Yakın Velî Dururken Uzak Velînin  Evlendirmesi 2

Veli'nin, Evlendirme  Hususunda Başkasını Vekil Tâyin Etmesi 4

Velî'nin Kitab Ve Sünnetten Delili 7

Velî Konusunun Özeti 10

Evlenmede Denklik (Küfüv) 11

Kendileriyle Evlenilmesi Sahih Olmayan Kadınlar 15

Hısımlık Nedeniyle Haram Olma'nın Ne İle Sabit Olacağı 16

İkisi Birlikte Aynı Kocanın Nikâhı Altinda Bulunamayacak Kadınlar 20

Din Ayrılığı Nedeniyle Kendileriyle Evlenilemeyecekolan Kadınlar 25

Üç Talâkla Boşandıkları İçin Haram Olan Kadinlar Ve Hülle Yaptıran Erkek. 26

Nikâh Kıyarken Bir Şart Koşmak Veya Nikâhı Gelecek Zamana Bağlamak. 31

Muvakkat Nikâh Veya Mut'a Nikâhı 34

Mehir (Sadak) 37

Tanımı 37

Mehir'in Şartları 38

Mehrin Kısımları, Halvet Ve Fâsid Nikâh. 45

Şüpheyle Yapılan Cinsel Temas. 53

Şiğar Nikâhı 56

Mehr-İ Misil Takdir Edilecek Yerler 58

Tefviz Nikâhı 59

Eşlerin Mehirde Hîbe, Bey' Ve Benzer Tasarruflarda Bulunmaları 63

Mehrin Telef Olması Durumunda Onu Kim Tazmin Edecektir?. 66

Mehrin Ayin Olması Ve Onda Fazlalık Ya Da Eksilmenin Vuku Bulması 69

Mehrin Peşln Veya Vadeli Olması 73

Kadının Mehri Teslim Almadığı İçin, Gerdeğe Girmemesi Ve Kocasının Diğer Evlilik Münâsebetlerinde Bulunmasına Engel Olması 75

Kocanın Mehri Ödemekten Âciz Kalmasi 78

Koca, Kendi Karısıyla Sefere Çıkabilir 80

Eşlerin Mehirde İhtilâfa Düşmeleri 81

Gizli Ve Aşikâr Mehir İle Kocanın Verdiği Hediyeler Ve Kadinin Çeyizi 85


Yakın Velî Dururken Uzak Velînin  Evlendirmesi

 

Önce belirtilen sıraya bağlı kalınarak, velîlerin evlendirme akdi yapma hakları sabittir. Hak sahibi dururken, sırası gelmemiş olan ve­lînin evlendirmesi halinde yapılan akid sahih olmaz.

Yakın velînin ortada bulunmaması veya evlenmeyi engellemesi ve mezheblere göre aşağıda anlatılan diğer bazı durumlarda velilik, uzak velîye  intikal eder.

 

(27) Malikîler dediler ki: Uzak ve yakın velîsi bulunan bir kadını, yakı­nı dururken uzak velîsi evlendirirse, yapılan nikâh akdi sahih olur. Meselâ hem kardeşi, hem de amcası bulunan bir kadını, amcasının evlendirmesi ha­linde yapılan nikâh akdi sahih olur. Yine hem babası, hem oğlu bulunan bir kadını, babasının evlendirmesi halinde yapılan nikâh akdi sahih olur. Yine hem babası hem oğlu bulunan bir kadını, babasının evlendirmesi halinde ya­pılan nikâh sahih olur. Bu, mücbir olmayan velîlerde söz konusudur. Müc­bir velîye gelince; bu ister baba, ister babanın atadığı vasî, ister efendi olsun, kendisinin bulunması halinde başka velînin yapacağı evlendirme akdi, bir durum dışında sahih olmaz. O tek durum da şudur: Mücbir velînin babası, kardeşi, oğlu veya dedesi bulunduğunu; bunların tümüne veya bunlardan bi­rine, kendisinin işlerini yürütmesi için yetki ve vekâlet verdiğini, bu yetki ve vekâlet verişinin de beyyine ile sabit olduğunu, yani vekile: "Bütün işlerim­de sana yetki verdim" veya "bütün işlerde seni yerime geçirdim" dediğini farzedelim. Yetkili kıldığı vekilinin bu durumda, onun kızını kendisinden izin almaksızın evlendirmesi caiz olur. Ancak evlendirme akdi, mücbir velînin haberdar olması anında onaylaması şartıyla geçerli olur. Evlendirme akdi­nin yapılışıyla mücbir velînin onaylaması arasındaki zamanın uzun olmaması şarttır. Bazıları, bunun şart olmadığını söylemişlerdir. Mücbir velî, kendi işlevine bakması için yabancı birine yetki verir, o yabancı da kendisinden izin almadan kızım evlendirirse, bu sahih olmaz ve velî onaylasa bile nikâh akdi feshedilir. Mücbir velî, anılan akrabasından birine kendi ikrarıyla yetki ve­rirse, yetkili kılınan kişinin, kendisinden izin almadan kızım evlendirmesi yine sahih olmaz. Aksine, yetki verişin beyyineye dayandırılması gerekir. "Mal­larımı teslim alma işini sana havale ettim" derse; yetkili kılınan şahsın, yet­ki verenden izin almaksızın onun kızını evlendirme akdini yapması sahih olmaz.

Yetki verdikten sonra, yapılan akdi velînin onaylaması zorunlu olur mu, olmaz mı? Bu sorunun cevabı şudur: Kızımın nikâh veya evlendirilme akdi­ni yapman için seni yetkili kıldım" demişse, kızının evlendirilme akdi, ken­disinin onayına gerek kalmaksızın geçerli olur. Bu hükümde ittifak vardır. Ama yetki verirken nikâh veya evlendirme kelimelerini telâffuz etmemişse, yapılan nikâh akdinin geçerli olması için onayına gerek kalıp kalmayacağı konusunda iki görüş vardır. Mûtemed görüşe göre, nikâh akdinin geçerli kı­lınması için velînin onayı gereklidir. Bu, mücbir olmayan velînin, mücbir velî veya onun yerine geçen birinin, kızının nikâh akdini kendisinden izin almak­sızın yapmasının sahih olduğu durum idi. Mücbir velî hazır olmayıp uzak bir yerde bulunur,nafakası kesildiği veya ırzını koruyacak biri bulunmadığı için kadının kötü yollara düşeceğinden korkutursa, hâkim evlendirebilir ve nikâh akdi de feshedilmez. Mücbir velî hazırda olmayıp yakın bir mesafede bulunmaktaysa ve hazırda olmayışı da vekâleti altındaki kadına bir zarar ulas-tırmıyorsa, ne hâkimin, ne de başkalarının bu kadını evlendirmeleri sahih değildir. Evlendirirlerse, velî onaylasa ve kadın bir kaç çocuk doğurursa bile nikâh akdi sahih olmaz. Uzak mesafe, kadın ile mücbir velînin ikâmet et­mekte oldukları beldeler arasındaki dört aylık mesafedir. Örneğin kadının Medine-i Münevvere'de, velîsinin de Tunus'un Kayrevan kentinde bulunması gibi. Bazı kimseler uzak mesafeyi, üç aylık mesafe olarak takdir etmişlerdir. Mısır'la Kayrevan arası gibi. Bu takdir, geçmişteki ulaşım güçlüğü nazar-ı itibara alınarak yapılmıştır. Ama bugün hâkimin yazışma esâsına göre hare­ket etmek sahih olur. Hâkim, evlendirilmesi için kendisini vekil tâyin etmesi hususunda velîye yazı yazar. Eğer velînin hazırda bulunmayışı nedeniyle ka­dın zarara uğrayacaksa, velîye rağmen hâkim onu birisiyle evlendirir. Ama kadın bir zarara uğrarr.ayacaksa, hâkim velînin gelişini bekler.

Baba veya babanın atamış olduğu vasînin yitirilmeleri halinde, tıpkı bu ikisinin uzak bir mıntıkada gâib olmaları durumunda olduğu gibi, velîlik hâ­kime intikal eder. Bazıları derler ki: Velîlik, hâkime değil de uzaktan velîye intikal eder. Ama bir kısım Mâlikîler, birinci görüşü doğru bulmuşlardır. Mücbir velî hapsedilir veya kesintili olarak delirirse, kendisinin izni olma­dan kızı evlendirilemez. Deliliği sürekliyse, veliliği düşer, velîlik uzaktan ve­lîye intikal eder. Aynı şekilde mücbir velînin yaşı küçükse, bunak veya köle ise, velîlik uzaktaki velîye intikal eder.

Fâsıklık dolayısıyla velilik düşmez. Ama en mükemmeli, veliliği aynı mer­tebede bulunan iki velîden fâsık olmayanının üstlenmesidir.

Özetlersek, mücbir olmayan velîler arasında sıraya riâyet etmek şart değil, mendubtur. Mücbir velîye gelince, bilinen tafsîlata göre onun varlığı zorun­ludur. Denebilir ki: Mücbir olmayan velîler arasında sıraya riâyet etmek şart değildir, diyorsunuz. Bilindiği gibi Mâlikîler, müslümanların umûmî velilik­lerini kabul etmektedirler. Yani müslümanlardan her biri velîdir. Şu halde kadının, herhangi bir müslüman ferd aracılığıyla evlenmesi sahih olur. Yani kardeş, amca gibi mücbir olmayan özel velîsinin mevcudiyetine rağmen, her­hangi bir müslümanın aracılığıyla evlenebilir. Bu caiz olur mu? Buna ceva­ben deriz: Mal, güzellik ve yüksek bir soy sahibi olmaması ki böylesine denîe kadın denir- şartı ile bulûğa ermiş akıllı bir kadının böyle yapması sahih olur. Yapmış olduğu âkid, mücbir olmayan velîlerinin mevcudiyetine rağmen ko­cası kendisiyle gerdeğe girmiş olsun olmasın geçerli olur.

Ama kadın mal, güzellik ve neseb sahibiyse, nikâh akdi sahih olmaz. Buna rağmen evlenirse, akdin yapılmasından sonra uzun zaman geçmedikçe -bu uzunluk örfe göre takdir edilir- gerdeğe girilmeden nikâh akdi feshedi­lir. Bir kavle göre, nikâh akdinden sonra uzun zaman geçmiş olsun olmasın, gerdeğe girilmemişse akid feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse, ancak aradan uzun zaman geçmediği takdirde akid feshedilir. Zamanın uzunluk süresi üç yıllık veya iki doğum yapma süresiyle takdir edilir. Kadının özel velîsi, yapı­lan nikâh akdini onaylarsa, kuvvetli olan bir kavle göre sahih olur. Diğer bir kavle göre sahih olmaz.

(28) Şâfiîler dediler ki: Velîler arasındaki sıralamaya riâyet etmek zorunlu bir şarttır. Bazı haller dışında velilik, yakın velîden uzak velîye intikal et­mez. Bu halleri şöylece sıralayabiliriz.

1- Evlendirme akdini yapma hakkına sahip olan yakın velînin küçük yaşta olması. Bu çocuk buluğa erer; buluğa erdikten sonra fâsıkhğı gerektiren bir suç işlemezse, akid yapma hakkı sabit olur. Adaletli oluşunun tesbit edilme­si gerekmez. Ama buluğa erdikten tam bir sene sonrasına kadar, fâsıkhğı gerektiren bir suç işlemediği görülerek adaletli oluşu tesbit edilmeden şahit­lik yapamaz. Şahitlikle velilik arasında fark vardır. Çünkü şahitlik yapacak olanın, adaletli olduğunun tesbitî zorunludur. Velilikte durum bunun tersi­ne, olup, velilik yapacak olanın fâsık olmadığının tesbiti yeterlidir.

2- Yakın velînin, kesintili de olsa, deli olması. Uzak velî, evlendirme akdini, yakın velînin ayık olduğu anlarda değil, ancak deli olduğu anda ya­pabilir. Ama deliliği senede bir gün gibi az ise, akdi kendisinin yapması için ayılma zamanı beklenir. Bu hükümde ittifak vardır.

3- Yakın velînin fâsık olması. Tövbe ederse velilik hakkı derhal yeniden doğar. Adaleti tespit edilecek kadar bir süre beklemesi gerekmez. Zîra velî­de aranan özellik, adaletli olmak değil, fâsık olmamaktır. Ama şahitlerin durumu bundan farklıdır. Şahitlerin adaletli olmaları şarttır. Bu nedenle fâ­sık bir kimsenin, tövbe ettikten sonra bir sene geçmeden şahitlik yapması sahih olmaz. Bilindiği gibi adaletli olup olmadığı, tevbeden sonra geçen bir senelik zaman içinde anlaşılacaktır.

4- Yakın velînin kısıtlılık altında olması. Fâsıklık nedeniyle kısıtlılık al­tındaysa velilik hakkı düşer. Sefihlik ve savurganlık nedeniyle kısıtlılık al­tındaysa; bazı kimseler böyle bir şahsın, kadını evlendirmede velilik hakkına sahip olamayacağını, zîra kendi şahsî işlerini düzgünce yoluna koyamaya­cak birinin, başkasının işini hiç yoluna koyamayacağım söylemektedirler. Bazı kimseler de sefihliğin, çvlendirmede velilik yapmaya engel olmayacağını söy­lemektedirler. Bazıları bu^görüşü kuvvetli bulurlarken, bazıları zayıf görmüş­lerdir. Kuvvetli görenler, diğer mezheblerle uyum içine girmişlerdir. İflâs nedeniyle kısıtlılık altına alınmış olan kişinin bu kısıtlılığı, veliliğine engel değildir. Bu hükümde hiçbir ihtilâf yoktur. Zîra kısıtlılık bir kimseye bir ek­siklik getirmemektedir.

5- Yakın velînin doğru karar,verme kabiliyetinin bozulması, örneğin, insanların durumunu araştırıp vasıflarını tanımaktan âciz bırakan müzmin bir hastalığa yakalanması, aptallaşıp ahmaklaşması gibi.

6- Yakın velînin kadınla dindaş olmaması. Kâfir bir erkek müslüman bir kadına, müslüman bir erkek de kâfir bir kadına velilik yapamaz. Kendi dinince yasaklanan bir eylemde bulunmamış olması şartıyla kâfir bir erkek, kâfir bir kadına velilik yapabilir. Dindaş olmaları şart değildir. Yahudî er­kek, hıristİyan kadına veya hıristiyan erkek, yahudi kadına velilik yapabilir.

İşte bu durumlarda velilik, evlendirme akdini yapma yetkisine sahip olan yakın velîden uzak velîye intikal eder. Şunu da kaydedelim ki, yakın velînin kör olması nedeniyle velilik uzaktaki velîye intikal etmez. Zîra körün, işite­rek insanların durumlarını bilmesi ve keyfiyetlerim ayırdetmesi mümkündür. Baygınlık da veliliği intikal ettirmez. Çünkü bayılan kimsenin ayıhp iyileş­mesi mümküdür. Yakın velînin hac ihramında bulunması, veliliği uzaktaki velîye intikal ettirmez.

Bazı durumlarda evlendirme akdini yapma yetkisi, umumî velayet yo­luyla sultana intikal eder. Bu durumları şöylece sıralayabiliriz:

1- Hac ihramında bulunmak. Velî, hac İhramında bulunduğu için ev­lendirme akdini yapmaya yanaşmazsa, velilik sultana (devlet başkanına) in­tikal eder. Uzak velî evlendirme akdi yapamaz. İhramdaki velî, velayeti altındaki kadının evlendirme akdini yapması için bir kimseyi vekil tâyin ederse; müvekkili ihramdayken vekilin evlendirme akdi yapması sahih olmaz. Çünkü vekil, müvekkilin yerinde bulunmaktadır. Vekil akdi yaparsa, akdi ya­pan müvekkilin kendisi olur. Müvekkil ihramdan çıkınca vekil, akdi yapabilir. Çünkü müvekkilin ihramdan çıkmasıyla vekil azledilmiş olmaz.

2- Yakın velînin seferîlikte, namazı kısaltacak uzaklıktaki bir mesafede bulunması ve kendisi yokken evlendirme hususunda bir kimseyi vekil tâyin etmemiş olması. Eğer vekil tâyin etmişse, vekili evlendirme akdini yapar. Vekil bırakmadığı takdirde hâkim evlendirme akdini yapar, sonra velî gelip "akid yapılırken ben bu beldeye yakın bir mesafedeyim" derse nikâh sahih olmaz. Geldiğinde, "ben o kadını hâkimin evlendirmesinden önce evlendirdim" derse, bu iddiasını doğrulayacak bir beyyine bulunmadığı takdirde hâkimin yaptı­ğı akid geçerli olur.

3-Velînin evlenmeyi engellemesi. Kadın, kendisini mehr-i misilsiz olsa bile kendi dengi olan birisiyle evlendirmesini ister de velîsi engellerse, kadın hâkime iltica eder. Hâkim de onu, velîye niyâbeten evlendirir. Çünkü bir-iki defa engellemiş olmakla velînin velilik hakkı düşmez. Bu nedenle hâkim, onun naibi olmaktadır. Ama üç defa veya daha çok defalar kadının evlenmesini engellemişse, bu tavrı dolayısıyla suç işlemiş ve fâsık olmuş olmaktadır. Bu­nun sonucu olarak da velilik hakkı düşer ve bu hak uzak velîye intikal eder.

4- Velînin, evlenme akdi yapmasına engel olan bir hapis cezasına hü­kümlü olarak hapiste bulunması. Bu durumda onun velayeti altındaki kadı­nı devlet başkanı (sultan) evlendirir.

Hanefîler dediler ki: Velîler arasındaki sıralamaya riâyet etmek zo­runludur. Yakın velî var olduğu halde uzaktaki velînin yaptığı evlendirme akdi sahih olur. Ama yakın velî onaylaymcaya dek bu akid geçerli kılınma-yıp askıda kalır. Onaylarsa geçerli olur. Aksi takdirde geçerli olmaz. Akıllı ve bâliğa olan bakire kız, kendini dengi olmayan birisiyle evlendirirse bile bu hak, yakın velî için yine sabittir. Velî dilerse onaylar ve akid geçerli olur. Dilerse itiraz eder ve akid feshedilir. Yakın velînin velilik hakkı, bazı du­rumlarda bir sonraki sırada bulunan velîye intikal eder:

1-Yakın velî ortada olmayıp uzak bir mesafede bulunursa, öyle ki, gel­mesini veya görüşünün alınmasını bekleme durumunda, küçük yaştaki kıza talipli çıkan denk erkek elden gidecek olursa; yakın velînin velilik hakkı bir sonraki velîye intikal eder. Yakın velînin uzaklık mesâfesini kasr mesâfesiy-le takdir etmek zorunlu değildir. Bu durumda velilik, bir sonraki velîye inti­kal eder. Bundan sonra da yakın velî, hiç bir itirazda bulunamaz. Yapılan nikâh akdi geçerlidir. Uzakta olan yakın velî babası ise, evlendirilecek kadı­nın da dedesi ve amcası varsa, velilik amcaya değil', dedeye intikal eder. Bun­dan sonra yakın velî, gaip olduğu mıntıkada anılan kadının evlendirme akdini yaparsa, yaptığı akid kuvvetli görüşe göre sahih olmaz. Çünkü onun velîlik hakkı ortadan kalkmıştır. Yakın velî, kadının evlendirilmesi fırsatı kaçırıl­madan gelmesi veya görüşünün alınması hemen hemen imkânsız olan bir mesafede bulunuyorsa ve bulunduğu bu uzak mıntıkada anılan kadının evlendirme akdini yaparsa, kadının bulunduğu beldede beraberinde bir son­raki velî de varsa, yakının yaptığı nikâh akdi sahih ohnaz.Bu durumdaki ka­dının uzaktaki velîsi varsa, velîlik hakkı devlet başkanına geçmez.

2- Yakın velînin, kadını, kendi dengiyle evlenmekten menetmesi. Baba, evlenmeye müsait olan kızını, mehr-i misil vererek evlenmek isteyen dengi bir erkekle evlenmekten menederse, menedici (adıl) olur. Bu durumda velî­lik bir sonraki velîye -meselâ varsa kızın dedesine, dedesi yoksa öz kardeşine-intikal eder.

3- Yakın velînin, velilik şartlarından birini yitirmesi. Bu şartlar da şun­lardır: Hürriyet, mükellefiyet ve -kadın eğer müslümansa- islâmiyet. Baba veya dedenin bozuk iradeli olduğunun aşikâr olmaması. Yakın velî, bu şartlardan birini yitirecek olursa, velîlik, önce belirtilen şekilde bir sonraki velî­ye intikal eder.

Hanbelîler dediler ki: Velîler arasındaki sıraya riâyet etmek zorun­ludur. Ancak velînin velîlik hakkı, bazı durumlarda düşer:

1- Velînin, kendi velayeti altında bulunup dokuz, ya da daha ileriki bir yaşa ayak basmış olan bir kadını, yeterli bir meblağı mehir olarak takdir eden ve kadının da eş olarak beğendiği bir erkekle evlenmekten menetmesi duru­munda velîlik hakkı düşer. Ama velayeti altındaki kadın dokuz yaşından kü­çükse, evlenmesini menetmesi durumunda veli, adıl (menedici) olmaz. Yukarıda sözü edilen, dokuz yaşından büyük kadını evlenmekten menedenin velîlik hakkı hâkime intikal eder. Hâkim, mücbir olsun olmasın, evlen­mesi velîsi tarafından menedilen kadının nikâh akdini yapar.

2- Velînin (seferîlikte namazı kısaltmaya neden olan) kasr mesafesin­den daha uzakta olması veya mesafesi bilinemeyen bir uzaklıkta bulunması, ya da yakın bile olsa nerede olduğunun bilinmemesi. Bu durumdaki velînin de velîlik hakkı düşer.

3- Velînin, çocuk, kâfir veya köle olduğu için velîlik ehliyetine sahip ol­maması. Şunu belirtelim ki, yakın velî gaib olur, ya da gerekli şartları hâiz olmazsa, o zaman velîlik, bir sonraki sırada bulunana intikal eder. Gerekli velayet şartlarını taşıyan yakın velînin bulunmasına rağmen nikâh akdini uzak olan velî yaparsa, ya da en yakın velînin hiç bir mazereti bulunmadığı halde, nikâh akdini hâkim yaparsa, yapılan nikâh akdi sahih olmaz. Yakın velî, kendisinin asebe olduğunu ve velîlik hakkına sahip olduğunu bilmez, ya da uzak velînin nikâh akdini yapmasından sonra velîlik ehliyetine sahip olursa, kendisinin mevcudiyetiyle birlikte uzaktaki velînin düzenlemiş olduğu nikâh akdi sahih olur.

 

Veli'nin, Evlendirme  Hususunda Başkasını Vekil Tâyin Etmesi

 

Bir işte tasarruf hakkına sahip olan bir kimse, yetkilisi bulundu­ğu İş niyabet kabul eden işlerden olduğu takdirde, o işi yapması için başkasına vekâlet verebilir. Şüphesiz ki, nikâh akdi de, yapılmasın­da başkasına vekâlet verilmesini kabul eden işlerdendir. Evlenme ak­dini yapmaya yetkili olan herkes, bu akdi yapması için başkalarına vekâlet verebilir. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağı­ya alınmıştır.

 

(29) Hanefîler dediler ki: Buluğa ermiş olan bakire ya da dul kadın, ken­di evlenme akdini yapması için başkasına vekâlet verebilir. Buluğa ermiş-olan reşid erkek de aynı şekilde başkasına vekâlet verebilir. Vekilin de evlenme akdini yaparken, akdi, "müvekkilem falanı evlendirdim" veya erkeğin ve­kili ise "bu evliliği müvekkilim falan adına kabul ettim" diyerek kendisini vekil tâyin edene nisbet etmelidir. "Bu evliliği kendi adıma kabul ettim" derse, evlilik akdi müvekkil adına değil, vekil adına gerçekleşmiş olur.

Kadın olsun erkek olsun, vekilin tasarruf ehliyetine sahip olması şart­tır. Aklı ermeyen çocuğun vekâleti sahih olmaz. Ayılmayan delinin de vekâ­leti sahih olmaz. Bu husustaki tafsilât, kitabımızın vekâlet bahsinde verilmiştir. Şu da var ki, dul olsun bakire olsun buluğa ermiş olan akıllı kadın, evlenme akdini kendisi bizzat yapabilir. Evlenme akdinin yapılabilmesi için velî, ya da vekile ihtiyaç yoktur. Aklı eren çocuk, kendisiyle evlenmesinde yarar söz konusu olan bir kadınla evlenecek olduğunda evlilik akdini bizzat kendisi yapabilir. Kendi yararını bildiğine göre bu hususta başkasına da vekâlet ve­rebilir. Evlenmeleri mutlak surette velînin yetkisinde olanlar, mümeyyiz ol­mayan çocukla, büyük olsun küçük olsun sürekli vaziyette deli olan kimsedir. Bilindiği gibi velî, velînin vekili veya elçisi, evlendirilmesi için bakire kızdan izin isterler ve kız susar veya gülerse, bu durum evlendirilmesi hususunda onlara vekâlet vermesi demek olur. Hatta bundan sonra "razı değilim" de­se bile... Çünkü vekil, onun evlenmeye razı olmadığını duymazdan önce, onu evlendirmîştir. Dolayısıyla nikâh akdi sahihtir. Zîra vekil, azledildiğini du­yup bilmeden, azledilmiş olmaz.

Kadının iki velîsi olup, bunlar evlendirilmesi için kendisinden izin ister; o susar ve velîlerin her biri ayrı bir erkeğe nikahlarlarsa, nikâh akdi Önce hangi koca için yapılmışsa, onun evlilik akdi sahih olur. Velîlerin ikisi aynı anda nikâh akidlerini yaparlar ve kadın da ikisinin akdini aynı anda onay­larsa, nikâhların ikisi de bâtıl olur. İkisinden birisininkini onaylarsa, onay­ladığının akdi sahih olur. Buluğa ermiş akıllı bir kadını, yakını olsun uzağı olsun, fuzulî bir kimse, bilgisi ve izni olmadan evlendirir ve kadın da bu ak­di onaylarsa sahih olur. Aynı şekilde bir erkeği de izni olmadan evlendirir ve erkek de onaylarsa, yapılan nikâh akdi şer'î şartları taşıdığı takdirde sa­hih olur. Fuzulî olarak akdi yapan kişi, akdin onaylanmasından önce ölür de ondan sonra kadın veya erkek bu akdi onaylarsa sahih olur. Ama bey'de durum bunun tersinedir. Sözgelimi bir kişi, iznini almadan başkasının deve­sini satar da, deve sahibi bu satışı (bey'i) onaylarsa, akid sahih olmaz. An­cak bu fuzulî akdi yapan, deveyi satın alan ile deve sağ ise ve deve karşılığında alınan bedel eğer bir ticâret eşyası ise- mevcut, yani elden çıkmamış ise sa­hih olur. Fuzulî kimsenin satışı, bu şeylerle birlikte kendisinin de sağ kalma­sı şartıyla sahih olur. Nikâha gelince, akdi yapanlardan birinin sağ kalması yeterlidir.

Velînin nikâhı ikrar etmesi geçersizdir. Vekil, "müvekkilemi falan adamla evlendirdiğimi ikrar ederim" der, kadınsa onun velayetini inkâr ederse, şa­hitler kadı huzurunda bu nikâhın yapıldığına şahitlik etmedikleri takdirde, akid sahih olmaz. Küçük kazın ve küçük erkeğin velîsinin ikrarı da bu hük­me tâbidir. Bu ikrar da geçerli olmaz. Meğer ki kadı, küçük çocuğun yerine bir davacı tâyin etsin, o davacı nikâhı çocuğun adına inkâr etsin ve karşı ta­raf da nikâhın vukûbulduğuna dâir bir beyyine ileri sürsün. Bu durumda karşı tarafın (velînin) ikrarı geçerli olur.

Mâlîkîler dediler ki: Velî, anılan velayet şartlan açısından kendisi­ne denk bir kimseyi vekil tâyin edebilir. Şöyle ki:

a- Vekil tâyin edeceği kimse erkek olmalıdır. Velî, bir kadını kendine vekil olarak tâyin edemez.

b- Vekil tâyin edeceği kimse bâüğ olmalıdır. Buluğa ermemiş bir çocu­ğu vekil tâyin etmesi sahih olmaz.

c- Vekil tâyin edeceği kimse hür olmalıdır. Bir köleyi kendine vekil tâ­yin etmesi sahih olmaz.

d- Vekil tâyin edeceği kimse müslüman olmalıdır. Müslüman bir kadını evlendirmek için kâfir bir erkeği vekil tâyin etmesi sahih olmaz. Kâfir bir erkek, kâfir bir kadının evlendirilme akdini yapabilir. Eğer bir müslüman erkek, kâfir bir kadın için nikâh akdi yaparsa, akdi terk olunur.

e- Vekil tâyin edeceği kimse ihramda bulunmamalıdır. Velînin, hac ve­ya umre ihramında bulunan bir kimseyi vekil tâyin etmesi sahih olmaz.

Kocaya gelince o, ihramh ve bunak kimse dışında buraya kadar anlatı­lan şahıslan kendine vekil tâyin edebilir. Meselâ vekâlet yoluyla kölenin, ka­dının, kâfirin ve çocuğun koca adına evlenme akdini kabul etmesi sahih olur.

Kadın, mücbir olmayan velîsine, "beğendiğin kimseyle beni evlendir-men.üzere seni vekil tâyin ettim" derse nikâh akdini yapmadan bu velînin, sevdiği kimseyi o kadına belirtmesi vâcib olur. Eğer belirtmezse kadın, ak­din düzenlenmesinden kısa, ya da uzun bir zaman sonra akidten haberdar olursa, akdi onaylayıp onaylamamakta serbest olur. Ama bir erkek, kendisini evlendirmesi için bir başkasını vekil tâyin eder, vekâlet verirken de her­hangi bir kadını vekiline belirtmezse, vekil de onu herhangi bir kadınla evlendirirse, evlilik akdi onu bağlar. Tabiî vekilin, kendisine eş olarak ni­kahladığı kadının, kendi gibi erkeklere lâyık bir kadın olması da şarttır. Ka­dının kendisi evli olduğunu inkâr eder, kocasıysa kendisiyle evli olduğunu iddia ederse, bu durumda kadının vekilinin, kadını evlendirmiş olduğuna iliş­kin ikrarı yeminsiz olarak sahih olur. Ama koca, kendisiyle evli olduğunu iddia etmezse, vekilin ikrarı fayda vermez. Kadın, dilediğiyle evlenebilir. Mücbir velîsi bulunmayan bir kadın, kendisini evlendirmeleri için müc­bir olmayan iki velîsine izin verir, bu velîlerin her biri peşpeşe, ama ayrı ayrı akidler yaparlar da, bu akidlerden hangisinin ilk olduğu bilinirse, kadın o akdin ilgisi olan kocaya âit olur. Tabiî bunun da üç şartı vardır;

1- îkinci koca, kendisinden lezzet almış olmamalıdır. Eğer öpme, ku­caklama veya dokunma gibi cinsel temasın öncülü sayılan eylemlerde bulu­narak ondan lezzet almışsa ve birinci akidten de haberi yoksa, bu kadın ikinci kocaya âit olur.

2- Birinci koca, ikinciden önce kadından lezzet almış olmamalıdır. Bi­rinci kocanın lezzet almasından sonra ikincinin lezzet almasının bir faydası olmaz; anlamsız olur. İkinci koca hiç lezzet almaz, ya da birincinin lezzet almasından sonra lezzet alırsa, kuvvetli görüşe göre, ikincinin nikâhı bir ta­lâkla feshedilir. Çünkü bu ihtilaflı bir nikâhtır. Bu nedenle ikinci koca, bu kadınla bilerek cinsel temasta bulunursa, hadde çarptırılmaz. İddeti tamam­ladıktan sonra bu kadın, birinci kocaya verilir. Bir kavle göre de ikinci ko­canın nikâhı talâksız olarak feshedilir. îstibrâdan sonra kadın, birinci kocaya verilir.

3- Bu kadın, birinci kocanın ölümü nedeniyle iddet bekleme halinde ol­mamalıdır. İki velîsi peşpeşe ve ayrı ayrı kocalar için bu kadın üzerine iki nikâh akdi yapar, sonra birinci koca ölürse, kadın onun iddetini beklemeye başlar. Birincinin nikâhı feshedilir. Kadın iddeti tamamlayıncaya kadar bekler ve ölen bu kocaya da mirasçı olur. Ama bu iki velî aynı anda iki nikâh akdi yaparlarsa, bu akidler talâksız feshedilirler.

Şâfiîler dediler ki: Mücbir olsun olmasın, velî.tbaşkasını vekil tâyin edebilir. Mücbir velî, velayeti altındaki kadının izin ve rızâsını almaksızın, kadının kendisine eş olarak vereceği erkeği belirtsin belirtmesin, başkasına vekâlet verebilir. Bu durumda velî ile velayeti altındaki kadının gayeleri muh­telif olsa bile vekâlet verebilir. Çünkü velînin şefkati, görüşüne güvenmedi­ği kimseyi vekil tâyin etmesine engeldir. Bu durumda tâyin edilen vekilin de, o kadını kendi dengi bir erkeğe mehr-i misil alarak nikahlaması gerekir.Dengi olmayan bir erkeğe, ya da mehr-i misil almaksızın nikahlaması sahih olmaz. Mehr-i misilden daha fazla verecek biri varken onu nikâhlamayıp, mehr-i misil veren birine nikahlaması sahih olmakla birlikte, vekilin böyle yapması haram olur. Kadına mertebesinden daha üst seviyede biri talipli çıktığı hal­de ona vermeyip, dengi olan bir erkeğe nikahlamak vekil için sahih olmaz. Ama müvekkil (mücbir velî) için sahih olur. Çünkü mücbir velî, kendi görüş ve şefkati bakımından suçlanamaz.

Mücbir olmayan velîye gelince, o, vekâlet verme hususunda iznini al­mamış olsa bile, velayeti altındaki kadının evlendirilmesi hususunda başka­sını vekil tâyin edebilir. Vekile, "falan erkekle evlendir" diye bir koca adayı belirtmese bile vekâlet vermesi sahih olur. Tabiî bunun da bazı şartları vardır:

1- Kadın, velînin başkasına vekâlet vermesinden önce, kendisini evlen­dirmesi konusunda velîye izin vermiş olmalıdır. Zîra velînin, kendisini ev­lendirmesinin sahih olması için kadının izin vermiş olması şarttır. Velînin, bu izni almadan onu evlendirmeye yetkisi olmaz.

2- Kadın, velîyi başkaca vekâlet vermekten menetmiş olmamalıdır. Me-netmişse, velînin başkayla vekâlet vermesi sahih olmaz.

3- Kadın, "beni ftlan kimseyle evlendirmene razı oldum" diyerek velî­ye belli bir koca adayı belirtmişse, velînin, vekâlet verirken o koca adayını vekile de belirtmesi gerekir.

Velînin vekili, evlendirme akdini yaparken kocaya, "falan kızı falanı seninle evlendirdim" der, kocada "kabul ettim" derse, akid sahih olur. Ev­lendirme akdini kadının velîsi yapar,karşı taraf da kocanın vekili olarak akid meclisinde bulunursa, velî vekile, "kızımı falanla evlendirdim" demeli, ko­canın vekili de, "bu kadının nikâhını müvekkilim için kabul ettim" demeli­dir. "Müvekkilim için" demezse, evlenme kabulünü müvekkili için niyetinde tutmuş olsa bile, akid sahih olmaz. Çünkü şahitler, onun niyetinin ne oldu­ğunu bilemezler. Şahitlerin ve vekilin vekâletten haberleri yoksa, vekilin, ko­canın vekili olduğunu açıkça belirtmesi gerekir. Ayrıca vekilin, bu kitabın vekâlet bahsinde anılan şartlan da taşıması gereklidir. Bu şartların bazısı şun­lardır:

a- Vekil, fâsık olmamalıdır. Velînin, fâsık bir kimseyi vekil tâyin etme­si sahih olmaz. Çünkü fâsıklık, müvekkildeki velayet yetkisini düşürür. Böyle olduğuna göre vekîl de bu yetkiye sahip olamaz.

b- Vekil, çocuk olmamalıdır.

c- Baygın vaziyette olmamalıdır,

d- Deli olmamalıdır.

e- Bile bile sarhoş olan bir kimse olmamalıdır.

Kadın tarafından kendilerine izin verilmiş aynı mertebedeki iki velî, ve­layetleri altında bulunan bir kadını, biribirine denk iki ayrı kocaya nikah­larlarsa, önce hangi kocaya nikahlanmış ise -ikincisi kendisiyle gerdeğe girmiş olsa bile- o kocaya âit olur. Ama önce hangisine nikâhlandığı bilinmezse, bir kavle göre bu kadının durumu askıda kalır: Kocalardan biri tarafından boşanarak iddetini doldurmadan, hiç bir kocanın kendisiyle cinsel ilişkide bulunması helâl olmaz. Diğer bir kavle göre ise, bu bir zaruret durumudur. Hâkim işe el koyar, zararı bertaraf etmek için her iki akdi de fesheder. Velî­lerden biri kadını dengi olan bir erkeğe, diğeri ise dengi olmayan bir erkeğe nikahlarsa, kadın, dengi olan erkeğe âit olur. Tabiî kadının ve velîlerinin, -dengi olmasa bile- razı olarak denklik şartını geçersiz kılmamış olmaları şar­tıyla... Eğer denklik şartını geçersiz kılmışlarsa, mesele, yine yukarıdaki ha­line döner.

Yine bu cümleden olarak kadını, velîlerden biri izinle, diğeri izinsiz ola­rak evlendirirlerse, kadın, izinle evlendirenin verdiği kocaya âit olur. İzinsiz olarak yapılan evlendirme akdi diğerinden daha önce yapılmış olsa bile, hü­küm aynıdır.

Hanbelîler dediler ki: Mücbir olsun olmasın, velînin, iznini almak­sızın kendi velayeti altındaki kadının evlendirilmesi hususunda başkasına ve­kâlet vermesi sahih olur. Zîra velî, velâyetindekilerin evlendirilme akidlerini yapabilir. Yapabildiğine göre, bu hususta başkalarına vekâlet de verebilir. Velînin zorlama, cebretme ve benzer yetkileri, aynen vekiline de tanınmış­tır. Ancak kadın cebretmeye müsait bir formasyonda olmazsa; meselâ baba veya babanın vasisine nisbetle dokuz yaşına veya buluğa ermiş dul bir ka­dınsa, ya da baba, babanın vasîsiyle hâkime nisbetle buluğa ermiş, akıllı ve bakire bir kızsa, izin ve rızâsını almadan velînin vekili onu evlendiremez. Baş­kasına vekâlet vermesi için velîsine izin verir veya bizzat onun kendisini ev­lendirmesi hususunda velîsine izin verirse, velî kendi yerine bir başkasını vekil tâyin ettiği takdirde, vekilin, kadına müracaat ederek izin ve rızâsını alma­dan onu evlendirmesi sahih olmaz. Velînin vekilinin, vekâlet almadan değil de vekâlet aldıktan sonra kadından izin alması şarttır. Aksi takdirde aldığı izin geçersiz olur.

Erkeklik, buluğ ve daha önceki sayfalarda anlatılıp da velîde bulunma­sı gerektiği söylenen şartların, vekilde de bulunması gereklidir. Çünkü ve­kil, velî yerine geçmektedir. Ehil olmayan kimsenin velilik yapması sahih olmaz. Şu da var ki, nikâh kabulünde fâsığı vekil tâyin etmek sahih olur. Koca, evlenme akdini kendisi nâmına kabul etmek üzere fâsık birini vekil tâyin edebilir. Bu vekil her ne kadar fâsıksa da, yapacağı kabul sahih olur. Bir kimse müslüman bir kadınla değil de, ehl-i kitab bir kadınla yapacağı evlilik akdini kendisi nâmına kabul etmek üzere hıristiyan bir şahsa vekâlet verebilir.

Mezkûr velî, vekiline: "Onu dilediğinle evlendir" diyerek mutlak vekâ­let verebileceği gibi, "onu falanla evlendirmek üzere seni vekil tâyin ettim" diyerek mukayyet vekâlet de verebilir. Mutlak vekâlet durumunda vekilin, o kadını, dengi olan bir erkekle evlendirmesi gerekir. Kadınla kendisi evle-nemez. Mukayyed vekâlet durumunda vekilin, o kadını kendisi için belirti­len erkekle evlendirmesi ve konulan kayıtlara uyması gerekir. Evlendirme akdinİ velî, kocanın vekiliyle birlikte yapacak olursa, velînin "falan kadını falan erkeğe nikahladım" demesi; kocanın vekilinin de, "müvekkilim falan için kabul ettim veya "onu falan için kabul ettim" demesi gerekir. Sahih kavle göre, falan için demese de, önce söylenmiş olmasıyla yetinilerek nikâh akdi sahih olur. Aynı şekilde velînin vekili, akdi kocanın yelîsiyle birlikte yapacak olurlarsa, vekilin, önce açıklanan biçimde ikisinin adlarını anarak "falanla falanı evlendirdim" demesi gerekir.

 

Velî'nin Kitab Ve Sünnetten Delili

 

Önceki sayfalarda anlatılanlardan öğrendiğimize göre Şâfiîler-le Mâlikîler velîyi, nikâhın rükünlerinden biri olarak kabul etmekte gö­rüş birliği içindedirler. Öyle ki, bunlara göre, velî olmadan nikâh akdi gerçekleşmez. Hanefîlerle Hanbelîler ise velîyi, nikâhın rüknü değil de şartı olarak kabul etme hususunda anlaşmışlardır. Bunlar, rüknün sadece icâb ve kabulden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Ancak Ha-nefîler derler ki: Velî, küçük erkekle kadının, büyük de olsalar deli er­kekle deli kadının evlendirilme akidlerinin sahih olması için şarttır. Dul olsun bakire olsun, buluğa ermiş olan akıllı kadına gelince, onun evlendirilme akdinde hiç kimse velîlik yapma yetkisine sahip değil­dir. Aksine o, dengi olması şartıyla dilediği bir kocayla evlenebilir; evlilik akdini bizzat kendisi yapabilir. Evlendiği koca, dengi değilse, velîsi evliliğe itiraz ediö akdin feshini taleb edebilir ve tabiî ki akid de feshedilir.

Velî ile ilgili olarak cumhur-u ulema, hadîs-i şeriflerden ve âyet-i kerîmelerden deliller çıkarmışlardır. Hadîslerden delil olarak şu ör­nekleri verebiliriz:

Hz.Âİşe (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.) İn şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

"Velîsinin izni olmaksızın nikahlanan herhangi bir kadının nikâ­hı bâtlldir.[1]

İkinci hadise gelince, bu Ibn Mâce ile Dâre Kutnî'nin, Ebû Hu-reyre (r.a.)'den rivayet etmiş oldukları hadistir: Ebû Hureyre, Hz.Pey-gamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kadın, kadını evlendiremez. Kadın, kendini de evlendiremez.[2]

Bu iki hadis, evlendirme akdini yapma hususunda kadın açısıridan velînin zorunlu olduğuna ilişkin olarak cumhûr-u ulemânın ileri sürmüş oldukları delillerin en kuvvetlileridir. Şu halde velîsi olmadan kadın, evlenme akdini yapamaz. Hanefîler buna cevaben derler ki: Birinci hadis ta'n edilmiştir. Çünkü Zührî'nin kendisine sorulduğun­da bunu bilmemiştir. Hanefîlerin bu sözüne ise şu karşılık verilmiş­tir: Râvisi, sika (güvenilir raviler) dan olan Süleyman bin Musa olduğuna göre, Zührî'nin bu hadisi bilmemiş olmasının bir sakınca­sı yoktur.

Bu cevabın yetersiz olduğu apaçık görülmektedir. Hadîsin ken­disinden rivayet edildiği kaynak -Zührî- bu hadîsi bilmeyip inkâr et­miştir. Ki bu da ona olan güveni kesin bir şekilde zaafa uğratmaktadır. Hanefîler şunu da derler ki: Dış anlam itibariyle, evlendirme akdinde velînin bulunmasını şart koşan hadîsler, tasarruf ehliyetine sahip ol­mayan küçük yaştaki kimseleri ilgilendirir. Bu görüş, dinin genel ku­rallarıyla da teyid edilmektedir. Nikâh, satma ve satın alma gibi akidierden biridir. Bilindiği gibi kadın, rüşdünü ispatladıktan sonra satma ve satın alma konusunda tam bir özgürlüğe sahiptir. Önemli sonuçlan doğurması bakımından özgür olmayı gerektiren akidlerin en önemlisi olması nedeniyle, evlenme akdini yapması konusunda onu kısıtlılık altına almak nasıl mümkün olur? Evlenme akdini satış akdine kıyaslamak gerekir. Bu kıyasa aykırı bir durum ortaya çıka­cak olursa, onu, bu konuya Özgü kılmak gerekir. Bu bir usûl kâidesi-dir. "Kadın, kadını evlendiremez" sözü; yaşı büyük kadın, kendisine nisbetle Öncelikli ve asabe bir velîsi mevcud olan küçük yaştaki ka­dını evlendiremez anlamını vermektedir. Ya da küçük yaştaki kadın, küçük yaştaki bir kadını evlendiremez, anlamını taşımaktadır.

"Kadın, kendi şahsını evlendiremez" sözü, küçük yaştaki kadın, velîsi varken kendini evlendiremez, anlamını ifâde etmektedir. "Kadın" kelimesi, her ne kadar büyüğünü ve küçüğünü kapsamaktaysa da, burada yaşı küçük kadın anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi yaşı bü­yük kadın, akidlerde, meselâ satış akdinde tasarruf hakkına sahip­tir. Nikâh da satışa kıyaslanır ki bu da fıkıh usûlünde caizdir.

Cumhur-u ulemâya gelince, bunlar satışla nikâh arasında fark bulunduğunu söylemişlerdir. Çünkü kadının erkekler arasına katılma­yacağından emin olunamaz. Bazan öyle olur ki, dengi olmayan bir erkek kendisini aldatır; kadın da akrabalarını utandıracak olan bir er­kekle evlenir ve böylece dünyadaki mutluluğunu tehlikeye atar. Bu nedenle de diğer akidierden ayrı olarak sadece nikâh akdinde kadı­nı kısıtlılık altına almak sahih olur. Çünkü, meselâ satış akdi, her ne denirse densin bu gibi kötü sonuçlan doğurmaz. Hanefîler buna kar­şı iki cevap vermişlerdir:

1- İleride de anlatılacağı gibi Hanefîler, eşlerin biribirlerine denk olmalarını şart koşmuşlardır. Kadın, kendisine denk olmayan birisiyle evlenirse, velîleri bu evliliğe itiraz edip kabullenmeyebilirler. Dolayı­sıyla akid feshedilir ve kendilerine uygun olmayan damadın eziyeti de onlara bulaşmaz. Meseleye hâkimiyet yine kendilerinde kalır.

2- Kadının, kısıtlılık altında olmayıp akıllı ve güzelce tasarrufta bulunan bir kadın olması gerekir. Bu nedenle alışverişlerinde herhangi bir engelle karşılaşmaksızın tasarrufta bulunma hakkına sahip olur. "Dengi olan kocayı seçme İşinde kadın bazan aldatılabilir" denile­cek olursa, buna cevap olarak deriz ki: Kadın bazan değerli bir eşya­yı satarken de, dengi olmayan kocayla evlenmesine oranla daha fazla zarar görecek şekilde aldatılabilir. Zîra kocasının kendisine denk ol­madığı saptandığı takdirde, kadı, kocasıyla kendisini ayırır ve mese­le kapanır. Ama malî bakımdan değerli olan bir şeyi satar ve fahiş biçimde aldatılır, sattığı eşya da müflis bir kimsenin elinde telef olur­sa, o eşya kadının kendi kesesinden zayi olmuş olur. Bu satıştan kay­naklanan zararları telafi etmesi mümkün değildir. Hanefîlerin bu hadîslerde geçen hükrfıü küçük yaştaki kadına özgü kılmaları, büyük yaştaki kadının nikâh tasarrufuna sahip oluşunu, satış tasarrufuna sahip oluşuna kıyas yapmalarından dolayıdır ki, bu da sahihtir. Cumhu­ru ulemânın itirazı bunu etkilemez.

Velî hakkında âyet-i kerîmede gösterilen delile gelince, Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır:

"Aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde, artık kendi­lerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın.[3]

Bu âyet-i kerîmeden çıkarılacak deli! şudur: Cenab-ı Allah kadın­ların velîlerine hitab ediyor. Onları, kendilerine eş olarak beğendik­leri erkeklerle evlenmekten menetmekten yasaklıyor. Bu velîlerin böyle bir menetme yetkileri olmasaydı, onlara bu şekilde hitapta bu­lunmak yersiz olacaktı ve o zaman Cenab-ı Allah'ın kadınlara hita­ben, "Sizi evlenmekten menederlerse, siz kendinizi evlendirin" demesi yeterli olacaktı. İmam Şafiî'nin: "Velînin zarureti konusundaki delil­lerin en sarihi bu âyet-i kerimedir" dediği rivayet edilir. Ancak Hane­fîler, buna iki cevapla karşılık vermişlerdir:

1- Bu âyet-i kerîme, velîlere hitab etmemektedir. Aksine, bu âye­tin eşlerini boşayan erkeklere, ya da bütün mu'minlere hitab etmesi muhtemeldir.

a- Eşlerini boşayan erkeklere hitab etmiş olması, âyetin İâfzın-dan da ilk anda ve açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, eşlerini boşamış olan erkeklere hitaben diyor ki: Kadınları boşadığınızda, boşamanın yanısıra onların, sizden başka erkeklerle evlenmelerini engelleyecek olan zâlimce yollara tevessül etmeyin. Meselâ onları veya onlarla evlenmek isteyen erkek­leri -eğer varsa- gücünüz veya makamınız veya saltanat ve nüfuzunuza dayanarak tehdit etmeyin. Veya Onun itibarını düşürecek gayretlere girişmeyin. Ki ona koca olacak adam kendisinden nefret etmesin. Ve­yahut ona veya kendisine koca olacak adama herhangi bir bakım­dan tesir etmeyin. Meselâ yanınızda malî bir hakkı varsa, onu bu hakkından yoksun bırakmayın.

b- Âyet-i kerîmenin bütün mü'minlere hitab etmiş olabileceği du­rumunda şöyle bir mânâ ortaya çıkmaktadır: Ey mü'minler! Kadınla­rınızı boşayıp kocasız bıraktığınız ve onların da iddetlerini tamamlamış olmaları durumunda, onları başka erkeklerle evlenmekten menetme­niz doğru olmaz. Bu menediş, kadının yakını tarafından da olsa, ka­dın üzerinde etkili makam ve itibar sahibi biri tarafından da olsa aynı hükme tâbidir. Aranızda bu tür engellemelerde bulunanlara engel ol­manız, onları böyle davranmaktan yasaklayarak bu gibi olayların vu-kûbulmasını önlemeniz farz-ı kifâyedir. Aksi takdirde siz de bu tür davranışta bulunanların günahlarına ortak olmuş olursunuz. Çünkü kadınları evlenmekten menetmek, Allah'ın haram kıldığı çirkin bir dav­ranıştır. Bu tür davranışları yasaklamak, mü'minlere farzdır. Yetkili olsun olmasın, gücü yeten herkesin bu davranışların meydana gel­mesini önlemesi gerekir.

Bu anlattıklarımızla Buhârî'nİn rivayeti arasında bir çatışma söz-konusu değildir. Buhârî'nin rivayetine göre bu âyet-i kerîme, Ma'kil bin Yesar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ma'kil, kızkardeşini bir adamla evlendirmişti. Bir süre sonra kocası Ma'kil'İn kızkardeşini bolşamış, ancak sonra tekrar hanımına dönmek İstemiş, kadının kendi­si de yeniden evlenmeye taraftar olmakla birlikte, Ma'kil bu evliliğe engel olmuştu. Ancak anılan âyet nazil olunca, Ma'kil, kızkardeşini eski kocasıyla yeniden evlendirmişti. Ma'kil olayı, âyet-i kerîmenin nüzulüne tesadüf etmiş olabilir. Ama asıl itibariyle bu âyet, açıkladı­ğımız şekilde geneldir.

"Ey mü'minler, eğer fâsığın biri size bir haber getirirse, araştırın[4] âyetini tefsir ederken müfessirlerin söylemiş oldukları söz­ler de yukarıda anlatılan Ma'kil olayının bir benzeridir. Zîra Fahr-i Râzî -ki bu zat Şafiî mezhebine mensuptur- der ki: Bu âyet-i kerîme genel hüküm ifâde eder. Ama meşhur Velid olayına tesadüf etmiştir. Bu­nunla beraber âyet-i kerîmenin özel olarak Ma'kil ve kadının yakınla­rı hakkında nazil olduğu kabul edilse bile âyetteki hitabın, velîsi olsun olmasın kadınları evlenmekten meneden herkese yönelik olması ge­rekir. Hitabı sadece velîlere yönelik sayamayız. Bu hususta âlimler arasında hiç bir anlaşmazlık yoktur.

2- Âyet-i kerîmenin Ma'kil ve kadının diğer yakınlarına hitab et­mekte olduğunu kabul etsek bile, âyette onların kadın üzerinde mut­lak velayet hakkına sahib olduklarına delâlet eden bir unsur bulunmamaktadır. Âyet, ancak kadınları evlenmekten meneden kim­senin günahkâr olduğuna ve menetme hakkına sahip olmadığına de­lâlet etmektedir. Bu menedişin de velîliğin bir sonucu olması gerekmez. Aksine bu, kadınların zayıf olmalarının ve haklarını kullan­maya muktedir olamayışlarının bir sonucudur. Bunu şu şekilde açık­layabiliriz: Normal olarak kadın, kendisinin haklarını tekeffül edene, baba veya kardeş gibi asabe olan yakınına boyun eğer. Özellikle bir­çok terbiyeli kadının yaptığı gibi evlenme konusunda utanmanın aşırı derecede etkisi altında kalması nedeniyle kendi irâdesini yakınının irâdesine bağlar. Kendi icâdesi yokmuşçasına onun İrâdesine teslim olur. Kendisini besleyipfbüyüten kimsenin veya asabe olan yakını­nın bulunduğu yerde, kendine söz hakkı tanımaz. Hoşuna gitmediği halde hakkını kullanmaktan onlar lehine feragat eder. Âyet-i kerîme erkeklerin, onlardaki bu zaafı sömürmelerinin doğru olmayacağını ifâ­de etmektedir. Onları, kendi denklerinden, arzuladıkları erkeklerle ev­lenebilme haklarını ellerinden almamaları gerektiğini belirtmektedir. Bu da kadının eş olarak evlenmek istediği kendi dengi bir erkeği seç­me hürriyetini garanti etmektedir. Çünkü onu evlenmekten menet­meyi yasaklamak, bu seçimi yapma hususunda kendisine hürriyet hakkı tanımak demektir ki, bu hükümde hiç bir ihtilaf yoktur. "Ken­dilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın" âyet-i kerîmesi, bizzat kadının yaptığı evlilik akdinin sahih olacağına delâlet etmek­tedir. "Nikâh etmelerine", yani kendi iradeleriyle evlenmelerine en­gel olmayın. Evlenme akdinde, evlenen kadınların kendi irâdeleri akid açısından bir fonksiyona sahib olmasaydı, o zaman Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurması gerekecekti: "Onları, kocalarıyla kendini evlendir­mekten alıkoymayın.

Özetle deriz ki: Âyet-i kerîme, kadının Özellikle akrabalarına hi­tab etmiş olsaydı, anlamı şu olacaktı: Ey akrabalar! Kadınları besle­yip büyütmenizi ve onların zaafını fırsat bilerek, kendi denkleri olan kocaları seçme ve evlenme akitlerini yapmak gibi en tabiî haklarını ellerinden almayın. Onları baskı altına alarak bu haklarını kullanma­lına engel olmayın. Âyetin bu şekilde mânâlandırılmasında, akra­baların kadın üzerinde velilik hakkına sahip olduklarına delâlet eden hiç bir unsur yoktur.

Denebilir ki: Koca seçmek ve onunla evlenme akdi düzenlemek, kadının hakkı ise, Cenab-ı Allah niçin kendilerine "kendinizi evlendi­rin ve hakkınızı kullanın" dememiştir. Akrabalarına, "onları evlenmek­ten menetmeyin" demesi; evlendirme konusunda kadının değil de akrabalarının yetkili olduklarına delâlet eder. Buna cevap olarak biz de deriz ki: Velîlere bu şekilde hitab etmenin üstün ve incelikli bir anlamı vardır. O da, kadınlarla kendilerini büyütüp besleyen aileleri arasında saygı bağlarının bulunması zorunluluğudur. Kadınlardan biri, yakınlık bağlarında bir çatlaklık meydana gelmesinden endişe edip, babası veya kardeşi gibi bir yakınının arzusuna saygı duyarak bu ko­nudaki hakkını kullanmaktan feragat ederse, bu davranışı güzel ve Allah katında makbul olur.

Bu durumda kadınlara, "hakkınızı kullanın ve velîlerinizin itaa­tinden çıkın" demek doğru olmaz. Böyle yapıldığı takdirde kadınla yakınları arasındaki sevgi bağlan kopar. Üstün belagat ve güzel üs-lub gereği, velîlere şöyle denilmesi yerinde olur: "Siz de bu durumu istismar etmeyin ve kadınların haklarını sonsuza dek ellerinden al­makta devam etmeyin." Her iki hitabın doğurduğu sonuç aynıdır. Amaç kadını, kendisine denk ve uygun biri olduktan sonra, dilediği kimseyle evlenmekten menetmemektir.

Bu iki görüşün de her zaman ve mekânda sosyal durumla güçlü bir bağlantısı olduğunda şüphe yoktur. Evlenme konusunda kadını kısıtlılık altına alanlar, her ne kadar terbiyeli ve eğitilmiş olsalar bi­le, kadınlarda açıkça görülen doğal bir zaaf bulunduğu görüşünde­dirler. Bu da onların erkeklere boyun eğip etkilenmeleridir. Öyle anlar olur ki kadın, kendi onur, erdem ve yüceliğini unutup, ayakkabısının bağı kadar bile değer sahibi olmayan bir kimseye teslim olur. Bunu da şehevî güdüsüne kapılarak yapar. Yine öyle anlar olur ki; duygu­sallığı onu hizmetçisine, hatta daha alt düzeydeki birisine teslim ol­maya iter. Açıkça görüldüğü gibi, bu durumun zararı yalnızca kadına dokunmamakta, aksine tüm ailesine bulaşmaktadır. Çünkü onun ai­lesi, soy-sop bakımından kendilerine denk olmayan yabancı bir un­surun aralarına girmesinden ötürü rahatsız olurlar. Bazan bu olay, dramla da sonuçlanabilmektedir. Şu halde koca seçimini, saygınlık ve dokunulmazlığına el sürmeksizin kadının kendisiyle ailesinin ya­rarına en iyi bir şekilde becerebilecek olan velîlere bırakmak gerek­mektedir. Bununla birlikte bazı durumlarda kadının velînin akdi yapmasından Önce, evlendirme konusunda velîsine izin vermiş ve ev­lendirilmesine razı olmuş olması zorunlu olmaktadır. Bundan başkası, kadının zayıf bir duygusallıkla akıntıya kapılması olur ki, çeşitli yol­larla onu etkilemek mümkün olur. Bunun sonucunda kadın mutsuz olur, haksızlığa uğrar, aile yuvası yıkılır, onurunu yitirir.

Buluğa ermiş olan akıllı kadını kısıtlılık altına almayı uygun gör­meyen Hanefîlere gelince, bunlar derler ki: İslâm dininin kuralları iki şeyi gerektirirler:

1- Kadın olsun, erkek olsun, rüşdünü ispatlamış olan akıllı her kimse, tasarruflarında tam serbesttir.

2- Bu tasarruflar dolayısıyla meydana gelme ihtimali bulunan za­rarları ortadan kaldırmak.

Bunların ikisi de sosyal hayat için gerekli ve kaçınılmazdırlar, püşdünü ispatlamış bir kadını, evlendirilmesi konusunda kısıtlılık al­tına almak, İslâm'ın genel kurallarına ters düşer. Kadının evlendiril­mesi velîsine bağlı olursa, bu, onu sebepsiz yere kısıtlılık altına almak olur. Özellikle rüşdünü ispatlamış bakire bir kızı hiç görüşünü alma­dan evlendirmek, din kurallarına ters düşmektedir. Bazan bu çok za­rarlı da olabilir. Çünkü velî, baba ve öz kardeşten başkası olabilir ve kadınla olan alâkası sevgi ve şefkate dayanmaz. Kadının zıddına git­mek, kendisine uygun olan denk bir kocadan mahrum ederek yolun­da durmak ister. Bu durumda kadının hâkime şikâyette bulunması, ailenin düşmanlığına yolaçar. Sonu gelmez acılara sebebiyet verir. Bu, çokça vukûbulan bjr olay olup incelik ve azametiyle meşhur olan İslâm hukuk tarihinde bunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Şu halde akıllıca tasarrufta bulunup fasit şehvet yoluna sürüklene­rek dengi olmayan bir kocaya düşmemesi şartıyla evlendirilmesi işi­ni kadına bırakmak gerekmektedir. Ama akıllıca davranmazsa, o zaman kısıtlılık altına alınmayı hak eder. Velîsi de itiraz ederek yap­tığı evlilik akdini feshetme yoluna gidebilir. Sonra kadın, kendi evlendirilme işini başkalarına bırakabilir. Baba, kardeş ve bunlar gibi kendisine şefkat gösteren, rahat ve huzurunu tercih eden, mutlu ol­masını arzulayan yakınları varsa, kadının evlendirilme akdini yapma yetkisini, kendi diledikleri gibi tasarrufta bulunabilmeleri İçin bu ya­kınlarına devretmesi makbul ve yerinde bir davranış olur. Onların irâ­delerinin dışına çıkmaması; kendisine fayda sağlamayacak, aksine kendisine olan şefkatlerini yok edeceği için zararlı olacak şeylerle onlara zorluk çıkarmaması gerekir.

Bence bu görüşlerin ikisi de sosyal hayat İçin zorunludur. İslâm hukukunu anlayıp tatbik etme konusunda mezheb imamlarının fark­lı görüşlere sahip olmaları, bu hukuk sisteminin gerçekten ebedî bu­lunduğuna, her zaman ve mekâna elverişli olduğuna, bir ferdin veya toplumun zulmünün bunu yolundan alıkoyamayacağına ve hiç kim­senin bu sistemden eziyet görmeyeceğine delâlet eder. Herhangi bir zaman ve zeminde bu iki görüşten biri meşakkatli sonuçlar doğura­cak olursa, diğer görüşe uymak gerekir. Zîra bunların ikisi de güzel­dir. Bunlardan herhangi biriyle amel etmek makbul ve ma'kuldur. "Allah dilediğini doğru yola erdirir."

Evet bu anlattıklarımız, şer'î delillerden bazı örneklerdir. Genel problemlerimizde inşallah bu örneklere uygun olarak davranacağız. Çünkü her meselede bu tarzda bir izahatta bulunacak olursak, söz uzayacak ve açıkça bilindiği gibi fonumuzun dışına çıkmış olacağız.

 

Velî Konusunun Özeti

 

1- Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler, nikâhta velînin bulunmasının zo­runlu olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Velî, ya da onun yerine geçen biri olmaksızın akdedilen nikâh geçersizdir. Büyük ol­sun, küçük olsun; akıllı olsun deli olsun kadın, hiç bir halde kendi başına evlilik akdini yapamaz. Yalnız eğer dul ise, izin ve rızâsını al­madan velîsinin kendisini evlendirmesi sahih olmaz. Hanefîler bu gö­rüşe muhalefet ederek demişlerdir ki: Küçük de olsa büyük de olsa, deli kadın için velînin bulunması zorunludur. Dul olsun, bakire olsun, bulûğa ermiş olan akıllı kadına gelince, o, dilediği erkekle evlenme hakkına sahiptir. Sonra, evlendiği erkek kendi dengi İse ne alâ. Aksi takdirde velîsi itiraz ederek akdi feshetme yoluna gidebilir.

2- Velînin varlığının zorunlu olduğunu söyleyenler, velînin müc­bir olan ve olmayan velî olmak üzere İki kısma ayrıldığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Mücbir velînin baba ve dede olduğu husu­sunda Şâfiîierle Hanbelîler görüş birliği İçindedirler. Mâlikîler ise, mücbir velî sadece babadır diyerek onlara muhalefet etmişlerdir. Han-belîlerle Mâlikîler, evlendirme konusunda baba tarafından atanan va-sînin de, zorlama ve cebir yetkisi bakımından, tıpkı baba gibi olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Buna muhalefet eden Şâfiîler, cebir yetkisine sahip olan kimseleri sayarken, baba tarafından ata­nan vasîden söz etmemişlerdir. Ek olarak Hanbelîler, gerektiğinde hâkimin de mücbir olacağını söylemişlerdir.

3- Cebir ve zorlama hükmünü kabul edenler, mücbir velînin, kendi velayeti altındaki bulûğa ermiş bakire kadını, izin ve rızâsını almak­sızın evlendirme konusunda cebredip zorlayabileceği hususunda gö­rüş birliği etmişlerdir. Ancak önceki sayfalarda da belirtildiği gibi iznini almaksızın zorla evlendirilen kadının nikâhının sahih olması için gerekli olan şartlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

4-Dul kadının evlenmesi halinde velîsinin kendisine karşı cebir kullanamayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ama velî, onun evlilik akdini yapma hakkına sahiptir. Velîsi olmadan kadın, evlen­me akdini kendi yaparsa, akid geçersiz olur. Dul kadınla velî, akidte müşterektirler. Kadının hakkı, kendisiyle evlenecek olan kocadan razı olduğunu açıkça bildirmesidir. Velînin hakkı, evlendirme akdini ken­disinin yapmasıdır. Bu anlatılan hüküm, buluğa ermiş olan büyük yaş­taki kadına mahsustur. Ama kadın dul ve de küçük yaştaysa, buluğa ermiş olan bakire kız statüsünde olur. Buluğa ermediği sürece, mücbir velîsi izin ve rızâsını almaksızın, onu evlendirebiiir. Hanbelîler buna muhalefet ederek demişlerdir ki: Velîsi tarafından kendisine cebir ve zorlama yapılacak olan küçük yaştaki dul kadın, dokuz yaşından da­ha küçük olan dul kadındır. Bu kadın dokuz yaşına girmişse, büyük sayılır ve kendisine karşı zor kullanılamaz.

5- Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler, her ne kadar akdin yapılmasında kendisine ihtiyaç duyulsa da, mücbir olmayan velinin; kendi velaye­ti altındaki dul kadının açık izin ve rızâsını; bakire kadının da dolaylı izin ve rızâsını almaksızın evlendirme akdini yapamayacağı hususun­da görüş birliği etmişlerdir. Bu, yaşı büyük kadınlara özgü bir hüküm­dür. Küçük yaştaki kadınlara gelince, bunlar eğer dokuz yaşından küçükse, mücbir olmayan velîsinin hiçbir halde onu evlendiremeyeceği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ama bundan sonraki du­rumlar için görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Mâlikîler derler ki: Kadın eğer on yaşına varmışsa ve evlenme­diği takdirde kötü yola düşmesinden korkulursa, İznini alarak velî onu evlendirebiiir. Razı olduğunu açıkça belirtmesi mi gerekir, yoksa sus­ması yeterli olur mu?^Bu hususta iki görüş vardır. Kuvvetli görüşe göre susması da yeterlidir. Ancak velînin, bu işte kadıya danışması gerekir. Bazı kimseler, kötü yola düşmesinden korkulduğu takdirde, on yaşına girmesinin şart olmadığını söylemişlerdir. Bunlara göre bu kadın, önce de belirtildiği gibi, razı olmasa bile zorla evlendirilir.

Şâfiîler derler ki: Buluğa ermemiş küçük yaştaki kadını velîsi­nin evlendirmesi sahih olmaz. Yalnız babası veya dedesi bu yetkiye sahiptirler. Baba veya dede ölüp de arkalarında küçük yaşta bir ka­dın bırakırlarsa ve bu kadın da dul olsun bakire olsun akıllı ise, hiç­bir kimse onu hiçbir halde evlendiremez. Küçüğün vereceği izinse geçerli değildir. Ama bu kadın deli ise ve muhtaç durumdaysa, bulu­ğa erdiğinde hâkim tarafından evlendirilebilir.

Hanbelîler derler ki: Küçük yaştaki kadın, dokuz yaşına girdiğinde buluğa ererse, akıllı ve büyük yaştaki kadın statüsüne girer. Mücbir olmayan velî, izin ve rızâsını alarak bu kadını evlendirebiiir. Dokuz yaşından küçük İse, ihtiyaç durumunda hâkim tarafından evlendiril­mesi caiz olur.

6- Şâfiîierle Hanbelîler, mücbir olmayan velîlerin en yetkilisinin baba, sonra dede olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Mâli­kîler buna muhalefet ederek, mücbir olmayan velîlerin en yetkilisi­nin, zinadan kazanılmış olsa bile, oğul olduğunu söylemişlerdir. Şu anlamda ki: Bir kadın sahih bir nikâhla evlenir, sonra dul kalır, daha sonra zina yapıp bir oğul doğurursa, bu oğlu kendisine velî olmada babasıyla dedesine nispetle daha öncelikli olur. Ama sahih bir ni­kâhla evlenmezden önce zina yaparak bir oğul doğurursa, bu oğlu öncelikli olmaz. Çünkü Mâlikîlere göre zina, bekâreti gidermiş sayıl­maz. (Zina yapmış da olsa, kadın bakire sayıldığı için) baba, mücbir olur. Oysa biz burada mücbir olmayan velîlerden söz etmekteyiz. Ha­nefîler de nikâhta en yetkili velînin oğul olduğunu söyleyerek onlara muvafakat etmişlerdir. Şâfiîierle Hanbelîler bunlara muhalefet ederek en yetkili velînin baba, sonra dede olduğunu söylemişlerdir. An­cak Hanbelîler, oğlun velîlikte dededen sonra geldiğini söylerken, Şâfiîler, oğlun mutlak surette anası üzerinde veiîlik yapma yetkisine sahip olmadığını söylemektedirler.

7- Şâfi, Hanbelî ve Hanefîler, gerekli şartları taşıyan yakın velî varken, evlendirme akdini uzak velînin veya hâkimin yapmalarının sa­hih olmayacağını söylemiş ve bu hükümde görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîler bunlara muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Velîler arasın­daki sıralamaya riâyet etmek vâcib değil, mendubtur. Bir kadının ba­ba ve oğlu bulunup babası kendisini evlendirirse, velîlikte baba, oğuldan sonra geldiği halde yapılan nikâh akdi sahih olur. Aynı şe­kilde öz kardeşi varken üvey kardeşi kendisini evlendirirse, yapılan nikâh akdi yine sahih olur. Kadın, yakınlarından birinin nikâh akdi yapılacak yere gelmesine razı olmazda hâkim onu evlendirirse, akid sahih olur. Çünkü hâkim de velîlerden biridir. Velîsi varken kadın, velâyet-i âmme hükmüne dayanarak müslüman bir kimseyi kendisi­ni evlendirmesi için vekil tâyin ederse, akid sahih olur. Tabiî eğer denî, yani soysop bakımından aşağı bir seviyedeyse... Aksi takdirde akid sahih olmaz. Bütün bu anlatılanlar, mücbir olmayan velîye özgü du­rumlardır. Mücbir velîye gelince, onun varlığı, Mâlikîlerce de zo­runludur.

8- Şafiî, Mâfikî ve Hanbelîler, nikâhta velî olacak kimsenin er­kek olmasının şart olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Hiç­bir halde kadın, velî olamaz. Hanefîler buna muhalefet ederek derler ki: Kadın, küçük yaştaki kadınla erkeği ve büyük oldukları halde deli oldukları için küçükler statüsünde bulunanların nikâh akidlerini ya­pabilir. Bunların erkek velîleri yoksa kadın bu yetkiye sahip olur. An­cak Mâlikîler derler ki: Kadın vasî ise, efendi veya azad eden ise veiîlik niteliğine sahib olur. Bu arada sahipsiz bir kızı besleyip büyüten ka­dının da o kızın velîsi olacağına dâir bir görüş vardır. Ancak kadın, bu kızın evlendirme akdini bizzat kendi yapamaz, ama yapması için bir erkeği kendine vekil olarak tâyin eder.

9-Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler, fâsıkliğın velîliğe engel olacağı hu­susunda görüş birliği etmişlerdir. Fâsık olan bir kimsenin veiîlik yet­kisi, bir sonraki velîye intikal eder. Hanefîler buna muhalefet ederek derler ki: Velîliğe engel olan durum, velînin, bozuk irâdelilikle tanı­nıp kadını dengi olmayan bir kocayla ve aşırı derecede fazla mehirle evlendirmesidir. Bu durumda küçük kız, kendisini evlendiren babası olsa bile büyüyünce nikâhı reddedebilir. Velî, fâsık ama seçimini isa­betli yapan biriyse, kadını da aşırı derecede farklı bir mehirle değil de, mehr-İ misliyle evlendirmişse, kendisi de kadının babası veya de-desiyse, yaptığı nikâh akdi sahih olur. Önce belirtildiği gibi, kadının bu akdi feshetmeye yetkisi yoktur.

10- Üç mezheb, velîlik için adaletin şart olmadığı hususunda gö­rüş birliği etmişlerdir. Hanbelîler buna muhalefet ederek dış görünüş itibariyle velîlikte adaletin şart olduğunu, sultan ve efendininse bu şarta tâbi olmadıklarını söylemişlerdir.

11- Mezhebler, velînin, evlendirme akdini yapmak üzere kendi ye­rine başkasını vekil tâyin etme yetkisine sahip olduğu hususunda gö­rüş birliği etmişlerdir.

 

Evlenmede Denklik (Küfüv)

 

Evlenmede, eşler arasında denklik (küfüv) le ilgili bazı hususlar vardır:

1- Küfüviüğün tanımı.

2- Nikâhın sıhhatj.lçin küfüvlük şart mıdır, değil midir?

3- Küfüvlük sadece erkek için mi söz konusudur? Yani erkek, denî (mertebece düşük) bir kadınla evlenirse, nikâh akdi sahih olur mu, yoksa küfüvlük eşlerin ikisi için de mi söz konusudur?

4- Küfüvlük konusunda karar mercîi kimdir?

Bu hususlarla ilgili olarak mezheblerin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

(30) Hanefîler, küfüvlüğü "bazı özel durumlarda erkeğin kadına eşit olmasıdır" şeklinde tanımlamışlardır. Bu özel durumlar altı tanedir: Soy, İslâmiyet, hürriyet, diyanet, mal ve sanat.

Neseb bakımından ednâ (düşük) olan erkek, kadının soy ve kabilesin­den olmamakla bilinir. Şundan ki: İnsanlar arab ve acem (araplar dışındaki kavimler) olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Araplar da kendi aralarında Kureyşî ve Kureyşî olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Eşlerin ikisi de Kureyş kabilesine mensup iseler, neseb bakımından küfüvlük yerini bul­muş olur. Bu durumda kadın, Kureyş kabilesinin Hâşimî, erkekse Nevfelî kolundan olsa küfüvlük yine yerini bulmuş olur. Kadın arap olup da Ku-reyşten başka bir kabileye mensup olsa bile, küfüvlük yerini bulmuş olur. Çünkü arap olan her erkek, hangi kabileden olursa olsun, Bahil kabilesine mensup olsa bile, Kureyşî kadına küfüv olur.

Arap olmayanlara gelince onların bazıları bazılarına küfüv olur. Ama müslümanlık ve hürriyet bakımından aralarında farklılık meydana gelir. Ken­disi müslüman olduğu halde babası kâfir olan bir kimse, hem kendisi, hem de babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Azâd edilen erkek, as­len hür olan kadına (bu kadının babası azâdlı biri olsa bile) küfüv olamaz. Çünkü bu kadının mertebesi, o erkeğin mertebesinden yüksektir. Dedesi de­ğil de sadece babası hür olan bir erkek, hem babası ve hem de dedesi hüolan kadına küfüv olamaa. Aynı şekilde dedesi değil de sadece babası müslüman olan bir erkek, hertî babası ve hem de dedesi müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Ama kadının müslüman olan baba ve birçok dedeleri olup, erkeğin sadece baba ve dedesi müslüman olursa, bu erkek o kadına küfüv olur. Çünkü neseb, baba ve dedeyle tamamlanır. Aym şekilde kadı­nın hür olan baba ve bir çok dedeleri olup, erkeğin sadece baba ve dedesi hür olursa, bu erkek o kadına küfüv olur. Neseb, İslâmiyet ve hürriyet bakı­mından küfüv olmanın anlamı işte budur.

Özetle Kureyşlilerin bazıları bazılarına küfüvdürler. Kureyşli olduktan sonra erkeğin kendisi şahsen müslüman olduktan sonra babası müslüman olmasa bile, hem kendisi hem de babası müslüman olan Kureyşli bir kadına küfüv olur. Yine kölelik ve hürriyet de nazar-ı itibâra alınmaz. Çünkü ço­ğunlukla araplar köle edilemezler.

Acemlere (arap olmayanlara) gelince, bunların neseblerinde müslümanlık ve hürriyet nazar-ı itibâra alınır. Ancak bu sadece karı-kocayı, baba ve de­desini ilgilendirir. Babası değil de sadece kendisi müslüman olan bir erkek, hem kendisi, hem de babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Ba­bası değil de sadece kendisi azâd edilmiş olan bir erkek, hem kendisi ve hem babası hür olan bir kadına küfüv olamaz. Üzerinde ihtilâf edilmesi doğru olmayan hususlardan biri de, arap olmayan fakir, ama âlim bir erkeğin; câ­hil ama zengin, şerefli, asâletli bir arap kadına küfüv oluşudur. Çünkü il­min şerefi, soy, asalet ve zenginliğin şerefinden daha yüksektir. Büyük âlim İbn Hümam ile "Nehr" adlı eserin yazarı ve diğer âlimler bu gerçeği kesin olarak belirtmişlerdir ki, doğrusu da budur.

Sanatta küfüv olmaya gelince; bu, erkeğin ailesinin sanatının, kadının ailesinin sanatına örf ve âdet açısından küfüv olmasıdır. Meselâ terzilik sa­natı halk arasında dokumacılık sanatına nisbetle daha üstün ise; dokumacı bir erkek, terzinin kızına küfüv olamaz. Veya dokumacılık halk arasında ter­zilikten daha üstün olarak kabul ediliyorsa, terzi bir erkek, dokumacının kı­zına küfüv olamaz. Bunda ölçü, sanatın halk nazarında gördüğü itibara göredir.

Mal bakımından küfüvlüğe gelince; âlimler bu konuda görüş ayrılışına düşmüşlerdir. Bazıları, erkeğin zenginlik bakımından kadına eşit olmasının şart olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da demişlerdir ki: Tarafların aralarında, mehr-i misilden peşin olarak verilmesini kararlaştırdıkları kadarım erkeğin Ödeyecek güçte olması gerekir; peşin olanla bilâhare verilmesi kararlaştırı­lan meblağların tamamım önceden vermeye muktedir olması gerekmez. Eğer sanat sahibi değilse, beraberinde bir aylık nafakanın da bulunması gerekir. Yok eğer böyle olmayıp günlük olarak yeterince kazanabiliyorsa, bu erkek de mal bakımından kadının dengi olur. Bu sonuncu görüş zâhirü'r-rivâye olup sahihtir. Ancak kadının kendine denk olmayan birisiyle evlenmesi du­rumunda velînin bu evliliği fesh edebileceği yetkisine dayanarak, evlenme akdi esnasında kadın için velînin varlığını şart koşmamış olan Hanefîlerin görü­şünü göz önünde bulundurmak gerekir. Bu hükmü göz önünde bulundura­rak zengin bir kadınla evlenecek olup da sadece mehre ve bir aylık nafakaya sahip olan bir erkeği çevrenin önemsemediğim farz edelim. Bu durumda malî açıdan küfüvlük anlamsız olacaktır. Bu gibi durumlarda kadı'nm dinî mas­lahatları ciddiyetle göz önünde bulundurması ve mefsedeti bertaraf edecek kararlar alması gerekir. Bu durumda maslahat, sadece birinci görüşe uymak-taysa, o görüşe göre hareket etmenin bir sakıncası kalmayacaktır. Şunu da belirtelim ki, zamanımızda küfüvlüğün halk arasında yalnızca malî açıdan değerlendirildiğini görmekteyiz. Ancak mal sayesinde kişi, kendi hanımının ve ailesinin şerefini koruyabilir. Mübtezelliğe ve uygunsuz durumlara düş­mekten ancak mal sayesinde koruyabilir. Hanbelîlerden Üstad Meraî'nin şu sözleri çok hoşuma gider:

Küfü vlük altı şeydpdir dediler,

Bu dediğiniz çok önceleriydi dedim.

Günümüz insanlarına gelince bunlar,

Paradan başka bir şey bilmezler."

Birinci görüşü âlimler her ne kadar doğrulamamışlarsa da, zamanımız­da buna göre amel etmek gerekmektedir.

Din bakımından küfüv olmaya gelince; bu, araplarda da arap olmayan­larda da nazar-ı itibâra alınır. Fâsık bir erkek, salih bir insanın sâliha olan kızına küfüv olamaz. Babası fâsık olan sâliha bir kadm, fâsık olan bir er­kekle bizzat kendisi akid yaparak evlenirse, sahih olur. Babası bu evliliğe itiraz edemez. Çünkü kendisi de fâsıktır. Aym şekilde sâlih bir insanın fâsık kızı, bizzat kendisi akid yaparak fâsık bir erkekle evlenirse sahih olur. Ba­bası bu evliliğe itiraz edemez.Çünkü fâsık damadı nedeniyle kendisine bula­şacak leke, fâsık kızı nedeniyle damadına bulaşacak lekeden daha büyük değildir. Sâlih olan baba, küçük kızını, sâlih zannettiği bir erkekle evlendi­rir, sonra da o erkeğin fâsık bir insan olduğu anlaşılırsa, kadm buluğa er­dikten sonra akdi feshedebilir. Fasıktan maksat, açıkça günah işleyen kimse demektir. Örneğin yol ortasında sarhoş olan, batakhanelere, fuhuş yuvala­rına ve kumar salonlarına giden veya bu fiilleri işlediğini açıkça ilân eden kimse gibi. Namaz ve orucu terkettiği yetmezmiş gibi namaz kılmadığını, oruç tutmadığını açıkça söyleyen bazı gençler de buna örnek olarak gösterilebi­lir. Bunlar, sâlih insanların sâliha olan kızlarına küfüv olamazlar. Bu nite­likteki bir kız, o nitelikteki bir erkekle evlenirse, velîsi itiraz ederek akdi fesnettirebilir. Mehr-i misilden daha az bir mehirle evlendikleri takdirde yi­ne velî itirazda bulunabilir. Ama nikâh ittifakla sahihtir. Ancak kadı erkeğe şöyle der: Kadının ya mehr-i mislini tamamla, yoksa nikâhı fesheder.

İkinci durumun (küfüvlüğün, nilâh akdinin sıhhat şartı olup olmadığı­nın) cevabına gelince; akdin geçerli olması ve velîyi bağlaması açısından küfüvlük şarttır. Kadın, küfüvlüğün altı halinden birinde kendisinden aşağı seviyede bulunan bir erkekle evlenirse, velîsi nikâh akdine itiraz etme hakkı­na sahip olur. O razı olmadıkça nikâh akdi geçerli olmaz. Razı olmadığı tak­dirde kadı, akdi fesheder.

Üçüncü durumun (küfüvlüğün kadın bakımından değil de koca bakı­mından gerekli olduğunun) cevabına gelince erkek, hizmetçi ve câriye de ol­sa dilediği kadınla evlenebilir. Zîra erkekler câriye veya mertebece düşük kadınları yataklarına almaktan utanç duymazlar. Her zaman ve her yerde Örf bu yolda câri olmuştur. Evet babası kendisini, daha aşağı mertebedeki bir kadınla evlendirdiği takdirde, bu erkek çocuğa nisbetle küfüvlük sözko-nusu olur. Bu çocuk, buluğa erdikten sonra akdi feshedebilir.

Dördüncü durumun (küfüvlükte karar merdinin kim olacağının) ceva­bına gelince, mezkûr altı konuda küfüvlüğü aramak, velînin hakkıdır. Yal­nız bu velînin, kadınla evlenmesi caiz olan bir amca oğlu oluşu gibi, mahrem olmasa bile, asabe olması şarttır. Anne, zevi'l-erhâm ve kadıya gelince; bunlar, kocada küfüvlük arama hakkına sahip değildirler. Velî itiraz etmeyip kadı­nın doğurmasına dek ses çıkarmazsa, artık küfüvlüğü arama hakkı düşer. Doğuma kadar evlilikten haberi olmasa bile kuvvetli görüşe göre yine bu hakkı düşer. Çünkü doğum, kadınla erkek arasında diğer durumları unutturacak olan bazı yeni bağlar meydana getirmiştir. Ayrıca çocuğun da şeref ve itibar hakkı vardır. Babasının lekesini onun üzerine tescil etmek doğru olmaz. El­den çıkıp zayi olmasın diye kurallar daima çocuğu gözetmeyi öngörürler. Velînin itirazı üzerine kadı nikâhı fesheder de kadın ikinci kez kendi küfvü olmayan erkekle evlenirse; velî için yeniden itiraz etme ve kadı için de yeni­den nikâhı feshetme hakkı doğar. Aynı şekilde velîsi kendisinin izniyle onu, küfvü olmayan bir kocayla evlendirir, kocası kendisini boşar da bilâhare es­ki kocasıyla yeniden evlenirse, velîsi itiraz hakkına sahip olur. Önceki evlili­ğe xâzi oluşu, velî aleyhine bir delil olamaz. Velînin ilk evlilikte razı olduğu koca, kadını ric'îbir talâkla boşar da iddet süresi içinde kadına dönerse, ve­lî itiraz hakkına sahip olmaz. Çünkü ilk akid, yenilenmemiş, bir bakıma de­vam ettirilmiştir.

Bazıları derler ki: Nikâh akdinin sahih olması için küfüvlük şarttır. Ve­lîsi bulunduğu halde kadın kendi küfvü olmayan bir erkekle evlenir ve ev­lenme akdinden önce velîsi bu evliliğe razı olmazsa, yapılan akid baştan itibaren geçersiz olur. Nikâh akdinden önce razı olur da nikâh akdinden sonra razı olmazsa, razı olmayışı bir anlam ifâde etmez. Müftâbih ve ihtiyata en yakın olan görüş de budur. Birinci görüşe göre karıyla kocadan biri, hâki­min kendilerini ayırmasından Önce ölürse, diğerine mirasçı olur. Zîra arala­rındaki nikâh akdi sahih olup ancak hâkimin kararıyla feshedilebilir. Hâkimin bu durumda yaptığı şey, talâk değil de fesihtir. Gerdeğe girmelerinden önce hâkim kendilerini ayırırsa, kadın mehir alma hakkına sahip olmaz. Hâkim kendilerini gerdeğe girmelerinden sonra ayırırsa, kadın, mehr-i misil alamaz.

Ancak nikâhta belirtilen miktardaki mehri alır. Sahih halvet nedeniyle de kadın, nikâhta belirtilen mehri (mehr-i müsemmâ) alır. İddet beklemesi ge­rekir. Kocası kendisiyle cinsel temasta bulunmak "istediğinde, dilerse buna izin verir, dilemezse vermez. Müftâbih görüşe göre bundan dolayı kocanın bir şey yapması gerekmez. Kadının da, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân vermesi haram olur. Çünkü aralarındaki nikâh akdi bâtıl olup gerçekleşmemiştir'.

Şu halde üç talâkla boşanmış bir kadın, velîsinin rızâsı olmaksızın ken­di küfvü olmayan bir erkekle evlenir ve bu kocası da kendisini boşarsa, ka­dın ilk kocasıyla yeniden evlenemez. Çünkü bu ikinci evlilik akdi, bâtıl olarak yapılmıştır ve böyle bir akid âdeta hiç yapılmamış gibidir. Ama velîsi yoksa veya olduğu halde evlilik akdinden önce bu evliliğe rşzı olmuşsa, kendi küf­vü olmayan bu ikinci kocadan da boşanan kadın, ilk kocasıyla yeniden evle­nebilir. Bu hüküm üzerinde görüş birliğine varılmıştır. Aynı derecede birkaç velîsi bulunuyorsa ve bunların bir kısmı, kadının kendi küfvü olmayan er­kekle evlenmesine razı olurlarsa, diğerlerinin bu evliliğe itiraz etme hakları düşer. Eğer velîlerin dereceleri eşit değilse, bu hak en yakın olan velînindir. Kadının asabeden olan velîleri yoksa akid sahih ve her halükârda geçerli olur.

Velînin razı olduğunu ifâde etmesi şart mıdır, yoksa susması yeterli mi­dir? Buna cevap olarak deriz ki: Kadının doğum yapmasından ve gebeliği­nin gözle görülür olmasından önce susması, daha önce de belirtildiği gibi rızâ olmaz. Razı olduğunu açıkça söylemeden, itiraz etme hakkı düşmez. Ay­rıca velînin, kocayı şahıs olarak da tanıması gerekir. Meçhul bir koca için razı olursa, kendi itiraz hakkını düşürmedikçe nikâh sahih olmaz. Meselâ demelidir Ri: "Ey kadın, yapmakta olduğun işe razı oldum" veya "kendini evlendirmekte olduğun kocaya razı oldum" veya "istediğini yap" v.s...

Bu anlatılanlar, anılan küfüvlük çeşitlerine ilişkin hususlardı. Cüzzam, delilik, alacalılık ve ağız kokması gibi kocada bulunup da akdin feshine ne­den olan kusurlara gelince, bunda sadece kadın hak sahibidir. Velî değil, fa­kat kadın, kadıya müracaat ederek ayrılmalarını ve nikâhın feshedilmesini taleb edebilir.

Küfüvlükte akıl göz önünde bulundurulur mu, bulundurulmaz mı? Bu­na cevaben denilmiştir ki: İlk dönem âlimlerin buna ilişkin bir sözleri yok­tur. Son dönem âlimlerine gelince, onlar bu hususta görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Doğrusu deli erkek, akıllı kadına küfüv olamaz. Deli erkekle akıllı kadın evlendikleri takdirde, velî itiraz ederek akdi feshettirme hakkına sahip olur. Çünkü delilik, başka şeylerde görülmediği kadar fazla derecede şer ve fesada neden olabilir. Dahası, insanlar yoksulluktan, delilikten dolayı duydukları utanç kadar utanç duymazlar. Çirkin görünüme gelince, bu ku­sur değildir. Kadın güzel olup da kocası çirkin olursa, ne kendisi, ne de velî­si, itiraz edip nikâh akdini feshetme yetkisine sahip olurlar.

Malikıler dediler ki: Nikâhta küfüvlük, iki şeyde denk olmaktır.

a- Kocanın dindarlığı. Koca müsliiman olmalı, fâsık olmamalıdır.

b- Kocanın ayıplardan ve kusurlardan salim bulunması. Kocada bulu­nan alacalık, cüzzam ve delilik gibi ayıplar, kadının koca konusunda mu­hayyerlik hakkını kazanmasına vesile olur. Bu hakka velî değil, kadının kendisi sahiptir.

Mal, hürriyet, neseb ve sanat açısından küfüvlüğe gelince; bu, Mâlikîlerce nazar-ı itibâra alınmaz. Aşağı seviyedeki soydan bir erkek, şerefli bir kadınla evlenirse, nikâh akdi sahih olur. Eşek çobanı veya çöpçü, şerefli ve­ya makam sahibi bir kadınla evlenirse, nikâh akdi sahih olur. Köle, hür ka­dının küfvü olur mu? Bununla ilgili olarak tercihe şayan iki görüş vardır. Bazıları da işin ayrıntılarına inerek demişlerdir ki: Köle, eğer beyaz tenliyse hür kadının küfvü olur. Siyah tenliyse, küfvü olamaz. Çünkü hür kadın, si-yahî köleden ötürü utanç duyar.

Kötü yola düşmesinden korkulduğu için, mücbir olmayan velîsi tara­fından, önce belirtilen şartlar çerçevesinde evlendirilen öksüz kadın için de küfüvlük gözönünde bulundurulmalıdır. Bu şartlardan biri, öksüz kadının kendine küfüv olan bir erkekle evlendirilmesidir. Fâsık ve içkici, ya da zina-kâr bir erkekle, yahtıt nefret ettirici bir kusuru bulunan bir erkekle evlendi­rilmesi sahih olmaz. Aksine kocanın, olgunluk sıfatları açısından kendisine eşit olması ve emsali kadınlar için verilen kadar mehir vermesi gerekir. Âlimler demişlerdir ki: Kadın, küfüvlük ve benzeri şartlar gözönünde bulundurul­maksızın evlendirildiği takdirde, kocası gerdeğe girmemişse veya girdiği hal­de aradan uzun zaman geçmemişse, akid feshedilir. Ama gerdeğe girmiş ve aradan da uzun zaman geçmişse, meselâ aradan üç sene geçmiş veya aynı batında değil de muhtelif zamanlarda iki doğum yapmışsa feshedilmez. Meş­hur olan görüş budur. Bir kavle göre bu akid, mutlak surette fesh edilir. Ay­nı şekilde hâkim, velîsi kayıp olan ve henüz rüşdünü ispatlamamış olan bir kadını evlendirecek olursa; kocanın din, hürriyet, hal ve gidiş açısından ka­dına küfüv olduğunu tesbit etmeden ve mehr-i misil almadan, kadını onunla evlendirmesi caiz olmaz. Rüşdünü ispatlamış olup kendi işini kendi görecek durumda bulunan kadına gelince, hâkim, bu hususları tesbit etmeden de ka­dını o erkekle evlendirebilir. Çünkü bu alanda hak sahibi, kadının kendisi­dir. Kocayı beğendiği takdirde bu şartlardan vazgeçebilir. Mâlikîler şunu da söylerler: Hâkim, rüşdünü idrâk etmemiş olan kadım küfüvlük konusunu araştırmadan evlendirirse, nikâh akdi, başka bir nedenle iptal edilmezse, sa­hih olur. Bununla birlikte velî ve zevce, din ile hal ve gidiş konusundaki kü­füvlük şartından vazgeçebilirler. Kadın, kendisine karşı emniyetli olması şartıyla, bir fâsikla evlenebilir. Eğer kendisine karşı emniyetli değilse hâkim canları korumak için, her ne kadar kadın razı olsa bile, akdi reddeder. Velî, kadının kendi küfvü olmayan bir erkekle evlenmesine razı olur ve bu erkek, kadını boşadıktan sonra tekrar kendisiyle evlenmek ister, kadın da bu ikinci evliliğe razı olursa, velîsi buna engel olamaz.

Baba, yoksul olan kardeşinin oğlunu kendi zengin kızı ile evlendirmek isterse, kızın anası bu evliliğe itiraz edebilir mi, edemez mi? Bu meselede ih­tilâf vardır. Mâlikî mezhebinin kuralları, kıza zarar dokunacağından kor­kulması durumu dışında, ananın bu evliliğe itiraz etme hakkına sahip olmadığını ifâde etmektedirler.

Şâflîler dediler ki: Küfüvlük, bulunmaması utanmayı gerektiren bir şeydir. KüfüvlüğÜ, kocanın olgunluk ve eksiklik sıfatları açısından kadına eşit olması şeklinde formüle edebiliriz. Ancak nikâh ayıplarından salim ol­ma hususu bunun dışında kalmaktadır. Bu ayıplarda, eşlerden her birinin diğerine eşit ve denk olma şartı aranmaz. Meselâ eşlerin ikisi de cüzzamlı veya alacaklı olursa, her ikisi de nikâhı feshetme talebinde bulunabilir. "Her ikisinde de aynı ayıp vardır; feshetme talebinde bulunmaları doğru olmaz" denilemez. Zîra insan, kendinde bulunan bir ayıptan tiksinmediği halde ay­nı ayıbı başkalarında gömdüğünde tiksinebilir.

Neseb, din, hürriyet1 ve sanat bakımlarından küfüvlük nazar-ı itibâra alınır. Nesebi konusunda, insanlar arap ve acem (arap olmayanlar) olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Araplar da Kureyşli olan ve olmayan olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Kureyşliler birbirlerine küfüvdürler. Ancak Hâşimoğul-lanyla Abdülmuttaliboğulları müstesna olup Kureyşin diğer kollarındaki kim­seler bunlara küfüv olamazlar. Diğer kabilelere mensup araplar, Kureyş kabilesinden olanlara küfüv olamazlar. Kureyş dışındaki diğer araplar, bir­birlerinin küfvüdürler. Acemler (arap olmayanlar), anneleri arap olsa bile, araplara küfüv olamazlar.

Ayrıca kadın, kendisine mensup olmakla şereflendiği bir şahsa bağlı ise, kocanın da böyle bir şahsa mensub olması gerekir. Bu iki şahıs, arap da ol­salar acem de olsalar, hüküm aynıdır.

Özetle küfüvlük öncelikle türde muteber olur. Yani arap bir tür, acem-se bir başka türdür. Araplar da Kureyşli olan ve olmayan olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Arapların en faziletlileri Kureyşlilerdir. Kureyşliler arasın­da da farklılık vardır: Hâşimoğullanyla Muttalib oğullan, Kureyşin diğer kollarından daha faziletlidirler. Türde küfüvlük gerçekleşince, küfüvlüğün eşlerin şahıslarında da gerçekleşmesi gerekir. Kadın, kendisine mensub olmakla şereflendiği bir şahsa bağlı ise kocanın da o seviyedeki bir şahsa men­sub olması gerekir. Soyda (nesebte) muteber olan, analar değil babalardır. Ancak Hz. Fatıma (r.a.) nın kızları bu hükümden müstesnadırlar. Onlar Hz. Peygamber'e mensubturlar. Onlar, araplarla acemlerin en yüksek nev'idirler.

Araplar hakkında söylenenler, acemler hakkında da söylenir. Denilir ki: Farslar Nabatîlerden, îsrailoğulları da Kıbtîlerden faziletlidirler. Kadın, yüksek bir şahsa bağlıysa, kocanın da ona denk yüksek bir şahsa mensub olması gerekir. Bu farklılığın acemler için muteber olmadığı söylenmiştir.

Dine gelince; kocanın iffet ve ıstikamet-i hal açısından kadına eşit olması gerekir. Zina nedeniyle fâsık olan bir erkek, tevbe etmiş ve tevbesini tutmuş olsa bile iffetli bir kadına küfüv olamaz. Bazıları bu kaville fetva ver­mişlerdir. Ama kadın da, bu erkek gibi aynı şekilde fâsık birisi ise, koca ken­disine küfüv olur. Meselâ zina yapmış bir kadına, zina yapmış bir erkek küfüv olur. Ama erkeğin fâsıkhğı daha fazla veya başka türden olursa, kadına kü­füv olamaz. Sefihlik nedeniyle kısıtlılık altına alınmışsa, reşîde olan bir ka­dına küfüv olamaz.

Dinde babaların müslümanlıkları da nazar-ı itibâra alınır. Babası müs-lüman olmayan bir erkek, babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. İki babası müslüman olan bir erkek, üç babası müslüman olan bir kadına küfüv olamaz. Ancak sahabîler bu hükümden müstesnadırlar. Sahabî ken­disine oranla çok sayıda müslüman babası (baba ve dedeleri) bulunan tabiî kadına küfüv olur. Çünkü sahabîlerin, diğer kimselerden üstün ve erdemli oldukları, hadisle bildirilmiştir.

Hürriyete gelince, kendisinde kölelik şaibesi bulunan bir kimse, bu şai­beden salim bulunan bir kadına küfüv olamaz. Bu hususta analar değil, ba­balar göz önüne alınır. Öyleyse bir cariyeden doğan erkek, hür bir kadından doğan kadına küfüv olabilir.

Sanata gelince; çöpçülük, kupa vuruculuk (hacamatçılık), bekçilik ve tellâklık gibi örfen düşük olarak kabul edilen sanat erbabı, kıymetli sanat sahibi olan kadınlara, meselâ kadın bir terziye veya babası terzilik yapan bir kadına ve elektrik ustasına küfüv olamaz. Sanat sahibi bir kimse, tacirin kı­zma; tacirin oğlu da âlimin veya kadı'nın kızma küfüv olamaz. Örf, bu yol­da carîdir.

Küfüvlükte mal dikkate alınmaz. Yoksul bir erkek, zengin bir kadınla evlenecek olursa, ona küfüv olur. Yukarıda anlatılan özellikleri birbirleriyle karşılaştırmak caiz olmaz. Meselâ kadın hür ve fâsık olur da koca, köle ve salih bir insan olursa, onun bu köleliğini kadındaki fâsıklıkla karşılaştırıp bu iki olumsuz özelliği düşürüp yok saymak mümkün değildir. Aynı şekilde kadın arap ve fâsık olur da koca acem ve sâlih bir insan olursa, onun acemliğini kadındaki fâsıklıkla karşılaştırıp bu iki olumsuz özelliği düşürüp yok saymak mümkün değildir. Diğer olumsuz özellikler de bu örneklere kıyasla­nabilirler.

Razı olunmadığı takdirde küfüvlük, nikâhın sahih olması için şarttır. Bu, evlenecek olan kadınla velîsinin ortalaşa kullanabilecekleri bir haktır. önceki sayfalarda belirtildiği şekilde, kendisinde küfüvlüğün gerçekleşme­diği kocaya razı olmazlarsa, akid sahih olmaz. Önce de belirtildiği gibi kü­füvlük, mücbir velî tarafından yapılacak olan nikâh akdinin sahih olması için şarttır. Baba, cebir kullanarak kızım evlendirecek olursa, onu küfvü olan bir erkekle evlendirmesi şart olur. Ama kadın küfvü olmadığı halde o er­kekle evlenmeye razı olursa, nikâh akdi sahih olur. Artık itiraz etme hakkı da düşer. Ancak küfüv olmayan koca için râzılıkta, kadın eğer dul ise, ken­disini evlendiren velî mücbir olsa da olmasa da, bir kavle göre susması ye­terli olur. Bir kavle göre, kendisini evlendiren mücbir velî değilse, susması yeterli olmaz. Aksine razı olduğunu söyleyerek rızâsını sarahatle bildirmesi zorunlu olur.

Sonra bu hak kadın ile en yakın velîsine aittir. Uzak velîsi bu hakka sahip değildir. Burukluk ve iktidarsızlığa gelince, bu ayıplardan ötürü evlili­ğe itiraz etmek sadece kadının hakkıdır. Kadın eğer buruk veya iktidarsız bir erkeğe razı olursa, velîsi razı olmasa bile, akid sahih olur. Velînin bu ko­nuda rızâsı dikkate alınmaz. Çünkü bu hak sadece kadına özgüdür. Hür ka­dın, kendi küfvü olduğunu zannettiği bir kocaya razı olur da bilâhare kocanın köle olduğu anlaşılırsa veya kocanın ayıplı olduğu açığa çıkarsa, kadın için muhayyerlik hakkı doğar. Velî de bu evliliğe itiraz etme hakkına sahip olur. Akdi kendisinin yapmış olması, onun bu hakkım düşürmez. Ancak bu hak­ları, kocadaki aybin farkına vardıktan sonra razı olurlarsa düşer.

Bilindiği gibi küfüvlük, zevce tarafından dikkate alınır. Erkeğe gelince o, cariyeyle de evlenebilir, hizmetçiyle de... Zîra erkekler, seviyece kendile­rinden aşağıdaki kadınlarla evlenmekten utanç duymazlar. Babanın küçük yaştaki oğlunu, kendisine küfüv olmayan bir kadınla evlendirmesi sahih olur. Ama oğlu, buluğa erdiğinde muhayyerliğine (evliliği sürdürüp sürdürmeme seçeneğine) sahip olur. Ancak babanın küçük yaştaki oğlunu, bir câriye ve­ya çirkin bir kocakarı ile veya -her ne kadar feshi İcab ettiren bir ayıp değilse de- kör bir kadınla evlendirmesi sahih olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Küfüvlük, beş şeyde denk olmaktır:

1- Diyanet: Fâcir ve fâsık olan bir erkek, sâliha, adaletli ve iffetli bir kadına küfüv olamaz. Çünkü fâcir ve fâsığın şahitliği ve râvîliği kabul edil­mez. Bu da insaniyet açısından bir noksanlıktır.

2- San'at: Düşük değerdeki sanat erbabı, kıymetli sanat sahibi kimsele­rin kızlarına küfüv olamazlar. Kupa vuran (hacamatçı) veya çöpçülük ya­pan bir kimse, tüccarın veya manifaturacının kızına küfüv olamaz.

3- Mal zenginliği. Yani kendisiyle evlenilecek kadının mehir ve nafaka­sını verecek kadar mala sahip bulunmak. Mâlî sıkıntıda bulunan erkek, mâ­lî durumu müsait olan kadına küfüv olamaz, öyle ki, kendisiyle evlenilen kadının kocası evindeki durumu, babası evindeki durumuna göre değişme­melidir.

4- Hürriyet. Köle veya bir kısmı azâd edilen erkek, hür kadına küfüv olamaz.

5-Neseb: Acem (arap olmayan) erkek, arap kadına küfüv olamaz. Ve­lî, kadının rızâsını almaksızın onu küfvü olmayan bir erkekle evlendirİrse günahkâr ve fâsık olur.             

 

Kendileriyle Evlenilmesi Sahih Olmayan Kadınlar

 

Buraya kadar anlatılanlardan da öğrenildiği gibi, nikâhın ittifakla kabul edilen şartlarından biri de, kendisiyle evlenilecek kadının, üze­rine nikâh akdi yapılmasına müsait bir kadın olmasıdır. Erkeğe her­hangi bir sebeple haram kılınmış olan kadının üzerine nikâh akdi yapmak sahih olmaz. Bu sebepler iki kısma ayrılırlar:

a- Ebedî olarak haram kılınmayı gerektiren sebepler.

b- Geçici olarak haram kılınmayı gerektiren, yani ortadan kalk­tığı takdirde kadınla erkeğin evlenmelerini helâl kılan sebepler.

Ebedî olarak haramlığı gerektiren sebepler üç tanedir:

1- Akrabalık.

2-  Hısımlık.

3- Süt emişme.

Akrabalık ebedî haramlığı gerektirir ve üç türe ayrılır:

Birinci tür akrabalık: Kişinin usûl ve fürûu. Usûlü, anneleri (ana ve nineleri) dir. Kendisini doğuran anasıyla nineleri, kişiye haramdır. Nineler baba tarafından olsun, ana tarafından olsun, her ne kadar geriye doğru giderlerse gitsinler, kişiye haramdırlar. Fürûa gelince; bunlar kişinin kızları, kızlarının kızları, her ne kadar aşağıya doğru inerse insin oğullarının kızlarıdır.

İkinci tür akrabalık: Babanın fürûudur ki, bunlar kişinin kız kar­deşleridir. Öz olsun, baba bir, ya da ana bir olsun, her taraftan kız kardeşler kişiye haramdır. Kız kardeşlerin kızları ve çocuklarının kız­ları ile her ne kadar ileriye doğru giderlerse gitsinler erkek kardeşin kızları kişiye haramdır.

Üçüncü tür akrabalık: Dede ve ninenin fürûu. Bunlar da öz ol­sun, üvey olsun, kişinin teyze ve halalarıdır. Bunlarla da evlenmek haramdır.

Kişiye haram olan kadınlar bunlardır. Bunlardan başka kadın­larla evlenmek helâldir. Sözgefimi amca kızıyla, hala kızlarıyla ve teyze kızlarıyla evlenmek helâldir. Dede ve ninenin fürûundan sadece ilk batındakilerle evlenmek haramdır.

Hısımlığa gelince, bu nedenle kişiye haram olan kadınlar da üç türe ayrılırlar:

Birinci tür. Kişinin evlendiği kadının fürûu. Bir erkeğin evlenip de kendisiyle gerdeğe girdiği kadının (başka kocadan olan) kızı ken­disine haram olur, o kızla evlenemez. Kendisi besleyip büyütse de büyütmese de, o kız, kendisinin kefaletinde olan beslemesidir. Ko-, nuyla ilgili âyet-i kerîmede, bu kızların tavsifi yapılırken "Fihucûri-küm", yani "kucağınizdaki beslemeleriniz" kaydı konulmuştur. Bununla denilmek isteniyor ki: "Onlar, kendi kucağınızda besleyip büyüttüğünüz kızlarınız gibidir". Kişinin, bu üvey kızlarından doğan kızlarla ve onların kızlarıyla da evlenmesi haram olur. Ama üvey kı­zın anasıyla evlenme akdi yapıp da gerdeğe girmemişse, kişinin bu kızla evlenmesi haram olmaz.

İkinci tür. Zevcenin usûlü: Kişinin kendi karısının anasıyla, karı­sının anasının anasıyla, karısının anasının ninesiyle evlenmesi; -gerdeğe girmemiş olsabile- kendi karısıyla nikâh akdi yaptıktan sonra haram oiur. Bu nedenle denilmiştir ki: "Kızlarla nikâh akdi yapmak­la, kızların anaları haram olur. Analarla gerdeğe girmekle de kızları haram olur." Bunun sırrı şu olsa gerek: Hayatlarının ilk dönemlerin­de ve çocukluk çağlarında kızların erkeklere olan ilgisi fazla ve (sev­dikleri) erkekler için duydukları kıskançlık, aşırı denecek kadar çoktur. Kız üzerine yapılan nikâh akdinin, ananın o erkeğe olan tamahını ke­secek derecede kat'î olması gerekir ki, anayla kız arasındaki sevgi bağlarını koparacak olan kin ve hased meydana gelmesin. Oysa ana­da böyle bir durum düşünülemez. Ana (nikahlanmış olsa dahi) ken­disiyle gerdeğe girmemiş olan kocadan, sonsuz bir sevgiyle sevmekte olduğu kızı lehine vazgeçebilir ve bu durumda anayla kız arasındaki sevgi bağları da kopmaz.

Üçüncü tür. Babaların ve oğulların, kendileriyle cinsel temasta bulunmuş ofdukları kadınlar. Kişi, babasının veya oğlunun cinsel te­masta bulunmuş olduğu bir kadınla evlenemez.

Süt emişme (rada) ye gelince, neseb nedeniyle haram olan ka­dınlar, süt emişme nedeniyle de haram olurlar. Ancak yeri geldiğin­de de açıklanacağı gibi, bazı durumlar bundan müstesnadır.

Buraya kadar anlatılanlar, ebedî haram kılma sebepleriydiler. Ge­çici haram kılma sebeplerine gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Kişinin kendi mahrerniyle evlenmesi: Bir kimsenin iki bacıyı veya ana ile kızı kendi nikâhı altında bir arada tutması helâl olmaz.

2- Mülkiyet: Kadının, kendi mülkiyetindeki köleyle; erkeğin ken­di mülkiyetindeki cariyeyle evlenmesi helâl olmaz. Ancak azâd ettik­ten sonra evlenebilirler.

3- Şirk: Müslüman bir kimsenin, hiçbir semavî dine inanmayan müşrik bir kadınla evlenmesi caiz olmaz.

4- Üç talâkla boşama: Kişi, üç talâkla boşadığı karısını -bu ka­dın başka birisiyle evlenip de ondan boşanmadıkça- yeniden nikâhlayamaz.

5- Nikâh veya iddetle başkasının hakkının takılı kalması. İşte bu sayılan sebepler ortadan kalkınca haramlık da ortadan kalkar. Meselâ, dört kadınla evli bulunan bir erkeğin, bu kadınlardan birini boşayıp da kadının iddetini doldurmasından önce beşinci bir kadınla evlenememesi buna örnek olarak gösterilebilir.

 

Hısımlık Nedeniyle Haram Olma'nın Ne İle Sabit Olacağı

 

Hısımlık, akrabalığa benzer bir vasıftır ve bu vasıf dört şeyde ta­hakkuk eder:

1- Oğlun karısı: Bu kadın, kişinin kendi kızına benzer.

2- Zevcenin (önceki evliliğinde doğurduğu ve ikinci kocanın evi­ne beraberinde getirdiği) kızı. Bu da kişinin kendi kızı gibidir.

3- Babanın karısı (Üvey anne): Bu, anneye benzer.

4- Zevcenin anası: (Kaynana): Bu da anneye benzer.

Oğlun karısının, babanın karısının, kayınvalidenin sahih bir ni­kâh akdiyle kişiye haram kılındığı hususunda ittifak vardır. Baba, bir kadını nikahladıktan sonra onunla henüz gerdeğe girmemiş olsa bi­le, o kadın bu babanın oğluna, oğlunun oğluna, her ne kadar ileriye doğru gitse de oğlunun oğlunun... oğluna haram olur. Ama üvey an­nenin başka kocadan dünyaya getirdiği kızla evlenmek, kişiye haram değildir. Oğlun karısının başka kocadan elde etmiş olduğu kız, oğ­lun babasına haram değildir. Üvey babanın başka kadından elde et­miş olduğu kız İle o kızın anası kişiye haram değildir. Oğlun karısının anası, oğlun babasına haram değildir. Kişinin, üvey oğlunun karısıy­la evlenmesi haram değildir. Adamın biri, başka kocadan olma bir oğlu bulunan bir kadınla evlenir de, bu oğlun boşamış olduğu bir ka­rısı bulunursa, üvey babanın bu boşanmış kadınla evlenmesi helâl olur. Bir kimse bir kadınla evlenme akdi yaparsa, gerdeğe girse de, girmese de kendisine o kadının anası, her ne kadar geriye doğru git­se de anasının anası haram olur. Ama varsa, evlendiği kadının kızı, o kadınla gerdeğe girmeden kendisine haram olmaz.

Hısımlık nedeniyle haram oluş, sahih nikâh akdiyle sabit olur. Bu hüküm üzerinde hiç bir ihtilâf yoktur. Ve bu, tek kelimeyle böyle­dir. Fâsid akid, şüphe sonucu cinsel temas veya zina nedeniyle hı­sımlık haramhğı oluşur mu, oluşmaz mı? Mezhebler bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

(31) Hanefîler dediler ki: Fâsid nikâh akdi, hısımlık haramlığım oluş­turmaz. Bir kimse bir kadını fâsid biçimde nikahlarsa, o kadının anası o er­keğe haram olmaz. Hısımlık haramlığım oluşturan sebepler dörttür:

1- Sahih akid.

2- Sahih veya fâsid akidle veya zina ile olsun, cinsel temas.

3- Dokunup ellemek.

4- Erkeğin, kadının vaginasının iç tarafına bakması. Kadının da erke­ğin penisine bakması.

Cinsel temasın hısımlık haramlığım oluşturması için üç şartın gerçek­leşmesi gerekir:

a- Kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadın sağ olmalıdır.' Ölmüş bir kadınla cinsel temasta bulunan erkeğe o kadının kızı haram olmaz.

b- Kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadın, temastan zevk alma ya­şında olmalıdır. Bu da kadının dokuz yaşında veya daha büyük olmasıdır. Bir kimse, küçük yaştaki bir kadınla evlenir, bu kadınla evlendikten sonra boşar, kadın iddetini tamamladıktan sonra başka bir erkekle evlenir ve bir kız çocuğu doğurursa, birinci kocasının bu kızla evlenmesi caiz olur. Çünkü bu kızın anasıyla henüz küçük yaştayken cinsel temasta bulunmuştur. Aynı şekilde küçük yaştaki bir kadınla zina yapan kimse, bu kadının bilâhare başka bir kocanın nikâhındayken doğuracağı kızla evlenmesi haydi haydi helâl olur. Aynı şekilde hısımlık haramlığımn oluşması için cinsel temasta bulunan er­keğin şehvet sahibi olması şarttır. Mürâhik (buluğa yaklaşmış olan) bir ço­cuk, babasının karısıyla cinsel temasta bulunursa, o kadın artık babasına haram olmaz.

c- Cinsel temas, mak'adtan değil de, vaginadan yapılmalıdır. Bİr kimse bu kadınla mak'adından cinsel temasta bulunursa, o kadın kendisiyle temasta bulunan erkeğin usûl ve fürûuna haram olmaz. Homoseksüel iki erkek cin­sel temasta bulunurlarsa, yapılan erkeğin kızı, yapan erkeğe haram olmaz.. Hanefîlerin bakma ve dokunmayla da hısımlık haramlığımn oluştuğu görü­şünde oldukları, bu söylediklerimize karşı bir delil olarak ileri sürülmesin. Kadınla ters cinsel temasta bulunmada, bakma ve dokunmanın fevkinde tam bir lezzet bulunduğu bilinen bir gerçektir. Biz deriz ki: Bakma ve dokun­mayla hısımlık haramlığı oluşur. Çünkü bunlar, kadının ön organından cin­sel temasta bulunmaya yol açarlar ki, o organdan yapılan temas da hısımlık haramlığım oluşturur. Bunların önden temas yapmaya yol açmadıkları an­laşılırsa, hısımlık haramlığım oluşturmazlar. Dolayısıyla bakma veya dokun­mayla hısımlık haramlığımn oluşması için, bakarken veya dokunurken meni akmaması şart koşulmuştur. Şayet meni akarsa bunların, haramhğı oluştu­ran cinsel temasa yol açmamış oldukları açığa çıkar.   ,

Hısımlık haramlığım gerektiren cinsel temasın caiz bir temas olması da şart değildir. Hayızlı ve nifaslı kadınla yapılan cinsel temas nedeniyle de hı­sımlık haramhğı sabit olur. Hac ihramında bulunan veya oruçlu olan bir er­keğin cinsel temas yapması nedeniyle de hısımlık haramhğı sabit olur.

Dokunmayla ilgili şartlarsa şunlardır:

1- Dokunma, arada perde veya örtü gibi bir engel bulunmaksızın vuku-bulmalıdır. Ya da vücut ısılarının biribirlerine geçmesine engel olmayan bir perde Üzerinden vukûbulmahdır.

2- Dokunma, baştan aşağıya salıverilen saçlardan başka kısımlar üze­rinde vukûbulmahdır. Aşağıya Sarkıtılan saçlara dokunmak, şehvetle de olsa hısımlık haramlığı oluşturmaz. Fakat başa bitişik ve yapışık olan saça dokunmak hısımlık hanmlığım oluşturur.

3- Dokunma, şehvetle yapılmalıdır. Erkeğin kadına dokunmasında şeh­vetin sınırı; penisinin oynamasıdır. Eğer zaten oynamaktaysa, o zaman da daha fazla oynamasıdır. Kadının şehvetinin smırıysa, kalbinin hareket et­mesi ve lezzet duymasıdır. Çok yaşlı erkek de kadın gibidir.

4- Kadının, dokunma nedeniyle lezzet duyduğunu belirtmesi halinde, erkeğin onun doğru söylediğini kuvvetle zannetmesidir. Oğlun, (babanın ka­rısına) dokunma nedeniyle lezzet duyduğunu haber vermesi halinde, baba, onun doğru söylediğini kuvvetle zannetmelidir. Aksi takdirde hısımlık ha-ramhğı oluşmaz.

5- Lezzet, dokunmayla birlikte hissedilmelidir. Lezzetsiz olarak doku­nur da bilâhare lezzet duyarsa, bu dokunması hısımlık haramliğını oluşturmaz.

6-  Dokunma nedeniyle meni akmamahdır.

7- Dokunulan kadın dokuz yaşından küçük olmamalı ve dokunan er­kek, şehvetli olmalıdır. Kadın küçükse, ya da kadın küçük ama erkek mürâ-hikse (bulûğa yaklaşmış ise), hısımlık haramlığı oluşmaz.

Bakmayla ilgili şartları da şöylece sıralayabiliriz:

1- Bakış, kadının vaginasının özellikle yuvarlak deliğinin içine yapılma­lıdır. Kuvvetli olan görüş budur. Bu bakış da ancak, kadının sırtını bir yere dayaması halinde gerçekleşebilir. Kadın ayakta duruyor veya bir yere dayan­maksızın oturuyorsa orası görülemez. Bakan kadınsa, özellikle erkeğin pe­nisine bakması şarttır. Erkeğin veya kadının başka taraflarına bakmakla, hısımlık haramlığı oluşmaz.

2- Dokunmada olduğu gibi, bakmanın da şehvetle olması şarttır. Kuv­vetli görüşe göre bakmakta şehvetin sınırı, dokunmadaki sınır gibidir.

3- Vaginanın aynada veya sudaki görüntüsünü değil fakat bizzat kendi­sini görmek şarttır. Bir erkek, sırtını bir yere dayamış olan kadının vaginası­nın içini aynada şehvetle seyrederse, bu bakış hısımlık haramlığım oluşturmaz. Aynı şekilde erkek, su kıyısında duran kadının vaginasının aksini suda gö­rürse, bu hısımlık haramlığım oluşturmaz. Ama kadının kendisi berrak bir suyun içinde dururken erkek onun vaginasını suda görürse, bu görüşü, hı­sımlık haramlığmı oluşturur. Çünkü vaginanın suretini değil, aslını görmüştür.

4-  Bakışla birlikte şehvet hissedilmelidir.

5- Dokunmada da olduğu gibi, bakma nedeniyle meni akmamahdır.

6- Kendisine bakılan kadın, küçük yaşta ve şehvetsiz, veya ölü biri ol­mamalıdır. Ya da bakan erkek, önce de belirtildiği gibi mürâhik (buluğ ça­ğına yaklaşmış) olmamalıdır. Bakma veya dokunma şehvetle olduğu takdirde kasıtlı da olsa unutarak veya zorlanarak da olsa aynı hükme tâbidir. Bunla-nn hepsiyle de hısımlık haramlığı sabit olur.

Zînâya gelince; bu, mükellef bir erkeğin kölelik ve kölelik şüphesinden uzak olan şehvetli bir kadınla vaginasından temasta bulunmasıdır. Zina ne­deniyle neseb ve radâ bakımından hısımlık haramlığı sabit olur. Adamın bi­ri bir kadınla zina yaparsa, o kadın, o erkeğin usûl ve fürüuna haram olur. O erkeğin ne babasıyla, ne de oğluyla evlenebilir. O kadının da usûl ve fü-rûu o erkeğe haram olur. O erkek, ister kendi döl suyundan, ister başkası­nın döl suyundan doğmuş olsun, o kadının kızıyla, kızının kızıyla...evlenemez. Yine o kadının anasıyla, anasının anasıyla...evlenemez. Ama o kadının kız kardeşiyle evlenebilir. O kadının usûl ve fürûu, kendisiyle zina yapan erke­ğin usûl ve fürûuna helâl olur. Meselâ birinin oğlu, diğerinin kızıyla evlene­bilir. Yalnız o kadının çocuğunun, o erkeğin döl suyundan doğmuş olmaması, ayrıca erkeğin döl suyundan kaynaklanan o kadının sütünü emmemiş olma­sı şarttır. Adamın biri bir kadınla zina eder, o zina nedeniyle kadın hâmile kalıp doğurur, sonra da*kendİ sütüyle başka bir kızı emzirirse, zina yapan erkeğin o kadın tarafından emzirilen bu kızla evlenmesi helâl olmaz. Çünkü bu kız, o erkeğin süt kızıdır. Bu kız kendisine helâl olmadığı gibi, o erkeğin usûl ve fürûuna da helâl olmaz. Bu kız helâl olmadığı gibi o kadının bu zina dolayısıyla doğurmuş olduğu kız da o erkeğe, erkeğin usûl ve fürûuna helâl olmaz. Çünkü bu kız, kendi döl suyundan doğmuş veya zina yaptığı kadının sütünü emmiş de olsa kendi bedeninin bir parçasıdır. Bu kız, o erkeğin am­casına ve dayısına haram olmaz. Çünkü bu şahıslarda, o erkeğin parçası ol­ma durumu sözkonusu değildir. Kızın, zina yapan erkeğin nesebinden olduğu sabit değildir ki, erkeğin amcasına ve dayısına haram olsun.

Bu anlatılanlardan öğrenildiğine göre, kızının mahremliği kendisine bağlı olan kadınla cinsel temasta bulunmak şartı olmaksızın, önceki sayfalarda anlatılan şartlar çerçevesinde, o kadına şehvetle bakmak, ya da dokunmak hısımlık haramlığının sabit olması için yeterlidir.

Şâfiîler dediler ki: Hısımlık haramlığının oluşması için kendileriyle cinsel temasta bulunma şartı koşulan kadınlar üzerine fâsid bir nikâh akdi yapmak da hısımlık haramlığım gerekli kılar, örneğin bir anayı ele alacak olursak, bu ana ile cinsel temasta bulunulmadan, kızı, kendisiyle cinsel te­masta bulunmak isteyen erkeğe haram olmaz. Meselâ bu kadın üzerine fâ­sid bir nikâh akdi yapan kimse, bu akde dayanarak o kadınla cinsel temasta bulunursa; artık bu kadının kızı, kendisiyle temasta bulunan erkeğe haram olur. Ama sırf nikâh akdi nedeniyle mahrem olan kadınlara gelince, bunla­rın haram olmaları için, yapılan akdin sahih olması şarttır. Örneğin bir kızı ele alalım:.Sahih olması şartıyla bu kızın üzerine bir nikâh akdi yapan kim­se, -kızla cinsel temasta bulunmasa bile- artık bu kızın anası ile evlenemez. Kız üzerine fâsid bir nikâh akdi yapar ve cinsel temasta bulunmazsa, o kızın anasıyla evlenebilir. Ama fâsid de olsa nikâh akdinden sonra kızla -mak'adtan da olsa- cinsel temasta bulunursa, artık bu kızın anasıyla evlenmesi haram olur. Babanın karısı da bunun gibidir. Bu kadın da, babanın yaptığı nikâh akdinden sonra artık babanın oğluna haram olur. Ancak babayla yapılan nikâh akdinin sahih olması da şarttır. Nikâh akdi fâsid olsa bile, baba ger­değe girip de cinsel temasta bulunursa, artık bu kadın babanın oğluna ha­ram olur. Oğlun karısı da böyledir. Bu kadın da sırf nikâh akdi ile artık oğlun babasına (kayınpedere) haram olur. Yalnız, önce de belirtildiği gibi, bu ni­kâh akdinin de sahih olması şarttır.

Böylece hısımlık haramhğının iki şeyle vukûbulduğunu öğrenmiş ol­maktayız:

a- Sahih akid.

b- Cinsel temas. Bu temas; sahih veya fâsid akde dayanılarak da yapıl­sa, kadının mak'adından bile olsa, şüphe sonucu olarak da yapılsa aynı so­nucu doğurur. Erkeğin kadına bıraktığı suyu, kadının bir başka kadının vaginasına aktarması da cinsel temas gibidir. Şöyle ki: Bir erkek, sahih bir nikâh akdine dayanarak bir kadınla (eşiyle) cinsel temasta bulunur ve dölsu­yunu eşinin vaginasına akıtırsa, onun bu suyu saygın olur. Yani zinadan el­de edilmiş değildir. Diyelim ki eşi, bir başka kadınla sevişip oynaşır ve kendi vaginasında bulunan kocasına ait dölsuyunu o kadının vaginasına aktarır-sa, kadın da bu nedenle hâmile kalıp bir erkek çocuk doğurursa; bu erkek çocuk, anasıyla sevişen kadının kocasının oğludur. Erkeğin dölsuyunu vagi­nasında taşımakta olan eşi, bu suyu, erkeğin ikinci olarak alıp da kendisiyle henüz temasta bulunmamış yeni eşinin vaginasına aktarırsa, bu yeni eşten doğan kız, o erkeğe haram olur. Çünkü dölsuyunun bu şekilde yeni eşine aktarılması, cinsel temas sayılır.

Zinaya gelince, o, hiç bir halde hısımlık haramlığını oluşturmaz. Çün­kü hısımlık, Allah tarafından ihsan edilen bir nimettir ki bu nimetin, haram kılınmış olan bu fiille ortadan kalkması doğru olmaz. Hısımlık haramiığı zi­na ile vukûbulmadığı gibi, hiç bir halde şehvetli olarak dokunma veya bak­mayla da vukûbulmaz.

Şüphe sonucu yapılan cinsel temasa örnek olarak, bir kimsenin kendi, karısı olmadığı halde karısı zannederek bir kadınla temasta bulunması ola­yını gösterebiliriz. Bu şüpheye failin (temas yapanın) şüphesi denir. Böyle yapan bir kimsenin yaptığına ise ne helâl, ne de haram diyebiliriz. Şüphe te­ması ile neseb sabit olur ve iddet beklemek gerekir. Şu da var ki, erkeğin, zinası sonucu doğan kızıyla evlenmesi caiz olur. Adamın biri bir kadınla zi­na yapar ve bu kadın ondan hâmile kalıp bir kız çocuğu doğurursa, o erkek bu kızla evlenebilir. Çünkü zina suyu, mahremliğin oluşmasını gerektirmez. Bu kız o erkeğe helâl olduğu gibi onun usûl ve fürûuna da helâl olur. Ancak erkeğin, o kızı nikahlaması mekruhtur. Ama zinadan doğan erkeğin anası­nın durumu bunun tersidir. Diğer anaların, oğullarına haram oluşu gibi. Zi­nadan doğan erkeğin anası da kendisine haram olur. Çünkü bu erkeğin nesebi, o kadından sabittir. Ana ile oğul biribirlerine mirasçı olurlar.

MÂlikîler dediler ki: Hısımlık mahremiyeti, fâsid akidle de sabit olur. Fâsid akid iki türlüdür:

a- Fâsidliğinde icmâ edilen akid.

b- Fâsidliğinde diğer mezheblerde icmâ edilmeyen akid.

Fâsidliğinde icmâ edilen akid, cinsel temas, ya da bu temasın Öncülü olan hareketlerde bulunulmadan hısımlık haramlığını oluşturmaz. Bir erke­ğin, iddet beklemekte olduğundan haberi olmadan, iddetteki bir kadını ni­kahlaması, ya da kendi süt kardeşi olduğunu bilmeden, süt kardeşi olan bir kadınla nikâhlanması gibi. Bu nikâhın fâsid olduğunda icmâ vardır. Böyle bir nikâha dayanarak kadmla cinsel temasta bulunan erkeğe had tatbik edil­mez. Çünkü bunda şüphe vardır. İşte bu nikâh akdi, kendisine dayanılarak yapılan cinsel temas, ya da temasın öncülü olan hareketler vukûbulmadığı takdirde hısımlık haramlığını oluşturmaz.

Fâsidliğinde icmâ Edilmeyen, meselâ Mâlikîler dışında da bazı âlimlerin sahih saydığı nikâh akdine gelince, bu, tıpkı sahih nikâh akdi gibi hısımlık mahremiyetini oluşturur. Örneğin hac ihramında bulunan bir kimsenin ni­kâhı Mâlikîlere göre fâsid, Hanefilere göre sahihtir. Velîsiz olarak kadının kendi nikâh akdini yapması da aynı hükme tâbidir.

Başkasının onaylamasına dek askıda bırakılan nikâh akdi de fâsid akid statüsündedir. Baba gaipte bulunan akıllı ve baliğ oğlunu, iznini almaksızın evlendirir, oğlu da bu evliliğe razı olmayıp nikâhı reddederse, bu nikâh fâ­sidliğinde icmâ edilmeyen nikâh akdi gibi olur. Sahih akidle oluşan hısımlık mahremiyeti, bu nikâh akdi nedeniyle de oluşur. Nikâh akdinin iki büyük kimse arasında yapılması şart değildir. Küçük yaştaki erkeğin, yine küçük yaştaki kız üzerine yapacağı nikâh akdi de hısımlık mahremiyetini oluşturur.

Zinaya gelince; mûtemed kavle göre bu, hısımlık mahremiyetini oluş­turmaz. Bir kimse zina yaptığı bir kadının usûl ve fürûuyla evlenebileceği gibi, bu kimsenin oğlu veya babası da o kadınla evlenebilir. Zina suyuyla doğan kızın, zina yapan erkeğe ve bu erkeğin usûlü ile fürûuna mahrem olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır. Mûtemed görüşe göre bu kadın, onla­ra mahrem olur. Adamın biri bir kadınla zina eder ve o kadın da bu zinadan ötürü hâmile kalır ve bir kız çocuğu doğurursa, bu kız o erkeğe, o erkeğin usûl ve fürûuna mahrem olur. Herhangi bir kız çocuğu o kadının sütünü emer­se, o kız da bu erkeğe mahrem olur. Çünkü o kadındaki süt, bu erkeğin gayr-ı meşru teması sonucunda meydana gelmektedir. Şâfiîlerin de dedikleri gibi bazı kimseler, zina suyundan doğan kızın mahrem olmayacağını söylemiş­lerdir. Bu erkekle o kızın birbirlerine mirasçı olmayacaklarını delil sayarak o kızın, bu erkeğin kızı olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca bu erkeğin o kızla tenhâda buluşması caiz olmadığı gibi, onu evlendirmek için kendisine karşı cebir kullanma yetkisinde olmadığı da ittifakla sabittir. Şu halde o kız nasıl bir erkeğin mahremi olur? Ve bu kızın anasının sütü, nasıl olur da mahrem kılıcı bir unsur olur? Mûtemed olmasa bile bu güzel bir görüştür. Zinadan doğan erkek çocuk da zinadan doğan kız gibidir. Kendisiyle zina yapılan kadın bir erkek çocuk doğurursa, bu çocuğa kendisini doğuran kadınla temasta bulunan (babasın)ın usûl ve fürûu haram olur. Kardeşin zina suyundan do­ğan kız, zina yapan erkeğin kardeşine helâl olur. Kadın hâmileyken onunla zina yaparsa, karnındaki kız çocuğu, zina yapan erkeğin kardeşine haram olmaz. Bir kavle göre, (kardeşi) onu kendi suyuyla suladığı için haram olur. Ama meşhur olan görüşe göre haram olmayacağıdır.

Şu da var ki, analara duhulde cinsel temas şart değildir. Aksine öldük­ten sonra bile kadından lezzet duymak, mahrem olma bakımından yeterli­dir. Lezzet bulduğu takdirde erkeğin, onun vücudunun iç kısımlarına bakmasıyla, lezzetlenme olgusu meydana gelmiş olur. Her ne kadar bakan kişi, lezzetlenme amacını gütmese de... Ama lezzetlenme amacını güder ve lezzet bulmazsa, lezzetlenme olgusu meydana gelmez. Fâsid de olsa bir ka­dın üzerine nikâh akdi yapan kimse, belirtilen şekilde lezzetlenirse, kendisi­ne o kadının usûlü haram olduğu gibi, kızı ve her ne kadar ileriye doğru gitse de kızının kızı da haram olur. O kadının yüzüne ve ellerine bakması mah-remlik olgusunu vukua getirmez. Ancak yüzünü, elini veya ağzını öpmesi, ya da ona şehvetle dokunması, mahremliğin oluşmasına neden olur.

HANBELÎLER dediler ki: Hısımlık mahremiyeti fâsid akidle de sabit olur. Fâsid akid; Hanbelîlere göre helâl kılma, muhsın kılma, mirasçı olma, zifaftan önce ayrılma nedeniyle kadına mehrin yarısının verilmesi gibi hü­kümler dışındaki nikâh hükümlerini sabit kılar.

Fâsid nikâh, üzerine akid yapılan kadınla cinsel temasta bulunmayı he­lâl kılmaz. Ya da üç talâkla boşanan bir kadını fâsid akidle nikahlayarak boşadıktan sonra, bu kadın artık ilk kocasına helâl olmaz. Fâsid akde daya­nılarak kendisiyle temasta bulunulan kadın ihsan (iffet) ile nitelenemeyeceği gibi, kendisiyle temasta bulunan erkek de ihsan (iffet) ile nitelenemez. Fâsid akidle nikahlanan kadınla erkek, biribirlerine mirasçı olamazlar.

Fâsid nikâhla evlenen çiftler, gerdeğe girmeden ayrılacak olurlarsa, er­keğin kadına yarı mehir vermesi gerekmez. Bu saydıklarımızın dışında ka­lan nikâh ahkâmı, meselâ hısımlık mahremiyeti ve diğer bazı hükümler, fâsid nikâh akdiyle sabit olur. Mezhebin açık ve kuvvetli görüşü budur. Bazıları ise hısımlık mahremiyetinin fâsid nikâh akdi nedeniyle oluşmayacağını söy­lemişlerdir.

Sahih olsun, fâsid olsun, sırf nikâh akdiyle mahrem olan kadınlar şun­lardır: Babanın ve her ne kadar geriye doğru yükselse de büyük babaların zevceleri. Oğlun ve her ne kadar ileriye doğru gitseler de oğlun oğlunun ka­rısı. Karısının neseb veya süt anası, anasının anası.

Anılan kadınlar dışındaki kadınlarla yapılan mahrem kılıcı cinsel tema­sa gelince; bu temasın, aslî tenasül organına yapılması şarttır. Erseliğin tenâsül organından, ya da iki vaginası bulunan bir kadının aslî olmayan vaginasından yapılan cinsel temas, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Edi­len şahıs kadın olsun erkek olsun, mak'adtan yapılan cinsel temas, hısımlık mahremiyetini oluşturur. Edene ve edilene bir diğerinin anası ve kızı ile ev­lenmek haram olur. Homoseksüel bir erkekle yapılan cinsel temas, normal bir kadınla yapılan cinsel temas gibi, hısımlık mahremiyetini oluşturur. İki temas arasında hiçbir fark yoktur. Kesin olan hüküm budur. Yalnız Şerhû'l Muknî'de denilir ki: "Doğrusu livata, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Zîra mahrem kadınlardan bahseden âyette, hakkında kesin hüküm ve nass bulunan, oğlan değil de kızdır. Şu halde kendisine cinsel temas yapılan erke­ğin anası ile cinsel temasta bulunan erkeğin anası "haram kılınanların dışın­da kalanlar size helâl kılındı" âyet-i kerîmesinin kapsamına girmektedirler."

Cinsel temasın hısımlık mahremiyetini oluşturması için; yapan erkeğin (en az) on yaşında bulunması, penisinin başı vagina, ya da mak'adta kaybo­lacak şekilde içeri girmesi, yapılan kadının da (en az) dokuz yaşında bulun­ması şarttır. Erkek on, kadın dokuz yaşından küçük olurlarsa, bunların kendi aralarında yaptıkları cinsel temas sonucu hısımlık mahremiyeti oluşmaz. Sekiz yaşındaki bir erkek çocuk, penisinin baş kısmım yaşı büyük bir kadının va-ginasma sokarsa, ya da dokuz yaşından küçük bir kızın vaginasına girdirir-se, bu temas sonucunda hısımlık mahremiyeti oluşmaz. Hısımlık mahremiyetinin oluşması için yapan erkekle, yapılan kadının canlı olmaları şarttır. Eğer bu gibi durumlar ölü biri üzerinde vukua gelirse, bunun hiç bir etkisi olmaz.

Helâl temas sonucunda hısımlık mahremiyetinin oluştuğu hususunda hiç bir ihtilaf yoktur. Şüphe ve zina sonucu yapılan temasa gelince, mezhebin sahih görüşüne göre bu temas, hısımlık mahremiyetini oluşturur. Adamın biri, bir kadınla zina yaparsa, o kadının anası ve kızı kendisine mahrem olur. O kadın da kendisinin babasına ve oğluna mahrem olur. Şüphe sonucu ya­pılan temas da böyledir. Meselâ bir kişi, kendi karısı sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunduktan sonra onun kendi karısı olmadığı açığa çıkarsa, temas edilen kadın, o erkeğin usûl ve fürûuna mahrem olur. O ka­dının fürûu da aynı şekilde mahrem olur. Anaların (kızlarının erkeğe mah­rem olmaları için) o analarla gerdeğe giren erkeklerin kendileriyle cinsel temasta bulunmuş olmaları şarttır. Meselâ bir kızı olan bir kadın üzerine fâ­sid olsun, sahih olsun nikâh akdi yapan bir erkeğe -henüz gerdeğe girmeden-o kadının kızı mahrem olmaz. Erkekle kadının tenhada buluşmaları, erke­ğin vagina dışında kalan kısımlardan lezzetlenmesi, şehvetle bakması, öp­mesi, ellemesi ve cinsel temasın öncülü olan hareketlerden herhangi birini yapması, hısımlık mahremiyetini oluşturmaz. Ancak cinsel temasın kendisi bu mahremiyeti oluşturur. Bilindiği gibi bu temas şüpheyle de olsa,,fâsid ve­ya sahih bir akidle de olsa, sahih görüşe göre zina ile de olsa, hısımlık mah­remiyetinin oluşmasına sebep teşkil eder.

 

İkisi Birlikte Aynı Kocanın Nikâhı Altinda Bulunamayacak Kadınlar

 

ikisinden herhangi biri erkek olarak düşünüldüğü takdirde, ev­lenmeleri haram olan iki kadını aynı kocanın kendi nikâhı altında bi-rarada bulundurması haram olur. Meselâ iki kızkardeşi bir arada nikâh altında bulundurmak haramdır. Çünkü bu iki kizkardeşten birini erkek olarak düşünürsek, erkek olarak düşündüğümüzün kendi kız kardeşiyle evlenmesi caiz olmaz. Kızla halası veya teyzesini de aynı nikâh altında bir arada bulundurmak caiz olmaz. Bu üçünden birini erkek olarak düşünecek olursak; erkek olanın diğerini nikahlaması caiz olmaz. Meselâ halayı erkek olarak düşünürsek, bu amca olur ki, kardeşinin kızıyla evlenmesi caiz olmaz. Kızın kendisini erkek olarak düşünürsek, diğeri onun halası olur ki, yine onu nikahlaması caiz ol­maz. Teyzeyi erkek olarak düşünürsek, bu dayı olur ki, bacısının kı­zıyla evlenmesi caiz olmaz. Kızı erkek olarak düşünürsek, teyzeye nisbetle bacısının oğlu olur ki, onun da teyzesini nikahlaması caiz olmaz.

Diğer benzer durumlar da bunlara kıyaslanabilir. Şu halde ka­dınla, kocasının başka hanımından doğan bir kızı, bir erkeğin nikâhı altında bir arada bulundurmak caiz olur. Bir zevcesi ve başka zevce­den doğma bir kızı olan bir kimse bu kızın anasını boşar veya kendi­si ölürse; başka bir erkek, ölen kocanın eşi ile kocanın diğer kadından olan kızını birlikte kendi nikahı altına alabilir. Çünkü kadını erkek ola­rak düşünürsek, bu kız kendisinin yabancısı olur ve bu kızla evlene­bilir. Aynı şekilde kızı erkek olarak düşünürsek de durum değişmez. Kocanın anası da kocanın kızı gibidir. Onunla kocanın zevcesini, baş­ka birinin kendi nikâhı altında bir arada bulundurması caiz olur. Çünkü kocanın ölümünden, ya da boşamasından sonra ikisi, birbirine ya­bancı olurlar.

Birbirine hala veya teyze olan iki kadını aynı kocanın nikâhı al­tında bir arada bulundurmak da caiz olmaz.

Örnek 1: İki erkek, birbirlerinin analarıyla evlenirde bu kadınlar­dan her biri bir kız çocuğu doğurursa, bu kızlardan her biri diğerinin halası olur. Çünkü babasının ana bir kızkardeşi olur. Mehmet, Bekir'in annesiyle evlenir ve Bekir'in annesi ve aynı zamanda Mehmed'in ka­rısı olan kadın bir kız çocuğu doğurursa, bu kız, Bekir'in ana bir kız­kardeşi olur. Bu kızlardan her biri, diğerinin babasının bacısı ve birbirlerinin de halaları olurlar. İkisini aynı kocanın nikâhı altında bir arada bulundurmak caiz olmaz.

Örnek 2: İki erkek, birbirlerinin kızlarıyla evlenirse, mesela Meh­met, Bekir'in Hâle adlı kızıyla evlenir ve bu evlilikten Esma adlı bir kız çocuğu doğarsa, Bekir Esma'nın dedesi olur. Bekir de Mehmed'­in Şeyma adlı kızıyla evlenir ve bu evlilikten de Sümeyra adlı bir kız çocuğu doğarsa Mehmet, Sümeyra'nın dedesi olur. Burada Esma, Şeyma'nın baba bir kızkardeşi ve Şeyma'nın kızı Sümeyra'nın da tey­zesi olur. Sümeyra ise Hâle'nin baba bir kız kardeşi ve ayrıca Esma'­nın da teyzesi olur.

Hala ve teyzeyi de aynı kocanın nikâhı altında bir arada bulundurmak caiz olmaz. Örneğin adamın biri bir kadınla evlenir, oğlu da o kadının anasıyla evlenir ve bu kadınların İkisi de çocuk doğururlar­sa oğlun kızı, babanın kızına teyze olur. Çünkü onun anasının ana-bir bacısıdir. Babanın kızı da oğlun kızının halası olur. Çünkü onun babasının baba bir bacısıdır. Hz.Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kadın halası üzerine, hala da kardeşinin kızı üzerine nikâhla-namaz. Ne büyük küçük üzerine, ne de küçük büyük üzerine.

Bir kimse, aynı nikâh altında bulundurulmaları helâl olmayan iki kadını birlikte nikâhlasa bile, bu akdin varlığını devam ettirmemesi ve mezheblerin tafsilâtına göre evliliği feshetmesi zorunlu olur.

Şunu da belirtelim ki, yeri geldiğinde açıklanacak olan bazı du­rumlar müstesna olmak üzere neseb ile mahrem olan kadınlar, radâ (süt emişme) ile de mahrem olurlar.

 

(32) Hanefîler dediler ki: Bir kimse, iki kız kardeşi ve buna benzer ola­rak bir arada aynı kocanın nikâhı altında bulundurulmaları caiz olmayan iki kadını kendi nikâhı altında bulundurursa, ikisini ya ayrı ayrı nikâh akidleriyle kendi nikâhı altında biraraya getirmiştir, ya da tek nikâh akdiyle iki­sini kendi nikâhı altında biraraya getirmiştir.

Eğer tek akidle biraraya getirmişse kendisiyle onlar, birbirlerinden ay­rılırlar. Kendileriyle henüz gerdeğe girmemişse, bu kadınlar mehirden yana hak sahibi olamazlar. Ayrılmaları gerdeğe girildikten sonraysa, nikâh ak­dinde her bir kadın için verilecek olan mehir miktarı belirtilmişse ve belirti­len miktar mehr-i misilden az ise, kadınlar bu mehri alırlar. Eğer mehr-i misilden fazlaysa, mehr-i misil alırlar. Gerdeğe girme dolayısıyla en az olan mehri hak ederler. Akidte belirtilen mehir daha az ise onu, yok eğer mehr-i misil daha az ise onu alırlar.

Bu iki kadım ayrı ayrı nikâh akidleriyle kendi nikâhı altında bir araya getirmişse, bu akidlerden Öncekini ya bilir veya bilmez. Eğer bilirse, önceki akid sahih, ikinci akid bâtıl olur. İkincisinden ayrılması farz olur. Ayrılmazsa ve kadı da durumdan haberdarsa, onları birbirinden ayırması vâcib olur. Son­ra bu ayrılma, gerdeğe girmeden önce olursa, kadın mehirden yana hak sa­hibi olamaz. Nikâh akdi de herhangi bir hükmî sonuç doğurmaz. (Meselâ kadının iddet beklemesi gerekmez.) Ama bu ayrılık, gerdeğe girdikten ve cinsel temastan sonra olmuşsa, önce de belirtildiği gibi, mehr-i misil veya mehr-i müsemmâ alır. İddet beklemesi de gerekir. Bu cinsel temas nedeniyle doğan çocuğun nesebi de sabit olur. İkinci kadınla cinsel temasta bulunursa, nikâh akdi sahih olarak gerçekleşmiş olan birinci kadınla cinsel temasta bulunma­ması vâcib olur. Çünkü bacısının iddeti tamamlanıncaya dek, o, kendisine mahrem olur. Ama ikinciyle temasta bulunmamışsa, nikâhı sahih olan bi­rinciyle cinsel temasta bulunabilir. Çünkü cinsel temas olmaksızın salt bîr fâsid nikâh akdi hiçbir sonuç doğurmaz.

Akidlerden hangisinin daha önce olduğunu bilmiyorsa, unutmuş veya açıklama imkâmna sahip değilse, her ikisinden de ayrılması farz olur. Ayrıl­maz ve kadı da durumdan haberdar olursa, açıklamada bulunması için ko­caya emretmesi vâcib olur. Koca, bir açıklamada bulunmazsa, kadi'nm kendilerini ayırması gerekir. Kadi'nın ayırması bir talâk sayılır ki, bu üç olan talâk sayısından bir eksiltir. Sonra koca bu kadınlardan biriyle evlenmek is­terse ve daha önce kendileriyle temasta bulunmamışsa, hemen evlenebilir. Ama daha önce temastaibulunmuşsa, ancak kadının iddetini tamamlama­sından sonra kendisiyle "evlenebilir. İkisinden birinin iddeti dolunca, iddeti dolmayanla evlenmesi sahih olur. Çünkü iddetini dolduranla evlenecek olursa, iki bacıyı nikâhı altında bir arada bulundurmuş olur. Nikâh akdinin sahih olması için, boşanan bacının iddetinin tamamlanması şarttır.

îki ayrı akidle nikahlanıp da önce hangisinin nikâhlandığmın bilinme­mesi durumunda kadınlara verilecek olan mehre gelince, buradaki ayrılık ger­dekten önce veya gerdekten sonra olur. Her iki durumda da kadınlardan her biri için mehir olarak belli bir miktar vereceğini belirtmiş veya belirtmemiş­tir. Ayrılık gerdekten önce olursa, kadınların her birine yan mehir verilir. Bunun da iki şartı vardır:

1- Nikâh akdi yapılırken her birisine vereceği mehrin miktarını belirt­miş olmalıdır.

2- Her biri için belirtmiş olduğu mehir miktarı, diğerininkine eşit olma­lıdır. Mehir miktarı olarak hiçbir şey belirtmemişse, kadınlar mehirden ya­na hak sahibi olamazlar. Sadece mutayı hak ederler. (Mutayla ilgili açıklama, mehir bahsinde verilecektir.)- Her biri için farklı miktarlarda mehir verece­ğini belirtmişse kadınlardan her biri, kendileri için takdir edilen mehrin dörtte birini alır.

Ayrılık gerdekten sonra olursa, her ikisinin mehri kesinlik kazanır ve ödenmesi gerekir. Ancak bu mehri ne şekilde hak edeceklerdir? Bu mesele şüphesiz ki biri sahih, diğeri fâsid olan iki nikâh akdini kapsamaktadır. Ama kadınlardan hangisinin nikâhının sahih olduğu bilinemez. Bilindiği üzere sahih nikâh akdi, belirtilen mehrin tümünü veya belirtilmemişse, mehr-i mislin tü­münü ödemeyi gerektirir. Fâsid nikâh akdiyse sadece akr ödemeyi gerekti-nr. Akr, şüphe sonucu kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadına verilen mehirdir. Burada akrdan maksat, fâsid nikâh şüphesi dolayısıyla kendisiyle temasta bulunulan kadına verilmedi gereken mehirdir. Bu da mehr-i misil ve mehr-i müsemmâdan daha az olanı kadardır. Yani kendisiyle temas edilen kadın, bunlardan hangisi daha az miktardaysa onu almayı hak eder. Mehr-i müsemmâ daha azsa mehr-i müsemmâyı, mehr-i misil daha azsa mehr-i misli alır. Bu durumda iki kadından birine sahih nikâhın gerektirdiği mehri, diğerine de fâsid nikâhın gerektirdiği mehri vermek mümkün değildir. Çünkü bu nikâh akidlerinden hangisinin sahih, hangisinin fâsid olduğuna nasıl hük­medebiliriz? Burada en mâkul olan davranış, kesin olan mehri alıp araların­da paylaşmalarıdır. Şöyle ki: Koca, iki kadından her biri için yüzer bin lira mehir vereceğini belirtir (tesmiye eder) ve ikisinden her bîrinin mehr-i misli de yüzer bin lira olursa, kadın, mehr-i misil hesabına yüzbin, mehr-i mü­semmâ hesabına da yüzbin lira alır, aldığı bu ikiyüzbin lirayı diğer kadınla paylaşır. Yine koca, iki kadından her biri için yüzer bin lira mehir vereceğini belirtir (tesmiye eder) de kadınlardan birinin mehri misli seksenbin, diğeri­nin ki de yetmiş bin lira olursa, onlardan biri mehr-i müsemmâsı olan yüz­bin lirayı ve iki mehr-i misilden daha az olan (yetmiş bin lirayı) alır. Toplam yüzyetmiş bin lira eden bu parayı, diğer kadınla yarı yarıya paylaşır. Koca, iki kadından birine yüzbin, diğerine seksenbin lira mehir vereceğini belirtir (tesmiye eder), ikisinin de mehr-i misilleri eşit, sözgelimi yetmişbin lira olur­sa, kadın, belirtilen mehr-i müsemmâdan az olanını (seksenbin lirayı) ve eşit olan iki mehr-i misilden birini (yetmiş bin lirayı) alır. Toplam yüzelli bin lira eden bu parayı diğer kadınla yarı yarıya paylaşır.

Koca, iki kadından birine seksen bin lira, diğerine yetmiş bin lira vere­ceğini belirtir (tesmiye eder), bunların mehr-i misilleri de farklı, meselâ biri-ninki doksan bin, diğerininki altmış bin lira olursa; kadın, belirtilen iki mehirden az olamnı (yetmişbin lirayı) ve mehr-i misillerden de az olanım (alt­mış bin lirayı) alır. Toplam yüz otuz bin lira eden bu meblağı diğer kadınla yarı yarıya paylaşır.

Bazıları, kocanın iki kadından her biri için eşit miktarda mehir verece­ğini belirtir (tesmiye eder), mehr-i misilleri de eşit olursa, her birinin mehr-i müsemmâyı alma hakkına sahip olduklarım görüş olarak ileri sürmüşlerdir. Ama mehr-i müsemmâ veya mehr-i misilleri eşit olmazsa fâsid nikâhı tercih ederek her birisine mehr-i müsemmâ ve mehr-i misilden daha azı hangisi ise onu vermek gerekir. Çünkü sahih akid hususunda kadınlardan biri diğerine nisbetle öncelik hakkına sahip olamaz. Açıkça görüldüğü gibi birinci tak­sim, adalete çok daha yakındır.

Mâlikîler dediler ki: Bir kimse, önce birincisini,sonra da ikincisini nikahlayarak iki akidle, kendilerini nikâhı altında bulundurması helâl olmayan iki kadını kendi zevcesi olarak bir arada bulundurursa; ikinci kadını nikah­laması durumunda onunla cinsel temasta ya bulunmuştur, ya da bulunma­mıştır. Eğer gerdeğe girip cinsel temasta bulunmamışsa ve erkeğin, kendisini, birinci kadından sonra nikahladığına dâir iddiasını doğrularsa ikinci akid, talâksız olarak feshedilir. Bu kadın da mehirden yana hak sahibi olmaz. Bu kadın, erkeğin, kendisini birinci kadından sonra nikahladığına ilişkin iddiâsim doğrulamasa, ama bu durum bir beyyine ile saptansa, nikâh akdi yine talâksız olarak feshedilir ve bu kadın da mehirden yana hak sahibi olmaz. Ama kadın, erkeğin, birinci kadından sonra nikahladığına ilişkin iddiasını doğrulamaz da, tersine "bu hususta bilgim yok" veya "ilk olarak bu erkeğe nikahlanan benim" dediği halde buna dâir bir beyyine bulunmazsa, nikâh akdi talâkla feshedilir. Bu kadın, erkeğin kendisinin ikinci karısı olduğuna yemin etmesi şartıyla, mehirden yana bir hak sahibi de olamaz. Erkek, ye­mine yanaşmazsa, kadın, erkekten mehrin yarısını alma hakkına sahip olur. Ayrıca kadının da "bu hususta bilgim yok" demesi şarttır. Ama kendisinin, bu erkeğin ilk karısı olduğunu iddia ederse, mehrin yansım da hak etmez. Meğer ki kendisinin, ilk kadın olduğuna dâir yemin etsin. Yeminden kaçar­sa, hiç bir hakka sahip olmaz. Eğer kocası kendisiyle gerdeğe girip cinsel te­masta bulunmuşsa, bu ikinci kadının nikâh akdi talâkla feshedilir. Kadın da tam mehir alma hakkına sahip olur ve yemin etmesi de gerekmez. Erkek de, nikâh akdini yenilemeye gerek kalmaksızın sırf kendi iddiasıyla birinci kadının nikâhı üzerine kalır.

Bir kimsenin, iki kız kardeş veya kız ile halası gibi, birlikte aynı koca­nın zevcesi olmaları helâl olmayan iki kadını, bir nikâh akdiyle zevce olarak nikahlaması durumunda nikâh akdi aynı şekilde talâksız olarak kesinlikle feshedilir. Çünkü böyle bir nikâh akdinin fâsid olduğu üzerine icmâ edil­miştir. Haram kılınmanın ebedîliğinde anayla kızının aynı nikâh altında bir arada bulundurulması, haramlığı daha da arttırır. Ana ile kızı, aynı kocanın nikâhı altında bulundurulursa bunun da üç durumu vardır:

1- Koca her ikisiyle de cinsel temasta bulunursa, bunların ikisi de o er­keğe ebediyyen haram olurlar. Artık bunlardan hiç biri ona helâl olmaz. Ay­rıca erkeğin, kendileriyle temasta bulunduğundan ötürü mehirlerini vermesi gerekir. Koca ölürse, onlardan hiç biri ona mirasçı olamaz. Çünkü kocanın onlar üzerindeki nikâhının fâsidliğinde icmâ vardır. Koca, anayla kızdan bi­rini önce nikâhlar, diğerini de ikinci bir nikâhla alırsa, artık ikisi de ebediy­yen kendisine haram olurlar. Kocanın, onlara mehirlerini vermesi gerekir. Şayet ölürse, hiçbiri ona mirasçı olamaz. Nikâh akidleri de talâksız olarak feshedilir.

2- Tek nikâhla ikisini (anayla kızını) nikâhlar ve ikisiyle de cinsel temasta bulunmazsa, yine ikisinin nikâhı da feshedilir. Ancak ikisinden biriyle ev­lenmek için nikâh akdini yenileme hakkına sahip olur. Ana, yeni bir akidle kendisine helâl olur. Bilindiği gibi kız, anasıyla cinsel temasta bulunulma­dan kişiye haram olmaz. Yani anası üzerine yapılan sadece sahih bir nikâh dolayısıyla -tabiî cinsel temasta bulunulmadan- kız, haram olmaz. Fâsid akid dolayısıyla hiç mi hiç haram olmaz. Anayla kızı üzerine aynı kocanın peşpeşe iki ayrı nikâh yapması ve ikisinden biriyle dahi cinsel temasta bulunma­ması durumunda, bu ister ananın, iste/se kızın olsun, birinci nikâh sahih olur. ikincisi ise feshedilir. Sonra eğer ikinci nikâh akdi ananın ise, o, anılan kocaya ebediyyen haram olur. Zîra kızlar üzerine yapılan nikâh akdi -cinsel temas vukûbulmasa bile- analarını aynı erkeğe ebediyyen haram kılar. Son­ra eğer ikinci nikâh akdi kızınkiyse ve koca cinsel temasta bulunmamışsa, anasını boşayıp kızla evlenebilir.

3- Bir kimse anayla kızını bir tek akidle nikâhlar ve ikisinden sadece bi­riyle cinsel temasta bulunursa, ikisinin de nikâhı feshe uğrar. İster ana olsun ister kız, kendisiyle temasta bulunmasa da artık kendisine ebediyyen haram olur. Kendisiyle temasta bulunmuş olduğunu, istibrâsından sonra yeni bir nikâh akdiyle alması helâl olur. Anayla kızını peşpeşe iki ayrı akidle nikah­larsa; nikâhı ilk akdedilen kız olup, sonra gerdeğe girerek onunla cinsel te­masta bulunursa, nikâh sahih olur ve erkeğin hukukî eşi olur ve kızın anası o erkeğe ebediyyen haram olur. Nikâhı ilk akdedilen ana ise ve erkek de sa­dece onunla temasta bulunursa, yine akid sahih olur ve meşhur kavle göre ana, o erkeğin hukukî eşi olur. Anayla temasta bulunmuş olduğundan ötü­rü, kız o erkeğe ebediyyen haram olur. Her ikisinin de o erkeğe ebediyyen haram olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bunlar gerekçe olarak, fâsid de olsa kızın üzerine yapılan nikâh akdinin, anayı akid yapan erkeğe haram kı­lacağını ileri sürerler.

Nikâh akdi ikinci olarak yapılan kadınla temasta bulunma durumuna gelince; bu eğer kız ise kocasından tefrik edilir. Kocanın da ona mehrini ver­mesi gerekir. İstibrâdan sonra koca onunla yeniden evlenebilir. Anası, o ko­caya ebediyyen haram olur. Nikâh akdi ikinci olarak yapılan ve kendisiyle temasta bulunulan kadın eğer ana ise, artık her ikisi de kocaya ebediyyen haram olurlar. Ananın haram kılınmasının sebebi şudur; Kızının üzerine ya­pılan sahih nikâh akdi -ki bu birinci olarak yapılan akidtir- anasını, aynı ko­caya haram kılar ki, bu hükümde ittifak vardır. Kızın haram kılınmasının sebebiyse şudur: Fâsid bir akidle de olsa anasıyla cinsel temasta bulunan er­keğe kız haram olur. Bu kızla anası o kocaya mirasçı olamayacakları gibi, o da bunlara mirasçı olamaz.

Bir kimse, anayla kızını ayrı ayrı akidlerle peşpeşe nikâhlar ve hiçbiri-siyle temasta bulunmadan ölürse ve hangisinin nikâhının önce akdedildiği bilinemezse; mehirleri miktar bakımından eşit de olsa, farklı da olsa, her bi­ri yarı mehrini alma hakkına sahip olur. Bu kocaya mirasçı da olurlar. Mi­rasçı olmalarının sebebi, ikisinden birinin nikâh akdinin sahih olması ve hak sahibi olan kadının hangisi olduğunun bilinemeyişidir. Ölüm halinde meh-rin tam verilmesi gerekirken burada her biri yarı mehir alacaktır. Çünkü, ikisinden birinin nikâhı fâsİdtir ve buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Nikâhı fâsid olansa hiç bir hakka sahip değildir. Diğerinin de nikâh akdi sa­hihtir ve buna da hiç kimsenin bir diyeceği yoktur ve bu kadın da tam mehir alma hakkına sahiptir. Ne var ki, bu nikâh akidlerinden hangisinin sahih, hangisinin fâsid olduğu bilinemediğinden dolayı her ikisi, sadece bir tam mehir alma hakkına sahip olur ve bunu aralarında yarı yarıya paylaşırlar. Aksini iddia edecek olurlarsa, ölen kocanın mirasçısı her ikisine de ayrı ayrı, "se­nin nikâh akdin fâsid olduğu için sana mehir yoktur" diyebilir.

Bazı yönlerden buna benzer bir örnek şu olabilir: Adamın biri peşpeşe beş kadın üzerine ayrı ayrı nikâh yapar veya dört kadını tek akidle, beşinci­sini de ayrı bir akidle nikâhlar da ölür ve fâsid nikâhlı olan beşincinin, (en sonrakinin) hangisi olduğu bilinemezse, bu kadınların beşi de, -ölen koca­nın çocuğu yoksa- mirastan kendi paylarına düşen dörtte biri beş eşit payla bölüşürler. Ölen kocanın çocuğu varsa, mirastan kendi paylarına düşen se­kizde biri, beş eşit payla bölüşürler. Sonra eğer koca ölmeden önce hepsiyle zifafa girmişse, her birisi tam bir mehir alır. Dört tanesiyle zifafa girmişse, bu dördü tam birer mehir alırlar; kendisiyle zifafa girilmeyen ise yarı mehir alır. Çünkü o, beşinci kadın olmadığım iddia etmekte, ölen kocanın miras-çısıysa kendisini yalanlamaktadır.Şu halde mehrin tamamı,kendisiyle mirasçı arasında yarı yarıya paylaştırılır. Koca, bu beş kadının üç tanesiyle zifafa girmişse, bunların her bîri kendi mehirlerini tam olarak alırlar. Geri kalan ikisine de birbuçuk mehir verilir. Çünkü mirasçı, akidlerinin sahih olmadı­ğını ileri sürerek onlarla tartışmaya girer ve mehirde onlara ortak olur. İki­sinden birinin mehrinin yansım alır. Bu, beşinciliği muhtemel olan kadındır. Geriye iki kadın için birbuçuk mehir kalır ve bu birbuçuk mehri ikisi payla­şırlar. Yani her birisi tam mehrin dörtte üçünü alır.

Koca eğer bu beş kadından ikisiyle zifafa girmişse, geride kalan üç ka­dına iki buçuk mehir verilir. Çünkü bunların ikisi, dördü tamamladıkların­dan ötürü tam mehir alma hakkına sahip olurlar. Üçüncüsüne gelince, bunun beşinci kadın olma ihtimali vardır. Mirasçı bununla da tartışarak "sen be­şinci kadınsın. Hiçbir hakkın yoktur" der ve mehrinde kendisine ortak olup mehrin yarısını kendisine verir. Dolayısıyla bu üç kadın, toplam olarak iki-buçuk mehir alırlar. Her birisi mehrin tamamının 3/4'ü ile 1/4'ünün üçte birini alır veya daha net bir hesapla her birisi tam mehrin 5/6'sını alır. Koca eğer bu beş kadından sadece biriyle zifafa girmişse, o kadın tam mehir alır. Geride kalan dört kadınsa üçbuçuk mehir alırlar. Çünkü yukarıda açıkla­nan şekilde mirasçı, yarı mehir alarak onlara ortak olur.

Şafiîler dediler ki: Bir kimse, iki kızkardeş veya ana ile kızı gibi, ikisini birlikte zevce edinmesi helâl olmayan iki kadını kendi nikâhı altında bir ara­ya getirirse, onları nikâhlayışı ya tek nikâhla, ya da peşpeşe yapılan iki ayrı nikâh akdiyle olmuştur. İkisini tek akidle nikâhlamışsa, ikisinin de nikâhı bâtıl olur. Çünkü bu iki kadından birinin diğerine göre herhangi bir önceliği yoktur. Nikâh akdi zifaftan önce feshedilir ve bu kadınlardan hiç biri mehir ve (miras gibi) diğer konularda hak sahibi olamaz. Zifaftan sonra olursa, önceki sayfada geçen hükümler uygulanır. Tek nikâhla kendileriyle evleni­len iki kadın, birbirinin kardeşi iseler ve koca da kendileriyle cinsel temasta bulunmuşsa, her ikisi de artık o kocaya haram olurlar. Çünkü fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas, mahremiyeti gerekli kılar. Bir kimse, ana ile kızını aynı akidle kendine nikâhlar ve ana ile zifafa girip cinsel temasta bulunursa, kız, ebediyyen o erkeğe haram olur. Zîra analarla yapılan temas, kızların haram kılınmasını gerektirir. Nikâh akdi fâsid olsa bile bu hüküm aynen geçerlidir. Eğer anayla temasta bulunmamışsa, kız kendisine haram olmaz. Fâsid nikâhla da olsa kızla yapılan cinsel temas, anayı o erkeğe ha­ram kılar. Ama cinsel temas olmaksızın sırf bir fâsid nikâh akdi, anayı o erkeğe haram kılmaz. Her halükârda fâsid nikâhla yapılan cinsel temas ne­deniyle mehr-i misil vermek vâcib olur. Bu mehir de akid esnasında değil, temas esnasında verilir. Zîra fâsid akdin hürmeti yoktur. Şüphe aynı olduğu takdirde, her temas için bir mehir vermek gerekmez. Sadece tek mehir veri­lir. Bir kimse fâsid nikâh akdine dayanarak ana veya ananın kızıyla birkaç kez temasta bulunursa, sadece bir mehir vermesi gerekir. Ama şüphe ayrı olursa, meselâ kocayla bu ana ve kızı, nikâh akdi sahih olmadığı gerekçesiy­le hâkim tarafından tefrik edilir, sonra da koca bunlardan birini kendi yata­ğında uyurken görür ve karısı zannederek cinsel temasta bulunursa, şüphe ayrı olduğu için bir mehr-i misil daha vermesi gerekir. Önce anlatılanlardan da öğrenildiği gibi, bu ikinci şüpheye failin (cinsel temas yapanın) şüphesi denilmektedir. Birinci şüphe olan fâsid nikâh şüphesineyse "yol şüphesi" denilir. Burada bir üçüncü şüphe daha vardır ki, ona da "mahal şüphesi" denilir. Örneğin bir kimse, oğlunun malının kendisinin de malı olduğu zan­nıyla, oğlunun câriyesiyle cinsel temasta bulunursa, bu adam mahallin (cin­sel temasta bulunulan mahallin) helâlliği konusunda şüphe etmiştir. Şüphesiz olarak yapılan cinsel temas ise mehir vermeyi gerektirmez. Meselâ bir kim­se, bir kadınla zorla temasta bulunursa veya uyumakta olan bir kadını gö­rüp de hiç bir şüpheye kapılmaksizın cinsel ilişkide bulunursa, bu yapılan iş zina olur.

Önce de belirtildiği gibi, şüphe sonucu yapılan cinsel temas dolayısıyla neseb ve miras hakları ve iddet bekleme zorunluluğu sabit olur. Şüpheyle ilgili açıklama, yeri geldiğinde yapılacaktır. Bu anlatılanlar, aynı kocaya bir­likte zevce olmaları haram olan iki kadını tek akidle nikâhlamaya dâir hü­kümlerdi. Bu iki kadın peşpeşe iki ayrı akidle aynı koca tarafından nikahlanır, önce hangisini nikahladığını bilirse ve unutmamışsa, ikinci nikâh bâtıl olur. Birincisi ise sahih olur. Önce kızı, sonra anasını nikahlarsa, birincinin (kı­zın) nikâhı sahih, ikincinin (ananın) nikâhı bâtıl olur. Bu, gerdekten önce olur ki, bunun hiçbir tesiri yoktur. Anayla gerdeğe girerse, kızı, önce belirti­len şekilde o erkeğe ebediyyen haram olur. Çünkü fâsid akidle de olsa, yapı­lan cinsel temas, diğerini haram kılar. İlk önce üzerine nikâh akdi yapılan ana ise ve onunla temasta bulumılmamışsa durum açıktır. Ama temasta bu­lunulmuşsa, kızı, o erkeğe ebediyyen haram olur. Koca, bu iki kadın üzeri­ne peşpeşe ve ayrı ayrı nikâh akdi yapar, fakat hangisini daha önce nikahladığı bilinmezse, durması gerekir. Durum açıklık kazamneaya dek ikisinden bi­riyle temasta bulunması helâl olmaz. Koca, ölmedikçe veya ikisini de boşamadıkça herhangi bir kimsenin bu kadınlardan biriyle evlenmesi helâl olmaz. Tabiî bu hüküm, önce hangisinin nikâhlandığını öğrenme ümidi olduğunda sözkonusu olur. Böyle bir ümit İhtimali yoksa, bu kadınlar durumlarını hâ­kime arzederler. îkisinin,akdinden hangisininkinin daha önce yapıldığının veya ikisinin birlikte yapıldığı durumunun bilinememesi de bu hükme tâbi­dir. Her halükârda, ikisinin de nikâh akdi bâtıl olur.

Hanbelîler dediler ki: İki kızkardeş gibi, birlikte nikâh altında bu­lundurulması caiz olmayan iki kadını tek nikâh akdiyle nikahlayan kimse­nin akdi bâtıl olarak gerçekleşir. Böyle bir kimsenin talâkla bu iki kadından ayrılması vâcibtir. Boşamazsa, nikâh akdi hâkim tarafından feshedilir. Bu fesih gerdeğe girmeden veya erkeğin sahih bir halvetle onlarla yalnız başına buluşmasından önce yapılırsa veya erkek ölürse, hiç birine ne mehir, ne de müt'a verilir. Zîra fâsid r?ikâh akdinin varlığıyla yokluğu aynıdır. Fesih eğer gerdeğe girdikten veya onlarla tenha bir yerde buluşmasından sonra yapılır­sa, erkeğin onlara mehr-i misil vermesi vâcib olur. Zîra geçersizliği hususun­da icmâ bulunan bâtıl nikâh akdi nedeniyle kadına mehr-i misil vermek gerekir. Örneğin iki kızkardeşi tek akidle nikahlamak veya dört kadından sonra bir beşincisini nikahlamak veya iddet beklemekte olan bir kadını ni­kahlamak gibi. Bu nikâh akidlerinin hepsi ittifakla bâtıl ve geçersizdirler. Bu akidlerle nikahlanan kadınlara, cinsel temasta bulunulursa mehr-İ misil vermek gerekir. Bu hükmün dayanağı, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu hadistir:

"Erkeğin, kendisine isabet ettiği şeyden ötürü, o kadına mehir vermesi gerekir."

Şüphe sonucu kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadınla, istemediği halde kendisiyle zorla zina yapılan kadın da bu hükme tâbidir. Çünkü Pey­gamber (s.a.v.) efendimiz buyurmuşlardır ki:

"Erkek o kadına, tenasül organı kendine helâl edildiği için (mehir) ver­melidir.[5]

Birlikte aynı kocanın nikâhı altında bulunmaları helâl olmayan iki ka­dını peşpeşe iki nikâh akdi yaparak nikahlayan, ama önce hangisini nikah­lamış olduğunu bilmeyen kimseye, ikisini de boşaması vâcib olur. Boşamazsa, hâkim onları kendisinden ayırır. Ama bu durumda ikisinden birine yarı me­hir vermesi gerekir. Çünkü ikisinden birinin nikâhının sahih olduğu muhak­kaktır. Gerdeğe girmeden önce ikisini de boşarsa, nikâhı sahih olan, yan mehir alma hakkına sahip olur. Ancak bu ikisinden hangisinin nikâhının sahih ol­duğu bilinemediği için aralarında kur'a çekilir. Kur'a kime çıkarsa, yarı mehri o alır. İkisiyle de gerdeğe girmişse, bilindiği gibi, onlara mehr-i misil vermek vâcib olur. Sadece birisiyle gerdeğe gimişse, kendisiyle gerdeğe girilen kadın tam nıehri hak eder. Diğeri de durumu belirsiz olarak kalır. Yine ikisi ara­sında kur'a çekilir. Kur'a, kendisiyle gerdeğe girilmeyene çıkarsa, yarı me-hir alır. Diğerine (kendisiyle gerdeğe girilene) çıkarsa zaten tam mehir alma hakkına sahiptir. Bu durumda diğeri hiç bir şey alamaz. Koca, bu iki kadın üzerine peşpeşe olan iki nikâh kıyar ve hangisininkinin daha önce olduğunu bilirse, birincininki sahih, ikincininki bâtıl olur. Bilindiği gibi fâsid akid, hı­sımlık mahremiyetini gerekli kılar. Bir kimse, anayla kızı üzerine aynı anda iki nikâh akdederse, ana o erkeğe ebediyyen haram olur. Bu fâsid akde da­yanarak anayla cinsel temasta bulunursa, kız o erkeğe ebediyyen haram olur.

 

Din Ayrılığı Nedeniyle Kendileriyle Evlenilemeyecekolan Kadınlar

 

İnanç bakımından müslümanlara muhalif olanlar üç kısma ayrı­lırlar:

Birine! kısım: Semavî kitapları veya kitaba benzer şeyleri olma­yanlar. Bunlar vesen'e tapan kimselerdirler. Vesen; ağaçtan taştan, gümüşten, cevherden veya benzer şeylerden yontularak yapılan hey­kellere denir. Sanem ise, kağıtlar ve benzer şeyler üzerine yapılan re­sim ve fotoğraflar gibi cüssesi olmayan şeylerdir. Sanemle vesen arasında fark olmadığını söyleyenler de vardır. Bu iki şey, Allah'tan başka kendilerine tapınılan tanrılardır. Bu tanrılar için insanlar, muh­telif şekillerdeki resim ve heykelleri sembol yapmışlardır. Güneş, ay, yıldızlar ve insanların hoş buldukları resimler de bu kapsama girer. İslâm'ın zarurât-ı dîniyyeden olan hükümlerini inkâr eden mürtedler de putperestlerden sayılırlar. Örneğin, Allah vahyi Hz.AH'ye götürme­sini emrettiği halde Cebrail'in yanlışlık yaparak vahyi Hz.Peygamber'e götürdüğüne inanan veya Hz.AIi'nin ilâh olduğuna itikad eden veya Kur'an'dakİ bazı âyetleri tekzîb ederek Hz.Âişe'ye iftira atan rafızîler de putperest sayılırlar. Yıldızlara tapan (Sabiî)lar da putperestlerden sayılırlar. Bunların kadınlarıyla evlenmek helâldir diyenler, bunların inanmakta oldukları bir kitaplarının bulunduğunu kasdetmişlerdir.

İkinci kısım: Kitaba benzer şeyleri bulunanlar. Bunlar ateşe ta­pan mecûsîlerdir. Kitaba benzer şeyleri bulunanlar derken şunu kas-detmekteyiz: Cenab-ı Allah, mecûsîlerin peygamberi olan Zerdüşt'e bir kitap (Zendavesta) indirmişti. Fakat onlar bu kitabı tahrif etmiş ve peygamberlerini de öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah bu kitabı aralarından çekip almıştı. Dört mezhebin ittifakıyla bunla­rın kadınlarıyla evlenmek helâl değildir. Davud-u Zahirî bu hükme mu­halefet ederek, ortada kitap benzeri bir şey mevcud olduğu için, bunların kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğunu söylemiştir.

Üçüncü kısım: Kendisine inanılan muhakkak bir kitabı bulunan­lar. Tevrat'a inanan yahudîlerle, Tevrat ve İncil'e inanan hıristiyanlar gibi. Bir müslümanın bunların kadınlarıyla evlenmesi helâldir. Ama müslüman bir kadının Ehl-i Kitab bir erkekle evlenmesi helâl olmadı­ğı gibi, Kitab Ehli olmayan gayr-ı müslimlerle de evlenmesi helâl ol­maz. Müslüman kadının nikâhının sahih olabilmesi için, kocasının müslüman bir erkek olması şarttır. Bu hükmün delili şudur:

"İman etmedikleri sürece müşrik erkeklere (mümin kadınları) ni­kahlamayın.[6]

Bu iki âyet, hiç bir halde erkeğin müşrik kadınla evlenmesinin helâl olmayacağına, nitekim kadının da aynı şekilde müşrik bir erke­ğe nikâhlanmasının helâl olmayacağına, ancak iman etmeleri duru­munda helâl olabileceğine delâlet etmektedir. Nakledeceğimiz şu âyet-i kerîmeyle Ehl-i Kitab olan kadınlar, müslüman erkeklere tah­sis olunmuşlardır:

"İman etmedikleri sürece müşrik kadınları nikahlamayın." (Bakara: Erkeklerle ilgili olarak da Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Sizden Önce kendilerine kitab verilenlerin (hiristiyan ve yahu-dilerin) hür ve iffetli kadınları (mehirlerini verdiğiniz takdirde) size helâldir.[7]

Bu âyet-i kerîme Ehl-i Kitap kadını; "Hz.isa Allah'tır" veya "üçün uçüncüsüdür" dese bile -ki bu apaçık bir şirktir- nikahlamanın helâl olduğunu kesin olarak ifâde etmektedir. Semavî din ve kitapları ol­duğu için Cenab-ı Allah, bu kadınları müslüman erkeklere mubah kıl­mıştır. Bunların mübahlıkları mutlak mıdır, yoksa mekruhlukla mı kayıtlıdır? Mezheblerin buna ilişkin tafsîlâtı aşağıda verilmiştir.

Kendisiyle evlenilecek olan kitabî kadının ebeveyninin de kita­bî olmaları şart değildir. Kendisi kitabî olduktan sonra, anası ve­ya babası putperest de olsa, nikâhlanması sahih olur.

 

(33) Hanefîler dediler ki: Dar-ı harbte olup Islâmî hükümlere boyun eğ­meyen Ehl-i Kitab kadınla evlenmek haramdır. Çünkü bu evlilik, fitne kapı­sını açmak demektir. Olabilir ki bu kadın, kocasını İslâm'a aykırı bir ahlâkla ahlâklanmaya zorlar. Çocuğunu, kocasının dininden başka bir dine girmeye mecbur bırakır. Namus ve onurunu koruma aracı olan otoritesi, daha önce var olduğu halde onu bu otoritesinden yoksun bir duruma getirir ve daha birçok mefsedetlere yol açar. Her ne kadar böyle bir nikâh akdi sahihse de, mefsedetlere yol açacağı için buna yönelmek tahrîmen mekruhtur. Kadın, zımmî olup İslâm kanunlarına boyun eğmesi mümkünse, nikâhlanması ten-zîhen mekruh olur.

Mâlikîler'in  Kitab kadınla evlenme konusunda iki görüşleri vardır:                        

a- İster müslüman uyruklu bir zımmî olsun, ister dar-ı harbte yaşayan harbî birisi olsun, Ehl-i Kitabtan olan kadınla evlenmek mutlak olarak mek­ruhtur. Bu evlilik dar-ı harbte yapılırsa, kerahetin şiddeti daha da artar.

b- Âyet-i kerîmenin zahir anlamıyla amel ederek Ehl-i Kitabtan olan ka­dınlarla evlenmek, kesinlikle mekruh değildir. Çünkü âyet-i kerîme, bu ka­dınlarla evlenmeyi mutlak surette mubah kılmıştır.

Birinci görüşlerinde îslâm diyarında Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlenmeyi mekruh sayan Mâlikîler, gerekçe olarak şu sakıncaları gözönüne getirmek­tedirler: Ehl-i Kitab kadının şarap içmesi, domuz eti yemesi, kiliseye gitmesi yasak değildir. Bu işleri yapacak olursa kocası kendisine engel olamaz. Ço­cuklarına da şarap içirebilir veya domuz eti yedirebilir. Onlar da İslâm'a ay­kırı bir tarzda yetiştirilmiş olurlar. Bu evlilik dar-ı harbte olursa, Hanefîler bölümünde de açıkladığımız gibi, bu mekruhluğun şiddeti daha da artar.

Denebilir ki bu sakıncalar, Ehl-i Kitab kadınla evlenmeyi haram kılar­lar. Mâlikî mezhebi de Sedd-i Zeraî (harama götüren yollar da haramdır) esâsı üzerine kurulmuştur. Ehl-i Kitab kadınla evlenmek, bu sonuçları (mefsedetleri) doğurur veya doğurmasından endişe edilirse, nikâh akdini yapma­ya yeltenmek haram olur. Buna cevaben deriz ki: Bu dedikleriniz, nass bulunmadığı takdirde düşünülebilecek şeylerdir. Ancak Cenab-ı Allah, ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmeyi mubah kılmıştır. Bu mubah kılışta bir yarar ve maslahatın bulunması muhakkaktır. Ehl-i kitapla hısım olmak İs­lâm dininin yararınadır ve onu güçlendirir veya müslümanlarla kitabîler ara­sındaki problemleri çözer. Ortadaki kin ve hasedi kaldırır. Dahası İslâm'ın, aykırı inanç sahibi olan ve değişik kitaplara iman eden kimselere toleransla baktığını ve müsamahakâr davrandığını bütün dünyaya ilân eder. Erkeğin kitabî kadınla evlenmesine müsâade eden İslâm dini, kendi muhaliflerine karşı kin ve düşmanlık beslememektedir. Yalnız, evlenen erkeğin İslâm'dan çıkmaması da şarttır. Fakat dinimiz, müslüman kadının ehl-i kitabtan olan er­keklerle evlenmelerine müsâade etmemiştir. Zîra hakkında her ne denilirse denilsin, çoğunlukla kadın, kocasına karşı duramaz. Dinini değiştirmesi için tehdide mâruz kalabilir. Çocukları da çaresiz, babalarına uyarlar. Kadın, on­ları geri çevirmeye muktedir olamaz.

İslâmiyet her ne kadar müslümanlarla kitabîler arasındaki bağlan kuv­vetlendirme işini müsamahayla karşılıyorsa da; müslümanı kendi dininden çıkaracak veya çocuklarını gayr-ı müslim kılacak eylemleri asla kabul ve tasvib etmez, islâmiyet, müslüman erkeğin ehl-i kitabtan olan kadınla evlenmesine müsâade etmiş ve erkeğin bu karısını, dininden çıkıp İslâm'a girmeye zorla­masını yasaklamıştır. Diğer dinlerdeyse böyle bir garanti yoktur. Çoğunluk­la erkek güçlü olduğu için onun ve çocuklarının garantisi, kendisinin irâde gücü, zayıf iradeli olan kadının kitabî olan erkekle evlenmesini engellemiştir.

Şâfiîler dediler ki: İslâm diyanndaysa kitabî kadınla evlenmek mek­ruh olur. Bazı Mâlikîlerin de dedikleri gibi bu evlilik, dâr-ı harbte olursa, anılan mekruhluk daha şiddetli olur. Ancak Şâfiîler, bu evliliğin mekruh ol­ması için şu şartların bulunması gerektiğini söylemişlerdir.

1- Kitabî kadının müslüman olacağı ümit edilmemelidir.

2- Erkek, kendine uygun müslüman bir kadın bulamamahdır.

3- Kitabî kadınla evlenmediği takdirde zina yapmaktan korkmalıdır.

Kadının müslüman olacağını uman veya kendisine uygun müslüman bir kadın bulamayan, ancak kendisine uygun olup rahatça yaşayacağı kitabî bir kadın bulabilen ekeğin kitabî kadınla evlenmesi sünnet olur. Kitabî kadınla evlenmediği takdirde zina yapmaktan korkan müslüman erkeğin, kitabî bir kadınla evlenmesi yine sünnet olur. Bundan da anlıyoruz ki, bu mesele fay­da ve maslahatla bağlantılıdır. Evlenme, yararlı bir sonuç doğuracaksa kita­bî kadınla evlenmek güzel olur. Zararlı sonuç doğuracaksa mekruh olur.

Hanbelîler dediler ki: "Sizden önce kendilerine kitab verilenlerin muhsan (hür) ve iffetli kadınları (mehirlerini verdiğiniz takdirde) size helâldir"[8] âyet-i kerîmesi genel anlam taşıdığı için kitabî kadınlarla evlenmek kerâhetsiz olarak helâldir.

(34) Şafiî ve Hanefîler dediler ki: Kitabî kadını nikahlamanın helâl ol­ması için ebeveyninin de kitabî olmaları şarttır. Babası kitabî, anası putpe­rest olan kadını bu kadın buluğa ermiş olup babasının dinini seçmiş olsa bile- nikahlamak helâl olmaz. Şâfiîlerce mûtemed olan görüş budur.

 

Üç Talâkla Boşandıkları İçin Haram Olan Kadinlar Ve Hülle Yaptıran Erkek

 

Bir kimse, karısını üç talâkla boşarsa, bu kadın başkası tarafın­dan nikahlanıp (boşanmadıkça), kendisine helâl olmaz. İkinci koca­nın, bu kadınla devamlı yaşamaya niyet etmesi gerekmez. İkincisi bu kadınla, sırf ilk kocasına helâl olması kasdıyla cinsel temasta bulunsa bile bu kadın ilk kocasına helâl olur. ikinci kocaya "muhallil" de­nir. Bu kadın ancak, mezheblerin ileri sürdükleri tafsilâtlı şartlar çer­çevesinde ilk kocasına helâl olur.

 

(35)  Mâliki ve Hanbblıler dediler ki: Bir kimse hülle yapma kasdıy­la (boşanmış) bir kadınıfnikahlarsa, bu kadın, ilk kocasına mutlak surette helâl olmaz. İkinci kocanın (hullecinin) nikâhı ise bâtıl ve geçersizdir.

(36)  Hanefîler dediler ki: İkinci koca, o kadını ilk kocasına helâl olma­sı amacıyla nikahlarsa, bu, bazı şartlarla sahih olur.

1- İkinci koca, onu sahih bir akidle nikâhlamahdır. Akid fâsid olursa, önceki şartları taşımadığı gerekçesiyle, kadın ilk kocasına helâl olmaz. İkin­ci akid, başkasının onayına bırakılırsa, meselâ bu kadını köle biri nikâhlar ve efendisinin onaylamasından önce kadınla cinsel temasta bulunursa, ilk kocasına helâl olmaz.

2- İkinci koca, kendisiyle gerdeğe girip cinsel temasta bulunmuş olmalı­dır. Temas olmaksızın, yalın bir nikâh akdi bu kadını ilk kocasına helâl kıl­maz. Bu hüküm üzerinde icmâ vardır.

Saîd bin Müseyyeb'in, yalın bir nikâh akdiyle de bu kadının ilk kocası­na helâl olacağını söylediği rivayet edilmiştir. Ancak onun bu sözüyle, ke­sinlikle hiç bir imam amel etmemiştir. Bu yolda fetva verenlere Allah'ın ve bütün meleklerin laneti olsun. Kadı bu yolda hüküm verirse, hükmü yerine getirilmez. İkinci kocanın akıllı olması şart değildir. Aksine, deli biri bile o kadınla temasta bulunursa, ilk kocasına helâl olur. Hissetmeyen uykudaki bir adam veya baygın bir adam o kadınla temasta bulunursa, yine ilk koca­sına helâl olur. Aynı şekilde kadının kendisi uykudayken veya baygınken ken­disiyle temasta bulunulursa, yine ilk kocasına helâl olur. Ancak bu hükümde ihtilâf vardır. Bazıları temas yapan erkekle kadının lezzet duymalarını şart koşmuşlardır. Nitekim hadîsin zahiri de bunu öngörmektedir. Şu halde te­mastan lezzet almayan baygın veya uykudakilerin yaptıkları temas dolayı­sıyla kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Ama delinin durumu bunun tersinedir. O kesinlikle cinsel temastan lezzet alır. Kadının ilk kocasına helâl olması için, penisin, kadının vaginasına girdirilmesİni yeterli görenler, baygın veya uy­kuda bile olsa yapılan temasla bu kadının ilk kocasına mutlak surette helâl olacağını söylemektedirler. Ama en sağlamı, hadîsin zahiriyle amel etmektir. Yalnız, penisin sadece girdirilmesiyle lezzet duyuluyorsa, kadın ilk ko­casına helâl olur.

îkinci kocanın baliğ olması şart değildir. Onun penisi oynayan ve ka­dınlara karşı şehvetlenen mürâhik (buluğ çağına yaklaşmış) biri olması, hül­le bakımından yeterli olur.

Müslüman koca tarafından boşanan zımmî kadına hülle yapacak olan ikinci kocanın müslüman olması şart değildir. Müslüman bir erkek, zımmî bir kadınla evlenir, bilâhare onu üç talâkla boşarsa ve bu kadın da kendi gibi zımmî bir erkekle evlenirse ve onun tarafından da boşamrsa, müslüman olan ilk kocasına helâl olur. Hülle için yapılan temasın engelsiz olması, yani temas yaparken iki cinsel organ arasında kalın bir engel bulunmaması şart­tır. Erkek, penisine kalın bir bez sararak kadınla temasta bulunursa, bu te­mas hülle açısından yeterli ve sahih olmaz. Ama bu engel, kaput (penis kılıfı) diye bilinen ince ve iki organın ısısının birbirine geçmesine engel olmayan cinstense, yapılan temas yeterli ve sahih olur.

3- îkinci kocanın teması, guslü gerektiren bir temas olmalıdır. Öyle ki, penisin sünnet yeri olan baş kısmı, vaginanm içine tam girmelidir. Mûtemed olan görüş budur. Meni akması şart değildir. Bilindiği gibi hulleci olan ikin­ci kocanın mürâhik (buluğa yaklaşmış bir erkek) olması yeterli görülmüş­tür. Yapılan cinsel temasın, caiz bir temas olması da şart değildir. Kadın hayızh veya nifaslı veya ihramlı iken hulleci erkek onunla temasta bulunursa, bu kadın ilk kocasına helâl olur.

4- Bu kadın ikinci kocanın boşaması nedeniyle iddetini tamamlamalı­dır. Bu iddeti tamamlamadan ilk kocasına helâl olmaz. Birinci kocanın ken­disini boşamasından sonra iddetini tamamlamadığı sürece hulleci olan ikinci koca da onu nikâhlayamaz. "İkinci nikâh akdinin sahih olması şarttır'* der­ken, bundan sözetmiştik. Zîra kadın iddet beklemekteyken üzerine akid ya­pılırsa, yapılan nikâh akdi sahih olmaz.

5- Cinsel temasın, ön organdan yapıldığı kesin olarak bilinmelidir. Kendisi gibileriyle normal olarak cinsel temasta bulunulmayan -kocasından boşanmış-küçük yaştaki bir kadınla yapılan cinsel temas, onu ilk kocasına helâl kıl­maz. Önüyle arkası birbirine karışmış olan müfdât kadınla cinsel temasta bulunmak da böyledir. Bu kadın, kendisiyle temasta bulunan ikinci koca­dan hâmile kalmadıkça, ilk kocasına helâl olmaz. Zîra gebe kalmazsa, vagi-nadan temasta bulunulmuş olduğu kesin olarak bilinemez. Penisi kesik olan erkeğin yaptığı temas da böyledir. Böyle bir erkeğin yaptığı temas dolayısıy­la kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Meğer ki kadın, bu kocadan hâmile kal­sın. Bu da şöyle olur: Penisi kesik olan bu erkek, kesik olan yeri vaginanın üzerine koyarak kadınla sevişebilir. -Nitekim bazı kadınlar da biribirleriyle böyle yapmaktadırlar-. Sonra da bu sevişme nedeniyle menisi akabilir. İşte bu meni akması nedeniyle kadın hâmile kalırsa, ilk kocasına helâl olur.

Hadım (testisleri kesik) bir erkeğin bu kadınla yaptığı cinsel temas da böyledir. Böyle bir erkek, bu kadınla evlenir ve penisini kadının vaginasına girdirirse, kadın ilk kocasına helâl olur. Penisinde bir nevi uyanma ve hare­ket bulunan yaşlı bir erkeğin bu kadınla evlenip cinsel temasta bulunması da hülle açısından yeterli olur. Ama penisi paçavra gibi olup hiç uyanmıyor ve eliyle tutup girdirmediği takdirde vaginaya girmesi mümkün olmuyorsa, bu temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olur mu, olmaz mı? Bir kavle göre helâl olur. Çünkü önemli olan, penisin başının vaginaya girmesidir. Bir kavle göre helâl olmaz. Ama;

"Ey kadın, sen onun (erkeğin) balçığından o da senin balçığından tadıncaya kadar"[9] hadîs-i şerifinin zahirinden de anlaşılacağı gi­bi, penisin vaginaya girmesiyle ikisi de lezzet alırlarsa, bu kadın ilk kocasına helâl olur. Lezzet almazlarsa helâl olmaz.

Şu da var ki: Bir erkeğin, başkası tarafından boşanmış bir kadını, ilk kocasına helâl olması için hülle yapmak kasdıyla nikahlayıp onunla cinsel temasta bulunması caiz olur mu, olmaz mı? Caiz olur ve bunu yapan erkek sevap da kazanır. Yalnız, bunun bir takım şartlan vardır:

1- Bu işi yapan ikinci erkek, sırf şehvetini tatmin etmeyi değil de, karı koca arasını düzeltmeyi amaç edinmelidir. Bunu yalnızca şehvetini tatmin etmek için yaparsa mekruh olur. Ama yine de bu kadın, ilk kocasına helâl olur.

2- Hülle yapan ikinci erkek, kendim sırf bu işe vermemelidir. Öyle ki, halk arasında boşanan kadınlara hülle yapan biri olarak tanınmamalıdır. Böyle olduğu takdirde yaptığı iş tahrîmen mekruh olur.

3- Bu işi yapmak için kendisine ücret verilmesini şart koşmamahdır. Ücreti şart koşarsa, hülle yapması haram olur ve:

"Allah, hülle yapana ve kendisi için hülle yapılana lanet etsin[10] hadîs-i şerifinin kapsamına girer. Çünkü ücret Şart koşması dolayısıyla lanete müstahak olur.Bundan dolayı günahkâr ve asî olur. Çünkü tekesini, dişi keçi üzerine çekmek için ücret alan kimseye benzemektedir. Yanında erkek bir eşeği veya başka herhangi bir hayvanı bu­lunan kimsenin, bu hayvanını kendi dişi eşeğinin veya diğer dişi bir hayvanı­nın üzerine çekip döl tutturmak gayesiyle isteyen bir kimseden ücret alması haram olur. İşte aynı şekilde, hülle yapan erkek de yaptığı temas için ücret alırsa, ücretle dişi eşeğin üzerine atlatılan erkek eşek gibi olur.

4-Nikâh kıyarken hülleyi şart koşmamahdır. Meselâ "ilk kocana helâl olman için seninle evlendim" dememelidir. Böyle derse şart bâtıl, ancak nikâh akdi sahih olur. Mûtemed olan görüş budur. Akidten sonra temasta bu­lunursa, kadın ilk kocasına helâl olur. Ama tahrîmen mekruh olmakla beraber helâl olur. Görüldüğü gibi bunun mekruhluğunun illeti, yukarıda geçen hül­le ile ilgili hadîsin zahir anlamına muhalefet etmektir. Zîra hülle yapanla, kendisi için hülle yapılan kimselerin lanetlenmesi »nikâh akdi yaparken hülle yapma şartım koşan hulleciye, bu vasfı veriyor. Bilindiği gibi Hanefîler, hülle maksadıyla nikâh akdi yaparken ücret almayı şart koşan hullecinin de lanet kapsamına gireceğini söylemektedirler. Hadisteki "lanet" bedduasının, üc­ret almayı şart koşanla, hülle yapmayı şart koşana mahsus olduğunu söyle­meye engel hiçbir şey yoktur. Çünkü hülle yapmak için ücret almayı şart koşan kimse, açıkça hülle yapmayı şart koşmuş gibi olur. Bunların her ikisi için de "bu adam bu işi, mürüvveti giderecek alçak bir amaç uğruna yaptı" di­yebiliriz. Her ikisi de lanete müstahak olur.

Bazı kimseler Ebû Hanîfe'nin: "Nikâh akdi esnasında hülle yapma şar­tını koşmak sahih olur ve bu şart (kocayı) bağlar. Öyle ki, cinsel temastan sonra bu kadını boşamaya yanaşmazsa, kadı onu boşamaya zorlar" dediği­ni nakletmişlerdir. Ancak Hanefîlerin muhakkik âlimleri, bu sözün zayıf olup esas alınamayacağını, çünkü mezhebin kurallarıyla çeliştiğini söylemektedirler. Şundan ki; nikâh, fâsid şartlar dolayısıyla bâtıl olmaz. Aksine nikâh sahih olmakla beraber, bu fâsid şartlar bâtıl olurlar. Şüphesiz ki hülle yapmayı şart koşmak, nikâh akdinin gereklerinden değildir. Bu şartın bâtıl, nikâh ak-dininse sahih olması gerekir. Mezhebin mûtemed görüşü budur. Geçici ni­kâh bahsinde de anlatılacağı gibi, nikâh akdi, belli bir zamanla sınırlandırılırsa, akid bâtıl olur.

Kadın, (hulleci) erkeğin kendisini boşamayacağından korkarsa, ona: "Bo­şanma yetkisi bende olmak kaydıyla seninle evlendim" der ve erkek de "ka­bul ettim" cevabını verirse, nikâh akdi sahih olur. Kadın, dilediği zaman kendim boşayabilir. Kadın, erkeğe bu sözü söylerse akid sahih olur. Ama erkeğin kendisi, kadına "akıbetini tâyin etme yetkisi sende olmak üzere se­ninle evlendim" derse, nikâh akdi sahih olur, fakat erkeğin ileri sürdüğü bu şart geçersiz olur.

Özetlersek, hülle yapma işi, bu sakıncalardan salim bulunur ve bunun­la da boşanmış olan kan-kocamn aralarını düzeltme kasdı güdülürse caiz­dir. Eşleri barıştıran hulleci de, bu yaptığından ötürü sevap kazanır. Ama bu iş, yukarıda belirtilen diğer amaçlarla yapılırsa, tahrîmen mekruh olur. İlk koca olsun, hulleci olsun, boşanan kadın olsun, bu işe ortak olan herkes günahkâr olur. Ama diğer şartlar tahakkuk ederse, nikâh akdi sahih olur. Açıklanan şekliyle cinsel temas vukûbulursa, kadın, ilk kocasına helâl olur.

Mâlikîler dediler ki: Bir kimse, üç talâkla boşanmış bir kadını ilk kocasına helâl kılmak amacıyla nikahlarsa, yapılan nikâh akdi fâsid olur. Gerdeğe girmekle akid sabit olmaz. Aksine gerdekten önce de olsa, sonra da olsa araları tefrik edilir. Hülle yapma şartıyla bu kadınla evlenirse akid, talâksız olarak fesholunur. Çünkü nikâh akdi baştan beri varolmamıştır. Hülle yapmayı şart koşmaz ama, nikâh akdinden sonra bunu ikrar ederse, yine aynı şekilde akid, talâkla fesholunur. Nikâh akdinden önce bu ikrarda bu­lunur, sonra da kadını nikahlarsa, akid, talâksız olarak fesholunur. Nikâh akdi yapılırken de böyle birikrârda bulunursa aynı hüküm sözkonusu olur. Bazıları derler ki: Mutlak surette hulleciyle kadının arası, bâin bir talâkla tefrik edilir. Bu kadının ilk kocasına helâl olup olmamasında önemli olan, ikinci erkeğin niyetidir. Hülle yapmaya niyet etmişse, akid fâsid olur. Böyle bir niyeti yoksa, akid sahih olur. Boşayan erkekle boşanan kadının niyetle­rine gelince; ikinciyle evlenmeyi sırf hülle maksadıyla yapmış olsalar bile bunun önemi yoktur. Çünkü artık boşama yetkisi ikinci kocadadır. Hülle yapmaya niyet ederse, evlilik binasının temelini oluşturan bir şartı terketmiş olur. Bu şart da, evliliğin asıl amacı olan, eşlerin bir arada yaşamalarının sürekliliği­dir. Bir kimse, hülle maksadıyla bir kadınla evlenip cinsel temasta bulunur­sa, bu kadın ilk kocasına helâl olmaz. İkinci koca (hulleci) akid esnasında takdir etmiş olduğu mehri, cinsel temasta bulunduğu gerekçesiyle kadına ver­mekle yükümlü olur. Bu hususta ihtilâf yoktur. Hülleyi nikâh akdinde şart koşarsa, kadınla temasta bulunduğu takdirde ona önceden belirttiği miktar­daki mehrini (mehri müsemmâsını) vermesi, esah kavle göre gerekli olur. Aynı şekilde, kadınla hülle niyetiyle evlenir ve kadın kendisini beğendiği tak­dirde onu tutup boşamamaya niyet ederse, önceki gibi nikâh akdi fâsid olur. Cinsel temas yapılsa bile ilk kocasına helâl olmaz. Başkasıyla geceleyen bo­şanmış bir kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Ancak bu kadın, kendisini hülle niyeti olmaksızın nikahlayan bir kocayla evlenirse, ilk kocasına helâl olur. Tabiî bu da bazı şartların gerçekleşmesiyle mümkündür:

1- İkinci koca baliğ olmalıdır.

2- Penisinin başı, veya başı yoksa, baş kadar bir kısmı kadının vagina-sına girmelidir. Bundan daha kısa bir kısım girerse, kadın ilk kocasına helâl olmaz. Kadın, penisin, mak'ada sokulmasıyla ilk kocasına helâl olmaz. Ay­rıca ikinci koca, kadınla cinsel temasta bulunurken, vaginaya girdirmezden önce olsun, vaginaya girdirdikten sonra olsun, penisinin mutlak surette uyanıp kalkmış olması gerekir. Meselâ penisini uyanıp kalkmaksızın vaginaya gir­dirir, girdirdikten sonra (vaginadayken) uyanıp canlanırsa temas sahih olur. Penisin tam olarak uyanıp kalkması şart değildir, ama mutlaka vagina içine girdirilmesi gerekir. Vaginanın üstüne koymak yeterli olmaz. Penise, temas esnasında kalın bir bez sarmamahdır. Ama iki tenasül organının ısılarının birbirine geçmesine engel olmayan ince bir bezin penise sarılmasıyla yapılan temasın sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır. Kuvvetli görüşe göre bu durumda yapılan cinsel temas, kadının ilk kocasına helâl olması açısın­dan yeterli olur. Kadınları gebe bırakmaktan sakınmak için zamanımızda pe­nise takılan kılıf da bu ince bez hükmündedir. Kılıf takılarak yapılan cinsel temasla da kadın, ilk kocasına helâl olur. Cinsel temas esnasında meninin akması şart değildir. Mâlikîlerin, cinsel temas esnasında mutlaka meni ak­masını şart koştukları yolunda Hanefî kitaplarında yer alan ifâdeler doğru değildir.

Testisleri kopuk olup sadece penisi bulunan erkeğin, penisini vaginaya girdirmesiyle ve kadının da bu durumu bilmesi şartıyla yine ilk kocasına he­lâl olur. Çünkü kadın, bu durumu bilip razı olursa, nikâh akdi bağlayıcı olur. Ama bu durumu bilmezse, nikâh akdi kusurlu ve feshe kabil olur. Bu nikâ­ha dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olamaz.

3- İkinci koca müslüman olmalıdır. Müslüman bir erkek, ehl-i kitabtan olan karısını üç talâkla boşar, sonra kitabî bir erkek onunla evlenip bilâhare ayrılırsa, bu kadın, müslüman olan ilk kocasına helâl olmaz. Ama Hanefî-ler bu görüşe muhaliftirler.

4- Kadında ve kendisiyle evlenen ikinci kocada cinsel temasa engel şer'î bir özür bulunmamalıdır. Meselâ kadın, hayızlı veya nifaslı olmamalıdır. Bu kanamaları    kesilmiş olduğu halde henüz gusletmemiş olması da cinsel te­masa engeldir. Veya her ikisi, ya da birisi Ramazan orucu, yahut muayyen adak orucunu tutuyor durumda bulunmamalıdır. Bu durumlarda cinsel te­mas yapılsa bile kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Bazıları bu durumda yapı­lan cinsel temasın, kadını, kendisini boşamış olan ilk kocasına helâl kılacağını söylemişlerdir. Ama ikisi veya biri, nafile orucu tutuyor, ya da farz veya mu­ayyen adak orucunu kaza ediyorken yaptıkları cinsel temas, kadını ittifakla ilk kocasına helâl kılar.

5- Her ikisi veya birisi, yaptıkları cinsel teması inkâr etmemelidir. Er­kek ya da kadın, yapılan cinsel teması inkâr ederse, kadın ilk kocasına helâl olmaz.

6- Kadın, cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olmamalıdır.

1- Kadın, cinsel temasın vukûbulduğunu bilmeli ve hissetmelidir. Ka­dın, uyumaktaysa veya baygın vaziyetteyse, ya da idrâk edemeyecek derece­de deli olursa ilk kocasına helâl olmaz. Ama ikinci kocanın, cinsel temasın vukûbulduğunu bilmesi, mûtemed görüşe göre şart değildir. Kendisi deli veya hissetmeyecek derecede uyku halindeyken bile temasta bulunursa, bu teması, kadını ilk kocasına helâl kılar.

Şâfîîler dediler ki: Adamın biri, başkasının üç talâkla boşamış ol­duğu bir kadını, ilk kocasına helâl etmek maksadıyla nikahlarsa, yaptığı akid şu şartlarla sahih olur:

1- İkinci koca, kadını sahih bir akidle nikâhlamahdır. Akid fâsid olur veya şüphe sonucu kadınla cinsel temasta bulunur, ya da zina ederse, bu ka­dın ilk kocasına helâl olmaz. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bundan sonra kadın, başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz..[11]Açıkça görüldüğü gibi burada sahih akid sözüyle, sahih nikâh akdi kasdedilmektedir.

2- İkinci koca, nikâh .akdini yaparken, hülle yapmayı sözlü olarak şart koşmamahdır. "Kendisini boşamış olan ilk kocasına helâl kılmak amacıyla falan kadınla evlendim" veya: "Kendisiyle temas yaptığımda boşamak veya onun bâin talakla boşanması üzerine falan kadınla evlendim" derse, akid bâtıl olur. Bu fâsid akde dayanarak yaptığı cinsel temas dolayısıyla kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Herhangi bir şart koşmaksızın kadım nikâhlar, ama ilk kocasına dönmesi için kadını boşayacağını niyetinde tutarsa, bu mekruh olur.

3- İkinci kocanın, lezzet alma zevkine sahip olduğu tasavvur olunabil-melidir. Meselâ çocuk olsu. bile, cinsel teması arzulayan biri olmalıdır. Baliğ olması, temas esnasında menisinin akması ve akıllı olması şart değildir. Deli bir erkek, sahih bir akidle nikahlandıktan sonra cinsel temasta bulunursa, bu kadın ilk kocasına helâl olur. Boşanmış olan bu kadın zımmî ise, kendi­sini nikahlayan ikinci kocanın (hullecinin) müslüman olması şart değildir. Müslüman bir erkek, karısını boşadıktan sonra karısı zımmî bir erkekle ev­lenir, zımmî erkek de cinsel temastan sonra kendisini boşarsa bu kadın, (müs­lüman olan) ilk kocasına helâl olur. İkinci kocanın hür olması da şart değildir. Boşanmış bir kadın, bir köleyle evlenir ve kölenin efendisi de bu evliliği onay­larsa sahih olur.

Kadının cinsel temasa dayanıklı olması şart değildir. Emsalleriyle cinsel temasta bulunulmayacak kadar küçük yaştaki bir kadın üzerine sahih nikâh akdi yapıldıktan sonra vaginasına penisin başı girdirilirse, bu kadın, kendi­sini boşamış olan ilk kocasına helâl olur. Cinsel temasın lezzetini bilmeyen ve kendi emsallerinin, kadınlarla cinsel ilişkide bulunmadığı erkek çocuğu­nun durumu bundan farklı olup, onun yapacağı cinsel temas dolayısıyla ka­dın ilk kocasına helâl olmaz. İki durum arasındaki fark şudur: Üç talâkla boşanmış kadına başka bir erkeğin cinsel temasta bulunmasından amaç; er-kekleri,karılarınıüçtalâklaboşamaktannefret ettirip uzaklaştırmaktır .Bu uzak­laştırma ve nefret ettirme de, küçük yaştaki kadını ellemek ve penisin başını onun vaginasına girdirmekle gerçekleşmektedir. Bu temasta bulunanların, biribirlerinin balçıklarını tatmaları şart değildir. "Ey kadın, sen onunbalcı-Iından, o da senin balçığından tadıncaya kadar" hadîs-i şerifinden maksat, cinsel temasın kendisidir. Çünkü lezzetten, çoğunlukla cinsel temas anlaşılır. cinsel temasla penis vaginanın içine girmelidir. Öyle ki, penisin başı, bekâret zarının ötesine kadar gitmelidir. Kadın bakire olup da, erkek penisi­ni zarım yırtmaksızın ve bekâretini gidermeyecek şekilde vaginaya girdirir-se, bu yeterli olmaz. Zîra gerekli oları, penisin başının, bekâret zarının ötesine gidecek kadar vagina içine girmesidir. Bazılarına göre bu kadarı da yeterli olur. Kadınla mak'adtan temas yapıldığı takdirde bu temas, onu ilk kocası­na helâl kılmaz. Erkek, menisini kadının vaginasına cinsel temastan başka bir yolla akıtırsa, bu da kadını ilk kocasına helâl kılmaz. Penisi kesik bir erkek, penisini vaginanın üstüne koyup da sevişerek menisini vaginaya akı­tırsa, kadın yine ilk kocasına helâl olmaz. Ama testisleri kopuk bir erkek, kadınla temasta bulunursa, bu temas kadını ilk kocasına helâl kılar.

5- Penis sertleşmiş vaziyette olmalıdır. Sertleşmediği halde, erkek kendi eliyle tutarak vaginaya gİrdirirse, kadın ilk kocasına helâl olmaz. Penisin tam olarak kalkmış olması şart değildir. Ayrıca temas yaparken cinsel organları arasında örtü, perde ve kılıf gibi engellerin bulunmaması şartı aranmamak­tadır. Erkek, penisine bir bez sararak vaginaya girdirirse sahih olur. Hele hele ince bir Örtü olan ve kaput dîye bilinen kılıfı penisine takarak öylece temasta bulunursa, bu kadın önceki kocasına haydi haydi helâl olur. Cinsel temasın hayız, nifas ve ihram gibi yasaklar dolayısıyla memnu bir temas ol­maması da şart değildir. İlk kocanın, nikâh akdinin fâsitliği dolayısıyla hül­le yapma zorunluluğunun düşmesine dâir son bir konu da şudur: Adamın biri, bir kadını Şafiî mezhebine göre fâsîd olan bir akidle nikahlayıp (meselâ iki fâsık şahidin huzurunda nikâhlar veya fâsık velî tarafından bir kadın ken­disine nikâhlanırsa) sonra da bu kadınla gerdeğe girip karı-koca hayatı ya­şar ve bilâhare üç talâkla boşarsa, araya hulleci koymaksızın bu karısıyla yeni bir evlenme akdi yapabilir mi, yapamaz mı? Çünkü ilk nikâh akdi fa­sittir ve bu nikâhın ortadan kaldırılması, talâk (boşama) sonucunu doğur-.maz. Evet bu erkeğin, boşadıktan sonra araya hulleci koymaksızın karısıyla yeniden   evlenme   akdi   yapması   mümkün   olur   mu,   olmaz   mı?

Şafiî mezhebinin müftâbih görüşüne göre bu erkek, araya hulleci koy­maksızın ilk karısıyla yeniden evlenme akdi yapamaz. Hülleyi düşürmek için ilk nikâh akdinin fâsid olduğunu gerekçe edinerek fetva vermek sahih ol­maz. Evet, ilk nikâh akdi iki fâsık şahidin huzurunda yapılır veya velisiz ya­pılırsa ve bu durum eşlerin ikrarıyla, ya da beyyineyle tesbit edilirse, hüküm şu olur: Kadı, Allah hakkı olarak değil de karı-koca hakkı olarak, hulleciyi araya koymaksızın yeni bir nikâh akdi yapmalarına hükmedebilir. Sözgeli­mi ilk nikâh akdinde kadına verileceği bildirilen mehir (mehr-i müsemmâ) o kadının mehr-i mislinden az olur da, kadın nikâhın fâsid olduğunu iddia ederek mehr-i mislini almak ister ve bu durum da tesbit edilirse, kadın mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Aynı şekilde koca, gerdeğe girmeden karısını üç talâkla boşar ve kadının bu nedenle hak edeceği yarı mehri vermemek için ilk nikâh akdinin fâsid olduğuna dâir beyyine getirirse, kadı, onun lehine hükmeder. Bu durum tesbit edilir ve kadı da bu^olda hüküm verirse, buna bağlı olarak hülle yaptırma zorunluluğu da ortadan kalkar. Her iki durum­da da koca, araya hulleci koymaksızın karısıyla yeniden evlenme akdi ya­pabilir.

Karısını üç talâkla boşadıktan sonra hülle yaptırmak, Allah'ın hakkındandır. Eşlerin ikisi de nikâh akdinin fâsid olduğunu ikrar eder veya fâsid olduğuna dâir beyyine getirirlerse ve araya hulleci koymaksızın yeniden ev­lenmek isterlerse, beyyine veya ikrarlarına aldırış edilmez. Ancak bir beyyi­ne hasbî olarak kendiliğinden ortaya çıkarsa ve değerlendirilmesine de ihtiyaç varsa, o zaman dinlenir. Bu şöyle olur: Fâsid bir nikâh akdi yaparak bir ka­dınla evlenen, bir süre sonra da onu üç talâkla boşayan bir adamın, bu üç talâkla boşayışına dâir bir beyyine bulunmaması, kadının da o erkekle bir­likte normal bir evlilik hayatını sürdürüyor olduğunu zannetmesi; sonra da kadı'nın huzurunda ifâde verirken kendisi üzerine bâtıl bir nikâh akdi yapıl­dığını, bu akde dayanarak o erkekle evlilik hayatını sürdürmesinin doğru ol­mayacağını söylemesi halinde, kadı onların nikâhını fesheder. İşte bu durumda, kocası, araya hulleci koymaksızın bu kadın üzerine yeni bir nikâh akdi yapabilir. Bu hüküm için şöyle bir mesele de düşünülebilir: Adamın bi­ri fâsid akidle nikahladığı karısını, gerdekten önce üç talâkla boşar, sonra da o kadının anasıyla m&hremi imişçesine muaşerette bulunur ve hasbî bir beyyine ortaya atılır ve bu kayınvâlidesiyle mahremi gibi birlikte yaşaması­nın caiz olmadığına şehâdet edilirse -çünkü bu kadının kızıyla fâsid nikâh akdi yaptığı için bu kadın bu erkeğin mahremi olamaz- kadı, nikâh akdinin sahih olmadığına karar verir. Böylece de hülle yaptırma zorunluluğu orta­dan kalkmış olur. Özetlersek: Nikâh akdinin fâsitliğine dayanarak hülle yap­tırma yolunda hüküm vermek sahih olmaz. Ancak eşler, gizlice buna göre amel edebilirler. Fakat hâkim bunu farkederse, onları birbirlerinden ayırır. Bunda kocanın, nikâh akdi esnasında başka bir mezhebi taklid etmesiyle et­memesi arasında bir fark yoktur. Velîsiz olarak bir kadın üzerine nikâh akdi yapmak veya bu akdi iki fâsık şahit huzurunda yapmak gibi, Şafiî mezhe-bince fâsid olan bir akdi, Hanefî mezhebini taklid ederek yapan veya hiç bir mezhebi taklid etmediği halde, bu akdi için Hanefî bîr hâkim tarafından sa-hihlik kararı verilen bir adam, karısını üç talâkla boşadıktan sonra bu ka­dınla yeniden evlenmek isterse, mutlaka hülle yaptırması gerekir. Ama nikâh akdi, şart ve hükümleri bilmeyen halk arasında düzenlenir ve akdi düzenler­ken hiç bir mezhebi taklid etmez, ya da bu akid için hâkim tarafından şahin­lik kararı verilmez, bilâhare koca da karısını üç talâkla boşarsa, yargı açısından değil, fakat diyanet açısından bu koca, hülle yaptırmaksızın karısıyla yeni­den evlenebilir.

Hanbelîler dediler ki: Bir kimse, başkasının üç talâkla boşamış ol­duğu bir kadını, ilk kocasına helâl kılmak amacıyla nikâhlar veya nikâh ak­di esnasında bu şartı açıkça ileri sürer, ya da bu şartta kadın veya velîsiyle nikâhtan önce anlaşır ve bu şarttan geri dönmezlerse, nikâh bâtıl olur. Bu kadın da ilk kocasına kesinlikle helâl olmaz. Zîra îbn Mâce, Hz. Peygambe­rin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

"Size iğreti tekeden haber vereyim mi? (Orada bulunanlar) dediler ki: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü". Buyurdu ki: "O, hülle yapan erkektir. Allah, hülle yapana da, kendisi için hülle yapılana da lanet etsin." [12]

Üç talâkla boşanmış kadın, başka birisiyle evlenip ondan boşanmadık-ça, ilk kocasına helâl olmaz. Helâl olması için, şu şartların tahakkuku gerekir:

1- îkinci nikâh akdi sahih, her türlü şarttan ve boşama niyetinden so­yutlanmış olmalıdır.

2- İkinci koca, kadına vaginasından cinsel temas yapmalıdır. Soyut bir nikâh akdi veya kadınla erkeğin tenhada buluşmaları, ya da çıplak tenle bi-ribirlerine sarılmaları, kadının ilk kocasına helâl olması açısından yeterli ol­maz. Aksine penisin başının, vagina içine girdirilmesi zorunludur. Penisin başını mak'ada girdirmekle kadın, ilk kocasına helâl olmaz. Şüphe sonucu yapılan veya köleyle yapılan veyahut da fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel temasla da helâl olmaz.

3- Cinsel temas yaparken penis sertleşmiş olmalıdır. Sertleşmemiş olan penisi vaginaya girdirmekle, kadın ilk kocasına helâl olmaz.

4- Kadında cinsel temasa engel mazeretler bulunmamalıdır. Meselâ ha-yızh veya nifaslıyken, ihramdayken veya farz orucu tutarken kendisiyle te­mas yapılırsa, bu kadın ilk kocasına helâl olmaz. Temas yapılması helâl olmayan bir vakitte, meselâ o vaktin namazı kılınmamış, vaktin çıkmasına da çok az zaman kalmışsa, bu dar vakitte, ya da mescidte temas yapılırsa, bu temas her ne kadar caiz olmasa bile kadın, ilk kocasına helâl olur.

İkinci kocanın baliğ olması şart değildir. On yaşına varmamış olsa bile, mürâhik (buluğ çağına yaklaşmış) biri olması yeterlidir. Temas yaparken meni akması da şart değildir. Bu fâsid akidle neseb sabit olur. Eğer miktarı belir­tilmişse mehr-i müsammâ da bu akidle sabit olur. Miktar belirtilmemişse mehr-i misil sabit olur. Bu evlilikten boşanma durumunda kadının iddet bekleme­si gerekir. Bu fâsid akid dolayısıyla iffet sabit olmaz ve bu kadın da ilk ko­casına helâl olmaz.

 

Nikâh Kıyarken Bir Şart Koşmak Veya Nikâhı Gelecek Zamana Bağlamak

 

Evlenme akdini yaparken karı-kocadan biri herhangi bir şart ile­ri sürer veya ikisinden birisi nikâhı gelecek zamana bağlarsa, yapı­lan akdin ve ileri sürülen şartın sahih ya da fâsid olduğu hususunda mezhebler muhtelif görüş beyânında bulunmuşlardır.

 

 (37) Hanefîler dediler ki: Eşlerden biri, evlilik akdini yaparken bir şart ileri sürerse, bu şart ya akde bitişik olur veya akid gelecek zamana bağlanır ki, bu bağlama da "eğer" anlamını taşıyan "in" ve benzeri edatlar­dan biriyle yapılır. Akde bitişik şartın örneği şudur: "Senin yanında gecele­memek üzere seninle evlendim." Akdin gelecek zamana bağlanmasının örneğiyse "Mehmed gelirse seninle evlendim" demektir. Birinci örnekteki gibi bir şart ileri sürülürse, kural gereği bu şart mutlak surette akdi etkile­mez. Sonra bu şart, akdin gereğindense, doğal olarak geçerli olur, aksi tak­dirde geçersiz olur, akidse sahih olur. Kadında evlenmeye şer'an engel olan bir durumun bulunmamasını şart koşmak, akdin gereği olan şartlardandır. Örneğin, "başkasının karısı olmaman şartıyla seninle evlendim" veya "baş­ka bir erkeğin iddetinde bulunmaman şartıyla seninle evlendim" veyahut "mu­hayyerlik hakkın olmaması şartıyla seninle evlendim" demek gibi. Nikâh akdinin sahih olması için kendisine dayanılan bu gibi şartlar, tabiatıyla sa­hih ve geçerlidirler. Kadının, erkeğin kendisine küfüv olmasını şart koşması da böyledir.

Akdin gereği olmayan şartlara gelince, bunları şöyle örneklendirebili-riz: "Seni üç talâkla boşamış olan kocana helâl kılmak şartıyla seninle evlendim" veya "akıbetini tâyin etme yetkisi senin elinde olması şartıyla se­ninle evlendim" veyahut "dilediğin zaman kendini boşaman şartıyla seninle evlendim" demek gibi. Bu tür şartlarla amel olunmaz. Ama yapılan nikâh akdi sahihtir.

Bize şöyle bir soru yöneltilebilİr: Sizler, erkeğin "kendini boşama yet­kisi sende olmak şartıyla seninle evlendim" diyerek boşama yetkisinin ka­dında olmasını şart koştuğu takdirde bu şartın fâsid olduğunu söylüyorsunuz. Ama bu şartı kadının kendisi ileri sürerse, şart sahih olur ve uyulması gere­kir. Peki, bu ikisi arasındaki fark nedir? Bu soruya verilecek cevap şudur: Aslında talâk (boşama) sadece kocaya özgü bir haktır. Bu hakkı kullanma yetkisi kadında değil, erkekte olmalıdır. Dolayısıyla bir erkeğin, hakkı ol­mayan bir yetkinin kadına verilmesini şart koşması veya kadın tarafından ileri sürülen böyle bir şartı kabul etmesi doğru olmaz. Çünkü bunda az da olsa doğal düzeni ters çevirme durumu sözkonusudur. Ne var ki, bu gibi bir şartı kabul etmek bazan karı-kocanın yararına olabilir; onların iyi geçinme­lerini, aralarındaki sevgi bağlarının artmasını sağlayabilir. İşte şeriat koyu­cu bu mülâhazalarla bu gibi şartları sahih ve makbul saymıştır, özellikle böylesine bir garanti unsuru bulunmadığından dolayı, çoğu kez kadın, ha­yatını bir erkeğinkiyle birleştirmekten korktuğu için, böyle bir şartı ileri sür­mek, sahih olduğu kadar, iki eş için yararlı da olur. îsâm hukuku, bir araya getirilmeleri sadece bu şartın gerçekleşmesine bağlı kalan bazı eşlerin bir araya getirilmelerini bu hükümle kolaylaştırmıştır, denebilir. Ama diğer taraftan, erkeğin kendiliğinden böyle bir şart ileri sürerek, kendi yetkisinde bulunan talâkı kadına devretmekle doğal düzeni bozma gayretine girmesini yasakla­mıştır. Erkeğin kendiliğinden bu şartı ileri sürmesi sahih olmaz. Ama kadın böyle bir şart ileri sürdüğü takdirde erkeğin bunu kabul etmesi sahihtir. Ni­kâh akdine bitişik şartlardan bîri de eşlerden birinin kendi şahsı veya başka­sı için üç gün, daha fazla veya daha az bir süre için muhayyer olmayı şart koşmasıdır. Erkek, "ben, ya da babamın üç gün muhayyer olması şartıyla seninle evlendim" der, kadın da "kabul ettim" cevabını verirse, nikâh ak­dedilmiş sayılır, ama şart geçersiz olur ve gereği yerine getirilmez. Nikâhta şart muhayyerliği olmadığı gibi görme ve ayıp muhayyerliği de yoktur. Gör­meden bir kadınla nikahlanan bir adamın kadını gördükten sonra akdi fes­hetme muhayyerliği yoktur. Aynı şekilde, ayıplı olduğu halde bu ayıbından habersiz olduğu bir kadınla evlenen kişi, kadındaki bu aybın farkına var­dıktan sonra akdi feshetme muhayyerliğine sahip olamaz. Ancak erkeğin ha­dımlık, kesiklik ve iktidarsızlık gibi ayıpları bu hükümden istisna edilmiştir. Kadının biri bir erkekle evlenir de sonra onun iktidarsız olduğunun farkına varırsa, nikâh akdini feshedip etmemekte serbest olur. Kadın, erkeğin peni­si veya teslisleri kopuk olduğunda da aynı hakka sahip olur. Ama bu say­dıklarımızın dışında kalan durumlarda ne kadın, ne de erkek muhayyerlik hakkına sahip değildir.

Bununla da anlıyoruz ki erkek, nikâh akdini yaparken kadının ayıplar­dan veya hastahklardan salim bulunmasını, ya da güzel veya bakire olması­nı şart koşar da akidten sonra kadının kör, kötürüm, alaca, dul veya çirkin olduğunu görürse; öne sürmüş olduğu şart geçersiz, fakat akid sahih olur. Akid yaparken kadının şehirli olmasını şart koşar da, akidten sonra köylü ve çiftçi olduğunu görürse, yine aynı hüküm sözkonusu olur. Şartı geçersiz­dir. Meğer ki bu kadın, bu kocanın küfvü (dengi) olmasın. Akde bitişik şar­tın anlamı, işte budur. Nikâh akdinin şarta bağlanmasına gelince; bu şart, geçmiş zamanla ilgilidir veya değildir. Geçmiş zamanla ilgiliyse, ihtilafsız ola­rak sahihtir. Çünkü bu şart geçmişte kalmıştır. Yalansa bile tahakkuk et­miştir. Örneğin adamın biri, diğerine "kızını oğlumla evlendir" diye teklifte bulunur, kızın babası da "kızımı başkası ile evlendirdim" cevabını verir, fa­kat oğlanın babası bu söze inanmayıp onu yalanladığı için kızın babası, "ben kızımı eğer başkasıyla evlendirmemişsem, senin oğlunla evlendirdim" der ve oğlan babası da bu evliliği iki şahidin huzurunda kabul eder ve bilâhare kı­zın, başkasıyla evlendirilmemiş olduğu açığa çıkarsa, yapılan bu nikâh akdi sahih olur. Çünkü her ne kadar kızın babası yalan söylemişse bile, bu şartı geçmiş zamana bağlamıştır. Bu gibi şarta bağlayışların nikâh akdine zararı dokunmaz.

Nikâh akdini gelecek zamanla ilgili bir şarta bağlamaya gelince; bu şar­tın vukuu muhakkaksa, yapılan nikâh akdi gerçekleşir ve bu şartın akde bir zararı da olmaz. Örneğin "güneş doğarsa seninle evlendim" veya "gece olursa seninle evlendim" demek gibi. Nikâh akdi, vukuu muhakkak olmayan bir şarta bağlanırsa, meselâ "kardeşim seferden gelirse seninle evlendim" deni­lirse, nikâh akdi geçersiz olur. Çünkü kardeşinin seferden geleceği muhakkak değildir. Koca, "eğer babam razı olursa seninle evlendim" der, babası da nikâh akdi yapılan mecliste hazır bulunup "razı oldum" derse, akid sa­hih olur. Akdi, babasının vukuu muhakkak olmayan rızâsına bağlaması, ni­kâha zarar vermez. Mecliste hazır bulunan yabancı biri için de "falan şahıs razı olursa seninle evlendim" dese, yine aynı hüküm sözkonusu olur. Mec­liste hazır bulunmayanbabasının rızâsını şart koşarsa, akid sahih olmaz. Mec­liste hazır bulunmayan yabancı bir kimsenin rızâsını şart koşarsa nikâh akdi, haydi haydi sahih olmaz.

Yarın veya perşembe günü veya bir ay sonra seninle evlendim diyerek nikâh akdini gelecek zamana bağlamak da, akdi vukuu muhakkak olmayan bir şarta bağlamak gibi olur ki, bu bağlayış sahih olmaz ve bu tarzda yapı­lan nikâh akdi gerçekleşmez.

Hanbelîler: Nikâhta ileri sürülen şartlar üç kısımdır:

1- Sahih şartlar: Bu, kadının kendi üzerine kuma getirilmemesini veya evinden, ya da beldesinden çıkarılmamasını veya çocuklarından ya da ebe­veyninden ayrılmamasını veya kendi küçük çocuğunu emzirmeyeceğini şart koşması veya mehir olarak belli bir miktar nakit almayı, ya da mehrinden fazla miktarda nakit almayı şart koşmasıdır ki, bu şartların hepsi de sahih­tir. Uyulması gerekir. Koca, bu şartları yerine getirmemezlik edemez. Şayet muhalefet ederse; kadın dilediği zaman akdi feshetme muhayyerliğine sahip olur. Belli bir sürenin geçmesiyle de bu muhayyerliği düşmez.

Koca da kadının bakire, güzel, endamlı, soylu veya iyi duyup iyi gören biri olmasını şart koşar; ama nikâhtan sonra kadının dul veya çirkin, soysuz veya kör, ya da sağır olduğunu görürse, nikâh akdini feshetme muhayyerliğine sahip olur. Zîra Hz. Ömer buyurmuştur ki:

Hakların kesintiye uğradığı yer, şartların bulunduğu yerdedir." Evet, bu gibi şartların bağlayıcı olduğu hükme bağlanmıştır.

2- Akdi fâsid kılan fâsid şartlar: Bu şartların bazısı şunlardır:

Kocanın, evleneceği kadım, kendisini üç talâkla boşamış olan ilk koca­sına helâl kılmayı şart koşması veya kan ile kocanın önceki evliliklerinden doğmuş olan kızlarını birbirlerinin oğullarına mehirsiz olarak değiştirme usulüyle- nikâhlamayı şart koşmaları.

Nikâh akdini gelecek zamandaki bir şarta bağlamak. Örneğin, erkeğin "Perşembe günü gelirse..." veya "aybaşı gelirse..." veya "annen razı olur­sa seninle evlendim" demesi veya kadının "eğer babam razı olursa seninle evlendim" demesi gibi. Bu şartların hepsi fâsid olup akdi de ifsâd ederler. Nikâh akdini Allah'ın dilemesi şartına bağlamak, yani "Allah dilerse senin­le evlendim" demek,bu hükümdeiv istisna edilmiştir. Meselâ kadın "Allah dilerse, bu evlenmeyi kabul ettim" derse nikâh akdi fâsid olmaz. Nikâh akdi, geçmiş zamandaki bir şeye (şarta) bağlanırsa da akid fâsîd olmaz. "Eğer o benim kızımsa, onu sana nikahladım" veya "o, iddetini doldurmuşsa, sa­na nikahladım" deme durumunda hem isteyen ve hem de kızın babası, onun, kendisinin kızı olduğunu veya iddetini tamamlamış olduğunu biliyorlarsa, akid geçerli olur. Akdi gelecek zamana bağlamak, meselâ, "yarın olursa onu seninle evlendirdim" diyerek ileri sürülen bu şart fâsiddir ve akdi de ifsâd eder.

Nikâhı bir zamanla sınırlandırmak da böyledir. Buna mut'a nikâhı de­nir ki, ileride bu nikâh açıklanacaktır.

3- Akdi ifsad etmeyen fâsid şartlar: Bu gruptaki şartlardan biri nikâh akdinde ileri sürülürse, akid fâsid olmaz, ama şartın kendisi geçersiz olur. Meselâ koca, kadına mehir vermemeyi şart koşarsa veya kasm (karılarla ge­celeme işinde eşitliğe riâyet etme) da kumasına daha fazla hak tanıyacağını veya evliliği devam ettirip ettirmemede kendi için muhayyerliği şart koşarsa veya kadının kendisi bu muhayyerliğin kendisinde olmasını şart koşarsa ve­ya velî, damat adayının (ya da vekilinin) mehri akid meclisine getirmesini, aksi takdirde nikâh akdinin yapılmayacağını şart koşarsa veya kadın koca­sının kendisiyle birlikte, sözgelimi sayfiyeye (yazlığa) gitmesini şart koşarsa veya kendi cam istediği zaman kocasının kendisini yatağa çağırmasını şart koşarsa veya kendini belli bir süreliğine kocasına teslim etmeyi şart koşarsa, bu şartların hepsi de hiç bir kıymet ifâde etmeyip geçersizdirler. Bunların akde hiç bir etkileri olmaz ve nikâh sahih olur.

Buraya kadar anlatılan şartların üç kısmı da akid esnasında veya akid-ten önce taraflar arasında ileri sürülürse, anılan hükümler işlemeye başlar.

Mâlikıler dediler ki: Nikâhta ileri sürülen şartlar dört kısma ayrılırlar:

1- Nikâh akdini bir şarta bağlamak. Bu şart tahakkuk etmese bile akde zarar vermez. Adamın biri "kızımı, eğer razı olursa, falanla evlendirdim" der ve falan da mecliste hazır bulunmaz ama olayı duyduğunda "razı oldum" derse, akid sahih olur. Aynı şekilde adamın biri, "eğer babam razı olursa, falan kadınla evlendim" der ve babası da mecliste hazır bulunmaz, ama duy­duğunda razı olursa akid sahih olur. Bu mesele evlenme akdinde icâbla ka­bulün derhal peşpeşe olmaları bahsinde de geçmişti. O kısımda, taraflar akid meclisinde hazır bulunmadıklarında kabulün icâbtan hemen sonra yapılma­sının şart olmadığı söylenmişti. Bu noktadan hareketle, Mâlikîlere göre ev­lenme hususunda vasiyette bulunmak sahih olmaktadır. Adamın biri "ölümümden sonra kızımın falana ait olmasını vasiyet ettim" der, kendisi için vasiyette bulunulan kişi, vasiyetçinin ölümünden sonra kabul ederse, nikâh akdi sahih olur.

2- Akdi ifsâd eden ve akde bitişik olan şartların koşulması. Bunlar bir­kaç tanedir:

a) Koca veya karı veya her ikisi veya kendileri dışındaki bir kimse için muhayyerliğin şart koşulması: Veli, "iki gün veya daha fazla, ya da daha az süreyle muhayyer olması şartıyla falan kadını seninle evlendirdim" derse sahih olmaz. Böyle bir şart ileri sürülürse, gerdekten önce akid feshedilir. Gerdeğe girilmişse, akid feshedilmez. Akid esnasında belli miktarda bir me­hir verileceği kararlaştınlmışsa, kadın bu mehri hak eder. Şayet mehrin miktan belirtilmemişse kadın, mehr-i misil alır. Mûtemed kavle göre muhayyerliğin sadece akid meclisinde şart koşulması, akde zarar vermez.

b) Mehrin belli bir zamanda getirilmesini şart koşmak: Velî, damat ada­yına (veya vekiline meselâ) "bu hafta sonuna kadar mehri getırmezsen, ar­tık aramızda nikâh akdi yoktur" der ve diğeri "bu şartınla beraber nikâhı kabul ettim" der ama mehri getirmezse, nikâh akdi gerdeğe girilmiş olsa da, olmasa da feshedilir. Mehri vâde bitiminden önce veya vâde sonunda geti­rirse nikâh akdi, gerdeğe girilmemişse feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse fes­hedilmez.                  

c) Nikâh akdine aykırı bir şartın ileri sürülmesi: Meselâ adamın biri: "Kasm (kadınların yanında geceleme sayısında eşitliğe riâyet etme) da ken­disiyle kuması arasında adaletli olarak davranmamak veya geceleri değil de gündüzleri onun yanında yatmak veya mirasımdan pay almaması veya na­fakasının kendisine, ya da babasına âit olması veya işinin kendi elinde olma­sı şartıyla beni falan kadınla evlendir" derse bu şartların hepsi de akdin gereğinden olmayan (ve akde aykırı olan) şartlardır. Bu şartlardan biri ileri sürülürse, gerdeğe girmeden akid feshedilir. Gerdeğe girilmişse akid feshe­dilmez; mehr-i misil ödenerek sabit olur ve şart da geçersiz olur.

3- Nikâh akdine aykırı olmayan şartların ileri sürülmesi: Meselâ kadın, kendi üzerine kuma alınmamasını veya şu yerden çıkarılıp şu yere taşınma­masını veya kendi beldesinden çıkarılmamasını şart koşarsa, bu şartlar ni­kâh akdine zarar vermezler. Nikâh sahih olur. Fakat bu gibi şartların ileri sürülmesi mekruhtur. İleri sürülürse de uyulması mendub olur.

4- Riâyet edilmesi vâcib olan şartlar: Bu şartlara riâyet edilmemesi ha­linde karı veya koca, akdi feshetme muhayyerliğine sahip olurlar. Koca, ka-dınm kusurlardan salim olmasını şart koşarsa, meselâ kadının iki gözünün sağlam olmasını şart koşar da kadının iki gözünün veya bir gözünün kör ol­duğunu görürse, veya iki kulağının sağlam olmasını şart koşar da sağır ol­duğunu anlarsa veya baş kısmının sağlam olmasını şart koşar da kel olduğunu görürse veya bakire olmasını şart koşar da dul olduğunu görürse veya beyaz tenli olmasını şart koşar da esmer olduğunu görürse koca, muhayyer olur. Koca böyle bir şart ileri sürmez ama kadının velîsi onu kocaya tavsif ederse ve bu tavsif edişi de kocanın ona sormasından sonra olursa, yine ihtilafsız olarak koca, muhayyer olur. Aksi takdirde, yani koca sormadan velîsi kadı­nı tavsif eder de aksi çıkarsa, kocanın muhayyerlik hakkına sahip olup ola­mayacağı hususunda ihtilâfa düşülmüştür.

Şâfiîler dediler ki: Nikâh şarta bağlanırsa fâsid olur. Kendisine bir kız çocuğunun doğduğu müjdelenen adamın, müjdeyi getirene, "eğer kız ise onu seninle evlendirdim" demesi halinde akid sahih olmaz. Meğer ki ger­çekten bir kızının dünyaya geldiğini bilsin. Bu durumda nikâh akdi, şarta bağlanmış olmaz. Zîra cümledeki "eğer" kelimesinin arapça karşılığı olan tahkik için kullanılan manasınadır.

Akde bitişik şartlara gelince, bunlar iki kısımdır:

1- Akdin gereği olmayan fâsid şartlar.

2-  Sahih şartlar.

Fâsid şartlar, akdi ifsâd ederler. Meselâ kendisi zımmî olan bir erkeğin, evleneceği kadının müslüman olmasını şart koşması veya koca adayının, ev­leneceği kadının iddet beklemekte olmasını, ya da başka bir erkekten gebe olmasını şart koşması gibi. Bu tür şartlar, akdi ifsâd ederler. Aynı şekilde, kadın, kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmamasını şart koşarsa, bu şart da akdi ifsâd eder. Ama kocanın kendisi bu şartı ileri sürer ve kadın da bu­nu kabul ederse, nikâh akdi bâtıl olmaz. İki durum arasındaki fark şudur: Cinsel temas, kadına mahsus haklardandır. Kendisi razı olursa akid sahih olur. Hadım ve iktidarsız erkeğe razı olması halinde de, nikâh akdi aynı şe­kilde sahih olur.

Akdi ifsâd etmeyen şartlara gelince, bu, güzellik, bakirelik, hürriyet, beyazlık veya esmerlik gibi nikâh akdinin sıhhatine engel olmayan vasıfları şart koşmaktır. Bu gibi şartlar ileri sürüldüğünde şart sahih olur; akid de fâsid olmaz. Nikâh akdi yapılırken bu gibi bir şart ileri sürülürse, meselâ koca, "güzel veya bakire veya beyaz veya esmer olması şartıyla falan kadın­la evlendim" der, sonra da kadının, tam aksi bir niteliğe sahip olduğu anla­şılırsa, akîd sahih olur. Koca, muhayyer olur; dilerse kabul eder, dilerse fesheder. Koca, bir şart ileri sürer de kadının o şartta belirtilen niteliğe eşit, ya da daha üstün olan başka bir niteliğe sahip olduğu anlaşılırsa, nikâh akdi sahih olur, koca muhayyerlik hakkına sahip olamaz. Bu gibi şartların kadın tarafından ileri sürülmesi de aynı hükme tâbîdir. Meselâ kadın, kendisiyle evlenecek olan erkeğin yakışıklı olmasını veya bakir olmasını şart koşar da aksi çıkarsa, kadın muhayyer olur. Erkeğin bakir olması, o kadından önce başka bir kadınla evlenmemiş olması demektir.

Buraya kadar anlatılan şartlar, nikâh akdi dışında ileri sürülecek olur­larsa, kale alınmazlar. Velî, adamın birine "bu bakireyi seninle evlendirdim" der ve kadın dul çıkarsa erkek muhayyer olur. Sonra fesih gerdekten önce olursa, bu erkek, kadına mehir vermekle yükümlü olmaz. Kadın, diğer evli­lik haklarına da sahip olamaz.Ama fesih gerdek esnasında veya gerdekten sonra yapılırsa, erkeğin kadına mehr-i misil vermesi gerekir. İddet bekler­ken nafakasını, giyimini ve meskenini temin etmekle yükümlü olur. Bu yap­tığı masrafların bir kısmını alabilmek için, kendisini aldatan velîye müracaat etme hakkına da sahip olmaz.

 

Muvakkat Nikâh Veya Mut'a Nikâhı

 

Muvakkat nikâh veya mut'a nikahıyla ilgili bazı durumlar vardır:

1- Muvakkat nikâhla mut'a nikâhı arasında fark var mıdır?

2- Mut'a nikâhı nedir, muvakkat nikâh nedir?

3- Bu iki nikâhın hükmü nedir?

4- Mut'a nikâhının şer'î dayanağı nedir? Şimdi de bu maddeleri sırasıyla açıklayalım:

1- Mâlikî, Şafiî ve Hanbeiîier, ikisi arasında fark olmadığı husu­sunda görüş birliği etmişlerdir. Muvakkat nikâh, mut'a nikâhıdır. Ha-nefîlerin meşhur görüşüne göre mut'a nikâhında, "mut'a" kelimesinin telâffuz edilmesi şarttır. Örneğin erkeğin, kadına "beni kendi bede­ninle yararlandır" veya "senden yararlanıyorum" veya "seni, kendi bedenimden yararlandırdım" demesi gibi. Tabiî bu cümlelerde geçen "yararlanma" kelimesinin arapça karşılığı mut'a ve temettû'dur. Ne var ki bazı Hanefîler, mut'a nikâhını yaparken "mut'a" kelimesini te­lâffuz etmenin bir şart olarak sabit olmadığını söylemişlerdir. Böyle olunca da mut'a nikâhı ile muvakkat nikâh aynîleşmiş olacaktır. Bu açıdan mezhebler arasında hiçbir fark yoktur.

2- Mut'a nikâhının ne olduğu sorusuna gelince; bu, evlenme ak­di sîgasmı belli birvakitle kayıtlandırmaktır. Meselâ erkeğin, kadına "kendini bir aylığına benimle evlendir" veya "bir yıllığına seninle evlendim" demesi gibi. Bu akid yapılırken şahit bulundurulsa da, bu-lundurulmasa da; akdi velînin kendisi yapsa da yapmasa da hüküm değişmez.

3- Mut'a nikâhı, muvakkat nikâhın aynı olsa da olmasa da, itti­fakla bâtıldır. Bir kimsenin mut'a nikâhı yaptığı görülürse, had ceza­sına değil de ta'zire tâbi tutulması gerekir. Bu da, mut'a nikâhının caiz olduğu yolunda İbn Abbas (r.a.)'tan yapılan bir nakilden dolayı­dır. Bu nakil, haddi düşürecek olan bir şüphedir. Bu, her ne kadar za­yıf bir şüpheyse de, haddi düşürmektedir.

4- Mut'a nikâhının şer'î dayanağına gelince, İslâmiyetin ilk de­virlerinde müslümanlar azınlıktaydılar. Üstelik sürekli olarak düşman­larıyla savaş halinde bulunuyorlardı. Bu durumda ve özellikle de mâlî açıdan içinde bulundukları son derece güç şartlar içinde kocalık ve karılıkla ilgili yükümlülüklerini ve aile efradını terbiye etme görevle­rini yerine gevremiyorlardı, işin başından İtibaren kendilerini çocuk terbiyesiyle meşgul etmeleri akla da uygun olmazdı. Bütün bunların yanısıra onlar, islâm öncesi âdetlerinden henüz kopmuşlardı. İslâm'­dan önce bir şehvet anarşisi içinde yaşıyorlardı. Öyle ki, o zamanlar­da adamın biri, dilediği miktar ve sayıda kadınlarla evlenebilir, bunlardan beğendjğiyle temasta bulunur, beğenmediğinden uzak du­rurdu. Hele bu insanlar müslüman olduktan sonra, savaş içinde olduklarına göre durumları ne olacaktı? Şuna dikkat etmeliyiz ki: İnsan tabiatının bir hükmü vardır. Bu durum için geçici bir yasanın bulun­ması gerekir ki, bu yasa o insanların üzerinden zinayı kaldırsın ve ev­liliğin getirdiği yükümlülükleri bir tarafa bıraksın.

Mut'a nikâhı veya muvakkat nikâh işte budur. Bu, savaş zorun­lulukları dolayısıyla konulan örfî idareye benzer. Şundan ki; ordu be­kâr olan ve devamlı olarak evlenmeye muktedir olamayan, aynı zamanda beşer tabiatına karşı direnmeye de güç yetiremeyen bazı gençleri bünyesinde bulundurur. Başka bir hadiste de belirtildiği gi­bi, oruç tutarak bunların şehvetlerini zayıflatmalarını istemek, akılla bağdaşamaz. Zîra hangi durum ve hangi bakımdan olursa olsun sa­vaşçıyı zayıflatmak doğru olmaz. Mut'a nikâhının, meşru kılınış da­yanağı işte bu durumdur. Müslim'in Sebûre'den naklettiği rivayet de buna delâlet etmektedir. Sebûre der ki: "Fetih yılında Mekke'ye girdiğimizde Rasûlullah (s.a.s.), mut'a yapmamızı emretti. Sonra bizi mut'a yapmaktan yasaklayıncaya ka­dar Mekke'den çıkmadık.[13]

Bu rivayet açıkça, mut'a nikâhının savaş zorunluluğunun getir­miş olduğu geçici bir hüküm olduğuna işaret ediyor. Ibn Mâce, Ra­sûlullah (s.a.s.) in bu nikâhla ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Ey insanlar! Ben size mut'a nikâhı için izin vermiştim. Haberi­niz olsun ki Allah, onu kıyamet gününe dek haram kılmıştır.[14]

Zinayı cürümlerin en büyüğü sayan, şüpheli her şeyi yasakla­yan ve suç işlemeyi kolaylaştıran tüm yolları kapatan Islâmî kuralla­rın gereği de budur. Bunun için şu âyet-İ kerîmeyi nakletmek yeterli olur:

"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur." (ta 32). Zina ile ilgili olarak Hz.Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur:

Zinâ yapan, zina yaptığı sırada mü'min değildir.[15] Zinanın günah olması için, onun namusları ayaklar altına düşüren nesepleri karıştıran, ar ve haya duygularını gideren bir şey olma­sı yeter de artar bile. İslâmiyet, câhiliyet dönemi araplarını eğiterek başarılar kaydetmiş, müslümanları faziletli bir ahlâkın zirvesine yük­seltmiştir. Öyle ki müslümanlar, insanlığın amacı olan ahlâkın do­ruk noktasına kadar yükselebilmişlerdir. Ahlâk ve fazîlet yönünden her zaman ve her yerde insanlık âlemine önder olmuşlardır. Şu hal­de mut'a nikâhının, bu niteliklere sahip bulunan islâmi kurallardan biri olması akla hiç de uygun olmaz.

Ibn Abbas'ın "Mut'a nikâhı caizdir" demesine gelince; doğrusu onun bu sözü, kendisine mut'a nikâhının neshedildiği haberinin ulaş­masından önce söylenmiştir. Hatta bu konuda, İbn Abbas'la Zübeyr arasında şiddetli bir tartışma vukûbulmuştur. Rivayete göre İbn Zübeyr demiş ki: "Mut'a nikâhının helâl olduğunu söyleyen ve Allah tarafından gözleri kör edildiği gibi basiretleri de yok edilen bazı kim­selere ne oluyor ki böylfe söylüyorlar?" İbn Zübeyr, böyle demekle, âmâ olan İbn Abbas'a taş atmış oluyordu. İbn Abbas ise ona şu kar­şılığı vermişti: "Sen içi boş ve kupkuru bir küpsün. Allah'a karşı gel­mekten sakınanların lideri Rasûlullah (s.a.s.) in bu nikâhı caiz kıldığını gördüm." İbn Zübeyr ise ona şu cevabı vermişti: "Eğer böyle yapar­san vallahi seni recmederim". Bundan da anlaşılıyor ki İbn Abbas, bu sözü söylerken, mut'a nikâhının neshedilmiş olduğu haberini he­nüz almamıştı. Bu haber kendisine ulaştığında görüşünden vazgeç­mişti. Ebûbekir, Said bin Cübeyr senediyle rivayet etmiştir ki, Ibn Abbas hazretleri, halka hitab ederken şöyle demiştir: "Mut'a nikâhı leş, kan ve domuz eti gibi (haram) dır." Bu da mut'anın şiddetle ya­saklanmış olduğunu göstermektedir. Bundan da açıkça öğreniyoruz ki, mut'a nikâhı veya muvakkat nikâh, müslümanların ittifakıyla bâ­tıldır. Müslümanlığın ilk dönemlerinde mubah kılındığına dâir bazı nakiller varsa da, bu mübahhk savaş durumunun zaruretlerinden ötü­rüdür. Şimdi de çizginin alt tarafında, mezheblerin mut'a nikahıyla ilgili olarak vermiş oldukları geniş açıklamalara geçelim.

 

(38) Mâlikîler dediler ki: Mut'a nikâhı, akid lâfzının bir zamanla sınır-Iandırılmasıdır. Evlenecek olan kişinin, kadının velîsine "falan kadını bir ay­lığına benimle evlendir" veya "o kadınla evlenmeyi bir aylığına kabul ettim" demesi gibi. Böyle derse nikâh akdi bâtıl olarak yapılmış olur. Gerdeğe gi­rilmiş olsa da olmasa da, akid feshedilir. Ama gerdeğe girilmişse, erkeğin kadına mehr-i misil vermesi gerekir. Bir kavle göre bu durumda, sadece ara­larında kararlaştırmış oldukları mehri (mehr-i müsemmâyı) vermesi gerekir. Bu gerdeğe giriş dolayısıyla doğan çocuk, bu erkeğin nesebindendir. Vâde, velî veya kadına, ya da her ikisine açıkça söylenmediği takdirde, mut'a ni­kâhı akdedilmiş olmaz. Akidten önce-vâdeden sözedilmez veya akid yapılır­ken vâde koca tarafından şart koşulur, ama koca bunu kimse duymayacak şekilde içinden telâffuz ederse, kadın veya velîsi anlasa bile bunun nikâh ak­dine pek zararı olmaz. Bir kavle göre eğer bunu anlarlarsa, akid için zararlı olur. Sonra (açıkça olsa bile) ileri sürülen vâde, eşlerin normal olarak yaşa­yamayacakları kadar uzun olursa (meselâ yüzelli seneliğine denilirse), bu vâde şartıyla akdedilen nikâhın sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâfa düşül­müştür: Bazıları, bu nikâhın sahih olacağım, diğer bazılarıysa sahih olma­yacağını söylemişlerdir.

Mut'a nikâhını yapan kimse cezalandırılır, ama hadde tâbi tutulmaz. Çünkü İbn Abbas'tan da nakledildiği gibi -her ne kadar onun bu görüşün­den vazgeçtiği nakledilmişse de- bu nikâhın câizliği hususunda bir şüphe var­dır. Bazı Mâlikî âlimleri İbn Abbas'ın bu görüşünden dönmüş olduğunun meşhur bir şey olduğunu rivayet etmişlerdir. Bununla beraber, cevazında şüphe bulunduğu için, mut'a nikâhı yapan kimse, hadde tâbi tutulmaz.

Zamanla sınırlandırma dolayısıyla nikâh bâtıl olduğu gibi, nikâhın giz­li yapılması hususunda taraflar arasında yapılan anlaşma dolayısıyla da bâ­tıl olur. Yalnız bu anlaşmada nikâhın gizli tutulmasını tavsiye edenin, kocanın kendisi olması, kendilerine tavsiyede bulunulanların da nikâh şahitleri ol­maları şarttır. Koca, şahitlere bu nikâhı eski karısından gizlemelerini tavsiye etmez de meselâ yeni kadının velîsi veya yeni karısı, ya da karısıyla velîsi birlikte bu nikâhı gizli tutmalarım şahitlere tavsiye ederlerse, bu tavsiyenin akde zararı olmaz. Gizlilikte esas, tavsiye edenin koca, kendilerine tavsiye edilenlerinse şahitler olmasıdır. Bazıları, kendilerine tavsiye edilenlerin şa­hitler olmasının, akdin bâtıl olması açısından gerekli olmadığını söylemiş­lerdir. Öyle ki koca, velîye veya kadına nikâhın ve evliliğin gizli tutulmasını tavsiye ederse veya ikisine birlikte tavsiye ederse, akid bâtıl olur. Bu hüküm Mâlikîlere mahsustur. Hanefî ve Şâfiîlere göre nikâh akdi, herhangi bir du­rumda akdin gizlenmesini tavsiye etme nedeniyle bâtıl olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Mut'a nikâhı, belli bir süre için akdedilen nikâh­tır. Adamın biri, kadının velîsine: "Falan kadım bir aylığına benimle evlendir" derse, bu mut'a nikâhı olur ki, bâtıldır. Nikâhı kadının veya kendisinin "ömrü boyunca" diye sınırlandırmak da aynı hükme tâbidir. Meselâ velî, talibliye, "o kadını, ömrü boyunca "olmak kaydıyla seninle evlendirdim" derse, ni­kâh akdi bâtıl olur. Zîra nikâh izlerinin Ölüm sonrasında da devam etmesi, nikâh akdinin gereğidir. îşte bu nedenle kocanın, vefat eden eşini yıkaması sahihtir. Ömür boyu sınırlandırmak, nikâh akdinin ölümle son bulması ve izlerinin ölümden sonra devam etmemesi demektir. Bundan ötürü, akdi za­manla sınırlandırmak, bâtıl kılıcı faktörlerdendir.

Bazı Şafiî kitaplarında, İbn Abbas'a göre mut'a nikâhının, velîsiz ve şahitsiz olarak yapılan nikâh olduğu kaydedilmektedir. Cumhur-u ulemâya göre mut'a nikâhı »zamanla sınırlandırılan nikâhtır.Bunu, Cumhurun yoru­muna göre mut'a nikâhı olarak adlandırmak zahirdir. Zîra bunu bir zaman­la sınırlandırmak, bundan nikâhın aslî amacı olan kan kocanın çocuk sahibi ve biribirlerine mirasçı olmaları değil de sırf şehevî yararlanma amacı gü­dülmektedir, îbn Abbas'ın "velîsiz ve şahitsiz olarak yapılan nikâhtır" di­yerek yaptığı yoruma göre de bu nikâh, mut'a nikâhı olarak adlandırılır. Zîra velîsiz ve şahitsiz yapılan nikâhtan maksat, sırf şehevî lezzet elde etmektir. Bu nikâhtan eşlerin çocuk sahibi ve birbirlerine mirasçı olmaları kasdedil-seydi, nikâh akdi şahitlerle velînin huzurunda yapılırdı. îbn Zübeyr'in, İbn Abbas'a söylediği rivayet edilen: "Eğer mut'a nikâhı yaparsan, seni recmederim" sözü de bunu teyid etmektedir. Anlaşılıyor ki, İbn Abbas'ın şüphesi, İbn Zübeyr nazarında zayıf kalmaktadır ve bu şüphe, mut'a nikâhı yapan kimseye hadd uygulanması gereğini ortadan kaldırmamaktadır.

Hanbelîler dediler ki: Mut'a nikâhı, bir erkeğin bir kadım belli ve­ya belirsiz bir süre için nikâhlamasıdır. Belli bir süre için yapılan evliliğe ve­lînin, "falan kadını bir aylığına..." veya bir yıllığına sana nikahladım" deyişini, belirsiz bir süre için yapılan evliliğe ise velînin, "sezon sonuna ka­dar veya "hacıların dönüşüne kadar falan kadını sana nikahladım" de­yişini örnek olarak gösterebiliriz. Akdin tezvic lafzıyla veya mut'a lafzıyla yapılması arasında bir fark yoktur. Evlenecek olan erkeğin velî veya şahit huzurunda olmaksızın kadına, "beni kendi vücudundan,yararlandırdın mı?" diye sorması, kadının da ona "seni vücudumdan yararlandırdım (mut'alandırdım) demesi gibi. Şu halde mut'a nikâhı iki durumu İçermektedir.

a- Velî ve şahit huzurunda yapılan ve zamanla sınırlandırılan nikâh akdi.

b- Velî ve şahit huzurunda olmaksızın, mut'a lâfzı kullanılarak yapılan nikâh akdi. Bu nikâh her halükârda bâtıldır. Girişte belirttiğimiz zorunlu­luktan ötürü bu nikâh, müslümanlığın ilk döneminde mubahtı. Akid sîga-sında süreden söz etmeyip (evleneceği) bu kadınla bir süre beraber kalmayı gizlice niyetinde tutarsa, yine nikâh akdi bâtıl olur. Kadının, hayatta kaldığı sürece kendi zevcesi olmasına niyet etmedikçe nikâh akdi sahih olmaz. Be­lirsiz de olsa bir süre sonra bu kadını boşamayı şart koşarsa, nilfâh akdi yine sahih olmaz. Mut'a nikâhı kıyıldıktan sonra koca gerdeğe girmemişse, kadı, karıyla kocayı ayırır. Kadın da hiçbir şey alma hakkına sahip olmaz. Ama gerdeğe girilmişse kadın, kocadan mehr-i misil alır. Bazıları derler ki: Fâsid nikâh, gerdeğe girildikten sonra -bu mut'a nikâhı veya başkası da olsamehr-i müsemmâ verilmesini gerekli kılar. Mut'a nikâhı, zevcenin muhsan kılınması veya kendisini üç talâkla boşamış olan ilk kocasına helâl edilmesi sonucunu doğurmaz. Mut'a nikahıyla evlenen eşler, biribirlerine mirasçı ola­mazlar. Bu nikâhla alman kadına zevce denilmez. Ancak bu nikâh nedeniy­le doğan çocuk, babanın nesebine bağlı olur. Çocuk, bu nikâhla evlenmiş olan ebeveynine mirasçı olacağı gibi, onlar da kendisine mirasçı olurlar. Çünkü e§ler arasında vukûbulan cinsel temas, şüpheli bir temastır. Doğan çocuk, babasının nesebine bağlanır. Ama mut'a nikâhı yapan çiftler, had cezasına değil de tâzire tâbi tutulurlar.

Hanefîler dediler ki: Mut'a nikâhı şöyle olur: Bir erkek evlilik engeli taşımayan bir kadına "seninle temettü edeceğim (yararlanacağım) ve­ya "beni birkaç günlüğüne, ya da on günlüğüne, kendi bedeninle mut'alandır" der, kadın da "kabul ettim" diye cevap verirse veya erkek, müddetten söz etmeksizin -çünkü önemli olan müddetten değil de mut'adan söz etmektir-"beni kendi vücudundan yararlandır (mut'alandır)" derse, ya da kadın "şu kadar mal karşılığında seni şahsımla mut'alandırdım" der de erkek bunu kabul ederse, yapılan akid, mut'a nikâhı olur. denebilir ki: Bu nikâhın mut'a laf­zıyla yapılacağını isbatlamak, nakle dayanır. Mut'a nikâhının özellikle "mut'a" lafzıyla yapılabileceğini ifâde eden sahih bir delil yoktur. Bu ne­denle mut'a nikahıyla muvakkat nikâh arasında fark bulunmadığını söyle­yenler olmuştur. Hanbelîlerin de anlattıkları gibi, nikâh akdi bir zamanla kayıt&nır veya şahit huzurunda olmaksızın mut'a lafzıyla yapılırsa, mut'a nikâhı olur ki, bu akid, her halükârda bâtıldır. Erkek kadına "bir aylığı­na..." veya "bir yıllığına seninle evlendim", ya da müddetten söz etmeksi­zin "beni kendi nefsinle mut'alandır" der, kadın da "kabul ettim" cevabını verirse, nikâh bâtıl olur. Bu nikâhta şahit bulundurulsa da, bulundurulma-sa da; belirtilen süre uzun da olsa, kısa da olsa, hüküm aynıdır. Şu da var ki, eşlerin normal olarak yaşayamayacakları kadar uzun bir süreden sözedi-lirse, meselâ "kıyamet kopuncaya dek seninle evlendim" derse, bu durum­da akdedilen nikâh, muvakkat sayılmaz. Aksine, bundan maksat, nikâhın müebbed kılınmasıdır. îleri sürülen müddet şartı geçersiz, ama nikâh akdi sahih olur. Koca, evleneceği kadınla bir müddet beraber kalmayı (sonra da ayrılmayı) niyetinde tutar, ama bunu açıklamazsa akid sahih olur. Örneğin yarın veya bir ay sonra boşamak niyetiyle bir kadınla evlenirse, bu şartı ge­çerli olmaz, ama nikâh akdi sahih olur. Boşama şartı, hulleci meselesinde de geçtiği gibi, nikâh akdini zamanla kayıtlandırmak değildir. Mut'a nikâhı hiç bir sonuç vermez. Bu nikâhta talâk, îlâ ve zihar yoktur. Eşlerden biri diğerine mirasçı olamaz. Koca, gerdeğe girmeden ayrılacak olursa, kadının ondan hiçbir şey alma hakkı bulunmaz. Gerdeğe girdikten sonra ayrılacak olursa, kadın, nikâhın şartlan kısmında geçen mehr-i misli alır.

 

Mehir (Sadak)

 

Tanımı

 

Sadak'ın lügatte bir çok isimleri vardır. Bunlardan biri mehirdir. Kadına mehirverildiğinde, ona mehirverdim anlamına ge­len, "mehertü'l-mer'et^" denilir. Ama "ona mehir verdim" anlamını kastederek "emhertüha" denilemez. Ancak (velînin) kadını, mehir kar­şılığında bir kocaya nikahlaması durumunda "emhereha" kelimesi kullanılabilir.

Bu isimlerden biri de "sadak" veya "sıdak"tır. Bu, rubai fiille­rinden olan "es-da-ka" fiilinin ism-i masdarıdır. Kadın için verilecek olan mehir belirtildiğinde "esdaktü'l-mer'ete ısdâkan" denilir, isdak, masdardır. İsm-i masdar ise "sadak"tır.

Sadak'Ia ilgili birkaç lügat vardır: Saduka, Sad harfinin üstünü, dal harfinin ötresiyle okunur. Sudka ve sadka, her ikisinde dal harfi harekesiz, sad harfiyse birincide ötreli, ikincide üstünlü olarak oku­nur. Aslında bu, "sadk"tan alınmıştır. Çünkü bunda erkeğin mal sar-federek evlenmeye rağbet ettiği hissettirilmektedir. Bu noktadan hareketle denebilir ki: Isdak'ın lügat anlamı, evlenme akdine arzulu olunduğunu hissettiren bir malı vermektir. Sıdak'ın lügat anlamı, ev­lenme akdiyle verilmesi gereken meblağa özgüdür. Böyle olunca da lügat anlamı, şer'î anlamına nisbetle daha hususî olmaktadır. Çün­kü şer'İ anlamı, şüphe sonucu yapılan cinsel temastan ve diğer te­maslardan ötürü kadına verilen mâlî meblağı kapsamaktadır. Ama bu çoğunlukla görülenin tersidir. Zîra çoğunlukla şer'î anlamı lügat anlamına nisbetle daha hususîdir. veya sadak'ın ıstılahı anlamına gelince; bu, kendisinden (cinsel açıdan) yararlanma karşılığında nikâh akdi veya şüphe sonu­cu yapılan cinsel temasta veya fâsid nikâha dayanılarak yapılan cinsel temasta kadına verilmesi gereken maldır.

 

(39) Şafiıler, karısının tenasül organından yararlanma olanağını elden ka­çırmış olan erkeğe verilmesi gereken meblağı da mehrin kapsamına almışlardır. Diyelim ki adamın biri küçük bir kızı nikâhlar ve kendi anası da bu kızı emzirirse artık bu küçük kız, kendisine haram olur. Kız, mehri misli hak eder. Koca da bu mehrin yarısını hak eder. Cariyesine, kocasından hul'et-mesine, hul meblâğını belİrtmeksizin izin veren efendi de aynı hükme tâbi­dir. Bu izne dayanarak câriye, kocasından hul' ederse; efendi, cariyenin mehr-i misli kadar cariyeden alacaklı olur. Cariyenin, varsa kazancından alır; ka­zancı yoksa bu meblâğ, cariyenin zimmetinde borç olarak kalır. Câriye azâd edildikten veya eli genişledikten sonra bu borcu ondan tahsil eder. Çünkü cariyenin hul' yaparken kocasına vereceği hul' bedeli, efendisinin malıdır. Efendi, hul' yapması için mutlak bir izin verir de, câriye mehr-i mislinden daha fazla bir meblağı kocasına hul' bedeli olarak verirse, efendisi azâd edil­dikten veya eli genişledikten sonra bu fazlalığı ondan taleb eder.

Yine aynı cümleden olarak iki şahit, bir erkeğin karısını bâin veya ric'î bir talâkla boşadığına şahitlik ederler, kadın da iddetini doldurup bu ric'î talâk bâine dönüşür, kadı da bu eşleri birbirinden ayırır, sonra da bu iki şa­hit şehâdetlerinden dönerlerse kocaya, kadının mehr-i mislini vermekle yü­kümlü olurlar. Çünkü bunlar, yalan yere şehâdetleri dolayısıyla kocanın, zahiren hâkimin kararıyla kadının tenasül organından yararlanma hakkını elden kaçırmasına sebep olmuşlardır. Şahitlikleri gerdekten önce de olsa, sonra da olsa bu durumda kocaya mehr-i misil vermeleri gerekir. Küçük kızı ni­kahlayıp da, sözgelimi kocanın anasının bu kızı emzirmesi dolayısıyla, kocanın, bu kızuıcinsel organından yararlanma hakkını elden kaçırması durumu buna benzemez. Bu durumda koca, mehr-i mislin yarısını hak eder ki, bunu da kızı emziren kendi anasından taleb eder. Şundan ki, emzirme dolayısıyla meydana gelen ayrılık, zahiren ve bâtınen gerçek bir ayrılıktır. Koca, bu kü­çük karısıyla kesinlikle gerdeğe girmemiştir. Öyleyse, mehr-i mislin yansını hak eder. Ama şahitlerin yalancı şahitlikleri dolayısıyla karısından ayrılma­sı, sadece zahirî bir ayrılıktır. Çünkü şahitlerin yalan söylediklerini kesin olarak bilince, dilediğinde karısıyla temasta bulunabilir. Böylece sanki gerdeğe gir­miş olur ve mehr-i mislin tamamım alma hakkına sahip olur. Eğer, bu du­rumda kocaya bir şey vermek gerekmez, çünkü bâtınen kocanın, kadının tenasül organındaki hakkı zayi olmamıştır denilirse, buna şu cevabı veririz: Hâkimin kararı kadına, bu kocadan ayrılmaya ve başkasıyla evlenmeye hak tanımıştır. Kocasının, kendisiyle temasta bulunmasına imkân tanımayabi­lir. Koca da onunla tam bir evlilik hayatı yaşayamaz. Yitirdiği haklara karşı kocaya mehr-İ misli tam olarak şahitlerin vermesi gerekir. Bu durumda hâ­kimin ayırması, gerdekten önce olsa bile, kocanın gerdeğe girmiş olduğu ka­bul edilir.

işte bu nedenle Şâfiîler mehri; nikâh veya cinsel temas veya kocanın ar­zusuna aykırı olarak kadından yararlanma fırsatının kaçırılması veya hul' veya şahitlik nedeniyle verilmesi gereken mâlî bir meblâğ olarak tanımlamış­lardır. Erkek için veya kadın için verilmesi vâcib olan mâlî meblâğa mehir denir. Şâfiîler dışındakilere gelince onlar, mehri; fiilen veya hükmen kadı­nın cinsel organından yararlanma karşılığında kadına verilen şey olarak ta­nımlamışlardır. Şu halde mehir, sırf sahih akid veya şüphe, zorlama, ya da fâsid akid sonucu yapılan cinsel temas nedeni ile verilmesi gereken mâlî meblâğları kapsar.

 

Mehir'in Şartları

 

Mehirle ilgili şartlar şunlardır:

1- Mehir, değer takdir edilebilen kıymetli bir mal olmalıdır. Bir buğday tanesi gibi çok az ve kıymetsiz bir şeyin mehir olarak veril­mesi sahih olmaz. Mehrin çoğunun sınırı olmadığı gibi, azının da sı­nırı yoktur. Bir kimsenin, bir avuç buğday veya un gibi azıcık bir mehirle evlenmesi de sahih olur. Ama mehrin on dirhemden az ol­maması sünnettir. Câbir (r.a.),Hz.Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir:

"Bir erkek, bir kadına mehir olarak avucunun doluşunca yiye­cek verirse, o kadın ona helâl olur" [16]

Bu hadîsin zahirinden anlaşıldığına göre sıdak (veya mehir) in kendisi, evlenmede bir maksat değildir. Bu, erkeğin daha işin başın­dan itibaren kadının nafakasını temin etmekle yükümlü olduğuna işa­ret etmek için kastedilmiştir.

2- Kadına mehir olarak verilen şey, kendisinden yararlanılması sahih olan temiz bir nesne olmalıdır. Şarap, domuz, kan veya leşin mehir olarak verilmesi sahih olmaz. Çünkü bunlar, İslâm şeriatı na­zarında değersiz şeylerdendir. Her ne kadar gayri müslimlere göre bunların malî bir değerleri varsa da, İslâm dini bunlara değer vermez. Meselâ şarap, domuz, ölü hayvanın iç yağı ve dondurulmuş kanı ye-yip içen bazı kimseler varsa da, müslümanların bunları mülk edin­meleri sahih olmaz. Şu halde mehir olarak bunları müslümanlaravâcib kılmak mümkün olmaz. Nikâh akdinde müslüman bir kadına mehir olarak şarap, domuz veya mülk edinilmesi sahih olmayan diğer şey­lerin verileceği söylenirse, nikâh akdi sahih olur. Ama bunların mehir olarak verileceğine dâir söylenen söz bâtıl olur. Kadının, mehr-i misil alma hakkı sâbitleşir.

Koca, kadına mehrin bir kısmını mal, bir kısmını da mal dışın­daki bir şey olarak vereceğini; ya da mehrin bir kısmını temiz, bir kıs­mını da necis olarak vereceğini, yahut temiz şeye işaret ederek necis bir şeyi mehir olarak vereceğini belirtirse; ya da necis şeye işaret ede­rek temiz bir şeyi mehir diye kendisine vereceğini belirtirse veya ka­dın için mehirle satışı (bey'i) tek bir akidte toplarsa hüküm ne olacaktır? Mezheblerin buna ilişkin detayiı görüşleri aşağıda açık­lanmıştır.

3-Mehir, başkasından gasbedilmiş bir şey olmamalıdır. Koca, gasbedilmiş bir şeyi kadına mehir olarak belirtirse, mehir sahih ol­maz. Ama nikâh akdi sahih olur. Kadın, mehr-i misil alma hakkına sahip olur.

4- Mehir meçhul olmamalıdır. Mezheblerin buna dâir ayrıntılı açık­lamaları aşağıya alınmıştır.

Mehrin özellikle altın veya gümüş olması şart değildir. Ticâret mallarının, hayvan, arazi, ev ve malî değeri olan diğer şeylerin de mehir olmaları sahihtir.

Ayınlann mehir olması sahih olduğu gibi, ev ve hayvan gibi şey­lerin menfaatlerinin, Kur'an öğretme gibi bir menfaatin de, mezheb-lerin verdiği ayrıntılara göre mehir olmaları sahih olur.

 

(40) Hanefîler dedifer ki: Mehrin en azı on dirhemdir. Bu, 28,6 gr. gü­müştür ki, yaklaşık olarak 40 sağ kuruşuna mukabildir. Bu kuruşların dam­galı olup olmaması arasında bir fark yoktur. Yalnız bu kuruşların, hırsızın elini kesmek için hırsızlık nisabını hesaplarken, damgalı olmaları ihtiyat ba­kımından gerekir. Mehrin, on dirhem değerindeki bir eşya veya ticâret malı olarak takdir edilmesi de sahih olur.

Bazı kimseler bir şer'î dirhemi 14 kırat, bir kıratı da orta büyüklükteki 4 buğday tanesinin ağırlığı olarak takdir etmişlerdir. Böylece bir dirhem, 56 buğday tanesi ağırlığına mukabil olmaktadır. Diğer bazı kİmselerse dirhe­mi, hurnube (keçi boynuzu tanesi) ile takdir etmiş ve hurnubenin dört buğ­day tanesi ağırlığında olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre bir dirhem, 16 hurnube ağır İlgındadır. Böyle olunca da bir dirhem, 64 buğday tanesi ağırlı­ğında olacaktır. Gerçek şu ki, şer'î dirhemin ağırlığında muteber olan, bir dirhemin 14 kırat olması ve her bir kıratın da 4 buğday tanesi ağırlığında olmasıdır. Şu halde bir şer'î dirhem, 56 buğday tanesi ağır İlgındadır.

Bir kişi evlendiği kadına on dirhemden az bir mehir verirse akid sahih olur. Ama kadına mutlaka (en az) on dirhem vermek gerekir. Hanefîler, bu görüşlerine delil olarak İbn Ebî Hâtim'in rivayet etmiş olduğu şu hadîsi zik­retmişlerdir:

"On dirhemden daha az mehir yoktur" Hz. Peygamber'în bir arabîye, Demirden bir  bile olsa ver.[17]

deyişi gibi on dirhemden az mehre cevaz verdiğine dâir rivayetler, sünnete uygun olan muaccel mehir anlamına alınmalıdır. Bu durumda kocanın, ne kadar sıkışık durumda olursa olsun, kadına bir şeyler vermesi mendub olur. Geri kalan kısım, kocanın zimmetinde borç olarak kalır.

Mâlikîler dediler ki: Mehrin en azı, üç dirhem saf gümüştür. Ya da üç dirhem gümüşe eşit ticâret mahdır.Bir dirhem, orta boydan 50: 2/5 arpa tanesi ağırlığındadır. Bundan daha az mehir verilir ve gerdeğe girilirse, nikâh akdi sabit olur. Kocanın en az mehri tamamlaması vâcib olur. Ama gerdeğe girilmemişse, koca muhayyer olur: Dilerse mehrin en az miktarı olan üç dirhem gümüşü veya bu değerdeki eşyayı kadına vererek mehri tamam­lar. Dilerse akdi fesh eder. Bu durumda, nikâh akdinde belirtilen mehir mik­tarının yarısını kadına verir.

(41) Mâlikîler dediler ki: Adamın biri şarap, domuz veya bunlara ben­zer mülk edinilmesi ve satılması caiz olmayan şeyleri mehir vermek üzere bir kadınla evlenme akdi yaparsa, akid fâsid olur; gerdeğe girmeden önce fes­hedilir. Gerdeğe girilmişse akid sabit olur. Kadın da mehr-i misil alma hak­kına sahip olur. Satılamayan şeyden kasıt, kurban derisi ve ölü hayvanın sepilenmiş derişidir. Bunlar mülk edinilebilir, ama satılamazlar. Dolayısıyla mehir olarak verilmeye elverişli değildirler.

Özet olarak Mâlikîler, akdin sıhhati hususunda diğer mezheblere mu­halefet ederek bu akdin f£sid olduğunu ve gerdekten önce feshedileceğini söy­lerler. Gerdeğe girildikten sonra akdin sâbitleşmesiyle birlikte kadının mehr-i misil alma hakkına sahip olduğu hususunda diğer mezheblere muvafakat et­mişlerdir.

(42) Şâfiîler dediler ki: Bir kimse, bir kısmı mülkiyetinde olan, bir kıs­mı da mülkiyetinde olmayan bir mehir karşılığında bir kadınla evlenirse; me­hir, kendi mülkü olan kısımda değil de, kendi mülkü olmayan kısımda bâtıl olur. Sonra kendi mülkiyetinde olmayan kısma bakılır. Eğer bu, kendisin­den hiç yararlanılamayan, meselâ kan gibi hiç kimse tarafından istenilme­yen bir şeyse; bu durumda mehir, kendi mülkiyetinde olan kısımda gerçekleşir. Kendi mülkiyeti dışında olan kısımda geçersiz olur. Kendi mülkiyeti dışında bulunan şey, meselâ şarap gibi kendisinden yararlanma kasdedİlen bir şey­se; kadın, mehir olarak kendisine şarap verileceği söylenirken bunu ya bili­yor veya bilmiyordur. Eğer bilmiyorsa muhayyer olur: Dilerse mehri fesheder, dilerse kabul eder. Feshedip reddederse, mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Eğer kabul ederse, erkeğin mülkiyetindeki kısmı ile mülkiyetinde bulunma­yan kısma mehr-i misilden tekabül edecek kadarını kocadan alma hakkına sahip olur. Sözgelimi koca, nikâh esnasında kadına elli deve mehir vereceği­ni belirtirse, bu elli deve kadının mehr-i mislidir. Bu elli devenin yansı koca­nın mülkü, diğer yarısı da gasbedilmiş ise; kadın, kocanın mülkiyetindeki yirmibeş deveyi ihtilafsız olarak hak eder. Gasbetmiş olduğu yirmibeş deve­ye ise değer takdir edilir. Bunların değeri mehr-i misilin yarısına eşit olursa, kadın mehr-i mislin yarısını alma hakkına sahip olur. Bunu dirhem veya cü-neyh veya ticâret eşyası veyahut deve olarak alır. Kadın için kocanın verme­si gereken, mağsub develerin mehr-i misle tekabül eden değerleridir. Bu, devede olduğu gibi birbirlerinin misli olup değer bakımından farklı olan şey­lerin kadına mehir olarak verileceği söylendiğinde söz konusu olur. Değer bakımından eşit olup birbirinin emsali olan şeylerin mehir olarak verileceği söylenirse, meselâ kadına mehir olarak on ölçek Avusturalya buğdayı veri­leceği söylenirse -Avusturalya buğdayının ölçekleri hep birbirinin emsali olup değer ve fiyat bakımından eşittirler- ve bu on ölçek buğday, kadının mehr-i misline eşitse ve bu on ölçeğin beşi kocanın mülkü, beşi de komşusundan gasbedilmişse; kadın, kocanın mülkiyetindeki beş ölçeği hak eder. Ayrıca mehr-i mislin yarısını hak eder. Bu yan, komşudan gasbedilen beş ölçeğin kıymetine eşit de olsa, daha fazla veya daha az da olsa, hüküm değişmez.

Koca, mehir olarak kendi mülkiyetinde bulunan bir şeyi ve mülk edinil­mesi sahih olmayıp, şer'an hiç bir değeri bulunmayan bir şeyi vereceğini be­lirtirse; sözgelimi mehir olarak kadına kendi mülkiyetinde bulunan 30.000 lira ve ayrıca beş şişe şarap vereceğini belirtirse, kadın bu otuzbin lirayı al­ma hakkına sahip olur. Şaraba gelince; bu, sirke olarak kabul edilir. Sonra bakılır. Eğer sirkenin değeri şarabmkine eşitse, kadın beş şişe sirkeyi tartı veya ölçekle alma hakkına sahip olur. Aksi takdirde şaraba değer takdir edilir. Kadın, mezkûr şarabın değerine denk olan sirkenin değerini alma hakkına sahip olur.

Adamın biri, bir başkasına "kızımı seninle evlendirdim. Onun eşeğini de senin devenle sattım, (takas ettim)" derse, akid sahih olduğu gibi satış ve mehir de sahih olur. Yalnız deve, eşeğin değerine ve mehr-i misle tevzî edilir. Mehr-i misli on bin, eşeğin değeri de beş bin liraysa; devenin değeri­nin üçte ikisi mehir için, üçte biri de eşeğin bedeli olur. Koca, bu akidle ni­kahlamış olduğu karısını gerdekten önce boşarsa, mehir olarak kabul edilen on bin liranın yansını, yani beş bin lirayı kadına vermesi gerekir. Bu, kadı­nın razı olması halinde sahih olur. Ama kadın razı olmaz ve eşeği beş bin liradan daha fazla ediyorsa, satış akdi bâtıl olur. Aynı şekilde kadının mehr-i misli on bin liradan daha fazla ise, mehr-i mislinin tamamlanması talebinde bulunabilir. Adamın biri, bir başkasına, "bu deve karşılığında kızımı senin­le evlendirdim ve bu eşeği de sana sattım" derse, hem satış, hem de mehir bâtıl olur. Satış ve nikâh gibi muhtelif hükümleri olan iki akdi birleştirmek, ancak üzerine akid yapılanın bir tek şeyle ilgili olması durumunda caiz olur.

Hanefîler dediler ki: Birincinin örneği, kocanın, on bin lira vermek ve bir de falan kumasını boşamak üzere bir kadınla evlenmesidir. Bu du­rumda koca, mehri maldan -ki bu on bin liradır- ve mal olmayan şeyden -bu da kumayı" boşamasıdır- oluşturmuş olmaktadır. Bu yeni kadınla böyle bir şekilde akid yapılınca kuma boşanmış, kadın da sadece belirtilen mehri al­ma hakkına sahip olmuş olur. Ama koca, on bin lira vermek ve ileride de falan karısını boşayacağını vaad ederek bir kadınla evlenme akdi yaparsa; falan karısı, yapılan bu yeni nikâh akdi dolayısıyla boşanmış olmaz. Çünkü koca, onu gelecekteki bir zamanda boşayacağını vaad etmiştir. Boşarsa me­sele yoktur. Boşamazsa; yeni karısı, eğer kendisi için mehir olarak belirtilen on bin lira, mehr-i mislinden azsa, mehr-i mislin tamamım alma hakkına sa­hip olur. Ama bu on bin lira, mehr-i mislinden az değilse, kadın, (onbin li­radan) başka şey alma hakkına sahip olamaz. Yine bu cümleden olarak bu koca, kendisine on bin lira ve ayrıca bir hediye vermek üzere bir kadınla evlenirse, on bin lira eğer mehr-i mislinden azsa, kadın mehr-i mislinin tamam­lanması talebinde bulunur. Aksi takdirde talepte bulunamaz.

Koca, kendisiyle evleneceği kadına mehir olarak helâl bir mal ile haram bir mal vereceğini söylerse, meselâ kadına, on dirhem ve on batman şarap, ya da on dirhem ve semiz bir domuz karşılığında seninle evlendim derse, akid sahih olur. Ama kadın sadece on dirhem almayı hak eder. Şarap ve domuza gelince, Şâfıîlerüı aksine kadın, bunlar karşılığında kocadan bir şey alma hak­kına sahip olmaz. Eğer bu on dirhem, kendi mehr-i mislinden azsa, mehr-i misil alma talebinde bulunamaz. Zîra müslümanlara göre şarap ve domuz­da menfaat yoktur. Dolayısıyla kadın, bunlar mukabilinde bir hakka sahip olmaz. Mehir olarak on dirhemden az bir meblağ belirtilirse, kadın mehri-nİn on dirheme tamamlanması talebinde bulunabilir. Koca, yüz bin lira ver­mek, kumasını boşamak, atını veya kölesini satın almak üzere bir kadınla evlenirse, evlenme akdfoin yapılmasıyla talâk, bâin olarak vukûbulur. Son­ra kumanın talâkının değerine bakılır. Bu değer, kocanın verdiği yüz bin li­raya eklenir. Kadının da hak edeceği mehre -ki, bu, onun bıd'ının (cinsel organının) kıymetidir- ve atının değerine bakılır. Hak edeceği mehrin değe­riyle atının, ya da kölesinin değeri birbirine eşitse, yüz bin lirayla kumanın talâkının değeri toplanarak ikiye bölünür. Bunun bir payı atın, ya da köle­nin bedeli olur. Diğer payı da kadının mehri olur. Şöyle ki: Yüz binin yarısı -bu eğer elli bin lira tutarında ise- köle veya atın bedeli olur. Diğer yarısı da kadının mehri olur. Aynı şekilde at ve bıd'da kumanın talâkına ve yüz-bİn liraya taksim edilir. Şöyle ki: Bıd'ın değerinin yansı, kumanın talâkının yarısına, diğer yarısı da yüzbin liranın yarısına karşılık konulur. Kölenin (veya atın) değerinin yarısı, kumanın talâkının yarısına, diğer yarısıysa yüzbin li­ranın diğer yarısına karşılık konulur. Bundan da şu mesele çıkar: At, koca­nın tesellümünden önce, kadının elindeyken telef olursa, koca onun yarısının karşılığı olan elli bin lirayı hak eder. Ayrıca kumanın talâkının yarışma kar­şılık olan atın değerinin yarısını da hak eder.

Bir kimse onbin lira vermek, kumasını boşamak ve kadının bahçesini satın almak üzere bir kadınla evlenirse, bunda üç akid olur: Evlenme akdi, bey' akdi, boşama akdi. Kocanın verdikleri -koca on bin lirayı ve kumanın talâkını vermiştir; bu bir mal değildir- kadının verdiklerine taksim edilir. Kadın ise bahçeyi ve kendi tenasül organını vermektedir. Onbin liranın yarısı bah­çeye, diğer yarısı da tenasül organına karşılık olmaktadır. Kumanın talâkı­nın değerinin yarısı bahçeye karşılık olmaktadır ki, bu talâk da mal karşılığında yapılmış olmaktadır ve buna hul' denilir. Koca eski karısını, ye­ni karısından aldığı bahçe karşılığında boşamıştır. Diğer yarısıysa kadının bıd'ına karşılıktır ki, bu mehir değildir. Çünkü bu mal değildir. Ancak ka­dın için bir hak olmuştur. Yeni karısını boşayacak olursa, onu ya gerdekten önce veya gerdekten sonra boşamış olacaktır. Her halükârda bu kadının ku­masını da ya boşamıştır veya boşamamıştır. Şu halde burada dört durum sözkonusudur:

1- Kumasını da boşamış olmakla birlikte yeni karısını gerdekten önce boşaması durumu: Bahçenin değeri, mehr mislin değerine eşitse koca, bah­çenin tamamını ve ödediği onbin liranın dörtte birini hak eder. Bu da ikİbinbeşyüz liradır. Şundan ki: Bahçenin yarısını, onbin liranın yarısına karşılık yaptık. Diğer yarısını da kumanın talâkının yarısına karşılık yaptık. (Yeni karının) bıd'ınm yarı değerini, onbin liranın diğer yarısına karşılık yaptık. Bıd'ın diğer yarısını, kumanın talâkının diğer yarı değerine karşılık yaptık. Koca, kumayı boşamakla, bahçenin yarısını hak eder. Bahçenin diğer yarı­sını da, onbin liranın diğer yansıyla hak eder. Böylece bahçenin tamamını hak eder. Geriye, yeni karının kendi bıd'ı karşılığında hak ettiği şey kaldı ki, o da onbin liranın yarısıyla, kumanın yarı talâkıdır. Kuma boşandığına göre, sadece beşbin liranın yarısını hak eder ki, bu da ikibin beşyüz liradır.

2- Yeni karının gerdekten önce boşanması ve kumanın da boşanmama-sı durumu: Bu durumda koca, onbin liranın yarısı karşılığında bahçenin sa­dece yarısını hak eder. Kalan beşbin lira, kadının mehr-i misline eşitse; kadın, bunun yarısını hak eder ki, bu da ikibinbeşyüz liradır. Aksi takdirde kadına mehr-i misli tamamlanarak verilir.

3- Kuması boşanmış olmakla birlikte, yeni karının gerdekten sonra bo­şanması. Bu durumda kadın, onbin liranın  tamamını    hak eder. Koca da bahçenin tamamına sahip olur.

4- Kuması boşanmadığı halde yeni kadının gerdekten sonra boşanması. Bu durumda kadın, mehr-i misli tam olarak hak eder. Koca ise hiçbir şey hak etmez. Kadına mehir belirtilir ve belirtilenin aksi olduğu görülürse, bu durumda da dört şekil sözkonusu olur:

a- Koca, mehri haram bir şey olarak belirtir ve belirtirken de haram bir şeyi işaret eder. Örneğin koca, "şu bir küp şarap üzerine seninle evlendim" der ve işaret ettiği küpte gerçekten şarap bulunursa, mehir olarak belirtilen bu şarabın mehir olması bâtıl olur ve kadın için mehr-i misil sabit olur.

b- Koca, mehri helâl bir şey olarak belirtir ve belirtirken cins bakımın­dan ayrı olan başka bir helâl şeye işaret eder. Meselâ kadına, "şu bir küp zeytinyağı üzerine seninle evlendim" der ve küpte de sirke bulunursa, bu du­rumda kadına, belirtilen zeytinyağının değerini vermek vâcib olur.

c- Koca, helâl bir şeye işaret ederek, mehir diye haram bir şeyi belirtir­se, meselâ içinde zeytinyağı bulunan bir küpe işaret ederek "şu bir küp şa­rap üzerine..." derse, bu durumda kadın, o küpte bulunan zeytinyağına sahip olur.

d- Üçüncü şeklin tam tersi olursa, yani haram bir şeye işaret ederek, mehir diye helâl bir şeyi belirtirse; meselâ, "şu sirke küpü üzerine..." der, sonra da küpte şarap bulunduğu anlaşılırsa, kadın, mehr-i misil alma hakkı­na sahip olur.

Mâlikîler dediler ki: Koca, kadına mehir olarak helâl bir şey vere­ceğini belirtir, sonra kadın bunun haram olduğunu görürse; meselâ kocası ona "şu bir testi sirke üzerine seninle evlendim" der de, kadın testiyi açınca içinde şarap bulunduğunu görürse, nikâh ve mehrin tesmiyesi (belirtilmesi) sahih olur. Kadın ise, bir testi sirkenin değerini kocadan alma hakkına sahip olur. Bu, aynen şu örnek gibidir: Koca, mehir diye bir at vereceğini belirtir, kadın da teslim aldığında atın ayıplı olduğunu görürse; kadın, ayıpsız ve ku­sursuz bir at alma hakkına sahip olur. Aynı şekilde koca, "şu bir testi şarap üzerine seninle evlendim" der, ama aslında testide sirke bulunursa, nikâh akdi sahih olur. Tabiî eşler buna razı olurlarsa... Aksi takdirde gerdekten önce akdi feshetme hakkına sahip olurlar. Eşlerin ikisi de bu akde itirazda bulunabilirler. Zîra kadın, "sen bana mehir olarak sirkeden söz etmemiştin" diyebileceği gibi, koca da "ben, mehir diye sirkeden sana söz etmemiştim" diyebilir. Ama şu vereceğimiz Örnekte hüküm bunun tersinedir: Adamın bi­ri, başkasının iddetinde beklemekte olduğunu sandığı bir kadını nikâhlar, sonra da bu kadının iddet beklemekte olmadığı anlaşılırsa, nikâh akdi bağ­layıcı olur. "îddet beklemekte olduğunu zannettiğim için nikahladım" di­yerek erkeğin bu evlilikten sıyrılıp kurtulması sahih olmaz. Koca, kadına helâl ve haram bir mehir belirtirse, meselâ yüz dinar ve yüz okka şarap üzerine bir kadınla evlenirse, bu durumda kadın, belirtilen mehrin helâl olan kıs­mıyla mehr-i mislinden hangisi daha çoksa, onu alma hakkına sahip olur. Meselâ mehr-i misli 120 dinarsa, mehr-i misil alır. Mehr-i misli 90 dinarsa, kendisine mehir olarak belirtilen 100 dinarı alır. Bu yüz dinarın beraberinde verileceği belirtilen haram şeyden (yüz okka şaraptan) sarf-ı nazar edilir. Aynı cümleden olarak bir kişi yüz dinar peşin ve yüz dinar da belirsiz bir zamana, meselâ ölüm veya boşanma zamanına dek vadeli olan bir mehir belirterek bir kadınla evlenirse, vâdesi belirsiz olan yüz dinardan sarf-ı nazar edilir. Kadın, peşin olan yüz dinar ve mehr-i mislinden hangisi daha fazlaysa onu alma hakkına sahip olur.

Nikâh akdiyle diğer satış, satın alış, karz, şirket, peşkeş gibi akidlerden birini beraber yaparsa, nikâh fâsid olarak akdedilmiş olur ve gerdeğe girme­den feshedilir. Gerdeğe girilmiş ise, mehr-i misil ile sabit olur. Zîra nikâh ahkâmıyla bey' ahkâmı arasında terslik vardır. İkisini bir arada bulundur­mak sahih olmaz. Nikâh akdi, karşılıklı cömertlik esası üzerine kurulur. Di­ğer akidlerse, tarafların biribirlerine karşı cimrilik yapmaları esasına dayandırılarak kurulur. Kadınla gerdeğe girilmeden, satılan şey, müşterinin elinden fevt olursa, kadına o şeyin kıymetini vermesi gerekir. Gerdekten son­rasına gelince, satılan şeyin müşterinin elinden kaçmasına neden olacak bir durum meydana gelmese bile, satış akdi, satılan şeyin değeri üzerine bağla­yıcı olur. Çünkü satış akdi nikâha tâbidir. Örneğin bir kadın, bir kocayla evlenir ve kocanın mülkiyetindeki evi kendisine satmasını şart koşar, ayrıca da kocasına yüzbin lira verirse burada iki akid yapılmış olur: Biri nikâh akdi, diğeri evi satma akdi. Evin bir bölümü yüzbin liranın karşılığıdır. Ki bu bey' akdidir. Diğer bölümüyse, kadının iffetinin karşılığıdır ki, bu da evlen­me akdidir. Bu evlilik akdi, gerdekten önce feshedilir. Çünkü fasittir. Ger­değe girildikten sonra mehr-i misil ile sabit olur. Bey' akdi de, satılan şeyin değeri üzerine bağlayıcı olur. Şöyle ki: Satılan şeyin değeri hesaplanır. Kadı­nın ödediği meblağ ile, hak ettiği mehr-i misil hesaplanır. Taraflar, hakları­nı alırlar. Erkek, gerdeğe girmeden kadım boşarsa ve satılan şey de bir değişikliğe uğramamışsa, akid hiçbir sonuç doğurmaz. Ama satılan şeyin her­hangi bir nedenle değeri eksilmişse, erkek, değer üzerine akidten rücû edebi­lir. Tefviz nikahıyla bey akdinin bir arada yapılması caizdir. Tefviz nikâhı, mehrin belirtilmediği ve mehrin düşürülmesi hususunda bir anlaşmanın ya­pılmadığı nikâh akdidir. Örneğin velînin, kocaya evimi yüzbîn liraya sana sattım. Kızımı da tefviz şeklinde seninle evlendirdim demesi gibi. Bu du­rumda velî, evi ona yardım mâhiyetinde vermiş gibi olmaktadır. Kadın ise» kendisi için mehir takdir edilmesini taleb edebilir. Koca, onun için mehr-i misil takdir ederse, kendisi için takdir edilen bu mehir dolayısıyla nikâh ak­di kadın açısından bağlayıcı olur. Gerdeğe girme veya Ölüm halinde kadın, bu mehrin yarısını hak eder. Ama koca, kadın için mehr-i misilden daha azını takdir ederse, kadın razı olmadan, bu nikâh akdi kadın açısından bağlayıcı olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Koca, kadına mehir olarak iki şey belirtir de bunların bir kısmı mehre uygun olup diğer kısmı uygun olmazsa; kadın, mehre uygun olanı alır. Uygun olmayanın kıymetini isteme hakkına sahip olur. Meselâ koca, biri kendi malı, diğeriyse başkasından gasbettiği iki de­velik bir mehir karşılığında bir kadınla evlenirse, kadın kocanın malı olan deveyi alır. Kocanın gasbetmiş olduğu deveninse kıymetini taleb eder. Buna benzer bir örnek olarak koca, köle diye iki kişiyi göstererek "bu iki kölelik mehir karşılığında seninle evlendim" der, bilâhare bu ikisinden birinin köle, diğerinin hür olduğu anlaşılırsa; kadın, köleyi almayı hak eder. Hür olana da köle diye kıymet takdir eder ve bu kıymeti kocadan taleb eder. Koca, ya­rısı kendi mülkiyetinde bulunan, diğer yarısındaysa başkasının hakkı bulu­nan bir deveyi mehir olarak belirtir ve bu mehir üzerine bir kadınla evlenirse, kadın muhayyer olur: Dilerse devenin yarısını alır ve diğer yansının da kıy­metini taleb eder. Dilerse devenin tümünü bırakır ve devenin tamamının kıy­metini taleb eder. Zîra ortaklık, (mehir açısından) bir kusurdur. Bu kusur nedeniyle kadın muhayyer olur.

Aynı cümleden olarak koca, bin dönüm olarak takdir ettiği bir tarlayı mehir diye belirterek kadınla evlenir de tarlanın sekizyüz dönüm olduğu an­laşılırsa, kadın muhayyer olur: Dilerse sekizyüz dönümlük tarlayı alır. İki-yüz dönümlük kısmın da kıymetini taleb eder. Dilerse tarlayı tümüyle reddeder ve kıymetini alır. Kadına helâl olarak bir şeyi mehir diye belirtir de sonra bu şeyin haram veya gasbedilmiş olduğu anlaşılırsa, mehir diye belirtilen şeyin mislini almayı kadın hak eder. Örneğin kadına "şu bir küp sirke üzerine seninle evlendim" der, sonra da bu küpün içindekinin şarap olduğu anlaşı­lırsa; kadın razı olduğu sirkeyi alma hakkına sahip olur. Kadına, "şu küpteki şarap üzerine seninle evlendim" der, sonra da küpün içindekinin sirke olduğu anlaşılırsa, akid sahih olur ve kadın sirkeyi alma hakkına sahip olur. Aynı şekilde kadına, "falanın mülkiyetindeki şu at karşılığında seninle evlendim" der, sonra da du atın kendi mülkü olduğu saptanırsa, evlenme akdi sahih olur ve kadın da bu ata sahip olur.

(43) Mâlikîler dediler ki: Koca, kadına kendi mülkü olmayan gasbedil­miş bir şeyi mehir olarak belirtirse ve bu durum tarafların ikisince de bilinir­se; her ikisi de reşîd oldukları takdirde akid fâsid olur; gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse mehr-i misil ile sabit olur. Reşid değillerse, ya­ni ikisi de küçük iseler veya ikisinden biri küçükse; bu durumda muteber olan, velînin gasbı bilmesidir. Mehrin, kocanın mülkü olmadığını bilirse, anılan şekilde nikâh akdi fâsid olur. Kadın gasbı bilmez de koca bilirse, nikâh akdi sahih olur. Sahibi bu gasbedilmiş mehri kadından alırsa, kadın, bunun mis­lini almak üzere kocaya müracaat eder. Tabiî eğer misli varsa... Misli yoksa kıymetini alır. îki durum arasındaki farka gelince; birincisinde eşler, mehir-siz olarak akid yapmaya yönelmişlerdir. Zîra gasbedilmiş olan şey, yok gibi­dir. Bunun mehir olması sahih değildir. Daha baştan beri mehri düşürmede anlaşmış gibidirler. İkinci durumdaysa mehrin gasbedilmiş olduğunu sadece bir taraf (koca) bilmektedir ki, bunun bir sakıncası yoktur.

Hanefîler dediler ki: Bir erkek, gasbedilmiş bir malı bir kadına mehir olarak belirtirse, meselâ kendi mülkü olmadığı halde şu deve veya şu bahçe veya şu köle karşılığında kadınla evlenirse akid sahih olur. Mehrin kocanın mülkü olduğunu karı ve koca bilse de bilmese de, mehrin tesmiyesi (belirtil­mesi) sahihtir. Mehrin sahibi, kendi malının mehir olarak belirtilmesini onay­larsa, kadın mehir olarak belirtilen şeyin kendisine sahip olur. Onaylamazsa, kadın mehir olarak belirtilen şeyin kıymetini alır. Mehr-i misil alamaz.

(44) Hanefîler dediler ki: Bir erkek belirsiz olan bir mehir karşılığında bir kadınla evlenirse; ya türünü kayıtlamaksızın mehrin cinsini söyler veya türünü kaydederek cinsini söyler, ama bu mehri, başkalarından ayırdedecek bir sıfatla nitelemez. Birincinin örneği; kocanın, bir elbise veya binek veya hayvan karşılığında kadınla evlenmesidir. Fıkıhçılara göre bu eşyaların cins olarak açıklanması, bunların hüküm bakımından muhtelif olan çokluk üzerine hamledilmesidir. Zîra elbise, ketenden olabileceği gibi, pamuk veya ipek­ten de olabilir. Bunların hükümleri değişiktir. İpek elbisenin giyilmesi helâl olmaz. Pamuklu ve ketenin giyilmesi ise helâldir. Elbise, bir cinstir. Hayvan ve binek de öyle... Bu cinsin altında hükümleri açıkça muteber olan at, eşek ve koyun gibi hayvanlar vardır. Bu eşyalar birer cinstirler. Bunların altinda-kilerse fıkıhçılara göre türdür. Ama bu mantıkî cinsin aksinedir. Mantıkî cins, hüküm bakımından değil de hakikat bakımından muhtelif olan çoklukları içerir. Buna göre insan, mantıkçılara göre değil de fıkıhçılara göre bir cins­tir. Zîra insan cinsinin altında erkek ve kadın vardır. Bunların fıkhî hüküm­leri muhteliftir. Türünü belirlemeksizin "elbise" derse ve bu elbisenin de keten, pamuk veya ipek olduğunu söylemezse, bu erkek için, türünü belirlemeksi­zin cinsini söyledi denilir ki, bunun hükmü şudur: Bu durumda mehrin be­lirtilmesi asla sahih olmaz. Kural gereğince, mehrin belirtilmesi sahih olmayan durumlarda mehr-i misil sabit olur. Türün belirtilmeyip cinsin belirtilmesi durumlarında da aynı hüküm sözkonusu olur. Koca, mehri türüyle belirtir, ama onun diğer şeylerden ayırdedici niteliklerini açıklamazsa, meselâ kadı­na "pamuktan, ketenden veya ipekten bir elbise karşılığında, ya da bir at, bir eşek veya bir katır karşılığında seninle evlendim'  derse, bu durumda mehir belirtilmesi sahih olur. Kadın, mehrin orta türünden bir şeyi kocadan alma hakkına sahip olur. Meselâ mehir olarak bir elbise veya bir at verileceği be­lirtilmişse; kadın orta türden bir elbise veya orta türden bir at alma hakkına sahip olur. Diğerleri de buna kıyaslanır. Yalnız şu da var ki, koca mehrin orta türünden olan şeyi kadına verebileceği gibi, o şeyin kıymetini de verebi­lir. Orta tür, fiyatın yüksekliği ve düşüklüğüne göre takdir edilir. Mûtemed olan görüş budur. Koca, kadına ne pahalı olanı, ne de ucuz olanı satın alır. Aksine, orta fiyatlı olanı satın alır. Ama koca, mehrin türünü kaydetmekle birlikte cinsini de söyler, sonra da bu mehri diğerlerinden ayırdedici niteliği açıklarsa, sözgelimi kaliteli, beledî ipekten yapılmış olan bir elbise karşılı­ğında kadınla evlenirse; kadın, kendisi için mehir olarak belirtilen şeyi hak eder. 'Kaliteli kaydını koymazsa, önceki Örnekte olduğu gibi vasat bir elbi­se alıp kadına verir. Bu hüküm, mehir olarak bir hayvan veya ticâret eşyası belirtildiğinde işlerlik kazanır. Ölçekle veya tartıyla ölçülen bir mehir karşı­lığında evlenirse, bu mehrin cins ve niteliği bilinirse, sözgelimi arpa tanele­rinden ayıklanmış saidî ve ba'lî buğdayından bir kile karşılığında kadınla evlenirse, kadın için belirtilen bu mehrin mutlaka verilmesi kesinlik kazanır ve bu, niteliği belirtilmiş olan bir mal hükmünde olur. Eğer niteliği bilin­mezse, koca muhayyer olur: Orta türdeki bir şeyi veya bu şeyin kıymetini kadına verir. Kadına hitaben "şu veya şu at karşılığında seninle evlendim" der de atlardan biri diğerinden daha az değerli olursa, mehr-i misil verilme­sine hükmolunur. Bu mehir, atlardan güzel olana eşit değerdeyse, kadın bu mehri alır. Ama atların değer bakımından farklı olmamaları durumunda en güzelini ve en iyisini alır. Kadın gerdekten önce boşanırsa, en iyi atın yarısı­nı alma hakkına sahip olur. Bu hükümde ihtilâf yoktur. Ev çeyizi alma kar-

şılığında evlenecek olursa, kocanın, normal olarak kadına alınan çeyizin ortalamasını alması gerekir.

Mâlikîler dediler ki: Aşın derecede bilinmez olan bir şey mehir olarak belirtilirse, sözgelimi adamın biri olgunlaştığı gözlenemeyen bir meyveyi -bu meyvenin olgunlaşmcaya dek ağaç üzerinde bırakılması şartıyla- mehir diye belirterek bir kadınla evlenirse, bu mehir belirtme işi sahih olmaz. Nikâh akdi fâsid olur ve gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmiş ise mehr-i misil ile sabit olur. Ama kesilmesi şartıyla, olgunlaşmamış bir meyvevi mehir diye belirterek evlenme durumunda akid sahih olur.

Az bir meçhuliyetle bilinmez olan bir şeyi mehir diye belirtme durumunda da akid sahih olur. Meselâ kadına mehir olarak yüz dolar belirtir de (akdin yapıldığı) beldede hem Amerikan doları, hem de Kanada doları varsa sahih olur. Kadın, çok olarak bulunan galip durumdaki hangisiyse o doları alır.

Koca, mehir olarak birbirine eşit şeyleri belirtirse, kadın her sınıftan kendi hak ettiği nisbetinde bir miktar alır. Eğer mehir muamelesi iki sınıfta yapı­lırsa, kadın bu sınıflardan birinden yarı mehir, diğerinden de yarı mehir alır. Yine bunun gibi, mehir diye on deve belirtir ve bu develerin niteliğini söyle­mezse, ya da aynı şekilde on köleyi mehir diye belirtir ve yine kölelerin nite­liğini söylemezse, kadın vasat durumda on deve veya on köle alma hakkına sahip olur. Bu gibi durumlarda mehrin meçhuliyetinin bir sakıncası olmaz. Evin çeyizini ve eşyalarını temin etme karşılığında bir kadınla evlenen bir kişinin akdi sahihtir. Kadın da orta türden çeyiz alma hakkına sahip olur.

Hanbelîler dediler ki: Erkek, evleneceği kadına herhangi bir ev veya herhangi bir binek veya evinin eşyası gibi meçhul bir şeyi, ya da havada uç­makta olan bir kuş gibi teslimine muktedir olamayacağı bir şeyi mehir diye belirtirse, meçhuliyet nedeniyle mehir sahih olmaz. Bir hurma tanesi gibi kıy­metsiz bir şeyi mehir diye belirtirse, mehir yine sahih olmaz. Şundan ki, be­lirtilen mehrin yarısının da kıymeti olması gerekir. Çünkü şayet gerdekten önce boşanacak olursa, kadına mehrin yarısının verilmesi gerekir. Kıymet­siz bir şey mehir dîye belirtilmişse, bu durumda kadına, kendisinden yarar­lanacağı bir şey kalmış olmaz. Bu bir görüştür. Bazıları derler ki: Bu gerekli değildir. Kıymetsiz bir şeyin, meselâ bir tahıl veya bir hurma tanesinin de mehir olarak belirtilmesi sahih olur. Mezhebin zahir görüşü budur. Her ha­lükârda kadın, kıymetsiz ya da meçhul bir şeyin yahut mehir olmaya müsait olmayan bir şeyin mehir diye belirtilmesi durumunda mehr-i misil alma hak­kına sahip olur.

Az miktardaki belirsizlik müsamahayla karşılanır. Meselâ bir çok de­velerinden bir deveyi veya bir çok atlarından bir atı veya bir çok katırların­dan bir katırı veya şu iki elbiseden *>ir tanesini mehir diye kadına belirtirse sahih olur. Bu durumda kadın, sözü edilen develerden, atlardan, katırlar­dan veya elbiselerden kur'a çekimi yoluyla bir tanesini alır. Bunların mehir oluşları sahih olduğuna göre, kadın bunlardan herhangi birini hak eder. Hak ettiğinin hangisi olduğunu belirtmek için de kur'a çekmek gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Cins veya nitelik bakımından belirsiz olan bir şey, kadına mehir diye belirtilirse, meselâ ona, "şu iki elbiseden veya şu iki attan birisi karşılığında seninle evlendim"denilirse,ya da"develerimden birisi kar­şılığında seninle evlendim" denilirse, bu şekilde yapılan mehir belirtme işi sahih olmaz. Kadın, mehr-i misil alma hakkına sahip olur.

(45) Hanefîler dediler ki: Bir erkek ölçekle ölçülen, veya tartıyla tartı­lan veyahut sayı ile sayılan bir ayın karşılığında bîr kadınla evlenir; sözgeli­mi bu aynın nikâh akdi sırasındaki değeri on dirhem gümüş veya daha fazlasına eşit olur, sonra tesellümden önce değeri eksilip on dirhemin altına düşerse, kadın bu aynın on dirhem gümüş değerine eşit gelecek şekilde ta­mamlanması talebinde bulunamaz. Çünkü muteber olan kıymet, aynın kâh akdi esnasındaki kıymetidir. Ama akid esnasında sekiz dirhem değerindeki bir ayın karşılığında evlenirse, kadın tesellüm anında değeri on dirhemin üs­tüne çıksa bile kocasından iki dirhem fark alma hakkına sahip olur.

Kocasının evinde belli bir süre oturmak, onun bineğine binmek, onun devesiyle yük taşımak veya tarlasında ekip biçmek gibi ayınlann menfaati karşılığında bir kadınla evlenirse, burada mehir belirtme İşi sahih olur. Ka­dın, mehir diye kendisine belirtilen menfaate sahip olur. Bu hükümde ihti­lâf yoktur. Kur'an, fıkıh, helâl-haram gibi dini bilgileri öğretme şeklindeki manevî bir menfaat karşılığında evlenmeyegelince,bu menfaatlerin mehir ola­rak belirtilmesinin sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâf vardır. Mezhe­bin kuvvetli görüşüne göre bu caiz olmaz. Ancak Hanelilerin son devir âlimleri Kur'an-ı Kerîm ve dinî ilimleri öğretme karşılığında ücret almayı, zaruret do­layısıyla caiz görmüşlerdir. Çünkü müslümanlara vâcib olmasına rağmen, bazan bunları öğretecek kimseler bulunmayabilir. Nitekim bu, icar bahsin­de de anlatılmıştı. Bunda kural şudur: Karşılığında ücret alınması sahih olan şeyin mehîr yapılması da sahih olur. Zîra ücret;, kıymeti olan bir maldır ve mehrin mukabilidir. Buna dayanarak diyebiliriz ki; Kur'an ve fıkıh öğret­menin, gerçek görüşe göre mehir kılınmaları sahih olur. Bazı kimseler, baş­ka bir açıdan bu hükme itiraz etmişlerdir. Derler ki: Bu durumda erkek, kadının hizmetçisi olacaktır. Hür erkeğin kadına hizmet etmesiyse haram­dır. Şu halde Kur'an ve fıkıh öğretmenin mehir kılınması sahih olmaz.

Ancak bu itiraz, hiç bir değer taşımamaktadır. Çünkü Kur'an ve ilim öğreten kimseye hizmetçi denilmez. Aksine bu kişi, örfe göre efendidir. Öğ­retme dışındaki durumlara gelince, meselâ karşılığında ücret alınması caiz olmayan bir tâat karşılığında, sözgelimi yerine haccetme karşılığında bir ka­dınla evlenirse, bu mehir sahih olmaz. Kadın için mehr-i misil sabit olur. Aynı cümleden olarak koca,(eski) karılarından birini boşama karşılığında bir ka­dınla evlenir ve ayrıca bir malı mehir olarak belirlemezse, mehir sahih ol­maz. Kadın için mehr-i misil sabit olur. Aynı şekilde, kendisine hizmet etme karşılığında bîr kadınla evlenen hür bir erkekse, sahih olmaz. Çünkü koca, kadına üst olma hakkına sahiptir. Akid ile ona hizmetçi olursa, erkek de­ğerden düşer. Çünkü bu durumda kadın, kocasını kendi kölesi gibi kullan­ma hakkına sahip olacaktır ki, bu caiz değildir. Ama koca öteden beri köle olur da kadın onu koca olarak kabul ederse, bu kölenin kendisine hizmetçi olma karşılığında o kadın|a evlenmesi caiz olur. Çünkü hizmetçilik, bu er­keğin ayrılmaz bir niteliğidir. Karısına hizmet etmesini engelleyecek bir du­rum yoktur. Belli bir süre için davarım gütme veya tarlasını ekip biçme karşılığında kadınla evlenmesi, kocayı küçük düşürecek hizmetlerden değil­dir. Doğru olan görüşe göre bu hizmetin mehir kılınması sahihtir. Çünkü icar bahsinde Hanefîler, evlâdın kendisine hizmet ettirmek Üzere babasını icar etmesinin caiz olmayacağını, ama davar gütme veya ekip-biçme gibi İş­ler için kiralamasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü tarımcılık ve ço­banlık, insanın onurunu zedeleyecek işlerden değildir. Kadının babasının davarını gütme karşılığında evlenmek de kocayı küçük düşürecek işlerden değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de anlatıldığı gibi, böyle bir durum Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) arasında da geçmişti. Neshedilmediği takdirde, bizden öncekilerin şerîatleri bizim için de geçerlidir. Bu durumda velîsi, kadına mehr-i misil ödemekle yükümlü olur.

Hür bir kadına hizmet etme karşılığında kadınla evlenirse, bu kadın buna razı olduğu takdirde sahih olur. Ama belli bir süre için başka bir hür erke­ğin o kadına hizmet etmesi karşılığında -tabiî o erkeğin rızasıyla- evlenirse, bu yabancı erkeğin hizmeti açılıp-saçılmaya ve fitneye yol açacak şekilde ka­dınla erkeğin bir arada bulunması sonucunu doğuracak olursa caiz olmaz. Kadın mehir olarak, onun yapacağı hizmetin kıymetini alma hakkına sahip °^r. Şu yabancı erkek hizmet etmeye razı olmazsa, kadın, o erkeğin yapa­cağı hizmetin kıymetini alma hakkına sahip olur. Aynı cümleden olarak ya­bancı bir hür erkeğin, belirsiz bir süre hizmet etmesi karşılığında evlenirse, önceki tafsîlât sözkonusu olur: Fitne korkusu olmazsa caiz olur. Fitne kor­kusu olursa caiz olmaz.

Malıkîler dediler ki: Mehrin altın veya gümüş veya ticâret eşyası veya ev gibi bir ayın olması sahihtir. Kur'an-ı Kerim ve şer'î ilimleri öğret­mek, evde iskân hakkı vermek, köleyi hizmete vermek gibi menfaatlere ge-hnce; bu hususta ihtilâf edilmiştir. İmam Mâlik, bunların mehir olmaya elverişli olmadıklarını söylemiştir .Baştan itibaren bu menfaatlerin mehir olarak belirtilmeleri sahih olmaz. Ibn Kasım, mekruh olmakla birlikte bunların mehir olarak belirtilmeleri sahih olur demiştir. Bazı Mâliki ulemâsı, mekruh olmak­sızın caiz olacağını söylemişlerdir. Tabiî ki mûtemed olan, İmam Mâlik'in sözüdür. Ancak bir kişi bu menfaatlerden birini mehir olarak belirtirse, mû­temed kavle göre akid sahih olur. Mehir olarak belirtilen menfaat, kadın için sabit olur. Meşhur olan görüş budur. Mâlikîler imam Mâlik'in sözüne ba­karlar. İşin başındayken bir menfaatin mehir kılınmasını yasaklarlar. Ama bilfiil böyle bir menfaat mehir kılındıktan sonra, bunu caiz görenlerin kav-liyle amel ederler.

Şâfiîler dediler ki: Menfaatin mehir olarak belirtilmesi sahihtir. Bu mezhebe göre mehirde kural şudur: Bey' akdinde satın alınan eşya için be­del olarak verilmesi sahih olan şeylerin, mehir olarak verilmeleri de sahih olur. Bir kimsenin belli bir süreye mahsus olarak kendi tarımsal arazisinin menfaati karşılığında bir ev satın alması sahihtir. Aynı şekilde bu menfaati mehir sayması da sahih olur. Karşılığında ücret alınması caiz olan Kur'an, fıkıh ve benzeri ilimleri öğretme, dokuma ve terzilik gibi sanatları öğretme veya kadına bir elbise dikme veya ona bir ev inşâ etme, veya -koca hür olsa bile- hizmetini görme karşılığında bir kadınla evlenen bir kimsenin bu men­faatleri mehir olarak ona sağlaması sahih olur. Bir şey satın alırken bu men­faatlerin bedel olarak verilmesi de sahih olur.

Şâfiîlerin bu kavli üzerine denilmiştir ki: Satın alınan şeye bedel olması sahih olan her şey, mehir olmaya elverişlidir. Ama bir köle, onun kölesi ol­ma karşılığında hür bir kadınla evlenirse, bu mehir sahih olmaz. Aksine ni­kâh akdi bâtıl olur. Çünkü bu erkeğin o kadına köle olması, ona kocalık yapmasına aykırıdır. Dahası, kölenin kendi hanımefendisiyle evlenmesi de caiz olmaz. Ama kölenin başka şeyler için bedel olması sahihtir. "Satın alı­nan şeyler için bedel olarak verilmesi sahih olan her şeyin mehir olması da sahihtir" sözü bir kural haline getirilemez. Aynı şekilde adamın biri şüphe sonucu olarak bir cariyeyle cinsel temasta bulunur, bu câriye o erkekten ge­be kalarak bir erkek çocuk doğurur, sonra bu cariyeyi satın alır ve bu çocuk büyüyüp evlenecek çağa gelince, babası onu evlendirdiğinde alacağı kadın için mehir olarak câriye olan anasını vermek isterse sahih olmaz. Çünkü bu demektir ki: Mehir olmasının sahih olması için bu cariyenin önce oğlunun mülküne girmesi gerekir. Oğlunun mülküne girince de azâd olur, hürriyeti­ne kavuşur. Hür kadının mehir olarak verilmesi ise sahih olmaz. Ama bu cariyenin, satın alınan bir şey için bedel olarak verilmesi sahihtir. Bazıları bir başka örnek anlatmışlardır. Şöyle ki: Sadece avret mahallini örtmek için kullandığı bir tek elbisesi bulunan bir erkeğin, bu elbisesini her ne kadar sa­tın alacağı bir şeye bedel olarak ödemesi sahih ise de, mehir olarak vermesi sahih olmaz. Ama bu örnek doğru olmasa gerek. Çünkü avret mahallini ka­paması sadece bu elbiseye bağlı olduğuna göre, bunu satın alacağı bir şeye bedel olarak vermesi de sahih olmaz. Çünkü bedel ile mehir arasında bir fark yoktur. Ama avret mahallini kapaması sadece bu elbiseye bağlı değilse, o zaman bu elbisenin hem bedel, hem mehir kılınması sahih olur. Kuvvetli olan görüş budur. Buna karşı verilecek cevap ise şudur: Şâfiîlerin "bedel olması sahih olan her şeyin mehir olması da sahihtir" sözünden maksat şu olsa ge­rektir: Bedel olması sahih olan her şey, başka bir engel bulunmadığı takdir­de mehir olabilir. Nitekim bu, yukarıdaki örneklerde de görüldü. Câriye örneğindeki engel, cariyenin hürriyete kavuşmasıdır. Köle örneğindeki en­gelse, köle erkeğin kocalık pozisyonuna aykırı düşmesidir.

Hanbelîler dediler ki: Mehir, aymlarla sahih olduğu gibi menfaat­lerle de sahih olur. Davarını gütmek veya tarlasını ekip-biçmek karşılığında bir kadınla evlenilirse, menfaatin bilinir olması şartıyla mehir sahih olur. Men­faat bilinmez olursa, mehir sahih olmaz. Kadına mehr-i misil verilmesi gere­kir. Hür bir erkeğin, kend^ine belli bir süre hizmet etmek veya aynı şekilde belli bir süre kendisine hizmet etmesi için bir köleyi vermek karşılığında bir kadınla evlenmesi sahih olur. Bu erkeğin köle olması durumunda, bu şekil­de evlenmesi haydi haydi sahih olur. Belli bir işi yapma, meselâ belli bir el­biseyi dikme -ister kocanın kendisi diksin, ister başkasına diktirsin- karşılığında bir kadınla evlenmek de sahih olur. Elbisenin dikilmeden önce telef olması durumunda, erkeğin ücretin kıymetinin yarısını kadına vermesi gerekir. Ger­değe girmeden kadını boşar ve dikmeyi kabul ederse, dikişin yansını yap­ması gerekir. Bu mümkün değilse yan dikiş ücretini vermesi gerekir. Aynı şekilde bazı fıkıh veya hadis bölümleri veya mubah içerikli edebiyat, şiir, yazı ve sanat gibi karşılığında ücret alınması caiz olan bir işi yapma karşılı­ğında kadınla evlenmek de sahih olur. Koca, kadına bu gibi şeyleri öğretme­si mümkün olmadığı takdirde yükümlülük altına girer ve bunu ona öğretecek olan kişinin ücretini verir. Gerdeğe girmeden ve öğretmeden boşarsa, öğre­tim ücretinin yarısını vermek kocaya düşer. Öğrettikten sonra gerdeğe gir­meden boşarsa, kadından öğretim ücretinin yansını ahr. Ama bu ayrılmanın sebebi kadın olduğu takdirde, öğretim ücretinin tamamını ondan geri alır.

Şunu da belirtelim ki, Kur'an öğretiminin mehir olması sahih değildir. Kadına hitaben erkek, "sana Kur'an-ı Kerîm'in tümünü veya bir kısmını öğ­retmek üzere seninle evlendim" derse, bu mehir sahih olmaz. Kadına mehr-i misil vermesi gerekir. Kendini hîbe eden kadınla ilgili hadiste de Hz. Pey­gamberin:

Onu, Kur'an ehlinden olman sebebiyle seninle evlendirdim"[18] buyurması bu anlamı taşımaktadır. Yoksa Kur'an-ı Kerîm mehir kı­lınmış değildir. Hadiste Kur'an öğretilmesine de işaret edilmemiştir. Şu rivayet de bunu desteklemektir. Buhâri'nin rivayetine göre Hz. Peygamber bir gen­ci Kur'an'dan bir sûre karşılığında evlendirmiş ve ona da şöyle demiştir:

"Bu, senden sonra (artık başkası için) mehir olmaz".

Hanefi mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Ama Hanefîlerin son devir âlimleri, önce de söylediğimiz gibi Kur'an öğretmenin mehir kılınma­sına cevaz vermişlerdir. Bu meselede mezheblerin görüşü şudur: Kur'an öğ­retme, Hanbelîlere göre mehir kılınamaz, fakat Şâfiîlere göre kılınabilir. Mâlikîlere göre mehir kılınması yasaktır. Ama kılımrsa da geçerli olur. Ha­nefîlerin kuvvetli görüşüne göre mehir kılınamaz. Ama bu mezhebin son de­vir ulemâsı mehir kılınabilir demişlerdir.

 

Mehrin Kısımları, Halvet Ve Fâsid Nikâh

 

Mehir iki kısma ayrılır:

1-  Sahih akid dolayısıyla erkeğin ödemesi gereken mehir.

2- Sahih veya fâsid nikâha dayanarak, ya da şüphe sonucu cin­sel temasta bulunma nedeniyle erkeğin ödemesi gereken mehir.

Sahih nikâh akdi dolayısıyla ödenmesi gereken mehr-i müsemmâ(46>; mehr-i müsemmânın belirtilmemesi durumunda ise mehr-i mi­sildir. Bu mehirler, tümünün veya yarısının düşmesi ihtimaliyle beraber, mücerred bir sahih nikâh akdiyle vâcib olurlar.

Kadın, aralarının tefrikini gerektiren bir eylemde bulunursa, me­selâ irtidad ederse veya hısımlık mahremiyetini gerektiren bir fiilde bulunursa ve kocası da kendisiyle henüz gerdeğe girmemişse, meh-rinin tamamı düşer. Çünkü bu ayrılmaları, kadının sebebiyle olmuştur.

Gerdekten önce kocası tarafından boşanırsa veya ayrılmaları ir­tidad veya hısımlık mahremiyetini oluşturan bir eylemde bulunması gibi başka bir sebepten dolayı olursa, mehrin yarısı düşer.

Düşme ihtimali olmayacak şekilde mehir, bazı sebeplerle kesinlik kazanır. Meselâ cinsel temas, eşlerden birinin ölümü ve sahih halvet bu sebeplerin bazılarıdır. Mezheblerfn buna ilişkin tafsilâtları aşağıya alınmıştır.

Mehrin İkinci kısmına gelince; bu, verilmesi cinsel temas dola­yısıyla vâcib olan mehirdir. Bilindiği gibi cinsel temas, bazan sahih akde, bazan fâsid akde dayanılarak yapılır. Sahih akde dayanılarak yapılan temas dolayısıyla verilmesi gereken mehir hakkında mezheb-lerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(46) Mâlîkîler, sahih akidle mehrin tümünün değil de yarısının vâcib ola­cağım söylemişlerdir.

(47) Şâfîî ve Mâlikîler dediler ki: Mehir halvet nedeniyle hiçbir zaman kesinlik kazanmaz. Bu, Şafiî'nin son dönemindeki görüşüdür. îlk dönemin-deyse, mehrin tümünün^kesinleşmesi bakımından halvet de temas gibidir, de­miştir.

(48) Mâlikîler dediler ki: Yarısı nikâh akdiyle sabit olduktan sonra, geri kalan yarısını da sabitleştirerek mehrin tümünü sâbitleştiren sebepler üç tanedir:

1- Cinsel temas: Cinsel temasın baliğ bir erkek tarafından yapılmış ol­ması ve kadının da bu temasa dayanıklı olması şarttır. Temasta bulunan er­kek baliğ olmaz veya kadın temasa dayanamayacak kadar küçük olursa, bu temas dolayısıyla mehrin tamamı sabit olmaz.

Cinsel temastan maksat, bekâret giderilmese bile, penisin başının veya (başı kesilmişse) baş kadar bir kısmının iç kısma girdirilmesidir. Bu temasın vaginadan veya mak'adtan yapılması arasında bir fark yoktur. Cinsel tema­sın helâl olması şart değildir. Kadın hayızlı veya nİfaslıyken veya ikisinden biri ihramdayken veya farz orucu tutarlarken veya bu orucun itikâfınday-ken veyahut temasta bulunulması helâl olmayan bir durumdayken yapılan cinsel temas da mehrin tümünün sabit olması için yeterli olur. Koca, paTma-ğıyla kadının bekâret zarını yırtar ve cinsel temasta bulunmadan boşarsa, mehrin yarısını, ayrıca bekâret ersi (tâvizi)ni kadına Ödemesi gerekir. Tabiî kadın bundan sonra ancak dul bir kadının mehri ile evlenebİlecekse bu tâvi­zi alır. Aksi takdirde yarım mehirden başka birşey alamaz.

2- Eşlerden birinin ölümü: Bununla, nikâh akdi yapılırken veya daha sonra belirtilen (tesmiye edilen) mehrin tamamı sabit olur. Eşlerden biri tef­viz nikâhında ölürse, (Tefviz nikâhı: Kadının, uygun göreceği bir mehri tak­dir etmesi için kocaya yetki vermesi biçiminde akdedilen nikâhtır) hüküm ne olacaktır? Koca, bir mehir takdir etmeden ve gerdeğe girmeden ölürse, kadın hiçbir şeyi hak etmez. Bu durumda nikâh akdinin sahih olmasıyla, fe­sadında icmâ edilmemiş biçimde fâsid olması arasında bir fark yoktur. Söz­gelimi erkek ihramdayken kadını nikâhlar veya velîsi olmaksızın nikahlarsa, bu nikâh akdi her ne kadar Mâlikîlere göre fâsitse de Hanefîlere göre sahih­tir. Bu akid nedeniyle, ölüm halinde mehrin tamamı; boşama halinde yarısı vâcib olur. Kadın, kocasında bulunan hoş görmediği bir sebepten dolayı ken­dini öldürürse, mehrin tamamında hak sahibi olur. Ama kocasını, kendisin­den kurtulmak için öldürürse, bu ihtilaflı olur. Kuvvetli görüşe göre kadın, mehirden hiçbir şey hak etmez. Aksine kendisine maksadının zıddıyla mua­mele olunur ki, böylece bunun kadınların kocalarım öldürmelerine vesile ol­ması önlenmiş olur. Efendinin, evli cariyesini öldürmesi de bunun gibidir. Bu cariyenin mehri, kocasının zimmetinden düşmez.

3- Gerdeğe girilmese bile, kadının kocasının evinde bir yıl süreyle ikâ­met etmesi: Bu kadar süre kocasının evinde ikâmet ederse gerdeğe girmiş sa­yılır ve bu durumda mehrin tamamım hak eder.

tşte bu üç durum nedeniyle kadın, mehrin tamamını alma hakkına sa­hip olur.

Şu da var ki, kadın kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, koca da inkâr ederse, duruma bakılır: Kocası kendisiyle sükûnet bulmak için başbaşa kalmış, halvet-i ihtida yapmışsa -ki buna perdeleri in--dirme halveti denir ve eşlerin ikrarı, ya da iki kadın bile olsalar şahitlerin taniklığıyla tesbit edilir- kadına, kocasının kendisiyle temasta bulunmuş ol­duğuna dâir yemin ettirilir. Yemin ederse, kadın mehrin tamamını hak eder. Yemine yanaşmazsa, kocasına yemin ettirilir. Yemin ederse kadın mehrin sadece yarısını hak eder. Yemine yanaşmazsa, kadın mehrin tamamını hak eder. İhtida halveti, kadınla erkeğin başbaşa bir odaya kapanmaları ve var­sa perdeleri pencerenin önüne sarkıtmalarıdır. Perde yoksa yanlarına geçile­cek kapıyı kilitlemeleri yeterli olur. Buna, eşler huzur ve sükûn buldukları için halvet-i ihtida denir. Çünkü eşlerden her biri diğeriyle sükûn ve huzur bulmaktadır. Bu hükmün sabit olması için zevcenin bâliğa olması şarttır. Ka­dın küçük yaşta olup kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu iddia eder ve halvet-i ihtidaya girdikleri de sabit olursa, kocaya yemin ettirilir; ka­dın da mehrin yansını hak eder. Mehrin diğer yansı da kadın buluğa erince­ye dek bekletilir. Buluğa erince yemin ettirilir, yemin ederse, bu ikinci yarıyı da hak eder. Yemine yanaşmazsa hak etmez. Bu durumda kocaya yeniden yemin ettirmeye gerek yoktur. Hayız, nifas, oruç, ihram gibi cinsel temasa engel olan (Şer'î) bir engelin varlığı, kadının cinsel temas iddiasını iptal et­mez. Bir kavle göre kocaıİyi halli ve iffetli, yani bu gibi durumlardayken cinsel temasta bulunmayacak biri olarak biliniyorsa, kadının cinsel temas id­diası bâtıl olur. Ama meşhuV olan, birinci görüştür. Koca, karısıyla ihtida halvetine girer, kadın, kendisiyle cinsgl temasta bulunulmadığını iddia eder, kocası da onun bu iddiasına muvâTakat ederse, sözü yeminsiz olarak tasdik edilir. Bu durumda kadın buluğa ermiş reşide bir kadın da olsa malî hususta iyi tasarrufta bulunamayan sefih veya küçük yaşta bulunan bir kadın da ol­sa hüküm aynıdır. Ama koca onun bu iddiasına muvafakat etmezse, yani kadın kendisiyle temasta bulunulduğunu inkâr ettiği halde, koca temasta bu­lunduğunu söylerse, kadın da eğer sefih ise kocanın ikrarı kabul edilir. Ama kadın reşid ise, yani hür ve bâliğa olup hüsn-ü tasarrufta bulunmakta olan bir kadınsa, koca da kendi ikrarında ısrar ettiği halde kadın onun bu ikrarı­nı yalanlamakta ısrar ediyorsa,kocanm ikrarı kabul edilir.Çünkü kadın uyu­makta veya herhangi bir nedenle aklını yitirmiş vaziyetteyken kocası onunla temasta bulunmuş olabilir. Koca kendi ikrarında ısrar etmez, aksine ikra­rından rücû eder ve kadın da onun ikrarını yalanlamakta ısrarlı davranırsa, bu durumda kocanın kendi ikrarından rücûu kabul edilir. Koca kendi ikra­rından rücû eder, kadın da teması inkâr etmekten rücû ederse; kadının rü­cûu erkeğin rücûundan önce olduğu takdirde, cinsel temasın vukuu sabit olur. Kocanın kendi ikrarından rücû etmesinden sonra kadın cinsel teması ikrar ederse, kocayı yalanlamada ısrar edişinde olduğu gibi, sadece mehrin yarısı­nı hak eder.

Bu anlatılanlar halvet-i ihtida ile ilgiliydi. Bunun karşıtı ise ziyaret hal-veti'dir. Bu, kadının erkeği kendi evinde veya erkeğin kadını kendi evinde ziyaret etmesi, ya da ikisinin beraberce bir başka şahsı kendi evinde ziyaret etmeleridir. Kadının kendisi, kocayı kendi evinde ziyaret eder, cinsel temasta bulundukları iddiasında bulunur ve erkek de bunu inkâr ederse, cinsel te­masta bulunulduğuna yemin ettikten sonra, kadının sözü doğrulanır. Koca, kadını kendi evinde ziyaret eder; kadın, cinsel temasta bulunduklarını İddia eder, kocaysa bunu inkâr ederse, aynı şekilde yemin etmesi şartıyla kocanın sözü doğrulamr. Yine bunun gibi eşlerin ikisi de yabancı bir şahsı kendi evinde ziyaret ederler; kadın, kocasıyla cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, ko­caysa inkâr ederse, yemin etmesi şartıyla kocanın sözü doğrulanır. Zîra gö­rünür durum da onun sözünü doğrulamaktadır. Koca temasta bulunduğunu iddia eder, kadınsa inkâr ederse, hüküm halvet-i ihdidâdaki gibi olur.

Hanefîler dediler ki: Mehrin, düşme ihtimali olmayacak şekilde ke­sinlik kazandığı durumlar beştir:

1- Sahih nikâh akdine dayanarak yapılan hükmî veya hakikî cinsel te­mas. Hükmî olan, ilerid^ anlatılacak olan şartlarıyla vukûbulan halvettir. Bundan öğreniyoruz ki, cinsel temasa dayanıklı olmayan küçük yaştaki ka­dın ne temas, ne de halvet iddiasıyla mehir almayı hak etmez. Hakikî temas ise, penisin başım (veya başı kesik ise) penisin baş kadar olan bir kısmını vaginaya girdirmektir.

2- Eşlerden birinin ölümü: Koca doğal bir ölümle veya yabancı biri, ya da zevcesi tarafından öldürülerek veya intihar ederek ölürse, kadın nikâh akdinde belirtilmiş olan mehrin tamamını hak eder. Nikâh akdinde mehir belirtilmemişse, o zaman da mehr-i mislin tamamını hak eder. Yabancı biri­si veya kocası kadını öldürürse yine aynı hüküm sözkonusu olur. Kadın inti­har ederse, hür olduğu takdirde yine aynı şekilde mehri hak eder. Câriye olduğu takdirde de, doğrusu mehir düşmez. Gerdekten önce efendisi kendi­sini öldürürse ve efendisi akıllı ve baliğ ise mehir sakıt olur. Ama efendisi çocuk veya deliyse mehir sakıt olmaz. Çünkü bunda onlara zulüm vardır.

Bu, eşlerden birinin ölümüyle ilgiliydi, ikisinin birlikte ölmesine gelin­ce, aradan uzun zaman geçmişse ve kadı, kadının mehr-i mislini öğrenme imkânına sahip değilse, Ebû Hanîfe'ye göre kadının mirasçılarına bir şey verilmez. Ama aradan uzun zaman geçmemiş ve kadı da kadının mehr-i misli­ni öğrenme imkânına sahip ise, kadının mirasçılarına mehr-i misil verilmesine karar verilir ki, bu hükümde ittifak vardır.

3- Sahih halvet: Bu, eşlerin bir yerde (başbaşa kalacak şekilde) biraraya gelmeleri, kendilerini cinsel temasta bulunmaktan menedecek hukuksal, duy­gusal veya doğal hiç bir engelin bulunmamasıdır. Halvette bulunmaya elve­rişli olan yer, eşlerin kendi izinleri olmadan başkalarınca görülemeyecekleri ve görülmemekten emin oldukları yerdir. Başkalarınca görülmeleri imkân­sız olan, kapısı ve penceresi kilitli bir odada halvette bulunmaları gibi. Ya­kınlarından bir kimse bulunmasa bile eşlerin sahrada halvette bulunmaları sahih olmaz. Meğer yanlarından bir kimsenin geçmeyeceğinden emin olsun­lar.Bu takdirde çölde, sahrada halvette bulunmaları sahih olur. Başkaları tarafından görülmelerine engel olacak şekilde çevresinde başka bina bulun­mayan damda da halvette bulunmak sahih olmaz. Başkalarının kendilerine hücum etmemelerinden emin olurlarsa, halvetleri sahih olur. Erkek belli bir vakitte insanların oradan geçmeyeceklerinden emin olunan bir yolda kadın­la yalnız başına buluşursa, halvet sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Kapısı kapalı ve kilitli ama tavansız bir yerde halvette bulunursa, halvet sahih olur. Bağda yapılan halvet de sahih olur. İçinde başka sakinler bulunan bir evin odalarından birinde kadınla erkek başbaşa bulunup halvete girerler, başka­larının hücumundan emin olmalarını sağlayacak olan kapıyı kilitler ve pen­cereyi perdelerlerse, halvetleri sahih olur. Mescidde, hamam veya umumî yolda halvette bulunmak sahih olmaz.

Cinsel temasa engel olan hissî engele gelince, bunu şöyle örnekleyebili­riz: Adamın biri hasta olur, bu hastalığı temelli olarak cinsel temasta bulun­masını engeller veya engellemediği halde cinsel temasta bulunduğu takdirde kendisine zarar dokunursa, bu hastalığı hissî bir engeldir. Çünkü hasta bir insan çoğunlukla şehevî arzulardan uzak kalır. Hastalığı hafif de olsa, ka­dın isteğini duymaz. Çünkü hasta olduğuna göre, üzerinde kendisini şehvet­ten alıkoyacak bir gevşekliğin mevcud olması gerekir. Kadına gelince; onun hastalığı, halvetin sıhhatine engel olur. Tabiî hastalığı, hareket etmesine en­gel olacak derecede şiddetli olursa... Erkek sağlıklı olduktan sonra, kadının vücudundaki gevşeklik ve kırgınlık, halvetin sıhhatine engel olmaz. Erkeğin iktidarsız, penisi kesik veya testisi kopuk oluşu halvetin sıhhatine engel ol­maz. İktidarsız, penisi kesik veya testisi kopuk erkeğin halveti, Ebû Hanî-fe'ye göre sahihtir.

Testısleri kopuk olan kişinin, cinsel temasta bulunabileceği açıktır. Ay­nı şekilde iktidarsızın da, parmaklarıyla tutarak olsa bile, penisini vaginaya girdirmesi mümkündür. Penisi kesik olanınsa, kopuk yeri vaginaya sürerek meni akıtması ve kadını gebe bırakması mümkündür.

Karen veya karın da cinsel temasa engel olan hissî engellerdendir. Bu, vaginanın ağzım kapatan, penisin vaginaya girmesine engel olan kemik, gudde, ya da fazla bir et parçasıdır. Vaginanın dudakçıklarının biribirlerine kay­naşması demek olan retk de cinsel temas için hissî engellerden sayılır .Bunun bir et parçası veya vaginayı kapatan bir gudde olduğunu söyleyenler de var­dır ki, bu renk, karen ile eş anlamlıdır. Bir de afi vardır ki, bu da vagina dışından gelip ağız kısmım kapatan bir et parçasıdır. Tıpkı erkeklerin peni-sindeki kılıf gibi.

Cinsel temas için hissî engellerden biri de yaş küçüklüğüdür. Kadının cinsel temasa dayanamayacak derecede küçük veya kocanın kadınlarla te­masta bulunacak emsalde olmayıp küçük ya§ta ©İması sahih halvete engel olur. Küçük kadının babası, kızının cinsel temasa dayanıklı olmadığını söy­ler de, kocası dayanıklı olduğunu iddia ederse, hakem olarak kadınlara baş­vurulur. Çünkü onların bu konuda ihtisasları vardır. Zamanımızda kadın hekimlere başvurmak gerekir. Çünkü onlar bu alanda daha fazla bilgi sahi­bidirler.

Cinsel teması engelleyen şer'î engele örnek olarak kadının hayızh veya nifaslı veya karı-kocadan birinin Ramazan orucuyla oruçlu olması veya farz, ya da nafile hac ihramında bulunması veya farz namazı kılmakta olması gös­terilebilir. Farz da olsa kaza orucu, adak orucu ve keffâret orucunun cinsel temasa engel olup olmayacağı hususunda iki rivayet vardır. Doğrusu, bun­ların engel sayılmayacağıdır. Kuvvetli rivayete göre nafile oruç da engel ol­maz. Nafile namaz ise, tek kelimeyle engel olmaz.

Cinsel temasın doğal engeline gelince; buna örnek olarak eşlerin yanın­da üçüncü bir şahsın bulunmasını gösterebiliriz. Gözle müşahede edildiği için, bunun doğal engel değil de hissî engel olduğunu söyleyenler çıkabilir. Bazı­ları bunu hissî engel için örnek olarak zikretmişlerdir. Aslen de mevcud ol­sa, sonradan da vukûbulmuş olsa, doğayla ilgili olduğuna göre bence bunun doğal engel olması daha uygundur. Şu halde doğal engele örnek olarak ka­ren, retk, afi ve hastalığı gösterebiliriz. Tabiata mensub olan doğal engel iş­te budur. Bunun hisle müşahede edilmesi, doğal diye adlandırılmasına engel olmaz. Eşlerin yanında üçüncü bir şahsın bulunmasına gelince; bu, sadece hissî bir engeldir. Çünkü, bunun doğayla hiç bir ilgisi yoktur. En uygunu, örnekleri ters çevirmektir.

Eşlerle birlikte bulunup da halvete engel olan üçüncü şahsın, büyük ve akıllı olması şarttır. Ama eşler arasında vukûbulan ilişkiyi başkalarına ifâde edemeyecek kadar küçük ve aklı ermez biri ise, onun yanlarında durması halvete engel olmaz. Büyük ve aklı eren kişi kör ise veya uyumaktaysa, bu kişi halvetin sıhhatine engel olur. Çünkü uyumakta olan kişinin uyanmasın­dan, gözleri görmeyen kimsenin ise duyup hissetmesinden korkulur. Bu hal­vetin gece veya gündüz olması arasında bir fark yoktur. Doğru olan görüş de budur. Ancak koca, durumlarına bakarak bunların ilişkiyi (cinsel tema­sı) anlamayacaklarım, meselâ körün ayrıca sağır olduğunu, uyumakta olan kişininse uykusunun hiç bir şeyi algılamayacak derecede ağır olduğunu far-kederse veya uyanmayacağım bilirse, bu gibi kimselerin mevcudiyetine rağ­men halvet sahih olur. Eşlerin beraberinde bir câriye bulunursa, bu, onların halvetlerine engel olmaz. Beraberlerinde azgın bir köpek bulunursa, bu kö­pek ister kadının olsun, ister erkeğin olsun onların halvetlerine engel olur. Çünkü cinsel temas esnasında köpeğe etkili olamazlar. Ama köpek azgın de­ğilse, kadının olduğu takdirde cinsel temasa engel olur. Çünkü alta yatan kadındır. Kadının alta yatması durumunda, köpeği onun tecâvüze uğradığı­nı zannedecektir. Dolayısıyla kadını korumaya ve cinsel temasa engel olma­ya çalışacaktır. Tahkik ehli bazı âlimler demişlerdir ki: Kocanın köpeği azgın olsun olmasın, mutlak surette engel olmaz. Çünkü üstte olan sahibidir ve bu durumda hiç bir şey onu heyecana getirmez. Ben derim ki: Kadının da erkeğin de köpekleri mutlak surette engel olmaz. Çünkü eşlerden her biri, kendi köpeğini azarlayıp durdurabilir. Ama bunu yapamazlarsa, kadının ol­muş, kocanın olmuş hiç farketmez. Çünkü erkeğin köpeği, sahibinden yana olma kasdıyla kadına saldırmak ister. Kadının köpeği de sahibinden yana olmak için erkeğe saldırmak ister. Sahibinin galip ve mağlub olmasını hiç de göz önünde bulundurmaz. Benim görüşüm odur ki: Köpek, azarlanarak •durdurulması mümkün olmadığı takdirde, kadının olsun, erkeğin olsun hal­vetin sıhhatine engel olur. Aksi takdirde engel olmaz. Bu şartlar çerçevesin­de yapılan halvet dolayısıyla, nikâh akdinde belirtilmiş olan mehrin tamamını kadın hak eder. Nikâh akdinde mehir belirtilmemişse, kadın mehr-i misli hak eder. Bu halvetle -halvette bulunan erkeğin penisi kesik olsa bile- neseb sa­bit olur. Bu halvet dolayısıyla kadına nafaka ve konut vermek, boşandığı takdirde kadının iddet beklemesi gerekir. Kadının kız kardeşiyle nikâhlan-ması da yasaklanır. Bekâreti giderme durumu dışında halvet, cinsel temas gibidir. Temassız halvet kadını, bakireler gibi evlenen bir bakire kılar. Bu halvet, kadını evli kadın statüsüne de sokmaz. Kızları da mahrem kılmaz. Bir erkek, bir kadınla halvette bulunursa, o kadının kızı o erkeğe haram ol­maz. Üç talâkla boşamlmış bir kadınla cinsel temas yapmaksızın halvette bu­lunulursa, bu kadın ilk kocasına helâl olmaz. Mirasçı da böyledir. Bu halvete giren kadınla erkek, birbirlerine mirasçı olamazlar. Fâsid halvet dolayısıyla kadının iddet beklemesi vâcib olur mu, olmaz mı? Sahih olan görüşe göre bu kadının ihtiyat gereği iddet beklemesi vâcibtir. Şundan ki: Kadın kendini o erkeğe teslim etmiş, ama temasta bulunmaya koca tarafından bir engel çık­mıştır. Meselâ adamın biri bir kadınla halvette bulunur, kadın da hayızlı ve­ya nifaslı, ya da ikisiden biri Ramazan orucuyla oruçlu, veya ağır şekilde hastalanmış veya kadında temasa engel hissî bir durum bulunursa, her halü­kârda erkeğin onunla halvette bulunması çeşitli zanlara yol açar. Bu neden­le kadının bütün hallerde iddet beklemesi gerekir.

Bazıları engelin cinsel temasa imkân vermeyen şiddetli hastalık gibi do­ğal bir engel olmasının tersine hayız, nifas ve oruçluluk gibi şer'î bir engel olması durumunda iddet beklemenin gerekli olduğu görüşündedirler. Kadında cinsel temasa mâni doğal bir engel bulunması durumunda iddet beklemeye gerek kalmaz. Çünkü bu durumda halvetin hiçbir kıymeti yoktur. Ama mez­hebin görüşü birincisidir. Zîra iddet, cinsel temastan dolayı değildir. îddet, kadının, cinsel temasa müsait bir yerde, cinsel temas için kendini erkeğe tes­lim etmesinden dolayı gerekir. Evet böyle bir durum tahakkuk edince, kadı­nın zahiren iddet beklemesi gerekir. Ama diyâneten gerekir mi? Cevaben deriz ki: Bu soruda iddetin sahih olmasıyla fâsid olması arasında bir fark yoktur. Demişlerdir ki; kadın eğer kendisiyle cinsel temasta bulunulmadığını yakî-nen biliyorsa yargı bakımından değil de, diyâneten iddet beklemeksizin baş­kasıyla evlenmesi helâl olur.

Buraya kadar üç durumu anlatmış olduk ki, mehrin tümünün kesinleş­tiği bu durumlardan birincisi ve ikincisi, cinsel temas ile sahih halvet idi. yice anlaşılması için halvet hakkındaki açıklamalarımızı geniş tuttuk. Üçüncü durumsa, eşlerden birinin ölümüydü. Gerdekten önce kocanın ölümü mehir ve iddet bakımından tıpkı cinsel temas gibidir. Eşlerden birinin ölümü, me­hir bakımından cinsel temas gibidir.

Mehrin tümüyle kadın için kesinlik kazandığı durumlardan dördüncü­süne gelince; bu, gerdekten sonra erkeğin kadını bâin bir talâkla boşaması, sonra kadın onun iddetini beklemekteyken yeni bir mehirle, erkeğin ikinci kez ona dönmesidir. İkinci akidte belirtilen mehrin tümü, gerdeksiz ve hal-vetsiz olarak kadın için sabit olur. Çünkü onun iddette bulunması halvet ye­rine geçer ve bunun bir de fazlalığı vardır. Bazıları bu fazlalığa itiraz ederek demişlerdir ki: Kadın, ilk cinsel temas dolayısıyla mehrin tümünü hak et­miştir. İddet de o temasın bir sonucudur. İkinci akidten sonra da, temasta bulunmuş gibi olur. Mehrin tümünü hak edişi, sırf ikinci akdin değil de bi­rinci temasın bir sonucudur.

Buna cevaben deriz ki: Bu meselede her halükârda cinsel temas yoktur. Mehrin tümü, kadının iddetini beklemekte olduğu akidten dolayı da olsa veya boşanmadan önceki ilk cinsel temastan dolayı da olsa, hüküm aynıdır. Bu meselenin açıklık kazanması ve üzerine eğilinmesî, ihmal edilmemesi ge­rekir. Apaçık bir şüpheyi taşıdığından ötürü bu itiraz anlamsızdır.

Bazıları, mehrin tümüyle kadın lehine kesinleştiği beşinci bir durum daha bulunduğunu söylemişlerdir ki bu, erkeğin parmağını kullanarak kadının be­kâretini gidermesi durumudur. Ama bu, başlı başına parmağıyla kadının be­kâretini giderirse, mehir sahih halvet dolayısıyla kadın için kesinleşmiş olur. Aksi takdirde kadın, hiç bir şeyi hak etmez. Bu nedenle demişlerdir ki: Ko­ca, halvette olmaksızın kadını şiddetli bir darbeyle iter ve bu darbe nedeniy­le kadın bekâretini yitirir, sonra da gerdeğe girmeden boşarsa, sadece mehrin yansım vermesi gerekir. Bekâreti giderdiği için ayrıca bir bedel ödemesi ge­rekmez. Erkeğin kendi karısı olmayan bir kadını iteleyip bekâretini gider­mesi, sonra da bu kadınla evlenmesi durumunda kadına mehr-i misille birlikte ayrıca nikâh akdinde belirtilen mehri (müsemmâyı) vermesi gerekir.

Sonuç olarak deriz ki, Hanefilere göre mehrin kendisiyle kesinlik ka­zandığı durumların beş tane olarak değil de, dört tane olarak sayılması gere­kir. Ayrıca dördüncü durumda mehrin tümü, o erkeğin iddetini beklemekteyken yapılan ikinci nikâh akdi, ya da ilk akidten sonra yapılan cinsel temastan dolayıdır. Çünkü ilk akid, kendisinden dolayı iddet bekle­nilmekte olduğundan henüz mevcud sayılmaktadır.

Bu sayılan durumlardan biriyle mehir, düşme ihtimali olmayacak biçimde kesinlik kazanır. Ancak ibra nedeniyle düşebilir. Kocası kendisiyle gerdeğe girip temasta bulunduktan sonra kadın, üvey oğluyla halvette bulunur veya onu şehvetle öper veya kendini ona teslim ederse kocasından bâin talâkla ayrılır, ama mehri düşmez. Kocanın gerdeğe girip temasta bulunması, halvete girmesi veya ölmesi gibi mehrin kadın lehine kesinlik kazandığı durum­lardan birinin vukuundan önce kadın, üvey oğluyla bu gibi fiillerden birini işlerse, ayrılma nedeni kendisinden kaynaklandığı için mehrinin tamamı sa­kıt olur.

Şâfiîler dediler ki: Mehir, düşme ihtimali olmaksızın iki şeyle (ka­dın lehine) kesinlik kazanır:

1- Cinsel temas: Bu, penisin başının veya başı kesik ise geri kalan kı­sımdan, baş kadarlık bölümünün kadının vaginasına veya mak'adına girdi-rilmesidir. Kadın, kendi emsalleri ile cinsel temasta bulunulmayacak kadar küçük yaştaysa ve cinsel temasın yapıldığını inkâr ederse, yemin etmesi şar­tıyla sözü doğrulanır. Cinsel temasa mâni şer'î engellerden salim bulunması şart değildir. Hayızlı veya nifaslıyken veya ikisinden biri oruçluyken veya bu gibi mânilerden biriyle engelli iken dahî yapılan cinsel temastan ötürü meh­rin tamamı kadın için kesinlik kazanır,

2- Cinsel temastan önce eşlerden birinin ölümü: Bu ölüm tabiî bir ölüm de olsa, hür olan zevce kendi kendini öldürse veya kocası tarafından öldü-rülse de hüküm değişmez. Ama kadının kendisi kocasını öldürürse, mehri düşer. Cinsel temastan önce, câriye olan zevce intihar eder veya efendisi onu öldürürse veya kendisi ya da efendisi kocasını öldürürse, bu durumlarda mehri düşer. Bu iki durumdan başka hiç bir durumda mehir kesinleşmez. Meselâ dölsuyunu bir tulumba veya enjektörle vaginaya aktarma durumunda me­hir kesinleşmediği gibi, sahih halvetle mak'ad ve vaginadan başka yere mü­başerette bulunmakla da kesinleşmez. Öyle ki bundan sonra koca, karısını boşayacak olursa, mehrin sadece yarısını vermesi gerekir.

Hanbelîler, mehrin dört şeyle kesinleşeceğini söylediler:

1- Hayız ve nifas gibi durumlarda, yasak da olsa önden veya arkadan yapılan cinsel temas.

2- Halvette bulunmak.

3- Şehvetle dokunup ellemek, şehvetle kadının tenasül organına bakmak, başkalarının huzurunda olsa bile öpmek.

4- Eşlerden birinin ölmesi: Kadında nikâhı feshetmeyi gerektiren bir ayıp bulunur ve fesihten önce eşlerden biri ölürse, kadın mehrin tamamını hak eder. Çünkü bu mehir, ölüm nedeniyle kesinlik kazanmıştır. Koca da bu mehri geri almak için hiç kimseye müracaat edemez. Zîra rücû sebebi, nikâhın fes-hedilmesidir ki, bu sebep de vukûbulmamıştır. Ölümden veya cinsel temas­tan önce feshedilirse, kadın mehirden yana hak sahibi olamaz. Hanbelîler, ilâve olarak şehvetle elleyip dokunma ve başkalarının huzurunda öpmeyi de, mehri düşme ihtimali olmayacak şekilde kesinleştiren sebeplerden saymışlardır.

(49) Hanefîler dediler ki: Önce de anlatıldığı gibi, sahih nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla vâcib olan, düşme ihtimali ol­mayacak biçimde mehrin tümünün (kadın lehine) kesinlik kazanmasıdır. Öyle ki kadın, irtidad etme, kocasının başka kadından doğma oğluyla zina yap­ma gibi kocasından ayrılmasını gerektiren bir eylemde bulunsa bile, mehrin tümünü hak eder. Ama kocası, kendisiyle temasta bulunmadan veya sahih biçimde halvete girmeden onu boşarsa, mehrin yarısı düşer; sadece diğer ya­rısını alma hakkına sahip olur. îrtidad etmesi, kayınvâlidesiyle veya kendi kızıyla zina etmesi, ya da bunları şehvetle öpmesi veya kucaklaması gibi, ay­rılmayı gerektiren bir eylefn koca tarafından gelirse, yine aynı hüküm geçer­li olur. Kendi karısıyla cinsel temasta veya halvette bulunmadan bu gibi eylemlerde bulunursa, mehrin yansı kadın için sabit olur. Sonra kadın cin­sel temasın veya halvetin vukûbulduğunu iddia eder, koca da onun bu iddi­asını yalanlarsa, kadının sözüne itibar edilir. Çünkü mehrinin yarısının düştüğünü o inkâr etmektedir. Bu durumda söz, inkâr edenindir. Bazıları derler ki: Söz erkeğindir. Çünkü o, yarı mehir üzerine fazlalık gereğini in­kâr etmektedir. Düşününce bu iki kavlin çeliştiğini anlayacağız. Çünkü "söz inkâr edenindir" kuralım işletecek olursak hem kadının, hem de erkeğin in­kâr ediciler olarak kabul edilmesi uygun düşecektir. Bu nedenle bazıları, başka yönden birinci kavli tercih etmişlerdir. O yön de şudur: Sahih nikâh akdi, mehrin tümünü gerekli kılar. Mehrin tümünü gerektiren sahih sebep, sahih akiddir. Mehrin yarıya indirilmesiyse, sonradan ortaya çıkan bir sebepten ötürüdür. Bu sebep de, koca tarafından kaynaklanan bir ayrılıktır. Bu son­radan çıkma sebep vukûbulmazsa, mesele aslı üzere kalır. Koca, bu arızî se­bebin vukûbulduğunu iddia etmekte, kadınsa bunu inkâr etmektedir. Şu halde söz kadınındır.

Sahih akde dayanılarak yapılan cinsel temasın hükmü, nikâh akdinde belirtilen mehrin tümünün kadın için kesinleşmesidir. Nikâh akdinde mehir takdir edilmez veya domuz, ya da mehir olarak şarap gibi bir şey takdir edi­lir, yahut da koca mehirsiz olarak evleneceğini ifâde ederek mehri reddeder­se, kadın için mehr-i misil almak hak olur. Kocaya hitaben kadın, "elli bin liralık mehir karşılığında seninle evlendim ve seni bu paradan ibra ettim" der, koca da bunu kabul ederse; veya koca, mehir hususunda kadının vere­ceği hükme uymak, ya da kendi hükmünün geçerli olması üzerine evlenir veya diğer bir şahsın mehirle ilgili olarak vereceği hükme uymak üzere evle­nirse, veya davarlarının karnındaki yavruları kadına vermek, kadına bir dir­hem hîbe etmek veya kadının kumasını boşamak üzere kadınla evlenirse, bütün bu durumlarda kadın için mehr-i misil hak olarak kesinleşir.

Fâsid akde dayanılarak yapılan cinsel temasa gelince, nikâh akdinde kadin için mehrin belirtilmiş veya belirtilmemiş olmasına bakılır. Eğer belirtil­miş ise bu mehirle mehr-i misil arasında bir kıyaslama yapılır. Belirtilen mehir, mehr-i misilden az ise belirtileni, mehr-i misil, belirtilen mehirden az ise, mehr-i misli alır. Kadın, fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas dola­yısıyla, mehr-i misil ve mehr-i müsemmâdan hangisi daha az ise onu hak eder. Ama nikâh akdinde kadın için mehir belirtilmemişse, miktarı ne olursa ol­sun mehr-i misli hak eder. Fâsid nikâh akdinde kadın, cinsel temas olmadan hiç bir şey hak etmez. Temastan önce kadın boşanırsa, kendisiyle halvette bulunulmuş olsa bile, hiç bir şey hak etmez. Çünkü fâsid nikâh akdine da­yanılarak yapılan halvet de fâsiddir. Çünkü bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas haramdır. Bu, kendisiyle temasta bulunulması haram olan ha-yızh kadınla halvette bulunmaya benzer. Kendisiyle arkadan değil de önden temasta bulunulmadan kadın için mehir sabit olmaz.

Fâsid nikâh iki kısma ayrılır:

a- Mehri gerektiren, ama kendisiyle nesebin sabit olmadığı ve iddetin gerekmediği nikâh: Buna bâtıl nikâh denir. Meselâ bir kişinin kendi mahre­mi olan kadınlardan biri üzerine nikâh akdetmesi gibi. Mahremler üzerine akdedilen nikâhın varlığıyla yokluğu aynıdır. Başkasına ait olduğu bilindiği halde evli veya iddet beklemekte olan bir kadın üzerine akdedilen nikâh da böyledir. Bu nikâh, sanki hiç akdedilmemiş gibidir ve bâtıldır. Buna daya­nılarak yapılan cinsel temas, haddi gerektirir. Tabiî eğer temas yaparken bu­nun haram olduğu biliniyorsa... Aksi takdirde şüphe nedeniyle had tatbik edilmez. Kadının, -istemediği halde- kocayı zorlayarak kendisini ona nikâh-lattırması durumunda da mehir gerekmez. Zorlamanın kadından gelmesi, nikâhı, mehir gerektirmeyen bâtıl nikâha benzetir. Ama bu zoraki nikâhtan sonra cinsel temas yapılırsa, bu nedenle neseb sabit olur ve (boşanma vukû-bulursa) iddet beklemek gerekir.

b-Mehir ve iddeti gerektiren, kendisiyle neseb sabit olan fâsid nikâh: Bu, bizim mezhebe göre sıhhat şartlarından birini yitiren ama diğer mezheb-lerce caiz olan nikâhtır. Şahitsiz akdedilen nikâh gibi. Malikîler, şahitsiz olarak akdedilen nikâhın sahih olduğu görüşündedirler. Kendisiyle zina yapılan ve­ya şehvetle kendisine bakılan kadının anasını nikahlamak, kişinin zi­na sonucu doğan kızı nikahlaması Şafiî mezhebine göre-sahihtir. Sahih halvetten sonra boşanan kadını, iddet beklettirmeksizin nikahlamak da Şa­fiî mezhebine göre sahihtir. Zîra iddet bekleme zorunluluğu, ancak cinsel temas nedeniyle sabit olur. Hür bir kadın üzerine kuma olarak cariyeyi ni­kahlamak da bize göre sahih değildir. Ama Şâfiîler bu cariyenin evlenecek olan erkeğin mülkiyetinde olmaması halinde nikâhının caiz olacağını söyle­mişlerdir. Fakat hür kadın üzerine kuma olacak olan bu câriye, kendisiyle evlenecek erkeğin mülkiyetindeyse, Şâfiîlerce o câriye üzerine akdedilen ni­kâh sahih olmaz. Çünkü mülkiyet bakımından zıtlık vardır. Bu örneklerde­ki nikâh akidleri her ne kadar bizce fâsid iseler de başka mezheblere göre

sahihtirler. Mehir ve iddeti gerektirirler. Neseb de bu akidlerle sabit olur. Aşağıda vereceğimiz örneklerdeki nikâh akidlerinin fâsid olduğu hususunda bütün imamlar icmâ etmişlerdir. Ama Hanefîler derler ki: Bu nikâhlardan birine dayanılarak yapıları cinsel temas ile neseb sabit olduğu gibi iddet bek­lemek de vâcib olur; temas yapan, had cezasına çarptırılmaz. Meselâ ada­mın biri iki kızkardeşi aynı nikâh akdiyle birarada nikâhlar ve bunlarla cinsel temasta bulunursa; veya boşadığı kadın henüz iddetini tamamlamamış iken bu kadının kızkardeşiyle evlenirse, veya dördüncü karısını boşar da bu ka­dın henüz iddette iken başka bir kadınla evlenirse veya tek nikâh akdiyle beş kadınla evlenir ve bu kadınlarla cinsel temasta bulunursa, Hanefîlerin kuv­vetli görüşüne göre bu nikâh akidleri fasittir, bâtıl değildir. Yani bu nikâh akidleri dolayısıyla mehir ve iddet vâcib olduğu gibi, neseb de sabit olur. Oysa bilinen imamlardan hiç biri, bu nikâh akidlerinin caiz olduğunu söylememiştir.

Şu da var ki, bazı âlimler, kâfir bir erkek, müslüman bir kadınla evle­nir ve bu kadın o kocadan'çocuk doğurursa, çocuğun nesebi sabit olur de­mişlerdir. Cinsel temastan sonra boşamrlarsa, kadının iddet beklemesi gerekir. Doğrus-u bu nikâh akdi bâtıl olup hiçbir kıymet ifâde etmez. Bununla ne ne­seb sabit olur, ne de iddet vâcib olur. Tıpkı birbirine eşit olarak mahrem kadınları veya başkası tarafından boşanıp da iddet beklemekte olan kadın­ları nikahlamak gibi. Bu örneklerdeki fâsid nikâh akidlerinin, diğer akidlere kıyasla helâl olma şüphesi taşıdığından ötürü mehir, neseb ve iddetin subû-tu gibi sonuçları doğurduğu bilinmektedir. Kardeşlik bağına riâyet edilme­seydi, erkeğin beklemesi hususunda kızkardeşle yabancı bir kadın arasında fark olmayacaktı. Aynı şekilde dört karısı olan bir kimsenin beşinci karıyı nikâhlamasınm yasaklığına riâyet edilmese de, boşadığı dördüncü karısı id­det beklemekteyken kendi zimmetinde olsa bile başka bir kadınla evlenebil­mek için, boşadığı dördüncü karının iddetini beklemesine hiçbir yönden gerek kalmayacaktı. Bu nedenledir ki üç kadınla evli bulunan bir kimse bunlardan birini boşayacak olursa, hiç beklemeden başka bir kadınla evlenebilir. Bu sebepten ötürü Hanefîler, bu örneklerde sözü edilen nikâhları bâtıl değil de fâsid nikâhlardan saymışlardır. Çünkü bunlarda, sahiplerine mazeret tanı­yan bir şüphe vardır. Şunu da belirtelim ki, fâsid nikâhın doğuracağı sonuç­lar hususunda değişik nakiller vardır. Öyle ki bazıları, anlatılan örneklerde aralarında hiç bir fark olmaksızın fâsid nikâhla bâtıl nikâhtan ötürü neseb sabit ve iddet de vâcib olur demişlerdir. Ama meşhur olan, bizim anlattığı­mız tafsilâttır. Sonra fâsid veya bâtıl nikâhın feshedilmesi için kadı'mn ka­rarına gerek yoktur. Aksine, gerdeğe girilmiş olsa da olmasa da, diğeri hazır bulunmasa bile eşlerden herhangi biri bu nikâhı feshedebilir. Tefrik vaktin­den itibaren kadının iddet beklemesi gerekir. Önce de belirtildiği gibi, bu akid dolayısıyla neseb sabit olur. Nesebin sübût süresi -ki bu en azından altı aydır-cinsel temas vaktinden itibaren başlar. Meselâ Ocak ayının birinde cinsel te­masta bulunulur da, kadın Haziran ayının otuzundan sonra bir çocuk doğurursa, bu çocuğun nesebi sabit olur. Daha önce doğarsa sabit olmaz. Bunun izahı, iddet bahsinde yapılacaktır.

Şâfiîler dediler ki: Hanefî ve Hanbelîlerin de dedikleri gibi, sahih nikâh akdine dayanılarak yapıldıktan sonra, cinsel temas dolayısıyla meh-rin tamamı kesinleşir. Ancak mufavvıdın nikâhı bundan müstesnadır. Mu-favvıd kadın, evlendirilmesi işini mehirsiz olarak kendi velîsine bırakan kadındır. Sahih akde dayanılarak bu kadınla cinsel temasta bulunulursa, ken­disi için mehr-i misil kesinleşir. Temastan önce kocası kendisini boşarsa me-hirden yana bir şey hak etmez. Ancak ileride açıklanacak olan mut'ayı hak eder. Kendisi veya kocasının ölümü veya kendi nzâlanyla kadın için bir me-hir takdir edilmesi veya kadı'nın hükmüyle kadın için bir mehir takdir edil­mesi durumunda da kadın için mehr-i misil kesinleşir. Çünkü mufavvıd kadın, cinsel temastan önce kendisi için mehir takdir edilmesini taleb etme hakkına sahiptir. Şu halde kadın için üç şeyle mehir kesinleşir: a- Cinsel temas, b-Cinsel temastan önce olsa bile eşlerden birinin ölümü, c- Mehir takdiri.

Sahih akde dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla kadın için me­hir kesinleştiği gibi, fâsid akde dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla da kadın için mehr-i misil kesinleşir. Şu nedenle ki, fâsid akde dayanılarak ve açıklaması ileride gelecek olan şüphe sonucunda yapılan cinsel temas do­layısıyla kadına mehr-i misil verilmesi vâcib olur.

Fâsid nikâh, önceki bahislerde anlatılan şartlardan birini yitiren; bâtıl nikâhsa, bir rüknüne halel gelen nikâhtır. Fâsid ile bâtıl nikâhın hükümleri çoğunlukla aynıdır. Meselâ değiştirme nikâhı bâtıl nikâhlardandır. Bu, iki kişinin mehirsiz olarak kızlarım karşılıklı olarak nikâhlamalandır.Açıklaması önce yapılmış olan mut'a nikâhı da bâtıl nikâhlardandır.

Değiştirme nikâhı bâtıldır. Çünkü nikâhın rüknüne halel gelmiştir. Bu da zevcedir. Kadının kendisini akid konusu yapar ve ayrıca onu diğer kadın için mehir yaparsa nikâh akdinin konusu, kadın ve mehirdir. Burada kadın hem bedel, hem de kendisi için bedel ödenen bir şey olmuştur. (Bu sebeple akid bâtıldır.) Mut'a nikâhı da bâtıldır. Çünkü nikâhın rükünlerinden biri olan akid sığası haleldar olmuştur. Nikâh akdinin zamanla kayıtlanmaması şarttır. Hac veya umre ihramında bulunan kimsenin nikâhı da bâtıldır. Bu nikâh, akid konusunun ki bu karı veya kocadır- haleldar olması dolayısıyla bâtıldır. Kan ve koca, nikâh akdinin rükünlerindendir. Şafiî mezhebine gö­re karı ve kocanın evlilik engellerinden salim bulunmaları şarttır. Bâtıl ni­kâhlardan biri de velînin kendi velayeti altındaki bir kadını iki kocaya nikahlaması ve hangi nikâh akdinin önce yapıldığının bilinememesidir ki, bu durumda yapılan nikâh akidlerinin ikisi de bâtıldır. Bâtıl oluş sebebi de ni­kâh mahallinin -ki o da kadındır- haleldar olmasıdır. Kadın, iki erkeğe ni-kâhlanmaya mahal olamaz.

Şunu da belirtelim ki, değiştirme nikahıyla muvakkat nikâh, hac veya

umre ihramındayken akdedilen nikâh ve velîsi tarafından iki kocayla evlen­dirilen kadının nikâhına dayanılarak yapılan cinsel temas nedeniyle had ce­zası uygulanmaz. Bu temas nedeniyle iddet vâcib olur. Neseb ve mehr-i misil sabit olur.

Bâtıl nikâhlardan biri de, başkasından boşanmış olup iddet beklemekte olan veya şüphe sonucu yapılan cinsel temas nedeniyle de olsa istibrâ yap­makta olan bir kadının nikâhlanmasıdır. Oysa bu durumdaki bir kadını ni­kahlayabilmek için bu kadının kesin olarak iddetini veya istibrâsını tamamlamış olması gerekir. Şüpheyle de olsa iddet veya istibrâ halindeyken böyle bir kadını nikahlayıp temasta bulunan bir erkek had cezasına çarptırı­lır. Çünkü bu kadın, iddet beklemekte olduğundan ötürü, başkasının isme-tindedir. Bu haldeyken kendisiyle temasta bulunulması, haddi gerektiren bir zina olur. Bu temas dolayısıyla neseb sabit olmaz, mehir ve iddet de gerek­mez. Yalnız koca, bu durumdaki bir kadınla evlenmenin haram olduğunu bilmediğini iddia ederse, had cezasına çarptırılmaz. Kadınsa had cezasına çarp­tırılır. O da erkek gibi bu durumda evlenmesinin haram olduğunu bilmedi­ğini iddia ederse ve bilmeme nedeniyle mâruz sayılacak kimselerden iseler, meselâ yeni müslüman olmuş, ya da dinî ilimlerin zayıf olduğu bir yerde doğ­muş iseler had cezasına çarptırılmazlar.

Bâtıl nikâhlardan biri de iddetini tamamladığından şüphe edilen kadın üzerine akdedilen nikâhtır. Kadın, kendinde hareket ve ağırlık gibi gebelik alâmetleri görürse, bu durumda üzerine nikâh akdedilemez. Zîra daha önce söylediğimiz gibi, kadının kesin olarak iddetle ilişiğinin kesilmiş olması şart­tır. Bu durumda üzerine nikâh akdi yapılacak olursa, bu akid bâtıl olarak gerçekleşir. Hatta daha sonra gebe olmadığı anlaşılsa bile mûtemed kavle göre bu nikâh bâtıldır. Çünkü yakînen bilmeden nikâh akdine yeltenmek sahih olmaz. Ama şu anlatacağımız durum bunun tersinedir: Adamın biri yitik (mef-kud) statüsüne girecek şekilde uzun bir süre karısını bırakıp kaybolur ve ölü­münün veya boşamasının sübûtundan önce bu kadın başka bir erkekle evlenir, sonra da bu erkeğin ölmüş veya karısını boşamış olduğu anlaşılırsa, ikinci nikâh akdi sahih olarak gerçekleşmiş olur. Çünkü ikinci nikâh akdinde rea­lite gözönünde bulundurulmuştur. Kadın, iddet bekleme emrine muhâtab ol­mamıştır ki, iddetini tamamladığını kesin olarak bilmesi gereksin. Bu nedenle birincinin aksine bu İkincide realiteye bakılmıştır. Bu hususta işte böyle de­mişlerdir. Bu gerekçenin sağlam olmadığı da söylenebilir. Bu nedenle bazı kimseler, ikinci durumda olduğu gibi, birinci durumda da nikâh akdinin sa­hih olduğunu söylemişlerdir. Ama bilindiği gibi mûtemed olan, bu akdin bâtıl oluşudur.

Bâtıl nikâhlardan biri de, önce verilmiş olan tafsilat çerçevesinde hiç bir kitaba inanmayan putperest kadını nikâhlamaktır. Bunun bâtıl olacağı za­hirdir. Çünkü bu durumdaki kadın, nikâh akdine mahal olamaz. İrtidad etmiş kadını nikahlamak da,akid rüknünün haleldar olması nedeniyle bâtıldır.

islam'la alâkası henüz devam ettiğinden Ötürü bu kadın ne müslüman bir erkeğe, ne de başka bir erkeğe helâl olur. Bir müslümanın nikâhında bulu­nan bîr kadın, kocası kendisiyle gerdeğe girmeden irtidad ederse, nikâh bâ­tıl olur. Gerdekten sonra irtidad ederse, iddet tamamlanıncaya dek bâtılhk askıya alınır. Kendisine had tatbik edilmeksizin öylece durur ve kocası da kendisiyle cinsel temasta bulunursa, akid şühesi henüz var olduğundan ötü­rü had cezasına çarptırılmaz.

Bâtıl nikâhlardan biri de, hür erkeğin kendi mülkiyetindeki cariyeyi ni-kâhlamasıdır. Bu câriye akde mahal olamayacağından ötürü nikâh akdi bâ­tıl olur. Çünkü arada hüküm ihtilâfı vardır. Nikâh; talâk, kasm, zihar ve benzeri hükümleri gerektirir. Efendilik (mâlikiyet) ise bu gibi hükümleri ge­rektirmez. Efendisi kendisiyle evlenmek isterse, cariyeyi azad etmesi gerekir.

Şunu bilmeliyiz ki, failine had uygulanmasını gerektirmeyen bir cinsel temas iddeti gerekli kılar ve bu temas nedeniyle mehr-i misil ile neseb sabit olur. Aksi takdirde kendisiyle hiç bir şey sabit olmayan ve haddi gerektiren bir zina olur. "Failine had uygulanmasını gerektiren" kaydını koymakla bazı durumlarda sadece kadına had uygulanmasını gerektiren haller kapsam dı­şına çıkarılmış oldu. Örneğin buluğ çağına yaklaşmış olan bir erkek buluğa ermiş bir kadınla zina ederse veya deli bir erkek, akıllı bir kadınla zina eder­se; zina eden kişi birinci durumda küçük olduğu, ikinci durumda deli oldu­ğu için had cezasına çarptırılmaz. Kendisiyle zina edilen kadın, birinci durumda bâliğa olduğu için, ikinci durumda akıllı olduğu için had cezasına çarptırılır. Bununla birlikte bu iki durumda da kadının iddet beklemesi ge­rekir. Çocuk doğarsa, nesebi sabit olur. "Haddi gerektirmeyen temaslarda iddet beklemek vâcib olur ve bu nedenle neseb sabit olur" kuralından, zor­lanan erkeğin hür iradeli kadınla temasta bulunması istisna edilir. Bu teması yapan erkek, zorlama şüphesi nedeniyle had cezasına çarptırılmaz. Ama bu­na rağmen ikisi de zina etmiştir. Dolayısıyla mehir ve iddet gerekmez. Bu temastan doğan çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü zorlanma, zina etmeyi mubah kılmaz. Hatta demişlerdir ki; zinaya zorlanmak mümkün değildir. Çünkü temasta bulunabilmek için erkeğin gönlünün bu temasa meyletmesi gerekir ki, penisi kalksın ve vaginaya girdirebilsin. Zorlanan erkeğe gelince, o, etki altında bırakılmıştır. Bu etkiyle birlikte penisinin kalkması, ve vagi­naya girdirilmesi mümkün değildir. Zorlanan kişi, yukarıdaki örneklerde an­latılan mürâhik (buluğa yaklaşmış olan) ve deli gibi değildir.

Fâsid akdi öğrenmek isteyen kişi, önceki sayfalarda nikâhın sarflarına karşı ileri sürülen ihtirazî sorulara göz atmalıdır.

Mâlikîler dediler ki: Fâsid nikâh iki türlüdür:

1- Fâsid olduğunda imamlar arasında icmâ bulunan nikâh.

2- Fâsid olduğunda imamlar arasında icmâ bulunmayan nikâh. Birincisi, neseb veya radâ (süt emişme) nedeniyle mahrem olan kadınlan nikahlamak; bir arada aynı nikâh altında bulundurulmaları helâl olma­yan iki kadını aynı nikâh altında bulundurmak; dördüncü karıyı boşayıp da, o henüz iddet beklemekteyken beşinci bir kadınla evlenmek gibidir. Bu du­rumlarda akdedilen nikâh, gerdekten önce veya sonra talâksız olarak feshe­dilir. Zîra kural gereği, gerdekten önce feshedilen her akidde mehir yoktur. Bu akdin fâsidliğinde ittifak da edilse, ihtilâf da edilse; fâsitlik akid nede­niyle de olsa, şarap ve benzeri bir şey olduğu için mehir nedeniyle de olsa, hem akid, hem mehir nedeniyle de olsa hüküm aynı olur. Ancak mehrin en azı olan üç dirhemden daha az bir mehirle -meselâ iki dirhemlik bir mehirle-evlenirse, bu kadın gerdekten önce nikâhın feshedilmesi durumunda mehrin yarısını (bir dirhemi) hak eder. Süt emişmiş veya lianlaşmış olan çiftlerin ger­dekten önce ayrılmaları durumunda da aynı hüküm geçerli olur. Yani akid­de kendileri için belirtilmiş olan mehrin yarısını hak eder. Ama kızla halasını veya teyzesini veya bacısfnı tek, ya da iki akidle kendi nikâhı altında birara-ya getiren erkek, bu akidlerden hangisinin daha önce olduğunu bilmez ve bu kadınların ikisiyle cinsel temasta bulunursa, kadınların ikisi de mehri hak eder, üç hayızla istibrâ etmeleri gerekir. Sonra eğer bu kadınlar için helâl bir mehir belirtilmişse, kadınlar bu mehri hak ederler. Ama mehir olarak şarap ve benzeri bir şey belirtilmişse, kadınlar mehr-i misli hak ederler. Bu nikâhın haram olduğunu ve ikisinin akraba olduklarım bilmedikleri takdir­de had cezasına çarptırılmazlar. Ama biliyorlarsa, bu durumda yaptıkları iş zina olduğu için, had cezasına çarptırılırlar.

Fâsidliğinde icmâ edilen nikâhlardan biri de muvakkat nikâhtır. Önce de belirtildiği gibi, bu nikâhtan ötürü mûtemed olan görüşe göre mehr-i mü-semmâ vardır. Bu nikâha dayanılarak yapılan temastan ötürü had tatbik edil­mez. Ancak temasta bulunanlara te'dib ve tâzirde bulunulur. Bu akid, talâksız olarak feshedilir. Bunlardan biri de iddette bulunduğu bilinmeden, iddette-ki bir kadını nikâhlamaktır. Bu nikâh, cinsel temastan önce ve sonra talâk­sız olarak feshedilir. Ama bu eşler, kadının iddet halinde olduğunu bilerek evlenirlerse, zinâkâr olurlar ve kendilerine had tatbik edilmesi gerekir.

Fâsid nikâhın ikinci nev'ine gelince; bu, fâsid oluşu hususunda icmâ bu­lunmayan nikâh akidleridir. Bunlardan biri, hac veya umre ihramında bulu­nan bir kimsenin nikâhıdır. Bu, Mâlikîlere göre fâsid, Hanefilere göre sahihtir. Akidde belirtilen mehir, helâl cinstense, cinsel temastan sonra kadın bu mehri hak eder. Belirtilen mehir, şarap ve domuz gibi haram bir şeyse, kadın mehr-i misli hak eder. Önce de belirtildiği gibi bu nikâhv cinsel temastan önce fes-hedüirse, kadın hiç bir şey hak etmez.

Değiştirme nikâhı da bu nevidendir. Her ne kadar bu nikâhı akdetmeye teşebbüs etmek icmâ ile caiz değilse de Hanefiler, vukuundan sonra bu ni­kâh akdinin sahih olduğunu söylemektedirler. İleride de geleceği gibi Mâli-kîler bunun fâsid olduğunu söylemektedirler. Bu nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla mehr-i misil vermek gerekir. Kadının velîsiz olarak kendi evlenme İşini üstlenmesi de fâsid olan nikâhlardandır. Bu ni­kâh akdi, Hanefîlere göre caizdir. Belirtilen mehir helâlsa, kadın bunu hak eder. Bu fâsid nikâhlardan biri de açıklaması daha önce yapılmış olan gizli nikâhtır. Bu, gerdekten sonra değil de önce feshedilir. Fâsid mehirle akdedi­len nikâh da bunlardan biridir. Akde aykırı bir şart ileri sürerek düzenlenen nikâh da bu nevidendir. Bütün bunların açıklaması daha Önce yapılmıştır. Özetlersek deriz ki; fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas, eğer helâlsa, mehr-i müsemmânın kadına verilmesini gerektirir. Tabiî eğer nikâhın fâsitliği, akdîn kendisinden kaynaklanıyorsa...Nikâhın şart veya rü­künlerinden birinin haleldar olması durumunda fâsitlik, akdin kendisinden kaynaklanmış olur. Nikâhın fâsitliği mehrin fâsitliğinden de kaynaklanırsa, bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas, mehr-i müsemmânın kadına ve­rilmesini gerektirir. Mehrin fâsitliği, üç dirhemden az olması veya kocanın mülkiyetinde bulunmaması gibi nedenlerden ötürü olur. Fasit nikâh akdin­de belirtilen mehir, şarap veya domuz gibi haram bir mehirse, bu #kde da­yanılarak yapılan cinsel temas nedeniyle kadına mehr-i misil verilmesi vâcib olur. Açıklaması ileride yapılacak olan değiştirme nikâhı gibi, kadın için hiç mehir belirtilmezse yine aynı hüküm geçerli olur.

Fasit nikâhta koca, cinsel temasta bulunmadan kadını boşarsa, hem mehr-i misil ve hem mehr-i müsemmâ sakıt olur. Akdin fâsitliğinde icmâ edil­miş olsa da, olmasa da kadına mehir verilmez. Eşlerden biri cinsel temastan önce ölürse ve akdin fâsitliği mehrin fâsitliğinden dolayı olursa, mehir mut­lak surette sakıt olur. Bu durumda mehir nedeniyle akdin fâsitliğinde ittifak edilmiş olsa da -meselâ mehir olarak domuz takdir edilmesi gibi- olmasa da -meselâ mehir olarak kaçak köle takdir edilmesi gibi- hüküm aynı olur.

Eşlerden biri cinsel temastan önce ölürse ve akdin fâsitliği akdin kendi­sinden kaynaklanırsa; akdin fâsitliği mut'a nikâhında olduğu gibi ittifakh ise temas öncesi ölüm nedeniyle yine mehir sakıt olur. Akdin fâsitliği ihtilaf­lı ise ve bu fâsitlik -hac veya umre ihramındaki kimsenin nikâhı gibi- mehir-de bir halel meydana getirmemişse, ölüm, mehri sakıt etmez. Aksine önce belirtilen şekilde kadın için mehr-i müsemmâ veya mehr-i misil sabit olur. Bu fâsitlik, hullecinin nikâhında olduğu gibi, mehirde bir halel meydana ge­tirmişse, cinsel temas olmaksızın mehir sabit olmaz. Çünkü bu fesatlık, me­hirde halel meydana getirmiştir. Kadının kocaya mirasçı olmaması, kocanın da kadına mirasçı olmaması şartıyla akdedilen nikâhtaysa mehir, (eşlerden birinin) ölümüyle sakıt olur.

Hanbelîler dediler ki: Fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cin­sel temas, mehr-i müsemmâyı gerektirir. Nikâh akdi yapılırken kadın için mehir belirtilmezse, ona mehr-i misil verilmesi vâcib olur. Fâsid nikâhta halvet de tıpkı cinsel temas gibi mehri gerektirir. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerse bu görüşe muhaliftirler. Hanefîler derler ki: Fâsid nikâhta halvet, mehri gerek tirmez. Şafiî ve Mâlikîler de derler ki: Halvet ne sahih, ne de fasit akidde mehri gerektirmez.

Cinsel temasın vaginadan yapılması şarttır. Mak'adtan yapılan temasla mehir kesinleşmez. Ama bu durumda mehir, halvet nedeniyle kesinleşir. Zîra halvet (ıssız) olmayan bir yerde, erkeğin kadının mak'adından cinsel te­masta bulunabileceğini akıl kabul etmez. Kişinin kendi mahremlerinden de olsa, zinaya zorlanan kadına da, zorlanmış olduğu gerekçesiyle mehir veril­mesi vâcib olur. Ama kadının rızâsı olarak kendisiyle temasta bulunulursa, tabiî ki ona mehir vermek gerekmez.

Fâsid nikâh, gerekli şartlarından biri haleldar olan nikâhtır. Mut'a ni­kâhı da bu cümledendir. Bu kurala göre kadına mehr-i müsemmâ verilmesi mut'a nikâhında vâcib olur. Ancak Mâlikîler demişlerdir ki: Bu nikâha da­yanılarak yapılan cinsel temas dolayısıyla mehr-i müsemmâ değil, mehr-i misil verilmesi vâcib olur. Hullecinin nikâhı da bu cümledendir ki, bu nikâhla il­gili açıklama daha önce yapılmıştır. Bu nikâha dayanılarak yapılan cinsel temasla neseb sabit olur. Kadın, evlenmiş, muhsan bir kadın sayılmaz. Ken­disini boşamış olan ilk kocasına da helâl olmaz. Bu temas dolayısıyla mehr-i müsemmâyı hak eder. İleride açıklanacak olan değiştirme nikâhı da; bu cüm­ledendir. Cinsel temas yapmasının kendisine helâl olmaması şartıyla bir ka­dınla evlenmesi gibi, nikâha aykırı bir şart koşarak akdedilen nikâh da bu cümledendir. Şart ve rükünler bahsinde anlatılan diğer fasit nikâhlar da bu cümledendir.Fâsid ile bâtıl nikâhlara ilişkin genel hükümler,bu verilen bilgi­ler sayesinde öğrenilmiş oldu.

 

Şüpheyle Yapılan Cinsel Temas

 

Şüpheyle yapılan cinsel temasın vâcib kıldığı mehir ve benzeri şeyler hakkında mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(50) Şâfiîler dediler ki: Şüpheyle yapılan cinsel temasta kadına mehr-i mi­sil verilmesi vâcib olur. Uyumakta olan bir kadına, kendi karısı zannıyla cinsel temasta bulunan bir erkeğin -kadın eğer bu teması hissetmezse- mehr-i misil vermesi gerekir. Kadın bu teması bilip hissederse zina etmiş olur ki, kendisi­ne had tatbik edilmesi gerekir. Şâfüler, haddi ortadan kaldıran ve kendisiyle mehr-i mislin sabit olduğu şüpheyi dört kısma ayırmışlardır:

1- Failin şüphesi: Bir kişinin kendi karısı veya zevcesi sanarak bir ka­dınla temasta bulunması, sonra da temas ettiği bu kadının kendi karısı veya cariyesi olmadığının anlaşılması. Yapılan bu işe ne helâl, ne de haram denir. Bu işi yapan erkek mükellef değildir. Zîra bu işi yaparken dalgınlık içerisin­de bulunmaktadır. Mükelleflik vasfı bulunmadığına göre, yaptığı işe de he­lâl veya haram denemez.

2- Mülk şüphesi: Bu, bir kimsenin kendisiyle başkasının ortaklaşa malı olan bir câriye ile, ya da mükâtebliğe ayrılmış olan kendi câriyesiyle cinsel temasta bulunmasıdır. Bu cariyelerle temasta bulunması caiz değildir. Ama bu haramlığı bilmeksizin cinsel temasta bulunursa, mülk şüphesi nedeniyle had tatbik edilmez. Fakat bu yaptığına haram denir. Câriye üzerindeki mül­kiyetinin müstakil olmadığım bildiğine göre, bu fiilin haramlığını bilmiyor­sa, araştırması gerekir.

3- Yol şüphesi: Bu, taklid edilmesi sahih olan bir âlimin kavline daya­narak, helâllik şüphesiyle işlenen fiildir. Örneğin adamın biri velîsiz ve şa­hitsiz olarak bir kadınla evlenirse ve böyle bir nikâhın sahih olduğu görüşünü savunan Dâvud-u Zâhirî'yi taklid ederek bu kadınla cinsel temasta bulunur­sa, buna ne helâl ne de haram denir. Ama Dâvud-u Zâhirî'yi taklid etme­mişse, bu yaptığı haram olur.

4- Mahal şüphesi: Bu, kişinin cinsel temasta bulunduğu kadının, kendi­sine helâl olduğu hususunda şüphe etmesidir. Örneğin bir kimsenin kendi babasının câriyesiyle veya babanın, kendi oğlunun câriyesiyle cinsel temasta bulunması gibi. Bu temas haramdır. Zîra mülkiyet şüphesiyle birlikte bu te­masa teşebbüs etmek sahih olmaz.

Her halükârda, şüpheyle yapılan cinsel temasın üç türünde had yoktur. Bu temaslarda bakire kadının mehr-i misli vâcib olur. Mûtemed görüşe göre bekâret ersi ödenmez. Kendisiyle temasta bulunulan kadın dulsa, ona dulun mehr-i misli ödenir.

Bazıları şüpheyi üç kısma ayırmışlardır. Bunlar mülk şüphesiyle mahal şüphesini birleştirmişlerdir. Sonra şahsın birkaç şüphesi birleşirse, sadece bir mehir vermesi gerekir. Adamın biri kendi karısı olduğu şüphesi ile bir ka­dınla cinsel temasta bulunur, sonra da aynı şüpheyle bir kaç gün sonra bu kadınla yine temasta bulunursa ve kadına henüz mehir vermemişse, sadece tek mehir vermesi gerekir. Ama bugün mülkiyet şüphesiyle bir kadınla cin­sel temasta bulunur, birkaç gün sonra başka bir şüpheyle bu kadınla yine temasta bulunursa, tek mehir değil iki mehir vermesi gerekir. Kadının birin­ci temas vaktindeki durumu esas alınır. îlk temas vaktinde kadın fazla me­hir hak eden güzel bir kadınsa, bu güzelliğinin bir kısmını yitirecek bir arızaya mâruz kaldıktan sonra ilk şüphenin aynısı ile o erkek bu kadına ikinci kez temasta bulunursa, kadının güzelliği zamanındaki mehrini vermek gerekir.

Hanefîler dediler ki: Şüpheyle yapılan cinsel temasta mehr-i misil vâcib olur. Hanefîlere göre bu meselede kural şudur: Dâr-i İslâmda mülk-ü yemin (cariyelik bağı) olmaksızın yapılan cinsel temas ya mehri, ya da haddi gerektirir. Ancak sekiz mesele bundan istisna edilmiştir:

1- Çocuk izinsiz olarak bir kadını nikâhlar, kadın da onun bu isteğine uyarsa, bu çocuğun mehir vermesi gerekmez. Cinsel temasta bulunmasın­dan dolayı da had cezasına çarptırılmaz.

2- Adamın biri bir cariyeye mâlik olur ve bu cariyeyi sahih bir bey' ile satar, ama henüz müşteriye teslim etmeden bununla cinsel temasta bulunur­sa, ne mehir vermesi gerekir, ne de had cezasına çarptırılır. Fakat müşteri, bu câriye eğer bâkireyse, bakireliğini yitirmesi nedeniyle eksilen değeri ora­nında fiyatından indirim yapabilir. Ama bu câriye bakire değilse, bu cinsel temas nedeniyle fiyatından indirim yapamaz.

3- Zımmî bir kadın mehirsiz olarak zımmî bir erkekle evlenir, sonra iki­si de müslüman olurlarsa, kadın mehir talebinde bulunma hakkına sahip ola­maz. Tabiî eğer müslüman olmazdan önceki dinlerinin şeriatinde mehir yoksa bu talepte bulunma hakkına sahip olmaz.

4- Efendi, cariyesini kölesiyle evlendirirse esah olan kavle göre bu câri­ye mehir hakkına sahip olmaz.

5- Köle şüpheyle hanımına cinsel temasta bulunursa, hanımı mehir al­ma hakkına sahip olm|z. Köleye de had tatbik edilmez.

6- Harbî bir kadınla cinsel temasta bulunan kişi de mehir vermekle yü­kümlü olmaz ve had cezasına çarptırılmaz.

7- Adamın biri kendisine vakfedilmiş bir cariyeyle cinsel temasta bulu­nursa, mehir vermekle yükümlü olmaz ve had cezasına da çarptırılmaz.

8- Bir kimse kendisine rehin bırakılan bir cariyeyle, rehin bırakmış ola­nın iznini aldıktan sonra cinsel temasta bulunursa ve bu temasın helâl oldu­ğunu zannederse, mehir vermekle yükümlü olmadığı gibi had cezasına da çarptırılmaz.

Şunu da belirtelim ki, Hanefîlere göre şüpheyle yapılan cinsel temasta­ki mehr-i misilden kasıt, akr diye adlandırdıkları şeydir. Bazıları akr'ı, şayet caiz olsaydı zina için kiralanması durumunda kadına ücret olarak takdir edi­lecek olan meblağ şeklinde açıklamışlardır. Ama doğru olan, akr'ın, sadece güzelliğe nisbetle verilen mehr-i misil olduğudur. Malı ve soyu nazar-ı itiba­ra alınmaksızın mehr-i misil verilmelidir. Haddi ortadan kaldıran şüphe, re-el olarak sabit olmamakla birlikte, sabit olana benzer olandır ve üç kısma ayrılır:

1- Mahal şüphesi: Bu, mahalde helâlliği gerektiren bir delilden doğan, ama helâlliği engelleyen bir arızanın başgöstermesi nedeniyle meydana gelen şüphedir. Delilin varlığı, mahallin (kendisiyle temasta bulunulan kadının) he­lâlliği şüphesini meydana getirmiştir. Bu teması yapan erkek, mahallin he­lâlliğim engelleyen mâninin meydana gelmiş olduğunu bilse dahi hüküm değişmez. Örneğin adamın biri:

"Sen ve malın, babana aitsiniz.[19] hadîs-i şerifine dayanarak oğlunun câriyesiyle cinsel temasta bulunur veya oğlunun her ne kadar aşağıya doğru inilse de torununun câriyesiyle cinsel temasta bulunursa, mahal şüphesiyle cinsel temasta bulunmuş olur. Yukarı­daki hadîs-i şerifte geçen, "Li ebîke" kelimesinin başındaki "li" harfinin zahiren mülkiyet ifâde ettiği anlaşılmaktadır. Ama icmâ, bu hadîsle çeliş­mektedir. Şu da var ki, hadîs-i şerifteki "li" harfi mülkiyet değil, mensubi­yet anlamını ifâde etmektedir. Buna göre hadîsin anlamı; "sen ve malın babana mensupsunuz. Senin varlık sebebin odur. Bu malı sen kazandın. Şu halde bu hususta ona darlık gösterme" şeklinde olacaktır. Ama bununla bir­likte "li ebîke" kelimesinin başındaki "li" harfiyle amel ederek helâllik şüphesi hâla varlığını devam ettirmektedir. Buna mahal şüphesi dendiği gibi, mülk şüphesi de denir. Aynı zamanda buna hükmî şüphe de denir. Yani mahallin helâl olduğu hususunda şer'î hüküm şüphesinin sabit olduğu şeydir. Bu cüm­leden olarak adamın biri karısını kinaye grubundan bir lâfızla boşarsa, me­selâ ona "sen bâinsin" veya "sen bettesin" veyahut "sen hâlisesin" derse -ki bu cümleler, sen benden ayrılmışsın, aramızdaki ilişki kesilmiştir, sen ar­tık kendi basmasın gibi anlamlara gelmektedir- ve karısı da kendisinden ay-nhr, sonra da kadın iddetteyken onunla cinsel temasta bulunursa, bu teması nedeniyle kendisine had tatbik edilmez. Mehir vermesi gerekir. Bu da delil şüphesinden ötürüdür. Çünkü Hz. Ömer buyurmuştur ki: "Kinayelerle bo­şanan kadınlar, ric'î talâkla boşanmış sayılırlar." Bu, bazı İmamların görü­şüdür. Ama Hanefî mezhebine göre kinaye lâfızlarıyla boşanan kadınlar, bâin talâkla boşanmış sayılırlar. Bu hususta delil vardır. Kinaye lafzıyla boşan­mış olan kadın iddet beklemekteyken, yeni bir nikâh akdi yapmaksızın eski kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa, haram fiil işlemiş olur. Ama ken­disine -haramlığı bilse bile- had tatbik edilmez. Hanefîler bu görüştedirler. Zîra mahalde (kadında) delilin meydana getirmiş olduğu bir şüphe vardır. Yine bunun gibi, adamın biri kendi cariyesini sahih bir bey' ile satar ve müş­teriye teslim etmeden bu cariyeyle cinsel temasta bulunursa, önce de belirtil­diği gibi bu şüphe, haddi ortadan kaldırır. Bu câriye ile müşterinin teslim almasından sonra cinsel temasta bulunursa, kendisine had tatbik edilir. Ca­riyesini fâsid bir bey' akdiyle satar ve müşteriye teslim etmeden onunla cin­sel temasta bulunursa, bu konumuz dışında kalan bir mesele olur. Çünkü câriye, fâsid bey* nedeniyle efendisinin mülkiyetinden çıkmış olmaz. Müşte­rinin teslim almasından sonra câriye ile cinsel temasta bulunursa, onun için mülk şüphesi vardır. Zîra o, satışı feshetme hakkına sahiptir. Fesih dolayı­sıyla da câriye, tekrar ilk efendisinin mülkiyetine döner. Şu da var ki, müş­terinin teslim almasından sonra efendisinin kendisiyle cinsel temas yapması nedeniyle efendinin cariyeye mehr-i misil vermesi gerekir. Fâsid bey' ile satı­lan şey, müşterinin teslim almasıyla onun mülkiyetine geçer. Bu cümleden olarak adamın biri, hanımının irfidad etmesinden sonra onunla cinsel temasta bulunursa, aynı hüküm sözkonusu olur. Bazı Hanefî âlimleri kadının irti-dad etmesi dolayısıyla kocasından ayrılmış olmayacağı yolunda fetva ver­mişlerdir,   îrtidad   olayı   kadın   tarafından   meydana  getirilirse,   nikâh feshedilmez. Bu durumda kocasının onunla cinsel temasta bulunması haram değildir. Aynı şekilde kadın, kendini kocasının başka kadından doğma oğ­luna verir, oğlan da kendisiyle zina ederse, Hanefi mezhebine göre bu ka­dın, oğlanın babasına haram olur. Ama buna rağmen baba, bu kadınla bilâhare cinsel temasta bulunursa, mahal şüphesi mevcut olduğu için had tat­bik edilmez. Çünkü Şafiî bu hususta şöyle der: Zina, hısımlık mahremiyeti­ni oluşturmaz. Bu tür şüpheye Şafiîler, yol şüphesi, yani delilin mahalde (kadında) meydana getirmiş olduğu şüphe demektedirler. Kişinin kendi ka-yınvâlidesiyle cinsel temasta bulunması da bu cümleden olup, kıyınvâlide-siyle temasta bulunan kimseye artık karısı haram olur. Ama bundan sonra kendi karısıyla cinsel temasta bulunursa, kendisine had tatbik edilmez. Zîra İmam Şafiî, kendisiyle zina yapılan kadının kızının, o kadınla zina yapmış, olan erkeğe haram olmayacağını söylemiştir.

2- Fiil şüphesi. Buna iştibah şüphesi de denir. Şu anlamda ki; bu, yaptı­ğı fiilin helâl olduğunu sanarak kendisinde şüphe meydana gelen kişinin şüp-hesidir. Örneğin bir kimse, caiz olduğunu sanarak babasının veya anasının câriyesiyle cinsel temasta bulunursa, ya da üç talâkla boşamış olduğu karısı iddet beklemekteyken caiz olduğunu sanarak onunla cinsel temasta bulunursa, had tatbik edilmez. Temasta bulunan kadınla erkeğin, bu temaslarının caiz olduğunu sandıklarım iddia etmeleri yeterlidir. Ama bu temasın haram ol­duğunu ikrar etmeleri durumunda kendilerine had tatbik edilir. Bir kimse kinaye lafzıyla karısını boşar ve bununla da karısını üç talâkla boşamaya niyet ederse, sonra da iddet halindeyken kadınla cinsel temasta bulunursa, bu temasın haramhğım bildiği saptansa bile kendisine had tatbik edilmez. Bâin talâk da üç talâk gibidir. Meselâ belli bir mal karşılığında huP ile karı­sını boşadıktan sonra bir koca iddet beklemekteyken bu karısıyla cinsel te­masta bulunursa; bu temasın haramhğım biliyorsa kendisine had tatbik edilir. Aksi takdirde tatbik edilmez. Çünkü birincide, fiilin helâlliği konusunda ken­disinde iştibah şüphesi meydana gelmiştir.

3- Akid şüphesi: Bir kimse, haram olduğunu bilmeksizin mahremi olan bir kadın üzerine nikâh akcfi yapar ve bu akde dayanarak onunla cinsel te­masta bulunursa, kendisine had tatbik edilmez. Çünkü akid, onda bir helâl­lik şüphesi meydana getirmiştir ki, bu ittifakla sabittir. Ama bu temasın haramhğım biliyorsa, Ebû Hanîfe'ye göre değil de İmameyn'e göre hadde çarptırılır. Bununla birlikte bu akidle neseb sabit olur. Nikahlanan kadının neseb, hısımlık veya radâ (süt emişme) yoluyla mahrem oluşu arasında bir fark yoktur. Helâldir zannıyla süt kızkardeşini nikahlayıp cinsel temasta bu­lunan bir kimseye had tatbik edilmez. Bu temastan doğan çocuğun nesebi de sabit olur. Önce de belirtildiği gibi bu kadına mehr-i misil ve mehri mü-semmâdan hangisi daha az ise o verilir. Ama başka bir nedenle kendisine haram kılınmış olan bir kadını nikahlayıp cinsel temasta bulunursa; meselâ başka bir erkekten boşanıp henüz iddet beklemekte olan bir kadını veya üç talâkla boşamış olduğu karısını, araya hulleci koymaksızın nikahlayıp cin­sel temasta bulunması, beş kadını tek nikâh akdiyle nikahlayıp besiyle de cinsel temasta bulunması, iki bacıyı bir tek akidle nikahlayıp ikisiyle de cin­sel temasta bulunması veya iki bacıyı peşpeşe iki ayrı akidle nikahlayıp ak­dinin bâtıl olduğu saptanan sonuncuyla cinsel temasta bulunması gibi durumlarda bu temasların haramhğını bilse bile, bütün bunlardan ötürü ken­disine had tatbik edilmez. Ama şiddetli bir tâzirle cezalandırılır.

Mahremleri nikahlayıp onlarla cinsel temasta bulunma hususunda Ebû Hanîfe'yle İmameyn arasında görüş ayrılığı vardır. îmameyn der ki: Bunu yapan kişi, haram olduğunu biliyorsa kendisine had tatbik edilir. Bilmiyor­sa tatbik edilmez. Ebû Hanîfe ise bu kimseye mutlak surette had tatbik edil­meyeceği görüşündedir. Burada mahrem olanlarla olmayanlar arasında bir fark yoktur. İhtilâfın esası, mahrem kadınların nikahlanıp nikâhlanamaya-cakları hususudur. Ebû Hanîfe der ki: Asıl itibariyle kadın, üzerine akid ya­pılması amacına elverişli olduğu sürece nikâhlanabilir. Nikâhın amacıysa neslin çoğalması ve eşlerin birbirlerine mirasçı olmalarıdır. Özel olarak herhangi bir şahsın bir akdi yapıp yapamayacağı hususu nazar-ı itibara alınmaz. Mah­remin nikâhlanmasının yasaklanışı, başka bir arızî sebepten ötürüdür ki, bu da mahremi nikahlamanın câizliği hususunda bir şüphe meydana getirmiştir.

İmameyne gelince, bunlar derler ki: Mahrem kadın, özellikle bu âkidin (nikâh akdini yapanın) akdine mahal olamaz. Yabancı bir kadını kendisinin yatağında uyur halde bulup onu kendi karısı sanarak cinsel temasta bulu­nan bir kişiye mutlaka had tatbik edilir. Çünkü bu erkeğin gözleri ya gör­mektedir, yahut da kördür; vakit ise ya gündüzdür, ya da karanlık gece... Adam gözleri gören biriyse ve vakit de gündüzse bu kadınla kendi karısını karıştırması anlamsız olur. Bu durumda kendi karısıyla başka kadınları mutlak surette birbirinden ayırdetmesi gerekir. Eğer yatağında uyumakta olan ka­dınla cinsel temasta bulunursa, zina etmiş olur ve kendisine had tatbik edi­lir. Çünkü yatağında yatmakta olan bu kadını görmekte ve kesin olarak da karısı olmadığım bilmektedir. Söz gelimi, bu yabancı kadın kendisiyle te­mas yapılıp penisin kendi vaginasına girdirildiğini hissetmezse, kadına had tatbik edilmez ve mehr-i misil almayı hak eder. Kadınla temasta bulunan er­kek kör ve vakit de gece ise, bu durumda erkeğin, temasa davet ettikten son­ra bu kadınla cinsel temasta bulunacağını farz etmek gerekir. Çünkü erkeğin şehevî yararlanmada ve sevişmede kendisine ortak olacak olan karısına his-settirmeksizin cinsel temasta bulunmaya teşebbüs etmesi yakışık almaz. Yalnız bu kör erkek .yatağında uyumakta olan bu kadına (cinsel temasta bulunmak için) çağrıda bulunur ve o da kendi karısı olduğu yolunda cevap verirse, bu durumda erkek değil de kadın had cezasına çarptırılır. Bazıları, temasta bu­lunan erkeğin kör olması veya görüp de geceleyin zifirî bir karanlıkta bulu­nulması durumunda haddin tatbik edilmeyeceğini söylemişlerdir. Çünkü koca, temasta bulunabilmek için karısını uyarmakla yükümlü değildir. Böyle bir durumun vukûbulduğunu farzedersek, had tatbik edilmez. Ama bu iş gün-düzleyin yapılır ve erkek de gören birisi ise veya geceleyin yapılır da karan­lık şiddetli olmazsa, yani gözler eşyayı seçebiliyorsa had sakıt olmaz. Bu hükümde ihtilâf yoktur.

Mâlîkîler dediler ki: Şüpheyle yapılan cinsel temas, mehr-i misli vâcib kılar, haddi ortadan kaldırır. Mâlikîler, kasıt olmayan durumlarda şüpheyi nazar-ı itibara alırlar. Öir kimse kasıtlı olmadıkça, meselâ unutarak cinsel temasta bulunur, ya da bâin talâkla boşadığı kadınla, boşamış olduğunu unu tarak cinsel temasta bulunursa veya kendi karısıyla cinsel temas yapmayı kas-dederek yanlışlıkla başka bir kadınla cinsel temasta bulunursa, bu konudaki hükmü bilmediği, meselâ yeni müslüman olduğu için zinanın haram oldu­ğunu bilemediği, aynı şekilde mülkiyet şüphesi olduğu, meselâ bir cariyeyi Mâlikîlerce sahih olmayan ama diğer mezheblerce sahih olan bir akidle mülk edindiği ve cinsel temasta bulunduğu için had tatbik edilmez. Kişinin kendi karısı ile ters (mak'adtan) cinsel temasta bulunması da aynı hükme tâbidir. Bazıları, kocanın kendi karısının mak'adına tasullutta bulunma hakkına sa­hip olduğunu söylemişlerdir. Ama bu, kural dışı ve zayıf bir kavildir. Mâli-kîlerin mûtemed görüşüne göre bu, her ne kadar bundan Ötürü had yoksa da te'dibi gerektiren haram bir fiildir. Başka bir erkeğin boşaması nedeniyle iddet beklemekte olan kadın da (bu işi yaparsa) kuvvetli görüşe göre hadde çarptırılır. Dört karısı olup da beşinci bir kadınla cinsel temasta bulunan, kesin olarak boşadığı karısıyla kasden ve hükmünü bilerek cinsel temasta bulunan bir kimse ve zina haddi bölümünde açıklanan diğer şekillerden biriyle cinsel temasta bulunan bir kimseye had tatbik edilir.

Hanbelîler dediler ki: Şüpheyle yapılan cinsel temas, mehr-i misli vâcib kılar, haddi kaldırır. Mülkte şüphe şöyle olur: Bir kimse radâ (süt emiş-me) nedeniyle kendisine haram olan cariyesinin kendi mülkiyetinde oluşu do­layısıyla kendisine helâl olduğuna inanarak cinsel temasta bulunursa veya gözlerini birbirine benzeterek bir kadını kendi karısı sanarak cinsel temasta bulunur, sonra da bunun karısı olmadığı anlaşılırsa veya bâin talâkla boşa­dığı ve henüz iddet beklemekte olan karısıyla cinsel temasta bulunursa, veya yine mülk şüphesi nedeniyle temasta bulunursa, meselâ başkasıyla kendisi­nin müşterek malı olan bir cariyeyle cinsel temasta bulunursa, veya Hanbe-lîlere göre fâsid ama diğer mezheplere göre sahih olan bir nikâhla evlendiği kadına cinsel temasta bulunursa, bütün bu durumlarda had tatbik edilmez.

 

Şiğar Nikâhı

 

(iki kadından her birini diğerine mehir yapmak)

Şiğar asıl olarak lügatte, köpeğin işerken ayağını kal­dırması elemektir. Sonra bu kelime, cinsel temasta bulunurken kadının ayağını kaldırması anlamında kullanılmıştır. Daha sonra fıkıhçılar, bu kelimeyi başka anlama aktararak nikâh akdinde mehrin (ortadan) kaldırılması anlamında kullanmışlardır. Fıkıhçılara göre şiğar, kadın­lardan her biri diğerinin mehri olmak üzere, iki kişinin iki kadınla ev­lenmesi demektir. Bunun sahih olup olmadığı hususunda mezheblerin muhtelif görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(51) Malıkıler dediler ki: Şiğar nikâhı üç kısma ayrılır:

1- Sarih şiğar: Bu, bir erkeğin diğerine iki kadının hiç birine mehir ver­meksizin, hatta birinin tenasül organını diğerininkine bedel kılarak, "kız-kardeşimi seninle evlendirmem üzerine kızkardeşini benimle evlendir" demesidir.

2- Vech-i şiğar: Bu, adamın birinin diğerine; "yüzbin lira mehirle kız-kardeşimi seninle evlendirmem üzerine, yüz bin lira mehirle kızkardeşini be­nimle evlendir" demesidir.

Birincisi sarih sigardır. Çünkü mehir, direkt olarak nikâh akdinden kal­dırılmıştır. Kadınlardan hiçbiri için mehir takdir edilmemiştir. İkincisine vech-i şiğar (bir bakıma şiğar) denir. Çünkü bunda her ne kadar kadınların ikisine mehir takdir edilmişse de, birinin evlendirilmesi diğerinin evlendirilmesi kar­şılığında şart koşulmuştur. Bu nikâh akdinde her ne kadar mehir takdir edil­mişse de, aslında takdir edilmemiş gibidir.

3- Bu ikisinin bileşimi olan şiğar nikâhı: Örneğin adamın birinin, bir diğerine: "Kızkardeşimi veya cariyemi mehirsiz olarak seninle evlendirmem üzerine, ellibin liralık mehir karşılığında kızkardeşini benimle evlendir" de­mesi gibi. Bu durumdaki nikâh, kendisine Tnehir takdir edilmeyen kadına nisbetle sarih şiğar, kendisine mehir takdir edilen kadına nisbetle de vech-i sigardır.

Sarih sigarın hükmü bâtühktır. Bu nikâh, gerdekten önce ve sonra fes­hedilir. Akid, gerdekten önce fesedilirse, kadınların ikisi de bir şey alma hak­kına sahip olmazlar. Gerdekten sonra feshedilirse, cinsel temas dolayısıyla kadınların ikisine de mehr-i misil verilir.

Vech-i sigarın hükmü bâtıllıktır. Ancak bu nikâh, gerdekten sonra de­ğil de gerdekten önce talâkla feshedilir. Gerdekten sonra ise akid, mehr-i mü-semmâ ve mehr-i misilden daha çok olamyla sabit olur. Yani bu iki mehirden hangisi daha çok ise, kadın onu alır. Kadın için ellibin lira mehir takdir edil­miş, ama mehr-i misli yüzbin lira ise, kadın yüzbin lirayı alır. Şart koşul-maksızın vech-i şiğar nikâhı kendiliğinden vukûbulursa sahih olur. Bir kimse kızkardeşini yüzbin lira mehir karşılığında adamın birine nikâhlar; diğeri de onu mükâfatlandırmak için kendi kızkardeşini yüzbin lira mehirle ona ni­kahlarsa, bu sahih olur.

Sarih şiğar ile vech-i şiğarm bileşimi olan sigarın hükmüne gelince, kendisi için mehir takdir edilmiş olan kadının nikâhı gerdekten Önce feshedilir. Gerdekten sonraysa mehr-i misil ve mehr-i müsemmâdan daha çok olamyla sabit olur. Kendisi için mehir takdir edilmemiş olan kadının nikâhı gerdek­ten önce ve sonra feshedilir. Gerdekten sonra feshedilirse, kadına mehr-i misil verilir.

Şâfiîler dediler ki: Şiğar, bir kimsenin diğerine: "Her birinin tena­sül organı diğerinin mehri olması şeklinde kızını benimle evlendirmen üzeri­ne kızımı seninle evlendirdim" demesi, diğerinin de "kabul ettim" cevabını vermesidir. Aynı şekilde: "Her birinin tenasül organıyla birlikte yüzbin lira, diğerinin mehri olması şeklinde, kızım benimle evlendirmen üzerine kızımı seninle evlendirdim" demek de sigardır. Burada paranın söylenmesi, tena­sül organını mehir olmaktan çıkarmaz. Şiğar nikâhının haram oluşunun il­letine gelince: Kadınlardan .her biri iki kişinin müşterek malı olmaktadır. Zîra kadınlardan her biri, koca-mn ve kızının ortaklaşa bir istihkakıdırlar. Yani kocanın zevcesi ve hem de kocanın kızının mehridir. Tenasül organı sanki iki kişinin ortaklaşa malıdır ve güya iki kişinin zevcesi gibi olmaktadır. Te­nasül organından söz edilmeden, meselâ "kızını yüzbin lira mehir karşılı­ğında benimle evlendirmen üzerine kızımı yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendirdim" derse akid sahih olur. Ama takdir edilen mehir bâtıl olur. Çünkü ikinci akidde tesmiye edilen, kızın evlendirilmesi ile yüzbin liradır. İkinci kı­zın evlendirilmesiyse, malum değildir. İkinci akidde takdir edilen mehrin tü­mü bâtıl olmuştur. Bu nedenle birinci akidde de bâtıl olur. Bu mehir, fâsid olan (ikinci) akde dayandırılmıştır. Çünkü bu akid, onunla şart kılınmıştır. Faside dayandırılan da fasittir.

Şunu da belirtelim ki, şiğar nikâhına dayanılarak cinsel temasta bulu­nulursa, önce de belirtildiği gibi kadın, mehr-i misli hak eder. Şâfiîler, fâsid nikâhın mehr-i misli gerektirdiği görüşündedirler. Kırsal kesimlerde görül­düğü gibi bir adamın iki oğlunun, bir başkasının iki kızıyla mehir belirterek evlenmeleri hususunda anlaşmaları ve akidde buna dokunmaksızın nikâh ak­dini yapmaları, şiğar nikâhından sayılmaz.

Hanefîler dediler ki: Şiğar nikâhı, meselâ adamın birinin kendi oğ­luna, onun kızını alması karşılığında kendi kızını başka bir adamın oğluyla evlendirmesi ve Şâfiîlerİn de yorumladıkları gibi bu kızlardan her birinin te­nasül organının diğer kızın mehri sayılmasıdır. Bir kimse "kızkardeşini be­nimle evlendirmen üzerine ben de kizkardeşimi seninle evlendirdim" der ve bu kadınlardan her birinin tenasül organının diğeri için mehir olacağını söy­lemez veya söyler de diğeri bunu kabul etmezse, bu şiğar nikâhı olmaz. Bu nikâh akdi sahihtir. Kadınlardan her biri için mehr-i misil vâcib olur. Hane-filere itiraz edilerek şiğar nikâhının Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen sahih hadisle yasaklandığını; yasaklığmsa, yasaklanan akdin fâsidliğini ge­rekli kıldığını söylemişlerdir. Hanefiler buna iki yönden cevap vermişlerdir:

a- Yasaklanan, gerçekten şiğar akdinin meydana gelmesidir. Biz deriz ki, yasaklanan bu gerçek bizim yanımızda geçerli değildir. Bizim helâl ve ge­çerli olduğunu söylediğimiz akid, mehr-i misil ile olan akiddir. Kadının te­nasül organının, mehir kılınması bâtıldır. Özet olarak deriz ki: Yasaklık, kadının tenasül organının mehir kılınması hakkındadır. Bu organın mehir kılınması sahih olmaz. Nitekim şarap ve domuzun da mehir kılınması sahih olmaz. Bu durumda takdir edilen mehir bâtıl olur. Nikâh akdi, mehr-i misil ile sabit olur.

b- Yasakhk akdin fâsitüği hakkında değil mekruhluğu hakkındadır. Çün­kü şeriat koyucu, takdir edilen mehrin fâsitliği, şiğar dışı nikâhlarda kera­hetle birlikte mehr-i misli gerekli kılar, demiştir. Diğerlerine kıyasla buradaki yasaklık, mekruhluğa hamledilmektedir.

Hanbelîler dediler ki: Şiğar, mehirden söz etmeksizin veya "mehirsizdir" diyerek bir kişinin kendi kızını veya velayeti altındaki herhangi bir kadını, kızıyla veya velayeti altındaki herhangi bir kadınla kendisini ev­lendirmesi şartıyla başkasına nikâhlamasıdır. Bu iki erkeğin, "kadınlardan her birinin tenasül organı diğeri için mehirdir" demeleri şart değildir. Aynı şekilde bir kimsenin bir başkasına hitaben: "Her birinin tenasül organı ve yüzbin lira, diğerinin mehri olması üzerine kızkardeşini benimle evlendirmen koşuluyla kızkardeşimi seninle evlendirdim*' demesi de sigardır ve bu nikâh fasittir. Hanbelîler bu hükmü verirken delil olarak Ahmed bin Hanbel'in Ömer ve Zeyd bin Sâbit'ten yapmış olduğu rivayete dayanmışlardır. Ömer'le Zeyd bin Sabit, bu şekilde evlenmiş olanları birbirlerinden ayırmışlardır.

İbn Ömer'in rivayetine göre Rasûlullah(s.a.s) şiğar nikâhını yasaklamış­tır. Şiğar, aralarında üzerinde anlaşmış oldukları bir mehir olmaksızın iki kişiden birinin, diğerinin kızını kendisiyle evlendirmesi karşılığında kızını onunla evlendirmesidir. Ebû Hureyre de bunun gibi bir rivayette bulunmuştur.

Hanefîlerin bu itiraz karşısındaki cevapları öğrenilmiş oldu. Hanefîler şiğar yasağının, kadının tenasül organını diğer kadın için mehir olarak tak­dir etmeye dâir olduğunu söylemişlerdir. Ama Hanbelîler derler ki: Bu ya­saklık sigarın, fâsid bir şarta muvâfakatından ötürüdür. Ama ben bunun ne bakımdan fasit olduğunu ve yasaklandığını bilmiyorum. Çünkü yasakhk, ak-djn fasit bir şarta muvafakat etmesinden ötürü olabileceği gibi, fâsid bir şe­yi mehîr olarak takdir edip bunu şart koşmaktan ötürü de olabilir ki, bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Şu da var ki, Hanbelîler şöyle derler: Adam mehir takdir eder ve: "Her birinin mehri yüzbin lira olmak üzere kızını benimle evlendirmen koşuluyla kızımı seninle evlendirdim" der ve mehir olarak ka­dının tenasül organından bahsetmezse, nikâh akdi belirtilen mehir ile sahih olur. Şâfîîler bu görüşe muhaliftirler. Kadınlardan biri için mehir takdir edilir, diğeri için mehir takdir edilmezse; kendisi için mehir takdir edilmeyenin de­ğil, mehir takdir edilen kadının nikâh akdi sahih olur. Her iki şekilde de Mâ-likîler bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

 

Mehr-İ Misil Takdir Edilecek Yerler

 

Kendisinden dolayı mehr-i mislin takdir edildiği nitelikler hak­kında mezheblerin ayrıntılı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(52) Hanefîler dediler ki: Mehr-i misil, kendisinde asla mehir belirtilme­miş veya meçhul, ya da şer'an helâl olmayan bir şeyin mehir olarak belirtil­miş olduğu her sahih nikâh akdinin hükmüdür. Ayrıca mehr-i misil, kendisinde mehrin belirtildiği veya belirtilmediği fâsid nikâhlarda da cinsel temastan sonra vâcib olur. Yalnız böyle bir nikâhta mehir belirtilmişse, mehri mislin belirtilen mehirden (mehr-i müsemmâdan) fazla olması gerekir. Aksi takdirde kadına mehr-i müsemmâ verilir. Şüpheyle yapılan cinsel temastan ötürü mehr-i mislin vâcib olduğu yerlere gelince, buralarda mehr-i misilden maksat, şüpheyle yapılan cinsel temas bahsinde açıklanmış olan akr'dir. Bu­nun tafsilâtı ilgili bahiste verildiğinden, biz burada özet olarak bundan söz ettik. Mehr-i mislin kendileriyle itibar olunduğu niteliklere gelince; kadın, anası eğer babasının kabilesinden değilse, anasının değil de babasının kabi-lesindeki kendi emsali olan kadınlara kıyaslanır. Meselâ amca kızı gibi. Ön­ce kadının kızkardeşlerine bakılır. Bunlar yoksa, halalarına bakılır. Bacıları veya halaları yoksa, öz bacısının kızına bakılır. Bu yoksa halasının kızına bakılır. Babasının kabilesinde emsali kadınlar yoksa, anasının kabilesinden babasının kabilesindekilerine denk gelecek emsali kadınlara kıyaslanır. Ana­sının kabilesinde de emsalleri yoksa, yemin etmesi şartıyla söz kocanın olur. Bu sıralamaya uymak zorunlu mudur? Yani meselâ bacısı varken amcası kı­zına bakmak sahih olur mu? Babasının kabilesinde dengi bir kız varken ya­bancı bir kadına bakmak sahih olur mu? Yoksa bu sıralamaya uymak zorunda olmadan bu yabancı kadına bakmak sahih olur mu? Bu hususta ihtilâf var­dır. Hanefîlerin kuvvetli görüşüne göre bu nazar-ı itibara alınmaz.

Sonra kendisiyle emsalliğin nazar-ı itibara alındığı nitelikler güzellik, mâl ve mekândır. Çünkü mehir takdir etmede beldelerin âdeti değişik olur. Ka­dının babasının kabilesinden bir kadın şehirde, kendisi kırsal kesimde ise ve kırsal kesimde takdir edilen mehir fazlaysa, şehirde oturanın mehri nazar-ı itibara alınmaz. Bunun tersinde de durum aynı olur. Yaş da böyledir. Genç kadınlara, yaşlılardan daha fazla rağbet edilir. Yirmi yaşındaki bir kadına, kırk veya otuz yaşındakinden daha fazla rağbet edilir.

Akıl da böyledir. Din, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, bakirelik, dulluk, çocuksuzluk ve zaman da böyledir. İki kadın arasında mukayese yapıldığın­da, ikisinin de bu niteliklerde eşit olmaları şart olur. İkisinden biri zengin, diğeri yoksul olursa aralarında mukayese yapmak doğru olmaz. Çünkü zen­gine, yoksula nisbetle daha fazla rağbet edilir ve daha fazla mehir verilir. Biri güzel.diğeri çirkin; biri bilgili diğeri cahil; biri bakire, diğeri dul olursa aralarında mukayese yapmak yine sahih olmaz.

Mehr-i mislin sübûtu için, bilirkişi olarak âdil bir erkeğin veya aynı şe­kilde bir erkekle iki kadının görüş beyan etmeleri şarttır. Bu görüşlerini de kadı huzurunda şehâdet lafzıyla bildirmeleri gerekir. Adaletli şahitler yok­sa, yemin etmesi şartıyla kocanın sözüne itibar edilir. Burada adaletli kim­selerin şahitliği aranır. Çünkü malî konularda şahitlik yapmada, şahidin adaletli olması şarttır. Kocanın sözüne itibar edilir. Çünkü o, hâkimin görü­şüne uygun olarak, zevcenin iddia ettiği fazlalığı inkâr etmektedir.

Son olarak ele alınması gereken bir mesele kaldı. Demiştik ki: Kuvvetli görüşe göre kadının emsalleri arasında sıralama şartı yoktur. Kadının, söz­gelimi bacısıyla amcası kızı nitelik bakımından eşit, ama mehirleri farklı mik­tarda olursa, bu kadın mehr-İ misil olarak hangisinin mehri kadar alacaktır? Cevaben deriz ki: Hangisinin mehri daha az ise, ihtiyat gereği kadarını alır. Bazıları derler ki: Bu gibi hususlarda nezih olan, hâkimin kararına göre ha­reket edilmelidir.

Mâlikîler dediler ki: Mehr-i misil bir miktar maldan ibarettir ki, bu mal ile kocanın emsalleri, sahip olduğu güzel nitelikleri itibariyle, kadına rağbet ederler. Kadındaki bu güzel nitelikler onun dinî prensipleri koruma­sı, iffetli oluşu, kedi ırzını korumuş olması, maddeten güzel olması, manen güzel -yani iyi ahlâklı- olması, soylu olması -bu da şeref ve asalet gibi, baba­ların övünç kaynaklarından sayılır- bilgili olması, iyi hal üzere bulunması, mal sahibi olması ve iyi bir beldede bulunması şeklinde sıralanabilir.

Kadına gösterilecek rağbetin bu niteliklerin tümünün veya bir kısmının kendisinde bulunmasına göre değişeceği şüphesizdir. Bu niteliklerden ikisi­ne sahip olan bir kadının, kendisinde sadece bir nitelik bulunan kadına nis-betle daha fazla rağbet göreceği bilinen bir gerçektir. Şehirli ve güzel bir kadın, bu niteliklere sahip olmayan diğer kadınlara nisbetle daha çok rağbet görür ve mehri de onlarınkinden fazla olur. Şehirli, güzel ve iffetli kadın; güzel ama iffetsiz kadına nisbetle daha fazla rağbet görür. Diğer niteliklerde de böyle kıyaslamalar yapılır. Bu nitelikler ancak, kadının bacısı veya halası gibi, kendi kabilesinde anılan nitelikler bakımından emsali kadınların bu­lunmaması durumunda nazar-i itibara alınabilirler. Şayet babasının kabile­sinde mezkûr niteliklerde kendisine emsal olan kadınlar varsa, bu kadınların mehirleri kadar kendisine bir mehr-i misil takdir edilir. Ana-baba bir veya baba bir kızkardeşinin -anılan nitelikler bakımından kendisine eşit olmaları şartıyla- mehirleri yüzbin liraysa, bu kadın için yüzbin liralık mehir takdir edilir. Sonra eğer nikâh akdi sahihse -tefviz nikâhı olsa bile- bu nitelikler akid günündeki ortama göre nazar-ı itibara alınır. Fâsid nikâhta veya şüphe ile yapılan cinsel temasta, temasın yapıldığı günkü ortama göre nazar-ı iti­bara alınır.

Şafiîler dediler ki: Mehr-i misil önce kadının, şayet erkek olsalardı asebesi olacakları yakınlarından olan kadınlarla mukayese yaparak takdir edilir. Bu yakınları arasında kendisine denk biri çıkmazsa, bunlardan sonraki mertebede bulunan kadınlara bakılır. Ana-baba bir bacı, baba bir bacı­dan önce gelir. Sonra kardeş kızları, sonra oğlun kızları, sonra halalar, sonra amca kızları gelir.

Bu gibi kadınların bulunmaması veya bulunduğu halde ne kadar me­hirleri olduğunun bilinmemesi, yahut henüz evlenmemiş oldukları için bun­lardan biri ile mukayese yapıp mehr-i mislin miktarım belirlemenin imkânsız olması halinde, zevi'I erham kadınların mehirleri nazar-ı itibara alınır. Bu­rada zevi'l-erham kadınlardan maksat, ana veya ana ya da baba tarafından gelen akrabadır. Hala kızları ve bacı kızları, yabancılardan sayıldıkları için bu kapsama girmezler. Önce ana, sonra ananın bacısı (teyze), sonra nineler, sonra dayı kızları gelir. Bunlarla mukayese yapıp mehr-i misli takdir etmek imkânsızlaşirsa, beldedeki diğer kadınlarla mukayese yaparak takdir edilir. Bunu yaparken de güzellik,Çirkinlik, güzel ve edebî konuşma, yaşlılık, gençlik, dulluk, bakirelik gibi kadına olan rağbeti arttırıp eksiltecek olan niteliklerde kendisine denk olan kadınlarla mukayese yapılır. Akrabalarında bulunma­yan bir niteliğe sahip ise, o zaman kendi durumuna uygun bir mehir takdir edilir.

Şunu da belirtelim ki: Kadına gösterilen rağbeti arttırıcı niteliklerden biri eksik olursa, akrabalarının müsamahası (mehir indirimi) göz önüne alı­nır. Şöyle ki: Kadının üç amcası olduğunu, bunlardan birinin âlim, ikisinin câhil olduklarını; âlîmin kendi kızını yüzbin lira mehirle -zira âlimin kızına daha fazla rağbet edilir- evlendirdiğini, iki câhilinse kızlarını yetmişer bin liralık mehirle evlendirdiklerini düşünelim. Bu durumdaki kadının mehri, câhil amcalarının kızlarının mehirleri (yetmişbin lira) gözönüne alınarak takdir edi­lir. Mehirdeki müsamaha (indirim), kocadaki bir olgunluk sıfatından ötü-rüyse, meselâ bir kimse kızkardeşini yüzbin lira mehirle bir âlimle evlendirir, diğer kızkardeşini ise ikiyüzbin lira mehirle câhil bir kimseyle evlendirirse, (bunların akrabaları olan) kadının mehri, bu kurala göre takdir edilir. Yani bu kadın bir âlimle evlendirilirse mehr-i misli yüzbin, bir câhille evlendîrilir-se, mehr-i misli ikiyüzbin lira olur.

Hanbelîler dediler ki: Mehr-i misil, kadının anası, teyzesi, halası ve bacısı gibi yakınlarına kıyaslama yaparak hâkim tarafından takdir edilir. Bu takdiri yaparken hâkim, kadına mal, güzellik, akıl, edep, yaş, bakirelik veya dulluk bakımından eşit olanları nazar-ı itibara alır. Bunu yaparken de kadına sırasıyla en yakın olanları göz önünde bulundurmaya özen gösterir. Bu niteliklerde anası kendisine eşit olursa, anasına kıyaslanır. Yoksa bacısı­na, yoksa halasına, o da yoksa teyzesine kıyaslanır. Akrabası yoksa, belde­sinde kendi benzeri kadınlara kıyaslanır. Bilindiği gibi mehr-i misil, sahih nikâh akdinde mehir belirtilmemiş olması durumunda takdir edilir. Ya da mehir olmaya elverişli olmayan bir şeyin mehir olarak belirtilmiş olması du­rumunda takdir edilir. Fâsid akde dayanılarak veya şüpheyle yapılan cinsel temas dolayısıyla mehr-i misil takdir edilir. Kendisiyle zorla zina yapılan, mehirsiz olarak kendisini evlendirme işini velîsine havale eden kadın için de mehr-i misil takdir edilir.                                 

 

Tefviz Nikâhı

 

Tefvîz, lügatte bir işi başkasına havale etmektir. "İşimi Allah'a havale ettim" cümlesinde olduğu gibi. Fıkıh ıstılahındaysa, evlenme akdinden mehri çıkarıp uzaklaştırmaktır. Bunun anlamı ve hükmünün ne olduğu konusunda mezheblerin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

 (53) Hanefîler dediler ki: Mehirsiz olarak evlendirilen kadın, evlendi­rilmesi işini velîsine havale ettiği için kendisine "mufavvize", yani işini baş­kasının yetkisine bırakan denir. Bu kadına "mufavvaze" de denir. Çünkü velîsi onu kocasına havale etmiştir. Yani kocanın kendi takdir edeceği bir mehri, nikâhta kadına icâb etmesi için kocaya yetki vermiştir. Kocası bu ka­dınla ya gerdeğe girerek cinsel temasta bulunmuştur veya kocası kendisiyle sahih halvette bulunmuştur veyahut da cinsel temasta bulunmadan, ya da halvete girmeden kocası kendisini boşamış yahut kocası ölmüştür. Eğer cin­sel temasta veya sahih halvette bulunmuşsa, kadın için mehr-i misil sabit olur. Önce de belirtildiği gibi, fâsid nikâh akdinde mehir tesmiye edilmemiş (be­lirtilmemiş) ise, miktarı neye varırsa varsın, mehr-i misil kadın için kesinlik kazanır. Fâsid nikâhta böyle olunca, sahih nikâhta öncelikle kesinlik kaza­nır. Mehirsiz olma şartıyla evlenmesi geçersizdir, hiç bir kıymet ifâde etmez. Cinsel temastan ve halvetten önce boşarsa, kadına mut'a vermesi vâcib olur. Akidden sonra kadına mehir takdir etmiş olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Çünkü akidden sonra takdir edilen, ikiye bölünmez.

Kendisinden ötürü mut'a verilmesi gereken talâk, kendisine mehir tes­miye edilmeyen bir nikâhta gerdekten önce yapılan talâktır. Bu nikâh ak­dinden sonra mehir takdir edilmiş olsa da olmasa da veya şarap ve domuz gibi bir şeyin mehir olarak belirtilmesi nedeniyle mehir tesmiyesi her bakım­dan fâsid olsa da, hüküm aynıdır. Mehir tesmiyesi bir bakıma sahih, bir ba­kıma fâsid olursa, meselâ mehir olarak on dirhem para, on batman da şarap belirtilirse, kadına on dirhemin yarısı verilir ve on batman şarap lağvedilir. Nitekim bu, mehrin şartlan bölümünde de anlatılmıştır.

Aynı şekilde adamın biri yüzbin lira ile birlikte bir de hediye verme kar­şılığında bir kadınla evlenir, fakat daha gerdeğe girmeden kadını boşarsa, bu kadına yüzbin liranın yansını vermesi gerekir; hediye ise lağvedilir. Bu iki durumda da kadına mut'a verilmez. Çünkü gerdekten önce boşamada kadına mehr-i misil vermeye gerek yoktur. Aksine, nikâh akdinde belirtil­miş olan mehir nazar-ı itibara alınır. Belirtilen bu mehir her bakımdan fâ-sidse, lağvedilir ve kadına mut'a verilmesi gerekir. Bir bakıma fâsid, bir bakıma sahihse, kadın sahih olanın yarısını hak eder; fâsid olan ise lağvedilir. Gerdekten sonra boşamrsa, önce de belirtildiği gibi, kadın mehr-i misli hak eder. Gerdekten önceki boşamadan maksat, sebebi kocadan kaynakla­nan ayrılıklardır ki, mehir sahibi, talâk olsun fesih olsun bu ayrılma sebe­binde kocaya ortak olmaz. Örneğin talâk, iylâ, lian, cüb, înet, irtidad, Islâmiyeti kabul etmeme, zevcenin kızını veya anasını şehvetle öpme gibi. Bütün bu ayrılma durumlarında koca, kadına mut'a vermekle yükümlü olur. Ayrılış sebebi kadından kaynaklanırsa, meselâ kadın irtidad eder, îslâmiye-ti kabul etmez, zina için kendini üvey oğluna teslim eder veya bu oğlanı şeh­vetle öper veya küçük kumasını kendi sütüyle emzirir veya (buluğa ermeden evlenmişse nikâhı feshetme hususunda) kendini muhayyer kılar veya kendi küfvü olmayan bir erkekle evlenir de velîsi nikâhı feshederse, bütün bu du­rumlarda kadına ne vâcib, ne de müstahab olarak mut*a vermek gerekmez. Aynı şekilde kadın, mufavvize olmayıp kendisi için nikâh akdinde bir mehir belirtilir de kocası kendisiyi^ cinsel temasta bulunmadan kocasından aynlırsa bu ayrılığın sebebi kocasından kaynaklansa dahi- belirtilen mehrin yarısı düşer. "Mehir sahibinin ayrılış sebebinde kocaya ortak olmaması" kaydını koymakla, şu durum kapsam dışına çıkmış oldu: Adamın mülkiyetinde bir cariyesi bulunur, bu cariyesini başka bir adamla evlendirir, kocası henüz onun­la gerdeğe girmeden efendisi bu cariyeyi satarsa -ki mehrin sahibi efendidir-bu durumda nikâh akdi feshedilmiş olur. Câriye, mehrin yarısını hak etmez, kendisine mut'a verilmesi de gerekmez. Çünkü ayrılma sebebi her ne kadar kadından kaynaklanmamış olsa da, mehrin sahibi olan efendisi, ayrılma se­bebinde kocasına ortak olmuştur. Yani bu cariyeyi başkasına mülk etmiştir. Efendisi onu başkasına satmasaydı, ya da kocası onu satın alsaydı, başkası bu cariyeye mâlik olamayacaktı. Kocası satın alıp da boşasaydı, ona (cari­yeye) mut'a veya mehrin yansının verilmesi gerekirdi. Cinsel temastan önce kocası ölmüş ve nikâh akdinden sonra kadın için mehir takdir etmiş ve ikisi de buna razı olmuşlarsa, kadın kendisi için belirtilmiş olan mehri hak eder. Eğer mehir takdir etmemişse, ölümü nedeniyle kadın mehr-i misli hak eder. Kocanın nikâh akdini yaparken mehri reddetmiş olmasıyla, susup mehir be­lirtmemiş olması arasında bir fark yoktur. Şarap veya domuz gibi fâsid bir mehir belirtmişse, bu lağvedilir ve kadın için mehr-i misil sabit olur. Meselâ nikâh akdinden sonra kadın için mehir belirtmiş, cinsel temastan önce kadı­nı boşamışsa, ona mehrin yarısı değil de mut'a vermesi vâcib olur. Zîra akid­den sonra takdir edilen, ikiye bölünmez. Tıpkı nikâh akdinde belirtilmiş olan mehre, akidden sonra yapılan ilâve gibi. Meselâ nikâh akdinde kadın için mehir olarak yüzbin lira takdir edilmişken, nikâhtan sonra ellibin lira ilâve edilir ve cinsel temastan önce boşanma vukûbulursa, kadın yüzbin liranın yarısını hak eder.

Mut'a iki kısma ayrılır: Vâcib mut'a ve müstehab mut'a. Vâcib mut'a, cinsel temastan önce boşanan mufavvıza kadına verilen mut'adır ki, bu da­ha önce açıklanmıştı. Müstehab olan mut'aya gelince bu, cinsel temastan sonr.a boşanan her kadına verilen mut'adır. Nikâh akdinde bu kadın için mehir belirtilmiş olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Ayrılma koca tara­fından olursa ve kadın için mehir belirtilmişse, bu kadın cinsel temastan ön­ce boşanirsa, sahih kavle göre kendisine mut'a verilmesi müstehab olur. Ancak koca irtİdad eder veya İslâm'a girmeye yanaşmazsa, onun mut'a vermesi müs­tehab olmaz. Çünkü müstehablık bir fazilettir ve bu da sadece müslüman-lardan beklenir.

Mut'a, mehrin yarısına bedel olarak bir giysiden veya bu giysinin kıy­metinden ibarettir; mufavviza kadına verilir. Şu da var ki kocanın, mehr-i mislin yarısından fazlasını verme mecburiyeti yoktur. Bu miktar da insanla­rın durumuna göre değişir. Bu miktarın tesbitinde eşler anlaşırlarsa ne alâ. Aksi takdirde sahih olan görüşe göre, eşlerin durumunu nazar-ı itibara ala­rak bu miktarı kadı tesbit eder. Kadı, eğer durumları müsaitse zevce için elbisenin iyisini takdir eder. ikisinden biri varlıklı, diğeri yoksul ise, orta değerde bir elbise takdir eder. Aksi takdirde düşük değerde bir elbise takdir eder.

Fıkıhçılar mut'ayi, kadının başını örten şey diye açıklamışlardır. Buna tarha veya melhafa, -melhafa, baştan ayağa kadının bürünüp örtündüğü şeydir- mülâc veya şikka adı verilir. Melhafa ve izar aynı anlamdadırlar. Öyleyse izar üzerine ilâve yapan kimse, bunların birbirlerinden ayrı şeyler ol­duklarım düşünmüştür. îzar kelimesinin, melhafe altına giyilen elbise gibi şeyler olduğunu kasdetmiştir. Özetle erkekten istenen; kadını, dışarı çıkar­ken, her cihetin Örfüne uygun olarak itiyad edindiği gibi giydirmesidir. Za­manımızda mut'a; nakışlı bir elbise (gılabiye), altında gömlek ve entari, üste de izar (palto) başta da özel takye, veya insanların durumuna göre değişen mendildir. Koca, boşadığı kadına bu giysilerin kıymetini verirse, kadının bunu kabul etmesi gerekir ki, kendine uygun giysileri satın alsın.

Şâfiîler dediler ki: Tefviz nikâhı, mehri nikâhtan uzaklaştırmak de­mektir. İki kısma ayrılır:

1- Mehrin tefvizi: Örneğin kadının, velisine: "Beni dilediğin veya fala­nın dilediği miktardaki bir mehirle evlendir" demesidir.

2- Bıd'ın tefvizi: Örneğin kadının, velîsine: "Beni mehirsiz olarak evlendir" veya "ne şimdi, ne de cinsel temastan sonra mehirsiz olarak beni evlendir" demesi gibi. Bunu söyleyen kadına mufavviza denir. Zîra bu ka­dın, evlendirilmesi işini velîsine bırakmıştır. Buna mufavvaza da denir. Çünkü velîsi, bunun işini kocasının yetkisine bırakmış, ona havale etmiştir. Reşid olması şartıyla kadının, velîsine tefvizde bulunması sahih olur. Sefihin tef­vizi ise, velayet bahsinde geçen şartlar çerçevesinde evlendirilmesi hususun­da velîsine izin vermesi sayılır. Mehirden söz etmeksizin velîsine, "beni evlendir" demesi mehir için tefviz olmaz. Veya mehirsiz olarak bıd' için tef­viz olmaz. Zîra evlenmenin âdeten mehirle olması gereklidir.

Tefviz nikâhının hükmüne gelince; velî, kadını mehr-i misille ve beldenin bilinen parasının mehir olarak ödenmesi üzerine evlendirirse, kadın için belirtilen mehir hak olur. Aksi takdirde, yani kadını mehr-i misilsiz veya bel­denin bilinen parası dışındaki bir paranın mehir olarak ödenmesi koşuluyla evlendirir veya mehirden söz etmezse; kocanın cinsel teması veya ölümü du­rumunda kadına mehr-i misil vermek vâcib olur. Mehr-i misil takdir etme­den veya cinsel temasta bulunmadan boşarsa, kadına mehir yoktur. Ama mut'a vardır. Mehir takdir edilmeden koca ölürse, kadın için mehr-i misil kesinlik kazanır. Çünkü tefviz nikâhında mehr-i mislin vâcib oluşu hususunda, ölüm de cinsel temas gibidir. Bu, mutlaka böyledir. Koca, ölmeden kadın için mehr-i misil takdir etmiş olsa da olmasa da hüküm aynıdır. Mâlikîler bu görüşe muhaliftirler. Her ikisinin de rızasıyla koca, kadına sahih bir me­hir takdir eder veya ikisinin anlaşamaması halinde kadı takdir eder; sonra da koca cinsel temasta bulunmadan kadım boşarsa, kadın takdir edilmiş olan mehrin yarısını hak eder^

Koca, şarap veya dornuz gibi fâsid bir mehir takdir eder, kadın da buna razı olur ve kocası cinsel temasta bulunmadan kendisini boşarsa, mehrin ya­rısını değil, mut'ayı hak eder. Bu, nikâh akdinde kadın için fâsid bir mehir takdir etmesi ve cinsel temasta bulunmadan onu boşaması meselesinden apayrı bir meseledir. Bu meselede kadın, önce de belirtildiği gibi, mehr-i mislin ya­rısını hak eder. Yabancı bir şahıs, kadın için mehir takdir eder, eşler de bu­na razı olurlarsa sahih olur. Razı olmazlarsa, bu mehir kendi malından olsa bile sahih olmaz. Bu mezhebe göre mufavviza kadının mehr-i misli, nikâh akdi halindeki mehr-i misli esas alınarak takdir edilir. Nikâh akdi esnasında güzel olup sonra cinsel temas esnasında güzelliğinin bir kısmım yitirecek bir arızaya uğrarsa, sahih kavle göre, nikâh akdi esnasındaki durumu esas alı­nır. Mufavviza kadın, kendisi için mehir takdir edilinceye kadar kocasına, kendisiyle cinsel temasta bulunma imkânı vermeyebilir. Kocası mehir takdir etmeye yanaşmazsa, gereğini yapması için kadıya müracaatta bulunur.

Mufavviza kadın, cinsel temastan ve kendisi için mehir takdir edilme­sinden önce boşamrsa, kendisine mut'a vermek vâcib olur. Mut'a, kocanın cinsel temastan önce boşadığı kadına zorunlu olarak vermesi gereken mal­dır. Çünkü bu kadına mehir verilmez. Veya hepsi kendisi için olsa da, ger­dekten sonra vereceği maldır. Ancak bazı durumlar bundan istisna edilmiştir:

1- Gerdeğe girmeden boşanan ve nikâh akdinden sonra kendisi için me­hir takdir edilmiş olan mufavviza kadın, mehrin yarısını hak eder. Yarı mehri hak eden diğer kadınlar da böyledirler. Bunlara mut'a verilmez.

2- Ayrılmaya sadece kadın veya erkekle birlikte kadın, her ikisinin bir­likte irtidad etmesi gibi, müşterek sebebiyet verirlerse, kadına mut'a verilmez.

3- Eşlerden birinin ölümü durumunda kadına mut'a verilmez. Kocanın sebebiyet verdiği ayrılmaya örnek olarak Han ayrılmasını gösterebiliriz: Bu durumda kocanın mut'a vermesi vâcib olur. Kadının sebebiyet verdiği ayrı-

lığa örnek olarak da inet ayrılmasını gösterebiliriz. Bu durumda kadına mut'a vermek vâcib olmaz. Vâcib olan mut'anm miktar bakımından sınırı yoktur. -En azı, malî kıymeti olan bir şeydir. Çoğuna sınır yoktur. Sonra bunun tak­dirinde eşler anlaşırlarsa ne alâ. Aksi takdirde kadı, eşlerin durumunu gözö-nüne alarak kendi içtihadıyla bir meblağ takdir eder.Otuz dirhemden az olmaması ve mehrin yarısına ulaşmaması müstehab olur.

Mâlikîler dediler ki: Tefviz nikâhı, mehir belirtilmesinden, "hîbe ettim" sözünden hâlî bulunan; mehrin belirlenmesi işi başkasının vereceği hükme bırakılmayan, mehrin düşürülmesi hususunda (taraflar arasında) an­laşma yapılmış olmayan nikâhtır. Örneğin adamın biri diğerine "kızımı se­ninle evlendirdim" der, mehirden söz etmez ve mehri düşürme hususunda onunla anlaşma yapmaz, diğeri de "kabul ettim" derse, bu tefvîz nikâhı olur ki, ileride de açıklanacağı gibi caizdir. Onunla evlendirmek kasdıyla, "kızı­mı sana hîbe ettim" der ve mehirden söz etmezse, diğeri de "kabul ettim" derse, akid fâsid olur ve gerdeğe girmeden önce feshedilir. Gerdeğe girdik­ten sonra mehr-i misil ile sabit olur. Nitekim sîga bahsinde de bundan sözet-miştik. Ama, "kızımı tefvîzen sana hîbe ettim" derse, bu bir tefvîz akdi olur. Çünkü burada tefvîz kelimesinin söylenmiş olması bir karinedir.

"Mehrin belirlenmesi işi, başkasının vereceği hükme bırakılmayan" kay­dım koymakla, tahkim nikâhı kapsam dışına çıkarılmış oldu. Tahkim nikâ­hı, mehir tesmiyesinden ve "hîbe ettim" sözünden hâlî bulunan, ama mehrin belirlenmesi işi, başkasının vereceği karara bırakılan nikâhtır. Adamın biri­nin bir başkasına: "Onun mehrini belirlemek için falan kişinin vereceği hü­küm üzerine kızımı seninle evlendirdim" demesi gibi.

"Mehrin düşürülmesi hususunda anlaşma yapılmış olmayan" kaydını koymakla, tarafların mehri düşürmek için anlaşma yaparak akdettikleri ni­kâhlar kapsam dışına çıkarılmış oldu. Böyle bir akid fâsid olur ve gerdekten önce sabit olur. Gerdekten sonraysa, mehr-i misil ile sabit olur. Taraflarca, bile bile gasbedilmiş bir malın mehir olarak belirtilmesi meselesinde olduğu gibi.

Tefvîz nikâhının hükmüne gelince, bu akid, ittifakla sahih ve caizdir. Hatta kadında, hayız veya nifas gibi bir engel olsa, yahut kadınla kocadan biri cinsel teması engelleyen hac ihramı ve Ramazan orucu gibi bir ibadet halinde bulunsa bile akid sahih olur. Yalnız cinsel teması yapacak olan er­keğin baliğ; kendisiyle temas yapılacak olan kadının da cinsel temasa daya­nabilecek bir yaşta olmaları şarttır. Koca baliğ olmaz veya kadın cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olursa, kadın yapılan cinsel temas nede­niyle mehri hak etmez. Çünkü bu temas, hiç vukûbulmamış gibidir. Cinsel temastan ve gerdekten önce boşanır veya bu durumda eşlerden biri ölürse, boşanmadan ya da ölümden önce kocası, kendisi için ya mehri takdir etmiş­tir, ya da takdir etmemiştir. Kendisi için mehir takdir etmemişse, kadın bir şey alamaz. Takdir etmişse, ya mehr-i misil takdir etmiştir veya daha azını takdir etmiştir. Her iki durumda da kadın, takdir edilen bu mehre ya razı olur veya olmaz. Kendisi için mehr-i misil takdir edilmişse ve bunun boşan­madan önce kendisi için takdir edilmiş olduğunu iddia ederse, iddiasının doğ­ruluğu saptandığı takdirde mehr-i mislin yarısını hak eder. Kendisi için belirlenmiş olan bu mehre razı olduğu saptansa da, saptanmasa da bu yarıyı hak eder. Çünkü o razı olmadan da mehr-i misil onun için bağlayıcı olur. Kocasının, ölmeden önce bu mehri kendisi için takdir ettiğini iddia eder ve bu iddiasının gerçek olduğu saptanırsa, razı olup olmadığına bakılmaksızın mehrin tamamım alır. Bu takdir edilen, mehri mislinden az olsa bile hüküm aynı olur. Kendisi için takdir edilen mehre, boşanma veya ölümden önce ra­zı olduğu beyyine ile saptanırsa; boşanma durumunda takdir edilmiş olan mehrin yansını, ölüm halinde de tümünü alır. Boşanmadan veya ölümün­den önce, takdir edilen bu mehre razı olduğu saptanmazsa, hiçbir şey ala­maz. Razı olduğuna dâir beyyinesiz kuru bir iddiada bulunursa, bu iddiası kabul edilmez.

Özet olarak kadın, cinsel temastan önce meydana gelen talâk veya ölümle mehir olarak hiç bir şeyi hak etmez. Ancak daha önce kendisi için mehir takdir edildiğini beyyine ile ispatlarsa o zaman durum değişir. Takdir edildiğini ispat­ladıktan sonra, takdir edilmiş olan mehir eğer mehr-i misil ise; Ölüm nede­niyle tümünü, boşanma nedeniyle de yansını alma hakkına sahip olur. Bu mehre razı olup olmadığına da bakılmaz. Takdir edilmiş olan mehir, eğer mehr-i mislinden daha azsa, takdir edildiğini ispatlamanın yanısıra bu mik­tara talâk veya ölümden önce razı olduğunu beyyineyle ispatlaması da gere­kir. Aksi takdirde bir şey alamaz. Şunu da belirtelim ki, kadın, gerdeğe girmeden önce kendisi için bir mehir takdir edilmesini taleb etme hakkına sahiptir. Mehir takdir edilmeden, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulun­masına imkân vermesi mekruh olur.

Tahkim nikâhının hükmüne gelince, önce verilmiş olan tafsilât bakımın­dan tıpkı tefvîz nikâhı gibidir. Kadın, cinsel temastan sonra boşanacak olursa, mehr-i misil alır. Temastan önce boşanır veya kocası ölürse, tefvîz nikâhın­da aynı durum için verilmiş olan hüküm burada da geçerli olur. Sonra eğer mehri belirleme hakemliği kocaya verilmiş ve koca da kadın için mehr-i mi­sil takdir etmişse, kadının bu mehri kabulü, kocanın da ödemesi zorunlu olur. Ama kadın için mehir takdirinde bulunmaz ve cinsel temasta bulunmadan önce onu boşarsa, kocanın bir şey vermesi gerekmez. Mehri belirleme ha­kemliği zevceye veya yabancı bir şahsa verilmiş olur da bu hakem mehr-i misil kararını verirse denilmiştir ki; razı olsa da, olmasa da bu karar, koca için bağlayıcı olur. Bir kavle göre de koca razı olmayınca bu karar, onun için bağlayıcı olmaz. Razı olmadan boşarsa, kadına bir şey vermesi gerekmez. Kuvvetli görüşe göre hem koca, hem hakem -bu hakem de ister zevce olsun, ister başka biri olsun- beraberce razı olurlarsa bu hakem kararı koca için bağlayıcı olur.

Hanbelıler dediler ki: Tefvîz nikâhı, birkaç şeye denir. Şöyle ki:

1- Mücbir babanın, kendi velayeti altındaki bir kadını mehirsiz olarak evlendirmesidir.

2- Kadının, kendisini mehirsiz olarak evlendirmesi hususunda velîsine izin vermesi. Her iki durumda da bu kadına, bıd'ını tefvîz eden kadın denir. Yani akid işini velîsinin yetkisine bırakmıştır.

3- Kocanın, mehir belirleme hususunu kadına bırakarak onunla evlen­mesi. Yani dilediği kadar mehri kendisine vermek üzere kadınla evlenmesi. Kadının, falan kimsenin takdir edeceği mehir ile evlendirilmesi konusunda yetkiyi başkasına devretmesi de bu hükme tabidir. Bu durumdaki kadına, mehri tefvîz edilen kadın denir. Bu son durum, Mâlikîlerdeki tahkîm nikâ­hına benzemektedir.

Bütün nevileriyle tefvîz nikâhının Hanbelî mezhebindeki hükmüne ge­lince, bu nikâh, Hanbelîlere göre sahihtir. Sırf nikâh akdi dolayısıyla kadın için mehr-i misil, vucûben sabit olur. Ancak bu mehir, cinsel temas ve hal­vetle, cinsel temas ve halvetten önce mehir takdiriyle ve eşlerden birinin ölü­müyle kesinleşir. Ama cinsel temas ve halvetten veya hâkimin mehir takdirinden, yahut da eşlerin hâkim takdirine razı olmalarından önce koca karısını boşarsa, malî durumu elverdiği ölçüde karısına mut'a vermesi gere­kir. Mut'anın en iyisi bir köle veya câriyedir. En aşağısıysa namazda yeterli olabilecek bir giysidir ki, bu da gömlek, baş örtüsü ve namaz kılarken giyi­len elbisedir. Bu, mut'anın en azıdır. Kadınla cinsel temasta bulunur veya halvette buluşur, ya da insanların huzurunda olsa bile onu öper veya şehvet­le avret yerine bakar veya insanların huzurunda -başkalarının yapması helâl olan bir işi yaparak- şehvetle elleyip dokunursa, kadın için mehr-i misil -hâkim takdir etmese bile- kesinlik kazanır. Hâkimin takdir etmesiyle de kesinlik ka­zanır. Üzerine koyup eksiltmeksizİn hâkim, kadının talebi üzerine mehir takdir eder. Mehr-i misil, daha az veya daha çoğunu takdir ederse, onun takdiri de hükmü gibi eşler için bağlayıcı olur. Hâkim tarafından takdir edilen me­hir, nikâh akdinde belirtilen mehir gibidir. Eşler bir mehre razı olurlarsa, bu ister az, isterse çok olsun onlar için bağlayıcı olur. Mehir takdirinden ön­ce, cinsel temastan ve ona bağlı olan hareketlerin vukuundan önce boşarsa, kocanın kadına takdir edilen mehrin yarısını vermesi gerekir. Tıpkı nikâh akdiyapıhrken belirtilen mehir gibi. Kendisi için mehir belirtilmeyen mu-favviza kadına, cinsel temas ve temasa bağlı hususlardan önce boşanması durumunda mut'a vermek gerektiği gibi; kendisi için şarap, domuz ve ben­zen fâsid şeylerin mehir olarak belirtildiği kadına da mut'a vermek gerekir, üonra eğer ayrılık, kadın tarafından olmuşsa, mufavviza olsun olmasın, ka­dına ne mehir, ne de mut'a vermek gerekir. Çünkü buna sebep olan kadın­dır ve ayrılış, kadının ilanından sonra vukûbulmaktadır. Retk (vagina ağızında yer alan ve cinsel temasa engel olan et parçası) gibi bir ayıp nedeniyle, müs-luman bir kocayla evli olması halinde kadının irtidad etmesiyle, kâfir bir ko çayla evli olması halinde kadının müslüman olmasıyla veya kumasını emzirmesi halinde vukûbulan ayrılık nedeniyle de kadına bîr şey vermek ge­rekmez,                         

Ayrılma koca tarafından olursa, kadına nikâhta belirtilen mehrin yan­sını vermek gerekir. Nikâhta mehir belirtilmemişse, ona mut'a vermek gerekir.

Bütün bunlar, ayrılmanın cinsel temas ve halvet gibi mehir kesinleştirici durumların vukuundan önce gerçekleşmesi halinde geçerli olan hüküm­lerdir. Aksi takdirde, ayrılma kadın tarafından olsa bile, bundan sonra mehir sakıt olmaz.

 

Eşlerin Mehirde Hîbe, Bey' Ve Benzer Tasarruflarda Bulunmaları

 

Mehir, mutlak bir nikâh akdiyle zevcenin mülkü olur. Ancak bu durumda mehrin tümünün veya bir kısmının düşme ihtimali de yok değildir. Zevce, mehir üzerinde hîbe, bey' veya rehin gibi bir tasar­rufta bulunursa, tasarrufu geçerli olur. Gerdeğe girmeden mehir üze­rinde tasarrufta bulunursa, meselâ onu kocasına hîbe ederse, sonra da kocası gerdekten önce onu boşarsa hüküm ne olacaktır? Mezheb-lerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

 (54) Hanefîler dediler ki: Gerdekten Önce kocası tarafından boşanan zevce, mehrini ya teslim almıştır veya almamıştır. Eğer teslim almamışsa, sırf boşanma nedeniyle mehrin yarısı, hâkimin hükmüne veya kadının rızâ­sına gerek kalmaksızın kocanın mülkiyetine geri döner. Ayrılma, kadın ta­rafından olmuşsa, kadın başkasına teberru etmiş olsa bile, mehrin tamamı kocanın mülkiyetine döner. Bu durumda salt boşaması ile kocanın, hak et­miş olduğu mehirde yaptığı tasarruf geçerli olur. Kadına mehir olarak bir at takdir eder ama bu atı teslim etmez, sonra da gerdekten önce boşarsa, bu atın yarısını satabilir. Kadın kendisine mehir olarak takdir edilen atı tes­lim alır da kocası, gerdeğe girmeden onu boşar, sonra da kadının rızâsı veya hâkimin hükmü olmadan atın yarısını satarsa, satışı geçerli olmaz. Çünkü kadının atı teslim alması, sahih nikâh akdinden dolayıdır ki, bu akid mülki­yet sebeplerinden biridir. Bu mülkiyet, hâkim tarafından nikâh akdi feshe­dilmeden ortadan kalkmaz. Zevceye gelince, o, tamamını veya bir kısmını teslim aldıktan sonra mehirde tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu koca­nın rızâsı ve hâkimin hükmü olmaksızın geçerli olur. Zevce mehirde tasar­rufta bulunur, kocası da gerdeğe girmeden onu boşarsa ve mehir kıymeti takdir edilen bir şeyse kıymetinin yarısını; misli bulunur şeylerdense mislinin yarı­sını zevcenin kocaya geri vermesi gerekir. Çünkü teslim aldığı için, mehir artık zevcenin sorumluluğu altına girmiştir. Tabiî yarı kıymet veya yarı mi­sil geri verilirken, zevcenin mehri kocadan teslim aldığı günün rayici esas alınır. Meselâ zevce, teslim aldığı mehri başkasına satar ve bu satışı geçerli olur,

sonra da kocası gerdeğe girmeden onu boşarsa, zevcenin artık bu mehrin ya­rısını kocasına geri vermesi imkânsız olur. Şu halde zevce bu mehrin yarı kıymetini kocaya geri vermekle yükümlü olur. Bu kıymet de, mehri koca­sından teslim aldığı günün hesabına ve rayicine göre takdir edilir. Meselâ mehir, kocasından teslim aldığı günde yirmibin lira değerinde olup bilâhare bu değerde eksilme olmuşsa, zevcenin kocasına onbin lira vermesi gerekir. Mehirde bir değer artışı meydana gelse bile, meselâ mehrin kocasından tes­lim aldığı günde değeri yirmibin lira olup bilâhare bu değerde artış olmuşsa, zevcenin yine kocasına onbin lira geri vermesi gerekir. Bu fazlalıkta kocanın hakkı yoktur. Mehir üzerinde, daha teslim almadan, bir bedel karşılığında satış veya hîbe şeklinde bir tasarrufta bulunur, sonra da gerdeğe girmeden kocası onu boşarsa, kadının mehirde yaptığı tasarruf geçerli olur. Ama bu durumda mehrin, sattığı günkü kıymetinin yarısını kocasına geri vermesi ge­rekir. Satış zamanında değeri yirmibin lira olup bilâhare bu değerde bir ek­silme olursa; kadının, kocasına onbin lira vermesi gerekir. Şu da var ki, mehir, misli bulunur mallardansa, buraya kadar anlatılan bütün durumlarda koca­sına, kıymetinin değil de mislinin yarısını geri vermesi gerekir. Zevce, hîbe yaparak mehirde tasarrufta bulunursa, bu tasarruf sahih olur. Kısıtlılık al­tında bulunmadıktan sonra velîsinin veya başkalarının bu tasarrufa itiraz et­meye haklan olmaz. Zevce bu mehri ya kocasına, ya da başkalarına hîbe etmiştir. Kocasından başkasına hîbe etmiş ve o şahıs da mehri fiilen teslim almış, sonra da kadın gerdekten önce boşanmışsa koca, mehrin yarısını kendi karısından geri ister. Burada, mehrin nakit veya ayın olması, sonucu değiş­tirmez. Yalnız, hîbenin kocadan başkasına yapılması durumunda kadın, yap­tığı hibeden geri dönebilir. Hibeyi kocasına yapması durumunda mehrin tamamını veya bir kısmım hîbe etmiş olur. Mehir de ayın veya nakit olur; bu hîbe de kadının mehri teslim almasından önce veya sonra olur. Mehir ko­cadan teslim alındıktan sonra tümüyle kocaya hîbe edilir ve hîbe edilen bu mehir de nakit olursa, kadın açısından bağlayıcı olur. Kesinlikle bu hibeden geri dönemez. Kocanın karısına yaptığı hîbenin koca açısından bağlayıcı oluşu gibi, karının da kocasına yaptığı hîbe, karı açısından bağlayıcı olur. Bu hî-beden geri dönmek imkânsızdır. Karısı mehri kendisine hîbe ettikten sonra koca gerdeğe girmeksizin onu boşarsa, kadının hibesinden geri dönmesi sa­hih olmaz. Hîbe nedeniyle mehir, kocanın hakkı olmuştur. Gerdeğe girme­den boşaması durumunda zaten mehrin yarısı kocaya kalmaktadır. Bu durumda, hîbe edilenden başka mehrin yarısının kadına verilmesi mümkün olur mu? Veya şöyle denebilir mi: Mehir adı altında kadın, mehrin tümünü kocaya hîbe ederse, artık geride mehir kalmaz ki yarısını alma diye bir du­rum sözkonusu olsun. Buna göre hîbe ettiğinden fazla olarak kocanın, zev­cesinden bir şey almaya hakkı olmaz. Meselâ koca, karısına bin dinar mehir verir, kadın bu meblağın tümünü mehir olarak teslim aldıktan sonra kocası­na hîbe ederse, bu bin dinar kocanın mülkü olur. Ve gerdeğe girmeden bo-şar. Bu durumda koca, mehrin yarısı olan beşyüz dinarı hak eder. Beşyüz dinar, kadının kocasına hîbe ettiği mehre dâhil olur mu, olmaz mı? Olmaz; çünkü dirhem, dinar, cüneyh ve lira gibi nakitler, tâyin ile belirlenmezler. Mehir, kadının teslim alıp hîbe etmiş olduğu bin dinara inhisar etmez. Bu nedenle kadın, hîbeden sonra kocasına mehirden başka bir para verebilir. (Gerdekten önce) boşanır ve kocasına herhangi bir hibede bulunmamış olursa, ona başka bir paradan beşyüz birimlik bir miktar verebilir. Nakitler tâyin ile belirlenmediklerine göre, mehir kocanın vermiş olduğu bin dinara inhi­sar etmez. Öyle ki kocasına: "Sana mehrin binini hîbe ettim" dese bile, me­hir, o bin dinara inhisar etmez. Dahası, "sana mehrin binini hîbe ettim" veya "sana bin hîbe ettim" demesi arasında da fark yoktur. Bu sonuncu cümleyi telâffuz ederken de hîbe edilen meblağın mehir olup olmamasına bakılmaz. Gerdekten önce boşarsa, koca, eşi tarafından kendisine hîbe edilen bin lira­ya ek olarak beşyüz lirayıfda hak eder. Ama zevce, mehrin binini teslim al­madan önce kocasına hîbe'eder, o da gerdekten önce karısını boşarsa, eşlerden herbiri, bir şey almak için diğerine müracaat edemez. Zîra hîbe edilen, meh­rin yarısıdır. Buysa, kocanın zimmetinde borç olarak yarıya sarf olunur. Aynı şekilde zevce, mehrin yarısını teslim alır, teslim aldığı yarı ile teslim almadı­ğı yarıdan oluşan mehrin tümünü kocasına hîbe eder, kocası da gerdekten önce onu boşarsa; eşlerden hiç biri, bir şeyler almak için diğerine müracaat edemez. Çünkü teslim alınmamış olan yarı mehir, hîbe edilen mehrin tümü­nü muayyenleştirmiştir. Kocasına mehrin yarıdan azını hîbe etmesi durumun­da, yarıyı tamamlayacak kadar bir kısım, kocaya geri verilir.

Bütün bunlar, mehrin nakit olması durumunda sözkonusu olan hüküm­lerdir. Ama mehir, nakitten başka bir şey olursa; meselâ şu elbise veya şu eşya gibi hazırda bulunan belirli bir ticâret eşyası olursa veya belirsiz fakat zimmette nitelenen bir şey olursa -bu bey*de değil de nikâhta sahih olur. Ni­tekim bey' bahsinde de anlatıldığı gibi ticâret eşyası zimmette sabit olmaz-veya 'şu at'' gibi hazırda bulunan muayyen bir hayvan, ya da "şu nitelikteki bir arap atı" gibi zimmette nitelenen belirsiz bir hayvan olursa, sonra da ka­dın bu mehri kocasına hîbe eder, koca da gerdeğe girmeden onu boşarsa; kadın hîbeyi teslim almış olsa da olmasa da, eşlerden biri diğerine, bir şeyler almak için başvuruda bulunamaz. Kadın mehrin tümünü hîbe etmişse du­rum açıktır. Yarısını veya daha fazlasını hîbe etmişse, koca, talâkla sabit olan hakkını almış olur. Yandan azını hîbe etmişse, kadın kocaya yarıyı tamam­layacak kadar bir kısım daha verir. Çünkü, kadın, hususiyle muayyen olan veya zimmette nitelenen şu mehri kocasına hîbe etmiştir. Zimmette nitele­nen de burada hazır ve muayyen olan mehir hükmündedir. Gerdeğe girme­den boşayacak olursa, geriye mehir diye bir şey kalmaz ki, koca onun yansını alsın.

Mehir ticâret eşyası olur da, kadın bunları kocasına satar, sonra kocası gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadına müracaat ederek mehrin yarı değeri­ni geri alır. Geri alırken, kadından bu mehri satın almak için ödediği bedelin

yarısını değil de, bu eşyaları teslim aldığı günkü değerinin yarısını alır.

Geriye mehrin ölçekle ölçülen veya tartıyla tartılan şeylerden biri olma­sı meselesi kaldı. Bu meselenin hükmü şudur: "Yüz kantar şu arı balı" gibi belirli ve hazır bir şey olursa ticâret eşyası gibi olur. "Yirmi kile floransa buğdayı" gibi belirsiz bir şey olursa, nakit hükmünde olur. Kadın, bu mehri teslim almadan kocasına hîbe ederse, hibeden cayamaz. Teslim aldıktan sonra hîbe ederse, hibeden cayabilir. Çünkü bu gibi şeylerden olan mehir, dirhem ve dinarlar da olduğu gibi taayyün etmez.

Mâlikîler dediler ki: Kadın, salt nikâh akdiyle, mehrin tümünü mü, yoksa yarısını mı hak eder veya hiç bir şey hak etmez mi? Mâlikîlerce sahih olan görüş, kadının bu durumda mehrin yansını hak edeceğidir. "Mehrin tümüne sahip olur" diyenlere göre mehri teslim almasından önce ve sonra, mehirde yapacağı tasarruf tamamen geçerli olur. Çünkü kendi mülkiyetinde bulunan bir şeyde tasarrufta bulunmuştur. "Kadın, salt nikâh akdiyle me-hirden bir şeye sahip olmaz" diyenlere göre kadın, akidten sonra satış ve benzeri bir tasarrufla mehirde tasarrufta bulunur ve gerdekten önce boşa-nırsa, yaptığı tasarruf kendi hakkında, yani mehrin yarısında geçerli olur. Kocanın mülkiyetinde bulunan yarıdaysa bâtıl olur. Çünkü kadının yaptığı tasarruf, her ne kadar mehrin tümünde fuzulî ise de, boşanması onu mehrin yarısına mâlik kılmıştır. Yaptığı tasarruf, bu yarıda geçerlidir.

Mûtemed kavle göre kadın, nikâh akdiyle mehrin yarısına sahip oldu­ğuna dayanarak satış, hîbe veya azâd etme gibi tasarruflarda bulunursa, ta­sarrufu mehrin tümünde geçerli olur. Çünkü kadın her ne kadar mehrin yarısına sahipse de, diğer yarısı onun mülkü olabilme durumundadır. Kadı­nın yaptığı tasarruf, mehrin tamamında sahih olur. Ayrıca "tasarrufta bu­lunma açısından kadın sahih nikâh akdi sayesinde mehrin tümüne sahip olur" diyenlerin görüşü de nazar-ı itibara alınmıştır. Çünkü bazı Mâliki imamları bu düşüncededir. Diğer üç mezheb imamı da bu görüştedir.

Kadın, mehirde hîbe gibi bedelsiz bir tasarrufta bulunursa, koca, eğer mehir misilli şeylerdense yarı mislini, kıymeti takdir edilen şeylerdense yarı kıymetini alır. Kıymeti verilirken, meşhur kavle göre, hîbe edildiği gündeki kıymeti esas alınır. Teslim alındığı günkü kıymetinin esas alınacağını söyle­yenler de vardır. Bir bedel karşılığında kadın kendi mehrİnde tasarrufta bu­lunmuşsa, meselâ hayvan, ürün veya ev olan mehrini bir bedel karşılığında satmişsa, satışı geçerli olur. Kocası gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadının -eğer adam kayırarak ve iltimas yaparak satmış değil ise- mehrin satış bede­linin yarısını kocasına vermesi gerekir. Ama kayırarak ve iltimas yaparak satmışsa, kocası, iltimas ettiği miktarın yarısını da ondan alır. Meselâ mehri on altı bin lira değerinde olduğu halde, iltimas yaparak onbin liraya satarsa koca, beşbin lira değil, sekizbin lirayı hak eder.

Kadının hîbe yoluyla mehirde tasarrufta bulunmasının bazı durumları vardır.

Birinci durum: Hîbe eden kadının reşid olması ve kendisine hîbe edilen kişinin de onun kocası olması durumu. Bunun da birkaç şekli vardır. Şöyle ki:

1- Kadının, nikâh akdinde kendisi için belirtilen mehrin tümünü, nikâhtan sonra henüz teslim almadan ve gerdeğe girmeden kocasına hîbe etmesi. Bu­nun hükmü şudur: Gerdeğe girmeden kadını boşamışsa, eşlerden biri diğe­rinden hak taleb edemezi Mehir kocasının mülkü olmakta devam eder. Koca, karısıyla gerdeğe girmek isterse, ona mehrin en azını vermesi gerekir ki, bu da üç dirhem gümüş veya çeyrek dinardır.

2- Kadının, nikâh akdinin ardısıra mehri teslim aldıktan sonra, henüz gerdeğe girmeden kocasına hîbe etmesi. Bunun hükmü şudur: Koca, gerde­ğe girmeden karısını boşarsa, yine eşlerden biri diğerinden hak taleb edemez. Karısıyla gerdeğe girmek isterse, mehrin en azını vermeye zorlanamaz.'

3- Kadının, nikâh ahdînden önce veya sonra, kendisine mehir olarak versin diye, kocasına keridi malından bir şeyi gerdeğe girmeden Önce hîbe etmesi. Bunun hükmü şudur: Koca, kadının üzerine nikâh akdi yapmış olup onunla gerdeğe girmek isterse, ona mehrin en azını vermesi gerekir. Kadının üzerine nikâh akdi yapmamış veya yapmış olduğu halde gerdekten önce onu boşamışsa, almış olduğu malı kadına geri vermesi gerekir. Çünkü kadın bu malı ona, kendisiyle evlenirken mehir olarak vermesi için hîbe etmiştir. Bo-şadıktan sonra bu malı kadından almasında (veya almışsa geri vermemesin­de) bir anlam yoktur.

4- Gerdeğe girdikten sonra mehri -teslim almış olsa da olmasa da- ko­casına hîbe etmesi. Bu durumda koca, hîbe muamelesinden sonra kadını bo­şarsa, kendisine hîbe edileni alır. Kadın, kocadan herhangi bir şeyi geri alma hakkına sahip olmaz.

5- Kadının, gerdekten önce mehrinin bir kısmını kocasına hîbe etmesi. Bu durumda koca, onunla gerdeğe girmek isterse ve mehrin hîbe edilenden sonra kadının yanında arta kalan kısmı, şer'î mehrin en az miktarından -üç dirhem veya çeyrek dinardan- daha azsa, kocanın buna asgari mehir mikta­rım bulacak şekilde ilâve yapması gerekir. Gerdekten önce boşamak ister ve boşarsa, hîbeden sonra arta kalanın yarısı kadarını kadına vermesi gerekir.

6- Kadının gerdekten sonra mehrinin bir kısmını kocasına hîbe etmesi. Bu durumda boşanırsa, kadın hiç bir şey hak etmez.

7- Henüz teslim almamış olsa bile gerdekten sonra veya önce mehrinin tamamını veya bir kısmını, kendisiyle gerdeğe girmesi ve hayat arkadaşlık­larının devam etmesi amacıyla kocasına hîbe etmesi; kocanınsa gerdekten önce onu boşaması veya akid fâsid olduğu için feshedilmesi veya gerdeğe girdikten sonra onu boşaması. Bu durumda kocanın, yakın zamanda, mese­lâ nikâhtan sonra iki yıl geçmeden boşarsa, kadından almış olduğu malı ona geri vermesi gerekir. Ama iki yıl bir arada yaşadıktan sonra onu boşarsa, kadına bir şey vermesi gerekmez. Fakat bu, kadının, kendisi üzerine kuma getirmemesi şartıyla kocasına mehrini vermesi durumundan farklıdır. Ko­ca, uzun yıllar sonra bile başka bir kadınla evlenirse, ilk karısından almış olduğunu ona geri vermesi gerekir. Ama kendi irâdesine rağmen ağzından bir yemin çıkarsa; meselâ koca, kadının eve girmemesi için yemin eder de, kadın eve girerse veya kocanın kendisi eve girmemeye yemin eder de, unuta­rak eve girerse bu durumda hükmün ne olacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları derler ki: Kocanın, kadından almış olduğunu tekrar ona geri ver­mesi gerekir. Çünkü kendi irâdesine rağmen akdi feshetmesi ve aldığı malı geri vermesiyle, yine kendi irâdesine rağmen bir yeminin vukûbulması ara­sında bir fark yoktur. Kuvvetli olan görüş budur. Diğer bazıları da derler ki: Bu durumda kadına birşey geri verilmez.

İkinci durum: Hîbe eden kadının sefih olması, kendisine hîbe edilenin de onun kocası olması. Bu durumun hükmü şudur: Bu hîbe muteber olmaz. Kadın kocasına, kendisine mehir olarak versin diye bir mal hîbe eder ve bu mal da kendi mehr-i misli kadar olursa ve koca da hîbe olarak aldığı bu malı tekrar kadına mehir olarak verirse, akid sahih olur. Ancak kocanın, kendi­sinden almış olduğunu ona geri vermesi gerekir. Vermeye yanaşmazsa, ona karşı zor kullanılır. Kadın kocasına, kendi mehr-i mislinden daha az mik­tardaki bir malı verirse, kocanın bunu ona geri vermesi; kendi malından, kadına mehr-i misli kadarını vermesi gerekir. Mehr-i mislinden daha azıyla onu nikahlaması sahih olmaz. Çünkü sefih kadını, mehr-i mislinden daha azıyla evlendirmek, babası dışındaki kimseler için sahih olmaz.

Üçüncü durum: Reşid bir kadının kendi mehrini, kocası dışındaki kim­selere hîbe etmesi. Bu durumun birkaç şekli vardır:

1- Kendisine hîbe edilen kişinin bu mehrî kadından veya kocasından teslim alması. Onun, bunun mehir olduğunu bilmemesi ve kadının da bunun kendi mehri olduğunu ona söylememesi. Bu durumda koca, gerdeğe girmeden onu boşarsa, mehrin yarısını geri almak üzere kadına müracaat eder. Ama kadm kocasına geri vereceği yarı mehri, mehrin tümünü kendisine hîbe etmiş ol­duğu kimseden almak üzere ona müracaatta bulunamaz.

2- Kendisine hîbe edilen yabancı kişinin, kendisine hîbe edilen bu ma­lın, kadının mehri olduğunu bilmesi veya bu hibenin kadının mehri olduğu­nu bilâhare anlaması. Bu durumda kadın, kocasına vereceği yarı mehri, kendisine mehrini hîbe ettiği şahıstan geri alma hakkına sahip olur. Ama bo­şanma nedeniyle mülkiyetine geçen yarı mehri, kendisine mehrini hîbe ettiği şahıstan geri isteyemez.

3- Kendisine hîbe edilen kişinin mehri teslim almaması ve kocanın da gerdeğe girmeden karısını boşaması. Bu durumda hîbe geçerli olur ve kadın, hîbenin kendi mülkiyetini ilgilendiren kısmını, yani yarısını geçerli kılmaya zorlanır. Kocanın mülkiyetinde bulunan diğer yarıya gelince, zevcenin bo­şanma gününde malî durumu elverişliyse, koca, hîbenin geri kalan yarısını geçerli kılmaya zorlanır. Böylece de hîbe edilmiş olan mehrin tümü, kendisi­ne hîbe edilen şahsın mülkü olur. Koca, mehrin yarısını zevcenin malî duru­mu elverişli değilse, hîbenin kendi mülkiyetindeki yarısını geçerli kılmaya zorlanamaz. Aksine, kendisine hîbe edilen kişi, hîbenin (mehrin) sadece ya­rısını alır. Geri kalan kısmım tamamlaması için kadına başvuruda bulunamaz.

Özetle hîbe, her halükârda mehrin yarısında geçerli olur. Zevce'nin bo­şanma gününde malî durumunun elverişli olup olmaması arasında fark yok­tur. Kocanın mülkiyetinde bulunan diğer yarıya gelince, bu, boşanma gününde zevcenin malî durumu elverişli değilse geçerli olmaz. Malî durumu elveriş­liyse, yani kocanın, kendisinden hakkını alabileceği kadar malı varsa, bu ya­rının da hibesi geçerli kılınır. Aksi takdirde geçerli kılınmaz. Bilâhare malî durumu iyileştiğinde, kendisine hîbe edilen kişi, hîbenin tamamlanması için kadına müracaatta bulunamaz.

Şu da var ki koca, adalarındaki karı-kocalık münâsebeti devam ettiği sürece, hîbe edilen miktar kadının servetinin üçte birinden fazlaysa, bu hî-beyi geçerli kılmayabilir. Mâlikî rnezhebinin kurallarına göre, kocasının izin verip onaylamaması halinde kadının sadaka verme, hîbe etme, azâd etme şeklinde kendi malının üçte birinden fazlasını kapsayan tasarruflarda bulun­ması geçerli olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Zevcenin, mehrini teslim almazdan önce bu me-hirde tasarrufta bulunması sahih olmaz. Kadının mehri ticâret eşyası veya hayvan veya ölçekle Ölçülen veya tartıyla tartılan bir nesne olur da, kadın bu mehirde satış, hîbe, rehin, icâre ve benzeri tasarruflarda bulunursa, ta­sarrufu geçerli olmaz. Evet, kadının mehri ölçeksiz ve tartısız olarak götürü şeklinde verilmişse kadının vasiyette bulunması, vakfetmesi, paylaştırması gibi tesellümden önce yapılması mubah olan, köleyi müdebber kılma ve onu evlendirme gibi tasarruflarda bulunması sahih olur.

Eğer Şâfiîler: "Sırf sahih nikâh akdi sayesinde mehrin tamamına mâlik olunur .Bu da tasarrufunun tamam olmasını gerektirir .Zîr a kişinin kendi mül­kiyetinde bulunan bir şeyde dilediği gibi tasarrufta bulunması sahih olur" diyorlar diyecek olunursa, buna cevaben deriz ki: Bu mehir tamamıyla ka­dının her ne kadar mülkiyetindeyse de koca veya kadın tarafından vukûbu-lan ayrılma nedeniyle bu mehrin tümünün veya bir kısmının düşme ihtimali vardır. Dolayısıyla bu zayıf bir mülkiyettir. Mehri teslim almadan kadının onda yapacağı tasarruf sahih olmaz. Teslim aldıktan sonraysa mülkiyet kuv­vetlenir ve kadının mehirde tasarrufta bulunması sahih olur. Daman bah­sinde de anlatıldığı gibi kadın onu tazmin eder. Aynı şekilde kocanın da kadının mehrinde, ona henüz teslim etmeden tasarrufta bulunması sahih ol­maz. Kadm hîbe lâfzını kullanarak, tesellümden sonra kendi mehrinde ko­cası lehine bir tasarrufta bulunur, koca da gerdeğe girmeden onu boşarsa, hîbe vesilesiyle mehrin tümünü hakkeder. Boşama nedeniyle geri almayı hak ettiği yarı mehri almak üzere kadına müracaat eder. Mehir, misli bulunur mallardansa, mislinin yarısını hak eder. Değeri takdir edilir mallardansa, de­ğerinin yarısını hak eder. Çünkü bu gibi mallardan olan mehri hîbe ettikten sonra aynısını geri almak imkânsızdır. Tesellümden önce hîbe ederse, bu Şafiî mezhebinin kuvvetli görüşüne göre bâtıl olur. Mehrin yarısından fazlasını hak etmez. Gerdekten önce boşandığı takdirde kadın da mehrin diğer yarısı­nı hak eder. Kocasına mehrin yarısını hîbe ederse, koca bu hîbe vesilesiyle mehrin yarısını, boşama nedeniyle de diğer yansını hak eder. Sonra geriye bir mesele kaldı: Bu da, kadının hîbe edilen yarı mehri kocaya karşı telef etmesidir. Bu hîbeyi kocanın kendisi almış olsa -çünkü Şâfiîler nazarında hî-benin kocaya yapılması ile başkasına yapılması arasında bir fark yoktur- kadın mehri telef ettiği takdirde koca, kendisine hîbe edilmiş olan mehrin yarısın­daki bir bedeli kadından almayı hak eder ki, bu da toplam mehrin dörtte biridir. Buna göre koca, hibeyle mehrin yarısına, boşamayla kalan yarının yarısına -ki bu dörtte birdir- sahip olur. Kalan dörtte biri de -telefiyetten ötürü-tâviz olarak alır. Böylece kadından mehrin tamamını almış olur. Mehrin ya­rısını kocasına hîbe etmesi durumunda, kadına bir şey kalmaz. Mehir borç olup kadın kocasını bu borçtan ibra eder, koca da gerdekten önce onu bo-şarsa, mehir gitmiş olur ve eşlerden biri diğerinden birşey alma hakkına sa­hip olmaz.

HANBELÎLER dediler ki: Satma, hîbe etme, rehin bırakma ve benzeri yollarla zevce, mehirde tasarrufta bulunma hakkına sahip olur. Teslim al­dıktan sonra mehirde yaptığı tasarruflar geçerli olur. Gerdekten önce kocası kendisini boşayacak olursa, koca için mehrin yarı misli veya yarı değeri te-ayyün eder. Reşid oldukları takdirde eşler bu hususta biribirlerini affedebi­lirler. Teslim almazdan önce zevce mehirde bu gibi tasarruflarda bulunur ve mehir de "hazırdaki şu hayvan" veya "bilinen şu elbise" gibi belirli bir nesne olursa, tasarrufu sahih olur. Çünkü bu mehir kocanın yanında emâ­net olarak bulunmaktadır. Mehir, meselâ üç kile floransa buğdayı gibi be­lirsiz bir nesneyse, teslim almadan kadının onda tasarrufta bulunmaya yetkisi yoktur.

Teslim almadan kocasına hîbe ederek veya onu mehirden ibra ederek mehirde tasarrufta bulunursa, sahih olur. Sonra kocası gerdekten önce onu boşarsa, hîbeden fazla olarak -ayın da olsa nakit de olsa- mehrin yarısı ka­darım almak üzere kadına müracaat eder. Çünkü koca, ilk önce hîbe veya ibra nedeniyle mehrin tümünü, sonra da ikinci olarak boşama nedeniyle ya­rısını hak etmiştir. Hak ediş yönleri ayrıdır. Dolayısıyla bu hakları sakıt ol­maz. Kocasına mehrin yansını hîbe eder, sonra da gerdek öncesinde kocası onu boşarsa, kocası kalan yarı mehrin tamamına sahip olur. Çünkü koca, kadına (mehir olarak) vermiş olduğu yarıyı ayniyle bulmuştur ki, bu durumda kadın kocasına sanki hiç hîbe etmemiş gibi olmaktadır. Mufavviza kadın ger­dekten önce kocasını mehirden ibra ederse, koca mehr-i mislin yarısını al­mak üzere kadına müracaatta bulunur.

 

Mehrin Telef Olması Durumunda Onu Kim Tazmin Edecektir?

 

Mehir bir hayvan, bir ticâret eşyası veya bunlara benzer bir şey olup da, kadın tarafından teslim alınmadan kocanın elinde telef olursa veya teslim aldıktan sonra kadının elinde telef olursa, sonra da ko­cası gerdeğe girmeden onu boşarsa, hüküm ne olacaktır? Mezheb-lerin buna ilişkin tafsilâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(55) Hanefıler dediler ki: Bir kimse elbise, at, ürün ve benzeri belirli bir mehir üzerine bir kadınla evlenir; kadın, bu mehri teslim almadan (kocanın yanındayken) telef olur ve bu mehir sayı ile sayılan, ölçekle ölçülen veya tar­tıyla tartılan nesnelerdensg, kocanın bu mehrin mislini kadına vermesi vâcib olur. Aksi takdirde mehrin değerini ona vermesi gerekir. Teslim aldıktan sonra mehir, kadının yanında telef olur, kocası da gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadın mehrin yarısını kocasına geri vermekle yükümlü olur. Mehir eğer ol­duğu gibi durup kadın kendi rızasıyla onu kocasına iade ederse ne alâ. Aksi takdirde, iade etmesi yargı yoluyla sağlanır. Kadın, mehirde tasarrufta bu­lunursa, bilindiği gibi tasarrufu geçerli olur. Kocasına yarısını geri vermesi gerektikten sonra geri vermesi imkansızlaşır; bu durumda mehrin yarı değe­rini kocasına tazmin etmesi gerekir. Değer takdiri yapılırken de, kadının mehri kocasından teslim aldığı günün piyasası esas alınır. Bununla da öğrenmiş olu­yoruz ki; mehir kadının tesellümünden önce kocanın yanındayken telef olursa, onu kocanın tazmin etmesi gerekir. Misli bulunur nesnelerdense, kocanın bu mehrin mislini kadına vermesi gerekir. Aksi takdirde değerini vermesi gere­kir. Ama kadın mehri teslim alırsa, tümüyle ve kısmen düşme ihtimaliyle birlikte kendi mülk edindiği bir şeyi teslim almış olur. Koca tarafından mey­dana gelen bir ayrılma nedeniyle mehrin yansı düşerse, kadın, mehrin yan­sını tazmin etmekle yükümlü olur. Mehir eğer duruyorsa yarısını kocasına iade etmesi gerekir. Aksi takdirde değerinin yarısını iade etmesi gerekir. Ay­rılmanın gerdekten önce kadın tarafından olması gibi bir nedenle mehrin tü­mü düşerse ve eğer duruyorsa, kadının, mehri tamamen kocasına iade etmesi gerekir. Aksi takdirde kocasından teslim aldığı gündeki piyasa üzerinden de­ğerini kocasına vermesi gerekir.

Bir kimse karısına mehir olarak bir at veya dişi deve, ya da elbise verir, sonra da bu mehrin başkasının mülkiyetinde olduğu anlaşılır ve sahibi bunu almaya müstahak olursa; eğer bu mehir, misli bulunur nesnelerdense, kadın mislini almak üzere kocasına müracaat eder. Misli yoksa değerini kocasın­dan alır. Kocası kendisine mehir olarak bir at verir, kadın da bu mehri (atı) başkasına hîbe eder, sonra da bu atın başkasının malı olduğu anlaşılırsa, kadın bu atın değerini almak üzere kocasına müracaat eder.

Malikîler dediler ki: Gerdeğe girip cinsel temasta bulunmadan önce mehir, tazmin etme ve kendisinden bazı şeylerin üremesi -bu üreyen şey bir yavru da olabilir, tarımsal bir ürün de olabilir- bakımından eşler arasın­da müşterektir. Ancak bu meselede tafsilât vardır. Şöyle ki: Mehir bir bah­çe, ev, deve veya köle gibi saklanması mümkün olmayan şeylerdense ve eşlerden birinin elinde telef olmuşsa, ya da eksilmişse, ikisi de müştereken sorumlu olurlar. Koca gerdekten önce boşarsa, kadın, ondan bir şey isteme hakkına sahip olamaz. Ama buğday, ipek elbise ve benzeri saklanabilen nes-nelerdense ve tesellümden sonra kadının yamnda telef olmuşsa, koca da ger­dekten önce boşamışsa ve kadın mehrin telef olduğunu iddia eder ama telef olduğuna dâir beyyine getirmezse, mehri tazmin etmekle yükümlü olur. Ya­nsını kocasına vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu mehir onun yanında bir emânet gibidir. Mehir, kocanın yanındayken telef olursa da aynı hüküm sözkonusu olur. Elindeyken telef olan eş, mehri (korumada) ihmalkârlık et­mediğine dâir yemin eder. Kadının mehri hîbe etmesi durumunda da aynı hüküm sözkonusudur. Meselâ kocası mehir olarak kendisine iki dişi deve verir, o da bunları başka bir şahsa hîbe eder, kocasıysa gerdeğe girmeden onu boşarsa, kadın iki devenin yarısını tazmin etmekle yükümlü olur. Yani mümkün olursa develerin yarı mislini kocasına verir. Aksi takdirde yarı de­ğeri verir. Değer takdiri yapılırken de develerin hîbe edildikleri gündeki de­ğerleri esas alınır. Bu hüküm sahih nikâh akdinde mehri tazmin etmekle ilgiliydi.

Fâsid nikâh akdine gelince, mehrin tazmini, tesellümünden sonra kadı­na düşer. Bunun hiçbir tafsilâtı yoktur. Nikâh akdi mehrin fâsidliğinden başka bir nedenle de fâsid olsa -buna akdi nedeniyle fâsid olan nikâh denir- mehir fâsidliği nedeniyle de fâsid olsa -buna mehri için fâsid olan nikâh denir- mehri, kadının kendisi tazmin eder. Akdi nedeniyle fâsid olan nikâh örneği, hulle-cinin nikâhıdır. Mehri için fâsid olan nikâh örneği, belirsiz bir vâdeye bağ­lanan mehirle veya kocanın mülkü olmayan bir mehirle akdedilen veya ürküp kaçmış deve gibi kadına teslim etmeye muktedir olunamayan bir mehirle ak­dedilen nikâhtır. Bu durumlarda kadın, teslim almış olduğu mehri tazmin eder. îster akdin kendisi nedeniyle, ister mehir nedeniyle fâsid olsun, fâsid nikâh ile kadının mehre sahip olma bağı çözülür. Gerdekten önce nikâh fes­hedilir ve mehir telef olursa, eğer olduğu gibi duruyorsa mehri kocasına ia­de eder. Aksi takdirde misil veya değerini vermesi gerekir.

Şâfiîler dediler ki: Bir kimse karışma hayvan, elbise veya bahçe gibi bir aynı mehir olarak verirse, bu mehir kadın tarafından teslim alınmadan kocanın damâmnda olur. Bu da damân-ı yed değil, damân-ı akd olur. Damân-ı akdin anlamı, bir şeyin kaybolması durumunda, karşılığı olan bir şeyle taz­min edilmesidir. Mehr-i müsemmânın karşılığı mehr-i misildir. Mehr-i mü-semmâ telef olursa, koca mehr-i misil ödemekle yükümlü olur. Mehr-i müsemmânın karşılığı kadının tenasül organıdır denilemez. Yani "mehr-i mü-semmâ telef olursa, koca, kadının tenasül organını tazmin eder" denilemez.

Bİz her ne kadar mehr-i müsemmânın karşılığı, kadının tenasül organıdır di­yorsak da, bıd'ın tazmini ve geri verilmesi imkânsız olduğundan, mehr-i mi­sil vermesi gerekir. Çünkü bıd'ı (tenasül organını) kadına geri verme, nikâh feshi dışında anlamsızdır. Burada nikâh da feshedilmemiştir. Çünkü, sahih olduktan sonra, nikâh akdi bağlayıcı olur. Bu nedenle bunun için bir bedel kılınmıştır ki, bu bedel de mehr-i müsemmânın karşılığı olan mehr-i misildir. Damân-ı Yed'in anlamına gelince, bu mehri eğer misli varsa misliyle, âeğeri takdir edilen şeylerdense değeriyle tazmin etmektir. Mehir, kadın ta­rafından teslim alınmadan, kocanın yanındayken telef olursa, bunun dört şekli olur:

1- Mehrin semavî bir âfetle telef olması.

2- Koca tarafından telef edilmesi.

Telefiyet nedeniyle rjâehir feshe uğradığı için, bu iki durumda kadına mehr-i misil vermek vâcib olur.

3- Reşide olduğu halde, mehrin kadın tarafından telef edilmesi. Bu du­rumda kadın, hakkını almıştır. Kendisine verilecek başka bir şey yoktur.

4- Mehri, yabancı birinin telef etmesi. Bu durumda bu yabancı mehri tazmin etmekle yükümlü olur. Kadının kendisi ise muhayyer olur: Dilerse mehri fesheder ve kocasını mehr-i misil ödemekle yükümlü kılar. Koca da, mehri telef etmiş olan yabancıya başvurur. Kadın dilerse mehri kabul eder ve telef ettiği için mehrin bedelini yabancıdan taleb eder. Kocasından taraf alacaklı olmaz. Velhasıl birinci ve ikinci şekillerde mehir feshe uğrar. Yani mehir semavi bir âfetle telef olur veya koca tarafından telef edilirse feshe uğrar. Üçüncü şekilde kadın mehri kendi telef ederse, hakkını almış olur. Son şekilde, yani yabancı bir kimsenin mehri telef etmesi durumunda, ka­dın muhayyerlik hakkına sahip olur.

Bir kimse karısına mehir olarak iki ayın, meselâ iki deve verir, bunlar­dan biri bir âfetten ötürü telef olur veya kadının tesellümünden önce koca tarafından telef edilirse, sağlam kalanı hakkındaki değil de, telef olanı hak­kındaki mehir feshe uğrar. Bunda, pazarlığın ayrı oluşuna itibar edilir. Son­ra bu durumda kadın muhayyer olur:Dilerse telef olan deveye karşılık mehr-i misil almak üzere, sağlam kalan devedeki mehri onaylar. Şöyle ki: Kadının mehr-i misli iki deveye eşitse bunun yarısını hak eder. Mehri onaylamayıp feshedebilir de.

Bu takdirde kadın, mehr-i misil alma hakkına sahip olur. Şunu da be­lirtelim ki, koca mehrin geçmişteki faydalarını, sözgelimi binek hayvanına binmek gibi mehri fazlalaştiracak sonuçları doğurmayacak olan faydalan tazmin etmez. Koca, mehirden bu gibi faydalar edinmişse, tazminatı öde­mesi gerekmez. Meyve, diğer tarımsal ürünler ve benzeri mehrin fazlalıkla­rına gelince, bunlar kocanın yamnda emânettir. Koca bunlardan yararlanırsa tazminat öder. Taleb ettiği halde bunları kadına teslim etmez, sonra da yanındayken telef olursa tazminat ödemesi gerekir. Aksi takdirde hayır... Bu­nunla ilgili geniş açıklama yakında yapılacaktır.

Bu anlatılanlar, mehrin, kocanın yanında bulunurken telef olmasına iliş­kin hükümlerdi. Kadının tümüyle bu mehre sahip olması, yani kocanın mehrin bir kısmına veya yarısına sahip olmasını sağlayan bir ayrılma vukûbulmadı-ğı için kadının tümüyle mehri hak ettiği, ama teslim almadığı için kocanın dindeyken telef olmasına dâir hükümler, yukarıda anlatılmış oldu. Meselâ cinsel temastan önce talâk nedeniyle bir ayrılma vukûbulursa, mehrin yarısı kocaya döner. Mehir nakit de olsa, ticâret eşyası, hayvan veya başka bir şey de olsa, mehri kadına vermiş olan kocanın kendisi de olsa, baba veya dedesi gibi bir velîsi de olsa hüküm aynıdır. Mehri kadına vermiş olan şahıs, ya­bancı biri ise duruma bakılır. Bu yabancı şahıs, mehri kocaya teberru etmiş­se, mehrin yarısı kocaya döner. Aksi takdirde mehrin yarısı, onu kadına vermiş olan yabancı şahsa döner. Ama"bir şey satın alırken ödenen semen (bedel)'de hüküm bundan farklıdır. Müşteriden başkası bu bedeli müşterinin yerine, müşteriye teberru etmiş olarak' satıcıya vermişse ve sonra da aradaki bu alış­veriş feshedilmişse, bedel teberru edene değil de onu mal sahibine ödemiş olan müşteriye döner.

Mehrin yarısının kocanın mülkiyetine dönmesi için, kocanın "mehrin yarısının bana dönmesini ihtiyar ettim" demesi şart değildir. Aksine hiçbir şey söylemeden de, bu yarı, otomatikman kocanın mülkiyetine döner. Çün­kü Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:

"Eğer onlar için mehir takdir eder de, el sürmeden (kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadan) onları boşarsanız, bu durumda takdir ettiğiniz mehrin yarısı Onlarındır.[20]

Mehir telef olur ve eşler talâkla, ya da başka bir nedenle ayrıhrlarsa iki durum sözkonusu olur:

1- Mehrin, eşlerin ayrılmalarından ve zevcenin tesellümünden önce ya­bancı birinin veya kocanın veya zevcenin fiiliyle, ya da semavî bir âfetle te­lef olması durumu: Zevcenin fiiliyle telef olursa, koca mehrin yan değerini hak eder. Bu yan, mehrin bazısına eklenir. Yani mehrin tümüne değer tak­dir edilir. Sonra da koca bu değerin yarısını alır. Yoksa mehrin yansı kendi başına değerlendirilmez. Meselâ mehri bir deve olup, tam olarak satıldığı tak­dirde yüzelli bin lira edecekse, bu devenin yansı satıldığı takdirde altmış bin lira eder. Çünkü hayvanın tümüne sahip olmak mümkün olmadığı takdirde yansını almaya normal olarak az rağbet edilir. Hal böyle olunca koca, meh-nn yansını (yetmişbeşbin lirayı) hak eder. Yabancı birinin mehri telef etme si durumunda da hüküm aynıdır. Tazminatı bu yabancı şahıs öder. Mehr-i mislinin yarısını almak üzere zevce kocasına, ya da kendisine bedel ödemesi için mehri telef eden yabancıya müracaat eder. Kocasına bu durumda müra­caat edemez. Önce de belirtildiği gibi bu ikisinden birini yapmakta muhay­yer olur. Kocanın fiiliyle veya&emavî bir âfetle telef olursa, önce de belirtildiği gibi mehir oluşu bâtıl olur. Talâktan sonra koca, mehr-i mislin yansından sorumlu olur.

2- Zevcenin tesellümünden ve ayrılmalarından sonra mehir; koca, zev­ce, yabancı şahıs veya semavî bir âfet tarafından telef edilirse hüküm ne ola­caktır? Kocanın fiiliyle telef edilirse, koca bîr şey almayı hak etmez. Çünkü o, kendi mülkünü telef etmiştir. Zahir olan da budur. Kadının fiiliyle, ya da yabancı bir kimsenin fiiliyle telef olursa, koca -eğer misli varsa- mehrin yarı mislini alır. Değeri takdir edilen nesnelerden ise, toplam değeri takdir edildikten sonra yarı değerini alır. Sonra koca, mehri telef eden yabancıya karşı muhayyerdir: Dilerse yan mehri almak için yabancıya müracaat eder ve karısından bir şey almaz; dilerse yarı mehri karısından alır. Karısı da bu­nu almak için yabancıya müracaatta bulunur.

Hanbelîler dediler ki: Mehir şu hazırdaki hayvan veya şu küme buğ­day gibi belirli veya belirsiz bir nesne olur. Belirli bir nesne olup kadın tara­fından teslim alınmadan veya teslim alındıktan sonra telef olursa bir sorumluluğu bulunmaz. Çünkü onun daman ve kefâletindedir. Zîra zevce, sırf nikâh akdiyle mehre sahip olur. Tesellümden önce kocanın yanında emâ­net olarak durur. Ancak zevce bunu kocasından ister, koca da ona vermeye yanaşmazsa, tazmin etmekle yükümlü olur. Çünkü teslim etmemekle, had­de tecâvüz etmiş olur. Tıpkı gasbedcn bir kimse gibi olur.

Mehir üç kile pencuma buğdayı veya şu buğday yığınının bir kısmı gibi belirsiz bir nesneyse, kadın tarafından teslim alınmadan kocanın kefaletin­de olur. Kadın tarafından teslim alındıktan sonra, tıpkı belirli nesne gibi kadının kefaletine girmiş olur.

Şunu da kaydedelim ki, belirli nesnede kadının tesellümden Önce tasar­rufta bulunması halinde, tasarrufu sahih olur. Belirsiz nesnede tesellümden Önce tasarrufta bulunması halinde ise tasarrufu sahih olmaz.

 

Mehrin Ayin Olması Ve Onda Fazlalık Ya Da Eksilmenin Vuku Bulması

 

Mehir hayvan, bahçe, elbise veya tarla gibi bir ayın olur da, bu ayında bitişik bir fazlalık meydana gelirse, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvan tavlanırsa,, veya mehir bir bahçe olup bu bahçe mey. ve verirse, veya mehir bir tarla olup bu tarlanın üzerine bir bina yapı­lırsa veya mehir bir elbise olup bu elbise boyanırsa, ya da mehirde kendisinden ayrı bir fazlalık meydana gelirse, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvanın yünü kırkılırsa veya mehir bir bahçe olup bu bahçenin meyvesi devşirilirse, bütün bunlar mehrin kadın tarafından teslim alınmasından ya önce, ya da sonra olur. Gerdekten önce bo-şarsa bu fazlalığın yarısı kocaya âit olur mu, olmaz mı? Aynı şekilde kadın tarafından teslim alınmadan veya teslim alındıktan sonra me-hirde bir eksiklik meydana gelirse, bu eksiklik kimin üzerine olacak­tır? Mezheblerin bu konudaki tafsîlâtlı görüşleri aşağıya alınmıştır.

 

(56) Şâfiîler dediler ki: Mehir artar, zevce de kocasından ayrılırsa ve bu ayrılığın sebebi zevce olursa, mehirdeki fazlalık, her halükârda kocaya âit olur. Zîra mehrin tümü kocaya aittir. Zevce, mehrin gelir veya ürününden bir şey hak etmez. Çünkü mehir, zevcenin mülkiyetinden çıktığı gibi, bu faz­lalık da tümden onun mülkiyetinden çıkmıştır. Ama ayrılığa sebep olan ka­dın değil de, boşama veya başka bir yolla, koca ise mehirde meydana gelen fazlalık bitişik de olsa, ayrık da olsa, eşler onu yarı yarıya paylaşırlar. Bu, fazlalığın ayrılmadan sonra meydana gelmesi halinde sözkonusu olan hüküm­dür. Ayrılmadan önce meydana gelmesi halinde fazlalık; yavru, süt ve ka­zanç gibi ayrık ise, ayrılığın sebebi kadın da olsa, erkek de olsa fazlalığı kadın hak eder. Ayrılığın sebebi kocaysa, fazlalığın değil, sadece mehrin yarısını hak eder. Aksi takdirde fazlalığı almaksızın sadece mehrin tümünü almak üzere zevceye müracaat eder. Ayrılma, nikâh akdine bitişik bir sebeple olur­sa, meselâ kendisinde nikâh akdini feshetmeyi gerektiren bir ayıp bulunan bir kadını nikahlarsa; bir kavle göre mehrin fazlalığını almak için de kadına müracaat eder. Zîra nikâh akdi hiç yapılmamış gibidir. Ayrılma, kadın se­bebiyle olmuştur. Mehrin tümü kocaya aittir.

Bir kavle göre koca ayrık mehir fazlalığını almak için zevceye müracaat edemez. Ancak bitişik fazlalığı almak için zevceye müracaat edebilir. Meş­hur olan görüş budur. Bazıları bu hususta eşler arasında eşitlik uygulanma­sını öngören görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü her iki durumda da nikâh akdi âdeta hiç yapılmamış gibidir.

Hayvanın tavlanması gibi mehre bitişik fazlalıklara gelince, ayrılma eğer koca sebebiyle olmuş ve kadın da mehrin fazlalığını eline geçirmişse, koca sadece mehrin yarısını hak eder. Mehrin fazlalığından bir şey alma hakkına sahip olmaz. Ama zevce müsamaha ederse, koca bu fazlalıktan pay alır. (Bu fazlalık ortada mevcut değilse) bunun kıymetini talep edemez. Örneğin bir kimse zevcesine mehir olarak bir hurmalık verir, sonra bu hurmalıkta çağla meydana gelirse, bu, hurmalığa bitişik bir fazlalıktır. Zevce, kocanın çağ­layla birlikte hurmalığın yarısını almasına razı olursa, koca bunu kabul et­meye zorlanır. Kocanın, çağlanın kıymetini istemeye hakkı yoktur. Aksi takdirde çağlasız olarak hurmalığın yarısının kıymetini alır. Kocası kendi­sinden ayrılır, ayrılırken ağaçlar üzerinde olgunlaşmamış hurmalar bulunursa, kocası yansını alsın diye, kadın, hurmaları kesip devşirmeye zorlanmaz. Çünkü meyveler, hurmalık zevcenin mülkiyetindeyken meydana gelmiştir. Hat­ta hurma devşirme zamanına kadar zevce, bu çağlaları ağaç üzerinde bekletme imkânına sahiptir. Koca, meyveyi keserse, keserken hurma ağacının lif ve dallarını kırma gibi ağaçta bir zarar meydana getirmediği takdirde değerin yansına sahip olur. Çağlaların bekletilmesi uzun sürüp ağaçlara zarar verir­se yine aynı hüküm sözkonusu olur.

Koca, devşirme zamanı gelinceye dek meyvelerin ağaç üzerinde bekle­tilmesine razı olur, bununla birlikte sadece hakkını alırsa -ki bu, hurmalığın yansıdır- kadın sorumluluktan kurtulsun diye, kocanın bu yarıyı almış ol­ması şartıyla, kadın bunu kabullenmeye zorlanır. Ama devşirilmesi zamanı­na dek meyvelerin ağaç üzerinde bekletilmesine razı olmazsa, buna yetkisi vardır.Tabiî bu durumda onları kesmeye de hakkı yoktur.Nitekim daha ön­ce de bundan sözedilmişti. Aksine bunların kıymetini alma hakkına sahip olur.

Kısacası, kocanın anılan durumda zevcesine, meyveleri ağdç üzerinde bekletme imkânını tanıması ve meyveleri kesmeye zorlaması uygun olur. Ama koca da, hurmaları kesim zamanına dek bekletmek için razı olmaya zorla­namaz. Koca için kıymet alma hakkı vardır/Kesim nedeniyle hurmalıkta mey­dana gelen değer eksilmesi veya hurmaları ağaç üzerinde bekletme nedeniyle de koca, kıymet alma hakkına sahip olur. Ayıp meydana gelmesi nedeniyle mehirin eksikliğe uğramasının üç hali vardır:

1- Eşlerin ayrılmasından ve zevcenin tesellümünden sonra, zevcenin fii­li veya yabancı bir şahsın fiili nedeniyle mehrin değer eksikliğine uğraması. Bu durumda koca, az da olsa çok da olsa, bu değer eksikliği farkını zevce­den alma hakkına sahip olur. Ama başka bir sebeple meydana gelen değer eksikliğinin farkını taleb edemez.

2- Ayrılmadan önce ve zevce tarafından teslim alındıktan sonra mehir­de eksiklik meydana gelmesi. Bu durumda koca ayıplı olarak, ayrıca bir be­del almaksızın mehri alabileceği gibi, sağlam olarak edeceği fiyatın yarı bedelini de alabilir.

3- Talâktan ve kadın tarafından teslim alınmazdan önce mehirde eksil­menin vukûbulması. Bu durumda kadın buna razı olursa, koca, eksilmenin bedelini almaksızın, mehrin yansını alır. Çünkü mehirdeki bu eksiklik, ko­canın yarımdayken meydana gelmiştir. Kadın buna razı olmazsa, mehr-i mislin yarısını alır ve koca tamamını alır. Mehirdeki ayıp, yabancı birinin vasıta­sıyla veya zevce vasıtasıyla meydana gelmişse, koca, meydana gelen değer eksikliği farkını almakla birlikte mehrin aslının yarısını alır.

Geriye bir şekil daha kaldı ki, bu da mehrin bir taraftan artması, bir başka taraftan eksilmesidir. Bir kimse zevcesine, meyve vermemiş bir hur­malığı mehir olarak verir ve sonra bu hurmalık meyve verir ama öte taraf­tan bir âfet gelip bu meyveleri azaltırsa, ya da bir kimse zevcesine mehir olarak bir manda verir ve bu manda bir malak doğurur, ama öte taraftan manda hastalanır ve bu hastalık mandanın sütünü eksiltirse, bu durumda hüküm olarak ayın, eşler arasında paylaştırılır. Bunu kabullenmezlerse, ayına değer takdir edilir. Takdir edilirken aynda meydana gelmiş olan artış ve eksilme­ler nazar-ı itibara alınmaz. Bu anlatılanlar, ayrılmayla birlikte mehirde ek­silmenin vukübulmasına dâir hükümlerdi.

Mehir henüz kocanın yanmdayken bîr eksilme meydana gelir ve koca da karısıyla gerdeğe girmek isterse bunun dört şekli vardır:

1- Mehirdeki ayıp, sefih olmayan reşîd zevcenin eliyle meydana getiril­miş olmalıdır. Bu durumda zevce, kocadan bir şey alma hakkına sahip olmaz.

2- Mehirdeki ayıp, semavî bir âfet nedeniyle meydana gelir, meselâ me­hir bir hayvan olup bu hayvana körlük İsabet ederse, bu durumda kadın mu­hayyer olur: Dilerse mehri fesheder ve mehr-i misil alır. Dilerse mehri onaylar ve ayıplı da olsa alır.

3-  Mehirde yabancı bir şahıs tarafından ayıp meydana getirilmesi.

4- Mehirde koca tarafından bir ayıp meydana getirilmesi. Bu iki durumda zevce mehri feshedip mehr-i misil almakla, ayıplanan mehri, değer eksikliği farkım taleb etmekle birlikte, almak arasında muhayyer olur.

Kısaca, mehirde ayıp meydana gelmesi durumunda zevce, ilk üç durumda muhayyer olur. Yani mehir koca veya yabancı bir şahıs veya semavî bir âfet nedeniyle telef olursa, mehri feshedip mehr-i misil almakla, meydana gelen değer eksikliği farkını taleb ederek ayıplı mehri almak arasında muhayyer olur. Dördüncü durumda zevceye muhayyerlik yoktur. Bu son durum, reşid olan zevcenin mehirde ayıp meydana getirmesidir.

Hanefıler dediler ki: Mehirdeki fazlalık, zevcenin onu teslim alma­sından sonra ortaya çıkmışsa, meselâ mehir olarak zevceye verilmiş olan inek doğurmuşsa veya bahçe meyve vermişse, bu fazlalıklar mutlaka zevcenin olur. Mehirdeki fazlalık, zevcenin onu teslim almasından önce ortaya çıkmışsa, fazlalık ya mehrin kendisinden kaynaklanmıştır, ya da mehre arız olup dı­şardan gelerek mehrin kendisinden kaynaklanmamıştır. Her halükârda bu fazlalık, mehre ya bitişik olur, ya da ayrık olur. Mehirden kaynaklanmayan ve mehre bitişik olan fazlalığa elbisenin boyanmasını ve evin bina edilmesini örnek olarak gösterebiliriz. Mehirden kaynaklanmayan ve mehirden ayrık olan fazlalığa ise hizmetçinin kazancını ve gelirini örnek olarak gösterebili­riz. Mehrin kendisinden kaynaklanan ve ona bitişik olan fazlalığa, hayva­nın tavlanmasını ve güzelleşmesini örnek olarak gösterebiliriz. Ağaçta duran meyve de buna örnek olarak gösterilebilir. Mehirden kaynaklanan ve ondan ayrık olan fazlalığa hayvanın yavrusunu ve ağacın koparılmış meyvesini ör­nek olarak gösterebiliriz. Bu fazlalık mehrin tesellümünden önce olmuş ve mehrin kendisinden kaynaklanmamışsa, bitişik de olsa, ayrık da olsa zevce­ye âit olur. Ancak fazlalık, mehre bitişik olursa; meselâ elbise boyanır ve ev bina edilirse zevce bunu teslim almış sayılır; bu fazlalık ikiye bölünmez.

Ancak zevcenin, tesellüme hüküm verildiği günün rayicine göre bunun yan­sını kocasına vermesi gerekir. Ama hizmetçinin kazancı ve tarım ürünü gibi ayrık bir fazlalık olursa, bu ikiye bölünmez. Dolayısıyla zevce, asıl mehrin yarı değerini kocasına vermekle yükümlü olur. Fazlalık mehirden kaynakla­nır ve gerdeğe girmeden, zevce boşanırsa; mehrin yarısını koca, yarısını da zevce alır.

Mehirde meydana gelen fazlalık, zevcenin mehri tesellümünden sonra mutlak surette ikiye bölünmez. Tesellümden önce mehrin kendisinden kay­naklanarak meydana gelen fazlalık ikiye bölünür. Çünkü bir şeyden kaynak­lanan ve doğan şey, bitişik de olsa, ayrı da olsa, ona tâbi olur.    :

Zevce tarafından teslim alınmadan mehirde meydana gelen eksikliğe ge­lince, bu birkaç şekilde olur:

1- Mehirdeki eksikliğin semavî bir âfet nedeniyle meydana gelmesi. Bu­nun da iki şekli vardır:/

a- Mehirde az bir eksikliğin meydana gelmesi. Meselâ mehir olarak ve­rilen atın topallaşması veya bedeninin bazı kısımlarında bir durgunluk ve kı­rıklık meydana gelmesi. Bu durumda zevce, mehirde meydana gelen eksiklik için bedel talebinde bulunamaz.

b- Mehirde fazla bir eksikliğin meydana gelmesi: Meselâ mehir olarak verilen atın gözlerinden birini yitirmesi, bahçenin faydalı meyveler veren bazı ağaçlarının kuruması, ya da mehirde değer eksikliği meydana getiren ağır bir arızanın vukûbulması gibi. Bu durumda gerdekten önce boşanan zevce muhayyer olur: Dilerse ayıplı mehrin yarısını, dilerse mehrin nikâh akdi gü­nündeki kıymetinin yansını alır. Zîra zevcenin tesellümünden önce mehir, kocanın kefâletindedir. Zevce, mehirde meydana gelen değer eksikliği nede­niyle bir bedel talebinde bulunma hakkına sahip olmaz.

2- Mehirdeki noksanlığın, kocanın fiiliyle meydana gelmesi. Bunun da iki şekli vardır:

a- Meydana gelen noksanlığın az miktarda olması. Bu durumda zevce, mehri almakla birlikte noksanlığa karşı bedel talebinde bulunma hakkına sahip olur. Mehri reddedip kocasının mehrin yarısını tazmin etmesini isteyemez.

b- Mehirde meydana gelen eksikliğin fazla miktarda olması. Bu durumda zevce muhayyer olur: Dilerse mehrin nikâh akdi günündeki değerinin yansı­nı alır. Dilerse mehrin yarısını alır ve meydana gelen eksiklik kıymetinin ya­rısını kocasına ödettirir.

3- Mehirde meydana gelen eksikliğin, zevcenin fiiliyle olması. Bu du­rumda zevce, eksiklik az da olsa, çok da olsa sadece mehri alabilir.

4- Meydana gelen eksikliğin, mehrin kendisi sebebiyle olması. Meselâ zevceye mehir olarak verilen atın sıçrayarak bedeninde bir kırıklığın meyda­na gelmesi, veya mehir olarak verilen kölenin kendisini yaralaması vb.

şeklin hükmü, mehirde semavî bir âfet nedeniyle bir eksikliğin meydana gel­mesinde uygulanan hükmün aynısıdır.

5- Mehirde, yabancı bir şahsın fiiliyle eksikliğin meydana gelmesi. Bu­nun da iki şekli vardır:

a- Mehirde meydana gelen eksiklik az miktardaysa, zevce, sadece meh-rî alma hakkına sahip olur. Meydana getirmiş olduğu değer eksikliğinin ya­rısını yabancı şahıstan taleb eder.

b- Mehirde meydana gelen eksiklik fazla miktardaysa zevce muhayyer olur: Dilerse yabancı şahsı, meydana getirmiş olduğu değer eksikliği farkı­nın yarısını ödemekle yükümlü kılmanın yanısıra mehrin yarısını alır. Diler­se kocasına bırakır. Koca da mehrin, nikâh akdi günündeki değerinin yarısını karısına ödemekle yükümlü olur ve meydana getirdiği değer eksikliği farkı­nın tamamını ödettirmek için yabancı şahsa başvurur. Bu, mehrin koca ya-nındayken değer eksikliğine uğramasının hükmüdür.

Zevcenin teslim almasından sonra mehirde bir noksanlığın meydana gel­mesi ve kocanın da zevceyi gerdekten önce boşaması durumuna gelince; bu noksanlık zevcenin fiiliyle meydana gelmiş olup az miktardaysa, koca an­cak bu az aybıyla birlikte mehrin yarısını alabilir. Ama meydana gelen nok­sanlık fazla miktardaysa, koca muhayyer olur: Dilerse değer eksikliği farkını taleb etmeksizin, ayıplı haliyle mehrin yarısını alır; dilerse mehri almaz ve zevcenin teslim aldığı günkü değerine göre yarı değerini alır. Örneğin zevce­nin yanmdayken semavî bir âfet nedeniyle mehirde bir noksanlık meydana gelir veya bu noksanlık, mehrin kendi fiiliyle meydana gelirse; meydana ge­liş boşanmadan önce de olsa, sonra da olsa, yukarıdaki muhayyerlik hüküm­leri işlerlik kazanır. Mehirdeki ayıp, yabancı bir kimsenin fiiliyle boşanmadan önce meydana gelirse, zevcenin, teslim aldığı günkü değeri üzerinden meh­rin yarı değerini kocasına vermesi gerekir. Çünkü yabancı şahıs, mehirde mey­dana getirmiş olduğu noksanlığın bedelini ödemekle yükümlüdür. Bu bedelse mehirden ayrı bir fazlalıktır ki, bölünemez. Evet zevce, boşanmadan önce yabancıyı ibra ederse, bu durumda noksanlık ikiye bölünür. Zevce, yarısını kocasına vermekle yükümlü olur. Yabancı şahıs, eşlerin boşanmalarından sonra mehirde bir noksanlık meydana getirirse, koca için mehrin aslının ya­rısı hak olur. Sonra o, noksanlığın yarı kıymetini dilerse yabancı şahıstan, dilerse zevcesinden alır. Bazıları demişlerdir ki: Az önceki hüküm açısından yabancının mehirdeki ayıp ve noksanlığı talâktan önce meydana getirmesiy­le talâktan sonra meydana getirmesi arasında bir fark yoktur. Noksanlığın koca tarafından meydana getirilmesiyle, yabancı bir kimse tarafından mey­dana getirilmesi, eşit olarak aynı hükümlere tabidirler. Şunu da belirtelim ki; koca nikâhta belirtilen mehre eklemede bulunacak olursa sahih olur ve bu fazlalık iki şartla mehre eklenmiş olur:

1- Zevce bu arttırmayı, arttırma sözünün söylendiği mecliste kabul etmiş olmalıdır. Zevce, küçük yaşta ise bu arttırmayı velîsinin, o mecliste ka­bul etmiş olması gerekir.

2- Eklenen miktar bilinmelidir. Koca, eklediği miktarı belirtmeksizin: "Senin mehrini arıtırdım" derse, bu ekleme sahih olmaz. Çünkü yapılan ar­tırmanın miktarı bilinmemektedir. Bazıları üçüncü bir şart daha ileri sürer­ler ki, bu, evliliğin devam etmekte oluşudur. Meselâ koca, bâin talâkla boşadığı veya ölüm ile kendisinden ayrılan zevcesinin mehrini arttırırsa sa­hih olmaz. Aslında bunda ihtilâf vardır: Bazıları demişlerdir ki: Ebû Hanî-fe, zevcenin ölümünden sonra mirasçıları kabul ettikleri takdirde mehirde arttırma yapmanın sahih olacağım söylemiştir. Bâin talâkla boşandıktan sonra zevcenin mehrini arttırmak da bu hükme kıyaslanır. Çünkü bu, öncelikle sahih olur. Ama en sağlamı, arttırırmn sıhhati için evliliğin devamının şart olması­dır. Çünkü evlilik kesintiye uğradıktan sonra mehri arttırmanın bir anlamı yoktur. Bunun sahih olduğunu söyleyenler, evliliğin kesintiye uğramasından sonra bu artırımın, mut'a gibi koca tarafından yapılan erdemli bir davranış olduğu görüşündedirler ki, bunun bâtıl kılınmasını gerektiren bir sebep yoktur. Bununla birlikte bu gibi varsayımlara pratikte hemen hemen hiç rastlanma­maktadır. Böyle olunca da bu mesele üzerinde tartışmanın bir yararı olmaz.

Artırımın kabulünde şahit bulundurmak ve mehrin zevcenin mülkiye­tinde durması şart değildir. Zevcenin kendisine hîbe etmesinden veya kendi­sini ibra etmesinden sonra koca, mehri arttıracak olursa, sahih olur. Yapılan artırımın mehrin cinsinden olması şart değildir. Zevceye mehir olarak para verir, sonra da ek olarak bir hayvan verirse, sahih olur. Bunun tersi de sa­hihtir. Artırımın özellikle koca tarafından yapılması şart değildir. Kocanın velîsi de arttıracak olursa sahih olur.

Bu arttırmanın''mehirde zİyâdelik" lafzıyla olması şart değildir. Hatta koca, zevcesine: "Şu kadarla sana müracaat ettim" deyip zevce de "kabul ettim" derse, mehirdeki arttırma yine sahih olur. Gerdekten önce boşarsa, koca sadece aslî mehrin yarısını alabilir. Fazlalığa gelince, Önce de belirtildi­ği gibi, bu ikiye bölünmez. Bu hüküm, mehrin ayın olmasına özgü değildir. Kocanın, zevcesinin mehrini arttırması sahih olduğu gibi, zevcenin de koca­sına mehrin -nakit olması şartıyla- bir kısmından veya tümünden affetmesi sahih olur. Mehir, ticâret eşyası veya hayvan gibi bir ayın olursa, onun bir kısmını düşürmek sahih olmaz. Şu da var ki, mehir düşürüldükten sonra ko­canın yanmdayken telef olursa, koca onu tazmin etmez. Karısına "şu atı" mehir olarak verir, sonra da karısı onu bu mehirden ibra ederse, var olduğu sürece karısı bu mehri ondan alma hakkına sahip olur. Telef olursa, telef olduğu için koca, bu mehri tazmin etmez. Bu hüküm mehrin ayın olmasına Özgü değildir.

Mâlikîler dediler ki: Eşler arasında talâk ile bir ayrılma vukûbu-lursa, mehirde sonradan meydana gelen fazlalık veya eksiklik, eşler arasın­da yarı yarıya paylaşılır. Çünkü sahih görüşe göre zevce, nikâh akdi nedeniyle irin yansına mâlik olur. Boşanma gerdekten önce olursa, eşlerden her I mehrin yarısına mâlik olur. Şu da var ki, hayvanın yavrusu mehrin ken-nden sayılır ve ona tâbi olur. Bunda ihtilâf yoktur. Bu durumda zevce-mehrin yarısına mâlik olmasıyla, hiç bir şeye mâlik olmaması, ya da rin tümüne mâlik olması arasında bir fark yoktur. Ancak bunda ihtilâf lir. Mehir olarak verilen hayvanın yavrusu da her halükârda eşler ara-a taksim edilir. Meyve gibi tarımsal bir ürüne, ücrete ve yüne gelince, ; âvle göre zevce bunun mâliki olur ve bu, onun için hak olur. Gerdekten e boşamış olmakla koca, sadece mehrin aslının yarısını alma hakkına olur. "zevce, sırf nikâh akdi ile mehrin yarısına sahip olur" diyenlerin \üşüne göre, zevce mehirde fazlalaşan ürünün ya yarısını alır veya "Zev-rf nikâh akdi ile mehrin tümüne sahip olur" diyenlerin kavline göre ürü-tümünü alır. Bununla hiç kimsenin hükmetmediğini söyleyenler de ustur. Ama kuralın açık anlamı bunu gerektirmektedir. Bu nedenle bazı H  let sahibi kimseler bu hususta bir takım detaylar ileri sürmüşlerdir. Gerdekten önce talâkla değil de, nikâhın feshiyle eşler arasında bir ay-a vukûbulursa, mehirdeki fazlalık ve noksanlık tek kelimeyle kocaya âit '. Ayrılma gerdekten sonra veya ölümle vukûbulursa, fazlalık ve nok-ık tek kelimeyle zevceye âit olur.

Şunu da belirtelim ki, nikâh akdi yapıldıktan sonra koca mehri arttıra-\/olursa, bu fazlalık, onun bir parçasıymışçasına mehre katılır. Bir kimse 'ün lira mehirle bir kadınla evlenir, evlenme akdinden sonra, meselâ bu re yirmibin lira eklerse, bu eki kadına ödemesi gerekir ve bu da mehir t . Bu ekin cins, vadeli veya peşin olma bakımından mehire misil olması \ değildir. Bir bahçeyi mehir olarak veren bir kimse, bilâhare buna yüz-: ira ekleyecek olursa, bu eki zevcesine ödemesi zorunlu olur. Aynı şekil-'; İadeli yüzbin lirayı mehir olarak veren bir kimse, bilâhare peşinen teslim (yeği yirmibin lirayı eklerse, bu ek zevce tarafından teslim alınsa da alında mehir sayılır. Gerdekten önce karısını boşarsa, kadına yüzbin ile 1 ibin liranın toplamının yarısını (altmışbin lirayı) vermesi gerekir. Ni­te i akdinden sonra yapılan ek, gerdekten önce boşama vukûbulduğu yarıya bölünür. Yalnız kocanın, zevcenin bu fazlalığı teslim almasından iflâs etmemiş olması şarttır. İflâs ederse, bu fazlalık düşer. Aynı, ecenin tesellümünden önce koca vefat ederse de fazlalık düşer ve ikiye ilünmez. İflâs ve ölüm hallerinde fazlalık, zevce tarafından teslim alın-{ uşsa, düşer. Tesellümden sonra hiç bir halde düşmez. Bütün bunlar, nikâh akdinden sonra yapılmasına dâir hükümlerdi. Akidden önce esnasında yapılan eklemelere gelince, bu ekler, bu bakımdan mehir Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Muayyen mehre yapılan ek; kazanç, yavru Hlından koparılmış meyve gibi mehirden ayrı bir fazlalıksa, bu, teslim S olsa da, olmasa da zevcenin hakkı olur. Çünkü bu, onun tek başına tasarrufta bulunabileceği mülküdür ve onun kefâletindedir. Öyle ki telef olur­sa, zevcenin hesabına zayi olmuş olur. Bu fazlalık sayı ile sayılan, Ölçekle ölçülen veya tartıyla tartılan bir nesneyse, tıpkı satın alınan eşya gibi teslim almadan zevcenin onda tasarrufta bulunması sahih olmaz. Hayvanın tav­lanması veya elbisenin boyanması gibi bitişik olan fazlalıklar da bu hükme tâbi olup kocanın bunda hakkı yoktur. Çünkü zevcenin mülkiyetine girmiş­tir. Kocası gerdekten önce onu boşarsa, o da kendisine mehir olarak verilen hayvanı, ânz olan fazlalıkla birlikte kocasına vermeye razı olursa, ya da bo­yasıyla veya nakışıyla birlikte vermeye razı olursa, kocanın kabul etmesi gerekir.

Muayyen olmayan mehre gelince; bu, zevce tarafından teslim alınma­dan kocanın kefaleti altındadır. Önce de belirtildiği gibi fazlalığı da, nok­sanlığı da kocaya aittir. Özetle koca -bitişik de olsa, ayrık da olsa- muayyen mehirdeki fazlalığa mâlik olmaz. Gerdekten önce zevcesini boşarsa, sadece mehrin yarısını alır. Ama zevce ona, bitişik fazlalığıyla birlikte mehrin yarı­sını teberru ederse, onu alması gerekir. Kıymetini istemeye hakkı olmaz.

Muayyen mehir noksanlaşır, koca da gerdekten önce zevcesini boşarsa, zevce muhayyer olur: Dilerse, meydana gelen noksanlık nedeniyle bir bedel istemeksizin mehrin yansını, dilerse kıymetinin yarısını alır.

Şunu da belirtelim ki, koca nikâh akdinden sonra karısının mehrİnİ art-tırırsa, bu fazlalık evlilik bağının devam etmesi şartıyla aslî mehre katılır. Gerdekten önce boşandığı takdirde zevce, İlk mehrin ve fazlalığın yarısını alır. Bu fazlalık, Hanefîlerin görüşüne aykırı olarak ikiye bölünür. Mâlikî-lerin görüşüne aykırı olarak da bu fazlalık, kocanın iflâs etmesi nedeniyle sakıt olmaz.

 

Mehrin Peşln Veya Vadeli Olması

 

Mehrin peşin verilmesi ve tümünün, ya da bir kısmının vadeli ol­ması, mezheblerdeki tafsilât çerçevesinde caiz olur.

 

(57) Hanefîler dediler ki: Mehrin peşin verilmesi, tümünün veya bir kıs­mının vadeli olması caizdir. Yalnız, vâdenin aşırı derecede bilinmez olma­ması şarttır. Örneğin kocanın, zevcesine: "Elim genişleyinceye kadar veya yağmur yağıncaya veya gökten yağmur gelinceye veya misafir gelinceye dek vadeli yüzbin lira mehir üzerine seninle evlendim" demesi gibi. Bütün bu durumlardaki vâde belirsiz olduğundan dolayı sabit olmaz. Verileceğinden söz edilen bu mehrin peşin olarak ödenmesi gerekir.

Vâde bilinir olursa, meselâ bir kimse bir kısmı peşin, bir kısmı da bir veya iki yıl vadeli, toplam yüzbin lira mehir üzerine, ya da tümü iki yıl, da­ha fazla veya daha az vadeli yüzbin lira mehir üzerine bir kadınla evlenirse, sahih olur. Mehrin tümünün veya bir bölümünün vadeli olması, nikâh akdinde veya nikâh akdinden sonra şart koşulursa, hiç fark etmez. Bu şarta uyulur. Bunda hiçbir ihtilâf yoktur. Mehrİn tümünün veya bir bölümünün ölüme, boşanmaya veya açıklanan bir zamana -ki buna taksitlenmiş denilir-kadar ertelenmesi, belli vâdeden sayılır. Bir kimse karısına; "Ölüme veya boşanmaya dek vadeli yüzbin lira üzerine seninle evlendim" derse veya her beş senede bir bu mehrin bir bölümünü ödemek üzere evlenirse, sahih olur. Aynı şekilde: "Yansı peşin, dörtte biri dört yıla taksitli, dörtte biri de iki vâdeden en uzağına -bunlar da ölüm veya boşanmadır- dek vadeli olan yüz­bin lira mehir üzerine seninle evlendim" derse sahih olur.

Mehrin hasat, pamuk devşirme, üzüm ya da kavunların olgulaşması za­manına dek ertelenmesi de -bu vâdeler her ne kadar meçhul olsalar da- bili­nen vâdeden sayılır. Çünkü bu vadelerdeki belirsizlik, yaklaşık olan hususî bir zamanla sınırlıdır. Sahih kavle göre bu, bilinen vâdeden sayılır. Ama bey' akdinde durum bunun aksinedir. Satılan şey veya bu şey için ödenen bedel bilinmez olursa, bey' akdi sahih olmaz. Önceki örneklerde de belirtildiği gi­bi, bu bilinmezlik az da olsa çok da olsa hüküm aynıdır.

Bir kimse evlendiği kadına vereceği mehri belirtir, ama bu mehrin peşin olarak verilecek kısmıyla, sonradan verilecek kısmını açıklamazsa, meselâ peşin olarak vereceği miktarı bildirmeden: "Yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" derse; bu durumda kadın, kendi emsallerinin evlenirken, beldenin örfüne göre peşin olarak aldıkları miktarı, yüzbin liranın içinden alır. Meselâ örfe göre mehrin yarısını veya üçte ikisini alması yürürlükteyse, bu miktarları alabilir. Çünkü örfen sabit olan, şartla sabit gibidir. Tabiî mehrin tümünün peşin veya tümünün vadeli olmasını şart koşmamışlarsa... Şart koş-muşlarsa, ileri sürdükleri şarta riâyet etmeleri gerekir. Şart bulunduğunda örfe bakılmaz. Bir kimse karısına: "Tümü vadeli veya tümü peşin yüzbin liralık mehir karşılığında seninle evlendim" derse, bu örfe muhalif bile olsa, uyulması gereken bir şart olur.

Bir kimse, karısına yansı peşin, yarısı vadeli belli miktarda bir mehir vereceğini belirtir, ama vadeli kısmın ödeneceği vâdeyi açıklamazsa, mese­lâ: "Ellisi peşin, ellisi vadeli yüzbin lira mehif karşılığında seninle evlendim" der ve vadeli olan ellibin lirayı ne zaman ödeyeceğini açıklamazsa, hükmün ne olacağı hususunda ihtilâf vardır. Bazıları vâdenin geçersiz olduğunu ve mehrin tamamıyla peşin ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bazıla-nysa vadenin caiz olduğunu ve ölüm, ya da boşanma nedeniyle ayrılmanın vukûbulacağı zamana dek uzanacağını söylemişlerdir ki, sahih olan görüş de budur. Bir kimse, karısını ric'î bir talâkla boşar ve mehri de boşanma zamanına dek vadeli olursa, bu durumda mehir muacceliyet kazanır. Koca, karısına dönerse dahi artık mehir ertelenmez. Aksine kadın, mehri hemen alma hakkına sahip olur.

Mehrin peşin veya vadeli olmasında; mehrin nakit olmasıyla ticâret malı veya hayvan ve benzeri şeyler olması arasında bir fark yoktur. Bir kimse en, boy ve yama gibi niteliklerle nitelenen belli bir elbiseyi, belli bir vâde sonun­da vermek karşılığında bir kadınla evlenirse, sahih olur. Vâdesi geldiğinde koca, elbisenin kıymetini verirse, kadın bu kıymeti almayı kabul etmeyebi­lir. Ama vadesiz ve belli elbiseler karşılığında evlenip de elbiseler yerine bu elbiselerin kıymetini ödemek isterse, kadın bu kıymeti kabul etmezlik edemez.

Mâlikîler dediler ki: Mehir ya belirli olur. Görerek veya niteleye­rek bilinen bir hayvan, meselâ "şu at" veya "husûsen falan at" gibi. Ya da belirsiz, aksine zimmette nitelenmiş bir şey olur. İngiliz atı veya arap atı gibi. Veyahut da mehir, önce belirtildiği gibi, niteliği belli dirhem veya dinar

olur,

Mehir belirli olursa, vâdenin meçhul olmaması şartıyla mehrin tümü­nün veya bir kısmının vadeli olması caiz olur/ Vâdenin meçhullüğü de onun hiçbir şeyle kayıtlanmamasına örnek olarak, kocanın: "Vadeli yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" demesini gösterebiliriz. Meçhul bir ka­yıtla kayıtlanmasına örnek olarak da, kocanın karısına: "Ölüme veya ayrıl­maya dek vadeli yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" demesini gösterebiliriz. Bütün bunlar, mehrin tümünün vadeli olması durumuna iliş­kin hükümlerdir.

Mehrin bir kısmının belirli bir vâdeye bağlanmasına örnek olarak, ko­canın karısına: "Elli bini vadeli veya ölüme dek, ya da ayrılmaya dek vade­li, elli bini de peşin veya iki yıl, ya da iki ay vadeli toplam yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim" demesini gösterebiliriz.

Mehrin tümü veya bir kısmı, bu nitelikleri itibariyle meçhul bir vâdeye bağlanırsa, akid fâsid olur ve gerdekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse, meşhur kavle göre mehr-i misil ile sabit olur. Akdin fâsid olması için, meh-rİn bağlandığı vâdenin kasden meçhul bırakılmış olması şarttır. Yani vâde, kasıtlı olarak belirsiz bırakılmış olmalıdır. Ama vâdenin belirtilmesi unutu­lur veya belirtmekten gafil kalınırsa, nikâh akdi sahih olur ve belde halkının vadeli satışlardaki örfüne uygun bir vâdeye bağlanır. Meçhul vâde nedeniy­le akdin fâsid olması için, Hanefî mezhebine mensup bir kadı gibi, bu akdin sahih olduğu kanısına sahip olan bir hâkimin de bu akdin sahih olduğuna dâir hüküm vermiş olmaması şarttır. Eğer böyle bir hâkim, akdin sahih ol­duğuna hükmederse, Mâlikîlere göre de bu akid sahih olur. Ne gerdekten önce, ne de sonra feshedilir. Mehrin elli senelik bir vâdeye bağlanması -eşler küçük olup elli seneye kadar yaşamaları mümkün olsa bile- meçhul vâdeden sayılır. Ama çok da olsa elli seneden az bir süre eksik olan bir vâdeye bağla­nırsa nikâh fâsid olmaz. Mehrin kadınla gerdeğe girme zamanına kadar va­deli olması da belli vâdeden sayılır. Yalnız gerdek zamanının âdeten o belde halkınca bilinir olması şarttır. Meselâ o belde halkına göre gerdeğe girişin, hasat zamanı veya pamuk devşirme veya Nil'in taşması veya meyvelerin dev-şirilmesi zamanında yapılmakta olduğunun bilinmesi gibi. Eğer gerdeğe gi­riş vakti o belde halkınca bilinir değilse, akid fâsid olur ve gerdeken önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse akid, mehr-i misil ile sabit olur. Meşhur olan görüş budur. Bu akdin fâsid olmayacağını söyleyenler de olmuştur. Çünkü giriş zamanı, kadının elindedir. Bu durumda mehri sanki peşin gibidir. Ay­nen bunun gibi, bir koca mehri, malî durumu müsait olacağı bir zamana er­telerse, malı var ama elinde değilse, meselâ bir tüccar olup elindeki parayı buğday veya benzeri bir şey için selem olarak yatırmışsa, ödeme zamanı (ya­ni buğdayı teslim alma zamanı) geldiğinde eli genişleyecektir. Veya satılık malı olup da, bu malını fiyatların yükseleceği zamanı bekleyip o zamanda satmak istiyorsa ve o zamanda malına rağbet edilecekse, kadının mehri pe­şin gibidir. Ama kocanın yanında malı yoksa, nikâh akdi fâsid olur. Ger­dekten önce feshedilir. Gerdeğe girilmişse, akid mehr-i misil ile sabit olur.

Bir kimse evleneceği kadına, "dilediğin zaman alacağın yüzbin lira kar­şılığında seninle evlendim" der ve yanında malı bulunursa, nikâh akdi sahih olur. Yanında malı yoksa, bu akdin hükmü, yukarıdaki meselede olduğu gi­bi mehrin malî durum müsait oluncaya dek ertelenmesinde verilen hükmün aynısı olur.

Mehir muayyen, yani ticâret eşyası, hayvan, elbise veya akar gibi ay­niyle bilinen bir şeyse, bu mehir, nikâh akdinin yapıldığı beldede ya hazır olur, ya da hazır olmaz. Eğer hazır ise zevceye veya velîsine nikâh günü tes­lim etmek gerekir. Bu durumda zevcenin cinsel temasa dayanıklı olup olma­ması ve kocanın baliğ olup olmaması arasında bir fark yoktur. Mehrin teslimini ertelemek, ancak iki şartla caiz olur:

1- Akidde, ertelemeyi şart koşmuş olmamalıdır. Ertelemeyi şart koşar­sa, akid fâsid olur. Kadın, ertelemeye razı olsa bile bu'böyledir.

2- Koca tarafından, mehrin ertelenmesinin şart koşulmamış olmasının yanısıra kadın da mehrin ertelenmesine razı olmalıdır. Çünkü bu durumda muayyen mehir, nikâh akdiyle kadının hakkı olmakta ve onun kefaletine gir­mektedir. Ertelenmesinin bir zararı olmaz.

özetlersek; mehir belirli bir akdin yapıldığı beldede hazır olursa, akid gününde zevce veya velîsine teslim edilmesi gerekir. Ertelenmesini akidde şart koşmak caiz olmaz. Ertelenmesi akidde şart koşulmaz da, kadın ertelenme­sine razı olursa, o zaman ertelenmesi sahih olur. Mehir, nikâh akdinin ya­pıldığı beldede hazır değilse, teshinini yakın bir vâdeye bağlama halinde nikâh akdi sahih olur. Yani mehir, nikâh akdinin yapıldığı beldeden orta mesafe uzaklıktaki bir beldede ise, meselâ mehir Mısır'da olup da akid Medine'de yapılırsa, akid sahih olur. Ama mehir ile akdin yapıldığı beldeler biribirle-rinden çok uzaktaysalar, meselâ mehir Mısır'da olduğu halde, akid Hora­san'da yapılırsa, bu sahih olmaz. Ayrıca akdin yapıldığı yerle mehrin bulunduğu belde arasındaki mesafenin orta uzaklıkta olması halinde de mehrin ertelenebilmesi için iki şart gereklidir:

1- Mehri getirip teslim etmeden gerdeğe girme şartı koşulmamahdır. Ko ca, zevcenin mehri teslim almasından önce gerdeğe girmeyi şart koşarsa, bu şartından vazgeçse bile, akid fâsid olur. Bu, mehrin akardan başka şeyler olması durumunda geçerli olan hükümdür. Ama mehir akar olup koca da bu şartından vazgeçerse, vazgeçmesi sahih olur; akid fâsid olmaz. Şu da var ki, mehir, akdin yapıldığı beldeden iki, üç veya beş günlük bir mesafe kadar uzakhktaysa, mehrin zevce tarafından tesellümünden önce gerdeğe girmeyi

şart koşmak sahih olur.

2- Mehir, zevce veya velîsi tarafından daha önce görülmüş olarak veya niteliği verilerek bilinir olmalıdır. Aksi takdirde gerdeğe girme durumunda kadın için mehr-i misil sabit olur.

Hanbelîler dediler ki: Vâdenin meçhul olması şartıyla mehrin tü­münün veya bir kısmının vâdelendirilmesi caiz olur. Örneğin koca, "misafi­rin gelmesine veya yağmur yağmasına kadar vadeli olan şu miktardaki mehir karşılığında seninle evlendim" derse, vâde geçersiz olur ve mehir muacceli-yet kazanır. Mehir meçhul bir vâdeye bağlanmaz,- aksine serbest bırakılırsa, meselâ: Vadeli bir mehir karşılığında seninle evlendim" deyip susarsa, sahih olur. Bu durumda vâde, talâkla veya ölümle ayrılmaya dek devam edebilir. Buradaki talâktan maksat, bâin talâktır. Ric'î talâka gelince, bu talâk nede­niyle ancak iddetin tamamlanmasından sonra mehrin vâdesi hulul eder.

Mehrin tümünü vâdeye bağlamak sahih olduğu gibi bir kısmını peşin verip, bir kısmını vâdeye bağlamak da sahih olur. Örneğin; "yansı peşin, yansı ölüm veya boşanmaya dek vadeli veya şu şu tarihlerde ödenecek şekil­de taksitli olan yüzbin lira mehir karşılığında seninle evlendim'' demek gibi. Diğer vadeli haklarda olduğu gibi, vadeli olan mehri de, vâdesi dolmadan teslim etme zorunluluğu yoktur. Bir kimse nikâh akdinde mehri belirtirken vâdeden söz etmezse, meselâ: "Yüzbin liralık mehir karşılığında seninle evlendim" deyip susarsa, sahih olur ve mehrin tümü muacceliyet kazanır.

Şafiîler dediler ki: Vâdenin meçhul olmaması şartıyla mehrin tümünü veya bir kısmını vâdeye bağlamak caizdir. Bir kimse vâdesini belirtmeden, vadeli yüzbin liralık mehir karşılığında veya mehri hasat zamanında, ya da yağmur yağacağı zamanda ödemek üzere evlenirse, mehrin belirtilmesi fâsid olur. Kadın için mehr-i misil sabit olur. Ellisi peşin, ellisi de ölüm, ya da boşanma zamanına kadar vadeli, toplam yüzbin liralık mehir karşılığında evlenirse, mehir belirtme fâsid olur. Kadın için, meçhul olan ellibin liranın karşılığı değil de, mehr-i misil sabit olur. Çünkü vâdenin meçhûliyetiyle bir­likte yüzbin lirayı taksim etmek imkânsızdır.

 

Kadının Mehri Teslim Almadığı İçin, Gerdeğe Girmemesi Ve Kocasının Diğer Evlilik Münâsebetlerinde Bulunmasına Engel Olması

 

Zevce, mehri teslim almadığı için kocasının kendisiyle gerdeğe girmesini, halvette ve cinse! temasta bulunmasını menedebilir. Ko­ca da mehri teslim etmeden evlilik ilişkilerinde bulunmaya, evlilik hu­kukunu ifâ etmeye onu zorlayamaz. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(58) Mâlikîler dediler ki: Bilindiği gibi mehir ya muayyendir, ya da mu-. ayyen değildir. Yine bilindiği gibi muayyen mehir, akdin yapıldığı beldede hazır olursa, ertelenmesi ve bir vâdeye bağlanması caiz olmaz. Aksine nikâ­hın akdedildiği günde zevceye teslim edilmesi vâcib olur. Ancak nikâh ak­dinde mehrin ertelenmesine razı olursa, bir vâdeye bağlanması caiz olur. Razı olması durumunda mehrin ertelenmesi, muayyen olmayan mehrin ertelen­mesinin hükmüne tâbi olur.

Muayyen olmayan mehre gelince; bu, zimmette nitelenmiş olup kefalet altındadır. Kadın, mehrin önce verilecek peşinatını teslim almadan kocası­nın kendisiyle gerdeğe girmesini ve diğer işleri yapmasını menedebilir. Hatta çeyrek dinar olan mehrin en az kısmını teslim almadan kendini kocasına tes­lim etmesi mekruh olur. Burada kadının razı olması nedeniyle; kadının, ak­di feshettirecek bir ayıpla ayıplı olması veya akidden sonra kendisinde böyle bir ayıbın meydana gelmesiyle ayıpsız olması arasında bir fark yoktur. Can çekişecek derecede rTas t a vaziyette bulunsa bile, kocası mehri ödemekten im­tina edemez. Çünkü can çekişmenin son aşaması ölümdür. Kadın ölünce de mehrin tamamı, onun lehine kesinlik kazanır. Şu halde şiddetli ve ağır has­talık, kocanın mehri ertelemesi için bir mazeret olamaz. Ama bu durumdaki kadına nafaka vermeyebilir. Çünkü nafaka, kadına, kendisinden yararlan­ma karşılığında verilir. O ağır hastayken kendisinden yararlanma imkânı yok­tur, Kadın, mehri teslim almadan kocası gerdeğe girerse, kendisiyle cinsel temasta bulunmasını menedebilir. Ama cinsel temas imkânını verdikten sonra, kocası temasta bulunsa da bulunmasa da, kuvvetli görüşe göre kadın, koca­sının kendisiyle cinsel temasta bulunmasını artık menedemez. Koca, mehrin peşinatını verir de bu meblağ henüz zevcenin dindeyken bunun kocanın mülkü olmadığı anlaşılır ve sahibi de hak ederse; cinsel temastan sonra kadın, ken­disine verilen ve başkasına âit olduğu anlaşılan bu meblağın bedelini koca­sından alıncaya dek, kendisiyle cinsel temasta bulunmasını menedebilir. Kendisine verilmiş olan şeyin misli varsa mislini, misli yoksa kıymetini alır. Kocanın bununla kendisini aldatmış olup olmaması arasında fark yoktur. Kuvvetli olan görüş budur.

Eşlerden biri teslim etmekle yükümlü olduğu şeyi teslim edince, diğeri de teslim etmekle yükümlü olduğu şeyi teslime zorlanır. Ancak bazı durum­lar bundan istisna edilmiştir.

1- Kocanın buluğa ermemiş ve küçük yaşta olması. Zevcenin buluğa er­memiş olsa bile, cinsel temasa dayanıklı bulunması. Koca, mehrin peşinatı­nı ödemiş ve baliğ ise, zevce de cinsel temasa dayanıklıysa; koca gerdeğe girmek ister de zevce buna yanaşmazsa, kocasına bu imkânı tanıması için zevce zorlanır. Aynı şekilde zevce -cinsel temasa dayanıklı olup- vücûdunu kocasına teslim eder de, koca ona yanaşmaz, gerdeğe girmediği gerekçesiyle de mehri teslim etmezse, bu iddiasına aldırış edilmez ve ödeme vâdesi gelen mehri ödemeye zorlanır. Bütün bunlar, mehrin gayr-ı muayyen, hatta zim­mette nitelenmiş olması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Muayyen mehre gelince; bunun mutlaka teslim edilmesi vâcibtir. Koca baliğ olsa da, olmasa da ve kadınla cinsel temasta bulunması mümkün olsa da olmasa da, mehri ertelemeyi şart koşması caiz olmaz.

2- Zevce, can çekişme noktasına gelecek derecede ağır hasta olmamalı­dır. Bundan daha hafif bir hastalık halinde olması, vücûdunu kocasına tes­lim etmesi için zorlanmasına engel değildir.

3- Zevcenin ailesinı, zevcenin bir yıllığına kendi yanlarında kalmasını şart koşmaları. Eğer kata, zevcesiyle uzak bir sefere çıkmayı istiyorsa, zev­cenin ailesi böyle bir şart koştukları takdirde, bu şarta riâyet olunur. Koca, mehrin peşinatını ödemiş olsa bile, gerdeğe girmeksizin zevce, ailesinin ya­nında bir yıl süreyle kalır. Ancak bu bir yıllık süre zarfında zevce, kocasın­dan nafaka alma hakkına sahip olmaz. Kuvvetli olan görüş budur.

Cinsel temasa dayanıklı olsa bile, ailesinin, yaşı küçük olduğu için, zev­cenin bir yıl süreyle kendi yanlarında kalmasını şart koşmaları da aynı hük­me tâbidir. Bir yılı nikâh akdi yapılırken değil de, akidden sonra şart koşarlarsa, bu şart sahih olmaz. Koca, mehrin peşinatını ödediğinde, gerde­ğe girmek İçin kadını zorlayabilir ve nikâh akdi de sahihtir. Bir yıldan fazla kalmasını şart koştukları takdirde şart bâtıl olur.

4- Zevcenin kendi emsallerinin çeyizleri hazırlanıncaya dek kendi aile­lerinin yanında kalacakları süre kadar, çeyiz hazırlama maksadıyla ailesinin yanında kalması. Bu süre de insanların zenginlik ve yoksulluk durumlarına, zaman ve mekâna göre uzun, ya da kısa olabilir. Çeyiz hazırlamak için ken­di ailesi yanında kaldığı süre zarfında kocasından nafaka almayı hak etmez. Koca; "falan gece gerdeğe gireceğim" diye yemin ederse, bu işi yapmasına hükmolunur. Koca bu yemini eder, zevce de çeyiz işi tamamlanıncaya dek gerdeğe girmemeye yemin ederse, kocanın bu yeminini bozması gerekir. Çünkü gerdeğe girmek, her ne kadar kocanın hakkıysa da, şeriat koyucu, bu iş için bir vakit tâyin etmiştir. Bu vakte riâyet etmemesi sahih olmaz. Çeyizinin ha­zırlandığı bu vakit de zevcenin hakkıdır. Kuvvetli olan görüşe göre koca, ta­lâka yemin etmiş olsa bile, zevce kendi hakkına tutunma yetkisine sahiptir. Şunu da belirtelim ki, zevce hayız veya nifas nedeniyle kendini (kocasından) menedemez. Çünkü koca, cinsel temastan başka yollarla da kadından ya­rarlanabilir.

Hanefîler dediler ki: Zevce iki durumda cinsel temas, gerdek ve di­ğer şeylerde kendini (kocasından) menedebilir:

1- Tamamı olsun, bir kısmı olsun, kocanın mehîrdeki peşinatı açıkla­ması. Meselâ kocanın: "Elli bin liralık peşin mehirle veya yarısı peşin, yarısı vadeli ellibin liralık mehirle seninle evlendim" demesi gibi. Bu durumda ko­canın, peşin mehri tamamen ödemesi gerekir. Ödemediği takdirde, nikâh ak­diyle kazanmış olduğu hakları düşer. Bu durumda kocanın evinde bulunsa bile, zevce, kocasının kendisiyle gerdeğe girmesini ve cinsel temasta bulun­masını engelleyebilir. Koca onu kısıtlayamaz. Çünkü kadın, izin almadan kocanın evinden çıkabilir. Yine onun iznini almadan herhangi bir tarafa se­fere çıkabilir. İzinsiz olarak nafile hacca gidebilir. Farz hacca gelince, zev­ce, mehri teslim aldıktan sonra beraberinde bir mahremi bulunursa, kocasından izin almadan da bu haccı ifâ edebilir. Bununla birlikte koca, onun nafakasını vermekle yükümlüdür. Koca, peşinatı ödeyince zevcenin kendini ona teslim etmesi, Özel bazı durumlar dışında izinsiz olarak onun evinden çıkmaması vâcib olur. Bu özel durumların neler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu durumları şöylece maddelendirebilıriz:

a) Kocası izin verse de vermese de zevcenin, müslüman olmasalar dahi kendisinin hizmetine muhtaç olan anne ve babasından birine hizmet etmek için, kocasının evinden dışarı çıkması.

b) Kendisinin hizmetine muhtaç olmayan kadının, anne-babasını ziya­ret etmek amacıyla her cuma günü bir kez kocasının evinden dışarı çıkması. Yalnız, anne ve babanın kızlarının yanma gelmeye muktedir olamamaları şarttır. Gelmeye muktedir oldukları halde kızları onları ziyarete gitmek için kocasından izin isterse, kocanın örfe uygun olarak belli saatler aralığında onlara gitmesine izin vermesi gerekir. Örfe muhalefet ederek onu kısıtlama­sı uygun olmaz.

c) Kocası izin versin, vermesin önce de dediğimiz gibi, kadının -yanında bir mahremi bulunması kaydıyla- farz haccı ifâ etmek üzere kocasının evin­den dışarı çıkması. Bir kadın, yanında mahremi bulunmaksızın kocasından izin almadan haccetmek üzere kocasının evinden dışarı çıkarsa, kocasından nafaka alma hakkı düşer.

Evde alıkonulduğu ve sadece kocasına tahsis olunması karşılığında ka­dına nafaka vermenin vâcib olduğu; kadının izinsiz olarak sefere veya koca­sının evi dışına çıkması durumunda, mehrin peşinatını almış olsa da olmasa da, bu vücûbun sakıt olacağı söylenerek itirazda bulunabilir. Bu itiraza ve­rilecek cevap şudur: Kadını evde alıkoymak kocanın, nafaka almaksa kadı­nın hakkıdır. Şeriat koyucu kocanın, kadını evde alıkoyma hakkını, mehri ödemeye bağlamıştır. Mehri ödemede taksiri olursa, hakkını düşürmüş olur. Kadın da şeriat koyucu nazarında mahpus durumuna düşmüş olur ki, nafa­kası kesilmez. Ama koca, Ödemekle yükümlü olduğu şeyleri ödediği halde kadın onun iznini almaksızın evinden dışarı çıkarsa, nafakası düşer. Çünkü bu durumda kadın ne hükmen, ne de hakikaten kocası tarafından hapsedil­miş değildir. Bunun karşıtı da şudur: Koca, zevcesini kendi evinden çıkarırsa, zevcenin nafakası sakıt olmaz. Çünkü zevce, evden çıkmamış mahpus hükmündedir.

d) Zevcenin, dinî bir meselede fetva almak için -eğer kocası onun nâmı­na bu fetvayı sormamişsa- izin almış olsun veya olmasın, kocasının evinden dışarı çıkması.

Bazıları da derler ki: Kadın tümüyle peşin mehri teslim aldıktan sonra kocasından izin almadan evinden dışarı çıkma hakkına sahip değildir. Bi­rinci görüş daha kuvvetlidir. Ancak çıkması, fitneye sebebiyet verecekse as­la caiz olmaz, kocası izin verse bile... Koca, peşin mehrin bir kısmını verir, bir kısmı kalırsa, bu kalan kısım bir kuruş olsa dahi, zevcenin izinsiz olarak evden çıkma halinde haklan düşmez. Koca da verdiği peşinatın bir kısmını geri alamaz.

2- Mehrin tümünüö vadeli olması. Örneğin bir erkeğin, tamamı pamuk devşirme mevsimine kadar vadeli olan yüzbin lira mehir karşılığında bir ka­dınla evlenmesi gibi. Bu durumda koca, ödeme vâdesi gelmeden gerdeğe gir­meyi ya şart koşmuştur veya şart koşmamıştır. Eğer şart koşmuş ise, kadın kendini kocasından menedemez. Bu hükümde ittifak vardır. Eğer şart koş-mamışsa, bu hususta değişik fetvalar verilmiştir. Bazıları kadının, nikâh ak­dinden sonra, vâdelendirilmiş olsa bile, ne vâdeden önce, ne de sonra kendini kocasından menedemeyeceği yolunda, bazılarıysa mehrini teslim almadığı­na göre, istihsânen kendini kocasından menedebileceği yolunda fetva ver­mişlerdir. Çünkü mehri ertelemeye razı olduğuna göre, (şehevî yönden) yararlanma hakkının düşmesine de razı olmuştur. İkinci görüş, birinciden daha kuvvetlidir. Şunu da belirtelim ki; mehir alacaklısı zevce, bir erkeği ko­casına havale ederse, havale ettiği kişi mehri teslim alıncaya dek zevce, ken­dini kocasından menedebilir. Ama koca, mehri teslim alması için zevceyi bir şahsa havale eder ve zevce de buna razı olursa, havale ettiği kişi mehri teslim alsa da, almasa da zevce, kendim kocasından menedemez.

Şunu bilmek gerekir ki, mehrin teslimi, zevcenin tesliminden önce ge­lir. Şu halde koca, "zevceyi teslim almadan mehri teslim etmem" diyemez. Bu durumda mehrin ayın olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Ama bey'de durum bunun tersinedir. Bey'de, satın alınan mala ödenen bedel bir ayın ise, her ikisinin (satın alınan şeyle bu şey için ödenen bedelin) birlikte teslim ve tesellümleri gerekir. Koca, kız babasının mehri teslim alıp da kızını kendisine teslim etmeyeceğinden korkarsa; baba, kızım gerdek için hazır hale getirmekle emrolunur. Hazır hale getirdiğinde mehri teslim alır.

Bununla da öğrenmiş oluyoruz ki koca, mehri ödemediği takdirde ceza olarak sadece nikâh akdinden doğacak olan bazı haklarından yoksun bıra­kılır. Bu haklarsa gerdeğe girmek, kadınla halvette bulunmak, cinsel temas­ta bulunmak, evden çıkmak ve sefere gitmek hususunda kadının onun iznine bağlı olması şeklinde sıralanabilir. Bu durumda kocanın malî durumunun iyi olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Mâlikî mezhebinin bu me­seleye bakış açısı farklıdır. Bilindiği gibi Mâlikîlere göre bir koca, mehri ver­mekten âciz olursa, kadı, onun karısını boşar. Koca, mehrin tümünü ödediği takdirde zevcenin kendisine teslim edilmesini taleb etme hakkına sahip olur. Kadın, kendini kocasına teslim etmeye yanaşmazsa, teslim için zorlanır. Ancak iki durum bundan istisna edilmiştir:

1- Kadın, cinsel temasa dayanamıyacak kadar küçük yaşta olursa, ko­ca, zevcenin kendi bedenini ona teslimini istemeksizin mehrin peşinatını öde­meye zorlanır. Koca, zevcenin cinsel temasa dayanacak kapasitede olduğunu, velî ise bunun tersini iddia ederse, kadı, zevceyi bu işten anlayan bilirkişi ka­dınlara kontrol ettirebilir.

2- Kadın baliğ olduğu halde şiddetli bir hastalık ve benzen bir nedenle cinsel temasa dayanacak güçte bulunmaz.

Çocuğun velîsinden izin almadan yapacağı tasarruflar hakkında bir ha­time: Bir çocuk, bir kadınla evlenip gerdeğe girdiği halde, babası bu evliliği onaylamazsa çocuğun ne mehir, ne de akr ödemesi gerekir. Had cezasına da çarptırılmaz. Uyumakta olan bir kadınla zina yaparsa ve kadın da dulsa, çocuk yine bir cezaya çarptırılmaz. Aynı şekilde kendisini davet cdsn bakire bir kızla zina yapar ve kızın bekâretini izâle ederse, yine ne had cezasına çarp-, tırılir; ne de akr ödemesi gerekir. Ama uyumakta olan bakire kızın bekâreti­ni giderirse veya kızı zinaya zorlayarak bekâretini giderirse, ya da küçük yaştaki kızın -kız kendisini davet etmiş olsa bile- bekâretini giderirse mehr-i misil ödemesi gerekir. Çünkü küçük yaştaki kızın tasarrufu geçersizdir.

Şâfiîler dediler ki: Zevce, mehrin peşinatını tamamıyla teslim alma­dan kendini kocasından menedebilir. Velîsi de onu kocasından menedebilİr. Kendini meneder veya velîsi onu kocasından menederse, nafaka ve benzeri şeyleri vücûben.hak eder. Zîra kusur, kocası tarafından işlenmiştir. Bu du­rumda mehrin muayyen olmasıyla peşin olması arasında bir fark yoktur. Me­hir vâdeliyse, ödeme vâdesi kadının kendini kocasına teslim etmesinden önce gelmiş olsa da, olmasa da kadın, kendisini kocasına teslim etmeme hakkına sahip olamaz. Çünkü kadın mehrin vadeli oluşuna razı olduğunda, derhal kendini kocasına teslim etmesi gerekir. Vâdenin dolması bu vücûbu kaldır­maz. Kadın küçük yaştaysa veya deliyse, velîsi onu kocasından meneder. Mehir tesliminin gerdekten önce olması vâcib değildir. Eşler arasında tartışma çıkar da koca, "kendini bana teslim etmedikçe mehri teslim etmem" der; kadın ise "mehri teslim etmediğin takdirde kendimi sana vermem" der­se, aralarında anlaşmazlığı çözümlemek için koca, mehri, şeriat temsilcisi sa­yılan âdil bir kimsenin yanına bırakmakla emrolunur. Bu âdil kişi, eslerden birinin değil de, şeriatın temsilcisidir. Bu mehir, adaletli kişinin yanında te­lef olursa, kocanın üzerine olur. Koca, mehri âdil kişinin yanına indirince, zevce, kendini kocasına teslim etmeye zorlanır. Kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân tanırsa, kocası temasta bulunmasa bile, adalet­li kişi mehri kadına verir. Kadının mehri teslim almasından sonra koca onunla cinsel temasta bulunmaya yeltenir, ama kadın kendini kocasına vermezse, koca, mehri ondan geri alır. Kadın kendini kocasına verir ama vaginada tı­kanıklık, yapışıklık ve et parçası gibi cinsel temasa engel bir durum olursa, âdil kişi mehri (yine) kadına teslim eder. Mehrin teslimi, kadının kendini ko­casına teslim etmesi sebebine dayanır.

Baştan beri eşler arasında bir anlaşmazlık bulunmaz da, aksine zevce hemence kendini kocasına teslim ederse, cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahip olur. Kocası mehri vermezse, kadın cinsel temasa girmeyebi­lir. Ama kendini rızasıyla kocasına teslim eder, kocası mak'adtan bile olsa kendisiyle cinsel temasta bulunur ve temastan sonra mehri ister de kocası vermezse, artık bu temastan sonra kendini cinsel temastan menedemez. Ama kocası kendisiyle cebren temasta bulunursa ve kadının kendisi deli, ya da küçük yaştaysa, cinsel temastan kendini menetme hakkı düşmez. Kadının vagina ağzı yapışık veya bir et parçasıyla tıkanıksa ve kendini kocasına tes­lim etmişse, kocası da mehri ona vermeden önce onun rızasıyla vaginası dı­şındaki yerlerinden şehevî açıdan yararlanırsa, artık bundan sonra kadın hiç bir hakka sahip olmaz. Aksi takdirde sağlam kadın hükmünde olur. Çünkü bu durumda vagina dışındaki yerlerden yararlanmak, vaginadan yararlan­mak gibidir. Kadının cinsel temasa engel olan hastalığı ortadan kalkınca, ken­dini kocasından menetme hakkı doğmaz. Kuvvetli olan görüş budur.

Öncelikli davranış koca tarafından gelirse, hiçbir tartışmaya girmeden mehri hemence zevceye teslim ederse, zevcenin kocasına dilediği zaman ger­değe girme imkânını tanıması gerekir. Özürsüz olsa dahi kendini kocasın­dan menederse, kocası kendisine vermiş olduğu mehri geri alamaz. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Siz birinci durumda -kadının hemence kendini ko­casına teslim etmesi durumunda- cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahiptir; kocası mehri vermezse, kadın kendini ona teslim etmekten menet­me hakkına sahip olur diyorsunuz; oysa bu sonuncu durumda dediniz ki: Koca önce davranıp mehri kadına teslim eder de , kadın kendini ona ver­mekten kaçınırsa, koca mehri geri alma hakkına sahip olmaz. Peki bu iki durum arasında ne fark vardır? Buna cevap olarak deriz ki: Birinci durum­da kadın kendini kocasına teslim etmiş, ama kocası cinsel temasta bulunup da onu teslim almamıştır. İkinci durumdaysa, koca mehri teslim etmiş ve zevce de onu teslim almıştır. Böylece de mehir, kadının mülkü olarak onun havzasına girmiştir. Koca artık bu mehri zevceden geri isteyemez. İşte bu nedenle biz diyoruz ki: Koca cinsel temasta bulunup da zevceyi teslim alırsa, artık bundan sonra zevce kendini kocasından menedemez. Ama koca, meh­ri teslim ettikten sonra kadından cinsel temasta bulunmayı isteyebilir. Ka­dın da bazı hususlarda kocasının bir süre beklemesini isteyebilir:

1- Temizlik için mühlet vermesi. Kadının kendisi veya velîsi temizlik için mühlet isterse, üç gün mühlet vermek vâcib olur. Koca buna razı olursa ne alâ. Aksi takdirde bu süreyi kadı tâyin eder.

2- Zevce cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olursa, ken­disine dayanabileceği zamana kadar mühlet tanınır. Kocası artık cinsel te­masa dayanabilecek duruma geldiğini iddia eder, velîsi ise bunun tersim savunursa, bu kadın, cinsel temasa dayanıp dayanamayacağını karara bağ­laması için (bu işten anlayan) dört kadına veya mahremi olan iki erkeğe, ya da buruk iki erkeğe gösterilir. Şunu da kaydedelim ki, Şâfiîler teyemmüm bahsinde anlatmışlardır ki, âdil doktorun görüşüyle amel olunabilir. Şu hal­de iki doktorun görüşüyle amel etmek için bir engel yoktur. Bununla bera­ber doktor olmayan dört kadımn re'yi ile amel etmenin caiz olduğunun açıkça söylenmesi, tabiblerin re'yinin daha kuvvetli ve değerli olduğuna delâlet et­mektedir. Cinsel temasa dayanıklı oluncaya dek beklediği süre zarfında na­faka alma hakkına sahip değildir.

3- Zevce hasta ise, iyileşinceye dek kendisine mühlet tanınır. Bu süre zarfında kocasından nafaka alma hakkına sahip olmaz.

4- Afizî bir nedenle zevcenin zayıf olması. Bu durumda zaafiyeti geçin­ceye dek mühlet tanınması gerekir. Bu süre zarfında da kocasından nafaka alma hakkına sahip olmaz. Doğal zayıflığa gelince; koca, onun bu zaafiyeti geçinceye dek beklemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu süre uzayabilir. Zayıf kadın, cinsel temastan ötürü mutazarrır olmaz. Bu işin illeti zarar olduğuna göre, işi karara bağlama yetkisi âdil bir erkek tabibe veya sâliha, iyi yoldaki kadın tabiblere verilseydi daha güzel olurdu. Çünkü cinsel temasta bulun­mak bazan kadının sıhhate kavuşması için bir neden olabilir. Ama ben bu­nu Şafiî kitaplarında görmedim. Şâfiîler sarahatle belirtmişlerdir ki, zevce, cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaştaysa veya hastaysa, ya da arızî bir zaafıyet içindeyse, kocanın onu teslim alması mekruhtur. Bunun sırrı da şu olsa gerektir: Koca işin başındayken bu durumdaki zevcesinden tiksi­nir ve bu nedenle de aralarında sevgi ve merhamet duyguları dumura uğra­yabilir. Sevgi ve merhametse, evlilik ilişkilerinin dayanağı olan iki esastır.

Hanbelîler dediler ki: Gerdekten önce zevce, mehir peşinatını alın­caya dek kendini gerdek, halvet, cinsel temas ve benzeri evlilik haklarından menedebilir. Mehri teslim almadan kendini menettiği süre zarfında nafaka alma hakkına sahiptir. Mehri.teslim aldıktan sonra kendini menedemez. Me­nettiği takdirde nafaka hakkı düşer. Mehrin peşinatını teslim almadan zorla değil de, gönüllü olarak kendini kocasına teslim eder; sonra kendini koca­sından menetmek isterse, buna hakkı olmaz. Gönüllü olarak kendini koca­sına teslim ettikten sonra, kendini ondan menetmek isterse, menettiği süre zarfında nafaka almayı hak etmez. Nikâh akdinden sonra kocasıyla aynı ev­de oturur, kocası kendisini istemez ve o da kendini kocasına teslim ve arz etmezse, yine nafaka almayı hak etmez. Nitekim nafaka bahsinde de bun­dan söz edilecektir.

Mehir vadeli olup ödeme vâdesi gelmemişse ve kadının kendini kocası­na tesliminden önce bu vâde dolmuşsa, Şâfiîlerîn de dedikleri gibi, bundan sonra kadın kendini kocasından menedemez. Çünkü kadının vâdeye razı ol­ması, kendini kocasına teslim etmesini zorunlu kılmıştır. Tesliminden önce mehri ödeme vâdesinin dolmuş olması, bu zorunluluğu ortadan kaldırmaz.

Gerdekten önce teslim işine ilkin hangisinin başlaması gerektiği husu­sunda anlaşmazlığa düşerler de, koca, "kendini bana teslim edinceye kadar mehri ona teslim etmem" der, zevce ise "mehrimi vermedikçe kendimi ona teslim etmem" derse, önce koca mehri ödemeye zorlanır. Mehri teslim al­dıktan sonra da zevce kendisini kocasına teslim etmeye zorlanır. Kocası mehri ödedikten sonra, zevce hiç mazereti olmaksızın kendini ona teslime yanaş­mazsa, koca mehri geri alabilir. "Mehri geri alma hususunda koca hak sahi­bi değildir" diyen Mâlikîlerle Hanefîler, bu hususta Hanbelîlere muhaliftirler. "Mehri ödemesi için önce koca zorlanır" demekle de Hanbelîler, aynı görü­şü paylaşan Mâlikîlerle Hanefîlere muvafakat etmişlerdir. Şâfiîlere gelince, onlar bu hususta tafsilâta girişerek demişlerdir ki: Koca, mehri âdil bir kim­senin yanına bırakmaya, kadın da kendini teslim etmeye zorlanır. Kocasına, kendisiyle cinsel temasta bulunma imkânını tanırsa, mehri (o âdil kimseden) alma hakkına sahip olur. Bu imkânı tanımazsa, kocası mehri geri alma hak­kına sahip olur. Koca kendi arzusuyla mehri karısına verir, o da kendini ko­casına teslim eder, ama kocası onunla cinsel temasta bulunmaz ve sonra da kadın kendini kocasından menederse, koca mehri geri alma hakkına sahip olmaz.

Bunu, bir karşılaştırma yapıp özeti kolayca çıkarabilmek için burada anlattık. Cinsel temasa dayanamayan küçük yaştaki zevce, kendini kocası­na teslim etmek için zorlanamaz. Dokuz yaşından küçük olup mehrirü tes­lim almış olsa bile, kocanın ona mühlet tanıması vâcibtir. Kocası, cinsel temasın ona eziyet vermeyeceğini iddia ederse, zevcenin, beyyine getirerek cinsel temasın kendisine eziyet vereceğini ispatlaması gerekir. Kadın dokuz yaşındaysa, doğal bir zaafiyeti olsa bile, beraberce kocasının evinde yaşa­ması için kendini ona teslim etmesi gerekir. Tabiî eğer zevce kendi evinde veya babasının evinde ikâmet etmeyi şart koşmamış/sa... Eğer böyle bir şart koşmuşsa, şarta uyulur. Hac veya umre İhramındaki zevce de kendini koca­sına teslim etmeye zorlanamaz. Hasta ve hayızh kadınlar da aynı hükme ta­bidirler. Koca, "hayızdan temizleninceye dek onunla cinsel temasta bulunmam" der ve kadın da mühlet isterse, âdete uygun şekilde ona mühlet vermek vâcib olur. Ama çeyizsizlik nedeniyle mühlet vâcib değildir. Ancak zengine mühlet tanımak müstehabtır.

Kocanın Mehri Ödemekten Âciz Kalmasi

 

Koca, mehrin peşinatını ödemekten âciz kalırsa; zevce, mezheblerde mufassal olarak belirtilen şartlar çerçevesinde nikâh akdini fes­hetme talebinde bulunabilir.

 

(59) Hanefıler dediler ki: Koca mehri veya bütün türleriyle nafakayı ver­mekten âciz kalınca, zevce bu nedenle hiç bir halde nikâh feshini taleb ede­mez. Ancak kendini kocasına vermeme, sefere gitme ve evden çıkmada kocasının iznine bağlı kalmama gibi haklara sahip olabilir ki, bunlarla ilgili açıklama nafaka bahsinde yapılacaktır.

Mâlikîler dediler ki: Kadın, ertelenmesi caiz olan ve isteme hakkı­na sahip bulunduğu mehri gerdekten önce taleb ederse -bu, açıklaması önce yapılmış olup muayyen olmayan ve zimmette tekeffül edilmiş olan mehirdir-, koca da yoksul olup ödemekten âciz olduğunu iddia ederse, bu iki şekilde olur:

1- Kocanın iddiasının beyyineyle veya zevcenin tasdiki ile sabit olması.

2- Kocanın iddiasının sabit olmaması.

Dava kadıya sunulur ve kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu beyyi­neyle, ya da zevcenin tasdikiyle sabit olursa, koca mehri ödemeye zorlan­maz. Aksine, malî durumu müsait oluncaya dek beklenir. Bekleme süresi kadı'nın içtihadıyla belirlenir. Dilerse bir yıl, daha az veya daha çok bir süre tahdit edebilir. Kocanın malî durumunun iyileşeceğinin umulmasıyla, umul-maması arasında bir fark yoktur. Sahih olan görüş budur. Çünkü malî du­rumun iyileşmesi ortama bağlıdır. "Şu adamın malî durumunun iyileşmesi umulmaz" diye bir ön yargıda bulunmak mümkün olmaz. Süre tanındıktan sonra da koca mehri ödeyemezse, kadı onun zevcesini boşar veya zevcesi ken­dini boşar ve kadı onun boşanmasını hükme bağlar. Kuvvetli görüşe göre kadı, ileriye atmaksızın ilk celsede onun boşanmasına hükmeder. Malî sı­kıntı içinde olan (ve bu nedenle mehri ödememiş olan) kişinin zevcesinin bo­şanması için gerdeğe girilmemiş olması şarttır. Gerdeğe girdikten sonra, malî sıkıntı nedeniyle mehir verememiş olan kimsenin karısı, hiç bir halde boşa-namaz. Bu durumdaki bir kimse karısını boşarsa, karısı yarı mehir alma hak­kına sahip olur. Ancak bunu, malî bakımdan düzlüğe çıktığında kocasından alır. Aynı şekilde kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu beyyine ile veya zev­cenin tasdikiyle sabit olmasa bile, kuvvetli bir zanla tahmin edilirse, sıkıntısı sabit olduğundan Ötürü herhangi bir vâde koymaksızın malî durumu düze-linceye dek beklenir. Zîra malî sıkıntının ispatlanması için kuvvetli zan ye­terlidir.

ikinci maddenin hükmüne gelince; bu, kocanın malî sıkıntı iddiasının beyyine ile veya zevcenin tasdikiyle ispatlanamaması ve sıkıntıda olduğuna ilişkin kuvvetli bir zannın da bulunmaması durumudur. Bu durumda kadı, sıkıntıda olduğunun ispatlanması için kararı erteler. Erteleme süresi onun içtihadına bırakılmıştır. Bu süre, üç hafta olarak takdir edilmiştir. Sıkıntıda olduğu ispatlanırsa, bundan sonra malı bakımdan düzlüğe çıkmasının muhtemel olduğu bir süre kadar daha beklenir. Bilindiği gibi bekleme süresi, ka­dı'nın yetki ve takdirine bağlıdır. Bu süre sonunda da koca mehri ödeyemezse kadı, önceki şekilde olduğu gibi karışım boşar. Malî sıkıntıda bulunduğu ispat­landığından ötürü mehri ödemede kocaya müddet tamnabilmesi için şu şart­ların gerçekleşmesi gerekmektedir:

1-Mehir borcuna değil, şahsına kefil olacak bir kefil getirmiş olmalı­dır. Böyle bir kefil getiremezse, malî bakımdan sıkıntıda olduğunun ispat­lanmasından dolayı hapsedilir.

2- Kocanın görünürde malı olmamalıdır. Eğer malı varsa, mehir, peşin olarak kendisinden alınır.

3- Koca, gerdeğe girme talebinde bulunduktan sonra zevceye nafaka ver­miş olmalıdır. Eğer o zamandan itibaren nafaka vermemişse, zevce, mehir-sizlikle birlikte nafakası^ık sebebiyle nikâhın feshedilmesini taleb edebilir. Tercihe şayan olan görüş de budur.

Şâfiîler dediler ki: Koca, malî sıkıntı nedeniyle mehri ödemekten âciz olursa ve zevcesi de sabrederse ne âlâ! Aksi takdirde zevce, bazı şartlar çer­çevesinde evliliği feshedebilir:

1- Zevce, hür olmalıdır. Câriye, kocasının malî sıkıntı içinde bulunması nedeniyle nikâhı feshetme hakkına sahip değildir. Bu konuda efendisi yetki­lidir. Dilerse akdi fesheder, dilerse feshetmez. Ama kocanın nafaka vereme­yecek kadar malî sıkıntı içinde bulunması nedeniyle akdi feshedemez. Nitekim bu, nafaka bahsinde de anlatılacaktır.

2- Zevce, bâliğa olmalıdır. Küçük yaştaysa, evliliği feshetme hakkına sahip değildir. Ancak bu hak, velîsine aittir. Nafaka verilmemesi nedeniyle velî, evliliği feshetme hakkına sahip değildir. Çünkü bu zevceyi ilgilendirir. Zîra olabilir ki, zevce aç kalmaya razı olur ve kocasından ayrılmak istemez.

3- Fesih, cinsel temastan önce olmalıdır. Ama kendi arzusuyla kocaya cinsel temas imkânı tanırsa, artık anılan sebepten ötürü nikâhı feshetme hak­kına sahip olmaz.

4- Kocanın malî sıkıntı içinde olduğu, kadı'nın yanındaki bir ikrar veya beyyineyle sabit olmalıdır. Aksi takdirde zevce nikâhı feshetme hakkına sa­hip olmaz. Ama koca ortada yoksa ve kendisinden haber alınamıyorsa, ay­rıca hazırda bir malı da bulunmuyorsa, malî sıkıntıda olduğu sabit olduğundan dolayı, hiç zaman kaybetmeksizin nikâh feshedilir.

5- Durumu kadıya arzetmek zorunludur. Ondan çıkmayan bir fesih ka­rarı sahih değildir. Ya da kadı'nın iznine dayanılarak zevceden çıkmayan bir fesih kararı sahih değildir. Kadı, malî sıkıntı içinde olduğunu ispatlaması için kocaya üç gün süre tanır. -Ancak önce de anlattığımız gibi, koca ortada bu­lunmaz ve kendisinden hiçbir haber de alınamazsa,hazırda da malı yoksa, koca için mühlet tanınmaz.- Üç günlük süre bitince kadı, dördüncü günün sabahında nikâhı fesheder. Ancak koca gelip mehri teslim ettiği takdirde ni­kâh feshedilmez.

Hanbelîler dediler ki: Kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğu ve meh­ri ödemekten âciz kaldığı sabit olunca, bazı şartlar çerçevesinde zevce, ni­kâh akdini feshetme hakkına sahip olur:

1- Zevce mükellef olmalıdır. Yaşı küçük ise feshetme hakkına sahip ol­maz. Velîsi de bu hakka sahip değildir. Ancak Şâfiîler bu görüşe muhaliftir­ler. Deli kadın da küçük yaştaki kadın hükmündedir.

2- Zevce hür olmalıdır. Câriye ise, bu hak efendisine âit olur. Nitekim Şâfiîler de bu görüştedirler.

3- Kocanın malî sıkıntı içinde bulunduğunu (evlenmezden önce) biliyor olmamalıdır. Bunu bilerek onunla evlenirse, fesih hakkına sahip olmaz.

4- Fesih kararı hâkimden çıkmalıdır. Kadın, kendi başına nikâhı feshe-demez. Gerdek ve cinsel temastan sonra olsa bile, nikâhı feshettirme hakkı­na sahiptir. Mâlikîlerle Şâfiîler bu görüşe muhaliftirler.

 

Koca, Kendi Karısıyla Sefere Çıkabilir

 

Gidilecek yer emniyetli ve koca da karısına karşı güvenilir biri ise, koca karısıyla birlikte bir yerden başka bir yere yolculuk yapabi­lir. Mezheblerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(60) Hanefîler dediler ki: Kocanın kendi karısıyla sefere çıkması mese­lesinde değişik fetvalar verilmiştir. Bazıları kocanın mutlak surette kendi ka­rısıyla sefere çıkamayacağı şeklinde fetva vermiş, buna gerekçe olarak da şu hususu ileri sürmüşlerdir: Kadın gurbette, ailesinden ve aşiretinden uzakta bulunduğunda kendisine zarar ulaşacağı zannedilir. Diğer bazılarıysa, kadı­na karşı güvenilir olduğu takdirde kocanın kendi karısıyla sefere çıkmasının caiz olduğu yolunda fetva vermişlerdir. Bu fetvanın sahibi, kendi fetvasını zâhirü'r-rivâye olarak teyid etmiştir. Bazı kimseler, durumların bazan çok açık bir şekilde birbirlerinden farklı olacaklarını söylemişlerdir. Bazan sefer dolayısıyla kadın eziyet görür. Bazan kadının kocasıyla birlikte sefere çık­ması, hayatın zorunluluklarından biri olabilir. Meselâ kocanın, kendi bel­desinden uzak bir yerde görevli bir memur olması veya kendi beldesinden uzaktaki bir yerde bir mülkünün bulunması ve kendisi işlemedikçe bu mül­künün semere vermeyişi gibi. Bu durumda kadın, kocasıyla birlikte sefere çıkmazsa, zarar gören kadın değil, kocanın kendisi olur. Bu nedenle kadı­nın kocasıyla birlikte sefere çıkmasının veya çıkmamasının takdiri müftüye verilmiştir. O, durumun gelişmesine ve ortama göre fetvasını verir. Ben bu konudaki ihtilâfın lâfızda kaldığı kanısındayım. Zîra kadının kocasıyla bir­likte sefere çıkamiyacağını söyleyenler, gerekçe olarak kadına ulaşacak zararı ileri sürmektedirler. Kadının kocasıyla birlikte sefere çıkabileceğini söyleyenler, kocanın kadına karşı güvenilir olmasını, evliliğin hak ve vecibe­lerini bilmesini, kadının ırzını korumasını, şerir, kötü ahlâklı ve fâsık olma­masını şart koşmuşlardır. Aksi takdirde koca, karısına karşı güvenilir olmaz. Koca yukarıdaki şartlara uygun olup da karısıyla birlikte sefere çıkarsa, ka­dına hiç bir zarar ulaşmaz. Şu halde iki görüş arasında bir fark yoktur. Bu­nun takdiri müftüye veya kadıya verilmiştir diyen, her iki durumun takdirini ona (kocaya) bağlamıştır. Kadı veya müftü, kocayı karısına karşı güvenilir görmezse ve kadının sefere çıkmakla zarara uğrayacağına kanaat getirirse kadının kocasıyla birlikte sefere çıkmasına izin vermez. Çünkü bu durumda sefere çıkması caiz olmaz. Ama bunun aksi olursa, sefere çıkması caiz olur. Şunu da belirtelim ki, kadının kendi ailesi ve aşireti arasında kalması, genel bir ölçü olamaz. Çünkü kşdının doğduğu beldede aile ve aşiretinin bulun­madığını, aile ve aşiretinin doğduğu beldeden uzak bir beldede bulunduğu­nu, meselâ Urfa doğumlu bir kadının anne ve babasının ölmüş olduğunu, aile ve aşiretinin İstanbul'da ikâmet ettiğini farzedersek, bu kadının, İstan­bul'da aile ve aşireti arasında kocasıyla yaşaması gerekir diyebilir miyiz? Bu, çok rastlanılan bir olaydır. Evet, denebilir ki, kadın şehirde olup da bir kö­ye nakledilecek olursa, bu nakilden ötürü zarara uğrayabilir. Şehirden köye taşınma nedeniyle yaşam biçimi değişecek, uzun süre gamlı ve hüzünlü ola­rak yaşayacaktır. Zîra güzel manzara ve görünümlerden, aksi olan manzara ve görünümlere intikal etmek, bir nevi hapsolmaya benzer. Bu nedenle de­mişlerdir ki: Kadın, ancak şehrin banliyösüne taşınabilir. Yani kadın, şehir merkezi veya kasabalara taşınacak olursa, itiraza mahal kalmaz. Doğrusu­nu söylemek gerekirse, şehirden köye veya köyden şehire taşınmakta fayda varsa; koca, kadına karşı güvenilir biri olduğu ve taşınılacak yerde de gü­venlik bulunduğu takdirde, bu taşınmanın mutlak surette caiz olduğuna fet­va verilmiştir. Ama koca fâsık ise ve kadının ırzına karşı güvenilir biri değilse veya şerir olup karısına eliyle ve diliyle eziyet ediyorsa veya nafaka vermek­te onu sıkıntıya düşürüyorsa, yahut da benzeri durumlardaysa, karısını baş­ka yere götürmesine fetva vermek sahih olmaz. Eşlerin ve çocuklarının mutluluğunu temin edecek olan gerçek maslahatı bırakıp da arzu ve şehvet­lerin ardına düşmek, maslahattan değildir.

Mâlîkîler dediler ki: Koca, gerdeğe girmiş olsun olmasın, karısıyla birlikte dilediği tarafa sefere edebilir. Ama karısının mehrini vermemiş olup gerdekten önce onunla birlikte sefere çıkmak isterse, kadın, peşinen veril­mesi gereken mehir kendisine ödeninceye dek kocasıyla birlikte yolculuğa çıkmayabilir .Kocası kendisiyle birlikte gerdeğe girmiş olsa bile bu böyledir. Koca varlıklı ise, kadın mehrin peşinatını alıncaya dek yine kocasıyla birlik­te yola çıkmayabilir. Ama koca yoksul olup mehri verecek kadar mala sahip değilse, kadın, yola çıkmama hakkına sahip olamaz. Mehir, kocanın zim­metinde borç olarak kalır. Bu, kocanın gerdeğe girip de kadının ona cinsel temas imkânı vermemesi halinde sözkonusu olan hükümdür. Cinsel temas imkânı verirse, kocası kendisiyle bilfiil temasta bulunmuş olsun olmasın ve varlıklı olsun olmasın, kadın bundan sonra kocasıyla birlikte yola çıkmak­tan imtina edemez. Kuvvetli olan görüş budur.

Cinsel temasa imkân vermenin de cinsel temas hükmünde olduğu açık­ça belirtilmiştir. Sonra kocanın karısıyla birlikte bir başka beldeye sefere çık­ması, bazı şartlarla sahih olur:

1- Koca hür olmalıdır. Karısı câriye olsa bile, köle, kendi karısıyla bir­likte sefere çıkamaz.

2- Yol, emniyetli olmalıdır.

3- Koca, güvenilir biri olmalıdır.

4- Sefere gidilecek belde yakın olmalıdır. Öyle ki, kadınla ailesi arasın­da haberleşmenin kesileceği kadar uzak bir belde olmamalıdır. Bu durumda kocanın varlıklı veya yoksul olması arasında bir fark yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Koca, hür olan karısıyla birlikte dilediği ta­rafa yolculuk yapabilir. Yalnız kocanın, karısına karşı güvenilir olması, se­fere gidilecek yerin (ve yolun) korkulu olmaması şarttır. Tabiî kadın, eğer kocasıyla birlikte sefere çıkmamayı şart koşmamışsa... Böyle bir şart ileri sürmüşse, kocasının bu şarta riâyet etmesi gerekir. Riâyet etmez ve şartını hiçe sayarsa, kadın, nikâh akdini feshetme hakkına sahip olur.

Şafiîler dediler ki: Koca, ona karşı güvenilir olduğu takdirde karı­sıyla birlikte sefere çıkma hakkına sahiptir. Kadın kocasıyla birlikte sefere çıkmaya yanaşmazsa isyankâr olur. Nafakayı ve diğer şeyleri kocasından al­ma hakkına sahip olmaz. Yapılacak sefer günah içerikli olsa bile, hüküm değişmez. Ancak kadın hastalık, sıcaklık, soğukluk gibi yolculuğa engel bir mazerete sahipse veya kocasıyla birlikte sefere çıktığı takdirde zarara uğra-yacaksa, sefere yanaşmama nedeniyle isyankâr olmaz. Sefer, günah içerikli olsa bile, kadın kocasıyla birlikte sefere çıkmalıdır. Çünkü kocası, onu gü­nah işlemeye değil, sadece hakkını yerine getirmeye davet etmektedir.

 

Eşlerin Mehirde İhtilâfa Düşmeleri

 

Eşlerin mehirde ihtilâf edip tartışmaları, mutlaka şu hususların birinde olur:

1- Mehrin tesmiyesi hususu: Sözgelimi ikisinden biri mehrin be­lirtilmiş olduğunu, diğeri de bunun aksini iddia eder.

2- Mehrin -ister nakit, ister ölçeklenen veya tartılan bir nesne olsun- miktarı hususu: Sözgelimi, eşlerden biri mehrin yüzbin lira, di-ğeriyse ellibin lira olduğunu iddia eder.

3- Mehrin cinsi hususu: Sözgelimi eşlerden biri mehrin deve, di-ğeriyse eşek olduğunu iddia eder. Fıkıhçılara göre cinsten maksat lügavî anlamdaki cinstir. Bu da nev'idir. Mantıkî cins bakımından eş­lerin ihtilâf etmelerine şöyle bir örnek verilebilir: ikisinden biri meh­rin bir yiyecek maddesi olduğunu, diğeriyse hayvan olduğunu iddia

eder.

4- Mehrin niteliği hususu: Sözgelimi ikisinden biri mehrin floransa buğdayı, diğeriyse pencuma buğdayı olduğunu İddia eder.

5- Mehrin kendisiyle kesinlik kazandığı şey hususu: Sözgelimi kadın, kocasının kendisiyle yalnızca başbaşa buluştuğunu veya ken­disiyle cinse! temasta bulunduğunu iddia ettiği halde kocası bunu inkâr eder. Bütün bu ihtilâflarla ilgili olarak mezheblerin geniş açık­lamaları aşağıya alınmıştır.

 

(61) Hanefîler dediler ki: Mehirde ihtilâf dört durumda olur:

Birinci durum: Eşlerifı mehrin tesmiyesi hususunda ihtilâf etmeleri. Eş­lerden biri, mehrin belirtildiğini iddia eder, diğeri ise bunu inkâr eder. Bu­nun da bir kaç şekli vardır:

1- Gerdekten veya halvetten sonra boşanma halinde, her ikisi de hayat­ta olarak mehrin tesmiyesinde ihtilâf ederler. Sözgelimi koca: "Ben onun için mehir olarak yüzbin lira belirttim" der; kadın ise, "hayır! Benim için mehir belirtmedi" derse, koca isbatla yükümlü kılınır. İsbattan âciz olursa, bu defa kadın, kendisi için mehir olarak yüzbin lira belirtmemiş olduğuna yemin eder. Böylece kadın için mehr-i misil sabit olur. Ancak bu mehr-i mislin, kocanın itiraf etmiş olduğu yüzbin liradan eksik olmaması şarttır. Aynı şe­kilde kadın, kocasının kendisi için mehir olarak yüzbın lira belirttiğini iddia eder, kocaysa bunu inkâr ederse; kadın, iddiasını isbatlamakla yükümlü kı­lınır, îsbatlayamazsa, o zaman koca yüzbin lirayı mehir olarak belirtmedi­ğine yemin eder. Yemin edince de kadın için mehr-i misil sabit olur. Yalnız bu mehr-i mislin, kadının iddia ettiği yüzbin liradan fazla olmaması şarttır. Birinci şekilde kadın veya ikinci şekilde koca yeminden kaçınırsa, diğerinin iddiası sabit olur. Eğer, Ebû Hanîfe'den nakledildiğine göre, nikâhta inkâr eden kişi yemin etmez, bunun gereği olarak da davacı isbattan âciz olursa, inkarcının hakkı yeminsiz olarak sabit olur denirse, buna verilecek cevap şu­dur: Ebû Hanîfe demiştir ki; nikâhtan maksat ister nikâh akdi olsun, ister cinsel temas olsun, nikâhın aslında inkarcının yemin etmesi gerekmez. Ama bizimkisi, mehirde ihtilâf meselesidir. Mehir, maldır. Malî ihtilâflarda ye­min edileceğine dâir icmâ vardır.

2- Hayattayken, eşlerin gerdekten veya halvetten önce boşanma halin­de ihtilâf etmeleri. Bu durumda kadın kendisi için mehir belirtildiğini ispat­lamaktan âciz olur ve koca da onun için mehir belirtmediğine yemin eder de kadın için mehir belirtilmediği sabit olursa, kadına mut'ay-ı misilden başka şey verilmez. Bunun açıklaması daha önce yapılmıştır.

3- İkisinden birinin ölümünden sonra ihtilâfın vukûbulması. Kadın ölür de kocası onun için mehir olarak yüzbin lira belirttiğini iddia eder, kadının mirasçısı ise bunu inkâr ederse, davacı iddiasını ispatlamakla yükümlü kılı­nır, îspatlayamazsa, kadının mirasçısı yemin eder ve kadın için mehr-i misil sabit olur. Gerdekten sonra boşanmada da aynı durum sözkonusudur. Ko­canın ölmesi ve kadının kendisi için mehir belirtilmiş olduğunu iddia etmesi durumunda da aynı hüküm sözkonusu olur.

4- Eşlerin beraberce ölmeleri ve mirasçılarının, mehrin belirtilmesi hu­susunda ihtilâf etmeleri. Bununla ilgili olarak iki görüş vardır:

a- Mehrin belirtildiğini inkâr edenin sözüne itibâr edilir. Kadın lehine bir hüküm verilmez. Bu, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür.

b- Kadın için mehr-i misil karan verilir. Fetva da bunun üzerinedir. Bu, İmâmeyn'in görüşüdür.

İkinci durum: Eşlerin mehir miktarı hususunda ihtilâf etmeleri. Bu, meh­rin zimmette nitelenen bir borç olması durumunda vukûbulan bir ihtilâftır. Bunda mehrin altın, gümüş, dirhem, dinar, cüneyh, lira gibi bir nakit olma­sıyla, ölçeklenen, tartılan veya sayılan bir şey olması arasında bir fark yok­tur. Nakit olan mehrin miktarında eşlerin ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "mehir bin dinardır", kadınınsa "ikibin dinardır" demesini gös­terebiliriz.

Tartılı şeylerde ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "mehir, yirmi kilogram saf arı balıdır" demesini, buna karşılık kadınınsa "otuz kilogramdır" demesini gösterebiliriz. Ölçekli şeylerde ihtilâf etmelerine ör­nek olarak kocanın, "yirmi kile floransa buğdayı karşılığında seninle evlendim" demesini, kadınınsa, "otuz kile" demesini gösterebiliriz. Sayılı şeylerde ihtilâf etmelerine örnek olarak kocanın, "ikibin nar karşılığında se­ninle evlendim" demesini gösterebiliriz. Mehrin miktarına ilişkin bu ihtilâf­ların hepsi de aynı hükme tâbidir. Bu durumla ilgili birkaç şekil vardır:

1- Gerdeğe girilmiş olsun olmasın, evliliğin devam etmesi halinde eşler arasında ihtilâf vukûbulması.

2-  Boşanma ve gerdekten sonra eşler arasında ihtilâf vukûbulması.

Bu iki şeklin hükmü aynıdır. Nakdin miktarı hususunda ihtilâf ederler­se; meselâ koca "ben o kadınla, miktarı bin dinar olan mehir karşılığında evlendim" der, kadınsa "ikibin" derse, bu ihtilâfın üç hâli olur:

a- Mehr-i mislin, kadının sözüne muvafık olması,

b- Mehr-i mislin, kocanın sözüne muvafık olması.

c- Mehr-i mislin binbeşyüz dinar olmasıdır. Yani hiç birinin sözüne mu-vâfik olmaması. Bilindiği gibi kadın ikibin, kocaysa bin dinar olduğunu söy­lüyordu.                                                   -

'a' şıkkının, yani mehr-i mislin kadının sözüne muvafık olmasının hük­mü şudur: Yemin ettikten sonra kadının sözü muteberdir. Yani kadın, kocasmın iddia ettiği gibi bin dinarlık mehirle kendisiyle evlenmediğine dâir yemin eder. Böylece de ikibin dinar almaya hak kazanır. Yemine yanaşmaz­sa, kocasının iddia ettiği bin dinarı alabilir.Kendi iddiasını teyid edecek bir belge getirirse, bu kabul edilir ve böylece kadının lehine hüküm verilir. Ko-ca,kendi iddiasını teyîd edecek bir beyyİne getirirse,_kabul edilir. Ancak bu durumda kocanın beyyinesi, kadınınkine nisbetle önceliklidir. Zîra zahiren durum kadından yanadır. O da mehr-i mislin, kadının iddiasına muvafık olu­şudur. Koca, zahirî durumun aksini isbatlamak istemektedir. Kadınsa kendi mehr-i mislinden az olan bin dinara razı olmaktadır. Dolayısıyla kocanın bey­yinesi, kadınınkine nisbetle öncelikli olmaktadır.

'b' şıkkının, yani mehr-i mislin kocanın sözüne muvafık olmasının hükmü şudur: Yemin etmesi şartıyla, söz kocanındır. Yani koca, o kadınla iki bin dinarlık mehirle evlenmediğine yemin eder ve kadına bin dinar verilmesine karar verilir. Yemine yanaşmadığı takdirde kadına ikibin dinar verilmesine karar verilir. Eşlerden hangisi beyyine getirirse, beyyinesi dinlenir. Ancak bu durumda kadının beyyinesi, kocanınkine nisbetle öncelikli olur. Bu, şıkkındakinin tersinedir. Zîra zahirî durum, kocadan yanadır. Beyyine, za­hirî durumun tersini ispatlamaktadır.

V şıkkının, yani mehr-i mislin eşlerin ikisinin de iddiasına muva­fık olmaması. Sözgelimi mehr-i misil binbeşyüz dinardır. Koca, ikibin di­narla kadın ile evlenmediğine yemin eder; kadın ise kocasının bin dinarla değil de ikibin dinarlık mehirle kendisiyle evlenmiş olduğuna yemin eder. Eş­lerden hangisi yeminden kaçınırsa, diğerinin iddiası onu bağlar. Koca yemin­den kaçınırsa, binbeşyüz dinar -ki bu mehr-i misildir- vermesi gerekir diyenler de olmuştur. Ama birinci görüş daha kuvvetlidir. İkisi birlikte yemin eder­lerse, mehr-i misile karar verilir ki, o da binbeşyüz dinardır.

Özet olarak deriz ki: Eşlerin kendi iddialarını doğrulayıcı beyyineleri yok­sa, ikisi de yemin eder. Biri yemin eder de diğeri yeminden kaçınırsa, yemin edenin iddiası doğrultusunda hüküm verilir. İkisi birlikte beyyine getirirler­se, yine mehr-i misile karar verilir.

Eşlerin ölçekli, tartılı veya sayılı bir ayında ihtilâf etmeleri durumunda da bu tafsilât aynıyla geçerli olur.

3- Eşlerin gerdekten önce ve boşanmadan sonra ihtilâf etmeleri. Bu du­rumda ihtilâf konusu olan mehir, 'şu hayvan' gibi ya hazır ve muayyen olur. Ya da zimmette nitelenmiş bir borç olur. Örneğin nakit, ölçeklenen veya tar­tılan veya sayılan ayınlar gibi. Mehir muayyense ve koca, mehrin yansını kadına vermeye razı olursa ne alâ. Aksi takdirde tahkime gerek kalmaksızın kadına uygun bir mut'a, yani mut'ay-ı misil vermek gerekir. Mehir eğer borçsa, tahkim yoluyla kadına mut'ay-ı misil vermek gerekir. Bu, kadının kendi iddiasını isbatlayamaması durumunda sözkonusu olan bir hükümdür. Aksi takdirde ona, isbatladığı mehrin yarısı verilir.

4- Eşlerden birinin ölmesi, diğeriyle ölenin mirasçıları arasında mehrin miktarı hususunda ihtilâf vukûbulması. Bu ihtilâfın hükmü, arada hiç bir fark bulunmaksızın eşlerin hayattayken aralarında vukûbulan ihtilafın hük­mü gibidir.

5- Eşlerin ölmesi ve belirtilmiş mehrin miktarı hususunda mirasçılar ara­sında ihtilâfın vukûbulması. Bu şeklin hükmü de şudur: Söz, kocanın mi­rasçılarına aittir.

Üçüncü durum: Eşlerin mehrin cinsi hususunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kocanın:''Yirmi kile arpa karşılığında seninle evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine, buğday karşılığında benimle evlendin'* demesi veya kocanın: "Bu sığır karşılığında seninle evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine şu sağmal inek karşılığında benimle evlendin" demesi gibi.

Dördüncü durum: Eşlerin mehrin niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Söz­gelimi kocanın mehrin kalitesiz bir buğday, kadınınsa kaliteli bir buğday ol­duğunu söylemesi gibi.

Eşler, mehrin niteliği hususunda ihtilâf edecekleri gibi, nev'i hususun­da da ihtilâf edebilirler. Sözgelimi kocanın mehrin floransa buğdayı oldu­ğunu, kadınınsa pencuma buğdayı olduğunu söylemesi gibi. Bu durumda mehİr, şu elbise veya şu buğday kümesi gibi, belirliyse ve eşler ihtilâf ede­rek, meselâ koca, yirmi metre olması şartıyla "şu kumaş kaşılığında seninle evlendim" der, ama kumaş eksik çıkarsa veya floransa buğdayı olması şar­tıyla "şu buğday kümesi karşılığında seninle evlendim" der, ama buğdayın başka cinsten olduğu anlaşılırsa, bu durumda yeminsiz olarak kocanın sö­züne itibar edilir. Ya da tahkimsiz olarak kadına mehr-i misil ödenmesine karar verilir ki, bunda icmâ edilmiştir. Mehrin zimmette nitelenmiş bir borç olması durumunda cinsi, nev'î veya sıfatında ihtilâf edilirse, bu ihtilâfın hük­mü, mehrin aslında vukûbulan ihtilâfın hükmü gibidir.

Mâlîkîler dediler ki: Mehirde anlaşmazlığın üç durumu vardır:

1- Eşlerin gerdekten önce, boşanma veya ölüm nedeniyle ayrılmaların­dan önce İhtilâf etmeleri. Bunun da üç şekli vardır:

a- Mehrin miktarında ihtilâf etmeleri ve hiç birisinin beraberinde kendi iddiasını ispatlayıcı bir şeyin bulunmaması. Örneğin kocanın, mehrin yirmi altın lira olduğunu, kadınınsa kırk altın lira olduğunu söylemesi gibi.

b- Mehrin niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Örneğin kocanın, mehrin Türk lirası olduğunu, kadınınsa Suudî Arabistan riyali olduğunu söylemesi veya kocanın, mehrin floransa buğdayı olduğunu, kadınınsa pencuma buğ­dayı olduğunu söylemesi gibi.

Bu iki şıkkın hükmü aynıdır. Şöyle ki: Her ikisi de yemin edecektir. Eğer reşid iseler, her ikisi de kendi iddialarını isbatlamak için yemin ederler. Re-Şid olmayanın yerine velîsi yemin eder. Yeminden sonra nikâh, talâkla feshedilir ve talâk hem zahiren, hem de bâtınen vukûbulur. Eşlerin ikisinin de yeminden kaçınmaları durumunda, nikâh, talâkla feshedilir. Biri yemin eder de diğeri yeminden kaçınırsa, yemin edenin iddiası doğrultusunda karar ve­rilir. Önce zevceye yemin ettirilir. Her ikisinin de iddiasının mehrin miktarı veya niteliğine dâir olup da bu İddâlarmm beldeleri halkı arasında bilinen ve alışılagelen iddialar olması durumunda bu hüküm sözkonusudur. Ama ikisinden birinin iddiası bu kategoride, diğerininki de bu kategorinin dışın­da olursa, iddiası bu kategoriye dâhil olanın yemin etmesi halinde sözü ka­bul edilir. Yeminden kaçınırsa, diğerine yemin teklif edilir. Yemin edenin lehine hükmedilir; nikâh feshedilmez.

c- Eşlerin mehrin cinsinde ihtilâf etmeleri. Burada cinsten maksat, nev'i kapsayan lügavî cinstir. Birincinin misâli, kocanın: "Ben buğday üzerine onunla evlendim" demesi, kadınınsa: "Aksine o benimle at üzerine evlendi" demesidir. İkincinin misâli* kocanın: "Ben koyunlar üzerine onunla evlen­dim demesi, kadınınsa: "Aksine o, dişi develer üzerine benimle evlendi" de­mesidir. Koyunlarla develerin cinsi birdir ve bu cins de hayvandır. Ama nevileri ayrıdır. Bunlar, mantıkî iki nevidir ve lügavî iki cinstir. Gerdekten önce eş­ler mehrin cinsi hususunda ihtilâf ederlerse, nikâh mutlaka feshedilir. Bura­da ikisinin birlikte yemin etmeleriyle birisinin yemin etmesi veya ikisinin de yeminden kaçınmaları, ya da ikisinin de iddiasının halk arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olması arasında bir fark yoktur. Biri diğerinin sözüne ra­zı olmazsa nikâh feshedilir. Aksi takdirde feshedilmez. Çünkü rıza olduk­tan sonra nikâh feshedilmez.

2- Eşlerin hayattayken gerdekten sonra ihtilâf etmeleri. Bu ihtilâfın bo­şanmadan önce veya sonra olması arasında bir fark yoktur. Bunun da iki şekli vardır:

a- Eşlerin mehrin miktar veya niteliği hususunda ihtilâf etmeleri ve hiç birinin kendi iddiasını doğrulayacak bir dayanağının bulunmaması. Bu şek­lin hükmü şudur: Söz, yemin etmesiyle birlikte kocaya aittir. Koca yemin­den kaçınırsa, kadın yemin eder. Yemin edince kadının sözüne göre hüküm verilir. Kadın da yeminden kaçınırsa, kocanın sözüne göre hüküm verilir. Bu durumda belde halkı arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olmasa bile, kocanın iddiası doğrultusunda karar verilir. Çünkü kadın kendi vücûdun­dan şehevî açıdan yararlanma imkânını ona tanımıştır ve bu nedenle koca­nın sözü tercih edilir. Bu hüküm, "kocanın iddiası halk arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olursa nazar-ı itibara alınır" diyenlerin hükümlerine mu­haliftir.

b- Eşlerin mehrin miktarı hususunda ihtilâf etmeleri. Bu durumda eşle­re yemin ettirilir. Biri yemin edip diğeri yeminden kaçınırsa, yemin edenin lehine .karar verilir. Birlikte yemin ederler veya birlikte yeminden kaçınırlar­sa koca, mehr-i mislin tamamını ödemekle yükümlü kılınır. Çünkü bu du­rumda kocanın gerdeğe girmiş olduğu varsayılır.

Bu meselenin kısacaözeti şudur: Gerdekten, boşanma ve ölümden ön­ce eşlerin mehrin cinsi hususunda ihtilâf etmeleri, mutlaka nikâhın feshini gerektirir. Bu durumda ister ikisi yemin etmiş olsun, ister birisi yemin etmiş veya ikisi de yeminden kaçınmış olsunlar; ya da her ikisinin veya sadece bi­risinin iddiasının halk arasında bilinen ve alışılagelen cinsten olmasıyla ol­maması arasında hüküm bakımından bir fark yoktur. Gerdeğe girdikten sonra ihtilâf ederlerse, açıklanmış olduğu üzere kocanın mehr-i misil vermesi gere­kir. Gerdekten önce mehrin miktar veya niteliğinde eşlerin ihtilâf etmeleri durumunda halk arasında bilinen ve ahşılagelen cinsten olması nedeniyle yalnız kalanın sözünün tasdik edilmesi gerekir, tabiî yemin etmesi şartıyla... İkisi­nin de sözü halk arasında bilinen ve alışılagelen cinstense veya değilse yemin ettirilirler. Birinin razı olmaması halinde nikâh feshedilir.

Gerdekten sonra eşler, mehrin miktar veya niteliğinde ihtilâf ederlerse, yemin etmesi şartıyla kocanın sözünün doğrulanması gerekir. Mehr-i mis­lin, kadının iddia ettiği miktara eşit olması şarttır. Mehr-i misil daha fazlay­sa, iddia ettiği miktar, kadının kendisine verilir. Aynı şekilde mehr-i mislin, kocanın iddia ettiği miktardan da az olmaması şarttır.

3- Boşandıktan sonra eşlerin ihtilâf etmeleri veya biri öldükten sonra diğeriyle ölenin mirasçılarının ihtilâf etmeleri veyahut ikisinin birlikte ölüp mirasçılarının ihtilâf etmeleri. Bu durumun hükmü, gerdeğe girdikten sonra eşler arasında meydana gelen ihtilâfın hükmü gibidir. Ancak gerdek öncesi boşanmadan sonra mehrin cinsinde eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa, biri-birlerine yemin teklif edilmesi üzerine ikisi de yemin eder veya ikisi de ye­minden kaçınırlarsa, mehr-i mislin tamamını değil, yarısını vermek vâcib olur. Şu da var ki, koca mehr-i misli reddederse, gerdek durumunda nikâh mad­deten, boşanma ve ölüm halinde ise hükmen sabit olur. Yani miras ve diğer sonuçlan doğurur. Mûtemed olan görüş budur.

Şafiîler derler ki: Eşler arasında veya kocayla velî veya iki velî veya eşlerden biriyle diğerinin vekili veya ikisinin vekili veya bu saydıklarımızdan biri ile diğer eşin ölümü halinde mirasçıları veyahut birlikte ölmeleri halinde ikisinin mirasçıları arasında bir kaç yönden ihtilâf meydana gelebilir:

1- Mehri belirtme esasında ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın, kocasının ken­disi için mehir belirtmemiş olduğunu iddia ederken koca onun bu iddiasını reddederek mehir belirtmiş olduğunu iddia eder.

2- Mehrin miktarında ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın: "Yüzbin lira üze­rine benimle evlendi" derken koca onımla ellibin lira üzerine evlendiğini id­dia eder.

3- Mehrin cinsinde ihtilâf etmeleri. Meselâ kadın, kocasının yüzbin do­lar üzerine kendisiyle evlendiğini iddia ederken, kocası yüzbin Türk lirası üze­rine kendisiyle evlendiğini iddia eder.

4- Mehrin niteliği hususunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kadının: "Kocam benimle yirmi kilo iyi cins buğday üzerine evlendi" demesi, kocanınsa: "Onun­la yirmi kile kalitesiz buğday üzerine evlendim" demesi gibi. Veya mehrin peşin, ya da vadeli oluşunda ihtilâf etmeleri. Meselâ kocanın: "Vadeli yüz­bin lira üzerine onunla evlendim" demesi, kadımnsa: "Aksine, peşin yüz­bin lira üzerine benimle evlendi" demesi gibi. Gerdekten Önce olsun, sonra olsun bütün bu ihtilâf şekillerinin hükmü aynıdır ve o hüküm de şudur: Bu ihtilâf şekillerinden biri vukûbulur, ama ikisinin de iddialarını ispatlayıcı de­lilleri olmaz veya ikisinin de delili bulunur, ama çelişik olurlarsa; meselâ bi-risininki tarih belirtir, ama diğerininki vâdeyi serbest bırakır veya ikisininki de tarih koymayıp vâdeyi serbest bırakırlarsa, yemin etmeleri gerekir. Ye­min ettirmeye kocadan başlanılır. Birisi yeminden kaçınırsa, diğerinin iddi­asına uygun hüküm verilir.

Baliğ ve reşid olan işlerin yemin biçimine gelince; eşlerin, kendi iddia­ları doğrultusunda kesin olarak yemin etmeleri gerekir. Sözgelimi kadının: ^"Vallahi yüz dinara değil de, ikiyüz dinara benimle evlendi" diye, kocanın­sa: "Vallahi ikiyüze değil de yüz dinaraonunla evlendim" diye yemin etme­si gibi. Küçük veya deli kadına gelince; onun velîsi aynı şekilde kesin biçimde onun yerine yemin eder. Küçük yaştaki kadın veya deli kadın, yeminden ön­ce buluğa erer ve akıllanırsa, velîleri değil de, kendileri yemin ederler. Velî ile koca arasında ihtilâf vukûbulursa, kadın da bakire ve bâliğa ise velîsi de­ğil de kadının kendisi yemin eder. Çünkü mehir, kadına aittir.

Mirasçının yemin biçimine gelince: O, bilmediğine dâir yemin etmeli­dir. Sözgelimi kocanın mirasçısı, "kadının iddia ettiği gibi murisimin beş-yüz dinara onunla evlendiğini vallahi bilmiyorum. Aksine murisim ikiyüz dinara onunla evlenmişti" der; kadının mirasçisıysa: "Mûrisemi iddia ettik­leri gibi ikiyüz dinara nikahlamıştır" der. Velînin yemin biçimine gelince, o, nikâh akdinin ikiyüz dinar üzerine değil de, beşyüz dinar üzerine akdedil-diğine yemin etmelidir. Velî, kocadan sadır olan fiil üzerine yemin eder. Do­laylı olarak kadın için de mehir sabit olur. "Kişi, başkasının yeminiyle bir şey hak edemediğine göre, kadın nasıl olur da velîsinin yeminiyle mehri hak eder şeklindeki soruya karşı verilecek cevap şudur: Velî, kendi velayeti al­tındaki kadının mehri hak ettiğine yemin etmemekte, aksine kadının şu ka-darlık mehir karşılığında nİkâhlandığına yemin etmektedir. Velî, yapılan işe yemin etmektedir; kadının hak edişine değil... Velî yeminden kaçınır da ko­ca yemin ederse; yemini dolayısıyla koca lehine mi hüküm verilir, yoksa ka­dının buluğa ermesi mi beklenir? Bu hususta iki görüş vardır: Bunlardan ikincisi, yani küçük yaştaki kadının buluğa ermesi için beklenmesini öngö­ren görüş tercih edilmiştir. Eğer küçük yaştaki kadın, yemini bilmediğine dâir bir yemin mi, yoksa kendi iddiasının sübûtu ve dolayısıyla kocanın iddiası­nın reddine dâir kesin biçimde bir yemin midir diye sorulacak olursa, buna verilecek cevap şudur: Bu meselede de iki vecih vardır: En uygunu, bilmedi­ğine dâir yemin etmesidir. Yani, "Vallahi velîmin beni yüz dinara evlendirmiş olduğunu bilmiyorum. Aksine beni ikiyüz dinara evlendirmiştir" demesidir. Zîra bu kadın, gerçekte yapılan akde şahit olmamış ve kendisin­den de izin alınmamıştır. Bu nedenle de kesin biçimde yemin etmesi müm­kün değildir. Kadının bakire ve bâliğa olup, kocasıyla velîsi arasında ihtilâf vukûbulması durumunda hüküm bunun tersinedir. Bu durumda kadın, kendi iddiasını teyid için kesin şekilde yemin eder. Zîra nikâh akdini her ne kadar velîsi yapmışsa da, bunu kendisinden izin aldıktan sonra yapmıştır ki, bu da (akid) hali(ni) müşahede etmesi sayılır. Özetle deriz ki: Baliğ olan eşler, iddialarının aslı üzerine kesin biçimde yemin ederler. Velî de kendi fiili üze­rine yemin eder.

Küçük yaştaki kadının buluğa ermesinden ve deli kadının akıllanmasın­dan sonra yemin etme biçimlerine gelince; bu hususta iki görüş vardır: Bazı­ları derler ki: Bunlar, bilgiyi reddederek yemin ederler. İkinci görüş, mütekaddimînden olan bir grup ulemâya aittir. Uygun ve kuvvetli olan gö­rüş de budur.

İhtilâf halindeki eşlerden birinin kendi iddiasını isbatlamaktan âciz ol­ması halinde ikisi de yemin ederse, mehr-i müsemmâ (nikâhta belirtilmiş olan mehir) feshedilir. İhtilâfın mehr-i müsemmâ üzerine olması durumunda zevce için mehr-i misil sabit olur. İhtilâf, cinsel temastan sonra vukûbulmuşsa, kadın mehr-i mislin tamamım, cinsel temastan önce vukûbulmuşsa yarısını alır. İh­tilâf mehrin miktarı üzerineyse; sözgelimi kadın, mehrin yüz dinar olduğu­nu, kocaysa doksan dinar olduğunu iddia etmekteyse, kendi iddia ettiğinden fazla miktarda olsa bile, meselâ yüz elli dinar olsa bile, kadına mehr-i misil verilir.

Mehrin miktarı hususunda kocayla kadının velîsi arasında ihtilâf vukû-bulursa, sözgelimi velînin mehrin ikiyüz, kocanınsa yüzelli dinar olduğunu söylemelerine karşılık mehr-i misil ikiyüzelli dinar kadarsa, bir kavle göre yemin etmeleri vâcib olur. Koca, yeminden kaçınırsa, veli yemin eder ve id-diâsi lehine karar verilir. Bir başka kavle göre mehr-i misle karar verilir. Doğ­rusu, velî kocaya yemin ettirme hakkına sahiptir. Çünkü koca, bazan yeminden kaçınabilir. Bu durumda velî yemin eder ve iddiası doğrultusunda hüküm verilir. Koca, mehr-i misle eşit bir miktarı iddia eder ve bu iddia etti­ği miktar kadının velîsinin iddia ettiği miktara eşit olursa durum bellidir. Çün­kü onun iddia ettiği miktar, belirtilen mehrin "miktarına muvafık olmakta ve anlaşmazlık son bulmaktadır. Kocanın iddia ettiği miktar, mehr-i müsem-nıâdan az ise, mesele, velînin kocaya yemin ettirme hakkına sahip olduğu meseleye döner. Bu durumda belki koca, yeminden kaçınır; ve mehr-i mü-semmâdaki fazlalık sabit olur.

Hanbelîler dediler ki: Eşler veya kendilerinin vefatlarından sonra mirasçıları veya küçük yaştaki kadının velîsiyle kocası arasında mehrin mik­tarı hususunda ihtilâf vukûbulursa; meselâ koca mehrin yüz, kadınsa ikiyüz dinar olduğunu söylerse, veya taraflar mehrin aynı hususunda ihtilâf ederlerse, meselâ kadın, "benim mehrîm şu elbisedir" der, kocaysa, "hayır, onun mehri şu diğer elbisedir" derse veya taraflar, mehrin cinsi hususunda ihtilâf ederlerse, meselâ koca, "deve üzerine onunla evlendim" der de kadın, "ha­yır! Benimle at üzerine evlendi" veya "altın..." veya "buğday üzerine evlendi" derse, veya taraflar mehrin niteliği hususunda ihtilâf ederse veya gerdek, hal­vet, öpme, dokunup elleme, şehvetle bakma gibi mehrin kendisiyle kesinlik kazandığı hususlarda ihtilâf ederlerse; meselâ kadın gerdeğe girdiğini iddia eder de koca inkâr ederse ve hiçbirisinin yanında iddiasını isbatlamaya yara­yacak bir şey bulunmazsa, yemin etmesi şartıyla söz kocanın veya mirasçısı­nın olur. Zîra inkâr eden b,u taraftır.

Taraflar, mehrin aynı hususunda ihtilaf ederlerse, meselâ kadın; "Be­nim mehrim şu hayvandır" der, kocasıysa "hayır, onun mehri şu diğer hayvandır" derse, koca kadının mehrin aynına dair iddiasını inkâr etmiş ol­maktadır ki, yemin etmesi şartıyla, söz inkâr edenindir. Mehrin niteliği hu­susunda ihtilâf etmelerinde de aynı hüküm sözkonusudur. Meselâ kadın; "Kocam, floransa buğdayı üzerine benimle evlendi" der, kocasıysa "hayır, onunla pencuma buğdayı üzerine evlendim" derse, yemin etmesi şartıyla söz, kocanındır. Mehrin cinsi hususunda ihtilâf ederlerse yine aynı hüküm söz-konusu olur. Meselâ kadın, kocasının şu kadar buğday karşılığında kendi­siyle evlendiğini iddia eder, kocası ise, buğday değil de şu kadar arpa karşılığında kendisiyle evlenmiş olduğunu söylerse, kadının iddiasını inkâr etmiş olur. Aslolan kocanın ikrar etmediği ve hakkında beyyinenin bulun­madığı şeyden zimmetinin berî olmasıdır. Koca burada ikrar etmeyip inkâr etmektedir. Aleyhine bir beyyine de yoktur. Dolayısıyla kocaya yeminden başka hiçbir şey lâzım gelmez. Yeminden kaçınırsa, kadının lehine hüküm verilir. Koca yemin ederse, kendisinin lehine hüküm verilir.

Ama eşler, mehrin teslim ve tesellümü hususunda ihtilâf ederlerse, yani koca, kadının mehri teslim aldığını iddia eder de kadın inkâr ederse, yemin etmesi şartıyla kadının'sözü muteber olur. Eğer kadın ölmüşse, mirasçısının sözü muteber olur. Mehrin tesmiyesi hususunda ihtilâf etmeleri de böyledir. Sözgelimi koca, kadın için mehir olarak yüz dinar belirtmiş olduğunu iddia eder, kadın ise yüz dinardan fazla olan mehr-i misline kavuşmak için bunu inkâr eder ve bir beyyinesi de bulunmazsa, yemin etmesi şartıyla kadının sö­zü muteber olur ve kendisine mehri misil verilmesine karar verilir. Eşler ara­sındaki bütün bu ihtilâfların gerdekten önce veya sonra, boşanmadan önce veya sonra olması arasında bir fark yoktur. Zîra ihtilâflarını çözümlemede dayanak, varsa beyyinedir; yoksa bazı hallerde kocadır. Yemin etmesi şar­tıyla söz, onundur. Diğer bazı durumlâVdayemin etmesi şartıyla kadının sö­zü esas alınır.

 

Gizli Ve Aşikâr Mehir İle Kocanın Verdiği Hediyeler Ve Kadinin Çeyizi

 

Bazı insanlar gizlice az bir mehir üzerine anlaşmayı, nikâh akdi esnâsındaysa büyük miktarda bir mehir ilân etmeyi âdet haline ge­tirmişlerdir. Nitekim âdet gereği olarak nikâh akdinden sonra koca, karısına hediye vermekte ve mehir, kendi durumlarına uygun hedi­yeler olarak belirtilmektedir. Bazı kimseler buna nafaka adı vermek­tedirler. Yine âdet gereğince kadın, eşlerin durumuyla mütenâsib bir çeyizle gerdeğe girmektedir. Şimdi eşler arasında vukûbulan anlaş­mazlık durumunda gizii mehir mi, yoksa aşikâr olan mehir mi nazar-ı İtibara alınacaktır? Hediyeler de mehir kapsamına girerler mi, girmez­ler mi? Koca, kadına vermiş olduğu çeyizi (geri) isteyebilir mi, iste­yemez mi? Mezhebferin bunlara ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(62) Hanefîler dediler ki: Mehrin gizlilik ve aşikârlığı hususunda iki şe­kil vardır:

1- Eşlerin nikâh akdinden önce gizlice mehrin miktarı hususunda anlaş­maları, sonra nikâh akdini, anlaşmış olduklarından çok daha fazla olan bir mehir miktarı üzerine yapmaları. Bunun da birkaç şekli vardır:

a- Akidte arttırılan fazlalığın, gizlice anlaştıkları mehrin cinsinden ol­ması. Akidten sonra bunun üzerine anlaşırlarsa, mehir, akid olmadan üze­rinde anlaşmış olduklarıdır. Anlaşamazlarsa, mehir, koca onun sırf başkalarına karşı bir gösterişten ibaret olduğunu isbatlamadığı takdirde akidte belirtilendir.

b- Akidte arttırılan fazlalığın, mehrin cinsinden olmaması. Bu durum­da anılan fazlalığın gösteriş olduğu hususunda ittifak ederler de, akidten önce üzerinde anlaşmış oldukları miktar, mehr-i misle eşit olursa ne âlâ. Aksi tak­dirde mehr-i misil vermek gerekir.

c- Eşlerin gizlice, kadının mehrinin meselâ yüz dinar olması üzerine an­laşmaları, nikâh akdini yaparlarken vergi ve benzeri şeylerin korkusu dola­yısıyla mehirsiz olarak evlendiklerini ilân etmeleri. Bu durumda mehir, önceden üzerinde gizlice anlaşmış oldukları miktardır.

2- Eşlerin gizlice bir mehirde anlaşmaları, sonra da nikâhı başka bir mehir üzerine akdetmeleri. Örneğin gizlice yüzbin lira üzerine akdetmeleri veya ni­kâh akdi olmaksızın mehrin ikiyüzbin lira olduğunu ikrar etmeleri gibi. Bu durumda anlaşır veya yapılan işe şahit olurlarsa, gizlice üzerinde anlaşmış oldukları miktar, mehir olarak muteber olur. Anlaşamazlarsa, meselede ih­tilâf vardır. Şöyle ki: İmâmeyn, mehrin, ilk akdin üzerine yapılmış olduğu miktar olduğunu söylemektedirler. Ebû Hanîfe ise der ki: Cins değişik olursa, birincide ve ikincide belirtilen mehir vâcîb olur. Çünkü ikincisi, birinci üzerine bir arttırma sayılmaktadır.

Birincide yüz riyal, ikincideyse yüz dolar üzerine akid yapılırsa, bunla­rın hepsi mehir sayılır. İkincideki yüz dolar, kocanın arttırmış olduğu bir fazlalıktır. Birinciyle ikinci aynı cinstense, mehir olarak birinciye yapılmış olan fazlalıkla birlikte sadece ikincisi muteber olur. Meselâ eşler gizlice yüz­bin Türk lirası üzerine anlaşırlar, nikâh akdini veya akidsiz olarak ikrarları­nı ikiyüzbin Türk lirası üzerine yaparlarsa, mehir, ikiyüzbin Türk lirası olur. Zîra birincide ve ikincide mehrin cinsi birdir ki, o da Türk lirasıdır. İkinci akidte arttırılan yüzbin lira, mehir üzerine yapılan arttırma türündendir.

Âdet icâbı verilen hediyelere gelince, bunda birtakım tafsilât vardır. Ve­rilen hediye, normal olarak tüketilen meyve, balık ve et gibi ya yenilir şey­lerden olur veya yağ, Kal ve canlı koyun gibi bir müddet saklamlabilen aymlardan olur; veya mum, kına gibi yenilmeyen, ama âdeten kadınlar ta­rafından kullanılan şeylerden olur; yahut da bayramlarda ve benzeri münâ­sebetlerle verilen giysi ve para gibi şeylerden olur. Verilen hediye birinci türden olup koca bunun mehirden sayılacağını sanır ve kadın ise bunun hediye ol­duğunu söylerse, tek kelimeyle kadının sözü geçerli olur. Zîra bu gibi şeyle­rin mehir olacağı, âdetten değildir. Yenilip tüketilen şeylerden olmayanlara gelince, bunlar hakkında en uygun olan davranış, örfe uymaktır. Zamanı-mızdaki örfe göre bu tür eşyalar, mehir değil de hediye sayılırlar. Koca, bu­nun mehir olduğunu iddia eder, ama beyyine bulamazsa, yemin etmesi şartıyla kadının sözü geçerli olur. Tatlıyla birlikte kadına verilen yüzük ve bilezikler veya nakışlı elbiseler ve benzeri şeyler de örfe göre mehir sayılmazlar. Aksi­ne bunlar, kadının başka bir tâlibliyi kabul etmemesi için ön armağanlardır. Koca, bu verdiklerinin mehire mahsup olduğunu iddia eder, ama buna iliş­kin bir beyyine getiremezse, yemin etmesi şartıyla kadının sözü muteber olur. Kısaca, bu gibi şeylerde en kuvvetli dayanak, gelenek ve göreneklerdir. Ba­zıları derler ki: Meyve, et ve balık gibi âdeten tüketilen yiyeceklerde mute­ber olan, kadının sözüdür. Bunlardan başka mezkûr şeylerdeyse, isbatlayamama durumunda, yemin etmesi şartıyla kocanın sözü geçerli olur. Koca, yemin etmişse ve hediye de duruyorsa, kadın onu geri verip mehrini alabilir. Eğer tüketilmişse kıymeti hesaplanarak mehirden düşülür. Kıyme­ti, mehrin tamamına eşitse ödeşirler. Zamanımızda uygulanması gereken gö­rüş, birincisidir. Yani örfe bakılır. Örfe göre hediyeler mehirden sayılmıyorsa, örfe uyulur. İsbatlayamama durumunda ise söz, kadınındır.

Çeyiz meselesine gelince, şüphesiz birinci derecede sahih olan hüküm şudur : Mehir olarak söylenen ve mehir olması niteliğiyle üzerine nikâh akdi yapılan şeylerin -her ne kadar çok olsalar bile- karşılıkları, başka bir şey ol­maksızın sadece kadındır. Adamırî biri yüzbin liralık bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve âdet gereğince bu kadar mehre karşılık olarak eşlerin du­rumlarına lâyık büyük bir çeyizin getirilmesi icâb ettiği halde kadın bu çeyi zi getirmezse, koca, ondan çeyiz isteme hakkına sahip olmaz. Çeyiz getirirse de, bunlar kadının mülküdürler. Kocanın bunlarda bir hakkı yoktur.

Eşler mehir üzerine nikâh akdini yaparlar, sonra da koca, çeyizini ha­zırlaması için kadına bir miktar para verir, kadın da bu parayı alır, ama çe-yizsiz olarak kocanın yanına, gerdeğe girer; koca razı olduğuna delâlet eden bir zaman boyunca susup sesini çıkarmazsa, çeyiz taleb etme hakkı düşer. Ama susmazsa, bu hakkı düşmez. Zîra koca, bu parayı ona teberru olarak vermiş değildir. Aksine bu parayı kadına, kendisinin yükümlü olduğu bir işi yapması için vermiştir. Çünkü kocanın, kadın için geçim ihtiyaçlarını kar­şılayacak şekilde donatılmış bir yer hazırlaması zorunludur.

Baba, kızım kendi malıyla çeyizlendirir ve kız da bu çeyizleri teslim alırsa; babanın ve mirasçılarının bu çeyizi vermekten geri dönmeye hakları olmaz. Madem ki örf babanın kendi kızını çeyizlendirmesini gerektirmektedir, öy­leyse çeyizi verdikten sonra geri alamaz. Aynı şekilde küçüklüğündeyken kı­zına satın almış olduğu şeyler de kızının mülkü olur. Kızla babası anlaşmazlığa düşerler ve ikisinin de beyyinesi bulunmaz; baba, "ben bu malı kızıma iğreti olarak verdim'* der, kızsa "hayır, bunu mülk olarak bana verdi" der veya karısının ölümünden sonra koca, ona mirasçı olmak gayesiyle bu malın ka­rısına, babası tarafından mülk olarak verildiğini söylerse, müftâbih ve mû-temed olan görüşe göre bu durumda kadının sözü muteber olur. Kadının ölümünden sonra da kocasının sözü geçerli olur, babasınınki değil. Madem ki örfe göre babanın kızına vermiş olduğu anlaşmazlık konusu olan bu mal­lar iğreti olmayıp çeyizdir; öyleyse bu mallar hakkında babanın sözü geçerli değildir. Bunda babanın mülkiyetini itiraf etmek vardır. Mülkiyetin kıza geç­mesi içinse delile ihtiyaç vardır, denilemez. Zîra biz diyoruz ki, çeyiz ve ev eşyalarında dış görünüşü nazar-ı itibara almakla yetinilir. Bir ana, babanın mülkü olan evin eşyalarından bir kısmım kızına verir ve baba da susarsa; bu eşyalar kıza çeyiz olur ve geri alınması sahih olmaz.

Koca, karısının ailesine, karısını eş olarak kendisine çabucak teslim et­meleri amacıyla bir şeyler verirse, bunları onlardan geri alma hakkına sa­hiptir. Çünkü bu bir rüşvettir. Son olarak şunu da belirtelim ki, bir erkek başkası tarafından boşanmış olup, iddet beklemekte olan bir kadına, iddet sonrası kendisiyle evlenmesi için bir miktar harcamada bulunursa, her ne kadar bu caiz değilse de, bunun hükmüne dâir birkaç görüş vardır. Muhakkik âlim-lerce mûtemed sayılan görüşe göre erkek, onunla evlenmeyi şart koşmuş ve kadın da başkasıyla evlenmişse, ona yaptığı harcamaları geri alma hakkına sahip olur. Eğer evlenmeyi şart koşmamışsa, bir kısmı geri alabileceğim, bir kısmı da geri alamayacağım söylemişlerdir. Güzel olan görüşe göre, geri ala­bilir. Zîra âdete göre, o erkeğin, kendisiyle evlenmeyecek olursa o kadın için harcama yapmayacağı biliniyorsa, bu, bir şart mesabesinde olur. Bir görüşe göre o adam, yapmış olduğu harcamaları mutlak surette geri alma hakkına sahiptir. Çünkü, harcama yaparken kadının kendisiyle evlenmesini şart koşmuş olsa da olmasa da, bu bir rüşvet mesabesindedir.

Mâlikîler dediler ki: Eşler veya kocayla velî, gizlice mehir üzerinde anlaşırlar ve açık olarak da öncekine muhalif bir mehri ilân ederlerse, gizli­ce üzerinde anlaşmış oldukları mehir muteber olur. Açık olarak ilân edilir­ken şahit olanlar, gizlice anlaşma yaptıklarında bulunan şahitlerin aynısı olsalar da olmasalar da, hüküm değişmez. Ancak bazı Mâlİkîler, eşlerin giz­lice anlaşma yaptıkları sırada bulundurulan şahitlere açık olarak yapılan ilâ-nâtın bildirilmesinin zorunlu bir şart olduğunu söylemişlerdir ki, böylece şahitler, gerçek hakkında bilgi sahibi olsunlar. Eşler anlaşmazlığa düşerler ve kadın, kocasının gizli mehirden vazgeçtiğini, mehir olarak açıkça ilân et­tikleri meblağ üzerinde anlaştıklarını iddia eder, kocaysa bu iddiayı inkâr ederse, kadın bir beyyine olmadığı zaman kendi iddiası doğrultusunda ko­casına yemin ettirme halikına sahip olur. Koca yemin ederse, gizli mehir üze­rine amel olunur. Yeminden kaçınırsa, kadın yemin eder. Yemin edince de, aşikâr mehir Üzerine amel olunur. Yeminden kaçınırsa, gizli mehir üzerine amel olunur. Beyyine, aşikâr mehrin asılsız olup zahirî olduğuna, muteber mehrin gizli mehir olduğuna şehâdet ederse, beyyine ile amel olunur. Bunun aksi üzerine anlaşırlarsa, meselâ vergi ve benzeri bir sebep korkusuyla gizli mehrin aşikâr mehirden fazla olması üzerine anlaşırlarsa, anlaşma sahih olur ve bununla amel olunur. Şayet anlaşamazlar, koca, son olarak ilân edilen meblağın mehir olduğunu iddia eder de kadın onun bu iddiasını inkâr ederse, ortada bir beyyine bulunmadığı takdirde önce belirtilen şekilde yeminleşirler.

Hediyeye gelince, bunun dokuz şekli vardır. Şöyle ki: Koca, hediyeyi ya karısına, ya karısının velîsine veya yabancı bir şahsa verebilir. Her halü­kârda bu hediyeyi ya nikâh akdinden önce,ya akid esnasında veya akidten sonra verir. Hediyeyi sarih bir şartla da verse, şartsız olarak da verse, -çünkü bu durumda hükmen şartlı gibi olur- mehre dâhil olur. Hediye kadına, ka­dının velîsine veya yabancı bir şahsa verildiğinde de hüküm aynıdır. Koca gerdekten önce karısını boşarsa, mehrin aslında olduğu gibi, hediyenin yan­sı kadına, yansı da kocaya âit olur. Hediye kadından başkasına verilmişse, kadın hediyenin yansını o başka şahıstan veya kocadan alma hakkına sahip olur. Çünkü şartlı verilen hediye, mehir sayılır. Ayrıca koca, hak ettiği yarı­yı, hediye ettiği şahıstan alma hakkına sahip olur. Karısından bir şey alma hakkı bulunmaz. Çünkü hediye eden, kocanın kendisidir. Hediye, karı veya kocadan başka bir yed-i eminin dindeyken telef olur, telef olduğuna da bir beyyine şehâdet ederse; bilezik ve elbise gibi saklanabilir eşyalardan olsa da, deve ve sığır gibi saklanabilir eşyalardan olmasa da; veya telef olduğuna dâ­ir bir beyyine şehâdet etmez de salim olmakla beraber telef olduğu iddia edi­lemeyecek eşyalardan olursa, koca, gerdeğe girmeden karısını boşarsa, ikisi birlikte hediyeyi tazmin ederler. Biri diğerinden bir şey isteme hakkına sahip olmaz. Koca, karısını gerdekten sonra boşar, hediye de yed-i eminin elin-deyken telef olur ve şahitler de buna şehâdet ederlerse veya hediye, saklanması mümkün olmayan eşyadan olduğunda, şahitler telef olduğuna şehâdet etmeseler bile, kadının hesabına zayi olmuş olur. Karı veya kocanın ölümü halinde de hediye, tamamıyla kadının hesabına zayi olmuş olur. Zîra kadın gerdek ve ölüm nedeniyle hediyenin tamamım hak eder. Aynı şekilde fâsid akdin gerdekten önce feshedilmesi durumunda da, hediye tamamıyla kadın hesabına zayi olmuş olur. Çünkü bu durumda da kadın, hediyenin tamamı­nı hak eder.

Hediye koca veya kadının elindeyken telef olur, telef olduğuna dâir bey-yine bulunmazsa veya saklanması mümkün olmayan eşyalardan olup da bey-yineye gerek duyulmazsa, hediyenin tazmini onu elinde bulundurmuş olanın üzerine olur. Koca, gerdekten önce karışım boşarsa ve hediye de kadının elinde bulunursa, tazminatın yarısını kadının ödemesi gerekir. Gerdekten önce bo-şar ve hediye kocanın elinde bulunursa, tazminatın yarısını kocanın ödeme­si gerekir. Gerdekten sonra boşama ve ölüm durumunda tazminatın tümü kocanın üzerine olur. Hediye kıymet takdir edilebilen şeylerdense kıymeti­ni; misli bulunur şeylerdense mislini kadına vermesi gerekir.

Bütün bunlar, hediyenin nikâh akdinden önce veya akid esnasında ve­rilmesi durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Nikâh akdinden sonra ve­rilmiş olup zevce dışında velî veya başkalarına verilmişse, kendisine verilmiş olan kişi hediyeye sahip olur. Hediye zevceye verilmiş olup gerdekten önce boşanırsa, bu hususta iki görüş vardır:

1- Akidten sonra verilen hediye zevcenin elinde telef de olsa, sağlam ola­rak da kalsa, kocanın bunda bir hakkı olmaz. Kuvvetli ve tercihe şayan olan görüş budur.

2- Hediye mevcut duruyorsa, yarısı kocanın olur. Telef olmuşsa, misli­nin veya kıymetinin yarısı kocanın olur.

Çeyize gelince, Mâlikîler derler ki: Kadının, teslim almış olduğu mehir-Ie, emsali kadınlara yaraşır şekilde kendini ceyizlendirmesi gerekir ki, bu­nun da bir kaç şartı vardır:

1- Kadın, peşin olsun veya vadeli olup da vâdesi dolmuş olsun, mehri gerdeğe girmeden önce teslim almış olmalıdır. Kocası onunla mehri teslim etmeden cinsel ilişkide bulunmuşsa; gerdekten sonra çeyİzlenmesini şart koş-mamışsa veya Örf bunu gerektirmiyorsa, kadını çeyizlenmekle yükümlü kı­lamaz. Kadın vâdesi gelmiş mehrin ön kısmını aldıktan sonra çeyiz hakkında dava açar. Mehri teslim aldığı için kadının aleyhine ve kocanın lehine hük­medilir. Ama koca, henüz vâdesi gelmemiş olan mehri teslim alarak çeyiz-lenmesi için kadına çağrıda bulunursa, bu çağrısı dolayısıyla koca lehine hüküm verilmez. Çünkü bu, kocaya menfaat sağlayacak olan bir selef olur. Bunun sebebi, vadeli bir şeyi âcilleştiren kimsenin selef yapmış sayılacağı­dır. Kadın bu durumda mehri teslim alırsa, bu mehirle çeyizlenmeye zorlanır.

2- Koca, kadının çeyiz için teslim aldığından başka bir şeyi tesmiye etmemeli veya örf, kocanın çeyiz için bir şeyler vermesini öngör memelidir. Koca, çeyiz için bir şey vereceğini belirtirse, o şeyi vermesi gerekir. Veya örfün bu yolda verilmesini öngördüğü şeyi vermesi gerekir. Kocanın belirttiği veya örfün öngördüğü meblağ, mehirden çok da olsa az da olsa hüküm değişmez. Aynı şekilde kadının velîsi, kocaya verilecek bazı şeyler olduğunu belirtir ve koca da buna razı olursa, mehirden sarf-ı nazarla bu eşyayı temin etmekle yükümlü olan, kadının kendisidir.

3- Mehir, ayın olmalıdır. Ticâret eşyası veya ölçeklenen veya tartılan bir şey, ya da bir hayvan olursa, kadın çeyizlenmek için mehrini satmakla yükümlü olmaz. Mûtemed olan görüş budur. Şu da var ki, çeyiz ve mehir kadının mülküdür. Ölünce, bunlar mîras olarak başkalarına intikal eder. Bun­dan şu mesele çıkar: Adamın biri, sözgelimi yüzbin lira tutarındaki bir me­hir üzerine bir kadınla evlenir, bu mehrin elli binini teslim eder ve kadının velîsine veya kendisine iki/üz bin lira tutarında çeyiz hazırlamasını şart ko­şar ve kadın gerdekten önce ölürse, yüzbin liranın tamamı kadının mirasçı­larının hakkı olur. Kadının mirasçıları, kalan ellibin lirayı kocadan kendi mîras payını düştükten sonra- isteyebilirler mi? Koca da, içindeki miras pa­yını almak için, şart koşulan çeyizin ibraz edilmesini isteyebilir mi, isteye­mez mi? Bu hususta iki görüş vardır. Denilmiştir ki, mirasçılar çeyizi ibraz etmekle yükümlü değildirler. Bu durumda kocanın, belirtilen mehri değil de, mehr-i misli ödemesi gerekir. Çeyizi, teslim almış olduğu ellibin liraya mah-sub edilir. Sonra da eîlibin liraya çeyizlenenlerin mehirlerinin kıymetine ba­kılır. Bu kıymet eğer ellibin liraysa, koca bir şey vermez. Çünkü o, ellibin lirayı ödemiştir. Ellibin liralık çeyizdeki mirasım alır. Bu çeyizdeki mîras payı, çocukları yoksa yarımdır. Kadının başka kocadan çocuğu varsa, kocası, çe­yizin dörtte birini miras olarak alır. Mehrin kıymeti seksenbin liraysa, koca, mirasçılara otuzbin lira daha verir. Ödediği otuz bin liradan ve elli bin lira tutarındaki çeyizden kendine düşen miras payını alır.

Ölen kadının mehr-i misli otuz bin liraysa, mirasçılarının kocaya yirmi bin lira vermeleri ve elli bin lira tutarındaki çeyizde olan miras payını ver­meleri gerekir.

Baba kızını çeyizlendirirse, bu çeyiz sâdece kıza âit olur. diğer mirasçı­ların bunda bir hakları yoktur. Mehrine ek olarak kocanın kendisine vermiş olduğu şeyler kadına âit olur. Yalnız bu fazlalığın, kadının kocasıyla gerde­ğe girmiş olduğu eve taşınması şarttır. Babanın çeyiz olarak verdiği şeyin sa­dece kıza âit olması için, babanın henüz kendi eli altında dursa bile bu çeyizlerin kıza âit olduğuna şehâdet etmesi şarttır. Veya bu çeyizi kızı adına satın alıp emânet olarak başkasının yanına bırakması, ya da mirasçıların bunu ikrar etmeleri şarttır.

Hanbelîler dediler ki: Bir kimse, biri gizli, diğeri açık olmak üzere bir kadınla iki akid ve iki mehirle evlenirse; meselâ gizlice elli bin liralık me­hir üzerine, açık olarak da yüzbin liralık mehir üzerine nikâh akdi yapar ve ya bunun tersi olursa, bu fazlalık -ister gizli akidte olsun, ister aşikâr akidte olsun- kocaya aittir, onun hakkıdır.

Hediyeye gelince; bu, eğer nikâh akdinden sonra verilmişse mehirden sayılmaz. Koca, gerdekten önce kadını boşarsa, kadın mehrin yarısını hak eder. Hediyeden bir şey geri vermez. Gerdekten sonra boşanirsa, hiç mi hiç vermez. Çünkü bu durumda hediyenin tamamı (kadın lehine) sabit olur. Meh­rin tamamı veya yarısı lehine kesinlik kazandığında, kadın, kocasına bir şey geri vermez. Mehri düşürecek bir ayrılma vukûbulduğunda, meselâ ayrılma kadın tarafından olduğunda, mehirle birlikte hediye de kocaya geri verilir. Kadım kendisiyle evlendireceklerini vaad etmeleri dolayısıyla koca, onlara (kadına ve ailesine) hediye verir, onlarsa kadını onunla evlendirmezlerse, he­diyeyi onlardan geri alır. Çünkü onlar, vaadlerine muhalefet etmişlerdir. Bu sebeple de hediyesini yemelerinin bir anlamı kalmaz.

Şâfiîler dediler ki: Eşler gizlice bir mehir belirlerler, sonra da aşikâ­re olarak daha fazla miktardaki bir mehri söylerlerse, önce söyledikleri me­hir esastır. Meselâ, gizlice yüzbin lira üzerine akid yapar, sonrada şöhret için akdin ikiyüz bin lira olduğu açıklanırsa, önce gizlice belirttikleri mehir lâzım olur ki, bu yüzbin liradır. Ama akidsiz olarak gizlice yüzbin lira üzeri­ne anlaşır, sonra da açıkça ikiyüz bin lira üzerine akid yaparlarsa, akidte sözü edilen ikiyüzbin lira, mehir olarak geçerli olur. Gizli mehir, söylenirse muteber olur. Ama akidte söylenmezse muteber olmaz; açıklanan mehir mu­teber olur.



[1] Ibn Mâce, Nikâh, 51; Ebû Dâvûd, Nikâh, 20

[2] Ibn Mâce, Nikâh, 15

[3] Bakara: 232

[4] Hucurât:6

[5] Tirmîzî, Nikâh, 15

[6] Bakara: 221

[7] Mâide:5

[8] Mâide 5

[9] Buhârî, Talak, 7

[10] ibn Mâ-ce, Nikâh, 33; Ebû Dâvûd, Nikâh, 16

[11] Bakara: 230

[12] Mâce, Nikâh, 33; Ebû Dâvûd, Nikâh, 16

[13] Müslim, Nikâh, 23

[14] Müslim, Nikâh, 22; Dârimı, Nikâh, 16

[15] ibnMâce, Fiten,3

[16] Ahmed t. Hanbei, Masned, 4/355

[17] Buharı, Nikâh, 14; Ebû Dâvud, Nikâh, 31

[18] Buhârî, Ni­kâh, 40

[19] İbn Mâce, Ticârât, 64

[20] Bakara: 237