DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLAM FIKHI. 2

Âriyenin Tazmin Edildiği Ve Edilmediği Yerler 2

Hîbe. 5

Hîbe’nin Tanımı 5

Hîbe'nin Rükün Ve Şartları 7

Borcun Hîbe Edilmesi 12

Hîbe'den Geri Dönme. 13

Mâlî Bir Bedel Karşılığında Hîbe. 17

Vasiyetin Tanimi Ve Delili 19

Vasiyetin Rükün Ve Şartları 20

Vasiyetin Hükmü. 25

Hac, Kıraat (Kur'an Okuma) Ve Benzerleriyle, Matemlerde Yapılan İşler Ve Diğer Şeyleri Vasiyet Etme. 27

Komşular, Akrabalar Ve Bunlar Gibi Özel Bazı Kimseler İçin Vasiyette Bulunmak. 30

Malın. Üçte Biri, Daha Fazlası Veya Daha Azı İle Birkaç Kimse İçin Vasiyette Bulunmak. 36

Muhtar (Seçilen) Vasî 40

Nikâh'ın Tanımı 41

Nikâhın Hükmü. 44

Nikâhın Rükünleri 49

Nikâhın Şartları 49

Üzerinde İttifak Ve.İhtilâf Edilen Önemli Meselelerin Özeti Sîga. 56

Şahitler Ve Evlenen Eşler 57

Velî'nin Tanımı 57

Velî'nin Kısımları 59

Mücbir Velî İle Mücbir Olmayan Velîye Mahsus Yetkiler 60


DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLAM FIKHI

 

Âriyenin Tazmin Edildiği Ve Edilmediği Yerler

 

İsiâm dini nazarında müsiaîr (İğreti olarak başkasının malını elin­de bulunduran), emin kişidir. Zira âriye verme, sevgi ve dostluk orta­mını oluşturan yardımlaşma amacıyla meşru kılınmıştır. Bu da taraflardan her birinin, mü'min kardeşinin malını koruma hususun­da olanca titizliği göstermelerini gerektirmektedir. Özellikle müstaî-rin, mü'min kardeşi tarafından sırf yardımlaşma amacıyla kendisine verilen âriyeyi, onun iyiliğini takdir etmek ve onun ihsanını hüsn-ü kabulle karşılamak için muhafaza etmede büyük bir itina gösterme­si gerekir. Çünkü âriye sahibinin iyilik ve müsamahasını unutarak ma­lını hor kullanması ve kendisine sunduğu İntifa hakkını hâince kullanması, pek yakışık almayan bir davranış olur. Bu davranıştan da âriye sahibi ezâ ve cefâ görür. Bu tiynetteki bir insan, yardımlaş­ma ve karşılıklı dostâne ilişkilere muhtaç olan insan nev'inin bir fer­di olamaz. Böyle birisi, olsa olsa insanın canına kasteden bir kurt olur.

işte bu nedenle müstaîrin, elinde bulunan âriye hususunda emin ve titiz bir kişi olma özelliğine sahip olması gerekir. Âriyeye bir tele-fiyat isabet ederse, âriyenin sahibi mertebesinde sayıldığı İçin müs­taîrin tazminat ödemesi gerekmez. Ama müstaîr, emin olma özelliğini yitirir de hor kullandığı için âriye telef olursa sorumlu olur. Bu da ba­zı durumlarda olur ki, mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

(1) Hanefîler dediler ki: Kasıt olmadıktan sonra (telef olan) âriye için tazminat ödenmez. Adamın biri kendi bineğini başkasına iğreti olarak verir; müstaîr de bineğe zulmetmez, ona karşı tecavüzkâr davranmaz ve aşırı dere­cede kullanmaz ama buna rağmen hayvan ölürse, sahibinin kesesinden git-mış olur. Müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Bir kimse binek hayvanını arye olarak verir. Verirken de, telef olması faalinde müstaîrin tazminat öde­mesini şart koşarsa, bu şart bâtıl olur; yerine getirilmez. Bazı durumlarda âriye için tazminat ödenmesi gerekir ve müstaîr de şu sayacağımız durum­larda telef olan âriye için tazminat ödemekle yükümlü kılınır:

l- Âriyede başkasının hakkının bulunması: Adamın biri, bir başkasının mülkü olan bir bineğe el koyar. Sonra da onu başkasına iğreti olarak verir de müstaîrin yanında telef olursa, müstaîrin gerekli tazminatı ödemesi gere­kir. Çünkü bineği ona iğreti olarak veren, aslî sahibi değildir. Şu halde müs­taîr, bineğin değerini ödemekle yükümlü olacaktır. Ödediği tazminatı, bineği kendisine iğreti olarak veren aradaki şahıstan talep edemez. Çünkü o, hiç bir bedel almaksızın bineği kendisine teberru etmiştir. Bineğin sahibi, hay­vanın değerini, müstaîre iğreti olarak veren aradaki şahıstan talep etme hak­kına sahiptir. Müstaîre müracaat hakkına sahip değildir.

2- Müstaîrin, yanında İğreti olarak bulunan malı başkasına icara ver­mesi veya rehin etmesi: Adamın birinin, üzerine binerek belli bir mesafeye kadar gitmek üzere başka bir şahsa iğreti olarak verdiği bineği müstaîr, bir başkasına icara verir de müstecirin yanındayken telef olursa, bineğin değeri­ni sahibine tazminat olarak müstaîrin ödemesi gerekir. Müstecirden herhan­gi  bir tazminat talebinde bulunamaz.  Ayrıca  bineğin icar  bedelinden yararlanması da helâl olmaz. Tersine, bu bedeli sadaka olarak başkalarına vermesi gerekir. Binek sahibi, müsteciri tazminat ödemeye zorlama hakkına sahiptir. Müstecir de bineğin İğreti olduğunu bilmiyorsa, ödediği tazminatı iğreti veren (muîr)den talep etme hakkına sahiptir. Ama bineğin iğreti oldu­ğunu biliyorsa, verdiği tazminat, kendi cebinden gitmiş olur. Aynı şekilde bir malı elinde iğreti olarak bulunduran kimse, bu malı başkasına rehin ve­rirse ve bu mal da rehincinin yanında telef olursa, iğreti olarak vermiş olan kişi, müstaîri tazminat ödemeye zorlayabilir. O malı rehin almış olanın da tazminatı ödemesi gerekir. Rehinci, tazminatı ödeyince bu tazminat, kendi cebinden gitmiş olur. Rehin sebebi olan ilk borcu dışında, malı kendisine rehin olarak bırakmış olan müstaîrden herhangi bir şey talep edemez.

3- Âriye, kullanan kimselere göre değişik haller arzeden bir şeyse, sahi­binden izin almaksızın müstaîrin, âriyeyi başkasına İğreti vermesi: Adamın biri kendi bineğini, binmesi için başkasına iğreti olarak verirse, müstaîrin, sahibinden izin almadan bu bineği başkasına İğreti olarak vermesi sahih ol­maz. Çünkü hayvanın durumu, kullanana göre değişir. Olabilir ki, hayvana şişman biri biner de hayvan onu taşımaya güç yetiremez. Veya zayıf biri bi­ner de onu rahatlıkla taşıyabilir. Olabilir ki, bazıları hayvanı incitmeden kul­lanır. Bazıları ise aşırı derecede yorarak hor kullanır. Adamın biri, incitmeden ve iyi muamele ederek kullanacağını sandığı bir kimseye kendi bineğini iğre­ti olarak verirse, müstaîrin bu bineği, sahibinden izin almadan başkasına iğ­reti olarak vermesi caiz olmaz. Elbise de binek gibidir. Elbisenin kullanılışı, kullanana göre değişir. Adamın biri bineğini veya elbisesini bir şahsa iğreti olarak verir de müstaîr, bu âriyeyi bir başkasına iğreti olarak verirse ve âri­ye telef olursa, birinci müstaîr sorumlu olur ve tazminat ödemekle yükümlü olur. Mal sahibi, âriyeyi bir başkasına da âriye olarak verebileceğine dâir müstaîre sarih bir izin verirse; meselâ müstaîr: "Benim binmem ve diledi­ğim herhangi bir kimseyi bindirmem için bu bineği bana âriye olarak ver", ya da "benim giymem ve giymesi için benden başka dilediğim herhangi bir kimseye âriye olarak vermem için bu elbiseyi bana âriye olarak ver" derse, bu durumda âriyeyi kendinden başkasına da âriye olarak verebilir. Sonuncu müstaîrin yanındayken âriye telef olursa, tazminat ödemesi gerekmez. Bir kimse kendisi binmek veya kendinden başka dilediği herhangi bir şahsı bin­dirmek üzere bir bineği iğreti (âriye) olarak alır, aldıktan sonra da ilk olarak kendisi bineğe binerse, artık bundan sonra bu bineği, üzerine binilmek üze­re başkasına âriye olarak vermesi sahih olmaz. Aynı kayıtla âriye olarak al­dığı bineğe ilk olarak başkası binerse, artık bundan sonra kendisinin o bineği kullanması sahih olmaz. B,u kayıtla âriye olarak aldığı bineğe önce kendisi binerse, artık başkasının q bineğe binmesi veya önce başkası binerse artık kendisinin o bineğe binmesi caiz olmaz. Aynı şekilde adamın biri, binmek veya üzerinde eşyasını taşımak amacıyla bir hayvanı âriye olarak alır da hay­vana önce binerse, artık daha sonra üzerinde yük taşıyamaz. Veya önce üze­rine yük vurulursa, artık daha sonra üzerine binmesi caiz olmaz. Bütün bu anlatılan hükümler, önce de açıkladığımız gibi, âriyenin kullanana göre de­ğişik haller arzeden bir eşya olması durumunda sözkonusu olurlar. Ama âriye, kullanana göre değişik haller arzetmeyen bir eşya olursa, meselâ kendi tar­lasını sürmek üzere mekânikî bir âleti âriye olarak almış bulunan bir kişi, sürülecek tarlalarla yapılacak her iki iş bütün yönlerden eşit olurlarsa ve baş­kası tarafından kullanılması, sözü edilen âlete zarar vermeyecekse, sahibin­den izin almadan müstaîrin onu bir başkasına daha âriye olarak vermesi sahih olur. Başkasının yanındayken telef olursa, tazminat ödemesi gerekmez.

Muîr (iğreti veren), malını belli bir süre için âriye olarak verir de, müs­taîr, konulan kayıtları aşarak âriyeyi kullanır ve bu nedenle telef olursa; eğer kayda muhalefeti olumsuz yöndeyse âriyenin tazminatını öder. Aksi takdir­de ödemez. Sözgelimi, üzerinde bir torba tuz taşımak üzere bir hayvanı iğre­ti olarak alan kişi, hayvana tuz yerine bir torba arpa yüklerse ve hayvan da ölürse, tazminat ödemez. Zîra bilindiği gibi arpa, tuzdan daha hafiftir ve Aşınması da hayvan için tuza nispetle daha kolaydır. Yükün türü ne olursa olsun, bir torba tuz ağırlığında olan herhangi bir torbayı hayvana yükler ve hayvan telef olursa, yine tazminat ödemez. Ama ağırlığı bir torba tuzdan tazla olan bir miktar demir yükler ve hayvan da ölürse, tazminat ödemesi gerekir.

4- Ariye belli bir vakitle sınırlı olur da, müstaîr vakti dolmasına rağ- onu sahibine geri vermez ve elindeyken telef olursa, tazminat ödemesi Berekir. Müstaîr, "sahibi gelip almadı da öylece bıraktı" diyemez. Çünkü §en verme masrafı müstaîre aittir. Vakti sona erince müstaîrin onu geri ver­esi gerekir. Aksi takdirde tazminat ödemekle yükümlü olur. Ama bir eşyayı başkasının yanına rehin bırakmak üzere âriye olarak alma durumunda bu âriyeyi geri verme masrafı mal sahibine aittir. Müstaîr, tazminat sorum­luluğu altında değildir. Çünkü mal sahibi, malının rehin bırakılmasından ya­rarlı çıkmaktadır. Zira bu mal, rehincinin yakında kefalet altındadır. Sahibi malının değerini talep için müstaîre müracaat edebilir.

5- Âriye belli bir vakitle sınırlı olur ve vakti sona erdiği halde müstaîr onu elinde tutmaya devam eder, bilâhare başkası aracılığıyla onu sahibine geri gönderir; ancak bu arada telef olursa, müstaîrin tazminat ödemesi gere­kir. Çünkü vakti dolduktan sonra elinde tutmuş olmakla, âriyeye karşı tecâ-vüzkâr davranmıştır. Ama vakti sona ermeden âriyeyi başkası vasıtasıyla sahibine gönderir ve bu arada telef olursa tazminat ödemesi gerekmez. Çün­kü vakit sona ermeden o, henüz müstaîr, olma niteliğini korumaktadır. Müs­taîrin, muhtar kavle göre âriyeyi başkasının yanına emaneten vermesi sahih olur. Âriyeyi yabancı bir kimsenin yanma bırakırsa, bu, onun yanında bir emânet olur ki, müstaîr de böyle bir tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Emanetçinin yamndayken telef olursa, müstaîr, tazminat ödemekle yüküm­lü olmaz. Ama âriye süresi dolduktan sonra müstaîrin kendisi emanetçi sta­tüsüne geçer. Emânetçininse, yanında bulunan emâneti başkasına emânet olarak vermesi sahih olmaz. Verdiği takdirde o mal telef olursa, tazminat ödemesi gerekir. Bundan da anlaşılıyor ki, âriye süresi dolmadan başkası ara­cılığıyla âriyeyi sahibine gönderir ve bu arada âriye telef olursa; âriyeyi taşı­makta olan kişi yabancı biri de olsa, hizmetçi veya bir başkası da olsa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Zira müstaîrin, bazı durumlarda âri­yeyi başkasına âriye olarak bırakması caizdir. Dolayısıyla emânet olarak bı­rakması, öncelikle caiz olur. Âriye süresi sona erdikten sonra, âriyeyi ister yabancı birisi, ister işçisi, ister hizmetçisi aracılığıyla göndersin; âriye telef olursa müstaîrin mutlaka tazminat ödemesi gerekir. Altın bir gerdanlığı âri­ye olarak alan bir kimse, bu gerdanlığı mümeyyiz olmadığı için iyice muha­faza edemeyecek bîr çocuğun boynuna takar da gerdanlık çalınırsa, tazminat ödemesi gerekir. Çünkü gerdanlığı mümeyyiz olmayan çocuğun boynuna tak­makla ifratta bulunmuş olmaktadır. Bir kimse, âriyeyi önüne koyar, sonra da yatıp uyur ve bu yüzden âriye kaybolursa, korumada taksirli davrandığı gerekçesiyle tazminat ödemesi gerekir. Ama âriyeyi Önüne koyup oturur da bu vaziyetteyken uykuya daldığı için âriye kaybolursa, kasıtlı olarak ihmal­kâr davranmadığı için tazminat ödemesi gerekmez.

Şu da bilinmelidir ki, emâneti sahibine ulaştırdığını iddia eden her emin kişinin sözü, yemin etmesi şartıyla kabul edilir. Meselâ vedî', vediayı; müs­taîr, âriyeyi sahibine geri verdiğini iddia ederse, doğruluğu ancak yemin et­tiği takdirde kabul edilir.

Mâlikîler dediler ki: Âriye ya gizlenmesi mümkün olan elbise ve mü­cevherler gibi sandık, dolap ve benzeri yerlere konulabilen şeylerden olur. Bu tür âriyelere gizlenmesi ve saklanması mümkün olan âriyeler denir. Yada kuş gibi küçük de olsa, hayvan ve akar gibi gizlenmesi, ve saklanması mümkün olmayan şeylerden olur. Bu gibi âriyelere gizlenmesi ve saklanma­sı mümkün olmayan şeyler denir. Yani normal olarak bunları, insanların gözünden saklamak imkânsızdır.

Âriye eğer saklanması mümkün olan eşyâlardansa, tele/ olduğu takdir­de müstaîrin tazminat ödemesi gerekir. Ancak telefiyata kendisi sebep ol­madığım ve muhafazasında kusurlu davranmadığını kanıtladığı takdirde tazminat ödemesi gerekmez. Eğer beyyinesi bulunmazsa; hırsızlık, yangın, kırılma veya başka bir nedenle kaybolan âriye için tazminat ödemesi gere­kir. Ama yanında bulunan âriye azıcık bozulur veya çürürşe, meydana ge­len değer eksikliği farkını Ödemesi gerekir. Bozukluk fazla*miktardaysa,-o zaman âriyenîn tamamı için tazminat ödemesi gerekir.

Müstaîr, iğreti olarak alırken şahsen tazminat Ödemeyeceğine dâir bir şart ileri sürerse, bu şartı geçerli olur mu, olmaz mı? Bu hususta ihtilâf var­dır: Kuvvetli olan görüşe göre, bu şartı kabul edilmez. îşin başındayken taz­minat ödemeyeceğini şart koşmuş olsa bile zayi olan veya bozulan âriye için müstaîrin tazminat ödemesi gerekir. Eğer zayi oluş günü tanıklarca bilini­yorsa, müstaîr, âriyenin zayi olduğu günkü değeri kadar tazminat ödemekle yükümlü olur. Tanıkların, âriyeyi beş gün önce müstaîrin yanında gördük­lerine dâir tanıklıkta bulunduklarını varsayalım. Bu durumda âriyenin beş gün önceki değeri sözgelimi on birim fiyatsa, on birim fiyatlık bir tazminat ödemesi gerekir. Eğer zayi oluşunu hiç kimse görmemiş ve dolayısıyla zayi oluş tarihi bilinmiyorsa, iğreti olarak aldağı günkü değeri kadar tazminat öde­mesi gerekir. İğreti olarak aldığı günkü değeri on lira ve müstaîrin zayi ol­duğunu iddia ettiği günkü değeri de sekiz liraysa, tazminat olarak on lira ödemesi gerekir. Şu da var ki, iğreti süresi içinde müstaîr, izinli olduğu şe­kilde ve âriyenin değerini eksiltmeyecek biçimde kullanmamışsa ve tabiî âri­ye telef olmuşsa, değerini tam olarak tazmin etmesi gerekir. Ama âriyeyi, değerini eksiltecek biçimde kullanmışsa, bu değer eksikliği farkını düştük­ten sonra tazminat öder. Çünkü o, âriyeyi bu şekilde kullanma ruhsatına sahiptir. Dolayısıyla bu, onun haklarından biri olmaktadır.

Ariye gizlenmesi ve saklanması mümkün olmayan şeylerdense, müstaîr tazminat Ödemekle yükümlü olmaz. Mal sahibi, iğreti olarak verirken müs­taîrin icabında tazminat Ödemesini şart koşarsa, bu hiç bir değer ifade etme­yen geçersiz bir şart olur. Âriye, sahibinin izin verdiği şekilde veya ona eşit, ya da az bir şekilde kullandığı halde telef olursa, müstaîr tazminat ödemez. Mesela bir kişi, kendi bineğini, üzerinde bir ölçek buğdayı Üsküdar'dan taşımak üzere bir başkasına iğreti olarak verir. Müstaîr de bir keh ^dayı bine&n sırtına yükler, Üsküdar'dan Beykoz'a doğru-yürür-en hayvan yolda yığılıp kalırsa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Ay-ı ağırlıktaki mercimeği yükler ve binek telef olursa, yine müstaîrin tazminat oaemesi gerekmez. Daha hafif bir yük yüklerse, meselâ bir ölçek arpa yükler de hayvan telef olursa, müstaîr hiç mi hiç tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Ama bineğin sırtına taşıma hakkına sahip olduğundan daha ağır bir yük vurursa, meselâ bir ölçek buğday yerine bir Ölçek tuz veya o hacimde taş yükler de hayvan yükün altında yığılıp kalır ve telef olursa, tazminat öde­mesi gerekir. Aynı cümleden olarak binek veya üzerinde yük taşımak üzere bir binek kiralayan bir kimse, bu bineği başkasına kiraya verirse ve yapıla­cak iş kendi işine denkse ve bu işi yapmaktayken hayvan telef olursa, birinci kiracı sorumlu olmaz. Ama daha ağır bir iş ise ve hayvan da ölürse, tazmi­nat ödemesi gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Âriyenin tümü veya bir kısmı zâyİ olduğunda, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Ancak âriyeyi, kendisine verilen iz­nin dışına çıkararak mal sahibinin direktiflerine aykırı biçimde kullanırsa, zayiat nedeniyle tazminat ödemesi gerekir. Bir kişi, kendi hayvanını başka­sına iğreti olarak verir, öbürü de yükünü hayvanın sırtına vurur ve onu hızlı yürümesi için zorlar, hayvan da sıçrayıp koşar, bir çukura düşer ve ölürse, müstaîrin tazminat ödemesi gerekir. Çünkü hayvanın ölmesi, müstaîrin onu kendisine tanınan ruhsatın dışında kullanmasından kaynaklanmaktadır. Ama hayvanı, kendisine mal sahibi tarafından tanınan ruhsata uygun bir şekilde kullanırsa, meselâ sahibinin izin verdiği kadar ağırlıktaki bir yükü veya da­ha az, ya da eşit ağırlıktaki bir başka yükü yükler; döverek veya başka yol­lara tevessül ederek hayvanı seri yürümeye zorlamaz ve rahatsız etmez, ama yüklemesine sahibi tarafından izin verilen miktardaki yük nedeniyle helak olursa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Ama kullanım izni dışındaki bir sebepten ötürü helak olursa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekir. Mese­lâ su kanalında kullanmak üzere bir öküzü âriye olarak alan kişinin, çalıştı­rırken Öküz kanala düşüp ölürse tazminat ödemesi gerekir. Çünkü öküz, izinli olmadığı bir işi yaptırırken ölmüştür.

Giymek üzere iğreti alınan bir elbise, giyme nedeniyle incelip eriyecek olursa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Ama bu elbiseyle birlikte ya­tarsa, tazminat ödemesi gerekir. Çünkü sahibi, müstaîre elbiseyle birlikte uyu­ma izni vermiş değildir. Âriyenin telef oluşunun, izin verilen kullanımdan kaynaklanıp kaynaklanmadığı hususunda taraflar anlaşmazlığa düşerlerse, yemin etmesi şartıyla müstaîrin sözüne itibar edilir. Mûtemed olan görüş bu­dur. Çünkü, berâet-i zimmet asıldır. Tazminatın ödenebilmesi için âriyenin, müstaîrin elinde bulunması şart değildir. Sahibinin dindeyken dahî tazmi­nat ödenebilir. Sözgelimi adamın biri, kendisi yaya yürümekte ve yüksüz ola­rak hayvanını yedeğinde çekmekte olan bir başka şahıstan, üzerinde eşyasını taşımak üzere hayvanını âriye olarak ister, hayvan sahibi de onun bu isteği­ne icabet eder; sonra her ikisi de beraberce yaya yürürler, böylece hayvan, eşya sahibinin âriyesi olur, hayvanı hızlı yürümeye zorlar ve rahatsız eder de hayvan ölürse, müstaîrin tazminat ödemesi gerekir. Ama eşyaların ağırlı­ğı altından kalkamadığı için ölürse, tazminat ödemesi gerekmez. Bir kimse, olursa tazminat ödemeyeceğini şart koşarak bir malı iğreti arak isterse, mûtemed görüşe göre akid fâsid olur.

Âriye ağaç ve taş gibi misli bulunur mallardan bile olsa, tazminatı, mis-r i vermekle değil de kıymetini vermekle Ödenir. Bazıları derler ki; misli bu-I nur mallarda tazminat, mislini vermekle ödenmiş olur. Yalnız, âriyenin telef "lduğu günkü durumu gözönünde bulundurulur ki, geçmişte kendisine veri­len izin çerçevesinde kullanmış olmakla âriyenin yitirdiği değer eksikliğini de tazmin etmiş olmasın.

Bir kimse başkasından kiraladığı bir hayvanı daha sonra bir üçüncü kişiye iğreti olarak verir ve hayvan da müstaîrin yanında telef olursa, müste-cirin tazminat ödemesi gerekmez.Çünkü o, mülkiyeti kendisinde olmamakla birlikte hak etmiş bulunduğu bir menfaati âriye olarak vermiştir.

Hanbelîler dediler ki: Müstaîr teslim aldıktan sonra, âriye artık onun sorumluluğu altına girer. Telef olursa; âriyeye karşı tecâvüzkâr da davran­mış olsa, onu korumada ihmalkârlık da etmiş olsa tazminat ödemesi gerekir.

Adamın biri, bineğini bir başkasına âriye olarak verir ve hayvan o kim­senin teslim almasından sonra telef olursa, müstaîrin, telef olduğu günkü değeri kadar tazminat ödemesi gerekir.

Âriye misli bulunur mallardansa müstaîrin yanında telef olduğu takdir­de, tazminatı, mislini vermekle ödenmiş olur. Müstaîr, işin başındayken taz­minat ödemeyeceğini şart koşarsa, bu şart fâsid ve geçersiz olur.

Vakfedilmiş ilim kitapları, âriyeyi tazmin etme hükmünden istisna edil­miştir. Vakfedilmiş kitaplar, âriye olarak alan kişinin tecâvüzkârhğı veya ih­malkârlığı bulunmadan telef olurlarsa, tazminat ödemesi gerekmez. Zîra müstaîr de doğal olarak, bu kitapların kendileri için vakfedilmiş oldukları kimselerden biridir. Kendisinin kasıt veya ihmâli olmaksızın bu kitapların telef olmaları, tazminat ödeme yükümlülüğünü kaldırmaktadır. Ama kitap­lar mülk veya muayyen bir cihete vakfedilmiş iseler, âriye olarak alan kişi­nin yanında telef oldukları takdirde tazminat ödemesi gerekir.

Kullanma nedeniyle veya zamanın uzaması dolayısıyla âriye telef olur­sa, müstaîrin tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü uygun bir şekilde eşyayı kullanmaya dâir verilen izin, aynı zamanda o şeyin tüketilmesi için de veril­miş demektir.

Ariyede yararlanmanın türünü belirlemek şart değildir. Adamın biri, her­hangi bir kayıt koymaksızın bir şeyi mutlak bir şekilde başkasına âriye ola­rak verirse, müstaîr, örf ve âdete uygun biçimde o şeyi kullanma hakkına anıp olur. Örf ve âdete aykırı biçimde kullanmasına gelince, meselâ adam biri» bir başkasına bir elbiseyi iğreti olarak verir de, müstaîr o elbiseyi gölgelenmek için kullanırsa, bu şekildeki kullanım nedeniyle elbise gelen değer eksikliği farkını müstaîrin tazminat olarak ödemesi Müstaîr, yanında iğreti olarak bulunan âriyeyi, sahibinden izin almak­sızın başkasına âriye olarak veremez; icarla da veremez. Verdiği takdirde âriye, sonuncu şahsın yanında telef olursa, sahibi, ikisinden dilediğini tazminat Öde­mekle yükümlü kılar. Fakat birincisi ödediği takdirde, bu tazminatı sonun­cu şahıstan alma hakkı vardır. Müstaîr, yanında bulunan âriyeyi, sahibinin izniyle icara verirse, bu icar bedelini âriye sahibi alır.

 

Hîbe

 

Hîbe’nin Tanımı

 

İnsanların kaiblerini birbirine yaklaştıracak, gönüllere sevgi fi­danlarını dikecek ve dostluk bağlarını pekiştirecek olan her şey, İs­lâm dinince istenilir ve arzu edilir. İslâmın bu gibi şeylere olan arzusu, insanların bu şeylere olan ihtiyacı oranında artar, eksilir, insanların yaşamı için gerekli ye zorunlu olan şeyleri, her ferdin yerine getirmesi gereklidir, farzdır. Örneğin Cenab-ı Allah bu şeylerden biri olan ze­kâtı şu âyet-i kerîmeyle farz kılmıştır:            

"Onların mallarında dilencinin ve (ihtiyacını açıklamayan) yok­sulun bir hakkı vardır.[1]

Bu dünya hayatında, zarurî ihtiyaçlarını temin etmekten âciz ka­lan bazı fertlerin bulunması kaçınılmazdır. Şu halde bu durumdaki insanların perişanlıklarını bertaraf etmek ve onlardan açlık-çıplaklık gailesini gidermek farzdır. Bu zarurî ihtiyaçları gidermekten fazla mal' sarfedip harcamaya gelince; bu, (zenginlerle yoksullar) arasında kar­şılıklı sevgi ve ülfeti filizlendireceği için mendubtur. Hîbe, mendubtur. Çünkü Peygamber (s.a.s.) efendimiz:

"Hediyeleşiniz ki, birbirinizi sevesiniz [2]bu­yurarak hediyeleşmeyi teşvik buyurmuştur.

Hîbe vermekle insanlar arasındaki sevgi bağlarını geliştirmeyi, Allah'ın, "Mü'minler ancak kardeştirler [3]buyurarak terğib ettiği islâm kardeşliği bağlarını güçlendirmeyi, Peygam­ber efendimizin "hediyeleşin" emrine uymayı kasdeden kişi, verdiği hibeden ötürü, kendi niyeti kadar sevap kazanır. Ama hasis bir gaye uğruna malını hîbe veya hediye eden kişinin bu yaptığını, Allah ve Rasûlü kabul etmez. Rasûluliah'ın da "ameller, ancak niyetlere göredir" buyurduğu gibi, bu kişi, niyeti kadar ikâba mâruz kalır.

Sözlükte hîbe, maldan başka bir şeyle de olsa, bir kişinin bir baş­kasına ihsanda bulunmasıdır. Tıpkı Zekeriyya (a.s.) in; "(Rabbim) ba­na bir çocuk ihsan buyur" demesi gibi. Hîbenİn fıkhî ıstılah açısından ifâde ettiği anlama gelince, mezheblerin buna ilişkin geniş açıkla­maları aşağıya alınmıştır.

 

(2) Hanefîler dediler ki: Hîbe, bedel olmaksızın bir aynı, halde (şimdi­ki zamanda) başkasına mülk etmektir. Bu demektir ki; sahih bir mülkiyetle bir ayna sahip bulunan bir kimsenin, bu malını kendisine hîbe edilecek kim­seden bir bedel alma şartına bağlamaksızın başkasına mülk olarak vermesi sahih olur. Bu, mal sahibinin mülkiyetinde bulunan bu aynını bir bedel al­ma şartıyla başkasına hîbe etmesine aykırı değildir. Buna da "bedel şartlı hîbe" denir. Çünkü maksat, hîbenin sahih olmasında bedelin şart kılınma­sının yok edilmesidir. Ama bunun yanında aynın sahibi kendi aynını, bedel alma şartım koşmadan hîbe etmeyecekse, bu caiz olur. Örneğin: "Bana yüz bin lira vermen şartıyla bu evi sana hîbe ettim" demek gibi.

Hîbenin tanımında geçen "mülk etmektir" sözü satışı, hîbe ve diğer şey­leri kapsamına alır. Tanımda "ayın" kelimesi, ayırıcı bir kayıt olup, iğreti verme ve kiraya verme gibi, menfaatleri başkalarına mülketme işlemini hi­benin kapsamı dışına çıkarmaktadır. Borcu, borçludan başkasına hîbe et­meyi de kapsam dışına çıkarmaktadır. Çünkü borç, "ayın" olarak adlandırılmaz. Sözgelimi bir kimsenin bir başkasından ikiyüz bin liralık ala­cağı olur da, o kimse bu alacağım borçludan başka birine hîbe eder ve bu parayı borçludan teslim almasını emrederse, bu hîbe sahih olur. Çünkü ken­disine hîbe edilen kişi, bu parayı önce sahibine niyâbeten borçludan teslim alacak, sonra da kendi adına kabzedecektir. Çünkü bu para kendisine hîbe edilmiştir. Evet, teslim almasını emretmeden bu hîbe sahih olmaz. Kendisi­ne hîbe edilen kişi, bu parayı borçludan teslim almadıkça hîbe akdi batıl olur. Buna cevap olarak denilir ki: Borç, her ne kadar bir borç olarak ayn değilse de, alacaklının, kendisine hîbe edilene, teslim almasını emrettikten ve onun da bu borcu alacaklıya niyâbeten teslim aldıktan sonra borç olmaktan çıkıp ayın haline gelecektir. Dolayısıyla hîbe edilmesi de artık sahih olur. Ayın­dan maksat, şimdiki halde veya gelecek zamanda ayın haline gelecek olan şeydir.

Borcun, borçlunun kendisine hîbe edilmesine gelince; bu, gerçek anlamda bir hîbe değildir. Aksine bu, borçlunun zimmetinin borçtan ibra edildiği anlamında bir mecazdır. Her ne kadar hîbe lafzıyla yapılmaktaysa da, bu, borcun düşürülmesi demektir.

"Bedel olmaksızın" kaydını hîbenin tanımına koymakla, bedel alma şartı koşularak yapılan satış ve benzeri şeyler, hîbe akdinin kapsamından çıkmakta, ama sadaka hîbenin kapsamına girmektedir. Çünkü sadaka, bedel almaksı­zın bir aynı başkasına mülketmektir. Buna cevaben denilmiştir ki: Hîbenin buradaki tanımı genel lâfızlarla yapılmıştır ki, bu da bu gibi tanımlarda ca­izdir. Denebilir kî, sadakada sadece Allah'ın rızası gözetilir. Hîbede ise -Mâlikîlerin de dedikleri gibi- beraberinde Allah'ın rızası gözetilsin veya gö­zetilmesin, kendisine hîbe edilen şahsın gönlünü almak düşünülür. Öyleyse hîbenin tanımında bu gözetilirse, güzel olur.

Hîbenin tanımına "şimdiki zamanda" kaydım koymakla da, vasiyet kap­sam dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü vasiyet, bir aynı bedelsiz olarak gelecek zamanda başkasına mülk etmektir.

Mâlikîler dediler ki: Hîbe, bir malı sırf hatırını saymak için başka­sına bedelsiz olarak mülketmektir. Buna hediye adı verilir. Bu demektir ki, sahih mülkiyetle bir aynı, mâlik bulunan bir kişi, uhrevî sevabı bir tarafa, sırf kendisine hîbe edileni hoşnut etmek için ve hiç bir karşılık almaksızın ve aynı başkasına mülk olarak verebilir. Bu mülk edişe hîbe denir.

Tanımdaki "mülk etmektir" sözü hîbe, satış ve bunlara benzer akidleri kapsamaktadır. Tanıma "bir malı" kaydım koymakla iğreti verme, vakfet­me ve benzeri menfaatleri mülk etme işlemleri kapsam dışına çıkarılmakta­dır. "Kendisine hîbe edilenin hatırım saymak için" kaydını koymakla sadaka, hîbenin kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Çünkü sadaka ile sırf Allah'­ın rızâsı gözetilir. Ya da hem Allah'ın, hem de kendisine sadaka verilen kişi­nin rızâsı ve hoşnutluğu gözetilir. Kuvvetli olan görüş budur. Sadaka ile, yoksulun değil de sırf Allah'ın rızâsı gözetilir diyenler de olmuştur.

Şâfîîler, hîbenin iki anlam ifâde ettiğini söylemişlerdir:

1-  Genel anlamda hîbe; hediyeyi, hîbeyi ve sadakayı kapsar.

2- Özel anlamda ise sadece hîbeyi ifâde eder ki, buna rükünîü hîbe denir.

Genel anlamda hîbe, kişinin kendi sağlığında gönüllü olarak (kendi mül­kiyetinde bulunan bir aynı) başkasına mülk etmesidir. Bu tanımda bulunan mülk etmesidir" kaydıyla iğreti verme, vakfetme ve misafir ağırlama gibi Şeyler hîbe kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü hîbe, bir malı başkasına mubah kılmaktır.

Tanımda geçen "gönüllü olarak" kaydıyla, satışla vukûbulan mecburî ülk etme, hîbe kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Acaba zekât, adak  keffâret de satış gibi olup bunlar vasıtasıyla meydana gelen mülk etme, er istemez mi meydana gelmektedir, yoksa bu yolla vukûbulan mülk et­me, borcu, ödeme kabilinden mi meydana gelmektedir?

Buna cevaben denir ki; bu gibi şeyleri hak edenlerin mülkiyetleri, bu şeyler kendilerine teslim edilmeden tahakkuk eder. Meselâ bir malın üzerin­den bir senelik süre geçince, zekâtı hak edenlerin bu maldaki mülkiyetleri, mal sahibi olan mükellefin zimmetinde tahakkuk eder. Mal sahibinin zekâtı vermesi, kendi zimmetini zekât yükümlülüğünden ibra etmesidir, yoksa ze­kâtı vermekte olduğu kişiye yeni bir mülk etme işlevi de bulunmamaktadır. Adak ve keffâretleri ödemek de böyledir.

Hîbe tanımına konulan "kendi sağlığındayken" kaydıyla, vasiyet hîbe kapsamı dışına çıkarılmış olmaktadır. Sağhğındayken gönüllü ve bedelsiz ola­rak malım başkasına mülk eden kimseye "sadaka veren", "hediye eden" ve "hîbe eden" denir. Bu işlemi yapan kimseye özel anlamda sadece "hîbe eden" denir. Hîbe etmek kişinin sağhğındayken gönüllü olarak ne ikram için, ne sevap için, ne ihtiyaç için icâb ve kabul ile kendi malını başkasına mül-ketmesi demektir.

"Ne ikram için" kaydını koymakla, hediyeler hîbe kapsamı dışına çı­karılmış oldu. Çünkü hediye vermekle, kendisine hediye verilen kişiye ik­ramda bulunma amacı güdülür.

"Ne sevap, ne de ihtiyaç için" kaydını koymakla, sadakalar hîbe kap­samı dışına çıkarılmış oldu. Çünkü sadaka vermekle uhrevî sevapları kazan­mak veya yoksulun ihtiyacım gidermek amacı güdülür. "îcâb ve kabul ile" kaydı da böyledir. Çünkü sadaka ve hediyede icâb ve kabul şart değildir. Bu anlamda hîbe de kayıtsız olarak söylendiğinde bu kasdedilir.

Bundan da anlıyoruz ki sadaka, kişinin kendi sağlığında iken sevap ka­zanmak veya yoksulun ihtiyacını gidermek amacıyla, kendi malını başkası­na mülk etmesidir. îşte bu, hîbe demektir. Hediye de aynı şekilde ikram maksadıyla gönüllü olarak, işinin kendi malını başkasına mülk etmesi de­mektir. Şu halde her sadaka ve her hediye bir hibedir.

Özel anlamda hîbeye gelince, buna ne sadaka, ne de hediye denir. Sa­daka vermemeye veya hediye etmemeye yemin eden bir kimse, sonra da özel anlamda hibede bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Ama hîbe etmemeye yemin edip de, sonra sadaka eder veya hediye ederse yeminini bozmuş olur.

Bir kimseye ikram olsun diye, âhiret sevabı da kasdedilerek icâb ve ka­bulle bir mal verilirse, her üç kavram da tahakkuk etmiş olur. Bu şekilde verilen mala hîbe denilebildiği gibi, hediye ve sadaka da denebilir. Ama âhi­ret sevabı ve karşı tarafa ikramda bulunma kasdı güdülmeksizin icâb ve ka­bulle bir mal verilirse, bu mala sadece hîbe denilir. Ama sadaka ve hediye kavramları yalnız olarak tahakkuk etmezler. Çünkü kişiye ikramda buluna­rak bir mal vermeye hem hediye, hem de hîbe denilir. Sevap kazanma kas-diyla verme durumunda da verilen mala hîbe ve hediye denilir.

Hanbelîler dediler ki: Hîbe, tasarrufu olan bir kimsenin, bilinen veya biUnmesi imkânsız olan meçhul, mevcud ve kendisine hîbe edilene teslim edilmesine muktedir olunan bir malı, sağhğındayken bedelsiz olarak vâ-cib olmaksızın başkasına mülketmesidir.

"Tasarrufu caiz olan bir kimsenin mülk etmesidir" demek, bir kişinin tasarruf ehliyetine sahip (mükellef ve reşid) olması şartıyla, kendi mülkiye­tindeki bir malı başkasına mülk etmesi demektir. "Bir malı" demekle taşınır-taşınmaz akarlar, kapsşm içine alınmış olmaktadır. Bunların hîbe edilmesi sahihtir. "Bilinen veya1 bilinmesi imkânsız olan-meçhul" sözü, hîbe edilen malın bilinir olması gerektiğini ifâde etmektedir. Meçhul malın hîbe edilme­si sahih olmaz. Ancak bilinmesi imkânsız olursa sahih olur. Meselâ bir kim­senin buğdayı, komşusunun buğdayıyla karışırsa, bunlardan birinin kendi buğdayını diğerine hîbe etmesi sahih olur. "Mevcut" kaydını koymakla, or­tada bulunmayan mallar hîbe kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Meselâ gebe olmayan bir ineğin, ileride doğacak yavrusunu hîbe etmek sahih olmaz. "Tes­lim edilmesine muktedir olunan bir malı" kaydını koymakla, havada uçmakta olan kuş gibi, ele geçirilip karşı tarafa teslim edilmesine muktedir olunma­yan mallar, hîbe kapsamı dışına çıkarılmış oldu. "Vâcib olmaksızın" kay­dını koymakla zekât, keffârej ve adak malı gibi verilmesi mecburî olan şeyler, hîbe kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Çünkü bu gibi şeyler hîbe değildirler. "Sağhğındayken" kaydını koymakla vasiyet, kapsam dışı edilmiş oldu. Va­siyet, ölüm sonrasında mülk etmektir. "Bedelsiz olarak" kaydını koymak­la, satış ve benzeri muameleler kapsam dışına çıkarılmış oldu.

Hîbe, hediye, sadaka ve atiyye eş anlamlıdırlar. Bunların hepsi de kişi­nin kendi sağhğındayken malını, bedelsiz olarak başkasına mülk etmesidir. Ancak bunlar, niyet bakımından biribirlerinden ayrılmaktadırlar.

Kişi kendi malını sırf ahiret sevabı karşılığında başkasına verirse, bu bir sadaka olur. İkram için, dostluk ve mükâfat için verirse, bu bir hediye olur. Herhangi bir maksat olmaksızın verirse, bu bir hîbe ve atiyye olur.

 

Hîbe'nin Rükün Ve Şartları

 

Hibenin üç rüknü vardır: Birincisi akdi yapan, yani vâhib (hîbe eden) İle mevhûb-u leh (kendisine hîbe edilen) dir. ikincisi mevhûb (hîbe edilen), ki bu da maldır. Üçüncüsü sîgadır. Bu rükünlerden her birini ilgilendiren şartlar aşağıda, mezheblere göre geniş olarak açık­lanmıştır.

 

(3) Hanefîler dediler ki: Hibenin bir tek rüknü vardır ve o da sîgadır. îcâb ve kabul birlikte mi sîga rüknünü oluştururlar, yoksa bu rüknü yalnız basma icâb oluşturur da, kabul rükün değil midir? Bir kimse, "evimi falana nîbe ettim" derse, mevhûbu leh, "kabul ettim" demese bile, hîbe sahih olur mu, olmaz mı? Bu hususta ihtilâf vardır: Bazıları derler ki: Salt icâb ile hîbe sahih olur. Bunun delili de şudur. Bir kimse kendi malından bir şeyi hîbe etmemeye yemin eder, sonra da hîbe ederse, mevhûb-u leh kabul etmese bile yeminini bozmuş olur. Eğer salt icâb ile hîbe sahih olmasaydı, bu kişinin ye­mini bozulmuş olmayacaktı. Bazıları da derler ki: Sözlü olsun, fiilî olsun, mutlaka kabul gereklidir. Kabulsüz hîbe sahih olmaz. Bu kişinin yemininin bozulmuş olmasına gelince, bu şöyle açıklanabilir: Bu adam "Vallahi hîbe etmeyeceğim" sözüyle, cömertliği izhar etmeyeceğini kasdetmiştir. Cömert­liği izhar etmekle, yeminini bozmuş olacaktır. Her ne kadar hîbe akdi ger-çekleşmese de, "hîbe ettim" dediği takdirde cömertliği izhar etmiş olmaktadır. Bunun delili de şudur: Bir kimse, yerden kaldıracak olanın mülkü olsun di­ye kendi malını yol üzerine bırakırsa, sahih olur ve bu bir hîbe olur. Bilindi­ği gibi icâb ve kabulün sözlü olması şart değildir.

Bir kimse anne ve babasına hitaben, "bu bineği ikinizden birine hîbe ettim, hanginiz alırsa onun olsun" der de ikisinden biri alırsa, hîbe sahih olur. Hîbe akdi söz yerine geçen davranışlarla gerçekleşir. Birisinin kendi bineğini öbürüne hîbe ettiği iki kişi arasında biliniyorsa, mal sahibi bineğini öbürüne verir de diğeri alırsa ve ikisi de icâb ve kabulden söz etmezlerse, hîbe yine sahih olur.

Hanefîler, hîbe şartlarının birkaç tür olduğunu söylemişlerdir: Bun­lardan birisi mezkûr rükünle ilgilidir. Bu, hîbe edilen malla ilgilidir. Diğer türü ise, hîbe edenle ilgilidir.

Rükünle ilgili olanda, rükün, vukuu gerçekleşmemiş olan bir şeye bağ­lanmış olmamalıdır. Örneğin, "bu evi, kardeşin seferden döndüğünde sana hîbe ettim" veya "yağmur yağarsa bu bineği sana hîbe ederim" demek gibi. Çünkü seferden dönüş ile yağmur yağması, ihtimale kalmış işlerdir.

Rükün, gelecek zamana bağlanmış olmamalıdır. Örneğin "bu şeyi ya­rın veya ay başında sana hîbe ettim" demek gibi. "Evim sana rukbîdir" sö­zü de böyledir. Bu sözün anlamı şudur: Ben ölürsem evim senindir. Sen ölürsen, evim benimdir. Bu evin muhataba mal olması, sahibinin ölüm şar­tına bağlanmıştır. Sahibi, kendisine hîbe edildiği kimseden önce de ölebilir, sonra da. Yani bu hîbe, vukuu muhakkak olmayan bir şeye bağlanmıştır. Bu nedenle de böyle bir hîbe sahih değildir. Hîbe sahih olmayınca ortadaki mal âriye (iğreti) olur. Buna "rukbî" denmesi, taraflardan her birinin, diğe­rinin Ölümünü murakabe etmesi ve gözetmesinden ileri gelmektedir. Bazıla­rı da bunun bir hîbe olduğunu, ancak ileri sürülen şartın geçersiz olduğunu söylemişlerdir. Hîbenin kendisiyle gerekleştiği lâfızlara gelince, bunlar ma­lın aslını başkasına mülk etme anlamını ifâde eden her lâfızdır. Örneğin: "Bu evi sana hîbe ettim" veya "...verdim" veya "bu ürünü sana yedirdim" de­mek gibi. Bir malın tümünü ifâde eden bir cüz'ünü hîbe ettim demekle de o malın tamamı hîbe edilmiş olur. Örneğin: "Bu hayvanın boynunu sana hîbe ettim" demek gibi. Ama bir malın menfaatini başkasına mülk etmeye delâlet eden bir lâfız kullanıldığında, yapılan iş âriye (iğreti verme) olur. "Bu evi sana âriye olarak verdim" veya "bu tarlayı sana yedirdim" demek gibi. Tarlayı yedirmek mümkün değildir. Olsa olsa tarlanın ürünü yedirilebilir. Su halde bu ifâde tarlanın mülk olarak verilmesine değil, iğreti olarak veril­mesine delâlet eder. tki.şeye ihtimali olan bir lâfzın kullanılması halinde, söz sahibinin niyeti esas alınır. Meselâ: "Seni bu bineğe bindirdim" veya "öm­rün boyunca bu evi senin için kıldım" sözleri, bu şeylerin iğreti olarak veril­mesi ihtimalini taşıdığı gibi, muhataba temelli olarak verilmiş olması ihtimalini de taşır.

"Ömrüm veya ömrün boyunca senin için kıldım" sözüyle kişi, o şeyin menfaatini, ya da mülkiyetini karşısındaki adama vermiş olabilir. Bunların ikisi de muhtemeldir. Verirken hîbeye niyet ederse, hîbe olur. Aksi takdirde âriye olur.

"Bu evi..." veya bu elbiseyi sana mülkettim" demekle bu şeyler, hî­beye ilişkin bir karine yoksa, hîbe edilmiş olmazlar. Çünkü mülketme sözü satışı, vasiyet ve hîbeyi kapsar. Bazıları, böyle diyerek verilen malın hîbe olacağını söylemişlerdir.

"Bu bahçeyi oğlumun adına kıldım" diyen bir kişi, "onu oğlum için kıldım" demezse, bir kavle göre bu hîbe olur. Bir başka kavle göre hîbe ol­maz. Açık ve kuvvetli olan görüşe göre bu, Örfün de bu yolda carî olması dolayısıyla hîbe olur. Hatta "bu bahçeyi oğlum adına diktim" deyip, "onun için kıldım" demese bile bu bir hîbe olur. Çünkü bu gibi hallerde örfe göre hîbe akdi gerçekleşir.

Hîbe edenle ilgili şartlara gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Hîbe eden hür olmalıdır. Kölenin hîbesi sahih olmaz.

2- Akıllı olmalı, kısıtlılık altında bulunmamalıdır. Delinin ve kısıtlılık altında bulunan kimsenin hîbesi sahih olmaz.

3- Baliğ olmalıdır. Küçük çocuğun hîbesi sahih olmaz.

4- Hîbe edilen malın sahibi olmalıdır. Kişinin kendi mülkiyetinde bu­lunmayan bir malı hîbe etmesi sahih olmaz. Kendisine hîbe edilene gelince, onda bu şartlar aranmaz. Çocuğa ve benzerine hîbe etmek sahih olur. Sonra eğer küçük çocuğa hîbe eden ona bakmakta olan birisinin bu, babası bu­lunmadığında çocuğun ağabeyi veya amcası gibi birisi ise- hîbesi yalnızca icâb ile tamamlanmış olur. Ama yabancı birisi küçük çocuğa hîbede bulunacak olursa, bu hîbe ancak velînin teslim almasıyla gerçekleşmiş olur. Çocuğun velîsi de dört tanedir: Baba, yoksa babanın vasîsi, o yoksa dede, o da yoksa dedenin tâyin ettiği vasîdir. Bunlardan biri yoksa hîbe, amcası, anası veya yabancı birisi gibi çocuğun geçim ve bakımını üstlenmiş olan kişinin teslim almasıyla tamamlanmış olur. Çocuk eğer mümeyyizse, babası mevcud olsa bile, kendisinin teslim alması halinde hîbe akdi tamamlanmış olur. Çünkü çocuğun hîbe edilen malı teslim alması kendi yararınadır.

Hîbe edilen malla ilgili şartlarsa şunlardır:

1- Hîbe edilen mal, hîbe edildiği anda mevcud bulunmalıdır. Hîbe akdi yapılırken mevcud olmayan malın hîbesi sahih olmaz. Meselâ bir kimsenin, kendi bahçesinin gelecek yıl tutacağı meyveleri veya gebe kalan davarlarının doğuracakları yavruları şimdiden hîbe etmesi sahih olmaz. Halkın yapmak­ta olduğu gibi koyunun veya ineğin doğuracağı yavruyu falan velîye veya falan mescide şimdiden hîbe etmek, bâtıl bir hîbedir. Aynı şekilde şu koyu­nun karnındaki yavruyu veya memesindeki sütü veya bu sütten çıkarılacak olan kaymağı veya bu susamdan çıkarılacak olan yağı veyahut da bu buğ­daydan çıkarılacak olan unu şimdiden hîbe etmek sahih olmaz. Hatta "mey­dana geldiği zaman teslim almaya seni yetkili kıldım" dese bile, bu şekilde yapılan hîbe sahih olmaz. Çünkü ortada mevcud olmayan şeyin hîbe edil­mesi mutlak surette sahih olmaz. Ama mevcud olan bir şey, başka bir şeyle ilintili de olsa, hîbe edilebilir. Meselâ henüz kırkılmamış olup koyunun sır­tında duran yünü bir başkasına hîbe eden bir kimse, sonra bu yünü kırkıp o şahsa teslim ederse sahih olur ve bu hîbe de bağlayıcı olur.

2- Hîbe edilen malın bir değeri olmalıdır. Leş, domuz, kan ve harem-i şerif dâhilinde avlanmış olan hayvanlar gibi asla mal sayılmayan şeylerin hî­be edilmeleri sahih olmaz. Şarap gibi şer'an değeri olmayan malların da hî­be edilmeleri sahih olmaz.

3- Hîbe edilen mal (kendisine hîbe edilen tarafından) teslim alınmış ol­malıdır. Bu şart, hîbenin bağlayıcı olması ve mevhûb-u lehin, kendisine hîbe edilen mal üzerinde mülkiyetinin yerleşmesi için gereklidir. Mevhûb-u leh teslim almadan, onun kendisine hîbe edilen mal üzerinde mülkiyeti sabit olmaz.

4- Hîbe edilen mal, bölünebilir mallarda bir hisse-i şayia olmamalıdır. Bir kimse henüz ifraz edilmemiş bir evin yarısını başkasına hîbe ederse, bu hîbe sahih olmaz. Adamın biri, bir evin yansım başkasına hîbe etmek ister­se, önce bu evi taksim etmelidir. Eğer taksim etmesi zor olursa, evin yarısını belli bir bedel karşılığında ona satar. Sonra da onu bu bedeli ödemekten ib­ra eder. (Ve böylece evin yarısını karşılıksız olarak ona vermiş olur.)

Bölünmesi mümkün olmayan hamam ve vapur gibi mallara gelince, bun­lardaki hisseleri, -miktarları belli olmak şartıyla- hîbe etmek sahih olur. Bö­lünebilir bir maldaki hissesini, o malı taksim etmeden başkasına hîbe etme durumunda mevhûb-u leh, o malı teslim almakla kendi mülkiyetine geçir­miş olmaz. Tazminatı onun üzerine olur. Tasarruf hakkı sadece aslî sahibi­ne aittir. Bazıları da, mevhûb-u leh, o malı teslim almakla kendi mülkiyetine geçirmiş olur derler. Çünkü bu, fâsid bir hîbedir. Fâsid ise, teslim almakla mülkiyet altına geçirilmiş olur. Her halükârda âlimler, böylesi bir durumda mal sahibinin hîbeden rücû edebileceği görüşünde ittifak etmişlerdir. Hîbe eden ölürse, onun mirasçıları, bu rücû hakkına sahip olurlar. Şu da var ki doğru olan görüşe göre, ifraz edilmemiş bir maldaki hisseyi hîbe etme durumunda mevhûb-u leh, kendisi hîbe edilen malı teslim almakla mülkiyetine geçirmiş olamaz.

5- Hîbe edilen mal, hîbe edenin malı ile meşgul bulunmamalıdır. Bir kim­se, üzerindeki meyveler kendi şahsına âit olmak üzere, bahçesini oğluna hî­be ederse, hîbe sahih olmaz. Aynı şekilde bir kimse kendine âit eşyalar içinde bulunan evini başkasına hîbe ederse, hîbe sahih olmaz. Aksine bu eşyaları önce evden çıkarıp başka bir yere taşıması gerekmektedir.

6- Hîbe edilen mal, hîbe edenin mülkü olmalıdır. Su ve ot gibi herkesin istifâdesine açık, mubah şeylerin hîbe edilmeleri caiz olmaz. Nitekim sahibi­nin izni olmadan başkasının malını hîbe etmek de caiz değildir.

Mâlikîler dediler ki: Hîbe edenin teberru ehliyetine sahip olması şart­tır. Hîbe edende bazı hususiyetlerin bulunması gereklidir:

1- Yaş küçüklüğü ve£a sefihlik nedeniyle kısıtlılık altında bulunmama­lıdır. Sefihin ve kısıtlılık'altında bulunanın hîbesi resen bâtıl olur.

2- Hîbe eden, bütün malını kapsayacak bir borç altında bulunmamalı­dır. Bu durumdaki bir kimsenin hîbesi her ne kadar sahihse de, alacaklının onaylamasına kadar askıda durur. Onaylarsa, hîbesi geçerli olur. Bu onay, hîbenin geçerli olması için şarttır.

3- Hîbe eden, deli veya sarhoş olmamalıdır. Bu gibi kimselerin hîbeleri sahih olmaz.

4- Mürted olmamalıdır. Mürteddin hîbesi sahih olmaz.

5- Zevce olup malının üçte birinden fazlası kadar bir hîbede bulunmuş olmamalıdır. Bir kadın, malının üçte birden fazlası kadar hîbede bulunursa, hîbe akdi askıda olarak gerçekleşir. Kocası onaylarsa bu hîbesî geçerli olur. Ama malının üçte biri veya daha azı kadar bir hîbede bulunursa, kocasının izni olmadan da bu hîbesi geçerli olur. Bu da hîbenin geçerlilik şartıdır.

6- Hîbe eden, ölümcül bir hasta olup, malının üçte birinden fazlası ka­dar bir hîbede bulunmuş olmamalıdır. Bu durumdaki bir hasta, malının üç­te birinden fazla bir hîbede bulunursa, bu hîbesi mirasçıların müsâadesi şartıyla geçerli olur.

Hîbe edilen mal için şu şartlar gereklidir:

1- Hîbe edilen mal, mülk olmalıdır. Köpek gibi, beslenip bulundurul­masına izin verilmeyen ve mülk edinilmesi sahih olmayan şeyin hîbesi sahih olmaz. Nitekim sahibinin izni olmadan başkasının mülkünü hîbe etmek de sahih olmaz. Bir kimse, başkasının mülkünü hîbe ederse, hîbe akdi gerçek­leşmez. Ama başkasının mülkünü satma durumunda bunun tersine olarak, satış akdi mal sahibinin onayına bağlı kalarak sahih biçimde gerçekleşir. Vakıf, sadaka ve azâd etmek de hîbe gibidir. Fuzûlî, yani mal sahibi olmayan bir Kimse, bu muamelelerden birini yaparsa, mal sahibi onaylasa bile, akid bâlı olur. Bazıları bu muamelelerin de tıpkı bey' (satış) akdi gibi olduğunu, mal sahibinin onaylaması durumunda akdin geçerli olacağını, çünkü bu du­rumda gerçekten akdi mal sahibinin yapmış olduğunu söylemektedirler.

2- Hîbe edilen mal, şerîat koyucu nazarında bir mülkten başka bir mül­ke intikal edebilen şeylerden olmalıdır. Meselâ kadından (cinsel yönden) ya­rarlanma hakkını başkasına hîbe etmek sahih olmaz. Çünkü bu yararlanma hakkım başkasına nakletmek, şer'an caiz değildir. Ümm-ü veledin (çocuk doğurmuş olan cariyenin) hibesi de aynı şekilde caiz değildir.

Kurban derilerini hîbe etmek sahihtir. Kurban derisinin satış yoluyla bir mülkten başka bir mülke intikâli her ne kadar sahih değilse de, hediye edil­mesi, teberru edilmesi ve hîbe edilmesi sahihtir.

Hîbe edilen malın bilinir olması şart değildir. Ayın ve miktar bakımın­dan bilinir olmayan şeyin hîbe edilmesi caizdir. Hatta bir kişi, hîbe ettiği malın az olduğunu zanneder de sonra çok olduğu açığa çıkarsa, hibesi sahih olur. Diyelim ki adamın biri, amcasından kendisine kalan mîrası, bu mîrasın mik­tarını bilmeden az olduğunu zannedip bir başkasına hîbe eder, sonra da çok olduğu açığa çıkarsa, hîbesi sahih olur. Aynı şekilde bir kişi, cebindeki pa­raları hîbe eder; bu paraların meselâ beş bin lira olduğunu zanneder de, son­ra dokuz bin lira olduğu açığa çıkarsa, hîbe sahih olur. Meşhur kavle göre, hîbe etmiş olan kişi bu hîbesinden geri dönemez. Hîbe sîgasına gelince; bu, bir nesneyi başkasına mülk etmeye delâlet eden her lâfız veya fiildir. Lâfzın mülk etmeye delâletinin sarîh olup olmaması arasında bir fark yoktur. Sarîh lâfza örnek olarak "sana mülkettim" sözünü gösterebiliriz. Sarîh olarak değil de anlam olarak mülk etmeye delâlet eden lâfza, "şu evi al" sözünü örnek olarak gösterebiliriz.

Bir nesneyi başkasına mülk etmeye delâlet eden fiile örnek olarak ba­banın veya annenin, küçük-büyük veya erkek-kız çocuğuna bir süs eşyasını vermesini gösterebiliriz. Bir baba, oğullarından birine altın saat veya elmas yüzük, ya da altın kaplamalı bir süs eşyası, ya da kızlarından birine altın alyans, elmas bilezik, altın gerdanlık veya bunlardan başka bir şey satın alırsa bu eşya, hîbe yoluyla o adamın çocuğuna mülk olur. Baba öldükten sonra mirasçıların o mal üzerinde münazaaya düşmeleri sahih olmaz. Ana da, bu bakımdan baba gibidir. Hîbe eden (anne veya baba)nın, bu malı (evlâdına) hîbe ederken başkalarını tanık olarak bulundurması sahih olmaz. Çünkü anne veya babanın satın almış oldukları malın, kendileri sağ iken çocukları tara­fından kullanılmakta olması, kullanan çocuğun o nesneye mâlik olmasına delâlet eder. Ancak anne veya baba bu süs eşyasının mülk olarak değil de sadece yararlanması için çocuğa verilmiş olduğuna başkalarını şahit tutar­larsa, bu takdirde o nesne, çocuğun mülkü olmaz. Zevcenin durumu, bu­nun tersinedir. Bir koca, kendi eşine zînet eşyası satın alıp ona takarsa bu, bahse konu eşyaları ona mülketmek için değil de, onu süslemek için üzerine taktığına yorulur. Ancak bunları ona mülketmek için üzerine taktığına dâir başkalarını şahit tutarsa, o zaman bu eşyalar kadının mülkü olur. Bu hü­küm, kadının koca evinde bulunmakta olduğu zamanlarda söz konusudur. Ama kadın henüz koca evine gelip de kocasıyla evlenmeden önce baba evin­deyken damat adayı tarafından âdet gereği kendisine gönderilen eşyalar, eğer gönderen damat adayı tarafından iğreti olarak adlandınlmışlarsa, iğreti olur­lar. Eğer hediye olarak adlandırıhrlarsa, hîbe olurlar. Eğer bu eşyalara bir ad verilmezse, hediye sayılırlar.

Bir kimsenin, binmesi için kendi çocuğuna aldığı binek, kendisini ilme hazırlamak için çocuğuna aldığı kitap, süslenmesi için çocuğuna aldığı silah veya giyinmesi İçin çocuğuna aldığı kıymetli giysiler de bu bakımdan zînet eşyaları hükmündedirler.

Bir kimse kendi çocuğuna "bir ev olsun diye şu harabeyi bina et" der ve "bu harabe, falan çocuğumun evidir" derse, bu sözüyle hîbe akdi ger­çekleşmez. Çünkü örfe g$re babanın mülkü çocuğuna nisbet edilir. Baba­nın, "harabeyi bina et" diye emir vermesi, o malın çocuğa mülk edilmesini gerektirmez. Bu cümleden olarak kadın, kocasına "bu harabeyi bina et, çünkü bu, senin evindir" derse, o ev kocaya hîbe edilmiş olmaz. Ama yabancı birİ-si bir başkasına böyle derse, bu söz o evin muhataba hîbe edildiği anlamına yorulur. Yukarıdaki emirlere muhâtab olan evlât veya koca, söz konusu ha­rabeyi düzenleyip kendi paralarıyla orada bina yaparlar da, baba veya zevce vefat ederse, binâyı'yapmış olan kişi yaptığı binanın enkaz değerini alma hak­kına sahip olur. Çünkü üzerinde bina yapmış oldukları harabe yer, onların elinde iğreti olarak bulunmaktaydı. Harabenin sahibinin vefatıyla da iğreti süresi sona ermiş oldu. Şunu da belirtelim ki, hîbe edilen mal, icâb ve kabul ile mülk edinilmiş olur. Mülk edinilmiş olması için, hîbe edilen malın, ken­disine hîbe edilen tarafından teslim alınması şart değildir. Meşhur görüş budur.

Mal sahibi, "Bu evi falana hîbe ettim" der, o da bu hibeyi kabul eder­se, ev onun mülkü olur. Öyle ki, artık sahibi bu evi hîbe etmekten geri döne­mez. Evi teslim etmeye yanaşmazsa, durumu hâkime ileterek de olsa teslim etmeye zorlanır.

Bazıları derler ki; hîbe akdinin tamamlanması için hîbe edilen nesne­nin, kendisine hîbe edilen tarafından teslim alınıp bloke edilmesi şarttır. Teslim alınmaması durumunda, her ne kadar sahihse de, hîbe akdi bağlayıcı olmaz. Icâbla kabul arasına fasıla konulması caizdir. Adamın biri kendi evini baş­kasına hîbe eder, öbürü susup bir müddet sonra kabul ederse, ev kendisinin °lur. Ömrî (ömürlük), hîbe değildir. Bu ancak hayat boyunca bedelsiz ola­rak bir şeyin menfaatini, başkasına mülk etmektir. Kayıtsız olarak söylendi­ğinde, malın menfaatini verenin Ömrü boyunca anlamına yorulur. Adamın biri bir başkasına "evimi sana ömürlük ettim" derse, bu, yaşadığın sürece kendisinden yararlanman için evimi sana verdim" anlamına gelir.

Ömürlük vermek, bir iyilik ve iKsan olduğundan ötürü mendubtur. Bir bedel kaşilığında olduğu takdirde fâsid bir icar olur. Çünkü kişinin yaşaya­cağı süre ve buna bağlı olarak icar süresi belirsiz kalmaktadır. Bu bir şahsa hayatı süresince bir şeyi vakfetmeye benzeyen bir muameledir.Şu halde mü-ebbed vakıf ile, belli bir süreyle sınırlı vakıf kapsam dışına çıkarılmış oldu. Ömürlük verme muamelesini yaparken ömürden söz etmek şart değildir. Akar veya diğer şeylerde, malın menfaati kendisine verilen kişinin ömrüne delâlet eden herhangi bir lâfızla da ömürlük akdi yapılabilir. Evimi veya akarımı veya atımı veya silahımı sana iğreti olarak verdim, ya da evimi sana mesken kıldım veya verdim demek gibi. Sadece "verdim" kelimesini kullanma du­rumunda, ömre delâlet eden bir karinenin bulunması gerekir. Örneğin "evi­min iskânım veya tarlamın gelirini yaşadığın sürece sana verdim" demek gibi. Ömre delâlet eden bir karîne bulunmazsa, yapılan akid ömürlük değil, hibe olur.

Bir evveya benzeri bir şeyin menfaati ömürlük olarak kendisine verilen Üşi vefat ederse, bu mal, eğer hayatta ise sahibine, vefat etmişse, mirascilana döner, Rukbî'ye gelince, bu bâtıldır. "Rukbî", bir şahsın bir başkasına eğer ben senden önce ölürsem evim senindir, evimi evine katarsın. Eğer sen benden önce Ölürsen evin benimdir; evini evime katarım" demesidir. Eğer toyle bîr akid yapılırsa ve yapıldığı da taraflardan bîrinin ölümünden önce akid feshedilir. Eğer yapıldığı, taraflardan birinin ölümünden son bilinirse, akid kale alınmaz. Ev de mirasçılara intikal eder.

Şâfîîler dediler ki, hîbe eden şahısta şu şartların bulunması gerekir:

Hîbe eden şahsın, hîbe ettiği şeye hükmen veya hakîkaten mâlik olması Şarttır. Hükmî mülke örnek olarak, adakla vâcib olmuş kurbanlık hayvanın Mnünü gösterebiliriz. Bu yün, adak nedeniyle her ne kadar kurban sahibin mülkiyetinden çıkmışsa da, onun bu yün üzerinde özel bir hakkı vardır.

kayısıyla bu yünü başkasına hîbe etmesi sahih olur. Kumanın, kendi Kiyla geceleme hakkını diğer kumaya mümeyyiz bir çocuk olması yeterli midir? u baliğ bir adam, mümeyyiz bir çocuğa hîbede bulunur da, o çocuk ken-ne hîbe edilen nesneyi kabul ederse, hîbe sahih olup çocuğun mülkiyeti geçer mi, geçmez mî? Buna cevaben deriz ki: Çocuk, hîbeyi kabul etmekle tsneye mâlik olmaz. Ancak süflîlik ve tenezzülü alışkanlık haline getir­enden korkulduğu için, velîsinin, kendisine hîbede bulunulmasına razı îdığına dâir bir karîne bulunursa, o zaman çocuğa hîbede bulunmak havelîsi razı olursa câiz olur.

Kısıtlılık altında bulunan kimseye hîbede bulunmak sahihtir. Bu gibi bir kimseye hîbe olarak verilen şeyi, kendisinin yerine velîsi, yoksa hâkim tes­lim alır. Velî, kendi idaresi altında bulunan kısıtlıya hîbe edilen nesneyi tes­lim almakla yükümlüdür. Teslim almadığı takdirde kayyum olsun, vasî olsun, görevden azledilir. Baba veya dedeye gelince; bunlar, kendi idareleri altında bulunan kısıtlıya hîbe edilen nesneyi teslim almamakla velîlikten azledilmezler. Hîbe edilen nesnenin mülk edinilmesi için teslim alınması şarttır. Baba veya dede, kendi küçük çocuklarına bir şey hîbe ederler de, bu şeyi küçük çocu­ğun yerine baba veya dede teslim almazlarsa çocuğun mülkiyetine geçmez. Baba veya dedenin kendi küçük çocuklarına hîbe ettikleri şeyi onların yeri­ne yine kendilerinin teslim alması, anılan nesneyi bir yerden alıp başka bir yere koymaları şeklinde olur. Hîbe edilen malın tesellümünden önce hîbe eden veya kendisinehîbe edilen fişinin ölümü halİnde.hîbe akdi feshe uğramaz. Bu hususta mirasçıları, asillerin yerine geçerli olur.

Bey' (satış) sîgası için gerekli olan şartlar, hîbe sîgası için de gereklidirler:

Mûtemed kavle göre kabul sîgası, icâb sîgasına uygun olmalıdır. Hîbe eden "iki koyun hîbe ettim" der de, Öbürü "birisini kabul ettim" derse, icâbla kabul sîgası arasında mutabakat sağlanmadığı için hîbe sahih olmaz.

Kabul sîgası, icâb sîgasımn hemen ardısıra söylenmelidir. Şu da var ki, iki sîga arasındaki fasıla, akid konusu dışındaki bir fasıla ise, bu, akid için zararlı olur. Meselâ hîbe eden kişi, "sana hîbe ettim ve onu teslim almaya seni yetkili kıldım" dedikten sonra kendisine hîbe edilen kişi, "kabul ettim" derse, "seni yetkili kıldım" fasılası, hîbe akdiyle ilgili olduğu için, akde za­rar vermez.

Hîbe akdi herhangi bir kayda bağlanmamahdır. "Falan kişi gelirse bu evi sana hîbe ettim" veya "aybaşı olduğunda bu bineği sana hîbe ettim" de­me durumunda hîbe akdi sahih olmaz. Bir kişi, ihtiyaç duyduğunda geri al­mak üzere bir şeyi başkasına hîbe edecek olursa, hîbe akdi sahih olmaz.

Ömrî ve rukbî ifadeleriyle yapılan hîbe sahih olur. Ömrî, "bu evi sana ömürlük verdim", yani sen öldükten sonra ev bana geri gelsin demekle ya­pılır. Rukbî ise "bu evi sana rükbî kıldım", yani sen benden önce Ölürsen ev bana dönsün; ben senden önce ölürsem ev sana kalsın demekle yapılır. Bu durumda yapılan hîbe sahihtir. Ama ileri sürülen şartlar geçersizdir ve hiçbir değer ifâde etmez. Hîbe, mal sahibinin izniyle teslim alınmadan mülk edinilmiş olmaz. Sahibinin izni olmadan, hîbe edilen malın üzerine el koy­duğu takdirde sorumlu olur. Bu arada o mal telef olursa tazminat ödemesi gerekir. Teslim almasına izîn verir de kendisine hîbe edilen kişi henüz teslim gınadan bu izninden cayarsa, izin bâtıl olur. Hîbe edilen şeyin tesellümün­den önce hîbe eden ve kendisine hîbe edilenden birinin ölümü halinde de hüküm sözkonusu olur. Tesellüm için, hîbe edilen malın, hîbe edilen kişinin önüne bırakılması yeterli olmaz. Mutlaka hîbe edenin tesellüme izin vermesi gereklidir.

Hanbelîler dediler ki: Hîbe edenin, tasarrufu caiz bir kimse olma­sı şarttır. Şu halde sefihin, küçük yaştaki çocuğun, kölenin ve benzerlerinin diğer teberrûları sahih olmadığı gibi, hibeleri de sahih olmaz. Velîsi izin ver­se bile, çocuğun ve sefihin hîbesi sahih olmaz. Ama efendisi izin verdiği tak­dirde kölenin hîbesi sahih olur.

Kendisine hîbe edilen kişinin de tasarruf ehliyetine sahip olması şarttır. Mümeyyiz de olsa, küçük yaştaki bir kimsenin hîbe kabulü sahih olmaz. Hî-beyi teslim alması da sahih olmaz. Deli de bu hükme tâbidir. Çocuğun ve delinin yerine hibeyi velîler kabul eder ve teslim alırlar. Zahiren de olsa âdil olan baba, onların yerine iş görür. Eğer onların velî veya vasîleri yoksa, ken­dilerine hîbe edilen malı, hâkim veya onların kendi yerlerine geçirdikleri kim­seler teslim alırlar. Velîlerinin bulunmaması halinde onlar için anaları veya onun peşi sıra gelen yakınları teslim alır ve kabul ederler. Hîbe edilen nesne­nin bilinir olması şarttır. Meçhul şeyin hîbesi sahih olmaz. Ancak önce de belirtildiği gibi bilinmesi imkânsız olursa, hîbe edilmesi sahih olur. Batında­ki ceninin, memedeki sütün, hayvanın sırtındaki yükün hîbe edilmesi sahih olmaz. Koyunun sahibi, koyunun sırtındaki yünün kırkılmasına, memesin-deki sütün sağılmasına izin verirse, bu, serbest etme ve mubah kılma olur. Susamdaki ve zeytindeki yağı hîbe etmek de böyledir. Sıkılıp çıkarılmadan önce bu yağların hîbe edilmesi sahih olmaz. Hîbe edilen şeyin mevcud olma­sı şarttır. Olgunlaştığı görülmeden, ağaçtaki meyvenin hîbe edilmesi sahih olmaz.

Hîbe edilen şeyin, karşı tarafa teslim edilebilir bir şey olması şarttır. Me­selâ kaçak kölenin veya havadaki kuşun hîbe edilmesi sahih olmaz.

Hîbe edilen şeyin, satılması sahih bir şey olması gerekir. Satılması sa­hih olmayan şeyin hîbe edilmesi sahih olmaz. Bazıları bulundurulmasına izin verilmiş olan köpekle, kendisinden yararlanılması mubah olan necasetin sa­tılması sahih olur demişlerdir. Hîbe sığasına gelince; bu sîganın, "hîbe ettim" veya "mülk ettim" gibi bir lâfız veya kişinin kendi kızını çeyizlendirmesi gi­bi bir fiil olup örfen hîbeye delâlet etmesi şarttır. Kişinin kendi kızını çeyiz­lendirmesi, bu çeyizleri bilfiil ona hîbe etmesi demektir. "Aybaşı gelince sana hîbe ederim" sözünde olduğu gibi, hîbe sığasını, müstakbel bir şarta bağla­mak sahih olur. "Ölürsem sana hîbe etmiş olayım" sözünde olduğu gibi, hibeyi ölüm şartına bağlama halinde, bu bir vasiyet olur.

Hibenin vakitle sınırlandırılması, meselâ "bu elbiseyi bir aylığına sana hîbe ettim" denmesi sahih olmaz. Ancak ömrî ve rukbî hîbeler bundan müs­tesna olarak caizdir.

Sırf hîbe akdi ile hîbe sahih olup, hîbe edilen şey karşı tarafın mülkiye­tine geçer mi? Yoksa karşı tarafın mülkiyetine geçmesi için, o şahsın kendi sine hîbe edilen nesneyi kabzetmesi zorunlu mudur? Bu hususta iki görüş vardır: Makbul görüşe göre hîbe edilen şey kabz edilmeden, kendisine hîbe edilen şahsın mülkiyetine geçmez. Kişi, kendisine hîbe edilen nesneyi kab-zetmeden o nesne üzerinde tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu geçerli olmaz.

 

Borcun Hîbe Edilmesi

 

Bir kişinin bir başkası nezdinde alacağı olur da, bu alacağını borçluya veya bir başka şahsa hîbe ederse, bu caiz olur. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(4) Hanefîler dediler ki: Borcun borçluya hîbe edilmesi caiz olur. Ala­caklı, "sendeki alacağımı sapa hîbe ettim" derse, bu sahihtir. Ne var ki, bu gerçek bir hîbe olmaz. Çünldi hîbenin borç değil de ayn olması şarttır. Bor­cun hîbesi, önce de belirtildiği gibi, hîbe lafzıyla da olsa borcu düşürmekten mecazdır. Borcun düşürülmesi, hîbe edenin sadece "borcu sana hîbe ettim" demesiyle tamamlanmış olur. Borçlunun kabulü şart değildir. Borçlu kabul etmeyip reddederse, bu hîbe geri çevrilmiş olur ve seçkin görüşe göre borcu zimmetinde kalır. Bu, borçlunun aslî borçlu olması durumunda böyledir. Ama kefil ise, alacaklı, kefili bulunduğu borcu kendisine hîbe ettiği takdirde, ka­bul etmesi şartıyla hîbe sahih olur. Bu bağışı reddederse, reddi sahih olur. Ama alacaklı, onu kefaletten ibra ederse, kefilin kabulüne gerek kalmaksı­zın ibra tamamlanmış olur. Kefilin, ibrayı reddetmesi durumunda bile reddi kabul edilmez. Çünkü alacaklı, artık onun kefaletine gerek duymamakta­dır. Kefilliğini kabul etmeye de zorlanamaz.

Alacaklı asıl borçluyu borçtan ibra eder veya borcu onu hîbe eder de, borçlu bunu kabul ederse, hem borçlu hem de kefili borçtan kurtulmuş olur. Ama borçlu bunu kabul etmezse, hiç birisi zimmetten kurtulmuş olmaz.

Bir kişinin, kendisinde alacağı olan borçlu ölür de, borcu mirasçılarına hîbe ederse, hîbe sahih olur. Eğer mirasçı, hîbeyi reddederse, reddedilmiş olur. Alacaklı bu borcun bazı mirasçıların paylarına düşen kısmım hîbe ederse, bu hîbe bütün mirasçılar için yapılmış olur. Ama bir mirasçıyı, borcun payı­na düşen kısmından ibra ederse, bu ibra, o mirasçının payına düşen borç Kin sahih olur. Bu anlatılanlar, borcun, borçlu olan şahsa hîbe edilmesine dâirdir.

Borcun, borçludan başkasına hîbe edilmesine gelince; bu, sahih olur. pîbenin tanımında da öğrenilmiş olduğu gibi, borç hibesinin sahih olması alacaklının, kendisine hîbe edilen kişiye borcu teslim almasını emret­mesi şarttır. O da, alacaklıya niyâbeten bu alacağı borçludan teslim alır. Böyle Unca borç, ayn olmuş olmaktadır. Bprcu, kendi için teslim alacaktır.

Mâlikîler dediler ki: Borcun borçluya veya başkasına hîbesi sahih olur. Borçluya hîbe edilirse ibra olur. İbranın tamamlanması için de, kuv­vetli görüşe göre, borçlunun ibrayı kabul etmesine gerek vardır. Çünkü ib­ra, mülkün başkasına nakli demektir. Borçlu kabul etmezse, borcun kendisine hîbe edilmesi sahih olmaz. Bazıları borcun hibesinin, mülkün nakli değil de düşürülmesi demek olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla borçlunun kabu­lüne gerek yoktur.

Alacaklının borcu, borçludan başkasına hîbe etmesine gelince; bu hîbe üç şartla sahih olur:

1- Hîbe ederken şahit bulundurmalıdır. Şahit bulundurmak, bu hîbe-nin sıhhat şartıdır.

2- Eğer senedi varsa, alacaklının borç senedini, kendisine hîbe edilen kimseye vermesi gereklidir. Bu şart üzerinde ihtilâf edilmiştir: Bazıları bu­nun sıhhat şartı, diğer bazılarıysa kemâl şartı olduğunu söylemişlerdir. Kuv­vetli olan görüşe göre bu, kemâl şartıdır.

3- Kendisine hîbe edilen kişiyle -eğer hazırdaysa- borçluyu bir araya ge­tirmelidir. Ama gâibteyse bir araya getirilmesi şart değildir. Borçlunun ha­zır olması durumunda, onunla, kendisine borcun hîbe edildiği kimseyi bir araya getirmek sıhhat şartı mı, yoksa kemâl şartı mıdır? Kuvvetli görüşe gö­re bu, kemâl şartıdır. Bir adamın bir başkasından sözgelimi yüz bin lira ala­cağı olur da, bu parayı kardeşine hîbe etmek isterse, hîbe ederken başkasın» şahit olarak bulundurması, kardeşiyle -eğer hazırsa- borçluyu bir araya ge­tirmesi ve borcu ona havale etmesi, eğer beraberinde varsa borç senedini kar­deşine vermesi, en sağlam ve en mükemmel yol olur. Hîbenin bu şekilde tamamlanmış olacağı hususunda ittifak vardır. Borçluyu hîbe akdi yapılan yere getirmek imkânsız olursa veya borç senedi yoksa, hîbenin sahih olması için şahit bulundurma ve kabul yeterli olur.

Borçlu hazırda olur da kendisine hîbe edilen kimseyle bir araya getiril­mezse veya borcun senedi olduğu halde kendisine hîbe edilen kimseye veril­mezse, hîbe sahih olur mu, olmaz mı? Başkasına hîbe edildiğini bildikten sonra, borçlunun borcu alacaklıya vermesi halinde, borçlu bu meblağı ken­disine hîbe edilen kimseye ödemekle yükümlü olur.

Borcun rehin bırakılması da tıpkı bu mesele gibi olup, rehin bırakırken şahit bulundurmak gerekir. Borcun rehin edilmesi şu şekilde olur: Ali, Meh­met'ten yirmi bin liraya bir şey satın alır. Ali'nin, Halid'ten yirmi bin liraya eşit veya daha fazlası kadar bir alacağı olur da, bu alacağını, satın aldığı eş­yanın bedeline karşılık olarak Mehmed'in yanına rehin bırakırsa, bu durumda Halid'teki alacağını Mehmed'e rehin bıraktığına başkasını şahit tutması; varsa borç senedini Mehmed'e vermesi, hîbedaki tafsilâta göre Mehmet'le borçlu­yu (Halid'i) bir araya getirmesi gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Borcun, borçluya hîbesi ibradır. Borçlunun bu ibrayı kabul etmesine gerek yoktur. Borcun borçludan başkasına hîbe edil mesi konusunda ise ihtilâf vardır: Bazıları bunun safiih bir hîbe, diğer bazı­larıysa bâtıl bir hîbe olduğunu söylemişlerdir. Bâtıl olduğunu söyleyenlerin görüşü kabule daha uygundur. Çünkü borç olarak nitelenen şey, teslimine muktedir olunamayacak şeydir. Teslim alınma durumunda borç değil de ayn olur. Borcun satışına gelince, mûtemed görüşe göre bu sahihtir.

Bir kişinin bir başkasından alacağı olursa, bu borcunu bir bedel karşılı­ğında satması sahih olur. Bu durumda borç, bir bedele karşılık olur. Bu da satılan şeyin (borcun) tahöilini üstlenmek olur ki, bu, hîbenin hilâftnadır. Çünkü hîbenin karşılığı yoktur. Hîbe edilen şeyi tahsil etmeyi üstlenmek sa­hih değildir.

Hanbelîler dediler ki: Borcun borçluya hîbesi sahih olur. Alacak­lı, borcu borçluya hîbe ederse sahih olur veya onu borçtan ibra eder veya borcu onun zimmetinden düşürür veya borcu ona bırakır veya ona mülk eder veyahut da borcu ona sadaka olarak verirse, bu sahih olur. Borç belirli ol­sun olmasın, bütün bunlar sahih olur. Borcun borçludan başkasına hîbe edil­mesine gelince; bu hîbe, sahih olmaz. Çünkü hîbe, belirli bir şeyin varlığını gerektirir. Oysa burada belirli bir şey mevcud değildir.

 

Hîbe'den Geri Dönme

 

Hîbe eden kişi, hibesinden cayamaz. Ancak tafsilâtı mezheble-re göre aşağıda verilecek olan bazı durumlarda hîbesihden geri dö­nebilir.

 

(5) Hanefîler dediler ki: Her ne kadar hîbeden rücû etmek tenzîhen -veya kuvvetli görüşe göre tahrîmen- mekruhsa da, hîbe eden kişinin, kendi­sine hîbe edilen \ kişiden hîbe edilen şeyi teslim almasından sonra hîbeden .rücû etmesi sahih olur. Hîbe edilen şeyin tesellümünden önce rücû etmesi eyleviyetle sahih olur. Hîbe eden kişi rücû hakkını düşürür de daha sonra yine rücû ederse, rücûu sahih olur. Çünkü rücû hakkı, kendisinin düşürme­siyle düşmez. Hîbede rücû hakkı altı şeyle düşer:

1- Kendisine hîbe edilen kişinin, hîbe edilen aynda bitişik bir fazlalık meydana getirmesi. Meselâ adamın biri bir başkasına zayıf bir koyun hîbe eder. Kendisine hîbe edilen de "bu hayvana yem verip semizletirse, tnı durumda hibe edenin hîbesinden rücû etmeye hakkı kalmaz. Hatta sözkonusu eski za­yıf haline dönse bile, rücû edemez. Yine bunun gibi adamın biri bir başkası-

küçük bir hayvan hîbe eder de, bu hayvan kendisine hîbe edilenin yanında büyürse; veya adamın biri bir başkasına câhil bir köle hîbe eder de, bu adam ? koeye okuma yazma Öğretirse; veya adamın biri bir başkasına beyaz bir Kumaş hîbe eder de, o adam bu kumaşı boyar veya dikerse, hîbe etmiş plan «şı, hîbesinden cayamaz. Ama bir kişi, bir başkasına bir koyun hîbe eder bu koyun onun yanında gebe kalırsa ve gebeliği de değerini arttırmış olursa, hibeden cayması mümkün olur.

Adamın biri, bir başkasına arsa hîbe eder de, öbürü bu arsaya bina ya­par veya ağaç dikerse, bu bina ve ağaçlar da arsanın tüm değerini arttırırsa, hîbe etmiş olan kişi, hibesinden geri dönemez. Bu bina ve ağaçlar arsada sa­dece bulundukları kesimin değerim arttırıyorlarsa, yalnızca o kesimin hibe­sinden geri dönemez. Sonraları bina yıkılır veya ağaçlar sökülürse, o kesimin hibesinden de geri dönebilir. Çünkü fazlalık, hayvanın semizliği ve zayıflı­ğında olduğu gibi, aynın kendisinde değildir.

Adamın biri, değeri on liraya eşit olan bir aynı başkasına hîbe eder de bilâhare bu aynın değeri artarsa, bu artış hîbe eden kişinin hibeden geri dön­mesine engel teşkil etmez. Kendisine hîbe edilen kişi, hîbe edilen aynı bir yerden başka bir yere naklederse ve bu nakil nedeniyle fiyatı artarsa, hîbe eden kişi hibeden geri dönme hakkına sahip olmaz. Çünkü fiyat artışı, kendisine hîbe edilenin çalışması ve masrafı sayesinde olmuştur. Bazıları buna rağmen hî-beden geri dönme hakkına sahip olur demişlerdir.

Hîbe edilen nesnede meydana gelen ayrık fazlalıklara gelince, bu fazla­lıklar hîbe edenin, hîbe ettiği nesnenin aslını geri almasına engel teşkil et­mezler. Meselâ bir inek hîbe etmişse ve bu inek bir yavru doğurmuşsa, ineği geri alabilir, ama yavruyu alamaz. Yavrusunun süt emme ihtiyacında oldu­ğu inek geri mi alınır, yoksa emzirme döneminin sonuna kadar beklenir mi? Bu hususta iki görüş vardır. Meyve, ayndan ayrı olarak meydana gelen faz­lalıklardandır. Adamın biri, bir başkasına bir bahçe hîbe eder de bu bahçe meyve verirse, hîbe eden kişi bahçeyi geri alabilir. Meyvelere gelince bunlar, bahçenin hîbe edildiği kimseye aittir ve onun hakkıdır.

2- Hibeden geri dönme hakkını düşüren sebeplerden biri de, hîbe akdi­ni yapanlardan birinin tesellümden sonra ölümüdür. Meselâ adamın biri kendi evini kardeşine hîbe eder de, sonra bu kardeşi ölürse, hîbe eden kişi hîbesin-den geri dönemez. Aynı şekilde hîbe edenin Ölümü halinde mirasçıları da hî-beden geri dönemezler.

3- Bedel. Adamın biri kendisine bir bedel vermesi şartıyla evini hîbe eder­se, hîbeden geri dönme maddesini akde koyması sahih olur. Bunun açıkla­ması ileride, bedel karşılığı hîbe bölümünde yapılacaktır.

Hîbe edilen şeyin hîbe edenin mülkiyetinden çıkmasında, çıkışın, ken­disinde mal sahibine özgülük bulunan her bakımdan tam olması şarttır. Ak­sı takdirde geri dönme hakkı düşmez. Meselâ adamın biri, bir başkasına bir koyun hîbe eder de, diğeri bu koyunu kurban olarak keser ve koyun et hali­ne gelirse, koyun sahibinin hîbeden geri dönüp eti alması caiz olur. Çünkü ou durumda koyun, tam olarak onun mülkiyetinden çıkmış değildir.

4- Eşlik (zevciyet): Koca, eşine bir şey hîbe ettikten sonra hibesinden geri dönemez. Ama evlenmeden önce kendisine hîbe etmesi ve sonra da ken­disiyle evlenmesi durumunda hibesinden geri dönebilir.

5- Akrabalık. Adamın biri zımmî veya müste'men de olsa, kendi akra­basından birine hîbede bulunursa, hibesinden geri dönmesi sahih olmaz. Ba­basına, oğluna, kardeşine veya amcasına veya bunlardan başka bir akrabasına hîbede bulunan kişinin hîbeden geri dönme hakkı düşer. Ama süt (rada') veya hısımlılık bağı bulunan kimselerden birine hîbede bulunan kimse, bun­dan geri dönme hakkına sahiptir,

6- Hîbe edilen aynın helak oluşu. Bu, açık bir husustur. Kendisine hîbe edilen kişi, hîbe edilmiş şeyin helak olduğunu iddia ederse, yemin etmesine gerek kalmaksızın sözü tasdik olunur. Hîbe eden kişi, hîbe edilen eşyanın helak olmayıp, mevcud olduğunu söyler, kendisine hîbe edilen de bunu in­kâr ederse, inkâr eden kişiye, durumunun böyle olmadığına dâir yemin etti­rilir. İkisinin rızâsı veya hâkimin hükmü olmadan hîbeden geri dönmek sahih olmaz. Geri dönüş, karşılıklı rızâ veya hâkimin hükmüyle olursa, bu, hîbe akdini esastan feshetmebolur. Hîbe edilen şeyin bu şekilde geri verilmesi, onu hîbe etmiş olana hîbe etmek değil de, onun mülkiyetine iade etmektir. Bu nedenle hîbe etmiş olanın bu durumda o şeyi kabul etmesi şart koşulma-mıştır. Eğer bu, ona yeni bir hîbe olsaydı, kabzetmesi şart koşulacaktı.

Mâlikîler dediler ki: Hîbe edenin hîbeden geri dönme hakkı yok­tur. Çünkü hîbe, bağlayıcı bir akidtir. Ne var ki, bazıları hîbenin sırf akidle tamamlanıp bağlayıcı olacağını söylemişlerdir. Hîbenin tamamlanması için, kendisine hîbe edilen kişinin, hîbe edilen şeyi teslim alması şart değildir. Meş­hur olan görüş de budur. Diğer bazılarıysa hîbenin, ancak hîbe edilen şeyi teslim almakla tamamlanabileceğini ve bunun şart olduğunu söylemişlerdir. Bu şartın gerçekleşmemesi halinde hîbe akdi bağlayıcı olmaz ve hîbe eden de hîbeden geri dönme hakkına sahib olur. Ancak ana ve baba, ileride veri­lecek tafsilâta uygun olarak hîbeden geri dönme hakkına sahiptirler.

Hîbenin bâtıl olduğu bazı durumlar vardır ki, bunları şöylece sıralaya­biliriz:

1-Hîbe edenin bütün mal varlığını kapsayacak kadar borç altında olu­şunun tesbiti nedeniyle hîbenin tesellümünün gecikmesi. Bu borcun hîbe ak­dinden önce mevcud olmasıyla, hîbe akdinden sonra meydana gelmiş olması arasında bir fark yoktur. Ancak borcun hîbe akdinden önce mevcud olması durumunda hîbe, ittifakla bâtıl olur. Borcun hîbe akdinden sonra meydana gelmesi durumunda ise hîbe, meşhur olan görüşe göre bâtıl olur.

2- Hîbe eden kişinin, birincinin teslim almasından önce kendisine hîbe edilen ikinci şahsın teslim alması şartıyla hîbe ettiği nesneyi bir başkasına hîbe etmesi durumunda hîbe bâtıl olur. Çünkü ikincisi, elini kendisine hîbe edilen nesnenin üzerine koyduğu için, birinciye tercih edilir. Hîbe edenin de, hîbe edilen nesneyi kendisinden talep etmede kolaylık göstermese bile, bi­rinci şahsa bir ödün vermesi gerekmez. Meşhur görüş budur. Borcun hîbesi de bu cümledendir. Adamın birinin bir şahısta alacağı olur, sonra bu alacağını borçludan başkasına hîbe eder ve öbürü de tesellüm yerine geçebilecek bir eylemde bulunmazsa, meselâ borcun senedi olduğu halde bu senedi tes­lim almazsa, hîbe akdi bâtıl olur. Ama birincisi, tesellüm sayılacak bir ey­lemde bulunursa, bu borç kendisinin olur. İkincisi de zimmetten ibra edilmiş olmaz.

Adamın biri başkasına bir eşyayı hîbe edeceğini vaad eder de, hîbe et­meden o eşya ile birlikte kendisi veya elçisi sefere çıkar, sonra da hîbe ede­cek olan şahıs ölürse, bu durumda hîbe bâtıl olur. Çünkü hîbe edilecek eşya, hîbeye engel durumun ortaya çıkmasından önce teslim alınmış değildir. Hî-beye engel durum, hîbe edecek olanın ölümüdür. Kendisine hîbe edilecek ola­nın ölümü de aynı sonucu doğurur. Hîbeyi kabul etmemiş olduğundan dolayı, hîbe bâtıl olur. Tabiî eğer hîbe edecek olan kişi, bu hîbenin falan şahsa âit olduğuna şahit tutmamışsa, hîbe bu durumda bâtıl olur. Eğer şahit tutmuş-sa, ikisinden birinin ölümü durumunda hîbe bâtıl olmaz. Zîra mirasçı, hîbe­yi kabul hususunda,hîbenin kendisine gönderildiği kimsenin yerine geçerlidir.

Hîbe, hîbe edenin hîbeyi satmasıyla bâtıl olmaz. Adamın biri, bir baş­kasına bir aynı hîbe eder, kendisine hîbe edilen kimse bunu bilmez ve bu hî­beyi talepte de kusurlu davranmaz, sonra hîbe eden kişi bu hîbeyi ona satarsa, kendisine hîbe edilen kişi iki şeyden birini yapabilir: Dilerse satış akdini onaylar ve hîbenin bedelini teslim alır. Dilerse satış akdini feshederek hibeyi teslim alır. Ama kendisine hîbe edilen kişinin hîbe olayını öğrenmesinden ve hîbe­ye el koyma hususunda ihmalkâr davranmasından sonra, hîbe etmiş olan kişi hîbeyi satarsa, satış akdi geçerli olur. Satılan hîbenin bedelini hîbe eden mi yoksa kendisine hîbe edilen mi alacaktır? Bu hususta ihtilâf vardır. Kuvvetli görüşe göre bu bedeli, kendisine hîbe edilen kişi almalıdır.

3- Tesellümün hîbe edenin ölümcül bir hastalığa yakalanmasına kadar gecikmesi. Bu durumda hîbe, hîbe edenin hastalıklı zamanında bile teslim alınmış olsa, bâtıl olur. Çünkü hîbenin, hîbe edenin sağlıklı olduğu zaman­da teslim alınması şarttır. Bu durumda hîbe, hîbe edenin sağlık durumunun belli olmasına dek askıda bırakılır, ölürse, hîbe bâtıl olur. Terekesinin ne üçte birinden, ne de başkasından alınır. Çünkü farz olunan, onun hastalık halinde değil, sağlıklı olduğu zamanda hîbe etmesidir ki, vasiyet gibi hîbe de terekesinin üçte birine kadar geçerli olsun. Ama hîbe eden iyileşecek olursa, hîbe bâtıl olmaz. Hîbe edenin delirmesi de bu hükme tâbidir. Aklı başınday­ken hîbe eder, sonra da karşı taraf, delirinceye kadar hîbeyi teslim almayı geciktirirse, hîbe askıya alınır. Hîbe eden akıllanıp akh başına gelirse hîbe geçerli;, deli olarak ölürse bâtıl olur.

4- Sahibinin âriye veya vedîayı, elinde bulundurmakta olan şahsa hîbe etmesi. Bunun üç şekli vardır:

a- Kendisine hîbe edilen kişi hîbe olaymı bilir ve hîbe eden hayattayken bu hîbeyi kabul eder de bundan sonra bîbe eden Ölürse, hîbe, ittifakla ta­mamlanmış olur.

b- Kendisine hîbe edilen kişi hîbe olayını bilir, ama hîbe eden sağ iken hîbeyi kabul etmez de ölümünden sonra kabul eder veya hiç kabul etmezse, bir görüşe göre hîbe sahih, diğerine göre ise bâtıldır.

c- Kendisine hîbe edilen kişi hîbe olayını bilmezse, bu durumda kabul rüknü tahakkuk etmediği için, hîbe ittifakla bâtıl olur. Doğru olan görüşe göre hîbede kabul, zorunlu olarak gereklidir.

Kendisine hîbe edilen kişi, hîbeyi, kabul ile kesinleşmeden teslim alır, yani kabul edeyim mi, etmeyeyim mi diye düşünmek üzere teslim alır; sonra da hîbe eden ölür ve kendisine hîbe edilen de onun ölümünden sonra kabul ederse, sahih olur. Aynı şekilde kendisine hîbe edilen, hîbe eden hayatta iken kabul eder, sonra da hîbeyi taleb eder ve talebinde ısrar gösterir, ama hîbe eden onu günden güne oyalarsa ve bu hal hastalanmasına kadar devam edip nihayet ölürse, hîbe b^tıl olmaz. Aynı şekilde kendisine hîbe edilen, hî­be edenden teslim almadan önce hîbeyi satar veya başkasına hîbe eder, son­ra da hîbe eden ölürse, hîbe bâtıl olmaz. Çünkü kendisine hîbe edilenin, hîbe edilen şeyde tasarrufta bulunması, onu teslim alması demektir. Her ne ka­dar bu tasarruf sonunda müşteri veya kendisine hîbe edilen (ikinci) şahıs mez­kûr nesneyi teslim almasa bile, bu hüküm böyledir. Yine bunun gibi, bir kişi bir aynı, bir başkasına hîbe eder; kendisine hîbe edilen kişi de olayı bilmez ve bu hal de kendisinin ölümüne kadar devam ederse, hîbe bâtıl olmaz. Bu hîbeyi mirasçıları alır.                   -                                              

5- Hîbeyi bâtıl kılan durumlardan biri de babanın, hibesinden rücû et­mesidir. Baba, hibesinden rücû ederse, hîbe etmiş olduğu mal kendisine geri döner. Bu hak sadece babaya mahsustur. Ana tarafından olsun, baba tara­fından olsun, diğer yakınların böyle bir hakları yoktur. Ancak az sonra an­latılacak olan bazı tafsilât çerçevesinde ana bu hakka sahiptir. Babaya gelince o; zengin olsun yoksul olsun, büyük olsun küçük olsun, kız olsun, erkek ol­sun hür olan çocuğuna yapmış olduğu hîbeden, çocuğun o hîbeyi teslim alıp Üzerine el koymasından sonra rücû edebilir. Rücû sîgası şöyledir: Baba, "Hîbe ettiğim şeyden rücü ettim" veya "o şeyi ondan aldım" veyahut, "o şeyi zor­la ondan aldım" derse, hîbeden rücû etmiş olur. Bazıları derler ki, babanın, zorla aldım anlamına gelen "i'tasartühû" demesi gereklidir. Ama birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü halkın çoğunluğu bu kelimeyi bilemez. Bu konuda vârid olan hadîs-i şerif, bu kelimeyi telâffuz etmenin şart olmadığını belirt­mektedir. Hadîsin lâfzı şudur:

Baba dışında hiç kimsenin, bir şeyi hîbe edip de sonra bu hîtesinden i dönmesi helâl olmaz."

Ancak babanın hîbeden rücû edişinin sahih olması için İki şartın ger­çekleşmesi gereklidir:

a- Hîbe ile, oğluna, muhtaç ve halk arasında perişan durumda bulun­duğu gerekçesiyle şefkat ve merhamet gösterme, aradaki yakınlık ilişkilerini güçlendirme maksadını gütmüş olmalıdır. Hibeyi bu maksatla yapmışsa, rücû edebilir.

b- Hîbe ile oğlunun şahsını değil, sırf âhiret sevabını kasdetmiş olmalı­dır. Bu maksadı gütmüşse, bu verdiği, hîbe lafzıyla sadaka olur. Artık geri dönmesi sahih olmaz. Evet, oğluna karşı şefkat veya sadaka maksadı güder, ancak dilediği zaman hîbe veya sadakasından geri dönebileceğini şart koşar­sa, bu onun hakkıdır. Şartına göre hareket edebilir.

6- Hibeyi bâtıl kılan durumlardan biri de, ananın hîbesinden geri dön­mesidir. Ana, baba için sayılan iki şarta ek olarak üçüncü bir şartla hîbesin­den geri dönebilir. Bu üçüncü şart da şudur: Ana çocuğunun büyük olması veya küçük olup da babasının var olması şartıyla hîbesinden cayabilir. Ama çocuğu öksüz olup da ona bir şey hîbe ederse, bundan geri dönemez. Yani ancak çocuğunun babasının var olması şartıyla hîbesinden rücû edebilir. Ço­cukla babası varlıklı da olsalar, malî durumları elverişli olmasa da, hatta baba deli de olsa, ana çocuğuna yaptığı hibeden rücû edebilir. Babasının sağlığın­da çocuğuna hîbe eder de bundan sonra baba ölürse, seçkin olan görüşe gö­re ana, hîbeden rücû edebilir. Ana ve babanın hibeden rücû etmelerine engel bazı durumlar vardır:

a- Kendisine hîbe edilen kişinin hibede tasarrufta bulunması. Meselâ onu satması veya rehine bırakması veya başkasına hîbe etmesi, yahut da hîbenin niteliğini değiştirecek bir işlemde bulunması. Örneğin altın veya gümüş pa­raları eritip ziynet eşyasına dönüştürmesi gibi.

b- Hîbe edilen şeyin kendisinde değer artışının meydana gelmesi. Mese­lâ hîbe edilen bir kölenin sanat öğrenmesi veya hîbe edilen küçük bir şeyin büyümesi veyahut hîbe edilen zayıf bir hayvanın semizlenmesi gibi. Hîbede değer eksikliğinin meydana gelmesi, söz gelimi hîbe edilen semiz bir hayva­nın zayıflaması da değer artışıyla aynı hükme tâbidir.Hîbede meydana gelen bu değişiklikler, geri dönmeye engeldirler.

c- Babanın oğluna hîbe etmesinin, halkın ona güven duymasına sebep olması. Dolayısıyla bazı İnsanların ona borç vermesi veya kızını kendisine eş olarak vermesi veya kendisi kız ise oğluna eş olarak alması. Bu durumda babanın, çocuğuna hîbede bulunduktan sonra rücû etmesi caiz olmaz. Ama baba, evli olan veya borçlu olan çocuğuna hîbede bulunursa, rücû etme hak­kına sahiptir. Çünkü bu durumdayken verilen hîbe, başkasının çocuğa gü­ven duyarak aldanmasına neden olmaz. Kendisine hîbe edilen çocuğun hastalanması da bu hükme tâbidir. Çocuk hastayken, baba, ona yaptığı hî­beden rücû edemez. Çünkü çocuk ölürse, bu hîbe onun mirasçılarının hakkı olur. İyileşirse, baba hîbeden rücû etme hakkına sahip olur.

Şafiîler dediler ki: Hîbe edenin izniyle hîbenin kabz edilmesi veya onun teslim etmesiyle hîbe akdi tamamlandıktan sonra artık bu akid bağla­yıcı olur. Bu hîbeden geri dönmek sahih olmaz. Ancak her ne kadar geriye doğru çıksa da, baba hîbesinden geri dönebilir. Dede her ne kadar geriye doğru çıksa da bu hükme tâbidir. Aynı şekilde ana ve nine de, her ne kadar geriye doğru çıksalar bile, bu hükme tâbidir. Baba, büyük olsun küçük ol­sun, kız olsun erkek olsun, çocuğuna yapmış olduğu hîbeden geri dönebilir. Geri dönebilmek için şu şartlar gereklidir:

1- Çocuk, hür olmalıdır. Eğer köle ise, kendisine yapılan hîbeden geri dönülemez. Çünkü köleye yapılan hîbe, efendisine yapılmış demektir. Efen­di de babanın yabancısıdır. Baba, hîbe ettiği şeyi efendiden geri alma hakkı­na sahip değildir.

2- Hîbe edilen şeyin, çocuğun tasarruf yapabilecek şekilde sultası altın­da bulunması. Çocuğun o şeydeki sultası sona ererse, meselâ kendisine hîbe edilmiş olan o şeyi başka bîrine hîbe eder, o bîri de bu hibeyi teslim alıp mül­kiyetine geçirirse, çocuğun babası artık hîbeden rücû edemez. Aynı şekilde çocuk, o şeyi başkasına rehin olarak bırakır, rehinci de o şeyi teslim alırsa, bu durumda baba hîbeden geri dönme hakkına sahip olmaz. Çünkü bu du­rumda her ne kadar mülkiyetinde kalmaktaysa da, babanın hîbe etmiş oldu­ğu şey üzerinde hiç bir otoritesi kalmamıştır. Ama hîbe etmiş olduğu şeyi oğlundan gasben alırsa, o şey üzerindeki hâkimiyeti baki kalır ve babanın bu hîbeden rücû etmesi sahih olur.

4- Sefihlik nedeniyle çocuk üzerine kısıtlılık konulmuş olmamalıdır. Eğer kısıtlılık altına alınmışsa, babanın hîbeden rücû etmesi memnu olur.

5- Hîbe edilen şey, tavuk yumurtası ve yerden biten çekirdek gibi tüke­tilen bir ayn olmamalıdır. Hîbe edilen tarlanın ekilmesi ve icara verilmesi, hîbeden geri dönmeye engel teşkil etmez. Çünkü hîbe edilen ayn, yerinde bakî kalmıştır. Baba hîbeden geri dönerse, icar feshe uğramaz. Aksine, icar akdi olduğu gibi kalmakta devam eder. îcâr süresi içinde baba, tarladan yarar­lanamaz.

6- Kendisine hîbe edilen çocuk, hibeyi satmış olmamalıdır. Satmış ise, babanın hîbeden rücû etmesi imkansızlaşır. Vakıf ve benzeri şeyler gibi, mal üzerindeki hâkimiyeti giderici şeylerde bu hükme tâbidir.Şu halde sattıktan sonra bu gibi malların mülkiyeti geri dönerse, rücû etme hakkı da geri dön­müş olmaz.

Semizleme ve benzeri şekilde, hîbe edilmiş aynda meydana gelen bitişik fazlalık, hîbeden geri dönmeye engel değildir. Baba, hîbe ettiği eşyayı, mey­dana gelen fazlalıkla birlikte geri alabilir.Ama hîbe edilen hayvanın doğur­ması veya hîbe edilen bahçenin meyve vermesi gibi, hîbede meydana gelen aynk fazlalıklar meydana gelirse, bu tür fazlalıklar, kendisine hîbede bulu­nulan çocuğa âit olur. Çünkü bu fazlalıklar, hîbe çocuğun mülkiyetindey-ken meydana gelmiştirler. Baba, sadece hîbenin aslım geri alarak rücû edebilir.

Baba, hibeden geri dönme hakkını düşürürse, bu hak düşmez. "Hîbe ettiğimden rücû ettim" veya "hîbe ettiğim şeyi geri aldım veya "hîbe etti­ğim şeyi mülküme geri çevirdim veya "hîbeyi bozdum" veya "hibeyi iptal ettim" veyahut "hibeyi fesh etti' demekle hibeden rücû etmiş olur. Hîbe edenin, hîbe ettiği şeyi satması, vakfetmesi, bir başkasına hîbe etmesi veya hîbe ettiği şey bir köle ise, onu azâd etmesiyle hîbeden rücû olayı meydana gelmiş olmaz. Sebepsiz yere hîbeden rücû etmek mekruhtur. Ama kendisine hîbede bulunulmuş olan çocuğu fâsid şehvetler ve mâsiyetler uğruna mas­rafta bulunmaktan menetme gibi bir sebeple hîbeden rücû etmek mekruh ol­maz. Hîbeden rücû ederek çocuğu malsız bırakmak, onu mâsiyet işlemekten men etmek için tek çıkar yol ise, o zaman babanın bunu yapması gerekli bir vecîbe olur. Çocuk isyankar olup da babanın hîbeden geri dönmesi onun is­yankârlığını arttıracaksa, hîbeden geri dönmek mekruh olur.

Hanbelîler dediler ki: Hîbe eden kişi, hîbenin karşı tarafça tesellü­münden önce rücû etme hakkına sahiptir. Çünkü hîbe akdi, ancak hîbenin tesellümünden sonra tamamlanmış olur. Hîbe eden kişi, karşı tarafın tesel­lümünden önce hibeyi satar veya bir başkasına hîbe ederse, önceki hîbe akdi bâtıl olur. Çünkü bu, hîbeden rücû sayılır. Tesellümden sonrasına gelince; hîbe, kendisine hîbe edilen kişi için (bir mülk olarak) tamamlanmış olur. Hîbe etmiş olan şahıs, artık bundan sonra hîbeden rücû etemez. Bu hükümden sadece baba müstesnadır. Baba, çocuklarından birine hîbe ile fazl-ü ihsanda bulunursa, bu hibesinden geri dönebilir. Diğer çocuklarının izni olmadan bir çocuğuna yapmış olduğu hîbeden rücû etmesi vâcib olur. Çünkü şer'î hakla­rına uygun olarak çocuklar arasında eşitliği sağlamak baba, ana ve diğer ya­kınlar için bir vecîbedir. Şu da var ki, hîbeden rücû etmek, çocukları arasında eşitliği sağlama niyetinde olsun olmasın, direkt olarak sadece babanın hak­kıdır. Tesellüm sonrası akid tamamlandıktan sonra ana, dede ve diğer akra­balar rücû hakkına sahip değildirler. Babanın hîbeden rücû edişinin sahih olması için şu şartlar gereklidir:

1- Hîbe edilen şey borç veya menfaat değil, ayn olmalıdır. Babanın, ço-cuğundaki alacağını ona hîbe etmesi durumunda, bu hibesinden rücû etme­ye hakkı yoktur. Çünkü borcun hîbesi, borcu karşı tarafa mülketmek değil, onun zimmetinden düşürmek demektir. Dolayısıyla baba, bu mülkün kendi şahsına intikal ettirilmesi hakkına sahip değildir.

Aynı şekilde baba, elde edildikten sonra başkasına mubah kılınan bir menfaati, mubah kılmaktan rücû edemez. Baba, sözgelimi bir evde bir yıllık oturma menfaatini oğluna mubah kılar; çocuk bu süre boyunca bilfiil evde oturursa, çocuğun evde oturmuş olduğu sürelere tekabül eden ücreti taleb ederek bu mubah kılıştan rücû etme hakkına sahip olamaz. Ancak içinde bulunduğu andan itibaren rücû edebilir.

2- Hîbe edilen nesne, halâ çocuğun mülkiyetinde bulunmakta olmalıdır. Eğer mülkiyetinden çıkmışsa, meselâ hîbeyi satmış veya bir başkasına hîbe etmiş veya kendi şahsına, kendinden sonra başkasına da olsa vakfetmiş veya bir kadına mehir olarak vermiş veyahut bir sulh için bedel olarak ver­miş olmak şeklinde hîbeyi kendi mülkiyetinden çıkarmışsa, babanın hîbe­den rücû etme hakkı bâtıl olur. Eğer hîbe yeni bir sebeple çocuğun mülkiyetine dönerse, meselâ onu ikinci kez satın alır veya kendisine miras olarak intikal eder veya başka bir yolla kendisine geri dönerse, meselâ onu İkinci kez satın alır veya kendisine miras olarak intikal eder veya başka bir yolla kendisine geri dönerse, babanın hîbeden rücû etme hakkı geri dönmez. Ama bu nesne kendisindeki bir ayıptan veya müşterinin iflâs edip satış bedelini ödeyeme­mesinden ötürü satışın feshi nedeniyle veya bir başka nedenle çocuğun mül­kiyetine geri dönerse, baba hîbeden rücû etme hakkına sahip olur. Yine bunun gibi, hîbe edilen ayn telef olursa, baba hîbe ettiği aynın değerini almak üzere hîbeden rücû etme hakkına sahip olamaz.

3- Hîbe edilen ayn, çocuğun hükmünden çıkmış olmamalıdır. Meselâ kendisine hîbe edilen aynı rehine bırakır da, rehinci o şeyi teslim alırsa, ba­ba artık hîbeden rücû etme hakkına sahip olamaz. Baba iflâs nedeniyle ço­cuğun kısıtlılık altına alınması halinde de hîbeden rücû hakkına sahip olamaz. Rehin çözülür ve kısıtlılık kaldırılırsa, babanın hîbeden rücû etme hakkı ye­niden doğar. Ama ancak çocuğun hîbedeki sulta ve tasarrufu devam etmek-teyse, baba hîbeden rücû edebilir. Kabz ve tesellümden önce rehin, hîbe, icâre, müzâraa ve hîbenin mudârebe sermâyesi kılınması gibi.

Baba hîbe edilen şey üzerinde bir akidleşme yapıldığı esnada hîbeden rücû ederse ve yapılmakta olan akid, icar gibi bağlayıcı akidlerdense, baba bu akdi feshetme yetkisine sahip olamaz. Yapılmakta olan akid mudârebe, müzâraa ve müşâreke gibi bağlayıcı olmayan akidlerdense, o zaman baba yapılan akdi feshetme yetkisine sahip olur.

4- Hîbe edilen ayn, çocuğun yanındayken semizlenme, büyüme ve döl tutma gibi, değerini yükseltecek olan bitişik bir fazlalıkla ziyâdeleşmiş ol­mamalıdır. Babanın, çocuğuna hasta bir hayvan hîbe edip de, bu hayvanın çocuğun yanındayken iyileşmesi de bu hükme, tâbîdir.

Hayvanın yavrusu, ağacın meyvesi gibi hîbede meydana gelen ayrık faz­lalıklara gelince; bunlar babanın, hîbe ettiği aynın kendisini geri almasına engel teşkil etmezler. Bu fazlalıklar çocuğa âit olur. Ama hîbe edilen aynın telef oluşu veya değerinin eksilmesi, hîbeden geri dönmeye engel teşkil et­mez. Babanın, çocuğuna yapmış olduğu hîbeden rücû etmesi: "Ona yaptı­ğım hîbeden rücû ettim" veya "ona yaptığım hibeden geri döndüm", "... geri istedim" veya "ona yaptığım hîbeyi kendi mülküme geri çevirdim" söz­leriyle gerçekleşir. Geri dönmeye delâlet eden bunlara benzer sözleri söyle­mekle de hîbeden rücû edebilir. Ama en sağlamı şöyle demesidir: "Sana hîbe etmiş olduğum şu şeyden rücû ettim. Hîbeden geri dönmek için hâkimin hükmüne ve çocuğun durumu bilmesine gerek yoktur. Baba, hîbeden rücû hakkım düşürürse, bu hak düşmez. Bazıları, babanın düşürmesiyle bu hak­kın düşeceğini söylemişlerdir.

 

Mâlî Bir Bedel Karşılığında Hîbe

 

Mâlî bir bedel karşılığında bir şey hîbe etmek sahih olur. Sözge­limi adamın biri, bir başkasına, "karşılığında bana yüzbin lira vermen şartıyla evimi sana hîbe ettim" derse, mezheblerin aşağıda açıkla­nan görüşleri çerçevesinde, bu hîbe sahih olur.

 

 

(6) Mâlikîler dediler ki: Hîbe eden, hibesine karşılık olarak mâlî bir be­del verilmesini şart koşabilir. Bu bedel için de sevab tâbiri kullanılır. Bu şe­kilde yapılan hibeye de sevab hibesi denilir. Bedel şartı, hîbe sığasına bitişik olarak sarfedilmelidir. Örneğin, bana bedel vermen veya beni sevaplandır-man şartıyla şunu sana hîbe ettim veya verdim, demek gibi. Bedelin cins ve miktarını belirlemek şart mıdır, değil midir? Doğrusuna bakılırsa, bu şart değildir ve bunda iki şekil söz konusudur:

1- Bedelin cins ve miktarının belirlenmemesi. Meselâ hîbe edenin, "ba­na bedel vermen şartıyla şu şeyi sana hîbe ettim" demesi durumunda, ken­disine hîbe edilen kişi de bu hîbeyi kabul ederse, bu şeklin hükmü şu olur: Kendisine hîbe edilen kişi, hîbe edilen aynı teslim aldığında, akid, hîbe eden için bağlayıcı olur. Kendisine hîbe edilen kişinin hîbe edilen aynı teslim al­masından önce ise hîbe eden, hîbeden rücû edebilir. Kendisine hîbe edilen kişi, hîbeyi teslim almakla bedel ödeme zorunda olmaz. Aksine, hîbeyi sahi­bine geri verir veya hibenin kıymetini öder. Sahibi de hîbeyi veya kıymetini kabul etmek mecburiyetindedir.

Hîbe eden, kendisine hîbe edilenin hîbeyi teslim almasından önce kat kat fazlası da olsa hibenin kıymetini kabul etmeyebilir. Bu hüküm, kendisi­ne hîbe edilenin, hîbede değerini arttıracak bir tasarrufta bulunmamış ol­ması halinde sözkonusudur. Yanmdayken semizlenme veya büyüme şeklinde değeri artar; ya da hastalık nedeniyle değeri azalırsa, bu durumda mûtemed görüşe göre, kendisine hîbe edilenin hîbeyi teslim aldığı gündeki değerini öde­mesi gerekir. Hîbeyi geri veremez. Özetleyecek olursak, hîbe eden, kendisi­ne hîbe edilenin hîbeyi teslim almasından önce muhayyerdir. Teslim almasından sonra hîbe eden, hîbeyi infaz etmekle yükümlü olur. Kendisine hîbe edilen kişi de, hîbe edilen aynın kendisini veya teslim aldığı günkü de­ğerini ödeyebilecek şekilde muhayyer olur. Bu hüküm, hîbe edilen eşyanın artma veya eksilme şeklinde durumunu değiştirecek bir tasarrufta bulunma­mış olması halinde söz konusudur. Eğer böyle bir tasarrufta bulunmuşsa, hîbenin değerim ödemekle yükümlü olur.

2- Bedelin cins ve miktarının belirlenmesi. Meselâ hîbe edenin, "bana yüz bin lira veya falan bahçeyi bedel vermen şartıyla şu evi sana hîbe ettim" demesi gibi. Bu şeklin hükmü şudur: Hîbe akdi, (kendisine hîbede bulunu­lanın) sırf kabulü ile bağlayıcı olur. Kendisine hîbe edilen nesneyi teslim al­mış olsun olmasın, hüküm aynıdır. Hîbe akdi, kendisine hîbe edilenin rızasıyla her iki taraf için de bağlayıcı olur. Kendisine hîbe edilen, hîbe bedelini öde­mekten imtina ederse,, ödemeye zorlanır.

Bedel karşılığında hîbe, gerçekte bir satıştır. Önemli olmayan birkaç nok­ta dışında, bu hîbe satış akdinden pek farklı değildir. Farklı olduğu nokta­lar şunlardır:

a- Satışın tersine olarak, bedelin cins ve miktarı belirsiz de olsa,, hîbe caiz olur. Satışta bedelin belirtilmesi şarttır.

b- Satışın tersine, vâde belirli olmasa da bedel karşıhğındaki hîbe caiz olur.                           

c- Satışın tersine olarak bedelli hîbede, kabulün hemen olması gerekli değildir. Hîbe de satışın helâl kıldığım helâl; haram kıldığını haram kılmak­tadır. Anasının karnındaki cenîn veya olgunlaşması göze görünmeyen mey­ve gibi, satışı sahih olmayan şeylerin (bedel karşılığında) hîbe edilmeleri de sahih olmaz.

Bedelin, selem satışında ödenmesi sahih olan bir şey olması düşünül­mektedir ki, bu akid ribâya yol açmasın. Meselâ ticâret eşyasının hîbe edil­mesi durumunda, karşılık olarak altın ve gümüş para veya buğday ve arpa gibi gıda maddesi veya hîbe edilenden ayrı cinsteki bir ticâret eşyası verilme­si caiz olur. Meselâ sağ kumaşı hîbe edilirse, karşılık olarak ıtır ve esans çe­şitleri vermek caiz olur. Gümüş hîbe edilmesi durumunda, karşılık olarak altın verilmesi sahih olmaz. Ancak tarafların ikisi de akid meclisinde bulu­nup henüz oradan ayrılmamışlarsa, altının bedel olarak verilmesi sahih olur. Çünkü bu, sarf kabilinden bir akid olur. Aynı şekilde altın hîbe edilmesi du­rumunda karşılık olarak gümüş verilmesi sahih olmaz. Ancak tarafların iki­si de akid meclisinde bulunup henüz oradan aynlmamışlarsa, gümüşün bedel olarak verilmesi sahih olur.

Kesilmiş, et halindeki bir kuzu hîbe edilirse, karşılık olarak canlı bir ku­zunun verilmesi caiz olmaz. Bunun tersi de caiz değildir.

Tahıl halindeki yiyecek maddesinin hîbe edilmesi durumunda, karşılık olarak ticâret eşyası veya para vermek caiz olur, fakat tahıl vermek caiz ol­maz. Bunun nedeni de, bu akdin, azıcık da olsa, fazlalığı önlemek amacıy­la, yiyecek maddesinin yiyecek maddesi karşılığında satılmasına yol açmasını önlemektir.

Hîbe eden kişi, bedeli belirli veya belirsiz sözlü olarak şart koşmaz; ama hîbe ettiği aynın karşı tarafça teslim almışından sonra, hîbe akdi esnasında, bedel verilmesini kasdettiğini iddia'ederse, tersine şehâdet eden bir karîne yeya amelî bir Örf mevciid olmazsa iddiası doğrulanır.

Hîbe eden, hîbe ettiği şey için kendisine hîbe edilen gibisinden bir bedel taleb etmemekteyse, söz, kendisine hîbe edilenin olur. Hîbenin kendisine hî­be edilen tarafından teslim alınmasından önce söz, mutlaka hîbe edenindir. Hîbe düğün içinse ve örf de bu hîbeye karşılık ödenmesini gerekli kılıyorsa, hîbe edenin acilen hibesinin kıymetini almasını ve kendi yanındaki düğünü beklememesini gerektirmektedir. Zaten bazı yörelerde âdet böyledir. Düğün hediyeleri, misliyle sahiplerine geri verilir. Hediye eden, hibesinin kıymetini acilen alırsa, düğün sahibi onun ve beraberindeki kadın ve erkeklerin kendi yanında konuk iken yediklerinin hesabını isteyebilir. Ama örf, geri vermeyi gerekli kılmıyorsa, hîbe eden onu taleb etme hakkına sahib olmaz. Damga­lanmış para hîbe eder ve karşılığında kendisine bedel ödenmesini şart koş­mazsa, hîbe ederken mutlak surette kendisine bedel Ödenmesini kasdettiğini iddia ederek bedel talebinde bulunma hakkına sahip olmaz. Külçelerle kırık zînet eşyaları da para hükmünde olup, bunların hîbe edilmesi esnasında, şart koşulmamışsa, bedel verilmez. Kırılmamış sağlam vaziyetteki zînet eşyasına gelince, bedel konusunda, hîbe edenin sözü tasdik edilir. Karı ve kocadan biri diğerine bir şey hîbe ederse, hîbe edenin bedel konusunda ileri sürdüğü iddia doğrulanmaz. Meğer ki bu hususta bir şartı veya bedel isteme niyetine delâlet eden bir karîne bulunsun. Bu hüküm, damgalanmış paralar dışında­ki şeylerin hîbesinde sözkonusudur. Ama damgalı paraların hibesinde mut­laka şart gereklidir; karîne yeterli olmaz. Aynı şekilde adamın biri, seferden gelen birine hibede bulunur ve hîbe ederken bedel şartım koşmazsa, bilâha­re ileri süreceği bedel iddiası dikkate alınmaz. Hîbe eden yoksul olsa bile, bedel talebi nazar-ı itibâra alınmaz, hîbesi bedavaya gitmiş ve zayi olmuş olur.

Hanefîler dediler ki: Bedel şartıyla hîbe etmek caizdir. Hîbe eden kişi bedeli teslim aldıktan sonra, hîbe ve bedel akdi hem hîbe eden ve hem de kendisine hîbe edilen kişi için bağlayıcı olur. Ama hîbe eden, bedeli tes­lim almazdan önce, kendisine hîbe edilen kişi hîbeyi teslim almış olsa bile, tarafların ikisi de hibeden rücû edebilirler. Bunun için de kendisine hîbe edi­lenin bir söz söylemesi ve hîbe edenin de bu sözden, aldığı bedelin, hibesinin tamamına karşılık olduğunu anlaması gerekir. Meselâ kendisine hîbe edile­nin; "hîbene bedel veya mukabil veya karşılık olarak şu malı veya akarı al" gibi bir söz söylemesi şarttır. Eğer böyle bir söz söyiememişse, hîbe eden hi­besinden cayma hakkına, kendisine hîbe edilen de, ödemiş olduğu bedeli ge­ri alma hakkına sahip olur.

Bazıları, kendisine hîbe edileninjıîbe edene "hîbenin bedel veya karşılı­ğım al" demesinin şart olmadığını, aksine halk arasında bilinen örfe göre buna delâlet eden bir eylemde bulunmasının gerekli olduğunu söylemekte­dirler. Buna göre, kendisine hîbe edene Öderse ve bu meblağın bedel olduğu biliniyorsa, artık tarafların ikisi de hîbeden rücû edemezler.

Hîbe için şart koşulan şeyler, bedel için de şarttır. Buna göre bedel, te­kellümden önce tamamlanmış olmaz. Bedelin, hissesiz ve ifrazlı olması şarttır. Bedelin hîbeye eşit olmasıyla daha az veya çok olması arasında bir fark yoktur.

Baba, küçük oğluna bir şey hîbe ederse, bu hîbesi karşılığında küçük çocuğunun malından bedel alması caiz olmaz. Hıristiyan bir kimse, müslü-man bir şahsa bir şey hîbe ederse, müslümanın bedel olarak ona şarap veya domuz vermesi caiz olmaz. Bedelin, hîbenin bir bölümü olmaması şarttır. Adamın biri, bir başkasına iki inek hîbe ederse, kendisine hîbe edilenin be­del olarak iki inekten birini ona vermesi sahih olmaz. Eğer verirse, hîbe eden, ikinci ineği de geri alma hakkına sahip olur.

Bedelin hîbe akdi yapılırken söylenmesi mi şarttır, yoksa akid tamam­landıktan sonra söylenmesi mi sahihtir? Yani kendisine hîbe edilen kişi hî­beyi teslim alır, hîbe eden de hîbeden rücû etmek ister, bunun üzerine kendisine hîbe edilen ona bir bedel verirse sahih olur ve bu bedel de hîbeden rücûa en­gel olur mu? Bu hususta ihtilâf vardır: Bazıları, bedelin, hîbe akdi yapılır­ken söylenmesinin mutlaka gerekli olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazılanysa bunun gerekli olmadığını; gerekli olanın, bedelin, tamamlanmış olan hîbeye nisbet edilmesi olduğunu söylemişlerdir. Örneğin "bu, senin hîben için bedeldir" demek gibi. Hîbe edenin, bedeli teslim aldıktan sonra artık hîbe­den rücû etme hakkı kalmaz. Veren kişi, bedelin kendisine yapılan hîbeye karşılık olduğunu belirtmezse, bu, yeni bir hîbe olur ve tarafların ikisi de rücû hakkına sahip olurlar.

Şâfiîler dediler ki: Sevap denen, bedel şartlı hîbe sahihtir. Yalnız bu şekilde yapılan bir hîbede bedelin bilinir olması şarttır ve böyle bir hîbe de satış (bey') olup satış akdinin hükümlerine tâbîdir. Ama hîbe eden,kişi, hîbe ederken, kendisine bir bedel verilmesi veya verilmemesini şart koşmazsa ve ancak bedel talebine dâir bir karîne bulunursa, kendisine bedelin ödenmesi veya hîbenin geri verilmesi gerekir. Bedel talebine dâir bir karîne yoksa, be­del verilmez. Bu durumda hîbe edenin, kendisine hîbe edilen kişiden üstün olması veya dengi, ya da ondan daha aşağı derecede bulunması arasında bir fark yoktur.

Hîbe eden kişi belirsiz bir bedel verilmesini şart koşarsa, meselâ, "bana bir binek hayvanı vermen şartıyla sana (şu şeyi) hîbe ettim" derse, hîbe bâtıİ olur.^Hîbe eden kişi, kendisine verilen bedeli teslim alırsa, bu akid karşılıklı bir fâsid satış olur. Gasbedilmiş eşya gibi, tazminatının ödenmesi gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Bedel şartıyla hîbede bulunmak, tabiî eğer bedel bilinir halde ise, sahih olur. Bu şekilde yapılan hîbe, satış olup satış akdinin hükümlerine tâbîdir. Satış (bey') akdinde sabit olan şuf'a ve benzeri nükümler, bu hîbe akdinde de sabit olurlar. Ama bedel meçhul ise, yapılan asla sahih olmaz. Bu durumda yapılan bir hîbe, fâsid bey (satış)in hük-mÜne tâbi olur. Kendisine hîbe edilen, hîbeyi teslim alırsa (ve bu hîbe, emsa­li bulunur mallardansa) mislini ödeyerek; (değer takdiri yapılan mallardansa) değerini ödeyerek tazminat vermekle yükümlü olur. Yok eğer teslim aldığı hîbe, .bizzat durmaktaysa, bitişik ve ayrık fazlalıkları ile beraber sahibine geri vermesi gerekir.

Hîbe eden, sözlü olarak bedeli şart koşmaz, ama bedel alma niyetiyle hîbede bulunduğunu iddia ederse, -buna ilişkin bir karine de bulunsa veya onun bu iddiasını teyid eden bir örf kuralı da bulunsa- iddiasına kulak veril­mez. Çünkü hîbe kelimesi, bedelsizlik ve karşılıksızlık anlamını ifâde etmek­tedir. Karineler, sarih sözlerle eşit ağırlıkta olamazlar. Bu nedenle de karinelerle amel edilmez.

 

Vasiyetin Tanimi Ve Delili

 

"Vasiyet" lügatte birkaç anlama gelir. "Falana mal vasiyet ettim" denildiğinde, bu, falana mal verdim anlamını ifâde eder. "Falana ço­cuğunu vasiyet ettim" denildiğinde, bu, çocuğuna şefkatli olmasını falandan istedim, anlamını ifâde eder. "Falana namazı vasiyet ettim" denildiğinde, bu, ona namaz kılmasını emrettim, anlamına gelir. Bir ..şeyi bir şeye kavuşturduğunda, bir şeyi bir şeye vasiyet ettin, denir. Böyle olunca da bir malı vasiyet eden kimse, tasarrufun geçerliliği hususunda sanki ölüm sonrasıyla, ölüm öncesini birbirine kavuştur­muş olmaktadır.

isim olarak "vav" harfinin esresiyle "visâyet" kalıbı kullanılır. "Vav" harfi bazan üstünle okunarak "vesayet" şeklinde de kullanı­labilir.

Vasiyet'in fıkıh ıstılahındaki anlamı konusunda mezheblerin ge­niş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

Vasiyet'in meşrûiyyet deliline gelince, bu hususta hem Kitab, hem de Sünnet'te delîl vardır. Kitab'taki delîl şu âyet-i kerîmedir;

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geriye bir hayır (mal) bırakacaksa, vasiyet etmek farz kılındı." (Bakara: ıso).

Sünnet'teki delile gelince, Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuş­lardır:

"Bir müslümanın.hakkında vasiyet edeceği bir şeyi olduğu hal­de, vasiyeti yanında yazılı olarak bulunmadan iki gece gecelemesi doğru değildir.[4]

Hadîsin anlamı şudur: Hakkında vasiyette bulunacağı bir mala sahip olan bir insanın, vasiyetini yazmadan, üzerinden bir zaman geç­mesi akıllılık ve doğru görüşlülükten sayılmaz. Burada maksat, özel­likle iki gece olmayıp vasiyetin en kısa zamanda yazılmasına teşvikte bulunmaktır.

 

(7) Hanefîler dediler ki: Teberru yoluyla ölümden sonra geçerli olmak üzere mülk kılmaya, vasiyet denir. "Mülk kılma" sözü satış ve hîbe gibi mül­kiyeti nakledici akidleri kapsar. "Ölümden sonra geçerli olmak üzere" sö­zü, vasiyet dışındaki diğer akidleri, "teberru yoluyla" sözü de yabancı için borç ikrarında bulunmayı kapsam dışına çıkarmaktadır. Adamın biri sağlığındayken,.başkasına borçlu olduğunu ikrar eder sonra da Ölürse, bu ikrar, borcu ölümaen sonra mülk kılmak olur. Borcu ikrar etmenin, mülk kılmak olmadığı, bu ikrarın sadece zinımettekini açığa vurmak olduğu söylenmek­tedir. Bu ise, borcu mülk kılma dışındaki bir şeydir. Şu halde "teberru yoluyla  kayamı koymaya ihtiyaç yoktur.

Vasiyet edilen şeyin ayn veya menfaat olması arasında bir fark yoktur. Vasiyetin lâfız olarak ölüme izafe edilmesi şart değildir."ÖIümümden sonra" kaydını koymadan: "Şu malı vasiyet ettim" diyen bir kimsenin vasiyeti sa­hih olur. Hatta vasiyet kelimesini sarih olarak ifâde etmeden vasiyete delâ­let eden bir söz söylese de mesela, "malımın üçte birinden bin kuruşu falanadır" derse, ölüm lâfzını anmasa bile bu bir vasiyet olur. Zîra "üçte birinden" sözü, ölüm sonrasına delâlet eder. Eğer malımdan veya malımın yarısından veya dörtte birinden demiş olsaydı, vasiyet sözünü söylemediği takdirde bu vasiyeti sahih olmazdı.

Mâlikller dediler ki: Fıkıhçılann örfünde vasiyet bir akidtir ki, ak­di yapanın malının üçte birinde hakkı gerekli kılar. Vasiyet, akdi yapanın ölümüyle bağlayıcı olur veya kendisinden sonra, kendisine niyabeti gerekli kılar. Tanımdan anlaşıldığına göre vasiyet akdi iki sonuçtan birini doğur­maktadır:

1- Kendisi için vasiyette bulunulanın, vasiyet edenin malının üçte biri­ne, ölümünden sonra mâlik olması. Çünkü vasiyet akdi, ancak vasiyet ede­nin ölümünden sonra bağlayıcı olur. Ölümünden önceyse bağlayıcı olmaz.

2-Vasiyet edene tasarruf hususunda nâiblik etmek. Vasiyet eden kişi, ölümü halinde yerine ya bir nâib konulmasını vasiyet eder veya bir mal île vasiyette bulunur. Bazı Mâlikîler vasiyeti, Hanefîlerin tanımladıkları şekil­de tanımlamışlardır. Açıkça bilindiği gibi birincisi, ikincinin aksine vasî tâ­yin etme anlamındaki vasiyeti kapsamaktadır.

Şâfiîler dediler ki: Vasiyet, Ölüm sonrası geçerli olmak üzere bir hakkı teberru etmektir. Ölüm sonrası geçerlilik kaydından söz edip etmeme ara­sında bir fark yoktur. Bir kimse, "Ahmed için şu malı vasiyet ettim" derse, bu, ölüm sonrası geçerli olacaktır, demektir.

Hanbelîler dediler ki: Vasiyet, ölümden sonra tasarrufta bulunma emridir. Örneğin bir adamın kendi küçük çocukları üzerinde kayyumluk yap­mak veya kızlarını evlendirmek veya malının üçte birini ayırmak veya başka bir işi yapmak üzere bir kişiye vasiyette bulunması gibi. Bu, vasiyetin, vasî tâyin etme anlamındaki tanımıdır.

Vasiyetin, malın bir bölümünü başkasına vermek anlamındaki tanımı­na gelince, şöyle denilir: Vasiyet, ölümden sonra geçerli olmak kaydıyla ma­lın başkasına teberru edilmesidir.

 

Vasiyetin Rükün Ve Şartları

 

Vasiyetin rükünleri şunlardır:

a- Vasiyet eden.

b- Kendisi için vasiyette bulunulan.

c- Vasiyet edilen şey.

d- Vasiyet sîgası.

Vasiyetin şartlarına gelince, mezheblerin buna İlişkin geniş açık­lamaları aşağıya alınmıştır.

 

(8) Hanefîler dediler ki: Vasiyetin bir tek rüknü vardır ki, o da, ben­zer akidlerde de bilindiği gibi, icâb ve kabuldür.

îcâb, vasiyet edenin, "falan için şöyle vasiyet ettim" veya "falana vasi­yet ettim" veyahut "malımın üçte birini,ölümümden sonra geçerli olmak üzere falan için kıldım" demesi, yahut da vasiyette kullanılan bunlara benzer bir lâfzı telâffuz etmesidir.

Kabul ise, vasiyet edilen mülkün, kendisi için vasiyette bulunulana fay­da vermesi için şarttır. Kendisi için vasiyette bulunulan kişi, kabulden önce bu mala mâlik olamaz. Hibenin aksine, vasiyette tesellüm şart değildir.

Kabulün, vasiyet edenin Ölümünden sonra olması şarttır. Kendisi için vasiyette bulunulan, vasiyet edenin sağlığında vasiyeti kabul veya reddeder­se, bu bâtıl olur, geçersizdir. Vasiyet edenin ölümünden sonra tekrar kabul edebilir. Çünkü vasiyet, ölüm sonrası mülk kılmaktır ve ölüm şartına bağlı­dır. Hatta eli altında mevcud bulunan davarların üçte birini vasiyet eder de bu davarların yarısı telef olduktan sonra ölürse, kendisi için vasiyette bulu­nulmuş olan kişi, geriye kalan davarların ancak üçte birine mâlik olur. İcâbin sübûtu, ancak vasiyet edenin ölümünden sonra gerçekleşir. Aynı şekilde kabul veya red de ancak ölümden sonra bir anlam ifâde eder. Ölümden ön­ce ise icâb yoktur. Bazıları, kabulün şart olmadığını, zîra vasiyetin miras sta­tüsünde bulunduğunu söylemektedirler. Kabul, "vasiyeti kabul ettim" demek gibi ya sarih olur, ya da delâleten olur. Delâleten kabule şu Örneği verebili­riz: Kendisi için vasiyette bulunulan kimse, kabul veya reddetmeden ölürse, susmuş olması, kabule delâlet sayılır. Mirasçısı da vasiyet edilmiş olan şeyi alır. Eylem, söz yerine geçerli olur. Meselâ kendisi için vasiyette bulunul­muş olan kişi, vasiyeti fiilen uygularsa, bu kabul sayılır.

Hanefîler dediler ki: Vasiyet edenin mülk kılmaya, yani başkasına mülkü ifâde etmeye (mülk vererek faydalandırmaya) ehil olması gerekir. Va­siyet eden, kendi şahsında bazı şartlan bulunduran kimsedir:

1- Vasiyet eden, baliğ olmalıdır. Bulûğ çağına yaklaşmış olsun olmasın, ticârete izinli olsun olmasın, bulûğ öncesi veya sonrası ölmüş olsun, yapılan vasiyet hayır işi için olsun olmasın, çocuk mümeyyiz olsun olmasın, küçük çocuğun vasiyeti sahih olmaz. Evet, mümeyyiz çocuğun bir tek şeyde vasi­yeti sahihtir. O da kendi cenazesinin teçhiz ve defni için vasiyette bulunma­sıdır. Bulûğ çağına yaklaşmış olan bir çocuğun vasiyetini onayladığına dâir Hz. Ömer (r.a)dan nakledilen haber de bu cümledendir.

2- Vasiyet eden, akıllı olmalıdır. Delilik süresi zarfında delinin yaptığı vasiyet sahih olmaz. Hatta ayılsa ve ayıldıktan sonra ölse, yine sahih olmaz. Çünkü ehliyeti, vasiyeti yaptığı esnada mevcud değildir. Ayık iken vasiyet edip sonra delirir ve deliliği sürekli olursa veya altı ay devam ederse, vasiyeti bâtıl olur. Aksi takdire bâtıl olmaz. Sağlamken vasiyette bulunur, sonra ves­veseye mâruz kalıp bunarsa ve bu hali altı ay devam ederse vasiyet bâtıl olur.

3- Vasiyet eden, bütün mal varlığını kapsayacak bir borç altında bulun­mamalıdır. Eğer bu kadar çok borç altındaysa, vasiyeti sahih olmaz. Çünkü borcu kapatmak, vasiyeti yerine getirmekten önce gelir.

4- Vasiyet eden şakacı, hata eden, baskı altında tutulan biti olmamalıdır.

5- Vasiyet eden vasiyet vaktinde değil de ölüm vaktinde mirasçı olma­malıdır. Adamın biri vasiyet ettiği esnada kendisine mirasçı olan kardeşi için vasiyette bulunur, sonra da bu kardeşi mirastan menedecek bir oğlu dünya­ya gelirse, vasiyet sahih olur. Bunun tersi olarak adamın biri, kendi oğlu bu­lunduğu için kendisinin mirasından mahrum kalan kardeşine vasiyette bulunur; bilâhare babasının ölümünden önce oğlu Ölür ve kardeşi de kendi­sine mirasçı olursa, vasiyet bâtıl olur. Diğer mirasçılar, bir mirasçıya yapıl­mış olan vasiyeti onaylarlarsa, vasiyet yerine getirilir. Onaylayan mirasçıların akıllı, baliğ ve hasta olmayıp sağlıklı olmaları gerekir. Hasta onaylar ve iyi­leşmeden ölürse, onayı geçerli olmaz. Ancak bu şartları taşıyan diğer miras­çılar onaylarlarsa, vasiyet yerine getirilir.

6- Vasiyet eden, mükâteb de olsa, köle olmamalıdır. Ancak vasiyeti, azâd olduktan sonra zamana bağlarsa sahih olur. Malından uzakta bulunan yol­cunun vasiyeti caiz olur.

7-Vasiyet edenin tutuk dilli olmaması gerekir. Bir kimsenin dilinin, ko­nuşmasına engel olacak şekilde hastalanması halinde, vasiyet etmesi sahih olmaz. Meğer ki bu hastalığı uzun süre devam edip ahras gibi olsun ve bili­nen işaretlerle konuşsun. Bu durumda işaret ve yazı, konuşma yerine geçer. Ahrasın işareti, konuşmak gibidir. Çünkü onun işaretinin ifâde ettiği anlam, insanlarca bilinmektedir. Dilinde kronik bir hastalık meydana gelip, yaptığı işaretlerin ifâde ettiği anlamın halk tarafından bilinir olduğu kimse de bu hükme tâbîdir. Bu kişinin halka hitap ederken kullandığı bilinir işaretler; va­siyet, nikâh, talâk, satma ve satın alma akidlerinde konuşma yerine geçerli olur. Böyle bir kimsenin dilinde meydana gelen hastalık geçici ise ve halkça bilinir işaretleri yoksa, dili iyileşinceye dek bu tür akidleri (işaretlerle) yap­ması sahih olmaz.                                                                             

Kendisine vasiyet edilende de şu şartların bulunması gerekir:

1- Kendisine vasiyette bulunulan kişi, mülk edinme ehliyetine sahip ol­malıdır. Bu ehliyete sahip olmayan kimse için vasiyette bulunmak sahih ol­maz. Meselâ "şu samanı falanın hayvanları için vasiyet ettim" demek sahih olmaz. Bu sözüyle, samanı hayvanlara yedirmeyi kasdetmiş olsa bile, sahih olmaz. Çünkü bu gibi durumlarda itibar, konuşanın şahsına değil, sözüne-dir. Ama, "falanın hayvanları yemlensinler diye şu samanı vasiyet ettim" derse, bu sahih olur. Bu gibi durumlarda, kendisi için vasiyette bulunulanın kabulü şart değildir. Çünkü vasiyetin iki yönü vardır. Şundan' ki: Vasiyet, bazan hibeye benzer. Bu durumda kabul şarttır. Kabul mümkün olursa, ya­ni kendisi için vasiyet edilenin kabulde bulunması mümkün olursa, o zaman vasiyetin geçerli olması için kabul şart olur.

Vasiyet, bazan mirasa benzer. Yoksul ve düşkünlere vakıfta bulunma halinde olduğu gibi, imkânsız olursa kabul şart olmaz. "Falan şahsın hay­vanına sarf edilmesi için şu kadar mal vasiyet ettim" deme halinde de vasiyet sahih olur. Hayvanlara gerekli masrafı yaparak bu vasiyetin yerine getiril­mesi vâcibdir. Bu hayvanların satılması sahih olmaz. Sahipleri ölürse vasi­yet geçersiz olur. Vasiyet edenin sağlığındayken birkaç hayvana sahib olup, onun Ölümünden sonra bazı hayvanlar daha satın alırsa, sadece onun Ölü­münden önce satın aldığı hayvanlara masrafta bulunur. Çünkü vasiyetin amacı bu hayvanlardır.

2- Kendisi için vasiyette bulunulan, vasiyet yapılırken takdiren de olsa, hayatta bulunmalıdır. Vasiyet, ana karnındaki cenini de kapsar. Çünkü o, takdiren sağdır. Anasının karnındaki yavruyu vasiyet etmek sahih olduğu gibi, böyle bir yavru için vasiyette bulunmak da sahihtir. Örneğin; "şu hay­vanımın karnındaki yavruyu falan için vasiyet ettim" veya "şu hayvanı fa­lan kadının karnındaki cenin için vasiyet ettim" demek gibi. Bilindiği üzere bu durumlarda kabul şartı aranmamaktadır. Rahimdeki cenin için vasiyette bulunmak, vasiyette bulunulurken ceninin mevcud olması şartıyla sahih olur. Ceninin vasiyet esnasında mevcudiyeti, vasiyet tarihinden itibaren altı aylık süre dolmadan sağ olarak doğmasıyla bilinir. Tabiî doğuran kadının, kendi­siyle cinsel ilişkide bulunması mümkün olan kocası varsa... Vasiyet edenin ölümünden sonra altı aylık bir süre geçmeden çocuk doğarsa, vasiyet esna­sında çocuğun ana karnında mevcud olduğu anlaşılır. Ama aradan tam altı aylık bir süre geçtikten sonra çocuk doğarsa, vasiyet tarihinde çocuğun ana karnında mevcud olduğu sabit olmaz. Çünkü gebeliğin en az süresi altı ay­dır. Olabilir ki bu çocuk, vasiyet tarihinden sonra ana rahmine düşmüştür. Vasiyet tarihi de ana rahminde mevcud değildir. Ama koca ölü veya kadın bâin bir talâkla boşanmış ise, kadın, boşanma veya kocasının ölüm tarihin­den sonra iki seneden az bir süre zarfında çocuğu doğurursa vasiyet sahih olur. Vasiyet tarihinden itibaren altı aydan fazla bir süre geçmiş olsa da va­siyet sahihtir. İki seneden az bir süre zarfında çocuğu sağ olarak dünyaya getirirse, vasiyet tarihinde çocuğun hükmen ana karnında mevcud olduğu sabit olur. Bunun delili de, nesebin koca tarafından sabit oluşudur. Şu iti­barla ki, çocuk, kocanın ölümünden veya kadının boşanmasından önce ana rahmine düşmüştür. Bununla da çocuğun, vasiyet edenin ölümünden önce mevcud olduğuna hükmetmiş olduk. Çünkü farz olunan, vasiyet edenin, ko­cadan sonra ölmüş olmasıdır. Bununla hükmettiğimizde çocuğun, vasiyet ta­rihinde mevcud olduğuna da hükmetmiş olmaktayız.

İnsan rahmindeki cenin için vasiyette bulunmak sahih olduğu gibi, va­siyet edilen maldan kendisine gerekli masraflar yapılsın diye hayvan karnın­daki cenin için vasiyette bulunmak da sahih olur.

3- Kendisi için vasiyette bulunulan kişi, vasiyet edeni tasarlayarak veya hatâen öldürmemiş olmalıdır. Adamın biri bir şahıs için vasiyette bulunur, vasiyette bulunulan şahıs, vasiyet edeni öldürürse, vasiyet geçersiz olur. Ay­nı şekilde bir kişi, bir başkasına öldürücü bir darbeyle vurur, sonra da bu vurduğu kimse kendisi için vasiyette bulunur ve ölürse vasiyet geçersiz olur.

Hatâen öldüren kişinin lehine mevcud olan vasiyeti ölenin mirasçıları onaylarsa, vasiyet geçerli olur. Ama vasiyetten sonra, vasiyet edeni kasden öldürmüş olan kişi lehine mevcud olan vasiyet, mirasçılar tarafından onay-lansa bile, ittifakla geçersizdir. Katil, çocuk veya deli ise, mirasçılar onayla-masa bile vasiyet geçerli olur.

4- Kendisi için vasiyette bulunulan kimse bilinir olmalıdır. Vasıf ile bili­nir olması da yeterlidir. Örneğin yoksullar ve düşkünler gibi. Adamın biri, "yoksul ve düşkünler için vasiyet ettim" derse, vasiyeti sahih olur.

Kendisi için vasiyette bulunulan kimsenin müslüman olması şart değil­dir. Bir müslümanın zımmî bir kimse için vasiyette bulunması sahih olur. Ancak dar-ı harbte bulunan bir harbî için vasiyette bulunması sahih olmaz.

Bir müslüman, dar-ı harbteki bir savaşçı için vasiyette bulunur da kendisi için vasiyette bulunulan savaşçı dar-ı harbten çıkıp kendisi için vasiyet edil­miş olan şeyi almak isterse, vasiyet edenin mirasçıları onaylasa bile, o şeyi alamaz. Mürtede gelince, müslümanın onun için vasiyette bulunması sahih olmaz. Zımmînin müslüman için vasiyettte bulunması sahihtir. Vasiyet edilen şeyde şu şartlar aranır:

1- Vasiyet edilen şey, mal olsun menfaat olsun, akid yaparak mülk edin­meye elverişli olmalıdır. Mülk edinilmesi satış ve satın alma akdiyle sahih olan malların veya ev, binek ve benzeri şeylerin menfaati gibi icar akdiyle elde edilmesi sahih olan menfaatlerin vasiyet edilmesi sahih olur.

Vasiyet edilen şeyin vasiyet anında mevcud olması şart değildir. Şu an­da var olmayan, ama var olması muhtemel olan şeyin vasiyet edilmesi sa­hihtir. Örneğin falan kimse sağ olduğu sürece, bir bahçenin meyvesini onun için vasiyet etmek gibi. Aynı şekilde adamın biri, vasiyet esnasında malı yok­ken falan şahıs için malının üçte birini vasiyet eder. Ama bilâhare ölümden önce kazanıp mal edinirse, kendisi için vasiyette bulunulan kişi, onun Ölü­münden sonra malının üçte birini hak eder. Evet vasiyet edilen şey belirli ise, vasiyet vaktinde mevcud olması şart olur. Meselâ adamın biri, "davarı­mın üçte birini falan için vasiyet ettim" derse, vasiyet esnasında davarın mev­cud olması şart olur. Meselâ adamın biri, "davarımın üçte birini falan için vasiyet ettim" derse, vasiyet esnasında davarın mevcud olması gerekir. Va­siyet edilen şey, kişinin malında ifrazsiz bir hisse ise, yine bu hükme tâbidir. Meselâ "davarımdan bir keçiyi falan için vasiyet ettim" derse, keçinin vasi­yet esnasında mevcud olması gerekir. Vasiyet edilen şey, kişinin bütün ma­lında şayi bir hisse ise, meselâ, "malımdan bir keçiyi falan için vasiyet ettim derse, keçinin vasiyet esnasında değil, vasiyet edenin ölümü esnasında mev­cud olması şarttır.

2- Vasiyet edilen şey (vasiyet sahibinin malının en fazla) üçte biri kadar olmalıdır. Vasiyet edenin malının üçte birinden fazlaysa, vasiyet geçerli ol­maz. Ancak büyük iseler mirasçıların onaylaması halinde geçerli olur. Vasi­yet eden sağken mirasçıların vasiyeti onaylamaları bir fayda sağlamaz. Fayda sağlaması için onayın ölümden sonra olması gerekir. Vasiyet eden sağken onaylanuşlarsa, bu onaylarını geri alabilirler. Mirasçısı olmayan bir kişi, ma­lının tamamını bir başkası için vasiyet ederse, beytü'l-mâl'in onaylamasına gerek kalmaksızın vasiyeti geçerli olur. Koca, malının tamamını karısı için vasiyet eder ve karısından başka mirasçısı da bulunmazsa, vasiyeti sahih olur ve kadın kocasının malının tamamını alır. Kadının, kocası için vasiyette bu­lunması da böyledir. Karı-koca dışındakilere gelince, geri kalan mirasçıdan başka bir mirasçı yoksa, ölenin bütün malını alır. Ya red veya zevi'I-er hamlık yoluyla bu malı alır. (Red ve zevî'I-erhamlık, ferâiz terimleridirler.) Karı ve kocaya gelince, bunlardan biri ölüf ve başkaca mirasçısı da olmazsa, geride­ki, ölenin bütün malını vasiyetsiz alamaz.

Mâlîkîler dediler ki, vasiyet edende bulunması gereken iki şart vardır: I-- Vasiyet eden, hür olmalıdır. Şu halde kölelik şâibesiyle olsa dahi, kö­lenin vasiyeti sahih olmaz.

Vasiyet eden mümeyyiz olmalıdır. Vasiyet esnasında mümeyyizlik ye­teneğini yitirdikleri takdirde delinin, çocuğun ve sarhoşun vasiyette bulun­maları sahih olmaz. Vasiyet edenin bâliğ olması şart değildir. Sefihlikten sâlim olmak da şart değildir. Çünkü idarecisi olarak tâyin edilmiş bir kayyımı bu­lunsun bulunmasın, sefihin vasiyette bulunması caizdir. Velîsi bulunan bir sefih, başkasına borçlandıktan sonra ölürse, mirasçılarının bu borcu kapat­maları zorunlu olmaz. Meğer ki bu borcu kapatmaları için vasiyette bulun­muş olsun. Bu takdirde malının üçte birinden bu borç kapatılır. Bazıları derler ki; vasiyet"etmiş olmasa bile öldükten sonra borcu, malından ödenmelidir.

Mümeyyiz çocuğun vasiyette bulunması mutlak olarak mı, yoksa sevap ta tâat kasdı ile yapılmış olması şartıyla mı sahih olurrBu hususta ihtilâf vardır. Bazıları derler ki: Çocuk, meselâ sultan için vasiyette bulunursa va­siyeti, vasiyetin sevap ve tâat kasdıyla yapılması gerekir diyenlere göre ge­çersizdir. Zîra saltanat sahibi bir kimse için vasiyette bulunmak, sevap ve tâat değildir. Bu şartı ileri sürmeyenlere göre, çocuğun sultan için yapmış olduğu vasiyet sahih olur. Vasiyet edenin müslüman olması şart değildir. Bir kâfirin, müslüman biri için vasiyette bulunması sahih olur. Ancak şarap ve domuz gibi, müslümanlarca yararlanılması caiz olmayan bir şeyi vasiyet et­mesi sahih olmaz.

Kendisi için vasiyette bulunulan kimsenin, kendisine vasiyet edilen şeyi ya şimdi veya gelecekte mülk edinmesi sahih olmalıdır. Hal-i hazırda ana rahminde mevcud olan veya gelecekte mevcud olacak bir cenîn için vasiyette bulunmak sahih olur. Adamın biri, "falan kişi nezdinde meydana gelecek çocuklar için şu kadar mal vasiyet ettim" derse, bu vasiyet, anasının karnın­da mevcud olan cenin ile asla mevcud bulunmayan (ve sonradan doğacak) çocukları kapsar. Vasiyet edilen şey, eğer rahimde cenin yoksa, kadının ge­be kalmasına dek; eğer rahimde cenin varsa doğuma dek ertelenir Çocuk doğar ve ağlayarak ses çıkarırsa vasiyet edilen şeyi almayı hak eder. Aksi takdirde hak etmez. Vasiyetin sahih olması için değil de, vasiyet edilen şeyi hak etmesi için doğarken, çocuğun ağlayarak ses çıkarması şarttır. Birden far'p çocuk doğarsa, vasiyet edilen şey, erkek ve kız farkı gözetilmeksizin eşit oranda aralarında paylaştırılır. Ancak vasiyet edenin, birine diğerine nis-beile daha fazla pay verilmesine dâir bir nassı varsa, o nassa göre amel edilir.

Kendisi için vasiyette bulunulanın, vasiyet edenin katili olmaması şart değildir. Darbeden sonra ölümün vukûbulması ve ölenin dekendi katilini ta­nır olması şartıyla katil için vasiyette bulunmak sahihtir.

Adamın biri, bir başkasına kasden veya hatâen öldürücü bir darbe vu­rur, vurulan da darbeyi yedikten sonra vuran için kendi malından bir şey

vasiyet ederse, bu vasiyet sahih olur. Vasiyet tutarı,terekenin üçte birinden, ve hatâen Öldürmede diyetin Üçte birinden alınır. Kasden öldürmelerde ise, ölenin malının aslından alınır. Ama vasiyet edeni vurup da öldürmesinden önce kendisi için vasiyette bulunulmuşsa vasiyet bâtıl olur. Vasiyet eden, katili tanıyıp vasiyeti değiştirmemiş olsa da, olmasa da kuvvetli görüşe göre vasi­yet bâtıl olur. Çünkü mirasta olduğu gibi, bunda da, vasiyetin bir an önce yürürlüğe konulmasını isteme şüphesi vardır. Vasiyet sîgasmm, vasiyete de­lâlet eden bir lâfız olması gerekir. Bu lâfız, "vasiyet ettim" lâfzı gibi sarih de olabilir, "ölümümden sonra falana şu kadar mal verin" gibi sarih ol­mayan ama kendisiyle vasiyetin kasdedildiği karineyle anlaşılan bir lâfız da olabilir. Vasiyet eden, konuşmaya muktedir olsa bile anlaşılır olan işaret ve yazısı da söz yerine geçer. Kabul ise, ölümden sonra vasiyetin geçerli olması için şarttır. Kabulün ölümden sonra vukûbulması zorunludur, ölümünden önce vukûbulan kabul, fay^ia temin etmez.

Kabulün sahih olması îçin, eğer bâliğ ve reşid ise, vasiyet eden.tarafın-dan vukûbulmasrgerekir. Eğer bâliğ ve reşid değilse, kabul hususunda velîsi onun yerine.geçer. Kendisi için vasiyette bulunulan kimse, kabulden önce ölürse, mirasçısı kabul hususunda onun yerine geçer. Kendisi için vasiyette bulunulan kimse belirli değilse, meselâ yoksul ve düşkünler için vasiyette bu­lunulmuşsa vasiyet bu durumda kabulsüz sahih olur. Vasiyet eden ölür ve kabul de ölümünden sonra bir süre ertelenir, bu süre zarfında vasiyet edil­miş şeyin değeri artarsa, aradaki bu değer artışı vasiyet edenin mi, yoksa ken­disi için vasiyette bulunulanın mı hakkı olur? Bu husus ihtilaflıdır ve bunun için de üç kavil ileri sürülmüştür:

1- Bu fazlalığın tamamı, kendisi için vasiyet edilene aittir.

2- Bu fazlalığın tamamı, vasiyet eden içindir.

3- Bu fazlalığın üçte biri, kendisi için vasiyet edilene aittir.

En mutedil ve en meşhur olan, bu üçüncü kavildir. Adamın biri, bir baş­kası için on milyon lira değerinde bir bahçe vasiyet eder ve bu bahçe de ma-lmın üçte biri kadar olursa, sonra vasiyet eden ölüp, kendisine vasiyet edilen kişinin kabulü gecikirse, hatta bahçe meyve verir ve değeri oniki milyon li­raya ulaşacak şekilde artarsa, sonra da kendisine vasiyet edilen kişi bu vasi­yeti kabul ederse; bu durumda birinci kavle göre bu değerin altıda beşi olan °n milyon lira, kendisi için vasiyet edilene ait olur. Zîra kabulünden önce mçydana gelen altıda birlik değer artışı olan iki milyon lira, vasiyet edenin [Mirasçılarına âit olacaktır. îkinci kavle göre, on milyon lira değerindeki bahçe, ıkı milyon liralık fazlalıkla beraber, kendisine vasiyet olunan kimsenin hak-Kıdır. Zna. bahçenin mülkiyeti, vasiyet edenin ölümüyle onun için sabit ol­muştur. Bahçede meydana gelen fazlalıklar da onun hakkıdır. Üçüncü kavle aslı, -ki bu on milyon liraya eşittir- ve meyvelerin üçte biri, endısine vasiyet edilene aittir. Bahçenin mülkiyeti her ne kadar vasiyet edenin ölümüyle onun için sabit olmuşsa da vasiyette muteber olan şey, kabul­dür. Kabul unsuru teşekkül etmeden meydana gelen fazlalık tereke sayılır. Bunun üçte birini kendisi için vasiyet edilen, üçte ikisini de mirasçılar hak eder. Kavillerin en mutedil ve en meşhuru budur. Şu halde kendisi için vasi­yet edilen, on milyon lirayı ve iki milyon liranın üçte biri olan aşağı yukarı altıyüz altmış altı lirayı hak edecektir. Sadece on milyon lirayı alacak olur­sa, ölünün tüm malının üçte birinde olan hakkını eksik almış olur. Çünkü bahçenin meydana gelen iki milyon liralık değer artışı, ölü için bir tereke sa­yılır. Bu fazlalık, vârislerin mülkünde meydana gelmiş değildir.

Şâfiîler dediler ki: Vasiyet edenin baliğ, akıllı, hür ve tasarrufunda serbest olması şarttır. Şu halde çocuğun, deli ve baygının vasiyette bulun­ması sahih olmaz. Kendi kasdıyla sarhoş olan kimseye gelince, bu, normal bir mükellef gibidir. Diğer akidleri yapması sahih olduğu gibi, vasiyette bu­lunması da sahih olur. Mükâteb veya başka bir statüde bulunsa da kölenin ve aynı şekilde baskı ve zorlama altında tutulan kimsenin vasiyeti de sahih değildir.

Vasiyette bulunan kimsenin müslüman olması şart değildir. Harbî ol­sun olmasın, kâfirin vasiyette bulunması sahihtir. Aynı şekilde İslâm'a dön­mesi şartıyla mürtedin vasiyeti de sahihtir. Ama bu, mürted olarak ölürse vasiyeti geçersiz olur. Vasiyet edenin kısıtlı olmaması şart değildir. Sefihlik veya iflâs nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimsenin vasiyette bulunması sahihtir. Çünkü bunların ibareleri doğrudur. Kendileri sevaba muhtaçtırlar.

Kendisi için vasiyette bulunulan kimsede şu şartların bulunması gerekir:

1- Eğer mükellefse bizzat kendisiyle; çocuk, deli ve benzeri durumday-sa velîsi aracılığıyla kendisi için mülkiyetin hâsıl olacağı bir kimse, yani mülk edinme ehliyetine sahip bir kimse olmalıdır. Şu halde akıllı, deli, büyük, kü­çük, hatta anasının karnındaki cenin -mûtemed kavle göre, cenin anasından ayrılmamış da olsa- için vasiyette bulunmak sahih olur. Evet "falanın mev-cud ve ileride doğacak çocukları için şu kadar mal vasiyet ettim" demek sa­hih olur ve bu vasiyet falanın bütün çocukları için geçerlidir. O şahsın dünyaya gelmemiş olup ileride doğacak olan çocukları, mevcud çocuklarına tabî kılı­nacaktır. İleride de görüleceği Üzere vakıflarda hüküm bunun tersinedir. Bu, vakıflardan maksat devam ve kalıcılık olduğu için sahih olmaktadır. Mülk edinmeye ehil olmayan çocuğun ve delinin yerine, vasiyeti velîsi kabul eder.

Mülk edinme ehliyetine sahip olmayan kimseler için vasiyette bulunmak sahih.değildir. Meselâ ölü gibi. Sözgelimi ölümü halinde falan şahıs için va­siyette bulunmak sahih olmaz, ölünün yıkanması, kefenlenmesi ve teçhizi için vasiyette bulunmak caizdir. Çünkü hakikatte bu, ölüyü teçhiz eden kişi için vasiyette bulunmaktır veya ölünün şahsı için değil de bir iyilik cihetine yönelik vasiyet olmaktadır.

Hayvan için vasiyette bulunmak da bu cümledendir. Çünkü hayvan, mülk edinmeye ehil değildir. Meğer ki vasiyetten maksat, onun sahibi veya yemi olsun. Vakıf, eğer hayvanın yemini temin amacıyla yapılmışsa, bu vakıf iyi­lik cihetine yapılmış olur. Hayvanın yemini temin etmek ve merhametle mu­amele etmek, iyilik cihetlerindendir. Vasiyetin sahih olması için, hayvan sahibinin kabul etmesi şarttır. Çünkü bu durumda vasiyetten maksat budur. Yalnız yem, hayvan sahibine teslim edilmez ve eğer varsa bu yemi vasî sarfe-der, Vasî yoksa, yem kadıya veya vekiline teslim edilir. Vasiyet edilen ma­lın vasî tarafından belirlenen cihetten -ki bu da hayvana yem temin etmektir-başka tarafa sarfedilmesi sahih olmaz. Sahibi, hayvanı başkasına satar ve bu satış, vasînin sağlığında cereyan ederse vasiyet, hayvanı satan lehine ge­çerli olmakta devam eder. Bu satış, vasiyet edenin ölümünden sonra cere­yan ederse, mûtemed görüşe göre vasiyet, müşteriye intikal eder. Şu da var İti, her halükârda vasiyet edilmiş olan malı, hayvanın yemini temin için sar-fetmeye zorlanır. Ancak vasiyetten amacın hayvanın sahibi olduğuna dâir bir karîne bulunursa o zaman hayvan sahibi, vasiyet edilmiş olan mala her halükârda mâlik olur. Falanın doğacak çocuklarına vasiyette bulunmak da bu cümleden olarak sahih değildir. Çünkü kendisi için vasiyette bulunula­nın, mülk edinme ehliyetine sahip olması şarttır. Henüz doğmamış bir ço­cuksa, mülk edinme ehliyetine sahip değildir.

2- Kendisi için vasiyette bulunulanın -eğer Ahmet, Mehmet gibi şahıs olup cihet değilse- belirli olması gerekir. Bir kişi, malının üçte birini Ahmet için vasiyet eder, vasiyet akdini yaparken Ahmet olarak adını belirtmezse, vasiyet sahih olmaz. Ama kendisi için vasiyette bulunulan, şahıs değil de ci-hetse, belirlenmesi şart değildir. Sözgelimi "malımın üçte birini yoksul ve düşkünler için vasiyet ettim" diyen bir kimsenin vasiyeti sahih olur. Yoksul­ları özellikle belirtmesine gerek yoktur. Hatta "malımdan şu kadarını vasi­yet ettim" derse ve kendisi için vasiyet edileni asla söyleyip belirtmezse vasiyet sahih olur. Çünkü kendisi için vasiyette bulunulan, dolaylı olarak anılmıştır ki, o da iyilik ve hayır cihetidir.

3- Mubah ve serbest irâdeyle nakle elverişli olmalıdır. Meselâ suçludan başkasına iftira (kazf) haddiyle vasiyette bulunmak sahih olmaz. Söz gelimi kadı, "falanın kazf haddinin Mehmet'e uygulanmasını vasiyet ettim" der ve Mehmet de kazf suçlusu değilse, yapılan vasiyet sahih olmaz. Çünkü kazf haddinin suçludan başkasına nakledilmesi sahih olmaz. Ama örnekte adı geçen Mehmet kazfedici ise, yapılan vasiyet sahih olur. Müstehak olmayan kimse JÇin şuf'a vasiyetinde bulunmak da böyledir. Karındaki cenini vasiyet etmek sahihtir. Çünkü cenin, bir kimsenin aidiyetinden çıkıp başkasının aidiyetine aktarılmaya elverişlidir. Adamın biri kendi ineğinin karnındaki cenini baş­kası için vasiyet ederse, böyle bir vasiyet sahih olur. Cenin, anasının karnın­da mevcutsa; vasiyet tarihinde mevcudiyetinin bilinir olması ve sağ olarak

ğması Şarttır. Gebelik süresinin bilinmesi konusunda uzman kişilere baş­vurulur.

Anasının karnındaki yavru için vasiyette bulunmak da sahihtir. Meselâ "falan kimsenin ana karnındaki çocuğu için şu şeyi vasiyet ettim diyerek yapılan vasiyet, o çocuğun vasiyet tarihinde rahimde mevcud olması şartıyla sahih olur. Ayrıca mezkûr çocuğun, yerleşik ve tam bir yaşamla sağ olarak doğması da şarttır. Çocuğun ana rahminde mevcudiyeti, vasiyet tarihinden itibaren altı ay geçmeden doğmasıyla bilinir. Tabiî annesi evli ve yavrusu ken­disine nisbet edilen bir kadın ise. Ama asla evlenmemişse, yapılan vasiyet sahih olmaz. Evli olup da kocası Ölmüş, ya da boşanmışsa; karnındaki ço­cuğu için yapılan vasiyet, çocuğu altı aydan fazla ve dört seneden az bir süre zarfında doğurursa sahih olur. Gebeliğin en uzun süresi dört yıldır.

Ana karnında henüz mevcud bulunmayan bir yavru için vasiyette bu­lunmak veya böyle bir yavrunun başkasına verilmesini vasiyet etmek sahih olur. Çünkü vasiyet edilen şeyin mevcud olması şart değildir. Meselâ bahçe­nin bu sene tutacak meyvesini, hayvanın bu sene doğacak yavrusunu vasiyet etmek esah kavle göre sahih olur. Vasiyet edilen şeyin temiz olması da şart değildir. Yararlanılması mubah olan köpeğin, kendisinden yararlamlabilen hayvan gübresinin vasiyet edilmesi de sahih olur. Ama kendisinden yararla­nılmayan köpeğin ve hayvan gübresinin vasiyet edilmesi sahih değildir.

Vasiyet sığasına gelince; sarih olsun, kinaye olsun sığanın, vasiyete de­lâlet eden bir lâfız olması şarttır. Sarih olana örnek olarak; "onun için şu kadar vasiyet ettim" veya "onu, ona verin veya "o, ona ölümümden son­ra hibedir" gibi lâfızları gösterebiliriz. Kinayeye örnek olarak, kinayeye niyet etmek şartıyla "o, malımdan o şahıs içindir'* sözünü gösterebiliriz. Kabule gelince bu, kendisi için vasiyette bulunulan kimsenin "kabul ettim" demesi-dir. Kabulün, lâfızla yapılması şart mıdır? Fiilen yapılması yeterli olmaz mı? Bu hususta iki kavil vardır. En doğrusu, kabulün lâfızla yapılması gerektiği­ne kail olan görüştür. Kabulün, vasiyetçinin ölümünden sonra yapılması ge­rekir. Çünkü vasiyet, ancak vasiyetçinin Ölümünden sonra geçerli ve bağlayıcı olur.

Hanbelîler dediler ki: Vasiyet edende şu şartların bulunması ge­reklidir:

1- Akıllı olmalıdır. Deliliği sürekli olan delinin vasiyeti sahih olmaz. Ama bayılan veya bazan boğulacak gibi olup kasları gerilip tutulan, sonra da ayı-lan kimsenin, ayık iken yaptığı vasiyet sahih olur. Rüşdüne engel olmaya­cak derecede zayıf akıllı kimsenin kendi malında vasiyette bulunması sahih olur. ölümünden sonrası için malının üçte biri kadar vasiyette bulunması sahih olur. Kendinden sonrası için evlâtları üzerine vasî tâyin etmesi de sa­hih olur. Çünkü reşidliği gitmemiştir; şahsı ve çocukları için tasarrufta bu­lunabilir. Rüşdüne engel olacak ve kısıthlık altına alınmasını gerektirecek derecede zayıf akıllı kimsenin, sadece kendi malında vasiyette bulunması sa­hih olur. Çocukları için vasî tâyin etmesi sahih olmaz. Çünkü o, kendi şahsı için iyi tasarrufta bulunamamıştır. Dolayısıyla başkası üzerinde tasarrufta birini seçme yetkisine sahip değildir. Sarhoş da deli statüsünde olup, vasiyeti sahih değildir.

2- Vasiyet edenin mümeyyiz olması şarttır. Temyiz yeteneğine sahip ol­mayan çocuğun vasiyeti sahih değildir. Baliğ olmaya gelince, bu şart değil­dir  Mümeyyiz olan küçük çocuğun vasiyeti sahihtir.

3- Vasiyet eden, konuşmaya muktedir olmalıdır. Dili tutulursa, da olsa, işareti vasiyette sahih olmaz. Ancak dilinin iyileşmesinden umut kesilen kimsenin, meselâ ahrasın anlaşılır olan işareti, vasiyet için yeterlidir. Böyle bir kimsenin, anlaşılır olan işaretiyle yaptığı vasiyet sahih olur. işareti anlaşılmazsa, vasiyeti sahih olmaz.

4- Vasiyet eden, çocukları için vasî tâyin etmek istediğinde, sefihlik ne­deniyle kısıtlılık altında bulunfn amalidir. Sefihlik nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimse, "benden sonra çocuklarım üzerine falan kimseyi vasî tâyin ettim" derse bu vasiyeti geçersiz olur. Çünkü o, kendi şahsı için düzgün bir şekilde tasarrufta bulunamamıştır. Dolayısıyla başkası için vasî seçimini de düzgünce yapamayacaktır. Böyle birinin kendi malıyla vasiyette bulunması ise sahihtir. Çünkü bu vasiyette onun için namaz, oruç ve benzeri ibadetler gibi yararlar vardır. îflâs nedeniyle kısıtlılık altına alınmış olan da bu hük­me tâbîdir. Bunun vasiyeti de sahihtir.

Vasiyet edenin müslüman olması şart değildir. Fâsığın vasiyette bulun­ması sahih olduğu gibi, kâfirin de vasiyette bulunması sahihtir.

5- Kendisi için vasiyette bulunulanın kasden olsun, hatâen olsun vasi-yetçiyi öldürmemiş olması şarttır. Bir kişi bir başkası için vasiyette bulunur da, diğeri vasiyetçiyi öldürürse, vasiyet bâtıl olur.. Bir kişi bir başkasını vu­rup yaralar, sonra da yaralı olan, vuran için vasiyette bulunursa, bu vasiyet bâtıl olur.

Kendisi için vasiyette bulunulanın müslüman olması şart değildir. Müs­lümanlarla savaşan biri olmadığı takdirde dar-ı harbteki, harbî veya mürted de olsa, kâfir için vasiyette bulunmak sahihtir. Bunlar eğer müslümanlarla savaşanlar iseler, bunlar için vasiyette bulunmak sahih olmaz. Doğru olan Eörüş budur.

6- Kendisi için vasiyette bulunulanın, vasiyet esnasında mevcud olması Şarttır. Vasiyet anmda mevcud olması şartıyla ana rahmindeki cenin için va­siyette bulunmak sahihtir. Bu çocuğun rahimde mevcut oluşu da, vasiyetten sonra altı aylık bir süre geçmeden doğmuş olmasıyla bilinir. Ayrıca bu çocu­ğu doğuran kadının, bir kocanın veya (câriye ise) bir efendinin yatağına talâkla boşanmış olması şarttır. Eğer yataklı değilse veya kocası hazırda olmayıp uzak bir beldedeyse veya mahpus ise, Şâfiîler bölü­cünde de anlatıldığı gibi, (altı aydan fazla ve) dört seneden az bir süre zar­ında doğurursa, yapılan vasiyet sahih olur.

7- Vasiyet edilen şeyi Ahmet kabul etmese bile, Ahmet'in atı veya bir başka hayvanı için vasiyette bulunmak sahihtir. Vasiyet edilen şey de bu hay­vanların yemleri için sarfedilir. Sarfedilmeden Önce hayvan ölürse, geri ka­lan, vasiyetçinin mirasçılarına intikal eder. Hayvan için vasiyet edilen şeyi, hayvanın sahibi değil de vasî veya kadı sarfeder.

Vasiyet edilen şeyin vasiyetçiye âit olması şarttır. Başkasının mülkünü vasiyet etmek -vasiyetten sonra vasiyetçi o mülke sahib olsa bile- sahih ol­maz. Bir kişi, "falanın malını vasiyet ettim" dedikten sonra o mala mâlik olursa vasiyet bâtıl olur.

Vasiyet edilen şeyin mevcud olması şart değildir. Belli bir süre için veya sürekli olarak bir bahçenin meyvesi gibi var olmayan bir şeyi vasiyet etmek sahih olur. Kişinin, kendi binek ve davarının karnındaki cenini vasiyet et­mesi de sahihtir. Bazıları, bu gibi şeyleri vasiyet etmenin sahih olmadığını söylemişlerdir. Vasiyet edilen şeyin temiz olması da şart değildir. Mescidde kullanılmaması şartıyla kendisinden yararlanılabilen necis olmuş petrolü va­siyet etmek sahihtir. Baştan aşağıya siyah olmaması şartıyla, köpeğin ve ken­disinde mubah bir fayda bulunan benzeri şeylerin vasiyet edilmesi sahihtir.

Vasiyet edilen şeyin, kendisine vasiyet edilen şahsa teslim edilmesine muk­tedir olunabilecek bir şey olması şart değildir. Havada uçmakta olan kuşun, ürküp kaçmış olan hayvanın ve benzeri şeylerin vasiyet edilmesi sahihtir. Ken­disine vasiyet edilenin de bunları elde etmeye çalışması icabeder.

Sığaya gelince, icâb olsun, kabul olsun vasiyet mânâsını taşıyan bir lâ­fız olmalıdır. İcâba gelince; "sana şu kadar mal vasiyet ettim" veya "Ah­met'e şu kadar mal vasiyet ettim" veya "ölümümden sonra ona malımdan verin" veya "ölümümden sonra malımı onun için kıldım" veya "o, ölümüm­den sonra onun içindir" ve benzeri "ölümümden sonra onu, onun için mülkettim" gibi vasiyet anlamım taşıyan cümleleri örnek olarak gösterebiliriz.

Kabule gelince; bunun, vasiyetçinin ölümünden sonra olması gerekir. Onun ölümünden önce yapılan kabul veya reddin geçerliliği yoktur. Kabul, "kabul ettim" demek gibi lâfızla da olur, vasiyet edilen şeyi almak ve buna benzer olarak vasiyet edilen şeyi satmak ve hîbe etmek gibi rızâya delâlet eden bir eylemle de olur. Redde gelince; bu, "vasiyeti reddettim" veya "vasiyeti kabul etmem" ve benzeri sözleri söylemekle olur. Mülkiyetin kabul ile sü-bûtundan sonra lehdar, teslim almamış olsa bile kendisi İçin vasiyet edilen şeyde tasarrufta bulunabilir. Kendisi için vasiyette bulunulan; sayısız bir ce­maat, düşkünler, âlimler ve benzerleri ise, kabul şartı aranmaz.

 

Vasiyetin Hükmü

 

Vasiyetçi açısından vasiyetin hükmü, içinde bulunulan duruma göre değişir. Vasiyet bazan vâcib, bazan mendub, bazan da haram olur. Mezhebîerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(9) Hanefîler dediler ki: Vasiyetçi açısından vasiyetin hükmü dört kısma ayrılır: Vâcib, mendub, mubah, mekruh.

Vâcib vasiyet: Hakları, sahiplerine ulaştırma sonucunu doğuran vasi­yet. Örneğin, emâneti sahibine ve hiç bir dayanağı bulunmayan meçhul borç­ları alacaklısına ödemeyi vasiyet etmek gibi. Bunların sahiplerine geri verilmesini vasiyet etmek vâcibtir. Çünkü vasiyet etmeden ölürse, bu şeyler zayi olup sahiplerinin kesesinden gider. Dolayısıyla da günahkâr olur.

Müstehab vasiyet: Allah'ın hukukunu ilgilendiren şeyleri vasiyet etmek. Örneğin, keffâret, zekât, oruç ve namaz fidyesi, farz hac ve bunlardan baş­ka ibâdet ve kurbetİ vasiyet etmek gibi. Bazı kimseler derler ki: Allah'ın farz olan hukukuyla ilgili vasiyetler vâcibtir. Kişinin zekât, vâcib keffâret ve benzeri vasiyetlerde bulunması vacib olur. Ama kuvvetli olan birinci görüştür.

Mekruh vasiyet: Bu, fısk ve mâsiyet ehli için yapılan vasiyettir. Sapık­lık ve kötü işlerdeki yoldaşlar için yapılan vasiyetler gibi.

Mubah vasiyet: Bu, zenginlerin kendi aile efradı ve akrabaları, ya da başkaları için yaptıkları vasiyetlerdir. Aile efradı ve akrabalar için vasiyette bulunmak farz değildir.

"Sizden birinize ölüm geldiği zaman, eğer geriye bîr hayır (mal) bıraka-caksa, babasına, anasına ve akrabasına, uygun bir biçimde vasiyet etmek farz kılındı" (Bakara: 180) âyet-i kerîmesine gelince; bu, ana-baba ve akrabala­ra malın bir kısmını vermeye ilişkin geçici bir hüküm olup, miras âyetlerinin nüzulü ve miras hukukunun düzenlenmesinden önce sözkonusu idi. Bu hü­küm, miras âyeti nazil olduktan sonra kaldırılmıştır. Zekât verilmesi, katil ve yemin keffâretinin ödenmesi, namaz ve oruç fidyesinin edâ edilmesi gibi bir farzın ifâsını vasiyet etme durumunda, vasiyetçinin terekesinin üçte biri bu vasiyetin yerine getirilmesine yetiyorsa, mesele açıktır. Yetmiyorsa kul hakkı, Allah hakkına nisbetle öncelik kazanır. Zekât veya katil keffâretinin ödenmesine ilişkin vasiyetlerden önce yerine getirilir. Allah'ın hukuku kap­samında bulunan farzlar vâciblere, vâcibler de müstehablara nisbetle önce­lik kazanırlar. Hac ve zekâta ilişkin iki vasiyet varsa, bunlardan haca ilgilendiren vasiyet,zekâtınkine nisbetle öncelikle yerine getirilir. Bu ikisine ilişkin vasiyetler, keffâretlerle ilgili olanlar, sadaka-i fıtırla ilgili olan vasi­yetten önce yerine getirilir. Çünkü sadaka-i fıtır farz değil, vâcibtir. Sadaka-ı fıtırla ilgili vasiyet, vâcibliğinde ihtilâf bulunduğu için kurbanla ilgili vasi­yetten önce yerine getirilir. Kurbanla ilgili vasiyet ise nafilelerle ilgili vasiyetten önce yerine getirilir.

Vasiyetin, vasiyet edilen şey açısından hükmüne gelince; vasiyet edilen şey, kendisi için vasiyette bulunulan kimsenin yeni bir mülkü olmaktadır. Şu da var ki, az malı olan bir kimsenin, eğer vârisleri varsa vasiyette bulun­maması daha faziletlidir. Malı çok olan bir kimsenin de, malının üçte birini aşacak kadar vasiyette bulunmaması daha faziletlidir.

Şâfiîler dediler ki: Şer'î hükümler bakımından vasiyet beş kısma ayrılır:

1- Vâcib vasiyet: Bu, kişinin kendi yanında bulunduğu başkalarınca bi­linmeyen vedîa, emânet ve borçların, sahiplerine ödenmesini vasiyet etmesi­dir. Yanında bu gibi şeylerden biri mevcud olan kimsenin, hasta değilse bile sahiplerine ödenmesi için vasiyette bulunması vâcibtir. Böylece aniden ölü­mü halinde, başkasının kendisi üzerindeki hakkı zayi olmamış olur.

2- Haram vasiyet: Fitnekâr ve fesatçı olup, kendisi için terekede bir hak tanındığı takdirde terekeyi ifsad edecek olan hilekâr birine vasiyette bulun­mak gibi.

3- Mekruh vasiyet: Bu, malın üçte birini aşacak kadar vasiyette bulun­mak veya mirasçı olacak biri için vasiyette bulunmaktır.

4- Müekked şekilde müstehab olan vasiyet: Bu, gerekli şartları taşıyan; vâcib, haram veya mekruh olmayan vasiyettir. Aklî durumu normal olup mirasçı olmayan biri için, yoksul, düşkün ve benzeri kimseler için vasiyette bulunmak böyledir.

5- Mubah vasiyet: Zenginler için vasiyette bulunmak gibi.

Hanbelîler dediler ki, vasiyetler bazı kısımlara ayrılırlar:

1- Vâcib vasiyet: Bu, yapılmaması halinde kul veya Allah hukukunun zayi olması sonucunu doğuran vasiyettir. Beyyinesiz olarak yanında bir ve­dîa veya borç bulunan bir kimsenin, bunların sahiplerine verilmesi için vasi­yette bulunması farzdır. Üzerinde hac, zekât, keffâret veya adak gibi bir vâcib bulunan kimsenin de, bu vecîbelerin edası için vasiyette bulunması farzdır.

2- Müstehab vasiyet: Vasiyetçinin örfe göre fazlaca malının olması, va­siyetinin de -mirasçılarına eziyet olmasın diye- malının beşte birinden fazla olmaması şartıyla, mirasçısı olmayan yoksul yakını için vasiyette bulunma­sı, müstehab vasiyettir. Bu şartları taşıyan vasiyet, müstehab bir vasiyettir. Kişinin yoksul bir yakını yoksa; yoksullar, düşkünler ve âlimler için vasiyet­te bulunması müstehab olur.

3- Mekruh vasiyet: Bu, fazla mal bırakmayan ve muhtaç durumda mi­rasçısı bulunan kimsenin yaptığı vasiyettir. Muhtaçlık, insandan insana değişir.

4- Haram vasiyet: Bu, malın üçte birini aşacak kadar vasiyette bulun­maktır. Kan veya kocadan başka mirasçıya, malın üçte birden fazlasını vasiyet etmek haramdır. Gerçek şu ki; karı veya kocaya, malın üçte birden daha fazlasını vasiyet etmek haram değil, fakat mekruhtur. Buna göre bu vasiyet, mekruh vasiyet kısmına girer.

5- Mubah vasiyet: Bir sayılanlar dışında kalanlar mubah vasiyetlerdir.

Mâlikîler dediler ki: Vasiyet beş kısma ayrılır:

1- Vâcib vasiyet: Borçlu olan veya yanında vedîa bulunan bir kimsenin, sahibinin hakkı zayi olmasın diye vasiyette bulunması veyahut üzerinde vâ­cib bir ibâdet borcu bulunan bir kimsenin vasiyette bulunması vâcibtir.

2- Haram vasiyet: Haram olan bir şeyi, meselâ bir kimsenin öldükten sonra üzerine ağıt yakılması için vasiyette bulunması gibi.

3- Mendub vasiyet: Bir ibâdet veya vâcib bir şey için vasiyette bulunmak mendub vasiyettir.

4- Mekruh vasiyet: Az malı ve aynı zamanda mirasçısı bulunan bir kim­senin vasiyette bulunması mekruhtur.

5- Mubah vasiyet: Mubah olan bir şeyi vasiyet etmek gibi. Bazı Mâlikîler, vasiyeti iki kısma ayırmaktadırlar:

a- Vâcib vasiyet: Kendisinin başkası üzerinde veya başkasının kendisi üzerinde hakkı bulunan bir kimsenin vasiyette bulunması vâcibtir.

b- Müstehab vasiyet: Bunun dışında kalan şeyler için vasiyette bulun­mak müstehabtır.

 

Hac, Kıraat (Kur'an Okuma) Ve Benzerleriyle, Matemlerde Yapılan İşler Ve Diğer Şeyleri Vasiyet Etme

 

Hac, kabir üzerine (Kur'an) okuma, İlâhîler okumayı vasiyet et­me' matemlerde yapılması gelenek haline gelen yeme ve içmeyi va­siyet etme; belli bir yere defnedilmeyi, kabir yaptırmayı ve bunlara benzer şeyleri vasiyet etme hakkında mezheblerin muhtelif görüşle­ri olup bunlar, aşağıda nakledilmişlerdir.

 

(10) Hanefîler dediler ki: Kabir üzerinde veya evlerde Kur'an okunma­sını vasiyet etmek bâtıldır. Kişinin, kabri üzerinde Kur'an okunması için, malının bir kısmını vasiyet etmesi halinde, vasiyeti yerine getirilmez. Bunlar için vasiyet ile belli bir kimseyi tâyin ederse, meselâ ''kabrim üzerinde Kur'­an okuması için, malımın şu kadarını Muhammed için vasiyet ettim" derse; bir görüşe göre Muhammed, okuma ücreti olarak değil de, hayır ve yardım olarak o malı aldığı takdirde bu vasiyet sahih olur. Diğer bir görüşe göre de bu vasiyet, mutlak surette bâtıldır. Bu da, tâat ve ibâdetler kaşılığında ucret almanın mekruh olduğu esâsına dayanmaktadır. Bazı kimseler, tâat ve ibâdetler karşılığında ücret almayı caiz görmekte oldukları için, bu gibi şeyler için vasiyette bulunmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Halk tarafın­dan itiyad haline getirilen ilâhi okumak ve benzeri şeyler için vasiyette bu­lunmak da bu cümleden olup bâtıldır. Adamın biri, bu işi yapması için belli bir kimseyi tâyin ederek ona vasiyette bulunacak olursa, yukarıdaki ihtilâf, burada da sözkonusu olur.

İbâdetlerin yapılmasını vasiyet etmeye gelince, bilindiği gibi bu müste-habtır. Hacla yükümlü bulunan bir kimsenin, kendi yerine haccedilmesini vasiyet etmesi müstehabtır. Bazı kimseler bunun vâcib olduğu görüşünde­dirler. Kendi adına farz haccının ifâ edilmesini vasiyet eden bir kimsenin, içinde bulunduğu beldeden, bir adamın süvari olarak hacca gitmesine yete­cek kadar malı varsa, kendi beldesinden hareket ettirerek bir adamı onun yerine hacca göndermek vâcib olur. Ama bulunduğu beldeden bir adam gön­dermeye yetecek kadar malı yoksa, Mekke'ye malın yeteceği kadar yakın bir yerden bir adamı hacca göndermek gerekir. Meselâ Ankara'daki bir adam, kendi yerine farz haccın ifâ edilmesini vasiyet eder ve vasiyet ettiği meblâğ, Ankara'dan hareket edip hacca gidecek bir adamın masrafına yetecek ka­dar olursa, Ankara'dan hareket ettirerek bir adamı hacca göndermek vâcib olur. Eğer vasiyet ettiği meblağ, ancak Adana'dan hareket edip hacca gide­cek bir adamın masrafına yetecek kadarsa, Adana'dan hareket ettirerek bir adamı hacca göndermek vâcib olur. Vasiyeti yerine getirmek için, bir kimse­yi hacca yaya göndermek sahih olmaz. Çünkü hac, ancak bineğe binme ikti­darında olan kimseye vâcib olur. Başkasımn yerine gidecek olan nâib hakkında da hac, ancak bu şekilde vâcib olur.

Bir hacı adayı henüz Mekke'ye ulaşmadan yolda vefat eder ve kendisi­ne niyâbeten haccedilmesini vasiyet ederse; vefat ettiği yerden mi, yoksa kendi beldesinden mi bir adam tutulup hacca gönderilir? Bu hususta ihtilâf var­dır: Bir kavle göre, kendi beldesinden yaya olarak değil, binekli olarak bir adam tutulup hacca gönderilir. Mûtemed olan görüş budur. Bir başka kavle göre ise vefat ettiği beldeden bir adam tutulup hacca gönderilir. Vasiyet etti­ği meblâğ, kendi beldesinden hareket edip hacca gidecek bir adamın masra­fına yetmeyecekse, Mekke'ye yetecek kadar yakın bir beldeden bir adam tutulup hacca gönderilir.

Bir kişi, vefat ettiği yerden taşınıp başka bir yere götürülerek orada def­nedilmesini vasiyet ederse, meselâ "beni şu mıntıkadan falan mıntıkaya nak­ledin ve orada gömün" derse, vasiyeti bâtıl olur. Vasî, onu isteği doğrultusunda taşır ve masraf yaparsa, bu masraflar terekeden değil, kendi cebinden gider. Ancak mirasçılar onaylarlarsa, bu masraflar terekeden kar­şılanır. Mezarında kendi altına döşeme ve benzeri şeylerin konulmasını vasi­yet ederse, bir kavle göre bu vasiyet sahih olur. Zîra bu, kefende fazlalık yapmaya benzer ki, bunun sakıncası yoktur. Başka bir kavle göre ise, bu vasiyet sahih olmaz. Çünkü bu, lüzumsuz yere malın zayi olmasıdır.

Kabrinin yaldız ve süslerle imar edilmesini veya zamanımızda bilindiği gibi bina edilmesini vasiyet etmek bâtıldır. Ama kabri yıkık olup onarıma ihtiyacı varsa, onarılmasını vasiyet etmesi sahih olur.

Kabrinin üzerine kubbe ve benzeri şeylerin yapılmasını vasiyet ederse, bu vasiyet bâtıl olur. Çünkü kabir üzerine bu gibi şeylerin yapılması, ittifak­la menedilmiştir. Ama kabrinin çamur, kireç ve benzeri şeylerle sıvanmasını vasiyet ederse, bu vasiyet hakkında ihtilâf vardır: Bazıları, eğer sıvamaya kabri sağlamlaştırmak ve onu vahşî hayvanların saldırısından korumak, ya da cesedin kokusunu gizlemek için ihtiyaç varsa, bu vasiyetin caiz olacağı, aksi takdirde caiz olmayacağını söylemişlerdir.

Kendi evine defnedilmesini vasiyet eden kimsenin vasiyeti bâtıldır. Me­ğer ki evini, müslümanlar için mezarlık olarak tahsis etsin. Bu takdirde, anı­lan vasiyeti sahih olur. Bir kişi, kendisine kefen satın alınması için fazla miktarda mal vasiyet ederse, vasiyetine uyulmaz. Kendisine uygun bir kefen satın alınır. Sağlığındayken cumalara, bayramlara ve düğünlere gittiğinde giydiği elbiselere bakılarak, uygun bir kefen satın alınır. Ya da elbisesinin türünden bir kefen satın alınır.

Müslümanların yoksullarına mezar temin edilmesi veya kefenlendiril-meleri için malının üçte birini vasiyet eden bir kimsenin vasiyeti sahih olur. Ama "yoksulları" kaydını koymaksızın sadece müslümanların mezar ve ke­fenlerinin temin edilmesi için vasiyette bulunursa, vasiyeti sahih olmaz.

Matemlerde yemek yapılması için vasiyette bulunursa; misafirlerin ve ölünün mıntıkasından uzak olanların yemeleri şartıyla vasiyet sahih olur. Me­safesi yakın ve ikâmet müddeti az olanların bu yemekten yemeleri caiz ol­maz. Ölü sahiplerine, ilk günde yemek götürmenin bir sakıncası yoktur. Çünkü onlar kendi musîbetleriyle meşgul bulunmaktadırlar. Üçüncü günde götürmekse mekruhtur. Çünkü bu müddetten sonra ölü sahipleri, ancak ağıtla meşgul bulunurlar. Bu işte, yemek götürerek onlara yardımcı olmak, mâsi-yet işlemelerine yardımcı olmaktır.

Okumak üzere mescide mushaf vakfedilmesi vasiyet edilirse, bu vasiyet imam Âzâm'a göre bâtıl, İmam Muhammed'e göre sahihtir. Aynı şekilde Şu arsasının, müslümanlara mezarlık olarak tahsis edilmesini vasiyet ederse bu vasiyet, İmam Âzâm'a göre bâtıldır. Ama şu arsasının mescid olarak tahsis edilmesini vasiyet ederse, bu vasiyet ittifakla sahih olur.

Malının üçte birinin mescide sarfedilmesini vasiyet ederse, bu vasiyet caiz olur. Vasiyet edilen meblağ, mescidin imârına, gerekli edevatının satın alınmasına ve aydınlatılmasına sarfedilir. Malının üçte birinin Beyt-i Mak-dis'e sarfedilmesini vasiyet ederse.bu vasiyet caiz olur.Aynı şekilde imârına ve gereklerini yerine getirme yoluna sarfedilir.

Mâlikîler dediler ki: Bir kirnsenin, kendi kabri üzerine Kur'an okun­ması için yaptığı vasiyet, tıpkı kendi yerine haccedilmesi için yaptığı vasiyet gibi, yerine getirilir. Vasiyetin Iehdarı olan kişiyi belirtip belirtmemesi arasında bir fark yoktur. Ama kendi yerine namaz kılınması veya oruç tutul­ması için vasiyette bulunması bâtıldır. Gümüş bir kandil alınıp bir velînin veya bir peygamberin mezarı üzerine asılması, veya mezarın üzerine sandu­ka yapılması, ya da sanduka üzerine kumaş örtülmesi gibi lüzumsuz yere malın zayi olmasına yol açacak vasiyetlerde bulunmak da böyledir. Şerîat koyucu bunları emretmemiştir. Mirasçılar bu vasiyeti dikkate almayıp diledikleri gi­bi hareket edebilirler.

Bir kimsenin, üzerine ağıt yakılması veya övünç vesilesi olsun diye me­zarı üstüne kubbe yapılmasını vasiyet etmesi de böyledir. Bu gibi vasiyetler bâtıl olup yerine getirilmezler.

Zamanımızda uygulandığı şekliyle, kadınlarla erkeklerin biraraya gele­rek dinin emretmediği bir takım davranışların yapıldığı ve benzeri münkerâ-tın irtikâb edildiği şekilde düzenlenen doğum günü partilerinde harcamak üzere mal vasiyet etmek de bu cümleden olarak bâtıldır; uygulanmazlar. Ölü­nün kefenlenmesi, taşınması, defnedilmesi ve yıkanması gibi, ücretle yapıl­ması sahih olan şeyler için vasiyette bulunmak sahih olur. Ölü üzerine namaz kılmak gibi ibadete özgü işler için vasiyette bulunmak sahih olmaz. Her ne kadar mülk edinilmesi düşünülmese de, herhangi bir mescid için vasiyette bulunmak caizdir. Çünkü mescid için vasiyette bulunmaktan amaç, yakıt ve imârı gibi maslahatları için masrafta bulunmaktır. Bu da halk tarafından bilinen bir şeydir. İnsanlar, mescid için vasiyette bulunmaktan sadece bunu kasdetmektedirler. Eğer başka bir anlam kastedilseydi, vasiyet o maksada yöneltilirdi. Meselâ Ezher Üniversitesi için vasiyette bulunulduğunda, bun­dan maksat, halkça da bilindiği gibi oradaki talebelere infakta bulunmak­tır. Bu gibi konularda örfe bakılır ve Örfe göre hareket edilir.

Ölülerin defnedilmesi için vakfedilmiş olan bir arazi üzerine mescid ve­ya medrese yapımı için vasiyette bulunmak sahih olmaz. Mısır'daki Kurafe mevkii gibi. Burası defn işi için vakfedilmiştir. Üzerinde başka bir şeyin ya­pılması sahih olmaz. Matemlerde yapılması âdet haline gelen ağıt yakmak veya yollara çadır kurarak taziye kabul etmek gibi şer'ân yasaklanmış işler yaptırmayı vasiyet etmek sahih olmaz. Çünkü mâsiyet işlenmesini vasiyet et­mek bâtıldır. Ama cenaze bahislerinde anlatılan caiz işleri vasiyet etmek ca­iz olur. Önce de belirtildiği gibi, tâatleri vasiyet etmek müstehabtır. Zekât, oruç fidyesi, müslüman bir esirin kurtarılması gibi birden fazla tâate ilişkin vasiyetlerde bulunan ve malının üçte biri bu vasiyetlerin yerine getirilmesine yeten bir kimsenin mirasçıları bu vasiyetleri onaylamazlarsa, bu vasiyetlerin bazısı bazısına, şu aşağıdaki Özel sıraya göre öncelik kazanır:

1- Kritik bir hastalığa yakalanmışken evlenip kendisiyle gerdeğe girdiği bir kadının mehrinin verilmesini vasiyet edip ölmüşse, bu vasiyet diğerlerine nisbetle öncelikle yerine getirilir. Bu durumda eğer mehr-i misli, mehr-i mü-semmâsından daha azsa mehr-i misli verilir. Ya da mehr-i müsemmâsı, mehr-i mislinden daha azsa mehr-i müsemmâsı verilir. Kadının hak edeceği mehir, mehr-i misil ve mehr-i müsemmâdan hangisi daha az ise, odur.

2- Müslüman bir esirin azâd edilmesi. Bir kavle göre buna ilişkin vasi­yet, diğer vasiyetlere nisbetle öncelikle yerine getirilir. Sonra müdebber kö­le, sonra hastayken evlenip de henüz mehrini vermediği kadının mehrini vermeye dâir vasiyet, sonra da sıhhat halindeyken ihmalkârlık edip verme­diği ve zimmetinde bir borç haline gelen zekâtın ödenmesine dâir vasiyet ye­rine getirilir. Bu borcun zimmetine girdiğini itiraf etmeksizin ödenmesini vasiyet etmişse, malının üçte birinden çıkarılarak ödenir. Ama zimmetine gir­diğini itiraf ederse, bu borç olur ve ödenmesini vasiyet etse de etmese de, malının tümü içinden çıkarılarak ödenir. Zekâtını ödeme zamanı gelip de ödemeden öldüğü mal ve davarın zekâtı da aynı hükme tâbidir. Ödenmesini vasiyet etse de etmese de, bu zekât malının tümü içinden çıkarılarak Ödenir. Taneleri kabuğundan çıkarılacak hale gelmiş olan ekinin ve meyvesi renk­lenmiş hale gelen bahçenin zekâtı da bu hükme tâbidir. Ekin ve bahçesi bu hale gelip de kendisi ölüfse, bunların zekâtı, ödenmesini vasiyet etse de et­mese de, malının tümü içinden çıkarılarak ödenir.

3- Eğer üzerinde kazaya kalmış fitre varsa, bunların ödenmesi öncelik kazanır. Ama üzerine vâcib olur olmaz öldüğü fitre varsa ve ödenmesini va­siyet etmiş ise, malının tümü içinden çıkarılarak ödenir. Vasiyet etmemişse, mirasçılarına ödemeleri emredilir. Ödemeye yanaşmazlarsa, zorlanmazlar.

4- Zihar keffâretinin ve katil keffâretinin ödenmesini vasiyet etmek. Bu ikisinin mertebesi aynıdır.

5- Allah Teâlâ adıyla veya sıfatlarından biriyle yapılan yeminin keffâretini ödeme vasiyeti.

6- Kasıtlı olarak bozulan Ramazan orucunun keffâreti; sonra da bu kef-fâretin edasını, ikinci Ramazan girinceye dek erteleyip ihmal etmenin keffâreti.

7- Adağın yerine getirilmesi. Kişi sıhhat halinde veya hastalık halinde adamış olsa da bu adak halk tarafından veya sadece vasiyetçi tarafından bi­linse de, aynı hükme tâbidir.

8- Efendisinin hastalığı halinde azâd edilmiş olan köleye dâir vasiyet.

9- Vasiyetçi tarafından bilinen belirli bir köle ise falan kölem gibi- ve­ya başkası tarafından bilinen belirli bir köle ise -Ahmed'in kölesi Hasan gibi-azâd edilmesi vasiyet edilmiş olan köleye dâir vasiyet.

10- Mükâteb köleye dâir vasiyet.

11- Bir yıllığına azâd edilmiş olan köleye dâir vasiyet, daha fazla süre azâd edilmiş olan köleye dâir vasiyete nisbetle öncelik kazanır.

12- "Benden bir köle azâd edin" gibi gayr-ı muayyen bir kölenin azadı­na ilişkin vasiyet.

13- Vasiyetçİnin yerine haccedilmesi. Ancak vasiyet edilen hac, farz olan hac ise, bu, gayr-ı muayyen kölenin azadına ilişkin vasiyetle aynı mertebede olur. Ölünün malından bir bölümü vasiyet etmek de bu son iki vasiyet gibi­dir. Bunlarla aynı mertebededir. Bu vasiyet, önceki iki vasiyetle bir arada bulunursa, kendisi için vasiyette bulunulan kişilerden her biri bir hisse alır.

Şâfiîler dediler ki: Kabir üzerine Kur'an okunmasını vasiyet etmek sahihtir. Zîra okunan Kur'an'ın sevabı, şu üç şarttan biri gerçekleştiği tak­dirde ölüye ulaşır:

1- Kabrin yanında okunmalıdır.

2- Kabrin yanında okunmadığı takdirde, okumanın ardısıra onun için duâ edilmelidir.

3- Böyle yapılmazsa sevabın onun için hasıl olmasına niyet edilmelidir.

Bu üç şarttan biri gerçekleştiği takdirde okunan Kur'an'ın sevabı ölüye ulaşır. Bazı kimseler bunun için duâ ve niyetin bir arada bulunması gerekir demişlerdir.

Dünyevî ücreti aldığı için okuyucusunun sevabı düşse de, ölünün seva­bı düşmez. Nitekim icar bahsinde de bu anlatıldı. Bir kavle göre, okunan Kur'an'ın sevabı ölüye ulaşmaz. Bu kavil zayıftır.

Farz veya nafile hac için vasiyette bulunmak sahihtir. Bu durumda vasiyetçinin tâbi olduğu ihram mîkatmda bir kişiye gerekli masraflar verilerek hacca gönderilir. Vasiyetçi, "mîkat yerimden bir adamı gönderin" diyerek bir kayıt koysa da koymasa da, hüküm aynıdır. Kayıt koymazsa vasiyeti, şer'an bilinen duruma göre yerine getirilir. Şer'an bilinen duruma göre onun tabî olduğu mîkat yerinden bir adam tutulup hacca gönderilir. Ama kendi mîkat yerinden uzaktaki bir mahalden bir adam tutularak hacca gönderil­mesine dâir bir kayıt koymuşsa, bu kaydına göre hareket edilir. Malının üç­te biri, anılan yerde bir adam tutularak hacca gönderilmesi için gerekli masrafa yetecekse, vasiyetin kaydına uyulur. Ama malının üçte biri buna yeterli de­ğilse, kaydına bakılmaksızın tabî olduğu mîkat mahallinden bir adam tutu­larak hacca gönderilir. Malının üçte biri buna da yetmezse, Mekke'de bile olsa, mîkat mahallinden ötede bir adam tutularak gerekli masrafı verilir ve haccettirilir. Vasiyet bâtıl olmaz. Malının üçte biri bu üç durumdan birine yeterli olmazsa, masrafın eksilen kısmı, malının tamamından çıkarılır. Şu anlamda ki, hac ve kendileri için vasiyette bulunulmuş olan kimseler, malın üçte birine ortak olurlar. Malın üçte biri bunlar için az gelirse, bu vasiyetle­rin yerine getirilmesi için gereken meblağ, malın tamamından çıkarılarak ta­mamlanır. Şâfiîlerin bu meselede özel bir açıklamaları vardır. Şöyle ki: Söz gelimi Mehmet, Bekir için malından yüz lira verilmesini vasiyet eder; ayrıca kendisi yerine farz olan haccın ifâ edilmesini vasiyet eder ve hac masafı da yüz bin lira tutarsa; terekesinin tamamı da üç yüz bin lira ise ve mirasçılar da vasiyetin ancak terekenin üçte biriyle yerine getirilmesine müsâade edi­yorlarsa -ki üçte bir olan yüz bin lira, bu iki vasiyetin yerine getirilmesine itmiyorsa, nitekim yetmeyeceği de açıkça görülmektedir- hac için eksilen masraf, terekenin tamamı içinden çıkarılıp haccedene verilir. Eksilip de te­rekenin tamamından çıkarılacak olan bölümün ne kadar olacağı, ancak ta­mamlandıktan sonra kalan kısmın üçte birini bilmekle anlaşılabilir. Kalan kısmın üçte bîrinin ne kadar olacağı da ancak, hac masrafına ilâve edilen tamamlayıcı kısımn ne kadar olduğunu bilmekle anlaşılabilir. Yani bunlar­dan her birinin miktarı, diğerinin miktarım bilmekle anlaşılabilir. Ki buna devir denir. Bu devrin çözümü de şöyle olur: Hac masrafına ilâve edilen ta­mamlayıcı kısım, bilinmeyen olarak farzedilir. Yani tereke (300.000-x) lira kabul edilir. (x) çıkarıldıktan sonra üç yüz bin liradan geri kalan kısım üçe bölünür. Bölme işlemi sonunda (100.000-x / 3) lira elde edilir. îşte bu (100.000 -x / 3) Ura, kendisi için vasiyette bulunulan Bekir ile hac arasında bölünür. Bekir için (50-000 -x / Ö)> hac için de (50.000 -x / 6) lira tahsis edilmiş olur. Sonra da hac için, 3Û0 bin liradan çıkarmış olduğumuz (x) lirayı (50.000 -x / 6) liraya ekleriz. Yani hac masrafı için (x + 50.000 - x / 6) lira tahsis edilmiş olur. Bu problem, ferâiz hesabına göre (6) sayısı üzerine kurulur. 50.000 X 6 = 300.000 lira olur. Sonra bu üçyüz bin lira beşe bölünür ve 60.000 sayısı elde edilir. İşte bu problemdeki (x), 60.000 liradır. Hac mas­rafını tamamlamak için terekenin tamamından çıkarılmış olan x, 60.000 li­radır. 300.000 liradan 60.000 lira çıkarıldığında geriye 240.000 lira kalır. Bunun üçte biri 80.000 liradır. 80.000 lira, Bekir ile hac arasında taksim edi­lir; her birine 40.000 lira isabet eder. 40.000 liraya x (60.000) lira eklenirse, hac masrafı için gerekli olan 100.000 lira elde edilmiş olur. Bu anlattığımız, farz hac için sözkonusudur. Ama nafile hac için vasiyette bulunmuş olup malının üçte biri, kendisinin tabî olduğu mîkat yerinde bir adam tutup hac­cettirme masrafına yetecek kadar değilse, bu vasiyet bir kavle göre geçersiz olur, bir kavle göre geçersiz olmaz.

Nazırının kabul etmesi şartıyla, mescidin imâr ve maslahatı için vasi­yette bulunmak sahihtir. Vasiyetçi, "vasiyet ettiğim şeyin mescid için mülk olmasını istedim" derse bu vasiyeti, "şunu, şu mescid için vasiyet ettim" demesi şartıyla sahih olur. Ama "bu, mescidin üzerinedir" derse o zaman verdiği şey vakıf olur. Sonuç olarak bu anlatılanlardan başka yapılması ha­ram veya mekruh olmaksızın caiz olan şeyleri vasiyet etmek caiz olur. Aksi takdirde caiz olmaz.

Hanbelîler dediler ki: İlim kitapları ve Kur'an-ı Kerîm yazmak için vasiyette bulunmak sahihtir. Çünkü bu, faydalı bir kurbet ve tâattir. Masla­hatına ve yararına sarfedilmek üzere mescid için vasiyette bulunmak sahihtir.

Bir kimse kendi yerine haccedilmesini vasiyet eder, ama hac masrafını belirtmezse, kendisinin yerine haccedecek olan şahsa emsallerininki kadar masraf ödenir. Gerekli masrafı karşılaması için hacıya verilen mal, hac yo­lunda zayi olursa, hacı bundan sorumlu olmaz. Aynı şekilde hacı hastalanır da bu hastalık onu hacca gitmekten engellerse yine sorumlu olmaz ve tazminat Ödemesi gerekmez. Ama hastalanacağı kuruntusuna kapılıp korkar ve bu nedenle yoldan geri dönerse, yaptığı masrafı kendisinin ödemesi gerekir.

Vasiyetçi, hac masrafı için verilecek meblağı belirtir, meselâ "bir mil­yon lira ile yerime haccettirin" diye vasiyette bulunursa, mirasçının bu meb­lağı eğer yeterliyse terekenin üçte birinden ödemesi gerekir. Yalnız bu bir milyon liranın hacca yetecek kadarını sarfeder. Geri kalanıyla bir kez daha haccettirir. Ve arttıkça bu hep böyle devam edip gider. Onun yerine, mîkat-tan itibaren hacca başlanması sahih olur. Mîkat öncesi katedilen mesafeye gelince; bu, hacdan sayılmaz. Vasiyetçi, kendi yerine haccedecek şahsı belir­tirse, vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Mirasçının, onun yerine haccet­mesi sahih olmaz. Herhangi bir şahıs belirtmez ve bu hususta herhangi bir kayıtlamada bulunmazsa yine aynı hüküm söz konusu olur. "Mirasçı be­nim yerime haccetsin" derse sahih olur.

Sadaka verilmesini vasiyet etmek, nafile olarak haccedilmesini vasiyet etmekten daha faziletlidir. Kabir üzerine yapılması yasaklanmış şeyleri, me­selâ kabrin yeri belli olsun diye yapılan bir karış yükseklikteki yapıdan faz­lasını ve izin verilmemiş olan yapıları yapmak için vasiyette bulunmak sahih olmaz ve bunlar dışında kalan, cenaze bahislerinde yasak olduğu anlatılan işlerin yapılması için vasiyette bulunmak da sahih olmaz.

 

Komşular, Akrabalar Ve Bunlar Gibi Özel Bazı Kimseler İçin Vasiyette Bulunmak

 

Bir kimse komşularım, akrabalarım ve bunlara benzer bazı kim­seler için vasiyette bulundum derse, vasiyeti sahih olur. Yalnız, komşu ve akrabaların izahatına dâir mezheblerin bazı tafsilâtı olup, bunlar aşağıda anlatılmıştır.

 

(11) Hanefîler dediler ki: Bir kimse, "şu kadar malımı komşularım için vasiyet ettim" derse bu vasiyeti, onun bitişik komşuları için olur. Sağdan, soldan veya arkadan ona bitişik olan evlerin sakinlerine; müslüman, zımmî, kadın, erkek, kapılarının kendisine yakın veya uzak olmasına bakılmaksızın -çünkü evine'bitişiktirler- vasiyetin öngördüğü meblağ eşit olarak dağıtılır. Şu da var ki, bitişiğinde bir evi bulunan kimse, eğer o evde oturmuyorsa, vasiyetten hiç bir şey alamaz. Bu, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. îmameyne ge­lince; bunlar derler ki: Komşu kelimesi bütün mahalle halkını kapsar. Ma­halle halkı, aynı mescidin çatısı altında toplanan, aynı cemaati oluşturan ve aynı çağrı ile biraraya gelen kimselerdir. Örfe göre komşu kelimesi bu anla­ma gelir. "Hısımlarım için şu-kadar mal vasiyet ettim" diyen bir kimsenin bu vasiyetinde, eşinin bütün akrabaları hak sahibi olur. Hanımının babası, amcaları, kardeşleri ve dayıları bu vasiyetten pay alırlar .Aynı şekilde baba­sının karısının akrabaları dat yani o kadının babası, amcası, dayısı ve kan

yakınlığı ile yakım olan kimseler de bu vasiyetten pay alırlar. Çünkü bu sa­yılanların hepsi, vasiyetçinin hısımlarıdırlar. Bununla beraber bu gibi husus­larda örfe itibar edilir. Örf eğer sadece karının babasını hısım sayıyorsa, örfe uyulur. Vasiyetçinin ölümü esnasında hısım bulunanlar sadece vasiyet kap­samına girerler. Bu da hısımlık bağının kurulmasına neden olan karının, ölü­mü esnasında vasiyetçinin nikâhı altında bulunmasıyla olur. Ama vasiyetçi, ölmeden o kadını bâin bir talâkla boşamışsa, kadının akrabaları vasiyetin kapsamına girmezler. Çünkü bu durumda onlar, vasiyetçinin hısımları de­ğildirler. Kadım boşar da henüz iddet beklemekteyken vasiyet sahibi olan kocası ölür ve talâkı da ric'î olursa, akrabaları, kocanın (vasiyetçinin) hı­sımları olurlar. Ama talâkı bâin ise hısım olmazlar.

Bir kimse, damat ve enişte anlamına gelen "hatenlerim için şu kadar mal vasiyet ettim" derse yasıyetçinin kızının kocası, bacısının kocası, hala­sının kocası, teyzesinin kjbcası ve akrabası olan kadınların kocaları, meselâ bacısının kızırun kocası, kızının kızının kocası, oğlunun kızının kocası bu vasiyetten pay alma hakkına sahip olur. Bu hususta da Örfe itibar edilir. Örf eğer "haten" kelimesini akraba olan bütün bu kadınların kocalarına teşmil ediyorsa, anılan vasiyet bu kocaların tümünü kapsamına alır. Meselâ kızın kocası, halanın kocası, teyzenin kocası hatendir. Bu kocaların akrabaları varsa ve örf haten kelimesini kocaların akrabalarına da teşmil ediyorsa,örfe göre amel edilir. Aynı şekilde örf, haten kelimesinin, sadece kızın kocası anlamı­na geldiğini kabul etmişse, örfe göre amel edilir. Ve bu, hep bu şekilde yürü­yüp gider. Bir kimse, "ehlim için şu kadar mal vasiyet ettim" derse, Ebû Hanîfe "ehl" kelimesinin sadece zevceye özgü olduğunu söylemekte, Ebû Yusuf ile Muhammed ise, bu kelimenin, hizmetçiler dışında kişinin geçimle­rinden sorumlu olduğu kimselere Özgü olduğunu söylemektedirler. Ebû Ha­nîfe "ehl" kelimesinin gerçekte zevce demek olduğuna dâir şu delili göstermektedir:

"Ehli (ailesi) ile yola çıktı... Ehli (ailesi)ne dedi ki: Siz durun.[5]

Bu âyeti kerimede geçen "ehl" kelimeleri zevce anlamında kullanılmış­tır. Örf, lügatle uyum sağlar. Bu nedenle "teehhele min cihetin keza", yani "falan mıntıkadan evlendi" derler. Adamın biri, herhangi bir kayıt koymak-sızın "ben şunu ehlim için vasiyet ettim" derse, bu vasiyetin lehdarı, gerçek anlamda ehli olan zevcedir.

Ebû Yûsuf ile Muhammed derler ki: Lügat, "ehl" kelimesini kişinin ak­raba ve aşîreti anlamında kullanır. Yüce Allah buyurur ki:

"Biz, karısı müstesna olmak üzere, onu ve ehlini kurtardık.[6]

İmameynin bu görüşüne karşı deriz ki: Ebû Hanîfe, "ehl" kelimesinin umum için kullanılmasını menetmiş değildir. Ancak o der ki: "Ehil" keli­mesinin gerçek anlamı zevcedir.Umum için kullanıldığına dâir âyet-i kerî­medeki mevcud istisna gibi- bir karine bulunursa, o zaman ehil kelimesi umum anlamına yorulur. Şu da var ki, bu gibi şeylerde esas örftür dediğimiz tak­dirde, örf, tümü için bir ölçü unsuru olur.

Bir kimse, "âl'İm için şu kadar mal vasiyet ettim" derse, bu vasiyeti kabilesini kapsar. Çünkü "âl", kişinin mensub olduğu kabilesi anlamına gelir. Ona mirasçı olmayan babalar, İslâm'da kendisi için en son olan babasına kadar bu vasiyetinin kapsamına girerler. Ancak tümünün mensup olduğu ilk babası, vasiyetin kapsamına girmez. Çünkü denilir ki o, vasiyetçinin ehl-i beytindendir. Kızların oğullarıfkardeş oğullan ve anasının akrabalarından hiç bir kimse, bu vasiyetin kapsamına girmez. Zîra evlâd anasına değil, ba­basına mensuptur.

Bir kimse, "cinsimin ehline şu kadar mal vasiyet ettim" derse, bu vasi­yeti babasının ehl-i beytini kapsamına alır. Çünkü, bu gibi durumlarda cins­ten maksat nesebtir ve neseb de babaya aittir. Ehl-i beyt ve ehl-i neseb de böyledir. Kadının çocuğu, kendisinin cinsinden değildir. Çünkü çocuk, ona nisbet edilmez.

Şu halde Hanefî mezhebine göre şeref, asla anaya göre takdir edilmez. Her ne kadar onun azıcık meziyetleri varsa da... Dolayısıyla anaya eşraf mu­amelesi yapılmaz. Onun sadaka alması helâl olur. Şeref hususunda babaya denk olamaz. Eşraf için vakfedilmiş olan vakıftan, hak sahibi olarak pay alamaz. Meğer ki onun için özel bir nass mevcud olsun.

Bir kimse, "akrabalarım veya zevi'l-erhâmım için şu kadar mal vasiyet ettim" derse, bu gibi sığalar hususunda Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf ve Mu-hammed arasında ihtilâf vardır. Ebû Hanîfe der ki: Bu gibi sîgalar, en yakın olanları kapsar. Yani vasiyetçinin mahremleri olan zevi'l-erhâmı arasında en yakın mertebede bulunanı, o bulunmadığı takdirde onun ardısıra geleni kapsar. Bunun sahih olması için de şu dört şartın bulunması gerekir:

1- Vasiyette hak sahibi olanların iki veya daha fazla kişi olması gerekir. Eğer vasiyetçinin yakım bir kişi ise, vasiyet edilen meblağın sadece yarısını alır.

2- Vasiyette hak sahibi olanların vasiyetçiye yakın olması, yani onu, va­siyetçinin mirasçısı olmaktan hacbedecek (menedecek) bir başka mirasçının arada bulunmaması gerekir. Eğer onu mirasçı olmaktan menedecek biri varsa, onu vasiyetten pay almaktan da meneder.

3- Vasiyette hak sahibi olanın, vasiyetçinin mahremi olan bir zûrahmi olmalıdır. Eğer mahremi olmayan bir zû rahmi ise, vasiyetten pay alma hak­kına sahip olmaz.

1- Vasiyette hak sahibi olan, vasiyetçinin mirasçısı olmalıdır. Ebeveyn ., çocuk, bu sığanın kapsamına girmezler. Çünkü vasiyetçiye en yakın ve bitişik oldukları için bunlara akraba denmez. Torun ve dedeye gelince; bun­lar bu sığanın kapsamına girerler. Bunların müslüman veya kâfir, büyük ve­ya küçük olması farketmez.

Ebû Yûsuf île Muhammed'e gelince; bunlar derler ki: Bu sîga, ana veya baba tarafından vasiyetçiye mensub olan herkesi kapsamına alır. Bunların vasiyetçiye yakın veya uzak, müslüman veya kâfir, ferd veya toplum olma­ları arasında fir fark yoktur. Bir kimse kendi akrabaları için vasiyette bulu­nup ardında oğlu olduğu için kendisine mirasçı olmayan iki amca ve iki dayıyı bırakarak vefat ederse, vasiyet ettiği meblağ, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre iki amca arasında yarı yarıya paylaştırılır. Çünkü şartlar tahakkuk etmiştir: Amcalar iki tanedir ve ikisi de mahrem olan akrabasıdır. Mirasçı olmadık­larına göre onları vasiyet pıeblağını almaktan menedecek bir kimse de yok­tur. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre ise, bu vasiyetin meblağı eşit olarak iki amcayla iki dayı arasında paylaştırılır. Her birisi, dörtte bir pay alır. Çünkü akraba kelimesi, vasiyetçiye mensub olan herkesi kapsamına alır. Ama vasi-yetçi, geriye bir amca ve iki dayı bırakarak vefat ederse, amca, vasiyet meb­lağının yarısını alır. İki dayı da kalan yarıyı paylaşırlar. Bu taksim Ebû Hanîfe'ye göredir. Çünkü gerekli şartları taşıyan ve onu vasiyetteki payını almaktan hacbedecek birisi bulunmayan amca bir tanedir. Vasiyet meblağı­nın yarısı onundur. Bilindiği gibi, hak ediciler iki kişi olmadan vasiyet tü­müyle yerine getirilmez. Bir kişi olunca yarısını alır. Geri kalan yansı ise, kendilerini vasiyetteki paylarını almaktan meneden biri bulunmayanların ola­caktır ki, bunlar da iki dayıdır. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e gelince, bunla­ra göre vasiyet meblağı, bir amca ve iki dayı arasında üç pay üzerinden taksim edilmelidir. Çünkü akraba kelimesi bunları, aynı nisbette kapsamına almak­tadır. Vasiyetçi, geriye bir amca bırakarak vefat ederse, vasiyet meblağının yarısı onun olur. Geri kalan yarısı ise, Ebû Hanîfe'ye göre mirasçısına veri­lir. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre ise, mahrem olmasa bile yakını bu yarı payı alır.

Vasiyetçi, geriye bir amca ve bir hala bırakarak vefat ederse, vasiyet meb­lağı bu ikisi arasında yarı yarıya paylaştırılır. Çünkü bunların vasiyetçiye olan yakınlık dereceleri aynıdır. Maksat, vasiyet meblağını mîras taksim eder gi­bi taksim etmek değildir. Eğer böyle olsaydı, halasız olarak sadece amcanın vasiyetle müstakil bulundurulması gerekirdi. Aksine bundan maksat, birden Jazla akraba biraraya gelirlerse, bunların, vasiyet sahibi müteveffaya en olanlarını diğerlerinden önceye almaktır.

Bir kimse akrabam veya akrabalarım veyahut zûrahmim için vasiyette

U "n ,um der ve ardısıra bir amca bırakarak vefat ederse, bu amca vasiyet ola ı    metek başına almayı hak eder. Zîra bu durumda vasiyette hak sahibi

anların ıkı veya daha fazla kişi olmaları şart değildir. Aynı şekilde ardı sıra bir amca ve iki dayı bırakarak vefat ederse, Ebû Hanîfe'ye göre amca, vasi­yet meblağını tek başına hak eder. Ebû Yûsuf'la Muhammed'e göre ise, va­siyet meblağı eşit olarak aralarında paylaştırılır. Muhammed oğullan veya Osman oğulları veya Sa'd oğulları için vasiyet ettim deme durumunda bu söz, iki şekli kapsar:

Birinci şekil: Muhammed, Osman veya Sa'd, ya çok sayıdaki bir toplu­luğun umûmî babası olur, ya da husûsî bir baba olur. Eğer Temim oğulları gibi -Temim, bu kabilenin babasının adıdır- umûmî bir baba ise, yapılan va­siyet onun evlatları, evladının evlatları ve erkek olsun kadın olsun, insanoğ­lu lâfzının kapsamına giren herkes içindir. Sayılmaları şartıyla vasiyet meblağı bunlar arasında eşit olarak paylaştırılır. Bunun formülü de, bunların sayıla­rının yazısız veya hesapsız olarak bilinmesidir. Bir kavle göre sayıları yüzü aşınca artık sayılmayan şeylerden olurlar. Bir kavle göre de bu, kadı'nın re­yine bırakılır. Âdetleri sayılamayacak derecede çok olursa, vasiyet bâtıl olur. Hepsi yalnızca kadın veya yalnızca erkek olurlarsa, vasiyet yine bâtıl olur. Âdetleri sayılabilir olduğu zaman vasiyetin kapsamına girerler.

Millet babası, kabile babası, oymak babası, familya babası, kol babası, aile babası gibi babalar umûmî baba kapsamına girerler. Bu sıraya göre di­zilen babalardan bir önceki, bir sonrakinden üst seviyededir. Bunları Ku-reyş kabileleri üzerinde örneklendirmeye çalışalım. Mesela Mudar, millet babasıdır. Bir kimse, "Mudar oğulları için vasiyet ettim" derse, bu vasiyet Kureyşin bütün kabilelerini kapsamına alır. Ama "Kinâne oğullan için va­siyet ettim" derse, Mudar oğulları vasiyet kapsamından çıkarlar. Çünkü Ki­nâne, kabile babasının adıdır. "Kureyş oğulları için vasiyet ettim" derse, Kinâne ve Mudar oğulları vasiyet kapsamının dışına çıkarlar. Çünkü Kureyş, oymak babasıdır. "Kusayy oğulları için vasiyet ettim" derse, Kureyş oğul­larıyla daha yukarıdakiler, vasiyet kapsarnının dışında kalırlar. Çünkü Ku­sayy, familya babasıdır. "Hâşim oğulları için vasiyet ettim" derse, Kusayy oğulları ve daha yukarıdakiler vasiyet kapsamının dışında kalırlar. Çünkü Hâşim, kol babasının adıdır. "Abbas oğulları için vasiyet ettim" derse, Hâ­şim oğullan ve daha yukarıdakiler vasiyet kapsamı dışında kalırlar. Çünkü Abbas, aile babasıdır. Bu sıralamadan da öğreniyoruz ki, baba adlarının ilk sırada yer alanı millet babası, ondan sonra kabile babası, sonra oymak ba­bası, sonra familya babası, sonra kol babası, en sonra da aile babasıdır. Mu­dar, millettir. Kinâne kabiledir. Kureyş, oymaktır. Kusayy, familyadır. Hâşim, koldur. Abbas ve Ebû Tâlib birer ailedir. Bazıları kabileyi başa alırlar. Aşi­ret adları şu sıralamaya göre derecelendirilirler: Millet, kabile, familya, kol, aile. Umûmî baba, millet babası ve ondan sonraki babalan kapsamına alır. Husûsî baba ise böyle değildir.

İkinci şekil: Vasiyette sözü edilen babanın, husûsî bir baba olması: Bir kimse "falanın oğulları için vasiyet ettim" der ve falan da husûsî bir babay-sa ve çocuklarının tümü de erkek İseler, vasiyet meblağı o çocuklar İçin olur. kadırıiseler, vasiyet meblağından hiç bir şey alamazlar. Ama erkek bazisı kacjın ise bunda ihtilâf vardır. Ebû Hanîfe  Yusuf derler kî: Vasiyet edilen şey sadece erkek çocukların olur. Kave Ebu. Kendi çocukları yok da torunları varsa ve bunlar d'" kek iseler, vasiyet kapsamına girerler. Kız iseler, vasiyet kapsamına gir-e[ Bu hüküm, "falanın oğulları için vasiyet ettim" denilmesi halinde M Ama "falanın çocukları için vasiyet ettim" derse ve falan da husûsî b ba ise kendi sulbünden olan çocukları sadece erkek veya sadece kız veya kız erkek karışık da olsalar, vasiyetin kapsamına girerler. Çünkü çocuk ke­rmesi erkek ve kız çocuklar için müşterektir. Vasiyet tarihinin üzerinden altı ay geçmeden canlı olarak doğan çocuk da bu vasiyetin kapsamına girer. Çocuğun çocuğu (torun) ise bu vasiyetin kapsamına girmez. Vasiyette sözü edilen falan, umumî babayla, yapılan vasiyet, sulbünden olan çocuğunun yanı sıra çocuğunun çocuğunu da kapsar. Babanın bir tek çocuğu varsa, o, vasiyet edilen malın tamamını alır. Ama "falan kimsenin çocukları için va­siyet ettim" deme halinde hüküm, bunun tersine olur. Bu vasiyette sözü edi­len falanın bir tek çocuğu varsa, bu çocuk vasiyet edilen meblağın sadece yarısını alır. "Falanın çocukları için vasiyet ettîm" denilir ve falanın da kendi sulbünden çocuğu yoksa, kızlarının çocukları değil de oğullarının çocukları vasiyet kapsamına girerler. Bu hükümde ittifak vardır. Kızlarının erkek ço­cuklarının bu vasiyet kapsamına girip girmeyecekleri hususunda ihtilâf vardır.

"Falanın kızları için vasiyet ettim" denilir ve falanın da kendi sulbün­den kızları ve oğulları varsa, bu vasiyetin kapsamına oğulları girmez. Bunda hiçbir ihtilâf yoktur. Kendi sulbünden oğulları ve oğullarının kızları varsa, oğulları değil de, oğullarının kızları vasiyet kapsamına girerler. Ama kızları yok da sadece kızlarının kızları  etmiştik. Adetlerini saymak mümkün olmadığı takdirde vasiyet, sadece o ye­timlerden yoksul olanlar için geçerli olur. "Falan oğullarının dulları veya körleri veya hastaları için vasiyet ettim" deme durumunda da aynı hüküm sözkonusudur.

"Alevîler için vasiyet ettim" deme durumunda yapılan vasiyet sahih ol­maz. Çünkü alevîleri belli bir sayıda tutmak mümkün değildir ve bu vasiyet­te ihtiyaç hissettiren bir unsur da yoktur. Şunu da diyelim ki, sayılamaz şeylere delâlet eden genel lâfızlarda ihtiyaç hissettiren bir unsur varsa, örneğin "fa­lan oğullarının yetimleri veya yatalakları veya dulları için vasiyet ettim" di­yerek yapılan vasiyet sahih olur ve bu vasiyet, sözü edilen kimselerin sadece yoksulları için geçerli olur. Çünkü vasiyet lâfzında, vasiyetçinin bu zümrele­rin ihtiyaçlarını gidermeyi kasdettiği anlaşılmaktadır.

Vasiyet lâfzı sayılamayacak kadar çok şeylere delâlet eden genel bir lâ­fız ise ve ihtiyaç hissettiren bir unsura da sahip değilse, yapılan vasiyet bâtıl olur.

"Fıkıhçılar veya kurrâ için vasiyet ettim" deyip "bunların yoksulları için" gibi bir kayıt koymazsa, yapılan vasiyet yine bâtıl olur. Ancak kayıt koyarsa sahih olur. Kayıt koymaksızın, "ilim talebeleri için vasiyet ettim" deme durumunda da, yapılan vasiyet aynı şekilde bâtıl olur. Ama "bunların yoksulları için" veya "falan mıntıkanın ilim talebeleri için" gibi bir kayıt koyarsa, vasiyeti sahih olur.

"Düşkünler için şu kadar mal vasiyet ettim" deme durumunda bu vasi­yet meblağı, bir tek düşküne sarfedilebilir. Bazıları iki düşküne sarfedilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ama vasiyetinde bazı düşkünleri belirtirse, vasi­yet meblağının, vasiyette belirtilen düşkünlere sarfedilmesi gerekir. Falan bel­denin yoksulları için vasiyette bulunulursa, vasiyet meblağının başka yoksullara sarfedilmesi caiz olur. Bir kavle göre bunun caiz olmayacağı söy-lenilmişse de, mûtemed olan birincisidir. Zengin veya yoksul kaydını koy­maksızın mutlak bir vasiyette bulunulması durumunda, yapılan vasiyet sahih olur. Ancak zenginin, bu vasiyet meblağından bir şey alması caiz olmaz. Çün­kü bu meblağın, vasiyetçinin ölümünden sonra o zengine hîbe kılınması müm­kün değildir. Ama halde (şimdiki zamanda) ona sadaka olarak verilen şey ona hîbe olur. Bu nedenle denmiştir ki; zengine verilen sadaka hîbe, yoksula verilen hîbe ise sadakadır.

Umûmî vasiyetlere gelince -ki bunlarda vasiyetin zenginler veya yoksul­lar için olduğunu söyler veya bunu zengine tahsis ederse- zenginin bu vasi­yetlerden alması helâl olur.

Biri ana-baba bir kardeşi, diğeri sadece baba bir kardeşi, üçüncüsü sa­dece ana bir kardeşi bulunan bir kişi, bu üç müteferrik kardeşi için vasiyette bulunur ve kendisine mirasçı olan bir oğlu da varsa, vasiyeti sahih olur. Va­siyet edilen meblağı, kardeşlen üçe bölerek birer pay alırlar. Ama bu vasin bir kızı varsa vasiyetin, ana-baba bir kardeşle ilgili kısmı bâtıl olur. kü bu kardeş, vasiyetçinin kızı ile birlikte kendisinin malına mirasçı olur. kardeşe gelince, vasiyetin onlarla ilgili kısmı sahihtir. Çünkü on-ı vasiyetçiye mirasçı olmazlar.Bu vasiyetçinin oğlu ve kızı yoksa, vasiyet, bir kardeş için geçerli, öz kardeşle sadece ana bir kardeşi ilgi-?a diren kısmı bâtıl olur.Çünkü baba bir kardeş dışında bunlar ölene mirasçı olmaktadırlar.

Bir kadın, malının yarısını yabancı bir erkek için vasiyet eder, sonra da ardisıra kocasını bırakarak vefat ederse, kendisi için vasiyette bulunduğu ya­bancı erkek, malının üçte birini alır. Sonra kocası, geri kalan malın yarısını alır ki, kocanın miras hissesi olarak aldığı bu pay, bütün terekenin üçte biri­dir. Böyle olunca terekenin üçte biri geriye kalmış olur. Geriye kalan bu kı­sımdan tüm terekenin altıda biri, kendisi için vasiyette bulunulan yabancı erkeğe verilir ki, kendisi için vasiyet edilen meblağın eksik kalan kısmı ta­mamlansın. Çünkü onun için malın yarısı vasiyet edilmiştir. Geri kalan altı­da biri de beytü'1-mâl alır. Sözgelimi 300.000 lirayı tereke olarak bırakmışsa ve bunun yansını bir şahıs için vasiyet etmişse, vasiyet meblağının terekeden çıkarılmasıyla işe başlanır. Ki bu da terekenin üçte biridir ve 100.000 liradır. Bu meblağ çıkarılınca geriye 200.000 lira kalacaktır. Koca, kendi mîras payı olarak bunun yarısı olan 100.000 lirayı alır. Geriye 100.000 lira kalacaktır. Kendisi için vasiyette bulunulan kişi, bunun yansım alır ki, bu da terekenin (300.000 liranın) altıda biridir. Aldığı bu meblağı, Önce almış olduğu mebla­ğa ekler ve kendisi için vasiyet edilen 150.000 lirayı tamamlar. Geri kalan 50.000 lira ise beytü'1-mâle âit olur.Kadın,katili için malının yarısını vasiyet eder ve sonra ardısıra kocasını bırakarak vefat ederse, kocası, önce kendi miras payı olan yarım hisseyi alır. Zira mîras hakkı, katil için yapılan vasi­yetin uygulanmasından önce gelir.

Mâlîkîler dediler ki: Bir kimse, "komşularım için şu kadar mal va­siyet ettim" derse; önden, arkadan, sağdan, soldan, alttan, üstten, hangi ta­raftan olursa olsun, kendisine bitişik olan komşuları, aralarında küçücük bir cadde varsa karşısındaki komşuları bu vasiyetin kapsamına girerler. Ama aralarında büyük bir çarşı veya nehir varsa, bunlar vasiyet kapsamına gire­cek komşular olamazlar.

Kadın, kocasıyla birlikte vasiyette hak sahibi olur. Vasiyetçinin zevce­sine gelince, bu kadında (kocasına) mirasçı olmaya engel bir hal varsa, vasi­yetçinin (kocasının) civarında oturmaktaysa komşu stütüsüne girmez. Çünkü fe Şore kadın, kocasına komşu sayılmaz. Komşu diye adlandırılmaz. Hiz-metçı» efendisiyle birlikte vasiyette hak sahibi olamaz. Meğer ki vasiyetçiye Komşu olarak kendine âit bir evi olsun. Bu takdirde, mezkûr vasiyetin kap­samına girer. Küçük çocuk ile bakire kız babalarıyla birlikte mezkûr vasiye-,in kaPsamına girerler mi, girmezlerimi? Bu hususta iki kavil vardır. Ama azıları küçük çocuğun ve bakire kızın, geçimlerini babalarının malıyla değil de kendi mallarıyla temin etmeleri halinde mezkûr vasiyetin kapsamına gireceklerini, kuvvetli görüş olarak görmektedirler. Evlendikten sonra ko­cası ölen veya boşanan kadınla büyük evlat da bunlar gibi mezkûr vasiyetin kapsamına kesin olarak girerler. Çünkü babaları, bunların nafakalarını ver­mekle yükümlü değildir. Vasiyetin kapsamına giren komşu, vasiyet edilen şeyin verilmesi zamanında komşu olarak bulunan kimsedir. Vasiyet yazıl­dıktan sonra evinden çıkan ve vasiyet edilen şeyin verilmesi zamanında yeri­ne başkası yerleşen kimse komşuluktan çıkmış olur. Yeni gelen komşu, vasiyette hak sahibi olur.

"Düşkünler için vasiyet ettim" deme durumunda yoksullar da bu vasi­yetin kapsamına girerler. Aynı şekilde yoksullar için yapılan vasiyetin kap­samına, örfe uyularak düşkünler de girerler. Her ne kadar vasiyette düşkün ve yoksul sınıflarından sadece birisi söylenilmiş ise de, diğeri de vasiyetin kapsamına girer. Şundan ki, düşkün, hiç bir şeye mâlik olmayan kimse de­mektir. Yoksul, her ne kadar bazı şeylere mâlik ise de, mâlik olduğu bu şey­ler yıllık azığına yetmeyen kimse demektir. Tabiî bu, vasiyetçinin belirli bir şey için nass koymaması durumunda sözkonusudur. "Yoksullar dışında düş­künler için vasiyet ettim" derse, vasiyet sadece düşkünlere mahsus olur. Bu­nun tersi de mümkündür. Akrabalarım veya ehlim veya zevi'l-erhâmım için vasiyet etim der ve babası tarafından akrabaları olup da bunlar kendisine mirasçı olmuyorlarsa, vasiyet sadece bunlar için geçerli olur. Ana tarafın­dan olan akrabaları için geçerli olmaz. Baba tarafından olan akrabaları ken­disine mirasçı oluyorlarsa, ana tarafından kendisine mirasçı olmayan akrabaları için mezkûr vasiyet geçerli olur. Ama "falanın akrabaları veya ehli veya zevi'l-erhâmı için vasiyet ettim" denilirse, falanın baba tarafından akrabaları varsa, bu akrabalar falanın mirasçısı olsunlar olmasınlar mezkûr vasiyette yalnız başlarına hak sahibi olurlar. Zîra vasiyette hak sahibi ol­maktan men edilenler, başkaları değil de, vasiyetçinin mirasçılarıdır. Baba tarafından akrabaları yoksa, vasiyeti, ana tarafından akrabalarına mahsus olur.

Vasiyette hak sahibi olanlar ister baba tarafından, ister ana tarafından akrabalar olsunlar, muhtacın payı arttırılır. İhtiyaç bakımından eşit olurlar­sa, vasiyet meblağı eşit olarak onlara dağıtılır. Eğer aralarında muhtaç ve daha fazla muhtaç varsa, vasiyetçinin belirli bir duruma ilişkin nassı bulun­madığı takdirde vasiyetçiye yakın olsun, uzak olsun, daha fazla muhtaç ola­nın payı arttırılır. Ama vasiyetçinin belli bir duruma ilişkin nassı varsa, bu nassına uyulur. Sözgelimi "önce en yakın olana, ondan sonra yakın olana verin'" veya "önce falana, sonra da falana verin" demişse, vasiyetçinin nassı doğrultusunda öncelikle en yakın olana, ondan sonra da yakınlıklarına göre daha yakın olanlara verilir. Bu demek değildir ki en yakın olan,vasiyetmeb-lağının tamamını alacaktır. Sadece imtiyazlı bir pay alacaktır. Aksi takdir­de vasiyetin, akrabalar için olduğu doğrultusunda bir nassı içermekte olan vasiyet bâtıl olur. Müslüman hizmetçileri için vasiyette bulunan bir kimse­nin gayr-ı müslim hizmetçileri de varsa, vasiyet tarihinde müslüman olan hiz­metçiler, müslüman sayılırlar. Aynı günde olsa bile vasiyet edildikten sonra müslüman olanlar, bu vasiyette hak sahibi olma bakımından müslüman sa­yılmazlar.                                                                     

Davarlarının doğmuş veya doğacak yavrularını Mehmet için vasiyet eden bir kimsenin davarının karnındaki yavrular da bu vasiyet kapsamına girer. Temim oğullan, Zühre oğulları, gaziler, Ezherliler veya medreseliler için, ya da bunlara benzer belirsiz kimseler için vasiyet ettim, denilmesi durumunda vasiyet meblağım paylaştıracak olan kimsenin bu meblağı, vasiyette anılan zümreye mensup, bulduğu kimselere kendi içtihadına göre paylaştırması ge­rekir. Anılan zümrenin bütün ferdlerine dağıtma zorunluluğu yoktur. Da­ğıttığı kimselere eşit paylar vermek mecburiyetinde de değildir. Bilâkis, bunlardan her birine uygun gördüğü miktarda pay verebilir.

Aynı şekilde yoksullar ve düşkünler için vasiyet edilmesi durumunda da vasiyet meblağını, bu nitelikteki herkese ve eşit olarak dağıtmak gerekmez. Ama kendileri için vasiyette bulunulanlar belirli kimseler iseler, meselâ "Te­mim oğullarından falan, falan ve falanca için. ya da "Muhammed oğul­larından falan, falan ve falanca için vasiyet ettim" denilirse vasiyet meblağının, vasiyette belirtilen kimselere eşit olarak dağıtılması gerekir. Bunda ihtilâf yok­tur. Dağıtımdan önce ölen hak sahibinin payı, mirasçılarına intikal eder. Yeni doğanlar, vasiyet kapsamına girmezler. Ama vasiyette şahıs belirtilmemiş­se, meselâ "Temim oğullan için vasiyet ettim" denilmişse, vasiyet meblağı­nın dağıtımdan önce bunlardan vefat edenler, vasiyette hak sahibi olamazlar. Dağıtım esnasında doğanlar hak sahibi olurlar. Kendileri için vasiyette bulu­nulanların sayılmaları mümkün olduğu halde, vasiyetçi bunların adlarını ver­memişse, meselâ "Mehmet'in evlâdı" veya "kardeşlerim ve evlâdı", yahut "dayılarım ve evlâdı için vasiyet ettim" derse, bu vasiyet konusunda ihtilâf vardır. Bazıları bunların, vasiyette adları belirtilmeyen diğer belirsiz kimseler hükmüne tâbi olduğunu söylerler. Bunların bulunan fertlerine taksimat ya­pılır. Her birine eşit pay verme zorunluluğu da yoktur. Ölenlerin payı miras­çılarına intikal etmez. Bazıları da derler ki:Bunlar adları verilmiş belirli kim­seler gibidirler. Kuvvetli olan görüş de budur. Vasiyet meblâğı bunlara, vasi­yette belirtilen kimselere dağıtılırcasına dağıtılmalıdır.

Falan oğullarının kadınları veya erkekleri için vasiyet ettim denilmesi halinde kadınların ve erkeklerin küçükleri de, büyükleri de vasiyet kapsamı­na girer.

Şâfîîler dediler ki: Komşuları için bir şey vasiyet eden kimsenin bu vasiyeti, dört bir taraftan evine komşu olan kırkar evi -çoğunlukla bu 160 ev eder- kapsar. Komşulardan bazısı, vasiyetten kendilerine düşen payı ka­bul etmezlerse, bu paylar diğer komşulara dağıtılır. Vasiyet meblağı, evler­de oturan insanların sayısına değil, evlerin sayısına taksim edilir. Sonra da her eve düşen pay, o evde oturan insanların sayısına taksim edilir. Vasiyet meblağı, meblağın en azını alacak şekilde bütün evlere yetecek kadarsa, böyle yapılır. Aksi takdirde vasiyetçinin evine en yakın olan eve, sonra da yakın­lıkta onun ardısıra gelen eve verilir ve dağıtım işi böylece tamamlanır. Kom­şudan maksat, komşu evin sahibi midir, yoksa komşu evde oturan mıdır? Bu hususta iki kavil vardır.

Komşulukta geçerlilik, vasiyetçinin ölümü zamanında ona komşu bu­lunmaktır. Vasiyetçi vefat ederken civarında kiracı veya mülk sahibi olarak ikâmet etmekte olanlar, vasiyetten pay alma hakkına sahip olurlar. Vasiyet­çinin vefatından sonra evlerini satarak veya taşınarak durumu değişen kom­şular, vasiyetten pay alma hakkına sahip olamazlar. Âlimler için vasiyette bulunulması durumunda.bu vasiyetin meblağı örfe uyularak tefsir,hadis, fı­kıh ve kelâm gibi şer'î ilimlerin âlimlerine sarfedilir. Vasiyetin yerine getiril­miş olması için, bu sınıflardan her birinin üç âlimine sarfetmek yeterli olur. Bir hadisçiye, bir tefsirciye ve bir fıkıhçıya sarfedilmesi durumunda vasiyet yerine getirilmiş olur.

Tefsir âlimi, Allah Teâlâ'mn Kitabı'nı ve bu Kitab'ta kasdedilen mânâ­ları nakil ve istinbat yoluyla bilendir. Bilinmesi nakle dayalı olan meseleleri ve bu meselelerin naklî delillerini tefsircinin bilmesi gerekir. Lâfızlardan id­râk edilmesi diğer ilimleri bilmeye dayalı olan aklî meseleler de böyledir. Bu meselelerle ilgili istinbatları yapmaya muktedir olmayan, tefsirci de olamaz.

Hadîs âlimine gelince; bu, râvilerin halini ve rivayet edilen şeylerin sa­hih, sakîm, alîl gibi hallerini bilendir. Sadece işitmeye dayanan, kulaktan dolma kimselere hadîs âlimi denemez.

Fıkıhçıya ise, her bir babın yararlı taraflarını bilen ve bunlarla da diğer babları öğrenme yolunu her ne kadar müctehid olmasa bile bulandır.

Kelâm âlimi, Allah'ın zâtını, sıfatlarını, Allah hakkında mümtenî olan şeyleri ve bu şeylerin delillerini bilen kimsedir. Kelâm ilmi, dini ilimlerin en yüksek mertebesinde bulunan bir ilimdir. Kelâmın beğenilmeyen kısmı, ya­saklanan konulara dalmaktır.

Falan beldenin âlimleri için vasiyette bulunulur da, vasiyet vaktinde o beldede âlim olmaz, ama bu beldede mezkûr şer'î ilimlerin dışındaki ilimle­rin âlimleri bulunursa, anılan vasiyet, bu âlimler için geçerli olur. Aksi tak­dirde vasiyet bâtıl olur. Tıpkı bunun gibi, davar verilmesini vasiyet eden bir kimsenin vasiyette bulunduğu esnada davarları olmaz da, geyikleri olursa, yapılan vasiyet geyiklerin verilmesine yorulur.

Yoksullar için vasiyette bulunulursa, düşkünler de bu vasiyetin kapsa­mına girerler. Bunun tersi de olur. Bu vasiyet, müslümanların yoksullarına ve düşkünlerine mahsus olur. Vasiyette yoksullarla düşkünler bir arada anı-lırlarsa, meselâ "yoksullar ve düşkünler için vasiyet ettim" denilirse, vasi­yet meblağı iki grup arasında yarı yarıya paylaştırılır. Bu iki grup, hiçbir şeye mâlik olmayan düşkünlerle, yıllık azıklarına yetmeyecek kadar mala sahip olan yoksullardır.

Vasiyetin yerine getirilmiş olması için, vasiyet meblağının yoksullarla düşkünlerden üçer tane şâhsa taksim edilmesi yeterli olur. Çünkü üç sayısı, âlimler için yapılan vasiyetle ilgili açıklamada da geçtiği gibi, çoğulun en azıdır. Vasiyet meblağının taksimatını üstlenen kimse, bu meblağı üç kişi veya da­ha fazla kişi arasında da paylaştırsa, paylaştırdığı kimselerden bazısına ayrı­calık tanıyabilir. Falan beldenin yoksulları için vasiyette bulunulur ve vasiyet ettiği esnada o beldede yoksul kimseler olmazsa, vasiyet bâtıl olur. Mehmet ve yoksullar için vasiyette bulunulursa, yapılan vasiyet sahih olur. Mehmet, diğer yoksullar gibi pay alır. Ama vasiyetten mahrum bırakılması sahih ol­maz. Diğer yoksullardan herhangi birinin tersine, mutlaka Mehmet'e pay ver­mek gerekir. Diğer yoksujlara gelince, vasiyet meblağının taksimatını üstlenen kimse, yoksullardan herhangi birini vasiyetten mahrum bırakıp onun payını başka bir yoksula verebilir. Muayyen, fakat belli bir sayıda tutulamayan bir topluluk için, mesela Hz. Ali (r.a.)nin evlâdı olan "Alevîler için vasiyet ettim" denilirse, yapılan vasiyet sahih olur. Vasiyet meblağının, bunlardan üç kişi veya daha fazlasına taksim edilmesiyle de yerine getirilmiş olur. Tıpkı yok­sul ve düşkünler için yapılan vasiyet gibi.

Mehmet'in akrabaları için vasiyet edilmesi durumunda, Mehmet'in ana veya baba tarafından kendisine mensup olduğu en yakın dedenin evlâdın­dan olan bütün akrabalar bu vasiyetin kapsamına girerler. Bu dede, müslü-man veya kâfir, zengin veya yoksul, mirasçı veya mirasçı olmayan da olabilir. Dede, kabîle sayılır. Yani daha yukarıdaki dedenin evlâtlanyla, aynı derece­deki dedenin evlâtları, vasiyet kapsamına girmezler. Meselâ, Hz. Abbas'ın oğulları için vasiyette bulunulması durumunda, AbdülmuttalUVin oğullarıyla Ebû Tâlib'in oğulları, vasiyet kapsamına girmezler.

Yine bunun gibi Hz. Hasan'ın oğlu Zeyd'in akrabaları için vasiyette bu­lunulması durumunda, Hz. Hüseyin'in oğulları bu vasiyetin kapsamına gir­mezler.

Baba ve çocuk, akraba kapsamına girmezler. Çünkü örfe göre bunlara akraba denmez. Ama torunlar, akraba kapsamına girerler. Her ne kadar çok da olsalar ve vasiyet meblağını hepsine paylaştırmak zor da olsa, akrabala­rın tamamını vasiyet meblağına ortak etmek ve her birine eşit pay vermek vâcibtir. Vasiyetçinin sadece bir tek yakını varsa, vasiyet meblağının tama­mı ona verilir. Zeyd'in en yakın akrabası için vasiyette bulunulursa, bu vasi­yet, kızlarının çocuklarından da olsa onun zürriyetine mahsus olur. Şu şartla ki, yakınlık sırasında başta gelene öncelik verilmelidir. Oğlun oğlu, oğlun oğlunun oğluna nisbetle öncelik kazanır. Baba ve çocuk, her ne kadar akra­balar için yapılan vasiyet sîgasımn kapsamına girmeseler de, bu sîganın kap­samına girerler. Çünkü örfe göre baba ve çocuğa akraba denmez. Ama insanlar arasında kişiye en yakın olan baba ve çocuktur. Bunlar, öbürünün değil de bu sığanın kapsamına girerler. Pay almada sıra, öncelikle evlâda, sonra evlâdın evlâdına, sonra da torunların çocuklarına -kadın olsun, erkek olsun her ne kadar daha aşağı derecelere inseler de-, sonra babaya ve anaya, sonra kardeşlere verilir. Öz kardeş, baba bir kardeşe ve ana bir kardeşe nis-betle önceliklidir. Çünkü bu iki kardeş aynı mertebededir. Ana bir kardeşin dedeye nisbetle öncelikli olduğu yerlerden biri de budur. İkinci yer, akraba­ların en yakın olanları için yapılan vakıftır. Üçüncü yer, belirli bir gider yeri bilinmeyen veya gider yeri kapanan vakıftır.

Öz kardeş veya baba bir kardeşe gelince;bunlar, dedeye nisbetle önce­likli olamazlar. Ancak bu belirtilen hallerde ve "velâ" meselesinde öncelikli olurlar. Kardeşlerden sonra kardeşlerin çocukları gelir. Kardeş çocukların­dan sonra İse, baba veya ana tarafından en yakın dede gelir. Sonra amcalar­la dayılar gelir. Bunlar aynı mertebededir. Sonra da bunların çocukları gelir. Her tabakada erkeklerle kadınlar arasında bir fark yoktur. Babayla ana, oğul­la kız, kardeşle bacı arasında bir fark yoktur. Çünkü yakınlıkta eşittirler. Kızın oğlu ile oğlun oğlunun oğlu bir arada bulunurlarsa, oğlun kızı Önce­likli olur. Çünkü bu, diğerine nisbetle daha yakındır.

Vasiyetçi, "akrabalarım için vasiyet ettim" derse, bunun hükmü, Zeyd'in akrabalarının hükmü gibi olur. Yalnız bu vasiyetçinin, mirasçıları, akraba­ları zümresine giremez. Zîra bilindiği gibi mirasçılar için vasiyette bulunmak sahih olmaz. Bu vasiyet, mirasçılar dışında kalan diğer akabalara mahsus olur.

Hanbelîler dediler ki Bir kimse, komşuları için vasiyette bulundu­ğunda, bu vasiyeti, dört taraftan evine komşu bulunan kırkar evi kapsar. Vasiyet edilen meblağ, komşu evler sayısına bölünür. Sonra da her komşu evin payı, o evde oturmakta olan şahıslara taksim edilir ve herkese düşen pay, hak sahiplerine verilir. "Mescidin komşuları için vasiyet ettim" deme durumunda, o mescidte okunan ezanı duyanlar, vasiyet kapsamına girerler. "Sokağım veya hattım ehline vasiyet ettim" deme durumunda, vasiyetçinin sokağında kapısı bulunanlar ve o sokağa yakın caddede kapısı bulunanlar vasiyet kapsamına girerler. Vasiyet kapsamına, ancak vasiyet esnasında orada mevcud olanlar girerler. Vasiyet tarihiyle vasiyetçinin ölümü arasında geçen zaman zarfında yenilenen komşular, vasiyet kapsamına girmezler. Vasiyet meblağının dağıtılması esnasında gelen yeni komşular da vasiyet kapsamına girmezler.

Yoksullar veya düşkünler veya bunların her ikisi için veya zekâta müs­tahak olan sekiz sınıf için bir defada vasiyet edilmesi halinde yapılan vasiyet sahih olur ve bu sınıfların tümüne vasiyetten pay verilir. Ama zekâtta du­rum bunun tersinedir. Zekâtta bir tek sınıfa vermekle yetinilebilir. Yoksul­lar, düşkünler ve yoksullar için vasiyette bulunulması durumunda, vasiyet meblağının, eşit olarak bu üç sınıfa taksim edilmesi gerekir. Dört, beş, altı, yedi veya sekiz zekât sınıfı için vasiyette bulunulması durumunda da aynı şekilde vasiyet meblağının, vasiyette söylenen sınıf sayısına taksim edilmesi gerekir. Bütününe paylaştırma imkânı bulunmadığı için, her sınıftan sadece bir kişiye pay vermek yeterli olur. Ama vasiyette özel olarak bazı yoksulla­rın adlan verilirse, bu yoksullar eşit olarak vasiyet meblağında hak sahibi olurlar.

Yoksul veya düşkpnler için vasiyette bulunulması durumunda, müm­kün olduğu kadar fazla sayıda yoksul veya düşküne pay vermek ve paylarını da ihtiyaçlarıyla orantılı olarak ayarlamak müstehab olur. Diğerlerine nis­betle daha fazla muhtaç olanlara imtiyaz tanınmalıdır. Yoksul iseler, vasi­yetçinin yakınlarına öncelik vermek de müstehab olur. Vasiyet meblağını, vasiyetçinin beldesi dışına nakletmek, zekâtta da olduğu gibi sahih olmaz. Yoksullar için vasiyette bulunulması halinde, düşkünler de vasiyet kapsamı­na girerler. Bunun tersi de böyledir.

Allah yoluna vasiyet edilmesi durumunda vasiyet, gazilere ve hacılara mahsus olur. îlim ehli için vasiyette bulunulması durumunda vasiyet, ilimle muttasıf olan kimseleri kapsar. Kur'an ehli ise, hafızlardır. Zeyd'in en ya­kın akrabaları için vasiyet edilmesi durumunda vasiyet meblağı yakınlar varken uzak olanlara verilmez. Baba ve oğula öncelik verilir. Bunların ikisi, akra­balık bakımından aynı mertebededirler. Zîra bunların Zeyd'e mensubiyetle­ri aynı derecededir. Bunlardan her biri, arada bir vasıta olmaksızın direkt olarak Zeyd'e mensuptur. Baba ve oğuldan sonra öz kardeş, bundan sonra baba bir kardeş gelir. Zîra iki yakınlığı olan kimse, tek taraftan yakınlığı olandan önce gelir. Öncelik sırasında bulunan her tabakanın oğullan, asıl tabakadan bir sonra gelen tabakaya nisbetle de öncelik hakkına sahiptirler. Bu husus, inşaallah vakıf bahsinde genişçe açıklanacaktır.

 

Malın. Üçte Biri, Daha Fazlası Veya Daha Azı İle Birkaç Kimse İçin Vasiyette Bulunmak

 

Malın üçte biri, daha fazlası veya daha azı ile belirli birkaç kişi İçin vasiyet etme hususunda mezhebierin tafsilâtı, aşağıda verilmiştir.

 

(12) Hanefîler dediler ki: Adamın biri, malının üçte birini Abdullah'a, üçte birini Murat'a vasiyet eder de vasiyetçiler, terekenin üçte birini aşan va­siyetleri onaylamazlarsa Abdullah ile Murat, terekenin sadece üçte birine ortak olurlar ve yarı yarıya paylaşırlar. Yani her biri, terekenin altıda birini alır.

Adamın biri, malının üçte birini Abdullah'a, altıda birini de bir başka­sına vasiyet eder, mirasçılar terekenin üçte birini aşan vasiyetleri onaylamaz­larsa, yapılan vasiyet terekenin üçte biri üzerinden geçerli olur. Şöyle ki: Terekenin üçte biri, üçe bölünür, kendisi için malın üçte biri vasiyet edilmiş olan Abdullah, bu üçte birin iki payını alır. Altıda biri vasiyet edilmiş olan kişi de, bu üçte birin üçte bir payım alır. Bunda ittifak vardır. Ama bu iki­sinden biri için üçte birden fazlası, diğeri için de daha fazlası veya daha azı vasiyet edilir »mirasçılar da terekenin üçte birini aşan vasiyetleri onaylamaz­larsa; kendileri için vasiyette bulunulmuş olan iki kimse arasında terekenin üçte birini taksim etme hususunda Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf ve Ebû Mu-hammed arasında ihtilâf vardır. Bunun formülü şöyledir: Vasiyet, malın üçte biri veya daha azı kadar olup birkaç kişi içinse, mirasçılar da terekenin üçte birini aşan vasiyetleri onaylamazlarsa, terekenin üçte biri, payları oranında lehdarlar arasında paylaştırılır. Mirasçılar vasiyeti onaylarlarsa lehdarlar, te­rekede kendileri için vasiyet edilmiş olan meblağı alırlar. Bu hükümde itti­fak vardır. Kendileri için vasiyette bulunulan iki kişiden birisi için malın üçte birinden fazlası vasiyet edilir, mirasçılar da bu vasiyeti onaylamazlarsa, Ebû Hanîfe üçte biri aşan fazlalığın bâtıl olduğunu söyler.Vasiyetçinin, kendisi için vasiyette bulunduğu kimseye malın üçte birden fazlasını vermekle ihsanda bulunuşu geçersiz olur. Bu durumda terekenin üçte biri, eşit olarak lehdarların ikisine taksim edilir.

Ebû Yûsuf ile Muhammed'e gelince; bunlar derler ki: Üçte birden fazla meblağı vasiyet etmek, mirasçıların onaylamamaları nedeniyle her ne kadar geçersiz kılınmakta ve lehdarın bu fazlalıkta hakkı olmamaktaysa da, diğer lehdara karşı olan imtiyazı geçerlidir. Böyle olunca da terekenin üçte biri, kendisi için üçte birden fazlası vasiyet edilene, diğerine oranla fazla pay ve­rerek, ikisi arasında taksim edilir. Bunu şöylece açıklayabiliriz: Diyelim ki adamın biri, Mehmet için malının tümünü, Bekir için de malının üçte birini vasiyet eder, ama mirasçılar bu vasiyeti onaylamazlarsa, Ebû Hanife'ye gö­re malın üçte biri bu iki lehdar arasında yan yarıya paylaştırılır. Vasiyetçi-nin, malının tümünü kendisine vasiyet ederek ayrıcalık tanıdığı kişi, üçte biri almada diğerine nisbetle ayrıcalıklı olamaz. Zîra mirasçıların onaylamama­ları nedeniyle onu bâtıl bir hususta ayrıcalıklı kılmıştır. Öyleyse ona ayrıca­lık tanıması geçersizdir. Ebû Yûsuf ile Muhammed ise, kendisi için malın tamamı vasiyet edilen kişinin imtiyazlı olacağını söylerler. Bu kişi terekenin üçte birinden 3/4 pay alır. Diğeriyse üçte birin geri kalan 1/4'ünü alır. Bu paylaştırmanın ferâiz âlimleri ıstılahına göre yapılış şekline gelince; denilir ki: Meselenin (problemin) aslı, kendileri için vasiyette bulunulmuş olan iki kişi arasında paylaştırılmasını istediğimiz üçte biri bulmamız için, üç sayısı­dır. Üçte bir de ancak üç sayısından çıkar. Tereke, malın tamamı kendisi için vasiyet edilmiş olan kimsenin talebine göre, üç birim gibidir. Malın üçte biri kendisi için vasiyet edilmiş olan kişi de, terekeden üçte bir pay almak istemektedir. Böyle olunca, üç birimi dört birim haline getiririz. Sonuçta bir birim artar, değeri eksilir, ama tereke dört birim olmuş olur. Kendisi için üçte bir vasiyet edilmiş olan kişi, bu dört birimden birini alır. Kendisi için malın tamamı vasiyet edilmiş olan kişi de kalan üç birimi alır. "Terekenin tümünün sahibi, terekenin üçte birinden üç parça alır'* sözünün anlamı işte budur. Terekenin tümü kendisi için vasiyet edilmiş olan kişinin almış olduğu bu meblağ, terekenin üçte birinin 3/4'üdür. Bunun geri kalan 1/4'ü ise diğer lehdara aittir. Mirasçıların vasiyeti onaylamamaları halinde başvuru­lacak yöntem budur.

Farzedelim ki adamın biri malının tümünü bir şahıs için, üçte birini de bir başka şahıs için vasiyet eder ve mirasçısı da bulunmazsa, ya da mirasçısı olduğu halde vasiyeti onaylamaktaysa, tereke, kendileri için vasiyette bulu­nulan bu iki şahıs arasında ne şekilde paylaştırılacaktır? Ebû Hanîfenin gö­rüşüne göre, bunda kıyas şöyle denilmesidir: Tereke, kendileri için vasiyette bulunulan iki kimse arasında münazaa yöntemiyle paylaştırılır. Bu, şu de­mektir: Malın bir kısmı üzerinde taraflar görüş birliği etmektedirler ki bu, terekenin üçte ikisidir. Zîra kendisi için malın üçte biri vasiyet edilmiş olan kişi, terekenin tümünün üçte ikisinde onunla münazaaya (anlaşmazlığa) gir­memektedir. Böyle olunca da malın tamamı kendisi için vasiyet edilmiş olan kişi, terekenin üçte ikisini, münazaaya girmeden alır. Geriye terekenin üçte biri'kalır. Diğeri münazaa ederek bunun yarısını (toplam terekenin altıda bi­rini), üçte ikiyi almış olan da bunun geri kalan yarısını alır. Böylelikle, ma­lın tamamı kendisi için vasiyet edilmiş olup da üçte ikisini alan kişi, bu aldıklarını üst üste eklerse, toplam olarak terekenin altıda beşini, kendisi için üçte biri vasiyet edilmiş olan da, terekenin altıda birini almış olur.

Bu yöntem kolaydır. Ama bazıları buna itiraz etmiş ve gerekçe olarak da şu hususu ileri sürmüşlerdir: Kendisi için malın üçte biri vasiyet edilmiş olan kişi, mirasçıların vasiyeti onaylamamaları durumunda Ebû Hanîfe'ye göre üçte birin yarısını almaktadır. Vasiyetin onaylanıp onaylanmaması ara­sında ne fark vardır? Kendisi için üçte bir vasiyet edilen şahsın, terekenin altıda birini değil de, dörtte birini hak etmesi için, terekenin münazaa yo­luyla taksim edilmesi gerekmektedir. Bunu şöylece açıklayabiliriz: Mirasçı­ların onayına bağlı olmadığı için önce terekenin üçte biri taksim edilir. Lehdarlardan her biri, hiç münazaa etmeksizin üçte birin yarısını alırlar. Geri kalan üçte iki taksim edilir. İçinde üçte bire ihtiyacımız olduğu için mesele­nin aslı, üç üzerinedir. Üçte birin çıkış yeri (paydası) da üçtür. Sanki tereke­nin tamamı üçtür. Üçte bir de bunun bir payıdır. Lehdarların bu üçte birdeki münazaaları eşitçedir. Her biri, bunun yarısını hak eder ki, bu da kesirli olur. Mesele yarı ile kesirlenir. Yarımın paydası ikidir. Böyle olunca da yarının paydası olan iki sayısını,meselenin aslı olan üç ile çarpmak gerekir. Çarpı­mın sonucu altı pay olur. Bunun üçte biri iki paydır. Bu da lehdarlar arasın­da yan yanya paylaştırılır ve her biri bir pay alır. Geriye dört pay kalır. Bunun üç tanesinde niza yoktur. Çünkü üçte biri alması vasiyet edilen kişi, üçte biri tamamlamak için aldığı altıda bir paya eklemek üzere bir payda münazaa ede­cektir. Terekenin tamamı kendisi için vasiyet edilmiş olan da, tamamı al­mak için bu bir paydamünâzaa edecektir .İşte bu pay da, iki lehdar arasında yarı yarıya paylaştırılacaktır. Mesele, yine yarım ile kesirlenmiş olacaktır. Yarımın paydası ise iki sayısıdır. Bilindiği gibi "2" yi, meselenin aslı olan "6" sayısıyla çarpmamız gerekecektir. Çarpımın sonucu olan "12" paydır. Lehdarlardan her birinin, bu çarpımdan önce almış oldukları paylar, iki ka­tma çıkarılmış olacaktır. Kendisi için terekenin üçte biri vasiyet edilmiş olan kişi, ilk altı paydan 1,5 pay almıştı. İkinci altı paydan da 1,5 pay aldığı için, aldığı pay toplamı 3 etmiştir. Kendisi için terekenin tamamı vasiyet edilmiş olan da ilk altı payın 4,5'unu almıştı. îkinci altı payda da bir o kadar aldığı için, toplam olarak 9 pay almış olmaktadır. Bununla da anlaşılıyor ki, ken­disi için terekenin üçte biri vasiyet edilmiş olan kişi, terekenin tümünün dörtte birini -ki bu 3/12 paydır-; kendisi için terekenin tamamı vasiyet edilmiş olansa, terekenin dörtte üçünü -ki bu da 9/12 paydır- almış olmaktadır. Böylece de Ebû Hanîfe'ye göre, mirasçıların vasiyeti onaylayıp onaylamamaları halleri arasındaki fark açıklanmış olmaktadır. Vasiyeti onaylamaları halinde üçte birin yarısını, onaylamamaları halinde de tereke tamamının dörtte üçünü alır. Bu yolun sonucu hususunda îmameyn derler ki: Kendisi için malın tamamı vasiyet edilen, tamamın dörtte üçünü alır. Kendisi için malın üçte biri vasi­yet edilen de, terekenin dörtte birini alır. Yalnız, bu taksimat münazaa yo­luyla değil de, avl yoluyla yapılır. Buna göre meselenin aslı "3" rakamıdır. Üçte ikiyi bulma ihtiyacında olduğumuza göre, üçte birin paydasını bulma­mız gerekecektir.Çünkü terekenin tamamını üç gibi kabul ediyoruz.Kçndisi için terekenin tamamı vasiyet edilmiş olan, üç pay alma iddiasındadır. Ken­disi için terekenin üçte biri vasiyet edilen de bir pay alma iddiasındadır. Ki bu da üçte birdir. Buna göre meselenin aslı olan "3" rakamına "1" eklenir ve meselenin aslı üçten dörde avl eder, yani "1" sayı artar ve taksimat dör­de göre yapılır. Buna göre, kendisi için terekenin tamamı vasiyet edilen, 4 paydan üçünü alır ki bu, 3/4'tür. Kendisi için terekenin üçte biri vasiyet edi­len de 4 paydan birini alır ki, bu da 1/4'dür.

Ama kendisine üçte bir vasiyet edilen kimse hakkında mirasçıların ona­yının olup olmaması halleri arasında bir farkın bulunmaması, taksimattaki bu değişik sonucu doğurmaz. Aksi takdirde İmameyn yine der ki: Kendisi için terekenin üçte biri vasiyet edilen kimse, mirasçılar vasiyeti onaylasalar da, onaylamasalar da terekenin dörtte birini alır. Evet, bu yöntem üzerinde Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf ve Muhammed görüş birliği etmişlerdir. Ancak bu bir haberdir. Çünkü Ebû Hanîfe'den bu hususta bir nass yoktur.

Adamın biri, malının dörtte birini bir kişi için, yarısını da bir başka kişi için vasiyet ederse ve vasiyetçinin mirasçısı da yoksa veya var olduğu halde onaylamışlarsa, lehdarlardan her biri kendileri için vasiyet edilen meblağı alır­lar. Ama vasiyetçinin mirasçıları, terekenin üçte birini aşkın vasiyeti onay­lamazlarsa, mezkûr vasiyet, terekenin üçte birinde geçerli olur. Buna göre lehdarlardan her biri kendileri için vasiyet edilen orana uygun olarak tereke­nin üçte birinden pay alırlar. Birincisi için malın yarısı, ikincisi için dörtte biri vasiyet edilmiştir. Ebû Hanîfe der ki: Kendisi için malın yarısı vasiyet edilmiş olan şahsın, üçte birden fazla alması caiz olmaz. Kendisi için malın dörtte biri vasiyet edilmiş olan şahsa gelince, bu, terekenin dörtte birini alır. Böyle olunca, meselede bu şahıs için dörtte birle, üçte bir hisse biraraya gel­miş olmaktadır. Dörtte birin paydası 4'tür. Üçte birin paydası 3'tür. 4 ile 3 arasında uyum yoktur. Bu nedenle de 4 ile 3 çarpılır ve 12 rakamı (ortak payda) elde edilir. 12'nin üçte biri 4, dörtte biri 3'tür. Kendisi için malın üç­te biri vasiyet edilmiş olan kişi, 12'nin 4 payını hak eder. Malın dörtte biri vasiyet edilense 12'nin 3 payını alır ve iki payın toplamı 7 eder. İşte bu 7 rakamı, vasiyetin üçte biridir. 7'yi 3 ile çarptığımızda 21 rakamını buluruz. Terekenin tamamı 21'e bölünür. Üçte biri olan 7, vasiyet için, geriye kalan ve üçte ikisi olan 14 de mirasçılar içindir. Bu, îmam Âzâm'a göredir. İma-meyne gelince, bunlar derler ki: Malın yarısı kendisi için vasiyet edilen kişi, terekenin üçte birinin yarısını alır. Malın dörtte biri kendisi için vasiyet edi­len kişi de terekenin üçte birinin dörtte birini alır. Yalnız üç şekilde Ebû Ha­nîfe, İmarneyne muvafakat eder. Kendisi için malın üçte birden fazlası vasiyet edilmiş olan kişinin, kendisine vasiyet edildiği kadarını almasını mubah sayar.

Birinci şekil: İltimas İle bilinir. Diyelim ki bir adamın iki atı veya iki kölesi vardır. Bunlardan biri altmış bin ÜFa, diğeri ise otuz bin lira değerin­dedir. Altmış bin lira değerinde olanının, Mehmet'e yirmibin liraya satılma­sını; otuzbin lira değerinde olanının da Bekir'e onbin liraya satılmasını vasiyet eder. Vefat ettiğinde bu iki at veya iki köleden başka malı yoksa, kendileri için satışta iltimas etmiş olduğu meblağ -ki bu birinci için kırk bin, ikinci için yirmi bin liradır- ikisi için vasiyet edilmiş sayılır. Bu meblağsa terekenin üçte birinden fazladır. Bu, açıkça görülmektedir. Çünkü malının üçte biri, otuz bin liradır. Oysa Mehmet için kırk bin, Bekir için de yirmi bin lira vasi­yet etmiştir. Ki bu ikisi için vasiyet etmiş olduğu meblağ, terekenin üçte bi­rinden fazladır. Ebû Hanîfe'nin kuralına göre, Mehmet'le Bekir'in, terekenin üçte birine, eşit olarak ortak olmaları gerekir. Ama bu meselede, olduğu gi­bi vasiyet kuralı yerleşmiştir. Mehmet'le Bekir'den her biri, vasiyetçinin kendisi için tâyin etmiş olduğu fiyatla atı satın alır. Zîra aslında müteveffa, vasiyeti mal ile takdir etmiş değildir. Vasiyet sahibinin ölümüyle, kendileri İçin vasi­yette bulunulmuş olan Mehmet'le Bekir'e sattıkları için, atlar, mirasçıların mülkünden çıkmıştır. Ayrıca bunun için mirasçıların onaylarına ihtiyaç yoktur.

ikinci şekil: Üçte bir, yarım ve bunlar gibi oranlarla sınırlandırılmamış olan mürsele (oranı serbest bırakılmış) paralar meselesi. Bu şöyle olur: Ada­mın biri, Mehmet için otuz bin, Bekir için altmış bin lira vasiyet eder. Bütün mal varlığı doksan bin liraysa ve mirasçılar da bu vasiyeti onaylamamışlar-sa.Mehmet'le Bekir,kendileri için vasiyet edilmiş olan meblağları alırlar. Zî­ra vasiyet; üçte bir, yarım, daha az veya daha fazla bir oranla kayıtlanmamıştır. Bu meblağ, müteveffanın ölümünden sonra kendisine miras gelmesi veya başka bir yolla maknın meydana gelmesi gibi bir sebeple artabilir.

Üçüncü şekil: Itık meselesidir. Buna "siâye" adı verilir ki, bu da yerin­de açıklanmıştır. Dileyen oraya müracaat edebilir. Adamın biri, "oğlumun payı kadar Mehmet için vasiyet ettim" dediğinde, kendisinin oğlu varsa da yoksa da, vasiyet sahih olur. Sonra eğer kendisinin bir oğlu varsa, kendisi için vasiyette bulunulan kişi, terekenin yarısını alır. Vasiyetcinin oğlu da ka­lan yarıyı alır. Kendisi için vasiyette bulunulan Mehmet, mirasçılar onayla­dıkları takdirde ancak terekenin yansını alır. Aksi takdirde üçte birini alır. Vasiyetcinin iki oğlu varsa, yine üçte bir alır. Vasiyetcinin kızları da bu açı­dan oğullan gibidirler. Kızının payı kadar Mehmet için vasiyette bulunmuş­sa ve bir kızı varsa, Mehmet, mirasçılar onayladıkları takdirde terekenin yarısını, aksi takdirde üçte birini alır. İki kızı varsa, Mehmet yine üçte bir alır. Üç kızı varsa ve Mehmet için bir kızının alacağı kadarını vasiyet etmiş­se, Mehmet, terekenin dörtte birini alır. Gerçi üç kızın toplam miras payla­rı, terekenin üçte ikisi ise de müteveffa, bir kızın payını Mehmet'e vasiyet etmiştir. Bir kızın payı ise terekenin dörtte biridir.

"Oğlumun payı kadar" demeyip de, "oğlumun payıyla Mehmet için va­siyet ettim" derse ve oğlu da bulunuyorsa, vasiyet sahih olmaz. Zîra oğlu­nun payı, Kur'an-ı Kerim ile sabittir. Allah'ın farz ettiğini (oğlunun payını) değiştirmek sahih olmaz. Ama vasiyetcinin oğlu yoksa, vasiyet sahih olur. Kendisi için vasiyette bulunulan Mehmet, diğer mirasçıların onaylamaları ha­linde yarıyı alır. "Eğer olsaydı, oğlun payıyla vasiyet ettim" demesi de böy­ledir. Ama "eğer olsaydı, oğlun payı kadar vasiyet ettim" derse bu söz hususunda ihtilâfa düşülmüştür. Bazıları derler ki: Kendisi için vasiyette bu­lunulan kişi, mirasçıların onaylaması şartıyla yarıyı alır. Bazıları da direkt olarak üçte biri alacağını söylemişlerdir. Zîra kendisi için, var olmayan bir pay kadar vasiyet edilmiştir. Var olmayan bu paysa, üçte bir pay olarak tak­dir edilir. Kendisi için vasiyette bulunulan kişi, bu nedenle üçte biri hak eder.

Mehmet için malımın bir cüz'ünü veya bir sehmini veya bazısını veya bir payım veya birazını vb. vasiyet ettim deme durumunda, vasiyet sahih olur. Vasiyet edilirken bu kelimelerden hangisi söylenmişse, kelimenin hangi an­lama yorulacağı hususu mirasçılara bırakılır ve onlara: "Ne kadar İsterse­niz, o kadarım verin" denilir. Bazıları da derler ki; vasiyet edilirken "Sehim" kelimesi kullanılmışsa, kendisi için vasiyette bulunulan Mehmet, altıda biri­ni alır. Bazıları da derler ki; üçte biri aşmaması kaydıyla mirasçılardan biri­nin payı kadar verilir. Üçte biri aşarsa, mirasçıların onaylaması şartıyla verilir. "Malımın altıda birini Mehmet için vasiyet ettim" dedikten sonra, aynı yer­de veya başka bir yerde tekrar, "malımın altıda birini Mehmet için vasiyet ettim" derse, Mehmet sadece altıda biri hak eder. Çünkü altıda bir kelime­sinin arapça karşılığı olan "südüs" kelimesi cümlede, mala izafe edilerek mâ-rife şeklinde yer almıştır. Mârife, tekrar mârife olarak kullanılırsa, birinci mârifenin aynı olur.

"Malımın altıda birini onun için vasiyet ettim" der, sonra da "malımın

üçte birini onun için vasiyet ettim" derse, o, üçte biri alır. Mirasçılar onay-lasalar da bu, böyle olacaktır. Çünkü altıda bir, üçte bire dâhildir. Üçte bir ile vasiyet etmek, vasiyetcinin ikinci altıda biri, birinci altıda bire eklemeyi kasdetmiş olduğu ihtimalini taşımaktadır ki, üçte biri lehdar için tamamlan­mış olsun. Ayrıca üçte bir ile vasiyet etmek, şu ihtimali de taşır: Vasiyetçi, üçte biri altıda bire eklemeyi kasdettiğinde, hiç şüphesiz olan kesin duruma göre amel edilir. Kesin olansa üçte birdir. Çünkü altıda bir, üçte bire dâhil­dir. Karine de bunu teyid etmektedir. Bu da sözü, vasiyetcinin mâlik olduğu şeye yormaktır. Vasiyetçi, hiç bir ihtilâf olmaksızın malın üçte birine mâlik­tir. Denebilir ki: Bu, mirasçının razı olmaması durumunda böyle olur. Ama altıda birin üçte bire eklenmesine razı olursa, vasiyet niçin yerine getirilme­sin? Aslına bakılırsa, bu durumda vasiyeti yerine getirmeye engel hiçbir se­bep yoktur.                    

Mâlikîler dediler ki: Vasiyet müteaddid olursa, diyelim ki Mehmet için belirli bir şey vasiyet edilir, sonra aynı şey Bekir için de vasiyet edilirse; daha belirgin bir şekilde bir şekilde örneklendirecek olursak: Adamın biri, "şu atımı Mehmet için vasiyet ettim" dedikten sonra, "aynı atımı Bekir için de vasiyet ettim" derse, vasiyet, Mehmet'le Bekir için sahih olur. ikisi ata, yarı yarıya ortak olurlar. Vasiyet, Mehmet hakkında bâtıl da olmaz. Fakat "Mehmet için vasiyet etmiş olduğum at, Bekir içindir" derse bu, Mehmet için yaptığı vasiyetten geri döndüğü anlamını ifâde eder. Bekir kabul etme­diği takdirde Mehmet, bir pay alamaz.

Bir kişi için vasiyette bulunulduktan sonra, aynı şahıs için başka bir va­siyette bulunulursa, bu meselede üç şekilden biri bulunabilir:

1- İki vasiyet, aynı türden ve birbirine eşit iki miktarda olur. Meselâ ada­mın biri, bir şahıs için onbin lira vasiyet eder, sonra aynı şahıs için on bin lira daha vasiyet eder.

2- Vasiyetlerin ikisi ayrı türden ve birbirine eşit, ya da farklı miktarlar­da olur. Meselâ adamın biri, bir şahıs için beşyüz kilogram pamuk veya on-beşbin lira vasiyet eder. Bu iki şeklin hükmü şöyledir: Her iki vasiyet de sahihtir. Kendisi için vasiyette bulunulan kimse, her iki vasiyette kendisi için vasiyet edilmiş olan meblağı alır.

3- İki vasiyet aynı türden, ama miktarları farklı olur. Mesela adamın biri, bir şahıs için onbin lira vasiyet eder.Sonra aynı şahıs için beşbin lira vasiyet eder. Bunun tersi de aynı hükme tâbidir. Bu şeklin hükmüyse şöyle­dir: Kendisi için vasiyette bulunulan kişi, iki vasiyet meblağından hangisi daha fazlaysa onu alır. Meblağı fazla olan vasiyetin birinci veya ikinci sırada bu­lunması arasında bir fark yoktur. Meselâ: "Onun için onbin lira vasiyet ettim" der, sonra da "onun için beşbin lira vasiyet ettim" derse, o kişi ihtiyata uyu­larak onbin lirayı hak eder. Sonra yapılmış olan beş bin liralık vasiyet önce­kini bâtıl kılmaz. İki vasiyetin aynı yazıyla veya ayrı yazıyla yazılmış olmaları arasında bir fark yoktur. Kuvvetli görüş budur.

Diyelim ki Mehmet için üçyüz bin lira vasiyet eder, bununla birlikte her gece verilmek üzere ilim talebeleri için beş kuruş vasiyet ederse, vasiyet sa­hih olur. Bu, malum ile meçhulün vasiyet edilmesidir. Malum olan, Mehmet'in payı olan üçyüz bin liradır. Meçhul olansa, ilim talebeleri için sürekli olarak her gece verilecek olan beşer kuruşların toplamıdır. Mirasçılar onay­larlarsa, vasiyetin yerine getirileceği zaten bilinen bir husustur. Onaylamaz­larsa, vasiyet, ancak terekenin üçte biri elverdiği ölçüde yerine getirilir. Paylaştırma yöntemi de şöyledir: Terekenin üçte birinin tamamı, ilim tale­beleri için vasiyet edilmiş gibi farzedilir. Sonra da malum olan üçyüz bin li­ralık meblağ buna eklenir. Üçte birin paylan, bir o kadar artmış olur. Çünkü malum olan payın aslı üçyüzbin liradır k\, bu da ilim talebelerine tahsis edil­di. Mehmet için de bir bu kadarına ihtiyaç duyuldu ve meselenin paydası arttı. Şu halde terekenin üçte biri, Mehmet'le ilim talebeleri arasında yarı yarıya paylaştırılır. Diğer benzer meseleler de buna kıyaslanarak çözümle-nirler.Sözgelimi malının yarısını Mehmet için, üçte birini de Bekir için vasi­yet ederse, üçte birin dışına çıkan kısım, mirasçılar onaylasalar bile, meşhur görüşe göre bâtıl olur. Mehmet'le Bekir, malın üçte birine ortak olurlar. Yal­nız, terekenin üçte birini aşan kısmı mirasçılar onaylarlarsa bu, vasiyetin ye­rine getirilmesi değil de mirasçılar tarafından Mehmet'le Bekir'e verilen yeni bir bağış olur. Meşhur olan görüş budur. Ancak bunu onaylayan mirasçının teberruda bulunma ehliyetine sahib olması ve lehdarların da bu bağışı kabul etmeleri şarttır. Şu halde onaylayan mirasçı, terekenin üçte birini aşan meb­lağın verilmesini onaylamada Mehmet'le Bekir'den dilediği birine ayrıcalık tanıyabilir. Meselâ adamın biri "oğlumun payı ile Mehmet içîn vasiyet ettim" derse ve sadece bir oğlu bulunuyorsa, malının tamamı Mehmet'in olur. Ta­biî eğer oğlu bu vasiyeti onaylarsa. Aksi takdirde Mehmet, vasiyetçinin ma­lının üçte birini alır. Vasiyetçinin iki oğlu varsa, Mehmet, terekenin yarısını alır. Geri kalan yarısını iki oğul paylaşır. Vasiyetçinin üç oğlu varsa, Meh­met, terekenin üçte birini alır. Geri kalan üçte iki payı, üç oğul bölüşür. Va­siyetçinin dört oğlu varsa, Mehmet terekenin dörtte birini; beş oğlu varsa beşte birini alır. Mehmet için kendi mirasçılarından birinin payı ile vasiyet ederse, Mehmet mirasçıların sayısı oranında bir paya sahip olur. Mirasçılar üç taneyse, Mehmet, terekenin üçte birini hak eder ve bu hep böyle gider. Kendisine vasiyette bulunulan kişi,vasiyet edilen meblağı alır. Geri kalan kı­sım, hisseleri nisbetinde mirasçılara paylaştırılır.

Şafıiler dediler ki: Bir kimse, malının üçte birinden fazlasını birden fazla kişi için vasiyet eder ve mirasçılar da vasiyeti onaylamazlarsa; kendile­ri için vasiyette bulunulan şahıslar münazaa yoluyla terekenin üçte birine ortak olurlar. Bu yöntem, Kur'an okunması ve haccedilmesinin vasiyet edilmesi bahsinde açıklanmıştır. Oraya müracaat edilebilir.

Hanbelîler dediler ki: Bir kimse, malının tamamını bir şahıs için, yarısını da bir başka şahıs için vasiyet eder ve mirasçılar bu vasiyeti onaylar­larsa, tereke üçe bölünür. Malın yarısı kendisi için vasiyet edilmiş olan kişi, üçte biri alır. Kalan üçte ikiyi, malın tamamı kendisi için vasiyet edilmiş olan kişi alır. Ama mirasçılar bu vasiyeti onaylamazlarsa terekenin üçte biri ara­larında, yukarıda verilen oranda paylaştırılır.

Bir kimse, malının bir cüz'ünü veya bir bölümünü veya bir payını veya bir kısmını bir başkası için vasiyet ederse, mirasçılar terekeden diledikleri kadarım ona verirler. Bir şahıs için malının bir sehmini vasiyet ederse, o, farz hisse olan altıda bir mertebesinde olan altıda biri alır. Bir kimse "oğlu­mun payı kadar falan için vasiyet ettim" derse, kendisi için vasiyette bulu­nulan şahıs, vasiyetçinin oğlunun payı kadar alır. Vasiyetçinin üç oğlu varsa, kendisi için vasiyette bulunulan kişi, terekenin dörtte birini alır. "Oğlumun payı kadar vasiyet ettim" der ve bir oğluyla bir kızı bulunursa, kendisi için vasiyette bulunulan şahıs, kızın payı kadar alır. Çünkü kesin olan budur. Bir kimse, bir şahıs için, terekede hak sahibi olmayan kimsenin payı kadar bir vasiyette bulunursa, kendisi için vasiyette bulunulan şahıs hiç bir şey alamaz.

 

Muhtar (Seçilen) Vasî

 

Muhtar vasî, bir kişinin kendi yerine, vefatından sonra malında tasarrufta bulunması, rüşdünü isbatlamamış mirasçılarının işlerini voluna koyması ve onların yararlarını gözetmesi için nâib olarak kimsedir. Örnek olarak derler ki: Falan kişi, vefatından sonra kendi malında tasarrufta bulunması için falanca şahsa vasiyette bulundu. Vasiyette bulunmanın mazi kipi "evsâ" şeklindedir. İsmi, "visâyef-'tir ve "vesayet" şeklinde de telâffuz edilebilir. Kısıtlılık (hacr) bah­sinde buna ilişkin hükümlerin çoğunu anlatmıştık. Geriye bazı hükümler kalmıştı ki, onların bazısını da burada, mezheblerin tafsî-lâtı doğrultusunda anlatmaya çalışacağız.

 

(13) Hanefîler dediler ki: Muhtar vasî ile ilgili bazı hususlar vardır. Bu hususlardan biri de, muhtar vaside aranan şartlardır. Bu vaside aranan şart­lar şunlardır:

1- Buluğ; Bir kimse, ölümünden sonra kendi malında tasarrufta bulun­ması için bir çocuğu vasî tâyin ederse, kadı'mn, onun yerine başka birini va­si tayın etmesi, onu vasilikten azletmesi gerekir. Buluğ, vasiliğin devamlılığı için şan, ama sahih olması için şart değildir. Çünkü baliğ olmayan bir çocu­ğu vasi tâyin etmek sahihtir. Bu çocuk, kadı tarafından azledilmeden bir taarruita bulunacak olursa, tasarrufu sahih olur. Kadı tarafından azledilmeden önce buluğa ererse de vasiliği, sahih olarak devam eder. olmak. Bir kimse, kâfir birini vasî tâyin ederse, kadının Un verıne rnüslüman birini vasî tâyin etmesi gerekir. Ama yine de kâfirin vasî tâyin edilmesi sahihtir. Kadı tarafından azledilmeden yaptığı tasarruf sahih olur. Veya çocuğun vesayetinde olduğu gibi kadı tarafından azledil­meden müslüman olursa, vasiliği sahih olarak devam eder.

3- Âdil olmak: Bir kimse, fâsik birini vasî tâyin ederse, bu vasî, çocuk veya kâfir olan vasînin hükmüne tâbi olur. Yalnız bunun vasilikten azli için mal hususunda itham altında bulunması şarttır. Ama mal bakımından emîn olduğu halde diğer hususlarda fâsık olursa, azledilmesi sahih olmaz.

4- Emin olmak: Hainliği tesbit edilen vasînin azledilmesi vâcibtir.

5- Vasî tâyin edilmiş olduğu işi yapmaya muktedir olmak: Vasî, tâyin edildiği işlerin bir kısmını yapmaya muktedir olup bir kısmını yapmaya muk­tedir olmadığı tesbit edilirse, kadı, yapamadığı işleri yapmaya muktedir olan birisini, ikinci vasî olarak tâyin eder. Ama vasî tâyin edildiği işlerin hiçbirini yapmaya muktedir olmadığı tesbit edilirse azledilir ve yerine başka birisi va­sî olarak (kadı tarafından) tâyin edilir. Azl ve ikinci bir vasînin tâyini için, birinci vasînin acizliğinin tesbit edilmiş olması şarttır. Salt ihbar ve şikâyet yeterli değildir. Çünkü, onu vasî olarak tâyin etmiş olan müteveffa, sağlı-ğındayken onu tâyin etmiş ve ona güvenmiştir. Sırf şikâyet ile bu güvenin ortadan kaldırılması mümkün değildir.

Bu sayılan şartların hepsi vasîde bir arada bulunursa, yani müslüman, baliğ, âdil, emin ve vasiyeti yerine getirmeye muktedir ise, kadı'nın onu az­letmesi caiz olmaz. Azletse bile, kuvvetli görüşe göre, azledilmiş sayılmaz. Çünkü o, seçilmiş bir vasîdir ve mal sahibinin yerinde bulunmaktadır. Ne hainliği, ne de câizliği tesbit edilmiştir. Şu halde vasilikten azledilmesi, ge­rekçesiz olarak vasiyet sahibinin irâdesi dışına çıkmak demektir. Seçilmiş vasî ile ilgili durumlardan biri de şudur: îki vasî tâyin edilirse, bunların tasar­ruflarının sahihliği hususunda iki kavil vardır:

a- Diğerinden bağımsız olarak vasilerden birinin tasarrufta bulunması caiz olmaz. İkisinden biri müstakil olarak tasarrufta bulunursa, diğeri onay­lamadığı takdirde tasarrufu geçerli olmaz. Onayladığı takdirde, yapılan ta­sarruf, yeni bir akde gerek kalmaksızın geçerli olur. İkisinin aynı anda vasî tâyin edilmiş olmalarıyla, aralarına fasıla konarak tâyin edilmeleri arasında bir fark yoktur. Âlimlerden birçoğu bu kavli sahih bulmuşlardır. Bir vakıf için iki nazırın tâyin edilmiş olması durumu da böyledir. Bu nazırlardan bi­rinin, diğerinden izin almadan tasarrufta bulunması sahih olmaz.

b- Vasilerden biri, diğerinden ayrı olarak kendi başına tasarrufta bulu­nabilir. Bu kavli bazı âlimler sahih bulmuşlardır. Bu ihtilâf, vasîlerin vasi-yetçinîn kendisi veya vakıf sahibi veya tek kadı tarafından tâyin edilmiş °İmaları durumunda sözkonusu olur. Ama her biri ayrı bir kadı tarafından tâyin edilmiş olursa, kendi başlarına bağımsız tasarruflarda bulunabilirler ki, bunda hiçbir ihtilâf yoktur. Zîra vasilerden her biri, bir kadı'nın naibi­dirler ve nâib tâyin eden şahsın adına tasarrufta bulunmaları caiz olur. Kada biri, maslahata uygun olduğunu gördükten sonra diğer kadı tarafından tâyin edilmiş olan vasîyi azledebilir.

Vasîlerin her biri, ihtilafsız olarak bazı hususlarda müstakil tasarruf­larda bulunabilirler:

a) Vasiyet sahibini, öldüğünde teçhiz etmek.

b) Onun hukuk davaları için, hasımları aleyhine dava açmak.

c) Onun çocuklarının ihtiyaçları için gerekli şeyleri satın almak.

d) Vasiyetçide bulunan emânetleri sahiplerine geri vermek.

e) Vasiyeti yerine getirmek.

f) Telef olmasından korkulan eşyasını satmak.

g) Kaybolmuş mallarım derleyip toparlamak vs.

Vasîlerden biri ölür ve Ölmeden önce diğer vasiye, vasiyette bulunursa, bu vasiyeti sahih olur. Sağ kalan kendi başına tasarrufta bulunur. Çünkü vasîlerden biri sağken diğerinin izni olmadan kendi başına müstakil tasar­rufta bulunamaz. Vasîlerden birinin ölümünden sonra da bu hüküm aynen geçerlidir. Ölen, ölmeden önce yabancı birine vasiyette bulunursa, sağ ka­lan, aslî vasînin onayı olmadan, ölen vasînin tâyin etmiş olduğu vasî, kendi başına tasarrufta bulunamaz. Vasîlerden biri ölür; ölmeden önce ne vasî ar­kadaşım ne de yabancı birini vasî tâyin etmezse, kadı, bir başkasını vasî ola­rak tâyin eder.

Mâlikîler dediler ki: Muhtar vasî ile ilgili bazı hususlar vardır. Bun­lardan biri, vasîde bulunması gereken şartlardır. Bu şartlar dört tanedir:

1- Mükellef olmak: Mükellef olmayan bir şahsı vasî tâyin etmek sahih olmaz.

2- Müslüman olmak: Kâfir birini vasî tâyin etmek sahih olmaz.

3- Adaletli olmak: Adaletten maksat, emin olmak ve çocukların malla­rını iyi kullanarak muhafaza etmektir. Bu nitelikte olmayan birini va^î tâyin etmek sahih olmaz.

4- Kendisine vasiyet edilen işi yapmaya muktedir olmak.

Önceleri bu niteliklere sahip olduğu halde, daha sonra bu niteliklere zıt hallere mâruz kalan vasî, azledilir. Meselâ vasî müslümanken daha sonra ir-tıdad ederse veya kendisine vasiyet edilen işi yapmaya önceleri muktedir dana sonra aciz olursa, vasilikten azledilir. Bir kimse, iki şahsı vasi tâyin ederse, bunlardan birinin diğerinden vekâlet almadan bağımsızca tasarrufta bulunması sahih olmaz. Ancak vasiyette, vasîlerin kendi başları­na tasarrufta bulunabileceklerine dâir bir nass varsa veya bir karîne mevcut­sa, o zaman vasîler bağımsızca tasarrufta bulunabilirler. İkisinden biri ölürse

im, vesâyet altındaki kısıtlı için en uygun olan yolu seçer: Hayatta kalan tek vasî ile yetinir veya ölenin yerine bir başka vasî tâyin eder. İki vasinin, vesayetleri altındaki kısıtlının işlerini yürütme konusunda anlaşmazlığa düşmeleri halinde de hâkim böyle bir uygulamaya gidebilir.

Şâfiîler dediler ki: Vefatı anında vasinin, zahiren ve bâtınen âdil ol­ması şarttır. Zahiren adaletten maksat, şahitliği kabul edilen kimselerden ol­ması, bâtınen adaletten maksat da, onu aklayıp tezkiye edenlerin sözlerine dayanarak kadı nezdinde adaletli oluşunun tesbit edilmesidir. Kendisine yap­ması vasiyet edilen işi yapacak kapasitede olması, hür olması, müslüman bir kısıtlı üzerine vasî tâyin edilmişse- müslüman olması, vesayet edeceği şahsın düşmanı olmaması, durumu belirsiz biri olmaması, mükellef ve akıllı olma­sı şarttır. Bu şartlardan birini yitiren kimsenin vasî tâyin edilmesi sahih ol­maz. Körün ve işareti anlaşılır olan ahrasın vasî tâyin edilmesi sahih olur. Bir kişi, aynı anda veya aralıklı olarak iki kişiyi vasî tâyin ederse, bunlardan birinin diğerinden izin almadan kendi başına tasarrufta bulunması sahih olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Vasinin müslüman olması şarttır. Müslüman bir kimsenin, kendi çocukları üzerine kâfiri vasî tâyin etmesi sahih olmaz.

Vasînin mükellef olması şarttır. Çocuğu, deli veya eblehi vasî tâyin et­mek sahih olmaz. Vasî reşid olmalıdır. Sefihi vasî tâyin etmek sahih olmaz. Durumu kapalı da olsa, kör veya kadın da olsa, vasînin adaletli olması şarttır.

Vasiyetin sahih olması İçin vasînin, kendisine vasiyet edilen işi yapma­ya muktedir olması şart değildir. Zayıf birini vasî tâyin etmek sahihtir. Böy­le birisine kadı, güçlü ve güvenilir birini yardımcı olarak tâyin eder. Birincisi vasî, ikincisi yardımcısı olur. Bir kimse, iki kişiyi vasî tâyin ederse,bunlar-dan birinin kendi başına bağımsızca tasarrufta bulunması sahih olmaz. Me­ğer ki vasiyetçinin buna dâir bir nassı mevcud olsun.

Doğruyu en iyi Allah bilir.

 

Nikâh'ın Tanımı

 

Nikâh'ın üç anlamı vardır: Bunlardan birincisi lügat anlamıdır ki, bu cinsel temas ve bir şeyin bir şeye eklenmesi, katılması demektir. Örneğin birbirlerine doğru eğilerek dalları birbirlerine katılan ağaç­lar için, "birbirlerine nikahlandılar" derler. Aynı zamanda, mecaz ola­rak evlenme akdine de nikâh denir. Çünkü bu akid, cinsel ilişkinin bir sebebidir.

İkincisi, nikâhın şer'î anlamıdır. Bu anlam üzerinde âlimler de­ğişik görüşler ileri sürmüşler ve sonuç olarak Üç ayrı görüş ortaya çıkmıştır:

1- Nikâh kelimesi, hakikatte cinsel temas, mecaz olarak da ev­lenme akdi anlamına gelir. Nikâh kelimesinin lügat anlamı da her ba­kımdan bu anlamı ifâde eder. Nikâh kelimesi Kitab veya Sünnet'te karîneslz olarak kullanıldığında, cinsel temas anlamını ifâde eder. Örneğin Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Babalarınızın nikahladığı kadınlarla nikahlanmayın. Cahiliyet devrinde olanlar artık geçmişte kalmıştır.[7]

Bu âyet-İ kerîmede geçen "nikâh" kelimesi, cinsel temas anla­mındadır. Çünkü burada "nikahlamayın" şeklindeki yasak, onlarla cin­sel temasta bulunmayın anlamını taşımaktadır. Yoksa salt olarak evlenme akdi düzenlemeyin anlamını ifâde etmemektedir. Zira sırf evlenme akdi, sevgi ve saygı bağlarını koparan gayret ve kıskanma sonucunu doğurmaz. Bu, Hanefîlerin görüşüdür. Bunlar derler ki: "Ka­dın başka birisiyle nikâhlanmadikça.[8] âyeti kerîmesinde geçen nikâh kelimesi, cinsel teması değil, evlenme akdi anlamını ifâde etmektedir. Çünkü nikâh eyleminin kadına nisbet edilmesi, buna bir karîne teşkil etmektedir. Zîra cinsel temas, bir fiildir. Kadın ise bu fiili işleyemez. Ama âyetin mefhumu, salt evlenme akdinin hülle için yeterli olacağını ifâde etmektedir. Oysa işin aslı hiç de böyle de­ğildir. Zîra sünnet-i seniyye, hülle için mutlak surette cinsel temasın gerekli olduğunu sarih olarak belirtmektedir. Âyetin yukarıdaki şe­kilde anlaşılması muteber değildir. Useyle hadisi de açıkça buna işa­ret etmektedir. Hz.Peygamber buyurmuşlardır ki:

"(Ey kadın) sen onun (erkeğin) useylesini (balçığını) tatmadan (hülle yapmış olamazsın.)[9]

2- Nikâh kelimesi, hakikatte evlenme akdi, mecaz olarak da cin­sel temas anlamına gelir ki, bu da nikâhın lügat anlamının tersine­dir. Nikâh kelimesinin Kitab ve Sünnet'in bir çok yerinde evlenme akdi anlamına kullanılmış olması buna işaret etmektedir. Örnek olarak şu âyet-i kerimeyi gösterebiliriz:

"Kadın başka birisiyle nikâhlanmadıkça. [10]Şâfiîlerle Mâlikîlerin bir kısmına göre kuvvetli olan görüş budur.

3- Nikâh kelimesi, hem evlenme akdi, hem de cinsel temas an­lamına gelir.

Üç görüşten en kuvvetlisi bu olabilir. Çünkü nikâh kelimesi şe-riatte, bazan evlenme akdi anlamında, bazan da yine evlenme akdi anlamı saklı kalmak üzere cinsel temas anlamında kullanılır. Buda nikâh kelimesinin, gerçekte her iki anlamı da ifâde ettiğine işaret et­mektedir.

Üçüncüsü, nikâhın fikhî anlamıdır. Nikâh kelimesinin fıkhî an­lamı konusunda değişik ifâdeler kullanılmıştır. Ama ifâdelerin hepsi de tek anlamda toplanmaktadır ki, o da şudur: Nikâh akdi, kocanın, kadının cinsel organı ve bedeninin diğer kısımlarından zevk alma açı­sından yararlanması sonucunu doğurması için, şeriat koyucu tara­fından vaz'edilmiştir. Nikâh akdi sayesinde koca, kadından bu şekilde yararlanma hakkına sahip olmaz. Yararlanma hakkına sahip olmak­la menfaate sahip olmak arasındaki fark şudur: Menfaate sahip ol­mak, kocanın; kadının, cinsel organı karşılığında sağlayacağı bütün menfaatlere sahip olmasını gerekli kılar. Oysa bu mümkün değildir. Meselâ evli bir kadını başka bir erkek şüphe ile nikahlarsa, (cinsel temas kurarsa), sözgelimi o kadının kendi karısı olduğuna inanarak hata sonucu onunla cinsel temas kurarsa, mehr-i misil ödemesi ge­rekir. İşte bu mehri, koca değil, fakat kadının kendisi alır. Eğer koca, kadının, cinsel organının sağlayacağı menfaate sahip olsaydı, bu mehri almayı da hak edecekti. Çünkü bu mehir, kadının cinsel orga­nının sağlamış olduğu bir menfaattir. Mezhebler buraya kadar anla­tılan hususlar üzerinde -her ne kadar aşağıda da açıkça görüldüğü gibi, nikâhın tanımında değişik ifâdeler kullanmışlarsa da- görüş bir­liği etmişlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımıza ek olarak şunu da belirtelim ki, mezhebler arasında meşhur olan kanıya göre nikâh akdinin konusu, erkeğin değil de kadının cinsel organından yararlanmaktır. Ama ileriki sayfalarda da anlatılacağı gibi, erkeğin, kendisine zarar ver­mesi veya ahlâkını bozması, ya da iffetini haleldar etmesi gibi so­nuçlar doğuracaksa karısından yüz çevirmesi haramdır. Ayrıca erkeğe, yabancı bir kadının kendisinden lezzetlenmesi de haramdır.

Mezhebler, kural olarak erkeğin kendi hanımından başka bir ka­dından kesinlikle yararlanamayacağını hükme bağlarken, aynı şekilde kadının da kendi kocası dışında yabancı bir erkekten yararlanama­yacağını kesin hükme bağlamıştır. Erkeğin, gücü yettiğince kadının iffetini koruması zorunlu olduğu gibi, kadının da cinsel yararlanma hususunda kocasına itaat etmesi zorunludur. Meğer ki kabul edilir sahih bir mazereti bulunsun.

Bütün bunlardan sonra bilinen bir husustur ki, erkeğin kadından cinsî yönden yararlanmasını helâl sayan ve bu hakkı ona Özgü kılan akid, sahih olan şer'î akiddir. Bu akdin de şu şartları taşıması gerek­lidir: Yapılan nikâh akdi, kendisinde nikâha engel hususlar bulunma­yan bir kadın üzerine yapılmalıdır. Meselâ bir erkeğin bir erkek veya bir erselik üzerine, yahut da putperest bir kadın veya neseb, ya da süt emişme veya hısımlık bağı nedeniyle kendisine haram kılınan bir kadın üzerine nikâh akdi yapması sahih olmaz. Nitekim İnsan cin­sinden olmayan bir yaratık üzerine, meselâ deniz kızı üzerine nikâh akdi yapmak da sahih olmaz. Çünkü bu da hayvan gibidir.

Nikâh akdinin şer'î icâb ve kabulle yapılması, akid esnasında, ya da bazı mezheblere göre gerdeğe girmeden önce şahit bulundu­rarak yapılması zorunludur. Medenî akidler veya belli bir süre için ka­dını İcar etmeye gelince, bu zinadır.

 

(14) Hanefîler: Bu mezheb âlimlerinin bazısı nikâhı, direkt olarak mut'a mülkiyeti ifâde eden bir akid olarak tanımlamışlardır. Mut'a mülkiyetinin anlamı, zevk alma açısından kadının cinsel organının erkeğe tahsis edilmesi­dir. Buradaki mülkiyet, gerçek anlamda bir mülkiyet değildir. Bazıları der­ler ki: Nikâh, (cinsel) yararlanma hakkı açısından kadının şahsına mâlik olmayı ifâde eder. Bu da, cinsel açıdan yararlanılan cinsel organının tahsis edilmesi anlamına gelir. Bazıları da derler ki: Nikâh kelimesi, cinsel organ­dan ve bedenin diğer kısımlarından yararlanma hakkına sahip olma anlamı­nı ifâde eder. Bu, başkalarının değil, fakat sadece kocanın, kadının bu kısımlarından yararlanma ayrıcalığına sahip olması demektir.

Bu ifâdelerin tümü hep aynı anlamı taşımaktadır. "Koca, kadının şah­sına mâlik olur" diyen kişi, bu sözüyle tabiî ki gerçek mülkiyeti kasdetmiş değildir. Çünkü hür kadına mâlik olunamaz. Böyle diyen kişi, kocanın ka­dından yararlanma hakkına sahip olduğunu ifâde etmek istemiştir. Nikâh'ın tanımına "direkt olarak" kaydını koymuş olmakla, dolaylı olarak cinsel yararlanma hakkına sahip olmayı ifâde eden akidler kapsam dışına çıkarıl­mış oldu. Meselâ bir câriye satın alma durumunda, bu câriye için yapılan satın alma akdi, onunla cinsel temasta bulunmanın helâl olduğunu, dolaylı olarak ifâde eder. Oysa bilindiği gibi bu bir nikâh değildir.

Şâfiîler: Bu mezheb âlimlerinin bazıları nikâhı, cinsel temas hakkı­na mâlik olmayı içeren bir akid olarak tanımlamışlardır. Bu akid inkâh (ni­kahlama) veya tezvic (eş olarak verme) lâfızlarıyla veya bu anlamları taşıyan lâfızlarla yapılır. Yani bu akid, bilinen cinsel zevkten yararlanmaya sahip olma sonucunu doğurur. Şu halde nikâh, sayfanın üst tarafında da belirtil­diği gibi, bir mülk edinme akdidir. Bazıları derler ki: Nikâh, cinsel teması mubah kılmayı içerir. Bu, mülketme değil, mubah kılma akdidir. Bu görüş farklılığının insana kazandırdığı bir fayda vardır: Evli bir kimse hiç bir şeye rnâlik olmadığına ve mâlik olmaya da niyetli bulunmadığına yemin ederse, nikâh akdi mülkiyet ifâde etmez diyenlere göre, yemini bozulmuş olmaz. Ama diğer görüşte olanlar nazarında yemini bozulmuş olur. Şâfiîlerce kuvvetli ola­rak kabul edilen görüşe göre nikâh, (cinsel teması) mubah kılma akdidir.

Mâlikîler nikâhı şöyle tanımlamışlardır: Nikâh, kıymetini mûcib ol-maksızın, bir kadının salt cinsel organından yararlanmak için yapılan bir akiddir. Bu akdi yapan erkek, kendisiyle evlenme akdi yaptığı kadının, meşhur kavle göre Kur'an-ı Kerim ile kendisine haram kılınmış bir kadın ise, veya meşhur olmayan kavle göre icmâ ile kendisine haram kılınmış bir kadın ise, haram kılınmış olduğunu cinsel zevkten önce bir beyyine ile bilmemişse, kıy­metini tazmin etmesi gerekmez. Bunun anlamı, nikâhın, salt cinsel yarar­lanma üzerine yapılan bir akid olduğudur.

Nikâhın tanımında geçen "bir akiddir" sözü, diğer akidleri de kapsar. "Kadının cinsel organından yararlanmak üzerine..." kaydım koymakla, alış­veriş akdi gibi, cinsel içerikli olmayan akidler kapsam dışına çıkarılmış ol­du. "Zevk alma" kaydını koymakla, makam veya onur üzerine yapılan akidler gibi, manevî içerikli akidler kapsam dışına çıkarılmış oldu. "Salt" kelimesi­ni kullanmakla, kendisinden zevk almak için câriye satın alma akdi kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü bu durumda yapılan akid salt zevk almak ve onunla cinsel ilişkide bulunmak için düzenlenmiş değildir. Bu akid, direkt olarak cariyeye mâlik olmak, sonra da dolaylı olarak ondan zevk almak için düzenlenmiştir. Bu, nikâh değil, bir satın alma akdidir.

"Bir kadının..." kaydını koymakla, yiyecek ve içecekten yararlanmak üzere yapılan akidler kapsam dışına çıkarılmış oldu. "Kıymetini mûcib ol­maksızın..." kaydını koymakla, eğer bir beyyine ile olursa cariyenin helâl kılınması akdi kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu şöyle olur: Meselâ bir kimse, kendi cariyesinin cinsel yararını bir beyyine ile başka birine mülk ederse, buna nikâh akdi denmediği gibi icar akdi de denmez.Bu eğer yapılırsa, cariyenin kıymetini mûcib olur. Nikâh akdine gelince bu, nikahlanan kadının kıyme­tini vermeyi gerektirmez.

"Nikahladığı kadının Kitab veya icmâ yoluyla kendisine haram kılın­mış bir kadın olduğunu bilmemesi..." kaydını koymakla; Kur'an-i Kerim'-de kendisine haram kılınmış olan bir kadım nikahlama durumunda yapılan nikâh akdi bâtıl olur ve buna asla nikâh denemez. İcmâ ile kendisine haram kılınmış olan bir kadını nikahlama durumunda yapılan akde, fâsid nikâh de­nir. Meşhur olan görüş budur. Meşhur olmayan görüşe göre, bu kadın ken­disine Kitab'la da haram kıhnmış olsa, icmâ ile de haram kılınmış olsa, yapılan akde asla nikâh denemez. "Eğer Kitab ile haram kılınmışsa, nikahladığı ka­dının kendisine haram olduğunu bilmemesi" sözünün anlamı şudur: Yani bu bir kayıttır ki, nikahladığı kadının kendisine haram olduğunu bilen kişi­nin yapmış olduğu akid, nikâh kapsamı dışındadır. Böyle bir akde asla ni­kâh denemez. "Veya meşhur olmayan görüşe göre, nikahladığı kadının icmâ yoluyla kendisine haram kılınmış olduğunu bilmemesi..." sözünün ifâde et­tiği anlam şudur: Bu bir kayıttır. Nikahladığı kadının icmâ yoluyla kendisi­ne haram kılındığını bilen bir kimsenin yaptığı akid, nikâhın kapsamı dışındadır ve buna nikâh denemez. Ama yukarıda geçen meşhur ihtilâfa ba­kılırsa, fâsid de olsa, buna nikâh adı verilebilir. Zîra bilindiği gibi meşhur görüşe göre buna fâsid nikâh denir.

"Cinsel zevkten önce bir beyyine ile..." kaydım koymakla, gerdeğe gir­mezden önce kadını nikahlamış olduğuna dâir şahit bulundurmadan gerde­ğe giren kimse kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu kimsenin yaptığı akid nikâh akdi değildir. "Şahit bulundurmadan gerdeğe girmesi halinde nikâh akdi, bir talâkla feshe uğrar. Bu, nikâhın sübûtunun bir parçasıdır" gibi takdirî bir soru akla gelebilir. Buna cevap olarak şu söylenir: Fesih, eşlerin nikâhı ikrar etmelerine binâen meydana gelmiştir. Akid şüphesi dolayısıyla da eş­ler, hadden kurtulmuş olurlar. Icâr bahsinin başında da açıkladığımız gibi Mâlikîler açıkça bildirdiler ki: Nikâh akdi, -önceki sayfanın üst tarafında da anlattığımız gibi- erkeği, kadının tenasül organından ve bedeninin diğer taraflarından yararlanma hakkına sahip kılmaktır.

Hanbelîler dediler ki: Nikâh, kadından cinsel açıdan yararlanma menfaati üzerine, inkâh veya tezvic lâfızları kullanılarak düzenlenen bir akid-dir. Bunlar da diğer mezheblerde olduğu gibi, menfaat kelimesiyle yararlan­ma anlamını kasdetmektedirler. Zîra şüphe sonucu veya kendi irâdesine rağmen kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadına mehr-i misil vermek ge­rekir. Bu mehre, kocası değil, kadının kendisi sahip olur. Tabiî eğer evli ise. Çünkü Hz. Peygamber bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

"Kadınlık organından helâl kıldığı şey karşılığında elde etmiş olduğu (mal) kendisinindir.[11]

Yani kendisiyle yapılan cinsel temas karşılığı elde etmiş olduğu mal, ka­dının kendisine âit olur.

(15) Şâfiîler dediler ki: Kuvvetli görüşe göre nikâh akdinin konusu ka­dından, yani kadının cinsel organından yararlanmaktır. Denilmiştir ki; ak-din konusu ikisidir. Birinci görüşe göre kadın, kocasından cinsel temas isteğinde bulunamaz. Çünkü bu, erkeğin hakkıdır. Ama en uygunu, koca­nın, onun iffetini koruması ve cinsel doyuma ulaştırmasıdır.

İkinci görüşe göre kadın, kocasından cinsel temas isteğinde bulunabi­lir. Kocası da bu yolda ondan istekte bulunabilir. Zîra nikâh akdi, kocanın kadından yararlanması ve kadının kocadan yararlanması olmak üzere iki men­faat üzerine düzenlenmiştir. Bu, her ne kadar kuvvetli değilse de, güzel bir görüştür. Zîra erkek, karısını bazan ihmal etmekte, dolayısıyla da kadının ahlâkı bozulmaktadır. Bu durumda ya kadının iffetini muhafaza etmeli, ya da onu iyilikle bırakmalıdır.

Hanefîler dediler ki: Cinsel açıdan yararlanma hakkı kadına değil, erkeğe aittir. Yani erkek, cinsel açıdan yararlanmak için kadını zorlayabilir. Ama kadın, onu bu maksat için zorlayamaz. Ancak bir kez zorlayabilir. Ama erkeğin de diyanet gereği kadını cinsel doyuma ulaştırması ve iffetini muha­faza etmesi vacib olur ki, böylece kadın kötü bir yola sapıp ahlâkı bozulmasın.

 

Nikâhın Hükmü

 

Nikâh üzerine terettüb eden şer'î hükümler beş tanedir:

1- Vucûb,

2- Haramlık,

3- Kerahet,

4- Sünnetlik veya mendubluk,

5- Mübahlık.

Nikâhın vâcib veya haram olduğu yerler konusunda mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

Nikâhla ilgili olarak mendub olan bazı hususlar daha vardır ki, bunlar aşağıda mezheblere göre geniş olarak açıklanmıştır.

 

(16) Malîkîler dediler ki: Evlenme arzusunda olan, evlenmediği takdir­de zina yapmaktan korkan, zinadan kurtulmak için oruç tutamayan, hür ka­dınla evlenmesine gerek bırakmayacak bir câriye satın almaya da muktedir olamayan bir kimsenin evlenmesi farzdır. Helai kazanç edinmekten âciz ol­sa bile böyle bir erkeğin evlenmesi farz olur. Bunun için de üç şartın gerçek­leşmesi gereklidir:

1- Zina yapmaktan endişe etmelidir.

2- Kendini zinadan koruyacak orucu tutmaktan âciz olmalı veya muk­tedir olduğu halde tuttuğu oruç, kendisini zinadan korumaya yeterli olma­malıdır.

3- İhtiyacını giderecek bir cariyeyi satın almaya muktedir olmamalıdır.

Evlenmeye ve şehvetini engelleyecek orucu tutmaya ve bir câriye satın almaya muktedir ise, bu üç şeyden birini yapmakta muhayyer olur. Ama en uygunu, evlenmesidir. Bazıları, helâl kazanç edinmeye muktedir olmasını şart koşmaktadırlar. Bir kimse zina yapmaktan endişe eder, oruç tutmak ve câ­riye almaktan âciz olursa; helâl kazanç edinmeye muktedir olmadığı takdir­de evlenmesi farz olmaz. Çünkü bu derecede yoksul bir kimsenin, zina yapmaktan endişe etmesi durumunda, şehvetine karşı savaş vermesi gerekir. Aksi takdirde evlenip de karısının nafakasını sağlamak için hırsızlık etmesi doğru olmaz. Zîra bir haramı bertaraf etmek için, bir başka haramı işlemek hiç de makbul olmaz. Evet bir kimse, irâdesi dışında zarurî bir duruma düş­tüğü takdirde bu zaruret durumunu gidermek için gereken şeyi yapabilir. Me­sela ölümden kurtulmak için ölü hayvan etini yemek gibi. Bunun dışında, bir insanın, başka bir haramı bertaraf etmek amacıyla bir haram fiil işleme­si caiz olmaz. Aksine kendi nefsiyle savaşması, güç ve irâdesi çerçevesinde bulundukça haram fiil işlemekten kendini alıkoyması vâcibtir. Bu görüş gü­zeldir. Bu hüküm erkeğe mahsustur. Kadına gelince, geçimini temin edemez durumda bulunduğu ve bozuk karakterli insanların kötü niyetlerine hedef olduğu için korunup muhafaza edilmesi evlenmesini zorunlu kılarsa, evlen­mesi farz olur.

Zina yapma endişesi olmayan, evleneceği kadının geçimini temin için helâl kazanç edinmekten âciz olan veya cinsel gücü bulunmayan erkeğin ev­lenmesi İse haramdır. Ama kadın, onun cinsel gücünün bulunmadığım bilir ve razı olursa, bu erkeğin evlenmesi caiz olur. Aynı şekilde kadın, reşide ol­mak şartıyla, müstakbel kocasının, geçimini temin etmekten âciz olduğunu bilir ve buna razı olursa bu erkeğin evlenmesi caiz olur. Ama müstakbel ko­casının haram kazanç edinmekte olduğunu bilir ve buna razı olursa, evlen­mesi caiz olmaz.

Evlenmeye arzusu olmadığı halde, nesli çoğaltmayı dileyen kimsenin; helal kazanç edinmek, cinsel iktidara sahip olmak gibi evli erkeğin görevle­rim ifâ etmeye muktedir olması şartıyla, evlenmesi mendub olur. Aksi takrde bilindiği gibi haramdır. Bu durumda evlenmesi, nafile ibadetleri yapmasına engel olacaksa mekruh olur.

Evlenmeye arzusu olan, ama zina etmekten yana endişesi bulunmayan kimsenin, evliliğin yükümlülüklerini kaldırabilecekse, evlenmesi mendub olur. Nesli çoğaltmaya umudu olsun olmasın, ya da evlenmesi nafile ibadetleri edâ etmesine engel olsun olmasın, bu evlilik mendubtur. Bu açıdan kadın da er­kek gibidir. Kadının evlenmeye arzusu yoksa, ama nesli çoğaltmayı umu­yorsa; kocanın hukukuna riâyet etmeye muktedir olması; evliliğin kendisini nafile ibadetleri yapmaktan alıkoymaması şartıyla evlenmesi mendub olur. Aksi takdirde haram ya da mekruh olur.

Evlenme arzusunda olur ama zinaya mâruz kalmaktan korkmazsa, be­kâr olduğu halde iffetini muhafaza etmekte ve geçimini sağlamaktaysa, ev­lenmesi mendub olur. Nesli çoğaltma umudunda olması veya olmaması, evlenmesinin kendisini nafile ibadetleri edâ etmekten alıkoyması veya alıkoy­maması arasında bir fark yoktur.

Bekâr kaldığı takdirde zina etmekten endişe eden veya kendi geçimini temin etmeye muktedir olmadığı halde iffetinin muhafazası için evlenmesi zorunlu olan kimsenin evlenmesi farz olur.

Evlenmeye arzusu bulunmayan, evliliğin getireceği yükümlülükleri kal­dıramamaktan veya evlilik nedeniyle nafile ibadetleri edâ edememekten en­dişe eden bir kimsenin; erkek olsun kadın olsun, nesli çoğaltma umudunda olsun olmasın, evlenmesi mekruh olur.

Evlenme arzusu bulunmayan, nesli çoğaltma umudunda olmayan bir kimse için, evliliğin getireceği yükümlülüklerin altından kalkabilecek güç-teyse ve evliliği kendisini nâfîle ibadetleri edâ etmekten ahkoymayacaksa, evlenmek mubah olur.

Hanefîler dediler ki: Evlenmek, dört şartla farz olur:

1- Kişi, evlenmediği takdirde zinaya düşeceğine kesin olarak inanmalı­dır. Ancak ileride de anlatılacağı gibi salt zina korkusu, evlenmenin farz ol­ması için yeterli değildir.

2- Zinaya düşmekten alıkoyacak orucu tutmaya muktedir olmamalıdır. Kendisini zinaya düşmekten alıkoyacak orucu tutmaya muktedir olursa, ev­lenmek veya oruç tutmak arasında muhayyer olur. Bu durumda illa da evlenmesi farz olur diye bir hüküm yoktur.

3- Şehvetini gidermeye yetecek bir câriye satın almaya muktedir olma­malıdır. Eğer câriye satın almaya muktedir olursa, yine evlenmek veya câri­ye satın almak arasında muhayyer olur.

4- Mehir vermeye ve başkalarına zulmetmeksizin helâl kazanç edinme­ye muktedir olmalıdır. Muktedir olmadığı takdirde evlenmesi, bir haramı, başka bir haram işleyerek bertaraf etme durumuna düşmüş olmamak için, farz olmaz. Zîra haram yoldan kazanç sağlamada, hile ile, hırsızlık, gasb veya yalan ile başkalarının malına tecâvüz vardır ki, bu da asla müsamaha ile karşılanmayan cürümlerdendir. Bu, helâl kazanç edinmekten âciz olan bir kimse evlenmemelidir ve zina yapması mubahtır anlamına gelmez. Aksi­ne bu, böyle bir kimsenin kedi nefsiyle ve şehvetiyle şiddetli olarak savaş­ması ve zinaya düşmemesi, ya da insanların malını yeme ve insanlara zulmetme gibi sonuçlar doğuracak olan bir evliliğe girmemesi için nefsini ve şehvetini dizginlemesinin farz olduğu anlamına gelir. Zîra Cenab-ı Allah buyuruyor ki:

"Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah kendilerini lütfü ile zenginleş­tirene kadar iffetli davransınlar" (Nûn 33).

Şu da var ki, mehir ve helâl nafakayı borç olarak bulması mümkün olan bir kişinin, yapabildiği kadarıyla mâsiyetten kaçmak için evlenmesi farz olur. Kişinin evlenmeye şiddetli bir arzu ve iştiyakı bulunur, öyleki zina yapaca­ğından endişe ederse, evlenmesi farz değil vâcib olur. Evlenmenin vâcib olu­şu da, farz oluşu İçin sayılan şartlarla olur. Dördüncü şartta söylenen hususlar, burada da söylenebilirler. Kişinin evlenmeye arzusu olur kendisi de mutedil bir insari olursa, yani zina yapacağına kesin olarak inanmaz ve bu hususta bir endişesi de olmazsa, evlenmesi sünnet-i müekkede olur. Bu durumda ev­lenmezse, vacibi terketme nedeniyle işlenmiş olan günaha nisbetle daha az günahkâr olur. Bazıları, sünnet-i müekkede ile vacibin aynı anlamda olduk­larını, kelime farklılığı dışında aralarında hiç bir fark bulunmadığını söyler­ler. Buna göre bu son iki durumda evlenme, vâcib veya sünnet-i müekkede olur. Her halükârda helâl nafaka temin etmeye, mehir vermeye ve cinsel te­masta bulunmaya muktedir olmak şarttır. Bu üçünden birini yerine getire­meyecek olan kimsenin evlenmesi ne vâcib olur, ne de sünnettir. Evlenecek olan kişi, kendi nefsini ve eşini harama karşı korumaya niyet ederse sevap kazanır. Buna niyet etmezse sevap kazanmaz. Zîra sevap, ancak niyetle elde edilir. Evlenmesinin insanlara zulüm ve haksızlık ederek haram kazanç edinme sonucunu doğuracağına kesin olarak kanaat getiren kimsenin evlenmesi ha­ram olur. Zîra nikâh, nefsi günahtan korumak ve sevap kazanmak gibi mas­lahatlar uğruna meşru kılınmıştır. Nikâh, başkalarına zulmetme sonucunu doğuracaksa, evlenen kişi haram işlemiş olma nedeniyle günahkâr olur. Böyle bir nikâh sonucunda mefsedet meydana geldiği için, maslahat yok olur.

Kesin olmamakla birlikte sonucunda başkalarına zülüm ve haksızlık edi­leceğinden endişe edilirse, evlenmek tahrîmen mekruh olur. Evlenmeye ar­zusu olan, ama zinaya düşme korkusu olmayan ve bu hususta kesin kanaati bulunmayan, aksine sırf şehvetini tatmin etmek amacıyla evlenecek olan kim­senin evlenmesi mubah olur. Kendini zinadan alıkoymaya veya nesli çoğalt­maya niyet ederse evlenmesi sünnet olur. Evlenmenin sünnet olmasıyla mubah olması, bu niyetlerin varlığıyla yokluğuna göredir.

Şâfiîler dediler ki: Nikâhta asıl, mübahlıktır. Bİr kimsenin cinsel lezzetlenme ve yararlanma kasdıyla evlenmesi müstehab olur. Evlenmek, eğer bir haramı bertaraf etmek için tek çıkar yol ise, o zaman vâcibtİr. Meselâ bir kadın bir fâcirden korkarsa ve onun saldırısını önlemek için evlenmesi zorunlu olursa, bu kadın için evlenmek vâçib olur.

Eşinin hukukuna riâyet edememeken korkan kimsenin evlenmesi mek­ruh olur. Meselâ evlenmeye arzusu ve ihtiyacı bulunmayan, fâcir erkekler­den yana korku ve endişesi olmayan bir kadının evlenmesi mekruhtur. Aynı şekilde evlenmeye arzusu olmayan, mehir ve nafakayı vermeye muktedir ola­mayan bir erkeğin de evlenmesi mekruhtur. Evlenme giderlerini karşılama­ya güç yetirebilen ve cinsel temasta bulunmasına engel bir illeti olmayan kimsenin -eğer fazlaca ibadet eden biri ise- evlenmemesi daha faziletli olur ki, evliliği onu itiyad haline getirmiş olduğu ibadetinden koparmasın. Ama fazlaca ibadet eden biri değilse, şehvetinin vaktin birinde onu harama itme­mesi için evlenmesi daha faziletli olur.

Evlenmeye arzulu olan ve gerekli mehir ve nafakayı temin etmeye güç yetirebilen kimsenin evlenmesi müstehab olur. Burada geçen nikâh (ve ev­lenme)'kelimesinden maksat, erkek açısından, evliliği kabuldür. Erkek için müsteijab, vâcib veya haram olan, işte bu kabuldür. Kadın açısından ise İcâb-tır. Çünkü velîsinin aracılığı ile kadın tarafından yapılan şey icâbtır.

Hanbelîler dediler ki: Erkek olsun kadın olsun, evlenmediği tak­dirde zanla da olsa zina yapmaktan korkan kimsenin evlenmesi farz olur. Bu durumdaki bir kimsenin, nafaka temin etmeye muktedir olmasıyla ol­maması arasında bir fark yoktur. Nefsini haramdan korumak amacıyla ev­lenmeye muktedir olduktan sonra evlenmesi ve Allah Teâlâ'dan yardım dileyerek rızkım temin edeceği meşru bir meslekte çalışması gerekir.

Zaruret hali olmadıkça dar-ı harbte evlenmek haram olur. Kişi eğer esir ise, hiç bir surette ve hiç bir halde evlenmesi mubah olmaz.

Kadın olsun erkek olsun, evlenmeye arzulu olan, ama evlenmediği tak­dirde zina yapmaktan da endişe etmeyen bir kimsenin evlenmesi sünnet olur. Böyle bir kimse için bu durumda evlenmek, nafilelerden daha faziletlidir. Çünkü evlenmiş olmakla hem kendini, hem de eşini fâsid şehvet çukuruna düşmekten koruyacak, ayrıca müslüman milletin sayısını arttıracak bir ço­cuğun dünyaya gelmesine sebep olacaktır. Evlenme isteği olmayan, meselâ yaşlı ve iktidarsız bir kimsenin evlenmesi, zevcesine zarar vermemesi veya ahlâkını bozmaması şartıyla mubah olur. Aksi takdirde, bu nitelikteki bir kimsenin evlenmesi haramdır.

(17) Hanefîler dediler ki: Nikâh akdini def çalarak, nikâha işaret eden bayraklar asarak, fazla sayıda lamba yakarak veya evlenmeyi başkalarına bildirecek başka yollarla ilân etmek mendubtur. Nikâh akdi yapılmazdan önce bîrinin hutbe okuması da mendubtur. Hutbenin belli lâfızlarla okunması ge­rekmez. Ama bu hususta vârid olan hutbelerden birini okumak daha güzel olur. Meselâ bunlardan biri, Peygamber (s.a.s.) den rivayet edilen şu hutbedir:

"Hamd Allah'a. Biz O'na hamdeder, O'ndan yardım diler, O'ndan ba­ğışlanma taleb ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğün­den Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola erdirdiği kimseyi saptıracak; O'nun saptırdığım da doğru yola erdirecek kimse yoktur. Tanıklık ederim ki, Al­lah'tan başka bir ilah yoktur. (İlah olarak) yalnızca O vardır. Ortağı yok­tur. Muhammed'in, O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim. 'Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan yaratan, o şahıstan da eşini (Havva 'yi) mey­dana getiren ikisinden birçok erkeklerle kadınlar üreten Rabbinizden kor­kun ve günah işlemekten sakının. Ve yine kendisine hürmet göstererek birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan korkun ve akrabalık bağ­larını kesmekten sakının. Şüphesiz ki Allah, üzerinize gözcü bulunuyor.[12]Ey imân edenler, gerçek bir takvayla Allah'tan korkup sakının ve her hal­de müslüman olarak can verin.[13] 'Ey inananlar, Allah 'tan kor­kun ve doğru söz söyleyin ki, (Allah) size işlerinizi düzeltip muvaffakiyet versin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, o, gerçekten büyük bir zafere kavuşmuştur.[14]

Nikâhın cuma günü kıyılması mendubtur. Yine aynı şekilde, kadının biz­zat kendisinin nikâh akdinde bulunmaması, aksine onun yerine kendi asebesinden, fâsık olmayan reşîd birinin bu işi üstlenmesi mendub olur. Şahitlerin adil olmaları mendubtur. Evlenecek olan şahsın, mehir verecek bir şey bula­madığı için, evlenmekten vazgeçmemesi gerekir. Aksine, imkânı varsa borç etmesi mendub olur. Çünkü hadiste de belirtildiği gibi, iffetli olmak ama­cıyla evlenene Allah yardım eder. Nikâh kıyılmazdan önce kişinin, müştakbel eşine bakması mendubtur. Ancak bunun için erkeğin, kadının, evlenme teklifine olumlu cevap vereceğini bilmesi şarttır. Ama kadının reddedip ka­bul etmeyeceğini bilirse, hiçbir şekilde ona bakması helâl olmaz. Yani ni­şanlıya bakmak, evlenmeye gerçekten yönelindiğinde, tarafların evlenmeye arzu duymaları ve birbirlerinden razı olmalarından sonra caiz olabilir. Ama evlenmeye yönelmeksizin, sırf kadınların durumlarına muttali olmak ama­cıyla bakmak haramdır.

Kadının, daha önce yaşlanıp kisırlaşmaması için, yaş bakımından er­kekten daha küçük olması mendubtur. Evlenmenin en doğru amacı, ümme­tin sayısını arttıracak ve ona güç katacak olan çocukların düyaya getirilmeleri (ve yetiştirilmeleri) dir. Kadının şeref, üstünlük ve mal bakımından erkeğe nisbetle biraz geride olması mendubtur. Çünkü erkekler, kadınlar üzerine hâkim, idareci ve koruyucudurlar. Erkek, zevcesine nisbetle şeref, üstünlük ve mal bakımından daha ileride olmazsa, zevcesi kendisine itaat edip boyun eğmez. Kocası da onu korumaya muktedir olamaz. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

Allah, üstünlüğü için bir kadınla evlenen kimsenin zilletini daha da arttırır; malı için bir kadınla evlenen kimsenin yoksulluğunu daha da fazla­laştırır. Allah, soyu ve asaleti için bir kadınla evlenen kimsenin alçaklığını daha da arttırır. Sırf gözünü haramdan sakınmak ve tenasül organını iffetli kılmak veya sıla bağını güçlendirmek için bir kadınla evlenen bir kişi için Cenab-ı Allah, o kadında hayır ve uğur yaratır. Kadın için de o erkekte ha­yır ve uğur yaratır."

Kadının, kocasından daha güzel ahlâklı, edebli, takvalı ve güzel yüzlü olması mendubtur. Bakire olması tercihe daha şayan olur.

Erkeğin, mehri ve nafakası daha az olan kadım seçmesi evlenmenin âdab-lanndandır. Erkek, uzun ve zayıf, ya da kısa ve tıknaz gibi (tatmin edici ol­mayıp) iffetini koruyamayacak, kötü ahlâklı ve başka kocadan çocuğu bulunan, yahut da yaşlı olan bir kadınla evlenmemelidir. Hür kadınla evlen­meye muktedir olduğu halde bir câriye ile de evlenmemelidir. Yine aynı şe­kilde, bir kimsenin kendi genç kızını yaşlı bir adamla ve kısa boylu tıknaz bir erkekle evlendirmemesi de âdabtandır. Kızını, dengi olan bir erkekle ev-lendirmelidir. Dengi olan bir erkeğin talipli çıkması durumunda, bu talebi geri çevirmemelidir.

Evlenmenin âdablarından biri de, kadının, dindar bir erkekle evlenme­yi tercih etmesidir. Fâsık bir erkekle evlenmemelidir. Malî durumu müsait, güzel ahlâklı ve cömert bir erkeği tercih etmelidir. Geçimini temin edemeye­cek derecede malî sıkıntı içinde bulunan veya malî durumu müsait olduğu halde cimri olan bir erkekle evlenmemelidir ki, fakr-ü zarurete ve belâya du­çar olmasın.                

Sağdıçlık yapmak mekruh değildir. Def çalmak ve içeriği edebe aykırı olmayan şarkıları okumak, kerâhetsiz olarak caizdir. Ancak bütün bunlar, yabancı kadınların düğünde açılıp saçılmaları, erkeklerin ve damadın önün­de oynamaları gibi mefsedetleri kapsamadıkları takdirde normal karşılanır. Aksi takdirde haram olur.

Mâlikîler dediler ki: Evlenmenin bazı mendubları vardır. Bunlar­dan biri bakire ile evlenmektir. Ancak erkek, dula daha fazla ihtiyacı varsa, onunla evlenebilir. Erkeğı, güzelliğinin kendi ölçülerine uygun olup olma­dığını tespit etmesi için nişanlısının yüzüne ve ellerine bakması mendubtur. Evlenilecek kadının yüzüne, ellerinin içine ve dışına bakmak, bazı şartlarla mendub olur:

1- Bu bakışla, cinsel arzu duymayı kasdetmemelidir.

2- Kadın reşid ise, onun kendisine koca olmasına razı olmuş olmalıdır. Eğer (yaş küçüklüğü nedeniyle) kısıtlı ise, velîsinin razı olması gereklidir. Bu rızânın mevcudiyetini kesin olarak bilmiyorsa, bakması eğer haram bir fit­neye sebebiyet verecekse haram olur. Denebilir ki: Şehevî lezzet olmaksızın bakar ve bu bakışı bir fitneye sebebiyet vermezse kerahet için bîr gerekçe kalmaz. Çünkü lezzet alma kasdı olmaksızın ve fitne korkusu bulunmadığı takdirde yabancı bir kadına bakmak caizdir. Buna cevap olarak deriz ki: Er­kek, kadının kendisini koca olarak benimsemediğini bildiği halde ona bak-maktaysa, bu bakışta cinsel arzu şaibesi vardır. Çünkü bu durumda kadına bakmanın bir anlamı yoktur. Bu nedenle de bakması mekruh olur.

3- Kadının, kendisine bakılmakta olduğunu biliyor olması şarttır. Ha­beri olmadan kendisine bakmak helâl olmaz.

Nikâhın bir başka âdabı da hutbe okunmasıdır. Allah'a hamdı, Rasû-lullah'a salât ve selâmı ve bir âyet-i kerimeyi içeren her konuşma hutbe sayı­lır. Hutbeyi şu dört kişiden birinin okuması mendub olur:

1- Dest-i izdivaca talebte bulunulurken (müstakbel) koca veya vekili şu hutbeyi okumalıdır: Bu hitapta bulunduktan sonra, kız tarafına şöyle demelidir: "İmdi (ben veya) müvekkilim falan, sizleri beğendi ve size katılmak, topluluğunuz ara­sına girmek istedi. Size şu kadarlık mehir teklif etti. Siz de onu evlendirin."

2- Erkek tarafının hutbesinden sonra kadının velîsi veya vekilinin buna karşı bir hutbe irâd etmesi mendub olur. Hutbeye Allah'a hamdederek baş­lamalı, Rasûlullah'a salât ve selâmdan sonra şöyle demelidir: "İmdi biz, bu teklifinize icabet ettik." Ya da, eğer teklif geri çevriliyorsa, bir özür beyân etmelidir.

3- Nikâh akdi yapılırken kadının velîsi veya vekilinin şöyle demesi men­dub olur: "Allah'a hamd, Rasûlüne de salât ve selâm olsun. Bundan sonra ben kızım falanı veya müvekkilemi, şu kadar mehir karşılığında sana zevce olarak verdim.

4- Koca veya vekilinin şöyle demesi mendub olur: "Allah'a hamd, Ra­sûlüne de salât ve selâm olsun. Bundan sonra ben falan kadını kendi nefsim için (veya müvvekilim için) anılan mehir karşılığında zevceliğe kabul ettim."

Hutbenin icâb ile kabul arasına girmesinin bir sakıncası yoktur. Ancak, yukarıdaki örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, hutbenin kısa tutulması men-dubtur.

Evlenme ve nikâhın âdablarından biri de, evliliğin ilân edilmesidir. Ye­mek yapılması ve çevredekilere ziyafet verilmesi, ya da def çalınması men-dubtur. Nikâh akdi esnasında ve gerdeğe girerlerken, damatla gelini tebrik etmek, onlar için duada bulunmak mendubtur. Meselâ şu duâ okunabilir: "Allah, sizi birbirinize hayırlı ve uğurlu küsın. Sizlere salih evlâtlar nasib etsin. Sizleri hayır, bereket ve geniş rızik içerisinde bir arada tutsun."

Hanbelîler dediler ki: Tek kadınla evlenmek mendubtur. Birden fazla kadınla evlenilmemelidir. Birden fazla evlilik halinde, kadınlar arasın­da adaleti gerçekleştirememe tehlikesi vardır. Dolayısıyla koca, haram işle­me durumunda kalabilir. Irzından emin olmak için dindar ve saliha kadınla evlenmek mendubtur. Evlenilecek kadının bakire ve doğurgan olması ve ni­kâhın da cuma akşamı kıyılması mendubtur. Kıymadan önce Ibn Mes'ûd (r.a.)un şu hutbesini okumak sünnettir:

"Şüphesiz ki hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yar­dım diler, O'ndan bağışlanma taleb eder, tevbe ederek O'na döneriz. Nefis­lerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola erdirdiğini saptıracak kimse yoktur. O'nun saptırdığını da doğru yola erdirecek kimse yoktur. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka ilah yok­tur ve yine tanıklık ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir."

Eşler için şu sözle tebrikte bulunmak sünnettir: "Allah size ve üzerinize hayır, uğur ve bereket yağdırsın. Sîzleri hayır ve afiyet içinde bir arada tut­sun."

Erkeğin, gerdeğe girdikten sonra şu duayı okuması mendub olur:

"Allah'ım! Senden onun (kadının) İyiliğini ve onun üzerine yaratıldığı şeyin hayrını diliyorum. Onun kötülüğünden ve onun üzerine yaratıldığı şe­yin şerrinden sana sığınıyorum." Nişanlı kadının yüzüne, boynuna ve genel görünüşüne bakmak, bakacak olan damat adayının, kadın tarafından koca olarak kabul edildiğini ve reddedilmeyeceğini galip zanla bilmesi şartıyla mu­bah olur. Bakmakta olan müstakbel kocayla eşinin tenha bir yerde bulun­mamaları da şarttır. Bakacak olan erkeğin, kadından veya velîsinden izin alması şart değildir. Aksine, kadının haberi olmadan da bakabilir. Bir kere baktıktan sonra, dönüp tekrar bakabilir. Çünkü Peygambar (s.a.s.) efendi­miz şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri bir kadını istediğinde, onun, kendisini nikâhlamaya davet eden bazı yerlerini görebilecekse bunu yapsın.[15]

Şafiîler dediler ki: Bir kadınla evlenmek isteyen bir kimsenin o ka­dının sadece yüzüne ve ellerinin içiyle dışına bakması mendub olur. Yüzü ile elinden başka taraflarına bakması caiz olmaz. Kadının yüzüne ve ellerine şehvet ve ihtirasla da bakabilir. Çünkü bu, ona arzu duyup yaklaşmasına vesile olur ki, o da bu durumda beklenilen ve de matlub olan bir davranıştır.

Kadının ise, erkeğin vücudunun avret yerleri dışında kalan yerlerine bak­ması sünnettir. Çünkü erkeğin, kadının bedeninde beğendiği yerleri, kadın da erkeğin bedeninde beğenir. Erkek, kadına bakma imkânını bulamaz ve­ya bulduğu halde bakmaya utanır ve kadından böyle bir istekte bulunmak­tan çekinirse, kadına iyice bakacak ve baktıktan sonra da gelip kendisine anlatacak olan bir kimseyi kadının yanına gönderir. Çünkü evlenmekten mak­sat, eşler arasında ülfet ve muhabbetin devamıdır. Ülfet ve muhabbete vesîle olacak her şey, şer'an makbuldüp. Bunu söylerken de şu hadîsi esas almaktayız: Hz. Peygamber, bir kadınla nişanlanmış olan Muğîre bin Şube'ye şöyle demişti:

"Ona bak. Çünkü aranıza sevgi ve ülfeti katmaya o daha lâyıktır."

Bakire kıza talipli olmak sünnettir. Meğer ki evlenecek olan erkeğin dul bir kadına ihtiyacı olsun. Meselâ terbiyeye muhtaç çocuğu bulunan bir erke­ğin, onu terbiye etmesi umulan dul bir kadınla evlenmesi daha uygun olur. Ya da ilk karısından büyük çocukları bulunan bir erkeğin bakire birisiyle evlenmesi, eğer bu çocuklar nedeniyle kadını kocasından yüz çevirmeye ite­cek ve aralarındaki ülfeti ortadan kaldıracaksa, o zaman dul kadınla evlenilebilir.

Dindar kadını eş olarak seçmek sünnettir. Bu dindarlığı, kocasının hu­kukuna riâyet etmesini sağlayacaktır. Burada dindarlıktan kasıt, kadının adâ-Iet sıfatıyla muttasıf olmasıdır.

İnsan tabiatının nefret etmeyeceği güzel bir kadını eş olarak seçmek sün­nettir. Aksi takdirde evli çiftler arasında ülfet ve sevgi devam etmez. Bunda, imkânlar elverdiği kadarıyla kadını fesada düşmekten koruma hususunda erkeğin güç ve iktidarı gözönünde bulundurulmalıdır. Bir kimsenin, nafa­kasını temin edemeyeceği fevkalâde güzel bir kadınla evlenerek onu açılıp saçılmaya, güzelliğini yabancı kimselere peşkeş çekmekle karşı karşıya bı­rakması caiz olmaz. Bazı kimseler, güzelliğiyle böbürlendiği için şımarıklı­ğına engel olunamayan çok güzel bir kadınla evlenmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Evlenirken doğurgan kadını eş olarak seçmek sünnettir. Çünkü kısır ka­dın, toplum için gerekli olan neslin korunması ve çoğaltılması görevini ifâ edemez. Evlenilecek kadının temiz bir soydan olması, yani salih kimselerin ve ilmiyle amel eden âlimlerin soyundan olması tercihe şayandır. Çünkü ço­cukların terbiyesinde çevrenin etkisi büyüktür. Kadının içinde yetişmiş ol­duğu çevre salih ise, kendisi de salih olur. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"İçi bozuk dışı güzel; kötü tarlada (çevrede) yetişen kadından sakının."

Kadınla evlenme isteğinde bulunan kimsenin, biri dünür olma, diğeri de nikâh kıyılması esnasında olmak üzere, iki hutbe irâd etmesi sünnettir. Nikâh akdinde, icabet ederken, kadının velîsinin de hutbe irâd etmesi sün­net olur.Hutbe,hamd ile başlayan, duâ ve vaaz ile sona eren her konuşmaya denir. Meselâ, rivayet edilen şu hutbeyi örnek olarak gösterebiliriz:

"Doğrusu hamd, Allah'a mahsustur. Biz O'na hamdeder, O'ndan yar­dım ve bağışlanma talebiederiz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kö­tülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola erdirdiğini saptıracak; saptırdığını da doğru yola erdirecek kimse yoktur. Tanıklık ederim ki Al­lah'tan başka bir ilah yoktur. O, yalnız basınadır, ortağı yoktur. Yine ta­nıklık ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Muhammed'e, âl ve ashabına, salât ve selâm olsun. 'Ey imân edenler, gerçek takva ile Allah 'tan sakının ve ancak müslüman olarak can verin. *"Ey insanlar, sizi bir tek şa­hıstan yaratan, o şahıstan da eşini meydana getiren, ikisinden bir çok erkek­lerle kadınlar üreten Rabbinizden korkun ve günah yapmaktan sakının. Yine kendisine hürmet göstererek birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'­tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının. Şüphesiz ki Allah, üze­rinizde gözcü bulunuyor.

Damat adayı birinci hutbeyi okuduktan sonra: "Kızınızı, kerîmenizi veya cariyenizi istemeye geldim" der. Nikâh kıyılmadan önce, damat adayının, kızın velîsinin veya başka birinin hutbe okumasıyla, sünnet yerini bulmuş olur. İkisi damat adayı veya vekili tarafından, biri de kızın velîsi tarafından okunan bu üç hutbe şöyledir: Hamd ve sena ile bunun ardından salât ve se­lâm okunduktan sonra; "Senden yüz çevirmiş değilim veya seni damat ola­rak kabul ettik" gibi şeyler söylenmelidir.Bazıları buna dördüncü bir hutbe daha eklemişlerdir. İcâb ve kabul arasında okunması gereken bu hutbeyi da­mat adayı veya vekili irâd eder. Kadının velîsi, "sana zevce olarak falan ka­dım verdim" dedikten sonra damat adayı veya vekilinin şöyle demesi sünnet olur: "Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra Allah'ın bereketi ve O'­nun yardımını ummak üzere falan kadını zevce olarak kabul ettim." Bazıla­rı, bu hutbenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü icâb ile kabul arasına fasıla koymak, bu fasıla uzun olursa, akdi fâsid kılar. Öyleyse icâb ve kabul arasında bu hutbeyi okumamak ihtiyata daha uygun olur.

 

Nikâhın Rükünleri

 

Nikâhın iki rüknü vardır. Bunlar, kendileri olmadan nikâhın ta-mamlanamayacağı iki cüzdürler. Bunlardan biri, evlenecek olan ka­dının velîsince veya onun yerine geçen birisince söylenen İcâbtır.

 

(18) Mâlikîler, nikâhın rükünlerinin beş tane olduğunu söylemişlerdir:

1-İleride anlatılacak olan şartlan taşıması kaydıyla kadının velîsi. Mâlikîlere göre velî olmaksızın nikâh akdi gerçekleşmez.

2-Mehir. Mehrin varlığı zorunludur. Ama nikâh kıyarken bahsedilme­si şart değildir.

3-Koca.

4- Zevce. Bu ikisinin, ihram ve iddet gibi şer'î engellerden uzak bulun­maları gereklidir.

5-  Sîga.

Mâlikîlere göre rükün, şer'î mâhiyetin onsuz mevcud olamayacağı şey demektir. Akid, iki akidçi (koca ile kadının velîsi), üzerine akid yapılan (ka­dın ve mehir) -varlığı zorunlu olduğu için mehirden ayrıca sözedilmese, bu­nun nikâh akdi için bir zararı olmaz- ve sîgasız tasavvur olunamaz. Sîga, akdin şer'an kendisiyle tahakkuk ettiği şeydir. Böylece, "karı ile koca şahıs­tır, akid ise sübjektif bîr şeydir. Dolayısıyla kan ile kocanın akid için rükün olmaları doğru değildir" sözü devre dışı kalmış olmaktadır. Yine bu neden­le, "mehir ne rükün, ne de şarttır. Zîra nikâh akdi, onsuz da sahih olmaktadır" sözü ile; "sîga ile velî, nikâh akdinin mâhiyeti dışında bulun­dukları için nikâhın rüknü değil, şartıdırlar" sözü devre dışında kalmış ol­maktadır. Bu, akdin gerçek mâhiyeti kastedildiği zaman sözkonusu olur. Gerçek mâhiyet, akid lâfzının sözlükte ifâde ettiği anlamdır. Zîra akid lâfzı, icâb, kabul ve ikisi arasındaki bağlantıdan ibarettir. Ama rükün kelimesiy­le, şer'î mâhiyetin onsuz gerçekleşemeyeceği şeyi kasdedersek bu şey, onun mâhiyetinin aynı olsa da olmasa da- o zaman böyle bir itiraz sözkonusu olmaz.

Şafiîler dediler ki: Nikâhın rükünleri beş tanedir: Koca, zevce, velî, iki şahit, sîga. Bazı Şafiî imamları iki şahidi, rükünlerden değil de şartlar­dan saymışlardır. Buna gerekçe olarak da şahitlerin, nikâh akdinin mâhiyeti dışında bulunduklarını ileri sürmektedirler ki, bu da açıkça bilinen bir şey­dir. Ama diğerlerine, meselâ kan-kocaya gelince, bunlar, önce de belirtildi­ği gibi rükündürler.

iki şahidin tek rükün olarak sayılmasındaki hikmete gelince, -oysa karı ile koca, tek başlarına birer rükün olarak sayılmışlardır- bu, şahitlerin şart­larının aynı olmasından kaynaklanmaktadır. Ama karı ile kocanın şartları muhteliftir.

Diğeri de koca veya vekilince söylenen kabuldür. Nikâh akdi icâb ve kabulden ibarettir. Nikâhın şer'î anlamı sadece bundan ibaret olma­yıp, bunlardan ayrı bir anlamı daha vardır ki, o da İcâb ve kabul ara­sındaki bağlantıdır.

Şer'î akid, üç şeyden oluşur: Bunların İkisi objektiftir ve icâb ile kabuldür. Üçüncüsü ise sübjektiftir ve bu da icâb ile kabul arasında­ki bağlantıdır. Alışverişte olduğu gibi, üzerine akid yapılan aynı mülk edinmek veya nikâhta olduğu gibi cinsel organın menfaatine sahip olmak ancak bu üç şeyin sonucunda olur. Akid denilen şey işte budur.

Bu saydıklarımızdan ayrı olarak, akdin sahih olması için şer'an kendisine gerek duyulan şeylere gelince, bunlar akdin mâhiyeti dı-şındadırlar. Bunlara rükün değil, şart denilir.

 

Nikâhın Şartları

 

Nikâh için bazı şartlar vardır. Bazı mezhebler bu şartların bir kıs­mını rükünler meyânında saymışlardır. Bunun yanında öbür mezheb-lerce nazar-ı itibâra alınmayan ayrı bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Nitekim bütün bunlar, tafsilatıyla birlikte aşağıda ele alınmıştır.

 

(19) Hanefîler dediler ki: Nikâh için bir takım şartlar gereklidir. Bun­ların bir kısmı sîga ile, bir kısmı akid taraflanyla, bir kısmı da şahitlerle ilgi­lidir. Sîga -ki bu, icâb ve kabulden ibarettir- için şu şartlar gereklidir:

1- Sîga belli lâfızlarla olmalıdır. Bunu şöylece açıklayabiliriz: Nikâh ak­dini gerçekleştiren lâfızlar ya sarîh (açık), ya da kinaye (üstü kapalı) olurlar. Sarîh; tezvic (evlendirme) ve inkâh (nikahlama) lâfızlarıyla, yani bunlardan türeyen lâfızlarla olur. Örneğin, zevvectü (evlendirdim), tezevvectü (evlen­dim), zevvicnî ibneteke (kızını benimle evlendir), veya zevvicinî nefseki (ken­dini ey kadın, benimle evlendir), demek ve kadının da zevvectü (evlendirdim) veya kabiltü (kabul ettim) veya (teklifini) duydum ve kabul ettim demesi gi­bi. Va'd, talebi kastedilmediği takdirde, gelecek zaman kipiyle de nikâh ak­di sahih olur. Eğer: "Kızım benimle evlendireceksin" der, kız babası da "evlendirdim" diye cevap verirse, nikâh sahih olur. Ama böyle derken, kız babasından va'd alma niyetini güderse, nikâh sahih olmaz. Erkek kadına: "Seninle evleneceğim" der, kadın da "evlendim" derse, tek kelimeyle bu nikâh, ihtilafsız olarak sahih olur. Çünkü o, kendisinden va'd taleb etme­mektedir. Zevvicnî (beni evlendir) sözüne gelince, bunda ihtilâf vardır. Bu, evlendirmek için vekâlet vermek midir? Yani "kızını benimle evlendirmen için seni vekil tâyin ettim" demek midir, yoksa "kızımı seninle evlendirdim" demek gibi bir icâb mıdır? Kuvvetli görüşe göre bu, dolaylı yoldan bir vekâ­let vermektir. Çünkü emirden maksat, evlendirmeyi taleb etmektir ki, o da dolaylı yoldan vekil tâyin etmektir. Bu, sarih değil, fakat dolaylı yoldan bir tevkil olduğuna göre, tevkil ile tevkili kabul etme meclislerinin aynı olması­nın şart olmaması hükmüne girmez. Meselâ Ahmed, Mehmed'i vekil olarak bu gün tayin eder, ama Mehmet, kendisine verilen vekâleti yarın kabul eder­se sahih olur. Oysa nikâhta durum bunun tersinedir. İleride de öğrenileceği gibi, nikâhta icâb ile kabulün aynı mecliste olması şarttır. Zevvicnî (beni ev­lendir) sözünün iki yönü vardır:

a- Evlenme isteği. Anılan kelimeden maksat da budur. Nikâh şartları bu kelimede muteber olur.

b- Vekâlet verme -ki bu dolaylıdır-. Vekâlet verme şartlan bu kelimede muteber olmaz.

Sarih lâfızlarda, eşlerin veya şahitlerin, bu lâfızların anlamını bilmeleri şart değildir. Ancak bu lâfızlarla nikâh akdinin gerçekleşeceğini bilmeleri şart­tır. Meselâ arap olmayan bir kadına "zevvectü nefsî" (kendimi zevce olarak verdim) sözünü söylemesi telkin edilir de, kadın, bu sözden maksadın, ken­disinin kocaya bağlanması olduğunu bilir, ama tam olarak anlamını bilme­den söylerse, nikâh akdi gerçekleşir. Damat ve şahitler de bu bakımdan aynı hükme tabidirler. Bey'de (alım-satımda) hüküm bunun tersinedir. Satıcıyla müşteri, söyledikleri lâfzın anlamını bilmedikleri takdirde yapılan akid sa­hih olmaz. Söyledikleri lâfızla alışveriş akdinin gerçekleşmiş olacağını bil­meleri yeterli olmaz.

Hul'e gelince; kadına, "mehrim ve nafakam karşılığında beni hul' et" demesi için telkinde bulunulur da, o, anlamını bilmeden bu sözü kocasına söylerse, sahih olan görüşe göre talâk vâkî olur; mehir ve nafakası da düşmez. Kinaye (üstü kapalı) lâfızlara gelince, nikâh bunlarla gerçekleşmez. An­cak şu şartlarla gerçekleşir: Bu sözü söyleyen kişi, bununla evlendirmeyi kasdetmiş olmalıdır. Niyetinin bu olduğuna dâir bir karîne bulunmalıdır. Şa­hitler, telâffuz edilen kinayenin mânâsını anlamalıdırlar veya mânâsını an­lamalarına yardımcı olacak bir karine bulamazlarsa nikâhı ilân etmelidirler. Nikâhın, kendisiyle gerçekleştiği kinayeler dört kısma ayrılırlar:

Birinci kısım: Hanefîlere göre nikâh akdinin kendisiyle gerçekleşmiş ol­duğu hususunda ihtilâf bulunmayan kinayeler. Bu, hibe, sadaka, temlik ve­ya cu'l (karşılığında verme) lâfızlarıdır. Kadın, "kendimi sana hîbe ettim" der ve böyle derken de evlenme mânâsını kasdeder, koca da "kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşir. Aynı şekilde kadın, "kendimi sana sadaka olarak verdim" veya "kendimi sana sadaka kıldım" veya "kendimi sana mülkettim" veya baba, "kızımı onbin lira mehir karşılığında sana verdim" derse, ihti­lafsız olarak nikâh akdi gerçekleşir.

ikinci kısım: Kendisiyle nikâh akdinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hu­susunda ihtilâf edilen, ama sahih görüşe göre gerçekleştiği kinayeler. Bunlar bey' (satma) ve şirâ (satın alma) lâfızlarıdır. Kadın, evlenmeyi kasdederek "şu kadar mehîrle kendimi sana sattım" der, koca da "kabul ettim" cevabini verirse, nikâh akdi gerçekleşir.Aynı şekilde evlenmeyi kasdederek: "Bir ay sonra teslim alacağım iki kile buğday karşılığında kendimi sana selem olarak verdim" derse, nikâh akdi sahih olur. Yine aynı şekilde bir baba; "Benden onbeş bin lira alacağına karşılık kızımı vererek seninle sulhleştim" der, ko­ca da "kabul ettim" derse, sahih görüşe göre nikâh; bey', şirâ, selem, sulh ve karz lâfızlarıyla gerçekleşmiş olur.

Üçüncü kısım: Kendisiyle nikâh akdinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda ihtilâf edilen, ama sahih görüşe göre gerçekleşmediği kinayeler. Bunlar, icâre ve vasiyet lâfızlarıdır. Kadın, "kendimi sana icara verdim" veya baba, "ölümümden sonra kızımı senin için vasiyet ettim" derse, ya da "ölü­mümden sonra" kaydını koymaksızın "kızımı falan için vasiyet ettim" der de koca "kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşmez. Koca, kızın babası­na hitaben "ölümünden sonra kabul ettim" derse, bu nikâh akdi, evleviyet-le gerçekleşmez. Ama batya "şimdi veya şimdiki zamanda veyahut haî-i hazırda kızımın bir parçasını sefiin için vasiyet ettim" der, koca da "kabul ettim" derse, nikâh akdi sahih olur. Çünkü lâfzın, aynın (kadının) şu anda kocaya mülk edilmesini ifâde etmesi şarttır, ölüm sonrası kaydı konulsa da konul­masa da vasiyet, gelecek zaman için mülkiyet İfâde eder.

Dördüncü kısım: Kendisiyle nikâh akdinin gerçekleşmediği ihtilafsız ola­rak kabul edilen kinayeler. Bu, mubah kılma, helâl kılma, iğreti verme, re-' hin, temettü (yararlanma), îkâle (ahş-verişten dönme) ve hul' lâfızlarıyla olur. Evlenme kasdıyla kadın, "kendimi sana helâl kıldım veya ödünç olarak ver­dim veya seni kendi bedenimle yararlandırdım" derse veya kadının babası, evlendirme kasdıyla "falan eşyanın satışından, kızım karşılığında geri dön" derse, nikâh akdi sahih olmaz.

2- Sîga ile ilgili şartların ikincisi, icâb ile kabulün aynı mecliste olması­dır. Kadın, "kendimi seninle evlendirdim der veya babası, "kızımı seninle evlendirdim" der de damat adayı veya vekili yerinden kalkıp, bulunduğu meclisten ayrılmış olduğu anlamını verecek bir işle meşgul olur, sonra da "ka­bul ettim" derse, nikâh akdi yapılmış olmaz. Taraflardan birinin hazırda mevcud olmaması durumunda da hüküm aynıdır. Bir kadın iki şahidin hu­zurunda: "Ben kendimi falanla evlendirdim" der ve falan da ortada bulun­maz, fakat bu haberi aldığında iki şahidin huzurunda "kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşmiş olmaz. Zîra icâb ile kabulün aynı mecliste yapılma­sı şarttır. Ama adamın biri, kadının birine elçi göndererek "falan şahıs, se­nin kendisine zevce olmanı taleb ediyor" der, kadın da "kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşmiş olur. Her ne kadar koca, meclisten uzaktaysa da, icâb ile kabul aynı mecliste yapılmıştır. Elçinin teklifi anında kadın "kabul ettim" demez, sonra elçi bu teklifi başka bir mecliste yineler ve kadın da kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşmez. Çünkü onun elçiliği, ilk öne­riyi yaptığı anda sona ermiştir. Aynı şekilde bir erkek, kadının bulunduğu beldeden uzakta olup evlenme önerisini içeren bir mektubu kadına gönderirse; kadın, şahitler bulundurarak mektubu onlara okur ve sonra da "ken­dimi ona eş yaptım" derse, nikâh akdi gerçekleşir. Çünkü icâb ile kabul aynı mecliste vukûbulmuştur. Mektubun mecliste okunması, kocanın icâbıdır. Ka­dının "kendimi eş yaptım" veya "kabul ettim" demesi ise kabuldür. Hatta aynı mecliste kabul ettim demese, sonra mektubu başka bir yerde okuyup "kabul ettim" derse, nikâh akdi yine gerçekleşir. Zîra mektup, her okun­dukça, kocanın icâbı sayılır. Bu nedenledir ki, mektubu kendilerine okuma­dan şahitler huzurunda; "kendimi falanla evlendirdim" derse, nikâh akdi gerçekleşmez. Çünkü iki tarafın duyması, nikâhın sıhhat şartıdır. Talihlinin mevcud olup akid meclisine gelme imkânının bulunması durumunda mek­tupla nikâh akdi sahih olmaz.

Akid meclisinin ayniliği hususunda şu teferruattan bahsetmekte de ya­rar vardır: Kadınla erkek, yürümekte olan bir binek üzerinde veya ikisi de yaya olarak yürürlerken nikâh akdi yaparlarsa, belli bir yerde durmadıkları için, akid sahih olmaz. Ama seyir halindeki bir gemide nikâh akdi yaparlar­sa, akid sahih olur. Çünkü gemi, bir mekân sayılır. Otomobil ve benzeri şeyler gemi gibi mi, yoksa binek hayvanı gibi midir? Hanefîlerin kuvvetli görüşü­ne göre, binek hayvanı gibidir. Otomobilde yapılan nikâh akdi sahih olmaz. Şunu da kaydedelim ki, Hanefîlere göre, kabulün icâbtan hemen sonra ol­ması şart değildir. Sözgelimi kadın, "kendimi seninle evlendirdim" der, ko­ca ise nikâhla alâkası olmayan bir sözü aynı mecliste söyler ve daha sonra da "kabul ettim" derse, nikâh akdi sahih olur. Şu da var ki, nikâh akdinin lâfızla yapılması zorunludur. Lâfız yerine geçen fiillerle nikâh akdi sahih ol­maz. Meselâ bir kadın, "kendimi bin riyal karşılığında sana zevce olarak verdim" der ve muhatabı olan erkek de "kabul ettim" demeksizin ona bin riyal verirse, nikâh akdi gerçekleşmez. Yani ikrar, nikâh akdinin sîgaların-dan değildir. Örneğin kadın, "kocam olduğunu ikrar et" demiş ve daha ön­ce da aralarında karı-kocalık vukûbulmamışsa, bu ikrarla nikâh akdi gerçekleşmez. Çünkü ikrar, varlığı sabit olan bir şeyi açığa vurmaktır. Ni­kâh, tesaduk (biribirlerini doğrulamak) ile sabit olur demenin anlamı; nikâh akdinin daha önce husule gelmiş olmasıdır. Kadı da bu akdin sabit ve var olduğuna hükmeder; yoksa bu nikâh akdinin evvel emirde ikrarla gerçekle­şeceği demek değildir. Öyle olsa, bu yalan olur.

3- Sığayla ilgili şartların üçüncüsü, kabulün icâba aykırı olmamasıdır. Adamın biri, bir başkasına, "bin riyal karşılığında kızımı sana zevce olarak verdim" der de, koca, "evlenmeyi kabul ettim, ama mehir vermeyi kabul etmem" diye cevap verirse nikâh akdi gerçekleşmiş olmaz. Sadece "kabul ettim" deyip mehirden söz etmezse, o zaman akid gerçekleşir. Ama kadın, ''kendimi bin riyal karşılığında seninle evlendirdim" der, koca da "iki bin riyal ile kabul ettim" derse, nikâh akdi gerçekleşmiş olur. Çünkü bu durumda kadının maksadı fazlasıyla tahakkuk etmiş olmaktadır. Kadın bu meblağı aynı mecliste kabul etmediği takdirde, kocanın o fazlalığı ödemesi zorunlu olmaz- Erkek, kadına "kendim bin riyal karşılığında benimle evlendir" der, kadınsa, "beş yüz riyal karşılığında kabul ettim" derse, nikâh akdi sahih olarak gerçekleşir. Ayrıca erkeğin de bunu kabul etmesine gerek yoktur. Çün­kü kadının, mehri bin riyalden beşyüze indirmesi, koca lehine ibra ve iskat-bulunması demektir. Mehri arttırmada ise hüküm bunun tersine olup, ancak kabul ederse, kocanın fazlalığı ödemesi zorunlu olur.

4- Sîga, akdi yapanların ikisince de duyulur olmalıdır. Akdi yapanların ikisinden her birinin, diğerinin lâfzını işitmesi zorunludur. Bu da ya hakika­ten olur, meselâ ikisi de bir arada hazır bulunurlar. Ya da hükmen olur, meselâ hazırda mevcud olmayan akidçinin mektup göndermesi gibi. Onun mektubu burada hitap yerine geçer. Nikah akdi yapılırken kullanılan sığala­rın sahih lügate uygun lâfızlardan olmaları şart değildir. Doğru olan görüşe göre tahrif edilmiş lâfızlarla yapılan nikâh akdi de sahih olur. Kadın veya vekili  "evlendirdim" anlamına gelen "zevvectü" kelimesini düzgün telâf­fuz edemeyen avamdan bfrileri iseler, "zevvectüke" yerine "cevveztüke nefsî", yani "kendimi seninle evlendirdim" veya "cevveztüke bibintî", yani kızımı seninle evlendirdim" derlerse, nikâh sahih olur.

Talâk (boşama)da nikâh gibi, tahrif edilmiş lâfızlarla sahih olarak vu-kûbulur.

5- Sîganın şartlarından beşincisi de kullanılan lâfzın belli bir süreyle sı­nırlandırılmamış olmasıdır. Bir erkek, kadına, "şu kadarlık mehir karşılı­ğında kendini bir aylığına benimle evlendir" der, kadın da "evlendirdim" diye cevap verirse, akid bâtıl olur. İleride de anlatılacak olan "mut'a" nikâ­hı işte budur.

İki akidçi -ki bunlar, kan ile kocadır- ile ilgili şartlara gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz.

1-Akıllı olmak. Bu, nikâhın gerçekleşmesi için şarttır. Aklı hiç bir şeye ermeyen delinin ve çocuğun düzenledikleri nikâh akdi gerçekleşmez.

2- Bulûğ ve hürriyet. Bunlar, akdin geçerliliği için gerekli olan iki şart­tır. Aklı eren çocuğun ve kölenin yapmış oldukları akid gerçekleşir; ancak velînin ve efendinin onaylamaması halinde geçerli olmaz.

3- Zevcenin durumu nikâh akdine elverişli olmalıdır. Meselâ bir erke­ğin zevce olarak bir başka erkek üzerine veya erselik veya iddet bekleyen, ya da başkasının nikâhı altında bulunan bir kadın üzerine nikâh akdi yap­ması sahih olmaz.

4- Karı ile koca bilinir olmalıdırlar. İki kızı olan bir baba (isim vermek­sizin) "kızımı zevce olarak verdim" derse, bu ikisinden biri hâl-i hazırda ev­li değilse, nikâh akdi sahih olmaz. Ama ikisinden biri evli ise, nikâh akdi, diğeri (bekâr olan) için geçerli olur. Bir kimsenin bir kızı bulunur da bu kız, küçüklüğünde bir isimle çağırıldığı halde büyüdüğünde başka bir isimle ça­ğırılmaya başlanır ve bu ismiyle bilinirse, nikâh akdinde bu bilinen isminin söylenmesi gerekir. "Hindiye" de denilir ki; belirsizliği gidermek için iki is­minin söylenmesi, en doğrusudur. Fatma adında tek bir kızı olan kişi, bu kızının nikâh akdini yaparken onu Ayşe adıyla anarsa, nikâh akdi sahih olmaz.

5- Nikâh akdi kadına veya kadının baş ya da boyun gibi tümüne işaret eden bir parçasına nısbet edilmelidir. Meselâ erkek, kızın babasına, "kızı­nın elim veya ayağını benimle evlendir" derse, nikâh akdi gerçekleşmez. "Yarısını benimle evlendir" derse, sahih görüşe göre yine nikâh akdi gerçekleşmez.

Şahitlikle ilgili şartlar ise şunlardır: İlk başta aslı itibariyle şahitlik, ni­kâh akdinin sıhhat şartıdır. Şu halde şahit bulundurmak zorunlu olmakta­dır. Nikâhta en az şahit sayısı ikidir. Tek şahidin huzurunda yapılan nikâh sahih olmaz. Şahitlerin ikisinin de erkek olmaları şart değildir. Aksine, şa­hitlerin bir erkek ve iki kadından oluşturulmaları da sahih olur. Şu da var ki, sadece iki kadının şahitliği sahih olmaz. Aksine, beraberlerinde bir erke­ğin de bulunması zorunludur.

Şahitlerin hac ihramında bulunmamaları şart değildir. İhramda bulu­nan kimsenin nikâh akdinde şahitlik yapması sahih olur.

Şahitlerde aranan şartlar beş tanedir:

1- Akıllı olmak.

2- Bâlİğ olmak.

3- Hür olmak. Delinin, çocuğun veya kölenin huzurunda yapılan nikâh akdi gerçekleşmez.

4- Müslüman olmak. Müslüman kan-kocanın nikâhları, iki zımmînin şahitliğiyle kıyılamaz. Meğer ki evlenen kadın zımmî, koca da müslüman ol­sun. O zaman bu çiftin nikâhı, zımmîler kadınla aynı dinden olsalar da, olmasalar da, iki zımmînin şahitliğiyle kıyılabilir. Nikâh akdini yapan taraflar gayr-i müslim olurlarsa, şahitlerin müslüman olmaları evleviyetle şart ko­şulmaz. Bu durumda şahitlerin, kendileriyle aynı dinden veya ayrı dinden olmaları farketmez.

İki körün, tövbe etmemiş olsalar bile kazf veya zina haddine çarptırıl­mış iki kişinin veya iki fâsiğın şahitliğiyle nikâh akdi gerçekleşir.

Nikâh dışındaki konularda babası ve anası için şahitliği kabul edilme­yen oğlun şahitliğiyle de nikâh akdi gerçekleşir. Şu halde bir kadının, koca­sının kendisinden veya başka bir kadından olan iki oğlunun şâhitlikleriyle evlenmesi sahih olur. Nitekim başka kocadan olma iki oğlunun şâhitlikle-rİ.yle de bir kadın evlenebilir. Baba ve oğul gibidir. Nikâhta usûl ve fürûun şahitlikleri sahih olur. Gerçi nikâh akdi bunların şâhitlikleriyle gerçekleşi­yor. Ancak inkâr halinde akid, bu şahitlikle sabit olmaz. Şu halde bunların şahitlikleri, kadının yargı açısından değil, diyanet açısından kocasına helâl olması için fonksiyon icra eder.

Nikâh için iki durum vardır:

a- Gerçekleşme durumu: Bu durumda körün, fâsığın, babanın ve oğlun şahitlikleri sahih olur.

b- İnkâr esnasında ispatlama durumu: Bu durumda, (a) maddesinde sa­yılan kimselerin şahitlikleri sahih olmaz. Aksine, diğer şahitlerde aranan şart­lar nikâhı ispatlayan şahitte de aranır. Şu halde adamın biri, küçük kızını evlendirmek üzere bir başkasını vekil tâyin eder; vekil de müvekkil olan ba­banın bulunmasının yamsıra, iki kadının huzurunda küçük kızı evlendirir-se nikâh akdi sahih olur. Çünkü baba, bir şahit; iki kadın da ikinci bir şahit sayılırlar. Bununla da anlıyoruz ki, velinin nikâhtaki şahitliği geçerlidir. Ba­ba bulûğa ermiş kızını bir erkeğin huzurunda evlendirirse ve kızı da orada hazır bulunmaktaysa, nikâh akdi sahih olur. Çünkü bu durumda akdi ya­pan kızın kendisi, babası ve diğer erkekle birlikte şahit sayılır. Zîra kendisi­ni evledirmesi için babasına emir veren, yine kendisidir. Kurala göre âmir (emreden), akid meclisinde hazır bulunursa, vekilin sarfetmiş olduğu ifâde­leri o sarfetmiş sayılır, yani İfâdeyi sanki kendisi kullanmış olur. Tabiî, akdi de bizzat kendisi yapmış sayılır. Şahit sayılması mümkün değildir. Çünkü kişinin kendi şahsına şahit olması düşünülemez. Kız küçük olup da, babası, bir erkeğin şahitliğiyle onu evlendirirse, nikâh akdi sahih olmaz. Çünkü yaşı küçük olduğu için akdi ona nakletmek sahih olmaz. Aynı şekilde bâliğa bir kadın, yabancı bir erkeği vekil tâyin eder; vekil, bir başka erkeğin şahitliğiy­le onu evlendirir ve kendisi de akid meclisinde hazır bulunursa, nikâh akdi sahih olur. İnkâr halinde akdi ispatlamak için kadının şahitlik yapması müm­kündür. Ancak akdi zikretmemesi gerekir. Çünkü akdi yapan kendisidir. Ken­disi için şahitlik yapması ise sahih olmaz. Aksine şöyle demelidir: "O kadın, falanın nikâhlısıdır" veya "o kadın, falanın zevcesİdir."

5- Şahitlerle ilgili şartların beşincisi, her iki şahidin, akidcilerin sözünü birlikte duymalarıdır. Akidcilerin sözlerim duymayan uyku halindeki kim­selerin şahitlikleri sahih olmaz. Nikâh akdini yapmak üzere bir başkasına vekâlet verirken şahit bulundurmak, nikâhın sıhhat şartı değildir. Bir kadın, iki şahit bulundurmaksızm babasına "evlendirilmem hususunda seni vekil tâyin ettim" derse, bu sahih olur. Ama vekâlet verdiğini inkâr ederse, bu, onun (kadının) aleyhine bir beyyine olmaz. Vekâlet verirken şahit bulundur­manın faydası, vekâlet verildiğini inkâr karşısında vekilin ispatlamasında gö­rülür. Vekâlet verildiğini ispatlama anında şahitlik yaparken, şahitlerin kadını tanımaları ve sesini duymaları şarttır. Şahitlerin ikisi kadım görür ve sesini duyarlarsa, kadın da evde tek başınaysa, vekâlet verdiğini inkâr etmesi du­rumunda, şahitlerin vekâleti ispatlama hususunda şahitlik yapmaları caiz olur. Kadın eğer ortada olmaz ve vekilin kendi adına nikâh akdi yapması için ve-jaıçt verdiğini kendisinin sesinden işitmezler, ama kendisinin nikâhı istedi­ğini bilirlerse, akid esnasında adının anılması yeterli olur. Ama kendisini tanımıyorlarsa, kendisinin adıyla birlikte babasının ve dedesinin adlarını zik­retmek zorunlu olur. Bilindiği gibi bu şahitlikle nikâh akdi sahih olur. Ama vekâletin inkârı halinde bu şahitliğin bir faydası olmaz. İhtiyat gereği ola­rak, vekâlet verirken kadını tanıyan ve sesini duyan iki şahit bulundurulma­lıdır. Konuşulanları duyup anladıkları takdirde konuşamayan ahras kimselerin şâhitlikleriyle de nikâh akdi gerçekleşir. Şahitlerin, nikâh akdinde kullanı­lan lâfzın özel anlamını bilmeleri şart değildir. Yalnız önce de belirtildiği gi­bi, bu lâfızla nikâh akdinin gerçekleştiğini bilmeleri gerekir. Bir arap, arap olmayan iki kişinin huzurunda evlenirse, bu şahitler icâb ve kabul Iâfizlarıy-la nikâh akdinin gerçekleştiğini biliyorlarsa, nikâh akdi sahih olur. Aksi tak­dirde sahih olmaz. İcâb ve kabul lâfızlanyla nikâh akdinin gerçekleştiğini bildikleri takdirde, ayıldıktan sonra hatırlamasalar bile, iki sarhoşun huzu­runda kıyılan nikâh da sahih olur. Adamın biri, kendisine bir başkasının kı­zını istemeleri için bir topluluğu gönderir; kızın babası "kızımı onunla evlendirdim" der de dünürcülerden biri "o erkek için kabul ettim" derse, sahih olan görüşe göre nikâh akdi gerçekleşir.

Sonuç olarak, nikâhta kadınla erkeğin serbest irâdeleri şart değildir. Ka­dın veya koca nikâha zorlanırlarsa, nikâh akdi gerçekleşir. Boşama ve azâd etme de nikâh gibidir. Bu ikisinde de serbest irâde ve rızâ şart değildir. Yine bu üç şeyde ciddiyet de şart değildir. Nikâh, boşama, azâd etme akidleri, şakayla da olsa gerçekleşir.

Şâfiîler dediler ki: Nikâh şartlarının bir kısmı sîga, bir kısmı velî, bir kısmı eşler ve bir kısmı da şahitlerle ilgilidir.

Sîgaya ilişkin şartlar yirmi üç tanedir. Bunlar, bu kitabın "bey"' bah­sinde detaylı olarak anlatılmıştır. Bu şartlardan biri, sığanın bir şarta bağ-lanmamasıdır. Meselâ: "Bana şu evi verirsen kızımı seninle evlendirdim" veya, "kızım seni koca olarak beğenirse, onu seninle evlendirdim" demek sahih değildir.

Sîganm zamanla sınırlı olmaması şarttır. Meselâ, "kendini bir aylığına benimle evlendir ey kadın" demek sahih olmaz. Bu, mut'a nikâhıdır. Bu ni­kâhın yasaklanmış olduğuna dâir rivayet, Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerin-de yer almaktadır.

Bey' bahsinde anlatılanlara ek olarak, nikâhta kullanılan sîganm tezvic veya inkâh kelimelerinden türetilmiş olması şarttır. Örneğin, "zevvectüke ibnetî", yani "kızımı sana zevce olarak verdim" veya "enkehtüke müvekkiletî" yani "müvekkilemi sana nikahladım" gibi. Kızımı seninle ev­lendireceğim veya sana nikahlayacağım şeklinde, gelecek zaman kipini kul­lanmakla kıyılan nikâh akdi sahih olmaz. Çünkü bu, va'd etme ihtimalini taşımaktadır. Ama, "kızımı şu anda seninle evlendireceğim" veya "kızımı eş olarak sana verenim" der ve bu sonuncu cümlede "şu anda" kaydını koy-masa bile nikâh akdi sahih olur. Çünkü "verenim" kelimesi ism-i faildir. Ism-i fâilse şu andaki bir gerçektir ve va'detme ihtimâlini taşımaz. Kişinin kendi dili olmasa bile, tahrif edilmiş kelimelerle yapılan nikâh akdi sahih olur. Mûtemed görüş budur. "Zevvectü" yerine "cevveztü" kelimesini kul­lanmak gibi... Nikâh akdini yapanlar, arapçayı bilseler bile, arapça olma­yan lâfızlarla kıyılan nikâh akdi de sahih olur. Yalnız, akdi yapanların bu yabancı kelimelerin anlamını bilmeleri şarttır. Bir kadın ingilizce veya fran-sızca olarak "kendimi sana zevce olarak verdim" cümlesinin karşılığım te­lâffuz eder, kocası da kabul ederse, nikâh akdi sahih olur. Aynı şekilde koca da ingilizce veya fransızca olarak "kızını benimle evlendir" cümlesinin kar­şılığını telâffuz eder; kızın babası da "evlendirdim" derse, nikâh akdi sahih olur. Aynı şekilde velinin de, "kızımla evlen" demesi ve kocanın "evlendim" cevabını vermesiyle de nikâh akdi sahih olur. Sarih olan bu lâfızlar dışında­ki lâfızlarla yapılan nikâh akdi sahih olmaz. Meselâ, "kızımı sana helâl ettim" veya "onu sana sattım" veya, "onu sana mülk ettim" veya "onu sana hîbe ettim" gibi, Hanefîlere göre kendisiyle nikâh akdi sahih olan lâfızlarla yapı­lan nikâh akdi, Şâfiîlere g$re sahih olmaz. Şâfiîlere göre nikâh akdi yapılır­ken kullanılan sîganın, tezvic veya inkâh masdarlanndan türemiş olması şarttır. Bunlar derler ki: "Onların tenasül organlarını Allah'ın kelimesiyle kendinize helâl ettiniz" hadîsinde geçen "Allah'ın kelimesi"nden maksat bu­dur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de, bu konuda geçen Allah'ın kelimesi "inkâh" ve "tezvic"tir. Başka kelimelerin bunlara kıyaslanması sahih olmaz.

Özet olarak nikâh akdi, kinayelerle sahih olmaz. Çünkü kinaye (üstü kapalı söz)Ierin, niyetle birlikte telâffuz edilmelerine ihtiyaç vardır. Şahit­ler, nikâh akdi için rükündürler. Onların, bu kinayeleri telâffuz eden akid-çilerin niyetlerine muttalî olmaları şarttır. Başkalarının niyetlerinin ne olduğunu bilmekse mümkün değildir.

Kabule gelince, bunda akidçinin mutlaka şöyle demesi gerekir: "Falan kadınla evlenmeyi..." veya "Onu nikâhlamayı..." veya "nikâh..." veya "ev­lenmeyi kabul etim" veya "o kadını nikâhlamaya razı oldum" veya "onu sevdim" veya "onu istedim." Ama "kabuî ettim" deyip susarsa, nikâh ak­di sahih olmaz. Kabulün icâbtan öne alınması sahih olur.

Velî ile ilgili şartlar ise şöylece sıralanabilir:

1- Serbest iradeli olmalıdır. Zorlanan velînin, nikâhta veliliği sahih ol­maz. Kıydığı nikâh geçerli değildir.

2- Erkek olmalıdır. Velilikleri sahih olmadığı için kadın veya erseliğin, velî sıfatıyla nikâh akdetmeleri sahih olmaz.

3- Mahrem olmalıdır. Mahrem olmayanınki sahih olmaz.

4- Baliğ olmalıdır. Velî olamayacağı için çocuğun nikâh akdetmesi sa­hih olmaz.

5- Akıllı olmalıdır. Velî olamayacağı için, delinin nikâh akdetmesi sa­hih olmaz.

6- Âdil olmalıdır. Velî olamayacağı için fâsığm nikâh akdetmesi sahih olmaz.

7- Kısıtlılık altında bulunmamalıdır.

8- Görüşü bozuk olmamalıdır.

9- Ayrı dinde bulunmamalıdır.

10- Köle olmamalıdır. Çünkü bunlar velî olamazlar. Kocayla ilgili şartlar ise şunlardan ibarettir.

a- Koca, evleneceği kadının mahremi olmamalıdır. Kadının kardeşi, oğlu, dayısı; nesebten olsun, hısımlıktan olsun, veya süt emişmeden olsun, diğer mahremlerinden birinin, kendisiyle evlenmesi sahih olmaz.

b- Kocanın serbest iradeli olması şarttır. Zorlanarak evlendirilen erke­ğin nikâhı sahih olmaz.

c- Bilinen biri olmalıdır. Meçhul bir kimse için nikâh akdi yapmak sa­hih olmaz.

d- Kadının kendisine helâl olduğunu bilmeyen bir kimse olmamalıdır. Kadının kendisine helâl olduğunu bilmeden onu nikahlaması caiz olmaz. Evlenilecek kadınla ilgili şartları da şöylece sıralayabiliriz:

1- Kadın, kendisiyle evlenecek olan kocanın mahremi olmamalıdır.

2- Belirsiz olmamalıdır.

3-Evlenmeye engel bir hali bulunmamalıdır. İhramdaki kadının evlen­mesi helâl olmaz. Hangisi olduğunu belirtmeksizin iki kadından birini, ya da evli veya iddet beklemekte olan bir kadını nikahlamak helâl olmaz.

Şahitlerle ilgili şartlara gelince bunlar, diğer akidler için şahitlik yapan­larda aranan şartların aynıdır: Meselâ iki kölenin, iki kadının, iki fâsığın, iki sağırın, iki körün veya erkeklikleri tebeyyün etmemiş olan iki erseliğin şahitlikleri sahih olmaz. Tek aday olarak veliliği üzerine almış olanın da şa­hitliği sahih olmaz. Meselâ velilik baba veya kardeşte kalırsa ve bu velî, ni­kâh akdi yapması için başkasını vekil tâyin edip kendisi de akid esnasında hazır bulunursa, şahitlik şartlarını hâiz olsa bile şahit olması sahih olmaz. Çünkü gerçekte o, akdi yapan velîdir. Koca ve vekili gibi şahit olamaz. Ve­kili varken kendisinin şahit olması sahih olmaz. Nikâhta velî ile beraber iki şahidin bulunmasının zorunlu olduğuna dair delil, İbn Hibbân'ın rivayet et­miş olduğu şu hadis-i şeriftir:

"Velî ve adaletli iki şahit olmadan nikâh olmaz. Bundan başka şekilde yapılan nikâh, bâtıldır.[16]

Nikâh, karı-kocanm iki oğlunun veya ikisinden herhangi birinin iki oğ­lunun şahitliğiyle akdedilebilir. Ama Hanefilerin de dedikleri gibi nikâh, bu­nunla sabit olmaz. Düşman da oğul gibidir. Nikâhın gerçekleşmesi için onun şahitliği de sahih olur. Ama düşmanına karşı şahitliği sahih olmadığı için, inkâr halinde nikâh, onun şahitliğiyle sabit olmaz. Adaleti örtülü olan iki kişiyle de nikâh akdi sahih olur. Bunlar bâtınen değil de zahiren adâletli-ola-rak bilinirler. -Eğer gerçekte adaletli olma, şehâdet şartı sayılsaydı, bu nite­likte şahit bulmak imkânsız olurdu.- Kadının, nikâha zorlanmadığını ileride inkâr etmemesi için ihtiyat gereği olarak, zorlanmadığına dâir şahit bulun­durmak sünnettir. Zîra kadının rızâsı, şahitlerin kendisi için rükün oldukla­rı nikâhın aslından değildir. Rızâ, ancak nikâhın bir şartıdır. Kadının evlenmeye razı olduğuna dâir şahit bulundurmak sünnet olur. Rızâsı bazan, şahitsiz olarak velîsinin haber vermesiyle de meydana gelebilir. Hanbelîler dediler ki: Nikâhın beş şartı vardır:

1- Eşlerin belirtilmesi: Örneğin, "kızım falanı seninle evlendirdim" de­mek gibi. Başkaca kızı olduğu halde, belirtmeksizin, sadece, "kızımı seninle evlendirdim" derse, nikâH akdi sahih olmaz. Damadın babası, başkaca oğlu bulunmakla birlikte içlerinden birini belirlemeksizin "kızının nikâhını oğ­lum için kabul ettim" derse,yine nikâh akdi sahih olmaz. Aksine, "kızının nikâhım falan oğlum için kabul ettim" demesi gerekir. Karı ile kocanın ni­kâh akdi yapılırken kendi adlarıyla veya başkalarının ortak olmadığı nite­likleriyle ayırdedihneleri gerekir. Örneğin büyük kızım, küçük kızım, ak tenli kızım, sarışın kızım veya büyük oğlum, küçük oğlum gibi.

Bilindiği gibi nikâh sığasının inkâh veya tezvic lâfızlarıyla yapılması zo­runludur. Kabule gelince, "kabul ettim" veya "razı oldum" demek yeterli olur. "Falan kadınla evlenmeyi..." veya "onu nikâhlamayı kabul ettim" de­mek şart değildir. Kabulün icâbtan hemen sonra olması şarttır. Kabul, icâb-tan sonra akidcilerin bulundukları yerden ayrılmalarına kadar ertelenir veya Örfe göre icâbla kabulün arasını kesecek bir şeyle meşgul olurlarsa, akid sa­hih olmaz. îcâb ve kabul lâfızlarının arapça olması şart değildir. Tezvic ve­ya nikâh köklerinden icâb ile kabulün anlamım ifâde etmesi şartıyla, arapça konuşamayan kimsenin icâb veya kabulü başka bir dille ifâde etmesi sahih olur. Yazı veya işaretle nikâh akdi gerçekleşmez. Ancak ahras, bu hüküm­den müstesnadır. Onun anlaşılır işaretiyle yapılan nikâh akdi sahih olur.

2- Serbest irâde ve rızâ. Akıllı ve baliğ olduktan sonra, köle de olsa, zorlanan kimsenin nikâhı sahih olmaz. Efendi, kölesini evlenmeye zorlama hakkına sahip değildir. Çünkü köle talâka (boşamaya) yetkilidir. Şu halde efendisinin, onu evlenmeye zorlamasının bir mânâsı yoktur. Evlenecek olan Şahıs, akıllı ve baliğ değilse, babası onu evlenmeye zorlayabilir. Baba veya hakim tarafından tâyin edilen vasî de zorlayabilir. Ama başkalarının, razı olsa bile mükellef olmayan çocuğu evlendirmeleri sahih olmaz. Zîra bu du­rumdaki çocuğun rızâsı muteber değildir. Velî bahsinde de anlatılacağı gibi baba, buluğa ermiş bile olsa, bâkiçe kızını evlenmeye zorlayabilir.

3- Velî. VelTde aranan şartlar şunlardır:

a- Erkeklik: Kadının veliliği sahih olmaz.

b- Akıllılık: Akılsız kimse, kendi şahsî işlerine bakamadığına göre, baş­kasının işini üstlenmesi uygun olmaz. Baygınlığın, velilik açısından bir sa­kıncası yoktur.

c- Baliğ olmak: Durumu başkalarının işini görmeye müsait olmadığı için küçük çocuğun başkalarına velilik etmesi sahih olmaz.

d- Hür olmak: Kölenin, kendi şahsı üzerine velilik yapmaya yetkisi ol­madığı için başkalarına velilik etmesi sahih olmaz.

e- Dindaş olmak: Bir kâfirin bir mü'min üzerine, bir mecûsînin bir hı-rıstiyan üzerine velilik etmesi sahih olmaz. Ancak sultan (devlet başkanı) bu hükümden müstesnadır. Din değişikliği nazar-ı itibâra alınmaksızın devlet başkam, kendi dininden olmayan kimseler üzerinde velilik yapma hakkına sahiptir.

f- Reşid olmak: Reşid, salih olan küfvü (dengi) ve nikâhın maslahatını bilen velîdir.

4- Nikâhın şartlarından dördüncüsü şahitliktir. Köle de olsalar, akıllı, baliğ, -zahiren de olsa- adaletli iki erkeğin şahitliği olmadan akdedilen ni­kâh sahih olmaz. Şahitlerin müslüman, konuşan ve duyan kimseler olmaları şarttır. Sağırın ve kâfirin şahitliği sahih olmaz. Şahitlerin ikisinin de eşlerin usûl ve fürûundan olmamaları-şarttır. Karı veya kocanın babasının ya da oğullarının şahitlikleri sahih olmaz. Çünkü bunların şahitlikleri kabul edil­mez, iki körün, eşlerden herhangi birinin düşmanı olan iki kişinin şahitlik­leri sahih olur.

5-  Eşlerin evliliğe engel hallerinin bulunmaması da nikâhın şartlann-dandır.

Mâlikîler dediler ki: Nikâhın önce belirtilen rükünlerinden her biri için bazı şartlar gereklidir. Sığayla ilgili şartlar şunlardır:

1- Sîga, özel lâfızlardan biri olmalıdır. Meselâ velî, "kızımı evlendirdim" veya "falana nikahladım" demeli, ya da damat adayı, "falan kadını benim­le evlendir" demelidir. Velî veya koca, nikâh ya da tezvic kelimesini telâffuz ettikten sonra diğerinin, hangi sîgayla olursa olsun, kabule delâlet eden bir lâfızla cevap vermesi yeterli olur. Örneğin kabul ettim veya razı oldum veya geçerli kıldım veya tamamladım demesi yeterli olur. Nikâhım veya onunla evlenmeyi kabul ettim demesi şart değildir. Şâfiîler, bunun şart olduğunu söylerler. Kocanın veya velînin sözünde inkâh veya tezvic kelimeleri bulun­mazsa, mûtemed görüşe göre nikâh akdi gerçekleşmez. Ancak mehrinden söz edilirken hemen beraberinde söylenmesi şartıyla, hîbe lafzıyla nikâh ak­di gerçekleşir. Meselâ velî,"şu kadar mehir karşılığında kızıma sana hîbe ettim" derse ya da damat adayı,"şu kadar mehir karşılığında kızını bana hîbe et" derse nikâh akdi gerçekleşir. Mülk etmeyi ifâde eden "sattım", "tasadduk ettim", "bağışladım", "verdim", "mülk kıldım", "helâl kıldım", "mu­bah kıldım" gibi kelimelerin mehir lafzıyla bir arada söylenmelerine gelin­ce* meselâ "şu kadar mehir karşılığında kızımı sana sattım" deme halinde, nikâh akdinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda ihtilâf vardır. Kuv­vetli görüşe göre bu kelimelerle mehirden söz etmezse nikâh akdi gerçekleş­mez. Bunda ittifak vardır. Sonuç olarak sîgamn inkâh veya tezvic lafzıyla, ya da mehrin yanısıra hîbe lafzıyla olması şarttır.

2- Fevr (fasılasızhk): Nikâhın sahih olması için icâb ile kabul arasına, akidden yüz çevirmeyi gerekli kılacak uzun bir fasılanın konulmaması şart­tır. Velî, "falan kadını seninle evlendirdim" der ve koca da "bu evliliği ka­bul ettim" derse nikâh sahih olur. İcâb ile kabul arasına kısa bir hutbe ve benzeri küçük bir fasılanın konulmasında bir sakınca yoktur. Evlendirmeyi vasiyet etmek, bu hükümcjsn istisna edilmiştir. Bu vasiyette îcâbla kabul ara­sına uzun bir fasılanın girmesi, sakınca teşkil etmez. Adamın biri, "ölürsem kızımı falan şahısla evlendirdim" derse sahih olur. Kendisi için vasiyette bu­lunulan damat adayının, hemen "kabul ettim" diyerek cevap vermesi ge­rekmez. Vasiyetçinin ölümünden kısa veya uzun bir süre sonra evlenmeyi kabul ederse, mûtemed görüşe göre nikâh akdi sahih olur. Vasiyet ile nikâ­hın sahih olması için vasiyetin; kritik veya basit, uzun veya kısa olsun ama ölümle sonuçlanan bir hastalık halinde yapılmış olması şarttır. "Falan razı olursa kızımı onunla evlendirdim" demek de böyle olup, falan kişi razı olunca nikâh akdi gerçekleşir. Falanın da, bu sözün söylendiği mecliste hazır bu­lunması şart değildir. Bu sözün söylendiğini uzun zaman sonra öğrendikten sonra razı olsa bile, nikâh akdi sahih olarak gerçekleşir. Özetlersek, taraflar akid meclisinde hazır bulundukları takdirde kabulün icâbtan hemen sonra olması şarttır. Bu durumda icâbla kabul arasına fasıla konulmaması gere­kir. Ancak çok kısa bir fasılanın akid için sakıncası yoktur. Böylece de anla­şılıyor ki, nikâh için vasiyette bulunmak ve nikâhı rızâ şartına bağlamakla nikâh akdi, diğer mezheblerin hilâfına, Mâlikîlere göre gerçekleşir.

3- Sîga, belli bir zamanla sınırlı olmamalıdır. Meselâ bir kimsenin veli­ye, "falanca kızını bir aylığına ve şu kadar mehir kaşıhğında benimle evlendir" demesi, ya da "şu kadar mehir karşılığında onunla bir aylığına evlenmeyi kabul ettim" demesi halinde akid sahih olmaz. Bu, açıklaması ileride yapı­lacak olan mut'a nikâhıdır.

4- Sîga, muhayyerlik veya nikâh akdine zıt bir şartı kapsamamalıdır. Bunun açıklaması, şartlar bahsinde yapılacaktır.

Velî ile ilgili şartlara gelince bunlar sekiz tanedir:

1- Erkeklik.

2- Hürriyet.

3- Akıllılık.

4- Bülug.

5- ihramda bulunmamak.

6- (Müslüman bir kadına velilik yapıyorsa) kâfir olmamak. Ama kâfi­rin, kendi gibi kâfir biririe velilik yapması sahih olur.

7- Sefih olmamak. Tabiî akıllı değilse... Sefih ama aynı zamanda akıl ve görüş sahibiyse sefihliği, onu velî olmaktan çıkarmaz. Kadını, evlenmeye zorlayabilir.

8- Fâsık olmamak.

Mehrin şer'an mülk edinilebilen bir şey olması şarttır. Şarap, domuz, leş, köpek gibi satılması sahih olmayan bir şey veya kurbanlık hayvanın bir kısmı mehir olarak verilemez. Bu saydıklarımızdan biri mehir olarak verilir­se, yapılan nikâh akdi fâsid olur. Gerdeğe girmeden, vâcib olarak feshedi­lir. Böyle bir akde dayanarak koca, gerdeğe girerse mehr-i misil Ödemesi gerekir ve akid de sabit olur. Nitekim bu, mehir bahsinde de anlatılacaktır.

Şahitliğe gelince; bunun zorunlu olduğu ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bir husus olduğu bilinmektedir .Fakat şahitlerin nikâh akdinde hazır bulunmaları zorunlu değil, sadece mendubtur. Velî, "falan kadını seninle evlendirdim" der, koca da "kabul ettim" diye cevap verirse, hiç bir şahit bulunmasa bile nikâh akdi gerçekleşir. Ancak gerdeğe girerken iki şahidin bulunması gerekir. İki şahit hazır olmadan gerdeğe girilse, nikâh akdi bir talâkla feshe uğrar. Çünkü bu, sahih bir akiddir. Feshedilmesi de bir bâin talâkla olur. Şundan ki: Mutlak surette şahit bulundurmamak, özellikle zi-nakârlar için, kapıyı iki kanadıyla birlikte ardına kadar açmak demektir. Her dileyen kişi, bekâr bir kadın bulduğu takdirde, tenhada onunla cinsel ilişki kurabilir, yakalandığında da onu nikahlamış olduğunu iddia edebilir. Şu halde velî dışmda iki şahidin, gerdeğe girildiğini görmeleri zorunludur. Velînin hazır bulunması, nikâhın feshine engel olamaz. Velî, şahitsiz olarak nikâhı akde­der, sonra da iki şahide rastlayarak onlara; "falan kadını falan erkekle ev­lendirdiğime dâir sizi şahit tutuyorum" der, koca da iki ayrı şahide rastlar ve "falan kadınla evlendiğime dâir sizi şahit tutuyorum" derse sahih olur. Bu şahitliğe, iki dağınık kimsenin şehâdeti anlamında "Şehâdet-i ebdad" de­nilir. Nikâh ve ıtk'ta (köle azadında) bu şahitlik yeterlidir. Şahitlerin ikisi kocaya, ikisi de velîye âit olur.

Velînin şahitlerinin, kocanınkilerden ayrı olmaları gerekir. İkisinden bi­rinin şahitleri, diğerinkinin aynı olurlarsa, yapılan şahitlik şehâdet-i ebdad olmaz. Ama bu şehâdet, akid için yeterli olur. Çünkü nikâh akdinde şahitle­rin dört tane olması gerekli değildir.

Koca iki kişiyi şahit tutmadan gerdeğe girer ve kadınla cinsel temasta bulunduğunu itiraf eder, ya da cinsel temasta bulunduğuna dâir karîne bu­lunursa, ikisine de zina haddi tatbik edilir. Ancak düğün yaparak, def çala­rak, ateş yakarak veya buna benzer törenler düzenleyerek gerdeğe girilirse, had tatbik edilmez. Tek şahit bulundurarak gerdeğe girmesi halinde de ikisine had tatbik edilir. Nikâh akdinde veya gerdeğe girildiğinde şahitlik yapa­cak iki âdil kişi bulmak mümkün olursa, başkaları şahitlik yapamaz. Bu nitelikteki kimseleri bulmak mümkün olmazsa; yalancılıkla meşhur olma­ması şartıyla, durumu örtülü kimselerin şahitlik yapmaları sahih olur. Bu durumda fazla sayıda şahit bulundurmak müstahsendir.

Evlenen .çiftin, ihramda bulunmak gibi evlenmeye engel hallerinin bu­lunmaması şarttır. İhramdayken yapılan nikâh akdi sahih olmaz.

Kendisiyle evlenilecek kadının, başkasının eşi olmaması ve iddet bekle­mekte olmaması gerekir .Evlenecek çiftin neseb, rada' (süt emişme) veya hı­sımlık gibi nedenlerle biribirlerinin mahremi olmamaları şarttır.

 

Üzerinde İttifak Ve.İhtilâf Edilen Önemli Meselelerin Özeti Sîga

 

1- Üç mezheb, aynı mülketmeyi ifâde eden satma, satın alma, sadaka, mülketme, kılma (verme) gibi lâfızlarla yapılan nikâh akdi­nin sahih olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Örneğin, "şu ka­dar mehir karşılığında kızımı sana sadaka olarak verdim" veya "onu senin için kıldım" veya "onu sana mülkettim" gibi. Sulh ve karz akid-leri de bu açıdan aynı hükme tabidirler. "Benden alacaklısı bulundu­ğun bin dolar üzerine, kızımı vererek seninle sulh yaptım" gibi sözlerin söylenmesi gibi. Hanefîler, üç mezhebe muhalefet ederek anılan lâ­fızlarla yapılan nikâh ^akdinin sahih olacağını söylemişlerdir. Şâfiî-lerle   Hanbelîler,   e-Vlenme   akdinin   ancak   inkâh   ve  tezvîc masdarlarından türeyen bir lâfızla yapılması halinde sahih olabile­ceği, hîbe lafzıyla yapılan nikâh akdinin sahih olamayacağı hususun­da ittifak etmişlerdir. Mâlikîler bu hükümde onlara muhalefet ederek, mehirle birlikte söylenmesi halinde, hîbe lafzıyla yapılan nikâh akdi­nin sahih olabileceğini söylemişlerdir. Örneğin velînin: "Şu kadar me­hir karşılığında kızımı sana hîbe ettim" veya damat adayının: "Şu kadar mehir karşılığında kızını bana hîbe et" demeleri gibi.

2- Nikâh akdinin şakayla da gerçekleşeceği hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Adamın biri, bir başkasına, 'kızımı se­ninle evlendirdim" der, diğeri "kabul ettim" diye cevap verirse ve bunu söylerken ikisi de gülmekte iseler, nikâh akdi gerçekleşir. Tıpkı ta­lâk ve azâd etme gibi. Bunlar da, şakayla olsalar bile gerçekleşirler.

Üç mezheb, zorlanma durumunda yapılan nikâh akdinin gerçek­leşmeyeceği hususunda İttifak etmişlerdir. Meselâ adamın biri şer'-an bilinen zorlama yöntemlerinden biriyle, "falan kadını kendime zevce olarak kabul ettim" demeye zorlanırsa, yapılan nikâh akdi gerçekleşmez. Hanefîler buna muhalefet ederek, bu durumda yapılan zorlamanın, nikâh akdinin gerçekleşmesine engel olmayacağını söy­lemişlerdir. Hanefîler'e göre kadın, kocayı kendisiyle evlenmeye zor-larsa, gerdekten önce mehir alma hakkına sahip olmaz. Kocası gerdeğe girip de kendisiyle cinsel ilişkide bulunursa, kadın mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Açıkça görüldüğü gibi burada kaste­dilen zorlama, açıklaması üç mezhebe göre ileride verilecek olan veliyy-i mücbirin zorlaması değildir.

3- İcâb ile kabulün aynı mecliste yapılmasının zorunlu olduğu hususunda bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Velî, "kızımı seninle evlendirdim" der ve damat adayının (ya da vekilinin) "kabul ettim" demesinden önce akid meclisi dağılır; daha sonra bir başka yerde "kabul ettim" derse, nikâh akdi sahih olmaz.

Kabulle ilgili sözün icâbtan hemen sonra söylenmesinin şart olup olmadığı hususunda mezhebler ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlerle Han-belîler, meclisin örfen devam etmesi halinde bu fevriyetin şart olma­dığı hususunda ittifak halindedirler. Ama akdi yapanların, örfen meclisin dağılmış olduğuna işaret eden bir işle meşgul olmaları ha­linde, bilâhare yapılan kabulle akdedilen nikâh sahih olmaz. Şâfiî-lerle Mâlikîler fevriyeti (kabulün icâbtan hemen sonra yapılmasını) şart koşmuş, örfe göre fevriyeti haleldar etmeyecek az bir fasılayı mü­samahayla karşılamışlardır.

4- Üç mezheb, kabulün icâbtan önceye alınmasının sahih ola­cağı hususunda ittifak etmişlerdir. Damat adayı, "şu kadar mehir kar­şılığında, kızın falanla evlenmeyi kabul ettim" der, kızın velîsi de, "onu seninle evlendirdim" derse, nikâh akdi sahih olur. Aynı şekilde da­mat   adayı,   "kızını   benimle   evlendir"   der,  velîsi   de   "seninle evlendirdim" derse, damat adayı bundan sonra "kabul ettim" deme-se bile nikâh akdi sahih olur. Çünkü "kızını benimle evlendir" deme­si, "onunla evlenmeyi kabul ettim" demek anlamına gelir. Ancak Hanefîler derler kk'lster koca, ister kadın tarafından söylenmiş ol­sun, önce söylenen söze icâb denir. Hanbelîler ise bu hususta diğer üç mezhebe muhalefet etmişler ve önce velînin veya vekilinin "falan Şadını sana nikahladım" veya "...seninle evlendirdim" demesi; koca veya vekilinin de "kabul ettim" veya "razı oldum" demesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Kabulün icâbtan öne alınması halinde ak­dedilen nikâh, Hanbelîlere göre sahih olmaz.

5- Üç mezheb, "kabui ettim" veya "razı oldum" demenin kabul için yeterli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra eğer evlenen kendisi İse, "kabul ettim" veya "razı oldum" sözünün baş tarafına "kendim için..."; evlenen müvekkili ise "müvekkilim için..."; evlenen oğlu ise, "oğlum için..." kaydını koymalıdır. Şâfiîler buna muhalefet ederek, kabulde nikâh veya tezvic lâfzının açıkça telaffuz edilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bu sözleri açıkça söylemeyip ni­yette tutmak, nikâh akdinin sıhhati açısından yeterli olmaz. Şâfiîlere qöre mutlaka "o kadınla evlenmeyi..." veya "onu nikâhlamayı kabul ettim" demek gerekir.

6- Bütün mezhebler, zamanla kayıtlı nikâhın batı! olduğu husu­sunda ittifak etmişlerdir. Damat adayı, velîye, "şu kadariık mehir kar­şılığında kızını iki haftalığına veya bir aylığına benimle evlendir" der ve velî de evlendirirse, bu nikâh bâtıl olur. Ama damat, bu nikâh ak­dine dayanarak gerdeğe girerse, ortada bir akid şüphesi bulunduğu için, kendisine had tatbik edilmez.

 

Şahitler Ve Evlenen Eşler

 

1- Üç mezheb, nfckâh akdi yapılırken şahit bulundurmanın zorunlu olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İcâb ve kabul anında iki şahit bulunmazsa, nikâh akdi bâtıl olur. Mâlikîler buna muhalefet ederek iki şahidin bulundurulmasının zorunlu olduğunu söylemişlerdir. An­cak bunların akid esnasında hazır bulunmaları gerekli değildir. Aksi­ne, damadın gerdeğe girişi anında hazır bulunmaları gerekir. Nikâh akdi esnasında hazır bulunmaları, yalnızca mendubtur.

2- Şâfiîlerle Hanbelîler, şahitlerin ikisinde adalet niteliğinin bu­lunması gerektiği ve zahiren de olsa adaletli olarak bilinmelerinin ye­terli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Eşler, şahidi zahiren adaletli olarak bilirlerse, nikâhta şahitlik yapması sahih olur. Eşler, onun gerçek halini araştırmak zorunda değildirler. Çünkü bu araştır­ma, zor ve meşakkatlidir. Mâlikîler derler ki: Adaletlisi varken başka­sı şahitlik yapamaz. Adaletli biri yoksa, yalancılıkla tanınmamış, durumu örtülü birinin şahitlik yapması sahih olur. Üç mezheb, şahit­lerin erkek olmaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Hanefî-lere gelince, bunlar demişlerdir ki: Nikâh akdinin sahih olması için Şahitlerin âdi! olmaları şart değildir. Ama akdin inkâr edilmesi duru­munda, ispatlanması için şarttır. Şahitlerin erkek olmaları şart de­ğildir. Bir erkek ve iki kadının şahitliğiyle akdedilen nikâh sahih olur. Ama yalnızca iki kadının şahitliğiyle akdedilen nikâh sahih olmaz. Beraberlerinde mutlaka bir erkeğin bulunması gerekir.

3- Üç mezheb, hac ihramında bulunan kimsenin akdettiği nikâ­hın sahih olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak Hanefî-'ör buna muhalefet ederek, ihramlı kimsenin akdedeceği nikâhın sahih olacağını, nikâh akdinin sahih olması için ihramsızlığın şart olmadı­ğını söylemişlerdir.

 

Velî'nin Tanımı

 

Nikâhta velî, nikâh akdinin sıhhati kendisine bağlı olan kişidir. O olmadan nikâh akdi sahih olmaz. O da baba veya babanın tâyin ettiği vasî, asabe olan akraba, azâd eden, sultan ve mâliktir.

Velilikte daha fazla hak sahibi olmaları açısından, velîlerin sıra-landırılmalarıyla ilgili olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşağı­ya alınmıştır.

 

(20) Hanefîler dediler ki: Velilik için, akrabadan olan kimsenin asabe olması şart değildir. Ancak bu nitelikteki akraba, zevi'l-erhama tercih edi­lir. Ondan önce gelir. Nitekim bu husus, ileride açıklanacaktır.

(21) Mâlîkîler, velîlere, "kefalet nedeniyle velî"yi de eklemişlerdir. Ba­basını yitirip ailesinden uzakta kalan bir kadını himayesine alıp belli bir süre terbiye edip yetiştiren kimse, o kadını evlendirirken velilik hakkına sahip olur. Velî olması için iki şart gereklidir:

a- Bu kadın, o adamın yanında normal olarak şefkat ve sevgisini gerek­tirecek bir süre kadar kalmış olmalıdır. Çocukların babalarıyla yaptığı gibi, onunla bir arada bulunmuş olmalıdır. Esah kavle göre bu sürenin dört veya on sene gibi belli bir süreyle takdir edilmesi gerekli değildir.

b- Bu kadın şeref sahibi değil de, normal statüde bulunan bir kadın ol­malıdır. Burada şerefli kadın derken, mal ve güzellik sahibi bir kadın kasde-dilmektedir. Öyle ki, bu vasıfların ikisi veya sadece birisi onda bulunmalıdır. Kadın yalnızca mal veya güzellik sahibiyse o adam, kendisine velîlik yapma hakkına sahib olmaz. Velîsi, hâkim olur. Ama bazıları, himaye edenin veli­liğinin genel olup, şerefli olanı da, olmayanı da kapsadığına dâir olan görü­şü tercih etmişlerdir. Bu görüşlerin ikisi de tercihe şayandır. Bu kadım bir başka kadın himaye edecek olursa, himayeci kadın velî olabilir mi? Sahih görüşe göre bunun cevabı, "hayır" dır. Çünkü kadınlar, velîlik yapma yet­kisine sahip değildirler. Kadın, velîlik yapabilir, ancak akdi bizzat kendisi değil de atayacağı bir vekîl marifetiyle yapabilir diyenler de olmuştur. Yine Mâlikîler veliliğe, umumî veliliği eklemişlerdir. Umumî velîlik, farz-ı kifâye olarak her müslümanm yerine getireceği veliliktir .Babası veya babası tara­fından atanan vasîsi bulunmadığı takdirde, şerefli değil de normal statüde bulunması şartıyla bir kadın, kendisinin evlilik akdini yapması için nıüslü-manlardan bir ferdi vekil tâyin eder o da akdi yaparsa, yapılan nikâh akdi sahih olur. Mâlikîlerden nakledilen "şerefli olmayan kadının nikâh akdinin sahih olması için velî şart değildir" mealindeki sözün anlamı da budur. Ya­ni hususî velîuin bulunması şart değildir.

Umumî velayetle velî olana gelince, bu velînin nikâh akdini yapması zo­runludur. Yani kadın, nikâh akdini kendi yaparsa sahih olmaz. Bu husus, bazı hadis şerh çilerine gizli kalmıştır .Bunu Mâlifcflerden mübhem olarak nakletmişlerdir

(22) Hanefîler dediler ki: Nikâh konusunda velîlerin sıralandırılması şöyledir:

Neseble veya sebeple asabe. örneğin köleyi azâd eden, sebeple onun asabesidir. Bir cariyeyi azâd eden, kadın bile olsa, o cariyenin asabesidir. Ne­seble asabe olanlar, sebeple asabe olanlardan önce gelirler. Sonra zevi'l-erham, sonra sultan, sonra, tâyini işinde velîlik hakkı varsa, kadı gelir. Asabelerin sıralandırılması ise şöyledir: Oğlu varsa, -bu oğlu zinadan olmuş olsa bile-kadının oğlu. Sonra ne kadar aşağıya doğru inse de oğlunun oğlu, oğuldan sonra baba, sonra her njfe kadar geriye doğru gitse de babanın babası (ki bu, dededir) gelir. Sonra ana-baba bir kardeş, sonra baba bir kardeş, sonra ana-baba bir kardeşin oğlu, sonra her ne kadar ileriye doğru gitseler de bu min­val üzere baba bir kardeşin oğlu gelir. Sonra ana-baba bir amca, sonra baba bir amca, sonra ana-baba bir amcanın oğlu, sonra her ne kadar ileriye doğ­ru gitseler de bu minval üzere baba bir amcamn oğlu gelir. Sonra babanın ana-baba bir amcası, sonra babanın amca oğulları gelir. Sonra dedenin ana-baba bir amcası, sonra dedenin baba bir amcası, sonra bu minval üzerine dedenin amca oğulları gelir. Bütün bunlardan sonra kadının uzaktan amca oğlu gelir. Bu, kadının asabeleri arasında kendisine en uzak olandır.

Bu saydığımız kimseler, küçük yaştaki kadın ve erkek üzerinde icbarî velîlik hakkına sahiptirler. Büyüdüklerinde, bunların üzerine velîlik yapma haklar: kalmaz. Ancak kadın olsun, erkek olsun, deliler üzerine velîlik yap­ma hakları devam eder.

Asabenin bulunmaması halinde zevi'1-erhamdan olan bir yakını, küçük yaştaki kız ve erkeği evlendirebilir. Ebû Hanîfe bu görüştedir. İmam Mu-hammed ise bu görüşe muhaliftir. Ebû Hanîfe'ye göre bunların en yakını anadır. Sonra kız, sonra oğlun kızı, sonra kızın kızı, sonra oğlun oğlunun kızı, sonra kızın kızının kızı, sonra ana-baba bir kız kardeş, sonra baba bir kız kardeş, sonra ana bir erkek kardeş ve kız kardeş, sonra bunların çocuk­ları. Bunlardan sonra amcalar, dayılar, teyzeler, amca kızları, hala kızları gelir. Ananın babası, kız kardeşten öncedir. Sonra mevle'l-muvalât, sonra sultan, sonra kadı, ya da kadının görevlendireceği kimse gelir.

Mâlikîler dediler ki: Nikâhta velîlerin sıralandırılmaları şöyledir: horlama yetkisine sahip olan veliyy-i mücbir. Bu, baba veya babanın tâyin etmiş olduğu vasî ile efendidir. Bundan sonra, zina ile elde edilmiş olsa bile, önce sahih bir nikâhla evlenir, bundan sonra da zina İle fti arak bir erkek çocuk doğurursa, bu oğlu diğerlerine nisbetle önce­likle anası üzerinde velîlik yapma hakkına sahip olur. Ama hiç evlenmeden, zinâ ederek gebe kalır ve bir erkek çocuk1 doğurursa, bu durumda babası, öncelikle bu kadın üzerinde velîlİk yapma hakkına sahip olur ve mücbir velî olur. Çünkü mücbir velî, bakire ve de zinâ nedeniyle bakireliğini yitirmiş olan kız üzerinde velilik yapma hakkına sahiptir. Deli kadın da aynı hükme tabi­dir. Onun mücbir velîsi babasıdır. Babanın tâyin etmiş olduğu vasî de baba gibidir. Bundan sonra oğul gelir. Oğul, oğlun oğlundan önce gelir. Sonra mücbir olmayan baba gelir. Bunun için de babanın şer'î bir baba olması, yani kızın, sahih nikâhla kurulan bir evlilikle onun sulbünden gelmiş olması şarttır. Ama zinâ yoluyla kendisinin sulbünden geliyorsa, babalığının bir kıy­meti yoktur," velilik yapamaz. Mücbir olmayan babadan sonra, sahih kavle göre öz kardeş gelir. Sonra da baba bir kardeş gelir. Öz kardeşle baba bir kardeşin, velilik açısından aynı mertebede bulunduklarını söyleyenler de ol­muştur. Sonra öz kardeşin oğlu gelir. Sonra da sahih görüşe göre baba bir kardeşin oğlu, sonra baba bir dede, sonra babanın amcası gelir. Bunlardan sonra velilik, sözü daha önce edilen, kadının himayecisine, sonra da hâkime intikal eder. Yalnız hâkimin, nikâh akdini bir velî olarak düzenlemek için bir harç almaması şarttır. Eğer harç alıyorsa, velilik hakkı kalmaz. Hâkim, evlenmeye engel halinin bulunmadığını, velîsinin mevcud olmadığını veya me-cud olup da evlenmekten kendisini menettiğini, ya da uzak bir yerde bulun­duğunu tesbit ettikten sonra kendisinin izin ve rızasıyla kadını evlendirir. Sonra kadın eğer rüşdünü ispatlamışsa, kocayı beğenmesi yeterli olur. Rüşdünü ispat-lamamışsa, kocanın din, hürriyet ve ayıplardan salim olma bakımından ken­disine denk olduğunun; olgunluk sıfatları ve ödemekle yükümlü olduğu mehir hususunda kadına eşit durumda bulunduğunun kesinlikle bilinmesi zorunlu olur. Çünkü rüşdüne ermiş kadın, anılan denklik ve eşitlik hakkından fera­gat edebilir. Kocayı beğendiği takdirde evlenmesi sahih olur. Ama rüşdünü ispatlamamış olanlar, böyle yapamazlar.

Hâkim bulunmaz veya bulunduğu halde bozuk biri olursa velilik, önce de belirtildiği gibi müslüman topluma intikal eder.

Şâfiîler dediler ki: Nikâhta velîlerin sıralandırılmadan şöyledir: Ba­ba, sonra dede (babanın babası), sonra dedenin babası gelir. İki dede bir arada bulunursa, en yakın olan, velilik yapmada daha fazla hak sahibi olur. Bun­lardan sonra öz kardeş, sonra baba bir kardeş, sonra öz kardeşin oğlu, son­ra baba bir kardeşin oğlu, sonra öz amca, sonra baba bir amca, sonra öz amcanın oğlu, sonra baba bir amcanın oğlu gelir. Amcadan maksat, kadı­nın amcasını, babasının amcasını ve dedesinin amcasını kapsayan amca ke­limesidir. Velîlik, amcadan sonra -eğer erkek ise- azâd eden şahsa, sonra -eğer varsa- azâd edenin asabesine intikal eder. Neseb veya sebeple velî olacak bir kimsenin bulunmaması halinde, hâkim kendisini evlendirir.

Hanbelîler dediler ki: Nikâhta velîlerin sıralandırılmaları şöyledir: Baba, babanın ölümünden sonra da -daha önce- tâyin etmiş olduğu vasî. İh­tiyaç halinde hâkim. İleride de anlaşılacağı gibi bunlar, mücbir velîdirler.

Bunlardan sonra velîlik, tıpkı mirasta olduğu gibi, yakınlık sırasına göre asa-belere intikal eder. Velîlerin en yetkilisi baba, sonra her ne kadar geriye doğru gitse de dede, sonra oğul, sonra her ne kadar ileriye doğru gitse de oğludur. Oğlun oğulları birden fazla sayıda olurlarsa, bunların en yakın olanı velîlik için öne geçer. Oğuldan sonra öz kardeş, sonra baba bir kardeşin oğlu, son­ra her ne kadar ileriye doğru giderse gitsin bunların oğullan, sonra öz amca, sonra baba bir amca, sonra öz amcaoğlu, sonra her ne kadar ileriye doğru gitseler baba bir amcanın oğlu, sonra dedenin amcaları, sonra bunların oğul­ları, sonra dedenin babasının amcaları, sonra aynı tertibe göre bunların oğul­ları gelir. En yakın olanların çocukları, üsttekilerin çocuklarından önce gelirler. Meselâ, baba bir kardeş ve oğlu, amcadan önce gelir. Baba bir kardeş, kar­deş oğlundan önce gelir. Çünkü kardeş daha yakındır. Diğerleri de buna ki-yaslanmahdır. Bunlardan sonra velîlik -evlenecek olan azâdlı biri ise- azâd edene, o mevcud değilse kendisinin sırasıyla en yakın asabesine, sonra dev­let başkanına veya naibine intikal eder. Bu da mümkün olmazsa kadın, ken­di evlendirilme akdini yapacak âdil bir erkeği kendi şahsı için vekil tâyin eder.

 

Velî'nin Kısımları

 

Velîler iki kısma ayrılırlar:

a- Mücbir velî: Velayeti altındaki bazı kimseleri, İzin ve rızâlarını almaksızın evlendirmek hakkına sahip olan velîdir.

b- Mücbir olmayan velf  Bu yetkiye sahip olmayan, ama mev­cudiyeti de zorunlu olan velîdir. Bu statüdeki velînin, kendi velayeti altında bulunan kimseleri, izin ve rızâlarını almadan evlendirmesi sa­hih olmaz.

Mücbir velî ile diğerlerinin tanımı hususunda mezheblerin ayrıntılı açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(23) Hanefîler dediler kî: Velî olarak sadece mücbir olan velî vardır. Ve­lîlik, hoşnud olsalar da, olmasalar da, başkalarına söz geçirmek demektir. Bu mezhebe göre nikâh akdi için varlığı mutlaka gerekli olan mücbir olma­yan velî yoktur. Müteâkib bahiste verilecek olan tafsîlât çerçevesinde müc­bir velî, küçük yaştaki kızlarla erkekleri, büyüklerden de deli olan kadınlarla erkekleri zorlama ve cebretme yetkisine sahip olan kimsedir.

(24) Mâlîkîler dediler ki: Mücbir velî baba, her ne kaaar geriye doğru gitse de dede ve efendidir. Mücbir olmayan velî, yine baba, dede ve bunlar­dan sonra daha önce söz konusu yapılmış olan asabeler gelir. Bilindiği gibi oğul, Şâfiîlere göre velî değildir.

Mâlikîler dediler ki: Mücbir veli dede değil, babadır. Ölümünden sonra da babanın (daha önce) tâyin etmiş olduğu vasidir. Yalnız babanın bu vasiye, "kızlarımı evlendirmek üzere sen benim vasîmsin" veya "kızımı evlendirmek üzere sen benim vasîmsin" veya "kızımı, beğendiğin kimseyle evlendirmek üzere sen benim vasîmsin", ya da "kızımı falan şahısla evlen­dirmek üzere sen benim vasîmsin" demesi şarttır. Bu durumda vasî, tıpkı baba gibi zorlama ve cebr etmek yetkisine sahip olur. Ancak her bakımdan değil... Aksine, velayeti altındaki kadını, emsal kadınlar için verilen mehr-i misil karşılığında, fâsık olmayan bir adamla evlendirmesi veya babanın özel­likle belirtmiş olduğu kimseyle evlendirmesi şarttır. Ama baba, evlendirme­den söz etmeksizin "sen kızlarım veya kızım üzerinde benim vasîmsin" derse, bunda ihtilâf vardır. Kuvvetli görüşe göre bu şekilde atanan vasî, mücbir velî olamaz. Eğer ona, "sen sadece benim vasîmsin" der ve kızlarından bah­setmezse, ya da "malım üzerinde veya terekemi satma hususunda sen benim vasîmsin" derse, bu vasî ittifakla mücbir velî olamaz.

Üçüncü sırada bulunan mücbir velî, efendidir. Efendi başka kitaplarda verilen tafsilat çerçevesinde cariyeleri üzerinde cebir ve zorlamada bulunabilir.

Mücbir velîler, sadece yukarıda sayılan üç kimsedir.

Babası veya babasının atadığı vasî tarafından reşid kılınan bakire kız, bulûğa ermiş olan bakire kızın tâbi olduğu hükümden istisna edilmiştir. Re­şid kılınması demek, babası ya da vasisinin ona, "seni reşid kıldım" veya "elini kolunu salıverdim" veya "üzerindeki kısıtlılığı kaldırdım" diyerek reşit olduğunu ilân etmeleridir. Hal böyle olunca bu kız, dullar statüsüne girer. Kendi rızâsı olmadan evlendirilemez. Reşid kılınması da beyyine ile, ya da ikrarıyla olur.

Mücbir olmayan velîye gelince, onunla ilgili açıklama, önceki sayfalar­da yapılmıştır.

Hanbelîler dediler ki; Mücbir velî, sadece babadır. Mâükîlerin söy­ledikleri gibi, dede mücbir velî olamaz. İkinci olarak, babanın vasîsi, müc­bir velîdir. Bu vasî baba tarafından atanmış olsun olmasın onun yerine geçer. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler. Üçüncü olarak, evlenmeye sevkeden zor­layıcı bir sebebin mevcudiyeti, baba ya da vasîsinin bulunmaması şartıyla hâkim, mücbir velî olur.

 

Mücbir Velî İle Mücbir Olmayan Velîye Mahsus Yetkiler

 

Mücbir velî küçük kızla küçük erkeği, büyük olsalar bile deli olan kızla erkeği, hükmen veya hakikaten bakire ve yaşı büyük olan akıllı ve bâliğa kadını evlendirme hususunda zorlama ve cebretme yetki­sine sahiptir. İzin ve rızâlarını almadan, ama bazı şartlar çerçe­vesinde mücbir velî, bunları evlendirebilir.

Mücbir olmayan velî, bakire olsun dul olsun, büyük yaştaki akıl­lı ve bâliğa kadını, izin ve rızâsını alarak evlendirebilir. Ancak bakire­nin izin verirken, evlenmeye razı olduğunu sözlü olarak açıkça bildirmesi şart değildir. Reddettiğine delâlet eden bir hali izhar et­meksizin susarsa, izin yermiş sayılır. Dul kadının ise lâfzen, sarih ola­rak izin vermesi gerekir. Velînin yapmadığı akid sahih olmaz. Kadının izin ve rızâsı olmadan velînin nikâh akdetmesi sahih olmaz. Mezheb-lerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(25) Hanefîler dediler ki: Önce de belirtildiği gibi, her velî mücbirdir. Ancak küçük erkek, küçük kız ile, büyük olsalar bile deli erkekle kadından başkası üzerine velilik yapılamaz. Ancak velî bazan baba, bazan da dede olur.

Bunlar küçük yaştakiler ile, oğullan olmadığı takdirde büyük yaşta olsalar bile deliler üzerine velilik yapabilirler. Delinin oğlu varsa, bu mezhebin kuv­vetli görüşüne göre .babası değil de oğlu velîsi olur. Bazan da velî, önce belirtilen velîler sıralamasında görüldüğü gibi, baba ile dededen başkası da olabilir.                      

(26) Hanefîler dediler ki: Baba ile dede, bunların mevcud olmamaları durumunda diğer velîler, küçük yaştaki erkekle kızı -bunlar razı olmasalar bile- evlendirme yetkisine sahiptirler. Küçük yaştaki kızın dul veya bakire olması, bu hükmü değiştirmez. Yalnız baba veya dede küçük yaştaki erkek: veya kızı evlendirirse, buluğa erdikten sonra bile bunlar muhayyer olamaz­lar. Ancak bunun için de iki şart gereklidir:

a- Baba veya dede nikâh akdinden önce irâdesi bozuk biri olarak bilin-memelidir.

b- Baba veya dede sarhoş olmamalıdır ki, sarhoşluğu onu, kızını mehr-i misilsiz olarak veya fâsık veyahut dengi olmayan bir kimseyle evlendirme­ye itmesin.

Baba veya dede, nikâh akdinden önce bozuk iradeli olarak bilinmiyor­sa, sonra da küçük yaştaki kızını (veya torununu) fâsık birisiyle veya dengi olmayan bir kimseyle evlendirirse, akid sahih olur. Küçük, buluğa erdikten sonra bir başka kızını aynı minval üzere evlendirirse akid sahih olmaz. Kü­çük kız, buluğa erdikten sonra muhayyer olur. Çünkü birinci kızını bu şe­kilde evlendirdiğinden ötürü bozuk iradeli olarak tanınmıştır. Bozuk iradeli olarak bilinen baba veya dede kızını veya torununu mehr-i misil karşılığında dengine verirse, yapılan nikâh akdi sahih olur. Sarhoşken evlendirmesinde olduğu gibi, buluğa erdiğinde kız muhayyer olamaz.

Baba ve dede dışındaki bir velî kadım dengi olmayan kimseyle evlendir-mışse veya evlendirilme, mehr-i misilsiz yapılmışsa nikâh asla sahih olmaz, bengiyle evlendirilmiş ve mehr-i misil ile olmuşsa, nikâh sahih olur. Küçük yaşta velîleri tarafından evlendirilenler, buluğa erince nikâhı feshetme mu­hayyerliğine sahip olurlar. Velîsi tarafından küçük yaşta evlendirilmiş olan kadının, sadece hayız kanaması görülmekle, akdi fesh ettiğine şahit olunur. Ve o kadın kendi nefsi hakkında muhayyer olur. Sonra da kadı, kendisiyle kocası arasını tefrik eder. Bu, büyük iken evlendirilmiş olması durumunda sözkonusudur. Küçük yaştayken evlendirilirse kadı, babasının veya babası­nın atamış olduğu vasinin huzurunda, kocasıyla kendisinin arasını tefrik eder. Babası veya vasisi yoksa, küçük adına davalaşmak üzere kadı bir vasî tâyin eder. Kadı vasiden ayrılma davasını iptal edecek bir hücceti, yani bulûğa er­dikten sonra evliliğe razı olduğuna dâir bir beyyineyi, ya da ayrılma talebini ertelemek istediğine dâir bir beyyineyi getirmesini ister. Beyyine bulunmaz­sa, hasım olan taraf, kadına yemin ettirir. Bunun üzerine kadı da, kadının bulûğunu beklemeden kocasından ayırır. Evliliğin ne demek olduğunu bil­mediği bir ortamda buluğa erer ve bunu aradan bir süre geçtikten sonra an­larsa, anladığı andan hemen sonra muhayyerlik hakkı doğar. Kadı da önceki minval üzere kocasıyla kendisini biribirlerinden ayırır. Nikâh akdinin fes­hinden önce küçük yaştaki kadın veya erkekten biri ölürse sağ kalan, diğeri­ne mirasçı olur. Koca da mehrin tamamını ödemekle yükümlü olur. Sonra eğer ayrılma karı tarafından olursa, bu bir fesihtir. Talâk sayısını noksan-laştırmaz. Fesihten sonra koca, nikâh akdini tazelerse, karısına yeniden üç talâkla sahip olur. Ayrılma eğer koca tarafından olursa, bu talâktır (bo­şanmadır).

Büyük yaşta da olsalar, deli erkekle deli kadın küçük yaştakilerin hük­müne tâbidir. Büyük yaştaki deli bir kadın, velîsi olan oğlu tarafından ev­lendirilirse, -bu oğlu bozuk iradeli olarak bilinmiyorsa- akıllanıp ayıhnca muhayyerlik hakkına sahip olamaz. Oğlunun yokluğu halinde babası veya başka bir velîsi tarafından evlendirilirse, sadece akıllanıp ayılmasıyla muhay­yerlik hakkına sahip olur. Velînin, büyük yaştaki deli kadını iznini almadan evlendirmesi caiz olmaz. Ancak deliliği kesintisiz devam eder bir haldeyse, iznini almadan da evlendirebilir. Deliliği sürekli olmayıp bazı aralıklarla baş-gösteriyorsa, velînin, onun ayıldığı vakti gözetlemesi, ayıldığında kendisin­den izin alması gerekir. Bunaklar da deliler statüsündedirler.

Küçük yaştaki bakire kadının muhayyerliğinin sahih olması için sadece bulûğa ermekle kendini muhayyer kılması şarttır. Bu durumdaki bir kadın, meselâ kendinde hayız kanaması gördüğünde susarsa.muhayyerlik hakkıbâ-tıl olur. Aksine, derhal, "kendimi muhayyer kıldım, nikâhı da bozdum" de­melidir. Böyle deyince, erteleme nedeniyle muhayyerlik hakkı bâtıl olmaz. Nikâh hakkında bilgisi olmayan, bu konudaki bilgi kendisine sonradan ulaş­tırılan kadının da aynı şekilde derhal "razı değilim" veya "nikâhı feshettim" demesi gerekir. Ancak öksürük veya hapşırma nöbetine tutulmak gibi bir zaruret durumu bundan müstesnadır. Bu durumda öksürük ve hapşırması sona erince feshettiğim söylemelidir. Buluğa ermesiyle kendini muhayyer kı­lışının arasına; kocasına soru sormak veya mehir hakkında soru sormak ve­ya kendini muhayyer kılışına şahit olmaları için çağırdığı şahitlere selâm vermek gibi bir fasıla koyarsa, bir görüşe göre muhayyerliği bu nedenle bâ­tıl olur. Bir diğer görüşe göre ise bâtıl olmaz. Ehl-i tahkik olan âlimler bu nedenlerle, özellikle şahitlere selâm vermesi nedeniyle muhayyerlik hakkı­nı bâtıl olmayacağım, çünkü konuşmazdan önce selâm vermenin matlub ve makbul olduğunu söylemektedirler.

Küçük yaştaki kadin bakire değil, fakat dul ise, yani buluğa ermeden kocası kendisiyle cinsel temas kurmuşsa veya nikâh akdinin yapılışından önce dul idiyse, hayız kanamasını gördüğünde susmuş olmakla aradan çok uzun bir zaman geçmiş olsa bile muhayyerliği bâtıl olmaz. Çünkü bu kadının bü­tün ömrü boyunca muhayyerlik hakkı saklıdır. Ancak kocayı beğendiğini açıkça söylerse veya kendini kocasına verirse veya kocasını öper veya onu ellerse, muhayyerlik hakkı bâtıl olur. Ama zorlanarak, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân verdiğini söylerse, sözü doğrulanır. Çün­kü olayın dış görüntüsü de onun sözünü doğrulamaktadır.

Küçük yaştaki erk^k de babası veya dedesi tarafından kendi dengi ol­mayan bir kadınla evlendirilmiş ise, küçük yaşta evlendirilen kadının hük­müne tâbi olur. Meselâ büyük kardeş, kendi küçük kardeşini, kendisinden seviyece daha düşük bir kadınla evlendidrse, küçük kardeş buluğa erdiğinde bu evliliği feshetme muhayyerliğine sahip olur. Bundan da anlıyoruz ki denk­lik, her ne kadar erkek tarafından nazar-ı itibâra alınmasa da küçük yaşta olması halinde nazar-ı itibâra alınır. Şu da var ki, küçük yaştaki kadın gece yarısında hayız kanaması görür ve şahit bulundurma imkânı bulamazsa, derhal kendini muhayyer kılıp akdi feshetmesi, sonra da gün doğar doğmaz başka­larını şahit tutması gerekir. Ancak şahitlere, geceleyin kanama gördüğünü açıkça söylememesi, aksine, "sadece buluğa ermiş olmakla akdi feshettim, şahit olun" demesi gerekir. Ya da, "şahit olun ki, ben şu anda buluğa ermiş vaziyetteyim. Salt buluğ nedeniyle akdi feshettim" demeli, fakat geceleyin buluğa erdim" dememelidir. Böyle derse muhayyerlik hakkı bâtıl olur.

Görüldüğü gibi bu anlatılanlar, zaruret halinde sözkonusudur. Şu da var ki, vasî, küçük yaştaki erkeği ve kızı evlendiremez. Bu küçüklerin baba­sı, evlendirilmelerini kendisine vasiyet etmiş olsun olmasın, aynı hüküm ge­çerlidir. Bilindiği gibi kadının asabe veya zevi'l-erhamdan velîsi yoksa, velîsi sultan veya küçük yaştaki kızı evlendirme konusunda sultandan izin almış olan kadıdır. Küçük yaştaki kadın, kadısı bulunan bir mıntıkada kendi ken­dini evlendidrse, yapılan nikâh akdi, kadı'nın onaylamasına kadar askıda kalır. Kadı onaylarsa geçerli, onaylamazsa geçersiz olur. Bazıları derler ki: Bu nikâh akdi askıda kalır. Buluğa erdikten sonra onaylarsa geçerli olur.

Bakire olsun olmasın, hiç kimse buluğa ermiş olan kadını evlenmeye zor-jayarnaz. Nikâhlanabilmesi, velîsine bağlı değildir. Dengi olması şartıyla, di­lediği bir erkekle evlenebilir. Aksi takdirde velî, itirazda bulunarak akdi feshedebilir. Kadının aynı derecede velîleri bulunup da bunların birkaçı bu evliliğe razı olurlarsa, hepsi razı olmuş gibi olur. Artık itiraz geçersiz olur. Ama velîlerden hiç biri bu evliliğe razı olmazsa, içlerinden kadına en yakın olanı fesih yetkisine sahip olur. Velîsi kadını evlendirirken ondan izin iste­meli, meselâ ona, "falan kişi seni istiyor, ne düşünüyorsun? demelidir. Eğer iznini almadan evlendirirse, sünnete muhalefet etmiş olur. Akid sahih olur, ama kadın razı oluncaya kadar geçerli olmayıp askıda kalır.

Bakire kadının, evlenmeyi kabul ettiğini açıkça belirtmesi şart değildir. Susarak, tebessüm ederek, işi alaya almayacak şekilde gülerek veya sevinç dolayısıyla ağlayarak razı olduğunu gösterir bir davranışta bulunması da yeterli olur. Ama yüzüne vurmak gibi, razı olmadığına işaret eden bir davranışta bulunması halinde razı olmuş sayılmaz. Velîsinin veya velîsinin vekil, ya da elçisinin kendisini evlendirmesi, ya da velîsinin kendisini evlendirip de bilâ­hare velîsinin elçisi, ya da âdil olması şartıyla akidle ilgisi olmayan yabancı bir şahsın, kadının kendisine haber vermesi durumunda; kadın, Önce belirti­len şekilde razı olduğuna delâlet eden bir davranışta bulunursa, bu, akdin geçerli kılınması demek olur. Ama kendisinin izin ve rızâsı olmadan velîsin­den başka biri tarafından evlendirilir ve sonra da, yukarıda belirtilen şekilde kendisine haber verilirse -buna fuzulî nikâh denir- akdin geçerli olması için susması yeterli olmaz. Aksine razı olduğuna açıkça delâlet eden bir söz söy­lemesi veya davranışta bulunması gerekir. Fiilî delâlet, kendi mehrinİ iste­mesi, susarak veya mukabelede bulunarak tebrikleri kabul etmesi, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân vermesi ve benzeri davranış­larda bulunmasıdır. Velîsi veya başkası tarafından evlendirilen bekâr erkek de bakire kız gibi olup, bunun da evlenmeye razı olduğunu sözlü olarak açık­laması veya bu anlamda bir davranışta bulunması gereklidir.

Bakire, hiç mi hiç cinsel ilişkide bulunmamış kadının unvanıdır. Böyle bir kadına, gerçek bakire denir. Hoplayıp sıçrayarak ve kuvvetli bir hayız kanaması görerek, yaralanarak veya fazlaca yaşlanarak bekâreti giden ka­dın da gerçek bakiredir. Sahih veya fâsid bir akidle evlenip de kocasıyla ger­değe girmeden veya tenha bir yerde buluşmadan boşanan, ya da kocası ölen veya kocasının cinsel iktidarsızlığı yahut hadımlığı nedeniyle kadı tarafın­dan araları ayrılan kadın da gerçek bakiredir. Ama zîna nedeniyle bekâreti­ni yitiren kadın hükmen bakiredir. Böylesi kadınların bekâretleri gitmiş olsa bile, bakire sayılırlar. Bu, zinanın tekerrür etmemesi ve haddin de tatbik edil­memesi durumunda böyledir. Aksi takdirde kadın, dul sayılır. Dul, sahih veya fâsid bir nikâha dayanılarak, şüphe sonucunda veya bir defa olsa bile, sonunda had tatbik edilen bir zina ile, ya da tekerrür etse bile sonunda had tatbik edilmeyen bir zina ile, kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadındır.

Mâlikîler dediler ki: Mücbir velî küçük yaştaki kadım, buluğa er­miş olsun olmasın, bakire olsun olmasın, deliliği kesintisiz ve aralıksız olan deli kadını zorlama ve cebretme yetkisine sahiptir. Ama dul kadının deliliği bazı aralıklarla baş göstermekteyse velîsi, ancak ayildığında kendisinden izin aldıktan sonra onu evlendirebilir. Velî, bakire olan akıllı ve bâliğa kadını da cebretme yetkisine sahiptir.

Bakire, sahih bir nikâh akdi veya zina haddine engel, fâsid bir nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas sonucu bekâretini yitirmiş olmayan kadındır. Ama zina nedeniyle kuvvetli görüşe göre zina birkaç kez yapılmış olsa bile-, ya da yaş ilerlemesi veya bir yere çarpma gibi bir nedenle bekâre­tini yitiren kadın da yine bakiredir. Velîsi, evlenme konusunda bu kadın üze­rinde cebretme yetkisine sahiptir. "Seni reşid kıldım" veya, "elini salıverdim", "üzerindeki kısıtlılığı kaldırdım" ve bunlara benzer bir sözü söyleyerek re-sid olduğu ve üzerindeki kısıtlılığın kaldırılmış olduğu ilân edilerek babası veya vasisi tarafından reşid kılınan kadın bu hükümden istisna edilmiştir. Bunun reşidliği, ikrarıyla veya beyyineyle sabit olur. Bu durumdaki kadını velîsi cebredemez. Bu, sözü edilen nikâhla bekâretini yitiren dul kadın gibi­dir. Bu kadınların, izin ve rızâları olmadan evlendirilmeleri sahih olmaz. Baba veya onun yerine geçen birisi, bakire plsun olmasın küçük yaştaki kızını ev­lendirebilir. Sahih bir nijcâha dayanılarak yapılan bir evlilik nedeniyle baki­reliğini yitirir, sonra boşanırsa ve halâ buluğa ermemişse, yeniden evlendirilmesi sözkonusu olduğunda.babasıveyababasımn yerine geçen kişi tarafından evlenmeye zorlanabilir. Ama boşandıktan sonra babasının yanın-dayken buluğa ererse, bir görüşe göre babası, onu evlenmesi söz konusu ol­duğunda, zorlayabilir; diğer bir görüşe göre zorlayamaz. Yine baba, ayılıp aklı başına gelmeyen deli kızının üzerinde cebir kullanabilir. Akıllı olan bâ­liğa ve bakire kızının üzerinde de cebir kullanabilir. Denkleri olsun olmasın, mehr-i misil ile olsun olmasın, bunları dilediği bir kimseyle evlendirebilir. Yalnız buruk, iktidarsız, alaca, köle gibi şahıslarla evlendirmemesi şarttır. Bu durumda kızlarına karşı zor kullanamaz. Aksi takdirde zorlanarak ev­lendirilmiş olan kız, nikâh akdini feshetme yetkisine sahip olur.

Bilindiği gibi, bir kadını evlendirmek üzere vasî tâyin edilmiş olan kişi, her ne kadar bu kadına karşı cebir kullanma yetkisine sahipse de, az önce belirtilen şarta ek olarak bu kadını fâsık bir erkekle evlendirmemesi de ge­reklidir. Kadının mehri de emsali kadınların mehrinden eksik olmamalıdır.

Baba olsun babanın atadığı vasî olsun, mücbir olan velî, zina yapma­sından, şiddetli bir zarara veya ölüme mâruz kalmasından korktuğu sürekli olarak deli halde bulunan erkek çocuğunu -evlenmesi zorunlu olup bu tehli­kelerden kurtulması için tek çıkar yol ise- evlenmeye zorlayabilir. Bunun ba­bası veya babası tarafından atanan vasîsi yoksa, buluğu da deliliğinden önce olmuş ise, hâkim tarafından evlendirilir. Baba veya vasîsi, küçük yaştaki er­kek çocuğu da şerefli veya zengin bir kadınla, ya da amcası kızıyla evlendir­mek gîbi bir maslahat nedeniyle de evlenmeye zorlayabilirler. Bunlar, sefihe karşı cebir kullanabilirler mi, kullanamazlar mı? Zina yapmasından korkulursa, kesin olarak onu zorlayabilirler. Evlenmesi bir mefsedete yol açacak-sa, ona karşı zor kullanmaları asla sahih olmaz. Ama evlenmesi bir mefsedete yol açmayacaksa ve zina yapmasından da korkulmuyorsa, cebir kullanıp kul­lanamayacakları hususunda ihtilâf vardır. Kuvvetli görüşe göre. ona karşı cebir kullanamazlar. Yanlarında verecek mehir yoksa, babanın vermesi ge­rekir. Baba ölürse, terekesinden alınır. Ama yanlarında varsa, bu mehir ken­dilerinden alınır. Vasî ile hâkim de baba gibidirler.

Mücbir olmayan velîye gelince, o, meşhur görüşe göre hiçbir halde bunları evlendiremez. Evlendirirse, gerdeğe girilmiş ve aradan uzun zaman geçmiş olsa bile nikâh akdi mutlaka feshedilir. Bir görüşe göre, gerdeğe girilmiş ve aradan uzun zaman geçmişse feshedilmez. Mücbir olmayan velî, kendi vela­yeti altında bulunup da büyük yaşta olan akıllı kadınları, izin ve rızâlarını alarak evlendirme yetkisine sahiptir. Bu velî küçük yaştaki kızı veya onun gibi birisini evlendirme yetkisine sahip değildir. Çünkü velî, ancak kadın­dan izin alıp kadının razı olmasından sonra onu evlendirebîlir. Küçük yaşta­ki kızın izni ise geçerli değildir. Buluğa erinceye kadar bekâr kalır. Yalnız Mâlikîler, kendisiyle evlenilmesi arzulanan bir yaşa gelmiş olup canından veya malından yana endişe edilen küçük yaştaki öksüz kızı bu hükümden istisna etmişlerdir. Bazı Mâlikîler bu yaşı on olarak takdir etmişlerdir. Kuvvetli gö­rüşe göre yaş tâyini gerekmez. Bunda esas alınacak husus, onun canından veya malından yana endişe edilir olmasıdır. Endişe edilmesi durumunda, ra­zı olsun olmasın, velîsi, kendisini evlenmeye zorlayabilir. Ancak nikâhtan önce velînin kadıya danışması gerekir. Danışmadan nikâh akdini yaparsa, bu akid gerdekten önce feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse, aradan uzun za­man geçmemiş olsa bile, nikâh sahih olur. Canından veya malından yana endişe duymadığı halde, mücbir olmayan velîsi tarafından evlendirilir, ko­cası gerdeğe girer, beraberlikleri uzun süre devam ederse -ki bu süre üç yıl olarak takdir edilmiştir- nikâh sahih olur. Ama bu süreden daha az sürerse feshedilir.

Mücbir olmayan velî, dul olsun bakire olsun büyük yaştaki akıllı kadı­nı, önce belirtildiği minval üzere, izin ve rızâsını alarak evlendirebîlir. Sonra eğer kadın bâkireyse, susması razı olduğunun işareti sayılır. Bundan sonra velînin kendisine: "Cevap vermeyip susman, verilecek olan mehre ve eş ola­rak seçilen kocaya razı olman anlamına gelir" demesi mendubtur. Ama ka­dın nefret eder veya menederse, evlendirilmesi sahih olmaz. Güler veya ağlarsa, bu, onun razı olduğunun işaretidir. Ancak ağlamasının, evlenmeyi reddetti­ği anlamında olduğuna dâir bir karîne bulunursa, evlendirilmesi sahih ol­maz. Dul kadının ise düşüncelerini sözle açığa vurması gerekir. Razı olduğunu ve velîsine, kendisine ismini verdiği kimseyle evlenme akdi yapması için emir verdiğini açıkça belirtmesi gerekir. Babası veya babasının atamış olduğu va­sî tarafından reşid kılınan bakire kız da dul kadın statüsündedir. Onun da evlenmeye razı olduğunu açıkça söylemesi gerekir. Evlenmesi babası tara­fından engellenen bakire kız, durumunu hâkime arzeder ve kendisini evlen­dirmesini isterse, bu durumda içindekini sözlü olarak açıklaması gerekir. Hâkim babasına emreder ve babası da onu evlendirirse, artık kızdan izin al­masına ihtiyaç yoktur. Çünkü babası, mücbir velîdir. Olup bitenler nedeniyle bu niteliğini yitirmez. Mücbir olmayan velîsi tarafından ticâret malı karşılığında evlendirilen bakire kızın -bu kız eğer ticâret malını mehir olarak kabul etmeyen bir kavimdense- mehir olarak ticâret malını kabul ettiğini açıkça bildirmesi gerekir. Verilen ticâret malı, mehrin tamamı da olsa, bir kısmı da olsa, hüküm aynıdır. Kocaya gelince, onun susması, razı oluşu bakımın­dan yeterlidir. Ayıplı ye kusurlu Jbir erkekle evlendirilmesi de kadına mu­hayyerlik hakkı doğurur. Önce de belirtildiği gibi mücbir velîsi tarafından evlendirilse bile, bu kocaya razı olduğunu açıkça söylemesi zorunludur. Ken­disinin izni olmadan gayr-ı mücbir velîsi tarafından evlendirilen ve evlendi­rildiği de bilâhare kendisine haber verildiğinde razı olan kadının, mutlaka "razı oldum" demesi zorunludur. Fuzulî nikâh işte budur. Bu nikâh, ancak şu sayacağımız şartlar muvacehesinde sahih olur:

1- Nikâh akdi, kadının ikâmet ettiği şehirde yapılmış olmalıdır.

2- Akdin yapılışından hemen ve kısa bir zaman sonra haber kendisine ulaştırılmış ve kendisi de araya zaman koymaksızın razı olmuş olmalıdır. Akid-den sonraki kısa süre, en fazla üç gün olarak takdir edilmiştir. Nikâhın kı­yıldığını üç günden sonra öğrenirse sahih olmaz. Akid yapılır yapılmaz kendisine haber verilir, ama üç gün geçinceye kadar bu akde razı olduğunu duyurmazsa, nikâh yine sahih olmaz.

3- Akdi yaparken velî, bu akdi yapmaya izinli olmadığını açıkça belirt-memelidir. Bu hususu açıkça belirtirse sahih olmaz ve kıyılan nikâh-da itti­fakla fesholunur.

4- Kadın evlendirildiğim duyduğu anda, akdi reddetmiş olmamalıdır. O anda reddeder, sonra da onaylarsa akid sahih olmaz.

Mücbir olan veya olmayan velî, kendi velayeti altındaki bir kadını, be­ğendiği bir erkekle evlenmekten meneder -ve damat adayı da kadının dengi ise- velilik, daha uzaktaki birine intikal etmez. Ancak kadın menetme nede­nini kendisinden sorması için velînin yaptıklarını hâkime bildirir. Velî, hâ­kime mâkul bir sebep gösterirse, hâkim, kadını tekrar onun velayetine bırakır. Mâkul bir sebep gösteremezse, kadını evlendirmesini ona emreder. Yine de evlendirmeye yanaşmazsa, kadını hâkimin kendisi evlendirir. Kadın kendi­ne denk olan bir erkeği ister, velîsi de kadının yine kendisine denk bir başka erkekle evlenmesini isterse, kadının istediği erkekle akid yapılır.

Mücbir olmayan velî, bu isterse dul veya reşid olmuş bakire kızına nis-betle bir baba olsun, ya da velayeti altındakilerinin tümüne nisbetle baba dışındaki bir velî olsun, talipli çıkan ilk denk erkeği reddetmekte menedici (adıl) sayılır.

Baba olsun, babanın atadığı vasî olsun, mücbir olan velîye gelince; bu, talipli çıkan denk erkekleri defalarca reddetmiş olsa bile, menedici sayılmaz. Ancak kasıtlı olarak menettiği tesbit edilirse, o zaman menedici sayılır. Yoksa sadece talipliyi menetmesi, menedici olduğuna delâlet etmez. Belki de kendi bildiği bir maslahattan ötürü menetmiştir. Baba, diğer insanlara nisbetle kı­zına en fazla şefkat gösteren kişidir. Ama bir kerecik olsun zarar verme kas­tıyla menettiği saptanırsa, hâkim kızı evlendirmesini emreder. Bu emre uymazsa, hâkimin kendisi evlendirir.

Şâfiîler dediler ki: Mücbir velî; küçük yaştaki kızı, büyük olsun kü­çük olsun deliyi, akıllı ve bâliğa olan bakire kızı, izin ve rızâlarını almaksı­zın evlendirebilir. Ancak bunu yapabilmesi için yedi şart gereklidir:

1- Kendisiyle, velayeti altındaki kadın arasında açık bir düşmanlık bu­lunmamalıdır. Ama aralarındaki düşmanlık alenî değilse, velilik hakkı düşmez.

2- Kadınla damat adayı arasında, mahalle halkınca bilinen ne açık, ne de gizli bir düşmanlık bulunmamalıdır. Kadını, kendisinden hoşlanmayan veya kendisine kötülük yapmak İsteyen bir erkekle evlendirirse sahih olmaz.

3- Koca, kadının dengi olmalıdır.

4- Mâlî durumu müsait olup, mehir vermeye muktedir olmalıdır.

Nikâh akdinin sahih olması için bu şartların bulunması zorunludur. Kadın evleneceği kocayı beğenip de evlendirilmesi için gerekli izni vermemişse, bu dört şarttan birinin gerçekleşmemesiyle birlikte yapılan nikâh akdi bâtıl olur.

5- Mücbir velî, kadını mehr-i misil ile evlendirmelidir.

6- Verilen mehir, kadının bulunduğu beldedeki nakitten olmalıdır.

7- Mehir, veresiye değil, peşin olmalıdır.

Bu üç şart ise, velînin akdi yapmasının caiz olması için gerekli şartlar­dır. Bu şartlar tahakkuk etmeden velînin nikâh akdini yapması asla caiz ol­maz. Yaptığı takdirde akid sahih olur, ama kendisi günahkâr olur. Şu da var ki, mehrin peşin ve kadının bulunduğu beldenin nakdinden olması şart­ları, mehrin veresiye olması veya ticâret mallarını mehir vererek beldenin nakdi dışındaki şeylerle evlenilmesi biçiminde geçerli ve carî bir âdetin mevcut ol­maması durumunda söz konusudur. Ama bu yolda carî bir âdet varsa, me­hir veresiye de olsa, kadının bulunduğu beldenin nakdinden olmasa da caiz olur.

Anılan şartların tahakkuku durumunda baba veya dede; büyük olsun, küçük olsun; akıllı olsun, deli olsun, bakire kıza karşı cebir ve zor kullana­bilirler. Ama akıllı ve bâliğa ise, gönlünü hoş etmek için kendisinden izin istenilmesi sünnet olur. Kadın sarhoş olsa bile, kendisinden izin istenilmesi sünnettir. Çünkü sarhoşluk, onu mükellefliğin kapsamı dışına çıkarmaz. Bun-'ar, mücbir velîye özgü yetkilerdir.

Mücbir olmayan velîye gelince; bu, daha önce söz konusu yapılan ase-beler, azâd eden ve sultan gibi baba ve dede dışındaki velîlerdir. Mücbir ol­mayan velî, kendi velayeti altındaki kimseleri, izin ve rızâlarını almadan evlendirme yetkisine sahip değildir. Evlendirilecek olan kadın, buluğa ermiş bakire biriyse, rızâsı, kendisin­den evlendirilmesi için izin istenildiğinde razı olmadığına dâir bir karîne bu­lunmadıkça, susmasıdır. Bağırıp çağırma veya yüzünü tokatlama gibi davranışlar ise razı olmadığına dâir karinelerdir. Bu, onun kocaya nisbetle razı olması veya olmaması hakkındadır. Mehre nisbetle razı oluşuna gelin­ce evlendirilmesi eğer mehr-İ misilsiz veya beldenin nakdinden başka bir şe­yin mehir olarak verilmesi biçimindeyse, razı olduğunu açıkça bildirmesi gerekir. Kuvvetli olan görüş budur. Bazıları derler ki: Velî mücbir değilse bakirenin susması yeterli olmayıp aksine, kocayı ve mehri beğendiğini açık­ça bildirmesi gerekir. Evlendiren kişi mücbir baba veya başka bir velî olsa bile dul kadının, rızâsını açıkça bildirmesi gerekir.

Dul, haram ya da helâl bir cinsel temas sonucu bekâretini yitirmiş olan kadındır. Yaş ilerlemesi, ameliyat veya hastalık gibi başka bir arıza nedeniy­le bekâretini yitiren kadın işse bakire sayılır. Mak'adtan yapılan cinsel temas sonucu bekâretini yitiren kadın da aynı şekilde bakire sayılır. Bu hüküm, akıllı ve büyük yaştaki dullar için söz konusudur. Akıllı ama yaşı küçük olan dula gelince, baba ve dede dışındaki velîlerin hiç bir durumda bunu evlen­dirmeleri sahih olmaz. Zîra dulun evlendirilmesi, kendisinin izin ve rızâsı şar­tına bağlıdır. (Dul bile olsa) küçük yaştaki kadının vereceği izin geçerli değildir. Buluğa ermedikçe evlendirilemez. Küçük yaştaki kadın öksüz olup babası yoksa, malî alandaki velayeti kendi şahsına intikal eder. Evlendirilmesinde yetki, hâkimindir. Hâkimin onu evlendirmesi ise ancak iki şartla sahih olur:

1- Kadın, buluğa ermiş olmalıdır. Zîra buluğa ermeden evlenmeye ihti­yacı yoktur.

2- Buluğa erdikten sonra nafaka veya hizmete muhtaç bulunmalıdır. Öyle ki, evlenmeden ihtiyacı giderilemez olmalıdır.

Hanbelîler dediler ki: Mücbir velî, küçük yaştaki bakireye ve do­kuz yaşından küçük dula karşı cebir kullanabilir. Dokuz yaşını geçmiş dul kadına gelince, ona karşı cebir kullanamaz. Çünkü o kadının izni geçerlidir. Mutlaka izin vermesi gereklidir. Mücbir velî, akıllı olsun, deli olsun buluğa ermiş olan bakireye karşı da cebir kullanma yetkisine sahiptir. Baba bunları izin ve rızâlarını almadan evlendirebilir. Ancak ayıplı ve kusurlu erkeklerle evlendiremez. Evlendirdiği takdirde kadın »evliliği feshetme yetkisine sahip olur. Ayıp ve kusurlar bölümünde de anlatıldığı gibi, buruk, iktidarsız veya felçli birisiyle evlendirirse, kadın, evliliği feshetme hakkına sahip olur. Bu­luğa ermiş, ya da dokuz yaşına varmış dul kadına gelince, onu izin ve rızâsı olmadan evlendirmek sahih olmaz.

Dul, sahih veya fâsid bir nikâh, ya da zina nedeniyle vaginasından cin­sel temas kurularak bekâretini yitiren kadındır. Başka yollarla, meselâ mak'-adından cinsel temas kurularak, veya Jıastalanma, ya da yaş ilerlemesi gibi başka bir arıza nedeniyle bekâretini yitiren kadın, bakire sayılır. Bakirenin evlenmeye razı olduğunun alâmeti, susmasıdır. Dulun rızâsı ise, ancak razı olduğunu söylemesi ile tahakkuk eder. Mücbir velînin, izni geçerli olan ka­dından, meselâ buluğa ermiş veya dokuz yaşına varmış olan akıllı ve bakire kadından izin istemesi sünnettir. Mücbir olmayan velîye gelince, bu, velaye­ti altında bulunup akıllı olan dokuz yaşındaki küçük kadını veya yası büyük olanı, izin ve rızâlarını almadan evlendiremez. Dokuz yaşından küçük olan veya yaşı büyük olduğu halde sürekli deli olan kadınlara gelince, bunlar ev-lendirilemezler. Çünkü bunların evlendirilmeleri, izin vermeleri şartına bağ­lıdır. Bunların verecekleri izinse geçerli değildir. Hanbelîler aynı zamanda hâkimin mücbir velî olduğu görüşündedirler. Evlendirilmeleri gerekiyorsa, bunları evlendirebilir.  Mücbir olmayanvelî, evlendireceği kadından izin isterken kocayı, adı­nı, lakabını» mansıbını, makamım ve nesebini söyleyerek belirtmelidir ki, kadın yapmakta olduğu evliliğin ve kocanın hakkında eksiksiz bilgiye sahip olsun. Kocadan mübhem olarak bahsedildiği takdirde evlilik akdi sahih olmaz. Mehirden söz etmek şart değildir.



[1] zanyât: 19

[2] Muvattâ, Hûsno'i-Huik.16

[3] Hucurat: 10

[4] Müslim, Vasiyye, 1, 4; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 1; Tirmîzî, Vasâyâ, 3

[5] Kasas: 29

[6] A'râf:83

[7] Nisâ:22

[8] Bakara: 230

[9] Buhârî, Talâk, 7

[10] Bakara: 230

[11] Tirmîzî, Nikâh, 15

[12] Nisa: i

[13] Âı-i İmrân: 102

[14] Ahzâb-. 70-71

[15] EbûDâvûd, Nikâh, 19; Tirmizi, Ni­kâh, 5

[16] Buhârî, Nikâh, 36; Ebü Dâvud, Nikâh, 19