması gerekir.

Özetleyecek olursak deriz ki; icar akdi yapılırken mübhemliği ortadan kaldıracak açıklamaların yapılması gerekir ki, taraflar arasında daha sonra anlaşmazlık ve tartışma meydana gelmesin. Sözgelimi bir kişi bir binek hay­vanı İcar ederse, hayvanı hangi amaçla, binmek için veya eşya taşıtmak için icar ettiğini açıklamalıdır. İcar süresini ve hayvanı nerelerde kullanacağını belirtmelidir. Bu hususlara açıklık getirmezse akid fâsid olur. İcar edilen eş­yadan yararlanıldığı takdirde ecr-i misil ödemek gerekir.

3- Menfaatin kendisiyle bilindiği hususların üçüncüsü, işarettir. Şu buğ­dayı, şuradan şuraya taşımak gibi. Taşınan şey ile taşınılacak yer bilinince, menfaat de bilinmiş olur. Menfaat mahallinin bilinir olması, icârenin sıhhat şartlarındandır. Bir kimsenin iki evi olur da, bir başka şahsa, "bu iki evden birini sana icara verdim" deyip de hangisini icara verdiğini belirtmez ise icâ­re sahih olmaz.

Şunu bilmek gerekir ki; her ne kadar kendisinden maksat, menfaat ise de kuvvetli görüşe göre akdin mutlaka menfaate nisbet edilmemesi gerekir. Aslında menfaati içerdiği halde, "Bu evlerin menfaatini sana icara verdim" demek uygun olmaz. Çünkü icar edilen şeyden menfaat sağlanmadığı tak­dirde icârenin bir anlamı kalmaz. Menfaate gelince o, icar akdi yapıldığı es­nada mevcut değildir. Mevcut olmadan menfaatin üzerine icar akdi yapmak, ortada bulunmayan şey üzerine akid yapmak demek olur.

Evet denebilir ki; menfaatin eve nisbet edilmesi, bu amacı ifâde eder. Ama akidlere ilişkin kuvvetli görüşe göre akdin te'vilden uzak olması gere­kir. Şu da var ki; İcar edilmesi sahih olan menfaat elde edildiğinde, kendi­sinden elde edildiği şeyden doğan bir şeyin tükenip yok olmasına sebebiyet vermeyen bir menfaat olmalıdır. Meselâ, paraların icar edilmesi sahih olmaz. Çünkü parayı tüketrneksizm paradan menfaat sağlanamaz. Aynı şekilde mey­vesinden menfaat sağlamak için ağaçların veya sütünden yararlanmak için ineğin de icar edilmesi sahih olmaz. Çünkü meyve ile süt, tüketilmeden ken­dilerinden menfaat sağlanması mümkün olmayan şeylerdir.

3- İcârenin lüzum (bağlayıcılık) şartlarına gelince; bunları şöylece sıra­lamak mümkündür:

a- Akid, sahih olmalıdır. Fâsid akid bağlayıcı olamaz, b- İcar edilen şey, ayıplı olmamalıdır.

c- İcara verilen şey, müstecir için tesbit edilmiş olmalıdır. Yararlanma­ya engel ayıplardan salim bulunmalıdır. Yük taşımada kullanmak için belli bir süreye mahsus olmak üzere bir deve icar eden kişi, o devede yük taşıma yararını azaltacak bir ayıp görürse, akid kendisi için bağlayıcı olmaz. Diler­se feshedebilir.

d- İcar akdini düzenleyen taraflardan birinde bir Özür meydana gelmiş olmamalıdır. Taraflardan birisinde akdi yürütmeye engel şer'î bir mazeret meydana gelirse, akid bağlayıcı olmaz.

e- Babası veya babasının görevlendirdiği vasî veya dedesi veya dedesi­nin görevlendirdiği vasî veya kadı,ya da kadının sekreteri tarafından (çalıştı­rılmak üzere) icara verilen çocuğun baliğ olmaması. Baliğ olduğunda icar akdi bağlayıcı olmaz.

f- Müstecir, icar ettiği şeyi teslim almış olmalıdır. Teslim almadan ücret verme zorunluluğu yoktur. Bu, ücret vermede bağlayıcılık şartıdır. Akdin bağlayıcılık şartı değildir.

4-  Geçerlilik, şartlarına gelince, bunları da şöylece sıralayabiliriz:

a- Mülkiyet ve tasarruf hakkı: Kendi malı olmayan veya tasarrufu al­tında bulunmayan bir malı, kişinin icara vermesi durumunda yapılan icar akdi gerçekleşmez. Ancak sahibinin onayına göre askıda olarak gerçekleşir. Mal sahibi onayladığı takdide icar akdi geçerli olur.

b- Menfaat var ve kalıcı olmalıdır. Bir kişi, başkasının mülkiyetindeki bir evi bir süre için icara verir. Kiracı da bu süre boyunca evde oturur. Süre­si dolunca da çıkar. Daha sonra ev sahibi bu icar akdini duyup onaylarsa, tabiî ki akid geçerli olmaz. Çünkü (evde barınma) artık sona ermiştir. Men­faat mevcut ve de elde edilmesi mümkün ise, icar akdi bir anlam ifâde eder.

Mâlîkîler dediler ki: İcar akdini yapanlarda aranan şartlar, satış ak­dini yapanlarda aranan şartların aynısıdır ki, bunlar da gerçekleşme ve sıh­hat şartlan olmak üzere iki kısma ayrılırlar: Gerçekleşme şartı, akdi yapanın mümeyyiz olmasıdır. Mümeyyiz olmayan çocuğun icar akdi re'sen gerçek­leşmez. Mümeyyiz olmayan, akıllı kimselerin sözlerinden kasdedilen mana­yı anlamayan demektir.

Lüzum (bağlayıcılık) şartına gelince bu, akdi yapanın mükellef olması­dır. Mümeyyiz çocuğun İcar akdi gerçekleşir. Ama velîsi izin vermeden bağ­layıcı olmaz. (Çalışmak üzere) kendi bedenini veya kendi mülkiyetindeki bir şeyi icara verirse akid gerçekleşir; ama velîsinin onayına ihtiyaç hissedilir. Onaylanmazsa akid bağlayıcı olmaz. Köle de bu açıdan aynı hükme tâbidir.

Reşidliğe gelince bu, bazı durumlarda akdin bağlayıcılığı için şart olur. tcara veren sefih biri ise bu, yaptığı icar akdiyle ya kendi bedenini veya ma­lım icara vermiştir. Eğer bedenini icara vermişse, icar akdi gerçekleşir. Al-datılmamışsa, velîsinin onayı olmadan da akid geçerli olur. Ama aldatılmişsa velîsi onaylamadan akid geçerli ve bağlayıcı olmaz. Sefih kişi kendi malını icara vermişse, her halükârda geçerli olması için mutlak surette velîsinin onay­laması şarttır.

İcar bedeli olarak verilecek ücretin görünür, yararlı, belirli ve hak sahi­bine teslim edilebilir olması şarttır. Bey' bahsinde bunun geniş açıklaması yapılmıştı. Şunu da kaydedelim ki, bazı durumlarda ücretin peşin olarak öden­mesi şart olmaktadır. Öyle ki, peşinen ödenmediği takdirde akid sahih ol­mamaktadır.

Birinci mesele: Ücret, belirli bir şey olmalıdır. Sözgelimi adamın biri, bir deve karşılığında, bir kişiyi bir yıl süreyle kendisine hizmet etmek üzere icar ederse, deveyi kendisine peşinen teslim etmesi gerekir. Öyle ki, devenin teslimini Üç günden fazla geciktirmesi câİz olmaz. Geciktirdiği takdirde akid fâsid olur. Zîra geciktirme durumunda aldatma söz konusu olabilir. Çünkü deve, değiştirilmeye elverişli bir nesnedir. Olabilir ki, devenin şimdiki değeri yüzbin Türk lirasıdır ve hizmetçinin yapacağı iş de bu değere eşittir. Deveyi teslim alınca, ücretini tam olarak teslim almış olacaktır. Ama devenin tesli­mi gecikirse, olabilir ki deve zayıflar veya değerini eksiltecek bir arıza ile kar­şılaşabilir. Ki, bunda da işçiye zarar dokunur. Veya peşinen teslim edilmediği takdirde, ileride değerini yükseltecek bir durum devede meydana gelebilir ki; bu da, deve sahibine zarar dokundurur. İşte bu zararı Önlemek amacıyla de­venin peşinen teslimi gerekmektedir.

"Şu kumaş" gibi belirli bir eşya da, hüküm bakımından deve gibidir. Bu eşya da fiyat bakımından artma veya eksilmeye müsâidtir. Bu da, taraf­lar arasında anlaşmazlığa yol açacak bir mazerettir. Ücret belirli olunca, ge­ciktirilmesi örf gereği olsa bile peşinen ödenmesi gereklidir. Ücret olarak verilecek belirli eşyanın emsali eşyalar, örfe göre geç teslim edilmeleri gere­kiyorsa, akidleşme esnasında peşin olarak verilmesini şart koşmak gerekir. Aksi takdirde akid fâsid olur.

İkinci mesele: Ücret belirli olmaz. Sözgelimi adamın biri, belirli bir de­ve değil de herhangi bir deve veya belirli bir mal değil de herhangi bir mal verme karşılığında bir kişiye, "bir sene müddetle hizmet etmek üzere seni icar ettim, yapacağın hizmete karşılık sana bir deve vereceğim" derse, bu meselede üç durum söz^ konusu olur:

1- Ücretin peşinen Verilmesini şart koşarlar. Bu şartın gereği olarak da ücretin derhal ödenmesi zorunlu olur. Aksi takdirde akid fâsid olur.

2- Ücretin peşinen verilmesini şart koşmazlar, ama bu gibi anlaşmalar­da, âdet gereği ücretin peşinen verilmesi gerekiyorsa, âdet gereğince ücretin derhal ödenmesi gerekir.

3- Ücretin peşinen ödenmesini gerektiren bir şart veya bir âdet mevcud değilse, bunda iki durum söz konusu olur:

a- İcar akdi belirli bir şeyin menfaati üzerine değil de zimmetteki bir menfaat üzerine düzenlenmiş olur. Sözgelimi; adamın biri, bir başkasına "bu elbiseyi dikmek üzere senin zimmetini icar ettim. Dilersen kendin diker, di­lersen başkasına diktirirsin" derse, bu durumda terziyi, zimmetinde tekef­fül ettiği bir menfaati kendisine sağlaması için icar etmiş olur.

b- Belirli bir şeyin menfaatini icar eder. Örneğin bir kişinin, bir başka şahsı, kendisine hizmet etmek üzere İcar etmesi veya içinde oturmak üzere bir evi icar etmesi gibi. Birinci durumda ücretin peşinen ödenmesi zorunlu­dur. Aksi takdirde borç, borca karşı konulmuş olur. Şöyle ki: Bu akidte iş­çi, çalışmakla borçludur (yükümlüdür). Müstecir de ücretle borçludur ki böyle bir muamele caiz değildir. Ama işçi çalışmaya başlarsa, ücretin acilen veril­mesi zorunlu olmaz. Zîrâ işçinin yapacağı iş, müstecir (işveren) tarafından teslim alınmış olmaktadır. Ama tekrar belirtelim ki, bu durumda işçinin derhal çalışmaya başlaması, çalışmayı hiç mi hiç ertelememesi gerekmektedir. Ge­celeyin veya yarın sabah olması gibi. Aksi takdirde akid sahih olmaz.

Ücret belirli bir şey olmaz, peşinen verilmesi akidleşme esnasında şart koşulmaz veya peşinen verilmesi örfen gerekli olmaz ve de üzerine icar akdi yapılan şeyin menfaati zimmette olmazsa, ücretin peşinen ödenmesi gerekli olmaz. Bu meselenin hükmü, akdin durumuna göre değişir. Bilindiği gibi icar akdi;

a) Ya bir insanın sağlayacağı menfaat üzerine düzenlenir. Ki insan da ücretli, sanatkâr ve hizmetçi olmak üzere üç kısma ayrılır. Ücretli ile sanatkâr arasındaki fark şudur: Ücretli, kendi eli altında olmayan şeyde çalışan kimsedir. Bina gibi. Ücretli, binayı inşa eder. inşaatı tamamlayınca çekip gider. Emeğini ve yaptığı işi müstecire (işverene) bırakır. Kendi eli altında olmayan şeylerde sanat icrasında bulunan sanatkârlar da bu bakımdan üc­retli gibidirler. Kapı ve pencereleri onaran marangozlar gibi.

Sanatkâr ise kendi eli altında bulunan şeyde çalışan kimsedir. Terzi, de­mirci ve kuyumcu gibi. Sanatkârlar da salt sanatkâr ve sanatkâr-satıcı ol­mak üzere iki kısma ayrılırlar. Salt sanatkâr, kendi yanından bir şey katmaksızın sanattan başka bir iş yapmayan kimsedir. Sanatkâr-satıcı ise, üzerinde sanat icra ettiği eşyaya, kendi yanından bir şeyler katan kimsedir. Örneğin boyacı, boyadığı eşyaya kendi yanından boya katmaktadır.

Hizmetçiye gelince bu, başkalarına hizmet etmek üzere icar edilen kimsedir.

b) Ya da icar akdi, bir evin veya bir akarın veya bir hayvanın veyahut da bir kabın menfaati üzerine düzenlenir, icar akdi eğer sanatkâr veya üc­retli bir insanın sağlayacağı menfaat üzerine düzenlenmişse; ücretli veya sa­natkâr, işlerini tamamlamadan ücret taleb edemezler. Ancak akdin yapıldığı mıntıkada bu gibi işlerde ücretin peşinen ödenmesini gerektiren bir örf ku­ralı varsa, o zaman bu kurala uyulur. Meselâ; marangoz, yapacağı işin bir bölümünü tamamladıktan sonra ücretini almak ister de işveren ödemeye ya­naşmazsa, işini tamamlamadan işvereni ücret ödemeye zorlayamaz. Ancak ücretin, iş tamamlanmadan ödenmesi örfen gerekliyse, örfe uymak icab eder. Marangoz işi tamamlamadan işten el çekmek isterse, yaptığı iş kadar ücret hesaplayabilir. Ama yapılan icar akdi; bir evin, bir akarın, bir yük hayvanı­nın veya bir kabın (döşemecilerin kapları gibi) menfaati üzerine düzenlen­mişse ücretin peşin olarak verilmesi veya ertelenmesi hususunda anlaşılabilir. Yapılan anlaşmanın sahih olması için, akidten hemen sonra en geç on gün içinde işe başlamak gerekir. Aksi takdirde ücretin peşinen ödenmesi sahih olmaz. Taraflar arasında bu hususta bir anlaşma olmamışsa, ücret, günlük olarak ödenir.

Dördüncü rükün menfaattir. Menfaat, zâtın karşılığıdır. Menfaate yal­nızca hissî bir işarette bulunmak mümkün olmaz. Menfaate, ancak, ilgili ol­duğu zâta bağlı olarak işaret etmek mümkün olur. Şu da var ki, menfaat zâtın cüzü ile ilgili olmamalı ve tide edilmesi mümkün olmalıdır. Örneğin ev ile ilgili olan barınma menfaati gibi. Eve bağlı olmaksızın salt barınmaya müstakil bir şekilde hissî bir işaretle işaret etmek mümkün değildir. Barın­ma, evin tümüyle ilgilidir. Menfaat, bölünmesi mümkün olmayan bir eşya­nın şayi bir bölümüyle ilgiliyse, meselâ; bir hayvanın şayi bir bölümünün menfaati, şer'an muteber bir menfaat olmadığı için, o bölümün menfaatini icar etmek sahih olmaz. "Elde edilmesi mümkün olmalıdır" kaydını koy­makla, insan ve hayvanda bulunan yaşama ve muktedir olma gibi manevî sıfatlar kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu sıfatlar insan ve hayvanın kendi­lerine özgü olduklarından ötürü, başkaları tarafından elde edilemezler; do­layısıyla bunların icar edilmesi de sahih değildir.

icar akdinin sîgasına gelince,satış akdinin sîgası için aranan şartlar, icar akdinin sîgası için de gereklidirler. Daha geniş bilgi almak isteyenler, bey' (satış) bahsine müracaat edebilirler.

İcar akdinin konusu olan menfaat için de bâzı şartlar gereklidir:

1- Menfaatin bir değeri olmalıdır. Değersiz denecek kadar basit bir men­faati olan şeyin icar edilmesi sahih olmaz. Örneğin hazırdaki bir ateşten, ki­şinin kendi ateşini tutuşturmak için az bir ateş alması gibi.

2- Menfaat, maddeten ve şer'an teslim edilmesine muktedir olunan bir menfaat olmalıdır. Maddeten teslim edilmesi mümkün olmayan bir şeyin ica­rına örnek olarak, kendiline su ulaşmayan veya tarıma elverişli olmayan bir tarlayı tarımcılık yapmak amacıyla icar etmeyi gösterebiliriz. Bu icarda tar­lanın menfaati, müstecire maddeten teslim edilebilir bir menfaat değildir. Sular altında kalan bir tarlayı diyecek olursak, bu tarlanın üzerindeki suların na­diren de olsa çekilip gitmesi mümkün olduğundan, böyle bîr tarlanın peşin ücret ödemeksizin icar edilmesi sahih olur. Sular çekilip giderse, sahibine icar bedeli verilir. Aksi takdirde verilmez. Ama üzerindeki suların çekilip gitme­si umulmayan bir tarlanın icar edilmesi, her halde sahih olmaz. İcar edilen menfaatin tesliminin şer'an imkânsız olması durumuna gelince, meselâ mes­cidi süpürtmek üzere aybaşı hali görmekte olan bir kadını veya başkasını döv­mek ya da şarap imal etmek için bir adamı icar etmek şer'an caiz değildir.

3- İcar edilen şeyin kendisinin veya ondan kaynaklanan bir şeyin bir bö­lümünün, kasden tüketilmesine veya telef edilmesine gidilmeksizin menfaa­tini elde etmek mümkün olmalıdır. Örneğin, sütünü içmek için bir ineği icar etmek gibi. Adamın biri, bir başkasına, "kış boyunca sütünü almak için ineğini ikibin liraya icar ettim" derse, akid fâsid olur. Yine bunun gibi: "Kış bo­yunca bütün külfetleriyle senin ineğinin sütünü satın aldım" demek de sa-hİh olmaz,   ineğin  icarı  durumunda yapılan akid,  icar edilen  şeyden kaynaklanan şeyin (sütün) tüketilmesini içermektedir. Bu durumda menfa­at, süt tüketilmeden elde edilememektedir.

Kış boyunca ineğin sütünün satın alınması durumunda ise, memedeki sütü satın alması gerekmektedir. Oysa bu satış caiz değildir. Şu da var ki; memedeki sütün satılması veya sütünün tüketilmesi sonucu doğacak olan bir hayvanın icar edilmesi mutlak olarak yasak değildir. Caiz olma şartlarını ta­şımadığı takdirde yasaktır. Bunu şöylece açıklayabiliriz: Memedeki süt, ya götürü şekilde ölçeksiz olarak satın alınır, veya ölçeklenerek satın alınır. Gö­türü olarak satın alınmasna örnek olarak adamın birinin, sürü sahibi bir kim­seye: "Şu kadar süreyle on veya beş koyunun her günkü sütünü senden satın alıyorum" demesini gösterebiliriz. Ölçeklenerek satın alınmasına örnek olarak da aynı adamın o kişiye, "günde beş ölçek olmak üzere senden yüz öl­çek süt satın alıyorum" demesini gösterebiliriz.

Götürü olarak satın almanın caiz olması için sekiz şart gereklidir:

1- Sütü satın alınan koyunlar birden fazla olmalıdır.

2- Sütü satılan koyunlar, satıcının mülkü olmalıdır.

3- Süt verme bakımından birbirlerine eşit olmalıdır

4- Satın alma, alışılagelen normal sağım zamanında (yonca zamanı gi­bi) olmalıdır. Çünkü diğer zamanlarda süt azalır veya çoğalır.

5- Müşteri sağılacak süt miktarını bilen biri olmalıdır.

6- Satın alma, sona ermesinden önce sütün noksanlaşmayacağı belli bir süreyle takdir olunmalıdır.

7- Süt alımına başlanmalıdır.

8- Bedel peşin olarak ödenmelidir.

Bu şartlar gerçekleştiği takdirde sütün götürü pazar satılması sahih olur.

Sütün Ölçeklenerek satılması durumunda akdin sahih olması için beş şart gerekli olur:

1- Satın alma, sağım zamanında olmalıdır.

2- Satın alma, sona ermesinden önce sütün noksanlaşmayacağı belli bir süreyle takdir olunmalıdır.

3- Müşteri akdi yapar yapmaz veya akidten itibaren birkaç günlük kısa bir zaman içinde süt alımına başlamalıdır.

4- Bu selem akdini yalnızca koyunların sahibi ile yapmalıdır. Başkasıy­la yaparsa sahih olmaz.

5- Süt bedelini peşin olarak ödemelidir. Bilindiği gibi bu, bir selem ak-didir. Çünkü satın alınan mal (süt) bilâhare teslim alınacaktır. Bu durumda bedeli de sonraki bir zamana bırakmak sahih olmaz. Aksi takdirde borç, borca karşı konulmuş olur.

Şafiıler dediler ki: icarın rükünlerinden her birinin kendine gerekli olan şartları vardır. Birinci rükün olan sîga için, satış (Bey1) bahsinde öne sürülen şartlar burada da gereklidir. Bu şartlardan biri de sîganın, lâfız ola­rak icâb ve kabulü içermesidir ve de icâbla kabul arasına uzun bir fasılanın girmemesidir... Şu da var ki; satışın belli bir süreyle smirlandınlmaması ge­rekir. Ama icar, bunun tersine olarak belli bir süreyle sınırlandırılmalıdır.

İcar sîgası, açık ve kapalı olmak üzere iki kısma ayrılır. Açık sîga, baş­ka hiç bir anlama gelmeyip sadece icar anlamına delâlet eden bir sığadır. Kapalı olansa, hem icara ve hem başka akidlerin anlamına delâlet eden bir sîgadir. Açık sîgaya örnek olarak, mal sahibinin: "Bu evi şu kadar bedelle bir yıllı­ğına sana icara verdim" veya "bu evin menfaatini sana kiraya verdim" veyahut "şu kadar bedelle bu evi, bir aylığına sana mülk ettim" demek de aynı şeyi ifâde ederler. Bütün bu sîgalar açık olup icar edilen eşyaya da nisbet edilseler, o eşyanın menfaatine de nisbet edilseler, icar akdi kendileriyle ger­çekleşir.

Bazıları da derler ki: İcar lâfzı, icar edilen eşyaya nisbet edilerek vaz* olunmuştur. Menfaate nisbet edilerek telâffuz edilmesi doğru olmaz. "Bu evin menfaatini sana icara verdim" denilirse akid bâtıl olur. Bu doğru değil­dir. Zîra icar kelimesi menfaate sahip olmayı gerekli kılar. İcar kelimesinin menfaate nisbet edilmesi, te'kid olduğu için zararsızdır. Kapalı sîgaya örnek olarak, "şu kadar bedelle bu evin bir yıllık menfaatini sana mahsus kıldım" veya "Şu kadar bedel karşılığında bir ay müddetle evimde otur" demeyi gös­terebiliriz. Bu sözler kapalıdırlar. Çünkü bunlardan evin menfaatinin icar veya başka bir yolla karşı, tarafa tahsis edildiği anlamları çıkarılabilir.

Zamanımızda halk arasında uygulanmakta olduğu gibi, iki akidçi, ya­zılı bir mukavelenin altını imzalayacak olurlarsa, akid sahih olur ve yazılı belgeye atılan imza da sîgayı telâffuz etme yerine geçerli olur. Bu, kapalı an­lamlı sîgalar cümlesinden sayılır. Yazılı olan her akid böyledir. Yazı, kapalı sözlerden sayılmak şartıyla Iafzî sîga yerine geçerli olur. Satış (bey) kelime­sini telâffuz etmekle icar akdi gerçekleşmez. "Şu kadar fiyatla evimi bir yıl­lığına sana sattım" deme halinde mutlak olarak ne icar, ne de satış gerçekleşir. Şundan ki: Bey' (satış) kelimesi süreklilik gerektirir. Bir yıllık kaydıysa geçi­ciliği gerektirmektedir. Böyle olunca, Dolayısıyla örnekteki satış cümlesinin başı, sonuyla çelişmektedir. Dolayısıyla da kullanılan sîga ne açık, ne de ka­palı olmaktadır. Aynı şekilde satış akdi de İcar kelimesini kullanmakla ger­çekleşmez. Sonra icâre, aynın icarı ve zimmetin icarı olmak üzere iki kısma ayrılır. Aynın icarı, müstecir tarafından bilinir olan (satış akdinde, satın alı­nan şeyin hazırdaki belirli bir eşya olnrak müşteri balından bilinir olması gibi) belirli bîr nesnenin menfruuı üzerine î:ar akdi düzenlemelaen ibarettir. Örneğin; bir kişinin, belli bir süreliğine ekip biçerek kendisinden yararlan­mak için, belirli bir tarımsal araziyi, belirli bir bedel karşılığında icar etmesi gibi. Ya da, barınma yararından faydalanmak için bir evi icar etmesi veya bir yıllığına kendisine hizmet ettirmek üzere bir adamı icar etmesi gibi.

Zimmetin icarına gelince bu, belirli olmayan bir şeyle ilgili olan, hattâ zimmette nitelenen bir menfaat üzerine akid yapılmasından ibarettir. Başka bir deyişle selemde olduğu gibi kendisinde menfaatin, zimmette bir borç ol­duğu bir icar akdidir. Şöyle ki: Adamın biri, bir başkasına: "Şu nitelikteki bir deveyi seni falan şehire taşıması için sana icara verdim" derse, bu sözde­ki deve, belirli olmayan, bilâkis icara verenin zimmetinde nitelenen bir de­vedir. Aynın icarı sözündeki ayından maksat, menfaate karşı değil de zimmete karşı olan şeydir. Zîrâ her halükârda icar akdi menfaat üzerine düzenlen­mektedir. Ama bazan menfaat, belirli bir şeyle ilgili olur. Belirli bir tarımsal arazinin menfaati gibi. Bazan da böyle olmaz. Yukarıdaki cümlede açıklandığı gibi zimmette nitelenen bir devenin sağlayacağı menfaat gibi.

Şunu da bilmekte yarar vardır ki; zimmetin icarında akdin bazı özel sî-galarla yapılması gerekmektedir. Başka sığaların kullanılmasıyla akid ger­çekleşmez. Bu özel sîgalar şunlardır: "Senin zimmetini yükümlü kıldım" veya "sana şu kadar selem kıldım" demek gibi. Bir kişi, bir başkasından herhan­gi bir deve icar etmek isterse ona, "eşyamı falan yere taşıması için, şu nite­likteki bir deveyi bana kiraya vermen üzerine şu kadar para karşılığında senin zimmetini yükümlü kıldım" veya '...şu kadar parayı sana selem olarak verdim" demelidir.

Belirli olmadan herhangi bir şeye ilişkin bir menfaati amaçlayan bütün akidler de, bu hükme tabidirler. Sözgelimi adamın biri, başkasına: "Bu el­biseyi dikmen...' veya "şu duvarı örmen için şu kadar para karşılığında se­nin zimmetini yükümlü kıldım" derse, yine yukarıdaki hüküm geçerli olur. Çünkü burada menfaatin kendisiyle ilgili olduğu şey, belirli olmayan bir şey­dir. Muhâtab, kendisi de olsa başkası da olsa farketmez. Bundan da öğren­miş oluyoruz ki; aynın icarında, icar edilenin, çalışmak için başkasına izin vermesi caiz olmaz. Meselâ adamın biri, bir başkasına: "Şu duvarı örmen için seni icarla tuttum" der de icar edilen kişi, o duvarı bizzat kendisi Ör­mez, örmesi İçin başkasına izin verirse, icar akdi sahih olmaz. Sonra ikinci işçi, eğer bu duvarı örmek içini işe girişmiş olan birinci işçiyle icar akdi ya­pılmış olduğunun farkındaysa, kendi çalışmasına karşılık kesinlikle ücret ala­maz. Ama farkında olmayıp, işin gerçeğinden bir haberi yoksa, çalışmasına izin verenden ecri misil alır.

Selem sermâyesinde olduğu gibi zimmetin icarında da ücretin, akidleş-me meclisinde karşı tarafa teslim edilmesi şarttır. Akidleşme meclisinde ve­rilmeyip sonraki bir zamana ertelenmesi caiz olmaz. Aksi takdirde borç, borca karşı konulmuş olur. Zîra bu durumda menfaat, icar edilenin zimmetinde bir borçtur. Ücret de zimmetde bir borçtur ki, bu caiz değildir. Ücretin erte­lenmesi caiz olmadığı gibi ücreti başkasına havale etmek, ücreti alma işini başkasına havale etmek, ücreti başka şeyle değiştirmek veya ücretten berâet etmek de caiz olmaz. Bu gibi şeylerden biri, ücretin ertelenmesi durumunda vukûbulursa, akid bâtıl olur. Ücreti ertelemeyi taraflar şart koşarlar ve üc­reti teslim almadan meclisten ayrılırlarsa, akid yine bâtıl olur. Ama teslim almadan dağılmamışlarsa akid sahih olur.

Aynın icarında ücret, "şu deve karşılığında bir yıl süreyle bana hizmet etmek üzere seni icar ettim" Örneğinde görüldüğü gibi belirli ise, ücret öde­menin ertelenmesi sahih olmaz. Ama: "Şu vasıftaki bir deve karşılığında, bir yıl süreyle bana hizmet etmen için seni icar ettim" örneğinde olduğu gibi zimmetteki bir borçsa; peşin verilmesi de, ertelenmesi de sahih olur. Bir ki­şi, bir başkasından belirli bir şey icar eder, ücretin peşinen veya bilâhare ve­rileceği şarta bağlanmazsa, meselâ; hiç bir şart ileri sürmeksizin: "Bu deveyi şu kadar bedelle senden icar ile aldım" derse, ücretin peşin olarak Ödenmesi gerekir.

îcar akdinin ikinci rüknü, âkid (akdi yapan)dir. îcara veren olsun, müstecir olsun, akdi yapan kişide bazı şartların bulunması gerekir ki; bu şartlar, bey' bahsinde anlatılmıştır. Meselâ bu şartlardan biri, akdi yapan kişinin mut­lak tasarruf yetkisine sahip olmasıdır. Çocuğun, delinin, sefihlik nedeniyle kısıtlılık altındaki kişinin icar akdi mutlak surette sahih olmaz. Haksız yere zorlanan kişinin yaptığı icar akdi de sahih olmaz ve bey* bahsinde, anlatıldı­ğı gibi akidde bulunması gerektiği belirtilen diğer şartlar, icar akdini düzen­leyen âkidte de bulunmalıdır. Yalnız bey' bahsinde akdi yapanın müslüman olması şart koşulmuştu. Meselâ kâfirin mushaf-ı şerif veya müslüman bir köle satın alması sahih değildir. Ama kâfir birinin, mekruh da olsa kendi hizmetinde çalıştırmak üzere müslüman bir kişiyi icarla tutması sahihtir.

Aynı şekilde icarının bütün şekillerinde mutlak tasarruf şartı aranmaz. Sefihlik nedeniyle kısıtlılık altında bulunan bir kişinin, normal olarak ka­zanç vesilesi olmayan bir iş için, meselâ başkasının yerine hac ibâdetini edâ etmek için kendi bedenini icara vermesi sahih olur. Ama demircilik ve ma­rangozluk gibi kazanç vesilesi olan mesleklerde çalışmak üzere, kendi bede­nini icara vermesi sahih olmaz. Üçüncü rükne gelince bu, mak'ûdunaleyh (üzerine akid yapılan şey)dir ki, bu da ücret ve menfaat gibi iki şeyi kapsar. Nitekim yakında bundan söz edilmişti.

Ücret bazan belirsiz bir borç olur. Bazan da hazır ve belirli olur. Belirli olmayan ücret, bey* (satış) bahsinde geçen semen (bedel) için ileri sürülen şartlara tâbidir. Ücretin miktar, cins, tür ve nitelik bakımından belirli olma­sı gerekir. Örneğin: "Bu evi, sağlam on mısır cüneyhi karşılığında sana ica­ra verdim" demek gibi. Bu cümledeki "on" kelimesi ücretin miktarını; "Cüneyh" kelimesi de ücretin cinsini açıklamak için kullanılmıştır. Çünkü, sâdece "on" kelimesi kullanılmış olsaydı, bu on kuruş da olabilirdi, on cü-neyh veya on riyal da olabilirdi. "Cüneyh" kelimesi kullanılınca "on"un cinsi açıklanmış oldu. "Mısır" kelimesini kullanmakla ücretin türü açıklan­mış oldu. Çünkü cüneyhin, İngiliz cüneyhi ve mısır cüneyhi gibi türleri var­dır. "Sağlam" kelimesini kullanmakla da nakdin niteliği açıklanmış oldu. Zîra "sağlam" kelimesi kullanılmadığı takdirde ücretin, kesik ve yarı cüneyh-ler halinde ödenmesi düşünülebilir ki bazan bunlar, sağlamlan gibi geçerli olmayabilirler.

Yine aynen bunun gibi adamın biri, bir hayvan icar edecek olursa; at veya deve diyerek cinsini; buht atı, rus atı veya cemel, hecin diyerek türünü ve bunlar gibi şeyleri; erkeklik veya dişiliğini; ağır yürüyüşlü, rahvan ve ge­niş adımlı diyerek yürüyüş niteliğini açıklamalıdır.

Ücret belirli ise, görülmesi şarttır. "Bu evi bu deve karşılığında sana icara verdim" deme durumunda devenin görülmesi şart olur. Bundan maksat, belirsizlik ve karışıklığı ortadan kaldırmaktır ki, akdi yapan taraflar ara­sında bir anlaşmazlık meydana gelmesin. Bu nedenle bir binek hayvanını icar eden kişinin, gece ve gündüz o hayvanı ne kadar mesafe yürüteceğini açıkla­ması şart koşulmuştur. Ancak bu gibi hususlarda halk arasında uyulagelen âdetler varsa, o zaman âdete uyulur. Ama taraflardan biri, âdete aykırı bir şart ileri sürerse, şarta uyulur. Bu akidte, ücretin belirli olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Yük taşımak için icar edilen hayvana yüklenecek yük, hazırda değilse miktar ve evsafının açıklanması; hazırdaysa görülmesi ya da elle yoklanması; ölçekle ölçülen bir yükse cinsinin açıklanması gere­kir. Bu sebeple fıkıhçılar demişlerdir ki: Yemini verme karşılığında binek hay­vanı icar etmek; gerekli masrafını yapma karşılığında belli bir süre için bir evi icar etmek sahih olmaz. Çünkü yem ve masrafın ne kadar olacağı belir­sizdir. Bu gibi akidleri düzenlerken, evin onarım masraflarının ve bineğe ve­rilecek yemin değer takdiri yapılmalı ve harcanacak meblağ, ücret kılınmalıdır. Sonra da mal sahibi, bu meblağı bineğin yemine sarfetmesi için müstecire izin vermelidir. Yalnız bu iznin akid dışında verilmesi şarttır. Bu bir hiledir. Ama uygulanması sahihtir. Yine fıkıhçılar demişlerdir ki: İşçiyi, yapacağı işten elde edilecek bir şey karşılığında icar etmek sahih değildir. Meselâ bir kasabı, yüzeceği koyunun derisini kendisine vermek karşılığında icar etmek sahih değildir. Çünkü yüzmeden önce derinin durumu belirsizdir. Olabilir ki deri kalın veya ince çıkar. Ya da kendisinde, değerini eksiltecek bir ayıp ortaya çıkar. Aynı şekilde değirmenciyi, öğüteceği tahılın bir bölümü karşı­lığında, meselâ, çalışmasının mahsulü olan unun dörtte biri veya bir Ölçeği karşılığında icar etmek sahih olmaz. Çünkü elde edilecek un, kepekli olup olmama bakımından öğütülmezden Önce meçhuldür. Olabilir ki undaki ke­pek miktarı çok olur. Olabilir ki az olur. Kepeğin ayıklanmasından sonra geriye ne kadar un kalacağı önceden bilenemez. *Bu buğdaydan elde edile­cek un' gibi belirli olan bir ücretin, akidleşme esnasında hak sahibine teslim edilebilir olması şarttır. Oysa burada bu şart gerçekleşmemektedir. Çünkü un, buğdayın öğütülmesinden önce değirmenciye teslim edilemez. Bu da, üc­retin (unun) akidleşme esnasında hak sahibine teslim edilebilirlik şartına zıt­tır. Koyunun derisi de böyledir. Yapılacak masraflann miktan, meçhul olduğu halde kişinin, gerekli masraflarını verme karşılığında kendi yerine haccettir­mek üzere başka bir şahsı icar edişinin caiz olmasını, bu hükme karşı itiraz vesilesi yapacak olanlar çıkabilir. Böyle bir itirazda bulunacak olanlara ve­recek cevabımız şudur ki: Hac, icar babından değil de cu'l bâbındandır. Hac­cettirecek olan kişi, kendisinin nâmına haccedecek olan şahsa, masrafları cu'l olarak vermektedir.

Menfaat için şu şartlar gereklidir:

1- Menfaatin bir değeri olmalıdır. Meselâ, üzerinde çamaşır kurutmak için başkasının ağaçlarını icar etmek; dükkânı süslemek için başkasının kap­larını icar etmek sahih olmaz. Çünkü bu menfaatler değersizdir. Bir kişinin

kendi malını revaçlandınp, müşteri celbedecek sözleri yüksek sesle söyleme­si için bir şahsı, meselâ bir tellalı icar etmesi de böyledir. Ancak tellal fazla konuşur; bir yerden bir yere gidip gelmek, eşyayı her yerde müşterilere ar-zetmek, satmak amacıyla ilânatı tekrarlamak gibi ücreti hak edecek işler ya­parsa, yapılan icâre sahih olur. Ama sırf bir veya iki kelime söylemekle -bu kelimeler eşyanın satılmasına sebep olsalar da- ücreti hak etmez. Ücreti hak­keden kişinin aldığı ücret, yorulması, fazlaca gidip gelmesi ve konuşması ora­nında kendisine helâl olur. Bununla beraber, halk arasında alışılagelen rayice uygun bir ücretten fazlasını da alamaz.

2- Menfaat, icar akdiyle kasdedilen bir ayn olmamalıdır. Sütü için bir ine5i icar etmek gibi. Bu icar akdi, sütten yararlanma maksadını içermekte-dirrSüt ise bir ayın olup, ^asten icar akdiyle mal edinilemez. Çünkü aynlar, ancak dolaylı olarak icar;'akdi ile mal edinilebilirler. Bir kişinin, meyvesin­den yararlanmak için bir bahçeyi veya balığından yararlanmak için bir su havuzunu icar etmesi de böyledir. İcar akdinden maksadın aynî bir menfaat olduğu bütün akidler bu hükme tabidirler. Ama aynî menfaat dolaylı ola­rak icar akdi ile elde ediliyorsa, hüküm değişir. Meselâ; bir kişi, kendi çocu­ğunu emzirtmek için bir süt anası icar ederse; bu icar akdinden maksat, emzirme fiilidir. Kadının sütü bu fiile bağlı olarak akidle, ücret verenin malı olmaktadır. Kâtibi ve terziyi icar ederken kâtibin mürekkebine ve terzinin ipine göz yumulur. Çünkü icar akdinden maksat, bunların mürekkebi ve ipi değildir.

3- Menfaatin kendisiyle ilgili olduğu iş, maddeten ve şer'an teslim edi­lebilir nitelikte olmalıdır. Aybaşı hali görmekte olan bir kadını, mescidi sü-pürmek veya kocasının izni olmadan başkasının hanımını bir işte çalıştırmak üzere icar etmek sahih olmaz.

4- Menfaatin kendisiyle ilgili olduğu iş, İcar edilen kişinin kendisine vâ-cib bir iş olmamalıdır. Namaz ve benzeri niyabet kabul etmez diğer ibâdet­lerden herhangi birini yaptırmak üzere adam icar etmek sahih olmaz. Vakıf sahiplerinin, vakıf gelirlerinden imam, müezzin ve benzeri hizmetleri îfa eden­ler için ayırmış oldukları paylar, ücret olarak değil de cu'l olarak alınırlar. Ya da imamın bir mekândan başka bir mekâna intikâl etmesine veya nama­zı vaktin ilk girişinde kıldırmasına karşı bir ücret olarak alınırlar. Yoksa sırf namaz kılmaya karşı ücret olarak alınamazlar. Başkasının yerine haccetme, cenaze yıkama, mezar kazma, ölüyü taşıma ve defnetme karşılığında ücret almak caiz olur.

5- Yapılacak iş ve sağlanacak menfaat belli olmalıdır. Terzinin işi elbi­sede bilinir. Öğretmenin işi zamanla bilinir. (Bu, ileride açıklanacaktır.) Hay­vanların taşımaları, yükün miktarıyla bilinir. Bunun devamı, icar edilmesi câİz, olan şeyler kısmında gelecektir. Bu anlatılanlardan öğreniyoruz ki icar, aynın icarı ve zimmetin icarı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

Hanbelîler, ticâretin sahih olması için üç şartın gerekli olduğunu söylemişlerdir:

1- Ücret bilinir olmalıdır. Zîra peygamber (s.a.s.) efendimiz buyurmuş­lardır ki:

"Bir ücretliyi icara tutan kimse, ona ücretini bildirsin.[2]

Ücret açıklanmayınca icar sahih olmaz. Ücret peşinen verilebileceği gi­bi zimmette borç da olabilir.Ücret borç olunca, satıştaki vadeli semen(satın alman malın bedeli) ile aynı hükme tâbi olur. Zimmette semen olması sahih olan şeyin, ücret olması da sahih olur. Kendisinden elde edilecek ürünün cinsini verme karşılığında tarlayı icar etmek de sahih olur. Meselâ; bir tarlayı buğ­day ekimi yapmak için icar edecek birine, o tarlayı iki kile buğday karşılı­ğında icara vermek sahih olur. Yalnız, akid yapılırken, "kendisinden elde edilecek iki kile buğday karşılığında tarlayı icar ettim" dememek şarttır. De­nildiği takdirde akid sahih olmaz.

İşçinin ve emzikçi kadının, karın tokluğuna ve giyimliğine icar edilme­leri sahihtir. Yiyecek ve giyeceğin niteliği hususunda taraflar arasında bir an­laşmazlık vukûbulursa bunlar, zevcenin giyecek ve yiyecek maddelerinin misli olan giyecek ve yiyecek maddelerini alma hakkına sahip olurlar. Bunun de­vamı, icar edilmesi caiz olan şeyler bahsinde gelecektir.

Adamın biri, dikmesi için terziye bir kumaş verirse veya boyaması için boyacıya bir elbise verirse; verirken terzi veya boyacıyla icar akdi yapmazsa yine de bu muamele sahih olur. Terzi veya boyacı rayice uygun bir ücret alırlar. Yalnız bu sanatkârların sırf bu işleri yapar olmaları şarttır. Ama durum böyle olmayınca rayiç bedel alamazlar. Ancak rayiç bedel almayı önceden şart koş­muş veya bu konuda akid yapmış, ya da bir tarizde bulunulmuşsa, rayiç be­del alabilirler.

Sözgelimi, adamın biri, başkasına âit bir eşyayı omuzlayıp bir yerden bir yere götürür ve götürmezden önce bu iş için eşya sahibiyle bir akid yap­mazsa, yükü taşıyan hamal, rayice uygun ücret alma hakkına sahip olur. Yine bunun gibi âdet gereği olarak gemiye binmek, hamama girmek, berbere git­mek, çamaşır yıkatmak, satıcılardan su alıp içmek, kahvede kahve içmek gi­bi akidsiz olarak yapılan işlerden herhangi birini akid düzenlemeksizin yapma durumunda muamele sahih olur. Ve hak sahibi de rayice uygun bir ücreti alır.

2- ıcarm sahih olması için gerekli olan şartların ikincisi, üzerine akid yapılan şeyin menfaatinin bilinmesidir. İcâre, tıpkı satış (bey) gibidir. Satış akdinde satılık malın bilinir olması nasıl ki gerekiyorsa; icârede de üzerine akid yapılan şeyin menfaatinin bilinmesi gerekir. Menfaat iki şeyle bilinir:

a- Örf: İnsanların kendi aralarında uygulayagelmekte oldukları davra­nış biçimleridir. İnsanların bu konuda bir örfleri varsa, menfaatinin ayın ve niteliğini belirleme açısından o örf yeterli olur. Evde barınma menfaati gibi. Bu menfaat, bilinir olduğu için açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Şunu da kay­dedelim ki; evde barınmakta olan müstecirin eve zarar verecek şeyler yap­ması caiz olmaz. İçinde oturup barınmak için bir evi icar eden kişinin o evi demirci veya marangoz atölyesi olarak, ya da tahıl anbarı olarak kullanması sahih olmaz. Çünkü bu gibi işler eve zarar verir ve örfe göre de evde oturma ve barınma olarak kabul edilemezler.

b- Vasf: İcar edilen şeyin menfaati vasfetmekle de bilinebilir. Bir demir parçası taşıtmak için bir hamal icar eden kişinin hamala; demirin ağırlığının ne kadar geldiğini, demir; nereye kadar taşıyacağını belirtmesi gerekir. Çün-vkti menfaat, ancak bu açıklamayla bilinebilir. Adamın biri, kendisi için bir eşyayı kaldırıp başka bir şahsa kadar taşıtmak üzere bir hamal icar eder de yükü omuzlayıp götüren hamal, eşyayı teslim alacak adamı yerinde bulamaz ve eşyayı geri getirirse; hem gidiş hem dönüş ücretini alır. Ama eşyayı teslim alacak olan adamın ölmüş olduğunu görürse, sadece gidiş ücretini alır. Çünkü ölüm, zoraki bir durumdur. Ama başka şeyler ölüme benzemez. O gibi şey­lerde ihtiyatlı davranmak mümkündür. Hamal, eşyayı alıp götürmeden ön­ce eşya sahibiyle hamalın, taşıma yer ve süresini belirlemeleri gerekir.

Yabancı bir erkeğin, kendine hizmet ettirmek üzere câriye veya hür bir kadın icar etmesi caiz olur. Yalnız hür kadınla karşılaştığında yüzünü çevir­mesi, vücuduna bakmaması gerekir. Setr-i avret bölümünde belirtildiği gibi, cariyenin namazda kapatması gereken avret yerleri dışında kalan, diğer kı­sımlarına bakabilir. Bir evin içinde; cariye veya hür kadınla bir arada yalnız başlarına kalması caiz değildir. Çünkü başbaşa kalmaları, fesada yol açar. Menfaatin, menfaat karşılığında icara verilmesi sahihtir. Bu menfaatler, ay­nı cinsten de olabilirler: Bir evde oturma menfaatini, başka bir evde oturma menfaati karşılığında icara vermek gibi. Bu menfaatlerin cinsleri ayrı da ola­bilir. Meselâ, boyanması ve müşteriye karşı revaçlandırılması mukabilinde, evde oturma menfaatini icar etmek gibi. Bu akidler caiz olur. Çünkü bey' (satış) akdinde semen olması caiz olan şeyin icârede, icar bedeli olması da caiz olur.

3- İcârenin sahih olması için gerekli olan üçüncü şart, menfaatin, zaru-ret hali olmaksızın da mubah ve kasdedilen bir menfaat olmasıdır. Birisini dövdürmek için bir adam veya haram bir işi yaptırmak, meselâ ağıtçılık gibi bir işi yaptırmak için bir kadın icar etmek sahih olmaz. Kötü kadınlara randevu evi yapmak veya kumar oynatmak veya içki satmak ve bunlara benzer diğer haram işleri yapmak için ev icar etmek sahih olmaz. Aynı şekilde altın ve gümüş kapları ve köpeği icar etmek de sahih değildir. Çünkü bu gibi şey­ler, zaruret hali dışında mubah olmazlar. Menfaati kastedilmeyen şeyleri me­selâ dükkân veya sofra süslemek için eşya icar etmek sahih değildir.

İcarın rükünlerine gelince bunlar beş tanedirler:

1- Akdi yapanlardan birisi olan icara veren kimse.

2- Akdi yapanlardan diğeri olan müstecir.

3- Ücret

4- Ücrete karşı verilen menfaat

5- Akdin sîgası.

 

 

İcar Edilmesi Caiz Olan Ve Olmayan Şeyler

 

İcar edilmesi caiz olanla olmayan şeylere ilişkin mezheplerin ge­niş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(36) Hanefîler dediler ki: İcar edilen eşyaların bir kısmı, icarı ittifakla sahih olanlar, bir kısmı, icarı ittifakla sahih olmayanlardır. Bir kısmı da ica­rının sahih olup olmadığı hususunda ihtilaf edilenlerdir.

İcar edilmesi sahih olan şeyler beş kısma ayrılır:

1- Dükkân ve evler.

2- Ekim için icar edilen ziraî araziler ile içinde bina yapmak veya ağaç dikmek için icar edilen boş araziler.

3- Hayvanlar. Binmek, yük taşıtmak veya çift sürdürmek İçin deve, at, katır, merkep ve sığır icar etmek gibi.

4- Hizmet ettirmek, yük taşıtmak veya terzilik, demircilik, boyacılık gi­bi işlerden birini yaptırmak için bir insan icar etmek. Çocuk emzirtmek için süt analarını, -ki bunlara zi'r denir- icar etmek bu cümledendir.

5- Elbise, çadır ve zînet eşyalarını icar etmek.

Bu kısımlardan her birine dair hükümler vardır. Şimdi de bu hükümleri detaylarıyla ele almaya çalışalım:

Birinci kısım: Dükkân ve evleri icar etmek. Bununla ilgili bazı hususlar vardır:

1- Önce de belirtildiği gibi bunları, içinde yapılacak işi belirtmeden de icar etmek sahih olur. Zîrâ örfe göre bunların icarından amaç, içinde barın­maktır. Barınmanınsa değişik biçimleri yoktur, öyleyse, bunların içinde ya­pılacak işin açıklanmasına gerek yoktur.

2- Bunların içinde müstecirin kendisi barınabileceği gibi ücret karşılı­ğında veya ücretsiz olarak başkalarını da barındırabilir. Hatta yalnız kendi­sinin barınması şart koşulsa bile bu şarta uyulmayabilir. Tarımsal arazi ve hizmetçi gibi kullanacak kimselerin değişmesiyle kullanım biçimleri değiş­meyecek olan diğer şeyler de bu bakımdan ev ve dükkân gibidirler. Bunları kullanan kişinin durumu değişmez. Binek, elbise ve çadır gibi kullanım biçimleri değişik olan şeylere gelince, bunları icar eden kişinin, ücret karşılı­ğında bunları başkalarına icara vermesi sahih olmaz. Çünkü olabilir ki bineği icar etmiş olan kişi zayıftır da binek onu taşımaya muktedir olur. Ama el altından başkasına icara verdiğinde müstecir, iri cüsselidir de binek, onu ta­şımaya muktedir olamaz ve halsiz düşer. Aynı şekilde çadır icar etmiş olan bir kimse, çadırı güneş ve yağmur görmeyecek bir yerde kurar da çadır, gü­neş ve yağmurdan zarar görmez. Ama el altından icara verdiği başka bir kimse, çadırı güneş veya yağmur görecek bir yere kurar da çadır, güneş ve yağmur­dan zarar görür.

3- Müstecirin, İcar ettiği eşyayı, kendisinden icar ettiği kimseye  icara vermesi sahih olmaz. Diyelim ki Abdullah, Murat'tan bir yıllığına bir ev icar ederse, Abdullah'ın bu evi Murat'a icara vermesi sahih olmaz. Bu durumda Murat evin sahibi de olsa, bir başkasından icarla tutmuş olsa da hüküm aynıdır. Hatta araya üçüncü bir şahıs girse bile meselâ; Abdullah, icarla tuttu­ğu evi Muhammed'e icara verir ve Muhammed de evi, ilk başta kendisinden icarla alınan Murat'a icara verirse, yine sahih olmaz. Buna rağmen böyle bir muamele yapılırsa, ilk icar akdi bâtıl olur mu, olmaz mı? Doğru olan görüşe göre ilk icar akdi bâtıl olmaz. Çünkü ikinci icar akdi fasittir; sahih olan birinciyi bâtıl kılmaz. Birinci müstecir olan Abdullah, icar bedelini öde­mekle yükümlü olur mu, olmaz mı? Abdullah evi teslim aldığında icar bede­lini ödemekle yükümlü olur. Ama ev Murat'ın elindeyse, Abdullah da teslim almamışsa, ücret Ödemesi gerekmez.

4- Bir kişi bir ev veya dükkânı belli bir meblağla meselâ; ayda elli bin liraya icar ederse, bu ev veya dükkânı, elli bin liradan fazla bir meblağla baş­kasına icara vermesi sahih olmaz.

Tarımsal arazi ve diğer icar edilen eşyalar da bu hüküm açısından ev ve dükkân gibidir. Müstecir, icar ettiği şeyi el altından, icar ettiğinden fazla bir fiyatla başkasına icara veremez. Sâdece aynı fiyatla icara vermesi sahih olur. Fazla bir fiyatla icra verdiği takdirde, aradaki farkı sadaka olarak da­ğıtması gerekir. Ancak üç şey bundan istisna edilmiştir:

a- İcar ettiği ev ve benzeri şeye müstecir, icara vermeye elverişli kendi malından bir şeyler ekler ve bununla beraber icara verirse, icar ettiğinden fazla bir fiyatla icara vermesi sahih olur.

b- İcar edilen şey bir ev ise ve bu evin duvarlarım onarıp badana etmek gibi bir tâmirat yapılmışsa; icar edilen şey bir tarlaysa, içinde kanal açmak gibi bir düzenleme yapılmışsa, icar edildiğinden fazla bir fiyatla başkasına el altından icara verilmesi sahih olur. Bâzıları derler ki; tarlada kanal açmak yeterli değildir. Yeterli olan, yapılan bu işe ek olarak tarlada bir ıslahatın meydana getirilmiş olmasıdır. Oysa kanal açmakla tarlada bir ıslahatın mey­dana getirildiği açıkça görülmektedir. Şu halde bu söz, pek muteber sayılamaz.

c- İcar edilen şey, icar edilirken, Ödenen bedelle aynı cinsten olmayan bir bedel karşılığında icara verilirse; meselâ; bir nesneyi parayla icar eden bir kişi, bu nesneyi, ödediği paradan daha fazla değerdeki ticâret malı karşı­lığında el altından başkasına icara verebilir. Aradaki fazlalık, kendisine he­lâl olur. Şunu da kaydedelim ki: Tek akidle iki ev icar eden ve bunlardan birine fazla bedel veren kişi, bu evleri icar ettiğinden daha fazla bir bedelle icara verebilir. Ama iki evi iki akidle icar eden kişi, bu evleri icar ettiğinden fazla bir bedelle el altından başkasına icara veremez.

5- Ev ve dükkân icar eden bir kimse, bunların bina ve çatısına zarar ver­meyecek şeyler yapabilir. Şu halde icar edilen evde veya dükkânda tandır veya fırın yapılabilir. Bunlardan ötürü bir şey yanarsa, müstecir, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Ancak tandır veya fırını yaparken tedbirsiz dav-ranmışsa, sözgelimi tahtadan bir tavanın altına yapar da tavan, yükselen alev­lerden etkilenirse, taksirli davrandığından ötürü yanan şeylerin bedelini tazmin etmesi gerekir. Müstecir evde yakacağı odunu kırabilir. Tuz ve benzeri şey­leri dövmek için havan kullanabilir. Binaya zarar vermemesi şartıyla, tahıl öğütmek için değirmen kullanabilir. Zarar verirse ancak ev sahibinin izniyle veya icar akdinde şart koşulmasiyla sahih olur.

Şu halde müstecir, eve zarar verecek şekilde şiddetli dövmeleri gerekti­ren mesleklerde çalışan; demirci ve nacar gibi sanatkârları evde barındıra-maz. Ancak ev sahibinden izin alırsa veya icar akdi esnasında şart koşarsa, bunları evde barındırabilir. Müstecir: "Bu gibi zararlı şeyleri evde yapacağı­mı, akidleşme esnasında sana şart koşmuştum" der de ev sahibi: "Hayır, böyle bir şart koşmamıştın" derse, bu durumda ev sahibinin sözü geçerli olur. Her ikisi de kendi iddialarını isbatlamak için delil getirecek olurlarsa, müs-tecirin deliline kulak verilir. Çünkü müstecir, akdin aslından fazla bir şeyi isbatlamak istemektedir. Marangozluk yapmak için bir ev icar eden kişi, evi demircilik için kullanırsa, eğer bu iki mesleğin eve olan zararı aynı seviyede ise, evi demircilik için kullanabilir. Barınmak için bir ev icar eden kişi, evi demircilik yapmak için kullanır ve bu da eve zarar verirse meydana gelen zararın tazminatım ödemesi gerekir. Bu durumda, icar bedelim ödemesi ar­tık gerekmez. Çünkü tazminatla icar bedeli bir arada bulunamaz. İlke ola­rak müstecir, tazminat ödemez. Ama ev sağlam kalır ve herhangi bir zarara uğramazsa, icar bedelini ödemesi gerekir. Çünkü bu durumda, amaç dışı kul­lanımın eve zarar vermediği anlaşılmış olmaktadır. Ama binek hayvanı, ça­dır ve giysilerin icarında durum bundan farklıdır. Bir kişi, bizzat kendisi binmek için bir binek hayvanı icar eder de, başkasına el altından icara verir­se, bu durumda hayvanı gasbetmiş olur. Hayvan telef olur veya bir zarara uğrarsa tazminatını ödemesi gerekir. Hayvan telef de olsa, sağ-sâlim de kal­sa icar bedelini ödemesi gerekmez. Zîrâ gasbedilen maldan elde edilen men­faatler için, altı durum dışında bedel Ödenmez. Ancak gasbedilen malın bedeli ödenir.

Yine bunun gibi adamın biri, bir çadır icar eder de bu çadırı el altından başkasına icara verirse; veya bir giysi ve benzeri nesneyi icar eder de bu nes­neyi el altından başkasına icara verirse ve icar edilen bu eşyaların kullanımı şahıslara göre değişirse, müstecirin bu nesneleri başkasına icara vermesi sa­hih olmaz. Verdiği takdirde gasbetmiş olur; tazminat ödemesi gerekir. Çün­kü bu gibi nesneleri herkesin kullanım biçimi farklıdır.

6- Bir kimse icarla tuttuğu bir şeyin bedelini, icar süresi içinde arttırabi­lir. Tabiî icar ederken ödediği bedelle, arttırırken ödediği bedeller ayrı cins­lerden olmalıdırlar. Diyelim ki adamın biri, bir başkasından bir dükkânı bir yıllığına aylık ellibin lira bedelle icar eder. Bu bir yıllık icar süresi içinde icar bedelini arttırmayı gerektiren bir durum meydana gelirse, müstecirin icar be­delini gönüllü olarak attırması durumunda icara veren kişinin bu fazlalığı, ancak akidleşme esnasında ödenmesi kararlaştırılan icar bedelinden (liradan) ayrı olması şartıyla alması caiz olur. Bu fazlalık, geri kalan aylar için midir? Yoksa senenin bütün aylarına mı tevzi edilecektir? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Herhangi bir durumla eşyanın icar fiyatı yükselse de, yükselmese de mal sahibi, icar süresi içinde kesinlikle icar bedelini arttıramaz. Ancak vakıf malıyla yetim malı bundan müstesnadır.

7- Vakıf veya özel mülk olan bir ev, aşırı aldatmayla icar edilirse, icar akdi fâsid olur. Dükkân, tarımsal arazi ve icar edilmesi sahih olan diğer şey­ler de bu bakımdan ev hükmündedir. Aşırı aldatmayla, bunları icarla tutan müstecirin hükmü hakkında ihtilâf vukûbulmuştur. Bazıları gasbedici oldu­ğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise gasbedici olmadığım, evi kullandığı süreye tekabül eden miktarda rayice uygun İcar bedeli ödemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Gabn-ı fahiş (aşırı aldatma) deyiminden maksat, değer biçenlerin tak­dir ettikleri değerin altına girmeyen fiyat demektir. Şöyle ki: Fiyat takdirin­de uzmanlaşmış bilirkişilerin bir kısmı, icar edilen eve on bin liralık bir icar bedeli takdir eder; bir kısmı dokuzbin lira, bir kısmı da sekizbin lira takdir eder. Ama ev yedİbin liraya icara verilmişse, işte bu gabn-ı fahiş olur. Çün­kü bilirkişilerden hiç biri yedibin lira fiyat takdir etmemiştir. Gabn-ı fahiş ile icara verildiği tesbit edilirse, vakfın nâzın, rayice uygun bedelle isteyen bir kimseye icara verir. Bu kimse, birinci müstecir de olabilir. Gabn-ı fahiş ile icara verildiğine dâir sadece nazırın veya yabancı bir şahsın iddiası yeterli olmaz. Çünkü denebilir ki; nazır, icara verilen malı müstecirin elinden alıp başkasına vermek istemektedir. Yabancının da bu konudaki iddiası yeterli olmaz. Çünkü denebilir ki; yabancı, o malı kendi şahsı için icar etmek iste­mektedir. Yapılacak tek iş, fiyat takdirinden anlayan bir kişinin kadıya baş­vurarak, akidleşme esnasında verilen fiyatın gabn-ı fahiş düzeyinde olduğunu haber vermesidir. Akidleşme esnasında verilen ücretin, rayice uygun olduğu beyyine ile tesbit edilir ve bu da mahkeme kararıyla pekiştirilirse, beyyineye £öre hareket edilir. Zahiri şartlar tarafından yalanlanmadıkça beyyine, tek bilirkişinin haberiyle çürütülemez. Beyyine, mahkeme kararıyla teyid edilmezse, tek bilirkişinin haberiyle çürütülmüş olur. Bilirkişinin haberine göre hareket edilir.

Şimdi geriye bir mesele kaldı: Vakfın nâzın, vakfa âit bir malı rayiç be­delle icara verir, sonra da halkın o mala olan rağbeti artar, bu nedenle de icar rayici yükselirse hüküm ne olacaktır? Cevaben deriz ki bu mesele, iki yönden ele alınabilir:

1- İcar edilen ayn, müstecirin mülküyle meşgul bulunmamalıdır. Ev, dük­kân ve ekilmeyen araziler gibi. Bunların, kendileri içindeki taşınır mallar­dan tahliye edilmeleri mümkündür.

Bu meselenin hükmü şudur: İcar edilen ayında meydana gelen fiyat faz­lalığı, sabit olduktan sonra müstecire arz edilir. Kabul ederse ne âlâ, aksi takdirde vakfın nâzın, icar akdini fesheder. Kadı da onunla hükmeder. Fe­sihten sonra nazır, eskisinden fazla bir bedelle İcara verir. Bu durumda rnüs-tecîr: "Rayiç bedelle icar etmiştim" diyerek icar etmiş olduğu malı tutup vermemezlik edemez.

Esah ve mtiftâbîh olan kavle göre nazır, icar süresi içinde icar bedelini artıramaz. Bâzıları derler ki; bunda muteber olan, akidleşme vaktidir. Akid-Icşmc vaktinde verilmesi kararlaştırılan icârc bedeli, rayice uygunsa bilâha­re halkın rağbetinin artması dolayısıyla meydana gelen fiyat fazlalığına itibar edilmez. Akidîere saygılı olma bakımından ve insanları vakıf mallarını İcar etmekten nefret ettirmediği için bu görüş, haddi zâtında kabule şâyân bir görüştür. Çünkü müstecir olarak vakıf malında oturmakta olan insanlar, her­hangi bir durum dolayısıyla icar akdinin feshedilmesi tehlikesiyle karşı kar­şıya olduklarının farkına varırlarsa, vakıf mallarını icar etmeye olan yönelimleri azalır, Akidleşme esnasında rayiç bedelle icar ettiğine göre, müs­tecirin icar akdini feshetmek maslahata uygun olmaz.

Bazıları demişlerdir ki; bu durumda icar, akdi feshedilmez. Ancak ra­yiçte yüzde yüz bir artış olmuşsa, meselâ; beşyüzbin liraya icar edilmiş bir vakıf malının rayiç icar bedeli, bir milyon lirayı bulmuşsa, icar akdi feshedi­lir. Bu görüş, icar akdini toptan feshetmeye ilişkin bir gerekçe olabilir. Çün­kü bu durumda akdin feshedilmesi, açıktan açığa vakfın yararınadır. Ama bunlarca mûtemed olan görüşe göre rayiç fazlalığı, dörtte bir veya yarı yarı­ya gibi normal olarak insanların aldatılmış olacakları bir oranda olmuşsa, icar akdi feshedilebilir. Onda bir gibi cüz'î bir rayiç yükselmesi nedeniyle icar akdi feshediîcmez. Bunda görüş birliği vardır.

2-  İcar edilmiş olan ayn, müstecirin mülküyle meşgul bulunur ve icar edilen aynı işgal eden eşyaları oradan çıkarmak, mallarda bir tclefiyçt mey­dana gelmeden mümkün olmaz. Bu, iki şekli kapsar:

a- İcar edilen ayn buğday ve dan gibi biçim zamanına kadar beklenme­si gereken bir ekinle işgal edilmiş ise, fazlalığı müstecire bildirilir. Ka-bu! ederse aradaki fark, rayicin artması ânından, hasat zamanına kadar -arada

icar süresi dolsa bile- müstecirin üzerine hesaplanır. Rayiç fazlalığını kabul etmezse, tarlaya zarar vermeyecekse ekinleri sökmesi emredilir. Tarlaya za­rar verecekse nazır, müsteciri zorlayarak ekinleri vakfa mal eder.

b- İcar edilen yer bina veya hurma ve nar ağacı gibi belli bir sökme müd­deti olmayan ağaçlarla işgal edilmişse, bu durumda rayiç fazlalığı müstecire teklif edilir. Kabul ederse, rayicin yükselmesi ânından itibaren, icârenin so­na ereceği zamana kadar aradaki bedel farkı müstecirin ödeyeceği bedele ek­lenir. Çünkü bina ve ağacm belli bîr müddetleri yoktur. İcar edilen vakıf malı avlıkla icar edilmişse nazır, icar akdini fesheder ve başkasına icara verir. Bi­na ve ağacm sökülmesi vakfa zarar verecekse nazır muhayyer olur. Dilerse, değerlerini ödeyerek bunları vakfa katar. Dilerse kendiliğinden düşüp yıkı-hncaya ve sahibi tarafından alınıncaya kadar terkeder. Bina ve ağacın sö­külmesi vakfa zarar vermeyecekse, müstecir, onları sökerek alıp götürmekle yükümlü kılınır. Bütün bu hükümler bina ve ağaçların, nazırın izni olma­dan vakıf arsasına dikilmiş olmaları durumunda sözkonusudur. Nazırın iz­niyle dikilmişlcrse vakıf malına eklenirler. Binayı yapmış olan kişi binasının; ağacı dikmiş olan da ağacının kıymetini nazırdan alırlar.

Rayiç yükselmesi nazırın bina yapması veya ağaç dikmesinden kaynak­lanmasa, fiyat farkını müstecirden isteyemez. Bunda ittifak vardır. Çünkü rayiç yükselmesine neden olan îmar ve güzelleştirme, müstecirin mülkünden gelmiştir.

Bazıları derler ki: Müstecir, vakıf tarlasına ağaç diker veya bina yapar­sa, icar süresi sona erdiğinde ağaçları sökmeksizin, binayı yıkrnaksızm ol­duğu gibi yerinde bırakır. Bunların tarla üzerinde kalmalarına karşılık olarak, tarlanın bu iş için icar edilirken alınacak icar bedeli kadar bir bedel öder. Nazır veya vakıftaki hak sahipleri ağaçları sökmesi, binayı yıkması, ya da vakfa katması için onu zorlayamazlar. Meğer ki nazır, binayı veya ağacı va­kıf hesabına dikmesi için kendisine izin vermiş olsun. Ama nazır, müstecirin kendi şahsı için bina yapmasına izin vermiş ise ve müstecir de bu izni kendisi­ne verdiğine dâir şahit getirirse bînâ, vakfa katılamaz. Zorla söktürülemçz. Bazıları bu yolda fetva vermişlerdir. Ama sahih olan hüküm, bunun tersine­dir. Bazıları bu görüşü reddetmede ileriye gitmişlerdir. Çünkü bu görüş, vakfın maslahatına zarar vermeyi ve hayır işlerini zayi etmoyi içermektedir. Şunu da belirtelim ki, âlimlerin hepsi vakfın yararına olacak işleri yapma doğrul­tusunda fetva vermenin gerekliliği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ha-vr işleri ancak bu şekilde yürür. Maslahat içeren hükümlere göre amel etmek gerekir. Ağaçların ve binanın vakıf arazisi üzerinde bırakılması vakfın yara-wna ise, oldukları gibi bırakılmaları gerekir. Aks; takdirde gerekmez.

İcar edilmesi sahih olan şeylerin ikine; kısmına gelince, bunlar, tarım­sal .arazilerdir. Buna ilişkin bazı meseleler vardır:

1- Tarımsal arazinin icar akdi yapılırken ekinin buğday mı, dan mı, pirinç veya pamuk mu olacağı açıklanmalıdır. Ki ileride taraflar arasında bir anlaşmazlığa neden olmasın. Ama ev ve dükkânların icarında böyle bir durum sözkonusu değildir. Çünkü ev, barınmak için; dük­kân, içinde ticâret yapmak için kullanılır ve bu amaçla icar edilirler. Ki, ba­rınma veya ticâret için kullanımlar farklı şekillerde olmaz. Mal sahibinin, müstecirden yapmamasını istediği her şey bina veya tavana zarar verir. Bi­lindiği gibi müstecir, eve veya dükkâna zarar verecek şeyleri yapmaktan men olunmuştur. Akidleşme esnasında bunlar açıklanmasalar bile akid sahih olur. Tarımsal arazilere gelince, bunlara bazı ekinler zarar verir; bazı ekinler za­rar vermez. Şu halde icar akdi esnasında; bu arazilere ekilecek ekin çeşidi­nin açıklanması gerekir. Veya müstecir, "ben bu araziyi, içine dilediğim ekinleri ekmek üzere icar ediyorum" der de mal sahibi buna razı olursa, akid sahih olur. Ama bir açıklama yapmaksızın akidleşecek olurlarsa, akid fâsid olur. Müstecir bundan sonra tarlayı eker, mal sahibi de haberdar olur ve ka­bullenirse akid, sahih hale döner. Müstecir de akid esnasında belirlenmiş olan icar bedelini ödemekle yükümlü olur.

2- Tarımsal bir araziyi, iki defa ekmeye yetecek bîr süreliğine icar eden kişi, iki defa ekin ekme hakkına sahiptir.

3- Müstecir, arazideki su kanallarından su alıp yararlanabilir. Akidleş-mede bundan söz etmemiş olsalar bile, kendisini bu kanallara götüren yol­lar, icara verenin mülkü de olsa o yollardan ve kanallardan yararlanabilir.

4- Çorak arazi gibi tarıma elverişli olmayan veya kendisine su ulaştırıl­ması mümkün olmayan arazileri icar etmek sahih değildir. Nitekim bir ara­ziyi, ekmeye yetmeyecek bir süre için icar etmek de sahih olmaz.

5- içinde ekin bulunan bir araziyi icar etmek sahih olmaz. Meğer ki bu ekin haksız yere ekilmiş olsun da, sökülmesi sahih olsun ve ondan sonra da müstecire teslim edilebilsin. Ama arazideki ekin haklı olarak ekilmişse, me­selâ; arazi bir kişiye icara verilmiştir de o kişi, araziye ekin ekmiş; ama he­nüz biçmemişse, bu durumdaki araziyi başka bir şahsa icara vermek sahih olmaz. Önceki icar akdi fâsid olsa bile hüküm değişmez. Zîrâ fâsid icarla icar eden kişi gasbedici sayılmaz. Sâdece rayice uygun icar bedeli ödemesi gerekir. Yoksa arazideki ekinini sökmeye zorlanamaz. Ama yine de içinde ekin bulunan bir tarla icar edilir ve ekin sahibi de ekinini biçip tarlayı müs­tecire teslim ederse, icar akdi sahih duruma dönüşür. Şu da var ki; yetişmiş ve hasad zamanı gelmiş olan ekini ihtiva eden bir tarlayı icar etmek sahih olur. Çünkü bu durumda ekin sahibine, ekinini biçip tarlayı müstecire tes­lim etmesi emredilir. Aynı şekilde içinde ekin bulunan bir tarlayı, ekinlerin olgunlaşacağı zamanda geçerli olacak bir icar akdiyle icar etmek de sahih olur.

6- Üzerine bina yapmak ve ağaç dikmek amacıyla arazi icar etmek sa­hihtir. Adamın biri, üzerinde dükkân yapmak amacıyla bir kişiden boş bir arsayı, belli bir süreye mahsus olmak üzere icar ederse, akid sahih olur. İcar

süresi dolunca da dükkânı yıkar ve arsayı boş olarak sahibine teslim eder. Üzerine ağaç dikmek amacıyla arsayı icar eder ve diktiği ağaç meyve verir de icar süresi dolarsa, meyveler de henüz toplanmamışsa, ağaçlar arsa üze­rinde olduğu gibi bırakılır.'Arsa sahibine rayiç tutarında icar bedeli verilir. Bu durumda arsa sahibinin, değerini ödeyerek bina ve ağaçları kendine mal etmesi sahih olur. Şöyle ki: Önce arsaya, içinde bina ve ağaç yokmuş gibi bir değer takdir edilir. Sonra da, üzerindeki bina ve ağaçlarla birlikte arsaya değer takdir edilir. Aradaki fiyat farkını arsa sahibi, binayı yapan ve ağacı diken müstecire öder. Üzerindeki binayı yıkma ve ağaçlan sökme nedeniyle arsa, değeri eksilecek şekilde zarara uğrayacaksa sahibi, müsteciri zorlaya­rak da olsa değerlerini Ödeyerek kendine mal edebilir. Ama böyle bir zarar söz konusu değilse, müstecir, bunları yıkıp sökme veya arsa sahibine verme seçeneğine sahip olur. Ta^iî verecek olursa da değerini ondan alır. Dilerler­se arsa, sahibinin mülkiyetinde kalmak kaydıyla icar bedeli vermeksizin ağaç­larla binayı arsa üzerinde olduğu gibi bırakma hususunda anlaşabilirler. O zaman bu icar olmaz da iğreti olur. Elde edilen menfaatte de ikisi ortak olurlar.

Üçüncü bir şahsa icara verecek olurlarsa, alman icar bedelini; arsayı bi­nasız olarak, binayı da arsasız olarak takdir ederek aralarında paylaşırlar. Diyelim ki; arsanın boş olarak icar bedeli onbin lira ile takdir edilir, binanın da arsasız olarak icar bedeli beşbin lira takdir edilirse, ikisi, üçüncü şahıstan alınan icar bedelini, bu oran dâhilinde aralarında paylaşırlar. Önceki sayfa­larda; vakıf arazisi üzerine kurulan binalarla, dikilen ağaçların statüsü hak­kında bilgi verilmişti.

İcar edilmesi sahih olan şeylerin üçüncü kısmına gelince bunlar, hay­vanlardır. Bir kimse binmek, yükünü taşıtmak ve akıllı insanlarca maksat olarak güdülen tahıl öğütme ve çift sürme gibi işleri yaptırmak amacıyla hay­van icar ederse, akid sahih olur. Ama sırf süs olsun veya insanlara at sahibi olduğunu vehm ettirmek ve buna benzer maksatlar için hayvan icar ederse, icar akdi sahih olmaz. Bu tür icar akdine ilişkin bazı hususlar vardır:

1- Binmek için bir hayvan icar edilirken, binecek olan kişinin belirtil­mesi gerekir. Belirtilmediği takdirde akid fâsid olur. Ama akidleştikten son­ra hayvana bilfiil binilirse, icar akdi sahih duruma dönüşür. Müstecirin kendisi de binse, başkasını da bindirse, farketmez. Çünkü binici, akİdden sonra ar­tık hayvanı icara veren tarafından kesin olarak bilinmiştir. Maksat da zâten budur. Çünkü işin başındayken binicinin belirlenmesi gerekli değildir. Müs­tecir, kendisiyle falan kişinin hayvana bineceğine dâir bir kayıt koyar da baş­kası binerse, gasbedici olmuş olur. Hayvan telef olursa bedelini tazminat olarak ödemesi gerekir. Hayvan telef olsa da olmasa da icar bedelini öde­mesi gerekmez. Çünkü gasbcdilcn şeyden elde edilen menfaatlerin bedeli ödenmez.

2- Hayvan, yük taşıtmak amacıyla icar edilecekse, sırtına vurulacak yü­kün türü (meselâ buğday yükü gibi) belirtilmelidir. Belirtildikten sonra müstecir, belirttiği kadar yükü yüklcycbilcceği gibi, buğdaydan daha hafif olan arpa ve darı gibi yükleri de yükleyebilir. Ancak sözgelimi tuz gibi buğday­dan daha ağır olan yükleri hayvanın sırtına vuramaz.

3- Kendi binmek için bir hayvan icar eden bir kimse, terkisine, kendisi­ne yaslanmadan durabilecek yaşta bir adam bindirir ve hayvan da norma! olarak iki kişi taşıyabilecek güçte olursa, bu durumda hayvan telef olursa müstecir, hayvanın yarı bedelini tazminat olarak öder. Terkisine bindirmiş olduğu adam, hafif de olsa ağır da olsa hüküm değişmez. Çünkü ağırlığa itibar edilmez. Ama hayvan iki kişiyi taşıyacak güçte değilse, bedelinin ta­mamını tazminat olarak öder. Terkisine, kendi başına duramayacak kadar küçük bir çocuğu bîndirirse ve hayvan da telef olursa, çocuğun ağırlığı ora­nında tazminat öder.

4- Üzerine belli miktarda yük vurmak üzere icar ettiği hayvana, belirtti­ğinden fazla yük yükler ve hayvan da helak olursa, yüklediği fazlalığın ağır­lığı oranında tazminat öder.

Müstecir ile hayvan sahibi diyelim ki; hayvana yüz kilogramlık yük yük­leme hususunda anlaşırlar. Ama müstecir yüzclli kilogramlık bir yük yükler ve hayvan da helak olursa, helakinin üçte bir kıymetini ve de icar bedelini ödemesi gerekir. Tazminatı, hayvanın helâkma sebep olan fazla yük yükle­me karşılığında ödemektedir. İcar bedelini de, akidte belirtilen yüz kilogramlık yükü yükleme karşılığında ödemektedir. Şu halde tazminatla ücret bir araya gelmiş olmadı. Bu hükümler, hayvanın normal olarak fazla yük taşıyabile­ceği durumlarda sözkonusudur. Fazla yük taşıyamayacağı halde müstecir, hayvana fazla yük yükler ve hayvan da helak olursa, bedelinin tamamını taz­minat olarak ödemesi gerekir.

5- Hayvana belirli bir yük yükleme hususunda anlaşırlar, bilâhare sahi­bi kendi eliyle hayvana daha fazla yük yüklerse ve hayvan da bu yüzden te­lef olursa, müstecirin tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü hayvanı helak eden fiili bizzat sahibi kendi başına işlemiştir. Ama müstecir de yükü yüklemede hayvan sahibine yardımcı olursa, hayvanda meydana gelen telefiyetin dört­te bir oranında tazminat ödemesi gerekir. Şundan ki; müstecir hayvanın ya­nsında tasarruf iznine sahiptir. Diğer yarısında ise sahibiyle beraber olmuştur. Bu sebeple de dörtte biri üzerine kalmakta ve tazminatını ödemesi gerekmek­tedir. Müstecir ile hayvan sahibi, müstecirin hayvana sekiz kile yük vurması hususunda anlaşırlar, ama hayvana on altı kile yük vurulursa; bu fazlalığı hayvanın sahibi yüklemişse, müstecir hiç bir sorumluluk altına girmez. Ama fazlalığı yüklemede hayvan sahibiyle birlik olmuşsa, dörtte bir tazminat öde­mesi gerekir ki; bu da, fazla yükün dört kilesine tekabül eder. Geri kalan dört kileye tekabü! eden tazminat ise, tabiî olarak hayvan sahibinin kesesin­den gider.

Hayvana yüklenen yük, buğday gibi iki çuvaldaysa, bunlardan birini müstecir, diğerini de hayvan sahibi yüklemişse, bilâhare yük altındayken hay­van helak olmuşsa, yükü önce de koymuş olsa, hayvan sahibinden sonra da koymuş olsa, müstecir, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü o, icar akdinin kendisine tanıdığı hakkı kadar yükü hayvana yüklemiştir. Bazıları derler ki; müstecir ikinci çuvalı yüklemişse, hayvanın bütün tazminatını öde­mekle yükümlü olur.

6- Müstecir, belirttiğinden fazla bir yük yükler ama hayvanda herhangi bir sakatlık meydana gelmezse, sahibine akidleşme esnasında kararlaştırılan icar bedelinden fazlasını ödemesi gerekmez. Her ne kadar, belirtilenden faz­la yük vurması helal değilse de, bu hüküm böyledir. Şundan ki, müstecir bir durumda gasbedici olmaktadır. Önce de belirtildiği gibi gasbedilen nesne­den elde edilen menfaatlerin bedeli ödenmez.

7- Müstecir, hayvajm döver de telef olursa bedelini tazmin etmesi gere­kir. Meğer ki sahibi kendisine izin vermiş olsun. Sahibi izin verir de mutad yerde onu döverse, tazminat ödemesi gerekmez.

Bazıları derler ki; seyir esnasında dövmekten ötürü tazminat ödemek gerekmez. Çünkü bu hak, akid ile müstecirc tanınmıştır. Bu ihtilâf, velînin ve babanın çocuğu dövmesi konusunda vukübulmuştur. Bâzı Hancfiler der­ler ki; normali aşmayan darbelerden ötürü velî ile baba sorumlu tutulmaz­lar. Bâzıları da derler ki; çocuğun helak olması durumunda baba ile velî, mutlak surette tazminat ödemekle yükümlü olur. Zîrâ terbiye etmenin tek yolu dayak değildir. Azarlayarak, kulağım bükerek ve benzeri şeyleri yapa­rak da bu amaç sağlanabilir. Fıkıhçılar, hizmet için icar edilen insanı döv­menin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Döver de helak olursa, tazminat ödemesi gerekir. Zîrâ büyük insanlar, kendilerine verilen emir ve yasaklan anlayabilirler. Şu halde onlara dayak atmanın anlamı yoktur. Ama hayvan ve çocuklarda durum bunun tersinedir. Gerçek şu ki; hayvan için zararlı sonuçlar doğurmayan, onu yürümeye iten hafif darbelere, hayvanın salim kalması şartıyla müsâade edilmiştir. Ama darbelerden ötürü hayvan­da bir telefiyet meydana gelirse, tazminat ödemek gerekir.

Kişinin kendi hayvanı da bu açıdan başkasının hayvanı gibidir. Şu hal­de bir kişi, kendi hayvanını, telefine yol açacak şekilde döverse, onunla çc-kişilir. Bu yaptığından ötürü kendisi terbiye edilir. Her gören kişi, kendisiyle çekişerek niye böyle yapıyorsun, diyebilir. Kişi kendi hayvanını ters hareket yapmaktan menetmek ve terbiye etmek için gereken işi yapabilir. Her ne halde olursa olsun, hayvanın yüzüne vurmaktan menedüebilir. Yine de vuracak olursa, vuranla çekişilir.

8- Kişi, icar ettiği hayvanın üzerindeki eğeri çıkarır da bu yüzden hay­van helak olursa tazminat ödemesi gerekir. Aynı şekilde bir kişi, icar ettiği hayvan çıplak olur da üzerine semer vurursa ve hayvan da merkep gibi olup normal olarak bu semeri taşıyamıyacak kadar zayıfsa ve bu yüzden de telef olursa tazminat Ödemesi gerekir. Ama taşıyacak güçte olduğu halde telef olur­sa, tazminat ödemesi gerekmez.

9- Bir kişi bir hayvan icar eder de; sahibi, belli bir yoldan gitmesini söy­ler; ama o başka bir yoldan giderse ve iki yol uzaklık ve sarplık bakımından biribirlerinden farklı iseler ve bu yüzden hayvan da telef olursa tazminat öde­mesi gerekir. Ama merkep salimen yolu tamamlarsa, ayrı yoldan götürül­müş olmasına bakılmaksızın, merkep sahibi sadece akidleşmede belirtilen icar bedelini alır. Müstecire, "sen sarp veya uzak bir yoldan hayvanı götürdün" diyemez. Çünkü maksat birdir. O da kastedilen yere kavuşmaktır. Hayvan salim kalınca,yollar arasındaki fark nazar-ı itibâra alınmaz. Ancak hayvan telef olursa, iki yol arasındaki farklılık gündeme gelir.

İcar edilmesi sahih olan şeylerin dördüncü kısmına gelince bu, insanın icar edilmesidir ki, bu da üç nevidir:

1- Sanatkârın icar edilmesi: Önceki sayfalarda ileri sürülen şartlardan da anlaşılacağı gibi icar akdi esnasında kuyumculuk, boyacılık, terzilik gibi yapılması amaçlanan işin belirtilmesi gerekmektedir. Boyacıya verilecek ku­maş ile bu kumaşın boyanacağı renk belirtilmelidir. Döşemeci, marangoz ve terzi gibi kendilerinden istenen işleri yapmaları için evlere çağrılan sanatkâr­lar, işverenin kendilerine verdiği işi yaparlar ve yaptıkları işi işverene teslim ederler. İşte bu gibi sanatkârlaran birini, kendi evinde iş yaptırmak üzere evine çağırarak icar eden bir kişi, sanatkâr tarafından yapılan iş kendisine teslim edilir de o iş kendisinin elinde bozulur veya telef olursa, sanatkâr, yap­tığı işin ücretini alır.

Ama bir kişi kendi evinde (veya terzihanesinde) kendisine elbise dikme­si için bir terziyi icar eder. Terzi elbiseleri biçer, dikiş ipliğini hazırlar, sonra da biçilmiş elbiseleri evde (veya terzihanede) bırakıp bir tarafa gider, bu arada hırsızın biri gelip biçilmiş kumaşları çalarsa, terzi, ücret almayı hak etmez. Çünkü o dikiş için icar edilmiştir. Oysaki kumaş çalınmıştır. Dolayısıyla üc­ret alamıyacaktır. Bir kişi kendisine ekmek yapması için ekmekçi icar eder de ekmekler, çıkarmadan önce fırında yanarlarsa, veya hırsız gelip onları ekmekçiden çalarsa, ekmekçi, ne ücret alır, ne de tazminat öder. Bir kavle göre tazminat ödemesi gerekir.

Bir kişi, kuyu kazıp içinin duvarlarını tuğla ile örmeleri için işçiler icar eder, onlar da bu işi yaparlar. Sonra da kuyu göçüp yıkılırsa ücretlerini alır­lar. Ama kuyuyu kazdıktan sonra iç duvarlarını tuğla ile örmelerinden önce kuyu göçüp yıkılırsa, yaptıkları iş kadar ücret alabilirler.

2- Hizmet için insan icar etmek. Bu icar, erkekler arasında olursa kara-hetsız olarak caizdir. Ancak kişinin, kâfir de olsalar anne ve babasını bu amaç­la icar etmesi sahih olmaz. Ama baba, evlâdının hizmetinde çalışacak olursa, ücretini alır. Nine ve dede de bu bakımdan anne ve baba gibidirler. Kişi ken­di oğlunu veya kadın kendi oğlunu bu amaçla icar ederse sahih olmaz. Bunların dışında kalanların icar edilmeleri caizdir. Kardeşlerin ve diğer akrabaların, hizmet için biribirlerini icar etmeleri caizdir. Bazıları demişler­dir ki; amcanın ve ağabeyin bu amaçla icar edilmeleri sahih değildir. Çünkü onları icar etmekle, kendilerine yaraşmayacak şekilde hor ve zelil kılınmış olurlar. Bu nedenle demişler ki; her ne kadar caiz olsa bile bir müslümanın, hizmet için kendini bir kâfire icara vermesi mekruhtur. Yalnız sulama, ekin­cilik ve ticâret gibi işlerle müslümanın, kendi şahsını kâfire icara vermesinde böyle bir gerekçe sözkonusu olmadığı için kerahet yoktur. Caizdir.

Kadının, kendisi ve ailesi geçimlerini temin etsinler diye kendisini bir erkeğe hizmet için icara vermesi caiz olur. Yalnız o erkekle arada kimse ol­maksızın başbaşa kalmaması şarttır. Bilindiği gibi yabancı bir kadınla baş-başa kalmak haramdır. Erkeğin, o kadınla başbaşa kalması, kendisi için mekruhtur. Kadının, kerfdi kocasının ev hizmetini yapmak için kendini ko­casına icara vermesi câiz'olmaz. Çünkü o, kocasının ev hizmetini yapmakla yükümlüdür. Ama bahçeyi ekmek, davarı otlatmak gibi ev hizmetlerinden sayılmayan işleri yapmak için kendini kocasına icara vermesi caiz olur. Ka-dınm, hizmet veya davar gütmek amacıyla kocasını icarla tutması caiz olur. Ancak koca, eşine hizmet etmeyip bu icar akdini feshedebilir.

3- Süt emziren kadınları icar etmek: Kıyasa göre böyle bîr icar akdi dü­zenlemek caiz değildir. Ancak bu, istihsânen caiz kılınmıştır. Şundan ki: Ön­ceki sayfalarda verilen bilgilerden öğrendiğimize göre icar akdi, aynın değil de menfaatin tüketilmesi üzerine düzenlenmektedir. Oysa burada icar akdi, sütün tüketilmesi üzerine düzenlenmektedir. Bu da tıpkı sütünü içmek ama­cıyla bir ineği icar etmeye benzemektedir. Emzikçi kadınların icar edilmesi, insanların onlara olan ihtiyaçları ve de küçük çocuğun yararı dolayısıyla ca­iz kılınmıştır. Emzİkçi kadını, giyimliğine ve karın tokluğuna icar etmek sa­hihtir. Anlaşmazlık çıkması halinde orta hallilerin giyim eşyalarını ve gıda maddelerini alma hakkına sahip olur. Müstecirin evinde değil de kendi evin­de çocuk emzirirken kocası, kendisiyle cinsel yakınlaşmada bulunma hakkı­na sahiptir. Ancak müstecir razı olursa kendi evinde de onları yalnız bırakarak kocasıyla cinsel yakınlaşmaya girebilir. Hanımının süt emzirmek için icar edil­mesi nedeniyle utanıp sıkılsa da sıkılmasa da kocası bu icar akdini feshetme hakkına sahiptir.

Emzikçi kadının gebe kalması veya hastalanması veyahut açıktan açığa kötü iş yapması nedeniyle müstecir, icar akdini feshedebilir. Ama küfrü do­layısıyla feshedemez. Çünkü kâfirliğinin çocuğa bir zararı olmaz

Emzikçi kadın: yıkama, yağlama, çamaşırlarını temizleme gibi adet ge­reği, çocuk için yapılması icab eden şeyleri yapmakla yükümlüdür. Bu tür işler için gerekli masrafı karşılamakla yükümlü değildir. Emzikçi kadının ücreti; varsa çocuğun malından, yoksa babası tarafından ödenir.

İcar edilmesi sahih olan şeylerin beşinci kısmı; giysi, süs eşyası, ev eşyası ve çadır gibi şeyleri icar etmektir. Bir kişi, belli bir kaç günde giymek üze­re bir elbise icar edebilir. İcar edince de o elbiseye ilişkin uyulagelmekte olan örf ve âdet hükümlerine uygun bir şekilde elbiseyi kullanır. Elbise değerliy-se, geceleyin onu giyemez. Onu giyinmiş olarak uyuyamaz. Giyinmiş vazi­yette yatar ve yırtılırsa, bedelini tazmin etmesi gerekir. Ama akdİn gereğine uygun bir kullanım dolayısıyla yırtılır veya kendi tefriti olmaksızın telef olursa, tazminat ödemesi gerekmez. Aynı şekilde bir kişi çadır da icar edebilir. İcar ettiği çadırı teslim aldığında, belirli icar süresi içinde o çadırı başkasına ica­ra verebilir. Çadırı icar ederken kendi evinde kuracağını şart koşar; ama ay­nı beldede başka bir semtteki bir evde kurarsa, bu ev kendi evine denk bir evse tazminat ödemesi gerekmez. Ama üstü açık olur da güneşten ve yağ­murdan zarar görürse, tazminat ödemesi gerekir.

Bir kadın belli bir süs eşyasını giymek için geceye kadar icar eder, sonra o eşyayı bir gün bir geceden fazla bir süre ahkoyarsa gasbetmiş olur. Tazmi­nat ödemesi gerekir. Bu hüküm, sahibinin eşyayı isteyip te müstecirin ver­memesi durumunda işlerlik kazanır. Ama âdete göre giyilemeyeceği bir yere koyarak muhafaza etmiş olursa tazminat ödemesi gerekmez. Şuna da dik­kat etmek gerekir ki; hayvan, eşya ve ev gibi icar edilen aynlar, yararlamla-mayacak şekilde bozulurlarsa, müstecir o şeyin bozulması anından İtibaren ücret vermekten muaf tutulur. Bozulmadan önce edindiği yararların ücreti­ni ödemesi gerekir. Bir evde icarla oturmakta olan bir kişi, ay içinde evin harap olması nedeniyle evden çıkarsa, ay içinde evde oturduğu günlere teka­bül eden icar bedelini ödemesi gerekir. Oturduğu günlerin sayısında, ev sa­hibiyle anlaşamazlarsa, meselâ müstecir, "on gün oturdum" der ama ev sahibi "hayır, yirmi gün oturdun" derse, bu durumda evin durumuna bakılır. Evin haraplık alâmetleri ile durumu hangisinin sözünü doğrulayıcı mâhiyette ise, onun sözüne göre amel edilir.

İcar edilmesi ittifakla sahih olmayan şeylere gelince, meselâ erkek hay­vanları, dişilerin üzerine atlatmak amacıyla icar etmek, bu icarlardandır. Bir kişinin kendi öküzünü, başkasının ineğini gebe bırakması için icara vermesi veya kendi erkek merkebini, başkasının dişi merkebini gebe bırakması için icara vermesi helâl olmaz. Çünkü hayvanı gebe bırakmak, elde olmayan bir iştir. Olabilir ki hayvan gebe kalmaz. Bu nedenle, erkek hayvanın bu amaç­la icara verilmesi sahih olmamaktadır.

Şarkı söylemek, ağıt dökmek, çalgı çalmak gibi mâsiyetleri işletmek üzere adam icar etmek de sahih olmayan icarlardandır. Hafif şiirler okumaları, meclislerinde içki içmeleri, haram fiiller işlemeleri için işsiz güçsüz gençleri icar etmek gibi. Bunları icar etmek, büyük günahlardandır ki, başkalarını dövdürmek, söverek halka eziyet verdirmek amacıyla bazı işsizleri icar et­mek de büyük günahlardan olup, bir müslüman için yapılması haram olan işlerdendir. Bunlar, bâtıl icarlardır.îcar edilen kişi, yaptığı bu işler karşılı­ğında ücreti hak etmez. Şa'rkıcıları icar etmeye gelince, bunların okuyacaklan şarkılar helâl içerikli iseler, sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.

Taat ve ibâdetleri yaptırmak amacıyla adam icar etmeye gelince, Hane­fî mezhebinin teme! kuralları, bu icarların da sahili olmayışlarını gerekli kıl­maktadır. Çünkü müslüman kişinin kendisine özgü taat ve ibâdetleri yaptırmak üzere adam icar etmesi sahih değildir. Zîrâ icar edilen şahsın yap­tığı taat ve ibâdetler, kendisinin adına amel defterine geçirilir. Başkasmınki-nc geçirilmez. Eğer kendisi bu ibâdetleri yapmaya ehil biri değilse, yaptığı İbâdetin kendisi için de bir yararı olmaz ve boşa gitmiş olur. Yaptığına kar­şılık ücret alması da sahih olmaz. Bu görüşteki fıkıhçılar, görüşlerini teyid için, şu hadîsi delil olarak ileri sürmektedirler: Rivayete göre Peygamber (s.a.s.) efendimiz buyurmuşlardır ki:

"Kur'an okuyun ve onunla yemeyin, (Karşılığında ücret almayın.)"[3]

Hz. Ömer, Amr bin Âs'a: "Eğer bir müezzin tutarsan, ezan karşılığın­da ücret almasın" demişti. Hanefî mezhebinin bu konudaki prensibi budur. Dış anlamı açısından bu prensip, genellik ifâde etmekte olup bütün taat ve ibâdetleri kapsamaktadır. Bu prensipte görüş ayrılığına düşmemek gerekir. Ama son devir Hanefî alimleri, ortaya çıkan zaruret durumuna bakarak, zo­runluluk nedeniyle bazı taatîer karşılığında ücret almanın caiz oluşuna fetva vermişlerdir. Bu cümleden olarak Kur'ân-ı Kerim öğretme karşılığında üc­ret almayı caiz görmüşlerdir. Zîrâ ücretsiz olunca Kur'ân-ı Kerim öğretecek biri bulunamayacağı gerekçesiyle Kur'ân-ı Kerim'in ortadan kalkıp zayi ola­cağından korkmuşlardır. İlim öğretmek de bu hükme tâbidir. Müezzinlik, imamlık, vaizlik karşılığında da ücret almanın caiz olduğuna fetva vermiş­lerdir. Zîrâ ücretsiz olunca bu işleri yapacak kimse bulunamayacağından ve dolayısıyla bu görevlerin de yapılamayacağından korkmuşlardır.

Özellikle kabir başında, düğünlerde ve taziyelerde Kur'ân-ı Kerim okut­mak için adam icar etmek, zorunluluk bulunmadığı nedeniyle sahih olmaz. Bir kişi, Kur'ân-ı Kerim okuyan birisine, kendi mezarının başında şu kadar ücretle Kur'ân-ı Kerim okumasını vasiyet eder veya ücret olarak kendisine bir ev vakfedeceğini, ya da onu âzad edeceğini vasiyet ederse, bu vasiyeti batıl olup hiç bir kıymet ifâde etmez. Zîra taatler karşılığında ücret almak, önce de belirttiğimiz gibi haram kılınmış bir bid'attir.

Yalnız bu vasiyetler ve vakfiyeler, sadaka küınırlarsa geçerli olurlar. Ko­nuyla ilgili olarak, Tarikat-ı Muhammedİye sahibi -Allah ondan razı olsun-der ki: "Üçüncü fasıl, bâtıl olan bazı bidatleri içerir.İnsanlar,kendilerinden yapmaları istenen şeyleri, kurbet ve taatlermiş gibi zannederek bu bidatler üzerine fazlasıyla düşmektedirler. Meselâ bunlardan birisi; ölünün, Öldüğü günde veya daha sonra yemek ve ziyafet yapılmasını, kendi ruhunun bağış­lanması için Kur'ân okuyan veya tesbih tehlil getirenlere para verilmesini va­siyet etmesidir ki; bütün bunlar, çirkin ve bâtıl olan bid'atlerdir. Bu işler karşılığında ücret almak haramdır. Ücret alan, dünyalık uğruna Kur'ân oku­yup zikir yaptığı için âsidir, günahkârdır."

Bütün bunların özeti şudur ki: Hanefî mezhebi temelde taatler için adarn icar etmeyi menetmektedir. Bu nedenle de başkasının yerine haccetmenin, icar babından değil de niyabet babından olacağı hususunda icmâ etmişler­dir. Başkasının yerine hacceden kişi, hac farizasını edâ etmek hususunda o kişinin naibidir. Hac yolculuğuna ve hac ibadetini eda etmeye yetecek kadar masrafları kendi şahsına yapar. Kendisine bu amaçla verilmiş olan paradan artan olursa, onu da sahibine geri vermesi gerekir. Eğer bu bir icar muame­lesi olsaydı, artan parayı geri vermesi gerekmezdi. Son devir âlimlerinin, ba­zı taatler karşılığında ücret almayı caiz kabul etmeleri, zaruretten ötürüdür. Çünkü ücretsiz olunca bu taatlerin zayi olmasından korkmuşlardır. Kur'an-ı Kerim öğretmek ve benzen taatler karşılığında ücret almanın caiz olduğu­nu söylemişler; ama Kur'ân-ı Kerim okuma karşılığında ücret almanın caiz olamayacağım söylemişlerdir. Çünkü okumada zorunluluk durumu sözko-nusu değildir.

Asr-ı saadette yapıldığı sahih hadisle sabit olan rukye karşılığında ücret almanın caiz oluşu, buna karşı bir itiraz olarak ileri sürülebilir. Peygamber efendimiz de buyurmuşlardır ki:

"Karşılığında ücret aldığınız şeylerin en helâli, Allah'ın Kitabı'dır."

Buna cevaben deriz ki: (Hasta üzerine Kur'an âyetleri okuyarak) rukye yapmak, sadece Kur'an-ı Kerim okumak değildir. Aksine bundan maksat tabibliktir. Tedavi karşılığında ücret almaksa caizdir.

Denebilir ki; zamanımızda insanlar, içinde geçimlerini temin etmede ken­dilerine destek olacak bir şey bulamadıkları için Kur'ân-ı Kerim öğrenmek­ten vazgeçiyorlar. Hafızların sayısının azalmasından korkulması nedeniyle, Kur'ân öğretme karşılığında ücret almak caiz kılınmıştır. İşte bu korku, Kur'­ân okuma karşılığında menfaat temin eden hafızlarda da aynıyla mevcut­tur. Kur'ân okuma karşılığında ücret almanın câizliğine, bu perspektiften bakıldığında fetva verilebilir. Ama hiç bir surette kabul edilmesi düşünüle­meyecek olan durum, bazı okuyucuların Allah'ın Kitabi'na karşı takmılma-sı gereken edebi hiçe saymalarıdır. Meselâ, dilencilik amacıyla yol ortasında Kur'ân okuyorlar. Bazı okuyucuların yaptığı gibi haşyet, saygı ve öğüt alma haliyle çelişecek şekilde, şeriatin oturmayı yasakladığı yerlerde oturarak Kur'­an okunmakta; matem meclislerinde ve düğün yerlerinde Kur'ân okunmak-

tadır. Şeriatçe yasaklanan bu gibi yerlerde nahoş davranışlarda bulunulmaktadır. Şarkı meclislerinde yaptıkları gibi Kur'an okunurken ah ve of çekmektedirler. Allah'ın gazabına hedef olan bu gibi yerlerden uzak­laşmak gerekir.Hattâ bazı okuyucular, makamın gereklerine uymak, halkın arzu ve isteklerini tatmin etmek amacıyla bazı harflerin yerini değiştirmek­tedir. Bütün bunlar, hiçbir surette benimsenmesi mümkün olmayan, bâtıl ve haram olan işlerdir.

İcar edilmesi sahih olmayan şeylerden biri de önceki sayfalarda belirti­len, icar şartlarına aykırı olarak icar edilen şeylerdir. Örneğin bir kişiyi, ya­pacağı işin bir bölümünü kendisine ücret olarak verme karşılığında icar etmek bu icar türündendir. Meselâ bir hamalı, bir kişinin kendi harmanını taşıt­mak amacıyla icar etmesi ve harmanın bir kısmını ona ücret olarak vermesi gibi. Bir kişi, dokumacı .birine bükülmüş yün vererek, kendisine bir cübbe dokumasını ve arta kalan yünü ücret olarak almasını söylerse sahih olmaz. Ya da öğütmesi için bir değirmenciye bir kile buğday verip de, iki ölçeğini ücret olarak almasını söylerse, sahih olmaz. Bütün bu icar akidleri yasak­lanmıştır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) efendimiz, bu tür icar akidlerini yasak­lamıştır. Ayrıca icarın sahih olması için ücretin, icar edilene teslim edilebilir nitelikte olması şarttır. Oysa bu durumda müstecirin, ücreti teslim etmesi müm­kün değildir. Zîrâ ücret, üretilecek olan mamule bağlanmıştır. Meselâ, de­ğirmenci bu durumda ücretini, akidleşme esnasında alma imkânına sahip değildir. Çünkü ücreti, üretilecek olan mamule (una) bağlanmıştır. Öğütü­lecek olan buğdayın unu ise akidleşme esnasında henüz mevcut değildir. Yalnız bu ecf-i mislin de, aralarında kararlaştırdıkları ücretten fazla olmaması şarttır.

Bu gibi icarların caiz olması için başvurulabilecek şöyle bir hile şekli var­dır: Meselâ müstecir, ücret olarak vermek istediği yün veya buğdayı toplam yünden ve buğdaydan ayırmalı ve icarla tuttuğu adama teslim etmelidir ki, bu caizdir.

Sahih olmayan icarlardan biri de içecek suyu yalnız olarak icar etmek­tir. Böyle bir icar sahih olmaz. Çünkü icar akdi, aynın kendisi mevcudiyeti­ni koruduğu halde onun menfaati üzerine düzenlenir. Ama suyun icarında akid, suyun tüketilmesi üzerine düzenlenmektedir. Bu nedenle de sahih olmaz.

Balık avlamak amacıyla havuzlan icar etmek de, bu cümleden olup sa­hih değildir. Çünkü buradaki icar akdi, balıkların tüketilmesi üzerine dü­zenlenmektedir. Kişinin, davarları otunu yesinler diye otlak icar etmesi de sahih olmaz. Bütün bu, icarlarda akid, aynın tüketilmesi üzerine düzenlen­mektedir. Ki icar edilmesi fayda temin etmez. Ama suyun, otun ve^benzeri şeylerin, başka şeylere bağlı olarak icar edilmeleri sahih olur. Meselâ, içinde su akmakta olan kanalı icar ederken icar akdi, kanala bağlı olarak suyun üzerine de düzenlenmektedir. Yine bunun gibi mer'a arsasının bir bölümü­nü, adamın biri kendi davarlarına barınak olarak icar eder, mer'a sahibi de otlardan faydalanmakta kendisini serbest bırakırsa bu icar akdi sahih olur.

İcar edilmesinin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf edilen eşyalara ge­lince, bunları şöylece sıralayabiliriz:

Hamam icar etmek (hamama girip ücretle yıkanmak). Bazıları hamam-cinin, erkeklerden de kadınlardan da ücret almasının mekruh olduğunu söy­lemişlerdir. Bazıları, erkeklerden değil de kadınlardan ücret alınmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Doğrusu, ücret alması kerâhetsiz olarak caizdir. Çünkü insanların hamama ihtiyacı vardır. Bâzan kadınların ihtiyaç­ları, lohusalık ve zayıflık gibi hallerden ötürü daha da fazlalaşır. Yalnız, ha­mamdayken dikkat edilmesi gereken hususların en başında gelen şeylerden birisi, -içindekiler erkek olsunlar kadın olsunlar- kişinin avret mahallini aç-mamasıdır. Çünkü kadınların birbirlerinin avret mahalline bakmaları helâl değildir. Hamama giren kişinin, avret mahallini örtmede, başkasının avret mahalline bakmaktan gözlerini sakmdırmada ihtiyatlı davranması gerekir. Aksi takdirde hamamda da olsa başka yerde de olsa haram bir fiil işlemiş o!ur.

Hacamatçının (sırta kupa vuranın) aldığı ücret de bu cümledendir. Ba­zıları bu ücretin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlardır ki:

"Hacamatçının kazancı pistir. (Satılan) köpeğin bedeli pistir. Zinâkâr kadmin mehri pistir.[4]

Sahih olan görüşe göre hacamatçının aldığı ücret, kerâhetsiz olarak ca­izdir. Zİrâ BuhârPnin rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.s.) efendimiz (sır­tına) hacamat vurdurmuş, hacamatçıya ücretini de vermiştir. Eğer mekruh olsaydı ücret vermeyecekti. Yukarıdaki birinci hadis, şu nakledeceğimiz ha­disle ncsholunmuştur:

Adamın bir; Rasûlullah (s.a.s.)m yanma gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlû, ben çoluk çocuğum ve bir de hacamatçı bir oğlum vardır. Oğlumun ka­zancını çoluk çocuğuma yedirebİlir miyim?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Evet" demişti. Yine Buhârî'nİn Sahih'inde yer aian hadis, İbn Abbas (r.a)tan rivayet edilmiştir. Yasaklama hadisi ise Süncn'de Ebû Râfi'dcn ri­vayet edilmiştir. Kuşkusuz bilinmektedir ki Ibn Abbas, zabt bakımından daha sağlam ve daha âlimdir. Fıkıh bubisi de daha fazladır. Şu halde onun riva­yet c:ti£,i hadisle sn-.cl olunabilir. Şu da var ki; hacamatçı belli bir ücre: al­mayı şar: koşarsa mekruh olur. Mefcruhluğu bu yönde telâkki etmek mümkündür.

Simsar ve tellalın ücreti de bu cümledendir. Prensip olarak bunların üc­ret almaları câizdeğiMir. Ama Hanefiİer, hamama girmekte olduğu gibi buna da ihtiyaç hissedildiği için simsar ve tellalın ücret almasının caiz olduğuna

fetva vermişlerdir. Adamın biri bir tellal veya bir simsar aracılığıyla arsasını yüzbin liraya satar ve kendisine °/o 2 komisyon vermek üzere anlaşmış olur­sa, hu anlaşma geçerli olmaz. Geçerli olan, bu durumda tellalın ecr-i misil almasıdır. Yani rayice uygun tellaliye almasıdır.

Akidlcşmede yapılacak işin ve iş süresinin belirtilmesi şartıyla gelin süs­lemek için kuaför kadın icar etmek sahihtir.

Adamın biri, işinin belirlenmesi mümkün olan bir işçi icar eder; meselâ şu fiyata şu elbiseyi dikmesi için bir terzi icar eder veya şu fiyata şu kadar ekmekleri veya bir kile miktarındaki unu ekmek yapıp pişirmesi için bir ek­mekçiyi icar ederse, yapılacak iş belirlemenin yanısıra, işin bitirilme zama­nını da belirlemesi sahih olmaz. Meselâ terziye: "Şu elbiseyi bugün dik" ya da "...yarın dik" veya ekmekçiye "şu ekmekleri bu gün pişir" ya da İki saate kadar pişir. Eğer gecikirsen ücretini eksiltirim" derse caiz olmaz. Çünkü bu, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açar. İcar edilen işçi der ki: "Üzerine akid yapılan menfaat, iştir. Süreden söz edilmesi ise, işi hızlandırmayı teş­vik içindir. İş, bugün veya daha sonra tamamlansa da ben ücreti tam olarak hak ederim" Buna karşı İşveren de der ki: "Hayır. Üzerine akid yapıları men­faat, zamanla sınırlandırılmıştı. Şu halde üzerine akid yapılan şey vakittir. (Takdir edilen süreden sonraya kaldığı için) menfaatin bir kıymeti kalmadı­ğına göre ücreti tam olarak hak edemezsin." İşte bu nedenle böyle bir akdîn fâsid olacağı söylenmiştir.

Evet, işçiye: "İşi bu gün bitirmen üzerine..." veya "bu günde dikesin" derseskid fâsid olmaz. Ama yine de akid, yapılacak işin üzerine düzenlen­miş olur. Tırnak içinde verilen sözlerin söylenmesinden maksat, işi tamam­lamaya teşvik etmektir. Söylenip söylenmemesi arasındaki fark şudur: "Bu gün dikesin" sözünden, bugün çalışması anlamı anlaşılmaktadır. Yoksa bu söz, işin tamamını bu günde bitirmesini gerektirmez. "İşi bu gün bitirmen üzerine..." sözü, bugün kelimesini söylemenin, yapılacak iş gibi kastedllmc-diğini ifâde etmektedir.

Akidlcşmeden maksat, sadece yapılacak iştir. İşi bugün tamamlar oi-masıysa ikinci planda gelmektedir. Maksat, işin bir an önce bitirilmesidir. Şu da var ki: Bazıları böyle demekle icar akdinin mutlaka fâsid olmayacağı­nı söylemişlerdir. Zarf edatı olan " de"-ve "üzerine" eklerini kullanmaksı-zın "bugün dik" dese bile icar akdi, yapılacak iş (dikiş) üzerine gerçekleşir. Vakti ifâde etmekten maksat, işi acelece tamamlamaya teşvik etmek içindir.

Adamın birinin, bir başkasına: "Bu elbiseyi bugün dikersen ücret ola­rak sana bir dirhem veririm. Yarma kalırsa, yarım dirhem veririm" demesi caiz olur. Bir kişinin, evini icar edecek olan bir şahsa; "bu evde demircilik yapacaksan cnbİn lira; aktarlık yapacaksan beşbin lira icar bedeli vereceksin" demesi caiz o!ı;r. Zaman, mekân ve mesafeye ücretin değişik olacağı diğer şeylerde de böyle bir uygulamaya gidilebilir.

Mâlikîler dediler ki: İcar edilen şeyler üç kısma ayrılır:

1- İcar edilmesi memnu olan şeyler. Bunların icar edilmeleri sahih olmaz.

2- İcar edilmesi caiz olan şeyler.

3- İcar edilmesi mekruh olan şeyler.

Birinci kısım: İcar edilmesi memnu olanlar. Bunlar, icar şartlarından birine aykırı olarak icar edilen şeylerdir ki bunların bir çoğu önceki sayfa­larda açıklandı ve geriye sadece birkaç tanesi kaldı:

1- Meyvesini almak için ağaç icar etmek. Bu caiz değildir. Çünkü bu icarda, başka bir şeye bağlı endirekt olarak değil de direkt olarak bir ayn (meyve) elde edilmek istenmektedir; bu da mevcud olmazdan önce bir nes­neyi satmak demektir. Böyle bir muamele bâtıldır. Sütünü almak amacıyla koyun icar etmeye gelince; buna ilişkin açıklama, menfaatten bahsederken verilmişti. Dileyenler o kısma bakabilirler.

Adamın biri, içinde hurma ağacı veya üzüm asması bulunan bir evi ica­ra verir de, müstecir bu ağaç veya asmanın da icarda eve tâbi olmasını şart koşarsa bu icar akdi ve müstecirin o meyveleri alması müsamahayla karşıla­nabilir. Yalnız meyvelerin (değerinin) icar bedelinin üçte birinden fazla ol­maması şarttır. Bu da şöyle hesaplanır: Meyvesiz olarak ev için bir icar bedeli takdir edilir. Diyelim ki on bin liralık bir değer takdir edildi. Sulama ve ağa­ca yapılan diğer bakım masrafları düşüldükten sonra meyveler için de beş-bin liralık bir değer takdir edildiyse bu durumda meyveleri alması sahih olur. Çünkü beşbin, onbine eklendiğinde toplamı onbeşbin eder. Beş de, on beşin üçte biri olduğuna göre müstecirin meyveleri alması sahih olur. Ama mey­velerin değeri daha fazla ise, müstecirin onları alması sahih olmaz. Mâliki mezhebinin kuralına göre, azı çoğundan ayırdedilen her şeyin üçte biri az­dır. Az olana ise müsamahayla bakılır. Yalnız üç şey bu kuraldan istisna edil­miştir.

a- Satılan meyveye isabet eden âfetler. Bunların üçte birleri az sayılmaz,

b-Yaralamanın diyetinde kadının erkeğe eşit olması.

c- Akrabaların yüklendiği diyet yükü.

2- İcarı memnu olan şeylerin ikincisi, şarkı öğretmek üzere adam icar etmektir. Bu amaçla ücretle adam tutmak sahih olmaz. Şarkı, müzik ilmin­de bilinen havalarla sesi yerine göre yükselterek, yerine göre alçaltarak, gü-zelleştirerck söylemektir. Velîme bahsinde de görüldüğü gibi Mâlikîler, şarkılardan ancak,

Vezninde olanları dinlemeye müsâade vermişlerdir. Diğer şarkıları din­lemenin mubah olmadığını söylemişlerdir. Mubah olmayan şeylerin icar edil­meleri sahih değildir.

Diğer şeylerin icarına gelince; Mâlikîlerin o hususlarda tafsilâtları var­dır. Mubah olanlara gelince, öğretim amacıyla bunların icar edilmeleri sa­hih olur. Sahih olmayanlara örnek olarak ud ve zurna gibi çalgı âletlerini gösterebiliriz. Bunları kullanmak ve dinlemek haramdır.Aynı şekilde bunla­rın paha ve ücretleri de haramdır.

3- Ağıt dizmek amacıyla ağıtçı kadınları icar etmek helâl değildir.

4- Hırsızı bulacaklarını ve kaybolmuş bir malı ortaya çıkaracaklarını iddia eden kimseleri icar etmek de helâl değildir. Erkeklik organı uyanmadığı için hammıyla cinsel ilişkide bulunamayan erkeklerin, çeşitli büyü yollarıyla bu güçlerini kazanmaları için büyücü icar etmeleri de helâl değildir. Ancak bir görüşe göre, faydası tecrübeyle sabit olan tedaviler için böyle bir İcar sahih olur.                              .

5- Mescidi süpürmesi için, hayız halindeki kadını icar etmek helâl değildir.

6- îçki, esrar ve aklı ifsad eden, ya da vücuda zarar veren şeyleri, içinde satmak amacıyla dükkân icar etmek sahih değildir. Aynı şekilde aşağılık ve kötü fiil yuvası haline getirilmesi amacıyla ev icar etmek de sahih değildir, icar edilmesi sahih olmadığı gibi bu amaçla bir evin veya dükkânın satılması da sahih olmaz. Şayet icara verilirse; mal sahibinin, icar bedelinin, tamamı­nı sadaka olarak dağıtması gerekir. Eğer normal değerinden fazla bir fiyata satılırsa, mal sahibinin normal değere tekabül edenden fazla olan bedeli sa­daka olarak dağıtması gerekir.

7- Ücretlinin kendisinden yapması, farzı kifâye olarak değil de farz-ı ayn olarak istenen bir tâat ve ibâdeti yaptırmak amacıyla ücretli bir kişi tut­mak sahih olmaz.

Niyabet kabul etmeyen namaz ve oruç gibi ücretlinin kendisinden de vâcib veya mendub olarak istenilen bir tâat ve ibâdeti yaptırmak amacıyla Ücretle bir adam tutmak sahih olmaz. Meselâ; sabah namazının iki rekâtını veya vitir namazını kıldırmak amacıyla, ücretle bir adam tutmak sahih olmaz. Hac ibadeti gibi niyabet kabul eden bir işi, Kur'ân okumak, zikir yapmak, tehlil getirmek (Lâ ilâhe illallah demek) amacıyla ücretle adam tutmanın caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Bu ihtilâf da, Ölü adına yapılacak olan bu tâatlerin ölüye ulaşıp ulaşamıyacağı hususundaki görüş ayrılığından kay­naklanmaktadır. Bâzıları der ki; sevap ölüye ulaşır ve bu işleri yaptırmak amacıyla adamı icar etmek sahih olur.

Diğer bâzıları da derler ki: Sevap ölüye ulaşmaz. Dolayısıyla bu işleri yaptırmak amacıyla adam icar etmek sahih olmaz. îmam Mâlİk'ten nakle­dilen bir rivayete göre; sevap ölüye ulaşmaz ve bu işleri yaptırmak amacıyla, adam icar etmek de sahih olmaz. Ama imam Mâlİk'in ashabının (arkadaşla­rının) sözlerinden açıkça anlaşıldığına göre bu tâatlerin sevabı, nâmına ya­pılan ölüye ulaşır. Bu görüşte olanlar, Neseî'nin rivayet ettiği hadîs ile amel etmektedirler.

"Bir kimse mezarlığa girer de onbir kez "İhlâs" sûresini okur ve seva­bını onlara (ölülere) hediye ederse Cenab-ı Allah, orada gömülü bulunanlar sayısınca kendisine hasenat yazar"

Okunan Kur'ân'ın sevabı eğer ölüye ulaşmasaydı ve ona fayda verme­seydi, Rasûlullah (s.a.s.) ölüler için İhlâs okunmasını teşvik eder miydi?

Ölüyü yıkamak, kefenlemek ve defnetmek gibi mükelleflerden farz-ı ki-fâye olarak istenilen işleri yaptırmak üzere adam icar etmek, ihtilafsız ola­rak caizdir. Ölüleri yıkayıp kefenlemek ve defnetmek karşılığında cenaze organizatörlerinin ücret almaları caizdir.

8- Zeytin, köknar ve benzen şeyleri toplayıp sıkarak yağını çıkarmak için, bunlardan elde edilecek yağın bir bölümünü verme karşılığında adam icar etmek sahih olmaz. Adamın biri bir işçiye "Şu ağacı silkele; dökülen meyvelerin altıda biri veya bedeli senin olsun" derse sahih olmaz. Çünkü; bu muamelede, ağacın durumu değişik haller arzedebilir. Dökülecek meyve­ler, az da olabilir, çok da... Dökülecek meyvelerin miktarı belirsizdir.

Aynı şekilde: "Şu zeytini veya aspur tohumunu sık; elde edilecek ürü­nün bir bölümü senin olsun" derse yine sahih olmaz. Çünkü, elde edilecek zeytinyağının miktarı ve niteliği önceden bilinemez. Elde edilecek zeytinyağı iyi cinsten de olabilir, kötü cinsten de...kalitesiz ve kaba da olabilir, kaliteli ince ve berrak da olabilir... değerini eksiltecek şekilde karışık da olabilir. Bazıları demişlerdir ki: Adamın biri, bir işçiye: "Bu ağacın üzerindekilerin tümünü silkeleyerek düşür; düşecek olan meyvelerin altıda biri senin olsun" derse caiz olur. İşçi kabul edip de ağacı silkeleyecek olursa, altıda biri değil de rayice uygun ücretini alır. Meyvelerin veya zeytinyağının tümü, mal sahi­bine âit olur. Şayet bölüşecek olurlarsa, işçinin aldığı kendisine haram olur. Mal sahibinin aldığı ise, zaten kendisinin mülküdür, helâldir.

Yine bunun gibi, adamın biri bir başkasına; "şu harmanı döv. Elde edi­lecek tanelerin bedeli senin olsun" derse bu, fâsid bir icâre olur. Çünkü elde edilecek tanelerin miktarı önceden belli değildir. Ama: "Şu tarlayı biç, eki­nin yedide veya sekizde biri senin olsun" derse sahih olur. Çünkü biçimden önce de ekin gözle görülmektedir. Biçimden sonra elde edilecek ekin miktarı önceden bilinebilir.

9- Tarıma elverişli bir tarlayı, ekin ekmek için yiyecek maddesi verme karşılığında icar etmek sahih olmaz. Bir kişi beş dönümlük bir tarlayı bir kile buğday veya arpa veya darı karşılığında veya bunlara benzer, yerden biten mercimek, bakla ve diğer türdeki yiyecek maddeleri karşılığında icar ederse sahih olmaz. Çünkü olabilir ki müstecir, bu tarlaya bu türden şeyleri  (yiyecek maddelerini) eker ve mesele, yiyecek maddesinin yiyecek maddesi karşılığında satılması konusunun kapsamına girer. Yiyecek maddesinin yi­yecek maddesi karşılığında satılması halinde iki eşyadan biri diğerinden faz­la olursa akid sahih olmaz. Bu meselede de meçhullük söz konusu olacaktır. Çünkü müstecirin ektiği tarladan elde edilecek olan ürün (yiyecek maddesi), olabilir ki ücret olarak verilecek olan yiyecek maddesi kadar veya ondan da­ha çok, ya da daha az olabilir.

Tarımsal arazinin bal, peynir, süt, kesilmiş davar, memesinde süt bulu­nan davar gibi yerden bitmeyen yiyecek maddeleri karşılığında icara veril­mesi caiz değildir. Ama sütsüz olan canlı hayvan karşılığında icara verilmesi caizdir. Çünkü bu durumdaki hayvanın kendisi yiyecek maddesi olmadığı gibi, herhangi bir yiyecek maddesi de kendisinden elde edilmemekte ve doğ-mamaktadir. Balık ve sil karşılığında da tarlanın icara verilmesi sahih ol­maz. Zîrâ olabilir ki müstecir, tarlaya buğday ve darı gibi tahıllar eker. Böyle olunca da bu muamelede yiyecek maddesinin, kendi cinsine muhalif bir yi­yecek maddesiyle satılması durumu meydana gelir ki, bu da caiz değildir. Tarımsal bir tarlanın, kendisinden biten pamuk, keten, aspur, safran ve ben­zeri yiyecek maddesi dışındaki şeyler karşılığında da icara verilmesi sahih ol­maz. Çünkü olabilir ki müstecir, bu tarlaya, icar bedeli olarak mal sahibine vereceği ekinin aynısından eker. O zaman bu muamelede ekinin, kendi misli olan bir ekin karşılığında vadeli olarak satılması durumu meydana gelir. Böyle bir durumun meydana gelmesiyle de akid fâsid olur. Müstecir de o zaman tarlayı parayla icar edebilir.

Tarlanın, içinde uzun bir zaman boyunca kalacak olan ağaç karşılığın­da, icar edilmesi câİz olur. İnsanlar tarafından ekilip biten değil de saz ve hind keneviri gibi kendiliğinden biten şeyler karşılığında tarla icar etmenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Sahih olan görüşe göre bun­lar karşılığında da icar edilmesi caiz olur.

Üzerine dükkân yapmak veya harman yeri oîarak kullanmak amacıyla bir tarlayı, yiyecek maddesi karşılığında icar etmek sahih olur. Aynı şekilde ev ve dükkânların da yiyecek maddesi karşılığında icar edilmeleri tartışma­sız caizdir. Çünkü bunlarda, yiyecek maddesinin yiyecek maddesi karşılığında satılması şüphesiz söz konusu değildir.

10- Bir sanatkârı, işi bu gün tamamlarsa bin lira ücret vermek, yarına bırakırsa beşyüz lira ücret vermek üzere icar etmek caiz olmaz. Çünkü bu durumda sanatkâr (veya işçi) ücretini bilmeyerek kendini icara vermiş ol­maktadır.

Adamm biri bir terziyi bu usulde icar ederse de terzi elbiseyi bir günde de dikse, iki günde de dikse rayice uygun ücretini alır. Kişi, sanatkârla belli bir ücret üzerine anlaşır; sonra da kendisine "işi çabuk tamamla ki, sana fazla ücret vereyim" derse, eğer belirtilen sürede işi tamamlayacağına kesin olarak inanıyorsa caiz olur. Ama belirtilen sürede tamamlayıp tamamlama­yacağını bilemiyorsa, böyle demesi mekruh olur.

11- Adamın biri, bir başkasına, hayvanımla çalış. Meselâ; onun üzerin­de odun topla, sırtında insanları taşı veya üzerinde tahıl taşı ve buna benzer şeyler söyler. Ya da üzerine vuracağı yüklerden bahsetmeksizin sadece, "hay­vanımla çalış. Üzerindeyken toplayıp sattığın odunların yarı bedeli senin ol­sun veya taşıma ücreti olarak aldıklarının yarısı senin olsun" derse, bu meselenin dört şekli olur:

a- Mal sahibi, "hayvanımla çalış" der. Müstecir de bizzat hayvanın üze­rinde çalışır.

b- Mal sahibi "hayvanımla çalış" der. Müstecir de kendisi çalışmayıp üzerinde çalışmak üzere hayvanı üçüncü bir şahsa icara verir.

c- Mal sahibi "hayvanımı al ve kiraya ver" der. Müstecir de hayvanı alır ve bizzat onunla kendisi çalışır.

d- Mal sahibi, "hayvanımı al ve başkasına kiraya ver." der. Müstecir de hayvanı alıp başkasına kiraya verir.

Bu şekillerin dördünde de icar akdi fasittir. Böyle bir icar akdi yapılır­sa, ilk üç şeklin hükmü şöyle olur: Mal sahibine, rayiç kira bedelini verir. Çünkü bu üç durumda hayvanı, fâsid bir şekilde icar etmiştir. Hayvanın üze­rinde yapılacak bir iş bulamasa da bâzıları, mutlaka icar bedelini ödemesi gerekir demişlerdir. Bâzılarıysa, kabul edilebilir bir engelden ötürü çalışma-mışsa icar bedelini ödemesi gerekmez demişlerdir.

Dördüncü şeklin hükmüne gelince, kiradan elde edilen bütün gelir mal sahibine âit olur. îşçi de yaptığı işin ecr-i mislini alır. Meselâ işçi, kendisini hayvana bindirerek bir adamı falan beldeye götürmek üzere adamla akidle-şir ve adamı hayvana bindirip de, kendisi onun ardı sıra yaya olarak yola koyulursa, adamdan alacağı kira bedeli, hayvan sahibine âit olur. Kendisi de, o adamla yaptığı akid ve yaptığı yaya yürüyüşün ecr-i mislini (yâni rayi­ce uygun ücretini) alır. Çünkü bu durumda işçi, bedenini fâsid bir şekilde icara vermiş olmaktadır.

Bütün bu hükümler, işe başladıktan sonra sözkonusu olurlar. Ama he­nüz işe başlanmamişsa, yapılacak tek iş akdi feshetmektir. Bu durumlarda ücret miktarı belirsiz olduğu için icar akdi fâsid olmaktadır. Ama mal sahibi: "Hayvanımı al. Üzerinde odun topla. Getireceğin odunların yansı senin olsun" derse, bu akid iki şartla sahih olur:

a- Getirilecek olan odun miktarı örfen bilinir olmalıdır. Sözgelimi; âde­te göre bu hayvanın günde iki kantar odun taşıyabileceği bilinir olmalıdır. Veya taraflar: "Hayvanın taşıyacağı her iki kantarı paylaşırız" diyerek bu­nu şarta bağlarlar.

b- Mal sahibi, işçiyi kısıtlılık altına almamalıdır. Meselâ ona, "odunlar falan yerde toplamadan önce payını alma" dememelidir.

Bu iki şarta uyulursa anılan icar akdi sahih olur. Çünkü ücret üzerinde­ki belirsizlik durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Ama, "hayvanımın üze­rinde odun topla. Odunların bedelinin yarısı senin olsun" derse sahih olmaz. Çünkü bu durumda kesinlikle ücret, meçhul kalmaktadır. Toplanıp getirile­cek olan odunların hangi fiyattan satılacağı önceden bilinemez. Bu durum­da odunların bedeli tamamıyla meçhuldür.

Gemi, hamam, ev ye benzeri sabit şeyler, bu bakımdan acaba hayvan hükmünde midirler? Bâzıları, bunların da hayvan hükmüne tâbi olduklarım söylemişlerdir. Mal sahibi, "gemimde veya hamamımda veya evimde çalış veya gemi, hamam ya da evin elde edilen geliri yarı yarıya aramızda olsun" derse, elde edilen gelirler^ işçiye âit olur. İşçi, içinde bizzat çalışmış olsa da olmasa da, mal sahibi yalnızca ecr-i misil (rayiç kira bedeli) alır. Ama "ge­mimi, hamam veya evimi al da icara ver" derse, elde edilen gelir, mal sahi­bine âit olur. İşçi, ecr-i misil alır.

Bâzıları derler ki: Gemi, ev, hamam ve benzeri, işçinin (zahmet ve mas­rafını veya oluşturulmasını yüklenmediği diğer sabit eşyaların icar gelirleri sahiplerine âit olur. Mal sahibi, kendisine "malımda çalış veya icara ver" demiş olsa da işçi bizzat çalışmış veya başkasına icara vermiş olsa da ecr-İ misil alır. İkincisi daha sahihtir.

12- Bir kişinin, bir eşyanın yarısını satması şartıyla diğer yansını ada­mın birine satması sahih olmaz. Meselâ bir kişi, bir başkasına "İkinci yan­sını satman için bu evimin yarısını sana beşyüzbin liraya sattım" derse sahih olmaz. Bu şekildeki bir muamele, satış mahalli belirtilmez veya bir belde be­lirtilir de, bu belde akdin yapıldığı beldeden üç günden fazla bir mesafedeki uzaklıkta olursa sahih olmaz. Ama: "İkinci yarısını akidleşme yaptığımız bu beldede veya buraya yakın bir beldede satman üzerine şu evimin yarısını sana beşyüzbin liraya sattım" derse sahih olur. Şundan ki: Birinci durumda belirli bir şeyi -evin yarısını- satın almakta: ama ikinci yansını akid mahal­linden üç günden fazla uzaklıktaki bir yerde satmadan, kendi satın aldığı yarı payı teslim alamamaktadır. Ki bu menedilen bir muamele şeklidir.

ikinci durumdaysa; satış mahalli aynı beldede veya teslim almayı erte­lemenin sahih olacağı bir yer olduğu için -ki bu da o beldenin üç günlük me­safeden daha yakın bir uzaklıkta olmasıyla olur- akid sahih olmaktadır. Ancak bu durumda akid taraflarının satış için belli bir vâde koymaları; meselâ; iş­çinin, "ikinci yarıyı bir ay sonra bana satman üzerine..." demesi gerekir ki, meselede hem satış, hem icar bir arada bulunsun. Meselede satış vardır. Çünkü evin yarısını belli bir bedel karşılığında işçiye satmıştır. Meselede icar var­dır. Çünkü falan vakitte evin diğer yarısını kendi adına satması için işçiyi icar etmiştir. Ki bu da caizdir. Çünkü aynı akidde satışla icarın bir arada bulunması caizdir. Ama satış için bir vâde koymazlarsa, meselede satış ile peşkeş bir arada bulunmuş olur. Bu durumda ev sahibi, işçiye: "Bu evin ya­nsını sana beşyüz bin liraya sattım. Fakat bu satışım, geri kalan ikinci yarıyı satman için sana bir peşkeş olacaktır" demiş gibi olmaktadır. Ki bu caiz de­ğildir. Çünkü vâde koymak icarı belirler. Ama peşkeşi (cu'lu) fâsid kılar. Adamın biri bir başkasına misli bulunur mallardan ölçekle ölçülebilen veya tartıyla tartılabilen veyahut sayıyla sayılabilen bir mal satarsa, meselâ ona, yirmi kile buğday teslim eder de bu buğdayın iki kilesini, diğerlerini on gün içinde başkalarına satmak şartıyla, simsarlık ücretini hesaba katarak bin li­raya satarsa caiz olmaz. Önce belirtilen şartları tamamlasa bile yine caiz ol­maz. Olabilir ki kalan buğdayları beş günde satar, simsarlık ücretinin yarısını alır.

Simsarlık mukabilinde almış olduğu bir kile buğdayın yansını sahibine geri verir. Yine olabilir ki kalan buğdayları on günde veya on gün geçtikten sonra satar. Bu durumda simsarlık için aldığı bir kile buğday, bif kısmı icar, bir kısmı selef olma arasında muallakta kalır ve geri verir ki bu da caiz de­ğildir. Ama müşteri, geri kalan kısmı, kendisine verilen süre içinde sattığı takdirde almış olduğu ücretten bir bölümünü geri vermeyeceğini şart koşar­sa bu sahih olur. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır: Bir kişi bir başkasına, geri kalan yansım satması üzerine bir eşyanın yarısını belli bir bedel karşılı­ğında satarsa ve ikinci yarıyı başkasına satması karşılığında ona simsarlık ücreti verirse, caiz olmaz. Böyle bir satışın caiz olması için üç şart gereklidir:

1- Geri kalan yarının satış mahalli belirlenmelidir. Bu mahal de, akdin yapıldığı yere nİsbetle üç günden daha uzak bir mesafede bulunmamalıdır.

2- Malın ikinci yarısını satmak için bir müddet vermelidir.

3- Satılan malın, aynı ile bilinmeyen misilli bir mal olmaması gerekir.

Bu şartlar gerçekleşirse akid sahih olur. Çünkü bu durumda satış ile icar, aynı akidde bir arada bulunmuş olur ki, bu caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz.

ikinci kısım: İcar edilmesi caiz olan eşyalardır. Bunları şöylece sırala­yabiliriz:

1- Ezan okumakla beraber olursa, imamlık için ücret almak caizdir. Ama sadece namaz (kıldırmak) için ücret almak, önce de belirtildiği gibi caiz de­ğildir.

2- Kur'ân okuma, ilim, sanat ve benzeri şeyleri öğretme karşılığında ücret almak caizdir. Yalnız öğretmenin, öğrenmek isteyen şahsı tanıması şarttır.

3- Emzikçi kadınları icar etmek caizdir. Bir kişinin, kendi çocuğu için emzikçi kadın icar etmesi caiz olur. Yalnız müstecirin, emzirtmek' istediği çocuğu belirlemesi şarttır. Eğer hazırda değilse yaşını söylemesi gerekir. Ha­zır ise görülmesi gerekir. Emme kuvvetini anlamak amacıyla kadının çocu­ğu denemesi iyi olur. Emzikçi kadın, kocasının izniyle icar edilirse, çocuk için zararlı olsun olmasın kocasının bu kadınla cinsel ilişki kurması men edilir.

Bâzılarına göre, cinsel ilişkide bulunmalarının çocuğa zararı dokunmazsa, men edilmemeleri gerekir. Birinci görüşe bakılacak olursa; emzikçi kadınla kocası, cinsel ilişkide bulundukları takdirde, çocuğun babası akdi feshetme hakkına sahip olur. Aynı şekilde kocası, kadını alıp da, süt emen çocuğun beldesi dışına sefere götüremez. Çocuğun anne ve babası sefere çıkacak olur­larsa, emzikçi kadının ücretini tam olarak vermekle yükümlü olurlar. Aksi takdi'rde, akid mahallinde emzirmesi amacıyla çocuğu onun yanına bırakır­lar. Süt emziren bir kadın, kocasının izni olmadan bu iş için kendim icara verirse, kocası bütün bu sayılan işleri yapabilir. Dilerse icar akdini de feshe­der. Emzikçi kadın bir çocuğu emzirmek amacıyla akid yaptıktan sonra ar­tık başka çocuğu emziremez. Birinci çocuğa zarar vermese dahi bunu yapamaz. Başkasını emzirecek olursa icar akdi feshe uğrar. Emzirmek için icar edilen kadın, çocuğu besleyip?eğitmekle yükümlü değildir. Zîrâ emzirme bunu ge­rektirmez. Bunun tersi de böyledir.

Emzikçi kadın, iki küçüğü emzirmek üzere icar edilir de bunlardan biri ölürse, icar akdi feshedilmiş olur. Akid yapıldığı esnada gebe olur da bila­hare emzirme esnasında gebeliği açjğa çıkarsa, bu gebeliğinin anlaşılması ne­deniyle icar akdi feshe uğrar. Bunun çocuğa bir zararı olduğunda mı, yoksa mutlak olarak gebelik nedeniyle mi akid feshe uğrar? Bu hususta görüş ayrı­lığı vardır: Bâzıları, sırf gebeliğin ortaya çıkması feshin cevazı için yeterli­dir, demişlerdir. Bâzıları da, ancak bunun çocuğa bir zararı olur diye korkulursa, akid feshedilir demişlerdir. Gebeliğin çocuğa zarar vermesinden korkulması halinde çocuğun ailesi akdi feshetmekle yükümlü olur mu, ol­maz mı? Çocuğun bu nedenle ölmesinden korkarlarsa feshetmeleri gerekir. Aksi takdirde gerekmez. Aynı şekilde emzikçi kadın, çocuğu emziremeye-cek derecede hastalanırsa, akid yine feshedilir, feshedilince de, fesih zama­nına kadar yapmış olduğu emzirmenin ücreti hesaplanarak kendisine ödenir. Küçük çocuğun babası, emzikçi kadına ücretini peşin olarak ödemiş ve oda aldığı bu ücreti yemişse; akdin feshi durumunda aradaki ücret farkını ka­dından geri isteyemez. Çünkü ücreti önceden verdiği için ona teberru etmiş sayılır. İcar akdi feshedilince de emzikçi kadının, çocuğu emzirmesi için kendi yerine başka bir kadını bulup getirmesi gerekmez.

4- Mal sahibi, icara vermiş olduğu aynı icara verdiği müstecirden icarla alabilir. Abdullah, Murad'dan bir ev icar ederse Murad'ın, aynı icar bedeli­ni ödeyerek o evi Abdullah'dan icarla alması caiz olur. Aynı icar bedeliyle icar etmesi caiz olabileceği gibi, daha fazla veya daha eksik bir icar bedeliyle de icar edebilir. Aynı cinsten icar bedeliyle icar edebileceği gibi, başka cins­ten bir icar bedeliyle de icar edebilir. Meselâ adamın biri, bir evi sahibine aynı bedelle (yüz bin Türk lirasına) veya yüzelli bin Türk lirasına icara vere­bileceği gibi bir kile buğday veya bir elbise karşılığında da icara verebilir. Sadece töhmeti gerektiren şekillerdeki icarlar yasaklanmıştır. Şöyle ki: Me­selâ Abdullah, aylık onbin Türk lirasına olmak üzere Murad'dan bir ev icar eder. Ama Murad, bu ücreti bir yıl sonra almayı şarta bağlar. Bundan sonra da aynı evi Murad, ücreti peşin verme koşuluyla aylık beşbin Türk lirasına Abdullah'dan icar ederse, bu şüpheli bir icar olur. Murad, faiz karşılığında Abdullah'a borç para vermek için bu icar akdini paravan olarak kullanmış olmaktadır. Vakıf nazırının durumu da böyledir. Nazır da başkasına icara verdiği vakıf malını, o malın müstecirinden icarla tutamaz. Aksi takdirde bu da töhmet konusu olur. Çünkü bu işi yapmak amacıyla vakıf malım, cüz'î bir fiyatla müstecire vermiş olur. Ki aynı şekilde cüz'î bir fiyatla da tekrar ondan kendisi icarla tutsun.

5- Bir kişinin belli bir süre için, belli bir ücret karşılığında bir ev veya bir binek hayvanını icar edip te; icar süresi içinde şayet o ev veya hayvana ihtiyacının kalmaması durumunda malı sahibine teslim etmeyi ve ev ise kul­landığı süre kadar; hayvan ise götürdüğü yol mesafesi kadar ücret hesapla­ması yaparak ücret vermeyi şart koşması caiz olur. Tabiî bu, mal sahibinin sattığı menfaatin, müddet açıklanmadığı için belirsiz olması durumunda ca­iz olur. Ancak bu belirsizlik de azdır, önemsizdir. Teamüle göre bu gibi şey­leri icar eden kişi, hesaba göre muamele eder. Çoğunlukla da icar süresi dolmadan bu eşyalara olan ihtiyacı sona ermez. Sona erse bile, icar süresi­nin sonralarına doğru sona erer. Ki arada kalan az süre farkına da teamülü kolaylaştırmak nedeniyle göz yumulur. Yalnız bu gibi muamelelerde müste-cirin, mal sahibine ücreti vermemesi gerekir. Çünkü ücreti verdiği takdirde; icar süresini doldurmamışsa aradaki ücret farkını mal sahibinden almak için ona başvurabilir. İcar süresini doldurmuşsa başvuramaz. Böyle verilen üc­ret bâzan selef olur, bazan da icar bedeli olur. Ki böyle bir muamele şekli yasaklanmıştır.

6- Mal sahibinin, belli bir süre için icara verdiği malı, icar süresi dolma­dan, icar süresinin tamamlanmasından sonra başlayacak bir süre için icara vermesi caiz olur. Meselâ bir kişi, evini bir yıllığına icara verirse, icar süresi dolmadan bu evi yıl sonundan itibaren başlayacak olan bir süre için icara vermesi caiz olur. Bu ikinci icarda evi birinci müstecire verebileceği gibi baş­kasına da icara verebilir. Mal sahibi, bir yıl veya daha fazla veya daha az bir süreyle, intifa hakkı kendisinde kalmak ve intifa hakkı süresi dolduktan sonra müşteriye teslim etmek üzere arazisini satabilir. Bu durumda müşteri; o araziyi, sahibi tarafından şart koşulan intifa süresinin dolmasının hemen ardısıra başlayacak şekilde, teslim almadan dahi icara verebilir. Yalnız böy­le bir icarın caiz olması için, o malın kullanım nedeniyle değişikliğe uğra-maksızm eski hali üzere kalacağı, kuvvetle zannedilmelidir. Ama kullanım nedeniyle değişikliğe uğrayacağı kuvvetle zannediliyorsa, icara verilmesi sa­hih olmaz. İcara verilmesi sahih olmayan bir şeyin ücretini peşînen vermek de, doğal olarak sahih olmaz. Ama o malın değişmeksizin, eski hali üzere kalacağı kuvvetle zannedilirse, icara verilmesi ve ücretinin de Önceden veril­mesi sahih olur. Ama değişmesi de değişmemesi de olası ise, bir görüşe göre icar akdi caiz olur da ücretin önceden verilmesi caiz olmaz. Diğer bir görüşe göre ise icar akdi caiz olmaz.

Bîr kişi, sattığı malından bir yıl veya daha az bir süre için yararlanma hakkının kendisine ait olmasını, -sattığı şey eğer ev ve benzeri bir şeyse- şart koşabilir. Sattığı şey eğer arazi ise, senelerce de olsa uzun bir süre intifa hak­kının kendisinde kalmasını şart koşabilir. Sattığı şey hayvansa, üç günden fazla bir süre için intifa hakkının kendisinde kalmasını şart koşması caiz olmaz.

7- Bir kişi, üzerinde mescid inşâ etmek amacıyla birkaç yıllığına bir ar­sayı icar edebilir. İcar süresi dolduğunda mescidin binası yıkılır; müstecir enkazı devralır. Arsa da sahibinin mülkiyetine döner. İkisinden biri, kendi­sine mahsus olan şeyin orada kalması için zorlanamaz.

8- Leş, tuvalet pisliği ve benzeri necasetleri atmak için, her ne kadar ne­casetle direkt temasa gelinse de, adam icar etmek caiz olur.

9- Yeni inşâ edilmiş bir binayı veya sulaklığına güvenilen bir tarlayı, otuz yıla kadar icar etmek caiz olur. Eski bir evi, sağlam kalacağı zannedilecek bir süreye kadar icar etmek caiz olur. Sulaklığına güvenilmeyen tarlayı, ön­ce de belirtildiği gibi, ücretini peşin vermeksizin icar etmek caiz olur. Tabiî bu hüküm özel mülkler içindir.

Vakıf mallarına gelince; ev ve benzeri vakıf mallarının, bir yıldan fazla bir süre için icara verilmeleri sahih olmaz. Bu mallar, belirli bir kişiye, me­selâ; falan adama ve evlatlarına vakfedilmiş de olsa; belirsiz kimselere, me­selâ yoksullara vakfedilmiş de olsa hüküm aynıdır. Vakıf arazilerinin, üç serieden fazla bir süre için (tek akidle) icara verilmesi sahih olmaz. Bu mal, belirli kimselere vakfedilmiş ise icara veren, vakıf üzerindeki hak sahibi bir şahıs da olsa, vakfın yabancı nâzın da olsa hüküm değişmez. Ama 'yoksullar' gibi belirsiz kimselere vakfedilmiş ise, araziler en fazla dört yıl süreyle icara verilebilirler. Ama müstecir, vakfın, eline geçeceği kimselerden ise, bu ara­zileri on-onbeş sene gibi uzun bir süre için ona icara vermek caiz olur. Çün­kü sonunda vakıf kendisine dönecektir. Herhangi bir zorunluluk hali baş gösterir de, vakıf malını belirtilen sürelerden daha uzun bir süre için icara vermek gerekirse; meselâ, vakıf binası yıkılır da yeniden inşâsı için vakfın geliri yoksa, yeniden inşa etmek amacıyla nazır, çok uzun bir süre için vakıf malını icara verebilir. Meselâ kırk yıl gibi...

10- Adamın biri, değeri yüzelli liraya eşit olduğu halde müşterinin, be­deliyle ticâret yapması şartıyla bir malı yüz liraya satabilir. Bu durumda sa­tılan malın bedeli, iki şeyden oluşmaktadır. Yüz lira ve ticâret. Bu alışverişte hem satış, hem icar vardır. Bunun sahih olması için de bazı şartlar gereklidir:

1- Satılan malın bedeli belirli olmalıdır.

2- Müşteri malın parasını hazır edip ortaya koymalı ve getirdiğine dâir şahit bulundurmalıdır ki, satın aldığı malın bedeli, zimmetindeki bir borç olmaktan çıkıp yanındaki bir emânete dönüşsün. Böyle yapmadığı takdirde yapılan muamele, faiz karşılığında borç para vermek olur. Çünkü bu du­rumda güya ticâret yaparak arttırmak amacıyla malın parasını yanında tut­tuğu için töhmet altına alınır.

3- Ticâret yapmak istediği süre belli olmalıdır. Bir yıl gibi.

4- Hangi mallarla ticâret yapılacağı belirtilmelidir. Çünkü ticâret, alı­nıp satılan malların çeşidine göre kolay, ya da zor olabilir.

5- Ticâreti yapılacak malın türü, ticâret süresinin sonuna kadar piyasa­da mevcut bulunmalıdır.

6- Ticâreti yapacak olan işçinin, mallan hemen sürüme koyması, kara­borsacılık amacıyla stok yapmaması gerekir. Yâni mallan toplayıp beklet­mesi ve ancak fiyatlar yükselince satması caiz değildir. Çünkü böyle yapması, satış zamanının meçhul kalmasına yol açar ki, bu da malın bedelinin belir­sizliğine girer. Bilindiği gibi malın bedeli, iki şeyden oluşmaktadır. Sözü edilen yüz lira ve ticâret yapma.

7-  İşçi, kendisi için kârda ticâret etmemelidir. Çünkü kâr belirsizdir.

8- Kendisine satılan malın bedeli ile ticâret yapmak isteyen müşterinin, bu bedelden birazının telef olması halinde, satıcının kendisine başka bir be­del vermesini şart koşmalıdır ki, satıcı, müşterinin bedelin tümünde ticâret yapmadığını, aksine bedelin bir bölümünde ticâret yaptığını ve bu durumda bedeli tam olarak teslim almadığını iddia etmesin. Müşteri böyle bir şart ile­ri sürer, bedelin bir bölümü telef olur, satıcı eksilen bedeli tamamlamak is­temez, bilâkis kalan bölümüyle ticâret yapmasına razı olursa sahih olur. Bedelin eksilen kısmını tekmil etmesi gerekmez. Çünkü bu şartı ileri sürmekten amaç, satıcısının anlaşmazlık çıkarmasını önlemektir. Satıcı buna razı olduk­tan sonra problem kalmaz.

İçinden geçmek amacıyla bir evde veya başka yerdeki bir yolu icar et­mek caizdir.

Banyo ve tuvalet sularının içine döküleceği bir kanalı icar etmek yine caizdir. Ama satın alma süresi az da olsa çok da olsa suyun kendisim satın almak, mûtemed görüşe göre caiz değildir.

Kap, kova, keser gibi taşınır malları icar etmek te caizdir.

Üçüncü kısım: İcar edilmesi mekruh olan şeylerdir. Ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Altından olsun gümüşten olsun, süs takılarını icar etmek mekruhtur. Gerekçesi de şudur: Cenâb-ı Allah bu gibi süs takılan için, zekât vermeyi emretmemiştir. Bunların zekâtı da iğreti verilmeleridir. Geçici olarak başka­larına verilmesi durumunda, bunlar için ücret almak mekruh olur. Bundan da öğreniyoruz ki, kullanımı mubah olan süslerin icara verilmesi mekruh­tur. Haram olan süslere gelince, bunlar için zekat vermek farzdır. Adamın biri takınmak için bir süs eşyası alırsa, onu icara vermesi sahih olmaz. Bazı­ları, kullanımı helâl da olsa haram da olsa süs takılarını icara vermenin mekruh olduğu görüşündedirler.

2- Binmek amacıyla bir binek icar eden kişinin, o bineği, zayıflık ve ha­fiflik bakımından kendi dengi olan bir adama icara vermesi mekruhtur. İh­mal ve kusur göstermeksizin hayvan zayi olur veya ölürse tazminat ödemesi gerekmez. Ama sırtında yük taşımak amacıyla icar etmişse, kendi yüküne denk bir yükü sırtında taşıması için o hayvanı başkasına icara vermesi caiz olur.

Hayvanı, kendisinin yemini veya sahibinin yiyeceğini veya her ikisinin-kini birlikte verme karşılığında icar etmek caiz olur. Bu yiyecek maddelerine bir miktar nakid eklenebilir'de, eklenmeyebilir de. Bu hayvanı belli bir süre binmek veya öğütme işinde belli bir süre için, meselâ bir aylığına icar etmek mümkündür. Tabiî bu durumda binme mesafesi veya öğütülecek tahıl mik­tarı, âdete göre belirli ise; meselâ binme, şehirde veya şehire yakın bir mıntı­kada ise, öğütme de acı bakla gibi zor olmayan, buğday ve benzeri tahıllarda ise icar caiz olur.

3- Fıkıh ve ferâiz öğretme karşılığında hoca icar etmek mekruhtur. Öğ­retilen bu bilgiler karşısında ücret almak mekruhtur. Çünkü maksat, dînî İlimleri yaymaktır. Bunlara karşılık ücret almaksa, bu bilgilerin yayılmasını kökten dumura uğratır ki, bu da mekruhtur.

4- Harf ve kelimeleri kendi konumlan dışına çıkarmayacak şekilde, nağ­me ve musikî ile Kur'ân okumak üzere adam icar etmek mekruhtur. Yani güzel sesi ile Kur'ân'ı tecvide uygun olarak okuyanı değil de nağme yaparak sesini bazı yerlerde keserek okuyanı, Kur'ân okumak amacıyla icar etmek mekruhtur. Ama nağme ve musikî yaparak harf ve kelimeleri kendi konum­ları dışına çıkararak okuyanı, Kur'ân okumak üzere icar etmek haramdır. Kuvvetli olan görüş budur. Bâzıları demişlerdir ki, kiraat-ı seb'a dışındaki kıraatlerle Kur'ân okumak haramdır.

5- Kendi mesleği dışında; bir müslümanın, kendi bedenini veya çocuğu­nu bir kâfire icara vermesi mekruhtur. Ama kendi mesleği olursa, meselâ bir terzinin hem müslümana, hem kâfire dikiş dikmesi mekruh değildir. Şu da var ki, bir müslümanın ev hizmetleri ve çocuk emzirme gibi işlerde, kendi şahsını bir kâfirin eli altına bırakması helâl olmaz. Şayet böyle bir amaçla kendilerini bir kâfire icara verirlerse icar akdi feshe uğrar; yaptıkları iş ora­nında ecr-i misil alırlar.

Şâfiîler dediler ki: İcar edilmesi sahih olan ve olmayan şeylerin bü­yük çoğunluğu, icarın şartları bahsinde anlatıldı. Geriye sadece birkaç hu­sus kaldı: Farz olsun nafile olsun ücretlinin kendisine vâcib olantâatler için adam icar etmek sahih olmaz. Yalnız imamlık için adam icar etmek sahih olur. Tabiî, imama verilecek olan ücretin de namaz kılması karşılığında değil de; belli bir namaz yerine gelerek, kendi bedenini yorması ve namazı belli bir vakitte kıldırması karşılığında verilmesi gerekir. Namazla ilgili olan şey­ler, meselâ hutbe de bu hükme tâbidir. Sırf hutbe okuması karşılığında ha-tib icar etmek sahih olmaz. Ama hatibin, hutbe yerine gelmek ve benzeri işleri yapmak gibi bazı özel kayıtlara bağlı kalması karşılığında kendisine ücret vermek sahih olur. Hac bahsinde de anlatıldığı gibi, bir kişinin kendi yerine hac farizasını edâ etmek üzere adam icar etmesi sahih olur.

Ders verme karşılığında ücret vermek sahih değildir. Meğer ki; veril­mesi istenen ders meseleleri ve konuları belirli olsun.

Yanıbaşmda duâ etmek amacıyla, kabirleri ziyaret etmek üzere adam icar etmek sahih değildir. Bu kabir, Peygamber (s.a.s.)İn kabri olsa bile hü­küm değişmez.

Ölüye veya diriye Kur'an okumak amacıyla adam icar etmek sahih olur. Huzurunda da okunsa, ardı sıra okunup, "Allah'ım, okunan bu Kur'-an'in sevabım falana kıl." dense de sevabı ona kavuşur. Okunan Kur'ân'ı Kerim'in sevabı, bir o kadar da okuyucuya yazılır mı.yazilmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bâzıları kendisinin de sevab kazanacağını söylemişlerdir. Bâ­zıları da demişlerdir ki: Dünyevî amaçla yapılan ibâdetlerin, yapana hiç bir sevabı yoktur.

Sünnet olan işleri yaptırmak amacıyla meselâ ezan okutmak, kaamet getirtmek amacıyla adam icar etmek sahih olur. Ücreti hak ettirecek bir zor­luğu sözkonusu olduğu zaman tehlil getirtmek, ilâhiler okutmak amacıyla adam icar etmek sahih olur. Bunları okurken bir zorluk sözkonusu olmaz­sa, sırf ses yükseltme nedeniyle ücret hak edilmez.

Mûtemed görüşe göre, Kur'ân-ı Kerim öğretmek üzere adam icar etmek sahih olur. Kur'ân öğretme işi de zamanla takdir edilir. Çünkü bu işin öğretme mahalli ile takdir edilmesi mümkün değildir. Şundan ki: Men­faatin, öğretme mahallinin belîrtilmesiyle formüle edilmesi mümkün ise, za­manla ve iş mahallinin belirlenmesi ile takdir edilmesi sahih olur. Meselâ, hayvanların icar edilmesi de böyledir. Çünkü hayvanların temin edecekleri menfaati, onların çalışma yerlerini belirlemekle formüle etmek mümkün ol­maktadır. Hayvanın çalışması ise, yürümesi veya sırtına binilmesidir. Çalış­ma yerleri ise, yürüyüş veya sırtına binişin vukûbulduğu mesafedir. Şu halde hayvanın temin edeceği menfaati, yürüyüş ve sırtına binişten ibaret olan ça­lışma mahalli ile takdir edebiliriz. Örneğin sırtına binerek falan beldeye git­mek üzere bir hayvan icar etmek gibi. Bu durumda hayvan bir gün de çalışsa, bir günden fazla veya az da çalışsa hüküm değişmez. Hayvanın menfaatini zamanla takdir etmek de mümkündür. Örneğin hayvanı bir günlüğüne veya daha fazla bir süre için icar etmek gibi. Bu durumda hayvan bir gün de ça­lışsa, bir günden fazla veya az da çalışsa hüküm değişmez.

Zamanımızda bazı kimselerin saat veya kilometre hesabıyla otomobil

kiralamaları da bu cümledendir. Gerek saat, gerek kilometre hesabıyla ol­sun her iki şekilde de otomobil kiralamak sahihtir.

Kur'an öğretme işinde olduğu gibi, iş yerinin belirlenmesiyle menfaati formüle etmek mümkün olmuyorsa, sadece zamanla takdir edilmesi gere­kir. Burada Öğretmenin yaptığı iş, Öğretme işinin mahalli ile takdir edilemez. Öyleyse sadece zamanla takdir edilmesi gerekir. Meselâ, şu kadar ücret kar­şılığında, bir ay süre ile Kur'an öğretmesi veya belirli bir Kur'an sûresini öğ­retmesi üzerine, Kur'an Öğretmenini icar etmek gibi.

Hem iş yeri, hem iş zamanınr açıklayarak menfaati takdir etmek sahih olmaz. Sözgelimi terziye, "bu elbiseyi bu gün dikeceksin" demek doğru ol­maz. Çünkü terzinin işi, iğneyi batırmak (ve dikiş dikmek) tir. İğnenin batı-rılış mahalli de, iş sonucu elde edilen dikiştir. Ücret de, zamanla değil, bu dikişle takdir edilir. Çünfcü olabilir ki zaman, işin tamamlanmasına yetmez ve taraflar arasında anlaşmazlık vukûbulur. Zaman belirtmekten amaç, eğer işi hızlandırmaksa, o zaman sahih olur. Şunu da bilelim ki; sırf dikiş için adam icar etmek bâtıldır. Çünkü dikiş, elbisenin biçilmesinden sonra başla­nacak bir iştir. Ama hem biçme, hem dikiş için adam icar etmek sahih olur. Çocuk emzirtmek amacıyla süt anası icar etmek sahihtir. Bu da za­manla takdir edilir. Örneğin bir kişinin (ücret olarak) şu kadar nakid veya başka bir şey karşılığında, şu kadar süreyle çocuğunu emzirmesi üzerine bir emzikçi kadın icar etmesi gibi. Bu akdi yaparken de, emzirilmesi istenen ço­cuğun görerek veya evsâfı verilerek belirlenmesi şarttır. Mûtemed olan gö­rüş budur, tster müstecirin evi olsun, ister emzikçi kadının evi olsun, emzirme mahallinin de belirtilmesi şarttır. Bu amaçla müslüman veya kâfire, hür ve­ya câriye bir kadın icar edilebilir. Ayrıca böyle bir kadın, akdi bizzat yapa­bileceği gibi kocası aracılığıyla da yaptırabilir. Sütünü arttırmak için gerekli Önlemleri alması, çocuğa zarar verecek işleri yapmaktan sakınması gerekir. Kocasının kendisiyle cinsel ilişkide bulunması, süt emmekte olan çocuğa za­rar verirse, cinsel ilişkide bulunması men edilir. Aksi takdirde men edilmez. Bu hususta gerekli önlemleri almaz da sütü eksilir veya değişirse, müstecir artık serbest olur; dilerse akdi fesheder ve dilerse yürürlükte kalmasına razı olur.

Ayın, çoğunlukla baki kalacağı bir süre için icara verilebilir. Bu cümle­den olarak ev, otuz yıllığına; hayvan on yıllığına; elbise, kendi durumuna göre bir veya iki yıllığına icara verilebilir. Müstecir, icar ettiği eşyadan biz­zat kendi yararlanabileceği gibi, bu haktan başkası lehine feragat da edebi­lir. Meselâ bir kişi bir ev icar ederse, kendisi gibi kullanacak olması şartıyla o evi başkasına da icara verebilir. Eğer müstecirin kendisi o meslekten değil­se, elindeki kiralık eve bir marangoz veya demirciyi oturtamaz. Tabiî icar ederken ev sahibine, evi dilediğine icara verebileceğine ilişkin bir şart koş-mamışsa, demirci veya marangoza veremez. Çünkü bunların evde oturma­ları evin yapısına zarar verir. Ev sahibi, müstecirin kendinden başkalarının bu evde icarla oturamıyacaklanna ilişkin bir şart ileri sürmüşse ve müstecir de evi demirci veya marangoza vermişse, akid fâsid olur. İcar edilen yer be­lirli ise, başka bir yerle değiştirilmesi sahih olmaz. Meselâ, içinde oturmak üzere şu evi icar eden bir kişiye, ev sahibinin, oturması için başka bir ev ver­mesi sahih olmaz. İcar akdi yapılırken icar mahallinin değiştirilmemesi gibi bir hususun şart koşulması sahih olur. Şunu da bilmek gerekir ki; icar müd­deti boyunca mevcut kalabilen ve şer'an kendisinden yararlanılması müm­kün olan şeylerin icarı sahihtir. Zurna ve darbuka gibi müzik âletlerinin icarı sahih değildir. Ama deflerin icarı sahihtir.

Hanbelîler dediler ki: Üzerine icar akdi yapılması mümkün olan şeyler üç kısma ayrılır:

Birinci kısım: Üzerine akid yapılması kerâhetsiz olarak sahih olan şey­ler: Bunları şöylece sıralayabiliriz:

Kocasının izni olunca, çocuk emzirmesi için kadını icar etrnek sahihtir, îşini tamamladığı ve boş olduğu zamanlarda kocası cinsel açıdan kendisin­den yararlanabilir. Ananın, kendi çocuğunu emzirmek üzere karın tokluğu­na ve giyimliğine -yiyecek ve giyeceği belirlemese bile- icar edilmesi sahih olur. Kadın, süt emzirmek için icar edilirse, icar akdinde sözü edilmezse, çocuğu besleyip terbiye etmekle yükümlü olmaz. Emzirmek amacıyla kadının icar edilmesinin sahih olması için bazı şartlar gereklidir:

1- Emzirilecek çocuğun, icar akdi esnasında görülmesi. Evsafının veril­mesi yeterli olmaz. Çünkü emzirme işi, çocuğun büyüklük ve küçüklüğüne, oburluğuna veya iştahsızlığına göre değişir.

2- Emzirme müddeti bilinmelidir. Çünkü emzirme işi ancak zamanla tak­dir edilebilir. Yapılacak iş, sütü çocuğa içirmektir ki, onun belirtilmesi müm­kün değildir.

3- Emzirme yerinin emzikçi kadının yanında mı, yoksa müstecirin evin­de mi yapılacağı açıklığa kavuşturulmalıdır. Çünkü emzirme işinin yapıla­cağı yer, zorluk ve kolaylık bakımından değişik olabilir. Emzikçi kadının, sütünü fazlalaştıracak ve iyi kıvama getirecek şekilde yeyip içmesi gerekir. Müstecir, bunu ondan isteme hakkına sahiptir. Ayrıca kadının çocuğa zarar verecek işleri yapmaktan sakınması da gerekir.

Müslüman kadının, ehl-i kitab bir kişinin çocuğunu ücret karşılığında emzirmesi caizdir. Ama mecûsî birinin çocuğunu emzirip emziremeyeceği ko­nusunda görüş ayrılığı vardır.

Sahibinin şart koşması koşuluyla bir hayvanı, yemi veya yemiyle birlik­te belli bir ücret karşılığında icar etmek caizdir. Yalnız, yem türünün arpa, bakla veya benzeri bir tahıl adı söylenerek açıklanması; ayrıca bir ölçek ve­ya iki ölçek diyerek, yem miktarının açıklanması da gereklidir. Bazıları bu açıklamalar yapılmaksızın da böyle bir icar akdinin mutlak surette sahih olacağım söylemişlerdir.

Ebenin icar edilmesi caizdir. Şart koşulrnaksızın da olsa ücret alması caiz olur.

Dörtte biri, beşte biri gibi belli orandaki bir bölümü karşılığında ekini biçmek üzere adam icar etmek caiz olur. Bir bölümünü ücret olarak verme karşılığında hurmayı ağaçtan toplamak üzere adam icar etmek de aynı şekil­de caizdir. Ama yere düşeceklerin bir bölümünü ücret olarak verme karşılı­ğında, zeytin ağacını silkelemeMzere adam icar etmek caiz değildir. Çünkü bu durumda ne kadarının yere düşüp, ne kadarının ağaçta kalacağı belli değildir. Akid, bu belirsizlikten ötürü sahih olmaz. Bu durumdaki işçi de ecr-i misil alır. Ama sözgelimi altıda bir gibi belli orandaki bir bölümü karşılığın­da, zeytinlerin tümünü toplamak üzere adam icar etmek sahih olur.

Vakıf malını icar ejmek sahih olur. Çünkü vakfın menfaatleri, kendisi için vakfedilen kimselerin mülkiyetindedir. Sonra eğer vakıf malını icara ve­ren kişi, vakfa müstahaklık sebebiyle nazır olmuşsa, yani vakfedici, vakfa bir nazır tâyin etmemiş, aksine bir şahıs üzerine vakfetmiş İse, bu durumda kendisi lehine vakfedilen kişi vakıf nâzın olur. Çünkü vakfedici bir nazır tâyin etmezse, nazır, vakfa müstahak olan kişi olur. Evet hal böyle olursa, yani vakıf malım icara veren kişi, müstahaklık sebebiyle vakfın nâzın ol­muşsa, onun ölümü dolayısıyla icar akdi bâtıl olur. Müstecir eğer icar bede­lini önceden peşin olarak vermişse,bu bedeli,icara vermiş olan müteveffanın terekesinden alır. Ama vakıf malım icara veren kişi, vakfedicinin şartı ile nazır olarak atanmışsa, ölümü dolayısıyla icar akdi feshe uğramaz.

Vakıfta olsun özel mülkte olsun, icar süresi belirli olmalıdır. Ayrıca icar edilen malın uzun bir süre de olsa icar süresi boyunca sağlam olarak kalabi­leceği, kuvvetle zannedilmelidir. Hatta icar akdini yapanların ikisi veya biri yaşlı olup icar süresi dolmadan öleceği bile sanılsa, bunun akde bir etkisi olmaz. Bu hüküm, hem vakıflar ve hem de özel mülklere ilişkindir.

Gelecek zamana bağlayarak bir aynı icara vermek sahih olur. Şu halde bir araziyi 1987 senesindeyken, süresi 1988 senesinden başlamak üzere Önce­den İcara vermek sahih olur. İcarın başlangıç zamanı geldiğinde araziyi müs-tecire teslim etmeye muktedir olacağına göre, icar akdinin yapıldığı sene içinde arazi, rehine konulmuş olma veya bir başkasının elinde icarda bulunma ne­deniyle meşgul bulunsa bile, yine de süresi bir yıl sonra başlayacak olan icar akdi sahih olur.

Arazi bir bina veya üzerinde dikili bulunan ağaçlarla doluysa ye bu bınâ veya ağaçlar da başkalarına âit iseler, böyle bir arazi, ancak bina veya ağaçların sahibinin izni alındıktan sonra icara verilebilir. Arazi sürekli ol­mayan (mevsimlik) otlarla veya tahliye edilmeleri mümkün olan soku,[5]  ev eşyası ve benzeri taşınır mallarla işgal edilmiş ise icara verilmesi mutlak su­rette sahih olur. Şu da var ki, müstecirin kiralık aynda meydana getirdiği menfaatler kendisine âit olur.

Müstecirin, icar ettiği aynı, başkasına icara vermesi sahihtir. Çünkü icar ettiği aynın menfaati kendisine âit olmuştur. O menfaati kendisi bizzat elde edebileceği gibi, naibi kanalıyla da edebilir. Yalnız naibinin de o aynı kul­lanma hususunda kendisi kadar veya daha az kullanma hakkına sahip ol­ması şarttır. îçinde oturmak üzere bir ev icar eden kişinin, o evi bir demirciye veya boyacıya icara vermesi sahih olmaz, tcar edilen bir aynı, icar edilmiş olduğu bedele eşit veya daha fazla, ya da daha eksik bir bedelle, onu icara vermiş olana icara vermek sahih olur. Sözgelimi Abdullah, Murad'tan bir evi yüzbin Iirayaicâr ederse.Abdullah o evi.sahibiolan Murad'a yüzbin lira­ya, daha fazlasına veya daha eksiğine icara verebilir. Yalnız bunu yapmakla ribâya tevessül etmemek ve işe hile katmamak şarttır. Söz gelimi Abdullah'­ın bir sene sonra ödemek kaydıyla yüzbin liraya icar ettiği evi, Murad'ın pe­şin olarak vereceği ellibin lira ile tekrar icar ederek Abdullah'tan alması sahih olmaz.

İcar şartlarında da geçtiği gibi, hamam (da yıkanma karşılığı) olarak ücret almak caizdir. Hamamcının aldığı da, peştemal, yıkanma yeri ve su kovasının ücretidir. Su da dolaylı yoldan bunların icar kapsamına girmekte­dir. Yoksa suyun müstakil olarak başlı basma icar edilmesi sahih olmaz. Ha­mama giren kişinin normalden fazla su sarfetmesi haramdır. Gemiye binmek, başı tıraş ettirmek, çay ve kahve içmek gibi şeylerde nasıl ki ücreti önceden belirlemek gerekmiyorsa, hamama girişte de hemen ücreti belirlemek ge­rekmez.

Süs takılarını kendi cinsinden veya başka cinsten bir ücret karşılığında icara vermek sahih olur.

tkinci kısım: İcarı sahih olmayan şeyler: "Bunlar, Önce belirttiğimiz icar şartlarına aykırı olanlardır. Bunların geriye kalanlarını da şöylece sıralaya­biliriz:

Bir kişi, dikmesi için verdiği elbiseyle ilgili olarak terziye: "Elbiseyi eğer bugün dikersen sana ücret olarak bin lira veririm. Yarın dikersen yansını veririm" derse sahih olmaz. Çünkü bu durumda ortada kesinleşen bir şey yoktur. Ama bugün geri verirse beşbin liraya, yarın geri verirse onbin liraya olmak üzere bir hayvan veya otomobil icar etmesi böyle olmadığı için caiz­dir. Çünkü bu durumda her zaman için bir karşılık koymuştur. Bunda belir­sizlik yoktur. Dolayısıyla taraflar arasında anlaşmazlık da doğmayacaktır.

Aynın icar edilmesi, beş şart gerçekleşmeden caiz olmaz: I- Akidleşme, aynın cüzleri üzerine değil de, onun elde edilmesi müm­kün olan menfaatleri Üzerine yapılmalıdır. Şu halde yemek için bir yiyeceği icar etmek sahih olmaz. Çünkü bu durumda yararlanma, başka şeyle değil de o yiyecek maddesinin cüzlerini tüketmekle mümkün olacaktır. Yakmak için mum icar etmek de böyle olup caiz değildir. Çünkü bu durumda aynın (mumun) kendisi tüketilmiş olmaktadır. Sütünü, yününü veya yapağısını al­mak amacıyla hayvan icar etmek de sahih değildir. Çünkü bu durumda men­faatten yararlanma, ancak hayvandan elde edilen aynın cüzlerinin tüketilmesiyle mümkün olmaktadır. Emzİkçi kadını icar etmek (sütünün tü­ketilmesine rağmen) sahih olmaktadır. Şundan ki: Çocuğun ağzına memesi­ni koyması, onu elinde tutması, emzirmeye terettüp eden hallere, meselâ bâzan emzirmeden ötürü memede ağrı hissetmeye tahammül etmesi gibi bir takım işleri yapmaktadır. İşte emzikçi kadın, bu gibi yararları sunmak amacıyla icar edilmektedir. Süt üzerine müstakil olarak icar akdi yapılmış değildir. Ayrıca insanların ihtiyaç duyması gibi bir zaruretten dolayı da emzikçileri icar etmek caiz kılınmıştır. Hurmasını almak amacıyla hurma ağacını ve bu­na kıyasla, meyvalarıriı almak amacıyla diğer meyve ağaçlarını icar etmek sahih değildir.

2- Ev ve hamam gibi, nitelemekle kesin olarak her bakımdan belirlene­meyen ayınlar icara verildiklerinde, (müstecir tarafından) görülerek bilinmeleri gerekir. Bir ev icar etmek isteyen kişinin, b evi gözle görüp kontrol etmeden icar etmesi sahih olmaz. Hamam da böyledir. Ama icar edilecek ayın, nite­likleri belirtilerek her bakımdan kesin olarak belirlenebilecek ise, görmeksi-zin de olsa icar edilebilir. Tarımsal araziler gibi. İcar edilecek tarımsal bir arazinin evsâfı vç sınırları belirtilirse yeterli olur. Mutlak olarak hamamın icar edilmesi sahih midir, yoksa kerahetle birlikte mi sahihtir sorusuna ce­vap olarak deriz ki, hamamın icar edilmesindeki mekruhluk, tenzihidir.

3- İcara verilen şey, müstecire teslim edilebilir olmalıdır. Ürküp kaçmış olan bir deveyi icara vermek sahih değildir. Böyle bir devenin satışı da sahih olmaz. Kişinin, payı ifraz edilmemiş hisseli bir malını ortağından başkasına icara vermesi sahih değildir. Çünkü hisseli malım icara veren kişi, icara ver­diği malını müstecire teslim etmeye muktedir değildir. Ancak böyle bir malı her iki ortak birden icara verebilir veya ortaklardan birisi, diğerinin izniyle icara verebilir.

4- İcar edilen aynın, akid konusu olan menfaati içermesi gerekir. Her­hangi bir amaçla icar edilen şey,o amacı içermiyorsa,yapılan icar akdi sahih olmaz. Meselâ,ilim öğretmesi amacıyla dilsiz bir kimsenin icar edilmesi sa­hih olmaz.

5- Satışta da olduğu gibi bir malı icara veren kişi, o malın menfaatine sahip olmalı veya sahibi tarafından kendisine izin verilmiş biri olmalıdır.

İcar edilmesi sahih olmayan şeylerden biri de, dişilerini dölleme ama­cıyla icar edilen erkek hayvanlardır. Bir ineği döllemesi amacıyla bir boğa­nın icar edilmesi sahih olmaz. Veya dişisini döllemesi amacıyla bir erkek devenin icar edilmesi sahih olmaz. Çünkü bu icardan amaç, anılan erkek hayvanlann döl sularıdır. Bu da haram olup kıymeti yoktur. İcar edilmesi sahih olmaz. Ama adamın biri kendi dişi hayvanım gebe bıraktırmak amacıyla buna ihtiyaç hisseder ve hiç kimse de bu işi yaptırması için kendi erkek hayvanını (ücretsiz olarak) ona vermezse, ücret vermesi sahih olur. Ama alan günah­kâr olur. Fakat adamın biri kendi erkek hayvanını bu amaçla (ücretsiz ola­rak) ona verirse, iş tamamlandıktan sonra önceden şart koşmuş olmamak kaydıyla hayvan sahibine bir hediye verebilir. Bunun bir sakıncası yoktur. Hac, namaz, ezan, imamlık, Kur'an, fıkıh ve hadis öğretimi gibi, Allah'a bir tâat ve kurbette bulunmak amacıyla adam icar etmek sahih olmaz. Ama bunlara karşılık ücret olarak değil de herhangi bir anlaşmaya dayanmadan karşılıksız olarak birşeyler almak sahihtir. Ayrıca, bu işleri yapan kişi, ön­ceden şart koşmadığı takdirde yine bazı şeyler alabilir. Şu da var ki, müez­zinlik yapmak, Kur'an-ı Kerim öğretmek, imamlık yapmak, kadılık ve müftülük görevlerini ifâ etmek gibi, faydası başkalarına da ulaşan yararlı işleri yaptırmak üzere vakıf tesis etmek sahih olur. Şu halde bu gibi görevle­ri ifâ eden kimselerin, kendilerine vakfedilen şeyleri almaları caiz olur. Aynı şekilde bunların, ücret adı altında olmaksızın müretteb (geçim maaşı) alma­ları da caiz olur ve bunları almaları da, yaptıkları bu işleri, tâat ve kurbet olmaktan çıkarmaz.

Bir kişi, sağ veya ölü olan birisinin yerine farz ve nafile kılamaz. Kılar­sa sahih olmaz. Yazı, hesap, mubah içerikli şiir öğretmek ve benzeri işleri yaptırmak amacıyla adam icar etmek sahih olur. Mescidlere hizmet İçin adam icar etmek de sahih olur.

Üçüncü kısım: icar edilmesi mekruh olan şeylerdir. Meselâ hacamat vu­ran bir kişiyi icar etmek her ne kadar sahih ise de, hacamatçılıktan elde edi­len kazancı yemek mekruhtur.

 

 

Telefiyet Durumunda İşçinin Tazminat Ödemeyeceği Hususlar

 

Adamın biri, kendisine elbise dikmesi, kumaş boyaması, ev in­şâ etmesi veya ekmek pişirmesi, ya da bunlara benzer işleri yapma­sı için bir işçi icar eder; işçi o elbiseyi bozar veya ekmeği yakar veyahut binanın inşaatına bir zarar getirirse tazminat ödemesi ve boz­duğu şeylerin bedelini ödemesi gerekir mi, gerekmez mi? Mezheble-rin bu konudaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(37) Hanefîler dediler ki: Ücretli işçi, özel ve müşterek işçi olmak üzere iki kısma ayrılır:

Müşterek işçi, sadece bir müstecire (işverene) bağlı olmayan işçidir. Müs-tecirindcn başkasına da çalışabilir veya çalışmaz. Müşterek işçinin, müsteci-rinden başkası için de çalışabileceğine şu örneği verebiliriz: Meselâ bir terzi,

dikmek için birçok kimselerden elbiselik kumaş alırsa veya bir demirci, ya da marangoz kendi dükkânlarında çalışarak birçok kimselerden İş alırlarsa, rnüstecirinden (işvereninden) başkası için de çalışan müşterek işçi örneğim oluştururlar. Müstecirinden başkası için çalışmayan işçiye örnek olarak da şunu gösterebiliriz: Bir sanatkâr, süresiz olarak başkasının işyerinde çalışır­sa müstecirinden başkası için çalışmamış olur. Meselâ bir kişi, kendi evinde pencere çerçeveleri yapmak üzere bir marangozu icar eder ve ona günlük üc­ret vermezse, bu marangozun bu durumda o işverene bağlı kalması gerek­mez. Her ne kadar çalışmasa da başka bir işverene iş yapabilir. Bu çalışmaya mukavele çalışması denir.

Özelişçiye gelince, bu tek ücretli işçi adını alır. Bu işçi, kendisini icar eden işverenden başka işveren için çalışamaz. Bu, günlük ücret alan bir gün­delikçi gibidir ve icar edildiği iş dışındaki başka bir işe mesâi sarfedemez. Söz gelimi adamın biri, kendisine pencere çerçeveleri yapması için bir ma­rangozu bir aylığına icar ederse, bu marangozun bu bir aylık süre içinde baş­kasından iş alması sahih olmaz. İşveren bu süre içinde başkası için çalışmamasını şart koşmuş olsa da, olmasa da durum böyledir. Aslında en İyisi, işverenin akid yaparken bu hususu kesin karara bağlaması ve: "Sade­ce benim için çalış; başkası için çalışma" demesidir.,İşverene âit bir mal müş­terek işçinin elinde telef olursa hüküm ne olacaktır? Bu hususta tafsîlât vardır. Elinde bulunan ve işverene âit olan bu mal, ya kendisinin fiiliyle, ya da baş­kasının fiiliyle telef olmuştur. Eğer kendi fiiliyle telef olmuşsa, tecâvüzkâr kendisi olsa da, olmasa da tazminat ödemesi gerekir. Adamın biri, dikmesi için terzinin birine bir elbiselik kumaş verir de, terzi bu kumaşı kendi şahsı için kullanır ve kasden telef ederse, yahut da kumaşı biçerken hata ettiği için elbiseyi bozarsa, ittifakla tazminat ödemesi gerekir. Boyacı da boyama es­nasında elbiseyi döverken telef ederse aynı şekilde tazminat ödemesi gere­kir. Bir sanatkâr, elindeki işlemekte olduğu başkasına âit malı telef ederse, tazminatım ödemekle yükümlü olur. Çünkü sanatını sağlam yapmaktan so­rumludur. Hata yapması, onun için mazeret teşkil etmez. Müşterek işçinin elinde bulunan işverene âît mal, başkasının fiiliyle telef olursa ve eğer işçi de bu telefiyetten sakınma imkânına sahip olur da taksirli davranırsa, yine malın bedelini ödemekle yükümlü olur. Aynı şekilde üzerinde çalışıp İşle­mekte olduğu başkasına âit kumaşı sandığa koyma imkânına sahip olduğu halde ihmalkârlık edip o kumaşı muhkem olmayan bir yere bırakır; sonra o kumaşa yağ isabet edip bozarsa veya çocuklar o kumaşla oynayıp bozar­larsa veya çahmrsa, yine bedelini ödemesi gerekir. Ama telefiyetten sakın­ması mümkün olmazsa, meselâ o kumaşı muhkem bir yere saklar, sonra da ilâhî takdir sonucu çıkan bir yangında yanarsa, yâ da çahmrsa tazminat ödeyip ödemeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir: Bazıları derler ki, bu işçi iyi halli olarak da bilinse kötü halli olarak da bilinse tazminat ödemekle yükümlü olur. Bazıları da derler ki, hiç bir surette tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Diğer bazıları derler ki; bu işçi eğer iyi halli olarak biliniyorsa tazmi­nat ödemez. Kötü halli olarak biliniyorsa tazminat öder. Eğer hangi halde olduğu bilinmiyorsa, sulh olmak için yan tazminat öder. Bazıları da derler ki; bu durumda işçinin iyi veya kötü halli oluşuna bakılmaz. Her halükârda sulh olmak için, telef olan malın yarı kıymetini Öder.

Şunu da belirtelim ki, telef olan bir insan için tazminat ödemek gerek­mez. Diyelim ki adamın biri, bir hayvan icar eder de sırtına biner ve sahibi­ne de hayvanı sürmesini emreder; yürüyüş esnasında üzerindeki adam düşer, bir tarafı kırılır veya ufalanırsa, hayvan sahibi tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü insan, cinayete mâruz kalırsa, bedeli tazmin edilir. Oysa bu­rada cinayet yoktur. Çünkü hayvanı sürmesi için hayvan sahibine emri ve­ren, müstecirin kendisidir. Gemiye binen ve suya düşüp de boğulan yolcunun bedeli de tazmin edilmez.

Tabibin yaptığı operasyon nedeniyle ölen kişi için de tazminat ödenmez. Yalnız tabibin de operasyon yaparken mûtad yerlerin dışına çıkmaması ve vücudun gereksiz kısımlarında operasyona girişmemesi, çalışma esnasında normal olarak gereken bütün önlemleri alması şarttır. Ama bu önlemlerden birini almaz da hastanın bir organını telef ederse veya bu sebeple öldürürse, taksirli davrandığından dolayı suçlu olur. Hasta ölmez de bir uzvu telef olursa, telef olan bu uzvun tam diyetini ödemesi gerekir. Ölürse diyetinin yarısını Ödemesi gerekir. Çünkü birinci durumda, bölünmez olan tam bir uzvu telef etmiş olmaktadır. Dolayısıyla o uzvun diyetini tam olarak ödemesi gerekir. İkinci durumdaysa iki sebepten ötürü can telef etmiştir:

1- Hasta üzerinde operasyon yapma yetki ve iznine sahiptir.

2- Haddi aşma ve vücudun gereksiz yerleri üzerinde operasyon yaptığı, gerekli ihtiyatî tedbirleri almadığı için yetkisinin dışına çıkmıştır. Bu neden­le ölen hastanın yarı diyetini ödemesi gerekir. Özel işçiye gelince, bu, başka­sına değil sırf kendi şahsına çalışması amacıyla bir tek kişi tarafından icar edilen işçidir. İşverene âit bir mal bu işçinin dindeyken, kendi fiili dışında telef olursa ve bu malın telef olmasını, ya da bozulmasını kasdetmemişse taz­minat ödemesi gerekmez. Bu hükümde ihtilâf yoktur. Ama kendi fiiliyle te­lef olmuşsa ve o fiili de yapma iznine sahipse, tazminat ödemez. O fiili yapma iznine sahip değilse tazminat öder. Diyelim ki müstecir, marangoza: "Şu pen­cere çerçevelerini yap" dedikten sonra marangoz o pencereleri bırakıp kapı yapar ve kapıyı bozarsa tazminatım ödemesi gerekir. Çünkü kapıyı yapma iznine sahip değildir. Özel işçi, iki veya daha fazla sayıdaki işverenler için çalışabilir. Meselâ bir topluluk, başkalarının işini yapmaması kaydıyla bir ay süreyle kendi davarlarını gütmesi için bir çoban icar ederlerse, bu durum­daki çoban, tek bir kişinin işçisi olmasa bile yine de özel işçidir. Böyle bir işçi, kendi fiiliyle bozduğu şeyin bedelim tazmin etmekle yükümlü olur. Davarları yürütürken bazısı bazısına boynuz vurup toslar veya büyükleri, basarak bir taraflarını kırar, ya da öldürürlerse, meydana gelen telefiyatın bedelini çoban ödemekle yükümlü olur.

Bundan da öğreniyoruz ki, emzirmekte olduğu çocuğun zayi olması ve­ya o çocuğun üzerindeki süs takılarının çalınması durumunda emzikçİ ka­dın eğer çocuğu ailesinin evinde emziriyorsa tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu durumda o kadın, özel işçi statüsündedir. Ama çocuğu alıp da kendi evine götürür ve orada emzirirse bu olup bitenlerden sorumlu tutulur.

Çarşı bekçisîyle, imaret koruyucusu da bu hükme tabidirler. Bunlar özel işçi oldukları için, görevli bulundukları yerde kaybolan şeylerin bedelini öde­mekle yükümlü olmazlar. Ama birden fazla müstecir tarafından icar edil-mişlerse, tazminat ödenfekle yükümlü olurlar. Bunların tazminat ödemekten kurtulmaları için, görevlerinde ihmalkâr davranmamış olmaları şarttır. Anah­tar kırılır ve o da uykuda olursa, ya da kapıyı açık bırakarak kapıdan uzak­ta uyursa, görevde ihmalkârlık etmiş olur; kaybolan malın bedelini ödemekle yükümlü olur. Ama hırsız duvara ümanır veya duvarda gedik açıp içeri gi­rerse ve bunlara benzer yollara başvurarak mal çalarsa, bu durumda bekçi, çalınan malın bedelini ödemekle yükümlü olmaz.

Müstecir, icar ettiği evde bir ocak veya fırın inşâ eder de; bu ocak veya fırın nedeniyle icar etttiğİ ev veya komşuların evleri yanarsa müstecir, taz­minat ödemekle yükümlü olmaz. Meğer ki ateşi yakmada haddi aşmış oldu­ğu veya normal olmayan bir yakıtla ateş yakmış olduğu tespit edilsin.

Çobanın gütmekte olduğu sürüden bir koyun kaçar da, onun peşine düş­tüğü takdirde diğerlerini zayi etmekten korkarsa, kaçanın peşine düşmez; kay­boluşundan ötürü tazminat da Ödemez. Bu arada bazı noktalara da değinmek istiyorum:

1- Müstecir ile icara veren anlaşmazlığa düşerlerse, durumun dış görü­nüşü kimden yanaysa onun sözüne itibar edilir. Meselâ, meyveli bir ağaç satsa ve meyve konusunda ihtilâf ederlerse, meyveyi elinde bulunduran kişinin sözü, yemin etmesiyle birlikte muteber olur. Yine bunun gibi adamın biri, bir hiz­metçiyi bir aylığına icar eder. Sonra da bu bir ay içinde bir süre hastalanıp hizmet ifâ etmediğini iddia ederse,bu iddiasını teyid edici emareler varsa.sözü kabul edilir. Aksı takdirde kabul edilmez.

2- Bir kişi, tarımsal etkinlikte bulunmak amacıyla bir tarla icar ederde, ekin ekmezden önce bu tarla sular altında kalır veya hiç su ulaşmazsa, icar bedelini ödemesi gerekmez. Ama tarlayı eker de bu ekine bir âfet isabet eder ve telef olursa, bir kavle göre icar bedelini ödemesi gerekir. Bir kavle göre gerekmez. Mûtemed olan görüşe göre, geri kalan icar süresi içinde daha az bir türden olsa bile bir kez daha ekin ekebilecekse, icar bedelini ödemesi ge­rekir. Aksi takdirde âfetin vukübulduğu esnadan itibaren üzerindeki ücret kal­dırılır. Âfetten önceki süreye tekabül eden miktardaki icar bedelim ödemesi gerekir.

3- Ücretlinin yaptığı iş, ustasına nispet edilir. Meselâ marangoz çırağı bir eşyayı telef ederse, ustası o malın bedelini ödemekle yükümlü olur. An­cak kasıtlı olarak bozmuşsa, çırağın kendisi sorumlu olur.

Malikîler dediler ki: İcar veya kİrâ ile bir şeyi eline geçiren kişi için aslolan, onun emin olmasıdır. Böyle bir kişi, emanetçi hükmündedir. Elin­deki mala karşı tecavüzkâr davranmadığı veya muhafazasında ihmalkârlık göstermediği halde emanetçinin elindeki mal zayi veya telef olursa, tazmi­nat ödemekle yükümlü olmaz. Yanındaki malın telef veya zayi olduğunu id­dia ederse,iddiası kabul edilir.Elindeki mal deve, sığır ve benzeri kolaylıkla gizlenmesi mümkün olmayan mallardan da olsa -ki bunlara saklanmaz mal­lar derler- para ve kumaş gibi gizlenmesi mümkün olan mallardan da olsa -ki bunlara saklanır mallar derler- hüküm aynı olur. İki şey bu kuraldan is­tisna edilmiştir:

1- Özellikle yiyecek ve içecek maddelerini taşımaküzere icar edilen üc­retliler.

2- Sanatkârlar.

Hamal ve arabacılar gibi ücretliler, zayi ettikleri malları; özellikle buğ­day, pirinç, bal, yağ, taze ve kuru meyveler ile yenilir olan diğer gıda mad­delerinin bedellerini öderler. Yine taşımakta oldukları gazozların zayi olması durumunda bunların da bedellerini öderler. Çünkü bu gibi mallara insanlar fazlasıyla tamahkârlık gösterirler. Bu tür mallara eller kolaylıkla uzanabi­lir. Şu halde halkın, taşımak üzere kendilerine teslim ettikleri bu malların, zayi olmaları durumunda, bedellerinin hamallarca ödenmesi maslahat gere­ğidir. Ancak bu uygulama sayesinde halkın malı korunabilir. Hamalların ve arabacıların, bu mallardan zayi olanların tazminatlarını ödemeleri için iki şart gereklidir:

a- Bu telefiyet,taşıyıcının kendisinden kaynaklanan bir sebepten ötürü vukûbulmuş olmalıdır. Meselâ bir hamal, taşıyacağı eşyayı çürük bir iple bağ­lar, bu ip kopar ve eşya da düşüp kırıhrsa, ya da eşyayı sert bir atışla atar da düşüp kırılır ve buna benzer bir durum meydana gelirse, telef olan eşya­nın bedelini ödemekle yükümlü olur. Ama bu telefiyet, elinde olmayan bir sebepten ileri gelmişse, meselâ, hamalın kendisinin veya hayvanının ayağı kayar da sırtındaki kap kırılır ve içindeki bal ya da yağ gibi şeyler telef olur­sa, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Meğer ki alışılmışın dışındaki bir sü­ratle yürümüş veya hayvanını süratle yürütmüş olsun. Bu durumda telefe kendisi sebebiyet verdiği için tazminat ödemekle yükümlü olur.

b- Taşımakta olduğu eşyanın sahibi kendisiyle beraber bulunmamalı­dır. Bir kişi, kendisine meyve taşıması için bir hamal icar eder ve hamalla birlikte kendi evine doğru yürümeye başlar, hamal, meyveleri telef ederse bedelini ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü meyveleri hamala teslim edip de onu kendi işiyle başbaşa bırakmamıştır. Aksine yürümekte ve meyveleri mu­hafaza etmekte hamalla beraber olmuştur. Hamal, eşyaları gemiyle, hayvan veya arabayla da taşısa, kendi sırlıyla da taşısa böyle bir durumda malın te­lef olmasından sorumlu olmaz.

Sanatkârlara gelince bunlar, sanatlarıyla ilgili olan şeylerden sorumlu tutulurlar. Meselâ terzi, diktiği elbiseden sorumludur. Telef olması durumunda tazminatını öder. Ama bu elbisenin, içine konduğu bohçadan sorumlu de­ğildir. Bohça kaybolur veya telef olursa, terzi tazminat ödemez. Demirci, onarıp düzelttiği bıçaktan sorumludur. Ama bıçağın, içine konduğu kılıfın­dan sorumlu değildir. Kılıfın kaybolması durumunda bedelini ödemez. Bâ­zıları derler ki; bunlar, sanatın üzerine icra edildiği eşyaya bağlı ve onun ayrılmaz bir kısmı iseletf, sanatkâr bunlardan da sorumlu olur. Meselâ bir yazıcı, bir kitabı istinsah etmek, ona bakarak aynısını yazmak üzere icar edi­lirse, kendisine bakıp yazmakta olduğu nüshadan sorumlu olur. Çünkü o nüsha gereklidir. Onsuz olunmaz. Kılıcın kını eğer sanat için gerekliyse, te­lef olması durumunda sanatkâr, bedelini ödemekle yükümlü olur. Bu birin­ciden daha güzeldir. Dokumacı, dokuduğu ipten sorumludur. Bakırcı, kap yapmakta olduğu bakırdan sorumludur...Değirmenci, öğütmekte olduğu ta­hıldan sorumludur...Presle sıkıp yağ çıkaran kişi, sıkmakta olduğu susam, marul tohumu ve zeytinden sorumludur...

Bilindiği gibi sanatkârlar, ücretlidirler. Peygamber (s.a.s.) efendimiz, ücretlileri tazminat yükümlülüğünden muaf tutmuştur. Ancak âlimler, sa­natkârları ücretlilerin bu hükmünden istisna etmişlerdir. İşçilerin bulunma­yışı ve halkın da kendilerine olan ihtiyacını gözönünde tutup ietihad ederek sanatkârların, telef ettikleri mallardan sorumlu tutulmalarına ve tazminat ödemelerine hüküm vermişlerdir. Eğer tazminat ödemelerine hükmetmiş ol­masalar da, müşterilerin kendilerine teslim etmiş oldukları malların telef ol­duklarını söyleyerek, halkın malı üzerinde kolayca tasarufta bulunacaklardı^ Bunda da hem kendileri için hem de halk için büyük zararlar söz konusu olmaktadır. Çünkü halkın malının, kendilerinin sırtındayken telef olması, halkın kendilerine güvenmemelerine ve kendilerinden yüz çevirmelerine ne­den olacaktır. Böylece de halkın maslahatı dumura uğrayacak, boşta gezer sanatkârların sayısında artma olacaktır. Bunun da bütün millete zararı do­kunacaktır. Halkın maslahatı ve mallarının korunması, işçilerin tazminatla yükümlü kılınmalarını gerektirir. İmam Mâlik, bu gibi durumlarda zaruret dolayısıyla mezhebini, genel maslahatlar esası üzerine kurmuştur.

îmam Mâlik'in, sonucu ne olursa olsun hep maslahatı esas aldığını, öy­le ki insanların üçte ikisini ıslah etmek amacıyla (gerekirse) üçte birini öl­dürmeyi bile caiz gördüğüne dâir yapılan nakillere gelince, bunlar İmam Mâlik hakkında uydurulmuş birer yalandan ibarettir. İslâm hukuku insanlar için bir sınır koymuştur. Bu sınırın bir santim kadar olsun ilerisine geçemezler. Cinayetler için özel cezalar konulmuştur. Bir kişi, cinayet işlediği sabit görülürse, cezasını çeker, insanlar böylelikle ıslah edilebilirler. Hal ve davra­nışları böylelikle düzeltilebilir. Ama İmam Mâlik hakkında uydurulan hezeyan, kötülük ve şer kapısının kanatlarını ardına kadar açar. îyi insanla­ra zulmedilmesine vesile olur. İnsanları ıslah etmek bahanesiyle kanlan akı­tılır. Bu bahaneyi, bu fâsid ıslah gerekçesini kural haline getirmeye hangi müctehid cesaret edebilir? Bu nedenle de bazı Mâliki imamları, böyle bir şeyin, şer'î kurallara uymadığı gerekçesiyle kitaplara geçirilmesine muvafa­kat etmemişlerdir.

Bu nedenle bazıları demişlerdir ki; bir kaç kişi bir sala binmiş olur da, sal kendilerini taşıyamayacak derecede ağır olursa, diğerlerinin canını kur­tarmak amacıyla aralarında kura çekerek birini denize atarlar. Bu doğru de­ğildir. Kendi gibi birinin hayatım kurtarmak amacıyla bir insanın hayatına son vermenin anlamı yoktur. Zımmî de olsa, başkalarının hayatını kurtar­mak amacıyla bir insanı denize atmak doğru olmaz.

Sanatkâr elinde bulunan, başkasına (işverene) âit malın telef olması du­rumunda tazminat öder. Yalnız bunun için de bâzı şartların tahakkuku ge-    t reklidin

1- Sanatkâr, herkese iş yapan biri olmalıdır. Meselâ kendine bir iş yeri açarak orada, halkın kendisine getireceği işleri kabul etmelidir. Bu iş yeri, çarşıdaki bir dükkân da olabilir; kendi evi de olabilir. Kendisini sırf sanata vermez, diyelim ki bir marangozun marangozluğu bırakıp tarımla uğraşma­sı gibi aslî sanatını geçim kaynağı yapmaz da, sonra bir kişi veya bir grup için özel olarak (marangozluk) işi yaparsa, bu durumda elinde telef olan eş­yanın tazminatını ödemekle yükümlü olmaz. Bu eşyayı sahibinden teslim alıp da kendi evinde işleyecek de olsa, sahibinin evinde işleyecek de olsa hüküm aynıdır; değişmez. Yani tazminat Ödemez.

2- Sanatkâr, işverenin malını, kendi dükkânında işlemek üzere teslim almış olmalıdır. Bu durumda elindeki mal bozulur veya zayi olursa, sahibi yanında bulunsa bile tazminat ödemesi gerekir .Ama malı sahibinden teslim almaz, bilâkis onun evinde çalışırsa, bozulup zayi olması halinde tazminat ödemez.

3- Ellerindeki eşyanın kendi ihmalkârlıkları ve zayi etmeleri olmaksı­zın, ellerinde olmayan sebeplerden ötürü zayi olduğuna dâir bir beyyine bu­lunmamalıdır. Eğer bu yolda bir beyyine bulunursa, tazminat ödemez. Bir kavle göre kendilerinin zayi etmediği, aksine ellerinde olmayan sebeplerden ötürü zayi olduğuna dâir bir beyyine bulunsa bile mutlak surette tazminat ödemeleri gerekir. Esah olan,t birinci görüştür.

İnci delmek, yüzük ve benzeri zînetlerin kaşlarını nakışlamak, kılıçları doğrultmak, fırıncının yanındaki ekmeklerin yanması, boyacının boya ka-zanındaki elbisenin bozulması gibi doğal risk taşıyan işlerde sanatkâr, elin­deki malın telef olması halinde tazminat Ödemez. Meğer ki elindeki mala

tecâvüzkâr davransın veya çoğunlukla sanatına uymayan bir iş yapmış ol­sun. Böyle olunca tazminat ödemesi gerekir. At ve merkebi dağlayan bayta­rın elindeki hayvanın, sünnetçinin elindeki çocuğun bu işten ötürü ölmesi de bu hükme tâbidir. Bunlar ihmalkârlık etmemiş veya sanatlarına aykırı bir davranışta bulunmamişlarsa tazminat Ödemezler.

Cerrahî ameliyat yapan veya hastaya ilaç veren doktorun hastasının Öl­mesi de bu cümledendir. Doktor eğer görevim yaparken hata etmemiş ve has­taya uymayan bîr ilacı vermemişse tazminat ödemez. Ama ameliyatı yanlış yapar ve hastaya uymayan bir ilaç verir, hasta da ölürse ve kendisi işinin ehli ise, doktor Ölünün yakınlarına diyet öder. Ama İşinin ehli değilse, bu yaptığından ötürü ceza görür. Sanatkâr, işe başlarken, şayet telef veya zayi olursa tazminat ödemeyeceğini mal sahibine şart koşarsa, bu şartın bîr faydası olmaz. Bir görüşe göre bu şart, sanatkâra fayda verir ve bu şartla amel olunur.

Şâfiîler dediler ki: İcar akdi sebebiyle bir eşyayı elinde bulunduran kişi ya müstecirdir veya ücretli (sanatkârdır. Müstecir, esah görüşe göre emin­dir; emanetçi hükmündedir. İcar ettiği şeyin telef veya zayi olması durumunda tazminat Ödemez. Bir binek hayvanını icar eden kimse, bu hayvanın helak olması; bir elbise icar eden kimse, bu elbisenin telef olması durumunda taz­minat ödemekle yükümlü kılınmaz. Meğer ki anormal bir şekilde kullana­rak bu mallara karşı tecâvüzkâr davranmış olsun. Meselâ hayvanın yularını ve gemini sert biçimde çekerek, ya da onu aşırı bir şekilde döverek telef ederse, bedelini öder. Kapasitesinin üstünde yük yükler veya anlaşmada kararlaştı­rılandan daha ağır bir yük yüklerse ve hayvan da bu nedenle telef olursa, bedelini ödemesi gerekir. Ancak sahibi kendisiyle birlikte olursa ve hayvan fazla yük yükleme nedeniyle telef olursa, yüklediği fazla yük karşılığı kadar olan bedeli tazminat olarak öder.

Müstecir, telef olan menfaatlerin bedelini öder mi, ödemez mi? Esah olan görüşe göre tazminat Ödemez. Meselâ adamın biri, bir aylığına bir dük­kân icar eder; bir ay dolunca dükkânı açık vaziyette terkeder. Bu haldeyken aradan bir ay daha geçer ve kendisi geçen bu süre zarfında dükkândan hiç yararlanmazsa, dükkân sahibi, bu ayın ücretini talcb edemez. Ancak icar süresi dolunca dükkânı kilitleyip sahibine haber vermeden aradan bir ay da­ha geçerse, bu ayın ücretini ödemesi gerekir.

Ücretliye (sanatkâra) gelince bu, elinde bulunan işverene âit malın telef olması durumunda, eğer o mala karşı tecâvüzkâr davranmamışsa ve de o malla başbaşa kalmamışsa tazminat ödemez. Meselâ; I? tamamlayıncaya ka­dar mal sahibi kendisinin yanında oturmuş veya çalışması için kendi evine götürmüşse, bu haldeyken bir telefiyet vukûbulmuşsa tazminat ödemez. Çün­kü işlemekte olduğu mal, gerçekten kendisine teslim edilmiş değildir. Mal sahibi, vekilden yardım istenildiği gibi bu sanatkârdan, iş hususunda yar­dım istemiş olmaktadır. Bu hükümde ihtilâf yoktur. Ama; ışı tek başına yapması ve elindeki malın telef olması halinde üç kavil söz konusu olur. Kuvvetli olan kavle göre sanatkâr, mutlak surette tazminat ödemez. Bazıları da de­mişler ki: Sanatkâr, mutlak surette tazminat Öder. Bazıları derler ki: Sanat­kâr müşterek işçi ise, yani iş taahhüdünde bulunmuşsa, tazminat öder. Özel işçiyi diyecek olursak -bu, belli bir süre için çalışmak üzere kendi bedenini icara veren kimsedir- tazminat ödemez.

Eşya, ücretlinin tecâvüzkâr davranması dolayısıyla zayi veya telef olur­sa, mutlak surette tazminat öder. Bu hüküm kesin olup, ihtilafsızdır. Sözge­limi ekmekçinin fırındaki ateşi fazlalaştırmasi, bu nedenle de ekmeklerin yanması, onun tecâvüzkâr davranmasına örnek olarak gösterilebilir. Ama fırındaki ateşi normal bir biçimde yakar da fırındaki ekmekler, hamurun bir özelliğinden dolayı yanarsa, tazminat ödemez. Öğretmenin, öğrencisini öl­dürücü darbelerle dövmesi de tecâvüzkâr davranışlar cümlesindendir. Öğ­renci ölürse, onu bu şekilde döven öğretmeni, tazminat Öder. Bir işçi( bir işi yapmak üzere icar edilir de bu işçi, işi yapması için başkasına devrederse; ikinci işçi de işi bozarsa, bu tecâvüzkâr bir davranış olur. Tazminat ödemesi gerekir. Tecâvüzkâr davranmadığına dâir yemin ederse, yemini kabul edilir. Ancak iki uzman kişi, bu işte tecâvüzkâr davrandığına şehâdet ederlerse, ye­minine itibar edilmez.

Bundan da anlaşılıyor ki; bir dükkânı muhafaza etmek için icar edilen bir işçi, o dükkândan bir eşya çalınması durumunda sorumlu olmayacaktır. Diğer bekçi ve koruyucular da bu hükme tabidirler.

hanbelîler dediler ki: Ücretli (İşçiler) özel ve müşterek olmak üze­re İki kısma ayrılırlar: Özel işçi, sağladığı menfaatin, zamanla takdir edildi­ği İşçidir. Örneğin bir kimsenin, şu kadar gündelikle, kendisine bir duvar yapması için bir işçi icar etmesi, ya da şu kadar aylıkla kendisine elbiseler dikmesi için bir işçi icar etmesi gibi. Bu tür işçiler, günümüzde aylıkçı veya gündelikçi olarak bilinmektedirler.

Müşterek işçiye gelince; bu, menfaati çalışmasıyla takdir olunan işçi­dir. Meselâ; şu kadar ücret karşılığında şu evi inşâ etmek, veya şu evin kapı­larını ve pencere çerçevelerini yerleştirmek üzere bir işçi icar etmek gibi. Zamanımızda buna mukaveleli işçi denir. Böyleleri sâdece bir işverene bağlı olmayıp, bir çok kimselerden iş kabul ederler.

Özel işçi, işlemekte olduğu malın telef olması durumunda tazminat öde­mez. Meğer ki kasden telef etmiş veya elindeki malı işlerken ifrata gitmiş olsun. O zaman tazminat ödemesi gerekir. Bu işçi, icar edildiği sürenin ta­mamında işveren için çalışmalıdır.Yalnızbeş vakit namaz ile cuma ve bay­ram namazlarının kılınış vakitleri bu süreden istisna edilmiştir. îş akdinde bu husus karara bağlanmasa bile bu süreler, işin asıl süresinden müstesna­dırlar. Ancak işveren, onu cemaatle namaz kılmaktan menedebilir. Ama iş akdini düzenlerken, kendisini cemaatle namaz kılmaktan nıenetmemesİni şart koşarsa, o zaman cemaatle namaz kılmasına işveren engel olmaz. İşçi kendi yerine başkasını çalıştıramaz. Çünkü icar akdi, kendisinin şahsıyla ilgilidir. Gerek işverenin evinde, gerek kendi evinde bedeniyle çalışmaya hazır oldu­ğunu bildirdikten sonra özel işçi, çalışsa da çalışmasa da ücreti hak eder. Özel işçi, işvereninden başkası için çalışır ve bu da işverenine zarar verirse, işve­renin kaybettiği menfaatlerin bedelim ödemekle yükümlü olur.

Müşterek işçiye gelince bu, hata yoluyla da olsa kendi işi nedeniyle telef olan malın bedelini ödemekle yükümlü olur. Meselâ boyacı; döverken, çe­kerken veya sıkarken elbiseyi ya da kumaşı paralarsa değerini ödemekle yü­kümlü olur. Yine bunun gibi terzi hata ederse, sözgelimi Abdullah'ın verdiği kumaşı Murad'ın üzerine biçerse, bedelini tazmin etmesi gerekir. Bir hama­lın yük taşımakta olan merkebinin ayağı tökezler de üzerindeki eşya düşüp kırıtırsa, tazminat ödemesi gerekir. Yine bu kabilden olarak başı üzerinde eşya taşımak üzere icar edilen bir hamalın ayağı tökezler de başı üzerindeki eşya yere düşüp telef olursa, tazminat ödemesi gerekir. Yine buna benzer olarak merkeple yük taşıyan bir kimse, hayvanı güttüğü veya bağladığı ipin kopması nedeniyle hayvanın sırtındaki yük, yere düşüp telef olursa tazmi­nat ödemesi gerekir. Müşterek işçi, kendi fiili ve dahli olmaksızın kaybolan şeylerin tazminatını ödemekle yükümlü değildir. Diyelim ki, işlemesi için ken­disine teslim edilen eşyayı, emsali eşyaların konulup saklanmakta olduğu sağ­lam ve güvenli bir yere koyarsa; sonra da çalınır veya yangında yanarsa, herhangi bir tazminat ödemekle yükümlü olmaz. İşlediği mal, sahibine tes­lim edilmeden önce telef olursa, ister kendi evinde çalışmış olsun, ister işve­renin evinde çalışmış olsun, müşterek işçi bu durumda ücret hak etmez.

Aynı şekilde uzman olarak bilinen bir hekim, normal olarak uyulması gereken kurallara uyar ve yaptığı işte bir hatası olmaz, buna rağmen çalışır­ken bir telefiyet meydana gelirse tazminat ödemez. Meselâ bir operatör, has­tasını ameliyat ederken, bu gibî durumlarda alması gerekeaihtiyâtî tedbirleri alır ve gereken diğer görevleri îfa eder; buna rağmen hesapta olmayan bir durumla karşılaşır ve bu da hastanın hayatını noktalarsa, hekimin tazminat ödemesi gerekmez. Veteriner, sünnetçi ve hacamatçılar, da bu hükme tabi­dirler. Evet bunlar, yaptıkları işlerde normal olarak uyulması gereken ku­rallara uyar ve gerekli ihtiyat tedbirlerini alırlarsa, meydana gelen telefıyetten ötürü tazminat ödemekle yükümlü olmazlar. Tabip ve sünnetçi, veteriner ile hacamatçı, eğer sanatlarında bilgi sahibi değil iseler, meselâ hiç tıp tahsili yapmadıkları halde basur kesme.damar kesme,gözlere inen kataraktı gider­me gibi işleri yapabileceklerini iddia eden bazı kimseler, yaptıkları işler so­nucunda meydana gelen telefiyetten ötürü tazminat ödemekle yükümlü olurlar.

Mütehassıs bir hekim, velîsinin iznini almadan bir çocuğu ameliyat eder de çocuk zarara uğrarsa, hekim yaptığı ameliyatta hata etmemiş olsa bile, tazminat ödemekle yükümlü olur. Babası izin verir de hekim hata ederse, yine hekim tazminat ödemekle yükümlü olur.

Çoban telef olan davarların bedelini ödemekle yükümlü değildir. Me­ğer ki davarları korumada ihmalkâr davrandığı ve gerekli Önlemleri almadı­ğı tesbit edilsin. O zaman tazminatla yükümlü olur. Meselâ uyumakta olduğu esnada, kurt gelip de davarları kaparsa veya kendisi öldürücü darbelerle da­vara vurur ve bu nedenle davar telef olursa, veya yürümesi uygun olmayan bir tarafa sevkeder de orada helak olmaya mâruz bırakılırsa tazminat öde­mesi gerekir.

Müstecir de elinde bulunan icar malının telef olması durumunda, eğer bu telefiyet, onun tecâvüzkâr davranışı veya ihmalkârlığı nedeniyle vukü-bulmamışsa, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Sözgelimi bir eşek icar eden kişi, onu şiddetli bir vuruşla dövmediği halde veya korumasında ihmal­kârlık etmediği halde yine de yanmdayken telef olursa, tazminat Ödemekle yükümlü olmaz. İhmalkârlık ve tecâvüzü bulunmadığını iddia eden müste­cir, yemin ettiği takdirde iddiası kabul edilir.

Müstecir, icar ettiği yerde ateş yakar da, rüzgâr bu ateşi başkasının ye­rine sürükler ve oradaki eşyaların bir kısmı yanarsa müstecir, yanan eşyalar için tazminat ödemez. Müstecirin yerine mal sahibi olsaydı, o da, aynı hük­me tâbi olacaktı. Ama icar ettiği araziyi fazlaca sular, bu su da başkasının yerine sızıp, oradaki şeylerden bazısını ifsad ederse, tazminat ödemesi gere­kir. Çünkü bu durumda sâdece sebep olmuş değil, aynı zamanda bizzat işe karışmıştır. Dolayısıyla tazminat ödemesi gerekir. Adamın biri bir başkası­nın evini gasbeder. Ev sahibi de: "Evimi boşalt, yoksa her ay yirmibeşbin Ura (veya daha fazla veya daha eksik bir meblağ da olabilir) ödeyeceksin" der. Fakat o, evi boşaltmazsa anılan ücreti ödemekle yükümlü olur. Ancak gasb eden, evin ona âit oluşunu inkâr ederse, bu durumda icareye razı olma­mış olur. Evin mülkiyetinin gasbediciden başkasına âit olduğu tesbit edilir­se, rayice uygun icar bedeli Ödemesi gerekir.

 

Kendisiyle İcar Akdinin Feshe Uğradığı Ve Uğramadığı Şeyler

 

İcar akdi, bağlayıcı akidlerdendir. Ancak bazı durumlardan ötü­rü feshe uğrar ki, mezheblerin bunlara ilişkin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

(38) Hanefîler, icar akdi şu durumlarda feshe uğrar demişlerdir:

1- Akdi yapanların ikisinin veya birinin satış bahsinde de anlatıldığı gi­bi, şart muhayyerliğinin olması. îcar da menfaat satışı olduğuna göre satışın (bey'in) kısımlarından sayılır. Şu halde bir kimse, Üç gün muhayyer kalmak şartıyla bir başkasından bir ev icar ederse, bu süre dolmadan icar akdini fes­hedebilir. Yalnız, mal sahibinin bu fesihten haberdar olması şarttır. Esahh olan görüş budur. Mal sahibi hazırda olmayıp fesihten haberdar olmamış­sa, yapılan fesih geçersizdir.

2- (Müstecirin) görme muayyerliğinin olması. Bir kimse müteaddit ta­raflardaki birkaç tarlayı (görmeden) icar eder. Sonra da bu tarlaların bazısı­nı görürse, tarlaların tümünün icar akdini feshedebilir. Fesih, mal sahibinin rızâsına dayalı değildir. Şart muhayyerliği ile görme muhayyerliklerinde fe­sih için mahkeme kararına da gerek yoktur. Müstecir, akdi fesheder ve fes­hettiğini de mal sahibine duyurursa, fesih geçerli olur. İcar akdinde şart koşmamışsa, mal sahibi muhayyerlik hakkına sahip olmaz. İcarlık mal, gö-rülmeksizin icara verilirse, yapılan icar akdi her ne kadar müstecir açısından bağlayıcı olmasa bile, icara veren açısından bağlayıcı olur.

3- Ayıp muhayyerKği. Adamın biri bir ev veya tarımsal bir arazi veya bir hayvan icar eder de, icar ettiği malda ayıp varsa, akdi feshedebilir. îcar akdikendiliğindenfeshe uğramaz.Aksİne,müstecirin feshetmesi gerekir. Şart, görme veya ayıp muhayyerliği de olsa hüküm aynıdır. Yâni kendisinin fes­hetmesi gerekir. Ama icar akdini yapmazdan önce o malın ayıplı olduğunu bilir ve öylece icar ederse, razı olduğu için artık akdi feshedemez. İcar edilen maldaki ayıp üç şekilde olur:

a- İcar edilen malda, icardan kasdedilen menfaati etkilemeyecek şekil­de bir aybın meydana gelmesi. Meselâ; bir kimsenin icar ettiği evin duvarla­rından biri, içinde barınmaya zarar vermeyecek ve evin sağlayacağı menfaati azaltmayacak şekilde yıkılırsa; ya da bir kimsenin yük taşıtmak amacıyla icar ettiği devenin gözlerinden biri kör olursa, meydana gelen bu ayıplar, müste-cire akdi feshetme hakkını vermez. Çünkü aslında icar akdi, devenin gözü üzerine değil de, onun (yük taşıma) menfaati üzerine düzenlenmiştir. Böyle olunca da bir gözünün kör olması, bu menfaati eksiltmez.

b- Meydana gelen aybın, müstecirin o maldan icar akdi ile kastedilen amaç doğrultusunda yararlanmasına asla imkân vermeyecek şekilde menfa­ati etkilemesi durumunda; meselâ bir kimse, bir ev icar eder de bu ev yıkılır­sa, evin yıkılması ânından itibaren ücret kalkar. Ancak müstecirin kendisi feshetmeden akid feshe uğramaz. Zîra müstecirin evin arsasından yararlan­ması mümkündür. Fesh için mal sahibinin hazır bulunması ve rızâsı şart değildir.

Yine bunun gibi, adamın biri tarımsal bir arazi icar eder de; bu araziyi sulayan su kesilirse, hatta bu arazi yağmurla sulanıyor da yağmur kesilirse; bu durumda müstecirin ücret Ödemesi gerekmez. Mal sahibi hazır olmadan da akdi fesheder. Arazinin bir kısmını sulayacak su bulunsa da bu, müsteci­rin fesih hakkım düşürmez. Müstecir dilerse akdin tümünü fesheder. Diler­se sadece sulanan kısmı icarla tutar. Arazinin suyu kesilir, ama tekrar geri geleceği umulursa, müstecir akdi feshetme muhayyerliğine sahip olmaz. Su­yun azalması durumunda da hüküm böyledir.

c- İcar edilen maldaki aybın, menfaatin bazısına etkisi olmalıdır. Öyle-ki bu ayıp, o maldan yararlanmayı azaltır, ama tamamen elden çıkarmaz. Meselâ; adamın birinin icar ettiği devenin tabanının yaralanması veya icar ettiği hayvanm sırtının yaralanması veyahut icar ettiği evin menfaatini ihlâl edecek şekilde bir duvarının yıkılması, ya da hizmet için icar ettiği bir ada­mın çalışmasını noksanlaştıracak bir hastalığa yakalanması durumunda, müs­tecir muhayyer olur. Dilerse akdi devam ettirir, dilerse fesheder. Feshetmez de icar süresi dolarsa, ücreti tam olarak Ödemesi gerekir. Bir kişi bir mal icar eder de, bu malda, -icar edilen su deposundaki boruların tıkanması gibi-giderilmesi mümkün olan bir ayıp meydana gelir, mal sahibi bu aybı giderir-se, müstecir akdi feshetme veya devam ettirme muhayyerliğine sahip olamaz. Meydana gelen böyle bir aybı, mal sahibinin iznini almadan müstecir kendi malından masraf yaparak giderirse, mal sahibinden masraf talebinde bulu­namaz. Ona teberruda bulunmuş sayılır.

İcar edilen maldaki aybı gidermek amacıyla müstecir, bir takım ilâve­lerde bulunmuşsa, icar süresi dolduktan sonra, sökmekle kendisine bir ya­rar sağlayacaksa müstecir, bu ilâveleri söker. Meselâ müstecir, icar ettiği evin bazı taraflarına tuğla veya kiremitten duvar yapmışsa, icar süresi dolduktan sonra bu duvarı yıkıp, kendi yararlanmak için o tuğla veya kiremitleri alabi­lir. Ama yıkımdan sonra yararlanılamayacaksa, sökemez. Çünkü bu durumda yıkmasının bir yararı yoktur. Yıkarsa beyinsizlik yapmış olur. Müstecirin onu olduğu gibi bırakması ve mal sahibinin ondan yararlanması, müstecir için bir hayır olur.

Şu da var ki; mal sahibi kendi mülkünde meydana gelen sakatlığı onar­maya zorlanamaz.Onarmaya yanaşmaması durumunda müstecir, muhayyer olur: Dilerse evde oturmaya devam eder; dilerse çıkar. Ancak icar akdini yapmazdan önce bu sakatlığı biliyorsa, artık evden çıkamaz. İcar akdini yapmadan önce sakatlıktan haberdar olması, muhayyerlik hakkını düşürür. Nitekim daha önce de bundan bahsetmiştik. Ama icar edilen ev vakıf malıy-sa, vakıf nâzın, evdeki sakatlığı onarmaya zorlanır. Çünkü sakatlığı onar-maksızın olduğu gibi bırakmak, vakıf maslahatına aykırıdır. Nazır ise, vakfın maslahatını gözetmekle görevlidir.

Bundan da anlaşılıyor ki mal sahibi, mülk evlerin kullanım nedeniyle meydana gelen aksaklıklarını düzeltmekle yükümlüdür. Meselâ, su tesisat­larındaki anbarları temizleyip boşaltmak -müstecir tarafından doldurulmuş olsalar bile- mal sahibinin görevidir. Çünkü bu gibi anbar ve depolardaki çerçöplerle pislikler, yer altındadırlar, icar süresi dolduğunda evi sahibine teslim etmek, bu şeylere bağlı değildir. Evi teslim etmeden önce müstecir, evi bu gibi şeylerden arındırıp boşaltmakla mükellef değildir. Ancak hamam­larda olduğu gibi müstecir örfe göre bunları boşaltmakla yükümlü ise, evi teslim etmeden bu boşaltmayı yapmalıdırlar. Hamam müsteciri, görünürde olsun olmasın bu gibi yerleri temizlemekle yükümlüdür.Su kanallarındaki toprakları ve külleri mutlak surette temizlemesi gerekir. Bu kül ve topraklar, hamam içinde de olsalar, dışında da olsalar aynı hüküm sözkonusudur. An­cak icar akdini yapmazdan önce bunlar hamamda mevcut iseler, müstecir, bunları temizlemekle yükümlü olmaz. Mal sahibiyle bu konuda aralarında bir anlaşmazlık çıkarsa, 'müstecirin sözüne itibar edilir.

4- İcar akdinin feshedildiği durumların dördüncüsü; bir kişinin bir baş­kasını, onun malına veya canına zarar verecek-bir işi yaptırmak üzere icar etmesidir. Bunun bazı örnekleri vardır:

a- Bir kişi, ağrımakta olan bir organını kesmesi için bir tabibi icar eder­se, sonra da ağrı dinmiş olsun olmasın bu icardan vazgeçebilir; Organını kes-tirmeyebilir. Çünkü organın kesilmesi, açıktan açığa bir zarardır. Vücut da insana verilen bir emânettir. Ağrının dinmesi ve organın iyileşmesi beklene­bilir. İyileşince de kesilnjıesi, artık gerçek bir zarar olur.

b- Bir kişi düğün yĞmeği pişirmesi için bir ahçı icar eder, sonra da bu icardan dönerse, ahçı, icar akdini yürürlüğe koyma talebinde bulunamaz. Çünkü olabilir ki, bu akid yürürlüğe konulursa yağ, et ve benzeri gıda mad­deleri gibi yemekte kullanılan şeyler sarf edilerek zarar meydana gelir. Böy­le olunca da ahçı, icar akdinin yürürlüğe konması talebinde bulunamaz. Bu akdi uygulamak için gıda maddelerinin zararından başka, gelinin boşanma­sı veya ölmesi gibi zahirî bir başka sebebin de bulunmasına gerek yoktur. Birinci örnekte de organdaki sızının gitmiş olması şart değildir. Aksine salt zarar olasılığı, icar akdini yürürlüğe koymamak için yeterli bir gerekçedir.

c- Bir kişi, yerine yenisini yapması için bir evi yıktırmak üzere bir kaç işçi icar eder de, sonra bu icar akdini yürülüğe koymazsa işçiler, akdi yürür­lüğe koyması talebinde bulunamazlar. Çünkü yıkmak, onun için mâlî zarar­lara yol açar.

d- Adamın biri kendisine bir kaç elbise dikmesi için bir terziyi icar eder de, sonra bu icar akdini uygulamaktan vazgeçerse terzi akdi uygulama tale­binde bulunamaz. Çünkü olabilir ki kumaşların biçilip dikilmesi, giymeye ihtiyacının olmaması nedeniyle öylece kalacağından ötürü, kumaş sahibi için zararlı olur.

İcar akdinin uygulanması sonucu bir ayn tüketicilecekse de aynı hüküm geçerli olur. Meselâ adamın biri, satın aldığı kâğıtlar üzerine bir kitap yaz­ması veya basması için bir başka şahsı icar eder de, bu icar akdinden caya­cak olursa, yazıcı veya matbaacı bu akdin uygulanması talebinde bulunamaz. Çünkü akdin uygulanması,kâğıtların tüketilmesi sonucunu doğuracaktır.

Buna benzer olarak müzâraada şöyle bir mesele geçmişti: İşçi (ekinci) değil de tohum sahibi, ekimden Önce müzâraa ortaklığını feshedebilir. Şayet ortaklığı feshetmeyip yürürlüğe koyacak olursa, tohumlarını zayi etmiş ola­caktır. Bu gibi durumlarda müzâraa ortaklığım feshetmek, işçi veya tarla sahibinin zarara girmesine yol açacaksa, örfe başvurulur.

5- İcar akdinin feshedildiği durumların beşincisi; icara verilen aynı, sa­hibini satmaya mecbur bırakan bir mazeretin bulunması. Bunun bazı örnekleri vardır:

a- Mal sahibi borçlu olur da, borcunu kapatması için, icardaki bu ayın­dan başka satacak bir malı bulunmazsa, bu malını satabilir, kar akdi de fes­hedilir. Borç, mal sahibinin ikrarıyla sabit olur. Meselâ; falan adamın kendisinde alacağı bulunduğunu, ödeme vâdesinin de geldiğini söyleyerek ikrarda bulunursa; icar akdini feshederek,borcunu ödemek amacıyla evini satabilir. Borç ikrarının, icar akdi yapıldıktan önce mi, sonra mı yapılması gerekir? Cevaben deriz ki: İkrarın, icar akdinden önce veya sonra olması gibi bir şart gerekli değildir. Aksine bir kişi (icara veren) akdi yaptıktan sonra borçlu olduğunu ikrar ederse, bu ikrarından ötürü borç ödemekle yükümlü olur ve icar akdi de bununla feshedilir. "ikrar, sadece ikrarda bulunanın zimmetini ilgilendirir. Başkasını enterese etmez ki, o ikrar uyarınca muame­le yapılsın" demek doğru olmaz.

Alacaklı, borçlunun malını satabilir. Satacağı mal icardaysa, bu satış nedeniyle müstecire bir tecâvüzde bulunmuş olması maksat değildir. Şu da var ki, icar akdi ancak mahkeme kararıyla feshedilebilir. Şu halde ikrar et­miş olduğu borcu ödemesi için, mal sahibinin, icardaki evini satması, kadı­nın icar akdini feshetmesinden önce doğru olmaz. Sahih olan görüş budur. Akid, mahkeme kararıyla feshedildiğine göre, borcun ikrarı, gizli yanı bu­lunmayan açık bir mazeret olmaktadır. Bundan da öğreniyoruz ki; kadı ta­rafından feshedilmediği takdirde, icar akdinin feshi için gizli mazeretler, bir sebep teşkil etmez.

Açık mazeretlere gelince, bunlar nedeniyle icar akdini feshetmek için, mahkeme kararı şart değildir. Sahih olan görüş budur. Aynı şekilde mal sa­hibi, halk arasında müseccel borçlar olarak bilinen borçlar gibi, resmî yolla sabit bir borç altında ise, bu borç nedeniyle de icar akdi, mahkeme kararına gerek kalmadan feshedilir. Mal sahibi icar bedelini, evin satış bedelini kap­sayacak ve sattığı takdirde icar bedelini geri verdikten sonra, borç ödemek için hiçbir şey kalmayacak şekilde peşin olarak teslim almamışsa, evi satabi­lir. Ama peşin olarak evin tüm satış bedelini kapsayacak miktarda icar be­deli teslim almışsa, borcunu kapatmak için evi satamaz. Bu durumda icar da feshedilmez. Yalnız evin satış bedeli, peşînen aldığı icar bedelinden fazla olacaksa, bu durumda evi satabilir. Önce müstecirden aldığı icar bedelini verir. Artakalan meblağı diğer alacaklılara verir. Geriye bir mesele daha kaldı: Ada­mın biri bir başkasına bir ev icara verir. Sonra da bu evin, başkasının mülkü olduğunu ikrar ederse bu, durumda icar akdi feshedilmez. Aksine icar süre­si dolduktan sonra evin, lehinde ikrarda bulunulan kişiye verilmesine hük­medilir.

İcar akdinin feshi için geçerli mazeretlerden biri de, icara veren kişinin, kendi şahsının veya aile efradının nafakasını temin etmeye muktedir olama-

yışıdır. Bir kimsenin başkasının icarla tutmuş olduğu bir evi olur da bu ev sahibi, bilâhare yoksul düşüp nafakasını temin edecek bir şeyler bulamazsa, icar akdini feshedip evi satabilir. Bunu yapması için de mahkeme kararı şart mıdır, değil midir? Seçkin olan görüşe göre kadı, onun evi satışını kesin bir kararla geçerli kılar ki, bu satışın geçerli kılınmasıyla da icar akdi dolaylı olarak feshedilmiş olur. Mal sahibi, icardaki malını müstecirin iznini alma­dan icar süresi içinde mazeretsiz olarak satamaz. Müstecirin iznini almaksı­zın satacak olursa bu satış sahih olur. Ne ki bu satış, icar süresi dolduktan sonra yürürlüğe girer. Yani bu satış, askıda olarak sahihtir. Müstecirin fes­hetmeye yetkisi yoktur.

Müşteriye gelince, bir görüşe göre o, satın aldığı malın icarda bulundu­ğunu öğrenince, bu ahş-verişi feshedebilir. Bir başka görüşe göre ise feshe-demez. Ulemâ, ikinci görücü benimsemiştir.

Rehindeki mal da icardaki gibidir. Satılması sahih olmaz. Rehincİnin izni alınmadan satılması, askıda olarak sahih olur. Karşılığı ödenmeyinceye kadar, satış.akdi yürürlüğe girmez.

Sefer de mazeretlerden sayılmaktadır. Bir kişi bir mal icar eder de, son­ra başka tarafa sefere gitmek isterse, icar akdini feshedebilir. Bu cümleden olarak bir köylü, şehirde bir ev icar eder de; sonra köyüne taşınmak isterse, icar akdini feshedebilir. Müstecirin iflâs etmesi de mazerettir. Adamın biri, içinde ticaret yapmak amacıyla bir başkasından dükkân icar eder de, sonra iflâs ederse, icar akdini feshedebilir. Ama dükkânda alışveriş durgunlaşırsa, bu nedenle icar akdini feshedemez. Dükkândaki ticâret türünü bırakıp ta baş­ka türden bir ticâret yapmak isterse, meselâ kumaş ticâreti yapmaktayken bunu bırakıp lokantacılık yapmak isterse, bu dükkândan çıkıp başka bir dük­kâna taşınabilir ve akdi feshedebilir. Yalnız ilk dükkânın ikinci işe müsait olmaması şarttır. Aksi takdirde icar akdini feshedemez.

b- Bir tarafa gitmek amacıyla bir hayvan İcar eden kişi, daha sonra o tarafa gitmemesi gerektiğine dâir bir durumla karşılaşırsa, yarı yola kadar gitmiş olsa bile icar akdini feshedebilir. Ama belli bir süre için bir ev İcar eden bir kişi, daha sonra bir ev satın alırsa, icar akdini feshedemez. Çünkü satın aldığı evi, başkasına icara vererek o evden yararlanabilir. Ama hayva­nın durumu böyle değildir. Evet, her ne kadar satın aldığı hayvanı başkası­na icara verebilirse de hayvanın kullanımı, binenlere göre değişir. Sahibi, hayvanına başkalarının binmesini arzulamaz veya hayvanını, binici birine icara verir ve o da hayvana zarar verebilir.

c- Adamın biri, yolculukta kendisine hizmet etmesi için bir hizmetçi icar eder de bilâhare görünür ve mâkul bir mazeret olmaksızın hizmetçi, bu icar akdinden caymak isterse, cayamaz.

6- İcar akdini yapanlardan birinin ölmesi, akdin feshini gerekli kılar. Yalnız, ölen bu akdi başkası nâmına değil de kendi nâmına düzenlemişse, ölümü nedeniyle akid feshe uğramaz. Diyelim ki bir ev sahibi, kendi evini icara vermesi için bir kişiyi vekil olarak görevlendirir. Vekil o evi icara ver­dikten sonra ölürse, icar akdi feshe uğramaz. Çünkü vekil, her ne kadar biz­zat akdi düzenlemişse de bu akid, kendisinin adına değildir; ücretten yararlanan müvekkilinin adınadır. Ev sahibi ölmeyince, vekilin ölmesiyle icar akdi feshe uğramaz. Aynı şekilde adamın biri, kendisi için bîr ev icar etmesi için bir başkasını vekil olarak görevlendirir. Vekil de onun adına bir ev icar eder ve sonra da ölürse, icar akdi feshe uğramaz.

Özetle icar akdi, ister icara verenin, ister müstecirin olsun vekilinin ölü­mü nedeniyle feshe uğramaz. Sahih olan görüş budur. Bâzıları da derler ki; müstecirin vekilinin ölümü, akdin feshini gerekli kılar. Çünkü icar almak için vekil tâyin etmek, mal satın almak İçin vekil tâyin etmek gibidir. İcarla mal tutmak için vekil tâyin edilen kişi, önce kendi şahsı için, sonra müvekkil için icar etmiş olur. Böyle olunca da vekil mal sahibi olmaktadır. Şu anlam­da ki; mülk, önce vekilin nâmına, ondan sonra müvekkilin nâmına tahak­kuk eder. Bu gerekçelendirme doğru olsa da olmasa da, vekilin mülkü, hiç bir halde kesinleşmemektedîr. Dolayısıyla, mülk sahibi olması ve buna bağlı olarak da ölümü sebebiyle icar akdinin feshe uğraması sahih olmamaktadır.

Vasî ile vakıf mütevellisi de bu bakımdan vekil statüsündedirler.

Adamın biri, kısıtlı bir kimsenin vasisinden veya babası ya da dedesi gibi velîsinden vayahut da kısıtlının idaresini üstlenmiş olan kadıdan, kısıtlı­ya âit bir malı icarla tutar, sonra da kendisine icara vermiş olan şahıs ölürse, icar akdi feshe uğramaz. Çünkü icar bedelini hakketmiş olan, kısıtlının ken­disidir ki o da hâlâ hayattadır. Dolayısıyla akdi yapmış olan kişinin ölümü nedeniyle icar akdi feshe uğramaz. Akdi yapmış olan, vakfın bütün gelirine sahip olan yegane hak sahibi bir mütevelli de olsa, ölümü nedeniyle icar ak­di feshe uğramaz. Çünkü mütevelli, vakıf aynılarına sahip değildir. Sâdece vakıf gelirine sahiptir. Sahih olan görüş budur. îcar akdini kendi adlarına yapmış olan akidçilerden birinin ölümü durumunda, feshetmeye gerek kal­maksızın icar akdi, kendiliğinden feshe uğrar.Meğer ki bir zaruret durumu söz konusu olsun. Meselâ icara veren kişi, durumu kendisine aksettirecek bir hâkim veya bir kadının bulunmadığı bir yerde ölürse, icar akdi kendili­ğinden feshe uğramaz. Diyelim ki adamın biri, çölde yolculuğa çıkmak üze­re bir deve icar eder, sonra da sefer esnasında deveyi icara vermiş olan şahıs Ölürse, bu durumda icar akdi, yolculuğun kadı veya hâkim bulunan bir yere kadar sürdürülmesine değin devam eder. Böyle bir mıntıkaya varıldığında mesele, kadı veya hâkime aksettirilir. O da maslahata bakarak deveyi aynı müstecire veya başkasına icara verir. Yolculuk esnasında müstecirin kendisi ölürse, katetmiş olduğu mesafe nisbetinde bir icar bedeli, zimmetine kay­dedilir.

Adamın biri, bir başkasından bir ev icar eder, sonra ev sahibi ölür ve müstecir de evde kalırsa, mirasçılar kendisinden ücret taleb ederler, bu talepten sonra evde oturmaya devam ederse, icar bedelini ödemesi gerekir. Mi­rasçılar, ücret taleb etmeseler bile, eğer ev, gelir getirmek için hazırlanmış ise icar bedelini ödemesi gerekir. Aksi takdirde ödemesi gerekmez. Evin ge­lir getirmek için hazırlanmış olması; sahibinin onu, bu maksatla inşâ etmiş veya satın almış olmasıyla, ya da içinde oturmak için inşâ edip sonra da ge­lir getirmek için hazırlamış olduğunu insanlara haber vermesiyle olur. Bazı­ları da derler ki ev, peşpeşe üç sene icara verilirse, gelir getirmek için hazırlanmış olur. Bundan da öğrenmiş oluyoruz ki ölüm, gelir getirmek için hazırlama olgusunu iptal etmez. Bu görüşe muhalif olanlar da vardır.

Sürekli de olsa icar akdini yapanlardan birinin delirmesiyle akid feshe­dilmez. Müstecirde içki içme, zina etme ve homoseksüel olma gibi fâsıklık emareleri görülmesi nedeniyle de icar akdi feshedilmez. Bu emareler, mal sahibini veya komşuları, akdi feshetme hakkına sahip kılacak özürler değil­dirler. Ancak ev sahibi veya komşular, onu sarhoşluktan menedebilir; kötü­lüklerine son versin diye kendisini tazir etmesi için hâkime başvurabilirler. Hâkim de gerek görürse, onu evden çıkarır. Nitekim zamanımızda da bazı kimseler, iyi halli komşularının arasında, oturmakta oldukları evlerinde bu türden kötü ve menfur fiilleri işlemektedirler. Bu komşular da hâkime baş­vurma hakkına sahiptirler. Hâkim de gereğine bakarak, onu evden çıkarır veya terbiye eder.

Mâlikîler dediler ki: îcar akdi, bazı durumlarda feshe uğrar. Bun­ları şöylece sıralayabiliriz:

1- İcar akdinden amaçlanan menfaatin ilgili olduğu aynın telef olması ve müstecirin amaçlanan menfaati elde etmesine imkân kalmaması. Örne­ğin adamın biri, bir başkasından bir ev icar eder de, bu ev yıkılırsa veya bir hayvan icar eder de hayvan ölürse bu durumda icar akdi feshe uğrar. Çünkü müstecir, artık menfaati elde etme imkânını yitirmiş olmaktadır.

2- Adamın biri, ağrıyan dişini çektirmek üzere bir dişçi icar eder de, çek­meden önce dişin ağrısı dinerse, veya cerrahî bir ameliyat yaptırmak üzere bir cerrah doktoru icar eder dc;ameliyattan önce ağrısı dinip iyileşirse, bu durumda yapılmış olan icar akdi feshe uğrar. Ama ağrı dinmezse herhangi bir işlem yapılmasa da ücret ödemesi gerekir. Kendisi ücreti verdikten son­ra, dişini çektirmeye veya ameliyat olmaya zorlanamaz.

3- İcar edilen şey, meselâ ev veya evin menfaati gasbedilir de hâkim ve­ya başka bir vâsıtayla, gasbediciden kurtarılması mümkün olmazsa yine icar akdi feshe uğrar.

4- Hâkim, dükkânları kapatmayı veya yıkmayı emrederse, icar akdi feshe uğrar.

5- Çocuk emzirtmek için icar edilen süt anasının gebe veya çocuğu em­zirmeye muktedir olmıyacak şekilde hasta olduğu açığa çıkarsa, icar akdi feshe uğrar.

6- Hizmetçinin, icar edildiği hizmeti yapamayacak derecede hastalan-masıyla da icar akdi feshe uğrar. Eğer icar süresi dolmadan iyileşirse icar akdi, kendiliğinden varlık kazanır. Hizmetçi de eksik kalan işini tamamlar. Ama bir kişi bir hayvan icar eder de bu hayvan hastalanır ve bilâhare henüz icar süresi varken iyileşirse, icar akdi yeniden varlık kazanmaz. Çünkü yol­culukta beklemiş olması nedeniyle müstecir zarara uğramıştır.

7- Çocuğun reşid olarak bulûğa ermesiyle de icar akdi feshe uğrar. Bu meselenin iki şekli vardır:

a- Vasî, çocuğun kendisini, başkasına hizmet için icara vermiş olur.

b- Vasî, çocuğun evini veya hayvanım veya bunlara benzer mülk eşya­larını, başkasına icara vermiş olur. sıkkındaki meselede sözü edilen çocuk, sefih olmayıp rüşdünü isbat-layarak buluğa erince, icar akdini feshedebilir. Yalnız velîsinin icar süresi içinde buluğa ereceğini zannederek veya hiç bir şey zannetmeyerek onu ica­ra vermiş olması şarttır. Eğer bu çerçevede onu icara vermişse, rüşdünü ispat­layarak buluğa erince akdi feshedebilir. Geri kalan icar süresi az da olsa, çok da olsa farketmez. Ama velîsi, icar süresi içinde buluğa ermeyeceğini zannetmiştir de çocuk, bu zannm aksine icar süresi içinde buluğa ererse, bu­luğdan sonra geri kalan icar süresi ya bir aydan fazla olur, ya da bir ay veya bir aydan eksik olur. Eğer bir aydan fazlaysa çocuk, icar akdini feshetmek veya devam ettirmek muhayyerliğine sahip olur. Geri kalan süre bir ay veya bir aydan eksik ise, icar akdini feshedemez. Az bir süre oluşu nedeniyle ço­cuk için, zararlı sonuçlar doğurmayacağı gerekçesiyle, süre sonuna kadar icar akdini devam ettirmesi zorunlu olur.

'b' sıkkındaki meseleye gelince, birinci meseledeki şart doğrultusunda çocuk, icar akdini feshedebilir. Yâni vasî veya velî, icar süresi içinde çocu­ğun buluğa ereceğini zannederek veya hiç bir şey zannetmeyerek çocuğun evini veya bir eşyasını icara verir de bu icar süresi içinde çocuk rüşdünü ispatlaya­rak buluğa ererse, geri kalan icar süresi az da olsa çok da olsa akdi feshede­bilir. Ama vasî veya velîsi, çocuğun icar süresi içinde buluğa ermeyeceğini zannederek malını icara verirse, bu süre içinde çocuk rüşdünü ispatlayarak buluğa ererse, geriye kalan icar süresi az da olsa çok da olsa icar akdini fes­hedemez. Mûtemed olan görüş budur. îki mesele arasındaki fark da bundan ibarettir. Bazıları da demişler ki: İki mesele arasında fark yoktur: Geri ka­lan süre az değil de çok ise, buluğa erince çocuk, akdi feshedebilir. Bilindiği gibi mûtemed olan birinci görüştür. Çünkü vasî, çocuğun kısıtlı oluşu nede­niyle onun malında tasarruf hakkına sahiptir..Ayrıca icara verirken de ço­cuğun bu icar süresi içinde buluğa ermeyeceğini de zannetmiştir. Bu çerçevede icara verdikten sonra artık, buluğa erme durumunda çocuk, icar akdini fes­hetme muhayyerliğine sahip olamaz. Ama icar süresi içinde buluğa ereceği­ni zanneder ve buluğa ereceğini zannettiği zamanını aşacak bir süre boyunca icara verirse; çocuk bu süre içinde rüşdünü ispatlayarak buluğa ererse, akdi feshetme hakkına sahip olur. Çünkü bu durumda vasî, kendisi için, üzerin­de tasarrufta bulunmuştur: Ama çocuk sefih olarak buluğa ererse, geri ka­lan icar süresi az da olsa çok da olsa, akdi feshetme muhayyerliğine mutlak surette sahip olamaz.

icar akdi, icardaki aynın başkasına âit olduğuna dâir, icara veren tara­fından yapılan ikrar dolayısıyla feshe uğramaz. Bir kişi bir aynı başkasına icara verir, sonra da bu aynı, ikinci kez icara vermeden önce başkasına icara verdiğine veya sattığına dâir ikrarda bulunur, herhangi bir beyyinesi olmaz vve ikinci müstecir de bu ikrarına muvafakat etmezse, icar akdi geçerli ol­makta devam eder. İcara yeren kişi akdi feshedemez. Ama lehine ikrarda bulunduğu kimseye nisbetfe, ikrarına göre amel eder. İcardaki aynı, icar ak­dini yapmadan önce falan adama sattığım ikrar ederse müşteri, ayn (meselâ bu bir ev olsun) sahibinin kendisinden aldığını ikrar ettiği bedeli -eğer bu bedel, evin değerinden fazlaysa almak veya evin değeri, sahibinin aldığım ikrar ettiği bedelden fazla ise- satış günündeki değerini almak arasında mu­hayyer olur. Çünkü müstecir, satılan ev ile ikrarda bulunan sahibi arasına girmiş olmaktadır. Bu durumda icar akdini feshetmek mümkün değildir. Müş­teri, satış akdini feshetmeyebilir. Feshetmediği takdirde; ev sahibinin ikrar­dan önce müstecirden almış olduğu icar bedelini ya da günün rayicine uygun olan bir icar bedelini alır. İcar süresi sona erince de, eğer telef olmamış ise icardaki malı teslim alır. Telef olmuşsa, sahibinden değerini alır.

Ev sahibi, icar akdini yapmadan önce evi satmış olduğunu ikrar ederse ve bu ikrarı da icar süresinin sona ermesinden sonra olmuşsajehinde ikrar­da bulunulan kişi, müstecirden alınmış olan icar bedelini veya günün rayici­ne uygun bir icar bedelini ev sahibinden alır. Sonra da eğer duruyorsa, kendisinin olduğu ikrar edilen ayın üzerine el koyar. Yoksa kıymetini alır. Aynı icara veren kişi, onu bu icar akdini yapmadan önce başkasına icarı: vermiş olduğuna dâir ikrarda bulunursa, lehine ikrarda bulunulan kişi, alın­mış olan icar bedeliyle rayiç icar bedelinden hangisi daha çok ise onu sahi­binden alır.

Müstecirin içkiciliği ve zinâkârlığı gibi fâsiklık hallerinin görülmesi ne­deniyle icar akdi feshe uğramaz. Ancak bu gibi kötülüklerine son vermesi için uyarılır. Uyarılara kulak verip kötülüklerine son verirse ne âlâ. Aksi tak­dirde bu kötülüklerinin eve ve komşulara zararı dokunuyorsa, durum hâki­me iletilir. Hâkim de icar süresi içinde kiracı bulunursa o evi, müstecirin hesabı Üzerine başkasına icara verir. Eğer başka kiracı bulunamazsa, evden çıkarı­lır. Boş kaldığı sürece evin icar bedelini öder.

Sefih bir kişi rüşdünü ispatladığı takdirde velîsi, onun ya evlerini, ara­zilerini ve benzeri mallarını icara vermiş ya da bizzat kendisini (başkasının işinde çalışmak üzere) icara vermiş olur. Eğer ev, arazi ve benzeri mallarını icara vermişse, rüşdünü ispatladıktan sonra geriye kalan icar süresi az da olsa çok da olsa kesinlikle icar akdini feshedemez. Çünkü velî, bu durumda kendisi için tasarrufta bulunması caiz olan bir şeyde tasarrufta bulunmuş­tur. İcara verirken de, bu icar süresi içinde, mal sahibi olan sefihin rüşdünü ispatlayıp ispatlamayacağını zannetmiş olması veya olmaması önemli değil­dir. Eğer velîsi, sefihin kendisini icara vermişse onu, ya geçimini sağlaması için bir sanat ve benzeri bir işte çalışmak üzere icara vermiştir. Ki bu durum­da da rüşdünü İspatlarsa icar akdini feshedemez. Ya da velîsi geçimini sağ­layıcı olmayan bir işte çalışmak üzere onu icara vermiştir. Ki bu durumda da rüşdünü ispatlarsa icar akdini feshedemez. Böyle bir işte çalışmakta olan sefih, rüşdünü ispatladıktan sonra bu icar akdini feshedebilir. Zîrâ velîsi onun şahsı üzerine değil de sadece malı üzerine yetkilidir. Bu nedenle de sefih, ça­lışmak üzere kendi bedenini icara verirse, aldatılmadığı takdirde velîsinin söz söylemeye hakkı olmaz.

Aynı şekilde sefihin kendisi, çalışmak üzere bedenini başkasına icara verir de bilâhare rüşdünü ispatlarsa, icar akdini feshedemez. Çünkü kendi bede­nini icara verme konusunda tıpkı reşid kimse gibidir.

8- İcara verilen vakıf mallarında icar akdi, icara vermiş olan vakıf müs-tehakkının, icar süresi dolmadan ölümü halinde feshe uğrar. Ama icara ve­ren mülk sahibinin ve bu mülkü icarla tutmuş olan müstecirİn ya da bunlardan sadece birinin ölmeleri durumunda icar akdi feshe uğramaz. İcar menfaati­ni temin etme hususunda mirasçıları, bunların yerlerini alırlar. İki durum arasındaki farka gelince, icara veren kişi mal sahibiyse, hakkı olan menfaati gerek sağlığında gerek ölümünden sonra başkasına intikal ettirebilir. Mese-iâ; icara verilen evin sahibi, evinin menfaatini ölümünden sonra başkasına intikal ettirebilir. Ama vakıflarda böyle bir durum yoktur. Vakfın kendisi lehine yapıldığı kimse, sağ iken vakıf menfaatlerini başkasına intikal ettire­bilir. Ama vefatından sonra bunu yapamaz. Vakıf malını icara veren kişi, ölünce, vakıftaki istihkakı oğluna da geçse, kendi tabakasından birine de geç­se, kendinden sonra gelecek olan tabakadan birine de geçse, geri kalan icar süresi az da olsa çok da olsa, icara vermiş olan vakıf müstehakki nazır olsa da olmasa da icar akdi feshe uğrar. Vakıfta hak sahibi olmayan nazırın ölü­mü durumunda icar akdi feshe uğramaz.

Fâsıkhğı komşulara zarar verdiği takdirde, mal sahibi de müstecir gibi­dir. Durum mahkemeye iletildiğinde hâkim, zorla da olsa evini sattırır veya kendisini çıkararak evini başkasına icara verir. Bir kişi bir ev icar eder veya satın alır da o evin kötü komşuları varsa bu, o ev için geri verme hakkını doğuran bir ayıp ve kusur olur.

Şafıiler dediler ki: İcar akdi şu durumlarda feshe uğrar:

1- İcar edilen aynın telef olması. Bir kimse, bir ev icar eder de; bilâhare henüz icar süresi içindeyken bu ev yıkılırsa, geri kalan süre için icar akdi fes­he uğrar. Ama yıkılmcaya kadar geçen süreye tekabül eden icar hakkını müstecirin Ödemesi gerekir. Bu icar hakkını hesaplarken, taraflar arasında kararlaştırılan icar bedeli değil de rayice uygun bir icar bedeli esas alınır. Me­selâ adamın biri, yıllık otuzbin lira icar bedeliyle bir dükkân icar eder, an­cak dükkânın dengi olan başka dükkânların yıllık icar bedeli doksanbin lira ise ve otuz bin liraya icar edilen dükkân da altı ay geçtikten sonra yıkılırsa, geri kalan süre içinde dükkânın icar bedeli, taliplilerin çokluğu nedeniyle iki katına, yani altmışbin liraya yükselir. Birinci senenin icar bedeli ise otuzbin lira idi. Bu durumda müstecirİn, iki icar bedeli toplamının (doksanbin lira­nın) üçte birini, yani otuzbin lirayı Ödemesi gerekir. Altı ay için verilen bu bedel, heF-ne kadar yıllık icar bedeli olan otuzbin liraya eşit ise de, bu kadar ödemesi gerekir. Müstecir, icarla aldığı aynı teslim alır ve ücret ödemeyi ge­rektiren bir müddet aradan geçer de ondan sonra icar edilmiş olan ayn telef olursa, geçen süreye tekabül eden icar bedelini öder. Bir binek hayvanı İcar edilir de sırtına yük vurular ve bu yük telef olursa, hayvan sahibi icar bedeli alamaz. Ayn şekilde bir gemi icar edilir de yüklenen yükler suya batar ve telef olur, ama gemi kurtulursa, gemi sahibi icar bedeli alamaz. İcar akdinin feshedilmesi için üç şart gereklidir:

a- Sözün başında da belirtildiği gibi icar edilen ayn telef olursa, akid feshe uğrar. Ama aynda bir ayıp meydana gelirse, meselâ hayvanın sağlaya­cağı menfaati azaltacak şekilde ayağında topallık meydana gelirse, bu du­rumda müstecir, ayıp muhayyerliğine sahib olur. Ama akid, kendiliğinden feshe uğramaz.

b- İcar edilen aynda vukûbulan telefiyet, ondan yararlanmayı imkânsız . kılacak derecede tam bir telefiyet olmalıdır. Ama icar edilen aynın geri ka­lan kısmından yararlanmaya imkân verecek bir telefiyet vukûbulursa, mese­lâ icar edilen bir bölümü yıkılır da geriye, oturmaya elverişli bir bölümü kalırsa, icar akdi bu nedenle feshe uğramaz. Yalnız bu durumda müstecir, evden çıkmakla evde oturmak arasında muhayyerdir.

c- İcar akdi, zimmet icarı olmalıdır. Bir kişi harmanını taşımak amacıy­la belirsiz, herhangi bir deve icar eder de icara veren kişi, bir deve getirip ona teslim eder. Bilâhare o deveye topallık veya sağladığı verimi azaltacak bir hastalık isabet eder veya deve ölürse, deve sahibinin bir başka deveyige-tirip müstecire teslim etmesi gerekir. Çünkü icara veren kişi, belirlerneksizın ona bir deveyi icara vereceğine dair taahhütte bulunmuştur. Hangi deveyi getirirse icar akdi, o devenin temin edeceği menfaat üzerine gerçekleşir. Ama aynlarm icarında hüküm farklıdır. Onlarda icar akdi, Özel olarak aynın men­faati üzerine gerçekleşir. Ayn helak veya telef olunca da icar akdi feshe uğ-raf. Ayn'a bir ayıp veya kusur isabet ederse, müstecir muhayyer olur. önce verilen bilgilerden de hatırda kaldığı gibi akarlar da ev gibidirler. Onların zimmet icarıyla icara verilmeleri sahih değildir. Aksine, icara verilirken be­lirtilmeleri zorunludur.

2- İcara verilen aynın müstecirden alıkonması. Müstecir, icarla tuttuğu aynın menfaatini elde etme imkânını bulamazsa icar akdi feshe uğrar. İcara verilen aynı, icar bedelini tahsil etmek amacıyla dahi olsa ister sahibi alıkoy­sun, ister başkası alıkoysun, icar akdi feshe uğrar. Bundan sonra müstecir, aynı teslim alırsa, yeni bir akid yapmaya gerek kalmaksızın icar akdi tekrar yürürlük alanına girer. Çünkü icar akdinden amaç, aynın menfaatidir. O da hiç bir bozukluğa uğramaksızin gelecek zamana nisbetle bakîdir.

3- îcar edilen aynda bir aybın meydana gelmesi. Bu durumda müstecir muhayyerlik hakkına sahip olur. Sonradan vukûbulan özür nedeniyle icar akdi feshe uğramaz. Bir kimse bir hamam icar eder de; hamam için yakacak elde edemezse veya bir ev icar eder de, bilâhare başka bir beldeye taşınmak isterse, ya da kendisiyle sefere çıkmak amacıyla bir hayvan icar eder de son­ra sefere çıkmaktan vazgeçerse, icar akdi feshe uğramaz. Bu durumlardan biriyle karşılaşan müstecir, muhayyerlik hakkına da sahip olamaz. Yine bu cümleden olarak bir kişi evini icara verir de, daha sonra birkaç misafiri çı­kagelir ve o evde oturmaları icâb ederse, bu, akdin feshi için bir sebep teşkil etmez.

Adamın biri bir tarla icar eder. Tarlayı eker. Sonra da aşırı sıcaklık, aşırı soğukluk, kurtların veya çekirgelerin yemesi, veyahut ekinlerin hasta­lanması gibi doğal bir âfet nedeniyle ekinler telef olursa, müstecir akdi fes­hetme veya icar bedelinden bir miktarını düşürme hakkına sahip olamaz. Çünkü doğal âfet, tarlanın sağlayacağı menfaati değil de ekinleri etkilemiş­tir. Tarla sahibinin bununla bir ilintisi yoktur. Ama tarla sular altında kala­cak olursa, sağlayacağı menfaatin yolu tıkandığı için müstecir, akdi feshetme hakkına sahip olur.

îcaf akdini yapanların ikisinin veya birinin ölümüyle de icar akdi feshe­dilmez. Süre doluncaya kadar devam eder. Mirasçılar, akdi yapanların yer­lerini alırlar.

Vakıf idâresinin mütevellisinin ölümüyle de icar akdi feshedilmez. Va­kıf nâzın, vakfa âit bir aynı belli bir süre için icara verir, sonra da bu icar süresi dolmadan ölürse, akid feshedilmez. Ancak nazırlık yapma hakkına sahip olan vakıf müstehakkı, vakıftaki kendi payım icara verir, bilâhare ve­fat eder de vakıf, kendisinden sonra nazırlık yapma hakkına sahib olan va­kıf müstehakkına intikal ederse esah olan kavle göre bu durumda icar akdi feshe uğrar. Yalnız, icara vermiş olanın kayd-ı hayatla nazırlık yapma hak­kına sahip olması şarttır. Ama nazırlığı mutlak olup hayatta bulunma kay­dına tâbi olmaz veya vakfın tümü üzerinde nazır olursa, ya da nazır, vakfın müstehaklanndan değilse, icar akdi feshedilmez.

Velîsi, yaş faktörüyle buluğa ermeyeceği bir süre için çocuğu çalışmak üzere icara verir de çocuk bu süre içinde ihtilam görerek buluğa ererse, esah olan kavle göre İcar akdi feshe uğramaz. Ama çocuğu yaş faktörüyle buluğa erebileceği bir süre için çalışmak üzere icara verir de icar süresi içinde büluğa ererse, onbeş yaşına kadar olan icar süresi sahih, onbeş yaşından sonra­ki icar süresi iseieshedilir. Bazıları da akid İkiye bölünmesin diye hem buluğ öncesi, hem buluğ sonrası olan icar süreleri feshedilir demişlerdir. Esah olan, birinci görüştür.

icar edilen tarımsal araziye gelen suyun kesilmesiyle de icar akdi feshe uğramaz. Ancak su mevcut olur da tarlaya şevki imkânsız olursa, icar akdi feshe uğrar. Adamın biri, sular altında kalmış olan bir tarlayı icar eder. Sonra da bu suların bir kısmı çekilip gider ve tarlanın bir kısmı açığa çıkarsa, hâlâ sular altında kalan kısımla ilgili icar akdi feshe uğrar. Açığa çıkan kısım hu­susunda da fevren muhayyerlik hakkına sahip olur.

Hanbelîler dediler ki: İcare bağlayıcı bir akittir. Ancak bazı du­rumlar nedeniyle feshe uğrar.

1- Muhayyerlik bahirlerinde açıklandığı üzere meclis veya şart muhay­yerliği ile icar akdi feshe uğrar.

2- Müstecir, icar ettiği aynda, daha önce farkına varmadığı bir aybın bulunduğunu görür veya icar ettikten sonra o aynda bir ayıp meydana gelir­se aynın sağlayacağı menfaati eksiltmeye sebep olan ve ücrette farklılık ya­ratan bir ayıp olması şarttır. Bu durumda müstecir, akdi feshetme hakkına sahip olur. Ancak bu ayıp, icar edilen hayvanın geçici bir süre topallaması gibi, müstecire zarar vermeden giderilmesi mümkün olan hafif bir ayıp olursa, o zaman müstecir akdi feshetme hakkına sahip olmaz.

İcar edilen aynın menfaatini eksiltecek ayba örnek olarak; hayvanın ser­keşliğini, kafileden geri kalacak veya binicisini rahatsız edecek derecede to­pallamasını; evin çökmesinden korkulan sakatlığı, yıkık bir duvarının bulunmasını, kuyusunun kurumuş olmasını, ya da kuyudaki suyun değişik­liğe uğrayıp içmeye veya abdest almaya elverişli olmamasını gösterebiliriz. Eğer müstecir, bu gibi kusurları bulunmasına rağmen, icar ettiği nesneyi ra­zı olup da elinde tutmaya devam eder ve akdi feshetmezse icar bedelini tam olarak ödemekle yükümlü olur. İcar edilen nesnede bir ayıp görülür de mal sahibi ile müstecir anlaşmazlığa düşerler; müstecir: "Bu icar akdini feshet­meyi gerektiren bir ayıptır" der, mal sahibi de "Hayır, Öyle değildir" derse, bilir kişilere başvurulur. Onların verecekleri karara uyulur. Bu İş için iki bi­lir kişi yeterlidir.

3- Mal sahibi, icara verdiği malda teslimden önce tasarrufta bulunur veya müstecire teslim etmeye yanaşmazsa ve bu minval üzere icar süresi sona ererse, icar akdi feshe uğrar. Ama müstecire teslim ettikten sonra o mal üzerinde tasarrufta bulunursa, meselâ evini Abdullah*a icara veren bir kişi, Abdul­lah'ın oturup yerleşmesinden sonra aynı evi ikinci bir kez Murad'a icara ve­rirse bu tasarruf, birinci icar akdini feshetmez. Müstecİrin, ücreti tam olarak ödemesi gerekir. Evini icara veren kişi, icara verdikten sonra evin bir bölü­münde kendisi oturursa, oturduğu bölümün rayice uygun icar bedelini müs­tecire ödemesi gerekir.

Bir kimse, malını belli bir süre için başkasına icara verir, sonra da süre­nin yarısı geçinceye kadar malı müstecire teslimden kaçınır. Süresinin yarısı geçince teslim ederse icar akdi, geçmiş olan yarı süre için feshe uğrar. İkinci yarı için geçerli olur. Müstecirin, aralarında kararlaştırdıkları icar bedelini esas alarak, icar süresinin ikinci yarısına tekabül eden icar bedelini ödemesi gerekir. Ama müstecir, icar ettiği evde bir süre oturur da sonra mal sahibi, geri kalan icar süresi zarfında evde oturmasını menederse, o zamana kadar müstecirin evde oturuşunun ücretini isteyemez. Bu cümleden olarak adamın biri, kuyu kazdırmak için bir işçi icar eder de işçi, on arşın kadar kazdıktan sonra işi tamamlamadan terkederse, ücret talebinde bulunamaz. Çünkü akid konusu olan işi tamamlayıp müstecire (işverene) teslim etmiş değildir.

4- İcar akdine konu aynın telef olması, icar edilen aynı teslim almazdan önce veya sonra telef olursa icar akdi feshe uğrar. İcar bedeli de ödenmez. Bİr müddet kullandıktan sonra telef olursa, geri kalan süre için icar akdi feshe uğrar. O zamana kadar geçen sürenin icar bedeli, taraflar arasında kararlaş­tırılmış olan bedel esas alınarak hesaplanır ve ödenir. Bir kişi bir ev icar eder de, ev icar süresi içinde yıkılırsa, geri kalan icar süresi için akid feshe uğrar. Buna benzer olarak bir kişi, ekin ekmek için bir tarla icar eder de ihtiyaç olmasına rağmen bu tarlanın suyu kesilirse, geri kalan süre için icar akdi feshe uğrar. Ama bir kimse bir tarla icar eder, oraya ekin eker de sonra bu ekinler su altında kalırsa veya bir âfet gelip bu ekinleri telef eder veya hiç ekin bit­mezse icar akdi bu nedenlerle feshe uğramaz. Tarla sahibi de alacağı icar bedelinden bir miktarını eksiltmekle yükümlü olmaz.

İcar akdini yapanlardan birinin veya ikisinin ölümü nedeniyle icar akdi feshe uğramaz. Meğer ki icara veren, kendisine vakfedilen bir aynı icara vermiş olsun, ve bu vakıf malında, vakfedenin şartı ile bir nâzın bulunmasın. Bu durumda icara verenin ölümü dolayısı ile icar akdi feshe uğrar.

Mazeretler nedeniyle de icar feshe uğramaz. Sözgelimi adamın biri bir dükkân icar eder. İçinde eşya satar. Bu eşyaların yanması nedeniyle icar ak­di feshe uğramaz.

icar edilen aynın gasbedilmesi ile müstecir, muhayyerlik hakkına sahip olur. Sözgelimi, adamın biri ekin ekmek amacıyla bir dönüm tarla icar eder. Bir başkası o tarlayı gasbeder.Eğerbu bir dönümlük tarla muayyen değilse, sahibinin müstecire başka bir tarla teslim etmesi gerekir. Başka tarla teslim etmesi mümkün olmazsa müstecir, dilerse icar akdini fesheder. Dilerse, gas-bedilen tarla kendisine iade edilinceye dek bekler. Eğer icar akdi süreli ise, sürenin bitiminde akid feshe uğrar. Ama tarla muayyen olur ve icar da süre­li ise, müstecir, dilerse akdi fesheder. Dilerse gasbedilen tarla kendisine iade edilinceye dek bekler. Akdi feshederse gasbedici, icar bedelini ödemekle yü­kümlü olur. Müstecir, süre bittikten sonra bile akdi feshetme hakkına sa­hiptir. Fesihten önce geçen süreye tekabül eden icar bedelini, tarla sahibiyle aralarında kararlaştırdıkları icar bedelini esas alarak ödemekle yükümlüdür.

 

Vekâlet Bahisleri

 

Tanımı

 

Vekâlet (vikâlet şeklinde de okunabilir) lügatte koru­mak, yeterli olmak ve garantörlük anlamlarına gelir. Vekâletin, fıkıh-çıların ıstılahına göre ifâde ettiği anlama gelince, mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(39) Mâlîkîler dediler ki: Vekâlet; bir şahsın bir hakkını kullanmada, ölümden sonra tasarrufta bulunmaması kaydıyla, tıpkı kendisi gibi tasarrufta bulunmak üzere, başka bir şahsı kendi yerine nâib tâyin etmesidir. "Ölüm­den sonra tasarrufta bulunmaması kaydıyla" demekle, vasiyet vekâletin kap­samı dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü vasiyet, kişinin kendi ölümünden sonra, kendi hakkını kullanmada başkasını nâib tâyin etmesidir. Şu halde vasiyete vekâlet denemez. Müslümanların imamının (devlet başkanının), ken­dinden başka valileri, kadıları ve namaz kıldıran imamları nâib tâyin etme­sine vekâlet denir mi, denmez mi? Bu hususta ihtilâf vardır. Meşhur olan görüşe göre buna vekâlet denmez. Şu halde vekâletin tanımını yaparken ta­nıma, bu tür inâbeti kapsam dışına çıkaracak olan bir kaydın eklenmesi ge­rekir. Yani "vekâlet, dînî veya siyâsî emirliği olmayan bir şahsın, başkasını kendi yerine nâib tayin etmesidir" demek gerekir. Fakat devlet başkanının valileri, kadıları ve namaz kıldıran imamları nâib tâyin etmesi vekâlettir di­yenlere göre böyle bir kaydı tanıma eklemeye gerek yoktur.

Hanefîler dediler ki: Vekâlet, bir şahsın caiz ve bilinir olan bir ta­sarrufu yapma hususunda başkasını kendi yerine koymasıdır. Yalnız, mü­vekkilin de tasarruf hakkına sahip olması şarttır, 'Caiz olan tasarruf kaydım koymakla, çocuğun, kendi malım hibe etme veya eşini boşama hususunda başkasını vekil tâyin etmesi, kapsam dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü çocuğun bu tür tasarruflarda bulunması caiz değildir. Kısıtlılık bahislerinde de anlatıldığı gibi çocuk, sözlü olsun fiilî olsun, kendisi için zararlı olan tasarruflarda bulunmaktan men edilmiştir.

"Bilinir olan tasarruf" kaydım koymakla da meçhul olan tasarruflar, vekâlet kapsamının dışına çıkarılmış olmaktadır. Meselâ adamın biri, bir baş­kasına: "Seni bir malda vekil tâyin ettim" veya "her şeyde benim vekilimsin" derse bu sözle vekil, tasarrufta bulunma hakkına sahip olmaz. Ancak üzeri­ne vekil tâyin edildiği malı koruma hakkına sahip olur. "Müvekkilin tasar­ruf hakkına sahip olması" kaydım koymakla bir kişinin, tasarruf hakkına sahip olmadığı bir şeyde başkasını vekil tayin etmesi, kapsam dışına çıkarıl­mış oldu. îmâm-i Âzam bunu reddederek der ki: Bir müslümanın, içki ve domuz satma hususunda bir zımmîyi vekil tâyin etmesi; ihramdaki bir kişi­nin, ihramda olmayan birisini avlanma hususunda kendine vekil tâyin etme­si, müslümanın içki ve domuz satmaktan menedilmiş olmasına rağmen sahihtir. Müslüman içki ve domuz satma tasarrufunda bulunma hakkına sahip değildir. Hac ihramında bulunan kişi de avlanmaktan menedilmiş olmakla birlikte, ihramda bulunmayan bir kimseyi bu hususta kendine vekil tâyin ede­bilir. Hal böyle olunca, vekâlet tanımını yaparken,"müvekkilin.tasarrufta bulunma hakkına sahip olması*' kaydını koymak sahih olmamaktadır ve bu kayıt fazladır. Demek ki, tasarruf hakkına sahip olmayan bir kişinin de ve­kâlet vermesi sahihtir. Buna cevap olarak deriz ki: Anılan kayıttan maksat, vekâlete mâni arızalar bir yana, eşyanın kendisinde tasarrufta bulunma hak­kına sahip olmaktır. Eşyada aslolan mübahlıktır. Şeriat koyucu içki ve do­muz satmayı yasaklamış olmasaydı, hiçbir şahıs bunlarda tasarrufta bulunmaktan men edilmeyecekti.

Şâfiîler dediler ki: Vekâlet, bir kişinin sağken yapması kaydıyla, bir işi yapmak üzere başkasını naip tâyin etmesidir. Yalnız müvekkilin, vekâlet konusu olan bu işi yapmaya hak sahibi olması ve yapılacak işin de vekâlete elverişli olması şarttır. "Bir işi yapmak üzere başkasını nâib tâyin etmesidir" sözünden kasdedilen mana,müvekkilinkendîsinin tasarrufta bulunma hak­kına sahip olduğu bir işi yapmayı, vekiline bırakmasıdır. Vekil, kendi tasar­rufuna bırakılan işi, hayatı boyunca yapmaya yetkiliymişçesine îfâ eder. Vekâlet vermenin sîga ile olması gereklidir. Böylece de vekâlet rükünlerinin; müvekkil, vekil, vekâlet konusu ve sîga olmak üzere dört tane olduğu anla­şılmış olmaktadır. "Sağken yapması kaydıyla" ifâdesinin tanımda yer al­masıyla da vasiyet, vekâlet kapsamının dışına çıkarılmış oldu. Vasî, ancak vasiyette bulunanın ölümünden sonra tasarrufta bulunabilir. Bu ise vekâlet değildir. Vekâlet tanımında geçen diğer ihtirâzî kayıtlarla ilgili açıklamalar, vekâletin şartları kısmında yapılacaktır.

Hanbelîler dediler ki: Vekâlet, tasarrufta bulunması caiz olan bir kimsenin, kendi gibi tasarrufta bulunması caiz olan bir kimseyi, gerek Al­lah'ın hukukunu, gerek insanların hukukunu ilgilendiren ve vekâlet kabul eder bir hususta vekil tâyin etmesidir. Allah'ın hukukuyla insanların huku­kuna ilişkin detaylı açıklamalar inşaallah ileride yapılacaktır.

 

Vekâletin Delili Ve Rükünleri

 

Tanımda geçen anlamıyla vekâlet, müslümanların icmâı ile ca­izdir. Hiç bir müslümanm, vekâletin memnûluğuna dâir bir söz söy­lediği nakledilmiş değildir. Vekâletin caiz olduğuna delil olarak şu âyet-i kerîmeyi zikredebiliriz:

"Bu gümüş paranızla, birinizi şehre (Tarsus'a) gönderin.[6]Bu âyet-i kerîmede görüldüğü gibi Ashâb-ı Kehf, şehre gitmek üzere arkadaşlarından birini vekil tâyin etmişlerdir. Allah ve Rasûlü de, bunu Kur'an ve Sünnet'te, olduğu gibi ikrar etmişlerdir. Çünkü bu hüküm neshe uğramamıştır. Bizden Önceki ümmetlerin şeriatleri, nesh edilmedikleri takdirde' bizim için de geçerlidirler. Vekâletin caiz ol­duğu hususunda, Peygamber (s.a.v.) efendimizin davranışlarından da delil çıkarılabilir. Ebû Davud'un rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) efendimiz, kurbanlık hayvan satın almak İçin Hâkim bin Hüzam'ı ve­kil tâyin etmiştir. Ancak bu rivayetin senedinde belirsizlik vardır. Tir-mizî, bu olayı Ebû Sâbit'İn oğlu Habib'ten, o da Hâkİm'den naklen rivayet etmiştir. Ne var ki Habib, bu haberi Hâkim'in kendisinden işitmemiştir. Habib sîka râvilerdense, onun bu rivayetini hüccet olarak kabul edebiliriz. Aksi takdirde edemeyiz.

Yine rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) efendimiz, Mey-mûne ile evlenirken Ebû Râfii, Ümmü Habîbe'yle evlenirken de Amr bin Ümeyye ed-Dâmiri'yİ kendi vekili olarak görevlendirmiştir. Bu ri­vayetler sahih olsalar da, olmasalar da hiçbir imamın muhalefetine mâruz kalmaksızın müslümanların vekâletin câizliğinde icmâ etme­leri, vekâletin câizliği için bir delildir. Vekâletin rükünlerine gelince; bunlar müvekkil, vekil, vekâlet konusu ve sîga olmak üzere dört ta­nedirler.

 

(40) Hanefller dediler ki: Vekâletin bir tek rüknü vardır ki; o da, vekâ­letin kendisiyle gerçekleşmiş olduğu sîgadır. Örneğin: "Bu deveyi satmak..." ya da "şu sığırı satın almak hususunda seni vekil tâyin ettim" demek gibi. Vekâletin gerçekleşmesi için, vekâlet sığasının vekilin kabulünü içermesi şart değildir. Ama vekil kendisine verilen vekâleti reddederse, vekâlet geri dö­ner. Müvekkil,1 ona: "Dilersen bu dişi deveyi vekilim olarak sat*' der; o da susar ama satarsa, satışı caiz olur. Fakat vekil, ben bu vekâleti kabul etmi­yorum der ama satarsa, satışı caiz olmaz. Çünkü vekâleti reddetmiştir. Aynı şekilde bir kişi, kendi karısını boşaması için bir başka kişiyi vekil tâyin eder, ama o kişi vekâleti kabullenmez, sonra da vekil olarak boşarsa, boşaması geçerli olmaz. Çünkü vekâleti reddetmiştir. Boşamaya yetkisi yoktur. Fakat kendisine vekâlet teklif edilirken susup reddetmez ama kabul ettiğini de açıkça belirtmezse vekâlet sahih olur. Bu vekâlete dayanarak müvekkilin karısını boşarsa, boşaması geçerli olur. Bununla da öğrenmiş oluyoruz ki Hanefîler, rüknü, şeyin mâhiyetine dâhil olarak belirlemektedirler. Şeyin mâhiyeti dı­şındakilere gelince^nâhİyetin varlığı bunlara dayalı olsa bile hanefîlere göre bunlar, rükün olarak adlandırılamazlar.

 

Vekâletin Şartları

 

Vekâletin şartları; müvekkilin şartları, vekilin şartları, vekâlet ko­nusunun şartları, vekaleti gerçekleştiren sığanın şartları olmak üze­re dört kısma ayrılır. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(41) HANEFÎLER dediler ki: Vekâletin müvekkili ilgilendiren şartlarından biri, müvekkilin başkasına vekâlet verdiği işi bizzat yapma hakkına sahip olmasıdır. Şu halde sürekli olarak deli olan bir şahsın ve asla akıllanmayan çocuğun vekâlet vermeleri sahih olmaz. Çünkü deli, mutlak olarak şahsen tasarrufta bulunma hakkına sahip değildir. Akıllı olmayan çocuk da böyle­dir. Akıllı olan çocuğun tasarruflarına gelince bu tasarruflar, hacir bahsin­de de anlatıldığı gibi üç kısma ayrılırlar:

1- Kendisi için kesinlikle zararlı olan boşama, hîbe ve sadaka verme gi­bi bir tasarrufta bulunur. Bu durumda çocuğun yaptığı tasarruf, mutlak su­rette sahih olmaz. Meselâ; karısını boşaması veya malından başkasına hîbe vermesi, sadaka vermesi sahih olmaz. Buna rağmen böyle bir tasarrufta bu­lunursa, tasarrufu bâtıl olarak vukûbulmuş olur. O, böyle bir tasarrufta bu­lunma hakkına sahip olmadığı için, bu gibi tasarruflar hususunda başkasına vekâlet vermeye de yetkisi olmaz.

2- Kendisi için faydalı olan hîbe ve sadaka kabul etme gibi bir tasarruf­ta bulunur. Bu tür tasarrufların, kendisi için faydalı olduğu muhakkaktır. Bu durumda yaptığı tasarruf, mutlak surette sahih olur. Velîsi izin vermese bile bu tasarrufu yapma hakkına sahip olduğu için, bu hususta başkasını ve­kil tâyin etmeye de yetkili olur.

3- Fayda ve zarar ihtimali taşıyan satma, satın alma ve icar gibi tasar­ruflarda bulunur. Bu durumda velîsi eğer kendisine tasarruf izni vermişse, tasarrufu sahih olur. Başkasına vekâlet de verebilir. Velîsi kendisine tasar­ruf izni vermemişse yaptığı tasarruf askıda durur. Velîsi onaylarsa geçerli olur. Onaylamazsa geçerli olmaz. Vekâlet verişi de bu hükme tâbidir. Delir­mesi aralıklı nöbetler halinde olan, yani bazan deliren bazan ayılan deliye gelince, bunun ayık vaziyette iken başkasına vekâlet verişi sahih olur. Yal­nız bu ayılma devresinin belli bir vakti olmalıdır ki; ayıklığıyla deliliği birbi­rinden ayırdedilebilsin. Aksi takdirde vekâlet verişi sahih olmaz.

İşleri çoğunlukla birbirine, karıştıran bunağa gelince, onun vekâlet ve­rişi sahih olmaz.

Müvekkilin müslüman olması şart değildir. Böyle olunca da zımmî bir kimsenin, kendinden başka birine meselâ, bir müslümana vekâlet vermesi caiz olur. Çünkü zımmîlerin hukuku da tıpkı bizimkisi gibi, zayi olmaya karşı devletçe kefalet altına alınmıştır. Zımmî bir kişi, şaraptan taraf alacağını tahsil etmesi için bir müslümanı vekil tâyin ederse, müslümanın bu işi yapması mek­ruh olur. Zımmî bir kişi kendisi için para karşılığında şarap rehin etmesi veya alacağı şarap karşılığında kendisi için bir ayın rehin koyması için bir müslümanı vekil tâyin ederse, müslüman; "falan için şarap rehin koyuyorum" diyerek kendisinin elçi olduğunu haber verirse sahih olur. "Kendim için şa­rap rehin ediyorum" veya "şarabı rehin koyma karşılığında bana borç para verin" diyerek, işi kendine nisbet ederse bu rehin olmaz.

Mürted de zımmî gibi midir, değil midir? Bu hususta ihtilâf vardır. Ba­zıları derler ki: Mürted, bir kişiye vekâlet verirse bu vekâlet veriş, askıda du­rur: Mürted eğer müslüman olursa, başkasına verdiği vekâlet geçerli olur. Ölür veya İslâm diyarından çıkıp dâr'ül-harbe giderse, verdiği vekâlet ge­çersiz olur. Eğer dâr'ül-harbe geçtikten sonra tekrar müslüman olursa, hâ­kim, eğer dâr'ül-harbe geçtiğine hükmederse, verdiği vekâlet bâtıl olur. Aksi takdirde, yani hâkim veya kadı, dâr'ül-harbe geçtiğine hükmetmezse, verdi­ği vekâlet geçerli olur. Bazıları da derler ki: Mürted, başkasına vekâlet vere­bilir. Verdiği vekâlet sahih ve geçerlidir. İrtidad eden kadın ise, her iki görüşe göre de onun vekâlet vermesi caizdir. Çünkü onun irtidad edişi, mülkünü etkilemez. Mülkiyet bakımından tıpkı müslüman gibidir. Kadın irtidad et­meden vekâlet verir de sonra irtidad ederse, verdiği vekâlet bâtıl olmaz. An­cak irtidad halindeyken evlendirilmesi için başkasına vekâlet verirse, bu vekâleti bâtıl olur. Çünkü irtidat halinde iken evlenmesi sahih olmaz. An­cak İslâm'a döndükten sonra evlenmesi sahih olur. Ama müslümanken ev­lendirilmesi için başkasına vekâlet verir, sonra irtidad eder, sonra yine İslama dönerse evlendirilmesi sahih olmaz. Çünkü irtidad etmesi, evlendirilmesi için vermiş olduğu vekâleti bâtıl kılar.

Vekili ilgilendiren şartlara gelince bunlar iki tanedir:

1- Vekil akıllı olmalıdır. Bir kimsenin deli veya akıllanmamış çocuğu vekil tâyin etmesi sahih olmaz. Vekilin baliğ ve hür olması şart değildir. Ve­kilin, akitten doğacak olan fayda ve zararları idrak eden akıllı bir çocuk ol­ması sahih olur. Velîsinin izin vermiş olması veya olmaması arasında fark yoktur. Bu bakımdan köle de akıllı çocuk gibidir.

2- Vekil, kendisine vekâlet verilmiş olduğunu bilmelidir. Vekilin, ken­disine vekâlet verilmiş olduğunu bilmesi, yapacağı tasarrufların sahih olma­sı için şarttır.Bunda ihtilâf yoktur.Bir kişi, eşyalarını satması için bir başkasını vekil tâyin eder de vekilin, bu vekâletten haberi olmaksızın; müvekkilin eşyalarını, bütün tasarruflarıyla satması durumunda, tasarrufu bâtıl olur. An­cak müvekkil bu satışı onaylarsa, tasarrufu geçerli olur. Vekilin vekâletten haberdar olması; müvekkilin kendisine şifahen bildirmesi veya kendisine yazılı olarak bildirilmesi veya iki erkeğin kendisine haber vermesi veyahut âdil olan bir tek erkeğin kendisine haber vermesi,ya da âdil olmasa bile vekilce onay­lanan bir erkeğin kendisine bildirmesiyle olur.

Müslüman olmak ve mürted olmamaya gelince, bunlar ittifakla vekil için şart değildirler. Her ne kadar müvekkilin, mürted olmaması ihtilaflı bir şart ise de, bu şart vekilde aranmaz. Müslüman bir kimsenin, Eb'ü Hanîfe'-ye göre şarap ve domuz satmak için olsa bile bir zımmîyi kendine vekil et­mesi sahihtir. Ebû Hanîfe'ye göre müvekkil zımmî ise, onun vekâletinin geçerliliği durdurulur. İmam Ebû Yusuf ile îmam Muhammed'e gelince bun­lar; müvekkilin, kendilerinde tasarrufta bulunamayacağı şeyleri, satmak üzere başkasına vekâlet vermesi sahih olmaz demişlerdir. Nitekim bunlara göre mür-tedin vekil kılınması, ihtilafsız olarak sahihtir. Dâr'ül-islâmdaki bir müslü-man, dâr'ül-harbteki bir harbîye vekâlet verirse, bu vekâlet bâtıl olur. Bunun tersi de aynı hükme dâhildir. Yani dâr'ül-harbteki bir harbî, dâr'ül-islâmdaki bir müslümana vekâlet verirse, bu vekâlet bâtıl olur.

Vekâlet konusuyla ilgili olan şartlara gelince, bunları şöylece sırala­yabiliriz:

Vekâletin konusu olan iş, herkes için serbest olan işlerden olmamalıdır. Meselâ; bir kişinin kendisine odun toplaması veya su getirmesi veya demir, kurşun ve cevher gibi madenleri yer altından çıkarması için başkasını kendi­ne vekil etmesi sahih olmaz. Vekil bu sayılan şeylerden birini elde ederse, mal kendisinin olur. Müvekkilin onda bir hakkı yoktur. Yine bunun gibi ada­mın biri (bir şeyi) bileyip keskinletmesi için başkasına vekâlet verirse, sahih olmaz. Vekil bir şeyi bileyip keskinletirse o şey kendisinin olur.

Vekâlet konusu ödünç isteme olmamalıdır. Adamın birir başkasından ödünç para veya mal istemek üzere bir şahsı vekil tâyin eder. Vekil de gidip o şahsa: "Bana şu kadar para ödünç ver" der, o da verirse alman bu borç para vekilin olur, müvekkilin değil. Bu paralar telef olursa, vekil sorumlu olur.Müvekkileteslim etmeme hakkına sahiptir. Ama ödünç istemeye giden kişi, ödünç verecek olana: "Kendisine şu kadar parayı ödünç olarak veresin diye, falan şahıs beni sana gönderdi" derse, ödünç alınan paraları, kendisi­ni göndermiş olana vermesi gerekir. Ödünç almaya giden bu kişi vekil değil, elçidir. Elçi ile vekil arasındaki farkı şöyle ifâde edebiliriz: Vekâlet sigası bö­lümünde de anlatılacağı gibi vekil, vekâlet lâfzının kullanılmasıyla görevlen­dirilmiş olur. Ama elçi böyle olmayıp o: "Şu işi yapmada elçim ol" veya "şu kadarı getiresin diye seni gönderiyorum" demekte de görüldüğü gibi ri-sâlet, yani elçilik veya gönderme (irsal) kelimelerinin kullanılmasıyla görev­lendirilmiş olur. Elçinin, yaptığı akdi, kendisini gönderen şahsa nisbet etmesi zorunludur. Ama vekil için bu zorunluluk yoktur. Vekil, yaptığı akdi kendisine de nisbet edebilir, müvekkiline de. Ancak nikâh ve hîbe gibi bazı durumlar bundan istisna edilmiştir. Ki bunların açıklaması da ileride yapılacaktır.

Vekâlet konusu olan şey, zina haddi, içki içme haddi gibi kendisinde dâvanın şart olmadığı hadlerden biri olmamalıdır. Çünkü bunların isbatlan-ması için hasbî maksatla yapılan şahitlik yeterlidir. Ayrıca dava açmaya ge­rek yoktur. Şu haldebunların ne ifâsında, ne de istifasında başkasına vekâlet vermek sahih olmaz.îfâsından maksat haddi çekmek,istifasmdan maksat da haddi çektirmektir. Bu hususta vekâlet vermek sahih olmaz. Çünkü adamın birinin, bir başkasına, "içki içme haddinin yerine getirilmesi için seni vekil tâyin ettim. Haydi cellada sırtını ver de haddi uygujâsın" demesi doğru ol­maz. Böyle bir vekile had tatbik edilse bile geçerli olmaz. Had, ancak suçlu­ya tatbik edilirse yerini bulmuş olur. Vekâlet almak da sahih olmaz. Çünkü bu had, dâvâsız olarak sabit olmaktadır. Bu had hususunda vekâlet almak mutlak surette sahih olmaz.

İftira haddi, hırsızlık haddi gibi dâva açılmasını gerektiren hadlere ge­lince, bunlar için vekâlet vermenin sahihliği hususunda ihtilaf vardır. Ebû Hanîfe ve Muhammed demişlerdir ki, haddin isbatı hususunda başkasına ve­kâlet vermek sahih olur. Adamın biri, kendisine iftirada bulunan kişi aley­hinde haddi isbatlama hususunda bir başkasına vekâlet verirse, bu vekâlet müvekkil hazırda bulunsa da bulunmasa da sahih olur. Haddi uygulatmaya gelince, müvekkil hazırda bulunursa, yani haddin infazında vekiliyle birlik­te hazırda bulunursa başkasına vekâlet vermesi caiz olur. Ebû Yusuf İse, ön­cekinde olduğu gibi bu hususta da vekâlet vermek sahih olmaz demiştir. Ancak yine demiştir ki; memnu olan, haddin isbatında vekâlet vermektir. Çalman malın isbatı hususunda vekâlet vermeye gelince o, bu hususta Ebû Hanîfe ve Muhammed'e muvafakat etmiştir. Besbelli bilinmektedir ki, zina ve içki haddi, Allah'ın hukukundandır. İftira haddi de böyledir. Allah'ın hukukun-dandır demenin anlamı şudur ki; Allah, bu suçlar için bir takım sabit ceza­lar koymuştur. Suçlunun bu konuda yapabileceği bir şey yoktur. Mutlaka cezanın tatbik edilmesi gerekmektedir. Açıkça görüldüğü gibi, Ebû Yusuf diyor ki: Dâva açılmasını gerektirsin gerektirmesin, hadlerde başkasına ve­kâlet vermenin bir anlamı olmadığı gibi, verilen bu vekâletler geçersizdirler de.

Kulların hukukuna gelince; bunlar iki kısma ayrılırlar:

1- Şüphenin mevcudiyetiyle birlikte, îfâsını taleb etmenin caiz olmadığı haklar.

2- Şüphenin mevcudiyetiyle birlikte, ifâsını taleb etmenin caiz olduğu haklar.

Birincinin örneği, öldürme ve akidlerde kısastır. Bu bir organ ve benze­ri gibi, bedenin tümüne nisbetle az olan şeyleri telef etmedeki kısastır. Ebû Hanîfe ve Muhammede göre bu nevî hakların isbatında, başkalarına vekâlet vermek sahih olur. Ama bu haklan îfa etme ve ifâsını taleb etmede, başkalarına vekâlet vermek sahih olmaz. Bunun sebebi açıktır. Çünkü bir kişinin, mahkûm edilmiş olduğu cinayet haddini üzerinden kaldırmak amacıyla, kendi yerine canına kasdetsin veya bir organını kessin diye başka birisine vekâlet vermesi sahih olmaz. Çünkü cezayı, ancak suçlunun kendisi çekmelidir.

İkincinin örneği, borçlar ve kısas dışındaki diğer haklardır. Hak sahibi­nin, borçluya bağışlamış veya onu affetmiş olması gibi bir şüphenin mevcu­diyetiyle birlikte vekil, bu hakkı borçludan veya yükümlüden teslim alma yetkisine sahiptir. Bu tür haklan ödeme, ödenmesini taleb etme ve isbatla-ma hususunda başkasına vekâlet vermek ittifakla sahih olur. Bu anlatılan­lar dışında kalan satma, satın alma, İcâre, nikâh, talak, hîbe, sadaka, hul', sulh, iğreti verme, iğreti isteme, emânet verme, hakların kabzı, dâva, borç­ları ödeşme, rehin verme, rehin alma, şuf'a talebinde bulunma, ayıplı malı geri verme, paylaşma (kısmet), başkasından hîbe talebinde bulunma gibi di­ğer akidlerde başkasına vekâlet vermek caizdir. Ancak bu akidlerden bazısı­nı yapmakta olan vekilin, yaptığı akdi kendi adına yapması sahih olmaz. Bilâkis, müvekkilin adına yapması gerekir. Bu tür akidleri şöylece sıralaya­biliriz:

1- Nikâh. Vekilin mutlaka "evlenmeyi müvekkilim adına kabul ettim" veya "müvekkilim olan falan kadını evlendirdim" demesi zorunludur. Ama müvekkiline nisbet etmeksizin "evlenmeyi kabul ettim" veya "evlenmeyi ken­dim için kabul ettim" derse nikah akdi, müvekkilin adına değil de onun adı­na gerçekleşir. Ama boşama hususunda durum bundan farklıdır. Eğer boşamayı kendine izafe ederse sahih olur. Kendine izafe etmesi demek, "fa­lanın karısı boştur" demesidir. Boşamayı kendine izafe etmesi "karım..." demesiyle olmaz da, müvekkilinin karısını boşama sözünü kendine isnad et­mesiyle olur. Ayrıca, "karısını boşamam için falan kişi beni vekil tâyin etti" demesi şart değildir.

2- Hîbe. Hîbe yapmak için vekil tâyin edilen kişinin, hibeyi yaparken müvekkile izafede bulunması gereklidir. Adamın biri; meselâ, bin lirayı baş­kasına hîbe etmek için bir başkasını vekil tâyin ederse, hîbe ederken vekilin, "müvekkilim hîbe etti" değil de, "ben hîbe ettim" demesi halinde yapılan hîbe sahih olmaz.

3- Sulh. Kasden öldürmelerde kan sulhu ile hakların inkârındaki sulh. Adamın biri, bir başkasında ikibin lira alacağı olduğunu iddia eder de borç­lu inkâr ederse, sonra da borçlu olan kişi, kendi nâmına bin lira üzerine sulh yapmak üzere bir şahsı vekil tâyin ettiği takdirde, sulh yaparken vekilin, bu sulhu müvekkile izafe etmesi gerekir. Dâvâcı olan alacaklı, "bin lira üzerine musâlaha yaptım." der, davalı olan borçlunun vekili de, "müvekkilim olan falan şahıs nâmına bu sulhu kabul ettim" derse, yapılan sulh sahih olur. Ama kabulü müvekkiline isnad etmeksizin "kabul ettim" derse, yapılan sulh sa­hih olmaz. Bu, ikrardan olan sulhun tersinedir. İkrardan olan sulhte vekil, müvekkiline izafede bulunsa da bulunmasa da yaptığı sulh sahih olur.

4- Sadaka vermek. Adamın biri, kendi malından belli bir meblağı sada­ka olarak vermek üzere bir başkasını vekil tâyin ederse; vekilin, sadaka ve­rirken müvekkiline izafede bulunması gerekir. Aksi takdirde verdiği sadaka kendi malından gider.,

5- İğreti vermek, emânet bırakmak, rehin vermek, şirket ve mudârebe. Bu akidlerden birini yapmak üzere vekil tâyin edilen kişinin, akdi yaparken müvekkiline izafede bulunması gerekir.

Vekâlet sığasına gelince, bu da özel ve genel olmak üzere iki kısma ayrılır: Özel olan, meselâ: "Bu evi satın alma hususunda seni vekil tâyin ettim" sözünde olduğu gibi husûsî bir işi yapmak üzere vekâlet vermeye delâlet eden lâfızdır. Genel olana gelince bu, genel anlam ifâde eden her lâfızdır. Örne­ğin: "Her hususta beniif vekilimsin", "Yapacağın her iş caizdir" "her işte emrin geçerlidir" demek gibi. Bunun özel bir lâfız ve kalıbı yoktur. Hatta: "Yerime geçmeni irâde ettim" veya "...arzuladım" veya "...istedim" veya "....razı oldum" deme halinde de genel vekâlet sahih olur.Sahih olur ama bu şekilde vekâlet verdikten sonra, vekilin her hususta yapacağı tasarruf ge­çerli olur mu? Yoksa bazı hususlar bundan istisna mı edilir? Cavâben deriz ki: Bu, vekâlet verirken kullanılan ifâdelere göre değişir. Müvekkil eğer: "Her şeyde vekilimsin" demişse, bu durumda sadece mallarını muhafaza husu­sunda onun vekili olur. Başkaca bir tasarrufta bulunamaz. Sahih olan görüş budur.

Yine bunun gibi müvekkil eğer: "Az ve çok her şeyde sen benim vekilimsin" derse, aynı hüküm sözkonusu olur. Fakat kendisine: "Her şey­de sen benim vekilimsin; yapacağın işler geçerlidir" derse, o vekilin satma, satın alma, hîbe ve sadaka gibi mâlî alanda yapacağı tasarruflar geçerli olur. Aynı vekilin köle azâd etme, kadın boşama ve vakıf alanında müvekkili nâ­mına yapacağı tasarrufların geçerli olup olmayacağı hususunda ihtilâf vu-kûbulmuştur: Bazıları müvekkilin vekâlet verme sözünden önce bu doğrultuda bir delilin mevcud olmaması halinde, vekilin bu alanlarda yapacağı tasar­ruflar geçerli olmaz demişlerdir. Bazıları da böyle bir delil mevcut olmasa bile, vekâleti bu alanlarda da geçerli olur demişlerdir. Müvekkil "Bütün iş­lerimde seni vekilim kıldım" dedikten sonra vekil de ona "Ben senin karım boşadım" veya "bütün arazilerini vakfettim" derse, esah olan kavle göre vekilin bu tasarrufları geçerli olmaz. Müvekkil eğer: "Seni bütün işlerimde vekilim kıldım; yerime geçirdim1; derse bu, umûmî bir vekâlet olmaz. An­cak "vekâlet vermenin caiz olduğu her işte seni vekilim kıldım" derse vekâ­leti umûmî olur ve bu vekâlet alım, satım ve nikâhlarda geçerli olur. Birinci durumda, yani "vekâletin caiz olduğu her İşte" kaydını koymaksızın, "seni her işte vekilim kıldım ve kendi yerime geçirdim" derse müvekkilin duru­muna bakılır. Müvekkilin eğer özel bir sanatı varsa, vekâlet verdiği kişi, o hususta onun vekili olur. Ama özel bir sanatı olmayıp muhtelif muameleleri var ise, verilen vekâlet bâtıl olur.

Özetleyecek olursak, umûmî vekâlet alan vekil, müftâbih kavle göre köle azâd etme, talâk, vakıf, hîbe, ve sadaka dışındaki her şeyi yapabilir. İbra edemez veya borçlarından bir miktarını düşüremez. Çünkü bu, teberru de­mektir. Oysa o, teberruda bulunma hakkına sahip değildir. Bedel karşılığın­da hîbe veremez, borç da veremez. Bunlar dışında borç tahsil etmek, borç ödemek, müvekkilin haklan için dâva açmak, müvekkil aleyhine açılan hu­kuk davalarında duruşmaya katılıp ve dinlemeye, müvekkil aleyhine olan borç ikrarlarını dinlemeye yetkilidir. Bu işler için kadının meclisine hususî olarak gitmez. Çünkü bu, özel vekâlet alan vekilin işidir.

Şunu da kaydedelim ki, bazı sîgalarda vekâlet vermek asla gerçekleş­mez. Bu sîgaları şöylece sıralayabiliriz:

Müvekkil eğer: "Karımı boşamaktan seni alıkoymam" derse, bu sözü söylediği kişi vekil olamaz.

Müvekkil: "Sen benim vasîmsin" derse yine vekâlet gerçekleşmez.

Bir kişi başka birisine: "Bana yüzbin liraya bir deve vaya beşyüzbin li­raya bir câriye satın al" derse vekâlet gerçekleşmez. Bu, vekâlet değil de bir nevi danışma olur. Ama "bana yüzbin liraya bir deve satın alsatın almana karşılık beşbin lira da senin olsun" derse, muhatabı vekil olur.

Bir kişi, borçlusu olan bir kişiye: "Sendeki malımla bir deve veya bir cariye satın al" derse, bu vekâlet veriş sahih olmaz. Ama "falan kişinin de­vesini veya şu cariyeyi satın al" derse vekâlet sahih olur.

Adamın biri kendi borçlusuna: "Sendeki malımı buğday veya yağ kar­şılığında selem olarak kullan" derse vekâlet sahih olmaz. Ama "sendeki ma­lımı şu şey karşılığında falana selem olarak ver'* diyerek kendisiyle selem akdi yapacağı kişiyi belirlerse, vekâlet sahih olur. Özel vekâlet sığalarına ge­lince, bunları da şöylece sıralayabiliriz:

Adamın biri, bir başkasına: "Şu devemi satmazsan karım benden boş olsun" derse, deveyi satmak için onu vekil tâyin etmiş olur.

Adamın biri, bir başkasına: "Bu evi inşâ etmeye seni yetkili kıldım" derse bu söz, "seni vekil kıldım" demek gibi olur.

Adamın biri, bir başkasına: "Borçlarım hakkında yapılacak işler, sana olsun" derse bu durumda muhatap, ödeşme konusunda vekil olur.

Adamın biri, bir başkasına: "Hayvanlarımın veya kölelerimin idaresini sana bıraktım" derse muhatabı; o malları koruma, yemlerini verme, otlat­ma, gerekli masraflarını yapma yetkisine .sahip olur.

Öldürülen kişinin velîsi, katilin kısasa tâbi tutulması için başkasına ve­kâlet verebilir. Hadlerin ve cezaların tatbik ettirilmesi için hak sahibi olan kişi, başkasına vekâlet verebilir.

Havale konusunda da vekâlet verilebilir. Meselâ; birisine borçlu, aynı zamanda başka birisinden alacaklı olan bir kimse, alacaklıyı borçlusuna ha­vale ettirmek üzere bir başkasına vekâlet verebilir. Kendisinde hakkı olan bir kişiyi, kendi hakkından ibra ettirmek üzere başkasına vekâlet verebilir. Bu hak, başkalarınca meçhul da olsa ibra hususunda vekâlet verilebilir. Çünkü ibra, başkalarınca bilinmesine gerek duyulmayan haklardandır.

Zekât verme gibi mâlî ibâdetler dışındaki ibâdetleri edâ etme hususun­da başkasına vekâlet vermek caiz olmaz. Zekât verme hususunda başkasına vekâlet vermek sahih olur. Hac konusunda ihtilâf edilmiştir.Önce de belirtil­diği gibi haccı edâ hususunda başkasına vekâlet vermek sahih olur, diyenle­rin yanısıra sahih olmaz diyenler de olmuştur.

Belli bir yerde Kur'ân-ı Kerim okuma, imamlık ve müezzinlik yapma gibi dini görev sahibi kimselerin, başkalarına vekâlet vermeleri sahih olur mu? Vakıf sahibi, bu görevlerde başkasına vekâlet vermemeyi şart koşma-mışsa, bu görevlilerin, görevleri hususunda başkalarına vekâlet vermeleri sahih olur. Ama vakıf sahibi, başkalarına vekâlet vermemelerini şart koşmuşsa, başkalarına vekâlet verdikleri takdirde ücret düşer. Vekil de müvekkil de ücreti hak edemezler. Başkalarına vekâlet vermemelerini şart koşmamışsa, ücreti sadece müvekkil hak eder. Sonra müvekkil ile vekil, alman ücreti kendi ara­larında, anlaştıkları oran dahilinde paylaşırlar. Bu vekâlet veriş, zaruret ne­deniyle olsa da olmasa da aynı hüküm söz konusu olur.

Şahitlik ve yeminler de ibâdetler hükmüne tabidirler. Bir kişi, kendi ye­rine şahitlik yapsın veya kendi yerine yemin etsin diye başkasına vekâlet ve­remez, îlâ ve lian da bu hükme tabidir. Bir kimse, kendi karısıyla ilâ yapması, yani belli bir süre karısına yaklaşmaması için yemin etmek üzere kendi yeri­ne başkasını vekil tâyin edemez. Ya da zina yapmış olmakla itham ettiği ka­rısıyla mülâene yapması için, başkasına vekâlet veremez. Çünkü liân, yeminle pekiştirilmiş şahitliklerdir. Bilindiği gibi bu konuda başkasına vekâlet ver­mek sahih olmaz.

Hırsızlık ve zihar gibi mâsiyetler için de başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. Örneğin adamın biri, bir başkasına: "Karımla zihar yapman için se­ni vekil tâyin ettim" der, vekil de: "Müvekkilimin karısı, ona anasının sırtı gibidir" derse bu zihar tahakkuk etmez. Çünkü zihar, günah sözlerdendir. Bazıları bunun talak gibi olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ziharda söylenen söz ile, "müvekkilimin karısı boştur" sözü arasında fark yoktur. Her ikisi de satış ve nikâh gibi inşâ cümlesidir. Dolayısıyla bunların ikisinde de baş­kasına vekâlet vermek sahih olur.

Aybaşı halindeki kadının kocasının, "karımı boşaman için seni vekil tâyin ettim" demesinde olduğu gibi, haram talâkta verilen vekâlette zihar gibi mi­dir ki, vekilin boşaması durumunda talâk tahakkuk etmesin, veya tahakkuk etsin? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bazıları, bu durumda talâk tahak­kuk etmez, çünkü bu günah işlemek üzere verilen bir vekâlettir, demişlerdir.

Bazıları da, bu durumda talâk tahakkuk eder. Çünkü talâk, kendi başına haram ve günah bir şey değildir. Haramlığı aybaşı hali gibi geçici bir neden­le olmuştur derler. Bu görüş ayrılığı erkeğin, karısı aybaşı halindeyken bo­şamak üzere başkasına vekâlet vermesi durumunda sözkonusu olur. Ama mutlak olarak boşamak üzere başkasına vekâlet verir de vekil, onu aybaşı halindeyken boşarsa talâkı, ittifakla müvekkil nâmına gerçekleşir. Çünkü vekâletin aslı, günah üzerine değildir.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkaracağımız özet şudur: Şeriat koyucu­nun, insanların omuzuna yüklediği mükellefiyetler üç kısma ayrılmaktadırlar:

1- Özel olarak yapanın yararına olan mükellefiyetler. Yani başkasının yapması halinde, gözetilen yararının elden kaçacağı mükellefiyetler. Bu gibi mükellefiyetlerde başkasına vekâlet vermek kesinlikle sahih olmaz. Örneğin Allah'a İman etmek gibi. Allah'ın varlığını tasdikten maksat, O'na karşı kulluk gösterisinde bulunmak, O'nu yüceltip ululamaktır. Bu da kişinin kendi şah­sına özgü olan bir şeydir. Yararı da sadece onun şahsını ilgilendirir. Bu hu­susta başkasına vekâlet vermesi sahih olmaz. Namaz ve oruç da böyledir. Bunlar da sırf Allah'a kulluk gösterisinde bulunmak, O'nu yüceltip ulula­mak amacıyla meşru kılınmıştırlar. Bunları ancak mükellef kişinin kendisi yapması gerekir. Başkasına vekâlet vermesi sahih olmaz.

Yemin etmek de böyledir. Yemin etmek, ancak davacının doğruluğuna delâlet etmesi için meşru kılınmıştır. Bu da başkasının yemin etmesiyle elde edilemez. Şu halde yemin etmek için başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. Cinsel İlişki kurmak da bu hükme tâbidir. Bundan maksat, nefsi fuhşa karşı iffet içinde muhafaza etmek, nesli ve nesebi korumaktır ki, bu da başkası­nın fiiliyle elde edilemez. Dolayısıyla bu hususta başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. Ama nikâh akdini yapmak için başkasına vekâlet verilebilir. Nikâh akdini yapmaktan maksat, eşten yararlanma ve hak ve serbestisini el­de etmektir. Bu sebep de kişinin kendisi veya vekili vasıtasıyla gerçekleştiri­lebilir ve akidten gözetilen özel yarar da elde edilebilir.

2- Şahıslar nazar-ı itibâra alınmaksızın,sırf fiilin tahakkuk etmesiyle ilgili olan yararlar. Örneğin; gasbedilen malı geri verme, iğreti malı sahibine iade etme, borcu Ödeme, zekâtı dağıtma, hakları sahiplerine ulaştırma gibi. Şeriat koyucu, içinde menfaatler bulunduğu için bu fiilleri yapmayı mükel­leften taleb etmiştir. Bu fiiller yapılırsa fayda gerçekleşir. İster mükellefin kendisi yapsın, ister başkası yapsın farketmez. Mükelleften habersiz olarak, vekili yapmış olsa bile aynı hüküm geçerlidir.

3- Bir bakıma fiilin işlenmjş olması, bir bakıma da failin işlemiş olması açısından iki yaran bulunduğu için meşru kılınan mükellefiyetler. Meselâ hac ibâdeti, İki sebepten ötürü meşru kılınmıştır:

a- Yüce Allah'ı tazim edip, celal ve heybeti karşısında boyun büküp tes­limiyet içinde olmak. Bu yarar, hac ibâdetini edâ eden kişinin kendisiyle ilgilidir. Başkasının yapması durumunda bu yarar elde edilemez.

b- İnsanların yararına olacak şekilde para harcamak. Harcamayı kim yaparsa yapsın, bu yarar tahakkuk eder. 'a' şıkkına bakan bir kimse, hac ibâdetini birinci kısımdan sayar ve hacci edâ hususunda başkasına vekâlet vermek sahih olmaz der. Bu görüşte olan İmam Mâlik şöyle demiştir: Bir kişi, başkasının yerine haccederse farzın edası hususunda, bunun ona bir fay­dası olmaz. Ancak yapılan harcamaların ve duaların ona faydası dokunur. Bazan harcamaları da nazarı itibâra almamak gerekir. Meselâ Mekkeli bi­risi, masrafsız olarak da haccedebilir, şıkkına -ki bu masrafta bulunmaktır-bakan bir kimse, başkasının yerine haccetmenin caiz olduğunu söyleyecektir. İmam Şafiî de bu görüştedir. Zîrâ mâlî İbadet, çoğunlukla sefersiz ola­maz. Şu halde, masrafsız olarak haccedebilen Mekkelinin durumunu nazar-ı itibara almamak gerekir. Bu, ender rastlanan bir durumdur.

Vekâlet sîgasma gelince; bunun için üç durum söz konusudur:

1- Müvekkil açısından sığanın durumu.

2- Vekil açısından sığanın durumu.

3- Vekâlet konusu açısından sığanın durumu.

Müvekkil açısından sığanın durumuna bakıldığında bu sığanın; örf, lü­gat veya âdet bakımından, vekâlet anlamına delâlet eden bir söz olması şart­tır. Bu durumda lügat, örfe aykırı olursa örfe göre amel edilir, lügate bakılmaz. Vekâlet sîgasınm, özel bir cümle kalıbıyla söylenmesi şart değil­dir. Bir kimse, bir başkasına: "Seni vekil tâyin ettim" veya "Sen benim vekilimsin" derse, vermiş olduğu vekâlet sahih olur. Aynı şekilde ona: "Be­nim yerime tasarrufta bulun" derse, yine verilen vekâlet sahih olur. Vekâlet vermek söz ile sahih olduğu gibi, dilsizin veya herhangi bir sebeple konuş­maktan menedilmiş olanın işaretiyle de sahih olur. Âdet ile vekâletin yapıla­bileceğine şu örneği verebiliriz: İki kardeşin mülkiyetlerinde bir ev bulunur. Adete göre; bunlardan biri, o evi icara verip icar bedelini alabilir. Bu du­rumda icara veren kardeş, diğerinin vekili sayılır. Hak yemeye yeltenen biri olduğu tespit edilmedikçe, kardeşinin payını vermiş olduğuna ilişkin iddiası doğrulanır.

Vekil açısından sîganın durumuna gelince, vekâlet alırken vekilin söy­lediği sözün, vekâleti kabul ettiğine delâlet eden bir söz olması şarttır. Veki­lin, kendisine verilen vekâleti acilen kabul etmesi zorunlu mudur? Yoksa vekâlet verme sözü söylendikten sonra, aradan zaman geçse de vekâleti ka­bul etmesi sahih olur mu? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Doğrusu, bu hu­susta örf ve âdete bakılır. Müvekkilin vekâlet verirken söylediği söz, örfe göre acele cevap verilmesini gerekli kılıyorsa, vekilin acele cevap vermesi zo­runlu olur. Aksi takdirde olmaz.

Vekâlet konusu açısından sîganın durumuna gelince,bu sîganın bilinir olması gerekir. Her hususta tasarruf yetkisi verme gibi umûmî bir vekâlet de olsa, belli bir eşyayı satma veya belli bir hakkı taleb etme vekâletini ver­mek gibi husûsî bir vekâlet de olsa aynı şart aranır. Vekâlet konusunun bi­linmesi için başvurulacak yönteme gelince bu, kendisine örf veya lügat bakımından delâlet eden bir lâfızla olur. Bilindiği gibi örf, lügattan önce ge­lir. Lügat örfe aykırı olursa, örf, tercih edilir. Dilsizin veya herhangi bir se­bepten ötürü konuşamayanın işareti de söz yerine geçerli olur. Meselâ bir kişi, bir başkasına: "Sen benim vekilimsin" veya "seni vekil tâyin ettim" der de vekâlet konusu olan işi açıklamaz, ve halk arasında bu işe delâlet eden bir örf ya da bir karine mevcut olmazsa, söylenmiş oîan bu söz, vekâletin sahih olması için yeterli olmaz. Her ne kadar "Seni vekil tayin ettim" sözü lügat açısından vekâlete delâlet ediyorsa da bu vekâlet sahih olmaz. Çünkü örfçe desteklenmediği takdirde lügata îtibar edilmez. Şu halde vekâlet verir­ken; genel veya özel bir sığayla, vekâlet konusu olan işin açıklanması gere­kir. Genel sîgayla vekâlet konusunu açıklamaya şunu örnek verebiliriz: "İşleri sana bırakarak vekâlet verdim" veya "bütün işlerimde seni vekilim kıldım" veya "işlerimi yapmada seni yerime geçirdim" ve bunlara benzer genel ve­kâlete delâlet eden sözleri söylemek gibi.

Özel sîgayla vekâlet konusunu açıklamaya şunu örnek verebiliriz: "Bu evi satın almak..." veya "falandaki hakkımı almak için seni vekil tâyin ettim" demek gibi. Umûmî vekâlet, mala zarar vermeyen her hususta vekilin yapa­cağı tasarrufların geceli olması sonucunu doğurur. Müvekkil, onun tasar­ruflarını reddedemez.Veya ona bir şey tazmin ettiremez. Umûmî vekil, müvekkilin malına zarar verecek tasarruflarda bulunamaz. Meselâ vekil, mü­vekkilin malından sadaka veremez. Hîbe yapamaz. Malı eksiltecek bir ta­sarrufta bulunamaz. Ancak müvekkil, kendisine: "Seni bütün yetkilerimi sana bırakarak vekil ettim. Yapacağın bütün tasarruflar mala zararlı da ol­salar geçerlidirler" der ve bundan sonra vekil de tasarrufta bulunacak olur­sa, tasarrufu müvekkilin malına zararlı da olsa geçerli olur. Her ne kadar kendisine izin vermiş olsa bile müvekkilinin malına zarar verecek tasarruf­larda bulunması, aslında haramdır. Zîrâ kendisi, müvekkilin malı üzerinde bir emanetçi hükmündedir. Emanetçi, kendisine emânet edilen mala hiçbir halde zarar verecek tasarrufta bulunamaz. Sefihtik yaparak, har vurup har­man savurarak müvekkilinin malında tasarrufta bulunmaması vâcibtir. Gü­nah ve mâsiyete girecek şekilde tasarrufta bulunması durumunda, vekâlet kökten bâtıl olur. Bilindiği gibi mâsiyet ve günah işlemekte vekâlet vermek sahih değildir. Bazı hususlar umûmî vekâletten istisna edilmişlerdir:

1- Müvekkilin karısını boşamak. Müvekkil: "İçinde zarar olsa da senin yapacağın bütün tasarruflar geçerlidir" demiş olsa bile karışım boşamak, bu vekâletin kapsamına girmez. Eşin boşanması için, örfe göre husûsi vekâlet vermek gereklidir. Bu da müvekkilin ona "falan zevcemi boşaman için seni vekil tâyin ettim" demesi veya karısına işaret ederek: "Şunu boşaman için seni vekil tâyin ettim" demesiyle olur.

2- Kız çocuğunu evlendirmek. Umûmî vekâlet alan vekil, müvekkilinin kız çocuğunu evlendiremez. Ancak "falan kızımı evlendirmen için seni vekil tâyin ettim" veya kızına işaret ederek: "Şunu evlendirmen için seni vekil tâ­yin ettim" demesiyle evlendirebüir.

3- Müvekkilinin içinde oturmakta olduğu evi satmak. Umûmî vekâlet alan vekil, müvekkilinin içinde oturmakta olduğu evi satamaz. Ancak mü­vekkilin: "Falan eviny satman için seni vekil tâyin ettim" demesi veya için­de oturmakta olduğu eve işaret ederek: "Şu evimi satman için seni vekil tâyin ettim" demesiyle ona husûsî bir vekâlet verirse evi satabilir.

4- Müvekkilinin işlerini görmekte olan köleyi satmak. Umûmî vekâlet alan vekil, müvekkilinin işlerini görmekte olan köleyi satamaz. Bu satış, umû­mî vekâletin kapsamına girmez. Bu dört şey, umûmî vekâlet kapsamına gir­mez. Bunları yapabilmek İçin özel vekâletin verilmesi gereklidir.

Şâfiîler dediler ki: Müvekkilinin, başkasına yaptırmak amacıyla ve­kâlet vermek istediği işi bizzat kendisi yapmaya ehil olmalıdır. Yâni başka­sına vekâleten yaptırmak istediği işi, kendisi yaptığı takdirde o iş sahih olmalıdır. Bu kaydın konulmasıyla, çocuk, deli, baygın, sarhoşluğuna biz­zat kendisi sebebiyet veren sarhoş, uyumakta olan kişi, bunak, veliliği altın­daki birini evlendirme konusunda fâsıkolan kişi -çünkü f âşıklık,velilik hakkını kaldırır- mâlî konularda sefihtik nedeniyle kısıtlı bulunan kişi, nikâh akdi yapma konusunda kadın kapsam dışına çıkarılmış oldular. Çünkü kadın, velîsi olmadan kendi başına nikâh akdi yapamaz. Yapamadığına göre bu hususta başkasına vekâlet vermesi de sahih olmaz. İhramlı kimse de bu bakımdan kadın gibidir. O da ihramlı bulunduğu sürece nikâh akdi yapamaz. Yapa­madığına göre, bu hususta başkasına da vekâlet veremez.

Bunu şöylece formüle edebiliriz:

a- Kişinin kendisi için tasarrufta bulunması caiz olan her hususta baş­kasına vekâlet vermesi caiz olur.

b-Velîsinin izni olmadan kendi başına tasarrufta bulunması caiz olmaz. Ancak bu formül, çoğunlukla karşılaşılan durumlara göre düzenlenmiştir. Formülün (a) şıkkından bazı meseleler istisna edilmiştir:

1- Bir kişi bir şeyi hak eder de o şey, kapısı kilitli bir evde bulunur ve , oraya da ancak kapıyı kırarak, ya da duvarı delerek ulaşılabilecekse; hak

sahibi bizzat kendisi kapıyı kırarak veya duvarı delerek oraya girip hakkını alabilir. Ama kendisi yapmaktan âciz olsa, bu işi yaptırmak için başkasını vekil tâyin edemez. Ancak kendisi bu işi bizzat kendi yapamayacak kadar şerefli bir insansa ve bu işi yapmak kendisine yakışmayacaksa,bu takdirde başkasına vekâlet vererek bu işi yaptırabilir. Ancak diğer şahıs, bu işi bizzat kendisi yapabilir. Başkasına bu hususta vekâlet vermesi caiz olmaz.

2- Kısıtlılık altındaki kişiye velîsi nikâh yapma izni verirse, kendisi biz­zat nikâh akdi yapabilir. Ama bu iş için başkasına vekâlet vermesi caiz olmaz.

3- Kendisine vekâleten verilen işi yapmaya muktedir olan vekil, işi biz­zat kendi yapabilir. Başkasına vekâlet vererek bu işi yaptıramaz. Ancak-kendisi bu işi yapmaya liyakatli değilse, başkasına bu hususta vekâlet verebilir.

Aynı şekilde formülün (b) şıkkından da bâzı meseleler istisna edilmiştir:

1- A'mâ kişi. A'mâ, tasarrufun gerçekleşmesi için görmenin gerekli ol­duğu bazı ayınlar üzerinde tasarrufta bulunamaz. Ama bu tasarrufu yaptır­mak üzere başkasına vekâlet vermesi caiz olur.  Kendisinin tasarrufta bulunması caiz olmamakla birlikte bu hususta başkasına vekâlet vermesi ca­iz olmaktadır.

2- Hac veya umre ihramında bulunan kişi. Bu durumdaki bir kişinin, önce de belirtildiği gibi bizzat nikâh akdi yapması sahih olmaz. Ancak bu kişinin, akdin kendisinin ihramdan çıktıktan sonra yapılması kaydım koya­rak nikâh akdi için başkasına vekâlet verişi, onun ihramdan çıkışından son­rası için yorumlanır. Evet, ihramda bulunmayan bir kişinin kendi adına nikâh akdi yapması için başkasına vekâlet vermesi caiz olur. Zîrâ bu durumda ih­ramdaki kişi, nikâh akdine bizzat karışmayan bir gözlemci statüsündedir.

Müvekkilin, başkasına vekâleten yaptırmak istediği işi bizzat yapabil­me ehliyetine sahip olması şart koşulduğu gibi, vekilin de vekil olarak atan­ması, istenilen işi yapmaya ehliyetli birisi olması şarttır. Bunu da şöylece formüle edebiliriz:

a- Kişinin bizzat yapması caiz olan işlerde başkasına vekâlet etmesi caiz olur.

b- Kişinin bizzat yapması caiz olmayan işlerde başkasına vekâlet etmesi caiz olmaz.

Bu formül de çoğunlukla karşılaşılan durumlara göre düzenlenmiştir. Bu formülün (b) şıkkından bâzı meseleler istisna edilmiştir:

1- Kadın. Bir kadın, kendinden başka bir kadını boşama hususunda baş­kasından vekâlet alabilir. Ama kendini boşama yetkisine sahip değildir. Bu meselede tasarrufta bulunması caiz olmamakla birlikte, başka bir kadın hak­kında uygulanacak böyle bir tasarrufta bulunmak üzere başkasından vekâ­let alması caizdir.

2- Kısıtlılık altındaki sefih ile köle. Bunlar, velîlerinin ve efendilerinin izni olmadan, nikâh kabul etme hususunda vekillik yapabilirler. Oysaki ve­lîlerinin ve efendilerinin izni olmadan kendi adlarına nikâh kabul edemez­ler. Nikâh icâbına gelince bu ikisinin tasarrufta bulunmaları caiz olmaz.

3- Bir kez olsun yalan söylediği görülmemiş olan güvenilir çocuk. Hedi­yeyi yerine ulaştırmak, eve girmeye izin vermek, zekâtı dağıtmak, kurbanı kesmek gibi hususlarda böyle bir çocuğa vekâlet vermek caiz olur. Bununla beraber; kendisi, bu gibi tasarrufları kendi nâmına yapmaktan men edilmiştir.

Bu sayılanlar, vekil ile müvekkilde aranan şartlardır. Yalnız ek olarak

vekilin belirtilmiş olması da şarttır. Meselâ adamın biri, belirlemeksizin iki kişiye hitaben: "İkinizden birini, şu şeyi satma hususunda vekil tâyin ettim" derse, bu vekâlet sahih olmaz.

Vekâlet konusu şeyle ilgili şartlara gelince bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Vekâlet konusu olan iş, bir bakıma da olsa belirli olmalıdır. Ama her bakımdan belirsiz olursa, vekâlet sahih olmaz. Her bakımdan belirsiz olu­şuna örnek olarak şunu söylerse: "Bütün işlerimde..." veya "az ve çok olan her şeyde seni vekil tâyin ettim" derse bu vekâlet sahih olmaz. Çünkü bun­da, taraflar arasında anlaşmazlığa neden olacak meçhullük vardır. Bazı ba­kımlardan belirli olana örnek olarak şunu söylerse: "Mallarımı..." veya "hayvanlarımı satma hususunda seni vekil tâyin ettim" derse, mallar her ba­kımdan belirli olmasa bile bu vekâlet sahih olur. Çünkü bu söz, satışı diğer akidlerden ayırma nedeniyle vekâlet açısından yeterli olmaktadır.

2- Vekâlet konusu'iş, niyabete elverişli olmalıdır. Niyabet kabul eden iş, akid yapmak ve akid feshetmektir. Şu halde bir kimse, satma, hîbe etme, tazminat ödeme, havale ve diğer akidleri yapmak için, başkasını vekil ola­rak atayabilir.

Tazminat hususunda vekâlet, "şu kadarlık meblağı sana tazminat ola­rak ödemesi için müvekkilimi zamin kıldım" demek şeklinde olur. Vasiyette vekâlet, "müvekkilimi sana şunu vasiyet eder kıldım" demekle olur. Hava­lede vekâlet, "müvekkilimden alacağın malına karşılık, onun falandaki ala­cağına seni havale ettim" demekle olur.

Akidlerin feshi de böyledir. Bir kişi, kendisinden bir mal satın almış olan bir şahısla yapmış olduğu alış-verişi bozmak (ikâle) için veya kendisinin baş­kasından mal satın alarak yapmış olduğu alış-verişi maldaki ayıp nedeniyle bozmak için, kendi yerine başkasını vekil tâyin edebilir. Meclis, muhayyer­liği veya herhangi bir şarta dayanarak fesh etme hakkına sahip olduğu bir akdi feshetmek için başkasına vekâlet verebilir. Alacağını veya herhangi bir eşyasını almak için de başkasına vekâlet verebilir. Borcunu ödemek için baş­kasını kendine vekil olarak atayabilir. Ama ödeyeceği borç buğday veya hay­van gibi bir ayın ise, bunları teslim etmek için başkasına vekâlet vermesi caiz olmaz. Mûtemed olan görüşe göre; kendisinin, bizzat teslim etmesi gerekir. Mahkemede dâva açmak, dâvaya cevap vermek için, hasmı razı olsa da ol­masa da başkasına vekâlet verebilir. Herkese serbest ve mubah olan bir şeye sahip olmak için, meselâ balık veya kuş avlamak için başkasını vekil tâyin etmesi caiz olur. Cezaların infaz ettirilmesi ve suçlu üzerine uygulanması hu­susunda başkasını vekil tâyin edebilir. Hadlerin cani üzerine uygulanması zamanında kendi yerine mahkemede hazır bulunması için başkasını vekil ola­rak görevlendirebilir. Had cezasına hükümlü olan bir kişi, bu cezayı çek­mek üzere başkasını vekil tâyin edemez. Çünkü bu iş, niyabete elverişli değildir. (Hanefi mezhebine müracaat edilsin.) Namaz ve imamlık gibi kendisi veya kendisine bağlı olan şey için niyetin gerekli olduğu bedenî ibâdetle­ri îfâ etme hususunda, başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. İmamlığın kendisi için her ne kadar niyete gerek yoksa da, kendisine bağlı olan namaz için niyete gerek vardır. Yemin, ilâ, zihâr, şahitlik ve adak da bu grupta mü­talaa edilirler .Bütün bu saydıklarımız niyabet kabul etmeyen işlerdendir.

Hac, umre ve cenazenin teçhizi gibi mâlî ve bedeni yönleri birleştiren ibâdetlere gelince, bunları yaptırmak üzere başkasına vekâlet vermek sahih olur. Tavaftan sonra kılınan iki rekat namaz gibi, hacca bağlı olan ibâdetler ds bu bakımdan hac kapsamına girerler. Tavaftan sonra kılınan bu iki re­kât, her ne kadar niyabete elverişli olmayan bir namaz ise de, hacca tâbi ol­duğu için bu durumda niyabeti kabul eder.

Özetleyecek olursak deriz ki; namaz ve oruç gibi sırf bedenî olan ibâ­detler, niyabet kabul etmezler. Sırf mâlî olan veya mâlî ve bedenî yönleri birleştiren ibâdetler, niyabet kabul ederler.

3- Vekâlet konusu olan şey, müvekkilin mülkünde olmalıdır. İleride ev­leneceği bir kadım boşamak için bir kimsenin başkasına vekâlet vermesi ha­linde verilen vekâlet bâtıl olur.

Sîgaya gelince bu, vekil ile müvekkilden birinin vekâlet vermeye, diğe­rinin de bunu reddetmemeye dâir söylediği sözdür. Müvekkil yazılı veya sözlü veya bir elçi aracılığıyla vekiline: "Şu hususta seni vekil tâyin ettim" veya "şu hususta yetkiyi sana bıraktım" derse vekâlet sahih olur. Vekilin de "kabul ettim" demesi şart değildir. Sadece verilen vekâleti reddetmemesi gereklidir. Kendisine vekâlet verildiğini bilmesi de şart değildir. Bu hususta tasarrufta bulunması için bir kimse, kendi kardeşini vekil tâyin eder, sonra o da kendi­sine vekâlet verildiğini bilmeden o konuda bir tasarrufta bulunursa, tasar­rufu geçerli olur. Vekâlet verildikten hemen sonra işe başlamak şart değildir. Bir kişi, kendisine bir işi yapması için vekâlet verildiğini Öğrenir de, hemen işe başlamaz veya hemen bu vekâleti reddetmezse, bunun vekâlete bir zararı olmaz. Şu da var ki, her iki şekilde de vekil ile müvekkilin lâfzı şart kılın­mıştır. Şöyle ki:

a- Bir kişinin mülkü olan bir ayın vardır. Ama bu ayın, icar veya iğreti veya başka bir nedenle başkasının elindedir. Sonra mal sahibi, bu aynım başka bir şahsa hîbe eder. Kendisine hîbe edilen de, bu aynı teslim almak için, aynı elinde bulunduranı vekil tâyin ederse, bu durumda vekâletin sahih olması için, malı elinde bulunduranın bu vekâleti lâfzen kabul etmesi, yani "kabul ettim" demesi gerekir. Ki, o mal kendi elinden çıkmış sayılsın. Lâfzen "ka­bul ettim" demezse, o aynı elinde tutar olması yeterli olmaz. Çünkü bu, icar veya iğretinin devam etmesi demek olur.

b- Peşkeş karşılığı vekâlet. Adamın biri belli bir ücret kaşılığında, ken­disine belirli bir araziyi satın alması için bir başkasını vekil tâyin ederse, bu durumda da kabulün lâfızla olması gerekir. Çünkü böyle bir vekâlet veriş, vekilin icar edilmesi demektir. İcar şartlarına göre vekilin yapacağı işin zabt edilmiş, belirlenmiş olması gereklidir.

Hanefîler dediler ki: Müvekkilin, başkasına vekâlet vererek yap­tırmak istediği işi, bizzat yapma ehliyetine sahip olması şarttır. Zîra bizzat tasarrufta bulunması sahih olmayan kimsenin, vekilinin aynı tasarrufta bu­lunması hiç mi hiç sahih olmaz. Ancak bazı zarurî durumlar bundan istisna edilmiştir:

Müvekkil a'mâ ise, satış ve icar akdi gibi görmeyi gerektiren tasarruf­larda bulunma ehliyetine sahip değildir. Ancak bu gibi tasarrufları, başkası­na vekâlet vererek yaptırması caiz olur. Tasarruftan men edilmiş olması, noksanlığından ötürü değil de satılan malı bilme hususundaki acizliğinden ötürüdür. Hazırda bulunmayan gaipteki kimse de a'mâ gibidir. O da malı göremediği için her ne kadar tasarruftan menedilmiş ise de, satış ve icar akid-lerİni vekâlet yoluyla tşaşkasına yaptırabilir. Bu kaydı koymakla çocuk, se­fih ve deli kapsam dişıria çıkarılmış oldular. Nitekim bey' bahsinde de bundan söz edilmişti. Şunu da diyelim ki; baliğ olma şartı aranmayan bütün tasar­ruflarda, velîsinin izniyle mümeyyiz olan çocuk başkasına vekâlet verebiir. Nikâh icâbı gibi bir tasarrufta, başkasına vekâlet vermesi sahih olmaz. Ama nikâh kabulü hususunda başkasına vekâlet verebilir. Talâka gelince, velîsi­nin izni olmadan ve başkasına vekâlet verebilir. Tabiî talâkın ne demek ol­duğuna aklı eriyorsa... Aynı şekilde vekilin de, kendisine vekâleten verilen işte tasarruf ehliyetine sahip olması şarttır. Bizzat tasarrufta bulunmaktan menedilmiş olduğu işlerde kendisine vekâlet verilmesi sahih olmaz. Ancak bazı durumlar bundan istisna edilmiştir:

1- Hür, zengin ve muktedir olan bir kimsenin, dul annesini kendisi için helâl olan bir kimseye eş olarak verme hususunda vekâlet alması. Bu kimse­nin kendi annesiyle evlenmesi memnudur. Ama annesini başkasına eş ola­rak verme hususunda vekâlet alabilir.

2- Zengin bir kimsenin zekât alma hususunda fakire vekâlet etmesi. Zen­gin, kendi şahsına zekât almaktan menedilmiştir. Ama zekâtı, fakir bir kim­seye vekâleten alabilir. Keffaret ve adaklar da bu bakımdan zekât gibidirler.

3- Erkeğin, yabancı bir erkeğin adına vekâleten kendi kız kardeşi veya halasını eş olarak nikâhla kabul etmesi. İnsanın kendi kız kardeşim veya ha­lasını eş olarak alması her ne kadar haramsa da, başkasına vekâleten eş ola­rak alması caizdir.

Hanefîler müvekkilin, başkasına vekâleten yaptırmak istediği işi bizzat yapma ehliyetine sahip olmasını şart koşmuşlar, ancak bazı zaruret hallerini bu şarttan istisna etmişlerdi. İşte bu zaruret hallerinin ikincisi, kadının ken­dini veya başka bir kadını boşama hususunda vekâlet almasıdır. Oysaki ka­dın, vekâlet almadan boşanma hususunda tasarrufta bulunamaz. Bu, pek az görülen bir durumdur.

Vekâlet konusu olan işe gelince bu, kendisinde insan hakkı bulunan akidlerdir. Şu halde satma, satın alma, icâre, mudârebe, karz, ibra, talâk, ric'at, havale, daman, kefalet, şirket, vedia, müsâkât, sulh, hîbe, sadaka, vasiyet, vakfetme, kısmet ve diğer akidlerde vekâlet sahih olur. Avlanma, odun top­lama ve ölü araziyi ihya etme gibi, herkese serbest ve mubah olan şeyleri mülk edinmede de vekâlet sahih olur. Zihar, Han, adak, ilâ, kasamat, birden fazla kadınlar arasında kocanın gece taksimatı yapması, şahitlik, yitik veya soka­ğa terkedilmiş bir çocuk bulma konularında vekâlet sahih olmaz. Çocuk em­zirme konusunda ve günah işlemede vekâlet sahih olmaz.

Erkeğin, kendi nâmına nikâh kabul etmesi için, başkasına vekâlet ver­mesi sahih olur. Yalnız vekilin de, akid yaparken kadının velisinin: "Bu ka­dını, müvekkilin olan falan şahsa zevce olarak verdim" demesi; vekilin de: "Bu nikâhı falan veya müvekkilim olan falan adam namına kabul ettim" diyerek akdi, müvekkile dayandırması şarttır. Böyle denmediği takdirde akid, müvekkil niyetine yapılmış olsa bile nikâh fâsid olur.

Allah'ın hukukuna gelince bunların bir kısmı niyabet kabul etmezler. Bunlar namaz, oruç ve taharet gibi sırf bedenî olan amellerdir. Bunları yap­tırmak için başkasına vekâlet vermek sahih olmaz. Bunların bir kısmı niya­bet kabul ederler. Bunlar, sırf mâlî olan veya mâlî ile bedeni yönleri birleştiren amellerdir. Sırf mâlî olana sadaka dağıtma, zekât verme, adakta bulunup adağı yerine getirme ve keffâret vermeyi örnek olarak gösterebiliriz. Bunlarda vekâlet, mutlak surette sahih olur. Hem bedenî hem mâlî olana, hac ve umre amellerini örnek olarak gösterebiliriz. Bunlarda vekâlet mutlak olarak değil de ancak edâ edilmelerinden âciz olunduğunda başkasına vekâlet ver­mek sahih olur.

Hadlerin ispatlanması ve suçluya tatbik ettirilmesi hususunda başkası­na vekâlet vermek sahih olur. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) efendimiz buyurmuş­lardır ki:

"Ey Enis! Sabahleyin şu adamın karısına git. Eğer (zinayı) itiraf ederse onu recmet. O kadın da îtiraf etti. (Peygamber s.a.s.) Onun recmedilmesini emretti ve recmedildi." (Buhârî, Hudûd, 30,38, 46)

İşte bu rivayette görüldüğü gibi Peygamber (s.a.s.), haddin isbatı ve suç­luya tatbik ettirilmesi hususunda Enis'i vekil tâyin etmiştir. En uygun olanı, haddin tatbiki esnasında müvekkilin hazır bulunmasıdır. Yani kul Jıakkım ilgilendiren haddin tatbiki esnasında müvekkil hazır bulunmalıdır. Olabilir ki, ona acır ve affeder. Dolayısıyla had de düşmüş olur.

Vekâlet sîgasına gelince bu, tasarruf iznine delâlet eden her lâfızdır. Ör­neğin: "Seni vekil tâyin ettim", "şu hususta sana yetkiyi devrettim" veya şu hususta sana izin verdim" demek gibi. "Şu deveyi sat" veya "Şu köleyi azâd et" sözüyle de vekâlet gerçekleşmiş olur. "Seni yerime geçirdim" veya "seni kendime nâib kıldım" demekle de vekâlet geçerli olur. Vekâletin ka-bûlü, vekilin, kabule delâlet eden her lâfız (söz) veya fiiliyle sahih olur. Ve­kilin, kendisine vekâlet verilmiş olduğunu bilmesi şart değildir. Bir kimse, bir başkasını vekil tâyin feder, o da vekâletten habersiz olarak ama vekâlet verildikten sonra tasarrufta bulunursa, tasarrufu geçerli olur. Vekâletin ka­bulü için âcillik şart değildir. Vekâlet verildikten bir sene geçtikten sonra bi­le vekil, kendisine verilen vekâleti kabul ederse, vekâlet sahih olarak gerçekleşmiş olur.



[1] Ebû Dâvud, Büyü, 26

[2] Buhârî, icâre, 4,7, 12

[3] Darimî, Fczâilû'l-Kur'an, 1, 7

[4] Alımcd b. Hanbcl, Milsnsd, 3/464, 465; 4/140; Muûkât, 40. 41;Tir-mîzî. Büyü. 46; NcücÎ, Sayd, 15

[5] Hayvanların su içmesi veya içinde et ve benzeri şeylerin dövülmesi İçin oyulmuş taş.

[6] Kehf:i9