Yakın Velî Dururken Uzak Velînin Evlendirmesi
Veli'nin, Evlendirme
Hususunda Başkasını Vekil Tâyin Etmesi
Velî'nin Kitab Ve Sünnetten Delili
Kendileriyle Evlenilmesi Sahih Olmayan Kadınlar
Hısımlık Nedeniyle Haram Olma'nın Ne İle Sabit Olacağı
İkisi Birlikte Aynı Kocanın Nikâhı Altinda Bulunamayacak
Kadınlar
Din Ayrılığı Nedeniyle Kendileriyle Evlenilemeyecekolan
Kadınlar
Üç Talâkla Boşandıkları İçin Haram Olan Kadinlar Ve Hülle
Yaptıran Erkek
Nikâh Kıyarken Bir Şart Koşmak Veya Nikâhı Gelecek Zamana
Bağlamak
Muvakkat Nikâh Veya Mut'a Nikâhı
Mehrin Kısımları, Halvet Ve Fâsid Nikâh
Mehr-İ Misil Takdir Edilecek Yerler
Eşlerin Mehirde Hîbe, Bey' Ve Benzer Tasarruflarda
Bulunmaları
Mehrin Telef Olması Durumunda Onu Kim Tazmin Edecektir?
Mehrin Ayin Olması Ve Onda Fazlalık Ya Da Eksilmenin Vuku
Bulması
Mehrin Peşln Veya Vadeli Olması
Kocanın Mehri Ödemekten Âciz Kalmasi
Koca, Kendi Karısıyla Sefere Çıkabilir
Eşlerin Mehirde İhtilâfa Düşmeleri
Gizli Ve Aşikâr Mehir İle Kocanın Verdiği Hediyeler Ve
Kadinin Çeyizi
Önce belirtilen sıraya
bağlı kalınarak, velîlerin evlendirme akdi yapma hakları sabittir. Hak sahibi
dururken, sırası gelmemiş olan velînin evlendirmesi halinde yapılan akid sahih
olmaz.
Yakın velînin ortada
bulunmaması veya evlenmeyi engellemesi ve mezheblere göre aşağıda anlatılan
diğer bazı durumlarda velilik, uzak velîye
intikal eder.
(27) Malikîler dediler
ki: Uzak ve yakın velîsi bulunan bir kadını, yakını dururken uzak velîsi
evlendirirse, yapılan nikâh akdi sahih olur. Meselâ hem kardeşi, hem de amcası
bulunan bir kadını, amcasının evlendirmesi halinde yapılan nikâh akdi sahih
olur. Yine hem babası, hem oğlu bulunan bir kadını, babasının evlendirmesi
halinde yapılan nikâh akdi sahih olur. Yine hem babası hem oğlu bulunan bir
kadını, babasının evlendirmesi halinde yapılan nikâh sahih olur. Bu, mücbir
olmayan velîlerde söz konusudur. Mücbir velîye gelince; bu ister baba, ister
babanın atadığı vasî, ister efendi olsun, kendisinin bulunması halinde başka
velînin yapacağı evlendirme akdi, bir durum dışında sahih olmaz. O tek durum da
şudur: Mücbir velînin babası, kardeşi, oğlu veya dedesi bulunduğunu; bunların
tümüne veya bunlardan birine, kendisinin işlerini yürütmesi için yetki ve
vekâlet verdiğini, bu yetki ve vekâlet verişinin de beyyine ile sabit olduğunu,
yani vekile: "Bütün işlerimde sana yetki verdim" veya "bütün
işlerde seni yerime geçirdim" dediğini farzedelim. Yetkili kıldığı
vekilinin bu durumda, onun kızını kendisinden izin almaksızın evlendirmesi caiz
olur. Ancak evlendirme akdi, mücbir velînin haberdar olması anında onaylaması
şartıyla geçerli olur. Evlendirme akdinin yapılışıyla mücbir velînin
onaylaması arasındaki zamanın uzun olmaması şarttır. Bazıları, bunun şart
olmadığını söylemişlerdir. Mücbir velî, kendi işlevine bakması için yabancı
birine yetki verir, o yabancı da kendisinden izin almadan kızım evlendirirse,
bu sahih olmaz ve velî onaylasa bile nikâh akdi feshedilir. Mücbir velî, anılan
akrabasından birine kendi ikrarıyla yetki verirse, yetkili kılınan kişinin,
kendisinden izin almadan kızım evlendirmesi yine sahih olmaz. Aksine, yetki
verişin beyyineye dayandırılması gerekir. "Mallarımı teslim alma işini
sana havale ettim" derse; yetkili kılınan şahsın, yetki verenden izin
almaksızın onun kızını evlendirme akdini yapması sahih olmaz.
Yetki verdikten sonra,
yapılan akdi velînin onaylaması zorunlu olur mu, olmaz mı? Bu sorunun cevabı
şudur: Kızımın nikâh veya evlendirilme akdini yapman için seni yetkili
kıldım" demişse, kızının evlendirilme akdi, kendisinin onayına gerek
kalmaksızın geçerli olur. Bu hükümde ittifak vardır. Ama yetki verirken nikâh
veya evlendirme kelimelerini telâffuz etmemişse, yapılan nikâh akdinin geçerli
olması için onayına gerek kalıp kalmayacağı konusunda iki görüş vardır. Mûtemed
görüşe göre, nikâh akdinin geçerli kılınması için velînin onayı gereklidir.
Bu, mücbir olmayan velînin, mücbir velî veya onun yerine geçen birinin, kızının
nikâh akdini kendisinden izin almaksızın yapmasının sahih olduğu durum idi.
Mücbir velî hazır olmayıp uzak bir yerde bulunur,nafakası kesildiği veya ırzını
koruyacak biri bulunmadığı için kadının kötü yollara düşeceğinden korkutursa,
hâkim evlendirebilir ve nikâh akdi de feshedilmez. Mücbir velî hazırda olmayıp
yakın bir mesafede bulunmaktaysa ve hazırda olmayışı da vekâleti altındaki
kadına bir zarar ulas-tırmıyorsa, ne hâkimin, ne de başkalarının bu kadını
evlendirmeleri sahih değildir. Evlendirirlerse, velî onaylasa ve kadın bir kaç
çocuk doğurursa bile nikâh akdi sahih olmaz. Uzak mesafe, kadın ile mücbir
velînin ikâmet etmekte oldukları beldeler arasındaki dört aylık mesafedir.
Örneğin kadının Medine-i Münevvere'de, velîsinin de Tunus'un Kayrevan kentinde
bulunması gibi. Bazı kimseler uzak mesafeyi, üç aylık mesafe olarak takdir
etmişlerdir. Mısır'la Kayrevan arası gibi. Bu takdir, geçmişteki ulaşım güçlüğü
nazar-ı itibara alınarak yapılmıştır. Ama bugün hâkimin yazışma esâsına göre
hareket etmek sahih olur. Hâkim, evlendirilmesi için kendisini vekil tâyin
etmesi hususunda velîye yazı yazar. Eğer velînin hazırda bulunmayışı nedeniyle
kadın zarara uğrayacaksa, velîye rağmen hâkim onu birisiyle evlendirir. Ama
kadın bir zarara uğrarr.ayacaksa, hâkim velînin gelişini bekler.
Baba veya babanın
atamış olduğu vasînin yitirilmeleri halinde, tıpkı bu ikisinin uzak bir
mıntıkada gâib olmaları durumunda olduğu gibi, velîlik hâkime intikal eder.
Bazıları derler ki: Velîlik, hâkime değil de uzaktan velîye intikal eder. Ama
bir kısım Mâlikîler, birinci görüşü doğru bulmuşlardır. Mücbir velî hapsedilir
veya kesintili olarak delirirse, kendisinin izni olmadan kızı evlendirilemez.
Deliliği sürekliyse, veliliği düşer, velîlik uzaktan velîye intikal eder. Aynı
şekilde mücbir velînin yaşı küçükse, bunak veya köle ise, velîlik uzaktaki
velîye intikal eder.
Fâsıklık dolayısıyla
velilik düşmez. Ama en mükemmeli, veliliği aynı mertebede bulunan iki velîden
fâsık olmayanının üstlenmesidir.
Özetlersek, mücbir
olmayan velîler arasında sıraya riâyet etmek şart değil, mendubtur. Mücbir
velîye gelince, bilinen tafsîlata göre onun varlığı zorunludur. Denebilir ki:
Mücbir olmayan velîler arasında sıraya riâyet etmek şart değildir, diyorsunuz.
Bilindiği gibi Mâlikîler, müslümanların umûmî veliliklerini kabul
etmektedirler. Yani müslümanlardan her biri velîdir. Şu halde kadının, herhangi
bir müslüman ferd aracılığıyla evlenmesi sahih olur. Yani kardeş, amca gibi
mücbir olmayan özel velîsinin mevcudiyetine rağmen, herhangi bir müslümanın
aracılığıyla evlenebilir. Bu caiz olur mu? Buna cevaben deriz: Mal, güzellik
ve yüksek bir soy sahibi olmaması ki böylesine denîe kadın denir- şartı ile
bulûğa ermiş akıllı bir kadının böyle yapması sahih olur. Yapmış olduğu âkid,
mücbir olmayan velîlerinin mevcudiyetine rağmen kocası kendisiyle gerdeğe
girmiş olsun olmasın geçerli olur.
Ama kadın mal,
güzellik ve neseb sahibiyse, nikâh akdi sahih olmaz. Buna rağmen evlenirse,
akdin yapılmasından sonra uzun zaman geçmedikçe -bu uzunluk örfe göre takdir
edilir- gerdeğe girilmeden nikâh akdi feshedilir. Bir kavle göre, nikâh
akdinden sonra uzun zaman geçmiş olsun olmasın, gerdeğe girilmemişse akid
feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse, ancak aradan uzun zaman geçmediği takdirde
akid feshedilir. Zamanın uzunluk süresi üç yıllık veya iki doğum yapma
süresiyle takdir edilir. Kadının özel velîsi, yapılan nikâh akdini onaylarsa,
kuvvetli olan bir kavle göre sahih olur. Diğer bir kavle göre sahih olmaz.
(28) Şâfiîler dediler
ki: Velîler arasındaki sıralamaya riâyet etmek zorunlu bir şarttır. Bazı haller
dışında velilik, yakın velîden uzak velîye intikal etmez. Bu halleri şöylece
sıralayabiliriz.
1-
Evlendirme akdini yapma hakkına sahip olan yakın velînin küçük yaşta olması. Bu
çocuk buluğa erer; buluğa erdikten sonra fâsıkhğı gerektiren bir suç işlemezse,
akid yapma hakkı sabit olur. Adaletli oluşunun tesbit edilmesi gerekmez. Ama
buluğa erdikten tam bir sene sonrasına kadar, fâsıkhğı gerektiren bir suç
işlemediği görülerek adaletli oluşu tesbit edilmeden şahitlik yapamaz.
Şahitlikle velilik arasında fark vardır. Çünkü şahitlik yapacak olanın,
adaletli olduğunun tesbitî zorunludur. Velilikte durum bunun tersine, olup,
velilik yapacak olanın fâsık olmadığının tesbiti yeterlidir.
2- Yakın
velînin, kesintili de olsa, deli olması. Uzak velî, evlendirme akdini, yakın
velînin ayık olduğu anlarda değil, ancak deli olduğu anda yapabilir. Ama
deliliği senede bir gün gibi az ise, akdi kendisinin yapması için
ayılma zamanı beklenir. Bu hükümde
ittifak vardır.
3- Yakın
velînin fâsık olması. Tövbe ederse velilik hakkı derhal yeniden doğar. Adaleti
tespit edilecek kadar bir süre beklemesi gerekmez. Zîra velîde aranan özellik,
adaletli olmak değil, fâsık olmamaktır. Ama şahitlerin durumu bundan farklıdır.
Şahitlerin adaletli olmaları şarttır. Bu nedenle fâsık bir kimsenin, tövbe
ettikten sonra bir sene geçmeden şahitlik yapması sahih olmaz. Bilindiği gibi
adaletli olup olmadığı, tevbeden sonra geçen bir senelik zaman içinde
anlaşılacaktır.
4- Yakın
velînin kısıtlılık altında olması. Fâsıklık nedeniyle kısıtlılık altındaysa
velilik hakkı düşer. Sefihlik ve savurganlık nedeniyle kısıtlılık altındaysa;
bazı kimseler böyle bir şahsın, kadını evlendirmede velilik hakkına sahip
olamayacağını, zîra kendi şahsî işlerini düzgünce yoluna koyamayacak birinin,
başkasının işini hiç yoluna koyamayacağım söylemektedirler. Bazı kimseler de
sefihliğin, çvlendirmede velilik yapmaya engel olmayacağını söylemektedirler.
Bazıları bu^görüşü kuvvetli bulurlarken, bazıları zayıf görmüşlerdir. Kuvvetli
görenler, diğer mezheblerle uyum içine girmişlerdir. İflâs nedeniyle kısıtlılık
altına alınmış olan kişinin bu kısıtlılığı, veliliğine engel değildir. Bu
hükümde hiçbir ihtilâf yoktur. Zîra kısıtlılık bir kimseye bir eksiklik
getirmemektedir.
5- Yakın
velînin doğru karar,verme kabiliyetinin bozulması, örneğin, insanların durumunu
araştırıp vasıflarını tanımaktan âciz bırakan müzmin bir hastalığa yakalanması,
aptallaşıp ahmaklaşması gibi.
6- Yakın
velînin kadınla dindaş olmaması. Kâfir bir erkek müslüman bir kadına, müslüman
bir erkek de kâfir bir kadına velilik yapamaz. Kendi dinince yasaklanan bir
eylemde bulunmamış olması şartıyla kâfir bir erkek, kâfir bir kadına velilik
yapabilir. Dindaş olmaları şart değildir. Yahudî erkek, hıristİyan kadına veya
hıristiyan erkek, yahudi kadına velilik yapabilir.
İşte bu durumlarda
velilik, evlendirme akdini yapma yetkisine sahip olan yakın velîden uzak velîye
intikal eder. Şunu da kaydedelim ki, yakın velînin kör olması nedeniyle velilik
uzaktaki velîye intikal etmez. Zîra körün, işiterek insanların durumlarını
bilmesi ve keyfiyetlerim ayırdetmesi mümkündür. Baygınlık da veliliği intikal
ettirmez. Çünkü bayılan kimsenin ayıhp iyileşmesi mümküdür. Yakın velînin hac
ihramında bulunması, veliliği uzaktaki velîye intikal ettirmez.
Bazı durumlarda
evlendirme akdini yapma yetkisi, umumî velayet yoluyla sultana intikal eder.
Bu durumları şöylece sıralayabiliriz:
1- Hac
ihramında bulunmak. Velî, hac İhramında bulunduğu için evlendirme akdini
yapmaya yanaşmazsa, velilik sultana (devlet başkanına) intikal eder. Uzak velî
evlendirme akdi yapamaz. İhramdaki velî, velayeti altındaki kadının evlendirme
akdini yapması için bir kimseyi vekil tâyin ederse; müvekkili ihramdayken
vekilin evlendirme akdi yapması sahih olmaz. Çünkü vekil, müvekkilin yerinde
bulunmaktadır. Vekil akdi yaparsa, akdi yapan müvekkilin kendisi olur.
Müvekkil ihramdan çıkınca vekil, akdi yapabilir. Çünkü müvekkilin ihramdan
çıkmasıyla vekil azledilmiş olmaz.
2- Yakın
velînin seferîlikte, namazı kısaltacak uzaklıktaki bir mesafede bulunması ve
kendisi yokken evlendirme hususunda bir kimseyi vekil tâyin etmemiş olması.
Eğer vekil tâyin etmişse, vekili evlendirme akdini yapar. Vekil bırakmadığı
takdirde hâkim evlendirme akdini yapar, sonra velî gelip "akid yapılırken
ben bu beldeye yakın bir mesafedeyim" derse nikâh sahih olmaz. Geldiğinde,
"ben o kadını hâkimin evlendirmesinden önce evlendirdim" derse, bu
iddiasını doğrulayacak bir beyyine bulunmadığı takdirde hâkimin yaptığı akid
geçerli olur.
3-Velînin
evlenmeyi engellemesi. Kadın, kendisini mehr-i misilsiz olsa bile kendi dengi
olan birisiyle evlendirmesini ister de velîsi engellerse, kadın hâkime iltica
eder. Hâkim de onu, velîye niyâbeten evlendirir. Çünkü bir-iki defa engellemiş
olmakla velînin velilik hakkı düşmez. Bu nedenle hâkim, onun naibi olmaktadır.
Ama üç defa veya daha çok defalar kadının evlenmesini engellemişse, bu tavrı
dolayısıyla suç işlemiş ve fâsık olmuş olmaktadır. Bunun sonucu olarak da
velilik hakkı düşer ve bu hak uzak velîye intikal eder.
4- Velînin,
evlenme akdi yapmasına engel olan bir hapis cezasına hükümlü olarak hapiste
bulunması. Bu durumda onun velayeti altındaki kadını devlet başkanı (sultan)
evlendirir.
Hanefîler dediler ki:
Velîler arasındaki sıralamaya riâyet etmek zorunludur. Yakın velî var olduğu
halde uzaktaki velînin yaptığı evlendirme akdi sahih olur. Ama yakın velî
onaylaymcaya dek bu akid geçerli kılınma-yıp askıda kalır. Onaylarsa geçerli
olur. Aksi takdirde geçerli olmaz. Akıllı ve bâliğa olan bakire kız, kendini
dengi olmayan birisiyle evlendirirse bile bu hak, yakın velî için yine
sabittir. Velî dilerse onaylar ve akid geçerli olur. Dilerse itiraz eder ve
akid feshedilir. Yakın velînin velilik hakkı, bazı durumlarda bir sonraki
sırada bulunan velîye intikal eder:
1-Yakın velî
ortada olmayıp uzak bir mesafede bulunursa, öyle ki, gelmesini veya görüşünün
alınmasını bekleme durumunda, küçük yaştaki kıza talipli çıkan denk erkek elden
gidecek olursa; yakın velînin velilik hakkı bir sonraki velîye intikal eder.
Yakın velînin uzaklık mesâfesini kasr mesâfesiy-le takdir etmek zorunlu
değildir. Bu durumda velilik, bir sonraki velîye intikal eder. Bundan sonra da
yakın velî, hiç bir itirazda bulunamaz. Yapılan nikâh akdi geçerlidir. Uzakta
olan yakın velî babası ise, evlendirilecek kadının da dedesi ve amcası varsa,
velilik amcaya değil', dedeye intikal eder. Bundan sonra yakın velî, gaip
olduğu mıntıkada anılan kadının evlendirme akdini yaparsa, yaptığı akid
kuvvetli görüşe göre sahih olmaz. Çünkü onun velîlik hakkı ortadan kalkmıştır.
Yakın velî, kadının evlendirilmesi fırsatı kaçırılmadan gelmesi veya görüşünün
alınması hemen hemen imkânsız olan bir mesafede bulunuyorsa ve bulunduğu bu
uzak mıntıkada anılan kadının evlendirme akdini yaparsa, kadının bulunduğu
beldede beraberinde bir sonraki velî de varsa, yakının yaptığı nikâh akdi
sahih ohnaz.Bu durumdaki kadının uzaktaki velîsi varsa, velîlik hakkı devlet
başkanına geçmez.
2- Yakın
velînin, kadını, kendi dengiyle evlenmekten menetmesi. Baba, evlenmeye müsait
olan kızını, mehr-i misil vererek evlenmek isteyen dengi bir erkekle
evlenmekten menederse, menedici (adıl) olur. Bu durumda velîlik bir sonraki
velîye -meselâ varsa kızın dedesine, dedesi yoksa öz kardeşine-intikal eder.
3- Yakın
velînin, velilik şartlarından birini yitirmesi. Bu şartlar da şunlardır:
Hürriyet, mükellefiyet ve -kadın eğer müslümansa- islâmiyet. Baba veya dedenin
bozuk iradeli olduğunun aşikâr olmaması. Yakın velî, bu şartlardan birini
yitirecek olursa, velîlik, önce belirtilen şekilde bir sonraki velîye intikal
eder.
Hanbelîler dediler ki:
Velîler arasındaki sıraya riâyet etmek zorunludur. Ancak velînin velîlik
hakkı, bazı durumlarda düşer:
1- Velînin,
kendi velayeti altında bulunup dokuz, ya da daha ileriki bir yaşa ayak basmış
olan bir kadını, yeterli bir meblağı mehir olarak takdir eden ve kadının da eş
olarak beğendiği bir erkekle evlenmekten menetmesi durumunda velîlik hakkı
düşer. Ama velayeti altındaki kadın dokuz yaşından küçükse, evlenmesini
menetmesi durumunda veli, adıl (menedici) olmaz. Yukarıda sözü edilen, dokuz
yaşından büyük kadını evlenmekten menedenin velîlik hakkı hâkime intikal eder.
Hâkim, mücbir olsun olmasın, evlenmesi velîsi tarafından menedilen kadının
nikâh akdini yapar.
2- Velînin
(seferîlikte namazı kısaltmaya neden olan) kasr mesafesinden daha uzakta
olması veya mesafesi bilinemeyen bir uzaklıkta bulunması, ya da yakın bile olsa
nerede olduğunun bilinmemesi. Bu durumdaki velînin de velîlik hakkı düşer.
3- Velînin,
çocuk, kâfir veya köle olduğu için velîlik ehliyetine sahip olmaması. Şunu
belirtelim ki, yakın velî gaib olur, ya da gerekli şartları hâiz olmazsa, o
zaman velîlik, bir sonraki sırada bulunana intikal eder. Gerekli velayet
şartlarını taşıyan yakın velînin bulunmasına rağmen nikâh akdini uzak olan velî
yaparsa, ya da en yakın velînin hiç bir mazereti bulunmadığı halde, nikâh
akdini hâkim yaparsa, yapılan nikâh akdi sahih olmaz. Yakın velî, kendisinin
asebe olduğunu ve velîlik hakkına sahip olduğunu bilmez, ya da uzak velînin
nikâh akdini yapmasından sonra velîlik ehliyetine sahip olursa, kendisinin
mevcudiyetiyle birlikte uzaktaki velînin düzenlemiş olduğu nikâh akdi sahih
olur.
Bir işte tasarruf
hakkına sahip olan bir kimse, yetkilisi bulunduğu İş niyabet kabul eden
işlerden olduğu takdirde, o işi yapması için başkasına vekâlet verebilir.
Şüphesiz ki, nikâh akdi de, yapılmasında başkasına vekâlet verilmesini kabul
eden işlerdendir. Evlenme akdini yapmaya yetkili olan herkes, bu akdi yapması
için başkalarına vekâlet verebilir. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları
aşağıya alınmıştır.
(29) Hanefîler dediler
ki: Buluğa ermiş olan bakire ya da dul kadın, kendi evlenme akdini yapması
için başkasına vekâlet verebilir. Buluğa ermiş-olan reşid erkek de aynı şekilde
başkasına vekâlet verebilir. Vekilin de evlenme akdini yaparken, akdi,
"müvekkilem falanı evlendirdim" veya erkeğin vekili ise "bu
evliliği müvekkilim falan adına kabul ettim" diyerek kendisini vekil tâyin
edene nisbet etmelidir. "Bu evliliği kendi adıma kabul ettim" derse,
evlilik akdi müvekkil adına değil, vekil adına gerçekleşmiş olur.
Kadın olsun erkek
olsun, vekilin tasarruf ehliyetine sahip olması şarttır. Aklı ermeyen çocuğun
vekâleti sahih olmaz. Ayılmayan delinin de vekâleti sahih olmaz. Bu husustaki
tafsilât, kitabımızın vekâlet bahsinde verilmiştir. Şu da var ki, dul olsun
bakire olsun buluğa ermiş olan akıllı kadın, evlenme akdini kendisi bizzat
yapabilir. Evlenme akdinin yapılabilmesi için velî, ya da vekile ihtiyaç
yoktur. Aklı eren çocuk, kendisiyle evlenmesinde yarar söz konusu olan bir
kadınla evlenecek olduğunda evlilik akdini bizzat kendisi yapabilir. Kendi
yararını bildiğine göre bu hususta başkasına da vekâlet verebilir. Evlenmeleri
mutlak surette velînin yetkisinde olanlar, mümeyyiz olmayan çocukla, büyük
olsun küçük olsun sürekli vaziyette deli olan kimsedir. Bilindiği gibi velî,
velînin vekili veya elçisi, evlendirilmesi için bakire kızdan izin isterler ve
kız susar veya gülerse, bu durum evlendirilmesi hususunda onlara vekâlet
vermesi demek olur. Hatta bundan sonra "razı değilim" dese bile...
Çünkü vekil, onun evlenmeye razı olmadığını duymazdan önce, onu evlendirmîştir.
Dolayısıyla nikâh akdi sahihtir. Zîra vekil, azledildiğini duyup bilmeden,
azledilmiş olmaz.
Kadının iki velîsi
olup, bunlar evlendirilmesi için kendisinden izin ister; o susar ve velîlerin
her biri ayrı bir erkeğe nikahlarlarsa, nikâh akdi Önce hangi koca için
yapılmışsa, onun evlilik akdi sahih olur. Velîlerin ikisi aynı anda nikâh
akidlerini yaparlar ve kadın da ikisinin akdini aynı anda onaylarsa,
nikâhların ikisi de bâtıl olur. İkisinden birisininkini onaylarsa, onayladığının
akdi sahih olur. Buluğa ermiş akıllı bir kadını, yakını olsun uzağı olsun,
fuzulî bir kimse, bilgisi ve izni olmadan evlendirir ve kadın da bu akdi
onaylarsa sahih olur. Aynı şekilde bir erkeği de izni olmadan evlendirir
ve erkek de onaylarsa, yapılan nikâh akdi
şer'î şartları taşıdığı takdirde sahih olur. Fuzulî olarak akdi yapan kişi,
akdin onaylanmasından önce ölür de ondan sonra kadın veya erkek bu akdi
onaylarsa sahih olur. Ama bey'de durum bunun tersinedir. Sözgelimi bir kişi,
iznini almadan başkasının devesini satar da, deve sahibi bu satışı (bey'i)
onaylarsa, akid sahih olmaz. Ancak bu fuzulî akdi yapan, deveyi satın alan ile
deve sağ ise ve deve karşılığında alınan bedel eğer bir ticâret eşyası ise-
mevcut, yani elden çıkmamış ise sahih olur. Fuzulî kimsenin satışı, bu
şeylerle birlikte kendisinin de sağ kalması şartıyla sahih olur. Nikâha
gelince, akdi yapanlardan birinin sağ kalması yeterlidir.
Velînin nikâhı ikrar
etmesi geçersizdir. Vekil, "müvekkilemi falan adamla evlendirdiğimi ikrar
ederim" der, kadınsa onun velayetini inkâr ederse, şahitler kadı
huzurunda bu nikâhın yapıldığına şahitlik etmedikleri takdirde, akid sahih
olmaz. Küçük kazın ve küçük erkeğin velîsinin ikrarı da bu hükme tâbidir. Bu
ikrar da geçerli olmaz. Meğer ki kadı, küçük çocuğun yerine bir davacı tâyin
etsin, o davacı nikâhı çocuğun adına inkâr etsin ve karşı taraf da nikâhın
vukûbulduğuna dâir bir beyyine ileri sürsün. Bu durumda karşı tarafın (velînin)
ikrarı geçerli olur.
Mâlîkîler dediler ki:
Velî, anılan velayet şartlan açısından kendisine denk bir kimseyi vekil tâyin
edebilir. Şöyle ki:
a- Vekil
tâyin edeceği kimse erkek olmalıdır. Velî, bir kadını kendine vekil olarak
tâyin edemez.
b- Vekil
tâyin edeceği kimse bâüğ olmalıdır. Buluğa ermemiş bir çocuğu vekil tâyin
etmesi sahih olmaz.
c- Vekil
tâyin edeceği kimse hür olmalıdır. Bir köleyi kendine vekil tâyin etmesi sahih
olmaz.
d- Vekil
tâyin edeceği kimse müslüman olmalıdır. Müslüman bir kadını evlendirmek için
kâfir bir erkeği vekil tâyin etmesi sahih olmaz. Kâfir bir erkek, kâfir bir
kadının evlendirilme akdini yapabilir. Eğer bir müslüman erkek, kâfir bir kadın
için nikâh akdi yaparsa, akdi terk olunur.
e- Vekil
tâyin edeceği kimse ihramda bulunmamalıdır. Velînin, hac veya umre ihramında
bulunan bir kimseyi vekil tâyin etmesi sahih olmaz.
Kocaya gelince o,
ihramh ve bunak kimse dışında buraya kadar anlatılan şahıslan kendine vekil
tâyin edebilir. Meselâ vekâlet yoluyla kölenin, kadının, kâfirin ve çocuğun
koca adına evlenme akdini kabul etmesi sahih olur.
Kadın, mücbir olmayan
velîsine, "beğendiğin kimseyle beni evlendir-men.üzere seni vekil tâyin
ettim" derse nikâh akdini yapmadan bu velînin, sevdiği kimseyi o kadına
belirtmesi vâcib olur. Eğer belirtmezse kadın, akdin düzenlenmesinden kısa, ya
da uzun bir zaman sonra akidten haberdar olursa, akdi onaylayıp onaylamamakta
serbest olur. Ama bir erkek, kendisini evlendirmesi için bir başkasını vekil
tâyin eder, vekâlet verirken de herhangi bir kadını vekiline belirtmezse,
vekil de onu herhangi bir kadınla evlendirirse, evlilik akdi onu bağlar. Tabiî
vekilin, kendisine eş olarak nikahladığı kadının, kendi gibi erkeklere lâyık
bir kadın olması da şarttır. Kadının kendisi evli olduğunu inkâr eder,
kocasıysa kendisiyle evli olduğunu iddia ederse, bu durumda kadının vekilinin,
kadını evlendirmiş olduğuna ilişkin ikrarı yeminsiz olarak sahih olur. Ama
koca, kendisiyle evli olduğunu iddia etmezse, vekilin ikrarı fayda vermez.
Kadın, dilediğiyle evlenebilir. Mücbir velîsi bulunmayan bir kadın, kendisini
evlendirmeleri için mücbir olmayan iki velîsine izin verir, bu velîlerin her
biri peşpeşe, ama ayrı ayrı akidler yaparlar da, bu akidlerden hangisinin ilk
olduğu bilinirse, kadın o akdin ilgisi olan kocaya âit olur. Tabiî bunun da üç
şartı vardır;
1- îkinci
koca, kendisinden lezzet almış olmamalıdır. Eğer öpme, kucaklama veya dokunma
gibi cinsel temasın öncülü sayılan eylemlerde bulunarak ondan lezzet almışsa
ve birinci akidten de haberi yoksa, bu kadın ikinci kocaya âit olur.
2- Birinci
koca, ikinciden önce kadından lezzet almış olmamalıdır. Birinci kocanın lezzet
almasından sonra ikincinin lezzet almasının bir faydası olmaz; anlamsız olur.
İkinci koca hiç lezzet almaz, ya da birincinin lezzet almasından sonra lezzet
alırsa, kuvvetli görüşe göre, ikincinin nikâhı bir talâkla feshedilir. Çünkü
bu ihtilaflı bir nikâhtır. Bu nedenle ikinci koca, bu kadınla bilerek cinsel
temasta bulunursa, hadde çarptırılmaz. İddeti tamamladıktan sonra bu kadın,
birinci kocaya verilir. Bir kavle göre de ikinci kocanın nikâhı talâksız
olarak feshedilir. îstibrâdan sonra kadın, birinci kocaya verilir.
3- Bu kadın,
birinci kocanın ölümü nedeniyle iddet bekleme halinde olmamalıdır. İki velîsi
peşpeşe ve ayrı ayrı kocalar için bu kadın üzerine iki nikâh akdi yapar, sonra
birinci koca ölürse, kadın onun iddetini beklemeye başlar. Birincinin nikâhı
feshedilir. Kadın iddeti tamamlayıncaya kadar bekler ve ölen bu kocaya da
mirasçı olur. Ama bu iki velî aynı anda iki nikâh akdi yaparlarsa, bu akidler
talâksız feshedilirler.
Şâfiîler dediler ki:
Mücbir olsun olmasın, velî.tbaşkasını vekil tâyin edebilir. Mücbir velî,
velayeti altındaki kadının izin ve rızâsını almaksızın, kadının kendisine eş
olarak vereceği erkeği belirtsin belirtmesin, başkasına vekâlet verebilir. Bu
durumda velî ile velayeti altındaki kadının gayeleri muhtelif olsa bile
vekâlet verebilir. Çünkü velînin şefkati, görüşüne güvenmediği kimseyi vekil
tâyin etmesine engeldir. Bu durumda tâyin edilen vekilin de, o kadını kendi
dengi bir erkeğe mehr-i misil alarak nikahlaması gerekir.Dengi olmayan bir
erkeğe, ya da mehr-i misil almaksızın nikahlaması sahih olmaz. Mehr-i misilden
daha fazla verecek biri varken onu nikâhlamayıp, mehr-i misil veren birine
nikahlaması sahih olmakla birlikte, vekilin böyle yapması
haram olur. Kadına mertebesinden daha üst
seviyede biri talipli çıktığı halde ona vermeyip, dengi olan bir erkeğe
nikahlamak vekil için sahih olmaz. Ama müvekkil (mücbir velî) için sahih olur.
Çünkü mücbir velî, kendi görüş ve şefkati bakımından suçlanamaz.
Mücbir olmayan velîye
gelince, o, vekâlet verme hususunda iznini almamış olsa bile, velayeti
altındaki kadının evlendirilmesi hususunda başkasını vekil tâyin edebilir.
Vekile, "falan erkekle evlendir" diye bir koca adayı belirtmese bile
vekâlet vermesi sahih olur. Tabiî bunun da bazı şartları vardır:
1- Kadın,
velînin başkasına vekâlet vermesinden önce, kendisini evlendirmesi konusunda
velîye izin vermiş olmalıdır. Zîra velînin, kendisini evlendirmesinin sahih
olması için kadının izin vermiş olması şarttır. Velînin, bu izni almadan onu
evlendirmeye yetkisi olmaz.
2- Kadın,
velîyi başkaca vekâlet vermekten menetmiş olmamalıdır. Me-netmişse, velînin
başkayla vekâlet vermesi sahih olmaz.
3- Kadın,
"beni ftlan kimseyle evlendirmene razı oldum" diyerek velîye belli
bir koca adayı belirtmişse, velînin, vekâlet verirken o koca adayını vekile de
belirtmesi gerekir.
Velînin vekili,
evlendirme akdini yaparken kocaya, "falan kızı falanı seninle
evlendirdim" der, kocada "kabul ettim" derse, akid sahih olur.
Evlendirme akdini kadının velîsi yapar,karşı taraf da kocanın vekili olarak
akid meclisinde bulunursa, velî vekile, "kızımı falanla evlendirdim"
demeli, kocanın vekili de, "bu kadının nikâhını müvekkilim için kabul
ettim" demelidir. "Müvekkilim için" demezse, evlenme kabulünü
müvekkili için niyetinde tutmuş olsa bile, akid sahih olmaz. Çünkü şahitler,
onun niyetinin ne olduğunu bilemezler. Şahitlerin ve vekilin vekâletten
haberleri yoksa, vekilin, kocanın vekili olduğunu açıkça belirtmesi gerekir.
Ayrıca vekilin, bu kitabın vekâlet bahsinde anılan şartlan da taşıması
gereklidir. Bu şartların bazısı şunlardır:
a- Vekil,
fâsık olmamalıdır. Velînin, fâsık bir kimseyi vekil tâyin etmesi sahih olmaz.
Çünkü fâsıklık, müvekkildeki velayet yetkisini düşürür. Böyle olduğuna göre
vekîl de bu yetkiye sahip olamaz.
b- Vekil,
çocuk olmamalıdır.
c- Baygın
vaziyette olmamalıdır,
d- Deli olmamalıdır.
e- Bile bile
sarhoş olan bir kimse olmamalıdır.
Kadın tarafından
kendilerine izin verilmiş aynı mertebedeki iki velî, velayetleri altında
bulunan bir kadını, biribirine denk iki ayrı kocaya nikahlarlarsa, önce hangi
kocaya nikahlanmış ise -ikincisi kendisiyle gerdeğe girmiş olsa bile- o kocaya
âit olur. Ama önce hangisine nikâhlandığı bilinmezse, bir kavle göre bu kadının
durumu askıda kalır: Kocalardan biri tarafından boşanarak iddetini doldurmadan, hiç bir kocanın
kendisiyle cinsel ilişkide bulunması helâl olmaz. Diğer bir kavle göre ise, bu
bir zaruret durumudur. Hâkim işe el koyar, zararı bertaraf etmek için her iki
akdi de fesheder. Velîlerden biri kadını dengi olan bir erkeğe, diğeri ise
dengi olmayan bir erkeğe nikahlarsa, kadın, dengi olan erkeğe âit olur. Tabiî
kadının ve velîlerinin, -dengi olmasa bile- razı olarak denklik şartını
geçersiz kılmamış olmaları şartıyla... Eğer denklik şartını geçersiz
kılmışlarsa, mesele, yine yukarıdaki haline döner.
Yine bu cümleden
olarak kadını, velîlerden biri izinle, diğeri izinsiz olarak evlendirirlerse,
kadın, izinle evlendirenin verdiği kocaya âit olur. İzinsiz olarak yapılan
evlendirme akdi diğerinden daha önce yapılmış olsa bile, hüküm aynıdır.
Hanbelîler dediler ki:
Mücbir olsun olmasın, velînin, iznini almaksızın kendi velayeti altındaki
kadının evlendirilmesi hususunda başkasına vekâlet vermesi sahih olur. Zîra
velî, velâyetindekilerin evlendirilme akidlerini yapabilir. Yapabildiğine göre,
bu hususta başkalarına vekâlet de verebilir. Velînin zorlama, cebretme ve
benzer yetkileri, aynen vekiline de tanınmıştır. Ancak kadın cebretmeye müsait
bir formasyonda olmazsa; meselâ baba veya babanın vasisine nisbetle dokuz
yaşına veya buluğa ermiş dul bir kadınsa, ya da baba, babanın vasîsiyle hâkime
nisbetle buluğa ermiş, akıllı ve bakire bir kızsa, izin ve rızâsını almadan
velînin vekili onu evlendiremez. Başkasına vekâlet vermesi için velîsine izin
verir veya bizzat onun kendisini evlendirmesi hususunda velîsine izin verirse,
velî kendi yerine bir başkasını vekil tâyin ettiği takdirde, vekilin, kadına
müracaat ederek izin ve rızâsını almadan onu evlendirmesi sahih olmaz. Velînin
vekilinin, vekâlet almadan değil de vekâlet aldıktan sonra kadından izin alması
şarttır. Aksi takdirde aldığı izin geçersiz olur.
Erkeklik, buluğ ve
daha önceki sayfalarda anlatılıp da velîde bulunması gerektiği söylenen
şartların, vekilde de bulunması gereklidir. Çünkü vekil, velî yerine
geçmektedir. Ehil olmayan kimsenin velilik yapması sahih olmaz. Şu da var ki,
nikâh kabulünde fâsığı vekil tâyin etmek sahih olur. Koca, evlenme akdini
kendisi nâmına kabul etmek üzere fâsık birini vekil tâyin edebilir. Bu vekil
her ne kadar fâsıksa da, yapacağı kabul sahih olur. Bir kimse müslüman bir
kadınla değil de, ehl-i kitab bir kadınla yapacağı evlilik akdini kendisi
nâmına kabul etmek üzere hıristiyan bir şahsa vekâlet verebilir.
Mezkûr velî, vekiline:
"Onu dilediğinle evlendir" diyerek mutlak vekâlet verebileceği gibi,
"onu falanla evlendirmek üzere seni vekil tâyin ettim" diyerek
mukayyet vekâlet de verebilir. Mutlak vekâlet durumunda vekilin, o kadını,
dengi olan bir erkekle evlendirmesi gerekir. Kadınla kendisi evle-nemez.
Mukayyed vekâlet durumunda vekilin, o kadını kendisi için belirtilen erkekle
evlendirmesi ve konulan kayıtlara uyması gerekir. Evlendirme akdinİ velî,
kocanın vekiliyle birlikte yapacak olursa, velînin "falan kadını falan
erkeğe nikahladım" demesi; kocanın vekilinin de, "müvekkilim falan
için kabul ettim veya "onu falan için kabul ettim" demesi gerekir. Sahih
kavle göre, falan için demese de, önce söylenmiş olmasıyla yetinilerek nikâh
akdi sahih olur. Aynı şekilde velînin vekili, akdi kocanın yelîsiyle birlikte
yapacak olurlarsa, vekilin, önce açıklanan biçimde ikisinin adlarını anarak
"falanla falanı evlendirdim" demesi gerekir.
Önceki sayfalarda
anlatılanlardan öğrendiğimize göre Şâfiîler-le Mâlikîler velîyi, nikâhın
rükünlerinden biri olarak kabul etmekte görüş birliği içindedirler. Öyle ki,
bunlara göre, velî olmadan nikâh akdi gerçekleşmez. Hanefîlerle Hanbelîler ise
velîyi, nikâhın rüknü değil de şartı olarak kabul etme hususunda
anlaşmışlardır. Bunlar, rüknün sadece icâb ve kabulden ibaret olduğunu
söylemişlerdir. Ancak Ha-nefîler derler ki: Velî, küçük erkekle kadının, büyük
de olsalar deli erkekle deli kadının evlendirilme akidlerinin sahih olması
için şarttır. Dul olsun bakire olsun, buluğa ermiş olan akıllı kadına gelince,
onun evlendirilme akdinde hiç kimse velîlik yapma yetkisine sahip değildir.
Aksine o, dengi olması şartıyla dilediği bir kocayla evlenebilir; evlilik
akdini bizzat kendisi yapabilir. Evlendiği koca, dengi değilse, velîsi evliliğe
itiraz ediö akdin feshini taleb edebilir ve tabiî ki akid de feshedilir.
Velî ile ilgili olarak
cumhur-u ulema, hadîs-i şeriflerden ve âyet-i kerîmelerden deliller
çıkarmışlardır. Hadîslerden delil olarak şu örnekleri verebiliriz:
Hz.Âİşe (r.a.)
Hz.Peygamber (s.a.s.) İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Velîsinin izni
olmaksızın nikahlanan herhangi bir kadının nikâhı bâtlldir.[1]
İkinci hadise gelince,
bu Ibn Mâce ile Dâre Kutnî'nin, Ebû Hu-reyre (r.a.)'den rivayet etmiş oldukları
hadistir: Ebû Hureyre, Hz.Pey-gamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kadın, kadını
evlendiremez. Kadın, kendini de evlendiremez.[2]
Bu iki hadis,
evlendirme akdini yapma hususunda kadın açısıridan velînin zorunlu olduğuna
ilişkin olarak cumhûr-u ulemânın ileri sürmüş oldukları delillerin en
kuvvetlileridir. Şu halde velîsi olmadan kadın, evlenme akdini yapamaz.
Hanefîler buna cevaben derler ki: Birinci hadis ta'n edilmiştir. Çünkü
Zührî'nin kendisine sorulduğunda bunu bilmemiştir. Hanefîlerin bu sözüne ise
şu karşılık verilmiştir: Râvisi, sika (güvenilir raviler) dan olan Süleyman
bin Musa olduğuna göre, Zührî'nin bu hadisi bilmemiş olmasının bir sakıncası
yoktur.
Bu cevabın yetersiz
olduğu apaçık görülmektedir. Hadîsin kendisinden rivayet edildiği kaynak
-Zührî- bu hadîsi bilmeyip inkâr etmiştir. Ki bu da ona olan güveni kesin bir
şekilde zaafa uğratmaktadır. Hanefîler şunu da derler ki: Dış anlam itibariyle,
evlendirme akdinde velînin bulunmasını şart koşan hadîsler, tasarruf ehliyetine
sahip olmayan küçük yaştaki kimseleri ilgilendirir. Bu görüş, dinin genel kurallarıyla
da teyid edilmektedir. Nikâh, satma ve satın alma gibi akidierden biridir.
Bilindiği gibi kadın, rüşdünü ispatladıktan sonra satma ve satın alma konusunda
tam bir özgürlüğe sahiptir. Önemli sonuçlan doğurması bakımından özgür olmayı
gerektiren akidlerin en önemlisi olması nedeniyle, evlenme akdini yapması konusunda
onu kısıtlılık altına almak nasıl mümkün olur? Evlenme akdini satış akdine
kıyaslamak gerekir. Bu kıyasa aykırı bir durum ortaya çıkacak olursa, onu, bu
konuya Özgü kılmak gerekir. Bu bir usûl kâidesi-dir. "Kadın, kadını
evlendiremez" sözü; yaşı büyük kadın, kendisine nisbetle Öncelikli ve
asabe bir velîsi mevcud olan küçük yaştaki kadını evlendiremez anlamını
vermektedir. Ya da küçük yaştaki kadın, küçük yaştaki bir kadını evlendiremez,
anlamını taşımaktadır.
"Kadın, kendi
şahsını evlendiremez" sözü, küçük yaştaki kadın, velîsi varken kendini
evlendiremez, anlamını ifâde etmektedir. "Kadın" kelimesi, her ne
kadar büyüğünü ve küçüğünü kapsamaktaysa da, burada yaşı küçük kadın anlamına
gelmektedir. Bilindiği gibi yaşı büyük kadın, akidlerde, meselâ satış akdinde
tasarruf hakkına sahiptir. Nikâh da satışa kıyaslanır ki bu da fıkıh usûlünde
caizdir.
Cumhur-u ulemâya
gelince, bunlar satışla nikâh arasında fark bulunduğunu söylemişlerdir. Çünkü
kadının erkekler arasına katılmayacağından emin olunamaz. Bazan öyle olur ki,
dengi olmayan bir erkek kendisini aldatır; kadın da akrabalarını utandıracak
olan bir erkekle evlenir ve böylece dünyadaki mutluluğunu tehlikeye atar. Bu
nedenle de diğer akidierden ayrı olarak sadece nikâh akdinde kadını kısıtlılık
altına almak sahih olur. Çünkü, meselâ satış akdi, her ne denirse densin bu
gibi kötü sonuçlan doğurmaz. Hanefîler buna karşı iki cevap vermişlerdir:
1- İleride
de anlatılacağı gibi Hanefîler, eşlerin biribirlerine denk olmalarını şart
koşmuşlardır. Kadın, kendisine denk olmayan birisiyle
evlenirse, velîleri bu evliliğe itiraz
edip kabullenmeyebilirler. Dolayısıyla akid feshedilir ve kendilerine uygun
olmayan damadın eziyeti de onlara bulaşmaz. Meseleye hâkimiyet yine
kendilerinde kalır.
2- Kadının,
kısıtlılık altında olmayıp akıllı ve güzelce tasarrufta bulunan bir kadın
olması gerekir. Bu nedenle alışverişlerinde herhangi bir engelle
karşılaşmaksızın tasarrufta bulunma hakkına sahip olur. "Dengi olan kocayı
seçme İşinde kadın bazan aldatılabilir" denilecek olursa, buna cevap
olarak deriz ki: Kadın bazan değerli bir eşyayı satarken de, dengi olmayan
kocayla evlenmesine oranla daha fazla zarar görecek şekilde aldatılabilir. Zîra
kocasının kendisine denk olmadığı saptandığı takdirde, kadı, kocasıyla kendisini
ayırır ve mesele kapanır. Ama malî bakımdan değerli olan bir şeyi satar ve
fahiş biçimde aldatılır, sattığı eşya da müflis bir kimsenin elinde telef olursa,
o eşya kadının kendi kesesinden zayi olmuş olur. Bu satıştan kaynaklanan
zararları telafi etmesi mümkün değildir. Hanefîlerin bu hadîslerde geçen
hükrfıü küçük yaştaki kadına özgü kılmaları, büyük yaştaki kadının nikâh
tasarrufuna sahip oluşunu, satış tasarrufuna sahip oluşuna kıyas yapmalarından
dolayıdır ki, bu da sahihtir. Cumhuru ulemânın itirazı bunu etkilemez.
Velî hakkında âyet-i
kerîmede gösterilen delile gelince, Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle
buyurmaktadır:
"Aralarında meşru
bir şekilde anlaştıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikâh
etmelerine engel olmayın.[3]
Bu âyet-i kerîmeden
çıkarılacak deli! şudur: Cenab-ı Allah kadınların velîlerine hitab ediyor.
Onları, kendilerine eş olarak beğendikleri erkeklerle evlenmekten menetmekten
yasaklıyor. Bu velîlerin böyle bir menetme yetkileri olmasaydı, onlara bu
şekilde hitapta bulunmak yersiz olacaktı ve o zaman Cenab-ı Allah'ın kadınlara
hitaben, "Sizi evlenmekten menederlerse, siz kendinizi evlendirin"
demesi yeterli olacaktı. İmam Şafiî'nin: "Velînin zarureti konusundaki
delillerin en sarihi bu âyet-i kerimedir" dediği rivayet edilir. Ancak
Hanefîler, buna iki cevapla karşılık vermişlerdir:
1- Bu âyet-i
kerîme, velîlere hitab etmemektedir. Aksine, bu âyetin eşlerini boşayan
erkeklere, ya da bütün mu'minlere hitab etmesi muhtemeldir.
a- Eşlerini
boşayan erkeklere hitab etmiş olması, âyetin İâfzın-dan da ilk anda ve açık bir
şekilde anlaşılmaktadır. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, eşlerini
boşamış olan erkeklere hitaben diyor ki: Kadınları boşadığınızda, boşamanın
yanısıra onların, sizden başka erkeklerle evlenmelerini engelleyecek olan
zâlimce yollara tevessül etmeyin. Meselâ onları veya onlarla evlenmek isteyen
erkekleri -eğer varsa- gücünüz veya makamınız veya saltanat ve nüfuzunuza
dayanarak tehdit etmeyin. Veya Onun itibarını düşürecek gayretlere girişmeyin.
Ki ona koca olacak adam kendisinden nefret etmesin. Veyahut ona veya kendisine
koca olacak adama herhangi bir bakımdan tesir etmeyin. Meselâ yanınızda malî
bir hakkı varsa, onu bu hakkından yoksun bırakmayın.
b- Âyet-i
kerîmenin bütün mü'minlere hitab etmiş olabileceği durumunda şöyle bir mânâ
ortaya çıkmaktadır: Ey mü'minler! Kadınlarınızı boşayıp kocasız bıraktığınız
ve onların da iddetlerini tamamlamış olmaları durumunda, onları başka
erkeklerle evlenmekten menetmeniz doğru olmaz. Bu menediş, kadının yakını
tarafından da olsa, kadın üzerinde etkili makam ve itibar sahibi biri
tarafından da olsa aynı hükme tâbidir. Aranızda bu tür engellemelerde
bulunanlara engel olmanız, onları böyle davranmaktan yasaklayarak bu gibi
olayların vu-kûbulmasını önlemeniz farz-ı kifâyedir. Aksi takdirde siz de bu
tür davranışta bulunanların günahlarına ortak olmuş olursunuz. Çünkü kadınları
evlenmekten menetmek, Allah'ın haram kıldığı çirkin bir davranıştır. Bu tür
davranışları yasaklamak, mü'minlere farzdır. Yetkili olsun olmasın, gücü yeten
herkesin bu davranışların meydana gelmesini önlemesi gerekir.
Bu anlattıklarımızla
Buhârî'nİn rivayeti arasında bir çatışma söz-konusu değildir. Buhârî'nin
rivayetine göre bu âyet-i kerîme, Ma'kil bin Yesar hakkında nazil olmuştur.
Şöyle ki: Ma'kil, kızkardeşini bir adamla evlendirmişti. Bir süre sonra kocası
Ma'kil'İn kızkardeşini bolşamış, ancak sonra tekrar hanımına dönmek İstemiş,
kadının kendisi de yeniden evlenmeye taraftar olmakla birlikte, Ma'kil bu
evliliğe engel olmuştu. Ancak anılan âyet nazil olunca, Ma'kil, kızkardeşini
eski kocasıyla yeniden evlendirmişti. Ma'kil olayı, âyet-i kerîmenin nüzulüne
tesadüf etmiş olabilir. Ama asıl itibariyle bu âyet, açıkladığımız şekilde
geneldir.
"Ey mü'minler,
eğer fâsığın biri size bir haber getirirse, araştırın[4]
âyetini tefsir ederken müfessirlerin söylemiş oldukları sözler de yukarıda
anlatılan Ma'kil olayının bir benzeridir. Zîra Fahr-i Râzî -ki bu zat Şafiî
mezhebine mensuptur- der ki: Bu âyet-i kerîme genel hüküm ifâde eder. Ama
meşhur Velid olayına tesadüf etmiştir. Bununla beraber âyet-i kerîmenin özel
olarak Ma'kil ve kadının yakınları hakkında nazil olduğu kabul edilse bile
âyetteki hitabın, velîsi olsun olmasın kadınları evlenmekten meneden herkese
yönelik olması gerekir. Hitabı sadece velîlere yönelik sayamayız. Bu hususta
âlimler arasında hiç bir
anlaşmazlık yoktur.
2- Âyet-i
kerîmenin Ma'kil ve kadının diğer yakınlarına hitab etmekte olduğunu kabul
etsek bile, âyette onların kadın üzerinde mutlak velayet hakkına sahib
olduklarına delâlet eden bir unsur bulunmamaktadır. Âyet, ancak kadınları
evlenmekten meneden kimsenin günahkâr olduğuna ve menetme hakkına sahip
olmadığına delâlet etmektedir. Bu menedişin de velîliğin bir sonucu olması
gerekmez. Aksine bu, kadınların zayıf olmalarının ve haklarını kullanmaya
muktedir olamayışlarının bir sonucudur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz:
Normal olarak kadın, kendisinin haklarını tekeffül edene, baba veya kardeş gibi
asabe olan yakınına boyun eğer. Özellikle birçok terbiyeli kadının yaptığı
gibi evlenme konusunda utanmanın aşırı derecede etkisi altında kalması
nedeniyle kendi irâdesini yakınının irâdesine bağlar. Kendi icâdesi
yokmuşçasına onun İrâdesine teslim olur. Kendisini besleyipfbüyüten kimsenin
veya asabe olan yakınının bulunduğu yerde, kendine söz hakkı tanımaz. Hoşuna
gitmediği halde hakkını kullanmaktan onlar lehine feragat eder. Âyet-i kerîme
erkeklerin, onlardaki bu zaafı sömürmelerinin doğru olmayacağını ifâde
etmektedir. Onları, kendi denklerinden, arzuladıkları erkeklerle evlenebilme
haklarını ellerinden almamaları gerektiğini belirtmektedir. Bu da kadının eş
olarak evlenmek istediği kendi dengi bir erkeği seçme hürriyetini garanti
etmektedir. Çünkü onu evlenmekten menetmeyi yasaklamak, bu seçimi yapma hususunda
kendisine hürriyet hakkı tanımak demektir ki, bu hükümde hiç bir ihtilaf
yoktur. "Kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın"
âyet-i kerîmesi, bizzat kadının yaptığı evlilik akdinin sahih olacağına delâlet
etmektedir. "Nikâh etmelerine", yani kendi iradeleriyle
evlenmelerine engel olmayın. Evlenme akdinde, evlenen kadınların kendi
irâdeleri akid açısından bir fonksiyona sahib olmasaydı, o zaman Cenab-ı
Allah'ın şöyle buyurması gerekecekti: "Onları, kocalarıyla kendini
evlendirmekten alıkoymayın.
Özetle deriz ki:
Âyet-i kerîme, kadının Özellikle akrabalarına hitab etmiş olsaydı, anlamı şu
olacaktı: Ey akrabalar! Kadınları besleyip büyütmenizi ve onların zaafını
fırsat bilerek, kendi denkleri olan kocaları seçme ve evlenme akitlerini yapmak
gibi en tabiî haklarını ellerinden almayın. Onları baskı altına alarak bu
haklarını kullanmalına engel olmayın. Âyetin bu şekilde mânâlandırılmasında,
akrabaların kadın üzerinde velilik hakkına sahip olduklarına delâlet eden hiç
bir unsur yoktur.
Denebilir ki: Koca
seçmek ve onunla evlenme akdi düzenlemek, kadının hakkı ise, Cenab-ı Allah
niçin kendilerine "kendinizi evlendirin ve hakkınızı kullanın"
dememiştir. Akrabalarına, "onları evlenmekten menetmeyin" demesi;
evlendirme konusunda kadının değil de akrabalarının
yetkili olduklarına delâlet eder. Buna cevap olarak biz de deriz ki: Velîlere
bu şekilde hitab etmenin üstün ve incelikli bir anlamı vardır. O da, kadınlarla
kendilerini büyütüp besleyen aileleri arasında saygı bağlarının bulunması zorunluluğudur.
Kadınlardan biri, yakınlık bağlarında bir çatlaklık meydana gelmesinden endişe
edip, babası veya kardeşi gibi bir yakınının arzusuna saygı duyarak bu konudaki
hakkını kullanmaktan feragat ederse, bu davranışı güzel ve Allah katında makbul
olur.
Bu durumda kadınlara,
"hakkınızı kullanın ve velîlerinizin itaatinden çıkın" demek doğru
olmaz. Böyle yapıldığı takdirde kadınla yakınları arasındaki sevgi bağlan
kopar. Üstün belagat ve güzel üs-lub gereği, velîlere şöyle denilmesi yerinde
olur: "Siz de bu durumu istismar etmeyin ve kadınların haklarını sonsuza
dek ellerinden almakta devam etmeyin." Her iki hitabın doğurduğu sonuç
aynıdır. Amaç kadını, kendisine denk ve uygun biri olduktan sonra, dilediği
kimseyle evlenmekten menetmemektir.
Bu iki görüşün de her
zaman ve mekânda sosyal durumla güçlü bir bağlantısı olduğunda şüphe yoktur.
Evlenme konusunda kadını kısıtlılık altına alanlar, her ne kadar terbiyeli ve
eğitilmiş olsalar bile, kadınlarda açıkça görülen doğal bir zaaf bulunduğu
görüşündedirler. Bu da onların erkeklere boyun eğip etkilenmeleridir. Öyle
anlar olur ki kadın, kendi onur, erdem ve yüceliğini unutup, ayakkabısının bağı
kadar bile değer sahibi olmayan bir kimseye teslim olur. Bunu da şehevî
güdüsüne kapılarak yapar. Yine öyle anlar olur ki; duygusallığı onu
hizmetçisine, hatta daha alt düzeydeki birisine teslim olmaya iter. Açıkça
görüldüğü gibi, bu durumun zararı yalnızca kadına dokunmamakta, aksine tüm
ailesine bulaşmaktadır. Çünkü onun ailesi, soy-sop bakımından kendilerine denk
olmayan yabancı bir unsurun aralarına girmesinden ötürü rahatsız olurlar.
Bazan bu olay, dramla da sonuçlanabilmektedir. Şu halde koca seçimini,
saygınlık ve dokunulmazlığına el sürmeksizin kadının kendisiyle ailesinin yararına
en iyi bir şekilde becerebilecek olan velîlere bırakmak gerekmektedir. Bununla
birlikte bazı durumlarda kadının velînin akdi yapmasından Önce, evlendirme
konusunda velîsine izin vermiş ve evlendirilmesine razı olmuş olması zorunlu
olmaktadır. Bundan başkası, kadının zayıf bir duygusallıkla akıntıya kapılması
olur ki, çeşitli yollarla onu etkilemek mümkün olur. Bunun sonucunda kadın
mutsuz olur, haksızlığa uğrar, aile yuvası yıkılır, onurunu yitirir.
Buluğa ermiş olan
akıllı kadını kısıtlılık altına almayı uygun görmeyen Hanefîlere gelince,
bunlar derler ki: İslâm dininin kuralları iki şeyi gerektirirler:
1- Kadın
olsun, erkek olsun, rüşdünü ispatlamış olan akıllı her kimse, tasarruflarında
tam serbesttir.
2- Bu
tasarruflar dolayısıyla meydana gelme ihtimali bulunan zararları ortadan
kaldırmak.
Bunların ikisi de
sosyal hayat için gerekli ve kaçınılmazdırlar, püşdünü ispatlamış bir kadını,
evlendirilmesi konusunda kısıtlılık altına almak, İslâm'ın genel kurallarına
ters düşer. Kadının evlendirilmesi velîsine bağlı olursa, bu, onu sebepsiz
yere kısıtlılık altına almak olur. Özellikle rüşdünü ispatlamış bakire bir kızı
hiç görüşünü almadan evlendirmek, din kurallarına ters düşmektedir. Bazan bu
çok zararlı da olabilir. Çünkü velî, baba ve öz kardeşten başkası olabilir ve
kadınla olan alâkası sevgi ve şefkate dayanmaz. Kadının zıddına gitmek,
kendisine uygun olan denk bir kocadan mahrum ederek yolunda durmak ister. Bu
durumda kadının hâkime şikâyette bulunması, ailenin düşmanlığına yolaçar. Sonu
gelmez acılara sebebiyet verir. Bu, çokça vukûbulan bjr olay olup incelik ve
azametiyle meşhur olan İslâm hukuk tarihinde bunu görmezlikten gelmek mümkün
değildir. Şu halde akıllıca tasarrufta bulunup fasit şehvet yoluna sürüklenerek
dengi olmayan bir kocaya düşmemesi şartıyla evlendirilmesi işini kadına
bırakmak gerekmektedir. Ama akıllıca davranmazsa, o zaman kısıtlılık altına
alınmayı hak eder. Velîsi de itiraz ederek yaptığı evlilik akdini feshetme
yoluna gidebilir. Sonra kadın, kendi evlendirilme işini başkalarına
bırakabilir. Baba, kardeş ve bunlar gibi kendisine şefkat gösteren, rahat ve
huzurunu tercih eden, mutlu olmasını arzulayan yakınları varsa, kadının
evlendirilme akdini yapma yetkisini, kendi diledikleri gibi tasarrufta
bulunabilmeleri İçin bu yakınlarına devretmesi makbul ve yerinde bir davranış
olur. Onların irâdelerinin dışına çıkmaması; kendisine fayda sağlamayacak,
aksine kendisine olan şefkatlerini yok edeceği için zararlı olacak şeylerle
onlara zorluk çıkarmaması gerekir.
Bence bu görüşlerin
ikisi de sosyal hayat İçin zorunludur. İslâm hukukunu anlayıp tatbik etme
konusunda mezheb imamlarının farklı görüşlere sahip olmaları, bu hukuk
sisteminin gerçekten ebedî bulunduğuna, her zaman ve mekâna elverişli
olduğuna, bir ferdin veya toplumun zulmünün bunu yolundan alıkoyamayacağına ve
hiç kimsenin bu sistemden eziyet görmeyeceğine delâlet eder. Herhangi bir
zaman ve zeminde bu iki görüşten biri meşakkatli sonuçlar doğuracak olursa,
diğer görüşe uymak gerekir. Zîra bunların ikisi de güzeldir. Bunlardan
herhangi biriyle amel etmek makbul ve ma'kuldur. "Allah dilediğini doğru
yola erdirir."
Evet bu
anlattıklarımız, şer'î delillerden bazı örneklerdir. Genel problemlerimizde
inşallah bu örneklere uygun olarak davranacağız. Çünkü her meselede bu tarzda
bir izahatta bulunacak olursak, söz uzayacak ve açıkça bilindiği gibi fonumuzun
dışına çıkmış olacağız.
1- Mâlikî,
Şafiî ve Hanbelîler, nikâhta velînin bulunmasının zorunlu olduğu hususunda
görüş birliği etmişlerdir. Velî, ya da onun yerine geçen biri olmaksızın
akdedilen nikâh geçersizdir. Büyük olsun, küçük olsun; akıllı olsun deli olsun
kadın, hiç bir halde kendi başına evlilik akdini yapamaz. Yalnız eğer dul ise,
izin ve rızâsını almadan velîsinin kendisini evlendirmesi sahih olmaz.
Hanefîler bu görüşe muhalefet ederek demişlerdir ki: Küçük de olsa büyük de
olsa, deli kadın için velînin bulunması zorunludur. Dul olsun, bakire olsun,
bulûğa ermiş olan akıllı kadına gelince, o, dilediği erkekle evlenme hakkına
sahiptir. Sonra, evlendiği erkek kendi dengi İse ne alâ. Aksi takdirde velîsi
itiraz ederek akdi feshetme yoluna gidebilir.
2- Velînin
varlığının zorunlu olduğunu söyleyenler, velînin mücbir olan ve olmayan velî
olmak üzere İki kısma ayrıldığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Mücbir
velînin baba ve dede olduğu hususunda Şâfiîierle Hanbelîler görüş birliği
İçindedirler. Mâlikîler ise, mücbir velî sadece babadır diyerek onlara
muhalefet etmişlerdir. Han-belîlerle Mâlikîler, evlendirme konusunda baba
tarafından atanan va-sînin de, zorlama ve cebir yetkisi bakımından, tıpkı baba
gibi olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Buna muhalefet eden Şâfiîler,
cebir yetkisine sahip olan kimseleri sayarken, baba tarafından atanan vasîden
söz etmemişlerdir. Ek olarak Hanbelîler, gerektiğinde hâkimin de mücbir
olacağını söylemişlerdir.
3- Cebir ve
zorlama hükmünü kabul edenler, mücbir velînin, kendi velayeti altındaki bulûğa
ermiş bakire kadını, izin ve rızâsını almaksızın evlendirme konusunda cebredip
zorlayabileceği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak önceki sayfalarda
da belirtildiği gibi iznini almaksızın zorla evlendirilen kadının nikâhının
sahih olması için gerekli olan şartlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
4-Dul
kadının evlenmesi halinde velîsinin kendisine karşı cebir kullanamayacağı
hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ama velî, onun evlilik akdini yapma
hakkına sahiptir. Velîsi olmadan kadın, evlenme akdini kendi yaparsa, akid
geçersiz olur. Dul kadınla velî, akidte müşterektirler. Kadının hakkı,
kendisiyle evlenecek olan kocadan razı olduğunu açıkça bildirmesidir. Velînin
hakkı, evlendirme akdini kendisinin yapmasıdır. Bu anlatılan hüküm, buluğa
ermiş olan büyük yaştaki kadına mahsustur. Ama kadın dul ve de küçük yaştaysa,
buluğa ermiş olan bakire kız statüsünde olur. Buluğa ermediği sürece, mücbir
velîsi izin ve rızâsını almaksızın, onu evlendirebiiir. Hanbelîler buna
muhalefet ederek demişlerdir ki: Velîsi tarafından kendisine cebir ve zorlama
yapılacak olan küçük yaştaki dul kadın, dokuz yaşından daha küçük olan dul
kadındır. Bu kadın dokuz yaşına girmişse, büyük sayılır ve kendisine karşı zor kullanılamaz.
5- Mâlikî,
Şafiî ve Hanbelîler, her ne kadar akdin yapılmasında kendisine ihtiyaç duyulsa
da, mücbir olmayan velinin; kendi velayeti altındaki dul kadının açık izin ve
rızâsını; bakire kadının da dolaylı izin ve rızâsını almaksızın evlendirme
akdini yapamayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bu, yaşı büyük
kadınlara özgü bir hükümdür. Küçük yaştaki kadınlara gelince, bunlar eğer
dokuz yaşından küçükse, mücbir olmayan velîsinin hiçbir halde onu evlendiremeyeceği
hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ama bundan sonraki durumlar için görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
Mâlikîler derler ki:
Kadın eğer on yaşına varmışsa ve evlenmediği takdirde kötü yola düşmesinden
korkulursa, İznini alarak velî onu evlendirebiiir. Razı olduğunu açıkça
belirtmesi mi gerekir, yoksa susması yeterli olur mu?^Bu hususta iki görüş
vardır. Kuvvetli görüşe göre susması da yeterlidir. Ancak velînin, bu işte
kadıya danışması gerekir. Bazı kimseler, kötü yola düşmesinden korkulduğu
takdirde, on yaşına girmesinin şart olmadığını söylemişlerdir. Bunlara göre bu
kadın, önce de belirtildiği gibi, razı olmasa bile zorla evlendirilir.
Şâfiîler derler ki:
Buluğa ermemiş küçük yaştaki kadını velîsinin evlendirmesi sahih olmaz. Yalnız
babası veya dedesi bu yetkiye sahiptirler. Baba veya dede ölüp de arkalarında
küçük yaşta bir kadın bırakırlarsa ve bu kadın da dul olsun bakire olsun
akıllı ise, hiçbir kimse onu hiçbir halde evlendiremez. Küçüğün vereceği izinse
geçerli değildir. Ama bu kadın deli ise ve muhtaç durumdaysa, buluğa erdiğinde
hâkim tarafından evlendirilebilir.
Hanbelîler derler ki:
Küçük yaştaki kadın, dokuz yaşına girdiğinde buluğa ererse, akıllı ve büyük
yaştaki kadın statüsüne girer. Mücbir olmayan velî, izin ve rızâsını alarak bu
kadını evlendirebiiir. Dokuz yaşından küçük İse, ihtiyaç durumunda hâkim
tarafından evlendirilmesi caiz olur.
6-
Şâfiîierle Hanbelîler, mücbir olmayan velîlerin en yetkilisinin baba, sonra
dede olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîler buna muhalefet
ederek, mücbir olmayan velîlerin en yetkilisinin, zinadan kazanılmış olsa
bile, oğul olduğunu söylemişlerdir. Şu anlamda ki: Bir kadın sahih bir nikâhla
evlenir, sonra dul kalır, daha sonra zina yapıp bir oğul doğurursa, bu oğlu
kendisine velî olmada babasıyla dedesine nispetle daha öncelikli olur. Ama
sahih bir nikâhla evlenmezden önce zina yaparak bir oğul doğurursa, bu oğlu
öncelikli olmaz. Çünkü Mâlikîlere göre zina, bekâreti gidermiş sayılmaz. (Zina
yapmış da olsa, kadın bakire sayıldığı için) baba, mücbir olur. Oysa biz burada
mücbir olmayan velîlerden söz etmekteyiz. Hanefîler de nikâhta en yetkili
velînin oğul olduğunu söyleyerek onlara muvafakat etmişlerdir. Şâfiîierle
Hanbelîler bunlara muhalefet ederek en yetkili velînin baba, sonra dede
olduğunu söylemişlerdir. Ancak Hanbelîler, oğlun velîlikte dededen sonra
geldiğini söylerken, Şâfiîler, oğlun mutlak surette anası üzerinde veiîlik
yapma yetkisine sahip olmadığını söylemektedirler.
7- Şâfi, Hanbelî
ve Hanefîler, gerekli şartları taşıyan yakın velî varken, evlendirme akdini
uzak velînin veya hâkimin yapmalarının sahih olmayacağını söylemiş ve bu
hükümde görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîler bunlara muhalefet ederek şöyle
demişlerdir: Velîler arasındaki sıralamaya riâyet etmek vâcib değil,
mendubtur. Bir kadının baba ve oğlu bulunup babası kendisini evlendirirse,
velîlikte baba, oğuldan sonra geldiği halde yapılan nikâh akdi sahih olur. Aynı
şekilde öz kardeşi varken üvey kardeşi kendisini evlendirirse, yapılan nikâh
akdi yine sahih olur. Kadın, yakınlarından birinin nikâh akdi yapılacak yere
gelmesine razı olmazda hâkim onu evlendirirse, akid sahih olur. Çünkü hâkim de
velîlerden biridir. Velîsi varken kadın, velâyet-i âmme hükmüne dayanarak müslüman
bir kimseyi kendisini evlendirmesi için vekil tâyin ederse, akid sahih olur.
Tabiî eğer denî, yani soysop bakımından aşağı bir seviyedeyse... Aksi takdirde
akid sahih olmaz. Bütün bu anlatılanlar, mücbir olmayan velîye özgü durumlardır.
Mücbir velîye gelince, onun varlığı, Mâlikîlerce de zorunludur.
8- Şafiî,
Mâfikî ve Hanbelîler, nikâhta velî olacak kimsenin erkek olmasının şart olduğu
hususunda görüş birliği etmişlerdir. Hiçbir halde kadın, velî olamaz.
Hanefîler buna muhalefet ederek derler ki: Kadın, küçük yaştaki kadınla erkeği
ve büyük oldukları halde deli oldukları için küçükler statüsünde bulunanların
nikâh akidlerini yapabilir. Bunların erkek velîleri yoksa kadın bu yetkiye
sahip olur. Ancak Mâlikîler derler ki: Kadın vasî ise, efendi veya azad eden
ise veiîlik niteliğine sahib olur. Bu arada sahipsiz bir kızı besleyip büyüten
kadının da o kızın velîsi olacağına dâir bir görüş vardır. Ancak kadın, bu
kızın evlendirme akdini bizzat kendi yapamaz, ama yapması için bir erkeği
kendine vekil olarak tâyin eder.
9-Şafiî,
Mâlikî ve Hanbelîler, fâsıkliğın velîliğe engel olacağı hususunda görüş
birliği etmişlerdir. Fâsık olan bir kimsenin veiîlik yetkisi, bir sonraki
velîye intikal eder. Hanefîler buna muhalefet ederek derler ki: Velîliğe engel olan
durum, velînin, bozuk irâdelilikle tanınıp kadını dengi olmayan bir kocayla ve
aşırı derecede fazla mehirle evlendirmesidir. Bu durumda küçük kız, kendisini
evlendiren babası olsa bile büyüyünce nikâhı reddedebilir. Velî, fâsık ama
seçimini isabetli yapan biriyse, kadını da aşırı derecede farklı bir mehirle
değil de, mehr-İ misliyle evlendirmişse, kendisi de kadının babası veya
de-desiyse, yaptığı nikâh akdi sahih olur. Önce belirtildiği gibi, kadının bu
akdi feshetmeye yetkisi yoktur.
10- Üç
mezheb, velîlik için adaletin şart olmadığı hususunda görüş birliği
etmişlerdir. Hanbelîler buna muhalefet ederek dış görünüş itibariyle velîlikte
adaletin şart olduğunu, sultan ve efendininse bu şarta tâbi olmadıklarını
söylemişlerdir.
11-
Mezhebler, velînin, evlendirme akdini yapmak üzere kendi yerine başkasını
vekil tâyin etme yetkisine sahip olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir.
Evlenmede, eşler
arasında denklik (küfüv) le ilgili bazı hususlar vardır:
1- Küfüviüğün
tanımı.
2- Nikâhın
sıhhatj.lçin küfüvlük şart mıdır, değil midir?
3- Küfüvlük
sadece erkek için mi söz konusudur? Yani erkek, denî (mertebece düşük) bir
kadınla evlenirse, nikâh akdi sahih olur mu, yoksa küfüvlük eşlerin ikisi için
de mi söz konusudur?
4- Küfüvlük
konusunda karar mercîi kimdir?
Bu hususlarla ilgili
olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(30) Hanefîler, küfüvlüğü
"bazı özel durumlarda erkeğin kadına eşit olmasıdır" şeklinde
tanımlamışlardır. Bu özel durumlar altı tanedir: Soy, İslâmiyet, hürriyet,
diyanet, mal ve sanat.
Neseb bakımından ednâ
(düşük) olan erkek, kadının soy ve kabilesinden olmamakla bilinir. Şundan ki:
İnsanlar arab ve acem (araplar dışındaki kavimler) olmak üzere iki kısma
ayrılırlar. Araplar da kendi aralarında Kureyşî ve Kureyşî olmayanlar olmak
üzere iki kısma ayrılırlar. Eşlerin ikisi de Kureyş kabilesine mensup iseler,
neseb bakımından küfüvlük yerini bulmuş olur. Bu durumda kadın, Kureyş
kabilesinin Hâşimî, erkekse Nevfelî kolundan olsa küfüvlük yine yerini bulmuş
olur. Kadın arap olup da Ku-reyşten başka bir kabileye mensup olsa bile,
küfüvlük yerini bulmuş olur. Çünkü arap olan her erkek, hangi kabileden olursa
olsun, Bahil kabilesine mensup olsa bile, Kureyşî kadına küfüv olur.
Arap olmayanlara
gelince onların bazıları bazılarına küfüv olur. Ama müslümanlık ve hürriyet
bakımından aralarında farklılık meydana gelir. Kendisi müslüman olduğu halde
babası kâfir olan bir kimse, hem kendisi, hem de babası müslüman olan bir
kadına küfüv olamaz. Azâd edilen erkek, aslen hür olan kadına (bu kadının
babası azâdlı biri olsa bile) küfüv olamaz. Çünkü bu kadının mertebesi, o
erkeğin mertebesinden yüksektir. Dedesi değil de sadece babası hür olan bir
erkek, hem babası ve hem de dedesi hüolan kadına küfüv olamaa. Aynı şekilde
dedesi değil de sadece babası müslüman olan bir erkek, hertî babası ve hem de
dedesi müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Ama kadının müslüman olan baba ve
birçok dedeleri olup, erkeğin sadece baba ve dedesi müslüman olursa, bu erkek o
kadına küfüv olur. Çünkü neseb, baba ve dedeyle tamamlanır. Aym şekilde kadının
hür olan baba ve bir çok dedeleri olup, erkeğin sadece baba ve dedesi hür
olursa, bu erkek o kadına küfüv olur. Neseb, İslâmiyet ve hürriyet bakımından
küfüv olmanın anlamı işte budur.
Özetle Kureyşlilerin
bazıları bazılarına küfüvdürler. Kureyşli olduktan sonra erkeğin kendisi şahsen
müslüman olduktan sonra babası müslüman olmasa bile, hem kendisi hem de babası
müslüman olan Kureyşli bir kadına küfüv olur. Yine kölelik ve hürriyet de nazar-ı
itibâra alınmaz. Çünkü çoğunlukla araplar köle edilemezler.
Acemlere (arap
olmayanlara) gelince, bunların neseblerinde müslümanlık ve hürriyet nazar-ı
itibâra alınır. Ancak bu sadece karı-kocayı, baba ve dedesini ilgilendirir.
Babası değil de sadece kendisi müslüman olan bir erkek, hem kendisi, hem de
babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Babası değil de sadece kendisi
azâd edilmiş olan bir erkek, hem kendisi ve hem babası hür olan bir kadına
küfüv olamaz. Üzerinde ihtilâf edilmesi doğru olmayan hususlardan biri de, arap
olmayan fakir, ama âlim bir erkeğin; câhil ama zengin, şerefli, asâletli bir
arap kadına küfüv oluşudur. Çünkü ilmin şerefi, soy, asalet ve zenginliğin
şerefinden daha yüksektir. Büyük âlim İbn Hümam ile "Nehr" adlı eserin
yazarı ve diğer âlimler bu gerçeği kesin olarak belirtmişlerdir ki, doğrusu da
budur.
Sanatta küfüv olmaya
gelince; bu, erkeğin ailesinin sanatının, kadının ailesinin sanatına örf ve
âdet açısından küfüv olmasıdır. Meselâ terzilik sanatı halk arasında dokumacılık
sanatına nisbetle daha üstün ise; dokumacı bir erkek, terzinin kızına küfüv
olamaz. Veya dokumacılık halk arasında terzilikten daha üstün olarak kabul
ediliyorsa, terzi bir erkek, dokumacının kızına küfüv olamaz. Bunda ölçü,
sanatın halk nazarında gördüğü itibara göredir.
Mal bakımından
küfüvlüğe gelince; âlimler bu konuda görüş ayrılışına düşmüşlerdir. Bazıları,
erkeğin zenginlik bakımından kadına eşit olmasının şart olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da demişlerdir ki: Tarafların aralarında, mehr-i
misilden peşin olarak verilmesini kararlaştırdıkları kadarım erkeğin Ödeyecek
güçte olması gerekir; peşin olanla bilâhare verilmesi kararlaştırılan
meblağların tamamım önceden vermeye muktedir olması gerekmez. Eğer sanat sahibi
değilse, beraberinde bir aylık nafakanın da bulunması gerekir. Yok eğer böyle
olmayıp günlük olarak yeterince kazanabiliyorsa, bu erkek de mal bakımından
kadının dengi olur. Bu sonuncu görüş zâhirü'r-rivâye olup sahihtir. Ancak
kadının kendine denk olmayan birisiyle evlenmesi durumunda velînin bu evliliği
fesh edebileceği yetkisine dayanarak, evlenme akdi
esnasında kadın için velînin varlığını
şart koşmamış olan Hanefîlerin görüşünü göz önünde bulundurmak gerekir. Bu
hükmü göz önünde bulundurarak zengin bir kadınla evlenecek olup da sadece
mehre ve bir aylık nafakaya sahip olan bir erkeği çevrenin önemsemediğim farz
edelim. Bu durumda malî açıdan küfüvlük anlamsız olacaktır. Bu gibi durumlarda
kadı'nm dinî maslahatları ciddiyetle göz önünde bulundurması ve mefsedeti
bertaraf edecek kararlar alması gerekir. Bu durumda maslahat, sadece birinci
görüşe uymak-taysa, o görüşe göre hareket etmenin bir sakıncası kalmayacaktır.
Şunu da belirtelim ki, zamanımızda küfüvlüğün halk arasında yalnızca malî
açıdan değerlendirildiğini görmekteyiz. Ancak mal sayesinde kişi, kendi
hanımının ve ailesinin şerefini koruyabilir. Mübtezelliğe ve uygunsuz durumlara
düşmekten ancak mal sayesinde koruyabilir. Hanbelîlerden Üstad Meraî'nin şu
sözleri çok hoşuma gider:
Küfü vlük altı
şeydpdir dediler,
Bu dediğiniz çok
önceleriydi dedim.
Günümüz insanlarına
gelince bunlar,
Paradan başka bir şey
bilmezler."
Birinci görüşü âlimler
her ne kadar doğrulamamışlarsa da, zamanımızda buna göre amel etmek
gerekmektedir.
Din bakımından küfüv
olmaya gelince; bu, araplarda da arap olmayanlarda da nazar-ı itibâra alınır.
Fâsık bir erkek, salih bir insanın sâliha olan kızına küfüv olamaz. Babası
fâsık olan sâliha bir kadm, fâsık olan bir erkekle bizzat kendisi akid yaparak
evlenirse, sahih olur. Babası bu evliliğe itiraz edemez. Çünkü kendisi de
fâsıktır. Aym şekilde sâlih bir insanın fâsık kızı, bizzat kendisi akid yaparak
fâsık bir erkekle evlenirse sahih olur. Babası bu evliliğe itiraz edemez.Çünkü
fâsık damadı nedeniyle kendisine bulaşacak leke, fâsık kızı nedeniyle damadına
bulaşacak lekeden daha büyük değildir. Sâlih olan baba, küçük kızını, sâlih
zannettiği bir erkekle evlendirir, sonra da o erkeğin fâsık bir insan olduğu
anlaşılırsa, kadm buluğa erdikten sonra akdi feshedebilir. Fasıktan maksat,
açıkça günah işleyen kimse demektir. Örneğin yol ortasında sarhoş olan,
batakhanelere, fuhuş yuvalarına ve kumar salonlarına giden veya bu fiilleri
işlediğini açıkça ilân eden kimse gibi. Namaz ve orucu terkettiği yetmezmiş
gibi namaz kılmadığını, oruç tutmadığını açıkça söyleyen bazı gençler de buna
örnek olarak gösterilebilir. Bunlar, sâlih insanların sâliha olan kızlarına
küfüv olamazlar. Bu nitelikteki bir kız, o nitelikteki bir erkekle evlenirse,
velîsi itiraz ederek akdi fesnettirebilir. Mehr-i misilden daha az bir mehirle
evlendikleri takdirde yine velî itirazda bulunabilir. Ama nikâh ittifakla
sahihtir. Ancak kadı erkeğe şöyle der: Kadının ya mehr-i mislini tamamla, yoksa
nikâhı fesheder.
İkinci durumun
(küfüvlüğün, nilâh akdinin sıhhat şartı olup olmadığının) cevabına gelince;
akdin geçerli olması ve velîyi bağlaması açısından küfüvlük şarttır. Kadın,
küfüvlüğün altı halinden birinde kendisinden aşağı seviyede bulunan bir erkekle
evlenirse, velîsi nikâh akdine itiraz etme hakkına sahip olur. O razı olmadıkça
nikâh akdi geçerli olmaz. Razı olmadığı takdirde kadı, akdi fesheder.
Üçüncü durumun
(küfüvlüğün kadın bakımından değil de koca bakımından gerekli olduğunun)
cevabına gelince erkek, hizmetçi ve câriye de olsa dilediği kadınla
evlenebilir. Zîra erkekler câriye veya mertebece düşük kadınları yataklarına
almaktan utanç duymazlar. Her zaman ve her yerde Örf bu yolda câri olmuştur.
Evet babası kendisini, daha aşağı mertebedeki bir kadınla evlendirdiği
takdirde, bu erkek çocuğa nisbetle küfüvlük sözko-nusu olur. Bu çocuk, buluğa
erdikten sonra akdi feshedebilir.
Dördüncü durumun
(küfüvlükte karar merdinin kim olacağının) cevabına gelince, mezkûr altı
konuda küfüvlüğü aramak, velînin hakkıdır. Yalnız bu velînin, kadınla
evlenmesi caiz olan bir amca oğlu oluşu gibi, mahrem olmasa bile, asabe olması
şarttır. Anne, zevi'l-erhâm ve kadıya gelince; bunlar, kocada küfüvlük arama
hakkına sahip değildirler. Velî itiraz etmeyip kadının doğurmasına dek ses
çıkarmazsa, artık küfüvlüğü arama hakkı düşer. Doğuma kadar evlilikten haberi
olmasa bile kuvvetli görüşe göre yine bu hakkı düşer. Çünkü doğum, kadınla
erkek arasında diğer durumları unutturacak olan bazı yeni bağlar meydana
getirmiştir. Ayrıca çocuğun da şeref ve itibar hakkı vardır. Babasının lekesini
onun üzerine tescil etmek doğru olmaz. Elden çıkıp zayi olmasın diye kurallar
daima çocuğu gözetmeyi öngörürler. Velînin itirazı üzerine kadı nikâhı fesheder
de kadın ikinci kez kendi küfvü olmayan erkekle evlenirse; velî için yeniden
itiraz etme ve kadı için de yeniden nikâhı feshetme hakkı doğar. Aynı şekilde
velîsi kendisinin izniyle onu, küfvü olmayan bir kocayla evlendirir, kocası
kendisini boşar da bilâhare eski kocasıyla yeniden evlenirse, velîsi itiraz
hakkına sahip olur. Önceki evliliğe xâzi oluşu, velî aleyhine bir delil
olamaz. Velînin ilk evlilikte razı olduğu koca, kadını ric'îbir talâkla boşar
da iddet süresi içinde kadına dönerse, velî itiraz hakkına sahip olmaz. Çünkü
ilk akid, yenilenmemiş, bir bakıma devam ettirilmiştir.
Bazıları derler ki:
Nikâh akdinin sahih olması için küfüvlük şarttır. Velîsi bulunduğu halde kadın
kendi küfvü olmayan bir erkekle evlenir ve evlenme akdinden önce velîsi bu
evliliğe razı olmazsa, yapılan akid baştan itibaren geçersiz olur. Nikâh
akdinden önce razı olur da nikâh akdinden sonra razı olmazsa, razı olmayışı bir
anlam ifâde etmez. Müftâbih ve ihtiyata en yakın olan görüş de budur. Birinci
görüşe göre karıyla kocadan biri, hâkimin kendilerini ayırmasından Önce
ölürse, diğerine mirasçı olur. Zîra aralarındaki nikâh akdi sahih olup ancak
hâkimin kararıyla feshedilebilir. Hâkimin bu durumda yaptığı şey, talâk değil
de fesihtir. Gerdeğe girmelerinden önce hâkim kendilerini ayırırsa, kadın mehir
alma hakkına sahip olmaz. Hâkim kendilerini gerdeğe girmelerinden sonra ayırırsa,
kadın, mehr-i misil alamaz.
Ancak nikâhta
belirtilen miktardaki mehri alır. Sahih halvet nedeniyle de kadın, nikâhta
belirtilen mehri (mehr-i müsemmâ) alır. İddet beklemesi gerekir. Kocası
kendisiyle cinsel temasta bulunmak "istediğinde, dilerse buna izin verir,
dilemezse vermez. Müftâbih görüşe göre bundan dolayı kocanın bir şey yapması
gerekmez. Kadının da, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân
vermesi haram olur. Çünkü aralarındaki nikâh akdi bâtıl olup
gerçekleşmemiştir'.
Şu halde üç talâkla
boşanmış bir kadın, velîsinin rızâsı olmaksızın kendi küfvü olmayan bir
erkekle evlenir ve bu kocası da kendisini boşarsa, kadın ilk kocasıyla yeniden
evlenemez. Çünkü bu ikinci evlilik akdi, bâtıl olarak yapılmıştır ve böyle bir
akid âdeta hiç yapılmamış gibidir. Ama velîsi yoksa veya olduğu halde evlilik
akdinden önce bu evliliğe rşzı olmuşsa, kendi küfvü olmayan bu ikinci kocadan
da boşanan kadın, ilk kocasıyla yeniden evlenebilir. Bu hüküm üzerinde görüş
birliğine varılmıştır. Aynı derecede birkaç velîsi bulunuyorsa ve bunların bir
kısmı, kadının kendi küfvü olmayan erkekle evlenmesine razı olurlarsa,
diğerlerinin bu evliliğe itiraz etme hakları düşer. Eğer velîlerin dereceleri
eşit değilse, bu hak en yakın olan velînindir. Kadının asabeden olan velîleri
yoksa akid sahih ve her halükârda geçerli olur.
Velînin razı olduğunu
ifâde etmesi şart mıdır, yoksa susması yeterli midir? Buna cevap olarak deriz
ki: Kadının doğum yapmasından ve gebeliğinin gözle görülür olmasından önce
susması, daha önce de belirtildiği gibi rızâ olmaz. Razı olduğunu açıkça
söylemeden, itiraz etme hakkı düşmez. Ayrıca velînin, kocayı şahıs olarak da
tanıması gerekir. Meçhul bir koca için razı olursa, kendi itiraz hakkını
düşürmedikçe nikâh sahih olmaz. Meselâ demelidir Ri: "Ey kadın, yapmakta
olduğun işe razı oldum" veya "kendini evlendirmekte olduğun kocaya
razı oldum" veya "istediğini yap" v.s...
Bu anlatılanlar,
anılan küfüvlük çeşitlerine ilişkin hususlardı. Cüzzam, delilik, alacalılık ve
ağız kokması gibi kocada bulunup da akdin feshine neden olan kusurlara
gelince, bunda sadece kadın hak sahibidir. Velî değil, fakat kadın, kadıya
müracaat ederek ayrılmalarını ve nikâhın feshedilmesini taleb edebilir.
Küfüvlükte akıl göz
önünde bulundurulur mu, bulundurulmaz mı? Buna cevaben denilmiştir ki: İlk
dönem âlimlerin buna ilişkin bir sözleri yoktur. Son dönem âlimlerine gelince,
onlar bu hususta görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Doğrusu deli erkek, akıllı
kadına küfüv olamaz. Deli erkekle akıllı kadın evlendikleri takdirde, velî
itiraz ederek akdi feshettirme hakkına sahip olur. Çünkü delilik, başka
şeylerde görülmediği kadar fazla derecede şer ve fesada neden olabilir. Dahası,
insanlar yoksulluktan, delilikten dolayı duydukları utanç kadar utanç
duymazlar. Çirkin görünüme gelince, bu kusur değildir. Kadın güzel olup da
kocası çirkin olursa, ne kendisi, ne de velîsi, itiraz edip nikâh akdini
feshetme yetkisine sahip olurlar.
Malikıler dediler ki:
Nikâhta küfüvlük, iki şeyde denk olmaktır.
a- Kocanın
dindarlığı. Koca müsliiman olmalı, fâsık olmamalıdır.
b- Kocanın
ayıplardan ve kusurlardan salim bulunması. Kocada bulunan alacalık, cüzzam ve
delilik gibi ayıplar, kadının koca konusunda muhayyerlik hakkını kazanmasına
vesile olur. Bu hakka velî değil, kadının kendisi sahiptir.
Mal, hürriyet, neseb
ve sanat açısından küfüvlüğe gelince; bu, Mâlikîlerce nazar-ı itibâra alınmaz.
Aşağı seviyedeki soydan bir erkek, şerefli bir kadınla evlenirse, nikâh akdi
sahih olur. Eşek çobanı veya çöpçü, şerefli veya makam sahibi bir kadınla
evlenirse, nikâh akdi sahih olur. Köle, hür kadının küfvü olur mu? Bununla
ilgili olarak tercihe şayan iki görüş vardır. Bazıları da işin ayrıntılarına
inerek demişlerdir ki: Köle, eğer beyaz tenliyse hür kadının küfvü olur. Siyah
tenliyse, küfvü olamaz. Çünkü hür kadın, si-yahî köleden ötürü utanç duyar.
Kötü yola düşmesinden
korkulduğu için, mücbir olmayan velîsi tarafından, önce belirtilen şartlar
çerçevesinde evlendirilen öksüz kadın için de küfüvlük gözönünde
bulundurulmalıdır. Bu şartlardan biri, öksüz kadının kendine küfüv olan bir
erkekle evlendirilmesidir. Fâsık ve içkici, ya da zina-kâr bir erkekle, yahtıt
nefret ettirici bir kusuru bulunan bir erkekle evlendirilmesi sahih olmaz.
Aksine kocanın, olgunluk sıfatları açısından kendisine eşit olması ve emsali
kadınlar için verilen kadar mehir vermesi gerekir. Âlimler demişlerdir ki:
Kadın, küfüvlük ve benzeri şartlar gözönünde bulundurulmaksızın evlendirildiği
takdirde, kocası gerdeğe girmemişse veya girdiği halde aradan uzun zaman
geçmemişse, akid feshedilir. Ama gerdeğe girmiş ve aradan da uzun zaman
geçmişse, meselâ aradan üç sene geçmiş veya aynı batında değil de muhtelif
zamanlarda iki doğum yapmışsa feshedilmez. Meşhur olan görüş budur. Bir kavle
göre bu akid, mutlak surette fesh edilir. Aynı şekilde hâkim, velîsi kayıp
olan ve henüz rüşdünü ispatlamamış olan bir kadını evlendirecek olursa; kocanın
din, hürriyet, hal ve gidiş açısından kadına küfüv olduğunu tesbit etmeden ve
mehr-i misil almadan, kadını onunla evlendirmesi caiz olmaz. Rüşdünü ispatlamış
olup kendi işini kendi görecek durumda bulunan kadına gelince, hâkim, bu
hususları tesbit etmeden de kadını o erkekle evlendirebilir. Çünkü bu alanda
hak sahibi, kadının kendisidir. Kocayı beğendiği takdirde bu şartlardan
vazgeçebilir. Mâlikîler şunu da söylerler: Hâkim, rüşdünü idrâk etmemiş olan
kadım küfüvlük konusunu araştırmadan evlendirirse, nikâh akdi, başka bir
nedenle iptal edilmezse, sahih olur. Bununla birlikte velî ve zevce, din ile
hal ve gidiş konusundaki küfüvlük şartından vazgeçebilirler. Kadın, kendisine
karşı emniyetli olması şartıyla, bir fâsikla evlenebilir. Eğer kendisine karşı
emniyetli değilse hâkim canları korumak için, her ne kadar kadın razı olsa
bile, akdi reddeder. Velî, kadının kendi küfvü olmayan bir erkekle evlenmesine
razı olur ve bu erkek, kadını boşadıktan sonra tekrar kendisiyle evlenmek
ister, kadın da bu ikinci evliliğe razı olursa, velîsi buna engel olamaz.
Baba, yoksul olan
kardeşinin oğlunu kendi zengin kızı ile evlendirmek isterse, kızın anası bu evliliğe
itiraz edebilir mi, edemez mi? Bu meselede ihtilâf vardır. Mâlikî mezhebinin
kuralları, kıza zarar dokunacağından korkulması durumu dışında, ananın bu
evliliğe itiraz etme hakkına sahip olmadığını ifâde etmektedirler.
Şâflîler dediler ki:
Küfüvlük, bulunmaması utanmayı gerektiren bir şeydir. KüfüvlüğÜ, kocanın
olgunluk ve eksiklik sıfatları açısından kadına eşit olması şeklinde formüle
edebiliriz. Ancak nikâh ayıplarından salim olma hususu bunun dışında
kalmaktadır. Bu ayıplarda, eşlerden her birinin diğerine eşit ve denk olma
şartı aranmaz. Meselâ eşlerin ikisi de cüzzamlı veya alacaklı olursa, her ikisi
de nikâhı feshetme talebinde bulunabilir. "Her ikisinde de aynı ayıp
vardır; feshetme talebinde bulunmaları doğru olmaz" denilemez. Zîra insan,
kendinde bulunan bir ayıptan tiksinmediği halde aynı ayıbı başkalarında
gömdüğünde tiksinebilir.
Neseb, din, hürriyet1
ve sanat bakımlarından küfüvlük nazar-ı itibâra alınır. Nesebi konusunda,
insanlar arap ve acem (arap olmayanlar) olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar.
Araplar da Kureyşli olan ve olmayan olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Kureyşliler birbirlerine küfüvdürler. Ancak Hâşimoğul-lanyla
Abdülmuttaliboğulları müstesna olup Kureyşin diğer kollarındaki kimseler
bunlara küfüv olamazlar. Diğer kabilelere mensup araplar, Kureyş kabilesinden
olanlara küfüv olamazlar. Kureyş dışındaki diğer araplar, birbirlerinin
küfvüdürler. Acemler (arap olmayanlar), anneleri arap olsa bile, araplara küfüv
olamazlar.
Ayrıca kadın,
kendisine mensup olmakla şereflendiği bir şahsa bağlı ise, kocanın da böyle bir
şahsa mensub olması gerekir. Bu iki şahıs, arap da olsalar acem de olsalar,
hüküm aynıdır.
Özetle küfüvlük
öncelikle türde muteber olur. Yani arap bir tür, acem-se bir başka türdür.
Araplar da Kureyşli olan ve olmayan olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Arapların
en faziletlileri Kureyşlilerdir. Kureyşliler arasında da farklılık vardır:
Hâşimoğullanyla Muttalib oğullan, Kureyşin diğer kollarından daha
faziletlidirler. Türde küfüvlük gerçekleşince, küfüvlüğün eşlerin şahıslarında
da gerçekleşmesi gerekir. Kadın, kendisine mensub olmakla şereflendiği bir
şahsa bağlı ise kocanın da o seviyedeki bir şahsa mensub olması gerekir. Soyda
(nesebte) muteber olan, analar değil babalardır. Ancak Hz. Fatıma (r.a.) nın
kızları bu hükümden müstesnadırlar. Onlar Hz. Peygamber'e mensubturlar. Onlar,
araplarla acemlerin en yüksek nev'idirler.
Araplar hakkında
söylenenler, acemler hakkında da söylenir. Denilir ki: Farslar Nabatîlerden,
îsrailoğulları da Kıbtîlerden faziletlidirler. Kadın, yüksek bir şahsa
bağlıysa, kocanın da ona denk yüksek bir şahsa mensub olması gerekir. Bu
farklılığın acemler için muteber olmadığı söylenmiştir.
Dine gelince; kocanın
iffet ve ıstikamet-i hal açısından kadına eşit olması gerekir. Zina nedeniyle
fâsık olan bir erkek, tevbe etmiş ve tevbesini tutmuş olsa bile iffetli bir
kadına küfüv olamaz. Bazıları bu kaville fetva vermişlerdir. Ama kadın da, bu
erkek gibi aynı şekilde fâsık birisi ise, koca kendisine küfüv olur. Meselâ
zina yapmış bir kadına, zina yapmış bir erkek küfüv olur. Ama erkeğin fâsıkhğı
daha fazla veya başka türden olursa, kadına küfüv olamaz. Sefihlik nedeniyle
kısıtlılık altına alınmışsa, reşîde olan bir kadına küfüv olamaz.
Dinde babaların
müslümanlıkları da nazar-ı itibâra alınır. Babası müs-lüman olmayan bir erkek,
babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. İki babası müslüman olan bir
erkek, üç babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Ancak sahabîler bu
hükümden müstesnadırlar. Sahabî kendisine oranla çok sayıda müslüman babası
(baba ve dedeleri) bulunan tabiî kadına küfüv olur. Çünkü sahabîlerin, diğer
kimselerden üstün ve erdemli oldukları, hadisle bildirilmiştir.
Hürriyete gelince,
kendisinde kölelik şaibesi bulunan bir kimse, bu şaibeden salim bulunan bir
kadına küfüv olamaz. Bu hususta analar değil, babalar göz önüne alınır.
Öyleyse bir cariyeden doğan erkek, hür bir kadından doğan kadına küfüv
olabilir.
Sanata gelince;
çöpçülük, kupa vuruculuk (hacamatçılık), bekçilik ve tellâklık gibi örfen düşük
olarak kabul edilen sanat erbabı, kıymetli sanat sahibi olan kadınlara, meselâ
kadın bir terziye veya babası terzilik yapan bir kadına ve elektrik ustasına
küfüv olamaz. Sanat sahibi bir kimse, tacirin kızma; tacirin oğlu da âlimin
veya kadı'nın kızma küfüv olamaz. Örf, bu yolda carîdir.
Küfüvlükte mal dikkate
alınmaz. Yoksul bir erkek, zengin bir kadınla evlenecek olursa, ona küfüv olur.
Yukarıda anlatılan özellikleri birbirleriyle karşılaştırmak caiz olmaz. Meselâ
kadın hür ve fâsık olur da koca, köle ve salih bir insan olursa, onun bu
köleliğini kadındaki fâsıklıkla karşılaştırıp bu iki olumsuz özelliği düşürüp
yok saymak mümkün değildir. Aynı şekilde kadın arap ve fâsık olur da koca acem
ve sâlih bir insan olursa, onun acemliğini kadındaki fâsıklıkla karşılaştırıp
bu iki olumsuz özelliği düşürüp yok saymak mümkün değildir. Diğer olumsuz
özellikler de bu örneklere kıyaslanabilirler.
Razı olunmadığı
takdirde küfüvlük, nikâhın sahih olması için şarttır. Bu, evlenecek olan
kadınla velîsinin ortalaşa kullanabilecekleri bir haktır. önceki sayfalarda
belirtildiği şekilde, kendisinde küfüvlüğün gerçekleşmediği kocaya razı
olmazlarsa, akid sahih olmaz. Önce de belirtildiği gibi küfüvlük, mücbir velî
tarafından yapılacak olan nikâh akdinin sahih olması için şarttır. Baba, cebir
kullanarak kızım evlendirecek olursa, onu küfvü olan bir erkekle evlendirmesi
şart olur. Ama kadın küfvü olmadığı halde o erkekle evlenmeye razı olursa,
nikâh akdi sahih olur. Artık itiraz etme hakkı da düşer. Ancak küfüv olmayan koca için râzılıkta,
kadın eğer dul ise, kendisini evlendiren velî mücbir olsa da olmasa da, bir
kavle göre susması yeterli olur. Bir kavle göre, kendisini evlendiren mücbir
velî değilse, susması yeterli olmaz. Aksine razı olduğunu söyleyerek rızâsını
sarahatle bildirmesi zorunlu olur.
Sonra bu hak kadın ile
en yakın velîsine aittir. Uzak velîsi bu hakka sahip değildir. Burukluk ve
iktidarsızlığa gelince, bu ayıplardan ötürü evliliğe itiraz etmek sadece
kadının hakkıdır. Kadın eğer buruk veya iktidarsız bir erkeğe razı olursa,
velîsi razı olmasa bile, akid sahih olur. Velînin bu konuda rızâsı dikkate
alınmaz. Çünkü bu hak sadece kadına özgüdür. Hür kadın, kendi küfvü olduğunu
zannettiği bir kocaya razı olur da bilâhare kocanın köle olduğu anlaşılırsa
veya kocanın ayıplı olduğu açığa çıkarsa, kadın için muhayyerlik hakkı doğar.
Velî de bu evliliğe itiraz etme hakkına sahip olur. Akdi kendisinin yapmış
olması, onun bu hakkım düşürmez. Ancak bu hakları, kocadaki aybin farkına
vardıktan sonra razı olurlarsa düşer.
Bilindiği gibi küfüvlük,
zevce tarafından dikkate alınır. Erkeğe gelince o, cariyeyle de evlenebilir,
hizmetçiyle de... Zîra erkekler, seviyece kendilerinden aşağıdaki kadınlarla
evlenmekten utanç duymazlar. Babanın küçük yaştaki oğlunu, kendisine küfüv
olmayan bir kadınla evlendirmesi sahih olur. Ama oğlu, buluğa erdiğinde
muhayyerliğine (evliliği sürdürüp sürdürmeme seçeneğine) sahip olur. Ancak
babanın küçük yaştaki oğlunu, bir câriye veya çirkin bir kocakarı ile veya
-her ne kadar feshi İcab ettiren bir ayıp değilse de- kör bir kadınla
evlendirmesi sahih olmaz.
Hanbelîler dediler ki:
Küfüvlük, beş şeyde denk olmaktır:
1- Diyanet:
Fâcir ve fâsık olan bir erkek, sâliha, adaletli ve iffetli bir kadına küfüv
olamaz. Çünkü fâcir ve fâsığın şahitliği ve râvîliği kabul edilmez. Bu da
insaniyet açısından bir noksanlıktır.
2- San'at:
Düşük değerdeki sanat erbabı, kıymetli sanat sahibi kimselerin kızlarına küfüv
olamazlar. Kupa vuran (hacamatçı) veya çöpçülük yapan bir kimse, tüccarın veya
manifaturacının kızına küfüv olamaz.
3- Mal
zenginliği. Yani kendisiyle evlenilecek kadının mehir ve nafakasını verecek
kadar mala sahip bulunmak. Mâlî sıkıntıda bulunan erkek, mâlî durumu müsait
olan kadına küfüv olamaz, öyle ki, kendisiyle evlenilen kadının kocası evindeki
durumu, babası evindeki durumuna göre değişmemelidir.
4- Hürriyet.
Köle veya bir kısmı azâd edilen erkek, hür kadına küfüv olamaz.
5-Neseb:
Acem (arap olmayan) erkek, arap kadına küfüv olamaz. Velî, kadının rızâsını
almaksızın onu küfvü olmayan bir erkekle evlendirİrse günahkâr ve fâsık
olur.
Buraya kadar
anlatılanlardan da öğrenildiği gibi, nikâhın ittifakla kabul edilen
şartlarından biri de, kendisiyle evlenilecek kadının, üzerine nikâh akdi
yapılmasına müsait bir kadın olmasıdır. Erkeğe herhangi bir sebeple haram
kılınmış olan kadının üzerine nikâh akdi yapmak sahih olmaz. Bu sebepler iki
kısma ayrılırlar:
a- Ebedî
olarak haram kılınmayı gerektiren sebepler.
b- Geçici
olarak haram kılınmayı gerektiren, yani ortadan kalktığı takdirde kadınla
erkeğin evlenmelerini helâl kılan sebepler.
Ebedî olarak haramlığı
gerektiren sebepler üç tanedir:
1-
Akrabalık.
2- Hısımlık.
3- Süt
emişme.
Akrabalık ebedî
haramlığı gerektirir ve üç türe ayrılır:
Birinci tür akrabalık:
Kişinin usûl ve fürûu. Usûlü, anneleri (ana ve nineleri) dir. Kendisini doğuran
anasıyla nineleri, kişiye haramdır. Nineler baba tarafından olsun, ana
tarafından olsun, her ne kadar geriye doğru giderlerse gitsinler, kişiye
haramdırlar. Fürûa gelince; bunlar kişinin kızları, kızlarının kızları, her ne
kadar aşağıya doğru inerse insin oğullarının kızlarıdır.
İkinci tür akrabalık:
Babanın fürûudur ki, bunlar kişinin kız kardeşleridir. Öz olsun, baba bir, ya
da ana bir olsun, her taraftan kız kardeşler kişiye haramdır. Kız kardeşlerin
kızları ve çocuklarının kızları ile her ne kadar ileriye doğru giderlerse
gitsinler erkek kardeşin kızları kişiye haramdır.
Üçüncü tür akrabalık:
Dede ve ninenin fürûu. Bunlar da öz olsun, üvey olsun, kişinin teyze ve
halalarıdır. Bunlarla da evlenmek haramdır.
Kişiye haram olan
kadınlar bunlardır. Bunlardan başka kadınlarla evlenmek helâldir. Sözgefimi
amca kızıyla, hala kızlarıyla ve teyze kızlarıyla evlenmek helâldir. Dede ve
ninenin fürûundan sadece ilk batındakilerle evlenmek haramdır.
Hısımlığa gelince, bu
nedenle kişiye haram olan kadınlar da üç türe ayrılırlar:
Birinci tür. Kişinin
evlendiği kadının fürûu. Bir erkeğin evlenip de kendisiyle gerdeğe girdiği
kadının (başka kocadan olan) kızı kendisine haram olur, o kızla evlenemez.
Kendisi besleyip büyütse de büyütmese de, o kız, kendisinin kefaletinde olan
beslemesidir. Ko-, nuyla ilgili âyet-i kerîmede, bu kızların tavsifi yapılırken
"Fihucûri-küm", yani "kucağınizdaki beslemeleriniz" kaydı
konulmuştur. Bununla denilmek isteniyor ki: "Onlar, kendi kucağınızda
besleyip büyüttüğünüz kızlarınız gibidir". Kişinin, bu üvey kızlarından
doğan kızlarla ve onların
kızlarıyla da evlenmesi haram olur. Ama üvey kızın anasıyla evlenme akdi yapıp
da gerdeğe girmemişse, kişinin bu kızla evlenmesi haram olmaz.
İkinci tür. Zevcenin
usûlü: Kişinin kendi karısının anasıyla, karısının anasının anasıyla,
karısının anasının ninesiyle evlenmesi; -gerdeğe girmemiş olsabile- kendi
karısıyla nikâh akdi yaptıktan sonra haram oiur. Bu nedenle denilmiştir ki:
"Kızlarla nikâh akdi yapmakla, kızların anaları haram olur. Analarla
gerdeğe girmekle de kızları haram olur." Bunun sırrı şu olsa gerek:
Hayatlarının ilk dönemlerinde ve çocukluk çağlarında kızların erkeklere olan
ilgisi fazla ve (sevdikleri) erkekler için duydukları kıskançlık, aşırı
denecek kadar çoktur. Kız üzerine yapılan nikâh akdinin, ananın o erkeğe olan
tamahını kesecek derecede kat'î olması gerekir ki, anayla kız arasındaki sevgi
bağlarını koparacak olan kin ve hased meydana gelmesin. Oysa anada böyle bir
durum düşünülemez. Ana (nikahlanmış olsa dahi) kendisiyle gerdeğe girmemiş
olan kocadan, sonsuz bir sevgiyle sevmekte olduğu kızı lehine vazgeçebilir ve
bu durumda anayla kız arasındaki sevgi bağları da kopmaz.
Üçüncü tür. Babaların
ve oğulların, kendileriyle cinsel temasta bulunmuş ofdukları kadınlar. Kişi,
babasının veya oğlunun cinsel temasta bulunmuş olduğu bir kadınla evlenemez.
Süt emişme (rada) ye
gelince, neseb nedeniyle haram olan kadınlar, süt emişme nedeniyle de haram olurlar.
Ancak yeri geldiğinde de açıklanacağı gibi, bazı durumlar bundan müstesnadır.
Buraya kadar
anlatılanlar, ebedî haram kılma sebepleriydiler. Geçici haram kılma
sebeplerine gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- Kişinin
kendi mahrerniyle evlenmesi: Bir kimsenin iki bacıyı veya ana ile kızı kendi
nikâhı altında bir arada tutması helâl olmaz.
2- Mülkiyet:
Kadının, kendi mülkiyetindeki köleyle; erkeğin kendi mülkiyetindeki cariyeyle
evlenmesi helâl olmaz. Ancak azâd ettikten sonra evlenebilirler.
3- Şirk:
Müslüman bir kimsenin, hiçbir semavî dine inanmayan müşrik bir kadınla
evlenmesi caiz olmaz.
4- Üç
talâkla boşama: Kişi, üç talâkla boşadığı karısını -bu kadın başka birisiyle
evlenip de ondan boşanmadıkça- yeniden nikâhlayamaz.
5- Nikâh
veya iddetle başkasının hakkının takılı kalması. İşte bu sayılan sebepler
ortadan kalkınca haramlık da ortadan kalkar.
Meselâ, dört kadınla evli bulunan bir erkeğin, bu kadınlardan birini boşayıp da
kadının iddetini doldurmasından önce beşinci bir kadınla evlenememesi buna
örnek olarak gösterilebilir.
Hısımlık, akrabalığa
benzer bir vasıftır ve bu vasıf dört şeyde tahakkuk eder:
1- Oğlun
karısı: Bu kadın, kişinin kendi kızına benzer.
2- Zevcenin
(önceki evliliğinde doğurduğu ve ikinci kocanın evine beraberinde getirdiği)
kızı. Bu da kişinin kendi kızı gibidir.
3- Babanın
karısı (Üvey anne): Bu, anneye benzer.
4- Zevcenin
anası: (Kaynana): Bu da anneye benzer.
Oğlun karısının,
babanın karısının, kayınvalidenin sahih bir nikâh akdiyle kişiye haram
kılındığı hususunda ittifak vardır. Baba, bir kadını nikahladıktan sonra onunla
henüz gerdeğe girmemiş olsa bile, o kadın bu babanın oğluna, oğlunun oğluna,
her ne kadar ileriye doğru gitse de oğlunun oğlunun... oğluna haram olur. Ama
üvey annenin başka kocadan dünyaya getirdiği kızla evlenmek, kişiye haram
değildir. Oğlun karısının başka kocadan elde etmiş olduğu kız, oğlun babasına
haram değildir. Üvey babanın başka kadından elde etmiş olduğu kız İle o kızın anası
kişiye haram değildir. Oğlun karısının anası, oğlun babasına haram değildir.
Kişinin, üvey oğlunun karısıyla evlenmesi haram değildir. Adamın biri, başka
kocadan olma bir oğlu bulunan bir kadınla evlenir de, bu oğlun boşamış olduğu
bir karısı bulunursa, üvey babanın bu boşanmış kadınla evlenmesi helâl olur.
Bir kimse bir kadınla evlenme akdi yaparsa, gerdeğe girse de, girmese de
kendisine o kadının anası, her ne kadar geriye doğru gitse de anasının anası
haram olur. Ama varsa, evlendiği kadının kızı, o kadınla gerdeğe girmeden
kendisine haram olmaz.
Hısımlık nedeniyle
haram oluş, sahih nikâh akdiyle sabit olur. Bu hüküm üzerinde hiç bir ihtilâf
yoktur. Ve bu, tek kelimeyle böyledir. Fâsid akid, şüphe sonucu cinsel temas
veya zina nedeniyle hısımlık haramhğı oluşur mu, oluşmaz mı? Mezhebler bu
hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
(31) Hanefîler dediler
ki: Fâsid nikâh akdi, hısımlık haramlığım oluşturmaz. Bir kimse bir kadını
fâsid biçimde nikahlarsa, o kadının anası o erkeğe haram olmaz. Hısımlık
haramlığım oluşturan sebepler dörttür:
1- Sahih
akid.
2- Sahih
veya fâsid akidle veya zina ile olsun, cinsel temas.
3- Dokunup
ellemek.
4- Erkeğin,
kadının vaginasının iç tarafına bakması. Kadının da erkeğin penisine bakması.
Cinsel temasın hısımlık
haramlığım oluşturması için üç şartın gerçekleşmesi gerekir:
a-
Kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadın sağ olmalıdır.' Ölmüş bir kadınla
cinsel temasta bulunan erkeğe o kadının kızı haram olmaz.
b-
Kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadın, temastan zevk alma yaşında
olmalıdır. Bu da kadının dokuz yaşında veya daha büyük olmasıdır. Bir kimse,
küçük yaştaki bir kadınla evlenir, bu kadınla evlendikten sonra boşar, kadın
iddetini tamamladıktan sonra başka bir erkekle evlenir ve bir kız çocuğu
doğurursa, birinci kocasının bu kızla evlenmesi caiz olur. Çünkü bu kızın
anasıyla henüz küçük yaştayken cinsel temasta bulunmuştur. Aynı şekilde küçük
yaştaki bir kadınla zina yapan kimse, bu kadının bilâhare başka bir kocanın
nikâhındayken doğuracağı kızla evlenmesi haydi haydi helâl olur. Aynı şekilde
hısımlık haramlığımn oluşması için cinsel temasta bulunan erkeğin şehvet
sahibi olması şarttır. Mürâhik (buluğa yaklaşmış olan) bir çocuk, babasının
karısıyla cinsel temasta bulunursa, o kadın artık babasına haram olmaz.
c- Cinsel
temas, mak'adtan değil de, vaginadan yapılmalıdır. Bİr kimse bu kadınla
mak'adından cinsel temasta bulunursa, o kadın kendisiyle temasta bulunan
erkeğin usûl ve fürûuna haram olmaz. Homoseksüel iki erkek cinsel temasta
bulunurlarsa, yapılan erkeğin kızı, yapan erkeğe haram olmaz.. Hanefîlerin
bakma ve dokunmayla da hısımlık haramlığımn oluştuğu görüşünde oldukları, bu
söylediklerimize karşı bir delil olarak ileri sürülmesin. Kadınla ters cinsel
temasta bulunmada, bakma ve dokunmanın fevkinde tam bir lezzet bulunduğu
bilinen bir gerçektir. Biz deriz ki: Bakma ve dokunmayla hısımlık haramlığı
oluşur. Çünkü bunlar, kadının ön organından cinsel temasta bulunmaya yol
açarlar ki, o organdan yapılan temas da hısımlık haramlığım oluşturur. Bunların
önden temas yapmaya yol açmadıkları anlaşılırsa, hısımlık haramlığım
oluşturmazlar. Dolayısıyla bakma veya dokunmayla hısımlık haramlığımn oluşması
için, bakarken veya dokunurken meni akmaması şart koşulmuştur. Şayet meni
akarsa bunların, haramhğı oluşturan cinsel temasa yol açmamış oldukları açığa
çıkar. ,
Hısımlık haramlığım
gerektiren cinsel temasın caiz bir temas olması da şart değildir. Hayızlı ve
nifaslı kadınla yapılan cinsel temas nedeniyle de hısımlık haramhğı sabit
olur. Hac ihramında bulunan veya oruçlu olan bir erkeğin cinsel temas yapması
nedeniyle de hısımlık haramhğı sabit olur.
Dokunmayla ilgili
şartlarsa şunlardır:
1- Dokunma,
arada perde veya örtü gibi bir engel bulunmaksızın vuku-bulmalıdır. Ya da vücut
ısılarının biribirlerine geçmesine engel olmayan bir perde Üzerinden
vukûbulmahdır.
2- Dokunma,
baştan aşağıya salıverilen saçlardan başka kısımlar üzerinde vukûbulmahdır.
Aşağıya Sarkıtılan saçlara dokunmak, şehvetle de olsa hısımlık haramlığı
oluşturmaz. Fakat başa bitişik ve yapışık olan saça dokunmak hısımlık hanmlığım
oluşturur.
3- Dokunma,
şehvetle yapılmalıdır. Erkeğin kadına dokunmasında şehvetin sınırı; penisinin
oynamasıdır. Eğer zaten oynamaktaysa, o zaman da daha fazla oynamasıdır.
Kadının şehvetinin smırıysa, kalbinin hareket etmesi ve lezzet duymasıdır. Çok
yaşlı erkek de kadın gibidir.
4- Kadının,
dokunma nedeniyle lezzet duyduğunu belirtmesi halinde, erkeğin onun doğru
söylediğini kuvvetle zannetmesidir. Oğlun, (babanın karısına) dokunma
nedeniyle lezzet duyduğunu haber vermesi halinde, baba, onun doğru söylediğini
kuvvetle zannetmelidir. Aksi takdirde hısımlık ha-ramhğı oluşmaz.
5- Lezzet,
dokunmayla birlikte hissedilmelidir. Lezzetsiz olarak dokunur da bilâhare
lezzet duyarsa, bu dokunması hısımlık haramliğını oluşturmaz.
6- Dokunma nedeniyle meni akmamahdır.
7- Dokunulan
kadın dokuz yaşından küçük olmamalı ve dokunan erkek, şehvetli olmalıdır.
Kadın küçükse, ya da kadın küçük ama erkek mürâ-hikse (bulûğa yaklaşmış ise),
hısımlık haramlığı oluşmaz.
Bakmayla ilgili
şartları da şöylece sıralayabiliriz:
1- Bakış,
kadının vaginasının özellikle yuvarlak deliğinin içine yapılmalıdır. Kuvvetli
olan görüş budur. Bu bakış da ancak, kadının sırtını bir yere dayaması halinde
gerçekleşebilir. Kadın ayakta duruyor veya bir yere dayanmaksızın oturuyorsa
orası görülemez. Bakan kadınsa, özellikle erkeğin penisine bakması şarttır.
Erkeğin veya kadının başka taraflarına bakmakla, hısımlık haramlığı oluşmaz.
2- Dokunmada
olduğu gibi, bakmanın da şehvetle olması şarttır. Kuvvetli görüşe göre
bakmakta şehvetin sınırı, dokunmadaki sınır gibidir.
3- Vaginanın
aynada veya sudaki görüntüsünü değil fakat bizzat kendisini görmek şarttır.
Bir erkek, sırtını bir yere dayamış olan kadının vaginasının içini aynada
şehvetle seyrederse, bu bakış hısımlık haramlığım oluşturmaz. Aynı şekilde
erkek, su kıyısında duran kadının vaginasının aksini suda görürse, bu hısımlık
haramlığım oluşturmaz. Ama kadının kendisi berrak bir suyun içinde dururken
erkek onun vaginasını suda görürse, bu görüşü, hısımlık haramlığmı oluşturur.
Çünkü vaginanın suretini değil, aslını görmüştür.
4- Bakışla birlikte şehvet hissedilmelidir.
5- Dokunmada
da olduğu gibi, bakma nedeniyle meni akmamahdır.
6- Kendisine
bakılan kadın, küçük yaşta ve şehvetsiz, veya ölü biri olmamalıdır. Ya da
bakan erkek, önce de belirtildiği gibi mürâhik (buluğ çağına yaklaşmış)
olmamalıdır. Bakma veya dokunma şehvetle olduğu takdirde kasıtlı da olsa
unutarak veya zorlanarak da olsa aynı hükme tâbidir. Bunla-nn hepsiyle de
hısımlık haramlığı sabit olur.
Zînâya gelince; bu,
mükellef bir erkeğin kölelik ve kölelik şüphesinden uzak olan şehvetli bir
kadınla vaginasından temasta bulunmasıdır. Zina nedeniyle neseb ve radâ
bakımından hısımlık haramlığı sabit olur. Adamın biri bir kadınla zina
yaparsa, o kadın, o erkeğin usûl ve fürüuna haram olur. O erkeğin ne babasıyla,
ne de oğluyla evlenebilir. O kadının da usûl ve fü-rûu o erkeğe haram olur. O
erkek, ister kendi döl suyundan, ister başkasının döl suyundan doğmuş olsun, o
kadının kızıyla, kızının kızıyla...evlenemez. Yine o kadının anasıyla, anasının
anasıyla...evlenemez. Ama o kadının kız kardeşiyle evlenebilir. O kadının usûl
ve fürûu, kendisiyle zina yapan erkeğin usûl ve fürûuna helâl olur. Meselâ
birinin oğlu, diğerinin kızıyla evlenebilir. Yalnız o kadının çocuğunun, o
erkeğin döl suyundan doğmuş olmaması, ayrıca erkeğin döl suyundan kaynaklanan o
kadının sütünü emmemiş olması şarttır. Adamın biri bir kadınla zina eder, o
zina nedeniyle kadın hâmile kalıp doğurur, sonra da*kendİ sütüyle başka bir
kızı emzirirse, zina yapan erkeğin o kadın tarafından emzirilen bu kızla
evlenmesi helâl olmaz. Çünkü bu kız, o erkeğin süt kızıdır. Bu kız kendisine
helâl olmadığı gibi, o erkeğin usûl ve fürûuna da helâl olmaz. Bu kız helâl
olmadığı gibi o kadının bu zina dolayısıyla doğurmuş olduğu kız da o erkeğe,
erkeğin usûl ve fürûuna helâl olmaz. Çünkü bu kız, kendi döl suyundan doğmuş
veya zina yaptığı kadının sütünü emmiş de olsa kendi bedeninin bir parçasıdır.
Bu kız, o erkeğin amcasına ve dayısına haram olmaz. Çünkü bu şahıslarda, o
erkeğin parçası olma durumu sözkonusu değildir. Kızın, zina yapan erkeğin
nesebinden olduğu sabit değildir ki, erkeğin amcasına ve dayısına haram olsun.
Bu anlatılanlardan
öğrenildiğine göre, kızının mahremliği kendisine bağlı olan kadınla cinsel
temasta bulunmak şartı olmaksızın, önceki sayfalarda anlatılan şartlar
çerçevesinde, o kadına şehvetle bakmak, ya da dokunmak hısımlık haramlığının
sabit olması için yeterlidir.
Şâfiîler dediler ki:
Hısımlık haramlığının oluşması için kendileriyle cinsel temasta bulunma şartı
koşulan kadınlar üzerine fâsid bir nikâh akdi yapmak da hısımlık haramlığım
gerekli kılar, örneğin bir anayı ele alacak olursak, bu ana ile cinsel temasta
bulunulmadan, kızı, kendisiyle cinsel temasta bulunmak isteyen erkeğe haram
olmaz. Meselâ bu kadın üzerine fâsid bir nikâh akdi yapan kimse, bu akde
dayanarak o kadınla cinsel temasta bulunursa; artık bu kadının kızı, kendisiyle
temasta bulunan erkeğe haram olur. Ama sırf nikâh akdi nedeniyle mahrem olan
kadınlara gelince, bunların haram olmaları için, yapılan akdin sahih olması
şarttır. Örneğin bir kızı ele alalım:.Sahih olması şartıyla bu kızın üzerine
bir nikâh akdi yapan kimse, -kızla cinsel temasta bulunmasa bile- artık bu
kızın anası ile evlenemez. Kız üzerine fâsid bir nikâh akdi yapar ve cinsel
temasta bulunmazsa, o kızın anasıyla evlenebilir. Ama fâsid de olsa nikâh
akdinden sonra kızla -mak'adtan da olsa- cinsel temasta bulunursa, artık bu
kızın anasıyla evlenmesi haram olur. Babanın karısı da bunun gibidir. Bu kadın
da, babanın yaptığı nikâh akdinden
sonra artık babanın oğluna haram olur. Ancak babayla yapılan nikâh akdinin
sahih olması da şarttır. Nikâh akdi fâsid olsa bile, baba gerdeğe girip de
cinsel temasta bulunursa, artık bu kadın babanın oğluna haram olur. Oğlun
karısı da böyledir. Bu kadın da sırf nikâh akdi ile artık oğlun babasına
(kayınpedere) haram olur. Yalnız, önce de belirtildiği gibi, bu nikâh akdinin
de sahih olması şarttır.
Böylece hısımlık
haramhğının iki şeyle vukûbulduğunu öğrenmiş olmaktayız:
a- Sahih
akid.
b- Cinsel
temas. Bu temas; sahih veya fâsid akde dayanılarak da yapılsa, kadının
mak'adından bile olsa, şüphe sonucu olarak da yapılsa aynı sonucu doğurur.
Erkeğin kadına bıraktığı suyu, kadının bir başka kadının vaginasına aktarması
da cinsel temas gibidir. Şöyle ki: Bir erkek, sahih bir nikâh akdine dayanarak
bir kadınla (eşiyle) cinsel temasta bulunur ve dölsuyunu eşinin vaginasına
akıtırsa, onun bu suyu saygın olur. Yani zinadan elde edilmiş değildir. Diyelim
ki eşi, bir başka kadınla sevişip oynaşır ve kendi vaginasında bulunan kocasına
ait dölsuyunu o kadının vaginasına aktarır-sa, kadın da bu nedenle hâmile kalıp
bir erkek çocuk doğurursa; bu erkek çocuk, anasıyla sevişen kadının kocasının
oğludur. Erkeğin dölsuyunu vaginasında taşımakta olan eşi, bu suyu, erkeğin
ikinci olarak alıp da kendisiyle henüz temasta bulunmamış yeni eşinin
vaginasına aktarırsa, bu yeni eşten doğan kız, o erkeğe haram olur. Çünkü
dölsuyunun bu şekilde yeni eşine aktarılması, cinsel temas sayılır.
Zinaya gelince, o, hiç
bir halde hısımlık haramlığını oluşturmaz. Çünkü hısımlık, Allah tarafından
ihsan edilen bir nimettir ki bu nimetin, haram kılınmış olan bu fiille ortadan
kalkması doğru olmaz. Hısımlık haramiığı zina ile vukûbulmadığı gibi, hiç bir
halde şehvetli olarak dokunma veya bakmayla da vukûbulmaz.
Şüphe sonucu yapılan
cinsel temasa örnek olarak, bir kimsenin kendi, karısı olmadığı halde karısı
zannederek bir kadınla temasta bulunması olayını gösterebiliriz. Bu şüpheye failin
(temas yapanın) şüphesi denir. Böyle yapan bir kimsenin yaptığına ise ne helâl,
ne de haram diyebiliriz. Şüphe teması ile neseb sabit olur ve iddet beklemek
gerekir. Şu da var ki, erkeğin, zinası sonucu doğan kızıyla evlenmesi caiz
olur. Adamın biri bir kadınla zina yapar ve bu kadın ondan hâmile kalıp bir
kız çocuğu doğurursa, o erkek bu kızla evlenebilir. Çünkü zina suyu,
mahremliğin oluşmasını gerektirmez. Bu kız o erkeğe helâl olduğu gibi onun usûl
ve fürûuna da helâl olur. Ancak erkeğin, o kızı nikahlaması mekruhtur. Ama
zinadan doğan erkeğin anasının durumu bunun tersidir. Diğer anaların,
oğullarına haram oluşu gibi. Zinadan doğan erkeğin anası da kendisine haram
olur. Çünkü bu erkeğin nesebi, o kadından sabittir. Ana ile oğul biribirlerine
mirasçı olurlar.
MÂlikîler dediler ki:
Hısımlık mahremiyeti, fâsid akidle de sabit olur. Fâsid akid iki türlüdür:
a-
Fâsidliğinde icmâ edilen akid.
b-
Fâsidliğinde diğer mezheblerde icmâ edilmeyen akid.
Fâsidliğinde icmâ
edilen akid, cinsel temas, ya da bu temasın Öncülü olan hareketlerde
bulunulmadan hısımlık haramlığını oluşturmaz. Bir erkeğin, iddet beklemekte
olduğundan haberi olmadan, iddetteki bir kadını nikahlaması, ya da kendi süt
kardeşi olduğunu bilmeden, süt kardeşi olan bir kadınla nikâhlanması gibi. Bu
nikâhın fâsid olduğunda icmâ vardır. Böyle bir nikâha dayanarak kadmla cinsel
temasta bulunan erkeğe had tatbik edilmez. Çünkü bunda şüphe vardır. İşte bu
nikâh akdi, kendisine dayanılarak yapılan cinsel temas, ya da temasın öncülü
olan hareketler vukûbulmadığı takdirde hısımlık haramlığını oluşturmaz.
Fâsidliğinde icmâ
Edilmeyen, meselâ Mâlikîler dışında da bazı âlimlerin sahih saydığı nikâh
akdine gelince, bu, tıpkı sahih nikâh akdi gibi hısımlık mahremiyetini
oluşturur. Örneğin hac ihramında bulunan bir kimsenin nikâhı Mâlikîlere göre
fâsid, Hanefilere göre sahihtir. Velîsiz olarak kadının kendi nikâh akdini
yapması da aynı hükme tâbidir.
Başkasının
onaylamasına dek askıda bırakılan nikâh akdi de fâsid akid statüsündedir. Baba
gaipte bulunan akıllı ve baliğ oğlunu, iznini almaksızın evlendirir, oğlu da bu
evliliğe razı olmayıp nikâhı reddederse, bu nikâh fâsidliğinde icmâ edilmeyen
nikâh akdi gibi olur. Sahih akidle oluşan hısımlık mahremiyeti, bu nikâh akdi
nedeniyle de oluşur. Nikâh akdinin iki büyük kimse arasında yapılması şart
değildir. Küçük yaştaki erkeğin, yine küçük yaştaki kız üzerine yapacağı nikâh
akdi de hısımlık mahremiyetini oluşturur.
Zinaya gelince;
mûtemed kavle göre bu, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Bir kimse zina
yaptığı bir kadının usûl ve fürûuyla evlenebileceği gibi, bu kimsenin oğlu veya
babası da o kadınla evlenebilir. Zina suyuyla doğan kızın, zina yapan erkeğe ve
bu erkeğin usûlü ile fürûuna mahrem olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır.
Mûtemed görüşe göre bu kadın, onlara mahrem olur. Adamın biri bir kadınla zina
eder ve o kadın da bu zinadan ötürü hâmile kalır ve bir kız çocuğu doğurursa,
bu kız o erkeğe, o erkeğin usûl ve fürûuna mahrem olur. Herhangi bir kız çocuğu
o kadının sütünü emerse, o kız da bu erkeğe mahrem olur. Çünkü o kadındaki
süt, bu erkeğin gayr-ı meşru teması sonucunda meydana gelmektedir. Şâfiîlerin
de dedikleri gibi bazı kimseler, zina suyundan doğan kızın mahrem olmayacağını
söylemişlerdir. Bu erkekle o kızın birbirlerine mirasçı olmayacaklarını delil
sayarak o kızın, bu erkeğin kızı olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca bu erkeğin o
kızla tenhâda buluşması caiz olmadığı gibi, onu evlendirmek için kendisine
karşı cebir kullanma yetkisinde olmadığı da ittifakla sabittir. Şu halde o kız
nasıl bir erkeğin mahremi olur? Ve bu kızın anasının sütü, nasıl olur da mahrem
kılıcı bir unsur olur? Mûtemed olmasa
bile bu güzel bir görüştür. Zinadan doğan erkek çocuk da zinadan doğan kız
gibidir. Kendisiyle zina yapılan kadın bir erkek çocuk doğurursa, bu çocuğa
kendisini doğuran kadınla temasta bulunan (babasın)ın usûl ve fürûu haram olur.
Kardeşin zina suyundan doğan kız, zina yapan erkeğin kardeşine helâl olur.
Kadın hâmileyken onunla zina yaparsa, karnındaki kız çocuğu, zina yapan erkeğin
kardeşine haram olmaz. Bir kavle göre, (kardeşi) onu kendi suyuyla suladığı
için haram olur. Ama meşhur olan görüşe göre haram olmayacağıdır.
Şu da var ki, analara
duhulde cinsel temas şart değildir. Aksine öldükten sonra bile kadından lezzet
duymak, mahrem olma bakımından yeterlidir. Lezzet bulduğu takdirde erkeğin,
onun vücudunun iç kısımlarına bakmasıyla, lezzetlenme olgusu meydana gelmiş
olur. Her ne kadar bakan kişi, lezzetlenme amacını gütmese de... Ama
lezzetlenme amacını güder ve lezzet bulmazsa, lezzetlenme olgusu meydana
gelmez. Fâsid de olsa bir kadın üzerine nikâh akdi yapan kimse, belirtilen
şekilde lezzetlenirse, kendisine o kadının usûlü haram olduğu gibi, kızı ve
her ne kadar ileriye doğru gitse de kızının kızı da haram olur. O kadının
yüzüne ve ellerine bakması mah-remlik olgusunu vukua getirmez. Ancak yüzünü,
elini veya ağzını öpmesi, ya da ona şehvetle dokunması, mahremliğin oluşmasına
neden olur.
HANBELÎLER dediler ki:
Hısımlık mahremiyeti fâsid akidle de sabit olur. Fâsid akid; Hanbelîlere göre
helâl kılma, muhsın kılma, mirasçı olma, zifaftan önce ayrılma nedeniyle kadına
mehrin yarısının verilmesi gibi hükümler dışındaki nikâh hükümlerini sabit
kılar.
Fâsid nikâh, üzerine
akid yapılan kadınla cinsel temasta bulunmayı helâl kılmaz. Ya da üç talâkla
boşanan bir kadını fâsid akidle nikahlayarak boşadıktan sonra, bu kadın artık
ilk kocasına helâl olmaz. Fâsid akde dayanılarak kendisiyle temasta bulunulan
kadın ihsan (iffet) ile nitelenemeyeceği gibi, kendisiyle temasta bulunan erkek
de ihsan (iffet) ile nitelenemez. Fâsid akidle nikahlanan kadınla erkek,
biribirlerine mirasçı olamazlar.
Fâsid nikâhla evlenen
çiftler, gerdeğe girmeden ayrılacak olurlarsa, erkeğin kadına yarı mehir
vermesi gerekmez. Bu saydıklarımızın dışında kalan nikâh ahkâmı, meselâ
hısımlık mahremiyeti ve diğer bazı hükümler, fâsid nikâh akdiyle sabit olur.
Mezhebin açık ve kuvvetli görüşü budur. Bazıları ise hısımlık mahremiyetinin
fâsid nikâh akdi nedeniyle oluşmayacağını söylemişlerdir.
Sahih olsun, fâsid
olsun, sırf nikâh akdiyle mahrem olan kadınlar şunlardır: Babanın ve her ne
kadar geriye doğru yükselse de büyük babaların zevceleri. Oğlun ve her ne kadar
ileriye doğru gitseler de oğlun oğlunun karısı. Karısının neseb veya süt
anası, anasının anası.
Anılan kadınlar
dışındaki kadınlarla yapılan mahrem kılıcı cinsel temasa gelince; bu temasın,
aslî tenasül organına yapılması şarttır. Erseliğin tenâsül organından, ya da
iki vaginası bulunan bir kadının aslî olmayan vaginasından yapılan cinsel
temas, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Edilen şahıs kadın olsun erkek
olsun, mak'adtan yapılan cinsel temas, hısımlık mahremiyetini oluşturur. Edene
ve edilene bir diğerinin anası ve kızı ile evlenmek haram olur. Homoseksüel
bir erkekle yapılan cinsel temas, normal bir kadınla yapılan cinsel temas gibi,
hısımlık mahremiyetini oluşturur. İki temas arasında hiçbir fark yoktur. Kesin
olan hüküm budur. Yalnız Şerhû'l Muknî'de denilir ki: "Doğrusu livata,
hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Zîra mahrem kadınlardan bahseden âyette, hakkında
kesin hüküm ve nass bulunan, oğlan değil de kızdır. Şu halde kendisine cinsel
temas yapılan erkeğin anası ile cinsel temasta bulunan erkeğin anası
"haram kılınanların dışında kalanlar size helâl kılındı" âyet-i
kerîmesinin kapsamına girmektedirler."
Cinsel temasın
hısımlık mahremiyetini oluşturması için; yapan erkeğin (en az) on yaşında
bulunması, penisinin başı vagina, ya da mak'adta kaybolacak şekilde içeri
girmesi, yapılan kadının da (en az) dokuz yaşında bulunması şarttır. Erkek on,
kadın dokuz yaşından küçük olurlarsa, bunların kendi aralarında yaptıkları
cinsel temas sonucu hısımlık mahremiyeti oluşmaz. Sekiz yaşındaki bir erkek
çocuk, penisinin baş kısmım yaşı büyük bir kadının va-ginasma sokarsa, ya da
dokuz yaşından küçük bir kızın vaginasına girdirir-se, bu temas sonucunda
hısımlık mahremiyeti oluşmaz. Hısımlık mahremiyetinin oluşması için yapan
erkekle, yapılan kadının canlı olmaları şarttır. Eğer bu gibi durumlar ölü biri
üzerinde vukua gelirse, bunun hiç bir etkisi olmaz.
Helâl temas sonucunda
hısımlık mahremiyetinin oluştuğu hususunda hiç bir ihtilaf yoktur. Şüphe ve
zina sonucu yapılan temasa gelince, mezhebin sahih görüşüne göre bu temas,
hısımlık mahremiyetini oluşturur. Adamın biri, bir kadınla zina yaparsa, o
kadının anası ve kızı kendisine mahrem olur. O kadın da kendisinin babasına ve
oğluna mahrem olur. Şüphe sonucu yapılan temas da böyledir. Meselâ bir kişi,
kendi karısı sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunduktan sonra onun
kendi karısı olmadığı açığa çıkarsa, temas edilen kadın, o erkeğin usûl ve
fürûuna mahrem olur. O kadının fürûu da aynı şekilde mahrem olur. Anaların
(kızlarının erkeğe mahrem olmaları için) o analarla gerdeğe giren erkeklerin
kendileriyle cinsel temasta bulunmuş olmaları şarttır. Meselâ bir kızı olan bir
kadın üzerine fâsid olsun, sahih olsun nikâh akdi yapan bir erkeğe -henüz
gerdeğe girmeden-o kadının kızı mahrem olmaz. Erkekle kadının tenhada
buluşmaları, erkeğin vagina dışında kalan kısımlardan lezzetlenmesi, şehvetle
bakması, öpmesi, ellemesi ve cinsel temasın öncülü olan hareketlerden herhangi
birini yapması, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Ancak cinsel temasın kendisi
bu mahremiyeti oluşturur. Bilindiği gibi bu temas şüpheyle de olsa,,fâsid veya
sahih bir akidle de olsa, sahih görüşe göre zina ile de olsa, hısımlık mahremiyetinin
oluşmasına sebep teşkil eder.
ikisinden herhangi
biri erkek olarak düşünüldüğü takdirde, evlenmeleri haram olan iki kadını aynı
kocanın kendi nikâhı altında bi-rarada bulundurması haram olur. Meselâ iki
kızkardeşi bir arada nikâh altında bulundurmak haramdır. Çünkü bu iki
kizkardeşten birini erkek olarak düşünürsek, erkek olarak düşündüğümüzün kendi
kız kardeşiyle evlenmesi caiz olmaz. Kızla halası veya teyzesini de aynı nikâh
altında bir arada bulundurmak caiz olmaz. Bu üçünden birini erkek olarak
düşünecek olursak; erkek olanın diğerini nikahlaması caiz olmaz. Meselâ halayı
erkek olarak düşünürsek, bu amca olur ki, kardeşinin kızıyla evlenmesi caiz
olmaz. Kızın kendisini erkek olarak düşünürsek, diğeri onun halası olur ki,
yine onu nikahlaması caiz olmaz. Teyzeyi erkek olarak düşünürsek, bu dayı olur
ki, bacısının kızıyla evlenmesi caiz olmaz. Kızı erkek olarak düşünürsek,
teyzeye nisbetle bacısının oğlu olur ki, onun da teyzesini nikahlaması caiz
olmaz.
Diğer benzer durumlar
da bunlara kıyaslanabilir. Şu halde kadınla, kocasının başka hanımından doğan
bir kızı, bir erkeğin nikâhı altında bir arada bulundurmak caiz olur. Bir
zevcesi ve başka zevceden doğma bir kızı olan bir kimse bu kızın anasını boşar
veya kendisi ölürse; başka bir erkek, ölen kocanın eşi ile kocanın diğer
kadından olan kızını birlikte kendi nikahı altına alabilir. Çünkü kadını erkek
olarak düşünürsek, bu kız kendisinin yabancısı olur ve bu kızla evlenebilir.
Aynı şekilde kızı erkek olarak düşünürsek de durum değişmez. Kocanın anası da
kocanın kızı gibidir. Onunla kocanın zevcesini, başka birinin kendi nikâhı
altında bir arada bulundurması caiz olur. Çünkü kocanın ölümünden, ya da
boşamasından sonra ikisi, birbirine yabancı olurlar.
Birbirine hala veya
teyze olan iki kadını aynı kocanın nikâhı altında bir arada bulundurmak da
caiz olmaz.
Örnek 1: İki erkek,
birbirlerinin analarıyla evlenirde bu kadınlardan her biri bir kız çocuğu
doğurursa, bu kızlardan her biri diğerinin halası olur. Çünkü babasının ana bir
kızkardeşi olur. Mehmet, Bekir'in annesiyle evlenir ve Bekir'in annesi ve aynı
zamanda Mehmed'in karısı olan kadın bir kız çocuğu doğurursa, bu kız, Bekir'in
ana bir kızkardeşi olur. Bu kızlardan her biri, diğerinin babasının bacısı ve
birbirlerinin de halaları olurlar. İkisini aynı kocanın nikâhı altında bir
arada bulundurmak caiz olmaz.
Örnek 2: İki erkek,
birbirlerinin kızlarıyla evlenirse, mesela Mehmet, Bekir'in Hâle adlı kızıyla
evlenir ve bu evlilikten Esma adlı bir kız çocuğu doğarsa, Bekir Esma'nın
dedesi olur. Bekir de Mehmed'in Şeyma adlı kızıyla evlenir ve bu evlilikten de
Sümeyra adlı bir kız çocuğu doğarsa Mehmet, Sümeyra'nın dedesi olur. Burada
Esma, Şeyma'nın baba bir kızkardeşi ve Şeyma'nın kızı Sümeyra'nın da teyzesi
olur. Sümeyra ise Hâle'nin baba bir kız kardeşi ve ayrıca Esma'nın da teyzesi
olur.
Hala ve teyzeyi de
aynı kocanın nikâhı altında bir arada bulundurmak caiz olmaz. Örneğin adamın
biri bir kadınla evlenir, oğlu da o kadının anasıyla evlenir ve bu kadınların
İkisi de çocuk doğururlarsa oğlun kızı, babanın kızına teyze olur. Çünkü onun
anasının ana-bir bacısıdir. Babanın kızı da oğlun kızının halası olur. Çünkü
onun babasının baba bir bacısıdır. Hz.Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde şöyle
buyurmuşlardır:
"Kadın halası
üzerine, hala da kardeşinin kızı üzerine nikâhla-namaz. Ne büyük küçük üzerine,
ne de küçük büyük üzerine.
Bir kimse, aynı nikâh
altında bulundurulmaları helâl olmayan iki kadını birlikte nikâhlasa bile, bu
akdin varlığını devam ettirmemesi ve mezheblerin tafsilâtına göre evliliği
feshetmesi zorunlu olur.
Şunu da belirtelim ki,
yeri geldiğinde açıklanacak olan bazı durumlar müstesna olmak üzere neseb ile
mahrem olan kadınlar, radâ (süt emişme) ile de mahrem olurlar.
(32) Hanefîler dediler
ki: Bir kimse, iki kız kardeşi ve buna benzer olarak bir arada aynı kocanın
nikâhı altında bulundurulmaları caiz olmayan iki kadını kendi nikâhı altında
bulundurursa, ikisini ya ayrı ayrı nikâh akidleriyle kendi nikâhı altında
biraraya getirmiştir, ya da tek nikâh akdiyle ikisini kendi nikâhı altında
biraraya getirmiştir.
Eğer tek akidle
biraraya getirmişse kendisiyle onlar, birbirlerinden ayrılırlar. Kendileriyle
henüz gerdeğe girmemişse, bu kadınlar mehirden yana hak sahibi olamazlar.
Ayrılmaları gerdeğe girildikten sonraysa, nikâh akdinde her bir kadın için
verilecek olan mehir miktarı belirtilmişse ve belirtilen miktar mehr-i
misilden az ise, kadınlar bu mehri alırlar. Eğer mehr-i misilden fazlaysa,
mehr-i misil alırlar. Gerdeğe girme dolayısıyla en az olan mehri hak ederler.
Akidte belirtilen mehir daha az ise onu, yok eğer mehr-i misil daha az ise onu
alırlar.
Bu iki kadım ayrı ayrı
nikâh akidleriyle kendi nikâhı altında bir araya getirmişse, bu akidlerden
Öncekini ya bilir veya bilmez. Eğer bilirse, önceki akid sahih, ikinci akid
bâtıl olur. İkincisinden ayrılması farz olur. Ayrılmazsa ve kadı da durumdan
haberdarsa, onları birbirinden ayırması vâcib olur. Sonra bu ayrılma, gerdeğe girmeden
önce olursa, kadın mehirden yana hak sahibi olamaz. Nikâh akdi de herhangi bir
hükmî sonuç doğurmaz. (Meselâ kadının iddet beklemesi gerekmez.) Ama bu
ayrılık, gerdeğe girdikten ve cinsel temastan sonra olmuşsa, önce de
belirtildiği gibi, mehr-i misil veya mehr-i müsemmâ alır. İddet beklemesi de
gerekir. Bu cinsel temas nedeniyle doğan çocuğun nesebi de sabit olur. İkinci
kadınla cinsel temasta bulunursa, nikâh akdi
sahih olarak gerçekleşmiş olan birinci kadınla cinsel temasta bulunmaması
vâcib olur. Çünkü bacısının iddeti tamamlanıncaya dek, o, kendisine mahrem
olur. Ama ikinciyle temasta bulunmamışsa, nikâhı sahih olan birinciyle cinsel
temasta bulunabilir. Çünkü cinsel temas olmaksızın salt bîr fâsid nikâh akdi
hiçbir sonuç doğurmaz.
Akidlerden hangisinin
daha önce olduğunu bilmiyorsa, unutmuş veya açıklama imkâmna sahip değilse, her
ikisinden de ayrılması farz olur. Ayrılmaz ve kadı da durumdan haberdar
olursa, açıklamada bulunması için kocaya emretmesi vâcib olur. Koca, bir
açıklamada bulunmazsa, kadi'nm kendilerini ayırması gerekir. Kadi'nın ayırması
bir talâk sayılır ki, bu üç olan talâk sayısından bir eksiltir. Sonra koca bu
kadınlardan biriyle evlenmek isterse ve daha önce kendileriyle temasta
bulunmamışsa, hemen evlenebilir. Ama daha önce temastaibulunmuşsa, ancak
kadının iddetini tamamlamasından sonra kendisiyle "evlenebilir. İkisinden
birinin iddeti dolunca, iddeti dolmayanla evlenmesi sahih olur. Çünkü iddetini
dolduranla evlenecek olursa, iki bacıyı nikâhı altında bir arada bulundurmuş
olur. Nikâh akdinin sahih olması için, boşanan bacının iddetinin tamamlanması
şarttır.
îki ayrı akidle
nikahlanıp da önce hangisinin nikâhlandığmın bilinmemesi durumunda kadınlara
verilecek olan mehre gelince, buradaki ayrılık gerdekten önce veya gerdekten
sonra olur. Her iki durumda da kadınlardan her biri için mehir olarak belli bir
miktar vereceğini belirtmiş veya belirtmemiştir. Ayrılık gerdekten önce
olursa, kadınların her birine yan mehir verilir. Bunun da iki şartı vardır:
1- Nikâh
akdi yapılırken her birisine vereceği mehrin miktarını belirtmiş olmalıdır.
2- Her biri
için belirtmiş olduğu mehir miktarı, diğerininkine eşit olmalıdır. Mehir
miktarı olarak hiçbir şey belirtmemişse, kadınlar mehirden yana hak sahibi
olamazlar. Sadece mutayı hak ederler. (Mutayla ilgili açıklama, mehir bahsinde
verilecektir.)- Her biri için farklı miktarlarda mehir vereceğini belirtmişse
kadınlardan her biri, kendileri için takdir edilen mehrin dörtte birini alır.
Ayrılık gerdekten
sonra olursa, her ikisinin mehri kesinlik kazanır ve ödenmesi gerekir. Ancak bu
mehri ne şekilde hak edeceklerdir? Bu mesele şüphesiz ki biri sahih, diğeri
fâsid olan iki nikâh akdini kapsamaktadır. Ama kadınlardan hangisinin nikâhının
sahih olduğu bilinemez. Bilindiği üzere sahih nikâh akdi, belirtilen mehrin
tümünü veya belirtilmemişse, mehr-i mislin tümünü ödemeyi gerektirir. Fâsid
nikâh akdiyse sadece akr ödemeyi gerekti-nr. Akr, şüphe sonucu kendisiyle
cinsel temasta bulunulan kadına verilen mehirdir. Burada akrdan maksat, fâsid nikâh
şüphesi dolayısıyla kendisiyle temasta bulunulan kadına verilmedi gereken
mehirdir. Bu da mehr-i misil ve mehr-i müsemmâdan daha az olanı kadardır. Yani
kendisiyle temas edilen kadın, bunlardan hangisi daha az miktardaysa onu almayı
hak eder. Mehr-i müsemmâ daha azsa mehr-i müsemmâyı, mehr-i misil daha azsa
mehr-i misli alır. Bu durumda iki kadından birine sahih nikâhın gerektirdiği
mehri, diğerine de fâsid nikâhın gerektirdiği mehri vermek mümkün değildir.
Çünkü bu nikâh akidlerinden hangisinin sahih, hangisinin fâsid olduğuna nasıl
hükmedebiliriz? Burada en mâkul olan davranış, kesin olan mehri alıp aralarında
paylaşmalarıdır. Şöyle ki: Koca, iki kadından her biri için yüzer bin lira
mehir vereceğini belirtir (tesmiye eder) ve ikisinden her bîrinin mehr-i misli
de yüzer bin lira olursa, kadın, mehr-i misil hesabına yüzbin, mehr-i müsemmâ
hesabına da yüzbin lira alır, aldığı bu ikiyüzbin lirayı diğer kadınla
paylaşır. Yine koca, iki kadından her biri için yüzer bin lira mehir vereceğini
belirtir (tesmiye eder) de kadınlardan birinin mehri misli seksenbin, diğerinin
ki de yetmiş bin lira olursa, onlardan biri mehr-i müsemmâsı olan yüzbin
lirayı ve iki mehr-i misilden daha az olan (yetmiş bin lirayı) alır. Toplam
yüzyetmiş bin lira eden bu parayı, diğer kadınla yarı yarıya paylaşır. Koca,
iki kadından birine yüzbin, diğerine seksenbin lira mehir vereceğini belirtir
(tesmiye eder), ikisinin de mehr-i misilleri eşit, sözgelimi yetmişbin lira
olursa, kadın, belirtilen mehr-i müsemmâdan az olanını (seksenbin lirayı) ve
eşit olan iki mehr-i misilden birini (yetmiş bin lirayı) alır. Toplam yüzelli
bin lira eden bu parayı diğer kadınla yarı yarıya paylaşır.
Koca, iki kadından
birine seksen bin lira, diğerine yetmiş bin lira vereceğini belirtir (tesmiye
eder), bunların mehr-i misilleri de farklı, meselâ biri-ninki doksan bin,
diğerininki altmış bin lira olursa; kadın, belirtilen iki mehirden az olamnı
(yetmişbin lirayı) ve mehr-i misillerden de az olanım (altmış bin lirayı)
alır. Toplam yüz otuz bin lira eden bu meblağı diğer kadınla yarı yarıya
paylaşır.
Bazıları, kocanın iki
kadından her biri için eşit miktarda mehir vereceğini belirtir (tesmiye eder),
mehr-i misilleri de eşit olursa, her birinin mehr-i müsemmâyı alma hakkına
sahip olduklarım görüş olarak ileri sürmüşlerdir. Ama mehr-i müsemmâ veya
mehr-i misilleri eşit olmazsa fâsid nikâhı tercih ederek her birisine mehr-i
müsemmâ ve mehr-i misilden daha azı hangisi ise onu vermek gerekir. Çünkü sahih
akid hususunda kadınlardan biri diğerine nisbetle öncelik hakkına sahip olamaz.
Açıkça görüldüğü gibi birinci taksim, adalete çok daha yakındır.
Mâlikîler dediler ki:
Bir kimse, önce birincisini,sonra da ikincisini nikahlayarak iki akidle,
kendilerini nikâhı altında bulundurması helâl olmayan iki kadını kendi zevcesi
olarak bir arada bulundurursa; ikinci kadını nikahlaması durumunda onunla
cinsel temasta ya bulunmuştur, ya da bulunmamıştır. Eğer gerdeğe girip cinsel
temasta bulunmamışsa ve erkeğin, kendisini, birinci kadından sonra
nikahladığına dâir iddiasını doğrularsa ikinci akid, talâksız olarak
feshedilir. Bu kadın da mehirden yana hak sahibi olmaz. Bu kadın, erkeğin,
kendisini birinci kadından sonra nikahladığına ilişkin iddiâsim doğrulamasa,
ama bu durum bir beyyine ile saptansa, nikâh akdi yine talâksız olarak
feshedilir ve bu kadın da mehirden yana hak sahibi olmaz. Ama kadın, erkeğin,
birinci kadından sonra nikahladığına ilişkin iddiasını doğrulamaz da, tersine
"bu hususta bilgim yok" veya "ilk olarak bu erkeğe nikahlanan
benim" dediği halde buna dâir bir beyyine bulunmazsa, nikâh akdi talâkla
feshedilir. Bu kadın, erkeğin kendisinin ikinci karısı olduğuna yemin etmesi
şartıyla, mehirden yana bir hak sahibi de olamaz. Erkek, yemine yanaşmazsa,
kadın, erkekten mehrin yarısını alma hakkına sahip olur. Ayrıca kadının da
"bu hususta bilgim yok" demesi şarttır. Ama kendisinin, bu erkeğin
ilk karısı olduğunu iddia ederse, mehrin yansım da hak etmez. Meğer ki
kendisinin, ilk kadın olduğuna dâir yemin etsin. Yeminden kaçarsa, hiç bir
hakka sahip olmaz. Eğer kocası kendisiyle gerdeğe girip cinsel temasta
bulunmuşsa, bu ikinci kadının nikâh akdi talâkla feshedilir. Kadın da tam mehir
alma hakkına sahip olur ve yemin etmesi de gerekmez. Erkek de, nikâh akdini
yenilemeye gerek kalmaksızın sırf kendi iddiasıyla birinci kadının nikâhı
üzerine kalır.
Bir kimsenin, iki kız
kardeş veya kız ile halası gibi, birlikte aynı kocanın zevcesi olmaları helâl
olmayan iki kadını, bir nikâh akdiyle zevce olarak nikahlaması durumunda nikâh
akdi aynı şekilde talâksız olarak kesinlikle feshedilir. Çünkü böyle bir nikâh
akdinin fâsid olduğu üzerine icmâ edilmiştir. Haram kılınmanın ebedîliğinde
anayla kızının aynı nikâh altında bir arada bulundurulması, haramlığı daha da
arttırır. Ana ile kızı, aynı kocanın nikâhı altında bulundurulursa bunun da üç
durumu vardır:
1- Koca her
ikisiyle de cinsel temasta bulunursa, bunların ikisi de o erkeğe ebediyyen
haram olurlar. Artık bunlardan hiç biri ona helâl olmaz. Ayrıca erkeğin,
kendileriyle temasta bulunduğundan ötürü mehirlerini vermesi gerekir. Koca
ölürse, onlardan hiç biri ona mirasçı olamaz. Çünkü kocanın onlar üzerindeki
nikâhının fâsidliğinde icmâ vardır. Koca, anayla kızdan birini önce nikâhlar,
diğerini de ikinci bir nikâhla alırsa, artık ikisi de ebediyyen kendisine
haram olurlar. Kocanın, onlara mehirlerini vermesi gerekir. Şayet ölürse,
hiçbiri ona mirasçı olamaz. Nikâh akidleri de talâksız olarak feshedilir.
2- Tek
nikâhla ikisini (anayla kızını) nikâhlar ve ikisiyle de cinsel temasta
bulunmazsa, yine ikisinin nikâhı da feshedilir. Ancak ikisinden biriyle evlenmek
için nikâh akdini yenileme hakkına sahip olur. Ana, yeni bir akidle kendisine
helâl olur. Bilindiği gibi kız, anasıyla cinsel temasta bulunulmadan kişiye
haram olmaz. Yani anası üzerine yapılan sadece sahih bir nikâh dolayısıyla
-tabiî cinsel temasta bulunulmadan- kız, haram olmaz. Fâsid akid dolayısıyla
hiç mi hiç haram olmaz. Anayla kızı üzerine aynı kocanın peşpeşe iki ayrı nikâh
yapması ve ikisinden biriyle dahi cinsel temasta bulunmaması durumunda, bu
ister ananın, iste/se kızın olsun, birinci nikâh sahih olur. ikincisi ise
feshedilir. Sonra eğer ikinci nikâh akdi ananın ise, o, anılan kocaya ebediyyen
haram olur. Zîra kızlar üzerine yapılan nikâh akdi -cinsel temas vukûbulmasa
bile- analarını aynı erkeğe ebediyyen haram kılar. Sonra eğer ikinci nikâh
akdi kızınkiyse ve koca cinsel temasta bulunmamışsa, anasını boşayıp kızla
evlenebilir.
3- Bir kimse
anayla kızını bir tek akidle nikâhlar ve ikisinden sadece biriyle cinsel
temasta bulunursa, ikisinin de nikâhı feshe uğrar. İster ana olsun ister kız,
kendisiyle temasta bulunmasa da artık kendisine ebediyyen haram olur.
Kendisiyle temasta bulunmuş olduğunu, istibrâsından sonra yeni bir nikâh
akdiyle alması helâl olur. Anayla kızını peşpeşe iki ayrı akidle nikahlarsa;
nikâhı ilk akdedilen kız olup, sonra gerdeğe girerek onunla cinsel temasta
bulunursa, nikâh sahih olur ve erkeğin hukukî eşi olur ve kızın anası o erkeğe
ebediyyen haram olur. Nikâhı ilk akdedilen ana ise ve erkek de sadece onunla
temasta bulunursa, yine akid sahih olur ve meşhur kavle göre ana, o erkeğin
hukukî eşi olur. Anayla temasta bulunmuş olduğundan ötürü, kız o erkeğe
ebediyyen haram olur. Her ikisinin de o erkeğe ebediyyen haram olduğunu
söyleyenler de olmuştur. Bunlar gerekçe olarak, fâsid de olsa kızın üzerine
yapılan nikâh akdinin, anayı akid yapan erkeğe haram kılacağını ileri
sürerler.
Nikâh akdi ikinci
olarak yapılan kadınla temasta bulunma durumuna gelince; bu eğer kız ise
kocasından tefrik edilir. Kocanın da ona mehrini vermesi gerekir. İstibrâdan
sonra koca onunla yeniden evlenebilir. Anası, o kocaya ebediyyen haram olur.
Nikâh akdi ikinci olarak yapılan ve kendisiyle temasta bulunulan kadın eğer ana
ise, artık her ikisi de kocaya ebediyyen haram olurlar. Ananın haram
kılınmasının sebebi şudur; Kızının üzerine yapılan sahih nikâh akdi -ki bu
birinci olarak yapılan akidtir- anasını, aynı kocaya haram kılar ki, bu
hükümde ittifak vardır. Kızın haram kılınmasının sebebiyse şudur: Fâsid bir
akidle de olsa anasıyla cinsel temasta bulunan erkeğe kız haram olur. Bu kızla
anası o kocaya mirasçı olamayacakları gibi, o da bunlara mirasçı olamaz.
Bir kimse, anayla
kızını ayrı ayrı akidlerle peşpeşe nikâhlar ve hiçbiri-siyle temasta bulunmadan
ölürse ve hangisinin nikâhının önce akdedildiği bilinemezse; mehirleri miktar
bakımından eşit de olsa, farklı da olsa, her biri yarı mehrini alma hakkına
sahip olur. Bu kocaya mirasçı da olurlar. Mirasçı olmalarının sebebi,
ikisinden birinin nikâh akdinin sahih olması ve hak sahibi olan kadının hangisi
olduğunun bilinemeyişidir. Ölüm halinde meh-rin tam verilmesi gerekirken burada
her biri yarı mehir alacaktır. Çünkü, ikisinden birinin nikâhı fâsİdtir ve buna
hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Nikâhı fâsid olansa hiç bir hakka sahip
değildir. Diğerinin de nikâh akdi sahihtir ve buna da hiç kimsenin bir
diyeceği yoktur ve bu kadın da tam mehir alma hakkına sahiptir. Ne var ki, bu
nikâh akidlerinden hangisinin sahih, hangisinin fâsid olduğu bilinemediğinden
dolayı her ikisi, sadece bir tam mehir alma hakkına sahip olur ve bunu
aralarında yarı yarıya paylaşırlar. Aksini iddia
edecek olurlarsa, ölen kocanın mirasçısı her ikisine de ayrı ayrı, "senin
nikâh akdin fâsid olduğu için sana mehir yoktur" diyebilir.
Bazı yönlerden buna
benzer bir örnek şu olabilir: Adamın biri peşpeşe beş kadın üzerine ayrı ayrı
nikâh yapar veya dört kadını tek akidle, beşincisini de ayrı bir akidle
nikâhlar da ölür ve fâsid nikâhlı olan beşincinin, (en sonrakinin) hangisi
olduğu bilinemezse, bu kadınların beşi de, -ölen kocanın çocuğu yoksa-
mirastan kendi paylarına düşen dörtte biri beş eşit payla bölüşürler. Ölen
kocanın çocuğu varsa, mirastan kendi paylarına düşen sekizde biri, beş eşit
payla bölüşürler. Sonra eğer koca ölmeden önce hepsiyle zifafa girmişse, her
birisi tam bir mehir alır. Dört tanesiyle zifafa girmişse, bu dördü tam birer
mehir alırlar; kendisiyle zifafa girilmeyen ise yarı mehir alır. Çünkü o,
beşinci kadın olmadığım iddia etmekte, ölen kocanın miras-çısıysa kendisini
yalanlamaktadır.Şu halde mehrin tamamı,kendisiyle mirasçı arasında yarı yarıya
paylaştırılır. Koca, bu beş kadının üç tanesiyle zifafa girmişse, bunların her
bîri kendi mehirlerini tam olarak alırlar. Geri kalan ikisine de birbuçuk mehir
verilir. Çünkü mirasçı, akidlerinin sahih olmadığını ileri sürerek onlarla
tartışmaya girer ve mehirde onlara ortak olur. İkisinden birinin mehrinin
yansım alır. Bu, beşinciliği muhtemel olan kadındır. Geriye iki kadın için
birbuçuk mehir kalır ve bu birbuçuk mehri ikisi paylaşırlar. Yani her birisi
tam mehrin dörtte üçünü alır.
Koca eğer bu beş
kadından ikisiyle zifafa girmişse, geride kalan üç kadına iki buçuk mehir
verilir. Çünkü bunların ikisi, dördü tamamladıklarından ötürü tam mehir alma
hakkına sahip olurlar. Üçüncüsüne gelince, bunun beşinci kadın olma ihtimali
vardır. Mirasçı bununla da tartışarak "sen beşinci kadınsın. Hiçbir
hakkın yoktur" der ve mehrinde kendisine ortak olup mehrin yarısını
kendisine verir. Dolayısıyla bu üç kadın, toplam olarak iki-buçuk mehir
alırlar. Her birisi mehrin tamamının 3/4'ü ile 1/4'ünün üçte birini alır veya
daha net bir hesapla her birisi tam mehrin 5/6'sını alır. Koca eğer bu beş
kadından sadece biriyle zifafa girmişse, o kadın tam mehir alır. Geride kalan
dört kadınsa üçbuçuk mehir alırlar. Çünkü yukarıda açıklanan şekilde mirasçı,
yarı mehir alarak onlara ortak olur.
Şafiîler dediler ki:
Bir kimse, iki kızkardeş veya ana ile kızı gibi, ikisini birlikte zevce
edinmesi helâl olmayan iki kadını kendi nikâhı altında bir araya getirirse,
onları nikâhlayışı ya tek nikâhla, ya da peşpeşe yapılan iki ayrı nikâh akdiyle
olmuştur. İkisini tek akidle nikâhlamışsa, ikisinin de nikâhı bâtıl olur. Çünkü
bu iki kadından birinin diğerine göre herhangi bir önceliği yoktur. Nikâh akdi
zifaftan önce feshedilir ve bu kadınlardan hiç biri mehir ve (miras gibi) diğer
konularda hak sahibi olamaz. Zifaftan sonra olursa, önceki sayfada geçen
hükümler uygulanır. Tek nikâhla kendileriyle evlenilen iki kadın, birbirinin
kardeşi iseler ve koca da kendileriyle cinsel temasta bulunmuşsa, her ikisi de
artık o kocaya haram olurlar. Çünkü fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel
temas, mahremiyeti gerekli kılar. Bir kimse, ana ile kızını aynı akidle kendine nikâhlar ve ana ile
zifafa girip cinsel temasta bulunursa, kız, ebediyyen o erkeğe haram olur. Zîra
analarla yapılan temas, kızların haram kılınmasını gerektirir. Nikâh akdi fâsid
olsa bile bu hüküm aynen geçerlidir. Eğer anayla temasta bulunmamışsa, kız
kendisine haram olmaz. Fâsid nikâhla da olsa kızla yapılan cinsel temas, anayı
o erkeğe haram kılar. Ama cinsel temas olmaksızın sırf bir fâsid nikâh akdi,
anayı o erkeğe haram kılmaz. Her halükârda fâsid nikâhla yapılan cinsel temas
nedeniyle mehr-i misil vermek vâcib olur. Bu mehir de akid esnasında değil,
temas esnasında verilir. Zîra fâsid akdin hürmeti yoktur. Şüphe aynı olduğu
takdirde, her temas için bir mehir vermek gerekmez. Sadece tek mehir verilir.
Bir kimse fâsid nikâh akdine dayanarak ana veya ananın kızıyla birkaç kez
temasta bulunursa, sadece bir mehir vermesi gerekir. Ama şüphe ayrı olursa,
meselâ kocayla bu ana ve kızı, nikâh akdi sahih olmadığı gerekçesiyle hâkim
tarafından tefrik edilir, sonra da koca bunlardan birini kendi yatağında
uyurken görür ve karısı zannederek cinsel temasta bulunursa, şüphe ayrı olduğu
için bir mehr-i misil daha vermesi gerekir. Önce anlatılanlardan da öğrenildiği
gibi, bu ikinci şüpheye failin (cinsel temas yapanın) şüphesi denilmektedir.
Birinci şüphe olan fâsid nikâh şüphesineyse "yol şüphesi" denilir.
Burada bir üçüncü şüphe daha vardır ki, ona da "mahal şüphesi"
denilir. Örneğin bir kimse, oğlunun malının kendisinin de malı olduğu zannıyla,
oğlunun câriyesiyle cinsel temasta bulunursa, bu adam mahallin (cinsel temasta
bulunulan mahallin) helâlliği konusunda şüphe etmiştir. Şüphesiz olarak yapılan
cinsel temas ise mehir vermeyi gerektirmez. Meselâ bir kimse, bir kadınla
zorla temasta bulunursa veya uyumakta olan bir kadını görüp de hiç bir şüpheye
kapılmaksizın cinsel ilişkide bulunursa, bu yapılan iş zina olur.
Önce de belirtildiği
gibi, şüphe sonucu yapılan cinsel temas dolayısıyla neseb ve miras hakları ve
iddet bekleme zorunluluğu sabit olur. Şüpheyle ilgili açıklama, yeri geldiğinde
yapılacaktır. Bu anlatılanlar, aynı kocaya birlikte zevce olmaları haram olan
iki kadını tek akidle nikâhlamaya dâir hükümlerdi. Bu iki kadın peşpeşe iki
ayrı akidle aynı koca tarafından nikahlanır, önce hangisini nikahladığını
bilirse ve unutmamışsa, ikinci nikâh bâtıl olur. Birincisi ise sahih olur. Önce
kızı, sonra anasını nikahlarsa, birincinin (kızın) nikâhı sahih, ikincinin
(ananın) nikâhı bâtıl olur. Bu, gerdekten önce olur ki, bunun hiçbir tesiri
yoktur. Anayla gerdeğe girerse, kızı, önce belirtilen şekilde o erkeğe
ebediyyen haram olur. Çünkü fâsid akidle de olsa, yapılan cinsel temas,
diğerini haram kılar. İlk önce üzerine nikâh akdi yapılan ana ise ve onunla
temasta bulumılmamışsa durum açıktır. Ama temasta bulunulmuşsa, kızı, o erkeğe
ebediyyen haram olur. Koca, bu iki kadın üzerine peşpeşe ve ayrı ayrı nikâh
akdi yapar, fakat hangisini daha önce nikahladığı bilinmezse, durması gerekir.
Durum açıklık kazamneaya dek ikisinden biriyle temasta bulunması helâl olmaz.
Koca, ölmedikçe veya ikisini de boşamadıkça herhangi bir kimsenin bu
kadınlardan biriyle evlenmesi helâl olmaz. Tabiî bu hüküm, önce hangisinin
nikâhlandığını öğrenme ümidi olduğunda sözkonusu olur. Böyle bir ümit İhtimali
yoksa, bu kadınlar durumlarını hâkime arzederler. îkisinin,akdinden
hangisininkinin daha önce yapıldığının veya ikisinin birlikte yapıldığı
durumunun bilinememesi de bu hükme tâbidir. Her halükârda, ikisinin de nikâh
akdi bâtıl olur.
Hanbelîler dediler ki:
İki kızkardeş gibi, birlikte nikâh altında bulundurulması caiz olmayan iki
kadını tek nikâh akdiyle nikahlayan kimsenin akdi bâtıl olarak gerçekleşir.
Böyle bir kimsenin talâkla bu iki kadından ayrılması vâcibtir. Boşamazsa, nikâh
akdi hâkim tarafından feshedilir. Bu fesih gerdeğe girmeden veya erkeğin sahih
bir halvetle onlarla yalnız başına buluşmasından önce yapılırsa veya erkek
ölürse, hiç birine ne mehir, ne de müt'a verilir. Zîra fâsid r?ikâh akdinin
varlığıyla yokluğu aynıdır. Fesih eğer gerdeğe girdikten veya onlarla tenha bir
yerde buluşmasından sonra yapılırsa, erkeğin onlara mehr-i misil vermesi vâcib
olur. Zîra geçersizliği hususunda icmâ bulunan bâtıl nikâh akdi nedeniyle
kadına mehr-i misil vermek gerekir. Örneğin iki kızkardeşi tek akidle
nikahlamak veya dört kadından sonra bir beşincisini nikahlamak veya iddet
beklemekte olan bir kadını nikahlamak gibi. Bu nikâh akidlerinin hepsi
ittifakla bâtıl ve geçersizdirler. Bu akidlerle nikahlanan kadınlara, cinsel
temasta bulunulursa mehr-İ misil vermek gerekir. Bu hükmün dayanağı, Hz.
Âişe'nin rivayet ettiği şu hadistir:
"Erkeğin,
kendisine isabet ettiği şeyden ötürü, o kadına mehir vermesi gerekir."
Şüphe sonucu
kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadınla, istemediği halde kendisiyle zorla
zina yapılan kadın da bu hükme tâbidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) efendimiz
buyurmuşlardır ki:
"Erkek o kadına,
tenasül organı kendine helâl edildiği için (mehir) vermelidir.[5]
Birlikte aynı kocanın
nikâhı altında bulunmaları helâl olmayan iki kadını peşpeşe iki nikâh akdi
yaparak nikahlayan, ama önce hangisini nikahlamış olduğunu bilmeyen kimseye,
ikisini de boşaması vâcib olur. Boşamazsa, hâkim onları kendisinden ayırır. Ama
bu durumda ikisinden birine yarı mehir vermesi gerekir. Çünkü ikisinden
birinin nikâhının sahih olduğu muhakkaktır. Gerdeğe girmeden önce ikisini de
boşarsa, nikâhı sahih olan, yan mehir alma hakkına sahip olur. Ancak bu
ikisinden hangisinin nikâhının sahih olduğu bilinemediği için aralarında kur'a
çekilir. Kur'a kime çıkarsa, yarı mehri o alır. İkisiyle de gerdeğe girmişse,
bilindiği gibi, onlara mehr-i misil vermek vâcib olur. Sadece birisiyle gerdeğe
gimişse, kendisiyle gerdeğe girilen kadın tam nıehri hak eder. Diğeri de durumu
belirsiz olarak kalır. Yine ikisi arasında kur'a çekilir. Kur'a, kendisiyle
gerdeğe girilmeyene çıkarsa, yarı me-hir alır. Diğerine (kendisiyle gerdeğe
girilene) çıkarsa zaten tam mehir alma hakkına sahiptir. Bu durumda diğeri hiç
bir şey alamaz. Koca, bu iki kadın üzerine peşpeşe olan iki nikâh kıyar ve
hangisininkinin daha önce olduğunu bilirse, birincininki sahih, ikincininki
bâtıl olur. Bilindiği gibi fâsid akid, hısımlık mahremiyetini gerekli kılar.
Bir kimse, anayla kızı üzerine aynı anda iki nikâh akdederse, ana o erkeğe
ebediyyen haram olur. Bu fâsid akde dayanarak anayla cinsel temasta bulunursa,
kız o erkeğe ebediyyen haram olur.
İnanç bakımından müslümanlara
muhalif olanlar üç kısma ayrılırlar:
Birine! kısım: Semavî
kitapları veya kitaba benzer şeyleri olmayanlar. Bunlar vesen'e tapan
kimselerdirler. Vesen; ağaçtan taştan, gümüşten, cevherden veya benzer
şeylerden yontularak yapılan heykellere denir. Sanem ise, kağıtlar ve benzer
şeyler üzerine yapılan resim ve fotoğraflar gibi cüssesi olmayan şeylerdir.
Sanemle vesen arasında fark olmadığını söyleyenler de vardır. Bu iki şey,
Allah'tan başka kendilerine tapınılan tanrılardır. Bu tanrılar için insanlar,
muhtelif şekillerdeki resim ve heykelleri sembol yapmışlardır. Güneş, ay,
yıldızlar ve insanların hoş buldukları resimler de bu kapsama girer. İslâm'ın
zarurât-ı dîniyyeden olan hükümlerini inkâr eden mürtedler de putperestlerden
sayılırlar. Örneğin, Allah vahyi Hz.AH'ye götürmesini emrettiği halde
Cebrail'in yanlışlık yaparak vahyi Hz.Peygamber'e götürdüğüne inanan veya
Hz.AIi'nin ilâh olduğuna itikad eden veya Kur'an'dakİ bazı âyetleri tekzîb
ederek Hz.Âişe'ye iftira atan rafızîler de putperest sayılırlar. Yıldızlara
tapan (Sabiî)lar da putperestlerden sayılırlar. Bunların kadınlarıyla evlenmek
helâldir diyenler, bunların inanmakta oldukları bir kitaplarının bulunduğunu
kasdetmişlerdir.
İkinci kısım: Kitaba
benzer şeyleri bulunanlar. Bunlar ateşe tapan mecûsîlerdir. Kitaba benzer
şeyleri bulunanlar derken şunu kas-detmekteyiz: Cenab-ı Allah, mecûsîlerin
peygamberi olan Zerdüşt'e bir kitap (Zendavesta) indirmişti. Fakat onlar bu
kitabı tahrif etmiş ve peygamberlerini de öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı
Allah bu kitabı aralarından çekip almıştı. Dört mezhebin ittifakıyla bunların
kadınlarıyla evlenmek helâl değildir. Davud-u Zahirî bu hükme muhalefet
ederek, ortada kitap benzeri bir şey mevcud olduğu için, bunların kadınlarıyla
evlenmenin caiz olduğunu söylemiştir.
Üçüncü kısım:
Kendisine inanılan muhakkak bir kitabı bulunanlar. Tevrat'a inanan
yahudîlerle, Tevrat ve İncil'e inanan hıristiyanlar gibi. Bir müslümanın
bunların kadınlarıyla evlenmesi helâldir. Ama müslüman bir kadının Ehl-i Kitab bir
erkekle evlenmesi helâl olmadığı gibi, Kitab Ehli olmayan gayr-ı müslimlerle
de evlenmesi helâl olmaz. Müslüman kadının nikâhının sahih olabilmesi için,
kocasının müslüman bir erkek olması şarttır. Bu hükmün delili şudur:
"İman etmedikleri
sürece müşrik erkeklere (mümin kadınları) nikahlamayın.[6]
Bu iki âyet, hiç bir
halde erkeğin müşrik kadınla evlenmesinin helâl olmayacağına, nitekim kadının
da aynı şekilde müşrik bir erkeğe nikâhlanmasının helâl olmayacağına, ancak
iman etmeleri durumunda helâl olabileceğine delâlet etmektedir. Nakledeceğimiz
şu âyet-i kerîmeyle Ehl-i Kitab olan kadınlar, müslüman erkeklere tahsis
olunmuşlardır:
"İman etmedikleri
sürece müşrik kadınları nikahlamayın." (Bakara: Erkeklerle ilgili olarak
da Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Sizden Önce
kendilerine kitab verilenlerin (hiristiyan ve yahu-dilerin) hür ve iffetli
kadınları (mehirlerini verdiğiniz takdirde) size helâldir.[7]
Bu âyet-i kerîme Ehl-i
Kitap kadını; "Hz.isa Allah'tır" veya "üçün uçüncüsüdür"
dese bile -ki bu apaçık bir şirktir- nikahlamanın helâl olduğunu kesin olarak
ifâde etmektedir. Semavî din ve kitapları olduğu için Cenab-ı Allah, bu
kadınları müslüman erkeklere mubah kılmıştır. Bunların mübahlıkları mutlak
mıdır, yoksa mekruhlukla mı kayıtlıdır?
Mezheblerin buna ilişkin tafsîlâtı aşağıda verilmiştir.
Kendisiyle evlenilecek
olan kitabî kadının ebeveyninin de kitabî olmaları şart değildir. Kendisi
kitabî olduktan sonra, anası veya babası putperest de olsa, nikâhlanması sahih
olur.
(33) Hanefîler dediler
ki: Dar-ı harbte olup Islâmî hükümlere boyun eğmeyen Ehl-i Kitab kadınla
evlenmek haramdır. Çünkü bu evlilik, fitne kapısını açmak demektir. Olabilir
ki bu kadın, kocasını İslâm'a aykırı bir ahlâkla ahlâklanmaya zorlar. Çocuğunu,
kocasının dininden başka bir dine girmeye mecbur bırakır. Namus ve onurunu
koruma aracı olan otoritesi, daha önce var olduğu halde onu bu otoritesinden
yoksun bir duruma getirir ve daha birçok mefsedetlere yol açar. Her ne kadar
böyle bir nikâh akdi sahihse de, mefsedetlere yol açacağı için buna yönelmek
tahrîmen mekruhtur. Kadın, zımmî olup İslâm kanunlarına boyun eğmesi mümkünse,
nikâhlanması ten-zîhen mekruh olur.
Mâlikîler'in Kitab kadınla evlenme konusunda iki görüşleri
vardır:
a- İster
müslüman uyruklu bir zımmî olsun, ister dar-ı harbte yaşayan harbî birisi
olsun, Ehl-i Kitabtan olan kadınla evlenmek mutlak olarak mekruhtur. Bu
evlilik dar-ı harbte yapılırsa, kerahetin şiddeti daha da artar.
b- Âyet-i
kerîmenin zahir anlamıyla amel ederek Ehl-i Kitabtan olan kadınlarla evlenmek,
kesinlikle mekruh değildir. Çünkü âyet-i kerîme, bu kadınlarla evlenmeyi
mutlak surette mubah kılmıştır.
Birinci görüşlerinde
îslâm diyarında Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlenmeyi mekruh sayan Mâlikîler,
gerekçe olarak şu sakıncaları gözönüne getirmektedirler: Ehl-i Kitab kadının
şarap içmesi, domuz eti yemesi, kiliseye gitmesi yasak değildir. Bu işleri
yapacak olursa kocası kendisine engel olamaz. Çocuklarına da şarap içirebilir
veya domuz eti yedirebilir. Onlar da İslâm'a aykırı bir tarzda yetiştirilmiş
olurlar. Bu evlilik dar-ı harbte olursa, Hanefîler bölümünde de açıkladığımız
gibi, bu mekruhluğun şiddeti daha da artar.
Denebilir ki bu
sakıncalar, Ehl-i Kitab kadınla evlenmeyi haram kılarlar. Mâlikî mezhebi de
Sedd-i Zeraî (harama götüren yollar da haramdır) esâsı üzerine kurulmuştur.
Ehl-i Kitab kadınla evlenmek, bu sonuçları (mefsedetleri) doğurur veya
doğurmasından endişe edilirse, nikâh akdini yapmaya yeltenmek haram olur. Buna
cevaben deriz ki: Bu dedikleriniz, nass bulunmadığı takdirde düşünülebilecek
şeylerdir. Ancak Cenab-ı Allah, ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmeyi mubah
kılmıştır. Bu mubah kılışta bir yarar ve maslahatın bulunması muhakkaktır.
Ehl-i kitapla hısım olmak İslâm dininin yararınadır ve onu güçlendirir veya
müslümanlarla kitabîler arasındaki problemleri çözer. Ortadaki kin ve hasedi
kaldırır. Dahası İslâm'ın, aykırı inanç sahibi olan ve değişik kitaplara iman
eden kimselere toleransla baktığını ve müsamahakâr davrandığını bütün dünyaya
ilân eder. Erkeğin kitabî kadınla evlenmesine müsâade eden İslâm dini, kendi
muhaliflerine karşı kin ve düşmanlık beslememektedir. Yalnız, evlenen erkeğin
İslâm'dan çıkmaması da şarttır. Fakat dinimiz, müslüman kadının ehl-i kitabtan
olan erkeklerle evlenmelerine müsâade etmemiştir. Zîra hakkında her ne
denilirse denilsin, çoğunlukla kadın, kocasına karşı duramaz. Dinini
değiştirmesi için tehdide mâruz kalabilir. Çocukları da çaresiz, babalarına
uyarlar. Kadın, onları geri çevirmeye muktedir olamaz.
İslâmiyet her ne kadar
müslümanlarla kitabîler arasındaki bağlan kuvvetlendirme işini müsamahayla
karşılıyorsa da; müslümanı kendi dininden çıkaracak veya çocuklarını gayr-ı
müslim kılacak eylemleri asla kabul ve tasvib etmez, islâmiyet, müslüman
erkeğin ehl-i kitabtan olan kadınla evlenmesine müsâade etmiş ve erkeğin bu
karısını, dininden çıkıp İslâm'a girmeye zorlamasını yasaklamıştır. Diğer
dinlerdeyse böyle bir garanti yoktur. Çoğunlukla erkek güçlü olduğu için onun
ve çocuklarının garantisi, kendisinin irâde gücü, zayıf iradeli olan kadının
kitabî olan erkekle evlenmesini engellemiştir.
Şâfiîler dediler ki:
İslâm diyanndaysa kitabî kadınla evlenmek mekruh olur. Bazı Mâlikîlerin de
dedikleri gibi bu evlilik, dâr-ı harbte olursa, anılan mekruhluk daha şiddetli
olur. Ancak Şâfiîler, bu evliliğin mekruh olması için şu şartların bulunması
gerektiğini söylemişlerdir.
1- Kitabî
kadının müslüman olacağı ümit edilmemelidir.
2- Erkek,
kendine uygun müslüman bir kadın bulamamahdır.
3- Kitabî
kadınla evlenmediği takdirde zina yapmaktan korkmalıdır.
Kadının müslüman
olacağını uman veya kendisine uygun müslüman bir kadın bulamayan, ancak
kendisine uygun olup rahatça yaşayacağı kitabî bir kadın bulabilen ekeğin
kitabî kadınla evlenmesi sünnet olur. Kitabî kadınla evlenmediği takdirde zina
yapmaktan korkan müslüman erkeğin, kitabî bir kadınla evlenmesi yine sünnet
olur. Bundan da anlıyoruz ki, bu mesele fayda ve maslahatla bağlantılıdır.
Evlenme, yararlı bir sonuç doğuracaksa kitabî kadınla evlenmek güzel olur.
Zararlı sonuç doğuracaksa mekruh olur.
Hanbelîler dediler ki:
"Sizden önce kendilerine kitab verilenlerin muhsan (hür) ve iffetli
kadınları (mehirlerini verdiğiniz takdirde) size helâldir"[8]
âyet-i kerîmesi genel anlam taşıdığı için kitabî kadınlarla evlenmek kerâhetsiz
olarak helâldir.
(34) Şafiî ve Hanefîler
dediler ki: Kitabî kadını nikahlamanın helâl olması için ebeveyninin de kitabî
olmaları şarttır. Babası kitabî, anası putperest olan kadını bu kadın buluğa
ermiş olup babasının dinini seçmiş olsa bile- nikahlamak helâl olmaz.
Şâfiîlerce mûtemed olan görüş budur.
Bir kimse, karısını üç
talâkla boşarsa, bu kadın başkası tarafından nikahlanıp (boşanmadıkça),
kendisine helâl olmaz. İkinci kocanın, bu kadınla devamlı yaşamaya niyet
etmesi gerekmez. İkincisi bu kadınla, sırf ilk kocasına helâl olması kasdıyla
cinsel temasta bulunsa bile bu kadın ilk kocasına helâl olur. ikinci kocaya
"muhallil" denir. Bu kadın ancak, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâtlı
şartlar çerçevesinde ilk kocasına helâl olur.
(35) Mâliki ve Hanbblıler dediler ki: Bir kimse
hülle yapma kasdıyla (boşanmış) bir kadınıfnikahlarsa, bu kadın, ilk kocasına
mutlak surette helâl olmaz. İkinci kocanın (hullecinin) nikâhı ise bâtıl ve
geçersizdir.
(36) Hanefîler dediler ki: İkinci koca, o kadını
ilk kocasına helâl olması amacıyla nikahlarsa, bu, bazı şartlarla sahih olur.
1- İkinci
koca, onu sahih bir akidle nikâhlamahdır. Akid fâsid olursa, önceki şartları
taşımadığı gerekçesiyle, kadın ilk kocasına helâl olmaz. İkinci akid,
başkasının onayına bırakılırsa, meselâ bu kadını köle biri nikâhlar ve
efendisinin onaylamasından önce kadınla cinsel temasta bulunursa, ilk kocasına
helâl olmaz.
2- İkinci
koca, kendisiyle gerdeğe girip cinsel temasta bulunmuş olmalıdır. Temas
olmaksızın, yalın bir nikâh akdi bu kadını ilk kocasına helâl kılmaz. Bu hüküm
üzerinde icmâ vardır.
Saîd bin Müseyyeb'in,
yalın bir nikâh akdiyle de bu kadının ilk kocasına helâl olacağını söylediği
rivayet edilmiştir. Ancak onun bu sözüyle, kesinlikle hiç bir imam amel
etmemiştir. Bu yolda fetva verenlere Allah'ın ve bütün meleklerin laneti olsun.
Kadı bu yolda hüküm verirse, hükmü yerine getirilmez. İkinci kocanın akıllı
olması şart değildir. Aksine, deli biri bile o kadınla temasta bulunursa, ilk
kocasına helâl olur. Hissetmeyen uykudaki bir adam veya baygın bir adam o
kadınla temasta bulunursa, yine ilk kocasına helâl olur. Aynı şekilde kadının
kendisi uykudayken veya baygınken kendisiyle temasta bulunulursa, yine ilk
kocasına helâl olur. Ancak bu hükümde ihtilâf vardır. Bazıları temas yapan
erkekle kadının lezzet duymalarını şart koşmuşlardır. Nitekim hadîsin zahiri de
bunu öngörmektedir. Şu halde temastan lezzet almayan baygın veya uykudakilerin
yaptıkları temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Ama delinin
durumu bunun tersinedir. O kesinlikle cinsel temastan lezzet alır. Kadının ilk
kocasına helâl olması için, penisin, kadının vaginasına girdirilmesİni yeterli
görenler, baygın veya uykuda bile olsa yapılan temasla bu kadının ilk kocasına
mutlak surette helâl olacağını söylemektedirler. Ama en sağlamı, hadîsin
zahiriyle amel etmektir. Yalnız, penisin sadece girdirilmesiyle lezzet
duyuluyorsa, kadın ilk kocasına helâl olur.
îkinci kocanın baliğ olması
şart değildir. Onun penisi oynayan ve kadınlara karşı şehvetlenen mürâhik
(buluğ çağına yaklaşmış) biri olması, hülle bakımından yeterli olur.
Müslüman koca
tarafından boşanan zımmî kadına hülle yapacak olan ikinci kocanın müslüman
olması şart değildir. Müslüman bir erkek, zımmî bir kadınla evlenir, bilâhare
onu üç talâkla boşarsa ve bu kadın da kendi gibi zımmî bir erkekle evlenirse ve
onun tarafından da boşamrsa, müslüman olan ilk kocasına helâl olur. Hülle için
yapılan temasın engelsiz olması, yani temas yaparken iki cinsel organ arasında
kalın bir engel bulunmaması şarttır. Erkek, penisine kalın bir bez sararak
kadınla temasta bulunursa, bu temas hülle açısından yeterli ve sahih olmaz.
Ama bu engel, kaput (penis kılıfı) diye bilinen ince ve iki organın ısısının
birbirine geçmesine engel olmayan cinstense, yapılan temas yeterli ve sahih
olur.
3- îkinci
kocanın teması, guslü gerektiren bir temas olmalıdır. Öyle ki, penisin sünnet
yeri olan baş kısmı, vaginanm içine tam girmelidir. Mûtemed olan görüş budur.
Meni akması şart değildir. Bilindiği gibi hulleci olan ikinci kocanın mürâhik
(buluğa yaklaşmış bir erkek) olması yeterli görülmüştür. Yapılan cinsel
temasın, caiz bir temas olması da şart değildir. Kadın hayızh veya nifaslı veya
ihramlı iken hulleci erkek onunla temasta bulunursa, bu kadın ilk kocasına
helâl olur.
4- Bu kadın
ikinci kocanın boşaması nedeniyle iddetini tamamlamalıdır. Bu iddeti
tamamlamadan ilk kocasına helâl olmaz. Birinci kocanın kendisini boşamasından
sonra iddetini tamamlamadığı sürece hulleci olan ikinci koca da onu
nikâhlayamaz. "İkinci nikâh akdinin sahih olması şarttır'* derken, bundan
sözetmiştik. Zîra kadın iddet beklemekteyken üzerine akid yapılırsa, yapılan
nikâh akdi sahih olmaz.
5- Cinsel
temasın, ön organdan yapıldığı kesin olarak bilinmelidir. Kendisi gibileriyle
normal olarak cinsel temasta bulunulmayan -kocasından boşanmış-küçük yaştaki
bir kadınla yapılan cinsel temas, onu ilk kocasına helâl kılmaz. Önüyle arkası
birbirine karışmış olan müfdât kadınla cinsel temasta bulunmak da böyledir. Bu
kadın, kendisiyle temasta bulunan ikinci kocadan hâmile kalmadıkça, ilk
kocasına helâl olmaz. Zîra gebe kalmazsa, vagi-nadan temasta bulunulmuş olduğu
kesin olarak bilinemez. Penisi kesik olan erkeğin yaptığı temas da böyledir.
Böyle bir erkeğin yaptığı temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olmaz.
Meğer ki kadın, bu kocadan hâmile kalsın. Bu da şöyle olur: Penisi kesik olan
bu erkek, kesik olan yeri vaginanın üzerine koyarak kadınla sevişebilir.
-Nitekim bazı kadınlar da biribirleriyle böyle yapmaktadırlar-. Sonra da bu
sevişme nedeniyle menisi akabilir. İşte bu meni akması nedeniyle kadın hâmile
kalırsa, ilk kocasına helâl olur.
Hadım (testisleri
kesik) bir erkeğin bu kadınla yaptığı cinsel temas da böyledir. Böyle bir
erkek, bu kadınla evlenir ve penisini kadının vaginasına girdirirse, kadın ilk
kocasına helâl olur. Penisinde bir nevi uyanma ve hareket bulunan yaşlı bir
erkeğin bu kadınla evlenip cinsel temasta bulunması da hülle açısından yeterli
olur. Ama penisi paçavra gibi olup hiç uyanmıyor ve eliyle tutup girdirmediği
takdirde vaginaya girmesi mümkün olmuyorsa, bu temas dolayısıyla kadın, ilk
kocasına helâl olur mu, olmaz mı? Bir kavle göre helâl olur. Çünkü önemli olan,
penisin başının vaginaya girmesidir. Bir kavle göre helâl olmaz. Ama;
"Ey kadın, sen
onun (erkeğin) balçığından o da senin balçığından tadıncaya kadar"[9]
hadîs-i şerifinin zahirinden de anlaşılacağı gibi, penisin vaginaya girmesiyle
ikisi de lezzet alırlarsa, bu kadın ilk kocasına helâl olur. Lezzet almazlarsa
helâl olmaz.
Şu da var ki: Bir
erkeğin, başkası tarafından boşanmış bir kadını, ilk kocasına helâl olması için
hülle yapmak kasdıyla nikahlayıp onunla cinsel temasta bulunması caiz olur mu,
olmaz mı? Caiz olur ve bunu yapan erkek sevap da kazanır. Yalnız, bunun bir
takım şartlan vardır:
1- Bu işi
yapan ikinci erkek, sırf şehvetini tatmin etmeyi değil de, karı koca arasını
düzeltmeyi amaç edinmelidir. Bunu yalnızca şehvetini tatmin etmek için yaparsa
mekruh olur. Ama yine de bu kadın, ilk kocasına helâl olur.
2- Hülle
yapan ikinci erkek, kendim sırf bu işe vermemelidir. Öyle ki, halk arasında
boşanan kadınlara hülle yapan biri olarak tanınmamalıdır. Böyle olduğu takdirde
yaptığı iş tahrîmen mekruh olur.
3- Bu işi
yapmak için kendisine ücret verilmesini şart koşmamahdır. Ücreti şart koşarsa,
hülle yapması haram olur ve:
"Allah, hülle
yapana ve kendisi için hülle yapılana lanet etsin[10]
hadîs-i şerifinin kapsamına girer. Çünkü ücret Şart koşması dolayısıyla lanete
müstahak olur.Bundan dolayı günahkâr ve asî olur. Çünkü tekesini, dişi keçi
üzerine çekmek için ücret alan kimseye benzemektedir. Yanında erkek bir eşeği
veya başka herhangi bir hayvanı bulunan kimsenin, bu hayvanını kendi dişi
eşeğinin veya diğer dişi bir hayvanının üzerine çekip döl tutturmak gayesiyle
isteyen bir kimseden ücret alması haram olur. İşte aynı şekilde, hülle yapan
erkek de yaptığı temas için ücret alırsa, ücretle dişi eşeğin üzerine atlatılan
erkek eşek gibi olur.
4-Nikâh
kıyarken hülleyi şart koşmamahdır. Meselâ "ilk kocana helâl olman için
seninle evlendim" dememelidir. Böyle derse şart bâtıl, ancak nikâh akdi
sahih olur. Mûtemed olan görüş budur. Akidten sonra temasta bulunursa, kadın
ilk kocasına helâl olur. Ama tahrîmen mekruh olmakla beraber helâl olur.
Görüldüğü gibi bunun mekruhluğunun illeti, yukarıda geçen hülle ile ilgili
hadîsin zahir anlamına muhalefet etmektir. Zîra hülle yapanla, kendisi için
hülle yapılan kimselerin lanetlenmesi »nikâh akdi yaparken hülle yapma şartım
koşan hulleciye, bu vasfı veriyor. Bilindiği gibi Hanefîler, hülle maksadıyla
nikâh akdi yaparken ücret almayı şart koşan hullecinin de lanet kapsamına
gireceğini söylemektedirler. Hadisteki "lanet" bedduasının, ücret
almayı şart koşanla, hülle yapmayı şart koşana mahsus olduğunu söylemeye engel
hiçbir şey yoktur. Çünkü hülle yapmak için ücret almayı şart koşan kimse,
açıkça hülle yapmayı şart koşmuş gibi olur. Bunların her ikisi için de "bu
adam bu işi, mürüvveti giderecek alçak bir amaç uğruna yaptı" diyebiliriz.
Her ikisi de lanete müstahak olur.
Bazı kimseler Ebû
Hanîfe'nin: "Nikâh akdi esnasında hülle yapma şartını koşmak sahih olur
ve bu şart (kocayı) bağlar. Öyle ki, cinsel temastan sonra bu kadını boşamaya
yanaşmazsa, kadı onu boşamaya zorlar" dediğini nakletmişlerdir. Ancak Hanefîlerin
muhakkik âlimleri, bu sözün zayıf olup esas alınamayacağını, çünkü mezhebin
kurallarıyla çeliştiğini söylemektedirler. Şundan ki; nikâh, fâsid şartlar
dolayısıyla bâtıl olmaz. Aksine nikâh sahih olmakla beraber, bu fâsid şartlar
bâtıl olurlar. Şüphesiz ki hülle yapmayı şart koşmak, nikâh akdinin
gereklerinden değildir. Bu şartın bâtıl, nikâh ak-dininse sahih olması gerekir.
Mezhebin mûtemed görüşü budur. Geçici nikâh bahsinde de anlatılacağı gibi,
nikâh akdi, belli bir zamanla sınırlandırılırsa, akid bâtıl olur.
Kadın, (hulleci)
erkeğin kendisini boşamayacağından korkarsa, ona: "Boşanma yetkisi bende
olmak kaydıyla seninle evlendim" der ve erkek de "kabul ettim"
cevabını verirse, nikâh akdi sahih olur. Kadın, dilediği zaman kendim
boşayabilir. Kadın, erkeğe bu sözü söylerse akid sahih olur. Ama erkeğin
kendisi, kadına "akıbetini tâyin etme yetkisi sende olmak üzere seninle
evlendim" derse, nikâh akdi sahih olur, fakat erkeğin ileri sürdüğü bu
şart geçersiz olur.
Özetlersek, hülle
yapma işi, bu sakıncalardan salim bulunur ve bununla da boşanmış olan
kan-kocamn aralarını düzeltme kasdı güdülürse caizdir. Eşleri barıştıran
hulleci de, bu yaptığından ötürü sevap kazanır. Ama bu iş, yukarıda belirtilen
diğer amaçlarla yapılırsa, tahrîmen mekruh olur. İlk koca olsun, hulleci olsun,
boşanan kadın olsun, bu işe ortak olan herkes günahkâr olur. Ama diğer şartlar
tahakkuk ederse, nikâh akdi sahih olur. Açıklanan şekliyle cinsel temas
vukûbulursa, kadın, ilk kocasına helâl olur.
Mâlikîler dediler ki:
Bir kimse, üç talâkla boşanmış bir kadını ilk kocasına helâl kılmak amacıyla
nikahlarsa, yapılan nikâh akdi fâsid olur. Gerdeğe girmekle akid sabit olmaz.
Aksine gerdekten önce de olsa, sonra da olsa araları tefrik edilir. Hülle yapma
şartıyla bu kadınla evlenirse akid, talâksız olarak fesholunur. Çünkü nikâh
akdi baştan beri varolmamıştır. Hülle yapmayı şart koşmaz ama, nikâh akdinden
sonra bunu ikrar ederse, yine aynı şekilde akid, talâkla fesholunur. Nikâh
akdinden önce bu ikrarda bulunur, sonra da kadını nikahlarsa, akid, talâksız
olarak fesholunur. Nikâh akdi yapılırken de böyle birikrârda bulunursa aynı
hüküm sözkonusu olur. Bazıları derler ki: Mutlak surette hulleciyle kadının
arası, bâin bir talâkla tefrik edilir. Bu kadının ilk kocasına helâl olup olmamasında
önemli olan, ikinci erkeğin niyetidir. Hülle yapmaya niyet etmişse, akid fâsid
olur. Böyle bir niyeti yoksa, akid sahih olur. Boşayan erkekle boşanan kadının
niyetlerine gelince; ikinciyle evlenmeyi sırf hülle maksadıyla yapmış olsalar
bile bunun önemi yoktur. Çünkü artık boşama yetkisi ikinci kocadadır. Hülle
yapmaya niyet ederse, evlilik binasının temelini oluşturan bir şartı terketmiş
olur. Bu şart da, evliliğin asıl amacı olan, eşlerin bir arada yaşamalarının
sürekliliğidir. Bir kimse, hülle maksadıyla bir kadınla evlenip cinsel temasta
bulunursa, bu kadın ilk kocasına helâl olmaz. İkinci koca (hulleci) akid
esnasında takdir etmiş olduğu mehri, cinsel temasta bulunduğu gerekçesiyle
kadına vermekle yükümlü olur. Bu hususta ihtilâf yoktur. Hülleyi nikâh akdinde
şart koşarsa, kadınla temasta bulunduğu takdirde ona önceden belirttiği miktardaki
mehrini (mehri müsemmâsını) vermesi, esah kavle göre gerekli olur. Aynı
şekilde, kadınla hülle niyetiyle evlenir ve kadın kendisini beğendiği takdirde
onu tutup boşamamaya niyet ederse, önceki gibi nikâh akdi fâsid olur. Cinsel
temas yapılsa bile ilk kocasına helâl olmaz. Başkasıyla geceleyen boşanmış bir
kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Ancak bu kadın, kendisini hülle niyeti
olmaksızın nikahlayan bir kocayla evlenirse, ilk kocasına helâl olur. Tabiî bu
da bazı şartların gerçekleşmesiyle mümkündür:
1- İkinci
koca baliğ olmalıdır.
2- Penisinin
başı, veya başı yoksa, baş kadar bir kısmı kadının vagina-sına girmelidir.
Bundan daha kısa bir kısım girerse, kadın ilk kocasına helâl olmaz. Kadın,
penisin, mak'ada sokulmasıyla ilk kocasına helâl olmaz. Ayrıca ikinci koca,
kadınla cinsel temasta bulunurken, vaginaya girdirmezden önce olsun, vaginaya
girdirdikten sonra olsun, penisinin mutlak surette uyanıp kalkmış olması
gerekir. Meselâ penisini uyanıp kalkmaksızın vaginaya girdirir, girdirdikten
sonra (vaginadayken) uyanıp canlanırsa temas sahih olur. Penisin tam olarak
uyanıp kalkması şart değildir, ama mutlaka vagina içine girdirilmesi gerekir.
Vaginanın üstüne koymak yeterli olmaz. Penise, temas esnasında kalın bir bez
sarmamahdır. Ama iki tenasül organının ısılarının birbirine geçmesine engel
olmayan ince bir bezin penise sarılmasıyla yapılan temasın sahih olup
olmayacağı hususunda ihtilâf vardır. Kuvvetli görüşe göre bu durumda yapılan
cinsel temas, kadının ilk kocasına helâl olması açısından yeterli olur.
Kadınları gebe bırakmaktan sakınmak için zamanımızda penise takılan kılıf da
bu ince bez hükmündedir. Kılıf takılarak yapılan cinsel temasla da kadın, ilk
kocasına helâl olur. Cinsel temas esnasında meninin
akması şart değildir. Mâlikîlerin, cinsel
temas esnasında mutlaka meni akmasını şart koştukları yolunda Hanefî
kitaplarında yer alan ifâdeler doğru değildir.
Testisleri kopuk olup
sadece penisi bulunan erkeğin, penisini vaginaya girdirmesiyle ve kadının da bu
durumu bilmesi şartıyla yine ilk kocasına helâl olur. Çünkü kadın, bu durumu
bilip razı olursa, nikâh akdi bağlayıcı olur. Ama bu durumu bilmezse, nikâh
akdi kusurlu ve feshe kabil olur. Bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas
dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olamaz.
3- İkinci
koca müslüman olmalıdır. Müslüman bir erkek, ehl-i kitabtan olan karısını üç
talâkla boşar, sonra kitabî bir erkek onunla evlenip bilâhare ayrılırsa, bu
kadın, müslüman olan ilk kocasına helâl olmaz. Ama Hanefî-ler bu görüşe
muhaliftirler.
4- Kadında
ve kendisiyle evlenen ikinci kocada cinsel temasa engel şer'î bir özür
bulunmamalıdır. Meselâ kadın, hayızlı veya nifaslı olmamalıdır. Bu
kanamaları kesilmiş olduğu halde henüz
gusletmemiş olması da cinsel temasa engeldir. Veya her ikisi, ya da birisi
Ramazan orucu, yahut muayyen adak orucunu tutuyor durumda bulunmamalıdır. Bu
durumlarda cinsel temas yapılsa bile kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Bazıları
bu durumda yapılan cinsel temasın, kadını, kendisini boşamış olan ilk kocasına
helâl kılacağını söylemişlerdir. Ama ikisi veya biri, nafile orucu tutuyor, ya
da farz veya muayyen adak orucunu kaza ediyorken yaptıkları cinsel temas,
kadını ittifakla ilk kocasına helâl kılar.
5- Her ikisi
veya birisi, yaptıkları cinsel teması inkâr etmemelidir. Erkek ya da kadın,
yapılan cinsel teması inkâr ederse, kadın ilk kocasına helâl olmaz.
6- Kadın,
cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olmamalıdır.
1- Kadın,
cinsel temasın vukûbulduğunu bilmeli ve hissetmelidir. Kadın, uyumaktaysa veya
baygın vaziyetteyse, ya da idrâk edemeyecek derecede deli olursa ilk kocasına
helâl olmaz. Ama ikinci kocanın, cinsel temasın vukûbulduğunu bilmesi, mûtemed
görüşe göre şart değildir. Kendisi deli veya hissetmeyecek derecede uyku
halindeyken bile temasta bulunursa, bu teması, kadını ilk kocasına helâl kılar.
Şâfîîler dediler ki:
Adamın biri, başkasının üç talâkla boşamış olduğu bir kadını, ilk kocasına
helâl etmek maksadıyla nikahlarsa, yaptığı akid şu şartlarla sahih olur:
1- İkinci
koca, kadını sahih bir akidle nikâhlamahdır. Akid fâsid olur veya şüphe sonucu
kadınla cinsel temasta bulunur, ya da zina ederse, bu kadın ilk kocasına helâl
olmaz. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bundan sonra
kadın, başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına
helâl olmaz..[11]Açıkça görüldüğü gibi
burada sahih akid sözüyle, sahih nikâh akdi kasdedilmektedir.
2- İkinci
koca, nikâh .akdini yaparken, hülle yapmayı sözlü olarak şart koşmamahdır.
"Kendisini boşamış olan ilk kocasına helâl kılmak amacıyla falan kadınla
evlendim" veya: "Kendisiyle temas yaptığımda boşamak veya onun bâin
talakla boşanması üzerine falan kadınla evlendim" derse, akid bâtıl olur.
Bu fâsid akde dayanarak yaptığı cinsel temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına
helâl olmaz. Herhangi bir şart koşmaksızın kadım nikâhlar, ama ilk kocasına
dönmesi için kadını boşayacağını niyetinde tutarsa, bu mekruh olur.
3- İkinci
kocanın, lezzet alma zevkine sahip olduğu tasavvur olunabil-melidir. Meselâ
çocuk olsu. bile, cinsel teması arzulayan biri olmalıdır. Baliğ olması, temas
esnasında menisinin akması ve akıllı olması şart değildir. Deli bir erkek,
sahih bir akidle nikahlandıktan sonra cinsel temasta bulunursa, bu kadın ilk kocasına
helâl olur. Boşanmış olan bu kadın zımmî ise, kendisini nikahlayan ikinci
kocanın (hullecinin) müslüman olması şart değildir. Müslüman bir erkek,
karısını boşadıktan sonra karısı zımmî bir erkekle evlenir, zımmî erkek de
cinsel temastan sonra kendisini boşarsa bu kadın, (müslüman olan) ilk kocasına
helâl olur. İkinci kocanın hür olması da şart değildir. Boşanmış bir kadın, bir
köleyle evlenir ve kölenin efendisi de bu evliliği onaylarsa sahih olur.
Kadının cinsel temasa
dayanıklı olması şart değildir. Emsalleriyle cinsel temasta bulunulmayacak
kadar küçük yaştaki bir kadın üzerine sahih nikâh akdi yapıldıktan sonra
vaginasına penisin başı girdirilirse, bu kadın, kendisini boşamış olan ilk
kocasına helâl olur. Cinsel temasın lezzetini bilmeyen ve kendi emsallerinin,
kadınlarla cinsel ilişkide bulunmadığı erkek çocuğunun durumu bundan farklı
olup, onun yapacağı cinsel temas dolayısıyla kadın ilk kocasına helâl olmaz.
İki durum arasındaki fark şudur: Üç talâkla boşanmış kadına başka bir erkeğin cinsel
temasta bulunmasından amaç; er-kekleri,karılarınıüçtalâklaboşamaktannefret
ettirip uzaklaştırmaktır .Bu uzaklaştırma ve nefret ettirme de, küçük yaştaki
kadını ellemek ve penisin başını onun vaginasına girdirmekle gerçekleşmektedir.
Bu temasta bulunanların, biribirlerinin balçıklarını tatmaları şart değildir.
"Ey kadın, sen onunbalcı-Iından, o da senin balçığından tadıncaya
kadar" hadîs-i şerifinden maksat, cinsel temasın kendisidir. Çünkü
lezzetten, çoğunlukla cinsel temas anlaşılır. cinsel temasla penis vaginanın içine girmelidir. Öyle
ki, penisin başı, bekâret zarının ötesine kadar gitmelidir. Kadın bakire olup
da, erkek penisini zarım yırtmaksızın ve bekâretini gidermeyecek şekilde
vaginaya girdirir-se, bu yeterli olmaz. Zîra gerekli oları, penisin başının,
bekâret zarının ötesine gidecek kadar vagina içine girmesidir. Bazılarına göre
bu kadarı da yeterli olur.
Kadınla mak'adtan temas yapıldığı takdirde bu temas, onu ilk kocasına helâl
kılmaz. Erkek, menisini kadının vaginasına cinsel temastan başka bir yolla
akıtırsa, bu da kadını ilk kocasına helâl kılmaz. Penisi kesik bir erkek,
penisini vaginanın üstüne koyup da sevişerek menisini vaginaya akıtırsa, kadın
yine ilk kocasına helâl olmaz. Ama testisleri kopuk bir erkek, kadınla temasta
bulunursa, bu temas kadını ilk kocasına helâl kılar.
5- Penis
sertleşmiş vaziyette olmalıdır. Sertleşmediği halde, erkek kendi eliyle tutarak
vaginaya gİrdirirse, kadın ilk kocasına helâl olmaz. Penisin tam olarak kalkmış
olması şart değildir. Ayrıca temas yaparken cinsel organları arasında örtü,
perde ve kılıf gibi engellerin bulunmaması şartı aranmamaktadır. Erkek,
penisine bir bez sararak vaginaya girdirirse sahih olur. Hele hele ince bir
Örtü olan ve kaput dîye bilinen kılıfı penisine takarak öylece temasta bulunursa,
bu kadın önceki kocasına haydi haydi helâl olur. Cinsel temasın hayız, nifas ve
ihram gibi yasaklar dolayısıyla memnu bir temas olmaması da şart değildir. İlk
kocanın, nikâh akdinin fâsitliği dolayısıyla hülle yapma zorunluluğunun
düşmesine dâir son bir konu da şudur: Adamın biri, bir kadını Şafiî mezhebine
göre fâsîd olan bir akidle nikahlayıp (meselâ iki fâsık şahidin huzurunda
nikâhlar veya fâsık velî tarafından bir kadın kendisine nikâhlanırsa) sonra da
bu kadınla gerdeğe girip karı-koca hayatı yaşar ve bilâhare üç talâkla
boşarsa, araya hulleci koymaksızın bu karısıyla yeni bir evlenme akdi yapabilir
mi, yapamaz mı? Çünkü ilk nikâh akdi fasittir ve bu nikâhın ortadan
kaldırılması, talâk (boşama) sonucunu doğur-.maz. Evet bu erkeğin, boşadıktan
sonra araya hulleci koymaksızın karısıyla yeniden evlenme
akdi yapması mümkün
olur mu, olmaz
mı?
Şafiî mezhebinin
müftâbih görüşüne göre bu erkek, araya hulleci koymaksızın ilk karısıyla
yeniden evlenme akdi yapamaz. Hülleyi düşürmek için ilk nikâh akdinin fâsid
olduğunu gerekçe edinerek fetva vermek sahih olmaz. Evet, ilk nikâh akdi iki
fâsık şahidin huzurunda yapılır veya velisiz yapılırsa ve bu durum eşlerin
ikrarıyla, ya da beyyineyle tesbit edilirse, hüküm şu olur: Kadı, Allah hakkı
olarak değil de karı-koca hakkı olarak, hulleciyi araya koymaksızın yeni bir
nikâh akdi yapmalarına hükmedebilir. Sözgelimi ilk nikâh akdinde kadına
verileceği bildirilen mehir (mehr-i müsemmâ) o kadının mehr-i mislinden az olur
da, kadın nikâhın fâsid olduğunu iddia ederek mehr-i mislini almak ister ve bu
durum da tesbit edilirse, kadın mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Aynı
şekilde koca, gerdeğe girmeden karısını üç talâkla boşar ve kadının bu nedenle
hak edeceği yarı mehri vermemek için ilk nikâh akdinin fâsid olduğuna dâir
beyyine getirirse, kadı, onun lehine hükmeder. Bu durum tesbit edilir ve kadı
da bu^olda hüküm verirse, buna bağlı olarak hülle yaptırma zorunluluğu da
ortadan kalkar. Her iki durumda da koca, araya hulleci koymaksızın karısıyla
yeniden evlenme akdi yapabilir.
Karısını üç talâkla
boşadıktan sonra hülle yaptırmak, Allah'ın hakkındandır. Eşlerin ikisi de nikâh
akdinin fâsid olduğunu ikrar eder veya fâsid olduğuna dâir beyyine getirirlerse
ve araya hulleci koymaksızın yeniden evlenmek isterlerse, beyyine veya
ikrarlarına aldırış edilmez. Ancak bir beyyine hasbî olarak kendiliğinden
ortaya çıkarsa ve değerlendirilmesine de ihtiyaç varsa, o zaman dinlenir. Bu
şöyle olur: Fâsid bir nikâh akdi yaparak bir kadınla evlenen, bir süre sonra
da onu üç talâkla boşayan bir adamın, bu üç talâkla boşayışına dâir bir beyyine
bulunmaması, kadının da o erkekle birlikte normal bir evlilik hayatını
sürdürüyor olduğunu zannetmesi; sonra da kadı'nın huzurunda ifâde verirken
kendisi üzerine bâtıl bir nikâh akdi yapıldığını, bu akde dayanarak o erkekle
evlilik hayatını sürdürmesinin doğru olmayacağını söylemesi halinde, kadı
onların nikâhını fesheder. İşte bu durumda, kocası, araya hulleci koymaksızın
bu kadın üzerine yeni bir nikâh akdi yapabilir. Bu hüküm için şöyle bir mesele
de düşünülebilir: Adamın biri fâsid akidle nikahladığı karısını, gerdekten
önce üç talâkla boşar, sonra da o kadının anasıyla m&hremi imişçesine
muaşerette bulunur ve hasbî bir beyyine ortaya atılır ve bu kayınvâlidesiyle mahremi
gibi birlikte yaşamasının caiz olmadığına şehâdet edilirse -çünkü bu kadının
kızıyla fâsid nikâh akdi yaptığı için bu kadın bu erkeğin mahremi olamaz- kadı,
nikâh akdinin sahih olmadığına karar verir. Böylece de hülle yaptırma
zorunluluğu ortadan kalkmış olur. Özetlersek: Nikâh akdinin fâsitliğine
dayanarak hülle yaptırma yolunda hüküm vermek sahih olmaz. Ancak eşler,
gizlice buna göre amel edebilirler. Fakat hâkim bunu farkederse, onları
birbirlerinden ayırır. Bunda kocanın, nikâh akdi esnasında başka bir mezhebi
taklid etmesiyle etmemesi arasında bir fark yoktur. Velîsiz olarak bir kadın
üzerine nikâh akdi yapmak veya bu akdi iki fâsık şahit huzurunda yapmak gibi,
Şafiî mezhe-bince fâsid olan bir akdi, Hanefî mezhebini taklid ederek yapan
veya hiç bir mezhebi taklid etmediği halde, bu akdi için Hanefî bîr hâkim
tarafından sa-hihlik kararı verilen bir adam, karısını üç talâkla boşadıktan
sonra bu kadınla yeniden evlenmek isterse, mutlaka hülle yaptırması gerekir.
Ama nikâh akdi, şart ve hükümleri bilmeyen halk arasında düzenlenir ve akdi
düzenlerken hiç bir mezhebi taklid etmez, ya da bu akid için hâkim tarafından
şahinlik kararı verilmez, bilâhare koca da karısını üç talâkla boşarsa, yargı
açısından değil, fakat diyanet açısından bu koca, hülle yaptırmaksızın
karısıyla yeniden evlenebilir.
Hanbelîler dediler ki:
Bir kimse, başkasının üç talâkla boşamış olduğu bir kadını, ilk kocasına helâl
kılmak amacıyla nikâhlar veya nikâh akdi esnasında bu şartı açıkça ileri
sürer, ya da bu şartta kadın veya velîsiyle nikâhtan önce anlaşır ve bu şarttan
geri dönmezlerse, nikâh bâtıl olur. Bu kadın da ilk kocasına kesinlikle helâl
olmaz. Zîra îbn Mâce, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Size iğreti
tekeden haber vereyim mi? (Orada bulunanlar) dediler ki: "Evet, ey
Allah'ın Rasûlü". Buyurdu ki: "O, hülle yapan erkektir. Allah, hülle
yapana da, kendisi için hülle yapılana da lanet etsin." [12]
Üç talâkla boşanmış
kadın, başka birisiyle evlenip ondan boşanmadık-ça, ilk kocasına helâl olmaz.
Helâl olması için, şu şartların tahakkuku gerekir:
1- îkinci
nikâh akdi sahih, her türlü şarttan ve boşama niyetinden soyutlanmış
olmalıdır.
2- İkinci
koca, kadına vaginasından cinsel temas yapmalıdır. Soyut bir nikâh akdi veya
kadınla erkeğin tenhada buluşmaları, ya da çıplak tenle bi-ribirlerine
sarılmaları, kadının ilk kocasına helâl olması açısından yeterli olmaz. Aksine
penisin başının, vagina içine girdirilmesi zorunludur. Penisin başını mak'ada
girdirmekle kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Şüphe sonucu yapılan veya köleyle
yapılan veyahut da fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel temasla da helâl
olmaz.
3- Cinsel
temas yaparken penis sertleşmiş olmalıdır. Sertleşmemiş olan penisi vaginaya
girdirmekle, kadın ilk kocasına helâl olmaz.
4- Kadında
cinsel temasa engel mazeretler bulunmamalıdır. Meselâ ha-yızh veya nifaslıyken,
ihramdayken veya farz orucu tutarken kendisiyle temas yapılırsa, bu kadın ilk
kocasına helâl olmaz. Temas yapılması helâl olmayan bir vakitte, meselâ o
vaktin namazı kılınmamış, vaktin çıkmasına da çok az zaman kalmışsa, bu dar
vakitte, ya da mescidte temas yapılırsa, bu temas her ne kadar caiz olmasa bile
kadın, ilk kocasına helâl olur.
İkinci kocanın baliğ
olması şart değildir. On yaşına varmamış olsa bile, mürâhik (buluğ çağına yaklaşmış)
biri olması yeterlidir. Temas yaparken meni akması da şart değildir. Bu fâsid
akidle neseb sabit olur. Eğer miktarı belirtilmişse mehr-i müsammâ da bu
akidle sabit olur. Miktar belirtilmemişse mehr-i misil sabit olur. Bu
evlilikten boşanma durumunda kadının iddet beklemesi gerekir. Bu fâsid akid
dolayısıyla iffet sabit olmaz ve bu kadın da ilk kocasına helâl olmaz.
Evlenme akdini
yaparken karı-kocadan biri herhangi bir şart ileri sürer veya ikisinden birisi
nikâhı gelecek zamana bağlarsa, yapılan akdin ve ileri sürülen şartın sahih ya
da fâsid olduğu hususunda mezhebler muhtelif görüş beyânında bulunmuşlardır.
(37) Hanefîler dediler ki: Eşlerden biri,
evlilik akdini yaparken bir şart ileri
sürerse, bu şart ya akde bitişik olur veya akid gelecek zamana bağlanır ki, bu
bağlama da "eğer" anlamını taşıyan "in" ve benzeri edatlardan
biriyle yapılır. Akde bitişik şartın örneği şudur: "Senin yanında gecelememek
üzere seninle evlendim." Akdin gelecek zamana bağlanmasının örneğiyse
"Mehmed gelirse seninle evlendim" demektir. Birinci örnekteki gibi
bir şart ileri sürülürse, kural gereği bu şart mutlak surette akdi etkilemez.
Sonra bu şart, akdin gereğindense, doğal olarak geçerli olur, aksi takdirde
geçersiz olur, akidse sahih olur. Kadında evlenmeye şer'an engel olan bir
durumun bulunmamasını şart koşmak, akdin gereği olan şartlardandır. Örneğin,
"başkasının karısı olmaman şartıyla seninle evlendim" veya "başka
bir erkeğin iddetinde bulunmaman şartıyla seninle evlendim" veyahut
"muhayyerlik hakkın olmaması şartıyla seninle evlendim" demek gibi.
Nikâh akdinin sahih olması için kendisine dayanılan bu gibi şartlar, tabiatıyla
sahih ve geçerlidirler. Kadının, erkeğin kendisine küfüv olmasını şart koşması
da böyledir.
Akdin gereği olmayan
şartlara gelince, bunları şöyle örneklendirebili-riz: "Seni üç talâkla
boşamış olan kocana helâl kılmak şartıyla seninle evlendim" veya
"akıbetini tâyin etme yetkisi senin elinde olması şartıyla seninle
evlendim" veyahut "dilediğin zaman kendini boşaman şartıyla seninle
evlendim" demek gibi. Bu tür şartlarla amel olunmaz. Ama yapılan nikâh
akdi sahihtir.
Bize şöyle bir soru
yöneltilebilİr: Sizler, erkeğin "kendini boşama yetkisi sende olmak
şartıyla seninle evlendim" diyerek boşama yetkisinin kadında olmasını
şart koştuğu takdirde bu şartın fâsid olduğunu söylüyorsunuz. Ama bu şartı
kadının kendisi ileri sürerse, şart sahih olur ve uyulması gerekir. Peki, bu
ikisi arasındaki fark nedir? Bu soruya verilecek cevap şudur: Aslında talâk
(boşama) sadece kocaya özgü bir haktır. Bu hakkı kullanma yetkisi kadında
değil, erkekte olmalıdır. Dolayısıyla bir erkeğin, hakkı olmayan bir yetkinin
kadına verilmesini şart koşması veya kadın tarafından ileri sürülen böyle bir
şartı kabul etmesi doğru olmaz. Çünkü bunda az da olsa doğal düzeni ters
çevirme durumu sözkonusudur. Ne var ki, bu gibi bir şartı kabul etmek bazan
karı-kocanın yararına olabilir; onların iyi geçinmelerini, aralarındaki sevgi
bağlarının artmasını sağlayabilir. İşte şeriat koyucu bu mülâhazalarla bu gibi
şartları sahih ve makbul saymıştır, özellikle böylesine bir garanti unsuru
bulunmadığından dolayı, çoğu kez kadın, hayatını bir erkeğinkiyle
birleştirmekten korktuğu için, böyle bir şartı ileri sürmek, sahih olduğu
kadar, iki eş için yararlı da olur. îsâm hukuku, bir araya getirilmeleri sadece
bu şartın gerçekleşmesine bağlı kalan bazı eşlerin bir araya getirilmelerini bu
hükümle kolaylaştırmıştır, denebilir. Ama diğer taraftan, erkeğin kendiliğinden
böyle bir şart ileri sürerek, kendi yetkisinde bulunan talâkı kadına
devretmekle doğal düzeni bozma gayretine girmesini yasaklamıştır. Erkeğin
kendiliğinden bu şartı ileri sürmesi sahih olmaz. Ama kadın
böyle bir şart ileri sürdüğü takdirde
erkeğin bunu kabul etmesi sahihtir. Nikâh akdine bitişik şartlardan bîri de
eşlerden birinin kendi şahsı veya başkası için üç gün, daha fazla veya daha az
bir süre için muhayyer olmayı şart koşmasıdır. Erkek, "ben, ya da babamın
üç gün muhayyer olması şartıyla seninle evlendim" der, kadın da
"kabul ettim" cevabını verirse, nikâh akdedilmiş sayılır, ama şart
geçersiz olur ve gereği yerine getirilmez. Nikâhta şart muhayyerliği olmadığı
gibi görme ve ayıp muhayyerliği de yoktur. Görmeden bir kadınla nikahlanan bir
adamın kadını gördükten sonra akdi feshetme muhayyerliği yoktur. Aynı şekilde,
ayıplı olduğu halde bu ayıbından habersiz olduğu bir kadınla evlenen kişi,
kadındaki bu aybın farkına vardıktan sonra akdi feshetme muhayyerliğine sahip
olamaz. Ancak erkeğin hadımlık, kesiklik ve iktidarsızlık gibi ayıpları bu
hükümden istisna edilmiştir. Kadının biri bir erkekle evlenir de sonra onun
iktidarsız olduğunun farkına varırsa, nikâh akdini feshedip etmemekte serbest
olur. Kadın, erkeğin penisi veya teslisleri kopuk olduğunda da aynı hakka
sahip olur. Ama bu saydıklarımızın dışında kalan durumlarda ne kadın, ne de
erkek muhayyerlik hakkına sahip değildir.
Bununla da anlıyoruz
ki erkek, nikâh akdini yaparken kadının ayıplardan veya hastahklardan salim
bulunmasını, ya da güzel veya bakire olmasını şart koşar da akidten sonra
kadının kör, kötürüm, alaca, dul veya çirkin olduğunu görürse; öne sürmüş
olduğu şart geçersiz, fakat akid sahih olur. Akid yaparken kadının şehirli
olmasını şart koşar da, akidten sonra köylü ve çiftçi olduğunu görürse, yine
aynı hüküm sözkonusu olur. Şartı geçersizdir. Meğer ki bu kadın, bu kocanın
küfvü (dengi) olmasın. Akde bitişik şartın anlamı, işte budur. Nikâh akdinin
şarta bağlanmasına gelince; bu şart, geçmiş zamanla ilgilidir veya değildir.
Geçmiş zamanla ilgiliyse, ihtilafsız olarak sahihtir. Çünkü bu şart geçmişte
kalmıştır. Yalansa bile tahakkuk etmiştir. Örneğin adamın biri, diğerine
"kızını oğlumla evlendir" diye teklifte bulunur, kızın babası da
"kızımı başkası ile evlendirdim" cevabını verir, fakat oğlanın
babası bu söze inanmayıp onu yalanladığı için kızın babası, "ben kızımı
eğer başkasıyla evlendirmemişsem, senin oğlunla evlendirdim" der ve oğlan
babası da bu evliliği iki şahidin huzurunda kabul eder ve bilâhare kızın, başkasıyla
evlendirilmemiş olduğu açığa çıkarsa, yapılan bu nikâh akdi sahih olur. Çünkü
her ne kadar kızın babası yalan söylemişse bile, bu şartı geçmiş zamana
bağlamıştır. Bu gibi şarta bağlayışların nikâh akdine zararı dokunmaz.
Nikâh akdini gelecek
zamanla ilgili bir şarta bağlamaya gelince; bu şartın vukuu muhakkaksa,
yapılan nikâh akdi gerçekleşir ve bu şartın akde bir zararı da olmaz. Örneğin
"güneş doğarsa seninle evlendim" veya "gece olursa seninle
evlendim" demek gibi. Nikâh akdi, vukuu muhakkak olmayan bir şarta
bağlanırsa, meselâ "kardeşim seferden gelirse seninle evlendim" denilirse,
nikâh akdi geçersiz olur. Çünkü kardeşinin seferden geleceği muhakkak değildir.
Koca, "eğer babam razı olursa seninle evlendim" der, babası da nikâh
akdi yapılan mecliste hazır bulunup "razı oldum" derse, akid sahih
olur. Akdi, babasının vukuu muhakkak olmayan rızâsına bağlaması, nikâha zarar
vermez. Mecliste hazır bulunan yabancı biri için de "falan şahıs razı
olursa seninle evlendim" dese, yine aynı hüküm sözkonusu olur. Mecliste
hazır bulunmayanbabasının rızâsını şart koşarsa, akid sahih olmaz. Mecliste
hazır bulunmayan yabancı bir kimsenin rızâsını şart koşarsa nikâh akdi, haydi
haydi sahih olmaz.
Yarın veya perşembe
günü veya bir ay sonra seninle evlendim diyerek nikâh akdini gelecek zamana
bağlamak da, akdi vukuu muhakkak olmayan bir şarta bağlamak gibi olur ki, bu
bağlayış sahih olmaz ve bu tarzda yapılan nikâh akdi gerçekleşmez.
Hanbelîler: Nikâhta
ileri sürülen şartlar üç kısımdır:
1- Sahih
şartlar: Bu, kadının kendi üzerine kuma getirilmemesini veya
evinden, ya da beldesinden
çıkarılmamasını veya çocuklarından ya da ebeveyninden ayrılmamasını veya kendi
küçük çocuğunu emzirmeyeceğini şart koşması veya mehir olarak belli bir miktar
nakit almayı, ya da mehrinden fazla miktarda nakit almayı şart koşmasıdır ki,
bu şartların hepsi de sahihtir. Uyulması gerekir. Koca, bu şartları yerine
getirmemezlik edemez. Şayet muhalefet ederse; kadın dilediği zaman akdi
feshetme muhayyerliğine sahip olur. Belli bir sürenin geçmesiyle de bu
muhayyerliği düşmez.
Koca da kadının
bakire, güzel, endamlı, soylu veya iyi duyup iyi gören biri olmasını şart
koşar; ama nikâhtan sonra kadının dul veya çirkin, soysuz veya kör, ya da sağır
olduğunu görürse, nikâh akdini feshetme muhayyerliğine sahip olur. Zîra Hz.
Ömer buyurmuştur ki:
Hakların kesintiye
uğradığı yer, şartların bulunduğu yerdedir." Evet, bu gibi şartların
bağlayıcı olduğu hükme bağlanmıştır.
2- Akdi
fâsid kılan fâsid şartlar: Bu şartların bazısı şunlardır:
Kocanın, evleneceği
kadım, kendisini üç talâkla boşamış olan ilk kocasına helâl kılmayı şart
koşması veya kan ile kocanın önceki evliliklerinden doğmuş olan kızlarını
birbirlerinin oğullarına mehirsiz olarak değiştirme usulüyle- nikâhlamayı şart
koşmaları.
Nikâh akdini gelecek
zamandaki bir şarta bağlamak. Örneğin, erkeğin "Perşembe günü
gelirse..." veya "aybaşı gelirse..." veya "annen razı olursa
seninle evlendim" demesi veya kadının "eğer babam razı olursa seninle
evlendim" demesi gibi. Bu şartların hepsi fâsid olup akdi de ifsâd
ederler. Nikâh akdini Allah'ın dilemesi şartına bağlamak, yani "Allah
dilerse seninle evlendim" demek,bu hükümdeiv istisna edilmiştir. Meselâ
kadın "Allah dilerse, bu evlenmeyi kabul ettim" derse nikâh akdi
fâsid olmaz. Nikâh akdi, geçmiş zamandaki bir şeye (şarta) bağlanırsa da akid
fâsîd olmaz. "Eğer o benim kızımsa, onu sana nikahladım" veya
"o, iddetini doldurmuşsa, sana nikahladım" deme durumunda hem
isteyen ve hem de kızın babası, onun, kendisinin kızı olduğunu veya iddetini
tamamlamış olduğunu biliyorlarsa, akid geçerli olur. Akdi gelecek zamana
bağlamak, meselâ, "yarın olursa onu seninle evlendirdim" diyerek
ileri sürülen bu şart fâsiddir ve akdi de ifsâd eder.
Nikâhı bir zamanla
sınırlandırmak da böyledir. Buna mut'a nikâhı denir ki, ileride bu nikâh
açıklanacaktır.
3- Akdi
ifsad etmeyen fâsid şartlar: Bu gruptaki şartlardan biri nikâh akdinde ileri
sürülürse, akid fâsid olmaz, ama şartın kendisi geçersiz olur. Meselâ koca,
kadına mehir vermemeyi şart koşarsa veya kasm (karılarla geceleme işinde
eşitliğe riâyet etme) da kumasına daha fazla hak tanıyacağını veya evliliği
devam ettirip ettirmemede kendi için muhayyerliği şart koşarsa veya kadının
kendisi bu muhayyerliğin kendisinde olmasını şart koşarsa veya velî, damat
adayının (ya da vekilinin) mehri akid meclisine getirmesini, aksi takdirde
nikâh akdinin yapılmayacağını şart koşarsa veya kadın kocasının kendisiyle
birlikte, sözgelimi sayfiyeye (yazlığa) gitmesini şart koşarsa veya kendi cam
istediği zaman kocasının kendisini yatağa çağırmasını şart koşarsa veya kendini
belli bir süreliğine kocasına teslim etmeyi şart koşarsa, bu şartların hepsi de
hiç bir kıymet ifâde etmeyip geçersizdirler. Bunların akde hiç bir etkileri
olmaz ve nikâh sahih olur.
Buraya kadar anlatılan
şartların üç kısmı da akid esnasında veya akid-ten önce taraflar arasında ileri
sürülürse, anılan hükümler işlemeye başlar.
Mâlikıler dediler ki:
Nikâhta ileri sürülen şartlar dört kısma ayrılırlar:
1- Nikâh
akdini bir şarta bağlamak. Bu şart tahakkuk etmese bile akde zarar vermez.
Adamın biri "kızımı, eğer razı olursa, falanla evlendirdim" der ve
falan da mecliste hazır bulunmaz ama olayı duyduğunda "razı oldum"
derse, akid sahih olur. Aynı şekilde adamın biri, "eğer babam razı olursa,
falan kadınla evlendim" der ve babası da mecliste hazır bulunmaz, ama duyduğunda
razı olursa akid sahih olur. Bu mesele evlenme akdinde icâbla kabulün derhal
peşpeşe olmaları bahsinde de geçmişti. O kısımda, taraflar akid meclisinde
hazır bulunmadıklarında kabulün icâbtan hemen sonra yapılmasının şart olmadığı
söylenmişti. Bu noktadan hareketle, Mâlikîlere göre evlenme hususunda
vasiyette bulunmak sahih olmaktadır. Adamın biri "ölümümden sonra kızımın
falana ait olmasını vasiyet ettim" der, kendisi için vasiyette bulunulan
kişi, vasiyetçinin ölümünden sonra kabul ederse, nikâh akdi sahih olur.
2- Akdi
ifsâd eden ve akde bitişik olan şartların koşulması. Bunlar birkaç tanedir:
a) Koca veya
karı veya her ikisi veya kendileri dışındaki bir kimse için muhayyerliğin şart
koşulması: Veli, "iki gün veya daha fazla, ya da daha
az süreyle muhayyer olması şartıyla falan
kadını seninle evlendirdim" derse sahih olmaz. Böyle bir şart ileri
sürülürse, gerdekten önce akid feshedilir. Gerdeğe girilmişse, akid
feshedilmez. Akid esnasında belli miktarda bir mehir verileceği
kararlaştınlmışsa, kadın bu mehri hak eder. Şayet mehrin miktan belirtilmemişse
kadın, mehr-i misil alır. Mûtemed kavle göre muhayyerliğin sadece akid
meclisinde şart koşulması, akde zarar vermez.
b) Mehrin
belli bir zamanda getirilmesini şart koşmak: Velî, damat adayına (veya
vekiline meselâ) "bu hafta sonuna kadar mehri getırmezsen, artık aramızda
nikâh akdi yoktur" der ve diğeri "bu şartınla beraber nikâhı kabul
ettim" der ama mehri getirmezse, nikâh akdi gerdeğe girilmiş olsa da,
olmasa da feshedilir. Mehri vâde bitiminden önce veya vâde sonunda getirirse
nikâh akdi, gerdeğe girilmemişse feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse feshedilmez.
c) Nikâh
akdine aykırı bir şartın ileri sürülmesi: Meselâ adamın biri: "Kasm
(kadınların yanında geceleme sayısında eşitliğe riâyet etme) da kendisiyle
kuması arasında adaletli olarak davranmamak veya geceleri değil de gündüzleri
onun yanında yatmak veya mirasımdan pay almaması veya nafakasının kendisine,
ya da babasına âit olması veya işinin kendi elinde olması şartıyla beni falan
kadınla evlendir" derse bu şartların hepsi de akdin gereğinden olmayan (ve
akde aykırı olan) şartlardır. Bu şartlardan biri ileri sürülürse, gerdeğe
girmeden akid feshedilir. Gerdeğe girilmişse akid feshedilmez; mehr-i misil
ödenerek sabit olur ve şart da geçersiz olur.
3- Nikâh
akdine aykırı olmayan şartların ileri sürülmesi: Meselâ kadın, kendi üzerine
kuma alınmamasını veya şu yerden çıkarılıp şu yere taşınmamasını veya kendi
beldesinden çıkarılmamasını şart koşarsa, bu şartlar nikâh akdine zarar
vermezler. Nikâh sahih olur. Fakat bu gibi şartların ileri sürülmesi mekruhtur.
İleri sürülürse de uyulması mendub olur.
4- Riâyet
edilmesi vâcib olan şartlar: Bu şartlara riâyet edilmemesi halinde karı veya
koca, akdi feshetme muhayyerliğine sahip olurlar. Koca, ka-dınm kusurlardan
salim olmasını şart koşarsa, meselâ kadının iki gözünün sağlam olmasını şart
koşar da kadının iki gözünün veya bir gözünün kör olduğunu görürse, veya iki
kulağının sağlam olmasını şart koşar da sağır olduğunu anlarsa veya baş
kısmının sağlam olmasını şart koşar da kel olduğunu görürse veya bakire
olmasını şart koşar da dul olduğunu görürse veya beyaz tenli olmasını şart
koşar da esmer olduğunu görürse koca, muhayyer olur. Koca böyle bir şart ileri
sürmez ama kadının velîsi onu kocaya tavsif ederse ve bu tavsif edişi de
kocanın ona sormasından sonra olursa, yine ihtilafsız olarak koca, muhayyer
olur. Aksi takdirde, yani koca sormadan velîsi kadını tavsif eder de aksi
çıkarsa, kocanın muhayyerlik hakkına sahip olup olamayacağı hususunda ihtilâfa
düşülmüştür.
Şâfiîler dediler ki:
Nikâh şarta bağlanırsa fâsid olur. Kendisine bir kız çocuğunun doğduğu müjdelenen adamın, müjdeyi
getirene, "eğer kız ise onu seninle evlendirdim" demesi halinde akid
sahih olmaz. Meğer ki gerçekten bir kızının dünyaya geldiğini bilsin. Bu
durumda nikâh akdi, şarta bağlanmış olmaz. Zîra cümledeki "eğer"
kelimesinin arapça karşılığı olan tahkik için kullanılan manasınadır.
Akde bitişik şartlara
gelince, bunlar iki kısımdır:
1- Akdin
gereği olmayan fâsid şartlar.
2- Sahih şartlar.
Fâsid şartlar, akdi
ifsâd ederler. Meselâ kendisi zımmî olan bir erkeğin, evleneceği kadının
müslüman olmasını şart koşması veya koca adayının, evleneceği kadının iddet
beklemekte olmasını, ya da başka bir erkekten gebe olmasını şart koşması gibi.
Bu tür şartlar, akdi ifsâd ederler. Aynı şekilde, kadın, kocanın kendisiyle
cinsel temasta bulunmamasını şart koşarsa, bu şart da akdi ifsâd eder. Ama
kocanın kendisi bu şartı ileri sürer ve kadın da bunu kabul ederse, nikâh akdi
bâtıl olmaz. İki durum arasındaki fark şudur: Cinsel temas, kadına mahsus
haklardandır. Kendisi razı olursa akid sahih olur. Hadım ve iktidarsız erkeğe
razı olması halinde de, nikâh akdi aynı şekilde sahih olur.
Akdi ifsâd etmeyen
şartlara gelince, bu, güzellik, bakirelik, hürriyet, beyazlık veya esmerlik
gibi nikâh akdinin sıhhatine engel olmayan vasıfları şart koşmaktır. Bu gibi
şartlar ileri sürüldüğünde şart sahih olur; akid de fâsid olmaz. Nikâh akdi yapılırken
bu gibi bir şart ileri sürülürse, meselâ koca, "güzel veya bakire veya
beyaz veya esmer olması şartıyla falan kadınla evlendim" der, sonra da
kadının, tam aksi bir niteliğe sahip olduğu anlaşılırsa, akîd sahih olur.
Koca, muhayyer olur; dilerse kabul eder, dilerse fesheder. Koca, bir şart ileri
sürer de kadının o şartta belirtilen niteliğe eşit, ya da daha üstün olan başka
bir niteliğe sahip olduğu anlaşılırsa, nikâh akdi sahih olur, koca muhayyerlik
hakkına sahip olamaz. Bu gibi şartların kadın tarafından ileri sürülmesi de
aynı hükme tâbîdir. Meselâ kadın, kendisiyle evlenecek olan erkeğin yakışıklı
olmasını veya bakir olmasını şart koşar da aksi çıkarsa, kadın muhayyer olur.
Erkeğin bakir olması, o kadından önce başka bir kadınla evlenmemiş olması
demektir.
Buraya kadar anlatılan
şartlar, nikâh akdi dışında ileri sürülecek olurlarsa, kale alınmazlar. Velî,
adamın birine "bu bakireyi seninle evlendirdim" der ve kadın dul
çıkarsa erkek muhayyer olur. Sonra fesih gerdekten önce olursa, bu erkek, kadına
mehir vermekle yükümlü olmaz. Kadın, diğer evlilik haklarına da sahip
olamaz.Ama fesih gerdek esnasında veya gerdekten sonra yapılırsa, erkeğin
kadına mehr-i misil vermesi gerekir. İddet beklerken nafakasını, giyimini ve
meskenini temin etmekle yükümlü olur. Bu yaptığı masrafların bir kısmını
alabilmek için, kendisini aldatan velîye müracaat etme hakkına da sahip olmaz.
Muvakkat nikâh veya
mut'a nikahıyla ilgili bazı durumlar vardır:
1- Muvakkat
nikâhla mut'a nikâhı arasında fark var mıdır?
2- Mut'a
nikâhı nedir, muvakkat nikâh nedir?
3- Bu iki
nikâhın hükmü nedir?
4- Mut'a
nikâhının şer'î dayanağı nedir? Şimdi de bu maddeleri sırasıyla açıklayalım:
1- Mâlikî,
Şafiî ve Hanbeiîier, ikisi arasında fark olmadığı hususunda görüş birliği
etmişlerdir. Muvakkat nikâh, mut'a nikâhıdır. Ha-nefîlerin meşhur görüşüne göre
mut'a nikâhında, "mut'a" kelimesinin telâffuz edilmesi şarttır.
Örneğin erkeğin, kadına "beni kendi bedeninle yararlandır" veya
"senden yararlanıyorum" veya "seni, kendi bedenimden
yararlandırdım" demesi gibi. Tabiî bu cümlelerde geçen
"yararlanma" kelimesinin arapça karşılığı mut'a ve temettû'dur. Ne
var ki bazı Hanefîler, mut'a nikâhını yaparken "mut'a" kelimesini telâffuz
etmenin bir şart olarak sabit olmadığını söylemişlerdir. Böyle olunca da mut'a
nikâhı ile muvakkat nikâh aynîleşmiş olacaktır. Bu açıdan mezhebler arasında
hiçbir fark yoktur.
2- Mut'a
nikâhının ne olduğu sorusuna gelince; bu, evlenme akdi sîgasmı belli
birvakitle kayıtlandırmaktır. Meselâ erkeğin, kadına "kendini bir aylığına
benimle evlendir" veya "bir yıllığına seninle evlendim" demesi
gibi. Bu akid yapılırken şahit bulundurulsa da, bu-lundurulmasa da; akdi
velînin kendisi yapsa da yapmasa da hüküm değişmez.
3- Mut'a
nikâhı, muvakkat nikâhın aynı olsa da olmasa da, ittifakla bâtıldır. Bir
kimsenin mut'a nikâhı yaptığı görülürse, had cezasına değil de ta'zire tâbi
tutulması gerekir. Bu da, mut'a nikâhının caiz olduğu yolunda İbn Abbas
(r.a.)'tan yapılan bir nakilden dolayıdır. Bu nakil, haddi düşürecek olan bir
şüphedir. Bu, her ne kadar zayıf bir şüpheyse de, haddi düşürmektedir.
4- Mut'a
nikâhının şer'î dayanağına gelince, İslâmiyetin ilk devirlerinde müslümanlar
azınlıktaydılar. Üstelik sürekli olarak düşmanlarıyla savaş halinde
bulunuyorlardı. Bu durumda ve özellikle de mâlî açıdan içinde bulundukları son
derece güç şartlar içinde kocalık ve karılıkla ilgili yükümlülüklerini ve aile
efradını terbiye etme görevlerini yerine gevremiyorlardı, işin başından
İtibaren kendilerini çocuk terbiyesiyle meşgul etmeleri akla da uygun olmazdı.
Bütün bunların yanısıra onlar, islâm öncesi âdetlerinden henüz kopmuşlardı.
İslâm'dan önce bir şehvet anarşisi içinde yaşıyorlardı. Öyle ki, o zamanlarda
adamın biri, dilediği miktar ve sayıda kadınlarla evlenebilir, bunlardan
beğendjğiyle temasta bulunur, beğenmediğinden uzak dururdu. Hele bu insanlar
müslüman olduktan sonra, savaş içinde olduklarına göre durumları ne olacaktı?
Şuna dikkat etmeliyiz ki: İnsan tabiatının bir hükmü vardır. Bu durum için
geçici bir yasanın bulunması gerekir ki, bu yasa o insanların üzerinden zinayı
kaldırsın ve evliliğin getirdiği yükümlülükleri bir tarafa bıraksın.
Mut'a nikâhı veya
muvakkat nikâh işte budur. Bu, savaş zorunlulukları dolayısıyla konulan örfî
idareye benzer. Şundan ki; ordu bekâr olan ve devamlı olarak evlenmeye
muktedir olamayan, aynı zamanda beşer tabiatına karşı direnmeye de güç
yetiremeyen bazı gençleri bünyesinde bulundurur. Başka bir hadiste de
belirtildiği gibi, oruç tutarak bunların şehvetlerini zayıflatmalarını
istemek, akılla bağdaşamaz. Zîra hangi durum ve hangi bakımdan olursa olsun savaşçıyı
zayıflatmak doğru olmaz. Mut'a nikâhının, meşru kılınış dayanağı işte bu
durumdur. Müslim'in Sebûre'den naklettiği rivayet de buna delâlet etmektedir.
Sebûre der ki: "Fetih yılında
Mekke'ye girdiğimizde Rasûlullah (s.a.s.), mut'a yapmamızı emretti. Sonra bizi
mut'a yapmaktan yasaklayıncaya kadar Mekke'den çıkmadık.[13]
Bu rivayet açıkça,
mut'a nikâhının savaş zorunluluğunun getirmiş olduğu geçici bir hüküm olduğuna
işaret ediyor. Ibn Mâce, Rasûlullah (s.a.s.) in bu nikâhla ilgili olarak şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
"Ey insanlar! Ben
size mut'a nikâhı için izin vermiştim. Haberiniz olsun ki Allah, onu kıyamet
gününe dek haram kılmıştır.[14]
Zinayı cürümlerin en
büyüğü sayan, şüpheli her şeyi yasaklayan ve suç işlemeyi kolaylaştıran tüm
yolları kapatan Islâmî kuralların gereği de budur. Bunun için şu âyet-İ
kerîmeyi nakletmek yeterli olur:
"Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur." (ta 32). Zina ile
ilgili olarak Hz.Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur:
Zinâ yapan, zina
yaptığı sırada mü'min değildir.[15]
Zinanın günah olması için, onun namusları ayaklar altına düşüren nesepleri
karıştıran, ar ve haya duygularını gideren bir şey olması yeter de artar bile.
İslâmiyet, câhiliyet dönemi araplarını eğiterek başarılar kaydetmiş,
müslümanları faziletli bir ahlâkın zirvesine yükseltmiştir. Öyle ki
müslümanlar, insanlığın amacı olan ahlâkın doruk noktasına kadar
yükselebilmişlerdir. Ahlâk ve fazîlet yönünden her zaman ve her yerde insanlık
âlemine önder olmuşlardır. Şu halde mut'a nikâhının, bu niteliklere sahip
bulunan islâmi kurallardan biri olması akla hiç de uygun olmaz.
Ibn Abbas'ın
"Mut'a nikâhı caizdir" demesine gelince; doğrusu onun bu sözü,
kendisine mut'a nikâhının neshedildiği haberinin ulaşmasından önce
söylenmiştir. Hatta bu konuda, İbn Abbas'la Zübeyr arasında şiddetli bir
tartışma vukûbulmuştur. Rivayete göre İbn Zübeyr demiş ki: "Mut'a
nikâhının helâl olduğunu söyleyen ve Allah tarafından gözleri kör edildiği gibi
basiretleri de yok edilen bazı kimselere ne oluyor ki böylfe
söylüyorlar?" İbn Zübeyr, böyle demekle, âmâ olan İbn Abbas'a taş atmış
oluyordu. İbn Abbas ise ona şu karşılığı vermişti: "Sen içi boş ve
kupkuru bir küpsün. Allah'a karşı gelmekten sakınanların lideri Rasûlullah
(s.a.s.) in bu nikâhı caiz kıldığını gördüm." İbn Zübeyr ise ona şu cevabı
vermişti: "Eğer böyle yaparsan vallahi seni recmederim". Bundan da
anlaşılıyor ki İbn Abbas, bu sözü söylerken, mut'a nikâhının neshedilmiş olduğu
haberini henüz almamıştı. Bu haber kendisine ulaştığında görüşünden vazgeçmişti.
Ebûbekir, Said bin Cübeyr senediyle rivayet etmiştir ki, Ibn Abbas hazretleri,
halka hitab ederken şöyle demiştir: "Mut'a nikâhı leş, kan ve domuz eti
gibi (haram) dır." Bu da mut'anın şiddetle yasaklanmış olduğunu
göstermektedir. Bundan da açıkça öğreniyoruz ki, mut'a nikâhı veya muvakkat
nikâh, müslümanların ittifakıyla bâtıldır. Müslümanlığın ilk dönemlerinde
mubah kılındığına dâir bazı nakiller varsa da, bu mübahhk savaş durumunun
zaruretlerinden ötürüdür. Şimdi de çizginin alt tarafında, mezheblerin mut'a
nikahıyla ilgili olarak vermiş oldukları geniş açıklamalara geçelim.
(38) Mâlikîler dediler
ki: Mut'a nikâhı, akid lâfzının bir zamanla sınır-Iandırılmasıdır. Evlenecek
olan kişinin, kadının velîsine "falan kadını bir aylığına benimle
evlendir" veya "o kadınla evlenmeyi bir aylığına kabul ettim"
demesi gibi. Böyle derse nikâh akdi bâtıl olarak yapılmış olur. Gerdeğe girilmiş
olsa da olmasa da, akid feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse, erkeğin kadına
mehr-i misil vermesi gerekir. Bir kavle göre bu durumda, sadece aralarında
kararlaştırmış oldukları mehri (mehr-i müsemmâyı) vermesi gerekir. Bu gerdeğe
giriş dolayısıyla doğan çocuk, bu erkeğin nesebindendir. Vâde, velî veya
kadına, ya da her ikisine açıkça söylenmediği takdirde, mut'a nikâhı
akdedilmiş olmaz. Akidten önce-vâdeden sözedilmez veya akid yapılırken vâde
koca tarafından şart koşulur, ama koca bunu kimse duymayacak
şekilde içinden telâffuz ederse, kadın
veya velîsi anlasa bile bunun nikâh akdine pek zararı olmaz. Bir kavle göre
eğer bunu anlarlarsa, akid için zararlı olur. Sonra (açıkça olsa bile) ileri
sürülen vâde, eşlerin normal olarak yaşayamayacakları kadar uzun olursa (meselâ
yüzelli seneliğine denilirse), bu vâde şartıyla akdedilen nikâhın sahih olup
olmayacağı hususunda ihtilâfa düşülmüştür: Bazıları, bu nikâhın sahih
olacağım, diğer bazılarıysa sahih olmayacağını söylemişlerdir.
Mut'a nikâhını yapan
kimse cezalandırılır, ama hadde tâbi tutulmaz. Çünkü İbn Abbas'tan da
nakledildiği gibi -her ne kadar onun bu görüşünden vazgeçtiği nakledilmişse
de- bu nikâhın câizliği hususunda bir şüphe vardır. Bazı Mâlikî âlimleri İbn
Abbas'ın bu görüşünden dönmüş olduğunun meşhur bir şey olduğunu rivayet
etmişlerdir. Bununla beraber, cevazında şüphe bulunduğu için, mut'a nikâhı
yapan kimse, hadde tâbi tutulmaz.
Zamanla sınırlandırma
dolayısıyla nikâh bâtıl olduğu gibi, nikâhın gizli yapılması hususunda
taraflar arasında yapılan anlaşma dolayısıyla da bâtıl olur. Yalnız bu
anlaşmada nikâhın gizli tutulmasını tavsiye edenin, kocanın kendisi olması,
kendilerine tavsiyede bulunulanların da nikâh şahitleri olmaları şarttır.
Koca, şahitlere bu nikâhı eski karısından gizlemelerini tavsiye etmez de meselâ
yeni kadının velîsi veya yeni karısı, ya da karısıyla velîsi birlikte bu nikâhı
gizli tutmalarım şahitlere tavsiye ederlerse, bu tavsiyenin akde zararı olmaz.
Gizlilikte esas, tavsiye edenin koca, kendilerine tavsiye edilenlerinse şahitler
olmasıdır. Bazıları, kendilerine tavsiye edilenlerin şahitler olmasının, akdin
bâtıl olması açısından gerekli olmadığını söylemişlerdir. Öyle ki koca, velîye
veya kadına nikâhın ve evliliğin gizli tutulmasını tavsiye ederse veya ikisine
birlikte tavsiye ederse, akid bâtıl olur. Bu hüküm Mâlikîlere mahsustur. Hanefî
ve Şâfiîlere göre nikâh akdi, herhangi bir durumda akdin gizlenmesini tavsiye
etme nedeniyle bâtıl olmaz.
Şâfiîler dediler ki:
Mut'a nikâhı, belli bir süre için akdedilen nikâhtır. Adamın biri, kadının
velîsine: "Falan kadım bir aylığına benimle evlendir" derse, bu mut'a
nikâhı olur ki, bâtıldır. Nikâhı kadının veya kendisinin "ömrü
boyunca" diye sınırlandırmak da aynı hükme tâbidir. Meselâ velî,
talibliye, "o kadını, ömrü boyunca "olmak kaydıyla seninle
evlendirdim" derse, nikâh akdi bâtıl olur. Zîra nikâh izlerinin Ölüm
sonrasında da devam etmesi, nikâh akdinin gereğidir. îşte bu nedenle kocanın,
vefat eden eşini yıkaması sahihtir. Ömür boyu sınırlandırmak, nikâh akdinin
ölümle son bulması ve izlerinin ölümden sonra devam etmemesi demektir. Bundan
ötürü, akdi zamanla sınırlandırmak, bâtıl kılıcı faktörlerdendir.
Bazı Şafiî
kitaplarında, İbn Abbas'a göre mut'a nikâhının, velîsiz ve şahitsiz olarak
yapılan nikâh olduğu kaydedilmektedir. Cumhur-u ulemâya göre mut'a nikâhı
»zamanla sınırlandırılan nikâhtır.Bunu, Cumhurun yorumuna göre mut'a nikâhı
olarak adlandırmak zahirdir. Zîra bunu bir zamanla sınırlandırmak, bundan
nikâhın aslî amacı olan kan kocanın çocuk sahibi ve biribirlerine mirasçı olmaları değil de sırf şehevî
yararlanma amacı güdülmektedir, îbn Abbas'ın "velîsiz ve şahitsiz olarak
yapılan nikâhtır" diyerek yaptığı yoruma göre de bu nikâh, mut'a nikâhı
olarak adlandırılır. Zîra velîsiz ve şahitsiz yapılan nikâhtan maksat, sırf
şehevî lezzet elde etmektir. Bu nikâhtan eşlerin çocuk sahibi ve birbirlerine
mirasçı olmaları kasdedil-seydi, nikâh akdi şahitlerle velînin huzurunda
yapılırdı. îbn Zübeyr'in, İbn Abbas'a söylediği rivayet edilen: "Eğer
mut'a nikâhı yaparsan, seni recmederim" sözü de bunu teyid etmektedir.
Anlaşılıyor ki, İbn Abbas'ın şüphesi, İbn Zübeyr nazarında zayıf kalmaktadır ve
bu şüphe, mut'a nikâhı yapan kimseye hadd uygulanması gereğini ortadan
kaldırmamaktadır.
Hanbelîler dediler ki:
Mut'a nikâhı, bir erkeğin bir kadım belli veya belirsiz bir süre için
nikâhlamasıdır. Belli bir süre için yapılan evliliğe velînin, "falan
kadını bir aylığına..." veya bir yıllığına sana nikahladım" deyişini,
belirsiz bir süre için yapılan evliliğe ise velînin, "sezon sonuna kadar
veya "hacıların dönüşüne kadar falan kadını sana nikahladım" deyişini
örnek olarak gösterebiliriz. Akdin tezvic lafzıyla veya mut'a lafzıyla
yapılması arasında bir fark yoktur. Evlenecek olan erkeğin velî veya şahit
huzurunda olmaksızın kadına, "beni kendi vücudundan,yararlandırdın
mı?" diye sorması, kadının da ona "seni vücudumdan yararlandırdım
(mut'alandırdım) demesi gibi. Şu halde mut'a nikâhı iki durumu İçermektedir.
a- Velî ve
şahit huzurunda yapılan ve zamanla sınırlandırılan nikâh akdi.
b- Velî ve
şahit huzurunda olmaksızın, mut'a lâfzı kullanılarak yapılan nikâh akdi. Bu
nikâh her halükârda bâtıldır. Girişte belirttiğimiz zorunluluktan ötürü bu
nikâh, müslümanlığın ilk döneminde mubahtı. Akid sîga-sında süreden söz etmeyip
(evleneceği) bu kadınla bir süre beraber kalmayı gizlice niyetinde tutarsa,
yine nikâh akdi bâtıl olur. Kadının, hayatta kaldığı sürece kendi zevcesi
olmasına niyet etmedikçe nikâh akdi sahih olmaz. Belirsiz de olsa bir süre
sonra bu kadını boşamayı şart koşarsa, nilfâh akdi yine sahih olmaz. Mut'a
nikâhı kıyıldıktan sonra koca gerdeğe girmemişse, kadı, karıyla kocayı ayırır.
Kadın da hiçbir şey alma hakkına sahip olmaz. Ama gerdeğe girilmişse kadın,
kocadan mehr-i misil alır. Bazıları derler ki: Fâsid nikâh, gerdeğe girildikten
sonra -bu mut'a nikâhı veya başkası da olsamehr-i müsemmâ verilmesini gerekli
kılar. Mut'a nikâhı, zevcenin muhsan kılınması veya kendisini üç talâkla
boşamış olan ilk kocasına helâl edilmesi sonucunu doğurmaz. Mut'a nikahıyla
evlenen eşler, biribirlerine mirasçı olamazlar. Bu nikâhla alman kadına zevce
denilmez. Ancak bu nikâh nedeniyle doğan çocuk, babanın nesebine bağlı olur.
Çocuk, bu nikâhla evlenmiş olan ebeveynine mirasçı olacağı gibi, onlar da
kendisine mirasçı olurlar. Çünkü e§ler arasında vukûbulan cinsel temas, şüpheli
bir temastır. Doğan çocuk, babasının nesebine bağlanır. Ama mut'a nikâhı yapan
çiftler, had cezasına değil de tâzire tâbi tutulurlar.
Hanefîler dediler ki:
Mut'a nikâhı şöyle olur: Bir erkek evlilik engeli taşımayan bir kadına
"seninle temettü edeceğim (yararlanacağım) veya "beni birkaç
günlüğüne, ya da on günlüğüne, kendi bedeninle mut'alandır" der, kadın da
"kabul ettim" diye cevap verirse veya erkek, müddetten söz etmeksizin
-çünkü önemli olan müddetten değil de mut'adan söz etmektir-"beni kendi
vücudundan yararlandır (mut'alandır)" derse, ya da kadın "şu kadar
mal karşılığında seni şahsımla mut'alandırdım" der de erkek bunu kabul
ederse, yapılan akid, mut'a nikâhı olur. denebilir ki: Bu nikâhın mut'a lafzıyla
yapılacağını isbatlamak, nakle dayanır. Mut'a nikâhının özellikle
"mut'a" lafzıyla yapılabileceğini ifâde eden sahih bir delil yoktur.
Bu nedenle mut'a nikahıyla muvakkat nikâh arasında fark bulunmadığını söyleyenler
olmuştur. Hanbelîlerin de anlattıkları gibi, nikâh akdi bir zamanla
kayıt&nır veya şahit huzurunda olmaksızın mut'a lafzıyla yapılırsa, mut'a
nikâhı olur ki, bu akid, her halükârda bâtıldır. Erkek kadına "bir aylığına..."
veya "bir yıllığına seninle evlendim", ya da müddetten söz etmeksizin
"beni kendi nefsinle mut'alandır" der, kadın da "kabul
ettim" cevabını verirse, nikâh bâtıl olur. Bu nikâhta şahit bulundurulsa
da, bulundurulma-sa da; belirtilen süre uzun da olsa, kısa da olsa, hüküm
aynıdır. Şu da var ki, eşlerin normal olarak yaşayamayacakları kadar uzun bir
süreden sözedi-lirse, meselâ "kıyamet kopuncaya dek seninle evlendim"
derse, bu durumda akdedilen nikâh, muvakkat sayılmaz. Aksine, bundan maksat,
nikâhın müebbed kılınmasıdır. îleri sürülen müddet şartı geçersiz, ama nikâh
akdi sahih olur. Koca, evleneceği kadınla bir müddet beraber kalmayı (sonra da
ayrılmayı) niyetinde tutar, ama bunu açıklamazsa akid sahih olur. Örneğin yarın
veya bir ay sonra boşamak niyetiyle bir kadınla evlenirse, bu şartı geçerli
olmaz, ama nikâh akdi sahih olur. Boşama şartı, hulleci meselesinde de geçtiği
gibi, nikâh akdini zamanla kayıtlandırmak değildir. Mut'a nikâhı hiç bir sonuç
vermez. Bu nikâhta talâk, îlâ ve zihar yoktur. Eşlerden biri diğerine mirasçı
olamaz. Koca, gerdeğe girmeden ayrılacak olursa, kadının ondan hiçbir şey alma
hakkı bulunmaz. Gerdeğe girdikten sonra ayrılacak olursa, kadın, nikâhın
şartlan kısmında geçen mehr-i misli alır.
Sadak'ın lügatte bir
çok isimleri vardır. Bunlardan biri mehirdir. Kadına mehirverildiğinde, ona
mehirverdim anlamına gelen, "mehertü'l-mer'et^" denilir. Ama
"ona mehir verdim" anlamını kastederek "emhertüha"
denilemez. Ancak (velînin) kadını, mehir karşılığında bir kocaya nikahlaması
durumunda "emhereha" kelimesi kullanılabilir.
Bu isimlerden biri de
"sadak" veya "sıdak"tır. Bu, rubai fiillerinden olan
"es-da-ka" fiilinin ism-i masdarıdır. Kadın için verilecek olan mehir
belirtildiğinde "esdaktü'l-mer'ete ısdâkan" denilir, isdak,
masdardır. İsm-i masdar ise "sadak"tır.
Sadak'Ia ilgili birkaç
lügat vardır: Saduka, Sad harfinin üstünü, dal harfinin ötresiyle okunur. Sudka
ve sadka, her ikisinde dal harfi harekesiz, sad harfiyse birincide ötreli,
ikincide üstünlü olarak okunur. Aslında bu, "sadk"tan alınmıştır.
Çünkü bunda erkeğin mal sar-federek evlenmeye rağbet ettiği
hissettirilmektedir. Bu noktadan hareketle denebilir ki: Isdak'ın lügat anlamı,
evlenme akdine arzulu olunduğunu hissettiren bir malı vermektir. Sıdak'ın lügat
anlamı, evlenme akdiyle verilmesi gereken meblağa özgüdür. Böyle olunca da
lügat anlamı, şer'î anlamına nisbetle daha hususî olmaktadır. Çünkü şer'İ
anlamı, şüphe sonucu yapılan cinsel temastan ve diğer temaslardan ötürü kadına
verilen mâlî meblağı kapsamaktadır. Ama bu çoğunlukla görülenin tersidir. Zîra
çoğunlukla şer'î anlamı lügat anlamına nisbetle daha hususîdir.
veya sadak'ın ıstılahı anlamına gelince;
bu, kendisinden (cinsel açıdan) yararlanma karşılığında nikâh akdi veya şüphe
sonucu yapılan cinsel temasta veya fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel
temasta kadına verilmesi gereken maldır.
(39) Şafiıler, karısının
tenasül organından yararlanma olanağını elden kaçırmış olan erkeğe verilmesi
gereken meblağı da mehrin kapsamına almışlardır. Diyelim ki adamın biri küçük
bir kızı nikâhlar ve kendi anası da bu kızı emzirirse artık bu küçük kız,
kendisine haram olur. Kız, mehri misli hak eder. Koca da bu mehrin yarısını hak
eder. Cariyesine, kocasından hul'et-mesine, hul meblâğını belİrtmeksizin izin
veren efendi de aynı hükme tâbidir. Bu izne dayanarak câriye, kocasından hul'
ederse; efendi, cariyenin mehr-i misli kadar cariyeden alacaklı olur.
Cariyenin, varsa kazancından alır; kazancı yoksa bu meblâğ, cariyenin
zimmetinde borç olarak kalır. Câriye azâd edildikten veya eli genişledikten
sonra bu borcu ondan tahsil eder. Çünkü cariyenin hul' yaparken kocasına
vereceği hul' bedeli, efendisinin malıdır. Efendi, hul' yapması için mutlak bir
izin verir de, câriye mehr-i mislinden daha fazla bir meblağı kocasına hul'
bedeli olarak verirse, efendisi azâd edildikten veya eli genişledikten sonra
bu fazlalığı ondan taleb eder.
Yine aynı cümleden
olarak iki şahit, bir erkeğin karısını bâin veya ric'î bir talâkla boşadığına
şahitlik ederler, kadın da iddetini doldurup bu ric'î talâk bâine dönüşür, kadı
da bu eşleri birbirinden ayırır, sonra da bu iki şahit şehâdetlerinden
dönerlerse kocaya, kadının mehr-i mislini vermekle yükümlü olurlar. Çünkü
bunlar, yalan yere şehâdetleri dolayısıyla kocanın, zahiren hâkimin kararıyla
kadının tenasül organından yararlanma hakkını elden kaçırmasına sebep olmuşlardır.
Şahitlikleri gerdekten önce de olsa, sonra da olsa bu durumda kocaya mehr-i
misil vermeleri gerekir. Küçük kızı nikahlayıp da, sözgelimi kocanın anasının
bu kızı emzirmesi dolayısıyla, kocanın, bu kızuıcinsel organından yararlanma
hakkını elden kaçırması durumu buna benzemez. Bu durumda koca, mehr-i mislin
yarısını hak eder ki, bunu da kızı emziren kendi anasından taleb eder. Şundan
ki, emzirme dolayısıyla meydana gelen ayrılık, zahiren ve bâtınen gerçek bir
ayrılıktır. Koca, bu küçük karısıyla kesinlikle gerdeğe girmemiştir. Öyleyse,
mehr-i mislin yansını hak eder. Ama şahitlerin yalancı şahitlikleri dolayısıyla
karısından ayrılması, sadece zahirî bir ayrılıktır. Çünkü şahitlerin yalan
söylediklerini kesin olarak bilince, dilediğinde karısıyla temasta bulunabilir.
Böylece sanki gerdeğe girmiş olur ve mehr-i mislin tamamım alma hakkına sahip
olur. Eğer, bu durumda kocaya bir şey vermek gerekmez, çünkü bâtınen kocanın,
kadının tenasül organındaki hakkı zayi olmamıştır denilirse, buna şu cevabı
veririz: Hâkimin kararı kadına, bu kocadan ayrılmaya ve başkasıyla evlenmeye
hak tanımıştır. Kocasının, kendisiyle temasta bulunmasına imkân tanımayabilir.
Koca da onunla tam bir evlilik hayatı yaşayamaz. Yitirdiği haklara karşı kocaya
mehr-İ misli tam olarak şahitlerin vermesi gerekir. Bu durumda hâkimin
ayırması, gerdekten önce olsa bile, kocanın gerdeğe girmiş olduğu kabul
edilir.
işte bu nedenle
Şâfiîler mehri; nikâh veya cinsel temas veya kocanın arzusuna aykırı olarak
kadından yararlanma fırsatının kaçırılması veya hul' veya şahitlik nedeniyle
verilmesi gereken mâlî bir meblâğ olarak tanımlamışlardır. Erkek için veya
kadın için verilmesi vâcib olan mâlî meblâğa mehir denir. Şâfiîler
dışındakilere gelince onlar, mehri; fiilen veya hükmen kadının cinsel
organından yararlanma karşılığında kadına verilen şey olarak tanımlamışlardır.
Şu halde mehir, sırf sahih akid veya şüphe, zorlama, ya da fâsid akid sonucu
yapılan cinsel temas nedeni ile verilmesi gereken mâlî meblâğları kapsar.
Mehirle ilgili şartlar
şunlardır:
1- Mehir,
değer takdir edilebilen kıymetli bir mal olmalıdır. Bir buğday tanesi gibi çok
az ve kıymetsiz bir şeyin mehir olarak verilmesi sahih olmaz. Mehrin çoğunun
sınırı olmadığı gibi, azının da sınırı yoktur. Bir kimsenin, bir avuç buğday
veya un gibi azıcık bir mehirle evlenmesi de sahih olur. Ama mehrin on
dirhemden az olmaması sünnettir. Câbir (r.a.),Hz.Peygamber (s.a.s.) in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bir erkek, bir
kadına mehir olarak avucunun doluşunca yiyecek verirse, o kadın ona helâl
olur" [16]
Bu hadîsin zahirinden
anlaşıldığına göre sıdak (veya mehir) in kendisi, evlenmede bir maksat
değildir. Bu, erkeğin daha işin başından itibaren kadının nafakasını temin
etmekle yükümlü olduğuna işaret etmek için kastedilmiştir.
2- Kadına
mehir olarak verilen şey, kendisinden yararlanılması sahih olan temiz bir nesne
olmalıdır. Şarap, domuz, kan veya leşin mehir olarak verilmesi sahih olmaz.
Çünkü bunlar, İslâm şeriatı nazarında değersiz şeylerdendir. Her ne kadar
gayri müslimlere göre bunların malî bir değerleri varsa da, İslâm dini bunlara
değer vermez. Meselâ şarap, domuz, ölü hayvanın iç yağı ve dondurulmuş kanı
ye-yip içen bazı kimseler varsa da, müslümanların bunları mülk edinmeleri
sahih olmaz. Şu halde mehir olarak bunları müslümanlaravâcib kılmak mümkün
olmaz. Nikâh akdinde müslüman bir kadına mehir olarak şarap, domuz veya mülk
edinilmesi sahih olmayan diğer şeylerin verileceği söylenirse, nikâh akdi
sahih olur. Ama bunların mehir olarak verileceğine dâir söylenen söz bâtıl
olur. Kadının, mehr-i misil alma hakkı sâbitleşir.
Koca, kadına mehrin
bir kısmını mal, bir kısmını da mal dışındaki bir şey olarak vereceğini; ya da
mehrin bir kısmını temiz, bir kısmını da necis olarak vereceğini, yahut temiz şeye
işaret ederek necis bir şeyi mehir olarak vereceğini belirtirse; ya da necis
şeye işaret ederek temiz bir şeyi mehir diye kendisine vereceğini belirtirse
veya kadın için mehirle satışı (bey'i) tek bir akidte toplarsa hüküm ne
olacaktır? Mezheblerin buna ilişkin detayiı görüşleri aşağıda açıklanmıştır.
3-Mehir,
başkasından gasbedilmiş bir şey olmamalıdır. Koca, gasbedilmiş bir şeyi kadına
mehir olarak belirtirse, mehir sahih olmaz. Ama nikâh akdi sahih olur. Kadın,
mehr-i misil alma hakkına sahip olur.
4- Mehir
meçhul olmamalıdır. Mezheblerin buna dâir ayrıntılı açıklamaları aşağıya
alınmıştır.
Mehrin özellikle altın
veya gümüş olması şart değildir. Ticâret mallarının, hayvan, arazi, ev ve malî
değeri olan diğer şeylerin de mehir olmaları sahihtir.
Ayınlann mehir olması
sahih olduğu gibi, ev ve hayvan gibi şeylerin menfaatlerinin, Kur'an öğretme
gibi bir menfaatin de, mezheb-lerin verdiği ayrıntılara göre mehir olmaları
sahih olur.
(40) Hanefîler dedifer
ki: Mehrin en azı on dirhemdir. Bu, 28,6 gr. gümüştür ki, yaklaşık olarak 40
sağ kuruşuna mukabildir. Bu kuruşların damgalı olup olmaması arasında bir fark
yoktur. Yalnız bu kuruşların, hırsızın elini kesmek için hırsızlık nisabını
hesaplarken, damgalı olmaları ihtiyat bakımından gerekir. Mehrin, on dirhem
değerindeki bir eşya veya ticâret malı olarak takdir edilmesi de sahih olur.
Bazı kimseler bir
şer'î dirhemi 14 kırat, bir kıratı da orta büyüklükteki 4 buğday tanesinin
ağırlığı olarak takdir etmişlerdir. Böylece bir dirhem, 56 buğday tanesi ağırlığına
mukabil olmaktadır. Diğer bazı kİmselerse dirhemi, hurnube (keçi boynuzu
tanesi) ile takdir etmiş ve hurnubenin dört buğday tanesi ağırlığında olduğunu
söylemişlerdir. Bunlara göre bir dirhem, 16 hurnube ağır İlgındadır. Böyle
olunca da bir dirhem, 64 buğday tanesi ağırlığında olacaktır. Gerçek şu ki,
şer'î dirhemin ağırlığında muteber olan, bir dirhemin 14 kırat olması ve her
bir kıratın da 4 buğday tanesi ağırlığında olmasıdır. Şu halde bir şer'î
dirhem, 56 buğday tanesi ağır İlgındadır.
Bir kişi evlendiği
kadına on dirhemden az bir mehir verirse akid sahih olur. Ama kadına mutlaka
(en az) on dirhem vermek gerekir. Hanefîler, bu görüşlerine delil olarak İbn
Ebî Hâtim'in rivayet etmiş olduğu şu hadîsi zikretmişlerdir:
"On dirhemden
daha az mehir yoktur" Hz. Peygamber'în bir arabîye,
Demirden bir bile olsa ver.[17]
deyişi gibi on
dirhemden az mehre cevaz verdiğine dâir rivayetler, sünnete
uygun olan muaccel mehir anlamına
alınmalıdır. Bu durumda kocanın, ne kadar sıkışık durumda olursa olsun, kadına
bir şeyler vermesi mendub olur. Geri kalan kısım, kocanın zimmetinde borç
olarak kalır.
Mâlikîler dediler ki:
Mehrin en azı, üç dirhem saf gümüştür. Ya da üç dirhem gümüşe eşit ticâret
mahdır.Bir dirhem, orta boydan 50: 2/5 arpa tanesi ağırlığındadır. Bundan daha
az mehir verilir ve gerdeğe girilirse, nikâh akdi sabit olur. Kocanın en az
mehri tamamlaması vâcib olur. Ama gerdeğe girilmemişse, koca muhayyer olur:
Dilerse mehrin en az miktarı olan üç dirhem gümüşü veya bu değerdeki eşyayı
kadına vererek mehri tamamlar. Dilerse akdi fesh eder. Bu durumda, nikâh
akdinde belirtilen mehir miktarının yarısını kadına verir.
(41) Mâlikîler dediler
ki: Adamın biri şarap, domuz veya bunlara benzer mülk edinilmesi ve satılması
caiz olmayan şeyleri mehir vermek üzere bir kadınla evlenme akdi yaparsa, akid
fâsid olur; gerdeğe girmeden önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse akid sabit
olur. Kadın da mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Satılamayan şeyden kasıt,
kurban derisi ve ölü hayvanın sepilenmiş derişidir. Bunlar mülk edinilebilir,
ama satılamazlar. Dolayısıyla mehir olarak verilmeye elverişli değildirler.
Özet olarak Mâlikîler,
akdin sıhhati hususunda diğer mezheblere muhalefet ederek bu akdin f£sid
olduğunu ve gerdekten önce feshedileceğini söylerler. Gerdeğe girildikten
sonra akdin sâbitleşmesiyle birlikte kadının mehr-i misil alma hakkına sahip
olduğu hususunda diğer mezheblere muvafakat etmişlerdir.
(42) Şâfiîler dediler
ki: Bir kimse, bir kısmı mülkiyetinde olan, bir kısmı da mülkiyetinde olmayan
bir mehir karşılığında bir kadınla evlenirse; mehir, kendi mülkü olan kısımda
değil de, kendi mülkü olmayan kısımda bâtıl olur. Sonra kendi mülkiyetinde
olmayan kısma bakılır. Eğer bu, kendisinden hiç yararlanılamayan, meselâ kan
gibi hiç kimse tarafından istenilmeyen bir şeyse; bu durumda mehir, kendi
mülkiyetinde olan kısımda gerçekleşir. Kendi mülkiyeti dışında olan kısımda
geçersiz olur. Kendi mülkiyeti dışında bulunan şey, meselâ şarap gibi
kendisinden yararlanma kasdedİlen bir şeyse; kadın, mehir olarak kendisine
şarap verileceği söylenirken bunu ya biliyor veya bilmiyordur. Eğer bilmiyorsa
muhayyer olur: Dilerse mehri fesheder, dilerse kabul eder. Feshedip reddederse,
mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Eğer kabul ederse, erkeğin mülkiyetindeki
kısmı ile mülkiyetinde bulunmayan kısma mehr-i misilden tekabül edecek
kadarını kocadan alma hakkına sahip olur. Sözgelimi koca, nikâh esnasında
kadına elli deve mehir vereceğini belirtirse, bu elli deve kadının mehr-i
mislidir. Bu elli devenin yansı kocanın mülkü, diğer yarısı da gasbedilmiş
ise; kadın, kocanın mülkiyetindeki yirmibeş deveyi ihtilafsız olarak hak eder.
Gasbetmiş olduğu yirmibeş deveye ise değer takdir edilir. Bunların değeri
mehr-i misilin yarısına eşit olursa, kadın mehr-i mislin yarısını alma hakkına
sahip olur. Bunu dirhem veya cü-neyh veya ticâret eşyası veyahut deve olarak
alır. Kadın için kocanın vermesi gereken, mağsub develerin mehr-i misle
tekabül eden değerleridir. Bu, devede olduğu gibi birbirlerinin misli olup
değer bakımından farklı olan şeylerin kadına mehir olarak verileceği
söylendiğinde söz konusu olur. Değer bakımından eşit olup birbirinin emsali
olan şeylerin mehir olarak verileceği söylenirse, meselâ kadına mehir olarak on
ölçek Avusturalya buğdayı verileceği söylenirse -Avusturalya buğdayının
ölçekleri hep birbirinin emsali olup değer
ve fiyat bakımından eşittirler- ve bu on ölçek buğday, kadının mehr-i misline
eşitse ve bu on ölçeğin beşi kocanın mülkü, beşi de komşusundan gasbedilmişse;
kadın, kocanın mülkiyetindeki beş ölçeği hak eder. Ayrıca mehr-i mislin
yarısını hak eder. Bu yan, komşudan gasbedilen beş ölçeğin kıymetine eşit de
olsa, daha fazla veya daha az da olsa, hüküm değişmez.
Koca, mehir olarak
kendi mülkiyetinde bulunan bir şeyi ve mülk edinilmesi sahih olmayıp, şer'an
hiç bir değeri bulunmayan bir şeyi vereceğini belirtirse; sözgelimi mehir
olarak kadına kendi mülkiyetinde bulunan 30.000 lira ve ayrıca beş şişe şarap
vereceğini belirtirse, kadın bu otuzbin lirayı alma hakkına sahip olur. Şaraba
gelince; bu, sirke olarak kabul edilir. Sonra bakılır. Eğer sirkenin değeri
şarabmkine eşitse, kadın beş şişe sirkeyi tartı veya ölçekle alma hakkına sahip
olur. Aksi takdirde şaraba değer takdir edilir. Kadın, mezkûr şarabın değerine
denk olan sirkenin değerini alma hakkına sahip olur.
Adamın biri, bir
başkasına "kızımı seninle evlendirdim. Onun eşeğini de senin devenle
sattım, (takas ettim)" derse, akid sahih olduğu gibi satış ve mehir de
sahih olur. Yalnız deve, eşeğin değerine ve mehr-i misle tevzî edilir. Mehr-i misli
on bin, eşeğin değeri de beş bin liraysa; devenin değerinin üçte ikisi mehir
için, üçte biri de eşeğin bedeli olur. Koca, bu akidle nikahlamış olduğu
karısını gerdekten önce boşarsa, mehir olarak kabul edilen on bin liranın
yansını, yani beş bin lirayı kadına vermesi gerekir. Bu, kadının razı olması
halinde sahih olur. Ama kadın razı olmaz ve eşeği beş bin liradan daha fazla
ediyorsa, satış akdi bâtıl olur. Aynı şekilde kadının mehr-i misli on bin
liradan daha fazla ise, mehr-i mislinin tamamlanması talebinde bulunabilir.
Adamın biri, bir başkasına, "bu deve karşılığında kızımı seninle
evlendirdim ve bu eşeği de sana sattım" derse, hem satış, hem de mehir
bâtıl olur. Satış ve nikâh gibi muhtelif hükümleri olan iki akdi birleştirmek,
ancak üzerine akid yapılanın bir tek şeyle ilgili olması durumunda caiz olur.
Hanefîler dediler ki:
Birincinin örneği, kocanın, on bin lira vermek ve bir de falan kumasını boşamak
üzere bir kadınla evlenmesidir. Bu durumda koca, mehri maldan -ki bu on bin
liradır- ve mal olmayan şeyden -bu da kumayı" boşamasıdır- oluşturmuş
olmaktadır. Bu yeni kadınla böyle bir şekilde akid yapılınca kuma boşanmış,
kadın da sadece belirtilen mehri alma hakkına sahip olmuş olur. Ama koca, on
bin lira vermek ve ileride de falan karısını boşayacağını vaad ederek bir
kadınla evlenme akdi yaparsa; falan karısı, yapılan bu yeni nikâh akdi
dolayısıyla boşanmış olmaz. Çünkü koca, onu gelecekteki bir zamanda
boşayacağını vaad etmiştir. Boşarsa mesele yoktur. Boşamazsa; yeni karısı,
eğer kendisi için mehir olarak belirtilen on bin lira, mehr-i mislinden azsa,
mehr-i mislin tamamım alma hakkına sahip olur. Ama bu on bin lira, mehr-i
mislinden az değilse, kadın, (onbin liradan) başka şey alma hakkına sahip
olamaz. Yine bu cümleden olarak bu koca, kendisine on bin lira ve ayrıca bir
hediye vermek üzere bir kadınla evlenirse, on bin lira eğer mehr-i mislinden
azsa, kadın mehr-i mislinin tamamlanması talebinde bulunur. Aksi takdirde
talepte bulunamaz.
Koca, kendisiyle
evleneceği kadına mehir olarak helâl bir mal ile haram bir mal vereceğini
söylerse, meselâ kadına, on dirhem ve on batman şarap, ya da on dirhem ve semiz
bir domuz karşılığında seninle evlendim derse, akid sahih olur. Ama kadın
sadece on dirhem almayı hak eder. Şarap ve domuza gelince, Şâfıîlerüı aksine
kadın, bunlar karşılığında kocadan bir şey alma hakkına sahip olmaz. Eğer bu
on dirhem, kendi mehr-i mislinden azsa, mehr-i misil alma talebinde bulunamaz.
Zîra müslümanlara göre şarap ve domuzda menfaat yoktur. Dolayısıyla kadın,
bunlar mukabilinde bir hakka sahip olmaz. Mehir olarak on dirhemden az bir
meblağ belirtilirse, kadın mehri-nİn on dirheme tamamlanması talebinde
bulunabilir. Koca, yüz bin lira vermek, kumasını boşamak, atını veya kölesini
satın almak üzere bir kadınla evlenirse, evlenme akdfoin yapılmasıyla talâk,
bâin olarak vukûbulur. Sonra kumanın talâkının değerine bakılır. Bu değer,
kocanın verdiği yüz bin liraya eklenir. Kadının da hak edeceği mehre -ki, bu,
onun bıd'ının (cinsel organının) kıymetidir- ve atının değerine bakılır. Hak
edeceği mehrin değeriyle atının, ya da kölesinin değeri birbirine eşitse, yüz
bin lirayla kumanın talâkının değeri toplanarak ikiye bölünür. Bunun bir payı
atın, ya da kölenin bedeli olur. Diğer payı da kadının mehri olur. Şöyle ki:
Yüz binin yarısı -bu eğer elli bin lira tutarında ise- köle veya atın bedeli
olur. Diğer yarısı da kadının mehri olur. Aynı şekilde at ve bıd'da kumanın
talâkına ve yüz-bİn liraya taksim edilir. Şöyle ki: Bıd'ın değerinin yansı,
kumanın talâkının yarısına, diğer yarısı da yüzbin liranın yarısına karşılık
konulur. Kölenin (veya atın) değerinin yarısı, kumanın talâkının yarısına,
diğer yarısıysa yüzbin liranın diğer yarısına karşılık konulur. Bundan da şu
mesele çıkar: At, kocanın tesellümünden önce, kadının elindeyken telef olursa,
koca onun yarısının karşılığı olan elli bin lirayı hak eder. Ayrıca kumanın
talâkının yarışma karşılık olan atın değerinin yarısını da hak eder.
Bir kimse onbin lira
vermek, kumasını boşamak ve kadının bahçesini satın almak üzere bir kadınla
evlenirse, bunda üç akid olur: Evlenme akdi, bey' akdi, boşama akdi. Kocanın
verdikleri -koca on bin lirayı ve kumanın talâkını vermiştir; bu bir mal
değildir- kadının verdiklerine taksim edilir. Kadın ise bahçeyi ve kendi
tenasül organını vermektedir. Onbin liranın yarısı bahçeye, diğer yarısı da
tenasül organına karşılık olmaktadır. Kumanın talâkının değerinin yarısı
bahçeye karşılık olmaktadır ki, bu talâk da mal karşılığında yapılmış
olmaktadır ve buna hul' denilir. Koca eski karısını, yeni karısından aldığı
bahçe karşılığında boşamıştır. Diğer yarısıysa kadının bıd'ına karşılıktır ki,
bu mehir değildir. Çünkü bu mal değildir. Ancak kadın için bir hak olmuştur.
Yeni karısını boşayacak olursa, onu ya gerdekten önce veya gerdekten sonra
boşamış olacaktır. Her halükârda bu kadının kumasını da ya boşamıştır veya
boşamamıştır. Şu halde burada dört durum sözkonusudur:
1- Kumasını
da boşamış olmakla birlikte yeni karısını gerdekten önce boşaması durumu:
Bahçenin değeri, mehr mislin değerine eşitse koca, bahçenin tamamını ve
ödediği onbin liranın dörtte birini hak eder. Bu da ikİbinbeşyüz liradır.
Şundan ki: Bahçenin yarısını, onbin liranın yarısına karşılık yaptık. Diğer
yarısını da kumanın talâkının yarısına karşılık yaptık. (Yeni karının) bıd'ınm
yarı değerini, onbin liranın diğer yarısına karşılık yaptık. Bıd'ın diğer
yarısını, kumanın talâkının diğer yarı değerine karşılık yaptık. Koca, kumayı
boşamakla, bahçenin yarısını hak eder. Bahçenin diğer yarısını da, onbin
liranın diğer yansıyla hak eder. Böylece bahçenin tamamını hak eder. Geriye,
yeni karının kendi bıd'ı karşılığında hak ettiği şey kaldı ki, o da onbin
liranın yarısıyla, kumanın yarı talâkıdır. Kuma boşandığına göre, sadece beşbin
liranın yarısını hak eder ki, bu da ikibin beşyüz liradır.
2- Yeni
karının gerdekten önce boşanması ve kumanın da boşanmama-sı durumu: Bu durumda
koca, onbin liranın yarısı karşılığında bahçenin sadece yarısını hak eder.
Kalan beşbin lira, kadının mehr-i misline eşitse; kadın, bunun yarısını hak
eder ki, bu da ikibinbeşyüz liradır. Aksi takdirde kadına mehr-i misli
tamamlanarak verilir.
3- Kuması
boşanmış olmakla birlikte, yeni karının gerdekten sonra boşanması. Bu durumda
kadın, onbin liranın tamamını hak eder. Koca da bahçenin tamamına sahip
olur.
4- Kuması
boşanmadığı halde yeni kadının gerdekten sonra boşanması. Bu durumda kadın,
mehr-i misli tam olarak hak eder. Koca ise hiçbir şey hak etmez. Kadına mehir
belirtilir ve belirtilenin aksi olduğu görülürse, bu durumda da dört şekil
sözkonusu olur:
a- Koca,
mehri haram bir şey olarak belirtir ve belirtirken de haram bir şeyi işaret
eder. Örneğin koca, "şu bir küp şarap üzerine seninle evlendim" der
ve işaret ettiği küpte gerçekten şarap bulunursa, mehir olarak belirtilen bu
şarabın mehir olması bâtıl olur ve kadın için mehr-i misil sabit olur.
b- Koca,
mehri helâl bir şey olarak belirtir ve belirtirken cins bakımından ayrı olan
başka bir helâl şeye işaret eder. Meselâ kadına, "şu bir küp zeytinyağı
üzerine seninle evlendim" der ve küpte de sirke bulunursa, bu durumda
kadına, belirtilen zeytinyağının değerini vermek vâcib olur.
c- Koca,
helâl bir şeye işaret ederek, mehir diye haram bir şeyi belirtirse, meselâ
içinde zeytinyağı bulunan bir küpe işaret ederek "şu bir küp şarap
üzerine..." derse, bu durumda kadın, o küpte bulunan zeytinyağına sahip
olur.
d- Üçüncü
şeklin tam tersi olursa, yani haram bir şeye işaret ederek, mehir diye helâl
bir şeyi belirtirse; meselâ, "şu sirke küpü üzerine..." der, sonra da
küpte şarap bulunduğu anlaşılırsa, kadın, mehr-i misil alma hakkına sahip
olur.
Mâlikîler dediler ki:
Koca, kadına mehir olarak helâl bir şey vereceğini belirtir, sonra kadın bunun
haram olduğunu görürse; meselâ kocası ona "şu bir testi sirke üzerine
seninle evlendim" der de, kadın testiyi açınca içinde şarap bulunduğunu
görürse, nikâh ve mehrin tesmiyesi (belirtilmesi) sahih olur. Kadın ise, bir
testi sirkenin değerini kocadan alma hakkına sahip olur. Bu, aynen şu örnek
gibidir: Koca, mehir diye bir at vereceğini belirtir, kadın da teslim aldığında
atın ayıplı olduğunu görürse; kadın, ayıpsız ve kusursuz bir at alma hakkına
sahip olur. Aynı şekilde koca, "şu bir testi şarap üzerine seninle
evlendim" der, ama aslında testide sirke bulunursa, nikâh akdi sahih olur.
Tabiî eşler buna razı olurlarsa... Aksi takdirde gerdekten önce akdi feshetme
hakkına sahip olurlar. Eşlerin ikisi de bu akde itirazda bulunabilirler. Zîra
kadın, "sen bana mehir olarak sirkeden söz etmemiştin" diyebileceği
gibi, koca da "ben, mehir diye sirkeden sana söz etmemiştim"
diyebilir. Ama şu vereceğimiz Örnekte hüküm bunun tersinedir: Adamın biri,
başkasının iddetinde beklemekte olduğunu sandığı bir kadını nikâhlar, sonra da
bu kadının iddet beklemekte olmadığı anlaşılırsa, nikâh akdi bağlayıcı olur.
"îddet beklemekte olduğunu zannettiğim için nikahladım" diyerek
erkeğin bu evlilikten sıyrılıp kurtulması sahih olmaz. Koca, kadına helâl ve
haram bir mehir belirtirse, meselâ yüz dinar ve yüz okka şarap üzerine bir
kadınla evlenirse, bu durumda kadın, belirtilen mehrin helâl olan kısmıyla
mehr-i mislinden hangisi daha çoksa, onu alma hakkına sahip olur. Meselâ mehr-i
misli 120 dinarsa, mehr-i misil alır. Mehr-i misli 90 dinarsa, kendisine mehir
olarak belirtilen 100 dinarı alır. Bu yüz dinarın beraberinde verileceği
belirtilen haram şeyden (yüz okka şaraptan) sarf-ı nazar edilir. Aynı cümleden
olarak bir kişi yüz dinar peşin ve yüz dinar da belirsiz bir zamana, meselâ
ölüm veya boşanma zamanına dek vadeli olan bir mehir belirterek bir kadınla
evlenirse, vâdesi belirsiz olan yüz dinardan sarf-ı nazar edilir. Kadın, peşin
olan yüz dinar ve mehr-i mislinden hangisi daha fazlaysa onu alma hakkına sahip
olur.
Nikâh akdiyle diğer
satış, satın alış, karz, şirket, peşkeş gibi akidlerden birini beraber yaparsa,
nikâh fâsid olarak akdedilmiş olur ve gerdeğe girmeden feshedilir. Gerdeğe
girilmiş ise, mehr-i misil ile sabit olur. Zîra nikâh ahkâmıyla bey' ahkâmı
arasında terslik vardır. İkisini bir arada bulundurmak sahih olmaz. Nikâh
akdi, karşılıklı cömertlik esası üzerine kurulur. Diğer akidlerse, tarafların
biribirlerine karşı cimrilik yapmaları esasına dayandırılarak kurulur. Kadınla
gerdeğe girilmeden, satılan şey, müşterinin elinden fevt olursa, kadına o şeyin
kıymetini vermesi gerekir. Gerdekten sonrasına gelince, satılan şeyin
müşterinin elinden kaçmasına neden olacak bir durum meydana gelmese bile, satış
akdi, satılan şeyin değeri üzerine bağlayıcı olur. Çünkü satış akdi nikâha
tâbidir. Örneğin bir kadın, bir kocayla evlenir ve kocanın mülkiyetindeki evi
kendisine satmasını şart koşar, ayrıca da kocasına yüzbin lira verirse burada
iki akid yapılmış olur: Biri nikâh akdi, diğeri evi satma akdi. Evin bir bölümü
yüzbin liranın karşılığıdır. Ki bu bey' akdidir. Diğer bölümüyse, kadının
iffetinin karşılığıdır ki, bu da evlenme akdidir. Bu evlilik akdi, gerdekten
önce feshedilir. Çünkü fasittir. Gerdeğe girildikten sonra mehr-i misil ile
sabit olur. Bey' akdi de, satılan şeyin değeri üzerine bağlayıcı olur. Şöyle
ki: Satılan şeyin değeri hesaplanır. Kadının ödediği meblağ ile, hak ettiği
mehr-i misil hesaplanır. Taraflar, haklarını alırlar. Erkek, gerdeğe girmeden
kadım boşarsa ve satılan şey de bir değişikliğe uğramamışsa, akid hiçbir sonuç
doğurmaz. Ama satılan şeyin herhangi bir nedenle değeri eksilmişse, erkek,
değer üzerine akidten rücû edebilir. Tefviz nikahıyla bey akdinin bir arada
yapılması caizdir. Tefviz nikâhı, mehrin belirtilmediği ve mehrin düşürülmesi
hususunda bir anlaşmanın yapılmadığı nikâh akdidir. Örneğin velînin, kocaya evimi
yüzbîn liraya sana sattım. Kızımı da tefviz şeklinde seninle evlendirdim demesi
gibi. Bu durumda velî, evi ona yardım mâhiyetinde vermiş gibi olmaktadır.
Kadın ise» kendisi için mehir takdir edilmesini taleb edebilir. Koca, onun için
mehr-i misil takdir ederse, kendisi için takdir edilen bu mehir dolayısıyla
nikâh akdi kadın açısından bağlayıcı olur. Gerdeğe girme veya Ölüm halinde
kadın, bu mehrin yarısını hak eder. Ama koca, kadın için mehr-i misilden daha
azını takdir ederse, kadın razı olmadan, bu nikâh akdi kadın açısından
bağlayıcı olmaz.
Hanbelîler dediler ki:
Koca, kadına mehir olarak iki şey belirtir de bunların bir kısmı mehre uygun
olup diğer kısmı uygun olmazsa; kadın, mehre uygun olanı alır. Uygun olmayanın
kıymetini isteme hakkına sahip olur. Meselâ koca, biri kendi malı, diğeriyse
başkasından gasbettiği iki develik bir mehir karşılığında bir kadınla
evlenirse, kadın kocanın malı olan deveyi alır. Kocanın gasbetmiş olduğu
deveninse kıymetini taleb eder. Buna benzer bir örnek olarak koca, köle diye
iki kişiyi göstererek "bu iki kölelik mehir karşılığında seninle
evlendim" der, bilâhare bu ikisinden birinin köle, diğerinin hür olduğu
anlaşılırsa; kadın, köleyi almayı hak eder. Hür olana da köle diye kıymet
takdir eder ve bu kıymeti kocadan taleb eder. Koca, yarısı kendi mülkiyetinde
bulunan, diğer yarısındaysa başkasının hakkı bulunan bir deveyi mehir olarak
belirtir ve bu mehir üzerine bir kadınla evlenirse, kadın muhayyer olur:
Dilerse devenin yarısını alır ve diğer yansının da kıymetini taleb eder.
Dilerse devenin tümünü bırakır ve devenin tamamının kıymetini taleb eder. Zîra
ortaklık, (mehir açısından) bir kusurdur. Bu kusur nedeniyle kadın muhayyer
olur.
Aynı cümleden olarak
koca, bin dönüm olarak takdir ettiği bir tarlayı mehir diye belirterek kadınla
evlenir de tarlanın sekizyüz dönüm olduğu anlaşılırsa, kadın muhayyer olur:
Dilerse sekizyüz dönümlük tarlayı alır. İki-yüz dönümlük kısmın da kıymetini
taleb eder. Dilerse tarlayı tümüyle reddeder ve kıymetini alır. Kadına helâl
olarak bir şeyi mehir diye belirtir de sonra bu şeyin haram veya gasbedilmiş
olduğu anlaşılırsa, mehir diye belirtilen şeyin mislini almayı kadın hak eder.
Örneğin kadına "şu bir küp sirke üzerine seninle evlendim" der, sonra
da bu küpün içindekinin şarap olduğu anlaşılırsa; kadın razı olduğu sirkeyi
alma hakkına sahip olur. Kadına, "şu küpteki şarap üzerine seninle
evlendim" der, sonra da küpün içindekinin sirke olduğu anlaşılırsa, akid
sahih olur ve kadın sirkeyi alma hakkına sahip olur. Aynı şekilde kadına,
"falanın mülkiyetindeki şu at karşılığında seninle evlendim" der,
sonra da du atın kendi mülkü olduğu saptanırsa, evlenme akdi sahih olur ve
kadın da bu ata sahip olur.
(43) Mâlikîler dediler
ki: Koca, kadına kendi mülkü olmayan gasbedilmiş bir şeyi mehir olarak
belirtirse ve bu durum tarafların ikisince de bilinirse; her ikisi de reşîd
oldukları takdirde akid fâsid olur; gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe
girilmişse mehr-i misil ile sabit olur. Reşid değillerse, yani ikisi de küçük
iseler veya ikisinden biri küçükse; bu durumda muteber olan, velînin gasbı
bilmesidir. Mehrin, kocanın mülkü olmadığını bilirse, anılan şekilde nikâh akdi
fâsid olur. Kadın gasbı bilmez de koca bilirse, nikâh akdi sahih olur. Sahibi
bu gasbedilmiş mehri kadından alırsa, kadın, bunun mislini almak üzere kocaya
müracaat eder. Tabiî eğer misli varsa... Misli yoksa kıymetini alır. îki durum
arasındaki farka gelince; birincisinde eşler, mehir-siz olarak akid yapmaya
yönelmişlerdir. Zîra gasbedilmiş olan şey, yok gibidir. Bunun mehir olması
sahih değildir. Daha baştan beri mehri düşürmede anlaşmış gibidirler. İkinci
durumdaysa mehrin gasbedilmiş olduğunu sadece bir taraf (koca) bilmektedir ki,
bunun bir sakıncası yoktur.
Hanefîler dediler ki:
Bir erkek, gasbedilmiş bir malı bir kadına mehir olarak belirtirse, meselâ
kendi mülkü olmadığı halde şu deve veya şu bahçe veya şu köle karşılığında
kadınla evlenirse akid sahih olur. Mehrin kocanın mülkü olduğunu karı ve koca
bilse de bilmese de, mehrin tesmiyesi (belirtilmesi) sahihtir. Mehrin sahibi,
kendi malının mehir olarak belirtilmesini onaylarsa, kadın mehir olarak
belirtilen şeyin kendisine sahip olur. Onaylamazsa, kadın mehir olarak
belirtilen şeyin kıymetini alır. Mehr-i misil alamaz.
(44) Hanefîler dediler
ki: Bir erkek belirsiz olan bir mehir karşılığında bir kadınla evlenirse; ya
türünü kayıtlamaksızın mehrin cinsini söyler veya türünü kaydederek cinsini
söyler, ama bu mehri, başkalarından ayırdedecek bir sıfatla nitelemez.
Birincinin örneği; kocanın, bir elbise veya binek veya hayvan karşılığında
kadınla evlenmesidir. Fıkıhçılara göre bu eşyaların cins olarak açıklanması,
bunların hüküm bakımından muhtelif olan çokluk üzerine hamledilmesidir. Zîra
elbise, ketenden olabileceği gibi, pamuk veya ipekten de olabilir. Bunların
hükümleri değişiktir. İpek elbisenin giyilmesi helâl olmaz. Pamuklu ve ketenin
giyilmesi ise helâldir. Elbise, bir cinstir. Hayvan ve binek de öyle... Bu
cinsin altında hükümleri açıkça muteber olan at, eşek ve koyun gibi hayvanlar
vardır. Bu eşyalar birer cinstirler. Bunların altinda-kilerse fıkıhçılara göre
türdür. Ama bu mantıkî cinsin aksinedir. Mantıkî cins, hüküm bakımından değil
de hakikat bakımından muhtelif olan çoklukları içerir. Buna göre insan,
mantıkçılara göre değil de fıkıhçılara göre bir cinstir. Zîra insan cinsinin
altında erkek ve kadın vardır. Bunların fıkhî hükümleri muhteliftir. Türünü
belirlemeksizin "elbise" derse ve bu elbisenin de keten, pamuk veya
ipek olduğunu söylemezse, bu erkek için, türünü belirlemeksizin cinsini
söyledi denilir ki, bunun hükmü şudur: Bu durumda mehrin belirtilmesi asla
sahih olmaz. Kural gereğince, mehrin belirtilmesi sahih olmayan durumlarda
mehr-i misil sabit olur. Türün belirtilmeyip cinsin belirtilmesi durumlarında
da aynı hüküm sözkonusu olur. Koca, mehri türüyle belirtir, ama onun diğer
şeylerden ayırdedici niteliklerini açıklamazsa, meselâ kadına "pamuktan,
ketenden veya ipekten bir elbise karşılığında, ya da bir at, bir eşek veya bir
katır karşılığında seninle evlendim' derse, bu durumda mehir belirtilmesi sahih
olur. Kadın, mehrin orta türünden bir şeyi kocadan alma hakkına sahip olur.
Meselâ mehir olarak bir elbise veya bir at verileceği belirtilmişse; kadın
orta türden bir elbise veya orta türden bir at alma hakkına sahip olur.
Diğerleri de buna kıyaslanır. Yalnız şu da var ki, koca mehrin orta türünden
olan şeyi kadına verebileceği gibi, o şeyin kıymetini de verebilir. Orta tür,
fiyatın yüksekliği ve düşüklüğüne göre takdir edilir. Mûtemed olan görüş budur.
Koca, kadına ne pahalı olanı, ne de ucuz olanı satın alır. Aksine, orta fiyatlı
olanı satın alır. Ama koca, mehrin türünü kaydetmekle birlikte cinsini de
söyler, sonra da bu mehri diğerlerinden ayırdedici niteliği açıklarsa,
sözgelimi kaliteli, beledî ipekten yapılmış olan bir elbise karşılığında
kadınla evlenirse; kadın, kendisi için mehir olarak belirtilen şeyi hak eder.
'Kaliteli kaydını koymazsa, önceki Örnekte olduğu gibi vasat bir elbise alıp
kadına verir. Bu hüküm, mehir olarak bir hayvan veya ticâret eşyası
belirtildiğinde işlerlik kazanır. Ölçekle veya tartıyla ölçülen bir mehir karşılığında
evlenirse, bu mehrin cins ve niteliği bilinirse, sözgelimi arpa tanelerinden
ayıklanmış saidî ve ba'lî buğdayından bir kile karşılığında kadınla evlenirse,
kadın için belirtilen bu mehrin mutlaka verilmesi kesinlik kazanır ve bu,
niteliği belirtilmiş olan bir mal hükmünde olur. Eğer niteliği bilinmezse,
koca muhayyer olur: Orta türdeki bir şeyi veya bu şeyin kıymetini kadına verir.
Kadına hitaben "şu veya şu at karşılığında seninle evlendim" der de
atlardan biri diğerinden daha az değerli olursa, mehr-i misil verilmesine
hükmolunur. Bu mehir, atlardan güzel olana eşit değerdeyse, kadın bu mehri
alır. Ama atların değer bakımından farklı olmamaları durumunda en güzelini ve
en iyisini alır. Kadın gerdekten önce boşanırsa, en iyi atın yarısını alma hakkına
sahip olur. Bu hükümde ihtilâf yoktur. Ev çeyizi alma kar-
şılığında evlenecek
olursa, kocanın, normal olarak kadına alınan çeyizin ortalamasını alması
gerekir.
Mâlikîler dediler ki:
Aşın derecede bilinmez olan bir şey mehir olarak belirtilirse, sözgelimi adamın
biri olgunlaştığı gözlenemeyen bir meyveyi -bu meyvenin olgunlaşmcaya dek ağaç
üzerinde bırakılması şartıyla- mehir diye belirterek bir kadınla evlenirse, bu
mehir belirtme işi sahih olmaz. Nikâh akdi fâsid olur ve gerdekten önce
feshedilir. Gerdeğe girilmiş ise mehr-i misil ile sabit olur. Ama kesilmesi
şartıyla, olgunlaşmamış bir meyvevi mehir diye belirterek evlenme durumunda
akid sahih olur.
Az bir meçhuliyetle
bilinmez olan bir şeyi mehir diye belirtme durumunda da akid sahih olur. Meselâ
kadına mehir olarak yüz dolar belirtir de (akdin yapıldığı) beldede hem
Amerikan doları, hem de Kanada doları varsa sahih olur. Kadın, çok olarak
bulunan galip durumdaki hangisiyse o doları alır.
Koca, mehir olarak
birbirine eşit şeyleri belirtirse, kadın her sınıftan kendi hak ettiği
nisbetinde bir miktar alır. Eğer mehir muamelesi iki sınıfta yapılırsa, kadın
bu sınıflardan birinden yarı mehir, diğerinden de yarı mehir alır. Yine bunun
gibi, mehir diye on deve belirtir ve bu develerin niteliğini söylemezse, ya da
aynı şekilde on köleyi mehir diye belirtir ve yine kölelerin niteliğini
söylemezse, kadın vasat durumda on deve veya on köle alma hakkına sahip olur.
Bu gibi durumlarda mehrin meçhuliyetinin bir sakıncası olmaz. Evin çeyizini ve
eşyalarını temin etme karşılığında bir kadınla evlenen bir kişinin akdi
sahihtir. Kadın da orta türden çeyiz alma hakkına sahip olur.
Hanbelîler dediler ki:
Erkek, evleneceği kadına herhangi bir ev veya herhangi bir binek veya evinin
eşyası gibi meçhul bir şeyi, ya da havada uçmakta olan bir kuş gibi teslimine
muktedir olamayacağı bir şeyi mehir diye belirtirse, meçhuliyet nedeniyle mehir
sahih olmaz. Bir hurma tanesi gibi kıymetsiz bir şeyi mehir diye belirtirse,
mehir yine sahih olmaz. Şundan ki, belirtilen mehrin yarısının da kıymeti
olması gerekir. Çünkü şayet gerdekten önce boşanacak olursa, kadına mehrin
yarısının verilmesi gerekir. Kıymetsiz bir şey mehir dîye belirtilmişse, bu
durumda kadına, kendisinden yararlanacağı bir şey kalmış olmaz. Bu bir
görüştür. Bazıları derler ki: Bu gerekli değildir. Kıymetsiz bir şeyin, meselâ
bir tahıl veya bir hurma tanesinin de mehir olarak belirtilmesi sahih olur.
Mezhebin zahir görüşü budur. Her halükârda kadın, kıymetsiz ya da meçhul bir
şeyin yahut mehir olmaya müsait olmayan bir şeyin mehir diye belirtilmesi
durumunda mehr-i misil alma hakkına sahip olur.
Az miktardaki
belirsizlik müsamahayla karşılanır. Meselâ bir çok develerinden bir deveyi
veya bir çok atlarından bir atı veya bir çok katırlarından bir katırı veya şu
iki elbiseden *>ir tanesini mehir diye kadına belirtirse sahih olur. Bu
durumda kadın, sözü edilen develerden, atlardan, katırlardan veya elbiselerden
kur'a çekimi yoluyla bir tanesini alır. Bunların mehir
oluşları sahih olduğuna göre, kadın
bunlardan herhangi birini hak eder. Hak ettiğinin hangisi olduğunu belirtmek
için de kur'a çekmek gerekir.
Şâfiîler dediler ki:
Cins veya nitelik bakımından belirsiz olan bir şey, kadına mehir diye
belirtilirse, meselâ ona, "şu iki elbiseden veya şu iki attan birisi karşılığında
seninle evlendim"denilirse,ya da"develerimden birisi karşılığında
seninle evlendim" denilirse, bu şekilde yapılan mehir belirtme işi sahih
olmaz. Kadın, mehr-i misil alma hakkına sahip olur.
(45) Hanefîler dediler
ki: Bir erkek ölçekle ölçülen, veya tartıyla tartılan veyahut sayı ile sayılan
bir ayın karşılığında bîr kadınla evlenir; sözgelimi bu aynın nikâh akdi
sırasındaki değeri on dirhem gümüş veya daha fazlasına eşit olur, sonra
tesellümden önce değeri eksilip on dirhemin altına düşerse, kadın bu aynın on
dirhem gümüş değerine eşit gelecek şekilde tamamlanması talebinde bulunamaz.
Çünkü muteber olan kıymet, aynın kâh akdi esnasındaki kıymetidir. Ama akid
esnasında sekiz dirhem değerindeki bir ayın karşılığında evlenirse, kadın
tesellüm anında değeri on dirhemin üstüne çıksa bile kocasından iki dirhem
fark alma hakkına sahip olur.
Kocasının evinde belli
bir süre oturmak, onun bineğine binmek, onun devesiyle yük taşımak veya
tarlasında ekip biçmek gibi ayınlann menfaati karşılığında bir kadınla
evlenirse, burada mehir belirtme İşi sahih olur. Kadın, mehir diye kendisine
belirtilen menfaate sahip olur. Bu hükümde ihtilâf yoktur. Kur'an, fıkıh,
helâl-haram gibi dini bilgileri öğretme şeklindeki manevî bir menfaat
karşılığında evlenmeyegelince,bu menfaatlerin mehir olarak belirtilmesinin
sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır. Mezhebin kuvvetli görüşüne
göre bu caiz olmaz. Ancak Hanelilerin son devir âlimleri Kur'an-ı Kerîm ve dinî
ilimleri öğretme karşılığında ücret almayı, zaruret dolayısıyla caiz
görmüşlerdir. Çünkü müslümanlara vâcib olmasına rağmen, bazan bunları öğretecek
kimseler bulunmayabilir. Nitekim bu, icar bahsinde de anlatılmıştı. Bunda
kural şudur: Karşılığında ücret alınması sahih olan şeyin mehîr yapılması da
sahih olur. Zîra ücret;, kıymeti olan bir maldır ve mehrin mukabilidir. Buna
dayanarak diyebiliriz ki; Kur'an ve fıkıh öğretmenin, gerçek görüşe göre mehir
kılınmaları sahih olur. Bazı kimseler, başka bir açıdan bu hükme itiraz
etmişlerdir. Derler ki: Bu durumda erkek, kadının hizmetçisi olacaktır. Hür
erkeğin kadına hizmet etmesiyse haramdır. Şu halde Kur'an ve fıkıh öğretmenin
mehir kılınması sahih olmaz.
Ancak bu itiraz, hiç
bir değer taşımamaktadır. Çünkü Kur'an ve ilim öğreten kimseye hizmetçi denilmez. Aksine bu kişi,
örfe göre efendidir. Öğretme dışındaki durumlara gelince, meselâ karşılığında
ücret alınması caiz olmayan bir tâat karşılığında, sözgelimi yerine haccetme
karşılığında bir kadınla evlenirse, bu mehir sahih olmaz. Kadın için mehr-i
misil sabit olur. Aynı cümleden olarak koca,(eski) karılarından birini boşama
karşılığında bir kadınla evlenir ve ayrıca bir malı mehir olarak belirlemezse,
mehir sahih olmaz. Kadın için mehr-i misil sabit olur. Aynı şekilde, kendisine
hizmet etme karşılığında bîr kadınla evlenen hür bir erkekse, sahih olmaz.
Çünkü koca, kadına üst olma hakkına sahiptir. Akid ile ona hizmetçi olursa,
erkek değerden düşer. Çünkü bu durumda kadın, kocasını kendi kölesi gibi
kullanma hakkına sahip olacaktır ki, bu caiz değildir. Ama koca öteden beri
köle olur da kadın onu koca olarak kabul ederse, bu kölenin kendisine hizmetçi
olma karşılığında o kadın|a evlenmesi caiz olur. Çünkü hizmetçilik, bu erkeğin
ayrılmaz bir niteliğidir. Karısına hizmet etmesini engelleyecek bir durum yoktur.
Belli bir süre için davarım gütme veya tarlasını ekip biçme karşılığında
kadınla evlenmesi, kocayı küçük düşürecek hizmetlerden değildir. Doğru olan
görüşe göre bu hizmetin mehir kılınması sahihtir. Çünkü icar bahsinde
Hanefîler, evlâdın kendisine hizmet ettirmek Üzere babasını icar etmesinin caiz
olmayacağını, ama davar gütme veya ekip-biçme gibi İşler için kiralamasının
caiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü tarımcılık ve çobanlık, insanın onurunu
zedeleyecek işlerden değildir. Kadının babasının davarını gütme karşılığında
evlenmek de kocayı küçük düşürecek işlerden değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de
anlatıldığı gibi, böyle bir durum Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) arasında da
geçmişti. Neshedilmediği takdirde, bizden öncekilerin şerîatleri bizim için de
geçerlidir. Bu durumda velîsi, kadına mehr-i misil ödemekle yükümlü olur.
Hür bir kadına hizmet
etme karşılığında kadınla evlenirse, bu kadın buna razı olduğu takdirde sahih
olur. Ama belli bir süre için başka bir hür erkeğin o kadına hizmet etmesi
karşılığında -tabiî o erkeğin rızasıyla- evlenirse, bu yabancı erkeğin hizmeti
açılıp-saçılmaya ve fitneye yol açacak şekilde kadınla erkeğin bir arada
bulunması sonucunu doğuracak olursa caiz olmaz. Kadın mehir olarak, onun
yapacağı hizmetin kıymetini alma hakkına sahip °^r. Şu yabancı erkek hizmet
etmeye razı olmazsa, kadın, o erkeğin yapacağı hizmetin kıymetini alma hakkına
sahip olur. Aynı cümleden olarak yabancı bir hür erkeğin, belirsiz bir süre
hizmet etmesi karşılığında evlenirse, önceki tafsîlât sözkonusu olur: Fitne
korkusu olmazsa caiz olur. Fitne korkusu olursa caiz olmaz.
Malıkîler dediler ki:
Mehrin altın veya gümüş veya ticâret eşyası veya ev gibi bir ayın olması
sahihtir. Kur'an-ı Kerim ve şer'î ilimleri öğretmek, evde iskân hakkı vermek,
köleyi hizmete vermek gibi menfaatlere ge-hnce; bu hususta ihtilâf edilmiştir.
İmam Mâlik, bunların mehir olmaya elverişli olmadıklarını söylemiştir .Baştan
itibaren bu menfaatlerin mehir olarak belirtilmeleri
sahih olmaz. Ibn Kasım, mekruh olmakla birlikte bunların mehir olarak
belirtilmeleri sahih olur demiştir. Bazı Mâliki ulemâsı, mekruh olmaksızın
caiz olacağını söylemişlerdir. Tabiî ki mûtemed olan, İmam Mâlik'in sözüdür.
Ancak bir kişi bu menfaatlerden birini mehir olarak belirtirse, mûtemed kavle
göre akid sahih olur. Mehir olarak belirtilen menfaat, kadın için sabit olur.
Meşhur olan görüş budur. Mâlikîler imam Mâlik'in sözüne bakarlar. İşin
başındayken bir menfaatin mehir kılınmasını yasaklarlar. Ama bilfiil böyle bir
menfaat mehir kılındıktan sonra, bunu caiz görenlerin kav-liyle amel ederler.
Şâfiîler dediler ki:
Menfaatin mehir olarak belirtilmesi sahihtir. Bu mezhebe göre mehirde kural
şudur: Bey' akdinde satın alınan eşya için bedel olarak verilmesi sahih olan
şeylerin, mehir olarak verilmeleri de sahih olur. Bir kimsenin belli bir süreye
mahsus olarak kendi tarımsal arazisinin menfaati karşılığında bir ev satın
alması sahihtir. Aynı şekilde bu menfaati mehir sayması da sahih olur.
Karşılığında ücret alınması caiz olan Kur'an, fıkıh ve benzeri ilimleri
öğretme, dokuma ve terzilik gibi sanatları öğretme veya kadına bir elbise dikme
veya ona bir ev inşâ etme, veya -koca hür olsa bile- hizmetini görme
karşılığında bir kadınla evlenen bir kimsenin bu menfaatleri mehir olarak ona
sağlaması sahih olur. Bir şey satın alırken bu menfaatlerin bedel olarak
verilmesi de sahih olur.
Şâfiîlerin bu kavli
üzerine denilmiştir ki: Satın alınan şeye bedel olması sahih olan her şey,
mehir olmaya elverişlidir. Ama bir köle, onun kölesi olma karşılığında hür bir
kadınla evlenirse, bu mehir sahih olmaz. Aksine nikâh akdi bâtıl olur. Çünkü
bu erkeğin o kadına köle olması, ona kocalık yapmasına aykırıdır. Dahası,
kölenin kendi hanımefendisiyle evlenmesi de caiz olmaz. Ama kölenin başka
şeyler için bedel olması sahihtir. "Satın alınan şeyler için bedel olarak
verilmesi sahih olan her şeyin mehir olması da sahihtir" sözü bir kural
haline getirilemez. Aynı şekilde adamın biri şüphe sonucu olarak bir cariyeyle
cinsel temasta bulunur, bu câriye o erkekten gebe kalarak bir erkek çocuk
doğurur, sonra bu cariyeyi satın alır ve bu çocuk büyüyüp evlenecek çağa
gelince, babası onu evlendirdiğinde alacağı kadın için mehir olarak câriye olan
anasını vermek isterse sahih olmaz. Çünkü bu demektir ki: Mehir olmasının sahih
olması için bu cariyenin önce oğlunun mülküne girmesi gerekir. Oğlunun mülküne
girince de azâd olur, hürriyetine kavuşur. Hür kadının mehir olarak verilmesi
ise sahih olmaz. Ama bu cariyenin, satın alınan bir şey için bedel olarak
verilmesi sahihtir. Bazıları bir başka örnek anlatmışlardır. Şöyle ki: Sadece
avret mahallini örtmek için kullandığı bir tek elbisesi bulunan bir erkeğin, bu
elbisesini her ne kadar satın alacağı bir şeye bedel olarak ödemesi sahih ise
de, mehir olarak vermesi sahih olmaz. Ama bu örnek doğru olmasa gerek. Çünkü
avret mahallini kapaması sadece bu elbiseye bağlı olduğuna göre, bunu satın
alacağı bir şeye bedel olarak vermesi de sahih olmaz. Çünkü bedel ile mehir
arasında bir fark yoktur.
Ama avret mahallini kapaması sadece bu elbiseye bağlı değilse, o zaman bu
elbisenin hem bedel, hem mehir kılınması sahih olur. Kuvvetli olan görüş budur.
Buna karşı verilecek cevap ise şudur: Şâfiîlerin "bedel olması sahih olan
her şeyin mehir olması da sahihtir" sözünden maksat şu olsa gerektir:
Bedel olması sahih olan her şey, başka bir engel bulunmadığı takdirde mehir
olabilir. Nitekim bu, yukarıdaki örneklerde de görüldü. Câriye örneğindeki
engel, cariyenin hürriyete kavuşmasıdır. Köle örneğindeki engelse, köle
erkeğin kocalık pozisyonuna aykırı düşmesidir.
Hanbelîler dediler ki:
Mehir, aymlarla sahih olduğu gibi menfaatlerle de sahih olur. Davarını gütmek
veya tarlasını ekip-biçmek karşılığında bir kadınla evlenilirse, menfaatin
bilinir olması şartıyla mehir sahih olur. Menfaat bilinmez olursa, mehir sahih
olmaz. Kadına mehr-i misil verilmesi gerekir. Hür bir erkeğin, kend^ine belli
bir süre hizmet etmek veya aynı şekilde belli bir süre kendisine hizmet etmesi
için bir köleyi vermek karşılığında bir kadınla evlenmesi sahih olur. Bu
erkeğin köle olması durumunda, bu şekilde evlenmesi haydi haydi sahih olur.
Belli bir işi yapma, meselâ belli bir elbiseyi dikme -ister kocanın kendisi
diksin, ister başkasına diktirsin- karşılığında bir kadınla evlenmek de sahih
olur. Elbisenin dikilmeden önce telef olması durumunda, erkeğin ücretin
kıymetinin yarısını kadına vermesi gerekir. Gerdeğe girmeden kadını boşar ve
dikmeyi kabul ederse, dikişin yansını yapması gerekir. Bu mümkün değilse yan
dikiş ücretini vermesi gerekir. Aynı şekilde bazı fıkıh veya hadis bölümleri
veya mubah içerikli edebiyat, şiir, yazı ve sanat gibi karşılığında ücret
alınması caiz olan bir işi yapma karşılığında kadınla evlenmek de sahih olur.
Koca, kadına bu gibi şeyleri öğretmesi mümkün olmadığı takdirde yükümlülük
altına girer ve bunu ona öğretecek olan kişinin ücretini verir. Gerdeğe
girmeden ve öğretmeden boşarsa, öğretim ücretinin yarısını vermek kocaya
düşer. Öğrettikten sonra gerdeğe girmeden boşarsa, kadından öğretim ücretinin
yansını ahr. Ama bu ayrılmanın sebebi kadın olduğu takdirde, öğretim ücretinin
tamamını ondan geri alır.
Şunu da belirtelim ki,
Kur'an öğretiminin mehir olması sahih değildir. Kadına hitaben erkek,
"sana Kur'an-ı Kerîm'in tümünü veya bir kısmını öğretmek üzere seninle
evlendim" derse, bu mehir sahih olmaz. Kadına mehr-i misil vermesi
gerekir. Kendini hîbe eden kadınla ilgili hadiste de Hz. Peygamberin:
Onu, Kur'an ehlinden
olman sebebiyle seninle evlendirdim"[18]
buyurması bu anlamı taşımaktadır. Yoksa Kur'an-ı Kerîm mehir kılınmış
değildir. Hadiste Kur'an öğretilmesine de işaret edilmemiştir. Şu rivayet de
bunu desteklemektir. Buhâri'nin rivayetine göre Hz. Peygamber bir genci
Kur'an'dan bir sûre karşılığında evlendirmiş ve ona da şöyle demiştir:
"Bu, senden sonra
(artık başkası için) mehir olmaz".
Hanefi mezhebinin
meşhur olan görüşü budur. Ama Hanefîlerin son devir âlimleri, önce de
söylediğimiz gibi Kur'an öğretmenin mehir kılınmasına cevaz vermişlerdir. Bu
meselede mezheblerin görüşü şudur: Kur'an öğretme, Hanbelîlere göre mehir
kılınamaz, fakat Şâfiîlere göre kılınabilir. Mâlikîlere göre mehir kılınması
yasaktır. Ama kılımrsa da geçerli olur. Hanefîlerin kuvvetli görüşüne göre
mehir kılınamaz. Ama bu mezhebin son devir ulemâsı mehir kılınabilir
demişlerdir.
Mehir iki kısma
ayrılır:
1- Sahih akid dolayısıyla erkeğin ödemesi
gereken mehir.
2- Sahih
veya fâsid nikâha dayanarak, ya da şüphe sonucu cinsel temasta bulunma
nedeniyle erkeğin ödemesi gereken mehir.
Sahih nikâh akdi
dolayısıyla ödenmesi gereken mehr-i müsemmâ(46>; mehr-i müsemmânın
belirtilmemesi durumunda ise mehr-i misildir. Bu mehirler, tümünün veya
yarısının düşmesi ihtimaliyle beraber, mücerred bir sahih nikâh akdiyle vâcib
olurlar.
Kadın, aralarının
tefrikini gerektiren bir eylemde bulunursa, meselâ irtidad ederse veya
hısımlık mahremiyetini gerektiren bir fiilde bulunursa ve kocası da kendisiyle
henüz gerdeğe girmemişse, meh-rinin tamamı düşer. Çünkü bu ayrılmaları, kadının
sebebiyle olmuştur.
Gerdekten önce kocası
tarafından boşanırsa veya ayrılmaları irtidad veya hısımlık mahremiyetini
oluşturan bir eylemde bulunması gibi başka bir sebepten dolayı olursa, mehrin
yarısı düşer.
Düşme ihtimali
olmayacak şekilde mehir, bazı sebeplerle kesinlik kazanır. Meselâ cinsel temas,
eşlerden birinin ölümü ve sahih halvet bu sebeplerin bazılarıdır. Mezheblerfn
buna ilişkin tafsilâtları aşağıya alınmıştır.
Mehrin İkinci kısmına
gelince; bu, verilmesi cinsel temas dolayısıyla vâcib olan mehirdir. Bilindiği
gibi cinsel temas, bazan sahih akde, bazan fâsid akde dayanılarak yapılır.
Sahih akde dayanılarak yapılan temas dolayısıyla verilmesi gereken mehir
hakkında mezheb-lerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(46) Mâlîkîler, sahih
akidle mehrin tümünün değil de yarısının vâcib olacağım söylemişlerdir.
(47) Şâfîî ve Mâlikîler
dediler ki: Mehir halvet nedeniyle hiçbir zaman kesinlik kazanmaz. Bu,
Şafiî'nin son dönemindeki görüşüdür. îlk dönemin-deyse, mehrin
tümünün^kesinleşmesi bakımından halvet de temas gibidir, demiştir.
(48) Mâlikîler dediler
ki: Yarısı nikâh akdiyle sabit olduktan sonra, geri kalan yarısını da
sabitleştirerek mehrin tümünü sâbitleştiren sebepler üç tanedir:
1- Cinsel
temas: Cinsel temasın baliğ bir erkek tarafından yapılmış olması ve kadının da
bu temasa dayanıklı olması şarttır. Temasta bulunan erkek baliğ olmaz veya
kadın temasa dayanamayacak kadar küçük olursa, bu temas dolayısıyla mehrin
tamamı sabit olmaz.
Cinsel temastan
maksat, bekâret giderilmese bile, penisin başının veya (başı kesilmişse) baş
kadar bir kısmının iç kısma girdirilmesidir. Bu temasın vaginadan veya
mak'adtan yapılması arasında bir fark yoktur. Cinsel temasın helâl olması şart
değildir. Kadın hayızlı veya nİfaslıyken veya ikisinden biri ihramdayken veya
farz orucu tutarlarken veya bu orucun itikâfınday-ken veyahut temasta
bulunulması helâl olmayan bir durumdayken yapılan cinsel temas da mehrin
tümünün sabit olması için yeterli olur. Koca, paTma-ğıyla kadının bekâret
zarını yırtar ve cinsel temasta bulunmadan boşarsa, mehrin yarısını, ayrıca bekâret
ersi (tâvizi)ni kadına Ödemesi gerekir. Tabiî kadın bundan sonra ancak dul bir
kadının mehri ile evlenebİlecekse bu tâvizi alır. Aksi takdirde yarım mehirden
başka birşey alamaz.
2- Eşlerden
birinin ölümü: Bununla, nikâh akdi yapılırken veya daha sonra belirtilen
(tesmiye edilen) mehrin tamamı sabit olur. Eşlerden biri tefviz nikâhında
ölürse, (Tefviz nikâhı: Kadının, uygun göreceği bir mehri takdir etmesi için
kocaya yetki vermesi biçiminde akdedilen nikâhtır) hüküm ne olacaktır? Koca,
bir mehir takdir etmeden ve gerdeğe girmeden ölürse, kadın hiçbir şeyi hak
etmez. Bu durumda nikâh akdinin sahih olmasıyla, fesadında icmâ edilmemiş
biçimde fâsid olması arasında bir fark yoktur. Sözgelimi erkek ihramdayken
kadını nikâhlar veya velîsi olmaksızın nikahlarsa, bu nikâh akdi her ne kadar
Mâlikîlere göre fâsitse de Hanefîlere göre sahihtir. Bu akid nedeniyle, ölüm
halinde mehrin tamamı; boşama halinde yarısı vâcib olur. Kadın, kocasında
bulunan hoş görmediği bir sebepten dolayı kendini öldürürse, mehrin tamamında
hak sahibi olur. Ama kocasını, kendisinden kurtulmak için öldürürse, bu
ihtilaflı olur. Kuvvetli görüşe göre kadın, mehirden hiçbir şey hak etmez.
Aksine kendisine maksadının zıddıyla muamele olunur ki, böylece bunun
kadınların kocalarım öldürmelerine vesile olması önlenmiş olur. Efendinin,
evli cariyesini öldürmesi de bunun gibidir. Bu cariyenin mehri, kocasının
zimmetinden düşmez.
3- Gerdeğe
girilmese bile, kadının kocasının evinde bir yıl süreyle ikâmet etmesi: Bu
kadar süre kocasının evinde ikâmet ederse gerdeğe girmiş sayılır ve bu durumda
mehrin tamamım hak eder.
tşte bu üç durum
nedeniyle kadın, mehrin tamamını alma hakkına sahip olur.
Şu da var ki, kadın
kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, koca da inkâr
ederse, duruma bakılır: Kocası kendisiyle sükûnet bulmak için başbaşa kalmış,
halvet-i ihtida yapmışsa -ki buna perdeleri in--dirme halveti denir ve eşlerin
ikrarı, ya da iki kadın bile olsalar şahitlerin taniklığıyla tesbit edilir- kadına, kocasının
kendisiyle temasta bulunmuş olduğuna dâir yemin ettirilir. Yemin ederse, kadın
mehrin tamamını hak eder. Yemine yanaşmazsa, kocasına yemin ettirilir. Yemin
ederse kadın mehrin sadece yarısını hak eder. Yemine yanaşmazsa, kadın mehrin
tamamını hak eder. İhtida halveti, kadınla erkeğin başbaşa bir odaya
kapanmaları ve varsa perdeleri pencerenin önüne sarkıtmalarıdır. Perde yoksa
yanlarına geçilecek kapıyı kilitlemeleri yeterli olur. Buna, eşler huzur ve
sükûn buldukları için halvet-i ihtida denir. Çünkü eşlerden her biri diğeriyle
sükûn ve huzur bulmaktadır. Bu hükmün sabit olması için zevcenin bâliğa olması
şarttır. Kadın küçük yaşta olup kocasının kendisiyle cinsel temasta
bulunduğunu iddia eder ve halvet-i ihtidaya girdikleri de sabit olursa, kocaya
yemin ettirilir; kadın da mehrin yansını hak eder. Mehrin diğer yansı da kadın
buluğa erinceye dek bekletilir. Buluğa erince yemin ettirilir, yemin ederse,
bu ikinci yarıyı da hak eder. Yemine yanaşmazsa hak etmez. Bu durumda kocaya
yeniden yemin ettirmeye gerek yoktur. Hayız, nifas, oruç, ihram gibi cinsel
temasa engel olan (Şer'î) bir engelin varlığı, kadının cinsel temas iddiasını
iptal etmez. Bir kavle göre kocaıİyi halli ve iffetli, yani bu gibi
durumlardayken cinsel temasta bulunmayacak biri olarak biliniyorsa, kadının
cinsel temas iddiası bâtıl olur. Ama meşhuV olan, birinci görüştür. Koca,
karısıyla ihtida halvetine girer, kadın, kendisiyle cinsgl temasta
bulunulmadığını iddia eder, kocası da onun bu iddiasına muvâTakat ederse, sözü
yeminsiz olarak tasdik edilir. Bu durumda kadın buluğa ermiş reşide bir kadın
da olsa malî hususta iyi tasarrufta bulunamayan sefih veya küçük yaşta bulunan
bir kadın da olsa hüküm aynıdır. Ama koca onun bu iddiasına muvafakat etmezse,
yani kadın kendisiyle temasta bulunulduğunu inkâr ettiği halde, koca temasta bulunduğunu
söylerse, kadın da eğer sefih ise kocanın ikrarı kabul edilir. Ama kadın reşid
ise, yani hür ve bâliğa olup hüsn-ü tasarrufta bulunmakta olan bir kadınsa,
koca da kendi ikrarında ısrar ettiği halde kadın onun bu ikrarını yalanlamakta
ısrar ediyorsa,kocanm ikrarı kabul edilir.Çünkü kadın uyumakta veya herhangi
bir nedenle aklını yitirmiş vaziyetteyken kocası onunla temasta bulunmuş
olabilir. Koca kendi ikrarında ısrar etmez, aksine ikrarından rücû eder ve
kadın da onun ikrarını yalanlamakta ısrarlı davranırsa, bu durumda kocanın
kendi ikrarından rücûu kabul edilir. Koca kendi ikrarından rücû eder, kadın da
teması inkâr etmekten rücû ederse; kadının rücûu erkeğin rücûundan önce olduğu
takdirde, cinsel temasın vukuu sabit olur. Kocanın kendi ikrarından rücû
etmesinden sonra kadın cinsel teması ikrar ederse, kocayı yalanlamada ısrar
edişinde olduğu gibi, sadece mehrin yarısını hak eder.
Bu anlatılanlar
halvet-i ihtida ile ilgiliydi. Bunun karşıtı ise ziyaret hal-veti'dir. Bu,
kadının erkeği kendi evinde veya erkeğin kadını kendi evinde ziyaret etmesi, ya
da ikisinin beraberce bir başka şahsı kendi evinde ziyaret etmeleridir. Kadının
kendisi, kocayı kendi evinde ziyaret eder, cinsel temasta bulundukları
iddiasında bulunur ve erkek de bunu inkâr ederse, cinsel temasta bulunulduğuna
yemin ettikten sonra, kadının sözü doğrulanır. Koca, kadını kendi evinde
ziyaret eder; kadın, cinsel temasta bulunduklarını İddia eder, kocaysa bunu
inkâr ederse, aynı şekilde yemin etmesi şartıyla kocanın sözü doğrulamr. Yine
bunun gibi eşlerin ikisi de yabancı bir şahsı kendi evinde ziyaret ederler;
kadın, kocasıyla cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, kocaysa inkâr ederse,
yemin etmesi şartıyla kocanın sözü doğrulanır. Zîra görünür durum da onun
sözünü doğrulamaktadır. Koca temasta bulunduğunu iddia eder, kadınsa inkâr
ederse, hüküm halvet-i ihdidâdaki gibi olur.
Hanefîler dediler ki:
Mehrin, düşme ihtimali olmayacak şekilde kesinlik kazandığı durumlar beştir:
1- Sahih
nikâh akdine dayanarak yapılan hükmî veya hakikî cinsel temas. Hükmî olan,
ilerid^ anlatılacak olan şartlarıyla vukûbulan halvettir. Bundan öğreniyoruz
ki, cinsel temasa dayanıklı olmayan küçük yaştaki kadın ne temas, ne de halvet
iddiasıyla mehir almayı hak etmez. Hakikî temas ise, penisin başım (veya başı
kesik ise) penisin baş kadar olan bir kısmını vaginaya girdirmektir.
2- Eşlerden
birinin ölümü: Koca doğal bir ölümle veya yabancı biri, ya da zevcesi
tarafından öldürülerek veya intihar ederek ölürse, kadın nikâh akdinde
belirtilmiş olan mehrin tamamını hak eder. Nikâh akdinde mehir belirtilmemişse,
o zaman da mehr-i mislin tamamını hak eder. Yabancı birisi veya kocası kadını
öldürürse yine aynı hüküm sözkonusu olur. Kadın intihar ederse, hür olduğu
takdirde yine aynı şekilde mehri hak eder. Câriye olduğu takdirde de, doğrusu
mehir düşmez. Gerdekten önce efendisi kendisini öldürürse ve efendisi akıllı
ve baliğ ise mehir sakıt olur. Ama efendisi çocuk veya deliyse mehir sakıt
olmaz. Çünkü bunda onlara zulüm vardır.
Bu, eşlerden birinin
ölümüyle ilgiliydi, ikisinin birlikte ölmesine gelince, aradan uzun zaman
geçmişse ve kadı, kadının mehr-i mislini öğrenme imkânına sahip değilse, Ebû
Hanîfe'ye göre kadının mirasçılarına bir şey verilmez. Ama aradan uzun zaman
geçmemiş ve kadı da kadının mehr-i mislini öğrenme imkânına sahip ise, kadının
mirasçılarına mehr-i misil verilmesine karar verilir ki, bu hükümde ittifak
vardır.
3- Sahih
halvet: Bu, eşlerin bir yerde (başbaşa kalacak şekilde) biraraya gelmeleri,
kendilerini cinsel temasta bulunmaktan menedecek hukuksal, duygusal veya doğal
hiç bir engelin bulunmamasıdır. Halvette bulunmaya elverişli olan yer, eşlerin
kendi izinleri olmadan başkalarınca görülemeyecekleri ve görülmemekten emin
oldukları yerdir. Başkalarınca görülmeleri imkânsız olan, kapısı ve penceresi
kilitli bir odada halvette bulunmaları gibi. Yakınlarından bir kimse bulunmasa
bile eşlerin sahrada halvette bulunmaları sahih olmaz. Meğer yanlarından bir
kimsenin geçmeyeceğinden emin olsunlar.Bu takdirde çölde, sahrada halvette
bulunmaları sahih olur. Başkaları tarafından
görülmelerine engel olacak şekilde çevresinde başka bina bulunmayan damda da
halvette bulunmak sahih olmaz. Başkalarının kendilerine hücum etmemelerinden
emin olurlarsa, halvetleri sahih olur. Erkek belli bir vakitte insanların
oradan geçmeyeceklerinden emin olunan bir yolda kadınla yalnız başına
buluşursa, halvet sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Kapısı kapalı ve
kilitli ama tavansız bir yerde halvette bulunursa, halvet sahih olur. Bağda
yapılan halvet de sahih olur. İçinde başka sakinler bulunan bir evin
odalarından birinde kadınla erkek başbaşa bulunup halvete girerler, başkalarının
hücumundan emin olmalarını sağlayacak olan kapıyı kilitler ve pencereyi
perdelerlerse, halvetleri sahih olur. Mescidde, hamam veya umumî yolda halvette
bulunmak sahih olmaz.
Cinsel temasa engel
olan hissî engele gelince, bunu şöyle örnekleyebiliriz: Adamın biri hasta
olur, bu hastalığı temelli olarak cinsel temasta bulunmasını engeller veya
engellemediği halde cinsel temasta bulunduğu takdirde kendisine zarar
dokunursa, bu hastalığı hissî bir engeldir. Çünkü hasta bir insan çoğunlukla
şehevî arzulardan uzak kalır. Hastalığı hafif de olsa, kadın isteğini duymaz.
Çünkü hasta olduğuna göre, üzerinde kendisini şehvetten alıkoyacak bir
gevşekliğin mevcud olması gerekir. Kadına gelince; onun hastalığı, halvetin
sıhhatine engel olur. Tabiî hastalığı, hareket etmesine engel olacak derecede
şiddetli olursa... Erkek sağlıklı olduktan sonra, kadının vücudundaki gevşeklik
ve kırgınlık, halvetin sıhhatine engel olmaz. Erkeğin iktidarsız, penisi kesik
veya testisi kopuk oluşu halvetin sıhhatine engel olmaz. İktidarsız, penisi
kesik veya testisi kopuk erkeğin halveti, Ebû Hanî-fe'ye göre sahihtir.
Testısleri kopuk olan
kişinin, cinsel temasta bulunabileceği açıktır. Aynı şekilde iktidarsızın da,
parmaklarıyla tutarak olsa bile, penisini vaginaya girdirmesi mümkündür. Penisi
kesik olanınsa, kopuk yeri vaginaya sürerek meni akıtması ve kadını gebe
bırakması mümkündür.
Karen veya karın da
cinsel temasa engel olan hissî engellerdendir. Bu, vaginanın ağzım kapatan,
penisin vaginaya girmesine engel olan kemik, gudde, ya da fazla bir et
parçasıdır. Vaginanın dudakçıklarının biribirlerine kaynaşması demek olan retk
de cinsel temas için hissî engellerden sayılır .Bunun bir et parçası veya
vaginayı kapatan bir gudde olduğunu söyleyenler de vardır ki, bu renk, karen
ile eş anlamlıdır. Bir de afi vardır ki, bu da vagina dışından gelip ağız
kısmım kapatan bir et parçasıdır. Tıpkı erkeklerin peni-sindeki kılıf gibi.
Cinsel temas için
hissî engellerden biri de yaş küçüklüğüdür. Kadının cinsel temasa dayanamayacak
derecede küçük veya kocanın kadınlarla temasta bulunacak emsalde olmayıp küçük
ya§ta ©İması sahih halvete engel olur. Küçük kadının babası, kızının cinsel
temasa dayanıklı olmadığını söyler de, kocası dayanıklı olduğunu iddia ederse,
hakem olarak kadınlara başvurulur. Çünkü onların bu konuda ihtisasları vardır.
Zamanımızda kadın hekimlere
başvurmak gerekir. Çünkü onlar bu alanda daha fazla bilgi sahibidirler.
Cinsel teması
engelleyen şer'î engele örnek olarak kadının hayızh veya nifaslı veya
karı-kocadan birinin Ramazan orucuyla oruçlu olması veya farz, ya da nafile hac
ihramında bulunması veya farz namazı kılmakta olması gösterilebilir. Farz da
olsa kaza orucu, adak orucu ve keffâret orucunun cinsel temasa engel olup
olmayacağı hususunda iki rivayet vardır. Doğrusu, bunların engel
sayılmayacağıdır. Kuvvetli rivayete göre nafile oruç da engel olmaz. Nafile
namaz ise, tek kelimeyle engel olmaz.
Cinsel temasın doğal
engeline gelince; buna örnek olarak eşlerin yanında üçüncü bir şahsın
bulunmasını gösterebiliriz. Gözle müşahede edildiği için, bunun doğal engel
değil de hissî engel olduğunu söyleyenler çıkabilir. Bazıları bunu hissî engel
için örnek olarak zikretmişlerdir. Aslen de mevcud olsa, sonradan da
vukûbulmuş olsa, doğayla ilgili olduğuna göre bence bunun doğal engel olması
daha uygundur. Şu halde doğal engele örnek olarak karen, retk, afi ve
hastalığı gösterebiliriz. Tabiata mensub olan doğal engel işte budur. Bunun
hisle müşahede edilmesi, doğal diye adlandırılmasına engel olmaz. Eşlerin
yanında üçüncü bir şahsın bulunmasına gelince; bu, sadece hissî bir engeldir.
Çünkü, bunun doğayla hiç bir ilgisi yoktur. En uygunu, örnekleri ters
çevirmektir.
Eşlerle birlikte
bulunup da halvete engel olan üçüncü şahsın, büyük ve akıllı olması şarttır.
Ama eşler arasında vukûbulan ilişkiyi başkalarına ifâde edemeyecek kadar küçük
ve aklı ermez biri ise, onun yanlarında durması halvete engel olmaz. Büyük ve
aklı eren kişi kör ise veya uyumaktaysa, bu kişi halvetin sıhhatine engel olur.
Çünkü uyumakta olan kişinin uyanmasından, gözleri görmeyen kimsenin ise duyup
hissetmesinden korkulur. Bu halvetin gece veya gündüz olması arasında bir fark
yoktur. Doğru olan görüş de budur. Ancak koca, durumlarına bakarak bunların
ilişkiyi (cinsel teması) anlamayacaklarım, meselâ körün ayrıca sağır olduğunu,
uyumakta olan kişininse uykusunun hiç bir şeyi algılamayacak derecede ağır
olduğunu far-kederse veya uyanmayacağım bilirse, bu gibi kimselerin
mevcudiyetine rağmen halvet sahih olur. Eşlerin beraberinde bir câriye
bulunursa, bu, onların halvetlerine engel olmaz. Beraberlerinde azgın bir köpek
bulunursa, bu köpek ister kadının olsun, ister erkeğin olsun onların
halvetlerine engel olur. Çünkü cinsel temas esnasında köpeğe etkili olamazlar.
Ama köpek azgın değilse, kadının olduğu takdirde cinsel temasa engel olur.
Çünkü alta yatan kadındır. Kadının alta yatması durumunda, köpeği onun tecâvüze
uğradığını zannedecektir. Dolayısıyla kadını korumaya ve cinsel temasa engel
olmaya çalışacaktır. Tahkik ehli bazı âlimler demişlerdir ki: Kocanın köpeği
azgın olsun olmasın, mutlak surette engel olmaz. Çünkü üstte olan sahibidir ve
bu durumda hiç bir şey onu heyecana getirmez. Ben derim ki: Kadının da erkeğin
de köpekleri mutlak surette engel olmaz. Çünkü eşlerden her biri,
kendi köpeğini azarlayıp durdurabilir.
Ama bunu yapamazlarsa, kadının olmuş, kocanın olmuş hiç farketmez. Çünkü
erkeğin köpeği, sahibinden yana olma kasdıyla kadına saldırmak ister. Kadının
köpeği de sahibinden yana olmak için erkeğe saldırmak ister. Sahibinin galip ve
mağlub olmasını hiç de göz önünde bulundurmaz. Benim görüşüm odur ki: Köpek,
azarlanarak •durdurulması mümkün olmadığı takdirde, kadının olsun, erkeğin
olsun halvetin sıhhatine engel olur. Aksi takdirde engel olmaz. Bu şartlar
çerçevesinde yapılan halvet dolayısıyla, nikâh akdinde belirtilmiş olan mehrin
tamamını kadın hak eder. Nikâh akdinde mehir belirtilmemişse, kadın mehr-i
misli hak eder. Bu halvetle -halvette bulunan erkeğin penisi kesik olsa bile-
neseb sabit olur. Bu halvet dolayısıyla kadına nafaka ve konut vermek,
boşandığı takdirde kadının iddet beklemesi gerekir. Kadının kız kardeşiyle
nikâhlan-ması da yasaklanır. Bekâreti giderme durumu dışında halvet, cinsel
temas gibidir. Temassız halvet kadını, bakireler gibi evlenen bir bakire kılar.
Bu halvet, kadını evli kadın statüsüne de sokmaz. Kızları da mahrem kılmaz. Bir
erkek, bir kadınla halvette bulunursa, o kadının kızı o erkeğe haram olmaz. Üç
talâkla boşamlmış bir kadınla cinsel temas yapmaksızın halvette bulunulursa,
bu kadın ilk kocasına helâl olmaz. Mirasçı da böyledir. Bu halvete giren
kadınla erkek, birbirlerine mirasçı olamazlar. Fâsid halvet dolayısıyla kadının
iddet beklemesi vâcib olur mu, olmaz mı? Sahih olan görüşe göre bu kadının
ihtiyat gereği iddet beklemesi vâcibtir. Şundan ki: Kadın kendini o erkeğe
teslim etmiş, ama temasta bulunmaya koca tarafından bir engel çıkmıştır.
Meselâ adamın biri bir kadınla halvette bulunur, kadın da hayızlı veya
nifaslı, ya da ikisiden biri Ramazan orucuyla oruçlu, veya ağır şekilde
hastalanmış veya kadında temasa engel hissî bir durum bulunursa, her halükârda
erkeğin onunla halvette bulunması çeşitli zanlara yol açar. Bu nedenle kadının
bütün hallerde iddet beklemesi gerekir.
Bazıları engelin
cinsel temasa imkân vermeyen şiddetli hastalık gibi doğal bir engel olmasının
tersine hayız, nifas ve oruçluluk gibi şer'î bir engel olması durumunda iddet
beklemenin gerekli olduğu görüşündedirler. Kadında cinsel temasa mâni doğal bir
engel bulunması durumunda iddet beklemeye gerek kalmaz. Çünkü bu durumda
halvetin hiçbir kıymeti yoktur. Ama mezhebin görüşü birincisidir. Zîra iddet,
cinsel temastan dolayı değildir. îddet, kadının, cinsel temasa müsait bir
yerde, cinsel temas için kendini erkeğe teslim etmesinden dolayı gerekir. Evet
böyle bir durum tahakkuk edince, kadının zahiren iddet beklemesi gerekir. Ama
diyâneten gerekir mi? Cevaben deriz ki: Bu soruda iddetin sahih olmasıyla fâsid
olması arasında bir fark yoktur. Demişlerdir ki; kadın eğer kendisiyle cinsel
temasta bulunulmadığını yakî-nen biliyorsa yargı bakımından değil de, diyâneten
iddet beklemeksizin başkasıyla evlenmesi helâl olur.
Buraya kadar üç durumu
anlatmış olduk ki, mehrin tümünün kesinleştiği bu durumlardan birincisi ve
ikincisi, cinsel temas ile sahih halvet idi. yice anlaşılması için halvet
hakkındaki açıklamalarımızı geniş tuttuk. Üçüncü durumsa, eşlerden birinin
ölümüydü. Gerdekten önce kocanın ölümü mehir ve iddet bakımından tıpkı cinsel
temas gibidir. Eşlerden birinin ölümü, mehir bakımından cinsel temas gibidir.
Mehrin tümüyle kadın
için kesinlik kazandığı durumlardan dördüncüsüne gelince; bu, gerdekten sonra
erkeğin kadını bâin bir talâkla boşaması, sonra kadın onun iddetini
beklemekteyken yeni bir mehirle, erkeğin ikinci kez ona dönmesidir. İkinci
akidte belirtilen mehrin tümü, gerdeksiz ve hal-vetsiz olarak kadın için sabit
olur. Çünkü onun iddette bulunması halvet yerine geçer ve bunun bir de
fazlalığı vardır. Bazıları bu fazlalığa itiraz ederek demişlerdir ki: Kadın,
ilk cinsel temas dolayısıyla mehrin tümünü hak etmiştir. İddet de o temasın
bir sonucudur. İkinci akidten sonra da, temasta bulunmuş gibi olur. Mehrin
tümünü hak edişi, sırf ikinci akdin değil de birinci temasın bir sonucudur.
Buna cevaben deriz ki:
Bu meselede her halükârda cinsel temas yoktur. Mehrin tümü, kadının iddetini
beklemekte olduğu akidten dolayı da olsa veya boşanmadan önceki ilk cinsel
temastan dolayı da olsa, hüküm aynıdır. Bu meselenin açıklık kazanması ve
üzerine eğilinmesî, ihmal edilmemesi gerekir. Apaçık bir şüpheyi taşıdığından
ötürü bu itiraz anlamsızdır.
Bazıları, mehrin
tümüyle kadın lehine kesinleştiği beşinci bir durum daha bulunduğunu söylemişlerdir
ki bu, erkeğin parmağını kullanarak kadının bekâretini gidermesi durumudur.
Ama bu, başlı başına parmağıyla kadının bekâretini giderirse, mehir sahih
halvet dolayısıyla kadın için kesinleşmiş olur. Aksi takdirde kadın, hiç bir
şeyi hak etmez. Bu nedenle demişlerdir ki: Koca, halvette olmaksızın kadını
şiddetli bir darbeyle iter ve bu darbe nedeniyle kadın bekâretini yitirir,
sonra da gerdeğe girmeden boşarsa, sadece mehrin yansım vermesi gerekir.
Bekâreti giderdiği için ayrıca bir bedel ödemesi gerekmez. Erkeğin kendi
karısı olmayan bir kadını iteleyip bekâretini gidermesi, sonra da bu kadınla
evlenmesi durumunda kadına mehr-i misille birlikte ayrıca nikâh akdinde
belirtilen mehri (müsemmâyı) vermesi gerekir.
Sonuç olarak deriz ki,
Hanefilere göre mehrin kendisiyle kesinlik kazandığı durumların beş tane
olarak değil de, dört tane olarak sayılması gerekir. Ayrıca dördüncü durumda
mehrin tümü, o erkeğin iddetini beklemekteyken yapılan ikinci nikâh akdi, ya da
ilk akidten sonra yapılan cinsel temastan dolayıdır. Çünkü ilk akid,
kendisinden dolayı iddet beklenilmekte olduğundan henüz mevcud sayılmaktadır.
Bu sayılan durumlardan
biriyle mehir, düşme ihtimali olmayacak biçimde kesinlik kazanır. Ancak ibra
nedeniyle düşebilir. Kocası kendisiyle gerdeğe girip temasta bulunduktan sonra
kadın, üvey oğluyla halvette bulunur veya onu şehvetle öper veya kendini ona
teslim ederse kocasından bâin talâkla ayrılır, ama mehri düşmez. Kocanın
gerdeğe girip temasta bulunması, halvete girmesi veya ölmesi gibi mehrin kadın
lehine kesinlik kazandığı durumlardan birinin vukuundan önce kadın, üvey
oğluyla bu gibi fiillerden birini işlerse, ayrılma nedeni kendisinden
kaynaklandığı için mehrinin tamamı sakıt olur.
Şâfiîler dediler ki:
Mehir, düşme ihtimali olmaksızın iki şeyle (kadın lehine) kesinlik kazanır:
1- Cinsel
temas: Bu, penisin başının veya başı kesik ise geri kalan kısımdan, baş
kadarlık bölümünün kadının vaginasına veya mak'adına girdi-rilmesidir. Kadın,
kendi emsalleri ile cinsel temasta bulunulmayacak kadar küçük yaştaysa ve
cinsel temasın yapıldığını inkâr ederse, yemin etmesi şartıyla sözü
doğrulanır. Cinsel temasa mâni şer'î engellerden salim bulunması şart değildir.
Hayızlı veya nifaslıyken veya ikisinden biri oruçluyken veya bu gibi mânilerden
biriyle engelli iken dahî yapılan cinsel temastan ötürü mehrin tamamı kadın
için kesinlik kazanır,
2- Cinsel
temastan önce eşlerden birinin ölümü: Bu ölüm tabiî bir ölüm de olsa, hür olan
zevce kendi kendini öldürse veya kocası tarafından öldü-rülse de hüküm değişmez.
Ama kadının kendisi kocasını öldürürse, mehri düşer. Cinsel temastan önce,
câriye olan zevce intihar eder veya efendisi onu öldürürse veya kendisi ya da
efendisi kocasını öldürürse, bu durumlarda mehri düşer. Bu iki durumdan başka
hiç bir durumda mehir kesinleşmez. Meselâ dölsuyunu bir tulumba veya enjektörle
vaginaya aktarma durumunda mehir kesinleşmediği gibi, sahih halvetle mak'ad ve
vaginadan başka yere mübaşerette bulunmakla da kesinleşmez. Öyle ki bundan
sonra koca, karısını boşayacak olursa, mehrin sadece yarısını vermesi gerekir.
Hanbelîler, mehrin
dört şeyle kesinleşeceğini söylediler:
1- Hayız ve
nifas gibi durumlarda, yasak da olsa önden veya arkadan yapılan cinsel temas.
2- Halvette
bulunmak.
3- Şehvetle
dokunup ellemek, şehvetle kadının tenasül organına bakmak, başkalarının
huzurunda olsa bile öpmek.
4- Eşlerden
birinin ölmesi: Kadında nikâhı feshetmeyi gerektiren bir ayıp bulunur ve
fesihten önce eşlerden biri ölürse, kadın mehrin tamamını hak eder. Çünkü bu
mehir, ölüm nedeniyle kesinlik kazanmıştır. Koca da bu mehri geri almak için
hiç kimseye müracaat edemez. Zîra rücû sebebi, nikâhın fes-hedilmesidir ki, bu
sebep de vukûbulmamıştır. Ölümden veya cinsel temastan önce feshedilirse,
kadın mehirden yana hak sahibi olamaz. Hanbelîler, ilâve olarak şehvetle
elleyip dokunma ve başkalarının huzurunda öpmeyi de, mehri düşme ihtimali
olmayacak şekilde kesinleştiren sebeplerden saymışlardır.
(49) Hanefîler dediler
ki: Önce de anlatıldığı gibi, sahih nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel
temas dolayısıyla vâcib olan, düşme ihtimali olmayacak biçimde mehrin tümünün
(kadın lehine) kesinlik kazanmasıdır. Öyle ki kadın, irtidad etme, kocasının
başka kadından doğma oğluyla zina yapma gibi kocasından ayrılmasını gerektiren
bir eylemde bulunsa bile, mehrin tümünü hak eder. Ama kocası, kendisiyle
temasta bulunmadan veya sahih biçimde halvete girmeden onu boşarsa, mehrin
yarısı düşer; sadece diğer yarısını alma hakkına sahip olur. îrtidad etmesi,
kayınvâlidesiyle veya kendi kızıyla zina etmesi, ya da bunları şehvetle öpmesi
veya kucaklaması gibi, ayrılmayı gerektiren bir eylefn koca tarafından
gelirse, yine aynı hüküm geçerli olur. Kendi karısıyla cinsel temasta veya
halvette bulunmadan bu gibi eylemlerde bulunursa, mehrin yansı kadın için sabit
olur. Sonra kadın cinsel temasın veya halvetin vukûbulduğunu iddia eder, koca
da onun bu iddiasını yalanlarsa, kadının sözüne itibar edilir. Çünkü mehrinin
yarısının düştüğünü o inkâr etmektedir. Bu durumda söz, inkâr edenindir.
Bazıları derler ki: Söz erkeğindir. Çünkü o, yarı mehir üzerine fazlalık
gereğini inkâr etmektedir. Düşününce bu iki kavlin çeliştiğini anlayacağız.
Çünkü "söz inkâr edenindir" kuralım işletecek olursak hem kadının,
hem de erkeğin inkâr ediciler olarak kabul edilmesi uygun düşecektir. Bu
nedenle bazıları, başka yönden birinci kavli tercih etmişlerdir. O yön de
şudur: Sahih nikâh akdi, mehrin tümünü gerekli kılar. Mehrin tümünü gerektiren
sahih sebep, sahih akiddir. Mehrin yarıya indirilmesiyse, sonradan ortaya çıkan
bir sebepten ötürüdür. Bu sebep de, koca tarafından kaynaklanan bir ayrılıktır.
Bu sonradan çıkma sebep vukûbulmazsa, mesele aslı üzere kalır. Koca, bu arızî
sebebin vukûbulduğunu iddia etmekte, kadınsa bunu inkâr etmektedir. Şu halde
söz kadınındır.
Sahih akde dayanılarak
yapılan cinsel temasın hükmü, nikâh akdinde belirtilen mehrin tümünün kadın
için kesinleşmesidir. Nikâh akdinde mehir takdir edilmez veya domuz, ya da
mehir olarak şarap gibi bir şey takdir edilir, yahut da koca mehirsiz olarak
evleneceğini ifâde ederek mehri reddederse, kadın için mehr-i misil almak hak
olur. Kocaya hitaben kadın, "elli bin liralık mehir karşılığında seninle
evlendim ve seni bu paradan ibra ettim" der, koca da bunu kabul ederse;
veya koca, mehir hususunda kadının vereceği hükme uymak, ya da kendi hükmünün
geçerli olması üzerine evlenir veya diğer bir şahsın mehirle ilgili olarak
vereceği hükme uymak üzere evlenirse, veya davarlarının karnındaki yavruları
kadına vermek, kadına bir dirhem hîbe etmek veya kadının kumasını boşamak üzere
kadınla evlenirse, bütün bu durumlarda kadın için mehr-i misil hak olarak
kesinleşir.
Fâsid akde dayanılarak
yapılan cinsel temasa gelince, nikâh akdinde kadin için mehrin belirtilmiş veya
belirtilmemiş olmasına bakılır. Eğer belirtilmiş ise bu mehirle mehr-i misil
arasında bir kıyaslama yapılır. Belirtilen mehir, mehr-i misilden az ise
belirtileni, mehr-i misil, belirtilen mehirden az ise, mehr-i misli alır.
Kadın, fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla, mehr-i
misil ve mehr-i müsemmâdan hangisi daha az ise onu hak eder. Ama nikâh akdinde
kadın için mehir belirtilmemişse, miktarı ne olursa olsun mehr-i misli hak
eder. Fâsid nikâh akdinde kadın, cinsel temas olmadan hiç bir şey hak etmez.
Temastan önce kadın boşanırsa, kendisiyle halvette bulunulmuş olsa bile, hiç
bir şey hak etmez. Çünkü fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan halvet de
fâsiddir. Çünkü bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas haramdır. Bu,
kendisiyle temasta bulunulması haram olan ha-yızh kadınla halvette bulunmaya
benzer. Kendisiyle arkadan değil de önden temasta bulunulmadan kadın için mehir
sabit olmaz.
Fâsid nikâh iki kısma
ayrılır:
a- Mehri
gerektiren, ama kendisiyle nesebin sabit olmadığı ve iddetin gerekmediği nikâh:
Buna bâtıl nikâh denir. Meselâ bir kişinin kendi mahremi olan kadınlardan biri
üzerine nikâh akdetmesi gibi. Mahremler üzerine akdedilen nikâhın varlığıyla
yokluğu aynıdır. Başkasına ait olduğu bilindiği halde evli veya iddet
beklemekte olan bir kadın üzerine akdedilen nikâh da böyledir. Bu nikâh, sanki
hiç akdedilmemiş gibidir ve bâtıldır. Buna dayanılarak yapılan cinsel temas,
haddi gerektirir. Tabiî eğer temas yaparken bunun haram olduğu biliniyorsa...
Aksi takdirde şüphe nedeniyle had tatbik edilmez. Kadının, -istemediği halde-
kocayı zorlayarak kendisini ona nikâh-lattırması durumunda da mehir gerekmez.
Zorlamanın kadından gelmesi, nikâhı, mehir gerektirmeyen bâtıl nikâha benzetir.
Ama bu zoraki nikâhtan sonra cinsel temas yapılırsa, bu nedenle neseb sabit
olur ve (boşanma vukû-bulursa) iddet beklemek gerekir.
b-Mehir ve
iddeti gerektiren, kendisiyle neseb sabit olan fâsid nikâh: Bu, bizim mezhebe
göre sıhhat şartlarından birini yitiren ama diğer mezheb-lerce caiz olan
nikâhtır. Şahitsiz akdedilen nikâh gibi. Malikîler, şahitsiz olarak akdedilen
nikâhın sahih olduğu görüşündedirler. Kendisiyle zina yapılan veya şehvetle
kendisine bakılan kadının anasını nikahlamak, kişinin zina sonucu doğan kızı
nikahlaması Şafiî mezhebine göre-sahihtir. Sahih halvetten sonra boşanan
kadını, iddet beklettirmeksizin nikahlamak da Şafiî mezhebine göre sahihtir.
Zîra iddet bekleme zorunluluğu, ancak cinsel temas nedeniyle sabit olur. Hür
bir kadın üzerine kuma olarak cariyeyi nikahlamak da bize göre sahih değildir.
Ama Şâfiîler bu cariyenin evlenecek olan erkeğin mülkiyetinde olmaması halinde
nikâhının caiz olacağını söylemişlerdir. Fakat hür kadın üzerine kuma olacak
olan bu câriye, kendisiyle evlenecek erkeğin mülkiyetindeyse, Şâfiîlerce o
câriye üzerine akdedilen nikâh sahih olmaz. Çünkü mülkiyet bakımından zıtlık
vardır. Bu örneklerdeki nikâh akidleri her ne kadar bizce fâsid iseler de
başka mezheblere göre
sahihtirler. Mehir ve
iddeti gerektirirler. Neseb de bu akidlerle sabit olur. Aşağıda vereceğimiz
örneklerdeki nikâh akidlerinin fâsid olduğu hususunda bütün imamlar icmâ
etmişlerdir. Ama Hanefîler derler ki: Bu nikâhlardan birine dayanılarak
yapıları cinsel temas ile neseb sabit olduğu gibi iddet beklemek de vâcib
olur; temas yapan, had cezasına çarptırılmaz. Meselâ adamın biri iki
kızkardeşi aynı nikâh akdiyle birarada nikâhlar ve bunlarla cinsel temasta
bulunursa; veya boşadığı kadın henüz iddetini tamamlamamış iken bu kadının
kızkardeşiyle evlenirse, veya dördüncü karısını boşar da bu kadın henüz
iddette iken başka bir kadınla evlenirse veya tek nikâh akdiyle beş kadınla
evlenir ve bu kadınlarla cinsel temasta bulunursa, Hanefîlerin kuvvetli
görüşüne göre bu nikâh akidleri fasittir, bâtıl değildir. Yani bu nikâh
akidleri dolayısıyla mehir ve iddet vâcib olduğu gibi, neseb de sabit olur.
Oysa bilinen imamlardan hiç biri, bu nikâh akidlerinin caiz olduğunu
söylememiştir.
Şu da var ki, bazı
âlimler, kâfir bir erkek, müslüman bir kadınla evlenir ve bu kadın o
kocadan'çocuk doğurursa, çocuğun nesebi sabit olur demişlerdir. Cinsel
temastan sonra boşamrlarsa, kadının iddet beklemesi gerekir. Doğrus-u bu nikâh
akdi bâtıl olup hiçbir kıymet ifâde etmez. Bununla ne neseb sabit olur, ne de
iddet vâcib olur. Tıpkı birbirine eşit olarak mahrem kadınları veya başkası
tarafından boşanıp da iddet beklemekte olan kadınları nikahlamak gibi. Bu
örneklerdeki fâsid nikâh akidlerinin, diğer akidlere kıyasla helâl olma şüphesi
taşıdığından ötürü mehir, neseb ve iddetin subû-tu gibi sonuçları doğurduğu
bilinmektedir. Kardeşlik bağına riâyet edilmeseydi, erkeğin beklemesi
hususunda kızkardeşle yabancı bir kadın arasında fark olmayacaktı. Aynı şekilde
dört karısı olan bir kimsenin beşinci karıyı nikâhlamasınm yasaklığına riâyet
edilmese de, boşadığı dördüncü karısı iddet beklemekteyken kendi zimmetinde
olsa bile başka bir kadınla evlenebilmek için, boşadığı dördüncü karının
iddetini beklemesine hiçbir yönden gerek kalmayacaktı. Bu nedenledir ki üç
kadınla evli bulunan bir kimse bunlardan birini boşayacak olursa, hiç
beklemeden başka bir kadınla evlenebilir. Bu sebepten ötürü Hanefîler, bu
örneklerde sözü edilen nikâhları bâtıl değil de fâsid nikâhlardan saymışlardır.
Çünkü bunlarda, sahiplerine mazeret tanıyan bir şüphe vardır. Şunu da
belirtelim ki, fâsid nikâhın doğuracağı sonuçlar hususunda değişik nakiller
vardır. Öyle ki bazıları, anlatılan örneklerde aralarında hiç bir fark
olmaksızın fâsid nikâhla bâtıl nikâhtan ötürü neseb sabit ve iddet de vâcib
olur demişlerdir. Ama meşhur olan, bizim anlattığımız tafsilâttır. Sonra fâsid
veya bâtıl nikâhın feshedilmesi için kadı'mn kararına gerek yoktur. Aksine,
gerdeğe girilmiş olsa da olmasa da, diğeri hazır bulunmasa bile eşlerden
herhangi biri bu nikâhı feshedebilir. Tefrik vaktinden itibaren kadının iddet
beklemesi gerekir. Önce de belirtildiği gibi, bu akid dolayısıyla neseb sabit
olur. Nesebin sübût süresi -ki bu en azından altı aydır-cinsel temas vaktinden
itibaren başlar. Meselâ Ocak ayının birinde cinsel temasta bulunulur da, kadın
Haziran ayının otuzundan sonra bir çocuk doğurursa, bu çocuğun nesebi sabit olur.
Daha önce doğarsa sabit olmaz. Bunun izahı, iddet bahsinde yapılacaktır.
Şâfiîler dediler ki:
Hanefî ve Hanbelîlerin de dedikleri gibi, sahih nikâh akdine dayanılarak
yapıldıktan sonra, cinsel temas dolayısıyla meh-rin tamamı kesinleşir. Ancak
mufavvıdın nikâhı bundan müstesnadır. Mu-favvıd kadın, evlendirilmesi işini
mehirsiz olarak kendi velîsine bırakan kadındır. Sahih akde dayanılarak bu
kadınla cinsel temasta bulunulursa, kendisi için mehr-i misil kesinleşir.
Temastan önce kocası kendisini boşarsa me-hirden yana bir şey hak etmez. Ancak
ileride açıklanacak olan mut'ayı hak eder. Kendisi veya kocasının ölümü veya
kendi nzâlanyla kadın için bir me-hir takdir edilmesi veya kadı'nın hükmüyle
kadın için bir mehir takdir edilmesi durumunda da kadın için mehr-i misil
kesinleşir. Çünkü mufavvıd kadın, cinsel temastan önce kendisi için mehir
takdir edilmesini taleb etme hakkına sahiptir. Şu halde kadın için üç şeyle
mehir kesinleşir: a- Cinsel temas, b-Cinsel temastan önce olsa bile eşlerden
birinin ölümü, c- Mehir takdiri.
Sahih akde dayanılarak
yapılan cinsel temas dolayısıyla kadın için mehir kesinleştiği gibi, fâsid
akde dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla da kadın için mehr-i misil
kesinleşir. Şu nedenle ki, fâsid akde dayanılarak ve açıklaması ileride gelecek
olan şüphe sonucunda yapılan cinsel temas dolayısıyla kadına mehr-i misil
verilmesi vâcib olur.
Fâsid nikâh, önceki
bahislerde anlatılan şartlardan birini yitiren; bâtıl nikâhsa, bir rüknüne
halel gelen nikâhtır. Fâsid ile bâtıl nikâhın hükümleri çoğunlukla aynıdır.
Meselâ değiştirme nikâhı bâtıl nikâhlardandır. Bu, iki kişinin mehirsiz olarak
kızlarım karşılıklı olarak nikâhlamalandır.Açıklaması önce yapılmış olan mut'a
nikâhı da bâtıl nikâhlardandır.
Değiştirme nikâhı
bâtıldır. Çünkü nikâhın rüknüne halel gelmiştir. Bu da zevcedir. Kadının
kendisini akid konusu yapar ve ayrıca onu diğer kadın için mehir yaparsa nikâh
akdinin konusu, kadın ve mehirdir. Burada kadın hem bedel, hem de kendisi için
bedel ödenen bir şey olmuştur. (Bu sebeple akid bâtıldır.) Mut'a nikâhı da
bâtıldır. Çünkü nikâhın rükünlerinden biri olan akid sığası haleldar olmuştur.
Nikâh akdinin zamanla kayıtlanmaması şarttır. Hac veya umre ihramında bulunan
kimsenin nikâhı da bâtıldır. Bu nikâh, akid konusunun ki bu karı veya kocadır-
haleldar olması dolayısıyla bâtıldır. Kan ve koca, nikâh akdinin
rükünlerindendir. Şafiî mezhebine göre karı ve kocanın evlilik engellerinden
salim bulunmaları şarttır. Bâtıl nikâhlardan biri de velînin kendi velayeti
altındaki bir kadını iki kocaya nikahlaması ve hangi nikâh akdinin önce
yapıldığının bilinememesidir ki, bu durumda yapılan nikâh akidlerinin ikisi de
bâtıldır. Bâtıl oluş sebebi de nikâh mahallinin -ki o da kadındır- haleldar
olmasıdır. Kadın, iki erkeğe ni-kâhlanmaya mahal olamaz.
Şunu da belirtelim ki,
değiştirme nikahıyla muvakkat nikâh, hac veya
umre ihramındayken
akdedilen nikâh ve velîsi tarafından iki kocayla evlendirilen kadının nikâhına
dayanılarak yapılan cinsel temas nedeniyle had cezası uygulanmaz. Bu temas
nedeniyle iddet vâcib olur. Neseb ve mehr-i misil sabit olur.
Bâtıl nikâhlardan biri
de, başkasından boşanmış olup iddet beklemekte olan veya şüphe sonucu yapılan
cinsel temas nedeniyle de olsa istibrâ yapmakta olan bir kadının
nikâhlanmasıdır. Oysa bu durumdaki bir kadını nikahlayabilmek için bu kadının
kesin olarak iddetini veya istibrâsını tamamlamış olması gerekir. Şüpheyle de
olsa iddet veya istibrâ halindeyken böyle bir kadını nikahlayıp temasta bulunan
bir erkek had cezasına çarptırılır. Çünkü bu kadın, iddet beklemekte
olduğundan ötürü, başkasının isme-tindedir. Bu haldeyken kendisiyle temasta
bulunulması, haddi gerektiren bir zina olur. Bu temas dolayısıyla neseb sabit
olmaz, mehir ve iddet de gerekmez. Yalnız koca, bu durumdaki bir kadınla
evlenmenin haram olduğunu bilmediğini iddia ederse, had cezasına çarptırılmaz.
Kadınsa had cezasına çarptırılır. O da erkek gibi bu durumda evlenmesinin
haram olduğunu bilmediğini iddia ederse ve bilmeme nedeniyle mâruz sayılacak
kimselerden iseler, meselâ yeni müslüman olmuş, ya da dinî ilimlerin zayıf
olduğu bir yerde doğmuş iseler had cezasına çarptırılmazlar.
Bâtıl nikâhlardan biri
de iddetini tamamladığından şüphe edilen kadın üzerine akdedilen nikâhtır.
Kadın, kendinde hareket ve ağırlık gibi gebelik alâmetleri görürse, bu durumda
üzerine nikâh akdedilemez. Zîra daha önce söylediğimiz gibi, kadının kesin
olarak iddetle ilişiğinin kesilmiş olması şarttır. Bu durumda üzerine nikâh
akdi yapılacak olursa, bu akid bâtıl olarak gerçekleşir. Hatta daha sonra gebe
olmadığı anlaşılsa bile mûtemed kavle göre bu nikâh bâtıldır. Çünkü yakînen
bilmeden nikâh akdine yeltenmek sahih olmaz. Ama şu anlatacağımız durum bunun
tersinedir: Adamın biri yitik (mef-kud) statüsüne girecek şekilde uzun bir süre
karısını bırakıp kaybolur ve ölümünün veya boşamasının sübûtundan önce bu
kadın başka bir erkekle evlenir, sonra da bu erkeğin ölmüş veya karısını
boşamış olduğu anlaşılırsa, ikinci nikâh akdi sahih olarak gerçekleşmiş olur.
Çünkü ikinci nikâh akdinde realite gözönünde bulundurulmuştur. Kadın, iddet
bekleme emrine muhâtab olmamıştır ki, iddetini tamamladığını kesin olarak
bilmesi gereksin. Bu nedenle birincinin aksine bu İkincide realiteye
bakılmıştır. Bu hususta işte böyle demişlerdir. Bu gerekçenin sağlam olmadığı
da söylenebilir. Bu nedenle bazı kimseler, ikinci durumda olduğu gibi, birinci
durumda da nikâh akdinin sahih olduğunu söylemişlerdir. Ama bilindiği gibi
mûtemed olan, bu akdin bâtıl oluşudur.
Bâtıl nikâhlardan biri
de, önce verilmiş olan tafsilat çerçevesinde hiç bir kitaba inanmayan putperest
kadını nikâhlamaktır. Bunun bâtıl olacağı zahirdir. Çünkü bu durumdaki kadın,
nikâh akdine mahal olamaz. İrtidad etmiş kadını nikahlamak da,akid rüknünün
haleldar olması nedeniyle bâtıldır.
islam'la alâkası henüz
devam ettiğinden Ötürü bu kadın ne müslüman bir erkeğe, ne de başka bir erkeğe
helâl olur. Bir müslümanın nikâhında bulunan bîr kadın, kocası kendisiyle
gerdeğe girmeden irtidad ederse, nikâh bâtıl olur. Gerdekten sonra irtidad
ederse, iddet tamamlanıncaya dek bâtılhk askıya alınır. Kendisine had tatbik
edilmeksizin öylece durur ve kocası da kendisiyle cinsel temasta bulunursa,
akid şühesi henüz var olduğundan ötürü had cezasına çarptırılmaz.
Bâtıl nikâhlardan biri
de, hür erkeğin kendi mülkiyetindeki cariyeyi ni-kâhlamasıdır. Bu câriye akde
mahal olamayacağından ötürü nikâh akdi bâtıl olur. Çünkü arada hüküm ihtilâfı
vardır. Nikâh; talâk, kasm, zihar ve benzeri hükümleri gerektirir. Efendilik
(mâlikiyet) ise bu gibi hükümleri gerektirmez. Efendisi kendisiyle evlenmek
isterse, cariyeyi azad etmesi gerekir.
Şunu bilmeliyiz ki,
failine had uygulanmasını gerektirmeyen bir cinsel temas iddeti gerekli kılar
ve bu temas nedeniyle mehr-i misil ile neseb sabit olur. Aksi takdirde
kendisiyle hiç bir şey sabit olmayan ve haddi gerektiren bir zina olur.
"Failine had uygulanmasını gerektiren" kaydını koymakla bazı
durumlarda sadece kadına had uygulanmasını gerektiren haller kapsam dışına
çıkarılmış oldu. Örneğin buluğ çağına yaklaşmış olan bir erkek buluğa ermiş bir
kadınla zina ederse veya deli bir erkek, akıllı bir kadınla zina ederse; zina
eden kişi birinci durumda küçük olduğu, ikinci durumda deli olduğu için had
cezasına çarptırılmaz. Kendisiyle zina edilen kadın, birinci durumda bâliğa
olduğu için, ikinci durumda akıllı olduğu için had cezasına çarptırılır.
Bununla birlikte bu iki durumda da kadının iddet beklemesi gerekir. Çocuk
doğarsa, nesebi sabit olur. "Haddi gerektirmeyen temaslarda iddet beklemek
vâcib olur ve bu nedenle neseb sabit olur" kuralından, zorlanan erkeğin
hür iradeli kadınla temasta bulunması istisna edilir. Bu teması yapan erkek,
zorlama şüphesi nedeniyle had cezasına çarptırılmaz. Ama buna rağmen ikisi de
zina etmiştir. Dolayısıyla mehir ve iddet gerekmez. Bu temastan doğan çocuğun
nesebi sabit olmaz. Çünkü zorlanma, zina etmeyi mubah kılmaz. Hatta demişlerdir
ki; zinaya zorlanmak mümkün değildir. Çünkü temasta bulunabilmek için erkeğin
gönlünün bu temasa meyletmesi gerekir ki, penisi kalksın ve vaginaya
girdirebilsin. Zorlanan erkeğe gelince, o, etki altında bırakılmıştır. Bu
etkiyle birlikte penisinin kalkması, ve vaginaya girdirilmesi mümkün değildir.
Zorlanan kişi, yukarıdaki örneklerde anlatılan mürâhik (buluğa yaklaşmış olan)
ve deli gibi değildir.
Fâsid akdi öğrenmek
isteyen kişi, önceki sayfalarda nikâhın sarflarına karşı ileri sürülen ihtirazî
sorulara göz atmalıdır.
Mâlikîler dediler ki:
Fâsid nikâh iki türlüdür:
1- Fâsid
olduğunda imamlar arasında icmâ bulunan nikâh.
2- Fâsid
olduğunda imamlar arasında icmâ bulunmayan nikâh. Birincisi, neseb veya radâ
(süt emişme) nedeniyle mahrem olan kadınlan nikahlamak; bir arada aynı nikâh
altında bulundurulmaları helâl olmayan iki kadını aynı nikâh altında
bulundurmak; dördüncü karıyı boşayıp da, o henüz iddet beklemekteyken beşinci
bir kadınla evlenmek gibidir. Bu durumlarda akdedilen nikâh, gerdekten önce
veya sonra talâksız olarak feshedilir. Zîra kural gereği, gerdekten önce
feshedilen her akidde mehir yoktur. Bu akdin fâsidliğinde ittifak da edilse,
ihtilâf da edilse; fâsitlik akid nedeniyle de olsa, şarap ve benzeri bir şey
olduğu için mehir nedeniyle de olsa, hem akid, hem mehir nedeniyle de olsa
hüküm aynı olur. Ancak mehrin en azı olan üç dirhemden daha az bir mehirle
-meselâ iki dirhemlik bir mehirle-evlenirse, bu kadın gerdekten önce nikâhın
feshedilmesi durumunda mehrin yarısını (bir dirhemi) hak eder. Süt emişmiş veya
lianlaşmış olan çiftlerin gerdekten önce ayrılmaları durumunda da aynı hüküm
geçerli olur. Yani akidde kendileri için belirtilmiş olan mehrin yarısını hak
eder. Ama kızla halasını veya teyzesini veya bacısfnı tek, ya da iki akidle
kendi nikâhı altında birara-ya getiren erkek, bu akidlerden hangisinin daha
önce olduğunu bilmez ve bu kadınların ikisiyle cinsel temasta bulunursa,
kadınların ikisi de mehri hak eder, üç hayızla istibrâ etmeleri gerekir. Sonra
eğer bu kadınlar için helâl bir mehir belirtilmişse, kadınlar bu mehri hak
ederler. Ama mehir olarak şarap ve benzeri bir şey belirtilmişse, kadınlar
mehr-i misli hak ederler. Bu nikâhın haram olduğunu ve ikisinin akraba olduklarım
bilmedikleri takdirde had cezasına çarptırılmazlar. Ama biliyorlarsa, bu
durumda yaptıkları iş zina olduğu için, had cezasına çarptırılırlar.
Fâsidliğinde icmâ
edilen nikâhlardan biri de muvakkat nikâhtır. Önce de belirtildiği gibi, bu
nikâhtan ötürü mûtemed olan görüşe göre mehr-i mü-semmâ vardır. Bu nikâha
dayanılarak yapılan temastan ötürü had tatbik edilmez. Ancak temasta
bulunanlara te'dib ve tâzirde bulunulur. Bu akid, talâksız olarak feshedilir.
Bunlardan biri de iddette bulunduğu bilinmeden, iddette-ki bir kadını
nikâhlamaktır. Bu nikâh, cinsel temastan önce ve sonra talâksız olarak
feshedilir. Ama bu eşler, kadının iddet halinde olduğunu bilerek evlenirlerse,
zinâkâr olurlar ve kendilerine had tatbik edilmesi gerekir.
Fâsid nikâhın ikinci
nev'ine gelince; bu, fâsid oluşu hususunda icmâ bulunmayan nikâh akidleridir.
Bunlardan biri, hac veya umre ihramında bulunan bir kimsenin nikâhıdır. Bu,
Mâlikîlere göre fâsid, Hanefilere göre sahihtir. Akidde belirtilen mehir, helâl
cinstense, cinsel temastan sonra kadın bu mehri hak eder. Belirtilen mehir,
şarap ve domuz gibi haram bir şeyse, kadın mehr-i misli hak eder. Önce de
belirtildiği gibi bu nikâhv cinsel temastan önce fes-hedüirse, kadın hiç bir
şey hak etmez.
Değiştirme nikâhı da
bu nevidendir. Her ne kadar bu nikâhı akdetmeye teşebbüs etmek icmâ ile caiz
değilse de Hanefiler, vukuundan sonra bu nikâh akdinin sahih olduğunu
söylemektedirler. İleride de geleceği gibi Mâli-kîler bunun fâsid olduğunu
söylemektedirler. Bu nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla
mehr-i misil vermek gerekir. Kadının velîsiz olarak kendi evlenme İşini üstlenmesi de fâsid olan
nikâhlardandır. Bu nikâh akdi, Hanefîlere göre caizdir. Belirtilen mehir
helâlsa, kadın bunu hak eder. Bu fâsid nikâhlardan biri de açıklaması daha önce
yapılmış olan gizli nikâhtır. Bu, gerdekten sonra değil de önce feshedilir.
Fâsid mehirle akdedilen nikâh da bunlardan biridir. Akde aykırı bir şart ileri
sürerek düzenlenen nikâh da bu nevidendir. Bütün bunların açıklaması daha Önce
yapılmıştır. Özetlersek deriz ki; fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel
temas, eğer helâlsa, mehr-i müsemmânın kadına verilmesini gerektirir. Tabiî
eğer nikâhın fâsitliği, akdîn kendisinden kaynaklanıyorsa...Nikâhın şart veya
rükünlerinden birinin haleldar olması durumunda fâsitlik, akdin kendisinden
kaynaklanmış olur. Nikâhın fâsitliği mehrin fâsitliğinden de kaynaklanırsa, bu
nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas, mehr-i müsemmânın kadına verilmesini
gerektirir. Mehrin fâsitliği, üç dirhemden az olması veya kocanın mülkiyetinde
bulunmaması gibi nedenlerden ötürü olur. Fasit nikâh akdinde belirtilen mehir,
şarap veya domuz gibi haram bir mehirse, bu #kde dayanılarak yapılan cinsel
temas nedeniyle kadına mehr-i misil verilmesi vâcib olur. Açıklaması ileride
yapılacak olan değiştirme nikâhı gibi, kadın için hiç mehir belirtilmezse yine
aynı hüküm geçerli olur.
Fasit nikâhta koca,
cinsel temasta bulunmadan kadını boşarsa, hem mehr-i misil ve hem mehr-i
müsemmâ sakıt olur. Akdin fâsitliğinde icmâ edilmiş olsa da, olmasa da kadına
mehir verilmez. Eşlerden biri cinsel temastan önce ölürse ve akdin fâsitliği
mehrin fâsitliğinden dolayı olursa, mehir mutlak surette sakıt olur. Bu
durumda mehir nedeniyle akdin fâsitliğinde ittifak edilmiş olsa da -meselâ
mehir olarak domuz takdir edilmesi gibi- olmasa da -meselâ mehir olarak kaçak
köle takdir edilmesi gibi- hüküm aynı olur.
Eşlerden biri cinsel
temastan önce ölürse ve akdin fâsitliği akdin kendisinden kaynaklanırsa; akdin
fâsitliği mut'a nikâhında olduğu gibi ittifakh ise temas öncesi ölüm nedeniyle
yine mehir sakıt olur. Akdin fâsitliği ihtilaflı ise ve bu fâsitlik -hac veya
umre ihramındaki kimsenin nikâhı gibi- mehir-de bir halel meydana getirmemişse,
ölüm, mehri sakıt etmez. Aksine önce belirtilen şekilde kadın için mehr-i
müsemmâ veya mehr-i misil sabit olur. Bu fâsitlik, hullecinin nikâhında olduğu
gibi, mehirde bir halel meydana getirmişse, cinsel temas olmaksızın mehir
sabit olmaz. Çünkü bu fesatlık, mehirde halel meydana getirmiştir. Kadının
kocaya mirasçı olmaması, kocanın da kadına mirasçı olmaması şartıyla akdedilen
nikâhtaysa mehir, (eşlerden birinin) ölümüyle sakıt olur.
Hanbelîler dediler ki:
Fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas, mehr-i müsemmâyı
gerektirir. Nikâh akdi yapılırken kadın için mehir belirtilmezse, ona mehr-i
misil verilmesi vâcib olur. Fâsid nikâhta halvet de tıpkı cinsel temas gibi
mehri gerektirir. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerse bu görüşe muhaliftirler.
Hanefîler derler ki: Fâsid nikâhta halvet, mehri gerek tirmez. Şafiî ve
Mâlikîler de derler ki: Halvet ne sahih, ne de fasit akidde mehri gerektirmez.
Cinsel temasın
vaginadan yapılması şarttır. Mak'adtan yapılan temasla mehir kesinleşmez. Ama
bu durumda mehir, halvet nedeniyle kesinleşir. Zîra halvet (ıssız) olmayan bir
yerde, erkeğin kadının mak'adından cinsel temasta bulunabileceğini akıl kabul
etmez. Kişinin kendi mahremlerinden de olsa, zinaya zorlanan kadına da,
zorlanmış olduğu gerekçesiyle mehir verilmesi vâcib olur. Ama kadının rızâsı
olarak kendisiyle temasta bulunulursa, tabiî ki ona mehir vermek gerekmez.
Fâsid nikâh, gerekli
şartlarından biri haleldar olan nikâhtır. Mut'a nikâhı da bu cümledendir. Bu
kurala göre kadına mehr-i müsemmâ verilmesi mut'a nikâhında vâcib olur. Ancak
Mâlikîler demişlerdir ki: Bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas
dolayısıyla mehr-i müsemmâ değil, mehr-i misil verilmesi vâcib olur. Hullecinin
nikâhı da bu cümledendir ki, bu nikâhla ilgili açıklama daha önce yapılmıştır.
Bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temasla neseb sabit olur. Kadın, evlenmiş,
muhsan bir kadın sayılmaz. Kendisini boşamış olan ilk kocasına da helâl olmaz.
Bu temas dolayısıyla mehr-i müsemmâyı hak eder. İleride açıklanacak olan
değiştirme nikâhı da; bu cümledendir. Cinsel temas yapmasının kendisine helâl
olmaması şartıyla bir kadınla evlenmesi gibi, nikâha aykırı bir şart koşarak
akdedilen nikâh da bu cümledendir. Şart ve rükünler bahsinde anlatılan diğer
fasit nikâhlar da bu cümledendir.Fâsid ile bâtıl nikâhlara ilişkin genel
hükümler,bu verilen bilgiler sayesinde öğrenilmiş oldu.
Şüpheyle yapılan
cinsel temasın vâcib kıldığı mehir ve benzeri şeyler hakkında mezheblerin geniş
açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(50) Şâfiîler dediler
ki: Şüpheyle yapılan cinsel temasta kadına mehr-i misil verilmesi vâcib olur.
Uyumakta olan bir kadına, kendi karısı zannıyla cinsel temasta bulunan bir
erkeğin -kadın eğer bu teması hissetmezse- mehr-i misil vermesi gerekir. Kadın
bu teması bilip hissederse zina etmiş olur ki, kendisine had tatbik edilmesi
gerekir. Şâfüler, haddi ortadan kaldıran ve kendisiyle mehr-i mislin sabit
olduğu şüpheyi dört kısma ayırmışlardır:
1- Failin
şüphesi: Bir kişinin kendi karısı veya zevcesi sanarak bir kadınla temasta
bulunması, sonra da temas ettiği bu kadının kendi karısı veya cariyesi
olmadığının anlaşılması. Yapılan bu işe ne helâl, ne de haram denir. Bu işi
yapan erkek mükellef değildir. Zîra bu işi yaparken dalgınlık içerisinde
bulunmaktadır. Mükelleflik vasfı bulunmadığına göre, yaptığı işe de helâl veya
haram denemez.
2- Mülk
şüphesi: Bu, bir kimsenin kendisiyle başkasının ortaklaşa malı
olan bir câriye ile, ya da mükâtebliğe
ayrılmış olan kendi câriyesiyle cinsel temasta bulunmasıdır. Bu cariyelerle
temasta bulunması caiz değildir. Ama bu haramlığı bilmeksizin cinsel temasta
bulunursa, mülk şüphesi nedeniyle had tatbik edilmez. Fakat bu yaptığına haram
denir. Câriye üzerindeki mülkiyetinin müstakil olmadığım bildiğine göre, bu
fiilin haramlığını bilmiyorsa, araştırması gerekir.
3- Yol
şüphesi: Bu, taklid edilmesi sahih olan bir âlimin kavline dayanarak, helâllik
şüphesiyle işlenen fiildir. Örneğin adamın biri velîsiz ve şahitsiz olarak bir
kadınla evlenirse ve böyle bir nikâhın sahih olduğu görüşünü savunan Dâvud-u
Zâhirî'yi taklid ederek bu kadınla cinsel temasta bulunursa, buna ne helâl ne
de haram denir. Ama Dâvud-u Zâhirî'yi taklid etmemişse, bu yaptığı haram olur.
4- Mahal
şüphesi: Bu, kişinin cinsel temasta bulunduğu kadının, kendisine helâl olduğu
hususunda şüphe etmesidir. Örneğin bir kimsenin kendi babasının câriyesiyle
veya babanın, kendi oğlunun câriyesiyle cinsel temasta bulunması gibi. Bu temas
haramdır. Zîra mülkiyet şüphesiyle birlikte bu temasa teşebbüs etmek sahih
olmaz.
Her halükârda,
şüpheyle yapılan cinsel temasın üç türünde had yoktur. Bu temaslarda bakire
kadının mehr-i misli vâcib olur. Mûtemed görüşe göre bekâret ersi ödenmez.
Kendisiyle temasta bulunulan kadın dulsa, ona dulun mehr-i misli ödenir.
Bazıları şüpheyi üç
kısma ayırmışlardır. Bunlar mülk şüphesiyle mahal şüphesini birleştirmişlerdir.
Sonra şahsın birkaç şüphesi birleşirse, sadece bir mehir vermesi gerekir.
Adamın biri kendi karısı olduğu şüphesi ile bir kadınla cinsel temasta
bulunur, sonra da aynı şüpheyle bir kaç gün sonra bu kadınla yine temasta
bulunursa ve kadına henüz mehir vermemişse, sadece tek mehir vermesi gerekir.
Ama bugün mülkiyet şüphesiyle bir kadınla cinsel temasta bulunur, birkaç gün
sonra başka bir şüpheyle bu kadınla yine temasta bulunursa, tek mehir değil iki
mehir vermesi gerekir. Kadının birinci temas vaktindeki durumu esas alınır.
îlk temas vaktinde kadın fazla mehir hak eden güzel bir kadınsa, bu
güzelliğinin bir kısmını yitirecek bir arızaya mâruz kaldıktan sonra ilk
şüphenin aynısı ile o erkek bu kadına ikinci kez temasta bulunursa, kadının
güzelliği zamanındaki mehrini vermek gerekir.
Hanefîler dediler ki:
Şüpheyle yapılan cinsel temasta mehr-i misil vâcib olur. Hanefîlere göre bu
meselede kural şudur: Dâr-i İslâmda mülk-ü yemin (cariyelik bağı) olmaksızın
yapılan cinsel temas ya mehri, ya da haddi gerektirir. Ancak sekiz mesele
bundan istisna edilmiştir:
1- Çocuk
izinsiz olarak bir kadını nikâhlar, kadın da onun bu isteğine uyarsa, bu
çocuğun mehir vermesi gerekmez. Cinsel temasta bulunmasından dolayı da had
cezasına çarptırılmaz.
2- Adamın
biri bir cariyeye mâlik olur ve bu cariyeyi sahih bir bey' ile
satar, ama henüz müşteriye teslim etmeden
bununla cinsel temasta bulunursa, ne mehir vermesi gerekir, ne de had cezasına
çarptırılır. Fakat müşteri, bu câriye eğer bâkireyse, bakireliğini yitirmesi
nedeniyle eksilen değeri oranında fiyatından indirim yapabilir. Ama bu câriye
bakire değilse, bu cinsel temas nedeniyle fiyatından indirim yapamaz.
3- Zımmî bir
kadın mehirsiz olarak zımmî bir erkekle evlenir, sonra ikisi de müslüman
olurlarsa, kadın mehir talebinde bulunma hakkına sahip olamaz. Tabiî eğer
müslüman olmazdan önceki dinlerinin şeriatinde mehir yoksa bu talepte bulunma
hakkına sahip olmaz.
4- Efendi,
cariyesini kölesiyle evlendirirse esah olan kavle göre bu câriye mehir hakkına
sahip olmaz.
5- Köle
şüpheyle hanımına cinsel temasta bulunursa, hanımı mehir alma hakkına sahip
olm|z. Köleye de had tatbik edilmez.
6- Harbî bir
kadınla cinsel temasta bulunan kişi de mehir vermekle yükümlü olmaz ve had
cezasına çarptırılmaz.
7- Adamın
biri kendisine vakfedilmiş bir cariyeyle cinsel temasta bulunursa, mehir
vermekle yükümlü olmaz ve had cezasına da çarptırılmaz.
8- Bir kimse
kendisine rehin bırakılan bir cariyeyle, rehin bırakmış olanın iznini aldıktan
sonra cinsel temasta bulunursa ve bu temasın helâl olduğunu zannederse, mehir
vermekle yükümlü olmadığı gibi had cezasına da çarptırılmaz.
Şunu da belirtelim ki,
Hanefîlere göre şüpheyle yapılan cinsel temastaki mehr-i misilden kasıt, akr
diye adlandırdıkları şeydir. Bazıları akr'ı, şayet caiz olsaydı zina için
kiralanması durumunda kadına ücret olarak takdir edilecek olan meblağ şeklinde
açıklamışlardır. Ama doğru olan, akr'ın, sadece güzelliğe nisbetle verilen
mehr-i misil olduğudur. Malı ve soyu nazar-ı itibara alınmaksızın mehr-i misil
verilmelidir. Haddi ortadan kaldıran şüphe, re-el olarak sabit olmamakla
birlikte, sabit olana benzer olandır ve üç kısma ayrılır:
1- Mahal
şüphesi: Bu, mahalde helâlliği gerektiren bir delilden doğan, ama helâlliği
engelleyen bir arızanın başgöstermesi nedeniyle meydana gelen şüphedir. Delilin
varlığı, mahallin (kendisiyle temasta bulunulan kadının) helâlliği şüphesini
meydana getirmiştir. Bu teması yapan erkek, mahallin helâlliğim engelleyen
mâninin meydana gelmiş olduğunu bilse dahi hüküm değişmez. Örneğin adamın biri:
"Sen ve malın,
babana aitsiniz.[19]
hadîs-i şerifine dayanarak oğlunun
câriyesiyle cinsel temasta bulunur veya
oğlunun her ne kadar aşağıya doğru inilse de torununun câriyesiyle cinsel
temasta bulunursa, mahal şüphesiyle cinsel temasta bulunmuş olur. Yukarıdaki
hadîs-i şerifte geçen, "Li ebîke" kelimesinin başındaki
"li" harfinin zahiren mülkiyet ifâde ettiği anlaşılmaktadır. Ama
icmâ, bu hadîsle çelişmektedir. Şu da var ki, hadîs-i şerifteki "li"
harfi mülkiyet değil, mensubiyet anlamını ifâde etmektedir. Buna göre hadîsin
anlamı; "sen ve malın babana mensupsunuz. Senin varlık sebebin odur. Bu
malı sen kazandın. Şu halde bu hususta ona darlık gösterme" şeklinde
olacaktır. Ama bununla birlikte "li ebîke" kelimesinin başındaki
"li" harfiyle amel ederek helâllik şüphesi hâla varlığını devam
ettirmektedir. Buna mahal şüphesi dendiği gibi, mülk şüphesi de denir. Aynı
zamanda buna hükmî şüphe de denir. Yani mahallin helâl olduğu hususunda şer'î
hüküm şüphesinin sabit olduğu şeydir. Bu cümleden olarak adamın biri karısını
kinaye grubundan bir lâfızla boşarsa, meselâ ona "sen bâinsin" veya
"sen bettesin" veyahut "sen hâlisesin" derse -ki bu
cümleler, sen benden ayrılmışsın, aramızdaki ilişki kesilmiştir, sen artık
kendi basmasın gibi anlamlara gelmektedir- ve karısı da kendisinden ay-nhr,
sonra da kadın iddetteyken onunla cinsel temasta bulunursa, bu teması nedeniyle
kendisine had tatbik edilmez. Mehir vermesi gerekir. Bu da delil şüphesinden
ötürüdür. Çünkü Hz. Ömer buyurmuştur ki: "Kinayelerle boşanan kadınlar,
ric'î talâkla boşanmış sayılırlar." Bu, bazı İmamların görüşüdür. Ama
Hanefî mezhebine göre kinaye lâfızlarıyla boşanan kadınlar, bâin talâkla
boşanmış sayılırlar. Bu hususta delil vardır. Kinaye lafzıyla boşanmış olan
kadın iddet beklemekteyken, yeni bir nikâh akdi yapmaksızın eski kocası
kendisiyle cinsel temasta bulunursa, haram fiil işlemiş olur. Ama kendisine
-haramlığı bilse bile- had tatbik edilmez. Hanefîler bu görüştedirler. Zîra
mahalde (kadında) delilin meydana getirmiş olduğu bir şüphe vardır. Yine bunun
gibi, adamın biri kendi cariyesini sahih bir bey' ile satar ve müşteriye
teslim etmeden bu cariyeyle cinsel temasta bulunursa, önce de belirtildiği
gibi bu şüphe, haddi ortadan kaldırır. Bu câriye ile müşterinin teslim
almasından sonra cinsel temasta bulunursa, kendisine had tatbik edilir. Cariyesini
fâsid bir bey' akdiyle satar ve müşteriye teslim etmeden onunla cinsel temasta
bulunursa, bu konumuz dışında kalan bir mesele olur. Çünkü câriye, fâsid bey*
nedeniyle efendisinin mülkiyetinden çıkmış olmaz. Müşterinin teslim almasından
sonra câriye ile cinsel temasta bulunursa, onun için mülk şüphesi vardır. Zîra
o, satışı feshetme hakkına sahiptir. Fesih dolayısıyla da câriye, tekrar ilk
efendisinin mülkiyetine döner. Şu da var ki, müşterinin teslim almasından
sonra efendisinin kendisiyle cinsel temas yapması nedeniyle efendinin cariyeye
mehr-i misil vermesi gerekir. Fâsid bey' ile satılan şey, müşterinin teslim
almasıyla onun mülkiyetine geçer. Bu cümleden olarak adamın biri, hanımının
irfidad etmesinden sonra onunla cinsel temasta bulunursa, aynı hüküm sözkonusu
olur. Bazı Hanefî âlimleri kadının irti-dad etmesi dolayısıyla kocasından
ayrılmış olmayacağı yolunda fetva vermişlerdir, îrtidad
olayı kadın tarafından
meydana getirilirse, nikâh feshedilmez.
Bu durumda kocasının onunla cinsel temasta bulunması haram değildir. Aynı
şekilde kadın, kendini kocasının başka kadından doğma oğluna verir, oğlan da
kendisiyle zina ederse, Hanefi mezhebine göre bu kadın, oğlanın babasına haram
olur. Ama buna rağmen baba, bu kadınla bilâhare cinsel temasta bulunursa, mahal
şüphesi mevcut olduğu için had tatbik edilmez. Çünkü Şafiî bu hususta şöyle
der: Zina, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Bu tür şüpheye Şafiîler, yol
şüphesi, yani delilin mahalde (kadında) meydana getirmiş olduğu şüphe
demektedirler. Kişinin kendi ka-yınvâlidesiyle cinsel temasta bulunması da bu
cümleden olup, kıyınvâlide-siyle temasta bulunan kimseye artık karısı haram
olur. Ama bundan sonra kendi karısıyla cinsel temasta bulunursa, kendisine had
tatbik edilmez. Zîra İmam Şafiî, kendisiyle zina yapılan kadının kızının, o
kadınla zina yapmış, olan erkeğe haram olmayacağını söylemiştir.
2- Fiil
şüphesi. Buna iştibah şüphesi de denir. Şu anlamda ki; bu, yaptığı fiilin
helâl olduğunu sanarak kendisinde şüphe meydana gelen kişinin şüp-hesidir.
Örneğin bir kimse, caiz olduğunu sanarak babasının veya anasının câriyesiyle
cinsel temasta bulunursa, ya da üç talâkla boşamış olduğu karısı iddet
beklemekteyken caiz olduğunu sanarak onunla cinsel temasta bulunursa, had
tatbik edilmez. Temasta bulunan kadınla erkeğin, bu temaslarının caiz olduğunu
sandıklarım iddia etmeleri yeterlidir. Ama bu temasın haram olduğunu ikrar
etmeleri durumunda kendilerine had tatbik edilir. Bir kimse kinaye lafzıyla
karısını boşar ve bununla da karısını üç talâkla boşamaya niyet ederse, sonra
da iddet halindeyken kadınla cinsel temasta bulunursa, bu temasın haramhğım
bildiği saptansa bile kendisine had tatbik edilmez. Bâin talâk da üç talâk
gibidir. Meselâ belli bir mal karşılığında huP ile karısını boşadıktan sonra
bir koca iddet beklemekteyken bu karısıyla cinsel temasta bulunursa; bu
temasın haramhğım biliyorsa kendisine had tatbik edilir. Aksi takdirde tatbik
edilmez. Çünkü birincide, fiilin helâlliği konusunda kendisinde iştibah
şüphesi meydana gelmiştir.
3- Akid
şüphesi: Bir kimse, haram olduğunu bilmeksizin mahremi olan bir kadın üzerine
nikâh akcfi yapar ve bu akde dayanarak onunla cinsel temasta bulunursa,
kendisine had tatbik edilmez. Çünkü akid, onda bir helâllik şüphesi meydana
getirmiştir ki, bu ittifakla sabittir. Ama bu temasın haramhğım biliyorsa, Ebû
Hanîfe'ye göre değil de İmameyn'e göre hadde çarptırılır. Bununla birlikte bu
akidle neseb sabit olur. Nikahlanan kadının neseb, hısımlık veya radâ (süt
emişme) yoluyla mahrem oluşu arasında bir fark yoktur. Helâldir zannıyla süt
kızkardeşini nikahlayıp cinsel temasta bulunan bir kimseye had tatbik edilmez.
Bu temastan doğan çocuğun nesebi de sabit olur. Önce de belirtildiği gibi bu
kadına mehr-i misil ve mehri mü-semmâdan hangisi daha az ise o verilir. Ama
başka bir nedenle kendisine haram kılınmış olan bir kadını nikahlayıp cinsel
temasta bulunursa; meselâ başka bir erkekten boşanıp henüz iddet beklemekte
olan bir kadını veya üç talâkla
boşamış olduğu karısını, araya hulleci koymaksızın nikahlayıp cinsel temasta
bulunması, beş kadını tek nikâh akdiyle nikahlayıp besiyle de cinsel temasta
bulunması, iki bacıyı bir tek akidle nikahlayıp ikisiyle de cinsel temasta
bulunması veya iki bacıyı peşpeşe iki ayrı akidle nikahlayıp akdinin bâtıl
olduğu saptanan sonuncuyla cinsel temasta bulunması gibi durumlarda bu
temasların haramhğını bilse bile, bütün bunlardan ötürü kendisine had tatbik
edilmez. Ama şiddetli bir tâzirle cezalandırılır.
Mahremleri nikahlayıp
onlarla cinsel temasta bulunma hususunda Ebû Hanîfe'yle İmameyn arasında görüş
ayrılığı vardır. îmameyn der ki: Bunu yapan kişi, haram olduğunu biliyorsa
kendisine had tatbik edilir. Bilmiyorsa tatbik edilmez. Ebû Hanîfe ise bu
kimseye mutlak surette had tatbik edilmeyeceği görüşündedir. Burada mahrem
olanlarla olmayanlar arasında bir fark yoktur. İhtilâfın esası, mahrem
kadınların nikahlanıp nikâhlanamaya-cakları hususudur. Ebû Hanîfe der ki: Asıl itibariyle
kadın, üzerine akid yapılması amacına elverişli olduğu sürece nikâhlanabilir.
Nikâhın amacıysa neslin çoğalması ve eşlerin birbirlerine mirasçı olmalarıdır.
Özel olarak herhangi bir şahsın bir akdi yapıp yapamayacağı hususu nazar-ı
itibara alınmaz. Mahremin nikâhlanmasının yasaklanışı, başka bir arızî
sebepten ötürüdür ki, bu da mahremi nikahlamanın câizliği hususunda bir şüphe
meydana getirmiştir.
İmameyne gelince,
bunlar derler ki: Mahrem kadın, özellikle bu âkidin (nikâh akdini yapanın) akdine
mahal olamaz. Yabancı bir kadını kendisinin yatağında uyur halde bulup onu
kendi karısı sanarak cinsel temasta bulunan bir kişiye mutlaka had tatbik
edilir. Çünkü bu erkeğin gözleri ya görmektedir, yahut da kördür; vakit ise ya
gündüzdür, ya da karanlık gece... Adam gözleri gören biriyse ve vakit de
gündüzse bu kadınla kendi karısını karıştırması anlamsız olur. Bu durumda kendi
karısıyla başka kadınları mutlak surette birbirinden ayırdetmesi gerekir. Eğer
yatağında uyumakta olan kadınla cinsel temasta bulunursa, zina etmiş olur ve
kendisine had tatbik edilir. Çünkü yatağında yatmakta olan bu kadını görmekte
ve kesin olarak da karısı olmadığım bilmektedir. Söz gelimi, bu yabancı kadın
kendisiyle temas yapılıp penisin kendi vaginasına girdirildiğini hissetmezse,
kadına had tatbik edilmez ve mehr-i misil almayı hak eder. Kadınla temasta
bulunan erkek kör ve vakit de gece ise, bu durumda erkeğin, temasa davet
ettikten sonra bu kadınla cinsel temasta bulunacağını farz etmek gerekir.
Çünkü erkeğin şehevî yararlanmada ve sevişmede kendisine ortak olacak olan
karısına his-settirmeksizin cinsel temasta bulunmaya teşebbüs etmesi yakışık
almaz. Yalnız bu kör erkek .yatağında uyumakta olan bu kadına (cinsel temasta
bulunmak için) çağrıda bulunur ve o da kendi karısı olduğu yolunda cevap
verirse, bu durumda erkek değil de kadın had cezasına çarptırılır. Bazıları,
temasta bulunan erkeğin kör olması veya görüp de geceleyin zifirî bir
karanlıkta bulunulması durumunda haddin tatbik edilmeyeceğini söylemişlerdir.
Çünkü koca, temasta bulunabilmek için karısını uyarmakla yükümlü değildir.
Böyle bir durumun vukûbulduğunu farzedersek, had tatbik edilmez. Ama bu iş
gün-düzleyin yapılır ve erkek de gören birisi ise veya geceleyin yapılır da
karanlık şiddetli olmazsa, yani gözler eşyayı seçebiliyorsa had sakıt olmaz.
Bu hükümde ihtilâf yoktur.
Mâlîkîler dediler ki:
Şüpheyle yapılan cinsel temas, mehr-i misli vâcib kılar, haddi ortadan
kaldırır. Mâlikîler, kasıt olmayan durumlarda şüpheyi nazar-ı itibara alırlar.
Öir kimse kasıtlı olmadıkça, meselâ unutarak cinsel temasta bulunur, ya da bâin
talâkla boşadığı kadınla, boşamış olduğunu unu tarak cinsel temasta bulunursa
veya kendi karısıyla cinsel temas yapmayı kas-dederek yanlışlıkla başka bir
kadınla cinsel temasta bulunursa, bu konudaki hükmü bilmediği, meselâ yeni
müslüman olduğu için zinanın haram olduğunu bilemediği, aynı şekilde mülkiyet
şüphesi olduğu, meselâ bir cariyeyi Mâlikîlerce sahih olmayan ama diğer
mezheblerce sahih olan bir akidle mülk edindiği ve cinsel temasta bulunduğu
için had tatbik edilmez. Kişinin kendi karısı ile ters (mak'adtan) cinsel
temasta bulunması da aynı hükme tâbidir. Bazıları, kocanın kendi karısının
mak'adına tasullutta bulunma hakkına sahip olduğunu söylemişlerdir. Ama bu,
kural dışı ve zayıf bir kavildir. Mâli-kîlerin mûtemed görüşüne göre bu, her ne
kadar bundan Ötürü had yoksa da te'dibi gerektiren haram bir fiildir. Başka bir
erkeğin boşaması nedeniyle iddet beklemekte olan kadın da (bu işi yaparsa)
kuvvetli görüşe göre hadde çarptırılır. Dört karısı olup da beşinci bir kadınla
cinsel temasta bulunan, kesin olarak boşadığı karısıyla kasden ve hükmünü
bilerek cinsel temasta bulunan bir kimse ve zina haddi bölümünde açıklanan
diğer şekillerden biriyle cinsel temasta bulunan bir kimseye had tatbik edilir.
Hanbelîler dediler ki:
Şüpheyle yapılan cinsel temas, mehr-i misli vâcib kılar, haddi kaldırır. Mülkte
şüphe şöyle olur: Bir kimse radâ (süt emiş-me) nedeniyle kendisine haram olan
cariyesinin kendi mülkiyetinde oluşu dolayısıyla kendisine helâl olduğuna
inanarak cinsel temasta bulunursa veya gözlerini birbirine benzeterek bir
kadını kendi karısı sanarak cinsel temasta bulunur, sonra da bunun karısı
olmadığı anlaşılırsa veya bâin talâkla boşadığı ve henüz iddet beklemekte olan
karısıyla cinsel temasta bulunursa, veya yine mülk şüphesi nedeniyle temasta
bulunursa, meselâ başkasıyla kendisinin müşterek malı olan bir cariyeyle
cinsel temasta bulunursa, veya Hanbe-lîlere göre fâsid ama diğer mezheplere
göre sahih olan bir nikâhla evlendiği kadına cinsel temasta bulunursa, bütün bu
durumlarda had tatbik edilmez.
(iki kadından her
birini diğerine mehir yapmak)
Şiğar asıl olarak
lügatte, köpeğin işerken ayağını kaldırması elemektir. Sonra bu kelime, cinsel
temasta bulunurken kadının ayağını kaldırması anlamında kullanılmıştır. Daha
sonra fıkıhçılar, bu kelimeyi başka anlama aktararak nikâh akdinde mehrin
(ortadan) kaldırılması anlamında kullanmışlardır. Fıkıhçılara göre şiğar, kadınlardan
her biri diğerinin mehri olmak üzere, iki kişinin iki kadınla evlenmesi
demektir. Bunun sahih olup olmadığı hususunda mezheblerin muhtelif görüşleri
aşağıya alınmıştır.
(51) Malıkıler dediler
ki: Şiğar nikâhı üç kısma ayrılır:
1- Sarih
şiğar: Bu, bir erkeğin diğerine iki kadının hiç birine mehir vermeksizin,
hatta birinin tenasül organını diğerininkine bedel kılarak, "kız-kardeşimi
seninle evlendirmem üzerine kızkardeşini benimle evlendir" demesidir.
2- Vech-i
şiğar: Bu, adamın birinin diğerine; "yüzbin lira mehirle kız-kardeşimi
seninle evlendirmem üzerine, yüz bin lira mehirle kızkardeşini benimle
evlendir" demesidir.
Birincisi sarih
sigardır. Çünkü mehir, direkt olarak nikâh akdinden kaldırılmıştır.
Kadınlardan hiçbiri için mehir takdir edilmemiştir. İkincisine vech-i şiğar
(bir bakıma şiğar) denir. Çünkü bunda her ne kadar kadınların ikisine mehir
takdir edilmişse de, birinin evlendirilmesi diğerinin evlendirilmesi karşılığında
şart koşulmuştur. Bu nikâh akdinde her ne kadar mehir takdir edilmişse de,
aslında takdir edilmemiş gibidir.
3- Bu ikisinin
bileşimi olan şiğar nikâhı: Örneğin adamın birinin, bir diğerine:
"Kızkardeşimi veya cariyemi mehirsiz olarak seninle evlendirmem üzerine,
ellibin liralık mehir karşılığında kızkardeşini benimle evlendir" demesi
gibi. Bu durumdaki nikâh, kendisine Tnehir takdir edilmeyen kadına nisbetle
sarih şiğar, kendisine mehir takdir edilen kadına nisbetle de vech-i sigardır.
Sarih sigarın hükmü
bâtühktır. Bu nikâh, gerdekten önce ve sonra feshedilir. Akid, gerdekten önce
fesedilirse, kadınların ikisi de bir şey alma hakkına sahip olmazlar.
Gerdekten sonra feshedilirse, cinsel temas dolayısıyla kadınların ikisine de
mehr-i misil verilir.
Vech-i sigarın hükmü
bâtıllıktır. Ancak bu nikâh, gerdekten sonra değil de gerdekten önce talâkla
feshedilir. Gerdekten sonra ise akid, mehr-i mü-semmâ ve mehr-i misilden daha
çok olamyla sabit olur. Yani bu iki mehirden hangisi daha çok ise, kadın onu
alır. Kadın için ellibin lira mehir takdir edilmiş, ama mehr-i misli yüzbin
lira ise, kadın yüzbin lirayı alır. Şart koşul-maksızın vech-i şiğar nikâhı
kendiliğinden vukûbulursa sahih olur. Bir kimse kızkardeşini yüzbin lira mehir
karşılığında adamın birine nikâhlar; diğeri de onu mükâfatlandırmak için kendi
kızkardeşini yüzbin lira mehirle ona nikahlarsa, bu sahih olur.
Sarih şiğar ile vech-i
şiğarm bileşimi olan sigarın hükmüne gelince, kendisi için mehir takdir edilmiş
olan kadının nikâhı gerdekten Önce feshedilir. Gerdekten sonraysa mehr-i misil
ve mehr-i müsemmâdan daha çok olamyla sabit olur. Kendisi için mehir takdir edilmemiş
olan kadının nikâhı gerdekten önce ve sonra feshedilir. Gerdekten sonra
feshedilirse, kadına mehr-i misil verilir.
Şâfiîler dediler ki:
Şiğar, bir kimsenin diğerine: "Her birinin tenasül organı diğerinin mehri
olması şeklinde kızını benimle evlendirmen üzerine kızımı seninle
evlendirdim" demesi, diğerinin de "kabul ettim" cevabını
vermesidir. Aynı şekilde: "Her birinin tenasül organıyla birlikte yüzbin
lira, diğerinin mehri olması şeklinde, kızım benimle evlendirmen üzerine kızımı
seninle evlendirdim" demek de sigardır. Burada paranın söylenmesi, tenasül
organını mehir olmaktan çıkarmaz. Şiğar nikâhının haram oluşunun illetine
gelince: Kadınlardan .her biri iki kişinin müşterek malı olmaktadır. Zîra
kadınlardan her biri, koca-mn ve kızının ortaklaşa bir istihkakıdırlar. Yani
kocanın zevcesi ve hem de kocanın kızının mehridir. Tenasül organı sanki iki
kişinin ortaklaşa malıdır ve güya iki kişinin zevcesi gibi olmaktadır. Tenasül
organından söz edilmeden, meselâ "kızını yüzbin lira mehir karşılığında
benimle evlendirmen üzerine kızımı yüzbin lira mehir karşılığında seninle
evlendirdim" derse akid sahih olur. Ama takdir edilen mehir bâtıl olur.
Çünkü ikinci akidde tesmiye edilen, kızın evlendirilmesi ile yüzbin liradır.
İkinci kızın evlendirilmesiyse, malum değildir. İkinci akidde takdir edilen
mehrin tümü bâtıl olmuştur. Bu nedenle birinci akidde de bâtıl olur. Bu mehir,
fâsid olan (ikinci) akde dayandırılmıştır. Çünkü bu akid, onunla şart
kılınmıştır. Faside dayandırılan da fasittir.
Şunu da belirtelim ki,
şiğar nikâhına dayanılarak cinsel temasta bulunulursa, önce de belirtildiği
gibi kadın, mehr-i misli hak eder. Şâfiîler, fâsid nikâhın mehr-i misli
gerektirdiği görüşündedirler. Kırsal kesimlerde görüldüğü gibi bir adamın iki
oğlunun, bir başkasının iki kızıyla mehir belirterek evlenmeleri hususunda
anlaşmaları ve akidde buna dokunmaksızın nikâh akdini yapmaları, şiğar
nikâhından sayılmaz.
Hanefîler dediler ki:
Şiğar nikâhı, meselâ adamın birinin kendi oğluna, onun kızını alması
karşılığında kendi kızını başka bir adamın oğluyla evlendirmesi ve Şâfiîlerİn
de yorumladıkları gibi bu kızlardan her birinin tenasül organının diğer kızın
mehri sayılmasıdır. Bir kimse "kızkardeşini benimle evlendirmen üzerine
ben de kizkardeşimi seninle evlendirdim" der ve bu kadınlardan her birinin
tenasül organının diğeri için mehir olacağını söylemez veya söyler de diğeri
bunu kabul etmezse, bu şiğar nikâhı olmaz. Bu nikâh akdi sahihtir. Kadınlardan
her biri için mehr-i misil vâcib olur. Hane-filere itiraz edilerek şiğar
nikâhının Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen sahih hadisle
yasaklandığını; yasaklığmsa, yasaklanan akdin fâsidliğini gerekli kıldığını
söylemişlerdir. Hanefiler buna iki yönden cevap vermişlerdir:
a-
Yasaklanan, gerçekten şiğar akdinin meydana gelmesidir. Biz deriz ki,
yasaklanan bu gerçek bizim yanımızda geçerli değildir. Bizim helâl ve geçerli
olduğunu söylediğimiz akid, mehr-i misil ile olan akiddir. Kadının tenasül
organının, mehir kılınması bâtıldır. Özet olarak deriz ki: Yasaklık, kadının
tenasül organının mehir kılınması hakkındadır. Bu organın mehir kılınması sahih
olmaz. Nitekim şarap ve domuzun da mehir kılınması sahih olmaz. Bu durumda
takdir edilen mehir bâtıl olur. Nikâh akdi, mehr-i misil ile sabit olur.
b- Yasakhk
akdin fâsitüği hakkında değil mekruhluğu hakkındadır. Çünkü şeriat koyucu,
takdir edilen mehrin fâsitliği, şiğar dışı nikâhlarda kerahetle birlikte
mehr-i misli gerekli kılar, demiştir. Diğerlerine kıyasla buradaki yasaklık,
mekruhluğa hamledilmektedir.
Hanbelîler dediler ki:
Şiğar, mehirden söz etmeksizin veya "mehirsizdir" diyerek bir kişinin
kendi kızını veya velayeti altındaki herhangi bir kadını, kızıyla veya velayeti
altındaki herhangi bir kadınla kendisini evlendirmesi şartıyla başkasına
nikâhlamasıdır. Bu iki erkeğin, "kadınlardan her birinin tenasül organı
diğeri için mehirdir" demeleri şart değildir. Aynı şekilde bir kimsenin
bir başkasına hitaben: "Her birinin tenasül organı ve yüzbin lira,
diğerinin mehri olması üzerine kızkardeşini benimle evlendirmen koşuluyla
kızkardeşimi seninle evlendirdim*' demesi de sigardır ve bu nikâh fasittir.
Hanbelîler bu hükmü verirken delil olarak Ahmed bin Hanbel'in Ömer ve Zeyd bin
Sâbit'ten yapmış olduğu rivayete dayanmışlardır. Ömer'le Zeyd bin Sabit, bu
şekilde evlenmiş olanları birbirlerinden ayırmışlardır.
İbn Ömer'in rivayetine
göre Rasûlullah(s.a.s) şiğar nikâhını yasaklamıştır. Şiğar, aralarında
üzerinde anlaşmış oldukları bir mehir olmaksızın iki kişiden birinin, diğerinin
kızını kendisiyle evlendirmesi karşılığında kızını onunla evlendirmesidir. Ebû
Hureyre de bunun gibi bir rivayette bulunmuştur.
Hanefîlerin bu itiraz
karşısındaki cevapları öğrenilmiş oldu. Hanefîler şiğar yasağının, kadının
tenasül organını diğer kadın için mehir olarak takdir etmeye dâir olduğunu
söylemişlerdir. Ama Hanbelîler derler ki: Bu yasaklık sigarın, fâsid bir şarta
muvâfakatından ötürüdür. Ama ben bunun ne bakımdan fasit olduğunu ve
yasaklandığını bilmiyorum. Çünkü yasakhk, ak-djn fasit bir şarta muvafakat
etmesinden ötürü olabileceği gibi, fâsid bir şeyi mehîr olarak takdir edip
bunu şart koşmaktan ötürü de olabilir ki, bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur.
Şu da var ki, Hanbelîler şöyle derler: Adam mehir takdir eder ve: "Her
birinin mehri yüzbin lira olmak üzere kızını benimle evlendirmen koşuluyla
kızımı seninle evlendirdim" der ve mehir olarak kadının tenasül
organından bahsetmezse, nikâh akdi belirtilen mehir ile sahih olur. Şâfîîler bu
görüşe muhaliftirler. Kadınlardan biri için mehir takdir edilir, diğeri için
mehir takdir edilmezse; kendisi için mehir takdir edilmeyenin değil, mehir
takdir edilen kadının nikâh akdi sahih olur. Her iki şekilde de Mâ-likîler bu
görüşe muhalefet etmişlerdir.
Kendisinden dolayı
mehr-i mislin takdir edildiği nitelikler hakkında mezheblerin ayrıntılı
görüşleri aşağıya alınmıştır.
(52) Hanefîler dediler
ki: Mehr-i misil, kendisinde asla mehir belirtilmemiş veya meçhul, ya da
şer'an helâl olmayan bir şeyin mehir olarak belirtilmiş olduğu her sahih nikâh
akdinin hükmüdür. Ayrıca mehr-i misil, kendisinde mehrin belirtildiği veya
belirtilmediği fâsid nikâhlarda da cinsel temastan sonra vâcib olur. Yalnız
böyle bir nikâhta mehir belirtilmişse, mehri mislin belirtilen mehirden (mehr-i
müsemmâdan) fazla olması gerekir. Aksi takdirde kadına mehr-i müsemmâ verilir.
Şüpheyle yapılan cinsel temastan ötürü mehr-i mislin vâcib olduğu yerlere
gelince, buralarda mehr-i misilden maksat, şüpheyle yapılan cinsel temas
bahsinde açıklanmış olan akr'dir. Bunun tafsilâtı ilgili bahiste
verildiğinden, biz burada özet olarak bundan söz ettik. Mehr-i mislin
kendileriyle itibar olunduğu niteliklere gelince; kadın, anası eğer babasının
kabilesinden değilse, anasının değil de babasının kabi-lesindeki kendi emsali
olan kadınlara kıyaslanır. Meselâ amca kızı gibi. Önce kadının kızkardeşlerine
bakılır. Bunlar yoksa, halalarına bakılır. Bacıları veya halaları yoksa, öz
bacısının kızına bakılır. Bu yoksa halasının kızına bakılır. Babasının
kabilesinde emsali kadınlar yoksa, anasının kabilesinden babasının
kabilesindekilerine denk gelecek emsali kadınlara kıyaslanır. Anasının
kabilesinde de emsalleri yoksa, yemin etmesi şartıyla söz kocanın olur. Bu
sıralamaya uymak zorunlu mudur? Yani meselâ bacısı varken amcası kızına bakmak
sahih olur mu? Babasının kabilesinde dengi bir kız varken yabancı bir kadına
bakmak sahih olur mu? Yoksa bu sıralamaya uymak zorunda olmadan bu yabancı
kadına bakmak sahih olur mu? Bu hususta ihtilâf vardır. Hanefîlerin kuvvetli
görüşüne göre bu nazar-ı itibara alınmaz.
Sonra kendisiyle
emsalliğin nazar-ı itibara alındığı nitelikler güzellik, mâl ve mekândır. Çünkü
mehir takdir etmede beldelerin âdeti değişik olur. Kadının babasının
kabilesinden bir kadın şehirde, kendisi kırsal kesimde ise ve kırsal kesimde
takdir edilen mehir fazlaysa, şehirde oturanın mehri nazar-ı itibara alınmaz.
Bunun tersinde de durum aynı olur. Yaş da böyledir. Genç kadınlara, yaşlılardan
daha fazla rağbet edilir. Yirmi yaşındaki bir kadına, kırk veya otuz
yaşındakinden daha fazla rağbet edilir.
Akıl da böyledir. Din,
iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, bakirelik, dulluk, çocuksuzluk ve zaman da
böyledir. İki kadın arasında mukayese yapıldığında, ikisinin de bu
niteliklerde eşit olmaları şart olur. İkisinden biri zengin, diğeri yoksul
olursa aralarında mukayese yapmak doğru olmaz. Çünkü zengine, yoksula nisbetle
daha fazla rağbet edilir ve daha fazla mehir verilir. Biri güzel.diğeri çirkin;
biri bilgili diğeri cahil; biri bakire, diğeri dul olursa aralarında mukayese
yapmak yine sahih olmaz.
Mehr-i mislin sübûtu
için, bilirkişi olarak âdil bir erkeğin veya aynı şekilde bir erkekle iki
kadının görüş beyan etmeleri şarttır. Bu görüşlerini de kadı huzurunda şehâdet
lafzıyla bildirmeleri gerekir. Adaletli şahitler yoksa, yemin etmesi şartıyla
kocanın sözüne itibar edilir. Burada adaletli kimselerin şahitliği aranır.
Çünkü malî konularda şahitlik yapmada, şahidin adaletli olması şarttır. Kocanın
sözüne itibar edilir. Çünkü o, hâkimin görüşüne uygun olarak, zevcenin iddia
ettiği fazlalığı inkâr etmektedir.
Son olarak ele
alınması gereken bir mesele kaldı. Demiştik ki: Kuvvetli görüşe göre kadının
emsalleri arasında sıralama şartı yoktur. Kadının, sözgelimi bacısıyla amcası
kızı nitelik bakımından eşit, ama mehirleri farklı miktarda olursa, bu kadın mehr-İ
misil olarak hangisinin mehri kadar alacaktır? Cevaben deriz ki: Hangisinin
mehri daha az ise, ihtiyat gereği kadarını alır. Bazıları derler ki: Bu gibi
hususlarda nezih olan, hâkimin kararına göre hareket edilmelidir.
Mâlikîler dediler ki:
Mehr-i misil bir miktar maldan ibarettir ki, bu mal ile kocanın emsalleri,
sahip olduğu güzel nitelikleri itibariyle, kadına rağbet ederler. Kadındaki bu
güzel nitelikler onun dinî prensipleri koruması, iffetli oluşu, kedi ırzını
korumuş olması, maddeten güzel olması, manen güzel -yani iyi ahlâklı- olması,
soylu olması -bu da şeref ve asalet gibi, babaların övünç kaynaklarından
sayılır- bilgili olması, iyi hal üzere bulunması, mal sahibi olması ve iyi bir
beldede bulunması şeklinde sıralanabilir.
Kadına gösterilecek
rağbetin bu niteliklerin tümünün veya bir kısmının kendisinde bulunmasına göre
değişeceği şüphesizdir. Bu niteliklerden ikisine sahip olan bir kadının,
kendisinde sadece bir nitelik bulunan kadına nis-betle daha fazla rağbet
göreceği bilinen bir gerçektir. Şehirli ve güzel bir kadın, bu niteliklere
sahip olmayan diğer kadınlara nisbetle daha çok rağbet görür ve mehri de
onlarınkinden fazla olur. Şehirli, güzel ve iffetli kadın; güzel ama iffetsiz
kadına nisbetle daha fazla rağbet görür. Diğer niteliklerde de böyle
kıyaslamalar yapılır. Bu nitelikler ancak, kadının bacısı veya halası gibi,
kendi kabilesinde anılan nitelikler bakımından emsali kadınların bulunmaması
durumunda nazar-i itibara alınabilirler. Şayet babasının kabilesinde mezkûr
niteliklerde kendisine emsal olan kadınlar varsa, bu kadınların mehirleri kadar
kendisine bir mehr-i misil takdir edilir. Ana-baba bir veya baba bir
kızkardeşinin -anılan nitelikler bakımından kendisine eşit olmaları şartıyla-
mehirleri yüzbin liraysa, bu kadın için yüzbin liralık mehir takdir edilir.
Sonra eğer nikâh akdi sahihse -tefviz nikâhı olsa bile- bu nitelikler akid
günündeki ortama göre nazar-ı itibara alınır. Fâsid nikâhta veya şüphe ile
yapılan cinsel temasta, temasın yapıldığı günkü ortama göre nazar-ı itibara
alınır.
Şafiîler dediler ki:
Mehr-i misil önce kadının, şayet erkek olsalardı asebesi olacakları
yakınlarından olan kadınlarla mukayese yaparak takdir edilir. Bu yakınları
arasında kendisine denk biri çıkmazsa, bunlardan sonraki mertebede bulunan kadınlara
bakılır. Ana-baba bir bacı, baba bir bacıdan önce gelir. Sonra kardeş kızları,
sonra oğlun kızları, sonra halalar, sonra amca kızları gelir.
Bu gibi kadınların
bulunmaması veya bulunduğu halde ne kadar mehirleri olduğunun bilinmemesi,
yahut henüz evlenmemiş oldukları için bunlardan biri ile mukayese yapıp mehr-i
mislin miktarım belirlemenin imkânsız olması halinde, zevi'I erham kadınların
mehirleri nazar-ı itibara alınır. Burada zevi'l-erham kadınlardan maksat, ana
veya ana ya da baba tarafından gelen akrabadır. Hala kızları ve bacı kızları,
yabancılardan sayıldıkları için bu kapsama girmezler. Önce ana, sonra ananın
bacısı (teyze), sonra nineler, sonra dayı kızları gelir. Bunlarla mukayese
yapıp mehr-i misli takdir etmek imkânsızlaşirsa, beldedeki diğer kadınlarla
mukayese yaparak takdir edilir. Bunu yaparken de güzellik,Çirkinlik, güzel ve
edebî konuşma, yaşlılık, gençlik, dulluk, bakirelik gibi kadına olan rağbeti
arttırıp eksiltecek olan niteliklerde kendisine denk olan kadınlarla mukayese
yapılır. Akrabalarında bulunmayan bir niteliğe sahip ise, o zaman kendi
durumuna uygun bir mehir takdir edilir.
Şunu da belirtelim ki:
Kadına gösterilen rağbeti arttırıcı niteliklerden biri eksik olursa,
akrabalarının müsamahası (mehir indirimi) göz önüne alınır. Şöyle ki: Kadının
üç amcası olduğunu, bunlardan birinin âlim, ikisinin câhil olduklarını; âlîmin
kendi kızını yüzbin lira mehirle -zira âlimin kızına daha fazla rağbet edilir-
evlendirdiğini, iki câhilinse kızlarını yetmişer bin liralık mehirle evlendirdiklerini
düşünelim. Bu durumdaki kadının mehri, câhil amcalarının kızlarının mehirleri
(yetmişbin lira) gözönüne alınarak takdir edilir. Mehirdeki müsamaha
(indirim), kocadaki bir olgunluk sıfatından ötü-rüyse, meselâ bir kimse
kızkardeşini yüzbin lira mehirle bir âlimle evlendirir, diğer kızkardeşini ise
ikiyüzbin lira mehirle câhil bir kimseyle evlendirirse, (bunların akrabaları
olan) kadının mehri, bu kurala göre takdir edilir. Yani bu kadın bir âlimle
evlendirilirse mehr-i misli yüzbin, bir câhille evlendîrilir-se, mehr-i misli
ikiyüzbin lira olur.
Hanbelîler dediler ki:
Mehr-i misil, kadının anası, teyzesi, halası ve bacısı gibi yakınlarına
kıyaslama yaparak hâkim tarafından takdir edilir. Bu takdiri yaparken hâkim,
kadına mal, güzellik, akıl, edep, yaş, bakirelik veya dulluk bakımından eşit
olanları nazar-ı itibara alır. Bunu yaparken de kadına sırasıyla en yakın
olanları göz önünde bulundurmaya özen gösterir. Bu niteliklerde anası kendisine
eşit olursa, anasına kıyaslanır. Yoksa bacısına, yoksa halasına, o da yoksa
teyzesine kıyaslanır. Akrabası yoksa, beldesinde kendi benzeri kadınlara
kıyaslanır. Bilindiği gibi mehr-i misil, sahih nikâh akdinde mehir
belirtilmemiş olması durumunda takdir edilir. Ya da mehir olmaya elverişli
olmayan bir şeyin mehir olarak belirtilmiş olması durumunda takdir edilir.
Fâsid akde dayanılarak veya şüpheyle yapılan cinsel temas dolayısıyla mehr-i
misil takdir edilir. Kendisiyle zorla zina yapılan, mehirsiz olarak kendisini
evlendirme işini velîsine havale eden kadın için de mehr-i misil takdir
edilir.
Tefvîz, lügatte bir
işi başkasına havale etmektir. "İşimi Allah'a havale ettim"
cümlesinde olduğu gibi. Fıkıh ıstılahındaysa, evlenme akdinden mehri çıkarıp
uzaklaştırmaktır. Bunun anlamı ve hükmünün ne olduğu konusunda mezheblerin
geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(53) Hanefîler dediler ki: Mehirsiz olarak
evlendirilen kadın, evlendirilmesi işini velîsine havale ettiği için kendisine
"mufavvize", yani işini başkasının yetkisine bırakan denir. Bu
kadına "mufavvaze" de denir. Çünkü velîsi onu kocasına havale
etmiştir. Yani kocanın kendi takdir edeceği bir mehri, nikâhta kadına icâb
etmesi için kocaya yetki vermiştir. Kocası bu kadınla ya gerdeğe girerek
cinsel temasta bulunmuştur veya kocası kendisiyle sahih halvette bulunmuştur
veyahut da cinsel temasta bulunmadan, ya da halvete girmeden kocası kendisini
boşamış yahut kocası ölmüştür. Eğer cinsel temasta veya sahih halvette
bulunmuşsa, kadın için mehr-i misil sabit olur. Önce de belirtildiği gibi,
fâsid nikâh akdinde mehir tesmiye edilmemiş (belirtilmemiş) ise, miktarı neye
varırsa varsın, mehr-i misil kadın için kesinlik kazanır. Fâsid nikâhta böyle
olunca, sahih nikâhta öncelikle kesinlik kazanır. Mehirsiz olma şartıyla
evlenmesi geçersizdir, hiç bir kıymet ifâde etmez. Cinsel temastan ve halvetten
önce boşarsa, kadına mut'a vermesi vâcib olur. Akidden sonra kadına mehir
takdir etmiş olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Çünkü akidden sonra
takdir edilen, ikiye bölünmez.
Kendisinden ötürü
mut'a verilmesi gereken talâk, kendisine mehir tesmiye edilmeyen bir nikâhta
gerdekten önce yapılan talâktır. Bu nikâh akdinden sonra mehir takdir edilmiş
olsa da olmasa da veya şarap ve domuz gibi bir şeyin mehir olarak belirtilmesi
nedeniyle mehir tesmiyesi her bakımdan fâsid olsa da, hüküm aynıdır. Mehir
tesmiyesi bir bakıma sahih, bir bakıma fâsid olursa, meselâ mehir olarak on
dirhem para, on batman da şarap belirtilirse, kadına on dirhemin yarısı verilir
ve on batman şarap lağvedilir. Nitekim bu, mehrin şartlan bölümünde de
anlatılmıştır.
Aynı şekilde adamın
biri yüzbin lira ile birlikte bir de hediye verme karşılığında bir kadınla
evlenir, fakat daha gerdeğe girmeden kadını boşarsa, bu kadına yüzbin liranın
yansını vermesi gerekir; hediye ise lağvedilir. Bu iki durumda da kadına mut'a
verilmez. Çünkü gerdekten önce boşamada kadına mehr-i misil vermeye gerek
yoktur. Aksine, nikâh akdinde belirtilmiş olan mehir nazar-ı itibara alınır.
Belirtilen bu mehir her bakımdan fâ-sidse, lağvedilir ve kadına mut'a verilmesi
gerekir. Bir bakıma fâsid, bir bakıma sahihse, kadın sahih olanın yarısını hak
eder; fâsid olan ise lağvedilir. Gerdekten sonra boşamrsa, önce de belirtildiği
gibi, kadın mehr-i misli hak eder. Gerdekten önceki boşamadan maksat, sebebi
kocadan kaynaklanan ayrılıklardır ki, mehir sahibi, talâk olsun fesih olsun bu
ayrılma sebebinde kocaya ortak olmaz. Örneğin talâk, iylâ, lian, cüb, înet,
irtidad, Islâmiyeti kabul etmeme, zevcenin kızını veya anasını şehvetle öpme
gibi. Bütün bu ayrılma durumlarında koca, kadına mut'a vermekle yükümlü olur.
Ayrılış sebebi kadından kaynaklanırsa, meselâ kadın irtidad eder, îslâmiye-ti
kabul etmez, zina için kendini üvey oğluna teslim eder veya bu oğlanı şehvetle
öper veya küçük kumasını kendi sütüyle emzirir veya (buluğa ermeden evlenmişse
nikâhı feshetme hususunda) kendini muhayyer kılar veya kendi küfvü olmayan bir
erkekle evlenir de velîsi nikâhı feshederse, bütün bu durumlarda kadına ne
vâcib, ne de müstahab olarak mut*a vermek gerekmez. Aynı şekilde kadın,
mufavvize olmayıp kendisi için nikâh akdinde bir mehir belirtilir de kocası
kendisiyi^ cinsel temasta bulunmadan kocasından aynlırsa bu ayrılığın sebebi
kocasından kaynaklansa dahi- belirtilen mehrin yarısı düşer. "Mehir
sahibinin ayrılış sebebinde kocaya ortak olmaması" kaydını koymakla, şu
durum kapsam dışına çıkmış oldu: Adamın mülkiyetinde bir cariyesi bulunur, bu
cariyesini başka bir adamla evlendirir, kocası henüz onunla gerdeğe girmeden
efendisi bu cariyeyi satarsa -ki mehrin sahibi efendidir-bu durumda nikâh akdi
feshedilmiş olur. Câriye, mehrin yarısını hak etmez, kendisine mut'a verilmesi
de gerekmez. Çünkü ayrılma sebebi her ne kadar kadından kaynaklanmamış olsa da,
mehrin sahibi olan efendisi, ayrılma sebebinde kocasına ortak olmuştur. Yani
bu cariyeyi başkasına mülk etmiştir. Efendisi onu başkasına satmasaydı, ya da
kocası onu satın alsaydı, başkası bu cariyeye mâlik olamayacaktı. Kocası satın
alıp da boşasaydı, ona (cariyeye) mut'a veya mehrin yansının verilmesi
gerekirdi. Cinsel temastan önce kocası ölmüş ve nikâh akdinden sonra kadın için
mehir takdir etmiş ve ikisi de buna razı olmuşlarsa, kadın kendisi için
belirtilmiş olan mehri hak eder. Eğer mehir takdir etmemişse, ölümü nedeniyle
kadın mehr-i misli hak eder. Kocanın nikâh akdini yaparken mehri reddetmiş
olmasıyla, susup mehir belirtmemiş olması arasında bir fark yoktur. Şarap veya
domuz gibi fâsid bir mehir belirtmişse, bu lağvedilir ve kadın için mehr-i
misil sabit olur. Meselâ nikâh akdinden sonra kadın için mehir belirtmiş,
cinsel temastan önce kadını boşamışsa, ona mehrin yarısı değil de mut'a
vermesi vâcib olur. Zîra akidden sonra takdir edilen, ikiye bölünmez. Tıpkı
nikâh akdinde belirtilmiş olan mehre, akidden sonra yapılan ilâve gibi. Meselâ
nikâh akdinde kadın için mehir olarak yüzbin lira takdir edilmişken, nikâhtan
sonra ellibin lira ilâve edilir ve cinsel temastan önce boşanma vukûbulursa,
kadın yüzbin liranın yarısını hak eder.
Mut'a iki kısma
ayrılır: Vâcib mut'a ve müstehab mut'a. Vâcib mut'a, cinsel temastan önce
boşanan mufavvıza kadına verilen mut'adır ki, bu daha önce açıklanmıştı.
Müstehab olan mut'aya gelince bu, cinsel temastan sonr.a
boşanan her kadına verilen mut'adır.
Nikâh akdinde bu kadın için mehir belirtilmiş olmasıyla olmaması arasında bir
fark yoktur. Ayrılma koca tarafından olursa ve kadın için mehir belirtilmişse,
bu kadın cinsel temastan önce boşanirsa, sahih kavle göre kendisine mut'a
verilmesi müstehab olur. Ancak koca irtİdad eder veya İslâm'a girmeye yanaşmazsa,
onun mut'a vermesi müstehab olmaz. Çünkü müstehablık bir fazilettir ve bu da
sadece müslüman-lardan beklenir.
Mut'a, mehrin yarısına
bedel olarak bir giysiden veya bu giysinin kıymetinden ibarettir; mufavviza
kadına verilir. Şu da var ki kocanın, mehr-i mislin yarısından fazlasını verme
mecburiyeti yoktur. Bu miktar da insanların durumuna göre değişir. Bu miktarın
tesbitinde eşler anlaşırlarsa ne alâ. Aksi takdirde sahih olan görüşe göre,
eşlerin durumunu nazar-ı itibara alarak bu miktarı kadı tesbit eder. Kadı,
eğer durumları müsaitse zevce için elbisenin iyisini takdir eder. ikisinden
biri varlıklı, diğeri yoksul ise, orta değerde bir elbise takdir eder. Aksi
takdirde düşük değerde bir elbise takdir eder.
Fıkıhçılar mut'ayi,
kadının başını örten şey diye açıklamışlardır. Buna tarha veya melhafa,
-melhafa, baştan ayağa kadının bürünüp örtündüğü şeydir- mülâc veya şikka adı
verilir. Melhafa ve izar aynı anlamdadırlar. Öyleyse izar üzerine ilâve yapan
kimse, bunların birbirlerinden ayrı şeyler olduklarım düşünmüştür. îzar
kelimesinin, melhafe altına giyilen elbise gibi şeyler olduğunu kasdetmiştir.
Özetle erkekten istenen; kadını, dışarı çıkarken, her cihetin Örfüne uygun
olarak itiyad edindiği gibi giydirmesidir. Zamanımızda mut'a; nakışlı bir
elbise (gılabiye), altında gömlek ve entari, üste de izar (palto) başta da özel
takye, veya insanların durumuna göre değişen mendildir. Koca, boşadığı kadına
bu giysilerin kıymetini verirse, kadının bunu kabul etmesi gerekir ki, kendine
uygun giysileri satın alsın.
Şâfiîler dediler ki:
Tefviz nikâhı, mehri nikâhtan uzaklaştırmak demektir. İki kısma ayrılır:
1- Mehrin
tefvizi: Örneğin kadının, velisine: "Beni dilediğin veya falanın dilediği
miktardaki bir mehirle evlendir" demesidir.
2- Bıd'ın
tefvizi: Örneğin kadının, velîsine: "Beni mehirsiz olarak evlendir"
veya "ne şimdi, ne de cinsel temastan sonra mehirsiz olarak beni
evlendir" demesi gibi. Bunu söyleyen kadına mufavviza denir. Zîra bu kadın,
evlendirilmesi işini velîsine bırakmıştır. Buna mufavvaza da denir. Çünkü
velîsi, bunun işini kocasının yetkisine bırakmış, ona havale etmiştir. Reşid
olması şartıyla kadının, velîsine tefvizde bulunması sahih olur. Sefihin tefvizi
ise, velayet bahsinde geçen şartlar çerçevesinde evlendirilmesi hususunda
velîsine izin vermesi sayılır. Mehirden söz etmeksizin velîsine, "beni
evlendir" demesi mehir için tefviz olmaz. Veya mehirsiz olarak bıd' için
tefviz olmaz. Zîra evlenmenin âdeten mehirle olması gereklidir.
Tefviz nikâhının
hükmüne gelince; velî, kadını mehr-i misille ve beldenin bilinen parasının
mehir olarak ödenmesi üzerine evlendirirse, kadın için belirtilen mehir hak
olur. Aksi takdirde, yani kadını mehr-i misilsiz veya beldenin bilinen parası
dışındaki bir paranın mehir olarak ödenmesi koşuluyla evlendirir veya mehirden
söz etmezse; kocanın cinsel teması veya ölümü durumunda kadına mehr-i misil
vermek vâcib olur. Mehr-i misil takdir etmeden veya cinsel temasta bulunmadan
boşarsa, kadına mehir yoktur. Ama mut'a vardır. Mehir takdir edilmeden koca
ölürse, kadın için mehr-i misil kesinlik kazanır. Çünkü tefviz nikâhında mehr-i
mislin vâcib oluşu hususunda, ölüm de cinsel temas gibidir. Bu, mutlaka
böyledir. Koca, ölmeden kadın için mehr-i misil takdir etmiş olsa da olmasa da
hüküm aynıdır. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler. Her ikisinin de rızasıyla
koca, kadına sahih bir mehir takdir eder veya ikisinin anlaşamaması halinde
kadı takdir eder; sonra da koca cinsel temasta bulunmadan kadım boşarsa, kadın
takdir edilmiş olan mehrin yarısını hak eder^
Koca, şarap veya
dornuz gibi fâsid bir mehir takdir eder, kadın da buna razı olur ve kocası
cinsel temasta bulunmadan kendisini boşarsa, mehrin yarısını değil, mut'ayı
hak eder. Bu, nikâh akdinde kadın için fâsid bir mehir takdir etmesi ve cinsel
temasta bulunmadan onu boşaması meselesinden apayrı bir meseledir. Bu meselede
kadın, önce de belirtildiği gibi, mehr-i mislin yarısını hak eder. Yabancı bir
şahıs, kadın için mehir takdir eder, eşler de buna razı olurlarsa sahih olur.
Razı olmazlarsa, bu mehir kendi malından olsa bile sahih olmaz. Bu mezhebe göre
mufavviza kadının mehr-i misli, nikâh akdi halindeki mehr-i misli esas alınarak
takdir edilir. Nikâh akdi esnasında güzel olup sonra cinsel temas esnasında
güzelliğinin bir kısmım yitirecek bir arızaya uğrarsa, sahih kavle göre, nikâh
akdi esnasındaki durumu esas alınır. Mufavviza kadın, kendisi için mehir
takdir edilinceye kadar kocasına, kendisiyle cinsel temasta bulunma imkânı
vermeyebilir. Kocası mehir takdir etmeye yanaşmazsa, gereğini yapması için
kadıya müracaatta bulunur.
Mufavviza kadın,
cinsel temastan ve kendisi için mehir takdir edilmesinden önce boşamrsa,
kendisine mut'a vermek vâcib olur. Mut'a, kocanın cinsel temastan önce boşadığı
kadına zorunlu olarak vermesi gereken maldır. Çünkü bu kadına mehir verilmez.
Veya hepsi kendisi için olsa da, gerdekten sonra vereceği maldır. Ancak bazı
durumlar bundan istisna edilmiştir:
1- Gerdeğe
girmeden boşanan ve nikâh akdinden sonra kendisi için mehir takdir edilmiş
olan mufavviza kadın, mehrin yarısını hak eder. Yarı mehri hak eden diğer
kadınlar da böyledirler. Bunlara mut'a verilmez.
2- Ayrılmaya
sadece kadın veya erkekle birlikte kadın, her ikisinin birlikte irtidad etmesi
gibi, müşterek sebebiyet verirlerse, kadına mut'a verilmez.
3- Eşlerden
birinin ölümü durumunda kadına mut'a verilmez. Kocanın sebebiyet verdiği
ayrılmaya örnek olarak Han ayrılmasını gösterebiliriz: Bu durumda kocanın mut'a
vermesi vâcib olur. Kadının sebebiyet verdiği ayrı-
lığa örnek olarak da
inet ayrılmasını gösterebiliriz. Bu durumda kadına mut'a vermek vâcib olmaz.
Vâcib olan mut'anm miktar bakımından sınırı yoktur. -En azı, malî kıymeti olan
bir şeydir. Çoğuna sınır yoktur. Sonra bunun takdirinde eşler anlaşırlarsa ne
alâ. Aksi takdirde kadı, eşlerin durumunu gözö-nüne alarak kendi içtihadıyla
bir meblağ takdir eder.Otuz dirhemden az olmaması ve mehrin yarısına ulaşmaması
müstehab olur.
Mâlikîler dediler ki:
Tefviz nikâhı, mehir belirtilmesinden, "hîbe ettim" sözünden hâlî
bulunan; mehrin belirlenmesi işi başkasının vereceği hükme bırakılmayan, mehrin
düşürülmesi hususunda (taraflar arasında) anlaşma yapılmış olmayan nikâhtır.
Örneğin adamın biri diğerine "kızımı seninle evlendirdim" der,
mehirden söz etmez ve mehri düşürme hususunda onunla anlaşma yapmaz, diğeri de
"kabul ettim" derse, bu tefvîz nikâhı olur ki, ileride de
açıklanacağı gibi caizdir. Onunla evlendirmek kasdıyla, "kızımı sana hîbe
ettim" der ve mehirden söz etmezse, diğeri de "kabul ettim"
derse, akid fâsid olur ve gerdeğe girmeden önce feshedilir. Gerdeğe girdikten
sonra mehr-i misil ile sabit olur. Nitekim sîga bahsinde de bundan
sözet-miştik. Ama, "kızımı tefvîzen sana hîbe ettim" derse, bu bir
tefvîz akdi olur. Çünkü burada tefvîz kelimesinin söylenmiş olması bir
karinedir.
"Mehrin
belirlenmesi işi, başkasının vereceği hükme bırakılmayan" kaydım
koymakla, tahkim nikâhı kapsam dışına çıkarılmış oldu. Tahkim nikâhı, mehir
tesmiyesinden ve "hîbe ettim" sözünden hâlî bulunan, ama mehrin
belirlenmesi işi, başkasının vereceği karara bırakılan nikâhtır. Adamın birinin
bir başkasına: "Onun mehrini belirlemek için falan kişinin vereceği hüküm
üzerine kızımı seninle evlendirdim" demesi gibi.
"Mehrin
düşürülmesi hususunda anlaşma yapılmış olmayan" kaydını koymakla,
tarafların mehri düşürmek için anlaşma yaparak akdettikleri nikâhlar kapsam
dışına çıkarılmış oldu. Böyle bir akid fâsid olur ve gerdekten önce sabit olur.
Gerdekten sonraysa, mehr-i misil ile sabit olur. Taraflarca, bile bile
gasbedilmiş bir malın mehir olarak belirtilmesi meselesinde olduğu gibi.
Tefvîz nikâhının
hükmüne gelince, bu akid, ittifakla sahih ve caizdir. Hatta kadında, hayız veya
nifas gibi bir engel olsa, yahut kadınla kocadan biri cinsel teması engelleyen
hac ihramı ve Ramazan orucu gibi bir ibadet halinde bulunsa bile akid sahih
olur. Yalnız cinsel teması yapacak olan erkeğin baliğ; kendisiyle temas
yapılacak olan kadının da cinsel temasa dayanabilecek bir yaşta olmaları
şarttır. Koca baliğ olmaz veya kadın cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük
yaşta olursa, kadın yapılan cinsel temas nedeniyle mehri hak etmez. Çünkü bu
temas, hiç vukûbulmamış gibidir. Cinsel temastan ve gerdekten önce boşanır veya
bu durumda eşlerden biri ölürse, boşanmadan ya da ölümden önce kocası, kendisi
için ya mehri takdir etmiştir, ya da takdir etmemiştir. Kendisi için mehir
takdir etmemişse, kadın bir şey alamaz. Takdir etmişse, ya mehr-i misil takdir
etmiştir veya daha azını takdir
etmiştir. Her iki durumda da kadın, takdir edilen bu mehre ya razı olur veya
olmaz. Kendisi için mehr-i misil takdir edilmişse ve bunun boşanmadan önce
kendisi için takdir edilmiş olduğunu iddia ederse, iddiasının doğruluğu
saptandığı takdirde mehr-i mislin yarısını hak eder. Kendisi için belirlenmiş
olan bu mehre razı olduğu saptansa da, saptanmasa da bu yarıyı hak eder. Çünkü
o razı olmadan da mehr-i misil onun için bağlayıcı olur. Kocasının, ölmeden
önce bu mehri kendisi için takdir ettiğini iddia eder ve bu iddiasının gerçek
olduğu saptanırsa, razı olup olmadığına bakılmaksızın mehrin tamamım alır. Bu
takdir edilen, mehri mislinden az olsa bile hüküm aynı olur. Kendisi için
takdir edilen mehre, boşanma veya ölümden önce razı olduğu beyyine ile
saptanırsa; boşanma durumunda takdir edilmiş olan mehrin yansını, ölüm halinde
de tümünü alır. Boşanmadan veya ölümünden önce, takdir edilen bu mehre razı
olduğu saptanmazsa, hiçbir şey alamaz. Razı olduğuna dâir beyyinesiz kuru bir
iddiada bulunursa, bu iddiası kabul edilmez.
Özet olarak kadın,
cinsel temastan önce meydana gelen talâk veya ölümle mehir olarak hiç bir şeyi
hak etmez. Ancak daha önce kendisi için mehir takdir edildiğini beyyine ile
ispatlarsa o zaman durum değişir. Takdir edildiğini ispatladıktan sonra,
takdir edilmiş olan mehir eğer mehr-i misil ise; Ölüm nedeniyle tümünü,
boşanma nedeniyle de yansını alma hakkına sahip olur. Bu mehre razı olup
olmadığına da bakılmaz. Takdir edilmiş olan mehir, eğer mehr-i mislinden daha
azsa, takdir edildiğini ispatlamanın yanısıra bu miktara talâk veya ölümden
önce razı olduğunu beyyineyle ispatlaması da gerekir. Aksi takdirde bir şey
alamaz. Şunu da belirtelim ki, kadın, gerdeğe girmeden önce kendisi için bir
mehir takdir edilmesini taleb etme hakkına sahiptir. Mehir takdir edilmeden,
kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân vermesi mekruh olur.
Tahkim nikâhının
hükmüne gelince, önce verilmiş olan tafsilât bakımından tıpkı tefvîz nikâhı
gibidir. Kadın, cinsel temastan sonra boşanacak olursa, mehr-i misil alır.
Temastan önce boşanır veya kocası ölürse, tefvîz nikâhında aynı durum için
verilmiş olan hüküm burada da geçerli olur. Sonra eğer mehri belirleme
hakemliği kocaya verilmiş ve koca da kadın için mehr-i misil takdir etmişse,
kadının bu mehri kabulü, kocanın da ödemesi zorunlu olur. Ama kadın için mehir
takdirinde bulunmaz ve cinsel temasta bulunmadan önce onu boşarsa, kocanın bir
şey vermesi gerekmez. Mehri belirleme hakemliği zevceye veya yabancı bir şahsa
verilmiş olur da bu hakem mehr-i misil kararını verirse denilmiştir ki; razı
olsa da, olmasa da bu karar, koca için bağlayıcı olur. Bir kavle göre de koca
razı olmayınca bu karar, onun için bağlayıcı olmaz. Razı olmadan boşarsa,
kadına bir şey vermesi gerekmez. Kuvvetli görüşe göre hem koca, hem hakem -bu
hakem de ister zevce olsun, ister başka biri olsun- beraberce razı olurlarsa bu
hakem kararı koca için bağlayıcı olur.
Hanbelıler dediler ki:
Tefvîz nikâhı, birkaç şeye denir. Şöyle ki:
1- Mücbir
babanın, kendi velayeti altındaki bir kadını mehirsiz olarak evlendirmesidir.
2- Kadının,
kendisini mehirsiz olarak evlendirmesi hususunda velîsine izin vermesi. Her iki
durumda da bu kadına, bıd'ını tefvîz eden kadın denir. Yani akid işini
velîsinin yetkisine bırakmıştır.
3- Kocanın,
mehir belirleme hususunu kadına bırakarak onunla evlenmesi. Yani dilediği
kadar mehri kendisine vermek üzere kadınla evlenmesi. Kadının, falan kimsenin
takdir edeceği mehir ile evlendirilmesi konusunda yetkiyi başkasına devretmesi
de bu hükme tabidir. Bu durumdaki kadına, mehri tefvîz edilen kadın denir. Bu
son durum, Mâlikîlerdeki tahkîm nikâhına benzemektedir.
Bütün nevileriyle
tefvîz nikâhının Hanbelî mezhebindeki hükmüne gelince, bu nikâh, Hanbelîlere
göre sahihtir. Sırf nikâh akdi dolayısıyla kadın için mehr-i misil, vucûben
sabit olur. Ancak bu mehir, cinsel temas ve halvetle, cinsel temas ve
halvetten önce mehir takdiriyle ve eşlerden birinin ölümüyle kesinleşir. Ama
cinsel temas ve halvetten veya hâkimin mehir takdirinden, yahut da eşlerin
hâkim takdirine razı olmalarından önce koca karısını boşarsa, malî durumu
elverdiği ölçüde karısına mut'a vermesi gerekir. Mut'anın en iyisi bir köle
veya câriyedir. En aşağısıysa namazda yeterli olabilecek bir giysidir ki, bu da
gömlek, baş örtüsü ve namaz kılarken giyilen elbisedir. Bu, mut'anın en
azıdır. Kadınla cinsel temasta bulunur veya halvette buluşur, ya da insanların
huzurunda olsa bile onu öper veya şehvetle avret yerine bakar veya insanların
huzurunda -başkalarının yapması helâl olan bir işi yaparak- şehvetle elleyip
dokunursa, kadın için mehr-i misil -hâkim takdir etmese bile- kesinlik kazanır.
Hâkimin takdir etmesiyle de kesinlik kazanır. Üzerine koyup eksiltmeksizİn
hâkim, kadının talebi üzerine mehir takdir eder. Mehr-i misil, daha az veya
daha çoğunu takdir ederse, onun takdiri de hükmü gibi eşler için bağlayıcı
olur. Hâkim tarafından takdir edilen mehir, nikâh akdinde belirtilen mehir gibidir.
Eşler bir mehre razı olurlarsa, bu ister az, isterse çok olsun onlar için
bağlayıcı olur. Mehir takdirinden önce, cinsel temastan ve ona bağlı olan
hareketlerin vukuundan önce boşarsa, kocanın kadına takdir edilen mehrin
yarısını vermesi gerekir. Tıpkı nikâh akdiyapıhrken belirtilen mehir gibi.
Kendisi için mehir belirtilmeyen mu-favviza kadına, cinsel temas ve temasa
bağlı hususlardan önce boşanması durumunda mut'a vermek gerektiği gibi; kendisi
için şarap, domuz ve benzen fâsid şeylerin mehir olarak belirtildiği kadına da
mut'a vermek gerekir, üonra eğer ayrılık, kadın tarafından olmuşsa, mufavviza
olsun olmasın, kadına ne mehir, ne de mut'a vermek gerekir. Çünkü buna sebep
olan kadındır ve ayrılış, kadının ilanından sonra vukûbulmaktadır. Retk
(vagina ağızında yer alan ve cinsel temasa engel olan et parçası) gibi bir ayıp
nedeniyle, müs-luman bir kocayla evli olması halinde kadının irtidad etmesiyle,
kâfir bir ko çayla evli olması halinde kadının müslüman olmasıyla veya kumasını
emzirmesi halinde vukûbulan ayrılık nedeniyle de kadına bîr şey vermek gerekmez,
Ayrılma koca
tarafından olursa, kadına nikâhta belirtilen mehrin yansını vermek gerekir.
Nikâhta mehir belirtilmemişse, ona mut'a vermek gerekir.
Bütün bunlar, ayrılmanın
cinsel temas ve halvet gibi mehir kesinleştirici durumların vukuundan önce
gerçekleşmesi halinde geçerli olan hükümlerdir. Aksi takdirde, ayrılma kadın
tarafından olsa bile, bundan sonra mehir sakıt olmaz.
Mehir, mutlak bir
nikâh akdiyle zevcenin mülkü olur. Ancak bu durumda mehrin tümünün veya bir
kısmının düşme ihtimali de yok değildir. Zevce, mehir üzerinde hîbe, bey' veya
rehin gibi bir tasarrufta bulunursa, tasarrufu geçerli olur. Gerdeğe girmeden
mehir üzerinde tasarrufta bulunursa, meselâ onu kocasına hîbe ederse, sonra da
kocası gerdekten önce onu boşarsa hüküm ne olacaktır? Mezheb-lerin buna ilişkin
geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(54) Hanefîler dediler ki: Gerdekten Önce
kocası tarafından boşanan zevce, mehrini ya teslim almıştır veya almamıştır.
Eğer teslim almamışsa, sırf boşanma nedeniyle mehrin yarısı, hâkimin hükmüne
veya kadının rızâsına gerek kalmaksızın kocanın mülkiyetine geri döner.
Ayrılma, kadın tarafından olmuşsa, kadın başkasına teberru etmiş olsa bile,
mehrin tamamı kocanın mülkiyetine döner. Bu durumda salt boşaması ile kocanın,
hak etmiş olduğu mehirde yaptığı tasarruf geçerli olur. Kadına mehir olarak
bir at takdir eder ama bu atı teslim etmez, sonra da gerdekten önce boşarsa, bu
atın yarısını satabilir. Kadın kendisine mehir olarak takdir edilen atı teslim
alır da kocası, gerdeğe girmeden onu boşar, sonra da kadının rızâsı veya
hâkimin hükmü olmadan atın yarısını satarsa, satışı geçerli olmaz. Çünkü
kadının atı teslim alması, sahih nikâh akdinden dolayıdır ki, bu akid mülkiyet
sebeplerinden biridir. Bu mülkiyet, hâkim tarafından nikâh akdi feshedilmeden
ortadan kalkmaz. Zevceye gelince, o, tamamını veya bir kısmını teslim aldıktan
sonra mehirde tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu kocanın rızâsı ve hâkimin
hükmü olmaksızın geçerli olur. Zevce mehirde tasarrufta bulunur, kocası da
gerdeğe girmeden onu boşarsa ve mehir kıymeti takdir edilen bir şeyse
kıymetinin yarısını; misli bulunur şeylerdense mislinin yarısını zevcenin
kocaya geri vermesi gerekir. Çünkü teslim aldığı için, mehir artık zevcenin
sorumluluğu altına girmiştir. Tabiî yarı kıymet veya yarı misil geri
verilirken, zevcenin mehri kocadan teslim aldığı günün rayici esas alınır. Meselâ
zevce, teslim aldığı mehri başkasına satar ve bu satışı geçerli olur,
sonra da kocası
gerdeğe girmeden onu boşarsa, zevcenin artık bu mehrin yarısını kocasına geri
vermesi imkânsız olur. Şu halde zevce bu mehrin yarı kıymetini kocaya geri
vermekle yükümlü olur. Bu kıymet de, mehri kocasından teslim aldığı günün
hesabına ve rayicine göre takdir edilir. Meselâ mehir, kocasından teslim aldığı
günde yirmibin lira değerinde olup bilâhare bu değerde eksilme olmuşsa,
zevcenin kocasına onbin lira vermesi gerekir. Mehirde bir değer artışı meydana
gelse bile, meselâ mehrin kocasından teslim aldığı günde değeri yirmibin lira
olup bilâhare bu değerde artış olmuşsa, zevcenin yine kocasına onbin lira geri
vermesi gerekir. Bu fazlalıkta kocanın hakkı yoktur. Mehir üzerinde, daha
teslim almadan, bir bedel karşılığında satış veya hîbe şeklinde bir tasarrufta
bulunur, sonra da gerdeğe girmeden kocası onu boşarsa, kadının mehirde yaptığı
tasarruf geçerli olur. Ama bu durumda mehrin, sattığı günkü kıymetinin yarısını
kocasına geri vermesi gerekir. Satış zamanında değeri yirmibin lira olup
bilâhare bu değerde bir eksilme olursa; kadının, kocasına onbin lira vermesi
gerekir. Şu da var ki, mehir, misli bulunur mallardansa, buraya kadar anlatılan
bütün durumlarda kocasına, kıymetinin değil de mislinin yarısını geri vermesi
gerekir. Zevce, hîbe yaparak mehirde tasarrufta bulunursa, bu tasarruf sahih
olur. Kısıtlılık altında bulunmadıktan sonra velîsinin veya başkalarının bu
tasarrufa itiraz etmeye haklan olmaz. Zevce bu mehri ya kocasına, ya da
başkalarına hîbe etmiştir. Kocasından başkasına hîbe etmiş ve o şahıs da mehri
fiilen teslim almış, sonra da kadın gerdekten önce boşanmışsa koca, mehrin
yarısını kendi karısından geri ister. Burada, mehrin nakit veya ayın olması, sonucu
değiştirmez. Yalnız, hîbenin kocadan başkasına yapılması durumunda kadın, yaptığı
hibeden geri dönebilir. Hibeyi kocasına yapması durumunda mehrin tamamını veya
bir kısmım hîbe etmiş olur. Mehir de ayın veya nakit olur; bu hîbe de kadının
mehri teslim almasından önce veya sonra olur. Mehir kocadan teslim alındıktan
sonra tümüyle kocaya hîbe edilir ve hîbe edilen bu mehir de nakit olursa, kadın
açısından bağlayıcı olur. Kesinlikle bu hibeden geri dönemez. Kocanın karısına
yaptığı hîbenin koca açısından bağlayıcı oluşu gibi, karının da kocasına
yaptığı hîbe, karı açısından bağlayıcı olur. Bu hî-beden geri dönmek
imkânsızdır. Karısı mehri kendisine hîbe ettikten sonra koca gerdeğe
girmeksizin onu boşarsa, kadının hibesinden geri dönmesi sahih olmaz. Hîbe
nedeniyle mehir, kocanın hakkı olmuştur. Gerdeğe girmeden boşaması durumunda
zaten mehrin yarısı kocaya kalmaktadır. Bu durumda, hîbe edilenden başka mehrin
yarısının kadına verilmesi mümkün olur mu? Veya şöyle denebilir mi: Mehir adı
altında kadın, mehrin tümünü kocaya hîbe ederse, artık geride mehir kalmaz ki
yarısını alma diye bir durum sözkonusu olsun. Buna göre hîbe ettiğinden fazla
olarak kocanın, zevcesinden bir şey almaya hakkı olmaz. Meselâ koca, karısına
bin dinar mehir verir, kadın bu meblağın tümünü mehir olarak teslim aldıktan
sonra kocasına hîbe ederse, bu bin dinar kocanın mülkü olur. Ve gerdeğe
girmeden bo-şar. Bu durumda koca, mehrin yarısı olan beşyüz dinarı hak eder.
Beşyüz dinar, kadının
kocasına hîbe ettiği mehre dâhil olur mu, olmaz mı? Olmaz; çünkü dirhem, dinar,
cüneyh ve lira gibi nakitler, tâyin ile belirlenmezler. Mehir, kadının teslim
alıp hîbe etmiş olduğu bin dinara inhisar etmez. Bu nedenle kadın, hîbeden
sonra kocasına mehirden başka bir para verebilir. (Gerdekten önce) boşanır ve
kocasına herhangi bir hibede bulunmamış olursa, ona başka bir paradan beşyüz
birimlik bir miktar verebilir. Nakitler tâyin ile belirlenmediklerine göre,
mehir kocanın vermiş olduğu bin dinara inhisar etmez. Öyle ki kocasına:
"Sana mehrin binini hîbe ettim" dese bile, mehir, o bin dinara
inhisar etmez. Dahası, "sana mehrin binini hîbe ettim" veya
"sana bin hîbe ettim" demesi arasında da fark yoktur. Bu sonuncu
cümleyi telâffuz ederken de hîbe edilen meblağın mehir olup olmamasına
bakılmaz. Gerdekten önce boşarsa, koca, eşi tarafından kendisine hîbe edilen
bin liraya ek olarak beşyüz lirayıfda hak eder. Ama zevce, mehrin binini
teslim almadan önce kocasına hîbe'eder, o da gerdekten önce karısını boşarsa,
eşlerden herbiri, bir şey almak için diğerine müracaat edemez. Zîra hîbe
edilen, mehrin yarısıdır. Buysa, kocanın zimmetinde borç olarak yarıya sarf
olunur. Aynı şekilde zevce, mehrin yarısını teslim alır, teslim aldığı yarı ile
teslim almadığı yarıdan oluşan mehrin tümünü kocasına hîbe eder, kocası da
gerdekten önce onu boşarsa; eşlerden hiç biri, bir şeyler almak için diğerine
müracaat edemez. Çünkü teslim alınmamış olan yarı mehir, hîbe edilen mehrin
tümünü muayyenleştirmiştir. Kocasına mehrin yarıdan azını hîbe etmesi durumunda,
yarıyı tamamlayacak kadar bir kısım, kocaya geri verilir.
Bütün bunlar, mehrin
nakit olması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Ama mehir, nakitten başka
bir şey olursa; meselâ şu elbise veya şu eşya gibi hazırda bulunan belirli bir
ticâret eşyası olursa veya belirsiz fakat zimmette nitelenen bir şey olursa -bu
bey*de değil de nikâhta sahih olur. Nitekim bey' bahsinde de anlatıldığı gibi
ticâret eşyası zimmette sabit olmaz-veya 'şu at'' gibi hazırda bulunan muayyen
bir hayvan, ya da "şu nitelikteki bir arap atı" gibi zimmette
nitelenen belirsiz bir hayvan olursa, sonra da kadın bu mehri kocasına hîbe
eder, koca da gerdeğe girmeden onu boşarsa; kadın hîbeyi teslim almış olsa da
olmasa da, eşlerden biri diğerine, bir şeyler almak için başvuruda bulunamaz.
Kadın mehrin tümünü hîbe etmişse durum açıktır. Yarısını veya daha fazlasını
hîbe etmişse, koca, talâkla sabit olan hakkını almış olur. Yandan azını hîbe
etmişse, kadın kocaya yarıyı tamamlayacak kadar bir kısım daha verir. Çünkü,
kadın, hususiyle muayyen olan veya zimmette nitelenen şu mehri kocasına hîbe
etmiştir. Zimmette nitelenen de burada hazır ve muayyen olan mehir
hükmündedir. Gerdeğe girmeden boşayacak olursa, geriye mehir diye bir şey
kalmaz ki, koca onun yansını alsın.
Mehir ticâret eşyası
olur da, kadın bunları kocasına satar, sonra kocası gerdeğe girmeden onu
boşarsa, kadına müracaat ederek mehrin yarı değerini geri alır. Geri alırken,
kadından bu mehri satın almak için ödediği bedelin
yarısını değil de, bu
eşyaları teslim aldığı günkü değerinin yarısını alır.
Geriye mehrin ölçekle
ölçülen veya tartıyla tartılan şeylerden biri olması meselesi kaldı. Bu
meselenin hükmü şudur: "Yüz kantar şu arı balı" gibi belirli ve hazır
bir şey olursa ticâret eşyası gibi olur. "Yirmi kile floransa
buğdayı" gibi belirsiz bir şey olursa, nakit hükmünde olur. Kadın, bu
mehri teslim almadan kocasına hîbe ederse, hibeden cayamaz. Teslim aldıktan
sonra hîbe ederse, hibeden cayabilir. Çünkü bu gibi şeylerden olan mehir,
dirhem ve dinarlar da olduğu gibi taayyün etmez.
Mâlikîler dediler ki:
Kadın, salt nikâh akdiyle, mehrin tümünü mü, yoksa yarısını mı hak eder veya
hiç bir şey hak etmez mi? Mâlikîlerce sahih olan görüş, kadının bu durumda
mehrin yansını hak edeceğidir. "Mehrin tümüne sahip olur" diyenlere
göre mehri teslim almasından önce ve sonra, mehirde yapacağı tasarruf tamamen
geçerli olur. Çünkü kendi mülkiyetinde bulunan bir şeyde tasarrufta
bulunmuştur. "Kadın, salt nikâh akdiyle me-hirden bir şeye sahip
olmaz" diyenlere göre kadın, akidten sonra satış ve benzeri bir tasarrufla
mehirde tasarrufta bulunur ve gerdekten önce boşa-nırsa, yaptığı tasarruf kendi
hakkında, yani mehrin yarısında geçerli olur. Kocanın mülkiyetinde bulunan
yarıdaysa bâtıl olur. Çünkü kadının yaptığı tasarruf, her ne kadar mehrin
tümünde fuzulî ise de, boşanması onu mehrin yarısına mâlik kılmıştır. Yaptığı
tasarruf, bu yarıda geçerlidir.
Mûtemed kavle göre
kadın, nikâh akdiyle mehrin yarısına sahip olduğuna dayanarak satış, hîbe veya
azâd etme gibi tasarruflarda bulunursa, tasarrufu mehrin tümünde geçerli olur.
Çünkü kadın her ne kadar mehrin yarısına sahipse de, diğer yarısı onun mülkü
olabilme durumundadır. Kadının yaptığı tasarruf, mehrin tamamında sahih olur.
Ayrıca "tasarrufta bulunma açısından kadın sahih nikâh akdi sayesinde
mehrin tümüne sahip olur" diyenlerin görüşü de nazar-ı itibara alınmıştır.
Çünkü bazı Mâliki imamları bu düşüncededir. Diğer üç mezheb imamı da bu
görüştedir.
Kadın, mehirde hîbe
gibi bedelsiz bir tasarrufta bulunursa, koca, eğer mehir misilli şeylerdense
yarı mislini, kıymeti takdir edilen şeylerdense yarı kıymetini alır. Kıymeti
verilirken, meşhur kavle göre, hîbe edildiği gündeki kıymeti esas alınır.
Teslim alındığı günkü kıymetinin esas alınacağını söyleyenler de vardır. Bir
bedel karşılığında kadın kendi mehrİnde tasarrufta bulunmuşsa, meselâ hayvan,
ürün veya ev olan mehrini bir bedel karşılığında satmişsa, satışı geçerli olur.
Kocası gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadının -eğer adam kayırarak ve iltimas
yaparak satmış değil ise- mehrin satış bedelinin yarısını kocasına vermesi
gerekir. Ama kayırarak ve iltimas yaparak satmışsa, kocası, iltimas ettiği
miktarın yarısını da ondan alır. Meselâ mehri on altı bin lira değerinde olduğu
halde, iltimas yaparak onbin liraya satarsa koca, beşbin lira değil, sekizbin
lirayı hak eder.
Kadının hîbe yoluyla
mehirde tasarrufta bulunmasının bazı durumları vardır.
Birinci durum: Hîbe
eden kadının reşid olması ve kendisine hîbe edilen kişinin de onun kocası
olması durumu. Bunun da birkaç şekli vardır. Şöyle ki:
1- Kadının,
nikâh akdinde kendisi için belirtilen mehrin tümünü, nikâhtan sonra henüz
teslim almadan ve gerdeğe girmeden kocasına hîbe etmesi. Bunun hükmü şudur:
Gerdeğe girmeden kadını boşamışsa, eşlerden biri diğerinden hak taleb edemezi
Mehir kocasının mülkü olmakta devam eder. Koca, karısıyla gerdeğe girmek
isterse, ona mehrin en azını vermesi gerekir ki, bu da üç dirhem gümüş veya
çeyrek dinardır.
2- Kadının,
nikâh akdinin ardısıra mehri teslim aldıktan sonra, henüz gerdeğe girmeden
kocasına hîbe etmesi. Bunun hükmü şudur: Koca, gerdeğe girmeden karısını
boşarsa, yine eşlerden biri diğerinden hak taleb edemez. Karısıyla gerdeğe
girmek isterse, mehrin en azını vermeye zorlanamaz.'
3- Kadının,
nikâh ahdînden önce veya sonra, kendisine mehir olarak versin diye, kocasına keridi
malından bir şeyi gerdeğe girmeden Önce hîbe etmesi. Bunun hükmü şudur: Koca,
kadının üzerine nikâh akdi yapmış olup onunla gerdeğe girmek isterse, ona
mehrin en azını vermesi gerekir. Kadının üzerine nikâh akdi yapmamış veya
yapmış olduğu halde gerdekten önce onu boşamışsa, almış olduğu malı kadına geri
vermesi gerekir. Çünkü kadın bu malı ona, kendisiyle evlenirken mehir olarak
vermesi için hîbe etmiştir. Bo-şadıktan sonra bu malı kadından almasında (veya
almışsa geri vermemesinde) bir anlam yoktur.
4- Gerdeğe
girdikten sonra mehri -teslim almış olsa da olmasa da- kocasına hîbe etmesi.
Bu durumda koca, hîbe muamelesinden sonra kadını boşarsa, kendisine hîbe
edileni alır. Kadın, kocadan herhangi bir şeyi geri alma hakkına sahip olmaz.
5- Kadının, gerdekten
önce mehrinin bir kısmını kocasına hîbe etmesi. Bu durumda koca, onunla gerdeğe
girmek isterse ve mehrin hîbe edilenden sonra kadının yanında arta kalan kısmı,
şer'î mehrin en az miktarından -üç dirhem veya çeyrek dinardan- daha azsa,
kocanın buna asgari mehir miktarım bulacak şekilde ilâve yapması gerekir.
Gerdekten önce boşamak ister ve boşarsa, hîbeden sonra arta kalanın yarısı
kadarını kadına vermesi gerekir.
6- Kadının
gerdekten sonra mehrinin bir kısmını kocasına hîbe etmesi. Bu durumda boşanırsa,
kadın hiç bir şey hak etmez.
7- Henüz
teslim almamış olsa bile gerdekten sonra veya önce mehrinin tamamını veya bir
kısmını, kendisiyle gerdeğe girmesi ve hayat arkadaşlıklarının devam etmesi
amacıyla kocasına hîbe etmesi; kocanınsa gerdekten önce onu boşaması veya akid
fâsid olduğu için feshedilmesi veya gerdeğe girdikten sonra onu boşaması. Bu
durumda kocanın, yakın zamanda, meselâ nikâhtan sonra iki yıl geçmeden
boşarsa, kadından almış olduğu malı ona geri vermesi gerekir. Ama iki yıl bir
arada yaşadıktan sonra onu boşarsa, kadına bir şey vermesi gerekmez. Fakat bu,
kadının, kendisi üzerine kuma getirmemesi
şartıyla kocasına mehrini vermesi durumundan farklıdır. Koca, uzun yıllar
sonra bile başka bir kadınla evlenirse, ilk karısından almış olduğunu ona geri
vermesi gerekir. Ama kendi irâdesine rağmen ağzından bir yemin çıkarsa; meselâ
koca, kadının eve girmemesi için yemin eder de, kadın eve girerse veya kocanın
kendisi eve girmemeye yemin eder de, unutarak eve girerse bu durumda hükmün ne
olacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları derler ki: Kocanın, kadından
almış olduğunu tekrar ona geri vermesi gerekir. Çünkü kendi irâdesine rağmen
akdi feshetmesi ve aldığı malı geri vermesiyle, yine kendi irâdesine rağmen bir
yeminin vukûbulması arasında bir fark yoktur. Kuvvetli olan görüş budur. Diğer
bazıları da derler ki: Bu durumda kadına birşey geri verilmez.
İkinci durum: Hîbe
eden kadının sefih olması, kendisine hîbe edilenin de onun kocası olması. Bu
durumun hükmü şudur: Bu hîbe muteber olmaz. Kadın kocasına, kendisine mehir
olarak versin diye bir mal hîbe eder ve bu mal da kendi mehr-i misli kadar
olursa ve koca da hîbe olarak aldığı bu malı tekrar kadına mehir olarak
verirse, akid sahih olur. Ancak kocanın, kendisinden almış olduğunu ona geri
vermesi gerekir. Vermeye yanaşmazsa, ona karşı zor kullanılır. Kadın kocasına,
kendi mehr-i mislinden daha az miktardaki bir malı verirse, kocanın bunu ona
geri vermesi; kendi malından, kadına mehr-i misli kadarını vermesi gerekir.
Mehr-i mislinden daha azıyla onu nikahlaması sahih olmaz. Çünkü sefih kadını,
mehr-i mislinden daha azıyla evlendirmek, babası dışındaki kimseler için sahih
olmaz.
Üçüncü durum: Reşid
bir kadının kendi mehrini, kocası dışındaki kimselere hîbe etmesi. Bu durumun
birkaç şekli vardır:
1- Kendisine
hîbe edilen kişinin bu mehrî kadından veya kocasından teslim alması. Onun,
bunun mehir olduğunu bilmemesi ve kadının da bunun kendi mehri olduğunu ona
söylememesi. Bu durumda koca, gerdeğe girmeden onu boşarsa, mehrin yarısını
geri almak üzere kadına müracaat eder. Ama kadm kocasına geri vereceği yarı
mehri, mehrin tümünü kendisine hîbe etmiş olduğu kimseden almak üzere ona
müracaatta bulunamaz.
2- Kendisine
hîbe edilen yabancı kişinin, kendisine hîbe edilen bu malın, kadının mehri olduğunu
bilmesi veya bu hibenin kadının mehri olduğunu bilâhare anlaması. Bu durumda
kadın, kocasına vereceği yarı mehri, kendisine mehrini hîbe ettiği şahıstan
geri alma hakkına sahip olur. Ama boşanma nedeniyle mülkiyetine geçen yarı
mehri, kendisine mehrini hîbe ettiği şahıstan geri isteyemez.
3- Kendisine
hîbe edilen kişinin mehri teslim almaması ve kocanın da gerdeğe girmeden
karısını boşaması. Bu durumda hîbe geçerli olur ve kadın, hîbenin kendi
mülkiyetini ilgilendiren kısmını, yani yarısını geçerli kılmaya zorlanır.
Kocanın mülkiyetinde bulunan diğer yarıya gelince, zevcenin boşanma gününde
malî durumu elverişliyse, koca, hîbenin geri kalan yarısını
geçerli kılmaya zorlanır. Böylece de hîbe
edilmiş olan mehrin tümü, kendisine hîbe edilen şahsın mülkü olur. Koca,
mehrin yarısını zevcenin malî durumu elverişli değilse, hîbenin kendi
mülkiyetindeki yarısını geçerli kılmaya zorlanamaz. Aksine, kendisine hîbe
edilen kişi, hîbenin (mehrin) sadece yarısını alır. Geri kalan kısmım
tamamlaması için kadına başvuruda bulunamaz.
Özetle hîbe, her
halükârda mehrin yarısında geçerli olur. Zevce'nin boşanma gününde malî
durumunun elverişli olup olmaması arasında fark yoktur. Kocanın mülkiyetinde
bulunan diğer yarıya gelince, bu, boşanma gününde zevcenin malî durumu
elverişli değilse geçerli olmaz. Malî durumu elverişliyse, yani kocanın,
kendisinden hakkını alabileceği kadar malı varsa, bu yarının da hibesi geçerli
kılınır. Aksi takdirde geçerli kılınmaz. Bilâhare malî durumu iyileştiğinde,
kendisine hîbe edilen kişi, hîbenin tamamlanması için kadına müracaatta
bulunamaz.
Şu da var ki koca,
adalarındaki karı-kocalık münâsebeti devam ettiği sürece, hîbe edilen miktar
kadının servetinin üçte birinden fazlaysa, bu hî-beyi geçerli kılmayabilir.
Mâlikî rnezhebinin kurallarına göre, kocasının izin verip onaylamaması halinde
kadının sadaka verme, hîbe etme, azâd etme şeklinde kendi malının üçte birinden
fazlasını kapsayan tasarruflarda bulunması geçerli olmaz.
Şâfiîler dediler ki:
Zevcenin, mehrini teslim almazdan önce bu me-hirde tasarrufta bulunması sahih
olmaz. Kadının mehri ticâret eşyası veya hayvan veya ölçekle Ölçülen veya
tartıyla tartılan bir nesne olur da, kadın bu mehirde satış, hîbe, rehin, icâre
ve benzeri tasarruflarda bulunursa, tasarrufu geçerli olmaz. Evet, kadının
mehri ölçeksiz ve tartısız olarak götürü şeklinde verilmişse kadının vasiyette
bulunması, vakfetmesi, paylaştırması gibi tesellümden önce yapılması mubah
olan, köleyi müdebber kılma ve onu evlendirme gibi tasarruflarda bulunması
sahih olur.
Eğer Şâfiîler:
"Sırf sahih nikâh akdi sayesinde mehrin tamamına mâlik olunur .Bu da
tasarrufunun tamam olmasını gerektirir .Zîr a kişinin kendi mülkiyetinde
bulunan bir şeyde dilediği gibi tasarrufta bulunması sahih olur" diyorlar
diyecek olunursa, buna cevaben deriz ki: Bu mehir tamamıyla kadının her ne
kadar mülkiyetindeyse de koca veya kadın tarafından vukûbu-lan ayrılma
nedeniyle bu mehrin tümünün veya bir kısmının düşme ihtimali vardır.
Dolayısıyla bu zayıf bir mülkiyettir. Mehri teslim almadan kadının onda
yapacağı tasarruf sahih olmaz. Teslim aldıktan sonraysa mülkiyet kuvvetlenir
ve kadının mehirde tasarrufta bulunması sahih olur. Daman bahsinde de
anlatıldığı gibi kadın onu tazmin eder. Aynı şekilde kocanın da kadının
mehrinde, ona henüz teslim etmeden tasarrufta bulunması sahih olmaz. Kadm hîbe
lâfzını kullanarak, tesellümden sonra kendi mehrinde kocası lehine bir
tasarrufta bulunur, koca da gerdeğe girmeden onu boşarsa, hîbe vesilesiyle
mehrin tümünü hakkeder. Boşama nedeniyle geri almayı hak ettiği yarı mehri
almak üzere kadına müracaat eder. Mehir, misli bulunur
mallardansa, mislinin yarısını hak eder.
Değeri takdir edilir mallardansa, değerinin yarısını hak eder. Çünkü bu gibi
mallardan olan mehri hîbe ettikten sonra aynısını geri almak imkânsızdır.
Tesellümden önce hîbe ederse, bu Şafiî mezhebinin kuvvetli görüşüne göre bâtıl
olur. Mehrin yarısından fazlasını hak etmez. Gerdekten önce boşandığı takdirde
kadın da mehrin diğer yarısını hak eder. Kocasına mehrin yarısını hîbe ederse,
koca bu hîbe vesilesiyle mehrin yarısını, boşama nedeniyle de diğer yansını hak
eder. Sonra geriye bir mesele kaldı: Bu da, kadının hîbe edilen yarı mehri
kocaya karşı telef etmesidir. Bu hîbeyi kocanın kendisi almış olsa -çünkü
Şâfiîler nazarında hî-benin kocaya yapılması ile başkasına yapılması arasında
bir fark yoktur- kadın mehri telef ettiği takdirde koca, kendisine hîbe edilmiş
olan mehrin yarısındaki bir bedeli kadından almayı hak eder ki, bu da toplam
mehrin dörtte biridir. Buna göre koca, hibeyle mehrin yarısına, boşamayla kalan
yarının yarısına -ki bu dörtte birdir- sahip olur. Kalan dörtte biri de
-telefiyetten ötürü-tâviz olarak alır. Böylece kadından mehrin tamamını almış
olur. Mehrin yarısını kocasına hîbe etmesi durumunda, kadına bir şey kalmaz.
Mehir borç olup kadın kocasını bu borçtan ibra eder, koca da gerdekten önce onu
bo-şarsa, mehir gitmiş olur ve eşlerden biri diğerinden birşey alma hakkına sahip
olmaz.
HANBELÎLER dediler ki:
Satma, hîbe etme, rehin bırakma ve benzeri yollarla zevce, mehirde tasarrufta
bulunma hakkına sahip olur. Teslim aldıktan sonra mehirde yaptığı tasarruflar
geçerli olur. Gerdekten önce kocası kendisini boşayacak olursa, koca için
mehrin yarı misli veya yarı değeri te-ayyün eder. Reşid oldukları takdirde
eşler bu hususta biribirlerini affedebilirler. Teslim almazdan önce zevce
mehirde bu gibi tasarruflarda bulunur ve mehir de "hazırdaki şu
hayvan" veya "bilinen şu elbise" gibi belirli bir nesne olursa,
tasarrufu sahih olur. Çünkü bu mehir kocanın yanında emânet olarak bulunmaktadır.
Mehir, meselâ üç kile floransa buğdayı gibi belirsiz bir nesneyse, teslim
almadan kadının onda tasarrufta bulunmaya yetkisi yoktur.
Teslim almadan
kocasına hîbe ederek veya onu mehirden ibra ederek mehirde tasarrufta
bulunursa, sahih olur. Sonra kocası gerdekten önce onu boşarsa, hîbeden fazla
olarak -ayın da olsa nakit de olsa- mehrin yarısı kadarım almak üzere kadına
müracaat eder. Çünkü koca, ilk önce hîbe veya ibra nedeniyle mehrin tümünü,
sonra da ikinci olarak boşama nedeniyle yarısını hak etmiştir. Hak ediş
yönleri ayrıdır. Dolayısıyla bu hakları sakıt olmaz. Kocasına mehrin yansını
hîbe eder, sonra da gerdek öncesinde kocası onu boşarsa, kocası kalan yarı
mehrin tamamına sahip olur. Çünkü koca, kadına (mehir olarak) vermiş olduğu yarıyı
ayniyle bulmuştur ki, bu durumda kadın kocasına sanki hiç hîbe etmemiş gibi
olmaktadır. Mufavviza kadın gerdekten önce kocasını mehirden ibra ederse, koca
mehr-i mislin yarısını almak üzere kadına müracaatta bulunur.
Mehir bir hayvan, bir
ticâret eşyası veya bunlara benzer bir şey olup da, kadın tarafından teslim
alınmadan kocanın elinde telef olursa veya teslim aldıktan sonra kadının elinde
telef olursa, sonra da kocası gerdeğe girmeden onu boşarsa, hüküm ne
olacaktır? Mezheb-lerin buna ilişkin tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.
(55) Hanefıler dediler
ki: Bir kimse elbise, at, ürün ve benzeri belirli bir mehir üzerine bir kadınla
evlenir; kadın, bu mehri teslim almadan (kocanın yanındayken) telef olur ve bu
mehir sayı ile sayılan, ölçekle ölçülen veya tartıyla tartılan nesnelerdensg,
kocanın bu mehrin mislini kadına vermesi vâcib olur. Aksi takdirde mehrin
değerini ona vermesi gerekir. Teslim aldıktan sonra mehir, kadının yanında
telef olur, kocası da gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadın mehrin yarısını
kocasına geri vermekle yükümlü olur. Mehir eğer olduğu gibi durup kadın kendi
rızasıyla onu kocasına iade ederse ne alâ. Aksi takdirde, iade etmesi yargı
yoluyla sağlanır. Kadın, mehirde tasarrufta bulunursa, bilindiği gibi
tasarrufu geçerli olur. Kocasına yarısını geri vermesi gerektikten sonra geri
vermesi imkansızlaşır; bu durumda mehrin yarı değerini kocasına tazmin etmesi
gerekir. Değer takdiri yapılırken de, kadının mehri kocasından teslim aldığı
günün piyasası esas alınır. Bununla da öğrenmiş oluyoruz ki; mehir kadının
tesellümünden önce kocanın yanındayken telef olursa, onu kocanın tazmin etmesi
gerekir. Misli bulunur nesnelerdense, kocanın bu mehrin mislini kadına vermesi
gerekir. Aksi takdirde değerini vermesi gerekir. Ama kadın mehri teslim
alırsa, tümüyle ve kısmen düşme ihtimaliyle birlikte kendi mülk edindiği bir
şeyi teslim almış olur. Koca tarafından meydana gelen bir ayrılma nedeniyle
mehrin yansı düşerse, kadın, mehrin yansını tazmin etmekle yükümlü olur. Mehir
eğer duruyorsa yarısını kocasına iade etmesi gerekir. Aksi takdirde değerinin
yarısını iade etmesi gerekir. Ayrılmanın gerdekten önce kadın tarafından
olması gibi bir nedenle mehrin tümü düşerse ve eğer duruyorsa, kadının, mehri
tamamen kocasına iade etmesi gerekir. Aksi takdirde kocasından teslim aldığı
gündeki piyasa üzerinden değerini kocasına vermesi gerekir.
Bir kimse karısına
mehir olarak bir at veya dişi deve, ya da elbise verir, sonra da bu mehrin başkasının
mülkiyetinde olduğu anlaşılır ve sahibi bunu almaya müstahak olursa; eğer bu
mehir, misli bulunur nesnelerdense, kadın mislini almak üzere kocasına müracaat
eder. Misli yoksa değerini kocasından alır. Kocası kendisine mehir olarak bir
at verir, kadın da bu mehri (atı) başkasına hîbe eder, sonra da bu atın
başkasının malı olduğu anlaşılırsa, kadın bu atın değerini almak üzere kocasına
müracaat eder.
Malikîler dediler ki:
Gerdeğe girip cinsel temasta bulunmadan önce mehir, tazmin etme ve kendisinden
bazı şeylerin üremesi -bu üreyen şey bir yavru da olabilir, tarımsal bir ürün
de olabilir- bakımından eşler arasında müşterektir. Ancak bu meselede tafsilât
vardır. Şöyle ki: Mehir bir bahçe, ev, deve veya köle gibi saklanması mümkün
olmayan şeylerdense ve eşlerden birinin elinde telef olmuşsa, ya da eksilmişse,
ikisi de müştereken sorumlu olurlar. Koca gerdekten önce boşarsa, kadın, ondan
bir şey isteme hakkına sahip olamaz. Ama buğday, ipek elbise ve benzeri
saklanabilen nes-nelerdense ve tesellümden sonra kadının yamnda telef olmuşsa,
koca da gerdekten önce boşamışsa ve kadın mehrin telef olduğunu iddia eder ama
telef olduğuna dâir beyyine getirmezse, mehri tazmin etmekle yükümlü olur. Yansını
kocasına vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu mehir onun yanında bir emânet
gibidir. Mehir, kocanın yanındayken telef olursa da aynı hüküm sözkonusu olur.
Elindeyken telef olan eş, mehri (korumada) ihmalkârlık etmediğine dâir yemin
eder. Kadının mehri hîbe etmesi durumunda da aynı hüküm sözkonusudur. Meselâ
kocası mehir olarak kendisine iki dişi deve verir, o da bunları başka bir şahsa
hîbe eder, kocasıysa gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadın iki devenin yarısını
tazmin etmekle yükümlü olur. Yani mümkün olursa develerin yarı mislini kocasına
verir. Aksi takdirde yarı değeri verir. Değer takdiri yapılırken de develerin
hîbe edildikleri gündeki değerleri esas alınır. Bu hüküm sahih nikâh akdinde
mehri tazmin etmekle ilgiliydi.
Fâsid nikâh akdine
gelince, mehrin tazmini, tesellümünden sonra kadına düşer. Bunun hiçbir tafsilâtı
yoktur. Nikâh akdi mehrin fâsidliğinden başka bir nedenle de fâsid olsa -buna
akdi nedeniyle fâsid olan nikâh denir- mehir fâsidliği nedeniyle de fâsid olsa
-buna mehri için fâsid olan nikâh denir- mehri, kadının kendisi tazmin eder.
Akdi nedeniyle fâsid olan nikâh örneği, hulle-cinin nikâhıdır. Mehri için fâsid
olan nikâh örneği, belirsiz bir vâdeye bağlanan mehirle veya kocanın mülkü
olmayan bir mehirle akdedilen veya ürküp kaçmış deve gibi kadına teslim etmeye
muktedir olunamayan bir mehirle akdedilen nikâhtır. Bu durumlarda kadın,
teslim almış olduğu mehri tazmin eder. îster akdin kendisi nedeniyle, ister
mehir nedeniyle fâsid olsun, fâsid nikâh ile kadının mehre sahip olma bağı
çözülür. Gerdekten önce nikâh feshedilir ve mehir telef olursa, eğer olduğu
gibi duruyorsa mehri kocasına iade eder. Aksi takdirde misil veya değerini
vermesi gerekir.
Şâfiîler dediler ki:
Bir kimse karışma hayvan, elbise veya bahçe gibi bir aynı mehir olarak verirse,
bu mehir kadın tarafından teslim alınmadan kocanın damâmnda olur. Bu da damân-ı
yed değil, damân-ı akd olur. Damân-ı akdin anlamı, bir şeyin kaybolması
durumunda, karşılığı olan bir şeyle tazmin edilmesidir. Mehr-i müsemmânın
karşılığı mehr-i misildir. Mehr-i mü-semmâ telef olursa, koca mehr-i misil ödemekle
yükümlü olur. Mehr-i müsemmânın karşılığı kadının tenasül organıdır denilemez.
Yani "mehr-i mü-semmâ telef olursa, koca, kadının tenasül organını tazmin
eder" denilemez.
Bİz her ne kadar
mehr-i müsemmânın karşılığı, kadının tenasül organıdır diyorsak da, bıd'ın
tazmini ve geri verilmesi imkânsız olduğundan, mehr-i misil vermesi gerekir.
Çünkü bıd'ı (tenasül organını) kadına geri verme, nikâh feshi dışında
anlamsızdır. Burada nikâh da feshedilmemiştir. Çünkü, sahih olduktan sonra,
nikâh akdi bağlayıcı olur. Bu nedenle bunun için bir bedel kılınmıştır ki, bu
bedel de mehr-i müsemmânın karşılığı olan mehr-i misildir. Damân-ı Yed'in
anlamına gelince, bu mehri eğer misli varsa misliyle, âeğeri takdir edilen
şeylerdense değeriyle tazmin etmektir. Mehir, kadın tarafından teslim
alınmadan, kocanın yanındayken telef olursa, bunun dört şekli olur:
1- Mehrin
semavî bir âfetle telef olması.
2- Koca
tarafından telef edilmesi.
Telefiyet nedeniyle
rjâehir feshe uğradığı için, bu iki durumda kadına mehr-i misil vermek vâcib
olur.
3- Reşide
olduğu halde, mehrin kadın tarafından telef edilmesi. Bu durumda kadın,
hakkını almıştır. Kendisine verilecek başka bir şey yoktur.
4- Mehri,
yabancı birinin telef etmesi. Bu durumda bu yabancı mehri tazmin etmekle
yükümlü olur. Kadının kendisi ise muhayyer olur: Dilerse mehri fesheder ve
kocasını mehr-i misil ödemekle yükümlü kılar. Koca da, mehri telef etmiş olan
yabancıya başvurur. Kadın dilerse mehri kabul eder ve telef ettiği için mehrin
bedelini yabancıdan taleb eder. Kocasından taraf alacaklı olmaz. Velhasıl
birinci ve ikinci şekillerde mehir feshe uğrar. Yani mehir semavi bir âfetle
telef olur veya koca tarafından telef edilirse feshe uğrar. Üçüncü şekilde
kadın mehri kendi telef ederse, hakkını almış olur. Son şekilde, yani yabancı
bir kimsenin mehri telef etmesi durumunda, kadın muhayyerlik hakkına sahip
olur.
Bir kimse karısına
mehir olarak iki ayın, meselâ iki deve verir, bunlardan biri bir âfetten ötürü
telef olur veya kadının tesellümünden önce koca tarafından telef edilirse,
sağlam kalanı hakkındaki değil de, telef olanı hakkındaki mehir feshe uğrar.
Bunda, pazarlığın ayrı oluşuna itibar edilir. Sonra bu durumda kadın muhayyer
olur:Dilerse telef olan deveye karşılık mehr-i misil almak üzere, sağlam kalan
devedeki mehri onaylar. Şöyle ki: Kadının mehr-i misli iki deveye eşitse bunun
yarısını hak eder. Mehri onaylamayıp feshedebilir de.
Bu takdirde kadın,
mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Şunu da belirtelim ki, koca mehrin
geçmişteki faydalarını, sözgelimi binek hayvanına binmek gibi mehri
fazlalaştiracak sonuçları doğurmayacak olan faydalan tazmin etmez. Koca,
mehirden bu gibi faydalar edinmişse, tazminatı ödemesi gerekmez. Meyve, diğer
tarımsal ürünler ve benzeri mehrin fazlalıklarına gelince, bunlar kocanın yamnda
emânettir. Koca bunlardan yararlanırsa tazminat öder. Taleb ettiği halde
bunları kadına teslim etmez, sonra da yanındayken telef olursa tazminat ödemesi
gerekir. Aksi takdirde hayır... Bununla ilgili geniş açıklama yakında
yapılacaktır.
Bu anlatılanlar,
mehrin, kocanın yanında bulunurken telef olmasına ilişkin hükümlerdi. Kadının
tümüyle bu mehre sahip olması, yani kocanın mehrin bir kısmına veya yarısına
sahip olmasını sağlayan bir ayrılma vukûbulmadı-ğı için kadının tümüyle mehri
hak ettiği, ama teslim almadığı için kocanın dindeyken telef olmasına dâir
hükümler, yukarıda anlatılmış oldu. Meselâ cinsel temastan önce talâk nedeniyle
bir ayrılma vukûbulursa, mehrin yarısı kocaya döner. Mehir nakit de olsa,
ticâret eşyası, hayvan veya başka bir şey de olsa, mehri kadına vermiş olan
kocanın kendisi de olsa, baba veya dedesi gibi bir velîsi de olsa hüküm
aynıdır. Mehri kadına vermiş olan şahıs, yabancı biri ise duruma bakılır. Bu
yabancı şahıs, mehri kocaya teberru etmişse, mehrin yarısı kocaya döner. Aksi
takdirde mehrin yarısı, onu kadına vermiş olan yabancı şahsa döner.
Ama"bir şey satın alırken ödenen semen (bedel)'de hüküm bundan farklıdır.
Müşteriden başkası bu bedeli müşterinin yerine, müşteriye teberru etmiş olarak'
satıcıya vermişse ve sonra da aradaki bu alışveriş feshedilmişse, bedel
teberru edene değil de onu mal sahibine ödemiş olan müşteriye döner.
Mehrin yarısının
kocanın mülkiyetine dönmesi için, kocanın "mehrin yarısının bana dönmesini
ihtiyar ettim" demesi şart değildir. Aksine hiçbir şey söylemeden de, bu
yarı, otomatikman kocanın mülkiyetine döner. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de
buyuruluyor ki:
"Eğer onlar için
mehir takdir eder de, el sürmeden (kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadan)
onları boşarsanız, bu durumda takdir ettiğiniz mehrin
yarısı Onlarındır.[20]
Mehir telef olur ve
eşler talâkla, ya da başka bir nedenle ayrıhrlarsa iki durum sözkonusu olur:
1- Mehrin,
eşlerin ayrılmalarından ve zevcenin tesellümünden önce yabancı birinin veya
kocanın veya zevcenin fiiliyle, ya da semavî bir âfetle telef olması durumu:
Zevcenin fiiliyle telef olursa, koca mehrin yan değerini hak eder. Bu yan,
mehrin bazısına eklenir. Yani mehrin tümüne değer takdir edilir. Sonra da koca
bu değerin yarısını alır. Yoksa mehrin yansı kendi başına değerlendirilmez. Meselâ
mehri bir deve olup, tam olarak satıldığı takdirde yüzelli bin lira edecekse,
bu devenin yansı satıldığı takdirde altmış bin lira eder. Çünkü hayvanın tümüne
sahip olmak mümkün olmadığı takdirde yansını almaya normal olarak az rağbet
edilir. Hal böyle olunca koca, meh-nn yansını (yetmişbeşbin lirayı) hak eder.
Yabancı birinin mehri telef etme si durumunda da hüküm aynıdır. Tazminatı bu
yabancı şahıs öder. Mehr-i mislinin yarısını almak üzere zevce kocasına, ya da
kendisine bedel ödemesi için mehri telef eden yabancıya müracaat eder. Kocasına
bu durumda müracaat edemez. Önce de belirtildiği gibi bu ikisinden birini
yapmakta muhayyer olur. Kocanın fiiliyle veya&emavî bir âfetle telef
olursa, önce de belirtildiği gibi mehir oluşu bâtıl olur. Talâktan sonra koca,
mehr-i mislin yansından sorumlu olur.
2- Zevcenin
tesellümünden ve ayrılmalarından sonra mehir; koca, zevce, yabancı şahıs veya
semavî bir âfet tarafından telef edilirse hüküm ne olacaktır? Kocanın fiiliyle
telef edilirse, koca bîr şey almayı hak etmez. Çünkü o, kendi mülkünü telef
etmiştir. Zahir olan da budur. Kadının fiiliyle, ya da yabancı bir kimsenin
fiiliyle telef olursa, koca -eğer misli varsa- mehrin yarı mislini alır. Değeri
takdir edilen nesnelerden ise, toplam değeri takdir edildikten sonra yarı
değerini alır. Sonra koca, mehri telef eden yabancıya karşı muhayyerdir:
Dilerse yan mehri almak için yabancıya müracaat eder ve karısından bir şey
almaz; dilerse yarı mehri karısından alır. Karısı da bunu almak için yabancıya
müracaatta bulunur.
Hanbelîler dediler ki:
Mehir şu hazırdaki hayvan veya şu küme buğday gibi belirli veya belirsiz bir
nesne olur. Belirli bir nesne olup kadın tarafından teslim alınmadan veya
teslim alındıktan sonra telef olursa bir sorumluluğu bulunmaz. Çünkü onun daman
ve kefâletindedir. Zîra zevce, sırf nikâh akdiyle mehre sahip olur. Tesellümden
önce kocanın yanında emânet olarak durur. Ancak zevce bunu kocasından ister,
koca da ona vermeye yanaşmazsa, tazmin etmekle yükümlü olur. Çünkü teslim
etmemekle, hadde tecâvüz etmiş olur. Tıpkı gasbedcn bir kimse gibi olur.
Mehir üç kile pencuma
buğdayı veya şu buğday yığınının bir kısmı gibi belirsiz bir nesneyse, kadın
tarafından teslim alınmadan kocanın kefaletinde olur. Kadın tarafından teslim
alındıktan sonra, tıpkı belirli nesne gibi kadının kefaletine girmiş olur.
Şunu da kaydedelim ki,
belirli nesnede kadının tesellümden Önce tasarrufta bulunması halinde,
tasarrufu sahih olur. Belirsiz nesnede tesellümden Önce tasarrufta bulunması
halinde ise tasarrufu sahih olmaz.
Mehir hayvan, bahçe,
elbise veya tarla gibi bir ayın olur da, bu ayında bitişik bir fazlalık meydana
gelirse, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvan tavlanırsa,, veya mehir bir
bahçe olup bu bahçe mey. ve verirse, veya mehir bir tarla olup bu tarlanın
üzerine bir bina yapılırsa veya mehir bir elbise olup bu elbise boyanırsa, ya
da mehirde kendisinden ayrı bir fazlalık meydana gelirse, meselâ mehir bir
hayvan olup bu hayvanın yünü kırkılırsa veya mehir bir bahçe olup bu bahçenin
meyvesi devşirilirse, bütün bunlar mehrin kadın tarafından teslim alınmasından
ya önce, ya da sonra olur. Gerdekten önce bo-şarsa bu fazlalığın yarısı kocaya
âit olur mu, olmaz mı? Aynı şekilde kadın tarafından teslim alınmadan veya
teslim alındıktan sonra me-hirde bir eksiklik meydana gelirse, bu eksiklik
kimin üzerine olacaktır? Mezheblerin bu konudaki tafsîlâtlı görüşleri aşağıya
alınmıştır.
(56) Şâfiîler dediler
ki: Mehir artar, zevce de kocasından ayrılırsa ve bu ayrılığın sebebi zevce
olursa, mehirdeki fazlalık, her halükârda kocaya âit olur. Zîra mehrin tümü
kocaya aittir. Zevce, mehrin gelir veya ürününden bir şey hak etmez. Çünkü
mehir, zevcenin mülkiyetinden çıktığı gibi, bu fazlalık da tümden onun mülkiyetinden
çıkmıştır. Ama ayrılığa sebep olan kadın değil de, boşama veya başka bir
yolla, koca ise mehirde meydana gelen fazlalık bitişik de olsa, ayrık da olsa,
eşler onu yarı yarıya paylaşırlar. Bu, fazlalığın ayrılmadan sonra meydana
gelmesi halinde sözkonusu olan hükümdür. Ayrılmadan önce meydana gelmesi
halinde fazlalık; yavru, süt ve kazanç gibi ayrık ise, ayrılığın sebebi kadın
da olsa, erkek de olsa fazlalığı kadın hak eder. Ayrılığın sebebi kocaysa,
fazlalığın değil, sadece mehrin yarısını hak eder. Aksi takdirde fazlalığı
almaksızın sadece mehrin tümünü almak üzere zevceye müracaat eder. Ayrılma,
nikâh akdine bitişik bir sebeple olursa, meselâ kendisinde nikâh akdini
feshetmeyi gerektiren bir ayıp bulunan bir kadını nikahlarsa; bir kavle göre
mehrin fazlalığını almak için de kadına müracaat eder. Zîra nikâh akdi hiç
yapılmamış gibidir. Ayrılma, kadın sebebiyle olmuştur. Mehrin tümü kocaya
aittir.
Bir kavle göre koca
ayrık mehir fazlalığını almak için zevceye müracaat edemez. Ancak bitişik fazlalığı
almak için zevceye müracaat edebilir. Meşhur olan görüş budur. Bazıları bu
hususta eşler arasında eşitlik uygulanmasını öngören görüşü tercih
etmişlerdir. Çünkü her iki durumda da nikâh akdi âdeta hiç yapılmamış gibidir.
Hayvanın tavlanması
gibi mehre bitişik fazlalıklara gelince, ayrılma eğer koca sebebiyle olmuş ve
kadın da mehrin fazlalığını eline geçirmişse, koca sadece mehrin yarısını hak
eder. Mehrin fazlalığından bir şey alma hakkına sahip olmaz. Ama zevce müsamaha
ederse, koca bu fazlalıktan pay alır. (Bu fazlalık ortada mevcut değilse) bunun
kıymetini talep edemez. Örneğin bir kimse zevcesine mehir olarak bir hurmalık
verir, sonra bu hurmalıkta çağla meydana gelirse, bu, hurmalığa bitişik bir
fazlalıktır. Zevce, kocanın çağlayla birlikte hurmalığın yarısını almasına
razı olursa, koca bunu kabul etmeye zorlanır. Kocanın, çağlanın kıymetini
istemeye hakkı yoktur. Aksi takdirde çağlasız olarak hurmalığın yarısının
kıymetini alır. Kocası kendisinden ayrılır, ayrılırken ağaçlar üzerinde olgunlaşmamış
hurmalar bulunursa, kocası yansını alsın diye, kadın, hurmaları kesip
devşirmeye zorlanmaz. Çünkü meyveler, hurmalık zevcenin mülkiyetindeyken
meydana gelmiştir. Hatta hurma devşirme zamanına kadar zevce, bu çağlaları
ağaç üzerinde bekletme imkânına sahiptir. Koca, meyveyi keserse, keserken hurma
ağacının lif ve dallarını kırma gibi ağaçta bir zarar meydana getirmediği
takdirde değerin yansına sahip olur. Çağlaların bekletilmesi uzun sürüp
ağaçlara zarar verirse yine aynı hüküm sözkonusu olur.
Koca, devşirme zamanı
gelinceye dek meyvelerin ağaç üzerinde bekletilmesine razı olur, bununla
birlikte sadece hakkını alırsa -ki bu, hurmalığın yansıdır- kadın sorumluluktan
kurtulsun diye, kocanın bu yarıyı almış olması şartıyla, kadın bunu
kabullenmeye zorlanır. Ama devşirilmesi zamanına dek meyvelerin ağaç üzerinde
bekletilmesine razı olmazsa, buna yetkisi vardır.Tabiî bu durumda onları
kesmeye de hakkı yoktur.Nitekim daha önce de bundan sözedilmişti. Aksine
bunların kıymetini alma hakkına sahip olur.
Kısacası, kocanın
anılan durumda zevcesine, meyveleri ağdç üzerinde bekletme imkânını tanıması ve
meyveleri kesmeye zorlaması uygun olur. Ama koca da, hurmaları kesim zamanına
dek bekletmek için razı olmaya zorlanamaz. Koca için kıymet alma hakkı
vardır/Kesim nedeniyle hurmalıkta meydana gelen değer eksilmesi veya hurmaları
ağaç üzerinde bekletme nedeniyle de koca, kıymet alma hakkına sahip olur. Ayıp
meydana gelmesi nedeniyle mehirin eksikliğe uğramasının üç hali vardır:
1- Eşlerin
ayrılmasından ve zevcenin tesellümünden sonra, zevcenin fiili veya yabancı bir
şahsın fiili nedeniyle mehrin değer eksikliğine uğraması. Bu durumda koca, az
da olsa çok da olsa, bu değer eksikliği farkını zevceden alma hakkına sahip
olur. Ama başka bir sebeple meydana gelen değer eksikliğinin farkını taleb
edemez.
2-
Ayrılmadan önce ve zevce tarafından teslim alındıktan sonra mehirde eksiklik
meydana gelmesi. Bu durumda koca ayıplı olarak, ayrıca bir bedel almaksızın
mehri alabileceği gibi, sağlam olarak edeceği fiyatın yarı bedelini de
alabilir.
3- Talâktan
ve kadın tarafından teslim alınmazdan önce mehirde eksilmenin vukûbulması. Bu
durumda kadın buna razı olursa, koca, eksilmenin bedelini almaksızın, mehrin
yansını alır. Çünkü mehirdeki bu eksiklik, kocanın yarımdayken meydana
gelmiştir. Kadın buna razı olmazsa, mehr-i mislin yarısını alır ve koca
tamamını alır. Mehirdeki ayıp, yabancı birinin vasıtasıyla veya zevce
vasıtasıyla meydana gelmişse, koca, meydana gelen değer eksikliği farkını
almakla birlikte mehrin aslının yarısını alır.
Geriye bir şekil daha
kaldı ki, bu da mehrin bir taraftan artması, bir başka taraftan eksilmesidir.
Bir kimse zevcesine, meyve vermemiş bir hurmalığı mehir olarak verir ve sonra
bu hurmalık meyve verir ama öte taraftan bir âfet gelip bu meyveleri
azaltırsa, ya da bir kimse zevcesine mehir olarak bir manda verir ve bu manda
bir malak doğurur, ama öte taraftan manda hastalanır
ve bu hastalık mandanın sütünü eksiltirse, bu durumda hüküm olarak ayın, eşler
arasında paylaştırılır. Bunu kabullenmezlerse, ayına değer takdir edilir.
Takdir edilirken aynda meydana gelmiş olan artış ve eksilmeler nazar-ı itibara
alınmaz. Bu anlatılanlar, ayrılmayla birlikte mehirde eksilmenin vukübulmasına
dâir hükümlerdi.
Mehir henüz kocanın
yanmdayken bîr eksilme meydana gelir ve koca da karısıyla gerdeğe girmek
isterse bunun dört şekli vardır:
1- Mehirdeki
ayıp, sefih olmayan reşîd zevcenin eliyle meydana getirilmiş olmalıdır. Bu
durumda zevce, kocadan bir şey alma hakkına sahip olmaz.
2- Mehirdeki
ayıp, semavî bir âfet nedeniyle meydana gelir, meselâ mehir bir hayvan olup bu
hayvana körlük İsabet ederse, bu durumda kadın muhayyer olur: Dilerse mehri
fesheder ve mehr-i misil alır. Dilerse mehri onaylar ve ayıplı da olsa alır.
3- Mehirde yabancı bir şahıs tarafından ayıp
meydana getirilmesi.
4- Mehirde
koca tarafından bir ayıp meydana getirilmesi. Bu iki durumda zevce mehri
feshedip mehr-i misil almakla, ayıplanan mehri, değer eksikliği farkım taleb
etmekle birlikte, almak arasında muhayyer olur.
Kısaca, mehirde ayıp
meydana gelmesi durumunda zevce, ilk üç durumda muhayyer olur. Yani mehir koca
veya yabancı bir şahıs veya semavî bir âfet nedeniyle telef olursa, mehri
feshedip mehr-i misil almakla, meydana gelen değer eksikliği farkını taleb
ederek ayıplı mehri almak arasında muhayyer olur. Dördüncü durumda zevceye
muhayyerlik yoktur. Bu son durum, reşid olan zevcenin mehirde ayıp meydana
getirmesidir.
Hanefıler dediler ki:
Mehirdeki fazlalık, zevcenin onu teslim almasından sonra ortaya çıkmışsa,
meselâ mehir olarak zevceye verilmiş olan inek doğurmuşsa veya bahçe meyve
vermişse, bu fazlalıklar mutlaka zevcenin olur. Mehirdeki fazlalık, zevcenin
onu teslim almasından önce ortaya çıkmışsa, fazlalık ya mehrin kendisinden
kaynaklanmıştır, ya da mehre arız olup dışardan gelerek mehrin kendisinden
kaynaklanmamıştır. Her halükârda bu fazlalık, mehre ya bitişik olur, ya da
ayrık olur. Mehirden kaynaklanmayan ve mehre bitişik olan fazlalığa elbisenin
boyanmasını ve evin bina edilmesini örnek olarak gösterebiliriz. Mehirden kaynaklanmayan
ve mehirden ayrık olan fazlalığa ise hizmetçinin kazancını ve gelirini örnek
olarak gösterebiliriz. Mehrin kendisinden kaynaklanan ve ona bitişik olan
fazlalığa, hayvanın tavlanmasını ve güzelleşmesini örnek olarak
gösterebiliriz. Ağaçta duran meyve de buna örnek olarak gösterilebilir.
Mehirden kaynaklanan ve ondan ayrık olan fazlalığa hayvanın yavrusunu ve ağacın
koparılmış meyvesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu fazlalık mehrin
tesellümünden önce olmuş ve mehrin kendisinden kaynaklanmamışsa, bitişik de
olsa, ayrık da olsa zevceye âit olur. Ancak fazlalık, mehre bitişik olursa;
meselâ elbise boyanır ve ev bina edilirse zevce bunu teslim almış sayılır; bu
fazlalık ikiye bölünmez.
Ancak zevcenin,
tesellüme hüküm verildiği günün rayicine göre bunun yansını kocasına vermesi
gerekir. Ama hizmetçinin kazancı ve tarım ürünü gibi ayrık bir fazlalık olursa,
bu ikiye bölünmez. Dolayısıyla zevce, asıl mehrin yarı değerini kocasına
vermekle yükümlü olur. Fazlalık mehirden kaynaklanır ve gerdeğe girmeden,
zevce boşanırsa; mehrin yarısını koca, yarısını da zevce alır.
Mehirde meydana gelen
fazlalık, zevcenin mehri tesellümünden sonra mutlak surette ikiye bölünmez.
Tesellümden önce mehrin kendisinden kaynaklanarak meydana gelen fazlalık ikiye
bölünür. Çünkü bir şeyden kaynaklanan ve doğan şey, bitişik de olsa, ayrı da
olsa, ona tâbi olur. :
Zevce tarafından
teslim alınmadan mehirde meydana gelen eksikliğe gelince, bu birkaç şekilde
olur:
1- Mehirdeki
eksikliğin semavî bir âfet nedeniyle meydana gelmesi. Bunun da iki şekli
vardır:/
a- Mehirde
az bir eksikliğin meydana gelmesi. Meselâ mehir olarak verilen atın
topallaşması veya bedeninin bazı kısımlarında bir durgunluk ve kırıklık
meydana gelmesi. Bu durumda zevce, mehirde meydana gelen eksiklik için bedel
talebinde bulunamaz.
b- Mehirde
fazla bir eksikliğin meydana gelmesi: Meselâ mehir olarak verilen atın
gözlerinden birini yitirmesi, bahçenin faydalı meyveler veren bazı ağaçlarının
kuruması, ya da mehirde değer eksikliği meydana getiren ağır bir arızanın
vukûbulması gibi. Bu durumda gerdekten önce boşanan zevce muhayyer olur:
Dilerse ayıplı mehrin yarısını, dilerse mehrin nikâh akdi günündeki kıymetinin
yansını alır. Zîra zevcenin tesellümünden önce mehir, kocanın kefâletindedir.
Zevce, mehirde meydana gelen değer eksikliği nedeniyle bir bedel talebinde
bulunma hakkına sahip olmaz.
2- Mehirdeki
noksanlığın, kocanın fiiliyle meydana gelmesi. Bunun da iki şekli vardır:
a- Meydana
gelen noksanlığın az miktarda olması. Bu durumda zevce, mehri almakla birlikte
noksanlığa karşı bedel talebinde bulunma hakkına sahip olur. Mehri reddedip
kocasının mehrin yarısını tazmin etmesini isteyemez.
b- Mehirde
meydana gelen eksikliğin fazla miktarda olması. Bu durumda zevce muhayyer olur:
Dilerse mehrin nikâh akdi günündeki değerinin yansını alır. Dilerse mehrin
yarısını alır ve meydana gelen eksiklik kıymetinin yarısını kocasına
ödettirir.
3- Mehirde
meydana gelen eksikliğin, zevcenin fiiliyle olması. Bu durumda zevce, eksiklik
az da olsa, çok da olsa sadece mehri alabilir.
4- Meydana
gelen eksikliğin, mehrin kendisi sebebiyle olması. Meselâ zevceye mehir olarak
verilen atın sıçrayarak bedeninde bir kırıklığın meydana gelmesi, veya mehir
olarak verilen kölenin kendisini yaralaması vb.
şeklin hükmü, mehirde
semavî bir âfet nedeniyle bir eksikliğin meydana gelmesinde uygulanan hükmün
aynısıdır.
5- Mehirde,
yabancı bir şahsın fiiliyle eksikliğin meydana gelmesi. Bunun da iki şekli
vardır:
a- Mehirde
meydana gelen eksiklik az miktardaysa, zevce, sadece meh-rî alma hakkına sahip
olur. Meydana getirmiş olduğu değer eksikliğinin yarısını yabancı şahıstan
taleb eder.
b- Mehirde
meydana gelen eksiklik fazla miktardaysa zevce muhayyer olur: Dilerse yabancı
şahsı, meydana getirmiş olduğu değer eksikliği farkının yarısını ödemekle
yükümlü kılmanın yanısıra mehrin yarısını alır. Dilerse kocasına bırakır. Koca
da mehrin, nikâh akdi günündeki değerinin yarısını karısına ödemekle yükümlü
olur ve meydana getirdiği değer eksikliği farkının tamamını ödettirmek için
yabancı şahsa başvurur. Bu, mehrin koca ya-nındayken değer eksikliğine
uğramasının hükmüdür.
Zevcenin teslim
almasından sonra mehirde bir noksanlığın meydana gelmesi ve kocanın da zevceyi
gerdekten önce boşaması durumuna gelince; bu noksanlık zevcenin fiiliyle meydana
gelmiş olup az miktardaysa, koca ancak bu az aybıyla birlikte mehrin yarısını
alabilir. Ama meydana gelen noksanlık fazla miktardaysa, koca muhayyer olur:
Dilerse değer eksikliği farkını taleb etmeksizin, ayıplı haliyle mehrin
yarısını alır; dilerse mehri almaz ve zevcenin teslim aldığı günkü değerine
göre yarı değerini alır. Örneğin zevcenin yanmdayken semavî bir âfet nedeniyle
mehirde bir noksanlık meydana gelir veya bu noksanlık, mehrin kendi fiiliyle
meydana gelirse; meydana geliş boşanmadan önce de olsa, sonra da olsa,
yukarıdaki muhayyerlik hükümleri işlerlik kazanır. Mehirdeki ayıp, yabancı bir
kimsenin fiiliyle boşanmadan önce meydana gelirse, zevcenin, teslim aldığı
günkü değeri üzerinden mehrin yarı değerini kocasına vermesi gerekir. Çünkü
yabancı şahıs, mehirde meydana getirmiş olduğu noksanlığın bedelini ödemekle
yükümlüdür. Bu bedelse mehirden ayrı bir fazlalıktır ki, bölünemez. Evet zevce,
boşanmadan önce yabancıyı ibra ederse, bu durumda noksanlık ikiye bölünür.
Zevce, yarısını kocasına vermekle yükümlü olur. Yabancı şahıs, eşlerin
boşanmalarından sonra mehirde bir noksanlık meydana getirirse, koca için mehrin
aslının yarısı hak olur. Sonra o, noksanlığın yarı kıymetini dilerse yabancı
şahıstan, dilerse zevcesinden alır. Bazıları demişlerdir ki: Az önceki hüküm
açısından yabancının mehirdeki ayıp ve noksanlığı talâktan önce meydana
getirmesiyle talâktan sonra meydana getirmesi arasında bir fark yoktur.
Noksanlığın koca tarafından meydana getirilmesiyle, yabancı bir kimse
tarafından meydana getirilmesi, eşit olarak aynı hükümlere tabidirler. Şunu da
belirtelim ki; koca nikâhta belirtilen mehre eklemede bulunacak olursa sahih
olur ve bu fazlalık iki şartla mehre eklenmiş olur:
1- Zevce bu
arttırmayı, arttırma sözünün söylendiği mecliste kabul etmiş olmalıdır. Zevce,
küçük yaşta ise bu arttırmayı velîsinin, o mecliste kabul etmiş olması
gerekir.
2- Eklenen
miktar bilinmelidir. Koca, eklediği miktarı belirtmeksizin: "Senin mehrini
arıtırdım" derse, bu ekleme sahih olmaz. Çünkü yapılan artırmanın miktarı
bilinmemektedir. Bazıları üçüncü bir şart daha ileri sürerler ki, bu,
evliliğin devam etmekte oluşudur. Meselâ koca, bâin talâkla boşadığı veya ölüm
ile kendisinden ayrılan zevcesinin mehrini arttırırsa sahih olmaz. Aslında
bunda ihtilâf vardır: Bazıları demişlerdir ki: Ebû Hanî-fe, zevcenin ölümünden
sonra mirasçıları kabul ettikleri takdirde mehirde arttırma yapmanın sahih
olacağım söylemiştir. Bâin talâkla boşandıktan sonra zevcenin mehrini arttırmak
da bu hükme kıyaslanır. Çünkü bu, öncelikle sahih olur. Ama en sağlamı,
arttırırmn sıhhati için evliliğin devamının şart olmasıdır. Çünkü evlilik
kesintiye uğradıktan sonra mehri arttırmanın bir anlamı yoktur. Bunun sahih
olduğunu söyleyenler, evliliğin kesintiye uğramasından sonra bu artırımın,
mut'a gibi koca tarafından yapılan erdemli bir davranış olduğu görüşündedirler
ki, bunun bâtıl kılınmasını gerektiren bir sebep yoktur. Bununla birlikte bu
gibi varsayımlara pratikte hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Böyle olunca da
bu mesele üzerinde tartışmanın bir yararı olmaz.
Artırımın kabulünde
şahit bulundurmak ve mehrin zevcenin mülkiyetinde durması şart değildir.
Zevcenin kendisine hîbe etmesinden veya kendisini ibra etmesinden sonra koca,
mehri arttıracak olursa, sahih olur. Yapılan artırımın mehrin cinsinden olması
şart değildir. Zevceye mehir olarak para verir, sonra da ek olarak bir hayvan
verirse, sahih olur. Bunun tersi de sahihtir. Artırımın özellikle koca
tarafından yapılması şart değildir. Kocanın velîsi de arttıracak olursa sahih
olur.
Bu
arttırmanın''mehirde zİyâdelik" lafzıyla olması şart değildir. Hatta koca,
zevcesine: "Şu kadarla sana müracaat ettim" deyip zevce de
"kabul ettim" derse, mehirdeki arttırma yine sahih olur. Gerdekten
önce boşarsa, koca sadece aslî mehrin yarısını alabilir. Fazlalığa gelince,
Önce de belirtildiği gibi, bu ikiye bölünmez. Bu hüküm, mehrin ayın olmasına
özgü değildir. Kocanın, zevcesinin mehrini arttırması sahih olduğu gibi,
zevcenin de kocasına mehrin -nakit olması şartıyla- bir kısmından veya
tümünden affetmesi sahih olur. Mehir, ticâret eşyası veya hayvan gibi bir ayın
olursa, onun bir kısmını düşürmek sahih olmaz. Şu da var ki, mehir
düşürüldükten sonra kocanın yanmdayken telef olursa, koca onu tazmin etmez.
Karısına "şu atı" mehir olarak verir, sonra da karısı onu bu mehirden
ibra ederse, var olduğu sürece karısı bu mehri ondan alma hakkına sahip olur.
Telef olursa, telef olduğu için koca, bu mehri tazmin etmez. Bu hüküm mehrin
ayın olmasına Özgü değildir.
Mâlikîler dediler ki:
Eşler arasında talâk ile bir ayrılma vukûbu-lursa, mehirde sonradan meydana
gelen fazlalık veya eksiklik, eşler arasında yarı yarıya paylaşılır. Çünkü
sahih görüşe göre zevce, nikâh akdi nedeniyle irin yansına mâlik olur. Boşanma gerdekten önce
olursa, eşlerden her I mehrin yarısına mâlik olur. Şu da var ki, hayvanın
yavrusu mehrin ken-nden sayılır ve ona tâbi olur. Bunda ihtilâf yoktur. Bu
durumda zevce-mehrin yarısına mâlik olmasıyla, hiç bir şeye mâlik olmaması, ya
da rin tümüne mâlik olması arasında bir fark yoktur. Ancak bunda ihtilâf lir.
Mehir olarak verilen hayvanın yavrusu da her halükârda eşler ara-a taksim
edilir. Meyve gibi tarımsal bir ürüne, ücrete ve yüne gelince, ; âvle göre
zevce bunun mâliki olur ve bu, onun için hak olur. Gerdekten e boşamış olmakla koca,
sadece mehrin aslının yarısını alma hakkına olur. "zevce, sırf nikâh akdi
ile mehrin yarısına sahip olur" diyenlerin \üşüne göre, zevce mehirde
fazlalaşan ürünün ya yarısını alır veya "Zev-rf nikâh akdi ile mehrin
tümüne sahip olur" diyenlerin kavline göre ürü-tümünü alır. Bununla hiç
kimsenin hükmetmediğini söyleyenler de ustur. Ama kuralın açık anlamı bunu
gerektirmektedir. Bu nedenle bazı H let
sahibi kimseler bu hususta bir takım detaylar ileri sürmüşlerdir. Gerdekten
önce talâkla değil de, nikâhın feshiyle eşler arasında bir ay-a vukûbulursa,
mehirdeki fazlalık ve noksanlık tek kelimeyle kocaya âit '. Ayrılma gerdekten
sonra veya ölümle vukûbulursa, fazlalık ve nok-ık tek kelimeyle zevceye âit
olur.
Şunu da belirtelim ki,
nikâh akdi yapıldıktan sonra koca mehri arttıra-\/olursa, bu fazlalık, onun bir
parçasıymışçasına mehre katılır. Bir kimse 'ün lira mehirle bir kadınla
evlenir, evlenme akdinden sonra, meselâ bu re yirmibin lira eklerse, bu eki
kadına ödemesi gerekir ve bu da mehir t . Bu ekin cins, vadeli veya peşin olma
bakımından mehire misil olması \ değildir. Bir bahçeyi mehir olarak veren bir
kimse, bilâhare buna yüz-: ira ekleyecek olursa, bu eki zevcesine ödemesi
zorunlu olur. Aynı şekil-'; İadeli yüzbin lirayı mehir olarak veren bir kimse,
bilâhare peşinen teslim (yeği yirmibin lirayı eklerse, bu ek zevce tarafından
teslim alınsa da alında mehir sayılır. Gerdekten önce karısını boşarsa, kadına
yüzbin ile 1 ibin liranın toplamının yarısını (altmışbin lirayı) vermesi
gerekir. Nite i akdinden sonra yapılan ek, gerdekten önce boşama vukûbulduğu
yarıya bölünür. Yalnız kocanın, zevcenin bu fazlalığı teslim almasından iflâs
etmemiş olması şarttır. İflâs ederse, bu fazlalık düşer. Aynı, ecenin
tesellümünden önce koca vefat ederse de fazlalık düşer ve ikiye ilünmez. İflâs
ve ölüm hallerinde fazlalık, zevce tarafından teslim alın-{ uşsa, düşer.
Tesellümden sonra hiç bir halde düşmez. Bütün bunlar, nikâh akdinden sonra
yapılmasına dâir hükümlerdi. Akidden önce esnasında yapılan eklemelere gelince,
bu ekler, bu bakımdan mehir Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur.
Hanbelîler dediler ki:
Muayyen mehre yapılan ek; kazanç, yavru Hlından koparılmış meyve gibi mehirden
ayrı bir fazlalıksa, bu, teslim S olsa da, olmasa da zevcenin hakkı olur. Çünkü
bu, onun tek başına tasarrufta bulunabileceği mülküdür ve onun kefâletindedir.
Öyle ki telef olursa, zevcenin hesabına zayi olmuş olur. Bu fazlalık sayı ile
sayılan, Ölçekle ölçülen veya tartıyla tartılan bir nesneyse, tıpkı satın
alınan eşya gibi teslim almadan zevcenin onda tasarrufta bulunması sahih olmaz.
Hayvanın tavlanması veya elbisenin boyanması gibi bitişik olan fazlalıklar da
bu hükme tâbi olup kocanın bunda hakkı yoktur. Çünkü zevcenin mülkiyetine
girmiştir. Kocası gerdekten önce onu boşarsa, o da kendisine mehir olarak
verilen hayvanı, ânz olan fazlalıkla birlikte kocasına vermeye razı olursa, ya
da boyasıyla veya nakışıyla birlikte vermeye razı olursa, kocanın kabul etmesi
gerekir.
Muayyen olmayan mehre
gelince; bu, zevce tarafından teslim alınmadan kocanın kefaleti altındadır.
Önce de belirtildiği gibi fazlalığı da, noksanlığı da kocaya aittir. Özetle
koca -bitişik de olsa, ayrık da olsa- muayyen mehirdeki fazlalığa mâlik olmaz.
Gerdekten önce zevcesini boşarsa, sadece mehrin yarısını alır. Ama zevce ona,
bitişik fazlalığıyla birlikte mehrin yarısını teberru ederse, onu alması
gerekir. Kıymetini istemeye hakkı olmaz.
Muayyen mehir
noksanlaşır, koca da gerdekten önce zevcesini boşarsa, zevce muhayyer olur:
Dilerse, meydana gelen noksanlık nedeniyle bir bedel istemeksizin mehrin
yansını, dilerse kıymetinin yarısını alır.
Şunu da belirtelim ki,
koca nikâh akdinden sonra karısının mehrİnİ art-tırırsa, bu fazlalık evlilik
bağının devam etmesi şartıyla aslî mehre katılır. Gerdekten önce boşandığı
takdirde zevce, İlk mehrin ve fazlalığın yarısını alır. Bu fazlalık,
Hanefîlerin görüşüne aykırı olarak ikiye bölünür. Mâlikî-lerin görüşüne aykırı
olarak da bu fazlalık, kocanın iflâs etmesi nedeniyle sakıt olmaz.
Mehrin peşin verilmesi
ve tümünün, ya da bir kısmının vadeli olması, mezheblerdeki tafsilât
çerçevesinde caiz olur.
(57) Hanefîler dediler
ki: Mehrin peşin verilmesi, tümünün veya bir kısmının vadeli olması caizdir.
Yalnız, vâdenin aşırı derecede bilinmez olmaması şarttır. Örneğin kocanın,
zevcesine: "Elim genişleyinceye kadar veya yağmur yağıncaya veya gökten
yağmur gelinceye veya misafir gelinceye dek vadeli yüzbin lira mehir üzerine
seninle evlendim" demesi gibi. Bütün bu durumlardaki vâde belirsiz
olduğundan dolayı sabit olmaz. Verileceğinden söz edilen bu mehrin peşin olarak
ödenmesi gerekir.
Vâde bilinir olursa,
meselâ bir kimse bir kısmı peşin, bir kısmı da bir veya iki yıl vadeli, toplam
yüzbin lira mehir üzerine, ya da tümü iki yıl, daha fazla veya daha az vadeli
yüzbin lira mehir üzerine bir kadınla evlenirse, sahih olur. Mehrin tümünün
veya bir bölümünün vadeli olması, nikâh akdinde veya nikâh akdinden sonra şart
koşulursa, hiç fark etmez. Bu şarta uyulur. Bunda hiçbir ihtilâf yoktur. Mehrİn
tümünün veya bir bölümünün ölüme, boşanmaya veya açıklanan bir zamana -ki buna
taksitlenmiş denilir-kadar ertelenmesi, belli vâdeden sayılır. Bir kimse
karısına; "Ölüme veya boşanmaya dek vadeli yüzbin lira üzerine seninle
evlendim" derse veya her beş senede bir bu mehrin bir bölümünü ödemek
üzere evlenirse, sahih olur. Aynı şekilde: "Yansı peşin, dörtte biri dört
yıla taksitli, dörtte biri de iki vâdeden en uzağına -bunlar da ölüm veya
boşanmadır- dek vadeli olan yüzbin lira mehir üzerine seninle evlendim"
derse sahih olur.
Mehrin hasat, pamuk
devşirme, üzüm ya da kavunların olgulaşması zamanına dek ertelenmesi de -bu
vâdeler her ne kadar meçhul olsalar da- bilinen vâdeden sayılır. Çünkü bu
vadelerdeki belirsizlik, yaklaşık olan hususî bir zamanla sınırlıdır. Sahih
kavle göre bu, bilinen vâdeden sayılır. Ama bey' akdinde durum bunun aksinedir.
Satılan şey veya bu şey için ödenen bedel bilinmez olursa, bey' akdi sahih
olmaz. Önceki örneklerde de belirtildiği gibi, bu bilinmezlik az da olsa çok
da olsa hüküm aynıdır.
Bir kimse evlendiği
kadına vereceği mehri belirtir, ama bu mehrin peşin olarak verilecek kısmıyla,
sonradan verilecek kısmını açıklamazsa, meselâ peşin olarak vereceği miktarı
bildirmeden: "Yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" derse;
bu durumda kadın, kendi emsallerinin evlenirken, beldenin örfüne göre peşin
olarak aldıkları miktarı, yüzbin liranın içinden alır. Meselâ örfe göre mehrin
yarısını veya üçte ikisini alması yürürlükteyse, bu miktarları alabilir. Çünkü
örfen sabit olan, şartla sabit gibidir. Tabiî mehrin tümünün peşin veya tümünün
vadeli olmasını şart koşmamışlarsa... Şart koş-muşlarsa, ileri sürdükleri şarta
riâyet etmeleri gerekir. Şart bulunduğunda örfe bakılmaz. Bir kimse karısına:
"Tümü vadeli veya tümü peşin yüzbin liralık mehir karşılığında seninle
evlendim" derse, bu örfe muhalif bile olsa, uyulması gereken bir şart
olur.
Bir kimse, karısına
yansı peşin, yarısı vadeli belli miktarda bir mehir vereceğini belirtir, ama
vadeli kısmın ödeneceği vâdeyi açıklamazsa, meselâ: "Ellisi peşin, ellisi
vadeli yüzbin lira mehif karşılığında seninle evlendim" der ve vadeli olan
ellibin lirayı ne zaman ödeyeceğini açıklamazsa, hükmün ne olacağı hususunda
ihtilâf vardır. Bazıları vâdenin geçersiz olduğunu ve mehrin tamamıyla peşin
ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bazıla-nysa vadenin caiz olduğunu ve
ölüm, ya da boşanma nedeniyle ayrılmanın vukûbulacağı zamana dek uzanacağını
söylemişlerdir ki, sahih olan görüş de budur. Bir kimse, karısını ric'î bir
talâkla boşar ve mehri de boşanma zamanına dek vadeli olursa, bu durumda mehir
muacceliyet kazanır. Koca, karısına dönerse dahi artık mehir ertelenmez. Aksine
kadın, mehri hemen alma hakkına sahip olur.
Mehrin peşin veya
vadeli olmasında; mehrin nakit olmasıyla ticâret malı veya hayvan ve benzeri
şeyler olması arasında bir fark yoktur. Bir kimse en,
boy ve yama gibi niteliklerle nitelenen
belli bir elbiseyi, belli bir vâde sonunda vermek karşılığında bir kadınla
evlenirse, sahih olur. Vâdesi geldiğinde koca, elbisenin kıymetini verirse,
kadın bu kıymeti almayı kabul etmeyebilir. Ama vadesiz ve belli elbiseler
karşılığında evlenip de elbiseler yerine bu elbiselerin kıymetini ödemek
isterse, kadın bu kıymeti kabul etmezlik edemez.
Mâlikîler dediler ki:
Mehir ya belirli olur. Görerek veya niteleyerek bilinen bir hayvan, meselâ
"şu at" veya "husûsen falan at" gibi. Ya da belirsiz,
aksine zimmette nitelenmiş bir şey olur. İngiliz atı veya arap atı gibi.
Veyahut da mehir, önce belirtildiği gibi, niteliği belli dirhem veya dinar
olur,
Mehir belirli olursa,
vâdenin meçhul olmaması şartıyla mehrin tümünün veya bir kısmının vadeli
olması caiz olur/ Vâdenin meçhullüğü de onun hiçbir şeyle kayıtlanmamasına
örnek olarak, kocanın: "Vadeli yüzbin lira mehir karşılığında seninle
evlendim" demesini gösterebiliriz. Meçhul bir kayıtla kayıtlanmasına
örnek olarak da, kocanın karısına: "Ölüme veya ayrılmaya dek vadeli
yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" demesini gösterebiliriz.
Bütün bunlar, mehrin tümünün vadeli olması durumuna ilişkin hükümlerdir.
Mehrin bir kısmının
belirli bir vâdeye bağlanmasına örnek olarak, kocanın karısına: "Elli
bini vadeli veya ölüme dek, ya da ayrılmaya dek vadeli, elli bini de peşin
veya iki yıl, ya da iki ay vadeli toplam yüzbin lira mehir karşılığında seninle
evlendim" demesini gösterebiliriz.
Mehrin tümü veya bir
kısmı, bu nitelikleri itibariyle meçhul bir vâdeye bağlanırsa, akid fâsid olur
ve gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse, meşhur kavle göre mehr-i
misil ile sabit olur. Akdin fâsid olması için, meh-rİn bağlandığı vâdenin
kasden meçhul bırakılmış olması şarttır. Yani vâde, kasıtlı olarak belirsiz
bırakılmış olmalıdır. Ama vâdenin belirtilmesi unutulur veya belirtmekten
gafil kalınırsa, nikâh akdi sahih olur ve belde halkının vadeli satışlardaki
örfüne uygun bir vâdeye bağlanır. Meçhul vâde nedeniyle akdin fâsid olması
için, Hanefî mezhebine mensup bir kadı gibi, bu akdin sahih olduğu kanısına
sahip olan bir hâkimin de bu akdin sahih olduğuna dâir hüküm vermiş olmaması
şarttır. Eğer böyle bir hâkim, akdin sahih olduğuna hükmederse, Mâlikîlere
göre de bu akid sahih olur. Ne gerdekten önce, ne de sonra feshedilir. Mehrin
elli senelik bir vâdeye bağlanması -eşler küçük olup elli seneye kadar
yaşamaları mümkün olsa bile- meçhul vâdeden sayılır. Ama çok da olsa elli seneden
az bir süre eksik olan bir vâdeye bağlanırsa nikâh fâsid olmaz. Mehrin kadınla
gerdeğe girme zamanına kadar vadeli olması da belli vâdeden sayılır. Yalnız
gerdek zamanının âdeten o belde halkınca bilinir olması şarttır. Meselâ o belde
halkına göre gerdeğe girişin, hasat zamanı veya pamuk devşirme veya Nil'in
taşması veya meyvelerin dev-şirilmesi zamanında yapılmakta olduğunun bilinmesi
gibi. Eğer gerdeğe giriş vakti o belde halkınca bilinir değilse, akid fâsid
olur ve gerdeken önce feshedilir.
Gerdeğe girilmişse akid, mehr-i misil ile sabit olur. Meşhur olan görüş budur.
Bu akdin fâsid olmayacağını söyleyenler de olmuştur. Çünkü giriş zamanı,
kadının elindedir. Bu durumda mehri sanki peşin gibidir. Aynen bunun gibi, bir
koca mehri, malî durumu müsait olacağı bir zamana ertelerse, malı var ama
elinde değilse, meselâ bir tüccar olup elindeki parayı buğday veya benzeri bir
şey için selem olarak yatırmışsa, ödeme zamanı (yani buğdayı teslim alma
zamanı) geldiğinde eli genişleyecektir. Veya satılık malı olup da, bu malını
fiyatların yükseleceği zamanı bekleyip o zamanda satmak istiyorsa ve o zamanda
malına rağbet edilecekse, kadının mehri peşin gibidir. Ama kocanın yanında
malı yoksa, nikâh akdi fâsid olur. Gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse,
akid mehr-i misil ile sabit olur.
Bir kimse evleneceği
kadına, "dilediğin zaman alacağın yüzbin lira karşılığında seninle
evlendim" der ve yanında malı bulunursa, nikâh akdi sahih olur. Yanında
malı yoksa, bu akdin hükmü, yukarıdaki meselede olduğu gibi mehrin malî durum
müsait oluncaya dek ertelenmesinde verilen hükmün aynısı olur.
Mehir muayyen, yani
ticâret eşyası, hayvan, elbise veya akar gibi ayniyle bilinen bir şeyse, bu
mehir, nikâh akdinin yapıldığı beldede ya hazır olur, ya da hazır olmaz. Eğer
hazır ise zevceye veya velîsine nikâh günü teslim etmek gerekir. Bu durumda
zevcenin cinsel temasa dayanıklı olup olmaması ve kocanın baliğ olup olmaması
arasında bir fark yoktur. Mehrin teslimini ertelemek, ancak iki şartla caiz
olur:
1- Akidde,
ertelemeyi şart koşmuş olmamalıdır. Ertelemeyi şart koşarsa, akid fâsid olur.
Kadın, ertelemeye razı olsa bile bu'böyledir.
2- Koca
tarafından, mehrin ertelenmesinin şart koşulmamış olmasının yanısıra kadın da
mehrin ertelenmesine razı olmalıdır. Çünkü bu durumda muayyen mehir, nikâh
akdiyle kadının hakkı olmakta ve onun kefaletine girmektedir. Ertelenmesinin
bir zararı olmaz.
özetlersek; mehir
belirli bir akdin yapıldığı beldede hazır olursa, akid gününde zevce veya
velîsine teslim edilmesi gerekir. Ertelenmesini akidde şart koşmak caiz olmaz.
Ertelenmesi akidde şart koşulmaz da, kadın ertelenmesine razı olursa, o zaman
ertelenmesi sahih olur. Mehir, nikâh akdinin yapıldığı beldede hazır değilse,
teshinini yakın bir vâdeye bağlama halinde nikâh akdi sahih olur. Yani mehir,
nikâh akdinin yapıldığı beldeden orta mesafe uzaklıktaki bir beldede ise,
meselâ mehir Mısır'da olup da akid Medine'de yapılırsa, akid sahih olur. Ama
mehir ile akdin yapıldığı beldeler biribirle-rinden çok uzaktaysalar, meselâ
mehir Mısır'da olduğu halde, akid Horasan'da yapılırsa, bu sahih olmaz. Ayrıca
akdin yapıldığı yerle mehrin bulunduğu belde arasındaki mesafenin orta
uzaklıkta olması halinde de mehrin ertelenebilmesi için iki şart gereklidir:
1- Mehri
getirip teslim etmeden gerdeğe girme şartı koşulmamahdır. Ko ca, zevcenin mehri
teslim almasından önce gerdeğe girmeyi şart koşarsa, bu şartından vazgeçse
bile, akid fâsid olur. Bu, mehrin akardan başka şeyler olması durumunda geçerli
olan hükümdür. Ama mehir akar olup koca da bu şartından vazgeçerse, vazgeçmesi
sahih olur; akid fâsid olmaz. Şu da var ki, mehir, akdin yapıldığı beldeden
iki, üç veya beş günlük bir mesafe kadar uzakhktaysa, mehrin zevce tarafından
tesellümünden önce gerdeğe girmeyi
şart koşmak sahih
olur.
2- Mehir,
zevce veya velîsi tarafından daha önce görülmüş olarak veya
niteliği verilerek bilinir olmalıdır.
Aksi takdirde gerdeğe girme durumunda kadın için mehr-i misil sabit olur.
Hanbelîler dediler ki:
Vâdenin meçhul olması şartıyla mehrin tümünün veya bir kısmının
vâdelendirilmesi caiz olur. Örneğin koca, "misafirin gelmesine veya
yağmur yağmasına kadar vadeli olan şu miktardaki mehir karşılığında seninle
evlendim" derse, vâde geçersiz olur ve mehir muacceli-yet kazanır. Mehir
meçhul bir vâdeye bağlanmaz,- aksine serbest bırakılırsa, meselâ: Vadeli bir
mehir karşılığında seninle evlendim" deyip susarsa, sahih olur. Bu durumda
vâde, talâkla veya ölümle ayrılmaya dek devam edebilir. Buradaki talâktan
maksat, bâin talâktır. Ric'î talâka gelince, bu talâk nedeniyle ancak iddetin
tamamlanmasından sonra mehrin vâdesi hulul eder.
Mehrin tümünü vâdeye
bağlamak sahih olduğu gibi bir kısmını peşin verip, bir kısmını vâdeye bağlamak
da sahih olur. Örneğin; "yansı peşin, yansı ölüm veya boşanmaya dek vadeli
veya şu şu tarihlerde ödenecek şekilde taksitli olan yüzbin lira mehir
karşılığında seninle evlendim'' demek gibi. Diğer vadeli haklarda olduğu gibi,
vadeli olan mehri de, vâdesi dolmadan teslim etme zorunluluğu yoktur. Bir kimse
nikâh akdinde mehri belirtirken vâdeden söz etmezse, meselâ: "Yüzbin
liralık mehir karşılığında seninle evlendim" deyip susarsa, sahih olur ve
mehrin tümü muacceliyet kazanır.
Şafiîler dediler ki:
Vâdenin meçhul olmaması şartıyla mehrin tümünü veya bir kısmını vâdeye bağlamak
caizdir. Bir kimse vâdesini belirtmeden, vadeli yüzbin liralık mehir
karşılığında veya mehri hasat zamanında, ya da yağmur yağacağı zamanda ödemek
üzere evlenirse, mehrin belirtilmesi fâsid olur. Kadın için mehr-i misil sabit
olur. Ellisi peşin, ellisi de ölüm, ya da boşanma zamanına kadar vadeli, toplam
yüzbin liralık mehir karşılığında evlenirse, mehir belirtme fâsid olur. Kadın
için, meçhul olan ellibin liranın karşılığı değil de, mehr-i misil sabit olur.
Çünkü vâdenin meçhûliyetiyle birlikte yüzbin lirayı taksim etmek imkânsızdır.
Zevce, mehri teslim
almadığı için kocasının kendisiyle gerdeğe girmesini,
halvette ve cinse! temasta bulunmasını menedebilir. Koca da mehri teslim
etmeden evlilik ilişkilerinde bulunmaya, evlilik hukukunu ifâ etmeye onu
zorlayamaz. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(58) Mâlikîler dediler
ki: Bilindiği gibi mehir ya muayyendir, ya da mu-. ayyen değildir. Yine
bilindiği gibi muayyen mehir, akdin yapıldığı beldede hazır olursa, ertelenmesi
ve bir vâdeye bağlanması caiz olmaz. Aksine nikâhın akdedildiği günde zevceye
teslim edilmesi vâcib olur. Ancak nikâh akdinde mehrin ertelenmesine razı
olursa, bir vâdeye bağlanması caiz olur. Razı olması durumunda mehrin
ertelenmesi, muayyen olmayan mehrin ertelenmesinin hükmüne tâbi olur.
Muayyen olmayan mehre
gelince; bu, zimmette nitelenmiş olup kefalet altındadır. Kadın, mehrin önce
verilecek peşinatını teslim almadan kocasının kendisiyle gerdeğe girmesini ve
diğer işleri yapmasını menedebilir. Hatta çeyrek dinar olan mehrin en az
kısmını teslim almadan kendini kocasına teslim etmesi mekruh olur. Burada
kadının razı olması nedeniyle; kadının, akdi feshettirecek bir ayıpla ayıplı
olması veya akidden sonra kendisinde böyle bir ayıbın meydana gelmesiyle
ayıpsız olması arasında bir fark yoktur. Can çekişecek derecede rTas t a
vaziyette bulunsa bile, kocası mehri ödemekten imtina edemez. Çünkü can
çekişmenin son aşaması ölümdür. Kadın ölünce de mehrin tamamı, onun lehine
kesinlik kazanır. Şu halde şiddetli ve ağır hastalık, kocanın mehri ertelemesi
için bir mazeret olamaz. Ama bu durumdaki kadına nafaka vermeyebilir. Çünkü
nafaka, kadına, kendisinden yararlanma karşılığında verilir. O ağır hastayken
kendisinden yararlanma imkânı yoktur, Kadın, mehri teslim almadan kocası
gerdeğe girerse, kendisiyle cinsel temasta bulunmasını menedebilir. Ama cinsel
temas imkânını verdikten sonra, kocası temasta bulunsa da bulunmasa da,
kuvvetli görüşe göre kadın, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasını
artık menedemez. Koca, mehrin peşinatını verir de bu meblağ henüz zevcenin
dindeyken bunun kocanın mülkü olmadığı anlaşılır ve sahibi de hak ederse;
cinsel temastan sonra kadın, kendisine verilen ve başkasına âit olduğu
anlaşılan bu meblağın bedelini kocasından alıncaya dek, kendisiyle cinsel
temasta bulunmasını menedebilir. Kendisine verilmiş olan şeyin misli varsa
mislini, misli yoksa kıymetini alır. Kocanın bununla kendisini aldatmış olup
olmaması arasında fark yoktur. Kuvvetli olan görüş budur.
Eşlerden biri teslim
etmekle yükümlü olduğu şeyi teslim edince, diğeri de teslim etmekle yükümlü
olduğu şeyi teslime zorlanır. Ancak bazı durumlar bundan istisna edilmiştir.
1- Kocanın
buluğa ermemiş ve küçük yaşta olması. Zevcenin buluğa ermemiş olsa bile,
cinsel temasa dayanıklı bulunması. Koca, mehrin peşinatını ödemiş ve baliğ
ise, zevce de cinsel temasa dayanıklıysa; koca gerdeğe
girmek ister de zevce buna yanaşmazsa, kocasına
bu imkânı tanıması için zevce zorlanır. Aynı şekilde zevce -cinsel temasa
dayanıklı olup- vücûdunu kocasına teslim eder de, koca ona yanaşmaz, gerdeğe
girmediği gerekçesiyle de mehri teslim etmezse, bu iddiasına aldırış edilmez ve
ödeme vâdesi gelen mehri ödemeye zorlanır. Bütün bunlar, mehrin gayr-ı muayyen,
hatta zimmette nitelenmiş olması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Muayyen
mehre gelince; bunun mutlaka teslim edilmesi vâcibtir. Koca baliğ olsa da,
olmasa da ve kadınla cinsel temasta bulunması mümkün olsa da olmasa da, mehri
ertelemeyi şart koşması caiz olmaz.
2- Zevce,
can çekişme noktasına gelecek derecede ağır hasta olmamalıdır. Bundan daha
hafif bir hastalık halinde olması, vücûdunu kocasına teslim etmesi için
zorlanmasına engel değildir.
3- Zevcenin
ailesinı, zevcenin bir yıllığına kendi yanlarında kalmasını şart koşmaları.
Eğer kata, zevcesiyle uzak bir sefere çıkmayı istiyorsa, zevcenin ailesi böyle
bir şart koştukları takdirde, bu şarta riâyet olunur. Koca, mehrin peşinatını ödemiş
olsa bile, gerdeğe girmeksizin zevce, ailesinin yanında bir yıl süreyle kalır.
Ancak bu bir yıllık süre zarfında zevce, kocasından nafaka alma hakkına sahip
olmaz. Kuvvetli olan görüş budur.
Cinsel temasa
dayanıklı olsa bile, ailesinin, yaşı küçük olduğu için, zevcenin bir yıl
süreyle kendi yanlarında kalmasını şart koşmaları da aynı hükme tâbidir. Bir
yılı nikâh akdi yapılırken değil de, akidden sonra şart koşarlarsa, bu şart
sahih olmaz. Koca, mehrin peşinatını ödediğinde, gerdeğe girmek İçin kadını
zorlayabilir ve nikâh akdi de sahihtir. Bir yıldan fazla kalmasını şart
koştukları takdirde şart bâtıl olur.
4- Zevcenin
kendi emsallerinin çeyizleri hazırlanıncaya dek kendi ailelerinin yanında
kalacakları süre kadar, çeyiz hazırlama maksadıyla ailesinin yanında kalması.
Bu süre de insanların zenginlik ve yoksulluk durumlarına, zaman ve mekâna göre
uzun, ya da kısa olabilir. Çeyiz hazırlamak için kendi ailesi yanında kaldığı
süre zarfında kocasından nafaka almayı hak etmez. Koca; "falan gece gerdeğe
gireceğim" diye yemin ederse, bu işi yapmasına hükmolunur. Koca bu yemini
eder, zevce de çeyiz işi tamamlanıncaya dek gerdeğe girmemeye yemin ederse,
kocanın bu yeminini bozması gerekir. Çünkü gerdeğe girmek, her ne kadar kocanın
hakkıysa da, şeriat koyucu, bu iş için bir vakit tâyin etmiştir. Bu vakte
riâyet etmemesi sahih olmaz. Çeyizinin hazırlandığı bu vakit de zevcenin
hakkıdır. Kuvvetli olan görüşe göre koca, talâka yemin etmiş olsa bile, zevce
kendi hakkına tutunma yetkisine sahiptir. Şunu da belirtelim ki, zevce hayız
veya nifas nedeniyle kendini (kocasından) menedemez. Çünkü koca, cinsel
temastan başka yollarla da kadından yararlanabilir.
Hanefîler dediler ki:
Zevce iki durumda cinsel temas, gerdek ve diğer şeylerde kendini (kocasından)
menedebilir:
1- Tamamı
olsun, bir kısmı olsun, kocanın mehîrdeki peşinatı açıklaması. Meselâ kocanın:
"Elli bin liralık peşin mehirle veya yarısı peşin, yarısı vadeli ellibin
liralık mehirle seninle evlendim" demesi gibi. Bu durumda kocanın, peşin
mehri tamamen ödemesi gerekir. Ödemediği takdirde, nikâh akdiyle kazanmış
olduğu hakları düşer. Bu durumda kocanın evinde bulunsa bile, zevce, kocasının
kendisiyle gerdeğe girmesini ve cinsel temasta bulunmasını engelleyebilir.
Koca onu kısıtlayamaz. Çünkü kadın, izin almadan kocanın evinden çıkabilir.
Yine onun iznini almadan herhangi bir tarafa sefere çıkabilir. İzinsiz olarak
nafile hacca gidebilir. Farz hacca gelince, zevce, mehri teslim aldıktan sonra
beraberinde bir mahremi bulunursa, kocasından izin almadan da bu haccı ifâ
edebilir. Bununla birlikte koca, onun nafakasını vermekle yükümlüdür. Koca,
peşinatı ödeyince zevcenin kendini ona teslim etmesi, Özel bazı durumlar
dışında izinsiz olarak onun evinden çıkmaması vâcib olur. Bu özel durumların
neler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu durumları şöylece
maddelendirebilıriz:
a) Kocası
izin verse de vermese de zevcenin, müslüman olmasalar dahi kendisinin hizmetine
muhtaç olan anne ve babasından birine hizmet etmek için, kocasının evinden
dışarı çıkması.
b) Kendisinin
hizmetine muhtaç olmayan kadının, anne-babasını ziyaret etmek amacıyla her
cuma günü bir kez kocasının evinden dışarı çıkması. Yalnız, anne ve babanın
kızlarının yanma gelmeye muktedir olamamaları şarttır. Gelmeye muktedir
oldukları halde kızları onları ziyarete gitmek için kocasından izin isterse,
kocanın örfe uygun olarak belli saatler aralığında onlara gitmesine izin
vermesi gerekir. Örfe muhalefet ederek onu kısıtlaması uygun olmaz.
c) Kocası
izin versin, vermesin önce de dediğimiz gibi, kadının -yanında bir mahremi
bulunması kaydıyla- farz haccı ifâ etmek üzere kocasının evinden dışarı
çıkması. Bir kadın, yanında mahremi bulunmaksızın kocasından izin almadan
haccetmek üzere kocasının evinden dışarı çıkarsa, kocasından nafaka alma hakkı
düşer.
Evde alıkonulduğu ve
sadece kocasına tahsis olunması karşılığında kadına nafaka vermenin vâcib
olduğu; kadının izinsiz olarak sefere veya kocasının evi dışına çıkması
durumunda, mehrin peşinatını almış olsa da olmasa da, bu vücûbun sakıt olacağı
söylenerek itirazda bulunabilir. Bu itiraza verilecek cevap şudur: Kadını evde
alıkoymak kocanın, nafaka almaksa kadının hakkıdır. Şeriat koyucu kocanın,
kadını evde alıkoyma hakkını, mehri ödemeye bağlamıştır. Mehri ödemede taksiri
olursa, hakkını düşürmüş olur. Kadın da şeriat koyucu nazarında mahpus durumuna
düşmüş olur ki, nafakası kesilmez. Ama koca, Ödemekle yükümlü olduğu şeyleri
ödediği halde kadın onun iznini almaksızın evinden dışarı çıkarsa, nafakası
düşer. Çünkü bu durumda kadın ne hükmen, ne de hakikaten kocası tarafından
hapsedilmiş değildir. Bunun karşıtı da şudur: Koca, zevcesini kendi evinden
çıkarırsa, zevcenin nafakası sakıt olmaz. Çünkü zevce, evden çıkmamış mahpus
hükmündedir.
d) Zevcenin,
dinî bir meselede fetva almak için -eğer kocası onun nâmına bu fetvayı
sormamişsa- izin almış olsun veya olmasın, kocasının evinden dışarı çıkması.
Bazıları da derler ki:
Kadın tümüyle peşin mehri teslim aldıktan sonra kocasından izin almadan evinden
dışarı çıkma hakkına sahip değildir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Ancak
çıkması, fitneye sebebiyet verecekse asla caiz olmaz, kocası izin verse
bile... Koca, peşin mehrin bir kısmını verir, bir kısmı kalırsa, bu kalan kısım
bir kuruş olsa dahi, zevcenin izinsiz olarak evden çıkma halinde haklan düşmez.
Koca da verdiği peşinatın bir kısmını geri alamaz.
2- Mehrin
tümünüö vadeli olması. Örneğin bir erkeğin, tamamı pamuk devşirme mevsimine
kadar vadeli olan yüzbin lira mehir karşılığında bir kadınla evlenmesi gibi.
Bu durumda koca, ödeme vâdesi gelmeden gerdeğe girmeyi ya şart koşmuştur veya
şart koşmamıştır. Eğer şart koşmuş ise, kadın kendini kocasından menedemez. Bu
hükümde ittifak vardır. Eğer şart koş-mamışsa, bu hususta değişik fetvalar
verilmiştir. Bazıları kadının, nikâh akdinden sonra, vâdelendirilmiş olsa
bile, ne vâdeden önce, ne de sonra kendini kocasından menedemeyeceği yolunda,
bazılarıysa mehrini teslim almadığına göre, istihsânen kendini kocasından
menedebileceği yolunda fetva vermişlerdir. Çünkü mehri ertelemeye razı
olduğuna göre, (şehevî yönden) yararlanma hakkının düşmesine de razı olmuştur.
İkinci görüş, birinciden daha kuvvetlidir. Şunu da belirtelim ki; mehir
alacaklısı zevce, bir erkeği kocasına havale ederse, havale ettiği kişi mehri
teslim alıncaya dek zevce, kendini kocasından menedebilir. Ama koca, mehri
teslim alması için zevceyi bir şahsa havale eder ve zevce de buna razı olursa,
havale ettiği kişi mehri teslim alsa da, almasa da zevce, kendim kocasından
menedemez.
Şunu bilmek gerekir
ki, mehrin teslimi, zevcenin tesliminden önce gelir. Şu halde koca,
"zevceyi teslim almadan mehri teslim etmem" diyemez. Bu durumda
mehrin ayın olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Ama bey'de durum bunun
tersinedir. Bey'de, satın alınan mala ödenen bedel bir ayın ise, her ikisinin
(satın alınan şeyle bu şey için ödenen bedelin) birlikte teslim ve tesellümleri
gerekir. Koca, kız babasının mehri teslim alıp da kızını kendisine teslim
etmeyeceğinden korkarsa; baba, kızım gerdek için hazır hale getirmekle
emrolunur. Hazır hale getirdiğinde mehri teslim alır.
Bununla da öğrenmiş
oluyoruz ki koca, mehri ödemediği takdirde ceza olarak sadece nikâh akdinden
doğacak olan bazı haklarından yoksun bırakılır. Bu haklarsa gerdeğe girmek,
kadınla halvette bulunmak, cinsel temasta bulunmak, evden çıkmak ve sefere
gitmek hususunda kadının onun iznine bağlı olması şeklinde sıralanabilir. Bu
durumda kocanın malî durumunun iyi
olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Mâlikî mezhebinin bu meseleye
bakış açısı farklıdır. Bilindiği gibi Mâlikîlere göre bir koca, mehri vermekten
âciz olursa, kadı, onun karısını boşar. Koca, mehrin tümünü ödediği takdirde
zevcenin kendisine teslim edilmesini taleb etme hakkına sahip olur. Kadın,
kendini kocasına teslim etmeye yanaşmazsa, teslim için zorlanır. Ancak iki durum
bundan istisna edilmiştir:
1- Kadın,
cinsel temasa dayanamıyacak kadar küçük yaşta olursa, koca, zevcenin kendi
bedenini ona teslimini istemeksizin mehrin peşinatını ödemeye zorlanır. Koca,
zevcenin cinsel temasa dayanacak kapasitede olduğunu, velî ise bunun tersini
iddia ederse, kadı, zevceyi bu işten anlayan bilirkişi kadınlara kontrol
ettirebilir.
2- Kadın
baliğ olduğu halde şiddetli bir hastalık ve benzen bir nedenle cinsel temasa
dayanacak güçte bulunmaz.
Çocuğun velîsinden
izin almadan yapacağı tasarruflar hakkında bir hatime: Bir çocuk, bir kadınla
evlenip gerdeğe girdiği halde, babası bu evliliği onaylamazsa çocuğun ne mehir,
ne de akr ödemesi gerekir. Had cezasına da çarptırılmaz. Uyumakta olan bir
kadınla zina yaparsa ve kadın da dulsa, çocuk yine bir cezaya çarptırılmaz.
Aynı şekilde kendisini davet cdsn bakire bir kızla zina yapar ve kızın
bekâretini izâle ederse, yine ne had cezasına çarp-, tırılir; ne de akr ödemesi
gerekir. Ama uyumakta olan bakire kızın bekâretini giderirse veya kızı zinaya
zorlayarak bekâretini giderirse, ya da küçük yaştaki kızın -kız kendisini davet
etmiş olsa bile- bekâretini giderirse mehr-i misil ödemesi gerekir. Çünkü küçük
yaştaki kızın tasarrufu geçersizdir.
Şâfiîler dediler ki:
Zevce, mehrin peşinatını tamamıyla teslim almadan kendini kocasından
menedebilir. Velîsi de onu kocasından menedebilİr. Kendini meneder veya velîsi
onu kocasından menederse, nafaka ve benzeri şeyleri vücûben.hak eder. Zîra
kusur, kocası tarafından işlenmiştir. Bu durumda mehrin muayyen olmasıyla
peşin olması arasında bir fark yoktur. Mehir vâdeliyse, ödeme vâdesi kadının
kendini kocasına teslim etmesinden önce gelmiş olsa da, olmasa da kadın,
kendisini kocasına teslim etmeme hakkına sahip olamaz. Çünkü kadın mehrin
vadeli oluşuna razı olduğunda, derhal kendini kocasına teslim etmesi gerekir.
Vâdenin dolması bu vücûbu kaldırmaz. Kadın küçük yaştaysa veya deliyse, velîsi
onu kocasından meneder. Mehir tesliminin gerdekten önce olması vâcib değildir.
Eşler arasında tartışma çıkar da koca, "kendini bana teslim etmedikçe
mehri teslim etmem" der; kadın ise "mehri teslim etmediğin takdirde
kendimi sana vermem" derse, aralarında anlaşmazlığı çözümlemek için koca,
mehri, şeriat temsilcisi sayılan âdil bir kimsenin yanına bırakmakla
emrolunur. Bu âdil kişi, eslerden birinin değil de, şeriatın temsilcisidir. Bu
mehir, adaletli kişinin yanında telef olursa, kocanın üzerine olur. Koca,
mehri âdil kişinin yanına indirince, zevce, kendini kocasına teslim etmeye
zorlanır. Kocasının kendisiyle cinsel temasta
bulunmasına imkân tanırsa, kocası temasta bulunmasa bile, adaletli kişi mehri
kadına verir. Kadının mehri teslim almasından sonra koca onunla cinsel temasta
bulunmaya yeltenir, ama kadın kendini kocasına vermezse, koca, mehri ondan geri
alır. Kadın kendini kocasına verir ama vaginada tıkanıklık, yapışıklık ve et
parçası gibi cinsel temasa engel bir durum olursa, âdil kişi mehri (yine)
kadına teslim eder. Mehrin teslimi, kadının kendini kocasına teslim etmesi
sebebine dayanır.
Baştan beri eşler arasında
bir anlaşmazlık bulunmaz da, aksine zevce hemence kendini kocasına teslim
ederse, cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahip olur. Kocası mehri
vermezse, kadın cinsel temasa girmeyebilir. Ama kendini rızasıyla kocasına
teslim eder, kocası mak'adtan bile olsa kendisiyle cinsel temasta bulunur ve
temastan sonra mehri ister de kocası vermezse, artık bu temastan sonra kendini
cinsel temastan menedemez. Ama kocası kendisiyle cebren temasta bulunursa ve
kadının kendisi deli, ya da küçük yaştaysa, cinsel temastan kendini menetme
hakkı düşmez. Kadının vagina ağzı yapışık veya bir et parçasıyla tıkanıksa ve
kendini kocasına teslim etmişse, kocası da mehri ona vermeden önce onun
rızasıyla vaginası dışındaki yerlerinden şehevî açıdan yararlanırsa, artık bundan
sonra kadın hiç bir hakka sahip olmaz. Aksi takdirde sağlam kadın hükmünde
olur. Çünkü bu durumda vagina dışındaki yerlerden yararlanmak, vaginadan
yararlanmak gibidir. Kadının cinsel temasa engel olan hastalığı ortadan
kalkınca, kendini kocasından menetme hakkı doğmaz. Kuvvetli olan görüş budur.
Öncelikli davranış
koca tarafından gelirse, hiçbir tartışmaya girmeden mehri hemence zevceye
teslim ederse, zevcenin kocasına dilediği zaman gerdeğe girme imkânını
tanıması gerekir. Özürsüz olsa dahi kendini kocasından menederse, kocası
kendisine vermiş olduğu mehri geri alamaz. Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Siz birinci durumda -kadının hemence kendini kocasına teslim etmesi durumunda-
cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahiptir; kocası mehri vermezse,
kadın kendini ona teslim etmekten menetme hakkına sahip olur diyorsunuz; oysa
bu sonuncu durumda dediniz ki: Koca önce davranıp mehri kadına teslim eder de ,
kadın kendini ona vermekten kaçınırsa, koca mehri geri alma hakkına sahip
olmaz. Peki bu iki durum arasında ne fark vardır? Buna cevap olarak deriz ki:
Birinci durumda kadın kendini kocasına teslim etmiş, ama kocası cinsel temasta
bulunup da onu teslim almamıştır. İkinci durumdaysa, koca mehri teslim etmiş ve
zevce de onu teslim almıştır. Böylece de mehir, kadının mülkü olarak onun
havzasına girmiştir. Koca artık bu mehri zevceden geri isteyemez. İşte bu
nedenle biz diyoruz ki: Koca cinsel temasta bulunup da zevceyi teslim alırsa,
artık bundan sonra zevce kendini kocasından menedemez. Ama koca, mehri teslim
ettikten sonra kadından cinsel temasta bulunmayı isteyebilir. Kadın da bazı
hususlarda kocasının bir süre beklemesini isteyebilir:
1- Temizlik
için mühlet vermesi. Kadının kendisi veya velîsi temizlik için
mühlet isterse, üç gün mühlet vermek
vâcib olur. Koca buna razı olursa ne alâ. Aksi takdirde bu süreyi kadı tâyin
eder.
2- Zevce
cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olursa, kendisine dayanabileceği
zamana kadar mühlet tanınır. Kocası artık cinsel temasa dayanabilecek duruma geldiğini
iddia eder, velîsi ise bunun tersim savunursa, bu kadın, cinsel temasa dayanıp
dayanamayacağını karara bağlaması için (bu işten anlayan) dört kadına veya
mahremi olan iki erkeğe, ya da buruk iki erkeğe gösterilir. Şunu da kaydedelim
ki, Şâfiîler teyemmüm bahsinde anlatmışlardır ki, âdil doktorun görüşüyle amel
olunabilir. Şu halde iki doktorun görüşüyle amel etmek için bir engel yoktur.
Bununla beraber doktor olmayan dört kadımn re'yi ile amel etmenin caiz
olduğunun açıkça söylenmesi, tabiblerin re'yinin daha kuvvetli ve değerli
olduğuna delâlet etmektedir. Cinsel temasa dayanıklı oluncaya dek beklediği
süre zarfında nafaka alma hakkına sahip değildir.
3- Zevce
hasta ise, iyileşinceye dek kendisine mühlet tanınır. Bu süre zarfında
kocasından nafaka alma hakkına sahip olmaz.
4- Afizî bir
nedenle zevcenin zayıf olması. Bu durumda zaafiyeti geçinceye dek mühlet
tanınması gerekir. Bu süre zarfında da kocasından nafaka alma hakkına sahip
olmaz. Doğal zayıflığa gelince; koca, onun bu zaafiyeti geçinceye dek
beklemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu süre uzayabilir. Zayıf kadın, cinsel
temastan ötürü mutazarrır olmaz. Bu işin illeti zarar olduğuna göre, işi karara
bağlama yetkisi âdil bir erkek tabibe veya sâliha, iyi yoldaki kadın tabiblere
verilseydi daha güzel olurdu. Çünkü cinsel temasta bulunmak bazan kadının
sıhhate kavuşması için bir neden olabilir. Ama ben bunu Şafiî kitaplarında
görmedim. Şâfiîler sarahatle belirtmişlerdir ki, zevce, cinsel temasa
dayanamayacak kadar küçük yaştaysa veya hastaysa, ya da arızî bir zaafıyet
içindeyse, kocanın onu teslim alması mekruhtur. Bunun sırrı da şu olsa
gerektir: Koca işin başındayken bu durumdaki zevcesinden tiksinir ve bu
nedenle de aralarında sevgi ve merhamet duyguları dumura uğrayabilir. Sevgi ve
merhametse, evlilik ilişkilerinin dayanağı olan iki esastır.
Hanbelîler dediler ki:
Gerdekten önce zevce, mehir peşinatını alıncaya dek kendini gerdek, halvet,
cinsel temas ve benzeri evlilik haklarından menedebilir. Mehri teslim almadan
kendini menettiği süre zarfında nafaka alma hakkına sahiptir. Mehri.teslim
aldıktan sonra kendini menedemez. Menettiği takdirde nafaka hakkı düşer.
Mehrin peşinatını teslim almadan zorla değil de, gönüllü olarak kendini
kocasına teslim eder; sonra kendini kocasından menetmek isterse, buna hakkı
olmaz. Gönüllü olarak kendini kocasına teslim ettikten sonra, kendini ondan
menetmek isterse, menettiği süre zarfında nafaka almayı hak etmez. Nikâh
akdinden sonra kocasıyla aynı evde oturur, kocası kendisini istemez ve o da
kendini kocasına teslim ve arz etmezse, yine nafaka almayı hak etmez. Nitekim
nafaka bahsinde de bundan söz edilecektir.
Mehir vadeli olup
ödeme vâdesi gelmemişse ve kadının kendini kocasına tesliminden önce bu vâde
dolmuşsa, Şâfiîlerîn de dedikleri gibi, bundan sonra kadın kendini kocasından
menedemez. Çünkü kadının vâdeye razı olması, kendini kocasına teslim etmesini
zorunlu kılmıştır. Tesliminden önce mehri ödeme vâdesinin dolmuş olması, bu
zorunluluğu ortadan kaldırmaz.
Gerdekten önce teslim
işine ilkin hangisinin başlaması gerektiği hususunda anlaşmazlığa düşerler de,
koca, "kendini bana teslim edinceye kadar mehri ona teslim etmem"
der, zevce ise "mehrimi vermedikçe kendimi ona teslim etmem" derse,
önce koca mehri ödemeye zorlanır. Mehri teslim aldıktan sonra da zevce
kendisini kocasına teslim etmeye zorlanır. Kocası mehri ödedikten sonra, zevce
hiç mazereti olmaksızın kendini ona teslime yanaşmazsa, koca mehri geri
alabilir. "Mehri geri alma hususunda koca hak sahibi değildir" diyen
Mâlikîlerle Hanefîler, bu hususta Hanbelîlere muhaliftirler. "Mehri
ödemesi için önce koca zorlanır" demekle de Hanbelîler, aynı görüşü
paylaşan Mâlikîlerle Hanefîlere muvafakat etmişlerdir. Şâfiîlere gelince, onlar
bu hususta tafsilâta girişerek demişlerdir ki: Koca, mehri âdil bir kimsenin
yanına bırakmaya, kadın da kendini teslim etmeye zorlanır. Kocasına, kendisiyle
cinsel temasta bulunma imkânını tanırsa, mehri (o âdil kimseden) alma hakkına
sahip olur. Bu imkânı tanımazsa, kocası mehri geri alma hakkına sahip olur.
Koca kendi arzusuyla mehri karısına verir, o da kendini kocasına teslim eder,
ama kocası onunla cinsel temasta bulunmaz ve sonra da kadın kendini kocasından
menederse, koca mehri geri alma hakkına sahip olmaz.
Bunu, bir
karşılaştırma yapıp özeti kolayca çıkarabilmek için burada anlattık. Cinsel
temasa dayanamayan küçük yaştaki zevce, kendini kocasına teslim etmek için
zorlanamaz. Dokuz yaşından küçük olup mehrirü teslim almış olsa bile, kocanın
ona mühlet tanıması vâcibtir. Kocası, cinsel temasın ona eziyet vermeyeceğini
iddia ederse, zevcenin, beyyine getirerek cinsel temasın kendisine eziyet
vereceğini ispatlaması gerekir. Kadın dokuz yaşındaysa, doğal bir zaafiyeti
olsa bile, beraberce kocasının evinde yaşaması için kendini ona teslim etmesi
gerekir. Tabiî eğer zevce kendi evinde veya babasının evinde ikâmet etmeyi şart
koşmamış/sa... Eğer böyle bir şart koşmuşsa, şarta uyulur. Hac veya umre
İhramındaki zevce de kendini kocasına teslim etmeye zorlanamaz. Hasta ve
hayızh kadınlar da aynı hükme tabidirler. Koca, "hayızdan temizleninceye
dek onunla cinsel temasta bulunmam" der ve kadın da mühlet isterse, âdete
uygun şekilde ona mühlet vermek vâcib olur. Ama çeyizsizlik nedeniyle mühlet
vâcib değildir. Ancak zengine mühlet tanımak müstehabtır.
Koca, mehrin
peşinatını ödemekten âciz kalırsa; zevce, mezheblerde mufassal olarak
belirtilen şartlar çerçevesinde nikâh akdini feshetme talebinde bulunabilir.
(59) Hanefıler dediler
ki: Koca mehri veya bütün türleriyle nafakayı vermekten âciz kalınca, zevce bu
nedenle hiç bir halde nikâh feshini taleb edemez. Ancak kendini kocasına
vermeme, sefere gitme ve evden çıkmada kocasının iznine bağlı kalmama gibi
haklara sahip olabilir ki, bunlarla ilgili açıklama nafaka bahsinde yapılacaktır.
Mâlikîler dediler ki:
Kadın, ertelenmesi caiz olan ve isteme hakkına sahip bulunduğu mehri gerdekten
önce taleb ederse -bu, açıklaması önce yapılmış olup muayyen olmayan ve
zimmette tekeffül edilmiş olan mehirdir-, koca da yoksul olup ödemekten âciz
olduğunu iddia ederse, bu iki şekilde olur:
1- Kocanın
iddiasının beyyineyle veya zevcenin tasdiki ile sabit olması.
2- Kocanın
iddiasının sabit olmaması.
Dava kadıya sunulur ve
kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu beyyineyle, ya da zevcenin tasdikiyle sabit
olursa, koca mehri ödemeye zorlanmaz. Aksine, malî durumu müsait oluncaya dek
beklenir. Bekleme süresi kadı'nın içtihadıyla belirlenir. Dilerse bir yıl, daha
az veya daha çok bir süre tahdit edebilir. Kocanın malî durumunun
iyileşeceğinin umulmasıyla, umul-maması arasında bir fark yoktur. Sahih olan
görüş budur. Çünkü malî durumun iyileşmesi ortama bağlıdır. "Şu adamın
malî durumunun iyileşmesi umulmaz" diye bir ön yargıda bulunmak mümkün
olmaz. Süre tanındıktan sonra da koca mehri ödeyemezse, kadı onun zevcesini
boşar veya zevcesi kendini boşar ve kadı onun boşanmasını hükme bağlar.
Kuvvetli görüşe göre kadı, ileriye atmaksızın ilk celsede onun boşanmasına
hükmeder. Malî sıkıntı içinde olan (ve bu nedenle mehri ödememiş olan) kişinin
zevcesinin boşanması için gerdeğe girilmemiş olması şarttır. Gerdeğe girdikten
sonra, malî sıkıntı nedeniyle mehir verememiş olan kimsenin karısı, hiç bir
halde boşa-namaz. Bu durumdaki bir kimse karısını boşarsa, karısı yarı mehir
alma hakkına sahip olur. Ancak bunu, malî bakımdan düzlüğe çıktığında
kocasından alır. Aynı şekilde kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu beyyine ile
veya zevcenin tasdikiyle sabit olmasa bile, kuvvetli bir zanla tahmin
edilirse, sıkıntısı sabit olduğundan Ötürü herhangi bir vâde koymaksızın malî
durumu düze-linceye dek beklenir. Zîra malî sıkıntının ispatlanması için
kuvvetli zan yeterlidir.
ikinci maddenin
hükmüne gelince; bu, kocanın malî sıkıntı iddiasının beyyine ile veya zevcenin
tasdikiyle ispatlanamaması ve sıkıntıda olduğuna ilişkin kuvvetli bir zannın da
bulunmaması durumudur. Bu durumda kadı, sıkıntıda olduğunun ispatlanması için
kararı erteler. Erteleme süresi onun içtihadına bırakılmıştır. Bu süre, üç
hafta olarak takdir edilmiştir. Sıkıntıda olduğu ispatlanırsa, bundan sonra malı
bakımdan düzlüğe çıkmasının muhtemel olduğu bir süre kadar daha beklenir.
Bilindiği gibi bekleme süresi, kadı'nın yetki ve takdirine bağlıdır. Bu süre
sonunda da koca mehri ödeyemezse kadı, önceki şekilde olduğu gibi karışım
boşar. Malî sıkıntıda bulunduğu ispatlandığından ötürü mehri ödemede kocaya
müddet tamnabilmesi için şu şartların gerçekleşmesi gerekmektedir:
1-Mehir
borcuna değil, şahsına kefil olacak bir kefil getirmiş olmalıdır. Böyle bir
kefil getiremezse, malî bakımdan sıkıntıda olduğunun ispatlanmasından dolayı
hapsedilir.
2- Kocanın
görünürde malı olmamalıdır. Eğer malı varsa, mehir, peşin olarak kendisinden
alınır.
3- Koca,
gerdeğe girme talebinde bulunduktan sonra zevceye nafaka vermiş olmalıdır.
Eğer o zamandan itibaren nafaka vermemişse, zevce, mehir-sizlikle birlikte
nafakası^ık sebebiyle nikâhın feshedilmesini taleb edebilir. Tercihe şayan olan
görüş de budur.
Şâfiîler dediler ki:
Koca, malî sıkıntı nedeniyle mehri ödemekten âciz olursa ve zevcesi de
sabrederse ne âlâ! Aksi takdirde zevce, bazı şartlar çerçevesinde evliliği
feshedebilir:
1- Zevce,
hür olmalıdır. Câriye, kocasının malî sıkıntı içinde bulunması nedeniyle nikâhı
feshetme hakkına sahip değildir. Bu konuda efendisi yetkilidir. Dilerse akdi
fesheder, dilerse feshetmez. Ama kocanın nafaka veremeyecek kadar malî sıkıntı
içinde bulunması nedeniyle akdi feshedemez. Nitekim bu, nafaka bahsinde de
anlatılacaktır.
2- Zevce,
bâliğa olmalıdır. Küçük yaştaysa, evliliği feshetme hakkına sahip değildir.
Ancak bu hak, velîsine aittir. Nafaka verilmemesi nedeniyle velî, evliliği
feshetme hakkına sahip değildir. Çünkü bu zevceyi ilgilendirir. Zîra olabilir
ki, zevce aç kalmaya razı olur ve kocasından ayrılmak istemez.
3- Fesih,
cinsel temastan önce olmalıdır. Ama kendi arzusuyla kocaya cinsel temas imkânı
tanırsa, artık anılan sebepten ötürü nikâhı feshetme hakkına sahip olmaz.
4- Kocanın
malî sıkıntı içinde olduğu, kadı'nın yanındaki bir ikrar veya beyyineyle sabit
olmalıdır. Aksi takdirde zevce nikâhı feshetme hakkına sahip olmaz. Ama koca
ortada yoksa ve kendisinden haber alınamıyorsa, ayrıca hazırda bir malı da
bulunmuyorsa, malî sıkıntıda olduğu sabit olduğundan dolayı, hiç zaman
kaybetmeksizin nikâh feshedilir.
5- Durumu
kadıya arzetmek zorunludur. Ondan çıkmayan bir fesih kararı sahih değildir. Ya
da kadı'nın iznine dayanılarak zevceden çıkmayan bir fesih kararı sahih
değildir. Kadı, malî sıkıntı içinde olduğunu ispatlaması için kocaya üç gün
süre tanır. -Ancak önce de anlattığımız gibi, koca ortada bulunmaz ve
kendisinden hiçbir haber de alınamazsa,hazırda da malı yoksa, koca için mühlet
tanınmaz.- Üç günlük süre bitince kadı, dördüncü günün sabahında nikâhı
fesheder. Ancak koca gelip mehri teslim ettiği takdirde nikâh feshedilmez.
Hanbelîler dediler ki:
Kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu ve mehri ödemekten âciz kaldığı sabit
olunca, bazı şartlar çerçevesinde zevce, nikâh akdini feshetme hakkına sahip
olur:
1- Zevce
mükellef olmalıdır. Yaşı küçük ise feshetme hakkına sahip olmaz. Velîsi de bu
hakka sahip değildir. Ancak Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler. Deli kadın da
küçük yaştaki kadın hükmündedir.
2- Zevce hür
olmalıdır. Câriye ise, bu hak efendisine âit olur. Nitekim Şâfiîler de bu
görüştedirler.
3- Kocanın
malî sıkıntı içinde bulunduğunu (evlenmezden önce) biliyor olmamalıdır. Bunu
bilerek onunla evlenirse, fesih hakkına sahip olmaz.
4- Fesih
kararı hâkimden çıkmalıdır. Kadın, kendi başına nikâhı feshe-demez. Gerdek ve
cinsel temastan sonra olsa bile, nikâhı feshettirme hakkına sahiptir.
Mâlikîlerle Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler.
Gidilecek yer
emniyetli ve koca da karısına karşı güvenilir biri ise, koca karısıyla birlikte
bir yerden başka bir yere yolculuk yapabilir. Mezheblerin buna ilişkin geniş
açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(60) Hanefîler dediler
ki: Kocanın kendi karısıyla sefere çıkması meselesinde değişik fetvalar
verilmiştir. Bazıları kocanın mutlak surette kendi karısıyla sefere
çıkamayacağı şeklinde fetva vermiş, buna gerekçe olarak da şu hususu ileri
sürmüşlerdir: Kadın gurbette, ailesinden ve aşiretinden uzakta bulunduğunda
kendisine zarar ulaşacağı zannedilir. Diğer bazılarıysa, kadına karşı
güvenilir olduğu takdirde kocanın kendi karısıyla sefere çıkmasının caiz olduğu
yolunda fetva vermişlerdir. Bu fetvanın sahibi, kendi fetvasını zâhirü'r-rivâye
olarak teyid etmiştir. Bazı kimseler, durumların bazan çok açık bir şekilde
birbirlerinden farklı olacaklarını söylemişlerdir. Bazan sefer dolayısıyla
kadın eziyet görür. Bazan kadının kocasıyla birlikte sefere çıkması, hayatın
zorunluluklarından biri olabilir. Meselâ kocanın, kendi beldesinden uzak bir
yerde görevli bir memur olması veya kendi beldesinden uzaktaki bir yerde bir
mülkünün bulunması ve kendisi işlemedikçe bu mülkünün semere vermeyişi gibi.
Bu durumda kadın, kocasıyla birlikte sefere çıkmazsa, zarar gören kadın değil,
kocanın kendisi olur. Bu nedenle kadının kocasıyla birlikte sefere çıkmasının
veya çıkmamasının takdiri müftüye verilmiştir. O, durumun gelişmesine ve ortama
göre fetvasını verir. Ben bu konudaki ihtilâfın lâfızda kaldığı kanısındayım.
Zîra kadının kocasıyla birlikte sefere çıkamiyacağını söyleyenler, gerekçe
olarak kadına ulaşacak zararı ileri sürmektedirler. Kadının kocasıyla birlikte
sefere çıkabileceğini söyleyenler, kocanın kadına karşı güvenilir olmasını,
evliliğin hak ve vecibelerini bilmesini, kadının ırzını korumasını, şerir,
kötü ahlâklı ve fâsık olmamasını şart koşmuşlardır. Aksi takdirde koca,
karısına karşı güvenilir olmaz. Koca yukarıdaki şartlara uygun olup da karısıyla
birlikte sefere çıkarsa, kadına hiç bir zarar ulaşmaz. Şu halde iki görüş
arasında bir fark yoktur. Bunun takdiri müftüye veya kadıya verilmiştir diyen,
her iki durumun takdirini ona (kocaya) bağlamıştır. Kadı veya müftü, kocayı
karısına karşı güvenilir görmezse ve kadının sefere çıkmakla zarara
uğrayacağına kanaat getirirse kadının kocasıyla birlikte sefere çıkmasına izin
vermez. Çünkü bu durumda sefere çıkması caiz olmaz. Ama bunun aksi olursa,
sefere çıkması caiz olur. Şunu da belirtelim ki, kadının kendi ailesi ve
aşireti arasında kalması, genel bir ölçü olamaz. Çünkü kşdının doğduğu beldede
aile ve aşiretinin bulunmadığını, aile ve aşiretinin doğduğu beldeden uzak bir
beldede bulunduğunu, meselâ Urfa doğumlu bir kadının anne ve babasının ölmüş
olduğunu, aile ve aşiretinin İstanbul'da ikâmet ettiğini farzedersek, bu
kadının, İstanbul'da aile ve aşireti arasında kocasıyla yaşaması gerekir
diyebilir miyiz? Bu, çok rastlanılan bir olaydır. Evet, denebilir ki, kadın
şehirde olup da bir köye nakledilecek olursa, bu nakilden ötürü zarara
uğrayabilir. Şehirden köye taşınma nedeniyle yaşam biçimi değişecek, uzun süre
gamlı ve hüzünlü olarak yaşayacaktır. Zîra güzel manzara ve görünümlerden,
aksi olan manzara ve görünümlere intikal etmek, bir nevi hapsolmaya benzer. Bu
nedenle demişlerdir ki: Kadın, ancak şehrin banliyösüne taşınabilir. Yani
kadın, şehir merkezi veya kasabalara taşınacak olursa, itiraza mahal kalmaz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, şehirden köye veya köyden şehire taşınmakta
fayda varsa; koca, kadına karşı güvenilir biri olduğu ve taşınılacak yerde de
güvenlik bulunduğu takdirde, bu taşınmanın mutlak surette caiz olduğuna fetva
verilmiştir. Ama koca fâsık ise ve kadının ırzına karşı güvenilir biri değilse
veya şerir olup karısına eliyle ve diliyle eziyet ediyorsa veya nafaka vermekte
onu sıkıntıya düşürüyorsa, yahut da benzeri durumlardaysa, karısını başka yere
götürmesine fetva vermek sahih olmaz. Eşlerin ve çocuklarının mutluluğunu temin
edecek olan gerçek maslahatı bırakıp da arzu ve şehvetlerin ardına düşmek,
maslahattan değildir.
Mâlîkîler dediler ki:
Koca, gerdeğe girmiş olsun olmasın, karısıyla birlikte dilediği tarafa sefere
edebilir. Ama karısının mehrini vermemiş olup gerdekten önce onunla birlikte
sefere çıkmak isterse, kadın, peşinen verilmesi gereken mehir kendisine
ödeninceye dek kocasıyla birlikte yolculuğa çıkmayabilir .Kocası kendisiyle
birlikte gerdeğe girmiş olsa bile bu böyledir. Koca varlıklı ise, kadın mehrin
peşinatını alıncaya dek yine kocasıyla birlikte yola çıkmayabilir. Ama koca
yoksul olup mehri verecek kadar mala sahip değilse, kadın, yola çıkmama hakkına
sahip olamaz. Mehir, kocanın zimmetinde borç olarak kalır. Bu, kocanın gerdeğe
girip de kadının ona cinsel temas imkânı vermemesi halinde sözkonusu olan hükümdür.
Cinsel temas imkânı verirse, kocası kendisiyle bilfiil temasta bulunmuş olsun
olmasın ve varlıklı olsun olmasın, kadın bundan sonra kocasıyla birlikte yola
çıkmaktan imtina edemez. Kuvvetli olan görüş budur.
Cinsel temasa imkân
vermenin de cinsel temas hükmünde olduğu açıkça belirtilmiştir. Sonra kocanın
karısıyla birlikte bir başka beldeye sefere çıkması, bazı şartlarla sahih
olur:
1- Koca hür
olmalıdır. Karısı câriye olsa bile, köle, kendi karısıyla birlikte sefere
çıkamaz.
2- Yol,
emniyetli olmalıdır.
3- Koca,
güvenilir biri olmalıdır.
4- Sefere
gidilecek belde yakın olmalıdır. Öyle ki, kadınla ailesi arasında
haberleşmenin kesileceği kadar uzak bir belde olmamalıdır. Bu durumda kocanın
varlıklı veya yoksul olması arasında bir fark yoktur.
Hanbelîler dediler ki:
Koca, hür olan karısıyla birlikte dilediği tarafa yolculuk yapabilir. Yalnız
kocanın, karısına karşı güvenilir olması, sefere gidilecek yerin (ve yolun)
korkulu olmaması şarttır. Tabiî kadın, eğer kocasıyla birlikte sefere çıkmamayı
şart koşmamışsa... Böyle bir şart ileri sürmüşse, kocasının bu şarta riâyet
etmesi gerekir. Riâyet etmez ve şartını hiçe sayarsa, kadın, nikâh akdini
feshetme hakkına sahip olur.
Şafiîler dediler ki:
Koca, ona karşı güvenilir olduğu takdirde karısıyla birlikte sefere çıkma
hakkına sahiptir. Kadın kocasıyla birlikte sefere çıkmaya yanaşmazsa isyankâr
olur. Nafakayı ve diğer şeyleri kocasından alma hakkına sahip olmaz. Yapılacak
sefer günah içerikli olsa bile, hüküm değişmez. Ancak kadın hastalık, sıcaklık,
soğukluk gibi yolculuğa engel bir mazerete sahipse veya kocasıyla birlikte
sefere çıktığı takdirde zarara uğra-yacaksa, sefere yanaşmama nedeniyle
isyankâr olmaz. Sefer, günah içerikli olsa bile, kadın kocasıyla birlikte
sefere çıkmalıdır. Çünkü kocası, onu günah işlemeye değil, sadece hakkını
yerine getirmeye davet etmektedir.
Eşlerin mehirde
ihtilâf edip tartışmaları, mutlaka şu hususların birinde olur:
1- Mehrin
tesmiyesi hususu: Sözgelimi ikisinden biri mehrin belirtilmiş olduğunu, diğeri
de bunun aksini iddia eder.
2- Mehrin
-ister nakit, ister ölçeklenen veya tartılan bir nesne olsun- miktarı hususu:
Sözgelimi, eşlerden biri mehrin yüzbin lira, di-ğeriyse ellibin lira olduğunu
iddia eder.
3- Mehrin
cinsi hususu: Sözgelimi eşlerden biri mehrin deve, di-ğeriyse eşek olduğunu
iddia eder. Fıkıhçılara göre cinsten maksat lügavî anlamdaki cinstir. Bu da
nev'idir. Mantıkî cins bakımından eşlerin ihtilâf etmelerine şöyle bir örnek
verilebilir: ikisinden biri mehrin bir yiyecek maddesi olduğunu, diğeriyse
hayvan olduğunu iddia
eder.
4- Mehrin
niteliği hususu: Sözgelimi ikisinden biri mehrin floransa buğdayı, diğeriyse
pencuma buğdayı olduğunu İddia eder.
5- Mehrin
kendisiyle kesinlik kazandığı şey hususu: Sözgelimi kadın, kocasının kendisiyle
yalnızca başbaşa buluştuğunu veya kendisiyle cinse! temasta bulunduğunu iddia
ettiği halde kocası bunu inkâr eder. Bütün bu ihtilâflarla ilgili olarak
mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(61) Hanefîler dediler
ki: Mehirde ihtilâf dört durumda olur:
Birinci durum:
Eşlerifı mehrin tesmiyesi hususunda ihtilâf etmeleri. Eşlerden biri, mehrin
belirtildiğini iddia eder, diğeri ise bunu inkâr eder. Bunun da bir kaç şekli
vardır:
1- Gerdekten
veya halvetten sonra boşanma halinde, her ikisi de hayatta olarak mehrin
tesmiyesinde ihtilâf ederler. Sözgelimi koca: "Ben onun için mehir olarak
yüzbin lira belirttim" der; kadın ise, "hayır! Benim için mehir
belirtmedi" derse, koca isbatla yükümlü kılınır. İsbattan âciz olursa, bu
defa kadın, kendisi için mehir olarak yüzbin lira belirtmemiş olduğuna yemin
eder. Böylece kadın için mehr-i misil sabit olur. Ancak bu mehr-i mislin,
kocanın itiraf etmiş olduğu yüzbin liradan eksik olmaması şarttır. Aynı şekilde
kadın, kocasının kendisi için mehir olarak yüzbın lira belirttiğini iddia eder,
kocaysa bunu inkâr ederse; kadın, iddiasını isbatlamakla yükümlü kılınır,
îsbatlayamazsa, o zaman koca yüzbin lirayı mehir olarak belirtmediğine yemin
eder. Yemin edince de kadın için mehr-i misil sabit olur. Yalnız bu mehr-i
mislin, kadının iddia ettiği yüzbin liradan fazla olmaması şarttır. Birinci
şekilde kadın veya ikinci şekilde koca yeminden kaçınırsa, diğerinin iddiası
sabit olur. Eğer, Ebû Hanîfe'den nakledildiğine göre, nikâhta inkâr eden kişi
yemin etmez, bunun gereği olarak da davacı isbattan âciz olursa, inkarcının
hakkı yeminsiz olarak sabit olur denirse, buna verilecek cevap şudur: Ebû
Hanîfe demiştir ki; nikâhtan maksat ister nikâh akdi olsun, ister cinsel temas
olsun, nikâhın aslında inkarcının yemin etmesi gerekmez. Ama bizimkisi, mehirde
ihtilâf meselesidir. Mehir, maldır. Malî ihtilâflarda yemin edileceğine dâir
icmâ vardır.
2-
Hayattayken, eşlerin gerdekten veya halvetten önce boşanma halinde ihtilâf
etmeleri. Bu durumda kadın kendisi için mehir belirtildiğini ispatlamaktan
âciz olur ve koca da onun için mehir belirtmediğine yemin eder de kadın için
mehir belirtilmediği sabit olursa, kadına mut'ay-ı misilden başka şey verilmez.
Bunun açıklaması daha önce yapılmıştır.
3- İkisinden
birinin ölümünden sonra ihtilâfın vukûbulması. Kadın ölür
de kocası onun için mehir olarak yüzbin
lira belirttiğini iddia eder, kadının mirasçısı ise bunu inkâr ederse, davacı
iddiasını ispatlamakla yükümlü kılınır, îspatlayamazsa, kadının mirasçısı
yemin eder ve kadın için mehr-i misil sabit olur. Gerdekten sonra boşanmada da
aynı durum sözkonusudur. Kocanın ölmesi ve kadının kendisi için mehir
belirtilmiş olduğunu iddia etmesi durumunda da aynı hüküm sözkonusu olur.
4- Eşlerin
beraberce ölmeleri ve mirasçılarının, mehrin belirtilmesi hususunda ihtilâf
etmeleri. Bununla ilgili olarak iki görüş vardır:
a- Mehrin
belirtildiğini inkâr edenin sözüne itibâr edilir. Kadın lehine bir hüküm
verilmez. Bu, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür.
b- Kadın
için mehr-i misil karan verilir. Fetva da bunun üzerinedir. Bu, İmâmeyn'in
görüşüdür.
İkinci durum: Eşlerin
mehir miktarı hususunda ihtilâf etmeleri. Bu, mehrin zimmette nitelenen bir
borç olması durumunda vukûbulan bir ihtilâftır. Bunda mehrin altın, gümüş,
dirhem, dinar, cüneyh, lira gibi bir nakit olmasıyla, ölçeklenen, tartılan
veya sayılan bir şey olması arasında bir fark yoktur. Nakit olan mehrin
miktarında eşlerin ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "mehir bin
dinardır", kadınınsa "ikibin dinardır" demesini gösterebiliriz.
Tartılı şeylerde
ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "mehir, yirmi kilogram saf arı
balıdır" demesini, buna karşılık kadınınsa "otuz kilogramdır"
demesini gösterebiliriz. Ölçekli şeylerde ihtilâf etmelerine örnek olarak
kocanın, "yirmi kile floransa buğdayı karşılığında seninle evlendim"
demesini, kadınınsa, "otuz kile" demesini gösterebiliriz. Sayılı
şeylerde ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "ikibin nar karşılığında
seninle evlendim" demesini gösterebiliriz. Mehrin miktarına ilişkin bu
ihtilâfların hepsi de aynı hükme tâbidir. Bu durumla ilgili birkaç şekil
vardır:
1- Gerdeğe
girilmiş olsun olmasın, evliliğin devam etmesi halinde eşler arasında ihtilâf
vukûbulması.
2- Boşanma ve gerdekten sonra eşler arasında
ihtilâf vukûbulması.
Bu iki şeklin hükmü
aynıdır. Nakdin miktarı hususunda ihtilâf ederlerse; meselâ koca "ben o
kadınla, miktarı bin dinar olan mehir karşılığında evlendim" der, kadınsa
"ikibin" derse, bu ihtilâfın üç hâli olur:
a- Mehr-i
mislin, kadının sözüne muvafık olması,
b- Mehr-i
mislin, kocanın sözüne muvafık olması.
c- Mehr-i
mislin binbeşyüz dinar olmasıdır. Yani hiç birinin sözüne mu-vâfik olmaması.
Bilindiği gibi kadın ikibin, kocaysa bin dinar olduğunu söylüyordu.
-
'a' şıkkının,
yani mehr-i mislin kadının sözüne muvafık olmasının hükmü şudur: Yemin
ettikten sonra kadının sözü muteberdir. Yani kadın, kocasmın iddia ettiği gibi
bin dinarlık mehirle kendisiyle evlenmediğine dâir yemin eder. Böylece de
ikibin dinar almaya hak kazanır. Yemine yanaşmazsa, kocasının iddia ettiği bin
dinarı alabilir.Kendi iddiasını teyid edecek bir belge getirirse, bu kabul
edilir ve böylece kadının lehine hüküm verilir. Ko-ca,kendi iddiasını teyîd
edecek bir beyyİne getirirse,_kabul edilir. Ancak bu durumda kocanın beyyinesi,
kadınınkine nisbetle önceliklidir. Zîra zahiren durum kadından yanadır. O da
mehr-i mislin, kadının iddiasına muvafık oluşudur. Koca, zahirî durumun aksini
isbatlamak istemektedir. Kadınsa kendi mehr-i mislinden az olan bin dinara razı
olmaktadır. Dolayısıyla kocanın beyyinesi, kadınınkine nisbetle öncelikli
olmaktadır.
'b' şıkkının,
yani mehr-i mislin kocanın sözüne muvafık olmasının hükmü şudur: Yemin etmesi
şartıyla, söz kocanındır. Yani koca, o kadınla iki bin dinarlık mehirle
evlenmediğine yemin eder ve kadına bin dinar verilmesine karar verilir. Yemine
yanaşmadığı takdirde kadına ikibin dinar verilmesine karar verilir. Eşlerden
hangisi beyyine getirirse, beyyinesi dinlenir. Ancak bu durumda kadının beyyinesi,
kocanınkine nisbetle öncelikli olur. Bu, şıkkındakinin tersinedir. Zîra zahirî
durum, kocadan yanadır. Beyyine, zahirî durumun tersini ispatlamaktadır.
V şıkkının, yani
mehr-i mislin eşlerin ikisinin de iddiasına muvafık olmaması. Sözgelimi mehr-i
misil binbeşyüz dinardır. Koca, ikibin dinarla kadın ile evlenmediğine yemin
eder; kadın ise kocasının bin dinarla değil de ikibin dinarlık mehirle
kendisiyle evlenmiş olduğuna yemin eder. Eşlerden hangisi yeminden kaçınırsa,
diğerinin iddiası onu bağlar. Koca yeminden kaçınırsa, binbeşyüz dinar -ki bu
mehr-i misildir- vermesi gerekir diyenler de olmuştur. Ama birinci görüş daha
kuvvetlidir. İkisi birlikte yemin ederlerse, mehr-i misile karar verilir ki, o
da binbeşyüz dinardır.
Özet olarak deriz ki:
Eşlerin kendi iddialarını doğrulayıcı beyyineleri yoksa, ikisi de yemin eder.
Biri yemin eder de diğeri yeminden kaçınırsa, yemin edenin iddiası
doğrultusunda hüküm verilir. İkisi birlikte beyyine getirirlerse, yine mehr-i
misile karar verilir.
Eşlerin ölçekli,
tartılı veya sayılı bir ayında ihtilâf etmeleri durumunda da bu tafsilât
aynıyla geçerli olur.
3- Eşlerin
gerdekten önce ve boşanmadan sonra ihtilâf etmeleri. Bu durumda ihtilâf konusu
olan mehir, 'şu hayvan' gibi ya hazır ve muayyen olur. Ya da zimmette
nitelenmiş bir borç olur. Örneğin nakit, ölçeklenen veya tartılan veya sayılan
ayınlar gibi. Mehir muayyense ve koca, mehrin yansını kadına vermeye razı
olursa ne alâ. Aksi takdirde tahkime gerek kalmaksızın kadına uygun bir mut'a,
yani mut'ay-ı misil vermek gerekir. Mehir eğer borçsa, tahkim yoluyla kadına
mut'ay-ı misil vermek gerekir. Bu, kadının kendi iddiasını isbatlayamaması
durumunda sözkonusu olan bir hükümdür. Aksi takdirde ona, isbatladığı mehrin
yarısı verilir.
4- Eşlerden
birinin ölmesi, diğeriyle ölenin mirasçıları arasında mehrin miktarı hususunda
ihtilâf vukûbulması. Bu ihtilâfın hükmü, arada hiç bir fark bulunmaksızın
eşlerin hayattayken aralarında vukûbulan ihtilafın hükmü gibidir.
5- Eşlerin
ölmesi ve belirtilmiş mehrin miktarı hususunda mirasçılar arasında ihtilâfın
vukûbulması. Bu şeklin hükmü de şudur: Söz, kocanın mirasçılarına aittir.
Üçüncü durum: Eşlerin
mehrin cinsi hususunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kocanın:''Yirmi kile arpa
karşılığında seninle evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine, buğday
karşılığında benimle evlendin'* demesi veya kocanın: "Bu sığır
karşılığında seninle evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine şu sağmal
inek karşılığında benimle evlendin" demesi gibi.
Dördüncü durum:
Eşlerin mehrin niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Sözgelimi kocanın mehrin
kalitesiz bir buğday, kadınınsa kaliteli bir buğday olduğunu söylemesi gibi.
Eşler, mehrin niteliği
hususunda ihtilâf edecekleri gibi, nev'i hususunda da ihtilâf edebilirler.
Sözgelimi kocanın mehrin floransa buğdayı olduğunu, kadınınsa pencuma buğdayı
olduğunu söylemesi gibi. Bu durumda mehİr, şu elbise veya şu buğday kümesi
gibi, belirliyse ve eşler ihtilâf ederek, meselâ koca, yirmi metre olması
şartıyla "şu kumaş kaşılığında seninle evlendim" der, ama kumaş eksik
çıkarsa veya floransa buğdayı olması şartıyla "şu buğday kümesi
karşılığında seninle evlendim" der, ama buğdayın başka cinsten olduğu
anlaşılırsa, bu durumda yeminsiz olarak kocanın sözüne itibar edilir. Ya da
tahkimsiz olarak kadına mehr-i misil ödenmesine karar verilir ki, bunda icmâ
edilmiştir. Mehrin zimmette nitelenmiş bir borç olması durumunda cinsi, nev'î
veya sıfatında ihtilâf edilirse, bu ihtilâfın hükmü, mehrin aslında vukûbulan
ihtilâfın hükmü gibidir.
Mâlîkîler dediler ki:
Mehirde anlaşmazlığın üç durumu vardır:
1- Eşlerin
gerdekten önce, boşanma veya ölüm nedeniyle ayrılmalarından önce İhtilâf
etmeleri. Bunun da üç şekli vardır:
a- Mehrin
miktarında ihtilâf etmeleri ve hiç birisinin beraberinde kendi iddiasını
ispatlayıcı bir şeyin bulunmaması. Örneğin kocanın, mehrin yirmi altın lira
olduğunu, kadınınsa kırk altın lira olduğunu söylemesi gibi.
b- Mehrin
niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Örneğin kocanın, mehrin Türk lirası
olduğunu, kadınınsa Suudî Arabistan riyali olduğunu söylemesi veya kocanın,
mehrin floransa buğdayı olduğunu, kadınınsa pencuma buğdayı olduğunu söylemesi
gibi.
Bu iki şıkkın hükmü
aynıdır. Şöyle ki: Her ikisi de yemin edecektir. Eğer reşid iseler, her ikisi
de kendi iddialarını isbatlamak için yemin ederler. Re-Şid olmayanın yerine
velîsi yemin eder. Yeminden sonra nikâh, talâkla feshedilir ve talâk hem
zahiren, hem de bâtınen vukûbulur. Eşlerin ikisinin de yeminden kaçınmaları
durumunda, nikâh, talâkla feshedilir. Biri yemin eder de diğeri yeminden
kaçınırsa, yemin edenin iddiası doğrultusunda karar verilir. Önce zevceye
yemin ettirilir. Her ikisinin de iddiasının mehrin miktarı veya niteliğine dâir
olup da bu İddâlarmm beldeleri halkı arasında bilinen ve alışılagelen iddialar
olması durumunda bu hüküm sözkonusudur. Ama ikisinden birinin iddiası bu
kategoride, diğerininki de bu kategorinin dışında olursa, iddiası bu
kategoriye dâhil olanın yemin etmesi halinde sözü kabul edilir. Yeminden
kaçınırsa, diğerine yemin teklif edilir. Yemin edenin lehine hükmedilir; nikâh
feshedilmez.
c- Eşlerin
mehrin cinsinde ihtilâf etmeleri. Burada cinsten maksat, nev'i kapsayan lügavî
cinstir. Birincinin misâli, kocanın: "Ben buğday üzerine onunla
evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine o benimle at üzerine
evlendi" demesidir. İkincinin misâli* kocanın: "Ben koyunlar üzerine
onunla evlendim demesi, kadınınsa: "Aksine o, dişi develer üzerine
benimle evlendi" demesidir. Koyunlarla develerin cinsi birdir ve bu cins
de hayvandır. Ama nevileri ayrıdır. Bunlar, mantıkî iki nevidir ve lügavî iki
cinstir. Gerdekten önce eşler mehrin cinsi hususunda ihtilâf ederlerse, nikâh
mutlaka feshedilir. Burada ikisinin birlikte yemin etmeleriyle birisinin yemin
etmesi veya ikisinin de yeminden kaçınmaları, ya da ikisinin de iddiasının halk
arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olması arasında bir fark yoktur. Biri
diğerinin sözüne razı olmazsa nikâh feshedilir. Aksi takdirde feshedilmez.
Çünkü rıza olduktan sonra nikâh feshedilmez.
2- Eşlerin
hayattayken gerdekten sonra ihtilâf etmeleri. Bu ihtilâfın boşanmadan önce
veya sonra olması arasında bir fark yoktur. Bunun da iki şekli vardır:
a- Eşlerin
mehrin miktar veya niteliği hususunda ihtilâf etmeleri ve hiç birinin kendi
iddiasını doğrulayacak bir dayanağının bulunmaması. Bu şeklin hükmü şudur:
Söz, yemin etmesiyle birlikte kocaya aittir. Koca yeminden kaçınırsa, kadın
yemin eder. Yemin edince kadının sözüne göre hüküm verilir. Kadın da yeminden
kaçınırsa, kocanın sözüne göre hüküm verilir. Bu durumda belde halkı arasında
bilinen ve alışılagelen cinsten olmasa bile, kocanın iddiası doğrultusunda
karar verilir. Çünkü kadın kendi vücûdundan şehevî açıdan yararlanma imkânını
ona tanımıştır ve bu nedenle kocanın sözü tercih edilir. Bu hüküm,
"kocanın iddiası halk arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olursa
nazar-ı itibara alınır" diyenlerin hükümlerine muhaliftir.
b- Eşlerin
mehrin miktarı hususunda ihtilâf etmeleri. Bu durumda eşlere yemin ettirilir.
Biri yemin edip diğeri yeminden kaçınırsa, yemin edenin lehine .karar verilir.
Birlikte yemin ederler veya birlikte yeminden kaçınırlarsa koca, mehr-i mislin
tamamını ödemekle yükümlü kılınır. Çünkü bu durumda kocanın gerdeğe girmiş
olduğu varsayılır.
Bu meselenin
kısacaözeti şudur: Gerdekten, boşanma ve ölümden önce eşlerin mehrin cinsi
hususunda ihtilâf etmeleri, mutlaka nikâhın feshini gerektirir. Bu durumda
ister ikisi yemin etmiş olsun, ister birisi yemin etmiş veya ikisi de yeminden
kaçınmış olsunlar; ya da her ikisinin veya sadece birisinin iddiasının halk
arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olmasıyla olmaması arasında hüküm
bakımından bir fark yoktur. Gerdeğe girdikten sonra ihtilâf ederlerse,
açıklanmış olduğu üzere kocanın mehr-i misil vermesi gerekir. Gerdekten önce
mehrin miktar veya niteliğinde eşlerin ihtilâf etmeleri durumunda halk arasında
bilinen ve ahşılagelen cinsten olması nedeniyle yalnız kalanın sözünün tasdik
edilmesi gerekir, tabiî yemin etmesi şartıyla... İkisinin de sözü halk
arasında bilinen ve alışılagelen cinstense veya değilse yemin ettirilirler.
Birinin razı olmaması halinde nikâh feshedilir.
Gerdekten sonra eşler,
mehrin miktar veya niteliğinde ihtilâf ederlerse, yemin etmesi şartıyla kocanın
sözünün doğrulanması gerekir. Mehr-i mislin, kadının iddia ettiği miktara eşit
olması şarttır. Mehr-i misil daha fazlaysa, iddia ettiği miktar, kadının
kendisine verilir. Aynı şekilde mehr-i mislin, kocanın iddia ettiği miktardan
da az olmaması şarttır.
3-
Boşandıktan sonra eşlerin ihtilâf etmeleri veya biri öldükten sonra diğeriyle
ölenin mirasçılarının ihtilâf etmeleri veyahut ikisinin birlikte ölüp
mirasçılarının ihtilâf etmeleri. Bu durumun hükmü, gerdeğe girdikten sonra
eşler arasında meydana gelen ihtilâfın hükmü gibidir. Ancak gerdek öncesi
boşanmadan sonra mehrin cinsinde eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa,
biri-birlerine yemin teklif edilmesi üzerine ikisi de yemin eder veya ikisi de
yeminden kaçınırlarsa, mehr-i mislin tamamını değil, yarısını vermek vâcib
olur. Şu da var ki, koca mehr-i misli reddederse, gerdek durumunda nikâh maddeten,
boşanma ve ölüm halinde ise hükmen sabit olur. Yani miras ve diğer sonuçlan
doğurur. Mûtemed olan görüş budur.
Şafiîler derler ki:
Eşler arasında veya kocayla velî veya iki velî veya eşlerden biriyle diğerinin
vekili veya ikisinin vekili veya bu saydıklarımızdan biri ile diğer eşin ölümü halinde
mirasçıları veyahut birlikte ölmeleri halinde ikisinin mirasçıları arasında bir
kaç yönden ihtilâf meydana gelebilir:
1- Mehri
belirtme esasında ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın, kocasının kendisi için mehir
belirtmemiş olduğunu iddia ederken koca onun bu iddiasını reddederek mehir
belirtmiş olduğunu iddia eder.
2- Mehrin
miktarında ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın: "Yüzbin lira üzerine benimle
evlendi" derken koca onımla ellibin lira üzerine evlendiğini iddia eder.
3- Mehrin
cinsinde ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın, kocasının yüzbin dolar üzerine
kendisiyle evlendiğini iddia ederken, kocası yüzbin Türk lirası üzerine
kendisiyle evlendiğini iddia eder.
4- Mehrin
niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kadının: "Kocam
benimle yirmi kilo iyi cins buğday
üzerine evlendi" demesi, kocanınsa: "Onunla yirmi kile kalitesiz
buğday üzerine evlendim" demesi gibi. Veya mehrin peşin, ya da vadeli
oluşunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kocanın: "Vadeli yüzbin lira üzerine
onunla evlendim" demesi, kadımnsa: "Aksine, peşin yüzbin lira
üzerine benimle evlendi" demesi gibi. Gerdekten Önce olsun, sonra olsun
bütün bu ihtilâf şekillerinin hükmü aynıdır ve o hüküm de şudur: Bu ihtilâf
şekillerinden biri vukûbulur, ama ikisinin de iddialarını ispatlayıcı delilleri
olmaz veya ikisinin de delili bulunur, ama çelişik olurlarsa; meselâ
bi-risininki tarih belirtir, ama diğerininki vâdeyi serbest bırakır veya
ikisininki de tarih koymayıp vâdeyi serbest bırakırlarsa, yemin etmeleri
gerekir. Yemin ettirmeye kocadan başlanılır. Birisi yeminden kaçınırsa,
diğerinin iddiasına uygun hüküm verilir.
Baliğ ve reşid olan
işlerin yemin biçimine gelince; eşlerin, kendi iddiaları doğrultusunda kesin
olarak yemin etmeleri gerekir. Sözgelimi kadının: ^"Vallahi yüz dinara
değil de, ikiyüz dinara benimle evlendi" diye, kocanınsa: "Vallahi
ikiyüze değil de yüz dinaraonunla evlendim" diye yemin etmesi gibi. Küçük
veya deli kadına gelince; onun velîsi aynı şekilde kesin biçimde onun yerine
yemin eder. Küçük yaştaki kadın veya deli kadın, yeminden önce buluğa erer ve
akıllanırsa, velîleri değil de, kendileri yemin ederler. Velî ile koca arasında
ihtilâf vukûbulursa, kadın da bakire ve bâliğa ise velîsi değil de kadının
kendisi yemin eder. Çünkü mehir, kadına aittir.
Mirasçının yemin
biçimine gelince: O, bilmediğine dâir yemin etmelidir. Sözgelimi kocanın
mirasçısı, "kadının iddia ettiği gibi murisimin beş-yüz dinara onunla
evlendiğini vallahi bilmiyorum. Aksine murisim ikiyüz dinara onunla
evlenmişti" der; kadının mirasçisıysa: "Mûrisemi iddia ettikleri
gibi ikiyüz dinara nikahlamıştır" der. Velînin yemin biçimine gelince, o,
nikâh akdinin ikiyüz dinar üzerine değil de, beşyüz dinar üzerine
akdedil-diğine yemin etmelidir. Velî, kocadan sadır olan fiil üzerine yemin
eder. Dolaylı olarak kadın için de mehir sabit olur. "Kişi, başkasının
yeminiyle bir şey hak edemediğine göre, kadın nasıl olur da velîsinin yeminiyle
mehri hak eder şeklindeki soruya karşı verilecek cevap şudur: Velî, kendi
velayeti altındaki kadının mehri hak ettiğine yemin etmemekte, aksine kadının
şu ka-darlık mehir karşılığında nİkâhlandığına yemin etmektedir. Velî, yapılan
işe yemin etmektedir; kadının hak edişine değil... Velî yeminden kaçınır da koca
yemin ederse; yemini dolayısıyla koca lehine mi hüküm verilir, yoksa kadının
buluğa ermesi mi beklenir? Bu hususta iki görüş vardır: Bunlardan ikincisi,
yani küçük yaştaki kadının buluğa ermesi için beklenmesini öngören görüş
tercih edilmiştir. Eğer küçük yaştaki kadın, yemini bilmediğine dâir bir yemin
mi, yoksa kendi iddiasının sübûtu ve dolayısıyla kocanın iddiasının reddine
dâir kesin biçimde bir yemin midir diye sorulacak olursa, buna verilecek cevap
şudur: Bu meselede de iki vecih vardır: En uygunu, bilmediğine dâir yemin
etmesidir. Yani, "Vallahi velîmin beni yüz dinara evlendirmiş olduğunu
bilmiyorum. Aksine beni ikiyüz dinara evlendirmiştir" demesidir. Zîra bu
kadın, gerçekte yapılan akde şahit olmamış ve kendisinden de izin
alınmamıştır. Bu nedenle de kesin biçimde yemin etmesi mümkün değildir.
Kadının bakire ve bâliğa olup, kocasıyla velîsi arasında ihtilâf vukûbulması
durumunda hüküm bunun tersinedir. Bu durumda kadın, kendi iddiasını teyid için
kesin şekilde yemin eder. Zîra nikâh akdini her ne kadar velîsi yapmışsa da,
bunu kendisinden izin aldıktan sonra yapmıştır ki, bu da (akid) hali(ni)
müşahede etmesi sayılır. Özetle deriz ki: Baliğ olan eşler, iddialarının aslı
üzerine kesin biçimde yemin ederler. Velî de kendi fiili üzerine yemin eder.
Küçük yaştaki kadının
buluğa ermesinden ve deli kadının akıllanmasından sonra yemin etme biçimlerine
gelince; bu hususta iki görüş vardır: Bazıları derler ki: Bunlar, bilgiyi
reddederek yemin ederler. İkinci görüş, mütekaddimînden olan bir grup ulemâya
aittir. Uygun ve kuvvetli olan görüş de budur.
İhtilâf halindeki
eşlerden birinin kendi iddiasını isbatlamaktan âciz olması halinde ikisi de
yemin ederse, mehr-i müsemmâ (nikâhta belirtilmiş olan mehir) feshedilir.
İhtilâfın mehr-i müsemmâ üzerine olması durumunda zevce için mehr-i misil sabit
olur. İhtilâf, cinsel temastan sonra vukûbulmuşsa, kadın mehr-i mislin tamamım,
cinsel temastan önce vukûbulmuşsa yarısını alır. İhtilâf mehrin miktarı
üzerineyse; sözgelimi kadın, mehrin yüz dinar olduğunu, kocaysa doksan dinar
olduğunu iddia etmekteyse, kendi iddia ettiğinden fazla miktarda olsa bile,
meselâ yüz elli dinar olsa bile, kadına mehr-i misil verilir.
Mehrin miktarı
hususunda kocayla kadının velîsi arasında ihtilâf vukû-bulursa, sözgelimi
velînin mehrin ikiyüz, kocanınsa yüzelli dinar olduğunu söylemelerine karşılık
mehr-i misil ikiyüzelli dinar kadarsa, bir kavle göre yemin etmeleri vâcib
olur. Koca, yeminden kaçınırsa, veli yemin eder ve id-diâsi lehine karar
verilir. Bir başka kavle göre mehr-i misle karar verilir. Doğrusu, velî kocaya
yemin ettirme hakkına sahiptir. Çünkü koca, bazan yeminden kaçınabilir. Bu
durumda velî yemin eder ve iddiası doğrultusunda hüküm verilir. Koca, mehr-i
misle eşit bir miktarı iddia eder ve bu iddia ettiği miktar kadının velîsinin
iddia ettiği miktara eşit olursa durum bellidir. Çünkü onun iddia ettiği
miktar, belirtilen mehrin "miktarına muvafık olmakta ve anlaşmazlık son
bulmaktadır. Kocanın iddia ettiği miktar, mehr-i müsem-nıâdan az ise, mesele,
velînin kocaya yemin ettirme hakkına sahip olduğu meseleye döner. Bu durumda
belki koca, yeminden kaçınır; ve mehr-i mü-semmâdaki fazlalık sabit olur.
Hanbelîler dediler ki:
Eşler veya kendilerinin vefatlarından sonra mirasçıları veya küçük yaştaki
kadının velîsiyle kocası arasında mehrin miktarı hususunda ihtilâf
vukûbulursa; meselâ koca mehrin yüz, kadınsa ikiyüz dinar olduğunu söylerse,
veya taraflar mehrin aynı hususunda ihtilâf ederlerse, meselâ kadın,
"benim mehrîm şu elbisedir" der, kocaysa, "hayır, onun mehri şu
diğer elbisedir" derse veya taraflar, mehrin cinsi hususunda ihtilâf
ederlerse, meselâ koca, "deve üzerine onunla evlendim" der de kadın,
"hayır! Benimle at üzerine evlendi" veya "altın..." veya
"buğday üzerine evlendi" derse, veya taraflar mehrin niteliği
hususunda ihtilâf ederse veya gerdek, halvet, öpme, dokunup elleme, şehvetle
bakma gibi mehrin kendisiyle kesinlik kazandığı hususlarda ihtilâf ederlerse;
meselâ kadın gerdeğe girdiğini iddia eder de koca inkâr ederse ve hiçbirisinin
yanında iddiasını isbatlamaya yarayacak bir şey bulunmazsa, yemin etmesi
şartıyla söz kocanın veya mirasçısının olur. Zîra inkâr eden b,u taraftır.
Taraflar, mehrin aynı
hususunda ihtilaf ederlerse, meselâ kadın; "Benim mehrim şu
hayvandır" der, kocasıysa "hayır, onun mehri şu diğer hayvandır"
derse, koca kadının mehrin aynına dair iddiasını inkâr etmiş olmaktadır ki,
yemin etmesi şartıyla, söz inkâr edenindir. Mehrin niteliği hususunda ihtilâf
etmelerinde de aynı hüküm sözkonusudur. Meselâ kadın; "Kocam, floransa
buğdayı üzerine benimle evlendi" der, kocasıysa "hayır, onunla
pencuma buğdayı üzerine evlendim" derse, yemin etmesi şartıyla söz,
kocanındır. Mehrin cinsi hususunda ihtilâf ederlerse yine aynı hüküm söz-konusu
olur. Meselâ kadın, kocasının şu kadar buğday karşılığında kendisiyle
evlendiğini iddia eder, kocası ise, buğday değil de şu kadar arpa karşılığında
kendisiyle evlenmiş olduğunu söylerse, kadının iddiasını inkâr etmiş olur.
Aslolan kocanın ikrar etmediği ve hakkında beyyinenin bulunmadığı şeyden
zimmetinin berî olmasıdır. Koca burada ikrar etmeyip inkâr etmektedir. Aleyhine
bir beyyine de yoktur. Dolayısıyla kocaya yeminden başka hiçbir şey lâzım
gelmez. Yeminden kaçınırsa, kadının lehine hüküm verilir. Koca yemin ederse,
kendisinin lehine hüküm verilir.
Ama eşler, mehrin
teslim ve tesellümü hususunda ihtilâf ederlerse, yani koca, kadının mehri
teslim aldığını iddia eder de kadın inkâr ederse, yemin etmesi şartıyla
kadının'sözü muteber olur. Eğer kadın ölmüşse, mirasçısının sözü muteber olur.
Mehrin tesmiyesi hususunda ihtilâf etmeleri de böyledir. Sözgelimi koca, kadın
için mehir olarak yüz dinar belirtmiş olduğunu iddia eder, kadın ise yüz
dinardan fazla olan mehr-i misline kavuşmak için bunu inkâr eder ve bir
beyyinesi de bulunmazsa, yemin etmesi şartıyla kadının sözü muteber olur ve
kendisine mehri misil verilmesine karar verilir. Eşler arasındaki bütün bu
ihtilâfların gerdekten önce veya sonra, boşanmadan önce veya sonra olması
arasında bir fark yoktur. Zîra ihtilâflarını çözümlemede dayanak, varsa
beyyinedir; yoksa bazı hallerde kocadır. Yemin etmesi şartıyla söz, onundur. Diğer
bazı durumlâVdayemin etmesi şartıyla kadının sözü esas alınır.
Bazı insanlar gizlice
az bir mehir üzerine anlaşmayı, nikâh akdi esnâsındaysa büyük miktarda bir
mehir ilân etmeyi âdet haline getirmişlerdir. Nitekim âdet gereği olarak nikâh
akdinden sonra koca, karısına hediye vermekte ve mehir, kendi durumlarına uygun
hediyeler olarak belirtilmektedir. Bazı kimseler buna nafaka adı vermektedirler.
Yine âdet gereğince kadın, eşlerin durumuyla mütenâsib bir çeyizle gerdeğe
girmektedir. Şimdi eşler arasında vukûbulan anlaşmazlık durumunda gizii mehir
mi, yoksa aşikâr olan mehir mi nazar-ı İtibara alınacaktır? Hediyeler de mehir
kapsamına girerler mi, girmezler mi? Koca, kadına vermiş olduğu çeyizi (geri)
isteyebilir mi, isteyemez mi? Mezhebferin bunlara ilişkin geniş açıklamaları
aşağıya alınmıştır.
(62) Hanefîler dediler
ki: Mehrin gizlilik ve aşikârlığı hususunda iki şekil vardır:
1- Eşlerin
nikâh akdinden önce gizlice mehrin miktarı hususunda anlaşmaları, sonra nikâh
akdini, anlaşmış olduklarından çok daha fazla olan bir mehir miktarı üzerine
yapmaları. Bunun da birkaç şekli vardır:
a- Akidte
arttırılan fazlalığın, gizlice anlaştıkları mehrin cinsinden olması. Akidten
sonra bunun üzerine anlaşırlarsa, mehir, akid olmadan üzerinde anlaşmış
olduklarıdır. Anlaşamazlarsa, mehir, koca onun sırf başkalarına karşı bir
gösterişten ibaret olduğunu isbatlamadığı takdirde akidte belirtilendir.
b- Akidte
arttırılan fazlalığın, mehrin cinsinden olmaması. Bu durumda anılan fazlalığın
gösteriş olduğu hususunda ittifak ederler de, akidten önce üzerinde anlaşmış
oldukları miktar, mehr-i misle eşit olursa ne âlâ. Aksi takdirde mehr-i misil
vermek gerekir.
c- Eşlerin
gizlice, kadının mehrinin meselâ yüz dinar olması üzerine anlaşmaları, nikâh
akdini yaparlarken vergi ve benzeri şeylerin korkusu dolayısıyla mehirsiz
olarak evlendiklerini ilân etmeleri. Bu durumda mehir, önceden üzerinde gizlice
anlaşmış oldukları miktardır.
2- Eşlerin
gizlice bir mehirde anlaşmaları, sonra da nikâhı başka bir mehir üzerine
akdetmeleri. Örneğin gizlice yüzbin lira üzerine akdetmeleri veya nikâh akdi
olmaksızın mehrin ikiyüzbin lira olduğunu ikrar etmeleri gibi. Bu durumda
anlaşır veya yapılan işe şahit olurlarsa, gizlice üzerinde anlaşmış oldukları
miktar, mehir olarak muteber olur. Anlaşamazlarsa, meselede ihtilâf vardır.
Şöyle ki: İmâmeyn, mehrin, ilk akdin üzerine yapılmış olduğu miktar olduğunu
söylemektedirler. Ebû Hanîfe ise der ki: Cins değişik olursa, birincide ve
ikincide belirtilen mehir vâcîb olur. Çünkü ikincisi, birinci üzerine bir
arttırma sayılmaktadır.
Birincide yüz riyal,
ikincideyse yüz dolar üzerine akid yapılırsa, bunların hepsi mehir sayılır.
İkincideki yüz dolar, kocanın arttırmış olduğu bir fazlalıktır. Birinciyle
ikinci aynı cinstense, mehir olarak birinciye yapılmış olan fazlalıkla birlikte
sadece ikincisi muteber olur. Meselâ eşler gizlice yüzbin Türk lirası üzerine
anlaşırlar, nikâh akdini veya akidsiz olarak ikrarlarını ikiyüzbin Türk lirası
üzerine yaparlarsa, mehir, ikiyüzbin Türk lirası olur. Zîra birincide ve
ikincide mehrin cinsi birdir ki, o da Türk lirasıdır. İkinci akidte arttırılan
yüzbin lira, mehir üzerine yapılan arttırma türündendir.
Âdet icâbı verilen
hediyelere gelince, bunda birtakım tafsilât vardır. Verilen hediye, normal
olarak tüketilen meyve, balık ve et gibi ya yenilir şeylerden olur veya yağ,
Kal ve canlı koyun gibi bir müddet saklamlabilen aymlardan olur; veya mum, kına
gibi yenilmeyen, ama âdeten kadınlar tarafından kullanılan şeylerden olur;
yahut da bayramlarda ve benzeri münâsebetlerle verilen giysi ve para gibi
şeylerden olur. Verilen hediye birinci türden olup koca bunun mehirden
sayılacağını sanır ve kadın ise bunun hediye olduğunu söylerse, tek kelimeyle
kadının sözü geçerli olur. Zîra bu gibi şeylerin mehir olacağı, âdetten
değildir. Yenilip tüketilen şeylerden olmayanlara gelince, bunlar hakkında en
uygun olan davranış, örfe uymaktır. Zamanı-mızdaki örfe göre bu tür eşyalar,
mehir değil de hediye sayılırlar. Koca, bunun mehir olduğunu iddia eder, ama
beyyine bulamazsa, yemin etmesi şartıyla kadının sözü geçerli olur. Tatlıyla
birlikte kadına verilen yüzük ve bilezikler veya nakışlı elbiseler ve benzeri
şeyler de örfe göre mehir sayılmazlar. Aksine bunlar, kadının başka bir
tâlibliyi kabul etmemesi için ön armağanlardır. Koca, bu verdiklerinin mehire
mahsup olduğunu iddia eder, ama buna ilişkin bir beyyine getiremezse, yemin
etmesi şartıyla kadının sözü muteber olur. Kısaca, bu gibi şeylerde en kuvvetli
dayanak, gelenek ve göreneklerdir. Bazıları derler ki: Meyve, et ve balık gibi
âdeten tüketilen yiyeceklerde muteber olan, kadının sözüdür. Bunlardan başka
mezkûr şeylerdeyse, isbatlayamama durumunda, yemin etmesi şartıyla kocanın sözü
geçerli olur. Koca, yemin etmişse ve hediye de duruyorsa, kadın onu geri verip
mehrini alabilir. Eğer tüketilmişse kıymeti hesaplanarak mehirden düşülür.
Kıymeti, mehrin tamamına eşitse ödeşirler. Zamanımızda uygulanması gereken görüş,
birincisidir. Yani örfe bakılır. Örfe göre hediyeler mehirden sayılmıyorsa,
örfe uyulur. İsbatlayamama durumunda ise söz, kadınındır.
Çeyiz meselesine gelince, şüphesiz birinci derecede sahih olan hüküm şudur : Mehir olarak söylenen ve mehir olması niteliğiyle üzerine nikâh akdi yapılan şeylerin -her ne kadar çok olsalar bile- karşılıkları, başka bir şey olmaksızın sadece kadındır. Adamırî biri yüzbin liralık bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve âdet gereğince bu kadar mehre karşılık olarak eşlerin durumlarına lâyık büyük bir çeyizin getirilmesi icâb ettiği halde kadın bu çeyi zi getirmezse, koca, ondan çeyiz isteme hakkına sahip olmaz. Çeyiz getirirse de, bunlar kadının mülküdürler. Kocanın bunlarda bir hakkı yoktur.
Eşler mehir üzerine nikâh akdini yaparlar, sonra da koca, çeyizini hazırlaması için kadına bir miktar para verir, kadın da bu parayı alır, ama çe-yizsiz olarak kocanın yanına, gerdeğe girer; koca razı olduğuna delâlet eden bir zaman boyunca susup sesini çıkarmazsa, çeyiz taleb etme hakkı düşer. Ama susmazsa, bu hakkı düşmez. Zîra koca, bu parayı ona teberru olarak vermiş değildir. Aksine bu parayı kadına, kendisinin yükümlü olduğu bir işi yapması için vermiştir. Çünkü kocanın, kadın için geçim ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatılmış bir yer hazırlaması zorunludur.
Baba, kızım kendi malıyla çeyizlendirir ve kız da bu çeyizleri teslim alırsa; babanın ve mirasçılarının bu çeyizi vermekten geri dönmeye hakları olmaz. Madem ki örf babanın kendi kızını çeyizlendirmesini gerektirmektedir, öyleyse çeyizi verdikten sonra geri alamaz. Aynı şekilde küçüklüğündeyken kızına satın almış olduğu şeyler de kızının mülkü olur. Kızla babası anlaşmazlığa düşerler ve ikisinin de beyyinesi bulunmaz; baba, "ben bu malı kızıma iğreti olarak verdim'* der, kızsa "hayır, bunu mülk olarak bana verdi" der veya karısının ölümünden sonra koca, ona mirasçı olmak gayesiyle bu malın karısına, babası tarafından mülk olarak verildiğini söylerse, müftâbih ve mû-temed olan görüşe göre bu durumda kadının sözü muteber olur. Kadının ölümünden sonra da kocasının sözü geçerli olur, babasınınki değil. Madem ki örfe göre babanın kızına vermiş olduğu anlaşmazlık konusu olan bu mallar iğreti olmayıp çeyizdir; öyleyse bu mallar hakkında babanın sözü geçerli değildir. Bunda babanın mülkiyetini itiraf etmek vardır. Mülkiyetin kıza geçmesi içinse delile ihtiyaç vardır, denilemez. Zîra biz diyoruz ki, çeyiz ve ev eşyalarında dış görünüşü nazar-ı itibara almakla yetinilir. Bir ana, babanın mülkü olan evin eşyalarından bir kısmım kızına verir ve baba da susarsa; bu eşyalar kıza çeyiz olur ve geri alınması sahih olmaz.
Koca, karısının ailesine, karısını eş olarak kendisine çabucak teslim etmeleri amacıyla bir şeyler verirse, bunları onlardan geri alma hakkına sahiptir. Çünkü bu bir rüşvettir. Son olarak şunu da belirtelim ki, bir erkek başkası tarafından boşanmış olup, iddet beklemekte olan bir kadına, iddet sonrası kendisiyle evlenmesi için bir miktar harcamada bulunursa, her ne kadar bu caiz değilse de, bunun hükmüne dâir birkaç görüş vardır. Muhakkik âlim-lerce mûtemed sayılan görüşe göre erkek, onunla evlenmeyi şart koşmuş ve kadın da başkasıyla evlenmişse, ona yaptığı harcamaları geri alma hakkına sahip olur. Eğer evlenmeyi şart koşmamışsa, bir kısmı geri alabileceğim, bir kısmı da geri alamayacağım söylemişlerdir. Güzel olan görüşe göre, geri alabilir. Zîra âdete göre, o erkeğin, kendisiyle evlenmeyecek olursa o kadın için harcama yapmayacağı biliniyorsa, bu, bir şart mesabesinde olur. Bir görüşe göre o adam, yapmış olduğu harcamaları mutlak surette geri alma hakkına sahiptir. Çünkü, harcama yaparken kadının kendisiyle evlenmesini şart koşmuş olsa da olmasa da, bu bir rüşvet mesabesindedir.
Mâlikîler dediler ki: Eşler veya kocayla velî, gizlice mehir üzerinde anlaşırlar ve açık olarak da öncekine muhalif bir mehri ilân ederlerse, gizlice üzerinde anlaşmış oldukları mehir muteber olur. Açık olarak ilân edilirken şahit olanlar, gizlice anlaşma yaptıklarında bulunan şahitlerin aynısı olsalar da olmasalar da, hüküm değişmez. Ancak bazı Mâlİkîler, eşlerin gizlice anlaşma yaptıkları sırada bulundurulan şahitlere açık olarak yapılan ilâ-nâtın bildirilmesinin zorunlu bir şart olduğunu söylemişlerdir ki, böylece şahitler, gerçek hakkında bilgi sahibi olsunlar. Eşler anlaşmazlığa düşerler ve kadın, kocasının gizli mehirden vazgeçtiğini, mehir olarak açıkça ilân ettikleri meblağ üzerinde anlaştıklarını iddia eder, kocaysa bu iddiayı inkâr ederse, kadın bir beyyine olmadığı zaman kendi iddiası doğrultusunda kocasına yemin ettirme halikına sahip olur. Koca yemin ederse, gizli mehir üzerine amel olunur. Yeminden kaçınırsa, kadın yemin eder. Yemin edince de, aşikâr mehir Üzerine amel olunur. Yeminden kaçınırsa, gizli mehir üzerine amel olunur. Beyyine, aşikâr mehrin asılsız olup zahirî olduğuna, muteber mehrin gizli mehir olduğuna şehâdet ederse, beyyine ile amel olunur. Bunun aksi üzerine anlaşırlarsa, meselâ vergi ve benzeri bir sebep korkusuyla gizli mehrin aşikâr mehirden fazla olması üzerine anlaşırlarsa, anlaşma sahih olur ve bununla amel olunur. Şayet anlaşamazlar, koca, son olarak ilân edilen meblağın mehir olduğunu iddia eder de kadın onun bu iddiasını inkâr ederse, ortada bir beyyine bulunmadığı takdirde önce belirtilen şekilde yeminleşirler.
Hediyeye gelince, bunun dokuz şekli vardır. Şöyle ki: Koca, hediyeyi ya karısına, ya karısının velîsine veya yabancı bir şahsa verebilir. Her halükârda bu hediyeyi ya nikâh akdinden önce,ya akid esnasında veya akidten sonra verir. Hediyeyi sarih bir şartla da verse, şartsız olarak da verse, -çünkü bu durumda hükmen şartlı gibi olur- mehre dâhil olur. Hediye kadına, kadının velîsine veya yabancı bir şahsa verildiğinde de hüküm aynıdır. Koca gerdekten önce karısını boşarsa, mehrin aslında olduğu gibi, hediyenin yansı kadına, yansı da kocaya âit olur. Hediye kadından başkasına verilmişse, kadın hediyenin yansını o başka şahıstan veya kocadan alma hakkına sahip olur. Çünkü şartlı verilen hediye, mehir sayılır. Ayrıca koca, hak ettiği yarıyı, hediye ettiği şahıstan alma hakkına sahip olur. Karısından bir şey alma hakkı bulunmaz. Çünkü hediye eden, kocanın kendisidir. Hediye, karı veya kocadan başka bir yed-i eminin dindeyken telef olur, telef olduğuna da bir beyyine şehâdet ederse; bilezik ve elbise gibi saklanabilir eşyalardan olsa da, deve ve sığır gibi saklanabilir eşyalardan olmasa da; veya telef olduğuna dâir bir beyyine şehâdet etmez de salim olmakla beraber telef olduğu iddia edilemeyecek eşyalardan olursa, koca, gerdeğe girmeden karısını boşarsa, ikisi birlikte hediyeyi tazmin ederler. Biri diğerinden bir şey isteme hakkına sahip olmaz. Koca, karısını gerdekten sonra boşar, hediye de yed-i eminin elin-deyken telef olur ve şahitler de buna şehâdet ederlerse veya hediye, saklanması mümkün olmayan eşyadan olduğunda, şahitler telef olduğuna şehâdet etmeseler bile, kadının hesabına zayi olmuş olur. Karı veya kocanın ölümü halinde de hediye, tamamıyla kadının hesabına zayi olmuş olur. Zîra kadın gerdek ve ölüm nedeniyle hediyenin tamamım hak eder. Aynı şekilde fâsid akdin gerdekten önce feshedilmesi durumunda da, hediye tamamıyla kadın hesabına zayi olmuş olur. Çünkü bu durumda da kadın, hediyenin tamamını hak eder.
Hediye koca veya kadının elindeyken telef olur, telef olduğuna dâir bey-yine bulunmazsa veya saklanması mümkün olmayan eşyalardan olup da bey-yineye gerek duyulmazsa, hediyenin tazmini onu elinde bulundurmuş olanın üzerine olur. Koca, gerdekten önce karışım boşarsa ve hediye de kadının elinde bulunursa, tazminatın yarısını kadının ödemesi gerekir. Gerdekten önce bo-şar ve hediye kocanın elinde bulunursa, tazminatın yarısını kocanın ödemesi gerekir. Gerdekten sonra boşama ve ölüm durumunda tazminatın tümü kocanın üzerine olur. Hediye kıymet takdir edilebilen şeylerdense kıymetini; misli bulunur şeylerdense mislini kadına vermesi gerekir.
Bütün bunlar, hediyenin nikâh akdinden önce veya akid esnasında verilmesi durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Nikâh akdinden sonra verilmiş olup zevce dışında velî veya başkalarına verilmişse, kendisine verilmiş olan kişi hediyeye sahip olur. Hediye zevceye verilmiş olup gerdekten önce boşanırsa, bu hususta iki görüş vardır:
1- Akidten sonra verilen hediye zevcenin elinde telef de olsa, sağlam olarak da kalsa, kocanın bunda bir hakkı olmaz. Kuvvetli ve tercihe şayan olan görüş budur.
2- Hediye mevcut duruyorsa, yarısı kocanın olur. Telef olmuşsa, mislinin veya kıymetinin yarısı kocanın olur.
Çeyize gelince, Mâlikîler derler ki: Kadının, teslim almış olduğu mehir-Ie, emsali kadınlara yaraşır şekilde kendini ceyizlendirmesi gerekir ki, bunun da bir kaç şartı vardır:
1- Kadın, peşin olsun veya vadeli olup da vâdesi dolmuş olsun, mehri gerdeğe girmeden önce teslim almış olmalıdır. Kocası onunla mehri teslim etmeden cinsel ilişkide bulunmuşsa; gerdekten sonra çeyİzlenmesini şart koş-mamışsa veya Örf bunu gerektirmiyorsa, kadını çeyizlenmekle yükümlü kılamaz. Kadın vâdesi gelmiş mehrin ön kısmını aldıktan sonra çeyiz hakkında dava açar. Mehri teslim aldığı için kadının aleyhine ve kocanın lehine hükmedilir. Ama koca, henüz vâdesi gelmemiş olan mehri teslim alarak çeyiz-lenmesi için kadına çağrıda bulunursa, bu çağrısı dolayısıyla koca lehine hüküm verilmez. Çünkü bu, kocaya menfaat sağlayacak olan bir selef olur. Bunun sebebi, vadeli bir şeyi âcilleştiren kimsenin selef yapmış sayılacağıdır. Kadın bu durumda mehri teslim alırsa, bu mehirle çeyizlenmeye zorlanır.
2- Koca, kadının çeyiz için teslim aldığından başka bir şeyi tesmiye etmemeli veya örf, kocanın çeyiz için bir şeyler vermesini öngör memelidir. Koca, çeyiz için bir şey vereceğini belirtirse, o şeyi vermesi gerekir. Veya örfün bu yolda verilmesini öngördüğü şeyi vermesi gerekir. Kocanın belirttiği veya örfün öngördüğü meblağ, mehirden çok da olsa az da olsa hüküm değişmez. Aynı şekilde kadının velîsi, kocaya verilecek bazı şeyler olduğunu belirtir ve koca da buna razı olursa, mehirden sarf-ı nazarla bu eşyayı temin etmekle yükümlü olan, kadının kendisidir.
3- Mehir, ayın olmalıdır. Ticâret eşyası veya ölçeklenen veya tartılan bir şey, ya da bir hayvan olursa, kadın çeyizlenmek için mehrini satmakla yükümlü olmaz. Mûtemed olan görüş budur. Şu da var ki, çeyiz ve mehir kadının mülküdür. Ölünce, bunlar mîras olarak başkalarına intikal eder. Bundan şu mesele çıkar: Adamın biri, sözgelimi yüzbin lira tutarındaki bir mehir üzerine bir kadınla evlenir, bu mehrin elli binini teslim eder ve kadının velîsine veya kendisine iki/üz bin lira tutarında çeyiz hazırlamasını şart koşar ve kadın gerdekten önce ölürse, yüzbin liranın tamamı kadının mirasçılarının hakkı olur. Kadının mirasçıları, kalan ellibin lirayı kocadan kendi mîras payını düştükten sonra- isteyebilirler mi? Koca da, içindeki miras payını almak için, şart koşulan çeyizin ibraz edilmesini isteyebilir mi, isteyemez mi? Bu hususta iki görüş vardır. Denilmiştir ki, mirasçılar çeyizi ibraz etmekle yükümlü değildirler. Bu durumda kocanın, belirtilen mehri değil de, mehr-i misli ödemesi gerekir. Çeyizi, teslim almış olduğu ellibin liraya mah-sub edilir. Sonra da eîlibin liraya çeyizlenenlerin mehirlerinin kıymetine bakılır. Bu kıymet eğer ellibin liraysa, koca bir şey vermez. Çünkü o, ellibin lirayı ödemiştir. Ellibin liralık çeyizdeki mirasım alır. Bu çeyizdeki mîras payı, çocukları yoksa yarımdır. Kadının başka kocadan çocuğu varsa, kocası, çeyizin dörtte birini miras olarak alır. Mehrin kıymeti seksenbin liraysa, koca, mirasçılara otuzbin lira daha verir. Ödediği otuz bin liradan ve elli bin lira tutarındaki çeyizden kendine düşen miras payını alır.
Ölen kadının mehr-i misli otuz bin liraysa, mirasçılarının kocaya yirmi bin lira vermeleri ve elli bin lira tutarındaki çeyizde olan miras payını vermeleri gerekir.
Baba kızını çeyizlendirirse, bu çeyiz sâdece kıza âit olur. diğer mirasçıların bunda bir hakları yoktur. Mehrine ek olarak kocanın kendisine vermiş olduğu şeyler kadına âit olur. Yalnız bu fazlalığın, kadının kocasıyla gerdeğe girmiş olduğu eve taşınması şarttır. Babanın çeyiz olarak verdiği şeyin sadece kıza âit olması için, babanın henüz kendi eli altında dursa bile bu çeyizlerin kıza âit olduğuna şehâdet etmesi şarttır. Veya bu çeyizi kızı adına satın alıp emânet olarak başkasının yanına bırakması, ya da mirasçıların bunu ikrar etmeleri şarttır.
Hanbelîler dediler ki: Bir kimse, biri gizli, diğeri açık olmak üzere bir kadınla iki akid ve iki mehirle evlenirse; meselâ gizlice elli bin liralık mehir üzerine, açık olarak da yüzbin liralık mehir üzerine nikâh akdi yapar ve ya bunun tersi olursa, bu fazlalık -ister gizli akidte olsun, ister aşikâr akidte olsun- kocaya aittir, onun hakkıdır.
Hediyeye gelince; bu, eğer nikâh akdinden sonra verilmişse mehirden sayılmaz. Koca, gerdekten önce kadını boşarsa, kadın mehrin yarısını hak eder. Hediyeden bir şey geri vermez. Gerdekten sonra boşanirsa, hiç mi hiç vermez. Çünkü bu durumda hediyenin tamamı (kadın lehine) sabit olur. Mehrin tamamı veya yarısı lehine kesinlik kazandığında, kadın, kocasına bir şey geri vermez. Mehri düşürecek bir ayrılma vukûbulduğunda, meselâ ayrılma kadın tarafından olduğunda, mehirle birlikte hediye de kocaya geri verilir. Kadım kendisiyle evlendireceklerini vaad etmeleri dolayısıyla koca, onlara (kadına ve ailesine) hediye verir, onlarsa kadını onunla evlendirmezlerse, hediyeyi onlardan geri alır. Çünkü onlar, vaadlerine muhalefet etmişlerdir. Bu sebeple de hediyesini yemelerinin bir anlamı kalmaz.
Şâfiîler dediler ki: Eşler gizlice bir mehir belirlerler, sonra da aşikâre olarak daha fazla miktardaki bir mehri söylerlerse, önce söyledikleri mehir esastır. Meselâ, gizlice yüzbin lira üzerine akid yapar, sonrada şöhret için akdin ikiyüz bin lira olduğu açıklanırsa, önce gizlice belirttikleri mehir lâzım olur ki, bu yüzbin liradır. Ama akidsiz olarak gizlice yüzbin lira üzerine anlaşır, sonra da açıkça ikiyüz bin lira üzerine akid yaparlarsa, akidte sözü edilen ikiyüzbin lira, mehir olarak geçerli olur. Gizli mehir, söylenirse muteber olur. Ama akidte söylenmezse muteber olmaz; açıklanan mehir muteber olur.
[1] Ibn Mâce, Nikâh, 51; Ebû Dâvûd, Nikâh, 20
[2] Ibn Mâce, Nikâh, 15
[3] Bakara: 232
[4] Hucurât:6
[5] Tirmîzî, Nikâh, 15
[6] Bakara: 221
[7] Mâide:5
[8] Mâide 5
[9] Buhârî, Talak, 7
[10] ibn Mâ-ce, Nikâh, 33; Ebû Dâvûd, Nikâh, 16
[11] Bakara: 230
[12] Mâce, Nikâh, 33; Ebû Dâvûd, Nikâh, 16
[13] Müslim, Nikâh, 23
[14] Müslim, Nikâh, 22; Dârimı, Nikâh, 16
[15] ibnMâce, Fiten,3
[16] Ahmed t. Hanbei, Masned, 4/355
[17] Buharı, Nikâh, 14; Ebû Dâvud, Nikâh, 31
[18] Buhârî, Nikâh, 40
[19] İbn Mâce, Ticârât, 64
[20] Bakara: 237