Zihar Keffareti Ne Zaman Vâcib Olur?. 2

Zihar Keffaretının Keyfiyeti 4

Iddet Bahisleri 7

İddetin Nevileri Ve Kısımları 10

Doğum Yapmakla İddetin Sona Ermesi 11

İddetinin Delili Ve Hamilenin Bu İddetinin Meşru Kılınışının Hikmeti 17

Kendisi Hâmile Değilken Kocası Ölen Kadının İddetinin Tamamlanması 19

Hayız Görenlerden Olması Durumunda Boşanan Kadinin İddeti, Hayzın Mâna Ve Şartları Bahsi 23

Hayız Görmeyen Boşanmış Kadinin İddeti Ve Bu İddetin Delili 29

Nafakalar Bahsi 31

(Tanımı, Hükmü, Sebepleri, Hakedenleri Ve Delili) 31

Evlilik Nafakası Bahsi 31

Evlilik Nafakasının Nevileri 31

Nafaka Kocanın Durumuna Göre Mi.Yoksa Kadının Durumuna Göre Mi, Yahut Her İkisinin Durumuna Göre Mi Takdir Edilir?  36

Nafakanın; Kumaş, Tahıl Veya Bunların Para Olarak Kıymetleriyle Takdir Edilip Edilemiyeceği Bahsi 37

Nafakanın Vücûb Şartları Bahsi 38

Nafakanın, İstenilmeden Sabit Olup Olmaması Bahsi 42

Nafakayı Düşüren Şeyler Bahsi 42

Iddet Nafakası Bahsi 43

Kayıp Koca Üzerine Nafakayla Hükmetmek Ve Nafaka İçin Kefil Alma Bahsi 45

Kocanın Karısına Nafaka Vermekten Âciz Olmasi Bahsi 47

Çocukların Nafakası Bahsi 50

Babalara Ve Akrabalara Nafaka Verme Bahsi 52

Hidâne Bahisleri 55

(Tanimıı Ve Hakedeni) 55

Hidânenin Şartlar! 57

Hidânenin Müddeti 58

Bak1cının, Bakmakta Olduğu Çocukla Birlikte Sefere Çıkıp Çıkamayacağı Bahsi 59

Hidâne Ücreti Bahsi 60

Kıtabu'l-Hudud. 61

Giriş. 61

Şer'î Hadlerin Tanımına Dairdir 61

Hadlerin Mânası: 64

Hadîsin Mânası 64

Hadîsten Alınacak Mâna. 65

Şer'î Hadler Ve Bu Mânadaki Şeylerin İzahı: 65


Zihar Keffareti Ne Zaman Vâcib Olur?

 

Bilindiği gibi ziharın iki hükmü vardır:

a- Uhrevî hükmü: Allah'ın azabını gerektiren günahlıktır. Bu günah­tan ötürü tevbe etmek, bir daha zihara dönmemeye azmetmek vâcib olur. Cenab-ı Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder ve günahını bağışlar.

b- Dünyevî hükmü: Keffarettir. Zihar eden kimseye keffaretin ne za­man vâcib olacağı hususuna gelince, mezheplerin buna ilişkin geniş açık­lamaları aşağıya alınmıştır.

 

(56) Hanefîler dediler ki: Zihar eden erkeğin, geri dönmeyecek şekilde sürekli bir azimle karısıyla cinsel temasta bulunmayı mubah kılmaya azmet­tiği anda kendisine zihar keffaretİ vâcib olur. Çünkü zihar yapmakla, karı­sıyla cinsel temasta bulunmayı kendine haram kılmıştır. Teması mubah kıl­maya geri dönmedikçe kendisine keffaret vâcib olmaz. Nitekim Cenab-ı Al­lah buyuruyor ki:

"Sonra dediklerini geri almak için geri dönerler. [1]Yani bu adamlar, kendi sözleriyle kendilerine haram kılmış oldukları şeyi helâl etme­ye geri dönerler. Veya söyledikleri sözü. bozmak için geri dönerler. Burada geri dönmenin (avdetin) mânası, dönüşmek anlamınadır. Meselâ

"Nihayet kurumuş eski hurma dalının şekline dönüşmüştür[2] âyet-i kerimesinde de avdet mastarı, dönüşmek anlamında kullanılmıştır. Avdet kelimesinden, sözlerinden geri dönme anlamı da kastedilebilir. Böyle olunca "limâ kâlû" kelimesinin başındaki "Li" harfi, "den" anlamına gelir. Âyetin mânasıysa "İlk sözlerinden geri dönerler" şeklinde olur.

Her hal-ü kârda sözlerinden dönmeleri veya ilk sözlerinden doğan karı­larının kendilerine haram oluş hükmünü helâla çevirmeleri veya ilk sözlerini bozmaları; ancak sürekli bir azimle kanlarıyla cinsel teması mubah kılmaya azmetmelerİyle olur. Öyle ki buna azmeder, sonra da temasta bulunmamaya karar verirse, kendisine .keffaret vâcib olmaz.

Bir kimse karısından zihar edip sonra onu terkeder de, onunla cinsel te­masta bulunmayı mubah kılmaya azmetmez, keffaret de vermez ve böylece dört aylık bir süre geçerse; karısına dört ay yaklaşmamak üzere îlâ etmiş gibi karısı kendisinden bâin olarak boşanır mı, boşanmaz mı? diye soracak olur­san, buna cevaben deriz ki: Hayır, bâin olarak boşanmaz. Zîra îlâ, ancak ye­minle veya nefse ağır gelen bir işe bağlamakla tahakkuk eder. Zihar ise ye­min değildir. Çünkü zihar, çirkin ve yalan bir sözdür. Bunda herhangi bir şarta bağlama durumu yoktur.

Denebilir ki; koca, kendisinden hoşlanmadığı için karısından zihar eder, sonra onu muallâkta bırakır, kendisiyle ne cinsel temasta bulunur ve ne de keffaret verir: Bu durumda ziharın zararı, îlânmkinden daha şiddetli olur.

Buna cevaben denilir kî: Bu durumlar için Hanefîlerin iki görüşü var­dır: Bazıları derler, ki; mezhebin kuralları her ne kadar kocayı, ömür boyu bir kezden fazla cinsel temasta bulunmaya zorlamıyorsa da ve dolayısıyla ka­rısıyla cinsel temasta bulunmama nedeniyle karışma dokunan zararı kaldır­mak için keffaret-i ziharı ödemeye zorlamak mümkün değilse de, ziharın Al­lah tarafından haram kılman bir masiyet olması ve bu masiyetin yok edilme­sini dünyevî bir had kılmış olması bakımından kadı, ilk etapta onu hapsede­rek keffaret vermeye zorlamakla yükümlüdür. Keffaret vermezse, keffaret ve­rinceye veya karısını boşayıncaya dek kadı onu döver.

Hanefîlerin diğer bazıları da derler ki: Erkek (şehevî açıdan doyurarak) karısının iffetini korumak ve kötülükleri ondan uzak tutmakla mükelleftir, karısını, kendisi cinsel temasta bulunma isteğinde bulununcaya dek kendi haline terkederse, bu kadının cinsel temas arzusunda bulunduğunu gösterir. "Ko­can seninle bir kez yattıktan sonra artık senin hakkın düşer" demek, dînen doğru olmaz. Çünkü böyle yapmakla kadın, fenalığa maruz bırakılmış ola-caktır.Oysaki bu durumda yapılması gereken, kocayı karısıyla cinsel temasta bulunmaya veya olmazsa onu boşamaya zorlamaktır. En uygun ve akla en yatkın olan görüş budur.

Birinci kavil, belki kocanın cinsel temasta bulunmamakla, karısına za­rar ve eziyet vermeyi kasdetmemesi durumuna dayalı olması mümkündür. Ola­bilir ki, kendisini cinsel temastan alıkoyan bir hastalığa yakalanmıştır veya cinsel temas onun sağlığına zarar verir. Bu durumda koca, bir şey yapmaya zorlanmaz. Kadına da, "Kocan seninle bir kez yattıktan sonra hakkın düşer" denilir. Çünkü bu durumda kadının, kocasına karşı çıkarak o âciz iken ken­disinden cinsel temas isteminde bulunması yakışık almaz. Kocanın acizliği devam eder ve karısının erkeğe istekli olduğunu görürse, sünnî ve bidî talâk bahislerinde de açıkladığımız gibi onu nikâhında tutması haram olur.

Zihar bir vakitle sınırlandırılmışa, bu vaktin geçmesiyle zihar düşer. Koca ziharı Allah'ın dilemesi şartına bağlarsa, geçersiz olur. Ama karısının veya (üçüncü bir şahıs olan) Mehmed'in dilemesi şartına bağlarsa; karısı veya Meh­met zihar sözünün söylendiği mecliste ziharı dilerse, zihar olur. Aksi halde zihar olmaz. Keffaret ödemeden öperek veya çıplak bedenle sarılarak şehevî bakımdan karısından yararlanması haramdır. Kadının da kocası keffaret öde­meden, kocasının kendisinden yararlanmasına imkân vermemesi gerekir. Kef­faret ödemeden karısından şehevî bakımdan yararlanan koca, günahkâr olur. Cinsel temas nedeniyle ayrı bir keffaret daha ödemesi gerekmez. Bu güna­hından ötürü kocanın tevbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Böylece öğren­miş oluyoruz ki; kocanın mutlak veya süreli bir zihardan dönüşüyle, ric'î ta­lâkla boşamış olduğu karışma dönüşü arasında bir fark yoktur. Çünkü kararından caymaksızm karısıyla cinsel temasta bulunmaya azmederse keffaret ödemesi vâcib olur. Keffareti ödemezden karısını bâin talâkla boşarsa, sonra o kadınla yeniden evlenip onunla cinsel temasta bulunmaya azmederse, kef­faret ödemesi vâcib olur. Bu kimse karısını üç talâkla boşar, karısı gidip baş­ka bir erkekle evlendikten sonra ondan da boşanır ve tekrar ilk kocasına dö­nerse, yine aynı şekilde keffaret düşmez. Karısıyla cinsel temasta bulunmaya kesin bir şekilde karar veren koca, keffaret vermekle yükümlü olur.

Mâlîkller dediler ki: Zihardan dönmekle keffaret vâcib olur. Keffa-retin vâcib olması, onu yapmanın sahih olması demektir. Zihardan dönmek-se, cinsel temasta bulunmaya azmetmek demektir. Zihar eden bir koca karı­sıyla cinsel temasta bulunmaya azmederse, keffaret çıkarması sahih olur. Te­masa azmetmeden keffarşti çıkarması sahih olmaz. Cinsel temasa azmetme esnasında keffaretin vâcib olmasından kasıt, keffaretin hiç düşmeyecek şe­kilde farz olması demek değildir. Çünkü karısını boşar ve karısı kendisinden ayrılırca, kocanın keffaret ödeme yükümlülüğü düşer. Unutarak da olsa ka­rısıyla cinsel temasta bulunursa, düşmeye kabil olmayacak biçimde keffaret ödeme yükümlülüğü kesinleşir. Öyle ki karısını boşar veya karısı ölürse, kef­faret ödemesi zorunlu olur. Çünkü cinsel temasta bulunması dolayısıyla kef­faret, Allah'ın hakkı olur.

Dönüşte, kocanın bir yıldan az da olsa karısını bir süre nikâhında tut­maya niyet etmesi şart mıdır, yoksa sadece cinsel temasta bulunmaya azmet­mesi yeterli midir? Bununla ilgili iki görüş vardır: Sonuncu kavle göre karı­nın boşanmasıyla keffaretin düşmemesi gerekir. Çünkü koca, karısıyla cinsel temasta bulunmaya ve onu bir süre daha nikâhında tutmaya azmetmiştir. Bu sürenin sona ermesinden önce boşarsa, zihar keffaretiyle yükümlü olur. Zîra bir süre daha nikâhta tutma niyetiyle birlikte evlilik akdinin devam etmesi şart değildir.

Birinci kavle gelince; karısıyla cinsel temasta bulunmaya azmeder de, sonra onu boşarsa, keffaret düşer. Çünkü keffaretin vâcib olması için evlilik akdi­nin devamı şarttır. Keffaret, ric'î talâkla değil, ancak bâin talâkla düşer. Ka­rısını bâin olarak boşayıp, onunla ikinci kez evlenmedikçe düşer, ikinci kez evlenince, zihar da geri gelir. Keffaret vermeden bu karısıyla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Karının veya kocanın ölümüyle keffaret düşer. Koca Öldükten sonra, mirasçıları onun yerine keffaret ödemezler. Kocanın keffaret Ödemeden önce karısıyla cinsel temasta bulunması veya cinsel temastan baş­ka yollarla şehevî bakımdan karısından yararlanması helâl olmaz. Karının da kocanın da bu yoldaki girişimine imkân vermemesi gerekir. Kocasının ken­disini bu işe zorla sürükleyeceğinden korkarsa, aralarına girmesi için duru­munu hâkime arzetmelidir. Kocasından emin olursa, kocasının onun ellerine ve yüzüne bakması, bulunduğu yere girmesi, aynı evde kendisiyle birlikte kalması caiz olur.

Şâfiîler dediler ki: Cinsel temasa dönme anında keffaret vermek, geniş süreli olarak kocaya vâcib olur. Sonra geri dönüşün de üç hali vardır:

1- Ric'î olarak boşanmış olmayan bir kadından, süreli olmayan bir zi-hardan dönmesi: Bu durumda dönüş, zihardan sonra kadını boşamayıp ni­kâhta tutmakla olur. Bir kadından zihar eder, sonra onu zihardan sonra şer'î bir engel olmaksızın boşamasına imkân verecek kadar bir süre nikâhında tu­tarsa, keffaret ödemekle yükümlü olur. karısı aybaşı halindeyken ondan zi­har eder, sonra onu nikâhında tutup boşamazsa, bununla zihardan geri dön­müş olmaz. Çünkü aybaşı hali, boşamaya karşı şer'î bir engeldir. Aybaşı ka­naması kesilir de, kesildikten sonra boşamasına yetecek kadar bir zaman geç­tikten sonra karısını boşamazsa, zihardan dönmüş olur ve keffaret vermesi vâcib olur.

Keffaretin vâcib olmasının sebebi, zihardan dönüş müdür, yoksa ziha-rın kendisidir de bu vücubun tahakkuku için dönüş şart mıdır? Ya da keffa­ret bu iki sebeple birlikte mi vâcib olmaktadır? Bu hususta görüş ayrılığı vardır: En doğrusu yemin keffaretinde olduğu gibi hem ziharın kendisiyle, hem de zihardan dönüşle birlikte vâcib olur. Yemin keffareti de hem yeminin ken­disiyle, hem de yeminin bozulmasıyla vâcib olur. Şu halde bîr kimse karısın­dan zihar eder, sonra bu zihardan dönmeden önce keffaret veririse, sahih olur. Çünkü zihar, keffaret vücubunun sebebidir. Ama zihar yapmadan keffaret verirse, bu keffaret yeterli olmaz. Çünkü keffareti, keffaretin vücup sebebi tahakkuk etmeden-vermiştir.

Keffaretin ziharla vâcib olduğuna, zihardan dönüşünse bir sebep oldu­ğuna kail olan görüşe gelince; koca bu görüşe dayanarak zihardan dönme­den önce keffaret verirse, bu keffareti geçerli olmaz. Çünkü keffareti, sebebinden önce vermiştir.

Keffaretin vücup sebebinin sadece zihardan dönüş olduğuna kail olan görüşe göre ise durum açıktır. Zîra pek açık olarak bilindiği gibi dönüşten önce ve zihardan önce keffaret vermek sahih olmaz. Karısından zihar eder, zihardan hemen sonra karısını boşarsa; meselâ ona "Sen bana anamın sırtı gibisin, sen boşsun" der, yani zihar sözüne boşama sözünü derhal eklerse, -talâkın bâin olması şartıyla- bununla zihardan dönüş bâtıl olur.

Özetle; zihardan sonra karısına "Sen boşsun" diyecek kadar bir zaman geçer de böyle demezse, zihardan dönmüş olur. Ve keffaret vermesi vâcib olur. Ancak karısı hayızlıysa müstesnadır. Zihardan hemen sonra karısına "Sen boşsun" derse, zihardan dönüş bâtıl olur ve keffaret verme yükümlülüğü de düşer.

2- Süreli bir zihardan dönmesi: Örneğin karısına "Ramazan ayı boyun­ca sen bana anamın sırtı gibisin" derse, ramazan ayı boyunca karısı kendisi-

ne haram olur. Ramazan ayı sona erdikten sonra keffaret ödemeksizin karısı kendisine helâl olur. Ramazan ayı içinde karısıyla cinsel temasta bulunmak isterse, keffareti vacip kılan dönüşü; penis başını, penis başı kesikse kalan kısımdan o kadarhk bir bölümü karısının vaginasma girdirmesidir. Böyle ya­parsa, önce de anlatıldığı gibi keffaret vermesi vâcib olur. Ama cinsel temas­ta bulunmaya devam etmesi helâl olmaz. Aksine, kendisine keffaret vâcib ol­sun diye penis başım vaginaya girdirmesi, girdirir girdirmez hemen geri çek­mesi vâcib olur. Cinsel temasta bulunmaya devam ederse, günahkâr olur.

3- Ric'î talâkla boşadığı karısının ziharından dönmesi: Ric'î talâkla bo-şadığı karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin" derse ondan zihar etmiş olur. Ziharından dönmek isterse, ric'at bahsinde anlatıldığı şekilde sözlü olarak ona geri dönmesi gerekip Geri döndüğü anda, ziharından da dönmüş olur ve keffaret vermesi vâcib olur.

Keffaret vermeden karısıyla cinsel temasta bulunması haramdır. Aynı şe­kilde göbek ve diz arası kısımlanyla oynaşması da haramdır. Ama bu kısım dışında kalan yerleriyle oynaması caizdir. Çünkü zihar da hayız gibi zevcelik mülkiyetinde bir eksiklik meydana getirmez. Hayzın haram kıldığını zihar da haram kılar. Zinayı önlemek için cinsel temas yapmaya zorunluluk du­yarsa, Öyle ki kendisinden zihar yapmış olduğu karısıyla cinsel temasta bu­lunmadığı takdirde; başka kadınla zina yapmaktan kendini alamayacaksa, ken­dini zinadan koruyacak kadar bu ziharlı karısıyla cinsel temasta bulunması helâl olur. Karısı hayızlı da olsa böyle bir durumda onunla temasta bulun­ması helâl olur. Bu, sakıncası olmayan bir ruhsattır.

Hanbelîler dediler ki: Zihar keffareti, ancak cinsel temasla vâcib olur. Ama keffaret vermeden cinsel temasta bulunmak haramdır. Keffaret, vücubundan önce ödenir. Zîra keffaretin verilmesi, vücup sebebi olan cinsel temasın helâl olması için şarttır. Cinseltemastâ bulunmak isteyen kıTnse, bu-teması keffaretle helâl kılmak için, keffaret vermekle emrolunur. Nitekim cinsel temasta bulunmak isteyen kimse de, nikâh akdetmekle emrolunur. Ziharla ilgili âyet-i kerîmedeki dönüşün mânası, özellikle vaginadan cinsel temasta bulunmaktır. Temas, keffaretin vücup sebebidir. Ama keffaret vermeden te­masta bulunmak haramdır. Bilindiği gibi vücubundan önce keffareti vermek sahih olur. Tıpkı yemini bozmadan yemin keffaretini vermek gibi. Eşlerden biri ölürse keffaret düşer; çünkü vâcib olmamıştır. Karısını bâin olarak bo­şarsa da aynı hüküm sözkonusu olur. Ama karısı tekrar kendisine dönerse, keffaret verme yükümlülüğü de geri döner. Öyle ki bu karısı, başkasıyla ev­lenip boşandıktan sonra kendisine geri dönse bile, keffareti vermeden bu ka­rısıyla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Keffaret vermeden karısıyla cinsel temasta bulunması, bedeninin herhangi bir cüz'ünden şehevî bakımdan ya­rarlanması helâl olmaz. Cinsel temasta bulunursa, üzerinde keffaret mükellefiyetikesinleşir.Bu yükümlülük ne boşama, ne de ölümle düşer. Bir tek kef-faret vermesi yeterli olur.

 

Zihar Keffaretının Keyfiyeti

 

Zihar keffareti, bir sıra dahilinde üç nevidir:

1- Mü'min bir köle (veya cariyeyi) azâd etmek.

Bunu yapabilen kim­senin mutlaka köle ya da cariye azâd etmesi gerekir.

2- Bunu bulamayan kimsenin iki ay, yani altmış gün aralıksız oruç tut­ması, ya da hilâl hesabı ile bir tek gün dahi ara vermeden iki ay peşpeşe oruç tutması gerekir.

3- İki ay peşpeşe oruç tutmaktan âciz olan kimsenin keffareti, altmış miskine yemek yedirmektir. Oruç tutmaktan âciz olmak, mezheplere göre detaylı olarak açıklanmış olan bazı şeylerle tahakkuk eder.

Zihar keffareti nevilerinden her birine ilişkin tafsilâtlı şartlar vardır. Bun­lar mezheplere göre aşağıda ayrı ayrı anlatılmıştır.

 

(57)  Hanefîler dediler ki: Zihar keffareti için azâd edilecek köle ya da cariyenin mü'min olması şart değildir. Kâfir kölenin azâd edilmesi de yeterli olur.

(58) Hanbelîler dediler ki: Oruç tutmaktan âciz olmak, beş şeyden bi­riyle tahakkuk eder:

1- Hastalığı çetin olmasa ve iki ay süreyle devam etmese bile; hasta olması.

2- Oruç tutmaya muktedir olamayacak kadar yaşlı olması.

3- Kendisinde mevcut olan hastalığın artmasından veya hastalık süresi­nin uzamasından korkması.

4- Aşırı derecede cinsel temas isteği duyması: Karısıyla cinsel temas et­meksizin beklemeğe sabredememesi, kendisiyle cinsel temasta bulunacak başka karısının da bulunmaması.

5- Oruç tutma nedeniyle rızkını temin etmek için çalışamayacak derece­de zayıflaması.

Adam bu gibi durumlarda bulunursa ve zihardan dönerse; altmış düş­küne yemek yedirmesi gerekir.

ŞâfîîleR dediler ki: Oruç tutmaktan âciz olmak, dört şeyden biriyle tahakkuk eder:

1- Kendisinde bir hastalığın meydana gelmesi ve bir tabibin haber ver­mesiyle ya da adet gereği bu hastalığın iki ay devam edeceğinin kuvvetle zan­nedilmesi. Hastalığın iyileşmesinin umulmayacak derecede şiddetli olması durumunda kişinin oruç tutmaktan âciz oluşu haydi haydi tahakkuk eder.

2- Oruç tutma nedeniyle hastalığının artmasından korkması.

3- Oruç tutmak veya altmış gün süreyle oruç tutmaya adeten tahammül edememesi nedeniyle kendisine şiddetli bir meşakkatin dokunması.

4-  Kendisinde şiddetli cinsel temas isteğinin bulunması: Öyle ki iki ay süreyle cinsel temas etmeden beklemeye sabredememesi. Kendisinde bu gibi durumlar mevcud olan kimsenin zihar keffareti, altmış düşküne yemek ye­dirmektir.

Hanefîler dediler ki: Oruç tutmaktan âciz olmak, ancak iyileşmesi umulmayan bir hastalığa yakalanmak veya kişinin oruç tutmaya gücü yetme­yecek kadar yaşlı olmasıyla tahakkuk eder. Hasta kişi keffaret verir de, sonra iyileşirse, oruç tutması vâcib olur. Keffaret, ölümle ve kadının kocasına dön-meksizin bâin talâkla boşanmasıyla düşer.

Mâlîkîler dediler ki: Oruç tutmaktan âciz olmak, sahibinin ondan sonra oruç tutmaya güç yetirenıeyeceği bir hastalıkla tahakkuk eder. Öyle ki; hastalığının iyileşmesini ummayıp, gelecekte de oruç tutacak gücü kendinde bulacağından ümid kesmedikçe, düşkünlere yemek yedirme şeklinde keffaret vermeye intikal edemez. Bazıları derler ki: Hastalığı uzar ve iyileşip iyileşme­yeceğini bilemez ve karısına ihtiyaç duyma ihtimali varsa, düşkünlere yemek yedirerek hanımiyla cinsel temasta bulunabilir. Sonra hastalığı iyileşir ve şifâ bulursa, bu yemek yedirişi, kendisi için yeterli olur. Bu hastalığı, iyileşmesi umulan hastalıklardan biri olsa bile hüküm aynıdır.

(59) Hanefîler dediler ki: Kölenin tam köle olması, mülkiyetinde bulun­ması, azad ederken keffaret niyetiyle azad edilmesi, sağlayacağı faydayı tü­müyle dumura uğratacak tam sağırlık, korjuşamamak gibi ayıplardan_salin\ bulunması şarttır. Zîra menfaatin cinsi işitmek ve konuşmaktır ki o da yok­tur. Zorlukla da olsa azıcık konuşup duyabiliyorsa, sahih olur. Zîra şart olan menfaat cinsinin var olmasıdır. Diğer menfaat cinsleri de buna kıyaslanabi­lir. Meselâ tek gözlü olan kölenin bir gözünün kör oluşu, onun için ayıp de­ğildir. Ama iki gözü kör olanının azâd edilmesi keffaret olarak sahih olmaz. Çünkü âmâda görme menfaati mevcut değildir. Ellerinden veya ayakların­dan biri kesik olan da böyledir.

"Kölenin tam köle olması" kaydını kullanmakla, mükâtep köleler kap­sam dışına çıkarılmış oldu. Mükâtep, mükâteplik borcunu ödemekten âciz olmuş ve mükâteplik borcundan da hiç bir şey ödememişse, ancak o zaman keffaret niyetiyle azâd edilmesi sahih olur. Azâd edecek keffaret bulamadı­ğında zihardan dönüş keffareti, peşpeşe iki ay oruç tutmaktır. Bu iki ay için­de ramazan ayı, ramazan veya kurban bayramı günleri, teşrik günleri bulunmaması gerekir. Peşpeşe tutacağı bu iki ayın orucunu keffaret niyetiyle tut­malıdır. Oruç zamanında ne gece ne de gündüz, kendisinden zihar etmiş ol­duğu karısıyla cinsel temasta bulunması helâl olmaz. Unutarak ya da kasten bu karısıyla cinsel temasta bulunursa, orucu geçersiz olur. Yeniden oruca baş­laması gerekir. Gündüzleyin unutarak değil de kasten bu karısıyla cinsel te­masta bulunması da böyledir. Aradaki fark şudur: Oruçlunun gündüzleyin unutarak cinsel temasta bulunması, orucunu bozmaz. Bu durumda keffaret orucu kesintiye uğramaz. Gündüzleyin yapılan cinsel temasın da geceninki gibi olduğunu, kasten de olsa unutarak da olsa bü temasın keffareti kesintiye uğrattığını söyleyenler olmuştur. Kendisinden zihar etmiş olduğu karısından başka bir kansi daha varsa ve geceleyin onunla cinsel temasta bulunursa, bu­nun bir zararı oîmaz. Ama oruçluyken temasta bulunursa, orucu bozulur ve yeniden oruç tutmaya başlaması gerekir. Ama gündüzleyin unutarak te­masta bulunursa, bunun bir zararı olmaz. Hastalık veya yolculuk gibi bir ma­zeret nedeniyle orucunu; açarsa, orucu bozuIur,Önceki oruçları bâtıl olur. Oruç tutar da arada ramazan bayramı veya kurban bayramı veyahut teşrik günleri gelirse, orucu bâtıl olur ve yeniden oruç tutmaya başlaması gerekir. Her bir ay yirmidokuz gün olsa bile ay hesabıyla oruç tutması sahih olur. Ay hesa­bıyla değil de gün hesabıyla oruç tutar ve böylece ellidokuz günü oruçlu ge­çirip bir günü iftar ederse, tuttuğu oruçlar bâtıl olur. Yemden iki ay daha oruç tutması gerekir. Oruçluyken unutarak yerse bunun bir zararı olmaz. Oruca başlar ve iki ayın tamamlanmasına bir gün kala gün batımından önce köle azâd etmeye muktedir olursa, tutmuş olduğu oruçlar nafileye dönüşür ve kö­le azâd etmesi vâcib olur. Ama altmış günlük orucu tamamladıktan sonra köle azâd etmeye muktedir olursa, keffareti oruçla tamamlanmış olur. Köle azâd etmesi vâcib olmaz. Oruç tutmaktan âciz olursa yemin keffaretinde be­lirtildiği gibi, her birine yarımşar ölçek buğday vererek altmış düşküne yiye­cek maddesi verir. Düşkünlere yemek yedirme esnasında karısıyla cinsel te­masta bulunursa, o zamana kadar verdiği yiyecekler boşa gitmez. Meselâ on düşküne yedirdikten sonra karısıyla cinsel temasta bulunursa günahkâr olur. Ama önce vermiş olduğu on kişilik yiyecek boşa gitmez. Geriye kalan elli kişilik yiyecek maddesini vermesi gerekir. Yemek yedirmekten âciz olma ne­deniyle keffaret düşmez.

Keffaretle ilgili bahisleri özetlersek deriz ki: Keffaretin rüknü, vücup şartı, vücup vakti, sıhhat şartı, verileceği yer, niteliği ve hükmü vardır. Keffaretin kendisiyle tahakkuk edeceği yer, niteliği ve hükmü vardır, Keffaretin kendi­siyle tahakkuk edeceği rüknü, açıklamış olduğumuz gibi azâd etme veya oruç tutma yahut yemek yedirme şeklinde hususî bir fiildir.

Keffaretin vücup şartı, onu edâ etmeye muktedir olmaktır. Vücup vakti, cinsel temasta bulunmaya sürekli bir azimle azmedildiği vakittir. Öyle ki, cinsel temasta bulunmaya azmeder, sonra bu kararından cayarsa, kendisine keffaret vâcib olmaz.

Sıhhat şartına gelince bu keffaretin edasıyla birlikte niyet etmektir. Ni­yetsiz olarak keffareti edâ eder, sonra da niyet ederse, bu niyeti yeterli olmaz.

Keffaretin verileceği yerlere gelince; keffaret eğer yemek verme şeklinde edâ edilecekse, zekâtın verildiği yerlere verilir. Ama harbîye değil de zımmîye verilmesi sahih olur.

Niteliğine gelince', keffaret, şahsa vâcib olması bakımından bir cezadır. Edâ edilmesi durumundaysa ibadettir. Çünkü keffareti edâ etmede, şeriat ko­yucunun emrine uymak vardır.

Keffaretin hükmüne gelince; bu, vacibin zimmeten düşmesidir. Günah­ları örten sevap elde edilmiş olur.

Keffaretin edası âcil cSarak mı, yoksa geniş zamanlı olarak mı vâcib olur? Bu hususta iki görüş vardır. Önce de belirtildiği gibi koca, terketmiş olması nedeniyle karısının zarara uğramaması için keffareti edâ etmeye zorlanır. Doğ­rusu şu ki, keffaretin edası acilen vaciptir.

Şâfiîler dediler ki: îster köle azâd etme, ister oruç tutma, ister ye­mek yedirme şeklinde olsun, her nevi keffaret için niyet şarttır. Ancak niye­tin, bu nevilerden her birine bitiştirilmesi şart değildir. Meselâ şu köleyi zi­har keffareti olarak azâd etmeye niyet eder, sonra aradan uzun zaman geçer ve niyet etmeksizin köleyi azâd ederse sahih olur. Niyetin, keffaretin edası fiiline bitiştirümesinin şart olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ancak bun­lar, orucu bundan istisna etmiştirler. Oruca geceleyin niyet edilir. Ziharm be­lirtilmesi gerekli değildir. Bir kimse üzerinde oruç ve zihar keffareti bulunur da ikisinden birini belirlemeksizin keffareti edâ ederse; keffaret, bu ikisinden biri için sahih olur. Zimmetinde sadece bir keffaret kalır ve onu edâ etmesi istenir. Keffareti ne için verdiğini belirtir, ama belirtirken yanlışlık yaparsa; meselâ zihar keffaretiyle yükümlü olduğu halde "Oruç keffaretini edâ etmeye niyet ettim" derse, keffareti sahih olmaz.

Keffaret için azâd edilen kölenin mü'min olması, çalışmasını apaçık şe­kilde sekteleyecek ayıplardan salim olması şarttır. Yaşı küçük, yaşı büyük, kel, bir gözü kör, sağır ve meramını işaretle anlatan kölelerin çünkü -bu so­nuncusu hayata atılıp çalışabilir.- azâd edilmeleri yeterli olur. Zihar keffare­tiyle yükümlü olan kimse, bir köleye malikse veya kendisinin ya da bakmak­la yükümlü olduğu kimselerin normal olarak ömürlerinin çoğu-boyunca ye­tecek miktardaki nafaka ve giysilerinden artacak olması kaydıyla bir köle tu­tan kadar mala sahipse, köle azâd etmekle yükümlü olur.

Bazıları demişler ki; zihar keffaretiyle yükümlü olan kimse, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık nafakalarından artması kaydıyla bir köle tutarı kadar mala sahipse, köle azâd etmekle yükümlü olur. Öyle ki; köleyi satın alma dolayısıyla kendisine veya bakmakla yükümlü ol­duğu kimselere bir zarar dokunmamalıdır. Her ne kadar bu sebeple bazı kon­foru elden kaçırsa da, bu normaldir. Yaşlılık veya hastalık dolayısıyla hizme­tine ihtiyaç duyduğu kendi mülkiyetindeki kölesini azâd etmesi vâcib olmaz. Azâd etmek üzere köle satın alması için bir kimsenin akarını veya ticarî ser­mayesini veya ihtiyaç duyduğu davarlarını satması gerekmez. Köle azâd et­mekten âciz olursa, oruç tutmaya yönelir. Acizlik, keffaretin vücup vaktinde değil de edası vaktinde nazar-ı itibâra alınır. Zîra vücup vakti, zihardan he­men sonraki vakittir. Edâ vaktiyse âcil değildir. Ama geciktirilmesi haram­dır. Oruç, peşpeşe iki aydır. Ama peşpeşe tutmaya niyet etmek yeterli değil­dir. Aksine, keffaret niyeti onun için yeterli olur. Hastalık ve seferîlik gibi bir mazeret nedeniyle de olsa, orucun altmışıncı gününde de olsa bir günlük oruç açmak, orucun peşpeşe olma vasfını iptal eder. Günboyu baygın kal­makla bu vasıf iptal edilmiş olmaz. Belirtilen şekilde oruç tutmaktan âciz olursa, üçüncü ciltte keffaretler bahsinde açıklanan şartlarla altmış miskine yemek yedirmeye döner. Altmış düşküne (miskine) yemek yedirmekten âciz olursa, keffaret zimmetinde borç olarak kalır. Yâni elde ettiğinde öder. Oruç tutma ve köle azâd etmede keffaret bölümlere ayrılmaz. Yemek yedirmekten âciz olan keffaret yükümlüsünün, karısıyla cinsel temasta bulunması caiz olur, uzak durması çok zor gelmese bile temasta bulunabilir. Yemek yedirmeye baslar da sonra oruç tutmaya veya köle azâd etmeye muktedir olursa; yemek yedir­mekten vazgeçip oruç tutmaya veya köle azâd etmeye yönelmesi vâcib olmaz.

Mâlîkîler dediler ki: Keffaret için azâd edilecek kölenin mü'min ol­ması ve ana rahmindeki cenin olmaması, ayıplardan salim bulunması şarttır. A'mâ ve dilsiz kölenin, can çekişmekte olan hasta kölenin azâd edilmesi ye­terli olmaz. Şaşı, gasb edilmiş ve borcu Ödenmiş, rehin kölenin azadı yeterli­dir. Hafif bir hastalığa yakalanmış olan, topallık gibi hafif bir aybı bulunan kölenin keffaret olarak azâd edilmesi yeterlidir. Keffaretle yükümlü olan kim­senin kölesi yok ve azâd etmek için bir köle satın alacak kadar malî gücü de yoksa; yahut bir kölesi var da hizmetine muhtaç ve başka kölesi de yoksa, bu kişinin keffareti oruç tutmaktır. Ay hesabıyla iki ay peşpeşe aralıksız oruç tutacaktır. Şöyle ki: Zihar keffareti kasdıyla oruca niyet etmekle beraber.peş-peşe tutmaya da niyet edecektir. Ayın ilk günündeki bir niyeti yeterli olur. Aybaşından sonraki bir günde oruç tutmaya başlarsa, otuza tamamlanması gerekir. Üç gün oruç tutar da, dördüncü günde bir köle satın alacak kadar malî güce sahib olursa^ oruca devam etmesi ve köle azâd etmeye dönmemesi gerekir. Ancak orucu başka bir sebepten dolayı bozulursa, köle azâd etme yoluna başvurması zorunlu olur. Ama dördüncü günden önce köle satın ala­cak kadar malî güce sahib olursa;bu durum ikinci günün orucuna başlama­dan birinci günde meydana gelirse; o günün orucunu tamamlamakla birlikte köle azâd etmesi vâcib olur. İkinci veya üçüncü günlerde bu durum meydana gelirse; o günün orucunu tamamlamakla birlikte köle azâd etmesi mendub olur.

Son gününde olsa bile keffareti edâ etme halindeyken, kendisinden zi­har edilmiş olan kadınla cinsel temasta bulunmak, orucun peşpeşelik vasfını iptal eder. Keffaretle yükümlü olan kişi, yeniden oruç tutmaya başlar. Bu cinsel temasın kasten veya unutarak, geceleyin veya gündüzleyin yapılması arasın­da bir fark yoktur. Keffaretle yükümlü olan kişi, kendisinden zihar ettiği ka­dından başka bir karısıyla cinsel temasta bulunursa, bunun bir zararı olmaz. Ama bilerek, gündüzleyin cinsel temasta bulunursa; bu, orucun peşpeşelik vasfını bozar. Unutarak gündüzleyin cinsel temasta bulunursa; meşhur kavle göre bu, orucun peşpeşe olma vasfını bozmaz.

Sefer sebebiyle ve hakikaten ya da tevehhümen seferden kaynaklanan bir hastalık sebebiyle orucu açmak, orucun peşpeşe olma vasfım bozar. Ama se­ferle alâkası olmayan bir hastalığa yakalandığı için orucunu açarsa, orucun peşpeşe olma vasfı bozulmaz.Aynı şekilde mukîm iken hastalanırveorucunu açarsa, orucun peşpeşe olma vasfı bozulmaz. Hastayken tutamadığı günle­rin orucunu, diğer oruca bitiştirerek kaza eder. Bayram günü oruç tutma­mak, orucun peşpeşe olma vasfını bozmaz. Yalnız; bayram nedeniyle oruca ara vereceğini önceden bilmeyerek oruç tutmaya başlamış olması şartıyla bay­ram günü orucunu açarsa, peşpeşe olma vasfı bozulmaz. Ama bu durumu bilerek oruca başlamış ve sonra da bayram gelip çatmışsa; bayram günü tut­maması nedeniyle orucun peşpeşe olma vasfı bozulur. Bayram günü oruç tut­manın haram olduğunu bilmese bile... Ramazan ayının gireceğini bilmemesi de böyledir.

Keffaretle yükümlü olan kimse, belirtilen şekilde oruç tutmaktan âciz olursa, üçüncü ciltte keffaret bahsinde belirtilen şartlar çerçevesinde düşkünlere yiyecek maddesi vermeye döner. Düşkünlere yemek yedirmekten âciz olunsa bile keffaret düşmez. Ancak ölüm, ya da bâİn talâkla düşer.

Hanbelîler dediler ki: Köle azâd etmek, ancak köle sahibi olana veya rayice uygun bir fiyatla köle satın alabilecek olana ya da kesesine do­kunmayacak kadar rayiç üstü bir fiyatla satın alabilecek olana vaciptir. Ya­nında mevcut olmayan bir mala sahib olan yükümlünün de köle satın alıp azâd etmesi vâcib olur. Yalnız köle alımı için sarfedeceğî paranın; kendisinin bakmakla yükümlü olduğu hanımı, çocukları, hizmetçi ve yakınlarının; na­faka, mesken, hizmetçi, binek, uygun biçimde giysi, ilim kitapları, borç öde­me gibi ihtiyaçlarından fazla olması şarttır.

Azâd edilecek kölenin mü'min olması, körlük ve felçlik gibi çalışmayı açık bir şekilde zarara uğratacak ayıplardan salim bulunması, iyileşmesi umul­mayan bir hastalığa yakalanmamış olması şarıl ır.Keffaretle yükümlü kişi azâd edecek bir köle bulamazsa, peşpeşe iki ay oruç tutması vâcib olur. Araya ramazan orucunun girmesi, bayram veya teşrik günleri veya delirme veya tehli­keli bir hastalığa yakalanma veya bayılma günlerinde oruç tutulmaması; unu­tarak veya zorlanarak veya yolculuk gibi oruç tutmamayı mubah kılan bir mazeret dolayısıyla oruç tutmamak; keffaret orucunun peşpeşe olma vasfını bozmaz. Keffaretle yükümlü olan koca, kendisinden zihar etmiş olduğu ka­rısıyla gece veya gündüz, unutarak veya kasten cinsel temasta bulunursa, oru­cun peşpeşe olma vasfı bozulur. Ama başka karısıyla gece veya gündüz unu­tarak temasta bulunursa, orucun peşpeşe olma vasfı bozulmaz. Oruç tutmak­tan âciz olursa, üçüncü ciltte keffaret bahsinde belirtilen şekilde altmış düş­küne yemek yedirmesi vâcib olur. Kendisinden zihar etmiş olduğu karısıyla, düşkünlere yemek yedirme esnasında cinsel temasta bulunursa, bunun bir za­rarı olmaz.

 

Iddet Bahisleri

 

Tanım: Iddet kelimesi lügatte aded kelimesinden alınmıştır. Saydt an­lamına gelen "adde" fiilinin simaj mastarıdır. Bir şeyi sayarken "Adedtü'ş-Şey'e iddeten" dersin. "Adde" fiilinin kıyasî mastarı, "Add"dir. Bir şeyin sayılması durumunda/'Reddehû redden" kalıbına uygun olarak "Adde'ş-Şey'e adden" denilir. Lügat bakımından kadının hayızlı günlerine ya da temiz bulunduğu günlere iddet adı verilir ki bu, şer'î mânası değildir. Çün­kü iddetin şer'î mânası, kadının hayizlr olduğu günlerin kendisi değil, ak­sine evlenmeksizin bu günlerin bitip sona ermesini beklemesidir. Şu hal­de iddetin şer'î mânası, hayız veya temizlik süresini beklemekten daha geneldir. Çünkü iddet, aylar hesabıyla olabileceği gibi, doğumla da olabi­lir.

İddetin şer'î mânasına gelince; mezheplerin buna ilişkin geniş açık­lamaları aşağıya alınmıştır.

 

(60) Hanefîler dediler ki: Istılah bakımından iddetin iki meşhur tanımı vardır:

1- îddetin birinci tanımı: Nikah veya yatağın geride kalan izini yoketmek için tanınan bir süredir.

"Tanınan bir süre" sözünden kasıt, hayız gören kadınların iddetini -bunların iddeti, üç temizlenme devresidir- yaş küçüklüğü veya yaşlılık nede­niyle hayız görmeyen kadınların İddetini -bunların iddeti, üç aydır-, hâmile kadınların iddetini -bunların iddeti doğum yapmaktır- kendisi hâmile değil­ken kocası vefat eden kadınların iddetini -bunların iddeti dört ay on gündür-kapsayan süredir.

"Nikâhın geride kalan izlerini yok etmek için" sözünün anlamı şudur: Nikâhın bazı maddî izleri vardır ki bu hamileliktir. Nikâhın bazı edebî izleri vardır ki bu da karı-kocanın biribirlerine ma,hrem olmalarıdır. İşte bu süre konuldu ki bununla bu izler ortadan kaldırılsın. Nikâhın sahih, fasid ve şüpheli nikâhları kapsadığı açıkça bilinmektedir. Sahih nikâhta iddet, cinsel te­mas ve halvetten biriyle vâcib olur. Bir kimse bir kadınla evlenir ve onunla cinsel temasta bulunursa o kadın üzerine iddet vâcib olur. Karısıyla halvete girer ve onunla cinsel temasta bulunmazsa, yine aynı şekilde o kadın üzerine iddet vâcib olur.

Fasid nikâh akdine gelince; bunda halvet dolayısıyla kadın üzerine iddet vâcib olmaz. Çünkü sahih nikâhın aksine fasitte mahremiyet yoktur. Halvet, karı-koca arasındaki özel bir alâka meydana getirir. Çünkü bazen karı-kocadan biri diğerine alâka duyar, ayrıldıktan sonra da pişman olurlar. İddet, kocaya geri dönüş fırsatım verir.

Bir kimse şahit bulundurmaksızın bir kadınla evlenir ve onunla cinsel temasta bulunursa, araları tefrik edilir, ister hâkim kararıyla olsun, ister başka yolla olsun ayrılmalarından itibaren kadın, iddet beklemekle yükümlü olur. Ama cinsel temasta bulunmayıp onunla halvete girerse, ayrıldıklarında kadı­nın iddet beklemesi gerekmez. Bu tanım, ric'î olarak boşanan kadını kapsar. Çünkü bu kadının boşanması dolayısıyla, şeriat koyucu bu kadın için bir sü­re koymuştur. Bu süre sona ermeden nikâh bağı ortadan kalkmaz. Bu süre de iddettir.

"Veya yatağın izleri" sözü, nikâh akdiyle değil de efendilik-cariyelik ba­ğıyla kendisiyle cinsel temasta bulunulan cariye için tanınan süreyi kapsar. Bu tanım efradını cami, ağyarını mâni bir tanımdır. Şer'î iddetin en güzel tanımı budur.

2- îddetin ikinci tanımı şudur: îddet, nikâhın ortadan kalkmasından sonra kadının beklemekle yükümlü olduğu belli bir süredir. Bu nikâh sahih de ola­bilir, gerdek veya ölümle kesinleşmiş şüpheli bir nikâh da olabilir.

"Belli bir süredir" sözünden kasıt, önce de açıkladığımız gibi şeriat ko­yucunun koymuş olduğu bir süredir. Kadının bu sürede beklemesi demek, sürenin sonuna dek beklemesidir ki; daha sonra evlenmesi ve süslenmesi he­lâl olsun. Ama bu süre zarfında evlenmesi ve süslenmesi helâl olmaz.

Ancak bu tanım için üç şey söylenebilir:

a- Bu tanıma göre iddet, ric'î talâkla boşanan kadını kapsamaz: Çünkü bu tanıma göre kadının iddet beklemesi, ancak nikâhın ortadan kalkmasın­dan sonra zorunlu olur. Ric'î olarak boşanan kadının nikâhı ise ric'î talâkla ortadan kalkmaz.

b- Bu tanımda; "îddet beklemek, kadın için gereklidir" denilmektedir. Ki bu da küçük yaştaki kız çocuğunun iddetini kapsam dışına çıkarmakta­dır. Çünkü küçük yaştaki kız çocuğu, mükellef değildir.

c- Bu tanım, cariyenin iddetini kapsamaktadır: Çünkü tanımda, "Nikâ­hın ortadan kalkmasından sonra kadının beklemekle yükümlü olduğu belli bir süredir" denilmektedir.

Birinci tanım daha açık ve kapsamlıdır: Açıkça görüldüğü gibi birinci tanım, kocanın bir sebeple başka kadınla evlenememesini kapsamaktadır ki bu sebep ortadan kalkmadıkça evlenemesin. Çünkü bu men', kocaya nispetle nikâhın kalan izlerini ortadan kaldırmak için tanınmış bir süre değildir: Bu süre, kadın için konulmuştur. Meselâ adamın biri bir kadınla evlenir, sonra onu boşar ve o kadının bacısıyla evlenmek isterse; boşadığı kadının iddeti tamamlanmadan onun bacısıyla evlenmekten men' olunur. Bu süreye erkek için iddet denmez. Bu ancak kadının iddetidir. Boşanan kadının kıskançlığı sakinleşsin, kendisini boşayan erkekten ümidi kesilsin ve kocasıyla evlenecek olan bacısına fazlaca kin duymasın diye kocası, iddet süresi dolmadan bacı­sıyla evlenmekten menedilir. Görmüyor musunuz ki karısı Ölen koca, hiç bek­lemeksizin baldızıyla evlenebilmektedir. Aynı şekilde kadın irtidad edip dar-ı harbe giderse kocası, hiç beklemeden onun. bacısıyla tıpkı karısı Ölmüş gibi evlenebilmektedir..

ikinci tanıma gelince; bunda, iddetin kadına özgü olduğu bildirilmekte­dir. Bu tanımda iddet süresini beklemenin, erkek için değil de kadın için zo­runlu olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kocanın karısını boşadıktan sonra başka kadınla evlenmeksizin beklemesi, şer'î iddet değildir. Sonra kocanın beklemesi bazan karısının iddetiyle sınırlı olur. Bazan da başka bir sebepten ötürü bekler. Karısının iddetiyle sınırlı oluşunun Örneği, önce de anlattığı­mız gibi kocanın, boşamış olduğu karısının bacısıyla evlenmek istemesidir. Bu karısının halasıyla kardeşinin ya da bacısının kızıyla evlenmek istemesi de böyledir. Boşadığı karısının iddeti tamamlanmadan bu sayılan kadınlar­dan biriyle evlenmesi helâl olmaz. Dört kadınla evli bir erkeğin bu karıların­dan birini boşaması da böyledir. Boşadığı bu karısının iddeti tamamlanma­dan beşinci bir kadınla evlenmesi helâl olmaz. Dördüncü karısıyla sahih bir nikâha dayanarak cinsel temasta bulunduktan sonra onu boşaması veya fa­sid bir nikâh ya da şüpheli bir nikâha dayanarak karısıyla cinsel temasta bu­lunduktan sonra onu boşaması arasında bir fark yoktur. Bu kadın, her hal-ü kârda İddet bekler. îddet beklemekte bulunduğu sürece kocasının beşinci bir kadınla evlenmesi helâl olmaz. Bir kimsenin yabancı bir erkekten boşanan bir kadınla evlenmek istemesi de böyledir. îddeti tamamlanmadıkça bu ka­dınla evlenmesi helâl olmaz. Ama kendi boşadığı karısı iddet beklemektey­ken, bu karısıyla ikinci kez evlenebilir.

Erkeğin evlenemeyip başka bir sebeple beklemesinin örneğine gelince; bir kimse, karısını üç talâkla boşarda ikinci kez bu kadınla evlenmek isterse; başka kocayla evlenip boşanmadıkça ve boşanma nedeniyle iddetini tamam­lamadıkça, bu kadınla evlenmesi helâl olmaz. Buna şöyle bir örnek daha ve­rebiliriz: Bir kimse zinadan gebe kalmış bir kadınla evlenirse, nikâh akdi sahin olur. Ama doğum yapmazdan önce bu kadınla evlenmesi helâl olmaz. Burada kadının doğurması, iddetin tamamlanması içindir ve o birincidendir denilmez. Çünkü doğurması iddet olsaydı, onun üzerine nikâh akdi yapmak sahih olmazdı. Bir kimsenin harbî bir kadınla evlenmesi ve bu kadının hami­leyken müslüman olarak islâm diyarına hicret etmesi de böyledir. Kocanın bu kadınla cinsel temasta bulunması değil de bu kadın üzerine nikâh akdet­mesi sahih olur. Ancak doğurduktan sonra bu kadınla cinsel temasta bulu­nabilir. Esir alınan cariyeler de böyledirler. Esir alınan kadın hayız görecek durumda ise bir hayız görmeden; hayız görecek durumda değilse bir ay bek­lemeden onunla cinsel temasta bulunmak helâl olmaz. Putperest, mürted ve mecûsî kadınları nikahlamak da bu cümledendir. Bu kadınlarla evlendiğin­de, müslüman olmadıkları takdirde kocalarının kendileriyle evlenmeleri he­lâl olmaz. Erkekler, kâfirlikleri nedeniyle bu kadınlardan herhangi biriyle ev­lenmekten menedilmiştir.

Hülâsa; erkek, menetme sebeplerinden biri mevcud olduğunda evlenmek­ten menediIİr. Sebep ortadan kalkınca yasakhk da kalkar. Sonra erkeğin ev­lenmekten menediliş süresi; bazan kadının iddeti olur, bazan istibrâ süresi olur, bazan da küfür süresi olur. Kocanın bekleme süresine her halü kârda iddet adı verilmez.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki iddetin rüknü, kadının belli bir zaman kesiti içerisinde iddete bağlanmasıdır. Öyle ki; kadın bu süre zarfında sınırı aşma­yacaktır. Çünkü kadın, başka erkekle evlenmekten ve bu süre zarfında koca­lar için karılarının normal olarak yaptıkları süslenmekden menedilîr. Sebep gerçekleştiği ve şart tahakkuk ettiği takdirde kadın, başka erkekle evlenmek­ten ve süslenmekten menediIİr.

îddetin vücup sebepleri üçtür:

1- Sahih nikâh akdi: Sahih bir akidle nikahlanan kadının kocası ölürse, kocası kendisiyle gerdeğe girmiş olmasa da, kadının yaşı küçük de olsa, bü­yük de olsa; iddet beklemekle yükümlü olur. Bu durumda iddetin sebebi iki şeydir:

a- Sahih nikâh akdi. b- Kocanın vefatı.

2-  Cinsel temas: Bu, sahih bir nikâh akdiyle olabileceği gibi, fasid bir nikâh akdiyle de olabilir. Veya bu, şüphe sonucu yapılan bir cinsel temas da olabilir.

Bâtıl nikâh akdi ve zina yoluyla yapılan cinsel temasa gelince; kendisiyle bu şekilde temasta bulunulmuş olan kadının iddet beklemesi gerekmez. Fa­sid ile bâtıl nikâhlar arasındaki fark, ilgili bölümde anlatılmıştır. Aynı şekil­de şüphe sonucu yapılan cinsel temas da ilgili bölümde açıklanmıştır. Dileyen ilgili bölüme müracaat edebilir. Kendisine dayanılarak cinsel temas ya­pılmayan fasid nikâh akdi, iddeti gerektirmez. Bâtıl nikâh akdi, hiç de iddeti gerektirmez.

3- Halvet: Sahih de olsa fasit de olsa mutemed kavle göre halvet, iddeti gerektirir.

Mâlîkîler dediler ki: îddet, kadının boşanması veya kocanın Ölümü veya nikâhın feshi dolayısıyla içindeyken evlenmenin yasaklanmış olduğu süredir.

''İçindeyken evlenmenin yasaklanmış olduğu" sözü, kocanın da içindey­ken evlenmenin yasaklanmış olduğu süreyi kapsar: Meselâ adamın biri dört kadınla evli olup dördüncüsünü boşar ya da bir kadınla evli olup, bu kadım boşar ve bu kadının bacısıyla 'evlenmek isterse; boşadığı kadının iddeti ta­mamlanmadan başkasıyla şevlenmek isterse; evlenmesi helâl olmaz. Bazı kim­selerin kavline göre; erkeğin beklemesine iddet denir. Bazıları da derler ki; erkeğin evlenmeksizin beklemesine iddet denilmez. Öyleyse iddetin tanımına ekleme yaparak şöyle demek gerekir: "İddet, içindeyken kadının evlenmesi­nin yasaklanmış olduğu bir süredir." Bazıları derler ki; İddet, nikâhın feshi veya kocanın vefatı veyahut kocanın boşaması nedeniyle rahmin beraetine delil kılınan bir süredir." Bu tanım, kocanın bir süre beklemesini kapsam dışına çıkarmaktadır. Bu tanıma karşı denebilir ki; iddet, yaşı küçük kız çocuğu gi­bi rahminin temizliği (beraeti) sabit olanlar içindir. Buna cevaben denir ki: îddette asıl, rahmi temizlemek için olmasıdır. Ama bu pek de sağlam bir ce­vap değildir. Çünkü iddette asim bu olduğuna ilişkin bir delil yoktur. îddette aslın bu olduğunu faraza kabul edersek yapılan tanım, her hal-ü kârda nok­san olacaktır. Doğru olan, birinci tanımdır. Zira şeriat koyucusu bir süre koy­muştur. İster rahmini temizlemek maksadıyla olsun, ister ibadet kastıyla ol­sun -nitekim bazıları _öyle söylemektedirler- kadının bu süre zarfında evlen­memesi vaciptir.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki fâsid akde dayanılarak yapılan, şüphe so­nucu yapılan vezinâ yoluyla yapılan cinsel temas bu anlamda iddeti vacip kıl­mamaktadırlar. Ama bu kadınlardan her biri ister zinayla, ister şüpheyle, is­ter fasid akidle, ister cebren kendisiyle cinsel temasta bulunulmuş olsun, ara­da hiç fark olmaksızın iddet kadar süreyle rahmini istibrâ etmesi (temizleme­si) gerekir. Bu, iddet süresi kadar bir istibrâdır. Ancak zina eden kadının, ken­disiyle evlenmek için değil de üzerine had tatbik etmek için istibrâsı istenildi­ğinde bir hayız görmekle istibrâ eder. Hâmile olabilir korkusuyla, istibrâdan önce öldürülmez. Dinden çıkan kadın da böyledir. Bu da bir hayız görerek istibra etmeden öldürülmez. Açıklaması gelecek olan Hân bahsindeki istibrâ da böyledir.

Bil ki cariyenin iddeti, hür kadının iddetinin yan süresi kadardır. Ama cariye hayız göreb ili yorsa, onun iddeti iki kez hayız görmesidir. Zinada ve şüpheyle yapılan cinsel temastaki iddetine gelince; bunun için bir hayız gör­mesi yeterli olur. İddetin tanımında geçen "Kadının boşanması veya kocası­nın ölümü sebebiyle" sözünden de anlaşıldığı gibi iddetin sebebi iki şeydir:

1- Karının, sağken boşanma veya nikâh feshi yoluyla ayrılması.

2- Kocanın ölümü.

Bunun dışında zİnâ veya şüphe sonucu ve benzeri nedenlerle yapılan cinsel temaslara gelince; bunların doğurdukları sonuca iddet adı verilmez. Ama bu her ne kadar iddet süresi kadarsa da bir istibrâdır. İster ihtida halveti için olsun, ister ziyaret için olsun; halvet, cinsel temas gibidir. Yalnız kocanın ba­liğ ve cinsel temasa muktedir olması, kesik penisli olmaması şarttır. Mûte-med kavle göre sevişmekle de olsa menisi aksa dahi şart ihlâl edilmiş olmaz. Kadın, hayızlı olsa bile cinsel temasa dayanacak kadar güçlü olmalıdır. Ko­canın, cinsel temasta bulunacak bir süre kadar karısının yanında kalmış ol­ması gerekir.Karı-kocanın ikisi de temasta bulunmadıklarım iddia ederlerse, iddiaları dinlenmez.Çünkü iddet,Allah'ın hakkıdır. Ama karı-koca, hakları olan şeydeki ikrarlarıyla muamele görürler. Bu durumda kadının nafakası dü­şer, mehri tekemmül etmez. Çünkü gerdekten önce boşanmış olmaktadır. Ko* canın ric'î olarak boşaması durumunda ric'at hakkı düşer. Karı-kocadan sa­dece biri ikrarda bulunursa, yalnızca ikrarda bulunan, kendi ikrarına göre muameleye tabi tutulur.

Halvetten başka öpme veya kucaklama sebebiyle kadın iddet beklemez. Kadın, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu söyler ve halvete gir­diği bilinmezse; ikrarına göre muamele görür. Yalan da söylese, doğru da söy­lese iddet beklemesi gerekir. Koca karısıyla cinsel temasta bulunduğunu id­dia eder, halvete girdiği bilinmez ve kadın da kocasının bu iddiasını yalanlar­sa, iddet beklemesi gerekmez. Koca; mehİr, nafaka ve meskende barınma ko­nusunda kendi ikrarına göre muamele görür.

Koca cinsel temasta bulunduğunu inkâr eder, kadının hâmile olduğu gö­rülür ve kocasının kendisiyle halvete girmiş olduğu bilinmezse, kadın/doğum yaparak iddet görür; tabiî koca, doğan çocuğun kendisinden olmadığını liân yaparak reddetmezse... Ama liân yaparak çocuğun kendisine ait olduğunu reddederse, yine doğuruncaya kadar kadın bekler. Fakat bu durumdaki bek­lemesine iddet denmez. Ancak o, istibrâ eder. Bu kocasından dolayı kadının iddet beklemesi gerekmez. Başka kocayla evlenebilmesi için, doğum yapma­sı gerekir. Ancak birinci duruma göre iddet bununla tamamlanır. Hamileli­ğin var olması; mirasçı olma, ric'at ve nafaka gibi iddet hükümlerini meyda­na getirir. İkinci duruma göre istibrâ, bununla (doğumla) tamamlanır. Bu durumda hamileliğin var olması, mezkûr iddet hükümlerini meydana getir­mez.

 

Şâfiîler dediler ki: İddet, kadının rahminin ibrasını bilmesi veya Al­lah'ın emrine itaatle kulluk etmesi veya kocası üzerine elem duyması için bir süre beklemesidir.

Bu tanımda "Kadının" kaydını kullanmakla, kocanın beklediği süre kap­sam dışına çıkarılmış oldu. Kocanın beklediği bu süreye iddet denmez.

"Rahminin ibrasını bilmesi için sözünden kasıt, zan ve yakîni kapsa­yan bilgidir. Yakînî bilgi, doğumun vukûbulmasıyla elde edilir. Zannî bilgi ise başka yollarla elde edilir ki bu da yeterlidir. Çünkü kadın, rahminin ibra­sını kesin olarak bilecek şekilde araştırma yapmakla yükümlü değildir. Sade­ce hayızla yetinir.

"Veya Allah'ın emrine itaatle kulluk etmesi için" sözüyle, rahminin te­miz olduğu sabit olan küçük yaştaki kız çocuğunun iddeti kastedilmiştir. Ya­şı küçük kız çocuklarının iÖdet beklemesi, evlilik ilişkisinin saygınlığı dolayi-sıyladır denilebilir. Çünkü bu durumdaki karı-koca, ayrıldıktan sonra piş­man olup, bu iddet sayesinde evliliğe dönüş fırsatını elde edebilirler. Ama bu kadın iddet beklemekle yükümlü olmadığı için başka bir erkekle evlene­cek olursa, ilk kocası başkasına nispetle ona geri dönmede öncelikli olmakla birlikte ona geri dönme fırsatını yitirmiş olur. Kendisiyle gerdeğe girilmemiş kadının durumu sorulamaz. Çünkü kocasının onunla temasta bulunmamış olması, onun için kocanın şahsında bir mekân meydana getirmez. Bu neden­le de iddet beklemesi gerekmez. Burada kadından maksat, sahih veya fâsİd bir nikâh akdine dayanılarak kendisiyle cinsel temasta bulunulan ya da şüp­he sonucu kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadına gelince; bunun iddet beklemesi gerekmez. Fâsid ile bâtıl nikâhın açıklaması, ilgili kısımda yapıl­mıştı.

"Veya kocası üzerine elem duyması için" sözüyle, kocasının ölmesi du­rumunda kendisiyle cinsel temasta bulunulmamış olsa da sırf sahih bir ni­kâh akdi dolayısıyla kadının iddet beklemekle yükümlü olduğuna işaret edil­mektedir. Kocanın döl suyunun şırınga ve benzeri bir aletle kadının vaginası-na zerkedilmesi de cinsel temas gibidir.

Halvete gelince; bu, iddeti gerektirmez. Bâtıl bir nikâh akdine dayanıla­rak veya zina yoluyla yapılan cinsel temas da böyledir.

Hanbelîler dediler ki: îddet, şer'an sınırlandırılan bir beklemedir. Bundan maksat, şeriat koyucunun, kadını beklemekle yükümlü kıldığı süre­dir. Şu halde boşanmış veya kocasının vefat etmiş olması nedeniyle, gelecek şartlar çerçevesinde kadının bu süre içinde evlenmesi helâl olmaz. Açıkça gö­rüldüğü gibi, bu güzel bir tanımdır. Çünkü bu tanımda rahmin berâetine ve diğer şeylere değinilmemiştir. İddeti sırf bundan ibaret saymak doğru olmaz.

Sonra şeriat koyucunun zevce için koymuş olduğu bu süre: kendisiyle ger değe girmiş olsun olmasın, sahih bir akidle kendisini nikahlamış olan koca­sının vefatından, bazan fâsid bir nikâh akdine dayanılarak veya şüphe sonu­cunda ya da zinayla kendisiyle cinsel temasta bulunulmasından ötürü gere­kir. Hanbelîlere göre zina, iddet beklemeyi kadın için gerekli kılar. Bâtıl ni­kâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas da böyledir. Ancak kadın, zina­da ve bâtıl nikâh akdinde, -kocası Ölse bile- kendisiyle yapılan temas vaktin­den itibaren üç defa hayız görüp temizlenmekle iddet bekler. Kocasının döl suyunun onun vaginasma girdirilmesi de cinsel temas gibidir. Vaginasına gir­dirilen dölsuyu, yabancı bir erkeğe aitse; bu hususta tashih edilmiş iki kavil vardır: Birinci kavle göre bununla iddet gerekir. İkinci kavle göre ise iddet gerekmez.

îddet bazan halvet dolayısıyla da gerekebilir: Halvetin sahih veya fasid olması ve hükmün tesisi bakımından aynıdır. Yapılan nikâh akdinin sahih veya fâsid olması da bu "bakımdan farketmez. Koca, halveti bilerek karısıyla hal­vete girerse, iddet vâcib olur. Halvetteyken karısına değmez veya ellemezse bile bu halvet nedeniyle karısının iddet beklemesi vâcib olur. Ancak kadın istemediği halde kocası zorlayarak onunla halvete girerse veya kadın, emsal­leriyle cinsel temasta bulunularnayacak kadar küçük yaştaysa veya koca, em­sallerinin cinsel temasta bulunamayacağı kadar küçük yaştaysa; cinsel temasta bulunsa bile, her hal-ü kârda karısının iddet beklemesi gerekmez. Küçük er­kek, yaşı ondan aşağı olandır. Küçük kadınsa, yaşı dokuzdan aşağı olandır.

Bâtıl nikâh akdine gelince; buna dayanılarak girilen halvetle iddet vâcib olmaz. Bâtıldan kasıt, dört karısı olan kimsenin beşinci kadınla evlenmesi veya iddet beklemekte olan kadını nikahlamak gibi bâtıl olduğunda icma edi­len nikâh akilleridir. Hanbelîlere göre iddetin sebepleri halveti mutlaka kap­samına alır. Bâtıl nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temasla, zina yo­luyla yapılan cinsel teması da kapsamına alır.

 

İddetin Nevileri Ve Kısımları

 

İddetin nev'ileri üçtür:

1- Hamilelik

2- Aylar.

3- Kur'lar.

İddet yükümlüsü kadın, kocasının ölerek kendisinden ayrılması ne­deniyle iddet bekler ki, bu da iki kısma ayrılır:

a- Kendisi hâmileyken kocası ölür, b- Kendisi hâmile değilken kocası ölür.

Hâmile olanın iddeti, doğumla sona erer. Hâmile olmayanın iddeti ise, gelecek bölümlerde anlatılacak şartlar çerçevesinde dört ay on gün sü­reyle bekleyerek sona erer.

Veyahut iddet yükümlüsü kadın, hayattayken kocasının boşayarak veya nikâhın feshi dolayısıyla kendisinden ayrılmasına binaen iddet bekler ki bu da üç kısma ayrılır:

a-Kendisi hâmileyken kocasının kendini boşaması: Bu kadının idde­ti, doğum yapmasıyla sona erer.

b-Kendisi hâmile değilken kocasının kendisinden ayrılması: Bu du­rumdaki kadının iddeti -eğer hayız gören kadınlardansa- üç kur' ile sona erer.

c-Hayızdan kesilmiş haldeyken kocasının kendisinden ayrılması: Bu durumdaki kadının iddetif öç ay beklemekle sona erer.

Böylece iddet yükümlüsü kadınlar beş kategoride toplanmaktadırlar:

1-Kendisi hâmileyken kocası vefat eden iddet yükümlüsü kadın.

2-Kendisi hâmile değilken kocası vefat eden iddet yükümlüsü kadın.

3-Hâmileyken boşanan iddet yükümlüsü kadın.

4-Hâmile değilken boşanan ve hayız görenlerden olan iddet yüküm­lüsü kadın.

5-Hayızdan kesilmiş olup boşanan İddet yükümlüsü kadın. Bilindiği gibi iddet, üç nev'îden fazla değildir.

1-Hamilelik: Ayrılık, boşanma nedeniyle de olsa kocanın ölümü ne­deniyle de olsa; iddet, doğumun gerçekleşmesiyle sona erer.

2-Aylar: Hayızdan kesilen boşanmış kadının ve kocası ölen kadının iddeti, aylarla hesaplanarak tamamlanır.

3-Kur'lar: Hayız gören boşanmış kadınların İddeti, üç kur' beklemek­le sona erer.

Bu nev'ilerden her birinin hükmünü anlatacak ve söze hamilelerin iddetiyle başlayacağız.

 

Doğum Yapmakla İddetin Sona Ermesi

 

(Şartları, hâmile olan küçük yaştaki kadının iddeti, şüphe sonucu ve­ya fâsid nikâha dayanılarak kendisi ile cinsel temasta bulunulan hâmile kadının iddeti, iki iddetin birbirine girmesi, hamilelik süresinin en azı ve en çoğu.)

Kadın boşanmış da olsa kocası vefat etmiş de olsa, mezheplerce de taylı olarak anlatılan şartlar çerçevesinde doğumun gerçekleşmesiyle id­det sona ermiş olur.

 

(61) Hanefîler dediler ki: Kocası ölen veya boşanan kadının doğum ya­parak iddetinin tamamlanması için üç şart gereklidir:

1- Çocuk, kadının rahminden tamamıyla dışarı çıkmalıdır: Yarısından çoğu, üçte ikisi dahi dışarı çıkarsa; iddet tamamlanmış olmaz. Çocuk ana rahminde Öldüğünde bu şartın pratikteki yararı açıkça görülecektir. Bu du­rumda çocuğun tamamının dışarı çıkarılması için kesilmesine ihtiyaç duyu­lur. Vücudunun çoğu dışarı çıkar da bir kısmı rahimde kalırsa, kalan kısım küçük bir parça olsa dahi anasının iddeti tamamlanmaz. Ancak bu parçanın çıkarılmasından umut kesilirse, mûtemed kavle göre iddet tamamlanmış olur.

2- Doğan cenin, insan şeklini almış olmalıdır: însan şeklini almamış bir et parçası rahimden düşerse, bununla kadının iddeti tamamlanmaz. Bu du­rumda kadının iddetinin tamamlanması için üç hayız görmesi gereklidir. Sonra bu düşüğün kanının hayız kanı sayılması mümkün olursa; yani bu kan, hayzın maksimum süresi olan on günden fazla ve hayzın minimum süresi olan üç gün üç geceden eksik olmazsa, kadın için bir hayız sayılır. Ama bu düşü­ğün kanının hayız kanı sayılması mümkün olmazsa, istihaza kanı sayılır; ha­yız kanı sayılmaz.

3- Kadın iki veya daha fazla sayıdaki çocuğa hâmile ise; sonuncu çocuk tamamıyla rahimden çıkacak şekilde doğmadıkça ananın iddeti sona ermez. Bir çocuğun rahimden ayrılıp doğmasıyla ananın iddeti sona ermez.

Hâmile kadının doğum yaparak iddetinin sona ermesi için, kocasının baliğ olması şart değildir. Emsallerinin çocuğu olmayan küçük yaştaki kocanın ka­rısının iddeti» sağken boşaması durumunda doğum yapmakla sona erer. Do­ğan çocuğun nesebi, tabii ki bu kocaya ait olmaz. Çünkü bu çocuk, zinadan kazanılmıştır. Karısıyla halvete giren küçük yaştaki koca, karısıyla cinsel te­masta bulunsa da bulunmasa da karısına iddet vâcib olur. Bu adamın karısı başka bir erkekten (zina ederek) hâmile kalırsa, iddeti doğurmakla sona erer. Küçük yaştaki kocanın karısını boşaması, Hanefîlere göre sahih olmaz. Şu halde boşadığı karısının iddet beklemesi nasıl vâcib olur? diye sorarsan, ce­vaben sana derim ki; bu, iki halde düşünülebilir:

1- Koca, küçük yaştayken karısıyla halvete girer, onu terkeder ve bulûğa erince de onu boşar.

2- Bulûğa ermiş zımmî bir kadın, küçük yaştaki zımmî bir erkekle evli olur: Sonra bu kadın müslüman olur. Kocasının müslüman olmasını ise veli­si meneder: Bu durumdaki kadın, kocasından bâin olarak boşanır. Sahih halvet dolayısıyla da iddet bekler. Küçük yaştaki kocadan kasıt; ergenlik çağına gelmemiş, yani yaşı onikiyi bulmamış erkektir. Küçük yaştaki koca karısıyla hal­vete girer ve onunla cinsel temasta bulunursa, mehir vermesi gerekmez; ama boşadığı bu karısının iddet beklemesi vâcib olur.

Bu anlatılanlar, küçük yaştaki kocanın boşadığı karısının hâmile olma­sına ilişkin hükümlerdir. Ama karısı hâmileyken bu koca vefat eder veya ka­rısı hâmile değilken vefat eder de iddet beklemekteyken karısı hâmile olursa, bu kadının iddeti üzerinde ihtilâf edilmiştir.

Bazıları derler ki; bu kadının iddeti de tıpkı boşanmış kadın gibi yine doğum yapmakla sona erer. Diğer bazıları derler ki; bu kadın, Ölüm iddeti olan dört ay on gün süre bekleyerek iddetini tamamlar. Kocası ölür de mese­lâ iki ay sonra doğurursa, bundan sonra iki ay on gün daha beklemesi gere­kir. Doğumdan önce dört ay on gün geçerse, bu durumda iddeti doğumdan önce tamamlanmış olur. £rtık onu nikahlamak sahih olur. Ama doğurmaz­dan önce kendisiyle cinsel temasta bulunmak sahih olmaz. Kocası küçük yaşta olan kadının doğurduğu çocuğun nesebi bu çocuk evlenme tarihinden itiba­ren altı ay geçmiş olsa da olmasa da- her hal-ü kârda yaşı küçük olan bu ko­caya ait olmaz. Sahih olan, ikinci kavildir ki, bu da Mâlikîlerle Şâfiîlerin gö­rüşüdür. Sonra boşanan hâmile kadının iddeti -kendisini boşayan kocası yaş­ça büyük de olsa küçük de olsa- doğurmakla tamamlanır. Adamın biri, şüp­he sonucu başkasının karısıyla cinsel temasta bulunursa; meselâ bir gelin, ko­cası olmayan bir erkekle gerdeğe girer ve o erkek de kendisiyle cinsel temasta bulunur da gebe kalırsa, doğurarak bu şüpheli cinsel temasın iddetini tamam­lamadıkça, kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunması haram olur. Koca­sı da kendisini boşarsa, iddeti doğurmakla tamamlanır ve iki iddet iç içe gi­rer. Cinsel temasta bulunarak onu gebe bırakan erkeğin onunla evlenmesi, ancak doğurduktan sonra helâl olur. Çünkü o, kendisini boşayanın iddetiyle meşguldür.

Adamın biri karısını bâin talâkla boşar da sonra iddet esnasında kendi­sine helâl olur zannıyla onunla cinsel temasta bulunursa; yine aynı şekilde bu durumda da kadına iki iddet vâcib olur: Biri talâk iddeti, diğeri şüphe sonucu yapılan cinsel temasın iddetidir. Ama bu iki iddet iç içe girmektedir. Yani bu kadın bir başka iddet daha bekleyecektir. Şöyle ki: Kadın o erkekten hâmile olduğunda, doğum yapmadıkça iddeti tamamlanmaz. Ama hâmile olmazsa, geçen hayız, iç içe giren iki iddetin toplamından düşülür. Meselâ bir hayız gördükten sonra bu kadınla cinsel temasta bulunursa, temas vak­tinden itibaren üç hayız görerek iddet beklemeye başlaması gerekir. Bu üç hayızdan ikisi, birinci iddete eklenerek hesaplanır. İkinci iddet de cinsel te­mas tarihinden itibaren hesaplanır. Bu üç hayızdır. Bunun ikisi, birinci hay-za eklenir. İddetlerin iç içe girmesi bu demektir. Kocasının nikâhındaki bir kadınla, şüphe sonucu yabancı bir şahıs cinsel temasta bulunur da sonra kocası bu kadını boşar ve bu kadın iddet beklemekteyken yabancı bir erkek, şüphe sonucu ya da fâsid bir nikâh akdine dayanarak kendisiyle cinsel te­masta bulunursa; bu kadın iki iddetle yükümlü olur. Biri fâsid temasın idde­ti, diğeriyse kocasından ötürü beklemesi gereken iddettir. Ama bu iki iddet içice girmektedir: Hayız görmekle iddete başlar. Üç kez hayız görürse, her iki iddet de tamamlanmış olur. Kocasının boşamasından sonra hayız görmüşse, üç hayzın ikisi buna eklenir; bununla, kocasının boşamasından dolayı bekle­mesi gereken iddet bunlarla tamamlanır. Sonra cinsel temas tarihinden itiba­ren de üç hayız hesaplanır ve bunlarla da ikinci iddet tamamlanır. Temastan sonra görülen iki hayız, bazan birinci iddetten, bazan da ikinci iddetten sayı­lıyor. Fâsid temastan önce iki hayız görmüşse; kadın temas tarihinden itiba­ren üç hayız görerek iddete başlaması gerekir. Bu üç hayızdan birini kocası­nın ilk iddetine katar ve bu hayzın kendisini, fâsid temasın iddetine de katar. Görüldüğü gibi bir hayız, bazan şu iddete, bazan da diğer bîr iddete girmek­tedir. Diğerleri de buna kıyaslanabilir.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, sahih veya fâsid bir nikâha dayanılarak yapılan veya şüphe sonucu yapılan bir cinsel temasla kadın hâmile olursa; doğum yaparak iddet tamamlanmış olur. Doğan çocuğun nesebi, kendisin­den peydahlandığı erkeğe ait olur.

Zinadan gebe kalan kadına gelince; bu iddet beklemez. Bu kadın nikâh-Ianabilir, ama doğurmadikça kendisiyle cinsel temasta bulunmak helâl olmaz. Bir kimse gerdeğe girmeden veya halvette buluşmadan karısını boşarsa; karı­sı, iddetle yükümlü olmaz. Ama kendisine helâl olduğunu sanarak bu karı­sıyla halvette buluşur veya cinsel temasta bulunursa; bundan sonra, ama do­ğumdan önce boşarsa; bu kadının iddeti, zinadan yüklendiği çocuğu doğur­makla sona erer. Kendisiyle zina eden, bu kadını iddet bekletme hakkına sa­hip değildir.

Hanefîler dediler ki: Hamileliğin en az süresi altı aydır. Diğer üç mez­hep imamı da bu görüştedir. En fazla süresi ise iki senedir. Diğer üç mezhep imamı bu görüşe muhaliftirler. Boşanan veya kocası vefat eden kadın iddet beklemekteyken başka bir erkekle evlenir, sonra bir çocuk doğurursa; ilk ko­casından boşandıktan -veya kocası vefat etmişse kocasının vefatından- sonra iki yıl geçmeden doğurmuşsa duruma bakılır: Bu çocuğu ikinci kocayla ev­lendikten sonra altı ay geçmeden mi doğurmuştur, yoksa evlenme tarihinden itibaren altı ay geçtikten sonra mı doğurmuştur? Altı ay geçmeden doğur­muşsa çocuğun nesebi, ilk kocaya ait olur. Meselâ ilk koca bu kadını muhar­rem ayında boşamış, boşamasının üzerinden bir buçuk sene geçmişse, hayız gören bir kadın olmakla birlikte bu süre zarfında hayız görmemişse; sonra başka bir erkekle evlenmiş ve beş ay sonra da çocuk doğurmuşsa; bu çocu­ğun nesebi ilk kocaya ait olur. Çünkü bu çocuğu, ikinci evliliğin üzerinden altı ay geçmeden doğurmuştur ve de ilk kocadan boşanmasından sonra iki yıl geçmeden doğurmuştur. Ama ikinci evliliğin üzerinden altı ay geçtikten sonra doğurursa, doğan çocuğun nesebi ikinci kocaya ait olur. Çünkü hami­leliğin en az süresi altı aydır.

Bu çocuğun ikinci kocadan olması muhtemeldir: Hamileliğin en fazla süresi de iki yıldır. Bu durumda ilk kocadan boşanmasından sonra bundan daha çok bir süre geçmiştir. Çocuğu onun nesebine katmak mümkün değil­dir. Bu durumda nikâh sahih olur. Çünkü birinci kocanın ölümü veya boşa­masından ötürü beklemesi gereken iddet süresi, doğum ile tamamlanmıştır, îlk kocanın boşamasından sonra iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra ve ikinci kocayla evlendikten itibaren aradan altı ay geçmeden doğurursa; me­selâ ilk kocadan boşandıktan itibaren bir yıl dokuz ay geçtikten sonra evle­nir, evlendikten beş ay sor|ra da doğurursa; bu çocuk, ilk kocadan boşandık­tan iki yıl iki ay sonra, ikinci kocayla evlendikten beş ay sonra doğurduğu için ne birinci kocaya, ne de ikincisine nisbet edilebilir. Bunda ikinci koca­nın, bu kadının iddette bulunduğunu bilip bilmemesi arasında bir fark yok­tur. Zîra çocuğu, önce belirtilen tarzda iki kocadan birine nispet etmek müm­kün olursa, nikâh akdi sahih de olsa fâsid de olsa ona nispet edilir. Çünkü çocuğu ikisinden birisine nispet etmek, zayi edip zinaya nispet etmekten da­ha iyidir. Şu da var ki; ikinci koca, bu kadının iddette olduğunu bilmezse, nikâhı sahih olur. Bu mesele, nesep bahislerinde açıklanacaktır.

Mâlîkîler dediler ki: Hamilelikle iddetin tamamlanabilmesi için dört şart gereklidir:

1- Doğan çocuk kocanın çocuğu olmalıdır; Açıklaması ileriki bölümler­de yapılacak olan Iiân yoluyla reddetse bile çocuğun nesebinin ona ait oldu­ğu sabit olmalıdır. Bu da o kocanın bu kadınla halvete girdiğinin tespit edil­mesiyle saptanır. Çünkü her ne kadar zahiren bu çocuğun kendisine ait ol­madığım söylüyorsa da, hakikatte bu çocuğun ona ait olma ihtimali vardır. Çocuğun nesebi, ölen kocaya ilhak edilmezse, doğumla da kadının iddeti ta­mamlanmış olmaz. Bu çocuğun doğmasıyla anasının iddeti tamamlanmış olur. Sözgelimi adamın biri hayız halindeki bir kadınla evlenir de sonra bu kadın hayız kanamasından temizlenir ve kocası kendisiyle cinsel temasta bulunmaz da zina yaparak hâmile kalır ve hâmile olduğu açıkça görülür de kocası da vefat ederse, bu kadının iddeti doğum yapmakla tamamlanmaz. Aksine dört ay on günlük sürenin geçmesi gerekir ki bu, ölüm iddetidir. Meselâ kocası­nın ölümünden üç ay sonra doğurursa, iddeti bu doğumla sona ermiş olmaz. Doğumdan sonra bir ay on gün daha beklemesi gerekir ki, vefat iddeti olan dört ay on günü tamamlasın. Doğumdan önce dört ay on günü tamamlarsa, doğum yapmadıkça iddeti tamamlanmış olmaz.

Bu hüküm; kocası ölen kadını ilgilendirmektedir. Boşanan kadm kocasının nikâhındayken yapmış olduğu zinadan hâmile kalırsa; iddeti» doğum­dan sonra kendisi için hesaplanacak olan ancak üç temizlik ile tamamlanır. Şöyle ki; doğurduktan sonra üç kez hayız kanaması görecek ve bunlardan te­mizlenecektir. Üçüncü temizlikten sonra dördüncü kanamayı görmedikçe id­deti tamamlanmış olmaz.

2- Kocanın bu kadınla cinsel temasta bulunabilecek kadar bir süre hal­vete girdiği sabit olmalıdır ve beraberinde iffet ve adalet niteliğine sahip bir tane dahi kadın bulunmamış olmalıdır; Koca bu kadınla kısa bir an halvette bulunursa ya da ikisi halvetteyken beraberlerinde adalet ve iffet niteliğine sa­hip kadınlardan biri bulunursa, halvetleri geçersiz olur. Ama beraberlerinde düşüklükle bilinen ve haramları hiçe sayan kadınlar bulunursa; bunların be­raberlerinde bulunmuş olmaları, halvetin sahihliğini engellemez. Halvette bu­lundukları sabit olmaz da kadının hâmile olduğu görülürse; kocası, karnın­daki çocuğun kendisine ait oluşunu Hân yaparak reddetmezse; bu kadının iddeti doğurunca tamamlanmış olur.Ama reddederse; kadının iddeti doğumla ta­mamlanmaz. Ancak doğurması rahmini istibrâ (temizleme) olur. Bu kadın için kocası üzerinde nafaka hakkı yoktur. îkisi biribirlerine mirasçı olamaz­lar. Ama halvete girdikleri sabit görülür ve koca da karının rahmindeki ço­cuğun kendisine ait olduğunu Hân yaparak reddederse, kadının iddeti doğur­makla tamamlanmış olur. Çünkü görünürde çocuğu reddetmesi, hakikatte o çocuğun kendisinden olduğu ihtimalini ortadan kaldırmaz.

3- Boşandıktan sonra çocuğun tamamı kadının rahminden çıkmış olma­lıdır; Çocuğun yanlız bir kısmı dışarı çıkarsa, kadının iddeti tamamlanmış olmaz. Çocuğun üçte ikisinin çıkmasıyla kadının iddetinin tamamlanması hu­susunda; hâmileyken kocası ölen kadının iddeti konusunda yapılan ihtilâf ay­niyle burada da vakidir.

4- Rahimden çıkan şey bir et parçası da olsa (kocanın dölsuyundan ve kadının yumurtacığından oluşmuş) bir insan hamulesi olmalıdır: Bilindiği gibi bu da, çıkan şeyin üzerine sıcak su dökülür de erimezse, insan hamulesi ol­duğu anlaşılır.

Sonra Mâlikîler, hamileliğin en az süresinin altı ay, en çok süresininse beş yıl olduğunu söylemişlerdir ki, onlara göre yargı kararlarında esas alınan meşhur görüş işte budur. Adamın biri karısını boşar da bu kadın hayızlarla iddet görür veya kocası ölmüş de aylarla iddet görmüşse; yani boşanmca üç hayız görerek iddetini tamamlamış ya da kocasının ölümü durumunda dört ay on günlük süreyi bekleyerek iddetini tamamlamış ve sonra ilk kocasının kendisiyle en son cinsel temas tarihinden itibaren geçen beş yıldan az bir süre içinde bir çocuk doğurursa; ilk koca da ölmüşse, bu çocuğun nesebi mutlak surette ona ait olur. Ama kendisini boşayan koca hayatta olup Iiân yaparak çocuğu reddetmezse; yani çocuğun zinadan doğduğunu iddia ederek Kur'an-ı Kerîm de belirtilen şekilde karısıyla mülâane yaparak çocuğu reddetmezse, çocuk ona ait olur.

Bu hüküm; kadının kocası ölmüşse, iddeti aylar hesabıyla; boşanmışsa, iddeti hayizlar hesabıyla sona erinceye dek evlenmemiş olması durumunda söz konusudur. Hayız, hamileliğin görülmesi durumunda iddetin tamamlanması için bir delil olmaz. Zîra Mâlikîlere göre hâmile kadın da bazan hayız görebilir. Ama hayızdan önce veya sonra başka bir erkekle evlenir de sonra bu ikinci evliliğin üzerinden altı ay geçmeden bir çocuk doğurursa, bu çocu­ğun nesebi ilk kocaya ait olup, ikinci koca iddet beklemekteyken o kadını ni­kahlamıştır. Kadın doğum yapmakla her iki kocanın iddetini tamamlamış olur. İkinci kocayla evlenip cinsel temasta bulunduktan sonra altı ay veya daha fazla bir zaman geçer de doğurursa; doğurması, ikinci kocanın kendisiyle yaptığı en son cinsel temasın üzerimden hamileliğin maksimum süresi (beş yil)geçme-den vukübulursa; çocuğun nesebi ikinci kocaya ait olup, nikâh feshedilmez.

Kadın, iddetinin tamamlanmasından sonra hâmile olduğundan şüphe­lenir de bu şüphesi ortadan kalkmadan -hamileliğin maksimum süresi olan beş yıl süreyle beklemiş olsa dahi- başka bir koca ile evlenmesi helâl olmaz. Şüpheliyken başka bir kocayla evlenir ve evlenirken de beş seneyi doldurma­sına dört ay varsa ve ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmasından itibaren beş ay geçtikten sonra doğurursa; çocuğun nesebi ne birinci kocaya ne de ikinci kocaya ait olur.

Birinci kocaya ait olmaz: Çünkü çocuğu, ondan ayrıldıktan beş yıl bir ay sonra doğurmuştur.

ikinci kocaya ait olmaz: Çünkü çocuğu, onunla evlendikten sonra ha­mileliğin en az süresi olan altı aylık bir süre geçmeden doğurmuştur. Bu ka­dına had tatbik edilir. Çünkü zina yapmıştır. Bazı âlimler bu hükmü müşkül görmüş ve demişler ki: Beş yıl, Allah'ın Kitabı'yla belirlenmiş değildir. Özel­likle bazıları demişler ki; hamilelik bazan yedi yıl da devam edebilir. Buna göre çocuk birinci kocaya ait olur ve bu meseledeki kadın, zina cezasına çarp­tırılmaz.

Şâfiîler dediler ki: Doğum yaparak iddetin tamamlanabilmesi için üç şart gereklidir:

1-Rahimdeki cenin, muhtemelen de olsa iddette hakkı olan erkeğin ne­sebinden olmalıdır; Bu kaydın konulmasıyla sahih nikâh ve fâsid nikâh akid-lerine dayanılarak yapılan cinsel temasla şüphe sonucu yapılan cinsel temas, kapsama alınmış olmaktadır. Bu sebeplerden biri sonucunda rahimde olu­şan ceninin nesebi, bu kadınla cinsel temasta bulunan erkeğe ait olur. Bu te­mas; karı-kocanm ayrılması durumunda karının iddet beklemesini gerekti­rir. Zina yoluyla yapılan cinsel temas, iddet beklemeyi gerektirmez. Zinadan hâmile kalan kadınla evlenmek ve hâmileyken onunla cinsel temasta bulunmak helâldir. Esah olan görüş budur. "Rahmindeki çocuk zinadan mı elde edilmiştir, yoksa şüphe sonucu yapılan cinsel temastan mı elde edilmiştir" konusu bilinmezse; had bakımından şüphe sonucu yapılan cinsel temasa gö­re muamele olunur ve kadına had tatbik edilmez. İddct bakımındansa zina yoluyla yapılan cinsel temasa göre ona muamelede bulunulur ve iddet bekle-, mesi gerekmez.

"Muhtemelen de olsa" kaydını kullanmakla, Han yapılarak reddedilen çocuğun doğurulması da kapsama alınmıştır. Zira doğan bu çocuk her ne kadar cinsel temasta bulunana nispet edilmese de -çünkü koca, bu çocuğun zinadan doğmuş olduğunu iddia etmektedir-ama işin içyüzüne bakıldığında onun yalan söylemiş olması muhtemeldir. Öyleyse bu kadının iddeti doğum yapmakla sona erer. Bu nedenle koca çocuğu reddettikten sonra,"Çocuk ba­na aittir" diyecek olursa çocuk onun nesebinden sayılır.

Kadın, kocasının nikâhındayken zina veya şüphe sonucu kendisiyle cin­sel temasta bulunulur da hâmile kalırsa da, sonra kocası vefat ederse; vefat iddetini beklemesi gerekir. Kocasının vefatından sonra dört ay on günlük bir süre geçmedikçe iddeti tamamlanmış olmaz. Meselâ kadın, emsallerinin ço­cuğu olmayan küçük yaştaki bir erkekle, yani dokuz yaşından küçük bir er­kekle evli olur veya penis ve testisleri kesik (memsuh) bir erkekle evli olur, sonra kocası ölür de bu kadının hâmile olduğu görülürse; dört ay on gün geç­meden bu kadının iddeti tamamlanmış olmaz. Öyle ki bu sürenin tamamlan­masından önce doğuracak olursa, iddeti yine tamamlanmış olmaz. Çünkü bu durumda doğacak olan çocuğu ne hükmen ne de hakikaten kocaya nispet etmek mümkün değildir. Ama kocanın testisleri değil de sadece penisi kesik olursa, hüküm bundan farklı olur. Çünkü testisinin kesik, fakat penisinin var olması durumunda; penisinden akan dölsuyuyla kadının hâmile olması muh­temeldir. Penisinin kesik, fakat testisinin var olması durumunda kadınla se­vişmiş olup testisleri vasıtasıyla dölsuyunun akmış olması da muhtemeldir. Her hal-ü kârda kadının iddeti ancak doğum yapmakla tamamlanır. Çünkü çocuk, ölü bir babaya nispet edilmektedir.

Ama bir kimse karısını boşar da, karısı İddetteyken bir başkası fasid bir akidle onu nikahlayarak onunla cinsel temasta bulunur veya şüphe sonucu onunla cinsel temasta bulunur ve kadın da bu temas sonucu hâmile kalırsa; bu durumda iki iddet bekler: Biri şüphe sonucu yapılan cinsel temasın idde­ti, diğeri ise boşanma iddetidir. Önce birincinin iddetini beklemeye başlar. Rahmindeki yükü indirdiğinde fâsid cinsel temasın iddetini tamamlamış olur. Lohusalık dönemini geride bıraktıktan sonra üç temizlik devresi görerek tam bir iddet geçirir. Fâsid cinsel temas sonucunda hâmile kalmazsa; önce bo­şanma iddetini beklemeye başlar. Boşanma vaktinden itibaren tam üç kur' görür. Şöyle ki: Kocasının boşama sözünü telaffuz ettikten sonra temiz olur da sonra hayız görürse; bu onun için tam bir temizlik devresi olur. Boşanma iddetini tamamladıktan sonra üç kur daha görerek fâsid cinsel temas için de bîr iddet bekler.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki fâsid cinsel temasın iddeti, kadının bu te­mastan hâmile kalması durumunda, öne alınmaktadır. Hâmile kalmadığı tak­dirde, bu fâsid temas boşanmadan önce olsa bile öne alınır. Meselâ kadın kocasının nikâhındayken başka birisi şüphe sonucu onunla cinsel temasta bu­lunursa ve kadın bu temas nedeniyle hâmile kalmaz da sonra da kocası onu boşarsa; önce boşanma iddetini beklemeye başlar.

Bu, kocasından başka bir erkeğin kendisiyle cinsel temasta bulunması durumunda söz konusu olan bir hükümdür. Ama kocası onu ric'î bir talâkla boşar, sonra ona ric'at etmeden kocası onunla cinsel temasta bulunursa -ki bunun hükmü ric'at bahsinde anlatılmıştı- ve kadın da hayız gören kadmlar-dansa, kocasının kendisiyje yaptığı cinsel temasa son vermesinden sonra ye­niden iddet beklemeye koyulur. îddet maksadıyla daha önce beklemiş oldu­ğu süre boşa gider. Kalan süre ise bu yeni iddetin içine girer. Kadının bu cin­sel temastan hâmile kalmış olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Me­selâ kocası onu hâmile değilken boşar, iddetinin bir kur'u geçtikten sonra onunla cinsel temasta bulunur ve bu temasıyla onu hâmile bırakırsa; kadının iddeti, doğum yapmakla tamamlanmış olur. Kalan iki kur'da bu iddetin içi­ne girer, doğum yaptıktan sonra kadından iki kur* daha görmesi istenmez. Kocasının onu hâmileyken boşamasında da aynı hüküm söz konusudur. Onu hâmileyken boşar da doğurmasından önce onunla cinsel temasta bulunursa; iddeti doğum yapmakla tamamlanmış olur. Doğurduktan sonra kur' göre­rek iddet beklemesi istenmez. Çünkü ıddetten maksat, dolu halde olan rah­min temizlendiğinin bilinmesidir. Başka bir iddete burada gerek yoktur. Kur' görerek iddet bekleme zorunluluğu, hamilelik iddetinin içine girmektedir. Çün­kü iddetin sahibi kocadır.

Kadın -hayız hesabıyla değil de- aylar hesabıyla iddet bekleyenlerdense, aynı şekilde iddetine cinsel temas vaktinden itibaren başlar. Kalan aylar da bu yeni iddetin içine girerler.

"Karısını ric'î bir talâkla boşadığmda" demekle, kişinin bâin talâkla ka­rısını boşaması, sonra da harâmhğım bilerek onunla cinsel temasta bulun­ması durumundan sakınılmış olmaktadır. Çünkü Şâfiîlere göre bu zinadır ve zinadan dolayı iddet bekleme zorunluluğu da yoktur. Özetle; bir kimse karı­sını ric'î talâkla boşar, sonra ric'atten önce onunla cinsel temasta bulunursa; bu temas şüphe sonucu yapılan bir temas olur ki bu nedenle kadının iddet beklemesi gerekir. Çünkü bazı mezhep imamları bu durumda kocanın karı­sıyla cinsel temasta bulunmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Kocanın bu durumda karısıyla cinsel temasta bulunmasının haram olduğunu bilip bilme­mesi arasında bir fark yoktur. Ama karısını bâin talâkla boşar da, sonra onunla cinsel temasta bulunur ve bu temasın haram olduğunu da biliyorsa; teması zina olur. Bu temasın haram olduğunu yeni müslüman olduğu için bilmiyor­sa veya haram olduğunu biliyor da kendisiyle temasta bulunduğu kadının, diğer bir karısı olduğunu zannederse; bu, şüphe sonucu yapılan bir cinsel te­mas olur ki bu temas nedeniyle kadının iddet beklemesi gerekir. Doğumdan Önce ona ric'at etmiş olsa bile, kocanın hâmile kadına şüphe sonucu cinsel temasta bulunması caiz olmaz.

2- Doğum yaparak iddetin tamamlanması için gerekli olan şartların ikin­cisi, rahimdeki çocuğun tamamıyla dışarı çıkarak kadından ayrılmasıdır: Ka­dının rahminde ölür ve öylece yıllarca kalır da, kadın da onu doğurmazsa; iddeti tamamlanmaz. Kadın iki çocuğa hâmile olursa, ikinci çocuk kadından tamamen ayrılıp doğmadıkça kadının iddeti tamamlanmış olmaz.

3- Doğan çocuk insan şeklini almış olmalıdır: Öyle ki, ebeler eli veya parmaklan veya tırnakları görüldüğü için onun cenin olduğunu bildirmiş ol­malıdırlar. Ama rahimden çıkan şeyin insan eti olduğundan şüphe edilirse; bununla iddet tamamlanmış olmaz. Şunu bil ki, Şâfiîlere göre hamileliğin en az süresi altı ay; en çok süresi ise dört yıldır. Bir kimse bâin veya ric'î ta­lâkla ya da nikâh feshi nedeniyle karısından ayrılır da, karısı dört yıl sonra bir çocuk doğurursa; bu süre, boşanmazdan önceki gebe kalmış olduğu cin­sel temas anı çıkarıldıktan sonra ayrılışından itibaren hesaplanır. Zira mâkul olan hesap şudur: Hamilelik süresi kadının boşanma vaktinden itibaren de­ğil de çocuğun, onun rahmine düşmesinden itibaren başlar. Hamileliğin en fazla süresi ise dört yıldır. Bu süre kadının boşanma ve benzeri sebeplerle ko­casından ayrılma vaktinden itibaren hesaplanırsa, "Çocuğun ana rahmine düşmesinden itibaren dört yıldır" demek gerekir. Ya da "ayrılmazdan önce­ki gebe kalmış olduğu cinsel temas anı çıkarıldıktan sonra ayrılışından itiba­ren dört yıldır" demek gerekir. Her hal-ü kârda kadın dört yıl sonra bir ço­cuk doğurursa; bu çocuk, onu boşamış olan erkeğe aittir. Ancak başka bir erkekle evlenir ve ikinci koca da cinsel temasta bulunmaya muktedirse; bu çocuk, ikinci kocaya ait olur. Yaşı küçük olduğu için veya başka bir sebepten ötürü cinsel temastan aciz bir kocayla evlenir de bir çocuk doğurursa; bu ço­cuk, yine onu boşamış olan kocaya ait olur. Çünkü bu durumda ikinci koca yok gibidir. Boşanan kadın iddet beklemekteyken başka bir kocaya varır da, ikinci koca onun iddet bekleme halinde olduğunu bilemezse; ilk kocanın bo­şamasından dört yıldan fazla bir süre sonra bir çocuk doğurursa; bu çocuk ikinci kocaya ait olur. Tabiî bu ikinci kocanın onunla cinsel temasta bulun­masından sonra altı ay veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğurmuş olması şarttır: Meselâ karısını boşar -karısı da hayız gören kadmlardansa-üç yıl dört ay geçer ve bu süre zarfında karısı hayız kanaması görmezse; son­ra başka bir erkekle evlenir de, bu ikinci koca onunla cinsel temasta bulunup, sekiz ay sonra bu kadın bir çocuk doğurursa; bu çocuk, ikinci kocaya ait olur. Çünkü hamileliğin en fazla süresi, olan dört yıllık zaman aşılmıştır ve çocuk, ikinci kocanın temasından sonra altı aydan fazla bir süre geçtikten sonra doğmuştur. İlk koca, bu kadını ric'î talâkla boşamış olsa bile mute-med kavle göre aynı hüküm geçerlidir. Ama ikinci kocanın cinsel temasın­dan sonra altı ay geçmeden veya ilk kocanın boşamasından sonra dört yıl geç­meden doğurursa, çocuk birinci kocaya ait olur. Sonra doğum yapmakla ka­dının birinci kocaya nispetle iddeti tamamlanmış olur. Şüpheli bir nikâha da­yanarak kendisiyle cinsel temasta bulunmuş olan ikinci koca için de ikinci kez iddet bekler.

Çocuğun her iki kocaya nisbet edilmesi mümkün olursa; meselâ ikinci kocanın cinsel temasından itibaren altı ay veya daha fazla bir süre geçtikten sonra ve ilk kocanın boşamasından sonra dört yıllık bir süre geçmeden do­ğarsa; bu durumda çocuk, benzerliklerden anlayan bir kimseye (Kaife) gös­terilir. Kaif, "Bu çocuğun yüzü falanın yüzü, veya eli falanın eli, veya ayağı falanın ayağı, veya parmaklan falanın parmakları gibidir'* der ve Kaifin söy­lediğiyle amel olunur. Kaif bulunamazsa veya kaifler çocuğun durumunda anlaşmazlığa düşerlerse; çocuk bulûğa erinceye dek bırakılır. Bulûğa erdiğinde ikisinden dilediğim seçer ve seçtiği kimsenin çocuğu olur.

"ikinci koca onun iddeîte olduğunu bilmiyorsa" kaydını kullanmakla; kadının iddette olduğunu bilerek onunla evlenen kimse, kapsam dışına çıka­rılmış oldu. Bu kişi o kadınla zina etmiş olur. Önce de belirtildiği gibi bunun cinsel teması nesep ve iddet hükümlerini ortaya koymaz.

Hanbelîler dediler ki: Doğum yaparak iddetin tamamlanması için üç şart gereklidir:

1- Çocuk kocaya bağlanabilmelidir: Kocaya bağlanamayacaksa; meselâ koca on yaşından küçükse veya hem penisi hem de testisleri kesik.se ya da sadece testisleri kesikse -çünkü bunun çocuğu olmaz- ve sonra vefat eder de, karısının hâmile olduğu anlaşılırsa; doğum yapmakla karısının iddeti tamam­lanmaz. Zira bu çocuğun onun nesebinden olmadığı açıkça görülmektedir. Bu çocuk nesep bakımından ona bağlanamaz. Yine aynı şekilde adamın biri bir kadınla evlenir, evlenme akdinin hemen ardısıra cinsel temasta bulunma­ya imkân verecek kadar bir zaman geçmeden vefat ederse ya da bu karısıyla gerdeğe girdikten sonra vefat eder de, karısı da nikâh akdinin üzerinden altı ay geçmeden bir çocuk doğurursa; bütün bu durumlarda kadının iddeti do­ğum yapmakla tamamlanmış olmaz. Kadın eğer hür ise, kocasının ölümün­den sonra dört ay on gün; cariye ise, bu sürenin yarısı kadar beklemesi mut­lak surette gerekir. Doğurduktan sonra iddeti başlar. Üzerinde iki iddet vardır:

a- Fasit cinsel temasın iddeti: Bu iddet doğumla tamamlanır.

b- Diğeri de ölen kocanın iddetidir ki; bu da kadının dört ay on gün sü­reyle beklemesi ile tamamlanır. Bu iddeti, doğurduktan sonra beklemeye başlar.

Adamın biri bu kadın üzerine fâsid bir nikâh akdeder; meselâ velisiz veya şahitsiz olarak bu kadınla evlenir, sonra cinsel temasta bulunur da kadın hâ­mile kalır ve kocası vefat ederse; iddeti, doğurmakla tamamlanmış olur.Hâ-mile kamazsa; sahih nikâhla kendisiyle evlenmiş kocanın ölümü gibi dört ay on gün süreyle bekleyerek iddetini tamamlamış olur. Ama batilhğında icma* bulunan bir akidle bu kadım nikahlarsa, hüküm değişir: Meselâ adamın bi­ri, başka kocadan îddet beklemekte olan bir kadını nikâhlar ve onunla cinsel temasta bulunur da bu kadın hâmile değilken kendisi ölürse; kadının iddeti üç hayız görmekle tamamlanmış olur. Çünkü bu nikâh akdi yok gibidir. Id-detten maksat, rahmin boş ve temiz olduğunun hayız kanamasıyla tespitidir: Meselâ bîr erkek bir kadınla zina ederse, bu kadının üç hayız kanaması göre­rek iddet tamamlaması gerekir. Bâtıllığında İcma' edilmiş olan bâtıl nikâh akdinde kocanın karısıyla halvete girmesi nedeniyle iddet vacib olmaz. An­cak fâsid nikâh akdindeki halvet nedeniyle iddet vacib olur.

Özetle; iddet beklemek, ister sahih, ister fâsid akde dayanılarak ve ister zina yoluyla olsun; kadın da ister zorlanmış ister gönüllü olsun; cinsel temas dolayısıyla vacib olur. Kocası ölen sahih nikâhlı olan kadın dört ay on gün bekleyerek iddet tamamlamış olur. Kadının yaşı küçük de olsa büyük de ol­sa, kocası kendisiyle cinsel temasta bulunmuş olsa da olmasa da hüküm de­ğişmez. Kadın hâmileyse.ölen kocası yaşlı olup emsallerinin çocuğu oluyorsa karısının iddeti, doğum yapmakla tamamlanmış olur.

Ölen kocasının yaşı küçük olup emsallerinin çocuğu olmuyorsa veya bu kadının rahmindeki yavrunun ölen kocadan olmadığı saptanırsa; iddeti, do­ğum yapmakla sona ermez. Aksine doğumdan sonra dört ay on gün süreyle iddet beklemesi gerekir. Burada fâsid akid de sahih akid gibidir. Hanbeîîlere göre fâsid akid kendilerince sahih olmayan ama diğer imamlara göre sahih olan akiddir. Örneğin velisiz veya şahitsiz akdedilen nikâh gibi.

Bâtıllığında icma' edilen akde gelince; koca bu karısıyla cinsel temasta bulunur, onu gebe bırakmazdan Önce ölürse, karısının iddeti üç hayizla ta­mamlanmış olur. Kişinin bu durumdaki kadınla zina etmesi de iddet bakı­mından aynı hükme tabidir. Kocanın bu durumdaki karısını gebe bırakması­nın hükmü daha önce anlatılmıştı.

Kocanın hayattayken karısını boşamasına gelince; bunun hükmü ileride açıklanacaktır. Ama emsali erkeklerin çocukları olmayacak kadar küçük yaş­tayken karısını boşayan kimsenin karısının hükmü ile, ölen kimsenin karısı­nın hükmü arasında fark vardır. Yaşı küçük kocanın boşadığı kadın asla id­det beklemez.

2- îddetin doğumla tamamlanması için gereken şartların ikincisi, rahim­deki ceninin tamamen dışarıya çıkmasıdır: Az olsun çok olsun ceninin bir kısmı dışarıya çıkarsa, kadının iddeti tamamlanmaz. Kadın iki çocuğa hâmileyse, ikinciyi bütünüyle doğurmadıkça iddeti tamamlanmış olmaz. Doğu­rur doğurmaz onun üzerine nikâh akdetmek sahih olur; ama kanama dur­muş olsa bile lohusalıktan temizlenmedikçe, onunla cinsel temasta bulunmak haramdır.Çocuğu doğurur ve başka bir çocuğun rahminde bulunduğundan şüphe ederse, bu şüphe ortadan kalkmadıkça iddeti tamamlanmış olmaz. 3- Doğan ceninin, insan şeklini almış olmasıdır: Rahimden bir et parçası olarak düştüğü takdirde kadının iddeti bununla tamamlanmaz; meğer ki uz­man kadınlar bunun bir insan olduğunu bildirsinler... O zaman kadının id­deti bununla tamamlanır. Ama bu işten anlayan kadınlar, bunun bir insanın ilk oluşumu olduğunu bildirirlerse; bununla iddet tamamlanmaz. îddetin bu­nunla tamamlanabilmesi için, bunda gizli bir insan suretinin bulunduğuna mutlaka tanıklık etmeleri gerekir. Rahimden bir kan pıhtısı veya kan çıkması durumundaysa; iddet, bununla hiç de tamamlanmış olmaz.

Sonra şunu da bilmeliyiz ki; Hanbeîîlere göre hamileliğin en az süresi, diğer mezheplerde olduğu gibi altı aydır. En çok süresi İse dört yıldır. Şâfiîler bu görüşe katılırlar. Hamileliğin en çok süresi iki yıldır diyen Hanefîlerle, beş yıldır diyen Mâlİkîler bu görüşe muhaliftirler.

Boşanan veya kocası ölen ve iddet beklemekte olan bir kadın, başka bir erkekle evlenirse; nikâhı her hal-ü kârda bâtıl olur. İkinci koca kendisiyle cinsel temasta bulunmadıkça, iddeti kesilmez. İkinci koca kendisiyle cinsel temasta bulunmadıkça, iddeti kesilmez. İkinci kocanın bu durumda onunla cinsel te­masta bulunmanın haram olduğunu bilip bilmemesi bu hükmü değiştirmez, ikinci koca kendisinden ayrıldığında, birinci kocadan beklemesi gereken id-detin kalan kısmı üzerine iddeti bina eder! Meselâ ilk kocası onu boşar ve bir hayız görür; başka bir kocayla bâtıl bir evlilik yaparsa; ikinci kocası ken­disiyle cinsel temasta bulunmadıkça ilk kocasının iddetİni devam ettirir. İkinci koca onunla cinsel temasta bulunduğunda ilk kocadan beklemesi gereken id­det sona ermiş olur. İkinci koca ondan ayrıldığında ilk kocanın iddetinî ta­mamlar ve ikinci kocanın iddetine başlar. İki iddet iç içe girmez. İlk kocası için iddet beklemekle yükümlü idi ve o iddetten bir hayız devresi geçirmişti ve iki hayız daha görmesi gerekiyordu. Bâtıl nikâha dayanarak ikinci koca­nın kendisiyle yapmış olduğu haram cinsel temas dolayısıyla bir iddet daha beklemesi gerekir. Bu iddeti, ilk kocanın kalan iddetini tamamladıktan son­ra beklemesi icâb eder. İlk koca için beklemesi gereken iddetin hayız veya ay hesabıyla olması bu meselede farketmez. Bu kadın bir çocuk do­ğurur; doğurması, ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmasından sonra altı ay geçmeden vukûbulmuşsa; bu çocuk ilk kocaya ait olur. Yalnız çocuğun düşük olmaması ve insan gibi yaşaması şarttır. Bu çocuğun doğma­sıyla ilk kocaya ait iddet tamamlanır. İkinci kocanın kendisiyle yaptığı cinsel temastan dolayı üç kur görerek ayrı bir iddet beklemesi gerekir. Ama ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmasından itibaren altı ay veya daha fazla bir süre geçtikten sonra doğurursa; bu çocuğun nesebi ikinci kocaya ait olur. Bununla da ikinci koca için beklemesi gereken iddet tamamlanmış olur. Birinci koca içinse tam bir iddet beklemekle yükümlü olur. Doğumdan son­ra onun için üç kur' görerek iddet bekler.

Bu hüküm, çocuğu sadece ikinci kocaya nispet etmenin mümkün olma­sı durumunda söz konusudur: Meselâ ikinci kocanın kendisiyle cinsel temas­ta bulunduğu vakitten altı ay veya daha fazla bir süre sonra ve ilk kocadan boşandıktan dört yıl veya daha fazla bir zaman sonra doğurmuşsa bu hü­küm söz konusu olur. Sözgelimi bu kadın her üçbuçuk yılda bir hayız görü­yorsa veya hayzı başka bir nedenle gecikmiştir de bu vakitten sonra hayız gör­müş ve kalan iki hayzı görmeden başka bir erkekle evlenmiş ve bu ikinci ko­ca da kendisiyle cinsel temasta bulunmuş; bu temastan itibaren altı ay veya daha fazla bir süre geçtikten sonra doğurmuş ise; bu durumda çocuk, tartış­masız olarak ikinci kocaya ait olur. Çünkü ilk kocasından ayrılışını müteaki­ben hamileliğin en çok müddeti geçtikten ve ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmasını müteakiben hamileliğin en az müddeti geçtikten sonra bu çocuğu doğurmuştur. Çocuk şüphesiz ikinci kocaya aittir.

Doğan çocuğun her iki kocaya nispet edilmesinin mümkün olması du­rumuna gelince; meselâ çocuğu ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bu­lunmasından itibaren altı ay veya daha fazla bir süre geçtikten ve ilk kocanın boşamasından itibaren dört yıllık bir zaman geçmeden doğurmuş ise; bu ço­cuk, benzerliklerden anlayan (Kaif) kimselere muayene ettirilir. Kaİfler ço­cuğa ve anasıyla cinsel temasta bulunmuş olan iki kocaya bakarlar. İkisin­den hangisine ait kılarlarsa, çocuk onun oğlu olur ve kadının iddeti de onun­la tamamlanmış olur. Geriye üç kur'lu diğer iddet kalır.

Bu meseleyle ilgili olarak fıkihçıların söyledikleri bunlardan ibarettir. Za­manımızda kan tahlili yaptırmak, kaiflerin gördükleri işin yerine geçebilir. Çocuğun kanının, babasının kanından olduğu bilinirse, bu güzel olur. Çocu­ğun bu iki erkekten birisine benzetilerek bilinmesi mümkün olmaz veya ço­cuğun durumunda kaifler ihtilâf ederlerse; çocuğu doğurduktan sonra kadı­nın üç hayızla iddet beklemesi gerekir. İddetin ilk kocaya ait olmasıyla ikinci kocaya ait olması arasında bir fark yoktur. Üç hayzın tamamlanmasından sonra ikinci kocanın bu kadını sahih bir akidle nikahlaması gerekir.

Şunu bilmeliyiz ki; bir kimse iddetteki bir kadınla evlenir ve her ikisi de iddette olduğunu, iddetteyken nikâhın akdedilmesinin haramhğını biliyorlar, buna rağmen cinsel temasta bulunurlarsa, zina etmiş olurlar. Kendilerine had tatbik edilir. Bu kadına mehir verilmez. Çünkü gönüllü olarak zina etmiştir. Akid şüphesi nazar-ı itibâra alınmaz. Çünkü bu akdin bâtıllığında ittifak vardır. Ancak kadın zinadan ötürü iddet beklemekte ve hayız görenlerdense; Han belilere göre üç kur' ile hayızdan tamamen kesilmişse; üç ay ile iddet bekler. Bir erkek bir kadınla zina eder, bu kadın zina iddeti bekler ve iddetteyken başka bir erkek kendisiyle evlenip cinsel temasta bulunursa, zina etmiş ol­mazlar. Belki bu şüpheli bir temas olur. Çünkü bu durumda nikâhları, Ha­nefî ve Şâfiîlere göre caizdir. Ancak Şâfiîler, hâmile de olsa bu kadınla te­masta bulunulabileceğini söylemişlerdir. Ama iddetin tamamlanıp tamamlan­madığını bilmezlerse; doğan çocuğun nesebi sabit olur.ve had ortadan kal­kar. Mehir vermek da vacib olur. İddetin tamamlanmadığım koca bilir de kadın bilmezse; koca had cezasına çarptırılır ve kadına mehir vermekle yükümlü olur. Bunun tersi olarak, iddetin tamamlanmadığını kadın bilir de koca bil­mezse, kadın hadde çarptırılır ve kocasından mehir alma hakkına da sahib olmaz.

 

İddetinin Delili Ve Hamilenin Bu İddetinin Meşru Kılınışının Hikmeti

 

Kocası ölen kadının, kocasının ölümünden bir an sonra bile doğum yapması nedeniyle iddetiriin tamamlanmış olacağı hükmünde dört mez­hep imamı ittifak etmişlerdir. Öyle ki kocası ölen bir kadının, rahmindeki bütün yükü vücudundan tamamen ayıracak şekilde dışarıya çıkardıktan sonra, ölen kocası defnedilmeden bile evlenmesi helâl olur. Mezhep imam­larının buna ilişkin delilleri şu âyet-i kerîmedir:

"Gebe kadınların iddetleri ise, çocuklarını doğurmalarıylason bulur.[3]

Bu âyet-i kerîme geneldir: Kocası ölen kadınları ve diğerlerini kapsar. Bu, İbn Mes'ûd (r.a.) ve ona uyan dört mezhep imamının görüşüdür. Hz. Ali ve İbn Abbas demişler ki: Kendisi hâmileyken kocası vefat eden kadın, kocasının ölümünün üzerinden dört ay on gün geçmeden doğurursa; bu doğum ile iddeti tamamlanmaz. İddetinİn tamamlanması için, anılan sü­renin tamamlanması gerekir. Ama bu süre tamamlandığı halde doğurma-mışsa, doğurmadan iddeti tamamlanmaz. Çünkü karnındaki bu cenin, ölen kocaya aittir. Çocuğun (nesebinin) korunması gerekir. Bunların bu husus­taki delilleri şu âyet-i kerîmedir:

"Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler).[4]

Bu âyet-i kerîme genel olup hâmile olan ve olmayan kadınları kapsar. Hz. Ali ile İbn Abbas (r.a.) nın görüşleri ele alınırken denilebilir ki; kocası ölen kadın için iki şey düşünülür:

a- Rahminin ibrası.

b- Ölen kocasının anısına saygı ve onun sağ kalan akrabalarının hatı­rını kırmamaya özen göstermek.

Cenâb-ı Allah, kocası ölen kadının hemen evlenerek, onun gönülden yaralı akrabalarını beklemedikleri bir durumla karşı karşıya bırakmaktan menetmiştir. Kocanın akrabalarının gönüllerinin kıskançlık acısıyla elemlenmemesi için Cenab-ı Aflah onu menetmiştir. Bu nedenle de bu kadının başka kocayla evlenebilmesi için bir süre takdir etmiştir. Bu süre içinde ölünün akrabaları, bu kadının başka bir kocayla evlenebilmesine artık katlanabilirler.

Bunun kolay katlanılır bir durum olmadığına, cahiliyet devri İnsanları­nın bu gibi durumlarda yaptıkları uygulamalar da delâlet etmektedir. On­lar kocası Ölen kadını hapseder, hayatı boyunca süslenmekten, evlenmekten ve hayatın diğer gereklerinden yoksun bırakırlardı. İslâm dîninin diğer ah­kâmında olduğu gibi Cenab-ı Allah tedricen onları bu âdetlerinden vazge-çirdi. Kadının, kocasının ölümünden sonra bir yıl süreyle beklemesini farz kılmıştır. Bu hüküm insanların gönüllerine yerleşince de iddeti dört ay on güne indirmiştir ki bu, mümkün olan en az süredir. Bu süredeki iddetin hükmünü sürekli kılmıştır. Özellikle bu süreyi takdir etmiştir. Zira bilindiği gibi iddetin meşruiyet sebebi bir taraftan rahmin ibrası, diğer taraftan evli­lik hukukudur. Çocuk, yaratılışının ilk aşamasında ana rahminde kırk gün embriyon, kırk gün kan pıhtısı, kırk gün et parçası olarak kaldığında; bun­dan sonra kendisine hayat, duygu ve hareket veren ruh üflendiğine göre; kadının, kocasının ölümü durumunda rahminin ibrası için on gün ilâve edi­lerek bu dört ay, iddet olarak takdir edilmiştir. Şayet çocuk varsa bu dört ay on günlük sürenin sonunda hareketi görülür. Bu süre sonunda kadının hâmile olup olmadığı kesin olarak anlaşılır. Dul kalan kadın, kocasının ve kocasının akrabalarının hakkını verir.

Bu gerekçe, kadının hayız görenlerden olup hâmile kalmaya müsait olması durumunda sözkonusudur. Ama yaşı küçük olup hayız görmeyen hayızdan kesilmiş ya da kendisiyle gerdeğe girilmemiş bir kadın olması durumunda bu gerekçe, kocası ölen kadın için geçerli olmaz. Zira biz di­yoruz ki bu süre her ne kadar hayız gören kadınlar içinse de, bütün kadın­lar için geçerli genel bir mikyastır.

Bu gerekçenin güzellik ve nefaseti saklanamaz. Bundan da anlaşılı­yor ki kuvvetli olan mâkul görüş, Hz. Ali ve İbn Abbas (r.a.) m görüşlerini teyîd etmektedir. Kadın kocasının vefatından sonraki ilk hafta içinde doğu­rur ve başka bir erkekle evlenirse; kocası ölen kadın için dört ay on gün­lük süre koymanın bir yararı olmaz. Mamafih kocası ölen kadın için bu İd­deti zorunlu kılmanın yararı pek açıktır ki bu yarar, evlilik ilişkisinin insan­lar arasında saygınlığa kavuşturulması, gereken öneme sahip kılınması ve ölen kocanın akrabalarının gönüllerinin paralanmasının önlenmesidir. "Bazan zorlayıcı bir ortamda bulunulur da kadın acınacak hale gelir bu nedenle yaşaması için acilen evlenmesi zorunlu olursa, özellikle kendisi­ne denk ama iddetin sonunu beklemeyecek olan bir koca adayı bulunur da acilen onunla evlenmesi zorunlu olursa, evlenmediği takdirde bu ko­cayı elden kaçıracaksa, dört ay on gün süreyle iddet beklemesi vacip değildir" denilemez. Ama bu söze karşı diyeceğimiz şudur: Bu söz hâmi­le olmayan kadın İçin de söylenebilir. Çünkü bu da bazan evlenme ihtiya­cını hissedecek duruma/gelir. Bununla beraber her ne kadar dengi bir er­kek bulunsa da, bu erkeği elden kaçıracak da olsa, yaşaması bu erkekle evlenmesine bağlı da olsa; dört ay on günlük süreyi tamamlamadan ev­lenmesi helâl olmaz. Ama dört mezhep imamı bu sebepleri nazar-ı itibâra almamışlar ve bu nedenle de iddetin, görülür bir hikmeti olmayan kulluk gereği uyulması gereken bir hüküm olduğunu söylemişlerdir. Benim inan­cım odur ki: Toleranslı. İslâm hukukunun hükümleri iki kısma ayrılırlar:

1- İbâdetlerle ilgili kısım: Bunlara teabbüdî şeyler demek de doğru olur. Zira bunların hepsi, Allah'a boyun eğip ona teslimiyetin emareleridirler. Kud­ret ve saltanat ondadır. Dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. Onun kar­şısında yapmadığına da "niçin bunları yapmadın" diyecek bir kimse yoktur.

2- Alış-veriş ve şahsî haller gibi insanların biribirleriyle yaptıkları mu­amelelerle ilgili kısım: Bunun için de insanların durum ve maslahatlarına uygun makul hikmetlerin bulunması gereklidir. Şu da var ki islâm huku­kunda ibadetler, bir çok görülür hikmetleri ve bediî sırları kapsamaktadır. Taharet, namaz, oruç, hac ve zekâtın sırlarını araştıran kimseler bunları müşahede edebilirler. Bunların maddî ve manevî yararları, gün ortasında güneşin görülmesi gibi islâm toplumunda görülür.

Bu anlattıklarımız iddetin meşruiyet hikmetine ilişkindi. Bunun mez­kûr iki âyetten anlaşılması meselesine gelince, Özetle deriz ki: "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler)" âyet-İ kerîmesi, bir bakıma geneldir ki o da, -hâmile olsun olmasın- kocası ölen kadının dört ay on gün beklemesinin farz olu­şudur. Diğer taraftan bu âyet-i kerîme özeldir ki o da kelâmın özel olarak kocası ölen kadını ilgilendirmesidir. Çünkü âyette "Sizden ölenlerin" de­nilmektedir.

"Gebe kadınların iddetleri ise, doğurmalarıyla son bulur." (Talâk: 4) âyet-i kerîmesine gelince; bu da bir bakıma geneldir ki; o da, -boşanmış olsun, kocası ölmüş olsun- gebe kadının iddetinin doğurmakla son bul­masıdır. Bu âyet-i kerîme diğer bakımdan özeldir ki; o da kelâmın, kocası ölen kadının iddeti hakkında değil de hâmile kadının iddeti hakkında olu­şudur. Bu gibi durumlarda iki âyet arasındaki zahiri çelişkiyi ortadan kal­dırmak için İctihad etmek mutlaka gereklidir.

Hz. Ali İle İbn Abbas (r.a.)'ın ictihadları hakkında şöyle demek müm­kündür: Bu iki zat, birinci âyet-İ kerîmeyi -hâmile olsun veya olmasın- özel olarak kocası ölen kadın hakkındaki bir âyet olarak aslî mânasında anla­mışlardır. Kocası ölen kadının -hâmile olsun veya olmasın- iddetinin tamam­lanması için dört ay on gün beklemesi gerektiğini söylemişlerdir. İkinci âyet-i kerîmeyi de aslî mânasında anlamışlar, doğum yapmakla da, hayat halin­de de ölümden sonra da iddetin tamamlanacağını söylemişlerdir. Ancak bu iki zat bunu, kocanın ölümü durumunda kadının dört ay on gün bekle­mesi gereğiyle kayıtlamışlardır. Kocası ölen kadın bu süreden önce doğu­rursa; süreyi tamamlamak için yine beklemesi gerekir. Hz. Ali ile İbn Ab­bas (r.a.), ikinci âyet-i kerîmeyi, belirtmiş olduğumuz teşrîi hikmete uymak için birinci âyette hükmedilen dört ay on gün bekleyerek iddet tamamla­makla, kocası ölen kadına özgü kılmışlardır.

İbn Mes'ûd (r.a.) ve ona tabî olan dört mezhep imamlarına gelince; bunlar demişler ki: İkinci âyet-i kerîme, hâmile kadın bakımından birinci âyet-i kerîmeyi neshetmiştir. Kadın doğurunca artık iddet için bir an bile beklemez. Doğurduktan sonra kocası henüz defnedilmemiş olsa bile başka erkeklerle evlenmesi helâl olur. Buna göre dört ay on günlük iddet süresi, kocası ölen hâmile kadın hakkında geçici bir hüküm olmuştur. Sonra da bu hüküm neshedilmiştir. İ'lâmü'l -Muvakkiîn adlı eserin sahibi (İbn Kay­yim) sahabîlerin bu hükmün neshedilmesinden sonra kadınlara kolaylık olsun diye İddetin doğumla sona ereceği hususunda ittifak etmiş oldukla­rını rivayet ederek demiş ki: Kocası ölen kadının iki süreden en uzun ola­nını beklemesi hususunda selef ulemâsı arasında anlaşmazlık vardı.Son­ra iddetin doğumla sona ereceği hususunda aralarında ittifak meydana gelmiştir. Ancak İbn Kayyim, bu ittifakın senedini vermemiştir. TefsircİIer de bu ittifaktan bahsetmemişlerdir. Bununla beraber ben bununla, İbn Kay-yim'in bir kaç satır sonraki sözleri arasında bir uyum sağltyamıyorum. Evet, bir kaç satır sonra İbn Kayyim şöyle diyor: Burada iddetten maksat, bazı fıkıhçıların zannettikleri gibi sadece rahmin temizlenmesi değildir. Çünkü gerdekten önce boşanan kadının da iddet beklemesi gerekir. Rahmin te­mizlenmesi bir hayızla olmaktadır. Bu açıdan yaşı küçük olduğu için ha­yız görmeyen kadınla, menapoz devresindeki kadın aynıdır. Müddeti İçinde hayız gören kadınlarda bu hükme tabidirler.Durum böyle olunca bazı kimseler demişler ki: İddet, sırf bir ibadet anlamını taşır. Mânasına akıl er­mez. Bu bir kaç bakımdan bâtıl ve geçersizdir.

a- Şeriatte hiç bir hüküm yoktur ki mâna ve hikmeti olmasın: Bunu anlayabilen anlar, anlamayan da anlamaz.

b- İddetler sırf ibadetlerden değildirler: İddetler küçük - büyük, akıllı - deli, müslüman - zımmî her kadın için vaciptir. İddet beklemeye başlar­ken kadının niyet etmesine gerek yoktur.

c- İlk kocanın, çocuğun ve İkinci kocanın hakkı iddette açıkça görül­mektedir.

Şu halde en doğrusu şöyle demek olacaktır: Nikâh izlerinin ortadan kaldırılması için kadın, (iddetteyken) başkalarına haramdır. Böylece iddet­te kocaya ve kocanın hukukuna riayet edildiği görülmektedir... Onun (İbn Kayyİm'in) bu ifadelerinde görülüyor ki o, şöyle diyen fıkıhçılara muvafa­kat etmemektedir: Diyorlar ki; iddet, hayız gören kadınlarda rahmin ibrası için meşru kılınmıştır. Bir hayizdan fazla beklemeye gelince; o ihtiyat için­dir. Hayız görmeyen kadınlara gelince; onların iddet beklemeleri, teabbü-dî (İlâhi kânunlara uymaya ilişkin) bir emirdir. Ve o kimse yukarıda belirtti­ğimiz şeyleri hak görmektedir. Hukuka ilişkin şer'î hükümlerde insanların maslahatlarına uygun olan hikmetlere riayet etmek gerekir. Ayrıca onun zahirî ifadeleri, ibadetlerde bile hikmetin mevcudiyetinin zorunlu olduğu­nu belirtmektedir. Oysa biliyorsun ki İbadetlerde hikmetin mevcudiyeti zo­runlu değildir. Zira ibadetler, insanın Allah'a teslim olup boyun eğmesinin emareleridirler. Cenab-i Allah, emrettiği İbadetlerin hikmetlerinden sual olunmaz. Eğer böyle olursa, vefatından bir gün sonra doğum yapan, son­ra da başka erkekle evlenen kadının ölen kocasının hukukuna riayeti ne­rede kalır?! Eğer kocanın kendisinin ve akrabalarınınhukûkuna riâyet et­mek için değilse; kocası ölen kadının dört ay on gün süreyle iddet bekle­mesinin hikmeti nedir? Cenab-ı Allah,kocası ölen kadının iddetini niçin diğer kadınların iddeti gibi kılmamıştır? Diğer kadınlar hâmiieyseler iddetleri do­ğum yapmakla sona erer. Hayız görenierdenseler, iddetleri üç hayız gör­mekle sona erer. Ya da üç temizlik devresiyle sona erer. Hayizdan kesil­miş (menapoz döneminde) iseler, iddetleri yoktur. Sanki kocaları gerdeğe girmeden kendilerini boşamış gibi olurlar. Çünkü bu durumdaki kadının rahminin temiz olduğu muhakkaktır. Bunun apaçık olduğu ortadadır. İd­det için sebep öne sürenlerin Hz. Ali ile İbn Abbas (r.a.) a tâbi olmaktan başka çıkar yolları yoktur. "Hâmile kadının iddeti sırf çocuğun rahimden ayrılıp doğmasıyla sona erer. Vefat eden kocası henüz defnedilmemiş ol­sa bile başka erkekle evlenebilir" diyen dört mezhep imamına gelince; bunlar;

"Hamile kadınların iddeti, doğum yapmalanyla sona erer." mealindeki âyet-i kerîmenin,

"Sizden ölenlerin geride bıraktıkları kanları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler (beklesinler).[5]

âyet-İ kerîmesinin umûmunu neshetmiş olduğunu söylemişlerdir. Yine bunlar demişler ki: İddet, ya rah­min temizlenmesi için emredilmiştir, ya da teabbüdî bir emirdir. Bu emir gereğince, hikmetini sormaksızın Allah'a ibadet ederiz. Şu halde î'lâmü'l - Muvakkiîn yazarı İbn Kayyim'e karşı ileri sürülen şeyler, bunlara karşı ile­ri sürülmez.

 

Kendisi Hâmile Değilken Kocası Ölen Kadının İddetinin Tamamlanması

 

Buraya kadar anlatılanlardan da Öğrenildiği gibi hâmileyken kocası vefat eden kadının iddeti, kocasının vefatından bir an sonra olsa bile do­ğum yapmasıyla sona erer. Bütün mezhepler bu hükümde görüş birliği etmişlerdir. Ayrıca doğum yapmakla iddetin tamamlanma şartlarını ve ba­zı suretlerde buna muhalefet edenlerin görüşlerini de öğrenmiştik. Şimdi de kendisi hâmile değilken vefat eden kadının iddetinin; kadın eğer hür ise dört ay on gün, cariye ise iki ay beş gün olduğunu anlatacağız: Bu durumdaki kadının yaşça büyük veya küçük olması, kendisiyle gerdeğe girilmiş olup olmaması, hayızdan kesilmiş olması veya hayız görenlerden olması arasında hüküm bakımından bir ayrılık yoktur. Anılan iddetin tamam­lanması için, mezheplerce ileri sürülen bazı tefsilâtlı şartlar vardır.

 

(62) Hanefîler dediler ki: Kocanın vefatından sonra dört ay on günlük sürenin geçmesiyle iddetin tamamlanması için şu şartlar gerekir:

1- Vefat ay başında.yani ayın hilâlinin doğuş vaktinde vukûbulursa dört kamerî ay ve on günün geceleriyle birlikte tamamlanması şarttır. Fecirden sonra ölürse, öldüğü gün ve sonraki dokuz gün hesaplanır. Böylece on gün dokuz gece olur. Şu halde mûtemed kavle göre onuncu gecenin tamamlan­ması gerekir. Ama ay içinde ölürse, iddet günlerle hesaplanır. Geceli gündüz­lü yüzotuz gün geçmedikçe iddet tamamlanmış olmaz. Bazıları demişler ki: Koca, ay içinde ölürse, öldüğü ayın kalan günleri kadının iddeti için hesapla­nır. Sonraki ve daha sonraki aylar hilâle göre hesaplanır. Kalan eksik günlerse; beşinci aydan on güne eklenerek tamamlanır, ilâ ve iktidarsız koca bahis­lerinde bunun açıklaması yapılmıştı.

2- Evlilik, sahih bir nikâh akdine dayalı olmalıdır: Adamın biri fâsid ni­kâh akdi yaparak bir kadınla evlenip cinsel münasebette bulunur ve ölürse; karısı eğer hayız görenlerdense üç hayız görerek, hayızdan kesilmiş veya hâ-mileyse üç ay bekleyerek ya da doğurarak iddetini tamamlar. Fâsid nikâha dayanılarak ya da şüphe sonucunda kendisiyle cinsel temasta bulunulan ka­dının iddeti; eğer hür ise üç hayız görerek, hayızdan kesilmişse üç ay bekleye­rek ya da doğurarak sona erer. Bu kadın boşanmış da olsa, kocası ölmüş de olsa hüküm aynıdır. Bu kadın cariye ise iddeti iki hayız da bir buçuk ay, ya­hut doğum ile sona erer.

3- Nikâh, kocanın ölŞmüne kadar sahih olarak devam etmelidir: Nikâh, kocanın ölümünden öncefâsid olursa; kadına fâsid nikâhın iddeti vacib olur. Meselâ mükâtep bir köle, başkasının mülkiyetindeki bir cariyeyle evli olur, sonra bu cariyeyi (karısını) efendisinden satın alır ve ölürse; üzerindeki mü-kâteplik bedel ve borcunu karşılayacak kadar bir mal bırakırsa nikâhı fâsid olur. Çünkü bu durumda hür gibi olur. Hür erkeğinse bir cariyeyle evlilik akdi yapması sahih olmaz. Bu durumda karısı, fâsid nikâh iddetini bekler ki bu da, eğer karısıyla cinsel temasta bulunmuşsa, iki hayızdır. Cinsel te­masta bulunmamışsa, kadının iddet beklemesi asla gerekmez. Çünkü fâsid akid için iddet yoktur.

Ama mükâtep bir köle olan bu koca ölür ve borcunu kapatacak kadar bir mal bırakmazsa; nikâhı sahih olarak devam eder. Çünkü bu durumda karı-koca, kölelikte kalmaya devam ederler. Kadın, vefat iddetini bekler ki bu da cariye için iki ay beş gündür.

4- Koca, ölümle sonuçlanan bu hastahğmdayken karısını bâin talâkla boşamış olmamalıdır: Buna (mirastan) kaçanın boşaması derler. Bu şöyle olur: Koca ölümle sonuçlanan hastahğmdayken, rızâsını almadan karısını boşa-yıp, sonra karısının iddeti sona ermeden vefat eder. Bunun hükmü şöyledir: Kadın, biri boşanmak için, diğeri de kocasının vefatı için olmak üzere iki id­det bekler. Şu da var ki; iki iddetten birine giren süre, kadın 'chine hesapla­nır. Sözgelimi kadın hayız gören kadınlardan olup boşandıktan sonra bir ha­yız görmüş, sonra da kocası ölmüşse; iddeti, vefat tarihi iden itibaren dört ay on gün beklemesi ile başlar. Yalnız, boşanma vaktinden itibaren üç hayız görmesi şarttır. Kocasının vefatından önce gördüğü bir hayız da onun lehine hesaplanır. Vefat iddetinde iki hayız görmesi zorunludur. Bu.süre zarfında iki hayız görmezse, kalan iki hayzı görmedikçe iddeti tamamlanmış olmaz. Hayız kanaması görmediği takdirde menapoz (hayızdan temelli kesilme) dö­nemine ulaşmadıkça tamamlanmış olmaz.

Kocası kendisini boşadığında o hayız gör-ılerdense; kocasının vefatından önce hayız görmemiş sonra da kocası vefat etmişse, vefat iddeti bekler. Bu iddet süresi zarfında üç hayız görürse ne âlâ. Aksi halde üç hayız görün­ceye dek beklemesi gerekir.

Özetle; kocası ölen kadının iddeti, kocanın vefatı vaktinden dört ay on gün geçtikten sonra, boşanma vaktinden itibaren üç hayız gördükten sonra tamamlanır. Üç hayzın bazısını bu süre içinde, bazısını bu süre dışında gö­rürse; tamamını bu süre içinde görmüş gibi, kadının lehine hesaplanır. Ne tamamım, ne de bazısını bu süre içinde görmezse; bu süreden sonra üç hayız görerek beklemesi gerekir. Üç hayız görmedikçe iddeti tamamlanmaz.

Bu anlattıklarımız iddetle ilgiliydi. Mirasla ilgili hükme gelince; kadının miras hakkı düşmez. Zîra miras hakkı açısından evlilik hükmü devam et­mektedir.

"Bâin talâkla" kaydını kullanmakla, ölüm hastahğındayken karısını ric'î talâkla boşaması kapsam dışına çıkarılmış oldu. Karısının iddeti tamamlan­dıktan sonra ölürse, aralarındaki evlilik bağı kopmuş olur. Kadının miras hakkı düşer, vefat iddeti beklemez. Karısı iddetteyken vefat ederse, tıpkı onun karı-sıymış gibi vefat iddeti bekler. Bunda hiç ihtilâf yoktur. Bu durumda karısını sıhhatteyken boşamasiyla ölüm yatağında hastayken boşaması arasında bir fark yoktur. Boşadıktan sonra karısı iddetteyken kendisi ölürse, karısı ona mirasçı olur. Çünkü onun karışıdır.

"Karısının rızasını almaksızın" kaydını koymakla, rızasını alarak karı­sını bâin talâkla boşaması kapsam dışına çıkarılmış oldu. Rızasını aldıktan sonra karısını bâin talâkla boşar da, sonra ölürse; karısı boşanma iddetini bekler. Ama kocasına mirasçı olma hakkına sahib olmaz.

"Ölümle sonuçlanan hastalığında" kaydını koymakla, sıhhatteyken ka­rısını bâin talâkla boşaması kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu durumda ka­dın, ona mirasçı olamaz. İddeti de vefat iddetine dönüşmez.

Şunu bil ki; mirastan kaçma amacıyla boşanan kadının iddeti dışındaki vefat iddeti, dört ay on gün beklemekle tamamlanır. Kocası ölen kadının ha­yız görenlerden olup olmaması ya da anılan iddetin içinde hayız görmüş ol­ması veya olmaması arasında bir fark yoktur: Meselâ çocuk emzirici olduğu için hayzı gecikmiş ise veya hayatında bir kez hayız görmüş, sonra da temiz­lik dönemi uzamışsa; yine iddeti dört ay on günle tamamlanır. Çünkü hay-zın vefat iddetine etkisi yoktur. Ancak kadın hâmileyse, önce de belirtildiği gibi doğum yapmadan iddeti tamamlanmaz.

Mâlîkîler dediler ki: Hâmile değilken kocası ölen kadının iddetinin dört ay on gün beklemekle tamamlanması için bazı şartların bulunması gerekir:

1- Nikâh akdi, sahihliğinde icma'edilen ya da mezhep imamları nezdin-de sıhhati üzerinde ihtilâf edilen bir akid olmalıdır: Meselâ hac veya umre ihramındaki bir kadını nikahlamak gibi... Bu nikâh akdinin sıhhati üzerinde ihtilâf edilmiştir. Çünkü Hanefîler bunun sahih olduğunu söylerler. Ama dört karısı olanın beşinci bir kadım nikahlaması ya da kendi mahremi bir kadını nikahlaması gibi fâsidliğinde icma' edilen fâsid bir nikâh olursa; iddeti, bo­şanmış kadının iddeti gibi olur ki bu, kadın eğer hayızdan kesilenlerdense üç aydır. Bir kimse bir kadını, fâsidliğinde icma' edilmiş bir akidle nikâhlar, onunla cinsel temasta bulunur, sonra da ölürse; iddeti, boşanmış kadının id­deti gibi olur. Ama bu kadınla gerdeğe girmezse, kadının iddet beklemesi ge­rekmez.

2- Ölen koca müslüman biri olmalıdır. Karı - kocanın ikisi de zımmî olup, koca ölür de müsiüman bir erkek bu kadınla evlenmek isterse; iddeti, eğer hayız görenlerdense üç temizlik devresidir. Eğer hayızdan kesilenlerdense, üç aydır. Gayri müslim bir efrkek bu kadınla evlenmek ister de, aralarında hük­metmek için mahkemelerimize başvururlarsa, iddeti yine aynı olur. Bu hü­küm, kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadına özgüdür. Gerdeğe girilmemiş-se, kadının iddet beklemesi asla gerekmez.

3- Geceleriyle birlikte dört ay on gün tamamlanmalıdır.

4- Karısını bâin talâkla boşayıp da karısı iddetteyken kendisi ölmüş ol­mamalıdır. Böyle bir durum meydana gelirse karısının iddeti, vefat iddetine dönüşmez. Aksine, boşanma iddeti bekler ve tamamlamak üzere bu iddeti beklemeye devam eder. Ric'î talâkla boşanan kadının hükmü bundan farklı­dır. Ric'î talâkla boşanan kadın iddetteyken, kocası vefat ederse; iddeti vefat iddetine dönüşür.   Yani kocasının vefatından itibaren dört ay on gün bek­lemesi gerekir. Boşanma iddetini beklerken üçüncü temizlik devresinin tamam­lanmasına bir gün kala dahi kocası vefat ederse, iddeti vefat îddetine dönü­şür. Kadın eğer cariye ise; iddeti hür kadmınkinin yarısı kadar vefat iddetine dönüşür. (Yani iki ay beş gün bekler.)

5- Kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadında hayız zamanı gelmeden Ön­ce dört ay on günlük sürenin geçmesi ve kadınların da "Rahminde hamilelik bulunmadığında şüphe yoktur" demeleri şarttır. Bunun mânası şudur: Me­selâ kadın çocuk emzirmekteyken kocası ölür ve emzirme müddetinde hayız görmemek bu kadının âdeti ise, hayız görme zamanı gelip çatmadan önce dört ay on günlük süre geçer ve, kadınlar da "Rahminde hamilelik bulun­madığında şüphe yoktur" derlerse, iddeti tamamlanmış olur. Yine bunun gi­bi bir kadın her beş ayda bir hayız görüyorsa, temizlik döneminin başında kocası ölür ve hayız zamanı gelip çatmadan dört ay on gün bekler ve kadın­lar da "Rahminde hamilelik bulunmadığında şüphe yoktur" derlerse, iddeti tamamlanır. Ama kadınlar veya kendisi hamileliğinden şüphe ederse, dokuz ay beklemesi vâcib olur. Hamilelik şüphesi ortadan kalkarsa ne âlâ. Aksi tak­dirde hayız görünceye veya kuvvetli görüşe göre hamileliğin en fazla süresi olan beş yıl süreyle beklemesi gerekir. Bazı kimseler hamileliğin en fazla sü­resinin dört yıl olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları bundan daha başka süreler söylemişlerdir. Kadın iddet süresi zarfında hayız görenlerden olup da hayız görürse, iddeti (dört ay on günlük) müddetle tamamlanır. Âdeti ertele­nerek hayız görmezse, hayız görmedikçe iddeti tamamlanmaz. Hayız görün­ce iddeti tamamlanır. Hayız görmezse, dokuz ay bekler. Dokuz ayı tamamla­dığında; kendisi veya kadınlar hamileliğinden şüphe ederlerse, bu şüphe or­tadan kalkıncaya dek bekler. Ya da hamileliğin en fazla süresi kadar bekler. Açıkça görülüyor ki Mâlikîlerin; kadınların, özellikle uzman kadınların kararlarına dayanma teorileri, zamanımızda müşkülâtı kesinlikle ortadan kal­dırıyor. Zîra bilgili kadın hekimler, dört ay on günden fazla beklemeden ra­himde çocuk bulunup bulunmadığına hükmedebilirler.

Özetle; kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadının kocası vefat ettiğinde önce hayız adetine göre bekler. Dört ay on günde hayız görmezse; meselâ beş ayda bir hayız görüyorsa ve temizlik döneminin başındayken kocası ölürse, dört ay on gün beklemekle iddeti tamamlanır. Yalnız rahminin boş olduğu husu­sunda şüphe bulunmaması şarttır. Kendisi hâmile olduğunu hisseder veya ken­disini gören kadınlar hâmile olduğundan şüphe ederlerse iddeti tamamlan­maz. Aksine, önce belirtilen süre kadar beklemesi gerekir. Ama dört ay on günde hayız gören bir kadın olup, bir kez olsun bu süre zarfında hayız gö­rürse, dört ay on gün süre beklemekle iddeti tamamlanır. Bilinmeyen bir se­bepten veya kuvvetli görüşe göre hastalıktan ötürü hayız görmezse, hayız gö­rünceye dek iddeti tamamlanmaz. Hayız görmezse, dokuz ay bekler. Yine hayız görmez ve hamileliğinden kendisi ve kadınlar şüphe ederlerse, bu şüphe orta­dan kalkmcaya dek bekler. Veya hamileliğin en fazla süresi olan beş yıl müd­detle bekler.

Şâfîîler dediler ki: Kendisi hâmile değilken kocası ölen kadının idde-tinin dört ay on gün süre beklemekle tamamlanması için bazı şartlar gereklidir:

1- Ölen koca, karışım bâin talâkla boşamış olmamalıdır. Bâin talâkla boşar da, karısı iddet beklemekteyken ölürse; kadın boşanma iddetini bekle­meye devam eder. iddeti, vefat iddetine dönüşmez. Kadın hâmileyse ve bâin olarak boşanmışsa; doğuruncaya dek iddet nafakası almaya devam eder. Ric'î talâkla boşanıp iddet beklemekteyken kocası ölürse, o zaman boşanma idde­ti vefat iddetine dönüşür. Boşanmanın kalan iddeti ve nafakası düşer. Zîra nafakayı haketmesine sebeb olan iddet geçersiz olmuştur. Bu iddeti, yeni bir iddete dönüşmüştür. Bu nedenle bu kadının bâin olarak boşanan kadının ak­sine, süslenmeyi terketmesi vâcib olur. Bâin talâkla boşanan kadının süslen­meyi terketmesi vâcib olmaz. Çünkü o ilk iddeti üzerinde kalmaya devam eder ve iddeti, boşanma iddetine dönüşmez.

2- Kadın, rahminin hamilelikten temiz olduğundan şüphe etmemelidir:

Karnındaki bir ağırlık veya bir hareketten dolayı hamilelikten şüphe etme­melidir. Kendisinde bu şüphe ya iddetinin tamamlanmasından önce, ya da iddetinin tamamlanmasından sonra meydana gelir: İddetinin tamamlanma­sından önce meydana gelirse, bu şüphe ortadan kalkıncaya dek beklemesi ge­rekir. Öyle ki; iddeti tamamlanır ve Ölen kocasından başka bir erkekle evle­nirse, gerçekte hâmile olmadığı anlaşılsa bile nikâhı bâtıl olarak akdedilmiş olur. Nikâhlarını yenilemeleri gerekir. Bazıları derler ki: îlk nikâh eski hali üzere kalır. Çünkü hakikat, o nikâhın sahih olduğuna delâlet etmektedir. İkinci kocayla beraber bâtıl nikâh üzere evliliği devam ettirir de, onunla evlendik­ten altı aydan fazla bir süre sonunda doğurursa,doğancocuk-kadınm ilk ko­cadan boşandıktan sonra dört yıl geçmeden doğurmuş olması nedeniyle ilk kocaya ait olması her ne kadar mümkünse de- ikinci kocaya ait kılınır. Ama ikinci kocayla evlendikten spnra aradan altı ay geçmeden doğurursa; doğan çocuk -ilk kocadan boşandıktan sonra dört yıldan fazla bir zaman geçtiği için her ne kadar ikinci kocaya nispet edilebilirse de- ilk kocaya ait kılınır. Ama iddetinin tamamlanmasından sonra hamilelik şüphesi kadında meyda­na gelirse, bu şüphesi ortadan kalkmcaya dek sabredip evlenmemesi sünnet olur. Sünnete muhalefet eder ve başka bîr erkekle evlenirse, iddeti zahiren tamamlanmış olduğu için nikâhı bâtıl olmaz. Ancak bâtıl olduğuna dair ke­sin bir karine mevcud olursa, o zaman nikâhı bâtıl olur. Örneğin ikinci ko­cayla evlendikten sonra rahmine çocuğun düşmesinin mümkün olacağı; yani kocasının cinsel temasta bulunarak kendisini gebe bırakmasının mümkün ola­cağı vakitten sonra altı ay geçmeden doğurursa, bu doğum nedeniyle ikinci evlilik akdinin bâtıl olduğu anlaşılır. îlk kocasından ötürü beklemesi gereken iddetin tamamlanmamış olduğu da ortaya çıkar. Doğan çocuğun nesebi -ilk kocadan boşandıktan sonra hamilelik müddetinin en çoğu olan dört yıllık bir süre geçmediği için- ilk kocaya nispet edilmesi mümkünse, ona nispet edilir. İlk kocadan boşanma tarihinden itibaren dört yıldan fazla bir zaman geçtik­ten sonra doğurursa, önce de belirtildiği gibi bu çocuğun nesebini ilk kocaya nispet etmek mümkün olmaz. Ama ikinci kocayla evlenişinin üzerinden altı aydan fazla bir zaman geçtikten sonra doğurursa, ikinci akid sahih olur. Ço­cuk da ikinci kocaya ait olur.

Burada Şâfiîler, hamilelik şüphesini tıbbî araçlar ve uzman kadınların marifetiyle ortadan kaldırmanın mümkün oluşundan bahsetmemişlerdir. An­cak demişlerdir ki: Burada düşüğün insan eti olduğunu haber vermede ebe­nin görüşü ile amel edilir. Dört ebe bu yolda haber verirlerse, bu kadın zahi­ren de bâtınen de evlenebilir. İki uzman erkek de bu hususta dört ebe gibidir­ler. Bir tek ebe dahi bu yolda haber verirse, bu kadın bâtınen (fetva bakımın­dan) başka bir erkekle evlenebilir. Şu halde uzman kadına itimad etme ilkesi, Şâfiîlere göre muteberdir. Maksat aynıdır: O da rahmin boş olduğunun ta­hakkuk etmesidir. Bu durumda hamileliğinden şüphelenen kadının hâmile olmadığının kesinlikle bilinmesi ve bu sıkıntıdan kurtulması için kendini uz­man kadın hekimlere muayene ettirmesi doğru olur.

Şunu bil ki bu şart, sadece kocası ölen kadının iddetinin tamamlanma­sına özgü değildir: Aynı zamanda bu şart, boşanan ve nikâhı feshedilen ka­dının iddetini de kapsamaktadır. İddetin doğumla tamamlanması bahsinde de öğrenildiği gibi çocuğun ya da penisi ve testisleri kopuk olan bir kocanın ölüp de geride bıraktıkları kanlarının iddeti dört ay on gündür. Bu kadının hâmile olduğu belirse bile hüküm değişmez. Bilindiği gibi kadının hamileli­ği, şüphe sonucu yapılan cinsel temastan dolayı teşekkül etmişse, kadının iki iddet beklemesi gerekir: Yani doğuruncaya kadar bekler. Doğurunca, şüphe sonucu yapılan cinsel temasın iddeti tamamlanmış olur. Doğurduktan sonra da vefat iddetine başlayıp, dört ay on gün bekler. Kendisi hâmile değilken kocası vefat ederse, sonra iddet esnasında kendisiyle şüphe sonucu cinsel te­masta bulunulursa ve bu temas nedeniyle hâmile kalırsa, iddeti doğumla so­na erer. Bu temastan önce vefat iddeti için beklemiş olduğu süre, kadının le­hine hesaplanır. Doğurduktan sonra, önce beklediği süreyi de hesaplayarak dört ay on günlük iddet süresini tamamlar. Ama bu kadın, kocasının nikâhı altındayken bir başka şahıs kendisiyle zina eder ve zina eden bu şahıs onu gebe bırakır, sonra da kocası vefat ederse; bu kadın dört ay on günlük vefat iddeti bekler. Bu süreyi tamamladığında iddeti sona ermiş olur. Doğursa da doğurmasa da bu süre sonunda iddeti tamamlanmış olur. Artık başka bir er­kekle evlenip cinsel temasta bulunması helâf olur. Esah olan kavle göre bu kadın zinadan hâmileyken de başka erkekle evlenebilir. Zîra zina suyundan doğan çocuğun hürmeti yoktur. Kendisi hâmileyken adamın biri onunla ev­lenmek ister de, durumunu bilmezse; yani zinadan mı yoksa şüphe sonucu yapılan bir temastan mı hâmile kaldığını bilemezse, bu hususta sahih kabul edilen iki kavil vardır:

a- Bu hamileliğin zina sebebiyle olduğu kabul edilir: Bu durumda bu ka­dını nikahlayıp onunla cinsel temasta bulunulabilir.

b- Bu hamileliğin şüphe sonucu yapılan temas nedeniyle olduğu kabul edi­lir: Bu durumda kendisiyle evlenmek isteyen şahıs, iddetini tamamlayıncaya kadar onu bekler. Doğrusu, hadden kurtulsun diye bu hamileliğinin, şüphe teması nedeniyle olduğu kabul edilir. Üzerine nikâh akdi yapmanın caiz ol­ması ve kendisiyle temasta bulunmanın helâl olması için bu hamileliği, zina sebebiyle meydana gelmiş saymak da mümkündür. Bu takdirde iddet bekle­meksizin onunla evlenip temasta bulunmak çâiz olur,.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki; kadın kocasının ölümünden sonra iddet-teyken zina yaparak hâmile kalırsa, bu hamileliği vefat iddetini kesmez.    .

3- Dört hilâl ayı ve geceîeriyle birlikte on günün geçmiş olması şarttır. Şart olan, mümkün olduğu kadarıyla hilâli nazar-ı itibâra almaktır. Koca, ay başında yâni aym hilâlinin ilk görüldüğü anda vefat ederse; dört hilâl ile birlikte geceli gündüzlü on günün geçmesi şarttır. Aybaşından sonra vefat eder­se, vefat ettiği ayın kalan kısmı günlerle hesaplanır. Eksik kalan günler be­şinci aydan tamamlanır. Aralarındaki süre hilâllerle hesaplanır: Meselâ şa­ban ayının onbeşinde vefat ederse, üç ay hilâllerle hesaplanır. Bu üç ay rama­zan, şevval ve zilkade aylandır. Sonra beşinci ay olan zilhicce ayından onbeş gün alınır ki; bununla şaban ayının kalan eksiği ve dolayısıyla dört ay tamam­lanır. Böylece zilhiccenin onbeşine ulaşılmış olur. Bundan sonra zilhicceden on gün ve gece alınır. Böylece de kadının iddeti, zihhice ayının yirmialtısında tamamlanır. İddet, diğer zamanlarda vefat edilmesi durumunda da bu şekil­de hesaplanır. Kadının'hilâli görmesi imkânsız olur da eksik ve tam ayları bilemezse, o her zaman aylan tam olarak hesaplar.

Hanbelîler dediler ki: Kendisi hâmile değilken kocası vefat eden ka­dının iddetinin dört ay onşgün bekleyerek tamamlanması için şu şartların ta­hakkuku gerekir:

1- Rahminin boş ve temiz olduğundan şüphe etmemelidir: Dört ay on günlük sürenin tamamlanmasından önce hâmile olduğundan şüphe ederse; meselâ karnında bir hareket hisseder veya karnı şişer yahut hayız kanaması kesilir veyahut memesine süt iner yahut da bunlara benzer haller görürse; bu şüphesi ortadan kalkmadıkça iddeti tamamlanmış olmaz. Hâmile olduğu gö­rülürse, iddeti doğurmakla sona erer. Hâmile olmadığı anlaşılırsa, iddeti bun­dan sonra tamamlanır ve evlenmesi helâl olur. Bu şüphesi varken ölen koca­sından başka bir erkekle evlenirse, hâmile olmadığı sonra anlaşılsa bile nikâ­hı bâtıl olarak akdedilmiş olur. Dört ay on gün bekledikten sonra hamilelik şüphesi beürirse,yine bu şüphe ortadan kalkıncaya dek beklemesi gerekir. Şüphe varken evlenirse, nikâhı bâtıl olarak akdedilmiş olur. Çünkü bu durumda o, iddet beklemektedir. Ama dört ay on gün bekledikten sonra hamilelik şüp­hesi ortaya çıkmazsa, sonra da başkası kendisiyle evlenip cinsel temasta bu­lunur ve kadın bundan sonra hamileliğinden şüphe ederse, nikâh fâsid ol­maz. Çünkü bu şüphe, iddetin zahiren tamamlanmasından sonra ortaya çık­mıştır. Ancak bu şüphe ortadan kalkıp hâmile olmadığı anlaşılmadıkça, ikinci kocanın bu kadınla cinsel temasta bulunması haram olur. İkinci kocayla ev­lendikten sonra altı ay geçmeden doğurduğu için önceden hâmile olduğu an­laşılırsa, bu takdirde ikinci nikâh bâtıl olur. Çünkü kendisi iddetteyken üze­rine nikâh akdedilmiş olduğu anlaşılmıştır. Nikahlayıp kendisiyle cinsel te­masta bulunmamış ve sonra da hamilelik şüphesinin ortaya çıkmış olması durumunda da bu şüphe ortadan kalkmadıkça, onunla cinsel temasta bulun­ması haram olur. Üzerine nikâh akdedildikten sonra altı ay geçmeden doğu­rursa, önce de anlatmış olduğumuz gibi nikâh akdinin bâtıl olduğu anlaşılır. Ancak bu kadının doğurmuş olduğu çocuğun düşük olmaması, yani diğerle­ri gibi yaşıyor olması şarttır. Aksi takdirde bununla akid bâtıl olmaz. Çünkü bu düşüğün, ilk kocasının vefatından sonra rahmine düşmüş olması muhte­meldir.

2- Kadın, başka bir erkekten hâmileyken kocası ölmüş olmamalıdır: Me­selâ kocası, emsallerinin çocuğu olmayan küçük yaştaki bir erkekse veya tes-tisleri ya da penisi kesikse -bu ikisinin de çocukları olmaz- veya nikahladık­tan sonra henüz cinsel temasta bulunmadan vefat ederse, bu durumda kadı­nın iki iddet beklemesi gerekir: İddetİn biri doğumla sona erer. Diğeri vefat iddeti olup, doğurduktan sonra başlar. Doğurduktan sonra bu kadının dört ay on gün beklemesi gerekir.

3- Koca, sıhhat halindeyken karısını bâin talâkla boşamış olmamalıdır. Bâin talâkla boşar da, karısı iddetteyken kendisi ölürse, karısının iddeti vefat iddetine dönüşmez. Aksine ilk iddetini beklemeye devam eder. Çünkü bu du­rumda kadın ona yabancıdır. Ama ölümle sonuçlanmasından korkulan bir hastalığa yakalanmışken karısını bâin talâkla boşar da, kadın iddet bekle­mekteyken koca ölürse, iddeti vefat iddetine dönüşür. Meğer ki boşanma id­deti daha fazla olsun. O zaman boşanma iddetini beklemesi gerekir. Meselâ kadın üç ayda bir hayız gören kadınlardan olup, kocası kendisini bâin talâk­la boşar ve boşandıktan sonra bir kez hayız görür de kocası ölürse; dört ay on günlük vefat iddetini beklemesi gerekir. Bu süre kalan iki hayız için yeter­li olmaz. Dört ay on günlük sürenin tamamlanmasından sonra, kalan iki ha­yız kanamasını görmek için beklemesi gerekir. Bu durumda boşanma ve ölüm iddetlerinden hangisi daha fazla süreli ise onu bekler. Zîra bu durumda ko­casına mirasçı olmaktadır.

Ama bir kimse karısını ric'î talâkla boşar, sonra karısı iddet beklemek­teyken kendisi vefat ederse; karısının (talâk) iddeti vefat iddetine dönüşür. Kocasının ölüm gününden İtibaren dört ay on gün beklemesi gerekir. Boşa­ma iddeti düşer: Çünkü bu durumda kocasının karışıdır. Miras ve diğer eşlik hakları vardır. Sonu ölümle noktalanan hastalığı halindeyken karısını boşar­sa, karısı kendisine mirasçı olamaz. Tıpkı kölenin ölümle sona erecek hasta­lığı halinde hür veya cariye olan karısını boşaması, sonra da karısı iddet bek­lemekteyken kendisinin ölmesi gibi... Bu durumda karısı talâk iddeti bekler. Çünkü bu karısı ona mirasçı olamaz. Müslüman bir erkeğin nikâhmdaki zımmî bir kadını kocası, ölümle sona erecek hastalığı halinde boşarsa bu kadın da talâk iddeti bekler. Çünkü bu da kocasına mirasçı olamaz. Yine aynı şekilde karı - koca müslüman olup; koca, ölümle sona erecek hastalığı halindeyken rızasını alarak karısını bâin talakla boşar; meselâ kadın boşanmayı ondan isteyip o da boşarsa, kadın talâk iddeti bekler. Çünkü bu durumda kocasına mirasçı olamaz. Bir şahıs karısını boşar, karısı da hayız veya başka bir yolla iddetini tamamlar da, bundan sonra kocası vefat ederse; ric'î talâkla da bo­şamış olsa, bâin talâkla da boşamış olsa bu koca için kadın üzerinde iddet hakkı olmaz.

Hamilelik şüphesi bulunmadığı takdirde vefat iddetini beklemede hayız görmek nazar-i itibara alınmaz.

 

Hayız Görenlerden Olması Durumunda Boşanan Kadinin İddeti, Hayzın Mâna Ve Şartları Bahsi

 

Bir kimse, sağlığında boşama veya nikâh feshi biçiminde karısından ayrılır ve karısı da hayız görenlerden olursa; karısı,

"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kur' beklerler.[6] âyet-i kerîmesi gereğince üç kur' ile iddet bekler. Âyet-i kerîmede "boşan­mış kadınlar" derken tabiî ki, hâmile değilken boşanmış olan kadınlar kas­tedilmektedir. Buna da şu âyet-i kerîme delâlet etmektedir:

"Gebe kadınların iddetleri ise, çocuklarını doğurmalarıyla son bulur.[7] Bu âyet-i kerîme genel anlamlı olup boşanan kadınları ve kocası ölen kadınları kapsamaktadır. Birinci âyet, hâmile olmayan kadınlara tah­sis edilmiştir. Bu anlatılan, hür kadının iddetiydi. Cariyenin İddetine gelin­ce bu, hür kadınmkinin yarısı kadardır. Yalnız kur' ikiye bölünemediği için­dir ki cariyenin İddeti iki tam kur' olmuştur. Bu bahsi ilgilendiren mesele­leri şöylece sıralayabiliriz:

1-  Kur'dan kastedilen mâna nedir?

2- Emzirme nedeniyle hayzı geciken kadın, çocuğu sütten kestikten sonra hayız ile mi yoksa aylarla mı iddet bekleyecektir?

3-  Hastalık nedeniyle hayzı kesilen hasta kadının iddeti nasıldır?

4- Kanaması devam edip kendisine müstehaze denilen kadının iddeti nasıldır?

5- Bir, iki, üç, dört, beş veya on senede bir hayız gören kadının iddeti nasıldır?

6- Hayızdan başka bir şeyle bulûğa eren ve ondan sonra da hayız gör­meyen kadının iddeti nasıldır?

Mezhepler bu sorulara tafsilâtlı cevaplar vermişlerdir.

 

(63) Mâlîkîler dediler ki: Birinci sorunun cevabı şöyledir: Kur'un mâna­sında ihtilâf edilmiştir. Meşhur olan şu ki kur  hayızdan temizlenmek demektir. Bir kimse karısını temizlik devresinin sonunda boşadığında, boşama sözünü tamamladıktan hemen sonra karısında hayız kanaması başlarsa, bu onun için bir temizlik devresi olarak hesaplanır. Bir kez daha hayız görüp temizlenirse, bu onun için ikinci bir temizlik devresi sayılır. Yine hayız görüp temizlenirse, bu onun için üçüncü bir temizlik sayılır. Bu üçüncü temizliğin sona ermesiyle, dördüncü hayza girdiğinde iddeti tamamlanmış olur.

Bazıları kur'un mânasının hayız olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Ha­nefî ve Hanbelîler de böyle demişlerdir. Mâliki mezhebini araştıranlar, onla­rın kuru sadece hayız mânasında kullandıklarını göreceklerdir. Bu nedenle kur'un temizlik mânasına değil de hayız.mânasına kullanıldığı görüşü ağır­lık kazanmaktadır. Bazıları birinci kavli "Kur'un hayız mânasına kullanıl­ması mecazîdir. Temizlik mânasına kullanılması hakikidir" diyerek teyîd et­mişlerdir. Hakikatle amel etmek mümkün olduğunda mecazla amel etmek sahih olmaz. Bu teyîd yerinde değildir. Gerçek şu ki; kur' kelimesi, hayızla temizlik arasında müşterektir. Her ikisi için de eşit olarak kullanılır. îki mâ­nadan biri için kullanılması lügat bakımından öncelikli olmaz. Hal böyle olun­ca rahmin hakikaten ibrasının kendisiyle elde edileceği şey, temizlik değil de hayızdır. Bazı Mâliki muhakkiklerinin ifade ettikleri budur ve bunu hiç kim­se reddetmiş değildir. Görülen o ki Mâlikîler, kur' kelimesini hayız mânasın­da kullanmayı tercih etmektedirler. Ancak onlar, kocanın hayız halindeki ka­rısını boşaması durumunda bu eksik süreli hayzın, kadının lehine hesapla­nıp hesaplanamayacağını söylememişlerdir. Mâlikî mezhebinin kuralları, bu eksik süreli hayzın da temizlik devresi gibi hesaplanmasını gerektirmektedir, îddette muteber olan hayza gelince; bu doğum veya bekâret zarının yırtılma­sı gibi sebeplerle değil de adet gereği kendiliğinden kadının vaginasmdan akan bir kandır. Bu kanama ile iddetin tamamlanması için bazı şartlar gereklidir:

1- Bu kanama en azından bir gün veya bir günün bir kısmı kadar süreyle devam etmelidir: Ama bir an gibi kısa bir süre akarsa, bu her ne kadar iba­det babında hayız sayılırsa da iddetin kendisiyle tamamlanacağı temizlik hük­münü ortaya koyacak bir hayız sayılmaz. Bu haldeki kadının, bu kanama dur­duktan sonra gusletmeden namaz kılması helâl olmaz. Oruçluyken kendisin­de bu kanama başlarsa orucu bozulur. Şu da var ki; iddet babında hayız iki günden önce kesilirse bu kanın durumu, uzman kadınlardan sorulur. Adaleti bilinir olan bir kadın, bu kanın hayız olduğunu söylerse ne âlâ. Aksi takdir­de bu kan, hayız sayılmaz.

2- Kadın, dokuz yaşından küçük olmamalıdır. Dokuz yaşından küçük iken kendinde kanama görürse, hayızh sayılmaz. Hayızdan temelli kesilme (menapoz) çağma girdikten sonra da kendinde kanama görürse, yine hayızh sayılmaz. Hayızdan kesilme yaşı yetmiştir. 9 ila 13 yaşlan arasındaki kadının hayız kanaması uzman kadınlardan sorulur. Onlar bunun hayız olduğunu söy­lerlerse ne âlâ. Bunda şüpheli olur veya bu kanın hayız olmadığını kesin ola­rak söylerlerse, onların görüşleriyle arnel olunur. 5 iîa 7 yaşları arasındaki kızların hayızları da uzman kadınlara sorulur.

3- Akan kan; kızıl, san veya bulanık renkte olmalıdır. Bulanık, meşhur kavle göre siyahla beyaz arasında olan bir renktir. Bu kan kızıl renkte değilse hayız sayılmaz diyenler de olmuştur.

4-Bu kan ilaç kullanarak akıtılmış olmamalıdır. Kadın hayız kanaması­nı normal vaktinden önce çabuk başlatmak için ilaç kullanır ve kanama gö­rürse, iddeti bu kanamayla tamamlanmış olmaz. Hal böyle olunca da bu kan, namaz ve orucu menedecek bir hayız olmaz. Bu kanın hayız olabileceğini dü­şünerek kadının, oruçlarını kaza etmesi ihtiyat gereğidir. Kadın, hayız kana­masını durdurmak için ilaç kullanır da kanaması durursa, temizlenmiş oldu­ğuna hükmedilir. Sonra hayız görmemiş kadın için -buna mübtedie denir- hay­zın maksimum süresi onbeş gündür. Hayızda adeti olan kadın içinse, adetine göre hesaplanır. Adet süresi dolduğu halde kanaması durmazsa üç gün daha bekler. Her kanama devresinde üç gün arttırarak onbeş güne ulaşıncaya ka­dar bekler. Onbeş günü doldurunca artık beklemez. Kadının hayız adeti on­beş gün olmadığında kadın üç gün bekler. Ama hayız adeti onbeş gün ise, daha sonra kanama görülse bile hayızh sayılmaz. Temizlik döneminin en az süresi onbeş gündür. Mâlikîler, hâmile kadının da hayız görebileceğini söyle­mişlerdir.

ikinci sorunun cevabına gelince, diyeceğimiz şudur: Kur' kelimesi hayız mânasına da olsa, temizlenme mânasına da olsa çocuk emziren kadının em­zirmesi yıllarca sürse bile iddeti, kur'larla olur. Emzirmesi tamamlandıktan sonra, üç hayız görünceye dek beklemesi gerekir. Çocuğu sütten kestikten sonra bekler ve bir yıl tamamlanıncaya dek hayız görmezse, artık başka erkeklerle evlenmesi helâl olur.; Bunda hür ile cariye arasında bir fark yoktur. Çocuk emziren cariyenin iddeti, ancak hayız ile sona erer. Emzirme müddeti içeri­sinde hayzın kesilmesi, onun iddetini zaman aşımı şeklinde iddet beklemeye dönüştürmez. Koca, kadının iddeti tamamlanabilsin diye çocuğu ondan alıp süt anneye verebilir. Tabiî kocanın bunda bir yararı varsa; meselâ karısı id-detteyken kendisinin ölüp de karısının ona mirasçı olmasından korkması gi­bi... Koca bu durumda hasta olmasa bile hüküm aynıdır. Çünkü ölüm ani­den gelir. Ya da koca, karısının kız kardeşiyle evlenmek ister de karısı evlen­melerini engellemek için iddeti uzatması veya kocanın dördüncü bir kadınla evlenmek istemesi veya kadının iddet nafakasını kesmek istemesi gibi... Bu durumlarda kadın iddeti uzatırsa, kocası çocuğu elinden alarak süt aı reye teslim eder ki kadının iddeti sona ersin. Ancak bunun için de üç şartın ta­hakkuku gerekir:

1- Çocuk, başka kadının memesini kabul etmelidir. Öyle ki anadan baş­ka çocuğu emzirecek bir kadın bulunmalı, çocuk onun memesini kabul et­meli ve bunun da çocuğa bir zararı dokunmamahdır.

2- Kadının hayızdaki adeti, çocuk emzirme nedeniyle gecikmiş olmalı­dır. Ama sadece iki yılda bir hayız görüyorsa, yani emzirmeye son verse bile hemence hayız görmeyecekse; baba, çocuğu onun elinden alıp da süt anneye veremez.

3- Çocuk anasının yanında ve bakımındayken süt anne onu emzirmeli­dir. Çünkü kasıtlı olarak iddeti uzatması nedeniyle çocuğu yanında tutup ona bakma hakkı düşmez.

Üçüncü sorunun cevabına gelince; bu şöyle olur: Hastalık nedeniyle ka­dının hayzı gecikirse istibrâ; yani rahminin boş ve temiz olduğunu gerçekleş­tirmek için dokuz ay bekler. Zîra bu müddet, çoğunlukla hamilelik müddeti­dir. Bu müddet boşanma vaktinden itibaren mi, yoksa hayız kanamasının ke­silmesinden itibaren mi işlemeye başlar? Bu hususta iki kavil vardır. İstibrâ için dokuz ay beklerse, -hür olsun cariye olsun- bundan sonra üç ay iddet bekler. Bazıları da bir yılın tamamını iddet olarak sayarlar. Bunun açıklama­sı kolaydır. Çünkü iddeti tamamlansın diye bu durumdaki kadının her hal-ü kârda bir yıl beklemesi zorunludur. Bir yılı doldurmadan hayız görürse, üçüncü hayzı bekler. Üçüncü hayız gelirse ne âlâ. Aksi takdirde iki hayız daha gö­rünceye dek bekler. Hayız görmez ve bu haldeyken bir yıl dolarsa, artık baş­ka erkeklerle evlenmesi helâl olur. Şayet -yılın son gününde olsa bile- hayız görürse, üçüncü sene tamamlanıncaya dek bekler. Ya hayız bekler ya da ha­yız görmeksizin başka erkeklerle evlenmesi helâl olur.

Bu anlatılanlar, hür kadınla ilgiliydi: Cariye olması durumunda kadın, ikinci hayzı görmekle veya içinde hayız görmediği senenin tamamlanmasıyla başka erkeklerle evlenebilir. İçinde hayız görmediği senenin tamamlanmasından sonra başka bir erkekle evlenir de, sonra bu kocası kendisini boşar ve hayız görmezse; üç ay iddet bekler. Çünkü bu durumda -hür olsun cariye olsun-hayızdan temelli kesilmiştir.

Dördüncü sorunun cevabına gelince bu şöyledir: İstihazeli kadın, rah­mini ibra etmek için dokuz ay bekler. Zîra çoğunlukla hamilelik süresi do­kuz aydır. Bundan sonra üç ay iddet bekler. Böylece iddeti, bir yılla tamam­lanmış olur.

Beşinci sorunun cevabına gelince bu şöyledir: Yılda bir hayız görmeyi adet edinmiş olan kadın, beş yılda bir hayız görmeyi adet edinen kadın gibi hayızla iddet bekler. Yani adetini bekler. Bir, iki veya beş yılın son gününde hayız görürse, ikinci hayzı bekler. Hayzı gelmezse, başka erkekle evlenmesi helâl olur.

Beş yıldan sonra adet gören kadına gelince; meselâ altı veya yedi veya sekiz veya dokuz veya on yılda bir hayız gören kadına gelince; bazıları bu­nun adetini bekleyerek kur'Iarla iddet göreceğini söylemişlerdir. Adet gör­mezse, başka erkekle evlenmesi helâl olur. Aksi takdirde ikinci hayzı bekler ve bu, böyle devam edip gider. Bazıîarıysa bu kadının, içinde hayız görmedi­ği yılın tamamlanmasıyla iddetinin sona ereceğini söylemişlerdir. Bir yıl ge­çer de hayız görmezse, başka erkekle evlenmesi helâl olur. Doğrusu budur. Bazıları da bu kadının temelli olarak hayizdan kesilmiş olduğunu, üç ay bek­lemekle iddetinin tamamlanmış olacağını söylemişlerdir. Ancak bu görüşü Mâlikîler doğrudan uzak görmüşlerdir.

Altıncı sorunun cevabına gelince; baliğ olup hiç hayız görmemiş olan kadının iddeti, hayızdan temelli kesilmiş veya yaş küçüklüğü nedeniyle hayız görmeyen kadınınki gibi i|ç aydır.

Hanefîler dediler ki: Birinci sorunun cevabı şöyledir. Kur'dan mak­sat, ihtilafsız olarak hayızdır. Çünkü Mâlikîlerin de ifadesinde geçtiği gibi rahmin ibrası ancak hayız kanamasıyla bilinir. Hür kadının iddeti üç tam hayız görmedikçe tamamlanmaz. Öyle ki; bir şahıs karısını hayız kanaması başla­madan bir an önce boşar da hemen sonra karısı hayız görmeye başlarsa, bu onun için bir hayız olarak hesaplanır. Ama boşamazdan bir an önce hayız kanaması başlar da hemen sonra karısını boşarsa; bu hayız, karısının iddeti için hesaba katılmaz. Cariye kadının iddeti iki tam hayızla sona erer.

Sonra iddetin kendisiyle tamamlandığı hayız; kendine özgü şartlarla ra­himden çıkan bir kandır: Meselâ anustan çıkarsa, hayız sayılmaz. Rahimden akan kanın hayız olması, şu şartlara bağlıdır:

a- Seçkin görüşe göre bu kan, 9 ile 55 yaşlan arasındaki bir kadından akmalıdir. 9 yaşından küçük iken kadının kendinde gördüğü kanama, hayız değildir. Aynı şekilde ellibeş yaşını -ki bu yaş, müftâ bih kavle göre temelli olarak hayızdan kesilme yaşıdır- geçtikten sonra kendinde kanama görürse, bu kan hayız sayılmaz.

b- Pamuk veya mahfazanın düşmesiyle de olsa kan, dış vaginaya kadar çıkmalıdır. Hayız kanaması başlar fakat bu kanamayı pamuk ve benzeri şey­lerle tıkayıp durdurursa; öyle ki kan vaginanın dışına çıkmazsa, bu hayız sa­yılmaz. Hayızda kanın akıcılığı şart değildir.

c- Hayız kam, kanın altı renginden birine bürünmüş olmalıdır: Bu renk­ler şunlardır: Siyah, kızıl, san, bulanık, yeşil ve hâkî.

d- Kanama üç gün üç gece devam etmelidir: Kanama bir gün veya bir günün bir kısmı kadar ya da üç gün üç geceden az bir müddet devam ederse, hayız olmaz. Hayzin en fazla müddeti on gün on gecedir.

e- Hayız kanaması, temizliğin en az süresi olan onbeş günden sonra başlamış olmalıdır: Kadın üç gün süreyle kanama görür, kanama kesilip ondört gün boyunca temiz olarak bekler, ikinci kez kanama görürse, bu kan hayız olmaz. Üç gün veya daha fazla kanama devam etse bile, hayız değildir.

f- Rahim boş olmalıdır: Hâmile kadının gördüğü kanama hayız değildir.

Bundan da öğrenmiş oluyoruz ki küçük yaştaki kadının ve hâmile kadı­nın gördükleri kanlara hayız değil, ancak istihaze denilir. Üç gün üç gece de­vam etmeyen kanamaya da aynı ad verilir. Temizlik süresi (onbeş gün) dol­madan görülen kan da böyledir. Doğum sebebiyle akan kana da hayız denil­mez. -Buna nifas adı verilir. Bekâret zarının yırtılması nedeniyle akan kana gelince, bilindiği gibi bu kan rahimden çıkmamaktadır.

İkinci sorunun cevabına gelince, Hanefîler derler ki: Kadın bir kez hay-zın en az süresi -üç gün üç gece- kadar hayız görürse, hayız gören kadınlar grubuna girer. Çocuk emzirme veya başka bir nedenle hayzı kesilirse, ellibeş yaşına ulaşmadıkça iddeti sona ermez. "Üç gün süreyle hayız görürse1' kay­dını kullanmakla, hayızsiz olarak kadının bulûğa ermesi veya bir ya da iki gün hayız gördükten sonra kanamanın kesilmesi, hayız görmeksizin ve doğurmaksızın bir yıl beklemesi ve kocasının kendisini boşaması durumu kap­sam dışına çıkarılmış oldu. Bu durumdaki kadın üç ay beklemekle iddetini tamamlamış olur. Yaşı otuza varınca, hayızdan temelli kesilmiş olduğuna hük­medilir.

Üçüncü sorunun cevabına gelince; bu, tıpkı ikincinin cevabı gibidir. Ka­dın hayız görenlerden olduğuna, hayzın en az süresi kadar da olsa bir kez hayız gördüğüne göre, ancak hayızla iddet bekler. Üç kez hayız görmezse, hayızdan temelli kesilme yaşına ulaşmadıkça iddeti tamamlanmaz. Bilindiği gibi vakti gelmemiş olsa bile kadın, ilaç kullanarak hayız kanamasını başla­tabilir. Bu yöntemle hayız kanaması başlarsa, iddeti tamamlanır.

Şunu bil ki Hanefîler, bu meselede Mâlikîleri taklîd etmenin câizliği hu­susunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları Mâlikî mezhebine göre fetva vermenin caiz olacağını, yani hayız gören kadının iddeti tamamlanır, sonra da içinde hayız görmediği yılın tamamlanmasından sonra temizlik dönemi uzar demiş­lerdir. Diğer bazıları da demişler ki, müftünün bu şekilde fetva vermesi caiz olmaz. Ancak kendi şahsı için bu hükmü taklid edebilir. Evet Mâlikî bir kadı bu şekilde hüküm verirse, Hanefî bir kimsenin bu hükmü uygulaması, ihti­lafsız olarak sahih olur. Akla en yakın olduğunu zannettiğim görüş, birinci­sidir. Çünkü onların "Müftünün bu reyle amel etmesi caizdir; ama başkası­na bu reyle fetva vermesi caiz değildir" demelerini anlamsız buluyorum, zîra bu görüş ya zayıftır: Müftünün zayıf veya fâsid bir reyle amel etmesi, bu gö­rüşün kendisi için caiz, başkaları için memnu olması dinî kurallara uymaz. Ya da bu görüş, kuvvetlidir: Bu durumda sadece müftünün bu görüşle amel edip başkasına bu yolda fetva verememesi anlamsız olur. Açıkça bilinen odur ki, müftü bu görüşe göre fetva verebilir.

Dördüncü sorunun cevabına gelince; kanaması devam eden istİhazeli ka­dın, kanamanın devamlı oluşundan önce bir adeti var idiyse, bu adeti esas alınır: Meselâ aybaşında veya ay ortasında altı gün hayız görüp sonra kana­ması devam etmişse, hayzı her ay başından veya her ay ortasından sonra altı gün olarak hesaplanır. Kalan süre temizlik devresi olarak kabul edilir. İddeti de üç ayla tamamlanır. Bu hesap hep böyle yapılır. Ama kadının iddeti bilin­mezse, müftâ bih kavle göre iddeti yedi ayla tamamlanır. Şöyle ki: Bu kadı­nın hayzı İçin, hayzın en fazla süresi olan on gün takdir edilir. Bir temizlik devresi için de iki ay takdir edilir. Yani onun iki ayda bir hayız gördüğünü farzederiz ki bu da temizliğin maksimum süresidir. Böylece hayız sürelerinin toplamı bir ay, temizlik sürelerinin toplamı da altı aydır.

Beşinci sorunun cevdbma gelince; bu açıktır: Zîra kadın hayız görenler-dense ve ancak onbeş yılda bir hayız görüyorsa, Hanefîlere göre bu kadının iddeti sadece hayızla tamamlanır. Hayız görmezse, menapoz devresine gir­medikçe iddeti tamamlanmaz. Bilindiği gibi kadının iddetinin tamamlanma­sı hususunda Mâlikîleri taklid etmek caizdir.

Altıncı sorunun cevabına gelince; bulûğa ermiş ve henüz hayız görme­miş kadın, kocasıyla birlikte bir yıl bekler; hâmile kalmaz da, sonra da koca­sı kendisini boşarsa, iddeti üç ay beklemekle tamamlanır. Çünkü bu kadın, küçüklük veya büyüklük dolayısıyla hayız görmesinden umut kesilen kadın hükmündedir. Otuz yaşına vardığında önce de belirtildiği gibi hayızdan te­melli kesilmiş olduğuna hükmedilir. Kadın hâmile olur da, sonra da kocası onu boşar ve kanama görmeksizin yedi ay geçerse, iddeti aylarla tamamlan­maz. Çünkü doğumdan önce veya sonra kanama görmese bile hâmile kalan kadının hayızdan temelli kesilmiş olduğuna hükmedilmez. Şu da var ki bu meselede de Mâlikîleri taklid etmek, Allah'ın kullarını sıkıntıdan kurtarmak amacıyla gerekir.

Şâfiîler dediler ki; birinci sorunun cevabı şöyledir: Kur'dan maksat tek kelimeyle temizliktir. Hür kadının iddeti üç temizlik geçmeden tamam­lanmış olmaz. Sonunda bir anlık süre kalmış olsa bile, içindeyken boşanmış olduğu temizlik devresi de kadının lehine hesaplanır: Şöyle ki karısına, te­mizken "Sen boşsun'* der, bu sözü tamamladıktan hemen sonra karısı hayız görmeye başlarsa, bu temizlik dönemi kadın lehine hesaplanır. Bundan son­ra aralarında iki hayzın gireceği iki temizlik devresiyle kadının iddeti tamam­lanır. Yani üçüncü hayza girince iddeti tamamlanır. Yani içindeyken boşandı­ğı temizlik devresinden sonra hayız görür, sonra temizlenir, sonra yine hayız görürse; bu onun için ikinci bir temizlik sayılır. Sonra ikinci kez hayız görür, sonra temizlenir, sonra üçüncü hayza girerse, bu onun için üçüncü temizlik olur. Temizlik, önce de belirtildiği gibi iki hayız arasına girmedikçe muteber sayılmaz. İki hayız arasına girince de temizliğin en azından onbeş gün sür­mesi gerekir. Kadının, iddetinin tamamlanmış olduğuna ilişkin iddiasının kabul edileceği vaktin hangisi olduğu, ric'at bahislerinde anlatılmıştı.

Cariyeye gelince; onun iddeti anlatılan tarzda iki kur' ile tamamlanır. Sonra iddetle muteber olan hayız en azından dokuz yaşma vardığında do­ğum veya bir illetten dolayı olmaksızın kadının vaginasından akan kandır. Maksat takriben de olsa kadının dokuz yaşma yaklaşmış olmasıdır. Dokuz yaşından azıcık küçük olsa da bunun kadın için zararı olmaz. Ancak bu ek­sikliğin, hayız görüp temizlenmeye yetecek kadar bir zaman olmaması şart­tır. Dokuz yaşına girmemiş küçük yaştaki kadın kendinde kanama görürse, bu hayız sayılmaz da hastalık ve arıza kanı sayılır. Hayizdan temelli kesilmiş olan kadın da böyledir. Esah kavle göre yaşı altmışikiyi bulan kadın, hayiz-dan temelli kesilir. İleride de anlatılacağı gibi bu kadınların iddeti üç aydır. "Kadının vaginasından akan kandır" demekle, kadının anusundan akan kan, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Tabii ki bu kan ve istihaze kanı kapsam dışına çıkarılmış oldu. İstihaze, hastalık dolayısıyla vaginadan çıkmaya de­vam eden kandır. "Doğumdan dolayı olmaksızın" demekle nifas kanı kap­sam dışına çıkarılmış oldu. Buna hayız denmez. Bu hayız kanının ardısıra gelecek olan temizlik dönemi ile iddetin tamamlanması için bazı şartlar ge­reklidir:

1- Hayız, kan renklerinden birine bürünmüş olmalıdır. Bu renkler beş­tir: Siyah -ki bu en kuvvetlisi d ir-, sonra kızı!, sonra doru, sonra sarı, sonra bulanıktır.

2- Kanama bir gün bir gece, yani yirmidört saat devam etmelidir. Bu, hayzın en az süresidir. Kanama bundan daha az sürerse, hayız değildir.

3- iki hayız arası, temizliğin en az süresiyle fâsıİalandırümalıdır. Temiz­liğin en az süresi onbeş gündür. Zîra hayzm en fazla süresi onbeş gündür. Bir kadının hayız adetinin onbeş gün olduğunu düşünürsek, ayın kalan te­mizlik süresi de onbeş gün olur. Bu süre, temizliğin en az süresidir, temizliğin en fazlasının sınırı yoktur. Sonra mûtemed görüşe göre hâmile kadın da ha­yız görür. Kadın hâmileyken kendinde kanama görür, sonra bu kanama kesi­lir ve kanamanın kesilişinden on gün sonra doğurursa, bu on günlük süre, hayızla nîfas arasındaki temizlik dönemi olur. Hayızla nifasın arasını ayıran temizliğin en az süresi onbeş gündür denilemez. Çünkü onların bundan kas-dettikleri, hayızla nifasın arasını ayıran fasıladır. Gebe kadının hayzı ile nifa-sınm arasını ayıran fasılanın onbeş gün olması şart değildir. Nifasın hayız-dan önce olması durumu da böyledir. Meselâ kadın doğurur da, sonra nifas kanaması başlar ve sonra bu nifas kanaması diyelim ki maksimum süresinin sonunda kesilir, sonra bir veya iki gün temiz olarak kalır da hayız kanaması başlarsa, bu temizlik her ne kadar onbeş gün olmasa bile hayızla nifas arası

fasıla sayılır. Bir kadın nifaslıyken boşanır da, sonra nifasından temizlenir ve temizliği bir veya iki gün devam eder de, sonra hayız görürse; bu onun için bir temizlik olarak hesaplanır. Kadın hâmileyken hayız görürse, orucu bozulur. Hayızlı kadına haram olan şeyler bu kadına da haram olur.

İkinci sorunun cevabına gelince; Şâfiîler de Hanefîler gibi derler ki: Ka­dın bir kez dahi olsa hayız görmekle hayız görenlerden olmuşsa, üç temizlik görmeden iddeti tamamlanmaz. Öyle ki hayzı kesilirse, hayızdan temelli ke­silme yaşına varmadıkça iddeti tamamlanmaz. Çocuğa süt emzirme veya has­talanma nedeniyle hayzı geciken kadının; çocuğu sütten kesinceye veya has­talıktan şifâ buluncaya dek sabretmesi, sonra da hayız görmesi gerekir. İlaç kullanarak ve benzeri yollara tevessül ederek hayzı daha önce başlatabilir. Bu yolla hayzı zamanından önce başlatırsa, hayzı muteber olur. Her ne kadar koca zarar görse de, naffaka ve barınma masraflarını kesme hakkına sahip değildir. Mûtemed olan görüş budur. Bu anlatılanlar, aynı zamanda üçüncü sorunun da cevabıdırlar. Çünkü çocuk emziren kadınla hasta kadın arasında bu bakımdan bir fark yoktur.

Dördüncü sorunun cevabına gelince, bu şöyledir: Kesintili de olsa kana­ması devam eden kadının, bilinir bir adeti varsa; meselâ her ayın başında ye­di gün süreyle hayız görüyorsa, Hanefîlerin dedikleri gibi kadının adeti nazar-ı itibâra alınır. Bu kadının belli bir adeti yoksa ve aybaşında boşanmışsa İdde­ti üç hilâl ayıyla tamamlanır. Çünkü her bir ay, mutlaka bir hayız ve bir te-mİzlİği içerir. Bilindiği gibi hayzın en çok süresi onbeş gündür. Kalan onbeş gün ise temizlik süresidir. Ama ay içinde boşanır da ayın kalan kısmı onbeş günden fazlaysa, bu onun için bir temizlik olarak hesaplanır. Çünkü kalan kısım mutlaka bir temizliği kapsar. Ayın kalan kısmı onbeş gün veya daha az ise, bu süre kadının iddetinden hesaplanmaz. Bu süreden sonra üç hilâl ayı iddet beklemesi gerekir. Bazı Hanefîler, müstehaze kadının iddetinin üç ay olduğunu söylemişlerdir ki bu söz, Şâfiîlerin bu konudaki görüşlerine mu­vafıktır.

Beşinci sorunun cevabına gelince; bu, üçüncü sorunun cevabı gibidir. Bi­lindiği gibi hayatında bir kez olsun hayız görmüş olan kadın, hayız görenler­den sayılır. İster beş yılda bir, ister on yılda bir hayız görsün, ister daha sonra hiç hayız görmesin; bu kadın hayız görenlerden sayılır. Hayızdan temelli ke­silecek yaşa varmadıkça iddeti tamamlanmaz.

Altıncı sorunun cevabına gelince; bu şöyledir: Bulûğa eren ve henüz hiç kanama görmemiş olan kadın, hayızdan temelli kesilmiş olan kadın gibidir. Bunun iddeti, üç ay süreyle beklemesidir. Aylar hesabıyla iddet beklemeye başlar, sonra hayız görürse, iddeti hayza göre iddet bekleme sistemine dönüşür.

Hanbelîler dediler ki, birinci sorunun cevabı şöyledir. Kur', Hane­fîlerin de söyledikleri gibi tek kelimeyle hayız demektir. Buna delil olarak da demişler ki; kur'un hayız anlamına kullanıldığı büyük sahabilerden nakle­dilmiştir. Meselâ Ömer, Ali, İbn Abbas, Ebûbekir, Osman, Ebû Musa, Uba-de, Ebû Derdâ (r.a.) bu sahabiler arasında yer almaktadırlar. Bütün bunlar, kur'un hayız demek olduğunu söylemişlerdir.

Sonra iddette muteber olan hayız, baliğ olan kadının hastalık veya do­ğum sebebi dışında adet edindiği şekilde belli vakitlerde, rahminin içinden dışarıya akan kandır. Hayız şu şeylerle gerçekleşir:

1- Akan hayız kanı, kan renginde olmalıdır. Bu renkler de kızıl, sarı ve bulanık olmak üzere üç tanedir.

2- Kanama bir gün bir gece devam etmelidir ki bu, hayzın en az süresi­dir. Kanama bu süreden daha az olursa, hayız değildir. Hayzın en fazla süre­si onbeş gündür.

3- İki hayız arasına, temizliğin en az süresi fasıla olarak girmelidir ki; temizliğin en az süresi onüç gündür.

4- Kendisinde kanama görülen kadın, en az dokuz yaşında olmalıdır. Yaşı daha küçük olup kanama görürse, bu kan hayız kanı olmayıp, muteber değildir.

5- Kendisinde kanama görülen kadın, hayız görmesi umulmayan bir ka­dın olmamalıdır. Yani yaşı ellibeşi bulmuş bir kadın olmamalıdır. Bu durum­daki kadın, ay hesabıyla iddet görür. Bundan sonra göreceği kan, nazar-ı iti­bâra alınmaz.

Hanefîlerin de dedikleri gibi Hanbelîler; hâmile kadının hayız görmeye­ceğini söylemişlerdir. Kadın hâmileyken kendinde kanama görürse, bu kan bir arızadan kaynaklanıyor demektir ve namazı, orucu, gerektiğinde cinsel teması engellemez. Kocası, ihtiyaç olmadan bu kadınla cinsel temasta bulu­namaz. Hâmile kadın kendinde kanama görür de, sonra bu kanama durur­sa, gusletmesi müstehap olur. Nitekim bu, hayız bahislerinde de anlatılmıştı.

Bir kez olsun hayız görmüş olan kadının iddeti, ancak üç tam hayızla sona erer. Öyle ki; hayızlıyken boşanırsa, bu hayzı onun iddetinden hesap­lanmaz. Ama bir anlık da olsa hayız kanamasından önce boşanırsa, kocası­nın boşama sözünü telaffuz etmesinden sonra hayız kanaması başladığında, bu hayız onun iddetinden hesaplanır. Hanefîler de bu görüştedirler.

Hayız gören cariyeye gelince bunun iddeti, yukarıda belirtilen tarzda iki hayızla tamamlanır. Üçüncü hayız kanamasının durmasıyla hür kadının id­deti tamamlanırsa, gusletmedikçe başka erkekle evlenmesi helâl olmaz. Gus-letmeksizin uzun süre beklese bile evlenemez. İddetinin tamamlanması anın­da cariye de hür kadın gibidir.

İkinci sorunun cevabına gelince; ömründe bir kez olsun hayız gören sonra

da çocuk emzirme veya hastalanma gibi bilinen bir sebepten ötürü hayzı ke­silen kadının hayzı geri dönmedikçe iddeti tamamlanmaz. Bu kadın üç ha­yızla iddet bekler: Hayzı geri gelmezse, hayızdan temelli kesilme yaşına var­madıkça iddeti tamamlanmaz. Bazıları derler ki: Hayzı geri gelmezse, bir yıl süreyle iddet bekler. Birinci görüş, Şâfiîlerle Hanefîlerin görüşlerine muva­fıktır. İkincisiyse Mâlikîlerin görüşlerine uygundur. Buna delil olarak da İmam Şafiî'nin, Said bin Sâlim'den yapmış olduğu rivayeti naklederler. Said bin Salim, İbn Cüreyc'den, o da Abdullah bin Ebû Bekir'den rivayet ederek der ki: Hibban İbn Munkiz sıhhatte ve karısı da çocuk emzirmekteyken karısını boşadı. Karısı yedi ay hayız görmeksizin bekledi. Çocuk emzirmesi, hayız gör­mesini engelliyordu. Sonra Hibban hastalandı. Kendisine, "Eğer sen ölür­sen, boşanmış olduğun bn kadın sana mirasçı olacaktır" denildi. O da Hz. Osman (r.a.)'ın yanma giderek karısının durumunu ona anlattı. Hz. Osman (r.a.)'m yanında o esnada Hz. Ali ile Zeyd (r.a.) oturmaktaydılar. Hz. Os­man, bu ikisine görüşlerini sordu. Onlar da kocanın ölümü halinde bu kadı­nın ona mirasçı olabileceğini; kendisinin ölümü halinde kocasının ona mi­rasçı olabileceğini; bu kadının hiç hayız görmemiş veya hayızdan kesilmiş bir kadın olmadığını, sonra az olsun çok olsun hayzının iddeti üzere bulunmak­ta olduğunu görüş olarak bildirdiler. Bunun Üzerine Hibban, ailesine döne­rek çocuğu onun elinden aldı. Emzirme işi sona erince kadın hayız gördü. Sonra yine hayız gördü. Sonra Hibban, karısının üçüncü hayzı görmesinden önce vefat etti. Karısı da vefat iddeti bekledi ve Hibban'ın malına mirasçı oldu. Bu anlattıklarımızda üçüncü sorunun da cevabı vardır. Çünkü Şafiî ve Hanefîler gibi Hanbelîlere göre de bu bakımdan hasta kadınla çocuk emzi­ren kadm arasında bir fark yoktur. Bu iki kadın arasında ayırım gözetenler, sadece Mâlikîlerdir. Zîra emzirme, hastalığa benzemeyip istenildiği anda or­tadan kaldırılabilir.

Dördüncü sorunun cevabına gelince; kanaması devam eden istihazeli ka­dının bir adeti varsa veya hayız kanıyla hastalık ya da arıza kanını biribirin-den ayirdedebilecekse adetine veya bu durumuna göre amel edilir: Meselâ ka­namanın devam etmesinden önce her ayın ortasında beş gün süreyle hayız görüyorduysa, o zaman bu adetiyle amel olunur. Bu beş günlük kanaması hayız sayılır. Kadının böyle bir adeti yoksa, bulûğa ermesinin ilk anında ha­yız kanaması başlamış ve bu kanama hâlâ devam etmekteyse ve hür ise, idde­ti üç ayla tamamlanır. Cariyeyse, iddeti iki ayla tamamlanır.

Beşinci sorunun cevabına gelince; Hanbelîler derler ki: Kadın bir kez hayız görür ve hastalık ya da emzirme gibi bilinir bir sebebi olmaksızın hayız ka­naması kesilirse bu kadının iddeti, boşandıktan sonra kanamanın kesildiği tarihten başlayarak bir yıl beklemekle tamamlanır. Kanaması boşanmadan önce kesilirse, yine bir yıl sabreder. Ama bu bir yılın dokuz ayı, rahminin hamilelikten boş ve temiz olduğunu bilmek için, üç ayı ise iddet içindir. Bu

anlatılanlar, kadının hür olması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Ama cariyeyse iddeti hamilelikten boş ve temiz olduğunun bilinmesi için, iki ayı ise iddet içindir. Anılan iddet süresi zarfında hayız görürse, iddeti ha­yız ile iddet beklemeye dönüşür. Ama anılan iddet süresinin tamamlanma­sından sonra hayız görürse, başka bir erkekle evlenmemiş olsa bile, iddeti hayız ile iddet beklemeye dönüşmez. Ama bir, iki, üç, beş veya on yıl sonra ya da daha fazla bir süre sonra hayız görür ve bu sürede periyodik olarak hayız görmeyi adet haline getirirse, iddeti uzasa bile ancak hayızla tamamlanır. Çün­kü bundan sonra bu kadın artık hayız gören kadınlar grubuna girmektedir. Altına sorunun cevabına gelince; asla hayız görmeyen kadının iddeti, tıpkı hayızdan temelli kesilmiş gibi üç ay beklemektir.

 

Hayız Görmeyen Boşanmış Kadinin İddeti Ve Bu İddetin Delili

 

Hayız görmeyen boşanmış kadın, boşanma tarihinden itibaren üç ay beklemekle iddetîni tamamlar. Bilindiği gibi hayız görmeyen kadınlar iki nev'îdirler: Bunlardan bîri dokuz yaşından küçük olan kadındır. Bu kadın kendinde kan görürse, bu bir bozukluk ve arıza kanıdır. İddet beklemesi gereken yaşı küçük kadınla ilgili açıklamaya gelince mezheblerinbunailiş-kin tafsilâtı aşağıya alınmıştır.

Hayız görmeyen kadınların iki nev'î olduklarını söyledikten sonra; bi­rinci nev'in dokuz yaşından küçük kadınlardan oluştuğunu anlatmıştık. İkin­ci nev'e gelince; bunlar yaşlı kadınlardır. Bu nev'deki kadının hangi yaşta temelli olarak hayızdan kesileceği hususunda ve hayızlı kadınların iddet-leri konusunda gerekli açıklamalar okuyucuya takdim edilmişti. Hayız gör-meksizin bulûğa eren ve sonra hiç hayız görmemiş olan kadınlar da bu İki nev'e eklenir. Yüce Allah buyuruyor ki:

"(Yaşlılık dolayısıyla) hayızdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet bekleme hükmünden) şüphelendinizse, onların iddeti de üç aydır.[8]

Bu âyet-i kerîme mealini vereceğimiz şu âyet-i kerimenin umumîliğini hususîleştirmektedir:

"Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet müddeti iddet bekler­ler (beklesinler).[9] Çünkü "Boşanan kadınlar" sözü, hayızdan temelli kesilmiş kadınları da kapsamaktadır. Sonra hayızdan temelli kesil­miş yaşlı kadın; aylar hesabıyla iddet bekler de, iddeti tamamlanır ve son­ra bu iddetinin tamamlanmasını müteakiben normal tarzda hayız görür­se; iddetinin tamamlanmasından sonra evlenmiş olsun veya olmasın bu kadına bir şey lâzım gelmez. Aylar hesabıyla beklediği iddeti tamamladık­tan sonra evlenirse, bundan sonra hayız görse bile evlilik akdi sahih olur. Ama aylar hesabıyla iddet beklemeye başlar, sonra iddet süresi zarfında bir hastalık veya arıza sebebiyle olmaksızın normal tarzda hayız kanama­sını kendinde görürse, iddeti aylar hesabından hayza dÖnüşür. Bu kadının yeniden iddet beklemeye başlaması gerekir. Dokuz yaşındaki küçük kız çocuğu da bu hükme tabidir. Bu kadın, aylar hesabıyla iddet bekle­mekteyken hayız görürse, iddeti hayız İddetîne dönüşür. Uç hayız görme­den iddeti tamamlanmaz. Ama iddetinin tamamlanmasından sonra hayız görürse, kendisine bir şey lâzım gelmez. İddet halinde hayız gören kadın, hayız kanaması başlar da bir veya iki kez hayız görür, sonra hayızdan te­melli kesilme çağına gelince, iddeti aylar hesabı iddete dönüşür. Hayız id­deti bâtıl olur ve hesaba katılmaz.

gerektirir. Bu temasın halvet durumu dışında vukûbulduğunu farzedersek, bu temas, iddeti gerekli kılmaz.

Şunu bil ki: Üç ay beklemek, haytzdan temelli kesilmiş olan hür ka­dınların iddetidir. Cariyelerin iddetleri ise hür kadınlarınkinin yarısı kadar­dır. Yâni bir buçuk aydır(66). Çünkü zaman, yarıya bölünebilir. Koca karı­sını ay başında boşamışsa aylar, hilâllerle muteber olurlar. Ama ay içinde boşamışsa; içindeyken boşamiş olduğu ay, günlerle hesaplanır. Sonrası hilâllerle hesaplanır. Sonra da eksik kalan günler dördüncü aydan alınır.

 

(64) Mâlikîler dediler ki: Yaşı küçük kadına iddet beklemek vâcib olmaz. Ancak cinsel temasa dayanacak güçte ise, dokuz yaşından küçük olsa bile iddet beklemesi gerekir. Ama cinsel temasa dayanacak güçte değilse, dokuz yaşından büyük olsa bile iddet beklemesi gerekmez. Her hal-ü kârda iddeti, hayız görmedikçe aylar hesabiyle olur.

Hanbelîler dediler ki: Koca, emsalleriyle cinsel temasta bulunula-mayacak kadar küçük yaşta olan karısını boşarsa -ki bu, dokuz yaşından kü­çük olan bir kadındır- kendisiyle gerdeğe girmiş ve penisini onun vaginasma girdirmiş olsa bile iddet beklemez. Daha önce anlatıldığı gibi; küçük bir er­kek, kadınla cinsel temasta bulunursa, kadının iddet beklemesi gerekmez. Ama dokuz yaşındaki bir kadınla on yaşındaki bir erkek cinsel temasta bulunur­larsa, lezzet duyulmuş ve menî akmış olması ihtimalinden ötürü kadının id­det beklemesi gerekir.

Şafiıler dediler ki: Cinsel temasa dayanacak güçte olmayan küçük yaştaki kızın iddet beklemesi gerekmez. Aynı şekilde bir erkek çocuğunun meselâ bir yaşındaki erkek çocuğunun cinsel temasta bulunduğu kadın da iddet beklemez. Çünkü bunun cinsel teması nazar-ı itibâra alınmaz.

Hanefîler dediler ki: Bebe de olsa küçük yaştaki kadının iddet bek­lemesi vaciptir. Sonra hiç hayız görmemiş küçük yaştaki kadın boşanır ve yaşi da dokuzun altındaysa; iddeti, tek sözle ay hesabıyla olur. Bu süre zarfın­da kanama görse bile, mûtemed kavle göre iddeti ay hesabıyla olur. Çünkü bu hayız kanı değildir. Ama kadın dokuz veya daha yukarı yaştaysa ve hayız da görmemişse -ki buna murâhika denilir- onun hakkında iki kavil vardır:

a- Bu kadının iddeti başka hiç bir şeyle değil, sadece üç ay beklemekle tamamlanır. Bu üç ay zarfında hayız görürse iddeti hayız iddetine dönüşür. Üç ay zarfında kanama görmezse, bu iddeti hayız iddetine dönüşmez.

b- Bu kadının iddeti üç ayla tamamlanmaz. Aksine, rahminin boş ve te­miz olduğunun kesinlikle bilinebilmesi için dört ay on gün süreyle bekletil­mesi gerekir. Çünkü bu süre sonunda kadının hâmile olduğu anlaşılır ve rahminde çocuk varsa, hareket etmeye başlar. Böylece üç aylık iddetinden bir ay on gün fazla süreyle beklemiş olur. Bu süreyi bekledikten sonra hâmile olduğu görülmezse, iddetinin üç ayla tamamlanmış olduğu bilinir. Kadın kü­çüklükten sonra onbeş yaşında baliğ olduğunu iddia ederse, sözü kabul edi­lir. Onbeş yaşından küçük olduğu halde ihtilâm ve inzal ile bulûğa erdiğini iddia ederse sözü yine kabul edilir. Aynı şekilde yaşlı kadın da menapoz dö­nemine girdiğini iddia ederse, müddeti sınırlandırdığından dolayı muhtar kavle göre sözü kabul edilir. Bilindiği gibi mutlaka küçük yaşta olan erkek, karı­sıyla halvette bulunur ve karısından aynlırsa, karısının iddet beklemesi gere­kir. Kesik penisli kocanın boşadığı karısı da bu hükme tabidir. Şâfiîlerin de­dikleri gibi cinsel temas yapmaksızın kocanın dölsuyunu kadının vaginasma koyduktan sonra ayrılması durumunda karının iddet beklemesi gerekir mi, gerekmez mi? Bunun cevabı: Evet gerekir. Ama bu meseleyi Hanefilerin ki­taplarında anlatmanın pratikte bir faydası yoktur. Çünkü onlar "Halvet id­deti gerektirir" derler. Kadının, kocasının dölsuyunu kendi vaginasma koy­ması, ancak kocasının penisi vaginasma girdirmeksizin kendisine sarılıp oy­naşması ve menisinin akması durumunda düşünülebilir. Kadın, akan bu su­yu da lezzetlenmek için kendi vaginasma girdirir ki bu da sadece halvet du­rumunda düşünülebilir. Ama kocanın karısından uzak bir yerde dölsuyunu akıtıp muhafaza etmesi ve gerek kendisi, gerek başkası tarafından bu suyu kadına ulaştırıp kadının kendi vaginasma koyması durumuna gelince; bu her ne kadar mümkünse de, fıkıhçılar kadının bu yolla gebe kalamayacağını açıkça söylemişlerdir. Şâfiîlere gelince onlar, bu meseleyi anlatmada haklıdırlar. Zî-ra onlar, "Halvet, iddeti gerektirmez" derler. Bu durumda cinsel temas yap­maksızın dölsuyunun vaginaya girdirilmesi düşünülemez.

Şimdi de anustan yapılan cinsel teması ele alalım: Şâfiîler derler ki; bu temas iddeti gerektirir. Hanefîler prensipte bunlara muhalefet ederek, bu te­masın iddeti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Ama diğer taraftan bu tema­sın ortaya koyduğu sonuç hususunda Şâfiîlere muvafakat etmişlerdir. Bu so­nuç şudur: Bu temas, ancak halvet durumunda vukûbulur. Halvetse iddeti

(65) Şâfiîler dediler ki: Hayızdan kesilmiş olan kadın iddet bekleme esnasında hayız görürse; iddeti, hayız iddetine dönüşür. Aylar hesabıyla göre­ceği iddet bâtıl olur. Bu hükümde ittifak vardır. Ama aylar hesabıyla iddetİ-ni bekleyip tamamladıktan sonra hayız görürse, bunda tafsilât vardır. Şöyle ki: Bu kadın aylar hesabıyla iddetinİ tamamladıktan sonra evlenir de, bun­dan sonra hayız görürse, ona bir şey lâzım gelmez. Çünkü akid sahihtir ve meşru iddetin tamamlanmasından sonra akdedilmiştir. İkinci kocanın da bu kadm üzerinde hakkı vardır. Ama bu kadın iddetinin aylar hesabıyla tamam­lanmasından sonra evlenmemişse, bu hayzı da muteber olmayıp, bu iddetin tamamlanmasından sonra evlenebilir. Ama evlenmeden önce ikinci kez ha­yız görürse, iddeti hayız iddetine dönüşür. Üçüncü kez hayız görmeden baş­ka erkekle evlenmesi helâl olmaz. îkinci hayızdan sonra kanama kesilir ve artık hiç gelmezse, yeniden üç ay hayızsızlık iddeti beklemeye başlar. îddet beklemekteyken veya iddeti tamamlandıktan sonra hayız gören dokuz yaşın­daki küçük kadm da anılan tafsilâtta bu kadın gibidir.

Mâlîkîler dediler ki: Kadın, hayızdan temelli kesilme çağma -yetmiş yaşına- girdiğinde, boşandıktan sonra aylar hesabıyla iddet beklemeye başlar ve bu haldeyken kendinde kanama görürse, bu kan hayız sayılmaz ve aylar hesabıyla iddetini beklemeye devam eder. Gördüğü kan, hastalık veya arıza kanıdır. Ama elli yaşına varmış ya da yetmişine merdiven dayamış olmak gi­bi hayızdan temelli kesilmişliğİnden şüphe edilirse de, kendinde kanama gö­rürse, durumu hakkında bir karara varabilmek için uzman kadınlara başvu­rulur. Bir tane de olsa uzman bir kadın bu kanın hayız kanı olduğunu söyler­se, kadının iddeti hayza dönüşür. Uzman kadınlar bu kanın hayız kant olma­dığını söylerse, kadının aylar hesabıyla beklemeye başladığı iddeti kesilmez. Yalancılıkla lekelenmemiş olması şartıyla, bu meselede bir tek uzman kadı­nın ifadesiyle yetinilir.

Mâlikîler diyorlar ki: Kadın bir veya iki gün veya bundan daha az bir süre kanama görür de, bundan sonra kanama kesilirse, bu durumda uzman kadınlara başvurmak gerekir. Uzman bir kadın bunun hayız kanı olduğunu söylerse, onun bu sözüyle amel edilir. Aksi takdirde bu önce de söylendiği gibi hayız kam sayılmaz. Cerrahî bir operasyon geçirip de iki veya bir testisi ya da penisiyle birlikte iki veya bir testisi kesilen veyahut bir hatalık nedeniy­le bu organlarından birinin faaliyeti dumura uğrayan erkek için de uzman kadınlara başvurulur. Bu gibi erkeklerin çocuklarının olup olamayacağı bu kadınlara sorulur. Bu konuda sadece uzman kadınlara başvurmak şart mı­dır? Yoksa amaç; -kadm olsun, erkek tabip olsun- bilir kişilerden gerekli tah­kikat ve bilgiyi elde etmek midir? Bu hususta ihtilâf vardır: Bazıları derler ki: Kocanın baba olup olamayacağı hususunu öğrenmek için tıp ve anatomi bilimine başvurmak gerekir. Kadınların sırf deneyimlerinden elde edilen uz­manlık, bu meselede yeterli değildir. Diğer bazıları da derler ki: Bu meselede kadınların bilgisi yeterlidir. Her hal-ü kârda kadınlar tabib iseler, zülcena heyn olurlar ki bu da her bakımdan güzel bir prensip olur. Bu, hayizdan te­melli kesilen kadını ilgilendirir. Hayız görmesi mümkün olan küçük yaştaki kadına gelince; bu, aylar hesabıyla iddet görmeye başladığında hayız görür­se, iddetinin tamamlanmasına bir gün kalmış olsa bile iddeti hayız iddetine dönüşür. Ama iddeti tamamlandıktan sonra hayız görürse, üzerine bir şey lâzım gelmeyip, durumu, uzman kadınlara da sorulmaz.

(66) Mâlîkîler dediler ki: Hayızdan temelli kesilen cariyenin iddeti için üç kavil vardır:

a- Bunun iddeti, hür kadının iddetine eşittir: Üç ay iddet bekler. Meş­hur olan da budur. Zîra bu kadın hâmileyse, hamileliği çoğunlukla ancak üç ay sonra anlaşılır.

b- Hanbelîlerin de söyledikleri gibi bu kadın iki ay iddet bekler.

c- Hanefî ve Şâfiîlerin de söyledikleri gibi bu kadın bir buçuk ay iddet bekler.

Hanbelîler dediler ki: Hayızdan temelli kesilen cariyenin iddeti tam iki aydır. Çünkü hayız görenlerden olması durumunda bu kadının iddeti iki kur'dur. Şu halde her kur'un (hayzin) karşılığında bir ay beklemesi daha uy­gun olur.

 

Nafakalar Bahsi

 

(Tanımı, Hükmü, Sebepleri, Hakedenleri Ve Delili)

 

Lügatte nafaka, çıkarmak ve gitmek anlamınadır. Binek hayva­nı satış veya ölüm nedeniyle sahibinin mülkiyetinden çıktığında "Nafaka-ti'd - dâbbetü" denilir. Nitekim eşyanın satışla revaç bulması durumunda "Nafakati's-Sil'atu" denilir. Na-fa-ka, da-ha-le babındandır. Mastarı "Nu-fûk"tur. "Tıpkı duhûl gibi. Nafaka, ism-i mastardır. Çoğulu "nafakât" ve "nifak" şeklindedir. Semere ve simâr gibi.

Fıkıhçıların ıstılahında nafaka; kişinin bakmakla yükümlü olduğu kim­selerin; ekmek, katık, mesken, giysi ve bunlara bağlı olarak su ve aydın­latma giderlerini karşılamasıdır.

Nafakanın, kendisiyle vasıflandığı hükmüne gelince; bu vâcipliktir: Söz­gelimi, "Nafaka, koca üzerine -veya baba veya efendi üzerine- vaciptir" dersin.

Nafakanın vucup sebeplerine gelince bunlar üç tanedir:

1- Evlilik.

2- Akrabalık.

3- Mülk.

Bu statüde bulunan kimseler üzerine nafakanın vâcib oluşu Kitap, sün­net ve icma' ile sabittir. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Erkekler, kadınlar üzerine idareci ve hâkimdirler: Çünkü Allah kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından (kadınlarına) har­camaktadırlar.[10]Diğer bir âyet-İ kerîmede de şöyle buyurulmaktadır:

"Annelerin yiyeceği ve giyeceği, orta hal üzere gücü yettiği kadar, ço­cuğun babası üzerinedir.[11] Nafakanın; koca, evlât, ebeveyn ve akraba üzerine vâcib olduğuna delâlet eden daha bir çok âyet-i kerîme mevcuttur. Sünnete gelince; kişinin ailesine, akrabalarına ve köleleriyle cariyelerine gerekli nafakayı vermesini teşvik eden birçok hadis-î şerîfler mevcuttur. Buna, Buharî'nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerifi örnek olarak gös­terebiliriz:

"Nafaka vermeye ailenle başla. Kadın der ki; ya beni doyur, ya da bo­şa. Köle der ki; beni doyur da öylece çalıştır. Evlat der ki; beni kendisine bırakacağın kimseye teslim edinceye dek doyur.[12]

Bir başka rivayette "Beni doyur" sözü yerine "Nafakamı ver" ifadesi kullanılmıştır. Bu hadîs-i şerîfte, hakedenlere nafakalarını ver­mek açıkça teşvik edilmektedir. Âlimler; yukarıda sayılan kimselere, yü­kümlünün nafaka vermesinin vâcib olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Evlilik bağı, kocanın karısına nafaka vermesine sebep olduğu gibi, boşanma da rtc'î olarak boşanan kadınla benzer durumda bulunan kadınlara koca­larının nafaka vermelerinin vücûb sebebidir ki bununla ilgili açıklama, id-det nafakası bahsinde yapılacaktır.

 

Evlilik Nafakası Bahsi

 

Evlilik nafakasıyla ilgili bazı meseleler vardır:.

1- Bu nafakanın nev'ilerinin açıklanması.

2- Nafaka kocanın durumuna göre mi, kadının durumuna göre mi, yok­sa her ikisinin durumuna göre mi takdir edilir?

3- Nafaka nakidle mi yoksa yiyecek, kumaş ve benzeri şeylerle mi takdir edilir?

4- Evlilik nafakasının vücûb şartı nedir?

5- İstenilmesinden ve takdir edilmesinden önce nafaka sabit olur mu?

6- Nafaka takdir edildikten sonra dondurulursa, düşürülmesi müm­kün olur mu? Ve ne ile düşürülür?

 

Evlilik Nafakasının Nevileri

 

Evlilik nafakası üç nev'îdir:

1- Karıya ekmek ve katık yedirmek ve bu ikisi için gereken hamur yo­ğurma, pişirme ve içeceği temin etmek.

2- Karının giysilerini temin etmek.

3- Onu bir evde barındırmak.

Mezheplerin bütün bunlara ilişkin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(67) Hanefîler dediler ki: Yemek yedirmeye gelince; bu, kadın için ko­cası üzerine vâcib olan bir haktır. İleride de anlatılacağı gibi bu yemeğin cins ve miktarı, karı - kocan^v her İkisinin durumlarına göre takdir edilir. Vâcib olan kadına; tahıl, sebze ve et verip kadının bu tahılı ekmek; sebze ve eti de pişirip yemek haline getirmesi midir? Yoksa ona hazır ekmek ve pişirilmiş yemek vermek midir? Cevaben deriz ki bu, kannm durumuna göre değişir: Eğer karı bizzat ev işlerinde çalışmayan bir âiledense, kocasının hazır yemek getirmesi gerekir. Karı, kendisini çalışmaktan meneden bir hastalık veya sa­katlık halindeyse, yine aynı şekilde kocasının ona hazır yemek getirmesi ge­rekir. Ama karı tahıl öğütüp hamur yoğurma ve ekmek pişirmeye tek başına muktedirse, bu işleri yapması vâcib olur. Bunun için kocasından ücret alması helâl olmaz. Kadının ev işlerini yapıp yapamayacağında hâkem, örftür: Eğer örf bu gibi bir karının ev hizmetlerini yapmayacağı yolunda câri ise ve bu kadın da ekmek ve yemek pişirmek istemezse, bu onun hakkıdır. Ama örf o yolda câri değilse bu kadın, emsallerinin örfen yapmakla yükümlü olduk­ları ev hizmelerini yapmak mecburiyetindedir. Cenab-ı Allah buyuruyor ki:

"Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki hakları bulunduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır.[13]

Hz. Peygamberin şu anlatacağımız uygulaması da bunu teyîd etmekte­dir: Hz. Peygamber, Ali ve Fâtıma (r.a.) arasında iş bölümü yapmış; Hz. Ali'ye ev dışındaki işleri, Hz. Fâtıma'ya da ev içindeki işleri yüklemişti. O zaman­lar ev içi hizmetler çok ağırdı. Çünkü kadınlar, tahıllarını evde el değirme-niyle öğütürlerdi. "Bu bir hüccet olamaz. Çünkü Hz. Peygamberin evi, zühd ve tevazu bakımından ideal seviyede bir örnek teşkil etmektedir. Başkaları­nın evi o eve kıyaslanamaz" şeklinde ileri sürülen bir itiraz kabul edilemez.

Zîra hem Peygamber (s.a.s.), hem O'nun aile efradı, bütün insanlık için ör­nek teşkil etmektedir. O'nun söz ve davranışları, bizler için uyulması gereken ebedî kurallardır. İnsanların ona uymaları gerekir. O'nun davranışları, umu­mî bir düsturdur. Bu düstur şunu açıklıyor ki: Evinin hizmetlerini ifâ etmeyi adet edinen kadının; kocasının ev hizmetlerini ifâ etmesi vaciptir. Bunda çevreye bakılır: Emsali kadınlar evlerinin hizmetlerini ifâ ediyorlarsa; şeref ve sosyal mevkiine bakılmaksızın kendisinin de kocasının ev hizmetlerini ifâ etmesi vâcib olur. Kanımca bu nazariyeyi zamanımızdaki tüm kadınlara genellemek ge­rekmektedir. Çünkü bununla kadın; ev işlerini kendi başına yapmaya alışa­cak, çoluk çocuğunun terbiyesiyle ilgilenecek;sokaklarda açılıp saçılmaktan, evden eve dolaşmaktan, eğlence yerlerine bir bir uğramaktan, ahlaken bo­zulmuş kadınlarla ilişki kurmaktan, kötü adetlerle israf ve lâubaliliği nen çir­kinlerini çoluk çocuğuna aktarmaktan menedilmiş olacaktır. Evinin işlerini bizzat gören, evinin durumuyla ilgilenen, çocuklarını fiilen kontrol altında tutan kadın; görevini en iyi biçimde ifâ eder ve topluma en hayırlı hizmetler­de bulunur. Dünyadaki kadınların tümünün hanımefendisi,Resûlullah (s.a.s.)'m kızı olan Hz. Fâtima anamızda bütün müslüman kadınlar için uyulması ge­reken en güzel örnekler vardır. Bu demek değildir ki, kadın gücünü aşan şey­lerle yükümlü kılınacak, durumu iyi ise ahçıdan ve hizmetçiden yararlanma­yacaktır... Asıl amaç, kadının ev işlerini kendisinin idare etmesi, fiilen kont­rol etmesi, yapabildiği işleri kendi eliyle yapmasıdır. Çünkü böylelikle yarar­lı işlerde alışkanlık ve beceri elde eder. Meydana gelebilecek her türlü şart ve ortama karşı hazırlıklı olur. Evin hizmetçisi bazan ansızın ortadan kaybo­lur ve yine bazan ev halkı hazır yemek bulunmayan bir yerde olabilirler. O zaman bütün hane halkının, hanım ev işlerinden anlamıyor diye aç kalması hiç de hoş olmaz. Kaldı ki kadının ev işlerini yapmaya alışık olması, önce de söylediğimiz gibi sokaklarda âvâre dolaşmasını, eğlence ve oyun yerlerin­de zaman kaybetmesini önler.

Sonra anlattığımız şekilde ekmek ve yemek pişirme işi kadına vâcib ol­duğu takdirde, kocanın da ortama göre bu işler için gereken aletleri karısına hazırlaması vâcib olur. Kadın, tahılların sadece el değİrmeniyle öğütüldüğü bir beldedeyse, kocasının ona bir el değirmeni getirmesi gerekir. Kadın, ta­hılların el değirmeninden başka buharlı aletler ve değirmenlerde öğütüldüğü bir beldedeyse, kocanın ona öğütme ücreti vermesi ya da tahılı değirmende öğütüp un olarak karısına teslim etmesi gerekir. Karısına tahıl verdiğinde, bu­nun yanısıra; kalbur, elek ve hamur teknesi vermesi de gerekir. Aynı zaman­da ocak, kepçe ve kaşık gibi durumuna göre pişirme aletlerini de ona temin etmek gerekir. Su getirmesi de gerekir. Kadınların kendilerinin su getirmeyi adet edindikleri bir beldede ise o zaman kadının su getirmesi gerekir: Meselâ kadınların kendilerinin su getirdikleri küçük köyler gibi bir yerdeyse, kocası­nın izin vermesi durumunda, kadına su getirmek vâcib olur. İzin vermezse saka gibi alışılmış vasıtalarla su getirmesi ya da sıhhi tesisatla eve su getirme­si, kocaya vâcib olur. Gusül, abdest ve temizlik için yeteri kadar suyu, küp ve testi gibi aletleri temin etmesi icab eder.

Giysiye gelince; kocanın her yarım senede bir ona bir elbise temin etme­si gerekir. Ancak koca onunla evlenip zifafa girer de ona giysi göndermezse, kadın yarım seneyi tamamlamadan ondan taleb etmeye hakkı olur. Giysinin takdirinde mevsimlerin gözönünde bulundurulması gerekir. Kış mevsiminde soğuğun eziyetini, yaz mevsiminde sıcağın eziyetini bertaraf edecek bir ek­lentiyi yapması gerekir. Giysi takdirini yaparken emsalleri hakkında örfün câri olduğu hususları da göz önünde bulundurması gerekir. Giysi kelimesi, kadının ayağına giydiği ayakkabıları ve başına örttüğü örtüyü de kapsar.

Barınmaya gelince; kocanın, kendisiyle karısının durumuna uygun bir evde karısını barındırmak ve bu evde kocanın ailesinin ve kocanın çocukları­nın bulunmaması gerekir. Ancak çocuklar küçük olup cinsel ilişkinin ne de­mek olduğunu bilmiyorlarsa, kadının barındığı evde bulunmalarının bir sa­kıncası olmaz. Kocanın, kendi cariyesiyle birlikte karısını aynı evde barındır­ması caiz olur mu, olmaz mı? Bunda ihtilâf vardınKuvvetli görüşe göre,gözü-nün önünde cinsel temasta bulunulmaması şartıyla ikisini aynı evde barın­dırması caiz olur. Ama kocanın ümmüveledi varsa, sahih görüşe göre bu ca­riyesini karısıyla beraber aynı evde barındıranı az .Çünkü doğurduktan sonra cariye, kadın için kuma gibi hatta daha da şiddetli olur.

Bütün bunlar, kadının razı olmaması durumunda sözkonusu olan hü­kümlerdir. Ama razı olur da kocasının ailesi kendisiyle beraber aynı evde ba­rınırlarsa sahih olur. Koca, karısının ailesinin kendisiyle birlikte oturmaları­nı menedebilir. Cinsel temasın mânasını anlamayacak kadar küçük olsalar da başka kocadan doğmuş çocuklarının kendisiyle birlikte aynı evde otur­malarını menedebileceği gibi, kadının bu çocukları emzirip beslemesini ve bü­yütmesini de menedebilir.

Bu hükümler ister kira, ister mülk; evin kocaya ait olması durumunda sözkonusudurlar. Ama koca karısının evinde oturmaktaysa, bu saydıklarımızı karısıyla birlikte oturmaktan menedemez. Ancak başka kocadan doğan ço­cuklarını emzirip beslemesini menedebilir. Çünkü bu iş, kadını kocasıyla il­gilenmekten alıkoyan Güzelliğine ve temizliğine zarar verir. Bu sadece koca­nın hakkıdır. Kadının ikâmet etmekte olduğu evin su tesisatı, banyo, mutfak ve çamaşır kurutma yerlerini ve benzeri kolaylık tesislerini kapsaması gere­kir. Kocanın, ileride açıklanacak zenginlik ve fakirlik durumuna göre evde lâzım olan aletleri bulundurması gerekir. Evde yatak, örtü, kürsü, sandalye ve koltuk gibi örfen gerekli şeyleri bulundurması icab eder. Kadının temizlik­te kullanacağı sabun ve benzeri şeyleri, saçma ilişen kirleri giderici tarak ve yağ gibi normal olarak temizlenirken kullandığı malzemeleri bulundurması gerekir. Ter kokusunu ve kendisindeki pis kokuları kesecek olan esanslar da bu cümleden olup kocanın bunları da evde bulundurması icabeder. Ama bu­nun dışındaki sürme, allık ve beyazlık gibi tuvalet - makyaj malzemelerini ve kınayı temin etmek, saçları taratmak gibi işler kocaya vâcib değildir. Mey­ve ve ilacı kadın için temin etmek, kocaya vacip değildir. Bazıları buna itiraz ederek, ilacın insan hayatı için zaruri şeylerden olduğunu, meyvenin de hali vakti yerinde olup alışmış olanlar için zorunlu olduğunu söylemişlerdir. Bu­na cevap olarak denilmiş ki: Karı - kocanın anlaşamayıp durumu kadıya ilet­meleri durumunda ilaç ve meyve temin etmek kocaya vacip değildir. Bu du­rumda kocaya vacip olan çoğunlukla hayatı idâme ettirmede esas olan ihti­yaçlardır. Ama hoşnutluk halinde koca karısına en iyi şekilde muamele et­mekle dinen yükümlüdür. Hanefîlerin bu hususta görüşleri budur.

Denebilir ki: Karı - kocanın her ikisi de zengin veya her ikisi de yoksul olduklarında ya da karı zengin, koca yoksul olduğunda bu hüküm açıktır: Her ikisi de zengin veya sadece karı zengin olduğu takdirde kadın, kendine bir zarar değmeden ilacını temin eder, meyvesini alır. Her ikisi de fakir ol­dukları takdirde, durum açıktır. Zîra yoksul kocanın karısına ilaç ve meyve temin etmekle yükümlü kılınması hiç de aklî değildir. Bu durumdaki koca, zarurî olan azığı ancak zorluk ve meşakkatten sonra temin edebilmektedir. Ama karı yoksul, koca zengin olursa islâmın genel kuralları kocayı, karısı­nın tedavî masraflarını karşılamakla yükümlü kılmıştır. Zenginlerin sıkıntı­daki insanların yardımına koşması ve hastaya yardım etmesi vaciptir. Hasta kadını zengin kocası tedavî etmez ve onu sıkıntısından kurtarmazsa, koca­sından başka hangi zenginonu tedavî ettirir?Kocasının onu tedavi ettirip ilaç parasını ödemekle yükümlü kılınması, akim apaçık gereklerinden değil mi­dir? insanın kalbi bu sözle tatmin olmaktadır. Ancak Hanefî fıkıhçıları hü­kümlerin ölçüsüne uyarak bu anlattıklarımız üzerinde icmâ etmişlerdir. Zîra eşi olması dolayısıyla genel anlamdaki hayatını devam ettirmek için nafaka vermek, koca üzerinde kadının bir hakkıdır. Genel anlamdaki hayattan maksat hasta kadının hayatı değil, sağlıklı kadının hayatıdır. Şu halde ilaç temin et­mek, hiç bir durumda koca Üzerine vâcib değildir. Dahası bazı mezhepler, nafakanın sadece cinsel yararlanma karşılığında koca tarafından temin edil­mesinin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Hasta karıysa, kendisinden cinsi yönden yararlanılamaz. Kendisine nafaka verilmesi vâcib değildir. Ama Hanefiler de­diler ki: Nafaka, kadının kocası evinde alıkonulması karşılığında -kadın cin­sel yararlanılmaya elverişli olmasa bile- vâcib olur. İlaç ve tabip ücreti koca­nın üzerine vâcib olmadığına göre, terketmesinden öıtürü zarar görse bile ka­dının; çay, kahve ve sigarasıyla bunlara benzer giderlerini karşılaması da ko­ca üzerine vâcib değildir. Ebenin ücreti konusundaysa ihtilâf edilmiştir. Ki­mileri bu ücretin koca tarafından, kimileri kadın tarafından, kimileri de ebe­yi çağıran tarafından ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bazıları da bu ücretin koca tarafından ödenmesini zahir görüş olarak görmüşlerdir. Çünkü ebe­nin faydası çocuk içindir. Çocuğun nafakasiysa babasının üzerinedir. Mâkul olan da budur.

Mâlikîler dediler ki: Üç çeşidiyle birlikte kadının nafakası, kocası­na aittir. Yemek ve yemek için gerekli olan şeylerin takdirinde -bunlar ister ekmek, ister katık, ister et olsun- adete bakılır. Koca varhkhysa ve günlük olarak et yemek de adetleriyse, koca karısı için her gün et temin etmekle yü­kümlü olur. Bunun yanısıra kadı'na münasip olacak tarzda eti pişirmek için gerekli şeyleri temin etmesi de icab eder. Günlük olarak et yemek adetleri de­ğilse, orta halli olarak haftada bir defa karısına et alması gerekir. Haftanın diğer günlerinde karısına, emsallerine verilen katıktan temin etmesi icab eder. Adete uygun olarak buğday veya diğer tahıllardan yapılma ekmeği karısına vermelidir. Kadın çok yiyici de olsa, ona yeteri kadarını vermekle yükümlü­dür. Ancak kendisiyle evlenirken kadının fazla yemek yiyici olmamasını şart koşmuş, sonra da kadının fazla yiyici olduğu görülmüşse ve kadın da orta derecede yemeye razı olmazsa, kocası onu reddedebilir. Kadın az yemek yiyi­ci ise, koca sadece ona yetecek kadar yiyeceği vermekle yükümlü olur. Mûte-med olan görüş budur. Çocuk emziren kadına, emzirmeye güç bulacak ka­dar fazla yiyecek verilir. İçmesi, temizlik ve cünüplük maksadıyla yıkanma­sı, çamaşırlarıyla kaplarını yıkaması, yerini sulaması ve benzeri işleri yap­ması için ona yeterli miktarda su temin edilir. Aynı şekilde koca karısına ye­mek pişirmede, ekmek yapmada ve su içmede kullanılacak kap ve aletleri; fırın, ocak, yakıt gibi şeyleri; yemeği ıslah etmek İçin icabeden yağ ve tuz gi­bi maddeleri temin etmekle yükümlüdür. Ama bunlardan başka şeyleri te­min etmekle yükümlü değildir. Meselâ helva yapmak için karısına yağ temin etmekle yükümlü değildir. Nitekim helva ve meyve vermesi de mecburi değildir.

İlâç bedeli ve tabip ücretini vermeye gelince; bunun koca üzerine vâcib oluşu hususunda iki kavil vardır: Metinlerdeki ifadelere bakılırsa bu koca üzerine vacip değildir. Hanefi mezhebinde anlatmış olduğum tafsilât, her halde bunun vâcib olduğunu savunan kavli teyîd etmektedir. Çünkü farz olunan, onun ilâç bedelini temin etmeye muktedir oluşudur. Bazı mâliki âlimleri der­ler ki; kadın hastalıktan salim iken kendisi için farzolunan nafaka değerinde kocası onu tedavi ettirmekle yükümlü olur. Ebe de bu bakamdan tabip gibi­dir. Onun ücretinin koca üzerine olacağı hususunda ihtilâf vardır. Kuvvetli olan görüşe göre, kadın boşanmış da olsa ona doğum yaptıran ebenin ücreti, koca üzerinedir.

Giysiye gelince; durumlarına göre senede iki defa koca karısına elbise alır. Nitekim bu ileride açıklanacaktır. Yani kışın, kış mevsimine uygun; ya­zın, yaz mevsimine uygun elbise giydirmesi gerekir. Ve de kadının, üzerinde­ki elbiseyi eskitmesi şarttır. Ama üzerindeki elbise, yeniye yakın ve kullanıl- maya elverişliyse, bu elbiseyi eskitinceye dek koca ona yenisini almakla yü­kümlü olmaz. Kadının, ailesini ziyaret etmek veya düğüne gitmek için evden çıktığında giydiği ipekli elbiseler,manto ve hibre(kadınların gezmeye çıkarken giydikleri bir çeşit ipekli entari) gibi giysileri temin etmek, kocaya vâcib değildir. Denilmiştir ki; koca zengin ise bunları temin etmesiyle bera­ber kadınların adete göre süslendikleri ve terkettikleri takdirde zarar göre­cekleri alışılagelmiş sürme ve yağı, kına ve tarak gibi şeyleri karısına temin etmek mecburiyetindedir.

Güzel koku ve benzen masraflar hususunda Mâlikîler ihtilâfa düşmüş­lerdir. Onların sözlerinden anlaşılan şu ki: Alışkanlık haline getirdiği ve ter-kettiği takdirde zarar göreceği sürme ve benzeri süs malzemelerini karısına temin etmek, kocanın yükümlülüklerinden değildir. Şu da var ki bu nazariye şöyle bir sonucu doğurmaktadır: Kadın, kaşlarını düzeltmeyi ve yüzünü be­yaz boyayla süslemeyi adet haline getirmişse,öyle ki bunu yapmadığı takdirde zineti ekşitecek ve kendisi zarar görecekse, kocası bunları ona temin etmekle yükümlü olur. İşte Mâlikîlerin ileri gelenlerinin sözünden anlaşılan mâna, doğrusu budur. Ama ben inanıyorum ki, sürme ve onun kategorisinde olan süs malzemeleri, gerçekte kocaya aittir. Çünkü.şehevî bakımdan kadından yararlanacak olan başkaları değil, sadece kendisidir. Bunda kocanın rızâ ve hoşnutluğu varsa, şayet kadın bu zînetleri terkettiği takdirde kocasının ona olan rağbeti azalacaksa, o zaman bu süs malzemelerini temin etmek, kocaya vâcib olur. Ama bu süs olmadan da karısına rağbet ediyor veya bu şeylerle süslenmek kocanın hoşuna gitmiyorsa, kocaya bunları temin etmek lâzım gel­mez. Dahası, kadının bunları terketmesi vâcib olur. Zîra İslâm hukuku, karı - koca arasında her zaman sevgi bağlarının güçlendirilmesini teşvik etmekte­dir. Aralarında karşılıklı nefret meydana getirecek şeylerin yapılması haram­dır. Kanımca mezhep imamlarından hiç birisi bu nazariyeye muhalefet etmez. Kadının terketmekle zarar göreceği bazı süs edevatını temin etmeyi kocaya vâcib kılan; herhalde bu süsleri terkeden kadının, kocası nazarında güzelliği­nin noksanlaşacağmı, dolayısıyla karısına olan rağbetinin eksileceğini düşün­müştür.

Kadın varlıklı olup kendi hizmetini kendisi görmez veya kocası yüksek şeref ve mevki sahibi olduğu için karısının kendi işini kendi görmesi uygun olmazsa, kocanın muktedir olması halinde karısına bir hizmetçi tutması ge­rekir. Aksi takdirde kadın pişirme, hamur yoğurma ve süpürme gibi ev işleri­ni yapmakla ve kocası da işinin olmadığı boş zamanlarda ona yardımcı ol­makla yükümlüdür. Kadın;'dikiş, nakış ve benzeri eve ait olmayan işleri yap­makla yükümlü değildir. Kocanın bir hizmetçisi, kadının da bir hizmetçisi olur da kadın sadece kendi hizmetçisinin hizmetini kabul ederse, şahitlerle sabit bir şüphe mevcut olmadığı takdirde, kadına kendi hizmetçisinin hizmet etmesine hükmolunur.

Meskene gelince; bunun gerekli yararlan kapsaması şarttır. Sonra kadın eğer az mehir takdir edilmiş biri ise, kocasının akrabası ile aynı evde otur­maktan imtina edemez. Yani "Ben bunlarla bir arada oturmuyorum" diye­mez. Eşraftan, yani mehri çok olan kadın da, kocası evlenirken akrabalarıy­la bir arada oturmasını şart koşmuşsa, az mehir takdir edilmiş kadın gibidir. Onunla iki şartla muamele olunur:

1- Karının kendine özgü bir mahalli (evi) olmalıdır. Öyle ki kendilerin­den gizlemek istediği avretine, kocasının akrabaları muttali olmamalıdır.

2- Avretine muttali olmasalar bile, kendisine kötülük yapmaları dolayı­sıyla karının zararı sabit olmamalıdır. Bu iki şarttan biri ihlâl edilirse, az me­hir takdir edilmiş kadın ile, kocanın akrabasıyla aynı evde ikâmet etmesi şart koşulmuş olan kadından ]Şıer biri, kocanın akrabasıyla birlikte aynı evde otur­maktan imtina edebilir. Kocanın akrabasıyla aynı evde oturması şart koşul­muş olmayan çok mehirli eşraftan kadın, şartsız olarak onlarla birlikte otur­maktan imtina edebilir. îşin başındayken onlarla beraber oturmaya razı ol­muş da olsa, bir tartışma ve benzeri sebeple zarara uğradığı sabit olmasa bile onlarla beraber oturmaktan imtina edebilir.

Eşlerden birinin beraberinde küçük bir çocuğu olursa, diğeri onunla bir­likte aynı evde ikâmet etmekten imtina edebilir. Ancak küçük çocuğun varlı­ğını bildikten sonra eşiyle gerdeğe girmişse, imtina edemez. Gerdekten önce çocuğun var olduğunu bilir de, sonra gerdeğe girerse; çocuğun bir bakıcısı olsun veya olmasın, artık onunla aynı evde ikâmet etmekten imtina edemez. Ama gerdekten Önce çocuğun varlığını bilmiyorduysa, çocuğun bir başka ba­kıcısı olması durumunda onunla aynı evde ikâmet etmekten İmtina edebilir. Aksi takdirde edemez. Mâlikîler çeyiz bahsinde de anlatıldığı gibi- derler ki; kadın, teslim aldığı mehir ile emsali kadınlara münasip olacak ölçüde kendi­si için çeyiz temin etmekle yükümlüdür. Şu halde kadın, mehir ve çeyiz kı­sımlarında anlatılan şartlar çerçevesinde mehrini teslim alırsa, ev eşyalarını ve ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlü olur. Koca da; yatak, örtü, giysi ve kap gibi bu eşyalardan yararlanabilir. Bu eşyalardan kullanılması caiz olan­ları kullanır. Kadın ona bu imkânı vermezse, kocanın bunlardan yararlan­masına mahkemece hükmolunur. Kadın çeyizlerini satamaz. Ancak kocası­nın evinde olup da kocası bunlardan yararlanır ve bu minval üzere aradan dört yıl geçerse, artık satabilir. Çeyizler eskidiğinde, koca Örtü ve yatak dı­şında diğerlerinin yerine yenisini koymakla yükümlü olmaz. Ancak örtü ve yatağın yerine yenisini alır. Bunlar zarurîdir. Kadının çeyizlerinden bazısını yeniler ve sonra da onu boşarsa; kadının bu yenilerini alıp götürmesine hük­medilmez. Bu anlatılan hükümler kadının mehri teslim almış olması duru­munda sözkonusudur. Ama teslim almamış ve çeyizini kendi malıyla temin etmişse, kocası bu çeyizlerden yararlanabilir. Ama karısını bu çeyizleri satmaktan menedemez. Yalnız üçte birinden fazlasını bağışlayacak olursa, koca onu bu tasarrufundan menedebİIir.

Şâftîler dediler ki: Malî sıkıntı içinde bulunan kocanın, her günün fecir vaktinde karısına bir müd yiyecek vermesi farzdır. Şâfiîlerde tartı ola­rak bir müd, yüzyetmişbir tam, yedide üç dirhem ağırlığındadır. Mısır kade­hi karşısında bir müd; yarım kadeh eksi on tam altıda beş dirhem ağırlığın­dadır. Zira bir Mısır kadehi, iki tam eksi sekizde bir müd ağırlığındadır. İhtiyat isteyen kimse, müd yarım kadehtir desin. Bir kadeh, Mısır kilesinin sekizde biridir.

Malî sıkıntı içinde bulunan kocanın karışma, içinde bulunduğu belde halkının çoğunlukla azıklandığı gıda maddesinden yarım kadeh verilir.

Malî sıkıntı içinde bulunan (Mu'sir) kimsenin tanımı şöyledir; Hiç malı olmayan veya malı olup da ekseriyetle yaşayabileceği ömrüne paylaştırıldiğı takdirde kendisine yetmeyecek olan kimsedir. Çoğunlukla emsallerinin yaşa­dıkları yaşa ulaştığında malı kendisine bir yıl süreyle yetmeyecekse mu'sir olur. Meselâ mülkündeki şeyler, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimsele­re göre senenin günlerine paylaştırılır. Yanında kalan bir buçuk müdden faz­la olursa, mu'sir olmaz da orta halli olur. Karısına bir buçuk müdlük gıda maddesi vermesine hükmedilir. Aynı şekilde yükümlülüklerinden sonra arta kalan iki müd olursa, varlıklı kimse olur.

Özetle Şâfiîlere göre mu'sir; malı varsa kendisinin çoğunlukla yaşayaca­ğı ömrü boyunca gerekecek nafakasının kendisine ve bakmakla yükümlü ol­duğu kimselere taksim edildikten sonra ancak bir müdde muktedir olan kim­sedir. Yanında malı yoksa da böyledir. Bir müd, mu'sir (malî sıkıntı içinde) olan koca üzerine vâcib en az nafaka miktarıdır. Yanındaki gıda maddesi bir müdden fazla olur da iki müdde ulaşmazsa, orta halli olur. Karısına (günlük olarak) birbuçuk müd vermesine hükmolunur. Yanındaki fazlalık iki müdde ulaşırsa, varlıklı olur. Karısına iki müd vermesine hükmolunur. Yani yakla­şık olarak bir Mısır kadehinin 1/8 ini verir.

Şâfiîler nafaka takdirini bu esaslara göre yaparlar. Karıya yetip yetmemesini nazar-ı itibâra almazlar. Çünkü karı bazan hasta olur veya herhangi bir se­bepten dolayı yemek yiyemez. Kadına bu kadar nafaka verilir ve kendisi bunda dilediği gibi tasarrufta bulunur. Ancak kocasıyla beraber yemek yeme husu­sunda anlaşırsa, o takdirde nafakası düşer. Kocanın, karısına tahılı tane ha­linde vermesi gerekir. Un veya ekmek veyahut tahılın kıymetini vermesi ye­terli olmaz. Tanelerin bit ve benzeri şeylerden salim olması gerekir,. Koca, ta­neden gayrı şeyleri verdiğinde kadın bunları kabul etmek mecburiyetinde de­ğildir. Kadının kocada kalmış geçmişe ait nafakası varsa, kocasından veya ko­casının vekilinden o nafakayı bedel olarak para, kumaş ve benzeri şeyleri al­ma hakkına sahib olur. Gelecek zamana ait nafakaların karşılığını para olarak ne kocasından ne de başkalarından alabilir.

Hazır olan; yani içinde bulunulan günün nafakasına gelince; kadın, bu­nun karşılığını para olarak sadece kocasından alabilir. Öyle ki nafakada bu­nu kocadan başkası yaparsa sahih olmaz. Ancak bu bedel ribâ ise, -meselâ buğday yerine ekmek veya tahıl yerine un gibi- hiç bir halde caiz olmaz.

Koca (karısına nafaka olarak vereceği) tahılı öğütüp, hamur haline geti­rip pişirerek ekmek yapmakla yükümlüdür. Kadın bu işleri kendi başına yap­mayı adet haline getirmiş olsa bile, bu işleri yapmak mecburiyetinde değildir. Ayrıca koca kendi durumuna uygun olacak kadar et ile, sebze, peynir, yağ, bal ve benzeri alışılagelen katıkları hazır etmekle yükümlüdür. Sonra eğer et yetiyorsa ne âlâ. Aksi takdirde karısına katığı tamamlaması gerekir. Alış­mış olan kadın için, kocasının katığa ek olarak meyve temin etmesi de gere­kir. Bazı mevsim günleriride yenilmesi adet edinilmiş olan pasta, yemiş, ba­lık, aşure tatlısı gibi yiyecekler de meyve gibidirler. Tiryakisi ise kadına siga­ra ve kahve parasını vermesi gerekir. Kadın hâmileyken iştahının meselâ bazı acılı, ekşili şeyleri çekmesi durumunda, kocasının ona lâzım olan bu şeyleri temin etmesi gerekir. Vermeyecek olursa, karısının ondan isteyeceği şeylere karısını sahip kılması vaciptir. îçme, temizlenme ve cinsel temastan dolayı kendisiyle gusletmesi için gerekli suyu temin etmesi vâcibtir. Hayız, ihtilâm gibi başka sebeplerden dolayı gusletmesi için gereken suyu karısına temin et­mesi vacip değildir. Yemek pişirme ve su içme İçin her zamana uygun olarak gerekli aletleri karısına temin etmekle yükümlüdür. Tarak, yağ ve sabun gibi temizlik alet ve malzemelerini de temin etmesi gerekir. Emsali kadınlar için her ay veya her cuma adet haline getirilen hamam ücretini de karısına verme­si gerekir. Kına ve süslenme (tuvalet) malzemelerine gelince; koca bunları temin etmekle yükümlü değildir. Çünkü bu gibi şeyler kocaya bağlıdır. Karı­sı için süs olarak gerekli gördüğü şeyleri temin etmek» kocanın yükümlülü­ğüdür. Hastalık tedavisinin, tabibin, hacamatçının, kan alanın ve benzerleri-nm ücretini vermek, kocaya düşmez. Bu anlattıklarımız yemek, içmek ve bun­lara bağlı olan şeylerle ilgili hükümlerdir.

Giysiye gelince, senenin her mevsiminde kadına yetecek kadar giysi tak­dir edilir. Bu, kadının uzunluk ve kısalığına; kocanın zenginlik ve yoksullu­ğuna; insanların adetine, soğukluk ve sıcaklığa göre değişir. Giysi, (içinde ba-rınılmakta olan) meskenin; hasır, halı, kilim ve örtü gibi mutad sergisine ta­bidir. Kadı bütün bunları takdir ederken, mahallin adetlerine uyar. Öyle ki kadın evi serilmeyen bir kadınsa, evi serilmez. Kadına her altı ayda bir giysi verilir. Kendi hatası sonucu olmasa bile giysisi telef olduğu takdirde, başka giysi almaya hakkı olmaz.

Koca yoksul da olsa kendisinin durumuna değil de karısının durumuna uygun bir meskeni, karısına temin etmekle yükümlüdür. Bu ev, mülk de olabilir, kira da... koca, yoksul da olsa karısına bir hizmetçi temin etmekle yü­kümlüdür. Ancak kadının hür olması ve kendisi hizmet ettirmese bile emsali kadınlara hizmetçilerin hizmet etmekte olmaları şarttır. Aksi takdirde koca hizmetçi tutmakla yükümlü olmaz. Meğer ki kadın hasta veya çok yaşlı ol­sun: Bu durumda her ne kadar adet olarak kendisine hizmet edilmesi gere­kenlerden değilse de kocanın onun için bir hizmetçi tutması vâcib olur. Hiz­metçinin cariye, çocuk veya penisiyle testisleri kesik birisi gibi karıya bakma­sı helâl olanlardan olması şarttır. Koca, durumuna uygun tarzda hizmetçiye yemek vermekle yükümlüdür. Hizmetçi (günlük olarak) 1 tam 1/3 müd yiye­ceği varlıklı kocadan; bir müd yiyeceği orta halli veya malî sıkıntı içindeki kocadan alma hakkına sahiptir.

Hanbelîler dediler ki: Yiyecek, içecek ve bu cümleden olan şeylere gelince; koca, emsallerine yetecek kadar ekmek ve katığı karısına vermekle yükümlüdür. Tahıl veya tahıl bedelini vermekle yükümlü değildir. Karı - ko­ca bir hususta biribirleriyle anlaşırlarsa, bu anlaşmaları sahih olur. Her gü­nün gün doğuşu esnasında koca, karısına nafakasını vermek mecburiyetin­dedir. Bunu belli bir süre önce veya sonra verme hususunda anlaşırlarsa, bu anlaşmaları sahih olur. Kadın adeten kocasıyla beraber yemek yediğinde na­fakası düşer. Kadın kendisine tahıl vermesine razı olursa, bu tahılı öğütüp ekmek yapmak için lâzım gelen ücreti vermesi gerekir. Emsallerinin; pirinç, süt ve benzeri yemeyi adet haüne getirdikleri ve kadının durumuna uygun ek­mek katığını da koca temin etmekle yükümlüdür. Kadın belli bir katıktan usa­nırsa, kocasının o katığı başkasıyla değiştirmesi vâcib olur. Pişirme aletlerini ve yakıtı temin etmek de kocanın görevidir. Karısına her defasında 129 dir­hem (yaklaşık 362 gr.) kadar olmak üzere haftada iki kez et vermekle yüküm­lüdür. Bu bir Irak ntlı kadardır. Çünkü Mısır rıth 144 dirhemdir. Gerektiğin­de kapları kalaylatmak da kocanın görevidir.

Temizlenmesi, gusletmesi, abdest alması ve içmesi için gereken suyu; ay­rıca aydınlatma için ihtiyaç duyulan malzemeleri, yağ, yemeklik yağ ve yöre halkının âdetine göre zeytinyağını karısına temin etmesi vâcib olur. Kadın ek­mek yerine tahıl veya para isterse, koca bunu vermekle yükümlü olmaz. Aynı şekilde koca ekmek yerine ekmeğin bedelini verdiğinde, karısı bunu kabul et­meye mecbur olmaz. Meğer ki bu şekilde alınması hususunda anlaşmış ol­sunlar. Bununla beraber her birisi anlaştıktan sonra anlaşmadan cayabilir.

Sabun, başa sürülen yağ ve tarak gibi kadının temizlik masraf ve malze­melerini temin etmek kocaya düşer. Kına, boya ve tuvalet gibi süs malzeme­lerini temin etmek kocaya düşmez. Aynı şekilde ilâç bedelini ve tabip ücretini koca ödemekle yükümlü değildir. Koca, karısından süslenmesini isteyecek olur­sa, ona süslenme malzemelerini temin etmesi gerekir. Karısından koku ve ben­zeri hoşlanmadığı bir şey varsa, bunu giderecek ilâcı karısına temin etmesi gerekir.

Kadın, emsalleri kendi işlerini kendileri görmeyen kadmlardansa, kira­layarak ve satın alarak kocasının ona bir hizmetçi temin etmesi gerekir. Yal­nız kadının hür olması şarttır. Çünkü cariyenin hizmetçisi olmaz. Hizmetçi­nin, kadına bakması haram olanlardan olmaması şarttır. Kocanın karısına bulûğa ermiş genç bir hifemetçi getirmesi helâl olmaz. Aksine, hizmetçinin yaşı küçük veya penisiyle testisleri kesik birisi veyahut kadın olması gerekir. Koca, karışma "Ben kendim sana hizmet edeceğim" derse, karısı bunu ka­bul etmeye mecbur değildir. Karısı kendisine ülfet peyda etmiş olsa bile koca hizmetçiyi başka bir hizmetçiyle değiştirebilir, kadın da buna itiraz edemez. Hizmetçinin durumuna uygun giysi ve nafakayı temin etmek, kocanın görevidir.

Giysiye gelince; durumuna uygun olarak kadına giysi vermek kocaya farz­dır. Emsalleri ipekli giysiler giyiyorlarsa, kocası ona ipekli giysi vermekle yü­kümlüdür. Aksi takdirde ibrişimden veya pamuktan mamul giysi vermesi ge­rekir. Giysi, halkın adet edinişine göre takdir edilir. Giysi takdir edilirken kış mevsimi gözönünde bulundurulur. Kadını soğuktan koruyacak kadar bir ilâ­ve yapılır. Giysi; hasır, halı, kilim, yorgan, yastık, divan gibi ev sergisine ta­bidir. Koca bunları temin etmekle mükelleftir. Bütün bunları takdir ederken, kadının emsallerinin adetine bakılır. Bayram ve sevinçli günlerde giyilen giy­siler gibi kadının âdeten kendisiyle süslendiği elbiseleri karısına temin etmek, kocaya düşmez. Kadının başına koyduğu örtüyü veya ayağına giydiği şeyleri diyecek olursak, bunları temin etmek kocaya düşer. Evden dışarı çıkarken giy­diği hibre (ipekli bir giysi) veya mantoya gelince; bunları temin etmek kocaya düşmez.

Meskene gelince; karısının durumuna uygun bir meskeni temin etmek, kocaya farzdır. Bu mesken kap ve sergi gibi önce belirtilen şekilde gerekli alet - edevatı kapsamalıdır.

 

Nafaka Kocanın Durumuna Göre Mi.Yoksa Kadının Durumuna Göre Mi, Yahut Her İkisinin Durumuna Göre Mi Takdir Edilir?

 

Bu bahisle ilgili olarak mezheplerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır

 

 (68) Hanefîler dediler ki: Kan - kocanın ikisi de yoksul veya ikisi de var­lıklı olduklarında onların durumları hakkında bir ihtilâf yoktur. Varlık ha­linde varlıklılık nafakası, yoksulluk halinde de yoksulluk nafakası takdir edilir. İkisinden biri varlıklı, diğeri yoksul olunca; bunda sahih kabul edilmiş iki görüş vardır:

1- Nafaka, her ikisinin durumuna göre takdir edilir: Yani bu durumda kadın için orta halli bir nafaka takdir edilir. Koca varlıklı, karısı yoksul ise, kadın için orta halli bir nafaka takdir edilir. Yani bu nafaka kadının duru­muna göre fazla, kocanın durumuna göre noksan olur ki, bunda da bir müş-kilât yoktur. Ama kadın zengin, kocası yoksul ise şöyle denebilir; kocanın durumuna göre fazla bir nafaka takdir edilirse, koca bunu ödemekten âciz olur. Buna cevaben denilir ki; koca üzerine orta halli bir nafaka vâcİb olur. Bu durumda sadece fakirin nafakası kadar ödemesi gerekir. Geri kalanı zim­metinde borç olarak kalır.

2- Sadece kocanın durumunun nazar-ı itibâra alınması: Koca varlıklı olup karısı yoksulsa; koca zenginlerin nafakası kadar bir nafakayı vermekle yü­kümlü olur. Koca yoksul olup, karısı varlıkhysa, yoksulların nafakası kadar bir nafakayı vermekle yükümlü olur. Her iki görüş de sahihtir. Açıkça görül­düğü gibi ikinci görüş, ahkâm hususunda daha tutarlıdır. Sahih olduğuna göre; her ne kadar metinler, birinci görüş üzerineyseler de bu görüşe uymak gerekir.

Mâlikîler dediler ki: îster zengin olsunlar isterse ikisi de yoksul ol­sunlar veya biri zengin diğeri yoksul da olsa; nafakanın takdirinde eşlerin her ikisinin durumu birlikte nazar-ı itibara alınır. Zenginlik ve yoksulluk bakı­mından eşit olurlarsa; durum açıktır. Durumları farklı yani biri zengin diğe­ri yoksul olursa; lâzım olan, her iki durum ortasındaki bir nafaka olur. Koca yoksul, karısı zengin olursa; bu kadın şayet yoksul olup yoksul bir kocayla evli bulunsaydı kendisi için takdir edilecek nafakadan daha çok meblağ tu­tan bir nafaka alır. Mûtemed olan görüş budur. Sadece kocanın durumunun nazar-ı itibâra alınmasına gelince; bunu Mâlikîlerden hiç kimse söylememiş­tir. Hanefîler kısmında anlatılan iki görüşten birincisi üzerinde Mâlikîler, Ha-nefilerle ittifak etmişlerdir.

Şafîîler dediler ki: Bilindiği gibi nafaka üç nev'idir:

1- Yedirme.

2- Giydirme.

3- Barındırma.

Yedirme ve giydirme; zenginlik ve yoksulluk açısından kocanın durumuna göre takdir edilir. Bunlar takdir edilirken, karının durumu nazar-ı itibâra alın­maz. Zengin ve yoksul kocaların haklarının ne olduğu da bilinmektedir.

Meskene gelince; kocanın durumuna göre değil de kadının durumuna uygun bir meskeni kadın için temin etmek, kocaya farzdır. Çünkü yedirme ve giydirmede muteber olan, bunları kadına mülketmektir. Yani koca yiye­cek ve giyeceği karısına mülk olarak verir. Koca ise, ancak muktedir olabildi­ği şeyleri mülk olarak verebilir.

Meskenin durumuna gelince; bunda muteber olan faydalanmadır. Çünkü koca meskeni karısına rmilk etmemektedir. O karısını, durumuna göre uy­gun tarzda meskenden yararlandırmakla yükümlüdür.

Hanbelîler dediler ki; nikâh akdedildiği esnada değil de anlaşmaz­lık çıktığı esnada zenginlik ve yoksulluk bakımından muteber olan, karıyla kocanın her ikisinin durumudur. Eşlerden biri zengin, diğeri yoksul olursa, (kadın için) orta halli bir nafaka takdir edilir. Eşlerin ikisi de varlıklı iseler, kadın için zenginlerin na&kasi takdir edilir ve bu hep böyle hesaplanır.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki Mâlikîlerle Hanbelîler ve iki görüşlerin­den birinde Hanefîler; eşlerin her ikisinin durumunun nazar-ı itibâra alın­ması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bilindiği gibi Hanefilerin sahih olan bir başka görüşleri de vardır: O da kocanın durumunun nazar-ı itibâra alınmasıdır. Şâfİîlere gelince onlar, mesken dışında Hanefîlere bu görüşle­rinde muvafakat etmektedirler.

 

Nafakanın; Kumaş, Tahıl Veya Bunların Para Olarak Kıymetleriyle Takdir Edilip Edilemiyeceği Bahsi

 

Nafakanın para veya başka şeylerle takdiri hususunda mezheplerin tafsilâtlı açıklamaları aşağıya alınmıştır*69'.

 

(69) Hanefîler dediler ki; bu iş kadının yetkisine bırakılmıştır. Kadı, ya sadece kocanın ya da önce belirtilen tafsilât çerçevesinde karısıyla birlikte ko­canın durumunu gözönünde bulundurmak mecburiyetindedir. Sonra karının durumuna bakar: Eğer tahıl, kumaş, kap ve benzeri bir kaç sınıf nesnenin nafaka olarak takdir edilmesini kadının yararına buluyorsa, nafakayı bu eş­yalarla takdir eder. Para olarak takdir etmek kadının yararmaysa; beldenin piyasasına,kan - kocanın bağlı oldukları örf - adete ve kadın için gerekli olan para çeşitlerine baktıktan sonra, para olarak nafakayı takdir eder. Nafakayı takdir ederken; nafakadan az olmaması şartıyla belli bir parayla takdir et­mek zorunlu değildir. Doğrusu her zaman için ona uygun olan vardır. Kadın için nafakayı günlük veya aylık yahut yıllık olarak veyahut da para bozdur­ma bakımından yararlı gördüğü gibi takdir eder. Koca memur olup her ay maaş almaktaysa, kadın için aylık olarak takdir eder. Koca işçi olup haftalık ücret almaktaysa, kadın için haftalık olarak takdir eder. Koca çiftçi olup yıl­da bir mahsul almaktaysa, kadın için yıllık olarak takdir eder. Kadın yıllık azığını bir defada alır ve bu, hep duruma göre takdir edilir. Evlenme akdinde kocanın karısına azığını günlük olarak vermesi; kışın bir, yazın da bir giysi vermesi şart koşulmuşsa, bu şartla amel olunmaz. Kadın, kesinleşsin ve ko­casının zimmetinde borç olsun diye nafakasının takdirini taleb eder. Bundan sonra da nafaka düşmez.

Mâlikîler dediler ki: Nafaka; yiyecek, giysi ve bunların levazıma tından olan -ki bunların izahı daha önce yapılmıştı- eşya sınıfları ile takdir edilir. Karısı razı olduğu takdirde koca, beldenin piyasasına uygun bir nafa­ka bedelini karısına verebilir. Kadın razı olmazsa, anılan eşya sınıflarıyla na­fakasının takdir edilmesini taleb edebilir. Eldeki mevcuda göre koca üzerine nafaka takdir edilir. Koca memur olup aylık maaş almaktaysa, karısına aylık nafaka takdir eder. Koca işçi olup haftalık ve günlük ücret almaktaysa, buna göre haftalık veya günlük olarak karısına nafaka takdir eder. Koca çiftçi olup yılda bir veya altı ayda bir ürün elde etmekteyse, buna göre karısına nafaka takdir eder. Karısından alacağı olur ve bunu ödemesini ister (de karısı öde­mez) ise bu borcu, eğer kadına zarar vermiyorsa onun nafakasından düşürür.

Şâfiîler dediler ki: Nafakanın önce belirtildiği gibi çeşitli sınıftan mad­delerden takdir edilmesi gerekir. Bilindiği gibi kadın, nafakasının bedelini (para olarak) almaya zorlanamaz. Zamanı gelmemiş nafakasının bedelini de iste­yemez. Çünkü bu ne kocanın ne de başkasının üzerine henüz vâcib olmamış­tır. Donmuş (geçmişten kalmış) nafakaya gelince; bunun bedelini kocasından veya başkasından alabilir. İçinde bulunulan günün nafakasının bedeliniyse, -bu ribâ değilse- sadece kocasından para veya başka bir eşya olarak alabilir.

hanbelîler dediler ki: Önce belirtildiği gibi nafakanın çeşitli sınıf­tan maddelerle takdir edilmesi zorunludur. Koca, nafakasının bedelini para veya başka bir madde olarak karışma vermek istediğinde karısı onu almaya mecbur olmaz. Kadın nafakasının bedelini para olarak kocasından istediğin­de, kocası ona para olarak vermeye mecbur olmaz. Meğer ki ikisi bu hususta anlaşmış olsunlar. O zaman bu sahih olur. Bununla beraber önce de belirtil­diği gibi eşlerden her biri, anlaşmadan sonra cayabilirler.

 

Nafakanın Vücûb Şartları Bahsi

 

Nafaka, bazı şartlarla koca üzerine vâcib olur. Bu şartlar mezheplere göre tafsilâtlı olarak aşağıda anlatılmıştır.

 

(70) Hanefîler dediler ki: Koca üzerine nafakanın vâcib olması için bazı şartlar gereklidir:

1- Evlenme akdi sahih olmalıdır. Kadını fâsid veya bâtıl akidle nikahla­yıp nafakasını verir ve sonra da akdin fâsid veya bâtıl olduğu anlaşılırsa; ko­ca vermiş olduğu nafakayı kadından geri isteme hakkına sahib olur. Çünkü nafaka, ancak kadını kendi evinde alıkoyarak sırf kendi şahsına özgü kılması karşılığında kocaya vâcib olur. Fâsid akidle nikâhlan'an kadın ise kocası tara­fından (kendi evinde) alıkonulamaz. "Koca, fâsid bir nikâh akdine dayana­rak onunla cinsel temasta bulunursa iddet beklemesi gerekir. İddet beklemek­teyken de kocası için alıkonulmuş sayılır. Bu alıkonulması karşılığında kadı­na iddet nafakası verilmesi vâcib olmaz mı?" diyecek olursan cevaben derim ki: Hayır iddet nafakası verilmesi vâcib olmaz. Çünkü bu durumda alıko­nulması, akid nedeniyle değildir. Burada alıkonuluşu, kocanın dölsuyunu ve çocuğu (tabii ki nesebini) korumak içindir. Dolayısıyla bu kadına nafaka ver­mek, hiç bir surette gerekmez. Bu cümleden olarak bir kadının kocası kayıp olur da bu kadın başka bir erkekle evlenir ve ikinci kocası kendisiyle gerdeğe girdikten sonra kayıp olan kocası çıkagelirse, kadının ikinci nijcâhı fâsid olur. Kadı, bu kadını ikinci kocasından ayırır. Fâsid nikâh akdine dayanılarak ken­disiyle yapılan cinsel temastan ötürü iddet beklemesi vâcib olur. Bu iddeti beklerken ne ilk kocasının, ne de ikinci kocasının kendisine iddet nafakası vermesi vâcib olmaz. Başka bir kocadan ayrıldığı için iddet beklemekteyken ikinci bir erkekle evlenir de, bu ikinci koca kendisiyle gerdeğe girdikten son­ra kadı ikisini biribirinden ayırırsa, kadın iddet nafakasını ilk kocasından al­ma hakkına sahib olur/

2- Kadın, kocasının veya başkasının kendisiyle cinsel temasta bulunma­sına dayanacak güçte olmalıdır. Bunun için belli bir yaşta bulunma şartı yoktur. Aksine bu, kadının durumuna göre takdir edilir. Çünkü olabilir ki kadının yaşı küçük de olsa iriyarı olduğu için cinsel temasa dayanabilir. Bazan da ya­şı büyük olduğu halde bedenen zayıf olduğu için cinsel temasa dayanamaz. Yaşı küçük ama cinsel temasa dayanıklı olup kendini kocasına teslim ederse, kocası cinsel temasın ne demek olduğunu bilmeyecek kadar küçük yaşta olsa bile, ona nafaka vermekle yükümlü olur. Sonra bu durumda nafakanın kü­çük kocanın malından verilmesi vâcib olur. Küçük kocanın babasının malın­dan verilmez. Küçük yaştaki kocanın malı yoksa, babası onun karısına nafa­ka vermekle yükümlü olmaz. Ama borç edip nafaka vermesi vâcib olur. Son­ra oğlu bulûğa erip malî durumu müsait olunca, sarfetmiş olduğu nafakayı ondan alır. Babanın zayıf iradeli olduğu bilindiği takdirde şehvetsiz olan kü­çük oğlunu evlendirmesi sahih olmaz. Bununla ilgili açıklama veli bahsinde, geçti. İsteyenler o kısma müracaat edebilirler. Kadın meselâ vaginası tıkanık veya vagina ağzındaki dudakçıklar yapışık olduğu için cinsel temasa daya­nıklı olmasa bile vaginadan başka yerleriyle temas edilip oynaşıldığında şeh­vete gelip lezzetlenirse, kocasının ona nafaka vermesi vâcib olur. Kadın cin­sel temasa dayanıklı değil ve kendisiyle oynaşmaya elverişli de değil; fakat kocasının hizmetini görmeye ve onunla ünsiyet etmeye elverişli ise, kocası da onu evinde tutarsa, kocasının ona nafaka vermesi vâcib olur.

3- Kendim kocasına teslim etmelidir. Aksi takdirde nâşize (isyankâr) olur­sa, ona nafaka vermek vâcib olmaz. Nâşize; izin almaksızın ve haksız yere kocasının evinden dışarı çıkan veya kendini kocasına teslimden kaçınan, ko­casının evine girmeyen kadındır. Ama cinsel temas için kendini kocasının kollan araşma bırakmazsa, bu her ne kadar harâmsa da nafaka alma hakkı bu ne­denle düşmez. Çünkü nafakayı kendisiyle hakedeceği "evde alıkonma" sebebi mevcuttur. Kadın kendi mülkü olan bir evde ikâmet eder de kocasının ken­di yanına girmesine mani olursa, bu nedenle de nâşize olur. Kocasının iznini almadan evden çıkar veya sefere gider sonra yine eve dönerse, nafaka hakkı da geri gelir. Nâşize kadının tanımım yaparken "Haksız yere..." kaydını kul­lanmakla, haklı olarak evden dışarı çıkan veya haklı olarak kendini kocasma vermeyen kadın, kapsam dışına çıkarılmış oldu. Bu da kadının, peşin olan mehrinin tamamını teslim almaması veya anne - babasını ziyaret için evden çıkması durumunda olabilir. Bu mesele, mehir bahislerinde detaylı olarak açı-Ianmıştı.

4- Kadın müried olmamalıdır. İrtidad ederse, nafaka hakkı düşer. Nite­kim bunu irtidad bahsinde açıklamıştık. Ama kadın zimmî olup müslüman bir erkeğin nikâhında bulunması durumunda; ister evlilik nafakası olsun, is­ter iddet nafakası olsun, kadına nafaka vermek vâcib olur. Mürted kadın id-det beklemekteyken tevbe edip müslüman olursa, nâşize kadının aksine na­faka hakkı geri gelmez. Çünkü mürtedliği kocasından ayrılmasını gerektirir ve bu ayrılma sebebi de kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu neden, onun na­fakasını iptal etmiştir. Ayrılma nedeniyle nafaka iptal olunca, artık bu hak bir daha geri dönmez. Ama nâşize kadında durum bunun tersinedir. Nâşize-lik arızî bir şey olup nafakayı iptal etmez de geçici olarak durdurur. Kadın boşanır, iddet beklemekteyken kocanın iznini almadan evden dışarı çıkarsa, nâşizelik dolayısıyla nafakası iptal edilmez. Kocasının itaatine girince nafaka hakkı yeniden doğar. Koca karısını boşar ve karısı da iddet beklemekteyken irtidad ederse, iddet nafakası düşer, tekrar dönüp müslüman olsa bile nafa­ka hakkı yeniden doğmaz.

5- Kadın, hısımlık mahremiyetini oluşturacak bir iş yapmış olmamalı­dır. Kocasının (başka kadından doğma) oğluna veya kayınpederine kendini teslim eder de bunlar kendisiyle cinsel temasta bulunur ya da şehvetle eller­lerse, kocasından bâin olarak boşanır. Kocasının kendisine nafaka verme mec­buriyeti olmaz. Bilindiği gibi kadın, kocasından ayrılmayı gerekli kılan bir fiil işlemiştir. Bu ayrılma sebebi de kadından kaynaklandığı için nafakası ip­tal edilir. Kadın bu işi boşanmış olup iddet beklemekteyken işlerse; ric'î ta­lâkla boşanma nedeniyle iddet beklemekteyse nafakası düşer. Ama bâin ta­lâkla boşanma nedeniyle iddet beklemekteyse veya talâksız olarak nikâh fes­hi nedeniyle iddet beklemekteyse nafaka ve barınma hakkı vardır.

6- İddet nafakasında da anlatılacağı gibi, kadın vefat iddetini bekleme halinde bulunmamalıdır.

7- Kadın cariye ise mübevvee olmalıdır. Yani bir erkek başkasının mül­kiyetindeki bir cariyeyle evlenirse; efendisi bu cariyeyle kocasına özel bir ev hazırlamadıkça cariyenin nafakası, kocası üzerine vâcib olmaz. Yani efendisi ona ve kocasına özgü bir ev hazırlamadığı takdirde -ve bu evde cariyeyi kendi hizmetinde çalıştırması şartıyla- kocası bu cariyenin nafakasını vermekle yü­kümlü olmaz. Kocası onu boşar da efendisi ona el koyarsa, cariyenin koca üzerindeki iddet nafakası düşer.

Özetle, onbir kadın için nafaka yoktur:

1- Nâşize kadın.

2- Mürted kadın.

3- Kocasının başka kadından doğma oğluna veya kayınpederine kendini teslim eden veya onları şehvetle öpen veya bunlara benzer işleri yapan kadın.

4- Kocasının Ölümü nedeniyle iddet beklemekte olan kadın.

5- Fâsid akidle nikahlanan veya şüphe sonucu kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadın.          

6- Cinsel temasa dayanamayacak kadar yaşı küçük olan kadın.

7- Zulmen de olsa hapsedilen kadın; kocasıyla birlikte bulunması engel­lendiği zaman nafaka hakkı düşer.

8- Kendisiyle zifafta bulunulmaması durumunda hasta kadın: Bir erkek bir kadınla evlenir, henüz onunla cinsel temasta bulunamadan karısı hasta­lanır ve bu haldeyken hiç bir surette kocasının evine gitme imkânı bulamaz­sa, kendini kocasına teslim edemediği için nafaka almaya hakkı olmaz. Ama kocasının evindeyken ağır hastalanırsa, kocası ona nafaka vermekle yüküm­lü olur.

9- Gasbedilmiş kadın: Bir şahıs başkasının karısını gasbederse, doğrusu kocasının ona nafaka vermesi vâcib olmaz.

10- Hacı kadın: Kadın, mahremiyle beraber farz haccı edâ etmek üzere kocasından izin bile almadan evden çıkabilir. Fakat kocasından nafaka alma hakkına sahib olmaz. Çünkü bu durumda' kocası îçîn evde ahkonulmamak-tadır. Ama kocasıyla birlikte hacca giderse; sefer nafakası değil, hazar nafa­kasını kocasının vermesi vâcib olur. Deve, vapur veya diğer ulaşım araçları­nın ücretini kadının vermesi gerekir. Kocanınsa yiyecek, giyecek ve bunlarla ilgili şeyleri karışma temin etmesi vâcib olur. Kadının, beraberinde mahremi olmaksızın sefere çıkması helâl olmaz.

11-  Kendisi ve kocası için özel bir yer hazırlanmamış olan cariye.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki nafaka şartlarında esas, kadının fiilen ve­ya hükmen kocasının evinde alıkonulmasıdır. Nafakanın vâcib olması için, kocanın karısıyla cinsel temasta bulunmuş olmasını Hanefîler şart koşma-maktadırlar. Nitekim kocanın cinsel temas talebinde bulunmasını da şart koş-mamaktadırlar. Yegane şart, mehriri peşinatını tamamen teslim aldığı takdir­de kocası kendisiyle temasta bulunmayı istediğinde kadının kendini ona tes­lim etmekten kaçınmamasıdir. Kocasının evinde alıkonulmuş olup ondan izin almaksızın çıkmadıktan sonra, kocasının cinsel temas talebinde bulunması durumunda kadının kendini ona teslim etmesini de şart koşmamaktadırlar. Kadında cinsel temasa mani bir engelin bulunmamasını da şart koşmamak­tadırlar: Örneğin vagina tıkanıklığı veya cinsel temasa elverişli olmayacak kadar acuze olması gibi... Kendim kocasına teslim ettiği halde cinsel temasta bulu­nacağı sırada kocasına mani olan deli kadın da böyledir. Hanefîler, kocanın baliğ olmasını da şart koşmamaktadırlar.

Mâlîkîler dediler ki: Kadının nafakasının kocası üzerine vâcib ol­masının şartları, gerdekten önceki vücûb şartları ve gerdekten sonraki vücûb şartları olmak üzere iki kısma ayrılır. Gerdekten önce nafakanın vâcib olma­sı için dört şartın tahakkuk etmesi gerekir:

1- Karı veya mücbir velisi onu gerdeğe davet eder de koca gerdeğe gir­mezse, karısının nafakasını vermesi vâcib olur. Ama karısı onu gerdeğe gir­meye davet etmezse, ondan nafaka almaya hakkı olmaz.

2- Kadın, cinsel temasa dayanıklı olmalıdır. Cinsel temasa dayanamaya­cak kadar yaşı küçük ise, kocası onunla gerdeğe girmedikçe nafakası kocası­nın üzerine vâcib olmaz. Ayrıca yaşı küçük olan bu kadın, kocasını gerdeğe girmeye davet ederse kocasının gerdeğe girmesi vâcib olmaz. Girmediği tak­dirde girmeye zorlanamaz.

3- Kadın can çekişecek kadar ağır hasta olmamalıdır. Veya kocası bu de­recede hasta olmamalıdır. İkisinden biri bu şekilde hasta olursa, koca için kadına nafaka verme mecburiyeti yoktur.

4- Koca baliğ olmalıdır. Kocanın yaşı küçük ise, karısıyla cinsel temasta bulunmaya muktedir olsa bile karısına nafaka vermesi vâcib olmaz.

Bunlar, nafakanın gerdekten önce koca üzerine vâcib olmasının şartla­rıydı. Gerdekten sonrasına gelince; kadın cinsel temasa dayanıklı olsa da ol­masa da, Ölümcül derecede hastalanmış olsa da olmasa da, kocası baliğ olsa da olmasa da; nafakası kocasının üzerine vâcib olur. Mâlikîlerin zahir olan görüşleri budur. Bazıları derler ki bu, nafakanın mutlak surette vücûb şartı­dır. Karısıyla gerdeğe girip onunla cinsel temasta bulunmuş olsa bile yaşı kü­çük koca üzerine karısının nafakası vâcib olmaz. Karısı cinsel temasa daya­namayacak kadar küçük yaşta olduğu takdirde yaşı büyük kocaya karısının nafakası vâcib olmaz. Can çekişme aşamasına gelmiş olan hasta kadın da böyledir. Bu durumdaki kadına da nafaka vermek kocaya vâcib değildir.

Gerdekten sonra nafakanın koca üzerine vâcib olması için kadının, ko­casının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân vermesi şarttır: Öyle ki kocası, kendisiyle cinsel temasta bulunmak istediğinde, kadın bu işten kaçın­mamalıdır. Aksi takdirde kocasından nafaka alma hakkına sahib olmaz. Ka­dın,, vagina tıkanıklığı ve benzeri nikâh ayıplarından salim bulunmalıdır. Kendişinde bu gibi ayıplar varsa, nafaka hakkına sahib olmaz. Ancak kocası bu aybını bilmekte ve cinsel temastan başka usullerle karısıyla lezzetlenmektey-se, o zaman karısına nafaka vermekle yükümlü olur.

Şâfiîler dediler ki: Koca üzerine nafakanın vâcib olması için şu şart­ların bulunması gerekir:

1- Kadın kendini ona vermelidir. Bu da kendi nefsini kocasına arzetme-siyle olur. Örneğin "Ben nefsimi sana teslim ediciyim" demesi gibi... Kocası yanında hazır değilse ona; "Ben nefsimi sana teslim ediciyim. Bir vakit seç de sana geleyim veya sen bana gel" diyerek haber salar. Kocası o beldede ha­zır değilse, hâkim aracılığıyla korkutur. Bundan sonra da hazır olmazsa, ka­rısı nafaka hakkına sahib olur.

Özetle; kadın, kendisiyle dilediği gibi gerdeğe girip cinsel temasta bu­lunmasına hazır olduğunf kocasına hatırlatmak mecburiyetindedir. Ona bu şekilde ihtarda bulunmazsa, kocası kendisiyle cinsel temasta bulunmayı is­terken o bundan kaçınmasa bile nafaka alma hakkına sahib olmaz. Nafaka­nın vâcib olması için,, kadının kocasına dilediği zaman kendisiyle cinsel te­masta bulunmasına hazır olduğunu bildirmesi şarttır. Kocası ne zaman ister­se, karısının kendini ona vererek bu imkânı ona tanıması vaciptir. Kadının gündüzleyin işi varsa ve bu nedenle kocası onunla cinsel temasta bulunma imkânına sahip değilse, ona nafaka vermekle yükümlü olmaz. Kadının yaşı küçükse veya deli ise velisi onu kocasına arzeder.

Hülâsa; sırf nikâh akdi nedeniyle kadının nafakası kocası üzerine vâcib olmaz. Çünkü sırf akid nedeniyle vâcib olan mehirdir. Nafaka, ancak ger­dekle veya kadın eğer bâliğaysa kendini fiilen kocasına arzetmesiyle vâcib olur. Kadının yaşı küçükse veya deliyse, velisinin onu kocasına arzetmesi gerekir.

2- Kadın cinsel temasa dayanıklı olmalıdır. Kadın cinsel temasa dayana­mayacak kadar küçük yaştaysa, nafakası kocası üzerine vâcib olmaz. Kocası baliğ olup cinsel teması istese de, yaşı küçük olduğu için cinsel temasta bulu­namasa da hüküm aynıdır. Kocanın yaşı küçükse, karısına nafaka vermekle yükümlü olmaz. Meğer ki kadın, onun velîsine teslim edilmiş olsun... Koca deli ise yine aynı şekilde karısına nafaka vermekle yükümlü olmaz. Meğer ki kadın, onun velîsine teslim edilmiş olsun. Deli, karısı velîsine teslim edil­memişken karısından şehevî bakımdan yararlanırsa, bu sebeple karısına na­faka vermesi gerekmez.

Bazıları derler ki: Koca, emsalleri cinsel temasta bulunamayacak kadar yaşça küçükse, karısı da cinsel temasa dayanamayacak kadar yaşça küçükse, nafakası kocası üzerine vâcib olur. Çünkü cinsel temas engeli, sadece kadın­da değil aynı zamanda kocasında da mevcuttur. Ama kadın cinsel temasa da­yanamayacak kadar küçük yaştayken kocası yaşça büyükse, cinsel temas en­geli sadece kadında bulunduğu için nafakayı haketmiş olmaz.

3- Kadın nâşize, yani kocasının itaatından çıkmış olmamalıdır. Bunun birkaç şekli vardır:

Kadının kocasını, kendisini elleme, öpme, cinsel temasta bulunma ve benzer şekillerde kendisinden şehevî bakımdan yararlanmasını engellemesi: Kocasını engellerse, engellediği günün nafakasını alma hakkını kaybeder. Çün­kü nafaka, günlük olarak koca üzerine vâcib olur. Günün evvelinde kocasını menederse, o gündeki nafaka hakkı düşer, Bu yaptığından vazgeçip kocası­nın kendisinden yararlanmasına imkân verirse, kocası bilfiil kendisinden ya­rarlanmadıkça nafaka alma hakkı yeniden doğmaz. Şu da var ki; bir günlük itaatsizlik, bir mevsimlik giysi hakkım düşürür. Çünkü giysi, her mevsim için münasip şekilde takdir edilir. Kış mevsimindeyken günlerden bir gün kocası­na itaatsizlik ederse, tekrar onun itaatine girse bile o mevsimlik giysi alma hakkını kaybeder. Kendisiyle temasına dayanamayacak kadar kocasının pe­nisinin büyük oluşu ve hasta vaziyette olup cinsel temasta bulunmanın ken­disine zarar verişi gibi bir mazeret nedeniyle kocasını kendisiyle cinsel temas­ta bulunmaktan menettiği takdirde itaatsiz olmaz. Kadının hayızlı veya ni-fash olması da böyledir.

Kadının, kocasının iznini almadan evden çıkması: Kocasından izin al­madan evden çıkarsa nafakası, kocası üzerine vâcib olmaz. Ancak ailesini ziyaret etmek veya evin yıkılmasından korkmak gibi örfen öfkelenilmeyecek bir mazeret dolayısıyla evden dışarı çıkarsa; nafaka hakkını yitirmez.

Kocasından izin almış olsa bile kocasından başka bîr kimsenin ihtiya­cı için sefere çıkması: Bu sefer nedeniyle nafaka hakkı düşer. Ama kocasının izniyle, kocasının ihtiyacı için sefere çıkarsa; nafaka hakkı düşmez. Kocasın­dan izin almasa bile onunla beraber sefere çıkması da böyledir. Çünkü bu durumda kocasının kabzasında bulunmaktadır. Ama kocasıyla beraber de olsa ondan izin almaksızın sefere çıkması helâl olmaz. Koicası onu evden çıkmak­tan meneder de, o buna aldırış etmez kocasına zorbalık ederse, nafaka hakkı düşer. Kocasının evinde onunla beraber iken hac veya umre ihramına girerse, sırf ihrama giriş nedeniyle nafaka hakkı düşmez. Çünkü kocası izin verme­diği takdirde, ihramdan çıkabilir. Sefere çıkmadıkça, kocasının kabzasında-dır. Sefere çıktığı takdirde nafaka hakkını yitirir.. Çünkü kendi işi için sefere çıkmış olmaktadır.

Şunu da kaydedelim ki koca, karısını nafile oruç tutmaktan, geniş süreli farzın kazasını ifâ etmekten menedebilir. Kadın da o:cıa uymak mecburiye­tindedir. İtaatsizlik ederse, nafaka hakkı düşer:

Hanbelîler dediler ki: Evlilik nafakası şu şartlarla koca üzerine vâ­cib olur:

1- Kadın kendisine uygun herhangi bir yerde veya herhangi bir beldede

kendi nefsim kocasına tam olarak teslim etmelidir. Kendini bir beldede ko­casına verir de başka bir beldede vermezse, nafaka hakkı düşer.

2- Emsalleriyle cinsel temasta bulunulabilen birisi olmalıdır: Yani ken­disiyle cinsel temasta bulunmaya elverişli olmalıdır. Bazıları bunu, kadının dokuz yaşındaki bir kız olması şartına bağlamışlardır. Dokuz yaşından kü­çük olduğu halde iri cüsseli olduğu için cinsel temasa dayanıklı olursa, bu kayıt üzerine nafaka alma hakkı yoktur.Dokuz yaşından küçük iken Hanbelî kitaplarından açıkça anlaşıldığına göre her ne halde olursa olsun ona nafaka verilmez. Kadın yaşı küçük olup cinsel temasa dayanıklı ise, velisi kocasına pGel de karını sana teslim edeyim" demek mecburiyetindedir. Kadın kendi­ni bizzat veya velisi onu kocasına teslim ederse, kadın da cinsel temasa daya-nıkhysa, nafakası kocasj üzerine vâcib olur. Kocası büyük de olsa, küçük de olsa, cinsel temasta bulunabilse de bulunamasa da; meselâ penisi kesik veya iktidarsız veya hasta olsa bile hüküm aynadır. Çünkü nafaka, kadından şehe­vî bakımdan yararlanma karşılığında vâcib olur. Kadın kendini kocasına tes­lim edince nafakası onun üzerine vâcib olur. Kocası fiilen ondan yararlansa da yararîanmasa da nafakasını vermekle yükümlü olur. Hastalık, hayız, ni-fas, vagina tıkanıklığı, vagina ağzındaki dudakçıkların yapışıklığı veya zayıf­lık gibi mazeretler dolayısıyla kadınla cinsel temasta bulunmak imkânsızla-şırsa, bu onun nafaka almasına manî olmaz. Çünkü nafaka vücûbunda esas olan, kadının dokuz yaşına varmış olduğunda kendini kocasına teslim etmiş olmasıdır. Dokuz yaşma gerdekten önce varmış olmasıyla gerdekteyken var­mış olması arasında bir fark yoktur. Kadın sağlıklı olup cinsel temas dışında sadece oynaşması için kendini kocasına verirse, bununla nafaka hakkına sa-hib olmaz. Kadın kendini cinsel temasta bulunması için kocasına teslim et­mekten kaçınırsa, nafakası düşer. Kadında cinsel temasa engel bir arıza mey­dana gelir de sonra kendim kocasına teslim ederse, hasta olduğu sürece nafa­ka hakkı geri gelmez. Bu geri gelmeyiş, sıhhatli iken kendini kocasına teslim etmekten kaçınmasının cezasıdır. Kocasının penisi büyük olduğu için onunla cinsel temasta bulunmaya dayanamadığını veya kendisinde bazı elemler bu­lunduğunu, bu elemler var iken cinsel temasa dayanamadığını iddia ederse; kendini güvenilir bir kadına (tabibeye) muayene ettirip o tabibe de kendisi­nin iddiasını doğrularsa, kadının sözü kabul edilir ve nafakası da düşmez. Kocanın yaşı küçük olursa tıpkı büyük yaştaki koca gibi nafakayla yükümlü olur. Velisi, küçük yaştaki kocanın malınidan onun karısına nafaka vermeye zorlanır. Sefih ve deli de çocuk yaştaki koca gibidir. Karı dokuz yaşından kü­çük ise kendini kocasına teslim etmiş de jolsa veya velisi onu kocasına teslim etmiş de olsa nafaka alma hakkına sahib olmaz. Kadın nikâh akdinde kendi­ni ancak şöyle bir beldede veya şöyle bir yerde kocasına teslim edeceğini şart koşarsa, bu şarta uyulur. Bir kimse bir kadını nikâhlar da kadın kendini ona vermezse yanında senelerce kalsa bile nafakası kocası üzerine vâcib olmaz.

Koca kayıp olursa hâkim aracılığıyla kadın "Ben senin itaatindeyim" veya "Dilediğin vakitte kendimi sana teslim etmeye hazırım" diyerek ilânatta bu­lunmak mecburiyetindedir. Böyle yapmakla kadının nafakası kocası üzerine vâcib olur.

3- Kadın nâşize (itaatsiz) olmamalıdır. Nâşizeliğin bazı şekilleri vardır:

  Kocasından izin almadan onun evinden çıkması.

  Kocasına, kendisiyle cinsel temasta bulunma imkânını vermemesi.

  Kocasından izin almadan sefere çıkması.

• Kocasının izniyle olsa bile nafile haccetmesi veya oruç tutması ya da zimmetteki adak bir hac ihramına girmesi: Bunları yapar da kocası kendisini yatağa davet eder ama kocasının isteğine uymazsa, nafakası düşer. Kocası ken­disini yatağa davet ettiğinde nafile orucunu ve benzeri ibadetleri iptal edebilir.

  Kocasıyla beraber onun yatağında gecelememesi.

• Cinsel temas dışında öpme ve benzeri şehevî yararlanmadan kocasını menetmesi.

• Kocasının iznini almadan kocasının ihtiyacı için sefere çıkması: Koca­sının iznini alarak onun ihtiyacı için sefere çıkarsa nafaka hakkı vardır. Farz hac için sefere çıkması da böyledir. Farz hac için sefere çıkarsa nafakası düş­mez. Bir nıahremiyle beraber olunca, kadın kocasından izin almadan da farz hac için sefere çıkabilir. Tıpkı kocasından izin almadan ramazan orucunu tut­ması gibi... Beş vakit farz namazla birlikte kılınan sünnetler de böyledir. Ko­canın karısını evden kovmasında da aynı şekilde kadm nafaka alma hakkına sahib olur. Ama kocasının izniyle de olsa kendi ihtiyacı için veya nafile hac için sefere çıkarsa, nafaka alma hakkına sahib olmaz.

4- Kadın, başkasının kendisiyle cinsel temasta bulunmuş olmasından do­layı iddet beklemekle yükümlü olmamalıdır. Örneğin bir kişinin şüphe so­nucu kendisiyle cinsel temasta bulunmuş olması ve bu nedenle kadının iddet beklemesi durumunda kocasından, nafaka alma hakkına sahip değildir. Nâ-şizelikte kocanın karıyı reddetmeye muktedir olup olmaması arasında bir fark yoktur. Kadın itaatsizlikten vazgeçip kendini kocasına teslim ederse, nafaka hakkı yeniden doğar. Mürted kadm dine geri dönerse, nafaka hakkı da geri döner. Gündüzleyin kocasına itaat eder, geceleyin isyan ederse, emsali ka­dınların almakta oldukları nafakanın yarısını hakeder.

5- Kadının mahpusluğu gibi kendisiyle kocası arasına bir engelin girme­si ve bu nedenle de kocasının kendisine ulaşamaması: Bu durumda kadının nafaka alma hakkı düşer. Onun nafakası veya mehri için kocasının hapsedil­mesi durumunda da kadın nafaka alamaz. Ancak koca varlıklı olduğu halde borcunu ödemekten kaçınır ve karısı onu hapsettirirse, kadının nafakası ke­silmez. Çünkü bu durumda kocası zâlim olmaktadır.

 

Nafakanın, İstenilmeden Sabit Olup Olmaması Bahsi

 

Kadın kendini kocasına teslim ettiğinde kocası onu nafakasiz bırakır­sa, nafakası kendini teslim ettiği vakitten itibaren mi kocası üzerine lâzım olur, yoksa nikâh akdi yapılır yapılmaz mı vâcib olur? Nafaka koca üzerine vâcib olduğuna göre kocanın zimmetinde borç olup kadın bunu taleb ede­bilir mi? Bu hususta mezheplerin geniş açıklaması vardır.

 

(71) Hanefîler dediler ki: Kadın, zamanı geçip de Ödenmemiş olan na­fakalarını alamaz. Koca kayıp olduğu veya hazırda bulunup da ödemekten kaçındığı için karısına nafaka vermemişse, geçmişte kalan nafakalarını karısı ondan isteyemez. Aksine zamanın geçmesi nedeniyle bu nafakalar düşer. An­cak geçen zaman az ise -kî bu, bir aydan az olan bir süredir- nafakası düş­mez. Ama bu süre geçtikten sonra nafaka koca üzerine borç olur. İkisinden biri ölmedikçe veya kadın boşanmadıkça veya ileride açıklanacak olan bun­lara benzer durumlar vukûbulmadıkça bu borç düşmez. Çünkü kadm, vakti geçtikten sonra nafakaya mâlik olur. Nafakasında, güzelliğine ve sağlığına zarar vermeyecek şekilde tasarrufta bulunabilir. Kendisine verilen nafakayı yemeyip zayıflarsa, zayıflamaması için kocası nafakayı kendi şahsına sarfet-mek üzere karısını zorlayabilir. Kocasından alması gereken nafakanın süresi gelip geçtikten sonra, kadının emriyle olmasa bile gerek kendi malından ge­rek başkasının malından kendi şahsına harcamada bulunursa, kadının tak­dir ettiği nafakayı kocasından taleb eder. Karı - kocanın belli bir nafaka mik­tarı üzerinde anlaşmaları da böyledir. Koca bu miktarı ödemekle yükümlü olur. Bu kadarlık nafaka kocanın zimmetinde borç olur. Kadı "Hükmettim" demese bile kadın bunu kocasından taleb edebilir. Çünkü nafaka takdirini taleb etmek, talebin şartlarıyla olur. Bu da kocanın borcunu ödemeyip ge­ciktirdiğini, sofra sahibi olmadığını şikâyet etmek ve kayıpta olmadığını id­dia etmektir. Kadı, nafakayı takdir ederse bu bir hüküm olur. Artık bundan sonra nafaka düşmez. Kadı, kadm için günlük veya aylık nafaka takdir eder­se, evlilik devam ettiği sürece bu hüküm geçerli olur. Anlaşma veya kadı ka­rarıyla nafakanın takdir edilmesinden önce kadın kocasını nafakadan ibra ederse, bu ibra sahih olmaz. Çünkü nafaka takdir edilmezden önce koca üze­rine borç olmaz. Şu halde kocayı ondan ibra etmenin anlamı yoktur. Ama takdir edildikten sonra ibra etmek sahih olur. Yalnız şu durum bundan istis­na edilir. Koca, kendisini iddet nafakasından ibra etmesi karşılığında karısını hul ederse sahih olur. Çünkü bu, bedel karşılığında ibradır. Bu bedel de, ka­dının kendi nefsine mâlik olmasıdır. Bu da vücûbdan önce edâ etmektir ki sahihtir. Ama bedelsiz yapılan ibra, bunun aksinedir. Çünkü bu, bir şeyi vü-cûbundan önce düşürmektir ki sahih değildir. Nafakanın takdirinden sonra kadın onu nafakadan ibra ederse, zamanı geçmiş nafakayla geleceğe ait bir aylık nafakayı kapsayacak olan ibra sahih olur.

Mâlikîler dediler ki: Önceki sayfalarda anlatılan şartlar gerçekleş­tiğinde evlilik nafakası varlıklı kocanın zimmetinde vâcib olur. Hâkim takdir etmese bile zamanı geçen nafakalarını kadın kocasından isteme hakkına sa-hib olur. Koca varlıklıyken yoksul olduğunda, sadece yoksulluk zamanında­ki nafakası düşer. Varlıklı zamanına ait geçmişte kalan ödenmemiş nafaka ise kocanın zimetinde kalır. Eli genişlediğinde karısı bunu ondan taleb eder.

Şâfîîler dediler ki: Kadın kendini kocasına teslim ettiğinde veya yaşı küçükse velisi onu kocasına teslim etmeyi ilân ettiğinde kadın önce anlatılan şartları tahakkuk ettirmişse; kocası her gün fecir vaktinde -açıklaması.ileri­de yapılacak olan- nafakayı geniş zamanlı bir vücûbla ona vermekle yüküm­lü olur. Kadın bu nafakayı ister de kocası geciktirirse günahkâr olur. Şu da var ki koca kendi durumuna uygun nafakayı karısına vermekle yükümlüdür. Vermediği takdirde karısı bunu ondan taleb eder.

Hanbelîler dediler ki: Kadın kendini kocasına teslim ettiğinde ön­ceki şartlan da tamamlamışsa, bununla nafakası kocası üzerine vâcib olur. Ve bu nafaka, kocanın zimmetinde borç olur. Karısı ona; "Kendimi sana tes­lim ettim" der de o inkâr ederse, yemin etmesi şartıyla kocanın sözüne itibar edilir. Karısı ona; "Kendimi bir yıl süreyle sana teslim ettim" der de o, "Ha­yır, bîr ay süreyle kendini bana teslim ettin" derse, yine yemin etmesi şartıyla kocanın sözüne itibâr edilir.

 

Nafakayı Düşüren Şeyler Bahsi

 

Nafaka, mezheplerde tafsilâtlı olarak anlatılmış olan bazı şeylerle düşer.

 

(72) Hanefîler dediler ki: Nafaka, eşlerden birinin ölümüyle düşer. Yal­nız kadının, karıya borçlanmasını emretmemiş olması şarttır. Kadı borçlan­masını emrederse, onun bu emriyle nafaka bir hak olarak tıpkı kocanın ken­disinin borçlanması gibi kesinlesin Şüphesiz kocanın veya karısının ölmesi, kocanın borcunu düşürmez. Ama kadı borçlanmasını emretmezse, nafaka Ölümle düşer. Çünkü o zaittir. Geçmiş zamanda kalan nafakanın boşanmay­la düşmesine gelince; bunda ihtilâf vardır: Doğrusu şu ki bu nafaka boşa­mayla düşmez. Ric'î boşamaya gelince bunun hükmü açıktır. Bâin boşamay­la geçmiş zamanın nafakası düşerse erkekler bu boşamayı, kadınların hakla­rını düşürmek için alet ederler. Hanefi kitaplarının kuvvetli nakillerinden de anlaşıldığı gibi sahih olan görüşe göre nafaka ric'î boşamayla düşmez. Çün­kü öyle görülüyor ki bu boşama, kadının hakkını zayi etmek için hile olarak kullanılacak, sonra da koca karısına tekrar dönecektir. Bâin boşamaya gelince kadının, takdir edilen nafakayı düşürmeden önce durumu iyice düşün­mesi gerekir. Boşama amacının kadının nafakasını düşürmek ve hukukunu zayi etmek olduğunu durumdan anlarsa, geçerli sayılmaz. Ama boşama ama­cının bu olmadığını anlarsa o zaman boşamayı, nafakayı düşürücü bir sebep sayar. Geçmişte kalan nafaka kadının -borçlanmakla emrolunmamışsa- ita­atsizliği nedeniyle düşer. Yoksa nafakası hiç bir halde düşmez. Kadın nafa­kasını günlük olarak kocasının vereceği yemekten yeme üzerine razı olursa, geçmiş nafaka takdiri geçersiz olur. Aynı şekilde kocanın sofrası olursa on­dan izin almaksızın kadın bu sofradan yiyebilir. Şartlar bahsinde de geçtiği gibi kadının irtidad etmesi, kocasının oğlu veya babası veya bunlar gibi biri­nin kendisinden şehevî bakımdan yararlanmalarına razı olması nedeniyle na­fakası düşer.

Mâllkîler dedile? ki: Nafaka şu sebeplerle düşer:

1- Kocanın malt sıkıntı içine düşmesi: Kadınla gerdeğe girilmiş olmasıy­la olmaması, bu hüküm açısından farketmez. Kocanın malî durumu iyileşin­ce, karısı sıkıntı zamanında veremediği nafakasını -bu nafaka, Mâliki bir hâ­kimin hükmüyle takdir edilmiş olsa bile- ondan taleb edemez. Kocası malî sıkıntı içinde bulunduğu sürece kadın nafaka talebinde bulunamaz.

2- Kocasıyla beraber yemesi durumunda, nafakası kararlaştırılmış olsa bile düşer. Bunda giysi ile yiyecek arasında bir fark yoktur. Koca karısını ken­disi ile beraber giyindirirse, kadının giysi hakkı düşer.

3- Kocasını kendisiyle cinsel temasta bulunmaktan veya kendisiyle sevi­şip oynaşmaktan menetmesi: Kocasını menettiği gün nafakası düşer.

4- Kocasının iznini almadan onun itaat mahallinden çıkması. Kocanın da şahsen veya kendi elçisi veya hâkim vasıtasıyla onu geri çevirememesi ve de ilk başta onu evden çıkmaktan menedememesi: Eğer kadını kendine tek­rar İtaat ettirebilir veya ilk başta onu evden çıkmaktan menedebiîir, kendisi hazır iken karısı evden çıkarsa nafakası düşmez. Zîra bu durumda çıkması, izinli olarak çıkması gibidir. Ancak kadın, kocasından hâmile kalır ve evden çıkarsa nafakası düşmez. Çünkü nafaka, kendisi için değil de karnındaki ce­nin içindir.

5- Karısını hul' veya betat (kesinlik) ile bâin olarak boşamış olmamalı­dır: Karısını bâin olarak boşarsa nafakası düşer. Meğer ki karısı hâmile ol­sun. Bu durumda karnındaki ceninin nafakasını alır. Nitekim bu husus iddet nafakası bahsinde de açıklanacaktır.

Ric'î talâka gelince; bu hiç bir surette nafakayı düşürmez. Kadın borçlu olduğu için hapsedilir veya kocasından alacaklı olduğu için kocasını hapset-tirirse, kocasının gizlediği bir malının var olması ihtimalinden ötürü kadının nafakası düşmez. Kocasının iznini almadan farz haccı edâ etmek üzere ev den çıkmasıyla da nafakası düşmez. Seferdeyken hazar halindeki nafakası ka­dar nafakayı hakeder. Yalnız seferîlİk nafakasıyla hazarîlik nafakasının bir­birine eşit olması şarttır. Sefer nafakası daha az ise, kadın daha fazlasını ha~. kedemez.

Şâfiîler dediler ki: Nafaka, önceki sayfalarda açıklaması yapılmış olan nâşizelik (itaatsizlik) ve nafaka şartlarından birini ihlâl etme nedeniyle dü­şer. Kadın itaatsizlik ederse, itaatsizlik ettiği gündeki nafakası düşer. Kocası­na tekrar itaat edecek olursa, önce belirtildiği gibi nafaka hakkı da geri gelir. Kadının hâmile olmaması durumunda bâin olarak boşanmasıyla da nafaka­sı düşer. Şu da var ki, kadının kesinleşmiş olan geçmiş nafakası hiç bir halde düşmez. Eşlerden birinin vefatı dolayısıyla da nafaka düşer. Bunun açıkla­ması, iddet nafakası bahsinde yapılacaktır.

Hanbelîler dediler ki: Nafaka, yakında açıklaması yapılmış olan nâşizelik (itaatsizlik) ile düşer. Yani kocasına itaatsizlik ettiği günde ondan nafaka alma hakkına sahib olmaz. Kocasına tekrar itaat ederse, nafaka hak­kı da geri gelir. Kararlaşmış olan nafaka düşmez. Nafaka, ric'î talâkla düş­mez. Bâin talâka gelince, kadın eğer hâmileyse nafakası kesilmez, giysi ve ba­rınma hakkına da sahiptir. Hâmile değilse nafakası kesilir. Hâmile de olsa ölümü nedeniyle nafakası düşer. Bu, iddet nafakasında açıklanacaktır. Ma­zeretli veya mazeretsiz bir kimse bir süre karısını nafakasız bırakırsa, kadının nafakası düşmeyip zimmetinde borç olarak kalır. Çünkü hâkim takdir etmiş olsa da olmasa da borçtur. Çünkü vücûbunun esası, önce anlatılmış olan şart­lardır. Bu şartlar gerçekleşince, nafaka kocanın zimmetinde borç olarak vâ-cib olur ve düşmez.

 

Iddet Nafakası Bahsi

 

Hâmile olsun veya olmasın vefat iddetini beklemekte olan kadın için nafaka yoktur. Boşanma veya fesih nedeniyle iddet beklemekte olan kadı­nın nafakasına gelince; bu hususta mezhepler geniş açıklamalarda bulunmuşlardır.

 

(73) Hanefîler dediler ki: Karı - koca arasında meydana gelen ayrılma­lar ric'î veya bâin talâkla ya da sahih veya fâsid nikâh akdinin feshiyle ya da Ölümle olur. Ric'î talâkla olunca bilindiği gibi kadın bütün nev'ileriyle na­fakayı hakeder. Kocası ölünce iddeti vefat iddetine dönüşür. Hâmile olup ol­maması hükmü değiştirmez. Bu durumda, takdir edilmiş olan nafakası dü­şer. Ancak kadı tarafından borçlanmakla emrolunmuş ve bilfiil borçlanmış olursa, o zaman nafakası düşmez. Yalnız kocasının, iddeti içinde beklemesi için kendisine hazırlamış olduğu evden dışarı çıkmaması şarttır. Kocasından izin almaksızın dışarı çıkarsa, nâşize (itaatsiz) olur ve nafakası düşer. Talâk ayrılması bahsinde de geçtiği gibi, sahih nikâh akdinin feshi de talâk gibidir. Fâsid nikâh akdinin feshi ve şüphe sonucu yapılan cinsel temas nedeniyle mey­dana gelen ayrılmalara gelince faraza kadın iddet beklemekteyken başka bir erkekle evlenir de, bu erkek kendisiyle gerdeğe girer ve sonra akid bâtıl oldu­ğu için kadı tarafından biribirlerinden ayrılırlarsa; bu kadın üzerine iki iddet vâcib olduğu anlatılmıştı. Kadın, ayrıldıktan sonra bu iddetleri beklemeye baş­lar. Şu da var ki ikinci kocanın cinsel temasından önce beklemiş olduğu id­det de bu iddetin içine girer. Bu kadın hayız görenlerdense, ikinci kocanın cinsel temasından dolayı iddet olarak üç hayız beklemesi gerekir. Sonra ka­dın ikinci kocanın kendisiyle cinsel temasta bulunmasından önce bir hayız görürse, bu ilk kocanın iddetinden sayılır. İki hayız, ikinci kocanın temasının iddetinden sayılır. Böyleceföğrenmiş oluyoruz ki iki iddet içice girmiştir. Şu anlamda ki, iki hayız bir defa ikinci kocanın iddetinden; bir defa da ilk ko-canm iddetinden hesaplanmaktadır. Nitekim bu daha önce de anlatılmıştı. Ama kadının nafakası, ilk kocanın üzerine olur. Zîra fâsid nikâha dayanıla­rak yapılan cinsel temas, her ne kadar iddeti gerektirmekteyse de, iddet nafa­kasını gerektirmemektedir. Şüphe sonucu yapılan cinsel temas da böyledir. Bu temas, fâİI durumundaki erkek üzerine iddet nafakasını vâcib kılmaz. Ka­dının iddet beklemekte olduğu evden dışarı çıkmaması şartıyla iddet nafaka­sı ancak ilk koca üzerine vâcib olur. Evden çıktığı takdirde nafakası düşer. Teferruat kabilinden şöyle bir mesele ortaya çıkmaktadır: Evli bir erkek kayıp olup; karısı onun öldüğünü sanarak başka bir erkekle evlenir ve bu ikinci koca onunla gerdeğe girer de, sonra ilk koca çıkagelip karısıyla ikinci kocayı birbirinden ayırır da kadın ondan iddet beklerse; iddet nafakası ne birinci ne de ikinci koca üzerine vâcib olur. Çünkü ilk koca onu boşamamıştır. Onun için karısının iddet beklemesi gerekmez. İkinci kocanın nikâhıysa fâsiddir: İddeti gerektirir ama nafakayı gerektirmez. Ayrılık, kocanın ölümü dolayı­sıyla vukûbulmuşsa, kadın hâmile olsun veya olmasın iddet beklerken nafa­kayı haketmez. Mûtemed kavle göre ümmü veled bundan istisna edilmez. Bir adamın elinde bir cariyesi olup onunla efendilik - cariyelik bağına dayana­rak cinsel temasta bulunur da, cariye hâmile kalır ve sonra efendi ölürse; ca­riye nafakayı haketmez. Çünkü efendisi nikâh akdi olmaksızın onunla temasta bulunmuştur. Bu temas; fâsid nikâh akdine dayanılarak yapılan cinsel temas gibidir. Sahih nikâh akdine dayanılarak kendisiyle cinsel temasta bulunulan hâmile kadın nafakayı haketmediğine göre, efendilik - cariyelik bağına daya­nılarak kendisiyle cinsel temasta bulunulan cariye, haydi haydi nafakayı ha­ketmez. Boşanan kadın iddetinin uzadığını ve hayız görmediğini iddia eder­se, yemin etmesi şartıyla sözü kabul edilir. İddetinin tamamlandığı sabit olun­caya dek nafakası devam eder. Bu da beyyine getirilerek iddetinin tamam­lanmış olduğuna şehadet etmesiyle sabit olur. Boşanan kadın hâmile olduğunu iddia ederse, boşanma tarihinden itibaren iki seneye kadar nafakası de­vam eder. îki sene geçtikten sonra hâmile olmadığı anlaşılırsa, kocası ona vermiş olduğu nafakayı geri isteyemez. İddet nafakası, iddet geçince kadının taleb etmemiş olmasıyla düşer. Ama kadı kararıyla veya tarafların anlaşma­sıyla takdir edilmişse; iddet süresi geçmiş de olsa muhtar kavle göre düşmez. Kadın, kadının emriyle borçlanmışsa bu nafaka kesinleşir ve düşmez. Bunda ihtilâf yoktur. İddetin hayızlarla değil de aylarla olması şartıyla, iddet nafa­kası üzerine tarafların musalaha yapmaları sahih olur. Yani kocanın iddet bek­lemekte olan kansına,emsallerine verildiği kadarıyla üç veya dört aylık nafa­kayı vermek üzere karısıyla anlaşması sahih olur. Üç hayzın nafakasını ver­mesi sahih olmaz. Çünkü hayız meçhuldür.

Mâlikîler dediler ki: Hâmile olsun olmasın ric'î talâkla boşanan ka­dının iddet nafakası kocası üzerine vâcib olur. Kocası onu menetmeye muk­tedir olsa da olmasa da, iddet evinden izinsiz çıkması durumunda nafakası düşmez. Kocası öldüğünde tıpkı nikâhındayken kocasının vefat etmesi gibi, iddeti vefat İddetine dönüşür, nafakası düşer. Yalnız iddeti -ki bu dört ay on gündür- tamamlanıncaya dek (kocasının evinde) barınma hakkı devam eder. Ama barınmakta olduğu evin, kocasının mülkü oiması şarttır. Ev kirâhksa, barınma hakkı da düşer. Bâin olarak boşanan kadına gelince; bunun nafaka hakkı yoktur. Sadece barınma hakkı vardır. İddeti tamamlanıncaya dek onu evinde barındırmak, koca üzerine vaciptir.

Bu anlatılanlar, kadının hâmile olmaması durumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Ama hâmileyken kocası onu bâin talâkla boşarsa; yiyecek, gi­yecek ve barınak olmak üzere her üç nev'iyle nafaka boşanan kadın için de­ğil de doğuruncaya dek karnındaki cenin için (koca üzerine) vâcib olur. Bu nafakası iddet evinden dışarı çıkmakla düşmez. Çünkü bu nafaka kadın için verilmemektedir. Hamileliğinin evvelinde, olsun hamileliği esnasında olsun, kocası onu bâin olarak boşarsa; giysi hakkı sabit olur. Kocası onu dört ay geçtikten sonra boşarsa, hakettiği giysilerin tamamı hesaplanır ve sonra ge­çen süreye tekabül edenler çıkarılır. Kalan aylarda o giysilerin kıymeti nakid-Ier halinde kadına verilir. Kadın, vaadedilen zamanının gelmesiyle haketti-ğinde ona giysi vermek vâcib olur. Eğer vadesi gelmemişse ona giysi veril­mez. Doğurmadan önce kocası vefat ederse, nafakası düşer. Doğuruncaya dek kocasının evinde barınma hakkı kalır. Bu evin kocasının mülkü olması veya kiralık olması, kirasının peşin olarak ödenmiş olması veya olmaması bu hükmü değiştirmez. Bâin olarak boşanıp hâmile olmayan kadın da böyledir. Bu da iddeti tamamlanıncaya dek boşanmış olduğu evde barınma hakkına sahiptir. Bu evin kocanın mülkü olması veya kiralık olması, kirasının ödenmiş olması veya olmaması bu hükmü değiştirmez. Ev kirası -şayet ödenmemişse- tereke­nin ana malından ödenir.

Böylece Öğrenmiş oluyoruz ki; kocasının nikâhındayken kocası vefat eden kadın hâmile olsun olmasın iddet nafakasını haketmez. Ama vefat eden ko­casının mülkü olan bir evdeyse, barınma hakkı vardır.îddet beklemekteyken kocası vefat eden ric'î talâkla boşanmış kadın da böyledir. Hâmile olsun ol­masın bâin olarak boşanan kadına gelince; bu kadm iddetteyken kocası vefat ederse, oturmakta olduğu ev kocasının mülkü de olsa kiralık da olsa bu evde barınma hakkı vardır. îkisi arasındaki fark şudur; Bâin olarak boşanan ka­dın, kocasının ölümünden önce barınma hakkını kazanmıştır. Bu, kocasının zimmetini ilgilendiren bir hak olup, ölümle düşmez. Yemek yedirme ise, günlük olarak vâcib oİur. Aynı şekilde giysi de mevsimi gelmeden vâcib olmayıp ko­canın zimmetini ilgilendirmez. Bu nedenle de ölümle düşer. Bâin olarak bo­şanan kadın hâmile olduğunu iddia etmekle nafakayı haketmez. Aksine, kar­nındaki ceninin hareket ederek belirmesi gerekir. Hareket ederek belirmesiy­le bu kadm için nafaka vermek vâcib olur. Cenin dört ay on günlük olmadan hareket etmez. (Hareket ederek belirince) nafakası, hamileliğin başlangıcın­dan itibaren hesaplanır. Bazılarının görüşüne göre, nafaka ancak çocuğun doğmasından sonra ödenir. Doğum yaptıktan sonra, nafaka hamileliğin baş­langıcından itibaren hesaplanır. Bilindiği gibi bâin talâkla boşanan kadına nafaka yoktur. Hanefîlerin dedikleri gibi temizlik devresinin uzadığını iddia etmesinin anlamı yoktur. Ric'î olarak boşanan kadına gelince; bunun iddeti-nin neyle tamam olacağı iddet bahislerinde öğrenilmişti. Bununla birlikte bu kadın zevce gibidir. Kocası, onun iddeti oyuncak haline getirdiğini görürse onu kesin olarak boşayabilir. Kadının (iddetini beklemekteyken temizlik dev­resinin uzadığını) iddia etmesinin kocaya bir zararı dokunmaz.

Şâfiîler dediler ki: Hür olsun cariye olsun, hâmile olsun veya olma­sın ric'ı olarak boşanan kadının iddet nafakası (kocası üzerine) vâcib olur. Koca, hâmile olduğunu zannederek ona nafaka verir, sonra da hâmile olma­dığı anlaşılırsa, sarfettiği nafakayı ondan geri alır. Hâmile değilken bâin ola­rak boşanan kadına gelince, bunun nafakası yoktur. Çünkü kocasının bu ka­dın üzerinde artık bir otoritesi kalmamıştır. Ama hâmileyken bâin olarak bo­şandığında, doğum yapıncaya dek ona nafaka vermek vâcib olur. Gereksiz yere iddet evinden çıkması durumunda hâmile kadının nafakası düşer. Aynı şekilde hâmile de olsa kocası ölen kadın için nafaka vermek vâcib değildir. Ama onu barındırmak vaciptir. Ancak o hâmileyken bâin talâkla boşanır, sonra kocası vefat ederse, iddeti eski hali üzere kalıp, nafakası kesilmez. Zîra talâk iddeti vefat iddetine intikal etmez. Ama ric'î olarak boşanmış olsaydı; talâk iddeti vefat iddetine intikal ederdi. Nitekim bu daha önce de anlatılmıştı.

Şunu da belirtelim ki nafakadan maksat; yiyecek, giyecek ve mesken (an­lamını) kapsayan şeydir. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, bâin talâkla boşanan kadm için nafaka yoktur. Onun temizlik döneminin uzadığını ve hayız gör mediğini iddia etmesinin anlamı yoktur. Kadın hâmileyse, hamilelik nafaka­sını hakeder. Hâmile olduğunu iddia eder, sonra da hâmile olmadığı anlaşı­lırsa, kocası ona verdiği nafakayı geri alır. Kadının yalan iddiada bulunması­nın asla yararı yoktur. Şüphe sonucu veya fâsid nikâha dayanılarak kendisiy­le yapılan cinsel temastan Ötürü iddet beklemekte olan hâmile kadın için na­faka yoktur.

Hanbelîler dediler ki: Ric'î olarak boşanan kadına bütün nev'ile-riyle -tıpkı kocasının evli kansıymış gibi- nafaka vermek vâcib olur. Ancak temizlenmesi için lâzım gelen nafakayı vermek vâcib değildir. Çünkü bu du­rumdaki kadın, kendisinden şehevî bakımdan yararlanılmaya hazır değildir.

Bâin olarak boşanan kadına gelince; eğer hâmileyse ona nafaka verilir, değilse nafaka verilmez. Doğum öncesi onun için her gün nafaka takdir edi­lir: Nafakası kesilir de, sonra hâmile olduğu anlaşılırsa, kocası geçen zama­nın nafakasını vermekle yükümlü olur. Kocası hâmile olduğunu zannederek ona nafaka verir de, sonra hâmile olmadığı ortaya çıkarsa, almış olduğu na­fakayı kocası ondan geri alır. Kadın hâmile olduğunu iddia ederse onun için üç ay sabredilir. Hâmile olduğu görülmezse nafakası kesilir. Ancak daha ön­ce hayız görürse, hâkimin hükmüyle kesinleşmiş olsa bile, kocası onun nafa­kasını keser.

Kocası vefat eden kadına gelince; bu kadın hâmile olsa da olmasa da nafaka alma hakkına sahip değildir.

 

Kayıp Koca Üzerine Nafakayla Hükmetmek Ve Nafaka İçin Kefil Alma Bahsi

 

1-  Karı, kayıp kocasından nafaka talebinde bulunma hakkına sahip midir?

2- Bu hakka sahipse, kefilsiz olarak mı bu nafaka kadına sarfedilir ve­ya kefil mi gerekir? Çünkü şayet kocanın ölmüş olduğu anlaşılırsa, kadı­nın almış olduğu nafakayı kefile geri versin...

3-  Karı nafaka için kefil isteyebilir mi?

Bu soruların cevabında mezheplerin tafsilâtlı açıklamaları aşağıya alın­mıştır.

 

(74) Hanefîler dediler ki: Koca, karısından kayıp olursa bu hususta iki görüş vardır:

A- Karı için, ancak bazı şartlarla nafaka vâcib olur. Bu şartlar şunlardır:

1- Kocanın, bir şahsın yanında emanet malının veya alacağının bulun­ması: Bu durumda karısına bu maldan nafaka takdir edilir.

2- Bu mal nakİd ve gıda maddesi (tahıl vesaire) gibi satılmasına gerek duyulmayan bir mal olmalıdır. Ama ticaret eşyası, akar ve benzeri satılması­na gerek duyulan mallardansa, kadın için bu maldan nafaka takdir edilmez. Çünkü kayıptaki adamın malım satmak sahih olmaz.

3- Bu (üçüncü) şahıs, kayıptaki adamın kendi yanında emanet malının bulunduğunu veya kendisinde alacağı bulunduğunu ikrar etmelidir.

4- Bu (üçüncü) şahıs, bu kadının o adamın karısı olduğunu ikrar etmeli­dir: Malı veya karılığı veyahut bu ikisini birlikte inkâr ederse, kadının ona karşı (ileri süreceği) beyyinesi kabul edilmez. Mal hususunda kabul edilmez; çünkü kadın, kayıptaki adam için mülkü ispatlamada hasım değildir. Evlilik hususunda kabul edilmez; çünkü inkâr eden şahıs, kayıp koca üzerine nikâhı ispatlamada hasım değil$r. Bu adamla o kadın üzerine yemin düşmez: Çün­kü ancak hasım kişi yemin eder. Oysa ki burada husûmet yoktur. Bu adam yanında kayıp kocanın, emaneti veya alacağı bulunduğunu, ancak bunları ödediğini söylerse; kadın ona yemin ettiremez. Çünkü bu adam bu meselede hasım değildir. Yine aynı şekilde bu adam kocanın yanında emanet veya ala­cağı bulunduğunu, ancak kocanın karısına nafaka verdiğini veya boşadığım, iddetinin de tamamlanmış olduğunu iddia ederse; sadece eli altındaki malı vermemekte sözü kabul edilir. Ancak kadın, kocasının kendisine verdiği na­fakanın zayi olduğunu veya kendisine yetmediğini iddia eder ve bunu kanıt­larsa, hüküm değişir.

Kadının bu şahıs yanında emanet veya alacağı bulunduğunu ve bu kadı­nın, kayıptaki erkeğin karısı olduğunu bilmesi, bu şarta olan ihtiyacı orta­dan kaldırır. Öyleyse kadı bu ikisinden birini bildiği takdirde diğerini ikrara ihtiyaç duyulur. Yemin ve beyyineye de gerek yoktur. "Kadı kendi bilgisiyle hükmedemez" denilemez. Çünkü bu yargı cümlesinden değil, yalnızca iane ve fetva cümlesindendir.

5- Kadın, kendisine kefalet edecek bir kefil getirmelidir: Öyle ki kocası­nın kendisini boşadığı ve iddetinin tamamlanmış olduğu ya da nâşize (itaat­siz) olduğu anlaşılırsa, verilen nafakayı geri almak üzere kadına ve kefiline birlikte başvurulabilsin.

6-Kadın, kocasının kendisine nafaka vermediğine, kendisinin nâşize ol­madığına, kocasının kendisini boşamadığına ve iddet bekleyerek tamamla­madığına yemin etmelidir.

Bu şartlar gerçekleşmediği takdirde, yani kocası satılmayan ve ikrar edi­len bir mal bırakmadığı -malın, yanında durduğu kimse tarafından ikrar edil­memesi ve o kişinin, nafaka talebinde bulunan kadının, o adamın karısı ol­duğunu ikrar etmemesi- veya kadının (kayıp kocanın) malı bulunduğunu ve aynı şekilde nafaka talebinde bulunan kadının o erkeğin karısı olduğunu bil­memesi durumunda kadın için nafaka takdir edilmez. Bununla beraber, yukarıda anlatılan kefil ile yeminin de buna eklenmesi gerekir.

B- Nafaka talebinde bulunan kadınla kayıptaki erkek arasında evlilik ba­ğının mevcudiyetine ilişkin bir karineyi kadın ortaya atarsa, kadın için nikâhla değil de nafakayla hükmolunur. Kayıptaki erkeğin hazırda bir şahsın yanın­da emanet malı var ve bu şahıs da emaneti ikrar ediyorsa ya da kadı bunu biliyorsa; kadın bu malı ondan alır. Alamazsa kadı borç almasını emreder. Müftâbih ve kendisiyle amel olunan görüş budur.

Birinci görüşe gelince; o, kadın ve onun iffeti için bir yıkımdır. Zîra in­sanların çoğu karılarını, onlardan intikam almak için nafakasız veya kendi­lerine nafaka verecek birini tayin etmeksizin terketmekte, şehirlerde veya köy­lerden birinde onların gözlerinden kaçıp saklanmaktadırlar. Böylesine kötü insanlar varken birinci görüşle amel edilirse, erkeklerin şerri artar; kadınlar da şiddetli eziyetler çekerler. Şüphesiz olan gerçek, ikinci görüştedir.

Kadın, nafakayı cebren kocasından tahsil edecek bir kefil isteyebilir mi? Bunun cevabı; kadın kocasının kendisinden kayıp olması durumunda bir ay­lık kefil taleb edebilir. Mûtemed olan da budur. Ancak kadın, kocasının bir aydan daha fazla süreyle kayıp olduğunu ispatlarsa, kayıp olduğu süre bo­yunca kefil talebinde bulunabilir. Ama kadın onun karısı olduğu müddetçe veya daha az veya daha çok bir süreyle nafakasını tekeffül edecek bir kefil getirme hususunda kan - koca anlaşırlarsa sahih olur. Yalnız tekeffül edile­cek meblağın belirlenmesi şarttır: Meselâ mikdan beşyüzbin lira olan bir ay­lık nafaka üzerinde ittifak etmeleri, sonra kefilin karı - koca arasında evlili­ğin devam edişi süresince veya ebedî olarak nafakayı tekeffül etmesi gibi... "Ebedî olarak kelimesini açıkça söylemez veya bir vakitle sınırlamazsa, ba­zıları demişler ki bu nafaka kefaleti bir ay için geçerli olur. Bazıları da de­mişler ki bu nafaka kefaleti ebedî olarak geçerli olur. Sahih ve müftâbih olan kavil de budur.

Özetle, karı - koca belirli bir nafaka üzerinde anlaşırlar ve bir şahıs da bu nafakayı tekeffül ederse, nafakayı kadına vermekle yükümlü olur. Kan-koca belirli bir miktar üzerinde anlaşmazlar ve koca da bir kefil getirerek, "Bu adam nafakayı tekeffül etmiştir derse, bir kavle göre bu sahih olur ve nafakadan koca üzerine sabit olan kısımda kefalet sahih olur. Çünkü nafaka o anda vâcib olmamışsa da ileride vâcib olacaktır. Bir başka kavle göre bu kefalet sahih olmaz. Müftâbih olan, kayıphk durumunda sahih olmasıdır. Sadece kayıp olduğu müddetteki nafakayı vermesi gerekir. Hazırda bulun­ması durumunda da bu böyledir.

Mâlikîler dediler ki: Nafakanın vücûbu açısından kayıp olan koca da hazırdaki koca gibidir. Yalnız, kadının kendini kocasına tesüm etmesi şarttın Bu da hâkim aracılığıyla olmasa bile kadının veya velisinin onu gerdeğe da­vet etmesiyle olur. Koca hazırda ise durum açıktır. Yakın bir uzaklıkta kayıp oluşu da bu hükme tabidir. Ama çok uzaklarda kayıp ise kadın lehine koca­nın üzerine nafakanın vâcib olması için, kadının kendini kocasına vermekten kaçınmaması yeterlidir. Bu da kadı'nın kadına, kocası hazır olduğunda ger­değe girme imkânını ona tanıyıp tanımadığını sormasryla olur. Kadın "evet" diye cevap verince, kendisine nafaka verilmesi vâcib olur. Kadı, kayıp olan kocasının, emsali kadınlara verilen nafaka kadar nafaka vermesine hükme­der. Kadının yokluğu durumunda müslüman bir cemaat da kadı yerine ge­çerli olur. Kayıptaki kocanın insanlardan birinin yanında emanet olarak du­ran malı ve ödeme vadesi gelmiş olsun olmasın insanlarda bulunan alacağın­dan gerekli nafaka alınır. Alacağının vadesi gelmemişse, borç alınıp nafaka­sına sarfedilir ve bu borçlar da kocanın alacağıyla kapatılır. Borçlu, kocası­nın kendisinde alacağı bulunduğunu veya emanetçi, kocasının kendisinde ema­net malı bulunduğunu inlLâr ederse; kadın bunu ispatlamak için beyyine ge­tirebilir, bunu bir şahitle de ispatlayabilir. Kadın kayıpta olan kocasından na­faka almayı hakettiğine, kocasının kendisine bir mal bırakmadığına, kendisi­ne nafaka verecek bir vekil de bırakmadığına ve kendisine nafaka vermeyi tekeffül edecek bîr kefil de istemediğine dâir yemin ettikten sonra bu şahidiy-le birlikte, iddiasının doğru olduğuna yemin eder. Şu da var ki koca da, dön­dükten sonra onun nafakasını düşürmeyi ispatlama hakkına sahiptir. Kadı­nın nâşize (İtaatsiz) olduğunu veya nafakayı haketmediğini ispatlarsa, almış olduğu nafakaları ondan geri alır. Kayıptaki kocanın geride bırakmış olduğu malın nakid veya yiyecek maddesi olması şart değildir. Bilâkis (varsa) evi ve akarı, mülkiyeti sabit olduktan ve de kendi hükmünden çıkmadığı saptan­dıktan sonra, kadının nafakası için satılır. Koca, ona nafaka gönderdiğini veya ona mal bıraktığını iddia ederse; kadın durumunu hâkime arzetmiş, hâkim de kendi şahsına masraf yapmasına izin vermİşse, yemin etmesi şartıyla ka­dının sözü kabul edilir. Bu söz, kocanın sefer vaktinden değil de .kadının.du­rumu hâkime arzetmesinden itibaren geçerli olur. Kocanın sefere çıkmaya az­metmesi anında, karısı bütün sefer müddetince kendisine gerekecek nafakayı peşin Ödemesi için kocasından talepte bulunabilir. Bu, kocanın mutad sefere gitmek istediğini iddia etmesi durumunda sözkonusu olur. Ama mutad ol­mayan uzun bir sefere gitme isteğinde olmakla itham edilirse, karısı mutad sefer nafakasını peşin olarak kendisine ödemesini taleb edebilir. Ayrıca ko­casının, mutad seferden fazla olan nafakayı kendisiyle kocasının durumuna uygun olarak kendisine ödemeyi tekeffül edecek bir kefil getirmesini de iste­yebilir. Daha önceden nafakayı ayda bir veya cumadan cumaya veya günlük olarak veya senede bir alıyorduysa, bu kefil de eski durumlarına göre nafa­kasını ona vermeyi tekeffül eder. Bu durumda kefil istemesi kadının hakla­rından bir haktır. Koca, ona kefil getirmeye zorlanır. Hazar zamanında ke­sinleşmiş nafakasını vermeyi tekeffül edecek bir kefil üzerinde anlaşırlarsa sahih olur. Bu durumda kefil nafakayla yükümlü olur.

Şâfiîler dediler ki: Kadın reşide ise bizzat kendini kocasma teslim et­tiğinde, eğer yaşı küçükse velisi tarafından kocasına teslim edildiğinde; önce anlatılan şartlar çerçevesinde nafakası kocası üzerine vâcib olur. Kocası, ken­disinin ikâmet etmekte olduğu beldeden kaybolup gitmişse, kadın durumu kadıya iletmek ve teslimi ona izhar etmek, yani kocasının dilediği vakitte ken­dini kocasına teslim etmeye hazır olduğunu kadıya açıklamakla yükümlüdür. Kadı da bunu kocanın ikâmet etmekte olduğu beldede ilân etmekle yüküm­lüdür. Kadın bu ilânatın kocaya ulaşabileceği kadar bir süre bekler. Kocanın gelmesini veya bir şahsı vekil tayin etmesini engelleyen bir mazeret çıkarsa, kadın bu mazeretin ortadan kalkmasını bekler. Mazeret ortadan kalktıktan sonra koca yine gelmezse, kadı kadın için koca aleyhine nafaka takdir eder.

Zamanımızdaki resmî ilânlar da bunun yerine geçer. Kadın onun İtaa­tinde olduğunu, gerdeğe girmeye ve kendini ona teslim etmeye hazır olduğu­nu ilân eder ve bu ilânın kendisine ulaşmasını bekler de kocası ona cevap ver­mezse, kadı onun için nafaka takdir eder. Kocanın malı varsa, nafakasını o maldan alır. Malı yoksa, kadı kendine sarfetmesi için borç almasına ve bu borcu sonra kocadan tahsil etmesine izin verir. Kadın kocasının yerini bilmi­yorsa, kadı imkân nisbetinde yerini araştırır. Nerede olduğu anlaşılmazsa, na­fakayı onun hazırdaki malından takdir eder. Nafakayı kendisine sarfetmesi için kadından bir kefil alır. Çünkü olabilir ki koca ölmüş veya onu bâin ta­lâkla boşamıştır.

Şâfiîler bu gibi durumda kefaleti caiz görmezler. Çünkü tekeffül edilen şeyin vâcib bir borç olmasını şart koşarlar. Gelecek zamanın nafakasıysa ko­ca üzerine vâcib olmamıştır ki, bu nafakayı tekeffül edecek bir kefil getirsin. Vâcib olmamış bu nafaka için ondan nasıl olur da kefil alınır? Cevaben de­riz ki: Bu, borç kefaleti değildir. Bu sadece bir ihzar kefaletidir. Yani kadının nafakayı haketmediği anlaşılırsa, kefil, kadını huzura getirir.

Bundan da öğreniyoruz ki geçmişte kalan nafaka için kefil taleb etmesi sahih olur. Gelecek zamana ait nafaka için kefalet, ancak ihzar kefaleti şek­linde sahih olur. Çünkü bu nafaka henüz vâcib olmamıştır.

Hanbelîler dediler ki: Koca kayıp olduğunda evlilik nafakasıyla yü­kümlü olmaz. Ancak hâkim-i şer'î, karısının kendini ona teslim etmeye ha­zır olduğunu ona duyurması durumunda koca gelip şahsen karısını teslim alır veya karısını teslim alması helâl olan bir vekil gönderir de vekil onu tes­lim alırsa, kadının nafakası onun üzerine vâcib olur. Ne kendisi ve ne de ve­kili gelmezse, kadı, karısına ulaşıp onu teslim alabileceği vakitten itibaren na­fakayı onun üzerine vâcib kılar. Kadın kendini kocasına teslim eder de, sonra kocası kayıp olursa, kadının nafakası mutlak surette kocası üzerine vâcib olur. Geçmiş zamanın kalan nafakasını tekeffül etmek sahih olur. Nitekim mikta­rı belirlenmemiş de olsa gelecek zamana ait nafakayı tekeffül etmek de sahih olur. Hanbelîlerin bunda hiç ihtilâfları yoktur. Karı olduğu sürece onun na­fakasını tekeffül ettim derse; önce belirtildiği gibi emsali kadınlara verilen nafaka kadar nafakayı bu kadına vermekle yükümlü olur.

 

Kocanın Karısına Nafaka Vermekten Âciz Olmasi Bahsi

 

Koca karısına nafaka vermekten âciz olursa karısı, mezheplerin ileri sürdükleri tafsilât çerçevesinde kendisini boşamasını isteyebilir.

 

(75) Hanefîler dediler ki: Koca, üç nev'iyle nafaka vermekten âciz olur­sa, bu acizliği nedeniyle karısı kendisinden tefrik edilmez. Kayıb olup karısı­nı nafakasız halde terketmesi durumunda, zengin olsa bile karısı kendisin­den tefrik edilmez. Ancak bu durumda kadı onun üzerine nafaka vermeyi zorunlu kılar ve kadına, kepdine yetecek kadar nafakayı borç almasını emre­der. Borç almasını emretmesinin faydası şudur ki: Borç alması durumunda kadının nafakası, ölüm ve diğer sebeplerle düşmez. Ayrıca kadın, borçlu ol­duğu kimseyi kocasına havale etme hakkına sahib olur. Yani alacaklıya, "Bu borç, kocam üzerinedir" der. Sonra eğer koca varlıklıysa, karısı kendi nafa­kasına sarfetmek üzere kocasının malını satma hakkına sahib olur. Kocası­nın (satacak) malım bulamazsa, kendisine nafaka versin diye kocasını hap-settirebilir. Hakkını karşılaması mümkün olan her şeyi satma hakkına sahip­tir. Sadece kocasının kendi ihtiyacım karşılamak üzere giyinip dolaşmakta olduğu kendine yetecek kadar elbisesini satamaz. Kocası malî sıkıntı içindey­se, başka karısından doğma varlıklı bir oğlu veya varlıklı kardeşi ya da amca­sı varsa yahut kadının kendisinin varlıklı bir kardeşi ya da amcası varsa, na­fakası kocası üzerinedir. Ama nafakayı ödemek için varlıklı oğluna veya kar­deşine veyahut amcasına emredilir. Ödemeye yanaşmazsa, ödesin diye hap­sedilir. Kocanın malî durumu iyileşirse, bunlardan nafakayı ödemiş olana öde'-diği meblağı öder. Aynı şekilde kocanın küçük çocukları var ve kendisi malî sıkıntı içindeyse, ayrıca varlıklı bir oğlu veya varlıklı bir kardeşi varsa, nafa­kayı varlıklı olan bu şahıslardan birinin ödemesi gerekir. Sonra bu kişi duru­munun iyileşmesi halinde ödemiş olduğu nafakayı babadan alır. Nitekim bu husus, ileride de açıklanacaktır. Çocuk, başka kadının memesini kabul et­mediği takdirde anası onu emzirmeye zorlanır veya çocuğun babası bir sü­tanneyi ücretle tutmaktan âciz olduğu takdirde, anası çocuğu emzirmeye zor­lanır. Babasının malî durumunun iyileşmesi halinde anası ondan ecr-i misil alma hakkına sahib olur.

Mâlîkîler dediler ki: Koca, karısına nafaka vermediği takdirde karı­sı nikâhın feshini isteyebilir. Hâkim de ona rağmen karısını aşağıdaki bazı şartların gerçekleşmesi durumunda ric'î olarak boşar:

1- Kocanın şimdiki halde veya gelecekte yemek verme veya giysi temin etme nafakasından âciz olması: Geçmiş zamana ait kalmış nafakayı ödemekten âciz olması, kadına fesih talebi hakkını vermez. Çünkü bu nafaka kocanın zimmetindeki bir borç olur.

2- Kadının, nikâh akdini yaparken kocasının yoksul olduğunu ve nafa­ka vermeye muktedir olamadığını bilmemesi: Eğer onun bu durumunu bilir ve razı olursa, fesih talebinde bulunma hakkına sahib olmaz. Koca bileyici ise ve karısı da onu bu sanatıyla kabul etmiş olup sonra kocası bileyicilik sa­natını terketmişse; kadın bu durumda fesih talebinde bulunma hakkına sa­hib olur. Çünkü o bileyicilik sanatıyla kocasını kabul etmiş, kocası ise bu sa­natı terketmiştir.

3- Kocanın, nafaka vermekten âciz olduğunu iddia etmesi ve acizliğinin sabit olmaması: Bu durumda kadı, ona rağmen karısını derhal boşar. Mûte-med görüş budur. Ama malî sıkıntı içinde olduğu ve nafaka vermekten âciz olduğu saptanırsa; sıkıntısının ortadan kalkacağı umuduyla kadı kendi tak­dirine göre ona bir mühlet tanır. Bu mühlet sona erer de nafaka veremezse, kadı ona rağmen karısını boşar. Kadının tanımış olduğu mühlet zarfında has­talanır veya hapsedilirse, kadı bu mühleti uzatabilir. Varlıklı olduğunu iddia eder, ama nafaka vermeye yanaşmazsa; bir kavle göre nafaka ödesin diye ka­dı onu hapseder. Diğer bir kavle göre kadı ona rağmen karısını boşar. Eğer hiç bir cevap vermezse kadı, ona rağmen karısını derhal boşar.

Bütün bu anlatılanlar, kocanın görünürde bir malının bulunmaması du­rumunda sözkonusu olan hükümlerdir. Eğer görünürde malı varsa cebren alı­nır. Koca nafaka vermekten âciz olduğunu iddia eder de sadece hayatta tuta­cak kadar nafaka vermeye muktedir olursa, bu yeterli olmaz ve kendisine rağ­men karısı boşanır. Ama sert de olsa tam azık vermeye ve kadının tüm bede­nini örtecek kadar elbiseyi vermeye muktedir olursa, karısı zengin olsa bile ona rağmen boşanmaz. Ama daha önce anlatılan kan - kocanın durumları­nın birlikte gözetilmesi şartı, nafaka takdirinde gerekmektedir. Ama burada ele alınan konu, nikâh akdinin feshidir. Koca yakın bir yerde kayıpsa ve nere­de olduğu biliniyorsa, Önce tâzîr edilmesi gerekir. Yani kendisine elçi gönde­rilerek ya nafaka verir veya kadı ona rağmen karısını boşar. Ama yeri bilin­miyor, bilinen bir malı da yoksa ve malî sıkıntı içinde olduğu tespit edilmiş­se; kadı kendi takdiriyle ona bir mühlet tanır. Umulur ki bu mühlet içinde çıkagelir ve karısına nafaka verir. Meydana çıkmazsa, daha önce karısıyla ger­değe girmiş olsa da olmasa da mûtemed kavle göre ona rağmen karısı boşa­nır. Karısı onu gerdeğe girmeye davet etmiş olsa da-olmasa da ona rağmen kadı tarafından boşanır.

Şafiîler dediler ki: Koca âciz olup karısına, önce anlatılmış olan yi­yecek, giyecek ve barınaktan ibaret üç nev'iyle nafakanın en azmi veremezse; barınak kadına lâyık olmasa bile kadın buna sabrederse (katlanırsa), meselâ kendi malını nafakasına sarfederse; kadın için kesinleşen nafaka, kocanın zim­metinde borç olur. Kocanın malî durumu iyileştiğinde kadın, bu borcu on­dan tahsil eder. Yalnız mesken ve hizmetçi bu hükümden müstesnadır. Bun­lar düşerler. Çünkü bunlar, kadına mülk olarak verilmezler. Sadece yararlan­mak üzere (geçici olarak) verilirler. Nafakanın kocanın zimmetinde borç ola­rak kalması için kadının kendini kocasına teslim etmiş ve kocasının mubah bir şekilde kendisinden şehevî bakımdan yararlanmasına engel olmamış ol­ması şarttır. Ama sabretmezse, evliliği feshetme hakkına sahib olur. Yalnız durumu kadıya arzetmiş olması şarttır. Kadı, mali: sıkıntı içinde olup olma­dığını saptamak için kocasına üç gün mühlet vermekle yükümlü olur. Sonra dördüncü günün sabahında akdi fesheder veya feshetmesi için kadına emre­der. Hakem de kadı gibidir. Kadının mıntıkasında kadı veya hakem yoksa, kendisi kocasına üç gün mühlet tanır. Dördüncü günün sabahında akdi ken­disi fesheder. Kocası bu mühlet tamamlanmadan kendisine nafaka verirse, fesih olmaz.

Fesih için kocanın, yiyeceğin en az miktarını -ki bu da bir müddür- ver­mekten âciz olduğunun tespit edilmiş olması şarttır. Karısına her gün bir müd tahıl getirmeye muktedir olup, bundan başka katık ve et gibi şeyleri veya ka­dının üzerinde oturacağı veya uyuyacağı veya kendisiyle örtüneceği veya ye­me ve içme kaplarını, mutfak ve temizlik aletlerini getirmekten ve hizmetçi temin etmekten âciz olursa, bu nedenle evlilik feshedilemez. Çünkü bu du­rumda istenilen, kadının hayatını ikame edecek şeyleri kadına getirmektir. Kendisine lâyık olmasa bile kadına barınacağı en az bir meskeni temin ede­memek de ona bîr müdlük yiyecek temin edememek gibidir. En az giysiyi temin edememek de böyledir. Bazı kimseler bu şeylerin bir kısmı üzerinde araştırma yaparak demişler ki: Çıplak yerde ve örtüsüz uyumak insan haya­tına zarar verir. Şu halde kocanın en azından sağlığını koruyacak kadar (ser­gi ve örtüyü) karısına getirmesi gerekir. Aksi takdirde kadın fesih hakkına sahib olur. Kocanın nafaka vermekten âciz oluşu beyyine veya kadı huzurun­da kendi ikrarıyla sabit olmazsa, fesih olmaz.

Koca varlıklı veya orta halli veya sıkışık durumda olur da sıkışık durum­daki insanların verebildikleri kadar nafaka vermeye muktedir olur ama (bu­na rağmen) karısına nafaka vermeye yanaşmazsa, evlilik feshedilmez. Çün­kü bu durumda kadın yargı yoluyla cebren ondan nafaka alma imkânına sa­hiptir.

Koca kayıp olur ve malî sıkıntı içinde beyyine ile sabit olmazsa, hazır­dayken nafaka vermekten kaçınan koca gibi olur. Bu durumda kocadan ha­ber alınsa da alınmasa da mûtemed kavle göre -yokluğunda kocası kendisi için bir şey bırakmamış da olsa, kayıplığı uzun süre devam etse bile- karısı nikâhı feshetme isteminde bulunma hakkına sahib olmaz. Çünkü şart olan, onun önce anlattığımız şekilde nafakanın en azmi vermekten âciz olduğu­nun saptanmasıdır. Aksi takdirde varlıklı sayılır ki, karısı nafakasını zorla ondan alma imkânına sahiptir. Kocanın hazırda veya kayıpta olması farket-mez. Koca hazırda olup kendinden uzakta bir malı varsa, bu malın bulundu­ğu mesafenin uzaklığı namazı kısaltmayı gerektiren sefer mesafesinden az ise, kadın nikâhı feshetme hakkına sahib olmaz. Getirilmesi kolaysa, kadının na-fakasmı derhal getirmesi emredilir. Getirilmesi kolay değilse ve getirilmezse, kadın nikâhı feshetme hakkına sahip olur. Ama kocanın malı, namazı kısalt­mayı gerektiren sefer mesafesinden fazla bir uzakliktaysa; kadın zarara uğra­dığı için her hal-ü kârda nikâhı feshetme hakkına sahib olur. Bu söz daha çok eski zaman içindir. Çünkü eski zamanlarda seri ulaşım vasıtaları yoktu. Ama zamanımızda Mısır'daki bir adamın Asvan'da (Mısır'da bir şehir) malı olabilir. Bununla birlikte bu malını sefer mesafesinden daha az bir zamanda getirmesi mümkündür. Şu halde kocanın kolaylıkla elde etme imkânına sa­hib olmadığı bir mıntıkada malı olursa, yoksul kimse hükmündedir. Aksi tak­dirde değildir.

Özetle; evliliği feshetmenin dört şartı vardır:

1- Koca, nafakanın en azını -ki bu yoksulların nafakasıdır- vermekten âciz olmalıdır: Eğer bu kadarhk nafakayı vermeye muktedir olursa yoksul sayılmaz. Orta hallilerin nafakasını vermeye muktedir olursa, haydi haydi yok­sul sayılmaz.

2- Şimdiki zamanın veya gelecek zamanın nafakasını vermekten âciz ol­malıdır: Geçmiş zamanın nafakasını ödemekten âciz olmaya gelince, bunun­la nikâh feshedilmez.

3- Koca, karısının nafakasını vermekten âciz olmalıdır: Karısının hizmet­çisinin nafakasını vermekten âciz olursa fesih olmaz.

4-  Yemek, giysi ve barınak temin etmekten âciz olmalıdır: Ama katık ve bunlara bağlı kap, sergi, yatak, örtü ve benzeri şeyleri vermekten âciz ol­maya gelince; bununla nikâh feshedilmez.

Şunu da kaydedelim ki; önce de bahsinde belirtildiği gibi bu durumda fesih, ayrılmadır; talâk (boşanma) değildir. Nikâh akdederken kadının, ko­casının yoksul olduğunu bilmemesi şart değildir. Şayet bilir ve razı olur, son­ra da kocası nafaka vermekten âciz olursa, kadın fesih hakkına sahib olur. Zîra nafaka yaşamak için zorunludur. Kocasının kazanıp hayatta kendine bir yol açacağı umuduyla karısının onun yoksulluğuna razı olması, "Razı oldum" dese bile nafaka hakkını düşürmez. Çünkü bu durumda rıza vaadi; kocanın, kendisine en az miktarda nafaka getireceğine olan umudu dolayısıyla kadın­dan sâdır olmuştur. Şunu da belirtelim ki; kocanın yakın zamanda satılması kolay olmayan bir akar veya eşyaya sahib olması, onun malî sıkıntı içinde olmasını ortadan kaldırmaz: Meselâ bir feddan[14] araziye mâlik olup, bu ara­ziyi kadına teslim etmez ve satılması da mahkemelerde bunun mülkiyetini üze­rinden çıkarmasına bağlı olursa; bunu ancak uzun bir zaman sonra satmaya imkân bulabilir. Hatta mülkiyetini üzerinden çıkarmaktan da âciz olabilir.

Kocanın bir gelirinin olup karısının bu geliri haczetmesinin kolay olma­ması veya kocanın bilinen yollarla ehlî mahkemelerde nafakayı geri alması da bunun gibidir. Bütün bu durumlarda koca, mu'sir (malî sıkıntı içinde) sa­yılır. Karısı da anılan yöntemle evliliği feshetme hakkına sahib olur. Bu söz zamanımızda güzeldir. Karılarına nafaka vermekte ağırlık eden kocalara bu­na göre muamele etmek gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Koca, yiyecek, giyecek ve barınaktan iba­ret üç nev'iyle en az miktardaki nafakayı -bu, mu'sir kimselerin nafakasıdır-vermekten âciz oîduğundaf karısı üç gün ve benzeri bir mühlet tanımaksızın nikâhı feshedebileceği gibi, evliliği devam ettirerek kocasıyla beraber de ka­labilir. Bu iki seçenekten birini derhal seçmekle yükümlü değildir. Aksine, dilediği gibi seçer. Seçimi âcil değil, geniş zamanlıdır. Kocasıyla beraber kal­mayı seçerse, kendini kocasına verebilir. Yoksul kimsenin nafakası kadar bir nafaka kocanın zimmetinde borç olur. Ama kadının kendini ona teslim et­mesi vâcib olmaz. Kendini onun için alıkoyması da vâcib olmaz. Kocası var­lıklı da olsa onu evden dışarı çıkmaktan ve (para) kazanmaktan menedemez. Kocasıyla beraber kalmayı seçer de, sonra feshi seçmeyi uygun görürse, bunu yapabilir. Koca sanatkâr veya tacir ise, kısa bir süre bir kaç gün kazanamaz­sa, karısının (sabredip) beklemesi gerekir. Sıkıntı zamanı uzamadıkça evliliği feshetme hakkına sahib olmaz. Kocanın kısa süre bir kaç günde iyileşmesi­nin umulduğu bir hastalığa yakalanmış olması da böyledir. Ama hastalığı uzun sürerse, karısı nikâhı feshetme hakkına sahib olur. Kadının, (nikâh akdeder­ken) kocasının yoksul olduğunu bilmemesi şart değildir. Kocasının yoksul ol­duğunu bildiği halde onunla evlenir, sonra kocası mezkûr nafakayı vermek­ten âciz olursa; karısı bu durumda razı olsa da veya kendisine nafaka verme­mesini (nikâh akdederken kocası) şart koşmuş olsa bile bu geçerli olmaz ve kadın nikâhı feshetme hakkına sahib olur. Koca kayıp olur ve hazırda malı varsa, karısına bu malından nafakası verilir. Bu mal satılması mümkün bir akar ise hâkim onu satar ve kadının nafakasını gün be gün oradan öder. Ka­yıp olan kocanın hazırda malı yoksa veya var da satılması imkansızsa, karısı nikâhı feshetme hakkına sahib olur. Fesihten sonra malının olduğu görülür­se, mûtemed kavle göre bu geçerli olmaz.

Koca geçmiş zamanda nafaka vermekten âciz olmuş, (ama) şimdi öde­meye muktedir olmuşsa, karısı fesih hakkına sahib olmaz. Aynı şekilde katık bedelim ödemekten âciz olur, ama karısına ekmek getirme imkânını bulur­sa, nikâh akdi feshedilmez. Katık bedeli, zimmetinde borç kalır. Kocanın öden­mesi mümkün bir alacağı olursa, o bununla varlıklı sayılır ve nikâhı feshe­dilmez. Ama ödenmesi mümkün değilse yoksul sayılır. Kocanın karısından alacağı olur da bu alacağını karısının nafakasına mahsub etmek isterse; karı­sı eğer varlıkhysa sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.

 

Çocukların Nafakası Bahsi

 

Küçük olsunlar, işsiz büyük olsunlar, erkek olsunlar, kız olsunlar; ço­cukların nafakalarının babaları üzerine olduğu.hususunda mezheplerin taf­silâtlı açıklamaları olup, bu açıklamalar aşağıya alınmıştır*76*.

 

(76) Hanefîler dediler ki: Çocuk mutlaka ya erkek ya da kız olur. Erkek ise, nafakası üç şartla babasımn üzerinedir:

1- Çocuk yoksul olup malı bulunmamalıdır.

2- Bulûğa ermemiş olmalıdır: Bulûğa ermiş ve kazanmasını engelleyen bir aybı, kusuru yoksa; çalışıp nafakasını kendisinin temin etmesi gerekir. Ka­zanmasına engel bir hali varsa, nafakasını babası vermeye devam eder. Bu­nunla birlikte baba, bulûğa ermemiş çocuğunu, kazanıp nafakasını onun ka­zancından vermesi için -eğer mümkünse- onu bîr iş veya zenaatte Ücretle ça­lıştırabilir. Ancak çocuk doğru dürüst bir ilim talebesi olursa, yaşı büyük de olsa, nafakası babası üzerine vâcib olur. Babası onu ilim tahsilinden me-nedemez.

3- Çocuk hür olmalıdır: Ama başkasının mülkiyetindeki bir köle ise, na­fakası babası.^üzerine değil, o efendisi üzerine vâcib olur.

Çocuk kız ise; ister büyük olsun, ister küçük olsun nafakası iki şartla babasının üzerine vâcib olur:

1- Kız çocuğu fakir olmalıdır: Eğer malı varsa, nafakasının malından kar­şılanması vâcib olur. Baba, erkek çocuğun tersine kız çocuğunu (para) ka­zanması için bir işte ücretle çalıştıramaz. Şu da var ki kızını kendisine dikiş, nakış veya dokuma gibi sanatları öğretecek bir kadının yanına verebilir. Kız çocuğu bu sanatı o kadından öğrenip kazancı olursa, nafakasını bu kazan­cından karşılar. Babanın yasaklandığı şey, hizmetçilik için kızını kiraya ver­mesidir: Çünkü kiralayan kişi onunla başbaşa kalır ki bu da şer'an caiz değildir.

2- Kız çocuğu hür olmalıdır: Cariye ise nafakası efendisinin üzerinedir. Bunlara yetecek kadar nafaka takdir edilir. Kadı, onlara yeterli gördüğü mik­tarda nafaka takdir eder. Belirli bir nafaka üzerinde anlaşırlar da bu nafaka onlar için yeterli olan miktardan fazlaysa, baba fazlalığı düşürmesi için kadı­dan talepte bulunur. Kendilerine yetecek miktardan az ise, kendileri için yeterli olacak miktarı taleb etme hakkına sahib olurlar. Her hal-ü kârda takdir altına girebilecek nafaka miktarı üzerinde anlaşmaları sahih olur. Bu da şöy­le olur: Bazıları kendilerine yetecek nafaka miktarını on birimle, bazıları da dokuz birimle takdir ederlerse, dokuz birimlik nafaka miktarı üzerinde anla­şırlar. Ama onbeş birim üzerinde anlaştıklarında, bu nafaka miktarı takdir altına girmez. Baba bunun miktarını eksiltebilir. Yedi birim üzerinde anlaş­maları durumunda da çocuk bu miktarı arttırma isteğinde bulunabilir. Zen­gin çocuk; akar olsun, nakid veya giysi olsun, hazırda malı bulunan çocuk­tur. Baba bu malı satarak çocuğun barınması ve zarurî ihtiyaçları için gere­ken miktarı bu paradan sarfeder. Çocuğun şu anda ele geçirilmesi mümkün olmayacak kadar uzak yerde malı varsa, bu malı ele geçirilinceye dek nafa­kası babasının üzerine olur. Çocuğun ancak sene sonunda kendisine gelecek olan bir vakıf istihkakı varsa, nafakasını babasının vermesi vâcib olur. Çün-cü bu istihkakı, kendisinden uzakta olan bir malı mesabesindedir. Baba kü- çocuğuna sarfettiği nafakayı ondan geri alamaz. Ancak sarfederken ona borç olarak verdiğine ve malı geldikten sonra kendisinden geri alacağına dâir başkalarını şahit tutar veya nafakayı çocuğuna vermesi için kadı kendisine izin verirse, o zaman çocuğun malı geldiğinde, sarfetmiş olduğu nafakayı ondan geri alır. Şahit tutmaz, kadı da kendisine izin vermez, ama geri almak niye­tiyle çocuğuna nafaka verirse; yargı bakımından sözü tasdik edilmez, Diya-neten geri alabilir. Baba varlıklı olup çocuklarının nafakasını vermeye yanaş­mazsa, onların nafakalarını vermesi için hapsedilir. Baba çocuğunun nafaka borcu dışındaki bir borcu nedeniyle hapsedilmez. Baba malî sıkıntı içindey­se, kazanıp çocuğunun nafakasını vermesi teklif edilir. Çalışıp nafaka temin etmekten âciz ise; çocuklara akrabalarının nafaka vermeleri vâcib olur. On­ların en yakın akrabaları, analarıdır: Ana varlıkhysa onlara nafaka vermekle emrolunur. Yalnız sarfettiği nafaka baba üzerine borç olur. Babasının malî durumu iyileştiğinde ana, sarfettiği nafakayı ondan geri alma hakkına sahib olur. Çocukların varlıklı anaları yok da varlıklı dedeleri varsa, nafakaları de­delerinin üzerine vâcib olur. Sonra babalan kötürüm ise -kazanmasını engel­leyici bîr âfete maruz kalmış ise- nafaka yükümlülüğü nihaî olarak üzerin­den kalkar. Baba çocuklarına sarfetmiş olduğu nafakayı kendilerinden alma hakkına sahib olmaz. Çünkü yaşça büyük (de olsa) kötürüm kimsenin nafa­kası, babası Üzerinedir. Bunun çocuklarının nafakaları da aynı şekilde dede­leri üzerinedir. Dede sarfetmiş olduğu nafakayı -babalan ölüymüş gibi- geri alamaz. Ama baba kötürüm değilse; cocuklanmn nafakası onun üzerine borç olur. Çocuklann varlıklı dedeleri yok da varlıklı amca veya kardeşleri varsa, nafakaları bunlardan birinin üzerine vâcib olur. Ana, İkisinden birine önce­lik vermeksizin nafaka vermeleri için talepte bulunabilir. İkisinden birinden talepte bulunduğunda onun nafaka vermesi farz olur. Nafaka vermezse hap­sedilir. Yoksa nafaka yakınlık sırasına göre akrabalar üzerine vâcib olur. Her hal-ü kârda sahih olan şudur ki: (Çocuklara) nafaka veren kimse, malî duru­munun iyileşmesi halinde babadan nafakayı geri alır. Ancak bir durum bun­dan istisna edilmiştir. O da nafaka verenin dede olması, babanın da kötürüm vaziyette olması... Bu durumda (baba) ölü gibidir. Nafaka yükümlülüğü omu-zundan kalkar. Varlıklı bir yakını yoksa ve dilenebilecek durumdaysa, küçük çocuklarına yemek yedirebilmesi için el açmakla emrolunur. El açamazsa, telef olmasınlar diye çocukların nafakalarının beyt'ü-1 maldan karşılanması vâcib olur.

Mâlîkîler dediler ki; çocuklarının nafakaları bazı şartlarla baba üze­rine vâcib olur:

1- Çocuklar yoksul olup mallan bulunmamalıdır: Çocuğun mail varsa veya revaçta olan bir sanatı varsa ve bununla kazanması mümkünse; babası üzerinde nafaka hakkı kalmaz. Malı olup da bulûğdan önce tükenirse, baba­sı üzerinde nafaka hakkı olur.

2- Çocuk akıllı, baliğ ve kazanmaya muktedir olmamalıdır: Bu durum­da bulûğa ererse, yani akıllı ve çalışmaya muktedir durumdayken bulûğa ererse nafakası babasının üzerinden düşer. Bilâhare delirse veya kazanmaktan âciz olsa bile, nafakası ikinci kez babasına yükümlülük olmaz. Ama deli veya (ça­lışıp) kazanamayacak derecede sakat olarak bulûğa ererse, nafakası babası üzerine devam eder.

3- Çocuk, babasından başkasının mülkiyetinde (ki bir köle) olmamalı­dır: Köle olduğu takdirde nafakası efendisi üzerine vâcib olur,

4- Baba varlıklı olmalıdır: Malî sıkıntı içinde olursa, çocuğuna nafaka verme yükümlülüğü düşer. Malî sıkıntı içindeki baba -sanat sahibi olsa bİIe-yokluk içindeki çocuğunun nafakasına sarfetmek üzere sanat veya başka yol­larla kazanmaya zorlanamaz. Nitekim çocuk da babasının nafakasını temin etmek İçin çalışıp kazanmaya zorlanamaz. Bu husus ileride de açıklanacak­tır.

Kız çocuğu hür ise; nafakası, kocası kendisiyle gerdeğe girinceye veya cinsel temasa dayanıklı olduğu halde gerdeğe davet edilinceye dek babası üze­rine vaciptir. Bundan sonra (gerdek zamanı da içinde olmak kaydıyla) nafa­kası kocası üzerine vâcib olur. Nitekim bu husus daha Önce de açıklanmıştı.

Kadın yoksul ve kötürüm olup kötürümlüğü devam eder de sonra koca­sı vefat eder veya kendisini boşarsa, nafakası tekrar babasının üzerine döner. Kadının küçük yaşta veya bakireyken babasına geri dönmesi de böyledir. Ama bekaretini yitirmiş, bâliğa ve sağlıklı bir durumda babasına geri dönerse, na­fakası babasının üzerine dönmez.

Hülâsa; bulûğa ermiş ve sağlıklı bir durumda babasına geri döndüğün­de, nafakası babası üzerine döner. Ama kötürüm olarak babasına dönerse, bâliga olsun olmasın, kocası kendisiyle gerdeğe girerken kötürüm de olsa, sağlıklı da olsa ve bilâhare yanındayken kötürüm olmuş da olsa, muhakkak olan şudur ki; nafakası mutlak surette babası üzerine lâzım olur.

Çocukların nafakaları zaman aşımıyla düşer. Babalarından başka birisi bir zaman kendilerine nafaka verirse, bu nafakayı babalarından taleb ede­mezler. Ama karının durumu bunun tersine olup, onun nafakası zaman aşı­mıyla düşmez. Nitekim bu daha önce de anlatılmıştı. Ama bir kimse zaman aşımı dolayısıyla nafakanın düşmeyeceği görüşünde olan bir kadının huzu­runda çocuklarıyla davalaşirsa, kadı da geçmiş zamanın nafakasının veril­mesine hükmederse; bu nafaka kesinleşir ve düşmez. Teberru edici olmayan bir şahsın çocuklara nafaka vermesi de böyledir. Bu kişi sarfetmiş olduğu na­fakayı onların varlıklı babalarından alır. Ama teberru edici olmayan bir kim­senin, bir başka şahsın aflne - babasına nafaka vermesinde hüküm bunun ak­sine olur. Bu kişi sarfetmiş olduğu nafakayı ancak kadı hükmüyle o şahıstan alabilir. Anne - babaya, kişinin kendisiyle karısına yetecek azıklarından fazla kalanıyla nafaka takdir edilir. Ana varlıklı da olsa, çocuklarına nafaka ver­mekle yükümlü olmaz. Yalnız ücretsiz olarak (çocuğunu) emzirmekle yükümlü olur. Ancak emsallerinin çocuk emzirmeyeceği kadar yaşlı olursa, (çocuğu­nu) emzirmekle yükümlü olmaz. Ama çocuk başka kadının memesini kabul etmezse, o zaman -yaşlı da olsa- çocuğu emzirmesi gerekir.

Şâfîîler dediler ki: Çocuk için nafaka üç şartla babası üzerine vâcib olur:

1- Çocuk küçük olmalıdır: Baliğ olduğunda onun için nafaka, babası üzerine vâcib olmaz. Ancak deli veya (çalışıp) kazanamayacak derecede kö­türüm olursa böyle olmaz.

2- Çocuk yoksul olmalıdır: Yaşı küçük veya kötürüm veya deli çocuğun zengin olmaları halinde nafakaları babalan üzerine vâcib olmaz. Zenginden maksat, kendine yetecek mala sahib olandır.

3-  Çocuk hür olmalıdır: Köle ise nafakası efendisi üzerine vâcib olur. Çocuk kız ise, evleninceye kadar nafkası babasının üzerinedir. Evlenince na­fakası önce anlatılan tafsilât çerçevesinde kocası üzerine olur. Kız çocuğu ev­lenmeye muktedir olur da evlenmek İstemezse, bir kavle göre babası ona na­faka verme yükümlülüğünden kurtulur. Çünkü evlenmek de bir nevi kazanç­tır. Çocuk ise, yapabildiği takdirde (çalışıp) kazanmakla yükümlü olur. Baş­ka bir kavle göre kız çocuğu evlenmeye muktedir olduğu halde evlenmeye ya­naşmazsa dahi, babası ona nafaka verme yükümlülüğünden kurtulamaz. Çün­kü evlenme yoluyla kazanç sağlamak ayıptır, uygun düşmez. Meşhur olan görüş budur.

Çocukların nafakaları; kendilerine yetecek miktarda azık, katık ve giysi ile takdir edilir. Aşırıya kaçmayacak derecede onları doyurmak gerekir. İhti­yacı karşılayacak kadar uygun tarzda onlara giysi temin etmek vaciptir. Has­talık veya kötürümlük nedeniyle ihtiyaçları olduğu takdirde ilaçlarını almak, tabibin ve hizmetçinin ücretini vermek, babanın vecibesidir. Nafakanın za­manı geçip donarsa, bu nafaka (babanın zimmetinde) borç olmaz. Ancak ka­dının kendisi nafakayı bizzat borç vermiş olur veya nafakayı hakedenlere, borç­lanmaları için izin vermiş olursa böyle olmaz. Ama kadının sadece takdir et­mesi, nafakanın kesinleşip borç haline dönüşmesi için yeterli değildir. Bazı­ları bu takdirin yeterli olacağı görüşündedirler. Kadı nafakayı takdir eder de, borçlanmayı emretmezse; nafaka babanın zimmetinde borç olur ve düşmez.

Ana üzerine nafaka vâcib değildir. Yalnız doğurduktan kısa bir süre son­raya kadar çocuğu emzirmekle mükelleftir. Çünkü çocuk hayata ilk adım at­tığı sırada süt emmediği takdirde çoğunlukla yaşamaz. Bununla beraber -emsali kadınlar eğer emzirme ücreti alıyorlarsa- kocasından emzirme ücreti alır. Ço­cuğu emzirecek yabancı bir kadın bulunursa, anası onu emzirmeye zorlana­maz. Rayiç bedelle de olsa anası emzirmek isterse, yabancı kadın tercih edilir.

Hanbelîler dediler ki: Çocukların nafakaları bazı şartlarla babala­rının üzerine vâcib olur:

1- Çocuklar yoksul olmalıdırlar: Varlıklı olurlarsa, onlara nafaka ver­mek vâcib olmaz. Varlıklı olmaları, kazanmaya muktedir olup kendi nafaka­larını temin ederek kendileri için gerekli harcamayı yapabilmeleri veya mal­larının var oluşuyla olur.

2- Baba veya nafakayla yükümlü olan kimsenin kendi şahsının, karısı­nın ve hizmetçisinin nafakasından fazla olarak bu çocuklara sarfedecek malı bulunmalıdır.

3- Her ikisi de hür olmalıdırlar: Baba malî sıkıntı içinde olup varlıklı bir oğlu varsa; bu oğlunun, baba ve küçük kardeşleriyle babasının karısına nafaka vermesi vâcib olur.

 

Babalara Ve Akrabalara Nafaka Verme Bahsi

 

Babalara ve akrabalara nafaka verme hususunda mezheplerin tafsi­lâtlı açıklamaları aşağıya alınmıştır.

 

(77) Hanefîler dediler ki: Her ne kadar yukarıya doğru çıksalar da ba­baların nafakaları, çocukları üzerine vaciptir. Çocuk; babasının,- büyük ba­basının, babaannesinin -yoksul olmaları şartıyla- nafakalarını vermekle yü­kümlüdür. Oğul (çalışıp) kazanmakla yükülü olduğu halde baba (çalışıp) ka­zanmakla yükümlü değildir. Ana da baba gibidir. Çocuk, babasının varlıklı olduğunu iddia ederse, bu iddiasını beyyineyle ispatlaması gerekir. Beyyinesi yoksa, söz babanındır. Babanın, her ikisi de varlıklı bir oğluyla bir kızı var­sa; nafakası mûtemed kavle göre ikisi arasında eşit olarak taksim edilir. İki oğlu olup biri diğerinden zengin olsa bile nafakası ikisi arasında eşit olarak taksim edilir. Evet aralarında fazla derecede zenginlik - yoksulluk farkı var­sa; zengin olan, babasının nafakasının büyük bölümünü öder. Varlıklı olan evlât, babasının karısının nafakasını ödemekle ve babasını evlendirmekle mü­kelleftir. Babasının bir kaç karısı varsa, bunlardan birinin nafakasını vermekle yükümlü olur. Bu karının nafakasını babasına teslim eder.

Akrabaların nafakasına gelince; bunda mirasçı olmaya değil de yakınlı­ğa ve cüz'iyete bakılır: Oğulluk, babalık gibi doğum nedeniyle cüz' olan ki­şi, yoksul olduğu takdirde nafakaya müstahak olur. Varlıklı olduğu takdirde nafaka vermekle yükümlfi olur. Cüz'iyyetten sonra yakın olanlar, yakınlık sıralarına göre tercih edilirler. Sözgelimi adamın, biri erkek biri kız iki çocu­ğu varsa; nafakası bu ikisi Üzerine eşit olarak taksim edilir. Çünkü bu ikisi, onun birer cüz'üdürler. Ve insanlar içinde ona en yakın olanlarıdırlar. Her ne kadar miras paylan farklı da olsa, babalarının nafakasını eşit olarak öde­mekle yükümlü olurlar. Bir oğlu ile oğlunun oğlu varsa, oğlu öne alınır. Çünkü o, kendisine oğlunun oğlundan daha yakındır,. Bir kızıyla oğlunun oğlu var­sa; nafakası, kendisine yakın olduğu için kızının üzerine olur. Hıristiyan bir oğluyla bacısı varsa, kendisine mirasçı olmasa bile nafakası oğlunun üzerine olur. Aynı şekilde kızının oğluyla birlikte öz kardeşi varsa, nafakası kızının oğlu üzerine olur. Kızının oğlu öz kardeşi varken kendisine mirasçı olamasa bile onun nafakasını vermekle yükümlüdür. Babası ve oğlu varsa, kendisine yakınlık ve cüz'iyet bakımından ikisi eşit oldukları halde,

"Sen ve malın babana aitsiniz[15] hadîs-i şerifi uya­rınca oğlu tercih edilir. Anası ile beraber oğlunun mevcud olması da böyle­dir. Dedesiyle birlikte oğlunun oğlu mevcut olması durumunda nafakası bu ikisi arasında altı pay üzere taksim edilir. Dede, altıda biri, oğlunun oğlu da kalanı verir. Çünkü bunların akrabalık yönünden kendisine yakınlık derece­leri eşittir. Her ikisi de arada bir vasıta ile ona bağlanmaktadırlar. Zîra ken­disiyle dedesi arasında babası; oğlunun oğluyla kendisi arasında da oğlu var­dır. Dede ve oğlun oğlundan birini tercih etmeyi gerektirecek bir sebep yok­tur. Nafaka, her birinin alacağı miras payı oranında üzerlerine tarhedilir. Oğ­luyla beraber oğlunun oğlu varsa, oğlunun oğluna nispetle kendisine daha yakın olduğu için, nafakası oğlunun üzerine olur.

özetle; usûl ve fürûdan daha yakın olanlar, yakın olanlara tercih edilir­ler. Bundan sonra usûl ve fürû dışında kalan yan kollara bakılır: Mirasçı olan­lar, olmayanlardan önce gelirler. Bilindiği gibi malî sıkıntı içindeki çok yakın bir kimse varken dahi (bu derecede yakın olmayan) varlıklı bir kimse, kişinin nafakasını vermekle yükümlü olur.

Hülâsa; önce usûl ve fürûa bakılır. Fıkıhçılar bunu neseb direği veya soy silsilesi kelimeleriyle ifade ederler. Yakınlıkta daha yakın olanlar, önce be­lirttiğimiz şekilde diğerlerinden önce gelirler. Dedeyle birlikte oğlun oğlunun mevcut olması örneğinde olduğu gibi yakınlıkta eşit olurlarsa ve birini diğe­rine tercih ettirecek bir sebep de bulunmazsa; nafaka, mirastan alacakları pay oranında üzerlerine taksim edilir. Birini diğerine tercih etmeyi gerektiren bir sebep bulunursa, tercihli olan öne alınır: Meselâ malî sıkıntı içindeki bir kim­senin hem oğlu ve hem de babası varsa, oğluyla babasının kendisine olan ya­kınlık dereceleri aynıdır. Ama

"Sen ve malın, babana aitsiniz.[16] hadîs-i şerifi uya­rınca oğul, nafaka hususunda babadan önce gelir. En yakında bulunan kişi malî sıkıntı içindeyse, nafaka verme yükümlülüğü ondan bir sonraki yakına geçer. Önceki sayfalarda verilen bilgilerden öğrendiğimize göre, kadının ko­cası malî sıkıntı içinde olursa ve kadının da kardeşi veya amcası varsa ya da kocasının başka kadından doğma bir oğlu veya kardeşi varsa, karısı nafaka­sını bu saydıklarımızdan birisinden alabilir. Ancak kocanın malî durumu iyi­leştiğinde bu kişi; kadının, kendisinden almış olduğu nafakayı kocasından geri alır. Kadının çocukları var ve bu çocukların başka bir kadından doğma baba bir kardeşleri ya da amcaları varsa, anaları yine aynı şekilde nafakayı bu ikisinin birinden alabilir. İkisinden herhangi birine Öncelik verilmez. Çünkü bu durumda mûtemed kavle göre nafaka, koca üzerinedir. Bunlarsa birer borç vericidirler. Kadın kendisi için uygun gördüğü kimseden borç alma hakkına sahiptir: Ama burada durum böyle değildir. Zîra burada sözümüz, üzerleri­ne nafakanın farz olduğu kimselere ilişkindir. Nafaka verecek kimse varlıklı olmadığı takdirde, nafaka akrabalar için farz kılınmaz. Karı ve çocuklara ge­lince; baba veya koca malî sıkıntı içinde olsa bile bunlar için nafaka vâcib olur. Bu durumda malî durumun müsait olması şart değildir. Ana - baba ve yakınlar üzerine nafakayı farz kılan zenginliğin ölçüsünde, Hanefi imamları farklı görüş beyanında bulunmuşlardır. Bazıları bu zenginliği çocuğun zekât nisabına mâlik olmasıyla takdir etmişler, bazılarıysa şöyle demişlerdir; şart olan, kendisiyle aslî ihtiyaçlarından fazla olarak zekât almasının haram ola­cağı bir şeye mâlik olmasıdır. Bu şeyin, zekâtın nisap niktarından az olması­nın sakıncası yoktur. Bazıları da detaylara inerek demişler ki; çocuk, çiftçi veya tacir olup mal biriktirme imkânına sahipse, varlıklı sayılır. Bu da şöyle olur: Kendisinin ve ailesinin bir aylık nafakasına sahib olur ve artanını ailesi­ne verir. Gündelikçilik yaparak (para) kazanan zenaat sahiplerindense, akrabalarına vereceği nafakadan fazla olarak kendi şahsının ve ailesinin içinde bulundukları gün için gtı "kli nafakasına sahipse, varlıklı sayılır. Meselâ bin Ura gündelikle çalışmakla kendisine ve ailesine günlük nafaka olarak yedi-yüz lira yetiyorsa, ebeveynine üçyüz lira vermesi vâcib olur. Muhakkik âlim­ler, azığım günlük olarak elde eden kazanç sahipleri hakkında bu görüşü ter­cih etmişlerdir. Çocuk yoksul olup ailesi varsa, kazanabilecek durumda olan bir de babası varsa; çocuk ona nafaka vermeye mahkûm edilemez. Ama ba­ba (kazanmaktan) âciz ise, kendileriyle birlikte (aynı sofrada) yemek üzere ailesine katması için oğlu aleyhine hüküm verilir. O, bu durumda oğlunu sı­kıntıya sokmaz. Anaya gelince o, her zaman kazanmaktan âciz olan baba hükmündedir.

Usûl, fürû ve asebe durumundaki akrabalar için nafaka vermek vâcib olduğu gibi aynı şekilde zqvi'l - erham durumunda olan yakınlar için de na­faka vermek iki şartla vâcib olur:

1- Nafaka isteyenin; erkek ise yoksul ve küçük yaşta olması, kadın ise yaşı büyük olsa bile yoksul olması: Erkek olup yaşı büyük ve kazanmaya muk­tedir ise, kendisine nafaka vermek vâcib olmaz. Ama (çalışıp) kazanamaya­cak derecede âciz veya dürüst bir ilim talebesi ise, onun için nafaka vardır. Zengin bir kadın ise veya kazanç temin edeceği bir sanatı varsa; meselâ öğ­retmen, ebe ve bunlar gibiyse, ona nafaka verilmez. Sanat bilmediği veya bu­nak olduğu için normal olarak (para) kazanamıyorsa ona nafaka vermek vâ­cib olur. Kadın şerefli bir aileden olduğu için hizmetçilik yapamıyor veya dü­şük zenaatlerde çalışamıyor s a, yine kendisine nafaka vermek vaciptir diyen­ler olmuştur. Bazı fikıhçılar, bütün şeref ve itibarlar bir yana, insanın kendi azığını temin etmek için çalışmakla yükümlü olduğunu söyleyerek bu görüşü reddetmişlerdir. Zîra sahabilerin önde gelen büyük şahsiyetlerinin pazara inerek azıklarını temin etmek için süt ve kaymak sattıkları görülmüştür. "Onların zamanında bu ayıp değildi" demenin hiç anlamı yoktur. Gerçek şu ki asıl şeref budur: İnsanlara yük olmak, şeref değildir. Doğrusu şudur ki: Çalışıp kazanmaya muktedir olan kimse için akrabalarının nafaka vermesine hükmetmek sahih olmaz. Aksine bu gibi kimselere azıklarını temin etmeleri için çalışmaları emredilir. Böylece de bunlar çoğu kez gayret ve çabaları sonucu servete sahib olurlar. Kendisine nafaka verilmesi vâcib olan yoksulun tanımı, kendisine sadaka (zekât) verilmesi helâl olan kimsedir.

2- Nafaka veren kimse varlıklı olmalıdır: Zevi'I - erhamm nafakası, an­cak muktedir olan varlıklı kimseler üzerine vâcib olur. Bilindiği gibi karı ve küçük çocuklar dışında kalan tüm akrabalara nafaka vermenin vâcib olması için, nafaka verecek olanın varlıklı olması şarttır. Akrabalarına nafaka ver­mesi için, nafakayla yükümlü olan kimse zorlanır. Vermediği takdirde mûte­med kavle göre hapsedilir.

Yoksulun birden fazla akrabası varsa; nafakası, miras paylan oranında üzerlerine taksim edilir. Meselâ öz bacısı, ana bir bacısı ve bir de baba bir bacısı varsa bunun nafakası, öldükten sonra onun malından alacakları mi­ras payı oranında onların üzerine olur. Şöyle ki: Öz bacı için mirasın yarısı, 3/6 baba bir bacı için altıda biri 1/6.ana bir bacı için de altıda biri 1/6 var­dır. Bu paylar toplandıktan sonra geriye 1/6 lik bir pay kalır ki bu da üç ba­cıya taksim edilir. Buna göre; öz bacıya 3/5, ana bir bacıya 1/5, baba bir bacıya da 1/5 vermek gerekir. Öz kardeşi, ana bir kardeşi, baba bir kardeşi varsa; ana bir kardeşi nafakanın 1/6'sinı verir. Geri kalan nafakayı öz kardeş üstlenir. Baba bir kardeşin bir şey vermesi gerekmez. Çünkü o mirasçı ola­maz. Özkardeş var olduğu için, o mirastan mahrum kalmaktadır. Kardeşleri veya bacilarıyla birlikte malî sıkıntı içindeki bir oğlu varsa, bu onlar için mi­rastan menedici sayılmaz. Hatta ölü sayılır. Ancak çalışıp kazanmaya muk­tedir ise, kendi şahsına ve babasına nafaka versin diye çalışıp kazanmakla em-rolunur. Nitekim bu önce de tafsilâtlı olarak anlatılmıştı. Çocuk çalışıp ka­zanmaktan âciz olursa nafakası, öz hala veya öz amcasının üzerine olur. Zîra yoksul baba, ölü gibidir. Onun için amcası veya halası mirasçı sayılır. Kar­deşleri veya bacılarıyla beraber kızı varsa, nafakası sadece öz olanlar üzerine vâcib olur. Çünkü: Kız, öz amcası ve öz halasıyla beraber mirasçı olur. Onunla beraber öz olmayanlar varsa, düşerler. Kız ölü sayılmadı. Çünkü ölü gibi sa­yılan, oğul gibi mirasın tamamını alandır. Kıza gelince o, mirasın tamamım almayıp başkalarıyla beraber mirasçı olur.

Nafakayı hakedenin varlıklı bir anası, varlıklı bir öz bacısı, baba bir yoksul bacısı, ana bir yoksul bacısı varsa, mirasları şu şekilde olur: Öz bacıya malın yarısı, anaya altıda biri, baba bir bacıya altıda biri, ana bir bacıya altıda biri verilir. Ananın ve öz bacının toplam miras payı (altıda) dört hissedir. Nafaka da aralarında dörde taksim olunur: Dörtte birini ana, dörtte üçünü de öz ba­cı verir ve nafaka, hep bu hesaba göre takdir olunur.

Şunu bil ki zevi'I - erhamdan kendisi üzerine nafaka vermenin vâcib ola­cağı kimsenin, yakın mahremiyetle zûrahm olması şarttır. Amca oğlunun nafaka vermesi vâcib değildir. Çünkü o her ne kadar zûrahm (akraba) ise de mahrem değildir. Süt emme nedeniyle zû - rahm olanlar akraba sayılmaz­lar. Onlar nafaka vermekle yükümlü olmadıkları gibi, nafaka almaya da hak sahibi değildirler. Şunu da belirtelim ki, din ayrılığı olması halinde akrabaya nafaka vermek vâcib olmaz. Kişinin; karısı, usûl ve fürûu dışındaki ayrı din­den akrabalarına nafaka verme mecburiyeti yqktur. Bir kimse zımmî bir ka­dınla evlenirse, nafakasını vermekle yükümlü olur. Aynı şekilde kişinin ken­disi zımmî olduğu halde müslüman bir babası varsa, nafakasını vermesi zo­runludur. Bunun tersi olması halinde de aynı hüküm sözkonusu olur. Bun­lardan her biri, diğerinin nafakasını vermekle yükümlüdür.

Mâlîkîler dediler ki: Ana - babanın nafakası, bazı şartlarla çocuk­ları üzerine vâcib olur:

1- Çocuk hür olmalıdır: Kölenin nafaka vermesi vâcib olmaz.

2- Ana baba yoksul olmalıdırlar: Yani kendilerine yetecek nafakayı ka­zanmaya muktedir olmamalıdırlar. Nafakalarının bir kısmım kazanabilirler-se, çocukları kalan kısmı tamamlamalıdır.

3- Çalışıp kazanmaktan âciz olmalıdırlar: Kazanmaya muktedir olurlarsa, nafakaları çocukların vermeleri vâcib olmaz. Kazanmaya zorlanırlar.

4- Çocuk fiilen varlıklı olmalıdır: Hükmen varlıklı, yani çalışıp kazan­maya muktedir olursa, ana - babasının nafakasını temin etsin diye çalışıp ka­zanmaya zorlanamaz, tyitekim baba da çocuğunun nafakasını temin etsin diye çalışıp kazanmaya zorlanamaz.

5- Ana - babanın yoksullukları, âdil iki kimsenin şahitliğiyle tespit edil­melidir: Âdil bir kişinin şahitliği yeterli olmaz. Aynı şekilde âdil bir erkekle, âdile iki kadının şahitliği de yeterli olmaz.

Çocuk yoksul olduğunu iddia ederse, yoksulluğunu kendisinin mi bey-yineyle ispatlaması gerekir, yoksa ana - babası mı bunu ispatlamakla yüküm­lüdürler? Bu hususta tereddüt vardır: Bazıları çocuğun kendisinin ispatlamakla yükümlü olduğunu, diğer bazılarıysa ana - babanın ispatlamakla yükümlü olduklarını söylemişlerdir.

6- Çocuğun kendisinin, kanlarının, çocuklarının ve kendilerine ihtiyaç duyduğu hizmetçisiyîe bineğinin azıklarından artmalıdır: Eğer bir şey artmazsa, ana - babasına nafaka vermesi vâcib olmaz. İslâmiyet şart değildir. Kâfir ba­banın nafakası, müslüman oğlunun üzerine vaciptir. Bunun tersi olunca da aynı hüküm geçerlidir.

Şu da var ki varlıklı olan evlâdın, ana - babasının hizmetçisinin -bu hiz­metçiye ihtiyaçları olmasa bile- nafakasını vermesi vaciptir. Ama babanın, oğlunun hizmetçisinin nafakasını vermesi vâcib değildir. Aynı şekilde evlâ­dın, babasının karısının hizmetçisinin -eğer bu kadın hizmetçiye ehil ise- na­fakasını vermesi vaciptir. Çocuğun, babasını bir kadınla evlendirerek iffetini koruması vaciptir. Bir kadınla iffetini koruyamıyorsa, birden fazla kadınla evlendirmesi vâcib olur. Bu hususta söz, babanındır. İffetini koruması için babasıyla evlendirmiş olduğu kadınlar birden fazla olsalar da onların nafa­kalarını vermekle yükümlü olur. Ama iffetini bir kadınla koruyabildiği halde birden fazla kadınla evlenirse, çocuğu sadece bir kadının nafakasını vermek­le yükümlü olur. Kadınların ikisinden biri anası değilse, nafakayı hangisine vereceğini belirleme hususunda söz babanındır. Ama ikisinden biri anasıysa, anası zengin olsa bile nafakayı mutlaka ona verir. Ana - baba dışında akra­balık nedeniyle nafaka vermek vâcib olmaz. Çocuğun dedesine, ninesine bunlar ana tarafından olsunlar, baba tarafından olsunlar- nafaka vermesi vâcib olmaz. Nitekim dedenin de oğlunun oğluna, oğlunun kızına -ve daha böylelerine- nafaka vermesi vâcib olmaz. Ama yoksul birisiyle evlenirse, na­fakası oğlunun zimmetinden düşmez. Varlıklı çocuklar birden fazla olurlar­sa, nafaka her birinin malî durumuna göre üzerlerine taksim edilir.

Şâfiîler dediler ki: Ana - babanın nafakası, bazı şartlarla çocukları­nın üzerine vâcib olur:

1-Ana - baba yoksul olmalıdırlar: Öyle ki kendilerine uygun tarzda ko­nuta, azık ve katığa sahip olamamalıdırlar. Doyurmada aşırılığa kaçmak da gerekmez.

2- Çocuk, kız olsun erkek olsun kendine lâyık bir kazançla da olsa var­lıklı olmalıdır.

3- Çocuğun yanında kendi şahsının, karısının ve çocuklarının bir gün bir gecelik azığından fazlası bulunmalıdır: Aksi takdirde ana - babasına na­faka vermesi vâcib olmaz. Onların çalışıp kazanmaktan âciz olmaları şart de­ğildir. Müslümanlık da şart değildir. Meselâ onlar kâfir, çocuk müslüman olur­sa veya bunun tersi olursa, çocuk nafaka vermekle yükümlü olur. Çocuk, ba­basının iffetini evlendirerek korumak ve karısına nafaka vermekle yükümlü­dür. Baba, oğlunu evlendirmekle yükümlü değildir. Bunda şart, çocuğun var­lıklı ve hür olması; babanın da hür, kendi iffetini korumaktan âciz ve evlen­meye muhtaç olmasıdır. Evlenmeye muhtaçlık hususunda söz, yemin etme şartı aranmaksızın babanındır. Evlenmeye gerçek bir arzusu olmadıkça ev­lendirilmeyi istemesi helâl olmaz. Yani evlenmediği takdirde zarar görecekse evlendirilmesini isteyebilir. Görünen hali zayıflığına delâlet ediyorsa; meselâ kendisinde felçlik veya gevşeme varsa, evlendirilme isteği yerine getirilmez. Ya da kadına ihtiyacı olduğuna dair kendisine yemin ettirilir. Oğlunun ona bir cariye vermesi sahih olur. Cariye bedelini veya hür bir kadın mehrini de verebilir. Birden fazla evlâdı varsa, iffetini korumak amacıyla evlendirilme masrafı ve nafakası, çocuklarının ondan alacakları miras payı oranında tü­mü üzerine taksim edilir. Mûtemed olan görüş budur. Kız ve erkek çocukları varsa, evlendirme ve nafaka giderlerini, kızlarıyla oğullan ikili birli oranın­da karşılarlar. Çocukları eşit oranlarda mirasçı olacaklarsa, malî durumları farklı da olsa nafakasını eşit oranda karşılarlar. Çocuklarından biri malla zen­gin, diğeri çalışıp kazanmakla zengin olsa yine eşit oranda nafakasını karşı­larlar. Çocuklarından biri kaybolursa, vermesi gereken nafaka miktarını onun malından alır. Malı yoksa onun vermesi gereken nafaka miktarını mümkün­se başkalarından borç alır. Mümkün olmazsa hâkim, hazırda bulunan ço­cuklardan birine, -kayıptakinden geri alması veya varsa malından alması kastıyla- babasına borç vermesini emreder. Kişinin, her ne kadar yukarıya doğru gitse de aslına; meselâ dedesine, dedesinin dedesine ve her ne kadar

aşağıya doğru gitse de oğluna nafaka vermesi vaciptir.

Hanbelîler dediler ki: Ana - babaya -bunlar her ne kadar dede ve nine gibi yukarıya doğru çıksalar da- kendilerine lâyık nafakayı vermek, ev­lât üzerine vaciptir. Aym şekilde baba da -her ne kadar aşağıya doğru inse de- çocuğunun nafakasını vermekle mükelleftir. Babanın veya çocuğun nafa­ka vermekle yükümlü olması için üç şart gerekir:

1- Kendisine nafaka verilecek olan kimsenin yoksul olması; kendisini na­faka almaya muhtaç etmeyecek malının veya kazancının olmaması gerekir. Eğer kendilerine yetecek malları veya kazançları varsa, nafaka alamazlar. Bazı ihtiyaçlarını karşılayacak mal veya kazançları varsa, kendilerine yetecek na­fakayı tamamlamak gerekir.

2- Nafaka vermekle yükümlü olanın, onlara nafaka olarak verecek bir şeyi bulunmalıdır: Yalnız malından olsun, veya kazancından olsun yahut kendi şahsının ve karısının nafakasından fazla olmalıdır. Fazla olmadığı takdirde nafaka vermekle yükümlü olmaz.

3- Nafaka verenin, kendisine nafaka vereceği kimsenin farz hisse veya asabe ile mirasçısı olmalıdır: Tabiî eğer nesebin direğinden değilse... Nesebin direğinden olduğu takdirde, mirasçı olmasa bile nafaka vermesi vâcib olur. Çocuğun, yoksul durumdaki babasının, babasının karısının ve kendi küçük kardeşlerinin nafakasını vermesi vaciptir. Nafaka verecekler birden fazla ol­dukları takdirde; nafaka, alacakları miras payı oranında üzerlerine taksim edilir. Bir kimsenin anası ve babasının babası varsa, nafakasının üçte birini anası, kalan kısmını da dedesi verir. Çünkü bu durumda (kendisi ölecek olur ve geriye mal bırakırsa) anası ona üçte bir oranında mirasçı olur. Kalan mi­rası dedesi alır. Kişinin ninesi ve Öz kardeşi ya da baba bir kardeşi varsa, na­fakasının altıda biri ninesi üzerine olup, kalan kısmını kardeşi verir. Bir kim­senin anası ve kızı olursa, nafaka bu ikisi arasında dörde bölünür. Dörtte bi­rini anası, kalanım kızı verir. Çünkü kızı için mirasta yarı pay farz olarak vardır. Anası için de farz olarak altıda bir vardır. Sonra kalan pay o ikisine verilir. Ananın payı dörtte bire tamamlanır. Kalanını kızı alır ve bu hep böy­le hesaplanır. Ancak baba nafakada tek başına kalır. Zevi'l - erham nafaka vermekle yükümlü olmadıkları gibi, nafaka alma hakkına da sahib olmazlar.

 

Hidâne Bahisleri

 

(Tanimıı Ve Hakedeni)

 

Hidâne veya hadâne (Bu şekilde okunması daha meş­hurdur) kelimesinin sözlük anlamı, küçük çocuğun nafaka ve terbiyesini üstlenmektir. Ha-da-ne fiilinin maştan olan hidâne kelimesi "Hidn" den alınmadır. Hidn, yan demektir. Çünkü hâdine (bakıcı) kadın, çocuğu yanı­na alır. Fıkıh terminolojisinde hidâne; küçük çocuğu, âcizi, deli ve bunağı kendisine zarar verecek şeylerden elden geldiğince korumak, terbiye ve maslahatından; temizleme, yedirme ve rahatı için gerekli olan şeyleri yap­mak gibi hususları yerine getirmektir.

Hİdâneyi hakedene gelince; mezheplerin buna ilişkin tafsilâtlı açıkla­maları aşağıya alınmıştın.

 

(78) Hanefîler dediler ki: Şu aşağıdaki sıraya bağlı olarak, kadın olsun erkek olsun akrabalar için hidâne hakkı vardır.İnsanlar içinde hidâne hakkı­na en fazla sahib olan, anadır. Ananın, çocuğun babasıyla evli bulunması veya boşanmış olması bü hükmü değiştirmez. Anadan sonra ananın anası, ondan sonra da onun anası gelir. Ve bu hep böyle devam edip gider. Ananm anasının hidâne işine elverişli olması şarttır. Ananın anası, (yeni evlendiği) kocasının evinde evli bulunan kızının oğluna hidâne yapma hakkına sahip değildir. Çünkü o (üvey baba) onun (üvey oğlunun) düşmanı gibidir. Bu du­rumda baba, çocuğu anneannesinden alabilir. Anneanne ölür veya küçük ço­cuğun mahremi olmayan birisiyle evlenirse, hidâne hakkı her ne kadar yuka­rıya doğru çıksa da çocuğun babaannesine geçer. Anneannesi, çocuğun mah­remi olan bir erkekle evlenirse, meselâ çocuğun dedesiyle evlenirse, hidâne hakkı düşmez. Babaannesi ölür veya evlenirse, hidâne hakkı öz bacısına intikal eder. Bu da Ölür veya evlenirse, hidâne hakkı baba bir bacısına, bundan sonra öz bacısının kızına, bundan sonra da ana bir bacısının kızına geçer. Buraya kadar gelen sıra üzerinde Hanefîler ihtilâf etmemişlerdir. Bun­dan sonragelensıraüzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Meselâ küçük ço­cuğun teyzesi ve baba bir bacısı varsa, bazıları hidâne hakkı hususunda baba bir bacının öncelikli olduğunu; diğer bazılarıysa teyzenin öncelikli olduğunu söylemişlerdir. Ama baba bir bacının kızı teyze ile beraber bulunduğunda, sahih görüşe göre teyze öncelikli olur. Öz teyze önceliklidir: Ondan sonra ana bir teyze, ondan sonra baba bir teyze gelir. Kardeş kızları, halalardan önce gelir. Öz hala önceliklidir. Sonra ana bir hala, sonra da baba bir hala gelir. Bunlardan sonra küçük çocuk anasının öz teyzesine, ondan sonra ana bir tey­zesine, ondan sonra baba bir teyzesine, sonra da ananın halasına verilir. Ve hep bu sıraya göre devam edip gider. Özetle; ana tarafı baba tarafından önce gelir. Amca kızları, dayı kızları, hala kızları ve teyze kızlarına gelince; bunla­rın hidâne haklan yoktur.

Küçük çocuğun anılan akrabalarından hidâne hakkına sahip bir kadın yoksa, hidâne hakkı asabesinden olan erkeklere geçer. Önce baba, sonra her ne kadar yukarıya doğru çıksa da babanın babası, sonra öz kardeş, sonra ba­ba bir kardeş, sonra öz kardeşin oğlu, sonra baba bir kardeşin oğlu; aynı şe­kilde her ne kadar aşağıya doğru inseler de bunların oğullarının oğlu. Sonra öz amca, sonra baba bir amca, sonra öz amcanın oğlu, sonra bakılacak kü­çük çocuğun erkek olması şartıyla baba bir amcanın oğlu gelir. Bakılacak küçük çocuk kız ise amca oğullarına teslim edilmez. Çünkü kız çocuğu bun­lar için mahrem değildir. Küçük kız çocuğunun akraba olarak yalnızca amca oğulları varsa, takdir kadı'nındır. Dilerse bunlara teslim eder, dilerse güveni­lir bir kadına teslim eder.

Küçük kız çocuğunun birden fazla kardeşi varsa, bunların en sâlih ola­nına teslim edilir. Sâlihlikte eşit olurlarsa, en yaşlı ;olana teslim edilir. Birden fazla amcası olursa da aynı yöntem uygulanır. Küçük kız çocuğunun asabesi yoksa; hidânesi ana bir erkek kardeşe, sonra bunun oğluna, sonra ana bir amcasına, sonra öz dayısına, sonra baba bir dayısına, sonra ana bir dayısına ait olur. Ana bir dedesi varsa bu, dayısından ve ana bir erkek kardeşinden önce gelir.

Mâlîkîler dediler ki: Küçük çocuğun hidânesine; kadın olsunlar, erkek olsunlar, anlatılan şu sıraya göre akrabaları hak sahibi olurlar: Küçük çocu­ğun hidânesine insanlar içinde en fazla hak sahibi olan, anasıdır. Sonra ana­sının anası; yani her ne kadar yukarıya doğru çıksa da ana tarafından dede­si, sonra öz teyzesi, sonra ana bir teyzesi, sonra anasının teyzesi, sonra anası­nın halası, sonra babaannesi, sonra babaannesinin annesi gelir. Bunların ya­kın olanları, uzak olanlarına tercih edilir. Ana tarafından olanlar, baba tarafından olanlardan önce gelirler. Sonra hidâne hakkı baba tarafındaki nine­lerden babaya, sonra bacıya, sonra babanın bacısına (halaya) sonra babanın halasına, sonra babanın teyzesine, sonra öz kardeşin kızma, sonra ana bir kardeşin kızına, sonra baba bir kardeşin kızına, sonra aynı şekilde bacı kızı­na geçer. Bunlar bir arada bulunurlarsa, hidâne için en elverişli olanları ter­cih edilir. Bazıları, kardeş kızlarım bacı kızlarına tercih etmek gerektiği gö­rüşündedirler. Bunlardan sonra hidâne hakkı; erkek olsun kadın olsun vâsi­ye geçer. Sonra küçük çocuğun kardeşine, sonra kardeşin oğluna geçer. Ana tarafından olan dede, bundan önce gelir. Bundan sonra amca, sonra amca-oğlu gelir. Yakın olan, uzaktakine tercih edilir. Sonra azad eden veya soy ba­kımından asabesi gelir.

Şâfîîler dediler ki; Hidâneyi hakedenler için üç durum sözkonusu olur:

1- Erkek akrabaların kadın akrabalarla bir arada bulunmaları.

2- Sadece kadın akrabaların bulunması.

3- Sadece erkek akrabaların bulunması.

Şimdi birinci durumu ele alalım: Bu durumda ana, babaya tercih edilir. Sonra mirasçı olması şartıyla anneanne gelir. Bu, her ne kadar yukarıya doğ­ru çıksa da hüküm değişmez. Ananın babasının anası, hidâne hakkına sahip değildir. Çünkü bu kadın mirasçı değildir. Bunlardan sonra baba, sonra ba­banın anası, sonra her ne kadar yukarıya doğru çıksa da babanın anneanne­si -tabii eğer mirasçıysa- gelir. Babanın anasının babaannesi için hidâne hak­kı yoktur. Çünkü bu kadın mirasçı değildir. Bu dördü -ki bunlar da ana ve ananın analarıyla baba ve babanın analarıdır- bulunmaz da kadın erkek ak­rabalar birlikte bulunurlarsa, öncelikle yakınlık sıralarına göre kadınlar, sonra erkekler gelirler: Meselâ bacılarla kardeşler, hala ve teyze birarada bulunur­larsa, bacılara Öncelik verilir. Çünkü bunlar erkeklere nispetle daha fazla tercihe şayandırlar. Bunlardan sonra erkek kardeşler gelir. Çünkü bunlar teyze ve ha­ladan daha yakındırlar. Sonra teyze, sonra hala gelir. Yakınlıkta erkeklik ve kadınlık eşit olursa; meselâ bacılar ve kardeşler birarada bulunurlarsa, bacı­lar arasında kur'a çekilir. Kendisine kur'a isabet eden, diğerlerine tercih edilir.

îkind duruma gelince; bu sadece kadın akrabaların birarada bulunma­larıdır. Bu durumda anaya öncelik verilir. Sonra ananın anaları gelir. Daha sonra babanın anaları, sonra bacı, sonra teyze, sonra bacı kızı, sonra kardeş kızı, sonra hala, sonra teyze kızı, sonra hala kızı, sonra amca kızı, sonra dayı kızı gelir, özler öz olmayanlara tercih edilirler. Baba bir olanlar, ana bir olan­lardan önce gelirler.

Üçüncü durum ise sadece erkek akrabaların bir arada bulunmalarıdır. Bu durumda önce baba, sonra dede, sonra öz kardeş, sonra baba bir kardeş, sonra ana bir kardeş, sonra öz veya baba bir kardeşin oğlu, sonra öz amca, sonra baba bir amca, sonra aynı sıraya göre amca oğlu gelir. Ama şehvet ça­ğma gelen kız çocuğu, amca oğluna teslim edilmez. Çünkü onun mahremi değildir. Ancak, amcaoğlunun kendisine yardım edeceği güvenilir bir kadı­na, meselâ amca oğlunun kızına teslim edilir. Yaşça büyük ve deli olup bir kızı varsa, anadan sonra bu kızı ninelere tercih edilir. Yaşı küçük ve evli olsa bile, cinsel temasa dayanıklı olması şartıyla bu kız ninelere tercih edilir.

Hanbelîler dediler ki: İnsanlar içinde hidâne hakkına en çok sahib olan; ana, ananın anası, sonra ananın anneannesi gelir ve bu hep böyle gi­der. Sonra baba, sonra her ne kadar yukarıya doğru çıksalar da babanın ana­ları, sonra dede, sonra dedenin anaları, sonra öz bacı, sonra ana bir bacı, sonra baba bir bacı, sonra öz teyze, sonra ana bir teyze, sonra baba bir teyze, sonra öz hala, sonra ana bir hala, sonra baba bir hala, sonra anasının teyze­leri gelir. Öz olanlara öncelik verilir. Sonra ana tarafından olanlar, sonra ba­ba tarafından olanlar, sonra aynı şekilde babanın teyzeleri, sonra aynı şekil­de babanın halaları, sonra bacı kızları, sonra kardeş kızları, sonra amca kız­ları, sonra hala kızları, sonra anasının amca kızları ve aynı şekilde babasının amca kızları gelir. Bütün bunlarda öz olanlara öncelik verilir. Sonra ana ta­rafından olanlar, sonra baba tarafından olanlar gelirler. Amcaoğlu ve baba­nın amcasının oğlu gibi mahremler için kadın üzerinde hidâne hakkı, yoktur. Süt emişme yoluyla mahrem olanların da kadın üzerinde hidâne haklan yoktur.

 

Hidânenin Şartlar!

 

Hidâneyi haketmek için bazı şartlar gereklidir:

1- Akıllı olması: Deli ve bunak için hidâne hakkı yoktur.

2- Baliğ olması: Küçük için hidâne hakkı yoktur.

Diğer bazı şartlar da vardır ki bunlar, aşağıda mezheplere göre tafsi­lâtlı olarak açıklanmıştır.

 

(79) Hanefîler dediler ki: Hidânede bazı şeyler şart koşulur:

1- Hidâne (bakıcılık) yapacak olan kadın mürted olmamalıdır: îrtidâd ederse, dar-ı harbe geçmiş olsun olmasın hidâne hakkı düşer. Tevbe ederse bu hakkı geri gelir.

2- Hidâne yapacak olan kadın fâsık ve güvenilmez olmamalıdır: Fâcir-liği, günahta ısrar etmesi veya hırsızlık yapması veya ağıtçılık ya da balerin­lik, dansözlük gibi düşük bir sanatla uğraştığı sabit olursa; hidâne hakkı düşer.

3- Bakıcılık yapacak olan, çocuğun babasından başkası ile evlenmiş ol­mamalıdır: Başkasıyla evlenirse, hidâne hakkı düşer. Meğer ki kocası, küçük çocuğun akrabası; meselâ amcası olsun. Yabancı bir erkekle evlenirse, hidâ­ne hakkı düşer. İkinci kocası onu boşadığında, hidâne hakkı geri gelir.

4- Çocuğu; özellikle kız olup gözetilmeye ihtiyacı varsa kontrolsüz bı­rakmamalıdır: Çocuğun anası, uzun zaman boyunca dışarı çıkıp terbiyesini ihmal ediyora, bu sebeple hidâne hakkı düşer.

5- Baba yoksul olup, anası da ücret almadığı takdirde; çocuğa bakmaya yanaşmaz ve çocuğun halası da "Ben ücretsiz olarak çocuğa bakarım" der­se, ananın hidâne hakkı düşer.

6- Bakıcılık yapacak olan kadın cariye veya ümm-ü veled olmamalıdır. Bunun hidâne hakkı yoktur. Bakıcılık yapacak olan kadının müslüman ol­ması şart değildir. Bir kimse zımmî bir kadınla evlenirse; bu kadın o kocadan doğurmuş olduğu çocuğuna bakıcılık yapabilir. Yalnız babanın, bu kadının çocuğa küfür ve fesadı aşılamayacağından emin olması şarttır. Emin olmaz­sa; meselâ çocuğu kiliseyi götürdüğünü veya ona domuz eti yedirdiğini veya şarap içirdiğini görürse, çocuğu onun elinden alabilir. Çocuğa bakmakta olan anası ölürse veya hidâne şartlarından birini taşımazsa; hidâne hakkı, önce anlatılan sıraya göre kendisinden sonra gelene geçer.

Bakıcılık yapacak kadının akıllı olmasıysa, üzerinde ittifakla durulan bir şarttır.

Şafîıler dediler ki: Hidâne için yedi şart gereklidir:

1- Hâdine (bakıcı) kadın akıllı olmalıdır: Deli için hidâne hakkı yoktur. Ancak deliliği senede bir gün gibi az ve nâdir ise, hidâne hakkı düşmez.

2- Hürriyet: Kölenin hidâne hakkı yoktur.

3- islâmiyet: Kâfirin müslüman üzerinde hidâne hakkı yoktur. Kâfirin kâfir üzerinde, müslümanın kâfir üzerinde hidâne hakkı ise sabittir.

4- İffet: Fâsık olan kimsenin hidâne hakkı yoktur; isterse bu, namazı terk eden kadın veya erkek olsun...

5- Emânet: Herhangi bir hususta hainliği olan kimsenin hidâne hakkı yoktur.

6- Kendisine bakılacak olan çocuk mümeyyiz ise; ona bakacak olan ka­dının, onun beldesinde ikâmet etmesi.

7- Küçük çocuğun ana'sı, kendi mahremi olmayan bir erkekle evlenmiş olmamalıdır: Bir mahremiyle; meselâ amcasıyla evlenirse, çocuğu yanma al­masına kocası razı olursa, ananın hidâne hakkı düşmez.

Hanbelîler dediler ki: Bakıcılık yapacak olan şahısta şu şartların bulunması gerekir:

1- Akıllı olmalıdır: Deli için hidâne hakkı yoktur.

2- Köle olmamalıdır.

3- Âciz olmamalıdır: Örneğin a'mâ olmamalıdır. Çünkü onunla maksat elde edilmez. Görmesi zayıf olanlar da a'mâ gibidir.

4- Cüzzamh veya alaca olmamalıdır: Yoksa hidâne hakkı düşer.

5- Çocuğa yabancı olan bir eşle evlenmemelidir. Ama dedesi ve akraba­sı gibi ona yabancı olmayan biriyle evlenirse, hidâne hakkı devam eder.

Mâlikîler dediler ki: Kadın olsun erkek olsun bakıcılık yapacak olan şahısta şu şartların bulunması gerekir:

1- Akıllı olmak: Bazan ayılıyor olsa bile deli, aklında hafiflik ve yanılgı bulunan kimse için hidâne hakkı yoktur.

2- Bakılmakta olan çocuğun durumuyla ilgilenmeye ve ihtiyaçlarını gi­dermeye muktedir olmak: İhtiyarlık dönemine girmiş kadın veya pîr-i fanî olacak yaşa gelmiş erkek gibi âciz kimseler için hidâne hakkı yoktur. Ancak bunların kontrolünde olarak çocuğun bakımını yapabilecek bir kimse varsa, o zaman hidâne hakları olur. A'mâ, sağır, dilsiz, hasta ve kötürüm de bunlar gibidir.

3- Bakıcılık yapacak olanın, bulûğ çağma ermiş olan kızı fesattan koru­yabilecek bir mekânı olmalıdır: Bakıcı güvenli olmayan bir yerdeyse, hidâne hakkı düşer.

4- Dinde emânet: Şarap içen, zinayla meşhur olan ve buna benzer se­beplerle fâsık olan kimse için hidâne hakkı yoktur.

5- Bakıcılık yapacak olanın, cüzzam ve alaca gibi çocuğa bulaşmasın­dan korkulan bir hastalığı bulunmamalıdır.

6- Bakıcı (hâdine) reşıd olmalıdır: Bakmakta olduğu çocuğun -şayet varsa-mahm telef etmesin diye sefîh ve savurganın bakıcılık (hidâne) hakkı yoktur.

7- Kendisiyle gerdeğe giren bir kocadan hallolmak: Ama çocuğun mah­remi olan birisiyle evlenirse, hidâne hakkı düşmez. Veyahut da bunun evlen­mesinden sonra, sıradaki hidâne hakkına sahib olan şahıs, mazeretsiz olarak bir yıl süreyle susarsa, bu sebeple sunanın da hidâne hakkı düşer.

Bakıcının kadın olsun erkek olsun müslüman olması şart değildir. An­cak çocuğa şarap içirmesinden veya ona domuz eti yedirmesinden korkulur-sa kontrol etsinler diye bakıcısı müslümanlarm yanma alınır: Çocuk elinden alınmaz. Bunda zımmî ile niecûsî kadın arasında fark yoktur. Bakıcı erkekse onun yanında kan, cariye veya hizmetçi kadın gibi çocuğa bakacak olan ka­dınların bulunması şart olur. Cinsel temasa dayanıklı olan kıza, güvenilir ol­salar bile mahremi olmayan kimselerin; meselâ amca oğullarının bakıcılık yapmaları sahih olmaz. Ancak bu şahıs, onun anasıyla evlenirse, hidânesi sahih olur.

 

Hidânenin Müddeti

 

Hidânenin müddetine ilişkin olarak mezhepler geniş açıklamalarda bulunmuşlardır.

 

(80) Hanefîler dediler ki: Oğlan çocuğu için hidâne müddetini bazıları yedi sene, bazıları ise dokuz sene olarak takdir etmişlerdir. Yalnız, birinci gö­rüşün müftâ bih olduğunu söylemişlerdir. Kız çocuğunun hidâne müddeti hak­kında iki görüş vardır:

a- Hayız görünceye dek.

b- Şehvet çağına girinceye dek: Bu da dokuz sene olarak takdir edilmiş­tir. Müftâ bih olan görüşün bu olduğunu söylemişlerdir. Çocuk, anasının ba­kıcılığı altındaysa, bu yaştan sonra babası onu alabilir. Çocuk akıllı ve reşid olarak bulûğa ererse, ayrılıp tek başına kalabilir. Eğer kötü ahlâklı değilse, babasının hidânesinde kalmaz. Aksi halde babası onu yanına alıp terbiye ede­bilir. Babası yoksa; güvenilir olması durumunda akrabalarından biri onu ya­nına alıp terbiye edebilir. Bulûğa ermiş çocuğa nafaka verilmez: Ancak ba­bası ona bağışlayarak verir veya çocuğun kendisi ilim talebesi olursa verir. Nitekim bu husus nafaka bahsinde de anlatılmıştı.

Kıza gelince; bu eğer bâkireyse babası onu yanma alır. Dede de baba gibidir. Babası ve dedesi yok da erkek kardeşi varsa, müfsid birisi olmaması şartıyla onu yanma alır. Yoksa, müfsid olmayan amcası olduğu takdirde am­cası onu yanma alır. O da yoksa mahremi olan asabe bir akrabası varsa, kızı o yanma alır. Böyle birisi de yoksa, kadı onu güvenilir bir kadının yanma bırakır. Ancak bu kadın yaşlı ve acuze ise, kadı onun yanına bırakmaz.

Bu kız için şöyle bir görüş vardır: Kız hür olursa, dilediği yerde ikâmet edebilir. Ama bakire olmazsa, babası onu yanma almaz. Ancak kendi şahsı hakkında güvenilir biri değilse, bu durumda babası veya dedesi onu zorla ya­nına alır. Babası ve de dedesi yok ama erkek kardeşi veya amcası varsa, müf­sid biri değilseler bunlar onu yanlarına alabilerler. Müfsid iseler, kadı onu güvenilir bir kadının yanına bırakır.

Mâlîkîler dediler ki: Erkek çocuk için hidâne müddeti doğduktan bulûğa erinceye kadardır. Anası varsa, bulûğa erinceye dek onu yanında tu­tabilir. Bundan sonra, deli olarak bulûğa ermiş olsa bile anasının hidâne hakkı düşer. Ama deli olarak bulûğa erdiğinde, babasının ona nafaka verme yü­kümlülüğü devam eder.

Kız çocuğunun hidâne müddeti, evlenip de kocası bilfiil kendisiyle cin­sel temasta bulununcaya kadar devam eder.

Şâfiîler dediler ki: Hidâne için bilinen belli bir müddet yoktur. Çocuk anasıyla babasından birini seçtiği zaman, bu seçim onun hakkıdır. Aynı şekilde ana ile dede ve diğerleri arasında da bir seçim yapabilir. Veya babası ile ana bir bacısı ve teyzesi arasında da seçim yapabilir. Bunlardan birini seç­tikten sonra, dilerse başkasına da dönebilir. Bunu mükerreren yapsa da bu hakkını yitirmez. Kendisini seçtiği takdirde; baba kızını, anasını ziyaretten menedebilir. normal ziyaretten menedemez: Meselâ kız anasını ziyaret eder, ziyareti uzatmazsa; babası onu bu ziyaretten menedemez. Kız hastalandığın­da onun bakımını yapmada anası öncelik hakkına sahib olur. Babası razı olur­sa, kıza baba evinde bakar. Razı olmazsa kendi evinde ona bakar. "Baba, her iki durumda kızın anasıyla tenhada başbaşa kalmamak şartıyla ikisini ziya­ret edebilir. Erkek çocuk anasını seçerse, geceleyin anasının yanında kalır. (Eği­timini ve) öğretimini yerine getirsin diye gündüzleyin de babasının yanında kalın Ama kız çocuk anasını seçerse, devamlı olarak anasının yanında kalır. İkisini birlikte seçerse, aralarında kur'a çekilir. Susar da ikisinden birini seç­mezse, ananın yanında kalır.

Hanbelîler dediler ki: Kız ve erkek çocuklar için hidâne müddeti yedi senedir. Ama çocuk yedi yaşma vardığında ebeveyni ikisinden birinin ya­nında kalması hususunda anlaşırlarsa, bu anlaşmaları sahih olur. Anlaşamaz­larsa çocuk serbest bırakılır. Hangisini seçerse onunla beraber olur. Yalnız ikisinden birini kendisine kolaylık göstereceği ve terbiye hususunda kendisini sıkmayıp serbest bırakacağı için seçtiğini bilmemesi şarttır ki ahlâksız olarak büyümesin. Çocuğun bu arzuda olduğu bilindiğinde, ana-babasından han­gisi daha sâlih ve uygunsa, onun yanında kalmaya zorlanır. Babasını seçerse, gece gündüz onun yanında kalır. Babası onu anasını ziyaret etmekten mene­demez. Erkek çocuk hastalanırsa, anası kendi evinde ona bakmaya Öncelikle hak sahibi olur. Ama çocuk anasını seçerse, geceleyin anasının yanında, gün­düzleyin de onayazı ve sanat öğretmesi, onu terbiye etmesi için babasının yanında kalır. Çocuk dönüp de diğerini seçerse, onun yanına geçer ve bu hep böyle olur. İkisinden birini seçmez veya ikisini birlikte seçerse, aralarında kur'a çekilir. Sonra kendisine kur'a çıkmayanı seçerse ona verilir. Ebeveyni hidâ-neye ehil olmadıkları takdirde çocuğa seçim hakkı tanınmaz. İkisinden biri ehil değilse, denginin onu kendi yanına alması vâcib olur. Yedi yaşına ayak basışının öncesine kadar çocuk hidâne hakkına sahib olanın yanında kalır. Çocuğun aklı giderse, anası hidâne hakkına sahib olur. Kız çocuğuna gelince o yedi yaşına veya daha ileri bir yaşa varırsa, bulûğa erinceye dek onun hidâ-nesi, ihtilafsız olarak babasının hakkındandır. Sonra anası onun hidâne hakkını bağışlasa da, gerUeğe girinceye kadar babası hidâne hakkına sahib olur. Çünkü hidâneden maksat, çocuğu korumaktır. Babasıysa onun ırzını daha iyi ko­rur. Kız çocuğu babasının yanındaysa sürekli olarak geceli gündüzlü babası­nın yanında kalır. Anası onu ziyaret etmekten menedilemez. Anasının yanın­da olduğunda aynı şekilde geceli gündüzlü olarak anasının yanında kalır. Babası da onu ziyaret etmekten menedilemez. Kız çocuğu hastalandığında, anası ona babasının evinde bakma hakkına Öncelikle sahib olur. Yalnız, babasının anasıyla tenhâda başbaşa buluşmamaları şarttır.

 

Bak1cının, Bakmakta Olduğu Çocukla Birlikte Sefere Çıkıp Çıkamayacağı Bahsi

 

Bakıcının, bakmakta olduğu çocukla birlikte sefere çıkmasının caiz olup olmadığı hususunda mezhepler tafsilâtlı açıklamalarda bulunmuş­larda.

 

(81) Hanefîler dediler ki: Bu meselenin üç şekli vardır:

1- Çocuğa bakmakta olan, onun boşanmış anası olmalıdır. Babası mev-cud olup anası da çocuğuyla birlikte başka bir beldeye taşınmak isterse, bu durumda iki şart gerçekleşmedikçe ana çocuğuyla birlikte başka bir beldeye taşınamaz. Bu şartlar şunlardır:

A- Kadın ric'î veya bâin talâkla boşanmış, iddeti de tamamlanmış olma­lıdır. İddeti tamamlanmamışsa, taşınması ve iddeti sona ermedikçe evden çık­ması caiz olmaz.

B- Taşınmak istediği belde uzak ve çocuğun babasının beldesinden fark­lı olmamalıdır. Öyle ki ulaşımın süresi hesaba katılmaksızın aynı günde ço­cuğunu ziyaret edip kendi beldesine geri dönebilmelidir. Uzak bir beldeye, iki şartla taşınabilir:

a- Bu beldede kadını nikahlamış olmalıdır.

b- Bu belde, kadının vatanı olmalıdır.

2-Baba mevcud olup çocuğa bakanın da anasından başkası olması: Me­selâ nine, teyze ve benzeri bakıcılar olması. Bunların bakmakta oldukları ço­cukla birlikte babasından izin almaksızın, babasının bulunduğu yerden baş­ka bir beldeye taşınmaları mutlak surette caiz olmaz. Zîra bilindiği gibi ana­nın kendi vatanına taşınmasını caiz kılan sebep, orada nikahlanmış olması­dır. Çünkü kocanın onu orada nikâhlamaya razı olması, kadının orada ikâ­met etmesine razı olması demektir. Aynı şekilde baba da, ananın hidânesi devam ettiği sürece çocuğu anasının beldesinden çıkarmaktan menedilir. Ka­dın ondan başka bir erkekle evlenirse, kadın evli olduğu sürece baba, çocu­ğuyla birlikte başka yere sefere gidebilir. Ona döndüğünde kadının hidâne hakkı da geri gelir. Bazıları derler ki: Ananın hidâne hakkının süresi dolma­dıkça baba için çocuğuyla birlikte sefere çıkmak caiz olmaz.

3- Çocuğun (boşanmış) anası iddeî beklemekteyken babasının ölmesi: Bu durumda çocuğun babasının yerine geçen velilerinden izin almadıkça, ananın çocuğuyla birlikte sefere çıkması caiz olmaz. îddetinin tamamlanmasın­dan sonraki durumuna gelince; bu meselede fetva verenler biraz düşünmüş­ler ve bazıları demişler ki: Ölen kocasının velileri onu seferden menedebilir-ler. Kuvvetli görüşe göre bu durumda çocuğun maslahatını gözetmesi için hü­küm, kadının içtihadına bırakılır. Kadının çocukla birlikte başka beldeye ta­şınması çocuğun zararınaysa onu seferden meneder. Çocuğun faydasmaysa menetmez.

Mâlîkîler dediler ki: Bakıcı kadının, bakmakta olduğu çocukla bir­likte, çocuğun babasının veya babasının velisinin bulunmadığı bir beldeye ta­şınmaya hakkı yoktur: Ancak bazı şartlarla buna hakkı olur:

1- İki belde arasındaki mesafe altı berîdden az olmalıdır. Aradaki mesa­fe bundan kısa olursa, kadının orada yerleşmesi sahih olur ve hidâne hakkı da sakıt olmaz. Bir berîd, dört fersahtır: Bir fersah, üç mildir. Toplam mesa­fe 72 mildir. Bir mil de normal bir insanın zira'ıyla dört bin zira'dır. Bakıcı kadın bundan az mesafedeki bir beldeye, bakmakta olduğu çocukla birlikte taşınabilir. Bu durumda baba, çocuğu onun elinden alamaz.

2- Sefer, ikâmet ve yerleşmek için olmalıdır. Nitekim daha önce de bun­dan söz etmiştik. Ama ticaret veya bir iş için olursa, çocukla birlikte bu ka­dının sefere çıkması caiz olur ve hidâne hakkı da düşmez. Aksine çocuğu ya­nına alır. Veli, bu seferle taşınma veya yerleşmeyi kasdetmediğine; sadece ti­careti kasdettiğine dair kadına yemin ettirebilir. Yolun ve sefer edilecek yerin güvenli olması şartıyla kadın, bakmakta olduğu çocukla birlikte kısa mesa­fede yolculuk edebilir. Veliye gelince o, taşınmak ve yerleşmek kastıyla bir beldeden başka bir beldeye taşınmak istediğinde, çocuğu -bebe olsa bile- ba­kıcısından başka bir kadının memesini tutmayı kabul ederse bakıcısından ala­bilir. Çocuğun velisiyle birlikte sefere çıkmayı kabul etmediği takdirde, bakı­cı kadının hidâne hakkı düşer. Veliyle birlikte taşındığı takdirde hidâne hak­kı düşmez. Veli, çocuğu bakıcı kadından alma hakkına sahiptir. Bu kadının hidâne hakkı iki şartla düşer:

a- Velinin, bakıcı kadının beldesinden altı berîd veya daha fazla mesafe­deki bir beldeye yolculuk etmeye kasdetmesi: Gitmek istediği belde, daha kı­sa mesafede ise, çocuğu bakıcıdan alamaz. Çünkü bu haldeyken de çocuğu gözetmesi mümkündür.

b- Yolculuğa çıkmakla, taşınma ve yerleşmeyi kasdetmelidir. Ama tica­ret ve benzeri bir gayeyi kasdederse, çocuğu bakıcı kadından (anasından) ala­maz ve kadının hidâne hakkı düşmez. Kadın veliye, ticaret yolculuğunu değil de taşınma yolculuğunu kasdettiğine dair yemin ettirme hakkına sahiptir,

Şâfîîler dediler ki:Bakıcı veya veli bir iş görme veya ticaret için yolcu­luğa çıkmayı istediğinde, yolculuktan dönünceye dek çocuk, mukîm olanın yanında kalır. Sonra çocuk mümeyyiz ise, önce belirtilen şekilde, kendisiyle birlikte kalmak için dilediği kimseyi seçer. Ama taşmma ve yurt edinme yol­culuğunu kastederse; çocuk, baba veya diğer bir asabeye tabi olur. Bu asabe-nin misafir veya mukîm olması farketmez. Yalnız çocuğa bakanın beldesinde başka bir mukîm asabenin bulunmaması şarttır. Aksi takdirde çocuk ikisin­den hangisiyle kalmayı dilerse, onu seçmekte muhayyer kılınır. Misafir olan asabenin onu almaya hakkı yoktur: Meselâ baba, çocuğa bakmakta olan ana­nın beldesinden başka bîr beldeye -ikamet için- taşınır, ama çocuğun dedesi, ona bakmakta olan ana ile beraber mukîm olmakta devam ederse; baba, ço­cuğu anadan alma hakkına sahib olmaz. Yine bunun gibi çocuğun dedesi ve erkek kardeşi olup da dedesi yolculuğa çıkar, kardeşi mukîm kalır veya kardeşi yolculuğa çıkar da amcası mukîm kalırsa; çocuk mukîm olanla bir­likte kalır. Küçük çocukla birlikte sefere gidebilmek için yolun ve gidilecek mekânın güvenli olması şarttır. Aksi takdirde anası, onu yanma almakta da­ha fazla hak sahibidir.

Hanbelîler dediler ki: Ebeveynden biri başka bir beldeye yolculuk etmek istediğinde çocuk, ister misafir olsun ister mukîm olsun babasıyla be­raber kalır. Ancak bunun bazı şartları vardır:

1- îki belde arasındaki mesafe, yolculukta namazı kısaltmayı gerektiren mesafe kadar veya daha fazla olmalıdır.

2- Yol ve gidilecek belde güvenlik içinde olmalıdır.

3-Yolculuk, taşınma ve yerleşme kastıyla olmalıdır. Ticaret veya hac mak­sadıyla olursa; mukîm olan, çocuğu yanında bulundurma hakkına sahib olur.

4-Yolculuğa çıkmakla bir eş diğerine zarar vermeyi ve çocuğu onun elin­den çekip almayı kastetmemelidir. Maksadı bu olursa, talebi yerine getiril­mez. Topluca bir beldeye taşınırlarsa, ananın hidâne hakkı devam eder. Bel­deler ayrı oldukları için baba çocuğu alır da sonra ana geri gelirse, hidâne hakkı da geri gelir.

 

Hidâne Ücreti Bahsi

 

Hidâne ücreti hakkında mezhepler tafsilâtlı açıklamalarda bulunmuş­lardık.

 

 (82) Hanefîler dediler ki: Hidâne ücreti, kadın olsun erkek olsun hâdi-ne (bakıcı) için sabittir. Bu, emzirme ücretinden ve çocuğun nafakasından ayrıdır. Bu ücretleri babanın veya çocuğun nafakasını vermekle yükümlü olanın Ödemesi vaciptir. Bunlar; emzirme, hidâne ve nafaka ücreti olmak üzere üç Ücrettir. Kendisine bakılmakta olan çocuğun malı varsa, bu ücretler onun ma­lından alınır. Yoksa, önce de söylediğimiz gibi, nafakasını vermekle yükümlü olandan alınır.

Hidâne (bakım) ücreti, mesken de dahil olmak üzere bütün nev'ileriyle nafaka kapsamında mıdır? Yoksa bakıcı (hâdine) için mesken hakkı yok mu­dur? Bunun cevabı: Hâdinenin meskeni varsa, çocuk da ona bağlı olarak o meskende barınır. Ayrıca onun için mesken ücreti takdir edilmez. Meskeni yoksa, onun için mesken ücreti takdir edilir. Çünkü o, çocuğu barındırmaya muhtaçtır. Uyulması gereken görüş budur. Küçük çocuk bir hizmetçiye muh-taçsa, varlıklı olan babasının ona hizmetçi temin etmesine hükmedilir.

Evlilik devam etmiyor veya iddet beklememekteyse ana için hidâne üc­reti sabittir. Ana çocuğun babasının karısı ise veya ondan boşanmış olup id­det beklemekteyse; ne emzirme, ne de hidâne ücreti alma hakkına sahib olur. Ama evlilik devam ediyorsa, hüküm açıktır: Çünkü tabiatıyla kadının nafa­kası kocası üzerine vaciptir. İddet beklemekteyken de hüküm böyledir. Çün­kü kadın için iddet nafakası verilir ve (hâlâ) kocasının karısı hükmündedir, îddeti tamamlandığında, hidâne ücretini isteme hakkına sahib olur. Bu üc­ret, çocuğun yoksul olup malının bulunmaması durumunda babası üzerine vâcib olur. Malı varsa, malından karşılanır.

Bütün bu hükümler, çocuğa teberruda bulunarak meccânen ona bakıcı­lık yapacak olan birinin bulunmaması durumunda sözkonusu olurlar. Teberru edecek biri bulunup bu da çocuğa yabancıysa ve çocuğun malı varsa, çocuk bu yabancıya verilmez. Hidâneye ehil birine, mâlından karşılanarak ecr-i mi­sille verilir. Ama teberru eden çocuğun akrabasmdansa; meselâ halasıysa, bu durumda anası onu meccânen yanında tutmak veya ücretsiz olarak bakımını yapması amacıyla kendisinden alınarak halasına teslim edilmesi durumları arasında muhayyer olur. Ancak baba varlıklı olup çocuğun da malı yoksa; ana, çocuğa ücret karşılığı hâdinelik yapmada öncelik hakkına sahib olur. Ama baba yoksul ve çocuk varhklıysa, ya da hem baba hem de çocuk varlik-Iıysa, meccânen bakımını yapması için halasına teslim edilir. Çünkü bu du­rumda ananın nafakası, çocuğun malından karşılanır. Açıkça görüldüğü gibi bu da çocuk için zararlı olur.

Ana küçük çocuğa bakmaya yanaşmazsa, bu işi yapmaya zorlanır mı, zorlanmaz mı?'

Bunun cevabı; çocuğun anasından başka hidâneye elverişli mahrem bir akrabası varsa, sahih görüşe göre anası ona bakmaya zorlanamaz. Böyle biri yoksa, anası çocuk telef olmasın diye ona bakmaya zorlanır. Babaya gelince; o, hidâne müddetinin gelmesinden sonra çocuğu yanına almaya zorlanır.

Mâlikîler dediler ki: Ana olsun başkası olsun, bakıcı için hidâne üc­reti yoktur. Hâdinenin (bakıcının) durumu nazar-ı itibâra alınmaz. Bakıcı eğer yoksul ve bakmakta olduğu çocuğun malı varsa, ona baktığı için değil de yok­sul olduğu için nafakası, çocuğunun malından karşılanır. Bakılmakta olan çocuğa gelince; babası ona nafaka, giysi, örtü ve sergi vermekle yükümlü­dür. Bakıcı kadın bunları babadan alıp çocuğa sarfeder. Babası, ona "Ya­nımda yesin diye çocuğu bana gönder. Sonra sana dönsün diyemez. Hâki­min, çocuğun durumuna uygun içtihadıyla nafaka, babası üzerine takdir edilir: Meselâ aylık olarak veya cumadan cumaya vermesi veya bunlara benzer şe­killerde takdir eder. Nitekim bu, nafaka bahsinde de geçmişti.

Bakıcı için barınma hakkı var mıdır? Bunun cevabı; sahih görüşe göre mesken, hâkimin içtihadıyla takdir edilir. Karı-kocanın durumlarına bakılır: Kadın varhklıysa, baba ona mesken temin etmekle yükümlü olmaz. Yoksul-sa, temin etmekle yükümlüdür.

Şâfiîler dediler ki: Ana olsa dahi hâdine (bakıcı) için hidâne ücreti vardır. Bu, emzirme ücretinden ayrıdır. Emziren ananın kendisi olup, emzir­me ve hidâne için ücret isterse, bu isteği karşılanır. Sonra küçük çocuğun malı varsa, bu ücret onun malından ödenir. Malı yoksa, bu ücreti babasının ver­mesi vâcib olur. Ya da nafakasını vermekle yükümlü olan kimsenin vermesi vâcib olur. Bakıcı için durumuna göre yeter miktarda ücret takdir edilir.

Hanbelîler dediler ki: Bakıcı için hidâne (bakım) ücretini taleb et­me hakkı vardır. Bedava bakacak birisi bulunsa bile, hidâne hususunda ana daha fazla hak sahibidir. Ancak ana, çocuğunun hidânesi için zorlanamaz. Bir kadın, çocuğu emzirmek ve bakımını yapmak için kiralanırsa, bu akid nedeniyle her iki işi yapmakla yükümlü olur. Kira akdinde sade,ce emzirme­den sözedilirse, ona bağlı olarak çocuğun bakımını yapması da gerekir. Sa­dece bakımını yapmak İçin kiralanırsa,, emzirmesi gerekmez. Ana, çocuğun hidânesine (bakımını yapmaya) yanaşmazsa, hidâne hakkı -önce belirtilen şekilde- başkalarına intikal eder.

 

Kıtabu'l-Hudud

 

Giriş

 

Şer'î Hadlerin Tanımına Dairdir

 

Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet olunur ki; Mahzûmoğulları kabilesine men­sup olup hırsızlık yapan bir kadının durumu, Kureyş'i meraklandırmış ve demişlerdi ki: Bu kadın için cesaret edip de Resûlullah (s.a.s.) ile kim ko­nuşacaktır? Sonra demişlerdi ki: Resûlullah'a, O'nun sevgilisi Zeyd'in oğlu Üsâme'den başka gidip de konuşma cesaretini gösterecek bir kimse yok­tur. Bunun üzerine Üsâme, Peygamber Efendimizle konuşmuştu. Resû­lullah, ona şöyle demişti: "Ey Üsâme! Allah'ın hadlerinden bir had için mi şefaatçi oluyorsun?" Böyle dedikten sonra kalkıp şöyle bir hitapta bu­lundu: "Sizden öncekilerini yalnızca şu davranışları helak etmişti: Onlar­dan şerefli birisi hırsızlık yaptığında onu cezalandırmayıp serbest bırakır­lardı. Zayıf birisi hırsızlık yaptığında da ona had tatbik ederlerdi. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa, onun da elini keserim." Bu hadîsi Buharî, Müslim ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

Bu hadîsin şerhiyle ilgili olarak şu hususlara değinmemiz gerekir:

1-  Hadîs'in mânasının açıklanması.

2- Şer'î hadlerin, bu mânadaki şeylerin ve hadlerin hikmet sebepleri­nin açıklanması.

3- Şerİatte bir hükme ilişkin nass bulunmadığında neyle amel oluna­caktır?

 

(83) Bu rivayet Müslim'e aittir. Onda "Ey Üsâme!" şeklinde bir fazlalık var­dır. Buharî'ye ait bir rivâyetteyse, ["Peygamber Efendimizin öfkeden dolayı yüzünün rengi değişti ve dedi ki: "Ey Üsâme! Allah'ın hadlerinden bjr had için mi şefaatçi oluyorsun?" Üsâme, Peygamber (s.a.s.)'in öfkelendiğini ve olayı şiddetle reddettiğini görünce "Bağışla beni ey Allah'ın Resulü" (Yani bu günah ve hatam şilinsin de Rabbim beni bağışlasın) demişti. Sonra Pey­gamber Efendimiz emir vererek anılan kadının eli kesildi.]

Buharî'nin Hz. Âişe'den yaptığı bir rivâyetteyse şöyle denilmektedir: "Sonra o kadın tevbe edip evlendi." Kadın Hz. Âişe'nin yanma gelerek onun aracılığıyla ihtiyaçlarını Resûlullah'a arzederdi. Hırsızlık yapan kadmm adı Fâtıma bint-i Esved bin Abd'il-Esed idi. Bu olay Mekke'nin fethi gününde vukûbulmuştu.

"Sizden önce helak olanlar''farı kasıt, Isrâiloğullandır. Çünkü İmam Buharı, bunu bir rivayetinde açıkça belirtmektedir: O demiş ki: "İsrâiloğul-ları içinde şerefli birisi hırsızlık yaptığında onun şerefini gözönünde bulun­durarak, iltimas yaparak onu cezalandirmayıp serbest bırakırlardı. İşte mü­nafıklık ve yağcılık yaptıkları, şer'î hadleri uygulamadıkları için Cenab-ı Al­lah onları helak etmiştir. Onlardan zayıf olan birisi; yani mal, şeref ve kendi­sini koruyacak soyu olmayan yoksul birisi hırsızlık yaptığında, ona gerekli hükmü tatbik ederlerdi.

"Allah'ayemin ederim kavliyle, Peygamber Efendimiz, sözünü kuv­vetlendirmek için yemin etmiştir. Çünkü sözün makamı, yemîn etmesini ge­rektiriyordu. Bu mutlak olarak değil de niyetle yapılan bir kasemdir. Bunu ancak kültürlü tabaka anlardı.

"Muhammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa, onun da elini keserim/' Peygamber Efendimizin kızı Fâtıma'yı, böyle bir fiili işlemekten Cenab-ı Al­lah korumuştur.

Delilü'l Fâlihîn adlı eserin müellifi demiş ki: Anılan hadîste, kadın ol­sun erkek olsun hırsızın elinin kesileceği hükmü sabittir. Yine bu hadîsten anlaşıldığına göre kişiye yemin etmesi istenmese bile eğer yemin etmekle iste­nilen hususu tazim edip ağırlama durumu söz konusu ise, yemin etmesi caiz ve müstehaptır. Nitekim bahis konusu hadîsde de böyle bir durum vardır. Bu hadîste hadler konusunda şefaatçi olmaktan insanlar menedilmektedirler. Had­di gerektiren meselenin imâma (Devlet başkanına) intikal etmesinden sonra ceza verilmemesi için şefaatte bulunmanın yasak olduğu hususunda icmâ var­dır. Ama meselenin imâma intikalinden önce şefaatte bulunmak, eğer hak­kında şefaat edilen kişi şerli değilse ve insanlara da eziyeti dokunmuyorsa âlimlerin çoğuna göre caizdir. Aksi takdirde hakkında şefaatçi olmak caiz değildir. Ama haddi gerektirmeyen günah ve isyanlar için anılan şartla şefaatte bulunmak mesele imâma intikal etmiş olsa bile caizdir. Çünkü bu gibi meseleler, ehemmiyet arzetmezler. Ayrıca anılan hadîste ilâhî hüküm ve had-lerde itibarlı kimselerle itibarsız kimseler eşit tutulmakta; kişinin aile ve aşi­reti nazar-ı itibâra alınmamaktadır. Dine muhalefette aşiret ve akrabaya önem verilmez. Nitekim bu hususu titizlikle uygulamamızı, mukaddes kitabında Cenab-ı Allah bizlere emretmiştir:

"Ey mü'minler! Hak üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan hâ­kimler ve Allah için doğru söyleyen şahitler olun. Velev ki şahitliğiniz, nefsi­nizin yahut ana ve babanızla yakın akrabalarınızın aleyhinde olsun. İster üze­rine şahitlik yapılan kimseler zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, iki­sine de (zengin ile fakire) sizden daha yakındır. Onun İçin siz, haktan yüz çevirip nefsin arzusuna uymayın. Eğer adalet üzere hüküm vermekten, şa­hitliğinizde doğru söylemekten dilinizi bükerseniz veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz; şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.[17]

Hükümlerimizde âdil olmak, hadler ve diğer bütün hususlarda adaleti tatbik etmek, ayrıca bu gibi meselelerde hakkıyla ictihadda bulunup gereken gayreti sarfetmek hususunda fazlasıyla dikkat ve itinâ göstermemizi Cenâb-ı Allah bizlere emir buyurmuştur. Bu hadler zengin yahut yoksul veya yakın veyahut yabancı bir kimseye uygulanacak olsa bile bu hususlara riâyet etme­miz gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah, zengine de yoksula da bizden çok daha yakındır. Cenâb-ı Allah hevâ ve hevasâtımıza tabi olmaktan, hüküm verir­ken zulmetmekten, zengine hoş görünmek için nefsî bir amaçla adaletten sap­maktan veya yakınlarımıza iltimas etmek amacıyla adaleti yerine getirmemek­ten bizleri menetmiştir. Sonra Cenab-ı Allah dünyada helak ile, ahirette de elemli azap ile bizleri korkutmuştur. Yüce Allah buyurmuş ki: "Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Hadleri yerine getirme ve diğer işleri yapma hususunda adaleti yerine getirmemek ve zulmetmekten dolayı Cenab-ı Allah mutlak surette sizleri cezalandıracaktır. Başkalarının hukukuna teca­vüz eden zâlim kimselere karşı bu, Cenab-ı Allah'ın apaçık bir tehdidir.

Üsâme'nin tavassutta bulunmak istediği zamanda müslümanlar islâmi-yetle henüz yeni müşerref olduklarından ötürü hâkimin yanında şefaatçi ol­manın yararlı olabileceğini; bu kadının ve ailesiyle kendisine mensup kimse­lerin el kesme cezası lekesinden kurtulabileceklerini zannetmişlerdi. Ama bu mesele Allah'ın Resûlü'nü fazlasıyla ilgilendirmiş ve hem onlar hem de bü­tün insanlık için islâmm hadleri uygulama hususunda şerefli kimselerle itibarsız kimseler arasında, zengin kimselerle yoksul kimseler arasında ayırım yapmadığını ispatlamak istemişti. Herkesin kanun önünde eşit olduğunu ispat­lamayı dilemişti.

Hepiniz Adem'densiniz. Adem ise topraktandır.[18]

"Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanmızdır.[19]

Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Üsâme'nin tavassutta bulun­masından sonra ayağa kalkarak Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şu anlamlı dizelerden oluşan hutbeyi irâd etmişti. Bu hutbe ki adalet kuralla­rını koymuş, insaf sütunlarını dikmişti. Resûlullah (s.a.s.) gönüllerde şek ve şüphe bırakmayan bu yeminiyle kasemde bulunduktan sonra Allah'ın hudu­dunu uygulmaktan menedecek hiç bir engelin olmayacağını ortaya koymuş­tu. Hadde tabi tutulacak kimse insanların en üstünü, en şereflisi de olsa; Al­lah'a en yakın bir insan da olsa aynı hükme tabi tutulacaktır. Onlara, insan­ların içinde kendisine en çok sevimli olan kızını örnek vermişti. Muhammed ümmeti içinde en şerefli yaratık olan kadını örnek vermişti. Bu kadın, Hz. Fâtımetû'z-Zehrâ idi. Üsâme'nin, kendi huzurunda tavassutta bulunması anın­da yüzünün rengi değişmiş, Üsâme'nin kendisine bu mesele için hitapta bu­lunduğunu duyunca yüzünde çok şiddetli bir öfke eseri belirmişti. Üsâme, Allah'ın hadlerinden birinin tatbik edilmemesi için ona ricada bulunmuştu. Peygamber Efendimiz onu azarlayarak şöyle demişti:

"Ey Üsâme! Allah'ın hadlerinden bir had için mi şefaatte bulunuyor­sun?![20]

Üsâme, kendi kızı Fâtima'dan sonra Peygamber Efendimizin en çok sev­diği bir insandı. Abdullah bin Ömer (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki; Resûlul­lah (s.a.y.) şöyle buyurdu: "Fatıma'dan, sonra insanlar arasında en çok sevdiğim kişi üsâme'dir. Başkası değil." Urve oğlu Hişam, babasından rivayetle Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"İnsanlar arasında en çok sevdiğim kişi, şüphesiz ki Üsâme'dir onun, insanların en sâlih kişisi olmasını ümid ederim. Ona hayır tavsiye edin.[21]

Üsâme'nin sevgisi Peygamber Efendimizin gönlünde o kadar yer yapmıştı ki, Üsâme'nin mertebesi O'nun nazarında o kadar yücelmişti ki, hacda are-feden (minâya) dönüşü sırf onun hatırı için ertelemişti. Urve oğlu Hişâm, babasından rivayetle der ki Peygamber (s.a.s.), sırf Üsâme bin Zeyd'in hatırı için arefeden dönüşü geciktirmiş ve Üsâme'yi beklemişti. Nihayet siyahî ve Şahin burunlu bir genç geldi. Yemenliler dediler ki: "İşte biz, sırf bu genç için bekletildik." Hişam der ki, işte bu nedenle Yemenliler irtidad ettiler. Ye-zîd bin Harun da der ki: "Yemenlilerin irtidad etmeleri, Hz. Ebûbekir zama­nında olmuştur." Hz. Ömer ve diğer sahabiler, Üsâme'nin Peygamber Efen­dimiz nezdindeki makamını ve mertebesini bilirlerdi. Hz. Ömer, sahabîlere maaş bağlarken Üsâme için beşbin dirhem, kendi oğlu için ikibin dirhem takdir etmişti. Oğlu bunun üzerine "Üsâme benden üstün oldu. Oysa ki onun şa-hid olmadığı olaylara ben şahid oldum; katılmadığı savaşlara ben katıldım" demişti. Hz. Ömer de ona şu karşılığı verdi: "Üsâme, Resulûllah'a kendi ai­lesinden, hatta senin babandan bile çok daha sevimli ve mahbûb idi." Üsâ­me, Peygamber Efendimizin gönlünde böyle yüksek bir makama sahip oldu­ğu, onun kalbinde taht kurmuş olduğu halde Peygamber Efendimiz onun şe­faat ve tavassutunu kabul etmeyip reddetmiş, hatta kendisine öfkelenmiş; öf­kesinin eseri de yüzünde belirmişti. Öyle ki ancak Allah'ın haramları çiğnen­diği zamanlarda o kadar öfkelenirdi. Hatta Üsâme, bu şefaat nedeniyle bü­yük bir günah işlediğini ve dolayısıyla Cenab-ı Allah'ın, kendisini cezalandı­racağını zannetmişti. Cenab-ı Allah'ın merhamet edip kendisini bağışlayaca­ğını umarak, işlediği günahtan ötürü kendisi lehinde istiğfarda bulunması için Resüluîlah'a yalvarıp yakarmıştı. Nitekim ikinci rivayette bundan söz edil­mektedir.

Hadîs-i Şerifte vârid olan bütün bu delil ve burhanlar, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin, Yüce Allah'ın hükümlerini uygulama hususunda ne kadar titiz olduğunu; halk arasındaki makam ve mevkîi ne olursa olsun, hakeden kim­selere hadleri tatbik etmede ne derece hırslı olduğunu açıkça ispatlamakta­dırlar. Eşraftan olana da olmayana da, itibarlıya da zayıfa da hiç bir ayırım yapmaksızın Allah'ın hadlerini uygulamaktan Peygamberi menedecek hiç bir güç bulunamazdı. Zîra hadleri tatbik etmekte; toplumu bozulmaktan, üm­meti yıkılıp helak olmaktan himaye edici hususlar vardır. Bu sayede toplu­mun varlığı, izzeti ve saadeti devam eder. Cemiyetin en görülmez yerlerinde huzur, nizam ve güvenliğin; bireyler arasında adaletin yerleşmesi için yegâne sebep de budur.

Bu hadîsten alınan mâna şudur ki kişilerin hadler konusunda şefaat ve tavasutta bulunmaları yasaklanmıştır. İmam Buhafî, suçun devlet başkanına veya yetkiliye intikal etmesi durumunda had için şefaatte bulunmanın mek­ruh olduğunu bir bab halinde düzenlemiştir. Bu hadîsin diğer rivayetleri de bu hususu teyid etmektedir. Peygamber Efendimiz, Üsâme'ye, kendisinin yanına gelip şefaatte bulunduğu esnada şöyle demişti:

"Hadlerde şefaatçi olma! Çünkü hadlerle ilgili suçlar bana intikal etti­ğinde artık sahibi cezasız bırakılamaz.[22]

Ebu Dâvud, Amr bin Şuayb'ın kendi babasından, babasının da dede­sinden merfu' olarak rivayet ettiği bir hadîste Peygamber efendimiz şöyle bu­yurmuştur: Ebû Dâvud, Amr bin Şuayb'in kendi babasından, babasının da dedesinden merfu' olarak rivayet ettiği bir hadîste Peygamber Efendimiz.

 

 

"Kendi aranızda, hadler hususunda birbirinizi affedin. Bana intikal eden haddi tatbik etmek vacib olur."

[23]Hâkim ve Ebu Dâvud bu hadîsin sahih olduğunu söyledikleri bir rivayette lbn Ömer (r.a.) şöyle der: İşittim ki Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

"Allah'ın hadlerinden bir haddi engellemek için şefaatte bulunan kimse, Allah'a, verdiği emir hususunda karşı çıkmış olur.[24]

Tâberânî, Urve bin Zübeyr'den rivayetle der ki: "Zübeyr, bir hırsıza rast­ladı. Onun için şefaatte bulundu." Denilmiştir ki, haddi gerektiren suç imâ­ma (devlet başkanına) intikal etmezden önce şefaatte bulunulabilir. Tâberâ­nî demiş ki: "Mesele imama intikal ettikten sonra artık Cenab-ı Allah, şefa­at edene de, şefaati kabul edene de lanet eder." İmamın haddi affetmesi caiz olmaz. Mesele hâkime intikal ettiğinde, artık şefaatte bulunmak da caiz ol­maz. Bunu lbn Cârûd ile Hâkim'in sahih olarak kabul ettikleri, İmam Ah-med ve diğer dört ravînin Safvan bin Ümeyye'den naklettikleri rivayet de te-yid etmektedir. Bu rivayete göre Peygamber (s.a.s.) bir aba çalan kimsenin elinin kesilmesini emrettiğinde kendisinin huzuruna gelerek şefaatte bulunan kimseye söyle demişti:

"Mesele bana aktarılmadan önce bu şefaatte bulunulsaydı ya!"[25]

Hadle veya terkedümesi caiz olmayan bir hususla ilgili olmadıkça yöne­ticilere gidip güzel şefaatte bulunmak sünnettir. Ama yetim bakıcısına veya vakıf nâzın olan kimseye, kendi yönetimi altındaki bazı haklan gözardı edip

terketmeleri için şefaatte bulunmaya gelince; bu, şer'an haram kılınmış bir şefaattir.

Şâfiîler dediler ki: Meselenin hâkime intikal etmesinden önce güzel şefâtte bulunmak caizdir. Zîra Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Kim güzel bir yardımda (şefaatte) bulunursa, ona o yardımdan bir his­se (sevap) vardır.[26]

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebû Musa'dan nakledilen rivayete göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, kendisine ihtiyaç sahibi bir kimse geldiğinde meclisinde oturanlara yönelerek şöyle buyururdu:

"Şefaatte (yardımda) bulunun ki sevap kazanasınız. Cenab-ı Allah, kendi peygamberinin lisanı üzerine dilediği şekilde hükmeder.[27]

 

Hadlerin Mânası:

 

Lügate göre had, men' demektir. Bu cümleden olarak kapı- da haddâd denilir. Çünkü onlar, insanları içeri girmekten menederler. Akarın hududu, başkalarının ona ortak olmasına mâni olur. lddet beklemekte olan kadına da, kendi nefsini lezzetlerden ve bilinen nimetlerden menetmesi halinde "haddedildi" denir. Efradını cami, ağyarını mâni sözlere de had de­nir. Çünkü bu gibi sözler, eşyanın mânasını toparlar ve diğer mânaların, ke­limenin içine girmesine mâni olur. Şer'î hadler de bu hadleri-gerektiren se­bepleri işlemekten insanları menedip ahkoyarlar.

Fıkıhçılann ıstılahında had, şöyle tanımlanır: Had, kutlu ve yüce olan Allah için hak olarak vâcib olan takdir edilmiş cezalardır. Önce de açıklamış olduğumuz gibi haddin lügat mânası da vardır.

İslâm dininde hadler, Kur'an âyetleriyle sabittirler: Meselâ zina âyeti, hır­sızlık âyeti, evli ve iffetli kadınlara iftira âyeti, muharebe âyeti, içkinin yasak­landığını bildiren âyet ve diğer âyetler.

Hadler, bu konuda vârid olan hadîs-i şeriflerle de, ayrıca Peygamber (s.a.s.)'in davranışlarıyla da sabittirler: Meselâ Maiz'in hadîsi, Gâmidiye'nin hadîsi, Asifin hadîsi, Nuayman'm hadîsi ve bu konuda sabit olan diğer hadîs-i şerifler gibi...

Hadler, Sahabe-i Kirâm'ın fiil ve davranışlarıyla da sabittirler. Bu hu­susta icma'-ı ümmet vardır. Nitekim akl-ı selîm de bunu teyid eder ve onay lar. Zîra beşerî tabiatlar ve nefsanî şehvetler; şehveti tatmin etmeye, lezzetleri elde etmeye, istenilen ve sevilen şeye kavuşmaya meyillidirler. Sözgelimi içki içmeye, zina yapmaya; öldürerek, organlarını keserek başkalarından intikam almaya, başkalarının mallarını almaya; söverek, küfrederek insanlara sataş­maya; hele bu saydıklarımız kuvvetliden zayıfa, büyükten küçüğe yapılmak­taysa fazlasıyla meyillidirler. îşte hikmet-i Hüdâ, anılan bu bozgun ve fesa­dın yayılmasına engel olmak için bu hadleri koymuştur. Hadleri gerektiren suçları işlemekten insanları menetmek, dünyayı düzen ve huzur yolunda de­vam eder halde bırakmak amacıyla hikmet-i ilâhî hadlerin konulmasını ge­rekli görmüştür. Dünyada caydırıcı müeyyidelerin bulunmaması, âlemin dü­zeninin bozulmasına, rayından çıkmasına ve artık ört-bas edilemeyecek de­recede fesadın yaygınlaşmasına sebebiyet verir.

 

Hadîsin Mânası

 

Üsâme'nin Peygamber Efendimizin huzuruna gelip şefaatte bulundu­ğuna değinen bu hadîs-i şerifin mânası açıktır. Şöyle ki: Mahzumîlerden olup yüksek mevkiye sahip Fâtima adındaki kadın, nasıl olmuşsa Ömrün­de ilk defa ahlâkî rezaletlerin galebesine kapılarak hırsızlık yapmış ve bu suçu da elinin kesilerek kedisine had tatbik edilmesini icâb ettirmişti. İşte onun bu durumu, Kureyşlileri düşündürmüş ve üzüntüye boğmuştu. Çün­kü bu kadın, yüksek bir itibâra sahipti. Kureşliler ayrıca Peygamber (s.a.s.) Efendimizin ilâhî hududa sıkı sıkıya sarıldığını ve bu hadleri hem güçlüle­re hem de zayıflara; hem zenginlere hem de yoksullara aynı Ölçüde tatbik ettiğini ve edeceğini biliyorlardı. Bu davranışı karşısında ne yapacaklarını şaşkın vaziyette düşünmekteydiler. Ama zannediyorlardı ki Zeyd oğlu Üsâ-me bu meselede gidip Peygamber Efendimizin huzurunda şefaatte bulunabilecekti. Çünkü o, Peygamber Efendimiz nezdinde pek sevimli bir İn­sandı. Nitekim ondan önce babası Zeyd de Peygamber Efendimiz katın­da pek sevimli bir insandı. Bu sebeple Üsâme'ye "Sevgilinin oğlu sevgili" lakabını takmışlardı. Üsâme, şefaatte bulunma isteklerini olumlu karşıla­yarak Peygamber (s.a.s.)'İn yanına gidip, hırsızlık yapan kadını affetmesi­ni ondan diledi. Peygamber Efendimiz bu şefaati reddetti. Üsâme'ye şöy­le dedi: "Allah'ın hadlerinden bir had için mi şefaatte bulunuyorsun?" Ya­ni senin bu davranışta bulunmaya cür'et etmen, sana hiç de yaraşmaz.

Bundan da açıkça anlaşılıyor ki Zeyd oğlu Üsâme, suç ihbarının veliyyü'l-emre intikalinden sonra Allah'ın hadlerinden birinde şefaatte bu­lunmanın sahih olmadığını biliyordu. Bunun içindir ki Peygamber Efendi­miz onun bu isteğini şiddetle reddederek karşılamıştı. Ama Üsâme bunun hükmünü bilmeseydi, Peygamber Efendimiz ona bunu öğretirdi. Her halde Üsâme, mahzumî Fâttma'nın bu hırsızlığı adet edinmediğine ve bunu hataen yaptığına; bir daha da böyle bir suçu işlemeyeceğine inanmıştı ki, bu inancı onu Peygamber Efendimiz huzurunda şefaatte bulunmaya sevk etmişti. Gerçek şu ki, mahzumî Fâtıma, kendisine had tatbik edildikten son­ra tevbe eden, ibadet eden sâliha kadınlardan biri olmuştu. Bundan son­ra hiç bir ahlâkî rezalet onu etkilememişti.

Şu da var ki, Peygamber Efendimiz Üsâme'yi şiddetle reddetmekle yetinmemiş, daha ileri giderek İnsanları toplayıp onlara hitapta bulunmuştu. Bu hitabında suç işleyen kimselerin itibarlı ve yüksek mevki sahibi olma­ları durumunda meseleyi hafife almanın; suç işleyen kimselerin zayıf ve İtibarsız olmaları durumunda meseleyi ciddiye almanın sonucunun yok olup helake uğramaktan başka bir şey olmayacağını; ayrıca kendilerinden ön­ce gelmiş geçmiş bazı milletlerin bu sebepten ötürü helak olduklarını açık­lamıştı. İcab ederse kendi kızına bile Allah'ın hududunu tatbik etmekten geri durmayacağına yemin etmişti. Gerçekten de O'nun icab ederse böy­le bir şeyi yapacağı şüphesizdi. Çünkü haddi tatbik etmeme durumunda semavî kanun iptal edilmiş olacaktı. Adalet ve düzen, kökten yıkılmış ola­caktı. Kanunlar, güçlülerle zayıflara aynı ölçüde eşit olarak tatbik edilmez­lerse; bu, zayıfın hukukunun çiğnenmesi, ona tecavüz edilmesi hususun­da güçlüleri teşvîk edecekti. Böyle yaptığı takdirde güçlü kimse, ceza gör­meyeceğinden emin olacaktı. Faraza; zulme uğrayan zayıf kimse, gün gelir de güçlenip kuvvet sahibi olduğunda o da kendi intikamını alma hakkına sahibolur. İntikamını aldığında da cezaya çarptırılmaktan korkmayacak ve emin bulunacak. Dolayısıyla yine emniyet İçerisinde olarak kendisi de baş­kalarına tecavüzde bulunacaktır. Bu hep böyle devam eder ki, bu da üm­ran ve medeniyeti kökten yıkan, milletleri helak edip yok eden anarşinin ta kendisidir.

 

Hadîsten Alınacak Mâna

 

Bu hadîsten alınacak mâna şudur ki: Hâkimin, Allah'ın hadlerinden bir had için yapılan şefaati kabul etmesi helâl olmaz. Nitekim hâkime inti­kal eden bir suçun bağışlanması için herhangi bir kimsenin şefaatte bu­lunması da helâl olmaz. Bunun böyle olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.

Ama meselenin hâkime intikalinden önce had için şefaatte bulunmak sahih olur. Nitekim haddi gerektiren bu suçu, meselenin hâkime intikal etmesinden önce hak sahibinin affetmesi de sahih olur. Yalnız; cezayı ha-keden kişinin suç işlemekle şöhret bulan biri olmaması gerekir. Ama in­sanlara eziyeti adet edinen kimselerdense veya affedilmeleri uygun olmayan şerli kimselerdense; durumunu, kendisine suç işlemeyi menettirecek haddi tatbik etsin diye hâkime iletmek vâcib olur. Bir şahıs; bir diğerinden bir şey çalar ama hırsızlık daha önceden onun adeti değilse, şefaatçilik yapan kimse de affedilmesinin onu hırsızlığa teşvik etmeyeceğini zanne­derse; bu suçundan ötürü onun için şefaatte bulunması caiz olur. Haksız­lığa uğrayan kimse onu affedebilir. Aksi takdirde onu affetmek helâl olmaz. Bu anlamda bazı hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Örnek olarak Darekutnî'-nin Resûlullah (s.a.s.) Efendimizden naklen yaptığı şu rivayeti gösterebili­riz: Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:   .

"Mesele valiye aktarılmadan önce şefaatte bulunun. Mesele valiye intikal ettiğinde vali suçluyu affederse, Allah onu affetmesin." Bu, hadlere dair bir hadîs-i şeriftir.

Kısasa gelince; onun için şefaatte bulunmak caiz olur. Çünkü bu kul hakkıdır. Hak sahibi suçluyu her hal-ü kârda affedebilir.

Ta'zîre gelince; onunla ilgili olarak fikıhçılar demişler ki: Ta'zîr için şe­faatte bulunmak helâldir. Ama akla uygun ve belirgin olan görüşe göre ta'zîr, eğer suçluların terbiye edilmesi ve kamu düzeninin muhafazası için ge­rekliyse, onun için şefaatte bulunmak helâl olmaz. Nitekim hâkimin de bu tür suçları işleyenleri affetmesi helâl olmaz. Ama ta'zîr cezası tatbik edil­mediği takdirde bu gibi durumlara sebebiyet vermeyecekse,.affetmek sa­hih olup; şefaatte bulunmak caiz olur. Çünkü islâm hukuku, maslahatla­rın temini ve zararlı şeylerin defi esası üzerine kurulmuştur. Hâkim bu hu­susta maslahatı temin etmeyi, zararlı şeyleri bertaraf etmeyi gözönünde bulundurmak mecburiyetindedir.

 

Şer'î Hadler Ve Bu Mânadaki Şeylerin İzahı:

 

Lügatte had, men'etme anlamındadır. Had, suç işleyen kimse için şeriat koyucu tarafından vasfedilen cezadır. Çünkü, suç işleyen kimseyi, tekrar aynı suçu işlemekten menetme sebebidir. Yine suç işlemeye eğilimli olan kimsenin de suç işlemesini menetme sebebidir. Had, yasak anlamına da kullanılır. Örneğin Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Hadler, Allah'ın belirleyip takdir ettiği hükümler için de kullanılır. Ör­neğin Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Kim Allah'ın hududunu (ahkâmını) aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.[28]

"Bu hükümler, Allah'ın yasak (sınıflarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın.[29]

 



[1] Mücadele: 3

[2] Yasin: 39

[3] Talâk:4.

[4] Bakara: 2/234.

[5] Bakara: 234

[6] Bakara: 228

[7] Taiâk: 4

[8] taiâk:4

[9] Bakara:228

[10] Nisa: 34

[11] Bakara: 233

[12] Buharı, zekât, 18; Tirmizî, ze-kât, 38, Zühd 32

[13] Bakara: 228

[14] Feddan, 4200ın1 lik bir alan ölçü birimidir. (Çeviren).

[15] İtm Mâce, Ticarât, Bab: 64

[16] ibn Mâce, Ticartt, Bab: 64

[17] Nisa: 135

[18] Tirmizî: 49. Sûrenin Tefsiri

[19] hu-curât: 13

[20] Müslim, HudÛd, Blb: 2

[21] Müsned,     2/89.

[22] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 5

[23] Ebû Dâvûd, Hudûd, Bab 5.

[24] Ebû Dâvûd, Akdiye, 14.

[25] EbûDâ­vûd, Hudûd, Bâb: 14.

[26] Nisa: 85.

[27] Müslim, Birr: 145

[28] Talâk: 1.

[29] Bakara: 187