Sertleşmezden Önce Şırayı İçmenin Hükmü
Şarabı (Hamrı) Sirkeleştirmenin Nehyi
Kendisinden İçki Kokusu Geldiği Halde Yakalanan Kimsenin
Hükmü
Sarhoşa Ne Zaman Had Tatbik Edilir?
İçki İçmeyi Tekrarlayanın Hükmü
İçki İçen Kimseye Vurulacak Darbeler
İçki İçenî Lanetlemek Mekruhtur.
Bira, Esrar Ve Uyuşturucu Kullanmak
Bu Ticaretten Elde Edilen Kazancın Harâmlığı
Âlîmler İçkinin Zararlarını Şu Maddelerde Özetlemişlerdir
İçkinin Harâmlığına Dâir Vârid Olan Âyetler
Üzerinde İttifak Edilen Hadler Zinâ Haddi - Tanımı
Zina, Temiz Vesâlih Bir Nesli Yok Eder
Evli Kimseye Zînâ Haddinin Tatbiki
Akıllı Kimsenin Deli İle Zina Etmesi
Değnek (Veya Kırbaç) Haddinin Uygulanışı
Hasta Kîmseye Had Tatbîk Etmek
Kırbaç Haddiyle Recmin Beraber Uygulanması
Kırbaçlama Ve Sürgün Cezasının Beraberce Uygulanışı
Karısıyla Zina Eden Erkeği Öldüren Kimse
Beşerî Kanunlara Göre Zînâ Fiilî
Semavî Kanunla Beşerî Kanunun Karşılaştırılması
Kişinin Kendi Malını Ve Namusunu Müdâfaa Etmesi
Uslandırmak İçin Kadını Dövmek
Mutezilenin Ve Haricîlerin Görüşü
Şahitlerin Zina Yapılan Yer Hususunda İhtilâfları
Suçun İşlendiği Beldeyi Belirleme Hususunda Şahitlerin
İhtilâf Etmeleri
Zînâ Sanığı Kadının Bakire Olduğunun Anlaşılması
Şehadetin Zamanla Kısıtlı Olmaması
Zorlama Hususunda Şahitlerin İhtilâf Etmeleri
Şahitlerin Sorguya Çekilmeleri
Âmâ Kimsenin Zina Şahitliği Yapması
Şahidi, Şahitlik Ehliyetinden Yoksun Kılacak Bîr Durumun
Meydana Gelmesi
Recmi, Önce Şahitlerin Başlatma Şartı
Şahitlerin Şahitlikten Rücû Etmeleri
Şahitlerin Âdil Olmadıklarının Anlaşılması
Suçlunun Kırbaç Cezası Uygulanırken Ölmesi
Had Tatbikînde İmamın Hata Etmesi
Zînâ Ve İhsan Şahitlerinin Şehadetten Rüco Etmeleri
Şehadetten Sonra Şahitlerden Bîrinin Rücû Etmesi
Şahitlerden İkisinin Şehadetten Geri Dönmesi
Şahitleri Tezkiye Edenlerin Rücû Etmeleri
Recm Cezasına Mahkum Edileni Bir Kimsenin Öldürmesi
Şahitlerin, Zinâ Eden Erkekle Kadının Tenasül Organlarına
Bakmalarının Hükmü
Şahitlerin Dörtten Az Olmaları
Muhtelif Meclislerde İkrarda Bulunmak
Erkeğin, Tanımadığı Bir Kadınla Zinâ Etmiş Olduğunu
İtiraf Etmesi
Zlnâ İkrarı Sahibine Sirayet Etmez
Kadının Zinâ İkrarında Bulunması
Dilsiz Kimse Aleyhinde İkrarda Bulunmak
Kendî Yatağında Bîr Kadın Görüp Onunla Cinsel Temasta
Bulunan Erkeğin Durumu
Bîr Kîmse Cariyesini Clnsel Temasa Çağırır Da Başkası
Onun Yanına Gelîrse
Nikâhlı Kadının Yerine Başka Bir Kadının Gerdek Odasına
Konulması
Kocasız Kadının Gebeliğinin Görünmesi
Evli Erkeğin Bekâr Kadınla Zina Etmesi
Erkeğin Kadını Zinaya Zorlaması
Hem Bekârken Hem De Evliyken Zina Eden Kimse
İddetini Beklemekteyken Kadını Nikahlamak
Efendinin Evli Carîyesiyle Cinsel Temasta Bulunması
Erkeğin, Kadının Durumunu Bilmemesi
Karısının Cariyesiyle Zînâ Eden Kimsenin Durumu
Yabancı Bîr Kadınla Vaginası Dışında Başka Bîr Yerinden
Cinsel Temasta Bulunmak
Kadını, Kocası Aleyhinde Ayartmak
Zina Suçunu İspatlamada İslâm Hukukunun İşi Sıkı Tutması
İslâmiyette Vukûbulan İlk Liân
Eşlerden Bîrinin Lîâna Yanaşmaması
Liân Sebebiyle Ayrılığın Vukûbulması
Karı - Kocanın Liândan Sonra Birleşmeleri
Şimdi de şer'î cezalar anlamında hadleri açıklama sadedindeyiz: Hadler mânasında kısas ve ta'zîri açıklayacağız. İslâm hukuku, cezaları üç kısma ayırmıştır.
Fıkıhçılar haddi, "Allah Teâlâ için bir hak olarak takdir edilen ceza" şeklinde tanımlamışlardır. Hâkimin, haddi hakeden bir suçlunun var olduğunu öğrendiğinde cezayı ona tatbik etmesi vâcib olur. Artık onu affetme yetkisine sahip değildir. Haddi gerektiren suçlar şunlardır:
a- Zina: Anuttan yapılan cinsel temas da böyledir. Ancak ileride öğrenileceği gibi bu hususta ihtilâf vardır.
b- Hırsızlık.
c- Kazf (iffetli kadına zina İftirasında bulunmak.)
d- İçki içmek: Bunda da ileride öğrenileceği gibi ihtilâf vardır.
Yeryüzünde fesad ve bozgunculuk yapmaya çalışanların haddine gelince bu, hırsızlık haddinden, kısas veya ta'zîrden çıkmaz.
(1) Şâfiîler dediler ki: Haddi gerektiren cinayetler (suçlar) yedi kısımdır:
1- Yaralama: Bu; öldürme, yaralama, diyet ve diğer hususları kapsar.
2- Devlete baş kaldırma suçları.
3- İrtidâd (dinden dönme) suçları.
4- Zina suçu.
5- Kazf (İffetli kadına zina isnadı)
6- Hırsızlıktan ötürü (el veya ayak) kesme cezası.
7- Haram içkileri içme cezası.
Hanefîler dediler ki: Kur'an-ı Kerîm ile sabit olan hadler sadece beş tanedir:
1- Zina haddi: Bu, şu ayet-i kerîmeyle sabittir:
"(Bekâr olup da) Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allah'ın dini hususunda (emirlerini yerine getirmede) merhametiniz tutmasın.[1]
2- Hırsızlık haddi: Bu da şu âyet-i kerîmeyle sabittir:
"Erkek hırsız ile kadın hırsızın, yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bir azap olmak üzere (sağ) ellerini kesin. Allah, mutlak gâlibdir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.[2]
3- İçki içme haddi: Bu da şu âyet-i kerîmeyle sabittir:
"Şarap (içki içmek), kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, (cahillik devrinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtulasmız.[3]
4- Yol kesicilerin haddi: Bu da şu âyet-i kerîmeyle sabittir:
"Allah'a ve Peygamberine karşı (müslümanlara karşı) savaşa kalkışanlarla, yeryüzünde fesada çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, asılmaları, yahut (sağ) elleriyle ayaklarının çaprazvâri kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. İşte bu ceza, onların dünyadaki rüsvayğıdır. Ahirette ise kendilerine büyük bir azap vardır.[4]
5- Kazf
haddi: Bu da şu âyet-i kerîmeyle sabittir:
"İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiç bir şey hakkında) bunların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Bunlar, asıl fasıklardır.[5]
Yine Hanefîler, kısasın had olarak adlandırılmayacağım, çünkü onun kul hakkı olduğunu söylemişlerdir. Ta'zîri de had olarak adlandırmamışlar-dır. Çünkü onun miktarı belli değildir. Bazıları büyücülük cezasını hadden saymışlardır.
Mâllkîler dediler ki: Haddi gerektiren cezalar sekiz tanedir.
1- Cana veya vücudun organlarından birine karşı işlenen cinayet.
2- Devlete baş kaldırma haddi.
3- îrtidâd etme haddi ve onunla ilgili hükümler.
4- Zina haddi.
5- İffetli kadına zina iftirası haddi.
6- Hırsızlık haddi.,
7- Müslümanlara karşı savaş açanlara karşı yapılacak uygulama. "
8- içki içme haddi ve tazminatı gerekli kılan şeyler.
"
Şer'î cezaların ikinci kısmı kısastır: Kısas, cinayet işleyen kimseye, yaptığının misliyle muamelede bulunmaktır. Kısasın mânası; misillemede bulunmak demektir. Söze aynıyla karşılık verildiğinde, araplar bunun için "Kasse'l-hadîse" tabirini kullanırlar. Kısas had olarak adlandırılmaz. Çünkü o kul hakkıdır. Hak sahibi kişi, caniyi affedebilir.
Ta'zîr; hakkında ne had, ne de keffaret bulunan bir suçundan dolayı, kişiyi te'dib etmektir. Sonra üzerinde ittifak edilen hadler üç tanedir:
1- Zina haddi: Her ne kadar bazıları zinadan dolayı recmetmek yoktur demişlerse de, recm cezası vardır.
2- İffetli kadına zinayla iftira etme haddi.
3- Hırsızlık haddi.
İçki içme haddine
gelince imamların ve âlimlerin çoğunluğu bunun had olduğunu söylemişlerdir.
Bazılarıysa bunun ta'zîr babından olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber, bu
haddin miktarı hususunda İhtilâf edilmiştir. Mâlikî, Hanefî ve Hanbelîler
derler ki, bu had seksen değnektir. Zîra Hz. Ömer (r.a.) bunu seksen değnek
olarak takdir etmiş, sahabe-i kiram da bu hususta ona muvafakat etmişlerdir.
Şâfiîler dediler ki: İçki içme haddi kırk değnektir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimizden sabit olan da budur. Müslim, Enes (r.a)'den şöyle rivayet etmiştir:
"Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz içki içenlere kırk kez hurma dalıyla ve ayakkabıyla vururdu.[6] Kişi,
defalarca da içseydi bu had onun için yeterli olurdu. Ama Hz. Ömer'in yaptığı
ise, ta'zîr babındandır. Çünkü o, bazı mıntıkalarda içki içmenin yaygın hale
geldiğini görmüş, İçki içmekten insanları menetmek amacıyla cezayı
ağırlaştirmışü.
Fazla vuruşlar, hadden sayılmaz. Bu fazlalıklar ancak ta'zîr olabilir ki, devlet başkanı bunu yapabilir. Vurma aleti hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları demişler ki; Peygamber (s.a.s.) devrinde suçlulara hurma dalıyla, ayakkabıyla, elbise ucuyla ve elle vururlardı. Şu halde bunlardan başka aletlerle vurmak sahih olmaz.
Cumhur-u ulemânın ittifakına göre bu aletlerle vurmak sahih olur. Nitekim kırbaçla vurmak da sahih olur. Bazılarına göre ise içki içen kişi inatçı ve fâcir olmadıkça ve de elle veya hurma dalıyla vurmak kendisine tesir etmezse, ancak o zaman kendisine kırbaçla vurmak sahih olur. Bu, üzerinde ihtilâf edilen içki içme haddidir.
İçkiler, arapçada eşribe kelimesiyle ifade edilir. Eşribe, şarab'ın çoğulu olup içilen şey manasınadır. Şurup, adet edinilerek her zaman içilen içki demektir ki, içilmesi haram kılınan büyük günahlardandır. Hatta büyük günahların anasıdır. Nitekim Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle demişlerdir.
İçkinin haram kılınması, Uhud savaşından sonra hicretin ikinci yılında olmuştur. Müfessirlerin de anlattıkları gibi içkinin haram kılınmasının aslı şöyledir: İçkinin haram kılınmasıyla ilgili olarak dört âyet-i kerîme nazil olmuştur.
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvalarından içki ve güzel bir rızık edinirsiniz.[7] âyet-i kerîmesi Mekke'de nazil olmuştur.Müslümanlar, içki kendilerine helâl iken onu içiyorlardı. Sonra Hz. Ömer (r.a.) ile Muaz bin Cebel (r.a.) ve bir grup sahabî dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü! İçki hakkında bize fetva ver. O, aklı giderici ve malı yağma edicidir." Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"(Ey Resulüm) Sana içkiyi ve kumarı... sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için ufak tefek bazı faydalar vardır. Fakat gü daha büyüktür.[8] Bu âyetin nüzulünden sonra bazı kimseler içki içmeye devam ettiler; bazıları da terkettİler. Sonra Abdurrahman bin Avf, bir cemaati ziyafete davet etti. Onlar, ziyafette içki içip sarhoş oldular. Bazıları kalkıp namaz kıldılar. Namazdayken kâfirim sûresini şu şekilde okudular:
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Ey imân edenler! Si/ sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.[9]Bu âyet-i kerîmenin nüzulünden sonra içki içenler azaldı. Sonra Osman bin Mâlik, ensardan bir cemaati ziyafete çağırdı. Ziyafetteyken sarhoş olduklarında biribirleriyle kavgaya tutuşup dövüşmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Allah'ım! İçki hakkında bize sadra şifâ bir açıklamada bulun." Hz. Ömer'in bu dileği üzerine şu âyetler nazil oldu:
"Şarap (içki içmek) kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları; hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtulasmız. Muhakkak şeytan, şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız. [10]Âyet-i kerîmesinin sonundaki "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" cümlesini duyduğunda Hz. Ömer, "Sakındık ve artık son verdik ey Rabbimiz" diye cevap vermişti.
Bu tertip üzere içkinin haram kılınışının hikmeti şudur ki; Cenab-ı Allah, cahiliyye kavminin içki içmeyi âdet haline getirmiş olduklarını ve de bundan geçici bazı faydalar sağladıklarını biliyordu. Eğer onları bir defada içki içmekten menetseydi, bunun kendilerine çok zor ve ağır geleceğini de biliyordu. İşte hikmet gereği olarak Cenab-ı Allah onları yumuşak ve tedricî bir surette içki içmekten menetti ve içkiyi haram kıldı.
Bazı âlimler, Bakara'daki âyet-i kerîmenin üç yönden içkinin harâmlığı-na delâlet ettiğini söylemişlerdir:
1- Âyet-i kerîme, içkinin günahı kapsadığına delâlet etmektedir. Günah ise Cenab-ı Allah'ın şu âyet-i kerîmesiyle haram kılınmıştır:
"De ki; Rabbim şunları haram etti: Bütün fuhşiyâtın (küfür ve nifakın) açığını ve gizlisini, her türlü günahı, haksız isyanı.[11]
Bu iki âyetin toplamı, içkinin haram kılındığına bir delildir.
2- Günâh ile bazen ceza da kasdedilir. Bazan cezayı hakettiren suçlar da kasdedilir. Hangisi olursa olsun, günah ile, sadece haram kılınan şey nitelenebilir.
3- Cenab-ı Allah buyurmuş ki: "Onların günahları faydalarından daha büyüktür. Bu, içkide günah ve cezanın daha ağır bastığını açıklamaktadır. Bu da içkinin haram kılınmasını gerektirir.
îçki içmek, günahların en çirkinidir. Bütün insanlık için en büyük tehlikeyi teşkil eder. Bu sebeple şeriat koyucu onu haram kılmış, harâmlığı üzerinde şiddetle durmuş, onunla ilgili olarak birtakım hükümler koymuştur. Bu hükümlerle, içkiyi alışkanlık haline getiren ve onu mertlikle mürüvvetin alâmetlerinden biri sayan araplarm durumunu ele alıp tedavi etmiştir. Sonra da içkiyle ilgili olarak haram kılıcı âyeti indirmiştir: "Şarap (içki içmek), kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki kurtulasınız.[12] Cenab-ı Allah içkiyi pis bir nesne olarak vasıflandirmıştır. Yani içki, akl-ı selîmin kendisinden nefret ettiği murdar bir şeydir. Pislik, çirkinlik ve murdarlığın en uç noktası olan şeye delâlet eder. Âyet-i kerîmede geçen kumardan kasıt; ca-hiliye devri araplannm develer üzerine oynadıkları kumardır. Putlardan kasıt; tapmakta oldukları tanrılarıdır. Fal oklarından kasıt; üzerinde hayır ve şer yazılı bulunan oklardır. Cenab-ı Allah içkiyi, kumarı, putu ve fal oklarını birarada anmiştır ki bunlar; putperestüğin ve şirkin amellerindendir. Sanki içki içmek, bu pis amellere yakın derecede bir günahtır. Cenab-ı Allah, bu dört kısım günahı iki nitelikle vasıflandırmıştır:
1- Pislik olarak nitelemiştir ki; bu, kendisinden tiksinilen amellerin tümü için kullanılan bir niteliktir.
2- Şeytanın amelinden olması: Bu da içkinin pis olduğunu tamamlayıcı bir niteliktir. Çünkü şeytanın kendisi necis ve murdardır. Zîra o kâfirdir. Cenab-i Allah bir âyet-i kerîmede müşriklerin necis olduklarını bildirmiştir. Murdar ise, ancak murdar olan şeylere çağırır.
Ebû Hüreyre'den naklen îbn Mâce, Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"İçki içmeye devam eden kişi, puta tapan kişi gibidir.[13] Yine Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"îçki içen kişinin içinden iman nuru çıkar. (Taberânî) Serlere ve zararlara neden oldukları, büyük günahlara ve musibetlere sebebiyet verdiklerinden ötürü içki içme ve benzeri fiilleri Cenab-ı Allah,şeytanın amellerinden ve şeytana nisbet edilen şeylerden saymıştır. Bundan kasıt da, içkinin ne derece çirkin ve kabîh olduğunu isbatlamaktır. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bunun üzerine Musa ona bir yumruk atıp, onu öldürdü. Musa dedi ki; bu, şeytanın işindendir.[14]
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz daha da ileri giderek içkiyi kötülüklerin anası olarak nitelemiş ve şöyle buyurmuştur:
İçki, kötülüklerin anasıdır.[15]
Kebîr adlı eserde Abdullah bin Ömer'in hadîsini Taberânî şöyle rivayet eder: îçki fuhşiyaün anası, büyük günahların da en büyüğüdür. İçki içen kimse namazı terkeder, anasıyla ve halasıyla zina eder (gibi) günahkâr olur"
Cenab-ı Allah içki içmekten insanları "sakınma" lafzıyla menetmiş ve "ondan sakının!" diye buyurmuştur. Yani "içkiden uzak durun" demiştir «ı bu da haram kılmanın ve içkiyi terketmenin en belîğ bir ifadesidir. Zîra bu, içkiyi terkeden kimsenin -tehlikeli ve çirkin olduğu için- uzak durmasını emretmeyi ifâde etmektedir. Yani Cenab-ı Allah; içkiden uzaklasın ve ona karşı koruyucu Önlemleri alın buyuruyor.
"içkinin yasaklandığına dâir Kur'an âyeti nazil olmamıştır. Yani Kur'-an, onun haram olduğunu açıkça belirtmemiştir" diyen fâsık kimseler, ibret alıp düşünsünler. Gerçekten Kuran-ı Kerîm, haram kılmanın en belîğ ifadesiyle İçki içmeyi yasaklamıştır. Sonra Cenab-ı Allah, içkiden uzak durmanın ve ondan sakınmanın kişiyi kurtuluşa, dünyevî ve uhrevî mutluluğa kavuşturacağını ifâde buyurmuştur. "Ondan sakının ki kurtulasımz" diyerek kurtuluşun yolunu göstermiştir. Bu âyette içki içmenin, insanı zarar ve hüsran uçurumuna yaklaştıracağına; hem din, hem dünyanın bozulup fâsid olacağına; akıl, mal ve sıhhatin zayi olacağına işaret vardır. Cenab-ı Allah mü'minlere bu dört büyük günahtan sakınma emrini verirken, içki ve kumarda tehlikeli olan büyük mefsedetlerin iki nev'ini zikretmiştir:
1- Dünyayla ilgili olan: Buna, şu âyet-i kerîme değinmektedir:' 'Muhakkak şeytan, şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek ister." İçkiye gelince; çoğunlukla içki içmeye yönelen kişi, onu arkadaşlarıyla beraber içer. Bu içmekten kasıt da arkadaşlarıyla sohbet etmek, onlarla konuşup içini ferahlatmaktan mutluluk duymaktır. Onun içki sofrasında arkadaşlarıyla biraraya gelmedeki maksadı, dostluk ve muhabbeti pekiştirmektir. Ne var ki bu amaç çoğunlukla istenilenin zıddı bir mecraya sürüklenir. Zîra içki aklı giderir. Akıl gidince de kişi, şehvet ve öfkenin istilâsına uğrar. Aklı da kendisini savunamaz. Şehvet ve Öfkenin istilâsına uğradığında, içki sofrasının başında bulunanlar arasında çekişme ve kavgalar meydana gelir. Dahası bu; vuruşmaya, kötü söz söylemeye, hatta öldürmeye bile yol açar. Bu gibi durumlar, aynı toplumun fertleri arasında çok şiddetli kin ve düşmanlıkları meydana getirir.
Kumara gelince; o, kişiyi fakirliğe, yoksulluk ve düşkünlüğe duçar eder. Öyle ki; bâzı hallerde kendi canı ve ailesi üzerine kumar oynar. Malım kaybettikten sonra; canı, karısı ve çocuğu üzerine kumar oynar. Böylece de kendisiyle kumar oynayan kimselerin en azılı düşmanı haline gelir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; içki ve kumar, insanlar arasında kin ve düşmanlığın meydana gelmesine, toplumdaki insanî bağların kopmasına sebebiyet vermektedir. Kuşkusuz kin ve düşmanlık, çok çirkin ve istenilmeyen durumlara sebebiyet verir. İnsanlar arasında herc-ü merce, fitne ve fesada neden olur.
2- Dinle ilgili olan mefsedetler. Buna da şu âyet-i kerîme işarette bulunmaktadır: "Sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister." Namaz ve zikrullah, dinin ruhu ve direğidir. İçkinin insanı Allah'ı anmaktan menettiği açıkça bilinmektedir. Zîra içki içmek, insanda bedenî lezzet ve neş'e peyda eder. İnsan nefsi lezzetlere garkolduğunda Allah'ı anmayı unutur; O'na itaat etmekten yüz çevirir.
Kumara gelince; kişinin oyuna dalması, onun başka şeyi düşünmesine engel olur. Kumar, oyuncuyu Allah'ı anmaktan menedip, namaz kılmaktan vazgeçirir, mevlâsma ibâdet etmeyi unutturur. Yüce Allah, içki içmenin ve kumar oynamanın, din ve dünya ile ilgili bu gibi tehlikeli mefsedetleri kapsadığım açıkladıktan sonra: "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" buyurmuştur. Bu cümle her ne kadar görünüş bakımından bir soru cümlesi ise de aslında bir yasaklama cümlesidir. Burada böyle bir mecazı kullanmak, güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü Cenab- Allah, bu fiilleri işlemeyi kötülemiş; içki ve kumarın çirkin birer fiil olduklarını kullarına açıklamıştır. Bundan sonra bu gibi fiillerin terkedilmesini sorduğunda; muhatap ancak "Ben terkettim" demekten başka bir cevap bulamaz. Sanki Cenab-ı Allah, kuluna şöyle sormuştur: '"Çirkinlik ve pfsliği açıkladıktan sonra artık sen bu işleri yapar mısın?" Cenab-ı Allah'ın "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" âyeti, bu gibi fiillere son vermenin vâcibliğine dâir bir nass yerine geçmiştir. Bunun ardisıra mükellef, kendi içinden gelerek bu fiile son vermenin vâcib olduğuna dâir ikrarda bulunmuştur.
Şunu bil ki bu âyet-i kerîme, içkinin haram olduğuna bir kaç yönden delâlet etmektedir. Şöyle ki;
1- Âyet-i kerîmenin lafzıyla başlaması: Bu edat, hasr içindir. Bu şekilde âyeti başlatmakla Cenab-ı Allah, sanki şöyle buyurmak istemiştir: Bu dört büyük günahtan başka şeytanın amelinden olan başkaca pis bir şey yoktur.
2- Cenab-ı Allah, içki ve kumarı puta tapmakla birarada zikretmiştir: Öyle ki bu iki fiil, puta tapma fiilinin dengi olarak kabul edilmiştir. Nitekim peygamber (s.a.s.) de "İçki içen, puta tapan gibidir" demiştir
3- Cenab-ı Allah içki ve kumardan sakınmayı emretmiştir: Bu emrin zahiri, vücûb ifâde eder.
4- Cenab-ı Allah, "Umulur ki kurtulursunuz" buyurmuştur: Yani bu fiillerden sakınmayı, kurtuluş vesilesi olarak göstermiştir. Bunlardan sakınmak kurtuluş olduğuna göre, bunları işlemek de zarar ve hüsrandır.
5- Cenab-ı Allah, din ve dünya ile ilgili olarak içki ve kumarın meydana getirdikleri mefsedetlerin nev'ilerini açıklamıştır: Bu mefsedetler de halk arasında kin ve düşmanlık, Cenab-ı Allah'ı zikretmek ve namaz kılmaktan yüz Çevirmek şeklinde iki ana başlık altında toplanırlar.
6- Cenab-ı Allah'ın "Siz artık bunlardan sakınmaz mısınız?" sözü, bu konuda yasaklamayla ilgili olarak varılabilecek en son nokta ve en belîğ bir "adedir. Sanki o, şöyle buyurmuştur: "İçki ve kumarda mevcut bulunan çirkinlik ve mefsedetler size okundu. Artık bu vazgeçme sebeplerine rağmen siz bunlardan sakınmaz mısınız; yoksa size bu öğütlerin verilmesinden önceki halinize devam mı edeceksiniz?"
7- Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve O'nun peygamberine itaat edin ve onların emirleriyle yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının.[16]
8- Bunun ardısıra Cenab-ı Allah yine şöyle buyuruyor:
Eğer itaat etmekten yüzçevirirseniz biliniz ki; Peygamberimize düşen sadece açık bir tebliğdir.[17]
Bu âyet, bu teklife muhalefet eden kimselerle Allah (ca)'ın hükmünden yüzçeviren kimse için büyük bir tehdit ve şiddetli bir korkutmadır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Yani sizler bu emirden yüzçevirirseniz, delil üzerinize sabit olur. Resul, tebliğ yükümlülüğünden kurtulmuş, Özür ve mazeret kalmamıştır. O size gereken hatırlatmayı yapmıştır. Bundan sonra bu teklife muhalefet eden bu hükümden yüzçeviren kimsenin cezasına gelince; o artık Allah'a kalmış bir şeydir. Şüphesiz ki bu âyet, şiddetli bir tehdittir. Bu saydığımız sekiz maddeden her biri, içkinin harâmlığına dâir kesin birer delil ve parlak birer burhandır.
İmamlar, bu haddi gerektiren şeyi", sadece az olsıyı çok olsun zorlan-maksızm içkiyi içmek olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Yine imamlar had-din; iki âdil kimsenin şehâdetiyle veya içkiyi içen kimsenin ikrarıyla sabit olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Kadınların; ne yalnız kendi başlarına ne de erkeklerle birlikte yaptıkları şahitliğin, içki içme hado*inin sübûtu konusunda kabul edilemeyeceği hususunda da imamlar sözbiHiği etmişlerdir. Çünkü bunda bedeli şüphe vardır. Ayrıca unutma ve şaşırma töhmeti vardır. Şu halde beyyine eksik kalmaktadır. Aslolan, berâet-i zimmettir. Dört imam içki içmede ikrarın -bir kez olsa bile- haddi sabit kılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Hanefîlerden Ebû Yûsuf demiş ki: İkrarın iki defa olması, her defasında da suçlunun "İçki içtim" veya "Sarhoş kılan şeyi içtim" demesi şarttır. Esah olan kavle göre; reddedilen yeminle kişi hadde tâbi tutulamaz. İmamlar sarhoşun tanımı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler dediler ki; Sarhoş, az veya çok konuşmayı beceremeyen, yer ile göğü, kadın ile erkeği birbirinden seçemeyen ve ayırım yeteneğini tamamıyla yitiren kimsedir. Sarhoş öyle bir halde olur ki; şahıslan görür ama vasıflarını farkedemez. Mâlİkîler, Şâfiîler, Hanbelîlerle Hanefîlerden Ebû Yûsuf ile Muhammed demişler ki; sarhoş; abuk sabuk konuşan, sözünü birbirine karıştıran, iyiyle kötüyü aynı değerde gören kimsedir. Çünkü örfen o sarhoştur. Dört imam, hamnn (şarabın)-n£cis olduğu, öiuı-müslümanlara satmanın haram olduğu, maliyetini heder etmenin gerektiği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Müslüman bir kimsenin yanında bulunan şarap küpünü kıran şahıs, tazminat ödemekle cezalandırılmaz. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuş kî:
"İçilmesini haram
kılan, satılmasını ve satış bedelinin yenilmesini de haram kılmıştır.[18]
Çünkü içki bir mal değildir. Onu mehir veya ücret olarak vermek sahih olmaz.
Dört imam; üzüm şırasının katılaşması ve kaynayıp köpük atması halinde onun şarap olacağı ve içilmesinin haram olduğu; içen kimseye de had tatbik etmek gerektiği hususunda görüş birliği etmişlerdir.
Âlimler, nebizleri içmenin hükmü konusunda ihtilâf etmişlerdir. Hane-fîler derler ki; şarap dışındaki nebiz türlerinde had, sadece sarhoş olmakla ilgilidir. Hurma ve kuru üzümün şerbeti kaynatılıp katılaştığmda, onun azını da çoğunu da içmek haram olur. Bu, şarap değil de nebiz olarak adlandırılır. Kat'î delille sabit olduğu için necâset-i muğallazayla necis olur. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuş ki:
"Şarap (hamr) şu
iki ağaçtan elde edilir: (Böyle derken) üzüm ve hurma ağacına işaret buyurdu.[19]
Hurmayla üzüm kaynatıldıklarında veya kaynamakta olan bir şeyin içinde bulunduklarında, içen kimse onun neş'e vererek sarhoş etmeyeceğini kuvvetle zannederse, ikisini de içmek kendisine helâl olur. Şiddetle kaynatılırsa, içilmeleri haram olur. Buğday, incir, pirinç, arpa, dan ve bal nebizine gelince; bunların şerbetleri de kaynatılmış olan şıraları da Hanefî mezhebine göre helâldir. Sadece bunların sarhoş edici olanları haram kılınmıştır. Çoğu sarhoş ettiği takdirde (azını) içen kişiye had tatbik edilir. Aynı şekilde sütlerden elde edilen de bu hükme tabi olur.
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Çoğu sarhoş eden her içkinin azını içmek de haram olur. Buna hamr denilir. İster taze üzümden, ister kuru üzümden, ister buğdaydan, arpadan, incir, darı, pirinç, bal, süt veya bunlara benzer diğerçiğ veya pişmiş- şeylerden elde edilen maddeleri içmek nedeniyle kişiye had tatbik edilir. Zîra lügate göre hamr adı, aklı perdeleyen şeye verilir. Rivayet olunur ki peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her sarhoş şey hamrdir.[20]
Gerçek lügat anlamıyla hamr, katılaşan üzüm şırasının adıdır. Şer'î hakikat olarak da üzümden başka sarhoş edici içkiler için de hamr adı kullanılır. Veya lügatte bir kıyaslama yaparak hamr adı, üzüm şırasından başka diğer şeylerden elde edilen içkiler için kullanılabilir. Sahîhayn'de Hz. Ömer'in hadîsinden naklen onun şöyle dediği rivayet edilir:
"Hamrın haram kılınmasına ilişkin hüküm nazil oldu. Hamr beş şeyden elde edilir: Üzüm, hurma, bal, buğday ve arpa. Hamr, aklı perdeleyen şeydir.[21] Bu rivayetin sahîhliği hususunda Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Bu hadîs üç yönden içkinin harâmlığma delâlet etmektedir:
1- Hz. Ömer (r.a.) şarabın haram kılındığı gün, diğer maddelerden elde edilen sarhoş edici içkilerin de haram kılındığını haber vermiştir. Hamr, üzüm ve hurmadan elde edildiği gibi buğday ve arpadan da elde edilir. Bu da gösteriyor ki araplar, bunların hepsine hamr adını vermekteydiler.
2- Hz. Ömer (r.a.) demiş ki: "Şarap haram kılındığı gün diğer nesnelerden elde edilen içkiler de haram kılınmıştır. Sarhoş edici içkiler (hamr), bu beş maddeden elde edilmektedir." Hz. Ömer'in bu sözü; şarabın haram kılınmasının, bu beş maddeden elde edilen içkilerin de haram kılındığını açıkça belirtmiş gibi olmaktadır.
3- Hz. Ömer, aklı perdeleyen diğer içkilerin hükmünü, şarabın hükmüne tabi kılmıştır. Şüphesiz ki Hz. Ömer, lügati iyi bilmekteydi. Onun rivayetinde hamr, aklı değişikliğe uğratarak perdeleyen her şey için ad olarak kullanılmaktadır.
îkinci delil olarak şu rivayet ileri sürülmüştür: Ebû Dâvud,Nu'mân bin Beşîr'in şöyle dediğini rivayet eder: Nu'mân, Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Şüphesiz ki; üzümden hamr elde edilir. Hurmadan hamr elde edilir. Baldan hamr elde edilir. Buğdaydan hamr elde edilir. Arpadan hamr elde edi-Ur.[22] Bu hadîsten iki yönden delil çıkarılabilir:
1- Bu hadîs-i şerîf, anılan nesnelerin hamr adı altına girdiklerini açıkça ifâde etmektedir. Şu halde hamrı (içkiyi) haram kılan âyetin kapsamına bu beş şey de girmektedir.
2- Şeriat koyucunun maksadı, lügat öğretmek değildir. Şu halde onun bundaki kastı, hamrde sabit olan harâmlık hükmünün, yukarıda sayılan beş Şeyde de sabit olduğunu göstermektir. Aslında böyle olması da gerekir. Hamnn rnahsus olduğu meşhur hüküm, hamr içmenin harâmhğıdır. Şu halde bu ha-râmlık hükmünün anılan içkilerde de sabit olması gerekir. Hattabî der ki: Hamrı bu beş şeye tahsis etmek, ayniyle bu beş şey dışındaki nesnelerden hamr elde edilemez mânasını içermemektedir. O zamanlar bu beş şey bilindiği için, millet bunları içmeyi adet haline getirmişlerdi diye sadece bunlardan söz edil-mı§tir. Bu mânada olan darı, saf şarap veya ağaç şırası da bu beş şeyden elde edilen içkilerin hükmüne tabidirler. Nitekim ribâ bahsinde de anılan altı madde, diğer nesnelerden de ribâ hükmünün sabit olmasına mâni değildirler. Üçüncü delil olarak da yine Ebû Davud'un Nafi'den, onun da Ibn Ömer'den nakletmiş olduğu rivayettir. Ibn Ömer, Peygamber (s.a.s.) inşöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Her sarhoş edici şey hamrdır. Her sarhoş edici şey haramdır.[23] İmam Hattabî der ki; Peygamber (s.a.s.) in "Her sarhoş edici şey hamrdır" sözü iki şeye delâlet etmektedir: Bunlardan biri şudur: Hamr, kendisinde sarhoşluk verme özelliği bulunan her içkinin adıdır. Bundan maksat da şudur: Âyet-i kerîme hamrm haram olduğuna delâlet ettiğinde, hamnn neyin adı olduğu o zamanki kavmin meçhulü idi. Ya da mânası şu ki: O, ha-râmlık bakımından tıpkı hamr gibidir.
Dördüncü delîl olarak da Ebû Davud'un Âişe (r.a.) den naklen yaptığı rivayeti göstermişlerdir. Hz.Âişe demiş ki: "Peygamber (s.a.s.) Efendimize bal nebizini sorduklarında o, şu cevabı verdi:
"Sarhoşluk veren her içki haramdır.[24] Bal nebizi, baldan elde edilen bir içkidir. Nebizlerin helâl olduğunu söyleyenlerin bütün te'villeri bu hadîs-i şerifle iptal edilmiş ve "Sarhoş kılan içkilerin azı mubahtır" diyenlerin sözleri de bu hadîs-i şerifle geçersiz kılınmıştır. Zîra Peygamber Efendimiz, nebizlerin bir türü hakkında kendisine soru sorulduğunda o, nebiz cinsinin haram olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Böylece azı da çoğu da ha-râmlık hükmünün kapsamına girmiştir. Eğer tür ve miktarı hususunda bir tafsilât sözkonusu olsaydı, bunu Peygamber Efendimiz söyler ve kesinlikle kulak ardı etmezdi.
Beşinci delîl olarak da Ebû Davud'un Câbir bin Abdullah'tan naklen yaptığı rivayeti göstermişlerdir ki, Câbir, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.[25] Bunu Ahmed ibn Hanbel ile îbn Mâce rivayet etmiş, Dârekutnî de onu İbn Ömer'den tashih etmiştir. Ahmed ve Neseî de aynı şekilde Amr'ın hadîsinden tas-hîh etmişlerdir.
Altıncı delil olarak da Kâsım'ın, Hz. Âişe'den naklen yaptığı rivayeti gösterirler. Hz. Âişe der ki: Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum:
"Her sarhoş edici $ey haramdır. Bir firki sarhoş eden şeyin bir avuç dolusu kadarı da haramdır. Bunu İmam Ahmed rivayet etmiştir. Fırk, on altı batman miktarındaki bir ölçektir. İmam Ahmed'in içkilere dâir bir rivâyetindeyse bu hadîs şu şekilde rivayet edilmiştir: "Onun bir okkası da haramdır." Hadîs-i şerifte bir avuç dolusu ve okka gibi şeylerden söz edilmesi misal vermek amacıyla olmuştur. Yoksa içkinin bir damalası da harâmlik hükmünün şümulüne girer. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuş ki:
"İçkinin azı da çoğu da haram kılınmıştır. Her türlü içkiden dolayı sarhoşluk vardır.[26] Bunu da Neseî rivayet etmiştir.
Yedinci delil olarak da Ebû Davud'un Şehr bin Havşet'ten, o da Ümmü Seleme'den naklen yapmış olduğu rivayeti göstermektedirler. Ümmü Seleme demiş ki:
"Resulûllah (s.a.s.) sarhoşluk ve gevşeklik meydana getiren her şeyi yasaklamıştır.[27] Gevşeklik meydana getirme Özelliğiyse, içkilerin tümünde mevcuttur. Bu içkiler insanın vücudunda ve organlarında fütur ve gevşeklik meydana getirirler.
Neseî ve Dârekutnî'nin Sa'd bin ebi Vakkâs (r.a.)Men yaptıklar, rivâyetse şöyledir:
"Peygamber (s.a.s.) Efendimiz çoğu sarhoş eden şeyin azından da yasaklamıştır.[28] İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.s.) in huzuruna hurma nebîzi içtiği için sarhoş olan bir adam getirildiğinde ona değnek vurmuştu. Yani ona içki haddini tatbik etmişti ki; bu da sarhoş ettiği takdirde hurma nebîzinin de üzüm şırasından yapılan şarap hükmünde olduğu açık bir delildir. Ebû Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Hamr, şu iki ağaçtan; hurma ve üzüm ağacından elde edilir.[29] Buharı dışında bir cemaat, bu hadîsi rivayet etmişlerdir. Enes (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir: "Hamr, haram kılındı. O zamanlar hamr, taze ve kuru hurmalardan elde edilirdi." Bu hadîs üzerinde ittifak vardır.
Câbir (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Yemen'e bağlı bir mıntıka olan Ceyşan'dan bir kişi, Peygamber (s.a.s.) Efendimize, kendi yörelerinde içtikleri "müzr" denilen bir şarap hakkında soru sormuştu. Peygamber Efendimiz ona "Bu sarhoş edici midir?" diye sorduğunda o; evet, demişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendisine şöyle dedi: "Sarhoş edici her şey haramdır. Cenab-ı Allah'ın sarhoş edici şeyleri içen kimselere sözü vardır ki; onlara habal çamurundan içirecektir." Dediler ki; ey Allah'ın Resulü! Habal çamuru nedir? Dedi ki: "Cehennem ehlinin teridir veya cehennem ehlinin vücutlarından akan bir sudur.[30] Bu hadîsi Ahmed, Müslim ve Neseî rivayet etmişlerdir. Bu da üzüm şırasından başka şeylerden elde edilmiş de olsa, sarhoş edici şeylerin haram olduğuna delâlet etmektedir. Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Her sarhoş edici şey haramdır.[31] Böyle derken de belli bir şarap türünü söylememiş ve şarap türüne tahdit koymamıştır. Zikretmiş olduğumuz bu hadîs-i şeriflerle diğer zikretmemiş olduğumuz hadîs-i şerifler, sarhoş edici her şeyin haram olduğuna delâlet etmektedirler.
îster üzüm şırasından elde edilmiş olsun, ister diğer nebîz türlerinden elde edilmiş olsun; sarhoş edici her şeyin haram olduğuna delâlet eden delillerin ikinci nev'i de, Iügatçilerin sözlerine bağlanmaktır. Lügatçiler demişler ki; Hamr, aklı perdeleyen; yani onun üzerine örtü çeken ve onu kendi haline bırakmayan bir şeydir. Akıl ise, ayırdetme aletidir. Bu nedenle aklı perdeleyen ve üzerine örtü çeken şeyler haram kılınmıştır. Zîra bu tür içkileri içme nedeniyle Cenab-ı Allah'ın, kendi hukukunu yerine getirsinler diye kullarından taleb ettiği idrâk yeteneği ortadan kalkmaktadır. Akıl öyle bir cevherdir ki onun sayesinde Cenab-ı Allah, insan oğlunu diğer bütün mahlûkâta üstür kılmıştır. Akıl sebebiyle Cenab-ı Allah insanı yeryüzüne hâkim kılmış, yerden faydalan di rmıştir. Akıl sayesinde insan, sanat ve diğer şeyleri yapma imkânını elde etmektedir. Akıl; kısanın hakkı bâtıldan, helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırabileceği bir idrâk gücüdür. Onun vasıtasıyla insan, bilgi ve marifetleri elde eder. Akıl şerefli ve üstün bir şey olduğundan dolayı Cenab-ı Allah, onu perdeleyen ve üzerine örtü çeken hamrı haram kılmıştır. ibm-Enbarî demiş ki: îçkiye hamr denilmiştir. Çünkü O, aklı perdeler ve onu birbirine karıştırır. Aynı şekilde ona "Sarhoş edici" adı da verilmiştir. Çünkü o, aklı sarhoş eder. Yani onun nurunun, organlara ulaşmasını menedip engeller. Râgıb-ı İsfahanı, Müfredat adlı eserinde der ki; "îçkiye hamr adı verilmiştir. Çünkü o, aklı perdeler; yani üzerine örtü çeker." Bazı kimselere göre hamr, sarhoş edici her şeyin adıdır. Bazılarına göre ise hamr, özellikle üzümden elde edilen içkinin adjdır. Diğer bazı kimselere göre ise, üzümden ve hurmadan elde edilen içkidir. Bazılarına göre ise hamr, kaynatılmayan içkilerin adıdır. Tercih edilen görüşe göre hamr, aklı perdeleyen her şeyin adıdır. Lügat âlimlerinin bir çoğu da böyle demişlerdir. Dîneverî ve Cevheri, bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Hanefilerden Hidaye adlı eserin sahibi Merginanî der ki: Hamr, üzüm şırasının katılaşmış olanının adıdır. Lügat ehli ile ilim ehli nez,plde de bilinen budur. Merginanî, sözüne devamla der ki: Sarhoş, edici her şeye hamr diyenler de olmuştur. Zîra Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Sarhoş edici her şey hamrdır.[32]Çünkü o, akh perdeleyip örtü altına alır. Bu özellik ise, sarhoş edici her şeyde mevcuttur. Hamnn sadece üzüm şırasından elde edildiğini söyleyen lügat ehlinin görüşüne de mutabakat edebiliriz. Bu nedenle hamr kelimesi, sırf üzüm şırasından elde edilen içkiye meşhur bir isim olarak verilmiştir. Hamnn harâmhğı kesindir. Üzüm dışındaki nesnelerden elde edilen içkilerin harâmlığıysa zannîdir. Aklı perdelediği için değil de mayalanıp fermantasyona uğradığı için şaraba hamr denilmiştir. Necm kelimesinin bütün yıldızlar için isim olarak kullanılıp, sonra da sadece Süreyya yıldızı için isim olarak kullanılmasında olduğu gibi; hamr kelimesinin sarhoş edici her şeyi kapsadığı halde sadece özel olarak üzüm şırasından elde edilen şarap için isim olarak kullanılması buna ters düşmez.
Feth adlı eserde denilmiştir ki; birinci hüccete karşı verilecek cevap şudur: Bazı lügatçilerden nakledilmiştir ki; üzüm dışındaki nesnelerden elde edi-Ien içkiye hamr denilir. Hattabî der ki; bir kavim, araplann üzüm şırasından eJde edilen içkiden başka şeylere hamr adını vermediklerini görüş olarak ileri sürmüşlerdir. Bunlara cevaben denilir ki: Üzüm dışındaki nesnelerden elde edilen içkilere hamr adını veren sahabîler, araplann fasih lisanlı kimseleriydi. Bu isim doğru olmasaydı; hamri, üzüm dışındaki nesnelerden elde edilen içkiler için isim olarak kullanmazlardı. İbn Abdi'1-Berr de Kufilerin şöyle dediklerini söyler: Hamr, üzümden elde edilen içkidir. Zîra Kur'an-ı Kerîm'-de şöyle bir âyet vardır:
"Ben kendimi, şarap olacak üzümü sıkıyor gördüm.[33] Dediler ki; bu âyet-i kerîme hamrın köpük atan değil de sıkılan şeye ad olarak verildiğine delâlet etmektedir. İbn Abdi'1-Berr ise, bu âyet-i kerîmede hasr delili bulunmadığını söylemiştir. Medinelilerle diğer Hicazlılar ve hadîs ehli demişler ki; sarhoş edici her şey hamrdır. Onun hükmü, üzümden elde edilen içkinin hükmü gibidir. Onun helâl olduğunu söyleyen kâfir olur. Hamr necistir. Bir müslüman nezdinde onun kıymeti yoktur. Satılması ve ondan yararlanılması caiz olmaz.
Kurtubî der ki; Enes'ten ve diğerlerinden rivayet edilen hadîsler, Bunlar sahih oldukları ve çok sayıda olduklarından dolayı "Hamrın sadece üzümden elde edileceğini, diğer nesnelerden elde edilen içkilerinse hamr olarak adlandırılmayacağım" söyleyen Kûfelilerin görüşlerini geçersiz kılmaktadırlar. Bu; arap diline, sahih sünnete ve fasih lisanh sahabîlere ters düşen bir görüştür. Çünkü onlar, hamrın haram kılındığına dâir âyet-i kerîmenin nazil olduğu esnada bu emirden, sarhoş edici her şeyin haram kılındığım ve bunlardan sakınılması gerektiğini anlamışlardı. Üzümden elde edilen içkiyle diğer nesnelerden elde edilen içkiler arasında ayırım yapmamış, hatta bunların tümünü eşit seviyede aynı hükümde mütâlâa etmişler, bunların bütün türlerini haram saymışlar, bu hususta hiç bir tereddüt göstermemişler ve bunun harâm-Iık hükmünde de hiç bir karışıklık görmemişlerdi. Bilâkis, üzümden başka şeylerin içki olarak kullanılan şıralarım derhal telef etmeye koşmuşlardı ki; onlar lisanı iyi bilen kimselerdi. Kur'an-ı Kerîm de onların lügati üzerine nazil olmuştur. Eğer bu hususta bir tereddütleri olsaydı; emrin iyice açıklık kazanmasını, tafsilât verilmesini, harâmhğm kesin tahakkukunu bekleyecek ve içkileri derhal dökmeye koşmayacaklardı. Çünkü onların kesin bildikleri hükümlere göre, malı zayi etmek haramdı. Ama bunların haram kılındıklarını kesin olarak bildikleri için içkileri dökmeye ve telef etmeye koştular. Sonra bunun üzerine aynı hükme muvafık olarak Hz. Ömer bir hutbe irâd etmişti ki; sahabîlerden hiç kimse onun bu hutbesini reddetmemişti.
Hz. Ali, Hz. Ömer, Sa'd bin ebi Vakkâs, Abdullah bin Ömer, Ebû Musa' el-Eş'arî, Ebû Hüreyre, İbn Abbas ve Hz. Âişe (r.a.) üzüm şırasından elde edilen şarapla diğer nesnelerden elde edilen içkilerin, harâmhk hususunda aynı hükme tabi olacakları görüşündedirler.
Tâbiîn'den îbn Müseyyeb, Urve, Hasan-ı Basrî, Saîd bin Cübeyr ve diğerleri bu görüştedirler, imam Mâlik, Evzaî, Sevrî, İbn Mübarek, Şafiî, Ah-med ibn Hanbel, îshak ve hadîs ehlinin tümünün kavli bu doğrultudadır. Feth adlı eserde denilmiş ki; iki kavil arasında uzlaşma sağlamak mümkündür: Şöyle ki; hamri, üzümden başka nesnelerden elde edilen içkiler için de isim olarak kullananlar, bununla şer'î hakikati kasdetmişlerdir. Bu görüşte olanlar, Iügavî hakikati kasdetmemişlerdir.
İbn Abdi'1-Berr de böyle cevap vererek demiş ki; hüküm, sadece şer'î isimle ilgilidir. Lügavî isimle ilgili değildir. Kesinleşen hükme göre Kur'an-ı Kerîm'in, hamrın -ki o hurmadan elde edilir- harâmlığına dâir âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bu böyledir. Şu halde "Hamr, üzüm şırasından elde edilen şarap için hakikî bir addır. Diğer şeylerden elde edilen içkiler içinse mecazî bir addır" diyen kimsenin sözü, aynı lâfzın hem hakikî hem de mecazî anlamda kullanılmasını gekli kılmaktadır. Zîra sahabîler, kendilerine hamrın haram kılındığı haberi ulaştığında, hakikaten ve mecazen kendisine hamr denilen her şeyi dökmüşlerdi. Bunu yapmaları da hamrın bütün o içkiler için hakikî ad olmaması durumunda caiz olmayacaktı. Bundan başka türlüsünü düşünmek de mümkün olmaz.
Fahreddİn Razî, hamrın haram kılındığını bildiren âyeti tefsir ederken şöyle demiştir: "İnsaf ehli olan ve doğruluktan sapmayan bir kimse, bu âyetin sarhoş edici her şeyin haram olduğunu açıkça bildiren bir nass olduğunu bilir. Çünkü Cenab-ı Allah "Muhakkak ki şeytan, şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister" kavlinden sonra "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" buyurmuştur. Hamrın bu mefsedetleri kapsadığını söyledikten sonra ondan sakınılmasını emir buyurmuştur. îlke olarak akıllar bilirler ki; bu mefsedetler, içkinin sarhoşluğa etkili olmasından kaynaklanmaktadırlar. Bu da "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" sözünün illetidir ki bu, kesin olarak ifade edilmektedir. Bu husus sabit olduğuna göre, sarhoş edici olduğu sabit olan her şeyin harâmlığı da kesin olarak vâcib olur. Aklı bu takdiri alan, ama sözünde ısrarla duran kimsenin inadını tedavi edecek hiç bir ilâç yoktur."
Hanefiler; buğday, incir, darı, arpa, pirinç, bal ve diğer şeylerin nebizle-nnın -şerbet halinde veya pişirilmiş olarak- kişiyi sarhoş etmediği takdirde helâl olduğunu, içenin sarhoş olmadıkça kendisine had tatbik edilemeyeceğİ-m» helâl olduğunu söyleyen kimse gibi kâfir olmayacağım söylemişlerdir. Bu görüşlerini de şu delillerle teyid etmişlerdir:
1- Cenab-ı Allah buyuruyor ki:
Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden kendinize içki ve güzel bir nzık edinirsiniz." (Nahi:67). Cenab-ı Allah, hurma ve üzüm ağaçlarından içki ve güzel rızik elde ettikleri için kulları üzerindeki nimetini onlara hatırlatmıştır. Şu halde bunlardan elde edilen nebiz, helâl olmalıdır. Çünkü nimet, ancak mubah olan şeyden elde edilir.
2- îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Veda Haccı senesinde sikâyeye gelerek oraya yaslanmış ve "Bana içirin demişti. Abbas (r.a.) da O'na, "Evlerimizde yaptığımız nebizden sana içirsek?" diye sormuş, sonra da kendisine bir bardak nebiz getirmişti. Peygamber (s.a.s.) onu koklamiş, sonra yüzünü ekşitmiş ve bardağı (olduğu gibi) geri vermişti. Abbas, kendisine: "Ey Allah'ın Resûlu! Mekkelilerin içkilerini fâsid kıldın" deyince, Peygamber Efendimiz; "Bardağı tekrar bana verin" dedi. Bardağı kendisine verdiler. Zemzem suyu istedi. Zemzem suyunu verdiklerinde nebi-zin üzerine katıp öylece içti. Etrafında bulunanlara da şöyle dedi:
"Bu içkileri çok sert bulduğunuzda, sertliklerini su ile kırın.[34] Bu hadîsten çıkaracağımız delil şudur: Peygamber (s.a.s.) Efendimizin yüzünü ekşitmesi, anılan nebîzin sertleşmiş olması ve değişikliğe uğramış olmasından dolayı idi. Suyla karıştırması da bu sertliği kırmak içindi. Peygamber Efendimizin kendisine sunulan nebîzı içmesi de onun helâl olduğuna dâir bir nasstır.
3- Sahabe-i kiramın eserlerine tutunmak: İçilmesi haram kılman hamr, sadece üzüm ve hurma şırasının kaynayıp sertleşmesi ve köpük atması halinde elde edilen içkidir ki; bu da Kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetten kesin delillerle haram kılınmıştır. Bu hususta tevatür vardır. Üzüm ve hurma şırasından başka şıralarla yapılan içkileri helâl sayan kimselerin fâsıkhklanna hükmedilir. Çünkü bunlardan başka diğer içkilerin haram kılınması, sadece sünnet ve kıyasla olmuştur. Bu kaviller arasında tercihe şâyân olan şudur: Çoğu sarhoş eden her içkinin azını içmek de haramdır. Bu içkilere hamr denir. îçilen içki üzüm şırasından da olsa veya hurma, kuru üzüm, arpa, buğday, incir, darı, pirinç, bal, süt veya diğer nesnelerin şıralarından da olsa; çiğ veya pişmiş de olsa, içki olarak da içilse, başka bir madde içerisinde de ağza alınsa, katı da olsa, sıvı da olsa harâmlığına inanarak veya mübahlığma inanarak da olsa; içen kimseye had tatbik edilir. Çünkü mübahhk delili zayıftır. Âlimlerin çoğunluğunun esas aldığı görüş budur, özellikle nefislerin fesada bulaştığı, dinî duyguların zayıfladığı bu zamanda, bu görüş esas alınır. Nefislerin bozulduğu bu zamanımızda neşe verici ve sarhoşluk peyda edici içki türleri çoğalmıştır. İnsanlar bunlara bira, boza ve çağımız insanlarının haram olduğu halde helâl saydıkları diğer bazı parlak isimler takmaktadırlar. Bunların çoğu içildiği takdirde içeni sarhoş eder. Çünkü bunlar aklı perdeleyip
uyuştururlar. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ahir zamanda olacakları haber verirken ne kadar doğru söylemiştir. Nitekim Ebû Mâlik el-Eşarî'den rivayet edildiğine göre o, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Ümmetimden bazı
kimseler hamrı içerler ve ona adından başka adlar takarlar.'[35]
Bu hadîsi îmam Ahmed ve Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Ubâde bin Sâmit, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ümmetimden bîr
grup, hamri kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.[36]
Bu hadisi İmam Ahmed ve Îbn Mâ1 ce rivayet etmiştir ve demiş ki: "Helâl kılmak istedikleri şeyin yerine hamri içerler." Ebû Ümâme, Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ümmetimden bir grup insan, hamn, adından başka bir adla adlandırarak içmedikçe gecelerle gündüzler geçmezler (yani onlar hamri içmeden kıyamet kopmaz.)''[37]Bu hadîsi de îbn Mâce rivayet etmiştir.
İbn Muhayriz, sahabîlerden birinden rivayetle Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ümmetimden bazı kimseler hamri içerler ve ona adından başka bir ad takarlar.[38] Bu hadîsi de Neseî rivayet etmiştir.
Bu ve diğer hadîs-i şerifler, Peygamber (s.a.s.) in nübüvvetinin gerçekliline delâlet eden kesin delillerdir. Zîra o, müstakbelde vukûbulacak olayları haber vermiştir. Boş yere konuşmamışım O'nun haber verdiği içki türleri, günümüzde meydana çıkmıştır.
Çiğ iken üzerinden üç gün geçer ve kaynayıp sertleşmez, köpük de atmazsa, şıranın hükmünün ne olacağı hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Hanefîler, Mâlikîler ve Şâfiîler dediler ki: Hanefîler, Mâlikîler ve Şâfiîler dediler ki: Şıranın üzerinden üç gün veya daha az bir süre geçer de kaynamaz, sertleşmez ve köpük azmazsa, hamr olmaz ve içilmesi helâl olur. Çünkü bu durumda o, sarhoş edici bir içki değildir. Bunların bu husustaki delilleri, Hz. Âişe'den yapmış oldukları şu rivayettir. Hz. Âişe demiş ki:
"Bizler, Resûlullah için üstten bağlanan ve alt tarafta akıtma deliği bulunan bir su kabında nebiz yapardık. Sabah sıkardık, akşamleyin içerdi. Akşamleyin sıkardık, sabahleyin içerdi.[39] Bunu İmam Ahmed, Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. îbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet, edilir: "Resûlullah için gecenin evvelinde nebiz yapılırdı. Sabahladığında onu içerdi. Aynı günün akşamında, ertesi sabah, ertesi günün akşamında ve bir sonraki günün sabahında tâ ikindiye kadar içerdi. Arta kalan bir şey olursa; onu hizmetçiye içirir ya da emredip döktürürdü." Bunu da İmam Ahmed ile Müslim rivayet etmişlerdir. Bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Peygamber
(s.a.s.) için kuru üzümden şerbet yapılırdı. O şerbeti yapıldığı günde, ertesi
günde ve bir sonraki günde; yani üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Sonra
emredip hizmetçiye içirir veya döktürürdü.[40]
Bunu da İmam Ahmed ile Müslim ve. Ebû Dâvud rivayet etmişlerdir. "Hizmetçiye içirirdi" sözü, nebîzin bu durumda sarhoşluk verecek dereceye varmadığı mânasına yorulur. Çünkü hizmetçinin sarhoşluk veren içkiyi başkasına sunması caiz olmaz. Nitekim kendisinin içmesi de caiz olmaz. Aksine, dökülmesi vâcib olur. Tabii üçüncü günün ikindi vaktinden sonra... Çünkü artık ondan sonra nebîz değişikliğe uğrar ve sarhoş edici olur ki içilmesi haram ve necis olup, dökülmesi gerekir. îbn Ebi Şeybe ile Neseî, Saîd bin Mü-seyyeb ve Şa'bî ile Nehaî yoluyla rivayet etmişlerdir ki Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Kaynamadıkça şırayı için." Hasan-ı Basrî (r.a.), den rivayet: "Değişikliğe uğramadıkça şırayı için." Bu, selef âlimlerinin çoğunluğunun kavlidir. Yani şıra, üç gün geçmeden değişikliğe uğramadıkça içilebilir. Ama kendisinde değişiklik görülürse, içilmesi haram olur. Bunun işareti de, kaynamaya başlamasıdır. Bu da şıranın türüne ve bulunduğu ortama göre değişir. Eğer sıcak bir mıntıkadaysa çabucak bozulur. Kış mevsiminde veya soğuk bir mıntıkadaysa, çabuk bozulmaz. İçilmesinin caiz olması, kaymaya başlamamış olması şartına bağlıdır. Ama kaynama alâmeti görülmeye kaşlamışsa, artık içilmesi haram olur.
Hanbelîler dediler ki: Şıranın üzerinden üç gün geçerse hamr olur ve içilmesi haram olur. Dökülmesi; kaynamaya, sertleşmeye ve köpük atmaya başlamamışsa bile vâcib olur. Ona hamr adı verilir. Çünkü o, fermantasyona uğrayıncaya kadar kendi haline bırakılmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.s.) in oruç tuttuğunu biliyordum. O'nun iftar vaktini bekledim. Kabak içinde yapmış olduğum bir nebîzle iftarım açmasını diledim. Nebîzi ona götürdüm. Bir de baktım ki nebîz köpürmeye başlamış. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bana dedi ki:
Bunu duvara çarp. Çünkü bu, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanların içkisidir" dedi.[41] Bunu Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
İbn Ömer'in şırayla ilgili olarak söylediği "Şeytanı onu almadan sen iç" rivayeti hakkında kendisine denildi ki; ne kadarlık bir zaman süresi içinde şeytan onu alır? dedi ki; üç günde şeytan onu alır. Bunu Ahmed bin Hanbel ve diğerleri rivayet etmiştir. Şevkânî de bunu Neylû'I-Evtar'da nakletmiştir.
Özetle, tatlı olduğu ve değişikliğe uğramadığı sürece nebîz içmek caizdir. Ama nebîz sertleşip sıcak zamanda çabucak değişime uğradığında; icmâ ile içilmesi haram olur.
Hanefîler dediler ki: Şıra, kaynatılıp üçte biri gittiğinde ona tala' denir. Yarısı gittiğinde ona munassaf denir. Çok az miktarda kaynatıldığında ona bazik denir. Kaynayıp sertleştiğinde ve köpük attığında hepsi de haram olur. Çünkü o ince ve lezzetli olup neş'e verir, fâsıklar da onun üzerinde bir araya gelerek içki âlemi düzenlerler. Fesada sebebiyet vermemesi için içilmesi naram olur. Ama üçte ikisi gidinceye kadar kaynatılırsa; sertleşse bile onu emekle bedeni kuvvetlendirmek kastedİHrse, içilmesi helâl olur. Ama onu içniekle eğlenme kastı güdülürse, içilmesi haram olur. Çünkü Neseî, Abdullah ibn Yezîd el-Hutemî yoluyla yaptığı rivayette şöyle demiştir: Ömer (r.a.) bir yazısında şöyle demişti: "Şeytanın payı olan üçte ikisi gidinceye dek şarabınızı kaynatın. Sizin için üçte bir pay vardır." Hafız, Feth adlı eserde bu rivâ-yetin sahih olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik, Muvatta adlı eserinde Mah-nıud bin Lebid el-Ensârî yoluyla şöyle bir rivayette bulunmuştur: Hz. Ömer 7anı'ageldiğinde Şamlılar kendisine,'mıntıkalarında veba bulunduğunu ve -imin ağır olduğunu söyleyerek şikâyette bulundular. Dediler ki, "Bizim bu durumumuzu ancak şarap düzeltir." Onların bu sözlerine karşılık Hz. Ömer kendilerine şöyle dedi: "Bal için." Onlar da balın kendilerine yararlı olmadığını söylediler. Oralı birisine: "Bu şaraptan sarhoş edici olmayan bir şey yapabilir misin?" diye sordu. O da: "evet" dedi. Bunun üzerine şarabı, üçte ikisi gidip üçte biri kalıncaya kadar kaynatıp Hz. Ömer'e getirdiler. Parmağını içine batırdı. Sonra elini kaldırarak parmağını ileriye doğru uzattı ve "işte bu kaymak, devenin sütünden elde edilen kaymak gibidir." dedi. Şamlılara bundan içmelerini emretti ve dedi ki: "Allah'ım! Senin haram, kıldığın bir şeyi ben onlara helâl kılmadım. Ve helâl kılmam da."Said binMüse'yyeb'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, üçte ikisi kaynayıp giden ve üçte biri kalan şarabı helâl kılmıştır. Feth adlı eserde denmiştir ki: Hz. Ömer'e mezkûr hükmünde Ebû Musa ile Ebû Derdâ muvafakat etmişlerdir. Bunu Neseî rivayet etmiştir. Ibn Ebî Şeybe ve diğerlerinin rivayetlerine göre Hz. Ali, Ebû Ümâ-me, Pîalid bin Velid ve diğerleri de bu hükümde Hz. Ömer'e muvafakat etmişlerdir.
Tâbiîn'den ibn Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Ikrime; fakihlerden Sevrî, Leys, Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler demişler ki: Kaynatılan şıranın sarhoş edici hale gelmesi durumunda; az olsun çok olsun, köpürmeye başlamış olsun olmasın, içilmesi haramdır. Çünkü onun sarhoş edici dereceye gelmesi mümkündür. Olabilir ki o, kaynamaya başlar. Ondan sonra da köpürmesi diner. Bunlara göre şıranın içilmesinin şartı, sarhoş edici halde bulunmamasıdır. İmam Mâlik, sahih bir senedle şöyle rivayette bulunur: Ömer bin Hattâb (r.a.) şöyle demişti: "Ben, adamın birinden şarap kokusu geldiğini hissettim. Onun tala içtiğini zannettim. Kendisinden içtiği şeyin ne olduğunu soracaktım. Eğer içtiği şey sarhoş kılıcı ise, onu hadde tabi tutacaktım." Rivayete göre Hz. Ömer, içtiği şeyin sarhoş edici olup olmadığını sorunca, onun sarhoş edici olduğunu tespit etmiş ve ona had tatbik etmişti. Said bin Mansur da böyle bir rivayette bulunmuştur. Bu rivayette Hz. Ömer'in, sarhoş edici de olsa üçte ikisi gidinceye kadar kaynatılan şarabı içmeyi caiz kıldığını savunanlara reddi vardır.
Eb'ul-Leys Semerkandî der ki: Eğer kaynatılan şıra sarhoş ediciyse, bunu içen kimsenin günâhı, hamr (şarap) içenin günâhından daha büyüktür. Zîra hamr içen kimse, içmekle günahkâr olduğunu bilmektedir. Kaynatılan şırayı içen kimse ise, helâl olduğuna inanarak sarhoş edici şeyi içmektedir. Hamrın azının da çoğunun da haram olduğuna dâir icmâ vardır. Peygamber (s.a.s.) in de "Sarhoş edici her şey haramdır" dediği sabittir. İcmâ ile harâm-hğı sabit olan şeyin helâl olduğunu söyleyen kimse kâfir olur.
Şafiî, Mâliki ve frâdevîler demişler ki: Şıra da olsa nebîz de olsa sarhoş edici şeyleri içmek haramdır. Sarhoş edici cinsten olmaları durumunda az da olsalar, içen kimseyi sarhoş etmeseler de, içilmeleri mutlak surette caiz olmaz.
Hanefîler dediler ki: Şarabın (hamrm) sirkes; helâldir. Bu sirkeleşme kendiliğinden de olsa, başkası tarafından da yapılmış olsa; aynı hükme tabidir. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Sirke, ne güzel katıktır.[42]
"Sizin en iyi sirkeniz şarabınızın sirkesidir." Sirkeleştirme, hamrdeki mtif-sid vasfı ortadan kaldırmakta, vücuda yarayışlı olma vasfını sabit kılmaktadır. Çünkü sirkeyle kişinin safrası kesilir, gıdalanır ve daha bir çok yararlar elde edilir. Hamr, harâmlığı gerektiren müfsid vasfı ortadan kalktığında helâl olur. Kendiliğinden sirkeleşmesi durumunda da helâl olur. Sirkeleştiğin-de; içinde bulunduğu kap da temizlenir. Çünkü kapta bulunan hamrın bütün cüzleri sirkeleşmiştir. Ancak sirkeden ayrı olan şeyler bundan müstesnadır. Bazıları demişler ki: Bunlar da sirkeye bağlı olarak temizlenirler.
şâfiîler dediler ki: Sirkeleşme, hamnn güneşten gölgeye taşınması veya buna benzer durumlarla vukûbulursa, esah kavle göre temiz ve helâl olur.
Mâlikîlerden bu konuda üç rivayet gelmiştir ki, bunların en doğrusuna göre hamnn sirkeleşeni de haramdır. Sirkeleştiren kimse günahkâr olur. Ama bu hamr da temiz olur. Çünkü; Enes (r.a.) şöyle bir rivayette bulunmuştur: Peygamber (s.a.s.) Efendimize sirkeleşen hamr hakkında sorulduğunda sadece "Hayır" cevabını vermiştir. Bunu Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Ebû Dâvud rivayet etmiş; Tirmizî de sahih olduğunu söylemiştir. Enes (r.a.) rivayet eder ki: Ebû Talha, kendilerine miras olarak bir miktar şarap kalan yetimlerin durumunu Peygamber (s.a.s.) Efendimize sorduğunda, Peygamber Efendimiz ona cevaben dedi ki: "O hamri (şarabı) dök." Ebu Talha dedi ki: "Ey Allah'ın Resûlu, biz o hamri sirke yapsak?" Peygamber Efendimiz: "Hayır!" diye cevap verdi." Bunu, Ahmed bin Hanbel ile Ebû Dâvud rivayet etmişlerdir. Bunda, Cumhur-u ulema için hamri sirke yapmamn caiz olmadığına ve sirkeleşen hamrın temiz olmadığına -ki sirkeleşmesi de içine bir şey Atmakla olur delil vardır.
Âlimler, şarabın tortusunu içmenin hükmü üzerinde ihtilâf etmişlerdir
Şâfiîler dediler ki: Şarabın tortusunu içmek haramdır. İçen kimseye had tatbik edilir. Sarhoş edici diğer içkilerin tortusunu içen kimse de aynı hükme tabidir. Ama bu tortuyu başka bir nesne içinde tüketme durumunda, içen kişiye had tatbik edilmez. Örneğin hamuru şarap tortusu ile yoğrulan ekmeği yiyen kimseye had tatbik edilmez. Çünkü şarabın aynını ateş yemiştir. Ekmek de necis olarak kalmıştır. İçinde şarap tortusu bulunan bir macunu yemekle de kişiye had tatbik edilmez. Çünkü bu tortu, o macunun içinde yok olmuştur. Şarap tortusuyla birlikte pişirilen eti yemekle de kişiye had tatbik edilmez. Ama şarap tortusu ile yapılan çorbayı içen Kimseye had tatbik edilir. Şarap tortusuna bastırılarak yenilen nesneden veya şarap tortusuyla yapılan tiridi yemekten ötürü kişiye had tatbik edilir. Çünkü onda tortunun aynı (kendisi) mevcuttur. Şarap tortusuyla hukne yapmak; yani onu akıcı bir nesneyle birlikte kişinin kendi makadma girdirmesi nedeniyle kişiye had tatbik edilmçz. Ama şarap tortusunu kişinin kendi burnuna girdirmesi nedeniyle had tatbik edilir. Çünkü onunla kişi neşelenebilir. Zîra oruçluyken onu burnuna çekmekle kişinin orucu bozulur. Bazıları şarap tortusuyla hukne yapılması veya şarap tortusunun buruna girdirilmesi durumunda had tatbik edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü had, kişiyi suç işlemekten menetmek içindir ki, burada buna ihtiyaç yoktur. Zîra nefis, kişiyi böyle yapmaya çağırmaz.
Belkinî'nin anlattığına göre şarap tortusunu hukne yapmakla değil de buruna almakla kişiye had tatbik edilir. Çünkü huknenin aksine, tortuyu buruna almakla kişide neş'e meydana gelebilir.
Hanefîler dediler ki: Şarap tortusunu içmek ve saça sürerek onunla saçı taramak mekruhtur. Çünkü tortu da şarabın cüzlerindendir. Onu içen kimse sarhoş olmadıkça, kendisine had tatbik edilmez. Çünkü bu, eksik kalmaktadır. Çünkü, selim tabiatlar ondan tiksinip uzaklaşırlar. Onun. azını kişinin içmesi, çoğunu içmeye sürüklemez. Şu halde o hamrden başka bir şey olmaktadır. Hamrm hükmüne tabi değildir.
Alimler, hamri helâl sayan kimsenin kâfir olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onun harâmlığı kat'î delille sabittir. Mütevatir deliller ve icmâ-i ümmet ile o haram ve necaset-i muğallaza ile necistir. Çünkü bu hususta kat'î deliller mevcuttur.Bir müslüman için onun hiç bir kıymeti yoktur. Onu satması caiz olmaz. Onu gasbeden veya telef eden kimsenin tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü tazminat ödendiği takdirde bu, onun kıymetli bir şey olduğuna delâlet eder. Oysa ki onun haram kılınması, değersizliğinin bir delilidir. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir: "içilmesini haram kılan satılmasını ve satış bedelinin yenilmesini de haram kılmıştır.[43] Necis olduğu için ondan yararlanmak da haram olur. Çünkü yararlanmak için ona yaklaşmak gerekir. Oysaki Cenab-ı Allah, "Ondan sakınınız" diye ferman buyuruyor.
İslâm âlimleri gayr-ı müslimlere, müslüman belde ve şehirlerde hamr satnıa imkânı vermenin caiz olmadığı hususunda fetva vermişlerdir. Çünkü hanın açıkça satmak, fâsıklığı ortaya koymak demektir ki, onlar böyle yapmaktan menedilirler. Evet domuz etini gayr-ı müslimler gizlice kendi aralarında biri-birlerine sattıkları gibi hamri da gizlice biribirlerine satabilirler. Çünkü bu şeyler, onlar nezdinde kıymetli maldır.
Fesada giden yolu kapamak için; her ne kadar sarhoş olmasa da, hamr içen kimseye had tatbik edilir. Aynı şekilde yabancı bir kadını öpüp onunla halvette (ıssız ve tenha bir yerde) buluşan kimse de, yaptığı bu davranışı, haram olan cinsel temasa yol açacağı gerekçesiyle haram fiil işlemiş olur ve gereken ceza kendisine tatbik edilir. Hâkim'in rivayet ettiği hadîste de bu görüş teyid edilmiştir: "Hamr içen kimseyi hadde tabi tutun." Bu hadîste sarhoşluk ve diğer durumlardan söz edilmemiştir. Faraza bir kimse alkolik olduğu ve kanı da şarabı iyice emdiği için şarap içmekle sarhoş olmuyorsa, onun şarap içmesi sarhoşluk vermesinden ötürü değil de necis bir şeyi içmesinden ötürü haram olur. İçmesi nedeniyle de kendisine had tatbik edilir. Bir kişinin evinde hamr bulunur ve bir grup insan da onun evinde tıpkı içki içenler gibi otururlar ama hiç kimse onların içtiklerini görmez ve onlarda içki kokusu hissedilmeyip kendileri de içtiklerini ikrar etmezlerse, imam (devlet başkanı) onlara ta'zîrde bulunur. Çünkü onlar, sakıncalı bir fiil işlemişler ve çirkin bir meclis kurmuşlardır. Aynı şekilde bir grup insan, içki satmak için hazırlanmış bir yerde, meselâ barda bulunurlarsa; yine içki içtikleri görülmez ve içki kokusu kendilerinden gelmezse bile, imamın uygun göreceği miktarda, bu fiili bir daha işlemesinler diye ta'zîr edilirler. Bir kimsenin içki kabı taşıdığı veya bu kabı evinde sakladığı görülürse, ona ta'zîr cezası verilir. Çünkü o, sakıncalı bir fiil işlemiştir.
Zorlanmaksızın gönüllü olarak bir kimse içki içer ve kendisinden içki kokusu gelmekteyken yakalanır ya da şaraptan başka nebîz veya bilinen diğer nebîz türlerinden birini içtiği için sarhoş haldeyken hâkimin huzuruna getirilir ve iki şahit de onun içtiğine şehâdette bulunurlarsa, kendisine had tatbik edilir.Kendisindeniçki kokusu gelmekteyken yakalanır;hâkimin huzuruna getirildiğinde yakalandığı yerle hâkimin makamı arasındaki mesafe uzak olduğundan dolayı yoldayken bu koku kesilirse; kendisine ihtilafsız olarak had tatbik edilir. Ama yakalandığı yerle hâkimin makamı arasındaki mesafe kısaysa, kendisine had tatbik edilip edilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:
Hanefîler dediler ki: Kendisine had tatbik edilmez: Çünkü had, kokunun mevcudiyetiyle birlikte ancak tanıkların şehâdetiyle tatbik edilir. Ha-nefîlerden Ebû Muhammed, Mâlİkî, Şafiî bir de Hanbelîlerin bir rivayetine göre kendisinden koku gelmezse bile, şahitlerin şehâdetiyle bu kişiye had tatbik edilir. Beyyinenin veya ikrarın bulunması durumunda artık kokunun mevcudiyeti şart olmaz; kokuya artık ihtiyaç yoktur.
Kendisinden içki kokusu gelen, ama içtiğim ikrar etmeyen ve aleyhine şahitlik de yapılmayan kimsenin durumu üzerinde ihtilâf edilmiştir. Hanefî, Şafiî ve Iraklıların cumhur-u ulemâsıyla Basra âlimleri demişler ki; koku sebebiyle ona had tatbik edilmez. Çünkü içme suçu sabit olmamıştır. Ayrıca içki kokusu, diğer şeylerin kokusu ile de karışabilir. îçki kokusunun varlığı veya yokluğu ile had hükmü arasında bağlantı kurulamaz. Bu, haddi bertaraf edecek bir şüphedir.
Mâlîkî, Hanbelî ve Hicazhlann cumhur-u ulemâsı demişler ki: Kokunun mevcudiyeti sebebiyle ve de hâkimin huzurunda iki âdil şahit onun içtiğine şehâdette bulunurlarsa, o kişiye had tatbik edilir. İçki kokusu, yazı ve ses üzerine şehâdete benzetilmiştir. Çünkü koku, içki içme suçunun vukû-bulduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. O, bilirkişiler nezdinde, başka şeylerin kokusuyla karıştırılmaz. Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir rivayet de buna delâlet etmektedir. İbn Mes'ûd (r.a.), Yûsuf sûresini okuduğunda adamın biri kendisine, "Bu sûre, senin okuduğun şekilde nazil olmadı" deyince îbn Mes'ûd ona şu cevabı verdi: "Vallahi ben bunu Resû-lullah'a okudum. O da bana 'Güzel okudun' dedi."Onlar konuşurlarken İbn Mes'ûd, ondan içki kokusunun geldiğini hissetti ve ona:
"Sen içki içip'Kur'an'ı mı yalanlıyorsun?"[44] dedi ve ona had tatbik etti. İşte bu rivayet hakkında şahit ve ikrar bulunmasa dahi, kendisinden içki kokusu gelen kimseye İbn Mes'ûd'un içki içme haddi tatbik etmiş olduğunu göstermektedir. Dârekutnî, sahih bir senedle Sâib bin şöyle bir rivayette bulunur: Ömer ibn Hattâb Hazretleri, kedisinden içki kokusu gelen bir kimseyi dövmüştür.
Bir kimse, kendisinden içki kokusu gelmediği halde içki içtiğini ikrar eder-âlimler onun hükmü üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Mâlikî, Şafiî, Hanbelî se' jjanefîlerden îmam Muhammed demişler ki: İkrarı nedeniyle kendisine had tatbik edilir. Zîra kişi, kendi şahsı aleyhinde ileri sürdüğü iddialarda töhmet altına alınmaz. Zina haddiyle ikrarda bulunarak kişinin kendi nefsi aleyhinde konuşması da o haddi ittifakla iptal etmez. Hanefîler dediler ki: İkrarı esnasında kendisinden içki kokusu gelmedikçe, içki içtiğini ikrar eden kimseye had tatbik edilmez. Zîrâ içki içme haddi, sahabe-i kiramın icmâı ile sabit-tir.lcmâjda ancak İbn Mes'ûd'un görüşüyle olmuştur. O, had tatbik etmede içki kokusunun mevcudiyetini şart koşmuştur. Şöyle ki: Rivayete göre Ebu Mâcid el Hanefi demiş ki: Adamın birisi, sarhoş olan yeğenini Abdullah ibn Mes'ûd'un yanına getirmiş. Abdullah ibn Mes'ûd demiş ki: "Onu hareket ettirin ve sertçe sarsaklayın. Ağzını da koklayın." Emrini yerine getirdiler. Abdullah fla onu zindana gönderdi. Ertesi gün yanma getirtti. Sonra pırasa sapını getirmelerini söyledi. Getirdiklerinde onun üzerindeki semereyi iki taş arasında kırdı. Sap, tam bir değnek haline geldi. Sonra da Cellada dedi ki: "Ona vur ve elini geri çek, her organına hakkını ver." Bu rivayet şunu ifade ediyor: Abdullah ibn Mes'ûd, hareket ettirme ve sertçe sarsaklamayla o kişiden içki kokusunun zuhur etmesi sebebiyle ona haddi tatbik etmiştir. Onu hareket ettirip sertçe sarsaklanmasını emretmesinin sebebi şudur: Kişi hareket ettirilip sarsaklaninca, midesindeki -az da olsa- içkinin kokusu zuhur eder ve hissedilir. Bu, îbn Mesû'd'un görüşüydü. O, kişiden içki kokusu gelmedikçe sırf şahitlik ile ona had tatbik edilmesini kabul etmiyordu. Koku geldikten sonra artık hiç bir şüpheye mahal kalmadığı için ona had tatbik etmişti.
imamlar, kendisinden sarhoşluk eseri tamamıyla gidip iyice ayılmadık-?^arA°Şa had tatbik edilmemesi gerektiği hususunda görüş birliği etmiş yildıktan sonra had tatbik edilmelidir ki; yediği darbelerin acısını hissi ve katlk bİr daha da içki içmesin- Zîra sarno§iken aklm başta olmama-sebeb fazla neşe olması, yediği darbeleri hemen hemen duymamasına
Mezhep imamları, sarhoşun zühul ve sarhoşluk halindeyken kendi şahsı aleyhinde zina, içki, hırsızlık gibi sırf Allah'a ait hadlerden biriyle ikrarda bulunması durumunda kendisine had tatbik edilmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak çaldığını ikrar ettiği malın bedelini tazmin etmekle yükümlü olur. Çünkü bu malın bedeli kul hakkıdır. Kul hakkı ise, onun üzerinde sabit olur. îkrar kaydı konulmuştur: Çünkü sarhoş iken zina yapar ve şahitler onun zina yaptığına şahitlik ederek aleyhinde beyyine mevcut olursa, tamamen ayü-dıktan sonra ona zina haddi tatbik edilir.
Sarhoşken hırsızlık yapar ve aleyhinde beyyine mevcut olursa, kendisine had tatbik edilir ve sarhoşluktan ayıldıktan sonra eli kesilir. Ancak ilâhî haklarda ikrarda bulunması sahih olmaz. Çünkü bu ikrarından geri dönebilir. Bilindiği gibi sarhoş kişi bir şey üzerinde sebat etmez ve aynı hali devam ettirmez.
Âlimler demişler ki, sarhoş kişi kul haklarından biriyle ikrarda bulunursa, kendisine ceza olsun diye üzerine kısas tatbik edilir. Çünkü o, âfeti bizzat kendisi üzerine çekmiştir. Müslüman bir erkeğe veya kadına zina isnadında bulunursa, kendisi de bu isnatta bulunurken sarhoş ise, ayıhncaya kadar hapsedilir. Ayıldıktan sonra kendisine İftira haddi tatbik edilir. Sonra had darbelerinin acısı hafifleyinceye kadar hapsedilir. İkinci defada da kendisine içki haddi tatbik edilir.
Âlimler sarhoşun; kısas, diyet ve sair malî haklarla talâk, köle azad etme ve diğer şeylerden biriyle ikrarda bulunması durumunda, ikrarından ötürü hesaba çekileceğini söylemişlerdir. Ama sarhoş kişi mürted olmaz. Karısı da kendisinden boşanmaz. Zîra küfür, itikad babmdandır veya inancı hafife almaktır. İnancı hafife almayı esas alırsak, şaka yapan kişinin de kendi söylediğini ciddiye almasa bile kâfirliğine hükmedilir. Sarhoş kişinin ise, söylediğini inanarak söylemesi veya inancı hafife alarak söylemesi düşünülemez. Çünkü onda idrâk yoktur. İdrâk olmaymca da onun teferruatı olan bu iki şey, söz konusu olamaz. Bu nedenle de âlimler, sarhoşun söylediği sözden ötürü kâfirliğine hükmetmemişlerdir. Çünkü kalem, onun işlediklerini amel defterine yazmaz.
Rivayet olunur ki, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: içen kimseye sopa çekin. Sonra yine içerse, yine sopa çekin... rv'rdüncü kez tekrarlarsa, onu öldürün.[45] Bunu Muaviye'den Neseî dışındaki diğer sünen sahipleri rivayet ^mislerdir. Neseî, Sünen-i Kübrâ adlı eserinde Muhammed bin İshak'tan, C da Muhammed bin el Münkedir'den o da Câbir'den merfû olarak rivayet istir ki, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Şarap içen kim-' sopa çekin... Dördüncü kez tekrarlarsa, onu öldürün." Câbir der ki: Sonra peygamber (s.a.s.) in yanma dördüncü kez içki içen bir kişi getirildiğinde onu öldürmeyip sopa çekti. Dediler ki, öldürme hükmü neshedilmiştir. Başka bir rivayette de şu lâfız eklenmiştir: "Müslümanlar haddin konulduğunu, öldür-meninse kaldırıldığını görmüşlerdi."
Muaviye, Peygamber (ş.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bir kimse şarab içtiğinde ona sopa çfekin. Sonra yine içtiğinde yine sopa çekin. Sonra üçüncü kez içerse yine sopa çekin. Dördüncü kez içtiğinde boynunu vurun." Bunu Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir. Onun rivayet lafzı budur. Diğer dördü de bu şekilde rivayet etmişlerdir. İçki içenin öldürülmesi hususunda değişik rivayetler varid olmuştur. Dördüncü kez içen kimse öldürülür mü? Yoksa beşinci kez içtikten sonra mı öldürülür! Ebû Davud'un îban el-Kassar'ın rivayetinden çıkardığına göre Peygamber (s.a.s.) içki içenin sopaya çekilmesini üç kez tekrarlamış, sonra da demiş ki: "Eğer yine içerlerse, onları öldürün. Yine Ebû Dâvud, İbn Ömer'in Nafî'den yapmış olduğu rivayetten çıkardığına göre Ibn Ömer demiş ki: "Zannederim Peygamber Efendimiz beşinci kez söylediğinde şöyle demiştir: "Eğer içkiyi içerse onu öldürün." Zâ-hİrîler de bu nedenle içki içen kimsenin öldürülmesi gerektiği görüşündedirler, îbn Hazm de bu görüşü üzerinde devam etmiştir. Bu görüşünü teyîd sadedinde de Peygamber (s.a.s.) Efendimizden vârid olan bazı hadîsleri delil olarak ileri sürmüş ve öldürme hükmünün neshedildiği yolunda bir icmâ bulunmadığını ileri sürmüştür. Ama cumhur-u ulema, dördüncü kezden sonra içki içenin, Peygamber (s.a.s.) in emir vermesinden sonra öldürülmesi hükmünün neshedildiği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Her ne kadar bazı köslerde Peygamber Efendimiz (s.a.s.) dördüncü kezden sonra içki içenin dürülmesini emretmişse de, kendi hayatı boyunca bir kez olsun böyle bir Kimseyi öldürmüş değildir. Sahabe-i Kiram öldürmüş değildirler. Bu da aman öldürme hükmünün icmâ ile neshedildiğine delâlet eder. Zührî'nin.'Kubeyse bin Züeyb'ten naklen, Peygamber (s.a.s.) Vendımizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim şarap içerse ona sopa kez içtiğinde onu öldürün." Râvinin anlattığına göre Hz. Pey- na içki içmiş bir kimse getirildi; yine ona sopa çekti. Sonra rild- "eZ ayni getirildi; yine sopa çekti. Sonra dördüncü kez geti'gınde yine ona sopa çekti. Şu halde öldürme hükmü insanlar üzerinden kaldırılmış ve bu bir ruhsat olmuştu. Yani Peygamber (s.a.s.) in, dördüncü kez için kimseye sopa çekmesi, onun üzerinden öldürme hükmünün kaldırıldığına dâir şeriat koyucu tarafından verilmiş bir ruhsattır. Ve bu, daha önce konulan öldürme hükmünün neshidir. Peygamber Efendimiz bu hükmü uygulamamıştır.
İmam Şafiî der ki; öldürme hükmünün neshedildiği hususunda ilim ehli arasında ihtilâf yoktur. Tirmizî de böyle demiştir. Câbir bin Abdullah der ki: müslümanlar haddin konulduğunu ve öldürme hükmünün kaldırıldığını gördüler. Yine de doğruyu en iyi Allah bilir. İbn Reslan der ki: Müslümanlar az olsun çok olsun, bir damla olsa bile içki içen kimseye had tatbik etmenin vâcib olduğu, ayrıca mükerreren de olsa içki içen kimsenin öldürülmeyeceği hususunda icmâ etmişlerdir.
Âlimler dediler ki: İçki içme haddi, zina haddinden daha hafiftir. Zîra zina haddi Kur'an-ı Kerîm ile sabittir. İçki içme haddi ise sünnet ile sabittir. Zina haddinde başkalarına tecavüz vardır. İçki haddindeyse, kişinin kendi nefsine tecavüzü vardır. Zina suçu, içki içme suçundan daha büyük ve daha çirkindir. İçki haddiyse, başkalarına nispetle büyük ve daha çirkindir. İçki haddiyse, başkalarına zina isnadıyla iftirada bulunma haddinden daha şiddetlidir. Zîra içki içme kesindir.Ama zina isnadında bulunma suçu,doğruluğa da yanlışlığa da muhtemel olduğundan dolayı böyle değildir. Ona had tatbiki esnasında elbiselerinin soyulup soyulmaması hususunda ihtilâf edilmiştir. Dört imam dediler ki: İçki haddi kendisine tatbik edildiğinde, avretini örten izan dışındaki bütün elbiseleri üzerinden çıkarılır. Nitekim diğer hadlerde de böyle yapılır ki suçunun karşılığı tahakkuk edip vurulan darbelerin acısını hissetsin ve böylece aynı suçları işlemekten vazgeçirmek olan had gayesi gerçekleşsin.
îmam Muhammed bin Hasan der ki: Zina isnadı (kazf) haddinde olduğu gibi, içki içen kimseye elbisesi üzerindeyken had tatbik edilir. Kürkü, kaftanı ve üzerindeki deri giysilerden başka giysileri çıkarılmaz. Çünkü içki içme haddi, zina isnadında bulunma haddi gibidir. Nitekim Hz. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Kişi içki içtiğinde abuk sabuk konuşur. Öyle konuşunca da iftira eder. İftiracıların haddi, Kur'an-ı Kerîm'de seksen değnek olarak takdir edilmiştir."
Şâfîîler dediler ki: İçki içen kimseye sadece hurma dalı, ayakkabı veya elbisenin ucuyla vurulur. Hem hurma dalı hem ayakkabıyla bir arada vurmak da caiz olur. Hurma dalı, ayakkabı, elbise ve elle vurmak caiz olduğu dbi, kırbaçla vurmak da caiz olur. Zîra Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet etmiştir ki:
«'Peygamber (s.a.s.) Efendimiz içki içen kimseye hurma dalı ve ayakkabıyla vurdu, Ebû Bekir de kırk darbe vurdu.[46] Buharı ile Müslim, bu rivayetin şahinliği üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ukbe bin Haris (r.a.)'den rivayet:
"Peygamber (s.a.s.)'e Nuaymân veya Nuaymân'ın oğîu sarhoş vaziyetteyken getirildi. Bu durum, Peygamber Efendimizin çok ağırına gitti. Evde-kilere ona vurmalarını emretti. Onlar da ona hurma dalı ve ayakkabılarla vurdular. Ona vuranlardan biri de bendim.[47] Bunu Buharı rivayet etmiştir.
Saib bin Yezîd'in şöyle dediği rivayet edilir: "Resûlullah (s.a.s.)'ın ve Hz. Ebûbekir'in zamanında, Hz. Ömer'in de halifeliğinin ilk zamanlarında bize içki içen kimseler getirildiklerinde, biz onların üzerine durup ellerimizle, ayakkabılarımızla ve abalarımızla vururduk. Bu hal, Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk zamanlarına kadar böyle devam etti. Sonra içki içenler çoğalıp bu hususta aşırılığa gittiklerinde Hz. Ömer, seksen değnek vurmaya başladı. Halbuki daha önce kırk değnek vururdu." Bunu da îmam Ahmed ile Buharî rivayet etmişlerdir. Lâftz ona aittir. Ebu Hürcyre (r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet edilir: "İçki içen bir kimse Peygamber (s.a.s.)'in huzuruna getirildi ve Peygamber (s.a.s.), "Onu vurun" dedi. Ebû Hüreyre dedi ki; bizlerden bazısı eliyle, bazısı ayakkabısıyla, bazısı elbisesiyle ona vurdu. Vurduktan sonra da oradakilerin bazısı ona, "Allah seni rezil etsin" dediler. Peygamber Efendimiz,
"Böyle demeyin,
ona karşı şeytana yardımcı olmay:n[48]
dedi.M Bunu da İmam Ahmed, Buharî ve Ebû Dâvud. rivayet etmiştir. Elbiseyle
vurmaktan kasıt, elbisenin burulup sıkıştırılan uç tarafıyla vur- demektir ki;
vurulan kimseye bu şekilde acı verilebilsin.
Hanefîlerle Mâlikîler dediler ki: Her ne kadar sünnet olan else yakkabi ve hurma dalıyla vurmaksa da en iyisi kırbaçla vurmaktır. Çünkü sahabe-i kiram da böyle yapmışlardır. Onların kırbaçla vurmaları, hiç kimse tarafından yadirganmamıştır. Kırbaçla vurmak, haddin asıl amacı olan suçtan menetmeyi gerçekleştirir. Bazı müteahhirin âlimler demişler ki: İçki içmeyi i'tiyad haline getirerek azitanlara kırbaçla vurmak gerekir. Zayıflarays£ ayakkabılarla ve elbisenin ucuyla vurmak gerekir. Bunların dışmdakilereyse, hallerine uygun şeylerle vurmak gerekir.
IbnüVSalâh der ki: Kırbaç, deriden yapılır. Deri bükülüp burulur. Bükülüp burulan deriye kırbaç denilmiştir. Çünkü kırbaçla vurulan kimsenin etiyle kanı birbirine karışır. Âlimler, içki içmenin haddi hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlerle, Şâfiîlerin iki kavlinden birine göre sarhoş kimseye seksen değnek vurarak had tatbik etmek vâcib olur. Çünkü sahabe-i kiramın bu hususta icmâı vardır. Hz. Ömer, içki haddinin bu miktarda uygulanması gerektiği hususunda sahabilere danıştığında, onlardan hiç birisi onun bu teklifini reddetmemiştir. Ebû Dâvud ve Neseî'nin rivayetine göre Halid bin Velid, Hz. Ömer'e yazdığı bir mektubunda, insanların içki içmeye devam ettiklerim ve ona düşkün olduklarını; içki içme cezasını da küçültmediklerini bildirmişti. Hz. Ömer'in yanında da o esnada muhacir ve en-sardan bazı kimseler vardı. Onlara, içki içenlere seksen değnek vurulmasını danıştığında onlar da bu miktarda had tatbik edilmesi gerektiği hususunda icmâ ettiler."
Meşhur kavillerinde Şâfiıler demişler ki: İçki içme haddi kırk değnektir. Zîra Peygamber (s.a.s.)'in böyle yaptığı rivayet edilmiştir. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında da bu hüküm yerleşmiş ve böylece devam etmiştir. Bu konuda vârid olan hadîsleri ve bu hadîslerin değişik rivayetlerini araştıran kimse, kırk değnekten fazla vurmamanın ihtiyata daha uygun olacağım anlar. Hz. Ömer'in miktarı fazlalaştırarak seksen değnek vurmasına gelince; bu, had cümlesinden değil de ta'zîr cümlesindendir. Had, kırk değnektir. Ama devlet başkanı dilerse, seksen değneğe kadar ta'zîrde bulunabilir.
Had cezasına tatbik etme işini erkekler üstlenirler. Zîra dövmek, kadının Özelliğinden değildir. Kendisinde erselik olanlar da kadın gibidir. Kendisine had tatbik edilen kimse, makam ve rütbe sahibi kimselerdense, onu rezil rüsvay etmemek için tenha bir yerde vurmak müstehap olur. Ama halk tabakasından biri ise, toplumun gözü önünde kendisine had tatbik edilir.
Mescidlerde ise had tatbik edilmez. Rivayet olunur ki; Ibn Abbas, Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Mescidlerde had tatbik edilmez. Zîra olabilir ki kendisine had tatbik edilen kimsenin vücudundan çıkan kan ve necaset, mescidi kirletir.
Darbeleri peşpeşe vurmak gerekir ki; bu darbeler suçluyu bir daha suç :sienıekten menetsin ve onu korkutup cezalandırsın. Darbeleri günlere ve saatlere bölüp taksitler halinde had tatbik etmek caiz olmaz. Çünkü bu duamda haddin gayesi olan incitme gerçekleşmez. Ama bir kimse, "Ben falana yüz kırbaç vuracağım" diye yemin ederse bu kişi, bu yüz sayısını günlere ve saatlere bölerek taksitler halinde onu dövüp kırbaçlarsa, yeminini yerine getirmiş olur. Çünkü yeminlerin dayanağı isimdir. Buradaysa had, kişiyi suç işlemekten menetmek ve cezalandırmak için tatbik edilmektedir. Şu halde had darbeleri zamanlara bölünemez. Vurulan had darbeleri, vücudun organlarına taksim edijir. Hep aynı yere vurmak caiz olmaz. Beyhakî, Hz. Ali (k.v.) nin Cellâda şöyle dediğim rivayet eder: "Her organa hakkını ver. Sakın yüze ve tenasül organlarına vurma."
Şâfiîler dediler ki: Darbeleri vücudun bütün organlarına taksim etmek vaciptir. Çünkü hep aynı yere vurmak, kişiyi fazlasıyla incitir. Ayrıca sık sık aralıksız olarak da vurmak, adamı ölüme götürebilir. Kalp, gırtlak ve tenasül organı gibi çabucak ölüme sebebiyet verecek yerlere vurmaktan sakı-nılmalıdır. Yüze de vurmamahdır. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar ki: vurduğunda yüze vurmaktan sakınsın.[49]Yüz; bütün güzelliklerin bir arada bulunduğu yer olduğundan dolayı orada meydana getirilen çirkinliğin eseri pek büyük olur. Başa da vurmamalıdır. Çünkü baş da yüz gibi şereflidir. Bazıları demişler ki, başa vurmak caizdir. Zîra rivayete göre îbn Şeybe, Hz. Ebû Bekir'in cellâda şöyle dediğini naklet-miştir: "Başa vur, çünkü şeytan baştadır." Cellâdın, koltuk altındaki beyazlık görününceye kadar elini kaldırması ve de şiddetle suçlunun üzerine indirmesi caiz olmaz. Bilâkis, normal şiddette vurması gerekir. Kendisine had tatbik edilmekte olan kişinin elini bağlamak da caiz olmaz. Aksine, kendini darbelerden korusun diye eli açık bırakılır. Erkek suçlu bağlanmaz, yere yatırılmaz ve ayaktayken kendisine had tatbik edilir. Suçlu kadın ise; elbiseleri, üzerine sıkıca bağlanır. Sadece kürkü ve abası üzerinden çıkarılır. Avret mahaleri açılmasın diye oturmuş vaziyetteyken had kendisine tatbik edilir.
Hanefîler dediler ki: Yemeğin boğazda takılması halinde veya şiddetli susama anında, içecek başka bir şey yok ise susuzluğu giderecek kadarla içki içmek caiz olur. İçkiyle tedavi olmak sahih olmaz. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Cenab-ı Allah sizin şifânızı, size haram kıldığı şeyde kılmamıştır.[50]
Ayrıca yine buyurmuşlar:
"O (İçki) İlâç değil bilâkis derttir.[51]
Şiddetli susamadan ötürü veya boğaza takılan lokmayı yutabilmek için su bulunamadığı zamanda içki içmeye gelince; bunda hayatı devam ettirme durumu söz konusu olduğu için müslümanın içmesi vâcib olur. Susuzluktan dolayı ölmekten korkan kişi, meselâ kurak bir çölde bulunur veya denizde bir gemide ya da tuzlu okyanuslarda bulunur ve içkiden başka hayatım kurtaracak veya kendini ölümden kurtaracak bir şey bulunamazsa; kendini ölümden koruyacak kadarıyla içki içmesi caiz olur. Zîra Cenab-ı Allah, çok zor durumda kalan kimsenin; leş, kan ve domuz eti yemesini mubah kılmıştır. Harâmhkta içki de bunlar gibidir. Zorunluluk halinde mübahhkta da bunlar gibi olur. Kişi, kendinden emin olursa Ölüm korkusu olan zaruret ortadan kalkar ve harâmlık hükmü de geri gelir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Cenab-ı Allah derdi de devayı da indirmiş, her dert için bir deva yaratmıştır. Tedavi olun (ama) haram ile tedavi olmayın.[52] Bu hadîsi Ahmed ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Hanbelîler ve bir rivayetlerinde MâlîkîleR ve Şâfîîler demişler ki: Lokmanın boğaza takılması durumunda ölüm tehlikesini atlatmak amacıyla içki içmek caiz olur. Hasta kimsenin başka ilaç bulamaması durumunda da içkiyle tedavi caiz olur. Yalnız içkinin ilâç olduğunu; adaletli, sözüne güvenilir, müslüman bir tabibin haber vermesi ya da içkiyle tedavî olunduğunu bilmek şarttır. Tıpkı leş veya insan sidiğiyle tedavî olunmak gibi.
Diğer rivayetlerinde Şâfiîler dediler ki: Esah olan kavle göre mükellef kimsenin gerek tedavî için olsun, gerek susuzluğu gidermek için olsun. İçki alması haramdır. İçkiyle tedavi olmanın haram kılınmasına gelince; Peygamber (s.a.s.) Efendimize içki ile tedavî olma meselesi sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
"O deva değil, bilâkis derttir.[53]Yani Cenab-ı Allah, içkiyi haram kıldığında onun menfaatlerini de İçinden çıkarıp atmıştır. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Cenab-ı Allah, içkiyi haram kıldığında onun menfaatlerini de içinden çıkarıp atmıştır."
Ayrıca içkinin harâmhğı kesindir. Onunla şifâ bulmaksa zannîdir. Zan-nî olan bir husus, kesin olan bir hükmü ortadan kaldıramaz. Tabiî bütün bu anlattıklarımız, kişinin öâümle sonuçlanacak bir durumda bulunmamasında söz konuşudurlar. Ama kişinin durumu ölümle noktalanacaksa, o zaman içkiyle tedavî olması ve içki içmesi caiz olur. Zaruret halinde susuzluktan ötürü içki içmenin haram kılınmasına gelince; bunun sebebi şudur: İçki, susuzluğu gidermez. Bilâkis arttırır. Çünkü onun tabiatı sıcak ve kurudur. Nitekim tıp bilginleri de böyle demişlerdir. Bu nedenle içki içen kimse, soğuk su içmeye aşırı derecede istek duyar. İçmek değil de onunla tedavî görmek câiz-dii diyenler de olmuştur. Açlığı gidermek için içki içmek, susuzluğu gidermek için içmek gibidir. Yine bunun gibi soğuktan etkilenip ölme noktasına yaklaşan ve ölümü içki kupası veya şarap küpünden başka bertaraf edecek bir şey bulamayan kimse ya da kalbine kriz nöbeti isabet edip ölme noktasına gelen ve de bu tehlikeyi azıcık içki içmekten başka hiçbir şeyin bertaraf etmeyeceğini bilen kimse, içkiden yararlanabilir.
Buharı, Sahîh'inde Ömer bin Hattâb (r.a.)'dan rivayetle şöyle der: "Re-sülullah (s.a.s.) zamanında Abdullah adında birisi vardı. Ona "eşek lakabı takılmış idi. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz ona gülerdi. Ayrıca içki içtiği için ona had tatbik etmişti. Yine içki içtiği için bir gün bu adam, Resülullah'ın huzuruna getirildi. Suçunu ikrar etti. Resûlullah da ona had tatbik etti. Orada bulunanlardan birisi "Allah'ım ona lanet et. İçki yüzünden ne kadar da Çok yakalanıp getiriliyor bu adam dedi. Peygamber Efendimiz ona cevaben dedi ki:
"Onu lanetlemeyin! Allah'a yemin olsun ki; ben onu kesinlikle Allah e Resulünü seven birisi olarak biliyorum.[54]
Bir başka rivayette de Peygamber Efendimiz şöyle demiştir: "Onu lanetlemeyin, ama deyin ki; Allah'ım, onu bağışla; Allah'ım ona rahmet eyle." Resûlullah (s.a.s.) içip suçunu ikrar eden ve kendisine had tatbik edilen kimseyi lânetlemekten bizleri menetmiştir. Çünkü had onu günahın cezasından temizlemiştir. Peygamber Efendimiz, şeytanın âsî ve günahkâr kimsenin kalbine girmesinden korktuğu için ona Iânet etmekten bizleri menetmiştir. Ayrıca Peygamber Efendimizin huzurunda bir kimse başkasına lanet eder de Peygamber Efendimiz onu yasaklamazsa; yaptığını onaylamış olur ki; bundan da kendisine lanet getirilen kimsenin kalbi incinir.
Âlimler, günahkârları ayıplamamak ve yüz yüze onları lanetlememek gerektiğini söylemişlerdir. Yalnız onlann yaptıkları kötü işleri genel ifadelerle lanetlemek uygun olur ve böylece onlar bu kötülükleri işlemekten uzaklaşırlar. Dahası, günahkârların önünde tevbe ve kabul kapısı açıhr. Çünkü Cenab-ı Allah'ın tevbesini kabul ettiği kişinin amel defterine taatlerden bir taat yazılır ve taati de yaptığı günahı silecek bir sebep olur. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a.) Şamlılardan güçlü, kuvvetli bir adamı arıyordu. Kendisine denildi ki; "Senin aradığın adam, içki içmeye dalmıştır. Hz. Ömer kâtibine dedi ki: "Yaz! Ömer'den falana... Sana selâm olsun. Ben sana, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ı övüyorum. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla. "Ha-mîm. Bu Kitab'ın indirilişi, Azız, Alîm olan Allah'tandır. O, günah bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan, ihsan sahibi Allah'tandır ki; O'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Dönüş ancak O'nadır." Sonra mektubu mühürleyip elçisine dedi ki; mektubu, ancak ayık bulduğun zamanda kendisine teslim et. Sonra yanındakilere, o adamın tevbeye nail olması için dua etmelerini emretti. Elçi ona gittiğinde, mektubu alıp okumaya başladı ve dedi ki: "Allah beni bağışlayacağını bana vaad ediyor. Azabiyla da beni sakındırıyor.'-' Bu sözleri ağlayıncaya kadar tekrarladı. Sonra içkiden temelli vazgeçip güzelce tevbe etti. Tevbesi de Cenab-ı Allah tarafından kabul olundu. Onun bu haberi Hz. Ömere ulaştığında, etrafında bulunanlara: "İşte böyle yapın. Bir kardeşinizin hatâ yaptığını gördüğünüzde hatasını düzeltin. Onu durdurun ve doğru yola kavuşmasına yardımcı olun. Cenab-ı Allah'ın, tevbesini kabul etmesi için dua edin. Ona karşı şeytana yardımcı olmayın." dedi. Kuşkusuz bu, sapıklan ve günahkârlan doğru yola getirmek için Hz. Ömer'in hikmetli bir siyasetidir.
İçki, Resûlullah (s.a.s.) in diliyle lanetlenmiştir. Dahası, Peygamber Efendimiz, uzaktan yakından içki ile alâkası bulunan herkesi lânetlemiştir. Lanetin mânası, Allah'ın rahmetinden kovulmak, izzet ve celâl sahibi Mevlâ'nın rızâsından mahrum olmaktır ki; bu da mutsuzluğun ve yoksunluğun doruk noktasıdır. İbn Mâce ve Tirmizî, Enes bin Mâlik'in şöyle dediğini rivayet ederler:
"Resûlullah
(s.a.s.) içkiyle ilgili olarak on kişiyi lânetlemiştir: Sıkanı, sık-tıranı,
içeni, taşıyanı, kendisi için taşmanı, sakisini, satıcısını, satış bedelini
yiyeni, kendisi için satın alınanı ve satın alanı.[55]
Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki: "Cibril bana gelip dedi ki: Ey Muhammedi Allah; içkiyi, içki sıktıranı, içeni, kendisine taşınanı, satanı, satın alanı, sakisini ve kupasını lânetlemiştir." Bu, İbn Abbas tandır. Bunu Ahmed'bin Hanbel, sahih bir senedle rivayet etmiştir. İbn Hibban da Sahih'in-de rivayet etmiştir. Hâkim de bu hadîsi rivayet etmiştir. Ebû Dâvud ve İbn Mâce, içinde Cebrail'den söz edilmeyen, ama bu mânadaki bir hadîsi İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. limler derler ki: Peygamber (s.a.s.) her ne kadar içki içtiğini ikrar eden ve kendisine had tatbik edilen bir| müslümam lânetlemeyi yasaklamişsa da insanların; tevbe etmeyip içki içmeye devam eden kimseyi lanetlemelerini caiz kılmıştır. Bu kişi şahıs belirtilerek de lanetlenebilir. Başkalarıyla birlikte genel ifadelerle de lanetlenebilir. Çünkü o, harâmlık hükmünü çiğneyip hafife almış ve ciddiyetle ciddiyetsizliği birbirine karıştırmıştır. Onun lanetlenmesi caiz olur ki; yaptığı kötülükten vazgeçip nefsini kınasın, günâhından tevbe edip fesadından geri dönsün, insanların kendisini kınamalarından korkarak içki kullanmaktan tamamıyla alâkasını kessin. Ama içmeye devam etmeyen kimseyi ayıplamak ve lanetlemek; kendisine had tatbik edildiğinde caiz olmaz. Çünkü had, onun için bir. keffarettir.
Bazı fâsıklar, arpa suyundan yapıldığı gerekçesiyle bira içmenin helâl olduğunu iddia etmişlerdir. Aynı şekilde "Arka" denilen hurma şerbeti, arpa ekmeğinin mayası olan boza ve esrar gibi şeylerin de helâl olduğunu iddia etmişlerdir. Bu tür içkilerin ve uyuşturucuların Resûlullah (s.a.s.) in zamanda mevcud.olmadıkları ve harâmhklanna ilişkin bir nass bulunmadığı gerekçesiyle helâl olduklarını iddia etmişlerdir. Bu içkilerin ve esrar, afyon gibi sonradan çıkma diğer uyuşturucuların haram oldukları hususunda âlimler' Sürüş birliği etmişlerdir. H. 1360 senesi şaban sayısında Ezher dergisinde muh-erem Mısır Müftüsü tarafından bir fetva yayınlanmıştı. Fâidesi herkese yönelik olduğu için fetvayı özet olarak buraya dercetmeyi uygun bulduk ki; herkes bundan yararlansın ve bu gibi içkilerin haram olduğu hususunda kalbinde şüphe bulunan kişide bu konuda kanaat ve kesin bilgi oluşsun.
Bu tür maddeleri kullanmanın haram olduğu hususunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü bunlar, büyük zararlara ve bir çok mefsedetlere sebebiyet verirler. Bunlar aklı bozar, bedeni çürütür; daha bir çok tehlikeli mef-sedet ve zararlara neden olurlar. Şu halde islâm hukukunun, haram olmakla birlikte bunları kullanmaya izin vermesi mümkün olamaz. Bu nedenle Hanefî âlimleri demişler ki: "Esrarın helâl olduğunu söyleyen kişi, zındık ve bid'-atçidir." Bu söz, anılan maddelerin haram olduklarına açıkça delâlet etmektedir. Aklı uyuşturup perdeleyen, kullanan kişide neş'e ve lezzet meydana getirip onu bu tür maddeleri kullanmaya sürekli sevkettiren bir çok maddeler, Kur'an-ı Kerîm'de Cenab-ı Allah'ın haram kıldığı şarabın hükmüne dahil olurlar. -Resûlullah (s.a.s.) in diliyle de bunlar, hamrın ve sarhoşluk verici diğer içkilerin hükmüne tabi tutulmuşlardır.
Şeyhül İslam İbn Teymiye, "Es Siyasetü'ş-Şer'iyye" adlı eserinde der ki: "Esrar, haramdır. Onu kullanan kimse tıpkı şarap içen kimse gibi hadde tabi tutulur. Esrar şaraptan daha pis ve murdardır. Çünkü o, akıl ve mizacı bozar. Öyle ki kişi, kadınımsı bir hal alıp deyyuslasın Daha bir çok fesâd ve kötülüğe yol açar. O, insanı Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyan Yine o, Cenab-ı Allah'ın ve Resulünün haram kıldığı şarabın ve sarhoşluk verici diğer şeylerin hükmüne lâfız ve mâna bakımından tabî olur.
Ebû Musa el-Eş'arî demiş ki: "Ey Allah'ın Resulü! Bizlere iki şarap hakkında fetva ver. Biz bu şarapları Yemen'de imal ediyoruz. Bunlardan birisine Bet' denilir ki; o baldır. Nebizi yapılır. Ateşte sertleşinceye kadar kaynatılıp köpürtülür. Diğeri ise müzrdür ki o da darı ve arpadan yapılan nebizdir. Sertleşinceye kadar ateşte kaynatılır." Ebû Musa'nın bu sorusuna Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şu veciz sözle karşılık vermişti:
"Sarhoş edici her şey haramdır.[56]Bunu Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Numan bin Beşİr'den rivayet: Hz. Peygamber buyurdular ki:
"Buğdaydan hamr vardır. Arpadan hamr vardır. Kuru üzümden hamr vardır. Hurmadan hamr vardır. Baldan hamr vardır. Ben, sarhoş edici her şeyi yasaklıyorum.[57] Bu hadîsi Ebu Dâvud ve diğerleri rivayet etmiştir. İbn Ömer'den rivayet: Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki: "Sarhoş edici her şey hamrdır. Sarhoş edici herşey haramdır." Bir başka rivayete göre de şöyle buyurmuştur:
"Sarhoş edici her şey hamrdır. Ve her hamr haramdır.[58]Bunu da Müslim rivayet etmiştir.
Hz. Aişe'den rivayet: Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki:
"Sarhoş edici her ş6y haramdır. Bir fırkı'nın sarhoş ettiği şeyin bir avuç dolusu da haramdır.[59] Tirmizî, bunun hasen bir hadîs olduğunu söylemiştir. Fırk, on altı batmanlık bir ölçektir. Yani çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.
Sünen sahipleri, bir kaç şekilde Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır." Hadîs hafızları, bunun sahih bir hadîs olduğunu söylemişlerdir.
Câbir (r.a.)'den rivayet: "Adamın biri, kendi yörelerinde darıdan yapmakta oldukları ve müzr adını verdikleri bir şarap hakkında Peygamber Efendimize sordu. Peygamber Efendimiz, "O, sarhoş edici midir?" diye sorduğunda adam, "Evet" cevabını verince Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
"Sarhoş edici her şey haramdır. Sarhoş edici şeyi içene Tıynetü'l-Hibal içireceğine dâir Cenâb-i Allah'ın ahdi vardır." Orada bulunanlar, "Tıynetü'l-Hibal nedir?" diye sorduklarında şöyle cevap verdi: "O, cehennem ehlinin teridir veya cehennem ehlinin vücutlarından akan bir sıvıdır.[60]Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.
İbn Abbas (r.a.), Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiş-tır: "Her uyuşturucu ve her sarhoş edici şey haramdır." Bu hadîsi Ebû Dâ rivayet etmiştir. Uyuşturucudan kasıt, aklı perdeleyen şeydir. Bu konuda Çok hadîs-i şerîf mevcuttur. Peygamber (s.a.s.) kendisine Allah tarafın ihsan edilen özlü sözlerle, vecizç halinde "Aklı perdeleyen ve sarhoş eden her şey..." diyerek içki ve uyuşturucuların türleri arasında hiç bir ayırım yapmamıştır. İster içilen şey olsun, ister yenilen şey... hiç farketmez. Şu da var ki; şarap bazan katık yapılın Esrar da bazan suda eritilerek içilir. Şarap içilir de yenilir de. Esrar yenilir de içilir de. Bunların hepsi de haramdır. Esrar, asr-i saadetten sonra bulunmuştur. Din bilgileri onu, Peygamber Efendimizin "Sarhoş edici" sözünün genel çerçevesi içine girmekten menetmemişlerdir. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin zamanından sonra sarhoş edici bir takım içkiler meydana gelmiştir. Hepsi de Kitap ve sünnetin harâmlığa ilişkin özlü ifadelerinin kapsamına dahildirler.
Merhum İmam tbn Teymiye, Fetava'sında bir kaç kez esrardan sözetmiştir. Özetle demiş ki: "Şu esrar denen ot ve bunu yiyenler ile helâl sayanlar lânetlidirler. Bu ot Allah ve Resulünün, bir de mü'min kulların gazabım muciptir. İçeni, ilâhî azaba mâruz bırakır. Kişinin dinine, aklına, ahlâk ve karekterine zarar verir. Mizacı bozar, öyle ki bir çok kimseleri delirtir. İçeni pespaye kılar, alçaklaştinr. Şarabın vermediği zararları verir. Bunda, şarapta bulunmayan zararlar vardır. Şaraba göre öncelikle haramdır. Müslümanlar bunu içerek sarhoş olmanın haram olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bunu helâl sayıp helâl olduğunu iddia eden kimseden tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse ne âlâ. Yoksa mürted olarak öldürülür. Üzerine namaz kıhnmayacağı gibi müs-Iüman mezarlığına da defnedilmez. Şarabın harâmlığma ve sarhoş edici her şeyin harâmlığma delâlet eden nasslar ile; esrarın azı da haramdır."
Öğrencisi rahmetli İbn Kayyım de İbn Teymiye'nin bu görüşüne katılarak, Zâdû'1-Mead adlı eserinde özetle şöyle demiştir: "Sıvı olsun katı olsun, şıra olsun, kaynatılmış olsun; sarhoş edici her şey şarabın kapsamına girer. Fısk-u fücur lokması denen esrar da bu kapsama girer. Çünkü bunlann tümü ResûluUah'm nassı ile şarap sayılmıştır ki, bu nassların senedinde ta'n noktası; metninde de mücmellik yoktur. Zîra sahih bir rivayete göre Resûlul-lah (s.a.s.) buyurmuşlar ki: "Sarhoş edici her şey hamrdır." Peygamberin (s.a.s.) hitaplarını ümmeti içinde en iyi anlayan ve maksadını en iyi idrâk eden saha-bileri, aklı uyuşturan her şeyin hamr olduğunu söylemişlerdir ki; bu da sahih rivayetlerle sabittir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz "Sarhoş edici her şey..." ibaresini kullanmamış olsaydı bile kıyas, sahih ve sarih olacaktı. Bu kıyasta kıyas edilen (fer) ile kendisine kıyaslanan (asi) her yönden eşittir. Sarhoş edici nesnelerin türleri arasında eşitlik hâkimdir. Bu türlerden birini diğerinden ayırmak, her bakımdan denk olan iki şeyi biribirinden ayırdetmek gibi bir şey olacaktır."
Bülüğ'l-Merâm şerhi Sübülü's-Selâm adlı eserin müellifi der ki: "Esrar gibi içilen bir nesne olmasa bile sarhoş edici bir nesne, her ne olursa olsun haramdır." Hafız İbn Hacer'in şöyle dediği nakledilir: "Esrarın sarhoş edici değil de sadece uyuşturucu olduğunu söyleyenler vardır. Oysa ki esrar, şarabın meydana getirdiği neşe ve coşkunun aynısını meydana getirir."
Hekimlerden İbn Baytar'm şöyle dediği rivayet edilir: "Mısır'da bulunan, insan bir veya iki dirhem kadar aldığında gerçekten sarhoş edicidir." Onun çirkin olan birçok Özellikleri vardır. Bazı âlimler, onun yüzyirmi kadar dinî ve dünyevî zararlarını saymışlardır. Onun çirkin özellikleri afyonda da mevcuttur. Onda fazlasıyla zarar vardır.
Şeyhü'l-islâm îbn Teymiye, öğrencisi İbn Kayyım ve diğer âlimlerin söyledikleri; haklı delilli ve gönlü tatmin edici sözlerdir. Zîra açıkça anlaşılmıştır ki esrara değinen Kitap ve sünnet nassları, daha zararlı olduğu ve mefse-detlere yol açtığı âlimlerce bildirilen afyona da değinmektedirler. Bu nasslar, daha önceleri bilînmeyip bilâhare piyasaya çıkan diğer uyuşturucuları da kapsamaktadır. Çünkü bunlar, üzümden elde edilen şarap gibi aklı perdeleyip fonksiyonunu durdurmaktadırlar. Şaraptaki zarar ve kötülükler, esrar da olduğu gibi fazlasıyla afyonda da mevcutturlar. Hem de daha endişe verici ve korkunç miktarda mevcutturlar. Nitekim bu husus apaçık, ayan beyan görülmektedir. İslâm fıkhının hiç bir uyuşturucuyu mubah kılmasına imkân yoktur. Bunlardan herhangi bir şeyin helâl olduğunu söyleyen kimse, Allah'a iftira etmiş veya bilmeden ilâhî hükmü saptırmıştır. Önce de naklettiğimiz gibi bazı! Hanefî âlimleri demişler ki:"Esrann helâl olduğunu söyleyen zındıktır, bid'atçidir." Esrarın helâl olduğunu söyleyen zındık ve bid'atçi olduğuna göre, sonraları piyasaya çıkan daha kötü ve daha zararlı olan bu uyuşturucula-r-n helâl olduğunu söyleyen de zındık ve bid'atçı olur. Hatta öncelikle zındık ve bid'atçı olur.
İslâm hukuku nasıl olur da bu uyuşturuculardan bir kısmını mubah kılar?! Zararı fert ve topluma; maddî, manevî, sıhhi ve ahlâkî yönlerden fazla miktarda dokunan bu uyuşturuculardan bazısını mubah kılması mümkün müdür? Halbuki islâm hukukunun binası hususî veya önemi ağır basan maslahatın celbi, mefsedet ve mazarratın defi esâsı üzerine kurulmuştur. Cenab-ı Allah, ilim ve hikmet sahibi Yüce Mevlâ; örneğin üzümden elde edilen şarabın azını da çoğunu da niçin haram kılmıştır? Haram kılmıştır... Çünkü onda mefsedet vardır. Çünkü onun azı çoğuna yol açar. Azım içmek çoğunu içmeye neden olur. Evet cenab-ı Allah, niteliği bu olan şarabı haram kılıyor da akıl, beden, din, ahlâk ve mizaç için çok daha fazla zarar ve mefsedetleri içeren uyuşturucuları haram kılmıyor mu? Kılmıyor diyenler ancak İslâm dinini bilmeyen câhil veya zındık ve bid'atçı kimselerdir. Yiyerek, içerek, koklayarak veya şırıngayla enjekte ederek bu tür uyuşturucuları her ne şekilde olursa olsun kullanmak, icmâ-ı ümmetle haramdır.
İslâm düşmanları, müslüman milletin gençlerini zayıflatmak, bu milletin malını zayi etmek, erkekliğini telef etmek, şehametini Öldürmek, adamlarının akimi bozmak için esrar ve diğer uyuşturucuları piyasaya sürüp kullanılmasını halka empoze etmektedirler ki islâm âlemi, gelişmiş ülkelerin saf-larmdan geri kalmakta devam etsin, yabancıların hegemonyası altına girsin, du§manlan tarafından ezilsin ve islâm ülkesi sömürülsün. Nitekim İsrail de arap ülkelerini yok etmek amacıyla oralarda esrar -ve afyona revaç buldurmaktadır.
Bu konuda çok söz söyledim: Çünkü haşhaş, bira, viski, fenki ve başka benzerlerinin hükmü hakkında bana çok soru soruldu ve bu uyuşturucuların halk arasında yayıldığını, bundan dolayı sıhhatlerinin bozulup ailelerinin fesada uğradığını ve servetlerinin elden çıktığını gördüm. Buna ilâveten hükümetin uyuşturucular ve kaçakçıları sindirmek için sarf etmiş olduğu gayreti görünce; Keşke hükümetin bu konuda sarf etmiş olduğu mallar, hayırlı projelerin tahakkukunda, fabrikalar ve şirketlerin kurulmasında sarfedilmiş olsaydı, millete çok hayır ve büyük fayda kazandırırdı. Eğer insanlar bu şer'î hükmü anlayıp.idrak etse ve onunla amel ederek bu uyuşturucuları ve sarhoşluk verici maddeleri kullanmaktan yüz çevirseler, bu ümmetin gençlerini, kuvvetini, izzetini, üstünlüğünü, hürriyetini ve istiklâlini korumuş olurduk. Ne olurdu; şu hükümetler insafa gelip şiddetli kanunlar ve caydırıcı hükümler çıkararak insanları perişan edici şeyleri kullanmadan, vücutlarını, akıllarını ve mallarını ifsad etmekten koruyabilseydi... Ve böylece bu durum, kaçakçıların ve uyuşturucu ticaretiyle uğraşan babaların îdam hükümlerinin çıkarılmasına kadar gitseydi...
Bazı insanlar, kendilerine çok kolay yollardan astronomik miktarda servet ve kazanç getirdiği için; içki, esrar, afyon ve kokain gibi uyuşturucu maddelerin ticaretiyle meşgul olmuşlardır. İslâm dini bu tür kazançları haram kıldığı halde bunlar kısa zamanda korkunç miktarda servet sahibi olmuşlardır. Oysa ki İslâm hukuku, bu gibi kimselerin geçimlerinin haramdan olduğunu söylemektedir.
Sarhoş edici şeyleri satmanın haram olduğu hususunda Peygamber (s.a.s.) Efendimizden bir çok hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Bunlardan biri, Buharı ve Müslim'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettikleri şu hadîs-i şeriftir: Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:
"Yüce Allah; içki, leş, domuz ve put satmayı haram kılmıştır.[61] Allah'ın kendisinden yararlanmayı haram kıldığı şeylerin satılması ve satış bedellerinin yenilmesinin de haram kılınmış olduğunu ifâde eden bir çok hadîs-i şerif vârid olmuştur. Anılan harâmlık hükmü, bu uyuşturucuları satmayı da kapsamına almaktadır. Çünkü bunları piyasaya sürüp revaç buldurmak, toplum fertleri arasında zarar ve mefsedetin yayılmasına sebebiyet verecektir. Böyle yapan kişi, toplumun harab olup telef olmasına vermiş gibi olur. Dahası o, canları Öldürüp mallan zayi eder. Dış görünümü bakımından bazılarının zannettikleri gibi bu her ne kadar bir ti-retse ^e asimda bu insanların ruhlarının harab olması, gençlerin bozulması ahlâkın zayi olması ve milletin helak olması üzerine yapılan bir ticarettir. Uyuşturucu ticareti yapmanın harânılığında şüphe yoktur. Çünkü bu ticaret, günah ve m'asiyetin işlenmesine yardımcı olmaktadır. Oysa ki Cenâb-i Allah, bizleri günah işlemek ve haddi aşmak üzerine yardımlaşmaktan me-netmiştir;
"İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlasın; günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardimlaşmayın.[62] Harâmhğma Kur,'ân-ı Keijm delâlet ettiği için bu şeylerin ticaretim yapmanın harâmlığı hususunda hiç şüphe yoktur. Bu sebeple Cumhûr-u ulema demişler ki: Müslüman bir kişiye göre bu uyuşturucuların hiç bir kıymeti yoktur. Bunları satmak caiz olmaz. Bunları gasbedenin, telef edenin tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü tazminat ödenmesi, bunların değerli nesneler olduklarına delâlet eder. Oysa ki haram kılınmış olmaları, değersizliklerinin bir delilidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Onun içilmesini
haram kılan (Allah), satılmasını ve satış bedelinin yenilmesini de haram
kılmıştır.[63]
İmamlar, kullanılma veya ticaret amacıyla kendilerinden uyuşturucu elde etmek için esrar ve haşhaş ekmenin harâmlığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki maddenin ekilmesi şu sebeplerden dolayı haramdır:
1- İbn Abbas'tan rivayet: Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki;
"Kendisinden şarap imal edene satmak amacıyla devşirme günlerinde üzümü devşirmeyip bekleten kimse, kendini ateşe atmış olur." Bu hadîs, anılan iki nesneyi ekmenin harâmhğma nassın delâleti yoluyla delâlet etmektedir.
2- Bu uyuşturucuları ekmek, ma'siyete yardımcı olmaktır: Bu ma'siyet de uyuşturucu madde kullanmak ve uyuşturucu ticareti yapmaktır. Ma'siyete yardımcı olmak da ma'siyettir.
3- Bu amaçla uyuşturucu madde ekmek; ekenin, insanların uyuşturucu kullanmalanna razı olduğunu gösterir. Ma'sıyet işlenmesine razı olmak da ma'siyettir. Çünkü, münkerâtı kalben protesto etmek, yani kalben hoş karşılamayıp buğzetmek, herhalde her müslümana farzdır. Dahası, Sahih-i Müslim'de Peygamber (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Münkeri (îslâma ters düşen davranışı) kalbiyle protesto etmeyen kimsede bir hardal tanesi kadar iman yoktur.[64] Bunda veliyü'l-emre de muhalefet vardır. Çünkü o bizleri bu amaçla konulan kanunlarla bundan nehyetmiştir. Allah'a ve Resulüne isyan olmayan hususlarda veliyü'1-emre itaat etmek, müslümanlarm icmâıyla vaciptir.
Bu uyuşturucuları satmanın haram olduğu bilindiğine göre bu ticaretten elde edilen paralar da haramdır. Zîra Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "Mallarımzı, aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin.[65] Yani bir kısmınız, diğer bir kısmınızın malını bâtıl sebeplerle almasın ve mübadele etmesin. Bu ha-râmlık iki bakımdandır:
1- Başkasının malını zulüm, yağma, hırsızlık, talan, hıyanet veya hile ile ya da bunlara benzer bir yolla almak.
2- Başkasının malını sakıncalı bir yolla almak: Örneğin kumar oynayarak almak. Veya haram kılınmış akidlerle olduğu gibi gayr-ı şer'î bir yolla almak. Meselâ ribâ muamelesi ya da anılan uyuşturucuları kapsayan hamr gibi Allah'ın kendisinden yararlanmayı haram kıldığı bir şeyi satmak gibi. Mal sahibinin gönül rızasıyla da olsa bütün bunlar tıpkı hırsızlık gibi haramdırlar.
Cenab-ı Allah'ın kendisinden yararlanmayı haram kıldığı şeylerin satışından elde edilen paranın (veya başka bir bedelin) de harâmhğım ifâde eden hadîs-i şerifler mevcuttur. İbn ebi Şeybe'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Doğrusu Cenab-ı
Allah bir şeyi haram kıldığında onun satışından elde edilen bedelini de haram
kılar.[66]
Zadü'1-Meâd adlı eserde şu ifadelere rastlamaktayız: "Cumhûr-u fuka-hâ demişler ki: Üzüm, onu sıkıp şarap yapacak olana satıldığında parasını veya bedelini) yemek haram olur. Ama onu yiyecek yapacak olana satılırsa hüküm bunun tersinedir. Silah da böyledir: Onun müslümanlaria savaşacak birine satılması durumunda bedelini yemek haram olur. Allah yolunda gaza edecek birine satılması durumunda bedeli helâl ve hoş bir mal olur. İpek elbise de böyledir: Giymesi haram olan birine satılması durumunda bedelini yemek haram olur. Ama giymesi helâl olan birine satılması durumunda hüküm bunun tersinedir..."
Kendisinden yararlanılması helâl olan bir şeyi, Allah'a ma'siyet için kullanacak birine satma durumunda satışından elde edilen parayı yemek, zikrettiğimiz deliller ışığında ve de Cumhûr-u fukahânın görüşüne göre haram olur ki; doğru olan görü| de budur. Madem ki helâl nesnenin hükmü budur; öyleyse uyuşturucular gibi kendilerinden yararlanılması haram olan nesnelerin satış bedellerinin öncelikle haram olması gerekir. Bu uyuşturucuların satışından elde edilen para haram olduğuna göre murdardır da... Sadaka, mes-cid yapımı, hacca gitmek gibi ibadetleri bu parayla yapmak makbul değildir. Yani bu parayı bu yolda sarfeden kimse sevap kazanmaz. Müslim, Ebû Hü-reyre'den naklen Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Cenab-ı Allah temizdir: Ancak helâl ve temiz olanı kabul eder.Cenab-ı Allah, Peygamberlere verdiği emri mü'minlere de vermiş ve şöyle buyurmuştur:[67] Ey Resuller! Helâl ve hoş şeylerden yeyiniz ve saüh amel işleyiniz.[68]
Ve yine Allah Teâlâ buyurdu:
'Ey mü'minler, size verdiğimiz rızıklarm temiz ve helâlinden yeyin ve Allah'a şükredin: Eğer hakikaten O'na tapıyorsanız.[69] Sonra (Peygamber Efendimiz) bir adamdan söz etti. Seferi uzun sürmüş, üzeri tozlu ve topraklı olup ellerini semâya açmış, "Yâ Rab, Yâ Rab!" diye dua ediyordu. oysa ki yediği, içtiği, giydiği haramdı. Haramla beslenmişti. Bu kişinin dua-sı nasıl kabul edilirdi?!"
Ahmed bin Hanbel'in, Müsned'inde îbn Mes'ûd (r.a.)'tan rivayet ettiği hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde
Unan Allah'a yemîn olsun ki bir kul haramdan mal kazanır ve o maldan (güya) Allah yoluna sarf eder ki; malı kendisine hayırlı olsun... O maldan sadaka verir ki; sadakası kabul olsun... Malını sarfedip kendisinden sonraya bırakmaz... Hayır, bu, onun için cehennem ateşini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Cenab-ı Allah kötülüğü kötülükle silmez. Ama kötülüğü iyilikle siler. Murdar, murdarı silmez."Ebû Hüreyre'den,Peygamber(s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Kim haram mal kazanıp onunla sadaka verirse, onun için sevap olmaz. Onun günah ve cezası, üzerine olur.
Kasım bin Muhaymere'nin Merasil adlı eserinde nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse (haram ve) günahkârlıkla mal sahibi olur da onunla aile bağlarını güçlendirir veya sadaka verir veyahut o malı Allah yoluna sarfederse; bunların hepsi toplanır, sonra o malla beraber cehennem ateşine atılır."
Yine Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir hacı (adayı haram ve) murdar nafakayla (yola koyulmak üzere evinden) çıkıp ayağını (bineğinin) üzengisine koyduğunda ve Iebbeyk Allahüm-me "Rabbim! Emret senin emrine itaatkârım" dediğinde, gökten bir melek ona şöyle seslenir: "Ne Iebbeyk ne de sa'deyk. Haccm sana reddedilmiştir."
Biribirini teyid eden bu hadîsler, haram malla verilen sadakaları ve edâ edilen haccı ve diğer ibadetleri Allah'ın kabul buyurmayacağma delâlet etmektedirler. Bu nedenle Hanefî âlimleri hac için haram malla masraf yapmanın haram olacağını kesin olarak ifade etmişlerdir,
Buraya kadar anlatılanları şöylece özetleyebiliriz:
1- Esrar, afyon ve diğer sarhoş edici, rehavet verici uyuşturucuları kullanmak haram kılınmıştır.
2- Bu maddelerin ticaretini yapmak ve bunu gelir getiren bir iş edinmek haram kılınmıştır.
3- Bu maddelerin kaçakçılığını yapmak ve bunların revaç bulması için tüccarların destek olması, bu yolda çeşitli hilelere başvurmak haram kılınmıştır.
4- Kullanmak veya ticaretini yapmak amacıyla uyuşturucu elde etmek İçin esrar ve afyon ekimini yapmak haram kılınmıştır.
5- Bu maddelerin ticaretinden elde edilen kazanç, haram ve murdardır. Bu yolla sağlanan paralan taat ve hayrat için harcamak makbul değildir.
Kanada'nın Lama Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mothrein, kalp hastalıklarıyla ilgili olarak Londra'da düzenlenen uluslararası bir kongrede şu açıklamada bulunmuştu: "Kırksekiz erkek ve iki kadın üzerinde inceleme yaptım. Bunlar hastaydılar.;Vücutlarında beriberi hastahğınınkine benzer bazı bulgular buldum. Sonrai bunların kalp hastası oldukları anlaşıldı. Hastalıklarının sebeplerinden biri de bira idi. Bunlar günlük olarak 3,11 litre kadar bira içiyorlardı. Hastalığın sebebi de biranın sarhoş edici etkisini arttırmak için içine konulan bir madde idi. Deneyler, bu maddenin kalpte sıkışıklık meydana getirdiğini ve kalbin iç taraflarına kadar sızdığım ispatladı."
İmam Muhammed Reşid Rızâ; tefsirinde, mâide süresindeki hamr âyetin: tefsir ettikten sonra sözü tafsil ederek demiş ki: "Hamnn hakikatini açıklamak amacıyla sözü burada uzattık. Çünkü hadîs-i şerifte geçen "Adından başka ad takarak hamr içmek için insanlar hamn helâl sayacaklar" mealindeki sözler uzun zamandan beri halk arasında gerçek ifadesini bularak tahakkuk etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünden sonra insanlar birçok hamr (içki) çeşitleri icad etmişlerdir. Bunlar üzüm hamrina (şaraba) nispetle akıl ve bedene çok daha şiddetli zararlar vermektedirler. Tabipler bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Bunlar insanlar arasında kin ve düşmanlığı daha da fazlalaştırmaktadır. İnsanları Allah'ı anmaktan daha fazla alıkoymaktadır. Kesin olarak yalnızca üzüm şırasından elde edilen içki haramdır. Diğer iç-kilerinse sadece sarhoş edecek kadarını içmek haramdır" demek, insanları üzüm şarabından başka içkilerden yani o Öldürücü zehirlerden az miktarda içmeye cesaretlendirir. Bunların azı çoğunu getirir. İçmeye devam etmek ölüm-K-.Bu sözde büyük mefsedet vardır. Bu sözü çürütülüp cumhûr-u selefin özünü yeğlemek ve o asılsız söze muhalefet etmek , kuvvetli maslahatları getirir ve büyük serlerin ve kötülüklerin gediğini kapar. ordunun sırrını öğrenmek için komutanı sarhoş etme, millî politikayı öğrenmek için politik liderleri sarhoş etme yoluna baş vurmaktadırlar. Bazan başkanın içtiği bir bardak şarap, milleti tümüylü telef eder ve halkı toptan helak eder. Bu bir bardak içki, koskoca bir ordunun hezimete uğramasına neden olur. İşte bu nedenle İslâm dini içki içmeyi şiddetle haram kılmış ve bunu Kur'ân-ı Kerîm'in üç âyetinde zikretmiştir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de içki yasağını sıkı tutarak şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyada içki
içen, sonra ondan dolayı tevbe etmeyen kimse, âhirette ondan mahrum kalır.'[70]
Bu hadîsi Buharî ve sünen sahipleri rivayet etmiştir. Müslim ise bir rivayette "Ondan içemez kaydını eklemiştir. Yani Cenabı Allah o kimseye cenneti haram kılar. Cennete giremez ki orada içebilsin. Bir deyişe göre de o kimse mü'rnin olarak ölüp cennete girse de orada içki içemez. Çünkü o burada acele edip içmiştir. Aceleciliğinin cezası olarak da cennetteki içkiden mahrum bırakılacaktır. Meğer ki Allah kendisini affetsin.
Ahmed bin Hanbel, Buharî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî; Ebû Hüreyre (r.a.) den naklen Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Zina eden, mü'min haldeyken zina etmez. Hırsızlık yapan, çalarken mü'mîn değildir. İçki içen, içerken mü'min değildir.[71] Bir kavle göre burada geçer. "Mü'min değîjdir" sözünden kasıt, "Kâmil mümin değildir." Bir kavle göre de "Mümin değildir" sözünden kasıt, mü'min kişiyi içki içmekten menetmektir. Bir başka kavle göre ise mü'min kişi, bu günahları işlerken îmanı kendisinden ayrılır. Sonra da kendisine geri döner. Bu günahı işlerken ölürse, imansız gider.
Tuhaftır ki; çağımızda medeniyet öğrenenlerin hepsi ve bilimsel dergilerle gazetelerin yayınlandığı gelişmiş, uygar ülkelerin insanlarının çoğu içkinin bedene, akla, mala, toplum sağlığına ve toplumsal terbiyeye şiddetli zararlar verdiğine inanıyorlar. Ama bu inançları onları içkiden vazgeçirmiyor ve onları tevbeye yöneltmiyor! Hatta bu insanlardan tabip olanlar bile -ki onlar diğerlerine nisbetle içkinin zararlı olduğunu çok daha iyi biliyorlar- sarhoşluğun hastalık ve dert peyda ettiğini, içeni delirttiğini; gençliğini, iffetini, yuvasını, servetini telef ettiğini bildikleri halde; içki içmeye, içki sofralarına katılmaya devam ediyorlar. Ama bunlardaki irâde zaafı, dost ve arkadaşları taklid ve şevki, içkinin meydana getirdiği neş'e lezzeti, kederleri unut-dostlarla hoş olma gibi nedenler, bu gibi kimseleri içki içmeye sevkedi Allah'm da gazabını üzerlerine çekiyor.
1- İçki içen kimseden; içerken imanın her türlüsü sıyrılır.
2- Yüce Allah'ın buyruğuna muhalefet ettiği için O'nun lanetine uğramaya ve rahmetinden kovulmaya müstahak olur.
3- İçki içmek kederlerin gelmesine, rızkın daralmasına, buhranın yayılmasına, zillet ve ahmaklığa sebebiyet verir ve cinsel iktidarı azaltır.
4- Ancak âsî ve fâcirfölan, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen kimse içki içmeye teşebbüs eder.
5- içki içmek, insanı ma'siyetlerin tümünü işlemeye yöneltir; çünkü o, kötülüklerin anasidir.
6- Cenab-ı Allah, içki içeni kıyamet gününde azaplandırır. Ona zina edenlerin tenasül organlarından çıkan pisliği içirir. Allah korusun.
7- İçki içene cennet haramdır. Cennetin kokusunu bile alamaz.
8- İçki içenin çekeceği azap, putperestlerin çekeceği azap gibidir.
9- Cenâb-ı Allah içki içeni, şiddetli susamış halde haşr edecektir.
10- Cenab-ı Allah, içki içenin ibadetim kırk gün süreyle kabul etmez, duasına icabet etmez.
11- İçki içen, Peygamber (s.a.s.)'in de "İçki içenlere selâm vermeyin" dediği gibi hor ve hakîr görülmeyi hakeder.
12- İçki içenin üzerine Allah'ın gazabı iner. îçki içer haldeyken ölürse, yüce Allah'ın sevap ve rahmetinden mahrum olur.
13- İçkici sarhoşken ölürse, sarhoşluğu nedeniyle Allah onu azaplandırır. Bu fiilinin acılığını ona başka şeyde tattırır. İmansız olarak ölür.
14- içki içene cehennem ateşi içinden bir pınar kaynar. Bu pınar ona; w, cerahat ve diğer pislikleri akıtır. Bu pınardan onun için kan, irin ve cerahat gelir.
18- İçkinin zararı, kişiden evlâdına ve zürriyetine intikal eder ve çocukları hastalıklı olarak doğarlar.
19- îçki içenin farz ve nafileleri Allah tarafından kabul edilmez.
20- Kişi sarhoşken ölürse,sarhoş olarak mezara girer; sarhoş olarak ne-zanndan çıkıp hasredilir; sarhoş olarak cehenneme girer. O, "sarhoş" adı verilen bir dağda kalmakla emrolunur. Bu dağdan irin ve cerahat akar. Yer ve gök yerinde durdukça sarhoşların yiyecek ve içecekleri bu irinle cerahat olacaktır. Nitekim Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, bu hususu hadîs-i şerîfte haber vermiştir.[72]
1- Yüce Allah buyuruyor kî:
"(Ey Resulüm), sana içkiyi ve kuman soruyorlar: De ki; ' Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için bazı (ufak tefek) faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür.[73]
2- Buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Şarap (içki içmek), kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, (cahillik devrinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurullasınız.[74]
3- Buyuruyor kî:
"Ve elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. (İyilik ve) ihsanda bulunun. Çünkü Allah, muhakkak iyilik ve ihsanda bulunanları sever.[75]
4- Buyuruyor ki:
"Helâli harama
değişmeyin.[76]
5- Buyuruyor ki:
"Ey imân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz helâl ve temiz şeylerdenin.[77]
6- Buyuruyor ki:
"Allah'ın size nzık olarak verdiği nimetlerden helâl ve hoş olarak yeyin[78]
7- Buyuruyor ki:
"Nefislerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir.[79]
8- Buyuruyor ki
"Ey Resuller! Temiz ve helâl olan şeylerden yeyin ve salih amelde bulunun. Çünkü ben, yaptıklarınızı hakkıyla bilenim.[80]
9- Buyuruyor ki:
Ey iman edenler! Siz sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.[81]
Savaş halinde ve dar-i harpte hadlerin tatbik edilmeyeceği hususunda gmlar görüş birliği etmişlerdir. Bununla beraber islâm dini subay, er ve kendi tâbilerine Allah'a taati devam' ettirmeyi, hikmet sahibi şeri-koyucunun emirlerine sarılmayı, takva ile süslenmeyi emretmiştir ki; Cenab-ı
Allah onları düşmanlarına karşı muzaffer kılsın. Zîra Kur'ân-ı Kerîm'de bu-yuruluyor ki: "Muhakkak ki Allah, dinine yardım edene yardım edecek, zafer verecektir. Şüphe yok ki; Allah çok kuvvetlidir, her şeye galiptir.[82]
"Eğer Allah'a
(dinine) yardım ederseniz, o da size zafer verir ve ayaklarınızı (savaşta)
sabit kılar.[83]
Bu nedenle amirler ve komutanlar, erlerle subaylara savaş alanında namazı elden bırakmamalarını tavsiye eder, günah ve ma'siyetten uzak durmalarım emrederler ki; Allah onlan düşmanları üzerine muzaffer kılsın. "Zafer, ancak Allah'tandır.[84]
Tarihlerde kaydedildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), Kâdisiye muharebesi kumandam Sa'd bin ebi Vakkâs (r.a.)'a bir mektup göndererek mektubunda ona ve askerlerine şu tavsiyelerde bulunmuştu: "Sana ve beraberindekilere, her halinizde Allah'tan sakınmanızı tavsiye ederim. Zîra Allah'a karşı gelmekten sakınmak, düşmana karşı yapılan en iyi bir hazırlık ve savaş içinde de en kuvvetli bir stratejidir. Sana ve beraberindekilere, düşmanlarınızdan çok ma'si-yetten sakınmanızı emrederim. Çünkü askerin günah işlemesi, ordu için düşmandan daha çok tehlikelidir. Müslümanlar ancak Allah'a iman ve taatleri, düşmanlarının da O'na isyanları sayesinde muzaffer olurlar. Eğer bu olmasaydı, bizim onlar karşısında gücümüz olmayacaktı."
Bütün bunlarla birlikte mücahid bir müslüman haddi gerektiren bir suç işleyecek olursa; dâr-ı harpte ona had tatbik edilmez. Bunun delili de Sa'd bin ebi Vakkâs (r.a.)'m Ebû Mihcen es-Sakafî ye uyguladığı muamele tarzıdır. Ebû Mihcen hem cahiliyet hem müslümanhk devirlerinde namlı yiğitlerden olup güçlü ve kuvvetli bir kimseydi. Fıtraten şâir ve değerli bir insandı. Ancak şaraba tutkunluğu vardı. Onsuz edemiyordu. Ne had ne de kınayıcı-larm kınaması ona şarabı bıraktıramıyordu. Hz. Ömer bu yüzden ona defalarca had tatbik etmiş; denizde bir adaya sürgün etmişti. Beraberinde bir adamı da (bekçi olarak) göndermişti. Bir fırsatım bularak bekçiden kaçmış ve Kâdi-siye'de Sad bin ebi Vakkâs'ın askerleri arasına katılmıştı. Sa'd, farslarla savaşıyordu. Ebû Mihcen, Hz. Ömer'in kendisiyle birlikte göndermiş olduğu bekçiyi öldürmeyi planlamış, adam bunu hissederek kaçıp Hz. Ömer'in yanma gelmiş ve durumu haber vermişti. Hz. Ömer, Ebû Mihcen'i hapsetmesi için Sa'd bin ebi Vakkâs'a mektup göndermiş, Sa'd da onu hapsetmişti. Kâ-disiye'de kılıçlardan kan damlamaya ve savaş alevleri tutuşmaya başlayınca Ebû Mihcen, Sa'd'ın karısından bağlarım çözmesini ve Sa'd'm atım kendisine vermesini rica etti. Savaştan sağ salim dönerse tekrar eski zincirlerine bağlanacağına ve hapse gireceğine söz verdi. Şayet şehid olursa da kendisi için bir kınamanın sözkonusu olmayacağım söyledi. Sad'ın karısı da onu salıverip kocasının atını kendisine verdi. O da Kâdisiye savaşında vuruştu ve parlak bir imtihan verdi. Sonra da hapishanesine geri döndü. Müslümanlar onun sayesinde muzaffer olmuşlardı. Sa'd bin ebi Vakkâs da içki içme haddini ona tatbik etmedi. Çünkü hadler ne savaş halinde ne de dâr-ı harpte tatbik edilmezler. Ta'zîr ise içtihada bağlı bir şeydir. Sa'd (r.a.) kendini Allah yolunda feda edip parlak bir imtihan verdikten sonra Ebû Mihcen'e içki haddini tat-etmemeyi uygun buldu. Çünkü günahları temizlemek için onun bu yapığından daha güçlü bir keffaret düşünülemezdi. Şehit düşerse mücahidin cen-Je.e Sırmesini Allah (c.c.) garanti etmiştir. Şayet sağ dönerse, günahları bağışlanmış olarak sevap ve ganimetle döner. Bu haddin affedilmesi, Ebû Mih-tevb1en kalbıni etkilemiş, artık bir daha hiç geri dönmeyecek şekilde Allah'a mti' çkiden kopmuştu. Kuvvetli imana ve sarsılmaz azme sahip getirm? 1Şu böyle oIur' Günahından korktuğunda önceleri alışkanlık haline olduğu ma'siyetten alâkasını keser ve rabbine döner.
Yasaklad Düşman toprağında had tatbik etmeyi rivayet edilmiştir. Bunu ibn ebî Şeybe (r.a.) rivayet etmiştir.
Lügatte had, menetmek demektir. İnsanları içeri girmekten menettiği için kapıcıya da haddâd denilir. Nihâye adlı eserde denilir ki; had, suç ve yasak mânasına gelir. Bu kabilden olarak Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bu hükümler, Allah'ın (yasak) sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın.[85] Had kelimesi, şâri'in suçun ardına bitiştirdiği ceza anlamına da gelir: Örneğin "Ona had (ceza) tatbik ettim" gibi. Haddin asıl mânası, iki şeyi birbirinden ayırıp bunların iç içe girmelerini engellemektir. Misbah adlı eserde denilir ki: Buna örnek olarak şer'an takdir edilen hadleri de gösterebiliriz. Çünkü bu hadler, kişiyi suç işlemeye teşebbüs etmekten mene-derler.
Şer'î ıstılahta had, Allah'ın hakkı olarak takdir edilen ceza demektir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de buyuruluyor ki:
Kim Allah'ın hududunu aşarsa, nefsine zulmetmiş olur."
"Allah'ın
hududunu (şer'î hükümlerini) koruyanlar.[86]
Had sayesinde toplumdaki fesâd ortadan kalkar, nefisler helak olmaktan kurtulur, namus korunur, nesepler birbirine karışmaz, mallar saçılıp savrulmaz. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Yeryüzü (îman ve adaletle) düzeldikten sonra orada feasâd çıkarmayın.[87]Yani yeryüzünde hiç bir şeyi bozmayın. Tabiî sarhoş edici şeyleri içerek akıllan bozmaktan, öldürerek veya organları keserek canları bozmaktan; zina ederek, homoseksüellik yaparak, namusa iftira ederek nesepleri bozmaktan; gasbederek, çalarak ve muamelâttaki çeşitli hîleleri yaparak mallan bozmaktan; küfür ve bid'atlere saparak dîni bozmaktan menetmek de bu kapsama girmektedir. Çünkü dünyada muteber olan maslahatlar, şu beş şeydir:
1- Nefisler
2-Akıl
3- Namus
4- Dinler
5- Mal.
Hadüin caydırıcılığı sayesinde; âlemde fesada yol açacak fiillerden uzak durulmaktadır. Zİnâ haddi sayesinde nesep korunmakta, zürriyetler soyların karışmaması nedeniyle manen emniyet altına alınmaktadır. Bu sebeple şeriat koyucu zina haddine veya recmine tabi tutulan kimsenin yanında halkın toplanmasını istemiştir. Yüce Allah buyuruyor ki;
"Mü'minlerden bir topluluk da bunların ceza tatbikinde şâhid olsun.[88]
Diğer hadlere gelince; bunlar sayesinde, içki nedeniyle aklın bozulması, iftira nedeniyle namusun bozulması, hırsızlık nedeniyle insanların pallarının alınması önlenmiş olmaktadır. Evet bu saydığımız şeylerin çir-k'n oldukları herkesin akıl ve iz'anlarında yer yapmış bir husustur. İşte bu sebeple geçmiş dinlerden hiç birinde kimsenin kimseye malı ve ırzı helâl Anmamış; zina ve sarhoşluk mubah sayılmamıştır. Tüm insanlık naza-rnda bu şeyler; kendisinden uzakjdurulması gereken fâsid ve kötü şeyler olduklarına göre, kişiyi bunlardan meneden hadler, halisane bir şekilde ilâhî hukuktandırlar. Noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah'ın hukuku her zaman bütün toplum İçin fayda ve maslahat ifade eder.
Hadlerin meşrû'luk hikmeti; namusun bozulması, ırzın pay-i mâl olması, neseplerin zayi olması, malların telef edilmesi, canların alınması, güvenliğin sarsılması gibi kulların zarar göreceği işleri yapmaktan insanı menetmektir. Hadler tüm toplumu helak eden, yapısını bozan, bağlarını koparan, uçurumun kenarına sürükleyen öldürücü manevî hastalıklara ve tehlikeli ahlâkî buhranlara karşı başarılı birer ilaç ve şifâ verici birer devadırlar.
Ahlâklı oldukları müddetçe Milletler var olurlar. Ahlâklarım yitirdiklerinde Varlıklarını da yitirirler.
İslâmiyet sapmayı; Allah'ın insanı yarattığı selim fıtratın çizgisi dışına çıkmak, tabiata baş kaldırmak ve isyancılık olarak değerlendirir. Selim tabiattan sapan kimseyi islâmiyet tedavi etmeye uğraşır. Tedavisi mümkün olmaz ve İslah da fayda vermezse o zaman islâm, suçluyu günahtan caydırmak için çok katı tavırlar takınır. Ona karşı sert hükümler uygular ki; fe-sâd, bütün toplumu yıkıp altetmesin.
İşte islâmiyet bu yöntemle sapmalara karşı savaşır. Tedavisi imkânsız öldürücü bir hastalığa yakalanan organ nedeniyle vücudun bütünü elden gitmesin diye nasıl ki o organı kesmek gerekiyor: Aynen öyle de insanlık cemaatini zayi olup bozulmaktan korumak için islâmiyet, suça uygun caydırıcı hadler koymuştur.
Zina; mükellef bir kimsenin, üzerinde mülkiyet ya da mülkiyet şüphesi bulunmayan şehvetli bir kadının vaginasiyla cinsel temasta bulunmasından ibarettir. Nesep ve süt emişme bakımlarından zina sebebiyle hısımlık mahremiyeti sabit olur.
Zina suçu şeref, ahlâk, fazilet ve moral değerlere karşı işlenen en çirkin cürümlerden biri olduğuna göre, toplum binasının yıkılmasına, ailenin parçalanmasına, soyların karışmasına, evlilik bağının kopmasına, çocukların terbiyesiz olmalarına yol açar. Dahası, çocuğun heder olmasına neden olur ki; bu da onun için manevî bir ölümdür. Zinadan doğan çocuk terbiye edecek bir kimse yoktur. Ana tek başına onu,terbiye edemez. Kısıtlı olduğu için çocuğun ihtiyaçlarını göremez. Böylece çocuk, çok kötü ve perişan bir halde büyür. İnsanlık toplumunun bünyesinde bozuk ve kötü bir organ olur. Öfke ve kin yayar, fesat ve cürüm saçar. Çünkü o, pis ve çirkin bir cürmün semeresidir.
Zina suçu, hayatın en tehlikeli bir hadisesidir. Cemiyet düzeniyle, hayatın mutlu, huzurlu ve tutarlı olmasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu nedenle hikmet sahibi sâri', evlilik hayatını yıkımdan kurtarmak; aile bağlarını tehdid edici tehlikeli belâ ve musibetlere karşı korumak için zina haddine çok büyük ehemmiyet vermiştir. Tenasül organını günahtan muhafaza etmeyenin cezasını anlatmış, detaylıca açıklamış ve bunu cezaların en fecîi ve en şiddetlisi kılmıştır.?Bu suçu işleyenlere karşı şefkat ve acıma hissi duymamamızı, suçlulara had tatbiki esnasında bir mü'min cemaatin şâhid olarak bulunmasını emretmiştir: "Mü'minlerden bir topluluk da bunların ceza tatbikinde şâhid olsun.[89]
Sonra Yüce Allah, tenasül organlarımızı muhafaza hususunda gözetmemiz gereken hususlarla, bu organların zayi olmasına karşı korunmaları için gereken hususları açıklamıştır. Cinsiyet uzuvlarının hürmet ve si-yaneti, muhafaza ve ihtiyatı için icab eden hususları izah etmiştir. Yabancı kadınlara bakmamamızı emretmiştir. Çünkü bakış, zinanın postasıdır. Kadınların vücutlarını müptezelliğe karşı korumamızı, yabancı erkeklere görünmemelerini emretmiştir. Kadını; örtünüp kapanarak şüpheli yerlerden ve fesat çukurlarından uzak durarak vücudunu muhafaza etmeye teşvik etmiştir. Yabancı erkeklerle biraraya gelmekten uzak durmasını emretmiştir ki; haramların içine düşmesin ve bu bir araya gelişi de onu açılıp saçılarak günaha; dolayısıyla haddi gerektiren bir suça sürüklemesin. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Evlerinizde oturun ve evvelki cahiliyyet (zamanında süslenerek, ince elbiseler giyerek, açılıp saçılarak sokağa çıkan kadınların) çıkışı gibi Çıkmayın.[90]
Cenâb-ı Allah, Peygamber medresesinde terbiye gören, en büyük is-'âmî üniversitede yetişen, peygamberlik edebiyle edeplenen Resûlullah (s-a.s.)'m ahlakıyla ahlâklanan mü'minlerin anaları, Peygamber Efendimizin hanımlarına ki bunlar saliha ve ibadet ehli kadınlardır- hitab ederek; hac ve umre, ana-baba ziyareti, sıla-i rahim, hasta ziyareti veya bunlara benzer şer'î bir mazeret olmadıkça evlerinden çıkmamalarını emir buyurmuştur. Şayet bir mazeret nedeniyle çıkacak olurlarsa zînet ve süslerini açığa vurmamalarını.güzelliklerini izhar etmemelerini, berrak ve şeffaf elbiseler giymemelerini emretmiştir. Cenab-ı Allah onlara bu emri verdiğine göre -ki onlar zaten bu hal üzerineydiler- diğer kadınlar için bu hususta daha çok sakınılması gerekir. Diğer kadınlar evlerinden çıkıp insanların gözleri önünde yollarda yürüyecek olurlarsa; bu onlar için daha tehlikeli olur. Çünkü insanlar arasında âsî, fâcir, fâsik, mücrim ve Allah'tan çekinmeyen, korkmayan, kalbi hasta kimseler vardır. İbn Mes'ûd (r.a.) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kadın avrettir. Evinden çıktığında şeytanın kontrolüne girer. Rabbi-nin esirgemesine en yakın olduğu zaman, kendi evinde bulunduğu zamandır.[91]
Bir mefsedetin tahakkuk etmesi durumunda kadının evden dışarı çıkmasının büyük günah olacağı hususunda fıkıhçılar görüş birliği etmişlerdir. Örneğin parfüm sürünüp süslenerek, açılıp saçılarak, tıpkı günümüzde olduğu gibi fitneyi mucip şekilde güzelliklerini yabancı erkeklere göstererek evinden dışarı çıkması haram olur. Çıkması halinde fitne vukûbu-lacağını zanneder de fitne vukûbulmazsa, çıkması büyük günah olmaz.
Fıkıhçılar demişler ki: Kadının bir mazeret nedeniyle evden dışarı çıkması bazı şartlarla caiz olur ki; bu şartların en önemlileri şunlardır: Beraberinde bir mahreminin bulunması, kapalı olması, parfüm sürünmemesi, süslenmemesi, güzelliklerini gizlemesi, erkek kalabalıklarından uzakta yürümesi.) Bir şartlara riâyet edilmesi durumunda fitneye düşmekten koru-nulmuş olur. Böylece müfsidlerle mütecavizler de kadından uzaklaştırılmış olur.
İslâmiyetten önceki ilk cahiliyet dönemindeki açıklık ve saçıklığa gelince; o zamanlarda kadınlar süslerini, güzelliklerini, boyun, göğüs, saç, baş, sırt, kollar ve bacaklar gibi örtülmesi gereken yerlerini açığa vurarak, salınıp arz-i endam ederek yürürlerdi.
Gayretli ve hür mü'minin gönlünü yaralayan hususlardan biri de za: manımızda müşahede ettiğimiz kadın ve genç kızların açılıp saçılmaları, müptezelleşerek sokaklara çıkmaları, giyinik çıplak hale gelmeleri, erkeklere meyletmeleri, erkekleri kendilerine meylettirmeleri, saçlarını ve sırtlarını açmaları ve bunu yaparken de hiç utanmamaları ve aldırış etmemeleridir. İslâm Öncesi cahiliyyet devrine oranla daha da müptezelleşerek çö-züntüye düşmüşlerdir. Bunun günahı da önce onların, sonra da koca, baba ve kardeş gibi velilerinin üzerinedir. Allah onlara lanet etsin. Onların tu hallerine razı olanlara, onlara bakanlara ve onların bu durumlarına muvafakat eden erkeklere lanet etsin. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ne doğru söylemiş:
"Cehennemliklerden iki sınıf (insan) vardır ki ben onları görmedim: (Onların biri) bir kavimdir ki; beraberlerinde sığır kuyruğu gibi kırbaçlar vardır. Bu kırbaçlanyla irjsanlara vururlar. Bir de giyinik çıplak kadınlar ki; erkeklere meyleder, erkekleri de kendilerine meylettirirler. Başlan, Horasan develerinin meyilli hörgüçleri gibidir. Onlar cennete giremezler ve kokusunu da hissedemezler. Oysa cennetin kokusu şu kadarlık bir mesafe Öteden hissedîlebilir.[92]
Bu hadîs-i şerif, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Peygamberlik delillerinden biridir. Çünkü O, gelecekte meydana çıkacak olayları ve hayatından 1400 yıl sonra vukûbulacak gaybî hadiseleri önceden haber vermiştir.
Zina haddinin konulmasıyla gönülde yer yapan, kalbi etkileyen bir hastalık tedavi edilmiştir. Bu hastalık, şehvetin insan bedenine ve aklına hakim olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Allah insan cinsinin devamı ve dünyanın İmarı için şehveti İnsan bedenine yerleştirmiştir. Ama bu şehvet denen güç, insanı bazan erdemliliğin sınırları dışına çıkarır. İşte şeriat koyucu, insanın bataklığa düşmemesi ve doğru yola dönmesi için şehvetinin önüne bir sınır koymuştur.
Çirkin bir fiil olan zinanın zararlarına ve onun sevimsiz sonuçlarına gelince; bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü bunlar ahlâkî, dînî, bedenî, içtimaî ve âiievî zararlardır. Seni; işlerken failinin sevinçli ve mutlu o'duğu, ama buna karşın rabbinin öfke ve gazabını üzerine çektiği, şiddetli azaba mâruz kaldığı şeni' bir fiilden menederim. Bu çirkin fiil bu kaparla da kalmıyor... Gömleğin bedenden çıkarılışı gibi, zina yapan kişinin.da kaIb'nden sıyrılıp çıkıyor. Bu fiili işlerken ölen,. Hz. Peygamber buyurmuş:
"Zinâ eden kişi, zina ederken mü'min değildir.[93] Bu hadîsi Buharî ve diğerleri rivayet etmiştik Bu fuhuş fiilinin işlenmesi dolayısıyla kadına dokunan zararlara gelince, bunların başlicaları şunlardır: Her şeyden önce kadının ırzı pây-ı mâl olur, şerefi elden gider, utanma duygusunu yitirir, dîninden olur, toplumdaki seviyesi düşer, günahların en büyüğünü ve içtima? suçların en fecîsini işlemeye mâruz kalır. Oysa ki kendisi bunu yaparken çok kısa bir süreyle ve değersiz bir şehvetle sevinç ve neşe duyup eğlenir.
Onun, ailesinin şerefini kirlettiğini ve kadın-erkek suçsuz, günahsız akrabalarını utanca boğduğunu unutmamalıyız. Sonra, zinâ dolayısıyla doğacak çocuğa karşı da bir cinayet İşlenmiş oluyor. Çocuk zinanın semeresi olarak doğuyor. Çoğunlukla Öldürülmeye mâruz kalıyor. Yaşarsa da zayi olup berbatlaşıyor. Hayatı boyunca alnındaki utanç lekesinden kurtulamıyor. Toplum kendisini hor görüp ondan nefretle kaçıyor. Öyle ki ölüm, kendisi için bu hayattan daha iyioluyor.Nesebİ belli olmayan kimse, hükmen ölüdür.
Kadının kocası varsa; kocasına karşı da cinayet İşlemiş oluyor. Onun namusunu lekeliyor, namını ve sânını öldürüyor, arkadaşları, komşuları ve tanıdıkları arasında küçük düşürüyor, hayatı boyunca; hatta öldükten sonra bile ona utanç lekesi sürüyor.
Kız olsun; erkek olsun kendi çoluk çocuğuna karşı da suç işlemiş, hem de öldürmeye, bedenlerindeki ruhu almaya denk bir suç işlemiş oluyor. Bu şeni' suç, zamanla unutulmaz ve hiç kimseye de gizli kalmaz. Çünkü bunun pis ve iğrenç kokusu, nefisleri salgın hastalığına yakalatır. Fırtına hızıyla etrafa yayılır. "Suçların, kendileriyle uçtuğu kanatları vardır" denilmiştir.
Zinâ yaparak çocuk doğuran bir kadının bu çocuğu meşru çocuklarının arasına ve kocasının evine yabancı bir unsur olarak soktuğunda bu suçun, bu cürmün doğuracağı sonuçları varın siz düşünün. Bu veled-i zinâ, hiç hakkı yokken o çocuklara ortak oluyor; geçimlerine, şereflerine, isimlerine, miraslarına ve bütün özelliklerine ortak oluyor. Daha bir çok büyük zararlar da bunların ardısıra gelir ki; bunları, gayb aleminden haberdar olan Allah'tan başkası bilemez. Bu zinâ suçunun ne kadar çirkin ve feci olduğunu anladın mı?
Sonra zinâ suçunun ne kadar çirkin ve feci olduğunu anladın mı?
Sonra zinâ suçunun sağlık alanında neden olduğu ve hakkında kitaplar yazıldığı zührevî hastalıklarla akıntı hastalıkları gibi zararlara baktığında, islâmin zinayı yasaklarken koyduğu şiddetli hükmün hikmetini anlarsın.
Sonra bu tehlikeli belâ var ya... Kişi bir defa içine düştü mü artık tadına varıp lezzetini alırsa, bir daha bırakamaz ve devam etmek ister. Böylece de kötülüğü artar, zararı çoğalır. Topluma bulaşan bir salgına dönüşür, şu halde bu suçu işleyenin manen tedavisi için bekârsa yüz sopa vurulması tuhaf karşilanmamalıdır ki; dostlarının ve komşularının gözü önünde rezil rüsvây olsun. Onların gönlünde sahib olduğu mertebeyi yitirsin. Aralarında ihraz etmiş olduğu makamdan aşağı düşsün. Onlar da ona karşı tedbirlerini alsınlar ve ona yaklaşmasınlar ve arkadaşlık etmekten uzak dursunlar. Çünkü nefsi murdar, gidişatı kötü, fiili çirkin olduğu ve kendisiyle irtibat kuran fertlere karşı çok tehlikeli olduğu için, uyuz bir hasta haline gelmiştir. Bu, zinâkârın dünyevî cezasıdır. Eğer tevbe etmezse, uhrevî azabı çok daha şiddetli ve daha fazla kalıcıdır.
üvli zinâkârın taşla recmedilme cezasına gelince; bunda, zinâ eden erkekle kadının sosyal mertebelerinin düştüğü, erdemli ve olgun insanlıktan sıyrıldıkları anlamı vardır. Acıtıcı darbeler veya çirkin bir ölüm olmaksızın teeddüp ve kınamadan anlamayan hayvanlar sınıfına katıldıkları anlamı vardır. Çünkü bunlara ne azar ne de öğüt fayda verir. Şiddetli ve acıtıcı bir darbeden başka bunları terbiye edecek bir şey kalmamıştır. İşte bu nedenle hikmet sahibi şeriat koyucu, bunların bir mü'min topluluğu önünde sopaya çekilmelerini ya da recmedilmelerini emretmiştir ki; rezillik ve rüs-vaylık bunlar hakkında tam gerekli bir ceza olsun. İşin sonucunu gördükten sonra da artık bu suçu işleme niyetinde olanlar bu niyetlerinden caysınlar. Hikmet sahibi şeriat koyucu, zinâîıaddini kanunlaştırmakla; bu kanunu suçluya uygulamaktan çok toplumu bu cürümden menetmeyi ve diğer kimseleri korkutup caydırmayı amaçlamıştır. Kul, zinâ sebebiyle elde edeceği geçici lezzetle bu lezzetin ardısıra gelecek olan şiddetli cezayı, hayatında veya Ölümünden sonra toplum önünde mâruz kalacağı rezillik ve rüsvaylığı, alnına vurulacak olan utanç damgasını mukayese eder ve bu suçu işlemeye yanaşmaz. Aklı sayesinde bu suçtan uzak durmayı tercih eder. Onur ve değerini, ırzını ve bedenini korumak için bu suçtan kaçmayı yeğler.
Sevgi ve barış ortamı içinde yaşasın diye toplumu bu suça karşı korumak için şeriat koyucu ihtiyatî tedbirler almıştır. Zinâ suçu kadar toplum onleri arasında düşmanlığı yayan ve toplumsal bağları koparan bir sebep uşunülemez. Bütün bunlardan ötürü şeriat koyucu, İnsanları zinaya yak-bu Taktan' 2İnânın Öncülü olan hareketleri yapmaktan menetmiştir. Zîra Tınk yaparIarsa« zinâ tuzağına yakalanmalarından'korkmuştur, diye mühendis'n farkında olmaksızın tehlikeli durumlara düşmesinler den l,nsanları elekrik yüklü trafolara, mayın tarlalarına, patlayıcı madde Yüce Aina Ve bu 9'bİ tehlikeli verIere yaklaşmalarını yasaklaması gibi...
"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur.[94] Yani zina yapmak bir tarafa, zinanın uzak ve yakın sebeplerinden bile uzak durun. Şeriat koyucu, zinaya yaklaşmaktan bizleri menediyor: Çünkü ona yaklaşmak, o işi yapma yolunu açar. Oysa ki o "pek çirkindir" Çünkü zina fiilinin iğrençliği son derece açıktır, çünkü haddi aşmıştır. "Ve kötü bir yoldur" Yani zina yolu, pek kötü bir yoldur. O, tenasül organını gasbetmektir ki; bu da soyların karışmasına, fitnenin kıvılcımlanması-na, toplumun bozulmasına yol açar. Nasıl açmasın ki?!... Cenab-ı Allah, zinayı şirkten ve katiden hemen sonra sayarak büyük günahlar sınıfına dahil etmiştir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Onlar ki; Allah'la beraber başka bir ilâha ibadet etmezler. Allah'ın haram (dokunulmaz) kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zina etmezler. Kim de bunları yaparsa, günahının cezasına kavuşur. Kıyamet günü de azabı katmerlesin Ve bu azâb içerisinde hakîr olarak ebedî kalır.[95]
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, zinanın bazı zarar ve kötülüklerini sira-îama sadedinde şöyle buyurmuştur: inâdan sakının. Onda altı özellik vardır: Bunlardan üçü dünyada, üçü de ahîrettedir. Dünyadakiler şunlardır: Kişinin yüzündeki aydınlık ve güzellik gider, devamlı yoksulluk içinde olur, ömür kısalır. Âhirettekilerse şunlardır: Cenâb-ı Allah gazaplanir, hesap kötü sonuçlanır, cehennemde ebedî kalınır." Bu hadîsi, Ebû Huzeyfe bin Yemân (r.a.) rivayet etmiştir.
Yine Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Kul, zina yaptığında imanı kendisinden çıkar. Başı üzerinde bir gölge gibi olur. (Zina fiili) kesildiğinde îmanı ona döner.[96] Zinadan ve zinaya yaklaştırıcı sebeplerden meneden daha bir çok hadîs-i şerîf vârid olmuştur.
Aşağıda nakledeceğimiz âyet-i kerîmenin mânasını anlama hususunda ihtilâf ettiklerinden dolayı; âlimler, kadının yabancı erkekler önünde bedeninden nereleri açabileceğini, nereleri açamayacağını belirleme hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Mü'min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar. Ferclerini korusunlar. Zînetlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zarurî olan müstesnadır.[97] Gözleri sakınmaktan kasıt, kişinin haram olanlara bakmamasidır. Fercleri korumaktan kasıt, tenasül organlarını bakma ve ellemeye, cinsel temasa karşı korumaktır. Tabiî koca, bu yasaktan müstesnadır. Cenab-ı Allah bunu bir başka yerde şöyle açıklıyor:
"Onlar ki; ferclerini (tenasül organlarını) korurlar. Ancak zevcelerine ve sahib oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar.[98]
"Zînetlerini açıp göstermesinler" den kasıt, süslerini taktıkları boyun ye gerdan gibi yerlerini göstermemeleridir. "Ancak zarurî olarak kendiliğinden görünen kısımlar müstesnadır." Âlimler mezheplerine göre kadının avret kısımlarını belirleme hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Hanbelîler ve bir rivayetlerinde Şâfiîler demişler ki; hür kadının bedeninin tamamı avrettir. Yabancı erkeklerin Önünde bedeninin herhangi bir kısmı ması sanih olmaz. Ancak tedavî için tabibe, evlenmek için nişanlıya, Şahitlik için kadıya görünmek ve alış-veriş halinde muamele için görün-Jjıek gibi zaruret olursa; o zaman kadının, zaruretin gerektirdiği kadarıyla yabancı erkeğe görünmesi caiz olur. Tabîi yüz ve elleri, kadının avretiner istisna etmişlerdir: Çünkü bunlar, zarurî olarak görünürler. Ayağa ge-ncs onun görünmesi, kesinlikle zarurî değildir. Âlimler, onun avret olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunda iki görüş vardır: Esah kavle göre ayak avrettir.
Hanefîler, ikinci rivayetlerinde Şâfiîler ve müftâbih görüşlerinde Mâli-kîler demişler ki: Hür kadının yüzü ve elleri dışında kalan tüm bedeni avrettir. Kadının yollarda ve yabancı erkeklerin yanında yüzünü ve ellerini göstermesi mubahtır. Ancak bunlar bu mübahliğı, fitneden emin olma şartına bağlamışlardır. Ama tabiî güzelliklerinden ve üzerlerindeki zînet ya da çeşitli süslerden ötürü fitneye sebebiyet vereceklerse, kadının yüzünü ve ellerini örtmesi vâcib olur. O zaman bu iki organ, vücudunun diğer kısımları gibi avret olurlar. Bu hüküm sedd-i zerâi', fitnenin kökünü kesmek, edebi korumak, ırz ve nesebi muhafaza kabilinden konulmuş bir hükümdür. Çünkü bakmak; şehvetin elçisi, zinanın postası, fücurun kılavuzu ve kalbe isabet eden zehirli bir oktur. Bazı bakışlar vardır ki, en kötü ve en murdar bir ağacın tohumu olurlar. Tevrat'ta şöyle yazılı olduğu söylenir: "Bakış kalbe şehvet eker. Bazı şehvetler vardır ki; uzun bir hüzün peydahlar."
Ümrnü Seleme (r.a.)'den rivayet: "Ben ve Meymûne, Hz. Peygamber'in yanındaydık. Birde baktım ki İbn Ümmü Mektûm bize taraf yönelerek yanımıza geldi. Hz. Peygamber ona karşı örtünmemizi emretti. "Ey Allah'ın Resulü, o âmâ değil mi? Bizi göremez." dedim. Cevaben
"Siz de âmâ mısınız, onu görmüyor musunuz?" dedi.
Âlimler, kadın sesi hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları kadın sesinin avret olmadığını, çünkü Hz. Peygamber'in hanımlarının erkeklere haber ve hadîs rivayet ettiklerini söylemişlerdir. Diğer bazılarıysa kadın sesinin avret olduğunu; kadının, sesini yabancı erkeklere duyuracak kadar yükseltmekten menedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onun sesi, fitneye halhalinin sesinden daha yakın olduğundan fitne vukuuna sebebiyet verir ve yükseltmesi haram olur. Zîra yüce Allah buyuruyor ki:
"Gizledikleri zînetleri-bilinsin diye ayaklarını da (yere veya birbirine) vurmasınlar" Cenab-ı Allah, kadının halhalinin sesinin duyulmasını yasaklamışlardır. Çünkü bu ses, kadının ayağında süs ve zînet bulunduğuna delâlet eder. Şu halde kendi sesini yabancı erkeklere duyuracak kadar yükseltmesi, öncelikle haram olur. Bu nedenle fıkıhçılar, kadının ezan okumasını mekruh saymıştırlar. Çünkü ezanda sesini yükseltmesi gerekecektir. Kadın ise sesini yükseltmekten men edilmiştir. Öyleyse yabancı erkeklere duyuracak kadar kadının şarkı söyleyerek sesini yükseltmesi ha-râm olur. Şarkının müzik aleti eşliğinde söylenmesiyle aletsiz söylenmesi arasında harâmlık bakımından bir fark yoktur. Şarkının sevgi, aşk, kadın tasviri, zinaya çağrı gibi şehveti körükleyici hususları kapsaması durumunda harâmlık daha da şiddetli olur.
Şarkı söylemenin ve dinlemenin hükmü hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Hanefîler dediler ki: Şarkıyı ya kadın okur ya da erkek. Kadın, başkalarının duyamıyacağı kadar alçak sesle okuyorsa, bunun şer'î bir engeli yoktur. Ama yabancı erkeklerin duyacağı kadar yüksek sesle okuyorsa, haramdır. Hele bu şarkı içkiyi ve kadınların vasıflarını Övme, aşka ve sevgiye davet etme gibi şehveti körükleyici, fitneyi alevlendirici sözleri içeriyorsa, harâmlığın şiddeti daha da artar.
Erkeğe gelince; o, yalnızlığını ve sıkıntısını gidermek veya askere kahramanlık duygusunu aşılamak ya da askeri amel ve cihâda teşvik etmek için şarkı okuyorsa caizdir. Ama şarkı aşk ve muhabbet sözlerini içeriyorsa ve onu yabancı bir kadının duyarak fitneye düşmesinden endişe ediliyorsa, bu durumda haram olur. Tıpkı radyo, televizyon, sinema ve tiyatro-lardaki ses sanatçısı kadınların şarkı okumaları gibi. Erkeğin, müzik aleti eşliğinde olmaksızın mubah bir eğlence yerinde, şehveti coşturacak ifadeleri içermeyen ve fitne husule getirmeyen şarkıları okuması haram Tabîi bu gibi toplantılarda kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmamaları ve sakıncalı durumların vukûbulmamasi, şarkının da müzik aleti eşliğinde okunmaması şarttır. Bu şartlara uyulmaması halinde, yayın aletleri vasıtasıyla şarkıcı erkek ve kadınlannkinde olduğu gibi okumak haram olur.
Malikîler dediler ki: Kadınların şarkı okumaları ve. onların okuduk Şarkıları erkeklerin dinlemeleri haramdır. Ancak müzik aleti eşliğinde olmaksızın erkeklerin savaşta kahramanlık türkülerini okumaları veyaçöl-öe deveyi yürüyüşte teselli etmek için şarkı okumaları mubah olur. İmam Ma'ik'e, Medînelilerin ruhsat verdikleri şarkılar hakkında sorduklarında "Bize göre bunu yapanlar fâsıktırlar" diye cevap vermişti. İbn Mes'ûd (r.a.)'dan 'vayet: Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurdular ki: "Suyun bakla bitirdiği 9ibı şarkı da kalpte münafıklık bitirir." Yezîd bin Velîd'in şöyle dediği ri-yet edilir: "Ey Ümeyye oğulları! Şarkıdan sakının... O, utanma duygusunu eksiltir, şehveti arttırır, mürüvveti yıkar. O, hemen hemen içkinin yerini tutar. Sarhoşluğun yaptığının aynısını yapar."
Şâfiîler dediler ki: Hayasız kimsenin müzik aleti eşliğinde şarkı okuması, erkekler için de kadınlar için de haramdır. Bu şarkıyı dinlemek de haramdır. İmam Şafiî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Şarkı mekruh bir eğlencedir, bâtıla benzer. Onunla fazla meşgul olan sefihtir, şahitliği kabul edilmez."
Hanbelîler dediler ki: Okuyucu kadın da olsa erkek de olsa; şarkı, şehvet körükleyici sözleri içerirse veya erkeklerle kadınların karışmasına sebebiyet verirse ya da vakar ve haşmetin ortadan kalkmasına neden olursa, haramdır. Bu şarkıyı dinlemek de aynı hükme tabidir Bir kimse şarabın, göğüs, yanak ve memenin tasvirini; aşk, arzu ve vuslatın anlatımını duyduğunda şehveti harekete geçer; şeytan da kalbine üfler. Ona fahişenin suretini tasvir eder. İçinde şehvet ateşi alevlenir. Kötülük arzuları kes-kinleşir. Fitne sâikleri uyanır. Organlar, fuhşun lezzetine karşı harekete geçer. Bu ise şeytan taraftarlarının zaferidir. Fuhşu meneden aklın -ki o da Rahman olan Allah'ın bir askeridir- yenilgisidir. Evet, işte bu şarkı harama yol açar. Yabancı bir kadına şehvetle bakmak veya onu ellemek veyahut tenhada onunla başbaşa kalmak gibi harama yol açan şeyler de haramdırlar.
İslâmiyet zina haddini vaz'etmekle, bu haddin tam olarak tatbikine, Allah'ın mü'min kullarından bir grubun huzurunda tatbikine fazlasıyla önem vermekle, bu konuyla İlgili olarak bir çok âyet-i kerîmenin nazil olmasıyla, zinanın öncülü ve sebebi olan fiilleri işlemeyi yasaklamakla, zinaya yak-laştırıcı şeyleri haram kılmakla; örneğin kadınlarla erkeklerin bir araya gelip dansederek şarkı söylemelerini haram kılmakla, bunu fuhşiyatin ve günahların en büyüğü saymakla, zinayı şirk ve kati suçuna mukayese etmekle, Kur'an-ı Kerîm'de onu kat kat azap görmenin, cehennemde ebedî kalmanın sebebi olarak tasvir etmekle; onun ilâhî gazap ve tahkîre neden olduğunu, sahibini rezil rüsvay kıldığını, onu en kötü yollara sürüklediğini bildirmekle, peygamber (s.a.s.) aracılığıyla "Zinanın, kişinin kendi gömleğini boynundan çıkarışı gibi îmanı da zina eden erkekle kadının kalbinden çıkardığını" ilân etmekle, evli zinâkârın taşla recmedilerek öldürülmesini emretmekle -ki bu da kanunda en çirkin cezalandırma şekli ve en şiddetli bir azaptır namusun mükemmel bir şekilde korunmasını, kirlenme ve yabancı unsurların karışımına karşı muhafaza edilmesini gaye edinmiştir. Çünkü temiz ırzlar aileye huzur ve mutluluğu getirir. Güçlü, kuvvetli, sâlih çocuklarla; onurlu, erdemli fertler ve demir pazulu aslan yavruları dünyaya
İşte insanlık da bunların omuzları üzerinde yükselir, terakki eder. manen yıkık bir yuva ve parçalanmış bir aile, asil bir ümmeti değerli bir halkı oluşturmaz. Çünkü sâlih ve temiz bir toplum yapısı; sağlam, dayanıklı ve biribirine sımsıkı bağlı kerpiçlerle (fertlerle) te-eder. Aralarında zinanın yaygınlaştığı fuhşun alenîleştiği, mefse-ıtişar ettiği milletler, maddî ve manevî alanda süratle yıkıma doğru Ateşin kuru odun üzerinde yayılışı gibi bu milletlerin bünyelerin-ahlâkî çöküntü yayılır. Kurtçukların ağacın içini çürütüp oymaları gibi, şefe muhalif davranışlar da bunların içini çürütüp oyar. Bu milletlerin insanları aralarında; tanışma, dayanışma, sevgi ve ülfet bulunmayan topluluklara dönüşürler. Çünkü bunların aralarında artık yakınlık duygusu, kan ve kardeşlik bağı kalmamıştır. Bunlar biribirlerinden uzaklaşıp nefret eder ve ayrılırlar, güçleri ve heybetleri gider, kıymetlerini yitirirler. Buna Hz. Peygamber, şu sözleriyle işarfet buyurmuştur:
"Aralarında veled-i zina çoğalmadığı sürece ümmetim hayır üzere bu-lunur.Aralarında veled-i zina çoğaldığı zaman da Cenab-ı Allah'ın kendi azabıyla onları umumî olarak azaba mâruz bırakması yakın olur.[99]
Şu halde zina, milletlerin dayanaklarını parçalayan, şereflerini yıkan, onları zillete ve sömürge olmaya iten sebeplerden biridir. O, biribirine güç veren kuvvetli ve sâlih bir nesli yok eder. Şehamet ve kahramanlığı, cesaret ve bahadırlığı yok eder, öldürür. İnsanlar arasında köprü kuran, onun nizam ve takdiri üzerine babalık, oğulluk, kardeşlik ve diğer akrabalık bağlarının kurulduğu rahim bağını kesip koparır. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, kendi soyu ve sopuyla iftihar eder. Cenab-ı Allah'ın, kendi soyunu ve atalarını bu salgından korumuş olduğunu söylerdi: yunuzu kirletmedim. Nesebinizi değiştirmedim." Hansa (r.a.) bu sözleri oğullarına söylerken, savaşta önemli olan bir hususa işaret etmiş oluyordu ki; o da çocuklarının temiz bir batından, temiz bir asıldan, seçkin bir soydan, kirlenmemiş, iffetli ana-babadan doğmuş olmalarıdır.
Zina haddini diyecek
olursak; islâm hukuku, evli (muhsan) kimsey evlenmemiş kimse arasında bu hususta ayırım
yapmıştır.
Evli kimsenin cezasını ise islâm hukuku çok şiddetlendirmiştir. Çünkü o, evliliğin ne demek olduğunu bilir. İslâmiyet, ırza tecavüzün karşılığını hakkıyla takdir etmiştir. Bu suçun cezası îdamdi. Bu cezanın bu suça tamı tamına uygun ve münasip olduğu kuşkusuzdur. Zira bu çirkin yolla ırza tecavüz etmek, adam öldürmek gibidir. Hatta bazan gayretli kimse, helâli veya mahremi dolayısıyla öldürmektense ırzını korumayı tercih eder.
(1) Muhsan kimsenin tanımı:
Mezhep imamları, muhsan olma şartlarının şunlar olduğu hususunda ittifak etmişlerdir:
1- Hür olmak.
2- Baliğ olmak.
3- Akıllı olmak.
4- Kişinin, kendi gibi muhsanlık şartlarına sahip bir kadınla sahih bir akid yaparak evli bulunması.
5- O kadınla gerdeğe girip her ikisi de muhsanlık sıfatını taşırken, cinsel temasın caiz olduğu bir durumda cinsel temasta bulunması.
Köle, çocuk, deli ve anlattığımız biçimde sahih bir evlilikle evli olmayan kimseye had tatbik edilmez. Bir kimse, hanımiyla anustan cinsel temasta bulunur ya da cariyesiyle vaginadan cinsel temasta bulunursa, muhsan sayılmaz. Veya kendisi köleyken karısıyla cinsel temasta bulunur, sonra da azâd edilirse veya kendisi çocukken karısıyla cinsel temasta bulunur, sonra da bulûğa ererse veyahut kendisi deliyken karısıyla cinsel temasta bulunur, sonra da ayılırsa muhsan sayılmaz.
Muhsan sayılmak için sahih nikâha dayanılarak cinsel temasta bulunmak şart koşuldu. Zira ancak böyle bir temas dolayısıyla, yapan erkekle yapılan kadın, şehvetlerini tatmin edebilirler. Şu halde bunun haramdan uzak durması gerekir. Cinsel temas, ancak olgunluk halinde bulunanlarda muteber sayılır. Çünkü temas, uygun halde bulunanlara özgüdür ki o hal de sahih nikâhtır. Kâmil ve olgun durumda bulunan kimsenin temasıanûteber sayılmıştır ki; kendisi noksanken karısıyla cinsel temasta bulunan, sonra olgunlaşıp kâmil olduktan sonra zina eden erkek recmedilmesİn. Aksine, her iki durumda da kâmil ve olgun olan recmedilir.
Muhsan olmak için müslüman oluşun şart olup olmadığı hususunda fı-kıhçılar ihtilâf etmişlerdir.
Hanefıler ve Malıkıler dediler ki: islâmiyet, muhsanhğm şart-larındandır. Çünkü muhsanlık bir fazilettir ki, müslümanlik olmadan fazilet olmaz. Ayrıca Hz. Peygamber de buyurmuş: "Allah'a şirk koşan kimse, muhsan (iffetli) değildir." Şu da var ki; had cezası, günahtan temizler. Müşrik ise -Allah korusun- ancak cehennem ateşiyle temizlenir.
Şâfîî ve Hanbelîler dediler ki: islâmiyet, muhsanlık için şart değildir. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, yahudî cemaatinin, durumu kendisine arzetmeleri zamanında, zina eden yahudî bir erkekle yahudî bir kadın; recmetmişti. Buharî ile Müslim'in üzerinde ittifak ettikleri bu hadîsi Mâlik NâfTden, o da İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Fikıhçılar, kendisiyle zina edilen kadında da ittifakta ve ihtilâfta erkek gibi muhsanlık şartı bulunmasının vâcib olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Muhsanlık şartfarı eşlerden sadece birinde tahakkuk ederse, bunda ihtilâf varclır.
Hanefî ve Hanbelîler dediler ki: Muhsanlık, eşlerden sadece birisi için sabit olmaz. Recmedilmezler, ancak sopaya yatırılırlar.
Şafiî ve Mâlîkîler dediler ki: Kendisinde şartlar tahakkuk eden kimse için muhsanlık sabit olur ve O, recmedilir. Kendisinde bu şartların tahakkuk etmediği kimseden muhsanlık sıfatı düşer. Eğer zina ederlerse; hakkında muhsanlık sabit olmayan, sopaya yatırılır. Hakkında muhsanlık sabit olansa recmedilir. Bunlar, mezhepleri için delil olarak, sahih hadîs kitaplarının sahipleri tarafından Ebû Hüreyre ile Zeyd bin Halid el-Cühenî'den nakledilen şu rivayeti delil olarak ileri sürmektedirler:
râbîlerden bİr adam Peygamber Efendimize gelerek şöyle dedi: "Ya sulallah! Allah aşkına, benim hakkımda Allah'ın Kitabi'yla hükmet" Adamın hasmı da -ki o, diğerinden daha fazla bilgiliydi- "Evet: Aramızda Allah'ın Kitabı'yla hükmet. (Fakat) konuşmam için bana izin ver" dedi. Hz. Peygamber de ona "Konuş dedi. Adam anlatmaya başladı: "Oğlum, bunun yanında rençberdi. Bunun karısıyla zina 'îtti. Ben haber aldım ki; oğlum recm cezasıyla hükümlüdür. Fidye olarak yüz koyun ve bir de cariye verdim, îlim ehline sordum. Bana dediler ki; "Senin oğluna yüz değnek vurmak ve bir yıl da sürgün etmek, bunun karısını da recmetmek gerekir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun kî; aranızda Allah'ın Kitabı'yla hükmedeceğim. Cariye ve koyunları sana geri versin. Oğluna da yüz değnek vurulacak ve bir yıl sürgün edilecektir. Enescik! Sabahleyin şunun karısına git. Eğer (suçu) itiraf ederse, onu recmet." Sabah olduğunda Enes, kadının yanma gitti. Kadın suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de emir verdi ve kadın recmedildi.[100]
(2) Fıkıhçılar görüş birliği ederek demişler ki: Bir kimse kendisinde muh-sanlık şartları tekemmül ettikten sonra; hür, bâliğa, akıllı, müslümanken sahih bir nikâha dayanılarak kendisiyle gerdeğe girilmiş olduğu için muhsanlık şartlarını tam olarak taşıyan bir kadınla zina ederse; bu erkekle bu kadın zinâkâr ve de muhsandırlar. Bunların her ikisi de ölünceye dek taşa tutularak recmedilirler. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Evli bir erkekle evli bir kadın zina ettiklerinde kesin olarak onları Allah'tan (diğer insanlara) ibret olsun diye recmedin.[101] Bu hadîsin şahinliği hususunda Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir.
Yine Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar:
Müslüman bir kişinin
kanı, ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur: Evlenmiş olup da zina eden,
katil, İslâm cemaatinden ayrılarak dînini bırakan.[102] Bu
hadîs, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Âişe, Ebû Hüreyre ve İbn Mesûd
(r.a.)'den rivayet edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber Efendimiz
buyurmuşlar ki:
"Kadın Ve erkek evli olup zina eder, beyyine sabit olur veya gebeliktes-pİt edilir veyahut suç itiraf edilirse, recmetmek Allah'ın kitabında bir haktır.[103] Bu hadîsi Buharî ve Müslim rivâyet etmiştir. Ayrıca Peygamber (s.a.s.), Mâiz'i, Gâmidiye'yi ve diğerlerini rec-metmiştir. Râşid halifeler de hiç bir itirazla, karşılaşmaksizın icmâ ile recm haddini uygulamışlardır. Recm haddi, mütevatir hadîslerle, Peygamber (s.a.s.)'in tatbikiyle ve icma'-ı ümmetle sabittir. Recm hadîsi, Kur'an âyetinden olup sonra neshedilmiş ve hükmü bakî kalmıştır diyenlere göre Kitab ile de sabittir.
(3) Zina eden erkek veya kadın üzerine ikrar veya şahitlerin şehadeti veya beyyine ile recm haddini uygulamak vâcib olduğunda suçlu, normal taşlarla taşlanır. Ne azap ve eleminin uzun sürmesi için hafif çakıllarla taşlanır ne de çabucak can alıcı kaya parçalarıyla öldürülür. Böyle yapılacak olursa, had uygulama amacı olan ibret alma gayesi elde edilmiş olmaz. Aksine, avuç dolusu iriliğindeki taşlarla recmedilir. Yüze vurmaktan sakınılır. Zîra Müslim; Câbir bin Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder:
Resûlullah (s.a.s.) yüze vurmaktan ve yüze dövme yapmaktan menet[104] Ayrıca Peygamber Efendimiz, Gâmidiye'yi recmetmeyi em-ığinde nohut gibi bir çakıl alıp ona attı. Sonra dedi ki; "Ey insanlar, ona
atın. Ve yüze vurmaktan sakınjn."
Zina eden erkek, kendisine had tatbik edilirken bir yere bağlanmayip elikolu da bağlanmaz. Onun için çukur kazılmaz. Kadın ise recmedilirken kendisi için çukur kazılması caizdir. Avreti açılıp görülmesin diye göğsüne kadar çukura gömülür. Had tatbiki esnasında giysileri üzerine bağlanır ki vücudunun bazı kısımları görülmesin. Çünkü o avrettir. Avretinin açılması, had tatbiki esnasında bile haram olur. Nitekim, asr-ı saadette de sahabiler böyle yapmışlardır.
Fıkıhçılar, şiddetli sıcakta da soğukta da recm haddinin uygulanacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Hasta kimseye de bu had uygulanır. Çünkü bu had ile kişi, sağlıklı da olsa zaten öldürülecektir. Dolayısıyla yüz değnek-Iik haddin tersine olarak recm haddi, hastanın iyileşmesi zamanına ertelenemez.
Yine fıkıhçılar, gebe ise zina eden kadına recm haddinin uygulanmayacağı ve bu haddin, kadının doğurmasına, çocuğu emzirmesi ve çocuğun yiyecek yiyebileceği zamana kadar ertelenmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Gâmidiye'nin haddinde Peygamber (s.a.s.) de böyle yapmıştı. Ayrıca gebe kadına had tatbik edilmesi durumunda, karnındaki yavru da öldürülmüş olacaktır ki; bu da suçsuz bir yavrunun öldürülmesi demektir. Âlimler, had tatbiki esnasında ölmesi halinde zinâkârın yıkanacağı, üzerine namaz kılınacağı ve müslüman mezarlığına defnedileceği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Nitekim Peygamber (s.a.s.) de, had nedeniyle ölen kişi için böyle bir muamele tarzı uygulamıştır.
Müslüman, akıllı ve bâlİğa bir kadın; kendine yabancı olan deli bir erkeğe vücudunu teslim eder, o da kendisiyle zina ederse veya akıl baliğ bir erkek, deli bir kadınla zina ederse şer'î hükmün ne olacağı hususunda fıkıhçılar ihtilâf etmişlerdir.
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki; bu ikisinden akıllı olana had tatbik etmek gerekir. Deli olandan ise had cezası düşer. Çünkü o mükellef değildir. Mutlak surette hüküm, aklın bulunduğu yerdedir.
Hanefîler dediler ki; akıl baliğ bir erkek, aklı ermeyen kız çocuğu ile veya tamamen akılsız bir deli kadınla zina ederse, kendisine had tatbik edilir. (Bu durumda) had cezası, sadece erkeğe aittir.
Akıllı ve bâliğa bir kadın, baliğ olmayan bir erkek çocuğuna veya bir deli erkeğe itaat eder, onun kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân verirse, ne kadına ne de onunla temasta bulunana had tatbik etmek vâcib olmaz. Çünkü had, zinaya aklı ermesi nedeniyle erkeğe, zinaya imkân vermesi nedeniyle de kadına vâcib olur. Zina haddinde esas, sırf harâmlıktır ki; bu da çocuğun fiilinde mevcut değildir. Çünkü o mükellef değildir. Kadmla.be raber yaptığı iş de kadının zinaya imkân vermesi sayılmaz. Dolayısıyla kadına had tatbik etmek vâcib olmaz. Akıllı ve baliğ kimsenin fiili (zinası) ise sırf haramdır. Ona had tatbik etmek vâcib olur.
Ebû Yûsuf, Muhammed ve Züfer dediler ki: Erkek çocuğun veya delinin kendisiyle zina yapmasına imkân veren akıllı ve bâliğa kadın, kendisiyle zina yapılırsa,1 kendisine had tatbik etmelc vâcib olur. Çünkü o, akıllı ve mükelleftir. Yaptıklarından sorumludur. Kuvvetli olan görüş budur.
Evli olmayan kimseye gelince; bu kimse zina ederse, kendisi için ce-olarak yüz değnek takdir edilmiştir. Malum olduğu üzere o, karıya karşı kocanın duyduğu kıskançlık ve gayret duygusunun ne demek olduğunu bilemez. Şu halde cezasını hafifletmek., onun için bir hak olur.
(4) Fıkıhçılar hür, baliğ, akıllı ve müslüman iki bekârın zina yapmaları durumunda, her birisine yüz değnek vurulması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir ki; bu hüküm, Allah'ın Kitabrnda yer almaktadır:
"(Bekâr olup da) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allah'ın dîni hususunda (emirlerini yerine getirmede) merhametiniz tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da bunların ceza tatbikinde şâhid olsun.[105] Müfessirler dediler ki: Bu âyet, evli kimsenin recmedilmesi hususunda vârid olan hadîslerle tahsis edilmiştir. Âyet, evli olmayan (zinâkâr) kimsenin hükmü hakkında baki kalmıştır.
Fıkıhçılar dediler ki: Ta'zîr dayağı, zina dayağından daha şiddetlidir. Zina dayağı da içki içene çekilen dayaktan daha şiddetlidir. Had tatbiki durucunda yeni kırbaçla vurulmaz ki; şiddetli acı vermesin. Darbeler acı verme-sm diye çürümüş eski kırbaçla da vurulmaz. Ancak deriden yapılmış vasat bir kırbaçla vurulur. Suçlu yere yatırılmaz, bağlanmaz. Cellad, vururken aşırıhğa kaçmaz. Giysilerinin tümü üzerinden çıkarılmaz. Avretini kapatacak şekilde İç çamaşırları üzerinde bırakılır. Kürkü ve deri elbisesi üzerinden çıkarılır. Her organa, darbedeki payını vermiş olmak için darbeler, bütün organlar üzerine taksim edilir. Çünkü suçlu, zina yaparken lezzeti her organında hissedip tatmıştır. Ayrıca darbelerin tümünü bir tek uzvun üzerine vurmak, telefiyete sebep olabilir. Oysa ki-suçlu, telef olmaya müstahak değildir. Darbeler, bütün organlar üzerine taksim edilir ki; Peygamber (s.a.s.)'in yasaklamış olduğu öldürmeye sebep olunmasın.
"Müslüman bir
kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden biri nedeniyle helâl olur: Evlilikten sonra
zina etmek, islâmiyetten sonra irtidad etmek, herhangi bir kimseyi öldürmediği
halde bir kimseyi öldürmek.[106]
Bu hadîs-i şerifi, Hz. Osman (r.a.)'den Tirmizî rivayet etmiştir.
Gırtlak, tenasül organı ve yüz gibi yerlere vurmaktan sakınılmahdır. Çünkü yüz, güzellikleri bir arada bulundurur. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Sizden biri vurduğunda yüzden sakınsın." (Hz. Ömer (r.a.)'in, Cellada, hacrtatbik ederken şöyle dediği rivayet edilir: "Başa ve tenasül organına vurmaktan sakın." Bazıları, had tatbikinde başa vurmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Zîra rivayete göre Ebû Bekri's-Siddîk (r.a.), Cellada şöyle demiştir: "Başa vur. Doğrusu başta şeytan vardır." Suçlu erkeğe had cezası, ayaktayken tatbik edilir. Kadına gelince o, oturmuş vaziyetteyken kendisine had tatbik edilir. Avret yerleri örtülür. Elbisesi, üzerinden çıkarılmaz. Çünkü o, setredilmesi gereken bir avrettir. Avretin açığa vurulmasıysa haramdır. Ancak kürk, aba ve deri giysisi üzerinden çıkarılır ki; darbelerin acısı vücuduna sirayet etsin. Tâ ki had tatbikinden kastedilen amaca ulaşılabilsin. Bu amaç, darbelerin acısını duymaktır ki; suçlu, artık suç işlemeye bir daha kesinlikle yanaşmasın. Kadın oturmuş vaziyetteyken kendisine had tatbik edilir. Zîra Hz. Ömer (r.a.) buyurmuş ki: "Erkek ayaktayken, kadın da oturmuş vaziyetteyken kendilerine had tatbik edilir." Ayrıca erkeğin hali aleniyet ve âşikârhk üzerine kuruludur ki; başkaları onun bu durumundan ibret alsınlar. Kadının hali ise, örtünme ve gizlilik üzerine kuruludur.
Suçlu kimse nahif ve fazla derecede zayıf iken veyahut verem, cüzzam,
kanser gibi öldürücü, hem de iyileşmesi umulmayan bir hastalığa yakalanışken kendisine had tatbik edilmesi istenirse, üzerinde yüz veya elli dal bulunan bir hurma ağacının koluyla had tatbik edilir. Yüz dallı ise bir kez vurulur. Elli dallı ise iki kez vurulur. Ama bu elli ya da yüz dalın hepsinin, suçlunun vücuduna dokundurulması gerektiği hususu da unutulmamalıdır. Dallar, vücudunun tamamına temas etmelidir. Ya da elbisenin burulmuş bir tarafı veya ayakkabılarla vurulur. Nitekim Peygamber (s.a.s.) Efendimizin zamanında da böyle bir uygulama olmuştur. Buharı ve Ebû Dâvud, Ebû Hürey-re'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Şarab içmiş bir adam, Peygamber Efendimizin yanına getirildi. Peygamber Efendimiz, "Ona vurun" dedi. Kimimiz eliyle, kimimiz ayakkabısıyla, kimimiz elbisesiyle ona vurduk. (Dayağı yedikten sonra yanımızdan) ayrılırken oradakilerin bir kısmı ona, "Allah seni rezil etsin" deyince Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Böyle demeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin.[107] Bu hadîsten anlaşılıyor ki; had halinde acı veren herhangi bir şeyle suçluya vurmak caizdir. Bu, hasta kimselere Cenab-ı Allah tarafından bir kolaylık olarak suçlunun hasta olması durumunda uygulanabilir. Ama suçlunun sağlıklı olması durumunda bu aletleri kullanmak caiz olmaz. Çünkü bu, had tatbikinden güdülen amacın elde edilmesini sağlamaz. Amaç acı vermek ve suçtan caydırmaktır. İşte bu amaca ulaşılabilmesi için deriden yapılma kırbaçla had tatbik etmek, tek çare oluyor.
Fıkihçılar, zina etmiş kimseye şiddetli sıcaklık veya şiddetli soğukluk zamanında kırbaç haddini uygulamanın caiz olmadığı; tersine havaların normal olduğu bir zamana ertelemenin vâcib olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Mezhep imamları, evli olmayan zina suçlusunun, iyileşmesi umulan bir hastalığa yakalanmış olması durumunda kendisine had tatbik edilmeyeceği; aksine haddin ertelenmesi ve iyileşinceye dek hapiste tutulması gerektiği hususunda görüş birliği etmişlerdir ki; darbelerle hastalık bir araya gelerek suçlu Ölmesin.
Fıkıhçılar, kadının hâmileyken kendisine had tatbik edilmeyeceği; çocuğu doguruncaya, doğum sancılan son buluncaya ve lohusalığı sona erinceye erteleneceği hususunda görüş birliği etmişlerdir ki; yavruyla anası ölüm-en korunsunlar. Çünkü doğum sancısı ve lohusahkla birlikte had darbeleri-İn a^Iarı bir araya gelirse, çocuk, da anası da ölebilir. Rivayet olunduğuna e Hz. Ali (r.a.), müslümanlara hitab ederken şöyle demiştir: "Ey insanlar! Evli olsunlar, bekâr olsunlar; zina eden kölelerinize had tatbik edin. Hz. Peygamberin bir cariyesi zina etmişti. Onu kırbaçlamamı bana emretti. Bir de baktım ki o, henüz lohusahk halindedir. Kırbaçlarsam, onu öldüreceğimden korktum (ve kırbaçlamadım). Bunu Hz. Peygamber'e anlattım. Bana-"İyi yaptın" dedi." Buharî dışında Kütüb-ü Sitte sahipleri İmrân bin Husayn'-dan şöyle bir rivayette bulunmuşlardır: "Zina nedeniyle gebe kalmış Cühey-neli bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek dedi ki: ıEy Allah'ın Peygamberi! Ben had cezasına isabet ettim. Bu cezayı bana uygula.' Hz. Peygamber onun velisini çağırarak dedi ki: "Kendisine iyi davran. Doğurduğunda da bana getir." Velisi emri yerine getirdi. Kadının elbiseleri üzerine bağlandı. Sonra recme-dilmesini emretti. Recimden sonra da üzerine cenaze namazım kıldı. Hz. Ömer (r.a.), "Ey Allah'ın Peygamberi, zina etmiş olmasına rağmen onun üzerine namaz mı kılıyorsun?" Peygamber (s.a.s.) ona cevaben dedi ki:
"Bu kadın öyle bir tevbe etti ki; tevbesi, Medine hakından yetmiş kişiye taksim edilecek olsa yine onlara yeter. Canını Allah için feda etmesinden daha faziletli bir tevbe bulunabilir mi?"[108] Bu hadîsten, evli veya bekâr, zina eden kölelerle cariyelere had tatbik edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca zina suçlusu lohusa kadının sağlığına kavuşuncaya, lohusahğı sona erinceye, çocuğunu emzirerek ona olan şefkatini tamamıyla verinceye dek haddini ertelemek gerektiği anlaşılmaktadır ki; bu da İslâmî bir müsamahadır.
Mâliki, Şafiî ve Hanefîler dediler ki: Zina suçlusu evli kimseye hem kırbaç hem de recm haddini beraberce uygulamak caiz olmaz. Zîra recm haddi, kırbaç haddini neshedip kaldırmıştır. Ayrıca küçük had, büyük had-din (recmin) içine girmiştir ve ondan (küçük had, yani kırbaçlamadan) beklenen fayda (ki o da suçtan caydırmaktır) elde edilmez. Çünkü suçlu recm sonucunda ölecektir.
Hanbelîler dediler ki: Zina suçlusu evli kimse, ilk gün kırbaçlanır. İkinci gün recmedilir. Zîra rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.), (zinâ suçlusu) bir adamı perşembe günü kırbaçlamış, cuma günü de recmetmiştir. Ama tarcihe şayan olan, cumhûr-u ulemânın görüşüdür. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Mâİz'İ ve Cüheyneli bir kadını recmetmiştir. Peygamber Efendimizin bu ikisinden birini recmetmeden önce kırbaçladığı, hiç bir sahabî tarafından rivayet edilmemiştir. îmam Şafiî (rh.a.) demiş ki: Sünnet delâlet ediyor. cezası bekâr için sabittir. Bekâr olmayana tatbik edilmez. imamlara göre recm cezası; kırbaç cezası olmaksızın yalnızca tatbik edilir.
Fıkıhçılar bu hususta ihtilâfa düşmüşlerdir:
Mâlîkîler dediler ki: Evli olmayıp zınâ eden hür ve bekâr kimseyi, kırbaç cezasını uyguladıktan sonra bir yıl süreyle sürgüne göndermek gerekir Sürgün yeri, kendi ikâmet ettiği yerden, sefer dolayısıyla namazı kısaltmayı gerektiren bir mesafe kadar uzaklıkta olmalıdır ki; zina fiili, suçlunun gözüne çirkin gösterilmiş olsun. Zina fiilini işlemiş olduğu beldesinden uzaklaşmış olduğu için rahmete nail olmuş olsun. Cenab-ı Allah kendisine acısın. Çünkü memleketinde kalacak olursa, hemşehrileri ve komşuları onu her gördüklerinde o rezil rüsvây olacak, mescidlerde ve diğer toplantı yerlerinde hor-lanacaktır. Onu ayıpladıkları için kendileri de günahkâr olacaklardır. Şu halde sürgüne gönderilmesi hem onun için, hem de onlar için daha iyi olur.
Zina eden kadına gelince; fitnenin ve fesadın yayılmasından korkulduğu için, onu kendi beldesinden kovup sürgüne göndermek doğru olmaz. Avret olduğu için, sürgüne gönderilirse heder olur. Sâri', beraberinde bir mahremi olmaksızın kadının sefere çıkmasını yasaklamıştır. Onun, evine kapanıp oturarak toplumdan uzak durması vaciptir.
Hanefîler dediler ki: Kırbaç cezasıyla sürgün cezasının birlikte aynı adama uygulanması caiz olmaz. Zîra sürgün cezasından, Nûr sûresinin 2. âyetinde söz edilmemiştir. Bu ceza, nass dışıdır. Sürgün, ahad rivayetle sabittir ki; onunla da amel edilmez ve haddin tamamlanması için gerekli değildir. Bunda takdir yetkisi imamındır. îmam (devlet başkanı) sürgüne gönderirse, bu bir ta'zîr olur. Yarar görürse suçluyu sürgün "eder. Yarar görmezse, onu vatanından uzaklaştırmaz. îmam Ebû Hanîfe bu hususta meşhur ve hikmetli bir S?z söylemiŞtİr: "Kişiye belâ olarak sürgün yeter." Bazı sahabiler, suçluları sürgüne göndermişlerse de bu, onların kendi içtihadlarıdır.
Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Akıllı, hür ve bekâr iki zinâkâra hem kırbaç cezası, hem de sürgün
cezası tatbik edilir. Sefer nedeniyle namazı kısaltmayı gerektiren bir mesafe
kadar beldesinden uzak olan bir yere sürgün edilirler ki; ailelerinden ve
yurtlarından uzak kaldıkları için kimsesizlik çeksinler. Dolayısıyla bir daha
suç işlemesinler. Ebû Bekir, Ömer mil Sman bin Affânveiİmam Ali(r.a.)hep bu
şekilde hüküm ver-SarrT Hatta bazıları demişler ki; zina suçunu işleyenleri
Ömer (r.a.)'in oldu °Sman (r-a-)'m Mısır'a, Ali (r.a.)'nin Basra'ya sürgün
ettikleri sabit hususta icmâ' vardır. Ayrıca Peygamber (s.a.s.) buyurmuş.
"Bekâr, bekârla zinâ ederse yüz kırbaç vurulur ve bir yıl süreyle sürgün edilir.[109]
Zinâ eden rençber bir çocukla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a.s.), çocuğun babasına şöyle demiş:
"Oğluna yüz
kırbaç vurulacak ve bir yıl süreyle sürgüne gönderilecektir.[110]
Erkek de kadm da aynı şekilde sürgün edilirler. Yalnız, sürgündeki kadının gurbetteyken beraberinde bulunup nafakasını temin edecek bir mahreminin bulunması gerekir.
Çok kimselerin zina nedeniyle biribirlerini öldürdüklerine şahit oluyoruz. Bu nedenle de bütün hukuk sistemlerindeki kanunların, karısıyla zina eden kimseyi öldüren kocayı kısasa tabi tutmadıklarını görmekteyiz. Çünkü bu yasaları koyanlar, zina suçunun, failinin öldürülmesini gerektiren bir hıyanet olduğunu biliyorlar ve kabul ediyorlar.
(5) Âlimler, karısının yanında bir erkek bulan ve aralarında fuhşun kesinlikle vukûbulduppnu anlayan kocanın, o erkeği öldürmesi durumunda kendisinin kısasa tabi tutulup tutulmaması gerektiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Cumhûr-u ulemâ dediler ki: Kocanın kendi karısının yanında bulunduğu ve fuhuş yaptıklarını kesin olarak anladığı erkeği öldürmeye teşebbüs etmesi doğru olmaz. Zîra Buharî'nin Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Sa'd bin Ubâde Peygamber Efendimiz (s.a.s.)e şöyle sormuş:
"Ey Allah'ın Resulü! Ne dersiniz? Karımın yanında bir erkek bulursam, (zinaya şahitlik edecek) dört şahit bulup getirinceye dek (onu öldürmeyip) kendisine mühlet vereyim mi?" Onun bu sorusuna cevaben Peygamber Efendimiz: "Evet" dedi.[111] Koca, o erkeği öldürürse, kısasa tabi tutulur. Meğer ki evli olduğu halde zinâ suçunu işlediğine delâlet eden bir beyyine getirsin veya suçlu zinâ yaptığım itiraf etsin. Ama karısıyla o erkeği veya ikisinden birini öldürür de beyyine getiremez, zinaya tanıklık eden şahitleri bulup hazır edemez ya da öldürülen şahıs, ölmeden önce zinâ yaptığını itiraf etmez kadının kocası kısasa tabi tutulur veya diyet öder. Zîra bir kimsenin bir iş bahane ederek bir adamı evine çağırması, sonra da içindeki bir kin sebebiyle onu öldürmesi, ardısıra da yalan söyleyerek "Ben onu karımla beraberken gördüm" demesi mümkündür. Yine bir kocanın, içinde gizlediği bir sebepten dolayı karısından kurtulmak için karısını öldürmesi, sonra da yalan söyleyerek karısını, onunla zinâ eden bir erkekle beraber bulduğunu İddia etmesi mümkündür. Bu meselede canları korumak amacıyla şeriat koyucu ihtiyatı ön plâna alarak katilin, kendi iddiasının doğruluğunu gösteren bir beyyine getirmesini vâcib kılmıştır. Beyyine getirirse, sorumlu olmaz.
Selef ulemâsından bazıları, bu durumdaki kocanın, zinâ edeni asla öldü remeyeceğini söylemişlerdir. Koca, iddiasının doğruluğunu gösteren emarelerin belirmesi, meselâ dürüst bir tabibin keşfetmesi veya karısının kötü kadın olduğuna dâir şüphe sabıkasının bulunması ya da öldürülen erkeğin zinâkâr biri olarak tanınması durumunda öldürürse, yaptığı öldürme fiilinde mazur sayılır.
Hanbelîler ve Mâlîkîler dediler ki: Koca, zinâ dolayısıyla öldürmüş olduğuna dâir iki şahit getirirse ve maktul da evliyse sorumlu tutulmaz.
Hâdevîler dediler ki: Erkeğin, kendi karısıyla veya cariyesiyle veya çocuğuyla zinâ eden kimseyi, zinâ ederken Öldürmesi caizdir ve sorumlu tutulmaz. Ama zinâ fiili sona erdikten sonra (görüp) öldürürse, zinâ ettiklerine dâir beyyine getirir ya da -zinâ eden erkek bekârsa- onun için kısasa tabi tutulur.
Şafiıler dediler ki: Erkek, karısıyla beraber yabancı bir erkek görür ve haddi gerektiren bir fiili karısıyla yapmış olduğunu iddia ederse; zinâ edenlerin ikisi de evliyse ve onların ikisini ya da birisini öldürür de bu fiili işlediklerine dâir beyyine getirmezse, hangisini Öldürmüşse onun için kısasa tabi tutulur. Meğer ki ölünün velileri diyet almak istesin veya affetsinler. Maktulün velilerinin de; maktul eğer erkekse, karısıyla zinâ haddini gerektiren bir fiili işlediğini bildiklerini iddia ederse ya da maktul kendi karısıysa o erkeğe meyletmiş olduğunu bildiklerini iddia ederse; hangi taraf için bu iddiayı ileri sürüyorsa, o tarafın bu hususu bilmediklerine dâir yemin etmeleri gerekir. Yine aynı şekilde kendi oğluna bir erkeğin arkadan cinsel temas yaptığını veya £ndi cariyesiyle zinâ ettiğini görürse, hüküm değişmez. Kısasa tabi tutulmaktan kurtulamaz. Meğer ki; anılan fiilin işlendiğine dâir bir beyyine getirsin.
Adamın biri kendi karısının yanında bir erkek görür de o erkek zinâ had-ını gerektirecek bir muameleyi karısıyla yapmaktaysa, koca da bunların her ı isini öldürürse; öldürülen erkek evliyse (muhsan ise), karısı muhsan değil; zgelımi gayr-ı müslimse ya da nikâh akdi şahitsiz yapılmışsa, erkeği öldür-^gu ı$n sorumlu tutulmaz. Kadını öldürdüğü için kısasa tabi tutulur. Zinâ erkek muhsan değil, karısı muhsan ise; karısını öldürdüğü için sorumlu olmaz. Ama erkeği öldürdüğü için kısasa tabi tutulur. Fakat eğer zİnâ yapmış olduklarına ilişkin beyyine getirirse, karısını Öldürdüğü için sorumlu tutulmaz.
Ibn Müseyyeb'den rivayet olunduğuna göre Şam'da adamın biri, karısının bir erkekle beraber olduğunu gördüğünde her ikisini de öldürmüştü. Mu-âviye de bu meselenin hükmünü Hz. Ali'den sorması için Ebû Musa el-Eş'arî'ye mektup yazmış; Ebû Musa da Hz. Ali'den sorduğunda ona şu cevabı vermişti: "Ben Hasan'ın babasıyım. Öldüren kişi, karısıyla o erkeğin zina etmiş olduklarına dâir dört şahit getirmezse, öldürülür."
Rivayete göre Hz. öm^r 7inâ suçlusu maktulün kanını heder etmiş, onu öldüreni kısasa tabi tutmamış ve şöyle demiş: "Bu kişi, Allah tarafından Öldürülmüştür. Vallahi bu, artık hiç kimseye kötülük ve eziyet edemez." Hz. Ömer (r.a.)Mn söylediği söz budur. Çünkü o, maktulün muhsan olduğu halde zina fiilini işlediğine dâir bir beyyine görmüş ya da maktulün velisi, maktulün öldürülmesini gerektiren bir fiili işlediğini ikrar etmişti. Yine Hz. Ömer demiş ki: "Zina yapanı öldüren kişi, eğer adam öldürmekle meşhur olmuş biriyse, onu öldürün. Eğer adam öldürmekle meşhur olmuş biri değilse, onu kendi haline bırakın, öldürmeyin."Geçmiş dinler ise; -semavî kitaplarda da sabit olduğu gibi- zinanın harâmhğı üzerinde icmâ etmişlerdir.
Bu çirkin fiili ele alma bakımından beşerî kanunlar üç kısma ayrılırlar:
1- Zina suçunu kesinlikle cezalandırmayan, aksine mubah kılan kanunlar: Örneğin ingiliz kanunu gibi.
2- Kadınla erkek arasında ayırım yapmaksızın zina suçunu işleyenleri eşit cezalara çarptıran kanunlar: Örneğin Alman kanunu gibi.
3- Kadınla erkek arasında ayırım yaparak zina suçunu cezalandıran kanunlar: Örneğin Fransız kanunu gibi... Halihazırda Mısır Arap Cumhuriyeti mahkemeleri bu kanuna göre hüküm vermektedirler.
İslâm dînî kadınla erkek veya erkekle erkek arasında vukûbulan haram nitelikli cinsel temasları zina suçu olarak kabul eder. Erkek; akıllı, baliğ, mümeyyiz ve serbest iradeli ise, evlenmiş olması veya olmaması bu hükmü değiştirmez. Beşerî kanunlara gelince; onlar, bu suçu zina saymazlar. Meğer ki bu temas, evli bir erkekle evli bir kadın veya biri evli diğeri bekâr iki kişi arasında, kanunun açıkladığı pozisyon ve şartlar çerçevesinde meydana gelmiş olsun.
Erkek açısından zina suçu, ancak evlilik evinde vukûbulursa suç olur. Bu yef dışında vukûbulursa, suç sayılmaz ve dolayısıyla cezalandırılmaz. Kadına gelince; o evliyse, her nerede zina ederse etsin, zina ettiği takdirde suç islemiş olur. Semavî kanunla beşerî kanun arasında bu mevzudaki farklılıklar aşatıca maddeler halinde açıklanmıştır:
1- Kadın her nerede zina ederse etsin, bu suçu onun üzerine sabit olur. kocaya gelince; o, evinde zina etmedikçe bu suçu sabit olmaz. [112]
2- Kadın zina ederken yakalanırsa, iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılır. Kocaya gelince; o, altı ay süreyle hapsedilir.
3- Kadın, hüküm verilmeden önce her ne kadar onu bağışlayabilse de kesin hüküm giydikten sonra kocasını affedemez. Koca ise; hakkında kesin hüküm verildikten sonrafbile karısını affedebilir. Çünkü o, kendi hakkından feragat etmiştir. [113]
4- Kanun, zina yaparken yakalanan, fakat karısı tarafından affedilen kocanın cezasını hafifletir. Buna karşın kadın, bu hafifletmeden yararlanamamaktadır.
5- Bir kimse karısını zina ederken yakalar, onu ve onunla zina eden erkeği öldürürse, adam öldürmeye binaen 234-236. maddelerde zikredilen cezalara değil de, uygun bir müddetle hapis cezasına çarptırılır.
Mısır temyiz mahkemeleri, bu durumdaki öldürme olayını, para cezasına çevrilebilen hafif suçlardan saymakta, hakkında bir kanun maddesi bulunmadığı için de bu durmadaki katili cezalandırmamaktadır.
Fıkıhçılar bir kimseye, malını almak veya onu öldürmek isteyen birinin hücum etmesi halinde veya kendi namusundan olan bir kimseye tecavüz etmek istemesi durumunda; imdad gücü bulunan şehirde de olunsa, imdad gücü bulunmayan çölde de olunsa; dilediği takdirde, kendisine kasdetmekte olan suçluyla konuşur. Müslümanlardan ya da askerlerden imdat ister. Suçlu me-Kedilir veya kendisi vazgeçip geri dönerse, saldırıya uğrayan kişi artık onu Jdüremez. Eğer vazgeçmez, malını veya canını isteyerek veya ailesinden bazı kimseleri öldürmek ya da karısı, kızı, bacısı, anası, hizmetçisi, cariyesi, çocuğu gibi mahremlerinden birinin ırzını kirletmek isteyerek hücum eder veya arılarından biriyle temasta bulunmak yahut birini zorla gasbetmek amaciy-a evm dışındaki bekçiyi öldürürse; ev sahibinin, elindeki silahıyla ve var gü-uyle kendini müdâfaa etmesi vâcib olur. Onu defetmesi ancak elle döverek, değnek, silah veya başka bir şeyle vurarak mümkünse, o halde neyle mümkünse onunla vurabilir. Ama ilk etapta onu öldürmeye teşebbüs etmesi caiz olmaz. Aksine, öldürmeyecek şekilde vurması gerekir. Canını, mal veya namusunu müdâfaa için vurur, saldırgan da ölürse; öldüren kişi ne diyet ne de keffaret verir. Kısasa da tabi tutulmaz. Günahkâr olmayacağı gibi hâkim tarafından ta'zîr de edilmez. Ölen bedavaya gebermiş olur. Saldırıya uğrayan kişi zâlim hırsızın silahıyla ölürse, şehid olur. Allah yolunda cihad etmiş gibi sevaba nail olur. Tirmizî ve diğerleri, Said bin Zeyd'den naklen Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ederler:
"Her kim malı
uğruna öldürülürse, o şehiddir. Her kim, canı (m müdâfaa) uğruna öldürülürse,
o şehiddir. Her kim dîni uğruna öldürülürse, o şehiddir. Her kim ailesi uğruna
Öldürülürse, o şehiddir.[114]
Tirmizî, bunun hasen bir hadîs olduğunu söylemiştir. Müslim, Ebû Hürey-re'nin şöyle dediğim rivayet etmiştir:
Adamın biri, Peygamber Efendimize gelerek dedi ki:
Ey Allah'ın Resulü, adamın biri gelip de malımı almak isterse, ona ne yapayım dersiniz? Peygamber (s.a.s.):
Malını ona verme, dedi.
Benimle vuruşursa ne yapayım dersiniz?
Onu öldür.
Ya o beni öldürürse?
O zaman sen şehidsin.
Ya ben onu öldürürsem?
O zaman da o cehennemdedir.[115]
Canını, namusunu ve dinini müdâfaa edenlerin durumları da buna kıyaslanır.
îslâm hukukçuları, itaatsizlik ve emre muhalefet etmesi, fuhuş yapması durumunda karıyı dövmenin caiz olduğu hususunda söz birliği etmişlerdir. Zîra Yüce Allah buyuruyor ki:
"Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince; önce kendilerine Öğüt verin. Sonra uslanmazlarsa kendilerini yataklarda yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse, dövün.[116] Yani onları azaplandır-mayacak, işkence çektirmeyecek tarzda dövün. Herhangi bir organları kırılmasın ve kan da akmasın. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Kadınlara hayır
tavsiye edin. Doğrusu onlar, sizin hakimiyetiniz altındadırlar. Bunun dışında
onlardan bir şeye mâlik olamazsınız. (Onlara bir şey yapamazsınız) Meğer ki
apaçık bir fuhuş yapsınlar, Böyle yaparlarsa, onları yataklarda yalnız bırakın,
işkence derecesine varmayan darbelerle dövün. Eğer size itaat ederlerse, onlar
aleyhine bir yol aramayın. Dikkat edin, sizin karılarınız üzerinde haklarınız
vardır. Kanlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar
üzerindeki hakkınız; sevmediğiniz kjmseyi yatağınıza bastırmamaları (evlerine
alıp onlarla konuşmamaları), hoşlanmadığınız kimselerin evlerinize girmelerine
izin vermemeleridir. Dikkat edin: Onların da sizler üzerindeki haklan; onlara
iyi davranmanız, giyecek ve yiyeceklerini vermenizdir."
[117]Bu hadîs-i şerîfî Tirmizî (r.a.) rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet: Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurdular ki:
'Erkek karısını dövdü diye hesaba çekilmez.[118]
Bu recm haddine bazı Mûtezilîlerle Haricîlerden başka kimse muhalefet etmiş değildir. Bunlar demişler ki: Recm cezası, islâmiyetin ilk zamanlarında vardı. Bilâhare:
"Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun.[119] mealindeki âyet-i kerîmeyle bu ceza neshedilip yürürlükten kaldırılmıştır. Evli olsun bekâr olsun, zina eden kadınla erkek, yüzer değneklik hadde müstahak olurlar. Ne var ki; Mûtezİlî ve Haricîlerin bu delilleri tam bir delil olamaz. Meğer ki bu âyet-i kerîmenin [120]nüzulünden sonra Peygamber Efendimizin bir kimseyi recmetmemış olduğu tespit edilsin. Ama Cumhûr-u ulemâ demişler ki: Peygamber (s.a.s.), bu âyetin nüzulünden sonra da recm cezasını uygulamıştır. Delil de şudur: Ebû Hüreyre (r.a.), recm cezasının Hz. Peygamber tarafından verildiğine şahit olmuştur ki; o da ancak hicretin yedinci yılından sonra müslüman olmuştur. Anılan âyeti İçeren Nûr sûresiyse, hicretin beşinci veya altıncı yılında nazil olmuştur. Peygamber (s.a.s.)'den sonra Hulefây-ı Râşidîn de recm cezasını uygulamış ve recmin had olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Bunlar; yani Mutezile ve Haricîler, kitabın sünnetle neshedilmesinin sahih olmayacağını ileri sürüp münazaaya girişmişlerdir. Cevaben deriz ki: Meşhur sünnet, kitabı tahsis eder ki; bunda hiç bir ihtilâf yoktur. Burada da sünnet kitabı tahsis etmiştir. Zinâkâr, evli olmayan zinâkâr anlamında özelleştirilmiş (tahsis edilmiş) tir. Bu İhtilâf, fazla bir pratik yarar sağlamaz.
(6) Bahr adlı eserde Haricîlerden naklen anlatıldığına göre onlar nezdinde recm cezası vâcib değildir. Merhum İbn Arabî de onlardan böyle bir nakilde bulunmuştur. Bunu, Nazzâm ve arkadaşları gibi bazı Mûtezilîlerden de nak-ietmiştir. Bunların bu konuda hiç bir dayanakları yoktur. Yegâne dayanakları, bu cezanın Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmemiş olmasıdır ki; bu geçersiz bir dayanaktır. Recm cezası, üzerinde icmâ olunan mütevatir sünnetle sabittir. Ömer bin Hattâb'ın, bir topluluk önünde yaptığı konuşma dolayısıyla bu ceza, kitapla da sabittir. Hz. Ömer bin Hattâb demiş ki: "Recm âyeti de Peygamber (s.a.s.)'e nazil olan âyetlerdendi. Biz o âyeti okuduk; hıfzedip zihnimize yerleştirdik ve mânasını anladık. Hz. Peygamber recm cezası verdi. Bizler de O'ndan sonra recm cezası verdik." Âyetin okunuşunun neshedilmesi, hükmünün de neshedilmesini gerektirmez. Nitekim bunu Ebû Dâvud da İbn Abbas'ın hadîsinden rivayet etmiştir. Ahmed ve Taberanî de Kebîr adlı eserde Ebû Ümâme bin Şehrin, teyzesi Acma'dan rivayet etmiş olduğu hadîsten nakletmişlerdir: Cenab-ı Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'dan bir âyet duşudur:
"İhtiyar bir erkekle ihtiyar bir kadın zina ettiklerinde elde etmiş oldukları lezzet nedeniyle kesinlikle onları recmedin.[121]
Ebü Hüreyre ve Zeyd bin Hâlid (r.a.) şöyle bir rivayette bulunmuşlardır:
"A'râbîlerden bir
adam, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Ya Resû-lallah, Allah aşkına
benim hakkımda Allah'ın Kitabıyla hükmet. Adamın hasmı da -ki o, diğerinden
daha fazla bilgili idi- "Evet: Aramızda Allah'ın Kitabı'yUı hükmet.
(Fakat) konuşmam için bana izin ver" dedi. Hz. Peygamber de ona
"Konuş" dedi. Adam anlatmaya başladı: "Oğlum, bunun yanında
rençberdi. Bunun karısıyla zina etti. Ben haber aldım ki oğlum, recm cezasıyla
hükümlüdür. Fidye olarak yüz koyun ve bîr de cariye verdim. İlim ehline
sordum: Bana dediler ki, "Senin oğluna yüz değnek vurmak ve bir yıl da
sürgün etmek, bunun karısını da recmetmek gerekir." Bunun üzerine Re-sûlullah
(s.a.s.) buyurdu ki: 'Nefsim kudret elinde olan Allah'a andolsun ki; aranızda
Allah'ın Kitabı'yla hükmedeceğim. Cariye ve koyunları sana geri versin. Oğluna
da yüz değnek vurulacak ve bir yıl sürgüne gönderilecektir. Enescik! Sabahleyin
şunun karısına git. Eğer (suçu) itiraf ederse, onu rec-met." Sabah
olduğunda Enes kadının yanına gitti. Kadın, suçunu itiraf etti. Peygamber
(s.a.s.) de emir verdi ve kadın recm edildi.[122] Bu
hadîsi bir cemaat rivayet etmiştir. Ubâde bin Sâmit (r.a.)'den rivayet:
Resulûllah (s.a.s.) buyurdu ki: "Benden
benden alın (öğrenin). Cenab-ı Allah, kadınlara yol vermiştir. Bekâr bir
erkekle bekâr bir kadın zina ettikleri takdirde yüz değnek vurulur ve bir yıl
da sürgün edilirler. Evlenmiş bir erkekle evlenmemiş bir kadın zina ettikleri
takdirde yüz değnek vurulur ve recmedilirler. "Bu hadîsi Buharî ve Neseî
dışında bir cemaat rivayet etmiştir. Cabir bin Abdullah'tan rivayet:
Adamın biri, bir kadınla zina etti. Peygamber (s.a.s.), onun için emrederek yüz değnek had vurmuş, sonra da onun evlenmiş birisi olduğunu haber alınca emrederek recmettirmiştir.Bunu da Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Câbir bin Semûre (r.a.), Resûlullah (s.a.s.)*ın Mâiz bin Mâlİk*i recmetti-ğini rivayet etmiştir. Bu haberi Ahmed bin Hanbel nakletmiştir. Evli zinâkâ-ra recm cezasının uygulanması gerektiği hususunda ümmetin icmâı vardır.
Zina haddi gerçekte zina edenin ikrarına bağlıdır. Zinâkâr suçu işlediğini ikrar etmezse; bu suçu onun üzerine beyyineyle İspatlamak mümkün olmaz. Çünkü bu suç, penisin vaginaya girdiğini gören dört âdil şahit ile ancak ispatlanabilir. Bu ispat her ne kadar İmkânsız değilse de çok zordur.
(7) Fıkıhçılar, zina suçunun şahitlik veya ikrar ile ispatlanabileceği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Yine bu çirkin suçun ispatlanmasında gerekli şahit sayısının diğer hukukun tersine dört olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Zîra Yüce Allah buyurmuş ki:
"Sonra dört şahit getirmezlerse.[123]
"Kadınlarınızdan zina edenlere karşı içinizden dört şahit getirin.[124]
Peygamber (s.a.s.)'de, kendi karısına zina isnad eden bir erkeğe şöyle demişti:
"Söylediğin sözleri doğrulayacak dört şahit getir. Yoksa sırtına had (sopasını) yersin.[125] Bu hüküm üzerinde icmâ-ı ümmet vardır. Mezhep imamları, şahitlerin âdil nitelikli, erkek ve daha önce had cezasına çarptırılmamış kimseler olmaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Penisin.vaginaya girmiş olduğunu gözleriyle ayan beyan görmüş olmaları, şahitliğin kinaye" değil de sarih lafızlarla olması gerektiğinin bu şahitliğin şartı olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Dört şahidin şart koşulmasında, şeriat koyucunun önerdiği Allah kullarının ayıplarının setredilmesi gerçeği vardır. Zîra şartları çoğalan şeyin varbğı azalır ki; şeriat koyucunun amacı da budur. Meclisin teaddüd etmemesinin şart olup olmadığı hususunda fıkıhçılar ihtilâf etmişlerdir:
Hanefî, Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: ŞahitUğin yerine getirilmiş olması için şahitlerin zinayı aynı mecliste müşahede etmiş olmaları şarttır. Aksi takdirde onlar fâsıktırlar. Kendilerine iftira (kazf) haddi tatbik edilir. Zîra şeriat koyucu, hadlerin tatbikinde kesin tahakkuku taleb etmiştir. Şahitliğin müteferrik meclislerde eda edilmesi bir şüphedir. Bu şüphe de zinada şahitlerin şehadetinin kabulünü meneder. Hadler, şüphelerle ortadan kalkarlar.
Şâfîîler dediler ki: Şahitlerin şahitliklerini eda etmelerinde meclislerin ayrı olmasının bir sakıncası yoktur. Ayrı ayrı meclislerde şahitlikte bulunmaları durumunda şahitlikleri kabul edilir. Bu da hâkimin içtihadına ve müslümanlar hesabına dîn ve dünyayla ilgili gördüğü maslahatlara göre şahit sayısının tamamlanması durumunda müslüman suçluyu acilen günahtan temizlemek amacına yöneliktir.
Dört şahidin de aynı yer ve aynı zamanda şahitlik etmelerinin gerekip gerekmediği hususunda fıkıhçılar ihtilâf etmişlerdir.
Hanefî ve Mâllkîler dediler ki: Şahitlerin dördünün de aynı mecliste şahitlik etmeleri şarttır. Aynı şekilde dördünün de aynı zamanda bir arada bulunmaları şart koşulmuştur. Ayrı ayrı gelerek bir mecliste toplanırlarsa, şahitlikleri kabul edilmez. Şahitliği eda hususunda şüphe mevcud olduğu için, kendilerine kazf (zina isnadı) haddi tatbik edilir ki; bu şüphe de, aynı zamanda ve bir arada meclise gelmemiş olmalarıdır. Çünkü ilk şahit, şahitlik yaparken sanığa zina isnadında bulunmuş ve dört şahit getirmemiştir. Dolayısıyla kendisine had tatbik etmek vâcib olur.
Şâfîîler dediler ki: Şahitlerin aynı zaman ve aynı mekanda bir arada bulunmaları şart değildir. Tersine birer birer, biribirlerinden sonra müteferrik de olsalar zinaya şahitlik ettiklerinde, şahitlikleri kabul olunur. Bu şeha-det nedeniyle her iki sanığa da had tatbik edilir. Çünkü dört şahidi getirmek; oir arada olsun, ayrı ayrı olsun hüküm bakımından aynıdır. Onları mütefer-nk olarak getiren, nassla amel etmiş olur. Toplu olarak bir arada gelmeleri durumunda şahitlerin şahitlikleriyle sabit olan her hüküm, şahitlerin ayrı ayrı gelmeleri durumunda da diğer hükümler gibi sabit olur. Hatta, böylesi daha da iyidir. Çünkü şahitler ayrı ayrı geldikleri takdirde, töhmetten uzak kalmış °Iurlar. Biribirlerine telkinatta bulunamazlar. Kaldı ki; dördünün bir arada Şahitlikte bulunmaları şart da değildir.
Hanbelîler dediler ki: Şahitlerin bir araya gelmesinde ve şahitliği eda hususunda meclis birliği şarttır. Şahitler aynı mecliste bir araya gelip şahitlikte bulunurlarsa, şehadetleri kabul edilir. Şahitliğin edasından önce müteferrik olarak gelmiş olsalar da şehadetleri kabul edilir. Zîra şüphe, yerlerin ayrı olması durumunda meydana çıkar.
Fıkıhçılar, zina fiilinin işlendiği yeri belirleme hususunda şahitlerin ihtilâf etmemeleri gerektiğini şart koşmuşlardır. Örneğin şahitlerin ikisi, zina fiilinin evin şu köşesinde vukûbulduğuna; diğer ikisininse bu fiilin evin diğer köşesinde cereyan ettiğine şehadet etmemeleri gerekir.
Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Bu ihtilâf, şahitliğin yerine getirilmesi hususuna zarar vermez. Bilâkis bu durumda da şahitlik kabul edilir ve suçluya had uygulanır.
Mâlîkîler ve Şâfiîler dediler ki: Bu meseledeki şahitlik kabul edilmez ve haddi tatbik etmek de gerekmez. Çünkü suçun işlendiği yeri belirlemede şahitlerin ihtilâf etmeleri, zina haddini ortadan kaldıran bir şüphedir. Şahitlerin dördünün de aynı vakitte meclise gelmeleri, bir zinanın vukûbulduğuna, aynı mahalde ve aynı sıfatla meydana geldiğine şehadet etmeleri şarttır. Şahitlik böylece tamamlanmış olur.
Şahitlerin ikisi, bir adamın sözgelimi Kûfe'de, diğer ikisiyse Basra'da zina ettiğine şahitlikte bulunurlarsa, şahitlikleri kabul edilmez ve sanık erkekle kadına had tatbik edilmez. Bu hususta icmâ vardır. Zina isnadı suçunu işledikleri için, şahitlere kazf haddi tatbik edilir.
Dört âdil erkek, bir kadının zina yapmış olduğuna dâir şahitlikte bulunurlar ve sonra da o kadının bakire olduğu anlaşılırsa; şahitlik icmâ ile reddedilir. Ortada şüphe mevcud olduğu için kadına had tatbik edilmez. Şahitlere de zina isnadı (kazf) haddi uygulanmaz. Bekâretin mevcudiyeti, zinanın vukûbulmadığına ilişkin bir delildir.
Zinanın vukuundan sonra bir süre geçse bile şahitleri şehadette bulunmaktan hâkimin menedip edemeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir.
Hanefîler dediler ki: Şehadetin edası hususunda zaman aşımı şüphesi mevcud olduğundan dolayı bu durumda onların şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü Hanefîlerin prensiplerine göre sırf Allah'ın hukukunu ilgilendiren hadler, zaman aşımıyla ortadan kalkarlar. Çünkü şahit, hasbi olan iki İşten birini yapmakta muhayyerdir: Ya şahitlik yapacak ya da suçu gizleyecektir. Şahitliği ertelemek, suçu gizlemek içindir. Bundan sonra şahitlikte bulunmaya kalkışmak, kendilerini şahitliğe sevkeden bir kinin veya sustuktan sonra kendilerini harekete geçiren bir düşmanlığın mevcudiyetinden dolayıdır. Şahitliği ertelemelerine ilişkin bir mazeretleri yoksa, bu şahitlikleri nedeniyle töhmet altına alınırlar. Ama bu erteleme bir sebebe dayanmıyorsa, şahit fâsık olur.Makbul olmadığını kesinlikle bildiğimiz için,şahitliği reddedilir.
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Zinada, kazf haddinde ve içki içmede şahitlik; ojayı müteakip uzun bir zaman geçtikten sonra da dinlenir. Zîra şehadetten sonra had, bir hak olur. Bu hakkın iptalini gerektiren bir neden bizce sabit değildir. Erteleme hususunda şahitlerin mazeretleri de olabilir. Bu mazeretleri dolayısıyla, zinanın vukuundan sonra şahitlik yapamamış olabilirler. Örneğin haddin uygulandığı bu vakte dek fitne ateşi sönmemiş ve küllenmemiştir. Bu nedenle şahitliği ertelemede mazur sayılırlar.
İkİ kişi bir adamın zorlanarak zina ettiğine, diğer iki kişi de aynı adamın gönüllü olarak zina ettiğine şahitlik ederlerse, bu meselede fıkıhçılar ihtilâf etmişlerdir.
İmam Ebû Hanîfe, Mâlikî ve Şâfîîler dediler ki: Bu durumda zina suçlusu kadınla erkeğe had tatbik edilmez. Haddi bertaraf edecek bir şüphenin varlığı nedeniyle de şahitlerin şahitlikleri reddedilir. Bu şüphe de şahitlerin çelişkili ifadeler vermeleridir. Ebû Yûsuf ile Muhammed demişler ki: Özelliklejerkeğe had tatbik edilir. Çünkü dört kişi söz birliği ederek onun zina ettiğine şehadet etmişlerdir. Ama onun zinaya zorlanıp zorlanmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Kendisine had tatbik edilir. Kadına gelince; ona had tatbik edilmez: Çünkü o, şahitlerin ifadelerine göre zinaya zorlanmıştır. Zinaya zorlanan kimseye had tatbik edilmeyeceği hususunda icmâ vardır. Zina eden erkeğin ona mehir vermesi vâcib olur. Kadın ondan gebe kalmışsa, Çocuğun babası da o olur.
Zina şehadetinde karısı aleyhinde şehadette bulunması için kocanın, dört Şahitten biri olması caiz midir?
Mâlikîler dediler ki: Kocanın, karısı aleyhine zina şahitliği yapan dört şahitten biri olması caizdir. Çünkü karısının zinası dolayısıyla kocaya özellikle o kadından doğmuş çocukları varsa utanç lekesi sürülmüş olur. Şahitlik yapmasında koca töhmet altına alınmaz; şahitliği kabul edilir ve karısına had tatbik edilir.
Hanefî, Şâfîî ve Hanbelîler dediler ki: Kocanın, zina şahitle-riyle birlikte kendi karısı aleyhinde şahitlik yapması caiz olmaz. Çünkü o, bu şahitliği yapma hususunda töhmet altındadır; şahitliği kabul edilmez.
Zinanın vukûbulduğuna ilişkin şahitlikte bulunmak üzere dört şahit, hâkimin meclisinde hazır olduklarında hâkim onlara; zinanın ne olduğunu, nasıl olduğunu, zinanın nerede, ne zaman, kiminle ve nasıl yapıldığım sorar. Bu soruların cevabında söz birliği ederek; "Milin sürmedanhğa girişi gibi penisin vaginaya girdiğini gördük" derler ve olayı bütün ayrıntılarıyla anlatırlarsa, -çünkü bu durumda olayı özetleyerek anlatmak yeterli olmaz- hâkimin, zina suçlusu erkekle kadına had tatbik etmesi vâcib olur. Şahitlerin yukarıdaki soruları ayrıntılı olarak cevaplamaları gerekir. Zîra olabilir ki; erkek, kadına sadece dokunmuştur veya zina, dar-ı harpte vukûbulmuştur veya suçlunun çocukluk zamanında ya da eski zamanda vukûbulmuştur.
Mâlikîler dediler ki: Şahitlere göre zinanın uzanmış iken, ayaktayken veya oiurmuş iken ya da erkek üstte veya alttayken, falan yerde, falan' vakitte... gibi sıfatının aynı olması durumunda şahitlik sahih olur. Şahitliği eda etmezden önce ayrı ayrı meclise gelseler bile aynı mecliste ve aynı zamanda şehadette bulunarak, şahitlerin bu sayılan niteliklerin tamamını hâkime anlatmaları gerekir. Ayrıca "Milin sürmedanhğa girişi gibi penisin vaginaya girdiğini" söylemeleri de icab eder. Bu ilâve cümleyi zikretmeleri, şehadetin yerine getirilmiş olması için zorunludur. Ki böylece şahitlik işi zorlaştırılsın ve başkalarının ayıpları mümkün mertebe gizlensin. Şahitlerden biri şahitliği ifa etmede eksiklik gösterirse veya diğer şahitlere muvafakat etmezse, şahitlikleri reddedilir. Zina isnadı (kazf) yapmış sayıldıkları için hadde tabi tutulurlar.
Mâlikîler dediler ki:,Âmâ da olsa müslüman bir kimsenin sadece sözlerde şahitliği kabul edilir. Bu sözleri âmâ olmazdan önce veya âmâ olduktan sonra yüklenmiş olması bu hükmü değiştirmez. Çünkü o; bu sözleri kulağıyla, aynı şekilde hissiyle zapt etmiştir. Nitekim zina yapan erkekle kadını da hisseder.
Hanefîler dediler ki: Amâ kimsenin zina üzerine şahitliği kabul edilmez. Çünkü o, zina eden erkekle kadını biribirinden ayırdedemez. Hadler-deyse tahkik ve kesin bilginin bulunması zorunludur.
Hanbelî ve Şâfîîler dediler ki: Âmâ, zina olayını âmâ olmadan önce görmüş, fakat aniden gözlerini kaybetmiş ise şahitliği kabul edilir. Gözlerini kaybettikten sonra zina olayını hissetmişse, şahitliği kabul edilmez.
Dört kişi bir erkeğin zina etmiş olduğuna şahitlik ederler ve o da muh-san' olduğunu inkâr eder ve kendisinden çocuk doğurmuş bir de karısı varsa; recm edilir. Karısının ve çocuğunun mevcudiyeti dolayısıyla yalanı açığa çıktığı için sözüne kulald verilmez. Dört kişi bir erkeğin zina etmiş olduğuna şahitlik ederler de o da muhsan olduğunu inkâr eder ve öte yandan iki erkek de onun sahih nikâhla bir kadınla evlenip gerdeğe girmiş olduğuna şahitlik ederlerse, muhsan olduğu tespit edilmiş olur ve dolayısıyla recmedi-lir.
Allah korusun, şahitlerden birinin dinden çıkması veya gözlerini kaybetmesi veya ahras olması veya fâsık olması veya kendisine kazf haddinin tatbik edilmesi gibi; şahidi şahitlik ehliyetinden yoksun kılacak bir durumun meydana gelmesi halinde suçluya had tatbik edilmeyeceği hususunda âlimler ic-mâ etmişlerdir. Bu durumun had kararının verilmesinden önce veya sonra, ama infazdan önce meydana gelmesi bu hükmü değiştirmez. Şahitlerin tümünün yahut bir veya birkaçının ölmesi de had cezasını düşürür.
Hanefîler dediler ki: Zinâkârı recmetmeye önce şahitlerin başlamaları vaciptir. Böyle yapmaya onları imam zorlar. Şahitlerden sonra imam veya naibi, ondan sonra da halk recmeder. Haddin uygulanmasında bu zorunlu bir şarttır. Öyle ki; şahitler zinâkârı recmetmek istemez ve recme yanaşmazlarsa, zinâ suçlusu erkekle kadının üzerindeki had cezası düşer. Şahitler, kazf (zinâ isnadı) haddine tabi tutulmazlar. Çünkü onların recmetmeye yanaşmamaları, şahitliklerinden geri dönmüş olduklarına açıkça delalet etmez. Ama bu, haddin düşmesini gerektiren bir şüphedir. Zîra şahidlerin zinâkârı recmetmeye yanaşmamaları, sözlerinden geri döndüklerinin delilidir. Çünkü Şahit, şahitlik yaparken şahitliği kendisine kolay gelir. Ama recmi bizzat kendi eliyle yaparken bu iş kendisine ağır gelebilir ve yüreği acıyıp şahitliğinden geri dönebilir. Şahitliğinden geri dönünce de sanıkların hadleri düşer, işte recmi Önce şahitlerin başlatmalarının şart kılınması, haddi tespit ve de şehadetten geri dönmeyi menetmek içindir. Zîra Ebû Bekret'ten rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.) Efendimiz bir kadım recmetmiş, ona nohut iriliğinde ilk taşı atan da kendisi olmuş, sonra yanında bulunan topluluğa şöyle demişti: "Ona taş atın ve yüze vurmaktan sakının."
Âmir'eş-Şa'bî'den rivayet: "Şuraha adındaki kadının Şam'da kayıp bir kocası vardı. Bu kadın (kocası kayıp iken) gebe kaldı. Efendisi onu, mü'min-lerin emiri Ebû Tâlib oğlu Ali'nin (r.a.) huzuruna getirdi ve "Bu kadın zina etmiştir dedi. Kadın da suçunu itiraf etti. Hz. Ali perşembe günü ona kırbaç cezasını, cuma günü de recm cezasını tatbik etti. Göbeğine varacak kadar ona bir çukur kazdı (ve onu içine yerleştirdi.) Ben de oradaydım. Sonra da şöyle dedi: "Recm, Resülullah (s.a.s.)ın koyduğu bir sünnettir. Bu olayın (zinanın) bir şahidi bulunsaydı; ilk taş atan o olacaktı. Şahitlik edecek; şahitliğinin ardisıra da taşını atacaktı. Ne var ki bu kadın suçunu ikrar etmiştir. Ona ilk taşı atan benim." Sonra orada bulunan insanlar taş attılar. Ben de onlardan biriydim. Vallahi onu öldürenlerden biri oldum."
Hanefîlerden Ebû Yûsuf demiş ki: Recmi Önce şahitlerin başlatmaları hak değil, müstehaptır. Önce kendileri başlatmaya yanaşmaz ve hazırda bulunmazlarsa; imam haddi terketmeyip uygular. Çünkü o had, şahitlikle sabit olmuştur ve uygulanması vâcib olur.
Şâfîîler dediler ki: Değnek cezası nazar-ı itibara alınarak recmi önce şahitlerin başlatmaları şart değildir.
Mâlîkîler dediler ki: Recmi önce imam veya naibi başlatır. Şahitlerin başlatmaları şart değildir. Suçlunun kendini reçm etmeye yetkisi yoktun Çünkü katli gerektiren bir fiili işleyen kimsenin kendini katletmesi sahih olmaz. Aksine bu, imam Veya naibinin yetkisindeki bir iştir.
Hanbelîler dediler ki: Zina suçlusunun recmedilmesinde imamın hazır bulunması da bulunmaması da caizdir. Şahitler için de bu böyledir. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Mâİz'in recmedilmesini emretmiş ama rec-medilişi esnasında hazır bulunmamıştı.
Dört kişi bir erkeğin falan kadınla zina ettiğine şahitlik eder; öte yandan dört başka adam da o erkeğin başka bir kadınla zina ettiğine şahitlik ederler; adam recmedilif de sonra bu iki şahit grubu tanıklıklarından geri dönerlerse, recmedilen adamın diyetini ödemekle yükümlü olurlar. Bu hükümde icmâ vardır. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre de kazf haddine çarptırılırlar. İmam Muhammed ise; diyetini ödemekle yükümlü olurlar, ama kendilerine kazf haddi tatbik edilmez demiştir.
Hanefîler dediler ki: Recmden sonra şahitlerden biri şahitliğinden rücû ederse; rücû eden tek şahit, hadde tabi tutulur ve recmedilenin diyetinin dörtte birini Ödemekle yükümlü olur. Zina suçlusuna had tatbik edilmeden şahitlerden biri şahitlikten rücû ederse, her dördü de hadde tabi tutulur. Çünkü onlar dört şahitten eksik olmuşlardır.
Şâfiîler dediler ki: Şahitlerden birinin şahitlikten rücû etmesi durumunda Öldürülmesi gerekir. Çünkü o, sanığın haksız yere öldürülmesine sebep olmuştur.
Fıkıhçılar şu meselede ihtilâf etmişlerdir: Kadı zina sanığına had cezasını verir de o da kendisine had tatbik edilmesi nedeniyle yaralanır veya ölürse; sonra da şahitlerin adaletli olmadıkları, aksine doğruluklarının şaibeli olduğu, ya da fâsık, köle, âmâ veya gayr-ı müslim kimseler oldukları ya da kazf cezasına daha önceleri çarptırılmış oldukları anlaşılırsa; onlara, zina isnadında bulundukları gerekçesiyle had tatbik edilir. Bu hükümde âlimler ittifak etmişlerdir.
Ebû Hanîfe der ki: Verdiği bu hükümden dolayı kadı'nın tazminat ödemesi gerekmez. Ne şahitlerin ne de beytü'I-maün tazminat ödemesi gerekir. Ebû Yûsuf ile Muhammed, yaralanma ersinin (diyetinin) ve ölüm diyetinin beytü'I-mal tarafından ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir.
MâlikîleR dediler ki: Şahitlerin fâsık olduklarına dâir bir beyyine bulunursa kadı, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Köle veya kâfir olduklarına dâir bir beyyine bulunursa sorumlu olur. Şahitlerin adaletli olduklarını iyice anlamadığından ötürü ihmal nedeniyle, maktulün ailesine kendisinin diyet Ödemesi gerekir.
Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: Şahitlerin adaletli olmadıkları anlaşılır ve zina sanığı da had nedeniyle vurulan kırbaçlardan ölmüşse diyetini, yaralanmışsa ersini (bedelini) kadı'nın üstlenmesi vâcib olur. Âlimlerin ittifak ettiklerine göre kadı recm hükmünü verir de sanık recmedilir, sonra da şahitlerden birinin yukarıda anlatılan niteliklerden birini taşıdığı anlaşılırsa, maktulün diyetini beytü'1-mal karşılar. Şahitlere de kazf haddi tatbik edilir.
Mâlikîler dediler ki: Kırbaç veya darbeler dolayısıyla suçlu ölür ve hakim de bu fiilinin selâmetle sonuçlanacağını zannetmişse günahkâr olmaz ve diyet ödemesi de gerekmez. Ama selâmetle sonuçlanacağından şüphe eder ve suçlu da cezanın tatbiki esnasında Ölür ya da bir uzvu sakatlanırsa; kadı sorumlu olup, diyet ödemekle de yükümlü olur. Tabii bu diyeti, kendi âkilesi (akrabaları) öder. Kendisi de onlardan bir ferd olarak payına düşen miktarı öder. Suçluya uygulayacağı cezanın selâmetle sonuçlanmayacağını önceden zannederse, kısasa tabi tutulur.
Cezayı uygulamanın selâmetle sonuçlanacağını veya selâmetle sonuçlanmayacağını zannettiğini yahut bu hususta şüpheye düştüğünü anlamak, ka-dı'nın ikrarı ve durumun delâleti ile mümkün olur. Tabii bu da hakkında bir had konulmuş olmayan suçlan nedeniyle insanları te'dîb etmede sözkonusu olur. Ama zina eden bekâra veya içki içen kimseye kırbaç vurmak veya başkalarına zina isnadında bulunan kimseye kırbaç vurmak gibi had tatbikini vâcib kılan suçlara gelince; bunlar nedeniyle suçluya fazla şiddetli olmayan normal darbeler vurulur. Bu darbeler nedeniyle ölürse kadı sorumlu olmaz.
Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), hakkında suç ihbarı aldığı bir kadına haber gönderince kadın ürküp çocuk düşürmüştü. Onun bu çocuk düşürmesiyle ilgili olarak Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ile müşavere etmiş, Hz. Ali de düşürmüş olduğu çocuğun diyetinin Hz. Ömer tarafından ödenmesi gerektiğini söylemişti. O da bu diyeti kendi aşiretine yüklemesini Hz. Ali'ye emretmiş; o da öyle yapmıştı. Sahabe-i Kiram (r.a.) imamın her ne kadar Peygamber vekiliyse de had uygulaması dışında bir kimseyi telef etmeye yetkili olmadığı, telef ettiği takdirde tazminat ödemekle yükümlü olacağı, ama günahkâr sayılmayacağı kanaatine varmışlardır. Çünkü o, hakkında had bulunmayan suçlar dolayısıyla suçluyu te'dîb etmeye yetkilidir. Had uygulaması durumunda vurulan darbeler incitici olmalı ama yaralayıcı ve öldürücü olmamalıdır.
Hanefîler dediler ki: Şahitlerin sorumlulukları yoktur ve tazminat ödemeleri gerekmez. Çünkü onların şahitlikleri nedeniyle vâcib olan darbeler, öldürücü olmayan darbelerdir. Kadı da suçluya vurulan darbelerden ötürü sorumlu olmaz. Çünkü o, öldürücü darbeler vurulmasına hükmetmiş değildir. Sorumluluk sadece celladın üzerinde kalmaktadır. Ancak sahih görüşe bakılırsa, onun da tazminat ödemesi vâcib değildir. Çünkü o, suçluyu kasten helak etmiş değildir. Şu halde hiç de tazminat ödeme sorumluluğu kalmamaktadır.
Had ve kısasa hükmederken kadının hata etmesi hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
HanefîleR dediler ki: Kadi'nın hata etmesi durumunda diyet ve yaralama bedeli, müslümanlann beytü'l-malından ödenir. Kadı sorumlu olmaz. Çünkü o içtihadından dolayı hataya düştüğünden suçlu değildir. Rivayete göre Hz- Ali şöyle demiştir: "Hadde tabi tutulduğu için ölen bir kimseye acımam. Çünkü onu hak öldürmüştür. Yalnız içki içme cezası çekerken ölen kimseye acırım. Çünkü biz bu cezayı Resûlullah (s.a.s.)'tan sonra gördük. İçki haddi kendisine uygulanırken ölen kimsenin diyeti beytüM-maldan ödenir. (Ya da imam tarafından ödenir.)1* Bu ikisinden hangisinin diyeti ödeyeceği hususunda râvinin şüphesi vardır.
Mâlîkîler dediler ki: Bir kimse, Allah'ın hadlerinden bir had kendisine uygulanırken Ölürse, kanı boşa gitmiş olun Onun için bir kimsenin tazminat ödemesi gerekmez.
Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: (Bunların bu mesele hakkında iki rivayetleri vardır) Bu rivayetlerden biri şudur: Bu durumda tazminat beytü'l-maldan Ödenir. Kadının ailesinin bir şey ödemesi gerekmez.
Diğer rivâyetse şudur: Diyeti kadı ve âkilesi ödemekle yükümlü olur. Maktulün kanı boşa gitmez. Çünkü kadı, hırsızlık suçu nedeniyle el kesmekte olduğu gibi had uygularken de insanların canlarım muhafaza etmekle mükelleftir. Sınırı aşmaması gerekir. Yani eli keserken fazla yukarıdan kesmemeli; kesilen kolu kaynatılmış zeytinyağına daldırarak kam durdurmalıdır. Kırbaç cezasına çarptırılan suçluyu öldürecek ve telef edecek şiddetli darbeler vur-mamalıdır. İşte bu nedenle diyet ödemesi vâcib olur. Çünkü onun uygulaması Ölüme sebebiyet vermiştir. Bu durumda o, ava atarken bir insana isabet ettiren birisi gibidir: Diyet ödemesi gerekir. Çünkü o okunu atarken hata etmiştir.
Dört kişi bir erkeğin zina ettiğine, iki kişi de onun muhsan olduğuna şahitlik eder ve hâkim de sanığa had tatbik eder; sonra da hem zina şahitleri hem muhsanlık şahitleri şahitliklerinden rücû ederlerse, hüküm ne olacaktır?
Hanefîler dediler ki: Diyeti sadece zinaya şahitlik yapan dört kişinin ödemesi gerekir. Muhsanlığa şehadet eden iki kişinin bir şey ödemesi gerekmez.
Şâfiîler dediler ki: Diyetin üç paya bölünerek ikisini zina şahitlerinin, biriniyse muhsanlık şahitlerinin ödemeleri gerekir.
Hanbelîler dediler ki: Diyetin ikiye bölünerek yansım zina şahitlerinin, diğer yarısmıysa muhsanlık şahitlerinin ödemeleri gerekir. Çünkü had, ancak bu şahitlerin hepsinin şehadçtiyle yerine getirilmiş olmaktadır. Zina VaPtığma şahitlik edip, muhsan olduğuna şahitlik etmeselerdi; suçlu yalnızca kırbaç cezasına çarptırılacaktı. Zanlının haksız yere öldürülmesine sebebiyet veren, muhsanlığma yapılan şahitliktir. Şu halde diyeti yan yarıya Öderler.
Mâlikîler dediler ki: Bu mesele hakkında iki rivayet vardın Kuvvetli olanı; Hanefîlerin de söyledikleri gibi diyetin sadece zina şahitlerince ödenmesini öngören rivayettir. Hanefîlerin iki rivayetinden biri de tıpkı Hanbelî-lerin söyledikleri gibidir: Diyetin yarısını zina şahitleri, diğer yansını da muh-sanîık şahitleri öderler.
Âlimler, imamdan başkasının haddi uygulamasının caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Zîra Yüce Allah, "Değnek vurun" diye emir buyurmaktadır. Bu emrin muhatabının imam olduğu hususunda icmâ-ı ümmet vardır. Sonra da bundan bir delil çıkararak imam (devlet başkanı) tayin etmenin müslümanlar için vecibe.olduğunu söylemişlerdir. Çünkü noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah, haddi tatbik etmeyi ferman buyurmuştur. Ulemâ, imamdan başkasının haddi uygulamaya yetkili olmadığı hususunda icmâ etmişlerdir. Vacibin kendisiyle yerine getirilebileceği ve mükellef tarafından yapılabilir olan şeyleri yapmak mü'minler için vaciptir. Şu halde imam tayin etmek de vaciptir. İmamın bulunmaması durumunda insanlardan birinin haddi uygulamaya yetkisi yoktur. En iyisi; hükmetmek ve verilen hükmü infaz etmek için insanların salih bir kimseyi tayin etmeleridir.
Hanefî, Mâlikî, Hanbelî ve bir görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Dört bir erkeğin zina yaptığına dâir şahitlik eden dört kişi aleyhine şahitlik yaparlarsa; sanığa had tatbik edilmez. Her ne kadar şeriat, şahitlik üzerine şahitliği geçerli saymışsa da burada iki yerde tahakkuk ettiği için fazlasıyla şüphe vardır. Asılların yüklenmesinde ve detaylann aktarılmasında şüphe vardır. Şeriat her ne kadar şahitlik üzerine yapılan şahitlik nedeniyle mâlî konularda yargıda bulunmaktaysa da; bu şahitliğin her yerde geçerli sayılmasını gerektirmez. Örneğin kadınların şehadeti gibi. Bu şahitlik her ne kadar sahihse de hadlerde geçerli değildir. Çünkü bunda fazlasıyla şüphe vardır. Böylesine fazla bir şüpheyi içermekle birlikte; bu şahitlik hadler dışında geçerlidir. Hadler de geçerli kılmmayışının sebebi, haddi kaldırmakta ihtiyatlı davranmaktır. Bu gibi bir şahitliği reddetmek, ihtiyat gereğidir. Kadının şehadeti, erkeğin şehadetinin bedelidir. Bedel ise; bir şeyi ispatlamada ihtiyat icab ediyorsa muteber sayılır. Ama bir şeyi iptal etmede ihtiyat icab ediyorsa, bedel muteber sayılmaz.
Başka bir görüşlerinde Şâfiîler demişler ki: Şartları tekemmül ettiğinde, üzerine yapılan şahitlik kabul edilir ve bu nedenle de sanık üzerine had tatbik edilir.
Hanefîler dediler ki: Şahitlerden biri hükmün verilmesinden sonra ve haddin uygulanmasından önce şahitliğinden rücû ederse,şahitlerin hepsi de kazf haddine tabi tutulur. Çünkü infaz da vargının bir parçasıdır. İnfazdan önce şahitlikten geri dönmesi, yargılamadan önce geri dönmesi gibidir. İnfazın, yargının bir parçası olmasının faydası; şahitlerde adaletliliklerini cer-hedici sebeplerin meydana gelmesi veya sanığın (kendisine zina isnad edilenin) muhsanlığımn düşmesi veya kadının azledilmesi durumlarında kazf had-dinin ve diğer hadlerin düşmesinde görülür. Had kararının verilmesinden önce şahitlerden biri şahitlikten rücû ederse; şahitlerin hepsi de iftira ettikleri gerekçesiyle kazf haddine tabi tutulurlar. Çünkü onların sözleri aslında iftiradır. Kadının hükmü ile birleşince şahitlik olur. Ama bu durumda kadının hükmü ile birleşmemiştin Çünkü şehadetten rücû etmeleri, sözlerini kadının hükmüyle birleşmekten menetmiştir. Dolayısıyla sözleri salt bir iftira olarak kal-' mıştır. İftira ettikleri gerekçesiyle de kazf haddine tabi tutulurlar.
Şahitlerin dördüncüsü şahitlikte bulunmaya yanaşmazsa, diğer üç şahit kazf haddine tabi tutulur fakat dördüncü şahit hadde tabi tutulmaz. Bu had dördüncü şahidin susması nedeniyle değil de diğer üç şahidin, sanığın zina ettiğini söylemiş olmaları nedeniyle onlara tatbik edilir. Biz dördüncü şahidin susmasını nazar-ı itibara almayız. Her biri başkasının değil kendi şahsının işlediği suçtan dolayı hesaba çekilir. Çünkü onlar sanığa zina isnadında bulunmuşlardır.
Hanefî, Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: Şahitlerin sayısının beş olup bunlardan birinin, aleyhinde şehadette bulunulan zina suçlusunun recmedilişinden sonra kendi şahitliğinden rücû etmesi durumunda, rücû eden Şahit ne tazminat öder ne de hadde tabi tutulur.Çünküonunrücûundan sonra da zinâkâr aleyhine hakkıyla şehadet edecek kimseler geride kalmaktadır ki o da dört kişinin şehadetidİr.
Şâfiîler dediler ki: Bu durumda şehadetten rücû eden şahit, recme-dılen kişinin diyetinin beşte birini ödemekle yükümlü olur.
Hanefî, Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: Zina haddinde şehadette bulunan şahitler beş kişiyse; aleyhinde şehadette bulunulan şahıs da rec-medilmiş ve sonra da şahitlerden ikisi şehadetten rücû ederlerse; bu ikisinden her biri kazf haddine tabi tutulur ve recmedilerek öldürülen kişinin diyetinin ikisi birlikte dörtte birini onun mirasçılarına vermekle yükümlü olurlar. Recme gelince, o derhal kazfe dönüşür. Çünkü ikincinin rücûundan dolayı delil tam olarak kalmamaktadır. Diyete gelince; recmedilenin aleyhine şehadette bulunan kimseler hâlâ var oldukları için, hakkın (diyetin tamamının) dörtte birini öderler. Dörtte üçüyse kalır, ödenecek tazminatın miktarını belirlemede şehadetten rücû etmeyenlerin sayısı esas alınır.
Şâfiîler dediler ki: Şehadetten rücû eden iki şahit "Hata ettik" derlerse, diyetten kendi paylarına düşen miktarı ödemeleri gerekir. Bunda iki vecih vardır:
a- Diyetin beşte birini öderler.
b- Diğer üç mezhep imamlarının söyledikleri gibi; diyetin dörtte birini öderler. Ama "Kasten yalan söyleyerek şehadette bulunduk" derlerse; şehadetten rücû" nedeniyle had olarak öldürülürler.
Âlimler ittifak ederek demişler ki: Dört kişi bir adamın zina ettiğine şe-hadet eder ve bu şahitler de tezkiye edilirlerse; sözgelimi tezkiye eden kimseler bu şahitlerin hür, müslüman ve âdil kimseler olduklarım söylerler ama sadece âdil olduklarını söylerler de köle oldukları anlaşılırsa; tezkiyeciler tazminat ödemekle yükümlü olmazlar. Evet yukarıda anlattığımız gibi şahitleri tezkiye ederler de suçlu recmedilir ve sonra da şahitlerden bazısının kâfir veya köle oldukları anlaşılırsa; tezkiyeciler de onları "Hür ve müslümandırlar" diyerek aklamaya devam ederlerse, ittifakla sorumlu olmazlar. Ama yanıldıklarını söylerlerse, şahitlerden birinin kâfirliğinin açığa çıkması nedeniyle tazminat ödemekle yükümlü olmazlar. Zîra olabilir ki, tezkiye yapıldıktan sonra şahit kâfir olmuştur.
Hanefîler dediler ki: Şahitleri aklayanlar "Öyle olmadıklarını bildiğimiz halde kasten onların hür ve müslüman olduklarını söyledik" derlerse, tazminatla yükümlü olurlar. Diyet Ödemeleri gerekir. îmameyn bu hükme muhalefet ederek diyeti beytü'l-malın ödemesi gerektiğini söylemişlerdir.
Mâlîkî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Yukarıda anlatılan meselede aklayıcılar tazminat ödemekle yükümlü olmazlar. Aksine, diyeti beytü'I-malın ödemesi gerekir. Çünkü onlara tazminat yüklenecek olursa, bu haksız bir yükleme olur. Tazminat, bizzat teşebbüs etme veya sebebiyet verme durumunda yüklenir. Burada bizzat teşebbüsün veya sebebiyet vermenin bulunmadığı apaçık ortadadır. Çünkü telef edişin sebebi zinadır ki; onlar da bu bir Tvarhğını ispatlamamışlardır. Sadece şahitleri iyilikle nitelemiş ve Övmüşlerdir. Bu da aleyhinde şehadette bulunulan ve evli olduğuna şahitlik edilen «nıöı övmelerinden farksızdır. Evli olduğuna şahitlik eden şahitlerin, sanı-»in recmedildikten sonra evli olmayışının anlaşılması durumunda tazminat ödemekle yükümlü olmadıkları gibi -çünkü onlar sebebi sabit kılmamışlardır-aklayıcılar da tazminat Ödemekle yükümlü olmazlar.
Tezkiye edenler (aklayıcılar) üzerine tazminatın yükümlülük olmasında Ebû Hanîfe'nin delili şudur: Zina şahitliği, ancak şahitlerin tezkiye edilmeleriyle hâkimin recm hükmünü vermesi için bir delil olur. Bu durumda tezkiye, suçlunun yok edilmesi için sebebin sebebi mânasında bir şey olmaktadır. Bilindiği gibi hüküm kendisine izafe edilmesinde sebebin sebebi de sebep gibidir. Muhsanhk böyle değildir: O, cezalandırmayı veya cezanın ağırlaştırılmasını gerektiren bir sebep değildir. Cezalandırmayı gerektiren sebep zinadır. Muhsanlığm mevcudiyetiyle birlikte zina edilmesi halinde muhsanhk, ceza-,, nın ağırlaştırılmasını gerektirir. Çünkü bu durumda Allah'ın nimetine karşı nankörlük edilmiştir. Burada ceza, nimetin kendisi olan muhsanlığa izafe edilmemiştir. Aksine, bu nimete karşı yapılan nankörlüğe izafe edilmiştir. Şu halde muhsanlığm var olduğuna dâir yapılan şehadet, cezayı ağırlaştırmayı gerektiren alâmetin varlığına dâir yapılan bir şehadettir. Cezanın verilmesini gerektiren sebep, şükür yapılması gerekirken nankörlük yapılmasıdır.
Bazı kimseler demişler ki: Tezkiyede şahitlik lafzı düşmez. Tezkiye (aklama) yapmak için, kadının meclisinde bulunmak şart değildir. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf'a göre tezkiyede kişi sayısı da şart değildir. İmam Muhammed demiş ki: Diğer hukukî muamelelerde şahitlik yapacak kimseleri iki kişinin; zinada şahitlik yapacak kimseleri dört kişinin tezkiye etmesi şarttır. Muhsanlık için bir erkekle iki kadının şehadette bulunmaları caizdir. Sonra şahitlere kazf haddi tatbik edilmez: Çünkü onlar, sağken zina isnadında bulunmuşlar ve suçlu da ölmüştür. Kazf haddini haketmeyi de mirasçılarına bırakması mümkün değildir. Şahitlerin köle oldukları açığa çıkarsa, ta'zîr edilmeleri ittifakla vâcib olur.
Hanefîler dediler ki: Dört kişi bir erkeğin zina ettiğine şahitlik ederler de kadı da onun recmedilmesini emreder ve şehadetten sonra, ama recm cezasının infaz edilmesinden önce bir başkası suçluyu teammüden ya da hata-en Öldürürse; teammüden öldürmüşse kısasa tabi tutulur. Hataen öldürmüş-se akrabaları diyet öderler. Şahitlerin tezkiye edilmelerinden sonra ve suçlu hakkında recm kararının verilmesinden önce öldürmesi durumunda da bu hüküm sözkonusu olur. Ama hâkim suçlunun recmedilmesine hükmeder, bu arada adamın biri suçluyu teanımüden veya hataen Öldürürse, ona bir şey yapmak gerekmez. Zİnâ suçlusu hakkında recm hükmü verildikten.sonra bir şahıs o suçluyu teammüden öldürür, sonra da şahitlerin köle veya kâfir oldukları ya da daha önce zina isnadı nedeniyle hadde tabi tutulmuş oldukları anlaşılırsa; kıyasa göre katilin kısasa tabi tutulması gerekir. Çünkü o, kanı helâl olmayan bir kimseyi teammüden öldürmüştür. Lâkin şahitlerin köle olduklarının anlaşılması dolayısıyla yapılan yargılamanın sahih olmadığı açığa çıkmıştır. Zina suçlusunun da kanı helâl olmamıştır. Katil de, emrolun-madığı bir fiille onu öldürmüştür. Çünkü emrolunan fiil recmdir. Fakat o, adamı öldürmüştür. Zina suçlusunu öldürme işinin, kendisine bırakılması yolunda kadının vermiş olduğu emre muvafakat etmemiştir. Böyle yapmakla da kusurlu davranmış olmaktadır.
tstihsana bakılırsa katilin diyet ödemesi gerekir. Çünkü kadının recm hükmü, zahiren infaz edilmiştir. Katilin mahkumu öldürmesi durumunda yargı ve infaz sahih olur. Maktul da mübahlık şüphesini mirasçılarına miras olarak bırakmış olur. Çünkü; kadının kararı zahiren ve bâtinen infaz edilirse mübahlık gerçeği sabit olur. Sadece zahiren veya sadece bâtinen infaz edilmesi durumunda mübahlık şüphesi sabit olur. Ama hükmün verilmesinden önce öldürürse; durum bunun aksi olur. Çünkü bu takdirde şehadet bir delil olmaz. Katil, teammüden öldürmesi halinde kısasa tabi tutulur. Bu katil, harbî olduğunu zannettiği ve üzerinde harbîlere mahsus işaretler bulunan, ama sonra da müslüman olduğu anlaşılan bir kimseyi öldürmüş biri gibi olur. Teammüden öldürdüğü için, maktulün diyetini kendi malından öder. Âkilesi bu diyeti ödemeyi üstlenmez. Üç senede diyeti ödemesi gerekir. Çünkü bu diyetin onun tarafından ödenmesi, katlin kendisi nedeniyle vâcib olmuştur. Katlin kendisiyle vâcib olan, diyet gibi vadeli olarak ödenmelidir. Ama sulh ile kısas yerine bedel olarak vâcib olan diyet, peşin olarak ödenmelidir. Çünkü bu mal, katilin kendisiyle değil de akitle vâcib olmuştur. Ama bu katil, zina suçlusunu recmederek öldürürse de, sonra da şahitliklerin köle oldukları görülürse; diyeti beytü'l-malın ödemesi gerekir. Çünkü katil, kadının hükmünü infaz etmiştir.
Dört mezhep imamı sözbirliği ederek demişler ki: Dört kişi bir erkekle bir kadının zina ettiklerine şehadet ederlerken: "Biz, ikisinin tenasül organlarına bakmaya kasdettik ve bile bile baktık" derlerse, şahitlikleri kabul edilir. Çünkü hasbi olarak şahitlik vazifesini yerine getirebilmek için şahitlerin, onların tenasül organlarına bakmaları zorunludur. Zîra ihtiyaç halinde, avret yerine bakmak günah değildir. Örneğin; ebenin, çocuk bakıcısının, sünnetçinin, tabibin, lavman yapanın, bekâret, iktidarsızlık ve karı-kocadaki ayıp nedeniyle evliliği reddetme durumunda hâkem tayin edilen bilirkişinin avret yerlerine bakması gibi... Bu bakışlar günah sayılmaz. Her ne kadar zaruret yerinin ötesini kapatmak vâcib değilse de bu gibi durumlarda kadına bir kadının bakması daha uygun olur.
Ama zina şahitleri/"Bakma nedeniyle lezzet almak için biz ikisinin tenasül organlarına kasden baktık'' derlerse şahitlikleri icmâ ile kabul edilmez.
Hz. Peygamber ve Hulefây-ı Râşidîn devirlerinde vukûbulan recm hadîslerini inceleyen kimseler şu gerçeği göreceklerdir: Zina suçunu işleyenlerin bizzat kendileri adalet meclisine giderek zina ettiklerini itiraf ediyorlardı. Bununla beraber bu cezanın uygulanmasının arzu edilmediğine delâlet eöen münakaşalar suçluyla yapılmaktadır. Sanki bu ceza, ancak kendini fuhuş lekesinden ve başkalarının ırzına tecavüz etme günahından temizlemek İsteyenlerden başkasına tatbik edilmek istenmemektedir.
Sayıları dördü bulmayan kişiler zina üzerine şahitlik yaparlarsa, zina sabit olmayıp, haddi uygulamak da vâcib olmaz. Bu şahitlere had tatbik edilip edilmemesi gerektiği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları demişler ki: Bu şahitlere kazf haddini uygulamak gerekmez. Çünkü bunlar normal şahitler olarak şehadete gelmişlerdir. Eğer biz bunlara had tatbik edersek, zina üzerine şehadette bulunmanın kapısı kapanır. Zîra her bir kimse, arkadaşının kendisine muvafakat edeceğinden, dolayısıyla hadde maruz kalmayacağından emin olamaz.
Hanefîler dediler ki: Dörtten az olmaları durumunda şahitlere kazf haddi tatbik etmek vâcib olur. Çünkü bir tek şahit zina yapıldığına şehadette bulunursa, sanığa zina isnadında bulunmuş olur. Dört şahit getirmediği takdirde kendisine kazf haddini tatbik etmek vâcib olur. Zîra Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun."
Rivayete göre Muğire bin Şu'be aleyhinde Hz. Ömer'in yanında şu dört W zina şahitliğinde bulunmuşlar: Ebû Bekre, Nafi\ Nüfey\ Ziyad -ki bu Şahitlerin dördüncüsü olup- şöyle demişti: "Bir kıç gördüm; yukarıya kalkıyordu. Bir adam gördüm, üste çıkıyordu. Kadının ayakları da erkeğin omuzlan üzerindeydi. Tıpkı eşeğin kulakları gibiydi. Bundan ötesini de bilmiyo-^m." Bunun üzerine Hz. Ömer, diğer üç şahide kazf haddini uyguladı. Beraberlerinde başka bir şahit var mî, diye sormadı da. Çünkü adamın (Muğie nın) kendi hammıyla yatmış olduğu anlaşılmıştı.
(8) Dört mezhep imamı, zinanın ikrarla sabit olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. İkrar edenin erkek veya kadın, evli veya bekâr, hür veya köle olması farketmez. Yalnız akıllı, mümeyyiz ve baliğ olması, ikrarda bulunmaya zorlanmamış olması şarttır.
Hanefîler, Hanbelîler ve ibn ebi Leylâ dediler ki: Zina ikrarında sayı şarttır. Kişinin akıllı ve baliğ olmasının yanısıra zina ettiğini birer birer dört defa ikrar etmesiyle ancak zina suçu sabit olur. Çünkü hadlerin tatbik edilebilmeleri için suçun tesbit edilmesini taleb etmek şarttır. Şu âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi Cenab-ı Allah, bu âlemin gitmesinden çok, yerinde kalmasını istemektedir:
"Eğer düşmanlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah'a güven.[126] Yani öldürmekten vazgeç. Düşmanların barışmaya ve savaş-mamaya meylederlerse, öldürmeyi bırak. Yüce Allah buyuruyor: "Kim onu (bir nefsi) kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.'* (Mâide:32). Ayrıca can almak, büyük günahlardandır. İcab ettirici sebepler kesin olarak tespit edilmeden can almaya teşebbüs etmek doğru olmaz. Yukarıda paragraf başında adı geçen mezhepler, ikrarı şehadet gibi saymışlardır. Şeriat koyucu, diğer hukukî meselelerde alışılagelenin tersine zina şehadetinde şahitlerin dört kişi olmalarını şart koştuğu gibi, zina ikrarının da dört defa olmasını şart koşmuştur. Yani ikrarlardan her biri, bir şahitlik yerine konulmuştur. Mâiz ve diğerlerinin hadîsinde de ikrarın dört defa yapıldığı nakledilmiştir.
Mâlikîler ve Şâfiîler dediler ki: Zina suçlusuna had tatbik etmenin vâcib olması İçin; suçlunun suçu işlediğini bir defa ikrar etmesi yeterlidir. Kati, hırsızlık, içki içme ve diğer hükümlerde olduğu gibi ikrar için sayı şartı yoktur. Dâvud-u Zahirî, Hasan-i Basrî, Taberî ve bir ulemâ cemaati bu görüştedirler. Bunların delilleri de Ebû Hüreyre'yle Zeyd bin Halid'in zina eden rençber bir çocukla ilgili olarak rivayet etmiş oldukları hadîstir. Bu hadîsinde Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Enescik! Sabahleyin bu adamın karısına git: Eğer suçunu itiraf ederse onu recmet." Enes de ertesi sabah o kadının yanına gitmiş; kadın suçunu itiraf etmiş ve Peygamber (s.a.s.) de emrederek kadın recmedilmişti.Bu hadîstePeygamber(s.a.s.),!itirafm kaç kez yapılması gerektiğinden söz etmemiştir. Çünkü insan değnek veya recm cezasını gerektirecek bir suçu işlediğini ikrar ederse, bu onun doğru konuştuğunu gösterir. İkrarını bir kaç kez tekrarlamasına gerek yoktur. Bir kez de olsa yeterlidir. Doğrusu bu itirafı da gerçek ihlas ve dürüst iman sahipleri yaparlar. Bu gibi kimseler ne kadar da azdır.
Bir kimsenin kendi nefsi aleyhinde şahitlik yaptığını görürsek, onun tam bir iman sahibi olduğuna, kıyamet gününün azabına kesin olarak inandığına hükmederiz. Zina suçunu muhakkak işlediği ve kıyamet gününde karşılaşılacak olan ilâhî azaptan korktuğu için, kendisine had tatbik edilerek günahtan arınmayı istemektedir. Bu nedenle bir kez de olsa itirafı kabul edilir. İtirafını yinelemesine gerek yoktur. Evet Peygamber Efendimiz, zina yaptığını itiraf eden Mâiz'i bir kaç kez geri çevirmiştir. Çünkü onun durumundan şüphelenmiş ve bu nedenle de ona:
"Sende delilik mi
var?" demiş ve ailesinden de onun durumunu sormuştu.
İkrarda sayının şart olduğunu söyleyenler, bu zina ikrarının dört mecliste ayrı ayrı yapılmasının gerekip gerekmediği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Hanbelîler ve İbn ebî Leylâ demişler ki: Tek bir mecliste de olsa dört defa yapılan ikrar yeterlidir.
Hanefîler dediler ki: Zina ikrarının, ikrar edenin meclislerinden dört mecliste dört kez yapılması şarttır. Hanefîler bu görüşlerinin delilini, Sahih-i Müslim'de Ebû Büreyde (r.a.)'den rivayet edilen hadîsten çıkarmışlardır:
"Mâiz bin Mâlik, Peygamber (s.a.s.)'in yanına gelip İkrarda bulunmuş, Peygamber (s.a.s.) de onu geri çevirmişti. Ertesi gün ikinci kez geldiğinde yine geri çevirmiş, sonra Mâiz'in kavmine haber salıp, onun aklında bir kusur bulunduğunu bilip bilmediklerini sormuş, onlar da; "Bizonu, içimizdeki salih ve tam akıllı kimselerden biri olarak biliyoruz" dediler. Mâiz, üçüncü kez Peygamber (s.a.s.)'in yanına geldi, peygamber Efendimiz onun kavmine hasaldı. Onlar da Mâiz'in kendisinde ve aklında bir hastalık bulunmadığım söylediler. Dördüncü kez geldiğinde Peygamber (s.a.s.) onun için bir çukur kazdırıp içine yerleştirdi ve recmetti.[127] Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet:
"Eslemî, Peygamber (s.a.s.)'e gelerek, kendisine haram olan bir kadınla zina ettiğine dâir kendi nefsi aleyhinde dört kez şehadette bulundu. Bu şeha-detinin her dört defasında da kendisine aldırış edilmedi. Beşinci kez geldiğinde Peygamber (s.a.s.) ona sordu:
O kadını yaptın mı?
Evet...
Tıpkı milin sürmedanlığa girişi ve kova ipinin kuyunun içine tamamen girip kayboluşu gibi mi, penisin o kadının vaginasma girdi?
Evet, öyle oldu.
Sen, zina ne demektir, bilir misin?
Evet... Kocanın kendi karısıyla helâl olarak yaptığı teması, ben haram olarak o kadınla yaptım.
Sen böyle demekle (benden) ne istiyorsun?
Beni temizlemem istiyorum.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz emrederek adamı recmettirdi. Ashaptan iki kişiden birinin diğerine şöyle dediğini duydu: "Şu adama bak: Allah kendisinin ayıbını gizlediği halde nefsi onu bırakmadı. Tâ ki köpek gibi recnıedildi." Peygamber Efendimiz onlara cevap vermedi. Sonra bir müddet yürüdü. Yolda ayaklarından asılı bir eşek leşine rastladı ve (demin dedikodu yapan iki kişiyi kastederek) "Falanla falan nerede?" diye sorunca onlar da "îşte buradayız ya Resûlullah!" diye cevap verdiler. Onlara şöyle dedi: "tnin ve su eşeğin leşini yeyin." Onlar da "Kim bunu yiyebilir, ey Allah'ın Resulü?" dediler. Peygamber Efendimiz onlara şu karşılığı verdi: "Az önce (o) kardeşiniz aleyhinde yapmış olduğunuz konuşma, (harâmhk bakımından) leş yemekten daha az şiddetli değildi. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a and olsun ki o, şu anda cennet ırmaklanndadır. O nehirlerin içine daImaktadır.[128]
Bu hadîs, ikrar için ayrı ayrı yerlere birden fazla gelindiğini ve reddedilip geri çevirildikten sonra ferdlerin teaddüd ettiğini açıkça ifade etmektedir.
Bu konuda rivayet £dilen diğer hadîsler de bu hususu teyid etmektedirler. Peygamber (s.a.s.)» â ikrarında bulunan kimsenin bir ikrarını kabul etmemiş ikrarında doğru söylediği ve haddin kendisine tatbik edilmesi için ısrarlı olduğu kesin olarak anlaşılsın diye ikrarım tekrarlamasını istemiştir. Buharî, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Resûlullah, Mescid-i Nebevî'de bulunurken bir adam geldi ye ona şöyle seslendi: "Ey Allah'ın Resulü! Ben zina ettim." (Bunu derken de kendisinin öldürülmesini istiyordu.) Peygamber Efendimiz ondan yüz çevirdi. O da Peygamberimizin kendisinden çevirmiş olduğu yüzünün tarafından gelip ona yaklaştı ve "Ya Resûlallah, ben zina ettim" dedi. Peygamber (s.a.s.), Efendimiz yine ondan yüz çevirdi. Yine Peygamber Efendimizin kendisinden çevirmiş olduğu yüzünden taraf ona gelip yaklaştı. Böylece kendi nefsi aleyhinde dört kez şehadette bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona "Sende delilik var mı?" diye sordu. O da cevaben:
Hayır, ya Resûllah.
Evlenmiş misin?
Evet, ya Resûlullah.
Öyleyse bunu götürün ve fecmedin, buyurdu.[129] Bu hadîs-i şerif, aybı ve günahı örtülsün diye ikrarcınm ikrarından geri dönebileceği umuduyla, ikrarını dört kez yinelemesi gerektiğine delalet eden açık bir nasstir. Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde rivayet edildiğine göre Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimizin huzurunda Mâiz bin Mâlik'e (r.a.), şöyle demişti: "Eğer dördüncü kez itirafta bulunursan, Peygamber (s.a.s.) seni recmeder."
Ebû Dâvud ile Neseî'nin şöyle dedikleri rivayet olunur: "Resûlullah'ın sahabileri diyorlardı ki; Gamidiye ile Mâiz bin Mâlik eğer itiraflarından geri dönselerdi, dördüncü kez itiraf etmeleri istenmeyecekti. Hanefîler; Şâfıîler-le, Mâlikîlerin hüccetlerine cevaben demişler ki: Bazı rivayetlerde anlatılan zînâ suçlusunun; bir, iki ve üç defa ikrarda bulunmuş olması hususu, râvînin bir kusurudur. Taksirli olan rivayet, hıfzı sağlam kimselerin rivayetlerine karşı hüccet olamaz. Rençber çocukla ilgili hadîste geçen: "Eğer kadın itiraf ederse onu recmet" sözüne gelince; bunun mânası, zina haddindeki mezkur itiraftır. Zîra bu itiraf sahabiler arasında, özellikle Peygamber Efendimize yakın olan ve Enes gibi ikrarın hükmünün dört olduğunu bilen sahabiler arasında biliniyordu.
Zİnâ eden kişi suçunu dört kez ikrar ettikten sonra kadı ona; zinanın ne olduğunu, nasıl yapıldığını, zinayı nerede, kiminle yaptığını sorar. Bütün bunları açıkça izah ederse, aleyhindeki hüccetin tamamlanmış olması nedeniyle kendisine had tatbik etmek zorunlu olur. Şahitlerin şehadetinde şart ko-şulduğu gibi zinayı ne zaman yaptığını sormak ikrarda şart kılınmamıştır. Çünkü zamanın geçmesi, ikrarın değil de şehadetin kabulünü engeller. Bazıları kadının; ikrar eden kimseye suçu ne zaman işlediğini sormasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Zîra olabilir ki; zinayı çocuk iken veya müslüman olmadan işlemiştir.
Bir kimse tanımadığı bir kadınla zina ettiğini dört kez ikrar ederse; âlimlerin icmâıyla ona had tatbik edilir. Aynı şekilde falan kadınla zina ettiğini; kadının, kendisinin ikamet etmekte olduğu beldeden uzakta bulunması halinde itiraf ederse, yine kendisine had tatbik etmek vâcib olur. Çünkü rençber çocukla ilgili hadîste de anlatıldığı gibi Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, huzurunda zinayı itiraf ettiği zaman rençber çocuğa had tatbik etmiş; bundan sonra da Enes'i, recmetmek üzere görevli olarak kadının yanma göndermişti. Adam zinayı ikrar ettiği, yaptığının zina sayılmayacağını gösteren bir şey anlatmadığı, kendisini hadden kurtaracak: bir şüphe bulunmadığı; tersine;
ikrarının, zina yaptığı kadında bir mülkiyetinin bulunmadığını içermesi dolayısıyla hadde tabi tutulmuştur. Eğer kadında bir mülkiyeti bulunsaydı bunu bilecekti. Haddi kendisinden kaldıracak bir şüphe bulunsaydı onu hatırlayacaktı. Çünkü insan, karısını veya cariyesini tanımazlık edemez.
Bir kimse falan kadınla zina ettiğini ikrar eder de o kadın onu yalanlayarak: "Ben onu tanımıyorum" derse bu meselenin hükmü ne olur? Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Hanîfe demiş ki; ne erkeğe ne de kadına had tatbik edilmez. Çünkü ortada haddi bertaraf edecek bir şüphe vardır. Bu şüpheyse inkârdır. Erkeğe sadece kazf (iftira) haddi; yani seksen değnek vurulur. Bunun, erkeğin ikrarım iptal etmediği söylenmiştir. Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîlerle Imaiıeyn demişler ki: Sadece erkeğe, had tatbik edilir ki; bu zina haddidir. Erkeğin ikrarı, kendisiyle zina yapmış olduğu kadının aleyhine bir delil olmaz. Bu durumda erkeğe ayrıca kazf (iftira) haddi uygulanmaz. İmam Ahmed, Ebû Dâvud ve Sehl bin Said (r.a.)'in rivayet ettiklerine göre; adamın biri Peygamber (s.a.s.) Efendimize gelerek, ismini söylediği bir kadınla zina ettiğini ikrar etti. Hz. Peygamber, kadını getirmeleri için adam gönderdi. (Kadın geldi). Ona, bu erkeğin ikrarı hakkında fikrini sordu. Kadın, erkeğin kendisi hakkında söylediklerini inkâr etti. Hz. Peygamber de erkeğe had uyguladı. Kadını bıraktı ve ona had tatbik etmedi.
Ebû Dâvud ile Neseî, ibn Abbas (r.a.)'tan rivayet ettiler ki; "Bekr bin Leys kabilesinden bir adam Peygamber Efendimize gelerek bir kadınla zina etmiş olduğunu dört kez ikrar etmiş, Hz. Peygamber de ona yüz değnek vurmuştu. Adam bekârdı. Sonra Hz. Peygamber onun, kadın aleyhine ileri süreceği bir beyyinesinin bulunup bulunmadığını sordu. Kadın, "Ya Resûlallah, bu adam yalan söylüyor" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber o adama kazf hsûdi oian seksen değnek vurdu." Bu da islam hukukunun, hadleri ortadan kaldırmak ve gerçekleri araştırmadaki titizlik, müsamahakârlık ve kolaylıktan yana oluşunun bir örneğidir. Bazıları demişler ki; bu durumdaki erkek, hem Allah'ın hem kulun hakkına riâyet edilsin diye; hem zina haddine hem de iftira haddine tabi tutulur.
Kadın zina yaptığını hâkimin huzurunda dört kez ikrar eder ve "Falan kimseyle..." diyerek erkeğin adını belirtirse; erkek de "Ben onunla zina etmedim ve onu tanımıyorum" diyerek kadını yalanlarsa, hüküm ne olacaktır?
Ebû Hanîfe (rh.a.) demiş ki: Ne kadına ne de erkeğe had tatbik edilmez. Çünkü had, reddi gerektiren bir delil nedeniyle, inkâr edenin (erkeğin) hakkında düşmüştür. Bu delil, ikrar eden kadın hakkında da red şüphesini ortaya koymuştur. Zîra zina, ikisi arasında vukûbulan bir tek fiildir. Bu fiilde bir şüphe bulunursa; bu şüphe, fiili işleyen iki tarafa da sirayet eder.
Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler ve İmameyn dediler ki: Zinayı ikrar eden kadına had tatbik edilir. Çünkü ikrar, ikrar eden kimse hakkında bir hüccettir. Başkası hakkında zinanın sabit olmayışı, ikrar eden hakkında zina yokluğu şüphesini meydana getirmez. Örneğin; erkeğin beldeden uzakta ve kayıpta bulunması, kadının adım belirterek aleyhinde iddiada bulunması gibi... Evet, kuvvetli olan bu görüştür.
Bir erkek, konuşamayan dilsiz bir kadınla zina ettiğini ikrar ederse ya da bir kadın,, ahras bir erkekle zînâ yapmış olduğunu ikrar ederse; hüküm ne olacaktır? İmam Ebû Hanîfe (rh.a.) demiş ki: Kadınla erkekten hiç birisine had tatbik edilmez. Çünkü ortada, diğer tarafa da sirayet eden bir şüphe mevcuttur.
Üç mezhep imamı ve îmameyn demişler ki: Dilsize değil, ikrarda bulunana had tatbik edilir. Çünkü ikrar, konuşabilenin aleyhine tamamlanmıştır; üzerine had tatbik edilir. İkrarı bulunmadığı için diğerine had tatbik edilmez.
Mezhep imamları ittifak ederek demişler ki: Ahras kimse zina ettiğini yazı veya anlaşılır da olsa işaretle ikrar ederse; kendisine had tatbik edilmez. Çünkü buradaki ikrarda açıklık bulunmadığı için şüphe vardır. Şüphe de hadleri ortadan kaldırır. Yine imamlar ittifak ederek demişler ki: Ahras kimse aleyhine yapılan zina şehadeti de kabul edilmez. Çünkü âmâ kimsenin tersine; dilsizin bu şahitlik aleyhinde şüphe bulunduğunu iddia etmesi muhtemeldir. Alimler, âmâ kimsenin zina ikrarının sahih olduğu, kendisine bu nedenle had tatbik edileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Âmâ aleyhinde yapılan şeha-det de sahih ve makbuldür.
Bir kimse zinayı ikrar eder de, sonra bu ikrarından rücû ederse; onun hükmü hakkında imamlar ihtilâf etmişlerdir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Zina ikrarında bulunduktan sonra bir kişi ikrarından rücû ederse, bu rücûu kabul edilir ve kendisine had tatbik edilmez. Üzerine haddin bir kısmı uygulanmış olsa da olmasa da terk edilir. Zîra sahih rivayetle sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.s.), ikrarından rücû eder ve bir daha huzuruna gelmez diye Mâiz'i ve diğerlerini defalarca geri çevirmiştir. Böyle yapmakla aybı örtülmüş olur ki; bu onun için daha hayırlıdır. Rivayete
öre Peygamber Efendimiz kendi aleyhinde zina ikrarında bulunduktan son-ga Gâmidiye'ye şöyle demişti: "Belki o (erkek) seni öpmüş veya şöyle böyle lmuştur. Bu sözde, itiraftan sonra rücû etmenin kabul edilebileceğine işaret vardır. Ayrıca Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar kî:
"Şüpheler dolayısıyla hadleri defedin.[130] İkrar sahibinin rücûundaysa şüphe vardır. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlerin bu görüşlerine îbn ebi Leylâ ve Osman el-Benî muhalefet ederek demişler ki: "İkrar ettikten sonra kişinin rücû etmesi kabul edilmez ve kendisine had tatbik edilir.
Mâlikîler dediler ki: İkrar eden kişi bir şüphe nedeniyle ikrarından rücû ederse; rücûu kabul edflir ve kendisine had tatbik edilmez. Ama bir şüphe bulunmaksızın ikrarından rücû etmesi kabul edilmez ve kendisine had tatbik edilir.
Lafız kendisine ait olmak üzere Tirmizî ve Kütüb-ü Sitte'nin diğer beş müellifi şu rivayette bulunmuşlardır: "Mâiz, Peygamber (s.a.s.)'e gelerek, zina ettiğini söyledi. Hz. Peygamber ondan yüz çevirdi. Yüzünün diğer tarafından Hz. Peygamber'e yaklaşarak zina ettiğini söyledi. Hz. Peygamber yine ondan yüzçevirdi. Sonra yüzünün diğer tarafından Hz. Peygamber'e yaklaşarak zina yaptığım söyledi. Dördüncü defasında Hz. Peygamber, onun için gerekli emri verdi. Medine'nin Harre mevkiine götürülerek taşlarla recmedil-di. Taşlar vücuduna değer değmez, süratle kaçmaya başladı. Onu, elinde devenin çene kemiği bulunan bir adam karşıladı. Elindeki çene kemiğiyle ona vurdu. İnsanlar da Öldürünceye kadar ona vurdular. Olayın gelişimi hakkında Hz. Peygamber'e bilgi verilirken "Keşke onu bıraksaydınız" demişti. Bir rivayete göre Hz. Peygamber, Mâiz'e, "Sende delilik varmı?" diye sormuş, o da "Hayır" cevabını vermişti. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber ona, Belki öpmüşsündür ya da göz kırpmış veya bakmişsındır?" demiş, o da: "Hayır" cevabını vermişti. Mâiz'e, "Evlendin mi?" diye sormuş, o da: "Evet" karşılığım verince Hz. Peygamber onun için gerekli emri vermiş ve recme-dilmişti.
Hz. Peygamber'in
"Keşke onu bıraksaydınız" sözü, suçlunun kaçması durumunda haddin
kalkacağına işaret etmektedir. Hz. Peygamberin üçüncü nvâyetteki; "Belki
Öpmüşsündür ya da göz kırpmış veya bakmışsındır?" sözü, suçlunun ikrardan
cayması ve kendi aybını gizlemesi için bir sinyal mahi-yej-ındeydi. Ama o,
ikrarından caymamıştı. Öyle ki Hz. Peygamber, kınayacak, "o kadına şey
yapmadın ya?" demiş, o da: "Evet.. Ona şey yaptım" enıış, bunun
üzerine de recmedilmesini emretmişti.
Bütün bunlar ve diğer rivayetler, zina ettiğini ikrar eden kimsenin bu ikrarından rücû etmesi halinde rücûunun kabul edileceğini, bu rücûunun onun için bir tevbe sayılacağını, kendisine had tatbik edilmeyeceğini ifade etmektedirler. Zîra islâmiyet, ayıpların örtülmesini sevmekte ve fuhşiyatın şüyu bulmasını hoş karşılamamaktadır.
Bir erkek kocasız bir kadınla birlikte bulunduğunda bu erkek, o kadınla evlenmiş olduğunu iddia edebilir. Bu da bazı mezheplere göre haddi ortadan kaldıracak bir şüphedir.
(9) Şüphe, var olmadığı halde var olana benzeyen şeydir. Bazı fiiller hakkında fikıhçılar arasında anlaşmazlık meydana gelmiştir. Şöyle ki: Bu fiiller haddi ortadan kaldırmaya elverişli birer şüphe midirler, değil midirler? Zinâkârm maksadı açığa çıkıncaya kadar soruşturma yaparak haddi ortadan kaldırmak için hileye başvurulur mu, vurulmaz mı? Zinâkârı suçlarken hata yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır? Bu hataya düşme anında zinâkâr erkeğin yanında helâllik şüphesi var mıydı, yok muydu? Bilindiği gibi bu soruşturma ve münakaşalar, sabit görülmesinden sonra haddi ortadan kaldırmak için fayda temin ederler. Çünkü haddin sabit oluşu, sarih ikrardan sonradır. Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Şüpheler sebebiyle hadleri defedin.[131]
Hanefîler dediler ki: Şüphe iki kısımdır: Bunlardan bir fiil şüphesi-dir ki; bu sekiz yerde olur:
1- Kişinin kendi babasına veya anasının, dedesinin, ninesinin -bunlar her ne kadar yukarıya doğru çıksalar da değişmez- cariyesiyle zİnâ etmesi: Bu zinada mülkiyet şüphesi bulunduğu için, zina edene had uygulanmaz.
2- Kişi kendi karısının cariyesiyle zina ederse hadde tabi tutulmaz: Çünkü karısının malının, kocanın mülkü olduğu yolunda şüphe vardır.
3- Kişinin üç talâkla boşadığı ve iddet beklemekte olan eski karısıyla cinsel temasta bulunması durumunda her bakımdan helâl kılınmış olan mülkiyet ortadan kalktığı için buradaki şüphe mantıklı olur. Zîra Yüce Allah buyurmuş ki:
"Eğer koca karısını iki talâktan (boşamasından) sonra bir kere daha boşarsa; bundan sonra kadın başka bir erkeğe nİkâhlanmadıkça (ve ondan daImadıkça) ilk kocasına helâl olmaz.[132] Kadının üç talâkla bo-anmasından sonra onu boşamış olan erkeğe helâl olmayacağı hususunda ayca icmâ-ı ümmet de vardır. Ama üç talâkla boşamış olan erkek, İddet beklemekte olan eski karısıyla cinsel temasta bulunur ve "Bu kadının bana helâl lduğunu zannediyordu' derse, kendisine had tatbik edilmez. Çünkü nesep hakkı bakımından koca için o kadında hâlâ mülkiyet eseri vardır. O kadın boşandıktan sonraki en fazla iki yıllık süre zarfında bir çocuk doğuracak olursa; çocuğun nesebi bu erkeğe ait olur. Bu erkek, onu iddet beklemekte olduğu evden dışarı çıkmaktan menedebilir. Ama nafakasını vermekle de yükümlü olur. Bu iddet süresi zarfında onun bacısını (yani baldızını) nikahlaması, bu kadından başka dört kadınla evlenmesi haram olur. Bu erkekle bu kadından her biri, diğeri lehinde şahitlikte bulunmaktan meneciilir. İşte ikisinin yapmış oldukları cinsel temasın helâlliğim bu saydığımız hükümlerden bazısına kıyaslamafnız mümkündür. Cinsel temasın hükmünün bu hükümlere benzeyişini, haddi düşürmede bir mazeret sayarız.
4-Bir mal üzerine bâin talâkla boşanmış olan kadınla, onu boşamış olan erkek cinsel temasta bulunursa; harâmliğın sübûtu icmâ ile olduğu için bu temasta şüphe vardır.
5- Bir kimse huP yaparak kendisinden ayrılan ve vermiş olduğu mehri de kendisine iade eden eski karısıyla cinsel temasta bulunursa, hadde tabi tutulmaz. Zîra hul'ün, bâin talâk mı, yoksa nikâh akdini fesih mi olduğu hususunda sahabiler arasında ihtilâf vukûbulmuştur.
6- Kişinin azâd etmiş olduğu, iddet beklemekte olan ümm-ü velediyle cinsel temasta bulunması durumunda da had tatbik edilmez. Çünkü bu efendinin o cariye üzerinde mülkiyetinin hâlâ devam ettiği şüphesi vardır. Ayrıca bu cariyenin çocuğu da o erkeğin (azad edenin) nesebindendir.
7- Kölenin, efendisinin cariyesiyle cinsel temasta bulunması: Bu" temas nedeniyle de had tatbik edilmez. Çünkü yararlanma hususunda köleyle efendisi arasında bir serbestlik vardır. Köle, efendisinin cariyesinden yararlanmayı da bu serbestliğin çerçevesi dahilinde var zannedebilir ki; bu da haddi düşüren bir şüphedir.
8- Rehincinin, kendi yanına bırakılan cariyeyle cinsel temasta bulunması: Rehin akdi, hiç bir halde rehineden yararlanma hakkına mâlik olmayı İfade etmez. İcar akdine kıyaslayarak bu akdin varlığı, hükmî bir şüphe meydana getirmez. Buna göre; şüphesi olsun olmasın, zina yapan rehincive tıpkı hizmet için icar edilen cariyede olduğu gibi had tatbik etmek vâcib olur. Yalnız bu cariyeyi icar etmiş olan kişi, şüpheye kapılarak bu cariyeyle zİnâ eder ve "Ben helâl olduğunu zannettim" derse, kendisine had tatbik etmek \âci^ o!maz. Çünkü bu, şüphe yeridir. Zîra özet olarak mal mülkiyeti, yararlanma mülkiyetinin bir sebebidir. Her ne kadar bu rehinden yararlanma mülkiyetinin sebebi değilse de, rehinci için mal hakkında bir mülkiyet sebebidir. Bu kadarıyla onun için yararlanma mülkiyeti sabit olur mu, olmz mı? işte burada şüphe vardır. İcardaysa durum bunun tersinedir. İcarla sabit olan, menfaat mülkiyetidir. Bunun hiç bir halde yararlanma mülkiyetine sebep olması düşünülemez. Burada yersiz bir şüpheye kapılmıştır. Helâlliği zannetmiş olsa da olmasa da kendisine had tatbik etmek vâcib olur. Bunlar ve bunlara benzer durumlarda zina edene had tatbik edilmez. Tabii eğer, "Ben kendim bunun bana helâl olduğuna ve yaptığım bu işin4îarâm olmadığına içten inanıyordum. Haram olduğunu bilseydim, kesinlikle böyle yapmazdım" derse, kendini hadden kurtarır. Ama "Haram olduğunu, bana helâl olmadığını bilerek ben bu işi yaptım*' derse, kendisine had tatbik edilir. Zina eden erkekle kadından biri helâlliği zannettiğini iddia eder, diğeri böyle bir iddiada bulunmazsa, her ikisi harâmhğı bildiklerini birlikte ikrar etmedikçe kendilerine yine had tatbik edilmez. Çünkü taraflardan birinde şüphe sabit olursa, zorunlu olarak bu şüphe diğer tarafa da sirayet eder.
Hanetllere göre ikinci şüphe, mahaldeki şüphedir ve bu şüphe de altı yerdedir:
1- Bir erkek oğlunun veya her ne kadar aşağıya doğru inse de oğlunun oğlunun cariyesiyle, her ne kadar oğlu veya oğlunun oğlu sağ olsa da cinsel temasta bulunursa; hadde tabi tutulmaz. Zîra Resulûllah (s.a.s.), babasını şikâyet eden adama:
"Sen de malın da babana aitsiniz" demişti. Ayrıca cariyenin çocuğunun nesebi, efendisi üzerine ve efendisinin babası ve dedesi üzerine sabit olur. Her ne kadar cariyenin efendisi olan çocuk sağ olsa bile...
2- Bir kimse kinaye lâfızla bâin olarak boşamış olduğu eski karısıyla cinsel temasta bulunursa; şüphe mevcudiyeti dolayısıyla hadde tabi tutulmaz. Örneğin karısına; "Sen salıverilmişsin" veya "Yetki senin elindedir" der ve karısı da kendini boşamayı seçer de iddet beklemekteyken kocası kendisiyle cinsel temasta bulunursa; hadde tabi tutulmaz. Çünkü kinaye lâfızlarla yapılan boşamanın hükmü hakkında sahabîler ihtilâf etmişlerdir. Hz. Ömer'in görüşüne göre kinaye lafızlarla yapılan boşamalar, ric'îdirler. İbn Mes'ûd (r.a.) da bu görüştedir. Abdürrezzak'ın Musannaf adlı eserinde şöyle bir rivayete yer verilmektedir: Sevri Mansur'dan, o da Alka'dan ve Esved'den naklettiğine göre adamın biri İbn Mes'ûd'a gelerek dedi ki: Karımla aramızda şöyle bir konuşma geçti: Karım dedi ki;
Benimle ilgili olarak senin elinde bulunan yetki benim elimde olsaydı, ben ne yapacağımı bilirdim.
Yetkiyi sana verdim.
Öyleyse ben üç talâkla boşum.
îbn Mes'ûd, "Karının üç değil de bir talâkla boşanmış olduğu görüşündeyim ve ona £eri dönüp ric'at etmede de sen, başkalarından çok daha hak sahibisin" dedi.
Bu meseleyi mü'minlerin emîri Hattâb oğlu Ömer (r.a.) benden sordu: Sen ne dedin?" dedi. Ben de o kadının sadece bir talâkla boşanmış olduğu ve kocasının da ona geri dönüp ric'at etmede başkalarından çok daha hak sahibi olduğu görüşünde olduğumu söyledim. Bana; "Ben de bu görüşteyim" dedi. Başka bir rivayete göre de şu eklemeyi yapmıştı: "Eğer başka türlü söyleseydin, isabet etmiş olmazdın."
ibn ebi Şeybe, İbn MeS'ûd ile Hz. Ömer'in, "Sen salıverilmişsin", "Sen ibra olunmuşsun" gibi kinaye lâfızlarla boşanan kadınların bir talâkla boşanmış sayılacağını, kocasının ona geri dönüp ric'at etmede başkalarından çok daha hak sahibi olduğunu söylediklerini nakletmiştir.
İmam Ali (r.a.), bu iki lâfızla boşanan kadınların üç talâkla boşanmış sayılacaklarını söylemiştir.
3- Rehinci kendi yanında rehine olarak bulunmakta olan cariyeyle cinsel temasta bulunursa; bir rivayete göre hadde tabi tutulmaz. Zîra rehinci için cariyede mülkiyet sebebi vücuda gelmiştir. Çünkü telef olma durumunda rehin vaktinden itibaren hakkını ödemiş olur. Hal böyle olunca rehinci için cariyede mülkiyet sebebi derhal vücuda gelir ve mülkiyet gerçeği, telef anında meydana gelir.
4- Bir kimse, kendisiyle başkasının müşterek malı olan bir cariyeyle cinsel temasta bulunursa; şüphe nedeniyle hadde tabi tutulmaz. Çünkü o, kendisinde onun için mülkiyet sebebinin vücut bulduğu bir cariyeyle cinsel temasta bulunmuştur. Zîra satın alma, yararlanmayı mülketmenin bir sebebidir ki; bu da kendisine had tatbikini engelleyen bir şüpheyi ortaya koymuştur.
5- Satıcı, satmış olduğu cariyeyi müşteriye teslim etmeden önce onunla cinsel temasta bulunursa; hadde tabi tutulmaz.
6- Bir kimse mehir kıldığı cariyeyi kendi karısına teslim etmeden önce onunla cinsel temasta bulunursa; hadde tabi tutulmaz. Çünkü o cariyenin jnülkiyeti ne müşteri ne de zevce için istikrar bulmuştur. Mülk sahibi bu mül-
ıyet şüphesiyle o cariyeyle cinsel temasta bulunmuştur. Müşteri veya zevcenin o cariye üzerindeki mülkiyeti sabittir. Efendinin cariye üzerindeki mülkimi ise sarsıntıya uğramıştır. Bu da şer'in hükmüyle mülkiyetin gerçeğindeki b» Şüphedir.
Bütün bu saydığımız durumlarda her ne kadar "Ben bu işin bana ha-lm olduğunu biliyordum" dese de cinsel temasta bulunan kimseye had tatbik etmek vâcib olmaz. Çünkü had tatbikini engelleyen şey, şüphedir. Şüphe de burada hükmün kendisinde vardır. Yani hükümdeki harâmhkta şüphe vardır. Dolayısıyla harâmhk, mahal deliline göre sabit değildir. Zina, sakıncalı bir şeydir. Zan ile ve de kuvvetli şüpheyle beraber sabit olmaz. Aksine, onda mu-hakkakhğm bulunması gerekir. Sabit oluş da seksiz ve şüphesizdir. Bu hükümde sağlam tespitte bulunmamızı Resûlullah (s.a.s.) bize tavsiye etmiştir ki; suçsuz canlar, haksız yere öldürülmüş olmasınlar. Resûlullah (s.a.s.) buyurmuş ki:
"Şüpheler nedeniyle hadleri defedin.[133] Bazı âlimler; bu hadîs üzerinde Buharî ile Müslim'in ittifak etmiş olduklarını söylemişlerdir. Ümmet de bu hadîsi kabulle karşılamıştır. İbrahim en-Nehaî senediyle ibn ebi Şeybe,. Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Şüpheler nedeniyle hadleri uygulamadan kaldırmak, şüphelerle birlikte onları uygulamaktan çok daha hoşuma gider." Hz. Ömer, îslâmî şiarları yerine getirme hususunda çok titizlik gösterirdi. Muaz bin Cebel, Abdullah ibn Mes'ûd ve Ukbe bin Âmir demişler ki: "Had hususunda şüphelendiğinde onu uygulama."
Buharî'de rivayet edilen bir hadîste Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"İçinde günah bulunduğundan şüphe ettiği bir işe cür'et eden kimse, açık seçik olarak günah olduğunu bildiği işin eşiğine yaklaşır. Günah ve mâ-siyetler, Allah'ın koruluğudur. Koruluğun etrafında yayılan (hayvan)ın, koruluğun içine girmesi yakındır.[134]Yani bir şeyin helâl veya haram olduğunu bilmeyen kimse, takva gereği o işten uzak durmalıdır. Bir işin vâcib olup olmadığını bilmeyen kimse, o işle mükellef olmaz. Haddin vâcib olup olmadığını bilmeyene haddi uygulamak vâcib olur. Bunun, haddin sübutundan önce veya sonra olması arasında bir fark yoktur. Zîra Peygamber (s.a.s.), yanında zina ikrarında bulunurken, Mâiz'e şöyle demişti: "Belki (o kadını) öpmüşsündür? Belki onu (sadece) ellemişsindir? Belki ona göz kırpmışsmdır?" Peygamber Efendimiz bütün bu telkinleri ona yapıyordu. Belki yanında, zina ikrarında bulunduktan sonra "Evet, bu dediğini yaptım" diyerek ikrarından cayar diye umuyordu. Hatta Mâiz'in ailesine; onun akıllı mı yoksa deli rrii olduğunu soruyordu. Mâiz'e de; "Onu (kadını) şey yaptın mı?" diyerek, yaptığı fiilin keyfiyetini soruyordu. O da "Evet, O kadınla şey yaptım. Tıpkı milin sürmedanlığa girişi gibi..." diye cevap veriyordu. Bu soruların yalnızca şu faydası vardı: Şayet suçlu ikrarından cayarsa, Peygamber endimiz onu bırakacak, kendisine had uygulamayacaktı. Aksi takdirde bu soruların hiç bir faydası yoktur.
Yine bu kabilden olarak Peygamber (s.a.s.) huzuruna getirilen hırsıza; "Sen çaldın mı? Sanmıyorum ki çalmışsın?" diye sormuştu. Yanına gelip zina itirafında bulunan ve de hâmile olan Gâmidiye'ye de buna benzer sözler söyleyip! onu geri çevirmiş; doğum yapıncaya kadar haddi ertelemişti. Bu uzun süreden sonra Gâmidiye'nin kendisine geri gelmeyeceğini ve had tatbiki talebinde bulunmayacağını umarak onu meclisinden geri çevirmiş ve haddi ertelemişti.
Hadleri uygulamayıp bertaraf etme hususunda sahabîlerin de buna benzer tavırlar takındıkları rivayet olunmuştur: Örneğin Hz, Ali (r.a.), yanında zina ikrarında bulunan ve gebe olduğu açıkça görülen Sürâhe adlı bir cariyeye şöyle demişti: "Belki o erkek, s&ı uyumaktayken seninle cinsel temasta bulunmuştur. Herhalde sen bu temasın olmasını istemiyordun. Belki de senin haberin olmadan efendin, seni onunla evlendirmiştir?" Kezalik Hz. Ömer de çobana gidip süt isteyen, fakat sütü alamayınca kendini ona teslim etmek zorunda kalan kadına böyle demişti ve o kadına had tatbik etmemiş; tersine, "Çoban ona mehrini (sütü) vermiştir" demiş, bunu da hem çobandan hem kadından haddi kaldıran bir şüphe saymıştı.
Hz. Peygamber'in sünnetinde zanla hüküm vermek, vâki olmamıştır. Kesin tespit yapmadıkça had uygulamazdı.
İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet: Resûlullah (s.a.s.), Aclânî ile karısı arasında Hân yapmıştı. Şeddad bin el-Had'ın naklettiğine göre Resûlullah (s.a.s.) o kadın hakkında şöyle demiştir: "Bir kimseyi beyyinesiz olarak recmetsey-dim, o kadını recm ederdim. Hayır: Bu kadın, islâmiyette (kötü yolu) ilan etmiştir." Yani bu kadın, müslümanlar arasında fuhşu ilan ediyordu. Fakat aleyhinde ne bir beyyine ne de bir ikrar bulunabildi. Sırf şâyiâ dolayısıyla da ona had tatbik etmedi.
İbn Abbas'tan rivayet: Resûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki:
"Eğer bir kimseyi beyyinesiz olarak recmetseydim, o kadım (Aclânî'nin karısını) recmederdim. Onun konuşmasında, şeklinde ve görünümünde, yanına girenlerde şüphe belirmiştir.[135] Bu hadîsi ibn Ma-ce rivayet etmiştir. Liândan yüz çevirip kaçınması nedeniyle kadına had tatbik etmeyenler, bu hadîsi delil olarak almışlardır. Hz. Peygamber'in "Bir kimseyi beyyinesiz olarak recmetseydim, o kadını recmederdim" mealindeki sözü, sanık durumundaki kimseye had tatbik edilemeyeceğine dâir apaçık bir delildir. Çünkü had tatbiki ile kendisine zarar verilmesi, kendisine ve ailesine utanç ve rüsvaylık lekesi sürülmesi caiz olmayan kimseye büyük zararlar verilmiş olmaktadır ki; bu da aklen ve şer'an çirkin bir şeydir. Bu gibi büyük zararları vermek; ancak had, kısas ve bunlara benzer olup şeriat sahibi tarafından onaylanan ve de sübutu kesinleşen suçların cezalarını tatbik ederken caiz olur.Bu tatbikî yaparken|de hâkimin kalbindeki şek ve şüphe tamamıyla yok olmuş olmalıdır. Çünkü salt sezgi ve tahmin, hadleri uygulamak ve can almakta bir kıymet ifade etmezler. Kuşku ve töhmet, yanılma ve karışıklığa sebebiyet verirler. Bu tür sebeplere dayanarak müslüman bir kimseye eziyet etmek, ona acı ve zarar vermek, şerefini lekelemek, sânına gölge düşürmek caiz olmaz. Ebû Hüreyre (r.a.), ResûluIIah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Yapabildiğiniz
kadarıyla müslümanlardan haddi uzaklaştınn. Eğer onun (suçlunun) bir çıkış yolu
varsa, onu serbest bırakın. Doğrusu, imamın affetmede yanılması,
cezalandırmada yanılmasından daha hayırlıdır.[136]
Bu hadîsi Tirmizî rivayet etmiştir. îbn Mes'ûd (r.a.) un şöyle dediği rivayet edilir: "Hadleri şüpheler nedeniyle bertaraf edin. Yapabildiğiniz kadarıyla öldürmeyi müslümanlardan uzaklaştırın." Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), Şam'da zina eden ve zinanın harâmlığını bilmediğini iddia eden bir adamın mazeretini kabul etmiş; zİnâ işlemek için herkesin vesile edinebileceği bu şüphe dolayısıyla ona had tatbik etmemişti.
Başka bir rivayete göre Hz. Osman (r.a.), acemi olup zina eden ve zinanın harâmlığını bilmediğini iddia eden bir cariyeye ta'zîr cezası uygulamıştır.
Enes bin Mâlik (r.a.) den rivayet: ResûluIIah (s.a.s.) kendisine Şerik bir Semha ile beraber geldiklerinde Hilâl bin Ümeyye ile karısı arasında Hân yapmış ve: "Allahım! Açıkla." demişti. Enes demiş ki: Bu meselede kocasının, kendisinin yanında başka bir erkeği bulduğunu iddia ettiği kadın doğum yaptı. Bu delille birlikte ResûluIIah (s.a.s.) haddi uygulamamıştir. Çünkü ortada bir beyyine yoktur. Kadından da bir itiraf çıkmamıştır. Salt gebeliğin görülme-siyse, had uygulamak için bir delil olamaz. ResûluIIah (s.a.s.) ona had uygu-lamamiş ve şöyle demişti:
"Eğer yeminler olmasaydı,benim onunla görülecek bir hesabım olurdu.[137] Bu kadının doğurduğu çocuğun nesebini de, yanında bulunmakla itham edilen erkeğe bağlamamıştı. Canların alınmasına sebebi bu tehlikeli işte (hadde), faili üzerinde tespit olunsun diye mutlaka
bir beyyine veya ikrarın bulunması gerekir. Dört mezhep imamı, şüphe dolayısıyla hadlerin kaldırılacağı hususunda ittifak etmiş; ama bu şüphelerin neler oldukları hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Hanefîler dediler ki: Bir erkek, kendi şahsî yatağında bir kadın bulur ve bunun kendi karısı olduğunu zannederek cinsel temasta bulunur ve sonra da bunun yabancı bir kadın olduğu açığa çıkarsa; bu durumda erkeğe had tatbik edilir. Çünkü bu bir şüphe değildir. Zîra bu kadının konuşmasından, bedeninden, hareketinden, ellemesinden, vücuduna dokunmasından kendi karısı olmadığını anlaması nYümkündür. Burada haddi kendisinden uzaklaştıracak bir şüphe yoktur. Ama böyle zannettiğini iddia ederse, yemin etmesi şartıyla sözü tasdik edilir. Aynı şekilde âmâ bir erkek de karısını yatağına davet eder ancak yatağına yabancı bir kadın gelir ve "Ben falan kadınım" demez; âmâ da onunla cinsel temasta bulunur da sonra da bu kadının, kendisine yabancı olduğu açığa çıkarsa; âmâya had tatbik edilir ve bu bir şüphe sayılmaz. Yabancı kadının kendi kansi olduğunu zanneden kimseyle âmâ kimse zeki ve mütehassıs kimseler olabilirler. Karılarının durumunu rahatlıkla başka kadınların durumlarından ayırdedebilirler.
Hanefî âlimleri bu kapıyı, müslümanlar arasında fesadın yayılmasına vesile olmasın diye topluma şefkat ederek kapatmak istemişlerdir ki; müfsidler bu fiilî kasıtlı olarak işlemeye yeltenmesinler ve ellerinde bu şüphe var diye kurtulacaklarını umarak kendilerine had uygulanmayacağım zannetmesinler. Sırf bir kadının kendi yatağında bulunması helâllik delili olmaz ki; zanna dayansın ve zannı mesned etsin.
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Bu iki durumda da had tatbik edilmez. Çünkü sanıklar lehinde şüphe vardır. Yatağında kadının bulunması, çağrısına icabet ettiği için özetle temasta bulunan erkek lehine caiz kılıcı mazeret vardır. Bu kadını, kendisiyle gerdeğe girilen kadına kıyaslamak mümkündür. Her iki durumda da helâllik zannı vardır.
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Bir erkek, kendi cariye-sıyle sözleşir de belirtilen yer ve zamanda başkası onun yanına gelir ve o da onu tanımaksızın onunla cinsel temasta bulunur; sonra da onun kendisine yabancı bir kadın olduğu açığa çıkarsa, bu şüphenin mevcudiyeti dolayısıyla onların ikisine de had tatbik edilmez. Çünkü daha önce o kadına yer ve zaman belirtilmiştir.
Şâfîîler dediler ki: Bu durumda kadına had tatbik edilir. Çünkü o bile bile zina etmiştir. Erkeğe de had tatbik edilir. Zîra rivayet olunduğuna göre adamın biri ıssız bir yerde cariyesiyle cinsel temasta bulunmak üzere söz-leşmişti. Bu sözleşmeyi öğrenen başka bir cariye, o erkeğin yanma gelmiş olup, o da cariyesidir zannıyla onunla cinsel temasta bulunmuş ve temastan sonra o cariyeyi tanımış; sonra da Hz. Ömer (r.a.) in yanma gitmişti. Hz. Ömer (r.a.) ona, "Ebû Tâlib oğlu Ali'ye git" demiş; Hz. Ali de Hz. Ömer'e şöyle demişti: "Görüşüme göre adamın o ıssız yerde hadde tabi tutulması, kadına zina haddi tatbik edilmesi ve de bir köle azâd edilmesi gerekir."
Dört mezhep imamı ittifak ederek demişler ki: Gerdeğe gireceği gece, erkeğin gerdek odasına nikâhlısı olan kadının yerine başka bir kadın konulur ve kadınlar da "Bu senin karındır" derler ve erkek de onunla cinsel temasta bulunur; sonra da bu kadının kendi karısı olmadığı ve onunla aldatıldığı açığa çıkarsa; bu şüphenin mevcudiyeti dolayısıyla erkeğe had tatbik edilmez. Temasta bulunduğu kadına mehir vermesi vâcib olur. Bu kadının da iddet beklemesi gerekir. Çocuk doğurursa, çocuğun nesebi erkek üzerine sabit olur. Bu kadın kazf haddine tabi tutulmaz. Hz. Ömer (r.a.), bu meselede böyle hükmetmiştir. Erkek ilk etapta karısını, ancak diğer kadınların kendisine haber vermeleriyle tanır. Bu cinsel teması yaparken, şer*î bir delile dayanmıştır. Kadınların kendisine haber vermeleri dolayısıyla, cinsel temasta bulunduğu o kadın üzerinde mülkiyeti zahiren sabittir. Kaldı ki, tek şahidin sözü makbuldür ve muamelelerde onunla amel edilir.
Hanefîler dediler ki: Kocasız hür kadının veya ne kocası ne de efendisi olmayan cariyenin gebe olduğu görülürse, kendisine sorulur: Eğer "Zinaya zorlandım" veya "Şüphe sonucu benimle cinsel temas yapıldı" derse, sözü kabul edilir ve kendisine had tatbik edilmez. Çünkü o; önce ikrar eden, sonra da zorlanmış olduğunu iddia eden kadın hükmündedir. Fıkıhçılar, Şü-râha ile ilgili hadiste geçen, Hz. Ali'ye ait sözleri buna bir delil olarak ileri sürmüşlerdir. Zina ikrarında bulunan Şürâha'ya Hz.'Ali demişti ki: "Belki o (erkek) seni (zinaya) zorlamıştır?" Kadın, "Hayır" demiş ve bunun üzerine Hz. Ali; "Belki sen uyumaktayken adam gelip seninle cinsel temasta bulunmuştur?" demiş ve daha bazı sorulan kadına yöneltmişti. Çünkü İslâm dîni, hadlerde meseleyi örtbas etmeyi ister.
Bir rivayete göre Hz. Ömer'e demişler: "Kadının biri uykusunun ağır olduğunu, adamın birinin gelip zorla kendisiyle cinsel temasta bulunduğunu, sonra onu bırakıp gittiğini, sonra da bu adamı hiç tanımadığını iddia et Hz. Ömer (r.a.) bu kadına had tatbik etmemiş ve bu şüphenin mevcudiyeti dolayısıyla mazeretini kabul etmiştir.
Zorla kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadına had tatbik edilmeyeceği hususunda müslümanlar arasında ihtilâf yoktur. Ancak bu durumdaki bir kadına mehir vermenin gerekip gerekmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilafın sebebi şudur: Mehir, kadının tenasül organının bedeli midir, yoksa bir bağış mıdır?
"Kadının tenasül organının bedelidir" diyen, bu bedeli helâl olan ve olmayan tenasül organı içinVermeyi vâcib saymıştır. "Özellikle erkekler tarafından verilmesi, Allah tarafından emredilmiş bir bağıştır" diyen ise; mehri sadece kocanın vermesinin vâcib olduğunu görüş olarak ileri sürmüştür.
Şâfiîler dediler ki: Bu meseleyle ilgili iki rivayet vardır: Kuvvetli olanına göre evlilik iddiasında beyyine getirmese de, cinsel temasa zorlanmış olduğu iddiasında doğru söylediğine delâlet eden emareleri getirmese de kadına had tatbik edilmez. Çünkü had, ancak şahitlerle veya ikrarla sabit olur. Burada sabit olmamıştır. Ayrıca hadler, şüpheler dolayısıyla düşerler. Bu da bir şüphedir. Sadece hamilelikle had sabit olmayıp, aksine, itiraf veya beyyine gereklidir.
Mâlikîler dediler ki: Kadın eğer mahallenin sâkinlerindense, yani dışarıdan gelme garip birisi değilse; kendisine had tatbik edilip, sözü de kabul edilmez. Meğer ki sözünün doğruluğu açıkça görülsün: Sözgelimi zorlanmış olduğuna dâir emareler göstersin ya da evli olduğuna dâir beyyine bulunsun. Veya dürüstlüğünü izhar eden bir şey görülsün. Çünkü had, hamilelikle sabit olmuştur. Had, bir beyyine olmaksızın ortadan kaldırılamaz. Ama kadın dışarıdan gelme yabancı biriyse; ortada şüphe mevcut olduğu ve had-dmin sübutu kesinleşmediği gerekçesiyle sözü kabul edilir,
Evlenmiş ve hür olan bir erkek, bekâr veya cariye veya zorlanmış bir ka-aınla zina ederse hüküm ne olacaktır? Cumhûr-u ulemâ dediler ki: Bütün ou durumlarda hadfli ortadan kaldıracak bir şüphe mevcud olmadığı için evli olanzinâkârerkeğin recmedilmesi; bekâr kadına yüz kırbaç ve cariyeye de elli kırbaç vurulması gerekir. Zorlanarak kendisiyle cinsel temasta bulunulan kadına herhangi bir ceza verilmez. '
Bir kimseyi, bir kadınla zina etmesi için sultan zorlar ve o da mecburen o kadınla zina ederse; kendisine had tatbik edilmez. Çünkü zina fiilini işlemeye zorlanan sebep ortadadır ki; o da kılıcın varlığıdır. Aynı şekilde cinsel temasa zorlanan kadına da had tatbik edilmez. Bu hüküm icmâ ile sabittir. Zorlamayı sultandan başkasının yapması durumu varsa, bunun hükmünde ihtilâf edilmiştir.
Hanefîler dediler ki: Sultandan başkasının zorlamasıyla zina yapan erkeğe had tatbik edilir. Çünkü erkeğin, penisi dikilmeden zina yapması düşünülemez. Penisin dikilmesiyse, onun bu işe gönüllü ve razı olduğunun alâmetidir.
Şafiî, Mâlîkî ve Hanbelîler ile İmâmeyn dediler ki: Sultandan başkasının zorlamasıyla zina yapan erkeğe de had tatbik edilmez.
Şâfiîler dediler ki: Erkek kadını zinaya zorlarsa erkeğe had tatbik edilir, fakat kadına tatbik edilmez. Çünkü o zorlanmıştır ve bu işinde mağlup olup hür olsun, cariye olsun; mehr-i mislini alma hakkına sahib olur. Kadın hâmile kalırsa; doğuracağı çocuğun nesebi, o erkeğin üzerine sabit olur ve kadının iddet beklemesi gerekir. Bu zina cariyeyle yapılmışsa ve bu nedenle değerinde bir eksilme meydana gelmişse; bu değer eksikliğine tekabül eden bedeli ve pahayı, zina eden erkeğin ödemesine hâkim tarafından karar verilir. Bu zina hür kadınla yapılmış ve zina eden erkek, malî bedel Ödemesini gerektirecek şekilde onu yaralamışsa; bu yaralamanın ersini (malî bedelini) ödemesine hâkim tarafından hükmolunur. Zina eden erkeğin zinası nedeniyle kadın eğer ölürse; kadın hür ise diyetini, cariyeyse değerini ve ayrıca mehir Ödemesi gerekir.
Hanefîler dediler ki: Bir erkek, zina için bir kadını kiralar, kadın da kiralamayı kabul eder ve erkek onunla cinsel temasta bulunursa; her ikisine de had tatbik edilmez. İmamın uygun göreceği tarz ve miktarda ta'zîr edilirler. Kıyamet gününde her ikisi de zina günahını üzerlerinde taşırlar.
Rivayet olunduğuna göre kadının biri, çöldeki bir koyun çobanından kendisine süt içirmesini istemiş, çoban da nefsini kendisine teslim etmedikçe ona süt vermeye yanaşmamış; yiyeceğe olan ihtiyaç ve zarureti dolayısıyla kadın çobanın bu isteğini kabul etmiş ve çoban da onunla cinsel temasta bulunmuştu. Bilâhare olay Hz. Ömer'e intikal ettirilmiş, o da kadına ve çobana etmeyip, "Almış olduğu süt, kadının mehridir" demişti ve bunu kadının bir nevi kiralanması olarak değerlendirmişti. Çünkü icar, menfaatlere mâlik olmak demektir. Cinsel organın menfaati de menfaatlerden biridir. Bu da onların nezdinde bir şüphe meydana getirmişti. Zîra Yüce Allah, kutsal kitabında mehri ücret olarak adlandırmıştır:
"Ücretlerini (mehirlerini) kendilerine hak olarak verin.[138] Bu meseledeki çoban; evleneceği kadına "Sana şunu mehir olarak veririm" diyen koca adayı gibidir ki; nikâhı fasittir. Bir erkeğin nikâhında bulunmadığına göre kadını kiraya veren velisi de olsa, efendisi veya bizzat kendisi de olsa, hür veya cariye de olsa; hüküm aynıdır. Ebû Hanîfe'ye göre icar akdi, haddi ondan uzaklaştıran bir şüphedir. Her ne kadar had uygulanmıyorsa da bu şekildeki bir cinsel temasa yaklaşmak haram olur.
îmameyn demişler ki: Bu durumda zina yapan erkeğe de kadına da had tatbik etmek vâcib olur. Çünkü tenasül organının menfaatine icarla mâlik olunmaz. Şu halde icar akdinin varlığıyla yokluğu arasında bir fark bulunmamaktadır ve de icar akdi, zina eden erkekle kadının zina hadlerini ortadan kaldıracak bir şüphe sayılmaz. Bu durumda erkek, sanki şartsız olarak onunla zina yapmıştır. Hanefî mezhebinde teamülde bulunan ve tercihe şâ-yân olan görüş de budur.
Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Kadına da erkeğe de had tatbik edilir. İcar akdi, bu kadınla erkeğin hadlerini ortadan kaldıracak olan bir şüphe değildir. Çünkü icar akdi nedeniyle ne şer'an ne de örfen kadının tenasül organı mubah kılınamaz. Hal böyle olunca kadını sanki ahçihk ve benzeri diğer işler için icar etmiştir de sonra bu kadınla zina etmiştir. Bu durumda erkeğe had tatbik edilir. Bu hükümde âlimlerden hiç biri ihtilâf etmiş değildir.
Hanefî, Mâliki ve Şâfiîler ile bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bir erkek bekârken zina eder de kendisine had tatbik edilmeden evlenir ve sonra yine zina ederse; değnek ve recm hadlerinin ikisi birlikte ona tatbik edilmez. Ancak özel olarak ona recm haddi uygulanması gerekir. Zîra recmedilip öldürülmesi gereğinin yanısıra ona yüz değnek vurmakta bir fayda yoktur. Çünkü onu suçtan caydırma durumu elde edilemeyecektir.
Başka bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bu durumdaki zinâkâra değnek ve recm cezalarının birlikte uygulanması gerekir ki; başkaları da bundan ibret alsınlar ve her bir zina için bir had uygulanmış olsun.
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Bir erkek ilk kocasından boşandığı için iddet beklemekte olan bir kadın üzerine nikâh akdi yapar ve onunla gerdeğe girerse; erkeğe had tatbik etmek vâcib olur. Bekârsa yüz değnek vurulur. Evlenmişse recmedilir. Bu, haddi onlardan uzaklaştıran bir şüphe sayılmaz.
Hanefîler dediler ki: Bu erkekle kadına had tatbik etmek gerekmez. Ancak bunları ta'zîr etmek icab eder. Çünkü nikâh akdi, haddi onlardan uzaklaştıran makbul bir şüphedir. Hadler, şüphelerle bertaraf edilirler.
Mâlikîler dediler ki: Dört karısı bulunan bir erkek, beşinci bir kadını nikahlarsa; bunun haram olduğunu biliyorsa, kendisine had tatbik edilir. Ama harâmhğını bilmeden nikahlarsa kendisine had tatbik edilmez. Ha-râmlığı bilmeyi.şi, haddi ondan uzaklaştıran bir şüphe olur.
Dokuz kadınla evlenmek caizdir diyen haricîlerin sözleriyle amel olunmaz. Bunlar böyle derken, Hz. Peygamber'in dokuz kadını kendi nikâhı altında toplamış olduğunu, bunun sırf O'na ait bir hususiyet olmadığını, çünkü O'nun, bizler için örnek edinilecek bir önder olduğunu söyleyerek delil ileri sürmüşlerdir. Ayrıca:
"Size helâl olan diğer kadınlardan İki, üç ve dörde kadar nikâh edin.[139] Âyet-i kerîmesindeki sayıları (iki, üç ve dört) sayılarını toplayıp dokuz sayısını delil olarak ileri sürmektedirler. Bunlara cevaben denilir ki: Dörtten fazla kadınla evlenmek, Resûlullah (s.a.s.)a özgü bir hususiyettir. Ayrıca âyet-i kerîmede geçen iki, üç ve dört sayılan arasındaki "ve" bağlacı, aslında "veya" anlamındadır. "Ve" toplama anlamını ifade eder. Ama "veya" seçmek ve tercih etmek anlamını ifade eder. Rivayet olunduğuna göre on kadınla evli bulunan bir adam müslüman olduğunda Hz. Peygamber ona, dört karısını yanında tutmasını, diğerlerinden ayrılmasını emretmiştir.
Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler ile Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muham-med demişler ki: Bir erkek, anası ve bacısı gibi mahremlerinden birini ya da neseben veya radâan (süt emme bakımından) kendisine haram kılınmış bir kadını nikâhlar ve sonra harâmhğını bildiği halde bu nikâh akdine dayanarak o kadınla cinsel temasta bulunursa; kendisine had tatbik etmek vâcib olur. Çünkü bu nikâh akdi, yerini bulmamıştır. Bu adamın durumunda bir şüphe nıevcut değildir. Ama doğan çocuğun nesebi kendisinin üzerine sabit olur. İmam Ebû Hanîfe demiş ki: "Ben haram olduğunu biliyordum" dese bile bu adama had tatbik etmek vâcib olmaz. Ama bu nedenle bu erkeğin kadına mehir vermesi gerekir ve doğan çocuğun nesebi, bu erkeğin üzerine sabit olur. Bu işin harâmhğını biliyorsa, şer'î bir ceza olarak değil de idarî bir ceza olarak kendisine en şiddetli bir ta'zîr cezası uygulanır. Bu işin hükmünü bilmiyorsa, harâmlıktan habersizse; ne had ne ceza ne de ta'zîr uygulanır. Tercihe şâyân olan, cumhurun kavlidir. Bu ihtilâfa göre, süt emişme ya da hısımlık bağı nedeniyle haram kılınmış olan kadınlarda ihtilâf konusu olan, bu nikâh akdinin şüpheyi gerektirip gerektirmediğidir. Cumhura göre bunlarla yapılan nikâh akdi, şüpheyi gerektirmez. Ebû Hanîfe, Süfyan-ı Sevrî ve Züfer'e göre şüpheyi gerektirir. Şüpheyi gerektirmesinin nirengi noktası, bu nikâh akdinin yerinde yapılıp yapılmamasıdır. Cumhûr-u ulemâya göre bu nikâh akdi yerinde yapılmış değildir. Çünkü akdin mahalli, nikâhın hükmünü -ki bu helâlliktir- kabul etmemektedir. Öyleyse bu akid, diğer hadlerdeki gibi haram kılınmış olanlardandır. Sabit olan, akdin gerçekleşmesi değil, şeklidir. Çünkü nikâh akdi, yeri dışında gerçekleşmez. Tıpkı bir erkeği nikahlamak caiz olmadığı gibi, bu akid de caiz olmaz. Fetva, üç mezhep imamiyla imameynin kavli üzerinedir. Çünkü kuvvetli ve racih olan kavil budur. Âlimler, nikâhlanması helâl olmayan kadın üzerine yapılan akdin bir şüphe olmadığını, aksine cezalandırmayı gerektiren bir suç olduğunu ve zina sayıldığını söylemişlerdir.
Haramlığı ister hısımlık, ister akrabalık, ister radâ (süt emişme) nedeniyle olsun; kendi mahremi olan kadınlarla zina eden bir kimseye verilecek ceza nedir?
Câbir bin Abdullah (r.a.), "Boynu vurulur. Kendi yaptığının bir cezası olarak ve bu tehlikeli cinayete düşmekten başkalarını alıkoymak gayesiyle de mal ve mülkü beytü'I-mâle devredilir" demiştir. İmam Ahmed ve İshak'tan nakledildiğine göre, kendisiyle zina yaptığı kadın babasının karısıysa; yapan &şi bekâr da olsa evli de olsa öldürülmesi gerekir. Zîra Berâ (r.a.) demiş ki:
"Dayıma rastladım. Beraberinde Râye de vardı. Ona "Nereye gidiyorsun?" diye sorduğumda bana şu cevabı verdi: "Resûlullah (s.a.s.) beni, babasının karısını nikahlayan bir adama gönderdi ki boynunu vurayım ve malını alayım. [140]Bunu Ebû Dâvud rivayet etmiş; Tİrmİzî de hasen olduğunu söylemiştir.
İbn Mâce, îbn Abbas'tan naklen Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kendisine mahrem olan bir kadınla cinsel temasta bulunanı öldürün.[141] Çünkü o, islâmdan irtidad ederek Allah'ın haram kıldığını helâl saymıştır. Öyleyse öldürülmesi ve malının müslümanlann beytü'l-mâline katılması helâl olur. Bu da küfür için gereklidir.
Hadîs-i şerîf, mahremiyle evlenen ve zina eden herkesi kapsamına almaktadır. Âlimler, hangi neviden olursa olsun; sürekli olarak kendisine haram kılınmış olan mahremlerinden birisiyle evlenen kimsenin öldürülmesi gerektiği hususunda icmâ etmişlerdir. Çünkü böyle birisi insanî fıtratın dışına çıkmış ve hayvanlığın son derekesinde inmiş, mürüvvetini yitirmiştir. Değerini, şeref ve şuurunu kaybetmiştir. Selim akılların nefret ettiği bu çirkin fiili işlediği için öldürülür. Kurra oğlu Muaviye'nin babasından naklen şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Peygamber (s.a.s.), Muaviye'nin dedesini, kendi oğ-Iununu karısıyla cinsel temasta bulunan bir adama onun boynunu vursun ve malının beşte birini alsın diye gönderdi." Bu da gösteriyor ki; o adam, kendi geliniyle cinsel temasta bulunmayı mubah saymış ve bu sebeple islâmdan çıkmış; mülkü olmadığı ve mülkiyet şüphesi bulunmadığı halde harâmhğı icmâ ile sabit mahrem bir kadının vaginasıyla cinsel temasta bulunmuştu. Cinsel temasta bulunan o adam da harâmhğı bildiği için, kendisine had tatbik edilmesine ehil idi. Onun için bu durumdaki kimselere had tatbik etmek vâcib olur.
Hanefî, Mâliki, ve Şâfiîler dediler ki: Efendi, başka bir erkekle evli olan cariyesiyle cinsel temasta bulunursa, geçmiş bir mülkiyet şüphesi dolayısıyla efendiye had tatbik etmek vâcib olmaz. Bu sebeple ona had uygulanmaz.
Hanbelîler dediler ki: Efendiye had tatbik etmek vâcib olur. Mülkiyet şüphesi bulunmadığından onun mazereti kabul edilmez. Çünkü cariye evlenmiş, onun mülkiyetinden çıkmış ve başkasının namusu olmuştur. Kesin olarak ona haram birjcadm olmuştur. Kendisinin mülkiyetinden çıktıktan ve ihtilafsız olarak icmâ ile kendisine haram kılındıktan sonra artık efendinin durumunda bir şüphe kalmaz.
Şâfiîler dediler kî: Adamın biri ıssız bir yerde yabancı bir kadınla yakalanır ve kadını nikahladığını itiraf eder ve kadının evli ya da boşandığı için iddet beklemekte olduğunu veya kendisine yakın bir mahremi ya da süt bacısı veya kaynanası olduğunu bilmediğini söylerse; yemin etmesi istenir. Yemin ederse, kendisinden had uzaklaştırılır; iddia ettiği bu şüphenin mevcudiyeti dolayısıyla kendisine had tatbik edilmez ve kadına mehir vermesi gerekir. Kezalik kadın da kocası bulunduğunu, kocasından boşandığı için iddet beklemekte olduğunu bilmediğini iddia ederse, yemin etmesi istenir. Yeminden sonra kendisinden had kaldırılır. Yemine yanaşmazsa, kendisine had uygulanır. Ama erkek; "Ben bu kadının evli olduğunu veya kocasından boşandığı için iddet beklemekte^olduğunu, yahut mahremim olduğunu veya bana haram kılındığını biliyordum" derse, bu durumda kendisine zina haddini tatbik etmek vâcib olur ve kadına mehir vermesi gerekir. Kadın evli olduğunu, kocasının nikâhında bulunduğunu ya da iddetinin tamamlanmadığını ve daha bunlara benzer hususları bildiğini itiraf ederse; ortada şüphe kalmadığı için kendisine had tatbik etmek vâcib olur.
Mâlikîler dediler ki: Kendi boşadığı veya başkası boşadığı için iddet beklemekte olan bir kadınla cinsel temasta bulunan veya baldızıyla cinsel temasta bulunan erkeğin te'dîb edilmesi gerekir. Eğer "Ben bunun hükmünü bilmiyordum" derse; o zaman bilgisizliği nedeniyle mazur sayılır. Ne kocası, ne de efendisi olmayan; ama zinaya gönüllü olan bir kadınla cinsel temasta bulunmaya zorlanan erkeğe had tatbik edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Meşhur kavle göre bu erkeğe had tatbik edilmesi gerekir. Ama kadının kocası veya efendisi varsa, kocanın veya efendinin hakkı dolayısıyla bu erkeğe had tatbik edilmesi ittifakla vâcib olur.
Hanefîler dediler ki: Erkek, karısının iznini alarak onun cariyesiyle zina ederse ve "Onun bana helâl olduğunu zannettim" derse, sözü kabul edilir. Çünkü özellikle karısı onu nikâhlamaya izin vermişse karının mülkünde koca için şüphe vardır. Bu durumda karısı ona, sanki cariyesinin mülkiyet hakkını vermiş olmaktadır. Ama koca; "Harâmhğı biliyordum" derse, haddi uzak-teştırıcak bir şüphenin bulunmaması dolayısıyla kendisine had tatbik edilir.
Mâlikîler ve Şâfiîler dediler ki: Erkeğe had tatbik edilir. Evü değilse, kendisine yüz kırbaç vurulur. Evliyse recmedilir. Çünkü o, tam bir mülkiyet ve mülkiyet ortaklığı veya nikâh .şüphesi olmadan cinsel temasta bulunmuştur. Kendisine had uygulamak vâcib olur.
Hanbelîler dediler ki: Evli de olsa erkeğe yüz kırbaç vurulur ve şüphe bulunduğu için recmedümez. Hanefî'lerin dedikleri gibi haddi hafifletilir, ama kaldırılmaz. Sünen sahiplerinin hasen bir senedle rivayet ettiklerine göre adamın biri, kendi karısının cariyesiyle cinsel temasta bulunmuştu. Olay, Küfe emîri Nûman bin Beşir'e intikal ettirilmiş, o da erkeğe şöyle demişti: "Senin için Resûlullah (s.a.s.)'ın hükmüyle hükmedeceğim:
"Eğer kadın sana
onu helâl ederse, sana yü; kırbaç vururum. Eğer onu sana helâl etmezse, seni
recmederim.[142]
Hanefîler dediler ki: Harbî (gayr-ı müslim) bîr erkek, zımmî bir kadınla; zorlanan bir erkek, gönüllü bir kadınla zina ederse; zımmî kadınla gönüllü kadına had tatbik edilir. Harbî erkek ve zorlanan erkek, hadde tabi tutulmaz. Zîra hadîs-i şerîfte buyurulmuş ki:
"Ümmetimden
yanılma, unutma ve zorlanma sebebiyle yaptıkları işlerin sorumluluğu
kaldırıldı.[143]
Harbî bir kimse İslâm diyarına girip müslüman olur, sonra da zina eder ve "Zinanın helâl olduğunu zannettim" derse, sözüne kulak verilmez ve kendisine had tatbik edilir. Zina suçunu, islâm diyarına girdiği ilk günde işlemiş olsa bile, hadden kurtulamaz. Çünkü zina bütün dinlerde ve mezheplerde haram kılınmıştır.
Mücahid bir müslüman asker, ganimet olarak alınan cariyelerden biriyle ganimet taksiminden önce cinsel temasta bulunursa; kendisine had tatbik edilmez. Ortada bir şüphe vardır: Çünkü dar-ı harpte ve de savaş halinde had tatbik edilmez ki; suçlular düşmana katılmasınlar. Bu da düşmanı yendikten sonra askerin az olduğu, ganimetin çok olduğu bir durumda düşünülebilir ki; asker, düşmandan elde ettiği ganimete ortak olup payını alabilsin.
Evlilik geçirmiş veya hâlen evli bulunan iki müşrik zina ederler ve bu da şahitlerle veya ikrarla sabit olursa; meselenin hükmü hakkında fıkıhçılar farklı görüş beyanında bulunmuşlardır.
Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Müşrikte muhsanlık (şer'î evlilik) sıfatı bulunmadığı için; zİnâ eden kitap ehli kadınla erkek recmedilmezler. Sadece ta'zîr edilirler.
Şâfîîler ve Hanbelîler dediler ki: Ehl-i kitap bizden hüküm vermemizi İsteyerek bize geldiklerinde ve bize arzetmiş oldukları hükümde onlar arasında hüküm vermemizi kabul ettiklerinde herhengi birinden zina suçu sabit olursa, ona had uygulanır. Eğer o evli ise; recmedilir. Şayet bekâr ise yüz değnek vurulur ve bir kasr mesafesinde vatanından uzak olarak tam bir sene sürgün edilir.
NâfTin Ibn Ömer (r.a.)'den o da Resûlullah (s.a.s.) dan rivayet ettiğine göre; Resûlullah, Medîne'de zina edip sonra kendisine bunun hükmünü soran erkek ve kadın iki yahudiyi recmetmişti. Bu cenab-ı Allah'ın Nebîsi (s.a.s.) ne olan şu iki enirinin mânâsıdır. Birincisi:
"Eğer onların aralarında hükmedersen, adaletle hükmet"[144] İkincisi:
"Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet'[145] Onların arasında dünya ile ilgili bir hüküm verilecekse ancak müslümanlarm hükümleriyle hüküm verilir. Çünkü Allah'ın hükmü bütün kulları arasında bir ve aynı hükümdür, asla değişmez.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Zina haddini uygulayabilmek için; zina etmiş olan kişinin, zinanın harâmhğını bilen biri olmasrşarttır. Zina yapmış olduğu yolunda aleyhinde şehadette bulunulan kimse, kendisine had tatbik edileceği zaman "Ben zinanın harâmhğını bilmiyordum. Zinanın hükmüne dâir bilgim de yoktur" der ve sözünü yeminle teyid ederse; sözü kabul edilir ve kendisine had tatbik edilmez. Zîra haddi ondan uzaklaştıracak bir şüphe mevcuttur. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.), yanında zİnâ ikrarında bulunan kimseye.
"Sen zinanın ne olduğunu biliyor musun?"[146] diye sormuştu.
Mâlîkîler dediler ki: Kendisine had uygulanacağı zaman, "Zinanın §er an haram olduğunu bilmiyordum ve hükmü hakkında da bir bilgim yoktu" der, kendisi de müslümanhğa yeni girmiş biri veya âlimlerden uzaktaki bir çölde büyümüşse; sözünün doğru olacağı ihtimali göz önünde bulundurularak kendisine had tatbik edilmez. Doğruluk ihtimali, haddi kendisinden uzaklaştıran bir şüphedir. Ama durum böyle değilse; meselâ müslüman oluşundan bu yana zinayla ilgili şer'î hükmü öğrenebileceği kadar aradan uzun zaman geçmişse veya ilim ehline yakın bir köyde, bâdiyede doğup büyümüş, müslüman kentliler arasına karışarak onlardan şer'î bilgileri duyup öğren-mişse; kendisine had tatbik edilir. Bilgisizlik mazereti kabul edilmez. Çünkü mahkeme önünde ikrarda bulunduktan veya şahitler tarafından aleyhinde zina şehadeti yapılarak suçluluğu sabit olduktan sonra ileri sürdüğü iddiaların yalan olduğu ortaya çıkmıştır.
Bir kimse vagina ve anusuna yaklaşmaksızin yabancı bir kadının koltuk altı ve bacaklarıyla bacak aralarına penisini sürerek cinsel ilişkide bulunursa; kendisine had tatbik edilmeyeceği hususunda mezhep imamları ittifak etmişlerdir. Hadde çarptırılmaz ama ta'zîr edilir. Çünkü islâmin yasakladığı çirkin bir fiili işlemiştir. İmam Ali (r.a.), ıssız bir yerde yabancı bir kadınla yakalanan ama onunla cinsel ilişkide bulunmamış olan adama, ta'zîr olarak yüz değnek vurulmasına hükmetmiştir. Çünkü o adamın yaptığı bu iş, insanı zinaya sürükleyen bir sebeptir.
Ölü bir kadınla zina yapan kimseye had tatbik edilmez. Ancak onu, bu fîilİ bîr daha işlememesi için imamın uygun göreceği tarz ve miktarda ta'zîr etmek gerekir. Bu çirkin bir fiil olduğu için, insanların gönülleri bundan nefret eder. Bu temas dolayısıyla elde edilen lezzet, eksik bir lezzettir. Suçluya had tatbik edilmez.
İslâm dini, evli çiftler arasında bozgunculuk yapmayı haram kılmış ve bunu, Allah katındaki en büyük günahlardan biri olarak kabul etmiştir. Kocası boşaymcaya dek bir kadını kocası aleyhinde ayartan bir kimsenin hükmünün ne,olacağı hususunda fıkıhçilar ihtilâf etmişlerdir.
Malîkîler dediler ki:
Bir kadını boşattırıp kendisiyle evlenmek amacıyla kocası aleyhinde ifsad edip
ayartan kimseye o kadın ebediyyen haram olur. Amacının zıddı olan bir hükümle
kendisiyle muamele olunur. îmam Ahmed bin Hanbel, Büreyde (r.a.) den sahih bir
senedle Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bir adama karşı karısını veya cariyesini aldatan kimse bizden değildir.[147]
Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîler dediler ki: Kadını kocasına karşı ayartma durumunda o kadın,
kendisini yoldan çıkaran erkeğe haram olmaz. Aksine, onunla evlenmesi helâl
olur. Ama bunu yapan kimse,1 fâsıkların fâsı-kı olur. Yaptığı iş, isyan
nevilerinin en çirkini olur. Kıyamet gününde Allah katında günahların en fahişi
olur. Taberanî, Sağır ve Evsat adlı eserlerde İbn Ömer (r.a.) den naklen Hz.
Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir kadını kocasına karşı ifsad eden bizden değildir.[148]Yani bizim getirdiğimiz dinden değildir. Çünkü o, islâmın benimsemediği çirkin bir fiil işlemiştir
Adamın biri çıkıp da şöyle diyebilir: İşi bu kadar sıkı tutmak, had için büyük bir yarar sağlamaz. Çünkü haddin ispatlanması dört şahide bağlanmıştır. İçlerinden birinin şahitlikte kusurlu davranması halinde seksen değneklik kazf (iftira) haddine tabi tutulacaklarını bilen şahitler, zina şe-hadetinde bulunmaya yaklaşmazlar. Bir koca, karısını yabancı bir erkekle yakaladığında onları bu hal üzere bırakıp şahit aramaya çıkar, şahitleri getirdiğinde yabancı erkeğin zina işini sona erdirerek şehvetini tatmin etmiş olduğunu görürlerse ne yapabilirler? Kocanın hakkı da zayi olmuş olur. Buna ne dersiniz?
Buna cevaben deriz ki: Bu çirkin suçun ve kabih fuhşun zararı, sadece zina eden erkekle kadına bulaşmakla kalmaz: Aksine, ailenin tümüne sirayet eder. Hiç bir şeyden haberi olmayan suçsuz kimselerin şereflerini yıkar, onları hor ve hakîr kılar. Halk arasındaki saygınlıklarını yitirmelerine neden olur.
Ailenin haysiyetini ve insanların ırzlarını korumak için, zina suçunu ispatlama hususunda islâm hukuku işi sıkı tutmuştur ki; insanlar rahatlıkla biribirlerini zinayla itham etmeye cesaretlenmesinler. Aynı zamanda, -eğer evliyse- zina suçlusu için en şiddetli cezayı takdir etmiştir. Bu cezayı takdir ederken de suçun çirkinliğini, feciliğini gözönünde bulundurmuş ve insanlara zinanın, adam Öldürmeye eşit derecede bir suç olduğunu bildirmek istemiştir. Böylelikle Allah'tan korkan, O'nun öfkesinden çekinen, İnsanı şiddetle yakalamasından ürküp ürperen, kullarına olan gayretini hesaba katan mü'minler, bu suçu işlemekten uzak dururlar.
"Kim bir mö'mini amden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve büyük bir azab hazırlamıştır.[149] Âyet-i kerîmesini okuyan ve zinanın adam öldürmeye eşit derecede olduğunu bilen bir mü'min, zina cezasından kurtulduğunda ve adalet mekanizmasına paçasını kaptırmayıp işin içinden maddeten sıyrıldığında, işlediği fiilin onu ne derece büyük bîr sorumluluk altına soktuğunu İdrâk eder. İşte bu nedenledir ki; bazı gerçek mü'minler, Resûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna giderek, dünyevî had sebebiyle uhrevî azaptan kurtulmak için, işlemiş oldukları ve failini öldürmeyi gerekli kılan zina suçunu itiraf etmişlerdi.
(10) Ebû Dâvud, Neseî ve Musannaf ında Abdüirezzak, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler:
"Eslemî, Hz. Peygamberdin yanma gelerek, kendisine haram olan bir kadınla zina ettiğini dört kez ikrar etti. Her dört defasında Hz. Peygamber ondan yüz çevirdi; onu dinlemedi. Beşinci defa geldiğinde ona şöyle sordu:
Sen onu şey yaptın mı?
Evet...
Senin şu şeyin (penisin) onun o şeyine (vaginasma) tam olarak girdi mi?
Evet... .
Milin sürmedanlığa ve kova ipinin kuyuya girişi gibi mi?
Evet...
Zina nedir, bilir misin?
Evet... Erkeğin, karısına helâl olarak yaptığı işi, ben ona haram olarak yaptım.
Böyle demekle ne istiyorsun?
Beni temizlemeni istiyorum.
Hz. Peygamber de onun için emir verdi ve recmediîdi.[150] Aynı şekilde Mâiz bin Mâlik de Hz. Peygamber'e gelerek, zina yaptığını itiraf etti. 'Gâmidiye de O'na gelerek, zİnâ yaptığını itiraf etti.
İşte bütün bu
anlatılanlar, onların Yüce Allah'tan ve O'nun azabından korktuklarına delâlet
etmektedirler.
Kocanın hakkını diyecek olursak, şeriat sahibi onu kendi haline bırakıp ihmal etmiş değildir. Bilâkis onun İçin mâkul bir ölçü koymuştur. Bu da bir yönden ondaki gazap ve öfke eziyetini giderir. Diğer yönden kadının durumu hakkında insanları kesin yargıdan uzaklaştırıp şüphe içine düşürür; böylece de onun şerrinden ailesi eziyet görmez.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Yabancı bir erkek, İffetli bir kadına veya iffetli bir erkeğe zina isnadında bulunur ve dört şahit getirmezse, seksen değneklik kazf (iftira) haddine çarptırılır.
Kocaya gelince; o, karısının zina yaptığını iddia ederse, şeriat koyucu onu yabancı bir erkek gibi ispatla yükümlü kılmamışttr. Zîra aklı başında bir koca için durup dururken karısına zina isnad edip onu itham etmesinde bir yarar yoktur. Karısından kurtulma imkânına sahip olduğu için bu ayıp ve leke, sürekli biçimde kocaya bulaşmasa bile onun oğullarına ve kızlarına bulaşır. Oğlu ve kızı yoksa dahi kendisi, geçici bir süre için de olsa halk arasındaki onurunu ve itibarını kaybeder. Bu nedenle İzzet ve celâl sahibi olan AHah, karısını zinayla suçlarken koca İle yabancı bir erkeği aynı kefeye koymamıştır. Bu durumda karı ile kocası için liânı meşru kılmıştır. Bu şöyle olur: Koca, kadı huzurunda der ki: "Ona (kanma) isnad ettiğim zina hususunda doğru söylediğime Allah'ı şahit tutarım." Bu sözünü dört kez tekrarlar. Bundan sonra şöyle demelidir: "Eğer o (koca) yalancılardansa, Allah'ın laneti üzerine olsun." Onun ardısıra karısı kadı huzurunda şöyle der: "Onun isnad etmiş olduğu zina hususunda yalancı olduğuna Allah'ı şahit tutarım." Kadın bu sözü dört kez tekrarlar; sonra da şöyle der: "Eğer o (koca) doğru söyleyenlerdense, Allah'ın gazabı onun (kadının) üzerine olsun.
(11) Fıkıhçılar dediler ki: Lânetleşecek olan karıyla kocaya imamın Hân öncesi va'z-ü nasihatte bulunması sünnettir. Onları yalandan sakındırması ve mâsiyete düşmekten korkutup çekindirmesi gerekir. Nitekim Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de böyle yapmıştır. Hilâl bin Ümeyye, karısını Şüreyk bin Semha ile zina yapmakla itham ettiğinde ona Allah'ın âyetlerini okuyup öğüt vermiş ve ona Yüce Allah'ın azabını hatırlatmış; dünya azabının ahiret azabından daha hafif olduğunu ona haber vermişti. Hilâl da, "Hayır! Seni hak ile gönderen Allah'a andolsun ki; ben kanma iftira etmedim" dedi. Sonra Hz. Peygamber, kadını çağırıp ona öğüt verdi. Allah'ın azabını hatırlatarak korkuttu ve dünya azabının ahiret azabından daha hafif olduğunu ona haber verdi. Kadın da, "Hayır! Seni hak ile gönderen Allah'a andolsun ki o (Hilâl) yalancıdır" dedi. Bundan sonra karısıyla kocası lânetleştiler. İslam tarihinde vukûbulan ilk Hân bu oldu. imamın, lânetleşecek olan karıyla kocadan; önce kocayı Hâna başlatmanın sünnet olduğu hususunda mezhep imamları ittifak etmişlerdir. Nitekim imam Mehdî'de bunu, Bahr adlı eserde nakletmektedir. Ancak imamın, önce kocayı Hâna başlatmasının vâcib olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîlerden de Eşheb demişler ki: Üânda imamın önce kocayı Hâna başlatması vâcipdir. Kadını önce başlatması durumunda yapılan Hân sahih olmaz. Çünkü kadını itham eden kocadır. Meseleyi hâkime intikal ettiren ve Hânın yapılmasını İsteyen yine odur. O, bu meselede davacıdır. Cenab-ı Allah, Hân âyetinde karıdan önce kocadan söz etmiştir. Şöyle ki:
"Karılarına zina isnad eden ve kendi nefislerinden başka şahidleri de bulunmayan Jtimseler, kendisi zevcesine isnad ettiği sözde muhakkak doğru söyleyenlerden olduğuna dâir Allah'ı şahit tutarak dört defa-yemin etmelidir. Beşincisinde ise eğer yalancılardansa, Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dilemelidir.[151]
Ayrıca liân, karısına zina iftirasında bulunan erkekten haddi uzaklaştırmak amacıyla meşru kılınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Hilâl bin Ümeyye'ye şöyle demişti:
"Ya beyyİne getirirsin, ya da sırtına had (kırbacı) vurulur.[152] Şayet Hâna önce kadın başlamış olsaydı, bu henüz ortaya konulmamış olan bir meselenin reddi mahiyetinde olurdu.
Hanefîler, Mâlikîler ve İbn Kasım dedi ki: Liâna önce erkeğin başlama-
sı sünnettir ama vâcib değildir. Şayet kocadan önce kadın başlarsa; liân sahih olur ve önce erkeğin başlatmış olduğu Hân gibi geçerli olur. Çünkü bunda bir vâcib terkedilmiş değildir. Kaldı ki; Yüce Allah Kur'an'daki liân âyetlerini (vav) harfiyle birbirine atf etmiştir. (Vav) harfi isetertibi gerektirmez. Liân, şöyle yapılır: İmam (hâkim) Hânı kocayla başlatır. Koca: "Ona (karıma) isnad ettiğim zina hususunda doğru söyleyenlerden olduğuma Allah'ı şahit tutarım" der ve bu sözünü dört kez tekrarlar. Beşincide şöyle der: "Ona (karıma) isnad ettiğim zina hususunda yalan söyleyenlerden isem, Allah'ın laneti üzerime olsun." Yapılan isnad, zina ve de çocuğu red hususundaysa şöyle der: "Ona isnad ettiğim zina ve çocuğu red hususunda..." Yapılan liân, sadece çocuğu red hususundaysa şöyle der: "Ona (karıma) isnad ettiğim, çocuğu red hususunda...". Çünkü burada yeminden kasıt, çocuğu reddetmektir. Kocadan sonra kadın dört kez şehadette bulunur ve her defasında şöyle der: "Bana isnad ettiği zina veya çocuğu red hususunda, onun yalancılardan olduğuna Allah'ı şahid tutarım." Beşincide ise şöyle der: "Bana isnad ettiği zina ve çocuğu red hususunda o, eğer doğru söyleyenlerdense, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun."
İslâmiyette Hânın meşru kılınış sebebinin, Hilâl bin Ümeyye'nin hikâyesi olduğunu Cumhûr-u ulemâ söylemiştir. Çünkü o, isîâmiyette Hânı ilk yapmış olan erkektir. Mâverdî, Hilâl bin Ümeyye'nin kıssasının, Uveymir el-Aclânî ve karısı Havlet binti Âsım'ın kıssasından önce vukûbulmuş olduğunu anlatmıştır. Hatib ile Nevevî (Hafız da bunlara tabi olmuştur) demişler ki: Muhtemeldir ki önce Hilâl bu konuyu Hz. Peygamber'e sormuş, Uveymir el-Aclânî de ondan sonra sormuş, âyet-i kerîme de her ikisi hakkında nâzîl olmuştur. Şâmil adlı eserde İbnü's-Sebbağ; "Âyet-i kerîme, Hilâl bin Ümeyye'nin kıssası hakkında nazil olmuştur." demiştir. Resûlullah (s.a.s.) in Uveymir'e söylediği, "Doğrusu Cenâb-ı Allah, sen ve karın hakkında Kur'an indirdi" mealindeki söze gelince; bunun anlamı, Hilâl bin Ümeyye'nin kıssası hakkında nazil olandır. Çünkü bu bütün insanları ilgilendiren genel bir hükümdür. İlk Hânın ne zaman yapıldığı hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ta-berî ile ibn Hibbân ve Ebû Hatim ilk Hânın hicretin dokuzuncu senesinin şaban ayında vukûbulduğunu kesin olarak ifade etmişlerdir. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin vefat ettiği senede vukûbulduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu-harî'nin Sehi bin Sa'd'dan rivayet ettiğine göre Sehl, onbeş yaşındaki bir çocuk iken Hân kıssasına şahid olmuştur. Liân kıssasının, hicretin onuncu yılında vukûbulduğunu ve Hz.Peygamber'inse hicretin onbirinci yılında vefat etrnış olduğunu söyleyenler de olmuştur. İbn Ömer'in (r.a.) de şöyle dediği r»vâyet edilmiştir:
"Resûlullah
(s.a.s.), Benî Aclân'm iki kardeşim birbirinden ayırdı ve üç kez onlara
seslendi: İkinizden birinin yalan söylediğini muhakkak ki Allah biliyor.
İkinizden biriniz üç defa tevbe etmeyecek misiniz?" [153]
Bu hadîste geçen iki kardeşten kasıt, Aclân oğullarından olan bir kan ile ko-casidır. Kitabü's-Sahabe adlı eserde İbn Mündeh demiş ki: "Erkeğin adı Uvey-mir idi ki; o da Benî Bekr kabilesindendi. Kadının adıysa Kays kızı Havlet idi. İbn Mİrdeveyh, bu kadının, Âsım'ın kardeşinin kın olduğunu söylemiştir.
Liân kelimesi lügatte uzaklaştırma anlamındadır. Örneğin "Allah ona lanet etsin denildiğinde, "Allah onu rahmetinden uzaklaştirsm" anlamı kastedilir. Liân, (Lâ-a-ne, Yü-Iâ-i-nü, Mü-lâ-a-ne-ten) fiilinin mastarıdır. Fıkıh terminolojisindeyse Hân; özel bir nedenle, özel bir nitelikte, karıyla kocası arasında cereyan eden bir lânetleşme anlamım özel olarak taşır. Liân, islâmî şiarlardan biridir. Koca hakkında kazf haddi gibidir. Koca yalan söylemişse, tıpkı had gibi ona bulaşır. Yalan söyleyerek yaptığı Hândan sonra artık ebediyyen şahitliği kabul edilmez. Kadın hakkındaysa, zina haddi gibidir. Bu nedenle liân; şahitlik aleyhine yapılan şehadetle, kadi'nm yazısıyla, kadınların şehadetleriyle sabit olmaz. Tıpkı harfi harfine hadler gibidir. Ancak Hânın yapılmasını kadın taleb etmelidir. Çünkü kazf haddinde olduğu gibi bunda da hak onundur. Liân, eğriliklerden ve sapmalardan uzak olan dinimizin özelliklerinden ve şer'î hükümlerden biridir. Muhammed ümmetinin hususiyetlerindendir. Kişinin karısı, ve yabancı kadınlar lehine, iftiracıya kazf haddinin uygulanmasını gerekli kılan mucip sebeplerden birisidir. Zîra Yüce Allah buyuruyor ki:
"İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiç bir şey hakkında) bunların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Bunlar, fâsıklann tâ kendileridir.[154] Sonra bu hüküm zevceler için neshedildi ve aşağıda nakledeceğimiz âyet-i kerîmeyle Hâna dönüştürüldü:
"Kanlanna zina İsnad eden ve kendi nefislerinden başka şahidleri de bulunmayan kimseler, kendisi zevcesine isnad ettiği sözde muhakkak doğru söyleyenlerden olduğuna dâir Allah'ı şahit tutarak dört defa yemin etmelidir. Besincisinde ise eğer yalancılardansa, Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dilemelidir. Beşinci defasında, kocası yalancılardan olduğuna dâir, Allah'ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında kocası doğru söyleyenlerden ise; Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.[155]
Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebiyle ilgili olarak îbn Abbas (r.a.) şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Ayet-i kerîmesi nazil olduğunda, Ensardan Asım bin Adiyy (r.a.) şöyle dedi: "Bizlerden bir adam, kendi evine girer de karısının karnı üzerinde bir erkek bulur da dört şahit bulup getirmek üzere evden çıkar ve şahitleri toparlayıp getirdiğinde, o adam çoktan şehvetini tatmin edip gitmiştir. Koca ne yapsın? Şahit getirmeden onu öldürecek olursa, kendisi kısasa tabi tutulacaktır. Böyle yapmaz da "Falan erkeği karımla beraberken buldum derse, şahidi olmadığı için kendisine iftira haddi uygulanacaktır. Susarsa, Öfkesi içinde kalacaktır. Allah'ım, sen bu işin çıkar yolunu göster." Bu Âsım'ın da Uvey-mir adında bir amcası oğlu vardı. Uveymir'in de Kays kızı Havle adında bir karısı vardı. Uveymir, Âsım'a gelerek, "Şerik bin Semha'yı karım Havle'nin karnı üzerinde gördüm" dedi. Âsim, "înna Iillah ve inna ileyhi râciûn." diyerek Resûlullah (s.a.s.) in huzuruna geldi ve şöyle dedi: "Ya Resûlallah! Kendi ailemde bu belâyla ne de çabuk karşılaştım! Resûlullah (s.a.s.), "Ne oldu?" diye sordu. Âsim da şöyle dedi: "Amcamoğlu Uveymir, karısı Havle'nin karnı üzerinde Şerîk bin Semha'yı gördüğünü bana haber verdi." Uveymir'de, Havle de, Şerik de; hepsi Âsım'ın amcazadeleriydi. Hz. Peygamber, onların hepsini çağırdı. Uveymir'e dedi ki: "Allah'tan kork. Karına ve amcan kızma jftıra etmekten sakın." Bunun üzerine Uveymir'de şöyle dedi: "Ya Resûlal-Jah, Allah'a andolsun ki Şerik'i onun karnı üzerinde gördüm. Dört aydan bu yana onunla cinsel temasta bulunmuş değilim. O, benden başkasından hâ-mıle kalmıştır. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), Uveymir'in karısı Havle'ye dönüp şöyle dedi: "Allah'a karşı gelmekten sakın. Ne yaptıysan onu anlat." Hl dedi ki: "Ya Resûlallah! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şerik'in uzun uzadıya bana baktığını ve benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı, onu böyle söylemeye şevketti." İşte bunun üzerine Cenab-ı Allah:
Âyet-i kerîmesini inzal buyurdu. Sonra Resülallah emir verdi de halkın camiye gelmeleri için ezan okundu. İkindi namazını kıldırdıktan sonra Resû-lullah, Uveymir'e şu emri verdi: "Ayağa kalk ve de ki; "Havle'nin zina ettiğine ve benim de doğru söyleyenlerden olduğuma Allah'ı şahit tutarım." Sonra ikinci kez ona şu emri verdi: "De ki; Şerik'i onun karnı üzerinde gördüğüme ve doğru söyleyenlerden olduğuma Allah'ı şahit tutarım." Üçüncü kez şu emri verdi: "De ki; onun, benden başka birisinden hâmile kaldığına ve doğru söyleyenlerden olduğuma Allah'ı şahit tutarım." Dördüncü kez şu emri verdi: "De ki; onun zina etmiş olduğuna, benim dört aydan beri ona yaklaşmadığıma ve doğru söyleyenlerden olduğuma Allah'ı şahit tutarım." Beşinci kez şu emri verdi: "De ki; eğer yalan söyleyenlerdense, Allah'ın laneti Uvey-mir'in (yani kendisinin) üzerine olsun." Uveymir bu beş cümleyi söyledi. Sonra da Hz. Peygamber ona "Otur" dedi. Havle'ye de "Ayağa kalk" dedi. Havle, ayağa kalkıp şöyle dedi: "Zina etmediğime, kocam Uveymir'in de yalan söyleyenlerden olduğuna Allah'ı şahit tutarım." İkincide: "Allah'ı şahit tutarım ki; o, Şerik'i karnım üzerinde görmedi. Ve hakikaten o, yalancılardandır" dedi. Üçüncüde "Allah'ı şahit tutarım ki; ben, ondan (kocamdan) hâmile kalmışım ve hakikaten o, yalancılardandır" dedi. Dördüncüde "Allah'ı şahit tutarım ki; o, asla beni fuhuş üzere görmüş değildir ve hakikaten o, yalancılardandır" dedi. Beşincide "Eğer Uveymir doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı Havle'nin üzerine olsun" dedi. İkisi bu minval üzere konuştuktan sonra Hz. Peygamber, onları birbirlerinden ayırdı.
Şunu bil ki; bir erkek kendi karısına zİnâ isnadında bulunursa ve karısı muhsana (hür, akıllı, müslüman) ise kocaya had tatbik etmek gerekir. Karısı muhsana değilse, kocayı ta'zîr etmek gerekir. Ecnebî bir kadına zina isnadında bulunmuş gibi kabul edilir. Bu iki cezanın mucib sebepleri farklı değildir. Ancak, kendilerinden kurtulma çareleri bakımından farklıdırlar. Yabancı kadına zina isnadı yapan kimse ya itham altındaki kadının ikrarı ya da zinanın vukuunu ispatlayan bir beyyine ile hadden kurtulur. Kocanın karısına zina isnadında bulunması durumunda koca; bu iki şeyden biri ya da Hân ile hadden kurtulur. Şeriat koyucu bu durumda liânı sadece karı-koca için meşru kılmıştır. Yabancı kadınlar için meşru kılmamıştır. Bunun da iki sebebi vardır:
1- Yabancı kadının zina etmesinde bir erkek için namus lekesi yoktur. Ama en iyisi, tabii ki zina etmiş olan yabancı kadının aybını örtmektir. Ama kendisiyle zina edilen kadın onun karısıysa, ona utanç ve fasid bir neseb gelir. Sabretmesi mümkün değildir. Onun beyyine getirmesini şart koşmaksa ağır bir şarttır. Hal böyle olunca onun için liânı meşru kılmaktan başka çare kalmamıştır.
2- Çoğunlukla erkeğin karısına karşı olan hal ve tavırlarından anlaşılır ki o, gerçekten karısına iftira etmeyi amaçlamamaktadır. Karısına zina is-nad ederken, bu isnadı bile onun doğru söylediğine şahitlik eder. Kaldı ki, onun tavırlarının tanıklığı ve delaleti bu işte yeterli değildir. Onun bu hal ve tavır şahitliğini, yeminle teyid etmesi gerekir. Örneğin kadının şahitliği zayıf olduğu için; bu şahitlik, şahit sayısını arttırmakla takviye edilir. Bir çok fı-kıhçının da söylediği gibi; tek şahit yeminle takviye bulur.
Şafiî, Mâlîkî ve Hanbelîler dediler ki: Koca, karısına zina iftirasında bulunursa; vâcib olan, ona (kocaya) had tatbik etmektir. Ama bu hadden Hân ile kurtuluş mümkündür. Nitekim yabancı bir kadına da zina iftirasında bulunan kimseye kazf haddini tatbik etmek gerekir. Bu hadden de şahitler sayesinde kurtuluş çaresi vardır. Karısına zina isnadında bulunan koca liâna yanaşmazsa, kendisine kazf haddi tatbik etmek gerekir. Nitekim karısına zina isnadında bulunduğunda Hilâl bin Ürneyye'ye, Peygamber (s.a.s.) şöyle demişti:
"Ya beyyine getirirsin; ya da sana had tatbik edilir.[156]Koca Hân yapar da karısı liâna yanaşmazsa; karısına had tatbik etmek gerekir. Kocasını doğrularsa, yine kendisine zina haddi tatbik edilmesi gerekir. Çünkü bu üç mezhebe göre zinâkâr kimse, bir kez dahi olsa ikrarda bulunmakla hadde tabi tutulur. Ayrıca Kur'an-ı Kerimde yabancı kadınlara zina İsnadında bulunulması durumunda; isnad edenin ya şahid getirmesi ya da hadde tabi tutulması gereğinden söz etmektedir. Aynı şekilde kocaların da karılarına zina isnadında bulunmaları durumunda; ya liân yapmaları ya da hadde tabi tutulmaları gerekir. "Kadından azabı (haddi) defeder.[157] âyeti kerîmesi de bunun had olduğuna delâlet eder. Şu halde kadın da liâna yanaşmazsa, hadde tabi tutulur. Liân yapmakla da hadden kurtulur ki; o da bir azaptır. Kadın liân yaparken şöyle demiş oluyor Kocam doğru söylüyorsa bana had vurun. Yalan söylüyorsa, beni serbest bırakın. Hapsedilmem de neyin nesi? Benim hapsedilmem ne Allah'ın Kitabı'nda ne Re-sülullah'ın sünnetinde ne icmâ-ı ümmette ne de kıyasta vardır. Ayrıca kocası ona'zinâ isnadında bulunduğunda şahit getirmezse, kocasına had tatbik etek vâcib olur. Zîra Yüce Allah buyuruyor ki: "İffetn' müslüman kadınlara finâ iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getirmeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun.[158]Bu hüküm koca için sabit olduğuna göre, kadın için de sabittir. Çünkü aralarında fark bulunduğunu söyleyen yoktur. Yine Hz. Peygamber, kocası zina isnadında bulunduğunda Hav-le'ye şöyle demişti: "Senin için recm, Allah'ın gazabından daha hafiftir."
HANEFÎLER dediler ki: Koca liâna yanaşmazsa, liâna yanaşıncaya kadar hapsolunur. Çünkü liân, Kur'an nassı ile onun üzerine vâcib olmuştur. Liâna muktedir olduğu için hapsolunur ya da yalan söylediği için hadde tabi tutulur. Çünkü zina isnadında bulunma hususunda kendini yalanlarsa, liân düşer. Liân düşünce de kendisine had tatbik etmek vâcib olur. Zîra kazfin mutlaka bir sebebi vardır. Liân düştüğünde iş iftira haddine dönüşür. Çünkü bu babda aslolan, odur.
Koca liân yaptığında; Kur'an nassmın bir gereği olarak kadımn da liân yapması vâcib olur. Liâna veya ikrara yanaşmazsa, kocasına liân yapıncaya dek hapsedilir ya da onu tasdik eder ve liâna gerek kalmaz. Karıya zina haddi tatbik etmek gerekmez. Çünkü haddi tatbik etmek için zinâkânn, şeha-dette olduğu gibi dört defa ikrarda bulunması şarttır. Uâm terketmekten başka bir;iş1 yapmamıştır ki;bu terkediş de zina üzerine bir beyyine değildir ve bu onun (kadının) bir ikrarı da sayılmaz. Öyleyse recmedilmesi caiz olmasa gerek. Zîra Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlar ki:
"Üç şeyden başka hiç bir sebeple müslümanın kam helâl olmaz.[159]Kadının muhsana olması durumunda recmedilmesi gerekmediğine göre, muhsana olmaması durumunda da değnek cezasına çarptırılma-ması gerekir. Çünkü muhsana ile muhsana olmayan arasında bu bakımdan bir fark olduğunu söyleyen yoktur. Kaldı ki; liâna yanaşmamak sarih bir ikrar değildir. Öyleyse zina haddini bu durumda uygulamak caiz olmaz. Bu, hem zinaya hem başka şeye mâna bakımından ihtimali bulunan bir lafız gibidir.
Şafiî, Mâlîkî ve Hanbelîler dediler ki: Yemini sahih olan kimsenin Hânı da sahih olur. Liân; iki hür, iki köle» iki âdil, iki fâsık, iki zımmî, hadde çarptırılmış iki kimse veya birisi köle veya koca müslüman; karı zımmî iki eş arasında cereyan eder. Üç mezhep imamının bundaki delilleri:
"Zevcelerine zina isnadında bulunanlar [160] âyet-i kerîmesidir. Bu âyet-i kerîme herkesi kapsamına alır.' Ayırım ve özelleme yapmamn bir anlamı yoktur. Ayrıca burada kıyas, iki bakımdan açıkça görülmektedir:
1- Liânın amacı; kişinin namus lekesini ve utancı kendinden uzaklaştırması ve zinadan doğan çocuğu kendi nesebine katmamasıdır. Âdil kimsenin buna ihtiyacı olduğu gibi âdil olmayanın da ihtiyacı vardır. Onun Hânı da caiz olur.
2- Şehadet ehliyetine sahib olmasalar da fâsikm ve âmânın Hânlarının sahih olduğu hususunda icmâ edilmiştir. Diğer kimseler için de bu söz geçerlidir. Ortak özellik, zinanın utanç lekesini silip uzaklaştırma ihtiyacıdır.
Hanefîler dediler ki: Koca şehadet ehlinden değilse; örneğin köle, kâfir veya kazf haddİne!çarptırılmış biri ise, Hânı sahih olmaz. Kadın da böyle... Kendisine isnatta bulunana -ecnebi olması durumunda- had tatbik edilmesi vâcib olmayan biri ise; örneğin zevce cariye veya zımmiye veya kazf haddine çarptırılmış veya çocuk, deli veya zinakâr biriyse, kendisine isnatta bulunana iftira haddi tatbik etpek veya Hân yaptırmak vâcib olmaz. Çünkü engel kadından taraftır. Kendisine zina isnadında bulunanı doğrulamış gibi olmaktadır. Hâkimin bu durumda kocayı ta'zîr etmesi gerekir. Çünkü o, kadına leke sürmüştür. Bu özür dolayısıyla ona had vâcib olmamıştır. Ama bu gediği kapatmak ve ırzı muhafaza etmek için onu ta'zîr etmek gerekir. Bahsettiğimiz gibi koca şehadet ehlinden değilse ve karısına zina isnadında bulunmuşsa, ona iftira haddînin tatbik edilmesi vâcib olur. Çünkü liân onun tarafından engellenmiş olmaktadır. (Böylece o) gerçek ve aslî sebebe dönmüştür.
Kan-kocanın ikisi de şehadet ehlinden değilseler; örneğin her ikisi daha önce kazf haddine çarptırılmış iseler, koca kazf haddine çarptırılır. Çünkü liân, onun tarafından engellenmiş olmaktadır. Hanefîler, Abdullah bin.Amr bin As'm şu rivayetini delil olarak ileri sürmektedirler: Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Kadınlardan dört tane vardır ki bunlarla kocaları arasında lânetleşme yoktur: Müslüman kocanın nikâhı altında bulanan yahudî ve hıristiyan kadın, kölenin nikâhı altındaki hür kadın, hür bir kimsenin nikâhı altındaki cariye kadın.[161] Kaldı ki karışma veya yabancı bir kadına zınâ iftira eden kimseye iftira haddini tatbik etmek, "Evli ve iffetli müslü-
hükmüyse baki kalmıştır. Zevcelere ilişkin neshedilen hükmünün yerine "ân konulmuştur. Zevceler için liân, yabancı kadınlar için var olan had yeri-. ne geçerli kılındığına göre; yabancı bir erkeğin kadına zina isnadında bulunması durumunda kendisine had vâcib olamayan kimseye Hân vâcib olmaz.
Liân bir şahitlik olduğuna göre; liânı ancak şahitlik ehliyetine sahip kimsenin yapması sahih olur. Hanefîler, liânın iki nedenle şahitlik olduğunu söylemişlerdir:
1- Cenab-ı Allah, Kuran-ı Kerîm'inde buyuruyor ki: "Kendi nefislerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerin her biri, dört defa şöyle şahid-lik etmelidir.[162] Bu âyette Yüce Allah, kocanın Hânım, onun şahitliği olarak adlandırmıştır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyuruluyor: "Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun." Bir diğer âyette de şöyle buyuruluyor: "Zinâkâr kadınlarınızın aleyhine içinizden dört şahit getirin.[163]
2- Resûlullah (s.a.s.) evli iki eş arasında Hân yaptırdığında; yemin lafzıyla yetinmemiş, liânı şehadet lafzıyla yapmalarını emretmiştir. Zîra Hânın, şahitlik olduğu sabittir. İftira haddine çarptırılmış olan kimsenin Hânının kabul edilmemesi gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Onların şahitliklerini ebe-diyyen kabul etmeyin. Onlar, fâsıkların tâ kendileridir.[164] diyerek, şahitliklerini kabul etmememizi emir buyurmuştur. Bu hüküm, yani Hânın kabul edilmemesi hükmü; iftira nedeniyle hadde çarptırılmış olan kimse hakkında sabit olduğuna göre, köle ve kâfir hakkında da sabit olmuştur. Bunların (köleyle kâfirin) şehadet ehli olmadıklarına veya bunların iftira nedeniyle hadde çarptırılmış kimseden farksız olduklarına dâir yapılan icmâa gelince; Şâfrîler buna cevaben demişler kİ: Liân, aslında şehadet değil, yemindir. Çünkü insanın kendi lehine şehadette bulunması caiz olmaz. Liân, Hanefîlerin dedikleri gibi şahitlik olsaydı; kadının Hânda sekiz kez şahitlik yapması gerekecekti. Çünkü o, (bu konuda) erkeğin yansıdır. Ayrıca âmânın ve fâsıkın Hânları icmâ ile sahihtir. Oysa ki bu ikisinin şahitlikleri caiz değildir. Fâsık erkeğin ve fâsık kadının tevbe edebilecekleri söylenirse; aynı şekilde biz de kölenin azad edilebileceğini söyleriz. Azad edilince de şahitliği caiz olur. Sonra merhum Şafiî bu görüşü şöyle teyîd etmiştir: Köle azad edilecek olursa, şahitliği derhal kabul edilir. Fâsıka gelince; o tevbe ettiğinde şahitliği derhal kabul edilmez. Sonra İmam şâfiî, tmam-ı A'zami ilzam ederek demiş ki; zim-mîlerin birbirlerine şahitlik yapmaları makbuldür. Öyleyse zimmî olan karı ve koca arasında da Hân yapılması caiz olmalıdır.
Şâfiîler dediler ki: Hadler suçluya göre değişir. Yani koca liân yapmazsa, köle olduğu için kendisine iftira haddinin yarısını tatbik etmek gerekir. Koca liân yapar da karısı Hân yapmazsa; onun haddi muhsan olup olmamasına, hür veya cariye olmasına göre değişir.
Şâfiîler dediler ki: Liânla ilgili hükümler beştir:
1- Haddin uzaklaştırılması.
2- Çocuğun
reddedilmesi.
3- Karı-kocamn ayrılması.
4- Ebedî mahremiyet.
5- Karı ve kocanın ikisine de haddin vâcib olması. Bu hükümlerin hepsi, yalnızca kocanın Hân yapmasıyla sabit olur. Bu hükümlerin sabit olması için ne zevcenin liân yapmasına ne de hâkimin hükmüne ihtiyaç vardır. Hâkim ayrılmaya hükmederse; bu, onun hükmü infaz etmesi olur. Yoksa ayrılmayı meydana getirmiş sayılmaz. Çünkü karı-kocamn ayrılması, sırf kocanın şe-hadeti (Hânı) tamamlayıp yemin etmesiyle meydana geHr. Ayrılığın vukûbul-ması, hâkimin ayrılma kararı vermesine bağlı değildir. Liân, bâin talâktır. Çünkü cemaatin Nafi'den, onun da İbn Ömer'den yapmış olduğu rivayete göre; "Adamın biri kendi karısıyla liân yapmış, kadının doğurduğu çocuğu reddetmiş, bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) de karı kocayı birbirinden tefrik etmiş ve çocuğu da kadının nesebine katmıştır."
Liân sebebiyle kadın ebedî olarak kocasından ayrılır. Yani ondan boşanır ki; bu mâna da yalan söyleyen eş üzerine Allah'ın gazabını hak olarak tescil eder.
(12) Liân sebebiyle ayrılığın vukûbulması hususunda fıkıhçılar ihtilâf etmişlerdir:
Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Karı - koca Hânı yapıp sona erdirmeleriyle hâkimin ayırması olmadıkça birbirlerinden ayrılmazlar. Hâkimden ayırma kararı çıkmadan ayrılık vukûbulmaz.
Şâfiîler dediler ki: Koca, şehadet ve lânetleşmeyi tamamladığında karısının yatağı ortadan kalkmış olur. Karısı liân yapsa da yapmasa da artık ebediyyen kendisine helâl olmaz. Zîra Yüce Allah buyuruyor ki: "Kanından azabı (haddi), dört defa şöyle şahitlik etmesi defeder: Onun (kocanın) yalancılardan olduğuna Allah'ı şahit kılarım.[165] Bu âyet-i kerîme Hânın, kadından had cezasını uzaklaştırmaktan başka bir şeye etkisi olmadığına ve liânla vâcib olan hükümlerin, kocanın Hâmyla vukûbulduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca çocuğu reddetmek için kocanın liânı yeterli olduğuna göre çocuğun nesebe katılması'için, kadının değil de kocanın sözüne itibar etmek gerekir. Görmüyor musun ki; kadın liân yaparken çocuğu kocanın nesebine katmakta, biz ise çocuğun; kocanın nesebinden olmadığım söyleyerek kadının ilhak etmesini değil, kocanın reddetmesini geçerli kabul etmekteyiz. Bu nedenledir ki; koca kendini yalanlayacak olursa, çocuk onun nesebine katılıktadır. Liânda ısrara devam ederse, çocuk onun nesebinden reddedilir. Çocuğu reddetmek için kocanın Hânının yeterli olduğu sabit olduğuna göre, aynlığın vuku bulmasında da kocanın liânı yeterli olur. Çünkü ayrılık vukûbul-masaydı, çocuk da reddedilmiş olmazdı. Zîra Peygamber (s.a.s.):
"Çocuk, yatağa aittir.[166]. demiştir. Liânla ayrılma vukû-bulmasaydi, yatak da yerinde kalacak ve çocuk kocanın nesebine katılacaktı. Sırf liân yapması nedeniyle çocuk onun (kocanın) nesebinden reddedildiğine göre, sırf liânı dolayısıyla yatağının (evliliğinin) da ortadan kalkması vâcib olur.
Mâlikîler, Leys ve Züfer dediler ki: Kan - koca liânı tamamladıktan sonra, özel olarak kocanın liân yapmasından sonra aralarında ayrılma -hâkim onları ayırmasa bile- vukûbulur. Haneiîler, mezheplerini teyîd için, Aclanî'-nin kıssasında Sehlbin Sa'd'ın yapmış olduğu rivayeti delil olarak ileri sürmüşlerdir: "Liânlaşan kan kocanın birbirlerinden ayrılıp artık asla birara-ya gelemeyecekleri hakkında sünnetin hükmü verilmiştir." Ayrıca Uveymir'-in şu sözünü de kendileri için delil olarak ileri sürmüşlerdir: Uveymir ile karısı liânı tamamladıktan sonra Uveymir, Hz. Peygamberce şöyle demişti: "Ya Resûlallah, onu nikâhımda tutsaydım ona karşı yalan söylemiş (iftira etmiş) olacaktım. O (karım) üç talâkla boştur." Uveymir, Hz. Peygamber'in, kendisine emretmeden karısını boşamışti. Bu rivayetten, bir kaç yönden delil çıkarılabilir:
1- Liân sebebiyle ayrılık vukûbulsaydı, Uveymir'in "Onu nikâhımda tutmuş olsaydım, ona karşı yalan söylemiş (iftira etmiş) olacaktım" sözü geçersiz olacaktı. Çünkü karısını Hândan sonra yanında tutması imkânsız olacaktı.
2- Bu haberde rivayet olunduğu gibi Uveymir, karısını üç talâkla boşa-mış, Resûlullah (s.a.s.) da onun talâkını geçerli kılmıştı. Talâkı geçerli kıl-maksa, ancak Hân sebebiyle ayrılmanın vukûbulmaması durumunda mümkün olur.
3- Sehl bin Sa'd, yukarıdaki haberde demişti ki: "Liânlaşan karı-kocanın birbirlerinden ayrılıp artık bir daha asla bir araya gelemeyecekleri hakkında sünnetin hükmü verilmiştir." Ayrılık eğer Hânla vukûbulsaydı, Hândan sonra ayrılma zaten artık vukûbulmayacaktı.tbnAbbas,Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Lanetleşen iki kimse (karı-koca) artık ebediyyen bir araya gelmezler.[167]
Ebû Bekr er-Râzî, îmam Şafiî'nin sözünün âyete aykırı olduğunu söylemiştir: Zîra ayrılık, sadece kocanın liânıyla vukûbulsaydı; erkek kendi karısı olmayan yabancı bir kadın için de liân yapardı ki; bu da âyete aykırıdır. Çünkü Cenab-ı Allah Hânı sadece karı ve koca arasında vâcib kılmıştır. Ayrıca liân bir şehadet olduğuna göre, onun hükmü ancak hâkimin yanında sabit olur. Dolayısıyla ayrılığın da hâkim kararı olmaksızın vâcib olmaması gerekir. Nitekim hakkında şehadette bulunulan şey de ancak hâkim kararıyla sabit olur. Davacının, davayı beyyineyle hakedişi gibi kadın da, kendi nefsini ancak liânla hakeder (kurtarır). Davacının kendi davasını ancak hâkim kararıyla kazanışı gibi, Hânda kendi nefsini haketmesi (kurtarması) de aynı şekilde hâkim kararıyla olmalıdır. Liânda mahremiyetin vukûbulacağı iş'ar edilmez. Çünkü onda en fazla mevcut olan şey kadının zina etmiş olduğu yolundaki iddiadır. Kadının zina ettiğine dâir beyyine bulunur veya kadının kendisi zina ettiğini ikrar ederse; bu, mahremiyeti gerektirmez. Liân da böyledir: Onda mahremiyete delâlet eden bir şey bulunmadığına göre onunla ayrılığın vukûbulmaması gerekir. Şu halde evli çifti ayırma işinin ya kocanın kendisi ya da hâkim tarafından rfıeydana getirilmesi gerekir.
Mâlikîlerin hüccetlerine gelince; karı-koca hândan sonra da nikâhlarının devam etmesi hususunda anlaşırlarsa; kendi hallerine bırakılmaz, aksine aralarında tefrik yapılarak birbirlerinden ayrılırlar. Bu da gösteriyor ki; her ne kadar hâkim tarafından karı-koca ayrılmasalar da Hân, onların ayrılmalarını vâcib kılar.
Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlerle Ebû Yûsuf ve Sevrî dediler ki: Liânlaşan karı-koca, ayrıldıktan sonra artık biraraya gelemezler. Bu; Ali, Ömer ve İbn Mes'ûd'un (Allah onlardan razı olsun) kavlidir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), liân yapan bir kocaya, liânı tamamlamasından sonra şöyle demişti:
"Senin ona (karına)
karşı bir yolun yoktur.[168]Bu
sözü söylerken, "Kendini yal anlayın caya kadar..." kaydını
koymamıştır. Bu harâmhk (karı-kocanın Hândan sonra birbirlerine haram oluşları)
yalanlamayla sona ermiş olsaydı, Resûlullah (s.a.s.) o harâmlığı bu sona erme
noktasına gelindiğinde reddederdi. Nitekim üç talâkla boşanmış bir kadının
kendisini boşa-mış olan kocasına karşı olan harâmlığı da şu âyette belirtilen
noktayla sınırlandırılmıştır: "Eğer koca, karısını ikinci talâktan
(boşamasından) sonra bir kere daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe
nikâhlanmadikça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz.[169]
Liân,' nikâhın feshi olduğuna göre karı-koca arasındaki harâmhk, rada' (süt
emişme) de olduğu gibi ebedî olur. Liândan sonra karı, kocasına sürekli haram
olur. Hadîs-i şerifte buyurulmuş ki:
"Liânlaşan iki
kimse (karı-koca) ayrıldıklarında artık ebediyyen bir araya gelemezler.[170]Hz.
Ali, Hz. Ömer ve Abdullah ibn Mes'ûd hazretlerinin, "Liânlaşan iki kimse,
ebediyyen birleşemezler" dedikleri rivayet olunmuştur. Aclanî'nin kıssasıyla
ilgili olarak Zührî, Sehl bin Sa'd'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Liânlaşan kan-kocanm birbirlerinden ayrılıp asla bir araya
gelemeyecekleri hakkında sünnetin hükmü verilmiştir."
işte bütün bu
rivayetler, liânlaşan kadınla kocasının ebediyyen birbirlerine haram
olduklarına delâlet etmektedirler.
Hanefîler dediler ki:
Koca, kendini yalanlayıp kendisine had tatbik edildiğinde akdîn harâmlığı
ortadan kalkar. Kansı yeni bir nikâhla kendisine helâl olur. Buradaki harâmhk
geçicidir. Zîra Yüce Allah buyurmuş ki: "Haram kılınanların dışında
kalanlar size helâl kılındı.[171]"Size
helâl olan diğer kadınlardan nikâh edin.[172]Liân
üç talâktır. Mahremiyet onunla ebedî olmaz,
[1] Nûr: 2
[2] Mâide: 38.)
[3] Mâide: 90.
[4] Mâide: 33
[5] Nûr: 4
[6] Müslim. Hudûd; 8, ton Mâce, Hudûd: 16
[7] Nahi:67
[8] Bakara: 219
[9] Nisa; 43
[10] Mâide: 90-91
[11] A'râf: 33
[12] Mâide:90
[13] Îbn Mâce, : 3
[14] Kasas: 15
[15] Neseî, Esribe: 44
[16] Mâide: 92
[17] Mâide: 92
[18] Müslim, Müsâkat, Bab: 12
[19] Müslim, Eşribe, Bab: 4
[20] Müslim, Eşribe: 73, Ebû Dâvud, Eşribe, Bab: 5
[21] Buharî, Eşribe, Bab: 3
[22] Ebû Dâvud, Eşribe, Bab: 4
[23] Buharı, Ahkâm, Bab: 22
[24] Musned: 6/71
[25] Ebû Dâvud, Eşribe, Bab: 5
[26] Neseî, Eşribe, Bab: 48
[27] EbûDâvudKEşnbe,Bab:5
[28] Neseî, Eşribe, Bab: 25
[29] Müslim. Eşribe, Bab: 4
[30] Müslim, Esribe, Bab: 7
[31] Buharî, Ahkâm, Bab: 22
[32] Buharî, Ahkâm, Bab: 22
[33] Yûsuf: 36
[34] Neseî, Eşri-be, Bab: 48
[35] Müsned: 5/342, Ebû Dâvud, Eşnbe, Bab: 6
[36] Müsned: 5/318, Dârimî, Eşribe, Bab: 8
[37] Îbn Mâce, Eşnbe, Bab: 8
[38] Neseî, Eşribe, Bab: 41
[39] Müslim, Eşribe, Bab: 9
[40] Müslim, Eşribe, Bab: 9
[41] Neseî, Eşribe, Bab: 25
[42] EbÛ Dâvud, Et'ime, 40, tbn. Mâce, Et'ime, 33
[43] Müslim, Müsakat, Bab: 12
[44] Buharı, Fezaiiırı-Kur'ân, Bab: 8
[45] Darimî, Hudûd, Bab: 10, Ebû Dâvud, Hu-Bab. 37
[46] Müslim, Hudûd, Bab: 8
[47] Buharî, Hudûd, Ba*>: 4
[48] Buharî, Hûdud, Bab: 4
[49] Ebû Dâvud, Hudüd, Bab: 40
[50] Buharî, Eşribe, Bab: 15
[51] Müslim, Esribe, Bab: 3
[52] Ebû Dâvud, Tib, Bab: 11
[53] Darimî, Eşribe, Bab: 6; Tirmizî, Tıb, Bab: 8).
[54] Buharî, Hudûd, Bab: 5
[55] Tirmra, Buyu, Bat: 59; İbn Mâce, Esribe, Bab: 6
[56] Buharî, Ahkâm, Bab: 22
[57] Ebû Dâvud, Eşribe, Bab: 4
[58] Müslim, Eşribe, Bab: 7
[59] Müsned: 6/71
[60] Müslim, Eşribe, Bab; 7
[61] ibnMâ-ce, Ticarât, Bab: 11
[62] Mâide: 2
[63] Müslim, Müsakât, 68
[64] Müslim, iman, 80
[65] Nisa: 29
[66] Ebû Dâvud, Buyu, Bab: 66
[67] Müslim, zekât, 65
[68] Mü'minûn: 51
[69] Bakara: 172
[70] Buharî, Eşribe, Bab:11
[71] Buharî, Mezalim, Bab: 30
[72] Terğİb ve Terhib şerhinden Özetlenerek alınmıştır.
[73] Bakara: 219
[74] Mâide: 90
[75] Bakara: 195
[76] Nisa: 2
[77] Bakara: 172
[78] Müde: 88
[79] Nisa: 29
[80] Mtl'minûn: 51
[81] Nisa: 43
[82] Hacc:40
[83] Muhammed: 7
[84] Âi-iîmiân: 126
[85] Bakara: 187
[86] Tevbe: 112
[87] A'râf: 56
[88] Nûr; 2
[89] Nün 2
[90] Ahzâb: 33
[91] Tirmizî, Rıda', Bab: 18
[92] Müslim, Cenne, 52
[93] Buharî, Mezalim, 30
[94] İsrâ: 32
[95] Furkan:68-69
[96] Tirmizî, îman, Bab: 11
[97] Nûr 31
[98] Mü'minûn: 5-6
[99] Müsned,6/333
[100] müslim, Hudûd, 25; Tirmizî, Hudûd, Bab: 8; Buharı,
Ahkâm, Bab: 39
[101] ibnMâce,Hudûd,Bab:9;Mus-ned, 5/183; Muvatta, Hudûd, 10
[102] Müslim, Kasâme, 25; Buharî, Diyât, Bab: 6
[103] Buharî, Hudûd, Bab: 30-31; Müslim, Hudûd, 15
[104] Müsned, 2/H8
[105] Nûr:2
[106] Tirmizî, Hudûd, Bab: 15
[107] Buharı, Hudûd, Bab: 4
[108] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 25
[109] Müslim, Hudûd, 12; 14, Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 23
[110] Buharî, Ahkâm, Bab: 39, Müslim, Hudûd, 25
[111] Müslim, Liân, 15; 16
[112] Mısır medenî kanunu, madde: 274-277
[113] Madde: 274
[114] Tirmizî, Diyât, Bab: 23
[115] Müslim, îman, Bab: 62
[116] Nisa: 34
[117] Tirmizî, Rıda\ Bab: it
[118] İbn Mâce, Nikâh, Bab: 5i
[119] Nün 2
[120] Nün 2
[121] Muvatta, Hudûd, 10
[122] Masum, Hudûd, 25; Tirmizî, , Bab: 8; Buharî, Ahkâm,
Bab: 39
[123] Nûr:4
[124] Nisa:15
[125] Buharî, Şehadât, Bab: 21
[126] Enfai:61
[127] Müsüm, Hudûd, 23
[128] Ebû Davud, Hudûd, Bab: 24
[129] Buharî, Ahkâm, Bab: 19
[130] Tirmin, Hudüd, Bab: 2
[131] Tirmizî, Hudûd, Bab: 2
[132] Bakara: 230
[133] Tirmizî, Hudûd, Bab: 2
[134] Buharî, Buyu, Bab: 2
[135] ibn Mâce, Hudûd, Bab: 11
[136] Tirmizı, Hudûd, Bab:2
[137] Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 27
[138] Nisa: 24
[139] Nisa: 3
[140] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 27
[141] ibn Mâcc, Hudûd, Bab: 13
[142] tbn Mâce Hudûd, Bab: 8
[143] Ibn Mâce, Talâk, Bab: 16
[144] Mâide: 42
[145] Mâide: 49
[146] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 24
[147] Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 1
[148] Müsned, 2/397
[149] Nisa: 93
[150] Ebû Dâvud, Hudûd, |kb: 24
[151] Nûr: 6-7
[152] Buharî.şeha-dât, Bab:21
[153] Müslim, Liân, 6-7
[154] Nûr: 4
[155] Nün 6-9
[156] Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 27; Buharî, Şehadât, Bab: 21
[157] Nûr: 8
[158] Nûr: 4
[159] Buha-rî, Diyat, Bab: 6
[160] Nûn 6
[161] ibn Mâce Talâk, Bab: 27
[162] Nûn 6
[163] Nisa:15
[164] Nûn 4
[165] Nûn 8
[166] Müslim, Rada\ 36
[167] Müslim, Liân, 4
[168] Müslim, Liân, 5
[169] Bakara: 230
[170] Müslim, Liân, 5
[171] Nisa: 24
[172] Nisa: 3