Hul'ün Rükün Ve Şartları 2

Hul' Sığasının Şartları 13

Hul'ün Fesih Değil De Talâk Olduğu Bahsi 17

Ric'at Bahisleri 19

Ric'atin Delili 21

Ricatın Rükün Ve Şartları 21

Ricatı İptal Eden İddetin Sona Erip Ermediği Hususunda Karı - Kocanın İhtilaf Etmeleri Ve Bununla İlgili Konular 29

Sonuç. 39

Îla Bahisleri 41

Îlânın Rükün Ve Şartları 45

İlânın Hükmü Ve Delili 48

Zihar Bahisleri 58

(Tanımı -Hükmü - Delili) 58

Ziharın Rükün Ve Şartları 62


Hul'ün Rükün Ve Şartları

 

Hul'ün beş rüknü vardır.

1- Bedeli üstlenen: Bundan kasıt, karı olsun başkası olsun, hul  be­deli olan malı ödemeyi üzerine alan kimsedir.

2- Kocanın (şehevî bakımdan) kendisinden yararlandığı bid': Bu, kadinin tenasül organıdır. Koca, bâin talâkla boşadığı takdirde, karısının bid'i üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmış olur ki, bu durumda hul' yapmak sa­hih olmaz.

3- Bedel: Bu, evlilik bağının çözülmesi karşılığında kocaya verilen maldır.

4- Koca.

5- İsmet (evlilik bağı).

Bu beş rükün olmaksızın hul' gerçekleşmez. Bu rükünlerden her bi­rinin ilgili olduğu bir takım şartlar vardır:

a) Bedeli üstlenen kimsenin ve kocanın şartlan: (Burada küçük yaş­taki kadının, sefih ve hasta kadının hul'ü de anlatılmaktadır.) Bedeli üstle­nen kimse ile kocanın tasarruf ehliyetine sahip olmaları şarttır. Bedel üst­lenenin, mâlî tasarruf ehliyetine sahip olması, kocanınsa talâka (boşama­ya) ehliyetli olması şarttır ki, o da akıllılık, mükelleflik ve reşitliktir. Küçük yaştaki, deli veya sefih kadının mal karşılığı kocası ile muhâlaa yapması sahih olmadığı gibi, küçük yaştaki veya deli kocanın da karısını boşaması sahih olmaz. Sefih olan erkeğin boşamastysa sahihtir. Ancak malı üstlen­mesi sahih olmaz. Bütün bunlara ilişkin olarak mezheblerin geniş açıkla­maları aşağıya alınmıştı.

b) Hut' bedelinin şartlan; (Bu başlık altında nafaka, hidâne ve mal kar­şılığında yapılan huP ele alınacaktır.) HuP bedelinde bulunması gereken bir takım şartlar vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Hul bedeli, değerli bir mal olmalıdır. Bir buğday tanesi gibi, değer­siz ve az olan şey karşılığında huP yapılması sahih olmaz.

2- Hul bedeli, kendisinden yararlanılması sahih olan temiz bir şey ol­malıdır. Örneğin şarap, domuz, kan, leş gibi şeyler hul bedeli olamazlar. Çünkü mehir bahsinde de geçtiği gibi, bunların bazısının başkaları naza­rında her ne kadar mâlî değeri varsa da, İslâm hukuku açısından hiçbir değeri yoktur.

3- Hul bedeli, gasbedilmiş bir mal olmamalıdır.

Mal karşılığında huP yapmak sahih olur. Bu mal nakit olabileceği gibi ayn veya ticâret eşyası, mehir veya iddet nafakası, emzirme, ya da çocuk yetiştirme ücreti de olabilir. Bütün bunlara ilişkin olarak mezheblerin ge­niş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(33) Hanefîler dediler ki: Hul', bedel karşılığında yapılırsa, bunun rük­nü, icâb ve kabuldür. Koca, meselâ, "şu kadar mal karşılığında seninle muhâlaa yaptım" diyerek, hul'e önce kendisi başlarsa, kadın; önce kadın hul'e başlarsa, koca kabul edici olur. Bedel karşılığı olmayıp talâk olursa, onun rüknü, talâkın rüknü gibi olur ki, o da talâkın rükünleri bahsinde geçtiği gi­bi lâfzın delâlet ettiği hükmî bir lâfızdır. Bu hususta daha geniş bilgi almak isteyenler, talâkın rükünleri bahsine müracaat edebilirler.

(34) Hanefîler dediler ki: Küçük yaştaki kadının mâlî bedel üstlenmesi sahih olmaz. Kocası: "Yirmibin lira karşılığında seninle muhâlaa yaptım" dediğinde kadın, "kabul ettim" der ve kendisi de mümeyyiz olup talâkın, kocasından ayrılmasını gerektireceğini ve kendisini kocasına haram kılacağı­nı bilirse, kocasından ayrılır. Ama mâlî bedeli ödemekle yükümlü olmaz. Çün­kü mâlî bedeli üstlenmeye ehil değildir. Koca, karısına: "Şu kadar mal karşı­lığında seninle muhâlaa yaptım" der, kadın da "kabul ettim" diye cevap ve­rirse, boşanır ve yine malı ödemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu teberrûdur. Küçük yaştaki adamsa teberrûya ehil değildir.

Bu, kocanın hul' lafzıyla ve önce geçmiş olan kinaye lâfızlarıyla muhâ­laa yapması durumunda sözkonusu olan hükümdür. Ama karısına: "Yirmi-bin lira karşılığında seni boşadım" der ve kadın kabul ederse veya kadın, kocasına "yirmibin lira karşılığında beni boşa" der de, koca "seni boşadım" derse, ric'î talâk vâki olur. Çünkü bu, bedel karşılığı olmaksızın yapılan sa-

rih bir boşamadır. Zîra dediğimiz gibi, küçük yaştaki kadın, mâlî bedeli öde­mekle yükümlü olmaz ve ric'î talâk vâki olur. Karısına "mehrin karşılığında "seni boşadım" der ve kadın da kabul ederse, aynı şekilde ric'î talâk vâki olur, Hiehir düşmez.

Baba, küçük yaştaki (evli) kızını hul' edebilir mi? Eğer kızının malı veya mehri karşılığında onu hul' ederse, talâk vâki olur. Kızı, mâlî bedeli ödemekle yükümlü olmaz. Sahih olan görüşe göre, babası da bir şey ödemekle yüküm­lü olmaz. Çünkü talâkın vâki olması, babanın kabulü şartına bağlıdır ki, bu şart da tahakkuk etmiştir. Bazıları bunun, malın lüzumu şartına bağlı oldu­ğunu söylemişlerdir. Mâlî bedelin ödenmesi lâzım gelmeyince, talâk da vâki olmaz.

Şunu da belirtelim ki, kızının malı karşılığında baba, küçük yaştaki kı­zını hul' eder; kızı büyüdükten sonra bunu onaylarsa, hul' sahih olur ve be­deli ödemekle de kızın ken'disi yükümlü olur. Ama baba kendi malı karşılı­ğında kızını hul ederse, hul sahih olur ve bedeli de ihtilafsız olarak kendisi­nin ödemesi gerekir. Bir mal karşılığında kızını hul' eder ve bu malı kendisi tekeffül ederse, ödemekle yükümlü olur. Dul olsun, bakire olsun, baba yaşı büyük olan (evli) kızını hul' edemez. Hul' ettiği takdirde, bu hul kızın onay­laması halinde geçerli olur. Onaylarsa sahih olur ve bedeli de kızın kendisi ödemekle yükümlü olur. Onaylamazsa, hul' geçerli olmaz ve bedeli ödemesi de gerekmez. Mâlî bedeli baba veya yabancı birisi tekeffül ederse; meselâ kı­zın kocasına baba veya yabancı birisi "karım, üzerimdeki bin lira karşılığın­da hul' et", "tekeffül ettiğim bin lira karşılığında karını hul' et" veya "şu devem karşılığında karını hul' et" der, koca da "bunun Üzerine karımı hul' ?ttim" derse, hul' sahih olur. Baba (veya hul' teklifini yapan yabancı) da mâ­lî bedeli ödemekle yükümlü olur. Deve kendisinin değilse, devenin kıymetini ödemekle yükümlü olur ve yapılan hul' de kadının kabulüne bağlı olmaksı­zın sahih olur. Ama kocaya "karını bin lira karşılığında hul' et" veya "şu deve karşılığında karım hul' et" derse, kadın kabul etmeden bu hul' sahih olmaz. Kabul ederse, bedeli ödemekle yükümlü olur. Bedeli teslimden âciz olursa, kıymetini Ödemekle yükümlü olur. Kadın, hul'ü kabul etmezse, be­deli ödemekle yükümlü olmaz. Bu hükümde ittifak vardır. Bu durumda ka­dın boşanır mı, boşanmaz mı? Bazıları boşanacağım, çünkü talâkın kabul şartına bağlı olduğunu, burada da babanın veya yabancı birinin talâkı kabul ettiğini söylemişlerdir. Diğer bazılarıysa kadının boşanmayacağını, çünkü ta­lâkın, kadının kabulü ve malın (bedelin) da lüzumu şartına bağlı olduğunu söylemişlerdir.

Birinci gruptakilerin görüşleri şu gerekçeye dayanıyor: Onlar diyorlar ki: Talâk, kocanın elindedir. O da talâkı, babanın veya yabancının bedeli kabul etmeleri şartına bağlamıştır ki, bu şart gerçekleşmiştir. Şu halde talâkın bu

bedel üzerine vâki olması gerekir. Bedel Ödemeyi üstlenmenin sahih olup ol­mamasına gelince; bu, hul'ün mâhiyeti dışında kalan mâlî bir meseledir. Ka­dının kabul etmesi durumunda malı ödemesi gerekir. Kabul etmediği takdir­de ödemekle yükümlü olmaz ve üzerine talâk vâki olmaz. Bu güzel bir gö­rüştür. Hanefi'lerin sözlerinden, bunu tercih ettikleri anlaşılmaktadır.

Küçük yaştaki kadının mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması sa­hih olmadığı gibi, sefih kadının da böyle yapması sahih olmaz. Sefihe, şer'î olmayan tarzda malını israf ve ifsad ederek bulûğa eren kadındır. Sefih ka­dın, mal karşılığında kocasıyla muhâlaa ederse, talâk vâki olur ve malı öde­mekle yükümlü olmaz. Sonra muhâlaa, hul' lafzıyla ve benzeri hul' kinaye­lerinden biriyle yapılırsa, bâin olur. Talâk lafzıyla yapılırsa ric'î talâk olur.

Sefİhliğin sübûtu için hâkimin kısıtlılık kararı vermesi şart mıdır, değil midir? Yoksa şer'î olmayan tarzda israf ederek malını zayi etmesi yeterli mi­dir? Bu hususta ihtilâf vardır. Mûtemed olan, ikinci görüştür. Kadının sa­vurgan olduğu saptanınca, hâkim sefihliğinin mevcudiyetine hükmetmemiş olsa bile, hul' edilmesi sahih olmaz.

Baba, kızını hul' eder ve mâlî bedeli yüklerse, hul* sahih olur ve malı ödemekle yükümlü olur. Aksi takdirde bununla yükümlü olmaz.

Bütün bunları özetleyecek olursak, hul'ün sahih olması için, mâlî bede­li üstlenen kimsenin baliğ ve reşîd olması şarttır. Küçük yaştaki kadın, hul' bedelini üstlenirse, bedeli ödemesi gerekmez. Sonra kadın, talâkın (boşama­nın) sonuçlarını bilen mümeyyiz biri ise ve kabul ederse, talâk vâki olur. Ka­bul etmezse, talâk gerçekleşmez. Kadın mümeyyiz olmayıp küçük yaştaysa ine talâk vâki olmaz. Talâk lafzıyla olursa ve kendisi de kabul ederse, ric'î talâk vâki olur. Hul' lâfzı ve benzeri kinayelerle olursa, bâin talâk meydana gelir. Bilindiği gibi o, bedeli söylediğinde talâka niyet etmediğine dair iddiası yargı bakımından kabul edilmez. Baba, (evli) kızı için muhâlaa edebilir mi? Ce­vap: Baba, malı karşılığında yaşça küçük kızının kocasıyla muhâlaa yapar­sa, talâk vâki olur ve kız da malı ödemekte yükümlü olmaz. Ama bu bedel, babanın malından ödenecek olursa, yapılan hul' sahih olur ve bâin talâk mey­dana gelir. Baba, mâlî bedeli tekeffül ederse de aynı hüküm sözkonusu olur. Yaşça büyük olan sefih kadın da bunlar gibidir. Bu kadının kendisi muhâlaa yaparsa, talâkı vâki olur ve bir şey ödemesi de gerekmez. Babasının onun adına kocasıyla muhâlaa yapması sahih olmaz. Ama bedeli kendi malından ödeyecek olursa, yaptığı hul' sahih olur. Bu hul'ün sahih olması, kadının ka­bulü şartına bağlı değildir. Yabancı bir kimse de bu konuca baba gibidir. Yaşça büyük olan reşid kadına gelince, onun izni olmadan malından bedel vererek hiç kimsenin onun adına kocasıyla muhâlaa yapması sahih olmaz. Babası kendi malından bedel vererek ondan izîn almadan kocasıyla muhâlaa yapar­sa, sahih olur. Bedeli de babanın ödemesi gerekir. Bu hul'ün sahih olması,

İcadının kabulü şartına bağlı değildir. Bu hususta yabancı bir kimse de baba gibidir.

Bu, yaşça büyük ve reşid olan kadının sağlıklı olması durumunda söz konusu olan hükümdür. Sonu Ölümle bitecek bir hastalığa yakalanmışken bir mal karşılığında huP yaparsa, sahih olur. Yalnız bu mâlî bedelin, malının üç­te birinden fazla olmaması şarttır. Çünkü bu teberrûdur ve malının üçte bi­rinden fazlasını teberru etmeye yetkisi yoktur. Bir mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, üçte bire ve iddetteyken öldüğünde kocasının hakedeceği mirasa bakılır. Üçte bir bu bedelden fazlaysa, kocanın mirastan hakedeceği meblağa bakılır. Mirastan hakedeceği meblağ, daha çok ise, karısının kendi­siyle, karşılığında yapmış olduğu bu mâlî bedeli alır. Çünkü bu bedel, üçte birden ve mirastan azdır. Üçte bir, hul'ün bedelinden az ise, üçte birin de onun miras payından az olup ^lmadığma bakılır. Az ise üçte biri alır. Ama miras payı daha az ise, miras fayını alır. Az olan ister üçte bir olsun, ister miras payı olsun, isterse hul' bedeli olsun, daima daha az olanı alır. Meselâ kadın, kocasıyla altmışbin lira karşılığında muhâîaa yapar ve kocası da mirasından ellibin lira hakederse, malın üçte biri de yüzbin liraysa, kocası ellibin lira alır. Çünkü en az olan meblağ ellibin liradır. Kadın, kocasıyla altmışbin lira kar­şılığında muhâlaa yapar, kocası mirasından ellibin lirayı hakeder ve malın üçte biri de kırkbin lira olursa, kocası kırkbin lira alabilir. İşte bu, hep bu ölçüye göre kıyaslanır.

Bu, kadımn kendisiyle gerdeğe girilmiş olması ve iddet beklemekteyken ölmesi durumunda srtzkonusu olan bir hükümdür. Ama kadınla gerdeğe gilmemişse, sırf talâk nedeniyle bâin olur. Koca, bu kadına mirasçı olamaz. Onun mirastan hakedeceği paya değil, sadece hul' bedeline ve malın üçte bi­rine bakılır ve ikisinden daha az olanı alır. Bir kadın altmışbin lira karşılığın­da kocasıyla muhâlaa yapar, malının üçte biri de elli veya kırkbin lira olursa, Üçte biri alır. Kadın, kendisiyle gerdeğe girilmiş olur da, iddeti tamamladık­tan sonra ölürse, yine aynı hüküm sözkonusu olur. Çünkü bu durumda ko­ca, karısına mirasçı olamaz. Kadın, hastalıktan kurtulursa, kocası hul' bede­linin tamamına sahip olur. Ama kocasının kendisi hastayken, karısıyla mu­hâlaa yapar veya yine aynı haldeyken karısını boşarsa, sonra da bu hastalık sonucunda ölürse, karısı kendisine mirasçı olur. Çünkü ölümcül bir hastalı­ğa yakalanmışken bir adam karısını boşarsa, karısından miras kaçırmış sayı­lır ki, bu durumda kadının miras hakkı düşmez. Bir kimse sağlıklıyken karı­sını boşar ve karısı iddet beklemekteyken kendisi ölürse, karısı kendisine mi­rasçı olur. Ama kadın iddeti tamamladıktan sonra kocası Ölürse, karısı ken­disine mirasçı olamaz.

Muhâlaa yapan ve boşayan kocanın ehliyetinin şart koşulmasına gelin­ce, bu zorunludur. Küçük yaştaki kocanın, deli veya bunak kocanın talâkı (boşaması) sahih olmaz. Ama sefih olan kocanın talâkı vâki olur. Çünkü o, sadece mâlî tasarruf bakımından kısıtlanmıştır.

Babanın yaşça küçük olan (evli) oğlu adına hul' yapması sahih olmaz. Küçük yaştaki bir kocanın karısı, kayınpederine: "Yirmibin lira karşılığın­da..." veya "Mehrim karşılığında oğluna niyâbeten muhâlaa yap"der,kayın-peder de ona: "Buna karşılık seninle muhâlaa yaptım" cevabını verirse, bu, hiçbir sonuç doğurmayan geçersiz bir söz olur. Küçük yaştaki bir koca, karı­sıyla muhâlaa yapar veya boşarsa hul'ü veya boşaması geçersizdir, sahih ol­maz. Sahihliği velinin onaylaması kaydına da bağlı değildir. Deli veya bunak olan koca da bu hükme tâbidir.

mâlikîler dediler ki: Yaşı küçük, sefîh ve câriye olan kadınların, mâlî bedel karşılığında kocalarıyla muhâlaa yapmaları sahih olmaz. Bu vasıfları taşıyan yabancı bir kimsenin de, evli bir kadın adına kocasıyla muhâlaa yap­ması sahih değildir. Koca bir mal karşılığında, bu vasıflardan birini taşımak­ta olan karısıyla muhâlaa yapar ve hul' bedelini teslim alırsa, yapılan bu hul' sahih olmaz. Almış olduğu bedeli de geri vermesi gerekir. Ancak velî veya efendi, hul' yapmaya izin vermiş olursa, hul' sahih olur, bedelin ödenmesi de gerekir. Sefih kadının velîsi yoksa -ki böylesine mühmele denir- ve mâlî bedel ödemeyi üstlenmişse, hul sahih olmaz. Tıpkı velîsi bulunup da izin ver­memiş gibi... Mûtemed olan görüş budur. Kocasıyla birlikte bir yıl ikâmet ederse sahih olur diyenler de olmuştur ki, bu zayıf bir görüştür. Koca, küçük yaştaki karısına velîsinin izni olmaksızın mâlî bir bedel karşılığında hul' ya­parsa, üzerine bâin talâk vâki olur, mâlî bedeli alma hakkına da sahip ol­maz. Aldığı takdirde geri vermesi gerekir. Velîsi olup da izin vermeyen sefihe veya velîsi bulunmayan mühmele sefihe de kocasıyla bir yıl bir arada kalmış olsa da olmasa da, aynı hükme tâbidir. Mûtemed olan görüş budur. Efendi­sinin izni olmadan muhâlaa yapan câriye kadm da bunlar gibidir. Bu durumda koca berâetİn sıhhatini veya malın kendisine ulaştırılmasını şart koşarsa; Ör­neğin yaşı küçük olan karısına: "Bu mal benim için tamam olursa..." veya "ibra edişin sahih olursa sen boşsun" derse, üzerine talâk vâki olmaz. Bedeli ödemekle de kadın mükellef olmaz. Şayet koca, bedeli almışsa geri vermesi gerekir. Yalnız bunu, talâkı telâffuz etmezden önce şart koşmuş olması zo­runludur. Örneğin "senin ibran sahih olursa, sen boşsun" demesi gibi. Önce talâkı telâffuz ederse; örneğin kadın, kocasına:  "Yirmibin lira karşılığında benimle muhâlaa yap" der, kocası da "sen boşsun, eğer bu mal benim için tamamlanırsa" derse, talâk meydana gelir ve şartı geçersiz olur. Mûtemed olan görüş budur.

Mücbir velî -ki bu baba, babanın ölümünden sonrası için tâyin etmiş olduğu vasîsi ve efendidir- üzerinde cebrî velilik hakkına sahip olduğu kadı­nın -ki bunlar da gerdekten önce boşanan bakire ile küçük yaştaki dul ve bir za dolayısıyla bekâretini yitiren kadınlardır- boşanması durumunda, İzni­i almaksızın dahi kadının malından bedel vererek onun adına kocasıyla mu­hâlaa yapabilir. Mücbir olmayan vasiye gelince o, iznini aldıktan sonra kadı-nın adına kocasıyla muhâlaa yapabilir. Kadm, kocasının kendisiyle cinsel te­masta bulunması nedeniyle bekâretini yitirmiş ve cebredilmeyecek, ama aynı zamanda sefihe bir kadınsa, bunun iznini almaksızın malından bedel vere­rek adına hul1 yapmak, velînin yetkisinde midir, değil midir? Bu hususta ih­tilâf vardır. Meşhur olan görüşe göre kadının izni alınmadan yapılan hul' sa­hih olmaz. Kadının izniyle yapılmasıysa caizdir. Kadının izni alınmaz ama hul' bedelini velisi kendi malından öderse, yine caiz olur. Birinci görüşe iti­raz edilerek denilmiştir ki: Sefihe kadının izninin kıymeti yoktur. Hul' edil­mesi nasıl olur da onun iznine bağlı kılınır? Bu itiraz yerinde olup buna veri­lecek bir cevap yoktur.

Endişe verici bir hastalığa yakalanmış olan bir kadının, mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması caiz olur mu? Muhâlaa yaptığı takdirde talâk ger­çekleşip, bedelin ödenmesi lâzım gelir mi, gelmez mi?

Karı - kocanın hastalık zamanındayken muhâlaa yapmaları haramdır. Ama karının hastalığı zamanında aralarında muhâlaa vukuu bulursa, bâin talâk geçerli olur ve eşler biribirlerine mirasçı olamazlar. Kadın, iddet bekle­mekteyken ölse bile, yine biribirlerine mirasçı olamazlar. Çünkü bâin talâk, evlilik bağını keser. Kadının, ödemeyi üstlenmiş olduğu mâlî bedele gelince: Ona bakılır: Eğer bedel, kadının hul' edilmiş olduğu günde değil de, vefat ettiği günde kocasının onun malından hakettiği miras payına eşit veya eksik­se, bu geçerli olur ve koca da bu bedele sahip olur. Önce de anlatmış olduğu­muz gibi, bundan sonra artık bu eşler biribirlerine mirasçı olamazlar. Ama bu mâlî bedel, kocanın mirasından fazla ise, fazlalık onun hakkı olmaz. Faz­lalığı kadına geri vermesi gerekir; tabiî eğer teslim almışsa... Kadının vefatın­dan Önce kocanın bu malda tasarruf etmemesi gerekir. Zira malın takdirinde muteber olan, hul' günü değil de, kadının vefat günüdür. Şu halde mal (hul' bedeli), yed-i emîne verilerek kadının vefatına kadar onda bekletilir. Kadının vefatından sonra bu bedele bakılır: Eğer kocanın mirastan hakedeceği meb­lâğa eşitse veya daha azsa alır. Yoksa sadece miras payını alır. Fazlasını da geri verir. Şu da var ki, yed-i emîne bırakılması gereken mal, hiçbir fazlalık yapmaksızın hul' vaktinde kocanın hakedeceği miras payına eşit olan mal­dır. Sözgelimi kadının terekesi hul gününde sekizyüzbin lira olsun. Kocasıy­la da üçyüzbin liralık bir bedel karşılığında muhâlaa yapmış olsun. Kocanın, kadının terekesinden hakedeceği miras payı, terekenin dörtte biridir ki, bu da ikiyüzbin lira eder. Bu durumda, terekenin sadece dörtte biri olan ikiyüz-bin Ura yed-i emîne bırakılır. Fazlalığa gelince-ki bu da yüzbin liradır-, yed-i emîne bırakılmaz. Kadın vefat edince bakılır: Kadının kalan malının topla­mında koca ikiyüzbin lirayı mı, yoksa daha azını mı hakediyor? Eğer sadece ikiyüzbin lirayı hakediyorsa, bunu alır. Daha azını hakediyorsa, fazlalığı geri verir. Mûtemed olan işte bu tafsilattır. Bazıları derler ki: Koca, bedelden ya­na bir şeyi haketmez. Eğer almışsa kadına, kadın ölmüşse mirasçılarına geri vermesi gerekir. Bilindiği gibi bu görüş mûtemed değildir.

Endişe verici bir hastalığa yakalanmış olan kocaya gelince, bu durum­daki bir kocanın karısıyla muhâlaa etmesi durumunda hul' geçerli olur ve hul* bedelinin de ödenmesi gerekir. Ancak önce de belirtildiği gibi, bu ha­ramdır. Fakat kocanın Ölmesi durumunda kadın iddet beklemekte de olsa, iddetini tamamlamış da olsa, hatta kocasının ölümünden sonra başka koca­larla da evlenmiş olsa, kocasına mirasçı olur. Kocaya ise, karısının kendisin­den önce ölmesi durumunda, ona mirasçı olamaz. Çünkü elindeki şeyi zayi eden odur.

Bu, mâlî bedeli üstlenen kişiyi ilgilendiren şartlar ve geniş açıklamalar­dı. Muhâlaa yapan kocaya gelince; onda, talâk bahsinde geçen şartların bu­lunması gerekir. Bu şartların bazısı şunlardır:

1- Koca, müslüman olmalıdır. Çünkü kâfir bir kimsenin muhâlaa yap­ması sahih olmaz.

2- Koca, mükellef olmalıdır. Çocuğun ve delinin hul'ü sahih olmaz. Kü­çük yaştaki (evli) çocuğun ve delinin babası, bunların kanlarıyla muhâlaa ya­pabilir mi? Cevap: Hul'ün, bunların yararlarına olması kaydıyla yapılması sahih olur. Efendi, vasî, hâkim ve naibi de baba gibidirler. Bunlar da, yapı­lan hul'ün, yararlarına olması kaydıyla küçük yaştaki (evli) çocuğun ve deli­nin kanlarıyla muhâlaa yapabilirler. Küçük yaştaki (evli) çocuğun veya deli­nin babası, bedelsiz olarak bunların karılarını boşayabilir mi? Bu hususta ih­tilâf edilmiştir. Bazıları bu hul'ün sahih olmadığını söylerken; diğer bazıla-rıysa, bunların karılarını boşamada, sözgelimi karının kötü ahlâklı olmasın­dan dolayı bir yarar varsa, bu hul'ün sahih olacağını söylemişlerdir ki, kuv­vetli olan görüş de budur.

Sefih olan baliğ kimsenin hul'ü bizzat üstlenmesi sahih olur. Sonra, üze­rine hul' yapılan mal, kendi emsallerinin onunla hul' yapmakta oldukları mala eşitse ne âlâ. Bundan daha azıyla hul' yapacak olursa, bedeli ödemeyi üstle­nen kimsenin, koca için emsal bedeli tamamlaması gerekir. Ne var ki, sefihin kendisiyle muhâlaa yapmış olduğu mal, sefihe teslim edilmez. Ona teslim edi­lirse kan veya bedeli üstlenen kimse, bedel zimmetinden kurtulmuş olmaz. Bedelin mutlaka sefihin velîsine teslim edilmesi gerekir. Sefihin babası, sefih adına karısıyla muhâlaa yapamaz. Çünkü baliğ olan sefih, talâka mâliktir. Baliğ olan köle de böyledir. Efendisinin de köle adına karısıyla muhâlaa yap­ması sahih olmaz.

şâfiîler dediler ki: Mâlî bedeli üstlenen kimsenin mutlak olarak mâ­lî tasarruf yetkisine sahip olması şarttır. Sefîhlik nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimsenin mâlî bedeli üstlenmesi sahih olmaz. Üstlenen kimse karı olsun, karıdan başkası olsun; üstlenen kimse kabul edici olsun, icâb edici ol­sun, bu hüküm aynıdır. Karı, kocasına: "Yirmibin lira karşılığında benimle muhâlaa yap" derse, bedelinin kabulü için üstlenici ve icâbçı olur. Koca, ka­rısına: "Bu (dediğin) karşılığında seninle muhâlaa yaptım der, yabancı da "kabul ettim" diye cevap verirse, icâbçı olur. Yabancı da bedel üstlenici ve kabul edici olur. Bunun aksine yabancı bir kimse, "zimmetimdeki yüz bin lira karşılığında karınla muhâlaa yap" derse, yabancı kişi üstlenici ve icâbçı, koca da kabul edici olur. Karı olsun, yabancı, kabul edici veya icâbçı olsun, mâlî bedeli üstlenen kimsenin her hâl-ü kârda mutlak mâlî tasarruf ehliyeti­ne sahip olması şarttır. Bu kimse, sefîhlik nedeniyle kısıtlılık altında bulu­nursa, velîsinin izniyle olsa bile hul bedelini üstlenmesi sahih olmaz. Sefih olduğu için, kısıtlılık altında bulunan kadının velîsi, bir mal karşılığında ko­casıyla muhâlaa yapmadı için bu kadına izin verir ve bu kadın da mal karşılı­ğında kocasıyla muhâlaa yaparsa, mâlî bedeli ödemekle yükümlü olmaz. Çün­kü bu kadın, mâlî bedeli üstlenme ehliyetine sahip değildir. Velîsi de hul be­deli gibi şeylerde bu kadının malını savurganlık yaparak harcama yetkisine sahip değildir. Ancak evliliği dolayısıyla kadının malının zayi olmasından en­dişe etmesi ve kadının, malının muhafazası için kocasından hul' edilmesi için velîsinin kendisine izin vermesi durumu bundan müstesnadır. Bu durumda yapılan hul' sahih olur.

Böylece sefîhlik nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimsenin hul'ü do­layısıyla mâlî bedelin ödenmesi lâzım gelmez. Bir durum dışında bununla ric'î talâk vâki olur. Bu müstesna durumdaysa bâin talâk vâki olur ve mâlî bede­lin Ödenmesi lâzım gelir. Bu durum şudur: Velîsinin; erkeğin, kadının malını telef etmesinden korktuğu için, belli bir mal karşılığında hul yapması için kadına izin vermesidir.

Bu, kadının kendisiyle gerdeğe girilmiş olması durumunda sözkonusu olan hükümdür. Kadınla gerdeğe girilmemiş ise, bâin olarak talâk vâki olur. Çünkü önce de belirtildiği gibi, gerdekten önce boşama durumunda bâin ta­lâk meydana gelir. Kadın, sefihlik nedeniyle değil de, iflâs nedeniyle kısıtlılık altına alınmışsa, hul'ü sahih olup talâk da bâin olarak vâki olur. Kadının mâlî bedeli üstlenmesine gelince, bunun iki şekli vardır:

1- Belirsiz bir malı üstlenmesi. Kocasına sözgelimi: "Yirmibin lira karşı­lığında benimle muhâlaa yap" demesi durumunda, bu yirmibin lira, borç ola­rak zimmetinde sabit olur. Kısıtlılığı kaldırıldıktan sonra bu parayı kocasına öder.

2- Kadının, üzerinde kısıtlı bulunduğu malından bir ayın karşılığında, kocasıyla muhâlaa yapması. Sözgelimi kocasına: "Şu at karşılığında seninle muhâlaa yaptım" demesi. Bu durumda zimmetinde bir borç olarak kocasından mehr-i misil karşılığında bâin olarak ayrılmış olur.

Ölüm derecesinde hasta olan bir kadın, kendi malı üzerinde mutlak ta­sarrufta bulunabilir ve dilediği bedel karşılığında kocasıyla muhâlaa yapabi­lir mi? Cevap: Ölümcül hastalığa yakalanmış bulunan bir kimse, malında teberrûdan başka, herhangi bir tasarrufta bulunabilir. Teberrûya gelince, malı­nın üçte birini aşan mâlî tasarruflarda bulunamaz. Şu halde bu cevapta taf-sîlat olacaktır. Şöyle ki: Hul' bedeli, mehr-i misile eşitse, ihtilafsız olarak ge­çerli olur. Zîra mehr-i misil, kadının ismetinin helâl olmasının karşılığıdır. Bunda teberru olmaz. Ama bu bedel, mehr-i misilden fazla olursa, teberru olur. Bu durumda bakılır: Bu fazlalık, malın üçte birinden az ise, itirazsız olarak onu alır. Üçte birden çoksa ve mirasçılar da onaylarsa, onu alır. Mi­rasçılar onaylamazlarsa, veya üçte bir daha azsa, belirtilen hul' bedeli feshe­dilir. Sadece mehr-i misile geri dönülür. Buna göre Ölümcül hastalığa yaka­lanmış olan bir kadın, mehr-i misile eşit olan hul' bedeli üzerinde mutlak tasarrufta bulunabilir. Fazlalığa gelince, bu vasiyet olup, vasiyet hükümleri­ne tâbi olur.

Geriye, cariyenin kendi kocasıyla muhâlaa yapmasının hükmü kalıyor. Bu hul' sahih olur mu, olmaz mı? Câriye her ne kadar mutlak tasarruf yetki­sine sahip değilse de, sefihe gibi de değildir. Çünkü câriye, efendisinin izniy­le ve kendisi için belirlemiş olduğu bir mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yaptığında, talâk bâin olarak vâki olur ve efendinin kendi malından belirt­miş olduğu aynın ödenmesi gerekir. Bedel, efendinin belirtmiş olduğu ayın­dan fazla olursa, hul sahih olur. Fazlalık da cariyenin zimmetinde borç ola­rak kalır. Azâd olduktan sonra mâlî durumu müsait olunca, bu fazlalığı öder. Cariyenin elinde, efendisinin onunla ticâret yapmasına izin vermiş olduğu bir mal varsa, bu fazlalık cariyenin bu maldan sağlayacağı kazançla ilgili olur. Efendisi izin vermezse, hul' sahih olur. Talâk da mehr-i misil karşılığında bâ­in olarak vâki olur. Bedel ise, önce belirtilen şekilde cariyenin zimmetini ilgi­lendirir.

Bu anlatılanlar, hul' bedelini üstlenen kimsede bulunması gereken şart­lardı. Muhâlaa yapan kocada ise, talâkta geçen şartların bulunması gerekir. Bu şartlardan birisi de kocanın mükellef olmasıydı. Buna göre çocuğun, de­linin ve bunağın hul' yapması sahih değildir. Ancak sarhoşun huPü, kendisi­ne karşı şiddetli bir misilleme olsun diye sahih olur. Kısıtlılık altında bulu­nan sefih veya köle, hul' yaparsa, hürleri sahih olur. Ancak bu hul' bedelini üstlenen kişi, bedeli sefih veya köle olan kocaya öderse, zimmetten kurtul­muş olmaz. Bedeli mutlaka velî veya efendiye Ödemesi gerekir. Yalnız köle veya sefih, bedelin kendisine ödenmesini şart koşarsa, o zaman bu bedel ken­dilerine Ödenebilir. Örneğin sefih veya köle olan bir koca, karısına: "Bana şu meblağı ödersen sen boşsun" derse, karısı da bu meblağı ona öderse, zimmette kurulmuş olur.

Hanbelîler dediler kİ: Mâlî bedeli üstlenen kimsenin mâlî tasarruf ehliyetine sahip olması şarttır. Küçük yaştaki kadının, deli veya sefîhlik ne­deniyle kısıtlı bulunan bir kadının -velîsinin izniyle de olsa- mâlî bedel öde­mesi karşılığında yapılan hul', sahih olmaz. Zîra hul' bedeli olarak verilen mal, teberrûdur. Teberrûlarda ise velî, izin verme yetkisine sahip değildir. Meş­hur olan görüş budur. Bazıları derler ki: Velîsi izin verirse, kuvvetli görüşe göre bu hul' sahih olur. Tabiî eğer bu hul'de yarar varsa... Küçük yaştaki ka­dın, sefih veya deli kadın, kocasıyla muhâlaa yaparsa; bu hul' talâk lafzıyla olduğu takdirde, örneğin kocasına: "Şu kadarlık mal karşılığında beni boşa" der, kocası da "seni boşadım" derse, ric*î bir talâk vâki olur. Talâk lafzıyla değil de hul' lafzıyla olursa veya önceki sayfalarda belirtilen diğer lâfızlar­dan biriyle yapılırsa, bu lâfızlar kinaye olur ki, bunlarla boşamaya niyet ederse, boşanır. Aksi halde boşanmaz. Eğer üç talâk lafzıyla olursa, ric'at olmaz. Cariyeye gelince; onun, efendisinin izniyle kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Efendisinin, ödemesine izin vermiş olduğu malî bedel, efendinin zim­metinde sabit olur.

Baba, küçük yaştaki (evli) kızının malıyla, onun adına muhâlaa yapa­maz. Deli ve sefih olan kadınlar da böyledir. Baba, bu vasıflardan birini taşı­makta olan kızını boşatma yetkisine de sahip değildir. Baba, hul' yapar veya boşarsa, koca bununla talâka niyet etmedikçe veya yapılan bu muamele ta­lâk lafzıyla olmadıkça talâk vâki olmaz. Talak vâki olduğu takdirde, önce belirtmiş olduğumuz gibi, ric'î olarak vâki olur.

Baba veya yabancı bir kimse, bedeli kendi malından Ödemek üzere üst­lenebilir. Örneğin "bin lira üzerine..." veya "bin lirayla boşa" der, ko­ca da bu doğrultuda ona cevap verirse, hul' sahih olur. Baba veya yabancı kişi, bu bedeli karıya değil de, kocaya ödemekle yükümlü olur. Kocaya: "Mehri veya eşyası karşılığında karını hul' et, buna ben kefilim" derse, hul' sahih olur. Kan değil de baba (veya yabancı şahıs), bu bedeli Ödemekle yükümlü olur. Çünkü karısının iznini almaksızın bedeli kendisi tekeffül etmiştir. Ama kocaya, "şu devesi karşılığında..." veya "onun yüz bin lirası karşılığında ka­rını hul et" der ve bu bedeli tekeffül etmezse, koca da bu doğrultuda ona cevap verirse, hul' sahih olmaz. Çünkü o, iznini almadan kadının malını sar-fetmiştir. Bu durumda mâlî bedel tahakkuk etmez ve hul' de geçersiz olur.

Kadın, kocasına: "Falan kardeşimin devesi karşılığında benimle muhâ­laa yap ve bu deveye de ben kefilim" derse, yapılan hul' sahih olur. Kachn, Ölümcül bir hastalığa yakalanmışken kocasıyla muhâlaa yapar ve hul' bede-1İ» kocanın karısının malından alacağı miras payından fazlaysa, koca ancak miras payına eşit olacak kadarını alabilir. Aradaki fazlalığa gelince; bu, mi­rasçıların hakkıdır. Çünkü ortada, kadının miras payından fazlasını vererek kocasına iltimas yapmış olduğuna dâir itham mevcuttur. Ama bu bedel, onun miras payından azsa, fazlahksiz olarak bu bedeli alır. Çünkü o, fazlalığı ken­di arzusuyla düşürmüştür ve artık onu hakedemez. Sadece az olanı hakeder. Kadın, hul' yaparken yakalanmış olduğu hastalıktan kurtulursa, kocası hul' bedelinin tamamını alma hakkına sahip olur.

Koca, Ölümcül hastayken karısını bâin talâkla boşarsa, karısı mirasını hakeder. Ama karısı için daha fazla bir şey vasiyet ederse, onu hakedemez. Bu, bedeli üstlenende bulunması gereken şart idi. Boşayan kocada bulunma­sı gereken şartlara gelince bunlar, talâk bahsinde geçen şartlardır. Boşaması sahih olan her kocanın hul' yapması da sahih olur. Öyleyse rhüslümanm, zim-mînin, talâk mânâsını bilen ve onu işleyen mümeyyiz çocuğun, reşidin, sefi­hin, hürün ve kölenin hul'ü sahih olur. Çünkü bunların her biri, boşaması sahih olan kocalardır. Öyleyse, bunların hul' yapmaları da sahih olur. Koca­nın veya naibinin hul'ü sahih olduğuna göre, uyuşmazlık hâkemi, îylâ ve ik­tidarsızlık gibi durumlarda boşayan hâkim gibi velilik yetkisine sahip olan kimsenin de hul'ü sahih olur. iflâs nedeniyle kısıtlılık altında da olsa, koca, hul' bedelini alır. Ama sefîhlik nedeniyle kısıtlılık altındaysa veya mümeyyiz ise hul' bedelini teslim alması sahih olmaz. Ancak velîsi alır. Köle ise, bu be­deli efendisi alır. Çünkü o, efendisinin mülküdür.

(35) Hanefîler dediler ki: Mehir olması caiz olan şeyin, hul' bedeli ol­ması da caizdir. Buna ilişkin detaylı bilgiler, mehrin şartları bahsinde veril­miştir.

Kadın, şarap veya domuz karşılığında kocasıyla muhâlaa yapar, kocası da kabul ederse ve bu da hul' lafzıyla olursa, kadın boşanır. Kocanın, kadın üzerinde bir hakkı da olmaz. Kadının mehrinden bir şey düşürülmez. Bu mu­amele talâk lafzıyla yapılırsa ve koca da bu kadınla gerdeğe girmişse, ric'î talâk vâki olur. Gerdeğe ğirmemişse, bâin talâk meydana gelir.

Kadın, kendi mülkiyetinde bulunmayan gasbedilmiş bir mal karşılığın­da kocasıyla muhâlaa yaparsa, hul'de, belirtilen bedel de sahih olur. Sonra mal sahibi onaylarsa, koca bu bedeli alır. Onaylamazsa bu malın kıymetini alır. Kadın, muhtemel bir şey karşılığında kocasıyla muhâlaa yapar, örneğin "evin içindeki şeyler karşılığında seninle muhâlaa yaptım." veya "şu koyun­ların karınlarındakiler karşılığında seninle muhâlaa yaptım" derse sahih olur. Sonra evde veya koyunların karınlarında bir şey varsa, bu kocaya ait olur. Yoksa, koca bir şey alma hakkına sahip olmaz. Çünkü o, mal olması da ol­maması da muhtemel olan'bir şey karşılığında karısıyla muhâlaa yapmayı kabul etmiştir. Kadın, hâlen mevcut olmayan bir malı hul' bedeli olarak belirtir de, bu mal sonra mevcut olursa, örneğin kocasına: "Hurmalığımın bu yıl vere­ceği meyveler karşılığında..." veya "bu aydaki kazancım karşılığında benim­le muhâlaa yap" derse, bu hul* sahih olur ve kadının meyve ya da kazanç olsa da, olmasa da teslim almış olduğu mehri, kocasına geri vermesi gerekir. Sonra bu meyveler veya kazanç mevcut olursa, bunlar kocanın hakkı olurlar. Kadın, bilfiil mevcud olan bir malı bedel olarak belirtirse; örneğin, evindeki eşyalar, hurmahğındaki meyveler, devesinin karnındaki yavru veya davarının memesindeki süt karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, hul' sahih olur. Sonra sözü edilen bu eşyalar mevcut iseler, kocanın olurlar. Mevcut değilse, kadı­nın' teslim almış olduğu mehri geri vermesi gerekir. Kısacası kadın, belirsiz bir mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, bu üç şekilde olur:

1- Asla maldan sözetmemesi, ama mala muhtemel olan ve olmayan bir şeyi söylemesi. Örneğin kocasına: "Elimde veya evimde bulunanlar karşılı­ğında benimle muhâlaa yap" demesi. Bu sözü söyleyen kadının evinde veya elinde bir şey olabilir de, olmayabilir de. Bu durumda hul' sahih olur. Bir Şey bulunursa, koca onu alır. Yoksa zaten bir şey alamaz.

2- Kadının, hâlen var olmayan, ama daha sonra var olacak bir maldan söz etmesi. Örneğin kocasına, "hurmalığımın bu sene vereceği ürün karşılı­ğında  benimle muhâlaa yap" demesi. Bu durumda hul' sahih olur. Kadı­nın, teslim almış olduğu mehri geri vermesi gerekir. Mehri teslim almamışsa, ürün bulunsa da bulunmasa da kadının mehirdeki hakkı düşer.

3- Kadının belirsiz, ama hâlen mevcut olan bir maldan söz etmesi. Ör­neğin kocasına, "şu devenin karnındaki yavru karşılığında benimle muhâlaa yap" veya "hurmalıkta mevcut ürün'.." ya da "evde mevcut eşya karşılığın­da benimle muhâlaa yap" demesi gibi. Bu durumda yapılan hul' sahihtir.

Sonra bir şey bulunursa, bu kocaya ait olur. Bir şey bulunmazsa, kadın tes­lim almış olduğu mehrİ kocasına geri verir.

Kadın, kaçkın bir deve veya şaşkın vaziyette dolaşan bir at karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, hul' sahih olur. Yapabilirse, bedel olarak söyle­diği şeyin kendisini vermesi; bunu yapmaktan âciz kalırsa bedelin kıymetini ödemesi gerekir. Damandan (tekeffülden) sorumlu olmayacağını şart koşma­sının kendisine bir yaran olmaz. Her hâl-ü kârda bedelin kendisini veya kıy­metini vermesi gerekir. Moskova atı veya yük taşıyabilen bir deve gibi nitelik­li bir hayvan karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, hul' sahih olur ve ka­dının orta nitelikteki bir hayvanı veya bu hayvanın kıymetini vermesi gerekir. Ama niteliksiz bir hayvan karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, talâk vâ­ki olur. Nikâh akdi dolayısıyla haketmiş olduğu mehir ve nafakayı kocasına geri vermesi gerekir.

îddet nafakası ve mut'a karşılığında hul' yapmak sahih olur. Ancak na­fakanın düşmesi için hul'de bundan söz edilmesi şarttır. Çünkü hul', eşler­den her biri için sabit olan evlilik haklarını, nassla belirtilmese bile, eşlerden sıyırıp atar. Ancak kadın, mehrinin tümü karşılığında kocasıyla muhâlaa ya­parsa, ondan teslim almış olduğunu geri verir. Bu mehir, hul' ile düşmez. Çün­kü hul'ün kendisiyle yapılmış olduğu bedel, bu mehirdir. îddet nafakasına gelince; bu, nassla belirtilmedikçe düşmez. Çünkü bu, günlük olarak sabit olur. Kadının, koca üzerindeki bir hakkı olmaz. Bu nedenle kadın, kocasına: "Karın olduğum müddetçe sen benim nafakamdan ibra edilmişsin" derse dahi, kocası onun nafakasından ibra edilmiş olmaz. Çünkü önceden üzerine vâcib olmadığı takdirde bir şahsın bir haktan ibra edilmesi sahih değildir. Gelecek­te verilecek olan nafakaysa, şimdiden koca üzerine vâcib olmaz. Çünkü na­fakanın sebebi, kadının izin almadan kocasının evinden çıkmayışıdır ki, bu sebep de günlük olarak sabit olur. Nafakanın hul' bedeli sayılmasında hü­küm farklı olur. Bu, sahihtir. Çünkü hul', iddetin vücûb sebebidir. Koca, bu bedeli tam olarak alır. Onu bir defada teslim alması zorunlu değildir.

Özet olarak, kocayı hul'den önce veya sonra nafakadan ibra etmek sa­hih olmaz. Çünkü nafaka, koca üzerine henüz vâcib olmamıştır. Vâcib ol­mayan şeyden ibra etmekse anlamsızdır. Nafakanın hul' bedeli yapılmasıysa sahih olur. Zîra hul', iddetin vücûb sebebidir. Nafaka, bu durumda hul' be­deli olup koca bu bedeli peyderpey alır. Mut'aya gelince; bu, hul'de sözü edil­meksizin düşer. Bir kimse, kendisi için mehir belirtmemiş ve gerdeğe girme­miş olduğu karısına, "seninle muhâlaa yaptım" der, kadın da "kabul ettim" diye cevap verirse, mut'asi düşer. Kadın, kocasının evinde ikâmet etmemek karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, bu sakıt olmaz. Çünkü kadın şer'-an, içinde boşanmış olduğu evde ikâmet etmekle yükümlüdür. Başka evde ikâmet ederse, günahkâr olur. Bu durumda o evde ikâmet etmesi şer'î bir haktır.

pu hakkın düşürülmesi sahih olmaz. Evet, kadın kendi mülkü olan veya kendi parasıyla kiralamış olduğu bir evde ikâmet etmekteyse ve ücret karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, bu ücret düşer. Hul* de oturma hakkı karşılığın­da değil, mal karşılığında olur. Evde oturma ücretinin açıkça söylenmesi ge­rekmez. Bir kadın, kocasına: "Oturma karşılığında seninle muhâlaa yaptım" derse, sahih olur ve bu da ücret mânâsına yorulur. Boşanma esnasında, söz­gelimi kocasının evinde oturmaktaysa, oturmama ve evden çıkma karşılığın­da kocasıyla muhâlaa yaptığı takdirde oturma hakkı yine düşmez.

Hul' nedeniyle eşlerin evlilik hukukunun sakıt olması üç şekilde olur:

1- Bedelden söz edilmemesi. Koca, bedelden söz etmeksizin, talâka ni­yet ederek karısına: "Seninle muhâlaa yaptım" der, kadın da "kabul ettim" cevabını verirse, icâb ve kabulün mevcudiyeti dolayısıyla, kadın bâin olarak kocasından ayrılır. Sonra mûtemed görüşe göre her birinin diğeri tarafındaki hakkı düşer. Kadının mehirden peşin alacağı varsa, ondaki hakkı düşer. Mehrin tamamını almış, kocası da gerdekten önce onunla muhâlaa yapmışsa, meh­rin yarısındaki hakkı düşer. Mehrin tamamım teslim almış olur da kocası ger­dekten sonra onunla muhâlaa yaparsa, mehirden hiçbir şey haketmez. Ka­dın, mehirden bir şey teslim almamışsa, aynı şekilde kadının da hul' nede­niyle mehirdeki hakkı düşer.

2- Bedelin nefyedilmesi. Örneğin kocanın, karısına: "Bedelsiz olarak ken­dini benden hul' et" demesi, kadının da "bedelsiz olarak kendimi hul' ettim" demesi durumunda, kocasından bâin olarak ayrılır ve eşlerden her birinin diğeri tarafındaki hakkı baki kalır. Yani kadının muaccel mehri veya kanlık nafa­kası varsa, bu hakkı ve kocanın da kadının mehrinde yarı hakkı varsa, mese­lâ gerdekten önce karısına hul' yaparsa, mehrin yarısındaki hakkı bakî kalır.

3- Bedelin muayyen ve bilinir olması. Örneğin bir kimsenin, mehirden söz etmeksizin karısıyla yirmibin lira karşılığında muhâlaa yapması gibi. Bu durumda kadınla kocası gerdeğe girmiş olur ve kadın mehrinin tamamını alırsa, sadece yirmibin lira ödemekle yükümlü olur.Teslim almış olduğu mehir, geç­miştir. Koca, bu mehri geri almak için artık karısına başvuramaz. Tıpkı bo-şadıktan sonra ona başvuramayacağı gibi. Kadın mehri teslim almamışsa, artık bundan sonra da alamaz. Hul' bedelini ödemekle de yükümlü olur. Bir şey almak üzere kocasına başvuramaz. Ama kocası kendisiyle gerdeğe girmemiş ise, mehri de teslim almışsa, kocanın bu mehirde bir hakkı kalmaz. Sadece hul' bedelini alır. Mehrin yarısı, kendi hesabına zayi olmuş olur. Mehri tes­lim almamışsa, kadın artık mehirden bir şey haketmez. Aksine, belirtmiş ol­duğu hul' bedeline ek olarak mehrin yarısı da kendi hesabına zayi olur. Me­hir dışındaki bilinen bir şey karşılığında kocanın karısını ibra etmesi de böy­ledir. Bilindiği gibi koca, kendisiyle gerdeğe girmiş olduğu karısına mehri kar­şılığında muhâlaa yapar da, karısı mehri daha Önce teslim almış olursa, kocasına geri vermesi gerekir. Kadın daha önce teslim almamışsa, koca mehrin tamamından muaf olur. Bir şey almak üzere eşlerden biri diğerinin peşine düşemez. Karının, kendisiyle gerdeğe girilmemiş olması da böyledir.

Kocanın hul' bedelini üstlenmesi sahih olur mu, olmaz mı? Meselâ ka­dın, kocasına: "Bana onbin lira vermen şartıyla mehrim ve iddetimde alaca­ğım nafakam karşılığında seninle muhâlaa yaptım" der, kocası da 'kabul ettim" cevabını verirse, onbin lirayı geri vermesi gerekir mi, gerekmez mi? Bunu geri vermesi gerekir. Ama bunu hul' karşılığında karısına verdiği bir mal olarak kabul etmesi doğru olmaz. Zîra bedel kadına Özgüdür ve bu saye­de kendine sahip olabilir. Ancak hul' bedelinden istisna olarak sayılır. Mese­lâ kadının mehri yirmibin, iddet nafakası da beşbin lira ise, bunların topla­mından onbin lira çıkarılır. Hul' bedeli, onbeşbin lira olur. Kadının istediği meblağ, hul' bedelinden fazlaysa, kuralı düzeltmek için bu fazlalık hul'den önce mehre eklenir. Çocuğun belli bir sürelik nafakası karşılığında hul' yap­mak sahih olur. Bu çocuk süt emmekte olabileceği gibi, sütten kesilmiş ya­hut da anasının karnında da olabilir. Bir kadın, kocasına: "Karnımdaki ço­cuğun süt emme devresi boyunca nafakası karşılığında seninle muhâlaa yaptım" derse, emzirme müddeti boyunca çocuğu emzirmede hak ettiği üc­reti düşer ve doğumundan sonra iki yıl süreyle çocuğu emzirir. Bazıları der­ler ki: Süt emmekte olan çocukta müddetin belirtilmesi gerekmez.Bir kadın, kocasına: "Çocuğun nafakası karşılığında seninle muhâlaa yaptım" der ve çocuk da süt emmekteyse, bu kadın, emzirme müddeti boyunca çocuğu em­zirme karşılığında ücret alma hakkına sahip olmayacak demektir. Açıkça gö­rüldüğü gibi, anlaşmazlığı kesin çözüme bağlama açısından birinci görüş daha kuvvetlidir. Çocuk, sütten kesilmiş ise, müddetin belirtilmesi gerekir. Zîra bu çocuğun nafakası, yiyecek ve içeceğidir ki, bu da bütün hayatı boyunca ona lâzımdır. Vakit belirlemeksizin bedelden söz etmek sahih olmaz. Kadın, ko­casına: "Hayatım boyunca çocuğunun nafakası karşılığında seninle muhâ­laa yaptım" derse, bu hul' sahih olmaz. Bununla da kadının mehri düşer. Mehrİ teslim almışsa, kocasına geri vermesi gerekir. Belli bir süre için çocu­ğun nafakası karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, çocuğun nafakasını ken­disinin ödemesi gerekir. Çocuk ölür veya kadın kaçarsa, çocuğun nafakasın­dan arta kalanını kocasına ödemesi gerekir. Meğer ki, çocuğun ölümünden sonra nafakayla yükümlü olmayacağını kocasına şart koşmuş olsun. Bu da karısına şöyle demesiyle olur: "Üç yıla kadar çocuğun nafakasıyla yükümlü olmamam şartıyla seninle muhâlaa ettim. Bu süreden önce çocuk ölürse, na­fakayı istemek üzere sana başvurma hakkım olmayacaktır." Bunu söyledik­ten sonra kadın "kabul ettim" derse, sahih olur. Bu sürenin bitiminden önce çocuk ölürse, kalan nafakayı istemek üzere koca, karısına başvuramaz. Na­fakadan ibra üzerine yapılan hul', giysi vermeyi gerektirmez. Giysilerin nafa­ka kapsamına girmesi için, hul' esnasında bunun ifâde edilmesi gerekir.

( kendi çocukları olan kızı buluğ zamanına kadar yanında tutmak üzere kocasıyla muhâlaa yaparsa, yapılan hul' sahih olur. Çocuk erkekse, bu şekil­de yapılan hul' sahih olmaz. Çünkü erkek çocuğu, babasından erkeklik ah-lâkım öğrenmeye muhtaçtır. Erkek çocuğunun bulûğ çağma dek anasının ya­nında tutulması sahih olmaz. Ancak yedi yıl olan hidâne (çocuğun beslen­mesi) gibi, bulûğa ermeyecek kadar bir zaman sahih olabilir. Şu halde kadın, erkek çocuğunu on yaşına dek yanında tutma karşılığında kocasıyla muhâ­laa yapabilir. İşte Hanefîler erkek çocukla kız çocuğu arasında ayırım yap­mayı bu gerekçeye bağlamışlardır. Doğrusu şu ki ananın yaşamakta olduğu çevre, bu bakımdan babanın çevresinden daha iyi ise, ana tıpkı kız çocuğu gibi, erkek çocuğunu da yanında tutabilir. Şu da var ki, ana evlenecek olur­sa, erkek çocuğunun kendi yanında bırakılması için eski kocasıyla anlaşmış olsalar bile, baba bu çocuğu karısından alır. Çünkü bu, çocuğun hakkıdır." Koca, çocuğu aldıktan sonra, geri kalan sürenin nafakasını almak üzere ço­cuğun anasına müracaatta bulunur. Meğer ki kadın, nafakadan ibra edilme­yi önceden şart koşmuş olsun. Kadın, mâlî zaafiyet içindeyken çocuğunun belli bir süreklik nafakası karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, çocuğun babasından nafaka talebinde bulunabilir. Koca da bu nafakayı vermeye zor­lanır. Ancak bu verdiğini, eli genişlediğinde karısından geri alabilir.

mâlîkîler dediler ki: Hul' bedelinin helâl olması şarttır. Şarap, do­muz, çalıntı mal, -kocanın gasbedilmiş olduğunu bilmesi halinde gasb edil­miş mal- karşılığında hul* yapmak sahih olmaz. Kadın, bu gibi şeylerden biri karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, bâin talâk meydana gelir ve bedel de geçersiz olur. Bedel, gasbedilmiş bir malsa, kocanın onu sahibine geri ver­mesi, şarapsa dökmesi, domuz ise yok etmesi gerekir. Mûtemed olan görüş budur. Bazıları, hul' bedeli domuz ise, kocanın onu serbest bırakması gere­kir demiştir. Domuza karşılık karısından bir şey alma hakkına sahip olamaz. Şarap ve kumaş karşılığında muhâlaa yapılmasında olduğu gibi, bazısı ha­ram, bazısı helâl olan bir bedel karşılığında muhâlaa yapmak da böyledir. Bu durumda hul' geçerli, bedelse bâtıl olur. Koca da mutlak olarak hiç bir şey alamaz.

Kısacası, hul' bedelinin şarap olması durumunda kocanın onu dökmesi vâcib olur. Ama şarabın kabı kırılmaz. Çünkü bu kap, kuruduğu takdirde temizlenir. Hul' bedeli domuz ise, kocanın onu öldürmesi vâcib olur. Bazıla­rı domuzu serbest bırakması gerektiğini söylemişlerdir. Hul' bedeli çalınmış veya gasbedilmiş bir malsa, kocanın onu sahibine geri vermesi vâcib olur ve bu durumlarda bâin talâk vâki olur. Elden çıkardığı bu mallar karşılığında koca, karısından bir şey alma hakkına sahip olmaz. Hul' bedelinin varlığı muhakkak bir şey olması gerekmez. Ama karnındaki cenîn gibi garer (meç­hul şey) karşılığında hul' yapmak da sahih olur. Kadının biri, sözgelimi, be­lirli bir devenin karnında hamilelik sonucu meydana gelecek olan yavru karşılığmda kocasıyla muhâlaa yapar, kocası da kabul ederse, bâin talâkla boşa­nır. Bu deve doğurduğu takdirde, yavru kocanın mülkü olur. Ölü olarak do­ğarsa, kocanın hesabından zayi olur ve karısından bir alacağı da olmaz. Ka­dın, devenin sahibi değilse, yine bâin talâk vâki olur ve karısından alacağı da olmaz. Çünkü o, varlığı muhakkak olmayan bir şey karşılığında hul'ü ka­bul etmiştir. Bu şeyin elde edilmesi de edilmemesi de mümkündür. Hul' be­delinin muayyen olması da şart değildir. Bir parça kumaş gibi niteliksiz bir ticâret eşyası veya hiçbir sıfatla nitelenmemiş herhangi bir deve ya da manda karşılığında hul' yapmak sahih olur. Kadın, kocasına: "Bir manda karşılı­ğında benimle muhâlaa yap derse, hul' sahih olur ve bâin olarak boşanır. Koca da büyük veya küçük olmayan orta boyda bir mandayı karısından al­ma hakkına sahip olur. Kocasına: "Bir parça kumaş karşılığında benimle mu­hâlaa yap" derse, aynı şekilde koca, orta kalitede bir kumaş parçasını karı­sından alma hakkına sahip olur.

Hul' bedelinin kocaya teslim edilebilir bir şey olması da şart değildir. Kadının kaçkın bîr deve veya olgunlaşması gözlenemeyen bir meyve karşılı­ğında kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Sonra deve ele geçirilir ve meyveler olgunlaşırsa, koca bunlara sahip olur. Yoksa hiç bir şey alamaz. Talâk da bâin olarak vâki olur.

Hamilelik süresi boyunca alacağı nafaka karşılığında kadının kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Kadın belirgin veya muhtemel bir şekilde hâmi­le olur da, iddet (hamilelik müddeti) nafakası karşılığında kocasıyla muhâ­laa yaparsa, sahih olur. Ancak bu süre içinde mâlî sıkıntıya düşerse, kocası­nın ona nafaka vermesi vâcib olur ve bu da kadının zimmetinde bir borç ha­line gelir. Eli genişlediğinde kocası, vermiş olduğu bu nafakayı ondan alır. Hidâne (çocuğu yetiştirme) hakkım düşürme karşılığında hul yapmak da sahihtir. Kadın, kocasına: "Senden olan çocuğumu yetiştirme hakkımı dü­şürme karşılığında benimle muhâlaa yap" der, koca da: "Buna karşılık se­ninle muhâlaa yaptım derse, bu sahih olur ve kocasından boşanır. Çocuğu yetiştirme hakkı düşer. Bu hak, kocasına intikal eder. Bu hakka sahip olan başkaları bulunsa bile, hak babaya geçer. Yalnız anasından ayrılması dolayı­sıyla çocuğa zarar gelmesi korkusunun bulunmaması veya babanın çocuğa bakamiyacak biri olmaması şarttır. Aksi takdirde talâk vâki olur ve kadının hidâne hakkı düşmez. Bu hususta ittifak vardır. Bazıları derler ki: Kadın, hi­dâne hakkının düşürülmesi karşılığında kocasıyla muhâlaa yaptığında, bu hak kocasına intikal etmez. Müftâbih olan ve kendisiyle amel olunan görüş bu­dur. Bu görüşe göre hidâne hakkı, anadan sonra bu hakka sahip olanlara intikal eder. Bu hakkın babaya intikal edeceğini ileri süren birinci görüş her ne kadar meşhursa da, müftâbih olan bu ikincisidir. Kadın, hidâne hakkının düşürülmesi karşılığında kocasıyla muhâlaa yapar da kocası (çocuğunun babası) vefat ederse, hidâne hakkı anaya geri döner mi? Bunun cevabı, evettir; yani bu hak anaya geri döner. Bu durumda ananın kendi hakkını düşürmüş olduğu söylenebilir. Baba öldüğünde bu hak, anadan sonra hidâne hakkına sahip olanlara intikal eden. Aslına bakılırsa ana, bu hakkını baba lehine dü­şürmüştür. Babanın Ölmesi durumunda bu hak, tekrar anaya geri döner. Ba­ba hayattayken ana ölürse, hidâne hakkı anadan sonra bu hakka sahip olan­lara mı intikal eder, yoksa meşhur kavle göre babanın olmakta devam mı eder? Kuvvetli görüşe göre bu hak, babanın olmakta devam eder. Çünkü bu, ona caiz bir şekilde intikal etmiştir. Bazıları derler ki: Bu hak, anadan sonra hi­dâne hakkına sahip olana intikal eder. Bu hüküm, bir kimsenin vakıftaki hak­kını yabancı biri lehine düşürmesi, bu yabancımn ölmesinden sonra da vakıf sahibinin yaptığı sıralamaya göre ondan sonra gelen hak sahibine intikal et­mesine kıyaslanarak verilmiştir. Bir kadın, doğum yapmadan önce rahmin­deki bir yavrunun hidânesî hakkını düşürürse sahih olur mu? Bu soruya: Sa­hih olur ve bu "bir şeyi mevcut olmadan düşürmektir" denemez, şeklinde cevap verilir. Çünkü bu şeyin mevcudiyet sebebi zahirdir ki, o da hamilelik­tir. Kadının, rahmindeki çocuğu emzirme müddeti boyunca, emzirme ücreti karşılığında hul' yapması sahih olur. Bir kadın, kocasına "karnımdaki çocu­ğu (doğduktan sonra) emzirme ücreti karşılığında benimle muhâlaa yap" der, kocası da "bunun karşılığında seninle muhâlaa yaptım** cevabını verirse, ka­dın ondan boşanır. Emzirme müddeti boyunca da ücretsiz olarak çocuğu em­zirmekle yükümlü olur. Çocuk, iki yaşım doldurmadan ölürse, kalan süre­nin emzirme ücreti düşer. Kalanı geri almak adetleri yoksa baba, kalan süre­nin emzirme ücretini geri almak üzere kadına müracaat edemez. Kalanı geri alma adetleri varsa; baba kalan sürenin emzirme ücretini geri alma istemin­de bulunabilir. Ama kadının kendisi ölür veya sütü kesilirse, kalan sürenin emzirme ücretini kocasına geri vermekle yükümlü olur. Ölürse bu fark, tere­kesinden alınır.

Emzirme ücretinin düşmesine bağlı olarak -üzerine nass konulmaksızm-hâmilelik süresi boyunca kadının nafakası düşmez. Çünkü bu emzirme ücre­tiyle hamilelik nafakası iki haktır. Kadın, buHİardan birini düşürmüş, diğeri­ni düşürmemiştir. Kadın, emzirme müddeti boyunca çocuğunu emzirme üc­reti karşılığında ve bu müddet boyunca kendisine ya da büyük oğluna nafa­ka1 vermesi kaydıyla kocasıyla muhâlaa yaparsa, bu hususta ihtilâf edilmiş­tir: Bazıları derler ki: Emzirme müddetinden fazla olanı düşer. Nafaka ver­me müddetini ister emzirme müddetiyle sınırlandırmış olsun, ister fazlalaş-tırmış- olsun veya emzirme müddeti nazar-ı itibara alınmaksızın belli bir süre için kendisine veya bir başkasına nafaka vermesi karşılığında karısıyla mu­hâlaa yapsın, hüküm aynıdır. Diğer bazıları da, derler ki: Fazlalık, mutlak surette düşmez. Muhâlaa yaparken koca, kendisine ya da büyük oğluna em­zirme müddeti boyunca nafaka vermesini şart koşarsa, kadının bu nafakayı vermesi gerekir. Çocuk ölürse baba, emzirme müddeti boyunca gün be gün veya ay be ay emzirme ücretine eklenen nafakasını alma hakkına sahib olur. Belirli bir müddetle kayıtlamaması durumunda, mevcut olduğu sürece ka­dın, nafakayı vermekle yükümlü olur.

Hul' de garer (mevcut olmayan ama ileride mevcud olma ihtimali bulu­nan bir şeyi bedel kılarak hul' yapmak) zarar vermez. Tercihe şayan olan gö­rüş budur. Bazıları derler ki: Müddet belirliyse sahih olur. Yoksa nafaka ver­me yükümlülüğü, kadının omuzundan düşer.

Bey' (satış) ile birlikte hul sahih olur. Örneğin kadının bir at vererek ve beşbin lira alarak kocasıyla muhâlaa yapması durumunda atın bir yarısı beşbin liranın, diğer yansıysa kadının ismetinin karşılığı olmaktadır. Atın top­lam değerinin, kocanın kadına verdiği beşbin liraya eşit olduğunu düşünür­sek, hul' yine de sahih olur. Çünkü kadına verilen beşbin lira bir tarafa, atın kendisi hul bedeli sayılmaktadır. Bu durumda kuvvetli görüşe göre bâin ta­lâk vâki olur. Bazı kimseler, bu durumda ric'î talâkın gerçekleşeceğini, çün­kü karının bedel ödemediğini, atmsa kendine eşit karşılığının alınmış oldu­ğunu söylemektedirler. Kadın kaçkın bir deve karşılığında kocasıyla muhâ­laa yaparsa, satış fâsid, hul' ise sahih olur. Şu halde satış fâsid olduğu için kadının, almış olduğu beşbin lirayı kocasına geri vermesi, kocanın da bu beş­bin lirayla satın almış olduğu devenin yarısını kadına İade etmesi gerekir. Bu durumda evlilik bağını çözme karşılığında devenin diğer yarısı, kocanın mül­kiyetinde kalır. Kadın, yumuk olan elinin veya kilitli olan sandukasının için­deki şeyler karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, içinde bir kuru üzüm ta­nesi gibi kıymetsiz bir şey dahi olsa, bu şey kocanın olur; hul' de sahih olur. Elde veya sandukada bir şey bulunmaz, yahut bulunduğu halde bu, toprak gibi mal olmayan bir şey olursa, yine hul' sahih olur. Gerçeğe yakın ve güzel kavle göre kadın, kocasından bâin olarak boşanmış olur.

Ama kadın belirli bir şey karşılığında kocasıyla muhâlaa yapar da, son­ra bu malın kadının mülkü olmadığı anlaşılırsa, mal sahibi onaylasa bile, bu hul' sahih olmaz. Muayyen olmayan bir şey, meselâ pamuklu bir kumaş kar­şılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa ve bu kumaşı getirdiğinde kendi malı ol­madığı anlaşılırsa, öncekinin tersine bu hul sahih olur. Bunun yerine başka bir pamuklu kumaş getirmekle yükümlü olur. Bir kimse, karısına: "Seninle muhâlaa yapacağım bir şeyi bana verirsen, sen boşsun" der, karısı da kendi­siyle muhâlaa yapılacak emsalde olmayan kıymetsiz bir şeyi kocasına verir­se, boşanmaz.

Şâfiîler dediler ki: Hul' bedelinin, kendisine yönelinen, yani mâlî de­ğeri bulunan bir şey olması; koca tarafına yönelik olması; kocaya teslim edi­lebilir bir şey olması; bilinen bir şey olması ve fâsid olmayan helâl bir şey olması şarttır. Kısaca mehir bahsinde geçen şartların, hul'de de bulunması unludur. Mehir olabilen her şey, hul' bedeli de olabilir. Buna karşı şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Kocanın, evleneceği kadına bizzat Kur'an-ı Kerîm okumayı öğretmesi, mehir olabilmektedir. Ama bu öğretme işi, hul' bedeli olamaz. Çünkü kadın, kocasına Kur'an-ı Kerîm'i bizzat öğretme karşılığında onunla muhâlaa yaparsa, sahih olmaz. Zîra hul'den sonra bu kadın yabancı bîr kadın olur ki, eski kocasına Kur'an-ı Kerîm'i bizzat okutması, okumayı Öğretmesi caiz olmaz. Buna cevaben deriz ki: Kur'an-ı Kerim öğretme işinin hul' bedeli olarak sahih olmayışı, bu kadının ona şahsen öğretmenlik yapa­mayandan ötürüdür. Yoksa aslında Kur'an öğretme işi, kendi başına hul' bedeli olabilir. "Bedel' kaydım koymakla, bedel kelimesi kullanılmadan ya­pılan boşamalar kapsam dışına çıkarılmış oldu. "Kendisine yönelinen" kay­dını kovmakla da mâlî değeri olmayan şeyler, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bir kimse karısını bir bö|ek veya kan karşılığında boşarsa, üzerine ric'î bir talâk vâki olur. "Koca tarafına yönelik" kaydını koymakla da kadının baş­kasında malının bulunması ve kocanın da, o borçlunun kadın tarafından ib­ra edilmesi karşılığında boşaması gibi bir durum kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu durumda kadın ric'î talâkla boşanır. Kadının kocasından ve kocası­nın kardeşinden alacağı olur da, kocası kendisini ve kardeşini bu borçların­dan ibra etmesi karşılığında onu boşarsa, kendisini borçtan ibra edişi dolayı­sıyla talâk bâin olarak vâki olur. Kardeşinin ona eklenmesinin sakıncası ol­maz. Her ikisinin ibrası da sahihtir. Bundan sonra da kadın üzerine mehr-i misil vâcib olmaz. Kadının kocası üzerinde kısas hakkı bulunup onu, kendisi için sabit olan bu hakkından ibra ederek muhâlaa yaparsa sahih olur ve ta­lâk da bâin olarak vâki olur. Kadının kocası üzerinde bir kazf haddi veya ta'-zîr hakkı bulunup onu bu hakkından ibra ederse ve kocası da bu ibrası karşı­lığında onu boşarsa, bâin talâk vâki olur. Kadının da, mehr-i mislini kocası­na vermesi gerekir. Zîra hul* bedelinin mehir olabilen şeylerden olması şart­tır. Kazf haddi ve ta'zîrin mehir olmaları her ne kadar sahih değilse de, asıl itibariyle kıymetleri olduğundan dolayı bunlar, mal gibi kendilerine yöneli­nen ve amaç edinilen şeylerdir. Kendisine yönelinen şey, her ne kadar bir ma­la mukabil olmasa da, bir kıymeti olan şeydir. Bu nedenle de kazf haddi ve ta'zîr haklarından ibra karşılığında yapılan hul' durumunda bâin talâk vâki olmaktadır. Karının da hul' edilince kocasına kendi mehr-i mislini vermesi gerekir. Kocadan had kaldırılmaz. Bazıları, haddin ve ta'zîrin kocanın üze­rinden kaldırılacağını, çünkü bu ikisi karşılığında hul' yapmanın, dolaylı olarak bunları affetmek olduğunu söylemişlerdir ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu sahih olsaydı, karının mehr-i misji vermesi vâcib olmayacaktı. Özet ola­rak, hul' bedeli, kendisine yönelinen bir mal olunca hul' sahih olur ve kadı­nın da bu bedeli kocasına vermesi vâcib olur. Bedelin hiçbir mâlî değeri yok­sa, talâk ric'î olarak vâki olur. Bedel, şarap ve domuz gibi kendisine yöneli­nen, ama aynı zamanda fâsid olan bir mal olursa, talâk, mehr-i misli kocaya ödeme karşılığında bâin olarak gerçekleşir. Kazf haddi ve ta'zîr gibi kendisi­ne yönelinen, ama bir mala tekabül etmeyen şeylerden olması da böyledir. Ama kısas gibi, bir mala tekabül eden ve kendisine yönelinen şeylerdense, hul* sahih olur; suçlu da kısastan kurtulur.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, iddet nafakası ve hidâne kendilerine yö­nelinen mallardır. Bunların bedel konulmasıyla yapılan hul' sahih olur.

Bedeli tanımlarken "Bilinen bir şey" kaydını koymakla, meçhul şey kar­şılığında yapılan hul', kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bir kadın, kocasına be-lirtmeksizin: "Beni bir hayvan veya bir deve veya bîr elbise karşılığında huP et" der de kocası onunla muhâlaa yaparsa, talâk bâin olarak gerçekleşir ve kadın, mehr-i misli kocasına vermekle yükümlü olur.

"Fasid olmayan" kaydını koymakla, şarap ve domuz gibi fâsid mallar karşılığında yapılan muhâlâlara kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu mallar kar­şılığında muhâlaa yapıldığında, bâin talâk vâki olur. Kadının da kocasına mehr-i misli vermesi gerekir.

Bir kimse bilinen ve bilinmeyen mallar karşılığında, sözgelimi kendi atı ile belirsiz herhangi bir hayvan karşılığında karısıyla muhâlaa yaparsa, yapı­lan hul' fâsid olur. Kadının da mehr-i misil Ödemesi gerekir. Bir kimse sahih ve ayrı olarak da bilinen fâsid mallar karşılığında muhâlaa yapar, meselâ ka­rısına: "Yirmibin lira ve şu küpteki şarap karşılığında muhâlaa yaptım" der­se, sahih malın karşılığındaki muhâlaa sahih olur; fâsid olan malın karşılı­ğında ise mehr-i misil ödemek gerekir. Bir kimse ortada olmayan bir mal kar­şılığında muhâlaa yaparsa, örneğin bir kadın, elinde veya avucunda hiçbir şey mevcud olmadığı halde kocasına "elimde veya avucumdaki eşya karşılı­ğında benimle muhâlaa yap" der, kocası da onun elinde veya avucunda bir şey bulunmadığını bilse dahi, kadın kendi mehr-i misli karşılığında bâin ta­lâkla boşanmış olur. Gasbedilmiş veya kocaya teslim edilemeyecek bir mal karşılığında yapılan muhâlaa da bunun gibidir. Asıl itibariyle bilinmez olan bir mal karşılığında, meselâ bir kimsenin, karısına "zimmetindeki bir elbise karşılığında seninle muhâlaa yaptım" diyerek yapmış olduğu muhâlaa da bu hükme tâbidir. Bunun sonucunda kadın, mehr-i misil karşılığında kocasın­dan boşanır. Ama hul'ün bilinmez bir şeye ta'lik edilmesinde durum farklı olur ve bazı ayrıntılar gündeme gelir. Hul'ün ta'lik edildiği şeyi kocaya ver­mek mümkün olursa kadın, yine mehr-i misil karşılığında boşanır. Meselâ kocasının: "Bana bir elbise verirsen sen boşsun" demesi gibi. Kadın, bu el­biseyi verirse, mehr-i misil karşılığında boşanır. Hul'ün ta'lîk edildiği şeyi ko­caya vermek mümkün olmazsa, kocasından boşanmaz. Bu da şöyle olur: Bir kimse, karısına: "Avucundakini bana verirsen, sen boşsun" der ve kadının avucunda da kocasına verebileceği bir şey bulunmazsa, bu durumda boşanmaz. Koca, karısının talâkını bilinen bir şeyden ibra etmeye bağlarsa, hul'

Bedelin îfâsı gerekir. Sözgelimi: "Beni mehrimden ibra edersen boşsun" der ve bu mehir ikisince bilinmekteyse, kadın da ona "seni ibra ettim" derse sahih olur. Kadın, kocasına: "Beni boşarsan, mehirden berî olursun" dediği halde mehrini bilmemekteyse; ancak mehrinin kendisine yönelinen ve fâsid olmayan bir mal olduğunu zannediyorsa, mehr-i misil karşılığında hul' vâki olur. Mehrinin fâsid bir mal olduğunu biliyorsa, ric'î talâkla boşanır. Kadın, maldan söz etmeksizin kocasına: "Seni ibra ettim" derse, kocası da *'eğer ibra edişin doğru olursa sen boşsun" derse ve kadının kendisinden ib­ra etmiş olduğu mal, bilinen bir malsa, ric'î olarak boşanma vâki olur. Çün­kü bu talâk, bir bedel karşılığında gerçekleşmiş değildir. Koca, talâkı ibranın doğruluğu şartına bağlamıştır. îbrânın doğruluğu da boşanmadan önce ger­çekleşmiştir. Çünkü kadın, kocasını hakikaten ibra etmiştir. Kocasını meç­hul bir şeyden ibra ederse, talâk vâki olmaz.

Bir kimse, borcu meçhul olan karısına: "Beni borcundan ibra edersen boşsun" der, kadın da: "Seni ibra ettim" cevabını verirse, bununla bir şey vâki olmaz. Çünkü ibrayı meçhul bir borca bağlamış; ibra gerçekleşmemiş­tir. Kadının adına bir başkası, fâsid bir mal karşılığında kocasıyla muhâlaa yapar ve bedelin fâsid bir mal olduğunu açıklarsa, ric'î talâk vâki olur. Bu yabancı şahıs, kadının kocasına, sözgelimi: "Şu gasbedilmiş şey veya şu şa­rap karşılığında karınla muhâlaa yap" der ve koca da söyleneni yaparsa, ric'î talâk vâki olur. Çünkü yabancı şahsın bunda bir yararı yoktur. Aksine o, ken­disine ulaşacak bir çıkar olmaksızın teberruda bulunmaktadır. Bedelin fâsid olduğunu açıklarsa, bu, onun teberruda bulunmaktan caydığı anlamını ifâ­de eder. Ama karının durumu farklıdır. Onun bunda çıkarı vardır. Bu çıkar da onun kendine sahip olmasıdır. Hul' bedelinin fâsid olduğunu açıklar veya bedel olarak, kendisine yönelinen fâsid bir maldan sözederse, kocasına mehr-i misil vermekle yükümlü olur. Kadın adına kocasıyla muhâlaa yapan yabancı kişi, hul' bedelinin fâsid olduğunu açıklamazsa, örneğin kadının kocasına: "Şu deve karşılığında karını hul' et" der ve aslında deve de gasbedilmiş olur­sa, hul' sahih olur ve kadın da mehr-i misil vermekle yükümlü olur.

Hanbelîler dediler ki: Hul bedelinin helâl bir mal olması şarttır. Koca, şarap, domuz veya bunlara benzer şeyler karşılığında karısıyla muhâ­laa yapar ve her ikisi de bu şeyin haram olduğunu bilirlerse, yapılan hul' fâ­sid olarak gerçekleşir. Çünkü bu, haram şeylere razı olmak demektir. Muhâ­laa yaparken bedelin olması zorunludur. Çünkü bedel, hul'ün rüknüdür. Onsuz hul', gerçekleşmez/Ama her ikisi de hul' bedelinin haram olduğunu bilini­yorlarsa, hul' sahih olur. Kadın da bedelin kıymetini veya helâl maldan em­sali varsa mislim vermekle yükümlü olur. Çünkü hul', bid' (kadının tenasül organı) üzerine yapılan karşılıklı bedelleşme akdİdir. Bu akid, nikâh akdinde olduğu gibi bedelin fâsid olmasıyla fâsid olmaz. Karısına: "Bana şarap veya domuz verirsen boşsun" der, kadın da verirse, verme işi mevcud olduğu için, talâk vâki olur. Bedel sahih olmadığı için ric'î talâk gerçekleşir. Koca, bedel­siz olarak boşamaya razı olduğu için karının ona bir şey vermesi gerekmez. Bir kimse şu soruyu sorabilir: "Nikâh bahsinde dediniz ki: Koca, fâsid bir mehir verirse, nikâh akdi sahih olur, ama karısına mehr-i misil vermesi gere­kir. Fakat niçin, bir kimse fâsid bir mal karşılığında karısıyla muhâlaa ya­parsa hul' sahih olur ve kadının mehr-i misil Ödemesi gerekir demiyorsunuz? Buna cevaben deriz ki: Bid'ın (kadının tenasül organının)   kocanın mülki­yetinden çıkmasının mâlî bir değeri yoktur. Ama mülkiyetine girmesi, bu­nun tersinedir. Bu, mehirle kıymetlendirilir. Bu nedenle, bu durumda yapı­lan hul'ün, nikâhın aksine sahih olacağını söylemiştik. Nikâh, mehr-i misil ile sahih olur.

Hul* bedelinin bilinir olması şart değildir. Bilinmez mal karşılığında ya­pılan hul', sahihtir. Evindeki eşyaları karşılığında karısıyla muhâlaa yapan kimsenin hul'ü sahih olur. Karısının evindeki eşyalar, az olsun çok olsun, ken­disinin olur. Evinde bir şey yoksa, koca, ev eşyası denebilecek en az şeyi karı­sından alma hakkına sahip olur. Karısının elindeki şey karşılığında karısıyla muhâlaa yapar, ama kadının elinde bir şey bulunmazsa, koca, elde olabile­cek en az şeyi -ki bu da üç dirhemdir- karısından alma hakkına sahip olur. Karının elinde bir şey varsa, az olsun çok olsun, koca bunları alma hakkına sahip olur.

Hul* bedelinin mevcut olması şart değildir. Var olması beklenen, ama hâlen mevcut olmayan bir şey karşılığında hul* yapmak sahih olur. Örneğin kadının devesinin veya ineğinin veya koyun ya da keçisinin karnındaki yavru­su karşılığında muhâlaa yapmak gibi. Hayvanın karnında yavru varsa, bu yavru kocanın olur. Hayvanın karnında yavru yoksa, kadının kocasını razı etmesi gerekir. Anlaşamazlarsa, kocasına yavru adı verilebilecek bir şeyi ver­mesi gerekir. Kadının, ağaçlarının tutacağı meyve karşılığında kocasıyla mu­hâlaa yapması da böyledir. Yahut davarının memelerindeki süt karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması da, önce belirtilen şekilde sahih olur.

Bedelin nitelendirilmeksizin genel olarak söylenmesiyle yapılan hul' de sahih olur. Bir kadın, belirleme yapmaksızın bir deve, bir inek, bir koyun ve­ya bir elbise karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, hul' sahih olur. Kocası­na devenin, ineğin, koyunun veya elbisenin en azını vermekle yükümlü olur. Kocasına: "Şu devenin karnındaki yavru karşılığında beni hul' et" der, ko­cası da buna karşılık onu hul' eder, ancak sonra bu devenin gasbedilmiş ol­duğu açığa çıkarsa, kadın boşanmaz. Belli bir süre için muayyen bir evde otur­ma hakkı karşılığında yapılan hul' sahih olur. Bir kadın, kocasına örneğin: "Bu evde iki sene -daha fazla veya daha çok- oturma karşılığında beni hul' et" der, kocası da: "Buna karşılık seninle muhâlaa yaptım" derse, sahih olur ve koca, belirtilen süre boyunca o evde ikâmet etme hakkına sahip olur. Ev yıkıhrsa, kalan süre için bu evin emsali bir evde oturmak için gereken kira bedelini almak üzere kadına başvuruda bulunabilir.

Kadının kendisinden veya başka kadından doğan, kocaya ait çocuğu belli bir süre emzirme karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Çocuk, bu sürenin tamamlanmalından önce ölürse koca, kalan sürede onun gibi bir çocuğu emzirmeye tekabül edecek olan emzirme ücretini kadından isteme hak­kına sahip olur. Kadının kendisinin ölmesi veya sütünün kesilmesi durumun­da da aynı hüküm sözkonusu olur. Müddetten söz etmeksizin onun çocuğu­nu emzirme karşılığında kocasıyla muhâlaa yaparsa, şer'an emzirme için ke­sinleşen süreye -iki yaşma- kadar çocuğu emzirmekle yükümlü olur. Muhâ-laanın doğumdan Önce veya doğumun hemen ardısıra veya emzirme dönemi içinde yapılmış olması, hüküm bakımından bir farklılık getirmez. Muhâlaa yapıldığında çocuk bir yaşmdaysa, iki yaşına kadar, yani bir sene onu emzir­mesi gerekir.

Sözgelimi on sene gibi belli bir süre boyunca çocuğunun kefaletini üst­lenme veya onun nafakasını verme karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Çocuk süt emme dönemindeyse babanın bu süreyi belirtmesi ve kadının çocuğa yedireceği yiyecekleri söylemesi iyi olur. Örneğin baba: "Ço­cuğumun on yıllık nafakası karşılığında seni hul' ettim. Bu on yılın iki yılın­da onu emzireceksin. (Bu süre, aralarındaki anlaşmaya göre daha az da olabilir) Meselâ buğday ekmeğinden ona her gün bir -veya iki ekmek-yedireceksin" demelidir. Bu arada katıktan da söz etmelidir. Fakat söyleme­se de hul' sahih olur. Süresi belirtilmediği takdirde emzirme, şer'î müddetine hamledilir. Nafaka da örf ve âdete göre verilir. Çocuk, nafaka masrafını ka­dından alarak kendi nafakasını temin etme yoluna gidebilir. Çocuk ölürse ba­bası, kalan süreye tekabül eden nafaka masrafını kadından alır. Hâmile ka­dının, rahmindeki yavrunun nafakası karşılığında kocasıyla muhâlaa yapması sahih olur. Çünkü nafaka, mevcud bir sebeple -ki bu sebep hamileliktir- ko­ca üzerine vâcib olmuştur. Sürenin meçhul oluşunun, muhâlaanın sıhhati açı­sından bir sakıncası yoktur. Sütten kesinceye dek hem çocuğun, hem de ka­dının nafakası düşer. Sütten kesince nafakasını kocadan taleb etme hakkına sahip olur.

 

Hul' Sığasının Şartları

 

Hul' için sîgamn varlığı zorunludur. Muâtât ile yapılan hul' sahih ol­maz. Meselâ kadın kocasına bir mal verir, kocası ona: "Şu mal karşılığın­da kendini hul' et" sözünü söylemeden, kadın da "hul' ettim" demeden; yahut kadın "şu mal karşılığında beni hul' et" sözünü söylemeden, kocası da "hu! ettim" demeden, kadının kocasının evinden çıkıp gitmesi şek­linde yapılan hu!' sahih olmaz. Şu halde hul'ûn sahih olması için mutlaka icâb ve kabul gereklidir. Mezkûr fiile gelince, onunla talâka niyet edilse veya boşamanın o şekilde yapıldığı herkesçe bilinen bir husus olsa da hul' gerçekleşmez.

Hul'ün sîgası ve şartlarına gelince; mezheblerin bu husustaki geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(36) Mâlîkîler dediler ki: Koca, örfen talâka işaret eden bir iş yaparsa, o işi yapmakla talâk vâki olur. Sözgelimi kadın, kocasına bir mal verir ve kendisiyle kocasının ellerinde beraber tuttukları ipi kocası kserse, İpin kesil­mesi örfe göre talâk sayılmaktaysa, bununla bedel karşılığında bâin talâk vâ­ki olur. Kadın, kocasına mal vermez ve aralarında yaşamakta oldukları kav­min örfüne göre ipin kesilmesiyle talâk vâki olmaktaysa, ric'î talâk vâki olur. örf bu yolda carî değilse ve koca ipi kesmekle talâka niyet etmişse, talâka işaret eden bir karîne de mevcutsa, ipin kesilmesiyle talâk vâki olur. Sözgeli­mi koca, karısının ailesiyle çekişir de onlar: "Aldığımızı sana geri verelim, sen de kızımızı bize geri ver" derler ve böyle yaparlarsa; koca talâka niyet etmezse ve örf bu yolda carî olmasa bile bâin talâk vâki olur. Özetle bilfiil talâk, iki şeyin gerçekleşmesiyle sahih olur.

1- Misâlde de gösterildiği gibi,talâkın kan - kocanın kavimlerinin örfüne göre bilfiil olması gerekir. Bu cümleden olarak koca, karısını öfkelendirir de, kadın bileziklerini çıkarıp ona verir, o da kabul eder, kadın evden çıkar, kocası ona engel olmazsa, eğer bu durum kavimlerinin örfüne göre talâk sayılı-yorsa, sahih olur; hul vâki olur. Koca, talâk sîgasmı telâffuz etmese bile hü­küm aynıdır.

2- Talâkın bilfiil vâki olduğuna işaret eden bir karîne bulunmalıdır.

(37) Hanefîler dediler ki: Tanımını yaparken hul' lâfızlarının yedi tane olduğunu söylemiş, bu lâfızlardan her birinin ilgili olduğu şeyler hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. Geriye sîgayla ilgili bir takım hüküm-ier kalıyor ki, hul'ü kadından kabul etmenin sahih olması için, kadının hul' mânâsını bilmesi şarttır. Kadın acemî (arap olmayan) biri olur da, kocası ken­disine "ihtala'tü minici bi'l - mehri ve nafakatil iddeti", "yani mehir ve iddet nafakası karşılığında senden hul' olundum" sözlerini telkîn eder, o da anla­mını bilmeden bunu söylerse, bâin olarak kocasından boşanır. Bu durumda koca karısından bedel alma hakkına sahip olmaz. Sonra hul', kocaya nisbet-le yemindir. Koca, meselâ: "Yüzbin lira karşılığında seninle muhâlaa yaptım" diyerek İlk önce kendisi hul'e başlarsa, hul'den cayma hakkına sahip olamaz. Hul'ü feshetme ve kadını da hul'ü kabul etmekten menetme hakkına sahip

olamaz. Hul'ü bir şarta bağlayabilir ve zamana izafe edebilir. Karısına: "Meh­met gelirse yüzbin lira karşılığında seninle muhâlaa yaptım der, karısı da Mehmet'in gelişi anında hul'ü kabul ederse, hul' sahih olur. Ama Mehmet'­in gelişinden önce kabul ederse, sahih olmaz. Aynı kabilden olarak karısına, "eve girersen, yüzbin lira karşılığında seninle muhâlaa yaptım" der ve kadın eve girerse, girerken de "hul'ü kabul ettim" derse sahih olur, talâk, bâin ola­rak vâki olur. Kadının yüzbin lirayı kocasına ödemesi gerekir. Ama kadın, eve girmeden "hul'ü kabul ettim" derse, sahih olmaz. Kocanın, hul'ü bir za­mana izafe etemesi de böyledir. Meselâ karısına: "Yüzbin lira karşılığında yarın veya ay sonunda seninle muhâlaa yaptım" der de karısı, yarın veya ay sonu geldiğinde "kabul ettim" derse, hul' sahih olur. Ama daha önce "ka­bul ettim" derse, sahih olmaz.

Kadın açısından hyl', mâlî bir bedelleşmedir. Zîra o, boşanması karşılı­ğında kendi mülkiyetindeki bir malı kocasına vermektedir. Bedelleşme iki ki­şi arasında olur. Taraflardan biri, mülk etme tarzında diğerine bir mal verir, diğeriyse, bu malın kendisine mülkedilmesi karşılığında bir bedel verir. Hul' böyle yapılacak olursa, kabulden önce kadın hul'den cayabilir. Hul'e önce kadının kendisi başlarsa, meselâ kocasına: "Yüzbin lira karşılığında kendimi senden hul' ettim" der veya: "Mehrim ve iddet nafakam karşılığında benim­le muhâlaa yap" derse, kocasının: "Buna karşılık seninle muhâlaa yaptım" demesinden önce cayabilir. Kadının kabulden önce hul* meclisinden kalkma­sıyla, hul' bâtıl olur. Kocanın kalkmasıyla da bâtıl olur. Koca hazırda bulun­maz da, hul' kendisine tebliğ edilir ve kabul ederse, bu sahih olmaz. Kadının hul'ü bir şarta bağlaması sahih olmadığı gibi, bir zamana izafe etmesi de sa-hİh olmaz.

Kadın için muhayyerlik şartı sahih olur mu, olmaz mı? Bu hususta îmam Azam ile İmameyn arasında görüş ayrılığı vardır. Meselâ kocası: "Üç gün (veya daha fazla süreyle) muhayyer olman kaydıyla, mehrin ve iddet nafakan karşılığında seninle muhâlaa yaptım" derse; îmam Âzam bunun sahih oldu­ğunu, muhayyerlik süresi içinde kadının bunu kabul edebileceğini, kabul et­tiği takdirde bâin talâkın vâki olacağını, kadının bedeli ödemekle yükümlü olduğunu; ayrıca bu süre zarfında hul'ü reddedebileceğini, reddettiği takdir­de ne talâkın ne de bedelin lâzım gelmeyeceğini söylemiştir. İmameyn'e ge­lince; bunlar derler ki: Muhayyerlik geçersizdir; talâk, hemen vâki olur. Ka­dın kabul ettiği takdirde, huP bedelini ödemekle yükümlü olur. Aldığı hul' bedelinde, kalitesini iyiden ortaya, ortadan çürüğe düşürecek kadar fahiş bir ayıp bulması durumunda, koca için hul' bedelinde muhayyerlik sahih olur. Az denecek ayba gelince, bundan dolayı muhayyerlik olmaz. Kadın, iyi kali­tedeki yirmi kile buğday karşılığında kendini kocasından hul' eder de, koca buğdayın orta kalitede olduğunu yahut da orta kalitedeki buğday karşılığın­da kendini kocasından hul' eder de koca buğdayın düşük kalitede olduğunu görürse, geri verebilir. Ama buğdayda az bir karışıklık görürse, bunun zararı olmaz. İcâbm kabule uygun olması şarttır. Bir kimse, karısına: "Üçyüzbin lira karışıhğmda sen dört talâkla boşsun'der, karısı da: "Üç talâkla kabul ettim" derse, boşanmaz. Çünkü kocası hul'ü, kadının dört talâkı kabul et­mesi şartına bağlamıştır. Üç talâkı kabul ettiğinde şart, yani dört talâkın ka­bulü gerçekleşmemiş olmaktadır. "Yüzbin lira karşılığında seni boşadım der, karısı da"kabul ettim" derse, sonra yine "yüzbin lira karşılığında seni boşadım der, karısı da "kabul ettim" derse, üçyüzbin lira karşılığında üç talâk vâki olur. Ama şu anlatacağımız durumda hüküm, bunun tersinedir. Şöyle ki: Bedelden söz etmeksizin karısına: "Seninle muhâlaa yaptım" der, karısı da "kabul ettim" derse, sonra koca sözünü tekrarlar, karısı da "kabul ettim derse, ikincisinde talâk vâki olmaz. Çünkü birinci sözle bâin talâk vâki olmuştur, ikinci ona artık eklenmez.

İki ifade arasındaki fark şudur: Birincide bedelden söz edilmiştir. Kadın kabul etmediği takdirde talâk vâki olmaz. Üç defa bedelle birlikte sözünü karısına tekrar ettiği ve karısı da kabul ettiği için tekrarlanan bedel karşılı­ğında bir defada üç talâk meydana gelir. İkinci ifâdeye gelince, bunda bedel­den söz edilmemiştir. Koca talâka niyet etmişse -veya muhâlaa lafzını kullan­mışsa, bir kavle göre kocanın bununla talâka niyet etmesine de gerek yoktur-talâkin vukuu kadının kabul etmesi şartına bağlı değildir. Kadının kabul et­mesi şartına bağlı olan, onun haklarının düşürülmesidir. Bu durumda kadı­nın kabulü olmaksızın talâk, söylemekle vâki olur ki, bu da bâin bir talâktır. İkinci defa tekrarlamakla, ikinci bir talâk vâki olmaz.

Bu, bedeli önce kocanın söylemesi durumunda sözkonusu olan hüküm­dür. Ama: "Kendimi yüzbin lira karşılığında senden hul' ettim'* diyerek be­deli önce kadın söylemişse ve üç kez de tekrarlamış, kocası da "kabul ettim" demişse, doğru olan görüşe göre yalnızca yüzbin lira karşılığında sadece bir talâktan fazlası vâki olmaz. İki durum arasındaki farka gelince; bilindiği gi­bi hul', kocaya nisbetîe bir yemindir ve kadının kabul etmesi şartına bağlıdır. Önce kendisinin hul'e başlamış olması durumunda, koca, hul'den geri döne­mez. Ama önce kadının hul'e başlamış olması durumunda, bu hul', kocanın kabul etmesi şartına bağlı bir yemin olmaz. Aksine bir bedelleşme olur ki, tamamlanmasından önce kadın, bu hul'den cayabilir. Tekrarlaması durumunda bu, sonuncu akdin kabulü olur. Birincisi ikinciyle, ikincisi de üçüncüyla lağ­vedilir.

Bir kadın, kocasına: "Yüzbin lira karşılığında beni dört talâkla boşa der, fakat kocası onu üç talâkla boşarsa, yüzbin lira karşılığında üç talâkla boşanmış olur. Burada icâbla kabulün uyumsuzluğunun bir zararı olmaz. Ka­dın kocasına: "Yüzbin lira karşılığında beni üç talâkla boşa" der, kocasıysa onu bir talâkla boşarsa, yüzbin liranın üçte biri karşılığında bir bâîn talâkla Yalnız kocanın, onu hul' meclisinde boşaması şarttır. Meclisten kal-kar ve boşarsa, bir şey gerekmez. Çünkü bu hul kadına nisbetîe bir bedel-leşmedir. Şu halde kocanın, hul'ü aynı mecliste kabul etmesi şarttır. İki ta­lâkla boşaması halinde koca, yüzbin liranın tamamını hak eder. Tıpkı bir de­fada veya aynı mecliste olması şartıyla ayrı ayrı olarak üç talâkla boşaması halinde olduğu gibi, koca, yüzbin liranın tamamını hak eder. Kadın: "Yüz-bin lira karşılığında beni bir talâkla boşa der de kocası onu üç talâkla boşarsa; eğer: "Sen, yüzbin lira karşılığında Üç talâkla boşsun der, kadın da "kabul ettim derse, yüzbin lira karşılığında Üç talâk vâki olur. Kadın kabul etmezse, hiçbir şey vâki olmaz. "Yüzbin Ura karşılığında demeksizin: "Sen üç talâkla boşsun derse, bir kavle göre bedelsiz olarak üç talâkla boşanır. Başka bir kavle göre bir talâk yüzbin lira karşılığında, iki talâksa bedelsiz olarak vâki olur. Ama ifocasma: "Yüzbin lira üzerine beni üç talâkla boşa*' deyip, kocasının onu bir talâkla boşaması durumunda, yukarıdakinden farklı olarak, ricî talâkla boşanır ve kadın kocasına bir şey ödemekle de yükümlü olmaz. Çünkü "üzerine" anlamına gelen "alâ" edatıyla, "ile" anlamına ge­len "bâ" harf-i cem arasında fark vardır. "Alâ", şart içindir. Meşrut ise yüzbin liradır. Bu yüzbin lira, şartın cüzlerine -ki bu da üçtür- bölünmez. Aynı mec­liste olması kaydıyla koca, ayrı ayrı da olsa, üç talâkla boşarsa, karısının yüzbin lirayı ona ödemesi gerekir. Çünkü birinci ve ikinci talâk, ric'î olarak vâki olur. Üçüncü talâksa, kadın kendisinin nikâhındayken vâki olmuştur. Şu halde koca, yüzbin lirayı alma hakkına sahip olur. Ama karısını ayrı ayrı meclislerde üç talâkla boşarsa, İmam Âzam'a göre bir şey alma hakkına sahip olmaz. îma-meyn'e göre, yüzbin liranın üçte birini alma hakkına sahip olur.

"Bâ" harf-i cerrine gelince: "île" anlamını taşıyan bu edat, hul bede­liyle beraberlik mânâsını ifâde etmektedir. Bedel ise, kendisinden bedel ol­duğu şeyin, üç talâkın cüzlerine bölünebilir. Bütün bunlar, önce kadının hul'e başlaması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Önce koca hul'e başlar­sa, karısına: "Kendini yüzbin lirayla üç talâk boşa" veya: "Kendini yüzbin Ura üzerine üç talâk boşa" der, kadın da kendini bir talâk boşarsa, bir şey vâki olmaz. Çünkü bilindiği gibi hul', kocaya nisbetîe bir yemin olup kadı­nın kabul etmesi şartına bağlıdır. Tabiî eğer hul'e önce koca başlamışsa... Ka­dının kabul etmesi şartına bağlı olan, tabiî ki onun üç talâkla boşanmasıdır. Kadın kendini bir talâkla boşarsa, kendi kabulüne bağlanan yemini kabul et­memiştir. Dolayısıyla bununla da bir şey vâki olmaz. Ama hul'e Önce kadı­nın kendisi başlarsa, bu, onun açısından karşılıklı bir bedelleşme olur. Koca­sına üç talâkla boşama önerisinde bulunur da, kocası bir talâkla kendisim boşarsa, yüzbin liranın üçte biri karşılığında bir bâin talâkla boşanmış olur. Kocasına, "yüzbin lira karşılığında beni bir talâkla boşa" der, kocasıysa ona: "Sen bir talâkla ve bir talâkla ve bir talâkla boşsun" derse, üç talâkla boşan­mış olur. Bir talâk, yüzbin lira karşılığında, öteki iki talâksa bedelsiz olarak vâki olur. Adamm biri, mehrinin kocasının oğluna veya yabancı birine olma­sı karşılığında ya da çocuğu kendi yanında alıkoyma karşılığında karısıyla mu-hâlaa yaparsa, hur sahih, şart ise bâtıl olur.

mâlîkîler Hul sığasında üç şartın bulunması gerektiğini söylediler:

1- Lâfzen olmalıdır. Yanı sarih olsun, kinaye olsun, talâka delâlet eden bir lâfız kullanılmalıdır. Konuşmaksızm, talâka delâlet eden bir davranışta bulunursa, bununla talâk vâki olmaz. Meğer ki bu davranışın talâka delâlet ettiği yolunda örf carî olsun veya bu hususta bir karîne bulunsun.

2- Kabul, aynı mecliste olmalıdır. Ancak koca hul'ü bedelin ödenmesi veya teslim edilmesi şartına bağlarsa, o zaman kabulün o mecliste olması şart kılınmaz. Koca, karısına: "Bana yirmibin lirayı teslim edersen  veya "ba­na yirmibin lirayı ödersen sen boşsun derse, karısı, bu sözün söylendiği mec­listen sonra anılan meblağı ona teslim edebilir. Teslim edince de bâin olarak kocasından boşanır. Ama meclisten ayrıldıktan sonra aradan uzun zaman ge­çerse, meselâ kocanın uzatmayı istemediği anlaşılacak kadar bir zaman bek­lerse, o zaman bu istisna olur. Şu da var ki; kocanın bu bedeli hul' meclisin­de karısının kendisine teslim etmesini istediğine dair bir karîne bulunursa, kocanın isteği doğrultusunda hareket edilir. Öyle ki, kadın bu meclisten kal­karsa, hul bâtıl olur ve bedeli kocasına ödemekle de kendi nefsine mâlik olamaz.

3- îcâb ile kabul arasında malda uyum olmalıdır. Bir kimse, karısına: "Yüzbin lira karşılığında seni üç talâkla boşadım" der, karısı da "yüzbin li­ranın üçte biri karşılığında bîr talâkı kabul ettim" derse, talâk lâzım gelmez. Bu durumda koca, "yüzbin ijra almadan onu boşamaya razı değilim" diye­bilir. Ama kadın, "yüzbin lira karşılığında beni üç talâkla boşa" der, koca-sıysa yüzbin lira karşılığında onu bir talâkla boşarsa, talâk geçerli olur; kadı­nın, bedeli ödemesi gerekir. Zîra o, bununla kendi nefsine mâlik olmakta ve kocasından boşanmaktadır. Bir talâktan fazlasına gelince, bu, şeriat koyucu­nun amacım ilgilendirmemektedir ki, bunun bir faydası da yoktur. Kocası­na: "Yüzbin lira karşılığında beni bir talâkla boşa deyip, kocasının onu üç talâkla boşaması da böyledir. Amacı, fazlasıyla gerçekleştiği için bu sahih olur. ŞAFİILER dediler ki: Hul' sığası, sarih olsun, kinaye olsun, bütün ta­lâk lâfızlarıdır. Bey  ve fesih lâfızları, talâkın kinâyelerindendir. Bîr kimse, talâka niyet ederek karısına: "Yüzbin liraya seni sana sattım" der, karısı da "kabul ettim derse, bu sahih bir hul olur ki, kadın bununla bâin olarak kocasından boşanır ve anılan bedeli ona ödemekle yükümlü olur. Yine bu­nun gibi bir kimse karısına: "Yüzbin lira karşılığında senin nikâhını feshettim" derse, bu durumda fesih lâfzı, talâk olur ve talâkın sayısını eksiltir. Hul'de sarih talâka şu örneği verebiliriz: Kadın, kocasına: "Yirmibin lira karşılığın­da beni boşa" der, kocası da "bunun karşılığında seni boşadım derse, bu niyetsiz olarak dahi kendisiyle bâin talâkın vâki olduğu bir boşama olur. Koca bununla birden fazla boşamaya niyet ederse, niyet ettiği sayıda talâk lâzım gelir. Ama karısı kendisine: "Yirmibin lira karşılığında beni bâin kıl" derse, boşama niyeti olmadan bununla talâk vâki olmaz, önce geçen tüm kinaye lâfızları da böyledirler. Hul ve iftidâ (fidyelendirme) lâfızlarından türeyen kelimeler sarih midirler, kinaye midirler? Bu hususta ihtilâf vardır. Mûtemed görüşe göre koca, hul veya iftidâ kökünden türeyen bir kelimenin beraberin­de sarih olarak bedel de söyler veya söylemese bile niyet ederse, bu sarih olur. Aksi takdirde kinaye olur. Meselâ karısına: "Yirmibin lira karşılığında se­ninle muhâlaa yaptım "...seni hul' ettim" veya kendini hul' et der, ka­rısı da kabul ederse, bu, niyete ihtiyacı olmayan bâin ve sarih bir talâk olur. Karısına: "Yirmibin lira ile kendini fîdyelendir" demesi, karısının da "fidyelendirdim" diye ceyap vermesi durumunda, niyetsiz olarak bâin talâk vâki olur. Kadın kabul etmezse, talâk vâki olmaz ve kadın da bedeli ödemek­le yükümlü olmaz. Koca, bu sözü söylerken bedelden söz etmez, ama niyet ederse, aynı hüküm geçerli olur. Karısına, Örneğin yirmibin liralık bedele ni­yet ederek: "Seninle muhâlaa yaptım der, karısı da "kabul ettim derse, bu sarih olur. Çünkü yirmibin liraya niyet etmesi, yirmibin lirayı söylemesi gibidir. Mâlî bedelden söz etmez ve de niyet etmezse, bunda üç durum söz konusu olur:

1- Talâka ve bununla beraber kadının taleb etmesini kabule niyet etmesi. Yani kadının, kendisinin talebine olumlu cevap vermesini beklemesi. Kadın eğer kabul ederse ve reşîde ise, mehr-i misil karşılığında bâin talâk vâki olur. Reşîde değilse, ric'î talâk gerçekleşir. Kadın kabul etmezse, hiçbir şey vâki olmaz.

2- Kocanın talâka niyet etmesi ve kadının taleb etmesini kabule niyet et­memesi. Bu durumda kadın kabul etmese bile, ric'î talâk vâki olur. Çünkü koca, kadını boşamaya niyet etmiş ve boşamayı da onun kabul etmesi şartı­na bağlamamıştır. Çünkü onun kabulünü istemeye niyet etmemiştir. Koca, talâka niyet etmemişse, bu sözüyle hiçbirşey vâki olmaz. Meselâ karısına: "Se­ninle muhâlaa yaptım" der, ama bedeli söylemez, talâka ve kadının hul'ü ka­bulünü istemeye niyet etmezse, kadın kabul etse bile, bununla birşey vâki ol­maz. Talâka niyet ederek karısına: "Seninle muhâlaa yaptım" der, kadının kabulünü istemeye niyet etmezse, kadın kabul etse de etmese de, ric'î talâk vâki olur.;Talâka niyet ederse; kadın kabul eder ve de reşîdeyse, mehr-i misli vermesi karşılığında bâin talâkla boşanır. Kadın kabul etmezse, bununla hiç­bir şey vâki olmaz.

3- Kocanın talâka niyet etmemesi: Bu durumda kadının kabulünü iste­meye niyet etse de etmese de ve kadın kabul etse de etmese de, birşey vâki olmaz. Çünkü bu bir kinayedir. Niyetsiz olarak kinaye ile hiçbir şey vâki olmaz.

Şunu da kaydedelim ki: Bir mal karşılığında koca talâka başlar, bedeli de söylerse, hul' ta'lik neviyle karışık bir bedelleşme akdi olur ki, kadının kabul etmemesi durumunda bununla bir şey vâki olmaz. Koca, "bedel öde­meyi kabul edersen, boşsun" demiş gibi olur. Buna göre bedeli göz önüne alarak kadının kabul etmesinden önce kocanın bu işten cayması sahih olur.

Eğer, "satış akdinin sahih olması, mal karşılığı boşamada olduğu gibi, karşı tarafın kabul etmesi şartına bağlıdır, çünkü daha önce mal karşılığında boşayan kişinin, kadının kabulünden Önce boşamadan cayması sahihtir de­miştiniz. Çünkü talâkın sahihliği, kadının kabulü şartına bağlıdır. Şu halde demeniz gerekir kİ; müşterinin kabulünden Önce satıcının da satıştan cayma­sı sahihtir. Zîra satışın sahihliği, müşterinin kabulüne bağlıdır" demişse, bu­na cevaben deriz ki: İki durum arasında fark vardır. Şöyle ki: Satış, her ne kadar kabule bağlıysa da, satıcı tek başına satış akdini hiçbir halde yapamaz. Çünkü satış, ancak müşterinin kabulüyle bir akid olarak gerçekleşir. Boşa-yana gelince; bunun, boşamayı bedelsiz yapması durumunda kadın kabul et­mese bile, boşamayı tek başına yapması sahih olur. Kabul şartına bağlı olan, bedeldir. Burada koca boşamada yegâne yetki sahibi olmaktan vazgeçmiş ve boşamayı başkasının kabulü şartına bağlamıştır. Ama şu anlatacağımız du­rumda hüküm değişmektedir: İlk olarak koca, olumlu bir cümle kullanırsa, örneğin karısına: "Ne zaman bana yirmibin lira verirsen, boşsun" derse, ka­dının bu parayı kendisine vermesinden önce cayamaz. Verince de boşanır. Bun­da kadının "kabul ettim" demesi şart değildir. Nitekim bu bedeli acilen ko­casına vermesi de şart değildir. Meğer ki kocası, "yirmibin lirayı bana verir­sen..." veya "yirmibin lirayı bana verdiğinde sen boşsun*' demiş olsun. Bu durumda kadının bu parayı acilen kocasına vermesi şarttır. Çünkü "sen - san" takısının arapça karşılığı olan "in" ile "...ğinde" ekinin karşılığı olan "izâ" edatları, "ne zaman ki" nin karşilığrolan "metâ"nın aksine, olumlu eümle-de kullanıldıklarında, adilik ifade ederler. "Meta"da ise, açıkça ertelenebil-me anlamı vardır. Koca, sözünde "in" veya "izâ" edatını kullanır da, ara­dan bedeli ödeyebileceği bir zaman geçer ve hâlâ kadın anılan bedeli kocası­na ödemezse, boşanmaz.

Sığanın şartlarına gelince; bunlar, bu kitabın ikinci cildinde Bey' bah­sinde geçen şartlardır ki, bu şartlardan bazısını şöylece sıralayabiliriz:

1- Muhâlaa yapan karı ve kocanın her birinin söylediği söz, diğeri tara­fından ve yakınlarında hazır bulunan kimseler tarafından işitilebilir olmalıdır.

2- Kab'ul, kendisiyle birlikte hitabın sâdır olduğu kimseden yapılmalıdır.

3- Karıyla kocadan her biri, söylediği sözün mânâsını kasdetmelidir. Kas-detmeksizin öylece ağzından kaçtığı şekilde söylerse, hul' sahih olmaz. Ko­ca, karısına: "Sana bin lira verdim" demek istediği halde: "Seni bin lira kar­şılığında boşadım" derse, fetva bakımından bu söz dolayısıyla hiçbir şey

4- İcâb ile kabul arasına hiçbir söz girmemelidir. Ama bey'de, icâb ile kabul arasına giren az bir konuşmanın satış akdine zararı olur. Muhâlaaday,  icâb ile kabul arasına giren az bir konuşmanın akde zararı olmaz.

5- îcâb ile kabul arasında uyum olmalıdır. Bir kimse karısına: "Seni bin lirayla boşadım" der, karısı da: "îkibin lirayla kabul ettim" derse, bununla bir şey vâki olmaz. Ama karısına: "Bin liraya seni üç talâkla boşadım" der, karısı da: "Bin liranın üçte biriyle bir talâkı kabul ettim" derse, bin lira kar­şılığında üç talâk vâki olur. Çünkü burada her ne kadar kabul icâba muvafık değilse de mal bakımından ona muvafıktır. Kadın mala, koca da talâka mâ­liktir. Kadın, mâlik olduğu şeyde ona muvafakat etmiştir ve bu muvafakati­nin gereğini yapmakla, yatni hul' bedelini kocasına ödemekle yükümlü olur. Koca için de Üç talâk lâzım gelir.

Hanbelîler dediler ki: Hul sığasında şu şartların bulunması gerekir:

1- Hul', lâfzen (sözlü olarak) yapılmalıdır. Boşamaya niyet edilse bile mu-âtât (sessizce yapılan karşılıklı alıp  verme) ile hul sahih olmaz. Şu halde hul'de icâb ve kabulün bulunması zorunludur.

2- îcâb ve kabul, aynı mecliste yapılmalıdır. Koca, karısına: "Şu şey kar­şılığında seni hul ettim der, karısının kabulünden Önce o meclisten kalkar­sa, bu hul' sahih olmaz. Kabul etmeden kadının o meclisten kalkması duru­munda da, aynı şekilde hul' sahih olmaz.

3- Hul', kadının bir cüz'üne izafe edilmemelidir.Karısına: "Şu şey karşı­lığında elini (veya ayağını) hul' ettim" dese, karısı da bunu kabul etse, geçer­siz olur. Zîra hul', talâk değil de fesihtir. Feshe delâlet eden bir ifâdenin, kadının bir cüz'üne izafe edilmesi, talâkın aksine muteber olmaz. Koca, talâkı kadına bitişik bir cüz'e izafe ederse, bununla talâk vâki olur. Evet, karısına: "Şu şey karşılığında ayağını hul' ettim" der ve bu sözüyle talâka niyet eder­se, tanımda da açıklandığı gibi bu talâk olur ve kadın da böylece boşanır.

4- Hul' sîgası bir şarta bağlanmamalıdır. Bir kimse karısına: "Bana şu kadar mal verirsen seni hul' ederim" derse, belirtilen malı kadın kocasına verse bile bu hul' sahih olmaz. Ama talâkın şarta bağlanmaması sahih olur. Bir kimse, karışma: "Bana şu deveyi verirsen sen boşsun" der, kadın da de­veyi ona verirse boşanır. Koca, deveyi ayıplı bulursa, geri vermesi sahih ol­maz. Ama devenin gasbedilmiş olduğu anlaşılırsa, talâk vâki olmaz. Ona ver­mesi demek, mülk edinebilmesi için kocasıyla deve arasını boş ve engelsiz bı­rakması demektir. Bazıları derler ki; kadının, mutlaka: "Bu deveyi sana mülk ettim" demesi gerekir. Çünkü kadının -konuşmaksızın- davranışı, deveyi ko­casına mülketmesi için yeterli değildir. Şartlı hul' sahih olur mu, olmaz mı? Böyle bir hul' sahih olur ve kadının bedeli ödemesi gerekir. Koca, karısına:

Ric'at hakkım olmak üzere şu kadar mal karşılığında seni hul' ettim" de?, kadın da kabul ederse, hul' sahih ve şart da bâtıl olur. Koca, rîc'at etme hak­kına sahip olmaz. Muhayyerlik şartım koşmak da böyledir. Koca, Örneğin: "Senin ya da benim Üç gün süreyle muhayyer olmam kaydıyla şu kadarlık meblağ karşılığında seninle muhâlaa yaptım" derse -bu muhayyerlik süresi üç gün olabileceği gibi, üç günden az veya çok da olabilir- hul' sahih olur ve şart bâtıl olur. Hul', derhal vâki olur. Koca da hul' bedelini alma hakkına sahip olur.

Bey' (satış) ile birlikte h sahih olur. Kadın, kocasına: "Şu deveyi ba­na sat ve yüzbin lira karşılığında beni boşa der ve kocası, aynı mecliste "ka­bul ettim" cevabını verirse, sahih olur. Bu hem bey', hem de hul olur. Çünkü bunlardan her biri kendi başına sahih olduğuna göre, bir arada da sahih olurlar. Sonra kadmm nikâh akdinde belirtilen mehire nisbetle hul' bedeline bakılır: Mehiri eğer ellibin liraysa, hul' bedeli ellibin lira, devenin bedeli de ellıbin lira sayılır. Kadın devede bir ayıp bulur da kocasına geri verirse, deve için tahsis etmiş olduğu ellibin lirayı kocasından geri alır. Kadının mehri ellİ-bin liradan fazlaysa, bu fazlalık kadarı devenin bedelinden düşülür. Bu he­saplar hep buna göre yapılır. İcâb sahibinin amacı doğrultusunda kabulün mutlaka icâba muvafık olması gerekir. Kadın: "Bin lira karşılığında beni hul' et der de kocası, "seni boşadım" cevabını verirse, bin lirayı haketmez. Çünkü o, karısının istemediği talâkı gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla kadının bedelini vereceği hul' tahakkuk etmemiştir. Ama karısı: "Bin lirayla (veya bin lira üze­rine) beni bir talâk boşa" der de, kocası iki veya üç talâkla boşarsa, bin lirayı hakeder. Çünkü, karısının amacını fazlasıyla gerçekleştirmiştir. Kocasına: "Bin liraya beni bir talâk boşa der de kocası: "Sen boşsun ve boşsun ve boşsun" derse, birinci "boşsun" sözüyle kadın bâin talâkla boşanır. Çünkü bu talâk, bir bedel karşıhğmdadır. Kendisinden sonra söylenen talâk lâfızları bu bir talâka eklenmezler. Koca: "Sen boşsun ve bin Ura karşılığında boşsun" der­se, birinci talâk ric'î olarak vâki olur, ikincisi de ona eklenir. Zîra bâin, ric'î-ye eklenir; üçüncüsü de lağvedilir. Ama bin liralık bedel, sadece üçüncü "boşsun" kelimesinden sonra söylenirse, kadın üç talâkla boşanmış olur. Kocasına: "Bin lira karşılığında beni üç talâk boşa" der de, kocası bir veya iki talâk boşarsa, bir şey haketmez ve talak da ric'î olarak vâki olur. Karısına: "Sen bin lira karşılığında üç talâkla boşsun" der, kansıysa "bin liraya bir talâkı kabul ettim" derse, üç talâk vâki olur. Ama: "Beşyüz liraya bir talâkı (veya üç talâkı) kabul ettim derse, bu sözle hiçbir şey vâki olmaz. Çünkü şart gerçekleşmemiştir.

 

Hul'ün Fesih Değil De Talâk Olduğu Bahsi

 

(Fesih ile talâk arasındaki fark)

Mezheplerin önceki sayfalarda verilen tafsîlatından da öğrendiğimi­ze göre, hul' lâfızları sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sarih lâfız söylendiğinde, niyete gerek kalmaksızın bâin talâk vâki olur. Kinaye lâfız söylendiğinde ise, niyet edilmesi şartıyla bâin talâk vâki olur. Tabiî mez­heplerde talâkın kinayelerinde ileri sürülen ve açıklanan şartlar çerçeve­sinde ve kinaye lâfzını söyleyen kimsenin bununla üç talâka niyet etmesi durumunda, kendisine üç talâk lâzım gelir. İki talâka niyet etmesi duru­munda da aynı şekilde, niyetine göre iki talâk vâki olur Her hâl-ü kâr­da hul', talâkı meydana getirir ki; bu talâk da, kocanın mülkiyetinde bulu­nan üç talâkın sayısında bir eksiltme yapar. Hul', sadece (?ir fesih değildir.

Çünkü karı - kocanın ayrılışı bazan talâk, bazan da fesih olur.

Talâk kelimesiyle vukûbulan ayrılık, sarih veya kinaye talâkın lâfızla-rıyla evlilik bağını çözmek demektir ki, hu!' de böyledir. Muhâlaa, eğer hul' lafzıyla yapılırsa, sarih talâk olur. Bir mal karşılığında talâk lafzıyla yapılması da böyledir. Aksi takdirde önce de açıklandığı gibi, kinaye olur. ilâ ayrılığı da bu kabildendir. Adamın biri, karısıyla cinsel İlişkide bulunmaya­cağına yemin ederse, karısı için dört ay bekler. Yeminini bozup karısıyla cinsel temasta bulunmazsa, kadı ona karısıyla temasta bulunmasını em­reder. Yapmadığı takdirde karısı, ilgili bölümde verilecek ayrıntılar çerçe­vesinde kendisinden boşanır. Haklarında mezheplerce ayrıntılı açıklama­lar yapılmış olan diğer bazı hususlar da bu konu içinde yer alırlar.

 

(38) Hanefîler dediler ki: Koca, hul' ile üç talâka niyet ederse, kendisine üç talâk lâzım gelir. Ama onunla iki talâka niyet ederse, sadece bir talâk lâ­zım gelir.

(39) Hanbelîler dediler ki: Hul' fesihtir; talâk değildir. Talâk kelimesiy­le veya talâk niyetiyle yapılmadıkça, hul' dolayısıyla talâkın üç sayısında bir eksilme meydana gelmez. Nitekim bunun açıklaması daha önce yapılmıştır.

Hanbelîler yine, îlâ'nın hâkime bağlı olduğunu söylemişlerdir. Hâkim dilerse boşar, dilerse nikâhı fesheder.

(40)  Hanefîler dediler ki: Karı - kocanın ayrılışı bazan fesih, bazan da talâk olur. Karı - kocanın şu sayacağımız durumlardaki ayrılmaları fesihtir:

1- Diyarlarının hakikaten ve hükmen zıt olması. Bu şöyle olur: Harbî olan karı - kocadan biri müslüman veya zımmî olarak dâr-ı harbi bırakıp İs­lâm diyarına geçerse, karısı kendisinden bâin olur. Ülkesine (dâr-ı harbe) dönmek üzere ticâret ve benzeri bir işi yapmak amacıyla emân alarak îslâm di­yarına giren müste'mene gelince, bunun karısı kendisinden bâin olmaz. Bu daha önce açıklanmıştı.

2- Herhangi bir nedenle nikâh akdinin fâsid olması. Örneğin bir erkeğin bir kadınla şahitsiz olarak veya muvakkat bir zaman için evlenmesi gibi. Bu durumda ikisini birbirinden ayırmak vâcib olur. Bu, talâk değil fesihtir.

3- Kocanın, evli bulunduğu karısının kadın olan usûl ve fürûu ile hısım­lık mahremiyetini gerekli kılacak bir davranışta bulunması. Örneğin karısı­nın, Önceki evlilikten doğma kızını veya anasını şehvetle öpmesi gibi. Kadı­nın, evli bulunduğu kocasının erkek olan usûl ve fürûu ile hısımlık mahremi­yetini gerekli kılacak bir iş yapması da böyledir. Örneğin baliğ olan üvey oğ­lunu şehvetle öpmesi gibi.

4- Kâfir olan evli çiftten birinin dâr-i harbte müslüman olması. Kadm, dâr-ı harbteyken müslüman olursa, üç hayızdan sonra, kâfir kocasından bâ­in olur.

5- Kadının, yaşı küçük olan kumasını emzirmesi. Bu durumda kuması­nın anası olur. Kendisi ve bu kuması, kocalarından bâin olurlar. Bu hainlik (ayrılık) fesihtir; talâk değildir. Çünkü ikisi de ebedî olarak kocalarına ha­ram olurlar.

6- Kan - kocadan birinin dinden dönmesi. Bu durumda kocanın karısı, kendisinden talâk olarak değil, fesih olarak ayrılır.

Talâk ile ayrılma ise şu durumlarda vukûbulur:

1- Penis kesikliği ve iktidarsızlık nedeniyle talâk.

2-  îlâ nedeniyle ayrılma.

3- Liân nedeniyle ayrılma.

4- Sarih ve kinaye talâk lâfızlarını söyleyerek ayrılma. ŞÂFİÎLER dediler ki: Hayattaki karı - kocanın ayrılmaları, talâk ve fe­sih olmak üzere iki kısma ayrılır. Talâk, dört nev'îdir:

1- Sarih ve kinaye talâk lâfızları,

2- Hul'.

3- îlâ ayrılığı.

4- Hakemlerin ayırması. Koca, karısını boşatma kasdıyla iki hakemi ve­kil kılar veya kadın, mâlî bir bedel karşılığında kendisini boşatmaları için iki hakemi vekîl kılarsa ve bu hakemler de boşarlarsa, bu fesih değil, talâk olur.

Fesihle ayrılma ise, şu durumlarda vukûbulur:

1- Kocanın mâlî durumunun sıkışık olması nedeniyle I indisine tanınan üç günlük mühletten sonra mehir ödemekten veya nafaka, giysi, mesken etmekten âciz oluşu sebebiyle meydana gelen ayrılık. Bilindiği gibi mâlî sıkıntı nedeniyle mehir vermekten âciz kalmaktan ötürü nikâhın feshi, ger­dekten önce olur. Nitekim bu, daha Önce açıklanmıştı.

2- İleride açıklanacak olan liân ayrılığı.

3-  Kan - kocadaki ayıplar bahsinde anlatıldığı üzere ayıp nedeniyle ayrılma.

4- Şüphe sonucu yapılan cinsel temas nedeniyle aynlma. Bu da daha önce açıklanmıştı.

5- Eşlerden birinin esir alınması sonucunda meydana gelen ayrılma.

6- Kâfir eşlerden birinin müslüman olması sonucunda meydana gelen ayrılma.

7- Eşlerden birinin dölden dönmesi sonucunda meydana gelen aynlma.

8- İki kardeş kadınla evli bulunan bir kâfirin müslüman olması sonu­cunda meydana gelen ayrılma.

9- Karı - kocanın birbirine küfüv olmaması nedeni ile meydana gelen ayrılma.

10- Yahudilikten hıristiyanlığa veya hıristiyanhktan yahudîliğe geçme gi­bi din değiştirme sonucunda meydana gelen ayrılma.

11- Önce belirtilmiş olan şartlan çerçevesinde radâ (süt emişme) nede­niyle meydana gelen ayrılma.

Malikîler dediler ki: Karı-kocanin ayrılmaları, bazan talâk, bazan da fesih şeklinde olur. Şu sayacağımız durumlarda ayrılık, talâk şeklinde olur:

1- Değişme nikâhı, gizli nikâh, velîsiz olarak akdedilen nikâh gibi, fâsid­liğinde ihtilâf edilen bütün fâsid akidlerde, karı-kocanm ayrılması talâk şek­linde olur. Mâlikîlere göre fâsid, başkalarına göre sahih olan her akid, talâk­la feshedilir ve bu da talâk sayısına mahsub edilir. Fâsidliğinde icmâ edilen akidlere gelince; bunlar, talâksız olarak feshedilirler. Örneğin başkasının id-detinde beklemekte olan kadın veya mahrem bir kadm üzerine nikâh kıymak veya dört kadınla evli bulunan bir erkek için beşinci bir kadın üzerine nikâh kıymak gibi, fâsidliğinde icmâ edilen akidler, talâksız olarak feshedilirler.

2- Hâkimin, karı veya kocadaki bir ayıp nedeniyle nikâhı feshetmesi, -ister kendisi boşasın, ister kendini boşaması için kadına emretsin- bâin talâk­tır. Ancak hâkim velî olursa, boşaması ric'î olur. Kocanın mâlî sıkıntı dola­yısıyla nafaka vermekten âciz olması durumunda hâkimin boşaması da aynı şekilde ric'î olur.

3-  İrtidad, meşhur kavle göre bâin talâktır.

4- Hul', sarih talâktır.

6- îlâ sebebiyle ayrılma, ayıp sebebiyle ayrılmada olduğu gibi talâktır, îlâ yapan kocaya kadı, karışım boşamasını emreder veya kendisi, yahut İs­lâm cemaati onları boşar. Ya da kadı, karıya kendini boşamasını emreder. Bu durumda kadı da bununla hükmeder veya ayıp nedeniyle boşama bah­sinde geçen ihtilâf çerçevesinde talâk olarak tespit eder. Ancak bu, ayıp ne­deniyle boşamada bâin talâk, îlâ nedeniyle boşamadaysa ric'î talâk vâki olur. Ancak ayıp nedeni ile kocanın kendisi ric'î olarak boşarsa, ric'î talâk vâki olur.

7- Kocanın, mâlî sıkıntıda bulunması, dolayısıyla mehir veya nafakayı ödeyememesi nedeniyle meydana gelen ayrılığa gelince; koca eğer boşamaya yanaşmazsa, ona rağmen hâkim, karısını ric'î bir talâkla boşar veya karısına kendini boşamasını emreder; karı kendini boşayınca da hâkim, onun talâkı­na hükmeder.

Şu sayacağımız durumlardaysa ayrılıklar, fesih şeklinde vukûbulurlar.

1- Fâsidliğinde icmâ edilen fâsid nikâh akidlerinde ayrılma, fesih şeklin­de olur. Mûtemed kavle göre müt'a nikâhı da bu kategoridedir. Çünkü imam­lar, bu nikâhın fâsid olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bunun caiz oldu­ğunu söyleyenlerin sözü dikkate alınmaz. Bu görüşe bakan kimse der ki: Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Öyleyse bu nedenle vukûbulan ayrılık, fesih değil talâktır.

2- Radâ (süt emme) nedeniyle vukûbulan ayrılık, talâksız olarak bir fe­sihtir.

3- Liân nedeniyle vukûbulan ayrılık. Bu yolla ayrılan kan-koca, artık ebediyyen birbirlerine haram olurlar. Hiç bir halde evlenmeleri helâl olmaz ve bu ayrılık, talâk sayılmaz.

4- Esaret nedeniyle vukûbulan ayrılık. Bu, kan-koca arasındaki evlilik bağını keser. Kâfir iken harbî bir kadın esir alınır ve kocası da kâfir ise, artık onun karısı olmaktan çıkar, sadece bir hayız görmekle başkasına helâl olur. İkisi de kâfir olan karı-kocadan biri müslüman olursa, yine aynı şekilde ay­rılmaları talâksız olarak fesih tarzında olur.

Hanbelîler dediler ki: Karı-kocamn ayrılmaları bazan talâk, bazan

da fesih şeklinde olur. Şu sayacağımız durumlardaki ayrılmalar, fesih sayılır­lar:

a)  Karı-kocadan birinin irtidad etmesi nedeniyle ayrılmaları.

b) Bu bapta önce anlatılmış olan ayıplardan biri nedeniyle karı-kocamn ayrılmaları. Bu feshi de ancak hâkim yapar.

c) Kocanın mehir veya nafakayı verememesi nedeniyle karı-kocamn ay­rılmaları: Bu durumda da feshi ancak hâkim yapar.

d) Karı-kocadan birinin müslümanlığa girmesi: Bu durumda kadının id-deti tamamlandıktan sonra nikâhları kendiliğinden feshe uğrar. Ama kadın müslüman olup iddet beklemekte iken kocası da müslüman olursa, nikâh­ları devam eder. îlâ nedeniyle vukûbulan ayrılığa gelince; bu, hâkimin kara­rına bağlıdır. îlâ müddeti -ki bu dört aydır- tamamlandığında koca, karısıyla henüz cinsel temasta bulunmamış, karısı da kendisini affetmemiş ve hâkim­den boşanmayı talep etmişse; hakim, kocasına boşama emri verir. Koca bo­şamaya yanaşmazsa, hâkim ona rağmen bir veya üç talakla karısını boşar. Yahut talâksız olarak nikâh akdini fesheder.

e) Karı-kocamn liân nedeniyle ayrılmaları: Hâkim kararı olmasa da li­ân, karı-kocamn ebediyyen birbirlerine haram olmalarını gerektirir. Öyle ki Hân yapan karı-koca, birbirlerine artık helâl olamazlar.

Talâk nedeniyle vukûbulan ayrılığa gelince; bu, talâk bahislerinde önce anlatılmış olduğu şekilde sarih veya kİnâye talâk lafızlarıyla meydana gelen bir ayrılmadır.

 

Ric'at Bahisleri

 

Tanımı: Rec'at, (ric'at şeklimde okunduğu rivayet edilmişse de lûgat-çiler bunu kabuHenmemişIerdir.) bir defalık dönüşe verilen bir isimdir ki; ric'at şeklînde okunuşunun reddediliş sebebi de bu olsa gerekir. Nitekim Elfiye yazarı İbn Malik demiş ki: "Fa'iet bir defalık anlamını verir; celset gibi. Fi'let ise durum anlamını verir; cilset gibi." Burada rec'atin, geri dö­nüş durumunu bildiren bir İsim olması, akla uygun değildir. Burada ölçü sima1, yani araplann bu kelimeleri ne şekilde kullanmakta olduklarını du­yup işitmektir. Ric'atin bir defalık geri dönüş anlamında kullanıldığı duyul-muşsa, o zaman bu kelimeyi bu anlamda kullanmak, lügate göre sahih olur.Her ne kadar anılan kurala aykırı olsa bile.Bazı lügat âlimleri ric'at ke­limesinin, bir defalık geri dönüş anlamında kullanılmasının rec'at kelime­sine nispetle daha çok görüldüğünü söylemişlerdir.

Rec'at ve ric'at kelimelerinin fiili olan "re-ca-a" fiiline gelince bu füL lâzım ve muteaddî olarak kullanılabilmektedir. Örneğin "Re-ca-a'ş Şey'û ilâ ehlini" şey, sahibine geri döndü. Ve"Re-ca' tühü İleyhirn." Onu, onlara geri döndürdüm demek gibi. Birinciye göre bu ce-le-se vezninde olur. De­nilir ki "Re-ca-a Zeydün ilâ ehlihi yerciu rücuan." (Zeyd, ailesine döndü. Dönüşle döner.) Rüc'a kelimesi, rücu' (geri dönüş) anlamınadır. Ric'a keli­mesi ise, boşanan kadına kocasının ric'at etmesi anlamınadır. Mimli mas­tar olan Merci'de rücu' etmek anlamınadır ki, bu şaz bir lügattir. Çünkü bu, kataa-yaktaü gibi faale yefalü'nün mastarıdır. Faale yefalü'nün mimli mastarının mef'al vezninde yani merci' değil, merca1 olması gerekir. İkin­ciye göre ise 'recaa'nın kataa vezninde olması icâb eder. Denilir ki; "Re-caa Zeydün eş Şey'e ilâ ehlihi yerciuhu rec'an." (Yani Zeyd, şeyi sahibine Seri döndürdü. Onu gerisin geri verdi.) Tıpkı kataa'ş - Şey'e yaktauhu kat'-an gibi. Hülasa lâzım olan recaanın mastarı, rucu', rüc'a ve ric'adır. Mimli mastarıysa mercîdir. Muteaddî olan recaa"nın mastarı, fethalı olarak rec'dır. Tipkı kat' gibi. Rec'at ve ric'at ister boyamaktan, ister yoldan, ister baş­ka şeyden olsun bir defalık geri dönüş anlamını ifade eder. Lügate göre bu böyledir. Ric'atin fıkıh teriminolojisine göre ifade ettiği anlama gelince; mezheplerin buna ilişkin ayrıntılı açıklamaları aşağıya alınmıştın.

 

(41) Hanefîler dediler ki: Ric'at, iddet esnasındayken var olan mül­kiyeti bedelsiz olarak yerinde bırakmaktır. "Yerinde bırakmaktır." sözünün anlamı şudur: Kocanın karısının ismeti üzerindeki mülkiyeti, iddetin sona er­mesi halinde ric'î talâkla ortadan kaldırmaktadır. Nikâh mülkiyetini de ol­duğu gibi yerinde bırakmakta ve devam ettirmektedir. Bu nedenle de "Var olan mülkiyeti. demişlerdir. Çünkü ric'î talâkla boşama durumunda nikâh mülkiyeti ortadan kalkmamış ve varlığı devam etmektedir. Yüce Allah'ın "Ko­caları, onları geri almaya daha çok hak sahibidirler."[1]mealindeki buyruğunun anlamı şudur: Ric'î talakla boşanan kadınlar, iddet beklemek­teyken kocaları, onlara geri dönmeye daha çok hak sahibidirler. Yoksa bu âyet, var olan nikâh mülkiyetini reddetme anlamını ifade etmemektedir. Çünkü ilk etapta akla gelen anlam budur. Çünkü red, mülkiyeti tamamen ortadan kaldırmak demektir. Bilfiil ortadan kalkmış olmasa bile, bundan kastedilen manâ budur. Ric'î talâk, hemen değil de iddetin tamamlanmasından sonra nikâh mülkiyetinin ortadan kalkmasına sebep olur. Red (ric'at), henüz orta­dan kalkmamış olan mülkiyeti yerinde bırakmaktır. Şu halde "var olan mül­kiyeti geri çevirmek." ile "Var olan mülkiyeti yerinde bırakmak." sözleri ara­sında anlam bakımından bir fark yoktur. "îddetteyken" kaydının anlamı şu­dur: Ric'at, iddetin henüz sona ermemiş olup devam etmesi halinde ancak tahakkuk edebilir. îddetten kasıt, kendisiyle gerçekten gerdeğe girilmiş olan kadının iddetidir. Bir kimse, kendisiyle cinsel temasta bulunmuş olduğu ka­rısını ric'î talakla boşarsa, iddeti sona ermediği sürece bu karısına ric'at etme hakkına sahibtir. Ama cinsel temassız olarak sadece halvette bulunduktan sonra karısını boşarsa, karısı iddet bekler. Fakat bu, karısına ric'at etme hak­kı olmaz. Bilâkis bu kadın bâin olarak kendisinden boşanmış olur. Tıpkı hiç gerdeğe girmemiş bir kadın gibi. Bu kadım ellese veya öpse veya cinsel orga­nının içine şehvetle baksa bile ric'at hakkı olmaz. Zîra halvete girip de bo­şanmış olan kadın, ihtiyat gereği olarak iddet bekler. Kendisiyle hakikaten gerdeğe girilmemiş olan kadının, ric'î talâk açısından gerdeğe girmiş olan kadın gibi sayılması hiç de ihtiyattan değildir. Aksine ihtiyatın gereği şudur ki; ken­disiyle gerdeğe girilmeden boşanmış olan kadının talâkı bâin olmalıdır.

Böylece ric'i talâkın, nikâh mülkiyetinin iddetten sonra ortadan kalk­masına neden olduğunu Öğrenmiş olmaktayız. Ric'î talâkla boşadığı karısı iddet beklemekteyken, kocası ona tam bir mülkiyetle maliktir. Ric'ate niyet etmese bile bu karısından şehevî bakımdan tenzîhen mekruh olmasıyla beraber, yararlanabilir. Ric'ate niyet etmese bile, hısımlık mahremiyetini gerekti­ren şehvetle elleme veya öpme veya cinsel organının içine bakma gibi bir ş yaparsa karısına ric'at etmiş olur. Karısının bu gibi fiillerden birini ona yay­ması; mesela onu şehvetle öpmesi veya şehvetle ona bakması da aynı şekilce ric'at sayılır.              :

Mâlîkîler dediler ki: Ric'at; boşanan kadının akdi yenilenmeksizin tekrar ismete (evliliğe) dönmesidir. "Akdi yenilemeksizin" kaydım kullanma't-la, bâin olarak boşanmış olan kadının nikâh akdi yenilenerek evliliğe dös-mesi, konunun kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Buna ric'at değil, ancak mi-racaa denir. Çünkü müracaa, karı-kocanın razı olmaları şartına bağlıdır. Bi-zılan ric'ati şu şekilde tanımlamışlardır: Ric'at, boşama nedeniyle kocana karısından şehevî bakımdan yararlanma harâmlığını kocanın veya hâkimin kaldirmasıdır. Yani bir fcimse karısını ric'î talâkla boşarsa, ric'ate niyet ek­meksizin karısından şehevî bakımdan yararlanması haram olur. Ric'ate niy;t ettiğinde ona ric'at etmiş olur. Ve bu harâmlık ta ortadan kaldırılmış olu'. Koca, karısını bid'î talâkla boşadığmda onu geri almaya razı olmasa yine af-nı şekilde hâkim, ona rağmen karısını kendisine geri döndürür. Böylece ce karısından şehevî bakımdan yararlanma harâmlığı ortadan kalkmış olur. Ba­zıları da ric'ati şu şekilde tanımlamışlardır: Ric'at; boşamanın, iddetin sora ermesinden sonra gerektireceği; kocanın şehevî bakımdan karısından yarar­lanma harâmlığını ortadan kaldırmaktır. Yani ric'î talâk, iddetin sona erme­sinden sonra kocanın karısından şehevî bakımdan yararlanmasını yasaklar. İşte ric'at, iddetin tamamlanmasından önce değil de sonra oluşacak olan tu yasağı ortadan kaldırmaktadır. Bu tanıma göre koca, iddetin tamamlanma­sından Önce ric'ate niyet etmeksizin şehevî bakımdan karısından yararlana­bilir. Ancak bu, pek makbul olmayan bir görüştür. Meşhur olan görüş birin­cisidir. Birinci görüşe göre koca, ric'ate niyet etmeksizin karısından şehevî bakımdan yararlanamaz.

Şâfîîler dediler ki: Ric'at, bâin olmayan talâkla boşanmış kadım, id? detteyken nikâha geri almaktır. Bu demektir ki ric'î talâk, sanki yabancıym'Ş gibi kadını kocasına haram kılar. Şehevî bakımdan kendisinden yararlanma­sı helâl olmaz. Her ne kadar rızasını almadan kadına ric'at etme hakkına sihib olsa bile... Şu halde bu durumdaki karısı üzerinde bulunan mülkiyeti» eksik bir mülkiyettir. Ric'at, onu karısından şehevî bakımdan yararlanma/» mubah kılan tam bir nikâha götürür. Burada denemez ki; ric'î olarak boş nan kadın, halâ nikâh altındadır. Onu tekrar nikâha almak da ne demek? Buna cevaben, daha önce söylemiş olduğumuz şu sözü yinelemekle yetinece­ğiz: Boşama, kadının nikâhını eksik hale getirmiştir. Ric'at, onu tam nikâha götürür.

Bazıları derler ki: Kadım nikâha geri döndürmek, onu nikâhın gerekte rine -ki bu da şehevî bakımdan ondan yararlanmanın helâl olmasıdır- geri döndürmektir. Bu görüşteki kimse sanki, "Ric'at, kadını kendisinden şehevî bakımdan yararlanma helâllığına geri döndürmektir" demiş gibi olmaktadır ki bu da güzel bir ifadedir. Şâfîîler diyorlar ki, ric'î talâkla boşayan bir kim­senin, sözlü rica'tten önce, boşamış olduğu karısıyla cinsel temasta bulun­ması veya şehevî bakımdan yararlanması, ric'at niyetiyle olsa bile haramdır. Kişinin bu durumdaki karısıyla cinsel temasta bulunması veya şehevî bakım­dan yararlanması helâldir diyen Hanefîler, Şâfiîlerin bu görüşlerine muhale­fet ederek demişler ki: Bu durumdaki kadından şehvetle lezzetlenmek, rica-te niyet edilmese bile ric'attir. Ancak böyle yapmak tenzihen mekruhtur. Mâ-likîler, ric'at niyetiyle olunca bu kadından şehevî bakımdan yararlanmak ca­iz; ric'at niyeti olmaksızın yararlanmak haram olur diyerek bu görüşe muha­lefet etmişlerdir. Ric'at, ric'ate niyet etmeksizin dahi yapılan cinsel temasla gerçekleşmiş olur. Ve böyle yapmakta da mekruhluk yoktur diyen Hanbelî-ler de bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

Hanbelîler dediler ki: Ric'at; bain olmayan talâkla boşanmış kadı­nı, yeni bir nikâh akdi yapmaksızın eski durumuna döndürmektir. Bu, hiç bir itiraza yer vermeyecek ve hiç bir istifhama mahal bırakmayacak kadar kapsamlı bir tanımdır. Sonra Hanbelîler derler ki: Ric'î talâkla boşanan ka­dım eski durumuna döndürmek bazan sözlü olur, bazan da -ric'ate niyet edilsin edilmesin- cinsel temasla olur ki, bununla ilgili açıklama ileride gelecektir.

 

Ric'atin Delili

 

Bir kimse karısını ric'î talâkla boşar ve boşaması da şer'î bir ihtiyaç­tan ötürü ise, karısına ric'at etmesi uygun olmaz. Özellikle bu karısını ni­kâhında tutması haram ve boşaması vacipse, ric'î talâkla boşadıktan son­ra İkinci defa ona geri dönmesi haram olur. Ama bid'î talâkla boşamiş ol­mak gibi boşaması haram tarzda olmuş ise, -imamların ric'atteki ihtilafları anlatılmıştı. Bilindiği gibi bazı İmamlar, rîc'atin koca üzerine vâcib olduğu görüşündedirler.- Ric'at etmediği takdirde hâkim, ona ric'at emrini verir, zorlar. Yine yapmadığı takdirde ona rağmen onun adına hâkimin kendisi ric'at eder.

Ama mubah bir talâkla boşarsa; meselâ aralarında geçici olarak bir geçimsizlik olur da kimse aralarını düzeltemez, fakat bilahare boşandık­tan sonra bu geçimsizliğin doğurmuş olduğu gerginlik ortadan kalkar ve gönüller (kızgınlıktan) arınırsa, bu durumda ric'at etmek mendub olur.

Ric'at; Kitap, sünnet ve icma' ile sabittir. Kitaptaki delîl şudur:

"Kocaları barışmak isterlerse.onları geri almaya daha fazla hak sahibidirler.[2]Sünnetteki delîllere gelince bunlardan biri şudur: İbn Ömer Hazretleri karısını boşadığında Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz. Ömer'e (r.a.) demişti ki:

"Oğluna emret de ona (karısına) dönsün." Bu, ric'atin sübûtuna de­lâlet etmektedir. Şunu da belirtelim ki; Hz. Peygamber (s.a.s.) hanımı Haf-sa'yı boşamış, sonra da ona ric'at etmişti.

İcmaa gelince; din âlimleri ve İmamları, şu hususta icma' etmişler ki: Hür erkek üçten az, köleyse ikiden az talâkla boşadıkları takdirde İddet süresi İçinde karılarına ric'at edebilirler. Bu hükme muhalefet eden bir kimse çıkmamıştır.

 

Ricatın Rükün Ve Şartları

 

Ric'atin; sîğa, mahal ve mürteci' olmak üzere üç rüknü vardır. Bu üç rükünden her biri İçin bir takım şartlar vardır ki, mezheplerin bunlarla İlgili tafsilatlı açıklamaları aşağıda verilmiştir.

 

(42) Hanefîler dediler ki: Ric'atin rüknü, sadece sîğadir. Mahal ve mürtecie gelince bunlar, ric'atin mahiyeti dışındadırlar. Sonra sîğa, Hanefî-lere göre söz ve fiil olmak üzere iki kısma ayrılır. Söz de sarih ve kinaye ol­mak üzere iki çeşittir. Sarih; ric'ate ve evliliği devam ettirmeye delâlet eden her lafızdır. Örneğin kocanın karısına hitap ederek: "Sana müracaat ettim." "Sana döndüm. Sana geri geldim. demesi gibi. Karısına hitap etmeyerek olursa; karısı hazırda olsun veya olmasın, kocanın "Karıma döndüm veya eşime döndüm demesi de böyledir. "Seni geri aldım*', "Seni tuttum", "Seni yakaladım" demesi de sarih sözlerdendir. Niyetsiz olarak söylense de bu söz­lerle ric'at hasıl olur. Ancak "Seni geri aldım" derken bana veya nikâhıma veya ismetime kayıtlarını eklemek şarttır. Bunlardan biri eklenmediği takdir­de "Seni geri aldım. sözü, ric'atte sarih olmaz. Aksine niyete bağlı bir kina­ye olur. Çünkü "Seni geri aldım." sözünün arapça karşılığı olan "Rededtüki" sözü, kadım kabul etmeyip karılığını reddetme anlamına da gelebilir. Tabii bu, aynı zamanda kadına geri dönme anlamına da gelmektedir. Ama "Bana veya "nikâhıma" kayıtlarının eklenmesi durumunda evliliği reddetme ihti­mali ortadan kalkmış olmaktadır. "Seni nikahladım." veya "Seninle evlen­dim." sözleri de ric'atin sarih lafızlarindandırlar. Ric'atin kinaye lafızlarına gelince; bunlara örnek olarak kocanın karısına söylediği şu sözleri gösterebiliriz: "Sen yanımda eskisi gibisin" veya "Sen, kadmımsın" veya "Şu andan itibaren eskisi gibi olduk" gibi. Koca bu lafızları söylerken ric'ate niyet eder­se sahih olur. Aksi halde ric'at sahih olmaz.

Ric'at sığasının ikinci çeşidine gelince bu fiildir. Fiil, önce de belirtildiği gibi kocadan veya kandan sadır olup; elleme, Öpme, cinsel organın içine bakma gibi hısımlık mahremiyetini gerektiren bir fiildir. Ancak bu fiillerden birinin şehvetle yapılmış olması şarttır. Karı veya kocadan biri, bu fiilleri şehvetsiz olarak yaparlarsa, bununla ric'at gerçekleşmez. Şu da var ki; kocası şehvet lenmeksizin kadın kocasını öper veya onun tenasül organına bakar veya bun­lara benzer işleri yaparsa, kadının kendisi bu fiili şehvetle yapmış olduğunu söylemesi, kocasının da onun bu sözünü tasdik etmesi gerekir. Ama karısı­nın bu fiili şehvetle yapmadığını söylerse ric'at sahih olmaz. Meğer ki koca­nın yalan, kadının da doğru söylediğine ilişkin bir karine bulunsun. Meselâ kocasını öper de kocasının penisi dikilir veya kocası onu kucaklar veya kadı­nın ağzını öper veya memesini tutar veyahut lezzet aldığına delâlet eden be­lirtiler kocada görülürse ve koca ölür de mirasçıları, kadının bu fiili şehvet-sizce yaptığını, dolayısıyla kocasına ric'at etmemiş olduğunu iddia ederler; kadın da bu fiili şehvetle yapmış olduğunu, yaparken kocasının da şehvetlen-diğini iddia ederse ve buna ilişkin bir delil getirirse, iddiası kabul edilir. Şeh­vetle de olsa makada bakmakla ric'at sabit olmaz. Bu hükümde icma' vardır. Çünkü makada bakmak, hısımlık mahremiyetini gerektirmez. Anustan te­mas yapmak, ric'at sayılır mı sayılmaz mı? Bazıları bunun ric'at olmadığını söylemektedirler. Ama doğrusu, bu ric'attir. Çünkü açıkça görüldüğü gibi bun­da şehvetle temas vardır. Temas olmakla birlikte bununla hısımlık mahremi­yeti oluşmamaktadır. İlgili bölümde de öğrenildiği gibi hısımlık mahremiyeti vaginadan yapılan cinsel temasla ve bu temasa götürücü ön fiilleri yapmakla oluşur. Makattan temas yapan kimsenin kadın cinsel organmdan-temas yap­mak istemediği açıkça bilinmektedir. Buradakinin tersine olarak, makattan yapılacak cinsel temasın öncüsü olan hareketlerin ve fiillerin, hısımlık mah­remiyetini oluşturma açısından hiç bir kıymeti yoktur. Maksat, her ne şekil­de olursa olsun şehvetle elleyip dokunmaktır ki; bu maksat da gerçekleşmiş­tir. Şehevî lezzet almadan yapılan halvetle ric'at gerçekleşmez. Anılan cinsel temasın öncülü olan hareketlerle ric'at gerçekleştiğine göre, bu temasın ken­disiyle haydi haydi gerçekleşir. Cinsel temas, kendi Öncülü olan hareketler gi-bİ olup, karısını ric'i talâkla boşamış olan kocanın, bunlarla ric'ate niyet etse de etmese de bu teması ve bu hareketleri karısına yapması caiz olur. Ama en iyisi kocanın ric'ati sözle yapması ve yaparken de, fiilî ric'atte bulunduk­tan sonra olsa bile buna iki âdil kişiyi şahit tutmasıdır. Karısı hazırda mev-cud olmayıp gıyaptayken kocası ric'at yaparsa, bu ric'ati karısına bildirmesi mendub olur. Sünnete uygun olan ric'at budur. Cinsel temas veya temasın öncülü olan hareketleri yaparak ric'at etmeye bu, bid'î ric'attir. Karısına ric'at yapacak olursa, sözle ona ric'at yapması ve sözüne başkalarını «ahit tutması mendub olur. Ric'ati bu şekilde yapmaması, bilindiği gibi ten-zîhen mekruh olur. Ric'î talâkla boşanan kadınla kocasının cinsel temasta bulunması ve ondan lezzetlenmesi helâldir. Çünkü bu kadın üzerindeki ni­kâh mülkiyeti her bakımdan var olmakta devam etmektedir. Önce de söyle­diğimiz gibi bu mülkiyet, ancak iddetin tamamlanmasıyla ortadan kalkar. Eğer desen ki: "Nikâh mülkiyeti her bakımdan var olmakda devam etmektedir" diyorsunuz da neden "Kocanın ric'î talâkla boşamış olduğu ka­rısını ric'at etmeden yanma alıp sefere götürmesi sahih olmaz" diyorsunuz?

Buna cevaben deriz ki: Bu hüküm nass ile sabittir. Buna göre boşanan kadının kendi oturmakta olduğu evden çıkması, mutlak surette caiz olmaz. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki:

"Onları evlerinden çıkarmayın. Çıkarmanın mutlak surette ya­saklanması, kadının sefere çıkarılmasını da kapsamaktadır.

Ric'at için bir tek şart aranır: O da kadının bir ric'î talâkla boşanmış olmasıdır. Öyle ki; hür kadın üç talâkla, cariye de iki talâkla boşanmış olma­malıdır. Yahut hul'de, malî bedele bitişik olarak telaffuz edilen bir talâkla boşanmış olmamalıdır. Veya "Şiddetli bir talâkla" sözünde olduğu gibi bâ­inlik bildiren bir sıfatla nitelenmiş bir talâkla veya "Dağ gibi bir talâkla" sö­zünde olduğu gibi bâinliğe benzer bir his uyandıran bir talakla boşanmış ol­mamalıdır. Veya kendisiyle bâin talâkın vaki olduğu kinaye lafızları söylene­rek boşanmış olmamalıdır. Veyahut gerdekten önce bir talâkla boşanmış ol­mamalıdır.

Özetle Bâin talâk, üç talâk veya malî bir bedel karşılığı ika' edilen bir talâk veya bâinlik vasfıyla vasıflandırılan bir talâk veya bâinlik hissini ve­ren talâka benzer olan bîr talâk ve kendisiyle bâin talâkın vaki olduğu kinaye lafızlarının söylenmesiyle vaki olan talâktır. Ama kendileriyle ric'î talâkın vaki olduğu kinayeler böyle değildirler. Gerdekten önceki talâk da bâindir. Ric'î talâka gelince o böyle değildir. Bu talâktan dolayı ric'at sahih olur. Sonra ric'-atin deliden fiilî olarak sadır olması da sahih olur. Meselâ bir kimse aklı ba­şındayken karısını boşar, sonra delirirse; cinsel temasta bulunarak veya öpe­rek veya bunlara benzer bir işi yaparak karısına ric'at ederse sahih olur. Uyu­yan, unutan veya zorlanan kimsenin ric'ati de aynı .şekilde sahih olur. Karısı­nı şehvetle öper, karısı da buna zorlanmış olursa, bu öpüş ile karısına ric'at etmiş olur. Aynı şekilde kadın bir yere sırtını yaslayarak oturmakta olur da kocası bir fırsatını bulup onun cinsel organının içine şehvetle bakarsa, kadı­nın bakıştan haberi olmasa bile bu bir ric'at olur. Kocasının haberi olmadan karısı onun penisine şehvetle bakarsa, ayni şekilde bu da ric'at olur. Yanılma, şaka ve oyun olsun diye yapılsa da ric'at sahih olur. Sözgelimi; bir kimse kız-kardeşine: "Bana su ver" demek isterken dili sürçüp, "Karıma ric'at ettim" derse, ric'at sahih olur. Evet ric'atin sahih olması için, bir şarta bağlanma­ması gerekir. Örneğin "Eve girersen sana ric'at ederim." gibi. Ric'atin gele­cekteki bir vakte izafe edilmemesi de şarttır. Örneğin "Yarınki gün geldiğin­de sana müracaat ederim" gibi. Böyle denildiğinde bu, ittifakla ric'at olmaz. Şu var ki Hanefîler, bunu ric'atin hükümlerinden saymaktadırlar. Bunu ric'-atİn şartlarından saymak ta mümkündür. Ric'atte muhayyerlik şartını koş­mak da sahih olmaz. Bir kimse, karısına "Muhayyer olmam şartıyla sana ric'at ettim" derse, bu ric'at sahih olmaz. Şu halde ric'at şartlarının dört tane olduğu söylenebilir:

1- Talâk, ric'î olmalıdır. Bâin talâktan ric'at yapılmaz.

2- Ric'atte muhayyerlik şartı koşulmamahdır.

3- Ric'at, zamana izafe edilmemelidir.

4- Ric'at, bir şarta bağlanmamahdır. Sonra ric'î talâk için de beş şart gereklidir:

1- Talâk üç tane olmamalıdır.

2- Hul' ve benzeri bir lafızla da yapılmış olsa, talâk lafzıyla da yapılmış olsa, bedel karşılığı ikâ' edilmiş bir talâk olmamalıdır.

3- Gerdekten önceki bir talâk olmamalıdır.

4- Talâk, bâinliği bildiren bir sıfatla nitelenmiş veya buna benzetilmiş olmamalıdır.

5- Talâk, halin delaleti veya niyet ile bâin talâkı ika eden kinayelerden biri olmamalıdır.

Ric'î talâk, anılan bu şartlan taşıyan talâktır. Bu beş şart, önceki dört şarta eklenecek olursa, ric'atin şartları dokuza yükselir.

Mürtecün (ric'at edenin) şartlarını, 'akıllı olmalıdır, baliğ olmalıdır...' şeklinde sıralamaya gerek yoktur. Çünkü ric'at, ancak sahih nikâhtaki bir ta­lâkın tahakkukundan sonra vukûbulabilir. Çocuğun ve delinin talâkları gerçekleşmez. Tabii ric'atleri de gerçekleşmez. Fasid nikâhta talâk olmaz ki, ric'at de olsun. Şu halde özet olarak deriz ki; ric'atin rüknü tek şeydir: O da özel bir söz veya özel bir fiildir. Söz, sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır. Fiil de cinsel temas ve hısımlık mahremiyetini oluşturan hareketler olmaK üzere iki kısma ayrılır. Bunlara cinsel temasın öncülü hareketler demek daha doğ­ru olur. Bunların ikisini de kocanın, ric'î talâkla boşadığı karısına yapması; aynı şekilde karısının da kendisine böyle yapması helâl olur. Ama bu tenzî-hen mekruhtur. Mekruh olmayan ve sünnete uygun olan ric'at, kocanın sözlü olarak karısına ric'at etmesi ve ric'at sözünü söylerken de iki âdil şahit bu­lundur maşıdır. Sonra gıyabmdayken karısına ric'at ederse, ric'ati ona bildir­mesi ve kendisim karşılamaya hazırlansın diye izin almadan yanına girme­mesi gerekir.

îşte bu nedenle Hanefîler, ric'ati sünnî ve bid'î olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

Mâlikîler Ric'at eden kimsede iki şartın bulunması gerektiğini söy­lemişlerdir:

1- Ric'at eden kimse baliğ olmalıdır. Çocuğun ve delinin ric'ati sahih ol­maz. Çünkü çocuğun talâkı, bağlayıcı değildir. Onun adına velisinin talâkı ya bedel karşılığı olur -ki bu, ric'ati olmayan bâin talâktır- ya da bedelsiz olur ki bu da bâin talâktır. Çünkü bu, gerdekten önceki talâktır. Çünkü çocuğun cinsel teması muteber olirfayıp, hiç olmamış gibidir. Ama çocuğun nikâhı, bunun hilafına sahihtir. Ancak bu nikâhın sahihliği, velinin onaylamasına bağlıdır.

2- Ric'at eden kimse akıllı olmalıdır. Delinin ric'ati sahih olmaz. Sarho-şunki de öyle Sarhoşluğu helâl bir içecek veya yiyecekten Ötürü olsa bile, sarhoşun ric'ati sahih olmaz.

Ric'at eden kimsenin hür olması şart değildir. Efendisinin iznini alan kö­lenin nikâh akdetmesi sahih olur. Efendinin nikâh için verdiği izin, nikâha bağlı şeyler için de verilmiş bir izindir. Şu halde kölenin ric'ati, efendisinin iznine bağlı değildir. Sefihlik veya iflas nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimse de ric'at etme hakkına sahiptir. Sefihlik nedeniyle kısıtlılık altında bu­lunan kimse velisinden veya iflas nedeniyle kısıtlılık altında bulunan kimse alacaklısından izin almadan ric'at edebilir. Ric'at eden kimsenin hastalıksız olması da şart değildir. Hasta kimsenin karısına ric'at etmesi sahih olur. Ric'atte yeni bir mirasçı koyma yoktur. Bu caiz değildir. Çünkü ric'î olarak boşanmış kadın, kocası kendisine ric'at etmese bile iddetteyken her hal-ü kârda mirasçı olur. Karı-kocanın hac veya umre ihramında bulunmamaları şart değildir. Ka­rısı ihramda olsun olmasın, kendisi ihramda bulunan bir kimsenin, karısına ric'at etmesi sahih olur.

Saydığımız bu beş sınıf insanın, işin başında nikâh akdetmeleri her ne kadar sahih değilse de ric'atleri sahih olur. Bu beş sınıf da şunlardır: Köle, sefih, müflis, hasta ve ihramlı. Çocuğun nikâh akdi her ne kadar caiz ise de, velisi izin verinceye dek askıda olarak gerçekleşir. Ama nikâhındaki kadını boşaması, hiç bir şekilde sahih olmaz. Onun adına velisinin boşaması, ric'î değil de bâin talâktır. Deli ve sarhoşa gelince; bunların nikâh akidleri asla sahih olmadığı gibi boşamaları da sahih olmaz. Tabiî ric'atleri de hiç bir hal­de sahih olmaz.

Ric'at edilen kadına gelince, bunda üç şartın bulunması gerekir:

1- Kadın, bâin .olmayan talâkla boşanmış olmalıdır. Bâin talâk ise, üç talâkla yapılan veya bedel karşılığı yapılan bir talâktır. Yahut bâin talâka ni­yet ederek ika' edilen bir talâktır. Veyahut ayıp, zarar verme veya geçimsizlik veyahut kocanın kaybolması veya müslüman olması veya karının tam olarak azad edilmesi nedeniyle hâkimin, koca üzerine hükmetmiş olduğu talâk; bâ­in talâk olur. Ancak îlâ sebebiyle hâkimin koca üzerine hükmetmiş olduğu talâk, ric'îdir. Malî sıkıntı nedeniyle karısına nafaka veremediği için kocaya, hâkimin verdiği talâk hükmüyle vâki olan talâk da ric'î olur. İddet süresin-deyken, bu koca karısına ric'at edebilir. Koca varlıklı olur da karısının kendi­sine ulaşamayacağı kadar uzak bir yerde bulunur, karısının ikâmet ettiği bel­dede kendisine ait mal yoksa, bu nedenle ona rağmen karısını hâkim boşar; sonra da kendisi çıkagelirse, henüz iddet beklemekte olan karısına ric'at ede­bilir. Karısı bâin olmayan talâkla boşanmış olduktan sonra, rızasını alma­dan da ona ric'at edebilir.

2- Ric'at edilen kadın, sahih bir nikâhtan boşanmanın iddeti içinde bu­lunmalıdır. Ama fasid bir nikâhtan iddet beklemekteyse; meselâ dört kadın­la evli bulunan bir kimse, beşinci bir kadınla evlenip onunla gerdeğe girerse nikâhı fasittir. Gerdekten sonra nikâhı fasid olur ve kadının da iddet bekle­mesi gerekir. îddetteyken, kocasının kendisine ric'at etmesi sahih olmaz. İki bacıyı aynı nikâh altında tutmak da böyledir. Birincisi ölse veya boşansa bi­le... Zîra bunların nikâhı fasittir. Ric'at edilmesi sahih olmaz.

3- Ric'at edilen kadınla kocası gerdeğe girmiş ve onunla helâl bir cinsel temasta bulunmuş olmalıdır. Adamın birisi bir kadınla evlenir, onunla ger­değe girer, hayizlı olan bu kadınla cinsel temasta bulunur ya da sadece hac veya umre ihramında bulunan bu karısıyla cinsel temasta bulunursa; ne da­ha önce ne de daha sonra temasta bulunmaz, sonra da bu kadım ric'î bir ta­lâkla boşarsa; ona ric'at etmesi helâl olmaz. Çünkü ihram veya hayız halin­deyken onunla cinsel temasta bulunması haramdır. Haram temasın ise, şer'î bir önemi yoktur. Şer'an yok sayılan, maddeten de yok sayılır. Temasta bu­lunmuş sayilmadığı için, sanki gerdekten önce boşamıştır. Gerdekten önce boşama durumundaysa, ric'ate imkân tanımayan bâin talâk vâki olur. Nikâh iki şahitle sabit olmadıkça ve halvet de sabit olmadıkça ric'at sahih olmaz. Halvet iki kadının şahitliğiyle de sabit olur. Bu durumda karı - kocanın, cin­sel temasın vukûbulduğu hususunda birbirlerini doğrulamaları da şarttır. Ara­larında halvetin vukûbulduğu bilinmezse ve koca da karısına ric'at etmek is­terse; boşanmadan önce veya boşanmadan sonra -ki bu evleviyetle olur- cin­sel temasta bulunduklarına dair birbirlerini doğrulasalar bile ric'at etme im­kânı olmaz. Çünkü halvetin vukûbulduğu bilinmediği takdirde, cinsel temas yapıldığına ilişkin beyan hususunda karı kocanın biribirlerini doğrulamalarının hiç bir yaran olmaz. Cinsel temasın vukûbulduğu hususunda karı kocanın biribirlerini doğrulamaları ric'at meselesinde nazar-ı itibara alınmaz. Bu ancak ric'at dışındaki meselelerde nazarı itibara alınır. Koca, karısıyla cinsel temasta bulunduğunu ikrar ederse, iddetteyken kadının nafaka ve mes kenini temin etmekle yükümlü olur. Kadın, kocasının kendisiyle temasta bu­lunduğunu ikrar ederse, onun iddetini beklemesi, iddetini tamamlamadan on­dan başkasıyla evlenmemesi gerekir. Şunu da kaydedelim ki koca, cinsel te­masta bulunduğunu ikrar eder de karısı kendisini doğrulamazsa, karısı hiç bir yükümlülük altına girmez. Bunun tersinde de aynı hüküm sözkonusudur.

Ric'atin kendisiyle gerçekleştiği şeylere gelince; bunlar iki tanedirler: 1- Söz: Bu da iki kısımdır:

a- Ric'atte, başka anla^ıa ihtimali olmayacak şekilde sarih olan söz. Ör­neğin "Karımı ismetime g^ri çevirdim.", "Karıma döndüm.", "Karıma mü­racaat ettim.", "Onu nikâhıma geri döndürdüm'* gibi. "Nikâhıma" demek­sizin; "Onu geri döndürdüm" demek sarih olmaz. Çünkü bu söz kadını ka­bul etmeme anlamına da gelebilir. Zîra bir kimsenin bir şeyi kabul etmemesi durumunda onun için "geri döndürdü" sözünü kullanırlar.

b- Ric'at anlamına ve de ric'at dışındaki anlamlara muhtemel olan kina­ye sözler: Örneğin "Karımı tuttum" veya "...alıkoydum" gibi. Bu söz, "Ka­rımı, kendisine işkence etmek için alıkoydum" anlamına da gelebilir. "He­lâlliği iade ettim ve harâmlığı kaldırdım" sözü de bu cümledendir. Bu söz­den "helâlliği kendim için iade ettim" manası anlaşılabileceği gibi, "Helâlli­ği başkası için iade ettim" manası da anlaşılabilir. "Harâmlığı başkasının üze­rinden kaldırdım" manası da anlaşılabilir. Bu söz kinayedir. Söylenen söz, başka anlama ihtimali bulunmayan sarih bir söz ise, niyet olmadan da mut­lak surette ric'at sahih olur. Tabiî diyanet bakımından değil de yargı bakı­mından. Kadının, diyaneten kocasına helâl olabilmesi için mutlaka niyet ge­rekir. Ric'atten başka anlamlara da muhtemel olan sözlere gelince; bunları söylerken ric'ate niyet edilmemesi durumunda ric'at sahih olmaz.

Bir kimse sarih bir sözü, ric'at etmeme niyetiyle şaka yaparak söylerse, bu ric'at olur mu olmaz mı?

Cevap: Bu sözü söylemek, zahiren ric'at olur. Bu durumda koca, karı­sının giyim ve nafakasını temin etmekle yükümlü olur. Ölürse, bu şaka sözü dolayısıyla karısı kendisine mirasçı olur. Ama diyanet bakımından bu kadın, kendisinin karısı değildir. Bu kadınla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Meğer ki iddetteyken ciddi bir söz söyleyerek ona ric'at etsin ya da iddet so­na erdiğinde onun üzerine bir akid yapsın. Bu durumda tıpkı niyetsiz ve şa­kasız olarak sarih bir lafız söylemiş gibi karısıyla cinsel temasta bulunması helâl olur.

Şimdi de geriye anlatılması gereken bir şey kaldı. O da şudur: Kişinin içten konuşarak ric'at yapması diyaneten sahih olur mu, olmaz mı? Bu hu­susta tashih edilmiş iki kavil vardır. Ama esas alınan şudur ki: içten yapılan konuşmayla ne zahiren, ne de batınen; yemin, talâk ve ric'at sabit olmaz. Şu da var ki içten yapılan konuşma, zahirî bir sonuç doğurmaz. Kadı da zahire göre hükmeder.

2- Ric'atın kendisiyle gerçekleştiği şeylerin ikincisi fiildir. Bu fiil; koca­nın ric'at niyetiyle karısıyla cinsel temasta bulunmasıdır. Böyle yaparsa ric'at sahih olur, evlilikleri tekrar eski durumuna döner. Ric'ate niyet etmeksizin karısıyla cinsel temasta bulunması haramdır. Ama bu temas, ne haddi ne de kısası gerektirir. Bu temastan kadın hamile kalır da doğurursa, doğan çocu­ğun nesebi bu erkeğe ait olur. Bu temastan sonra kocanın, kadına bir hayızla istibrâ ettirmesi gerekir. Öyle ki bu birinci temastan sonra kadın, bir kez ha­yız görüp temizlenmeden önce kocasının ric'at niyetiyle ona cinsel temasta bulunarak ric'at yapması helâl olmaz. Ama iddette ise sözlü olarak ona ric'­at etmesi helâl olur. Cinsel temastan sonra iddeti tamamlanır ve kocası da sözlü olarak kendisine ric'at etmezse, kadın bâin olarak boşanır, tstibrâ hay-zını görmeden ne kocasının ne de başkasının onu nikahlaması helâl olmaz. İstibrâ süresinin tamamlanmasından önce üzerine nikâh akdi yaparsa, bu akid fasid olur ve infisah eder. İstibrâ süresi içinde kadınla cinsel temasta bulu­nursa, kadın ona ebedî olarak haram olmaz.

Şunu da kaydedelim ki; ric'at niyeti olmaksızın bir adam karısıyla cinsel temasta bulunur, sonra kadının iddeti tamamlanır ve kocası da onu boşarsa; bu talâk geçerli olup birinci talâka eklenir mi, eklenmez mi? Buna ilişkin iki kavil vardır: Bu iki kavilden birine göre ikinci talâk, birinciye eklenmez. Se­bebi şudur: Bilindiği gibi meşhur olan görüşe göre kocanın, ric'î olarak boşa-mış olduğu karısına geri dönme niyeti olmaksızın cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Bu tarzda bir cinsel temasta bulunursa, ric'at etmiş sayılmaz. Şu halde iddeti tamamlandığı takdirde bu kadın artık onun karısı olmaktan çıkar ve ikinci kez boşafnasi da yersiz olur. Bazı kimseler bu ikinci talâkın birinciye ekleneceğini söylemişlerdir. Zîra ric'at niyeti olmaksızın yapılan cinsel temas, bazı kimselere göre ric'at sayılmaktadır. Şu halde bu kavle göre bu kadın, kocasının karısı sayıldığı için kocasının ihtiyatlı olması gerekir. Öyle ki; iddetten sonra onu boşadığı takdirde talâkı muteber olur. Meşhur olan kavil budur. Mâlikîlere göre meşhur kavlin zayıf kavle dayandırılmasına en­gel yoktur.

Özetle niyet edilmesi şartıyla ric'at, sarih olsun kinaye olsun sözle ger­çekleşir. Başka anlamı taşıma ihtimali bulunmayan bir sözü telaffuz ederse; koca ister şaka yapmış olsun, ister ciddi olarak söylemiş olsun, niyet etme­miş olsa bile bu sözüyle ric'at, zahiren gerçekleşmiş olur. Ama fetva açısmdân durumda karısı kendisine helâl olmaz. Meğer ki bu sözüyle ric'ate niyet etmiş olsun ve bu sözü, şaka olarak değil de ciddi olarak söylemiş ol­sun. Ric'at dışındaki bir anlamı da taşıma ihtimali bulunan bir sözü söyler­se, ric'ate niyet etmemesi durumunda ne yargı, ne de fetva bakımından ric'at gerçekleşir. Ric'at sözle vukûbulduğu gibi, niyetle beraber olunca fiille de vu-kûbulur. Koca, ric'at niyetiyle karısıyla cinsel temasta bulunursa, ric'at sahih olur. Niyetsiz olunca sahih olmaz. Ve temasta bulunması da, önce anlattığı­mız gibi haram olur. Telaffuz olmaksızın içten yapılan konuşmaya gelince; buna ilişkin iki kavil vardır: Telaffuz etmeksizin salt bir niyet veya cinsel te­masın ric'ate faydası olmaz. Bunda hiç bir ihtilaf yoktur.

Böylece Öğrenmiş oluyoruz ki ric'at sîgası, eğer sarih bir söz veya kinaye ise, söylerken ric'ate niyet edilmesi şart olur.Ric'at sîgası fiil ise -ki o da cinsel temastır- bu fiil işlenirken |âne ric'ate niyet edilmesi şart olur. Sözle ric'at ya­pılması durumunda sözün, kayıtsız ve kesin olması da kuvvetli görüşe göre şarttır. Koca karısına, "Yarınki gün olduğunda sana ric'at ederim" derse, bu ne şimdi, ne de yarın asla ric'at olmaz. Çünkü ric'at, bir nevi evlenmedir. Güya ric'at yapmakla karısıyla evlenmiş olmaktadır. Nikâhta erteleme; meselâ bir kimsenin bir başkasına "Kendisiyle cinsel temasımın yarın helâl olması şar­tıyla kızını şimdi benimle evlendir" demesi caiz olmadığı gibi, ric'atte de er­teleme aynı şekilde caiz olmaz. Bazıları bunun şart olmadığı görüşündedir­ler. Şu halde kocanın karısına "Yarınki gün olduğunda sana ric'at ederim" demesi sahih olur ve bu söz, şu anda değil de yarın ric'at olur. Yarınki gün olduğunda yeniden ric'at etmeksizin buric'ati sahih olur. Ama şimdi, karısı­na ric'at etmemiş bir erkek hükmündedir. Öyle ki, ric'ate niyet etmeksizin karısıyla cinsel temasta bulunması kendisine helâl olmaz. Öyleyse yarına ulaş­madan iddeti sona ererse, ric'at sahih olmaz ve karısı bâin olarak kendisin­den boşanmış olur.

Şâfiîler dediler ki: Mürteci' (ric'at eden) koca veya (kendi adına ka­rısına ric'at etmek üzere bir kimseyi vekil tayin ettiğinde) vekili veya (akıllıy­ken karısını ric'î talâkla boşadıktan sonra delirdiğinde) velisidir. Ric'at ya­pan kimse; ister koca, ister vekili, ister velisi olsun, üç şartı haiz olmalıdır:

1- Ric'at eden kişi akıllı olmalıdır. Delinin ve mümeyyiz olmayan çocu­ğun boşaması sahih olmadığı gibi ric'ati de sahih olmaz. Deli; ayık iken karı­sını boşar da sonra delirirse, onun adına velisi ric'at edebilir. Bir kimse akıl­lıyken karısını şartlı olarak boşarsa ve bu şart da onun delirmesinden sonra gerçekleşirse; meselâ karısına akıllıyken "Babanın evine girersen boşsun" der de kendisi delirdikten sonra karısı babasının evine girerse, boşanma gerçek­leşir. Çünkü boşama sözü, akıllıyken onun ağzından çıkmıştır. Fakat o de­liyken ric'atte bulunması sahih olmaz. Ancak onun adına velisi ric'at yapabi­lir. Ama velinin ric'atinin sahih olması için, velinin kendi velayeti altındaki deliyi evlendirmesinin sahih olması için gerekli olan şartların burada da ta­hakkuk etmesi gerekmektedir. Örneğin bu şartlardan birisi şudur: Veli müc­bir değilse, kendi velayetindeki deliyi evlendirmesinin sahih olması için ge­rekli olan şartların burada da tahakkuk etmesi gerekmektedir. Örneğin bu şartlardan birisi şudur: Velî mücbir değilse, kendi velayetindeki deliyi evlen­dirmesi sahih olmaz. Meğer ki delinin evlenmeye ihtiyacı olsun. Aksi takdir­de evlendirmesi sahih olmaz. Uyumakta olan ve baygın vaziyette bulunan kim­seler de deli hükmündedirler. Bunlar ayılmadan ric'atte bulunurlarsa, ric'at-lerİ sahih olmaz.

2- Ric'at eden kişi baliğ olmalıdır: Mümeyyiz çocuğun ric'ati sahih ol­maz. Eğer desen ki; Mümeyyiz çocuğun talâkı asla vaki olmadığına göre ric'at etmesi nasıl düşünülebilir? Çünkü ric'at, ancak kadının boşanmış olması du­rumunda düşünülebilir. Bu ortam gerçekleştikten sonra ancak ric'at sahihtir veya fasittir denilebilir. Ama kadın boşanmamış ise, ric'ati sahihtir veya fa­sittir demenin ne anlamı kalır?

Cevap: Hanbelîler, mümeyyiz olan çocuğun talâkının gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Hanbelî mezhebine bağlı bir hâkim bir çocuğun boşamasına hükmederse, bu çocuğun kendi boşadiğı karısına ric'at etmesi Şâfiîlere göre sahih olmaz. Balîğ bir adam kendi karısını boşar ve kendi adına bu kadına ric'atte bulunması için mümeyyiz bir çocuğu vekil tayın ederse; böyle bir du­rumda da çocuğun ric'ati akla gelebilir. Yalnız bu durumda çocuğun yapaca­ğı ric'at sahih olur mu, olmaz mı? Bunun cevabı: Sahih olmaz. Bunun, za­manımızda karşılaşılmayacak bir varsayım olduğu apaçık ortadadır. Bunu bu­rada anlatmaktan maksat, ilmi bir bahiste bulunmaktır. Mümeyyiz çocuk ka­rısını boşar da Hanbelî bir hâkim onun talâkının gerçekleşmiş olduğuna hük­mederse; velisinin, onun için karısına ric'at etmesi sahih olur mu, olmaz mı? Bunun cevabı: Evet, iki şartla sahih olur:

a- Veli, onu evlendirme hakkına sahib olmalıdır. Bu da daha önce anla­tılan şartlar çerçevesinde baba veya dededir.

b- Hanbelî mezhebine mensup hâkim, bu çocuğun talâkının bâinliğine hükmetmemiş olmalıdır. Eğer talâkının bâinliğine hükmetmişse, velinin onun adına ric'at yapması sahih olmaz. Ancak o kadın üzerine yeni bir nikâh akdi yapması sahih olur. Bazı Şafiî alimleri bu münasebetle bir mesele anlatmış­lardır. Mesele şu: Hanbelîler derler ki, yaşı ona varmamış mümeyyiz çocu­ğun penisi kalkmakta ve cinsel temasın ne anlama geldiğini bilmekteyse, bu çocuk üç talâkla boşanmış bir kadınla evlenir ve penisini onun cinsel or,ganı-na girdirir, sonra da boşarsa, velisinin izni olmadan da boşaması sahih olur. Bu kadın, çocuğun boşamasından ötürü iddet beklemeksizin ilk kocasına helâl olur. Çünkü bu çocuğun on yaşma varmadığı düşünülmektedir.

Hanbelîler erkek çocuk en azından on yaşma, kız çocuk da dokuz yaşına varmadıkça İddetin gerekmeyeceğini söylemektedirler. Zîra on yaşındaki erkek çocuğunun dölsuyu gelebilir. Dokuz yaşındaki kız çocuğuyla da cinsel temasta bulunulabilir. Iddet, rahmin dölsuyunu almış olma ihtimalini orta­dan kaldırmak amacıyla yâcib kılınmıştır. Erkek çocuk on yaşından küçük veya kendisiyle cinsel temasta bulunduğu kadın dokuz yaşından küçük olur­sa, gebelik ve doğumun bunlardan kaynaklanması düşünülemez. On yaşın­dan küçük bir erkek çocuğu, bir kadınla cinsel temasta bulunursa, kadının iddet beklemesi gerekmez. Ancak Hanbelîler derler ki: Eşler hülle yapmayı kastederlerse, cinsel teması ister küçük iken, ister büyük iken yapmış olsun, her hal-ü kârda akid bâtıl olarak gerçekleşir. "Hülle yapma kastı caizdir. Akid yapılırken sözlü olarak hülle yapma şartı koşulmamış ise, hülle kastı nede­niyle akid fasid olmaz" diyen Şâfiîler, bu meselede Hanbelîleri taklîd edebi­lirler mi? Meselâ adamın?biri karısını üç kez boşar, kadının iddeti tamamla­nır, sonra da on yaşından küçük bir erkek çocuğuyla evlenir, bu çocuk ken­disiyle cinsel temasta bulunur, tabii olarak dölsuyu akmaz, sonra da bu ço­cuk karısını bâin talâkla boşar; Hanbeli mezhebine mensup bir hâkim de bo­şamasının sahih olduğuna ve de iddetin gerekmediğine hükmeder de bu ka­dın şahitli, veîili sahih bir nikâh akdiyle ilk kocasına geri dönerse, sahih olur mu, olmaz mı?

Cevap: Bu meselenin sahihliği üzerinde ihtilâf edilmiştir. Buna verile­cek en doğru cevap, hulleci bahsinde de anlatıldığı gibi şudur: Yapılan bu geri dönüş, fetva bakımından sahih olur. Ama yargı bakımından sahih ol­maz. İlk kocasına bu şekilde geri döndüğünü duyduğu takdirde kadı, bu karı - kocayı birbirinden ayırır.

Ben de derim ki; îmam Ahmed bin Hanbel'i taklîden insanların böyle yapmaları mümkündür. Yalnız, Şafiî mezhebinden kat-ı nazarla bunu yapar­ken de mümkün mertebe hullecilik kastından uzak durmaları şarttır. Şöyle ki: Üç talâkla boşanan kadın, kocası kendisinden umut kesip de kendi halin­de yoluna devam ederse, evlenme ve boşanmanın mânasını bilen mümeyyiz bir çocuğa yönelebilir. Bu çocuğun velisi varsa, kadın onunla evlenmek için velisinden izin alır. Sonra daîcab ve kabulle velinin ve iki şahidin huzurunda onunla evlenir. Dikilmiş penisinin ucunu kendi cinsel organına girdirerek de olsa onunla cinsel temasta bulunur, bunun ardısıra ilk kocasının durumdan haberi olmaksızın, kendisi de boşanması hususunda bu ikinci kocası ya da onun velisiyle anlaşmaksızın bu kocası tarafından boşanirsa, ilk kocasına helâl olur. Hülasa hülle yapmaya işaret etmezse bu kadın iddet beklemeksizin ilk kocasına helâl olur.

Eğer desen ki; bu işte mutlaka kadının hülle kastı vardır. Hülle kastı da Hanbelîlere göre nikâh akdini ifsad eder. Ben de derim ki; evet. Bundan kur­tulmak için kadın, bu muameleyi yaparken Ebû Hanîfe'yi taklid eder. Çünkü hülle yapma kastı, hulleci erkekten taraf olsa bile, bunun Hanefîlere göre bir sakıncası olmaz. Aksine çocukları zayi etmemek veya birbirlerini seven iki eşi bir araya getirmek ve benzeri bir maslahat nedeniyle olduğunda bu, övgüye değer bir iş olur. Ama zamanımızdaki bazı kimselerin yaptıkları gibi kocanın hulleciyi bulup getirerek ona bir miktar para vermesi, boşamış ol­duğu karısıyla cinsel temasta bulunurken de onun yanında hazır bulunması durumuna gelince, bu çirkin davranışla Hanbelîler de taklîd edilemez.

3- Ricat eden kişi serbest iradeli olmalıdır. Zorlanan kimsenin yaptığı ric'at sahih olmaz.

özetle; kişiliği bakımından evlenmeye genel anlamda ehliyetli olan kim­senin evlenmesi izne bağlı da olsa- boşaması ve ric'atı sahih olur. Bu ehliyet de kocanın akıllı ve baliğ olmasıdır. Sarhoşluk gibi geçici olarak ehliyeti en­gelleyen bir durum ortaya çıkarsa bu, ric'ati engellemez. Sarhoşun ric'ati sa­hih olur. Çünkü sarhoşluk arızası nedeniyle aklının perdelenmesi, onu deli etmez. Bu arıza nedeniyle ehliyetini yitirmez. Zîra o genelde evlenmeye ehli­yetlidir. Yani ayildıktan sonra evlenebilir. Hac veya umre ihramında bulunan kimse de bu hükme tabidir. Bu kimsenin ihramlıyken evlenme akdi yapması her ne kadar sahih değilse de ihramlılık, ehliyetini ona yitirtmeyecek geçici bir arızadır. Şu halde ihramlıyken bir kişinin karısına ric'at etmesi sahih olur. Çünkü o, ihramh. değilken evlenmeye ehildir. Sefih kimse de böyledir. Bu kimse sefihtik nedeniyle her ne kadar evlenme hakkından kısıtlanmişsa da -çünkü evlenmek mal vermeye bağlıdır- bu kısıtlılık geçicidir. Bu kişi evli olup da karısını ric'î olarak boşarsa, vasi veya velisinden izin almaksızın karısına ric'at edebilir. Köle de sefih gibidir. Köle, efendisinden izin almaksızın evlenmeye her ne kadar ehliyetli değilse de evlenmesi için efendisi izin verir de evlenirse; karısını boşadiktan sonra da ona ric'at etme hakkına sahib olur. Çünkü ev­lenme ehliyetinden maksat, izne bağlı da olsa kişinûıevlenme akdini yapma­sının sahih olmasıdır. Velisi sefihe, efendisi de köleye izin verirse, bunlar ev­lenme akdini yapma ehliyetine sahib olurlar. Zorlanan kimseye gelince bu, genelde yani zorlamanın kalkmasından sonra evlenme akdini yapmaya her ne kadar ehliyetliyse de; zorlanan kişinin yaptığı işler, şeriat nazarında ge­çerli olmazlar. İşte bu nedenle zorlamanın ric'atte bir fayda vermeyeceğini Şâfİîler söylemişlerdir. Bir kimse karısına ric'at etmeye zorlanır da karısına yaklaşmaz ve iddetin tamamlanmasından sonra Ölürse, karısı ona mirasçı olamaz.

Mürtedlİk de sarhoşluk gibi geçici bir arıza mıdır? Mürted olan bir kim­senin boşadiğı karısına ric'at etmesi sahih olur mu? Hayır. Çünkü irtidad, nikâhın eserini ortadan kaldırır. Bu durumda kadın, baştan beri ric'ate ma­hal değildir. Bu anlattıklarımız, ric'at eden kocada bulunması gereken şart­lardı. Ric'at mahalline gelince -ki bu da kadındır- onda bulunması gereken şartlar şunlardır:

1- Kadın, sahih bir akidle nikahlanmış olmalıdır: Böyle demekle yaban­cı kadınlar, kapsam dışına çıkarılmış oldular. Tabii ki onlar, ric'at vesilesiyle kişiye helâl olmazlar. Yabancı kadın, üzerine hiç nikâh akdi yapılmamış olsa da veya nikahlanmış ama bâin talâkla meselâ üç talâkla ya da gerdek öncesi talâkla boşanmış olsa da aynı hükme tabidir. Gerdekten kasıt, anus yoluyla da olsa kocanın karısıyla cinsel temasta bulunmasıdır. Erkeğin dölsuyunu en­jektörle kadının cinsel organına veya anusuna zerketmek de cinsel temas gi­bidir. Kocanın malî bir bedel karşılığında karısını bir talâkla boşaması veya ric'î bir talâkla boşayıp da iddetinin tamamlanması durumlarında karısı ken­disine yabancı olur ve ric'at yapmakla kendisine helâl olmaz.

2- Ric'at mahalli olan kadın, belirli olmalıdır: Adamın biri iki kadınla evli olur da "Karılarmfdan birisi boştur" der, sonra da "Boşadığım karımı nikâhıma geri döndürdüm" derse, yapmış olduğu bu ric'at sahih olmaz. Ko­canın mutlaka "Falan karım boştur" demesi, sonra da ric'at yaparken "Ka­rım falana ric'at ettim" demesi veya karısına hitaben ric'at sözünü telaffuz etmesi veya sîga bahsinde de anlatılacağı gibi ona işaret etmesi gerekir.

3- Kadın, helâllığa elverişli olmalıdır: İrtidad etmiş biri olmak gibi he-lâllığa elverişli olmazsa, bu durumda kadın, hiç kimseye helâl olmaz. Çünkü helâllığa elverişli değildir. İrtidad eden kadını kocası ric'î talâkla boşarsa, bu kadın tevbe etmediği takdirde kocası kendisine ric'at edemez. Kocanın irti­dad etmesi de böyledir. İkisinin irtidad etmesi de aynı hükme tabidir. Bu du­rumda kocanın, karısına ric'at etmesi sahih olmaz. Çünkü mürtedlik, helâl­liğin eserini ortadan kaldırır. İrtidad halindeyken kocanın karısından şehevî bakımdan yararlanması helâl olmaz.

4- Ric'at mahalli olan kadın, nikâhı feshedilen değil de boşanan bir ka­dın olmalıdır. Nikâhı feshediIİrse, ric'at ile kocasına helâl olmaz. Bâin talâk­la boşanmış gibi ancak (yeni bir) akidle helâl olur.

Bazı kimseler ric'at şartlarını yedi tane olarak saymışlardır:

1- Kişinin, kendisine ric'at ettiği kadın, kendi karısı olmalıdır: Bu şartın konulmasıyla, üzerine asla nikâh akdi yapılmamış yabancı kadınların kap­sam dışına çıkarılması amaçlanmıştır.

2- Kendisine ric'at edilecek kadınla önden veya arkadan cinsel temasta-bulunulmuş olmalıdır: Bu şartın konulmasıyla, gerdekten önce boşanan ka­dınların kapsam dışına çıkarılması amaçlanmıştır.

3- Kendisine ric'at edilecek kadın, belirli olmalıdır: Bu şartın konulma­sıyla, belirsiz kadına yapılan ric'atin kapsam dışına çıkarılması amaçlanmıştır.

4- Kendisine ric'at edilecek kadın, helâllığa elverişli olmalıdır: Bu şartın konulmasıyla da, irtidad etmiş olan kadının kapsam dışına çıkarılması amaçlanmıştır.

5- Kendisine ric'at edilecek kadın, boşanmış olmalıdır: Bu şartın konul­masıyla, nikâhı feshedilen kadının kapsam dışına çıkarılması amaçlanmıştır. Bu durumdaki kadın, önce de belirttiğimiz gibi ric'atle değil, ancak (yeni bir) akidle helâl olur.

6- Boşama, malî bir bedel karşılığı olmaksızın meccanen vukûbulmuş olmalıdır: Bu şartın konulmasıyla, malî bedel karşılığında boşanan kadının kapsam dışına çıkarılması amaçlanmıştır. Çünkü bu şekilde vukûbulan ta­lâk, bâindir.

7- Koca, karısının talâk sayısını (üçü) tamamlamış olmamalıdır: Karısı­nı üç talâkla boşarsa, bu kadın başkasıyla evlenip boşanmadan ona helâl olmaz.

Görüldüğü gibi bu şartların iki grubu da aynı kapıya varmaktadır. İşi kısa tutmak isteyen kimse, birinci gruptaki şartlara riayet eder. Tafsilat iste­yen kimseyse, ikinci gruptaki şartlara riayet eder.

Ric'at sığasına gelince; bununla ilgili şartlar şunlardır:

Birinci şart: Ric'at sîgası, meramı ifade eden bir lâfız olmalıdır. Lâfız da sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır. Sarih lâfza örnek olarak "Sana döndüm", "Sana müracaat ettim", "Sana geri döndüm", "Seni tuttum", "Sen ric'at edicisin", "Seni kendime geri döndürdüm" lâfızlarını gösterebiliriz. An­cak "Seni geri döndürdüm" derken bu sözü, "Kendime" veya "Nikâhıma" kayıtlarını eklemek şarttır. Aksi takdirde bu söz, sarih bir lâfız olmaz. Çün­kü anılan kayıtlardan biri eklenmediği takdirde bu söz, "Seni ailene geri döndürdüm" anlamına da gelebilir. "Geri döndüm" ve "Tuttum" lâfızları­nın ve bunlarla türeyen lâfızların kadına nispet edilmesi şarttır. Bu nispet; sana geri döndüm anlamına gelen "reca'tüki" lâfzındaki gibi hitap kâfi ile veya "Karıma döndüm" yahut "Falan kadına döndüm" lâfzındaki gibi za­hir isimle veya karışma işaret ederek "Şuna ric'at ettim" sözünde olduğu gi­bi işaret ismiyle yapılabilir. Bu şekilde konuşmaz veya kadına delâlet eden zamir ve benzeri şeyleri telaffuz etmez de sadece "Ric'at ettim" veya "Geri döndüm" derse, bu sözü geçersiz olur ve bu şekilde yapılan ric'at de sahih olmaz. Evet ama adamın biri, "Karma ric'at ettin mi?" diye sorar da kendisi "Ric'at ettim" diye cevap verirse, kadına delâlet eden bir söz söylemese bile, ric'ati sahih olur. Çünkü kadına delâlet eden şeyi soru sahibi telaffuz etmiş­tir. Fakat kocanın bütün bunlara rağmen karısına, "Seni nikâhıma döndürdüm" veya "Seni kendime ric'at ettirdim" veyahut "Seni nikâhımda tuttum" demesi sünnet olur.

özetle "Geri döndürdüm" lâfzının kullanılması durumunda iki şey ge­rekmektedir:

1- Bu sözü söylerken koca hitap kâfi veya zahir isim veya işaret ismi gibi kadına delâlet eden şeyi söylemelidir. Örneğin "Seni geri döndürdüm" veya "Karımı..." veya "falanı..." veya "Şunu geri döndürdüm" demek gibi.

2- "Geri döndürdüm" sözünü telaffuz ederken koca, bu sözü kendine veya nikâhına izafe etmelidir. Örneğin "karımı nikâhıma..." veya "...bana..." veya "...ismetime geri döndürdüm" gibi. Böyle yapmadığı takdirde bu sözü sarih olmaz. Çünkü onun bu sözü, kadını ailesine reddetme ve kabul etme­me anlamına da gelebilir. "Geri döndürme" dışındaki sarih lâfızlara gelince bunların karıya nispet edilmeleri şart; kocaya veya onun nikâhına nispet edil­meleri sünnet olur. Ric'at yaparken şahit bulundurmak da sünnettir. Bu lâ­fızlar ric'atte sahih olmuşlardır. Çünkü bunlar ric'atte yaygın olarak kulla­nılmaktadırlar. Bu lâfızlardan bazısı Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmişlerdir. Bun­lardan biri de "geri döndürme" sözüdür. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Kocaları onları geri döndürmeye daha çok hak sahibidirler.[3]Burada döndürme kelimesinin mastar olarak kullanılması, bu mastarın fiili­nin ve ondan türeyen diğer lâfızların kullanılmasının sahih olduğuna delâlet etmektedir. Örneğin "Karımı kendime geri döndürdüm" veya "Sen bana ge­ri döndürülmüşsün" gibi. İmsak kelimesi de Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmiş­tir. Örneğin;

"İyilikle (nikâhta) tutmak." Ric'at kelimesi de bunlardandır. Örneğin,

"Birbirlerine geri dönmeleri,kendilerine günah değildir.[4] Ric'a-tinsarihlâfızlarıbunlardanibarettir.Bunları söylerken ric'ataniyetedilmesebile ric'at sahih olur. Ric'atin kinayelerine gelince bu, kocanın karısına "Seninle evlendim." veya "Seni nikahladım." demesi gibidir. Bu lâfızlar, nikâh akdin­de sarihtirler. Bunların ric'atte sarih olarak kullanılmaları mümkün değildir. Çünkü ric'î olarak boşanan, zaten kişinin kendi karışıdır. Kocasının ona "Se­ninle evlendim." veya "Seni nikahladım." demesi anlamsızdır. Kendi babın­da sarih olan ve kullanıldığı mevzuda geçerli olması mümkün olmayan her lâfız, kinaye olur. Denebilir ki; "Evlendim" ve "Nikahladım" lâfızlarının ric'atte kullanılması sahih olur. Bunlardan "Evlendim" kelimesi, seni tam bir evliliğe iade ettim anlamına gelmektedir. "Seni nikahladım" sözü ise, se­ni tam bir nikâha iade ettim anlamına gelmektedir. Tıpkı "Karımı nikâhıma, -yani iddet süresinin sona ermesiyle kopmayacak olan tam nikâhıma geri döndürdüm" sözünde olduğu gibi. Bazılarının şu aşağıda nakledeceğimiz sözü söylemelerinin sebebi de işte budur. Derler ki: Evlendirme ve nikâh lâfızları "Kendi babında sarih olan ve konusunda geçerlilik bulan lâfızlar, kinaye ol­mazlar." kaidesinden istisna edilmişlerdir.

Bu sözü söyleyen kimse "evlenme" ve "nikâh" kelimelerinin ric'at ko­nusunda kullanılabileceğini düşünmüştür. Şu anlamda ki: "Evlendim" keli­mesiyle kendisine ric'at edilen kadın ile tam bir şekilde evlenilmiştir. Bu ka­dın, ric'at edenin karısıysa bu kurala göre, anılan lâfzın ric'atte kinaye olma­sı sahih olmaz. Ancak Şâfiîler, nikâh ve evlenme lâfızlarını bu kuraldan is­tisna etmişler ve demişler ki: Bu iki lâfız kinayedir. Niyet edilmeksizin bu lâ­fızlarla yapılan ric'at sahih olmaz. Ric'at, sarih olsun kinaye olsun ancak lâ­fızla sahih olur. Yazı da lâfız gibidir. Koca, "Karımı nikâhıma döndürdüm" diye bir yazı yazarsa, bu ric'at sahih olur ve bununla da, anılan kadın tekrar kendi karısı olur. Çünkü yazı da söz gibidir. Dilsizin anlaşılır işareti de yazı gibidir.

Cinsel temas veya cinsel temasa ön hazırlık olan hareketlerle -niyet edil­sin edilmesin- ric'at sahih olmaz. Çünkü bu, ric'ate delâlet etmemektedir. Yal­nız, kâfirin cinsel teması bundan müstesnadır. Gayr-ı müslimler nezdinde cinsel temas, eğer ric'at sayıhyorsa, biz de onların bu şekildeki ric'atlerini geçerli sayarız. Ric'î olarak boşayan kimsenin sözlü ric'at yapmadan, boşamış oldu­ğu karısından cinsel temas ya da başka bir şekilde şehevî bakımdan yararlan­ması haramdır. Ric'at yapmadan cinsel temasta bulunursa, karısına mehr-i misil vermekle yükümlü olur. Çünkü bu, şüpheli bir cinsel temastır. Zîra Ha-nefîler, bu durumda cinsel temasın caiz olduğu görüşündedirler. Her ne ka­dar bu temastan sonra karısına ric'at etse bile. Çünkü cinsel temasın harâm-lığı konusunda ric'î olarak boşama, tıpkı bâin talâk gibidir. Bu talâklar, me-hir konusunda da aynıdırlar. Ama koca mürted iken bu durumdaki karısıyla cinsel temasta bulunur, sonra da müslüman olursa, karısına karşı mehir yü­kümlülüğü altına girmez. Zîra İslâmiyet, irtidadın sonuçlarını ortadan kal­dırır. Ric'ate gelince o, talâkın sonuçlarını ortadan kaldırmaz. îddet esnasın­da karısı ile cinsel temasta bulunursa, temas sona erince iddet yeniden baş­lar. Öyle ki koca ric'at etmezse, bu kadın cinsel temas sona erdikten sonra üç defa hayız görüp temizlenmedikçe veya cinsel temasın sona erdiği anda hayız görmüyorsa, üzerinden dört ay geçmedikçe başkasına helâl olmaz. Cinsel temastan önce geçen iddet süresi, kadın lehine hesaplanmaz. Ama kocanın kendisi ric'at etmek isterse, ancak birinci iddettenartakalansüre zarfında ric'at edebilir. Meselâ bir kimse karısını ric'î talâkla boşadıktan sonra karısı iki de­fa hayız görür, sonra da ric'atsiz olarak kocası onunla cinsel temasta bulu­nursa, cinsel temasın sona ermesi anından itibaren kadın için yeni bir iddet başlar. Bu kadın üç defa daha hayız görmeden, başkasına helâl olmaz. Ama kocası, ancak ilk iki hayızdan sonra kalan süre içinde, yani cinsel temastan sonraki birinci hayız dönemi zarfında ona ric'at edebilir.

Bütün bunlar, kadının hâmile olmaması durumunda sözkonusu olan hü­kümlerdir. Ama kadın hâmile ise veya bu cinsel temas dolayısıyla kocası onu hâmile bırakmışsa; kadının iddeti her hal-ü kârda doğum yapmasına dek de­vam eder. Doğum yapmadığı sürece kocası kendisine ric'at edebilir.

Sîganın şartlarından ikincisi; sîganın kayıtsız ve kesin olmasıdır: Ric'at sîgası bir işin olmasına bağlanırsa; meselâ adamın biri karısına: "Dilersen sana ric'at ettim" der, karısı da "Diledim" derse, ric'at sahih olmaz.

Üçüncü şart; sîga, bir vakitle sınırlı olmamalıdır: Adamın biri, karısına "Bir aylığına sana ric'at ettim" derse, sahih olmaz.

Hanbelîler dediler ki: Ric'at eden kocanın, mümeyyiz çocuk ta ol­sa, hür veya köle de olsa* akıllı olması şarttır. Bir koca, akıllıyken karısını bo-şar da sonra delirirse, velisi onun adına ric'at yapabilir. Mürted kimsenin tevbe etmeden ric'ati geçerli olmaz. Nitekim erkek olsun, kadın olsun onun evlen­dirmesi de sahih olmaz. Mürted iken boşarsa, boşaması askıya alınır. Müs­lüman olursa, talâkı vâki olur. Müslüman olmazsa, talâkı da vâki olmaz. Çün­kü talâkı yerine isabet etmemiştir. Zîra dinden çıkmak, nikâhı fesheder.

Ric'at mahalline gelince; ki bu karıdır: Bunda bulunması gereken şart­lar şunlardır:

1- Kendisine ric'at edilecek kadın, sahih nikâh akdiyle alınmış bir kan olmalıdır. Şu halde yabancıkadına veya kendisinde varolan bir fasidlik nede­niyle nikâh akdi feshedilmiş bir kadına ric'at yapmak sahih olmaz.

2- Kendisine ric'at edilecek kadınla cinsel temas yapılmış veya halvette bulunulmuş olmalıdır: Zîra Hanbelîlere göre halvet, iddeti gerekli kılar. Bu şartın gerçekleşmesinden önce boşanan kadın, bâin olarak boşanmış olup iddet beklemesine gerek kalmaz.

3- Kendisine ric'at edilecek kadın, ric'î talâkla boşanmış olmalıdır. Malî bir bedel karşılığında boşanan veya üç talâkla boşanan veya gerdekten önce boşanan kadına ric'atte bulunulamaz.

4- Kendisine ric'at edilecek kadın, iddet içerisinde bulunmalıdır: İddeti sona ermiş olan kadına ric'atte bulunulamaz.

Ric'at sigasına gelince bu lâfız ve fiildir. Lâfızda iki şartın bulunması gerekir:

1- Lâfız, ric'atte sarih olmalıdır, örneğin "Sana döndüm", "Karıma dön­düm", "Karıma müracaat ettim", "Karıma geri döndüm", "Karımı tuttum", "Karımı geri çevirdim" gibi. "Karımı nikahladım" veya "Onunla evlendim" gibi lâfızlarla ric'at sahih olmaz. Çünkü bunlar kinayedirler. Ric'at ise kina­yelerle sahih olmaz.

2- Ric'at lafzı, bir şarta bağlanmış olmamalıdır. Örneğin "Aybaşı geldi­ğinde sana ric'at edeceğim" gibi. Bu ric'at değildir. Ric'at fiiline gelince; bu cinsel temastır. Ric'î talâkla boşayan kocanın, karısıyla cinsel temasta bulun­ması helâldir. Böyle yaptığında, bununla ric'ate niyet etmese bile ric'at etmiş olur. Cinsel temas dışındaki fiillere gelince; bununla ric'at meydana gelmez. Karısını öper veya eller veya ona sarılır veya cinsel organına şehvetle bakar veya bunlara benzer işlerden birini yaparsa veyahut karısıyla halvette bulu­nursa ric'at etmiş olmaz.

 

Ricatı İptal Eden İddetin Sona Erip Ermediği Hususunda Karı - Kocanın İhtilaf Etmeleri Ve Bununla İlgili Konular

 

Kadın eğer hayız görebiliyorsa üç kez hayız görerek, hamileyse tam olsun düşük olsun doğum yaparak, yaşlılık veya küçük yaşta bulunmak nedeniyle hayız görmemekteyse, boşandıktan sonra üç aylık bir süre ge­çerek iddetini tamamladıktan sonra, kocasının ric'at hakkı düşer. İddet, bazı belirtilerle sona erer ki; bunlara dair geniş açıklamalar aşağıya alınmışt.

Karı - koca iddetin tamamlanması hususunda ihtilâf ederlerse; koca iddetin henüz devam etmekte olduğunu, karısı da sona ermiş olduğunu ve kocasının ric'at hakkına sahib olmadığını iddia ederse veya koca, he­nüz iddetteyken ric'at etmiş olduğunu fakat bunu karısına haber vermedi­ğini iddia eder, karısı da bunu inkâr ederse; buna dair tafsilât aşağıda su­nulmuştur.

 

(43) Hanefîler dediler ki: Anılan üç şeyden biriyle iddetin tamamlanması durumunda kocanın (ric'at) hakkı bâtıl olur. Hayza gelince; kadının boşan­ma tarihinden iki ay sonra hayanın kesildiğini iddia etmesi durumunda ric'­at hakkı bâtıl olur. Zîra îmam-ı A'zam'a göre iddetin sona ereceği en kısa süre iki aydır. Kadın iki aydan önce üç kez hayız gördüğünü iddia ederse, id­diası şundan dolayı tasdîk edilmez: Kocası onu, kendisiyle cinsel temasta bu­lunmadığı bir temizlik döneminin başında boşarsa, kadının üç hayız ve üç temizlik görmesi gerekir. Bu temizliklerin biri; karısını içindeyken boşadığı temizlik, diğerleriyse bundan sonra gelen iki temizliktir. İddeti, ikinci temiz­liğin sonunda üçüncü hayzı görmesiyle sona erer. Temizlik süresinin en azı onbeş gündür. Böylece üç temizlik süresinin toplamı kırkbeş gün eder. Tabii buna ek olarak kadının üç hayız görmesi de gerekmektedir. Her hayız ortala­ma beş gün olarak kabul edilirse; üç hayzın toplamı onbeş gün eder ki; bu da önceki kırkbeş güne eklenirse altmış gün eder. Burada hayzı, en az süresi olan üç gün olarak kabul etmedik. Zîra aynı müddet içinde temizliğin ve hayzın en az sürelerinin bir araya gelmesi, ender karşılaşılan bir durumdur ve buna pek de itimad edilmez. Bazıları bunu başka şekilde açıklarlar. Derler ki: As­lında farzedilen şudur: Koca, iddeti uzamasın diye karısını, kendisiyle cinsel temas yapmadığı temizlik döneminin sonunda boşamahdır. Boşandıktan sonra kadın bir hayız ve ardından bir temizlik, sonra bir hayız ve ardından bir te­mizlik, sonra da bir hayız daha görür. Böylece kadın için iki temizlik ve üç hayız tamam olur. Çünkü içindeyken boşanmış olduğu temizlik dönemi sa­yılmaz. Zîra bu dönemin sonunda boşamıştır. Temizlik döneminin en azı on­beş gündür. îki temizlik otuz gün eder. Hayza gelince; en çok süreli olanı hesaplanır ki, o da on gündür. Üç hayız da otuz gün eder. Böylece temizlik ve hayız dönemlerinin toplamı iki ay eder. Burada temizlik döneminin en azıyla dengelensin diye hayız süresinin en çoğu nazar-ı itibara alınmıştır. Her iki açıklamanın da aynı sonuca vardığı açıkça görülmektedir. İki ayın hesap­lanması açısından kadmış, temizlik döneminin başında veya sonunda boşan­ması arasında bir fark yoktur. Boşandığı tarihten itibaren iki ayın geçmesi zorunludur. Aksi takdirde, iddetinin hayız görerek iki aydan önce tamam­landığına dair iddiası doğrulanmaz. îki aydan sonra üç hayız gördüğünü id­dia ederse, kocasının ric'at hakkı, iddeti sona erdirecek olan son hayız kanı­nın kesilmesiyle yürürlükten kalkar. Kadın eğer hür ise, ric'ati üçüncü hayız kanının kesilmesiyle bâtıl olur. Eğer cariye ise ric'ati, ikinci hayız kanaması­nın kesilmesiyle bâtıl olur. Zîra cariyenin iddeti iki hayızdır. Sonra kanama hayzın en çok müddeti sonunda -ki bu da on gündür- kesilirse, gusletmese bile iddeti tamamlanmış olur. On gün süreyle hayzı devam edip kanaması ke-silmezse duruma bakılır: Eğer kadının o anda kesilecek bir adeti varsa, adeti anında kanı kesİlinceye dek kocası kendisine ric'at etme hakkına sahib olur. Ama kadının böyle bir adeti yoksa, kocasının bu durumda ric'at hakkı kana-ipa kesilmese bile bâtıl olur. Zîra hayız müddetinin en çoğu on gündür. Ka­dının adeti yoksa, bu müddetin tamamlanması anında kocasının ric'at hakkı bâtıl olur. Ama son hayız kanaması on günden önce kesilmişse, kocasının ric'at hakkı ancak şu iki şeyden biriyle bâtıl olur:

1- Kadın, temizleyici bir suyla gusletmiş olmalıdır. Bu suyun sözüm ona eşek artığı olması gibi temizleyiciliği şüpheli olsa bile... Ama mutlak suyun bulunmasına rağmen bu suyla gusletmesi durumunda bu gusülle namaz kıl­ması veya evlenmesi sahih olmaz. Bu sadece ric'at hakkını keser.

2- Kanama kesildikten sonra kadının üzerinden tam bir namaz vakti geç­miş olmalıdır. Öyle ki bu namaz, onun üzerine farz olmalıdır. Meselâ; öğlen vakti girdikten sonra kadının kanaması kesilir de gusletmezse, ikindi vakti girinceye dek kocası ona ric'at etme hakkını muhafaza eder. Çünkü güneşin doğuşu anında kanamanın kesilmesi de aynı hükme tabidir. Çünkü güneşin doğuşundan öğlene kadar geçen vakit mühmel vakittir ki; bu vakitte kadına herhangi bir namaz vâcib değildir. Şu halde gün doğuşundan ikindiye kadar geçen vakit içinde kadına sadece bir namaz farz olur ki, o da öğlen namazıdır. Öğlenin son vaktinde, yani sözgelimi ikindiden yarım saat önce kanama kesilirse, bu yarım saatlik zaman sona ermeden gusledip iftİtah tekbirini ala-bilecekse, bu tam bir namaz vakti olarak kabul edilir. Çünkü bununla na­maz, onun üzerirfe bir borç olarak farz olmaktadır. Ama bu yanm saatlik süre zarfında gusledip iftitah tekbiri alamayacaksa; öğlenin kalan vaktiyle ikindinin bütün vakti sona erip akşam namazı vakti girmedikçe, kocanın ric'at hakkı bâtıl olmaz. Diğer vakitler de buna kıyaslanır. Gusletmek için su bula­mazsa, teyemmüm de gusül yerine geçer. Bazıları nafile de olsa onunla tam bir namaz kılmadıkça teyemmümün yeterli olmayacağını söylemişlerdir. Ama tercihe şayan olan birinci  görüştür.    Zîra teyemmüm, suyun bulunmadığı zamanlarda tam bir taharettir. Kadın müslüman ise bu hüküm sözkonusu-dur. Ama ehl-i kitaptansa, onun ric'ati guslüne veya üzerinden bir namaz vakti geçmesine gerek kalmadan sırf kanamanın kesilmesiyle bâtıl olur.

Hayız kanaması en kısa sürede kesilir de temizleyiciliği şüpheli olmayan bir suyla gusleder, sonra başka bir erkekle evlenir ve kanaması tekrar başlar­sa, evliliği geçersiz olup ric'at yeniden sözkonusu olur mu, veya ric'at geçer­siz olup evliliği devam eder mi? Bu meselede ihtilâf vardır. Bazıları derler ki: Ric'atin bâtıl olması, kanamanın kesilmesine bağlıdır. Kanama hayzin en az süresi içinde kesilir de yeniden başlarsa, hakikaten kesilmiş sayılmaz. Bu durumda ric'at hakkı geri döner ve evlilik iptal edilir.

Gusletmeye gelince; bu hayzin en az sürede kesilmesini takviye etmek için şart koşulmuştur. Yani kanaması kesilip de guslederse: şeriat okuyucu o kadının temiz olduğuna hükmetmiştir. Kanama tekrar başlarsa, temiz ol­madığına hükmetmiştir.

Bazıları derler ki: Ric'atin bâtıl olması, kanamanın kesilmesinden sonra gusletmeye bağlıdır. Kadın gusledince kocaya varması helâl olur ve ric'at de bâtıİ olur. Evlendiğinde kanama tekrar başlarsa, evliliği sahih olarak devam eder. Kadının kanamasının en kısa sürede kesilip gusletmemesi fakat kana­ma görmeksizin üzerinden tam bir namaz vaktinin geçmesi de böyledir. Bu durumda kocaya varması helâl olur. Kocanın ric'at hakkı ise bâtıl olur. Ka­naması tekrar başlarsa, anılan ihtilaf da yeniden gündeme gelir.

Bazıları derler ki: Ric'at hakkı geri gelir ve evlilik bâtıl olur. Zîra ric'atin bâtıl oluşu, kanamanın kesilmesine bağlıdır. Kanamanın yeniden başlaması, kesilmediğini açıkça göstermektedir.

Diğer bazıları da derler ki; evlilik bâtıl olmaz. Ve ric'at hakkı da yeni­den doğmaz. Çünkü ric'atin bâtıl oluşu, kanama kesildikten sonra bir na­maz vaktinin geçmesine bağlıdır. Burada hükümlerin formüle edilebileceği akla en yatkın olan görüş şudur: Bu durumda kanama yeniden başlasa bile ric'at hakkı bâtıl olur ve evlilik de sahih olarak devam eder. Kanamanın tek­rar başlaması ister gusülden sonra olsun, ister (gusledilmeksizin, kesintiden

itibaren aradan) bir namaz vakti geçtikten sonra olsun, hüküm aynıdır. Zîra bu emarelerin görülmesi anında kadının evlenmesinin sahih olduğuna hük­metmenin anlamı yoktur. Evlenir de yeni kocası kendisiyle meselâ cinsel te­masta bulunur ve sonra da kanaması yeniden başlarsa, kocasına "Bu senin karın değildir. Çünkü eski "kocası ona ric'at etmiştir" demek doğru olur mu? Bu, öyle herkesin kolayca uygun bulacağı şeylerden değildir. Şeriat koyucu bu emareleri kadının temizliğine delil kılmış ve başkasıyla evlenmesini mu­bah kılmış olduktan sonra: "Şeriat koyucu bu emareleri iptal etti ve bu kadı­nı da yeni kocasından alıp eski kocasına verdi" demek doğru olmaz. Kaldı ki bu, kadınların yalan söyleme ve dürüst davranmamayı öğrenmelerine yol açar. Zîra yeni bir kocayla evlenen kadın, kanamanın yeniden görülmesi ne­deniyle bu yeni kocasından ayırtılacağım bilirse, tekrar başlayan kanamayı gizlemesi gerekir ki, bu da anlamsızdır. Bu nedenle Hanefî mezhebinin ki­tapları ikinci evliliğin sahih olduğunu, kanamanın tekrar başlamasıyla ric'at hakkının yeniden doğmayacağını bildirmektedirler. Fakat *bu durumdaki ka­dının, hayzin en fazla süresinde kanaması kesilmeden -tabii hayzin en fazla süresi geçtikten sonra bir adeti varsa, bu adetini de düşünerek- başka kocay­la evlenmesi, ihtiyat bakımından helâl olmaz.' deselerdi güzel olurdu. Ama demediler.

Doğuma gelince; bu, ric'at hakkını iptal eder. Sonra doğmakta olan ço­cuğun bünyesi tam teşekküllü ise,çocuğun çoğunun dışarı çıkmasıyla iddet tamamlanmış olur. Çünkü çocuğun tamamının dışarıya çıkması şart değil­dir. Şu da var ki; çocuğun tamamı dışarıya çıkmadan kadının evlenmesi, ih­tiyat bakımından helâl olmaz. İddetin tamamlanması ve ric'atin bâtıl olma­sında kadının, kendisini boşayan kocadan veya başkasından gebe kalmış ol­ması farketmeyip aynı kapıya varır. Zina ederek gebe kalan bir kadın evlenir, kocası da onun bu durumunu bilir, sonra boşar, kadın da boşandıktan sonra doğum yaparsa; boşayan kocasından dolayı beklemesi gereken iddet tamam­lanmış olur. Kadın, rahmindeki çocuğu doğurduğunu iddia eder, kocasıysa doğumu inkâr ederse; kadının gebeliği ya belirgin olur; meselâ karnı büyük iken küçülürse, iddiası ebenin şahitliğiyle sabit olur. Çünkü gebeliğin belir­ginliği, ebenin şahitliğini teyid etmektedir veya gebeliği belirgin olmaz. Bu durumda doğum, ancak iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitliğiyle sabit olur. Nitekim bu, şu nakledeceğimiz meselede de gelecektir. Buna iliş­kin bir kaç mesele vardır:

A- Birinci Mesele: Adamın biri hâmile olan karısını boşar, ama onunla asla cinsel temasta bulunmadığım ve gebe bıraknıadiğını iddia ederse; do­ğumdan önce ona ric'at etmesi sahih olur mu, olmaz mı? Bunun cevabı: Do­ğumdan önce ona ric'at etmesi sahih. olur. Ama bu kadın doğumdan sonra ancak boşanma tarihini takibeden altı aydan kısa bir müddet zarfında onun karısı olabilir. Veya evlenme tarihini takibeden altı aydan fazla bir müddet zarfında onun karısı olabilir. Çünkü kocası, bu kadınla cinsel temasta bu­lunmadığını iddia etmiştir. Bu iddiası; gerdekten önce onu boşamış olduğu­nu, dolayısıyla kadının îddet beklemekle yükümlü olmayacağını, kocasının da ona ric'at etme hakkına sahib olmayacağını ifade etmektedir. İddetini so­na erdirecek olan doğumdan önce karısına ric'at ederse, bu durumda kendini yalanlamış olur. Bu yalanlamayı şeriat koyucu tanımaz. Ancak sabit olduğu takdirde tanır. Sabit olması da ancak boşanma tarihinden itibaren altı ay geç­meden kadının doğum yapmasıyla olur. Çünkü boşanma tarihinden altı ay­dan çok bir sürenin geçmesi durumunda çocuğun, boşanmadan sonraki bir cinsel temastan doğmuş olması muhtemeldir. Hamileliğin en az süresi altı aydır. Şu halde bu çocuk, yeni temastan doğmuş olamaz. Aynı şekilde doğumun evlenme akdi yapıldığı tarihden itibaren altı ay veya daha fazla bir sürenin geçmesinden sonra olması gerekmektedir. Çünkü altı aydan önce doğan yav­ru, o erkeğin çocuğu olamaz. Evlenme tarihinden itibaren altı aylık bir za­man geçmeden doğan çocuk, başkasının çocuğudur. Ama anılan süre dol­duktan sonra doğan onun çocuğu olur ve bu durumda söylediği "Bu karım­la cinsel temasta bulunmamıştım" sözü, gerçekten de yalandır. Ama kadın, boşanma tarihinden itibaren altı ay geçtikten sonra doğurursa, kocasının söy­lediği ((Bu karımla cinsel temasta bulunmamıştım" sözü doğru olur ve ka­dın da gerdekten önce hakikaten boşanmış olur. Böylece kocasının ric'ati bâ­tıl olur.

Özetleyecek olursak; koca, karısıyla cinsel temasta bulunmuş olmayı in­kâr eder, kadının da hâmile olduğu anlaşılırsa; koca, ona ric'at ederek kendi­ni yalanlamak isterse, doğumdan önce ona ric'at edebilir. Çünkü doğurduk­tan sonra kocası hiç bir halde ona ric'at etme hakkına sahib olamaz. Bilindi­ği gibi iddet, başkasına ait olsa bile çocuğun doğumuyla sona ermiş olur. Ric'at edildikten sonra duruma bakılır: Çocuğun nesebinin ric'at yapan babaya ait olduğunun sabit olacağı bir süre içinde kadın doğum yaparsa, ric'at sahih olur. Aksi takdirde ric'at sahih olmaz.

Şu da var ki; Hanefî âlimleri, anılan sürede doğumdan önce yapılan ric'-atin sahih olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ama bununla bir­likte bu kadının, doğum dolayısıyla ric'atinin sahih olduğu anlaşıldıktan sonra ric'at ile zevce olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bazıları, anılan sürede doğumdan önce yapılan ric'atin sahih olacağını söylemiş; diğer bazıları da sahih olmayacağım söylemişlerdir. Sahih olduğunu söyleyenler, iki şeyi delil olarak ileri sürerler:

a- Bir kimsenin bir cariyesi olur da onu satar ve müşteri de cariyenin hâmile olduğunu iddia ederse, hamilelik bir ayıp olur. Bu ayıp nedeniyle ca­riyenin sahibine geri verilmesi sahih olur. Hamilelik, bu işten anlayan uzman kadınların keşfiyle sabit olur. Hamilelikten anlayan deneyimli bir kadın, onun olduğunu söylerse, hamilelik sabit olur ve bu ayıp nedeniyle cariye, sahibine geri verilir.

b- Nesebin sübûtu babında Hanefî âlimleri açıkça söylemişlerdir ki: Ne­sep; belirgin olan hamilelikle hükmetmek sahih olduğuna göre, gebeliğin an­laşılmasıyla doğumdan Önce de nesebin sübûtuna hükmetmek sahih olur. Şu halde doğumdan önce ric'atin sahih olduğuna hükmetmek de sahih olur. Ço­cuk doğunca ric'atin sahih olduğu kesinlikle ortaya çıkar.

(a) sıkkındaki delil reddedilmiştir: Bir kadının "o hamiledir" demesiyle cariyenin geri verilebileceğini söyleyen İmam Muhammed'in bu kavli zayıf­tır. İmam Ebû Yûsuf'un buna ilişkin iki rivayeti vardır. En kuvvetli olanı şu­dur ki: Bir kadın cariyenin hâmile olduğunu haber verirse, müşterinin satı­cıyla davalaşması sahih olur.. Satıcıya; sattığı anda cariyenin hâmile olmadı­ğına dair yemin ettirilir. Yemin ederse, cariye kendisine geri verilmez. Ama yemin etmeye yanaşmazsa, cariye kendisine geri verilir.

Cariyenin hamileliği belirmez ve bir kadın da onun hâmile olduğunu söy-lemezse; müşteri, satıcıyla davalaşma hakkına sahib olmaz. Özetle hamilelik hakkında bilgi sahibi olan kadının tanıklığı, müşterinin satıcıyla sâdece dâ-vâlaşma hakkım doğurur. Geri verme hakkını doğurmaz. Hamileliğin belir­mesi, geri verme hükmünü ortaya çıkarmaz ki, ric'atin sahihliği hükmü bu­na kıyaslansın.

(b) sıkkındaki delile gelince; buna itiraz mahiyetinde şöyle bir soru yö­neltilmiştir: "Nesep, hamileliğin belirmesiyle sabit olur" dememişler de sa­dece şöyle demişlerdir: Kadın boşanmış değilse, nesep yatakla sabit olur. Bo-şanmışsa, doğum ile sabit olur. Doğum da ebenin sözüyle sabit olur. Meselâ bir kimse hâmile olan karısını hâmileyken ric'î talâkla boşar, sonra ona ric'at eder de karısı, doğumdan sonra kendisine ric'at etmiş olduğunu iddia eder, kocası ise doğumu inkâr ederse; kadının doğum yapması ancak iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitliğiyle sabit olun Meğer ki yukarıda da be­lirtildiği gibi hamileliği belirgin olsun. Bu durumda doğumun ispatlanması için ebenin şahitliği yeterli olur. Zîra hamileliğin belirgin olması, ebenin şa­hitliğini teyîd etmektedir. Hamileliğin belirginliğiyle doğum ve nesep sabit ol­maz. Bu ancak hamileliğin belirginliğini teyid eden ebenin tanıklığıyla sabit olur. Ebenin tanıklığı da ancak doğuma ilişkindir. Nesebin sabit olması için mutlaka doğum gereklidir. Çünkü doğum, yakînliği ifade eder. İmam Serah-sî'nin, Mebsut'ta anlattıkları da buna delâlet etmektedir. Serahsî demiş ki: Adamın biri karısına "Hâmile olduğunda sen boşsun." derse karısı, en azın­dan iki seneyi aşan bir sürede doğum yapmadıkça boşanmaz. Karısıyla bir kez cinsel temasta bulunduğunda, kansmm hâmile olması muhtemel olur. Şu halde ihtiyat gereği olarak karısına artık yaklaşmaması faziletli olur. Ama bundan sonra da cinsel temasta bulunursa, bu caiz olur. Kadının hâmile olduğu belirirse, hamileliğin belirmesi nedeniyle kadın boşanmaz. Çünkü kar­nındaki şeyin yavru olmaması da muhtemeldir. Kadın kesin doğum yaptığın­da boşanır. Doğurunca da bâin olarak boşanır. Çünkü hâmileyken boşan­mış, doğum yapmakla da iddeti sona ermiştir. Doğumun, boşanma vaktin­den itibaren hamileliğin en fazla süresinde olması şarttır. Az önce de belirtti­ğimiz gibi, bu süre iki senedir. Doğumun iki seneden Önce olması durumun­da, şartlı boşamadan önce kadının hâmile kaldığı muhtemel olur. Boşama­nın kendisine bağlanmış olduğu şart da gerçekleşmiş olmaz. Çünkü bu şart, hamileliktir. Hâmilelikse, boşama sözünün telâffuzundan önce mevcuttu. Bü­tün bunlar; hamilelik belirginliğinin ne nesebin, ne cariyeyi geri vermenin, ne de kadının boşanmasının sabit oluşunda geçerli bir sebep olmayacağını sarih olarak göstermektedirler. Ric'at meselesinde de nazar-ı itibara alınmaz. Doğumdan önce bir kimse karısına ric'at ederse, ric'ati askıda olarak vaki oîur. Ric'atinin sahihliğine ancak belirli sürede doğum yapmasından sonra hükmolunur. Aksi takdirde bu ric'atin fasid olduğu açığa çıkar. Bu ihtilâfı şöylece özetleyebiliriz: Bazıları demişler ki; karısıyla cinsel temasta bulunmuş olmayı inkâr eden kişi, doğumdan önce karısına ric'at etme hakkına sahib olmaz. Zîra cinsel temasın inkârı, kadının gerdekten önce boşanmış olması­nı gerektirir. Ric'at ise kocanın karısıyla cinsel temasta bulunmuş olmasını gerektirir. Teması inkâr etmekle de kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş olmak­tadır. Birinci iddiada onu kesin şer'î emarelerin yalanlaması gerekmektedir. O da, çocuğun nesebinin sabit olacağı süredeki doğumdur. Öyle ki doğum­dan sonra ric'at etmesi mümkün olmaz. Doğumdan önce ric'ati askıda ola­rak yapabilir. Ama bu ric'at dolayısıyla doğumdan önce karısından şehevî bakımdan yararlanması helâl olmaz. Çünkü mezkûr doğumdan önce yapı­lan ric'atin sahih olduğuna hükmetmek mümkün olmaz. Kadının hamileliği­nin belirmesi yeterli değildir. Zîra hamileliğin belirmesi, zannî bir emaredir. Bazıları da derler ki: Hamileliğin belirgin olmasıyla ric'at sahih olur. Amî anılan belli sürede doğum vukûbulmadan ric'atin sahihliği anlaşılamaz. Ya ni belli sürede doğum yapmadıkça, bu kadın ric'at yapan kocanın karısı ola maz. Şu halde ihtilâfın bir faydası yoktur. Çünkü anılan grupların her ikis de ric'atin şahinliğinin doğuma bağlı olduğunu söylemişlerdir. Ancak birine grup, doğumdan önce yapılan ric'atin sahih olduğuna hükmedilemeyeceğin söylemekte; ikinci grupsa bu ric'atin sahihliğinin doğuma bağlı olduğunu söy lemektedir. Sahihliğin doğuma bağlı olması, doğum öncesi ric'atin sahih ol duğuna hükmetmeye engel teşkil etmez.

Eğer: "Bu sözün ne faydası var? Karı-koca yeni bir nikâh akdi yaparak bu çetrefilli yollara başvurmaksızın ferahlığa kavuşamazlar mı?" diyecek olur san, derim ki; bunun faydası anlaşmazlık anında görülür. Koca doğumdan Önce ric'at eder ve ric'at ettiğine başkalarını şahit tutar da sonra da boşanma tarihinden itibaren altı ay geçmeden ve evlenme tarihinden itibaren altı  ve daha fazla bir zaman geçince kadın doğurursa, bu çocuk ric'at yapan er­keğe ait olur. Böylece de kocanın, karısıyla cinsel temasta bulunmadığına dair iddiasının yalan olduğu sabit olur ve ric'at sahih olur. Kadın razı olmasa bi­le, ric'at eden erkeğin karısı olup, başka erkekle evlenmesi helâl olmaz. Kadı­nın da koca üzerinde bir takım evlilik hakları olur. Ama bu sonuç, ric'ati sa-hihlikle niteleyip nitelememe hususunda birbirleriyle ihtilâf halinde bulunan iki grubun, üzerinde ittifak ettikleri bir sonuçtur. Biz bu grupların görüşleri­ni, ilmî bahsi tamamlamak amacıyla burada naklettik. Çünkü bunların her birinin ileri sürdükleri delillerde apaçık faydalar vardır.

B- İkinci meseleye gelince: Adamın biri bir kadınla evlenir de bu kadın­la cinsel temasta bulunmadığını iddia eder; sonra bu kadın, evlenme tarihin­den itibaren altı ay ve daim fazla bir zaman geçtikten sonra bu erkeğin karısı olarak bîr çocuk doğurur ve kocası da doğumdan sonra onu boşarsa; iddeti-nin tamamlanmasından Önce ona ric'at etmesi sahih olur mu, olmaz mı? Çün­kü kadınla cinsel temasta bulunmayı inkâr etmiştir. Kadın da gerdekten önce boşandığı için, kendisine ric'atte bulunulamaz, öyle mi?

Cevap: Bu adam, karısına ric'at edebilir: Çünkü kadın kendi karışıy­ken ve kendi yatağındayken doğum yapmış,doğumu da şer'î sürede, yâni ev­lenme tarihinden itibaren altı ay geçtikten sonra vukûbulmuştur. Bu nedenle karısıyla cinsel temasta bulunmadığı yolundaki iddiası yalan bir iddia olmak­tadır. Şu halde bu kadm, onun karısı olmaktadır.

C- Üçüncü meseleye gelince: Adamın biri kendi karısıyla halvete girer, sonra da bu karısıyla cinsel temasta bulunduğunu inkâr eder ve daha sonra da onu ric'î talâkla boşarsa, karısına ric'at etmesi sahih olur mu, olmaz mı? Cevap: Ric'at etmeye hakkı yoktur: Çünkü bu kadın, gerdekten önce boşanmıştır. Bilindiği gibi halvet, iddeti gerekli kılar. Ancak onunla ric'at sahih olmaz. Faraza; ric'at eder de, karısı iddetin tamamlandığını onaylamaz, son­ra da hâmile olduğu anlaşılır ve iki seneden sonra bir çocuk doğurursa, bu çocuğun nesebi, kadını boşayan erkeğin üzerine sabit olur. Kadının doğur-masıyla da kocasının kendisine yaptığı ric'atin sahih olduğu anlaşılır. Ama iki seneden önce doğurursa; doğurması, boşanmazdan önce hâmile kaldığı ihtimalinden ötürü ric'at olmaz. Evlenme tarihinden itibaren altı ay veya da­ha fazla bir süre geçtikten sonra doğan çocuğun nesebi, doğuran kadını bo­şayan koca üzerine sabit olur. Bu, birinci meselenin hilafınadır. O meselede koca karısıyla cinsel temasta bulunduğunu inkâr etmiş ve karısıyla halvette bulunmayı reddetmiş sonra da onu boşamış ve böylece karısı, gerdek ve hal­vetten önce boşanmış idi. Bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez. Boşanma tarihinden itibaren altı ay geçmeden ve evlenme tarihinden itiba­ren altı ay ve daha fazla bir zaman sonra doğurmadıkça kadınla kocası ara­sında evlilik sabit olmaz.

Ama bu meselede farzedelim ki koca, karısıyla halvette bulunduğunu itiraf etse, karısının ondan iddet beklemesi vâcib olur. Ric'i talâkla boşanan kadın, iddetînin tamamlandığını itiraf etmediği müddetçe doğurursa; çocu­ğun nesebi, kendisini boşayan erkeğin üzerine sabit olur. Sonra doğumdan Önce kocası kendisine ric'at ederse ve bu doğum iki seneden fazla bir süre sonunda vukûbulmuşsa, ric'at olur. Aksi takdirde olmaz.

İddetin aylarla tamamlanmasına gelince; bu, yaşlılık veya küçüklük ne­deniyle hayızdan kesilmiş olan kadınlarla kocası ölen kadınlara özgü bir hü­kümdür.

Şunu da belirtelim ki; koca ric'ati iddia eder, karısı da inkâr ederse, bunda bir kaç şekil ortaya çıkar:

1- Koca, iddetinin tamamlanmasından Önce ona ric'at etmiş olduğunu, iddeti sona erdikten sonra bunu karısına haber verdiğini iddia ederse; sözge­limi karısına "îddetin tamamlanmasından önce sana ric'atte bulunmuştum" der, fakat buna ilişkin bir beyyinesi yoksa, bu durumda kadın onun iddiasını doğrulamadıkça ric'at etme hakkına sahib olmaz. Kadın onu doğrularsa, yargı bakımından ric'at sahih olur. Ama onu yalanlarsa, kocası kendisine ric'at ede­mez. Çünkü evlilik, eşlerin birbirlerini doğrulamalarıyla sabit olur. Birbirle­rini doğrulamalarıyla ric'at, haydi haydi sabit olur. Zîra bu durumda evlilik bağı henüz kopmuş değildir. Ama koca iddiasında yalancıysa; karısı onu doğ-rulasa bile, ric'ati diyaneten sahih olmaz. Müslüman bir kimsenin, yalan olarak karısına "Sana ric'at ettim" demesi ve bu ric'ati de iddeti tamamlandıktan sonra, karısını kendisine mubah kılmak için yeterli kılması, bir müslümana yakışmaz. Eğer yalan söylüyorsa, artık karısıyla cinsel temasta bulunması ha­ram olur.

Denebilir ki: Eşlerin her ikisi de evliliğe geri dönmek arzusunda iseler ric'at iddiasında bulunmanın ve karının da onun sözlerini doğrulamasının ne faydası vardır? Böyle bir durumda akdi yenilemenin şüphe ve ihtimaller­den uzak ve de nezih bir davranış olduğu akla uygun ve bedihî değil midir? Bununla birlikte talâk sayısı bakımından ric'at ve nikâh akdini yenileme ara­sında bir fark yoktur. Bunun gerisindeki şeylerin ise hiç bir kıymeti yoktur. Bu hususta ittifak vardır. Yukarıdaki soruya cevaben deriz ki: Nikâh akdini yenilemek bazan mümkün olmayabilir. Meselâ; kan-koca çölde olur, yanla­rında iki şahit bulunmaz, iki şahidi kolaylıkla elde etmeleri de mümkün ol­mazsa ve koca iddetin tamamlarimasından önce karısına gerçekten ric'at ederse; bu durumda ric'at hususunda eşlerin birbirlerini doğrulamaları, yeni bir ni­kâh akdetmekten daha kolay olur. Ayrıca bu, sonuncu talâk da olabilir. Bu durumda iddet tamamlanınca kadın, kocasına artık ebediyyen haram olur.

Bazı mütefekkir fıkıhçılar, olması muhtemel olan her şeyi olmuş gibi far-zederek, hakkındaki hükmü anlatmışlardır. Koca ric'at iddiasında bulunur da karısı onu doğrulamaz,kendisinin de beyyinesi yoksa, ric'ati olmaz. Bu du­rumda söz, kadınındır.

Bu durumda koca, karısına yemin ettirebilir mi, ettiremez mi?

Cevap: Evet, kendisiyle fetva verilen kavle göre koca, karısına yemin ettirebilir. Bazıları derler ki; kadının yemin etmesi gerekmez. Çünkü îlâ, ne­sep, nikâh, hudûd ve Iiân gibi diğer bazı işlerde de olduğu gibi ric'atte yemin yoktur. Ama kendisiyle fetva verilen kavle göre hudûd ve Iiân dışında ric'atte yemin vardır.

2- îddet tamamlandıktan sonra koca, iddetin tamamlanmasından önce karısına ric'at etmiş olduğunu iddia eder ve "Beyyine önünde karıma ric'at ettim" dediğine dair beyyine getirirse, ric'ati sahih olur. îddetin sona erme­sinden önce karısıyla cinsel temasta bulunduğunu veya şehvetle onu ellediği­ni veya şehvetle onun cihsel organının içine baktığını beyyine önünde ikrar ederse, aynı şekilde ric'at sahih olur. Beyyine, iddetin tamamlanmasından önce onun bu yolda ikrarı bulunduğuna tanıklık ederse, ric'at sabit olur. Ama id-detİn tamamlanmasından sonra bu yolda ikrarda bulunmasının bir kıymeti yoktur. Çünkü bu, bir ric'at iddiası olmaktan öteye gidemez. Ama iddetin tamamlanmasından önceki ikrarı, ric'at ikrarıdır. Bu ikrar sabit olunca, ric'­at de sabit olur.

3- Karısı iddetteyken, kocası ona ric'atte bulunduğunu iddia eder; örne­ğin karısına "Dün sana ric'at ettim" derse, bu durumda iddiası doğrulanır ve bu, ric'at olur. Yeni bir ric'at inşâ etmezse, karısına "Sana ric'at ettim" demesi gerekmez. Çünkü o, şimdiki zamanda ric'ati inşa edebilir, geçmiş za­mandaki ric'ati ise haber verebilir. Şu halde geçmişte yaptığı ric'ati haber ver­mesi sahih olur. Ama "Sana dün ric'at ettim" sözüyle ric'ati inşâ etmeyi kas-detmesi şarttır. Ama sadece haber vermeyi kastederse sahih oluşu, kadının onayına bağlıdır. Kadın onaylarsa sahih olur.

Yine adamın biri çıkıp da: "Bu sözlerin ne faydası vardır? Çünkü koca­nın ric'at etme kastıyla, dün ric'at sözünü telaffuz ettiğini karısına haber ver­mesi, hiç bir zorluğa katlanmaksızın ve de sözü döndürüp dolaştırmaksızın karısına; "Sana ric'at ettim" diyebileceğine göre anlamsız olmuyor mu? Şu halde hüküm ne olacaktır?"

Cevap: Bu meseleyle karşılaşılabilir ve ihtilaf çıkmasına da sebeb ola­bilir. Çünkü pek yakın ihtimallerdendir ki; bir kimse karısına, son hayız ka­namasının son deminde, "Sana dün ric'at etmiştim" desin ve dedikten sonra da kadının kanaması dursun, dolayısıyla da iddeti tamamlansın ve kocasına "Bu bir ric'at değildir; senin bana ric'at etme hakkın yoktur" desin. Şu hal­de hüküm ne olacaktır? Bu durumda şeriat ona, bunun bir ric'at olduğunu söyler. Koca bu haberi vermekle, ric'ati inşâ etmeyi kasdettiğini söylerse, sö­zü tasdik edilir ve ric'at etmiş sayılır.

4- İddetin tamamlandığını bilmeksizin karısına "Sana ric'at ettim" de­mesi: Burada iki durum sözkonusu olur:

a- Kocanın bu sözüne bitişik olarak kadın acelece: "îddetim tamamlanmıştır*' derse, ric'at bâtıl olur. Yalnız kadın bu sözünü, iddetin ta­mamlanabileceği bir süre zarfında söylemiş olmalıdır. Meselâ kadın, hayız görenlerdense, boşandığı tarihden itibaren aradan iki ay geçmiş olmalıdır. An­cak kadın hâmile olduğunu ve yapısı belirginleşmiş bir düşük yaptığını iddia eder ve bu iddiası sabit görülürse bu istisna olur. Aksi takdirde sözüne itibar edilmez. Ric'at de sahih olur. îmameyn'e göre kadın böyle dese bile sahih olur. Çünkü onun böyle demesinden önce iddet açıkça vardı ve devam edi­yordu. Kocanın "Ric'at ettim." sözü, iddetin var olduğu zamana tesadüf et­miştir, îmam-ı A'zam der ki: Kadın, kendi nefsinin emînîdir. Kocasına "İd-detim tamamlanmıştır" dediğinde bu, kocanın; "Ric'at ettim" demesinden önce iddetin tamamlanmış olduğu anlamını ifade eder. Zaman da iddetin ta­mamlandığına delâlet ettiğine göre, kadının sözü doğrulanır. Kadın, "İdde-tim tamamlanmıştır" deyip de kocası; "Sana ric'at ettim" deseydi bu, itti­fakla ric'at olmazdı. Koca da ric'at haberini kendisine verdiğinde, iddetinin tamamlanmış olduğuna dair yemin etmesini isteyebilir.

b- Koca karısına; "Sana ric'at ettim" der de karısı, azıcık da olsa susup sonra ona; "İddetim tamamlanmıştır" derse, ittifakla ric'at sahih olur. Çün­kü bu durumda kadın, susmakla itham edilmiştir.

5- Kadın iddetinin tamamlandığım iddia eder, sonra kendini yalanlar ve "iddetim tamamlanmamıştır" derse, bu durumda kocanın ona ric'at etmesi sahih olur. Çünkü kadın, üzerindeki bir hak hususunda -bu hak kocanın ric'at hakkıdır- kendini yalanlamıştır. Bu hak var olmakta devam eder. Ama kendi lehindeki bir hak hususunda kendini yalanlarsa, yalanlaması geçerli olmaz.

6- Koca, karısıyla halvete girer ve onunla cinsel temasta bulunduğunu iddia eder; ama aynı zamanda karısı cinsel temasın vukuu hususunda onu yalanlar ve cinsel temas yapmadan boşandığını iddia ederse, bu durumda bâin olarak boşanır ki, kocası ona ric'atte bulunamaz. Bu durumda ric'at sahih olur. Yemin etmeksizin kocanın iddiası doğrulanır. Zîra dış görünüş, -yani halvete girmiş olmak- kocanın iddiasını teyîd etmekte, kadının iddiasını ise yalanlamaktadır.

7- Kocanın, karısıyla halvete girdiği sabit olmaz, buna rağmen karısıyla cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, ama karısı onu yalanlarsa; bu du­rumda kocanın ric'at hakkı olmaz. Zîra altıncı maddedeki durumun aksine, dış görünüş kocayı yalanlamaktadır.

Sonuca gelince bunu da bir kaç madde halinde ele alacağız:

1- Kadının boşanmaya dek vadeli mehri varsa ve kocası da onu rİc'î ta-

lâkla boşarsa; iddetin tamamlanmasıyla kocasından bâin olarak ayrılmasın­dan önce bu müeccel (vadeli) mehrini kocasından taleb edebilir mi, edemez mi? Bunun cevabı: İddetin tamamlanmasıyla bâin olarak ayrılmadan bu mehri taleb etme hakkına sahib olmaz.

2- Bîr kimse karısına mesela; "Yirmibin lira bedelle sana ric'at ettim" der de karısı bu meblağı ondan talep ederse, koca bu meblağı ödemekle yü­kümlü olur mu, olmaz mı? Bu meselede ihtilâf vardır: Bazılarına göre koca, bu meblağı ödemekle yükümlüdür ve bunu mehre ekler. Bazılarına göre ise koca, bu meblağı ödemekle yükümlü değildir. Zîra rİc'î talâk, mülkiyeti or­tadan kaldırmaz. Nikâh mülkiyeti varken bedel ödemek gerekmez. Kuvvetli olan görüş de budur.

3- Koca, ric'î olarak boşadığı karısına; "Ric'atimi iptal ettim veya be­nim için ric'at yoktur vey^a sana müracaat hakkımı düşürdüm" der de sonra da ric'at ederse, karısı; "Sen hakkını düşürdün, dolayısıyla bana ric'at edemezsin" diyebilir mi? Bunun cevabı: Diyemez. Çünkü kocanın ric'at hakkı, şer'an sabittir. Bu hakkından vazgeçemez veya düşüremez.

Mâlîkîler dediler ki: tleride verilecek tafsilat çerçevesinde anılan du­rumlarla ric'at bâtıl olur. Hayza gelince kadının iddeti, üç hayızla değil de üç temizlikle tamamlanır. Temizlikle iddetin kendisiyle tamamlanacağı en az süre, bir aydır. Şöyle ki: Koca, temizlik dönemindeki karısını ayın başında boşar: Boşadiktan kısa bir zaman sonra kadında hayız kanaması başlarsa, kısa da olsa önceki temizlik, kadın lehine tam bir temizlik dönemi olarak he­saplanır. Kanama geceleyin başlayıp, fecir öncesine kadar devam etmiş, son­ra da kesilmişse; bu kanama kadın için tam bir hayız sayılır. Çünkü iddet babında hayzın en azı bir gün veya günün bir kısmı kadar olur. Yalnız kadın­ların, bu kısa kanamanın hayız olduğunu söylemeleri şarttır. Bundan sonra kadın onbeşinci günün sonuna dek temiz kalırsa, bu da onun için (ikinci) bir temizlik olarak hesaplanır. Zîra temizliğin en kısa süresi onbeş gündür. Bu süre gecelerle değil de gündüzlerle hesaplanır. Bundan sonra kadın geceleyin kanama görür ve bu kanama, fecir öncesine kadar devam ederse bu, onun için bir hayız sayılır. Kanama kesilip te kadın, onbeşinci günün sonuna dek temiz kalırsa, bu da onun için (üçüncü) bir temizlik olarak hesaplanır.

Böylece kadın üç temizlik dönemini tamamlamış olur:.

Birincisi; içindeyken boşanmış olduğu temizlik dönemidir.

İkincisi; ondan sonraki,

Üçüncüsü de; en sondaki temizliktir. Bunların toplamı otuz gün ve bir ay eder. Faraza bu durum ramazan ayında vukûbulursa, kadın bu ayda hayız görüp temizlenir; iddeti de o ayda tamamlanır ve bir gün bile orucunu aç­maz.

Kadın kocasına, iddetinin boşandıktan sonra üç kez hayızdan temizlen­miş olmakla tamamlandığını söylerse bunun üç şekle ihtimali olur:

1- Kadın, iddetinin tamamlanmasının kesinlikle mümkün olmayacağı bir zamanda -bu bir aydan az olan zamandır- tamamlanmış olduğunu iddia eder: Bu durumda kadının iddiası doğrulanmaz ve durumu hakkında bilirkişi ka­dınlara soru sorulmaz.

2- Kadın, iddetinin kendisinde iddetin ender olarak tamamlandığı bir za­manda -meselâ bu bir aydır- tamamlandığını iddia ederse, iddetin bir ayda tamamlanması her ne kadar mümkünse de pek nadirdir. Bu durumda kadı­nın iddiası, uzman kadınların şahitliğiyle doğrulanır. Uzman kadınlar, ka­dınların bu müddet zarfında üç kez hayız kanaması görüp, Önce belirtilen şekilde temizlendiklerine şahitlik ederlerse, yemin etmeksizin kadının iddiası doğrulanır. Denilmiştir ki; kadın iddetinin tamamlandığına yemin ederse, sözü tasdik edilir. Yeminden kaçınırsa, ric'at sahih olur.

3- Kadın, iddetinin kendisinde çoğunlukla iddetin tamamlanmasının mümkün olduğu bir zamanda tamamlandığını iddia ederse, bu durumda ona yemin ettirmeksizin ve durumu hakkında uzman kadınlara soru sorulmaksı-zın iddiası tasdik edilir.

Koca, karısına ric'at etmek ister de karısı ona, iddetinin kendisinde id­detin tamamlanmasının mümkün olacağı bir zamanda tamamlandığını söy­lerse, sonra da kendini yalanlayarak hayız görmediğini veya doğurmadığını söylerse; uzman kadınlar onda hayız veya doğurma izinin görülmediğine şa­hitlik etseler bile, kadının bu iddiası tasdik edilmez. Çünkü o; "Üçüncü kez hayız gördüm" veya "Doğurdum" demekle bâİn olur. Bu, kadının üç kez hayız gördüğünü açıkça söylemesi durumunda sözkonusu olan bir hükümdür. Ama "Üçüncü kez hayız kanaması gördüğünü söyler, sonra da bu sözünden caya­rak kanı gördüğünü, ama kanamanın bir gün veya günün bir kısmı boyunca devam etmediğini, dolayısıyla iddetin kendisiyle tamamlanacağı bir hayız ka­naması olmadığını" söylerse, bunda ihtilaf vardır: Bazıları, bundan önceki durumda da olduğu gibi iddiasının dinlenmeyeceğini söylemişlerdir. Bazıları da demişler ki: Kadın eğer kanama gördüğünü, sonra da kesilip bir daha gö­rülmediğini ve bu halin temizlik süresi boyunca devam ettiğini söylerse, iddi­ası kabul edilir. Ama kanama gördüğünü ve derhal kesildiğini, sonra da te­mizlik dönemi dolmadan yeniden görüldüğünü söylerse bu kan, İddetin ken­disiyle tamamlanacağı bir hayız olur. Tercihe şâyân olan görüş budur.

Bir kimse karısını ric'î talâkla boşar da bir sene veya daha fazla bir süre sonra Ölürse; sağ kalan karısı, iddeti tamamlanmamış diye ona mirasçı ola­bilmek için asla hayız görmediğini veya bir ya da İki defa hayız gördüğünü iddia ederse, mutlaka şu iki durumdan biri sözkonusu olur:

1- Kadının hayız kanamasının akmayıp durduğu, dönemli bir adetinin olması: Bu adet dönemi geldiğinde hayız kanaması görmeksizin öylece bek­lemesi. Bu durumunun da kocası öldüğü bir zamanda vukûbulması, adetini halka bildirmesi ve bu adetinin kendisine ait olduğunun bilinmesi. Bu du­rumda iddiası dinlenir ve yemin etmeksizin sözü kabul edilir. Kocasına da mirasçı olur.

2- Bu durumun kendisini boşayan kocanın sağlığında görülmemesi: Bu takdirde kadının sözü kabul edilmez ve kocasına da mirasçı olamaz. Çünkü o, pek karşılaşılmayan bir şey iddia etmiştir. Ama boşadıktan altı ay sonr? veya altı aydan fazla bir yıla kadar geçen zaman zarfında kocası ölür ve ka­dın da iddetinin tamamlanmadığını iddia ederse; boşayan kocanın sağlığın-dayken kadında hayız kanamasının kesintiye uğrama durumu görülmemişse; yemin etmesi şartıyla kocasına mirasçı olur. Ama bu durumu görülmüşse, yeminsiz olarak mirasçı olur. Koca, boşadıktan sonra dört ay ile altı ay ara­sındaki zaman zarfında Ölürse, yemin etmesine gerek kalmaksızın kadm, mut­lak surette kocasına mirasçı olur. Kadın çocuk emzirmekte veya hastaysa da kocası onu boşadıktan bir yıl veya daha fazla bir süre sonra ölse bile yemin etmesine gerek kalmaksızın kocasına mirasçı olur. Zîra emzirme ve hastalık, çoğunlukla hayız kanamasını engellerler.

Bu anlatılanlar, hayız veya temizlenmeyle ilgili hükümlerdi. Hamileliğe gelince; kadının iddeti, çocuğu tam olarak doğurmasıyla tamamlanır. Öyle ki çocuğun bir kısmı ondan ayrılır, bir kısmı da rahminde kalırsa, kocasının ona ric'at etmesi helâl olur. Yavrunun tam olmasıyla düşük olması arasında bir fark yoktur. Koca, iddet süresi zarfında karısına ric'at ettiğini iddia eder de karısı onu yalanlar ve kocanın da bir beyyinesi yoksa; kadın kalkıp bir başka erkekle evlenir ve ikinci kocanın cinsel temasından sonra aradan altı ay geçmeden tam bir çocuk doğurursa, hamileliğin ikinci kocadan değil de birinci kocadan olduğu anlaşıldığı için doğan çocuğun nesebi, birinci kocaya ait olur. Böylece ikinci kocanın nikâhı feshedilir. Iddiâ etmiş olduğu ric'at nedeniyle -ki birinci koca bu ric'ati iddetin tamamlanmasından önce inşâ et-miş olduğunu iddia etmiştir- ilk kocaya geri döner.

Bu durumda ikinci kocanın harâmlığı ebedî midir? Öyle ki birinci koca­sı ölür veya onu boşarsa, kendisinden nikâh feshi ile ayrılmış olduğu ikinci kocanın onu nikahlaması helâl olur mu, olmaz mı? Bunun cevabı: Evet, ni­kahlaması helâl olur. Zîra bu kadm iddet beklemekte değildir ki; "Başkası­nın İddetini beklemekte olan kadını nikahlayan kimseye bu kadın, ebediyyen haram olur" denilebilsin. Burada farzedilen şudur ki: îlk koca, kadına ric'at etmiş ve doğan çocuğun nesebi de ona ait olmuştur. Kadm da kocalıdır. İkin­ci koca ise onu fasid olarak nikahlamıştır. Kaldı ki bazı kimseler, "Ric'î ta­lâkla boşanıp iddet beklemekte olan kadını nikahlayan kimseye o kadın ebe-dîyyen haram olmaz" demişlerdir. Faraza bu kadın iddet beklemekteyse bile, ikinci kocaya harâmhğı ebedî olmaz.

Koca ric'at niyetiyle iddet süresi içinde karısıyla cinsel temasta buluna­rak ric'at ettiğini veya iddet süresi zarfında karısından lezzetlenerek ona ric'­at ettiğini iddia eder ve bunu iddetin tamamlanmasından önce şahitler huzu­runda ikrar ederse; meselâ şahitlerin Önünde "Ric'at niyetiyle birlikte karımla cinsel temasta bulunarak ona ric'at ettim" veya "Ric'at niyetiyle birlikte cin­sel temassız olarak karımla lezzetlendim" derse de, karısı bunu inkâr eder, şahitler de kocanın bu ikrarı lehinde beyanda bulunurlarsa; iki kadının ta-nıklığıyla da olsa karısıyla halvette bulunmuş olduğu saptandıktan sonra ric'ati sahih olur. Koca ric'atte bulunduğunu iddia eder, karısının yanında geceledi­ğini gördüğünü veya karısı için eşya alıp ona gönderdiğini gördüğünü beyan eden bir şahit de getirirse ric'ati sahih olur. Yalnız şahidin, bu olayı kendi gözleriyle gördüğüne şahitlik etmesi şarttır. Ama iddetin tamamlanmasından önce kocanın bunu kendi önünde ikrar ettiğine şahitlik ederse, ric'at sahih olmaz.

Koca karısına ric'at eder de kadın; "Ben üç kez hayız gördüm, bana ric'at edemezsin" der ve kocası da kadının üç kez hayız görmemiş olduğunu ken­dilerine haber verdiğine şahitlik eden şahitler getirir ve içinde hayız görmesi­nin mümkün olacağı bîr vakit de aradan geçmemişse, buna dair beyyine bu­lunmasa bile kocanın ric'ati sahih olur.

3- Kadının iddetinin aylarla tamamlanmasıdır. Bunun açıklaması, iddet bahislerinde yapılacaktır.

Şâfîîler dediler ki: Ric'at, iddetîn tamamlanmasıyla bâtıl olur. İddet de üç şeyle tamamlanır:

1- Doğum: Kadın doğurduğunu ve kocasının artık kendisine ric'at ede­meyeceğini iddia eder de kocası da inkâr ederse; beyyine getirmeksizin, ye-min etmesi şartıyla kadının iddiası doğrulanır. Yalnız boşandıktan sonra ge­çen zamanın, doğum yapmaya yetecek kadar bir zaman olması şarttır. Sonra kendisiyle iddetin tamamlanacağı hamilelik de üç kısma ayrılır:

a- Çocuğun tam bünyeli olarak doğması. Kadın tam bünyeli bir çocuğu evlilik akdini müteakiben kocasıyla cinsel temasta bulunduktan itibaren altı ay ve iki anlık (biri cinsel temas anı, diğeri de doğum anıdır) bir zaman sonra doğurursa, bununla iddeti tamamlanmış olur. Ama kocasıyla cinsel temas imkânı vaktinden itibaren altı ay geçmeden doğurursa, bu doğum nedeniyle iddeti tamamlanmaz ve bu doğum nazar-ı itibara ahnmaz.Çünkü bu çocuk başkasındandır. Koca, doğumdan sonra kadının iddette bulunması nedeniy­le karısına ric'at edebilir. Bu kadının iddeti, lohusalık döneminin ardısıra ge­len üç temizlik dönemiyle tamamlanmış olur. Çünkü lohusalık da hayız gibi iddetten sayılmaz.

b- Kadının, insan şeklindeki bir cenini düşürmesi: îddetin bununla tamamlanmasi için düşüğün üzerinden, cinsel temas imkânı vaktinden itiba­ren yüzyirmi gün ve iki anın geçmesi şarttır. Bu süreden önce, insan şeklinde bir düşük yapması durumunda, kadının iddeti tamamlanmış olmaz. Çünkü bu düşük o erkeğin çocuğu değildir.

c- Kadının bir mudğa (insan şekline bürünmemiş bir et parçası) düşür­mesi: İddetin bununla tamamlanması için kocasıyla cinsel temas imkânı vak­tinden itibaren seksen gün ve iki anın geçmesi şarttır. Ayrıca ebenin de bu mudğanın bir insan aslı olduğuna şahitlik etmesi şarttır. Aksi takdirde yine iddet tamamlanmış olmaz.

Şâfiîler, tam hamileliğin en az süresinin altı ay olduğunu söylerken

"Onun (insanın ana karnında) taşınması ile sütten kesilme müddeti otuz aydır." (Ahkâf: ıs.) âyet-i kerimesini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Emzirme sü­resi iki yıldır. Geriye kalan süre ise -ki bu da altı aydır- hamilelik süresidir. İnsan şeklindeki ceninin en az süresinin yüzyirmi gün; insan şekline bürün­memiş mudğanın en az süresininse seksen gün olduğunu söylerken Buharı ve Müslim de yer alan bir hadîs-i şerifi delil olarak ileri sürmüşlerdir.

2-Hayızdan temizlenme: İddet, üç temizlik döneminin görülmesiyle ta­mamlanır. Kadın, üç temizlik görülmesinin mümkün olacağı bir sürede id­detinin temizlenmeyle tamamlanmış olduğunu iddia ederse, beyyine getirmek­sizin yemin etmesi şartıyla iddiası doğrulanır. Hür kadında üç temizliğin gö­rülmesinin mümkün olduğu en az süre, otuziki gün v_ iki andır: Bunlardan biri ilk temizlik anıdır. Diğeri, üçüncü hayza giriş anıdır. Buna şöyle örnek verebiliriz: Temizlikten önce hayız görmüş olması şart:>'Ia bir kimse karısını, içinde bulunduğu temizlik döneminin son anında boşar, bunun ardı sıra ka­dın direkt olarak hayız kanaması görür, bu hayız kanaması da hayzm en az süresi olan bir gün ve bir gecede kesilir, sonra temizliğin en az süresi olan onbeş gün süreyle temiz olarak bekler de bunun ardısıra bîr gün bir gece sü­reyle (ikinci) hayız kanaması görür ve sonra yine onbeş gün süreyle temiz olarak bekler, sonra yine hayız kanaması görürse; böylece otuziki gün ve iki an ta­mamlanmış olur.

Bunu biraz daha açalım: Kadının, içindeyken boşandığı temizlik döne­minin son anı, bir gün bir geceden ibaret olan ilk hayız süresi, bunun ardısı­ra gelen onbeş gün ve gecelik ikinci temizlik dönemi, bu dönemin ardısıra gelen ikinci hayız dönemi ki bu da bir gün bir gece, yani yirmidört saattir, bunun ardısıra gelen onbeş gün ve gecelik üçüncü temizlik dönemi ve sonra da üçüncü temizlik döneminin kendisiyle tamamlandığı üçüncü hayız döne­minin bir anı: Bütün bunların toplamı, otuziki gün ve iki an eder.

Bu, hayzm ardisıra gelmiş olan bir temizlik dönemi içerisinde kocanın karısını boşamış olması durumunda sözkonusu olan bir hükümdür. Ama daha önce hiç hayız görmemiş olması nedeniyle hâlâ temizlik içerisinde bulunan karısını boşarsa, boşarken içinde bulunduğu bu temizlik dönemi iddetten sa­yılmaz. Zîra iddetten sayılan temizlik, iki hayız kanaması arasında bulunan temizlik dönemidir. Bu durumdaki kadının iddetinin şundan dolayı kırkse-kiz günde tamamlanması mümkündür: Koca, karısını iddetten sayılmayan bu temizlik döneminin son anında boşar da bundan hemen sonra kadın en az bir gün bir gece süreyle hayız görür ve sonra temizlenip onbeş gün süreyle temiz kalır: Bundan sonra da en az bir gün bir gece süreyle hayız görür de sonra onbeş gün süreyle temiz olarak bekler. Sonra bîr gün bir gece süreyle hayız kanaması görüp sonra temizlenip onbeş gün süreyle temiz olarak kalır ve sonra dördüncü hayza girerek bir an bekler... Böylece kadın, iddetini ta­mamlamak amacıyla onbeşer günden üç temizlik dönemi görür ki; bunların toplamı kırkbeş gün eder. Birer gün olmak üzere üç hayız görür ki bunların da toplamı üç gündür. Dördüncü hayızdansa bir an bekler. Böylece iddet bek­leme süresinin genel toplamı kırksekiz gün ve bir an eder.

Bu hüküm; kadının temiz iken boşanması durumunda sözkonusu olur. Ama hayız döneminin son anında boşanırsa; iddetinin kırkyedi gün ve dör­düncü hayızdan da bir an beklemekle tamamlanması mümkün olur. Şöyle ki: Kadın, içindeyken boşandığı hayızdan sonra temiz olarak onbeş gün bek­ler. Bundan sonra bir gün bir gece süreyle hayız görür. Bunun ardisıra temiz olarak onbeş gün bekler. Sonra bir gün bir gece süreyle hayız görür. Bunun ardısıra onbeş gün süreyle temiz olarak bekler ki, bu üçüncü temizlik döne­midir, sonra da dördüncü hayız kanamasını görür: Kanamayı görür görmez iddeti tamamlanmış olur. Bunun toplamı; onbeşer günden üç temizlik döne­mi hrkbeş gün eder. İki hayız da iki gün, dördüncü hayızdan da bir an, top­lam olarak kırkyedi gün bir an eder. Bu hükümler, kadının hür olması duru­munda sözkonusu olurlar.

Kadın eğer cariye ise ve bir temizlik döneminin son anında boşanırsa, iddeti onaltı gün ve iki anda tamamlanır. Hayız döneminde boşanırsa, iddeti otuzbİr gün ve bir anda tamamlanır. Bu hesabın tevcihi gizli değildir. Son hayızdaki bir anın iddetten olmadığını bilmek gerek. Bu anda yapılan ric'at sahih olmaz. Bu an, son temizlik dönemini tamamlamak üzere dayanak ya­pılan bir şeydir.

3- Aylar: Hayızdan kesilmiş (menapoz devresindeki) kadının iddeti üç ayla tamamlanır. Bunda ihtilâf düşünülemez. Menapoz devresindeki bir ka­dın, iddetinin hayızdan temizlenmelerle tamamlandığını iddia eder de kocası onu yalanlarsa, kocası yemin ettiği takdirde sözü doğrulanır. Kadın yaşı kü­çük olduğu için hayız görmüyorsa yine aynı hükme tabidir. Küçük yaşta olup

rİC'î talâkla boşanan kadın, hayız görüp iddetinin temizlenmeyle tamamlan­dığım iddia ederse, gerçekte onun emsali kadınların hayız görmeleri müm­kün değilse; bu durumda söz, kocanındır. Yemin ederse, sözü onanır. Yemin­siz olarak da sözünün onanacağını söyleyenler olmuştur.

Şunu da kaydedelim ki: Koca, ric'ati iddia eder, karısı da inkâr ederse, bu mutlaka ya iddet içerisinde olur ya da iddetin tamamlanmasından sonra olur. tddet içerisinde olduğunda, yemin etmesi şartıyla kocanın sözü tasdik edilir. "İddet hali devam ettiğine göre koca, yemin edip davalaşacağına, "Ka­rıma ric'at ettim" diyerek işi noktalayabilir." diyecek olursan, sana derim ki: Bu, kocanın iddet süresi zarfında karısıyla cinsel temasta bulunup da temas­tan Önce karısına ric'at ettiğini beyyinesiz olarak iddia etmesi, karının da bu iddiayı inkâr etmesi durumunu kapsamaktadır. Zîra kadın, ric'atten önce ken­disine yapılan cinsel temastan dolayı mehri hakeder. Koca temastan önce ona ric'at etmiş olduğunu iddia ederse, iddiası doğrulanır.

Bu durumda iddiası, ric'ati inşâ mı, yoksa ric'ati ikrar mı olarak değer­lendirilir? Bu durumda tercihe şâyân olan iki kavil varsa da en uygunu, bu iddianın ric'at ikrarı olarak değerlendirilmesidir. Çünkü iddianın ric'at inşa­sı olması anlamsızdır.

îddet bitiminden sonra ric'at iddiasında bulunmasına gelince, bunun bir kaç şekli vardır:

1- Kan - koca, iddetin tamamlanış vakti hususunda ittifak eder de ric'at vakti hususunda ihtilaf ederler: Kadın meselâ iddetinin cuma gününde ta­mamlandığını söyler, kocası da bu hususta onunla sözbirliği eder; ama idde­tin tamamlanmasından önce perşembe günü karısına ric'at ettiğini söyler; ka­dınsa iddetinin tamamlanmasından sonra cumartesi günü kendisine ric'at et­miş olduğunu söyler ve başka erkekle de evlenmemişse, kocasının da ric'at ettiğine dair beyyinesi yoksa, bu durumda yemin etmesi şartıyla hüküm ola­rak kadının sözüne itibar edilir. Kadın, bilmek üzerine yemin eder. Yani "Val­lahi onun perşembe günü ric'at ettiğini bilmiyorum." der. Bu şekilde yemin edince sözü tasdik edilir ve kocası, ona ric'at etme hakkına sahib olmaz.

2- Bu anlatılacak olan şekil, birincinin aksinedir. Şöyle ki: Kan - koca ric'at vakti hususunda ittifak ederler, iddetin tamamlanması vakti hususun­da ise ihtilâf ederler. Mesele, haliyledir. Örneğin koca, cuma gününde karısı­na ric'at ettiğini ve karısının iddetin tamamlanmasından sonra cumartesi gü­nü doğurduğunu iddia eder, kadın da cuma günü kendisine ric'at ettiği sö­zünde ona muvafakat eder, ama ric'atten önce perşembe günü doğurduğunu iddia ederse, bu durumda yemin etmesi şartıyla kocanın sözüne itibar edilir. Kadının iddetinin perşembe günü sonra ermemiş olduğuna yemin eder; böy­lece ric'ati sabit olur. Çünkü böylece kadın ric'ati itiraf etmiştir. Şu halde as-lolan, ric'atîn var olması ve ric'at halinde iddetin tamamlanmamış olmasıdır.

Hal böyle olunca, asla göre amel olunur.

Birinci şeklin tersine kocanın sözü muteber olur. Birinci şekilde asıl, id-det tamamlanmıştır; iddetin tamamlanması halinde ric'at de var olmamıştır. Bu asıl nazar-ı itibara alınmış; yemin etmesi şartıyla karısının sözü tasdik edil­miştir.

3- Kadın, kocasının kendisine ric'at etmesinden önce doğurmuş olduğu­nu iddia eder, kocasıysa doğurmazdan önce ona ric'at etmiş olduğunu iddia eder de, ikisinden biri vakit de tayin etmez: Bu durumda onlardan hangisi önce gelmişse, onun iddiası kabul edilir. Dâvayı ister hâkime, ister hakeme arzetmiş olsun; hüküm aynıdır. Çünkü: Kadın önce gelip iddetinin tamam­lanmış olduğunu ve iddet süresi zarfında kocasının kendisine ric'at etmemiş olduğunu iddia eder; o esnada kocası çıkagelİp iddetin tamamlanmış olduğu hususunda ona muvafakat eder, ama iddetin tamamlanmasından önce karı­sına ric'at etmiş olduğunu iddia ederse: Böylece iddetin tamamlanması hu­susunda ittifak edip, ric'at hususunda ihtilâf ederler. Bu durumda aslolan, ric'atin vukûbulmamasıdır. Ancak koca önce gelip ric'ati iddia ederse, ric'at asıl olur. Çünkü o, kadının iddetinin tamamlandığını iddia etmesinden önce ric'atten söz etmiştir. Dolayısıyla ric'at sabit olmuştur. Kadın da kendisine muvafakat etmiştir. Yalnız o; ric'atin, iddetin tamamlanmasından sonra mey­dana geldiğini iddia etmektedir. Ama aslolan, bu durumda iddetin tamam­lanmamış olmasıdır. Bazıları derler ki: Kadın gecikmeksizin hâkimin huzu­runa çıkarak, iddetin tamamlanmasından sonra kocasının kendisine ric'at etmiş olduğunu iddia ederse, kendisinin sözüne itibar edilir. Ama tercihe şâyân olan, birinci görüştür.

Özetle: Hâkimin veya hakemin huzuruna önce kadın çıkar ve iddeti­nin ric'atten önce tamamlanmış olduğunu iddia ederse, sözü sabit olur. Çün­kü zaman, iddetin sona ermesine yetecek kadar olduktan sonra, kadının bu­na hakkı vardır. Bunu da hâkim huzurunda ikrar eder: Bundan sonra da ko­cası çikagelip iddetten önce ona ric'at ettiğini iddia ederse, sözüne itibar edil­mez. Daha Önce hâkim huzuruna çıkıp karısına ric'at etmiş olduğunu iddia ederse, kocasının sözü sabit olur. Çünkü buna hakkı vardır. Bundan sonra kadın çıkagelir ve kocasının iddet tamamlandıktan sonra kendisine ric'at et­tiğini iddia ederse, sözüne itibar edilmez.

4- Kadın başka erkekle evlenir, sonra ilk kocası; elinde bir beyyinesi ol­maksızın iddetten önce bu karısına ric'at etmiş olduğunu iddia ederse: Bu durumda kocanın sözü nazar-ı itibara alınır. Koca, karısına yemin ettirebilir. Kadın, iddetinin tamamlandığına dair yemin ederse hüküm budur. İkrar ederse, ilk kocasına kendi mehr-i mislini ödemesi gerekir. Zahiren sahih olduğu için ikinci kocasının nikâhı feshedilmez. Ayrıca ikinci kocasından kurtulmak ama­cıyla yalan söylediği ihtimali de gözönüne alınarak, ikinci kocanın nikâhı fes-

hedilmez. Evet; ikinci kocası Ölür veya boşarsa, ikrarıyla amel olunarak yeni bir nikâh akdine gerek kalmaksızın ilk kocasına döner. Ona ödemiş olduğu mehrİ de geri alır. Ama ilk koca iddet süresi zarfında ona ric'at etmiş oldu­ğuna dair beyyine getirirse, kadının ikinci kocayla olan nikâhı feshedilir.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki; kadının ilk kocadan boşanma nedeniyle beklemesi gereken iddetinin tamamlanmasından önce ikinci kocayla evlendi­ğini ikrar etmesi, nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü o, bu ikrarıyla kendini ya­lanlamıştır. Kadının evlenmeye teşebbüsü ise iddetin tamamlanmış olduğunu ikrardır. Bundan sonra iddetinin tamamlanmamış olduğunu söylerse, ikinci kocadan kurtulmak için yalan söylemiş olması muhtemel olur ki; bu sözüyle de amel olunmaz.

Diğer yandan doğru söylemiş olması da muhtemeldir: İlk koca da ona ric'at etmiş olduğunu iddia edip, ikinci kocadan boşandığında; bu açıdan sö­züyle amel olunur. Yeni bir nikâh akdine gerek kalmadan ona döner. Beyyi-neye gelince; bunda esas, doğruluktur. Beyyine, iddetin tamamlanmasından önce ilk kocanın karısına ric'at etmiş olduğuna şahitlik ederse, ikinci koca­nın nikâh akdinin bâtılhğı sabit olur ve tabii ki feshedilir.

5- Koca karısıyla cinsel temasta bulunduktan sonra onu boşadığını, do­layısıyla ric'at etme hakkına sahip olduğunu iddia eder ve kadın da onun bu iddiasını reddederse; bu durumda yemin etmesi şartıyla söz, kadının olur. Çün­kü aslolan, cinsel temasın yapılmamış olmasıdır. Sonra koca, kadın lehine mehri tam olarak ikrar eder, karısıysa sadece yansını iddia ederse; kadın mehrin tamamını teslim almışsa, kendi ikrarıyla amel olunarak karısından hiç bir şey isteyemez. Kadın mehri teslim almamışsa; yine kendi ikrarıyla amel oluna­rak sadece mehrin yarısını kocasından taleb eder.

Kadın mehrin yarısını alır, sonra da kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu itiraf ederse, ilk kocanın itirafına dayanarak diğer yarıyı hak eder mi? Yoksa kocanın yeni bir itirafı mı gerekir? İtimat edilen görüşe göre yeni bir itiraf gerekir.

6- Kadın ric'ati inkâr ederde sonra itiraf ederse, bu durumda itirafı ka­bul edilir.

Hanbelîler dediler ki: İddetin tamamlanmasıyla kocanın ric'at hakkı sona erer. İddet sona erince, koca artık ric'at edemez. Bu hüküm şu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır:

"Kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidirler." (Bakara: 228.) Geri alma, koca niteliğini taşıması halinde erkeğe özgü bir haktır. İddet sona erince artık koca olmaktan çıkar. İddet bir kaç şeyle sona erer:

1- Kadın eğer hür ise üçüncü hayızdan temizlenmesi, cariye ise ikinci ha-yızdan temizlenmesi: Temizlenmesi demek, kanama kesildikten sonra guslet-mesidir. Gusletmeyince iddeti sona ermiş olmaz. Gusletmeksizin on sene sü­reyle beklese bile kocası kendisine ric'at edebilir. Zîra gusletmemesi, kocası­nın onunla cinsel temasta bulunmasını engeller, haram kılar. Tıpkı hayız gi­bi. Hayız, kocanın ric'at etme hakkına sahib olmasını sağladığına göre, aynı şekilde gusülsüzlük de bu hakkı sağlar. Çünkü bu da hayız gibi kocayı cinsel temasta bulunmaktan menetmektedir. Şu halde gusülsüzlük de hayız hük­mündedir. Bu kadın gusletmeden, hiç bir halde evlenmeye müsait olamaz ve evlenmesi de helâl olmaz. Ama gusletmezden evvel kocası ölürse, kocasına mirasçı olamaz. Kendisi ölürse, aynı şekilde kocası da kendisine mirasçı ola­maz. Zîra kanamanın durması, miras ve de talâk açısından iddetİn sona er­miş olması için yeterlidir. Son hayzın kesilmesinden sonra kocası kendisini ikinci bir talâkla boşarsa; bu talâk, birinci talâka eklenmez. Çünkü birincisi bâin talâk sayılmaktadır. Kanamanın kesilmesi, nafaka ve diğer evlilik hu­kuku açısından da iddetin tamamlanması için yeterlidir. Evet son hayız ka­namasının kesilmesiyle, kadın gusletmese bile bu durumda iddeti sona erer.

Özetle son hayız kanamasının kesilmesiyle ric'ât ve evlenebilirlik hak­ları dışındaki evlilik hakları, kadın gusletmemiş olsa, iptal edilmiş olur. Ka­dın gusletmedikçe, evlenebilirlik ve ric'at hakları var olmakta devam eder.

Şunu bil ki Hanbelîler, kur' kelimesinin hayız anlamına geldiğini söy­lerler. Şu halde hür kadının, iddetinin tamamlanması için üç hayız görmesi şarttır. İçinde üç hayzın görülebileceği en az süre, yirmidokuz gün ve bir an­dır. Zîra hayzın en az müddeti bir gün bir gecedir. Temizlik süresinin en azı da onüç gündür. Faraza temizliğin son anında bulunan karısını boşar, bo­şandıktan hemen sonra bu kadında hayız kanaması başlar da, bir gün bir gece devam ederse bu, onun için bir hayız sayılır. Bundan sonra temizlenir ve bu temizliği onüç gün devam ederse, bu bir temizlik olarak hesaplanır. Bun­dan sonra hayız kanaması görülür ve bu kanama da bir gün bir gece süreyle devam ederse, bu da ikinci bir hayız olarak hesaplanır. Bunlann toplamı, onbeş gün eder. Bundan sonra onüç gün süreyle temiz kalır. Bundan sonra da bir gün bir gece süreyle hayız kanaması görürse, bu da üçüncü bir hayız olarak hesaplanır. Bu ikisinin toplamı da ondört gün eder. İlk onbeş güne eklenin­ce, yirmidokuz gün eder. Kalan bir âna gelince bu, kadının üçüncü hayızdan temizlendikten sonra temizlik dönemine girmiş olduğu bir ândır. Çünkü bu ânla, son hayzın sona ermiş olduğu bilinir. Bu ân, iddetten sayılmaz. Kadın, iddetinin belirtilen bu süreden daha önce tamamlanmış olduğunu iddia ederse, iddiası dinlenmez. Cariyeye gelince, onun iddetinin onbeş gün ve bir ânda tamamlanması mümkündür.

2- Rahimdeki yükün tamamıyla indirilmesi: öyle ki rahimdeki çocuğun bir kısmı dışarıya çıkarsa, (tamamı çıkmadığı için) kocanın rîc'at hakkı he­nüz sona ermemiştir. Kadının rahminde iki çocuk olup birisi doğarsa, İkinci­si doğmadıkça iddet tamamlanmış olmaz. Bu durumda koca, ikincisinin çık­masından önce ric'at hakkını kullanabilir. Ric'at etmez ve nihayet doğum ta­mamlanırsa, artık ric'at edemez. Lohusahğı sona ermese bile veya sona er­miş olup gusletmese de başka kocaya varabilir. Çünkü iddet, lohusalık kana­masının kesilmesiyle veya kesildikten sonra gusletmekle değil de doğumla sona ermektedir. Ric'î talâkla boşanan kadın, iddeti sona ermeden başkasıyla ev­lenirse, bu ikinci koca kendisiyle cinsel temasta bulununcaya dek, birincinin iddetinde sayılır. Meselâ ric'î talâkla boşanan hür bir kadın iki hayız görür de, sonra bir başka erkek onu nikahlarsa; nikâhtan sonra birinci kocanın id­detinde sayılır. Öyle ki; nikâhtan sonra üçüncü kez hayız görür ve temizlenir, yani ikinci kocası kendisiyle cinsel temasta bulunmazdan kanama kesilir ve guslederse, ilk kocanın iddeti tamamlanmış olur. Çünkü ikinci nikâh akdi­nin bir önemi yoktur. Bundan Önce ilk kocası kendisine ric'at edecek olursa, ric'atî sahih olur. Ama ikinci kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa; bi­rinci kocanın iddeti, bu temas esnasında durur. Öyle ki; bu temastan sonra gördüğü hayız kanaması, birinci kocanın iddetinden hesaplanmaz ve onun ric'at etmesi helâl olur. İkinci kocadan hâmile kalırsa; hamilelik süresi bo­yunca ilk kocası ric'at edebilir. Doğumdan sonra da ric'at edebilir. Zîra do­ğan çocuk, kendisinden değildir. Bu doğum ile, ikinci kocası için beklemesi gereken iddet sona erer. İlk kocası için beklemesi gereken iddete gelince; bu henüz devam etmektedir. Bunu zahiren kesintiye uğratan şey, sadece ikinci kocanın cinsel temasıdır. Bu kadın ilk kocasına dönecek olursa, doğum ya­pıp lohusaliktan temizlenmeden bu kocasının kendisiyle cinsel temasta bu­lunması helâl olmaz. Kadının birinci kocadan hâmile kalması mümkün ol­duğu, ikinci koca da onunla temasta bulunarak hamilelik müddetini tamam­ladığı takdirde, doğumdan önce ilk koca ona ric'at edebilir. Çünkü bu eğer birinci kocaya aitse, doğumdan önce ric'ati sahih olur. İkinciye aitse de du­rum bellidir. Ama doğumdan sonra ric'at ederse; doğan çocuk, ancak ikinci kocadansa ric'at sahih olur. Birincidense batıl olur. Çünkü iddet, doğumla tamamlanmış olur.

Şunu da kaydedelim ki; kadın, iddetinin düşük değil de tam bir doğum­la tamamlanmış olduğunu iddia ederse; bu iddiası, nikâhtan sonra cinsel te­mas imkânının üzerinden altı ay geçmeden doğurduğu şeklindeyse kabul edil­mez. Çünkü hamileliğin en az süresi altı aydır. Ama rahmindeki cenini dü­şürdüğünü iddia ederse, nikâhtan sonra cinel temas imkanından itibaren seksen gün geçmemişse iddiası kabul edilmez. Çünkü iddet, ancak cenînin insan şeklini almasıyla tamamlanır. Cinsel temastan sonra cenîn, seksen gün geçme­dikçe insan şeklini alamaz.

3- Hayızdan kesilmiş olup, hâmile de olmayan kadınların iddetleri, ay hesabıyladır. Kadın, "îddetim tamamlanmıştır" der; kocası da bir beyyinesi olmaksızın "Sana ric'at etmişim" derse, kadının sözüne itibar edilir. Çünkü iddetin tamamlamasının mümkün olduğu zamanda kadın, iddetinin tamam­lanmış olduğunu iddia etme hakkına sahiptir. Önce koca söze başlayarak "Sa­na ric'at etmişim*' der, kadın da "Îddetim sona ermiştir" der de, koca onu doğrulamazsa, kocanın sözü kabul edilir. Çünkü kadının kabulünden önce o, ric'at etme hakkına sahiptir. Bu ric'at, zahirde sahihtir. Ric'ati iptal husu­sunda kadının sözü kabul edilmez. Koca "Dün sana ric'at ettim"der de, bu­nu derken karısı iddetteyse, bu sözü ric'at sayılır. İddetin tamamlanmasın­dan sonra bunu söylerse, kadın da onaylarsa; tu söz yine ric'at sayılır. Onay­lamazsa, kadının sözü kabul edilir.

Karı - koca boşanmazdan önceki cinsel temas hususunda ihtilaf ederler; koca, onunla temasta bulunduğunu veya halvette kaldığını, dolayısıyla ric'at etme hakkına sahib olduğunu iddia eder, kadın bunu inkâr ederse; söz kadı­nındır. Çünkü esas olan, cinsel temasın vukûbulmayışıdır. Kadın mehrin ta­mamını haketmek için kocasının, boşadıktan sonra kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu veya halvette kalmış olduğunu iddia eder, kocası bunu inkâr ederse; söz kocanındır. Zîra söz, inkâr edenindir. İki durumda kadın -cinsel teması ister inkâr etsin, ister iddia etsin- mehrin sadece yarısını hakeder. Ama koca cinsel temasta bulunduğunu iddia eder de karısı bunu inkâr ederse ve mehri de teslim almışsa; kadın, mehrin sadece yarısını kocasından almayı ha­keder. Kadının, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu iddia etme­si, kocanın da bunu inkâr etmesi durumunda; kadın eğer mehri teslim almış­sa, yarısını geri almak üzere kocası ona müracaat eder.

 

Sonuç

 

Burada iki meseleyi ele alacağız:

1- Koca karısını bir veya iki talâkla boşar da kadın iddetini tamamlar ve başka bir erkekle evlenir; ikinci kocası kendisiyle cinsel temasta bulu­nur da sonra boşar ve kadın da ilk kocasına dönerse; bu koca öç talâka mı sahib olur, yoksa bu karısı; kalan bir veya iki talâkla mı kendisine dön­müş olur?

2- Ric'î olarak boşanan kadın, kendisini boşayan erkek İçin karı mı­dır; ric'atten önce kocası kendisine karılık muamelesi yapabilir mi, yapa­maz mı?

a- Birinci sorunun cevabı şudur: Diğer koca, kendisiyle cinsel temas­ta bulunmuş olsun veya olmasın; kadın, geride kalan talâkla ilk kocasına döner. Zîra talâk sayısını temelden yıkan şey, yalnız üç talâkla yapılan bo­şamadır. Bir kimse karısını üç talâkla boşar da, bu kadın başka erkekle lenir ve ikinci kocası kendisiyle cinsel temasta bulunur da, sonra boşar e kadın da ilk kocasına dönerse; bu ilk kocası üç talâkla kendisine sahib 'lur Ama karısını bir veya iki talâkla boşar da, sonra karısı kendisine dö­nerse; geride kalan sayıdaki talâkla döner. İkinci kocasının kendisiyle cin­sel temasta bulunup bulunmaması, hükmü değiştirmez. Bu hususta he­men hemen ittifak vardır. Bu; Ömer'den, Ali'den, Übeyy bin Kâab ve İm-ran bin Husayn'dan (r.a.) rivayet edilmiştir.

b- İkinci sorunun cevabına gelince diyeceğimiz şudur ki: Ric'î talâkla boşanan kadın; şehevî bakımdan yararlanma dışında, kocasının karışıdır. O kocasına mirasçı, kocası da ona mirasçı olabilir. Kocasının ondan îlâ yapması sahih olur. Ric'î olarak boşadiğı karısına dört ay süreyle cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse, îlâ yapmış olur ve îlâ bahsinde an­latılacak olan hükümlere tabi olur. Koca, ric'î olarak boşadığı karısına liân-da bulunabilir. Ric'î talâkla boşadığı karısının zina ettiğini iddia eder, ama dört şahit getiremezse, tıpkı boşanmamış gibi lânetleşirler. Koca, ric'î ta­lâkla boşadığı karısına zihârda bulunabilir. Bu karısına "Sen bana, ana­mın sırtı gibisin" derse, zihâr keffaretiyle yükümlü olur. Bu karısına ikinci talâk da eklenebilir. Meselâ, "Karılarım boştur" derse, bu karısı ikinci ta­lâkla boşanır. Bu durumdaki karısıyla hul' yaparsa, hul'ü sahih olur. Bu durumdaki kadının süslenmesine ve şehevî bakımdan kendisinden yarar­lanmaya gelince, mezheplerin buna İlişkin tafsilâtı aşağıya alınmıştır.

 

(44) Hanefîler dediler ki: Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf buna muhalefet et­miş ve şöyle demişlerdir: Diğer koca, sahih bir nikâh akdiyle onunla cinsel temasta bulunur da bu kocadan ayrıldıktan sonra tekrar eski kocasına dö­nerse, bu kocası üç talâkla ona mâlik olur. Tıpkı üç talâkla boşayıp, başka kocayla evlenip de boşandıktan sonra tekrar kendisine geri gelmiş gibi... Bu kavil, İbn Abbas ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Ama Hanefîlerin mu­hakkik âlimleri sahih olan kavlin, İmam Muhammed'in kavli olduğunu söy­lemişlerdir, imam Muhammed'in kavliyle diğer üç mezhep imamının kavli aynıdır. Onların bu husustaki hüccetleri, sahabe-i kiramın büyüklerinden ri­vayet edilmiştir ki onlara muhalefet etmek, kolay bir iş değildir. Bazıları, Ebû Hanîfe'yle Ebû Yûsuf'un kavlini yeğlemişlerdir. Görünürde kuvvetli olan da o kavildir. Çünkü tercih sırf rivayete dayalı ise; Ebû Hanîfe'ye Ebû Yûsuf, fakîh sahabilerden olan iki büyük fıkıhçıdan rivayette bulunmuşlardır. Fıkıhta hüccet olarak da İbn Abbas ile îbn Ömer yeterlidir.

Tercih eğer delile dayandırılacaksa, ortada delil yoktur. Akla en yakın olan husus şudur ki: İkinci kocanın cinsel temasta bulunması üç talâkı kök­ten yıkıyorsa, daha az sayıdaki talâkı haydi haydi yıkar. İmam Muhammed'in

Eğer koca karısını boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe ni-kâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz. [5]âyet-i kerîmesini büyük harâmlığın son sınırı yaparak üç talâkı temel­in yıktığını söylemesi, görüldüğü gibi zayıf bir kavildir. Çünkü bu ayet-i kerîmede talâk sayısına değinilmemiştir. Burada, boşanan kadının an­cak ikinci kocanın nikâhı vasıtasıyla ilk kocasına helâl olabileceği açıklanmıştır. Bunun sadece üç talâkı temelden yıkmadığını, aynı zamanda üç talâ­kı da yıkmayı ifade ettiğini kabul edersek, üç talâktan azını yıkması, haydi haydi mümkün olacaktır.

(45) Hanefîler dedeler ki: Ric'î olarak boşanan kadının, hazırdaki koca­sı için süslenmesi caizdir. Kocası hazırda değilse tabiî ki bu süslenmeye gerek kalmaz. Bâin talâkla boşanan veya kocası vefat eden kadının süslenmesİyse haramdır. Ric'î olarak boşanan kadının, kocasının kendisine ric'at etmesi umu­luyorsa süslenebilir. Öyle ki; süslendiği takdirde kocasının hoşuna gideceğini ve kocasının kendisine ric'at edeceğini zannediyorsa süslenebilir. Ama süs­lenmesinin yarar getirmeyeceğine ve boşanmasının başka bir sebebe dayan­dığına inanmaktaysa süslenmemelidir. Kocanın izin almaksızın onun odası­na girmesi ve onunla tenhada buluşması caizdir. Ama kendisine haber ver­mesi mendub olur. Yanına girmeden, gireceğini hissettirmelidir. Haber ver­memesi, tenzîhen mekruhtur. Yalnız yanına girerken veya onunla halvette ka­lırken ric'ate niyet etmesi şarttır. Ama ona ric'at etmemekte ısrarlıysa onunla halvette buluşması mekruh olur. Olabilir ki onu şehvetle eller. Bu da isteme­diği halde ric'at olur. Bu nedenle kocanın, onu ikinci kez boşaması gerekin Dolayısıyla kadının iddeti uzar ki bu da pek hoş değildir. Ric'at etmeyi dü­şünmüyorsa, onunla halvette buluşması tenzîhen mekruh olur. Çünkü bu kadın onun karışıdır. Ric'ate niyet etmeksizin dahi onunla cinsel temasta bulunma­sı mubahtır. Ama ric'at maksadıyla yapmıyorsa, cinsel temas nedeniyle ka­dının iddet süresini uzatmaması gerekir. Ric'at maksadıyla yapıyorsa, cinsel temasta bulunmasında hiç bir kerahet yoktur. Kocası ric'ate niyet ettiği tak­dirde, bu kadının kuması varsa kasm (geceleme sırası) hakkı da olur. Yoksa bu hakkı da olmaz.

Koca ric'ate niyet ettiği takdirde bu karısıyla sefere çıkması ve onu için­deyken boşamış olduğu evden çıkarması sahih olur mu, olmaz mı? Doğrusu, ric'atten önce onu fiilen evden çıkarmak sahih olmaz. Zîra Cenab-ı Allah

"Onları evlerinden çıkarmayın.[6] diye emir buyurmuştur. Bazı kimseler demişler ki: Koca, ric'ate niyet ettiği takdirde onu evden çıkarabilir.

Bîlfül ric'atten sonra olsa bile kocanın, ric'at yaparken iki âdil erkeği şahit olarak bulundurması mendub olur.

Mâlîkîler dediler ki: Ric'ate niyet etmesi durumunda kocanın, ric'î talâkla boşamış olduğu karısından; elleme, avret yerlerine bakma, halvete gir­me, cinsel temasta bulunma şeklinde yararlanması helâl olur. Ric'at niyetiyle beraber bu fiillerden bazısını yapması caiz olur. Bu niyetle olmayınca, bu fi­illeri işlemesi haram olur. Ric'ate niyet etmemişse onunla halvete girmesi ve­ya onun zinetine bakması veya şehevî yönden ondan yararlanması, yabancı bir kadında olduğu gibi haramdır. Ama ric'ate niyet etmişse; bu kadın, şehe­vî yönden yararlanma ve diğer evlilikle ilgili hususlarda kendi karışıdır.

Şâfîîler dediler ki; sözlü ric'atte bulunmazdan önce bir kimsenin ric'î talâkla boşamış olduğu karısından -ric'ate niyet etsin etmesin- şehevî bakım­dan yararlanması ve onıfnla halvete girmesi helâl olmaz. Çünkü sözlü ric'at­te bulunmazdan önce bu kadın şehevî bakımdan yararlanma hususunda onun karısı değildir. Diğer hususlarda onun karışıdır. Kur'an-ı Kerîm'de beş ayette belirtilmiş olan beş durumda onun karışıdır:

1. Âyet:

"Karılarına yaklaşmamaya yemin edenler.[7] îlâ, ric'î olarak boşanan kadınları da kapsar. O da hanımlardandır.

2. Âyet:

"Kanlarınızın (çocukları yoksa) geriye bıraktıkları malın yarısı sizindir.[8] Ric'î olarak boşanan kadınlar da mirasçı olur ve olunurlar. Onlar da karılar kapsamına girerler.

3. Âyet:

"Karılarınıza zinâisnad edenler.[9]Ric'î talâkla boşanan kadı­na, kocası zina isnadında bulunursa; bu kadın da diğer kanlar kapsamına girer.

4. Âyet:

"Karılarına zihar yapanlar.[10] Ric'î talâkla boşanan kadına zı-har sahih olur. Önce de söylediğimiz gibi bu kadın, kocasının karılarındandır.

5. Âyet:

"Karıları (nızı) boşadığımzda.[11] Ric'î talâkla boşanan ka­dın, (tekrar) boşanabilir. Çünkü bu da kişinin karılarındandın

Hanbelîler dediler ki: Ric'î talâkla boşanan kadının, kendisini bo-şamış olan kocasına karşı süslenmesi caizdir. Kocası da -ric'ate niyet etsin etmesin- onunla halvete girebilir, cinsel temasta bulunabilir, oynaşabilir, be­raberce sefere çıkabilir ve bunda hiç bir mekruhluk da sözkonusu olmaz. Yalnız cinsel temasta bulunmaksızın sadece oynaşmayla ric'at gerçekleşmez. Oynaşma ve anılan diğer şehevî hususlarda bu kadın, kendisini ric'î olarak boşamiş olan kocanın karışıdır.

 

Îla Bahisleri

 

Tanımı: îlâ, lügatte mutlak yemin anlamına gelir. Bu yemin kocanın karısını terketmesi üzerine edilebileceği gibi, başka şey üzerine de edilebilir. Cahiliyet devrinde îlâ.terketmek üzerine yapılan yemine de­nirdi. Bu yeminin kendine özgü hükmü vardı. Bu şekilde yemin eden kim­seye, karısı ebediyyen haram olurdu. Bir kimse: "Vallahi karımla cinsel temasta bulunmayacağım" diye yemin etseydi, cahiliyet dönemi insanla­rına göre bu yeminin mânası; bu kocaya karısınınjsbediyyen haram olma­sıydı. Lûgavî mâna, şer'î mânadan daha geneldir. İlânın şer'î mânası; özel­likle kişinin kendi karısıyla cinsel temasta bulunmayı terketmesidir. Fıkıh-çılara göre îlâ; yemeyi, içmeyi ve benzeri şeyleri terketme anlamına gelmez.

ilânın şer'î hükmü, cahiiiyetteki hükmüne benzememektedir. Zira îlâ yemini, bilindiği gibi kadını kocasına ebedî olarak haram kılmamaktadır. Sonra îlâ, "Âlâ- mastarıdır. Tıpkı "A'tâ - Yu'ti - î'tâen" gibi. "Eliyye" kelimesi isim olup, yemin mâsmadır. "Hatiyye Hatayâ"da olduğu gibi "Eliy-ye"nin çoğulu "Elâya"dir. "İlve" veya "Ülve" veyahut "Elve" kelimesi de böyledir. Bu kelime, yemin manasınadır. Yine "Teellâ Yeteellâ" denilir. Tıpkı "Aksame - Yuksimü" gibi. Bu da yemin etmek anlamınadır. "İ'telâ - Ye'teli" de böyledir. Buna örnek olarak şu âyet-i kerîmeyi gösterebiliriz:

"Sizden servet sahibi olanlar yemin etmesinler.[12]

Hânın şer'î anlamına gelince; bu, kişinin kendi karısına yaklaşmama­ya yemin etmesidir. Bu yemin, "Valiaht karımla cinsel temasta bulunmayacağım" cümlesinde olduğu biçimde mutlak olabileceği gibi, "ebedi" sözüyle kayıtlı da olabilir. Örneğin "ebedî olarak karım Vallahi yaklaşmayacağım" gibi. Bu yemin dört aydan fazla bir süreyle de kayıtla­nabilir. "Beş ay" veya "Bir sene" veya "ömrü boyunca" veya "yer, gök durdukça Vallahi karıma yaklaşmayacağım" gibi. Böyle dediği takdirde îlâ etmiş olur. Ama bu yeminini iki, üç veya dört ayla kayıtlar da, bir gün ol­sun dört aylık süreye eklemede bulunmazsa; îlâ yapmış sayılmaz Al­lah'ın sıfatlarından biriyle yemin etmek de Allah adına yemin etmek gibi­dir. Allah'ın kudretine veya Allah'ın ilmine yemin ederim ki., gibi. Talâk, zi-hâr, ıtk, nezr gibi şeyler üzerine yemin etmek de Allah'ın isim ve sıfatları­na yemin etmek gibidir. Meselâ: "Karımla cinsel temasta bulunursam, o boştur" veya "Karımla cinsel temasta bulunursam, o bana anamın sırtı gibidir" veya "Karımla cinsel temasta bulunursam, Allah için haccetmek adağım olsun" veya "Karımla cinsel temasta bulunursam kölem hürdür" derse îlâ yapmış olur.

İlânın şer'î tanımına gelince, mezheplerin buna ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(46)  Hanefîler dediler ki: îlâ müddetinin en azı, sadece dört aydır. Bu­na hiç bir ekleme yapılmaz.

(47)  Hanbelîler dediler ki: Allah adına veya Allah'ın sıfatlarından biri üzerine yemin ederse, îlâ yapmış olmaz.

(48) Hanefîler dediler ki: îlâ, süre kaydı koymaksızın veya dört aydan faz­la bir süreyle kayıtlayarak veya cinsel teması, çok zor bir işin vukûbulması şartına bağlayarak kişinin kendi karısına yaklaşmayı mutlak surette terket-meye Allah ile yemin etmesidir. *'Allah ile yemin etmesidir sözü, Allah adı­na yapılan yeminle Allah'ın sıfatlarından biri üzerine yapılan yemini kapsar. "Kadına yaklaşmayı terketme" sözünden maksat, vaginadan yapılan cinsel teması terketmektir. Cinsel teması, çok zor bir işin vukûbulması şartına bağ­lamak sözü, bu teması "Seninle cinsel temasta bulunursam sen boşsun" ör­neğinde olduğu gibi talâka bağlamayı veya "Seninle cinsel temasta bulunur­sam kölem hürdür" örneğinde olduğu gibi ıtka (azad etmeye) bağlamayı ve­ya "Seninle cinsel temasta bulunursam; haccetmek, bir gün bile olsa oruç tutmak adağım olsun" örneğinde olduğu gibi adaklara bağlamayı kapsar. Çün­kü bu işler zordur. Ama "Seninle cinsel temasta bulunursam, bu ayı ve ge­çen ayı oruçlu geçirmek adağım olsun" sözü bunun hilâfına olup sahih ol­maz. Çünkü geçmiş zamana yönelik adaklarda bulunmak sahih olmaz. îçinde bulunduğu ayın tamamlanmasından sonra karısıyla cinsel temasta bulun­ması mümkün olur. Çünkü bu ay, artık geçmiş zamana karışır. Karımla cin­sel temasta bulunursam hediye etmek veya itikâfa girmek veya yemin etmek veya yemin keffaretİ vermek veya -belirtmeksizİn- bir köle azad etmek veya yüz rekât namaz kılmak adağım olsun demenin ve bunlara benzer olup, ya­pılmasında insan için meşakkat bulunan şeylerin söylenmesi de aynı hükme

tabidir. Ama karımla cinsel temasta bulunursam, bir kaç rekât namaz kıl­mak veya cenazenin peşine takılmak veya tesbihatta bulunmak adağım olsun veya bunlara benzer olup yapılmasında zorluk bulunmayan işleri yapmayı adar­sa îlâ etmiş olmaz.

Allah adına yemin ederek îlâ yapmış olup da karısıyla cinsel temasta bu­lunursa, yemin keffareti Ödemekle yükümlü olur. Yeminini talâka bağlamış-sa, karısıyla cinsel temasta bulunduğu takdirde bu yemini ister kendi talâkı­na, ister karısının talâkına bağlamış olsun, karısı boşanır. Yeminini belirli bir kölenin azadına bağlamışsa, o köle azad olur. Belirsiz bir kölenin azadına bağlamışsa, bir köle azad etmesi gerekir. Başka bir şeye bağlamışsa, o şeyi yapması gerekir ve îlâ da düşmüş olur. Karısıyla cinsel temasta bulunmazsa, ileride açıklanacağı şekilce karısıyla aralan tefrik edilir.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki îlâ ancak; talâk, azad etme, zihar, hedy, hac, oruç ve benzeri şeylerle sahih olur. Çünkü bunların yapılması insanın nefsine zor gelir. Adağa gelince; adanan şeyin yapılmasında insanın nefsine zorluk geliyorsa, bu adakla îlâ yapmak sahih olur. Zorluk gelmiyorsa, sahih olmaz. Meselâ karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam, yirmi rekât na­maz kılmak Allah için üzerime adak olsun" demekle yaptığı îlâ sahih olmaz. Açıkça görüldüğü gibi; asıl itibariyle yirmi rekât namaz kılmak, insanın nef­sine zor gelmemektedir. Yirmi rekât namaz kılmak, tenbellikleri nedeniyle her ne kadar bazı kimselere zor gelse bile bu şekilde konuşmakla kişi îlâ yap­mış olmaz. Ama yüz rekât kılmayı adamakla îlâ yapmış olur. Çünkü yüz re­kât kılmak insanın nefsine zor gelir. Eğer desen ki: Bir kişi, "Vallahi karımla cinsel temasta bulunmayacağım*' derse -ki îlâda asıl olan da budur- karısıyla cinsel temasta bulunduğu takdirde zor bir iş yapması gerekmemekle birlikte yine de îlâ yapmış oluyor. Bu nasıl olur? Ben de cevaben derim ki: Bu adam, yemin keffaretiyle yükümlü olur. Keffaretin de zor olduğu açıkça bilinmek­tedir. Bunun üzerine iki şey söz konusu olmaktadır.

1- Zımmînin "Vallahi karımla cinsel temasta bulunmayacağım" diyerek yeminle îlâ yapması: Bu kişi böyle demekle îlâ yapmış olur. İmam-ı Azam bu görüştedir. Öyle ki bu zımmînin durumu bize intikal ederse, biz onun îlâ yapmış olduğuna hükmederiz. Maamafih bu adam karısıyla cinsel temasta bulunursa, keffaretle yükümlü olmaz. Çünkü zımmî keffarete muhatap de­ğildir. Buna cevaben denir ki: Bu adama îlâ lâzım olur. Çünkü îlâ, ibadet değil muameledir. Kendisine keffaret de lâzım gelmez. Çünkü keffaret, iba­dettir. Kendisi ibadet ehlinden değildir. O, küfür arızası nedeniyle bu hüküm­den istisna edilmiştir.

2- Bir kimse "Vallahi dört karımla cinsel temasta bulunmayacağım." der­se; üç karısıyla cinsel temasta bulunabilir ve temasta bulunduğu takdirde ke­faret vermesi de gerekmez. Böylece zor bir iş yapmadan zevcelerinden îlâ etmiş olur:

Buna cevaben denir ki: Bir kimse, "Vallahi dört karımla cinsel temasta bulunmayacağım" dediğinde onun bu sözü, dört karısının dördüyle cinsel temasta bulunmayı terketmeye yemin etme anlamını ifade eder. Kanlarından bazısıyla cinsel temasta bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Ancak her dör­düyle temasta bulunursa, yeminini bozmuş olur. Üçüncüyle cinsel temasta bulunur da sadece birisiyle temasta bulunmazsa, yalnızca ondan îlâ etmiş olur. Bunun karşılığı da şöyledir: Bir kimse, Abdullah ve Murat ile konuşmamaya yemin eder, sonra sadece Abdullah ile konuşursa, yeminini bozmuş olmaz. Abdullah'tan sonra Murat'la da konuşursa, sanki her ikisiyle beraberce ko­nuşmuş gibi, yeminini bozmuş olur. Aynı şekilde karısına ve cariyesine; "Val­lahi sizinle cinsel temasta bulunmayacağım" der, sonra sadece karısı ile cin­sel temasta bulunursa; îlâ yapmış olmaz. Karısından sonra cariyesiyle de cin­sel temasta bulunursa, karısından îlâ yapmış olur. Çünkü yemini, ikisiyle bir­likte cinsel temasta bulunmasına bağlanmıştı.

Hanbelîler dediler ki: îlâ -cinsel temasta bulunma imkânına sahip-kocanın, gerdekten önce olsa bile karısıyla vaginadan cinsel temasta bulun­mamaya Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri üzerine yemin etmesidir.

Bu tanımda 'Kocanın' kaydını kullanmakla, cariyenin efendisi konumu­zun kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Çünkü efendi, cariyesiyle cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse; îlâ yapmış olmaz. 'Cinsel temasta bulunma im­kânına sahip' kaydını kullanmakla; cinsel temasta bulunamayan küçük yaş­taki koca, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Buruk ve kesik penisli kocalar da bu hükme tabidirler. Çünkü bunların cinsel temasta bulunmamaya ilişkin ye­minleri, şer'î îlâ sayılmaz.

'Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri üzerine kaydını kullanmak­la; Kabe, Peygamber, talâk, ıtk, zihar ve benzeri şeyler üzerine yapılan ye­minler, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bunlardan biri üzerine yemin eden kişi îlâ yapmış olmaz.

'Karısıyla vaginadan cinsel temasta bulunmamaya' kaydını kullanmak­la; anusundan veya baldır arasından karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin etmesi, kapsam dışına çıkarılmış oldu.

Adakla yemin etmek, Allah adına veya Allah'tan başka şeyler üzerine yemin etmek gibi midir? Bu hususta ihtilâf vardır. Bir kimse karısına "Se­ninle cinsel temasta bulunursam, yirmi rek'at namaz kılmak, Allah için üze­rime adak olsun" derse îlâ yapmış olur; onun için dört ay beklenir. Sonra da onunla, îlâ yapmış kimse gibi muamele olunur.

Bazıları da derler ki; bu kişi böyle demekle îlâ yapmış olmaz. Çünkü adakla yemin etmek, diğerleriyle yemin etmek gibi yemin değildir. Kuvvetli olan görüş budur. Zîra Hanbelîler derler ki: îlâ, yemindir. Yemin de ancak

Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri üzerine yapılır. Cinsel temasta bu­lunmama yeminini talâka (boşamaya) bağlanırsa; meselâ karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam, sen boşsun" derse veya bu yemin ıtka (azad etmeye) bağlanırsa, meselâ karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam, kö­lem hürdür" derse; veya bu yemin zihara bağlanırsa; meselâ karısına "Se­ninle cinsel temasta bulunursam, sen bana anamın sırtı gibisin" derse; veya bu yemin bir adağa bağlanırsa; meselâ karısına "Seninle cinsel temasta bu­lunursam, bir defa haccetmek üzerime adak olsun" veya "...sadaka vermek üzerime adak olsun" derse; bütün bu yeminlerle îlâ yapmış olmaz. Çünkü söylenen sözü şarta bağlamakta yemin mânası yoktur. Bu nedenle bunlarda kasem harfi kullanılmamıştır. Bunu söyleyenin gayesi; yemini, fiili terketmek veya fiili işlemekten menetmek için müşterek anlamda kullanmaktır. Bu sö­zün yemin anlamında kuşanılması mecazîdir. Yeminini şarta bağlayan kim­se, Kabe'ye yemin etmiş gibidir. Şu bakımdan ki; bunların her ikisi de kasem değildir. Bir kimse bu şeylerden biri üzerine yemin eder ve sonra karısıyla cinsel temasta bulunursa, cezasını çeker. Talâk şartına bağlamışsa karısı boşanır. Itka bağlamışsa, kölesi azâd olur. Adakta bulunmuşsa, adağı yerine getir­mekle yükümlü olur. Namaz kılmayı adamişsa namaz kılması, oruç tutmayı adamışsa oruç tutması gerekir. Karısıyla cinsel temasta bulunmazsa, îlâ yap­mış olmaz. Ama şu da var ki; îlâsız dahi olsa kocası kendisini dört ay süreyle terkederse; kadın durumunu, kendisiyle cinsel temasta bulunması veya boşa­ması ve hâkimin kocasına gerekli emri vermesi için hâkime arzeder. Nitekim bu, îlânın hükmünde de anlatılacaktır.

Bir kimse karısına, "Seninle cinsel temasta bulunursam, Allah için dün oruç tutmak adağım olsun" derde, karısıyla cinsel temasta bulunursa; ken­disine bir şey gerekmez. Çünkü geçmiş zamanın adağını yerine getirmek lâ­zım değildir. Yine bunun gibi bir kimse karışma: "Seninle cinsel temasta bu­lunursam, bu ayın orucunu tutmak adağım olsun" der ve bu ayın sona er­mesinden sonra karısıyla cinsel temasta bulunursa, kendisine bir şey lâzım gelmez. Çünkü kasdettiği ay, artık maziye karışmıştır. Ama bir kimse karısı­na; "Seninle cinel temasta bulunursam, temasta bulunduğum ayın orucunu tutmak adağım olsun" der, sonra temasta bulunursa; o ayın kalan kısmında oruç tutması gerekir.

Karısına; "Allah dilerse vallahi seninle cinsel temasta bulunmayacağım" der, sonra cinsel temasta bulunursa; bir şey gerekmez. Çünkü 'Allah dilerse' istisnası ona fayda verir. Bundan da anlaşılıyor ki; şarta bağlı sözlerin mu­hakkak görüşe göre yemin olmadığı hususunda Hanbelîler, Hanefilerle di­ğer mezhep imamlarına muhalefet etmektedirler. Onlar bu şartlı sözleri îlâ saymazlar. Bununla birlikte öne sürülen şartlı fiilin yapılması durumunda ge­rekli cezayı da vâcib kılmaktadırlar. Şu var ki; bunun sonucu hususunda Han-bclîlerle diğerleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü onlar, bu şekilde yemin eden kimsenin dört aydan sonra karısıyla cinsel temasta bulunmasını veya boşamasını -îlâ etmiş olmasa bile- zorunlu kılmaktadırlar.

Mâlikîler dediler ki: Şer'an îlâ; cinsel temasta bulunabilecek mü­kellef ve müslüman kocanın, emzikli olmayan karısıyla; eğer hür ise dört ay­dan fazla süreyle, eğer köleyse iki aydan fazla süreyle cinsel temasta bulun­mamaya yemin etmesidir.

"Kocanın yemin etmesidir. sözü üç meseleyi kapsar: I-Allah adına veya O nun sıfatlarından biri üzerine yemin etmek: Ör­neğin "Vallahi seninle asla cinsel temasta bulunmayacağım veya "Beş ay süreyle seninle cinsel temasta bulunmayacağım" gibi. "Allah'ın ilmine "Al­lah'ın kudretine yemin ederim ki..." demek de böyledir.

2- Üstlenilmesi sahih olan talâk, ıtk, sadaka, namaz, oruç gibi belirli bir işi üstlenmek: Örneğin "Eğer seninle cinsel temasta bulunursam, sen boşsun" veya "...falan kölemi azad etmek adağım olsun veya "...bin lira sadaka vermek adağım olsun" veya "...yüz rekât namaz kılmak adağım olsun" veya "...bir ay oruç tutmak adağım olsun veya  .Mekke'ye kadar yürü­mek adağım olsun" derse bu, muayyen nezir (adak) olur.

3- Belirsiz bir işi üstlenmek: Örneğin bir kimsenin karısına; "Seninle cinsel temasta bulunursam, üzerime bir adak olsun" veya "...sadaka vermek ada­ğım olsun" demesi gibi. Ama "Üzerime adak olsun ki; seninle cinsel temas­ta bulunmayacağım" veya "Sana yaklaşmayacağım. derse; bu hususta ihti­lâf edilmiştir. Bazıları, bunu söyleyen kimsenin îlâ yapmış olduğunu; diğer bazılarıysa bunu söyleyen kimsenin îlâ yapmış olmayacağını söylemişlerdir.

Birinci görüşün gerekçesi şudur: "Üzerime adak olsun ki seninle cinsel temasta bulunmayacağım" diyen kimsenin sözünün anlamı şudur: 'Seninle cinsel temasım yok olursa,yani seninle temasta bulunmazsam, üzerime adak olsun.' Bu sözü söyleyen kimse gerçekte adağı, karısıyla cinsel temasta bu­lunmama şartına bağlamıştır. Karısıyla cinsel temasta bulunmamak günah­tır. Günah işleme şartına bağlanan adak ise, yerine getirilmesi gereken bir adaktır.

İkinci görüşün gerekçesine gelince; bu, sözü şarta bağlamak değildir. Bu­nun mânası, mastar eki olan "En" ile cinsel temasın arapçası olan vat fii­linden alınmıştır. Sanki karısına "Seninle cinsel temasta bulunmamak, üze­rime adak olsun demiş gibidir ki bu da günah işlemenin adanmasıdır. Gü­nahın adanması İse sahih olmaz.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki ihtilâf, bu sözü şarta bağlamak olup ol­madığına ilişkindir. Adağın cinsel temasın olmaması şartına bağlanmış ol­duğunu söyleyenler, adağın lâzım; yani yerine getirilmesinin gerekli olduğu görüşündedİrler.Adağın cinsel temasın olmaması şartına bağlanmış olmadığını söyleyenler, bunun sadece müpteda ve haber olduğunu söylemektedirler. Bunu söyleyen kişi, sanki "Seninle cinsel temasta bulunmamak, üzerime adak olsun" demiş gibidir. Evet bu görüşte olan, bu adağın yerine getirilmesinin gerekli olmadığını söylemiştir. Çünkü bu, günah işlemenin adanmasıdır. Yoksa adağın, günah işleme şartına bağlanması değildir. Bununla yapılan îlâ sahih olmaz. Söylenen söz sarih olarak bir şeye bağlanırsa, -adak mübhem olsun muayyen olsun onunla Hânın sahih olacağında şüphe yoktur. Tıpkı bundan Önceki şekilde olduğu gibi... O şekilde de "Seninle cinsel temasta bulunur­sam, üzerime bir adak vâcib olsun" denilmiş ve bu adak, kadınla temasta bulunma şartına bağlanmıştı ki; bu adağın yerine getirilmesinin gerekli ol­duğu hususunda hiç ihtilâf yoktur.

ilânın tanımı yapılırken "Müslüman kocanın kaydını koymakla, kâ­fir kocanın îlâsı, kapsamlısına çıkarılmış oldu. Kâfir koca, karısıyla cinsel temasta bulunmamak üzere yemin etmekle îlâ yapmış olmaz. Üç mezhep ima­mı bu görüşe muhalif olup, îlânın şartları bahsinde de öğrenileceği gibi kâfir kocanın îlâsmın sahih olacağım söylemişlerdir. Mâlikîler dışındaki üç mez­hep imamı, bu görüşlerine delil olarak şu âyet-i kerîmeyi ileri sürmüşlerdir:

"Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için..." (Bakara: 226). Buradaki "ellezine" ism-i mevsulü, genel anlam ifade eden sigalardan olup, müslü-manı da kâfiri de hürü de köleyi de kapsamına alır. Mâlikîler buna cevaben derler ki: İsm-i mevsulün kendi genelliği üzere kalması durumunda bu görüş doğru olabilir. Fakat âyet-i kerîmenin devamı olan

"Eğer dönerlerse, şüphesiz ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir." bu kısım, ellezine ism-i mevsulünün burada sadece müslümanlara özgü ol­duğuna delâlet etmektedir. Zîra hanımlarına yaklaşarak, yaklaşmama yemi­ninden geri dönmekle bağışlanacak olanlar, sadece müslümanlardırlar. Kâ­fire gelince bu, her hal-ü kârda Allah'ın rahmetine nail olamaz.

Buna cevaben denilmiştir ki: Mâlikî mezhebinin kaidesi; kâfirin hem kü­für, hem de karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin etme günahı nede­niyle azap göreceğini ifade etmektedir. Şu halde diyebiliriz ki; karısına geri döndüğü takdirde, Cenab-ı Allah onun, karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin ediş günahım bağışlayacak ve onu bu suçundan ötürü azaplandırmayacaktır.

Bu açıklama tarzı güzel ve akla'yatkındır. "Mükellef kaydını koymak­la, çocuğun ve delinin îlâsı kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bunların îlâsı da tıpkı kâfirinki gibi tahakkuk etmez.

"Cinsel temasta bulunabilecek" kaydını koymakla; buruk, penisi kesik koca ile, cinsel temasta bulunmaktan âciz olan çok yaşlı erkekler kapsam dı­şına çıkarılmış oldular. Hastalığı, kendisini kadınlarla cinsel temasta bulun­maktan meneden hasta kimseye gelince; hastalığı müddetince kayıtlamadık-ça îlâ yapması sahih olur. Ancak hastalık halinde îlâsı sahih olmaz. Çünkü hastayken tabii olarak karısıyla cinsel temasta bulunamaz. "Karısıyla cinsel temasta bulunmayı terketmek üzere" sözü, bu terkin kesin veya şartlı olma durumlarını kapsar. Kesin terke, "Vallahi dört aydan fazla süreyle seninle cinsel temasta bulunmayacağım sözünü örnek olarak gösterebiliriz. Şartlı terke de "Bu evde olduğun veya bu beldede durduğun sürece vallahi seninle cinsel te­masta bulunmayacağım" sözünü örnek olarak gösterebiliriz. Yemin ve ka­rıyla cinsel temasın terki, bazan kesin bazan şartlı oldukları gibi, aynı şekil­de karının kendisi de bazan kesin, bazan şartlı olur. Kesin olan karı zaten bellidir. Şartıyla gelince; bunun örneği, kocanın şöyle demesidir: "Falan ka­dınla evlenirsem, vallahi beş ay süreyle onunla cinsel temasta bulunmayacağım" veya "O kadın yabancıyken vallahi onunla cinsel temasta bulunmayacağım" der, sonra da o kadınla evlenirse, böyle demiş olmakla îlâ yapmış olur. Meş­hur olan görüş budur. Bazıları derler ki: Şartlı karı üzerine yapılan îlâ sahih olmaz. Çünkü "Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler" mealindeki âyet-i kerîmede îlâ, kişinin sırf kendi hanımlarına özgü kılınmıştır. Yabancı kadın­ların, kişinin kendi hanımları kapsamına girmeyeceği de apaçıktır. Ama meşhur olan, birinci görüştür.

îlânm tanımı yapılırken "Emzikli olmayan karısıyla" kaydının konul­masıyla, çocuk emzirmekte olan kadın kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bir kimse, çocuk emzirdiği müddetçe karısıyla cinsel temasta bulunmamaya ye­min ederse; çocuğun faydasını kasdetmek veya hiç bir şeyi kasdetmemek şar­tıyla îlâ yapmış olmaz. Ama sebepsiz yere kendini cinsel temastan alıkoyma­yı kastederse; bu yemini dolayısıyla îlâ yapmış olur.

"Dört aydan fazla" kaydını koymakla, dört ay veya daha az süreyle ki­şinin kendi karısıyla temasta bulunmamak üzere ettiği yemin, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Sürenin bir gün dahi olsa dört aydan fazla olması zorunlu­dur. Bu, Hanefîlerin hilâfına üç mezhep imamının görüşüdür. Hanefîler, hiç fazlalık yapılmaksızın dört ayla îlâ yapılmış olacağını söylemektedirler.

Şâfiîler dediler ki: îlâ cinsel temasta bulunacağı düşünülebilen ve bo­şaması sahih olan kocanın, kendisiyle cinsel temasta bulunması düşünülebi­len karısına vaginasından cinsel temasta bulunmaktan mutlak surette veya­hut dört aydan fazla süreyle imtina etmeye yemin etmesidir. Bu tanımı ya­parken "Yemin etmesidir" kaydının kullanılmasıyla, üç şey kapsam içine alın­mış olmaktadır:

1- Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri üzerine yemin etmek: Ör­neğin "Vallahi karımla cinsel temasta bulunmayacağım" veya "Allah'ın kud­retine yemin olsun ki; karımla cinsel temasta bulunmayacağım" gibi.

2-  Talâk veya itkin cinsel temas şartına bağlanması: Örneğin "Seninle cinsel temasta bulunursam, sen boşsun" veya "Seninle cinsel temasta bulu­nursam, kuman boştur" demek gibi. "Seninle cinsel temasta bulunursam, kölem hürdür" demek de böyledir. Böyle derken karının veya kumasının bo­şanması, karının kendisiyle yapılacak olan cinsel temas şartına bağlanmıştır. Nitekim kocanın kölesinin azad edilmesi de karıyla yapılacak olan cinsel te­mas şartına bağlanmıştır.

3- Namaz, oruç ve benzeri ibadetler gibi, yerine getirilmesi gerekli adak­lardan bazısını üstlenmektüzere yemin etmek: Örneğin"Seninle cinsel temas­ta bulunursam, Allah için namaz kılma'k veya oruç tutmak veya köle (ya da cariye) azad etmek veya haccetmek veya sadaka vermek, adağım olsun."

îşte bu üç maddede belirtilen şeylerle, karıyla cinsel temasta bulunma­maya edilen yemin gerçekleşir. Bu yeminiyle de koca îlâ yapmış olur. ilânın hükmü bahsinde bu yeminlerden her birinin hükmü anlatılacaktır, ilânın ta­nımı yapılırken "Kocanın" kaydının konulmasıyla; müslüman, kâfir, büyük, küçük, hür ve köle olan kocalar kapsam içine alınmıştır. Sarhoş koca da kap­sam içine alınmıştır. Bir kimse karısıyla cinsel temasta bulunmamaya sarhoşken yemin ederse, îlâ yapmış olur. Bu kayıtla hasta ve buruk -testisleri kesik olup cinsel temasta bulunabilen- ile kesik penİsli kocalar da kapsam içine alınmıştır.

"Cinsel temasta bulunması düşünülebilen" kaydını kullanmakla; cinsel temas yapmasını bilmeyen çocuklar, kapsam dışına çıkarılmış oldu.

Penisi felçli olup cinsel temasa elverişli olacak kadar geride kalmayacak şekilde penisi kesilmiş olan koca da aynı şekilde kapsam dışına çıkarılmış ol­du. Çünkü bu gibi kimselerin îlâ yapmaları anlamsızdır. Çünkü bunlar, tabi­atıyla cinsel temasta bulunmaktan âcizdirler.

İyileşmesi umulan hasta kocanın durumu bunun tersinedir: Hastalık sü­resiyle kayıtlanmadıkça, bu durumdaki kocanın îlâsı sahih olur. Çünkü has­tayken îlâ etmesinin anlamı yoktur. Zîra tabiatıyla o, cinsel temasta bulun­maktan âcizdir. Hastayken îlâ yapmakla karısına eziyet vermiş olmaz.

"Boşaması sahih olan" kaydım kullanmakla; çocuk, deli ve zorlanan kimse gibi boşaması sahih olmayanlar,kapsam dışına çıkarılmış oldular. Bun­ların boşamaları sahih olmaz.

Tanımda "Kocanın" dendi ki, kocadan başkası kapsam dışına çıkarıl­sın. Bir kimse; Zeynep'le cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse ve Zey­nep de kendi karısı değilse, îlâ yapmış olmaz. Sadece yemin etmiş olur. Bilâ­hare Zeynep'le evlense de îlâ yapmış olmaz. Ancak evlendikten sonra Zeynep'Ie temasta bulunursa, yemin keffareti vermesi gerekir. Önce anlatılanlar­dan da Öğrenildiği gibi yabancı kadın üzerine edilen talâk yeminiyle boşama gerçekleşmez.

"Karısıyla cinsel temasta bulunmayı terketmek üzere'1 kaydını koymak­la; cariyesiyle cinsel temasta bulunmayı terketmeye yemin etmesi kapsam dı­şına çıkarılmış oldu. Bu yeminiyle kişi îlâ etmiş olmaz. Meğer ki bu cariye, kendisinin karısı olsun. O zaman bu cariyeden yaptığı îlâ, tıpkı hür karıdan yapılan îlâ gibi sahih olur.

"Kendisiyle cinsel temasta bulunulması düşünülebiîen" kaydının konul­masıyla; cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olan kız çocukları kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bir kimse, bir yıl süreyle karısıyla cinsel te­masta bulunmamaya yemin eder ve karısı da az bir müddet müstesna altı ay­dan sonra cinsel temasa dayanabilecek olursa, kocası îlâ yapmış olur. Çünkü senenin geri kalan kısmı, -ki kadın bu kısımda cinsel temasa dayanabilmektedir- îlâ müddetidir. Vagina tıkanıklığı gibi cinsel teması en­gelleyici bir hastalığı bulunan kadın da bu bakımdan cinsel temasa dayana­mayacak kadar küçük yaştaki kız çocuğu gibidir. Fakat cinsel teması engelle­meyen veya geçici olarak engelleyen bir hastalığa yakalanmış olan kadının durumu bunun hilâfına olup bu kadından yapılan îlâ sahih olur. Ancak bu hastalığı iyileşmeden cinsel temasa dönme talebinde bulunma hakkına sahib olmaz. Nitekim bu husus, îlânın hükmü bahsinde anlatılacaktır.

"Vaginasmdan kaydını koymakla; karısının anusundan cinsel temasta bulunmamaya yemin eden kocanın yemini kapsam dışına çıkarılmış oldu. Anustan temasta bulunmamaya yemin eden koca, bu yeminiyle îlâ etmiş ol­maz. Çünkü terkedilmesi istenen bir işi terketmeye yemin etmiştir. Ama "Anusu dışında karımla vallahi cinsel temasta bulunmayacağım" demekle îlâ etmiş olur.   Bu   durumda,   "Karımın   vaginasmdan  vallahi   cinsel   temasta bulunmayacağım demiş gibi olmaktadır. "Vallahi karımla cinsel temasta bu­lunmayacağım: Ancak hayızh veya ramazanda oruçlu olması veyahut mes­citte bulunması hali müstesna'' diyecek olursa, bu sözüyle îlâ yapmış olmaz. Çünkü her ne kadar cinsel temasın haram olduğu bir vakitte karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin etmişse de, vaginasmdan cinsel temasta bulun­mamaya yemin etmiş değildir. Hayız ve benzeri arızalar nedeniyle cinsel te­masın harâmlığı, cinsel temasın mahallinde yapılmasının caiz oluşunu engel­lemez. Karısının anusu dışında başka bir yerinden cinsel temasta bulunma­maya edilen yemin, bunun hilâfinadır. Çünkü anustan cinsel temasta bulun­mak zaten haramdır. Baldırları arasından veya benzeri yerlerden karıyla cin­sel temasta bulunmamaya yemin etmekle koca, îlâ yapmış olmaz.

îlânın tanımı yapılırken "Mutlak surette" kaydının konulmasıyla, her­hangi bir süreyle kayıtlanmayan cinsel teması terk yemini kapsam içine alın mış oldu. Örneğin "Seninle cinsel temasta bulunursam, sen boşsun" demek gibi: Bu kaydın konulmasıyla aynı zamanda süreklilik ifade eden cinsel te­ması terk yemini de kapsam içine alınmış oldu. Örneğin "Vallahi ebediyyen veya ömrün boşunca veya îsa (a.s.) gökten ininceye ya da kıyamet kopuncaya dek seninle cinsel temasta bulunmayacağım" demek gibi: Anılan kaydın ko­nulmasıyla, bir anlık dahi olsa dört ay üzerine ziyade edici bir kayıtla cinsel teması terk yemini de kapsam içine alınmış oldu. Örneğin bir kimsenin ken­di karısına hitaben "Vallahi dört ay ve beş dakika gibi süreyle seninle cinsel temasta bulunmayacağım" demesi gibi. Ama sadece dört veya üç ay veya da­ha az süreyle cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse, bu yeminle îlâ et­miş olmaz.

 

Îlânın Rükün Ve Şartları

 

îlânın rükünleri altı tanedir.

1- Kendisiyle yemin edilen.

2- Üzerine yemin edilen.

3- Sîga.

4- Müddet.

5- Karı.

6- Koca.

Kendisiyle yemin edilen şey, açıklaması daha önce tanımda yapılan yemindir.

Üzerine yemin edilin şey ise, cinsel temastır. Koca, "Vallahi karımla cinsel temasta bulunmayacağım." diye yemin ederse; cinsel temas, üze­rine yemin edilen şeydir. Allah adıysa, kendisiyle yemin edilen şeydir. "Üze­rime talâk olsun ki; karımla cinsel temasta bulunmayacağım" demesi de böyledir. Buradaki talâk, kendisiyle yemin edilen şeydir. Cinsel temas ise, üzerine yemin edilen şeydir. Cinsel temas kendisiyle gerçekleştiği İçin "Üzerine yemin edilen şey" sözü, karı için de kullanılabilir.

Sîgaya gelince o, önce anlatılan kısımlarıyia yemin sîgasıdır.

Müddete gelince o, îlâ müddetidir ki; o da kocanın, dört aydan fazla süreyle karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin etmesidir. Bu rü­künlerden her biri için mezheplere göre tafsilatlı şartlar vardır.

 

(49) Hanefîler dediler ki: îlânın rüknü tek şeydir ki o da önce anlatılan 'rükün, mahiyetin içine giren şeydir' tanımı dolayısıyla yemin sîgasıdır. îlâ­nın mahiyeti ancak sîga ile gerçekleşir. Ama diğer şeylere gelince onlar, ma­hiyetin şartlarıdırlar. Bilindiği gibi bu sayılan diğer şeyleri şart olarak kabul edenler, rükün kelimesiyle, mahiyetin içine girsin veya girmesin, mahiyetin ancak kendisiyle gerçekleştiği şeyi,kastederler.

(50) Hanefîler dediler ki: îlâ müddeti, hiç bir ekleme yapılmaksızın sa­dece dört aydır.

(51) Hanefîler dediler ki: Yemin sîgasmda bazı şartların bulunması gerekir:

1- Karısıyla başka bir kadım aynı sığada bir araya getirmemelidir: Bir kimse "Vallahi karım ve cariyemle cinsel temasta bulunmayacağım" veya "Val­lahi karım ve yabancım olan falan kadınla cinsel temasta bulunmayacağım" diye yemin ederse, bu yeminiyle karısından îlâ yapmış olmaz. Çünkü tanım­da da geçtiği gibi yalnızca karısıyla cinsel temasta bulunabilir ve keffaret ver­mekle yükümlü olmaz.

2- Müddetin bazısını istisna etmemelidir: istisna ederse derhal îlâ etmiş olmaz. Meselâ karışma, "Bir gün müstesna olmak üzere bir yıl süreyle valla­hi seninle cinsel temasta bulunmayacağım" derse, derhal îlâ yapmış olmaz. Sonra istisna ettiği gün de dahil olmak üzere bir yıl cinsel temasta bulun­maksızın beklerse, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü istisna ettiği günde karı­sıyla temasta bulunacağını açıkça söylememiş, aksine senenin günlerinden bi­rinde temasta bulunmayı kendine mubah kılmıştır. Sene içinde herhangi bir günde karısıyla cinsel temasta bulunabilir. Bu şekilde yemin ettiği takdirde, yemininin ardısıra seçeceği bir günde karısıyla cinsel temasta bulunabilir. Te­masta bulunursa bakılır: Temastan sonra sene içinde, dört ay ve daha fazla bir süre kalmışsa, temasta bulunduğu günde güneş batar batmaz îlâ yapmış olur. Öyle ki; bundan sonra temasta bulunursa, yeminini bozmuş olur ve kef­faret vermesi vâcib olur. Temasta bulunmaz ve o günün gün batınımdan iti­baren tam dört ay geçer ve cinsel temasta bulunmazsa; önce belirtilen şekilde karısı bâin olarak boşanır. Ama yemininden bir gün sonra temasta bulunur ve senenin geride kalan kısmı dört aydan az ise îlâ yapmış olmaz. Şu halde sene başından, bir gün müstesna olmak üzere bir sene süreyle karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse, bir günü istisna etmiş olmakla yemini çözülmüş olur ve îlâ etmiş sayılması mümkün olmaz. Çünkü senenin her­hangi birinde karısıyla cinsel temasta bulunabilir. Dört ayın geçmesinden önce temasta bulunması muhtemeldir. İstisna etmiş olduğu günde temasta bulun­madıkça îlâ yapmış olmaz. Temasta bulunduğunda senenin geri kalan kısmı dört ay ve daha fazla ise îlâ yapmış olur. Aksi takdirde îlâ yapmış olmaz. "Bir saat müstesna,  bir sene boyunca Vallahi seninle cinsel temasta bulunmayacağım" demesi de'böyledir. Bir saatin istisna edilmesi, onu der­hal îlâ edici kılmaz. Ama "Seninle temasta bulunacağım bir gün müstesna olmak üzere vallahi bir sene boyunca seninle cinsel temasta bulunmayacağım" derse, karısıyla temasta bulunsa da bulunmasa da asla îlâ yapmış olmaz. Çünkü sene içindeki günlerden birinde karısıyla temasta bulunacağını açıkça söyle­miştir. Bunu açıklayınca da yemin çözülür ve îlâ da kalmaz. Sene kelimesini söylemeksizin "Bir gün dışında vallahi sana yaklaşmam" derse, karısına yak-laşmadıkça îlâ yapmış olmaz. Yaklaştıktan sonra da ebediyyen îlâ yapmış olur.

3- Yemin sığası, bir yerle kayıtlanmamış olmalıdır: "Babasının evinde karımla vallahi cinsel temasta bulunmayacağım" diye yemin ederse, îlâ yap­mış olmaz. Çünkü başka bir yerde karısıyla temasta bulunmakla yemini çö­zülmüş olur.

4- Yemin sığası sadece cinsel teması terk etmeyi kapsamalıdır: Karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam veya seni yatağa çağırırsam, sen boşsun" derse, îlâ etmiş olmaz. Çünkü kadını yatağa çağırmakla yeminin çözülmesi mümkün olur. Yatağa çağırınca kadın boşanır. Bundan sonra da herhangi bir zamanda karısıyla cinsel temasta bulunabilir ve bu nedenle hiç bir şeyi yapmakla yükümlü de olmaz. îlâ eden kocanın boşamaya ehliyetli olması şart­tır. Yani akıllı ve baliğ olmalıdır. Delinin ve çocuğun îlâsı sahih olmaz. îlâ eden kocanın müslüman olması şart değildir. Zımmî kimsenin îlâsı sahih olur. Ancak îlâ ederken dînen ibadet sayılan bir şeye yemin ederse; meselâ "Se­ninle cinsel temasta bulunursam, haccetmek üzerime adak olsun" derse, İtti­fakla îlâ yapmış olmaz. Ama "Seninle cinsel temasta bulunursam, köle azad etmek üzerime adak olsun" derse; ittifakla îlâ yapmış olur ve bir köle azâd etmesi gerekir.Kansıyla cinsel temasta bulunmamaya Allah adına yemin ederse, İmam-ı A'zam'a göre yapmış olduğu bu îlâ sahih olur. İmameyn'e göre sahih olmaz. Bunun açıklaması, ilânın tanımında geçti. Malî olmayan bir şey üze­rine yemin etmesi durumunda kölenin îlâsı da sahih olur. Kölenin malî ta­sarrufları geçerli değildir. Karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam bir köle -veya cariye- azad etmek, üzerime vâcib olsun" veya "...sadaka vermek, üzerime vâcib olsun" derse, îlâ etmiş olmaz.

îlâ müddetinin hür kadın için, önce de belirtildiği gibi hiç bir ekleme yapmaksızın tam dört ay olması şarttır. Ama koca -hür olsun köle olsun- ca­riye ile evliyse, bu karısından yapacağı îlâ müddeti iki aydır.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki; penis kesikliği ve küçüklüğü gibi yaratı­lıştan da olsa cinsel temasa engel bir manün bulunmasıyla birlikte îlâ sahih olur.

Şunu da kaydedelim ki sîga; sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrıl­maktadır:

Sarih: Sadece işitilmesi, kadınla, cinsel temasta bulunmaya delâlet eden, öyle ki çoğunlukla bu anlamda kullanılan kelimelerdir. Örneğin cima', vat', yaklaşma, mübadaa, penisi vaginaya girdirmek gibi. Sarih sîgayı telaffuz eden koca, bununla cinsel teması kasdetmiş olduğunu iddia ederse; iddiası yargı makamınca doğrulanmaz. Ama fetva makamınca doğrulanır.

Kinaye: Cinsel temasta bulunmaya delâlet eden, ama başka anlamları taşıma ihtimali de bulunan sığalardır. Söylenildiklerinde bunların ne anlama geldikleri, hemen ilk anda zihne intikal etmez. Örneğin "Vallahi ona dokun­mam ona gelmem Ona girdirmem", "Onu kapatmam", "Benim ba­şımla onun başı aynı yastıkla biraraya gelmez", "Aynı yatakta onunla gece­lemem "Bununla beraber olmam veya "Vallahi ona katı davranacağım demek gibi. Koca bu sözleri söylemekle, niyet etmedikçe îlâ yapmış olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Sîgada şu şartlar bulunmalıdır:

1- Sîga, kesin olarak veya bir şarta bağlanarak karıyla cinsel teması terke şâmil  olmamalıdır:   "Vallahi   karımı   terkedeceğim"   veya onunla konuşmayacağım" demekle, îlâ yapmış olmaz.

2-Sîga, hususi bir zamanla kayıtlanmamahdır: örneğin "Vallahi gece­leyin karımla cinsel temasta bulunmayacağım" veya "Vallahi gündüzleyin ka­rımla cinsel temasta bulunmayacağım" demek gibi. "Beldeden çıkıncaya dek seninle cinsel temasta bulunmayacağım" demesinde hüküm değişir. Belde­den çıkış kadına eziyet verirse, kocası bu sözle îîâ etmiş olur. "Bu evden çı­kıncaya dek seninle cinsel temasta bulunmam." demek de böyledir. îlâ yap­maksızın karısıyla cinsel temasta bulunmayı terkeder veya dölsuyunu karının vaginasına akıtmamaya yemin ederse karısı, kendisini boşaması için kadıya müracaatta bulunur. Kadı da kocaya süre tanımadan karısını derhal boşaya-bilir. Ama kocaya bir süre de verebilir.

3- îstisnâ etmemelidir: Mesela "iki sene dışında bir sene vallahi seninle cinsel temasta bulunmayacağım" derse, îlâ gerekmez. Çünkü dört ay süreyle onunla teması terkedip, sonra temasta bulunması; sonra dört ay daha teması terkedîp, sonra temasta bulunması mümkündür. Bu durumda geriye senenin dört ayı kalır ki bu da îlâ müddetinden azdır. Dolayısıyla yeminini bozmuş olmaz ve bununla da îlâ yapmış olmaz. "Bir defa dışında bu sene vallahi se­ninle cinsel temasta bulunmayacağım" derse, temasta bulunmadıkça, sonra senenin geri kalan kısmı hür için dört aydan, köle için iki aydan fazla olma­dıkça îlâ yapmış olmaz.

4- Yemini dolayısıyla ona bir hüküm lazım gelmemelidir: Sözgelimi "Se­ninle cinsel temasta bulunursam, sahibi buluduğum bütün paralar sadaka olsun" derse, bu yemin zor ve meşakkattir..Şu halde bu adama bir hüküm lâzım gelmez. (Yani parası sadaka* olmaz.) ve îlâ yapmış da olmaz.

îlâ eden kocanın; köle bile olsa müslüman olması, mükellef olması -çocuğun ve delinin îlâsı sahih olmaz- cinsel temasta bulunması düşünülebi-len biri olması şarttır. Bu sonuncu şartın konulmasıyla da yaşı küçük, buruk, kesik penîsli ve pir-i fânî kocalar kapsam dışına çıkarılmış oldu. Kendi­sinden îlâ yapılan zevcenin çocuk emziren bir kadın olmaması şarttır. Bütün bu kayıtların açıklaması, îlânm tanımı kısmında yapılmıştır. Dilersen oraya müracaat edebilirsin.

Mûtemed görüşüne göre îlâ müddetinin, bir gün dahi olsa dört aydan fazla olması şarttır. Bazıları derler ki: Koca eğer hürse, dört aydan on gün fazla olması; köle ise iki aydan fazla olması şarttır.

Şâfîîler dediler ki: Karı - kocadan her birinin cinsel temasta buluna­bilir olmaları şarttır. Kocanın yaşı küçük veya penisi kesik ise îlâ yapması sa­hih olmaz. Yemin sîgasının, tanımda da anlatıldığı gibi, Allah'ın adı veya sı­fatlarından biri olması veya bir işin yapılıp yapılmaması şartına bağlanması veya adak olması şarttır. Üzerine yemin edilen şeyin, özellikle cinsel temasın terki olması şarttır: Mesfelâ cinsel teması değil de kadınla oynaşmayı terket-meye yemin ederse bu, îlâ olarak sahih olmaz. îla müddetinin, bir an bile olsa dört aydan fazla olması şarttır. îlâ sığasının cinsel teması terketmeyi his­settiren bir lâfız olması şarttır. Bunun açıklaması da ilânın tanımı bahsinde geçti. Dilersen oraya müracaat et.

îlâ sîgası da sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır:

1- Sarih: "Allah'a andolsun ki; penisimin başı senin vaginana tamamen girdirme işi benden sadır olmayacaktır" veya "Vallahi seninle cinsel temasta bulunmayacağım" veya "Vallahi seninle cima' etmeyeceğim" demek gibi. Bu sözün sahibi olan koca, "cinsel temas (vat') kelimesiyle ben başka şeyi kasdettim" derse, sözü yargı bakımından değil de fetva bakımından tasdik edilir. Vagina kelimesiyle anusu kasdetmiş olduğunu söylerse, bu sözü yine fetva bakımından tasdik edilir.

2- Kinaye: Koca karısına "Vallahi sana dokunmam" veya "Seninle mu-badaa yapmam (Vagİnanla temas etmem)" veya "Sana çıplak tenle sarılmam" veya "Sana gelmem" veya "Seni örtmem" dere, bu sözüyle cinsel teması kas-detmedikçe îlâ yapmış olmaz. Çünkü bu lâfızlar yaygın olarak cinsel temas anlamında kullanılmamaktadırlar.

Hanbelîler dediler ki: îlânm dört şartı vardır:

1- Koca, özellikle vaginadan cinsel teması terke yemin etmelidir.

2- Yemin ederken Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri ile yemin etmelidir. Sonra üzerine yemin edilen şey bazan sarih olur ki, o zaman hem yargı hem de fetva bakımından onunla amel olunur. Bu da sarih olarak ka­dınla cinsel temasta bulunmaya delâlet eden her lâfızdır. Örneğin penisin va-ginaya girdirilmesi ve benzeri, cinsel temastan başka anlama ihtimali olma­yan diğer sarih ifadeler gibi.      

Üzerine yemin edilen şey, bazan sadece yargı bakımından sarih olur. Bu, cinsel temasa örfen delâlet eden her lâfızdır. Örneğin "Vallahi seninle cinsel temasta bulunmadım" veya "Vallahi seninle cima' etmedim'* veya "Vallahi seninle mubadaa yapmadım (Vaginanla cinsel ilişki kurmadım)" demek gi­bi. Hüküm olarak; yargı bakımından bu sözler işleme konulurlar. Koca bu sözle cinsel temastan başka bir anlamı kasdetmiş olduğunu iddia ederse, id­diası yargı makamınca dinlenmez. Ama sözünde doğruysa bu iddiası, diya-neten kendisine yarar sağlar. Bazan koca, niyet etmeyince îlâ yapmış olmaz. Örneğin karısına, "Vallahi seninle aynı yatakta yatmam" derse, bu sözüyle cinsel ilişkiyi terke niyet etmezse, îlâ yapmış olmaz.

3- Dört aydan fazla bir süre için yemin etmiş olmalıdır.

4- ilâyı, cinsel temasta bulunma imkânına sahip olan koca yapmalıdır: Böylece öğrenmiş oluyoruz ki; müslüman, kâfir, hür, köle, baliğ, mümeyyiz, öfkeli, sarhoş ve iyileşmesi umulan hasta kocanın îlâsı sahih olur. Nitekim gerdeğe girmiş olsun olmasın kendisiyle cinsel ilişki kurulması mümkün olan zevcenin îlâsı da sahih olur. Delinin, penis felçliğİ veya kesikliği veya benzeri bir sebeple cinsel ilişkide bulunmaktan âciz olan kocanın îlâ yapması sahih olmaz.

 

İlânın Hükmü Ve Delili

 

İlânın uhrevî ve dünyevî olmak üzere iki hükmü vardır: Uhrevî hükmü: Koca karısına dönmezse günahtır.

Dünyevî hükmü: İleride anlatılacak şekilde dört aydan sonra kocanın karısını boşamasıdır. Bu hüküm şu âyet-i kerîmeyle sabit olmuştur:

"Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu müddet içerisinde erkekler yeminlerinden dönerek hanımlarına yanaşırda keffaret verirlerse, şüphesiz ki Allah bu şekilde yeminlerini ba­ğışlayıcıdır, esirgeyicidir. Bu türlü yemin edenler eğer kanlarını boşamaya karar verirlerse onu yerine getirirler. Şüphesiz Allah söylediklerini işitici, (niyetlerini) gerçekten bilicidir.[13]

Âyet-i kerîmede geçen "Yü'lûne" kelimesi yemin edenler anlamına-dır. "Min nisâihim" kelimesiyse "Yü'lûne" fiiline mütealliktir. Çünkü bu fiil, kadınlardan uzaklaşma anlamını içermektedir. Bu nedenle de "min" harfiyle müteaddi kılınmıştır. Kadınlardan uzaklaşma anlamı gözönünde bulundurulmadığında "Âlâ" fiili, a'lâ harfi ile müteaddi kılınır. "Âlâ min imreetihi" değil de "Âlâa'lâ imreetihi" denilir. Bilindiği gibi kadınlar üzeri­ne îlâ yapmak, araplarca bilinmekte ve kadınla cinsel ilişkiyi terketme an­lamında kullanılmaktaydı. Onlara göre îlânın hükmü; kadının, kocasına ebe-diyyen haram kılınmasıydı.

Âyet-i kerîmesi, "kanlarıyla cinsel temasta bulunmayı terketmeye yemin edenler için" anlamına gelmektedir. Bunlar, dört ay beklerler ve terketme­ye and içtikleri cinsel temasa dönerlerse bu, onların îlâ günahından Ötürü tevbe edişleri olur ki; Cenab-ı Allah, yeminlerini bozma keffaretini verir­lerse onları bağışlar.

Bununla da açıklanmış oluyor ki îlâ haramdır. Çünkü îlâda kadını ter-ketmek, insan tabiatı için lâzım ve zarurî olan şeyi ve İnsan soyunu de­vam ettirme işini terketme; uğruna çocuk yetiştirmenin zorluklarına kat­lanması İçin Cenab-ı Allah'ın ona tevdi etmiş olduğu lezzetten mahrum bırakma; kocasının kendisini sevmeyip yüz çevirdiğini hissettirme nede­niyle kadına zarar vermek vardır. Bütün bu saydıklarımız kadına eziyettir. "Bu da Allah'ın kocaya dört aylık mühlet vermemesini gerektirir." diyecek olursan, sana derim ki: Kocaya dört aylık mühlet vermenin hikmeti, evlilik ilişkisini muhafaza etmek ve insanların tabiatlarını çoğunlukla etkileyen şeyle evliliğin devamına çare bulmaktır. Çünkü bu kadar süreyle kandan uzak durmak, kocaya karıyı özlettirir. Kendi durumuyla karısının durumu­nu sağlıklı bir şekilde tartıp dengeler. Uzak kalmaktan etkilenmemişse ve karısına ilgi duymamaktaysa ondan ayrılması kolay olur. Uzak kalmaktan etkilenmiş ve ona karşı ilgi duymaya başlamışsa, önceleri ona karşı ser­gilemiş olduğu kötü davranışlardan Ötürü pişmanlık duyarak ve onunla iyi geçinmeye kesin karar vererek karısına geri döner. Kadın da öyle...

Kadını terketmek, onu terbiye etme yöntemlerinden biridir. Kadının süs­lenmeyi ihmal etmesi veya kendisinden nefret edilmesini gerektirici bir mu­ameleyle kocasına muamelede bulunması, kocasının kendisinden yüz çe­virmesine sebeb olur. Dört ay süreyle kocanın ondan uzak durması kadı­nı, yapma ihtimali bulunan aşırılıklardan alıkoymuş olur. Şu halde evliliğin devamı için, bu sürenin beklenmesi zorunludur.

"Eğer boşamaya karar verirlerse, şüphesiz ki Allah işiticidir, bilicidir.[14]mealindeki âyet-i kerîmeye gelince bu, şu mânalara gelir:

1- Kocalar yeminlerini yerine getirmekte ısrar eder de, karılarını terkeder ve dört ay geçinceye kadar da onlara yanaşmazlarsa bu, boşama olur.

Veya kadın boşanma isteminde bulunur. Sürenin sona ermesi, başlı başına talâktır. Bu şöyle olur:

Âyet-i kerîmesi

Kavl-i şerîfiyle tafsil edilmiş, açıklanmıştır. Lügat, açıklayanın açıklanandan sonra araya hiç bir fasıla girmeksizin gelmesini gerekli kılar. Şu halde ter­ki için yemin edilen cinsel temasa dönüşün veya boşamanın; kadının ta­lebi veya kocanın boşaması gibi bir fasıla araya girmeden dört aylık süre­nin bitiminden hemen sonra vukûbulması gerekir. Bu şuna benzer: Ada-mır\ biri bir başkasına: "Yanı başınızda komşu olarak geldim. Beğenirse­niz kahrım. Yoksa başka yere göçerim" derse, bunun anlamı şu olur: "Ben­den razı olmazsanız, taşınmaktan başka hiçbir şey yapmaksızın buradan çeker giderim" demektir.

2- "Boşamaya karar verirlerse..." mealindeki âyet-İ kerîmenin mâna­sı, dört aylık sürenin geride kalmasından sonra boşamaya karar verenler demektir. Boşamaya karar vermek, ancak sürenin geçmesinden sonra mümkün olur, tahakkuk eder. Ya kendiliğinden boşar, ya da kadın, ileride anlatılacak şekilde meseleyi kadıya arzeder.

Âyet-i kerîmesinin başındaki  harfi takîb mânasını ifade eder. Bu­na göre âyet-i kerîmenin mânası şöyle olur: Sürenin bitiminin ardısıra kanlarıyla cinsel ilişkiye tekrar dönerler ve yeminlerinin keffaretini çıkarıp verirlerse, "şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." Sürenin bitimin­den sonra "Boşamaya karar verirlerse", "Şüphesiz ki Allah işitendir, bi­lendir."

Birinci anlama göre bu âyet-i kerîmenin anlamı şöyle olur: Cenab-ı Allah onların îlâsını işitendir; cinsel ilişkiye geri dönmeksizin sürenin ta­mamlanmasıyla kadına yapılan zulüm ve eziyeti bilendir. Bu sebeple ko­caları cezalandıracaktır. Boşanma sonucunu doğuracak şekilde îlâ süresi sona erinceye dek kadınla cinsel temasta bulunmamaya ısrar edenlere bu âyette tehdit vardır.

İkinci anlama göre bu âyet-i kerîme süre dolduktan sonra boşayana veya kendisine rağmen hâkim tarafından karısı boşanan kocalara tehditte bulunmaktadır. Bunlara ilişkin olarak mezheplerin geniş açıklamaları aşa­ğıya alınmıştır.

 

(52) Hanefıler dediler ki: Kendisiyle amel edilmesi gereken de budur. Süre sona erince karısı, başka bir işleme gerek kalmaksızın kendisinden bâİn bir talâkla boşanır. Diğer üç mezhep imamı bu görüşe muhaliftirler.

(53) Hanefîler dediler ki: Yemin tarihinden itibaren dört aylık bir süre geçerse ve koca da karısıyla cinsel temasta bulunmazsa; durumun kadıya ar-zedilmesine veya kocanın boşamasına gerek kalmaksızın karısı bir bâin ta­lâkla boşanır. Karısıyla cinsel temasta bulunduğunu, dört aylık sürenin ta­mamlanmasından önce şahitler huzurunda ikrar eder de, bundan sonra süre dolar ve karı da kocasının acılan sürede kendisiyle cinsel temasta bulunma­dığı gerekçesiyle bâin olarak boşandığını iddia eder; kocasıysa onunla temasta bulunduğunu iddia eder ve bunu şahitler huzurunda ikrar eder, şahitler de kendilerinin huzurlarında ikrarda bulunduğuna şahitlik ederlerse; sahih olur ve kadın da bâin olarak boşanmış olmaz. Sonra îlâ, ayın ilk gecesinde vukû-bulmuşsa, îlâ süresi aylarla hesaplanır.

îlâ, ay ortasında vukûbulmuşsa, bu hususta ihtilâf edilmiştir: Bazıları, îlâ süresinin günlerle hesaplanacağını söylemişlerdir. Diğer bazılarıysa ilk ayın günlerle hesaplanacağını, ikinci, üçüncü ve dördüncü aylarınsa ay olarak he­saplanacaklarını, ilk aydan eksik kalan günlerse; beşinci aydaki günlerle ta­mamlanır demişlerdir. Meselâ şaban ayının ortasında bir kimse îlâ ederse, şabanın kalan onbeş günü hesaplanır. Sonra ramazan şevval ve zilkade ayları ay olarak hesaplanır. Şaban ayını tamamlamak için de zilhicce ayından on­beş gün alınır. Açıkça görüldüğü gibi ikinci görüş ihtiyata daha yakındır. Sonra îlâ süresi dolar ve koca da karısıyla cinsel temasta bulunmamışsa, karısı bâin olarak boşanır. Bunun üç şekli vardır:

1- Bir tek müddet belirlemesidir: Sözgelimi dört ay süreyle karısıyla cin­sel temasta bulunmamaya üç talâkla yemin etmesi. Bu durumda dört aylık süre geçer ve karısına yaklaşmazsa karısı bâin olarak boşanır, yemin de dü­şer. Öyle ki; kadını yeniden nikahlarsa onunla cinsel temasta bulunabilir ve yemin de üzerinde kalmaz. Bu hüküm açıktır. Çünkü yemini geçicidir.

2- İkinci bir süre eklemesidir: Sözgelimi sekiz ay süreyle karısıyla cinsel temasta bulunmamaya üç talâk ile yemin ederse, bu durumda süre dolma­dan karısıyla cinsel temasta bulunursa, kendisine üç talâk lazım gelir. Temasta bulunmaz ve dört ay geçerse, karısı bâin olarak boşanır. Sonra nikâh akdini yeniler ve bu kadın yine karısı olur da kalan dört aylık süre dolmadan onun­la temasta bulunursa, üzerine üç talâk vaki olur. Ama dört ay geçinceye ka­dar karısını terkeder ve temasta bulunmamaya yemin ettiği süre -ki bu süre de sekiz aydır- tamamlanırsa, başka bîr bâinlikle karısı boşanır ve yemin dü­şer. Nikâh akdini ikinci kez yenilerse, dilediği gibi karısıyla cinsel temasta bu­lunabilir.

Eğer karısına "Bir sene boyunca seninle temasta bulunursam, üç talâk­la boşsun." der de, ilk süreyi bekler, karısı bâin olarak boşanır; sonra karıyı yeniden nikâhlar ve ikinci süre doluncaya dek onunla cinsel temasta bulun­maz; böylece sekiz ay tamamlanmış olur ve karısı da ikinci kez bâin talâkla boşanır. Bundan sonra az da olsa bir süre geçer ve kadının üzerine nikâh ak­dini yenilerse, kalan süre ile îlâ yapmış olmaz. Çünkü kalan süre azdır. Dört aylık süreden, bu kadın kendi karısı değilken bir kısım zaman geçmiştir. Oy­sa îlâ süresinin tam dört ay olması şarttır. Dört aydan fazla olması şart değildir.

3- Bir müddet belirtmemesi: Cinsel temas yapmama yeminini ebedilikle kayıtlayabileceği, meselâ ebedî olarak veya daimî olarak karısına yaklaşma­maya üç talâk ile yemin edebileceği gibi bu yeminini hiç bir şeyle kayıtlama­yabilir. Meselâ karısıyla cinsel temasta bulunmamaya talâkla yemin edebilir. Bunun da dört şekli vardır:

1- Dört ayın tamamlanmasından önce karısıyla cinsel temasta bulunma­sı: Bunun hükmü, kocaya üç talâkın lâzım olmasıdır.

2- Dört ay geçinceye dek karısıyla cinsel temasta bulunmaması: Bunun hükmü şudur: Dört ayın geçmesiyle kadın bir bâin talâkla boşanır. İkinci kez nikâh akdini kocası yenilerse, îlâ etmiş olur. İkinci bir dört ayın geçmesiyle ikinci bâin talâkla boşanır. Nikâh akdini üçüncü kez yenilerse îlâ etmiş olur; bir müddetin daha geçmesiyle karısı yine bâin talâkla boşanır. Böylece karı­sı, başka birisi tarafından nikahlanmadan (ve de ondan boşanmadan) kendi­sine artık helâl olmaz. Karısı, başkası tarafından nikahlanır da, ondan sonra boşanır ve ilk kocasına geri dönerse; kocası îlâ edici olmaz ve kendisiyle cin­sel temasta bulunması durumunda karısı boşanmaz. Çünkü ilk kocanın ka­dın üzerindeki mülkiyeti üç talâk nedeniyle ortadan kalkmıştır. Yeni bir mül­kiyetle karısı kendisine geri dönmüştür. Bu mülkiyette îlâ yoktur.

3- Karısıyla ebediyyen cinsel temasta bulunmamaya üç talâkla yemin edip, dört ay geçinceye dek karısıyla temasta bulunmaması, kadının bir kez bâin olarak boşanması ve başka erkekle evlenip ondan boşanıp, sonra da ilk ko­casına geri dönmesi: Bu durumda îlâ düşmez. Cinsel temasta bulunursa, üze­rine yemin etmiş olduğu üç talâk; kadının başka kocayla evlenmesinden ön­ce vaki olur. Ama temasta bulunmazsa; dört ayın geçmesiyle karısı bâin ola­rak boşanır. İkinci kez nikâh akdini yenilerse îlâ yapmış olur. İkinci bir müd­detin geçmesiyle karısı yine bâin olarak boşanır. Cinsel temasta bulunursa karısı üç talâkla boşanır. Yoksa, üçüncü bir müddetin geçmesiyle yine bâin olarak boşanır. Böylece karısı, başkası tarafından nikahlanıp boşanmadıkça kendisine helâl olmaz. Çünkü İmam-ı A'zam'a göre ikinci koca, ilk kocanın talâk sayılarını -üç talâk da olsa üç talâktan az da olsa- temelden yıkar. Böy­le olunca da kadın, ilk kocasına üç talâkla döner.

İlk kocanın kadm üzerindeki mülkiyeti sona ermeden o kadının başka­sıyla evlenmesine gelince; farzedilen şudur ki, kadın ilk kocasından bir veya iki bâin talâkla boşandıktan sonra başka erkekle evlenmiştir. Kocanın îlâ et­miş olması sebebiyle, dört aylık îlâ müddeti geçmeden talâk vaki olmaz. Her îlâ müddetinde bâin talâk vaki olur. Ama mûtemed olan görüşe göre kadın, ilk nikâhtan kalan talâk sayısıyla ilk kocasına geri döner. Kadın îlâ nedeniyle kocasından bir bâin talâkla boşanır, başkasıyla evlenip tekrar ilk kocasına dönecek olursa, sadece iki talâkla döner. Şu halde karısı üzerine nikâh akde­der ve onunla cinsel temasta bulunmazsa, dört ay geçince kadın ondan bâin olarak boşanır. İkinci kez nikâhlar ve dört ay geçerse; karısı temelli boşan­mış olur. Zîra ilk talâk, 6nun aleyhine hesaplanır. Kadm başkasıyla evlenir ve ikinci kez kocasına dönerse, bununla îlâ düşer.

4- Kocanın, karısıyla ebediyyen cinsel temasta bulunmamaya üç talâkla yemin etmesi; ama cinsel temasta bulunmadan ve dört aylık sürenin tamam­lanıp da bâin olarak kadının boşanmasından önce üç talâkla boşaması, son­ra iddeti tamamlanıp başka kocayla evlenmesi ve ilk kocasına ikinci kez dön­mesi: Bu durumda ilk koca, üç talâkla karısına malik olur, îlâ düşer ve cinsel temasta bulunursa da koca üzerine birşey lâzım gelmez. Çünkü üç talâkla boşaması, îlâyı düşürür; kadını da kendisinin mülkiyetinden çıkarır.

Bunun karşılığı da şöyle olur: Koca karısına "Seninle temasta bulunur­sam, sen üç talâkla boşsun" der, sonra temasta bulunmadan onu şartsız ola­rak üç talâkla boşar, kadın da başka kocayla evlenir ve boşanır, sonra ilk ko­casına ikinci kez geri döner de kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa, cinsel temas şartına bağlamış olduğu talâkı vaki olmaz. Zira şartsız olan üç talâkı, şarta bağlı üç talâkını iptal etmiştir. Mutefned olan da budur. Şartsız talâk, îlâyı ve şartlı talâkı iptal etmez diyenler buna muhaliftirler. Ama karı­sıyla cinsel temasta bulunmamaya üç talâk ile yemin edip sonra dört aylık sürenin tamamlanmasından önce bir bâin talâkla boşar ve ikinci kez bu karı­sıyla evlenirse îlâ düşmez. Çünkü îlâyı düşüren, sadece üç talâktır. îlâ bir ve­ya iki talâkla düşmez. Bu durumda kadın kocasına geri döner de kocası ken­disiyle cinsel temasta bulunursa üç talâk vaki olur. Cinsel temasta bulunmazsa bu karı - kocanın durumu hakkında Ebû Hanîfe'yle Muhammed arasında ihtilâf vukûbulmuştur:

îmam Muhammed der ki: Kadın, kalan sayıdaki talâkla kocasına dö­ner. Kadın iki talâkla boşanmışsa kocası bir talâkla; bir talâkla boşanmışsa kocası iki talâkla ona malik olur.

Ebû Hanîfe'ye gelince o der ki: Kadın üç talâkla kocasına döner. Çünkü ikinci koca, üç talâk da olsa üç talâktan az da olsa birinci kocanın talâklarının sayısını temelden yıkmıştır. Şu var ki, her îlâ süresinin sona erdiği anda nikâh akdini yenilemenin zaruri olduğu hususunda icmâ' etmişlerdir. Dört aylık süre geçer de kadın bâin olarak kocasından boşanır, kocası ikinci bir dört ay geçinceye dek nikâh akdini yenilemez de, sonra nikâh akdini yeniler­se, ilk süre hesaplanmaz. Talâk, ancak nikâh akdinin yenilenmesinden sonra tekerrür eder. Mûtemed olan budur. Bu durumda süre, ister iddet halinde ol­sun ister iddetin tamamlanmasından sonra olsun, kadının evlenmesi zama­nından sonra hesaplanır.

Şunu da bilmek gerekir ki; Koca, karısıyla cinsel temasta bulunmamaya Alîah adıyla yemin eder de, sonra ilâ süresi geçer ve karısı ondan bâin olarak boşanıp iddetini tamamlar ve başka kocayla evlenir de ilk kocasına geri dö­ner ve kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa; yeminini bozmuş olup, kef-faretle yükümlü olur. Çünkü kadının başkasıyla evlenmesi, Allah adına edi­len yemini düşürmez. Yemin, ancak talâkla düşer.

Bir kimse ric'î talâkla boşamış olduğu karısından îlâ ederse; îlâsı sahih olur ve süre, îlâ vaktinden itibaren sayılır. Dört ayın bitiminden önce iddet tamamlanırsa, iddetin tamamlanması dolayısıyla kadın bâin olarak boşanır ve îlâ da geçersiz olur. îlâ süresinin dolması dolayısıyla ikinci bir bâin talâk­la boşanmaz. Ama îlâ süresinin tamamlanmasından önce iddet süresi tamam­lanmazsa; meselâ kadının temizlik dönemi uzun sürüyorsa; îlâ süresinin dol­masıyla bâin olarak boşanır. Karısından îlâ eder de, sonra onu îlâ müddeti tamamlanmadan bâin talâkla boşarsa, bu hususta tafsilat vardır: Şöyle ki; iddet süresi tamamlanmadan îlâ süresi dolarsa kadın, îlâ sebebiyle bâin ola­rak boşanır. Çünkü îlâ (yeminin)den sonra kadının, iddette olduğu sürece bâin olarak boşanması îlâ hükmünü kesmez. İddeti sona erince, ikinci kez bâin olarak boşanır. Ama îlâ süresinin tamamlanmasından önce iddeti sona erer­se; îlâ hükmü düşer ve kadın, iddet süresinin dolması nedeniyle sadece bir bâin talâkla boşanır.

Bir kimse kendisine, yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunmamaya yemin ederse, ondan îlâ etmiş olmaz. Ama o kadınla evlenip de cinsel temas­ta bulunursa, yeminini bozmuş olur ve üzerine keffaret vâcib olur. "Şayet evlenirsem kendisiyle cinsel temasta bulunmayacağıma Allah adına yemin ederim" diye yemin eder, sonra onunla evlenir ve cinsel temasta bulunursa, ondan îlâ etmiş olur.

Yeminden dönmek, zorlanarak veya delırerek de olsa, önden yapılan cinsel temasla olur. Meselâ akıllıyken bu yemini eder, sonra delirir ve vaginadan karısı ile temasta bulunursa yeminden dönmüş olur. Ama yeminden önce deli olan kimsenin îlâsı, tıpkı küçük yaştaki erkek çocuğun îlâsı gibi tahak­kuk etmez. Çünkü ilânın sahih olması için şartlarda da belirtildiği gibi îlâ edenin îlâ ehliyetine sahib olması şarttır. Ehliyet de daha sonrası için değil,

sadece îlâ yemini esnasında gereklidir. îlâ süresi tamamlanır da karıda yaş küçüklüğü, vagina tıkanıklığı ve benzeri cinsel teması engelleyici bir hastalık bulunur veya kan evden kaçmış olur da nerede olduğu bilinemezse; bu du­rumda yeminden dönüş, sözlü olur. Örneğin kocanın "Kanma döndüm" ve­ya "îlâmı iptal ettim" veya "Dediğimden döndüm" demesi gibi. Kocanın böyle demesi durumunda kadın, anılan sürenin dolmasıyla boşanmaz.

îlâ yemini bir şarta bağlanmışsa, meselâ bu yemin; kadınla cinsel temasta bulunma şartına bağlanmış bir talâk veya köle azadı veya adak ise, bu kendi hali üzere kalır. Öyle ki engel ortadan kalkar ve koca cinsel temasta bulunur­sa, ona talâk veya azad veyahut adak lâzım gelir. îlâ yemini, Allah adına and içerek yapılmış ise, cinsel temasta bulunulduğu takdirde kocaya keffaret lâ­zım gelir.                    

Bu hüküm, îlâ yemininin müddetle kayıtlandırılmamış olması durumunda söz konusudur. Ama müddetle kayıtlandırılmışsa; meselâ dört ay süreyle ka­rısıyla temasta bulunmamaya yemin etmişse ve kadın özürlü olduğu halde bu süre dolmuşsa, kocasından bâin olarak boşanmaz. Kocası kendisiyle cin­sel temasta bulunursa, sürenin dolmasıyla yemin çözüldüğü için kocaya bir şey lâzım gelmez. Ama yemin kayıtsız veya müebbed olursa koca, karısıyla cinsel temasta bulunursa ona yemin keffareti veya cezası lazım gelir.

Cinsel temas engelinin kocada bulunması durumunda da aynı hüküm sözkonusu olur: Meselâ kocada iktidarsızlık olur veya koca, kendisine ulaşı­lamayacak bir yerde mahpus olur veya dört ayda katedilmesi imkânsız bir mesafede seferde bulunursa; kocanın îlâ yemininden dönmesi yine dil ile olur. Ancak kocanın suçsuz yere hapsedilmiş olması şarttır. Hakettiği için hapse-dilmişse, yeminden dönmesi sözle yeterli olmaz. Bilâkis sürenin dolmasıyla kadın, kocasından bâin olarak boşanmış olur. Koca iyileşmesi umulan, ama sürenin bitiminde cinsel temasta bulunmaktan kendisini menedecek bir has­talığa yakalanmışsa, sözlü olarak îlâ yemininden geri dönmesi, üç şartla ger­çekleşir:

1- Evlilik ilişkileri, yeminden dönüş anına kadar devam etmelidir: Ye­minden itibaren aradan tam dört ay geçer ve "Karıma döndüm." veya ben­zeri bir söz söylemezse, karısı bâin olarak kendisinden boşanır. Bundan son­ra söylese bile yararı olmaz. Yeni bir nikâh akdi yaparak koca hastayken, ka­rısıyla ikinci kez evlenirse îlâ da geri döner. Öyle ki îlâ süresi tamamlanınca­ya kadar onunla cinsel temasta bulunmazsa, ikinci kez bâin talâkla boşanır. Bilindiği gibi koca, kadınla temasta bulunabilirse her hal-ü kârda keffaret ve ceza lâzım gelir. Ama koca sağlıklı olduğunda karısından îlâ yapar ve ara­dan dört aylık süre geçerse kadın bâin olarak boşanır. Bâin olarak boşanma­sından sonra kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa îlâ düşer ve kocaya keffaret ya da ceza lâzım gelir. Bundan sonra kadın üzerine yeni bir nikâh akdi yaparsa, karısından îlâ yapmış olmaz.Öyle ki aradan dört ay geçinceye kadar karısıyla cinsel temasta bulunmazsa, karısı bâîn olarak boşanmaz.

2- Kocada, kendisini cinsel temastan aciz bırakan bir hastalık bulun­malıdır.

3-Acizliği bu sürenin tamamı boyunca devam etmelidir: Öyle ki cinsel temasta bulunamayacak derecede hastayken îlâ yemini eder ve bu hastalığı devam eder. Ama sağlıklıyken, karısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin eder ve cinsel temasta bulunmasına yetecek bir süre kadar sağlıklı oluşu de­vam ederde sonra hastalanır ve temastan acizliği dört ay devam eder, hâlâ temasta bulunmamışsa, karısı bâin olarak boşanır ve yeminden sözlü olarak geri dönüşü de yarar sağlamaz. Çünkü acizliğinin îlâ süresince devam etmesi şarttır. Öyle ki hiç bir zaman temasa muktedir olacak kadar iyİIeşmemiş ol­ması gerekir. Hastayken îlâ ederde sonra karısı da hastalanır; ama sürenin bitimine kadar karısının hastalığı devam ederse; karısının bâin olarak boşa­nacağı ve kendisinin ilâdan sözlü olarak geri dönüşünün yarar sağlamayaca­ğı söylenmiştir. Çünkü sözlü olarak kendisinin geri dönüşü için hastalığı bir ruhsat sebebidir. Ama karısının hastalığı ayrı bir sebebtir. Kurala göre ruhsat sebebi, bir başka zamanda taaddüt ederse, birinci sebeb işleme konur, ikinci­si ise geçersiz sayılır. Bilindiği gibi önce koca, sonra da karısı hastalanmıştır, ilâdan dönüş ruhsatının sebebi, kocanın hastalığıdır. Kadının hastalığı sebe­bi ise geçersiz sayılmıştır. Koca iyileştiği için îlâdan dönüş ruhsatı ortadan kalkmıştır.

Bazıları derler ki: Bu durumda koca, sözlü olarak îlâdan geri döner. Çün­kü karısının hastalığı da bir manidir. Bu hüküm, iki sebebin aynı zamanda meydana gelmesi durumunda sözkonusudur. Ama iki sebep, değişik iki za­manda meydana gelirlerse, onlarla amel olunur. Koca hastayken karısına, me­selâ "Vallahi ebediyyen seninle cinsel temasta bulunmayacağım" der de son­ra îlâ süresi geçerse, karısı bâin olarak kendisinden boşanır. Bilâhare koca iyileşip ikinci kez onunla evlenirse, bilindiği gibi îlâ geri döner. İkinci kez ko­ca hastalanırsa, îlâdan dönüşü sözlü olur. Bu durumda iyileşme nazar-ı iti­bara alınmaz. Ruhsat sebebi olan kocanın hastalanması, aynı zamanda değil de iki ayrı zamanda teaddüd etmiştir, ikinci sebeb, birinci zamanın maziye karışmasından sonra gelmiştir. Dolayısıyla ikincisi geçersiz kılınmaz. Mûte-med olan görüş işte budur.

Karı veya kocada cinsel temasa mani şer'î bir engel bulunursa; meselâ kadın hayızlı olur veya karı-kocadan biri ihramda bulunur ve ihramdan çıka­cağı (ya da kadının hayızdan temizleneceği) süre dört aydan fazla olursa veya bunlara benzer durumlar sözkonusu olursa o zaman îlâdan geri dönüş an­cak cinsel temasla olur. Sözlü geri dönüşünse bir yararı olmaz. Çünkü bu durumda cinsel temas mümkündür. Bu durumda cinsel temasta bulunmak,

en nihayet bir günahtır. Ama madem ki karısıyla cinsel temasta bulunmama­ya yemin ederek daha önce Allah'a karşı mâsiyet işlemiştir; öyleyse günahı­nın cezasını çeksin! Bu durumda karısıyla temasta bulunursa günah işler. Te­masta bulunmazsa, karısı ]bâin olarak boşanır. O, her iki durumda da zarar­dadır.

Demek ki koca, hayızlı veya nifaslıyken karısıyla cinsel temasta bulu­nursa günahkâr olur. Ama îlâ, bu temas dolayısıyla düşer. Kocaya keffaret veya ceza gerekir.

Şunu da belirtelim ki; bir kimse karısından îlâ eder, sonra dinden çıka­rak dar-ı harbe geçerse; karısı bâin olarak boşanır ve îlâ da düşer. Çünkü mürted olarak dar-ı harbe geçmiş olmakla, karısı üzerindeki mülkiyeti kal­kar ve sahih olan görüşe göre îlâ da geçersiz olur. Bazıları îlânın geçersiz sa­yılamayacağım, öyle ki müslüman olup tekrar bu eski karısıyla evlenirse, îlâ'nın geri döneceğini söylemişlerdir. Ama sahih görüşe göre îlâ geri dönmez.

Mâlîkîler dediler ki: Önce verilen tafsilât çerçevesinde bir kimse, ka­rısıyla cinsel temasta bulunmamaya yemin eder, sonra dört aylık sürenin bi­timinden önce karısıyla cinsel temasta bulunursa, îlâ çözülür ve ona yemin lâzım gelir. Allah adıyla yemin etmişse keffaret lâzım gelir. Talâk ile yemin etmişse karısı boşanır. Itk ile yemin etmişse kölesi azad olur. Karısıyla cinsel temasta bulunmazsa, kendisi için dört ay bir gün beklenir. Çünkü îlâ süresi­nin dört aydan fazla olması gereklidir.

Sonra kadın yaşı küçük de olsa, cinsel temasa elverişli olması şartıyla durumunu hâkime arzetme hakkına sahiptir. Hastaysa veya cinsel temasa engel bir özrü varsa, hâkime şikâyette bulunma hakkına sahip değildir. Eğer cari-yeyse, efendisine şikâyette bulunma hakkına sahip değildir. Hâkim de koca­sına, îlâdan geri dönmesini emreder. Geri dönüş de, penisin sünnet kertiğine kadar vaginaya tam olarak girdirilmesiyle olur. Kadın bâkireyse îlâdan dö­nüş, ancak onun bekâretini gidermekle olur. Koca karısıyla bu işi yaparsa ilâ çözülür ve yemin bozulmuş olur. Hâkim, kocaya îlâdan dönmesini emre­der de o bu emri yerine getirmeye yanaşmazsa, boşamasını emreder. Bu emri de yerine getirmeye yanaşmazsa ona rağmen hâkim, karısını bir ric'î talâkla boşar. Demişler ki: Hâkim onun bu boşanmasını tescil eder. Hâkim yoksa müslüman cemaat onu kocasına rağmen boşar. Emri yerine getirmeyeceğini açıkça söylerse, kendisine ikinci bir süre tanınmaz. Ama emri yerine getir­mekten imtina etmezse; yani karısıyla cinsel temasta bulunacağına söz verir­se; sözünü de yerine getirirse ne âlâ. Aksi takdirde bir kez daha kendisine emredilir. Emri yerine getirmezse, kendisine rağmen karısı boşanır. Eğer ka­rısıyla temasta bulunacağına söz verirse, sözünü yerine getirsin diye bırakılır. Bu, üç kez tekrarlanabilir. Yalnız bu üçünün de aynı günde olması şarttır. Sonra karısını boşaması emredilir. Boşamazsa, ona rağmen kadı, onun karısını boşar. Ya da mezkûr iki kavle göre karısına, kendini boşamasını emreder. Koca cinsel temasta bulunduğunu iddia eder, karısı inkâr ederse, yemin etmesi şar­tıyla kocanın sözüne itibar edilir. Yemin ederse kadın, kendi karısı olarak ka­lır. Yeminden kaçınırsa, karısına yemin ettirilir. Kadın yemin ederse, mezkûr hakkı baki kalır. Yeminden kaçınırsa, kocasının karısı olarak kalır, îlâ da çö­zülür. Kadının bakire olup olmaması fark etmez. Hastayken koca, karısın­dan îlâ eder, sonra cinsel temastan acizlik hali devam ederek îlâ süresi sona ererse veya karısından îlâ eder ve kendini kurtaramayacak şekilde mahpus haldeyken îlâ süresi sona ererse, bunun için iki durum sözkonusu olur:

1- Yemini; yeminini bozmadan önce çözülmeye kabiliyeti olan bir yemin olmalıdır: Bu da Allah adıyla edilen yeminle, çıkar yolu yemin keffareti olan belirsiz adaklardır. Yemini bozmadan önce bu ikisi için keffaret vermek sa­hih olur. Koca karısına "Vallahi seninle cinsel temasta bulunmam" der, bu yemininden sonra aradan dört ay bir gün geçerse kadın, yemin keffaretini Öde­mesi için kocasından istemde bulunma hakkına sahib olur. Koca keffaret ver­meye yanaşmazsa, önce belirtilen şekilde kadın boşanma hakkına sahib olur. Kocanın, "Seninle cinsel temasta bulunursam, üzerime bir adak olsun" de­mesi de böyledir. Bu belirsiz bir adaktır ki, bunun çıkar yolu da yemin keffa-retidir. Koca hastayken îlâ süresi sona ererse kadın, yemin keffareti vermesi için kocasından talepte bulunma hakkına sahib olur. Her iki durumda da kef-faretin verilmesiyle îlâ çözülür. Cinsel temasta bulunmaktan âciz olan ile ken­dini kurtaramayan mahpus kimseler de hasta kimseler gibidirler. Bunların ilâdan dönüşleri, penislerinin sünnet kertiğine kadar olan baş kısmını hanım­larının vaginalarına girdirmeleriyle olur. Kocanın cinsel temastan âciz iken yeminin çözülmesi de böyledir. Yemin, bazı şeylerle çözülür:

a- Kocanın, karısıyla yapacağı cinsel teması, kölesini azad etme şartına bağlaması, sonra da köle üzerindeki mülkiyetinin ortadan kalkması. Karısı­na "Seninle cinsel temasta bulunursam, bu kölem hürdür" derse, yemin vak­tinden itibaren îlâ etmiş olur. Karısıyla temasta bulunursa, kölesi azâd olur. Cinsel temasta bulunmaya yanaşmaz, sonra da köle üzerindeki mülkiyeti kal­karsa; meselâ onu satar veya başkasına hibe ya da sadaka olarak verir veya­hut köle ölürse îlâ çözülür. Üzerine hiç bir ceza gerekmeksizin karısı ile artık cinsel temasta bulunabilir. Yapabilecek güçte olduğu halde temasta bulun­maktan imtina ederse, karısına zarar vermiş olur. Kadın bu duruma razı ol­mazsa, önce belirtilen şekilde boşanma isteminde bulunma hakkına sahib olur. Çünkü bu durumda kendisine zarar verilmiştir. Kocanın hasta veya mahpus olması durumunda yemin, kocanın köle üzerindeki mülkiyetinin kalkmasıy­la çözülmüş olur. Kadın, kendisiyle cinsel temasta bulunmasını kocasından taleb edemez. Meğer ki koca, temas yapabilir olsun. Çünkü bu durumda ko­canın cinsel temastan geri durması, sadece bir mazeretten dolayıdır. Öyleyse bu nedenle  koca, karısına zarar vermiş olmaz. Köle, miras yolu dışında başka bir yolla kendisinin mülkiyetine dönerse; meselâ ikinci kez satın alır veya kendisinden satın almış olan kimse köleyi kendisine hibe ederse, bu durum­da îlâ geri dönmüş olur. Tabii eğer bu îlâ vakitle kayıtlı değilse veya vakitle kayıtlı olup da kalan süre dört aydan fazlaysa... Meselâ karısına, "Seninle cinsel temasta bulunursam, kölem hürdür" der, sonra da köleyi satarsa îlâ çözülür. Karısıyla cinsel temasta bulunabilir. Köleyi ikinci kez satın alırsa îlâ etmiş olur. Öyle ki, karısıyla temasta bulunursa kölesi azad olur. Temastan geri durursa onunla yukarıda belirtilen şeyi yapar. Karısına "Bir yıllık süre içinde seninle cinsel temasta bulunursam kölem hürdür" der, sonra köleyi satarsa yemin çözülür. Köleyi ikinci kez satın alır veya kendisine hibe edilirse de bu durum, yemin tarihinin üzerinden yedi ay geçtikten sonra vukûbulmuşsa îlâ, ikinci kez geri döner. Çünkü yılın geri kalan kısmı beş aydır. Bu da îlâ süresinden fazladır. Ama^ bu durum, yemin tarihinin üzerinden sekiz ay geç­tikten sonra vukûbulmuşsa, îlâ geri dönmez. Çünkü yılın geri kalan kısmı, dört ay bir gün olan îlâ süresinden daha azdır. Köle miras yoluyla tekrar ken­disine dönerse, îlâ kesinlikle geri dönmez. Çünkü köle, kendi iradesi dışında cebrî bir yolla kendisinin mülkiyetine girmiştir.

b- Kocanın,karısı Fatma'nın talâkını kumasıyla yapacağı cinsel temas şar­tına bağlaması: Sözgelimi karısına, "Seninle cinsel temasta bulunursam, ku­man Hİnd boştur" der, sonra da kumasının boşanacağından korkarak onunla cinsel temastan geri durursa, bu durumda karısı Fatma'dan îlâ etmiş olur. Karısı Hind'i, üç talâktan başka (bir veya iki talâkla) bâin olarak boşarsa îlâ çözülür. Karısı Fatma'yla dilediği gibi temasta bulunabilir. Hind, yeni bir nikâh akdiyle kendisine geri dönerse, Fatma'dan yapmış olduğu îlâ, ikinci kez geri döner. Ancak îlâ bir vakitle kayıtlı olur ve Hind'in geri dönüşünden ön­ce bu vakit sona ererse, îlâ geri dönmez. Ama Hind'i üç talâkla boşar, Hind de başka erkekle evlenip boşandıktan sonra tekrar kendisine geri dönerse, îlâ geri dönmez.

Bu, talâkına yemin edilen Hind'i boşaması durumunda sözkonusu olan bir hükümdür. Ama kendisiyle cinsel temas yapmaya yemin ettiği Fatma'yı boşarsa, bu meselenin hükmü Üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları derler ki: Fatma'nın hükmü de Hind'inki gibidir. Fatma'yı üç talâkla boşar, o da baş­ka erkekle evlenip boşandıktan sonra tekrar kendisine geri dönerse, îlâ çözü­lür. Onunla dilediği gibi cinsel temasta bulunabilir. Bazıları da derler ki: Fat­ma üç talâkla boşandıktan sonra ilk kocasına geri dönerse, Hind boşanma-dıkça tıpkı eskisi gibi îlâ geri döner. Özetle koca, iki kumadan birinin talâkı­nı, diğeriyle cinsel temasta bulunma şartına bağlarsa; meselâ "Karım Fat­ma'yla temasta bulunursam, diğer karım Hind boştur" derse bunun iki şekli vardır:

Birinci Şekil: Hind'i, üçten az talâkla boşaması: Bu durumda îlâ çözü­lür. Hind'Ie ikinci kez evlenmemesi şartıyla, Fatma'yla cinsel temasta bulunabilir. Hind'le ikinci kez evlenirse, Fatma'dan yapmış olduğu îlâ geri döner. Ama Hind'i üç talâkla boşar, Hind başka kocayla evlenip boşandıktan sonra tekrar kendisine geri dönerse, îlâ geri dönmez.

İkinci Şekil: Kendisiyle yapılacak temas üzerine yemin ettiği Fatma'yı boşaması, sonra onunla yeniden evlenmesi: Bu durumda kadını ya üç talâk­la boşamiş ve başka erkekle evlenip boşandıktan sonra bu kadını nikâhlar, ya da böyle olmaz. Eğer birincisi olursa îlâ çözülür ve kumasını boşamaksı-zın karısı Fatma'yla cinsel temasta bulunabilir. Mûtemed olan görüş de bu­dur. İkincisi olursa îlâsı İttifakla çözülmez. îlâ eden koca hasta olur ve o, cinsel temastan âciz iken îlâ süresi dolarsa; ama karısının kuması Hind'i boşarsa, boşaması îlâdan dönüş olur. îlâ da çözülür. Bundan sonra kadın, cinsel te­mas veya boşanma isteminde bulunamaz.

2- Cinsel temastan âciz hastanın veya mahpusun îlâsı için kocanın cin­sel teması terketmeye, yemini bozmazdan önce çözülmeye kabil olmayan bir yemin etmesi vardır: Meselâ karısına, "Seninle cinsel temasta bulunursam sen bir veya iki talâkla boşsun" der, kendisi hasta haldeyken îlâ süresi dolar­sa bu durumda kadını bir talâkla boşayarak îlâyı çözmesi mümkün olmaz. Çünkü îlâyı çözmek amacıyla onu bir talâkla boşar, sonra onunla cinsel te­masta bulunursa, üzerine iki talâk vaki olur: Bunlardan biri, kendisiyle te­masta bulunmamaya yemin etmiş olduğu talâktır. Diğeri de ikinci talâktır. Çünkü ric'î olarak boşanan kadın, hâlâ kocasının karışıdır. Bir ric'î talâkla boşanması, onu nikâh bağından kurtarmaz. Cinsel temassız olarak onu bo­şarsa, üzerine bir talâk olarak hesaplanır. Bu karısına ric'at eder ve cinsel te­masta bulunursa, ilk talâk onun üzerine vaki olur. Bu durumda îîâyı çöz­mekte yarar yoktur. Aksine zarar vardır. Ki bu zarar da talâk sayılarının ek-sîlmesİdir. Karısını bâin talâkla boşarsa yemin çözülür, ama bunda bir yarar yoktur. Kadını temassız olarak kendi haline terketmesi, onun ric'î talâkla bo­şanması sonucunu doğurur. Fakat şimdi onu bâin talâkla boşamıştır. Ama en iyisi bâin talâkın olmamasıdır. Bu durumda cinsel temastan âciz hastanın ve mahpusun îlâdan geri dönmesi, iyileştikten veya hapisten kurtulduktan sonra cinsel temasta bulunmaya söz vermekle olur. Bu sözü verince, cinsel temasta bulunma imkânını elde edinceye dek karısı, bu teması taleb etme hak­kına sahib olmaz. Karısıyla cinsel temasta bulunmayı, belirli bir adak şartı­na bağlaması da böyledir. Meselâ karısına "Seninle cinsel temasta bulunur­sam, şaban ayını oruçlu olarak geçirmek adağım olsun" der, kendisi hasta haldeyken îlâ süresi dolar ve şaban ayı da gelmezse, bu durumda adağın yeri­ne getirilmesi mümkün dlmaz, îlâ çözülmez. Bu kocanın îlâdan dönüşü,, söz vermekle olur.

Böylece açıklanmış oluyor ki; geçici bir hastalık veya mahpusluk nede­niyle cinsel temasta bulunmaktan âciz olan kimsenin ilâdan dönüşü, yemini bozmazdan keffaretini vermenin mümkün olması durumunda yeminin çözülmesiyle olur. Yemini bozmazdan keffaretini vermek mümkün olmazsa ilâdan geri dönüşü, cinsel temasta bulunmaya söz vermekle olur.

Şunu da kaydedelim ki; ilâdan dönüş, anustan veya baldırlar arasından yapılan cinsel temasla gerçekleştirilmiş olmaz. Ama böyle de yaparsa yemi­nini bozmuş olur ve keffaret vermesi gerekir. Ancak vaginadan cinsel temas­ta bulunmaya niyet ederse, baldırlar arasından yaptığı temasla yeminini boz­muş olmaz, keffaret vermesi de gerekmez. Ama her hal-ü kârda kadının, ken­disiyle cinsel temasta bulunması veya kendisini boşaması için kocasından is­temde bulunma hakkı düşmez. îlâdan dönüş, haram temasla da gerçekleş­mez. Meselâ karısı hayızlı veya nifaslıyken kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa, îlâdan dönmjüş olmaz. Ama bu temas dolayısıyla yeminini boz­muş olur. Koca keffaret'vermedikçe, kadının cinsel teması ya da boşanmayı 1 isteme hakkı düşmez.

Kadında yaş küçüklüğü veya vagina tıkanıklığı gibi cinsel temasa engel bir mani veya varlığı halinde cinsel temasın yapılamayacağı bir hastalık var­sa, îlâdan geri dönüş talebinde bulunabilir. Yani kendisindeki engelin orta­dan kalkmasından sonra kendisiyle cinsel temasta bulunmaya söz vermesini kocasından taleb edebilir.

Şunu da belirtelim ki, bakire kadında ilâdan geri dönüş; ancak onun be­kâretini gidermekle mümkün olur. Bir kimse akıllıyken karısından îlâ eder, sonra delirir ve karısıyla cinsel temasta bulunursa, kadının hakkı düşer ve keffaret de kalır. Koca iyileşmedikçe keffaretle yükümlü olmaz.

Şâfiîler ilânın, tanım kısmında belirtilen üç şeyden ancak biriyle ger­çekleşebileceğini söylemişlerdir:

1- Allah adına veya O'nun sıfatlarından birine yemin etmek.

2- Talâk veya ıtk (azad etme)m, cinsel temas şartına bağlanması.

3- Üstlenilmesi sahih olan bir adağı üstlenmek.

Birinciye gelince bunun hükmü şudur: Koca, karısıyla cinsel temasta bu­lunmamaya Allah adına veya O'nun sıfatlarından birine yemin eder de karı­sıyla temasta bulunursa kendisine yemin keffareti lâzım olur ve îlâ düşer.

İkinciye gelince bunun hükmü şudur: Koca, boşama veya köle azadını karısıyla yapacağı cinsel temas şartına bağlar, meselâ "Seninle cinsel temas­ta bulunursam sen boşsun" veya "Seninle cinsel temasta bulunursam, falan kölem hürdür" derse, sonra da karısıyla temasta bulunursa karısı boşanır veya kölesi azad olur. Çünkü boşama veya azadı, karısıyla yapacağı cinsel temas şartına bağlamıştır. Burada temas şart, boşama veya azad ise meşruttur. Şart tahakkuk edince meşrut da tahakkuk eder. Karısına "Seninle cinsel temasta bulunursam, kölem falan hürdür" der, sonra köle ölür veya onu satar ya da başkasına hibe ederse ve karısıyla cinsel temasta bulunursa, köle üzerindeki mülkiyetinin kalkması nedeniyle îlâ çözüldüğü için kendisine bir şey lâzım gelmez. Köle ikinci kez onun mülkiyetine girerse, îlâ geri dönmez.

Üçüncüye gelince bunun hükmü de şudur: Koca dilerse üstlenmiş oldu­ğu şeyi yerine getirir, dilerse yemin keffareti Öder. Karısına, "Seninle cinsel temasta bulunursam Allah için haccetmek veya sadaka vermek veya namaz kılmak veya oruç tutmak veya köle azad etmek adağım olsun" der, sonra da karısıyla cinsel temasta bulunursa, üstlendiği şeyi yapmak veya yemin keffa-retini vermek arasında muhayyer olur.

Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki; burada sırf şartlandır­mayla adağı yüklenme arasında fark vardır. Şartlandırmadan daha önce "Se­ninle cinsel temasta bulunursam kölem hürdür" veya "......sam sen boşsun."

örneklerinde gerektiği kadar söz etmiştik. Ama burada cinsel temas, adağa bağlanmıştır.

Koca veya kanda hastalık olur da koca, "Seninle cinsel temasta bulu­nursam Allah için namaz kılmak veya oruç tutmak adağım olsun" der ve bu sözüyle de "Allah bana şifâ verir de seninle cinsel temasta bulunabilirsem O'nun için namaz kılar veya oruç tutarım" demeyi kastederse, bu îlâ olmaz. Tersine, adak olur. Temasta bulunduğu takdirde bu adağı yerine getirmesi ge­rekir. Karısına, meselâ "Seninle cinsel temasta bulunursam, Şaban ayını oruçlu geçirmek adağım olsun" der ve dört ay olan îlâ süresinin dolmasından önce Şaban ayı geçerse îlâ düşer. Karısıyla temasta bulunması nedeniyle de kendi­sine bir şey lâzım gelmez.

Bu, îlâ eden kocanın karısıyla cinsel temasta bulunması durumunda söz-konusu olan îlâ hükmüdür. Ama yemininde ısrar eder ve temasta bulunmaz­sa; karının, kocası için dört ay bir an süreyle sabredip beklemesi vâcib olur. Bu an, durumu kadıya arzetmeye yetmeyecek kadar kısa olsa bile... Kocanın hür veya köle olması farketmez. Bu süre dolar da koca, temasta bulunma­makta ısrar ederse, kadın durumu kadıya arzederek kendisiyle cinsel temasta bulunmayı kocasına emretmesini kadıdan taleb eder. Kadı da hiç mühlet ver­meden, karısıyla cinsel temasta bulunmasını kocaya emreder. Ama koca, cinsel temasa imkân bulabilecek kadar bir mühlet isterse, meselâ açlık veya susuz­luk nedeniyle temasta bulunamayacaksa, yemek yeyip sindirmeye yetecek kadar bir zaman isterse, kadı kendisine bu kadarlık bir mühlet verir veya ramazan­da oruçlu olur da iftara kadar mühlet isterse, bu isteği yerine getirilir. Karısı­na döner de onunla temasta bulunarak sözünü yerine getirirse, îlâ düşer. Ön­ce geçen keffaret ve benzeri şeyleri ödemesi gerekir. Sözünü yerine getirmez ve temasta bulunmamakta ısrat ederse, karısını ona rağmen kadı boşar. Ka-dı'nın boşama şekli de şöyle demesidir: "Falan kocadan falan kadın üzerine bir talâk vaki kıldım" veya "Falan kadını falan erkekten boşadım" veya "Sen, falan erkekten boşsun".

" Falan kadının talakını vaki kıldım" veya "Falan kadını boşadım" ve­ya "Sen boşsun" der ama "Falan erkekten" kaydını kullanmazsa, boşaması gerçekleşmez. Çünkü kadî, koca namına boşar. "Ondan veya,falandan" kay­dını kullanmaksızın boşarsa, boşaması sahih olmaz. Mutlaka "Falandan boşadım" veya "Falandan talâkı vaki kıkUm" veya "Bu kadının falandan boşanmasına hükmettim" demesi gereklidir. Kocanın kadı huzuruna götü­rülmesi mümkün olunca, mutlaka kadı huzuruna götürülmesi gerekir. Gıya­bında iki âdil kişi onun îlâ etmiş ve îlâ süresi geçtikten sonra cinsel temasta bulunmamakta ısrar ettiğine şahitlik ederler, kadı da karısını ondan boşarsa; boşaması sahih olmaz. Evet kocanın kadı huzuruna getirilmesi imkânsız olursa kadının onun gıyabında boşaması sahih olur. Sonra kadının boşaması ric'î olur. öyle ki bir talâktan fazla olursa vaki olmaz. Kadın kendisiyle gerdeğe girilmişse veya daha önce iki talâkla boşanmamışsa, ona sadece bir ric'î ta­lâk lâzım gelir. Yok eğer kadınla daha gerdeğe girilmemişse, talâk bâin olur. Sanki kocası tarafından boşanmış gibi olur. Çünkü kendisiyle gerdeğe giril­memiş olan kadının iddet beklemesi gerekmez. Onun ric'î olarak boşanması da bâindir. Kadının kendisiyle gerdeğe girilmiş ama geride sadece bir talâkı kalmışsa, kadı tarafından boşanması bâin olur. Bu hüküm açıktır.

Kadı, kocanın gıyabında karısını boşar da koca bundan haberdar olma­yıp kendisi de ayrıca boşarsa; hem kendisinin hem de kadının talâkı vaki olur. Aynı anda boşarlarsa, yine ikisinin de talâkları vaki olur. Ama önce koca boşar, sonra da kadı boşarsa, kadının talâkı vaki olmaz. Kadının kendisine rağmen karısını boşamasından önce karısıyla cinsel temasta bulunduğu sap­tanırsa, yine aynı şekilde kadının talâkı vaki olmaz.

îlâdan dönüşün kendisiyle gerçekleşeceği cinsel temas,bâkire kadına nis­petle bekâretini giderecek olan temastır. Bakire olmayan kadına nispetle de penisin sünnet kertiğine kadar olan baş kısmını vagina içine girdirecek şe­kilde yapılan cinsel temastır. Veya penisin baş kısmı kesikse, kalan yerden o uzunluktaki kadarının vaginaya girdirilmesi şeklinde yapılan cinsel temastır. Yapılan cinsel temasla îlâdan dönüşün tahakkuku üç şartla olur:

1-Cinsel temas, anustan değil de vaginadan yapılmalıdır: Penisi karının anusuna girdirirse, şer'î dönüş gerçekleşmez. Evet, yemin çözülür ve bu ne­denle kocaya keffaret de lâzım gelir. Ona imkân verdiği zaman, kadının cin­sel temas isteme hakkı da düşer. Ama vaginadan temasta bulunmadıkça îlâ günahı kocanın üzerinden kalkmaz. îşte burada üç şey vardır:

a- Şer'î dönüş: Yani kocanın, karısıyla cinsel temas yapmaya dönmesi. Bununla kadının zararı, kocanın da günahı ortadan kalkar. Bu da ancak va­ginadan yapılan temasla yani penis başının vaginaya girdirilmesi ya da bekâ­retinin giderilmesiyle tahakkuk eder.

b- Yeminin çözülmesi ve keffaretin lâzım olması: Bu da vaginadan te­mas yapmakla kayitlandırilmadiğı takdirde anustan yapılan temasla tahak­kuk eder. Meselâ "Vallahi vaginadan seninle temasta bulunmayacağım" de­mişse, bu durumda anustan temasta bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Kef-faret de lâzım gelmez.

c- Kadının cinsel teması ya da boşanmayı istemesi: Bu hak, kocanın anus­tan onunla temasta bulunmasıyla düşer, "ilâdan dönüş, anustan yapılan te­masla gerçekleşmez." sözüyle yeminin bozulmaması ve kadının cinsel temas ya da boşanmayı isteme hakkının düşmesi gerekmez. Bilindiği gibi şer'î dö­nüş, anustan yapılan temasla gerçekleşmez. Ama bununla beraber koca ye­minini bozmuş olur. Kadının da cinsel temas ya da boşanmayı isteme hakkı düşer. Şu halde arada hiç bir çelişki yoktur.

Bazıları derler ki: îlâ yemini, anustan yapılan cinsel temasla çözülmez. Koca, "Vallahi seninle cinsel temasta bulunmam" der, sonra da anustan te­masta bulunursa, keffaret vermesi gerekmez. Bu hüküm pek sağlam değil­dir. Zîra açıkça bilinmektedir ki anustan yapılan temas da cinsel temastır.

2- Dönüş yapan koca kendi ihtiyarıyla hareket etmelidir: Zorlama altın­da yapılan dönüş, tahakkuk etmez. îlâ yapmış olan bir koca, karısıyla cinsel temasta bulunmaya zorlanırsa; örneğin dövülür veya benzer bir yöntemle baskı altında tutulursa, şer'î dönüş bu temasla tahakkuk etmez ve kocanın üzerin­deki îlâ günahı da kalkmaz. Ama kadının cinsel temas veya boşanma iste­minde bulunma hakkı düşer. Bu hususta hiç ihtilâf yoktur. Ama yemin ke­sinlikle çözülmez. Bu fiili dolayısıyla kocanın keffaret vermesi gerekmez. Çün­kü bu fiil, işlenmemiş gibidir. Baskı ve zorlanma altında yapılan cinsel te­mas, hükümsüzdür. Bu durumda kadının sadece cinsel temas veya boşanma­yı isteme hakkı düşer.

3- Koca unutmuş olmamalıdır: Unutma halinde karısıyla cinsel temasta bulunursa kadının artık cinsel temas veya boşanmayı isteme hakkı düşer ve koca keffaretle yükümlü olmaz. Zorlanarak dönüş yapanda da olduğu gibi bu durumda îlâ günahı üzerinden kalkmaz.

Özetle şer'î dönüş: serbest iradeyle kocanın bilerek vaginadan yaptığı cİn-sel temasla olur. Bununla da kocanın üzerindeki îlâ günahı, kadının tatmin­sizlik zararı ortadan kalkar. Koca üzerine keffaret ve benzeri talâk, azad, adak gibi şeyler vâcib olur. Kadının, kocasından cinsel temas veya boşanma iste­minde bulunma hakkı düşer.

Anustan yapılan cinsel temasa gelince bununla kadının cinsel temas ya da boşanma isteminde bulunma hakkı düşer. Kocaya keffaret ve benzeri şey­ler vâcib olur. Koca üzerindeki îlâ günahı kalkmaz. Zorlanma ve unutma ha­linde yapılan cinsel temasla, kocanın üzerindeki îlâ günahı kalkmaz, koca keffaretle yükümlü olmaz. Ama bununla kadının cinsel temas ya da boşan­mayı isteme hakkı düşer.

Şunu da belirtelim ki; kadında cinsel temasa mani bir engelin bulunma­sı durumunda bu engel ortadan kalkıncaya dek kadının, cinsel temas ya da boşanmayı isteme hakkı düşer. Meselâ kadm ya hayızlı veya nifash ya da hasta veya temasa dayanamayacak kadar küçük yaştaysa, bu engeli ortadan kal­kıncaya dek kocasından cinsel temas ya da boşanmayı isteme hakkı düşer. Engel eğer kocada ise, bu iyileşmesi umulan bir hastalık gibi ya tabiî olur, ya da şer'î olur. Tabiî ise; meselâ cinsel temasta bulunamayacak derecede has-taysa; îlâdan dönüşü, cinsel temasta bulunma sözünü vermesiyle olur. Örne­ğin karısına, "Yapabilirsem seninle temasta bulunurum" demelidir. Kocada­ki engel şer'î ise; meselâ hac veya umre ihramındaysa, ihramdan çıkma vakti yaklaşmışa; öyle ki ihramdan çıkmasına en fazla üç gün ya da daha az bir zaman kalmışsa, ihramdan çıkıncaya dek kocaya süre tanınır. İhramdan çık­ması uç günden fazla bir zaman sonra olacaksa, kocaya mühlet verilmez. Kadın da boşanmayı isteme hakkına sahib olur. Cinsel temas engelinin farz bir oruç olması da böyledir. Bu durumda kadın boşanma isteminde bulunabilir. Ko­canın oruçlu oluşu, onun bu istemde bulunmasını engellemez. Zîra bilindiği gibi koca açlığının, susuzluğunun giderilmesi ve orucunun iftarla sona erdi­rilmesi için mühlet isterse, isteği yerine getirilir. Koca orucunu açtıktan sonra îlâdan döneceğine (cinsel temasta bulunacağına) söz verirse, sahih olur. Bu süre üç şartla îlâ tarihinden itibaren hesaplanır. Bu şartlar şunlardır:

1- İkisinden biri irtidad etmiş olmalıdır: Koca, karısından îlâ eder, sonra da kendisi veya karısı irtidad ederse, karısıyla ya gerdeğe girmiştir veya gir­memiştir. Burada gerdekten kasıt, anustan da olsa karısıyla cinsel temasta bulunmuş olmasıdır. Gerdeğe girmemiş ise, sırf irtidad nedeniyle aralarında­ki nikâh bağı kopar. Aralarında îlâ da olmaz. Karısıyla gerdeğe girmişse, ara­larındaki nikâh bağı kopmaz. Aksine, ikisinden hangisi irtidad etmişse onun müslümanlığa dönüşüne dek nikâh durdurulur. Tabii iddet süresi zarfında müslümanlığa geri dönerse, nikâh eski haline döner. Bu durumda kocanın karısından yapmış olduğu îlâ muteber olur. Faraza îlâ eden kocanın kendisi mürted olmuş, sonra da karının iddeti sona ermeden müslümanlığa dönmüşse, aralarındaki nikâh eski haline döner. Çünkü iddeti sona ermedikçe karısı ken­disinden bâin olarak boşanmaz. Tabii aralarındaki nikâh bağı da kopmaz. Bu durumda az olsun çok olsun, hatta tamamı da geçmiş olsa irtidad zama­nı, îlâ süresinden sayılmaz. Karısı hâmile olur da ondan îlâ eder, sonra ken­disi irtidad eder ve mürted olarak dört ay bir an bekler, sonra kadının doğur­masından önce tevbe ederse, nikâhları eski haline döner. îlâ da baki kalır. Ama içindeyken mürted olduğu süre. geçersiz kılınır. Bu süre dört ay bir an­dır. Tevbe edişinden itibaren yeni bir müddet başlar. Çünkü irtidad, nikâhta bir halel meydana getirir.

2- Kanda cinsel temasa engel hastalık, yaş küçüklüğü, delilik gibi mad­di bir mani veya itaatsizlik, farz orucu tutmuş olma, ihramlılık gibi şer'î bir mani bulunmamalıdır: Hayızlıhk, şer'î maniden sayılmaz. Çünkü îlâ sü­resinde mutlaka hayızlıhk durumuyla karşılaşılır. Lohusahk da hayızlıhk gi­bi şer'i maniden sayılmaz. Karıda hayız ve lohusahk dışında şer'î bir mani meydana gelirse bu, geçen süreyi keser. Bu maniîn ortadan kalkmasından sonra müddet işlemeye başlar. Koca, karısından îlâ eder; meselâ bir ay geçer sonra kan hastalanır ve koca bu nedenle kendisiyle cinsel temasta bulunamazsa, karının hastalığıyla birlikte geçen bu bir aylık süre hesaba katılmaz. Karının iyileşmesinden sonra bu müddet işlemeye başlar. Ama karısından îlâ eder, îlâ süresinin tamamı sona erer, durumunu kadıya arzedemeden hemen has­talanırsa; hastalığı geçen tam süreyi geçersiz kılmaz. Mürtedlikse bunun ak­sine, geçen süreyi geçersiz kılar.

Şunu da belirtelim ki; şer'î engel kocada bulunması durumunda nazar-ı itibara alınmaz. Tabii engel de böyledir. Ancak ilâdan dönüşü, cinsel temas­ta bulunmaya söz vermekle olur. Karı nafile orucu tutmuş veya nafile hac ihramına girmiş ise bunlar engel sayılmazlar. Çünkü koca, cinsel temasta bu­lunarak onun nafilelerini iptal edebilir.

3- Koca, ric'î talâkla boşamış olduğu karısından îlâ yapmış olmamalı­dır; Ric'î talâkla boşamış olduğu karısından îlâ yaparsa îlâ müddeti, îlâ ye­mininden itibaren değil de karıya ric'at ettiği andan itibaren başlar. Çünkü karıya ric'at etmeden Önce onunla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Ken­disiyle temasta bulunmasını câİz kılan ric'at tarihinden itibaren ancak îlâ yap­mış sayılır.

Hanbelîler dediler ki: ilânın hükmü şudur: Koca, karısıyla cinsel temasta bulunmamaya Allah adına veya O'nun sıfatlarından birine yemin eder, sonra da onunla cinsel temasta bulunursa, yeminini bozmuş olur ve kendisi­ne keffaret lâzım gelir. Aksi halde dört ay bekler: Dört ay geçtikten sonra karısıyla temasta bulunmazsa; karısı durumu kadıya arzetme hakkına sahib olur. Ki kadı, fiy'et yapması için kocasına emir versin. Fiy'et, cinsel temastır. Çünkü bu, yeminle terketmiş olduğu bir fiile geri dönmesidir. Fiy'et, fey' kö­künden alınmıştır ki fey', zeval vaktinden sonraki gölgedir. Gölgeye fey' de­nilmiştir. Çünkü gölge, batıdan doğuya taraf dönmüştür. Koca, karısıyla cinsel temasta bulunmaya yanaşmazsa, kadı ona karısını boşamasını emreder. Bo-şamazsa ona rağmen kadı, karısını bir veya iki veya üç talâkla boşar. Çünkü bu durumda kadı, kocanın yerine geçmektedir. O, üç talâka maliktir. Ancak Üç talâkı tek sözle vaki kılmak haramdır. Kadının üç talâkla boşaması ha­ramdır. Kocanın da böyle yapması haramdır. Kadı, "Nikâhlarını feshettim" derse sahih olur ve bu fesih olur, talâk olmaz. Kadının, "Aranızı ayırdım" demesi de böyledir. Kadın istekte bulunmadıkça kadı kocaya, karısını boşamasını emredemez. Kadm kadıya; "Beni boşamasını ona emret" derse kadı, ona bu emri verir. Kadı bu emri verir de o boşamazsa, kadın "Beni boşa" demedikçe kadı, kadını boşayamaz. Kendisiyle gerdeğe girilmiş kadını kadı veya kocası ric'î bir talâkla boşarsa, koca iddette bulunduğu sürece karısına ric'at edebilir.

Ric'atin kendisiyle tahakkuk edeceği cinsel temasın en azı, kocanın pe­nis başının tamamını veya penis başı kesikse kalan kısımdan o kadarını kadı­nın anusuna değil de vaginasma girdirmesidir. Ric'at yapan kocanın; akıllı, serbest iradeli, kasıtlı ve bilerek ric'at yapması şart değildir. Koca ric'ate zor­lanır veya unutur veya uyumaktayken penisini karısının vaginasma girdirirse veya deli olup da bu işi yaparsa, kadının cinsel teması isteme hakkı düşer. Öyle ki bundan sonra kqcası kendisiyle cinsel temasta bulunmaz ve böylece îlâ müddeti sona ererse, kadının boşanma isteminde bulunmaya hakkı kal­maz. Ama bununla yeminini bozmuş olmaz. Dolayısıyla kocanın keffaret ver­mesi de gerekmez. Çünkü yeminin bozulması bakımından; zorlanan, unu­tan, deliren kimselerin İşlemiş oldukları fiiller, işlenmemiş gibidir. Koca anustan cinsel temasta bulunursa, kadının vaginadan temas isteme hakkı düşmez. Anustan yaptığı temas dolayısıyla kocanın keffaret ödemesi gerekmez. Çün­kü Hânın tanımı şöyledir: îlâ, özellikle vaginadan yapılan cinsel teması terke yemin etmektir. Bu yeminden geri dönüş de ancak vaginadan temasta bulun­makla tahakkuk eder. Karısı hayızlı veya nifashyken veya farz bir oruçla oruç­luyken kendisiyle vaginadan temasta bulunursa, îlâ yemini çözülür. Koca böyle yapmakla günahkâr olsa da karısının boşanma isteminde bulunma hakkı düşer. İstemeyerek haram biçimde karısıyla cinsel temasta bulunursa, kadının bu hakkı düşmez. Süre geçer de onu affedip kadıya şikâyette bulunmazsa, bu hakkı düşer. Çünkü bu hakka sahipti. Ama kocasını affetti. îlâ eden koca, îlâ süresi dolduktan sonra hastalık veya mahpusluk gibi bir nedenle mazur olursa onun îlâdan dönüşü, sözvermekle olur. Örneğin "Yapabildiğim zaman karımla cinsel temasta bulunacağım" demesiyle olur. Kadın îlâ süresinin dol­duğunu, kocaysa dolmadığını iddia ederse, yemin etmesi şartıyla kocanın sö­zü dinlenir. Yeminden kaçınırsa aleyhine hükmedilmez. Koca onunla cinsel temasta bulunduğunu iddia eder de kadın inkâr ederse; kadm bakire değilse, yemin etmesi şartıyla kocanın sözüne itibar edilir. Kadın bakire ise, bu işten anlayan bir kadın onun bekâretinin giderilmiş olduğuna şahitlik ederse, ye-mİn etmesi şartıyla kocanın sözüne itibar edilir. Çünkü şahit, onun sözünü teyîd etmiştir. Aksi takdirde yemin etmesi şartıyla kadının sözü nazar-ı itiba­ra alınır. Çünkü kendisiyle temasta bulunmuş olsaydı bekâreti giderilmiş olur­du. Bekâretinin giderildiği veya giderilmediği hususunda beyyine şahitlik et­mezse, yemin etmesi şartıyla kocanın sözü nazar-ı itibara alınır.

Bunlar, yeminin Allah adına veya O'nun sıfatlarından biri üzerine ya­pılması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Ama talâk veya ıtk (azad etmek), kadınla yapılacak cinsel temas şartına bağlanırsa veya cinsel temas şartıyla bir adak üstlenilirse, bu durumda îlâ yapılmış olmaz. Ama bu du­rumdaki koca, penisinin başını vaginamn içine girdirirse üzerine talâk vaki olur. Yani karısı boşanır veya kölesi azad olur veya adak üstlenmişse, adağı yerine getirmekle yükümlü olur. Tıpkı yemekle içmeyi terketmeye bu sayılan şeyler üzerine yemin etmesi gibi... Karısıyla cinsel temasta bulunmaz ve ye­mininin gereğim yerine getirmekte ısrar ederse, kadın durumunu kadıya ar-zetme hakkına sahip olur ki kadı, karıyı boşamasını ona emretsin veya kadı­nın kendisi bu karıyı boşasın. Ama kadının boşaması îlâ için değil de karının uğradığı zararı ortadan kaldırmak içindir. Süre, iki şartla îlâ vaktinden itiba­ren hesaplanmaya başlar. Bu şartlar şunlardır:

1- Karıda cinsel temasa mani bir durum bulunmamasıdır. Bu mani tabii olabilir. Örneğin kadın cinsel temasa dayanamayacak derecede küçük yaşta olur veya hasta olur ya da kocasına itaat etmeyecek kadar deli olur veyahut baygın olur. Kadındaki mani, şer'î de olabilir: Örneğin kadın ya farz orucu­nu tutmuş veya farz bir itikâfa girmiş yahut hac ihramına girmiş veyahut ko­casına karşı baş kaldırmış yahut Iohusa veyahut mahpus olur. Kocanın cinsel teması terke yemin etmesi durumunda karısında bu manilerden biri bulunur­sa, îlâ süresi bu maniin ortadan kalkmasından itibaren işlemeye başlar. Ma­ni yeminden sonra meydana gelirse, bunun tafsilâtı vardır. Şöyle ki: Koca, meselâ altı ay süreyle karısıyla temasta bulunmamaya yemin eder, aradan bir buçuk ay geçtikten sonra kadın doğurursa, Iohusa olur. Lohusalıksa geçen süreyi kesip hükümsüz kılar. Geçen süre ise bir buçuk aydır. Lohusahk sona erdikten sonra yeniden altı aylık bir süre işlemeye başlar. Çünkü kalan dört-buçuk aylık süre, îlâ eden kimse için konulan (dört aylık) süreden daha faz­ladır- Bu durumda îlâ bâtıl olmaz. Ama aradan üç aylık bir süre geçtikten sonra kadın Iohusa olursa, îlâ bâtıl olur. Çünkü cinsel temasta bulunmama­ya yemin etmiş olduğu sürenin geriye sadece üç aylık bir bölümü kalmıştır. Bu da îlâ süresinden daha azdır. Çünkü faraza lohusahğm sona ermesinden sonra kalan sürede karısıyla temasta bulunmamaya yemin ederse, îlâ etmiş olmaz. Çünkü geride kalan süre üç aydır.

Şunu da belirtelim ki; hayız kanaması îlâ müddetinin evvelinde de olsa îlâ süresi içinde de olsa; geçen süreyi hesaba kattırmayacak olan bir mani de­ğildir. Ama mani, kocada bulunurda bu; hastalık, mahpusluk, ihramlılık, ra­mazan orucuyla oruçlu bulunmak gibi tabii bir mani de olsa şer'î bir mani de olsa koca üzerine hesaplanır. İster îlâ yemini esnasında mevcud olsun, is­ter îlâ süresi zarfında meydana gelsin, geçen süreyi îlâ süresinden düşürmez.

2- Kan-koca veya ikisinden birinin irtidad etmemesidir: Koca, kendisiyle gerdeğe girmeden karısından îlâ eder, sonra irtidad eder veya karının kendisi irtidad ederse; aralarındaki nikâh bağı kopar, îlâ da bâtıl olur. Gerdeğe girdikten sonra koca karısından îlâ ederse; mürtedlik süresinin tamamı îlâdan hesaplanmaz. Meselâ karısından îlâ eder de, sonra irtidad eder ve sonra ka­dın henüz iddette olup kendisinden bâin olarak boşanmadan müslümanlığa dönerse, mürtedliğinde geçen süre îlâ süresinden sayılmaz. Süre, sadece müs­lümanlığa dönüş tarihinden itibaren işlemeye başlar. İrtidad edenin karı ol­ması da böyledir.

îlâ bazı şeylerle kesilir:

1- Kocanın îlâ süresi.içinde karısını bir bedel karşılığında boşaması: Ko­ca, beş ay süreyle karısına yaklaşmamaya yemin eder. Sonra onu malî bir be­del karşılığında boşar veya onu üç talâkla boşarsa, îlâ düşer. Geride kalan îlâ süresi dört aydan fazla olmadıkça, îlâ geri dönmez. Şu halde koca, kendi­siyle gerdeğe girmiş olduğu karısıyla altı ay süreyle cinsel temasta bulunma­maya yemin eder, aradan iki ay geçtikten sonra hul' yaparak karısını bâin olarak kendisinden ayırırsa, ayırdıktan sonra kadın bir ay bekler ve kendisi­ne geri dönerse de îlâ geri dönmez.

2- Koca, karısından ilâ eder, bir ay sonra kadın irtidad eder ve iddeti tamamlanıncaya dek mürted halde beklerse; bu sebele bâin olarak kocasın­dan ayrılır. Bâin olarak ayrılma nedeniyle îlâ düşer. Bâin olarak ayrıldıktan sonra kocası ikinci kez kendisiyle evlenirse, önce anlatıldığı gibi geride kalan süre dört aydan fazla olmadıkça îlâ geri dönmez. Nikâhın feshi veya gayr-ı müslim olan karı - kocadan birinin müslüman olması nedeniyle kadının bâin olarak ayrılması da böyledir. Örneğin yahudi bir koca, karısından îlâ ederse, îlâsi sahih olur. îlâ süresi zarfında müslüman olursa, karısı bâin olarak ken­disinden boşanır ve ilânın hükmü kalkar. Kadın iddetinin tamamlanmasın­dan önce müslüman olursa, kocasına döner. Sonra îlânın kalan süresi dört aydan fazlaysa, îlâ geri döner. Dört aydan azsa, îlâ düşer.

3- Karısıyla meselâ beş ay süreyle cinsel temasta bulunmamaya yemin edip aradan bir ay geçtikten sonra onu bir ric'î talâkla boşaması; meselâ bir buçuk ay sonra da kadının iddetinin tamamlanması: İşte burada iddetinin tamamlanmasıyla kadın bâin olarak kocasından boşanır ve îlâ süresi kesilir. Bundan sonra kocası kendisiyle yeniden evlenirse, îlâ geri gelmez. Çünkü ge­ride sadece iki buçuk aylık bir süre kalmıştır. Kalan süre dört aydan fazla olmadıkça îlâ geri dönmez. Beş ayın üçü geçtikten sonra karısına yaklaşma­maya yemin eder, sonra onu bir ric'î talâkla boşarsa ve kendisiyle îlâ müdde­tinin tamamlanacağı dördüncü ayın sonunda iddeti tamamlanmazsa, önce belirtilen tarzda kadın, sanki eskiden farksız olarak kansıymış gibi kendisiy­le cinsel temasta bulunmasını veya boşamasını taleb edebilir. Çünkü ric'î ta­lâkla boşanan kadın, kocasının karışıdır.

 

Zihar Bahisleri

 

(Tanımı -Hükmü - Delili)

 

Ziharın lügat mânası; erkeğin karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir. Açıkça görüldüğü gibi zihar. zahr (sırt) kelimesinden alınmıştır. Bunda kadın, sırtına binilen şeye benzetilmiştir. Her ne kadar sırtına değil de karnına binmekteyse daha kadınla cinsel temas kurarken kocası onun üzerine binmektedir. Çünkü burada maksat, kısaca kadını bir binite ben­zetmektir. Her hal-ü kârda ziharın lügate göre gerçek tanımı, kocanın karı­sına "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir. Karısına böyle dediğinde o, başka erkeklere olduğu gibi kocasına da ebediyyen haram olurdu. İs­lâm dini geldiğinde insanların uygulayageldikleri şeyleri, vahiysiz olarak iptal etmiyordu. İnsanların iyi söz ve davranışları Allah tarafından benim­seniyor, çirkin söz ve davranışlarıysa Allah tarafından yasaklanıyordu. Dü­zeltilip rutuş yapılması gereken söz ve davranışlanysa, Allah tarafından düzeltilip rutuşlandırılıyordu.

Cahiliyet döneminde zihar kocanın, karısıyla yapacağı cinsel tema­sın haram kılınması anlamında kullanılıyordu. Ziharın hükmü, karının ko­casına ve başka erkeklere ebediyyen haram olmasıydı. Ama islâm huku­ku, zihar için hem uhrevî hem dünyevî hükümler koydu. Uhrevî hükmü, zihar yapmanın günah olmasıdır. Kim zihar yaparsa, günahkâr olur. Dün­yevî hükmüne gelince; zihar yapan kimsenin, te'dib edilsin ve ağır cezay­la cezalandırılsın diye keffareti edâ etmeden karısıyla cinsel temasta bu­lunması haramdır. Keffaretle İlgili açıklama ileride gelecektir.

Müslümanların, zihar kelimesinin içerdiği kötülükleri iyice anlamaları gerekir ki, zihara yeltenmesinler. Çünkü kişinin kızıp da karısına; "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "Sen anam gibisin" veya "Sen bacım gibisin" veya bunlara benzer sözler söylemesi, dinimizin kabul etmediği şeylerdendır. Çünkü bu sözlerin söylenmesi, Allah'a İsyan ve tabiî olarak da uhrevî ceza sonucunu doğurur. Ayrıca nefse ağır gelen zihar keffaretini edâ et­mekle de insanda pişmanlık meydana getirir. Zihar kelimesinin ifade etti­ği fikhî anlam hususunda mezheplerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştir.

Ziharın deliline gelince, Cenab-ı Allah buyurmuş ki:

"İçinizden zihar yaparak karılarından ayrılmaya kalkışan kimseler bil­sinler ki, o kadınlar onların anaları değildirler. Anaları ancak onları doğur­muş olanlardır. Bununla beraber onlar gerçekten çirkin ve asılsız bir söz

Söylüyorlar.[15]

Bu, ziharın uhrevî hükmünün delilidir. Cenab-ı Allah ziharı çirkinlik ve asılsızlıkla nitelemiştir. Dünyevî hükmünün deliline gelince, Cenab-ı Allah buyurmuş ki:

"Karılarına zihar yapanlar, sonra dediklerinden geri dönecek olanla­rın birbiriyle birleşmeden önce bir köle azad etmeleri gerekir.[16]Bu da ziharın dünyevi hükmünün delilidir.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki ziharın çirkin bir söz olması ile, keffa-reti ödeninceye dek ziharın geçici bir harâmlık hükmünü doğurması ara­sında bir çelişki yoktur. Çünkü keffaret, Allah'a karşı işlenen masiyetin cezasıdır. Kendisinden zihar yapılan kadının kocasına geçici olarak haram kılınması, böyle yapan koca için bir te'dîbdir. Bunda da, sözü dinleyip sö­zün en güzeline uyan mü'minler için şiddetli bir sakındırma vardır.

Rivayete göre zihar hükmünün teşri' sebebi şudur: Evs bin Samit'in karısı Havlet binti Sa'lebe, namaz kılarken kocası kendisini görmüş; se­lâm verince kocası kendisini yatağa davet etmiş; ancak Havlet onun bu isteğine olumlu karşılık vermeyince kocası öfkelenmiş ve kendisinden zi­har yapmıştı. Havlet, Resûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna gelip, "Ey Allah'ın Re­sulü! Ben genç ve kendisine rağbet edilen bir kadınken Evs benimle ev­lendi. Yaşım İlerleyip karnım saçılınca -yani çocuklarım çoğalınca- o, beni anası gibi yaptı" diyerek şikâyette bulundu. Resûlullah (s.a.s.) kendisine şu cevabı verdi: "Benim yanımda senin işinle ilgili bir şey (hüküm) yok­tur." Çünkü Cenab-ı Allah, henüz o zamanki insanların yapmakta olduk­ları ziharı iptal edici bir vahiy göndermiş değildi. Kadın, Resûlullah (s.a.s.)'ın bu cevabından ötürü üzülüp acı çekti ve derdini Allah'a yakındı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Benim küçük yavrularım var. Bunları onun yanına katarsan elden çıkar, zayi olurlar. Yanıma katarsan aç kalırlar!" Onun bu sözü karşısında Resûlullah hep aynı cevabı veriyordu. Resûlullah (s.a.s.) böyle dedikçe o da çağırıp bağırıyor ve "Yoksulluğumla kimsesizliğimi Al­lah'a şikâyet ediyorum" diyordu. Bunun üzerine şu âyet-İ kerîme nazil oldu:

" Kocası hakkında seninle mücadele eden ve (kimsesizliğiyle ihtiyacın­dan) Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah işitti. Allah zaten konuş­malarınızı işitir; çünkü Allah, her şeyi işitendir, görendir. İçinizden zihar yaparak karılarından ayrılmaya kalkışan kimseler bilsinler ki; o karılar on­ların anaları değildirler.[17]

 

(54) Hanefîler dediler ki: Zihar, müslüman bir kimsenin kendi karısını veya söylenildiğinde karısının şahsım ifade edecek olan bir organını ya da ka­rısının üçte bir, dörtte bir gibi orantılı bir hissesini, kendisine ebediyyen ha­ram olan bir insana yok olması mümkün olmayan bîr nitelikle benzetmesidir. Kısaca mânası şudur: Ziharın şer'î tanımı; karıyı ana ve benzeri mah­remlere benzetmeyi veya baş ya da boyun gibi karının şahsını ifade eden bir kısmını veya üçte bir, dörtte bir, yarım gibi orantılı bir payını ana ve benzeri mahremlere benzetmeyi kapsayan sîgaya zihar denir.

"Benzetmeyi" kaydını kullanmakla, benzetme olmayanlar kapsam dişma çıkarılmış oldu. Bir kimse karışma "Sen anamsın" veya "Sen bacımsın" der ve benzetme edatını kullanmazsa, zihar yapmaya niyet etse bile zihar yap­mış olmaz. Zihar genel olup sarih benzetmeyi de dolaylı benzetmeyi de kap­sar. Sarih benzetmenin örneği; kocanın karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "Sen anam gibisin" veya bunlara benzer sözler söylemesidir. Dolaylı benzetmenin örneği, kocanın karısını, kocasının kendisinden zihar yapmış olduğu bir kadına benzetmesidir. Meselâ zihara niyet ederek "Sen, bana falan kadın gibisin" demesidir. Koca, bu sözü söylerken sarih olarak zihar sözünü telaffuz-etmemişse de zihar yapmış olur. Çünkü ziharı dolaylı olarak söylemiştir.

Adamın iki karısı olup bunlardan birinden zihar yapmış olur da sonra diğerine "Sen bana falan kadın gibisin" veya "Seni ona ortak ettim" demesi ve bunu derken zihara niyet etmesi de böyledir. Yani zihar yapmış olur. Çünkü bu söz, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünün anlamını içermektedir.

Zihar aynı zamanda kesin benzetmeyi ve şartlı benzetmeyi de kapsamak­tadır. Bu şartlı benzetme, karının dilemesine de bağlanmış olabilir. Örneğin kocanın "Dilersen sen bana anamın sırtı gibisin" demesi gibi. Zihar, geçici ziharı da kapsar. Kocanın, örneğin "Bir aylığına veya bir haftalığına sen ba­na anamın sırtı gibisin" demesi gibi. Bu sözlerle zihar yapılmış olur. Bu süre zarfında koca, karısıyla cinsel temasta bulunmaya azm ederse keffaret ver­mesi vâcib olur. Karısına; "Sen receb ve ramazan ayının tamamında bana anamın sırtı gibisin" derse sahih olur. Receb ayında karısıyla cinsel temasta bulunmaya azmederse, evvelâ keffaret vermesi vâcib olur. Böyle yaparsa bu keffareti, ona ramazan ayının keffareti için de yeterli olur. Receb ayında ka­rısıyla cinsel temasta bulunmaya azmetmez de şaban ayında azmederse kef­faret vermesi, ona ramazan ayının keffareti için yeterli olmaz. Çünkü şaban ayında karısından zihar yapmış değildir. Keffaretsiz olarak şaban ayında ka­rısıyla cinsel temasta bulunabilir. Keffaret, ancak azmedilmesi esnasında şer'an yasak olan cinsel teması mubah kılmak için vâcib olur. Bu temasa azmetme­den keffaret vâcib olmaz. Bilindiği gibi bu örnekte şaban ayında cinsel te­masta bulunmak yasak değil, mubahtır. Şu halde kocanın keffaret vermesi vâcib olmaz. Ama ramazanda cinsel temasa azmetme esnasında keffaret ve­rirse, bu keffaret receb ve ramazan ayları için haydi haydi yeterli olur. Karısı­na "Cuma günü dışında sen bana anamın sırtı gibisin" demesi de böyledir. Cuma günü dışında karısıyla cinsel temasta bulunmaya azmederse, keffaret vermesi vâcib olur. Cuma günü keffaret verirse, kendisi için yeterli olmaz. .Çünkü cuma günü keffaretsiz olarak karısıyla temasta bulunması mubah olur. Karısına "Babanın beldesine yolculuk edersen, bana anamın sırtı gibisin" der ve kadın da yolculuk ederse, kocanın onunla temasta bulunmaya azmet­mesi anında keffaret vermesi vâcib olur. Karısına "Babanın beldesine her se­fer ettikçe bana anamın sırtı gibisin" derse, kadın her bir sefere gidince ko­casının keffaret vermesi vâcib olur. Karısına "Tek olan her günde sen bana anamın sırtı gibisin" derse, sadece bir keffaret vermesi gerekir. Ona "Sen her bir günde bana anamın sırtı gibisin" derse, karısıyla temasa azmettiği her günde keffaret vermesi vâcib olur. Ama geceleyin temasta bulunursa caiz olur. Keffaretle de yükümlü olmaz. Çünkü şer'î gün, gündüzdür, gece değil.

Ziharın tanımını yaparken "Müslüman kaydını kullanmakla, zımmî-ler kapsam dışına çıkarılmış oldu. Her ne kadar boşama ve îlâsı sahihse de zımmînin ziharı sahih olmaz. Şundan ki: Zihar, keffaret ödenmezden karı­nın kocasına haram olmasını gerekli kılar. Zımmî ise keffaretle yükümlü ol­maz. Çünkü o, keffarete ehil değildir.

Denebilir ki: Siz dediniz ki, Allah'a yemin ederek îlâ yapması durumun­da zımmînin îlâsı sahih olur. Ama keffaret vermesi vâcib olmaz. Niçin ziharı

kendisi için bağlayıcı hüküm ifade etmiyor ve keffaret mecburiyeti olmuyor? Buna verilecek cevap şudur: îlâ durumunda koca, yapmış olduğu îlâ ye­mini sebebiylekendinikansıyla cinsel temasta bulunmaktan alıkoymuştur. îlâ müddeti sona erinceye dek temasta bulunmazsa, karı üzerindeki zararı gi­dermek için karı bâin olarak boşanır. îlâ yemininden sonra cinsel temasta bulunursa, bir şey gerekmez. Buradaysa, keffaret vermeden karısıyla temas­ta bulunması, şeriat koyucu tarafından menedilmiştir. Zımmî ise keffarete ehil değildir. Şu halde ziharmın sahih olması anlamsızdır.

"Karısını kaydı, karının cariye olması durumunu da kapsamaktadır. Cariye olan kadından zihar yapmak sahih olur. Ama kadın başkasının mül-kündeki bir memlûke olursa, ondan zihar yapmak sahih olmaz. Yabancı ka­dın da böyledir. Ancak mülkiyete veya mülkiyet sebebine bağlarsa o zaman zihar sahih olur. Mülki>fete bağlamasının örneği, şöyle demesidir: "Sen be­nim karım olursan, bana anamın sırtı gibisin." Mülkiyet sebebine bağlama­sının örneği, şöyle demesidir: "Seninle evlenirsem, sen bana anamın sırtı gi­bisin." Evlenmek karıyı mülk edinme sebebidir. Kadına, "Seninle evlenirsem sen yüz defa bana anamın sırtı gibisin" der ve evlenirse, bu karısıyla cinsel temasta bulunmaya her azmettikçe bir keffaret vermesi gerekir. Bu durum, yüz keffaret verinceye dek devam eder. Bu sözünü yüz kez tekrarlaması du­rumunda, yüz keffaret vermesi haydi haydi gerekli olur.

"Müslüman kocanın, karısını benzetmesidir" sözü ile, müslüman kadı­nın, kocasını benzetmesi, ziharın kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Bir kadın, kocasına "Sen bana babamın (veya anamın) sırtı gibisin" veya "Ben sana senin ananın sırtı gibiyim" derse, bu anlamsız ve geçersiz bir söz olur. Çün­kü kadın, kocasını kendine haram kılma yetkisine sahip değildir. Bazıları derler ki: Kadının ziharı sahih olur. Böyle söyledikten sonra kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân verirse, zihar keffaretiyle yükümlü olu;, Fakat mûtemed olan, birinci görüştür. Aynı şekilde zihar, ehl-i kitaptan olan karıyı, yaşı küçük olan, deli, vaginası tıkanık, kendisiyle gerdeğe girilmiş olan ve olmayan karıları da kapsamına alır. Ric'î olarak boşanmış karıdan da zi­har yapmak sahih olur. Çünkü bu durumdaki kadın, evlilik bağıyla kocasına hâlâ bağlıdır. Bâin olarak boşanmış kadına gelince; iddet süresi zarfında ol­sa bile ondan zihar yapmak sahih olmaz.

"Kendisine mahrem olan" yani anasının sırtı veya karnı veya vaginası gibi bakması sahih olmayacak şekilde kendisine haram olan bir organa ben­zetmesi sözüne gelince; süt emişme, soy ve hısımlık bakımından kendisine haram kılınan kadınların bakılması sahih olmayan organlarına benzetme yap­ması da böyledir. Bir kimse karısına "Sen bana kaynanamın sırtı gibisin" veya "Sen bana kızının sırtı gibisin" veya "Sen bana, falan süt bacımın sırtı gibisin" derse, zihar sahih olur. Benzetme, bakılması haram olan bir organa yapılabileceği gibi, mahrem kadının tüm vücuduna da yapılabilir. Örneğin "Sen bana anam (veya bacım) gibisin" demek gibi. Çünkü bu sözde mah­rem kadının hem sırtı, hem daha fazlası vardır. Ancak zihara niyet edİlmedi-ğİ takdirde söylenen bu sözle zihar yapılmış olmaz. Bu, ziharda kinayedir.

"Haram olan bir organa benzetme" sözüyle, ziharda yapılan benzetme­nin, bakılması haram olan bir organa benzetme yapmanın şart olduğu anla­tılmak istenmiştir. Bir kimse karısına, "Sen bana anamın başı (veya ayağı) gibisin" derse, böyle demekle zihar yapmış olmaz. Ama benzetilen organın bakılması haram olmayan bir organ olması sahih olur. Kocanın, karısına ör­neğin "Senin başın, bana anamın sırtı gibidir" demesi gibi. Benzetmenin soy veya süt anasıyla, soy veya süt bacısı, kaynana, karının daha önceki evlilik­ten doğmuş olan kızı gibi ebediyyen haram olan bir kadının bir cüz'üne veya bedeninin tamamına yapılması şarttır. Karısına "Sen bana, senin bacının sırtı gibisin" derse, yapılan bu zihar geçerli olmaz. Karının bacısı, kocaya ebedî olarak haram değildir. Zîra olabilir ki koca, karısını boşar ve baldızıyla evlenir.

"Kadının bir cüz'üne benzetmek" sözüyle de erkeğin bir cüz'üne yapı­lan benzetme, ziharın kapsamı dışına çıkarılmış oldu. Koca karışma sözgeli­mi "Sen bana babamın tenasül organı gibisin" veya "Sen bana kardeşimin penisi gibisin" derse, mûtemed görüşe göre bu sözle zihar yapmış olmaz.

Mâlîkîler dediler ki: Zihar, müslüman bir mükellefin, kendisine he­lâl olan bir kadını veya bu kadının bir cüz'ünü kendisine mahrem olan bir kadının sırtına veya bir cüz'üne yahut yabancı bir kadının sırtına benzetmesidir.

"Benzetmesidir" sözünden kasıt, benzetme edatı zikredilsin edilmesin, benzetmeyi kapsayan lafızdır. "Sen bana anamın sırtı gibisin" cümlesi, ben­zetme edatının zikredilmesine örnektir. "Sen bana anamsın" cümlesi, ben­zetme edatının zikredilmediğine örnektir. Benzetme edatını kaldırarak "Sen anamsın" derse, karısından zihar etmiş olur. Ancak bu sözüyle boşamaya niyet ederse, karısı bâin talâkla boşanır. Karısına "Ey anam", "Ey bacım" diye seslendiğinde zihar yapmış olmaz. Ama bu hitapla boşamaya niyet ederse, karısı boşanır.

"Müslüman sözüyle koca veya efendi kastedilmiştir. Efendi, kölesin­den zihar yapar. "Müslüman" kaydının konulmasıyla, kâfir kapsam dışına çıkarılmış oldu. Zihar yapar, sonra müslüman olursa ziharı lâzım olmaz. Nitekim bunun; boşama, azad etme, sadaka veya adağı da lâzım olmaz.

Tanımda müslüman kadın denmedi de sadece müslüman dendi. Çünkü müslüman kadının kocasını, kendisine mahrem olan birine benzetmesi zihar değildir. Meselâ kocasına "Sen bana babamın (veya anamın) sırtı gibisin" derse, bu hiç bir hüküm ifade etmez. Kadına ne zihar, ne de yemin keffareti lâzım gelir. Koca, kadının kendi işini kendine bırakır da kadın, "Ben sana anamın sırtı gibiyim" derse, kocaya zihar lâzım gelmez. Çünkü keffaret, malî bir yükümlülüktür. Koca bu yükümlülüğüfyerine getirmesi hususunda ka­rısına yetki devrinde bulunmamıştır.

"Mükellef kaydının konulmasıyla; çocuk, deli, zorlanan kişi, helâl bir nesneyi yemek veya içmekten ötürü sarhoş olan kimseler kapsam dışına çı­karılmış oldular. Haram bir nesneden ötürü sarhoş olan kimseye gelince bu­nun boşaması bağlayıcı hüküm ifade ettiği gibi ziharı da bağlayıcı hüküm ifade eder.

"Kendisine helâl olan bir kadım sözünden kasıt, kişinin kendi karısı ve cariyesidir. Zîra cariyeden de zihar yapılabilir. Bu kaydın; hayızlı, nifash ve hac ya da umre ihramında bulunan kadından zihar yapmanın sahih olma­dığını, -çünkü bu durumdaki kadından kocasının şehevî bakımdan yararlan­masının helâl olmadığı bilinen bir gerçektir- ifade ettiğini söyleyecek olur­san, sana cevaben deriz ki: Burada kasıt, asıl itibariyle helâl olan kadındır. Bu gibi durumlarda kadının kocasına haram oluşu, geçici bir sebepten dola­yıdır. Bir kimse hayızlı durumdaki karısına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" derse, kendisine zihar lâzım gelir.

"Veya bir cüz'üne" sözü; el, baş ve diğerleri gibi hakiki cüz'ü ve sac, tükürük gibi hükmî cüz'ü kapsar. Saç ve tükürük, bedene bitişik oldukların­dan dolayı cüz' hükmündedirler. Bİr kimse karısına, "Senin başın, bana ana­mın başı (veya eli) gibidir" ya da "Saçın, bana anamın başı (veya saçı) gibidir" derse, böyle demesi zihar olur.

"Mahreminin sırtına veya bir cüz'üne sözünden kasıt, kişinin kendile­riyle evlenmesi helâl olmayan kadınlardır. Yani zihar, kişinin kendi karısını veya karısının bir cüz'ünü mahremlerinden bir kadının sırtına benzetmesiyle olabileceği gibi, bu mahreminin herhangi bir cüz'üne benzetmesiyle de olabilir.

"Ya da yabancı bir kadının sırtına" sözünden kasıt, karısını veya cari­yesini veya karısının ya da cariyesinin bir cüz'ünü, özellikle yabancı bir kadı­nın sırtına benzetmesidir. Karısına; "Sen bana falan yabancı kadının sırtı gibisin" derse, bu sözüyle karısından zihar yapmış olur. Ama karısına "Sen bana o yabancı kadının başı, (veya eli veya diğer cüzlerinden biri) gibisin" derse, bu sözüyle karısından zihar yapmış olmaz ve bundan da dört şekil çıkar:

1- Karısını ya da cariyesini bir bütün olarak, kendi mahremi olan kadın­lardan birinin tüm olarak vücuduna benzetmesi: Örneğin karısına ya da ca­riyesine "Sen bana anam veya bacım gibisin" ya da "Sen bacımsın veya anamsın" demesi gibi. Bu sözleri söylerken de talâka niyet etmemiş olmalıdır.

2- Karısının ya da cariyesinin tümünü, mahremlerinden bir kadının bir cüz'üne benzetmesi: Örneğin karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin." veya "...başı..." veya "...eli gibisin" demesi gibi.

3- Karısının ya da cariyesinin bir cüz'ünü, kendisine mahrem olan bir kadının tümüne benzetmesi: Örneğin karısına "Senin sırtın, bana anam gibidir" demesi gibi. "Başın veya tükürüğün, bana anam gibidir" demesi de böyledir.

4- Karısının ya da cariyesinin bir cüz'ünü, kendisine mahrem olan bir kadının bir cüz'üne benzetmesi: Örneğin "Senin başın veya sırtın, anamın başı gibidir" demesi. Ama yabancı bir mahreme benzetecek olursa, Özellikle onun sırtına benzetmezse, yani "Sen, bana falan yabancı kadının sırtı gibisin" demezse, zihar yapmış olmaz. Kendisine benzetilen kadının, aslen kendisine haram olan bir kadın olması şarttır. Meselâ karısına "Sen, lohusa kuman gibi bana haramsın" derse, bu harâmlık aslî olmayıp geçici olduğundan do­layı zihar yapmış olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Zihar, kocanın kendi karısını harâmlık bakımın­dan bir mahremine benzetmesidir.

"Kocanın benzetmesidir" sözündeki kocadan kasıt, boşaması sahih olan herkestir. Öyleyse bu söz, köle ve kâfiri de kapsar. Hanefîlerle Mâlikîlerin hilâfına kâfirin ziharı sahih olur. Hanbelîler de Şâfiîlerin bu görüşüne katıl­maktadırlar. Koca kelimesi aynı zamanda buruk, kesik penisli, ve sarhoş kim­seleri de kapsar. Bunların ziharları sahih olur.

"Koca" kaydını koymakla, koca olmayanlar kapsam dışına çıkarılmış oldu. Adamın biri, yabancı bir kadına "Seninle evlenirsem, sen bana ana­mın sırtı gibisin" derse, bu zihar olmaz. Bu kadınla bilâhare evlense bile, zi­har yapmış olmaz.

"Boşaması sahih olan" kaydını kullanmakla çocuk, deli ve zorlanan kim­seler kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bunların ziharları sahih olmaz. Nitekim boşamaları da sahih olmaz.

"Karısını" kelimesinden kasıt, kişinin kendisiyle sahih bir nikâh akdi yaparak evlendiği kadındır. Bu kadın baliğa da olsa, küçük yaşta da olsa, deli, hasta, vaginası tıkanık, vagina dudakçıkları yapışık, kâfir, hasta, ric'î talâkla boşanmış da olsa kendisinden zihar yapılabilir. "Karısı" demekle, önce de belirtildiği gibi yabancı kadınlar kapsam dışına çıkarılmış oldu. Hanefî­lerle Mâlikîlerin hilâfına cariye de bu açıdan yabancı kadın hükmündedir.

"Mahremine" kelimesinden kasıt, soy veya süt veya hısımlık bağı nede­niyle kişinin kendilerini nikahlaması helâl olmayan kadınlardır. Kişinin karı­sının tümünü veya bir cüz'ünü benzetmesi hüküm bakımından aynıdır. Karı­sını, mahremi olan bir erkeğin tümüne veya bir cüz'üne benzetmesi zihar ol­maz. Erseliğe benzetmesi de böyledir. Harâmlığın, yani kendisine benzetilen mahremin harâmlığımn sonradan değil de aslî olması şarttır. Karısına "Sen bana oğlumun karısı (veya o kadının sırtı) gibisin." derse, zihar yapmış ol­maz. Çünkü oğlunun karısı, oğluyla evlenmezden, kendisine helâl idî.

"Liân sebebiyle bana haram olan karım gibisin" demesi de böyledir. Böyle demekle zihar yapılmış olmaz. Çünkü Hân sebebiyle haram olan kadının ha-râmhğı arızîdir.

Kadının tümünü benzetmenin misali şunlardır: "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "Karım bana anamın sırtı gibidir" veya "Bu, bana anamın sırtı gibidir" ya da anamın cismi gibidir veya anamın eli veya saçı veya "...tırnağı gibidir" demesi veya karısını, anasının görünür diğer organlarından, cüzlerinden birine benzetmesidir. Ciğer ve kalp gibi iç organ­lara gelince bunlar ne benzetilende, ne de kendisiyle benzetilende zihar olurlar. "Cüz'ier" demekle vücudun dölsuyu, süt ve tükürük gibi dışarıya attığı şeyler kapsam dışma çıkarılmış oldu. Bütün bunlar ne sarih, ne de kinaye olarak zihar olurlar. Bu^lâfızlarla zihar sarih olur.

Kinayeye gelince buna örnek olarak şu cümleleri verebiliriz: "Sen anam gibisin" veya "Anamın kendisi gibisin" veya bunlara benzer cümlelerdir. Zi-hara niyet edilmesi durumunda bu sözlerin söylenmesiyle zihar yapılmış olur.

Hanbelîler dediler ki: Zihar, kocanın karısını, kendisine geçici ve­ya daimî olarak haram olan bir kadına benzetmesidir veya karısının bir orga­nını, kendisine geçici veya daimi olarak haram olan bir kadının sırtına ya da sırtı dışındaki sabit organlarından birine benzetmesidir. Yahut karısını veya karısının bir organını, bir erkeğe veya bir erkeğin organlarından birine ben­zetmesidir. Bu erkek, kocanın bir yakını olabileceği gibi yabancısı da olabilir. "Koca" sözünden kasıt, boşaması sahih olan herkestir. Bu koca rnüslü-man da olabilir kâfir de... Hür de olabilir köle de... Büyük de olabilir küçük de... Yalnız küçüğün, ziharm mânasına akıl erdirebilen mümeyyiz biri olma­sı şarttır.

Bazı kimseler mümeyyiz olan küçüğün ziharının ve ilâsının sahih olma­yacağı görüşündedirler. Gerekçe olarak da derler ki: Zihar ile îlâ, birer ye­mindirler. Bu yeminlerin keffaretleri vardır. Çocuk üzerine ise keffaret yok­tur. Ziharda yalan ve çirkin söz bulunduğundan dolayı keffaret lâzım olmuş­tur. Çocuk ise söylediğinden ötürü hesaba çekilmez. Bu, akla uyan bir izah tarzıdır.

Delinin, baygın veya uyumakta olan kimsenin ziharı sahih olmaz. Ha­ram bir içki içtiği için sarhoş olan kimseye gelince; bunun ziharı sahih olur. Çünkü bunun boşaması sahihtir. Sarhoşluğu ilaç ve benzeri bir şeyden kaynaklanıyorsa, talâkı vaki olmadığı gibi ziharı da sahih olmaz.

"Kansını" sözünden kasıt, sahih bir nikâh akdiyle kendisine helâl olan kadındır. Bu kadın baliğa da olsa küçük yaşta da olsa, hür de olsa cariye de olsa, müslüman da olsa zımmîye de olsa, kendisiyle cinsel temasta bulunulması mümkün olsa da olmasa da aynı hükme tabidir.

''Karısını" demekle cariyesi ve ümmü veledi (çocuk doğuran cariyesi) kapsam dışına çıkarılmış oldu. Çünkü bunlar, karı değildirler. Adamın biri karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin" derse, yemin keffaretiyle yükümlü olur.

"Kocanın karısını benzet/nesidir" demekle, karının kendi kocasını baş­kasına benzetmesi, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Örneğin kocasına "Sen bana babamın sırtı gibisin" veya "Falanla evlenirsem, o bana babamın (ya da kardeşimin) sırtı gibi olsun" derse veya buna benzer sözler söylerse zihar yapmış olmaz. Ama bu sözü dolayısıyla zihar keffareti vermesi vâcib olur. Ancak kendini kocasından menetmez. Aksine, keffareti vermezden önce, ko­casının kendisine yaklaşmasma imkân tanıması vâcib olur. Çünkü kocasının kendisiyle temasta bulunması, kocanın hakkıdır. Kadının bu yemini dolayı­sıyla kocasının temas hakkı düşmez. Sadece yaptığı zihar yemininin cezası olarak keffaret vermesi vâcib olur.

"Veya karısının bir organım benzetmesidir" sözünden maksat; el, baş, karın ve sırt gibi benzetilen ve kendisine benzetilende sabit olarak bulunan organdır. Saç, diş, tırnak, tükürük, gözyaşı, kan ve ter gibi yok olup tekrar meydana gelen uzuvlara gelince; bunlarla yapılan benzetmeler zihar olmaz. Kocanın karısını, kendisine ebediyyen haram olan kimselere benzetmesinin misali, kocanın karısına şöyle demesidir: "Sen bana anam veya bacım veya­hut halam gibisin." Karısını, kendisine geçici olarak haram olan kimselere benzetmesinin misali, karısına şöyle demesidir: "Sen bana bacının veya ha­lanın sırtı gibisin." Sırta benzetmenin misali, şöyle demesidir: "Sen bana ana­mın sırtı veya bacının sırtı gibisin." Sırttan başka bir cüz'e benzetmesinin misali şöyle demesidir: "Sen bana, anamın başı gibisin veya bacının başı ya da kar­nı gibisin" veya "Senin başın ya da elin, yahut vaginan, anamın başı veya bacının başı ya da eli gibidir" veya bunlara benzer sözler söylemesidir. Ama "Anamın saçı veya dişi gibisin" veya "Senin saçın anamın saçı gibidir" der­se veya bunlara benzer sözler söylerse, zihar yapmış olmaz. "Senin ruhun, anamın ruhu gibidir" demesi de böyledir.

"Veya karısını yahut karısının bir organını bir erkeğe benzetmesidir" sözünün anlamı şudur: Karının yabancı olsun yakın olsun bir erkeğe benze­tilmesi zihardır. Çünkü bu erkek, kocaya haramdır. Bir koca karısına "Sen bana Mehmet gibisin veya onun başı ya da sırtı gibisin" derse, Hane.fîlerle Şâfiîlerin hilâfına zihar yapmış olur. Zihara niyet etmesi durumunda koca, böyle demekle zihar yapmış olur diyen Mâlikîler, bu görüşe muvafakat etmişlerdir. Ancak bunlar, benzetmenin özellikle sırta yapılması durumunda ziharm sahih olacağını söylemişlerdir.

 

Ziharın Rükün Ve Şartları

 

Ziharın rükünleri dört tanedir:

1- Zihar yapan: Bu, kocadır.

2- Kendisinden zihar edilen: Bu, karıdır.

3- Kendisine benzetilen.

4- Zihar sîgası.

Bunların her birine İlişkin şartlar, aşağıda her mezhebe göre ayrı ayrı açıklanmıştır.

 

(35) Hanefîler dediler, ki, ziharın tek rüknü vardır. O da sîgasıdır. Nite­kim bunu daha önceleri ile bir kaç kez söylemiştik.

Kocayla ilgili şartlara gelince;

a- kocanın müslüman olması şarttır: Zımmînin ziharı sahih olmaz. Bu­nun sebebi, ziharın tanımında açıklanmıştı.

b-Koca, akıllı olmalıdır: Delinin, baygının, bunağın ve uyumakta ola­nın ziharı sahih olmaz. Sarhoşa gelince, talâkta da geçtiği gibi o, eğer kendi kastıyla sarhoş olmuşsa, ziharı sahih olur.

c- Koca, baliğ olmalıdır: Mümeyyiz dahi olsa çocuğun zihan sahih olmaz.

Karıya gelince; onda bu gibi şartlar aranmaz. Deli veya akıllı, büyük ve­ya küçük karıdan zihar yapılması sahih olur. Tek şart, cariye dahi olsa karı olmasıdır. Ama memluke olursa, ondan zihar yapmak sahih olmaz. Zorla­nanın, unutanın, yanılanın ve şaka yapanın ziharı sahih olur. Eğer yazı yaz­masını biliyorsa dilsizin yazarak yaptığı zihar sahih olur. Yazmasını bilmi­yorsa, talâk bahsinde de anlatıldığı gibi, bilinen bir işaretiyle yaptığı zihar sahih olur. Zihar eden ve kendisinden zihar edilenle ilgili şartlar bunlardır.

Kendisine benzetilene gelince; onun, zihar eden erkeğe ebedîyyen haram olan bir kadın olması şarttır. Kişi, karısını bir erkeğe benzetirse, -bu erkek ister kendi yakını olsun, ister yabancı birisi olsun- zihar yapmış olmaz. Nite­kim, kendisine haram olmayan bir kadına veya karısının bacısı ya da halası veya üç talâkla boşadığı kadın gibi geçici olarak kendisine haram olan bir kadına benzetirse zihar yapmış olmaz. Veyahut karısını mecusî bir kadına ben­zetirse, yine zihar yapmış olmaz. Bu kadın her ne kadar kendisine harâmsa da harâmhğı ebedî değildir. Çünkü olabilir ki bu kadın müslüman olur ve kendisine helâl olur. Oğlun karısı ve babanın karısı da kişiye ebediyen haram olanlardandır. Bir kimse karısını bunlardan birine benzetirse, Şâfiîlerin hilâ­fına zihar yapmış olur. Karısını, kendisiyle zina yaptığı bir kadının anasına veya bu kadının kızına benzetirse, yine zihar etmiş olur. Babasının veya oğlunun kendisiyle zina yapmış olduğu bir kadına benzetirse, sahih kavle göre yine zihar yapmış olur.

Karısını, kadından başka haram olan bir şeye benzetirse, meselâ karısı­na "Sen bana şarap veya domuz veya koğuculuk veya rüşvet gibisin" derse, bunu derken zihara niyet etmiş olsa bile zihar yapmış olmaz. Ama bu sözü söylerken talâka niyet ederse karısı boşanır.îlâya'niyet ederse, îlâ yapmış olur.

Zihar sığasına gelince; bu, sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır.

Sarihe gelince bu sığanın, kocanın karışım veya baş, boyun ve benzeri örfen kadının tümünü ifade eden bir cüz'ünü veya yarım, üçte bir, dörtte bir gibi bedeninin orantılı bir payını soy, süt veya hısımlık nedeniyle kendisine mahrem olan bir kadının bakılması haram olan bir organına benzetmesini kapsaması şarttır. Örneğin karısına "Sen bana anamın (veya ananın) sırtı gibisin" veya "Senin başın, anamın (veya ananın) sırtı, ya da karnı, ya da cinsel organı gibidir demesi gibi. Ama "Senin başın, ananın başı gibidir" derse, bu sahih bir zihar olmaz. Çünkü kendisine benzetilen organının, ba­kılması helâl olmayan bir organ olması şarttır. Veya koca, karısına "Senin cinsel organın anamın veya bacımın veya halamın sırtı ya da anamın cinsel organı veya bacımın cinsel organı ya da karnı gibidir" derse veya buna ben­zer sözler söylerse, bütün bu sözlerle zihara niyet etmese bile zihar yapmış . olur. Çünkü bu sîga sarihtir. Bununla zihardan başka şeye niyet ederse, iddi ası yargı makamınca tasdik edilmez. Ama fetva makamınca tasdik edilir. Şu halde sarih sîgada, kendisine benzetilende bakılması helâl olmayan organın söylenmesinin şart olduğunu öğrenmiş olduk.

Kinayelere gelince; onlarda bu şart aranmaz: Meselâ karısına "Sen ba­na anam gibisin veya anamın mislisin veya bacımın mislisin" derse veya bun­lara benzer sözleri söylerse; söylerken zihara niyet etmedikçe zihar yapmış olmaz. Ama böyle derken karısını değer bakımından anasına veya bacısına benzetmeyi kastederse, hiç bir şey vaki olmaz. Bunları söylerken hiç bir şeye-niyet etmese de aynı hüküm sözkonusu olur. "Sen anamsın" diyerek benzet­me edatını ortadan kaldırırsa, tanımda da anlatıldığı gibi bu söz geçersiz olur ve hiç bir hüküm ifade etmez.

Malîkıler dediler ki: Zihar yapan kişinin müslüman olması şarttır. Zımmînin zihar yapması sahih olmaz. Zihar yaptıktan sonra müslüman olsa bile, ziharıyla amel olunmaz. Aynı şekilde bu durumdaki karı - koca bizim mahkememize başvururlarsa, zihara ilişkin olarak aralarında hükmetmeyiz. Tanımda geçen diğer tasarruflar da zihar gibidirler.

Zihar eden kişinin mükellef olması şarttır. Çocuğun, delinin baygının, uyumakta olanın, helâl bir şeyi yemek veya içmekten ötürü sarhoş olanın zi-harı sahih olmaz. Ama haram bir şeyden ötürü sarhoş olan kimsenin talâkı vaki olduğu gibi, zihan da vaki olur.

Zihar eden kişinin serbest iradeli olması şarttır. Zorlanan kimsenin zİ-han vaki olmaz. Buruk, penisinin bir kısmı kesik veya iktidarsız kimsenin zihan, mûtemed görüşe göre sahih olur. Çünkü bunun, cinsel temas dışında, karısından şehevî bakımdan yararlanma imkânı vardır.

Kendisinden zihar edilene gelince; onun, zihar edenin kendisiyle cinsel temasta bulunması helâl olan bir kadın olmalıdır. Bu kadın karı da olabilir, cariye de... Küçük de olabilir, büyük de... Akıllı da olabilir, deli de... Vagina-sı tıkanık veya vagina dudakçıkları yapışık da olabilir. Bunlar dışındaki di­ğer ayıplar da kendisinde bulunabilir.

Kendisine benzetilene gelince; o, üç nev'idir:

1-Kendisine benzetilen kadın, kocanın; soy, süt veya hısımlık bağı nede­niyle kendisiyle cinsel temasta bulunması haram olan bir mahremi olur: Bu kadına yapılan benzetme ister tümüne, ister sırtına, ister bir cüz'üne yapıl­sın; her hal-ü kârda zihar olur. Bu cüz onun; tırnak, saç, tükürük gibi sabit olmayan bir cüz'ü de olabilir. Ancak sırtına yapılan benzetme, sarih zihar olur. Sırtı dışındaki yerlerine yapılan benzetmeyse kinayeli zihar olur. Niyet edilmediği takdirde, zihar olarak bağlayıcı hüküm ifade etmez.

2- Kendisine benzetilen kadın, kocaya yabancı bir kadın olur: Bunun zi-harının sahih olması için, benzetmenin, özellikle sırtına yapılması şarttır. Ayrıca benzetme yaparken, zihara niyet edilmesi de şarttır. Aksi takdirde yapılan ben­zetme, zihar olmaz. Liân veya üç talâkla boşama nedeniyle kendisine ebediy-yen haram olan kadın da bu bakımdan yabancı kadın gibidir. Bu kadının sır­tına yapılan benzetme, sarih değil de kinaye olur.

3- Bir erkeğin sırtına benzetme yapılması: Bunun zihar olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Meşhur görüşe göre bu zihar olur. Fakat bunda ben­zetmenin sırta olması ve benzetme yaparken de zihara niyet edilmesi şarttır.

Zihar sığasına gelince; bu dört kısımdır:

1- Zihan sarih olan sîga: Bunun sahih olması için kendisine benzetile­nin, kocanın mahremlerinden biri olması ve benzetmenin özellikle sırta ya­pılması şarttır. Örneğin karısına, "Sen bana anamın (veya bacımın veya ha­lamın veya teyzemin veya ananın, veya bacının) sırtı gibisin" demesi ya da karısını soy, süt veya hısımlık nedeniyle kendisine mahrem olan diğer kadın­ların sırtına benzetmesi gibi.

Liân veya üç talâkla boşanma nedeniyle haram olan kadının sırtına ya­pılan benzetme, nesep ve benzeri sebeplerle haram olan kadına yapılan ben­zetme gibi midir, değil midir? Bu hususta ihtilaf vardır: Doğrusu bu gibi ben­zetme, yabancı kadının sırtına yapılan benzetme gibidir. Meselâ karısına; "Sen bana, kendisini üç talâkla boşadığım veya liân sebebiyle benden bâin olarak boşanan kadının sırtı gibisin" derse, bu sarih değil de kinaye olur.

Ziharla, sarih talâka niyet etmesi sahih olur mu, olmaz mı? Bu hususta ihtilâf vardır. Bazıları derler ki: Bu sahih olmaz.Bilâkis talâk niyeti geçersiz olur. Hem yargı, hem fetva bakımından sadece ziharla amel olunun Tercihe şayan olan görüş budur. Diğer bazıları derler ki: Bilâkis sadece fetva bakı­mından ziharla amel olunur. Yargıya gelince, hem zihar ve hem de talâkla amel olunur. Şöyle ki: Söylediği söze bakılır, üzerine ziharla hükmolunur. Tuttuğu niyete bakıhr,üzerine üç talâkla hükmolunur. Öyle ki bu karısı baş­kasıyla evlenip boşandıktan sonra kendisine tekrar dönerse, zihar keffaretini ödemeden bu karısıyla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Bu, zayıf bir görüştür. Zîra sarih olmasının mânası, Özel bir hükmü var demektir. Bunun­la başka şeye niyet etmesi sahih olmaz.

2- Gizli zihar kinayesi: Bu "git, kalk, ye, iç" gibi sözlerdir. Bu gibi söz­lerle zihann sahih olması iki şartla olur:

a- Zihara niyet etmelidir. Niyet etmediği takdirde, söylediği "ye, iç, uyu" gibi sözler, yalın sözlük anlamını ifade ederler.

b- Bu sözleri sarih talâk veya Allah adına yemin olmamalıdır. Zihara niyet ederek karışma; "Sen boşsun" derse, bu zihar olarak sahih olmaz ve talâk lâzım gelir. Yine zihara niyet ederek meselâ "Vallahi yemem" derse, bu zihar olmaz.

3- Açık zihar kinayeleri: Bu da iki kısma ayrılır:

a- Benzetme, sırttan başka bir yere yapılır. Kendisine benzetilen de ko­canın mahremlerinden biri olur. Karısına örneğin, "Sen bana anam gibisin" veya "Sen anamsın" demesi gibi...

b- (Bu aynı zamanda dördüncü kısımdır.) Benzetme sırta yapılır: Kendi­sine benzetilen de, kocanın yabancısı bir kadın olur. Karısına örneğin "Sen bana, falan yabancı kadının sırtı gibisin'* demesi gibi... Zihann iki şartla sa­hih olması için, kocanın zihara niyet etmesi de gereklidir. Karısını sevgi ve şefkat ya da değer ve üstün mertebe bakımından anasına benzetmeye veya düzenlilik, itidal ve benzeri hususlar bakımından yabancı bir kadının sırtına benzetmeye niyet ederse; bu zihar olmaz. Zihara niyet ederse zihar olur. Ta­lâka niyet ederse, eğer bu karısıyla daha önce cinsel temasta bulunmuşsa, sa­yıya niyet etmese de veya üçten aza da niyet etse, kendisine üç talâk lâzım gelir. Niyet etmişse, niyet ettiği sayıda talâk lâzım gelir. Sırt veya ana kelime­sini veyahut ana gibi mahremlerinden birini söylemez de karısına, "Sen fa­lan yabancı kadın gibisin" der ve bununla talâka niyet ederse, kendisiyle ger­değe girmiş olduğu karısında ve diğerlerinde üç talâk lâzım olur. Ama kendi­siyle gerdeğe girmemiş olduğu karısında üç talâktan azına niyet ederse, sözü doğrulanır. Karısına söylemiş olduğu, "Sen falan yabancı kadın gibisin" sö­züyle zihara niyet etmiş olduğunu söylerse, bu sözü diyaneten doğrulanır, sadece fetva bakımından ona zihar lâzım olur. Yargı bakımındansa, karısıyla gerdeğe girmiş olsun veya olmasın, ona üç talâk ve zihar lâzım olur. Ancak kendisiyle gerdeğe girmemiş olduğu karısı hakkındaki niyetiyle amel olunur. Üç talâktan azına niyet etmiş olduğunu iddia ederse, niyetiyle amel olunur. Kadı, bu karısının üç talâkla boşanmışhğına hükmeder de sonra bu kadın başkasıyla evlenip boşandıktan sonra ilk kocasına geri dönerse, zihar keffa­retini ödemeden ilk kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunması helâl ol­maz. Zihara niyet ederek karısına "Sen bana oğlum gibisin" veya "Sen ba­na hizmetçim gibisin" derse, zihar yapmış olur. "Sen, bana kitabın haram kılmış olduğu her şey gibisin" demesi de böyledir. Kitap (Kur'an-ı Kerim) leş, kan ve domuz etini haram kılmıştır. Diğerleri gibi, kendisiyle gerdeğe giril­miş olan kadında da bu söz nedeniyle üç talâk lâzım olur. Ama kendisiyle gerdeğe girmemiş olduğu .karısı için bu sözü söylerken üç talâktan azına ni-,yet etmişse, üç talâk lâzım gelmez.

Zihar sîgası kayıtsız ve kesin olabileceği gibi, bir şarta da bağlanabilir. Karısının ziharım, karısının dilemesi veya karısından başka bir şahsın dile­mesi şartına bağlarsa, örneğin karısına "Eğer dilersen (veya razı olursan) sen bana, anamın sırtı gibisin" derse, bu sahih olur. Ama kadın dilemedikçe ve razı olmadıkça zihar vaki olmaz. Kadının bu konudaki hakkı düşmez. An­cak durup da ziharı red veya onaylamaya dair kararını vermezse, o zaman hakkı düşer. Bu durumda kadı, karının muhayyerlik hakkını iptal edebilir. Koca, zihar sığasını vukuu muhakkak olan bir şeyin vukûbulması şartına bağ­larsa; meselâ karısına "Sen bir yıl sonra (veya ramazan ayı gelirse) bana ana­mın sırtı gibisin" derse, derhal zihar tahakkuk eder. "Bu ayda sen bana ana­mın sırtı gibisin" derse, zihar ebedî olur. Keffaret vermeyince ziharı çözül­mez. "Eğer senin üzerine falan kadınla evlenmezsem, sen bana anamın sırtı gibisin" derse; evlenmekten ümid kesildiği anda -bu da belirtilen kadının ölümü veya bu sözü söyleyen kocanın, cinsel temastan âciz olmasıyla olur- veya ev­lenmemeye karar verdiği anda zihar yapmış olur. Karısına, "Eğer babanın evine girersen, sen bana anamın sırtı gibisin" derse ve karısından, babasının evine girmesini isterse, eve girmeden keffaret vermesi sahih olmaz.

Şâfiîler dediler ki: Zihar edenin buruk, kesik penisli ve iktidarsız da olsa ve bunlara benzer hallerde de bulunsa koca olması şarttır. Memlûke olan cariyeden, kendisiyle evlenmediği yabancı kadından -bu kadınla sonra evlen-se bile- zihar yapmak sahih olmaz. Zihar edenin akıllı olması şarttır. Deli ve benzeri kimsenin zihar yapması sahih olmaz.

Zihar edenin serbest iradeli olması şarttır. Zorlanan kimsenin zihar yap­ması sahih olmaz.

Özetle; boşaması sahih olan herkesin ziharı da sahih olur. Boşaması sa­hih olanların kimler olduğu sorusunun cevabı, talâk bahsinde genişçe verilmişti.

Kendisinden zihar edilenin cariye; yaşı küçük, deli, hasta, vagînası tıka­nık, vagina dudakçıkları yapışık, kâfir veya ric'î talâkla boşanmış da olsa, zihar edenin karısı olması şarttır. Böylece bân talâkla boşamış olduğu karısı da olsa yabancı kadın kapsam dışına çıkarılmış oldu.

Bir kimse yabancı bir kadına, "Seninle evlendiğimde sen bana anamın sırtı gibisin'* der, sonra da o kadınla evlenirse ziharı sahih olmaz. Cariyesine "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesi durumunda da cariye üzerine nikâh akdetmedikçe ziharı sahih olmaz. Kendisine benzetilendeyse üç şart bulun­malıdır:

1- Kadın olmalıdır. Yakını olan veya olmayan bir erkeğe karısını benze­tirse, bu geçersiz olur. Çünkü erkekten, şehevî bakımdan yararlanılmaz. Er­selik de böyledir.

2- Nikahlaması helâl olmayan mahremlerinden biri olmalıdır. Nikâhla-masının helâl olmayışı; anası, bacısı, kızı gibi soy nedeniyle olur. Kendisini veya babasını emziren kadın gibi süt nedeniyle olur... Kaynanası veya karısı­nın önceki evliliklerde doğurmuş olduğu kızı gibi hısımlık nedeniyle olur...

3- Kendisine benzetilen kadın, kendisinin doğumundan önce veya do­ğumuyla birlikte babasının kendisiyle evlenmiş olduğu bir kadın gibi, daha önce kendisine helâl olan bir kadın olmamaltdırKendisirûn doğumundan sonra babasının kendisiyle evlenmiş olduğu kadına gelince bu kadın, kendisine da­ha önce helâl olan bir kadındır. Oğlunun karısı da böyledir. Bu kadın, oğlu­nun evlenmesinden önce kendisine helâl olan bir kadındır. Üç talâkla boşa­mış olduğu kadın ve Iiân sebebiyle kendisine ebediyyen haram olan kadına yapılan benzetme de zihar olmaz. Çünkü bu kadınlar daha önce bu erkeğe helâl idiler. Harâmlıkları, bu helâllıktan sonra meydana gelmiştir. Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'in hanımlarından birine yapılan benzetme de bu cümleden­dir. Bir kimse karısına "Sen bana Hz. Peygamber'in hanımı anam Âİşe veya Hafsa gibisin" derse, bu zihar olmaz. Zira Hz. Peygamber'in hanımlarının bize haram oluşları aslî değil de arızîdir.

Yabancı kadın da zihar kapsamının dışına çıkarılmışta. Bir kimse karı­sını yabancı bir kadına veya o kadının sırtına benzetirse, zihar yapmış olmaz.

Zihar sığasına gelince; bunun ziharı hissettiren bir lâfız olması şarttır. Zihar sîgası iki kısma ayrılır:

a- Sarih: Yaygın olarak zihar anlamında kullanılan lâfızlardır: Örneğin "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "Anamın cismi gibisin" ya da "Senin başın anamın sırtı gibi veya eli ya da başı gibidir" demesi gibi...

b- Kinaye: Bu ise sarih gibi olmayan lâfızdır: Örneğin "Sen anam gibisin" veya "Anamın aynı gibisin" demesi veya buna benzer ziharda kullanılan, de­ğer ve ağırlama anlamında kullanılan sözleri söylemesi gibi... Bu sözleri söylerken zihara niyet edilmedikçe zihar vaki olmaz. Karısına "Sen, anamın ha­ram oluşu gibi bana haramsın" derse, zihara niyet etmesi durumunda bu sö­zünün zihar kinayesi olması sahihtir. Talâka niyet etmesi durumunda, talâk kinayesi olması sahihtir. Sonra benzetme, Örnek verdiğimiz biçimde bazan kadının tümüne yapılabileceği gibi, bazen de bir cüz'üne yapılır. Ancak cüz'ün; el, baş ve göz gibi görünürdeki cüz'lerden olması şarttır, ister benzetilende, ister kendisine benzetilende olsun, kendisinden yararlanılması imkânsız olan kalp ve ciğer gibi iç organlara gelince, bunlara yapılan benzetme zihar olmaz. Bir kimse karısına "Senin ciğerin, anamın sırtı gibidir" veya "Senin başın anamın kalbi gibidir" derse, zihar yapmış olmaz.

Benzetilen cüz'ün; süt, tükürük ve dölsuyu gibi vücudun ifrazatından olmaması şarttır. Bir kimse karısının tükürüğünü anasının sırtına benzetirse ziharı sahih olmaz. Tırnak, saç ve diş gibi vücudun artık cüzlerine gelince; bunların benzetilmesi veya bunlara benzetme yapılması durumunda zihar sahih olur.

Özetle; görünürdeki cüz'lere yapılan benzetme ile zihar sahih olur. Ken­disinden yararlanılması (şehevî bakımdan yararlanma kastedilmektedir.) im­kânsız olan cüzlere yapılan benzetmeyle zihar edilmiş olmaz.

Az olsun çok olsun, ziharın bir vakitle sınırlandırılması sahih olur. Bir kimse karısına "Bir günlüğüne veya bir aylığına sen bana anamın sırtı gibisin" derse, belirtmiş olduğu süre içinde karısı kendisine haram olur. Öyle ki penis başını vaginaya girdirerek bu süre içinde karısıyla cinsel temasta bulunursa, kendisinin keffaret vermesi vâcib olur, İleride de anlatılacağı gibi süreli zi-harlarda zihardan dönüş, ancak penis başının, penis başı kesikse geri kalan kısmın o kadarının vaginaya girdirilmesiyle olur. Böyle yaptığı takdirde pe­nisini derhal vaginadan çekmesi ve cinsel temasa devam etmemesi gerekir. Tâ ki zihar keffaretini ödeyinceye kadar... Keffaretin vâcib olması için penis başının vaginaya girdirilmesi gerekir. Keffaret ödemeden cinsel temasa de­vam etmekse haramdır. Karısına "Beş ay süreyle sen bana anamın sırtı gibisin" derse, bu hem ilâ ve hem zihar olur. Bu süre zarfında karısıyla cinsel temasta bulunursa, zihar keffaretiyle yükümlü olur. îlâ süresi doluncaya dek karısıy­la cinsel temasta bulunmazsa, îlâ bahsinde anlatıldığı şekilde karısı, ondan boşanma isteminde bulunma hakkına sahib olur. Karısına "Beş ay süreyle vallahi sen bana anamın sırtı gibisin" der, sonra bu süre zarfında karısıyla cinsel temasta bulunursa; biri yemin için, diğeri de zihar için olmak üzere iki keffaret vermesi gerekir.

Ziharın bîr şarta bağlanması da sahih olur: Bir kimse karısına "Kuman­dan zihar edersem, sen bana anamın sırtı gibisin" der, sonra da kumasından zihar ederse, ikisinden birlikte zihar etmiş olur. Karısının ziharını yabancı bir kadının zihan şartına bağlarsa, bunda iki durum sözkonusu olabilir:

1- "Falan kadından zihar edersem, sen bana anamın sırtı gibisin" der, ama "Falan kadın" derken, "Falan yabancı kadın" demezse bunun da iki şekli olur:

a- Zihar kelimesinin şerî mânasını değil de lügat mânasını kasdetmesi, sonra da kendisiyle evlenmeden önce ona "Sen bana anamın sırtı gibisin demesi: Bu durumda ona karısından zihar lâzım gelir. Çünkü şart koşulan, ziharm lafzıdır o da tahakkuk etmiştir.

b- Ziharın şer'î mânasını kasdetmesi: Bu durumda kendisiyle evlenme­den ona, "Sen bana anamın sırtı gibisin derse, kendi karısından ona zihar lâzım gelmez. Bilindiği gibi yabancı kadın, zihar mahalli değildir. Ama o yabancı kadınla evlendikten sonra bu sözü ona söylerse, ilk karısından kendisi­ne zihar lâzım gelir. Şundan ki: "Yabancı" niteliğini kullanmaksizm sadece "Falan kadından zihar edersem..." şeklinde bir ifade kullanmıştır. Şart olan şer'î zihardır. O da falan kadından tahakkuk etmiştir.

2- Karısına hitaben "Falan kadından zihar edersem.,." demesi ve bu ka­dının da kendisine yabancı halde bulunması: Öyle ki, kadının kendisine ya­bancı olduğunu açıkça belirtmesi. Bunun da iki şekli vardır:

a- Zihar kelimesini telâffuz etmeyi kasdetmesi: Bu durumda ister o ka­dınla evlenmeden Önce, ister evlendikten sonra bu kelimeyi telâffuz ettiğinde kendisine zihar lâzım gelir.

b- Zihar kelimesiyle şer'î ziharı kasdetmesi: Bu durumda ister onunla evlenmezden önce, ister evlendikten sonra ondan zihar etmiş olsun, ilk zihar kendisine lâzım gelmez. Zira "Yabancı" kaydım açıkça telâffuz etmesi, şer'î ziharın tahakkukunu imkânsız kılmıştır.

Hanbelîler dediler ki: Zihar edenin erkek olması şarttır. Kadının ziharı sahih olmaz. Ziharm tanımı bölümünde de geçtiği gibi kadın zihar eder­se, gönüllü olarak kendini kocasının kollan arasına bıraktığında -gerçi ken­dini kocasına vermesi vaciptir. Kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmak istemesi durumunda temastan kaçınması helâl olmaz. Ama- zihar keffaretîyle yükümlü olur.

Zihar edenin baliğ olması şarttır. Mümeyyiz olsun olmasın, çocuğun zi­harı sahih olmaz. Bazıları derler ki, ziharm mânasını bilen mümeyyiz çocu­ğun ziharı sahihtir. Onun boşaması da aynı şekilde sahihtir.

Zihar edenin akıllı olması şarttır: Delilik, baygınlık, uyku veya sarhoş edici bir ilâcı içme nedeniyle aklı başından giden kimsenin, ziharı sahih ol­maz. Ama haram olan bir şeyi içme nedeniyle sarhoş olan kimsenin zihan vaki olur.

Zihar edenin serbest iradeli olması şarttır: Zorlanan kimsenin ziharı sa­hih olmaz.

Zihar edenin müslüman olması şart değildir. Kâfir kocanın zihan sahih olur. Çünkü kâfir üzerine keffaret vâcİb olur. Köle ve hasta kimsenin ziharı sahih olur.

Kendisinden zihar edilenin veya benzetmenin kendisine yapıldığı kimse­nin zevce olması şarttır. Kendisiyle evlenme şartına bağlanmadıkça, yabancı kadından yapılan zihar sahih olmaz. Örneğin yabancı kadına; "Seninle evle­nirsem sen bana anamın sırtı gibisin" der ve o kadınla evlenirse, zihar lâzım gelir. Keffaret vermeden bu kadınla cinsel temasta bulunması doğru olmaz. Bu, talâkın hilâfınadır. Evlenme şartına bağlansa bile yabancı kadını boşa­mak mutlak surette sahih olmaz. Ziharla talâk arasında fark şudur: Talâk, nikâh bağının çözülmesidir. Nikâh yokken, nikâhın çözülmesi anlamsızdır ve geçersizdir. Zihara gelince bu yemindir ve bu yeminin de keffareti vardır. Tıpkı Allah adına edilen yemin gibi şartı yerine gelince zihar yemini de ta­hakkuk eder. "Falan kacHnia evlenirsem Vallahilazîm ben onunla cinsel te­masta bulunmam" derse, yemin gerçekleşir ve o kadınla cinsel temasta bu­lunması durumunda keffaretle yükümlü olur.

Cariyelik statüsü dolayısıyla kendisiyle cinsel temasta bulunulmuş olan cariyeden, üzerine nikâh akdi yapılmadan zihar yapmak sahih olmaz. Çün­kü üzerine nikâh akdedilmesi durumunda kadın, onun karısı olur. Nikâhsız olarak mülkiyetinde bulunan cariyesinden zihar ederse, tanımda da geçtiği gibi kendisine zihar keffareti değil de yemin keffareti lâzım gelir. Bu cariyesi (nikâh akdederek) karısı olduğunda ondan zihar etmesi sahih olur. Bu kadı­nın yaşının büyük veya küçük olması, hür veya cariye olması, müslüman ve­ya zımmî olması, kendisiyle cinsel temasta bulunmak mümkün olsun olma­sın hep aynı hüküm geçerli olur.

Kendisine benzetilen kadına gelince; benzetmenin bu kadının kendisine veya aslî organlarından birine yapılması şarttır: Saç, diş, tükürük, dölsuyu, tırnak, kan, ter, gözyaşı ve ruh gibi artık organlara gelince, bunlara yapılan benzetme, zihar olmaz. Karısına "Senin saçın, bana anamın sırtı gibidir" derse, ahar sahih olmaz. Sayılan diğer organları söylemesi durumunda da hüküm aynıdır. Kendisine benzetilenin kadın olması şart değildir. Erkek olması da sahihtir. Çünkü maksat, karısını kendisiyle cinsel temasta bulunması helâl olmayan birine benzetmektir. Bu erkek de olabilir, kadın da... Bir kadına ben­zetmesi durumunda bu kadının, kendisine ebedıyyen mahrem olanlardan ol­ması gerekmez. Anasına ve bacısına benzetmesi sahih olduğu gibi; karısının bacısına, halasına ve teyzesine benzetmesi de sahih olur.Aym şekilde yabancı bir kadının sırtına benzetmesi de sahih olur.

Zihar sığasının, zihar anlamını ifade etmesi ve zihar için kullanılması şarttır. Karısına "Ben müzahirim derse, bu sözü geçersizdir. Çünkü bu zi­har sîgası değildir. Aynı şekilde "Benim yüzüm senin yüzüne haramdır" de mesi de zihar değildir.

Zihar sîgasi, sarih ve kinaye olmak üzere iki kısma ayrılır.

Sarih, açıkça zihar anlamını ifade eden sığadır. Örneğin "Sen bana ana­mın sırtı gibisin" veya "Sen benim için anamın mislisin'* veya "Anam gibisin" veya "Sen bana anam gibisin" demesi gibi... Böyle demekle zihar yapmasın­da, anasının bir organına ve daha fazlasına benzetme vardır. Değer bakımın­dan karısını anasına benzetmeyi kasdettiğini iddia ederse, bu iddiası yargı ba­kımından dinlenir. Çünkü bu sözü her ne kadar açıkça zihar anlamındaysa da iddia ettiği anlamı da taşıyabilir.

Kinayeye gelince; bu, söylenen lâfzın açıkça zihar anlamında kullanılır bir lâfız olmamasıdır. Örneğin karısına, "Sen bana anamın misli gibisin" de­mez de "Sen anamsın" veya ona "Bana, benden" lâfızlarım kullanmaksızın "Sen anam gibisin" veya "Üzerime" lâfzını kullanmaksızın "Sen anamın mislisin" veyahut "Karım anamdır" derse, zihara niyet etmedikçe veya ziha-rı kasdetmiş olduğuna dair bir karine bulunmadıkça bu sözlerle zihar vaki olmaz. "Anam karımdır" veya "Anam, karımın mislidir" dediğinde zihar yapmış olmaz. Çünkü bu lâfzı, hiç bir halde zihara elverişli değildir.

"Üzerime zihar olsun" veya "Üzerime haram olsun" veya "Haram ba­na lâzım olsun" veya "Ben sana haramım" veya "Ben sana bir erkeğin sırtı gibiyim" derse, bütün bunların ziharda kinaye olması sahihtir. Zihara niyet edilmedikçe bu sözlerle zihar lâzım olmaz.

Kayıtsız ve kayıtlı zihar sahih olur; Mesela bir kimse karısına "Babanın evine girersen, sen bana anamın sırtı gibisin" der de karısı da eve girerse, zi­har yapmış olur. Aynı şekilde, "Dilersen veya Mehmet dilerse sen bana ana­mın sırtı gibisin" derse, Mehmed'in dilemesi halinde zihar yapmış olur.

Zihar, mutlak veya süreli olarak da sahih olur: Örneğin karısına "Sen bir aylığına veya ramazan ayı boyunca bana anamın sırtı gibisin" derse, be­lirtilen vaktin sona ermesi durumunda keffaretsiz olarak karısı kendisine he­lâl olur. Belirtilen süre zarfında karısıyla cinsel temasta bulunursa, keffaretle yükümlü olur. İnşaallah derse zihar çözülür. Çünkü zihar, yemindir. Nite­kim bu husus yemin bahsinde de geçmişti.



[1] Bakara: 228

[2] Bakara: 228.)

[3] Bakara: 228.)

[4] Bakara: 23O.

[5] Baka-1 ra: 230.

[6] Talâk: 1

[7] Bakara: 226

[8] Nisa: 12

[9] Nûr:6

[10] Mücadele: 3

[11] Bakara: 231

[12] nûh 22

[13] Bakara: 226 - 227

[14] Bakara: 227

[15] el - Mücadele: 2.)

[16] ei-Mücade­le: 3

[17] ei - Mücadele: 1-2