Hanefîler dediler ki:
Hâkimin hüküm vermesi durumunda olân cümlelerinin yarıdan fazlası, tamamı
hükmünde olur.
Şâfiîler dediler ki:
Karı-kocadan biri liân cümlelerinin bir kısmını telaffuz ederse, bu liân
hükmünü almaz. Kadın, Allah (c.c.) in Kur'an-ı Ke-rîm'de zikrettiğinin tamamını
telaffuz etmedikçe, zina haddinden kurtulamaz.
Fikıhçılar, Hânın
şahitlik gibi olduğu ve hâkimden başkasının huzurunda sabit olmayacağı
hususunda ittifak etmişler ve demişler ki: Liânm, karısıyla gerdeğe girmiş
olsun olmasın koca tarafından yapılması; kocanın da akıllı, baliğ ve müslüman
olması şarttır. Ayrıca Hân yapılırken sayıları dörtten az olmayan erkek ve âdil
bir cemaatın hazır bulunması da şarttır. Olabilir ki koca, karısına yaptığı
isnattan rücû eder veya karısı zinayı ikrar eder. Karının da kocasının
nikâhında sahih bir akidle bulunması, nikâhının fâsid olmaması ve kadının
iddette bulunmaması şarttır. Düzgün yazı yazmasını biliyorsa, ahrasın liâni
sahih olur. Şehadetten önce yazıyı beş kez tekrarlaması şarttır. Şafiî ve
Hanbelîler, Hânın yemin olduğunu söylediler. Hanefî ve Mâ-likîler dediler ki:
Liân, yeminle te'kîd edilen, lanet ve gazapla perçinlenen bir şahitliktir. Yüce
Allah buyurmuş ki: "Onlardan her birinin dört defa Allah adıyla şahitlik
etmeleridir.[1] îbn Abbas'ın da rivayet
ettiği gibi; Hân yapan Hilâl bin Ümeyye'yle ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle
demiştir: "Hilâl geldi. Şahitlik etti: Sonra geldi, yine şahitlik
etti." Liânın, yeminle şaibeli bir şahitlik olduğunu söyleyenler de
olmuştur.
Şâfiîler ve Mâlîkîler dediler
ki: Doğumdan Önce hamildeki çocuk üzerine Hân yapmak mutlak surette sahih
olur. Aynı şekilde, hamildeki çocuğu doğumdan önce reddetmek de sahih olur.
Ancak Mâlikîler, kendi aralarındaki ihtilâf dolayısıyla kadının üç veya bir
hayız görerek istibrâ yapmasını şart koşmuşlardır. Bu şartı koşarken de
yukarıda geçen hadîsten istidlalde bulunmuşlardır. Karı hâmileyken liân vâki
olduğu, karındaki çocuğun da zina vukuuna kesinlikle delâlet eden kuvvetli bir
karine oluşu ve sırf hamilelik dolayısıyla şüphe meydana geldiği için koca,
kendisine bu nedenlerden ötürü bulaşan ar ve utanç lekesinden acilen kurtulsun
diye bu haldeyken Hân yapmak sahih olur.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Kadının karnındaki şişkinliğin çocuk değil de yel olması
ihtimalinden ötürü kesin bilgi ve karara varılamayacağı için, doğumdan Önce
Hân yapmak ve çocuğu reddetmek sahih olmaz.
Hanefîler dediler ki:
Kendisiyle ikrar yapıldıktan sonra çocuğu reddetmek sahih olmaz. Çünkü çocuğun
nesebi ikrar olunduktan sonra onun ikrarından rücû etmek sahih olsaydı, her
türlü ikrardan rücû etmek sahih olacaktı. Böylece de hiç bir hak yerini
bulamayacaktı. Bu ikincisi icmâ ile bâtıldır. Rivayet olunduğuna göre adamın
biri, karısının karnındaki çocuğun kendisine ait olduğunu itiraf etmiş,
doğduktan sonra çocuğu reddetmiş ve kendine ait olmadığını söylemişti de Hz.
Ömer (r.a.) ona iftira haddini tatbik etmiş ve çocuğu onun nesebine ait
kılmıştı. Liân nedeniyle nikâhı feshedilen kadının iddet süresi zarfında
kocasından nafaka ve barınma yeri alma hakkına sahib olmadığı hususunda
fikıhçılar ittifak etmişlerdir. Çünkü kadın, nafakayı ancak fesih iddetinde
değil talâk iddetinde hakeder. Mesken de böyledir. Ebû Hanîfe gibi Hânın talâk
olduğunu söyleyen kimse, liân iddeti beklemekte olan kadının nafaka ve
meskeninin, kocası tarafından temin edilmesinin vâcib olduğunu söyler.
Hanefîler dediler ki:
Ahrasın kazfî ve Hânı sahih olmaz. Çünkü haddi ondan defedecek şüphe vardır.
Mâlîkî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Ahrasın kazfi ve karısı için liân yapması; anlaşılır, meramım izah
eder ve ne söylemek istediğini bildirir bir işaretinin bulunması ya da güzel
yazı yazabilen biri olması durumunda sahih olur. Bu durumdaki bir kimse kadına
zînâ iftirasında bulunursa; hadde çarptırılması gerekir. Çünkü insanlara
anlatabilecek şekilde yazı yazarak veya
işaret ederek bir kadına zina iftirasında bulunan bir kimse, İffetli bir kadına
isnatta bulunmuş ve ona namus lekesi sürmüş olur. Şu halde onu açık hükmün
altına almak ve konuşan kimse muamelesine tabi tutmak icab eder.
Fıkihçılar, liânlaşan
karı-kocamn çocuğunun, ananın nesebine bağlanacağını ve ölmesi durumunda
anasının ona mirasçı olacağını, anasının ölmesi durumunda onun anasına mirasçı
olacağını söylemişlerdin Bir kimsenin bir kadını, kocasının zina etmiş olduğunu
iddia ettiği bir erkekle zina ediyor diye iddia etmesi sahih olmaz. Bu kadına
zina isnadında bulunan kimse, kazf haddine çarptırılır. Çünkü kocasının
söylediklerinin doğru olmadığı açığa çıkmıştır. O kadın iffetlidir. Aslolan,
harama düşmemektir. Sırf Hânın vukûbul-ması, kadını iffetli olmaktan çıkarmaz.
Kesin bilgi elde edilmedikçe ırzlar ayıp-lanamaz ve lekelenemez. Liânîaşan
karı-kocamn çocuğuna bir kimsenin veled-i zina (piç) demesi doğru olmaz. Ona
böyle diyen ve onu bu sıfatla çağıran kimseye seksen değnek vurulur. Reddedilen
çocuğun akrabası, anasının akrabasıdır. İbn Abbas (r.a.) tan rivayet:
"(Liânda) talâksız olarak ayrıldıkları (ya da) kocasının ölümü nedeniyle
ayrılmış olmadıkları için kadına azık ve mesken verilmemesine hükmolundu."
Ayrıca Hz. Peygamber için: "Liânla ayrılan eşlerin reddedilmiş çocuğunu, kadının
nesebine bağladı" denilmiştir. Bir rivayette de "Çocuk anasına nisbet
edilir" denilmiştir. Yani çocuk, sadece anasına ait kılınmış, babasının
nesebinden çıkarılmış ve çocukla babası arasında miras bağı kalmamıştır.
Anasının asabesi, çocuğun asabesi olur. Li-ân hadîsinde Hz. Peygamber'in şöyle
dediği rivayet olunmuştur: "Kadına zina isnadında bulunan kimseye seksen
değnek vurulur" Bir başka rivayette de şöyle demiştir, Hz. Peygamber:
"Bu kadının çocuğunun, babası adıyla ça-ğırılmamasına, çocuğunun piç
olarak nitelenmemesine hükmolundu. Kadına zina isnad eden veya çocuğuna
veled-i zina diye seslenen kimseye had tatbik edilir."
Fikıhçılar dediler ki:
Lİân tamamlandığında kadının nikâh akdi fesho-lunur ve kendisine ait olan malı
(mehri) hakeder. Zîra bu mehir sebebiyle kocası, Hândan önceki müddet zarfında
onun cinsiyet organını helâl edinmişti. Rivayet olunduğuna göre Hilâl bin
Ümeyyc, karısına liân yaptıktan sonra "Ya Resûlallah, malım?"
demişti. Yani karısına daha önce vermiş olduğu mehri geri almak istemişti.
Peygamber (s.a.s.) ona cevaben, "Senin ona karşı bir yolun yoktur"
demişti. Yani bu nedenle kadın, mehri haketmiştir. Hz. Peygamber, Hilâl'a
yalan da söylese doğru da söylese; karısının mehri haketmiş olmasının sebebini
açıklamıştı. Çünkü koca, liân yaparken doğru söylemişse; karısının kendisinden
mehir almasını hakettiren cinsel yaran ondan zaten almıştır. Koca liân yaparken
yalan söylemişse, karısına zina isnadında bulunarak zulmetmiş olduğu için
karısı mehri haketmiştir. Bu görüş, kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadın
hakkında icmâ ile kabul edilmiştir. İbn Ömer'den rivayet: Resûlullah (s.a.s.)
liân yapan karı-kocaya şöyle dedi:
"İkinizin hesabı
Allah'a kalmıştır, İkinizden biri yalancıdır. (Kocaya hitaben) senin, ona
karşı bir yolun yoktur." Adam dedi ki "Ya Resûlallah, malım?"
Resûlullah şu cevabı verdi: "Senin için mal yoktur. Eğer onun aleyhinde
söylediklerin doğruysa, vermiş olduğun malın (mehrin), onun vaginasını helâl
edinmene karşılık oldu. Onun aleyhinde söylediklerin yalansa; bu (malın),
kadına nispetle sana çok daha uzaktır.[2] Bu
hadîs üzerinde Buharı ve Müslim ittifak etmişlerdir.
Kendisiyle gerdeğe
girilmemiş olan kadına gelince; cumhûr-u ulemâ, onun da gerdekten önce boşanan
diğer kadınlar gibi mehrin yarısını hakettiği görüşüne kail olmuşlardır.
Hammad; "Hüküm odur ki; bu kadın mehrin tamamını hakeder" demiştir.
Zührî ile Mâlik, bu kadına bir şey verilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Sırf rengi kendi rengine uymuyor diye babanın kendi çocuğunu
reddetmesi caiz olmaz.
Şafiîler dediler ki:
Renk muhalefetine ayrıca zina karinesi eklenmezse çocuğu reddetmek caiz olmaz.
Koca karısını hâmileyken zinayla itham eder ve kadın da kendisiyle zina ettiği
iddia edilen erkeğin renginde bir çocuk doğurursa; o zaman sahih görüşe göre
çocuğu reddetmek caiz olur.
Hanbelîler dediler ki:
Babasının rengine uymayan bir çocuğun doğması halinde, zinaya delalet eden bir
karînejbulunması durumunda çocuğu reddetmek câİz olur. Karîne bulunmaması
durumunda reddetmek caiz olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ebû Hüreyre (r.a.)
şöyle demiştir:
"Fezare oğulları
kabilesinden bir adam, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi;
Karım siyahı bir çocuk
doğurdu. (O böyle derken, çocuğu reddetmek istiyordu.)
Hz. Peygamber
kendisine şöyle dedi:
Senin deven var mıdır?
Evet vardır.
Rengi nedir?
Kızıldır.
Onda siyah lekeler var
mıdır?
Evet vardır.
Peki, devene bu
lekeler nereden geldi?
Soydan gelme olabilir.
Öyleyse bu da soydan
gelme olabilir."
Bu konuşmadan sonra
Hz. Peygamber ona, çocuğunu reddetmesi için ruhsat vermedi.[3] Bu
hadîsi cemaat rivayet etmiş ve Ebû
Davud'un da bir rivayetinde "Karım siyahı bir çocuk doğurdu ve ben onu
inkâr ediyor, tammıyorum"deniImiştir.Rivâyete göre Hz. Âişe şöyle
demiştir;
"Resûlullah
(s.a.s.), yüzünün çizgileri parlayarak yanıma geldi ve dedi ki: "Görmedin
mi? Az önce Mücezzir, Zeyd bin Harise ile oğlu Üsâme'ye baktı ve "Bu
ayakların bazısı bazısındandır." (Yani Üsâme, Zeyd'in oğludur) dedi.[4] Bu
hadîsi, cemaat rivayet etmiştir.
Bu meselenin aslı
şudur: Halk, Üsâme'nin, Zeyd bin Hârise'nin oğlu olup olmadığı hususunda
şüpheye düşmüştü. Zeyd'in rengi beyaz, Üsâme'ninkiy-se siyahtı, Halk bu konuda,
Hz. Peygamber M üzecek derecede dedikodu yapıyordu. Hz. Peygamber, -Üsâme'nin,
Zeyd'in oğlu olduğuna dâir- Müdli-cı'nm sözünü duyunca sevinip mutlu oldu.
Çünkü Müdlicî'nin sözleri, efendimiz Üsâme'nin babası Zeyd üzerindeki töhmeti
kaldırmıştı. Üsâme'nin nesebinin Zeyd'den olduğunu tasdik etmişti ki; doğrusu
da buydu. Resûlullah (s.a.s.) da ancak kendince doğru olan
şeylerden ötürü sevincini açığa vururdu. Üsâme'nin, babasının meşru çocuğu
olduğu şer'an tespit edilmişti. Renk ayrılığı dolayısıyla dedikodular kaynamaya
başlayınca, Müdlicî'nin sözleri, kötü ve dedikodudan ibaret olan sözleri
ortadan kaldırmış oldu.
Hanefîler dediler ki:
Koca, zina isnadında bulunduğu karısını, isnattan sonra üç talâkla veya bâin
olarak boşarsa, aralarında Hân olmaz. Bu isnad nedeniyle kazf haddi de erkeğe
tatbik edilmez. Karısına "Sen üç talâkla boşsun, ey zinâkâr" derse;
kocaya had tatbiki gerekir ama Hân yapması İcab etmez. Çünkü o, kendisine
yabancı olan bir kadına zina isnadında bulunmuştur. Ama "Ey zin|kâr! Sen
üç talâkla boşsun" derse; kocaya ne had, ne de Hân gerekir. Çünkü o, Hânın
var olmasından sonra karısını üç talâkla boşamıştır. Boşama nedeniyle de Hân
düşmüş olmaktadır.
Bir kimse dört
karısına zİnâ isnadında bulunursa; her bir karısıyla ayrı ayrı liân yapması
gerekir. Dört yabancı kadına zina isnadında bulunursa, dört kadın için sadece
bir hadde çarptırılır. Bundaki fark şudur: İkinci meselede maksat, suçu
işlemekten menetmektir ki; o da bir had ile gerçekleşmektedir. Birinci
meseledeyse Hândan maksat, töhmet altına alınan kadına sürülen lekeyi
temizlemektir. Kocası üzerindeki nikâhı iptal etmektir. Bu da bir tek Iiânla
tahakkuk etmez. Bir kimse karısına: "Karnındaki çocuk benden
değildir" derse; liân yapmak gerekmez. Çünkü hamileliğinin var olduğunu
kesin olarak bilmiş değildir. Öyleyse iftira etmiş sayılmaz. Bir kimse kendi
hür karısının çocuğunu reddeder, karısı da onu doğrularsa; ne had ne de liân
gerekir. O çocuk,- anası ile babasının çocuğudur. Onu reddetmede
doğrulanmazlar. Çünkü nesep çocuğun hakkıdır. Ana, çocuğunun hakkını düşürmeye
yetkili değildir. Ananın tasdikiyle çocuğun nesebi reddedilmiş olmaz. Ananın
doğrulaması nedeniyle had ve liân gerekmiyor. Çünkü bundan sonra, yani kocasının
doğru söylediğini onayladıktan sonra; kocasının yalan söylediğine şe-hadette
bulunması caiz olmaz. Liân yapılamayınca neseb de reddedilemez. Bir kimse zina
isnadında bulunduktan sonra karısını ric'î bir talâkla boşarsa, evlilikleri
devam ettiği için liân gerekir. Bâin olarak boşadıktan sonra ka-nsıyla yeniden
evlenirse, bu zina isnadı dolayısıyla ne had ne de Hân gerekir.
Kocanın doğumdan hemen
sonra çocuğu reddetmesi durumunda reddedilmiş olacağı hususunda âlimler
ittifak etmişlerdir. Doğumdan sonra aradan uzun bir zaman geçerse, çocuk
reddedilemez. Reddedilse bile reddolunmuş sayılmaz. Çünkü aradan geçen bu uzun
zaman içinde koca, doğum tebriklerini kabul etmiş, doğum ihtiyacı olan eşyayı
satın almış, dostların getirdiği hediyeleri de kabul etmiştir. Böyle yapar da
hiç bir şey söylemeksizin aradan uzun bir zaman geçerse; onun bu hareketi
çocuğu açıkça kabullenmiş olduğunu gösterir. Bundan sonra çocuğu reddetmesi
sahih olmaz. Kubeyse bin Züeyb'in şöyle dediği rivayet olunur: "Adamın
biri karısının karnındaki çocuğun kendisinden olmadığını söyledi. Sonra henüz
doğum vukûbulma-dan çocuğu kabullendi. Ama karısı doğurunca yine reddetti.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), karısına iftira ettiği için o adama seksen
değnek vurulmasını emretti ve çocuğu da onun nesebine kattı." İbn Abbas
(r.a.) bir rivayetinde şöyle der:
"Resûlullah
(s.a.s.), Hilâl bin Ümeyye ve karısına liân yaptırıp onları birbirlerinden
ayırdı. Kadının çocuğunun bir babaya mensup kıhnmaması-na, ama çocuğuna veled-i
zina da denilmemesine, kadına zina isnadında bulunan veya çocuğuna piçlik
isnad eden kimseye iftira haddi tatbik edilmesine hükmetti.[5]
İkrime (r.a.) dedi ki: "Bu çocuk bilâhare bir şehrin emîri oldu ve bir
babaya da mensup olarak bilinmiyordu." Bunu Ahmed bin Hanbel rivayet
etmiştir.
Koca uzak bir beldede
olur da memleketine geldiğinde karısının doğum yapmış olduğunu öğrenirse;
karısı, onun öğrenmiş olduğu anda doğum yapmış gibi kabul edilir. Doğumu
öğrenir Öğrenmez çocuğu reddetmesi sahih olur. Ama öğrendikten sonra bir müddet
beklerse, çocuğu reddetmesi sahih olmaz. Çünkü artık çocuğa razı olmuştur.
Doğmadan Önce çocuğun
nesebinin reddedilemeyeceği hususunda fıkıh-çilar ittifak etmişlerdir. Çünkü bu
reddediş, doğmamış olan çocuğun üzerine hüküm vermektir. Doğmamış çocuğa
doğumdan önce miras ve vasiyet gibi hükümler vermek mümkün değildir. Bu
hükümler çocuğun dünyaya gelmesine dek ertelenir. Hanefîler dediler ki: Bir
kimsenin İkiz çocuğu doğar da bunlardan birincisinin nesebini kabul eder,
ikincisini reddederse; her iki çocuğun nesepleri sabit olur. Koca, karısıyla
Hân yapar. Ama bunun aksini yapar, yani birinci çocuğun nesebini reddeder de
ikinciyi kabullenirse; yine her iki çocuğun nesebi sabit olur, ve kocaya had
tatbik edilir. Nesebin sübutuna gelince; bu çocuklar ikiz oldukları için aynı
dölsuyundan yaratılmışlardır. Babanın kabullenmesiyle birinin nesebi sabit
olduğunda, zarurî olarak diğerinin de nesebi sabit olur. İkinciyi
reddettiğinde kendini yalanlamış olmaz. Dolayısıyla liân yapar. Birinciyi
reddettiğinde kendini yalanlamış olmaktadır. Çünkü ikinciyi kabullenmiştir. Bu
nedenle kendisine had tatbik edilir.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Koca; karısının, adını belirttiği bir erkekle zİnâ ettiğini iddia
eder ve karısına, "Falan adam seninle zina yaptı" derse; karısı için
liân yapar. O adam istediği takdirde, koca iftira haddine çarptırılır. Çünkü
iftira haddi, liân ile sakıt olmaz.
Şâfiîler tercihe şâyân
olan en kuvvetli görüşlerinde dediler ki: Koca, karısı ve karısıyla zina
ettiğini iddia ettiği erkek için bir hadde çarptırılır. Şâfiîlerin ikinci
kavillerine göre koca; hem karısı hem karısıyla zina yaptığını iddia ettiği
erkek için ayrı ayrı hadde çarptırılır. Liân yaparken kazften (iftiradan) söz
ederse, haddi sakıt olur.
Hanbelîler dediler ki:
Kocaya, karısı ve karısıyla zina ettiğini iddia ettiği erkek için tek bir had
tatbik edilir. Liân yapması ile de bu had sakıt olur.
Enes bin Mâlik (r.a.)
den rivayet: Hilâl bin Ümeyye, Şerîk bin Seniha'nın kendi karısıyla zina
ettiğini iddia etti. Bu adam, anadan taraf Bera' bin Mâliksin kardeşiydi.
İslâmiyette liân yapan ilk erkek, Hilâl'dir. Hilâl, karısı ile liân yaptı.
Resülullah (s.a.s.) dedi ki:
"Onu (Hilâl'in
karısını) gözetleyin. Eğer saçı düz ve gözleri bozuk bir çocuk doğurursa, bu
çocuk Hilal bin Ümeyye'nindir. Eğer gözü kara, saçı kıvırcık ve bacakları ince
bir çocuk doğurursa, bu çocuk Şerîk bin Seniha'nındır." Ravi diyor ki:
"Ben de o kadının karagözlü, kıvırcık saçlı ve ince bacaklı bir çocuk doğurduğunu
haber aIdım.[6] Bu hadîsi Ahmet bin
Hanbel, Müslim ve Neseî rivayet etmiştir.
Başka bir rivayette de
şöyle denilmektedir: Karısının üzerinde bulunduğu adamı ona haber verdi. Koca
sarı renkli, saçı az ve düz bir kişiydi. Karısının yanında gördüğünü iddia
ettiği adamsa; fazlaca esmer, etli ve dolgun bir kişiydi. Resülullah (s.a.s.)
"Allah'ım! Sen vuzuha kavuştur" dedi. Kadın, kocasının yanında
bulduğunu iddia ettiği adama benzer bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine
Resülullah (s.a.s.) karı ve koca arasında liân yaptı.
Mâlikîler dediler ki:
Adamın biri karısına "Ey zİnâkâr" der ve bunu ispatlamazsa kendisine
iftira haddi tatbik etmek vâcib olur. Karısının zinâ ettiğini gözüyle gördüğünü
iddia etmedikçe Iiân yapamaz. Çünkü Mâlikî-lere göre Hân yapabilmek için
karısının zina ettiğini görmüş olması şarttır.
Hanefîler ve Şâfiîler
dediler ki: Koca, zina ettiğini gördüğünü söylemese bile, karısına Iiân
yapabilir. Çünkü bu mezheplere göre Iiân yapabilmek için, karısının zina ettiğini
görmüş olması, şart değildir.
Mâlikîler dediler ki:
Bir kimsenin karısı kendisinden boşanır ve sonra iddet günlerinde karısının
zina ettiğini görürse; karısıyla Hân yapabilir. Boşadıktan sonra hâmile olduğu
görülür ve "Ben onu bir hayizla istib-râ ettirdim" derse, yine Iiân
yapabilir.
Şâfiîler dediler ki:
Kadın hâmileyse veya çocuk doğurmuşsa, kocası onunla Iiân yapabilir. Aksi
takdirde Iiân yapma hakkına sahib olmaz.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Koca artık onunla asla Iiân yapamaz. Çünkü boşadıktan sonra,
karısı kendisine yabancı bir kadın olur.
Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Adamın biri bir kadınla evlenir ve nikâh akdinden hemen sonra,
cinsel temas imkânı bulmadan onu boşar ve nikâh akdinden altı ay sonra bu kadın
bir çocuk doğurursa; bu çocuk o erkeğin nesebine katılmaz. Sanki nikâh
akdinden sonra altı ay geçmeden doğmuştur. Çünkü kadının, nikâh akdinden önce
hâmile kaldığı kesinleşmiştir.
Hanefîler dediler ki:
Erkeğin hâkim huzurunda kadın üzerine nikâh akdi yapması ve akitten sonra
boşaması durumunda; akitten sonra ne fazla ne eksik tam altı ay geçince bir
çocuk doğarsa, bu çocuk bu erkeğin nesebine katılır. Çünkü bu çocuk akitten
sonra ve boşamadan önce (ana rahminde) meydana gelmiştir.
Hanefîler dediler ki:
Adamın biri bir kadınla evlenir de karısından uzaklaşıp iki yıl süreyle
kaybolur ve sonra kocanın ölüm haberi gelince karısı iddet bekledikten sonra da
evlenir ve ikinci kocasından çocukları olup, bundan sonra ilk kocası
çikagelirse; ikinci evlilikten sonra doğan çocukları ilk kocasının nesebine
katılır ve ikinciden reddedilirler. Kadın da ikinci kocadan boşanır ve ilk
kocasına döner. Hanefîlerin bu meseledeki delilleri, şu hadîstir:
"Çocuk yatağa
aittir. Zina edene de taş vardır.[7]Bu
hadîsi, cemaat rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre'nin bir rivayetini, Buharı şu lafızla
nakletmiştir: "Çocuk, yatak sahibinindir." Kadın, nikâh akdiyle erkeİn
yatağı olmuştur. Şu halde çocuk, şâri'in nassıyla ona ait olur. Bazı akıllar
kabul etmeseler de hükümlerin konumu ona döner. Hadîs-i şerifte geçen yatağın
(firaş) mânası hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir:
Şafiî, Mâlikî ve
Hanbelîler dediler ki: Hadîste geçen firaş (yatak) kelimesi, kadının adıdır.
Bu kelime kadının yatak gibi kocasının altına serilmesi durumunu ifade eder.
Kâmus'ta kadının, kocasının yatağı olduğu söylenmektedir. "Kaldırılmış
yataklar" sözü de bu cümledendir. "Cariyeyi erkek yere serer"
ifadesi de kullanılmaktadır.
Hanefîler-dediler ki:
Hadîs-i şerifte geçen firaş (yatak) kelimesi, kocanın adıdır. İbn A'rabî, bu
mânada şâir Cerir'in şu mısraını delil olarak nakletmiştir:
"Kadın onu kucaklayarak
geceledi, Kadının kocası da öylece geceledi."
"Zina edene taş
vardır" sözündeki "taş" kelimesi, "çocuk hususunda hiç bir
hakkı yoktur" anlamındadır. Bazı kimseler ise, "taş"dan
kasdedile-nin, "Muhsan olduğu halde zina eden kişiye, taşla recmetme vardır"
demek olduğunu söylemişlerdir.
"Sa'd bin ebî
Vakkâs ile Abdullah bin Zem'a, Resûlullah (s.a.s.) m yanına gelerek
cidalleştiler. Sa'd dedi ki: ;Ya Resulallah kardeşim Utbe'nin oğlu bana,
kendisinin kardeşim Utbe'nin oğlu olduğunu söyledi. Sen onun benzerliğine
bakıver.' Abdullah bin Zem'a ise şöyle dedi: "Bu benim kardeşimdir, üesûlallah. Babamın yatağında (annemden)
doğmuştur." Resûlullah (s.a.s.) onun benzerliğine baktı. Çocuğun açık ve
belirgin bir şekilde Utbe'ye benzediğini gördü ve "O, senindir, ey Zem'a
oğlu Abdullah). Çocuk yatağa aittir. Zina edene de mahrumiyet vardır. Ey Zem'a
kızı Şevde, sen de ondan uzak dur. Ona görünme" dedi. Ve daha sonra Şevde
de onu asla görmedi.[8] Bu
hadîsi Cemaat rivayet etmiştir. Şevde, müminlerin annesiydi. Yani Hz.
Peygamberin hanımlarmdan-di. Allah ondan razı olsun.
Hanefîler sırf nikâh
akdiyle nesebi sabit kılar ve derler ki; bu hususta sırf zan yeterlidir. Hatta
demişler ki; doğunun en uzak noktasında bulunan bir erkek, batının en uzak
noktasında bulunan bir kadınla nikâh akdi yapıp evlenir ve nikâhtan altı ay
sonra bu kadın bir çocuk doğurursa, çocuk erkeğin nesebine katılır.
Buna bazıları,doğumun
meydana gelme sebebinin bulunmayışından dolayı, karşı çıkmıştır. Doğrusu
çocuğun nesebinin babaya ait olduğunu ispatlamada yalnız nikâh akdini yeterli
saymak elle tutulur bir delil sayılmaz. Çocuğun nesebinin sabit olması için İbn
Teymiye, gerçek bir gerdeğe girişin vukûbulduğunun bilinmesi gerektiğini
söylemiştir. Karısıyla zifafa girmeyen bir kimsenin karısının doğurduğu çocuğu
nasıl olur da şeriat bu kocanın nesebine katar? Sadece gerdek imkânı var diye
bu çocuğu bu kocanın nesebine katmak mümkün değildir. Hanefîler buna cevaben
demişler ki: Gerçek bir gerdeğin vukûbulduğunun bilinmesi mümkün değildir. Bu
bilgiyi esas almak, bir çok neseplerin bâtıl olmasına yol açar. Bu bilginin
esas alınması, ihtiyatî bir önlemdir. Sırf gerdeğe girip cinsel temasta bulunma
imkânı bu ihtiyat bakımından uygundur.
Şafiî, Mâlîkî ve Hanbelîler
dediler ki: Bu meselede çocuklar, ikinci kocaya ait olurlar. Çünkü onun yatağı
durumunda olan bu kadınla cinsel temasta bulunmuş olduğu kesindir ki; akla
yatkın olan da budur. Çocuğun nesebinin sabit olması için; kadının onu,
hamileliğin en az süresi geçtikten sonra; yani üç mezhep imamına göre sahih,
veya îâsi d nikâhta cinsel temas imkânından itibaren veya Hanefîlere göre
kan-koca biraraya gelmeseler dahi nikâhın akdedilmesinden altı ay seçtikten
sonra ya da ibn Teymiye'ye göre cinsel temasın muhakkak vukûbulmasınm
bilinmesinden itibaren altı ay geçtikten sonra doğurmuş olması gerekir. Bunda
icmâ vardır. Bu süre geçmeden çocuk doğarsa; bu çocuğun nikâh akdinden önce
anasının rahmine düşmüş olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz ve bu çocuk, iki
kocadan hiç birine nesep bakımından bağlanamaz. Bir çocuğun nesep bakımından
birden fazla erkeğe bağlanamayacağını söylemişlerdir.
Haricîler dediler ki:
Zina ve kazf, küfürdür. Ehl-i Sünnet ise, "Karılarına zina isnad eden ve
kendi nefislerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerin her biri dört defa
şöyle şahitlik etmelidir. âyet-i kerîmesini
bunlara karşı bir
delil olarak ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet, bu âyet-i kerîmeden iki yönden
istidlalde bulunmuşlardır:
1- Zina
isnadında bulunan erkek doğru söylüyorsa, kadın zina etmiştir. Erkek yalan
söylüyorsa, kadına iftira etmiştir. Haricîlerin kavline göre bu durumda karı
ve kocadan biri küfre girmiş olmaktadır ki; bu da irtidattır. Hal böyle olunca
da karı-kocamn ayrılması gerekir. Liân yapmaya sebep kalmaz. Bu ayrılık da
irtidad ayrılığı olur ve bu kan-koca, kesinlikle birbirlerine mirasçı
olamazlar.
2- Kocanın liân yapması nedeniyle kadın üzerinde
küfür sabit olursa, -nitekim Haricîler böyle derler- kadının yüz değneklik had
veyahut recm cezasına değil de ölüm cezasına çarptırılması gerekir. Çünkü
mürtedin cezası zina haddine zıttır. Ehl-i Sünnet demiş ki: Bu âyet-i kerîme
"Zinanın vukuu, nikâhı ifsad eder" diyenleriiî sözlerinin bâtıl
olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü: Koca karışma zina isnadında bulunduğunda
onun bu sözünün, nikâhın fâsidliğini itiraf etmiş gibi olması gerekir ki;
karısının kendi süt kardeşi ya da kâfir olduğunu ikrar eden kimseyle aynı
kategoriye girsin. Eğer böyle olursa ayrılığın, Hândan önce sırf zina isnadıyla
vukûbulmasi gerekir. Oysa ki bu görüşün fâsidliği icmâ ile sabittir.
Mütezilîler dediler
ki: Liân âyeti, karısına zina isnadında bulunan kimsenin; eğer yalan
söylüyorsa Allah'ın lanetine müstahak olduğuna, fasık ve günahkâr olduğuna
delâlet etmektedir. Zina eden erkekle kadın da aynı şekilde Allah'ın gazap ve
azabını hakederler. Yoksa kendi kendilerini lanetlemeleri güzel bir davranış
olmaz. Nitekim bir kimsenin, çocuklaraveya delilere Iânet etmesi için Rabbine
duada bulunması da caiz olmaz. Böyle yaparsa, azaba müstahak olur. Azap da
sevap gibi daimî olur. Azapla sevap bir araya gelmezler. Bunların sevapları da
silinip yok olur. Tevbe etmedikleri takdirde cennete giremezler. Zîra cennete
giren mükelleflerin, işledikleri taatler dolayısıyla mükâfatlandırdıkları
hususunda icmâ-ı ümmet vardır. Bu da fâ-sıklarm ebediyyen cehennemde
kalacaklarına delâlet etmektedir.
Mezhep imamları
dediler ki: Biz o kimsenin fışkı nedeniyle ilâhî gazaba uğramış olmasının, iman
etmiş olması bakımından Allah'ın rızasına nailîyetini temin ettiği hususunu
kabul etmeyiz. Kabul etsek bile; cennete sevabı ha-kedenden başkasının
girmeyeceği hususunu kabul etmeyiz. Buradaki icmâ memnudur.
Denilmiştir ki:
Lânetleşmede Allah'ın gazabından beş defa söz etmekle kadın özelleştirildi ki,
bu da ona karşı katı bir davranıştır. Çünkü zinanın esas nedeni odur. Çalımlı,
gösterişli olduğu ve erkekleri kendine tamahlan dırdığı için zinanın asıl
kaynağı odur. Zaten bu nedenle celd (had) âyetinde önce kadından
bahsedilmiştir.
Ahlâkî rezillikleri
ortadan kaldırmaya ve milletlerin ayakta kalıp mutlu olmalarını garantileyen
ahlâkı hiçe sayan kimselere engel olmaya hassasiyet gösteren İslâm dîni,
insanların şeref ve neseplerini korumaya da özen gösterir. Şu halde müslümanlar
için tek çıkar yol; şereflerini, nesep ve hayalarını korumak ve fuhşiyatı
alenîleştirmemektir. Aksi takdirde Cenab-ı Allah'ın kendilerine acımayacak
kimseleri, müslümanlara musallat etmesi yakındır.
(13) Hikmet sahibi
şeriat koyucu, zinayı yasaklamış, haram nitelikli cinsel temastan insanları
nefret ettirmiş ve onu, insanın iyiliklerini silip yok eden, failini de
cehennem ateşine sokan günahlardan kılmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Babalarınızın
nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın. Cahiliyet devrinde geçen,
affedilmiş geçmiştir. Şüphe yok ki o, pek çirkindi. Allah'ın buğzuna sebepti. O
ne fena bir adet idi.[9]
Kur'an-ı Kerîm'in bir başka yerinde de bununla ilgili olarak şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki,
Allah'la beraber başka bir ilâha ibadet etmezler, Allah'ın haram kıldığı nefsi
haksız yere öldürmezler, zina etmezler; kim de bunları yaparsa, günahının
cezasına kavuşur. Kıyamet günü de azabı katmerleşir. Azab içinde ebedî, hakîr olarak
kalır.[10]
Cenab-ı Allah bu âyette zinayı şirk ve haksız yere adam öldürmekle bir arada
anmıştır ki; bu ikisi günahların en çirkini ve Allah tarafından yasaklanan
suçların en büyüklerinden-dir. Bu da zinanın harâmlık derecesinin büyük
olduğuna, en büyük suç ve günahlardan biri olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü
Cenâb-ı Allah bu suçtan bahsettikten sonra bunu işleyenlerin büyük günaha
girdiklerini, cehennem ateşindeki azaplarının katmerleşeceğini, ebediyyen
kalacaklarmış gibi hor ve hakîr olarak uzun süre cehennemde bekleyeceklerini
haber vermiştir. Ve yine Cenab-ı Allah ferman buyuruyor: "De ki: Rabbim,
gizli ve açık bütün fuhşiyatı haram kıldı.[11]
"(Bekâr olup) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek
vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allah'ın dini hususunda
merhametiniz tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da, bunların ceza tatbikinde
şahid olsun. Zİnâ eden bir erkek, ancak zina eden bir kadınla veya bir müşrike
ile evlenmek ister. Zina eden bir kadını da, ancak zina eden bir erkek veya
müşrik bir kimse nikâh etmek ister. Müminlere böyle bir evlenme haram
kılınmıştır.[12] Abdullah bin Mes'ûd,
Resûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah'tan başka
tanrı bulunmadığına ve benim de Allah'ın elçisi olduğuma şehadet eden müslüman
bir kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden biri nedeniyle helâl olur: Zina eden
evli kimse. (Haksız yere) adam öldüren kimse. Dinini (islâmiyeti) terk eden,
cemaatten (müslüman topluluğundan) ayrılan kimse.[13] Bu
hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî rivayet etmiştir.
Abdullah bin Zeyd
(r.a.) den rivayet: Resûlullah (s.a.s.) in şöyle seslendiğini duydum:
Ey Arap günahkârları,
ey Arap günahkârları! Sizin için korktuğum en korkulu şey, zinadır ve gizli
şehvettir." Bu hadîsi Taberanî rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.)
Resûlullah (s.a.s.) in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Adam zina
ettiğinde kendisinden iman çıkar. Üzerinde gölge gibi durur. Zinadan sökülünce
(çekilince) iman kendisine geri döner.[14] Bu
hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Lafız kendisine aittir.
Beyhakî'ye ait bir
rivayette Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
'iman bir gömlektir.
Allah onu dilediğine giydirir. Kul, zina ettiğinde
(Allah) ondan iman
gömleğini çıkarır. Tevbe ederse ona geri verir." Ebû Hüreyre, Resûlullah
(s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Üç kişi vardır
ki kıyamet gününde Cenab-i Allah onlarla konuşmaz, onları aklamaz, onlara
bakmaz ve onlar için pek acıklı bir azap vardır: Zinâ eden yaşlı kimse, yalancı
hükümdar, kibirli yoksul![15] Bu
hadisi Müslim ve Neseî rivayet etmiştir. Evsat adlı eserdeyse Taberanî, bu
hadisi şu lafızla rivayet etmiştir: "Cenab-ı Allah kıyamet gününde zinakâr
ihtiyara ve zinakâr acuzeye bakmaz." Büreyde (r.a.), Resûlullah (s.a.s.)
in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yedi kat gök ve yedi kat yer,
yaşlı zinâkâra lanet ederler. Zinâkârlann tenasül organlarının pis kokusu,
cehennemliklere eziyet verir." Bu hadîsi Bezzar rivayet etmiştir.
Dört mezhep imamı
ittifak ederek demişler ki: Köle ve cariye zina ettikleri takdirde kendilerine
tam had tatbik edilmez. Onlardan her birine; kadın olsun erkek olsun ellişer
değnek vurulur. Evli de olsalar recmedilmez, yalnızca elli değneklik hadde
çarptırılırlar. Çünkü mezhep imamları, muhsan olmak için hür olmayı şart
koşmuşlardır. Köle evli de olsa muhsan değildir. Buna delil olarak şu âyet-i
kerîmeyi göstermişlerdir: "Eğer onlar muhsan olduktan (evlendikten) sonra
bir fuhuş yaparlarsa; o vakit hür kadınlar üzerine gerekli bulunan cezanın
yarısı kendilerine lâzım gelir.[16] Recm
cezasının yarıya bölünmesi mümkün değildir.
Şâfiîler ve Mâlîkîler
dediler ki: Köle zina ettiği takdirde kendisine elli değnek vurulur ve yarım
sene süreyle de sürgüne gönderilir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.)
buyurmuşlar ki:
"Birinizin
cariyesi zina eder de zinası kesinlik kazınırsa, ona had değneği vursun, onu
kınamasın. Sonra yine zina ederse, ona had değneği yursun, onu kınamasın.
Üçüncü kez zina ederse; kıldan bir ip karşılığında olsa bile onu satsın.[17]Bu
hadîsi, ibn Mâce dışında kalan Kütüb-ü Sitte müellifleri Ebû Hüreyre (r.a.) den
rivayet etmişlerdir.
Müsned'de; Abd ibn
Ahmed, mü'minlerin emiri, Hz. Ali'den şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Resûlullah (s.a.s.) beni,
zina etmiş olan kara bir cariyeye gönderdi kî, ona had değneğini vurayım.
(Gittiğimde) onun nifas halinde olduğunu gördüm. Durumu Hz. Peygamber'e
bildirdiğimde bana şöyle dedi: "Nifâsından temizlendiğinde ona had
değneğini vur."
Abdullah bin Ayyaş bin
ebî Rabiâ el-Mahzumî'den rivayet: "Kureyş'ten bazı cariyeler için Ömer bin
Hattâb bana emir verdi. Biz de imaret cariyelerine (zina yapmış oldukları
için) ellişer değnek vurduk.[18]
Köle erkek, zina
ettiği takdirde kendisine yüz değnek vurulur. Cariye zina ettiği takdirde
kendisine elli değnek vurulur. Bekâr cariyenin zina etmesi halinde kendisine
had tatbik edileceği hususunda dört mezhep imamı, Ebû Hüreyre ile Zeyd bin
Halid el-Cühenî'nin rivayet etmiş oldukları şu hadîsi delil edinmişlerdir:
"Zinâ eden bekâr
cariyenin durumu hakkında Peygamber (s.a.s.)e sorduklarında şu cevabı verdi:
Zinâ ederse ona had değneği vurun. Sonra yine zinâ ederse, yine ona had değneği
vurun. Sonra yine zinâ ederse, yine ona had değneği vurun. Sonra bir örgü
(Örülmüş bir ip) karşılığında olsa dahi onu satın.[19] İbn
Şihab demiş ki: "Bilmiyorum; üçüncüden sonra mı, yoksa dördüncüden sonra
mı satılacaktır?" Bu hadîs-i şerîf üzerinde Buharî ve Müslim ittifak
etmişlerdir.
İbn Abbas, Mücahid ve
Said bin Cübeyr demişler ki: Köle ve cariye, bekâr iseler kendilerine zinâ
haddi uygulanmaz. Ancak hâkimin takdirine göre ta'zîr edilirler. Evliyseler;
kadın olsun, erkek olsun; cariye ve kölejer eşitçe. ellişer değnek had cezasına
çarptırılırlar. Fıkıhçıların bu meseledeki ihtilâflarının sebebi, muhsanlık
için ileri sürülen şartların farklı oluşudur. Âyet-i kerîmede geçen
"muhsan" kelimesinden "Evli ve müslüman kimse" anlamını
hitap deliliyle çıkaranlar derler ki: Evli olmayana had değneği vurulmaz.
"Muhsan" kelimesinden "Müslüman kimse" anlamını çıkaranlar,
bu hükmün evli olsun olmasın, herkesi ilgilendirdiğim söylemektedirler ki; kuvvetli
olan da bunların görüşüdür.
Hanefî, Mâlîkî ve Hanbelîler
dediler ki: Kölenin ve cariyenin zinâ etmesi durumunda sürgüne gönderme cezası
uygulanmaz. Çünkü köle, mertebece düşük bir insandır. Hür kimseler gibi,
insanların ayıplamalarından etkilenmez. Kaldı ki insan, şeref ve nesebiyle
orantılı olarak utanç duyar. Oysa köle bu ikisinden de teçerrüt etmiştir.
Şâfiîler esah olan
kavillerinde dediler ki: Köle ya da cariye, zinâ ettiği tespit edilirse, yarım
sene sürgüne gönderilir. Çünkü bir çok hükümlerde o, hür kimsenin yarısıdır.
Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler
dediler ki: Efendi, yanında bir bey-yinenin bulunması veya suçlunun huzurunda
ikrarda bulunması durumunda kölesine ve cariyesine had tatbik etme yetkisine
sahiptir. Bu suçun zina veya kazf (iftira), içki içme veya diğer bir suç olması
farketmez. Çünkü köle, efendinin malından sayılmaktadır. Allah'ın hakkını
tercih etmek (şer'î hükmü yerine getirmek) için malındakî (kölesindeki)
menfaati, kendisinin zararına olarak elden çıkarabilir.
Bazı görüşlerinde
Mâlikîler ve Hanbelîler dediler ki: Hırsızlık haddi bundan müstesnadır.
Hırsızlık haddine imam veya naibinden izin almaksızın; efendinin kölenin elini
kesmesi caiz olmaz.
Hanefîler dediler ki:
Haddi gerektiren hiç bir halde efendi; köle ve cariyelerine had tatbik etme
yetkisine sahip değildir. Aksine, bu işi imama (devlet başkanına) bırakması
vaciptir. Çünkü hadleri tatbik etmek, aslında devlet başkanlığı makamının yetki
ve hususiyetlerindendir. Şeriat koyucu hadleri tatbik etme yetkisini, bazı
zorbalara ve benzeri kimselere değil de yeryüzünde fesadı: defetmek; ve
toplumda anarşinin yayılmamasriçin devlet başkanına vermiştir. Çünkü halk,
İslâm ve hukuk adına değil de cahiliyet gayreti adına birbirlerine karşı olan
öfkelerini ve gazaplarım yatıştırmada kendi nefsine hâkim olamaz. Oysa devlet
başkanı böyle değildir. Çoğu kez onun halktan bir kimseye karşı garazı
sözkonusu olamaz. Halktan birini tutup diğerini ezmez. Çünkü onun güçlü bir
iradesi vardır. Ayrıca o, hükmünü başkasında infaz etme gücüne ve kudretine
sahiptir. Bunun tersi olmaz. Had sebebiyle devlet başkanı bir kimseyi zulmen
de olsa öldürdüğünde, maktulün akrabaları normal olarak devlet başkanını
öldüremezler. Çünkü o, kanunlarla korunmaktadır ve ayrıca polis ve asker
gücünü elinde bulundurmaktadır.
Şâfiîler ve Hanbelîler
dediler ki: Zımmî bir kimse zina ettiğinde tıpkı müslüman gibi ona had tatbik
edilir.
Mâlikîler dediler ki:
Zımmiye had tatbik edilmez, çünkü o muhsan değildir. Zîra muhsanhk, müslümana
Özgü bir şereftir.
Şâfiîler ve Hanbelîler
dediler ki: Zina etmesi hali ristiyan, zımmî ve müste'menlere had tatbik
edildiği gibi yahudiye edilir. Çünkü onlar da, Özellikle davalarının bize
arzedilmesi durumunda şeriatın fürûatına muhataptırlar. Kaldı ki; onlara
haddin tatbik edilmesi, kıyamet gününde onların azaplarını hafifletir. Ayrıca
sünnette de sabittir ki Peygamber (s.a.s.), Medîne'li yahudiler tarafından
kendisine davaları arzedildi-ğinde, yahudi bir erkekle yahudi bir kadına zina
haddini tatbik etmişti. Abdullah bin Ömer (r.a.) in rivayetine göre
"Yahudiler zina etmiş bir kadınla bir erkeği Resûlullah (s.a.s.)'a
getirdiler. Resûlullah, onlara; "Bunlarla ilgili olarak kitabınızda ne
(gibi bir hüküm) buluyorsunuz?" diye sordu. Onlar dediler ki: Yüzleri
karartıkr ve rezil rüsvay edilirler. Resûlullah (s.a.s.) onlara cevaben:
"Yalan
söylediniz... Onda (kitabınız Tevrat'ta) recm vardır. Tevrat'ı getirin. Ve eğer
söylediklerinizde doğruysamz onu okuyun" dedi. Tevrat'ı ve kendi
aralarından bir okuyucu getirdiler: O da okudu. Kitabın bir yerine geldi ki;
orada elini yazının üzerine koydu. Ona "Elini kaldır" denilince elini
kaldırdı ve yazı göründü. O adam (veya oradakiler) dedi: "Ya Muhammedi
Tevrat'ta recm hükmü vardır. Lâkin biz bu hükmü kendi aramızda gizliyorduk."
Zina etmiş olan yahudi erkekle yahudi kadın hakkında Peygamber (s.a.s.) gerekli
emri verdi; onlar da recmedildiler. Ravî diyor ki: Erkeğin, taşlanırken kadının
üzerine eğildiğini ve kendi bedenini siper ederek kadını taşlardan koruduğunu
gördüm.[20]
Cabir bin Abdullah'tan rivayet:
"Resûlullah
(s.a.s.) Eşlem Oğullarından bir erkeği ve yahudilerden bir erkeği ve bir kadını
recmetti.''
[21]Berâ bin Azib (r.a.) den rivayet: "Zina suçundan
ötürü değnek cezasına çarptırılmış, yüzü siyaha boyanmış bir yahudi, Peygamber
(s.a.s.)'e uğradı. Peygamber (s.a.s.) de yahudileri çağırdı ve onlara,
"Zina haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?" diye sordu. Onlar "Evet"
deyince, âlimlerden birini çağırarak ona şöyle dedi:
"Musa'ya Tevrat'ı
indiren Allah aşkına doğru söyle: Zina haddini kitabınızda böyle mi
buluyorsunuz? Âlim şu cevabı verdi: "Hayır! Allah aşkına demeseydin, recm
haddinin Tevrat'ta bulunduğunu sana haber vermezdim. Ama zina fiili, eşraf
tabakasına mensup insanlarımız arasında çoğaldı. Şerefli birini
yakaladığımızda onu salıveriyorduk. Zayıf birini yakaladığımızda, ona had
tatbik ediyorduk. Dedik ki: Gelin, asil olana da olmayana da uygulayacağımız
bir hüküm üzerinde karara varalım. Toplandık ve recm yerine yüzü siyaha boyama
ve değnek vurma cezasını koyduk." O âlimin böyle demesi üzerine Hz.
Peygamber şöyle dedi: "Allah'ım! Senin emrini öldürdüklerinde onu ilk
dirilten benim." Böyle dedikten sonra emir verdi ve adam recmedİIdi."
[22]
Bunun ardısıra izzet
ve celâl sahibi Yüce Allah şu âyeti inzal buyurdu:
EyResul! Kalbleriyle
inanmadıkları halde ağızlarıyla "İnandık diyenlerle (münafıklarla)
yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar, durmadan yalan
dinleyenler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir kavim için casusluk
edenlerdir. Yerli yerinde hak olarak söylenen kelimeleri sonradan
değiştirirler. "Eğer size şu (fetva) verilirse onu kabul edin, verilmezse
sakının" derler.[23]
Yahudiler, birbirlerine
şöyle diyorlardı: Muhammed'e gidin. Eğer size; zînâ eden kimseye değnek
vurulmasını ve yüzünün siyaha boyanmasını emrederse, kabul edin. Recm emrini
verirse sakının. Bunun üzerine Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeleri inzal
buyurdu:
"Kim Allah'ın
indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.[24]
"Kim Allah'ın
indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zalimlerdir.[25]
"Kim Allah'ın
indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar fasıklardir.[26]
Ravi, bu üç âyetin de
kâfirler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel ve
Müslim rivayet etmiştir. Bu hadîsler, tıpkı müs-lüman gibi zımmîye de zipâ
haddinin uygulanacağına delâlet etmektedirler.
Hanefîler ve Mâlîkîler
dediler ki: Ne yahudi ne hiristiyan ne zımmî ne de müste'men üzerine had tatbik
edilmez. Çünkü bu iki mezhep, muhsanlık için müslüman olmayı şart koşmuşlardır.
Gayr-i müslim muhsan olamaz. Dolayısıyla recm edilmez. Ancak değnek cezasına
çarptırılır. Çünkü recm, suçluyu günahtan temizler. Zımmî ve gayr-ı müslim
ise, günahtan temizlenmeye ehil değildir. Bilâkis bunlar, cehennem ateşiyle
yanmadıkça ebe-diyyen temizlenemezler. Ayrıca bunlar, şeriatın fürûatmda ilahi
emre muhatap değildirler. Aksine her şeyden önce şeriatın aslıyla
muhataptırlar. Merfu ve mevkuf olarak îbn Ömer'in hadîsinden rivayet olunduğuna
göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ortak
koşan kimse, muhsan değildir." Hanefîlerle Mâlikîler, gayr-1 müslimin
recmedilmesinin câizliğine delâlet eden hadîslere cevafren-demiş-ler ki: Resûlullah
(s.a.s.), Tevrat'ın hükmünü yahudîlere uygulamıştır. Onlara Islâmın hükmüyle
hükmetmemiştir. Bu olay da, O'nun Medîne'ye ilk teşriflerinde vukûbulmuştu. O
zamanlar, Tevrat'ın hükümlerine uymakla me'-murdu. Sonraları bu hüküm şu âyet-i
kerimeyle neshedildi: "Kadınlarınızdan zina edenlere karşı, içinizden
dört şahit getirin.[27]
Cenab-ı Allah bu âyet-i kerîmedeki hükmü sadece müslümanların kadınları için
vaz'etmiş-tır. Şevkânî der ki: "Açıkça görüldüğü gibi bu cevapta zorlama
vardır. Resû-lullah'ın uygulaması, bu babdaki garip hadîslere karşı
konulmuştur. Resü-lullâh'ın bu uygulamayı Medine'ye ilk gelişinde yapmış
olması, anılan hükmün şer'an sabit olmasıyla çelişmemektedir. Bu,"
Allah'ın ehli kitap için meşru kıldığı bir hükümdür. Resûlullah (s.a.s.) da
bunu böylece takrir etmiştir. İslam! hükümlere uygun hükümlerin sûbutunda
bizim için izlenecek tek yöntem sadece budur. Şeriatımızda bunu iptal edecek
bir kural da bilâhare konulmuş değildir. Özellikle Hz. Peygamber, ehl-i kitap
arasında Allah'ın indirdiği hükümleri uygulamakla emrolunmuştu. Kur'an-ı
Kerîm'in de açıkça belirttiği gibi onların arzu ve heveslerine uymaktan
yasaklanmıştı. Yahudî-ler, zina edenin hükmünü sormak için Hz. Peygamber'e
gelmişlerdi, kendilerine şeriatlerini tanıtsın ve bildirsin diye
gelmemişlerdi. Tabii ki kendi şeria-tiyle onlar arasında hükmetti ve bu hükmün,
kendi şeriatinde olduğu gibi onların şeriatlerinde de mevcud olduğu hususunda
onları uyardı. "Kendi şe-riatine aykırı olduğu halde onların şerİatleriyle
onlar arasında hükmetti" demek caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygamber gibi bir
şahsiyetin, kendi nezdinde mensuh bulunan bir hükümle onlara hükmetmesi caiz
olmaz. Böyle yapmakla sırf onları ilzam etmek istemişti."
Evvel emirde
islâmiyet, zina ile savaşmış; insanları iffetli olmaya, temiz ve erdemli
kişiler olmaya davet etmiştir. Hz. Peygamber:
"İffetli olun ki,
kadınlarınız da iffetli olsunlar." diyerek bu konuda dikkatlerimizi
çekmiştir. Günahlardan kaçınmış, ırzını korumuş, saliha ve iffetli kadınlarla
evlenmeye müslüman erkekleri teşvik etmiştir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"İyi kadınlar
(Allah'a) itaatkârdırlar ve Allah kendilerini koruduğu cihetle, kocalarının
gıyabında ırz ve mallarını muhafaza ederler.[28]
"Sizden her kim,
hür olan mü'min kadınları nikâh edecek bir zenginli ğemuktedir olamazsa, ona da
ellerinizin altındaki mü'min cariyelerinizden, efendilerinin rızasıyla
nikahlamak vardır.[29]
Konuyla ilgili olarak
da Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kadınların en
hayırlısı sevgisi çok ve doğurgan olandır. Ona baktığında seni sevindirip
memnun eder. Ona emrettiğinde sana itaat eder. Yanında bulunmadığında da malım
ve ırzını muhafaza eder.[30]
Ifk hadisesi vukûbulup
da, aslında suçsuz olduğu halde insanlar Hz. Âişe (r.a.) yi itham ettiklerinde,
Azız ve Yüce Allah, O'nun masum olduğunu âyetler indirerek Kur'an-ı Kerim
vasıtasıyla bildirdi. Nûr sûresinde yer alan onbes kadar âyetle onu müdafaa
etti ki; onun namusuna leke gelmesin; bu çirkin suçtan onun habersiz olduğu
tüm dünyaya açıklansın. Yüce Allah, Hz. İsa Efendimizin anası, Hz. Meryem'i de
zina töhmetine karşı bir kaç âyetle savunmuştu:
"Bİr de îmran'ın
kızı Meryem'i (misal yaptı) ki; ırızım pek sağlam korumuştu.[31]
"Irzını helâl ve
haramdan koruyan o Meryem'i de hatırla ki; biz O'na (Cebrail vasıtasıyla ve
enirimizle meydana gelen) ruhumuzdan intikal ettirdik.[32]
(Ey Meryem; hakikaten Allah, seni ibadetle
seçkin kıldı. Seni pâk ve tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün
kıldı.[33]
İsrailoğullarınm
Efendimiz Musa (a.s.) hakkında etttikleri itham ve dedikodulara karşı da
Cenab-ı Allah, Hz. Musa'yı müdafaa etmişti: "Nihayet Allah onu,
dediklerinden temize çıkardı. O, Allah katında şerefli idi." [34]
Allah onu müdafaa etti
ki; onun kavmi karşısında ırzı temiz, ve şerefi de korunmuş olsun.
Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz, çirkinlikler ve fuhşiyat karşısında insanın susmasını yasaklamıştır.
Kişinin, karısının veya aile efradının fuhuş işlediğini bilir veya bu hususta
onların gidiş tarzlarından kuşkulanırsa; susması, onun dünyada şerefini heder
eden, ahirette de onu şiddetli azaba maruz bırakan çok feci bir durum olur.
Resûlullah (s.a.s.) buyurmuş ki:
"Deyyus, cennete
giremez.[35]Deyyus, ırz ve namusu için
kıskançlık duymayan ve gayrete gelmeyen kimsedir. Aile efradının yanına kirnin
girip çıktığı onu ilgilendirmez. Karısının ve kızlarının hal ve gidişatı, onu
düşündürmez. Bilâkis alçaklık ve pespayeliğe karşı susup razı olur. Ailesinin
yanhş yola sapmasını onaylar. Bu adam kıyamet gününde Allah'ın en çok
buğzettiği kimselerdendir. Kendisinde bu tehlikeli hastalık mevcud olduktan
sonra yaptığı ibadetler, taatler ve Allah'a yaklaşma vesilesi olan iyi davranışlar
ona hiçbir yarar sağlamaz. Lafzı kendisine ait olmak üzere Ahmed bin Hanbel,
Neseî ve Hâkim rivayet ettiler -ve Hâkim de bu rivayetin senedinin sahih
olduğunu söylemiştir- ki; Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi vardır
ki, Allah, onlara cenneti haram kılmıştır: Devamlı içki içen, ana-babasına
eziyet eden ve ailesinin fuhuş yapmasını onaylayan deyyus.[36]
Taberanî, sahih bir senedle rivayet etmiştir ki, Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Üç kişi vardır
ki ebediyyen cennete giremezler: Deyyus, erkekleşen kadınlar ve devamlı içki
içen." Dediler ki: Ey Allah'ın Resulü! Devamlı içki içeni bildik. (Peki
ya) deyyus nedir? Buyurdu ki: "Ailesinin yanına kimin girdiğine aldırış
etmez." Denildi ki: Erkekleşen kadınlar nedir? Buyurdu ki: "Erkeklere
benzeyen kadındır." Hafız Münzirî "Bu hadîsin senedinde geçen
ra-vilerden cerhedilmiş bir kimsenin var olduğunu bilmiyorum" demiştir.
Konuyu uzatıp usanç
verme korkusuyla söylemediklerimizi bir yana bırakalım da bu babda
zikrettiğimiz bütün bu meseleler zina suçunun çok fahiş bir şey olup; ferd,
toplum ve aileye karşı işlenen en tehlikeli suç olduğuna; malın zayi olmasına,
içkinin yayılmasına, insanların öldürülmesine ve toplumun bozulmasına neden
olduğuna; mü'minlerin safları arasında kin ve düşmanlık meydana getirdiğine,
onların güçlerini zayıflattığına, azimlerini, kararsızlığa çevirdiğine;
onların şeref, onur, mürüvvet ve şehametlerini ellerinden çekip aldığına,
kalplerine zillet ve alçaklık tohumunu ektiğine; zaaf, korkaklık ve horluğu
gönüllerine yerleştirdiğine; onları özgürlük ve bağımsızlığın tadından yoksun
bıraktığına delâlet etmektedirler, isterseniz deyin ki; zina suçu her
kötülüğün sebebi, her günahın baş nedenidir. Tüm toplumu çökertmek ve toplum
yapısının sütunlarını yıkmak için bir kazmadır. Şu halde şeriat koyucunun bu
zina suçu üzerinde bu kadar fazla durması; şüpheli bakış, yabancı kadını
elleme, sesini dinleme, onunla tenhada buluşma gibi suçun bu ön hareketlerini
yasaklaması ve böylece de insanın zinadan kurtarılması uğrunda gerekli
önlemleri alması, tuhaf karşilanmamahdır.
Bekâr zinâkâra yüz
değnek vurulması, evli zinâkârı ise Ölünceye dek taşlamak, onlara şefkat
etmemek, acımamak, liânın meşru kılınması, iftiranın haram kılınması, iftira
edene had tatbik edilmesi biçiminde şeriat koyucunun koymuş olduğu bu had,
tuhafınıza gitmesin. Şeriat koyucu bu haddi koymuştur ki; insanlar namuslarını
korusunlar, toplum da barış ve güvenlik, huzur kalsın. Unutma ki; Allah'ın yeryüzünü yaratmasından ve
yernün Adem (a.s.) tarafından imar edilmesinden sonra dünyada cana kar Menen
ilk suç, öldürme suçudur. Bu suç kadın uğruna, şehvetin tahrikiyle Menmiştir. Bu
olay, Kabil ile Habil arasında cereyan etmiştir.
Kur'an-ı Kerîmde
buyuruluyor:
"Bunlara Allah'ın
dini hususunda (emirlerini yerine getirmede) merhametiniz tutmasın.[37]
Müfessirler dediler ki: Bu âyetten kasıt şu olabilir: Hadleri uygulamayarak veya
eksik uygulayarak suçlulara acımayın. Yani hadleri uygulamazlık etmeyin.
Suçlulara acıyıp şefkat ettiğiniz için Allah'ın hadlerini terk etmeyin. Bu;
Mücahid, İkrime ve Saîd bin Cübeyr'in görüşüdür.
Bazıları demişler ki:
Bu âyet, zina için had değneğini hafifçe vurarak merhametiniz sizi tutmasın
anlamına da gelebilir. Aslında bu âyet, iki ihtimali de içermektedir: Birinci
ihtimal daha önceliklidir. Çünkü âyet-i kerîmede önce zikredilen, had
değneğidir. Değneğin vuruluş biçiminden söz edilmiş değildir. Şu halde had
değneğinden sonra zikredilen şeyin ona dönmesi gerekir. Bu hususta Resûlullah
(s.a.s.)'i örnek almak yeterlidir. O buyurmuş ki;
"Muhammed'in kızı
Fâtıma da hırsızlık yaparsa, onun da elini keserim.[38]
Âyet-i kerîmede
"Allah'ın dini hususunda..." kaydı konularak dikkatlerimiz
çekilmiştir: Yani din bir şeyi emrederse; o emrin hilafına insanlara acıyıp
merhamet etmek doğru olmaz. Âyet-i kerîmenin sonundaki "Eğer Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsanız" kaydına gelince; bu, Yüce Allah ve O'-nun dini
uğruna insanı heyecanlandırıp gazabını alevlendirme kabilinden söylenmiştir.
Cübaî der ki; bu âyetin takdiri şöyledir: Eğer Allah'a inanıyorsanız, hadleri
uygulamayı terketmeyin. Bu da şunu gösteriyor: Mürcİe'nin söylediğinin
tersine, vacipleri edâ etmek, imandandır.
Bunlara cevaben
denilir ki: Merhamet, bazı cahillerin zannettikleri gibi, "Bu hadleri
uygulamamak daha iyi olur" şeklinde insanın-kendi tabiatıyla hüküm vermesi
durumunda ancak meydana gelir ki; bu durumda kişi, bu hatah anlayışı dolayısıyla
dini inkâr etmiş ve imandan çıkmış olur. Hadîste varid olmuştur ki;
Hâd vururken bir
kırbaç eksiltmiş olan bir vali (mahşer gününde) huzura getirilir. Ona (Allah
tarafından) denilir ki: "Niçin böyle yaptın?" O da şöyle der:
"Senin kullarına merhamet ettiğimden.." Ona (Allah tarafından)
denilir: "Sen onlara benden daha mı merhametlisin?" Bundan sonra onun
ateşe atılması emredilir. Had vururken bir kırbaç fazla vuran (bir vali) huzura
getirilir. Ona denilir ki: "Niçin böyle yaptın?" O da şöyle der:
"Sana karşı gelmeye son versinler diye..." (Cenab-ı Allah ona) der:
"Sen onlar hakkında benden daha mı iyi hüküm verirsin?" Bundan sonra
onun ateşe atılması emrolunur."
Haberi hâkime intikal
etmeyen suç için had tatbik edilmeyeceği hususunda âlimler görüş birliği
etmişlerdir. Hâkimin, meydana geldiğini bildiği ama ikrar veya şahitlerin
şahitliğiyle nezdinde sabit olmayan suçlar için de had tatbik edilmez. Zîra İbn
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Resülullah
(s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
Beyyinesiz olarak bir
kimseyi recmetseydİm, falan kadını recmederdim.
Çünkü onun
konuşmasında, görünüşünde ve yanına giren kimselerde şüphe zahir olmuştur.[39]
Yani o kadın, alenen
fuhşiyatı ilân ediyordu. Ama fuhuş yaptığı, ikrar veya beyyineyle sabit
olmamıştır.
Hilâl bin Ümeyye,
karısıyla mülâane yaptığında Resülullah (s.a.s.) ona şöyle demişti: "O,
(zevcen falan vasıfta bir çocuk doğurursa; çocuk, kocası Hilâl bin Ümeyye'ye
aittir." Kadın, istenilmeyen vasıfta bir çocuk doğurduğunda Resülullah
(s.a.s.) şöyle dedi:
"Eğeryemînlerolmasaydı,benim
o kadınla görülecek bir hesabım olacaktı.[40]
Bir kimse hâkim
huzurunda herhangi bir haddi (gerektiren suçu işlediğini) ikrar eder ve o
haddi (suçu) açıklamazsa, açıklaması istenmez. Ve suç taayyün edip tesbit
edilmezse; ona had tatbik edilmez. Enes (r.a.) in bu hususta şöyle bir
rivayeti vardır:
"Resülullah
(s.a.s.) m yanında oturuyordum. Adamın biri gelip dedi ki: "Ey Allah'ın
Resulü! Beh bir hadde çarpıldım. O haddi üzerime uygula." Peygamber
(s.a.s.) ona haddi (gerektiren suçun mahiyetini) sormadı. Namaz vakti geldi. O
da Peygamber (s.a.s.) ile beraber namaz kıldı. Peygamber (s.a.s.) namazı
tamamladığında adam O'na yaklaşıp durdu ve dedi ki: "Ya Resülullah, ben bir
hadde çarpıldım. Bana AIlahın Kitabı'ndaki hükmü uygula." Peygamber
(s.a.s.) ona, "Sen bizimle beraber namaz kılmadın mı?" diye sordu. O
da evet diye cevap verince, kendisine şu karşılığı verdi: "Kuşkusuz, Allah
senin suçunu (veya haddini) bağışlamıştır.[41]
Müslim Şerhi'nde
Nevevî der ki: Bu hadîsten anlaşılan şu ki; o adam, ta'zîr gerektiren suçlardan
birini işlemiştir. Günahı da küçük günahlardandı. Çünkü namaz kılması, o günah
için keffaret olmuştu. Suçu eğer haddi veya başka bir şeyi gerektirseydi,
namazla sakıt olmazdı. Hadleri gerektiren suçların cezalarının namaz kılmakla
düşmeyeceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Kadı İyaz'ın bazı
kimselerden aktardığına göre hadîste sözü edilen adamın haddinden kasıt,
bilinen haddir. Peygamber (s.a.s.) ona had tatbik etmedi. Çüskü haddi
gerektiren fiili açıklamamıştı. Aybı Örtbas etmeyi tercih ettiği için de
Peygamber (s.a.s.), bu fiili açıklamasını ondan istememişti, hatta adama, bu
hususta açıkça telkinde bulunmayı hoşgörmüştü. Çünkü toplumda fuhşiyat
yayılmasın diye islâmiyet, ayıpları örtbas etmeyi emretmiştir. Zîra Peygamber
(s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Bir ayıp gören
kimse onu örterse, sanki toprağa gömülen birisini diriltmiş Olur.[42]
"Kim bir
müslümanın ayıbım örterse, Allah da kıyamet gününde onun
aybmi Örter.[43]
Mâiz, Peygamber
(s.a.s.)e gelerek zina ettiğini onun yanında ikrar etmiş; suçunu itiraf
etmişti. Tevbe eder, kendini koruyup gizler, bir daha da yanına gelmez ümidiyle
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz onu geri çevirmişti.
Said bin Müseyyeb'in
şöyle dediği rivayet edilir: Aldığım bir habere göre Eşlem kabilesinden Hezal
adında bir erkeğe -bu adam, zina eden bir adam, şikâyet için gelmişti. Tabii bu
olay, kazf haddiyle ilgili âyetin nüzulünden Önce vukûbulmuştu- Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz şöyle demişti:
"Ey Hezal! Onu
aban ile örtüp gizleseydin, senin için daha iyi olurdu. [44]Bu
da, fuhşiyatı çevreye duyurmamaktan kinayedir. Zîra Resûlullah (s.a.s.)
buyuruyorlar ki:
"Bir müslümanı
setr eden kimseyi, Allah, dünya ve ahirette setreden"[45]
Hâkim ile Beyhakî,
sahihlerinde rivayet ederler ki: Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.) Medîne-i
Münevvere'den yola çıkıp, o zamanın Mısır emîri olan Ukbe bin Âmir'in yanına
gitti ve huzuruna çıkıp onunla kucaklaştı. Ukbe, ona "Ya eba Eyyûb, seni
buraya getiren sebep nedir?" diye sordu. O da, "Bir hadîs...
Resûlullah (s.a.s.) tan duymuştum. O hadîsi duyan kimselerden, benden ve senden
başkası kalmadı. Hadîs, mü'minin ayıbını örtmekle ilgiliydi. Ukbe dedi ki:
"Evet Resûlullah (s.a.s.)ın şöyle dediğini işittim:
"Dünyada bir
mü'minin aybını örten kimseyi, kıyamet gününde Allah örter.[46] Ebû
Eyyûb, ona; "Doğru söyledin" dedi ve sonra da Medîne'ye geri döndü.
Şahit, suçu gözüyle gördüğünde dilerse sırf Allah rızası için, ilâhî had ve
yasaklar çiğnenmesin diye şahitlik yapar. Zîra hadîs-i şerifte buyurulmuş kİ:
"Yeryüzünde
uygulanan.bir had, yeryüzü ehli için, üzerlerine kırk sabah yağmur yağdırılmasından
daha hayırlıdır.[47] Evet, bu şahit dilerse
mü'min kardeşinin ayıbını örtmek için fuhşiyatm şuyû bulmaması gayesiyle
şahitliği terk de edebilir. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuş ki: "Müslüman
kardeşini setreden kimseyi Allah da ahirette setreder." Kaldı
ki Cenab-ı Allah, kullarının ayıplarının
örtülmesini ister, fuhşun yayılmasından ve müsîümanlann rüsvay olmalarından
hoşlanmaz. Dahası; fuhuş haberinin yayılmasından, fuhşiyattan söz etmekten ve
onu yaymaya meyletmekten nefret eder. "Mü'minler içinde kötü sözlerin
yayılmasını arzu edenler için, muhakkak dünya ve ahirette acıklı bir azap
vardır.[48]
İslâmiyet; bu büyük
günahlardan birini işlediği takdirde müslümanın, suçtan tamamıyla kopmasını,
Allah'a tevbe etmesini, kendi nefsinin aybını örtmesini, işlediği suçu halkın
huzurunda anlatarak ve günahım açığa vurarak kendini rezil rüsvay etmemesini
vâcib kılmıştır. Resûlullah (s.a.s.)m şöyle buyurduğu rivayet olunnjuştur:
"Ey insanlar!
Artık Allah'ın hududun (u çiğnemey)e son verin. Bu pisliklerden (günahlardan)
birine çarpılan kimse, Allah'ın Örtüsüyle Örtünsün. Kimin iç yüzü bize
görünürse, ona Yüce Allah'ın Kitabı'm (n hükmünü) uygularız.[49]
Çünkü bu, fuhşiyatı açığa vurmak, Allah'a isyan denizinin tam ortasına düşmek
ve O'nun yasaklarını hiçe sayıp çiğnemektir. Bu da toplumun çözüntüye uğrayıp
yıkılmasının ve fertlerdeki utanma duygusunun kaybolmasının bir delilidir.
Çünkü hata yapan ve günah işleyen kimsede, bu günahını halk arasında ilân
etmeyi engelleyecek ve suçunu, içinde yaşamakta olduğu topluma açıklamaktan
menedecek, Allah'a karşı olan haya perdesini atmasına mani olacak bir haya
kalıntısının bulunması, gerekir. İnsan, Allah'a ve efkâr-ı umumiyyeye karşı
utanma duygusunu yitirdiğinde, hem kendisi ve hem bütün toplum için tehlikeli
olur. Çünkü o, kendisindeki en değerli şeyi kaybetmiştir. Kaldı ki; günahı
açığa vurmakla fesat yayılmış, insanlar günah ve fesatçılığa teşvik edilmiş,
tıpkı sıhhatli kimselerin arasına karışan hasta bir kimse gibi başkaları günah
işlemeye itilmiş olur. Bunun hastalığının başkalarına bulaşacağı ve hastalık
izlerinin diğer insanlara intikal edeceği şüphesizdir. Bu nedenle hikmet sahibi
şeriat koyucu, bize seslenmiş ve Resûlullah (s.a.s.) de bize öğretmiş ki,
bizden bir kimse günah işleyecek olursa haberi gizleyip, örtünmeye sığınsın.
Allah'tan bağışlanma dileğinde bulunsun. İçine düşmüş olduğu durumu başkalarına
anlatmasın. Nitekim bir rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Bu pisliklerden
birini işleyen kimse, izzet ve celâl sahibi Allah'ın örtüsüyle örtünsün."
İslâmiyet günahım
açığa vuran kimseleri şiddetle kınamış; onları Allah'ın bağışlamasından, afv
ve rahmetinden mahrum kılmıştır. Resûlullah (s.a.s.) buyurmuş ki:
"Açığa vuranlar
dışında, bütün ümmetim affedilmiştir. Örneğin kul geceleyin bir iş yapar;
sonra sabahladığında ki Allah'ta onu örtmüştür- şöyle der: "Ey falan, dün
şöyle şöyle yaptım." Oysa gecelediğinde izzet ve celâl sahibi Allah onu
setreden Sabahladığında, Allah'ın kendisi üzerindeki örtüsünü kaldırır.[50]
Günahları terkedip nefislerini gizleyen, hatalarını insanlara anlatmayan,
kendilerinden sadır olan mâsiyetten ötürü pişman olan edep sahibi ve Allah'tan
utanan kimselere gelince; onlarla ilgili olarak sözü Hz. Peygamber'e bırakalım:
"Cenab-ı Allah,
mü'mine yanaşır, onun üzerine himaye ve örtüsünü koyar. Günahlarını ona ikrar
ettirir ve der kî: "Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor
musun?" (Kul) der ki: "Evet ey Rab(bim)." Nihayet ona günahını
ikrar ettirir ve (kul artık) helak olduğunu düşünür. (Ama Yüce Allah şöyle)
buyurur: "Ben onu dünyada senin üzerine örtmüştüm. Bu gün de senin için
onları bağışlıyorum.[51]Bu
hadîsi Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir.
Hadlerin sahipleri
için keffaret oldukları hususunda âlimler görüş birliği etmişlerdir. Çünkü
hadleri uygulamakla zalimlerin forsu kırılır, şer ve fesat sahipleri
korkutulur. Toplum yıkımdan, helakten, fesat ve telefiyetten korunur. Enes
(r.a.) den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle bu yurmuştur:
"Ümmetim beş şeyi
helâl kıldığında, helak onların üzerine olsun. Lâ-netleşme açığa çıktığında,
içki içtiklerinde, ipek giydiklerinde, şarkıcılar edindiklerinde, erkekler
erkeklerle ve kadınlar da kadınlarla yetindiklerinde..." Bu hadîsi Tirmİzî
ve Beyhakî rivayet etmiştir. Suçlu kimseye had tatbik etmek, onun günahına
keffaret olur. Ahiretteki azaptan kurtulur. Çünkü Cenab-ı Allah, bir suç için
iki ceza vermez. Rivayet olunduğuna göre zina edip sonra da pişman olan ve
suçunu huzurunda itiraf eden Gâmidiye'li kadınla ilgili olarak Peygamber
(s.a.s.) şöyle demişti:
"Öyle bir tevbe
etti ki; şayet (bu tevbesi) Medîneli yetmiş kişiye paylaş-tırılsaydı, onlara kâfi
gelecekti. Onun kendi nefsini Allah için feda etmesinden daha faziletli bir
şey bulunabilir mi?[52]
Rivayete göre Peygamber (s.a.s.), zina ettiğini ikrar edip, günahkârlıktan
ötürü pişman olan ve kendisine had tatbik etmiş olduğu, taşlarla recmetmiş olduğu
Mâiz bin Mâlik el-Eslemî hakkında yemin ederek Allah'ın, onun günahım bağışladığını
ve onu cennete koyduğunu, sadıkane bir şekilde tevbesini kabul buyurduğunu,
kendisine had tatbik etmenin onun günahı için keffaret olduğunu söylemiştir. Bu
sözüne itiraz eden birisine de şöyle demiştir:[53]
"Nefsim kudret
elinde bulunana andolsun ki; o, şu anda cennet nehir-Ierindedir. O nehirlere
dalmaktadır."
Ubade bin Samit (r.a.)
den rivayet:
"Bir mecliste
Resûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. (Bizlere) dedi ki: Allah'a hiç bir şeyi
ortak koşmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, hırsızlık etmeyeceğinize, Allah'ın
dokunulmaz kıldığı bir canı -haketmedikçe- öldürmeyeceğinize dâir bana biat
edin. Kim bunları yerine getirirse, mükâfatını Allah verecektir. Kim ki bu
suçlara isabet eder ve bu sebeple cezasını dünyada çekerse, bu onun için
keffaret olur. Kim de bu suçlara isabet eder ve fakat Cenab-ı Allah onun bu
suçunu örterse, onun işi Allah'a kalmıştır. Dilerse onu affeder. Dilerse
azaplandırır. [54]Bir rivayette ravî,
"Bu hususlar üzerine bizler, O'na (Resûlullah a) biat ettik kaydını
eklemiştir. Bu hadîsi, Ebû Dâvud dışında kalan Kütüb-ü Sitte sahipleri rivayet
etmişlerdir.
Peygamber (s.a.s.) in,
"Cezasını dünyada çekerse, bu onun için keffaret olur" sözü, hadlerin
günahlar için keffaret olduklarını ve hadde çarptırılmış kimseler için telafi
edici unsur olduğunu açıkça ifade etmektedir. Sadece caydırıcı değildir.
Merhum Tirmizî'nin bir rivayetine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bu suçlardan
birine isabet eder ve dünyada da bu suçtan ötürü ceza görürse, artık Allah,
âhirette kuluna ikinci kez ceza çektirmeyecek kadar (lütuf ve) kerem sahibidir.[55]
Merhum İmam Şafiî demiş kî: "Hadlerle ilgili olarak bundan daha açık ve
net bir hadîs görmedim." Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Ne biliyorsun?
Belki de hadler, günahlara keffaret olsunlar diye indirilmişlerdir.[56] Bu
rivayet, bîr önceki hadîse benzemekte ve ahlam bakımından onu teyîd etmektedir.
Hadlerin uygulanması, nefisleri günahlardan ve hatalardan; toplumu fesat ve
zarardan temizler ki; bu, selef ulemasının cumhurunun görüşüdür. Azîz ve Yüce
Allah'ın, rahmetine,gark-olsunlar; dört mezhep imamı da bu görüştedirler. Bazı
kimseler hadlerin sadece caydırıcı tedbirler olduklarını, suçlunun kıyamette
ayrıca azap çekeceğini söylemişlerdir. Ama tercihe şâyân olan birinci
görüştür. Kerem-i ilâhîye ve feyz-i rabbanîye yaraşan da odur. Rabbimizin kerem
ve feyiz sahibi olduğunu, O'nun sevgilisi Mustafa (s.a.s.) bizlere haber
vermiştir.
Hanefîler dediler ki:
Şu sayacağımız sebeplerden birisiyle hısımlık mahremiyeti sabit olur:
1- Sahih
akid.
2- Helâl cinsel temas.
3- Fasid
nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas. Şüpheyle yapılan cinsel temas da
böyledir.
4- Kadınla erkeğin şehvetle birbirlerine
dokunmaları.
5- Kadının
tenasül organına şehvetle bakmak. Şehvetle de olsa kadının diğer organlarına
veya saçına bakmakla, hısımlık mahremiyeti sabit olmaz.
6- Hısımlık
mahremiyeti zinayla veya nikâhsız da olsa şehvetle bakmakla veya ellemekle
sabit olur. Şehvetten kasıt, erkeğin kalben arzu duyması ve bunu ikrarıyla
bilmesidir. Bazıları demişler ki; şehvetten kasıt, erkeğin kalben arzu
duymasının yanısıra penisinin canlanıp uzamasıdır. Bu hükmün delili de şu
hadîs-i şeriftir:
"Bir kadının
tenasül organına bakan kimse (ye) o (kadı)nın anası ve kızı helâl olmaz."
Diğer bir rivayette "Ona, onun (kadının) anası ve kızı haram olur."
Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kadının ve
onun kızının tenasül organına bakan kimse mel'undur, mel'undur." Bir
kadınla zina eden veya şüphe sonucu cinsel temasta bulunan bir kimseye, zina
ettiği veya temasta bulunduğu kadının usûl ve fürûu haram olur. O kadın da
kendisiyle temasta bulunan veya zina eden erkeğin usûl ve fürûuna haram olur.
Kadınla erkeğin birlikte şehvetle birbirlerine tenlerini dokundurmaları ve
birbirlerinin tenasül organlarına bakmaları da bu hükme tabidir. Ancak hısımlık
mahremiyetinin oluşması için tenasül organının dışına değil de içine bakmak
geçerli bir sebep olur. Bunun esası da şu âyet-i kerîmedir:
"Babalarınızın
nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın.[57]
Buradaki nikâh kelimesini cinsel temas anlamına yormak daha uygun olur. Ayrıca
Hz. Peygamber de buyurmuş ki:
"Bİr kadının
tenasül organına şehvetle bakan veya onu şehvetle elleyen kimseye o (kadı) nın
anası ve kızı haram olur. O (kadın) da onun (erkeğin)
oğluna ve babasına haram olur." Zina
(döl) suyunun mahremiyeti, tıpkı tıpkısına nikâhtaki helâl (döl) suyunun
mahremiyeti gibidir.
Mâlikîler dediler ki:
Zina yoluyla vukûbulan cinsel temasın hükmü hususunda üç kavil vardır:
1-
Şâfiîlerin kavli gibi; "Bu cinsel temas nedeniyle hısımlık mahremiyeti
sabit olmaz" diyenler olmuştur.
2- Hanefî
mezhebi gibi; "Bu cinsel temas nedeniyle hısımlık mahremiyeti ilgili
taraflara yayılır" diyenler olmuştur. Muvattâ'da da görüleceği gibi İmam
Mâlik de bu görüşe katılmıştır. Vefat edinceye kadar bu şekilde fetva
vermiştir.
3- "Bu cinsel temas, sadece mekruhluğu
yayar" diyenler olmuştur ki; bu zayıf bir kavildir.
Şâfîîler dediler ki:
Bir kızla zina eden kimseye o kızın anası haram olmaz. Nitekim bir ana ile zina
etmek de o kadının kızını,kendisiyle zina eden erkeğe haram kılmaz. Zina
suyundan doğan kız, suyundan yaratılmış olduğu erkeğe, o erkeğin usul ve
fürûuna haram olmaz. O kızın zina etmiş olan anası, zinayı gönüllü veya
gönülsüz de yapmış olsa, hüküm aynıdır. Bu kızın, o erkeğin döl suyundan
doğmuş olduğu kesinlik kazansa da kazanmasa da hüküm aynıdır. Bu kız, o erkeğe
yabancı bir kadındır. Zinadaki döl suyunun mahremiyeti olmaz. Ancak bu erkeğin
o kızla evlenmesi, sadece ihtiyat bakımından nikâhta helâli araştırmak ve salih
bir zürriyeti dünyaya getirmek bakımından mekruhtur.
Hanbelîler dediler ki:
Haram cinsel temas da helâl cinsel temas gibidir. Her iki temasla da hısımlık
mahremiyeti sabit olur. Bir kimse bir kadınla zina ederse; o kadın, o kimsenin
ebeveynine haram olur. O kadımn anası ve kızı da o kimseye haram olur. Bir
kimse kaynanasıyla cinsel temasta bulunursa; karısı kendisine haram olur ve
ondan ayrılması vâcib olur. Aynı şekilde bir erkek, kendi karısının (başka
evlilikten doğma) kızıyla cinsel temasta bulunursa, o kızın anası (yani karısı)
kendisine haram olur. Bu mezhep ulemâsı, Hanefîlerin de söyledikleri gibi; bîr
kimsenin zinadan doğma kızım ni-kâhlamasının haram olduğunu söylemiştir.
Rivayete göre adamın biri, cahi-Iİyet devrinde kendisiyle zina etmiş olduğu bir
kadının şu anda kızıyla evlenip evlenemeyeceğini soran bir adama Hz. Peygamber
şu cevabı vermişti:
"Hayır, ben bunu
uygun görmüyorum. Bir kadını nikahlayıp onun muttali olduğun yerlerine, kızında
da muttali olman (gizli yerlerini görmen) senin için doğru olmaz." Hz.
Peygamber bu cevabı vererek o adamın o kadının kızıyla evlenmesini haram
kılmıştı ki; bu hadîs bu'babda nasstır.
Âlimler dediler ki:
Zina sonucu doğan kız, dölsuyundan doğmuş olduğu erkeğe yabancı bir kadındır.
Kendisinden önce ölmesi durumunda o erkeğe mirasçı olamaz. Onun nesebine
katılmaz. O erkeğin ona nafaka vermesi vâcib olmaz. Onunla tenhada buluşması
caiz olmaz. Bu erkek, evlendirmede ona velilik yapma yetkisine sahip değildir.
Yani onun üzerinde velilik yapamaz. Kendisinden önce Ölmesi ve geride mal
bırakması durumunda bu kadına mirasçı olması sahih olmaz. Mahremler ve miras
hususunda bu kadın ona yabancıdır. Evlilik ve hısımlık hususunda onun
yakınıdır. Onunla evlenip hısım olması, usûl ve fürûunu nikahlaması; kadının
da onunla, onun usûl ve fürûuyla evlenmesi sahih olmaz. Tercihe şâyân olan
kuvvetli görüş budur. Bu kızın, kendisinin dölsuyuidan doğmuş olduğunu
kesinlikle bilse de bu hususta şüphe etse de hüküm değişmez. Çünkü bu kızın
anasıyla zina etmiştir. Zinada onunla temas kurma esnasında kadın hâmile
kalmıştır. Şu halde bu kızın,kendisinin dölsuyundan doğmuş olduğu hususuağırhk
kazanmaktadır.
Bu mevzuda vârid olan
âyet ve hadîsleri anlayıp kavradıktan sonra âlimler, zinanın zararlarım özet
olarak aşağıda maddeler halinde sıralamışlardır:
1- Zina eden
kişi, zina halindeyken kalbindeki İman nuru gider. Tevbe etmeden ölürse,
imansız gider.
2- Zina
suçu, adam öldürmekten hırsızlık yapmaktan ve diğer suçlardan daha büyük ve
şiddetlidir. Bu nedenle; şayet evliyse, zina eden kimsenin öldürülmesi mubah
kılınmıştır.
3- Zina,
korku ve ürküntü verir. Bu suçu işlemeye devam eden kimsenin duasına Allah
icabet etmez.
4- Kendisine
ceza olsun diye kıyamet gününde cehennem ateşi onun yüzünde parlayarak yanar.
5- Cenâb-ı
Allah, zina eden kimseyi cehennem ateşinin ortasında alevlenmekte olan bir
fırının içine atar. Bu fırında onun bedeni yanar, cismi erir.
6- Zinâkârların
kokuları cehennem ateşinin ortasında, heladaki pislikler gibi tiksindirici
olur. Öyle ki; cehennemlikler bile bunların kokularından eziyet çekerler.
7- Cenab-ı
Allah, zinâkârın adını temiz ve iyi kimselerin kütüğünden siler, onu seçkin
mü'minlerin mıntıkasından kovar.
8- Cenab-ı
Allah, kıyamet gününde zinâkârlara rahmet ve hoşnutluk nazarıyla bakmaz. Baksa
baksa öfke ve gazap nazarıyla bakar.
9- Zinayı
helâl sayan, zina etmeye devam eden, ondan hoşlanan ve tevbe etmeyen kimseye
Cenâb-ı Allah cenneti haram kılar ve o kişi cennetin kokusunu koklayamaz.
10- Rezil ve
bozuk bir neslin meydana gelmesi nedeniyle zina yaygınlaşır. Bu da topluma
eziyet verir,ve onu yıkar.
11- Bir
mıntıkada zina zuhur ederse, Cenab-ı Allah onları, lût kavmine yaptığı gibi
yıkım, helak ve tahrib ile korkutur.
12- Zina,
dünya ve âhirette utanç ve rüsvaylık sebebidir.
13- Allah'ın
azabından korkarak zinadan uzak duran kimseyi kıyamet gününde Cenâb-ı Allah,
gölgesinde gölgelendirir; onu affedip bağışlar ve onu korkulardan emin kılar.
14-
Allah'tan korkarak zina suçundan kaçınmak rızkı arttırır, hayır getirir;
mü'minin simasında heybet, nûr ve onuru parlatır. Allah en iyisini bilendir.
Muhannes: Konuşurken
kırıtarak, mayışarak kadınlara benzeyen veya giysi ve zİnetlerinde kadınlara
benzeyen kimsedir. Nitekim zamanımızdaki bazı gençler de saçlarını
salıvererek, zülüflerini bırakarak, kadın süslerini ve bazı giysilerini
takınıp giyinerek, konuşurken seslerini incelterek ve diğer bazı tavırlar
takınarak kendilerini kadınlara benzetmeye çabalamaktadırlar. Muhan-nesleri,
kendileri için bir ceza olsun, yalnızlık ve ünsiyetsizlik acısını hissetsinler,
kötü arkadaşlarından uzak kaldıkları için gurbet elemini tatsınlar diye
müslüman beldelerinden en azından 90 km. kadar uzaklıktaki bir yere sürgün
etmenin vâcib olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Âlimler demişler
kİ; ancak şu üç kimse sürgün edilir: Zina eden bekâr, mühânnes, isyankâr. Ama
muhannes kendisine arkadan cinsel temas yaptırıyorsa, ölünceye dek taşlarla
recmedilir. Bu suçu sabit olduğunda onu sürgüne göndermenin bir faydası olmaz.
îbn Abbas (r.a.) dan rivayet:
"Peygamber
(s.a.s.), erkeklerden muhannes olanlara ve kadınlardan da erkekleşmeye
özenenlere lanet etmiş ve "Onları evlerinizden çıkarın." demiş,
falanı da çıkarmıştı. Hattâb oğlu Ömer (r.a.) de falanı çıkarmıştı.[58] Bunu
Buharı rivayet etmiştir.
Ellerini ve ayaklarını
kına ile boyamış olan bir muhannesi Resûlullah (s.a.s.) m huzuruna getirdiler.
"Buna ne oluyor?!" dedi. (Getirenler) "Ey Allah'ın Resulü, bu
adam kadınlara benzemeye çalışıyor" dediler. Resûlullah (s.a.s.) onun için
gereken emri verdi ve Bakî'e sürüldü. "Ya Resûlallah, onu öldürmeyelim mi?"
diye sorduklarında; "Doğrusu ben, namaz kılanları öldürmekten
nehyedildim" cevabım verdi. Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Âlimler
dediler ki: imam, muhannesi suç işlemekten menedip caydırmaya yeteceğine
inandığı kadar ta'zîr edebilir. Sefer mesafesi kadar uzaklıktaki bir beldeye
onu sürgün edebilir. Tabii bu da itiraf veya şahitlerin şehadetiyle livata
(arkadan zina yaptırma) suçunu işlediğinin sabit olmaması durumunda sözkonusu
olan bir hükümdür. Nitekim bu, hadîs-i şerifte de sabit olmuştur. Rivayet
olunduğuna göre Halid bin Velid (r.a.), Hz. Ebûbekir'e şu mealde bir mektup
yazmıştı: "...Bir arap beldesinde tıpkı kadın nikahlanır gibi nikahlanan
bir adam gördüm..." Bu mektubu alan Hz. Ebûbekir (r.a.), sahabe-i kiramı
topladı. Bu mesşle hakkında onların görüşlerini sordu. Bu konuda en şiddetli
sözü söyleyen; Ebû Talib oğlu Hz. Ali efendimiz oldu. Dedi ki: Bu, sadece bir
ümmetin işlediği bir günahtır. O ümmete (Lût kavmine) de Cenab-ı Allah'ın neler
yaptığını biliyorsunuz. Bu adamı ateşle yakma görüşündeyim. Bütün sahabİler
onun bu görüşü üzerinde icmâ ettiler. Efendimiz Hz. Ebûbekir, onu ateşle
yakması için Halid bin Velİd'e (r.a.) mektup gönderdi. Tabii yakması da, onu,1
recm edip üzerine haddi tatbik ettikten ve öldürdükten sonra olacaktı. Çünkü
hayattaki kimseyi ateşle yakmak caiz değildir. Zîra izzet ve celâl sahibi
Allah'tan başkası için bir kimseyi ateşle azap-landırmak caiz olmaz.Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz, serkeş hayvanları bile ateşle azaplandırmayı haram
kılmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.) nin şöyle dediği rivayet olunur:
"Resûlullah
(s.a.s.) bizi bir seriyyeyle gönderdi ve dedi ki: Kureşten falan ve falan
adamı isim vererek görürseniz, onları ateşle yakın." Sonra yola çıkmak
istediğimizde bize şöyle dedi: "Falan ve falanı ateşle yakmanızı size
emretmiştim. Doğrusu Allah'tan başkası ateşle azaplandıramaz. Onları
EÖrürseniz,öldürün.[59] Bu
hadîsi Buharî rivayet etmiştir.
Hanefîler ve Şafiîler
dediler ki: Adamın biri bir kadınla zina ederse; Anadan sonra sahih bir akidle
onunla evlenmesi caiz olur. Çünkü zina (döl) suyunun mahremiyeti yoktur.
Rivayete göre Hz. Ebûbekir (r.a.) in zamanında bir erkek bir kadınla zinâ
etmiş, evli olmadıkları için kendilerine yüzer değnek vurmuş, sonra bunları
birbirine nikahlamış ve onları bir yıl müddetle sürgüne göndermişti. Ömer, ibn
Mes'ûd ve Câbir bin Abdullah gibi saha-bîlerin de -Allah onlardan razı olsun-
buna benzer hükümler verdikleri rivayet olunmuştur. İbn Abbas (r.a.), bu
hükümle ilgili olarak şöyle demiştir: "Evveli gayr-ı meşru ilişki, sonu
nikâhtır. Nikâh mubahtır. Gayr-ı meşru ilişki nikâhı haram kılmaz. Bu, şuna
benzer: Adamın biri bir bahçeden meyve çalar. Sonra bahçe sahibi geldiğinde,
ondan -ayrıca- meyve satın alır. Çaldığı meyveler haram, satın aldığı
meyvelerse helâldir."
Mâlikîler dediler ki:
Bir adam bir kadınla zinâ ettiği takdirde, kendisinin fasid (döl) suyundan
istibrâ etmedikçe o kadını nikahlaması sahih olmaz, çünkü nikâhın hürmeti
vardır. Bu hürmetin bir gereği olarak nikâh (döl) suyunun, gayr-ı meşru
ilişkide olan (döl) suyu üzerine dökülmemesi icab eder ki; helâl ile haram
birbirine karışmasın, değersiz (döl) suyu ile değerli (döl) suyu birbirine
katılmasın. Zîra Yüce Allah buyurmuş ki:
"Zinâ eden bir
erkek, ancak zina eden bir kadınla veya bir müşrikeyle evlenmek ister..."
sonra şöyle buyurmuş:
Mü'minlere böyle bir
evlenme haram kılınmıştır.[60]
İbn Mes'ûd'un;
"Bir erkek bir kadınla zinâ eder de sonra onu nikahlarsa; her ikisi de
ebediyete kadar zinâkâr olurlar." dediği rivayet olunur. Yüce Allah
buyuruyor ki: "Haram kılınanların dışında kalanlar, zinadan kaçınıp
namuslu insanlar olarak (yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek veya satın
almak suretiyle) ara (yıp nikâhla)mamz için size helâl kılındı.[61]
Zinadan kaçınıp namuslu yaşayanların nikâhını mubah, diğerlerinin nikâhını ise
bâtıl kılmıştır. Bir kimse, zinâ ettiği kadını nikâhlar, ama onun haram olan
(döl) suyundan istibrâ etmeden gerdeğe girmezse; bu evliliğin câiz olacağı
hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Zinâ ettiği bir kadınla bilâhare evlenen
bir erkeğin durumu hakkında Hz. Âişe'ye sorulduğunda, O'nun bu evliliği mekruh
saydığı rivayet edilir.
"Zinâ eden bir
erkek ancak zinâ eden bir kadınla veya bir müşrikeyle evlenmek ister. Zinâ eden
bir kadını da ancak zinâ eden bir erkek veya bir müşrik nikahlamak ister.[62]
âyet-i kerîmesinden hüccet çıkaran bir grup
âlim demişler ki: Zinâ
eden kimsenin, kendisiyle karısı arasındaki nikâh akdi fâsid olur. Kadın da
zinâ ederse, kendisiyle kocası arasındaki nikâh akdi fâsid olur. Kocasının
kendisinden ayrılması vâcib olur. Bazıları demişler ki: Bununla nikâh fâsid
olmaz. Eşlerden birinin zinâ etmesi nedeniyle nikâh akdi infisah etmez. Ancak
kadının zinâ etmesi durumunda kocası, onu boşamakla emrolunur. Nikâhında
tutarsa, günahkâr olur. Zinâkârlıkla şöhret bulmuş kadınla evlenmek câiz
olmaz. Açıkça fuhuş yapan ve bu yolda meşhur olmuş bir erkekle de evlenmek câiz
olmaz. Meğer ki; bunların dürüst ve samimi olarak tevbe etmiş oldukları
anlaşılsın.
Demişler ki: Bir kimse
zinâkârlıkla iştihar eder veya işlenen diğer günahları işler, islâmm
yasaklarını hiçe sayıp çiğnerse ve muhafazakâr bir ailenin kızıyla evlenir ve
onlara kendini iyi göstererek kızın ailesini aldatır; onlar da bilâhare durumu
öğrenirlerse; bu adamla kızlarının evli kalması veya ondan ayrılması hususunda
muhayyer olurlar. Kocanın bu durumu, akdi fesheden ayıplardan bir ayıp
gibidir. Bu görüşü savunanlar, delil olarak şu hadîsi ileri sürerler:
"Hadde
çarptırılmış zinâkâr bir kimse, ancak kendi gibi birisini nikahlayabilir.[63] Ama
fâsıklıkla şöhret bulmamış olan bir kimseyi karısından ayırmak sahih olmaz.
Bazıları dediler ki:
Bir kimsenin karısı zinâ ederse, nikâh fâsid olmaz. Koca zinâ ederse,
kendisiyle karısı arasındaki nikâh akdi fâsid olmaz. Zinâ-kârın, ancak bir
zinâkârla evlenebileceğine hükmeden âyetin mensuh olduğunu söylediler.
Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.)a gelerek:
"Karım kendisine
dokunmak isteyenlerin ellerini geri çevirmez" diyen ve karısının durumuyla
ilgili olarak şer'î hükmü soran bir adama Resûlullah "Onu boşa"
demiş. Adam; "Ben onu seviyorum" deyince, "Onu (nikâhında)
tut" karşılığını vermişti.
İmamiye kitaplarında
da yazılı olduğu gibi mut'a, bilinen veya meçhul olan bir süreyle sınırlı,
geçici bir nikâhtır. Bu sürenin en çoğu kırkbeş gündür. Hayızdan kesilmiş olan
kadının mut'a nikâhı, belirtilen sürenin sona ermesiyle ortadan kalkar. Hayız
gören kadının mut'a nİkâhıysa, iki hayız görmesiyle ortadan kalkar. Kocası
ölen kadının mut'a nikâhına gelince; bu, dört ay on gün bitince ortadan kalkar.
Bu nikâhın hükmü: Kadın için şart koşulandan başka mehir, tevarüs ve iddet
hükümleri sabit olmaz. Ancak anlatılan şekilde istibrâ gerekir. Bu nikâhla,
-aksi şart koşulma di kça- nesep sabit olmaz. Mut'a nikâhı nedeniyle hısımlık
mahremiyeti oluşur.
İslâmiyetin ilk
zamanlarında Hz. Peygamber'in mut'a nikâhına zaruret nedeniyle ruhsat verdiği,
bilâhare bu nikâhı yasakladığı, bu yasağın devam ettiği, ruhsatın neshedildiği
hususunda fıkıhçılar söz birliği etmişlerdir. Selef ve halef âlimlerinin
cumhuru, bu nikâhla ilgili ruhsatın neshedilmiş olduğu görüşündedirler.
Nevevî der ki: Doğrusu
şu ki; mut'a nikâhının haram kılınması ve mubah kılınması iki defa vuku
bulmuştur. Hayber harbinden Önce mut'a nikâhı mubahtır. Hayber harbi esnasında
mubah kılındı. Sonra fetih senesinde -bu, Evtas muharebesinin yapıldığı
zamandır- mubah kılındı. Daha sonra müeb-beden haram kılındı. Ümmetin ekserisi
bu harâmlık görüşündedirler. Seleme bin Ekva'dan rivayet:
"Resûlullah
(s.a.s.) Evtas muharebesinde mut'a nikâhına üç gün için mti-sade verdi. Sonra
da yasakladı.[64]Bunu Müslim rivayet etmiştir.
Hz. Ali'den rivayet:
Resûlullah (s.a.s.),
Hayber muharebesinde mut'ayı yasakladı.[65] Bunu
Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. İmam Buharı demiş ki: Bu nikâh ruhsatının
Peygamber tarafından nesholunduğu-nu Hz. Ali açıklamıştır. Sahih bir senedle
İbn Mâce, Hz. Ömer'in şöyle bir hitapta bulunduğunu nakletmiş: "Resûlullah
(s.a.s.) mut'a nikâhı için bize üç günlük izin verdi. Sonra onu haram kıldı.
Allah'a andım olsun, evli olup da mut'a nikâhı yaptığı fealde. kendisini taşla
recmetmediğim bir tek kimse yoktur/' İbn Ömer (r.a.) demiş ki: "Resûlullah
(s.a.s.) bizi (mut'adan) yasakladı. Biz fuhuş yapıcı değiliz." Bu
rivayetin senedi kuvvetlidir.
San'anî der ki: Mut'a
nikâhının mübahlığı kat'îdir. Nesholunmuşluğu ise zannîdir, sahih değildir.
Çünkü mübahlığını rivayet edenler, nesholundu-ğunu rivayet etmişlerdir. Bu, ya
her iki tarafta kat'îdir veya her iki tarafta da zannîdir. Nihayetü'l Müctehid
adlı eserde, mut'a nikâhının harâmlığının mütevatir haberlerle nakledilmiş
olduğu anlatılmaktadır.
Livata,
(homoseksüellik) insanın nevine ve fıtratına yakışmayan ahlâkî suçlardan
biridir. Livatada, yani erkeğin erkek ile cinse! temasta bulunmasında
insanlığa karşı açıkça düşmanlık edilmekte ve Allah'ın kanunlarının sınırları
dışına çıkılmaktadır. Bu nedenle Cenab-ı Allah bu suçu, tıpkı zinâ gibi fuhuş
olarak adlandırmıştır:-
"Sizden önce
âlemlerden hiç birinin yapmadığı rezaleti (oğlancılığı) mi yapıyorsunuz?. [66]Bu
çirkin fiili İşleyen kimse hakkında imamlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bazıları demişler ki: Oğlancılık yapan kişi eğer evliyse, zinâkârın cezasına
çarptırılır ki; o da idamdır. Yapılan kimseye gelince; onun cezası, bekâr zinâcılar
gibi değnek cezasıdır. Çünkü onda evlilik sözkonusu olmaz.
Diğer bazıları
demişler ki: Oğlancılık (livata) yapanın cezası, had babından değil de ta'zîr
babmdandır. Kadı onu bu suçtan caydırmak için uyun gördüğü tarzda hapseder veya
değnek altına yatırır. Suçu tekrar işler ve terketmezse, onu îdamla ta'zîr
eder.
(14) İmamlar,
livatanın şeriat nazarında haram olduğu, büyük günahlardan sayıldığı, hatta
zinâ cürmünden daha fahiş olduğu ve büyük fuhşiyatlardan biri olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Çünkü bunun haram olduğu ve failinin lânetlilerden
olduğuna dâir mütevatir hadîsler varid olmuştur. Ancak imamlar, bu suçun
ispatlanması için beyyinenin belirlenmesi hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Livatanın ispatı için gerekli beyyine, zinanın ispatı için gereken
beyyine gibidir. Bu suç ancak dört âdil şahitle ispatlanabilir. Şahitler
arasında kadın bulunmamalıdır. Ayrıca yapanın penisinin, yapılanın anusuna
milin sürmedanlığa girişi gibi girdiğini görmüş olmalıdırlar.
Hanefîler dediler ki:
Livata için gereken beyyine, zinâ beyyinesin-den apayrıdır. Çünkü bunun zararı,
zinâmnkinden daha hafif; cinayeti de zınânınkinden daha azdır. Zîra oğlancılık
sonucunda nesepler karışmaz, ırzlar pây-ı mâl olmaz. Bu suçun beyyinesi,
sadece iki şahitle sabit olur. Delil olmaksızın bu suç, zinâ gibi mutala^
edilmez. Kaldı ki; ne Kitapta ne de sünnette böyle bir delil mevcut değildir.
Şu halde diğer hüküm ve şehadetler gibi bunun hükmü de olduğu gibi aslı üzere
kalır.
Livatanın haddi mi,
yoksa ta'zîri mi gerektirdiği hususunda imamlar ihtilâf etmişlerdir..
Mâlîkî, Hanbelî ve Şâfîîler
dediler ki: Livata, haddi gerektirir. Fakat bu haddin niteliği hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâflarında da zina hükmüne kıyas yapmışlardır. Livata
ile zina arasında ortak nokta olarak, haram bir penisin haram bir ferce (anus
veya vaginaya) konulmasını göstermişlerdir.
Mâlikî, Hanbelî ve bir
rivayetlerinde Şâfiîler dediler ki: Livata haddi; bekâr olsunlar, evlenmiş
olsunlar, cinsel teması yapanların ikisinin de ölünceye dek taşlarla
recmedilmeleridir. Bu suçu işleyenlerin muhsan (evli) olmaları veya
olmamaları, zinada anlatılan muhsanlığın şartlarını taşıyıp taşımamaları
nazar-ı itibara alınmaz. Ya da bu kimseler kılıçla öldürülürler. Görüşlerini
teyid için bu imamlar, Iivatanm da bir zina türü olduğu hususunu delil olarak
ileri sürmüşlerdir. Çünkü oğlancılıkta da bir penis bir makada şehvet ve
lezzetle girmektedir. Şu halde oğlancılık yapan da kendisiyle yapılan da evli
zinâkâr ile bekâr zinâkâr hakkında vârid olan delillerin genel kapsamı içine
girmektedirler. Zîra Hz. Peygamber buyurmuş ki:
"Yapanı da,
kendisine yapılanı da öldürün.[67]
"Üsttekini de
alttakini de öldürün.[68]
Beyhakî'nin Said bin
Cübeyr kanalıyla Mücahîd'den rivayet ettiğine göre oğlancılık yapan bekâr bir
kimsenin hükmü Abdullah bin Abbas hazretlerine sorulduğunda o,
"Recmedilir" demiştir. Ayrıca Hz. Peygamber de:
"Evli olsunlar,
olmasınlar; yapanı da kendisine yapılanı da öldürün.[69] diye
bir emir vermiştir. Bu hadîsi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Hammad bm ibrahim,
İbrahim en-Nehaî'den naklen şöyle demiştir: "İki defa recmetmek uygun
olsaydı, homoseksüellik yapan kişi recmediUrdi." Ebû Musa, Peygamber
(s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Erkek erkeğe
yaparsa, her ikisi de zinâkârdır. Kadın kadına yaparsa, her ıkısı de
zinâkârdir."
Alimler dediler ki: Bu
fiil zinadır. Nass ile zina ahkâmına tabidir. İşin ısım tarafına gelince zina
fuhuştur. Oğlancılık da, Kur'an-ı Kerîm nassı ile fuhuştur. Yüce Allah Lût kavmi hakkında buyurmuş ki:
"Sizden önce,
alemlerden hiç birinin yapmadığı fahişeyi (bir rezalet olan oğlancılığı) mı
yapıyorsunuz?" [70]
İşin mâna yönüne
bakacak olursak zina, manevî bir fiildir ki onun bir maksadı vardır: Bu fiil,
lezzet kastıyla döl suyunu akıtmak için penisi, içinde hiç şüphe bulunmayan
yasak bir şe-kİIde vaginaya girdirmektir. Livatada da bütün bu eylem ve
unsurlar mevcuttur. Çünkü vagİna ile anusun her biri, örtülüp muhafaza
edilmesi şer'an vâ-cib olan birer fere (cinsel organ) dirler. Bunlar, namaz
dahilinde de namaz haricinde de avrettirler. Bunların her ikisine de bakmak
haramdır. Tabiatıyla bunların ikisi de insanın şehvetini uyandırırlar. Bunları
görmek, temas etmek ve penisi içerilerine girdirmekle insan lezzet duyar. Öyle
ki; şeriatten habersiz bir kimse bunlar arasında ayırım yapamaz.
Geçen yılki gazete ve
dergiler, ingiltere senatosunun, erkeğin erkekle evlenmesine, ve erkeğin
erkeği nikahlamasına; ona kan gibi evlilik muamelesi yapmasına müsaade eden bir
kanun çıkardığını haber verdiler. Ayrıca iki erkeğin kilisede icra edilen
evlenme akid ve merasiminin fotoğrafını da yayınladılar. Allah korusun bu;
kaderin alaya alınması ve kalplerin çöküntüye uğramasıdır.
Sözkonusu olan şu ki;
anus da sıcaklık ve yumuşaklık arayışı içinde olanlar için şehveti uyandırır.
Bu bakımdan anusla vagina arasında fark yoktur. Bu nedenle şeriat koyucu,
penisin sırf bu organlardan birine girdirilmesi sebebiyle gusletmeyi vâcib
kılmıştır. Bunun; yani penisin anusa girdirilmesinin haram olduğunda şüphe
yoktur. Çünkü kişi ancak mülkiyetinde bulunan cinsel organla temasta
bulunabilir. Evet, bu mülkiyet vagina üzerinde var olabilir. Ama anus üzerinde
böyle bir mülkiyet düşünülemez. Anusla yapılan cinsel temasın haram olduğu
zahirdir. Çünkü anus üzerinde hiçbir halde mülkiyet vaki olamaz. Aynı şekilde
anustan yapılan cinsel temasta dölsuyunun heder olacağı, vaginadan yapılan
cinsel temasa nispetle daha kat'îdir. Çünkü kadının vaginası çocuk üretir. Her
ne kadar zinâkârın amacı bu olmasa da zinanın çocuk üretebileceği
düşünülebilir. Ama livatada bu husus düşünülemez. Şu halde anustan yapılan
cinsel temasta dölsuyunun telef olacağı kat'îdir. Bu söz kıyas yoluyla
söylenmiş bir söz değildir. Kıyasta had sabit olmaz.1 Ama ou, haddin nassla
vâcib olmasıdır. Burada mahal adının değişikliği sadece failin adının değişik
olması gibidir.
Diğer bir
rivayetlerinde Şâfiîler dediler ki: Oğlancılık (livata) haddi, zina haddi
gibidir. Bu suçu işleyenin muhsan olup olmaması gözönünde bulundurulur. Bu,
Said bin Müseyyeb, Ata bin ebi Rebah, Hasan-ı Basri, Kata Nehaî, Sevrî, Evzaî,
Ebû Talib ve imam Yahya'nın mezhebidir. Bunlar dediler kî: Livata yapan kimse bekârsa, kendisine yüz
değnek vurulur ve sürgüne gönderilir. Evliyse ölünceye kadar taşlanarak
recmedilir. Çünkü bu da bir zina türüdür.
Hanefîler dediler ki:
Livatada had yoktur. Ama imamın, suçluyu caydıracağına kanaat getireceği
miktarda uygun bir tarz ve miktarda ta'zîr etmesi vardır. Suçu tekrar işler ve
bu kötü fiili bırakmazsa; had olarak değil de ta'zîr olarak kılıçla îdam edilir.
Çünkü bu hususta sarih bir nass yoktur. Bu görüşü yorumlarken merhum Şevkânî
şöyle der: Açıkça görüldüğü gibi bu mezhepdei livataya Özgü delillere ve genel
olarak zina hakkında vârid olan âyet ve mütevatir hadîs delillerine muhalefet
vardır.
Hanefîlerden Ebû Yûsuf
ve Muhammed bu hususta İmam-ı A'zam'a muhalefet etmiş ve demişler ki: Livata
ile şehvet tatmin olur. Hatta bazı erkeklere göre, kadınlarla yapılan cinsel
temastan hiç farkı yoktur. Livata, tam olarak şehvet duyulan bir yerde
(anusta) cinsel temas yapmaktır. İşte bu nedenle oğlancılık yapanların her
ikisine zina haddi tatbik etmek gerekir. Bekâra yüz değnek vurulur. Muhsanlık
şartım taşıyan evlenmiş kimse ise recmedilir. Bu çirkin fiili işledikleri için
Cenab-ı Allah, Lût kavmini müfsid olarak adlandırmıştır. Müfsidin cezası ise
ölüm ve acıklı azaptır. Yüce Allah buyuruyor:
"Lût dedi ki: Ey
Rabbim! bozguncular kavmine karşı bana yardım et.[71]
Imameyn demişler ki:
Sahabe-i kiramın üzerinde ittifak ettikleri hüküm gereğince livata yapanlara
nefisleri teslim edilmez. Suçlan bağışlanmaz. Ancak sahabîler, bunların
cezalarının şiddetlendirilmesinin ne şekilde olacağı hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Biz de sahabîlerin, üzerinde ittifak ettikleri hükmü benimsedik.
Livata yapanlara had tatbik edilmesi gerektiğine dâir İmarr Ali (r.a.) nın
kavlini tercihe şâyân bulduk.
Sahabe-i kîrâm
efendilerimiz, livata yapanlara had tatbik etmenin gerekliliği üzerinde
ittifak ettikten sonra bu haddin uygulanış biçimi hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Ebûbekr-i Siddîk (r.a.) demiş ki: Livata yapanlar had olarak
kılıçla öldürülür, sonra ateşte yakılırlar ki; bu suçu işlemekten vazgeçsinler.
Bu işi yapmaya niyetlenenler de korkutulsunlar. Bu, Hz. Ali (ker-remellahü
vechehü) nin ve sahabe-i kiramın bir çoğunun görüşüdür.
Hafız Münzirî demiş
ki: Ebûbekir, Ali, Abdullah bin Zübeyr ve Hişam bin Abdülmelik; livata
yapanları kılıçlayarak veya taşla recmederek öldür
dükten sonra ateşte yakmıştır. Bu cürmü
irtikâb eden ve bu kötülenmiş rezaleti işleyenler, başkalarına ibret olacak
bir cezaya çarptırılmayı ve inatçı fâ-sıkların şehvetini kıracak bir azapla
azaplandırılmayı fazlasıyla haketmişlerdir. Daha Önce âlemlerden hiç birinin
işlemediği bir fuhşu irtikâb eden Lût kavminin cezasına şenaat ve şiddet
bakımından benzer bir cezaya çarptırılması pek münasip olur. Cenab-ı Allah bu
fiili işleyenlerin belcelerini yere batırmış, altlarını üstlerine getirmiş,
üzerlerine çamurdan pişirilmiş taşlar yağdırmıştı. Bu azap ile onların bekârlarının
ve evlilerinin, küçüklerinin ve büyüklerinin, kadınlarının ve erkeklerinin
kökünü kazımıştı. Tabii bu, işledikleri fuhşun cezasıydi. Kur'an-ı Kerîm,
onları zalimler olarak adlandırmıştır. Bu çirkin fiili işlemekle hem
kendilerine hem de insanlığa zulmetmişlerdi. Yüce Allah, kutsal kitabında
onlardan sözederken şöyle buyuruyor:
"Onlara azap
emrimiz gelince, o memleketin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine arka arkaya
ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık ki; onlar, rabbinin katında
(hükmünde) azab için damgalanmalardır. Bu taşlar, (senin ümmetinin)
zalimlerinden de uzak değildir. (Onların da başlarına yağar.)[72]
Rivayet olunduğuna
göre Abdullah ibn Abbas (r.a.) demiş ki: Oğlancılık yapanla kendine yaptıran
kişiler, ulu, yüce ve dağ gibi yüksek bir mekândan, yahut çok yüksek bir
binanın üstünden aşağıya atılır, üzerlerine duvar yıkılır, ölünceye dek
taşlanırlar. Nitekim Lût kavminin başına gelen de buydu. Abdullah bin
Zübeyr'in "Bunlar, pislik kokusundan geberinceye kadar pis kokulu bir
yerde hapsedilirler" dediği rivayet olunur.
Ama bu görüşler
arasında tercihe şâyân olan, bekâr da olsa evli de olsa, livata yapan kişinin
mutlaka recim şeklinde hadde tabi tutulmasıdır. Livata cezası için Cenab-ı
Allah, geçmiş ümmetlere recm cezasını meşru kılmıştır. Lût kavmi hakkında
buyurmuştur ki:
"Üzerlerine
çamurdan (pişirilmiş) taşlar atmak için[73]
Ayrıca Kur'an-ı Kerîm onları, dinin ve hikmet sahibi şeriat koyucunun
direktifleri dışına çıkan fâsıklar olarak adlandırmıştır. "Bilâkis siz
haddi aşanlarsınız.[74] "Doğrusu
biz, bu memleket halkının yaptıkları fenalıklar (küfür ve isyan) yüzünden,
üzerlerine gökten bir azap indireceğiz.[75]
Ayrıca Resûlullah
(s.a.s.) da livata yapan kimseyi lanetlemiş ve onun; Allah'm rahmetinden
kovulmuş olduğunu haber vermiştir. Merhum Neseî, Sahih'inde Hz. Peygamber
(s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah, Lût
kavminin yaptığı işi yapana lanet etsin.[76] Lanet,
Allah'ın rahmetinden kovulmaktır. Bu pis fiil, milletleri ayakta tutan manevî
sütunları yıktığı, toplumu helak ettiği, toplumun gençlerini ve kadınlarını
bozduğu için Cenab-ı Allah, bu suçun cezasını diğer suçlarınkine nispetle daha
da şiddetlendirmiştir. Hz. Peygamber buyurmuş ki:
"Bir kavim ahdi
bozarsa, onların arasında ancak ölümle hükmolunur. Bir kavim arasında fuhuş
zuhur etmez ki; Cenab-ı Allah onlara ölümü musallat etmesin.[77]
Tirmizî de sahih bir senedle Hz. Peygam-ber'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Ümmetim için en
çok korktuğum şey, Lût kavminin amelidir.[78] Enes
(r.a.) den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim beş şeyi helâl saydığında onların üzerine helak gelsin:
Lânetleşme açığa çıktığında, içki içtiklerinde, ipek giydiklerinde, şarkıcılar
edindiklerinde, erkekler erkeklerle ve kadınlar da kadınlarla yetindiklerinde..."
Bu hadîsi Beyhakî, Sahih'inde rivayet etmiştir. Yabancı bir kadınla, anusundan
cinsel temasta bulunan kimseye de bu had tatbik edilir. Ebû Hüreyre (r.a.)
Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Lût kavminin
amelini işleyenler (yok mu?) Alttakini de üsttekini de recmedin: Hepsini
recmedin.[79] Yüce Allah Lût kavmi
hakkında açıklama yaparken onların insanî fıtratın gereklerinin dışma
çıktıklarını haber vermiştir. Onlar akıllı İnsanın, hatta şuursuz hayvanm
yöneldiği hikmetin ve cinsel duygunun gereklerinin dışına çıkmışlardı. Cenab-ı
Allah onların bu yaptıklarıyla sadece şehvet ve lezzeti kasdettiklerini
bildirmiştir. Onların hayvanlardan daha düşük, tuttukları yol itibariyle daha
sapık olduklarım tescil etmiştir. Çünkü hayvanların erkekleri, her canlı
türünün muhafaza ettiği nesli çoğaltmak amacıyla -ki bu, onurlu bir amaçtır-
dişilerini isterler. Dişisi gebe
kalınca da artık ona
yaklaşmazlar. Erkek hayvan erkek hayvanm üstüne asla atlamaz.
Bu nedenle Cenab-ı
Allah, onları haddi aşan, günahkâr, zalim, kötülük yapmaya alışkın kimseler
olmakla nitelemiştir. Onlar hakkında demiş ki: "İnsanların içinde
erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbinizin sizin için yaratmış olduğu zevceleri
bırakıyorsunuz. Doğrusu siz, harama tecavüz eden bir kavimsiniz.[80]
"Lût dedi ki: Ey
Rabbim! (Azabın inmesi hususunda) bozguncular kavmine karşı bana yardım $t.
Elçilerimiz müjdeyi getirdiklerinde ona şöyle dediler: Biz bu memleket halkını
helak edeceğiz. Çünkü halkı, büsbütün zalim Oldular.[81]
"Doğrusu biz bu
memleket halkının yaptıkları fenalıklar (küfür ve isyan) yüzünden üzerlerine
gökten bir azap indireceğiz.[82]
"Lût'u da (Peygamber) gönderdik. Bİr vakit kavmine şöyle demişti: Sizden
Önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı rezaleti (oğlancılığı) mı yapıyorsunuz?
Siz, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Muhakkak ki siz,
çok ileri giden azgın bir kavimsiniz.[83]Lût'un
bu sözüne karşı, kavminin (birbirlerine) cevabı: "Lût'u ve ona bağlı
olanları memleketinizden çıkarın. Çünkü bunlar, eteklerini, erkeklere varmak
hususunda çok temiz tutan insanlardır" demekten başka olmamıştır. Biz de
Lût ile birlikte ailesini ve bağlılarını kurtardık. Yalnız karısı, yere
geçenlerden oldu. Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak,
peygamberleri inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl
Oldu?!.[84]
Mücrimlerin
akıbetleri, ancak onların üzerine vebal olur. İşledikleri bu çirkin ve şenî
cürüm dolayısıyla ceza olarak, azabın en şiddetlisini hakedenler. Taberanî,
Sahih'inde Hz. Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğunu rivayet eder:
"Zimmet ehli
zulmettiğinde, devlet düşman devleti olur. Zina çoğaldığında, esaret çoğalır.
Oğlancılık çoğaldığında Cenab-ı Allah, elini halkın üzerinden kaldırır.
Onların hangi vadide helak olduklarıyla ilgilenmez." Bu hadîsi Cabir bin
Abdullah el Ensarî rivayet etmiştir.
Oğlancılık; milletleri
ölmeden toprağa gömen, halkı helak eden, insanları Allah'ın yardım ve
inayetinden yoksun bırakan sebeplerden biridir. Çünkü bu pis fiilleri
dolayısıyla Cenab-i Allah, insanları şehvetlerinin peşi sıra şaşkın vazıyette
dolaşır halde bırakmaktadır. Yardım, inayet, teyid ve nusre-tini onların
üzerinden kaldırır. Tirmizî, Abdullah ibn Abbas'tan naklederek Peygamber
(s.a.s.) İn şöyle.buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İzzet ve Celâl
sahibi olan Allah, erkeğe veya bir kadına anusundan giden erkeğe (rahmet
nazarıyla) bakmaz.[85]
Taberanî, Evsat'ta Ebû
Hüreyre'den naklederek, Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Üç kişi vardır
ki onların 'Allah'tan başka ilâh yoktur' şehadetleri kabul edilmez: Binen
(oğlancı) erkek. Kendisine binilen erkek. Binen (eşcinsel) kadın. Kendisine
binilen kadın ve bir de zalim sultan."
Gerçekten livata,
Allah'ın lanet ve gazabını, meleklerle bütün insanların lanetini getirir. Çünkü
o, akl-i selimle ve sağlıklı zevkle çelişen anormal bir fiildir. Bu fiil,
sahibinin mürüvvet ve haya perdesini söküp çıkardığına, onurlu kimselerin
niteliklerinden sıyrıldığına, hatta hayvanların adetlerinden bile tecerrüd
ettiğine, hayvanlardan daha çirkin ve-alçak olduğuna delâlet eder. Köpeklerin,
eşek ve domuzların bile kaçındıkları bir rezillikten seni menedi-yorum. Bu
fiili işlemek büyük ve cüsseli veya zengin ya da azamet sahibi bir kimseye
nasıl yaraşır? Hayır; bu fiili işleyen hayvandan da aşağıdır. Daha meş'-umdur.
Pis leşlerden daha kötü kokuludur. Şer ve kötülüklere daha lâyıktır. Rezalet,
utanç ve rüsvaylığa daha müstahaktır. Katiller, hırsız ve zinâkârlar, toplum
nazarında oğlancılar gibi değildirler. Bunlar, hal bakımından oğlancılardan
daha iyi ve daha şereflidir. Çünkü o, Allah'ın ahdine ve emanetine hıyanet
etmiştir. Yok olsun; cehennemde helak olsun. Cehennem ne kötü bir duraktır. Bu
nedenle İslâm âlimleri bu cürümden uzak durmak; tüysüz, özellikle parlak yüzlü
çocuklara üzün uzadiya bakmaktan kaçınmak için işi sıkı tutmuşlardır. Bazıları
bu vasıftaki çocuklara bakmanın haram oluşu için, bakışın şehvetli olmasını
şart koşmuşlardır. Çünkü bu bakış, fuhşu davet eder. Durgun ve gizli olan
şehveti körükler. Rahmetli Zekvan oğlu Hasan demiş
ki: Zenginlerin çocuklarıyla bir arada
oturmayın. Onların, kadınlar gibi güzel yüzleri ve suretleri vardır. Onlar
kadınlardan daha çok fitneye düşürürler. Merhum Şüdî oğlu Necib de şöyle
demiştir: "Bir erkek, tüysüz gençler ve çocuklarla aynı evde gecelemesin,
deniliyordu." İbn Sehl'in de şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bu ümmette,
kendilerine lûtî denen birtakım kimseler türeyecektir. Onlar üç sınıftırlar:
Bir sınıf, bakar. Bir sınıf, musafaha eder. Bir sınıf da bu fiili (oğlancılığı)
yaparlar." Mücahid'in de şöyle dediği rivayet edilir: "Bu fiili
işleyen, yani oğlancılık yapan kimse, gökten inen ve yerde bulunan suların
bütün damlalarıyla yıkanıp gusletse bile, bu günahından tevbe etmedikçe murdar
kalmakta devam eder."
Adamın biri, Ahmed bin
Hanbel'in meclisine geldi. Beraberinde güzel yüzlü ve parlak suretli bir çocuk
vardı. İmam Ahmed ona; "Bu senin neyin olur?" diye sorunca, adap
"Bacımın oğludur" diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam ona şu
uyarıda bulundu: "Onu bir daha buraya getirme. Yolda onunla beraber yürüme
ki; seni ve onu tanımayanlar, hakkında kötü zanda bulunmasınlar."
Süfyan-ı Sevrî, umumî
bir hamama girdi. Sonra da güzel yüzlü, çıplak bedenli bir çocuk onun bulunduğu
yere geldi. Süfyan, gözlerini yumup bağırarak şöyle dedi: "Onu yanımdan çıkarın,
yanımdan çıkarın. Ben her kadınla beraber bir şeytan görüyorum. Her çocuk ve
tüysüzle beraber on küsur şeytan görüyorum." Bütün bunların sebebi şudur:
Bu çirkin fiilin zararı, erkeklere ve kadınlara, hatta fert ve topluma, bütün
insanlığa dokunan zararların en tehlikelisidir. Yüce Allah'tan, bizleri bu
şenî cürümden korumasını ve muhafaza buyurmasını diliyoruz. Şüphesiz o, duaları
işitendir.
Hanefî, Şafiî ve Mâlikîler
dediler ki: Livata nedeniyle hısımlık mahremiyeti oluşmaz.
Hanbelîler dediler ki:
Tıpkı zina gibi livatayla da hısımlık mahremiyeti oluşur, sabit olur. Cinsel
temasa dayanabilen bir çocukla veya bir erkekle cinsel temasta bulunan bir
kimse, kendisiyle temas yaptığı kimsenin anasına ve kızına haram olur.
Kendisiyle temas yapılan da, kendisiyle temas yapanın anasına ve kızma haram
olur. Çünkü o, şehvetle arzulanan bir ferce(anu-sa) cinsel temas yapmıştır ki;
bu temas, tıpkı kadınla yapılan temas gibi hısımlık mahremiyetini her iki
tarafa yayar. Kendilerine bir ceza olsun diye hısımlık mahremiyeti sabit olur.
Âlimler oğlancılığın
zararlarını özet olarak aşağıda maddeler halinde sıralamışlardır:
1- Selim
beşer fıtratına karşı cinayet işlemektir: Çünkü selim nefisler bunu
pek çirkin görür ve onu zinadan daha kötü
sayarlar. Zîra cinsel temasın yapıldığı mahal pistir, pislik yeridir.
2- Şehvet
israfı nedeniyle gençler bozulmaktadır: Çünkü burada erkeklere pek kolay
yaklaşılmaktadır.
3-
Kendilerinde ibnelik hastalığı meydana geldiği için erkekler rezil olurlar: Bir
defa başlarını yere indirdiler mi, artık bir daha kaldıramazlar.
4-
Oğlancılıktan hoşlandıkları için kocalarının, kendilerinden yüz çevirmeleri
nedeniyle kadınlar bozulmaktadır: Kocaları, kanlarının iffetlerini muhafaza
etmek, şehvetlerini tatmin etmek hususunda kusurlu davranmaktadırlar. Böylece
de onları, ırzlarını hafife alınacak derekeye düşürmektedirler.
5- Bu fuhşun
yayılması nedeniyle nesil azalır: Çünkü oğlancılık, erkeklerin evlenmeye
rağbet etmemeleri ve kadınlardan yüz çevirmeleri sonucunu doğurur.
6-
Oğlancılık erkeklerin kadınlara arkadan temas yapma eğilimini arttırır ki; bu
da son derece berbat bir alışkanlıktır.
7-Bu fuhşu
alışkanlık haline getiren kişi; mastürbasyon yapmaya ve hayvanlarla cinsel
temas yapmaya meyleder ki; bunlar da iki çirkin suçturlar. Bedene şiddetli
zararlar verirler. Ahlâkı bozarlar. Tehlikeli ve öldürücü zararları olduğu
için bunlar tüm din ve milletlerde zina ve oğlancılık gibi yasaklanmışlardır.
8- Evlilik
hayatı bozulup aileler ve yuvalar parçalanır. Kin ve düşmanlık tohumları
ekilir.
9-
Oğlancılık nedeniyle gençler, evlenmekten ve aile sorumluluklarını yüklenmekten
kaçınırlar. Çünkü bu pis alışkanlık, toplumu ayakta tutan sütunları yıkar.
Oysa evlilik, eşlerin her ikisinin de iffetini korur.
10-
Oğlancılık yapanda frengi ve belsoğukluğu hastalıkları gibi tehlikeli zararlar
meydana gelir. Kendisine yapılanda da bazı zararlar meydana gelir. Örneğin
tutamadığı için, anusundan pislik akar.
Genel olarak bu
fuhuşun zararlarını saymakla bitiremeyiz. Umumî olarak hem fert hem toplum
için tehlike arzederler. Oğlancılık (Hvata) korkunun habercisi, zarar ve
ziyanın sebebi, düşüşün delili, alçaklığın nedeni, onur ve izzetin
yitirilişidir. Salgın, öldürücü ve pis hastalıkların yayılmasına yol açar. İnsanı
ince illete ve safra hastalığına müptela eder. Allah'ın rahmetini kaldırıp
gazabını indirir. Yapana ve yaptırana azap ve lanet getirir. Oğlancılık
yapanın nefsinde küçüklük meydana getirir. Yüzlerden utanmayı kaldırır. Yapanın
da yaptıranın da şahidlikleri reddolunur. Onlara dünya ve ahirette azabın en
şiddetlisi vâcib olur. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Me-dîne
toplumunu bozmasın diye nıuhannes bir erkeğin Medine dışına sürgün edilmesini
emretmişti. Hikmet sahibi şeriat koyucu bu çirkin fiili, üzerinde
durarak yasaklamış; bu
suçtan caydırıcı bir cezayı vaz'etmiştir. Bu çirkinliğe düşmekten insanları
nefret ettirici, onları bu fiilin vahim sonucundan sakin-dırıcı, şenaatinden
ürkütücü, büyük fecaat ve tehlikesini açıklayıcı mahiyette bir çok hadîs-i
şerîf vârid olmuştur. Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber (s.a.s.) in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Cenab-ı Allah,
yaratıklanndan yedi kimseye yedi kat göğün üzerinden lanet etmiş ve onlardan
her birinin üzerine lanetini üç kez tekrarlamıştır. Onlardan her birine,
kendisine yetecek miktarda lanet etmiştir. Lût kavminin ame-lİnİ işleyen,
melundur. Lût kavminin amelini işleyen, melundur. Lut kavminin amelini
işleyen, melundur. Allah'tan başkası için (kurban) kesen, melundur.
Hayvanlarla cinsel temasta bulunan melundur. Ana-babasına âsi olan melundur.
Bir kadınla beraber (başka kocadan doğmuş olan) kızını kendine nikahlayanmelundur.
Yeryüzünün hududunu değiştiren, melundur. Velisinden başkasına nispet edilen,
melundur.[86]
Vaginayı bırakıp, da
karısı veya cariyesiyle arkadan cinsel temas yapan kimseye had tatbik
edilmeyeceği hususunda islâm bilginleri söz birliği etmişlerdir. Çünkü hikmet
sahibi şeriat koyucu, bu gibi haller için had koymamıştır. Ancak âlimler
demişler ki: Bu çirkin fiili işleyen günahkâr olur. Uhrevî cezayı hakeder.
Çünkü o, şer'an yasaklanan ve hiç hoş karşılanmayan bir fiili irtikâb
etmiştir. Tersine, bu fiili işlemeye yeltenmekten ve buluca düşmekten
nehyedilmiştir. Kadınlarla arkadan cinsel temas yapmayı haram kılan bir çok
hadîs-i şerîf, masum olan Resûlullah (s.a.s.) tan nakledilmiştir. Huzey-me bin
Sabit, Ebû Hüreyre ve Ali bin Talk, Resûlullah (s.a.s.) in,
Kadınlara arkadan varmayın" crirmizî
dediğini rivayet etmişlerdir. Ömer bin Şuayb, babasının dedesinden naklederek
Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"O, (yani
kadınlara arkadan varmak), küçük lutîliktir."[87]Hammad
bin Seleme, Hakîm bin Esrem'den, o da Ebü Temim'den, o da Ebû Hüreyre'den
naklen Peygamber (s.a.s.) m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Hayızh bir
kadınla veya arkadan bir kadınla cinsel temasta bulunan veya bir kâhinin yanına
gelip onu tasdik eden; Muhammed'e indirileni inkâr
etmiş Olur.[88] Bu
hadîsi bin Hanbel rivayet etmiştir. Kur'an-ı Kerîm, cinsel
temasın yerini belirtmiştir: O yer vaginadır. Çünkü tohumun ekileceği yer
orasıdır. Çocuğun üreyeceği yer orasıdır. Diğer yerler haram kılınmıştır.
Câbir bin Abdullah (r.a.) m rivayetine göre Yahudiler, müslümanlara,
"Karısına arkadan yanaşarak penisini arkadan uzatarak vaginasina girdiren
kimsenin çocuğu şaşı olarak doğar" demişlerdi de, bunun üzerine Cenab-ı
Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:
"Kadınlarınız,
çocuk yetiştiren ekin tarlanızdir. O halde tohum ekilen tarlanıza (ön tarafa)
nasıl isterseniz öyle varın. Kendileriniz için ileriye hazırlık yapın. Önceden
iyi ameller gönderin. Allah'tan korkun. Ve muhakkak onun huzuruna varacağınızı
bilin. Takva sahibi müzminlere cenneti müjdele.[89]
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle bir açıklamada bulundu: "Vaginaya
girdirdikten sonra önden de yaklaşilsa, arkadan da yaklaşılsa aynıdır."
Kadınlara arkadan
yanaşmayı meneden hadîs-i şerifler, müteaddid yollardan vârid olmuştur. Câbir
(r.a.) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir
"Utanın. Cenab-ı
Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Kadınlarınıza anuslarından yaklaşmanız,
size helâl olmaz.[90] İmam
Ahmed bin Hanbel, Huzeyme bin Sabİt'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Resûlullah (s.a.s.), erkeğin, karısına anusundan yaklaşmasını yasaklamıştır."
Bir başka rivayete göre Resûlullah (s.a.s.), şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan
utanın. Cenab-ı Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Arka deliklerinden
kanlarınıza yaklaşmayın." [91]Bu
hadîsi, Huzeyme bin Sabit yoluyla Neseî ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Tirmizî
ile Neseî, İbn Abbas'tan naklederek Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir:
"Bir erkekle veya
bir kadınla anusundan cinsel temasta bulunan erkeğe, Cenab-ı Allah (rahmet
nazarıyla) bakmaz.[92]Sonra
Tirmizî, bu hadîsin hasen ve garib olduğunu söylemiştir. Abd dedi ki:
Abdür-rezzak, Muammer bin Tavus'tan, o da babasından naklederek bize haber
verdi ki; Adamın biri tbn Abbas'a, anusundan kadınla cinsel temasta bulunmanın
hükmünü sorduğunda, îbn Abbas ona; "Sen bana küfürden soruyorsun" karşılığını
vermişti. Bu haberin senedi sahihtir. Keza Neseî de İbn Mübarek ve Muammer
yoluyla bunun tenzeri bir rivayette bulunmuştur. Aynı şekilde Abd de tefsirinde
demiş ki: İbrahim Hâkim'den, O da babasından babası da İkri-me'den naklederek
bize anlattı ki; adamın biri İbn Abbas (r.a.) a gelip şöyle dedi: "Ben
kanma anusundan cinsel temas yapardım. Allah'ın, "Kadınlarınız çocuk
yetiştiren ekin tarlanızdır. O halde tohum ekilen tarlanıza nasıl isterseniz
öyle yapın" sözünü duydum ve bu şekilde yapılan cinsel temasın benim için
helâl olduğunu zannettim. İbn Abbas ona dedi ki: "Ey Veki! "Ekin
tarlanıza nasıl isterseniz öyle varın" sözünden kastedilen mâna şudur:
Ayaktayken, otururken, önden gelerek, arkadan gelerek (ama mutlaka)
vaginala-rına temas edin. Penisin başka yere tecavüz etmesin." İmam Ahmed
bin Hanbel rivayet etti ki: Abdüssamed Hümam'dan, o da Katade'den naklederek
bize, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu söyledi:
"Karısına
anusundan gelen kimse (nin yaptığı iş), küçük lûtîliktir.
Abdullah bin Ömer
(r.a.), Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yedi kişi vardır
ki kıyamet gününde Allah, onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz.Onlan aklamaz ve der
ki: "Girenlerle beraber ateşe girin" (Bu yedi kışi şunlardır):
Oğlancılık yapan, kendisine yapılan, mastrübasyon yapan, hayvanla cinsel temas
yapan, kadınla anustan temas yapan, kadın ile kızını (kendi nikâhı altında)
birarada bulunduran, komşusunun karısıyla zina eden, kendişine Iânet
getirinceye dek komşusuna eziyet eden."
imam Ahmed rivayet
etti ki: Abdürrezzak bize anlattı; Muammer, Süheyl bin ebi Salih'ten, o da
Haris bin Muhalled'den, o da Ebû Hüreyre (r.a.) den, naklederek bize haber
verdi ki, Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Anusundan
karısıyla cinsel temasta bulunan kimseye, Allah (rahmet nazarıyla) bakmaz.[93]
Neseî de Ebû Hüreyre (r.a.) den naklederek, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Karısına, anusundan
gelen kimse melundur.[94]Başka
bir rivayete göre ise şöyle buyurmuştur:
"Kadınlara
anuslanndan yaklaşan kimse, melundur.[95]
Neseî dedi ki: îshak
bin Mansur, Süfyan-ı Sevrî'nin oğlu Mehdi oğlu Abdur-rahman, o da Leys bin ebi
Süleym'den, o da Mücahid'den, o da Abdurrah-man Bih'den naklederek bize şöyle
dedi:
"Anuslarından
kadınlara gelmek küfürdür." Sonra Neseî, Berdar'dan, o da Abdurrahman
Bih'den naklederek dedi ki: "Anusundan bir kadına gelen kimsenin bu
(fiili) küfürdür." Aynı şekilde Neseî, Sevrî, Leys'ten, o da Mücahid'den,
o da Ebû Hüreyre'den naklederek Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Erkeklere bir
şey (cinsel temas) yapan ve anuslanndan kadınlara gelen kimse, muhakkak kâfir
olur." Burada geçen kâfirlikten kasıt, küfrân-ı nimet, yani nankörlüktür.
Bu nimet ise, izzet ve celâl sahibi Allah'ın helâl kılmış olduğu kadınlardır.
îbn Mes'ûd (r.a.) Peygamber (s.a.s.) in,
Kadınların anusları
haramdır." dediğini rivayet etmiştir.
Sevrî, Salt bin
Behram'dan, o da Ebü Mutemer'den, o da Ebû Cüveyri-ye'den naklederek dedi ki:
Adamın biri kadınla anustan yapılan cinsel temas hakkında Hz. Ali'ye fikrini
sorduğunda ona şu cevabı vermişti: "Alçaldın. Allah seni alçaltsm. İzzet
ve celâl sahibi Allah'ın "Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı
fuhşu mu yapıyorsunuz?" dediğini duymamış mısın?" Bu âyet-i kerîmeyi
tefsîr ederken imam İbn Kesir şöyle demiştir: Kadınlarla anuslanndan cinsel
temas yapmanın haram olduğu hususunda îbn Abbas, tbn Mes'ûd, Ebû Derdâ, Ebû
Hüreyre ve Abdullah bin Amr'in görüşleri daha önce belirtildi. Abdullah ibn
Ömer'in bu tür teması haram saydığı kesinlikle sabittir. Rivayete göre bu tür
temas kendisine sorulduğunda "Bunu bir müslüman yapar mı?" diye
karşılık vermişti. Rivayet olunur ki adamın biri, İmam Mâlik bin Enes'e,
"Kadınlarla anuslanndan cinsel temasta bulunmak hakkında ne dersin?"
diye sorduğunda, ona şu cevabı vermişti: "Siz ancak bir arap kavmisiniz.
Ekim işi ancak tarlada yapılır. Vagina dışına tecavüz etmeyin." Adam dedi
ki: "Ey Ebû Abdullah! bu tür temasa senin cevaz verdiğini söylüyorlar?!
Bunun üzerine İmam Mâlik şöyle dedi: "Bana yalan isnad ediyorlar. Bana
yalan isnad ediyorlar." Merhum imam Mâlik'in böyle demiş olduğu sabittir.
Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî imamları hiç ihtilâf etmeksizin kanlara ve
cariyelere anuslanndan cinsel temas yapmanın haram olduğu, bunun çirkin bir
fiil olduğu ve hiç bir halde caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu
Said bin Müseyyeb, Ebû Seleme, İkrime, Tavus, Atâ, Said bin Cübeyr, Urve bin
Zübeyr, Mücahid bin Cebr, Hasan-ı Basrî ve diğer selef ulemasının kavlidir. Bu
saydığımız şahısların tümü, bu fiili şiddetle reddetmiş, hatta bazısı küfür
olduğunu söylemişlerdir. Bu, cumhûr-u ulemânın mezhebidir. Cenab-ı Allah'ın,
"Kendileriniz için ileriye hazırlık yapın" buyruğu da bu fiilin
harâmlığına delâlet eden delillerden biridir. Yani Cenab-ı Allah bu âyette
demek istiyor ki; sizi kendisinden menetmİş olduğum haramları terkederek
yasaklarıma riayet etmenizin yanısıra taatlerde bulunun. İşte bu nedenle Yüce
Allah bizleri uyarıyor: "Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna
varacağınızı bilin." Yani kadınlarınızla anustan temas yapma hususunda
Allah'tan korkun. Ancak tohum ekme yeri olan vaginadan onlarla cinsel temas
yapın. O, yapmış olduğunuz bütün amelleriniz dolayısıyla sizi hesaba
çekecektir. İşte o amellerinizden biri de, bu çirkin fiildir. "Mü'mİnle-ri
cennetle müjdele." Yani kendilerine vermiş olduğu emirlere uyarak Allah'a
itaat eden; kendilerini yasaklamış olduğu haramlardan kaçınarak O'ndan sakınan
mü'minleri cennetle müjdele. Cenab-ı Allah'ın "Onlar ki; ırzlarını
korurlar, ancak zevcelerine ve sahib oldukları cariyelerine tçarşı münasebetleri
müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar.[96](kavlİ-i
şerifi, kadınlarla anuslanndan cinsel temas yapmanın mü-bâh olmasını
gerektiriyor.. Çünkü mübahlık, bir şeyle kayıtlı olmaksızın ve belli bir yere
özgü kilınmaksizın mutlak olarak vârid olmuştur denilirse, buna
cevaben deriz ki: Cenab-ı Allah önce
şöyle buyuruyor: "Allah'ın size emrettiği (meşru ve mubah) yerden onlara
gidin (münasebette bulunun).[97]
Sonra da şöyle buyuruyor: "O halde tohum ekilen tarlanıza, nasıl isterseniz
öyle varın.[98] Bu sonuncu âyet, şer'an
emrolunan yeri (vagi-nayı) açıklamış olmaktadır. Bu yer çocuğun doğduğu yerdir.
Yasaklandıktan sonra cinsel temasa, ancak belli yerden; çocuğun doğduğu yerden
müsaade edilmiştir. Başka yerden değil, sadece vaginadan temas yapılabilir.
Bununla birlikte Allah (c.c.) şu hükmü de veriyor: "Ancak zevcelerine ve
sahib oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır." Ayrıca
hayızh kadınla temasta bulunmak da yasaklanmıştır. Bu âyet-i kerime, hayızh
kadın hakkında serdedİIen hükümden sonra gelmiştir. Bakara süresindeki âyet-i
kerîme cinsel temasın, ancak caiz olan cinsel temas olduğuna ve sadece
vaginadan yapılabileceğine delâlet etmektedir. Çünkü tohumun ekim yeri, âyetle
de belirtildiği gibi vaginadır. "O halde tarlanıza gidin." Çocuğun
doğum yeri orasıdır. Ebû Bekr er-Razî el-Cessas, "Ahkâmü'I-Kur'an"
adlı eserinde, kadınlarla anus-lanndan cinsel temas yapmaktan bahsederken der
ki: "Arkadaşlarımız bu tür teması haram sayar; insanları şiddetle bundan
nehyederlerdi."
Ali bin Talk (r.a.)
dan rivayet: Resûlullah (s.a.s.) m şöyle buyurduğunu işittim:
"Kadınlara
makatlarından varmayın. (Temas etmeyin.) Şüphesiz ki Allah, hakkı söylemekten
çekinmez..[99] Bu hadîsi Ahmed bin
Hanbel rivayet etmiş, Tirmizî de hasen bir hadîs olduğunu söylemiştir. Bundan
da anlaşılıyor ki, anuslarından kadınlarla cinsel temas yapmak, çirkin bir iş
ve feci bir suçtur. Şer'an benimsenmez. Akılca hoş karşılanmaz. Mef-sedetlerİ
sayılamayacak derecede çoktur. Bazan öyle olur ki; bu suç fert ve toplum için
yasaklanan diğer suçlardan çok daha tehlikeli olur. Kanlarıyla arkadan cinsel
temas yapan, Lût kavminin fiilini işleyen, bu da yetmezmiş gibi bu rezaletin
islâm nazarında caiz olduğunu zanneden şu alçaklar Allah'tan korksunlar.
Allah'tan, bizleri bu hatadan korumasını diliyoruz.
Harâmhk ve çirkinliği
hususunda ittifak ettikten sonra; hayvanlarla cinsel temasta bulunan kimseye
vurulacak olan had hususunda dört mezhep imamı ihtilâf etmişlerdir:
Hanefîler dediler ki:
Bu fuhşu işleyene had tatbik edilmez. Çünkü bu mevzuda ne Kitabullah'ta, ne de
sünnet-i seniyyede herhangi bir hüküm mevcud değildir. Bu fuhşu irkikâb eden
kimseye, Resûlullah (s.a.s.) in had tatbik ettiği sabit değildir. Ancak hâkim,
onu bu fiilden caydırmak için uy-
Mâlikîler dediler ki:
Hayvanlarla yapılan cinsel temasın haddi, tiple zina haddi gibidir. Suçlu
bekârsa; yüz değnek vurulur. Evliyse recmedilir. Çünkü o, şer'an haram kılınan
bir cinsel organla temasta bulunmuştur. O rean da'vagina ve anus gibi tabiî
olarak şehvetle arzulanır. Öyleyse bu temas da zina gibi haddi gerektirir.
Sâfiîler: Bunların bu
konuda üç görüşleri vardır: En kuvvetlisine göre bu fuhşu yapana, Mâlikîlerin
de dedikleri gibi had vâcib olur. Bunun hükmü de zinânmki gibidir. İkinci
görüşe göre suçlu bekâr da olsa evlenmiş de olsa öldürülür. Zîra rivayet
olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.)
"Hayvanla cinsel
temasta bulunan kimseyi ve o hayvanı öldürün.[100]
diye emir vermiştir. Bu hadîsi İmam Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî, İbn Abbas
(r.a.) dan rivayet etmiştir. Bu hadîsi İbn Mâce'de Sü-nen'inde rivayet
etmiştir. İbn Mâce, İbrahim bin İsmail'in Dâvud bin Hu-sayn'dan, o da
İkrime'den, o da İbn Abbas'tan naklederek Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir.
"Mahremiyle
cinsel temasta bulunanı öldürün. Bir hayvanla cinsel temasta bulunanı öldürün.
O hayvanı da öldürün.[101]
Üçüncü görüşe göre,
hayvanlarla cinsel temasta bulunan kimse ta'zîr olunur. Bu suçtan ötürü had
yoktur. İmam kendi takdirine göre suçluyu ta'zîr eder. Bu görüş, Hanefî
mezhebinin görüşüne uymaktadır.
Hanbelîler dediler ki:
Hayvanlarla cinsel temasta bulunana had tatbik etmek vaciptir. Haddin niteliği
hususunda Hanbelîlerden iki rivayet gelmiştir: Birincisine göre, hayvanlarla
cinsel temasta bulunan kimse, oğlancılık yapmış gibidir. İkinci rivayete göre
bu suçlu, ta'zîr edilir. Hanefîlerde olduğu gibi bunlarca da tercihe şayan
olan görüş budur.
Herhalde bu hükümler
kâmillik ve noksanlık, gençlik ve ihtiyarlık gibi insanların din ve verâ'
bakımından hallerinin muhtelif olmasına göre değişiyor. Adi kimselerin ve
gençlerin cezaları hafifletiliyor. Hadde tabi tutarak veya öldürerek,
insanların büyüklerine ve şereflilerine verilen cezalar şiddetlendiriliyor. Bunda
da şu kural gözönünde bulunduruluyor: Mertebesi büyük olanın küçük hataları
büyük suç olarak telakki edilir. İşlediği fiilin cezası da artar. Çünkü iyi
kimselerin sevapları,-Allah'a yakın kimselerin günahları mertebesindedir. Ebû
Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Dört kişi var ki
onlar, Allah'ın gazabında sabahlar, Allah'ın kızgınlığında akşamlarlar. Dedim
ki; "Onlar kimdirler ya Resûlallah?" Dedi.ki: "Erkeklerden
kadınlara benzeyenler, kadınlardan da erkeklere benzeyenler, hayvanlara varan,
erkeklere varan." Bu hadîsi merhum Taberanî rivayet etmiştir.
Kendisiyle cinsel
temas yapılan hayvanın hükmü hakkında mezhep imamları ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikller dediler ki:
Eti yenilenlerden olsa da olmasa da öldürülmesi gerekmez. Çünkü bu hayvanın
Öldürülmesi hususunda şeriatte sarih bir emir mevcut değildir. îbn Abbas'ın
rivayetinde bu hayvanın öldürülmesi konusunda vârid olan hüküm, kendisiyle
amel olunmayacak zayıf bir rivayettir.
Hanefîler dediler ki:
Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan, temasta bulunanın mülküyse,
hayvanın Öldürülmesi gerekir ki insanlar hayvanın her gidip geldiğini gördükçe
"Bu, falanın şey yaptığı hayvandır" deyip de gıybet günahına
girmesinler ve yapanın da onların nezdindekİ itibarı düşmesin. Kaldı ki bu adam
günahından tevbe de etmiş olabilir. Fakat bu hayvanı her gördüğünde yeniden
onunla temas yapmaya meyledebilir. Şu halde onu öldürmesi daha ihtiyatlı olur.
Beyhakî'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.s.) buyurmuş
"Hayvanla cinsel temas yapan, melundur.[102]
Başka bir rivayette de şöyle buyurmuştur:
Cinsel temas yapan
adamı da öldürün, kendisiyle cinsel temas yaptığı hayvanı da öldürün ki;
"Bu, falanın kendisiyle şöyle ve şöyle yapmış olduğu hayvandır"
denilmesin." Beyhakî, bu hadîsin şahinliğinden yanadır. Ebû Yûsuf'un, Hz.
Ömer'e kadar uzanan bir senedle rivayet ettiğine göre; Hz. Ömer'e, bir hayvanla
cinsel temasta bulunmuş olan bir adamı getirdiklerinde, onu döverek ta'zîr
etmiş ve hayvan için de emir vererek onu boğazlatmış, sonra da ateşte
yaktırmışti. Hayvanı Öldürmüştü ki; çirkin görünümlü bir yavru doğurmasın ve
de boğazlandıktan sonra eti yenilmesin. Çünkü eti, o adamın kendisiyle cinsel
temasta bulunmasından ötürü necis ve murdar olmuştur. Rivayete göre çobanm
biri bir hayvanla cinsel temasta bulunmuş, o da çirkin görünümlü bir yavru
doğurmuştu. Ama kişinin kendisiyle cinsel temasta bulunduğu hayvan, başkasının
mülkü ise, kesilmesi gerekmez.
Şâfiîler : Bunlardan
bu konuda iki rivayet gelmiştir: Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan
eti yenilenlerdense öldürülür; aksi takdirde öldürülmez. Çünkü öldürülmesi
yararsız olacaktır ki; bu da yasaklanmış bir şeydir.
İkinci rivayete göre
bu hayvan, eti yenilenlerden olsa da olmasa da mutlak surette yok edilir ki;
dedikodular kesilsin ve skandal örtbas edilsin. Zîra Cenab-ı Allah, müslümanın
ayıbının gizlenmesini emretmiştir. Bir rnüslümanın ayıbım gizleyen.kimsenin,
Allah da dünya ve ahirette ayıbım gizler.
Hanbelîler dediler ki:
Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan; ister temasta bulunulanın mülkü
olsun ister başkasının mülkü olsun; eti ister yenilsin ister yenilmesin;
öldürülmesi gerekir. Hayvan başkasının mülküyse; temasta bulunan kimse onun
değerini tazmin etmekle yükümlü olur. Çünkü hayvanın telef olmasına sebebiyet
vermiştir. Bir şeyi telef eden kimse, ceza olarak o şeyin bedelini ödemekle
yükümlü olur. Hayvan öldürülür ki; hem sahibi hem de onunla temasta bulunmuş
olan kişi rezil rüsvay olmasınlar. Çünkü o hayvanı her gördüklerinde, onlara bu
çirkin fiili hatırlatır.
Kendisiyle cinsel
temasta bulunulduktan sonra kesilen hayvanın etinin hükmünde mezhep imamları
ihtilâf etmişlerdir.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Bu hayvan, eti yenilenlerdense, kesildikten sonra ateşte yakılır.
Etini yemek caiz olmaz.
Mâlikîler dediler ki:
Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan, kesildikten sonra etinin yenilmesi
caiz olur. Hem temasta bulunan, hem başkası yiyebilir. Bunda hiç bir mahzur
yoktur. Çünkü etinin yenilmesinin ha-râmhğına dâir şeriatte hiç bir hüküm vârid
olmuş değildir. Şu halde hüküm aslı üzere, yani câizlik üzerine kalır.
Şâfiîler : Bunların bu
mevzuda iki rivayetleri vardır: Birincisine göre hem temasta bulunan, hem de
başkaları; kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvanın etinden yiyebilir. Bu
rivayette Mâlikîlere muvafakat edilmiştir. İkinci rivayete göre Hanefî ve
Hanbelîlere muvafakat edilerek; hem temasta bulunanın, hem başkalarının bu
hayvanın etinin yemesi haram kabul edilmiştir.
Hayvanla cinsel
temasta bulunan kişi; eğer kendi malı değilse, şer'an ve ak-len kötülenmiş olan
bu fiilden ötürü cezalandırılsın ve te'dîb edilsin diye kıymetini tazminat
olarak sahibine ödemekle yükümlü olur.
Bir kimse mastürbasyon
yapıp bu yaptığından lezzet alırsa veya bir kadın başka bir kadınla sevişirse
-ki buna sihâk denir- bu durumda âlimlerin icmâı ile had gerekmez. Çünkü bu,
her ne kadar harâmsa da eksik bir lezzettir. Bu işin failine İmamın, bu suçtan
caydırıcı uygun bir ta'zîri tatbik etmesi gerekir. Elle meni getirmek
(mastürbasyon), büyük bir suçtur. Şeriat koyucunun yasakladığı ve Resûlullah
(s.a.s.) in sakındırdığı büyük bir günahtır. Çünkü bu, sıhhî ve içtimaî bazı
hastalıklara neden olur. Failinin bu günahtan dolayı tevbe etmemesi halinde
kıyamet gününde eli gebe olarak mahşer meydanına getirileceği, hadîsle haber
verilmiştir. Yüce Allah, kutsal Kitab'ın-da bildiriyor: OnIar ki, ırzlarını korurlar. Ancak
zevcelerine ve sahib oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır.
Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar.[103]Bu
âyet-i kerime mü'minlerin, zevceleri ve sahib oldukları cariyeleri dışındaki
kadınlara karşı ırzlarını korumaları gerektiğini gayet beliğ bir şekilde
açıklamaktadır. Bu da gösteriyor kİ; kişinin kendi karısıyla cariyesinden başka
kimselerle cinsel temasta bulunması haramdır. Cenab-ı Allah, hayvanlarla değil
de kadınlarla ve cariyelerle evleni-lebileceğini ve ancak bunlarla cinsel
temasta bulunulabileceğini açıklamaktadır. Sonra da bu hususu, şu sözü ile
te'kîd etmiştir: "Kim de bu helâlden başkasını ararsa, işte onlar
mütecavizlerdir.[104] Kan
ve cariye dışında penisi çalıştırmak haramdır. Mastürbasyon yapmak helâl
olmaz. Çünkü o fıtratı çiğnemektir. Bu da mastürbasyonun haram olduğunu ifade
eder. Çünkü bu, insanî fıtratın dışına çıkan ve ilâhî yasakları çiğneyen
kimselerin işidir. Yüce Allah buyuruyor: "Evlenmeye imkân bulamayanlar,
Allah fazlından onların ihtiyacını giderinceye kadar, iffetli kalmaya (zinadan
sakınmaya) çalışsınlar.[105]
Yani, Cenab-ı Allah kendilerini fazlıyla zengin kılıp, meşru evlenme yollarını
onlara kolaylaştırıncaya kadar; şehvete karşı, şehveti frenlemeye karşı,
sabretsinler. Günahı her ne kadar zinadan daha azsa da mastürbasyon, yine de
Kitap ve sünnetle haram kılınmıştır. Bunun günahı zinânınkİnden daha azdır.
Çünkü bu, zinanın yol açtığı fesat ve soy karışması gibi zararlara yol
açmamaktadır.
Malıkıler:
Mastürbasyonun harâmhğına delil olarak şu hadîs-i şerifi ileri sürmüşlerdir:
"Ey gençler
topluluğu! Sizden, evlenebilen evlensin. Çünkü evlilik; gözü daha fazla
haramdan sakındırır, tenasül organını daha fazla iffetli kılar. Evlenemeyen,
oruç tutsun. Doğrusu oruç, onun şehvetini frenler.[106] Bu
hadîsi İbn Mes'ûd (r.a.) rivayet etmiştir.
Mâlikîler dediler ki:
Mastürbasyon; yani elle meni getirmek şer'an mubah olsaydı, yukarıdaki hadîste
bir çare olarak Resûlullah onu ileri sürerdi. Çünkü mastürbasyon, oruçtan daha
kolaydır. Ama anılan hadîste sözünün edilmemesi, haram olduğuna delâlet eder.
SübüFüs-Selâm adlı eserin sahibi der ki: Kişinin zinaya düşmekten korkması
halinde mastürbasyon yapabileceğine bazı Hanbelî ve bazı Hanefî âlimleri cevaz
vermişlerdir. Ama bu, güvenilir olmayan zayıf bir görüştür.
Hırsızlık haddine
gelince Cenab-ı Allah onu, kutlu kitabında izah buyurmuştur:
"Erkek hırsızla
kadın hırsızın; yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bir azap olmak üzere (sağ)
ellerini kesin. Allah, mutlak galibdir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.[107]
(15) Hırsızlık haddi; Kitap, sünnet ve icmâ-ı
ümmetle sabit olan hadlerden-dir. Hırsızlık haddini Yüce Allah, âyet-i kerîmede
anlatmıştır. Kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, müslüman olsun
gayr-ı müslim olsun; mallan koruyup muhafaza etmek amacıyla hırsızın elinin
kesilmesini emretmiştir. Islâmiyetten önce cahiliyet devrinde" de"
hırsızın elini kesmek, teamül halindeydi, îslâm gelince bu uygulamayı
benimsedi ve bilinen bazı şartlan ekledi. Nitekim islâm dini, kendisinden önce
teamülde bulunan kasame, diyet ve şeriatte vârîd olan diğer bazı şeyleri de
benimsedi, insanî maslahatları tamamlayan diğer bazı fazlalıkları da bunlara
ekledi.
Denilir ki; cahiliyet
devrinde ilk el kesenler, Kureyşlilerdir. Kureyşliler, Alîc bin Amr bin
Huzaa'nın Düveyk adındaki kölesinin elini kesmişlerdi. Dü-veyk, Kâbe-i
Muazzama'nın hazinesini çalmış, Kureyşliler de onun elinin kesilmesine
hükmetmişlerdi. İslâmiyet devrinde Resûlullah (s.a.s.) in, erkeklerden elini
kestiği ilk hırsız Hayyar bin Adiy bin Nevfel bin Abdi Menaf'tir. Kadınlardan
elini kestiği ilk hırsız, Mürre binti Süfyan bin Abd el-Esed idi. Ki o da
Mahzum oğullarındandı. Hz. Ebûbekir (r.a.) de kendi zevcesi Esma binti
Umeys'ten gerdanlık çalan Yemenlinin elini kesmiştir. Bunun daha önce
hırsızlık yaptığından dolayı sağ eli kesilmişti. Hz. Ebûbekir de bu defa sol
elini kesmişti. Hz. Ömer de Abdurrahman
bin Semüre'nin kardeşinin elini kesmiştir ki; bunlarda hiç hilaf yoktur.
Resûlullah (s.a.s.), çok kıymetli elini ucuz ve değersiz eşyalar için feda eden
hırsıza lanet etmiştir. Bazıları hırsızın elinin kesilmesi hükmüne itiraz
ederek demişler ki: Diyette değeri beşyüz dinar olan elin, üç dirhem
değerindeki bir eşyanın çalınması nedeniyle kesilmesine nasıl hükmedilebilir?
Buna cevaben
denilmiştir ki: El, emin olduğu müddetçe kıymetlidir. Hıyanet ettiği takdirde
kıymetsiz olur. Demişler ki: Bu hüküm, parlak islâm hukukunun hükümlerinin
sırlarından biridir. Çünkü şeriat koyucu, cinayetler babında el için beşyüz
dinarlık bir kıymet takdir etmiştir ki; saygın ve dokunulmaz olsun, ona karşı
bir cinayet işlenmesin. Hırsızlık babına gelince; el, hıyanet ettiği için de
kesilmesini gerektiren hırsızlık, malın değeri çeyrek dinar olmalıdır ki;
insanlar çabucak mal çalmaya yeltenmesinler. îşte bu nedenle Yüce Allah,
hırsızlıkta el kesilmesini şu sebebe bağlamıştır: "Yaptıklarına karşılık
ve Allah'tan bir azap olmak üzere..." Yani elleriyle insanların mallarını
çalmak gibi işledikleri kötü fiilin cezası olarak elleri kesilir. Hırsızların
çalarken kendisinden yardım gördükleri ellerinin kesilmesi, "Allah'tan bir
azap olarak" münasiptir. Yani bu fiili irtikâb ettiklerinden dolayı Allah'tan
bir azap olarak, başkalarına da ibret olsun diye elleri kesilmelidir. Zîra elin
kesilmesi, sahibini hayatı boyunca rezil rüsvay eder. Onu utanç ve perişanlığa
düşürür. Onu toplum nazarında düşük vaziyete sokar. Ki bu da hırsızlığın
önlenmesi, insanların mallarının, canlarının ve ırzlarının korunması için en
uygun bir cezadır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin mânası şudur: Erkek olsun kadın
olsun; hırsızın elinin kesilmesi vaciptir. Erkek hırsızlık yaptığı takdirde,
hür de olsa köle de olsa eli kesilir. Kadm da hırsızlık yaptığı takdirde eli
kesilir. Çünkü bu suç, kadından da erkekten de sadır olmuştur. Şu halde
Cenab-ı Allah, her ikisini de bu suçtan caydırmak istemiştir. Allah
Azîz'-dir." Mağlup ve makhur edilemez. "Hakîm'dir." İşlediği ve
kanunlaştırdığı şeylerde hikmetlice davranır. Toplumu fesat ve münkerattan
temizleyen, toplum için mutluluk ve güvenliği temin eden, maslahata uygun olan
hikmete göre had ve cezaları vaz'eder.
Cenab-ı Allah,
hırsızlık haddini kutsal Kitab'ında anlatmış, onun üzerine nass getirip
izahatta bulunmuştur. Nitekim zina haddini de anlatmıştır. Çünkü bu iki had de
toplum için ehemmiyet arzederler. Her iki hadde de kadın ve erkekten söz
etmiştir. Her ne kadar kadınla erkeğin mutlak olarak şer'î hükümleri müşterekse
de, erkeklik vasfıyla zamirleri anılan hüküm cümlelerinde daha çok ise de;
kadm ile erkekten ayrı ayrı sözetmiştir. Ancak imamet ve muharebe gibi şeriatin
erkeklere Özgü kıldığı hükümler müstesnadır. Bu gibi hükümlerde sadece
erkeklerden sözedilir. Yukarıdaki hadlerde kadınlarla erkeklerden ayrı ayrı
sözedilmiştir ki; herhangi bir kimse anılan hadlerin sırf erkeklere tatbik
edileceğini zannetmesin. Yalnız Cenab-ı Allah'ın hırsızlık haddini bildiren
âyette Önce erkek hırsızla; zina haddini bildiren âyette ise önce kadın
zinâkârla söze başlaması, şu sebepten ötürüdür: Mal sevgisi erkeklerde,
kadınlara nispetle daha fazladır. Böyle olunca da hırsızlık olayları,
kadınlara nispetle erkeklerden daha çok sadır olur. Kadınlara duyulan şehevî
yararlanma arzusu, elbetteki erkeklere duyulan arzudan daha fazladır. Şehveti
geri itilsin diye âyette önce kadından sözedilmiştir. Her ne kadar kadında
haya duygusu daha fazlaysa da, bu böyledir. Ama kadın zina ederse, ondaki haya
duygusu tamamıyla gider. Kadınlann zina etmeleri çok daha utanç vericidir. Zina
dolayısıyla gebe kalmaları, fazlasıyla zarara yol açar. Kadınların utangaç
olmaları, aslında hak olan bir şeydir. Çünkü onlar, gözlerden uzak ve korunmuş
olarak evlerinde oturmalıdırlar. Onların bu kötülüklerden me-nedilmeleri ve
ayrıca kendilerine önem verildiği için, zina âyetinde Önce kadınlardan söz
edilmiştir.
Cenab-ı Allah,
hırsızlık haddi olarak el kesilmesini emretmiştir. El, mala uzanan organdır.
Hırsızlık yaptığı için eli, Cenab-ı Allah bir ceza olarak sahibinden
almaktadır. Ama zina haddi olarak penisin kesilmesini emretme-mistir. Halbuki
fuhşu işleyen ve kadınla temasta bulunan organ da odur. Böyle olmakla birlikte
penisin kesilmesini emretmemiştir. Çünkü hırsızın kesilen eli gibi bir eli daha
vardır. Hırsızlıktan tevbe edip bu suçu işlememeye karar verdikten sonra,
kalan eli kesilen elinin yerine iş görür. Ama zinâkârm penisi kesilecek olursa,
onun yerine geçecek ve onun işini görecek ikinci bir penisi kalmaz. Ayrıca
penisin kesilmesinde üreme fonksiyonu işlemez olur. Ama elin kesilmesi
durumunda insan neslinin üremesi durmaz. Şu halde penisin kesilmesi, toplum
için daha tehlikelidir. Cenab-ı Allah'ın "Kesin" emrinin mânası,
izale etmek ve uzaklaştırmaktır. Çalanda, çalınan şeyde, çalınan yerde ve bu
yerin şeklinde geçerli bazı vasıflar olmadıkça, hırsızın elinin kesilmesi
gerekmez.
Hırsızda bulunması
gereken geçerli vasıflar şunlardır:
1- Bulûğ:
Çocuk, çaldığında eli kesilmez: Çünkü o, şeriat nazarında mükellef değildir.
2-Akıl:
Delinin eli kesilmez: Çünkü o ayılmadikça, işlediği suçları ilâhî kalem günah
olarak kaydetmez.
3-
Kendisinden çalman mala mâlik olmamalıdır[108]
Baba oğlunun malını çalarsa, eli kesilmez. Oğul da babanın malını çalarsa, eli
kesilmez.
4-
Kendisinden çalman kimsenin üzerinde velayeti bulunmamalıdır: Köle efendisinin
malını çalarsa eli kesilmez. Aynı şekilde efendi de kölesinin malını çalarsa,
eli kesilmez. Çünkü-köle ve malı, efendiye aittir. Bir kimse kölesinin malını
çalma nedeniyle eli kesilmez. Çünkü o kendi malını almıştır.
5- Çalan
kişi, dar-ı harpteki bir savaşçı olmamalı ve zorlanmayan, serbest iradeli bir
kimse olmalıdır: Örneğin ganimet malından çalan bir mücahidin eli kesilmez.
Rivayet olunduğuna göre beytü'I-male, ganimetin beşte biri olarak tahsis edilen
bir köle, yine beytü'1-male tahsis olunan beşte birlik maldan hırsızlık
yapmıştı da, Hz. Peygamber onun elini kesmemiş ve
"Allah'ın bir
malı, başka bir malını çaldı." demişti. Cihad meydanında hadler tatbik
edilmez. [109]
Çalınan malda
bulunması gereken geçerli vasıflar ise dört tanedir:
1- Nisab:
Nisabın miktarını belirleme hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdin Değeri
nisaptan az bir malı çalan kimsenin eli kesilmez.
2- Çalman
şey; mal edinilebilir, mülk edinilebilir ve satışı helâl olan bir şey
olmalıdır. İçki, domuz, oyun ve çalgı aleti çalan kimsenin eli kesilmez.
3- Çalman
mal, çalanın mülkü olmamalıdır: Örneğin rehin bıraktığı veya kiraladığı malı
çalan kimsenin eli kesilmez. Çalınan mal, çalanın mülküne benzer bir mal
olmamalıdır. Örneğin ganimet malından veya bcytü'l-malden çalan kimsenin eli
kesilmez. Çünkü onun da bu malda payı vardır. Rivayet olunduğuna göre;
ganimetin beşte biri olarak beytü'1-male tahsis edilen mallar arasından bir
miğfer çalan birisini Hz. Ali (r.a.) nin huzuruna getirmişler. O, bu adamın
elinin kesilmesini uygun görmemiş ve "Onun bu malda payı vardır"
demişti.
4- Çalman
mal, çahnabilir bir şey olmalıdır: Örneğin küçük kölenin veya dil bilmez, yaşlı,
yabancı bir kimsenin çalınması gibi. Ama iyi.konuşabi-len bir köleyi çalan
kimsenin eli kesilmez. (Çünkü bu, çalınır şeylerden değildir.) Malın çalındığı
yere gelince; bunda tek bîr vasfın bulunması gerekir. O da çalman mal için,
emsal olan malların korunma tedbirinin alınmış olmasıdır. Bunu kısaca şöyle
ifade edebiliriz: Belli bir yeri bulunan her şeyin bulunduğu yeri onun
mahfazasıdır, korunağıdır. Beraberinde muhafızı bulunan her şeyin mahfazası,
onun muhafızıdır. Evler, meskenler ve dükkânlar; içlerinde bulunan şeylerin
mahfazasıdırlar. Bu yerlerin sahipleri hazırda da olsalar gaipte de olsalar
hüküm aynıdır. Kezalik beytü'I-mal de müslüman cemaatin malının mahfazasıdır.
Her ne kadar çalmadan önce, devlet başkanının, beytü'l-malden kendisine mal
verebileceği fertlerden biriyse de; hırsız, beytü'l-malden bir şey çalma
hakkına sahip değildir. Müslümanlardan her bir ferdin beytü'l-maldekİ hakkı,
ancak devlet başkanının kendisine ihsanda bulunmasıyla belirlilik kazanır.
Görmezmisin ki; devlet başkanının beytü'l-maldeki malları hiç kimseye
paylaştırmadan sadece bir tarafa sarfetmesi caizdir. Ya da bir beldeye değil de
başka bir beldeye sarfetmesi, yahut bir kavmi mahrum bırakıp diğer bir kavme
vermesi caizdir. Şu halde hırsız, beytü'l-malde hakkı bulunmayan kimselerden
biri olarak takdir edilir. Beytü'l-malden çalması durumunda eli kesilir.
Hayvanların sırtları,
taşıdıkları malların mahfazasıdır. Dükkânların ön ve yan tarafları -buralar her
ne kadar dükkândan sayılmasalar da- satış için oralara konulan malların
mahfazasıdır. Dükkân sahibi bu eşyaların yanında bulunsa da bulunmasa da,
buradaki mallar gece de çalınsa, gündüz de çahn-sa; çalanın eli kesilir. Aynı
şekilde bağlı olsunlar olmasınlar, pazardaki koyun yerleri de koyunların
mahfazasıdır. Sahipleri beraberlerinde bulunsa da bulunmasa da, bağlı
bulundukları yerler, hayvanların mahfazasıdır. Hayvan mescidin kapisındaysa
veya çarşıdaysa, mahfazada sayılmaz. Meğer ki; beraberinde muhafızı bulunsun.
Onu bağlayan da mescidin müştemilatında bulunsun veya hayvanı için bir bağlama
yeri edinmiş olsun. O zaman bağlandığı yer, hayvanın mahfazası olur.
Gemi, içindeki mal ve
metâın mahfazasıdır. Geminin seyir halinde olmasıyla demirlemiş olması
arasında bu bakımdan fark yoktur. Geminin kendisi çalmırsa; o, hayvan
hükmündedir. Seyir halindeyse, mahfazalı değildir. Sahibi onu bir yere bağlayıp
demirlemişse; demirlemiş olması, gemi için mahfazadır. Aynı şekilde gemiyle
beraber her nerede bulunursa bulunsun; bir kimse varsa, o gemi, mescid
kapısında durup beraberinde muhafızı bulunan hayvan gibi mahfazalı sayılır.
Ancak sahibi gemiyi seferde bir limana getirip oraya demirlerse, beraberinde
dursa da durmasa da, gemi mahfazalı sayılır.
Birlikte bir binada
barınanlar; meselâ herkesin müstakil olarak birer odada kaldığı otellerdeki
kimseler veya her öğrencinin müstakil olarak birer odada kaldığı öğrenci
yurtlarındaki öğrenciler; arkadaşlarının odalarından bir şey çalar, bu eşyayı
arkadaşının odasından çıkarır da yakalanırsa; çaldığı şeyi kendi odasına
koymamış da olsa, yurt binasının veya otelin dışına çıkarmamış da olsa, eli
kesilir. Ama onlardan biri otelin veya yurdun salonundan bir şey çalarsa,
çaldığı malı kendi odasına koymuş veya bina dışına çıkarmış da olsa; çaldığı
mal nisap değerinde de olsa, eli kesilmez. Çünkü salon, alışveriş için hepsine
mubah kılınmış olan bir yerdir. Ancak çalınan mal, bağlı bulunduğu yerdeki bir
hayvansa veya bağlı bulunan bir bisikletse veya bunlara benzer bîr şeyse, bu
durumda çalanın eli kesilir.
Hırsızlıkta mutlaka
bulunan rükünler; hırsız, çalınan şey, çalma eylemi olmak üzere üç tanedir.
Önce de ggçtiği gibi, bunlardan her birinin şartlan vardır:
Hırsızlık: Akıllı ve
baliğ bir kimsenin, kendi mülkü veya mülk benzeri olmayan, başkasına ait, nisap
veya nisap kıymetindeki mahfazalı bir malı, kendisine emanet olunmaksızın
gizlice ve saklanarak almasıdır. Ayrıca müs-lüman veya zımmî, mürted, erkek,
kadın, hür veya köle de olsa; çalarken zorlanmayan serbest iradeli bir kişi
olması gerekir.
Bu şartlar tahakkuk
ettiğinde haddi tatbik etmek vâcib olur. Had, hırsızın -eğer sağlamsa- sağ
elini kesmektir. Ama sağ eli daha önce kesilmişse veya felçliyse, sol eli
kesilir. Bu hususta hiç ihtilâf etmeksizin âlimler ittifak etmişlerdir. Zîra
mal, nefislerin sevgilisidir. Beşer tabiatı, özellikle ihtiyaç ve zaruret
anında ona meyleder. Bazı kimseler vardır ki; onları kötülük ve hırsızlık
yapmaktan ne akıl ne haya ne diyanet ne de insaniyet engeller. Asmak, kesmek
gibi şer'î cezalar olmazsa; ya sahiplerine karşı ululuk taslayarak halkın
mallarını zorla ve açıkça; ya da gizlice almaya çarçabuk teşebbüs edeceklerdi.
Bunda da örtbas edilemeyecek zararlar ve fesat vardır. Kulların hallerini
düzeltmek, fesat kapısını kapatmak için gerek büyük, gerek küçük hırsızlıkta
gizlice çalan kimse hakkında bu caydırıcı müeyyideleri vaz'etmek münasiptir.
Nasslar mutlak olduğu için; el kesme cezası, hür kimseye de köleye de eşitçe
uygulanır. El kesmek yarıya bölünemeyeceği için, insanların mallarını korumak
amacıyla kesme cezası, köleye de tam olarak uygulanır.
Hanefîler dediler ki:
Hırsızlık haddinin nisabı bir dinar veya damgalı olsun olmasın on dirhem ya da
bu ikisinden birinin kıymetidir. "Dirhemden başka şeylerin kıymeti, altın
da olsa dirhemle takdir edilir" diyenler olmuştur. Dirhemlerin piyasada
geçerli olmaları şarttır. Hanefîler bu görüşlerine delil olarak îbn Abbas ile
İbn Ümmü Eymen (r.a.) nin şu sözlerini ileri sürmektedirler: "Resûlullah
(s.a.s.) in zamanında, çalan kimsenin elinin kesilmesine neden olan kalkanın
kıymeti on dirhemdi."
Amr bin Şuayb'ın,
babasından, o da Amr'in dedesinden naklederek Re-sûlullah (s.a.s.) in Şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kalkanın
bedelinden az olan şey için hırsızın eli kesilmez[110]
Kalkanın bedeli de o zaman on dirhemdi. îbn Abbas ile Abdullah bin Amr'in,
kalkan bedeli hususunda îbn Ömer'e muhalefet ettiklerini söylediler. Şu halde
ondan daha fazlasını esas almak, ihtiyat gereğidir. Çünkü hadler, şüphelerle
bertaraf edilir, uzaklaştırılırlar. Azın da suç olmama şüphesi vardır. Şu
halde daha çoğunu esas almak uygun olur ki; o da elin şerefi ve malın azlığı
dolayısıyla tecavüz babında hadden vazgeçme hükmünün kapsamına girer.
Mâlîkîler dediler ki:
Hırsızlık haddinin nisabı, damgalı üç halis dirhemdir. Bir kimse-üç dirhemi
veya üç dirhem değerindeki bir şeyi ya da daha fazla değerdeki eşya veya
hayvanı çalarsa, ona had tatbik etmek vâcib olur ve eli kesilir. Mâlikîler buna
delil olarak Nafi' kanalıyla îbn Ömer'den nakledilen-şu rivayeti ileri
sürmüşlerdir: Buharı ve Müslim'in Sahih'lerinde de rivayet olunduğu gibi
Resûlullah (s.a.s.), bedeli üç dirhem olan bir kalkanı çalan kimsenin elini
kesmiştir. Merhum imam Mâlik demiş ki: Osman bin Affan (r.a.) değeri üç dirhem
olarak takdir edilen bir turuncu çalan kimsenin elini kesti. Bu mevzuda
duyduklarım arasında hoşuma en çok giden haber de budur. Hz. Osman (r.a.) m
böyle yaptığını İmam Mâlik, Abdullah bin Ebû Bekir'den o da babasından, babası
da Urve binti Abdurrahman'dan rivayet etti ki: Efendimiz Osman (r.a.) zamanında
bir hırsız turunç çalmıştı. Hz. Osman, turunca değer takdir edilmesini
emretmişti. Turunca, onikisi bir dinar değerinde olan üç dirhemlik değer takdir
edilmişti, Hz. Osman (r.a.) da hırsızın elini kesmişti.
Mâlikîler dediler kİ:
Bu gibi uygulamalar herkesçe duyulmuş ve hiç kimse tarafından reddedilmemiştir.
Bu, sükûtî icmâ haline gelmiş bir hükümdür. Bunda, meyve hırsızlığı nedeniyle
el kesileceğine delil vardır.
Hırsızlık haddi
nisabında üç dirhemin esas alınması dolayısıyla, çalınan mal çeyrek dinara eşit
olsa bile hırsızın eli kesilmez.
Şâfiîler dediler ki:
Hırsızlık nisabı çeyrek dinar veya ona eşit miktarda dirhemler veya paralar
veya eşyalar, yahut bunlardan daha fazlasıdır. Eşyalara değer takdiri
yapılırken asıl ölçü çeyrek dinardır. Dirhemlere değer takdiri yapılırken de bu
ölçü esas alınır. Çalınan mal üç dirhem de olsa, çeyrek dinara eşit olmayınca,
çalanın eli kesilmez. Şâfiîfer, mezheplerini teyid için Zührî'nin Amret'den,
onun da Âişe"(r.a.) den rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerîfi delil
olarak ileri sürerler: Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki;
"Çeyrek dinar
veya daha fazlası için hırsızın eli kesilir.[111] Bu
hadîsin sıhhatinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Müslim, Ebû Bekr bin
Muhammed bin Amr bin Hazm'den, o da Amret'den, o da Hz. Ai-şe'den naklederek
Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Çeyrek dinar
veya daha fazla olmadıkça, hırsızın eli kesilmez.[112]
Şâfiîler dediler ki:
Bu hadîs, bu meselede nihaî hükmü vermiştir. Başka
miktarların değil de çeyrek dinarın bu
meselede esas ölçü olarak alınması gerektiğine dâir bir nasstır. Dediler ki:
Kalkan bedeliyle ilgili hadîs her ne kadar üç dirhemi eses almışsa da bu
hadîsle çelişmemektedir. Çünkü o zamanda bir dinar, oniki dirheme bozduruluyordu.
Kalkanın bedeli olan üç dirhem, çeyrek dinarın bedeli idi. Böylece de iki hadîs
arasında uyum sağlanmış oldu. Bu görüş Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân ve Ali
bin ebi Talib'den (Allah onlardan razı olsun) nakledilmiştir. Ömer bin
Abdülaziz, Leys bin Sa'd, îshak binRâheveyhjEvzaî ve Ebû Sevr de
(Allah'ın-rahmeti üzerlerine olsun) bu görüştedirler. Dediler ki: Bunlar
arasında tercihe şâyân olan görüş şudur ki; muhaddislerce üzerinde ittifak
edilen İbn Ömer'in hadîsinden anlaşıldığına göre kalkanın değeri üç dirhemdir.
Buna muhalif olan diğer hadîsler, sıhhat bakımından buna eşit değildirler. İbn
Arabî der ki: Hadîste otorite olmakla birlikte Süfyan-ı Sevrî, çalınan malın
on dirhemi bulmaması halinde el kesilmemesi gerektiği görüşüne meyletmiştir.
Hanefî mezhebi de bu görüştedir. Çünkü el saygındır. Dokunulmazlığı icmâa
dayalıdır. Dokunulmazlığının kaldırılması da ancak âlimlerin üzerinde icmâ
ettikleri bir hükümle olur. On dirhem ise, e.1 kesmek için âlimlerin hepsi
tarafından üzerinde ittifak edilen bir miktardır. Şu halde el kesmek için daha
aşağısı üzerinde ittifak edilmedikçe on dirhem esas alınır.
Hanbelîler dediler ki:
Çeyrek dinar ve üç dirhemden her biri, şer'î dayanaktır. Bunlardan birini veya
bunlardan birine eşit değerdeki başka bir malı çalan kimsenin eli, İbn Ömer ile
Hz. Âişe'nin hadîsleriyle amel edilerek kesilir. îmam Ahmed bin Hanbel'in
lafzıyla Hz. Âişe'den nakledildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Çeyrek dinar
için (el) kesin. Bundan daha aşağısı için kesmeyin." Bu buyruğun verildiği
asr-ı saadette çeyrek dinar, üç dirheme eşit değerdeydi. Dinar da oniki
dirhemdi. Neseî'nin lafzıyla yapılan bir rivayette de şöyle buyurulmuştur:
"Kalkan
bedelinden daha azı için hırsızın eli kesilmez. [113]Hz.
Âişe (r.a.) ye, "Kalkan bedeli nedir?" diye sorulduğunda,
"Çeyrek dinardır" cevabını vermişti. Bütün bunlar, hırsızın elinin
kesilmesi için, on dirhemi veya on dirhem değerinde bir malı çalmış olmasının
şart koşulmadı-ğına delâlet eden nasslardir. Yüce Allah, en iyi bilendir.
Cenab-ı Allah hırsız
erkekle hırsız kadının elini kesme emrini verirken, onların sağ ellerinin
kesilmesini kasdetmiştir.
(16) İmamlar, hırsızın
elinin kesilmesinin vâcib olması durumunda; bu eğer ilk hırsızlığıysa,
hırsızlık nedeniyle kendisine ilk olarak had tatbik ediliyor ve bedeni de
sağlam ise, bilek mafsalıyla birlikte sağ eli önce kesilir. Sonra bu eli,
kaynatılmış zeytin yağına batırılarak kam durdurulur. Çünkü: Hırsızlık fiilini
direkt olarak el yapar. Bedenin kol ve pazuyu taşıdığı gibi kol ve pazu da
hırsızlık yapan eli taşırlar. Şu halde kesme cezası, sadece suçu işleyen
organa (ele) tatbik edilir. İlk hırsızlık suçu nedeniyle önce sağ el kesilir.
Çünkü bazı solaklar dışiîıda insan bir şeye uzanırken çoğunlukla sağ elini
uzatır.
Resûlullah da
Mahzumİyeli Fatıma'nın ve kendilerine hırsızlık haddi uyguladığı diğer
kimselerin sağ ellerini kesmişti. Hırsızlık âyetindeki mücmelliği Abdullah bin
Mes'ûd'un kıraati vuzuha kavuşturmuştur. Hırsızın hangi elinin kesilmesi
gerektiği sorusuna, îbn Mes'ûd'un
"Sağ ellerini
kesin" şeklindeki okuyuşu cevap vermiştir. Bu hüküm üzerinde hiç bir
ihtilâf olmaksızın icmâ-ı ümmet vardır. Sağ eli kesildikten sonra dönüp
yeniden hırsızlık yapar ve kesme cezasının kendisine uygulanması vâcib olursa,
sol ayağı, ayak bileği kısmından kesilir. Kanama dursun diye kesilen yer,
ateşle dağlanır. Yahut Resûlullah (s.a.s.) in emrettiği ve Sahabe-i Kiramın
(Allah onlardan razı olsun.) yaptıkları gibi kesilen organ, kaynatılmış
zeytinyağının içine batırıhr.
Rivayet olunduğuna
göre Resûlullah (s.a.s.), hırsızın elinin bilekten kesilmesini emretmiş ve
sahabîlerine
"Onu kesin ve
dağlayın[114] demiştir. Çünkü kesilen
yerin dağlanmaması, organın telef olmasına yol açar. Dağlamadan da^na" ma
durdurulamaz. Had telef edici değil, caydırıcıdır. Bu nedenle de şiddetli
sıcaklarda veşiddetli soğuklarda el kesilmez. Zîra bu, eli veya ayağı kesilen
hırsıza eziyet verir. Sonra imamlar hırsızın üçüncü kez çalması durumunda
kendisine kesme cezasının uygulanıp uygulanmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Hanefîler dediler ki:
Hırsız, sağ eli ve sol ayağı kesildikten sonra tekrar çalarsa; üçüncü kez ona
had tatbiki durdurulur. Bir tarafının kesilmesi icab etmez. Ancak, çalınan
mahn tazminatı kendisine ödettirilir. \ Hırsızlığa tevbe edinceye kadar
dövülüp hapsedilir. Kural gereği hırsızlık haddi, insanı telef etmek için
değil de çalmaktan menetmek İçin meşru kılınmıştır. Çünkü hadler, saygın olan
insanı telef etmek amacıyla değil de büyük günahları işlemekten caydırmak
amacıyıa Konulmuştur. Her bakımdan veya bir bakıma canı telef etmeyi içeren
had, had olarak meşru kılınmamıştır. Menfaat cinsinin telefiyetine yol açan her
kesim, bir bakıma can telef etmek olur ki; o da meşru değildir. Üçüncü kez
çalma durumunda sol elin; dördüncü kez çalma durumunda sağ ayağın kesilmesi,
tutma ve yürüme menfaati cinsinin telef olmasına yol açar ki; bu da meşru
değildir. Hz. Ali (r.a.) nın şu sözüyle buna işaret edilmiştir: "Hırsıza,
kendisi ile yemek yiyeceği abdest yerlerini temizleyeceği bir el ile üzerinde
yürüyeceği bir ayak bırakmamaktan Allah'a karşı utanırım" Diğer sahabîler
de bu sözü delil edinip bu şekilde icmâ etmişlerdir.
Eli kesilmiş, fakat
yine hırsızlık yapmış bir adamı (bu adamın adı Se-dum idi) Hz. Ömer (r.a.) in
huzuruna getirmişler; Hz. Ömer onun elini kesmek istemiş fakat Hz. Ali ona
şöyle demişti: "Bu adamın zaten daha önce bîr eliyle bir ayağı
kesilmiştir." Bunun üzerine Hz. Ömer onu hapsetmiş, elini kesmemişti. Hz.
Ali'nin fetva vermesi, Hz. Ömer'in de önceki kararından rücû etmesi; ikisinin
de herhangi bir red ve muhalefetle karşılaşmamaları, onların ve diğer
sahabîlerin bu hususta icmâ ettiklerine delâlet eder. Ya da Resûlullah (s.a.s.)
in bunu teyîd eden bir hükmünü bildiklerine delâlet eder. Fakat bu kısasın
hilâfınadır. Çünkü o kul hakkıdır. Kulun hakkını ödemek için, kısasın hükmü
yerine getirilir. Fakat bu, eşine az rastlanılan bir durumdur. Eli ve ayağı
kesildikten sonra bir insanın hırsızlık yapması pek nadirdir. Had, ancak çok
rastlanılan şeyler için uygulanır. Hırsızlığı tekerrür ettiği takdirde
hırsızın iki eliyle iki ayağının kesilmesinin gerekliliğine dâir rivayet olunan
hadîse gelince; merhum Tahavî bunu ta'n etmiştir. Veya şöyle de diyebiliriz:
Bu hadîs eğer sahih olsaydı, sahabîler bunu Hz. Ali'ye karşı delil olarak
ileri sürerlerdi. Hz. Ali de kendi görüşünden vazgeçip onlara katılırdı.
Kendisinin onlara karşı hüccet bulması ve onların da karşı koymaksızın kendisine
katılmaları, bu hadîsin sahih olmadığına delâlet etmektedir. Sağ eli yok veya
kesikse, sol ayağı mafsaldan kesilir. Sol ayağı kesilmişse, kesme cezası
uygulanmaz. Çünkü, açıklamış olduğumuz şekilde bunda insanı telef etme durumu
vardır. Bu durumdaki hırsız çaldığı malın tazminatını öder ve tevbe edinceye
dek hapsedilir.
Sol eli kesikse veya
başparmağı ya da başparmağından başka iki parmağı -diğer bir rivayete göre ise
üç parmağı- kesikse yahut sağ ayağı kesikse veya felçliyse veya yürümesini engelleyecek şekilde
topalsa; ne sağ eli ne de sol ayağı kesilmez.
Özetle deriz ki:
Kesmeden önceki herhangi bir afet nedeniyle, sağ eli kesildiği takdirde sol
elinden yararlanamayacak veya sağ ayağından yararlanamayacak bir durumdaysa,
hırsızın eli kesilmez. Çünkü kesilirse tutma veya yürüme menfaati elden
kaçırılacaktır. Elin kıvamı başparmak iledir. Başparmağın bulunmaması veya var
olup da felçli olması, elin tamamıyla felçli olması gibidir. Başparmak
dışındaki bir parmağın kesik veya felçli olması durumunda eli kesilir. Çünkü
bir parmağın yokluğu, tutma ve yürümede belirgin bir noksanlığa sebeb olmaz.
Ama iki parmak yok olunca, durum bunun hilâfına olur. Çünkü tutma işinde iki
parmak, başparmak gibidir. Sağ elde kısmî felçlik varsa veya parmakları noksan
ise, kuvvetli rivayete göre kesilir.
Mâlikîler ve Şâfiîler
dediler ki: Hırsız ilk defa çaldığında sağ eli bilek mafsalından kesilir. Sonra
bu eli, ateşle veya kaynatılmış zeytinyağıyla dağlanır. İkinci kez çaldığında
sol ayağı ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşle dağlanır. Üçüncü kez
çaldığında sol eli bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşle dağlanır. Dördüncü kez
çaldığında, sağ ayağı bilekten kesilir. Sonra bu ayağı ateşle dağlanır. Beşinci
kez çaldığında hapsedilir ve ta'zîr edilir. Kendisinden kesme haddini
uzaklaştıracak şekilde çalan kimseye ta'zîr cezası verilir. Şüphe nedeniyle
kendisinden kesme haddi uzaklaştırıldığında; imam onu suç işlemekten caydırmaya
yeterli göreceği bir ta'zîr cezası verir.
Hırsız oturtulup
bağlanır. Sonra bileği açığa çıkacak şekilde eli bir iple çekilir. Bunun
ardısıra eli keskin bir demirle kesilir. Sonra elinin kesilen yeri dağlanır.
Daha az acı verecek ve daha sağlam bir alet varsa, kesim işi onunla yapılır.
Çünkü ondan kastedilen amaç telef etmek değil onunla haddi tatbik etmektir. Bu
nedenle Ölüm cezası dışındaki hadler; gebe kadına, ağır hastaya, hastalığı
belirgin olana tatbik edilmez. Yine ölüm cezası dışındaki hadler, aşırı
derecede soğuk, aşırı derecede sıcak günlerde ve telefiyete (ölüme) neden
olacak ortamlarda tatbik edilmez.
Sağlığa kavuşuncaya
kadar haddin tatbikini ertelemeyi gerektiren ölüm (telefiyet) sebeplerine şu
hususları örnek olarak gösterebiliriz: Hırsızlık nedeniyle eli kesilen ve
kesilen kısım henüz iyileşmeden yemden hırsızlık yapan kimse, eli iyileşinceye
dek sol ayağı kesilmez. Yine bu kabilden olarak; zina ettiği için kendisine yüz
değnek vurulan kimse, vücudundaki darbe izleri, yara ve bereleri iyileşmeden
yeniden zina ederse; ikinci yüz değneklik ceza, eski yara ve bereleri
iyileşmedikçe kendisine had tatbik, edilmez. Suçluya isabet eden diğer yara ve
hastalıklar da bu hükme tabidirler. Onların, üçüncü ve
dördüncü kez yapılan hırsızlık nedeniyle
de hırsızın elinin kesilmesinin caiz olduğuna dair delilleri, Câbir bin
Abdullah'ın rivayet ettiği şu hadîstir: Daha Önce yaptığı hırsızlık nedeniyle
eli kesilen bir köle, tekrar çaldığı için Hz. Peygamber'in huzuruna getirildi.
Hz. Peygamber onun ayağını kesti. Dare-kutnî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek,
Hz. Peygamber'in hırsız hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
"Çalarsa, (sağ)
elini kesin. Sonra yine çalarsa (sol) ayağını kesin. Sonra yine çalarsa (sol)
elini kesin. Sonra yine çalarsa (sağ) ayağını kesin."
Merhum İmam Şafiî'nin
şöyle dediği rivayet olunur: Mâlik bize Abdur-rahman bin Kasım'dan, o da
babasından naklederek bize haber verdi ki; Yemenli, eli ve ayağı kesik bir
adam, Hz. Ebûbekir (r.a.) e gelerek, Yemen valisinin kendisine zulmettiği
gerekçesiyle ondan şikâyetçi olduğunu bildirdi. Bu adam gecelerini namazla
geçiriyordu. Hz. Ebûbekir ona, "Babanın başına yemin olsun ki; senin
gecelerin hırsız gecesi değildir" diyordu. Sonra Esma binti Umeys'in (Hz.
Ebûbekir'in zevcesinin) kaybolan zinetlerini aramaya başladılar. Bu adam da
onlarla beraber araştırıyor ve şöyle diyordu: "Allah'ım! Geceleyin bu
sâlih kimselerin evinden hırsızlık yapan kimsenin cezasını ver." Sonra
kaybolan zinetleri, eli ve ayağı kesik olan bu adamın kendisine getirip
sattığını söyleyen bir kuyumcunun yanında buldular. Bu adam da, zinetleri
kendisinin çaldığını itiraf etti. Veya kendisinin çalmış olduğuna başkaları şahitlik
ettiler. Hz. Ebûbekir emir verdi ve sol eli kesildi. Ebû Zer de onun için şöyle
dedi: "Allah'a and olsun. Onun kendine beddua etmesi, hırsızlık yapmasından
çok daha zoruma gitti." Merhum Şafiî dedi ki:-Biz, Hz. Ebûbekr'in bu
uygulamasını benimsiyoruz. Bir kimse ilk defa hırsızlık yaptığında sağ eli
bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşte dağlanır. İkinci kez çaldığında sol
ayağı, ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşte dağlanır. Üçüncü kez
çaldığında, sol eli bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşte dağlanır. Dördüncü
kez çaldığında sağ ayağı, ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşte
dağlanır. Be-şinci kez çaldığında hapsedilir ve ta'zîr edilir. İbnü'l- Münzir
dedi ki: Ebûbekir ile Ömer'in elden sonra el; ayaktan sonra ayak kestikleri
sabittir. Üçüncü kez yapılan hırsızlık nedeniyle kesmenin caiz olmadığı, bu
durumdaki hırsızın ancak hapsedilip ta'zîr edilmesi gerektiği yolundaki
görüşlerine delil olarak Hanefîler ş\ı hadîsî ileri sürerler. Beyhakî'nin
rivayet ettiğine göre Hz. Ali (r.a.), (eli ve) ayağı kesildikten sonra üçüncü
kez hırsızlık yaptığı gerekçesiyle huzuruna getirilen kimse için, sol eli
kesilsin denildiğinde, "Ne ile mes-hedecek ve ne ile yiyecek?"
demişti. Sonra sözüne şöyle devam etmişti: "Ayağını kesersem ne ile
yürüyecek? Bunun elini veya ayağını kesmekten Allah'a
karşı utanırım."
Böyle dedikten sonra o hırsızı dövüp hapse atmıştı. Hz. Ali bu uygulamasıyla
insana kıymet vermiş ve onun hürmetinin mal hürmetinden çok daha fazla
olduğunu göstermişti.
Hanefîlerin ileri
sürdükleri bu delile karşı Mâliki ve Şâfiîler şöyle demişlerdir: Bu görüş,
nasslara karşı mukavemet edemez. Hanefîlerin dedikleri gibi nassm konusu olan
şey zayıf olsa bile, bu anlamda vârid olan diğer rivayetler onu teyid ederler.
Kesilecek (sağ) el, hırsızlıktan başka bir nedenle yok olmuş veya felçli olmak
gibi yok hükmündeyse, o zaman sol el kesilir. Bazıları, bu durumda sağ ayağın
kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Hanbelîler:
Kendilerinden bu konuda vârid olan rivayetlerinden birinde demişler ki: Üçüncü
kez çalması durumunda, Hanefîlerin de dedikleri gibi hırsızın eli kesilmez. Bu
durumda şeriatin kullar için koyduğu hafifletici hüküm gözönünde bulundurulur.
Ayrıca maldan daha kıymetli olan mü'mi-nin muhteremliği nazar-ı itibara alınır.
Diğer bir rivayetlerinde Hanbelîler şöyle derler: Üçüncü kez çalması durumunda
hırsızın sol eli kesilir. Tekrarlayarak dördüncü kez çalarsa, Mâlikî ve
Şâfiîlerin de dedikleri gibi sağ ayağı kesilir. Çünkü o mezhepler malın
dokunulmazlığını ön plâna alırlar. Doğruluktan sapan, hırsızlık eden ve
yeryüzünde fesatçılık yapanlara katı tavır takınırlar,
Bazı âlimler dediler
ki: Hırsız beşinci kez çalarsa, başkalarına ibret olsun diye öldürülür.
Hapsedilmez ve tazminat ödemez. Bu görüşte olanlar, delil olarak Neseî'nin
Haris bin Hatıp'tan rivayet etmiş olduğu şu hadîsi ileri
sürerler:
Resûlullah (s.a.s.) a
bir hırsız getirildiğinde, "Onu öldürün" emrini vermişti. Sahabîler,
"Ya Resûlallah! Bu sadece hırsızlık yapmıştır" dediklerinde, yine
"Onu öldürün" emrini vermişti. "Ya Resûlallah, bu sadece hırsızlık
yapmıştır" dediklerinde, "Elini kesin"[115]
demişti. Sonra o adam yine hırsızlık yapınca, ayağı kesilmişti. Hz. Ebûbekir'in
zamanında da hırsızlığa devam edince, kör kütük oluncaya dek kalan el ve
ayakları da kesilmişti. Beşinci kez çaldığında Hz. Ebûbekir, [Resûlullah
(s.a.s.) "Onu öldürün" dediğinde, bunun böyle olacağını biliyordu]
dedi ve onu öldürmeleri için, aralarında Abdullah bin Zübeyr'in de bulunduğu
Kureyş'ten bir grup gence teslim etti. Abdullah bin Zübeyr baş olmayı severdi.
Gçnçlere, "Beni sizin amiriniz yaptılar" dedi. Gerçekten onu onların
amiri yaptılar. O, hırsıza her vurdukça gençler de vuruyorlardı. Böylelikle
onu öldürdüler.
Bu hadîsî delil olarak
ileri süren âlimler, Câbir (r.a.) in rivayet ettiği şu hadîsi de delil olarak
ileri sürmektedirler: "Resûlullah (s.a.s.), beşinci kez hırsizlik yapan
bir kimse için "Onu öldürün" emrini verdi. Biz de koşarak gidip onu
öldürdük. Sonra onu sürükleyip bir kuyuya attık ve üzerine taşları attık."
Şunu bil ki; İslâm
hukuku, muamelâta dâir kanunlar vaz'etmiş ve onu en güzel bir şekilde tafsil
edip açıklamıştır. Satma, satın alma, rehin, ica-re, şirket ve şuf'a için
nizamlar koymuştur. Ekonomi, ticaret, tarım ve sanayi alanını ilgilendiren
kanunlar koymuştur. Hiç bir şey bırakmamıştır ki; onun için insan nevinin
maslahatına, terakkisine, insanlar arasındaki anlaşmazlık ve düşmanlıkların
kaldırılmasına, aralarında güven bağlarının yerleşip kök salmasına,
kalplerindeki kin ve düşmanlığı çekip çıkarmaya, zayıfların hukukunu korumaya,
onlardan zulmü kaldırmaya dayalı hüküm ve nizamlar koymuş olmasın. Müctehidler,
Kur'an-i Kerîm ve sahih sünnetin getirmiş olduğu nasslardan, değişik
zamanlardaki olayların gerektirdiği insanlık maslahatlarını içerenleri ele
almışlardır. Böylece müslümanlar için çok büyük bir hukuk serveti oluşmuştur.
Bu hukuk ve fıkıh servetini; toplumun yararlanacağı, ümranın sütunlarının
dayandırılacağı, millet ve halkların kendisiyle gerçekten mutlu olacakları
kanunların aslı yapabilirler. Bununla beraber İslâm hukuku, malî muamelât
kanunlarına muhalefet edenler için belirli cezalar koymamış; tersine, bu tür
muhalefetler için verilecek cezaları, her yer ve zamana uygun olsun diye
hâkimin takdirine bırakmıştır. İşte bu, ta'zîr babıdır. İslâm hukuku, emir ve
yasakları çiğneyenler için zaman ve mekâna uygun cezalar verme hususunda,
hâkime takdir yetkisi vermiştir. Ayrıca hâkim, bu hususta ceza verirken,
işlenen muhalefet nedeniyle meydana gelen şer ve fesadı da nazar-i itibara almalıdır.
Yalnız hırsızlık suçunun cezası, hâkimin takdirine bırakılmamış; onun 'Çin
verilecek ceza, bilindiği gibi nassla belirtilmiştir.
(17) Dört mezhep
imamı, hırsızlık haddinin diğer hukuk meselelerinde olduğu gibi İkî âdil
erkeğin şehadetiyle hırsızın üzerinde sabit olacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Yine dört imam; hür kimsenin, bu suçu işlediğini ikrar ve itiraf
etmesiyle de sabit olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Hanefî, Mâlîkî ve Şafiîler
dediler ki: Bir kez yapılan ikrarla sabit olan diğer hukuk gibi hırsızlık haddi
de akıllı ve baliğ olan kimsenin bir kez olsun ikrarda bulunmasıyla sabit olur.
Çünkü bunda töhmet yoktur. Kısas ve kazf haddinde olduğu gibi bunda ikinci
ikrara gerek yoktur. Kısas ve diğerlerindeki ikrarların ikinci kez
tekrarlanması gerektiğine dâir nass vardır. Şehadette tenbih üzerine nass
vardır, ikrar, buna kıyaslanmaz. Şehadette tenbih, yalan töhmetini azaltmayı
ifade eder. İkrar böyle değildir. Çünkü kendi şahsının aleyhinde ikrarda
bulunan kimse, yalan söylemekle itham olunmaz. Yalnız zina ikrarında kıyasa
aykırı olarak ikrarın birden fazla sayıda yapılması şart koşulmuştur. Bu
hususta özel nass vardır. Şu da var ki; birinci ikrar doğru olursa, o zaman
ikinci ikrarın bir yaran yoktur. Çünkü o, birinci ikrarın doğruluğunu
fazlalaştırmaz. Birinci ikrar yalan ise; ikinci ikrar ile doğruya dönüşmez. Şu
halde ikrarı tekrarlamamın bir yararının olmadığı açığa çıkmış oldu.
Hanbelîler ile îmam
Ebû Yûsuf dediler ki: Hırsızlık haddi, suçlunun iki kez ikrarda bulunmasıyla
aleyhinde sabit olur. Bir ikrarla had sabit olmaz. Bu görüşleri teyid için Ebû
Ümeyye el-Mahzumî (r.a.)den rivayet edilen şu hadîsi delil olarak ileri
sürmüşlerdir: Beraberinde çalıntı mallar bulunmadığı halde hırsızlık ettiğini
itiraf eden bir adam, Resûlullah (s.a.s.)ın
huzuruna getirildi.
Resûlullah (s.a.s.) ona;
"Ben senin
hırsızlık yaptığını sanmıyorum[116]
dedi. O da ' 'Hayır, hayır ey Allah'ın Resulü? Ben hırsızlık yaptım'' dedi ve
-bu sözünü iki ya da üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber emir verdi
ve eli kesildi. Kesildikten sonra huzuruna getirildiğinde ona: "Allah'tan
af dile ve tevbe et" dedi. Peygamber (s.a.s.)de üç kez "Allah'ım,
onun tevbesini kabul buyur" dedi. Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel, Neseî ve
Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Lâfız, Ebû Davud'a aittir. Ravileri sika (güvenilir
kimseler)dır. Haddi bertaraf etmek için kadi'nın suçluya, ikrardan rücû
telkininde bulunması gerekir. Rivayet olunduğuna göre huzuruna getirilen bir
hırsıza Hz. Peygamber şöyle demişti:
"Çaldın mı?
Çaldığını sanmıyorum.[117]
İkrar eden kişi ikrarından rücû ederse; bu rücûu kesme cezası bakımından sahih
olur (eli kesilmez) ve bu bakımdan yalanlanmaz. Ama mal hususunda sahih olmaz.
Çünkü mal sahibi onu
yalanlar. îki ikrarın iki ayrı mecliste olması gerektiğini şart koşmuşlardır.
Çünkü ikrar, iki hüccetten biridir, diğeri muteber olur ki; o beyyinedir.
Tahavî'nin rivayet ettiğine göre adamın biri Hz. Ali (r.a.) nin huzurunda iki
kez hırsızlık ikrarında bulunmuş, Hz. Ali (r.a.) de ona: "Kendi aleyhinde
iki kz şahitlik yaptın" demiş ve elinin kesilmesini emretmiş; kesildikten
sonra elini boynuna asmıştı. Yani bu adam kendi aleyhinde iki kez şehadette
bulunduğu için ikrar etmiş kimsenin hükmüne tabi olmuştur. Hadde ikrar sayısı,
şahit sayısı yerine geçer. Yine bunun gibi zinada ikrar sayısı, şahit sayısı
gibi (dört kez yapılınca) muteber olur. Hırsızın aleyhinde bir erkekle iki
kadın şahitlik yaparlarsa; çalınan mal, hırsızın üzerine sabit olur. Malın
kendisini veya kıymetini sahibine vermesi gerekir. Ama bu nedenle elinin
kesilmesi gerekmez. Çünkü hadlerde kadınların şahitlikleri kabul edilmez. .
Dediler ki: İmamın iki
şahide -şahitlik yaparlarken- hırsızlığın keyfiyetini; yani hırsızın nasıl
çaldığını sorması gerekir. Çünkü, el kesmeyi gerektirmeyecek şekilde malı
çalmış da olabilir. Örneğin duvarı delip elini içeri sokarak eşyayı dışarı
çıkarmıştır. Bu durumda üç mezhebin zahir rivayetlerine göre hırsızın eli
kesilmez. Ya da el kesmeyi gerektiren nisap miktarı malın tamamını değil de
önce bir kısmını çıkarmıştır, sonra dönüp nisabın diğer bir kısmını içerden
çıkarmıştır. Ya da kapıya bir arkadaşını koyup malı onun elinden alarak
çalmıştır. İmamın, şahitlik yaparlarken iki şahide hırsızlığın mahiyetini
sorması gerekir. Çünkü hırsızlık kelimesi lügatte, söz işitme hırsızlığı
mânasında da kullanılmaktadır. Namaz rükünlerini eksik bırakma mânasında
kullanıldığı da olmaktadır. Resûlullah (s.a.s) buyurmuş ki:
"Hırsızlığın en
kötüsü, namazını çalan kimse (nin hırsızhği)dir." imam hırsızlığın ne zaman
yapıldığını da şahitlere sormalıdır. Zîra olabilir ki; hırsızlık zaman aşımına
uğramıştır. Hırsızlık suçu zaman aşımına uğradıktan sonra şahitler, hırsızın
aleyhinde şahitlik ederlerse (hırsızın eli kesilmez. Ama) çaldığı malın
tazminatını" öder. İmam malın nereden çalındığım da şahitlere sormalıdır.
Zîra olabilir ki; hırsız malı dar-ı harpte bir müslümandan çalmıştır. Ama
çaldığını hırsızın kendisi ikrar ederse, imam ne zaman çaldığını ona
sormaz.'Çünkü zaman aşımı, ikrarı iptal etmez. İkrarda bulunan hırsıza malı
nereden çaldığını da sormaz. Lâkin mahfaza ve diğer şartları ona sorar ki; bu
hususta âlimler ittifak etmişlerdir.
Bazıları dediler ki:
İmam çaldığını ikrar eden kimseye,çahnan şeyin ne olduğunu sormalıdır. Çünkü her çalınan mal, meselâ
hurma, üzüm ve diğer şeyler el kesmeyi gerektirmezler. Çalınan malın değeri
nisaptan az da olabilir. Malı kimden çaldığını da ona sormalıdır. Çünkü bazı
kimselerden çalması durumunda hırsızın elinin kesilmesi gerekmez: Örneğin
mahrem olan akrabadan çalan kimsenin, efendisinden çalan kölenin, karısından
çalan kocanın, oğlundan çalan babanın eli kesilmez. Kaldı ki; kendisinden
çalınan kim-5e çalman malı hırsıza hibe eder veya mülk edebilir ve bu durumda
kesme cezası düşer.
Bazıları dediler ki:
Kendisinden mal çalınan kimseden soru sormak gerekmez. Çünkü o, mahkemede
hazır bulunmakta, hırsızın cezalandırılmasını istemekte, onunla
davalaşmaktadır. Şahitler de orada hazır bulunup, hırsızın ondan çalmış
olduğuna şahitlik etmektedirler. Ondan soru sormaya gerek yoktur. Şahitlerin,
hırsızın malı ondan çaldığına şahitlik etmeleri, hazırdaki kimsenin (mal
sahibinin) davacı olması, onun açıklama yapmasını, hırsızın niyetini
gerektirmez. Dava açılması, mal sahibinin "O benim malımı çalmıştır. Ben
onun efendisiyim" demesini gerektirmez. Ama haddi bertaraf etmek için mal
sahibine bu gibi şeylerin sorulması ihtiyat bakımından gerekli olur. Bunu,
haddi bertaraf etmeyecek şekilde açıklamaları durumunda kadı şahitleri âdil
olarak tanıyorsa, hırsızın elini keser. Şahitlerin durumlarım bilmiyorsa,
onların adaletli olup olmadıklarını bilinceye dek hırsızı hapseder. Çünkü o,
hırsızlık sanığıdır. Kefaletle tevessük, ( yani işi sağlama bağlamak )
imkânsızdır. Zîra hadlerde kefalet olmaz. Şahitler âdil olduklarında, malı
çalman kimse hazırda değilse; o hazır olmadıkça hırsızın eli kesilmez. Zîra
olabilir ki; çalınan malı hırsıza hibe etmiş veya onu affetmiştir. Kendisinden
mal çalman kimse hazırdaysa, şahitler ğaipteyseler, şahitler hazır
bulunmadıkça hırsızın eli kesilmez. Çünkü her ikisi veya ikisinden biri,
şehadetlerinden rücû etmiş olabilirler. Ölüm de böyledir. Recm dışındaki bütün
hadlerde bu hüküm sözkonusudur.
Âlimler şöyle fetva
verdiler: Hırsizlığıyla meşhur bir kimseyi bir adam kendi evinde bulur, o da
hırsızlık yapmamakta veya hırsızlığa teşebbüs etmeksizin kendi ihtiyacını
görmeye gitmekteyse, onu öldürmeye hakkı yoktur. Ama onu yakalayıp ilgili
makama teslim edebilir. İmamda tevbe edinceye kadar onu hapseder. Çünkü o,
yeryüzünde fesad çıkarmakla itham edilmektedir. "Sırf töhmetten caydırmak
için hapsetmek caiz ve meşrudur."
Hanefî, Mâlîkî ve Hanbelıler
dediler ki: Şahitler hırsızın aleyhinde şahitlik yaparken hata ederler ve bu
nedenle hırsızın eli kesilir de sonra yalan söyledikleri açığa çıkarsa; örneğin
bir başkası gelip malı kendisinin çaldığını itiraf eder veya sanıktan
başkasının malı çaldığına dâir bir beyyine ortaya çıkar veya her iki şahit de
şahitliklerinde hata ettiklerini itiraf ederlerse; imamın onları malî cezaya
çarptırması, şahitliklerinde hata etmeleri nedeniyle kesilen elin diyetini
ödemekle onları yükümlü kılması gerekir. Ama şahitler; "Biz onu altetmek
maksadıyla bilerek onun aleyhinde şehadette bulunduk" derlerse, bu durumda
onların, kesilen elin diyetini ödemeleri gerekir. Hırsızın kesilen bir eli
karşılığında her ikisinin elinin kesilmesi gerekmez. Kesilmesi zulüm ve
haksızlık olur.
Şâfiîler dediler ki:
İki erkek, bir başkasının mahfazalı bir yerden nisap kıymetinde bir mal
çaldığına şahitlik ederler: Hırsızın eli kesildikten sonra da onların yalan
şehadette bulundukları açığa çıkarsa; imam onlara takrirde bulunur.
"Şehadette hata ettik*' derlerse, kesilen elin diyetini ödemekle yükümlü
kılınırlar. Yok eğ|r "Kasıtlı olarak onun aleyhinde asılsız şehadette
bulunduk" derlerse onun kesilen eline kısas olarak ikisinin de eli
kesilir. Bu, kıyasa daha yakındır, iki kişinin bir kişi için öldürülmeleri caiz
olduğuna göre, bir el için iki el niye kesilmesin? El candan daha az
değerlidir. Çok caiz olduğuna göre az niye caiz olmasın?
Şafiîler mezheplerini
teyid için Hz. Ali'yle ilgili olarak Şa'bîMen yapılan şu rivayeti delil olarak
ileri sürmüşlerdir: iki adam, İmam Ali (r.a.)nİn huzuruna gelerek bir kişinin
hırsızlık ettiğine şahitlik ettiler. İmam Ali (hırsız dedikleri) adamın elini
kesti. Sonra bu iki (şahit) kişi, bir başkasını İmam Ali'nin huzuruna
getirdiler ve "Hırsızlık yapan aslında budur. Birinci kişinin çaldığını
söylediğimizde hata etmişiz" dediler. İmam Ali, onların diğeri aleyhindeki
şehadetlerini onaylamadı. Eli kesilen birinci şahsın elinin diyetini
ödemelerini onlara emretti ve "Kasten böyle yaptığınızı bilseydim, ellerinizi
keserdim" dedi. Bu rivayet bu babda nasstır.
Bir erkekle iki kadın,
bir erkeğin hırsızlık yaptığına dâir şehadette bulunurlarsa; hırsız, çalınan
malın tazminatını öder ve eli kesilmez. Bir adam hırsızlık yaptığını hâkim
huzurunda ikrar eder, sonra da ikrarından rücû ederse; çaldığını ikrar etmiş
olduğu malın tazminatını öder ve eli kesilmez. -Bunun tersi olmaz. - Malı
çalınan kimse; "Tazminat istemiyorum. Hırsızın elinin kesilmesini
istiyorum" dese dahi, davasına kulak verilmez. Kesme hakkı ancak mala
bağlı olarak sahih olur. Mal yok olunca kesme de yok olur.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Hâkim, haddi uygulayan kimseye "Hırsızlık yaparak mal çaldığı
için şu adamın sağ elini kes" der de 0 yanılarak veya bilerek sol elini
keserse, bir şey gerekmez. Yalnız, imam onu ta'zîr eder. Çünkü o, içtihadında yanılmıştır.
Müctehidin.hatası da, icmâ ile normal karşılanmıştır. Çünkü nassm zahiri, sağ
elle sol eli eşit tutmaktadır. O her ne kadar sol oiganı, haksız .yere zulmen
telef etmişse de, yerine aynı cinsten olup ondan daha iyi bir organı
bırakmıştır ki; o da sağ eldir. Sol el kesildikten sonra bu durumda sağ el
kesilmez. Sağ el, sol elden daha iyidir. Çünkü tutma kuvveti onunla daha
mütekâmil olmaktadır. Bu elle daha çok iş görülür. Yanlışlıkla sağ el yerine
sol eli kesen had tatbikçİsİ, tazminatla yükümlü kılınmaz. Had tatbikçisinden
başkası da bu durumda el keserse, tazminat ödemekle yükümlü olmaz... ister
bilerek yapsın, ister bilmeyerek yapsın, farketmez. Çünkü sağ el gitmek
Üzereydi ve artık yok hükmündeydi. Onu olduğu gibi yerinde bıraktı.
İmam Ebû Yûsuf'la İmam
Muhammed dediler ki: Had tatbikçisi, hâkimin kendisine sağ el kesme emrini
vermesinden sonra hata ederek sol eli keserse; hata etme durumunda tazminat
Ödemekle yükümlü olmaz. Kasıtlı olarak, sağ el yerine sol eli kesmişse, sol
elin diyetini ödemesi gerekir.
Şâfiîler ve Mâlikîler
dediler ki: Had tatbikçisi hata ederek hırsızın sol elini keserse, kendisine
bir şey lâzım gelmez. Ama hâkimin kendisine sağ eli kesmesini emretmesinden
sonra sol eli kesmiş ise, kendisine kısas gerekir ve sol eli kesilir. Bu olay,
şehadetten sonra ama kesme hükmü verilmeden önce şahitlerin adaletli olup
olmadıklarını öğrenmek için beklerken hırsızın elinin kesilmesi ve sonra da
şahitlerin adaletli olduklarının öğrenilmesi durumuna kıyaslanmıştır. Bu
durumda kesilecek organ yok olduğu için hırsıza artık kesme cezası uygulanmaz.
Çaldığı malı telef etmiş olsa bile hüküm aynıdır. Çünkü kesme eylemi yerine
getirildikten sonra tazminat yükümlülüğünün ortadan kalkması, Allah'ın
hakkıdır. Ama bu da olmamıştır. Aynı şe-kİlde had tatbikçisi (hata ederek)
hırsızın sol elini keserse, sağ elini kesme mecburiyeti ortadan kalkar.
İçtihatta hata etmenin
mânası şudur: Hâkimin had tatbikçisine, hırsızın sağ elini kesme emrini
vermesinden sonra onun, Yüce Allah'ın "(Kadınla erkek) hırsızların
ellerini kesin" mealindeki emrinin, sağ el anlamına gelebileceği gibi sol
el anlamına da gelebileceği yolunda ictîhad ederek hırsızın sol elini
kesmesidİr. Ama had tatbikçisinin böyle bir ictİhad yapmayıp da sağ el ile sol
eli birbirinden ayirdedemeyip sağ yerine solu kesmesi, affedilemez. Çünkü bu
akla çok uzaktır. Ve böyle bir iddiada bulunan kimse töhmet altına alınır. Şu
halde her iki yerdeki kesim de amden yapılmıştır. Ancak bu durumdaki amden
sözünün mânası, cüzlerinde ictihad etmeksizin sol eli kesmeye kasdetmektir.
Ama hâkim had tatbikçisine "Sağ" diye belirtmeksizin "Şunun
elini kes" derse, o da sol elini keserse; ittifakla sorumlu olmaz ve
tazminat ödemesi gerekmez. Sağ elin kesilmesine hüküm verildikten sonra, adamın
biri hâkimden izin almaksızın hırsızın sağ elini keserse; şayet bunu
kasten yapmışsa
kendisine kısas tatbik etmek gerekir ve eli kesilir. Hataen yapmışsa, kestiği
sağ elin diyetini ödemekle yükümlü olur. Hırsızın da artık sol eli kesilmez.
Hanefî, Hanbelî ve bir
kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Bir hırsız mal çaldığı için eli kesilir de
sonra bu malı bir başkası kendisinden çalarsa, ne o ne de mal sahibi, ikinci
hırsızın elini kestirme hakkına sahip olmaz. Tazminatı vâcib olmadığından
dolayı ilk hırsız hakkında da aynı durum söz-konusudur. Birinci hırsızın
kesilen eli tazminat eli değildir. Emanet ve mülk eli de değildir. Çalınan şey
de masum ve dokunulmaz bir mal değildir. İkinci kez onu çalanın elinin
kesilmesini gerektirmez. Zayi olan mal hükmüne girmiştir. Zayi olan bir
malıfbulup alanın eli kesilmez. Bu hal kadı'nın yanında zuhur edersejmalı ne
ikinci hırsıza ne de birinciye havale eder.Çünkü her ikisi de hıyanet
etmiştir. Aksine, eğer hazırdaysa malı sahibine geri verir. Mal sahibi hazırda
değilse, malı beytü'l-malde muhafaza altına alır. Nitekim kayıp mallar da
beytü'I-malde muhafaza altına alınırlar.
Mâlikller ve diğer bir
kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Mal sahibinin davacı olması durumunda ikinci
hırsızın da eli kesilir. Çünkü o, muhafaza altında bulunduğu şüphesiz olan
nisap miktarı malı çalmıştır. Sahibinin davacı olması durumunda, ilk hırsızın
eli kesilmiş olsa da olmasa da ikinci hırsızın eli kesilir. İkincisi,
birincinin elinin kesilmesinden önce veya şüphe nedeniyle haddin ondan
uzaklaştırılmasından sonra çalarsa; birincinin davacı olması halinde ikinci
hırsızın eli kesilir. Çünkü kesme nedeniyle malın değerlendirilmesi artık sakıt
olur. Bu da olmamıştır. Şu halde ikinci hırsızın eli, gasbeden bir kimsenin eli
gibi olur.
Hanefîler dediler ki:
Hırsızlık ettiği için elinin kesilmesine karar verilen bir kimsenin; mal
sahibinin çalınan malı ona hibe etmesi, ona teslim etmesi veya ona satması
durumunda eli kesilmez. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Bu durumda eli
kesilir. Çünkü bu durumda hırsızlık, hiç şüphe olmaksızın çalma fiili işlendiği
için tahakkuk etmiş, hâkimce tesbît edilmiş ve kesmeye de karar verilmiş olduğu
için tam olarak vukûbulmuştur. Hırsızlıkta şüphe bulunmadığı için kesme cezası
uygulanır. Bu görüşte olanlar, delil olarak Safvan'm hadîsinde vârİd olan şu
hususu ileri sürerler: Safvan, Hz. Peygamber'e "Ben hırsızın elinin
kesilmesini İstememiştim" deyince Hz. Peygamber ona;
"Onu, bana
getirmeden önce bunu düşünscydin.[118] diye
cevap vermişti. Neseî, bir rivayetinde, "Resûlulah (s.a.s.) onun elini
kesti" ibaresini eklemiştir.
Adamın biri çıkıp
şöyle diyebilir: İslâm hukuku, topluma eziyet verici diğer suç türleriyle değil
de niçin özel olarak hırsızlıkla alâkadar olmuştur? Gasbedİciyi, ihtilas yapan
ve hıyanet edeni bir tarafa bırakmıştır. Nitekim malını zararlı ve müfsid
şehvetler yolunda veya topluma eziyet verme uğruna, yahut buna benzer diğer
hususlar için sarfeden kimseyi kendi haline bırakmıştır. Bunun sebebi nedir?
Buna cevaben deriz ki:
İslâm hukukunun bu mevzuda koyduğu hükümler, hikmet sahibi Yüce Rabbin
takdiridir ki; bu da tamı tamına hikmetli ve doğrudur.
Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Hırsızlık, muhafaza altında bulunan başkasına ait malı
gizlice almaktır<18). Kuşkusuz bu fiili İşlemeye teşebbüs eden kimsenin her
zaman ve her yerde tehlikesi vardır. Çünkü bu kişi amacına ulaşmak ve
istediğini elde etmek için her türlü suçu rahatlıkla işleyebilir. Binada gedik
açar, kilidi kırar, yolunda durup kendisine engel olan veya ona karşılık veren
kimseyi öldürmekten geri durmaz. İnsanların canlarını, mallarını ve ırzlarını
tehdid eder. Evvel emirde hırsızın eline vurulmaz, kendisine engel olunmaz ve
şiddetli cezalar verilmezse; kötülüğü büyük, tehlikesi şiddetli olur. Çalınacak
mala kavuşmak için hırsızların çok can aldıklarını ve sayısız ırzlara tecavüz
ettiklerini olaylar bize göstermiştir.
(I8) Hanefîler dediler ki: içinden mal çalanın
elinin kesilmesine neden olan mahfazanın niteliği şöyle olmalıdır: Bu mahfaza,
mallardan birinin mahfazası olmalıdır. Bir şey için mahfaza olan yer, o
cinsten olan bütün malların mahfazası olur. Sonra her şeyin mahfazası, kendine
layık bir mahfaza olmalıdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuş ki:
"Hurma kurutma
yerinin muhafaza ettiği şeyi çalan kimsenin eli keşilir.[119]
Bir başka hadîs-i
şerifte de Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
'Dağın muhafaza ettiği
şeyi çalma nedeniyle el kesilmez. Ağılın muhafaza ettiğini çalma durumunda el
kesilir[120]
Mahfaza, malı
hırsızlardan koruyan şeydir. Mal, bir koruyucu ile mahfazalı olabilir.
Sözgelimi çölde veya mescitte veya herkesin gelip geçtiği umumî yolda bir
kimse malını yanına alarak oturur; uykuda da olsa uyanık da olsa, malı
mahfazalı olur. Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.v.) Saf-van mescitte
uyumaktayken başının altından abasını çalan hırsızın elini kesmiştir. Anılan
yerlerde oturmakta olan kimsenin malı altında da olsa yanı-başinda da olsa
hüküm aynıdır. Bu durumda kişi örfe göre malının koruyucusu sayılır. Onun
malını veya eşyasını çalan kimsenin eli kesilir.
Yer ile mahfazaya
gelince bu; bina, ev, dükkan ve sandık gibi şeylerdir. Bunlar içlerinde bulunan
eşyanın mahfazasıdırlar. Bu eşyanın sahibi hazırda da olsa gaibte de olsa
anılan yerler bu eşyanın mahfazasıdırlar. Burada eşya için koruyucu
bulundurmanın önemi yoktur. Çünkü bu gibi yerlerde bulunan eşyalar, koruyucusu
olmaksızın da mahfaza altında sayılırlar. Mahfaza, malı koruma altında tutmak
için hazırlanmış yerdir. Ancak buralardan malı alan kimse malı dışarı
çıkarmadıkça eli. kesilmez. Çünkü hırsız onu dışarı çıkarmadıkça, sahibinin
eli hâlâ o malın üzerinde sayılır. Koruyucu tarafından mahfazalı olarak malı
çalan kimsenin elinin kesilmesi gerekir. Çünkü hırsızın sırf onu almasıyla,
sahibinin o mal üzerinden eli kalkmış sayılır ve hırsızlık tamamlanmış olur.
Evin kapısı açık olup, hırsız içeri girer ve eşya alırsa eli kesilmez. Çünkü bu
hırsızlık değil zorbalıktır. Zîra açıkladığımız şekilde bunda gizlilik yoktur.
Geceleyin oraya girip malı alırsa, eli kesilir. Çünkü orası muhafaza için bina
edilmiş bir yerdir. Akşamla yatsı arası oraya girer de insanlar da hâlâ
dışarıda dolaşmaktaysa, vakit gündüz hükmünde olur. Ev sahibi hırsızı biliyor,
ama hırsızın bundan haberi yoksa veya bunun tersi bir durum varsa, eli kesilir.
Çünkü o, malı gizlice almıştır. Hırsızlık esnasında hırsız ile ev sahibi
birbirlerini görüyorlarsa; hırsızın eli kesilmez. Çünkü bu zorbalıktır.
Geceleyin hamamdan çalarsa eli kesilir. Gündüzleyin çalarsa eli kesilmez. Çünkü
o, gündüzleyin hamama girme iznine sahiptir.
Hayvanların sırtları,
taşımakta oldukları eşyaların mahfazasıdırlar. Dükkanların ön ve yan
tarafları, her ne kadar oralar dükkan değİlseler de sahipleri bu mallarla
beraber olsalar da olmasalar da geceleyin de çahnsa, gündüzleyin de çalınsa,
satış için oralara konulan eşyaların mahfazasıdırlar... Hüküm hepsinde
aynıdır. Çarşı-pazarda dolaşan seyyar satıcıların arabaları da bu hükme
tabidirler. Hayvan rnezatındaki davar yerleri; sabit olsalar da olmasalar da
davarlar için mahfazadırlar. Avluda ve tarlada bağlı bulunan hayvanlar;
beraberlerinde sahipleri bulunsa da bulunmasa da mahfaza içinde sayılırlar.
Hayvan mescidin kapısında veya pazardaysa, mahfaza içinde sayılmaz. Meğer ki
beraberinde koruyucusu ve onu mescidin avlusuna bağlayacak birisi bulunsun.
Yahut sahibi, hayvanını bağlamak için belli bir yer edinmiş
olsun. Burası hayvan için mahfazadır.
Bir kimse ahırdan bir
inci çalarsa eli kesilmez. Çünkü orası inci için mahfaza sayılmaz. Gemi,
içinde bulunan eşyanın mahfazasidır. Seyir halinde de olsa, demirlenmiş
vaziyette de olsa hüküm aynıdır. Geminin kendisi çahnır-sa, hayvan statüsünde
olur. Seyir halindeyse; mahfazalı olması onun için bir yere bağlayıp
demirlemişse, bağlamış olması onun için bir mahfaza olur. Mescid kapısında
koruyucusuyla birlikte duran hayvan gibi, her nerede olursa olsun gemiyle
birlikte bir adam varsa; o gemi mahfazalı olur. Koyun üzerindeki bir elbiseyi
çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü koyun elbiseyi muhafaza edemez. Ancak
koyunların muhafaza edildiği bir yerde olması hariç... Bu durumda sahibi
beraberinde olsa da olmasada da hüküm hırsızlıktır,
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Mahfaza, içinde korunmakta olan malın çeşidine ve kıymetine göre
değişir. Bu hususta örf muteber olur. Çünkü bunu şer'an ve lugaten belirleyecek
bir kural ve formül yoktur. Mahfaza; içinde bulunan malın türüne ve pahasına,
bulunduğu beldeye, devlet başkanının âdülik ve zalimliğine göre değişir. Bu
gibi şeylerde örf ve adete başvurulur. Evler, dükkanlar, hayvanların
bağlandıkları yerler; aynı şekilde kaplar, hayvanların sırtlan, otomobiller,
içlerinde ve üzerlerinde bulunan şeylerin mahfazasıdırlar. İnsanın üzerinde
bulunan giysilerin mahfazası, insanın kendisidir. Yanındaki eşyanın da -ister
uyumakta olsun, ister uyanık olsun-mahfazasıdır. Çocuğun üzerinde bulunan
zînetleri ve diğer şeyleri çalan kimsenin eli kesilmez. Meğer ki; hayvan ve
diğerlerinin yanında olduğu gibi bu çocuğun yanında da, kendisini korumakta
olan bir muhafız mevcud olsun.
Yurtlarda Ve
Otellerdeki Hırsızlık
İmaret, otel, öğrenci
yurdu ve huzurevi gibî; her şahsın, üzerinde kilitlenir kapısı bulunan birer
odada müstakil olarak kaldığı binalardan birinde barınmakta olan kimselerden
birinin, arkadaşının odasından bir eşya çalması ve bu eşyayı otel ya da yurdun
salonuna çıkarması durumunda; kendi odasına sokmamış veya bina dışına
çıkarmamış da olsa, elinin kesilmesi gerektiği hususunda imamlar ittifak
etmişlerdir. Çünkü binanın sahanlığına çıkarmak, onu ana caddeye çıkarmak
gibidir. Yurt veya otelde kalanlardan biri, otelin veya yurdun salonundan bir
şey çalıp onu kendi odasına koysa veya bina dışına çıkarsa da; elinin
kesilmeyeceği hususunda imamlar ittifak etmişlerdir. Çünkü oranın salonunu,
tıpkı ana cadde gibi hepsi de alışveriş için kullanma hakkına sahiptirler.
Yalnız, bu salonda bağlı bulunan bir hayvan veya buna benzer bisiklet gibi bir
şey çalımrsa, çalanın eli kesilir.
Dört. mezhep imamı
ittifak ettiler ki; evin kapısı ve kilidi; ev içindeki şeylerin, elbîselelerin,
para ve mücevherlerin mahfazasıdır. Kilitli sandıklar,
içlerindeki eşya için mahfazadırlar.
Geceleyin bekçi bulunması durumunda buralardaki eşyalar, mahfazalıdırlar. Ahır
ve tavlalar, içlerinde duran kıymetli hayvanların mahfazasıdırlar. Evin girişi
ve avlusu; içlerinde bulunan kapıların iş elbiselerinin mahfazasıdırlar.
Ortakların müştereken barınmakta oldukları evlerin mahfaza olup olmadığı
hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler ve fıkıhçılar dediler ki:
Kişilerin müştereken barınmakta oldukları bir evdeki sakinlerden birisinin
eşyayı, içinde bulunduğu odadan çalma durumunda eli kesilir. Çünkü o oda,
içindeki eşyanın mahfazasıdır. İmam Ebû Yûsuf ile îmam Muhammed dediler ki:
Eşyayı binanın dışına çıkarmadıkça bu kişinin eli kesilmez. Çünkü bu adam oraya
girme iznine sahiptir. Ayrıca bütün odalarıyla birlikte bu ev, bir tek
mahfazadır. Elin kesilmesinin vâcib olması için; hırsızın eşyayı bina dışına
çıkarmış olması şarttır.
Şâfiîler dediler ki:
Aktar, bakkal veya diğer dükkancılardan biri eşyaları üst üste koyar veya
onları dükkanın kapısına bir iple bağlar yahut üzerine bir perde bırakır ya da
dükkanının kapısı önüne iki levhayı tersine dayarsa; bu önlemler, gündüzleyin o
eşyalar ve dükkan İçin mahfaza sayılırlar. Çünkü komşuları ve gelip geçenler
dükkanı ve eşyayı kontrol edip beklerler. Böyle yapmakla etraftaki İnsanları
hırsıza karşı uyarmış olur. Ama böyle yapmaz ve eşyaları öylece gelişi-güzel
bırakır ya da kapıyı açık bırakırsa; çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü bu
durumda eşyalar ve dükkan mahfazalı değildir. Geceleyin ise bu önlemlerin
yanısıra dükkanın yanında bekçi varsa; o zaman dükkân ve eşya mahfazalı
sayılır. Dükkanda bir gedik bırakır ve bekçi de yoksa, hırsız da oradan içeri
girip çalarsa; hırsızın eli kesilmez. Baklagiller ve benzeri turp, pırasa ve
maydanoz-giBi şeyler, eğer birbirlerine eklenip bağlanmış,dükkan kapısı önüne
bırakılmış,üzerine hasır veya benzeri bir şey atılmışsa, bekçinin var olması
şartıyla bu eşyalar mahfazalı sayılırlar.
Bayram günlerinde ve
benzer zamanlarda dükkanı süslemek için dükkanların üzerine bırakılan, üzeri
deri ve saire şeylerle örtülen kıymetli eşyalarda aynı şekilde düğün ve sevinç
gecelerinde evlerin ve dükkanların kapıları üzerine konulan elektrik lambaları
da bekçi bulunması durumunda mahfazalı sayılırlar. Çünkü çarşı esnafı buna
alışıktır. Bu hususta birbirlerine destek olurlar. Ama diğer gecelerde durum
bundan farklı bir hüküm taşır. Kumaş boyacısının dükkanının kapısında asılı
bulunan kumaş, aktarın dükkanının kapısında asılı bulunan eşyalar, mahfazalı sayılırlar.
Kapısı kilitli dükkan, bek-Çİsi olmasa bile içinde bulunan bakkaliye eşyasının
mahfazasıdır. Kuyumcunun altın ve gümüşü, tüccarın saatleri ve satış amacıyla
dükkânların vitrinlerine konan diğer kıymetli eşyalar; güvenlik zamanında
bekçisiz de olsa, geceleyin de gündüzleyin de böyle bir dükkanda mahfazalı
sayılır. Herkesin girmesine izin verilmiş olan açık dükkanlardaysa, hüküm
bunun hilâfmadır. Böyle bir dükkandan çalan kimsenin eli kesilmez. Korku ve
fitne zamanlarında kilitli olan dükkan da böyledir. Tarla, adete göre içindeki
tohum ve ekinin mah-fazasidır. Bazıları, bekçisi olmaması durumunda tarlanın,
içindeki tohum ve ekinin mahfazası olmayacağını söylemişlerdir.
Bahçenin etrafına
örülen kuşatma suru, bekçisiz olarak meyvelerin mahfazası olmaz. Meyveler
ağaçların üzerinde olsalar bile, bu sur meyveler için mahfaza sayılmaz. Meğer
ki; bu bahçe kendisini gözetecek bir komşunun bitişiğinde bulunsun. O zaman bu
sur mahfaza sayılır. Evlerin avlusunda bulunan ağaçlar, çöldeki ağaçların
aksine bekçisiz olarak da mahfazalı sayılırlar. Karlıktaki kar, buzluktaki
buz, incirlikteki incir, yaraltı mahzenlerindeki buğday ve bakla, sahrada
bekçisi yoksa mahfazalı sayılmaz.
Binaların kapılan,
binaların içindeki odaların kapıları, üzerlerindeki ki-Htleriyle birlikte
dükkan kapıları; mahfazadır. Bu kapılar üzerlerindeki kilit, halka, çivi ve
diğer bileşimler için de mahfazadırlar. Kapı açık da olsa veya evde ve dükkanda
bekleyen bir bekçi yoksa da hüküm aynıdır. Evlerin damları da böyledir. Ahır
ve tavla, evlere ve meskenlere bitişikse, içinde bulunan kıymetli hayvanlarla
diğer şeylerin mahfazasıdır. Ama bu tavla ve ahır çölde, ümrandan uzaktaysa;
onu gözleyen güçlü bir bekçi olmadan, içindeki hayvan ve diğer eşyanın
mahfazası olamaz.
Hanefîler dediler ki:
Süt, et ve taze meyve gibi çabuk bozulan nes neleri çalmaktan dolayı hırsızın
eli kesilmez. Zîra Resûlullah (s.a.v.) Efendi miz buyurmuşlar ki
"Meyve ve hurma
ağacının yağını çalmaktan ötürü kesme (cezası) yoktur.[121]
Başka bir hadiste de
şöyle buyurmuşlardır:
"Yiyecek
maddesin(i çalmak)da kesme (cezası) yoktur.'' Buradaki yiyecek maddesinden
kasıt, Allah en iyisini bilir; yemeye hazır hale getirilmiş ekmek, et, hurma
ve taze meyve gibi çabucak bozulan nesnelerdir. Çünkü buğday ve şeker çalma
nedeniyle hırsıza kesme cezasının -eğer açlık ve kıtlık yılı değilse-
uygulanması gerektiği hususunda icmâ vardır. Hanefîler bu görüşle-
rini, müslüman
kimsenin organını kesmede ihtiyatlı olma esasına dayandırmışlardır.
Şafiî, Mâliki,
Hanbelîler ve Hanefîlerden Ebû Yûsuf dediler ki: Çabuk bozulan nesnelerden biri
çalındığında; çalman şey el kesmeyi gerektiren bîr malın kıymeti tutarında
ise, hırsıza kesme cezası uygulanır. Çünkü kul hakkından zimmeti temiz
tutmakta ihtiyatlı davranmak gerekir. Ayrıca çalınan bu nesne, bütün ulemâ
nazarında değeri olan bir maldır. Yukarıda adı geçen mezheplerle müctehidler,
Abdullah bin Ömer (r.a.)in rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerifi, görüşlerini
teyid için bir delil olarak ileri sürmüşlerdir: Ağaçta asılı duran hurmanın
çalınmasının hükmünü Resûlullah'a sorduklarında, soranlara şu cevabı vermişti:
"Kucak dolusu
olmadıktan sonra, ihtiyaç sahiplerinden birisi ağzıyla alır (yer)se, ona bir
ceza yoktur. Bir şey çıkarıp götürürse, onun iki misli malî ceza öder ve
cezalandırılır. Kurutma yerine götürüldükten sonra ondan (hurmadan) bir miktar
çalan kimse, (çaldığı hurmanın) değeri, kalkan bedeli (üç dirhem) kadar olursa;
ona kesme (cezası) vardır." [122]
Rivayete göre
Müzeyne'li bir adam, Resûlullah (s.a.v.)a, dağda otlamakta olan bir bekçisi
bulunan hayvanın çalınmasının hükmünü sormuştu da, Resûlullah (s.a.v.) ona
şöyle cevap vermişti: "Onun iki bedelini Ödeyecek, dövülüp
cezalandırılacaktır. Kurutma yerinde bulunan hurmadan çalan kimse için de kesme
(cezası) vardır.[123]
Bir başka lâfızla da
Resûlullah (s.a.v.)a şöyle sorulmuş: "Ağaçta asılı duran hurma hakkında ne
dersiniz?" Cevaben demiş ki: "Kurutma yerine götürülmedikten sonra,
ağaçta asılı duran hurmadan çalan kimse için kesme (cezası) yoktur. Kurutma
yerinden alınıp da, değeri kalkan bedelini (üç dirhemi) bulan hurmadan Ötürü
kesme (cezası) vardır. Ama değeri, kalkan bedelini bulmayan hurma için iki
misli malî tazminat ödeme, dayak ve ceza vardır." Bu metinle Hâkim bu
hadîsi rivayet etmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre Hz. Osman (r.a.)
zamanında bir hırsız, bir turunç çalmıştı. Hz. Osman bin Affan turunç için
değer takdir edilmesini emretmiş ve üç dirhemlik değer takdir edilince; Hz.
Osman hırsızın elini kesmişti. Buna cevaben deriz ki: Bu söz, Hz. Peygamber
(s.a.v.)in "Meyvede ve hurma ağacının yağında kesme cezası yoktur"
hadîsiyle, "Yiyecek maddelerinden dolayı kesme cezası yoktur hadîsinin
ifade ettiği anlamla çelişmektedir. Rivayet olunduğuna göre bir köle,
bahçeden hurma ağacının yağını çalmış ve
mesele Mervan'a intikal ettirildiğinde, hırsızın elinin kesilmesini emretmiş,
Rafı' bin Hadîc ona itiraz ederek Resûlullah (s.a.v.)in "Meyve ve hurma
ağacının yağının çalınmasında kesme cezası yoktur" dediğini hatırlattı.
Ümmet, bu hadîsi kabulle karşılamıştır. Şimdi burada iki hadîs, kurutma yerine
bırakılan taze hurma meselesinde mu-araza halindedir. Bu ve benzeri
hırsızlıkların haddi hususunda haddi ortadan kaldırmak için, haddi meneden
hadisi öne almak gerekir. Çünkü, çalınan malın iki mislini tazminat olarak
hırsızın mal sahibine ödemesini öngören hadîsin zahirî anlamı metruktür.
Çalınan mal, kıymetinin iki misliyle tazmin edilmez. Bu her ne kadar İmam
Ahmed bin Hanbel'den nakledilmişse de âlimler buna muhaliftirler. Çünkü bu hadîsin
(!) sübut kuvveti, Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyetin sübut kuvveti kadar olamaz:
"Kim sizin
üzerinize saldırırsa, sizde aynen ona, size yaptığı tecavüz gibi saldırın.[124] Şu
halde Hz. Peygamber'in böyle bir hadîsi irâd etmiş olması düşünülemez.
Abd bin Abdurrahman
bin ebi Hüseyn, Resûlullah (s.a.v.)in,$öyle buyurduğunu rivayet eder:
"(Ağaçta) asılı
olan meyve için, dağda yayılmakta olan (hayvan için kesme
cezası) yoktur.[125]
Hanefîler dediler ki:
Dar-ı islâmda herkes için mubah olarak bulunan odun, ot, kamış, balık, kuş ve
av hayvanları gibi değersiz şeyleri çalma nedeniyle kesme cezası uygulanmaz.
Rivayet- olunduğuna göre Hz. Âişe (r.a.) demiş ki: "Kıymetsiz şeyleri
çalan kimselerin elleri, Resûlullah (s.a.v.) zamanında kesilmezdi." Yani
her zaman aslî şekliyle var olup herkesin rahatlıkla, serbestçe elde
edebileceği; kendisine rağbet edilmeyen, nadir olarak insanların arzu
ettikleri başkasının mülkiyetinde bulunsalar bile zorla alındıkları takdirde
sahiplerinin hemen hemen memnuniyetsizlik göstermeyecekleri, kendilerinde
hıyanetin sözkonusu olmayacağı şeyler için kesme cezası yoktur. Ancak çok
cimri olan insanlar, bu gibi kıymetsiz şeyleri elde etmek için birbirleriyle
yarışa girerler. Bu gibi nesnelerin çalınmasını önlemek için caydırıcı cezalar
koymaya gerek yoktur. Bu gibi eşyalarda mahfaza noksandır. Kuşun vasfı
uçmaktır. Bu nedenle ona rağbet azdır. Elde edilmezden önce avdaki mevcut umumî
ortaklık da böyledir. Hz. Peygamber,
"Av, onu elde
edenindir" demiştir. Başka bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar üç
şeyde ortaktırlar: Çimende, suda ve ateşte.[126]Bu
ortaklık, anılan eşyayı elde ettikten sonra şüphe meydana getirir ve kesme
cezası uygulanmaz. Hadler, şüpheler nedeniyle bertaraf edilirler. Tazesi de
konservesi de balık kapsamına girer. Bütün türleri ve tavuk, kaz ve ördek de
kuş kapsamına girerler. Hz. Peygamber (s.a.v.),
"Kuş (çalma) da
kesme (cezası) yoktur[127]demiştir.
Şafiî, Mâliki ve Hânbelîlerle,
imam Ebû Yûsuf dediler ki: Su, toprak, çamur, çakıl, çalgı aleti've nebiz
müstesna; mahfaza altına alınıp nisap miktarına varan herhangi bir şeyi çalma
nedeniyle, hırsıza kesme cezası uygulanır. Anılan şeyler dışında kalan eşyalar
mahfazalı ve kendilerine değer takdir edilirse; diğer şeyler gibi olurlar. Mülk
edinilip mahfaza altına alındıktan sonra bu gibi şeylerdeki aslî mübahlık ve
bu mübahlığm izleri ortadan kalkar. Kitap ve sünnetin bu hususta umumî
delilleri vardır. Aslen raübahlıklannın eseri ve izi kalmaz. Başkası tarafından
mahfaza atına alınmadıkça aslen mubah olan saman ve odun ile diğer şeyler de
bu hükme tabidirler,
Şâfiîler Ve Hanefîler dediler
ki: Ağaçtaki meyveyi, tarladaki biçilmemiş ekini ve hurma ağacının yağını yeme
nedeniyle kesme cezası uygulanmaz. Zîra Hz. Peyamber: "Meyvede ve hurma
ağacının yağında kesme (cezası) yoktur" demiştir. Yine Hz. Peygamber,
"Meyveler (i yeme) de kesme (cezası) yoktur" demiştir. Merasil'de
Ebû Dâvud Cerir bin Hazim'den, o da Hasan-ı Basrî'den naklederek, Peygamber
(s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Doğrusu ben,
yiyecek maddesini yeme nedeniyle (hırsızın elini veya ayağını) kesmem."
Abdülhakk da bu hadîsi nakletmiş ve bunda mürsellikten başka bir illet
bulmamıştır. Zaten mürsellik de onlara göre illet değildir.
Mâlikîler dediler ki:
Ağaç mahfazalıysa, üzerindeki meyveyi çalan kimseye kesme cezası uygulanır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Osman (r.a.) turunç çalan bir kimsenin elini
kesmişti. Onun bu uygulamasına, sahabîler muvafakat
etmişlerdi. Çünkü turunç, kendisine değer takdir edilen bir maldı. Taze
meyveler de mahfazalı iseler bu hükme tabidirler. Mal hürmetine riâyet etmek
gerekir.
Hanbelîler dediler ki:
Hırsız ağaçtan koparıp çaldığı meyvenin iki misli kıymetini ödemekle yükümü
olur. Diğer üç mezhep imamıysa; hırsızın, sadece çaldığı meyvenin kıymetini
vermesi gerekir demişlerdir.
Şâfiîler dediler ki:
Eğer mahfazalı değilse, taze meyveyi çalma nedeniyle kesme cezası uygulanmaz.
Ama meyveler bir evde veya mahfaza için-deyseler, onları çalan kimseye kesme
cezası uygulanır.
Şarap, nebiz ve diğer
sarhoş edici İçkileri çalan kimsenin (el veya ayak) kesme cezasına
çarptırılmayacağı konusunda imamlar ittifak etmişlerdir. Çünkü hırsızın, onu
dökmek amacıyla çalmış olduğu te'viline gidilebilir. Kaldı ki; Bu gibi şeylerin
bazısı, değerli mal değildir. Şu halde bunların mal olmama şüphesi tahakkuk
eder. Dolayısıyla bunları çalan hırsızın eli kesilmez. Ölü hayvanın
debbağlanmadan önce derisi ve domuz gibi hürmete layık olmayan malları çalan
kimsenin eli (veya ayağı) kesilmez. Müşrik bir.kimsenm nisap miktarına varsa da
çalgı aletleri; eğitilmiş veya bekçilik amacıyla beslenmekte de olsa köpek de
aynı hükme tabidir. Çünkü bunlar kendilerine değer takdir edilen mallar
değildirler. Kurbanlık hayvana gelince; kesimden önce çah-nırsa, çalanın eli
kesilir. Kesimden sonra çahmrsa, çalanın eli kesilmez. Çünkü kurban edildikten
ve kesildikten sonra o, artık Allah'ın malı olur. Sadaka veya hibe yoluyla
yoksulun mülk edindiği kurban eti veya derisinden nisap miktarı kadarını çalan
kimseye el (veya ayak) kesme cezası uygulanır.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler, ki: Şarap veya domuz çalan kimse çaldığının kıymetini tazmin etmekle
yükümlü olmaz. Çünkü bu mal değildir. Çalınan bu şey bir kâfirin de olsa, bir
müslümanın da olsa hüküm aynıdır. Çünkü âlimler, bunların değer taşıyıp
taşımadıkları hususunda ihtilâf etmişlerdir. Kaldı ki hırsızın bu şarabı
dökmek amacıyla çalmış olduğu te'vili de akla gelebilir. Şu halde münker ve pis
bir şeyi ortadan kaldırma nedeniyle mübahhk şüphesi de sabit olmaktadır.
Ayrıca, çalınan bu şey, mal edinilir şeylerden de değildir.
Malikiler dediler ki:
Şarap veya domuz çalındığında, sahibi eğer zim-mî ise; hırsız çaldığı şeyin
kıymetini ona öder veya eğer duruyorsa, malını olduğu gibi kendisine iade eder.
Fakat çalınan şarap veya domuz bir müslümanın mahysa; hırsız hiç bir cezaya
çarptırılmaz.
Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Çalgı aletleri çalınırsa; bunlar bir müslümanın da olsalar bir
gayr-ı müslimin de olsalar; hırsıza ne
el kesme ne de
tazminat cezası verilir. Çünkü bunlar, mal edinilir şeylerden
değildirler. Bunları mülkedinip kullanmak
yasaklanmıştır.
Hanefîler dediler ki:
Çalgı aletleri eğer eğlence için kullanılıyor ise-ier çalındıkları takdirde
kıymetlerini tazminat olarak ödemek gerekmez. Bu alet ve sazlar eğlence için
kullanılmıyorlarsa; çalındıkları takdirde kıymetlerini sahiplerine tazminat
olarak ödemek gerekir. Çünkü bu aletlerin asıl maddelerini kullanmak caizdir.
Bazıları demişler ki: Çalınan şey; ana maddesinin mülkedinilip satılması caiz
olan şeylerdense ve bu ana maddeden de saz, ud, zurna ve benzeri oyun ve çalgı
aletleri yapılmışsa; çalınan bu şeye bakılır: Şekli bozulduktan ve kendisinden
amaçlanan menfaat ortadan kalktıktan sonra kendisinde çeyrek dinar veya daha
fazlası kadar (bir kıymet) kalmışsa, çalan hırsızın eli kesilir.
Kullanılmaları caiz olmayan ve kırılmaları emredilen altın ve gümüş kapflarda
da hüküm aynıdır. İşçilik bir tarafa, bu kaplardaki altın ve gümüşe değer
takdir edilir. Kezalik altın veya gümüş bir haç, necis olmuş zeyt çalınır ve
necis olarak değeri nisaba ulaşırsa; çalanın eli kesilir. Aksi takdirde
kesilmez. Tavla, satranç ve haram olan kumar aletlerini çalmak da bu hükme
tabidir.
Hanefîler dediler ki:
Kıymeti nisap miktarına da varsa, altınla yaldızlanmış da olsa, Mushaf-ı
Şerifi çalma durumunda, çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü okumak
için çalmış olduğu te'viline gidilebilir. Zîra Mushaf-ı Şerif, yazılı olan
âyetler için elde edilmek istenir ki; onun da mal olma niteliği yoktur. Geride
kalan cilt, kağıt ve yaldızlara gelince; bunlar asıl olmayıp ona bağlı olan
şeylerdir. Bağlı şeylerse nazar-ı itibara alınmazlar. Çünkü asılda kesmeyi
gerektiren şeylerle kesmeyi gerektirmeyen şeyler bir arada bulunurlarsa; kesme
cezası uygulanmaz. Asılda kesme ve kesme delilleri biraraya geldikleri için
şüphe meydana gelmiştir. Aynı şekilde ilmî ve dinî kitapları çalma durumunda da
hırsızın eli kesilmez. Çünkü onun bunları okuma amacıyla çaldığı te'viline
gidilebilir. Zîra bu kitapları almaktan maksat, içlerindeki ilimdir ki; ilim
de bir mal değildir. Kitabın yazılmasından önce cilt ve kağıdı çalınırsa;
çalanın eli kesilir. Çünkü o, malla değerlendirilen bir nesnedir. Şiir ve
edebiyat kitaplarıyla hesap defterlerinin çalınmasına gelince; bunların cilt
ve kağıtları nisap miktarına varırsa, çalanın eli kesilir. Aksi takdirde
kesilmez.
Şâfiîler dediler ki:
Mushafı, şer'î ilim kitaplarım ve bunlarla ilgili
şeyleri çalanın eli
kesilir. Çünkü bunlar; satılması, ticareti ve elde edilmesi caiz olan kıymetli
mallardır. Faydalı şiir ve edebiyat kitapları da böyledir. Faydalı ve mubah
değilseler, cilt ve kağıtlarına değer takdir edilir. Değerlerini saba varırsa,
çalanın eli kesilir. Yoksa kesilmez. Ebû Sevr, îbn Kasım ve İbn Münzir bu
görüştedirler. Çünkü bu, kıymet ifade eden bir maldır. Hanefî-lerden Ebû Yûsuf
dedi ki: Mushaf-ı Şerîf altınla yaldızlanmış ve altın yaldızı da nisap
miktarına varıyorsa, çalanın elî kesilir. Çünkü bu altın yaldız mus-haftan bir kısım
değildir.
Hırsızdan başka hain,
gâsıb ve diğerlerine'gelince; bunlar, mal sahibiyle yüz yüze gelirler. Yani
ona hîle yaparak veya onu aldatarak veya halkın gözü önünde malı ondan zorla
alırlar. Bütün bunların şerrinden korunmak ve amaçlarına ulaşmadan kendilerine
engel olmak mümkündür. Bu nedenle de şeriat koyucu, onları te'dîb etme işini
hâkimin yetkisine bırakmıştır ki; onları, kamu güvenliği nizamına ve ortama
uygun, caydırıcı bir şekilde ta'zîr edebilsin.
Şu davar ki; bu tür
olayların sebepleri farklı olabilir. Sebepleri önemli veya önemsiz olabilir. Şu
halde münasip olanını seçebilmesi için bu suçların faillerine verilecek cezayı
takdir etme yetkisini hâkime bırakmak gerekir. Ama hırsızlık böyle değildir. O
gizlice işlenen bir suçtur. Doğurduğu sonuçlar çoğunlukla aynıdır. Hırsızlık
eylemi insanları her zaman ve her yerde tehdid etmektedir.
Ölünün mezarının,
kefen için mahfaza olup olmayacağı hususunda mez-heb imamları ihtilâf
etmişlerdir.
Hanefîler dediler ki:
Mezar, kefenden başka şeyler için mahfaza değildir. Kefen için de mahfaza
değildir. Mezarı açıp Ölünün üzerindeki kefeni ve zinetleri çalan kimseye,
kesme cezası uygulanmaz. Çünkü bu hırsız (neb-baş); telef olmaya mâruz,
sahipsiz bir malı, mahfazasız bir yerden almıştır. Zîra ölü, mülk edilemez. Bu,
îbn Abbas hazretlerinin, Sevrî, Evzaî, Mekhûl ve Zührî'nin görüşüdür. Zîra
mezar, sahradaki bir çukurdur. Gece ve gündüz herkes oradan gelip geçme
hakkına sahiptir. Mezarın kilitli kapısı yoktur. Koruma görevlisi de yoktur.
Şu halde mahfazalı olduğuna dâir geride sadece bir iddia kalmaktadır. Bu da
anlamsız ve iddiadan ibaret bir adlandırmadır ki; bu olur şey değildir. Bu
durumda hırsızın tazminat ödemesi gerekmez. Bunu kabul etsek bile; mezar,
mahfazalı oluşu bakımından şüpheli olmaktan kurtulamaz. Böyle olunca da
mezardan çalan kimsenin eli kesilmez. Mülk olması bakımından şüphe sabit
kalır. Haddin meşruiyet maksadı da haleldar olur. Bu iki sebepten her biri, haddin
bertaraf edilmesini gerekli lalar.Birinciye
baktığımızda görürüz ki; kefen hiç kimsenin mülkü değildir. Ölünün mülkü
olamaz: Çünkü o, mülkedinme ehliyetine sahip değildir. Mirasçının da mülkü
değildir: Zîra o, ancak ölünün ihtiyacından artakalan terekeye malik olabilir.
Şu halde başkasının alacağının tümünü ancak karşıla-yabilen terekeden çalan
kimsenin eli kesilir. Çünkü o tereke, alacaklının malıdır. Öyle ki; bunu
hakkıyla alabilir. "Kimsenin mezardaki kefen ve zinet-lerde mülkiyet hakkı
yoktur şeklindeki sözümüz sahih ise, mezar hırsızının eli kesilmez. Yoksa
mülkiyetinde şüphe bulunduğuna dâir süzümüz tahakkuk eder. Bu durumda da
hırsızın eli kesilmez. Mezarı ev olarak adlandırma ile istidlalde bulunmaya
gelince; bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü mezara ev adını vermek mecazîdir. Ev
dört duvarla kuşatılan bir yerdir ki; bu duvarlar ev amacıyla örülmüştür.
Mezarın böyle duvarları yoktur. Kaldı ki; evin hakikati, mahfazayı
gerektirmez. Mescid gibi mahfazasız olarak da dört duvarla kuşatılan yere ev demek
4oğru olur.
Şâfîî, Maliki,
Hânbelîler ve İmam Ebû Yûsuf dediler ki: Ölülerin kefenlerim çalan kimselerin
elini kesmek gerekir. Sahabîlerden Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Âişe (r.a.) ulemâdan
Ebû Sevr, Hasan-i Basrî, Şa'bî, Katade, Hammad ve Nehaî bu görüştedirler.
Sonra dediler ki; el
kesilmesini gerekli kılan kefen, meşru olan kefendir. Sünnet kefeninden
fazlasını çalan kimsenin eli kesilmez. Aynı şekilde ölünün beraberinde mezara
bırakılan esans, mal, altın ve diğer şeyleri çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü
bunlar, beyinsizlik edilerek zayi edilmiştir. Mahfaza altında sayılmazlar.
Bunlar mezheplerini teyid için şu hadîsi delil olarak ileri sürmüşlerdir:
"Mezar açan (ve içindeki malları çalan kimsenin elini) keseriz." Bu,
münker bir hadîstir. Sadece Beyhakî bunu rivayet etmiştir. Bir başka hadîste
Resûîullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Muhtefîye kesme
cezası yoktur." Medînelilerin örfüne göre muhtefî, mezar hırsızına verilen
isimdir.
Gelelim bu babda
rivayet edilen eserlere: İbnü'l-Münzir dedi ki: Rivayet olunduğuna göre İbn
Zübeyr, mezar açıp hırsızlık yapan bir kimsenin^elini kesmiştir. Bu rivayet
zayıftır. Rivayet olunduğuna göre Abdullah bin Amir bin Rcbİâ, Hz. Ömer bin
Hattâb'ın zamanında Yemen'de mezarlardan hırsızlık yapan bazı kimseler görüp,
bunları mektup yazarak Hz. Ömer'e haber vermiş; Hz. Ömer de ellerini kesmesi
için ona (Abdullah'a) mektup yazmıştı.
Zührî'nin şöyle dediği
nakledilir: Mezarları açıp içindeki eşyaları çalan bir grup insan, Mervan'ın
huzuruna getirildi. Mervan onları dövüp sürgüne gönderdi. Onun zamanında çok
sayıda sahabîler de vardı. (Hİç birisi onun bu uygulamasına itirazda bulunmadı.)
Yine Zührî'den
naklolunduğuna göre Muâviye (r.a.) zamanında bir mezar hırsızı yakalandı. O
zaman Mervan, Medine valisiydi. Yanındaki sahabî-lerle fikıhçilara, bu hırsıza
yapılacak uygulama hususunda danıştı. Bu hırsızın dövülerek çarşıda ve pazarda
teşhir edilmesi gerektiği hususunda görüş birliğine vardılar, tşin mâna yönüne
bakacak olursak kefen, mahfazalı olan ve kıymet taşıyan bir maldır. Emsali
mallar da mahfazalıdırlar. Mezar ölünün mahfazasıdır. Giysileri ölüye tabidir.
Mezar ölünün giysileri için de mahfazadır. Giysileri çalan kimsenin eli
kesilir. Çünkü ölüyü çıplak bırakmak caiz olmaz. Bu ihtiyaç, mezarın mahfaza
olması gerektiğini hükme bağlamıştır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ebû Zerr
el-Gıfarî'ye şöyle demişti: "İnsanlara ölüm geldiğinde sen nasıl
olacaksın? O zaman ev (mezar) Vasif'te olacaktır." (Yani o kadar çok
insan ölecek ki; mezarlar, Vasıf mevkiine kadar uzanacaktır.) Ben de dedim ki;
"Allah ve Resulü daha iyi bilir" veya şöyle dedim: "Allah ve
Resulünün benim için hayırlı gördükleri şey neyse, o olur." Resûlullah
buyurdu ki: "Sana (o zaman) sabır gerekir.[128]
Ebû Dâvud bu hadîs
için, "Babü Kat'in-Nabbaş" adlı bir bab açmıştır. İbn'ül-Münzir dedi
ki: Ebû Dâvud bu hadîsle istidlalde bulunmuştur. Çünkü bu hadîste mezara ev
denilmiştir. Ev ise; içindeki eşyanın mahfazasıdır. Mahfaza içinden eşya çalan
kimseye ihtilafsız olarak kesme cezası uygulanır. Çünkü mezar, kefen gibi
eşyanın mahfazasıdır. Her şeyin mahfazası da kendine göredir. Hayvanların
mahfazası, ahır ve talavdır. İncinin mahfazası, sandık ve hazinedir. Koyunun
mahfazası ağıldır. Bu sayılan şeyleri, anılan mahfazalarından çalan kimseye
kesme cezası uygulanır. Ama inci ve mücevheri ahırdan ve tavladan ya da
ağıldan çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Kefenin mezardan;çıkarılıp
alınması hırsızlıktır. Zîra Yüce Allah yeri, insanın hayattayken barınması;
Öldükten sonra da. defnedilmesi için yaratmıştır. Bu hüküm, mezarın sahrada
olması durumunda sözkonusudur. Ama Kahire'deki gibi mezarlar evin içinde ve
kilitli kapılar ardındaysa, -Kahire'de her ailenin havş adı verilen ve içinde
mezarların yapılmış olduğu kendilerine özgü geniş bir yeri vardır -bu mezardan
eşya çalan hırsız hakkında bazı âlimler demişler ki: Kendisine kesme cezası
uygulanır. Çünkü o, kilitli kapısı bulunan bir mahfazanın içinden hırsızlık
yapmıştır.
Hanefîler dediler ki:
Bu durumda yine hırsızın eli kesilmez. Her ne kadar mezar bir mahfaza içindeyse
de kesme cezasının uygulanmasını engelleyen diğer maniler vardır.Çünkü çalınan
şeydemüUdyetjnoksanlığı ve mülke-yetsizlik vardır. İnsanların meylettikleri,
rağbet ettikleri ve elde etmek için birbirleriyle yanştıklan şeye mal denir.
Oysa pek azı dışında, insanlar bir ölüye sarıldığım bildikleri kefenden nefret
ederler. Had, insanları suçtan caydırmak için meşru kılınmıştır. Kendisine
ihtiyaç da vardır. Tabiî had, çoğunlukla vu-kûbulan suçlar için konulmuştur.
Ama ender olarak rastlanan suçlar için had
konulmuş değildir.
Cenaze içindeyken kafilenin taşımakta olduğu tabutun içindeki kefeni çalan
kimsenin durumu hakkında ihtilâf edilmiştir.
Hanefîler dediler ki:
Bir hırsız ölülerin kefenlerini çalmayı alışkanlık haline getirirse; imam had
olarak değil de kendi idarî yetkisine dayanarak ona kesme cezası uygulayabilir.
Bu hüküm; şayet sahih iseler Hanefîlerin rivayet ettikleri hadîs ve eserlere
dayandırılmıştır. Ancak el kesmeyi gerektirecek kadar bir malı mahfazasından
çıkarıp çalan kimseye kesme cezasının uygulanabileceği hususunda imamlar
ittifak etmişlerdir. Hırsız elbiseleri evin içindeyken bir araya getirip yığar,
sonra da onları omuzlamadan yakalanırsa; kendisine kesme cezası uygulanmaz.
Aynı şekilde ev halkı onu farkeder ve kendisi de eşyaları kucakladıktan sonra
bırakıp kaçar; sonra da yanında hiç bir eşya olmaksızın evin dışında
yakalanırsa, kendisine kesme cezası uygulanmaz. Çünkü evin tamamı bir
mahfazadır. Ama bu durumda hâkim onu, uygun gördüğü hapis, tazrfıinat, dayak
veya başka bir biçimde ta'zîr edebilir.
Hanefîler dediler ki:
Müslüman bir kimse müste'men birisinden nisap miktarı mal çalarsa; çalanın
kesme cezasına çarptırılması gerekmez. Çünkü aslında bu mal, harbî bir kimsenin
mülküdür. Harbînin mülkü ise ganimettir. Çalınması durumunda hırsızın kesme
cezasına çarptırılması gerekmez.
Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler
dediler ki: Müslüman bir kimse müste'men bir kimsenin mülkü olan nisap miktarı
malını çalarsa; çalana kesme cezasının uygulanması vâcib olur. Çünkü o,
müste'menin mülkü olan mahfazalı bir maldır. İslâm diyarında bulunduğu sürece
müste'mene, zımmîlik hükümleriyle müslüman kişilere tatbik edilen hükümler
uygulanır.
Mâlîkîler ve Hanbelîler
dediler ki: Müste'men veya sözleşmeli bir kimse, müslüman veya zımmî bir
kimsenin malını çalarsa; kendisine kesme cezasının uygulanması gerekir.
Hanefîler dediler ki:
Bu vasıftaki hırsıza kesme cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü bizim de
dar-ı hapte düşmanlarımızın yanında müslüman dindaşlarımız esir olarak
bulunabilir; bizim onlardan olan bu hırsızın elini kesmemiz durumunda, onlar da
ellerindeki müslüman esirlerden intikam alabilirler. Umumun maslahatını
gözönünde bulundurarak, bu hırsıza uygulanacak olan kesme cezası terkedilir.
Kaldı ki; islâm hukuku onlara uygulanmaz.
Şâfiîler dediler ki:
Sözleşmeli veya müste'men bir kimse; bir sözleşmelinin, bir müslümanın veya
bir zımmînin malım çalarsa; kuvvetli kavle göre şayet sözleşmede hırsızlık
yaptığı takdirde elinin kesileceği kendisine şart ko-şulmuşsa, bu şartı
kabullenmiş olduğu için kendisine kesme cezası uygulanır. Aksi takdirde bu ceza
ona uygulanmaz. Dediler ki: Cumhûr-u ulemâya göre en kuvvetli olan görüş,
hırsızlık yapan müste'men veya sözleşmelinin kesme cezasına çarptırılmamasını
öngörmektedir.
Merhum mezhep imamları
dediler ki: Bir müslüman zımmî bir kimsenin malını çalarsa; meşhur kavle göre
kesme cezasına çarptırılır. Çünkü zımmî, İslâm devletiyle yaptığı anlaşma
sayesinde dokunulmazdır. Müslümanın zimmîyi öldürdüğü takdirde kısasen
öldürülmeyeceği gibi, zımmînin malını çalması durumunda da kesme cezasına
çarptırılmaz diyenler de olmuştur. Zım-mîye gelince; o, müslümanın nisap
miktarı malım veya kendisi gibi bir zımmînin malını çalma durumunda kesme
cezasına çarptırılır. Çünkü o islâm devletiyle anlaşma yaparken müslümanlığın
hükümlerini kabullenmiştir. Bizim kendisi hakkında vereceğimiz hükme razı olup
olmaması sonucu değiştirmez. Çünkü onun hakkında bu hükmü vermemizi dinimiz
emretmektedir. Pahalılığın yaygın olduğu kıtlık ve sefalet zamanlarında bir
müslümandan veya zımmîden yiyecek çalan yoksul kimseye kesme cezasının
uygulanmayacağı hususunda merhum mezhep imamları ittifak etmişlerdir. Çünkü
açlık, kesme cezasının uygulanmasını engelleyen bir mazerettir. Mahfazalı bir
yerden nisap miktarı mal çalmaları durumunda çocuğun, delinin ve zorlanan
kimsenin eli (ya da ayağı) kesilmez. Çünkü ilâhî kalem, bunların yaptıkları
günahları kaydetmez. Bizim hükümlerimizi kabullenmiş olmadığı için harbî
kimseye de kesme cezası uygulanmaz. Hırsızlığın haram olduğunu bilmediği için
acemî kimseye de kesme cezası uygulanmaz.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Altın ve gümüşten yapılma bir haç veya heykel çalan, altından bir
parça olsa bile satranç çalan, değeri nisap tutarında olsa dahi tavla çalan;
dans oyun ve pis işlerde kullanılıyor-Iarsa oyun ve eğlence aletlerini çalan,
kumar aletlerini çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü anılan eşyalardan
birini çalan kimsenin o eşyayı kırmak, telef etmek, insanları şer'a aykırı
şeylerden menetmek ve pisliklerle rezaletlere karşı savaşmak için çalmış olduğu
te'vilİne gidilebilir. Çünkü İslâm hukuku müslümanın, kırmak için bu eşya ve
aletleri çalmasını mubah kılmıştır. Çünkü müslüman, iyiliği emredip kötülükten
sakmdırmakla yükümlüdür. Bu alet ve eşyaların kırılmasının ve telef
edilmesinin emrolunmuş olması, bunları çalan kimseye hırsızlık haddi
uygulanmasını engelleyen bir şüphe olmaktadır. Ama bunlarda mallık vasfı var
olduğu için, hırsızın bunların değerini tazminat olarak ödemesi (veya yanında
duruyorsa, sahibine iade etmesi) gerekir. Kullanılması caiz olmayıp kırılması
emredilen altın ve gümüş kapların çalınması durumunda da aynı hüjcürn uygulanır.
İmam Ebû Yûsuf dedi ki: Haç hiristiyanlaân mâbedlerindeyse; oradan çalınması,
durumunda, çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü mâbed, haç için mahfaza
değildir. Zîra herkes mabede girme iznine sahiptir. Ama haç şüphe götürmez
şekilde mahfaza içinde bir adamın elindeyse, çalanın eli kesilir. Çünkü o,
haddi bertaraf edecek bir şüphe bulunmaksızın, tam olarak mahfaza içinde
bulunan ve başkasının mülkü olan bir malı çalmıştır.
Hanbelîler ve bir
görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Saz, zurna, ud ve keman gibi çalgı
aletlerini, altın ve gümüşten yapılmış da olsalar haç ve putu, satranç ve diğer
oyun ve kumar aletlerini çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü serapa
bir hikmet hazinesi olan îslâm hukuku, insanları kötülükler ve kötülük
araçlarıyla savaşmak için bunları kırıp telef etmeye teşvik etmektedir. Kaldı
ki; mâsiyeti ortadan kaldırmaya çalışmak ;nen-duptur. Şu halde bu da şarabın
dökülmesinin, şarabı çalan kimseye had tatbik edilmemesini gerektiren bir
şüphe olması gibi hırsızlık haddini bertaraf eden bir şüphe olmaktadır. İkinci
görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Çaldığının miktarı nisaba ulaşırsa, çalanın
eli kesilir. Çünkü o mahfaza içinde bulunan nisap miktarı bir malı çalmıştır.
Kendisinden yararlanılması helâl olmayan şeyleri kütüphaneden veya bürodan
çalan kimsenin de hükmü aynıdır. Çalınan defter veya kitabın cilt ve kağıdının
kıymeti nisap miktarını buluyorsa, hırsızın eli kesilir. Necis olmakla birlikte
kıymeti nisap miktarını buluyorsa, necis zeyti çalan kimsenin de eli kesilir.
Şâfiîler şunu da hatırlattılar ki; ihtilâf mahalli, müslümanıu bunları
çalarken değiştirmeyi kasdetmemiş olması durumudur. Ama bu haram şeyleri
değiştirmek ve kötülüklerle savaşmak amacıyla yerlerinden çıkarmışsa} eli
kesilmez. Çünkü şeriat bu amaçla onları almasını mubah kılmıştır. Bu murdar
şeyler bir müslümanın mülkiyetindeyse-ler, çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü
müslüman kimsenin bu nitelikteki eşyaları mülkedinmesi yasaklanmıştır. Şayet
çalınan bu eşyalar bir zımmînin mülkiyetîndeyseler, kıymetleri de nisap
miktarına ulaşıyorsa; çalan hırsızın eli kesilir. Mahfaza içindeki şarap
kaplarını veya sazı kırar, sonra kırık vaziyette onları mahfazalarından
çıkarırsa; hırsıza kesme cezasının tatbik edilmesi vâcib olur.Çünkü o,hiç
şüpheye yer bırakmayacak şekilde hırsızlığa kas-detmiştir ve çaldığı şey de
değer taşıyan bir mal olup mahfaza içindedir.
Diğer malî muhalefet
de gasp ve hiyânet gibidir. Bunlar için her zaman uygulanabilecek belli bir
ceza koymak mümkün değildir. Çünkü bu suçların
sonuçlan birbirlerinden çok farklı olmaktadır. Sözgelimi bir kimse malını
mubah şeyler ve süslü püslü aldatıcı hevesler uğruna harcayıp tüketir. Onun bu
yaptığı iş, İslâm hukuku nazarında caiz olmayan bir iştir. Ama yaptığı bu işin
sonuçları değişik olur. Eğer yaptıklarından hiç kimsenin etkilenmeyeceği sâlih
ve müstakim bir çevredeyse, yaptığı işin zararı sadece kendi şahsına dokunur.
Ama çabucak etkilenip her gördüğünü taklid eden insanların yaşamakta olduğu bir
çevredeyse; yaptıklarının zararı başkalarına da bulaşır, kötü örnek olur. Bu
nedenle onu tedib için verilecek cezayı hâkimin takdirine bırakmak gerekir. Bu
nedenle bazı imamlar demişler ki: Malını mubah şeyler için harcayıp
savurmuşsa, kısıtlılık altına alınması gerekmez. Ama Cumhûr-u ulemâ derler ki:
Savurganlık bizatihi kısıtlamayı gerektiren bir sebeptir. Kısıtlılık altına
almak da bir nevi ta'zîr-dir. Kısıtlılık altına almakla, kısıtlının düzgün malî
tasarrufta bulunmadığı ve malî konularda güvenilir olmadığı ilân edilmiş
olmaktadır ki; bu da akıllı bir kimsenin hoşuna gitmeyen sürekli bir
tevbihtir. Haram arzu ve şehvetler yolunda savurganlık yapmaya gelince; bu
kısıtlılık altına almayı ittifakla gerektiren bir sebeptir.
(20) Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler
dediler ki: Yanına bırakılan ve değeri nisap miktarını bulan iğreti malı inkâr
eden kimseye kesme cezası uygulanır. Zîra iğretinin onun yanma bırakılmış
olması, iğreti malı mahfaza içine koymak gibidir. Aradaki ortak nokta şudur:
Sahibi iğreti malı koruma hususunda ona güvenmiştir. Kendisinin inkâr edişi;
iğreti malı, mahfazasını açarak içinden alması demektir. Kaldı ki; hadîs-i
şerifte iğreti malın korunması hususunda iğreti alanın sorumlu olduğu
bildirilmiştir. Rivayet olunduğuna göre kadının biri iğreti eşya alır sonra da
aldığını inkâr edermiş. Hz. Peygamber o kadının elinin kesilmesini emretmişti.
Hanefîler dediler ki:
Bİr kimse başkasından bir şeyi iğreti alır. Sahibi, malının kendisinden
istediğinden malı inkâr edip geri vermez ve malın kıymeti de nisap miktarındaysa
ve bu husus onun üzerinde tespit edilirse; ona kesme cezası uygulanmaz. Aslında
mal sahibinin kendisi, malını inkâr etmeyeceğinden emin olmadığı bir kimseye
iğreti olarak vermekle taksirli davranmıştır. Evvel emirde ona güvendiği için,
ikincisi de diğerinin inkârı dolayısıyla elinin kesilmemesi gerekir. Doğru
olan da budur. Bu meselede malın mahfazası noksan bırakılmıştır. Çünkü mal,
sahibinin değil de hainin elinde ve mahfazasında
bulunmaktadır. Bu hain iğreticinin mahfazası her ne kadar mal sahibinin
mahfazası demekse de o, malını hainin yanına bırakmakla onun mahfazasına teslim
etmiş olmaktadır. Böylece hırsızın içine girmesine izin verilen bir mahfazaya
koymuş olmaktadır.
Başkasının malına
hıyanet eden kadın ve erkeklerin ellerinin kesilmesini öngören ve üç mezhep
imamlarınca delil olarak kabul edilen, Hz. Âişe tarafından rivayet edilen
hadîs-i şerife cevab olarak Hanefîler derler ki: Hadîste sözü edilen kesme
cezası, iğreti malı inkâr etme nedeniyle değil de hırsızlık yapma nedeniyle o
kadına tatbik edilmiştir. Gerçi eli kesilen o kadın, iğreti malları inkâr
etmekle şöhret bulmuş bir kadındı. Hz. Âişe (r.a.) de onu bu vasfıyla
tanımıştı. Yani o kadın, iğreti olarak başkalarından aldığı malları inkâr
etmekle tanınmaktaydı ve hırsızlık yaptı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de elinin
kesilmesini emretti. Bunumda şundan anlıyoruz: Üsame bin Zeyd (r.a.), o kadının
affedilmesi için Hzı Peygamber'e giderek tavasutta bulunmaya çalıştı. Ama Hz.
Peygamber bu tavassutu kabul etmedi ve kalkıp cemaate şu hitapta bulundu:
"Sizden öncekilerini sadece şu husus helak etti: Onlardan şerefli birisi
hırsızlık yaptı mı onu (cezasız) bırakırlardı. Onlardan zayıf birisi hırsızlık
yaptı mı, (elini) keserlerdi." Hanefîlerin bu cevabı, olayın sadece bir
tane oluşuna ve yalnızca bir kadınla ilgili olduğuna dayanmaktadır. Çünkü
olayın birden fazla olmaması esastır. İki hadîs arasında böylelikle uyum sağlanmış
olmaktadır. Müslümanlar özellikle diğer hadîsi hüsn-ü kabulle karşılamışlar,
onunla amel etmişlerdir. Olayın kahramanı kadının hırsızlık yapmadığı farz
olunursa; Câbir'in rivayet ettiği hadîs öne geçer. Öyle olunca da iğreti malı
inkâr etme nedeniyle el kesme hükmünün neshedildiği muhtemel olur. Her ikisinin
de vukûbulmuş olduğunu düşünürsek; yani Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir
kadının elini iğreti malı inkâr ettiği için kestiğini düşünürsek; o zaman
iğreti malı inkârdan dolayı el kesme cezasının neshcdilmiş olduğunu söylememiz
gerekir. Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve Neseî'nin sü-nenlerinde Câbir'den
nakledilen bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Haine, yağmacıya
ve ihtilas yapana kesme (cezası) yoktur."
Hanefî, Şafiî ve Mâlikîler
dediler ki: Nisap miktarınca veya fazla da olsa, aleyhinde tespit edelmişdeolsa
emaneti inkâr eden kimseye kesme cezası uygulanmaz. Zîra Mudi (emanet eden
kişi), malını muhafaza edip kendişine salimen iade etmeyecek olan birine emanet
etmekle taksirli davranmıştır. Bu görüşte olanlar görüşlerini teyid etmek için
Kur'an ve sünnetin, hırsızın elinin kesimesini vâcib kıldıklarını
söylemektedirler. Emaneti inkâr eden kişiye gelince o, hırsız değildir.
Hanbelîler, îshak,
Züfer ve Haricîler dediler ki: Emanet malı inkâr eden kimseye hırsızlık
haddini tatbik etmek gerekir ve eli kesilir. Çünkü bunlar, kesme cezasının
uygulanması için çalman malın mahfaza içinde olmasını şart koşmamı şiardır.
Ayrıca emaneti inkâr eden kimse, hırsız kelimesinin kapsamına girmektedir.
Çünkü böyle birisinden ve hırsızdan sakınmak mümkün değildir. Ama ihtilas
yapandan ve yağmacıdan sakınmak, rahmetli İbn Kayyım'ın da dediği gibi
mümkündür. Bu görüşte olanlar, İbn Ömer (r.a.)den nakledilen şu rivayeti delil
olarak ileri sürmektedirler:
"Mahzumiyeli bir
kadın iğreti eşya alır, sonra da bu eşyaları inkâr ederdi. Peygamber (s.a.v.)
onun elinin kesilmesini emretti.[130] Bunu
Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
Cumhûr-u ulemâ bu
hadîse cevaben demişler ki: El kesilmesine neden olan emanet malın inkâr
edilmesi olayı her ne kadar Âİşe, Câbir, İbn Ömer ve diğerleri vasıtasıyla
rivayet edilmişse de Buharı ve Müslim'in sahihlerinde ve diğer hadîs
kitaplarında el kesilmesine neden olan olayın hırsızlık olayı olduğu açıkça
belirtilmiştir. İbn Mes'ûd'dan yapılan bir rivayette şöyle denilmektedir:
"(Eli kesilen) o kadın, Resûlullah (s.a.v.)m evinden bir kadife
çalmıştı." Bu hadîsi İbn Mâce ve Hâkim rivayet etmiştir. Habib bin ebi
Sa-bit'in Mürsel'inde anlatıldığına göre o kadın zinet takılarını çalmıştı. Bu
iki rivayet "Kadifeiçindeki zinet takılarını çalmıştı" diyerek
uzlaştırılabilir. Böyle olunca da o kadının hırsızlık yapmış olduğu kesinlik
kazanır. Emanet eşyayı ink3r etmekten söz edilmesi, el kesmenin sırf bu nedenle
tatbik edilmiş olduğuna delâlet etmez. Emaneti inkâr etmekten sözedilmesi,
olayı iyice anlatmak kastıyla yapılmıştır. Diğer taraftan buna cevaben
denilebilir ki; Resûlullah (s.a.v.), emaneti inkâr etmeyi hırsızlıkla bir
tutmuştur. Bu da 'hırsızlık kelimesi, emaneti inkâr etmeyi de kapsamına alır'
diyenler için bir delil olur. Şevkânî dedi ki: Bu babda zikredilen hadîslerin
zahirî anlamı bize açıkça gösteriyor ki; (Mahzumiyeli) kadının elinin
kesilmesi emaneti inkâr etmesinden ötürüdür. Nitekim bu hususu İbn Ömer'in
olayı anlattıktan sonra söylediği şu sözü İş'ar etmektedir: "Peygamber (s.a.v.),
kadının elinin kesilmesini emretti. Bu, bazı rivayetlerde anlatılan kadının
hırsızlık yapmış olmasıyla çelişmemektedir. Doğru olan da, emaneti inkâr
edenin elinin kesilmesidir. Bu da mahfazayı esas almaya delâlet eden deliller
dolayısıyla tahsis edilmiş, özelleştirilmiştir. Şöyle ki; insanlar
birbirlerinden emanet almaya ve birbirlerine
j^meTvermeye
muhtaçtırlar. Malın sahibi, emanet isteyen kişinin malı inkâr etmesi durumunda
kendisine ceza verilmeyeceğini bilirse; bu durum emanet malı alıp verme
kapısının kapanmasına neden olur ki; o da meşru bir durum değildir.
Hanefî, Mâliki ve Şâfiîler
dediler ki: Yağmacının eli kesilmez. Çünkü bu fiili açıkça işlemiştir. Aldığı
malın mahfazası kusurlu olduğu ve koruması sağlama bağlanmadığı için, hainin
eli kesilmez. İhtilas yapının da eli kesilmez. Çünkü ihtilas yapan (el
çabukluğu yaparak başkasının malını alan) kimse, hırsız değildir. Araplar bu
işi yapana hırsızdan başka bir ad vermişlerdir. Âyet ve hadîsler, hırsızın
elinin kesilmesinin gerektiğini söylemişlerdir. Diğerleri ise hırsıza
kıyaslanamazlar.
Hain; sahibine karşı
iyi göründüğü halde diğer taraftan adamın malını gizlice alan kimsedir. Yağmacı
ise zorbalık yaparak başkasının malını alan kimsedir. İhtilas yapana gelince;
o, el çabukluğu yaparak başkasının malını alan kimsedir. Nihaye adlı eserde
denilmiş ki: "İhtilasçıdan kasıt, başkasının malını zorbalık ve yağma
yoluyla alan kimsedir." Resûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:
"İhtilas yapan ve
hainlik eden kimseye kesme (cezası) yoKtur.[131]
Hanbelîler ve İmam
Züfer dedi ki: İhtilas, yağma ve hainlik eden kimsenin eli kesilir. Çünkü
Hanbeîîîerle İmam Züfer, çalman malın mahfazalı olup olmamasını nazar-ı
itibara almazlar. Kaldı ki; malın bu şekilde alınması da bir nevi hırsızlıktın
Zamanımızda bakanlık ve şirketlerde yapılan ihtilasların yüzbinlerce cüneyh
tutarında (Mısır para birimi) olduğu görüşündeyim. Bunu yapanlara hırsızlık
haddinin tatbik edilmesi gerekir. Devlet malının korunması amacıyla bu
ihtilasçılara engel olmak gerekir.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Bir kimse kıymetsiz bir şey Çalar da bu nedenle eli
kesilir ve sonra da bu eşya var olduğu için onu sahibine geri verir, daha
sonra bu eşya değişikliğe uğrarsa; örneğin çalman şey örülü bir ip olup bu ip
daha.sonra dokunmuşsa veya çalınan şey p'amuksa; bu pamuk daha sonra örülmüşse
ve hırsız da ikinci kez gelip bu malı çalarsa; tekrar kesme cezasına
çarptırılır. Çünkü anılan ayın, değişikliğe uğramıştır. Bu nedenle gasbeden kişi
bu mala sahip olur. Malın değerini tazmin etmesi gerekir. Ayrıca bu ayın değişikliğe uğradığı için
mahal birliğinden dolayı şüphe sözkonusu olmaz ve kesme cezası uygulanır.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Bîr kimse şarap veya domuz veya -bekçilik amacıyla
bulundurulmakta olsa da- köpek veya ölü hayvanın debbağlanmamış derisini çalan
kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü bu sayılan şeyler mal değildir. Çalman
şarabın kabı nisap miktarı değere ulaşıyorsa, hırsızın eli kesilir. Aynı
şekilde çocuk, deli ve helâl bir şeyi içme nedeniyle sarhoş olan bir kimse
gibi mükellef olmayan birisi, hırsızlık fiilinde hırsıza ortak olursa, mükellef
olmayan bu kimseye kesme cezası uygulanmaz. Aynı şekilde mal sahibinin babası
da hırsızlık fiilinde hırsıza ortak olursa bu adam, kuvvetli şüpheliler arasına
girdiğinden dolayı kesme cezasma .çarptırılmaz. Nisap miktarına varan kesilmiş
bir kurbanı çalan kimseye de kesme cezası uygulanmaz. Çünkü kesilen kurban
kulun mülkiyetinden çıkıp Allah'ın mülkiyetine geçmiştir. Hacda kesilen hedy
hayvanları da bu hükme tabidirler. Ama bu hayvanları kesilmeden çalan kimse
kesme cezasına çarptırılır. Nitekim bu hayvanların sadaka yoluyla fakir
tarafından mülkedinilen nîsap miktarı etlerini çalan kimse de kesme cezasına
çarptırılır. Hırsız bu hayvanları veya etlerini mahfazalarından çıkarmadan
miras veya satın alma yoluyla mülkedinir ya da etlerinin, yeme veya başka bir
nedenle nisap miktarının altına düşmesi durumunda kesme cezasına çarptırılmaz.
Mâlikîler dediler ki:
Hırsız, mahfazadan nisap miktarı bir malı çalmasının beyyine ile sabit
olmasından sonra o malı mülkedinmiş olduğunu iddia ederse; mutlaka eli kesilir
ve iddiası dinlenmez. Çünkü kuvvetli bir itham altındadır. Hırsızların yalan
söylemiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Elinin veya ayağının kesilmesini
gerektiren sebepten kaçınmaktadır. Ayrıca inancı da zayıftır. Hanefîler,
Şâfiîler ve bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bu durumdaki adamın eli
kesilmez. İmam Şafiî, bu adama "fakih hırsız" adını takmıştır. Çünkü
bunun; "Bu benim mülkümdür" demesi doğru da olabilir, yalan da...
Beyyine bulunmadığı takdirde bu, haddi bertaraf eden bir şüphedir.
Hanbelîler diğer bir
rivayetlerinde dediler ki: Bu adamın eli (veya ayağı) kesilir. Bir başka
rivayetlerinde de şöyle demişlerdir: Hırsızlıkla tanınmış biri değilse, sözü
kabul edilir ve kesme cezası sakıt olur. Ama hırsızlıkla tanınmış biriyse,
kendisine kesme cezası uygulanır ki; insanlar haddi kenditerinden uzaklaştırmak
için bu tür mülkiyet iddialarını dayanak edinmesinler Kuvvetli olan görüş de
budur. Âlimler ittifak ederek dediler ki: Hırsız, mahfaza içindeyken nisap
miktarı kadar malı yutar ve bu mal da mücevher eibî yutulmakla bozulmayan bir
malsa ve sonra da malın mahfazası dışına çıkarsa; kesme cezasına çarptırılır.
Ama et ve üzüm gibi yutulmakla bozulan nisap miktarındaki bir malı yutarsa,
kesme cezasına çarptırılmaz. Yalnız yuttuğu malın tazminatını ödemesi gerekir.
Mahfaza içindeyken bir malı yakarak veya kırarak telef ederse, tazminatını
ödemesi gerekir. Ama malı salimen mahfazasından çıkarır da sonra telef ederse,
kesme cezasına çarptırılır. Mah-fazasındaki bir hayvana yem ve benzeri bir şey
göstererek dışarı çıkmasını sağlar ve çıktıktan sonra hayvanı çalarsa; el veya
ayak kesme cezasına çarptırılır. Çünkü hayvan onun fiili sonucunda
mahfazasının dışına çıkmıştır.
Hanefîler dediler ki:
Ganimet malından çalan hırsız, kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü onun bu
malda payı vardır. Bu gerekçeye dayanarak Hz.AIi (r.a.)nin, ganimet hırsızına
kesme cezası uygulamadığı rivayet edilmiştir. Hz. Ali (r.a.)nin böyle yaptığım,
Musannaf adlı eserinde Abdürrezzak rivayet etmiştir. Merhum Sevrî, Semmak bin
Harb'den, o da asıl adı Zeyd bin Dessar olan Ebû Ubeyde bin el Abras'dan
rivayet ederek şu haberi vermiştir: "Paylaştırılmadan önce ganimet
malından bir miğfer çalan bir adamı Hz. Ali (r.a.)nin huzuruna getirdiler. Hz.
Ali (r.a.), onun elini kesmedi."
Şâfiîler dediler ki:
Beytü'I-malden veya ganimet malından çalan kimsenin -eğer bu mal düşkünlere ve
mücahitlere paylaştırılmış, kendisi, usul ve fürûundan biri bu pay
sahiplerinden biriyse- eli (veya ayağı) kesilmez. Çünkü o, içinde sabit hakkı
bulunan bîr maldan çalmıştır. Ama bu maTkendisi-nin içinde bulunmadığı ferdlere
paylaştınlmışsa, o zaman eli (veya ayağı) kesilir. Çünkü onun için bu çalmada
(haddi bertaraf edecek) bir şüphe yoktur. Ama bu mal bir gruba
paylaştırılmamışsa, çalanın eli kesilmez.
Esah olan kavil şudur:
Kamu yararına tahsis edilen mallardan çalan yoksul müslümanln -veya doğru
görüşe göre zengin mtislümamn da- çalması, sadaka malından yoksulun veya
başkalarını sulh etmek için masrafta bulunarak borçlanan kimsenin yahut gazinin
çalması durumunda; hırsıza kesme cezası tatbik edilmez. Çünkü hırsızın bu malda
hakkı vardır. Ama hakkı yoksa, ortada haddi bertaraf edecek bir şüphe mevcut
olmadığı için kesme cezası tatbik edilir.
Mâlikîler dediler ki:
Beytü'l-malden nisap miktarı mal çalınırca, çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü
beytü'l-maldeki mal, mahfazalı bir maldır ve çalanın onda hakkı yoktur.
Kezalik ganimet malı da toparlandıktan sonra, askerler çok olsun az olsun-
hakkından fazla nisap miktarı malı ganimetten çalan kimsenin eli kesilir.
Bazıları dediler ki: Ganimetten mal çalarsa, mutlak surette hırsızın eli
kesilir.
Hanbelîler dediler ki:
Beytü'l-malden çalan kimseye kesme cezası tatbik edilmez. Çünkü beytü'1-mal,
kamuya aittir ve çalan kişi de kamunun bir ferdidir.
Şâfiîler dediler ki:
Çadır eğer binalar arasında kurulu ise, hırsızın pazarda bulduğu bir mal
gibidir. Çölde olup ipleri gerilmemiş ve çevre örtüleri sarkitılmamışsa, yine
çölde bulunan bir mal gibidir. Ama ipleri gerilmiş veçevre örtüleri sarkıtılmışsa;
içinde veya yakınında duran kuvvetli bir muhafızın bulunması şartıyla bu
çadır, içindeki eşyaların mahfazasıdır. İçinde veya yakınında bir muhafız yoksa
veya var da zayıf ve cılız biri ise ve de güvenlik kuvvetlerinden uzaktaysa;
bu çadır, içindeki eşyanın mahfazası olmaz. Bu nitelikteki bir çadırdan mal
çalan kimsenin eli kesilmez.
Mâlikîler dediler ki:
İçinde sakinleri bulunsun veya bulunmasın; sefer veya hazarda kurulan çadır,
hem kendisinin hem de içindeki malların mahfazasıdır. Çadırın kendisi veya
içindeki mal çalınır ve çalınan mal da nisap miktarını buluyorsa; hırsızın eli
kesilir.
Hanefîler dediler ki:
Çadır kuruluysa ve içinden bir şey çahnmışsa; hırsızın eli kesilir. Ama çadırın
kendisini çalanın eli kesilmez. Çünkü çadırın kendisi mahfazalı değildir. Ama
o, içindeki eşyanın mahfazasıdır.
Malıkiler dediler ki:
Şerefli kâbenin içinden bir şey çalan kimse; içine girilmesine izin verilmiş
bir zamandaysa, kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü bu durumda Kabe mahfazalı
değildir. Ama içine girilmesine izin verilmemiş bir zamanda Kabe'nin içinden
eşya çalıp bu eşyayı tavaf mahallineçıka-ran kimsenin eli kesilir. Kabe'nin
üzerinde bulunan, Makam-ı İbrahim'e iliştirilen eşyalarla sütunlara çivilenmiş
kurşun gibi şeyleri çalan kimsenin eli kesilir.
Şafı1ler dediler ki:
Kabe'nin örtüsünü -eğer üzerine dıkilmişse- çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü
Kabe'ye dikilen örtü, mahfazalı sayılır.
Hanbelîler dediler ki:
Kabe'nin örtüsünden bir kısmını çalan veya Kabe'nin içindeki bir şeyi çalan
kimsenin çaldığı şey nisap kıymetindeyse eli kesilir. Çünkü bu kimse, Yüce
Allah'ın evinin saygınlığım hiçe saymıştır ki; bu da onun imanının
zayıflığına.şerefli Kabe'nin hürmetinin büyüklüğünü
ve Kabe'nin Allah'a ait olduğunu bilmediğine
delâlet eder. Şu halde bu kimsenin cezasının ağırlaştırılması ve hırsızlığı
nedeniyle de kesme cezasına çarptırılması gerekir.
Hanefîler dediler ki:
Bedeli nisap miktarını bulacak kadar Kabe'nin örtüsünden çalan kimseye kesme
cezasını uygulamak gerekmez. Çünkü o örtünün mâliki yoktur. Belki de o kişi,
teberrük amacıyla Kabe'nin örtüsünü çalmıştır.
Denilmiştir ki: Kabe
örtüsünü çalma nedeniyle kesme cezası; imanları kuvvetli olan, Allah'ın kutsal
evinin hürmet derecesinin fazlalığını bilen, Kâbe-i Muazzama'nın Allah'a ait
olduğunu anlayan münevver tabakadaki insanlara uygulanır. Zîra hadîs-i şerifte
de anlatıldığına göre; Harem-i Şerifte hırsızlık yapana ağır ceza verilmesi
gerekmektedir. Ama basiret perdesi kalınlaşmış avam tabakasından olup Allah'ın
huzurunda olduklarını bilmeyen ve B^ytullah'a gereğince saygı göstermeyen
insanlar, Kabe'nin örtüsünün bir kısmını çalmakla kesme cezasına
çarptırılmazlar. Fakat ta'zîr edilirler.
Hanefîler dediler ki:
Mahfazalı olmadıkları için mescid kapılarını çalan kimseye kesme cezasını
uygulamak gerekmez. Çünkü bu kapılar, gelene de gidene de açıktırlar. Kaldı
ki; bu kapıların yanında muhafız da yoktur. Yine aynı şekilde mescidin hasır,
kandil, pencere, döşeme ve perde gibi eşyasını çalan kimseye de kesme
cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü bu eşyaların mahfazası yoktur. Mahfaza
olmayınca had de olmaz.
Mâlikîler dediler ki:
Mescid kendi kapısı ve içinde bulunan sergi, hasır ve kandillerin mahfazasıdır.
Çünkü.bu eşyalar, mescide bırakılırlar. Bedeli nisap miktarına varınca, bu
eşyayı çalan kimse kesme cezasına çarptırılır. Mescitten çalan kimsenin kesme
cezasına çarptırılması için eşyayı mescit dışına çıkarması şart değildir.
Eşyayı belirgin bir şekilde yerinden kaldırması nedeniyle de kesme cezasına
çarptırılır. Sergi ve döşeme de buna dahildir. Ama sergiler sadece gündüzleyin
seriliyorlarsa, geceleyin mescitte bırakılmaları durumunda oradan çahmrlarsa;
çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz.
Şâfiîler dediler ki:
Müslüman bir kimse mescidin; kapı, direk, tavan, kaplama, tavana konulan dal
ve direkleri, süs için konulan kandilleri çalma nedeniyle kesme cezasına
çarptırılır. Çünkü kapı, mescidi tahkimat altına almak için yerleştirilmiştir.
Dal ve direklerse, mescidin imarı için yerleştirilmişlerdir. Kandillerin
çalınması hususunda da haddi bertaraf edecek bir şüphe yoktur. Kullanmak için
konulan hasırları ve mescide serilen diğer sergileri çalma nedeniyle kesme
cezası uygulanmaz. Aydınlatma amacıyla konulan kandilleri çalma nedeniyle de kesme
cezası uygulanmaz. Çünkü bu, Müslümanların tümünün
menfaati için tahsis edilmiştir. Beytü'1-male ait mallarda olduğu gibi hırsızın
da fert olarak bu malda hakkı vardır. Mescidin döşemeleri de hasırlan gibidir.
Bunların çalınmaları nedeniylede kesme cezası uygulanmaz. Zi-net hasırlarına ve
kıymetli halılara gelince; bunları çalma nedeniyle kesme cezası uygulanır.
Üzerine dikilmişse, minberin örtüsü de bu hükme tabidir. Zımmînin, anılan
şeylerden birini mescitten çalması durumunda eli kesilir. Çünkü ortada haddi
bertaraf edecek bir şüphe mevcut değildir.
Hanefîler dediler ki:
Para kesesini, kemer veya cep soyan; yani yen gibi içinde para bulunan ve
sıkıca bağlanmış olan yerleri soyup içindeki paraları alan kimsenin eli
kesilmez. Ama elini bu sayılan yerlerden birinin içine daldırıp içindeki
paralan çıkarırsa, eli kesilir. Çünkü birinci durumda; yani cepten ve kemerden
bıçak ve benzeri bir şeyle yararak para çalınmaktadır. Yarma nedeniyle para
hariçten alınmış olmaktadır. Böylece mahfaza, parçalanmış olmamaktadır. İkinci
durumdaysa; yani yenin bağı kesilerek içteki bağ kesilmekte ve içindeki paralar
çalınmaktadır. Bağın çözülmesinden sonra içindeki malın alınması durumuna
gelince; bağ eğer dıştaysa hırsızın eli kesilir. Ama bağ yenin içindeyse,
hırsızın eli kesilmez. Çünkü hırsız parayı yenin dışından almıştır.
Mâlikîler, Şâfiîler,
Hanbelîler ve Ebû Yûsuf dediler ki: Her hal-ü kârda bu hırsızın eli kesilir.
Çünkü parayı yenin dışından alması durumunda bu para yenle mahfazalı olmasa
bile, sahibinin muhafazasındadır. Sahibinin muhafazasında olduğunda, sahibi yan
tarafa uzanıvermişse, uyanık iken onunla mahfazalı olmaz. Bu para onun
bedenine bitişiktir. Böyle olunca da hırsızın elinin kesilmesi öncelikle vâcib
olur.
Bu görüşte olanlara
reddiye olarak Hanefi'ler dediler ki: Bu durumda yenden başka bir mahfaza
yoktur. Mal sahibi kendine değil de yen veya cebine güvenir. Öyleyse yeksandık
hükmünde olur. Yeni veya cebi ya yürürken ya da başka bir haldeyken başkası
tarafından yarılmıştır. Yürüme halinde onun yegane amacı, malını muhafaza etmek
değil de mesafe katetmektir.
İkinci durumdaysa onun
amacı malını muhafaza yükünden ve meşguliyetinden zihnini ve kalbini
arındırarak istirahat ettirmektir. Çünkü malı muhafaza etmeyi düşünmek, kalbi
ve zihni yorar. Kalbini rahatlatmak için para kesesini bağlar. O bu bağa
güvenmiştir. Bu mevzuda geçerli olan maksat da budur. Nitekim yürümekte olan
devenin üzerindeki çuvalı yararak içindeki eşyayı çalan kimsenin eli kesilir.
Çünkü mal sahibi, malının muhafazası hususunda o çuvala güvenmiştir. O
çuvaldan çalan kimse, mahfazayı hiçe sayıp çiğnemiştir. Dolayısıyla eli
kesilir. Çuvalı içindekiyîe birlikte çalarsa, eli kesilmez. Çünkü çuval, bu
gibi eşya için mahfazadır. Sahibi eşyayı, yen ve cep gibi muhafaza amacıyla o
çuvalın içine koymuştur. Bu durumda mal, mahfazası içinden çalınmıştır. Kesme
cezasının uygulanması gerekir.
Aynı şekilde buğday
kabını veya zeytinyağı kabını delen kimse -kaptan nisap miktarınca buğday Veya
zeytinyağı dökülmesi durumunda- kesme cezasına çarptırılır. Çünkü bu adam kabı
delerek hırsızlık etmiştir. Özellikle yankesiciliğin yaygın olduğu bu zamanda,
binek üzerindeki yükü soyup için-dekini çalan kimse, kesme cezasına
çarptırılır.'Âlimler bunu bilmece haline getirerek "Bir mahfazaya girip
oradan mal çalmadığı halde kesme cezasına çarptırılan kimdir?" diye
sormuşlar, işte bu kimse cep, yen veya kabı yararak içindeki malı çalan
kimsedir.
Hanefîler dediler ki:
Katar, peşpeşe aynı dizide yürüyerek sefere çıkan develerin teşkil ettiği
sıraya denir. Katardan bir deve veya yük çalan kimseye kesme cezası
uygulanmaz. Çünkü katar, malı muhafaza etmesi amaçlanan bir mahfaza değildir.
Dolayısıyla katarda mahfazasızhk şüphesi mevcud olmaktadır. Çünkü saik, süvari
ve güdücüler, peşi sıra gelen yük koruyucusu silahlı kimseler bulunsa bile,
malları muhafaza etmekten çok gidilecek yere ulaşmayı düşünürler. Bu mezhep
ulemâsı dediler ki: Deve katarından çalan, yükleri yararak İçlerindeki eşyayı
alan kimsenin eli kesilir.
Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler
dediler ki: Deve veya katır katarın-daki hayvanların yularları, bir öndeki
hayvanın ardına bağlanır. Hepsi aynı dizi ve hizada bulunurlar. Böylece de bir
güdücü tarafından güdülürler. Katarın mahfazalı sayılması için güdücüsünün
veya baştaki hayvanın süvarisinin, tümünü görecek şekilde her zaman katara
bakması şarttır. Çünkü katar, onun bu şekilde bakışıyla mahfazalı olur. Katarı
bir seyis gütmekteyse ve hepsini görmekteyse; bu katar mahfazalı olur. Katarı
arka taraftan sevkedip geride kalanları kovalayan kimse de güdücü hükmündedir.
Dağ veya bina gibi bir engel dolayısıyla katarın bazısını göremiyorsa,
görülemeyen kısım mahfazalı olmaz. Baştaki veya sondakine değil de aradaki bir
hayvana binmişse, önündekilerin güdücüsü, ardındakilerin de öncüsü olur. Umumî
bir yolda veya çarşıda yürümekteyse, gelip geçenlerin katara bakmaları,
güdücünün bakması yerine geçerli olur. Katarın mahfazalı sayılması için,
güdücünün sesinin arka tarafa ulaşması şarttır. Ayrıca katardaki hayvan
sayısının dokuzdan fazla olmaması da şarttır. Bu nitelikteki katardan hırsızlık
yapan kimseye kesme cezası uygulanır. Ama develer katar, halinde olmazlarsa;
meselâ dağınık vaziyette güdülmekteyseler; esah kavle göre bu develer
mahfazalı sayılmazlar.
Hanefîler dediler ki:
Ana ve babasından, her ne kadar yukarıya doğru çıksalar da nine ve dedelerinden
mal çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü normal olarak kişi, akrabasının malını
rahatlıkla kullanır ve akrabasının malının bulunduğu mahfazaya girer. Öyle ki;
kişi akrabasının malının hemen hemen sahibi sayılır. Kaldı ki; ana-baba, nine dede;
evlatlarına fazlaca şefkat ve merhamet beslerler. Bu nedenle de kişinin
akrabası için şahitlik yapması şeran men olunmuştur. Babanın, oğlunun malını
çalmasına gelince; bu hususta Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, sahabînin birine
hitaben şöyle buyurmuştur:
"Sen ve malın,
babana aitsiniz. [132]
Kardeş, bacı, amca,
hala, dayı ve teyze gibi zevi'l-erharm diyecek olursak; bunlar kişinin malının
bulunduğu mahfazaya girme iznine sahip oldukları için evlat yakınlığı
derecesine alınmışlardır. Zîra İslâm Hukuku, mahremiyeti ispat hususunda
onları evlat derecesine koymuştur. Sıla-i rahim gerekliliği bakımından da
onları .evlat mertebesine koymuştur. Bir hadîs-i kutsî de Cenab-ı Allah şöyle
buyuruyor:
"Ben Allah'ım.
Ben esirgeyenim. (Akrabalık bağlan demek olan sıla-i) rahmi yarattım ve ona
kendi adımdan türeterek bir ad verdim. Kim onu bağlarsa (akrabalık bağlarım
muhafaza ederse) Ben de onu (rahmetime) bağlarım. Kim onu kesip koparırsa, Ben
de onu (rahmetimden) kesip koparırım.[133]
îşte bu nedenle bu akrabaları, hırsızlık dolayısıyla el kesmeme ve nafaka
verme mükellefiyeti hususunda evlat derecesine koyduk. Bunlar, aralarındaki
mahremiyet bağının bulunması ve bu bağı devam ettirmenin zorunluluğu
dolayısıyla birbirlerinin malını kullanma iznine sahip kılınmışlardır. Mahrem
kadının gizli ve açık zinet yerlerine, meselâ pazubend yeri olan pazusuna,
gerdanlık yeri olan göğsüne, halhal yeri olan bacağına bakmaya müsaade
edilmiştir. Zîra kadının, bu gibi yerlerini mahremleri karşısında
kapaması-emrolunmuş olsaydı, sıkıntı ve zorlukla karşılaşılacaktı. Çünkü kadın
işinde ve gücündeyken bu gibi mahremleri sık sık yanma girip çıkmakta,
bunlardan biri diğerinden kaçınmamaktadır. Ayrıca bu mahremiyet bağının
muhafaza edilerek devam ettirilmesi farz kılınmış; kesilip koparılması haram
kılınmıştır. Bunlardan birinin elinin, diğerinin malını çalma nedeniyle
kesilmesi, mahremiyet
bağının kopmasına neden olur. Şu halde kesme cezasının bertaraf edilerek bu
bağların kopmaya karşı korunması gerekmektedir. Şu nakledeceğimiz âyet-i kerîme
de kişinin malının, akrabalarına karşı eksik mahfazalı olduğuna delâlet
etmektedir
"Sizin
evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden
yahut erkek kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden
yahut amcalarımızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut
dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut kâhyaları olup
anahtarları elinizde olan evlerden yahut sadık dostlarınızın evlerinden yemenizde
size bir günah yoktur.[134]
Amca ve halaların evlerinden yemenin mutlak surette günah olmayışı, haliyle
onların evlerine girmenin de mubah olduğuna delâlet etmektedir. Bu akrabanın
evinden yemek mutlak surette serbest olduğuna göre, bunların evinden çalma
nedeniyle kesme cezası da mutlak surette uygulanmaz.
Dediler ki: Bir kimse
mahreminin malını başka kimsenin evindeyken çalarsa, eli kesilir. Ama
başkasının malını mahreminin evindeyken çalarsa, eli kesilmez. Bu iki durumdaki
hüküm, malın mahfaza içinde olup olmamasına göre verilmiştir. Bir kimse süt ana
ve babasıyla kardeşlerinden mal çalarsa eli kesilir. Çünkü süt emişme haberi
çok az yaygınlaşır ve bilinir. Töhmetten sakınmak için, kişi süt akrabasının
evine izinsiz olarak rahatlıkla giremez. Ama kan akrabalığı bunun tersine
meşhur olup başkaları tarafından bilinir.
Mâlikîler dediler ki:
Analarla babalar, ninelerle dedeler, çocuklarından ve çocuklarının
çocuklarından çaldıklarında kesme cezasına çarptırılmazlar. Ama çocuklar ve
torunlar, analarıyla babalarından ve nineleriyle dedelerinden çaldıklarında
kesme cezasına çarptırılırlar. Çünkü çocuğun, ebeveyninin malında hakkı
yoktur. Bu nedenle onların cariyeleriyle cinsel ilişkide bulunacak olursa,
zina haddine çarptırılır. Onları öldürürse, öldürülür. Zevi'I-erhamdan olan
diğer akrabaların mallarını çalma durumundaysa; hırsız İhtilafsız olarak kesme
cezasına çarptırılır.
Şâfiîler dediler ki:
"Yapabildiğiniz
kadarıyla haddi müslüinanlardan uzaklaştırın.[135]
hadîs-i şerifi gereğince; çalınan şeyde şüphe bulunmaması şarttır. Bu mülkiyet
şüphesi de olabilir: Örneğin bir kimsenin, kendisiyle başkasının müştereken
sahib oldukları bir malı çalması gibi. Bu, failin şüphesi de olabilir: Örneğin
bir kimsenin kendisinin veya aslının ya da fürûunun mülkü olduğunu zannederek
hırsızlık şeklinde bir malı alması gibi.Bumahalşüphesi de olabilir: Örneğin
çocuğun, usulünün malını veya usulden birisinin kendi fer'inin (çocuk veya
torununun) malını çalması gibi... Hırsızın -her ne kadar yukarıya doğru çıksa
da- kendi aslının malını çalması ve -her ne kadar aşağıya doğru inse de- kendi
fer'inin malını çalması durumunda kesme cezası uygulanmaz. Çünkü usulle fürû
arasında birlik vardır. İkisinin diyetleri farklı olsa bile bu böyledir. Çünkü
bunlardan her birinin malı, diğerinin ihtiyacını karşılamak için yedekte
bekler. Zevi'l-erham ve diğer akrabaların aksine bunların birbirlerinin
mallarım çalma nedeniyle elleri kesilmez. İmam Şâfıî, usul ve fürû dışında
kalan zevi'l-erham ve diğerlerini uzak akrabalar sınıfına katmıştır. Bunların
mallarını çalma nedeniyle kesme cezası uygulanır.
Hanbeliler dediler ki:
Evlatlarının mallarını çalma nedeniyle ana ve baba; her ne kadar yukarıya doğru
çıksa da nine ve dede, kesme cezasına çarptırılmaz. Çocuklar da ebeveynlerinin
mallarını çalma nedeniyle kesme cezasına çarptırılmazlar. Çünkü analarla
babalar, normal olarak çocuklarına fazlasıyla acırlar. Öyle ki; kendi malını
çalmış olan çocuğunun elinin kesilmesi için gayret gösteren bir tek ana ve
baba görülmüş değildir. Çoğunlukla hadler, kulların hakkını birbirlerinden
kurtarmak ve onları birbirleriyle ödeştirmek için uygulanır.
Evladının malını çalan
ana ve babanın cezalandırılmama sebebine gelince; iyice bilmeliyiz ki; çocuk
ve elindeki mülkü, onların kendisi üzerindeki hukukunu ödemek amacıyla ana ve
babasına aittir. Çünkü onların evlatları üzerindeki hakları, Allah'ın hakkından
hemen sonra gelir:
"Allah'a ibadet
edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya ve babaya iyilik edin.[136]
Zcvi'l-erhamdan olan
akrabaya gelince, bunların mallarım çalan kimse kesme cezasına çarptırılır.
Çünkü bunlar diğer (yabancı) insanlar zümresine katılmışlardır.
Hanefıler dediler ki:
Eşlerden biri diğerinden çalarsa, çalanın eli kesilmez. Bu çalma işini ister
mal sahibi eşin özel evinden yapmış olsun, ister her ikisinin beraberce ikamet
ettikleri bir evden yapmış olsun, hüküm aynı-
dır. Çünkü eşlerden
her biri diğeriyle bir ve aynıdır. Sanki biri diğerinin tâ kendisidir.
Aralarında menfaat mübadelesi vardır. Eve girme iznine sahiptirler.
Aralarındaki mahfaza eksiktir. Adeten ve delâleten birbirlerinin' mallarım
rahatlıkla kullanabilirler. Maldan daha kıymetli ve nefis olan bedenini eşine
verdiğine göre, mal hususunda onun için daha müsamahakâr olacaktır. Kaldı ki;
aralarında ana-baba gibi mahrumiyet hacbi (engeli) olmaksızın tevarüs
(karşılıklı mirasçı olma) sebebi vardır.
Mâlik bin Enes'in
Muvatta'ında rivayet olunduğuna göre; efendisinin hanımının aynasını çalan bir
köle Hz. Ömer bin Hattâb'ın huzuruna getirilmiş. Hz. Ömer şöyle demişti:
"Ona verilecek bir ceza yoktur. Hizmetçiniz eşyanızı çalmıştır."
Kocanın hizmetçisinin eli kesilmediğine göre, koca bu ruhsata daha layıktır.
Ayrıca menfaatleri bitişik olduğu için eşlerin birbiri üzerine şahitlikleri de
kabul erimemektedir. Aynı şekilde birbirinin mallarını çalmaları nedeniyle
elleri de1 kesilmez. Eşlerden biri diğerinin malım çalar, sonra gerdeğe
girmeden koca karısını boşar ve iddetsiz olarak kadın boşanırsa; çalanın eli
kesilmez. Bir erkek yabancı bir kadının malını çalarda sonra o kadınla
evlenirse; evlenmesi, kesme cezasına hükmolunmasından önce de olsa sonra da
olsa, bu ceza ona infaz edilmez. Ebû Yûsuf (rh.a.) un; evlenme, kesme cezasına
hükmolunmasından sonra vukûbulursa ceza infaz edilir dediği rivayet
edilmiştir.
Bir kimse bâin talâkla
boşadığı veya hurettiği karısından -karısı iddetteyken- mal çalarsa, eli
kesilmez. Aynı şekilde kadın da iddet beklemekteyken kocasından mal çalarsa,
kesme cezasına çarptırılmaz.
Tercihe şâyân olan
görüşlerinde Şâfiîler, Mâlikîler ve bu konuda vârid olan rivayetlerinden
birinde Hanbelîler dediler ki: Eşlerden birinin diğerine ait özel bir
mahfazadan mal çalması durumunda eli kesilir. İmam Mâlik buna ek olarak demiş
ki: Eşlerden biri her ikisinin birlikte ikamet ettikleri bir evde diğerine ait
bir malı çalarsa, kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü her ikisi de o eve girme
iznine sahiptir.
Diğer kavillerinde
Şâfiîler ve diğer rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Eşlerden biri diğerinin
malını çalma nedeniyle kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü eşlerden her biri
evlilik dolayısıyla aralarında sevgi ve merhamet bulunduğu için diğeriyle
birleşik hale gelmiştir. Yüce Allah buna işaretle şöyle buyuruyor:
"Yine O'nun
alametlerindendir ki; kendilerine meyil ve ülfet edesiniz diye sizin için kendi
cinsinizden zevceler yarattı ve aranızda bir sevgi ve bir
merhamet icad etti.[137]
Üçüncü kavillerinde
Şâfiîler dediler ki: Karısından mal çalması durumunda kocanın eli kesilir.
Kocasından mal çalması durumunda kadının eli kesilmez. Çünkü o, kocasından
giysi ve nafaka alma hakkına sahiptir. Kocasından çalması durumunda, çaldığı
malda kendisinin de istihkakının bulunacağı şüphesinden ötürü eli kesilmez. Bu
istihkakı kocasının malında şayi bir hisse olarak bulunsa bile eli kesilmez.
Ama bu hüküm koca için sözkonu-su değildir. Çünkü kocanın, karısının malında
hakkı yoktur.
Şafiî mezhebinin
tercihe şâyân olan görüşü şudur: Eşlerden biri diğerinin mahfaza içindeki
malını çalarsa eli kesilir. Yine de doğruyu en iyi Aliah bilir.
Hırsıza el kesme
cezasının uygulanması, malı çalman kimsenin bu yolda talepte bulunmasına
bağlıdır. Çünkü hırsızlık haddinde ağır basan husus kul hakkıdır. Hırsızlık
olayının açığa çıkması, ancak mahkemede dava açmakla mümkün olur. Burada
davacı, malı çalınan kimsedir.
Mâlîkîler ve bir
rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Hırsıza kesme cezasının uygulanması için,
malı çalınan kimsenin mutalebede bulunmasına ihtiyaç yoktur. Mal sahibini
mutalebesi olmadan da hırsızın eli kesilir. Çünkü hırsızlık haddinde kul hakkı
değil, Allah'ın hakkı ağır basar. Zina haddinde de olduğu gibi had âyeti genel
anlam ifade etmektedir.
Mezheplerin merhum
imamları ittifak ederek dediler ki: Bir grup hırsız bir malı çalmaya iştirak
eder ve her birisi o maldan nisap miktarı bir kısmı elde ederse, hırsızlardan
her birine had tatbik etmek gerekir ve elleri kesilir. Çünkü hepsi de
hırsızlığa iştirak etmiştir. Çalınan malın mahfazası içine girdikleri için
hepsi de manen o malı yerinden çıkarıp almıştır. Çalınan malı yerinden almakta
biri diğerlerine yardım ettiği için fiiien hırsızlığa iştirak etmiştir. Zaten
hırsızlar bunu adet haline getirmişlerdir. Şu halde çalma eylemi, şer'an
onlardan her birine ayrı ayrı nispet edilir. Ama kıymeti bir nisap tutarında
olan bir malı topluca çalar ve her birine düşen pay nisaptan az olursa, bu
hususta nasıl hüküm verilecektir? Âlimler bu meselede farklı görüş beyanında
bulunmuşlardır.
Hanefî Ve Şâfiîler dediler
ki: Bu durumda onların hiç birisine kesme cezası uygulanmaz. Çünkü her hırsıza
kendi suçu nedeniyle kesme ceza sının verilmesi gerekir. Her hırsız hakkında
suçun tamam olması esas alınır. Ama bu meselede hırsızlardan her biri nisap
miktarı mal çalmış değildir. Böyle olunca da hırsızlığın şartlan tekemmül etmiş
olmamaktadır. El, saygın olduğu için; kesme cezası daha azına değil de ancak
nisap miktarına bağlanmıştır. Dünya ve dünya malının değersizliği, insan
organının azameti gözönün-de bulundurularak; şeriatin bir el kesmeyi gerekli
gördüğü bir nisap miktarının çalınması nedeniyle bir çok eller kesilemez. Hz.
Peygamber buyuruyor ki;
"Çeyrek dinar
için (el veya ayak) kesin. Bundan daha azı için kesmeyin.[138]
Mâltkîler dediler ki:
Çalınan mal çalınması için başkalarının yardımını gerektiren bir malsa;
çalınmasına iştirak eden hırsızların hepsinin elleri kesilir. Çalınan mal bir
kişinin çalabileceği bir malsa; bu hususta iki kavil vardır:
1- Suça
iştirak eden hırsızların hepsinin eli kesilir.
2- Hiç
birisinin eli kesilmez. Çalarken her biri kendi payına bir şey çalarsa yine
hiç birisinin eli kesilmez. Ancak birinin çıkardığı mal nisap kıyme ti kadarsa,
eli kesilir. Nisabı tamamlamak için, hırsızlardan birinin çaldığı, diğerinin
çaldığı mala eklenmez. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Hiç bir
günahkâr, başkasının günahını yüklenmez.[139]Nisap
miktarından daha az mal çalana kesme cezası tatbik edilmez.
Hanbelîler dediler ki:
Çalınan mal, çalınması için başkasının yardımını gerektiren bir mal olsa da
olmasa da; çaldıkları malı yerinden ve mahfazasından çıkarırken bir arada
gayret sarfetmiş de olsalar veya çalınan mal toplam olarak nisap miktarındaysa,
her birisi kendi başına bir miktarını çıkarmış da olsa; hırsızların hepsinin
elini kesmek gerekir. Çünkü mallara çok saygılı olmak ve kul hakkım muhafaza
etmede işi sıkı tutmak gerekir. Zîra ceza, ancak çalınan malın miktarıyla
orantılıdır. Yani bu çalınan maldır. Şeriat malı muhafaza etmek ve mülkiyet
saygınlığına riayet etmek için el kesmeyi gerekli kılmaktadır ki; insanların
mallarım yağma etmek amacıyla bir araya gelen suç ve cürüm çetelerinin önündeki
kapıları ancak böylelikle kapatabiliriz.
Burada bilinen bir soruya
değinmek istiyorum. Diyorlar ki: El kesmek, insanın organlarından birini telef
etmektir. Bu da çalınan malın az olması durumunda suçla orantılı olmaz. El
kesme cezasını gerektiren en az mal miktarı on dirhemdir. Şu halde bu çok ağır
bir cezadır.
Bu söz, hırsızlık
suçunun anlamını ve bu suçun doğurduğu zararlı sonuçları bilmemekten
kaynaklanmıştır. Kuşkusuz biliyorsun ki; bu suç suçların
entehlikelisidir.İnsanlar arasında hırsızlık yaygınlaşırsa, birbirlerinin
mallarını, ırzlarını ve canlarını tehdid ederler. Nitekim daha önceleri de bunu
anlatmıştık. Hayatları acı ve yararsız olur. Hırsız, her karşılaştığı şeyi parçalayan
yırtıcı bir hayvan gibidir. İnsanlar arasında hırsızların kökü temelli olarak
kazınsın diye hırsımın suçuna şiddetle karşılık verilmesi gerekir. Bir şahıs
cezanın şiddetli olduğunu tahayyül ederse; bu suçun fecaatinin ve toplumda
meydana getirdiği sonuçların daha kötü ve daha şiddetli olduğunu bilmesi
gerekir. Sonra cezalar ancak kötü ahlâklı kimseleri suçtan caydırmak için
konulmuştur. Bu gibi insanlarsa kesinlikle yumuşaklık ve merhametle suç
işlemekten vazgeçmezler. Cezanın şiddeti gözlerinin önünde somutlaşmadıkça, bu
suçlardan ebediyyen caymazlar.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Hırsızlardan bir grup malın bulunduğu mahfazaya girer ve malı
bazıları yerinden çıkarıp alır; diğerleri bir şey çıkarmaz ve çıkarmaya
yardımcı da olmaz fakat her birinin o
maldan aldığı pay nisap kadar olursa; hepsinin eli kesilir. Çünkü mah yerinden
çıkarma işini her ne kadar bazısı üstlenmişse de, hırsızlık eyleminde birbirlerine
yardımcı oldukları için, manen hepsi o mah yerinden çikarmsş sayılın Zîra o mah
yerinden çıkarıp alma gücü, hepsinin sayesinde mümkün olmuştur. Hırsızlar bu
şekilde çalmayı adet haline getirmişlerdir. Çalınan eşyayı taşımayanlar da
savunma işini üstlenirler. Şayet çalıntıyı taşımayanlara kesme cezası
uygulanırı asaydı; bu, had kapısının kapanmasına neden olurdu. Eşyanın içinde
bulunduğu binanın duvarını delmeye yardım eden kimseye -bu kimse her ne kadar
içeriden eşya çıkarıp yüklenmese de- ağır ceza vermek gerekir. Ancak hepsine
kesme cezası vermek için, hepsinin de eşyasının bulunduğu yere girmiş olmaları
şart koşulmuştur. Çünkü hırsızlık eyleminde bulunmak için sözleşir ve suça
iştirak ederler, ama onlardan biri veya bir kaçı eve girip eşyayı çıkarır da
diğerleri içeri girmezse; kesme cezası -tabiî eğer hangisi olduğu biliniyorsa-
eve girip eşyayı çıkarana uygulanır. İçeriye hangisinin girdiği bilinmiyorsa
ta'zîr edilmeleri ve tevbe ettikleri görülünceye dek hapsedilmeleri gerekir.
Eve girmeyene kesme cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü onun eve girmekle
mahfazayı hiçe sayarak onlara yardım ettiği kesinlik kazanmamıştır. Suça iştirak etmiş sayılmaz.
Çünkü mahfazayı hiçe saymak, ancak eve girmekle olur.
Dediler ki: Mahfazanın
içine girerek eşyayı alıp taşıyan kimse; akıllı, baliğ ve yabancı birisi olmak
gibi tek başına hırsızlık yaptığında kendisine hırsızlık haddinin uygulanması
gereken kimselerdense, yukarıdaki hüküm uygulanır. Ama eşyayı alıp taşıyan
çocuk veya deli veya ev sahibinin zevi'I-erhamdan bir yakınıysa; hırsızlığa
iştirak edenlerden hiç birinin eli kesilmez. Çünkü bu durumda eşyayı
taşımayanlar, taşıyana tabidirler. Asıl olana kesme cezasını uygulamak vâcib
olmadığına göre tabilere uygulamak hiç de vâcib olmaz. Şâfîîler ve Mâlîkîler dediler
ki: Bir grup insan eşyanın mahfjazası İçine girer, hırsızlıkta anlaşırlar ve
içlerinden bazısı eşyayı çıkarırlarsa; her birinin payı nisap miktarını -ki o
da üç dirhem veya daha fazlasıdır- bulursa; kesme cezası ancak eşyayı
mahfazasından çıkaran kimseye uygulanır. Mahfazaya girip de eşyayı çıkarmamış
ve taşımamış olana ceza uygulanmaz. Çünkü o fiilen hırsızlık etmiş değildir.
Hırsızlığın şartları onun hakkında tekemmül etmiş değildir. Bu gruptakilerden
her birinin payı nisap miktarım bulmayınca da aynı şekilde kendilerine kesme
cezası uygulanmaz. Çünkü nisap miktarına ulaşmayan bir mal çalma durumunda
kesme cezası uygulanmaz. Mükellef iki hırsız, iki nisap miktarınca veya daha
fazla miktardaki malı mahfazasının dışına çıkarmada ortak olurlarsa; ikisinin
de eli kesilir. Çünkü her biri nisap miktarı mal çalmıştır. Ama ikisinin
çıkardığı mal iki nisap miktarından az ise kendilerine kesme cezası
uygulanmaz.
Hanefîler dediler ki:
Hırsız gedik açıp içeri girerek malı ahr ve gediğin yanında ya da kapıda evin
dışındaki bir başkası bu malı onun elinden alırsa; ikisine de kesme cezasının
uygulanması gerekmez. Çünkü çalınan malın üzerine, içeri girenin dışarı
çıkmasından önce muteber bir el konulmuştur. Böylece de hırsızlık eyleminde
şüphe meydana gelmiş olmaktadır. Çünkü hırsızlık eylemi, ikisinden biri
tarafından tamamlanmış değildir.
İmam Ebû Yûsuf demiş
ki: İçerideki elini gedikten dışarı çıkarırsa, kesme cezası içeridekine
uygulanır. Dışarıdaki elini içeri sokarak malı alırsa, her ikisine de kesme
cezası uygulanır. Ama bu işi, birbirleriyle yardımlaşmaksın her birisi kendi
başına yaparsa; meselâ dışarıdaki bir kimse malın bulunduğu binada bir gedik
görür e elini gedikten içeri sokar ve eli içerdekinin toplamış olduğu mala
değer ve bu malı alırsa; hiç birisinin eli kesilmez. Adamın biri içinde mal
bulunan binada gedik açar (içeri girip) eşyaları yola atar, sonra da dışarı
çıkıp o eşyaları alırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü bu, hırsızların
başvurdukları hilelerden biridir. İçerideki adam malı gediğin yanına bırakır,
sonra dışarı çıkıp alırsa, bazıları elinin kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Sahih olan görüşe göre eli kesilmez.
Binanın içinde akar
bir su veya nehir olur da malı nehir veya akarsuyun içine atar ve sonra dışarı
çıkıp alırsa; eğer suyun kuvvetiyle dışarı çıkmış ise, kendisine kesme cezası
uygulanmaz. Çünkü o, kendi fiiliyle çıkmış değildir. Bazıları bu durumdaki
hırsızın elinin kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü malın dışarı
çıkması (her ne kadar suyun kuvvetiyle olmuşsa da) onun sebebiyle olmuştur.
Çünkü malın su vasıtasıyla dışarı çıkması, malı onun suya atması sebebiyle
olmuştur. Şu halde malı dışarı çıkarma fiili ona izafe edilir. Bu onun
fevkalâde bir hilesidir ki; bu hileye başvurmakla ev sahibinin savunmasından
kurtulmuş olmaktadır. Böyle yapmakla kesme cezasından kurtulamaz. Malın içinde
bulunduğu binada gedik açılır ve içeri giren hırsız içerideki malı yola atar,
bir başkası da yola atılan bu malı alırsa; ikisinin de eli kesilmez. Binanın
içindeyken malı bir merkebe yükler de merkebi sürüp dışarı çıkarır ve sonra
malı alırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü merkebin yürümesi onun
sürmesiyle olmuştur. Böyle olunca da malın dışarı çıkarılması eylemi ona
nispet edilir. İçerideki eşyayı bir köpeğin boynuna asıp onu kovar ve köpek
dışarı çıktıktan sonra da o eşyayı köpeğin boynundan alırsa; kesme cezasına
çarptırılır. Kendisi kovmaksizm köpek dışarı çıkarsa, eli kesilmez. Hayvan
kendi iradesiyle dışarı çıkmıştır. Sürme ve gütme ile onun iradesi
bozulmadikça malın dışarı çıkarılması fiili, içerideki adama nispet edilemez.
Evin duvarım delerek içeri girmeksizin elini gedikten içeri sokan ve bir şeyler
alan kimseye bu durumda kesme cezası uygulanmaz. Çünkü mahfazanın çiğnenip
aşılmış olması için tamlık şarttır ki; hırsızlık eyleminin olmadığı
şüphesinden sakınılmış olunsun. Bu şüphe haddi düşürür. Noksanlık yokluğa
benzer.
Mâlikîler dediler ki:
Hırsız duvarı delerek içeri girer ve dışarıdaki birisi de elini mahfazanın
içine sokar; içerideki, dışarı çikarmaksizm onun eline nisap miktarı mal
verirse; kesme cezası sadece dışarıdakine uygulanır. Çünkü malı mahfazasının
dışına çıkaran odur. İçerideki adam malı dışarı çıkarmış değildir. Onun elini
kesmek gerekmez. İçerideki adam bir şeyi tutarak mahfaza dışındaki bir adama
uzatır ve dışarıda duran adam bu eşyayı onun elinden alırsa; kesme cezası
sadece içeridekine uygulanır. Çünkü malı mahfazası dışına çıkaran odur.
Dışarıdaki adam mahfazayı çiğneyip aşmış değildir. Malı dışarı çıkarmış da
değildir. Dolayısıyla kesme cezasına çarptırılmaz. Mahfazanın içindekiyle
dışındakinin eli gediğin ortasında karşılaşırsa; meselâ dışarıdaki içeridekİnin
elinden alarak eşyayı dışarı çıkarır veya içerideki adam eşyayı bir ipe bağlar
ve dışarıdaki adam o ipi tutarak mahfaza dışına çekerse; her ikisine de kesme
cezasının uygulanması gerekir.
Mahfazasının
içindeyken bir eşyayı başkasının sırtına yükleyerek dışarı
kişi onu taşıma gücünde olmasa bile her
ikisine kesme cezası uygulanır. Taşıyıcı, içeridekİnin yardımı olmaksızın o
eşyayı taşımaya muktedir ise; yalnızca eşyayı dışarı çıkarana kesme cezası
uygulanır. Çünkü malı taşıyan kendisidir.
Şâfiîler ve Hanbelîler
dediler kî: Bir şahıs binayı deler ve derhal olsa bile bir başkası bu delikten
eşya çıkarırsa; ikisine de kesme cezası uygulanmaz. Çünkü duvarı delen
hırsızlık etmemiştir. Malı alan da mahfaza içinden mal almış değildir.
Birincinin duvar (onarımı) için tazminat ödemesi ikincininse aldığı malı
tazmin etmesi gerekir. Bu hüküm, evde bir kimsenin bulunmaması durumunda
sözkonusudur. Ama evde açılan gediğe yakın bir mahalde duran ve eşyayı
gözetleyen bir bekçi varsa; o eşya mahfazalı sayılır. Malı gedikten
alana-kesme cezasının uygulanması gerekir. Bekçi uyu-maktaysa; gedikten mal
aıan kimseye esah kavle göre kesme cezasının uygulanması gerekmez. Meselâ
bekçi uyumaktaysa ve evin kapısı da açık bırakılmışsa; evden mal çalan
kimsenin eli kesilmez. Kesme cezasının uygulanabilmesi için, malı gedikten
çıkaranın mümeyyiz bir kimse olması şarttır.
Ama bir kimse duvarda
bir gedik açıp sonra da mümeyyiz olmayan bir çocuğa veya bir deliye, malı
içeriden çıkarmasını emreder de o da çıkarırsa; emredenin eli kesilir. Mümeyyiz
bir çocuğa veya bir maymuna emrederse, emredenin eli kesilmez. Çünkü
emredilen, onun aleti değildir.
Binada gedik açma
hususunda iki kişi birbirleriyle yardımlaşır; sonra ikisinden biri tek başına
içeriden nisap miktarı veya daha fazla miktarda mal çıkarır veya gediğin
yakınına bırakır, diğeri de gedik açma işinde kendisine ortak olmuş olmakla
birlikte malı gediğin dışına çıkarır ve çıkardığı eşya nisap miktarı kadar ya
da nisaptan fazla miktarda olursa; heı iki şekilde de sadece malı dışarı
çıkaranın eli kesilir. Çünkü hırsızlığı yapan odur.
İçerideki adam malı
gediğin orta yerine bırakır, dışarıdaki ortağı o malı alır veya gediğin
ağzındayken başkasına aîdirirsa; bu mal da iki nisap kadar yahut daha fazlaysa;
kuvvetli görüşe göre ikisinin de eli kesilmez. Çünkü ikisi de mahfazanın
(duvarın) tamamen dışına çıkarmış değildirler. Bunlara za-rîf hırsız denir.
İkinci görüşe göre,
her ikisinin eli kesilir. Çünkü gediği beraberce açmış ve malı beraberce dışarı
çıkarmışlardır. Elleri kesilir ki; bu yönteme başvurarak el kesme cezasından
kurtulmasınlar. Malı, bir ucu dışarıdaki ortağının elinde bulunan bir ipe
bağlar, o da dışarı çekip çıkarırsa; içeridekİnin değil de dışarıdakinin eli
kesilir. Ama her ikisi de tazminatla yükümlü olurlar.
Kötürümün yol
göstermesiyle hırsızlık yapan kör, kesme cezasına çarptırılır. Kör, malı
kendisine göstersin diye kötürüm yüklenip taşır ve böylece mahfaza dahiline
girip içeriden eşya çıkarırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü burada körün
kendisi hırsızdır. Körün taşımakta olduğu kötürüm, mahfaza-
dan çıkardığı eşya nedeniyle kesme
cezasına çarptırılır. Çünkü bu durumda kötürümün kendisi hırsızdır. Körün eli
kesilmez. Zîra eşyayı taşıyan o değildir. Kapıyı açmak, kilidi kırmak, duvara
tırmanmak ve diğer hareket tarzları da duvarda gedik açma hükmündedir.
Mahfazanın içine giren adam, eşyayı mahfaza dışına atar veya bir akar ya da
durgun suya bırakır yahut esen rüzgâra salar da böylece eşya da mahfazası
dışına çıkarsa; bütün bu durumlarda hırsızın eli kesilir. Çünkü bütün bu
durumlarda eşyayı mahfaza dışına çıkarma eylemi ona nispet edilir. Eşyayı
gedikten veya kapıdan veya duvar üstünden dışarı atması, attıktan sonra alması
veya ateşe atmış olma nedeniyle telef olması ya da olmaması hep aynı hükme tabidir.
Hırsız bir gece binada
gedik açar ama eşya çalmayıp, gediğin onarılmasından önce başka bir gece
tekrar gelip gedik açtığı yerden mal çalarsa; tıpkı gecenin ilk saatlerinde
gedik açıp son saatlerinde hırsızlık yapmış gibi kesme cezasına çarptırılır.
Esah olan kavil budur. Bu durumdaki hırsıza kesme cezası uygulanmaz diyenler
de olmuştur.
Şafîıler dediler ki:
Küçük yaştaki hür bir kimseyi çalana el veya ayak kesme cezası uygulanmaz.
Çünkü hür insan mal değildir.
Eğer denilse ki:
Dârekutnî'nin rivayetine göre Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Resûlullah
(s.a.s.)in huzuruna bir adam getirildi. Bu adam çocukları çalar, sonra onları
başka yere götürüp satardı. Hz. Peygamber emir verdi ve eli kesildi/' Buna
cevap olarak deriz ki: Bu hadis zayıftır. Sahih olduğunu farzetsek bile burada
sözü edilen çocuklardan köleler kastedilmiştir. Deriz ki; kölelerin hükmü de
şudur: Yaşı küçük veya acemi veya deli olan gayri mümeyyiz, mahfazalı bir
köleyi çalan kimse; diğer malları çalmış gibi kesme cezasına çarptırılır.
Kölenin mahfazası da evin müştemilatı gibi yerlerdir. Mümeyyiz olmayan küçük
yaştaki hür bir kimseyi veya yine hür olan deli, acemi veya kör bir kimseyi,
normal olarak kaybolmayacağı bir yerden çalan veyahut gerdanlık veya kendisine
layık başkaca zinet yahut giysilerini üzerinden çalan kimse, esah kavle göre
kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü hür kimse beraberindeki eşyanın
koruyucusudur. Bu nedenle anılan şahıslardan biri yalnız olarak bulunur ve
beraberinde de zineti varsa; o zineti üzerinden çalan kimseye bu hüküm
uygulanır. Sahibinin binmiş vaziyette üzerinde durduğu deveyi çalmış gibi
olur. İkinci görüşe göre ise bu durumdaki hırsıza kesme cezası uygulanır.
Çünkü hırsız o adamı, üzerindeki eşya için çalmıştır. Ama ıssız yer ve sahra
gibi kaybolabileceği bir yerden çalmışsa, ihtilafsız olarak kesme cezasına
çarptırılmaz veya beraberindeki eşya kendisine göre normalden
fazlaysa ve onu
kendisi için uygun bir mahfazadan çalarsa; ihtilafsız olarak kesme cezasına
çarptırılır. Ama ona göre değil de ancak bir çocuk için uygun denebilecek bir
mahfazadan çalarsa, İhtilafsız olarak kesme cezasına çarptırılmaz.
Bütün bu anlatılan
hükümler, gerdanlığın çocuğa ait olması durumunda sözkonusudurlar. Gerdanlık
başkasına ait olursa ve onu, onun gibi eşya İçin normal sayılabilecek bir
mahfazadan çalarsa, eli kesilir. Aksi takdirde kesinlikle bu cezaya
çarptırılmaz. Çocuğu korunağından çıkarır da sonra gerdanlığı boynundan çekip
alırsa, eli kesilmez. Çünkü gerdanlığı mahfazasından çıkarıp almış değildir.
Sözgelimi hür de olsa; bir çocuğun veya köpeğin boynunda da olsa, mahfazalı
küçük bir canlının boynunda asılı duran bir gerdanlığı çalarsa yahut bu
gerdanlığı köpekle beraber çalarsa eli kesilir.
Mâlikîler dediletf ki:
Mümeyyiz olmayan hür bir çocuğun üzerindeki zinetleri veya giysileri yahut
cebinde veya boynunda duran şeyleri -çocuğun beraberinde koruyucusu yoksa veya
çocuğun barındığı evde durmaması halinde- çalan kimseye kesme cezasının
uygulanması gerekmez. Çünkü mümeyyiz olmayan kimse, üzerindeki eşya için
mahfaza sayılmaz. Yaşı büyük olsa bile deli de çocuk hükmündedir. Ama henüz
konuşmayan ve yürümeyen, mümeyyiz olmayan hür ve küçük çocuğu çalan kimsenin
elini kesmek gerekir. Çünkü bu çocuk, muhterem bir mal gibidir. Zîra çocuk
mümeyyiz değilse; çalınmasından gaye, üzerindeki eşya değil de kendisidir.
Bazan çocuğun üzerinde eşya da olmaz. Varsa üzerindeki zinet veya giysiler ya
alınır ya da bırakılır. Ceza olarak da onu çalana hırsızlık haddinin
uygulanması gerekir. Çünkü çocuk, maldan daha kıymetlidir. Zîra Dârekutnî, Hz.
Âişe (r.a.)nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resûlullah (s.a.v.)ın
huzuruna bir adam getirildi. Bu adam çocukları çalar, sonra da onları başka
yere götürüp satardı. Hz. Peygamber emir verdi ve eli kesildi."
HANEFÎLER dediler ki:
Üzerinde nisap miktarına varan zinetler bulunsa dahi küçük yaştaki hür
çocukları çalan hırsızın elini kesmek gerekmez. Zinet; altın, gümüş veya
mücevher takılardır. Çünkü hür insan mal değildir. Üzerindeki zinetler de kendisine
tabidir. Kesme cezası da ancak mal çalma durumunda uygulanır. Hür çocuğu
çalanın eli kesilmez. Her ne kadar bu su-Çun günah ve cezası Allah katında mal
çalma suçunun günah ve cezasından daha ağır ve şiddetliyse de bu hüküm
böyledir. Bir hadîs-i Kudsîde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Üç kişi vardır
ki; kıyamet gününde ben onların hasmıyım: Bir adam
ki; kendisine verilir o da gadreder. Bir
adam ki; hür bir kimseyi satar, bedelini yer. Bir ada;n ki; bir işçi tutar onu
çalıştırıp emeğini alır, sonra da ücretini
Ona Ödemez.[140]
Ama bütün bunlara
rağmen dünyevi ceza olan kesme cezası bu tip hırsızlar aleyhine şer'an sabit
olmuş değildir. Çünkü.ortada şüphe vardır. Çocuğu çalarken onu susturmak veya
onu emzirecek kadına götürmek amacıyla çalmış olduğuna te'vil edilebilir. Bu
meselede sözü edilen çocuktan kasıt; yürümeyen, konuşmayan ve mümeyyiz olmayan
küçük çocuktur. Çalman çocuk, yürüyüp konuşabilen ve ayırım gücüne sahip olan
(mümeyyiz) biriyse, onu çalanın eli kesilmez. Bu hükümde icmâ vardır. Çünkü o,
kendini idare edebilir. Onu çalmak hileyle olur. Hile ve düzenle çalma
durumunda kesme cezası uygulanmaz. İmam Ebû Yûsuf'tan rivayet olunduğuna göre;
mümeyyiz olmayan hür çocuğun çalınması durumunda, çalanın elini kesmek vacip
olur. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Şâfiîler dediler ki:
Bir köle devenin üzerinde uyur da bir başkası deveyi güdüp kervanın dışına
çıkarırsa; elini kesmek gerekir. Ama hür bir kimse devenin üzerinde uyur da
bir başkası deveyi güdüp kervanın dışına çıkarırsa; esah kavle göre, deveyi
kervan dışına çıkaranın eli kesilmez. Çünkü deve, üzerinde uyumakta olan hür
kimseye tabidir.
Hanefîler dediler ki:
Misafir kendisini evinde ağırlayan ev sahibinin evinden nisaptan fazla
miktarda mal çalarsa; elini kesmek gerekmez. Çünkü o ev, kendisine göre mahfaza
sayılmaz. O, eve girme iznine sahiptir.; Bu izne sahip olmakla da ev halkından
biri sayılır. O evden eşya alması hırsızlık değil de hıyanet olarak
nitelendirilir. İçine girme iznine sahip olduğu binanın kilitli odalarından
veya kilitli sandıklarından birinden mal çalan kimse de aynı şekilde kesme
cezasına çarptırılmaz. Çünkü bütün odalarıyla birlikte bina, tek bir
mahfazadır. Bu nedenle hırsız binanın odalarından birinden eşya çıkarırsa; Bu
eşyayı binanın dışma,çıkarmadıkça eli kesilmez. Binanın tamamı tek bir mahfaza
olduğuna göre; binanın içine girmekle mahfaza haleldar olmuş olur. Odaların
mahfazalı oluşlarında eksiklik meydana gelmiş olur ki; bu da hırsızlık yapan
misafirden haddi uzaklaştıran bir şüphe olur.
Şâfiîler ve Hanbelîler
dediler ki: Misafir konuk evinden veya komşu komşusunun dükkânından veya
yıkanan kişi hamamdan çalarsa, -eşya çalmak için buralara girmiş olsa bile-
elini kesmek gerekmez. Çünkü bu kişi mahfazalı olmayan bir malı çalmıştır.
Konuk evi misafire karşı mahfaza sayılmaz. Çünkü ev sahibi onun bu eve
girmesine izin vermiştir. Bu iki mezhebin âlimleri, hırsıza kesme cezasını
uygulamanın vâcib olması için, çalınan malda
tahakkuku zorunlu bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartlan şöylece sıralayabiliriz:
1- Çalınan
mal (en az) çeyrek dinar değerinde olmalıdır.
2- Çalınan
mal başkasının mülkü olmalıdır.
3- Çalınan
malda şüphe mevcud olmamalıdır.
4- Çalınan
mal muhafızlı veya istihkâmh bir yerde bulunarak mahfazalı olmalıdır.
Bu şartlardan biri gerçekleşmezse,
kesme cezasını uygulamak vâcib olmaz. Misafirin konuk evinden çalmasında bîr
şart noksandır ki; o da malın mahfazalı olması şartıdır.
Mâlikîler dediler ki:
Eve girmesine izin verilen misafirin nisaptan fazla bir malı çalması durumunda
elini kesmek gerekmez. Çünkü o, ev sahibinin izni ile oraya girmiştir. Malı
çalan misafir hırsız değil, haindin
Sahiplerinden İzin
almadan herkesin girebildiği bir evden çalan kimsenin eli kesilmez. Çalınan
eşyayı kapıdan dışarı çıkarması durumunda eli kesilmez. Çünkü bu malı çalan,
kendisine güvenen bir kimseye hıyanet etmiştir. Ancak eşyayı depo ve mahzen
gibi saklamldığı yerden çıkarıp evin kapısına kadar götürürse eli kesilir.
Eşyayı, bakıp kalitesini öğrenmek için çıkarırsa; buna âdeten veya hakikaten
izin verilmiş olduğu için eli kesilmez. Sonra binanın içine girme izni olduğu
için mahfaza eksiktir ve dolayısıyla hırsızlık fiili de tekemmül etmiş
değildir.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Tüccarların dükkânlarından, mağazalarından ve içki satan yerlerden
mal çalan kimsenin elini kesmek gerekmez. Çünkü buraların sahipleri alış-veriş
için halkın içeri girmesine izin vermişlerdir. Gündüzlcyin buralardan hırsızlık
yapan kimse, mahfaza eksikliği nedeniyle kesme cezasına çarptırılmaz. Tüccar
sabahleyin çarşıda dükkânını açar; eşyalara bakıp satın almaları amacıyla
insanları dükkânına girmeye buyur eder. Dükkânına ne kadar çok insan girerse,
o kadar çok sevinir. Çünkü onun bunda kazancı vardır. Ticareti artar. Dükkânına
giren bu insanlardan biri mal çalarsa; çalana kesme cezasını uygulamak
gerekmez. Çünkü insanlar oraya girmeye âdeten veya hakikaten izinlidirler.
Böyle olunca da mahfaza eksik olur. Ancak dükkândan geceleyin çalan kimseye kesme
cezasını uygulamak gerekir. Çünkü dükkân, malları (geceleyin) muhafaza etmek
için bina edilmiştir.Gündüzicyin giriş izni verildiği için mahfaza tam
değİldİrJAma
geceleyin böyle bir
izin sözkonusu olmadığı için mahfaza tamdır. Şu halde geceleyin dükkândan nisap
miktarı mal çalan kimsenin, dükkânın muhafızı bulunmasa bile elini kesmek
gerekir.
Şâfiîler ve Hanbelîler
dediler ki: Eve veya dükkâna veya hana ahş-verış için girmek amacıyla kendisine
izin verilen kimseye, (buralardan mal çalması durumunda) kesme cezası yoktur.
Çünkü âdeten ve örfen buralara girme iznine sahîb olduğu için mahfaza
bulunmaması şüphesi vardır. Doğrusu şu ki; işlerini görmeleri, ihtiyaç
duydukları malları satın almaları, hiç bir sıkıntıya düşmeden ve ayrıca izin
almaya gerek duymadan satın almaları için gündüzleyin bu gibi yerlere herkesin
girmesine izin verilmiştir. Şu halde buralardaki eşyalar her ne kadar bina
içinde olsalar ve sahiplerinin beraberinde bulunsalar da mahfazalı
sayılmazlar. Çünkü halkın buralara girmesi için verilen izin,hırsızhk haddini
bertaraf eden bir şüphedir.Kumaş boyacısının dükkânının kapısı üzerinde duran
ve müşterilerin nazar-ı dikkatini çeken kumaşlar, aktarın dükkân kapısına
koyduğu aktariye malları, dükkânlarda; içinde bazı şeylerin pişirildiği kazanlar,
dükkân kapısının önüne kapak gibi dayatılan şeylerle mahfazalı olurlar. Çünkü
bu sayılan eşyayı dükkânın ve binanın içine taşımak zordur. Dükkânın kapısını
ikide bir bu eşyaların üzerine kapatıp kilitlemek mümkün değildir. Bütün bu
durumların gündüzleyin, herkesin giriş iznine sahip olduğu zamanda vukûbulması
halinde anılan hüküm sözkonusudur. Bekçisiz ama kilitli olan dükkân geceleyin
emniyetli zamanda içindeki bakkaliye malzemesinin mahfazasıdır. Ama içinde
bekçisi olmayan kapısı açık dükkân veya korkulu zamanda kapısı kilitli dükkân,
içindeki eşyanın mahfazası değildir. Ekin tohumcusunun dükkânı gece vakti
içindeki eşyanın mahfazasıdır. Çünkü geceleyin halkın böyle bir dükkâna
girmeline izin verilmiş değildir. Bu iki mezhebin âlimleri dediler ki: Binaların
ve evlerin kapılan, içerideki eşyanın mahfazasıdır. Dükkânların ve evlerle
binaların kapılan, içerideki eşyanın mahfazası oldukları gibi; kendi
üzerlerindeki kilit, halka ve çivinin -açık dursalar da, evde veya dükkânda
kimse bulunmasa bile- mahfazasıdır. Evlerin ve dükkânların çatılan ve
mermerleri de kapı hükmündedir. Kiremit, binanın kendisiyle mahfazalıdır.
Satıcıların yiyecek maddeleri, bu maddelerin birbirine bağlanmış olmasıyla
mahfazalıdır. Öyle ki; bu yiyecek maddelerini almak, ancak bağı çözmek veya
bazı çuvalları yarmakla mümkün olur. Tabii, eşyaları bu şekilde bağlamak adet
haline getirilmiş ise... Ama bu şekilde bağlamak adet haline getirilmemiş ise;
o zaman günümüzde olduğu gibi bu eşyaların üzerine kilitlenen bir kapının
bulunması şart olur. Tüccar geceleyin dükkânında bir gediği açık bırakırda
hırsız elini bu gedikten içeri sokup nisap miktarınca mal çıkarırsa; kesme
cezasına çarptırılması gerekmez. Çünkü .o, mahfazayı hiçe sayıp çiğnemiş
değildir. Dükkâna girmek için hırsız bir gedik açar, içeri girmeyip öylece
bırakırda sonra bir başkası yoldan gelerek "elini gedikten içeri sokar ve
nisap miktarından da-ha fazla mal çalarsa; mahfazayı çiğneyip parçalamadığı
için kesme cezasına çarptırılmaz.
Bu iki mezhebin
âlimleri dediler ki: Hırsız, şiddetli pahalılık ve kıtlık zamanında kendi
parası veya kudretiyle elde edemeyeceği yiyecek maddesini çalarsa, Allah'ın
insanlara rahmeti dolayısıyla eli kesilmez. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) zamanında
bir kıtlık yılında da böyle olmuştu.
Bu konuda elle
tutulur, pratik bazı misallerimiz vardır. Meselâ esrar ve kokain İçenler için
hükümet önceleri hafif cezalar koymuştu. Bu da kişiliği zayıf ve şerli
kimseleri suçtan caydıracağı yerde bilâkis suça teşvik ediyordu. Bu konuda
kesin ve sert kanunlar konulup da o kötü İnsanlar bu işin tehlikeli olduğunu
anladıklarında, bu zehirleri kullanmaktan sakınmaya başladılar. İşte bu gibi
yasaları İslâm hukuku da benimser ve güzel bulur. Çünkü hâkim, ister kişinin şahsında
kalsın, ister topluma sirayet etsin; suçların önünü almak amacıyla uygun
gördüğü tarz ve miktarda ta'-zîrde bulunma yetkisine sahiptir.
Mâlikîler dediler ki:
Gemiden çalmak onaltı şekilde olur. Bunun açıklaması şöyledir: Boş ve boş
hükmünde olan gemiden çalmada, sekiz durumda hırsızın eli kesilir: Malı
gemiden çıkarmıştır veya çıkarmamıştır. Çalan, yolculardan biridir veya
değildir. Sahibi malın yanındadır veya değildir. Mal da boş gemidedir veya boş
hükmünde olan bir gemidedir.
Boş olmayan gemiden
mal çalmada, beş durumda hırsızın eli kesilir: Sahibi malının yanındaysa,
hırsız malı gemiden dışarı çıkarmıştır veya çıkarmamıştır. Hırsız geminin
yolcularından biridir veya yabancı birisidir. Beşinci şekil; sahibi hazırda
değilken, hırsızın, malı gemi dışına çıkarmasıdır.
Üç durumda hırsıza
kesme cezası verilmez. Sahibi hazırda değilken malın gemiden çalınması.
Çalanın da yolculardan biri olması. Malı gemi dışına çıkarmış olması veya
olmaması farketmez. Veya çalanın gemi dışındaki bir kimse olması ve eşyayı gemi
dışına çıkarmış olmaması.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Kendisinin ortak olduğu bir maldan nisap miktarınca mal çalan
hırsıza kesme cezasının uygulanması gerekmez. İki ortaktan birinin, diğerinin
mahfazasında bulunan ve aralarında müşterek olan bir malı çalmaları gibi... Bu
durumda hırsıza kesme cezası uygulanmaz. Çünkü hırsızın bu malda hakkı vardır.
Bu hak da hırsızdan haddi uzaklaştıran bir şüphedir. Şu halde bu hırsızın eli
kesilmez. Bir kimsenin bir başkasından bir kaç dirhem alacağı olur ve bu adam
borçlusundan o dirhemlerin mislini çalarsa; elini kesmek gerekmez. Çünkü
çalanın yaptığı iş, kendisine ait olan sabit bir hakkı almaktan ibarettir. El
kesmeme bakımından vadesi gelmiş borçla vadesi gelmemiş olan borç aynıdır. Bu
aynılık, istİhsan gereğidir. Çünkü vadelendirmek, borç ödeme talebini
ertelemektir. Kıyasa bakılırsa; vadesi gelmemiş borçludan borç miktarı mal
çalan kimsenin elini kesmek gerekir. Çünkü vadesinden önce borcunu alması
mubah değildir. Hakkın sübutu, ödeme talebinin ertelenmesiyle bir şüphe olur.
Borçlusundakİ alacağından daha fazlasını çalsa da elini kesmek gerekmez. Çünkü
fazlalık olması durumunda o malda kendi hakkı kadarıyla ortak olur. Malı çalınan
borçlunun, borç ödemede çabuk veya ağır olan bir kimse olması bu hükmü değiştirmez.
Borçlusundakİ hakkının cinsinden başka cins bir malı alacaklının çalması
durumuna gelince; örneğin borçlusundaki alacağı dirhem veya dinarsa, kendisi de
cndan bazı ticaret malları çalmışsa, eli kesilir. Çünkü onun bu malı almaya
hakkı yoktur.Borçlusundaki alacağı dirhemse,kendisi de ondan dinar çalmışsa
veya bunun tersi olmuşsa; bazıları alacaklının elinin kesilmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Çünkü böyle yapması, hakkının karşılığını alması demek
değildir. Bu yaptığı ancak bir ahş-veriş olur ki; alış-verişte ancak iki
tarafın rızasıyla sahih olur. Şu halde böyle yapmaya hakkı yoktur. Bazıları bu
alacaklının elinin kesilmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü para olma
bakımından dirhemle dinar arasında cins birliği vardır. Dirhem alacaklısı olan
bir kimse, borçlusundan gümüş zinetler çalarsa, elinin kesilmesi gerekir.
Babasının veya büyükbabasının borçlusundan mal çalan kimsenin eli kesilir.
Çünkü bu borcu alma hakkı çalana değil başkasına aittir. Küçük oğlunun
borçlusundan mal çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü o, küçük oğluna niyabeten
onun hakkını alma yetkisine sahiptir.
Şafiiler dediler ki:
Malı çalman borçlu borç ödemeyi geciktiren bir kimseyse; çalanın eli kesilmez.
Borç ödemeyi geciktiren bir kimse değilse, ça-lanm eli kesilir. Ama hakkını
almak amacıyla çalmışsa, eli kesilmez. Çünkü bu durumda o, bu malı alma iznine
sahiptir. Borçludaki malının cinsinden başka cins bir malı alsa da kendi
malının cinsini almış gibi olur.
Hanefîler dediler ki:
Bir aynı çalıp eğer duruyorsa- geri veren, sonra dönüp aynı halde duran o aynı
tekrar çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü
kesmek, hırsız
hakkında mahallin (çalınan malın) dokunulmazlığını düşürür. Aynı sahibine geri
vermekle mahallin dokunulmazlığı her ne kadar geri dönerse de mülk ve mahal
birliği nazar-i itibara alınarak dokunulmazlığın düştüğü şüphesi ortada kalır.
Dokunulmazlığın düşmesini gerektiren sebep kesmektir. Bu sebeplerden her biri;
el kesmekle tahakkuk eden dokunulmazlığın düşmesi durumunun bakî kalmasını
gerektirir. Dokunulmazlık geri gelir ve tahakkukundan sonra düşme de ortadan
kalkarsa; yokluk şüphesiyle beraber olur. Bununla da had sakıt olur. Ama başka
bir kimsenin bu malı çalması durumunda hüküm değişir. Kaldı ki; kesme
cezasından sonra suçun tekrar işlenmesi ender görülür. Ender rastlanan suçlar
için de caydırıcı dünyevî cezalar konulmaz. Konulursa da amaç dışına çıkılmış
olur. Amaç suçları azaltmaktır. Zaten bu şuç, fiilen az işlenmektedir. Şu
halde böyle bir ceza gereksiz yere konulmuştur.
Şafiî, Mâlîkî Ve
Hanbelîler dediler ki: Bir şeyi çaldığı için eli kesilen kimse sahibine iade
edilen o şeyi dönüp tekrar çalarsa ve o eşya da kendi eski durumundaysa; hırsız
ikinci kez kesme cezasına çarptırılır. Dare-kutnî, Vafıdî aracılığıyla Ebû
Hüreyre (r.a.)den naklederek Peygamber (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet
eder:
"Hırsız,
çaldığında (sağ) elini kesin. Sonra tekrar çalarsa, sol ayağını kesin.[141]
Çünkü ikinci çalma kesme cezasına sebebiyet verme hususunda birinci çalma
gibidir. Hatta daha da kötü ve günahtır. Çünkü caydırıcı ve menedici cezasının
uygulanmasından sonra tekrar suç işlemek, ilk suçtan daha da çirkindir. Bu mal,
sahibinin hırsıza sattığı, sonra ondan satın aldığı, sonra da hırsızın
kendisinden çaldığı bir mal gibi olur. Bu durumda hırsıza kesme cezasının
uygulanması ittifakla vâcib olur. Çünkü kendisinden çalınan adama iade edilen
mal, tazminat hükmü bakımından hırsız hakkında başka bir ayın gibi olur. Hatta
hırsız bu malı gasbederveya telef ederse; tazminat ödemekle yükümlü olur.
Kesme hükmü bakımından da bu mal, hırsız hakkında başka bir ayın gibi olur.
Hırsızlık haddiyle ilgili âyetin genel anlamı da hırsıza kesme cezasının
uygulanmasını vâcib kılmaktadır. Kaldı ki; hırsızın çaldığı mal, tam nisap
miktarındaki masum (dokunulmaz) bir maldır ve bu mal, şüpheye yer bırakmayacak
şekilde mahfazasından çıkarılıp çalınmıştır. Bu evsaf ile ilk çalmada hırsıza
kesme cezasının uygulanması gerekir. İkinci çalmada da aynı şekilde bu
uygulamanın yapılması gerekir.
Hanefîler ve Hanbelîler
dediler ki: Hırsızın çalma suçu sabit görüldüğünde,
kendisine kesme cezasının uygulanmasıyla birlikte tazminat cezası verilemez.
Çaldığı şey ölerek veya tüketilerek telef olursa; tazminat ödemesi gerekmez.
Tazminat öderse, kesme cezası uygulanmaz. Kesme cezası uygulanırsa, tazminat
ödemekle yükümlü olmaz. Ama hırsıza kesme cezası uygulandığında, çaldığı ayın
elinde duruyorsa; bu ayın sahibine geri verilir. Çünkü bu mal, ihtilafsız
olarak hâlâ sahibinin mülkiyetindedir. Malı çalman kimse dilerse tazminat
ister: O zaman hırsıza kesme cezası uygulanmaz. Dilerse hırsıza kesme cezası
uygulanır: O zaman hırsız tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Zîra Neseî, Misver
bin Abdurrahman bin Avf (r.a.) dan naklederek Resûlul-lah (s.a.v.) in şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
"Kendisine
(kesme) haddi uygulandığı takdirde hırsıza tazminat cezası verilmez.[142] Bu
hadîste şuna delâlet ediliyor ki: Çalınan ayın hırsızın elinde telef olursa;
kesme cezasının kendisine uygulanmasından sonra tazminat ödemez. Kesmezden
önce veya sonra telef etmiş olması bu hükmü değiştirmez. Çünkü bu kesme, bir
cezadır. Ceza da onun için yeterlidir. Bu da delâlet ediyor ki; bu kesme
cezası, hırsızlık suçundan ötürü uygulanmaktadır. Ayrıca bir kimse hakkında
iki hakkın içtimâ etmesi usule aykırıdır. Kesme cezası tazminata bedel
kılınmıştır. Şu halde bir hırsız, daha önce çaldığı nedeniyle kesme cezasına
çarptırılmış olduğu aynı tekrar çalarsa; ikinci kez kesme cezasına
çarptırılmaz. Çünkü bu durumda mahal ve sebep birliği şüphesi vardır. Kaldı ki;
tazminat yükümlülüğü, kesme cezasını ortadan kaldırır. Zîra hırsız tazminat
ödedikten sonra, onu aldığı vakitten geçerli olmak üzere mülk edinmiş olur.
Böyle yapınca da; yani onu ikinci kez alınca da kendi mülkünü almış olduğu
açığa çıkar. Kendi mülkünü -başkasının mahfazasında olsa da- alan kimseye
kesme cezası uygulanamaz. Ama kesme cezası katiyetle sabittir. Onu ortadan kaldıran
şey tazminattır.
Mâlîkîler dediler ki:
Hırsız varlıklı ise; hem kesme hem tazminat cezasına çarptırılır. Malî sıkıntı
içindeyse; tazminat ödemekle yükümlü kılınmaz. Sadece kesme cezasına
çarptırılır. Yoksul ve muhtaç durumda olduğu anlaşıldığı için onda çalma
mazeretinin kokusu vardır. Cenab-ı Allah hiç bir kimseye takatinden fazla yük
yüklemez.
Şâfiîler dediler ki:
Varlıklı veya sıkıntılı her ne halde olursa olsun; hırsıza hem tazminat hem de
(el veya ayak) kesme cezası uygulanmalıdır. Zîra Hz. Peygamber buyurmuşlar ki:
Yüce Allah (c.c.) de
buyuruyor ki:
"Mallarınızı
aranızda bâtıl (ve haksız) nedenlerle yemeyin.[143]Bir
başka hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Gönül rızası ve
hoşnutluğu olmadıkça müslüman bir kimsenin malı (m almak) helâl olmaz.[144]
Şu da var ki;
hırsızlıkta Allah ve kul hakkı olmak üzere iki hak bir araya gelmektedir.
Herkesin hakkını ödemek gerekir. Çalınan şey ayniyle mevcutsa; sahibine geri
verilmesi gerektiği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Mevcut değilse,
tazminat ödenmesi gerekir. Âlimler bu hükmü verirken diğer vâ-cib mallara
kıyasta bulunmuşlardır. O, başkasının mülkiyetindeki bir malı, tecavüzde
bulunarak telef etmiştir. Dolayısıyla tıpkı gaspta olduğu gibi o malı tazmin
etmesi gerekir. Burada iki hak arasında aykırılık yoktur. Çünkü bunların
sebepleri muhteliftir. Birisi Allah'ın hakkıdır ki; o da bu hususî cinayetten
(suçtan) nehyetmek ve yasaklamaktır. Diğeri de kul hakkıdır. Allah'ın hakkı
için hırsıza kesme ce2ası uygulanır. Kul hakkı için de tazminat ödemekle
yükümlü kılınır. Bu hırsız tıpkı başkasının mülkü olan bir hayvanı haremde
avlamış gibi olur. Allah'ın hakkı için av cezası öder. Kulun hakkı için de mülk
sahibine tazminat öder. Yine bu hırsız, tıpkı bir zımmînin mülkiyetindeki şarabı
içmiş gibi olur. Allah'ın hakkı için içki haddine tabi tutulur. Zımmînin hakkı
olarak da ona tazminat öder. Rivayet olunduğuna göre Re-sûlullah (s.a.v.)
Efendimiz, ağaç üzerindeki hurmayla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
'Ödeyinceye kadar el,
almış olduğu şeyi ödemekle yükümlüdür."
"İhtiyaç
sahiplerinden bir kimse, kucak dolusu almaksızın ihtiyacını (açlığını hurma
yiyerek) giderirse, ona bir şey (ceza) yoktur. Ama ondan (hurmadan) bir miktar
dışarı çıkarıp götürürse hem tazminat öder, hem de cezaya çarptırılır."[145]
Hanefiler dediler kî:
Adamın biri kendi evinin içinde yabancı bir kimse görür de onu öldürür ve sonra da "Bu
hırsızdır; malımı almak için evime girmişti. Onu geri çevirmek için öldürmekten
başka çıkar yol bulamadım" derse, maktule bakılır: Maktul eğer hırsızlık
ve kötülükle tanınmış birisi ise, öldüren kişiye kısas uygulanmaz. Sadece onun
ailesine diyet ödemesi gerekir. Hırsızlık ve kötülükle tanınan biri değilse,
katile kısas uygulanır. Beyyine getirmedikçe iddiası kabul edilmez.
Mâllkî, ŞAFİÎ ve Hanbelîler
dediler ki: iddiasının doğruluğuna ilişkin beyyine getirmediği takdirde katile
kısas uygulamak vâcib olur. Maktulün hal ve gidişatına bakılmaz. Bu hüküm, bu
yoldan gelebilecek kötülüklerin önünü almak için verilmiştir. Bu gedik, zayıf
imanlı kimselerin can almak için başvurabilecekleri açık bir kapıdır. Olabilir
ki; adamın biri evinde iş yapması veya misafirliğe gelmesi için bir başkasını
evine çağırır. Sonra da ona karşı içindeki kininden dolayı tecavüz ve suikastte
bulunur ve hırsızlık yapmak amacıyla evine girdiği için onu öldürdüğünü iddia
eden Oysa ki mü'-min bir kimseyi öldürmek, Allah nazarında en büyük günahlardan
biridir. Can almaya sebeb olacak her kapının kapatılması gereklidir.
Hanefîler dediler ki:
Hâkim, hırsızlık yaptığı için bir adama kesme cezasının verilmesine
hükmettiğinde; çalınan malın sahibi malım hırsıza hibe eder ve ona teslim
ederse veya ona satarsa veya miras ya da başka bir yolla bu mal hırsıza geri
gelirse; kesme cezası kalkar ve hırsızın eli (veya ayağı) kesilmez. Haddin
bilfiil yerine getirilmesi, hadler babında yargı sayılır. Haddin infazından
Önce meydana gelen değişiklikler, kararın verilmesinden önce meydana gelen
değişiklikler gibidir. Hırsız çaldığı malı hâkimin kesme kararını vermesinden
önce mülkedinirse; kesme cezası ittifakla uygulanmaz. (Hâkimin karar
vermesinden sonra ama) haddin infazından önce mülkedinirse; yine kesme cezası
uyguIanmaz.Kaza(yargi)dan kelime olarak kastedilen anlam; hak sahibinin hakkını
ortaya çıkarmaktan başka bir şey değildir. Burada hak sahibi, izzet ve celâl
sahibi Yüce Allah'tır. O'nun yanında hak, ortaya koymaya gerek kalmaksızın
zaten ortadadır. Şu halde lâfzen kazaya gerek yoktur. "Hak, ancak
sahibine ödenince had düşer" kaydı O'nu bağlamaz. Hal böyle olunca dava
açıp husumette bulunmak şarttır. Yargılamada husumet şart olduğu gibi haddin
infazında da husumet, yani davacının talepte bulunması şarttır ki; bu şart da
mal sahibinin hibesi veya satışıyla ortadan kalkmaktadır.
Şafiî, Hanbeli Ve
Mâlikîler dediler ki: Bu durumda hırsıza kesme cezasının uygulanması gerekir.
Çünkü hırsızlık onun bu fiili işlemesi ile ortaya çıkmıştır. Hâkimin de karar
vermesiyle tam olarak tahakkuk etmiştir. Hırsızdık eyleminin tahakkukunda şüphe
yoktur. Meğer ki; hırsızlık eylemi anında geçerli sayılsın diye sonuncu
mülkiyetin arızî durumunun, evvelki mülkiyet yerine sayılması sahih olsun.
Buna gerek yoktur ve böyle bir şey sahih olmaz. Ortada bir şüphe mevcut
değildir. Dolayısıyla hırsızın eli kesilir. Böyle bir ihtimalin geçerli
olmayacağına şu hadîs delâlet etmektedir: Abasını çalan adama kesme cezasının
verildiğini gören Safvan (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)a, "Ben adamın elinin
kesilmesini istememiştim. Abam ona sadaka olsun" deyince, Resûlullah
(s.a.v.) ona şu cevabı vermişti:
"Bana
getirilmesinden önce öyle yapsaydın ya.[146] Bu
hadîsi Ebû Dâvud ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Neseî, bu hadîsi rivayet ederken
şu eklemeyi yapmıştır: "Resûlullah (s.a.v.) onu (n elini) kesti." Ama
mal sahibi hâkimin kesme cezasına hükmetmesinden sonra hırsız lehine mülkiyet
ikrarında bulunursa; hırsıza kesme cezası uygulanmaz. Çünkü ikrar ile eski
mülkiyet ortaya çıkar ve kesme cezası da ortadan kalkar.
Yine bir zamanlar
mukaddes beldelerde güvenliğin aşırı derecede sarsıldığını görmüştük.
Oralardaki insanlara ilâhî hükümler uygulanıp hırsızlardan bazılarının eli
kesilince, suçlar gizlenip görünmez oldu. Suçun yerini huzur ve güvenlik aldı.
Mezkûr iki misal
üzerinde düşünen bir kimse şunu idrâk edecektir ki; cezanın ağır ve şiddetli
oluşu, sadece görünürdedir. Ama aslında bu, kötü ahlâklı hırsızlar için bir
rahmettir. Bu ağır ceza onları fiilen suçtan menetmekte ve sınırlarını aşmayıp
yerlerinde durdurmaktadır. Böylece onlar da toplum için en kötü ve en şerli bir
eziyet olan bu suçu terketmiş olmaktadırlar.
Hanefîler dediler ki:
Mezhebin zahir kavline göre kadı'nm hükmünden sonra çalıntı malın değerinin on
dirhemden eksilmesi durumunda kesme cezası uygulanmaz. Nisabın tamamı şart
koşulduğuna göre kesme cezasına hükmolunması ve bu cezanın infazı esnasında da
nisabın tam olması şart ko şulur. Çünkü bu ikisi yargıdandır. Çalıntı malın
kıymetinin eksilmesi durumunda bu şart haleldar olmaktadır. Ama haddin
uygulanacağı esnada çalıntı aynın kendisinin noksanlaşması durumunda hüküm
farklı olur. Çünkü hırsız tükettiğinin tazminatını ödemekle yükümlüdür. Kesme
esnasında sabit olan tam bir nisab olur ki; bunun bazısı borç, bazısı ayındır.
Ama çalıntı malın fiyatının ucuzlaması bunun gibi değildir. O zaman hırsız
eksilen fiyatı tazmin etmekle yükümlü olmaz. Çünkü fiyatın düşmesi, halkın o
mala olan rağbetinin azalmasından dolayıdır ki; bunun için de kimse tazminatla
yükümlü olmaz. Ayın manen ve hakikaten var değildir. Dolayısıyla hırsıza kesme
cezası uygulanmaz. Zîra hadîs-i şerifte buyurulmuş ki:
"Çeyrek dinar
için (hırsızın el veya ayağım) kesin. Bundan daha azı için kesmeyin.[147]
Sâfiî Mâliki ve
Hanbelîler dediler ki: Hâkimin kesme cezasi hükmetmesinden sonra çalıntı aynın
kıymeti nisaptan eksilirse, ayndaki oksaldık nazar-ı itibara alınarak kesme
cezasının uygulanması gerekir. Haddin nfazı anında ayın nisaptan eksilirse ve
kalan kısmı on dirhem kadar olmaz-Z kesme cezasının uygulanması ittifakla vâcib
olur. Keza infaz anında kıymeti bu kadar olursa, yine cezanın infazı gerekir.
Doğruyu en iyi Allah bilir.
Adamın biri çıkıp
diyebilir ki: Bu şekilde hırsızlık suçuna baktığımızda; bir dirhem çalsa bile
hırsızın elinin kesilmesi gerekecektir. Kesme cezasını on dirhem tutarındaki
hırsızlıkla özellemenin faydası nedir?
Buna cevaben deriz ki:
Şeriat koyucu, azıcık kıymeti olan bîr malı kesme cezasına sebep kılmıştır.
Bu, çalınması durumunda sahibinin mutazarrır olacağı bir maldır. On dirhem,
fakir bir ailenin iki günlük azığı olabilir. Bu aile on dirhemi çalındığı
takdirde mutazarrır olur. Ama bundan az miktardaki mal ekseriyetle kıymetsiz
olduğundan dolayı kesme cezasını gerektirmez. On dirhemden daha azını çalma
durumunda hırsız her ne kadar kesme cezasından kurtulursa da bu suçu işlemeyi
alışkanlık haline getirmesin diye hapis veya dayakla ta'zîr edilmekten
kurtulamaz. Yine bu cümleden olarak bir kimse hırsızlık yapma gayesiyle binada
gedik açar veya duvara tırmanır da herhangi bir mâni hırsızlık yapmasını
engellerse; bu durumda hırsızlığı itiyad haline getirmekten caydırıcı ta'zîr
cezasını ha-keder. Aynı şekilde hırsızlığa teşebbüs eden, ama kendisinde
fıkıhçiların sözünü ettiği şartların gerçekleşmediği kimse de tekrar bu suça
yönelmesin diye şeriat koyucu, ta'zîr edilmesini vâcib kılmıştır.
Herhalde şu
anlattıklarımızda hırsızın elini kesme cezasını çok ağır bir ceza olarak
tahayyül edenleri ikna edici bazı hususlar vardır. Bu anlattıklarımızla ikna
olurlar da belki bu cezanın, hırsızlar ve tüm toplum için rahmetin tâ kendisi
olduğunu idrak ederler.
Dinsizler, hırsızlık
haddi hususunda bazı şüpheler ortaya atarak Kur'an-^ Kerîm'in hükümlerine dil
uzatmış ve demişler kî: Hırsızlık haddini uygulayacak olursak, toplumun;
yansını çirkinleştirmiş ve şekillerini değiştirmiş oluruz. Hareket edemez
ve»'mefluç hale gelmiş olan beşer evladının büyük bir çoğunluğuna kötülük
yapmış oluruz. Elleri ve ayaklan hırsızlık haddi nedeniyle kesilmiş büyük bir
işsizler ordusunu karşımızda görürüz.
Bu itiraza şu sözlerle
cevap verebiliriz: Resûlullah (s.a.v.) in ve râşid halifelerin zamanındaki
topluma bir göz atın. Güvenliğin o zamanlar her tarafa yerleşmiş olduğu ve
İslâmî hükümleri ihmal etmeksizin dikkatle incelemeleri sebebiyle mutluluğun,
en ücra köşelere ulaşmış olduğu topluma bir bakın. Bakın da o toplumla,
zenginliğin ve uygarlığın her yerde gözlendiği, ama güvenliğin bulunmadığı
bizim toplumumuzla bir karşılaştırın. Bizim toplumumuzda yaşayan insanlar, can ve mal güvenliğinden
yoksundurlar. Fesat ve kötülük hertarafta umumîleşmiş,fertler ve cemaatlerle
hükümetler; gizli açjk hırsızlık yapmakta, hatta çeteler gece gündüz demeyip
dükkânlarda ve otomobillerde, cadde ve sokaklarda insanlara saldırmaktadırlar.
Bütün bunlar İslâmî hadleri uygulamamaktan ve şeriat-ı garrânın ahkâmına
sarılmamak-tan kaynaklanmaktadır. Zamanımızda yaşamakta olduğumuz bu anarşinin
yegane ilacı, hırsızlık haddini uygulamaktır. Nitekim mülhidler, şer'î
hükümlere dil uzatmış ve cahilliklerinden ötürü şöyle demişlerdir: Bir ele
başkası tarafından tecavüz edildiğinde diyet olarak halis altından beş yüz
dinarla değer takdiri yapılmaktadır. Ama bu el, kıymetsiz bir mal olan üç
dirhemi çaldığında, kesmekle cezalandırılmaktadır. Mülhidler böyle derlerken
şunu da anlatmışlardır: Ebû'1-Âlâ el-Maarrî Bağdat'a geldiğinde, fıkıhçılara
problem çıkarmakla meşhur olmuştu. Fıkıhçılarm el kesme cezası için çalıntı
malda nisabı çeyrek dinar olarak takdir etmelerine karşı çıkmış ve bu hususta
cahilliğine, aklının kıtlığına delâlet eden şu şiiri kaleme almıştı:
"Bir el ki beş
yüz altınla diyetlendirilir. Nasıl olur da çeyrek dinar için kesilir? Halimiz
çelişti, susmaktan başka çare yoktur. Tek çıkar yol, ateşten Rabbimize
sığınmaktır."
El-Maarrî'nin bu şiiri
dillerde dolaşmaya başlayınca, fıkıhçılar onu aramaya başladılar. Ancak o,
fıkıhçılardan kaçtı. Onun bu itirazına insanlar bir çok cevaplar verdiler. Kadı
Abdülvehhab el-Mâlikî şu sözüyle ona cevap verdi: "El güvenilir olduğu
sürece kıymetlidir. Hıyanet ettiği takdirde kıymetsiz olur." Ona cevap
olarak fıkıhçılardan biri de şöyle demişti: El kesme cezasının verilmesi,
hikmet ve maslahatın tam yerini bulması içindir. Bu ceza muazzam İslâm
Hukûku'nun sırlarından biridir. Cinayetler babında elin kıymetinin beşyüz
dinarla yüceltilmesi münasiptir ki; ele karşı cinayet işlenmesin. Çünkü insan
oğlu mükerremdir, makamı uludur, hürmeti üstündür. Hırsızlık babında elin
çeyrek dinar için kesilmesi de münasiptir ki; insanlar çarçabuk mal çalmaya
koşuşmasınlar. Akıl ve iz'an sahiplerince bu, hikmetin tâ kendisidir. Bu
nedenle Cenab-i Allah şöyle buyurmuştur:
"Yaptıklarına
karşılık ve Allah'tan bir azap olmak üzere ellerini kesin Allah, mutlak
galibdir. Yegane hüküm ve hikmet sahibidir.[148]
Yani insanların mallarını kendi elleriyle alırken yaptıkları kötü fiilin cezası
olarak elleri kesilir. Bu işi yaparken ellerinden yardım gördükleri için
"Allah'dan bir azab olmak üzere..." Yani ancak dini zayıflamış,
Allah'ın kendisi üzerindeki kontrolünü unutmuş, ahiretini dünyası karşılığında
satmış, korkup ürpermek-sizin ilâhî yasaklan çiğnemiş, bâtıl nedenlerle
insanların mallarını yemeye cür'et etmiş habis kişilikli insanlardan başkasının
yapmayacağı bu şenî cürmü irtî-kâb ettikleri için ellerinin kesilmesi
münasiptir. Şu halde sınırı çiğnemekten kaçınsın ve suç işlemekten uzak dursun
diye şeriatin böyleleri için sert ve katı hükümler vermesi, hikmet gereğidir.
İntikamım alma hususunda "Allah galibdir" yenilmez. Aksine, zorba ve
mütecavizleri kahreder. Verdiği emirlerde, koyduğu yasaklarda, takdirinde,
yasamasında; maslahatlarını, canlarını ve mallarım korumak, bu dünya hayatında
mutluluklarım temin etmek, toplumu başıboş ve müfsidlerden arındırmak için
kulları hakkında koyduğu hükümlerde "hikmet sahibidir." Çünkü mallar,
tüm toplumun faydalanmasına âmâde şekilde yaratılmışlardır. Sonra ezelî hikmet,
sahib olma arzusunu normal saymıştır ki; bu da hukukî mülkiyettir. İnsanların
mülk edinmeye tamahı vardır, insanların arzuları, sıtmalı biçimde mala
yönelmiştir. Halkın azı, insanlık ve dindarlık duygusu nedeniyle başkasının
malına el uzatmaz. Ama halkın çoğunluğu, ancak tedbir ve muhafaza altına alınan
mallara ilişmezler. Mal sahibi malım mahfaza içine koyarsa; malı hem korunmuş
hem de mahfaza içine konulmuş olur ki; bu da insan için son imkândır. Mahfaza
ve koruma tedbirleri hiçe sayılıp çiğnenirse, suç yaygınlaşır ve ceza
ağırlaşır. İki suretten biri çiğnenirse -ki o da mülktür- hırsızın tazminatla
yükümlü kı-Imması ve te'dîb edilmesi gerekir ki; Allah'tan ve ahiret gününden
korkmayan mütecavizler suçtan caysınlar. Kıymetsiz eşyayı çalarak kıymetli elini
telef eden hain hırsıza Allah lanet etsin.
Dediler ki: Hırsızlık
haddinden bahsedilen âyette Cenab-ı Allah önce erkek hırsızdan, sonra kadın
hırsızdan söz etmiştir. Zina haddine değinen âyetteyse önce kadın zinâkârdan,
sonra erkek zinâkârdan söz etmiştir. Bunun sebebi şu olsa gerekiMal sevgisi
erkeklerin gönlünde kadınların gönlündekine nispetle daha fazladır. Bujnedenle
hırsızlık haddinde erkekler önce anlatılmıştır. Kadınlardan yararlanma şehvet
ve arzusu, erkeklerden bu yönde yararlanma şehvet ve arzusuna nispetle daha
fazladır. Bu nedenle zina haddini bildiren âyette kadınlar, erkeklerden daha
önce anlatılmıştır. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Cenab-ı Allah el
kesmeyi hırsızlık haddi olarak belirlemiştir. Çünkü hırsız malı çalarken
eliyle çalmıştır. Ama zînâ haddi İçin penis kesmeyi emret-memiştir. Oysa ki
zina suçu penis vasıtasıyla işlenmektedir. Had olarak penisin kesilmesini
emretmeyişi, üç sebepten ötürüdür.
1- Hırsızın
kesilen eli gibi bir eli daha vardır. Hırsızlıktan vazgeçecek olursa; diğer
elini kesilenin yerine kullanabilir. İhtiyaçlarını diğer eliyle görebilir. Ama
zina edenin kesilen penisi gibi bir başka penisi yoktur. Penisi kesildikten
sonra, bu ceza nedeniyle zinâkârlıktan vazgeçecek olursa, geride kullanacağı
başka bir penisi kalmaz.
2- Had,
cezalıyı ve diğer insanları suçtan caydırır. Hırsızlık nedeniyle el kesme
olayı, insanlar tarafından alenen görülür ve görenler de ibret alırlar. Ama
zina nedeniyle penisin kesilmesi, görülen bir olay değildir ve ibret almak
için kimse bunu göremez.
3- Penisin
kesilmesi durumunda üreme ve neslin-çoğalması iptal edilmiş olur. Ama elin
kesilmesi nedeniyle böyle bir durum sözkonusu olmaz. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey insan! Sen
bilmez misin ki; göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu Allah'ındır. O dilediğine
azab eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadirdir.[149] Bu
âyet-i kerîmede hitap Hz. Peygamber'e ve diğer mü'min-Ieredir. Yani Allah ile
kullarından herhangi birisi arasında iltiması gerektirecek bir yakınlık yoktur.
Had, haddi gerektiren suçu işleyen herkese uygulanır. O dilediği şekilde hüküm
verir ve dilediğini yapar. Çünkü O, mülkün sa-t-ihidlr. Dilediğine kendi
adaletiyle azab eder. Dilediğini de kendi kerem ve comertliğiyle bağışlar. O
her şeye kadirdir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Dört mezhep imamı
ittifak ederek dediler ki: Hırsız bir daha çalmamaya dürüstçe tevbe ederse,
tevbesinİn emareleri görülür. Kendisinden düşen (el veya ayağı) için pişman
olur, ikinci kez hırsızlık yapmamaya kesin şekilde azmederse; Cenab-ı Allah
onun tevbesini kabul eder. Zîra hırsızlık haddini bildiren âyetten sonraki
âyette Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Kim yaptığı
(hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, muhakkak ki Allah
onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.[150]
Şüphesiz ki, Cenab-ı Allah,"onun günahını bağışlar ve suçunu affeder.
Resûlullah (s.a.v.)in de bu konuda şöyle buyurduğu rivayet olunur:
"Tevbe, kendinden
önceki günahları siler.[151] Bir
diğer hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Günahtan tevbe
eden, günahsız bir kimse gibidir." Dünyadayken suçluya had tatbik edilirse bu,
ahirette onun günahı için keffaret olur. Bu suçundan ötürü kıyamette azap
görmez. Tabii eğer hadde razı olup hoşnutlukla karşılar ve Rabbine yönelip
tevbe ederse... Resûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:
"Allah kuluna
ahirette cezayı ikilemiyecek kadar âdildir.[152] Ama
hırsız tevbe edip âdil bir insan haline gelse de, üzerine sabit olan hırsızlık
suçundan sonra tevbe ve adaleti uzun sürmüş de olsa; kesme cezasından
kurtulamaz. Tabii olay hâkime intikal ettikten sonra kesme cezasından
kurtulamaz. Buna da şu hadîs delâlet etmektedir: Ebû Dâvud, Safvan bin
Ümeyye'nin şövle dediğini rivayet eder: Mescitte, değeri otuz dirhem olan
bana ait bir abanın
üzerinde uyuyordum. Adamın biri gelip onu benden ka-pıverdi. Adam yakalanıp eli
kesilmek üzere Resûlullah'ın huzuruna götürüldü. Ben de Resûlullah'a gidip
dedim ki: "Otuz dirhem için mi adamın elini kesiyorsunuz? Öyleyse ben
abamı veresiye olarak ona satıyorum." Ben böyle deyince Resûlullah
(s.a.v.) bana şu karşılığı verdi:
"Onu bana
getirmeden önce böyle yapsaydın ya!" [153]
Mesele devlet
başkanına intikal etmeden hak sahibinin affetmesi veya bir başkasının araya
girip şefaatte bulunması veya çalıntı malın hırsıza hibe edilmesi durumunda
kesme cezası ortadan kalkar. Tabii bütün bunlar, malı çalan kimsenin fesat ve
kcjtülüğüyle tanınmış biri olmaması durumunda söz-konusudur. Aksi takdirde bir
daha böyle bir fiili işlemesin diye hakkında yapılacak şefaat ve aracılıklar
kabul edilmez. Tevbenin de hulûs-u kalple dünyevî maksatlardan arınmış, sahih
bir azimle yapılmış olması şarttır ki; hırsızlar yakalandıkları takdirde
lehlerinde yapılacak şefaat ve aracılıklara güvenerek hırsızlık yapmasınlar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden
sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, muhakkak ki Allah onun tevbesini kabul
eder.[154]
Allah, kuluyla kendi
arasında kalan suçlardan ötürü kulunun tevbesini kabul eder. Ama insanların
mallarını, cumhûr-u ulemânın da dediği gibi sahiplerine iade etmek gerekir.
Resûlullah (s.a.v.) zamanında bu kabilden olaylar vukûbulmuş, suçlular nasuh
tevbesi etmişlerdir. Ebû Hüreyre'nİn rivayet ettiğine göre; kadifeden yapılma
bîr ihram çalmış olan bir kişi, Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna getirilmiş,
Resûlullah (s.a.v.), "Çaldığım sanmıyorum" demiş ve hırsız;
"Hayır ey Allah'ın Resulü ben çaldım" deyince Resûlullah (s.a.v.) şu
emri vermişti:
"Onu götürün
(elini) kesin, sonra (kesilen yeri) dağlayın. Sonra da onu bana getirin."
Elini kestiler ve sonra Resûluîlah'ın huzuruna getirdiler. Ona; "Allah'a
tevbe et" diye emretti. O da "Allah'a tevbe ettim" deyince
Resûlullah (s.a.v.) "Allah senin tevbeni kabul buyurmuştur.[155]
cevabını verdi.
İbn Mâce, îbn
Luhay'a'dan o da Yezîd bin ebi Habib'den, o da Abdur-rahman bin Sa'lebe
el-Ensarî'den, o da babasından, babası Sa'lebe de Ömer bin Semûre bin Habib bin
Abdi Şems'ten naklen şu rivayette bulunmuştur: Ömer bin Semûre, Resûlullah
(s.a.v.) in yanına gelerek, "Ey Allah'ın Resulü! Ben, falan oğullarının
devesini çaldım. Beni (günahtan) temizle." Resûlullah
(s.a.v.)
devenin sahiplerine haber saldı. Onlar da "Kaybolan bir devemizi
arıyoruz" dediler. Bunun üzerine adamın eli kesildi. Kesildiğinde eline
şöyle diyordu: "Beni senden temizleyen Rabbime hamdolsun. Sen benim
gövdemi cehenneme sokmak istemiştin!" Nasuh tevbesi dedikleri, işte bu
tevbedir. İbn Cerîr dedi ki: Ebû Küreyb, Musa bin Dâvud'dan, o da Ibn
Luhay1-a'dan, o da Yahya bin Abdullah'tan naklen Ebû Abdullah bin Amr'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Kadının biri zİnet çaldı. Çalman zinetlerin
sahipleri onu Hz. Peygamber'in huzuruna getirdiler ve dediler ki: "Ya
Resûlallah! Bu kadın bizim malımızı çaldı." Hz. Peygamber de "Sağ
elini kesin" dedi. (Sağ elini kestiler. Sonra da) kadın; "Tevbe var
mıdır?" diye sorunca Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi:
"Sen bugün
anandan doğduğun günkü gibi günahsızsın.[156]
Bunun üzerine Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu: "Kim yaptığı
(hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse; muhakkak ki Allah
onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.[157]
İmam Ahmed bin Hanbel,
daha basit bir ifadeyle bu olayı rivayet etmiştir: İbn Luhay'a, Yahya bin
Abdullah'tan, o da Ebû Abdurrahman el Hab-lî'den, o da Abdullah bin Amr'dan
naklederek rivayet etti ki; Resûlullah (s.a.v.) zamanında kadının biri
hırsızlık etti. Mallarım çaldığı kimseler onu tutup ResûluIIah'ın huzuruna
getirdiler ve dediler ki: "Ya Resûlallah, bu kadın bizim malımızı
çaldı." Kadının akrabaları "Biz onun için fidye verelim" dediler.
Resûlullah (s.a.v.) "Elini kesin" dîye emir verdi. Akrabaları;
"Onun için beşyüz dinar fidye verelim" dediler. Resûlullah (s.a.v.),
"Elini kesin" diye emir verdi. Sağ elini kestiler. Kadın, "Benim
için tevbe var mıdır? Ya Resûlallah" diye sorduğunda Resûlulîah (s.a.v.)
ona şu cevabı verdi: "Sen bugün anandan doğduğun günkü gibi
günahsızsın." Sonra da Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:
"Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse;
muhakkak ki Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir."[158]Bu
rivayette hırsızlık yaptığından bahsedilen kadın, Mahzumiyeli kadındır. Bu
kadınla ilgili hadîs, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde mevcuttur. Nitekim hudûd
babının başında da buna değinilmişti.
Hz. Âişe (r.a.)
anamızın bu kadın hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: Mahzumiyeli kadın
tevbe etti ve'tevbesini güzelce tuttu; evlendi. Sonraları yanıma gelir, ben de
onun ihtiyaçlarını Resûlullah'a iletirdim. İşte sahibini işlediği suçtan dolayı
pişmanlığa sevkeden, Allah katındaki günahkârlığından ve kaçırdığı
fırsatlardan ötürü onda nedamet hissini uyandıran, onu günahtan vazgeçmeye
zorlayan halis nasuh tevbesi budur.
Kazf haddine gelince;
Cenab-ı Allah, kutsal kitabında bunu şöyle beyan buyurmuştur:
"İffetli müslüman
kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit
getiremiyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. Bunların
şahitliklerini ebediyven kabul etmeyin. Bunlar, asıl fâsıklardır.[159]
Şer'î ıstılahta had;
zina haddinde olduğu gibi, Allah Teâlâ için hak oıa-rak vâcîb olan takdir
edilmiş bir cezadır. Veya kazf haddinde olduğu gibi kul için hak olarak vâcib
olan takdir edilmiş bir cezadır. Şer'î cezalara had adı verilmiştir. Çünkü bu
cezalan Allah belirleyip takdir etmiştir. Kimse bunları aşıp çiğneme hak ve
yetkisine sahip değildir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Kim Allah'ın
hududunu aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.[160]
Denildi ki: Şer'î cezalara
had adı verildi. Çünkü had kelimesi lügatte menetmek demektir. Hadler mü'mini
günah işlemekten menederler. Başka birisini küfürle itham eden kimseye kazf
haddi uygulamak gerekmez. Çünkü kâfirlikle itham edilen kişi kelime-i şehadet
getirerek kendisine yapılan kâfirlik ithamım reddedebilir. Ama zinayla itham
edilen kimse kendisine yapılan bu töhmeti reddedemez. Küfür veya zina isnadında
isnad kelimesi yerine istiare yapılarak remy kelimesi de kullanılır. Remy,
insana taş, ok veya bunlara benzer eziyet verici şeyleri atmak anlamını ifade
eder. Bu kelime başkasına sövme ve ayıp yöneltme, insanlara eza ve cefa verici
şeyleri isnad etmek anlamında kullanılır. Böyle olunca da dil, süngünün yerini
almakta, hatta daha da ileri gitmektedir.
Süngü yaralan iyileşebilir.
Ama dil yaraları iyileşmez. Kazf ve iftira yerine remy kelimesini kullanmayı
Cenab-ı Allah da ihtiyar buyurmuştur. Kazf haddine
mahsus üç âyette bu kelimeyi üç defa zikretmiştir. Şöyle ki:
İffetli müslüman
kadınlara zina iftira edenler.[161]
Karılarına zina isnad
edenler.[162]
"Zinadan haberi
olmayan iffetli mü'min kadınlara zİnâ isnad edenler.[163]
Bu, Kur'an-ı Kerîm'in
belagat örneklerindendir.Kelime, telâffuz edenin dilinden çıktıktan sonra,
söyleyicisi artık ona güç yetiremez. Hiç bir şeye ta-kılmaksızın yoluna devam
eder ve muhataba zarar ve eziyet ulaştırır. Söylenen söz atılan bir ok
gibidir. Ağızdan çıktıktan sonra sahibinin eli onu geri çeviremez. Şu halde
başkasına isnatta bulunacak olan bir kimse, lafız henüz ağzındayken sözünü
tartmalı ve temkinli olmalıdır ki; bilâhare pişmanlığın fayda vermeyeceği bir
zamanda nedamet etmesin.
İzzet ve celâl sahibi
Allah, Nûr sûresinin başında zina suçundaki fuhşun büyüklüğünü, şenaatinin
çokluğunu, diğer hiç bir suçta bulunmayan cürüm fazlalığını ve çirkinlik
aşırılığını açıklamıştır. Irz ve namus konusunda yapılan isnat ve ithamlar;
insanın başım önüne eğer, şerefini yıkar. Kıymetli İslâm Hukûku'nun
amaçlarından biri de kişinin ırz ve namusunu muhafaza etmek; şeref, onur ve
değerini, izzeti nefsini korumaktır. Şam Yüce Allah, hikmetinin bir gereği
olarak, azgın kimseler için bu caydırıcı hadleri koymuştur. Azgın kimselerin
kin ve öfkeleri, onları insanların haysiyetlerini darbeleme-ye, onurlarını
tırmalamaya itmektedir. Oysa ki insanların şeref ve haysiyetleri kendileri
için çok kıymetlidir. Ama suç işledikleri takdirde değersiz olur. Yüce Allah
buyuruyor ki: hiç bir bilgi sahibi
olmadığınız şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (günah olmayan şey)
sanıyordunuz. Halbuki Allah katında (günah bakımından) çok
büyüktür.[164]
Cenab-ı Allah koymuş
olduğu hükümlerle, yani caydırıcı olan kazf had-diyle -ki bu had, ırz ve namusu
korumaya kefildir- insanların şeref ve haysiyetlerini korumamızı emretmiştir
ki; insanlar bu faci suçu işlemeye yeltenme-sinler. Bütün mü'minler diğer
kardeşleri hakkında iyi zanda bulunma isteğinde terbiye olsunlar. İnsanlar
hakkında alelacele kötü zanda bulunmasınlar. Dillerini temiz tutmaya davet
edilsinler. Edeplerini muhafaza etsinler. Hakkında bilgi sahibi olmadan büyük
suçlamalara girişmesinler. Fecaatiyle orantılı olarak itham ve suçlama
delillerini iyice araştırsınlar ki; insanlar yalan suçlama tuzağını,
başkalarımı haksız yere rüsvay etmek ve şereflerini lekeleyip tırmıklamak için
vesile edinmesinler... Dil suçundan başka hiç bir suç bulamazsın ki; sahibi,
yaptığı iş|n ne kadar tehlikeli olduğundan habersiz olsun. Tabiatıyla dil
kolayca hareket ettiği için dil suçu kolayca işlenir. Tabii garip şeyleri
anlatmak da insana tatlı gelir. İnsanları kolayca itham etmek için şu da
yeterli bir sebeptir: Söylenen söz sahibinde kaale alınacak duyulur bir eksiklik
meydana getirmediği zannedilmektedir. Bunun yanısıra insanlar kolayca konuşur
ve konuşanı dinlerler. Bütün bu sebeplerden ötürü insanlar, başkasını itham
etmeyi önemsemez ve kolay bir şey zannederler. Oysa ki; bunun günahı Allah
(c.c.) katında çok büyüktür. Bu nedenle şeriat koyucu, kazf haddine son derece
önem vermiş ve üzerinde durmuştur. Hırsızlık haddi hakkında bir âyet, zina
haddi hakkında iki âyet, yol kesme haddi hakkında bir âyet indirmiştir. Kazf
haddine gelince; onunla ilgili olarak iki âyet indirmiştir. Sonra da kazfin bir
başka çeşidi olan Hân hakkında beş âyet indirmiştir. Bunun ar-dısıra ifk
hadisesini anlatmış; bu olaya ilişkin dokuz âyet indirmiştir. Bütün bunların
peşisıra da zinadan haberi olmayan mü'min kadınlara iftirada bulunmayı
yasaklamaya dâir dört âyet indirmiş ve şöyle noktalamıştır:
O vakit siz, o
iftirayı dillerinizle birbirinize anlatıyordunuz. Hakkında
"Bunlar o iftiracıların dediklerinden
beridirler. Kendileri için bir mağfiret ve (cennette) kerim bir nzık vardır.[165]
Böyle olunca da Cenab-ı Allah kazf haddi, bu haddin hükümleri, nev'ileri,
azabının ve cezasının açıklanması, toplumda yol açtığı zararların izahı,
kazften yasaklanılmasi, iftiraya teşebbüsten sakmdırılması; iftira etmeye
yeltenmenin fecaati hakkında Nûr sûresinde yirmi kadar âyet indirmiş
olmaktadır. Sonra Cenab-ı Allah insanlara zina iftirasında bulunan ve onların
aleyhinde ispatlayıcı beyyineler geti-remiyerek ırzlarını, namuslarını
lekeleyen suçluların cezalarını bu âyetlerde Şöyle açıklamıştır:
1-
Kendilerine seksen değnek vurulacaktır.
2-
Şahitlikleri ebediyyen kabul edilmeyecektir.
3-
Fâsıklardan, suçlulardan ve büyük günah sahiplerinden sayılacaklardır.
4- Allah
katında yalancılardan sayılacaklardır.
5- Dünya ve
âhirette lânetli kimselerden olacaklardır.
6- Kıyamet
gününde Allah tarafından kendileri için saklanıp bekletilmekte olan azaba
çarptırılacaklardır.
7-Daha fazla
rezil ve rüsvay olsunlar diye organları, kendilerinin aleyhinde şahitlik
yapacak olan şahitlerin başında geleceklerdir.
8-
Yaptıklarının karşılığını Cenab-i Allah onlara çektirecektir. Amellerine göre
cehennem ateşinde hakettikleri kadar azabı onlara tattıracaktır.
Zina iftirasında
bulunmanın, en büyük günahlardan biri olduğu hususunda icmâ-ı ümmet vardır.
Kazf haddi; Kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sabittir. Kitap'taki delilimiz şu
âyet-i kerîmedir:
"İffetli müslüman
kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit
getiremeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiç bir şey
hakkında) bunların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Bunlar asıl
fâsiklardır.[166]
Bir başka âyet-i
kerîmede de şöyle buyuruîuyor:
"Madem ki şahit
getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıdırlar.[167]Yani
müslüman bir erkek veya kadına zİnâ isnadında bulunan, fakat sözünü ispatlaması
için kendisinden istenilen beyyineyi getiremeyen kimse, Allah katında
yalancıdır. Yani ilâhî şeriate göre o, kesin olarak yalancı hükmüne tabi olur.
Kendisine yalancının haddi tatbik edilir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Zinadan haberi
olmayan iffetli ınü'min kadınlara zina isnad edenler; dünyada ve âhirette
lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır. Kıyamet gününde (iftiracıların)
aleyhlerinde olarak; dilleri, elleri ve ayaklan bütün yaptıklarına şahitlik
edecektir. O gün Allah onlara cezalarını adaletle tasta-rnam verecek ve
Allah'ın aşikâr Hak olduğunu bileceklerdir.[168]
Bu âyetlerde Cenab-t
Allah bu suçun fecaatini ve ne derece büyük bir suç olduğunu açıklamış, bu
suçun içine düşenleri kötülemİş, bu suçun ne kadar tehlikeli olduğunu beyan
buyurmuş, failinin cezasını açıklamış, sonucunun ne olacağım bildirmiş,
tehdidinin ne derece şiddetli olduğunu izah etmiştir. Dünyada insanlarla
meleklerin lanetine uğramaktan, kıyamet gününde Allah'ın rahmet ve rızasından
kovulmaktan, büyük azaba müstahak olmaktan, kendisim rezil rüsvay edip
delilini geçersiz kılacak ve günahtan sıyrılma kapısını kapatacak şekilde
organlarının kendisi aleyhinde şahitlik etmelerinden daha şiddetli bir tehdit
düşünülebilir mi? İftiracının aleyhinde organlarının âhirette şahitlfk
yapmalarının gerekçesini bazı kimseler şu şekilde açıklamışlardır: Başkasına
zina iftirasında bulunan kimsenin dünyada dört şahit getirmesi istenilmektedir.
Bunu yapamadığı takdirde; zinadan habersiz mü'min kadınları rezil etme çabasına
uygun olarak kendisinin de âhirette rezil rüsvay edilmesi için iki eli, iki
ayağı ve dilinden ibaret olmak üzere beş şahit gelip karşısına dikileceklerdir.
Sözlerimize âyet-i kerîmeyle son verirken bilmeliyiz ki; Allah iftiracının
cezasını kendi adaletiyle tastamam verecektir. Yalan söyleyerek insanlara
iftira eden kimse -şayet daha önce bilmiyorduysa-Allah'ın Hak olduğunu,
tehdidinin gerçek olduğunu, sözünün aşikâr ve doğru olduğunu bilecektir. Yüce
Allah buyuruyor ki:
"Mü'minler içinde
kötü sözlerin yayılmasını arzu edenler için, muhakkak dünya ve âhirette acıklı
bir azap vardır. (Kötülüğü yaymak isteyenleri) siz bilmediğiniz halde Allah
bilir.[169] Dünyada verileceği
söylenen azap; kazf haddini, ırzlara tecavüz edene çoğunlukla isabet eden
zamanın felâketlerini, rezalet ve rüsvayhğı, şerefine dil uzatılmasını,
gizlisini, açığım ortaya çıkaracak şekilde yalan-yanlış ırzına laf atılmasını,
meclislerde, özel yaşantısından nahoş biçiminde söz edilmesini kapsar.
İnsanlar kendilerini kalburdan geçireni elekten geçirirler. Gizli ayıplarını
araştıranı rezil rüsvay ederler. Müslümanların gizli ayıplarım araştıran
kimsenin ayıplarını da Allah araştırır. Allah bir kimsenin aybını araştırınca
onu, evinin içinde dursa bile rezil rüsvay eder. Yaptığın muamelenin aynısıyla
karşılaşırsın. Yaptığının karşılığını görürsün. Ceza, amelin cinsine göredir.
Hasret eken, pişmanlık biçer.
Zina iftirasında
bulunmanın uhrevi azabına gelince; bu, dünyevî cezaya nispetle daha şiddetli ve
kalıcıdır. Mü'minler içinde kötü sözlerin yayılması arzu edenlerin durumu bu
olduğuna göre; mü'minlere iftira eden ve bunu bizzat revaçlandıran kimsenin
durumu nasıl olacaktır?
Kazf haddinin
sünnetteki delili; Buharî ve Müslim'in Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet etmiş
oldukları şu hadîs-i şeriftir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
"Yedi büyük
günahtan uzak durun." "Ya Resülallah, onlar hangileridir?" diye
sordular. Dedi ki: "Allah'a ortak koşmak, büyü yapmak, Allah'ın
dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malını yemek,
savaş zamanı cepheden kaçmak, zinadan habersiz iffetli müslüman kadınlara zina
isnadında bulunmak.[170] Ebû
Hüreyre (r.a.) Re-sûlullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Kölesine zina
isnadında bulunan kimseye kıyamet gününde (iftira) had (di) tatbik edilir.
Meğer ki kölesi, onun dediği gibi olsun." (Buharî, Hudûd, Bab: 44). Bu
hadîs üzerinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Efendinin kölesine zina
iftirasında bulunması durumunda her ne kadar efendinin bu durumu kazf âyetinin
genel kapsamı altına girmekteyse de, dünyada iftira haddinin kendisine tatbik
edilmeyeceğine bu hadîste delâlet vardır. Çünkü muh-sanlık hürriyeti iade etmez.
Peygamber (s.a.v.) de böyle yapmıştır. Hz. Âişe (r.a.) den rivayet: "Benim
masum olduğuma dâir âyet nazil olduğunda Resû-lullah (s.a.v.) minbere çıktı,
bunu (cemaate) anlattı ve Kur'an-ı Kerîm'in "O iftira haberini
getirenler..." âyetinden başlayarak (Nûr suresinin) onsekizinci âyetinin
sonuna kadar okudu. (Minberden) indiğinde iki erkek ve bir kadın hakkında emir
verdi. Onlara iftira haddi tatbik edildi." Bu rivayette sözü edilen iki
erkek, Hassan ile Müsattah'tır. Kadın ise Hamne binti Cahş'tir. bu hadîs-i
şerîf, kazf haddinin sabit olduğuna delâlet etmektedir.
Âlimler kazfin;
sakıncalı, mubah ve vâcib gibi kısımlara ayrıldığını söylemişlerdir.
Reddedilmesi istenen bir çocuk yoksa, kazf vâcib olmaz. Vâcib olmaz ama mubah
olur mu, olmaz mı? Koca duruma bakar: Karısının zina ettiğini gözleriyle görür
veya karısı zina ettiğini ikrar eder ve kocası da doğru
Söylediğine kalben
inanırsa veya karısının zina ettiğini sözüne güvenilir bir kimseden duyarsa
veya âuymaz ama, halk arasında falan erkeğin falan kadınla zina ettiği haberi
yayılırsa; koca da o erkeğin, kendisinin evinden çıktığını müşahede ederse
veya karısını o erkekle beraber bir evde görürse; töhmet kuvvetlendiği için bu
gibi durumlarda kocanın karısına zina isnadında bulunması mubah olur. Karısını,
tevbe ederse yanında tutup halini ve ayıbını gizlemesi de caiz olur. Ama
karısının zina ettiği haberini sözüne güvenilmeyen bir kimseden duyarsa veya
bu haber halk arasında yayılır, ama koca o erkeği kendi karısıyla birlikte
halvette görmezse veya bunun tersi bir durumda karısına zina isnadında
bulunması "helâl olmaz. Ama haberin doğru veya yalan olduğunu tespit etmek
amacıyla karısını kontrol altına alması gerekir ki; ev halkının zina etmesini
onaylayan ve benimseyen bir deyyus durumuna düşmesin.
Ama ortada
kocanın/reddetmek istediği bir çocuk varsa; koca duruma bakar: Karısıyla cinsel
temasta bulunmamış veya bulunmuş ama temas anından itibaren dört yıldan fazla
bir zaman geçtikten sonra doğurmuş olması sebebinden ötürü çocuğun kendisine
ait olmadığım kesin olarak bilirse; karısına zina isnadında bulunması vâcib
olur. Liân yaparak çocuğu reddeder. Çünkü o, başkasının nesebini kendi
nesebine katmaktan, aynı zamanda kendi nesebinden olan çocuğu da reddetmekten
men olunmuştur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) in bu konuda şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir:
"Bir kadın ki;
bir kavme kendilerinden olmayan bir çocuğu dahil eder, o kadın o kavimden
değildir ve Allah'tan da değildir. (Allah'ın rahmetinden tardolunmuştur.) Allah
onu cennetine sokmaz.[171]
Kadının, kendilerinden olmayan bir kimseyi bir kavme katması haram olduğuna
göre; bu harâmhk erkek için de ayniyle geçerlidir. Ama cinsel temas anından
altı ay geçtikten sonra ve dört sene geçmeden doğurmuş olması nedeniyle çocuğun
kendisine ait olması muhtemel ise duruma bakar: Kadını bir hayızîa istibrâ
ederse veya istibrâ eder de istibrâ vaktinden altı ay geçmeden doğurursa;
karısını zinayla itham etse bile bu iftirada bulunması ve çocuğun nesebini
reddetmesi helâl olmaz. Resülullah (s.a.v.) buyurmuşlar ki:
"Bir adam ki;
kendisine baktığı halde çocuğunu inkâr eder; kıyamet gününde de Allah ona
görünmez, evvelin ve âhirîn (bütün insanlar) huzurunda
Onu Vay eder." [172]
Kazf bir kimsenin bir
başkasını sarahaten zinayla suçlamasıdır. Örneğin "Sen zinâkârsın"
demesi gibi. Ya da dolaylı olarak zinayla suçla-masıdır. Örneğin bir şahsı
babasından başkasına nispet etmesi gibi... Kendisinden böyle bir iftira sözü
çıkan kimsenin cezası, tabii sanığın 'kendisine helâl olmayan bir kadınla'
zina ettiğini gözleriyle gördüklerine dâir şe-hadette bulunan dört şahit
getirmediği takdirde seksen değnektir.
İftira edenin ve
iftiraya uğrayanın kadın veya erkek olması arasında fark yoktur. Yalnız Cenab-ı
Allah, kadınları iftiraya uğrayanlar olarak tahsis etmiştir. Çünkü
"İffetli kadınlar" şeklinde bir ifade kullanmıştır. Zîra kadının
zinasının zararı, onun ailesine de sirayet eder. Ona zina isnadında bulunmak;
erkeğin tersine, kadının ailesine çok ağır bir utanç lekesi sürer. Aynı
şekilde Cenab-ı Allah, erkekleri iftiracı olarak tahsis etmiştir. Zîra
"Zİnâ iftirasında bulunan erkekler" şeklinde bir İfade kullanmıştır.
Çünkü kadınlar, utanma duygusunun fazlaca etkisinde kalarak erkeklere zina
İs--nadında bulunmazlar.
Sünnet-i seniyye, kazf
haddini uygulamak İçin fıkıh kıtalarında açıklandığı biçimde akıl ve hürriyet
gibi gereken şartları beyan ettiği gibi kazf hususunda erkeklerle kadınlar
arasında fark bulunmadığını da açıklamıştır.
Şunu da belirtelim ki;
âyet-i kerîme kazf haddinin uygulanabilmesi için gereken bu şartlardan daha
önemli bir şarta işaret etmiştir ki; o da kadın olsun erkek olsun; iftiraya
uğrayanın iffetli olmasıdır. Yani iftiraya uğramazdan önce veya iftiraya
uğradıktan sonra, ama haddin uygulanmasından önce zina cürmünü işlememiş
olmasıdır. Eğer bu sabit olursa iffetli (muh-san) sayılmaz. Kendisine zina
isnadında bulunan kimse, iftira haddine çarptırılmaz.
Bir kimse fâsid bir
nikâh akdine dayanarak bir kadınla cinsel temasta bulunursa; örneğin şahitsiz
olarak bir kadınla evlenir veya uyumakta olan bir kadına-kendi karısı olmadığı
halde- karısı zannederek gelip cinsel temasta bulunursa; bu şüphe nedeniyle
kendisine zina haddi uygulanmaz. Ama böyle yapması onu muhsanlık (iffetlilik)
ten çıkarır mı? Yani bir kimse onu zinayla itham ederse seksen değneklik kazf
haddine çarptırılır mı? Yoksa böyle yapması onu muhsanlıktan çıkarmaz mı? Yani
zina ettiğini iddia eden kimseye kazf haddi uygulanmaz mı? Âlimler bu hususta
ihtilâf etmişlerdir: Bazıları, ihtiyatsız olarak bu fiili işlemesinin onu
muhsanlıktan çıkaracağı görüşündedir. Diğer bazılanysa şöyle derler: Haddi
gerektiren zina fiilinden başka hiç bir şey onu muhsanlıktan çıkarmaz. İşte
kazf haddi budur.
Kazf kelimesi lügatte
atmak mânasına gelir. Fıkihçiların ıstılahındaysa; iffetli bir kimseye
sarahaten veya delâleten zina isnadında bulunmaktır. İffetli müslümanlara zina
isnadında bulunmaya kazf adı verilmiştir. Çünkü bu kötü kelimeyi (zina sözünü)
telâffuz eden kişi, öfkeliyken kime isabet edeceğini bilmeden taş atan bir
kimse gibidir. Bu kişi attığı bu taşın iffetli ve suçsuz bir kadına mı,
babasına mı, anasına mı, bacısına mı, kardeşine mî, karışma mı, çocuğuna mı,
aşiretine mi, akraba ve hısımlarına mı isabet edeceğini bilemez. Onun belli bir
hedefe yönelik olmayan bu atışından yukarıda sayılan kimselerden biri isabet
alabilir. Onlar isabet alırken de kendisi bunların acısını hissetmeksizin
gaflet içinde gülüp sevinmektedir. Kazf kelimesine fir-ye de dendiği olur.
Çünkü o, yalan ve iftira cümlesindendir. Cenab-ı Allah kadınları bu makama
yaraşır şekilde güzel ve övgülü sıfatlarla nitelemiştir. 'Muhsan
kadınlar'dokunulmaz ve korunan kadınlardır.;1 Sanki kendileri için koruyucu bir
kale yapılmıştır/Habersiz kadınlar' ona yönelmek bir tarafa;kö-tülük
düşüncesinin bile zihinlerinde yer almadığı kadınlardır. Mü'min kadınlar,
Kur'an-ı Kerim'e ve onun hükümlerine inanan, imanın hududuna riayet eden
kadınlardır. Muhsanhk kelimesi; evli kadın için, evlenmiş olmasa bile İffetli
kadınlar için isim olur. Cenab-ı Allah, Hz. Meryem İçin "Irzını
koruyan" demiştir. Muhsanhk kelimesi, tenasül organım koruma anlamından
alınmıştır. Kadın evlendiği takdirde kocası müstesna olmak üzere kendini
başkalarından korur. Bekâr kadın kendini herkese karşı korur.
Merhum mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Hür, baliğ, akıllı, müslüman ve serbest iradeli bir
kimse; hür, akıllı, baliğ, müslüman ve iffetli ve geçmiş zamanda zînâ haddine
tabi tutulmamış birisine zina isnadında bulunursa veya yukarıda sayılan
niteliklere sahib bir kimse; hür, akıllı, baliğ, müslüman, iffetli ve liân
yapmamış, daha önce zina dolayısıyla hadde tabi tutulmamış, cinsel temasa
dayanıklı bir kimseye; dar-ı harpte sarih veya üstü kapalı bir ifadeyle zina
isnadında bulunur ve sanık da ona kazf haddinin uygulanmasın: taleb ederse;
söylediklerini ispatlamak için beyyine ve dört şahit getiremezse; kendisine
seksen değnek vurulması gerekir.
Mezhep imamları,
muhsanhk için kişinin müslüman olmasını şart koşmuşlardır. Zîra Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz,
"Allah'a ortak
koşan, muhsan değildir." demiştir. Yine muhsanhk için kişinin akıllı ve
baliğ olmasını şart koşmuşlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz üç kişiden
kalemin kalktığını, yani onların dinî emirlere muhatap olmadığını beyan
buyurmuştur. Hür olmayı da muhsanhk için şart koşmuşlardır. Zîra köle eksik
değerlidir. Zina dolayısıyla fazla bir değişikliğe uğramaz. İffetli olmayı da
muhsanhk şartı saymışlardır. Çünkü had, iftiracıyı yalanlamak için meşru
kılınmıştır. Sanık zina etmişse; isnatta bulunan kişi isnadında doğrudur.
Sanık şüphe veya fâsid nikâh sonucurıda bir kadınla cinsel temasta bulunmuşsa,
?yîne aynı hüküm sözkonusudur. Çünkü bu cinsel temasta zina şüphesi vardır.
Ayrıca bunda helâllik şüphesi de vardır. Bu iki şüpheden biri cinsel temasta
bulunanı had tatbikinden kurtardığı gibi; diğer şüphe de isnatta bulunanı had
tatbikinden kurtarır. Mezhep imamları, muhsanhk için serbest iradeli olmayı da
nazar-ı itibara almışlardır. Çünkü başkasının zorlaması sebebiyle cinsel
temasta bulunan kimseye had tatbik edilmez. Hatta azaba da müstahak olmaz.
Mezhep imamları, kişinin aşikâr biçimde muhsan sayılabilmesi için, daha önce
zina haddine çarptırılmamış olmasını da şart koşmuşlardır.
Bir kimse delikanlılık
çağında zina eder de, sonra tevbe edip iyi hal gösterir ve bu minval üzere
ihtiyarlarsa; onun zİnâ etmiş olduğunu söyleyen kimseye kazf haddi uygulanmaz.
Aynı şekilde bir kâfir zina eder de, sonra müslüman olur veya bir köle zina
eder de, sonra azad edilir ve iyi hal gösterirse; onun zînâ etmiş olduğunu
söyleyen kimse, kazf haddine çarptırılmaz. Ama. bir kimse küçük yaştayken zina
eder ve sonra baliğ olur veya deli bir kimse zina edip, sonra ayılır da bir
başkası onun zina etmiş olduğunu söylerse; kazf haddine çarptırılır. Çünkü
çocuğun ve delinin bu yaptığı fiil, zina sayılmaz. Bir kimse iktidarsız veya
kesik penisli bir erkeğin yahut vaginası tıkanık veya cinsel temasa
dayanamayacak kadar küçük yaştaki bir kadının zina etmiş olduğunu söylerse;
kendisine kazf haddi tatbik edilmez. Bir kimse iffetli bir insanın zina
ettiğini iddia eder ve bu iddiasından dolayı iftira (kazf) haddine çarptırılmış
iken itham etmiş olduğu kimse zina ederse; iddia sahibine uygulanacak olan
kazf haddi düşer. Çünkü zinanın vukûbulması, aleyhinde iddiada bulunulan
kimsenin geçmiş dönemi hakkında şüphe meydana getirir. Zîra Cenab-ı Allah kerem
sahibidir. Kulunun daha önce işlemiş olduğu günahların üzerine çekilen örtüyü
kaldırmaz. Ama günahlarının açığa çıkmasıyla, daha önce de günah işlemekle
muttasıf olduğu anlaşılır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a.) zamanında
adamın biri zina etmiş ve kendini savunurken de şöyle demişti: "Allah'a
yemin ederim ki; bu benim ilk işlediğim zina suçudur." Onun bu savunmasını
reddeden Hz. Ömer (r.a.) şöyle demişti: ''Yalan söylüyorsun. Cenab-ı Allah kulunu
ilk defasında rezil etmez."
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Haddi gerektiren kazf; iftiracının, sanığın zina
veya livata yaptığını iddia etmesi yahut -anası hür ve müslümansa- çocuğu
reddetmesidir. Diğer günahların hilâfına; bu isnad veya reddi açık ifadeyle
yapar. Çünkü zina isnadı nedeniyle insanın kişiliği alçalır, gizlilik perdesi
yırtılır, mahrem yerleri rezilleşir, mahremiyet Örtüsü parçalanır, gayret
sahibi olmadığı anlaşılır. Bu da hayvanların en düşüğünün (domuzun)
özellİklerindendir. Bu özelliğe sahip kimseler her çeşit günahı işlerler.
İftiraya uğrayan kadın ise; onun akrabaları da utanç içinde kalırlar. Bu da kan
dökülmesine yol açar. Bu utanç lekesini de ancak kan temizler.
İftiraya uğrayan erkek
ise; bu onun nazarında ırz ve namusun değerinin olmadığına, kıskançlığın ona
hiç tesiri olmadığına delâlet eder. Ayrıca bu şunu da gösterir ki; başkasının
başına gelen bu musibet kendisinin başına gelecek olursa bunu normal
karşılayacak ve kişiliği feveran etmeyecek, kanı beynine sıçramayacak tır. Bu
nedenle demişler ki: Gayretli kimse zina etmez. Bu, evlat ve torunlar için az
bir leke midir? Bu utanç lekesi çok uzun seneler boyunca varlığını
sürdürecektir. Fıkıhçılar icmâ ederek dediler ki: Burada âyet-i kerîmede geçen
remy (atma) kelimesinden kasıt; diğer suçlan değil de zinayı isnad etmektir.
Bunu böyle söylerken fıkıhçılar bazı ip uçlarına dayanmışlardır:
a- Bu âyet,
zina âyetinden sonra gelmiştir.
b- Muhsanat
tabiri kullanılmıştır ki; bu da İffetli kadınlar demektir. Bu da kadınlara
isnatta bulunmanın, onların iffetlerine zıt olduğunu göstermektedir.
c-
"Sonra (İddialarını ispatlamak için) dört şahit getiremeyenler..."
âyet-i kerîmesinde sözü edilen dört şahit, yalnızca zinada şart koşulmuştur.
d- Zina
isnadından başka suç isnatları dolayısıyla isnat sahibine had tatbik
edilmeyeceği hususunda icmâ kesinleşmiştir. Bütün bu karineler dolayısıyla
âyet-i kerîmede geçen isnattan kastın, sadece zina isnadı olması gerekmektedir.
Fıkıhçılar ittifak
ederek dediler ki: Bizzat iftiraya uğrayan kimse, kendisine zina iftirasında
bulunan kimseye kazf haddinin uygulanmasını istemedikçe, iftiracıya kazf haddi
tatbik edilmez. Çünkü kendisine sürülen lekeyi temizlemek için bu haddin
uygulanmasını istemek, onun hakkıdır. İftiracıyı affedip bırakır ve ona had
tatbikini talep etmezse, iftiracıya kazf haddi uygulanmaz.
Kazf lâfızları sarîh,
kinaye ve ta'rîz olmak üzere üç kısma ayrılırlar: Fıkıhçılar ittifak ederek
dediler ki; sarih lâfızla kazfte bulunma durumunda kâzife (zina iftiracısına)
had tatbik edilir. Örneğin bir kimsenin bir kadına "Ey zi-nâkâr!"
veya "Sen zina ettin'1 veya "Vaginan zina etti" veya
"Anusun zina etti" demesi gibi... Ama "Bedenin zina etti"
derse, bunun iki hali vardır: a- Bu, "Senin elin zina etti" sözü gibi
bir kinayedir. Çünkü gerçek zina, tenasül organıyla yapılın Bedenin diğer
kısımları sadece yardımcı olurlar. b- Bu sarih bir sözdür: En doğrusu da budur.
Çünkü zina fiilini bedenin tümü İşler. Tenasül organı bu fiili işlemede bir
alettir.
Kinayelere gelince;
bir kimse bir başkasına "Ey fâsık" veya "Ey fâcir",
"Ey habis", "Ey kiralık", "Ey haramın çocuğu"
veya "Eşim, kendisine dokunanın elini geri çevirmez" derse; bu söz
zina isnadı sayılmaz. Bu sözü söyleyen kişi bununla zina isnadını
kasdetrriezse, kazf haddine çarptırılmaz. "Ben bunu demekle zina isnadını
kasdetmedim" der ve iftiraya uğrayan kişi onu yalanlarsa, yemin etmesi
şartıyla iftiraya uğrayanın sözüne itibar edilir. İmam da uygun gördüğü tarz ve
miktarda onu ta'zîr eder. Çünkü o bu sözüyle iftiraya uğrayana eziyet etmiş ve
utanç lekesi sürmüştür. Kaldı ki; hadler kıyasla sabit olmazlar. Ta'rîze
gelince; fıkıhçılar bu kabil sözlerin hükmünde ihtilâf etmişlerdir:
Hanefîler ve bir
görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Ta'rîzde bulunan kişi kazfi kasdetse bile
kendisine kazf haddi tatbik edilmez. Örneğin bir kimsenin bir başkasına
"Ey helâlin çocuğu", "Bana gelince; ben zina etmedim. Benim
soyum bellidir", "Anam zina etmiş değildir", "Sen kendi
aslını araştırır", "Benim uçkurum harama açılmış değildir"
demesi gibi. Kazf ile ta'rîzde bulunmak, hem kazfe ve hem başka mânalara
muhtemeldir. Şu halde kazf ile ta'rîzde bulunan kimseye had tatbik etmek
gerekmez. Çünkü beraet-i zimmet asıldır. Şüphe nedeniyle bu asıldan rücû
edilmez. Bu durumdaki ta'-rîzciye sadece ta'zîrde bulunmak gerekir. Çünkü
burada kazf belirli değildir. Bunun insanlara büyük bir eziyeti dokunmaz. Çünkü
ta'rîze muhatap olan herkes; "Bu sözle benden başkası
kasdedilmektedir" der. Ayrıca müstear isimdeki ihtimal,! bir şüphedir.
Hadler şüphelerle bertaraf edilirler.
Mâlikîler dediler ki:
Kendisiyle kazfe niyet edilse de edilmese de ta'-nzde bulunan kimseye mutlak
surette had tatbik etmek gerekir. Çünkü ta'-rızde bulunan kimse, muhakkak ki
bir şahsı kasdetmiştir. Had tatbik etmekle de biz -her ne kadar kendisini
tanımıyorsak da- o şahsın hakkını almış ol-rnaktayız. Ayrıca iftiracıyı bu
alışkanlıktan temizlemek ve onun murdar kişiliğini terbiye etmek için
kendisine had tatbik edilir. Rivayet olunduğuna göre
Hz. Ömer'in zamanında
iki kişi birbiriyle sövüşmüş; biri diğerine "Vallahi ben zinâkâr değilim.
Anam da zinâkâr değildir" demiş. Hz. Ömer, o adamın bu söylediklerinin ne
anlama geldiğini sahabîlere sormuş ve sahabînin biri; "Böyle demekle ana
ve babasını medhetmiştir" demiş, diğerleriyse şöyle demişlerdi: "Ana
ve babasını başka türlü sözlerle de medhedebilirdi." Bunun üzerine Hz.
Ömer bu sözün sahibine seksen değnek vurmuştu. Çünkü kinaye, adetin örfüyle
sarih nassın yerine geçer. Her ne kadar ta'rîzde lâfız konulduğu anlam
dışındaki bir anlamda kullanılıyorsa da... Ta'rîz, halk indinde namuslarına
riayet edip toz kondurmayan, dünya ehlinden olan ekâbire mahsustur.
İkinci görüşlerinde
Şâfiîler ve bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bir kimse yaptığı ta'rîz
İle kazfe niyet eder ve ta'rîzini kazf ile açıklarsa; ona kazf haddi tatbik
etmek vâcib olur. Ama kazfe niyet etmezse, kendisine had tatbik etmek vâcib
olmaz. Yemin etmesi kaydıyla sözüne itibar edilir.
Hanbelîler İkinci
rivayetlerinde dediler ki: Kazfe niyet etse de etmese de ta'rîzde bulunan
kimseye, özellikle öfke ve gazap halinde ta'rîzde bulunan kimseye kazf haddi
tatbik etmek mutlak surette vâcib olur. Çünkü öfke ve gazap, kişinin muhatabına
hakarette bulunma kastını güttüğüne ve ona utanç lekesi sürmek istediğine delâlet
eden bir karinedir.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Başkasına zina iftirasında bulunan kimsenin,
kendisine had tatbik edildikten sonra şehadeti kabul edilmez. Çünkü şeriat
koyucu iffetli erkek ve kadına zina iftirasında bulunmaya üç hükmü terettüp
ettirmiştir:
1- İftiracıya
seksen değnek vurulması.
2- Şahitliğinin
ebediyyen kabul edilmemesi.
3- Fâsıklığına
hükmedilmesi. Zîra Cenab-ı Allah buyurmuş ki:
'Onlara seksen değnek
vurun. Artık (hiç bir hususta) şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin ve işte
onlar asıl fâşıklardır.[173]
Seksen değnek " vurulması, artık bir daha başkalarına zina iftirasında
bulunmasını Önlemek, eziyetine eziyetle karşılık vermek içindir. Şahitliğinin
reddedilmesine gelince; bu dili ilgilendiren bir ceza olup hırsızın elinin
kesilmesine benzemektedir. Bu büyük (iftira) günahpı işleyen bu dilin cazası,
hiçe sayılıp etkisiz hale getirilmesi ve söylediklerinin kaale ahnmamasıdır.
İnsanlar arasında şehadette bulunması muteber olmaz. Varlığıyla yokluğu
aynıdır. Zina iftirasında bulunan kimsenin fâsık kılınması ise; onu bu suçtan
şiddetle menetmek içindir. Dünyada hadde çarptırılıp şahitliğinin reddedilmesi
onu, kutlu ve yüce Rab-binin emri dışına çıkan fâsık bir kişi olmaktan kurtarmadığına
işaret etmek içindir. Başkasına zina iftirasında bulunmanın ne kadar büyük
günah ve ne derece tehlikeli olduğuna delâlet eden bu cezalar, seni
iftiracılıktan menet-melidir. Zina iftirasında bulunmak ve başkalarım zinayla
itham etmek bu kadar günah olduğuna göre fecî ve şenî bir suç olan zinanın ne
kadar günah olduğunu var sen düşün. Bu hüküm, az önce anlattığımız hususlara
delâlet etmenin yanısıra zinanın ne fecî bir suç olduğuna ve ne kadar kötü
olduğuna, şeriat koyucunun mü'minleri ondan tenzih ettiğine ve uzaklaşmalarını
emrettiğine de delâlet etmektedir ki; toplum, zinanın ve zina iftirasının
günahlarından temizlensin. Bir kâfir kazf haddine çarptırılınca, zımmîlere
karşı şahitliği caiz olmaz. Haddi tamamlansın diye şahitliği reddedilir.
Mâlikîler dediler ki:
Itüraya uğrayanın anası hür veya cariye, müs-lüman veya kâfire de olsa,
iftiracıya kazf haddi tatbik etmek gerekir. Çünkü kazf haddini bildiren âyetin
lâfzı umumîdir. Veya iftiraya uğrayan hür ve müs-lüman kişinin babası köle veya
kâfir de olsa mezhebin kuvvetli görüşüne göre iftiracıya had tatbik etmek
gerekir.
Hanefîler ve Şâfiîler
dediler ki: İftiraya uğrayanın anası cariye veya ehl-i kitap bir kadınsa,
iftiracıya had tatbik etmek gerekmez. İftiraya uğrayan hür ve müslüman kişinin
babası köle veya kâfir de olsa yahut iftira-un kendisi Allah korusun- kâfir
olursa had tatbik etmek gerekir.
Şâfiîler ile Leys bin
Sa'd dediler ki: Bir kimseye iftira haddini tatbik etmek vâcib olduğunda,
haddin uygulanmasından önce de şahitliği kabul edilmez ve fâsıklık damgasıyla
damgalanır. Çünkü Cenab-ı Allah başkasına zina isnadında bulunup da iddiasını
ispatlamak için dört şahit getiremeyen kimsenin üzerine üç hükmü terettüp
ettirmiştir. Bu üç hüküm (Nûr sûresinin dördüncü âyetinde) vav harfiyle
birbiri üzerine atfedilmişlerdir. Vav harfiyse tertibi gerekli kılmaz. Şu
halde bu üç hüküm arasında sıra ve tertip sözkonusu değildir. Öyleyse
şahitliğin reddinin had uygulamasından sonra gelmesi zorunlu olmaz. Aksine,
iftiracıya had uygulansın uygulanmasın; şahitliğinin kabul edilmeyen bir
şahitlik olarak sabit olması gerekir.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Bir kimse üzerinde kazf haddi sabit olduğunda, haddi infaz
edilmedikçe şahitliği kabul edilir ve infazdan önce fâsıklıkla damgalanmaz.
Şayet fâsıklıkla damgalanmış olsaydı, şahitliği geçerli olmazdı. Çünkü
fâsıklık damgası, kendisine bu damga vurulan kimsenin şahitliğini geçersiz
kılar. Çünkü âyet-i kerîmenin zahir anlamı, hadde çarptırılan kimseye kazfin
mecmûunun terettüp etmesini ve şahitlik edemez olmasını gerektirmektedir. Bu
hükmü yalnızca kazfin kendisine talik edersek bu, şehadetten acizliğin iki şeye
talik edilmiş olması durumunu ortaya çıkarır ki; bu da âyet-i kerimenin zahir
anlamının hilâfınadır. Aynı şekilde had hükmünün iki şeye talik edilmesini
gerektirir. Buna göre haddin de iki şeyden sadece birinin vukûbulmasi
durumunda uygulanmaması gerekecektir.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Kölesine zina isnadında bulunan hür kimseye kazf
haddi uygulanmaz. Çünkü köle onun mülküdür. Kölesine zina isnadı nedeniyle
cezalandırılmaz.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Köle hür kimseye zina iftirasında bulunduğu
takdirde, erkek de olsa kadın da olsa, hürün yan cezası olan
kırk değneklik cezaya çarptırılır. Zîra
Sevrî, Ca'fer bin Muhammed'den, o da babasından naklederek, Hz.- Ali (r.a.) nin
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Köle kazf nedeniyle kırk değneklik
cezaya çarptırılır." Abdullah bin Ömer (r.a.) in de şöyle dediği rivayet
edilir: "Ebûbekir, Ömer, Osman ve onlardan sonraki halîfelerin devrinde
yaşadım. Kazfetmesi durumunda hepsi de köleye kırk değnek vururlardı."
Zîra kölelerin bütün hadleri, hürlere tatbik edilen haddin yarısı
kadardır." Çünkü Cenab-ı Allah konuyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerîm'de
şöyle buyurmuştur:
"(Cariyeler) eğer
evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar üzerine gerekli
buludan cezanın yarısı kendilerine lâzım gelir.[174] Bu
âyet cariyenin zina haddinin, hür kadının zina haddinin yarısı kadar olmasını
hükme bağlamıştır. Sonra âlimler köleyi de cariyeye bu hususta
kı-yaslamışlardır. Daha sonra zina haddi yarıya indirildiği için kazf haddinin
de yarıya indirilmesi gerektiği hususunda kıyaslama yapmışlardır. Sonuç olarak
da bu kıyas ile, Kur'an'ı Kerim'in genel anlamlı hükmü özelleştirilmiştir. Kişinin
(kölenin) kazf yaptığı esnadaki durumu nazar-ı itibara alınır. Kazf yaptıktan
sonra ve had tatbikinden önce hürriyetine kavuşsa bile yan had tatbik edilir.
Çünkü o kazf yaparken köledir.
Mâlîkîler dediler ki:
Bir kimse bir araba "Ey nabtî" veya "Ey rûmî" veya "Ey
berberi" derse yahut bir fârisîye "Ey rûmî" derse ya da birisine
"Ey fârisî" derse ve muhatabının ataları arasında bu nitelikte bir
kimse yoksa; kendisine had tatbik etmek gerekir. Çünkü bu söz, onun muhatabı
için bir iftiradır. Bu iftira nedeniyle ona utanç lekesi bulaşır. Çünkü bu
sözle onun nesebine taş atılmıştır. Bu durumda laf atana had tatbik edilmesi,
başkasına eziyet verme kapısını temelli kapatmak İçindir. Bir kimse, bir
başkasına hitaben; "Benim uçkurum iffetlidir" derse, yine aynı hüküm
uygulanır.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler
dediler ki: Bir kimse, bir başkasına yukarıdaki sözleri söylerse; kendisine
had tatbik etmek vâcib olmaz. Çünkü bu gibi sözlerden zina mânası nadir olarak
anlaşılır. Nadiren vukûbulan şeyler için de çoğunlukla hüküm verilmez.
Sözgelimi başkasına ey rûmî diyen kimse bu sözüyle onun rumlara ahlâk
bakımından benzediğini kasdetmiş olabilir.
Bir kimse, bir kadına;
"Sen eşek, deve veya öküzle zina ettin" derse, söz sahibine had
tatbik etmek gerekmez. Çünkü zina, erkeğin penisini kadının
vagînasma koymasıdır. Burada sözü edilen
eşek, deve ve öküz ise akılsız varlıklardır. Bir kimse bir kadına; "Sen
deve, inek, elbise veya dirhem karşılığında zina ettin" derse, beyyine
getirmediği takdirde kendisine iftira ha^di uygulanır. Çünkü bu sözü; "Sen
zina ettin ve zina bedelini aldın. Ya da seninle zina eden erkekten ücret
aldın" anlamını ifade etmektedir. Bir kimse bir başkasına; "Bu erkek
fâsıktır" veya "Bu erkek kadınsıdır" derse, hadde çarptırılmaz.
Bir kadına; "Sen küçük yaştayken zina ettin" veya "Falan kimse
seninle haram bir cimâda bulundu" derse, sözü sarih olmadığı için hadde
çarptırılmaz. Çünkü haram cima, fasid nikâhla da olabilir. Bir kimse bir başkasına;
"Senin zinâkâr olduğuna dâir falan erkeği şahit gösteriyorum" demekle
de kazf haddine çarptırılmaz. Çünkü o, başkasının zina isnadında bulunuşunu
nakletmektedir. Bir kimse bir başkasına; "Ey zinâkâr" der,
diğe-riyse; "Asıl zinâkâr sensin" derse ve biri diğerine had
tatbikini taleb ederse, talebi de hâkim nezdinde sabit olursa; her ikisine de
had tatbik edilmesi gerekir. Hâkimin bu durumda had tatbik etmesi gerekir.
Çünkü bu Allah'ın hakkıdır. Bu hak haddir. Hiç birisi hadden kurtulamaz. İkisi
de hadde çarptırılır. Ama sözgelimi ona; "Ey habis" der, diğeri de
ona misillemede bulunmak amacıyla "Asıl habis sensin" derse; hiç
birisine had tatbik edilmez. Biri diğeri için ta'zîr edilmez. Çünkü ta'zîr
insan hakkıdır. Biri için hak olan diğeri için de hak olur ve böylece
ödeşirler.
Bir kimse bir
müslümana "Ey fâsık, ey habîs, ey kâfir, ey hırsız, ey kadınsı, ey katil,
ey fâcir, ey bînamaz" veya bunlara benzer olan zina dışındaki bir ayıpla
ithamda bulunursa; bütün bu sözlerden dolayı kendisine had tatbik edilmez.
Ancak hâkim onu te'dîb etmek ve bir daha böyle yapmaması için dövmek, hapsetmek,
tevbih etmek, hayvana ters bindirmek gibi uygun gördüğü şekilde ta'zîr eder.
Kendisine kazf haddi uygulamaz. Çünkü bu sözler muhataba zina isnadı veya nesep
reddi kadar utanç ve hakaret lekesi sürmez.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Bir kimse kazf ikrarında bulunursa, ikrarı kabul
edilir ve kendisine had tatbik edilir. Kendisine had tatbikinden önce
ikrarından rücû ederse, rücûu kabul edilmez. Çünkü kazfe uğrayanın bunda hakkı
vardır. Rücûunda onu yalanlar. Ama Allah'ın hakkı olan hadde hüküm bunun
tersinedir. Çünkü onda kendisini yalanlayacak bir kimse yoktur. Şu halde rücû
kabul edilir. Bazıları rücûunun kabul edilmeyeceğini söylemişlerdir. Çünkü
sanığa ırz ve utanç lekesi sürmüş, namım kirletmiştir. Böyle yapmakla da
haddin uygulanması, mağdurun toplum huzurunda itibarının iade edilerek
alnındaki utanç lekesinin silinmesi hususunda başkalarının hakkını iptal etmek
istemektedir.
Âlimler ittifak ederek
dediler ki: Bir şahsın zina ettiğini iddia eden kimse iddiasının doğruluğunu
teyid edici mahiyette şehadette bulunan dört âdil erkeği şahit olarak
getirirse; kendisine kazf haddi tatbik edilmez ve iftiracı sayılmaz. Zina fiili
de sabit olur. Çünkü söylediği söz doğrudur. Geçmişte anlatılan şartlarıyla
aleyhindeki şehadet tamamlandığında zinâkâr kadına zina haddi tatbik edilir. O
da bir şahit sayılır.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Zina aleyhindeki şehadet, ancak dört şahitle sabit
olur. Zîra Yüce Allah buyurmuş kî:
"Kadınlarınızdan
zina edenlere karşı içinizden dört şahit getirin.[175]
"İffetli müslüman
kadınlara zina isnad edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler
(var ya).[176]
"Buna dört şahit
getirselerdi ya?" [177]
Rivayet olunduğuna
göre Sa'd bin Ubade (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)e şöyle sormuş: "Ya
Resûlallah, ne dersiniz? Karımla birlikte olan bir erkek görürsem, gidip dört
şahit getirinceye kadar onu öylece bırakayım mı?'* Hz. Peygamber de
"Evet" cevabını vermişti. Zinayı ispatlamak için dört şajıit getirilmesi
şart koşulmuştur. Çünkü bu zina fiili kolayca farkedilecek ve tam görülebilecek
bir fiil değildir. Bu nedenle ihtiyatlı davranılarak dört şahit getirilmesi
şart koşulmuştur. Ayrıca bu, şeref ve haysiyetle ilgili bir meseledir. Şu halde
diğerlerinin aksine, bunu ispatlamada dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir.
Şahitler kadı huzurunda zina fiiline şehadette bulunurken, zina edenin ve
kendisiyle zina edilenin kim olduğunu söylemelidir. Çünkü zînâ isnad ettikleri
erkeği bir cariyenin Üzerinde gördükleri halde, onu yabancı, hür bir kadının
üzerinde olduğunu zannedebilirler. Ayrıca "Milin sürmedanlığa girişi gibi
erkeğin penisinin kadının vagİnasına girdiğini gördük" diyerek şahitlikte
bulunmaları gerekir. Sadece zina ettiğine dâir mutlak şehadette bulunmalarıyla
zina fülİ sabit olmaz. Çünkü bazen kadınla erkeğin bacaklarını birbirinin
arasına sokup sarılmalarını zina sanabilirler. Ama bir kimseye zina isnadında
bulunulur da kendisi zina ettiğini itiraf ederse; zina haddini uygulamak vâcib
olur. İtiraf ettikten sonra başka soru sormaya gerek kalmaz. Bir kimse zina
ettiğini kendiliğinden itiraf ederse, meseleyi daha fazla araştırmak gerekir
mi? Bazıları, şahitlerde olduğu gibi araştırmak gerekir demiş; bazılanysa kazf
ikrarında olduğu gibi araştırma gerekmez demişlerdir.
Şâfiîler dediler ki:
Şahitlerin birarada veya ayrı ayrı gelmeleri arasında fark yoktur. Çünkü dört
şahit getirme emri, şahitleri topluca getirmekle ayrı ayrı getirmek arasında
müşterek anlamlıdır. Kendisinde müştereklik anlamı bulunan şeye delâlet eden
lafız, ayrıcalık anlamı bulunan şeye iş'arda bulunmaz. Şahitleri ayrı ayrı
getiren kimse de nassla amel etmiş sayılır ve sorumluluktan kurtulmuş olması
gerekir. Toplu geldikleri takdirde şahitlerin şehadetiyle sabit olan her hüküm,
diğerlerinde olduğu gibi ayrı ayrı gelmeleri halinde de sabit olur. Hatta
böylesi daha da uygundur. Çünkü ayrı ayrı gelmeleri töhmetten uzak kalmalarını
sağlar. Birbirlerine telkinde bulunamazlar. Bu nedenle dedik ki; kadı şahitlerin
şehadetinden kuşkulanırsa; şayet varsa şehadetlerindeki şaibeyi açığa çıkarmak
için onları ayırır. Çünkü onların aynı halde bir arada şehadette bulunmaları
şart değildir. Dahası, şayet kadı'-nın huzurunda bir arada bulunsalar bile;
beraberce değil de biri diğerinden sonra sırayla şehadette bulunacak ve kadı da
şehadetlerini böylece kabul edecektir. Aynı şekilde kadı'nın kapısında
yığıldıklarında, içeriye birlikte değil de birer birer girip şehadette
bulunurlar.
hanefîler dediler ki:
Şahitler ayrı ayrı şehadette bulundukları takdirde şahitlikleri kabul edilmez
ve kendilerine kazf haddi uygulamak gerekir. Çünkü tek kişi şehadette
bulunurken sanığa iftira etmiştir ve dört şahit de getirmemiştir. Yüce Allah'ın
şu buyruğundan dolayı kendisine kazf haddi uy-
gulamak gerekir:
"İffetli müslüman
kadınlara zina isnadında bulunanlar, sonra (bunu ispatlamak için) dört şahit
getiremeyenler (var ya) işte onlara seksen değnek vurun." (Nün 4). Onlar
bu hususta daha ileri giderek bu kazfi, şehadet kelimesiyle ifade etmişlerdir.
Oysa ki bu şehadet geçerli değildir. Şayet geçerli sayir hrsa, kazf haddi
temelli olarak ortadan kalkmış olur. Çünkü başkasına zina iftirasında bulunacak
bir kimse; "Falan kimsenin zina ettiğine şehadet ederim" demekten
âciz değildir. Böyle olunca da kendini iftira haddinden kurtarmak için bu yolu
tercih eder ve zinadan habersiz iffetli ve suçsuz kimselere iftirada bulunarak
amacına kşvuşur.
Mâlikîler dediler ki:
Şahitler dörtten az olurlarsa, iftiracı sayılırlar ve kendilerine kazf haddi
uygulanır. Âyet-i kerîmede de anlatıldığı gibi her birine seksen değnek
vurulur. "İffetli müslüman kadınlara zina isnadında bulunanlar, sonra
(bunu ispatlamak için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte onlara seksen
değnek vurun."
Hanefiler, Hanbelîler ve
bazı kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Şahİtlerdörtten az olmaları durumunda
iftiracı sayılmazlar ve kendilerine kazf haddi uygulanmaz. Çünkü onlar
iftiracı olarak değil, şahit olarak gelmişlerdir. Suçlan yoktur. Kendilerine
iftira haddi uygulanacak olursa, zina aleyhinde şehadette bulunma kapısı
kapatılmış olacaktır.
İkinci kavillerinde
Şâfiîler dediler ki: Dörtten az sayıda erkek mahkemede hakimin huzurunda
şehadette bulunarak bir kimsenin zina ettiğini söylerlerse kendilerine had
tatbik edilir. Mezhebin kuvvetli görüşü budur. Zira Buharî'nin de Sahih'inde
rivayet ettiği gibi Hz. Ömer (r.a.), Muğire bin Şu'-be (r.a.) nin zina ettiğini
iddia eden üç kişiye kazf haddi tatbik etmiş ve saha-bîlerden hiç biri de
-Allah kendilerinden razı olsun- ona muhalefet etmemiştir. Hz. Ömer (r.a.)
böyle bir uygulama yoluna gitmişti ki; insanlar şahitlikte bulunuyorum diyerek
halkın namusuna leke sürmesinler ve iftira haddinden de kurtulmasınlar. Bu,
sedd-i zerai' kabilinden verilmiş bir hükümdür.
İhtilâf konusu olan,
mahkemede şahitlik etmiş olmalarıdır. Mahkeme dışında böyle yapmaları
durumunda; bunu şehadet lafzıyla yapmış olsalar da kesinlikle kâzİf (iftiracı)
sayılırlar. Çünkü mahkeme dışında konuşmuş olmakla şehadeti değil de iftira ve
teşhiri amaçladıkları açığa çıkmış olur.
Hanefîler dediler ki:
Bir erkek bir başkasına zİnâ isnadında bulunur ve itham ettiği adamın zina
ettiğine şehadette bulunan dört fâsık şahit getirirse; ne ispatta bulunana ne
de şahitlere kazf haddi uygulanmaz. Çünkü Cenab-ı Allah; "Sonra dört şahit
getiremiyenler..." buyurmuştur. Bu isnad sahibi dört şahit getirmiştir. Bu
âyet dolayısıyla kendisine iftira haddi uygulamak gerekmez. Ayrıca fâsık kimse
şahitlik ehliyetine sahiptir. Kadi'nın yanında hazır bulunmak gibi, zina
şehadetinin şartlan tahakkuk etmiştir. Ancak töhmetli oluşları nedeniyle
şehadetleri kabul edilmez. Sanığa haddi uygulamamak için töhmeti geçerli
saydığımıza göre; şahitlere iftira haddini uygulamamak için de bu töhmeti
geçerli saymamız gerekmektedir. Bir kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Dörtten
eksik olan şahitlere kazf haddi uygulanır. Çünkü onlar şehadetın kabulü için
gerekli olan niteliklere sahip değildirler. Şahit olmaktan çıkmış, salt
iftiracılar olarak kalmışlardır. Başka bir kavilde denilmiş ki: Hanefî
mezhebinde olduğu gibi bu şahitlere kazf haddi uygulanmaz.
Mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Kazf haddi, iftiracının (ka-zifte bulunanın) bir
defa ikrarda bulunmasıyla ve iki erkeğin şehadetİyle sa-bİt olur. Bir kadının
iki kez şahitlik yapmasıyla da sabit olur diyenler de olmuştur. Kazf haddi
zaman aşımıyla ve suçlunun ikrardan rücûuyla düşmez. Bu suçu işlemiş olan kâzif
(iftiracı), ikrarından rücû ederse; rücûu kabul edilmez. Çünkü bu hadde kul
hakkı vardır. İkrarından rücû etmesi halinde mağdur kişi onu yalanlayıp tekzîb
eder.
Hanefîler dediler ki:
Bir erkeğe müenneslik (ta) sim ekleyerek; "Ey zâniye" diyen kimse ona
kazfetmiş sayılmaz ve iftira haddine çarptırılmaz. Çünkü olmayacak, imkânsız
bir işi ona isnad etmiştir. Nitekim kesik penisli bir erkeğe veya vaginası
tıkanık bir kadına zina isnadında bulunan kimse de iftira haddine çarptırılmaz.
Şayet konuşmuş olsaydı kendisini tasdik edeceği ihtimaliyle, ahras kimseye zina
isnadında bulunan bir kişi de iftira haddine çarptırılmaz. İlk ikisinde; yani
kesik penisli erkekle tıkanık vaginalı kadına zina isnadında bulurıan kimsenin
yalan söylediği kesinlikle sabittir. Lekeyi ancak kendi şahsına sürmüştür. Aynı
şekilde ona; "Sen falandan daha zinâkârsın" veya "Sen insanların
en zinâkânsm" ya da "Zina edenler içinde en fazla zinâkâr olan
sensin" derse, yine hadde çarptırılmaz. Çünkü mübalağa sîgası bilgide
tercihli oluşu ifade etmek İçin kullanılır. Bu sözüyle muhatabına sanki;
"Sen zinayı ondan çok daha iyi bilirsin" demiştir. Bu şüphe nedeniyle
bu sözün sahibi iftira haddine çarptırılmaz. Bir kadına "Ey zâni"
diyerek erkeklere mahsus hitap şeklini kullanırsa kendisine iftira haddi uygulamak
gerekmez. Çünkü tercih bu hitapta yaygındır.
Şâfiîler dediler ki:
Bir erkeğe; "Ey zâniye" diyen kimse iftira haddine çarptırılır.
Çünkü muhatabına mübalağa sîgasıyla zina isnadında bulunmuştur. Zîra zânı
kelimesinin sonuna eklenen (ta) harfi mübalağa içindir. Tıpkı allame ve nesabe
kelimelerinde olduğu gibi. Kesik penisli bir erkeği veya tıkanık vaginalı bir
kadını veya erselik bulunan birisini zinayla itham eden kimse kazf haddine
çarptırılmaz. Ancak bunların arkadan cinsel temas yaptırdıklarım iddia ederse,
kazfedici sayılır ve kazf haddine çarptırılır. Çünkü bu sözü söylemekle ona
zina lekesi gibi bir leke sürmüştür.
Mâlikîler dediler
Kesik penisli veya iktidarsız bir erkeği veya tıkanık vaginalı bir kadını
zinayla itham eden kimseye had tatbik edilmez. Çünkü onun yalan söylediği,
aleniyet kazanmıştır. Anılan kimseler, zina etmeleri mümkün olmadığı için bu
sözlerin muhatabı olmakla lekelenmezler. Anılan kimselerden birinin anustan
zina ettirdiğini iddia eden -ve bu iddiasını doğrulayıcı beyyine getiremeyen-
kimse, iftira haddine çarptırılmaz. Kadınsı ve erselikler de bu hükme
tabidirler. Bu mezhep ulemâsı dediler ki: Zina iftirasına uğrayan kimseyi
İlgilendiren ve önce anlatılmış olan, üzerinde ittifaka varılmış şartlara ek
olarak dört şartın daha bulunması gerekir:
1- Zİnâ eden
erkek baliğ olmalıdır.
2-
Kendisiyle zina edilen kimse kadın da olsa erkek de olsa cinsel temasa
dayanıklı olmalıdır.
3- Akıl ve
iffet.
4- Alet.
Bîr kimse bir
başkasına; "Ben tenasül organı iffetli olan bir kimseyim" derse,
kendisine iftira haddi uygulanır. Ama tenasül organından bahsetmezse,
kendisine had tatbik edilmez. Yalnız te'dîb edilir. Çünkü iffet, tenasül organında
ve diğerlerinde gereklidir. Muhatabı olan kadına "Ey sevgili, ey fâ-cire,
ey fena kadın veya ey yollu" derse; bu sözler örfen zinaya delâlet ettikleri
için kazf haddine çarptırılır. Bir erkeğe; "Ey kadınsı" veya "Ey
yollu" derse, kendisine iftira haddi tatbik edilir. Çünkü bu sözler
muhataba cinsel temas yapıldığına delâlet ederler. Tabii eğer iftiraya uğrayan
kimse cinsel temasa dayanıklı biri olup, kendisine iftira edene had tatbikini
istefse; iftiracıya kazf haddi uygulanır.
Merhum mezhep imamları
ittifak ederek dediler ki: Adamın biri bir başkasının aynı mecliste veya ayrı
ayrı meclislerde;tek kelimeyle veya bir kaç kelimeyle; bir kişiyle ya da bir
kaç kişiyle zina etmiş olduğunu bir kaç kez iddia ederse; bu iddiasını
tekrarlamış olması nedeniyle bir kaç kez değil de sadece bir kez iftira haddine
çarptırılır. Bir kişi için iki kez zina iftirasında bulunursa, yine bir kez
hadde çarptırılır. Ancak iftirasını had tatbikinden sonra yinelerse, o zaman
haddi de yinelenir. Bu iftirasını sarih lafızla yapmasa bile; Örneğin had
tatbikinden sonra; "Vallahi yalan söylemedim" veya "Söylediklerim
kesinlikle doğrudur derse veya buna benzer olarak zina cürmünü iddia eden
diğer sözleri söylerse; kendisine yeniden had tatbik edilir. Çünkü bu, ilk
hadden sonra yeni bir had sayılır.
Mezhep imamları yine
ittifak ederek dediler ki: Adamın biri bir başkasına zina isnadında bulunursa;
kendisine kazf haddi tatbik edilir. Sonra ikinci kez ona zina isnadında
bulunursa; kendisine ikinci kez had tatbik edilir. Sonra üçüncü kez ona zina
isnadında bulunursa; kendisine üçüncü kez had tatbik edilir. Ve bu hep böyle
devam edip gider.
Hanefîler ve Mâlikîler
dediler ki: Bir kimse aynı mecliste veya değişik meclislerde; tek kelimeyle
veya bir kaç kelimeyle toplu halde veya dağınık halde de olsa; bir cemaate
zina isnadında bulunursa; kendisine sadece bir had tatbik edilir. Cemaatten
biri sebebiyle dövülerek kendisine had tatbik edilirse bu had, hepsine ettiği
zina isnadı için karşılık olur. Bundan sonra onlardan biri sebebiyle hadde
çarptırılmaz. Çünkü hadler birbirine girdirilirler. Bu görüşte olanlar, delil
olarak; "İffetli müslüman kadınlara zİnâ iftira edenler..." âyet-i
kerîmesini ileri sürmektedirler. Yani iffetli müsîüman kadınlardan birine zina
İftira eden kimse iftira haddine çarptırılır. Bu da bir grup iffetli, müslüman'
kadına zina isnadında bulunan kimsenin seksen değnekten fazla hadde
çarptırılmamasmı gerekli kılmaktadır. İffetli müslüman kadınlar grubuna zina
isnadında bulunan şahsın bir hadden fazla hadde çarptırılmasını gerekli gören kimse,
âyet-i kerîmeye muhalefet etmiş olur. Bu görüşte olan ulemânın sünnetteki
delillerine gelince; İkrime, İbn Abbas Hazretlerinden şöyle bir rivayette
bulunuyor: Hilâl bin Ümeyye, Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna gelerek karısını,
Şerîk bin Semha ile zina etmiş olmakla itham etmiş, Resûlullah (s.a.v.) da ona
şöyle demişti: "Ya beyyine getirirsin veya sırtına bir had vurulur."
Resûlullah, hem karısını hem de Şerîk bin Semha'yı zinayla itham ettiği halde
Hilâl'e sadece bir kazf haddi vurulmasını gerekli görnıüş ve bu hal liân
âyetinin nazil olmasına dek devam etmişti. Âyet nazil olunca da liân, yabancı
kadınlara yapılan zina isnadı dolayısıyla uygulanan kazf had-dinin yerini aldı.
Tabii erkeklerin kendi zevcelerini zinayla itham edişlerinde haddin yerini liân
aldı.
Bu görüşte olan
âlimlerin kıyastaki delillerine gelince; bunlar derler ki: Haddi gerektiren
diğer hususlar bir kaç kez tekerrür ettiğinde sadece bir had uygulanır. Örneğin
bir kaç kez zina eden veya defalarca içki içen veyahut bir kaç defa hırsızlık
yapan kimse kendisine had tatbik edilmeden önce bu suçlan tekerrür ettirirse;
kendisine sadece bir had uygulanır. Had uygulamasının kapsamlı anlamı, zararı
defetmektir ki; o da elde edilmiştir. Bir kişi kendilerine zina isnadında
bulunduğu cemaatteki bir ferd dolayısıyla hadde çarp-tırılırsa; bu had, onların
türnüne etmiş olduğu zina isnadlarının yerine geçer. Bundan sonra da o
cemaattpki ferdlerden biri dolayısıyla hadde çarptırılmaz. "Biriniz
müstesna hepiniz zinâkârsmız" derse, kendisine kazf haddinin uygulanması
gerekir. Çünkü kazfte, haddi gerektiren durum vardır. Cemaatteki ferdlerden
her biri, kendilerine zina isnadında bulunan şahsa had tatbik edilmesini taleb
edebilir.
Şâfiîler bir
kavillerinde dediler ki: İftiraya uğrayanlar değişik şahıslar oldukları için;
iftiracı her şahıs için ayrı ayrı kazf haddine çarptırılır. Çünkü âyet-i
kerîmesindeki kelimesiyle kelimesi çoğul sîgasıdır. Çoğul çoğul ile mukabele
olunduğunda, ferde karşı ferd mukabilinde olur. O zaman da anılan âyet-i kerîme
şu mânaya gelir: "Her bir iffetli müslümana zina iftirasında bulunan
kimseye iftira haddini uygulamak vâcib olur." Bu hükme varılırken şu
âyet-i kerîmeye bağlı kalınmıştır: "İffetli müslüman kadınlara zina
iftirasında bulunan sonra da (iddialarım ispatlamak için) dört şahit
getiremeyenler (var ya), işte onlara seksen değnek vurun.[178] Bu
âyet-i kerîme, seksen değneklik cezanın, iffetli bir müslümana zina
iftirasında bulunma sebebiyle verileceğine delâlet etmektedir. Çünkü bu suçla
isimlenen kişiye seksen değnek vurmak gerekir. Bu sabit olduğuna göre deriz
ki: Bİr kimse bir başkasına zina iftirasında bulunduğunda, bu iftirası haddi
gerektirir. İkinci bir şahsa zina iftirasında bulunduğu takdirde bu iftirası da
ona ayrıca had tatbik edilmesini gerektirir. Sonra ikinci iftira haddinin
uygulanmasını gerektiren sebebin, birinci iftira haddinin uygulanmasını
gerektiren sebebin aynısı olması caiz olmaz. Çünkü bu iftiracı şahıs, ilk
iftirası nedeniyle ilk defasında hadde çarptırılmıştır. Vacibin vâcib kılınması
imkânsızdır. Şu halde ikinci iftirası nedeniyle ikinci kez iftira haddine
Çarptırılması gerekir. Kıyasa gelince; kazf haddi kul hakkıdır. Çünkü iftiracı
ancak iftiraya uğrayanın talepte bulunmasıyla kazf (iftira) haddine
çarptırılır.
Zina haddinin aksine
kulların hakları, içice girmezler. Zina hadleri içice
girerler. Çünkü o, Allah'ın
hukûkundandır. Bu hüküm, bir şahsın bir cemaate, içindeki fertlerin herbİri
için ayrı ayrı kelime kullanarak zina isnad etmesi durumunda sözkonusu olur.
Ama hepsi için aynı kelimeyi kullanarak zina isnadında bulunursa; sözgelimi
''Sizler zinâkârsmız" veya "Zina ettiniz" derse; bu hususta iki
kavil vardır. Esah olanına göre -ki bu Şâfiînin yeni dönemine ait kavlidir- bu
iftiracı, kendilerine zina isnadında bulunduğu cemaatteki fertlerin her biri
için ayrı ayrı tam kazf haddine çarptırılır. Çünkü bu kazf haddi kul hakkıdır.
İçice girmez. Ayrıca isnad eden, o fertlerden her bîrine utanç lekesi
sürmüştür. Onlara ayrı ayrı kelimelerle zina iftirasında bulunmuş gibi olur.
Şâfiînin eski dönemdeki
kavline göre bu iftiracıya sadece bir kazf haddi uygulanır. Bunda onun
kullanmış olduğu lafza bakılır: Lafız birdir. Ama esah olan birinci kavildir.
Çünkü o, âyetin mefhumuna uygun düşmektedir. Buna göre bir kimse adamın birine;
"Ey iki zinâkârm oğlu" derse, onun ebeveynine aynı kelimeyle zina
isnadında bulunmuş olur. Dolayısıyla kendisine iki had tatbik edilmesi gerekir.
Hanbelîler en zahir
rivayetlerinde dediler ki: Bir kimse cemaatteki fertlerin tümüne aynı kelimeyle
zina iftirasında bulunursa; üzerine bir had tamamlanır. Fertlerin hepsine ayrı
ayrı kelimelerle zina iftirasında bulunursa; kendisine her biri için bir had
tatbik edilir.
İkinci rivayetlerinde
Hanbelîler dediler ki: Zina iftirasına uğrayan cemaat fertleri iftiracıya had
tatbik edilmesi için ayrı ayrı talepte bulunurlarsa; her biri için bir hadde
çarptırılır. Ama böyle bir talepte bulunmazlarsa; hepsi için sadece bîr hadde
çarptırılır.
Mâlikîler dediler ki:
İftiracı, kendisine had tatbik edildiği sırada bir şahsa zina isnadında bulunursa
-bu şahıs ilk zina iftirasında bulunduğu şahıs olabileceği gibi, bir başkası
da olabilir- o ana kadar kendisine vurulan darbeler geçersiz kılınır. İftiraya
uğrayan iki şahıs için iki kez had tatbik edilmesi için yeniden kendisine
değnek vurmaya başlanır. Ancak o ana kadar ilk hadden az sayıda, yani kırktan
az veya yirmibeş kadar değnek kalmışsa; önce vurulan darbeler iptal edilmez.
Bu durumda ilk had seksen değneğe tamamlanır ve sonra ikincisine başlanır:
Haddi tamamlanır. Mâlikîlere göre hadler içice girerler.
Hanefîler dediler ki:
Hadler içice girerler. İftiracıya yetmiş dokuz değnek vurulur da sonra başka
bir kimseye daha zina iftirasında bulunursa; ona yalnızca bir değnek daha
vurulur. Çünkü hadler içice girerler. İki had üst üste gelmiştir. Çünkü birinci
haddin tamamlanması, ancak geriye kalan bir değnekle olur.
Anlatıldığına göre İbn
ebî Leylâ, bir kişinin bir başkasına;' 'Ey iki zinâkârm oğlu" dediğini
işitmiş ve böyle diyen adama mescitte aynı vakitte iki
had tatbik etmişti. Bu
haber İmam Ebû Hanîfe'ye ulaştırıldığında şöyle demişti: "Hayret doğrusu.
Beldemizin kadısı aynı meselede beş noktada hata etmiştir:
1- Suçluya,
iftiraya uğrayanın talebi olmaksızın had tatbik etmiştir.
2- Eğer davalaşma olsaydı, sadece bir had
gerekirdi.
3- Ona göre
iki had tatbik etmek gerekse bile; iki haddin tatbiki arasına bir günlük veya
daha fazla fasıla koyması gerekirdi ki; suçlunun bedenindeki birinci had
darbelerinin tesiri hafiflesin.
4- Haddi
mescitte tatbik etmiştir.
5- İftiraya
uğrayanın ebeveyninin hayatta olup olmadıklarım araştırması gerekirdi.
Hayattaysalar; dava açma hakkı kendilerinindir. Hayatta değil-seler, dava açma
hakkı oğullarınındır."
Bir köle hür bir şahsa
zina isnadında bulunur ve azad edildikten sonra başka bir şahsa daha zina
isnadında bulunursa; üzerinde iki had toplanır ve seksen değnek vurulur. Sonra
diğeri geldiğinde kırk değnek daha vurularak seksen değnek tamamlanır. Çünkü
kırk değnek, ikisi için vaki olmuştur. Geriye kırk değnek kalır. İkinci şahsın
gelmesinden önce bir başkasına zina isnadında bulunursa; seksen değnek ikisi
için olur. Yeni baştan seksen değnek daha vurulmaz. Çünkü geride kalanın
tamamı, hürlerin haddidir. Kazf hadleri içice girebildikleri için hürlerin de
buna dahil olmaları caiz olur.
Şâfiîler dediler ki:
İftiraya uğrayan şahıslar ve iftira konusu (zina) değişik olursa, hadler içice
girmezler. Çünkü Şâfİîlere göre kazf haddinde ağır basan husus, kul hakkıdır.
Bir kimse bir cemaate ayrı ayrı sözlerle veya bir şahsa bir kaç kez zina
iftirasında bulunursa; her bir iftirası için bir kazf haddine çarptırılması
vâcib olur.
Çocuk veya deli kendi
karısına ya da yabancı bir kadına zina isnadında bulunursa; ne kazf haddi ne de
Hân gerekir. Ne derhal ne de bulûğdan (veya ayıldiktan) sonra gerekir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) in
"ÜÇ kişiden kalem
kalkmıştır.[179] hadîs-i şerifinden ötürü
çocuk, ve deli, mükellef değildirler. Ama mümeyyiz durumdaysalar; uslanmaları
için ta'zîr edilirler. Bulûğa erinceye dek çocuğa ta'zîr uygulamak uygun
görülmezse, ta'zîr de sakıt olur.
[1] Nûr: 6
[2] Müslim, yân, 5
[3] Buharı, Talâk, Bab: 26; EbÛ Dâvud, Talâk, Bab: 28
[4] Buharî, Menakib, Bab: 23
[5] Ebû Pâvud, Talâk, Bab: 27
[6] Müsiim, Liân, 11
[7] Müslim, Rada, 36
[8] Buharı, Husumât, Bab: 6; Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 34
[9] Nisa: 23
[10] Furkan: 68-69
[11] A'raf: 33
[12] Nür:2-3
[13] Müslim, Kasame, 25
[14] Tirmizî, iman, Bab: 11
[15] Buharî, Ahkâm, Bab: 48; Müsüm, İman, 171-174
[16] Nisa: 25
[17] Buharî, Hudûd, Bab: 36
[18] Muratta, Hudûd, i6
[19] Buharî, Hudûd, Bab: 35-36
[20] Buharî, Tevhid, Bab: 51
[21] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 24-26
[22] Müslim, Hudûd, 28
[23] Maide:41
[24] Mâide:44
[25] Mâide: 45
[26] Mâide: 47
[27] Nisa: 15
[28] Nisa: 34
[29] Nisa: 25
[30] Neseî, Nikâh, Bab: 14
[31] Tahrİm: 12
[32] Enbiyâ: 91
[33] aı-i İmrân: 42
[34] Ah-zab: 69
[35] Müsned, 2/69
[36] Musned, 2/63
[37] Nûr:2
[38] Buharî, Fezail, Bab: 18
[39] tbn Mâce, Hudûd, Bab:11
[40] Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 27
[41] Buharî, Hudûd, Bab: 27
[42] Ebû Dâvud, Edeb, Bab: 45
[43] Buharî, Mezalim, Bab: 3
[44] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 6
[45] Buharı, Mezalim, Bab: 3
[46] Müsned, 2/274
[47] İbn Mâce, Hudûd, Bab: 3
[48] Nün 19
[49] Muvatta, Hudüd, 12
[50] Buharî, Edeb, Bab: 60
[51] Masned, 2/74
[52] Müslim, Hudûd, 23
[53] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 24
[54] Buharı, İman, Bab: 11
[55] Tirmizî, iman, Bab: 11
[56] Tirmizî, iman, Bab: 11
[57] Nisa: 22
[58] Buharî, Libas, Bab: 62; Hudûd, Bab: 33
[59] Buharî, Cihad, Bab: 107
[60] Nûr: 3
[61] Nisa: 24
[62] Nûn 3
[63] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab: 5
[64] Müslim, Nikâh, 18
[65] Müslim, Nikâh, Bab: 3; Buharî, Megazî, Bab: 38
[66] A'râf:60
[67] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 12
[68] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 12
[69] üsned, ı/269
[70] A'raf: 80
[71] Ankebut: 30
[72] Höd: 82-83
[73] Zariyat:33
[74] A'raf:81
[75] Ankebut: 34
[76] Müsned, 1/317
[77] Müsned, 4/333; 6/16
[78] Tirmizî, Hudûd, Bab: 24
[79] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 24
[80] Şuarâ: 165-166
[81] Ankebut: 30-31
[82] Ankebut: 34
[83] Şuarâ: 165-166
[84] A'raf: 80-84
[85] Tirmizî, Rada, Bab: 12
[86] Müsned, 1/217
[87] Müsned, 2/182
[88] Tirmizî, Taharet, 102; İbn Mâce, Taharet, 122
[89] Bakara: 223
[90] İbn Mâce, Nikâh, Bab: 29
[91] Tirmizî, Rada, Bab: 12; Darimî, Nikâh, Bab: 30
[92] Tirmizî, Rada, Bab: 12
[93] İbn Mâce, Nikâh, Bab: 29
[94] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab: 46
[95] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab:46
[96] Mu'minün:5-6
[97] Bakara: 222
[98] Bakara: 223
[99] Tirmizî, Rada, Bab: 12
[100] Ebû Dâvud Hudûd, Bab: 30
[101] Tirmizî, Hudûd, Bab: 13; 29
[102] Tirmizî Hudûd, Bab: 24
[103] Ma'minûn: 5-6
[104] Mü'minûn: 7
[105] Nün 33
[106] Buharî, Nikâh, Bab: 2
[107] Mâide:38
[108] Baba, oğlunun ve oğluna ait malın mâlikidir. 'Zîra Hz.
Peygamber (s.a.s.), bu hususu kendisine soran bir sahabiye söyle karşılık
vermişti: "Sen ve malın, babana aitsiniz." (Çeviren)
[109] İbn Mâce, Hudûd, Bab: 25
[110] Neseî,Sarîk, Bab: 9-10
[111] Buharî, Hudûd, Bab: 13
[112] Müslim, Hüdûd, 2
[113] Neseî, Sarik, Bab: 9
[114] Müsned, 3/312; 350; 386
[115] Neseî, Sarik, Bab: 14
[116] Neseî, sarik, Bab: 3
[117] Müsned, c: 5/293
[118] Ebû Dâvud, Hudûd, Bat 14
[119] Neseî, Sarİk, Bab: 11
[120] Neseî, sarik, Bab:11
[121] Neseî, Sarik, Bab: 13
[122] Neseî, sarik, Bab: 12; Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 12
[123] Neseî, Sarik, Bab. 12
[124] Bakara: 194
[125] Neseî, Sarik, Bab: II
[126] Ebû Dâvud, Buyu, Bab: 62
[127] Nescî, Sarik, Bab: 13
[128] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab.19
[129] M üste'men: İslâm devletinden eman alarak dar-ı İslama
muvakkat bir süre için giren ecnebidir. (Çeviren)
[130] Müslim, Hudûd, 10
[131] Ebû Dâvud, HudGd Bab: 13
[132] îbn mâce, Ticarat, Bab: 64
[133] Buharf, Edeb, Bab: 13
[134] Nûr: 6i
[135] Hudûd,Bab:2
[136] Nisa; 36
[137] Rûm: 21
[138] Müsned: 6/80
[139] Isrâ: 15
[140] Buharî, Buyu, Bab: 106
[141] Neseî, Sarik, Bab: 14
[142] Neseî, Sarik, Bab: 18
[143] Nisa: 29
[144] Müsned: 5/72
[145] Neseî, Sarik, Bab: 12
[146] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 14
[147] Müsned: 6/80
[148] Mâide: 38
[149] Mâide: 40
[150] Mâide:39
[151] Müsned: 4/199,204,205
[152] Ibn Mâce, hu-dûd,%33
[153] EbûDâvud,Hudûd,Bab:14
[154] Mâide: 39
[155] Neseî, Sarik, Bab: 3
[156] Müsned: 2/277
[157] Mâide: 39
[158] Mâide: 39
[159] Nün 4
[160] Talâk: 1
[161] Nûr: 4
[162] Nûr: 6
[163] Nûr: 23
[164] Nûr: 15
[165] Nûr: 26
[166] Nün 4
[167] Nûr: 13
[168] Nör: 23-25
[169] Nûr: 19
[170] Müslim, İman, 144
[171] Danmî, Nikâh, Bab: 42
[172] Neseî, Talâk, Bab: 47
[173] Nûn 4
[174] Nisa: 25
[175] Nisa:15
[176] Nün 4
[177] Nün 13
[178] Nûr:4
[179] Buharı, Hudûd, Bab: 22; EbÛ Dâvud, Hudûd, Bab: 16